Türk Yurdu 05 (10-11) 1916-17

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 357

TÜRK yU RDU

B eşin ci Ci
(Cilt 10-11)

1916-1917

TUTİBAY YAYINLARI
Şehit Adem Yavuz Sokağı, Nu. 3/7
Kızılay/ANKARA
Tel: (0312) 419 45 06 - 419 45 07
TÜRK YURDU
cat5
E d itö r
Murat ŞEFKATLİ

Y ayın K u m lu B a şk a n ı
Dr. Arslan TEKİN

Y ayın D a n ışm a n ı
Dr. Mehmet ÖZDEN

Y a y m K u m lu

Necati GÜLTEPE

Seyit Ali KAHRAMAN

Dr. Hulusi LEKESİZ

Dr. Hakan KIRIMLI

Günvar OTMANBÖLÜK

G rafik
Yakup YILDIRIM

S ayfa D ü z e n le m e
Fırat MUTLU
Serda GÜRLEYEN

TUTIBAY YAYINLARI
Telfaks: (0312) 419 45 06 - 07 / 419 65 32
Baskı: Saray Matbaası, Ankara - 2000

Yazışma Adresi:

TUTİBAYYAYINLAKI

Şehit Adem Yavuz Sokağı, Nu. 3/7

Kızılay-ANKARA

Telefaks: 0.312 419 45 06-07 / 419 65 32

Bu yayının her hakkı TUTİBAY LTD. ŞTİ.ne aittir. Mehaz gösterilmeden iktibas edilemez.
TÜRK YURDU
Onuncu Cilt
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

N âşiri: Türk Yurdu


M üdürü: Akçuraoğlu Yusuf

Onuncu Cilt
1916

İstanbul - "Kader" Matbaası


TÜRK YURDU 11

ONUNCU CİLDİN FİHRİSTİ


(Elifba sırasıyla)
AÇIK SÜTUNLAR
Mansurîzade Said Bey’e teşekkür (“Kamus-ı Felsefe” hakkında).......... Rıza Tevfık
ANADOLU’MUZ
Anadolu’ya D air......................................................................................T. Y.
“Köyümden Geliyorum” dan: Ayazmana.............................................. Ispartalı Hakkı
“Köyümden Geliyorum” dan: Uzak Hatıralar.......................................Ispartalı Hakkı
“Köyümden Geliyorum” dan: “Köyümden Geliyorum” Ne Demek..Ispartalı Hakkı
“Köyümden Geliyorum” dan: Minasin’den Ayazmana’ya................... Ispartalı Hakkı
“Köyümden Geliyorum” dan: Minasın Mesiresi...................................Ispartalı Hakkı
“Köyümden Geliyorum” dan: Nazifa Gelin...........................................Ispartalı Hakkı
İÇTİMAİYÂT
Türk Kadınlığının Terbiyevî Mevkii..................................................... Ziynetullah Nuşirevan
İDAREDEN
Bayram Tebriği
İdareden
Muhterem Karilerimize
Maarif Nezaret-i Celilesine Teşekkür
EDEBİYAT
Altın Taht (Asker Şarkıları: 1 )................................................................Doğan
Ezan Vakitleri.......................................................................................... Doğan
Eski Aşk................................................................................................... Yusuf Ziya
Oğuz - Ümid................................................. •.......................................... Ali Fahri
Ölmeyen Sevgi........................................................................................ Yusuf Ziya
Büyü.........................................................................................................Yusuf Ziya
Baharın İntikamı.....................................................................................Yusuf Ziya
Türk Yurdu’na İhdâ...............................................................................Abdullah Cevdet
Hususî Bir Ziyaret...................................................................................Rıza Tevfık
Hülya....................................................................................................... Celâl Sahir
Aşk Yasası................................................................................................ Doğan
İsyan........................................................................................................ Yusuf Ziya
Faik Ali..................................................................................................... Fazıl Ahmed
Gülnûş Sultan.........................................................................................Halide Edib
Nazire.......................................................................:.............................. Fazıl Ahmed
Yahya Kemal’e ........................................................................................Fazıl Ahmed
Yeni Ay....................................................................................................Mustafa Halûk
12 TÜRK YURDU

İKTİSAT

İktisat Hazine-i Evrakı........................................................................... Profesör Hermes


İktisat Yılı................................................................................................M. Zühdü
Geçen Yılda Millî İstihsal....................................................................... M. Zühdü
BÜYÜKHİKÂYE

Babür H an............................................................................................... Flora Annastil-Halide Edib


TARİH VE SİYASET

Devletler Arasındaki Münasebetlere Dair: 1


Devletler Arasındaki Münasebetlere Dair: 2, Darülharp ve Muvazene-i Siyasiye
TERBİYE VE TALİM

Terbiye’de Muhabbet ve Nüfûz............................................................ Nâfi Atuf


Maarifimiz Hakkında 1, 2,3 ve 4 .................... ...................................... Nâfi Atuf
Muallim Mecmuası................................................................................. S.
Yeni Terbiye Usûlleri.............................................................................. M. Rahmi
Yeni M ektepler....................................................................................... M. Rahmi
Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti
TÜRK OCAKLARI ARASINDA

Üsküdar’da Türk Ocağı.......................................................................... Z. N.


Türk Ocağı’nda Kenan Çobanları Temaşası........................................ Y.
Türk Ocağı’nın Faaliyeti......................................................................... Z. N.
TÜRK DÜNYASINDA
Türkistan ve Sibirya Türklerinin Askerliği...........................................
Rusya’da Sakin Gayr-i Rus Unsurların Protestosu...............................
Nemçe ve İran’da Osmanlı Orduları.................................................... S. A.
Türkiye Haricindeki Türklerde............................................................. Z. N.
TÜRKLÜK ŞUÛNU
Atlı İzciler
Ağaç Bayramı
İzmir Akhisarı’nda '
İslâm Mecmuası
Eskişehir’de
Enver Paşa’ya Fahrî Doktorluk Unvanı Verilmesi
On Temmuz 1332 Senesi
Bayram ve Harbin Üçüncü Yılı
Benliğe Doğru
Budapeşte’den Bir Rica
Biga’da Musiki Cemiyeti
Tahsil Yolunda Ölen Bir Türk Genci: Abdülhakim Osman Efendi
TÜRK YURDU 13

Türkiye Hakkında
Türk-Macar Kardeşler
Tevfık Fikret’in İrtihalinin Yıldönümü
Harbin Verdiği Dersler
Dahilî Islâhat Etrafında
GalatasaraylIlar Yurdu
Kastamonu’da
Kconya’da Öksüzler Yurdu
Genç Dernekleri
Lozan Türk Yurdu’nun Beyannâmesinden
Meclis-i Mebusan
Mekteb-i Bahriye-i Şahane’nin Islâhı
Nefis Eserlerimiz Arasında
Nakliye Şirketleri
Viyana’da Türk Edebiyatı
Hilâl-i Ahmer’in Yıllık Müsameresi

CİHAN HARBİ NE DAİR PARÇALAR


Almanların Denizlerde Büyük Muvaffakiyetleri
Türk Hakanına Alman Kayzeri Tarafından General Feldmareşal Mackenzie’nin Gönderilmesi
Reichstag Heyetinin İstanbul’u Ziyareti
OsmanlIların İslâm Âlemine Müstevli İngilizlere İkinci Mühim Galebeleri
Kitchner’in Batması

DİLİMİZ
Edebiyatımıza D air................................................................................. Hüseyin Cahid
Türk Dili Üzerine Tetebbu ve Tahkikler (Son)...................................Ufalı Toktamış
Geçen Yılda Türk Dili Ne Kazandı?...................................................... Ufalı Toktamış

SEYAHAT
Altaylara Doğru........................................................................................Halim Sabit

MATBUAT VE YENİ ESERLER


İktisadiyât Mecmuası ve İktisat Hazine-i Evrakı.................................. T. Y.
Hastabakıcılık Kitabı............................................................................... Lebib Selim
Muallim -Hande...................................................................................... S.
Viyana’da Bulgar Millî Temaşa Heyeti.................................................. Tasvîr-i Efkâr - Türk Yurdu

MİLLÎ HUTBELER
Ocaklılara.................................................................................................Hamdullah Subhi

GEÇEN YIL
Edebiyat Yılı.............................................................................................C.S.
İktisat Yılı.................................................................................................M.Zühdü
Dilimizin Yılı............................................................................................ Toktamış
14 TÜRK YURDU

Siyaset ve Askerlik Yılı............................................................................T.Y.


Maarif Yılı................................................................................................ S.A.
Maarif Yılı................................................................................................ NâfiAtuf

vefey At

İsmail Mahir Efendinin Vefatı............................................................... T.Y.


İsmail Mahir Efendinin Tercüme-i Hâli................................................C.S.
Tanburî Cemil Beyin Vefatı................................................................... T.Y.
Ömer Naci Beyin Vefatı......................................................................... T.Y.
Goltz Paşa’nın Vefatı...............................................................................T.Y.
Goltz Paşa’nın Cenazesi

TÜRK YURDU NUN HEDİYESİ


Merhum İsmail Mahir Efendinin Resmi
m •■ y

T ükk M % m
Tûr^leritt Tâ,idesiw CaUsır

YIL: 4 SAYI: 105 (10 Mart 1332-23 Mart 1916)

^ et- d e ^ ee- ^ ^ ç c d T

İdareden: Muhterem Karilerimize / T.Y.

Geçen Yıl: Siyaset ve Askerlik Yılı / T.Y.

E debîY ıl/C .S.

İktisat Yılı / M. Z ü h d ü

M aarif Yılı / S .A.

Dilimiz: Türk Dili Üzerinde Tetebbu ve Tahkikler / U fah T ok tam ış

BabürH an / Flora A n n astil

Türklük Şuûnu: Harbin Verdiği Dersler-Nefis Eserlerimiz Arasında-

Konya’da Öksüzler Yurdu-İslâm Mecmuası / ***


Sayı 105 TÜRK YURDU 17

TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

İDAREDEN
MUHTEREM KARİLERİMİZE

Tanrı’y a bin şükür olsun, “Türk Yurdu”bu sayısıyla 10. cildine giriyor. Tanrı’nın yardımına güve­
nerek bu cildi de kesintiye uğratmaksızın ve karilerimize elimizden geldiği kadar faydalı olarak ge­
çireceğimizi ümit ediyoruz. Kağıt ve iş eskisine nisbeten pek çok pahalandığı hâlde Yurd’un fiyatını
değiştirmediğimizden başka bu sayıdan itibaren yazı miktarını çoğaltmak için sayfaların kenar
açıklarını eksiltip satırlarını uzatmaya bile karar verdik. Buna karşı muhterem karilerimizden ve
bütün Türkçülerden bir ricaya hakkımız vardır, zannederiz. Abonelerimizin ve perakende
satışımızın artmasına lütfen yardım ediniz!

GEÇEN VIL
siyaset VE askerlik YILI

Siyaset ve harp beyne’d-düvel tahaddüs eden şup Rus himayesini kabul etmek isteyen yaşlı başlı, akıllı
mesâilin halline mahsus vasıtalardır. Önce daha az mas­ uslu zengin tüccar sınıfına değil, son deme kadar çarpı­
raf ve fedakârlığı mucip siyasete, siyaset aciz kaldığı za­ şan, bir avuç kalıncaya kadar sebat eden, sonra da teslim
man harbe müracaat olunur. Sırf siyasetle halli mümkün olmaksızın yaralı bereli muhasara saflarını yararak Kırım
mesâilde harbe tevessül siyasette adem-i kiyaset olduğu­ yolunu tutabilen ve böylece Türklüğün kahramanlık
na delâlet eder. Lâkin bazı meseleler de vardır ki, mahi­ an’anesini, Kazan’ın istiklâl-i manevîsini yaşatan Yadigâr
yeti iktizası mutlaka harp ile hallolunur. Bu nevi mesâilin Han ile fedakâr yoldaşlarına teveccüh ettiğini duyuyoruz.
başında hallinden bir devletin hayatı ve mematı çıkabile­ Eerdin korkaklığı fert hayatının devamına, cemiyet haya­
cek mesâil gelir, hiçbir devlet azamî fedakârlığı yapıp nef­ tının korkaklığı devlet hayatının devamına mâni oldu­
sini müdafaa etmeksizin öldürülmeye ve parçalanmaya ğundandır ki, ahlâk-ı şahsiye ve siyasiye hatta şuursuz bir
razı olmaz. Beşeriyetin kendisine vaz ettiği kavâid-i ahla­ hâlde bile fert ve cemiyet bunları makdûh bulur.
kiye cebîn fertleri muhakkar görür. Tarihin cebîn heyet-i
pevlet-i Osmaniye, İtalya harbinden, Balkan harple­
içtimaiyelere hakareti belki ondan fazladır. Kazan’ın son
rinden sonra cihan çengine de iştirake mecbur idi. Bu
günlerini okurken hürmet ve muhabbetimizin nisbetsiz
mecburiyetin delâil-i tarihiye ve siyasiyesini geçen sene­
bir harbe girip boş yere zayiata uğramamak, Ruslarla uyu­
nin icmalinde tafsil eylemiştik.(b Harp o zamandan beri

(1) “233Q Senesi Türk Yurdu”, yıl 4, cilt 8, sayı 1.


18 TÜRK YURDU Sayı 105

OsmanlIlara pek çok fedakârlıklar yüklenmiş olmakla be­ dirmekti. Osmanlı heyet-i içtimaiyesi bu gayeyi tamamen
raber harbi ilân ve idame edenlerin musib ve muhikk ha­ kabul ederek bedenî, malî, fikrî, İlmî bütün kuvâ-yı zinde­
reketlerine kanaatimiz asla mütezelzil olmamıştır. Kıs­ sini memnuniyet ve heyecanla ona vusûle sarf etti. Vata­
men Devlet-i Osmanî’nin taksimi maksadıyla edilen bu nın beka ve selâmeti için Osmanlılar vatan mihrabında
harpte devletimizin bî-taraf kalması yahut taksimini iste­ her şeylerini, sevgili çocuklarını, yiyecek-içeceklerini, at
yenler tarafında bulunması elbette muhaldi. ve öküzlerini kurban etmekte tereddüt eylemediler. Bu
fedakârlık Osmanlılara geçen yıl büyük bir zaferi, “Çanak­
Harp edilirken siyasetin vazifesi eksilir, toplar kor­
kale Zaferi”ni kazandırdı.
kunç kahkahalarla konuşurken diplomatların ince ve za­
rif sesleri az işitilir. Harp senelerinin tarihinde münase- Biz, 1329 senesinde Türk dünyasının vekayiini icmal
bat-ı diplomatika faslı bi’n-nisbe muhtasardır. Mamafih ederken(i) o seneye “Millet Yılı” denilmesi muvafık olaca­
diplomasi büsbütün boş durmaz. Geçen sene Osmanlı si- ğını söylemiştik. Geçen 1331 senesi “Harp Yılı” idi. “Tas-
yaset-i hariciyyesinin en mühim işi Bulgaristan’ın Os­ vir-i Efkâr” refikimiz “Çanakkale Zaferi Senesi” ıtlâkına
manlI müttefikleri ile yani Almanya ve Avusturya-Macaris- sezâ olduğunu kaydediyor. Bu unvan da doğru ve iyidir.
tan ile müştereken harbe girmesini bazı fedakârlıklara bi­ Allah’tan istiyoruz ki, 1332 senesi mutlak bir sûrette “Za­
le katlanarak teshîl etmek oldu. Bulgaristan’ın Avrupa-yı fer Yılı” olsun.
Merkezî heyet-i müttefikasına iltihakı, Sırbistan ve Kara­ “Harp Yılı” içinde Osmanlılar geniş memleketlerinin
dağ’ın müttefiklerimiz tarafından istilâsını, Berlin - Viya­ uzun hudutlarının hemen her cihetinde dünyanın en
na - İstanbul demiryolunun açılmasını bir dereceye kadar kudretli sayılan üç devletiyle; İngiltere, Rusya ve Fransa
İngiliz ve Fransızların Çanakkale taarruzlarında muvaffa- ile çarpıştılar. Bu muhaberatta belli başlı dört cephe-i
kiyetsizliklerini tesri ve temin etti. Osmanlı Hariciye Ne- harp; Çanakkale, Kafkas, Irak ve Mısır cepheleri vücuda
zareti’nin geçen yıl içinde Bulgaristan hükümeti ile ak­ geldi. Irak ve Mısır cephelerinde İngilizlerle, Kafkas cep­
dettiği mukaveleleri tenkit, ancak vaziyet ve ahvâli iyi ta­ hesinde Ruslarla, Çanakkale’de ise Fransız ve İngiliz kuv-
yin edememekten neş’et edebilirdi. Osmanlı Meclis-i Me- ve-i müttefikasıyla çarpıştık.
busanı bu hataya düşmedi.
Geçen senenin icmalinde Çanakkale Boğazı vekayi-
Devlet-i Osmaniye ile muhasım devletler arasında inden bahsederken “Boğaz önüne toplanmış en kuvvetli
mühim hiçbir mesele-i siyasiyenin geçen sene zarfında bahrî devletlerin birçok dretnot ve süper dretnotları ge­
bi’l-vasıta mevzubahis ve müzakere olduğunu zannetmi­ çen senenin son iki haftasını adam büyüklüğünde binler­
yoruz. Abluka umûruna, sefaret ve şehbenderhane me­ ce mermi atmakla geçirdikleri hâlde ne askerî ne siyasî
murlarına üserâ ve tebaa işlerine dair tahaddüs eden hiçbir ciddî neticeye vâsıl olamadılar. Kale-i Sultaniye Bo­
ufak tefek meseleler ise böyle muhtasar bir icmalde yer ğazı’nın kahraman müdafileri incecik deri ile kaplı küçük
tutamaz. Müttefik devletlerle kapitülasyonların ilgası üze­ insanın yarım arşın kalınlığında çelikle örtülü dev kadar
rine tekevvün eden vaziyet-i cedîdenin İktisadî ve adlî sa­ gemiden daha sağlam olduğunu bilfiil ispat ettiler.” di­
halarda tanzimi için bazı mükâlemâta girişilmiş olabilir. yorduk. Şu zikrettiğimiz satırların Yurd’da intişar ettiği
Fakat netayic henüz ilân olunmadığından Hariciye Neza­ gün İngiliz-Fransız gemileri Çanakkale bahrî muharebe­
retinin mesâil-i muayyenede takip ettiği gayelerin neler­ lerinin en şiddetlisi sayılan meşhur 5 Mart Taarruzu’nu
den ibaret olduğunu kestiremeyiz. Fakat umûmiyetle di­ yaptılar. 18 zırhlı, üç kruvazör, bir hayli muharip ve torpil
yebiliriz ki, kapitülasyonları kaldıran bir hükümet bütün gemilerinden mürekkep büyük bir filo boğaza girerek
münasebâtında Devlet-i Osmaniye’nin siyasî ve İktisadî karadaki insanlar üzerine dört saat mütemadiyen ateş ve
istiklâl ve menafiini son derece gözetmeyi üssü’l-esas ölüm savurdu durdu, Nihayet üç zırhlı ile bir torpidosu
olarak kabul etmiş olacaktır. yanıp iki zırhlısı fena hâlde parçalanmış ve beş zırhlısı da
Geçen sene Osmanlı siyaset-i umûmiyesinin büyük az çok hasara uğramış olduğu hâlde ricate mecbur oldu.
gayesi, başlanılan büyük harbi muvaffakiyetle hitama er­ İncecik deriyle kaplı küçücük insanlar yarım arşın kalın-

(1) “1329 Senesinde Türk Dünyası”, “Türk Yurdu”, yıl 3, cilt 6, sayı 2.
Sayı 105 TÜRK YURDU 19

lıkta çelikle örtülü dev gibi gemileri kaçırmışlardı. Sonra Kafkas cephesinde Rusların faaliyeti, Almanlara karşı
İngiliz ve Fransızlar insanlara karşı yalnız demir ve çelik taarruz ve müdafaalarında muvaffak olamamaktan nâşi
değil yine insanlar göndermek lâzım olduğuna inanarak Kafkas ordusuna başkumandan nasbolunan Grandük Ni-
5 Mart Muharebesi’nden bir ay kadar sonra karaya ordu­ kola’nın vürûdundan itibaren artmıştır. Gerek asıl cephe­
lar döktüler. Sırasıyla ve muhtelif fasılalarla Anadolu’da de gerekse o cepheye mülhak olan Azerbaycan ve Şima­
Kumkale’ye, Rumeli’de Seddülbahir, Arıburnu ve Suğla lî İran’da Ruslar taarruzî hareketlere teşebbüs etmişler­
limanlarına İngiliz ve Fransız askerleri ihraç olundu. İlk­ dir. Buralara hayli asker topladıkları Alman ve Avusturya­
bahardan kış ortalarına kadar Fransa’dan, İngiltere’den lIların Balkanlardaki hareketlerine bir nazire yaparak Rus
ve İngiltere’nin bütün dünyayı kaplayan müstemlekele­ ordusunun ve hanedan-ı imparatorînin erkân-ı mühim-
rinden toplanılıp küçük Gelibolu Yarımadası’mn dar sa­ mesinden olan grandükün Lehistan bataklıklarına gö­
hillerine doldurulan düşman askerlerinin miktarı birkaç mülmüş şeref ve haysiyetini ihyaya son derece uğraştık­
yüzbini buldu. İngiliz generallerinin kumandası altında ları hâlde, bugüne kadar hamdenlillah netayic-i askeriye
bulunan bu müttefikin orduları müteaddit şiddetli hü­ ve siyasiyesi itibarıyla bizce kabil-i tamir olamayacak bir
cumlar ettiler. Meselâ 13 Ağustos’ta başlayarak üç gün muvaffakiyet elde edememişlerdir.
devam eden Anafartalar Muharebesi’de düşman 10.000
İngilizlerin Irak cephesindeki taarruzları umûmiyetle
kişiden ziyade maktul vererek münhezimen ric’ate mec­
Kutülamare civarında tevkif edilmiş, gerek Osmanlı as­
bur olmuştu.
kerlerinin gerek muavin mücahitlerin cesaretli ve fasıla­
İngiltere ve Fransa Şarka ve alelhusus âlem-i İslâma sız taarruzlarıyla birkaç İngiliz kolu ric’atine bile icbar
kabul ettirdikleri tagallüb ve tahakkümlerini hakikî kuv­ olunmuştur. Zaten İngilizlerin Irak taarruzu diğer mütte­
vetlerinden ziyade kuvvetlerinin şöhretine medyundur­ fikleriyle mürekkep ve müşterek bir harekete esas ola­
lar. Çanakkale’den mağlûben ric’at etmek bu iki müs­ madığı hâlde umûmî harbin netayicine hatta cereyanına
temleke devletinin Şarktaki prestijlerini mahvedecekti. ciddî icra-yı tesir edecek bir mahiyette değildi. Mürekkep
İstanbul’u almak, Rusya ile muvasalayı tesis etmek kadar bir hareket ise muhal denecek kadar müşkildir.
prestiji kurtarmak içindir ki, Çanakkale toprak siperleri­
Mısır’ı tahlise memur Osmanlı ordusu geçen yıl taar­
ne ordularını birçok defalar cesaret ve şiddetle çarptılar.
ruzî harekete geçmemiştir. Lâkin Filistin’de Tur-ı Sina’da
Arkadan yüzen demir istihkâmları hiç durmadan müdafi-
Osmanlı muntazam askerleriyle muavinlerinden mürek­
iler üzerine dane ve şarapnel yağdırıyordu. Bu ateş dolu­
kep bir kuvve-i mehibenin bulunduğunu bilen İngiltere
sunun şiddeti ve kesafeti bazen akla sığmayacak kadar ar­
hükümeti, ordusunun büyücek bir kısmını Süveyş Kana-
tıyordu. Türk buna da dayandı. Hatta bazen birkaç mer­
lı’nda nöbet beklemeye bırakarak Şimalî Fransa’da Ada­
miye bir mermi atmak gibi harikulâde sabır ve metanet
lar Denizi ve Basra Körfezi havalisinde bulunan kuvve-i
göstererek dayandı. Kale-i Sultaniye’nin alınamaz oldu­
seferiyyelerini onların muavenetinden mahrum etmeye
ğuna Türklerin emniyeti kadar İngiliz ve Fransızların da
katlanmıştır.
kanaati husûle geldikten sonra müttefikin ordusu İstan­
Elhâsıl geçen sene zarfında Osmanlı ordusu kendisi­
bul’u, Rusya’yı unutarak prestiji gömerek çekildi gitti
ne verilen mütteaddid, mütenevvi, mühim ve müşkil va­
(Kânûnıevvel 1331). Tarih-i harp son asırlarda OsmanlIla­
zifelerini her dört cephede hüsn-i ifâya metanet, fedakâr­
rın bilhassa parlak kale ve müdafaa muharebelerini kayd
lık ve vukuf ile çalışmış ve Çanakkale cephesinde mese-
eder. Lâkin aylarca süren ve âdeta takat-i beşeriye hari­
le-i mevduasını sene hitama ermeden halle muvaffak ol­
cinde sayılacak sabır ve metanet nümûneleri gösteren bu
muştur. Diğer cephelerde bulunan ordularımızın da şim­
müdafaaların ekserisi müdafaa olunan mevki veya kale­
di dahil olduğumuz 1332 senesi içinde vazifelerini itmam
nin sükûtuyla nihayet bulmuştur. Biz yüz elli yıldan beri
eyleyeceklerine kat’î kanaatimiz vardır.
Silistre müdafaasından gayri mütearrız ordunun ref-i mu­
hasarasını icbar eden bir muharebe hatırlamıyoruz. Ça­ Silâh arkadaşlarımız ve müttefiklerimiz Almanlar ve
nakkale muharebâtı işte böyle nadir bir şerefi Osmanlı AvusturyalIlar, Macarlar ve Bulgarlar 1331 senesini müte­
ordusuna kazandırmıştır. madi galebeler ile geçirdiler. Büyümüş Almanya’nın şark
ve garp hudutları Rusya ve Fransa zararına ilerlemekte
20 TÜRK YURDU Sayı 105

devam etti. Almanlar bizim sene başımıza yakın günlerde tük mecmualarda arasıca sanat ve edebiyatın da izleri gö­
Verdim mevki-i müstahkeminin gayet sağlam istihkâm rülüyor.
gruplarından Douaumont’u çelik, ateş hatta insan ve Fakat bunların hemen hepsi aynı mevzuun birbirine
ölüm dayanamaz bir savletle alıverdiler. Ruslar ve İtalyan- yakın makamlardan teraneleri olmaktan kurtulmuş değil­
1ar Avusturya-Macaristan’ın şark ve garbından yüzbinlere dir. Diyebilirim ki, bu senenin bütün matbu edebiyatı in­
varan telefata göz yumarak kerratla hücum ettikleri hâl­ sana mütemadiyen aynı lâkırdıyı tekrar eden bir adam gi­
de Çanakkale’deki müttefikleri gibi hemen bir karış ileri bidir. Yalnız son neslin büyük sanatkârı Halide Edib Ha­
yürüyemediler. Silâh arkadaşlarımızın Balkanlardaki vazi­ nım “Tanin” sayfalarında başka milletlerin nağmelerini
yetini göstermek için pek maruf bir düşman ceridesinde tesbit ediyor. Lâkin bazılarından melûl bir günlük koku­
nâmdar bir askerî muharrririn hatırlattığı vekayii zikret­ su intişar ve ruha nüfûz eden bu nağmelerde bizi başka
mek kâfidir; “İtilâf devletleri Balkanlarda siyaset ve asker­ bir heyecan ile sarsacak millî ve şahsî ibdâlar değil uzak­
likçe mağlûp edilmiştir. Bulgaristan tamamen kazanıl­ larda güzel terennüm edilmiş lahnların birer aksidir. Ede-
mıştır. Sırbistan ve Karadağ kâmilen ezilip ortadan çıka­ biyat-ı Cedîde zümresinin en rakik ve hayalî şairi olan Ce­
rılmıştır. Yunanistan ve Romanya müttefikin aleyhine nah Şehabeddin Beyin “Tasvir-i Efkâr” sütunlarında neş­
çevrilemeyecek bir hâle getirilmiştir. Berlin-İstanbul yolu rettiği seyahat intihalarının bazıları da daha çok birer
açılmıştır. İtilâf orduları Selânik’te muhasara altına alın­ edebî eser hüviyetinde oldukları için yukarıda söyledi­
mıştır. ”(b ğim umûmiyetin kıymetli istisnalarını teşkil etmektedir.
T. Y.
Şimdi bütün bir senenin edebiyatındaki bu ayniyetin
mühim bir sebebini daha tetkik edelim. Bugün münhası­
ran bir sanat ve edebiyat mecmuası yoktur. Bir iki sayfa­
edebi YIL sını lütfen edebiyata ayıran mevcut mecmuaların her biri
Ufuklarda kılıçların, süngülerin şimşekleri çakar ve ayrı maksatların nâşiridir. Eskiden her hafta ellerinde bir
topların, tüfeklerin öfkeleri gürlerken iddia edilebilir ki, yığın sanat çiçeğiyle sabırsız bekleyenlerin gözlerini se­
umûmiyetle sanat ve edebiyat için nisbî bir cansızlık dev­ vinçle aydınlatan “Servet-i Fünûn” bir aralık “Fecr-i Atî”
ri başlar. Her ne kadar muazzam dileklerin ve duyguların nin ziyalarıyla da nurlanan bu edebiyat-ı cedîde mecmu­
ateşiyle parlayan ve kalpleri pençesinde ezen feciaların ası bugün içine biraz da harp havadisi hülâsası konulan
ve m atemlerin dumanıyla kararan bugünlerin de bir muharebe albümüdür. “Harp Mecmuası” aynı sûrede
sanatkâr ruhlarda akisleri yok değilse de ekseriya düşün­ yalnız kendi mesleğine uygun bir edebiyata sayfalarında
celerin beyinlerde sarsıldığı, hislerin kalplerde tunçlaştı­ yer verebilir. “Türk Yurdu” na gelince o da muayyen bir
ğı böyle anlarda sanatkâr bu akisleri benliğinin derinlik­ cereyanın nâşiri sıfatıyla sütunlarını edebiyata lüzumun­
lerinden cazibeli bir kıyafetle haricî âleme çıkarmaya mu­ dan fazla açamadığı gibi neşrettiği eserlerin intihabında
vaffak olamaz. Bunun için son senenin büyük bir sanat da yalnız sanat nokta-i nazarından hareket edememek,
eserinin doğuşuna şahit olmamasını tabiî görmek iktiza bazı takayyüdler vaz etmek mecburiyetindedir. Demek ki
eder. Bu kanlı ve şanlı senenin intibaları şairlerimizin fi­ şiir ve edebiyat adamlarının yalnız sanatın teftiş ve müra-
kirlerine serpilmiş birer ilham tohumudur ki, neşv ü ne- kabesine tâbi olarak ilhamlarının sesini serbestçe işittire-
mâları için muayyen bir zaman lâzımdır. bilecekleri bir kürsü yoktur. Ben matbuat sahasına çık­
madığı hâlde kulaklarımın muarefesiyle bediî heyecanlar
Bununla beraber edebiyat âlemi bütün bütün boş
kazandığı eserler dinledim. Bunların bir tane kusurları şi­
dört köşesinde sükût hüküm süren bir iklim olmaktan
irin en zengin zemini olan aşk mıntıkalarında dolaşmala­
da uzaktır. Seyircileri uyuklayan bir temaşa sahnesi gibi
rı ve bu günahın gölgesiyle kararan alınlarını herkese teş-
karilerinin kayıtsız nazarlarına kendilerini arzeden tek

( b “Chronigue Militaire: En Orient” - General Malleterre - “Le Temps”, 29 Fevrier 1916.


Sayı 105 TÜRK YURDU 21

hire cesaret edemeyişleri biraz da imkân bulamayışları­ Bugün bir zafer sarhoşluğu içinde gibiyiz. Lisan hak-
dır. kındaki kanaatlerimiz hayret verici bir süratle umûmîleşi-

Bundan en çok zarar gören de yine Türkçülük cere­ yor. Bize isnat olunan ifratların hakikî olmadığı meydana

yanıdır. Hakikaten varlığının kökleri milletin ruhunda ol­ çıktıkça kazanıyoruz. Edebiyat sahasında en muannid
muhaliflerimizin âdeta ihtiyarsız bir sûrette milletin ru­
duğu için ebedî bir hayata sahip olan Türkçülük cereya­
hunda kaynayan arzuya tâbi olduklarını, yazılarının bizim
nı tecellî ettiği sahaların hepsinde maksat ve hedef husu­
sunda bazen kasdî bazen gafil isnatlara, iftiralara uğradığı o kadar istediğimiz ve sevdiğimiz güzel İstanbul Türkçe-
sine yaklaştığını görüyoruz. Bundan başka gündeliklerin
gibi edebiyat ve lisan hakkındaki takdiri de müteaddit ve­
sütunlarından resmî evrakın satırlarına kadar her yerde
silelerle yapılan izahlara rağmen daima fena tefsirlere
az çok bu temayülün akisleri beliriyor. Aruz vezni Türk
maruz olmaktan kurtulamamıştır. Bize yapılan itirazlar
arasında lisana ve vezne vermek istediğimiz şekillerin kulakları üzerindeki istihkaksız ve aldatıcı nüfûzunu gün­

yüksek fikirleri, ince hisleri, vatanı gök olan hayalleri gü­ den güne kaybediyor. Herkes perakende müjdelerle do­
ğacağını duyup sevindiği yeni şiirin nâmelerini bekliyor.
zel bir s Lirette ifade ve kendilerine lâyık ahenk ile tebliğ
imkânını kaldırması ve edebiyat ve sanat hakkındaki esa- Bu nâme ne bugün pek muktesit bir itina ile yazıp mey­
dana atıverdiğimiz manzumelerden ne de demin söyledi­
sî fikirlerimizin yalnız cenk türküleri ve hamiyet mevize-
ğimiz sarhoşluğun sızmasını teşkil eden derin ve sürekli
leri gibi şeyler haricindeki eserlere edebî bir kıymet ver­
sükûtlardan işitilebilir!....
meyecek kadar basit ve dar olması en büyük yer tutuyor
ve edebiyat âleminin bugünkü yoksulluğu Türkçülük ce­ Milletimizin içine atıldığı ölüm kalım muharebesinin
reyanının muarızlarımız tarafından âdeta tecebbür ve ta­ teheyyücIerinden bu bir sene zarfında doğan eserler ara­
hakkümle teessüs etmiş addolunan nüfûzuna atfedilerek sında baştan başa bir sanat bediası addolunacak hiçbir ta­
bu da iddialarım ispat eden bir delil gibi gösterilmek is­ nesi olmadığını söylemek lâzımdır. Bununla beraber ba­
teniliyor. Fikrimce yalnız zahirî bir bakışla hak kazanan zı kısımlarında sanatın can alıcı küçük tebessümleri gö­
bu yanlış iddiayı bizi sanat muvacehesinde mahkûm züken eserler de yok değildir.
eden bu iftirayı reddetmek lâzımdır. Bizim lisanda istedi­
Hece vezninin ve edebiyatta milliyetperverliğin ilk
ğimiz şeyin kof fikirleri örtmek ve mahdut bir inhisar he­
muhyisî olan Mehmed Emin Beyin “Ordunun Destanı”
yetine lağvî bir fasıl irae ve teşhir etmek için kamus say­
ismiyle neşrettikleri büyük manzume bu nevidendir. Ay­
falarında taharrî ve keşf edilerek kendi saf göğsüne sürü nı zeminde çok eser vücuda getiren şairlerin hemen hep­
sürü sokulan lüzumsuz kelimelerden temizlenerek bu­
sinde görüldüğü gibi eserinin bazı kısımlarında tekrarla­
gün İstanbul’da herkesin konuştuğu sevinçlerine gülüp ra düşmek ve ilhamın kuvvetini aynı mikyasta muhafaza
acılarına ağladığı tabiî dile yaklaşması ve nazımda emeli­ edememekle beraber diğer bazı yerlerinde pek canlı tim­
mizin lisanımızın hususî ahengine uymayan birçok keli­
sallerle milletimizin yüksekliğini vatanımızın güzelliğini
melerini kanunlarının çerçevesine sığdıramayan ve bu
ve harbin fecialarını tecsim ve ihsas eden Mehmed Emin
sûrede lisanın şimdiye kadarki sun’î hâlini almasına baş­
Bey hiç şüphe yok ki bize bu mevzuda en geniş heyeca­
lıca sebep olan Arap ve Acem vezni yerine lisanımızın de­
nı veren şair olmuştur.
hâsına muvafık ve uzun müddetten beri metruk kaldığı
Bundan sonra Halide Edib Hanımefendinin “Işılda­
için bugünkü şekli biraz iptidaî olsa bile istikbâlde işlene
ğın Rüyası” ismiyle neşrettikleri küçük bir mensureyi zik­
işlene her türlü terakkiyi kabule müsait olan Türk vezni­
retmek isterim. Yüksek ve müfid fikirlerin çok duyan bir
ni kullanmak olduğunu ve edebiyatımızın Ai'ap ve Acem
kalp içinde hisleşerek ateşîn bir heyecan olup çıktığı za­
edebiyatlarının nüfûz ve tesirinden kurtulduktan sonra
man ne güzel bir sanat eseri vücuda geleceğine bu küçük
ikinci bir girîveye düşerek Garp düşünce ve duygularının
mensure en canlı delildir.
sevimsiz bir makesi olmaması, millî zevke yabancı kalma­
ması şartıyla sanatın hür ve mukaddes saltanatı önünde Daha sonra muvaffak bir halk edebiyatı nümûnesi
en derin bir hürmet ve muhabbetle eğildiğimizi açıkça olan destanları ve birkaç güzel manzumesiyle dikkati
söylemek, haykırmak lâzımdır. celb eden Nedim Beyle Doğan, Enis Behiç, Yusuf Ziya,
İbrahim Alaeddin, Eeyzullah Sacid, Hakkı Süha, Mustafa
22 TÜRK YURDU Sayı 105

Halûk, Vedad Nedim beyler ve daha birkaç genç imza... yametlere bakılsın, kabul edilecektir ki, Avrupa ile Asya
İşte bu büyük harbin kalplerinde uyandırdığı heyecanı ve Afrika daha yeni bir safha-i hayata girmek üzeredir.
müteferrik şiirlerle karilere tevdi eden şairlerimizin cet­ Harbin neticesi ne şekil ve sûrette olur ise olsun Asya’nın
veli... Bunların içinde en dikkate şâyân eserleri Doğan ve beşeriyet âleminde mevkii yükselmekte, Afrika kavimleri
Yusuf Ziya beylerin imzalan üstünde görüyoruz ve bile cihan ailesi arasına avdet edilmektedir. Binaenaleyh
umûmiyetle gençliğin rübabından çıkan nâmelerden de bu kanaate nazaran İktisadî senenin muhteviyatını teşri­
hece vezninin istikbâline ait ümitler seziyoruz. he başlamazdan evvel diyeceğim; “1331 senesi Türk ikti-
sad-ı millîsinin en büyük tohum atım senesi, temel mera­
Türkçü edebiyatın bu fakri karşısında kendisinden
simi devresidir. Âtî, mülâhhasan bu senede meknûz ve
evvelki edebiyatın büyük kalemleri de daha canlı tecellî­
mündemiç addolunabilir.”
lerle bir hayat eseri göstermeye muvaffak olamamıştır.
=1=
Hâsılı, başlarken de söylediğim gibi bu sene sanat ve
edebiyat için ölü bir senedir ve gönüllerinde sanat aşkı­ Senenin Mümeyyizeleri:
nın ateşi yananlar için bu bir derin derttir. Yukarıda se­ Geçen senenin bariz vasıflarını; 1-İş ve fiil, 2-Faali-
beplerini kısmen anlatmak istediğim bu hâli izale etmek, yet-i siyasiye ile faaliyet-i iktisadiyeyi rabt, 3-Merkez-i İkti­
Türk’ün sanatına, edebiyatına bir inkişaf vermek... İşte sadî ihdas, 4-Tezadları telif, kanaat-i iktisadiyeleri tasrih
yapılmakta istical edilecek birşey. Ben bu isticali herkes­ senesi tabirlerini kullanarak hülâsa edebiliriz.
ten, bilhassa gençlerin azminden bekliyorum.
1-Bizde eski senelerin on iki aylık İktisadî hâdiseleri
Bu sene sanat ve edebiyat için yalnız bir ölü sene de­ tedkik edilir iken bariz sıfat ekseriya görünemiyor idi.
ğil, aynı zamanda bir ölüm senesi oldu. Edebiyat-ı Hayat akıp gidiyor. Halk fakr ü meskenetinde eskisi gibi
Cedîde’nin büyük üstadı, Türk nazmının değerli müced- yaşıyor. Başlanan işler bırakılıyor. Eski bırakılan işler tek­
didi Tevfik Fikret’i bu sene kaybettik. Aynı zümrenin şa­ rar ele alınarak yeni muvaffakiyetler elde edilmemek şar­
irlerinden Zaimzâde Haşan Fehmi Bey bu sene öldü. Bu tıyla mütemadiyen sürükleniyor idi. Eğer Türk memleke­
sönük edebiyat yılının hikâyesini bitirirken her iki ölü­ tinde eski ve an’aneye mâlik neslin elindeki meteliğe
nün hatırası önünde eğilmeyi, bilhassa genç üstadın bı­ parmak ve tırnakları ile sarılarak yemekten içmekten icti-
raktığı büyük boşluğun matemini bir kere daha hisset­ nab edercesine, giymekten görmekten korkarcasına, ih-
meyi bir vazife gibi addediyorum. lâk ve istihlâkten kaçması olmasa, tabir-i marufiyle “tutu­
U.Y culuğu”, “tasarrufkârlığı” nazar-ı dikkati celbetmese ikti-
sad-ı millîmiz için esasen sıfat-ı mümeyyize bulmak
mümkün olamaz idi.

İKTİSAT YILI 1331 senesi, âtîde teşekkül edecek iktisad-ı millîmiz


için bir vasıf hazırlayacak mahiyettedir. Âdeta karşımızda
1331 senesi harp ateşleri ile dolu olan bir sene oldu­
hutûtu belli belirsiz bir sima-yı İktisadî teressüm ediyor.
ğu için İktisadî tedkik ve tetebbua mana-yı şâmili ile
Bugün biz işgüzar, acûl, faal ve becerikliliğe heveskâr bir
şâyân değil gibi görünür. Fakat Türkiye’nin iktisad-ı mil­
unsur karşısındayız. Eski tasarrrufkârlar kalmıyor, nesli
lîsi nokta-i nazarından bu senenin bir “mebde-i tarih” ola­
tükeniyor diyenlere biz şimdi 331 senesinin bize verdiği
bilmesi m e’mûl ve mümkündür. Kırk elli sene sonra
derse nazaran; yeni kazananlar var, kazanmak hevesine
Türk muktesidleri nısf asırlık hülâsalar yapar, Türkiye’nin
tutulanlar çok, İktisadî ateş ile içleri yananlar birşey icat
tarih-i İktisadîsini yazar iken pek muhtemeldir ki, sayfası­
eden veya iktisatça o mahiyeti hâiz bir “beceriklilik” yap­
nı ikmal etmiş olduğumuz bu seneye her şeyi rabt ede­
maya çalışan kimseler mühim bir İktisadî sınıftır diyebili­
cekler, her nevi muvaffakiyet ve noksanlar ile bilcümle
riz. Bu cereyan âmm ve şamil bir cereyandır. Musevîler
millî-iktisadî müesseselerin tahminlerini 1331 senesinde
ile gayr-i müslim unsurlardan sonra Müslümanlara sira­
aramaya çalışacaklardır..Hâlâ hâkim ve sahip olduğumuz
yet etmiştir. Bilhassa Türkler geçen sene içinde “intibah-ı
belli iken istikbâllerden bahsetmek abes telâkkî olunur
İktisadî” aşısı ile pek büyük bir nisbette ve Hfistiyan’dan
denilmemeli. Beşeriyetin bugün geçirdiği heyecan ve kı­
Sayı 105 TÜRK YURDU 23

ziyade aşılanmışlardır. Kitle-i milliyemizde görülen bu ta- beri memleketimizin iktisadiyâtı bir merkez etrafında
havvül İstanbul’a münhasır değil bütün Türk ilinin müsa­ toplanamamıştır. Kıt’aat-ı Irakiye ve Arabiye İngiltere ile
itler muhitler ihzâr eden kıt’alarına şamildir. Derece iti­ Amerikalara, Suriye ve Adana havalisi Fransa, İtalya ile
barıyla şimendifer güzergâhları sakinlerinde iş ve fiile sa­ memâlik-i sâireye, Karadeniz sahilleri Rusya’ya ticareten
rılmak bittabi biraz daha fazlacadır. ve iktisaden bağlı ve yakın idi de, İstanbul’a gevşek ve

Rumeli’nin kaybedilen kıt’alarından gelen ve 1331 uzak durmakta idi. Hatta Konya, Ankara, İzmir, Adana, Si­

senesine kadar işlerini iyi bir sûrette tezgâhlamayan mu­ vas, Kastamonu, Halep birbirlerine ve sonra merkez-i

hacirler, ateşlilik nokta-i nazarından birinci dereceyi ihraz devlete yabancı gibi idiler. Bu defa İstanbul, Anado­

edebilirler ise de Ankara, Konya, Karahisar, Beypazar ve lu’nun bütün kıtaları arasında bir vasıta-i ittisal olmuş ve

Eskişehirlileri asla unutmamak icap eder. Anadolu dahili Rumeli’ndeki kıt’amız ile Anadolu merkezleri ve Avru-

bugün gördüğü istihaleyi tamamen onlara medyundur. pa-yı Merkezî cihetleri İstanbul ile bağlanmıştır. Bu
hâdise, merkez-i siyasî-i millîmizi merkez-i İktisadî hâline
2- 1331 senesi iktisad-ı millîsinde vâki olduğu üzere
getirmektedir.
faaliyet-i siyasiye ile faaliyet-i iktisadiyenin mütevaziyen
sevkedilmiş olduğunu Türk devleti tarih-i hayatında ilk Vâkıa bu, mahsurluğumuzun mahsûlüdür. Lâkin Ka­

defa görmektedir. Muktesidin arkasında siyasî, siyasînin ra Avrupa’nın sanayiini de bir asır evvelki mahsuriyet kıs­

arkasında muktesid var demek, düne kadar muhtelif men doğurmadı mıydı? Bir merkez-i İktisadîye er geç lü­

âmillerin ve sahaların muvazenesizliği ile hayat mücade­ zum var idi. Muntazam ve müretteb bir sûrette iktisad-ı

lesinde Avrupa’nın kindar, müntakim gözleri karşısında millîyi sevk ve idare etmek için, İdarî kıt’aat, siyaset mer­

yavaş yavaş parçalanan Türk vatanı ilk defa olarak muva­ kezine rabtedildiği gibi İktisadî mıntıkalarımızda sevkiy-

zenesizlikten kurtuluyor, iktisadını siyasî emelleri ile si­ yat-ı maddiyece değil, idare-i iktisadiyece bir merkeze

yasî emellerini İktisadî emelleri ile birleştiriyor demektir. rabt edilmek lâzımdır.

Diyebilirim ki, ruh, azîm ve mefkure itibarıyla Avrupakâ- Harp bitsin, biz İstanbul’u bundan sonra yine vatanı­
rî “İktisadî devlet ve millet” olmak teşebbüsü bizde bu se­ mızın İktisadî merkezi olarak göreceğiz ve o haktan İs­
ne başlamış olduğu için zahiren, siyaseten 1256 senesi­ tanbul’un mahrum olmaması için icap ederse maddî fe­
nin bizdeki mevkii ne ise 1331 senesi iktisatçılarca o dakârlıklar yapacak siyasî, İktisadî ve malî tedbirler ittihaz
ehemmiyeti hâiz olacaktır. edeceğiz. Harp mahsurluğunun bize temin ettiği bu ne­

Bana öyle geliyor ki, harp olmasa millî iktisat progra­ tice ve verdiği ders pek ibretlidir. 331 senesi âtîdeki te-

mında siyasete iktisadı, iktisada siyaseti takrîb mesele-i feyyüz-i İktisadîmiz için rüşeymî bir sûrette kâffe-i âsasâ-

esasiyesinin halli bizde belki birkaç sene daha geç kalabi­ tı câmidir dersek izah ettiğimiz bu vasıflara nazaran hata

lir idi. Fakat yaşayabilmek için bu düstur tesis ve tatbik etmemiş olduğumuz kabul edilebilir.

edilmek lâzım olduğu için harp bizi bu mefkuremize bi­ 4-331 senesi İktisadî tezatların en güzel sûrette halle­
raz daha çabuk yaklaştırdı demek istiyoruz. İktisadın si­ dilmiş olduğu bir senedir. Bu noktada uzun derin dur­
yasete takarrübü harp zamanının geçici bir tedbir-i İktisa­ mak arzusunda değiliz. Muhtelif unsur ve milliyetler ara­
dîsi değildir. Bu, siyasî bir programın sadece bir cüz’ü da­ sında bizim memleketimizce öteden beri görülen muva­
hi değildir. Belki Türk milletinin hayat-ı devlete, varlığa zenesizlikler bu sene iktisadın siyasete ve siyasetin iktisa­
müteallik millî ve umûmî bir esasıdır. Binaenaleyh ben da takarrübü ve Türk unsurunun maddeten harekete ge­
derim, 331 senesi devlet ve millet için “şartnâme-i mev­ lerek âsâr-ı intibah iraesi sayesinde âtî-i vatan için matlûb
cudiyete” iktisaden dahi mâlik ve diğer senelerden mü- olacak bir tarzda izale olunmuş ve bu sayede İktisadî in­
tebariz, mümtaz bir devre-i hayatiyyemizdir. Bu şart- kişaf temin edilmiştir. Filhakika, memleket dahilinde ka­
nâme-i mevcudiyetin tekâmülü esbâbını izhar, tensikini zanç arkasında koşan muhtelif unsurlardan hiçbirinin di­
icra meseleleridir ki, iktisatçıları bundan sonra senelerce ğerleri üzerine aşırı derecede tahakküm edecek bir hâl
uğraştıracaktır. almasına müsaade edilmediği gibi, bilhassa müstahsiller

3- 1331 senesi Türk ilinin İktisadî bir merkezine ile müstehlikler, amele ile sermayedâr, hüküm et ile mil­
mâliktir. Tarih-i İktisadîsi iyice malûm olan devrelerden let arasında ahenkdar bir muvazene teessüsüne imkân
24 TÜRK YURDU Sayı 105

hâsıl olmuştur, demek istiyoruz. 1331 senesi faaliyet-i ik- yade faaliyet gösterdiği bir yıl diye sayılsa belki hata edil­
tisadiyye itibarıyla geçen diğer senelere nazaran daha memiş olur. Bu sene de Maarif Nezareti ehemmiyetli ve
mevzûn ve ahenkdar bir sûrette kapanmıştır. Burada cesaretli kararlar vermiş ve bu kararlarının bir kısmını
harp bir tarafta olduğu hâlde yerli, köylü halk ile nâkiller, derhal tatbike de girişmiştir.
ilk alıcılar ile tüccar, toptancılar ile perakendeci ve müs­ Maarif Nezareti büyük memurlarından bir zat, neza­
tehlikler ve mutavassıtlara, alelumûm sermayedar ve
retinin faaliyetine esas olmak üzere şu mebdeleri zikredi­
amele ile vesâit-i nakliye, fiyat-ı eşya ve sair nukata ait bir­ yor: 1-Muhafazakâr olmamak, “hayatta daima yekdiğeri
çok mesâil ve münasebât-ı iktisadiye vardır. Bunların
ile çarpışan iki âmilden, muhafaza ve teceddüd âmillerin­
heyet-i mecmuasını birer birer tetkik ettikten sonra şu den, İkincisinin birincisine galebesini temin etmek”,
kanaate vâsıl olmak mümkün oluyor ki, kimsenin faaliyet
“nesl-i müstakbeli maziye rabt eden kötü an’aneleri kır­
ve kârına tamamen mümanaat edilmemekle beraber
mak”; 2-“Gençleri hayatı kendi sa’y ü gayretiyle kazanabi­
kimsenin de büsbütün tahakküm altında kalmasına bu
lecek ve vatan için inde’l-hace seve seve ve bile bile fe-
sene meydan bırakılmamış, tabir-i âhar ile 331senesi mil­
da-yı nefs edecek bir kabiliyetle yetiştirmek”; 3-Tedrisat-ı
letimizin heyet-i mecmuası için, mahrumiyetler, noksa- mütevâliyeden en ziyade tedrisat-ı ibtidaiyeye ehemmi­
nî-i amel ve temettü, sıkıntı ile müterafık olduğu hâlde, yet vermek.
yumuşaklık, ihtiyat ve tedbirlere makrûn olarak iktisatça
Bu mebâdî-i nazariyeyi hayata çıkarmak maksadıyla
tevâzün-i makûl ve umumîye doğru muvaffakiyetler ile
“Tedrisât-ı İbtidaiyye Kanunu” neşredilip tatbikatına giri­
malâmal olarak iyi geçmiştir. Ben harp ile beraber olma­
şilmiştir. Maarif Nezareti payitahtta ve vilâyetlerde “Ana
mak şartıyla bu gibi tecrübe ve imtihan senelerinin teker­
Mektepleri” açmıştır. Payitahtta resmî ana mekteplerinin
rürüne taraftarım. Memleketimizde millî iktisadın temeli­
adedi bugün otuza bâliğ olmuştur.
ni bütün esasları yeniden bir kere daha gözden geçirme­
ye ıslâh ve tadil etmeye müsait olan böyle devirler de ku­ Tedrisat-ı İbtidaiyenin hüsn-i sûretle cereyanı için iyi
rabilmek mümkündür. tanzim olunmuş miktar-ı kâfi dârülmuallimîn ve dârül-
muallimâta ihtiyaç bulunduğundan Maarif Nezareti mev­
Türk vatanına asırlardan beri iktisaden ecnebî kuv­
cut ibtidaiye dârülmuallimîn ve dârülmuallimâtını ıslâh
vetler ile bu kuvvetlere yardımcılık ederek memleketi
ederek programlarını ve teşkilâtını Garbın bu nevi mek­
tahrip etmekte tereddüt eylemeyen, memleketin siyasî,
teplerine göre tadil ettirmiş ve vilâyetlerde yeniden mü­
millî varlığı ile bize nazaran başka mefkûrelere göre
teaddit dârülmuallimîn ve muallimât açtırmıştır. İstanbul
alâkadar olan kimselerin hesaplarını görmek, onlara
dârülmuallimîn ve dârülmuallimâtında tedrisat-ı ibtidai­
borçlarımızı ödemek ile beraber alacaklarımızı da onlar­
yeye müfettiş ve müfettişeleriyle dârülmuallimîn ve
dan alabilmek için harp seneleri, müstesna devreler vü­
dârülmuallimât-ı ibtidaiye muallim ve muallimelerine
cuda getirir ise de, 331 senesi bu tarz-ı İktisadîyi şekl-i
mahreç olmak üzere bir “kısm-ı ihzarî” teşkil etmiş ve
muaddeli ile gelecek senelerde tatbik etmemize yine
ana muallimeleri yetiştirmek üzere dâmimuallimâta mül­
müsait mühim bir tecrübe sene-i iktisadiyesi mahiyetini
hak olarak bir ana dârülmuallimâtı ve terbiye-i bedeniye
muhakkak hâizdir. Yani sinîn-i âtîye 331 senesinden bu
muallimleri yetiştirmek üzere dârülmuallimîne mühlak
cihet ile her zaman ve her şeyde mülhem olacaktır.
olarak bir terbiye-i bedeniye dârülmuallimâtı küşâd olun­
M. Zühdü muştur.

Muallim nâmzetlerinin miktarını artırmak için taşra­


da dârülmuallimlerinin talebe mevcudu yüz yirmi beşer­
MAARİF YILI den yüz altmışlara çıkarılmıştır. Her dârülmuallimîn ve
Gayet bü)Tik ve korkunç bir harbe iştirak mecburiye­ dârülmuallimâta birer de ibtidaiye tatbikat mektebi ilhak
tinde kalan Genç Türk Hükümeti geçen sene içinde olunmuştur.
memlekette maarif işleriyle de çok uğraşmaya vakit bula­ Balkan Harbi’nin ve harb-i hâzırın netayic-i zaruriye-
bilmiştir. 1331 senesi Osmanlı Maarif Nezareti’nin en zi­ sinden olarak binlerce şehit evlâdı yetimler kalmış ve
Sayı 105 TÜRK YURDU 25

bunların temin-i maişet ve terbiyesiyle hayat ve istikbâle Maarif Nezareti, evvelki sene mütemeddin milletle­
hazırlanmaları devletin vezâifinden bulunmuş olduğun­ rin belli başlı eserlerini Türkçeye tercüme etmek ve lü­
dan Maarif Nezareti İstanbul’da ve vilâyetlerde dârüley- zumlu mevzulara dair kitap telif eylemek üzere “Telif ve
tamlar açmıştır. Bugün İstanbul dârüleytamlarında 900’ü Tercüme Komisyonunu”, ecnebî kelimelerin Türkçe mu­
kız, 1300’ü erkek olmak üzere 2200, taşra dârüleytamla- kabillerini bulup tertip etmek üzere “Istılâh Encümeni”
rında 6150 şehit çocuğu okumaktadır. tesis etmişti. Geçen sene Müslüman ve Türk eserlerini
tedkik ve neşir gayesiyle Âsâr-ı İslâmiye Tetkik Encüme­
Faaliyetin merkez-i sikleti mekteb-i ibtidaiyede ol­
ni” ni kurdu. Bu encümen ekseriya kıymetli eserleri ihti­
makla beraber Maarif Nezareti tedrisat-ı taliye ve âlîye ile
va eden “Millî Tetebbular” mecmuasını neşretmektedir.
de meşgul olmuştur. İdadilerin Sultanîye kalbi geçen se­
nede de devam etmiş liva idadileri, umûmî, ticarî, ziraî, Maarif Nezareti inkılâptan beri Türk kadınlığının
sınaî nâmlarıyla kısımlara tefrik edilmiştir. Bunlardan terakkisini ve kadın talim ve terbiyesinin tekemmülünü
mâada, nümûne olmak üzere Ayıntab ve İnebolu’da birer istemiş ve bu yolda himmet sarfından geri durmamıştı.
ticaret idadîsi açılmıştır. Maarif Nezareti makamını işgal eden zatların çoğu, he­
men hepsi kadın hukukunun tanınması taraftarlarından-
Dârülfünûn baştan başa tadil ve tensik olunmuştur.
Dârülfünûnun muhtelif şubelerinin bir merkeze rabtıyla dı. Bu iyi an’ane geçen sene de muvaffakiyetle idame
olunmuş ve inas mekteplerinin adedinin artırılmasına,
bir müdür-i umûmî taht-ı idaresinde bulunması, daha ev­
kadın dârülfünûn ve sanayi-i nefise sınıflarının mükem­
vel takarrür etmiş ve tatbik olunmuştu. Geçen sene
“Merkeziyet” esasının tatbikatında daha ileri gidilerek melleştirilmesine çalışılmıştır.

dârülfünûnun şuabâtından sayılabilen Mekteb-i Mülkiye-i AA


Şâhâne ile Maliye Mekteb-i Âlîsinin ilgası muvafık-ı tasav­
vur olunmuştur. Memleketimiz hayat-ı maarifinde iyi bir
an’ane sahibi olan Mekteb-i Mülkiye’nin ilgası tedrisat ve dilimiz
maarif işleri ile alâkadar bazı kimselerin itirazlarını davet
TÜRK DİLİ ÜZERİNDE TETEBBU VE TAHKİKLER
etmiştir. Merkeziyet fikrinde ifrat ile her hususta yekne-
sakı isteyerek fazla tesviyekâr olmanın n ef i bizce de şüp­ Başı yıl 5, cilt 9, sayı lydedir.
heli olduğundan iyi an’aneleri ile muayyen bir şahsiyet “Mevcut kelimelerin toplanması ki, gayet büyük iştir.
kazanan mekteplerin ilgasına dair itirazları haklı bulursak Yalnız onunla da iş bitmeyecek, her gün yeni yeni âletler,
da dârülfünûn şuabâtı teşkilâtının esaslı tadilâtı ve alelhu- mefhumlar meydana çıkıyor. Bunları meydana getirenler
sus dârülfünûna Alman muallimleri celbi aleyhinde yürü­ kendi dillerinde bir isim koyarak bize gönderiyorlar. Biz
tülen mütalâat ve muhakemâtı çürük saymaktayız. de güya kendi dilimizde bunlara birer ad bulmak kabil
Dârülfünûnun tadilât-ı esasiyesi henüz hitama ermemek­ değilmiş gibi hemen o yabancı adları kullanmaya başlıyo­
le beraber simâ-yı aslîsi geçen sene zarfında görünmeye ruz. Türk illerinde yaşayan kelimeler toplanılsa bunlar­
başlamıştır. Dârülfünûn tıp, hukuk, edebiyat, ulûm ve li­ dan biri belki işe yarardı. Yaramadığı takdirde asıl bu ri-
san nâmlarıyla altı fakülteye ayrılmış ve ilâhiyat fakültesi sâlenin yazılmasına sebep olan üçüncü iş imdada yetişe­
ilga olunmuştur. Medreselerin terakkîperverâne tanzimi, cektir. Maksattaki büyüklüğe bakarak dikkatle okunması
ayrıca bir ilâhiyat şubesine ihtiyaç bırakmamış gibi gelir­ lâzım gelen bu risâle sonuna kadar gözden geçirilirse di­
se de Dârülfünûn-ı Osmanî’nin tam bir dârülfünûn olma­ limizin ne kadar zengin olduğu ve babalarımızın bir keli­
sı ve orada ilâhiyatın daha geniş ve İlmî bir nazarla tedris me kökünden ne kadar çok kelimeler yapmış olduğu an­
olunması herhâlde pek çok fevâidi intaç edebilirdi. Ede­ laşılır. Lügatlerin birkısmını semâî (kulaktan kulağa ge­
biyat ve hukuk fakülteleri müteaddit şubelere ayrılmıştır. len) addetmeyip kıyasî (kaidelere göre uydurulan) saya­
Edebiyatta tarih, felsefe, asıl edebiyat şubeleri; hukukta rak ihtiyaç hâlinde mevcut esaslardan istifade ederek bir
adliye, siyasiye, idariye ve maliye şubeleri ihdas olunmuş­ isim veya sıfat veya fiil teşkil etmek mümkündür. Lâkin
tur. bunu herkesin kendi başına yapması bittabi uygun olma-

Bolazici Üniversitesi Kütüphanesi ^


26 TÜRK YURDU Sayı 105

yıp, Türkçe ile uğraşan müessesât ve matbuatın bu işi eserin tabına ve neşrine himmet etsin. Son söz olarak A.
tanzim etmesi icap eder. Agâh Beyi semereli olabilecek bir sahada muvaffakiyetli
çalışmalarından dolayı kutlularız.
Bir iki misal ile maksadı biraz daha izah edeyim. Her-
gün çoğumuzun kullandığı “pulverisateur” kelimesinin Ufalı Toktamış
Türkçesi yok mu? Zannederim bunun için de kamusa,
Ferheng’e bakmaya lüzum yoktur. Ahmed Rasim Beyin
bir makalesinde buna Anadolu’da “püskürmeç” dedikle­
ri yazılı idi. Ziraat Nezareti’nin bu yakınlardaki bir ilânın­ BÜYÜK HİKAYE
da “püskürenç” deniyor. “Püskürmek” mastarı bu fiili ifa­ BABURHAN
de eder. Ne güzel bir kelimedir. Bu risâle okunduktan
Muharriri: Flora Annastil
sonra anlaşılacağına göre emsaline benzeterek buna
Mütercimi: Halide Edib
“püskürenç” yahut “püskürmeç” demek muvafıktır. Bu­
nun birisini kabul ederek lügat kitapları ile mekteplerde Başı yıl 3, cilt 6, sayı 9 ’dadır.

okunan kıraat kitaplarında resimleri ile beraber yazıvere­ -Ver, kardeşim dedi, ver buraya bırakalım. Buraya Al­
cek olur isek işte maksat hâsıl oldu demektir. lah’ın çiçekleri ile dolu olan bu yere karlar ve buzlar ara­

Meselâ yazıyı kurutmak için “papier buvardlı vası- sına. Onun öleceği saraya bakan tepeye. Herşeyi anlayan

ta”nın adı nedir? Bu kurutmak âleti değil midir? Yine kı- göklere yakın olan tepeye.

yasen bir isim teşkil ediverelim de bu zavallıyı Türkçe Sesi fikriyle beraber yükseldi. Neşelendi, zaferlendi.
isimsizlikten kurtaralım(Ü “Yedi taht her gece semâdan yüzüme bakacak kutup yıl­

Müellif risâlenin mukaddimesinde şu tarzda çok dızı da ona yol gösterecektir. Baysungar, sabret, sabret,

şâyân-ı dikkat fikirler beyan ettikten sonra nihayet diyor aşk sana yolu gösterecektir.” Yanındaki kayanın oyukla­

ki: “Şu risâlecik Türkçe kelime yapmak hususunda az rında yatan buzların üzerine yüzünü semâya çevirerek

çok yararlık gösterebilirse, bununla gerçekten öğünü- resmi bıraktı. Sonra yanında gözleri kuru ve ateşin durdu.

rüm. Bunun mükemmel bir risâle olduğunu söyleyecek - Gel kardeşim, dedi. Geç oluyor, inelim. Bizi bekler­
değilim. Yanlış düşünülmüş, eksik bırakılmış, bazılarına ler.
göre ifrata varılmış yerleri olabilir. Bunların maruf tabir
Fakat Babür mütefekkir yüzüyle bir resme bir de he­
veçhile “damen-ah^ ile setredilmesini” değil, maksadın
yecanla değişen semâya baktı.
husûlü için münasip görülecek sûrede ihtar buyurulma-
sını dilerim.” Sesinde şahsiyetsiz bir garabetle;

- Bu aşk olacak, dedi. Hakikaten hârikulâde birşey.


Buraya kadar yazdıklarımız kitabın “başlangıcı” olup
asıl en mühim olan “Türkçe kelimelerin doğru söylenip Fakat gözyaşıyla arasında çok fark yok.

okunması ve yazılması hususunda bazı kaideler” ve Nihayet yeğenin billûr kâsedeki simasını birdenbire
“Türkçe kelime teşkili hususunda kaide ve usûller” yani düşündü. Yine vâzıhan görüyordu. O ses de korkan genç
kitabın asıl metni bundan sonra geliyor. kızdan bahsediyordu. Genç dimağı bunları çabuk unut­

Hayli mufassal ve henüz dağınık olan metinden bah­ muş, hiç düşünmemişti.

se girişemeyeceğiz. Mecmuamızın hacmi de buna müsa­ O kıza acaba hiç tesadüf edecek miydi? Belki de tanı­
it değildir, temenni ederiz ki, muhterem müellifi bu pek mazdı. Çünkü kim olduğunu bilmiyordu.
faydalı işini maddeler hâlinde çıkarıp yani tertip ve tanzi­
Belki Ensevgili bilirdi. Böyle şeyler kadınların haya­
mini ikmal edip Türkçenin ilmi tetkikiyle meşgul encü­
tından madûddu. Kardeşi dağın eteklerine erişmiş oldu­
menlerden birisine versen ve o encümen de mesaîsinin
ğundan arkasından koşmaya mecbur oldu.
ciddiyetiyle mütenasip tetkikat ve tadilâtta bulunarak

( ü Buna Şimal Türkçesinde “Kurutkaç” ve Kiptirmek mastarından alarak “Kiptirgeç” derler. Toktamış.
Sayı 105 TÜRK YURDU 27

- Bilemiyor muyum? Niçin bilmeyeyim, dedi. Bu gibi Fakat Babür, Hüseyin Amcanın karargâhından hay­
şeylerde muhafaza lâzım. Biz kadınlarda onu muhafaza kırmaktan daha iyi birşey öğrenmişti. Toktamış Han şar­
ederiz. kısını söylerken büyük anası başını sallıyordu. Ama her
hâlde şarkı pek güzel ve canlı idi.
Yeğen Mirza Garib Beyin bıraktığı kız asil, hükümdar
ailesine mensup, hem onun Semâdânî Şair Câmî’ye akra­ Solgun beyaz söğütler kumlarda büyür, Toktamış
balığı da vardı. Bey kır atının bacağına vurmak için bir tane kopar!

İnzivaya çekilip yaşamaktan daha iyi bir şeye lâyıktı. Kırmızı kanın sarı kumlara akıyor Toktamış Han. Mir­
Ben de öyle yaşayacağım. za han’ın karısı! Elmaslı elinle onun yarasını saracak mı­

Her yeni fikir arkasından koşan Babür, sen çok genç­ sın?

sin, dedi. Yara acı, fakat buse tatlı idi. Toktamış, gül! Hangi ze­
hir gözleriyle böyle cansız, nefsini böyle seri yapıyor?
Ensevgili parladı.

Genç mi? Anlayacağın varsa ondan bir yaş büyük. O Ah kır atım şarkı söyleyince kişnedi ve Mirza Çan’ın
karısı yaşadıkça seveceğine yemin etti ve yüzük verdi.
bir çocuk gibi idi. Garib Bey de iki yaş büyük idi. Biraz te­
vakkuftan sonra çarçabuk ilâve etti. Atın yakında yeni bir binici bulur. Güzel Nergis’i de
yeni bir ay gelmeden sevecek bir âşık bulur.
-Sana bizim gibi deli kadınların bu ehemmiyetsiz şey­
leri canımız gibi muhafaza ettiğimizi söylemedim mi?... Fakat anan ihtiyar, bahadır Toktamış Han’ını kaybet­
ti. Artık hayat mahsulünü ölüm ambarına götürsün ve
Babür’ün kadın takımı herhâlde daha ehemmiyetsiz
mezarını kazsın.
şeyleri muhafaza ettikleri görünüyordu. Dul teyzelerden
biri de küçük karargaha ihtihak etmişti. Babür’ün sayısız Bitmedi.
teyzeleri vardı ve hepsinin pek gözünde olduğu hissedi­
lirdi. Babür akşam döndüğü zaman tam bir Türk ziyafeti
bulur, keçi sütü ailenin hususî tarzıyla yapılmış peynir
önüne yayılırdı. Ensevgili de kaymağa menekşe kokusu
TÜRKLÜK ŞUUNU
katmayı hiç unutmazdı. Hem de çok şeker korlardı. Çün­
kü Babür tatlı severdi. Gece çam kütüğü ateşi etrafına Harbin Verdiği Dersler - Geçenlerde Beyrut’ta bir
toplanınca ihtiyar İhsanüddevle bir şarkı isterdi. Fakat İslâmın “Kibrit İmalâthanesi” tesis ederek kibrit yapmaya
hiçbir vakit sevgilinin kaşlarından yahut bir kadeh şarap­ başladığını ve Avrupa’dan gelen kibrit fiyatıyla satışa koy­
tan bahseden Acem zırlatısını istemezdi. Şarap memnu duğunu haber aldıktı. Bu defa Trabzon’un Tamtakırzâde
idi ve birçok âdem şarap yüzünden günaha giriyorlarsa Vehbi Efendi nâmıyla bir Türk’ün sırf teşebbüs-i şahsî ile
bu dünyada bir cezasını görmüyorlardı. Kimbilir öteki bir nevi kibrit icat ettiğini ve bir imalâthane tesis ederek
dünyada da ne olacaktı? Sevgili hoca orada mıydı baka­ onu yapmaya başladığını haber aldık. Daha sonraları ge­
lım. len “Zühûr” gazetesinde okuduğumuza göre Bağdad Hi-
lâl-i Ahmeri Eczahane Başeczacısı Haşan ve Hilâl-i Ahmer
Babür kat’iyyetle;
Edviye Ambarı Memuru SaDet beyler ile Eczacı İskender
- Kadı bir evliya idi biliyorum. Çünkü onu şehit eden­ Efendiyi çağırarak ispirto istihsal etmelerini istemiş ve
lerin hepsi öldüler. Bu bir delildir. Sonra çok cesur mezkûr zatlar da mütehammir hurmadan ispirto istihsal
adamdı. İnsanlar umumiyetle m ütereddit ve endişelidir­ edebilmişlerdir. Avrupa’dan gelen ispirtolardan bunun
ler. Hoca hiç öyle değil idi. Bu da onun kutsiyetine bir hiçbir farkı yoktur. Bağdat vilâyetinin mülhakatında olan
delildir. gözlerden çıkan gaz ve neftlerin tasfiyesine de teşebbüs
İhsanüddevle güldü. O hâlde bütün benim ailem ev­ edilmiştir.
liyadır. Öteki dünyada pek asayiş olmayacağa benzer. Fa­ Burada iki şeyden dolayı memnun oluyoruz. Memle­
kat gürültülü bir Türkmen şarkısı söyle ve haykırarak.... ketimizde şimdiye kadar pek de ne olduğu bilinmeyen
teşebbüs-i şahsînin doğmaya başladığını görmek ve zaru-
TÜRK YURDU Sayı 105

rî hacetlerimizi kendimiz tedarik etmeye başlamak. Bun­ meydandadır. Yalnız eser-i sanat değil aynı zamanda mil­
ların Cihan Harbi’nin tesiri ile haricî yollar kapandığın­ lî tarih itibarıyla da kıymettar bir “erpir” (materyal) olan
dan ileri gelen şiddet-i ihtiyaç ve zaruretten doğduğunu bu gibi şeylerin böyle harabe hâlinde yatması şâyân-ı te­
anmalıyız. Bunu andığımızda harbin bize verdiği dersleri essüftür. Şeyhülislâm Efendi Hazretlerinin camiler tami­
takdir etmemek mümkün değildir. Bu müesseselerin sa­ ratında, medâris-i ilmiye ıslâhatında ve ilmiye mesleğine
hiplerine muvaffakiyet dilemekten ve başka şehirlerdeki sülük edenlere bir İlmî ve İçtimaî ruh nefh etmek husu­
kardeşlerimize de bunlardan örnek almayı tavsiye et­ sunda gösterdikleri teceddüdperverâne işleri cidden te­
mekten başka bir diyeceğimiz yoktur. şekkür etmeye şâyândır.

Nefis Eserlerimiz Arasmda- ŞehzadebaşTnda ken­ Konya’da Öksüzler Yurdu - Konya şehrinde yapıl­
dinin âsâr-ı hayriyesi ittisalinde medfun Nevşehirli Da- makta olan öksüzler yurdunun şubatın ilk haftalarında
mad İbrahim Paşa’nın tesis-gerdesi olup sanat itibarıyla resm-i küşâdı icra edilmiştir. Memleketin istikbâl direkle­
âsâr-ı mimariyemizin güzellerinden bulunan sebil ve şa­ ri olan vatan yavrularını besleyecek, terbiye edecek bu
dırvanın kitabeleri ve yaldızlı nakışları üzerine vaktiyle İnsanî yurtların her yerde yapılması şâyân-ı memnuniyet­
boya sürülerek bulaştırıldığı Şeyhülislâm Efendi Hazret­ tir.
lerinin mesmuu olmuş ve geçenlerde medreseyi ve sebi­ İslâm Mecmuası - Bir m üddetten beri kağıt yoklu­
li ziyaretlerinde bunları re’yü’l-ayn görmüşlerdir. Bunun
ğundan kapalı kalmış olan İslâm Mecmuası, tekrar kağıt
üzerine sebilin derhal tamirini emrettiklerinden tamirat tedarik ederek çıkmaya başladı ve 42. sayısı Şubat 28’de
ve tertibata başlanmıştır. intişar etti. Refikinin kapanması Türk Yurdu’nu ne kadar
İstanbul’u güzelleştirmeye hizmet edecek olan pek kaygıya düşürmüşse tekrar çıkmaya başlaması da o kadar
çok eser-i sanatın aksi netice vererek bulaşıp toz toprak sevindirmiştir.
altında kalıp harabe hâlinde gözükmesine hizmet ettiği

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


il
« I»

T ûkk M % d u
Tûr^leritt Tai<^^5ttıe CaU sir

YIL: 4 5AYI: 106 (24 Mart 1352-6 Nisan 1916)

^ fit ^ e ^ fit fit eC e d c 't ç c d tt ^

Edebiyat: Baharın İntihan / Y u su f Ziya

Geçen Millî İstihsal / M. Z üh d ü

7<2//m ee Terbiye: Yeni Terbiye Usûlleri / M. R ah m i

//n n / Flora A n n astil

Ocağında: Kenan Çocukları / Y.

Türklük Şuûnu: Türk H akanına Alman Kayzeri Tarafından

General Feldmareşal M ackenzie’nin Gönderilişi-

Hilâl-i A h m efin Senelik Müsameresi- GalatasaraylIlar Yurdu-

Meclis-i Mebusan-Tahsil Yolunda Ölen Bir Türk Genci-

Viyana’da Türk Edebiyatı-Kastamonu’da-BenliğeDoğru-

Türk-Macar Kardeşler / ***

İdareden /
Sayı 106 TÜRK YURDU 31
••

TÜRK yURDU
Türklerinfâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

EDEBİYAT

BAHARIN İNTİHARI

İki bülbül oturmuştu bir gül dalma İki bülbül âşıklara dua ettiler
Başlamıştı bir füsunlu aşk masalına; Çapkın çapkın gülüşerek uçup gittiler
-“Mehtap ufka alçalırken evvelsi gece
:I: :|:

Rüzgâr kızı diyordu ki, aya gizlice;


Zaman geçti bir kış günü kırda gezerken
Büyük sultan size mühim bir haberim var;
Bir buruşuk nağme duydum yanımda birden
Yıldızların bile âşık olduğu “bahar”
İki hasta bülbül konmuş bir karlı dala
Gönül vermiş şu “yaz” denen sarışın beye,
Başlamıştı yarım kalan eski masala;
Ağlıyormuş ben hazanı istemem diye!
-Ah bir gün o zavallı “bahar”ı gördüm.
Fakat büyük babaları aksakallı “kış”
Gül çehresi sararmıştı, gözleri ölüm
Bir şihabla geçen gece haber yollamış;
Kadar hazin bir gölgeye mezar olmuştu,
“Düğün mutlak olacaktır damadım “Hazan”!
Çiçeklerle süslü yeşil saçı solmuştu!
Koltuk resmi yapılacak, bülbüller ezan
Artık “hazan” alıyordu bu nazlı kızı.
Okuyorken doğan güne karşı vecd ile!
Hazan, hazan bu pek hain sevda hayırsızı!...”
Sevda yolu korkuludur, düşersek dile
Teessürle bakıştılar biraz göz göze.
Bir papatya kadar temiz nâmusun ölür.
Sonra tekrar ağlar gibi başladı söze;
Hem kısmetin söner, hem de aşkın gömülür!
“- Rüzgâr geldi yine böyle bir sabah erken.
Biraz düşün, eğer fazla meftunsan ona
Çocuklarla ben yuvamda oturuyorken.
Çık mehtaplı gecelerde sahil boyuna
Dedi: “Bülbül o kaç aydır beklenen düğün
Semâya bak derin derin.
Şu karşıki ağaçlıkta olacak bugün.
Hüznü sunsun gözlerinin;
Bütün kuşlar ve böcekler seyirci geldi.
Ay tesellî kadehidir
Haydi çabuk sen dejetiş, tam koltuk vakti!”
Coşkun kalbe sükûn verir!...”
Kanat gerip hemen uçtum karşı ormana
Fakat “bahar” bu sözlere isyanla bakmış.
Bir yüksekçe dal üstünden baktım her yana;
Yine yeşil saçlarına menekşe takmış.
Güneş gibi bir taç giymiş başına “bahar”.
Sevgilisi güzel “yaz’Ia girmiş kol kola.
Çehresini duvaklamış ince bulutlar,
Çamlıklarda dolaşıyor kahkahalarla!”
O ihtiyar, öksürüklü “ hazan” kolunda.
Rüzgâr sustu, ay sularda kayboldu hemen.
Ağaçlar hep dizilmişler divan yolunda.
Oturduğum dala artık vedâ ettim ben!..”
Yavaş yavaş yürüyorlar, estikçe rüzgâr
32 TÜRK YURDU Sayı 106

Her uzanan dal serpiyor yaprak paralar zarure azaltılarak, bazen de tasarruf ve hüsn-i tensik ile
Karıncalar, kuşlar hemen koşup kapıyor, senenin hüsn-i neticeye erdirilmiş olup olmadığının tayi­
Böceklerin saz takımı fasıl yapıyor!...” ni pek ince ve esaslı meseledir. Bizim gibi Avrupa’da
mahsur olan Almanya ve Avusturya için bilhassa ziraî
Birdenbire bülbül sustu, derin gözleri istihsalde bir taraftan tezyid ve ıslâh-ı ziraate ehemmiyet
Taşırmıştı kalbindeki büyük kederi! verilerek ve bir taraftan hasılât-ı ziraiye hüsn-i hıfz ve is­
Dedi: “Artık bu son vak’a, hepsinden elim, tihlâk tensik edilerek, ıttırad-ı kanunî ve İlmî ile mesele­
Söylemeye bile, işte varmıyor dilim! ye çare-i hâl bulunmuş ve bir aralık Romanya’dan hubu­
Yine öyle uyuyordum bir sabah vakti bat iştirâsı ile ihtiyat hadd-i azamîye isâl edilmiştir. Bizde
Rüzgâr gelip yuvama “Kalk, ey bülbül” dedi. mühimce miktar ihtiyat saklanması ve hariçten külliyetli
Artık bitti kâinâtın rengi, neşesi, miktar ithal edilmesi gibi bir hâl görülmemiş olduğun­
Şimden sonra ne bir çiçek, ne bir kuş sesi! dan ziraî istihsal-i millînin ihtiyac-i millîye karşı gelmeye
Kalbimizden coşan büyük elemler, sıcak çalıştığı kabul edilmek lâzımdır. İhtiyac-ı millînin kâffe-i
Yaşlar bile gözümüzde dönüp kalacak! kıtaat-ı Osmaniye’de istihsal-i millî ile istifa edilmiş bu­
Felâketler seyircisi olduk burda biz. lunması şâyân-ı takdir ve dikkattir. Bâ-husus geçen sene
Bak, hep ölüm musikisi ağlıyor deniz!” mahsulünün biraz bereketsiz zuhur etmiş olduğu ayrıca
Şaştım!... Her yer bürünmüştü beyaz kefene. nazar-ı dikkate alınmalıdır. Demek iyi kötü Anadolu ova­
Sordum: “Rüzgâr bu hâl nedir, bu kefenler ne?’ larında birkısım halk, harp saflarının arkasında tabiat ile
Dedi “yaz”ın sevgilisi zavallı “bahar” pençeleşebilmiş ve bizi doyuracak gıda ihzâr, hayvanatı
En nihayet .aşk uğrunda etmiş intihar!... muhafaza ve ra’y etmiştir. Osmanlı memleketinde itha­
latın inkıtaiyla Almanya için düşmanlarının iddia ettiği
Beylerbeyi 25 Şubat 331
gibi halkın aç kalacağı, sıkıntı çekeceği mutasavver bile
Yusuf Ziya değildir. Vâsi arazi, münbit hazır topraklar, feyyâz bir
tabiat, işe az çok alışmış bir halk bizde tükenmek bilmez
bir define-i gıdadır. Fakat buna rağmen bizde gıda mese­
lesi yine mevcuttur. Almanya’da tabiatın ve arazinin nok­
İKTİSAT sanı şeklinde arz-ı vücud eden bu mesele, bizde insan
GEÇEN YILDA MİLLÎ İSTİHSAL kolunun azlığı, hayvan noksanı, yolsuzluk, aletsizlik, ser­
331 senesi Mart’ından hemen hemen sonlarına ka­ mayesizlik ve ilimsizlik meselesine istihale edilmektedir.
dar, bütün cihan ile umûmî ve esasî rabıtamız harp yü­ Nitekim geçen sene istihsal-i zıraî-i millî için evvelâ
zünden tamamen kesilmiş idi. Demek biz geçen seneyi hükûmet-i merkeziye; sâniyen, vilâyet ve nahiyeler; sâli­
mahsur olarak geçirdik. Kapalı veya tıkalı memleket nâ­ sen, cemiyet-i milliye ve hayriyeler bir taraftan hususî ba­
mı verilen bu hâlin iktisadı, kendine has bir tarzda yani zı erbâb-ı ziraat ile şimendifer nakliyatını sevk ve idare
“mahsurâta” ve bilhassa büsbütün “millî-mahallî” şekilde eyleyen “ordu levazımı” diğer cihetten tezyid-i ziraat es-
olur. Onun için bu seneye “imtihan senesi” demek bi­ bâbını kısmen ihzâr, bazı vesâit tedarik ve teşvikat icra
hakkın lâzımdır. eyleyerek meseleyi kısmen hâl ile uğraştılar. İnsan kolu
Ale’l-vasat 15 milyon liralık senevî mevadd-ı gıdaiye senenin kısm-ı vasatisinde biraz artırıldı. Aslen askerî ve
ve ibtidaiye ve 30 milyon liralık senevî mevadd-ı sınaiye fer’an İktisadî mahiyeti hâiz olan bir-iki yüz kilometre yol
ithal eden memleketimiz 1331 senesinde bu miktarın % vücuda geldi ve biraz da tamirat yapıldı. Şu noktalar hâl­
2-3’ünü bile memâlik-i ecnebiyeden getirtememiştir. ledilip bittikten sonra mesele dahilden sahillere doğru
Eğer yaşamak kabil olmuş ise sırf istihsal-i millî ile ihtiyac- mütevâzin ve mütenâsip bir sûrette mevadd-ı gıdaiyenin
1 millî tesviye edilmiş demektir. sevk ve nakledilebilmesi ve istihsali kifayet etmeyen bazı
uzak kıt’alara erzak yetiştirilebilmesi ve istihlâkin tensik
Millî istihsalin bütün şubelerinde şevklenerek nok­
edilmesi keyfiyetlerine inhisar ediyor idi. Az çok buna ait
sanın tamamen ikmal edilmiş veyahut istihlâkin biz-
Sayı 106 TÜRK YURDU 33

olmak üzere dahi çalışıldı ve biraz zahmet ile, biraz ihti­ hemen ekmekçiliğin % 90’dan ziyadesi İslâm tarafından
yat ile sene kapatıldı. hüsn-i idare ve sevk edilmektedir.

Yapılan tetkikata göre memleketimizin heyet-i mec­ 331 senesi ihracat-ı madeniyece pek az faal olan bir
muasında 331 senesi idrak edilen mahsul 330 senesinin senedir. Cevahir-i madeniye Avrupa’ya işletilmek üzere
mahsulüne nazaran, kemmiyeten dûndur. Öyle olmakla ihraç edilemediği ve ekser maden ecânib tarafından
beraber bu mahsulün bizi yeni seneye kavuşturacağı esasen çıkartıldığı için m aden havzalarımız sükûn
muhakkaktır. içindedir. Sırf Türklerin elinde bulunan madenler dahi
1331 senesinin istihsal-i millîsinde harice gayr-ı tâbi hemen hemen durgundur. Madencilik sanayi-i harbiye-
olarak en ziyade faaliyet-i hükümran olan sanat-ı ziraiye, den madûd olduğu hâlde maatteessüf memleketimizin
sanat-ı hayvaniye ile tetimmatı olduğu ve öteden beri bu hususta kımıldanamaması Türk’ün asırlardan beri
Türk ve Müslüman anâsır bu nevi sanayi ile meşgul ve mevcut an'ane-i sınaiyesine m erbut bir keyfiyettir.
mü Telif bulunduğu için “mahsur-ı iktisad-ı millîmizin” Bunun için bazı madenler çarnaçar cihet-i askeriyece
faaliyet-i cedîdesinde gerek zer’ gerek cem-i mezrûat ile işletilmektedir. Harp senesinde memleketimizce en
ıslâh ve imal-i mahsûlât-ı ziraiyece göze en çok çarpan ziyade muhtaç olduğumuz maden kömürüdür. Fakat
Türk nesline mensup olanlardır. Bu keyfiyet en tabiî bir dahilde mevcut bazı kömür maden-i mekşûfesi naklin
netice telakkî edilir. Kezalik mahsûlât-ı tabiiyyenin emr-i imkânsızlığı, madenin kıymetsizliği, noksan-ı keyfiyeti
naki ve ticaretinde Türkün delâlet ve muavenetine bu itibariyle işletilememektedir. 1331 senesi memleket
sene en ziyade ihtiyaç husûle geldi ve bugüne kadar dahilinde eski mevcut mahallerden mâada bir iki yerde
zâhiren âtıl ve beceriksiz duran Türk, 331 senesinde petrol madeni keşfedilmiştir. Maden Nezareti devletçe
topraktan başlayarak mahsulatın istihlâkine kadar geçir­ bir kükürt madeni işletmeye karar vermiş olduğu gibi
diği bütün safahat-ı iktisadiyeyi bizzat idare etmek Harbiye Nezareti dahi kömürden mâada diğer bazı
teşebbüslerinde bulundu. Pek parlak değil ise de her maden-i mühimmenin de işletilmesine başlamıştır. Diğer
yerde esasi mühim muvaffakiyetler gösterdi. bir takım tedabirin peyderpey ittihazına karar verilmiş
1331 senesinde sanayi-i ziraiyeye en yakın olan olduğuna göre 1331 senesini bir cihetten millî madenci­
akşamdan meselâ değirmencilik, ekmekçilik, yağcılık, lik sene-i istihzarı diye de telakkî eylemek icap eder.
sabunculuk, konservecilik, makarnacılık gibi sanatlarda 331 senesi sanayi-i türabiye ve haceriye denilen sa­
terakkî ve tekâmül esbabının istihzar edilmesine intizar natlar madencilikten ziyade durgundur. Madenin müşte­
olunmak icap ediyor idi. Harpten evvel umûmî bir risi memâlik-i ecnebiyedir. Hâlbuki tuğla, kiremit, çimen­
temayül ile Anadolu’nun şimendifer güzergâhı ile to ve emsali mahsulât-ı türabiyenin müşterisi dahildedir.
yakınlarından birçok yerlerine yeni makineler gelmeye Öyle olmakla beraber bu sanatlar hareketsiz görünüyor.
başlamış veyahut sipariş edilmiş idi. Bunların birçoğu Boğaziçi tuğlacılığı âtıl, Anadolu tuğlacılığı muntazır,
yolda kaldı. Maamafih 1331 senesi içinde dahilî bir takım imalât yapmıyor, duruyorlar. Mermer, granit, kesme taşı
tedarikât ile bazı değirmenler ikmal ve mevcutlardan bir
ve saire ihraç edilmiyor. Kezalik çanak, çömlek, testi ile
kısmı ıslâh edildi. İstanbul’da Şehremaneti ve Levazım-ı
çini imalâtı sükûnet içinde. Çimento bütün manasıyla sa-
Askeriye Daireleri mevcut değirmenleri ikmal ettikleri
nayi-i harbiyeden madûddur. Memleketimizde mevcut
gibi Ankara ile hat boyunda değirmenlerin eleklerindeki
çimento fabrikaları Harbiye hesabına çalışmaktadırlar.
cüz’î bazı ıslâhat ile kabiliyet-i tahniye tezyîd ve tenevvu
olunabildi. Sanayi-i kimyeviye ve ispençiyâriyeyi hareketsiz
sanatlar içine ithal etmeliyiz. Kolonya suyu, birkaç nevi
Avrupa-yı Merkezî ile makine nakline müsait olacak
pudra ve krem ile sabun ve bazı basit mualecât-ı ibtidâiye
tarzda muvasala temin edildiği günden sonra değirmen­
imali haricinde, maatteessüf bir sanat-ı kimyeviye ve
cilik hususunda bazı farklar husûle gelecektir. Sonra
ispençiyâriye memleketimizde henüz hakkıyla teşekkül
alâkadar olan kimselerin teminatına nazaran Türk unsu­
edememiş ise de, hidrofil pamuk imaline ve iyot istih­
ru bu sahada kabiliyet-i azîme göstermektedir. Bilhassa
saline teşebbüs edildiği gibi, müstahzarât-ı ibtidaiyeden
İstanbul’da diğer muvaffakiyâtın neticesi olarak hemen
34 TÜRK YURDU Sayı 106

terkip sûretiyle bazı mualecâtm da tertibine başlandığı pıldı. Bu küçük vatandaşlar bir mektep cumhuriyeti teş­
alelhusus sülfat dö kinin (sulphate de quinine) imalâtını kil ederek mesuliyet ve vezâifi aralarında tevzi ettiler.
bizzat devletin deruhte ettiği görülmektedir, Mektep, hürriyet esası üzerine müstenit olup hiç ta­
Sanayi-i hadidiye ve madeniye memleketimizde hakküm yoktu. Küçükler ve büyükler arasında muhab-
zaten büyük mikyasta gayr-i mevcut olduğu ve yeniden bet-i mütekabile, sine-i tabiatta faaliyete heyecan, çocuk­
süratle teşekkül etmek kabil bulunmadığı için cesîm ların melekelerine muvafık, muhtelif faaliyetler arasında
sanat-ı hadîdiye bizde yalnız “sanat-ı devlet” hâlindedir. bir ahenk, hiç kimsede usanma yok, ders müddetleri kı­
Ordumuz için kısmen yerli ustalarımızın hamiyetiyle sa ve cazip. Sabahları bol bol teneffüs; yatakları yapmak,
harikalar vücuda getirilmiş olduğunu düşmanlarımız koşmak, oynamak, kahvaltı, marangozhane ve bahçede
yazıyor, demek 331 senesi sanat-ı hadidiye ve tetimmâtı meşguliyet, futbol, hamam, sık sık tenezzüh, -tenezzüh-
cihetinden bir sene-i tecrübiyedir. Küçük demirciliğe lerde çocuklar yemeklerini bizzat kendileri yapıyorlar ve
gelince, gerek ordu mensubîninin karyola ve sair çadır altında yaşıyorlar- her sabah, kışın bile civardaki

ihtiyaçlarını, gerek alelumûm müstehlikîn-i memleketin çağlayandan duş. Hissiyâtı terbiye için; hep birlikte şarkı,
şakirdândan mürekkep orkestra, musiki muallimi tarafın­
ihtiyaçlarını bu sanat-ı milliye muvaffakiyetle temin
dan çalınan parçaları dinlemek, müntehab kıraat parçala­
etmektedir. Mazide memleketimizin imal ettiği demir
rı, tarihî temsiller, çayırlar üzerinden la’lgûn gurubu ya­
karyola miktarı 7-8 bine bâliğ olamaz iken bu sene 3-4
hut yıldızlı semâları temaşa, dağlarda geyikler arasında
yüzbin miktarına varmıştır.
tenezzühler, fecir vakti mabedde bizzat Lich tarafından
Bitmedi. İncil-i Şerif den birkaç sûre tilâveti ve sonra “nevâ-yı erga­
M. Zühdü nun” ile memzûc İlâhîler.

Ilsenburg mektebinin küşadından üç sene sonra


1901 ilkbaharında Haubinda’daki mektebini tesis etti. Bu
çiftlik 300 hektar araziyi ihtiva ediyordu, tepelerinin
TALİM UE TERBİYE
sath-ı mâilinde meyve bahçeleri, düz yerlerinde küçük
göller, göz önünde uzayıp kaybolan dalgalı tarlalar, çam­
YENİ TERBİYE USÛLLERİ lı meşeli tepeler bu araziyi süslüyordu.

ALMANYALI HERMAN LİCH Bu mektebin tesisinde hayli müşkilâta düşmüştü.


ve "YENİ MEKTEB'İ Yüz kişilik yatakhane, yemekhane yapılmak lâzım idi.
Ferriefden tercüme Çiftlik binası dar geliyordu. Buna bir de mektebin içinde
çıkan buhran munzam oldu, Lich’in düsturât-ı terbiye-
Başı cilt 9, sayı 13’tedir.
viyesini takdir edemeyen muallimler refah olmadığından
Lich, Hartz eteklerinde Ilsenburg’da ilk Yeni Mek- şikayet ile memnun edilmedikleri sûrette mektebi terk
teb’ini açtığı zaman tam otuz yaşında idi. edeceklerini söylüyorlardı. Diğer taraftan sıkı bir inzibat
İşe pek mütevâziâne başladı, Ilsenburg mekteb-i hu­ altında naklen yeni gelen çocuklar da bu yeni mektebin
susîsine hoca tayin olunmuştu. Bundan başka altı pansi­ ruhunu anlayamayarak karışıklık çıkardılar. Lich müşkil
yoneri vardı. Sabahleyin civardaki değirmenin meydana bir mevkide kaldı. Bu sırada eski talebeleri hocalarının
getirdiği küçük çağlayandan bir duş aldıktan sonra yayan imdadına yetiştiler. Esasen Lich’in meşguliyeti başından
bisiklet ile mektebe gidiyordu. Haziranda şakirdlerinin aşıyordu. Sabahları dört beş ders, öğle sonraları talebe ile

miktarı 16, eylülde 26 ve ertesi senenin nihayetinden ev­ tarlada iş, her akşam kıraat, ziraat işleri ve sabahları inşa­
ata nezaret, muhasiplik, muhabere. Bunları hep Lich ya­
vel lOO’ü geçmişti.
pacak idi. Diğer taraftan dâyinler de sıkıştırıyordu.
Bu esnada sınıflar Pulvermühle’ye nakledildi. Sadık
Bütün bunlara rağmen Lich ümitsiz düşmedi. İnşaat
küçük Ilsenburglular buraya kadar derse geliyorlardı.
hitam bulduktan sonra mektep mesut günler gördü.
Az zaman sonra müteaddit muallimler celbetti. Biraz
Yağmur ve güneş altında ziraat işleri, günlerce devam
yaşlı ve ciddî olan şakirdler küçük arkadaşlarına reis ya­ eden orak biçme, meyveleri toplama, göllerin etrafını ka-
Sayı 106 TÜRK YURDU 35

zarak -yüzmeye müsait olması için- büyütmek, kışın lam malûmat sahibi olup, fennî münakaşalardaki hüküm­
odun kesmek; bütün bunlar seciyeleri sağlamlaştırıyor, lerinde çok daha emindirler. Bizim verdiğimiz malûmat
adem-i ittirada, nazik ve mukavemetsiz hayata nefret ilka kemmiyeten az ise de, hüküm ve muhakeme melekeleri­
ediyordu. ni daha ziyade tekemmül ettiriyoruz,”

Terbiye-i fikriyeye daha ziyade vüs’at verilmişti, Kü­ Haubinda’da binanın bir köşesi, Ilsenburg’ta çiftlik
çük yaşta olanlar Ilsenburg’ta bırakıldı. On beş on altı ya­ ve mahsûlât yangına uğradı. Bunun üzerine Lich, Thu-
şında dersler, artık bir oyun şeklinde değil idi. Genç ruh­ ring’deki çiftliğini satmaya mecbur oldu. Lich, Haubinda
lar fennî meselelere haris idiler, bizzat çocuklar mühim müzesinin müdürlüğünü deruhte etmişti. Fakat dersleri­
hikmet-i tabiiye âletleri imal ediyorlardı. Meselâ orman­ ni vermek için her hafta iki büyük dağı aşarak doksan ki­
lıkta inşa ettikleri kulübe ve mağaraları, istihsal eyledikle­ lometre mesafede bulunan Bieberstein şatosuna gidiyor­
ri elektrik ile tenvîr ediyorlardı. du. 1908 Mayısının birinci günü bu şato da yandı. Bu ha­

Mektebin hayat-ı içtimaiyesi de gittikçe iyileşiyordu. ber Haubinda’ya geldiği zaman Lich, gecelerin karanlıkla­

Buğday, meyve, ekmek gibi lâzım olan şeylerin hemen rı arasında yolda idi. Kalın bir sis alevleri saklıyordu, Lich

hepsi çiftlikte çocuklar tarafından istihsal olunuyordu. gecenin saat onbirinde şatonun önüne geldiği zaman

Terzi, kunduracı, demirci, marangoz çocuklardan idi. küllerini gördü. En acıklı zayiat çocukların meydana ge­

Küçük cumhuriyetleri için çalışıyorlardı. Aralarında inti- tirdiği tekmil mektep mobilyası ve Lich’in kütüphanesi

hab eyledikleri reis de intizam-ı İçtimaîyi temin ederdi. idi. mütalâa ve tahşiye eylediği yüzlerce cilt kitabı, yirmi
senedir topladığı notları gaddar bir alev yalayıp yuttu.
1904 senesi ilkbaharında Bieberstein şatosundaki
mektebi açtı. Burada da dersler, bahçe işleri oyun ve te- Bu elim hâdiseden sonra da Lich, yine cesaretini ve

nezzüh ile memzûc olmakla beraber kendi kendine nikbinliğini kaybetmedi. İstikbâle matuf nazarlarında tek

mütalâaya ve muallimlerle uzun müddet samimî gülüş­ bir emel okunurdu, aheng-i tabiat ve fıtratı rehber edine­

meye çok zaman ayrılmıştı. rek mükemmeli taharrî etmek. Bu emel yolunda düçar
olduğu ısdıraplar onun azmini yükseltmekten başka bir-
Yeni mekteplerin şakirdleri resmî mektebinkiler ka­
şey yapamıyordu.
dar malûmatı hâmil değil iseler de, zekâ ve seciyeleri her-
hâlde çok daha ziyade terbiye edilmiştir. Yeni mektep şa- Lich, lâfı sevmez, iş ister. “Söz gümüşse sükût altın­

kirclânı bildiklerini sağlam bilirler. Malûmatlarını mantıkî dır”! bilir. Elbisesi pek sadedir. Arkasında daima siyah

bir sûrette tarassut, faraziye ve tahkikten sonra istihsal kostümü bulunur. İş işlerken bedeninin kısm-ı uiyâsı

eylemişlerdir. Yani evvelâ birşeyi tarassut, sonra o taras­ açıktır. Şakirdleri bu elbiseyi çok severler. Tarlalarda iş,

sutları üzerine bir faraziye vaz’ ve daha sonra o faraziye- ayak topu ve sairede güneş bu göbekten yukarısı açık ta­

nin doğru olup olmadığını bi’t-tecrübe tahkikten sonra o ze vücutları ısıtır, yel kulaklarına çalaklık fısıldar.

malûmatı elde etmişlerdir. Binaenaleyh bu kabil malû­ Şakirdleri ile münasebâtında Lich, haricî her türlü
mat kendileri tarafından icat edilmiş gibi olmakla, unu­ nüfûz ve tahakkümden çekinir. Hiçbir defa doğrudan
tulmaz, Bununla beraber buranın son iki üç senesinde doğruya; “şunu yap, şunu yapma” dememiştir. Buna
çocukları fazla yormaksızın dâıülfünûna dühûl imtihanla­ bi’l-vasıta varır. Akşam kıraatlerinde, pazar günkü içtima-
rı hazırlanıyor. Filhakika, Lich’in talebesinden birçoğu larında yahut gayr-i şahsî hutbelerde hâl ve hareketten
yeni mektebi bitirdikten sonra dârülfünûna dühûl imti­ bahseder. Filân sûrede hareket edenlerin nasıl iyi bir
hanına hazırlanmak için altı ay yalnız bir müzakereci ile noktaya vâsıl olduklarını canlı misallerle gösterir. Pek na­
çalışıyor. Yeni mektebe esasen geç gelmiş olan bazı ço­ dir olarak bazı şakirdlerini de hususî çağırarak kendinde
cuklardan bu imtihanları veremeyenler de var. Fakat hüsn-i idare mevcut olduğu hâlde nasıl olup da öyle fena
ekseriyetle parlak imtihan vermektedirler. Bu resmî mü­ bir hâl ve harekette bulunduğunu sorarak mahçup eder.
meyyizlerin ikrarları ile sabittir, Lich diyor ki;
Lich’in hareketleri pek sadedir. Bu derece sadeliğin
“Alelumûm mümeyyizler itiraf ediyorlar ki, bizim şa- gaye-i hayalî olduğunu şakirdleri de bilir. Lich, talebelik
kirdlerimiz resmî mekteplerin şakirdlerinden daha sağ­ hayatının en küçük teferaıatına kadar nezâret eder.
36 TÜRK YURDU Sayı 106

Meselâ yemekte her gün sıra ile, şakirdler müntehab kı­ Sonra “Almanya Millî Mektepleri” nâmıyla bir kitap
raat parçası okurlar. Sofraya oturunca üç beş dakika ço­ yazarak bunda mekâtib-i tâliyenin usûl ve programların­
cuklar zevk ve meserret içinde görüşürler. Fakat gözleri­ dan bahsetti. Almanya Maarif Nezareti Lich’in fikirlerin­
ni de müdürlerinden ayırmazlar. Lich, küçük zilini güç den mülhem olarak “Yeni Mektep” esaslarını mekâtib-i
işitilir bir hâlde yalnız bir kere (çınn) çalar. Yemekhane­ umûmiyeye vaz etmeye teşebbüs etti. Almanya’nın çok
de derhal bir sükût. Lich bir çocuğa işaret eder, o kalkar, yerlerinde Lich’in yeni mektebi nümûne edinilerek hu­
beş altı dakika okur, sonra da diğer birine işaret eder, sûsî mektepler açıldı. Eserinin uzaklarda da nur saçtığını,
mabadını o okur. gençliğin ısdıraplarını tenkîs ettiğini ve insaniyete biraz
daha mesrûrâne nefes aldırdığını görmek bir iş adamı
Lich’in mekteplerinin son üç sınıfında ceza yoktur.
için pek büyük birer mükâfattır.
Aşağı sınıflarda pek nadir olarak vardır. Çocuğa ilâve ola­
rak vazife verilir. Çocuk bu vazifesine çalışırken kabahati­ Lich, Filozof Fihte’nin şu üç kelimesini esas olarak al­
nin yalnız kendine değil muallimine de zararı olduğunu mıştı; nûr, aşk, hayat.
göstermek için hocası da başında bulunur. Lich mesaîsinde muvaffak oldu.
Her çocuğun kendi kendini terbiye edebilmesini te­ M .Rahmi
min için Lich’in müracaat ettiği usûl çocukların ahlâk ve
hissiyâtını rakîk kılmaktır.

Lich, terbiye-i diniyenin hafızaya yerleştirilen malû­


mat üzerine ibtina edilmesinin yanlış olduğu kanaatinde­ BÜYÜK HİKAYE
dir. Ona göre din ve dine taalluk eden hayat-ı ahlâkiye -ki BABÜRHAN
birbirinden ayırmaz- amel ile elde edilmelidir.
Muharriri: Flora Annastü
Lich, hayatına nazaran nev-i şahsına münhasır bir Mütercimi: Halide Edib
zattır. Hayat faaliyetten ibaret olduğuna göre kelimenin
Başı yıl 3, cilt 6, sayı 9 ’dadır.
bütün kuvvetiyle yaşar. Bir mürebbîye lâzım olan her tür­
lü evsafa bol bol mâliktir. Her zaman aynı karakterdedir. Babür şetâretle söylerken alevler genç yüzünde oy­

En nüfûzlu adamlara, çocuklara ve hizmetçilere muame­ nuyordu. Amnesi hanım genç bahadırını kaybederse ne

lesi birdir. Nefsine tam manasıyla sahiptir. Çocuklar için olacağını düşünerek sessizce ağlıyordu. İhtiyar İhsa-

mektepte öyle bir cûy-ı ahlâkî meydana getirilmiştir ki, nüddevle dürüst bir usûl tutuyordu. Ensevgili tatlı tatlı

alelekser her yeni gelen çocuğun rüşeym hâlinde olan iyi tebessüm ediyordu. Fakat Noyan Gönültaş parmağını

seciyeleri birdenbire parlar ve fenaları zâil olur. kaldırdı.

Rakipleri Lich ve şakirdlerine kıyafetlerine dikkat et­ - “Hişşt” dedi. “Bir at sesi var”

mediklerinden itiraz ederler. Lich, cevaben der ki: “Bu­ Bir tane değil bir çok yerden Kasım Beyin arkasında
nun için mektepten çıktıktan sonra modayı takip eden Babür’e sadık kalan küçük bir fırka yeni ümitle geliyordu.
bir muhitte bir müddetçik bulunmak kâfidir. Mektepte Babür kalktı, uzun kollarını ataleti güya üzerinden atmak
adalet, istikamet ve faaliyet hisleri terbiye edilmeli, mo­ istiyormuş gibi silkti.
dacılık değil.”
- “Nereye” dedi. “Şark, Garp, Şimal ve Cenup?..
Lich, kendini takliden genç kızlar için yeni mektep
Fikrinde bir yorgunluk vardı. Fakat sesi canlı idi. Fay-
açan Madam B. Petersenn’in kerimesi ile izdivaç etti. İki
dasızlığına kani olmakla beraber yeni bir hanlık için dö-
çocuğu oldu.
ğüşmeye hazırdı. Buhara, Semerkand hep baş değiştiri­
“Yeni Mektepler Muhibleri Cemiyeti” teşkil edilmek­ yorlardı. Babür’ün elinden gittiği zamandan beri
le Lich bizzat burada da çalıştı. Bu cemiyet Yeni Mektep Semerkand’a hâkim olan Ali Mirza’nın muahede talebi
düsturlarına istinaden bir dârüleytam açtı. belki manidârdı. Nihayet atına atladı. Fakat on iki defa
henüz talihinin doğmadığını söyleyerek meyûs dönüyor­
du.
Sayı 106 TÜRK YURDU 37

Beklemekten sıkılan İhsanüddevle nihayet ölen ko­ Noyan Gönültaş böyle iddia ediyordu ve bu iddiayı
cası nâmına asker toplamak için Moğolistan’a gitti. Ha­ muhikk bulan Babür müzakere etmek için durak emret­
nım onunla gitti, Ensevgili de bu fırsattan istifade ile ihti­ ti.
yar bir teyzeyi yanına alarak bir tekkeye çekildi. Babür
Sabahın ilk ziyasında atların başları otlarda, parlak ar­
böylece yalnız kaldı. Hocend’de artık oturamazdı. Taraf­
kalarından terler akarken inemeyecek kadar yorulmuş
tarlarından daha fazla birşey isteyemezdi. Birçok tered­
olan süvariler de müzakere ettiler. Nihayet Babür üzen­
düt ve şüpheden sonra beyaz dağların ötesindeki bayırla­
gilerinde dimdik, kavî ve âmir yükseldi.
ra çekildi. Burada bedeviler arasında ümitsiz ve meyûs
- “Arkadaşlar” dedi, “Bizim mülâhazatımız esassız de­
bekliyordu. Burada mübarek bir hoca -kendi de menfî ve
ğildir; fakat bunların zamanı çoktan geçmiştir. Şimdi üç
serseri- Babür’ü görmeye geldi. Ne verecek nasihati ne
gün iki gecedir at üstünde idik. İltica edecek yer olmadı­
de yardımı olduğundan Babür’ün başı üzerinde dua et­
ğından ric’at de gayr-i kabildir. O hâlde Allah’ın izni ol­
tikten sonra çekildi.
madan hiçbirşey olamayacağını düşünelim, haydi ileri.”
Babür:
O dakikadan itibaren hep ileri gittiler. Son hüküm­
- “Ben çok meyûstum” diye yazıyor. Filhakika öyle
darlarından hoşnut olmayan eski genç hanları etrafında
idi. Fakat her gün güneş batmadan sırtlarda yeni lâleler
toplandılar.
arıyordu. Bir atlının vâdiye indiğini de görmüştü.
Büyük Nene İhsanüddevle iki bin vahşî Moğol süva­
Bir atlı!
risi ile yetişti. Akşi’de hıyanete karşı epeyce işe yaradılar.
Yarım saat sonra hiç beklemeden zayıf atı üzerinde Hemen atlarıyla nehre atlayarak kayıklarıyla kaçan hain­
arkasında Noyan Gönültaş ve Kasım da dahil olduğu leri kılıçtan geçirdiler.
hâlde bir avuç zayıf maiyyeti ile Marglan’a gidiyordu. (Bu
İşte şeftaliler çiçek açmadan Tanrı’nın inayeti ile Ba­
kayısı çekirdeklerim çıkarıp döğülmüş bademi içine koy­
bür iki senedir kaybettiği babasının mülkünü elde etti.
dukları yerdi.) Oranın valisinden bir haber gelmiş, yeri
İki sene!
hakikî sahibi olan Babür’e bırakacağını söylüyor, geçmiş
kusurlarını affetmesini rica ediyordu. Andican’la nehir arasında kuzu derileri üzerinden
geçerken hanlığı ilân edildiği vakit kurbağa atlamaca oyu­
Güneş batıyordu ve Marglan kargaların uçtuğu uzak­
nunu oynayalı iki sene olduğuna inanamıyordu.
lıklarda görünüyordu. Bütün o gece ve ertesi gün öğleye
kadar küçük alay koşuyordu. Bu vahşî sırtlarda hiç yol - “Noyan Gönültaş” diye haykırdı.
yoktu. İnsan ancak su yollarını takip edebiliyordu. Ertesi Sen beni seversin! Atından atla, arkanı ver, memleke­
gün öğle vakti ilk defa olarak dizginleri çektiler. Ne çok time atlayarak girmek istiyorum.
yol almışlar, ne de dolu dizgin gelmişlerdi. Fakat yolların
Gençliğin şetaret ve faaliyetiyle dolu duruyordu. Ma­
fenalığı atlara rahat arzu ettiriyordu. İki saat istirahat etti­
zinin bütün elemlerini unutmuş, hayatım bir daha yaşa­
ler. Hocend vâdisini de gece geçmek istiyorlardı. Fakat
mak istiyordu.
artık doğu geçiyor, batı gece oluyor. Gece kurşunî sehe­
re münkalib olurken onlar hâlâ gidiyorlardı. Nihayet diz­ Babür, yalnız Noyan’ın omuzundan değil felâket ar­
ginleri çekip birbirlerine şüphe ile bakıştılar. Varacakları kadaşları olan ötekilerin de omuzlarından, hatta Kasım’ın
yer dört mil ötede tek hisarlı yarım ziyada görünen göl­ omuzundan bile atladı. Kasım kahkaha ve sevinç ile yere
geli bir sırttı. Şüpheleri şundan geliyordu. devriliyordu.

Kırk sekiz saat dağlarda, ovalarda, gürleyen çağlayan­ Genç han yumuşak kürk gibi ince otların üzerine al­
lar üzerinde, uçurumlarda dolaşmışlar, fakat neye istinat kış arasında kendini attı ve dünyayı müşaşa buluyordu.
ediyorlardı?

Şehrin hâkimi hiçbir cinayetten kaçmayan bir adam­


dı. Hangi şartla canlarını teslim ediyorlardı?
TÜRK YURDU Sayı 106

y e d in c i bab bu cinayetleri yapan bu adam bir tavuğa karşı gelemeye­


cek kadar korkaktı.
“Talihin lütfü gelir gider olduğunu öğrenmeyene,
Emsal ile başı dönmeyene, elem ile kalbi kırılmayana Genç adam bütün bunları, hatta daha fazlasını tesel­
ne mutlu!” li için kardeşinin kulağına akıtırken o yüzünü duvara çe­
virmiş mütemadiyen ağlıyordu.
İhsanüddevle dedi ki:
Kadınlar ne garip mahlûklardı. O kadar sakinâne fe­
- Artık konuşmaya ne lüzum var. Ayşe Begüm’e nişan
da ettiği adamın ölümünü nasıl hep göz yaşları ile karşı­
tablasını gönderiniz ve düğün mâh-i tablarını hazırlayı­
lamıştı.
nız. Bu iki senedir Zahirüddin Muhammed evlenmeliydi.
İnsan hemen evlenecek vakit de bulamıyordu ya! Şimdi Bitmedi.
herşey sakin rahat, bir gelin eksik! İnşallah o güveyi ka­
dar maruz değildir.

Hakikat, büyük anası ile anası arasında oturan Babür


Türk Ocağ(’nda
hiç de mesut görünmüyordu. Yumuşak, kuvvetli, zayıf el­
leri dizlerinin üzerinde vücuduna nisbeten küçük başı “KENAN ÇOCUKLARI”
eğilmişti. Geçen Cuma ocağın büyük odası bir mabet olmuştu.
Genç adam: Orada beşeriyetin mukaddes tarihinden İlâhî ve derin bir
ders dinledik. “Kenan Çocukları” âdemoğullarının ebedî
- “Ben itiraz etmiyorum” dedi. Bu mutlak olacak bir
hayat facialarından birini tespit eden timsali yaşattılar.
iş! Hanların vazifesi evlenip, oğul yetiştirmek. Ben hiçbir
Çocuklar saf ve nezih edâlarıyla insanlığın biraz çocukluk
vakit aşka dair birşey işitmedim. Nişanlımı da beş yaşın­
devresi olduğu için kendilerine pek munis ve uygun ge­
dan beri görmedim.
len hayat-ı mukaddesi sade ve ulvî canlandırırken bütün
Hanım kemâl-i huşu ile: oda halkı o kadar sâkit, o kadar ciddî, o kadar huşû ve
- “Allah esirgesin!” dedi. huzû’lu idi ki, böyle dakikalar en mu’tekid adamların
toplandığı en mübarek mabedlerde bile az yaşanır.
Babür haykırdı:
O gün önümüzde temsil edilen vâkıa Allah’ın dediği
- O hâlde ben onu nasıl sevebilirim? Ensevgili ile ye­
gibi “ahsenü’l-kasas”tır. Günahkâr kardeşler zulmettikle­
ğen Baysungar.
ri masum küçüklerinin huzurunda rüku edip de azapta
Feryat sesini susturdu. Bu iki kadın da bu meseleye kalplerinin en uzak derinliklerinden burgulanıp çıkan
ehemmiyet vermekten ziyade Babür’ün yanında böyle “Tallahi lekad âserekallahu aleynâ” nedâmetini ağlayarak
şeylere mu’teriz görünmemek, kaide-perest görünmek haykırıştıkları zaman yanımdaki ak saçlı, ak sakallı ihtiyar
istediler. Ensevgili nihayet en büyük darbeyi yemişti. Bir için için ağlıyor, biraz ortada vaziyetinden yüksek bir
ay evvel bütün düğün alayını toz bulutu ile örten bir fela­ mevki sahibi olduğu anlaşılan mağrur bir genç de tavrını
ket kasırgası Andican’a geldi. Kendinden başka kimsenin değiştirmeye, düşünmeye, toplanmaya mecburiyet du­
düşmanı olmayan zavallı genç Baysungar’ın Hüsrev Şah yuyordu. Herkes başını önüne eğmiş, ellerini kavuştur­
gibi sefil, aptal, âdi bir adamın emriyle yay kirişiyle boğ­ muş dille sözle değil, ruhla rabbe müteveccih tövbe ve
durulacağım kim düşünebilirdi, Babür hiddetinden ken­ dua hâlinde idi. Mabette idik. Kitab-ı Mukaddes, güzellik,
dini kaybetmiş katil lâkaplarının hepsini verdi. sanat az imanlı adamları da yenmişti. Sanatla dinin, gü­
Muntazaman namazını kılan bu Hüsrev ne kadar ka­ zellikle iyiliğin vahdeti gözlerim önünde arz-ı mukadde­
ranlık kalpli, ne kadar imansız ve kötü olmak kabilse o sin güneşi aydınlığıyla parladı. Temsil sanatının kadimde­
kadar fena idi. Geçici bir unvan için kendine o kadar lü- ki İlâhî mahiyetini anladım. “Kenan Çocukları”nı seyre-
tufkâr olmuş olan velinimetinin oğlu genç sevimli bir dinceye değin sanat ve ahlâkla mehâsin birleşince ruhu
şehzâdeyi öldürmüştü. Allah’ın ebedî lânetine, insanların bu kadar yükselteceğini tamamiyle müdrik değil idim.
nefretine lâyık, kıyamete kadar mel’un olmuştu. Bütün Hiç şüphe etmiyorum ki, hepimiz, en günahlılarımız bile
Sayı 106 TÜRK YURDU 39

cuma günü Ocak’tan çıkarken ruhlarımızın samedanî bir Hilâl-i Ahmer müsamereleri payitahtımız medenî ve be­
mabetten akıp gelen serin ve berrak bir su ile yıkanıp te­ diî hayatının en parlak tezâhüratından sayılmaktadır. Bu
mizlenmiş, kalplerimizin kendisini ezen günahların ağır­ müsamerelerde prensler, nâzırlar, sefirler hazerâtı ispat-ı
lığından kurtulup ferahlanmış olduğunu duyduk.... vücud ederler. Payitaht sosyetesinin Osmanlı ve ecnebî
en yüksek sınıf halkı bu müsamerelerde bulunmayı şeref
sayarlar. Mecruh ve Rasta beşeriyetin yaralarını sarmaya,
ağrılarını tahfife çalışan bu merhametli cemiyet de müsa-
merelerinden mukaddes gayesine hâdim hayli para top­
TÜRKLÜK ŞÜÜNÜ lar.

Türk Hakanına Alman Kayzeri Tarafından Ge­ Bu sene martın 14. günü akşamı mutat üzere müsa­
neral - Feldmareşal M ackenzie’n in Gönderilişi - mere verildi. “Tanin” refikimiz müsamereyi şöyle hikâye
OsmanlI ordularının başkumandanı hakanımız hazretle­ ediyor:
rine cihan çengindeki silâh arkadaşlığının bir hatırası ol­ “Hilâl-i Ahmer Cemiyeti menfaatine olmak üzere ev­
mak üzere Alman orduları başkumandanı kayzer hazret­ velki gece Tepebaşı’nda verilen müsamere cidden pek
leri tarafından Alman ordusu general-feldmareşalliği parlak olmuştur. Müsamereyi şehzâdegân hazerâtından
unvanı verilmiş olduğunu evvelce yazmıştık. Avrupa or­ bazıları, sadrıazam paşa hazretleri, diğer vükelâ hazerâtı
dularında feldmareşallik alâmeti iktidar ve âmirlik timsa­ teşrif buyurdukları gibi Feldmareşal Von Mackenzie ce­
li olan kısa bir asadır ki, o büyük rütbeyi hâiz olan zat bü­ napları ve sefaret erkânından birçok zevat da hazır bu­
yük üniformasını giydiği zaman elinde taşır. Asanın tesli­ lunmuşlardır, Mareşal cenapları locasına dahil olur olmaz
mi merasim-i mahsusa ile icra olunur. İşte Alman ordusu alkışlarla karşılanmıştır. Kendisinin locasının bedeli ol­
feldmareşallik asasını Türk orduları başkumandanına
mak üzere Hilâl-i Ahmer menfaatine elli lira itâ eylediği
takdim ve teslim etmek üzere Alman ordularının en
haber alınmıştır.
nâmdâr ve muzaffer feldmareşallerinden Von Mackenzie
İstanbul’a gelmişti. Müşarünileyh beş gün padişahımız Müsamerenin programı hazır bulunanların her vech

efendimizin ve payitahtı halkının kadirli misafiri olduk­ ile fevkalâde istihsanını celbetmiş, Madam Medek, Profe­

tan sonra ordugâhına dönüp gitti. Türkler, hanları, ha­ sör Hobay pek ziyade alkışlanmıştır. Bilhassa programın

kanları başında olmak üzere erliği, bahadırlığı çok sever son kısmını teşkil eden ve Çanakkale Muharebesi’nde bir
ve takdir ederler. Mackenzie cihan çenginin en yüce kahramanın gece vakti kayalar üzerinde mecrûh yattığını
mertebeye yükselttiği üç beş kahramanın biridir. Osman­ kendisine Hilâl-i Ahmer’in şefkatli muavenetinin nasıl ye­
lI payitahtının eri, kadını tarihî düşmanlarımız Moskofla- tiştiğini gösteren, sonra da nurânî bir inkişaf ile İstanbul
rı yenmiş bu cihan bahadırının yüzünü görmek için so­ ufkunun üstünde hilâl parladığı hâlde tecessümünü tas­
kaklara koşuştular. Bu en sade ve samimî bir hürmettir. vir eyleyen müheyyic levha alkış tufanı arasında temaşâ
Bahadır Osman ailesinin büyük oğlu hakanımız Cermen edilmiştir.”
cenk erini yanında bulundurup uzun uzun konuşmaktan Biz umûmiyetle Avrupa hayat-ı içtimaiyesinin mem­
zevk duydu. Genç ve şeci’ başkumandan vekilimiz kendi leketimize duhûlü aleyhinde bulunanlardan değiliz. Biz
gibi kahramanlar soyundan gelme bu silâh arkadaşına böyle içtimaların, müsamerelerin, oyun gecelerinin, eğ­
gönlünün derinliğinden kopma bir muhabbet ve hürmet lencelerin intişâr ve taammümünü isteyenlerdeniz. Hele
gösterdi. Beşyüz yıllık asker ocağı olan Osmanlı - Türk bu eğlencelerin gayesi Hilâl-i Ahmer müsameresinde ol­
milleti arasında geçirdiği beş günden dostumuz feldma­ duğu gibi umûr-ı hayriyeye hizmet olursa, tasvip ve tak­
reşalin memnun kaldığına şüphe etmiyoruz. dirimiz bittabi daha artar. Lâkin biz aynı zamanda Türk-
Hilâl-i A h m er’in Senelik M üsameresi - Hilâl-i Osmanlı medeniyetinin bu nevi içtimalarda az çok yer tu­
Ahmer Cemiyeti’nin mevcut millî müesseselerimizin tabilecek bir raddeye gelmiş olduğunu da zannedenler­
şüphesiz en sevimlisi olan bu İnsanî ve şefkatkâr müesse- deniz. İtiraf ederiz ki, Türk hayat-ı medeniye ve bediiye-
senin her sene bir müsamere tertip etmesi artık bir an’a- sinin tamamen muasırlaşması zamana ve zemine muh­
ne hâline geçti. Mevsimin sonuna doğru tertip olunan taçtır. Fakat onun terakkisini temin, hâl-i hâzırım takdir
40 TÜRK YURDU Sayı 106

ve teşvik ile kabil olur. Osmanlı-Türk payitahtında Da- mek için sanatkârlarımızın gelmesine çok çalıştık. Elbet­
rü ’l-Hilafet-i İslâmiye’de Osmanlı Hilâl-i Ahmeri tarafın­ te Macar dostlarımız bizim artistlere nazar-ı lütuf ve m ü­
dan tertip olunan bir müsamere-i edebiye ve bediiyede samaha ile bakacaklardır.” Bizde bunun tamam aksine
Osmanlı-Türk edebiyat ve bedâiyatından daha fazla bir oluyor. Kendi memleketimizde bile kendi artistlerimizi
renk bir koku bulunması o edebiyat ve bediinin yalnız yüksek sosyete önüne çıkarmaktan sıkılıyoruz!
dilsiz ve hareketsiz bir levha hâlinde iştirak ettirilmeme­ GalatasaraylIlar Yurdu - Geçen şubatın son hafta­
si lâzım gelmez miydi? Bu bir dereceye kadar Osmanlı-
larında Osmanlı memleketinin en eski sultanî mektebi
Türk edebiyatının sanayi-i nefisesinin yokluğunu ilân gi­
olan Galatasaray Sultanîsi mezunları nâmına yapılan yur­
bi olmuyor mu? dun resm-i küşadı icra olunmuştur. Resm-i küşâdda
Fikrimizin yanlış anlaşılmamasını rica ederiz. Din ve mezkûr mektep mezunlarının İstanbul’da bulunanları ile
millet nâmına Garp edebiyatına boykot ilân etmek taraf­ beraber birçok davetli zatlar hazır bulunmuşlardır. Gala­
tarlarından asla değiliz. Garp musikisinin, Garp edebiya­ tasaray Sultanîsi mezunlarından hazır bulunanların en
tının daima haz ve hürmetle dinlenmesini tasvip edenler­ yaşlısı olan Ayân Reis-i Sânîsi ve Galatasaray Müdir-i esba-
deniz. Fakat Türk musiki ve edebiyatının da hakkı veril­ kı Abdurrahman Şeref Beyefendi iftitâhî bir nutuk irâd
melidir diyoruz ve onların Hilâl-i Ahmer müsamereleri ederek yurdun râsime-i küşadını icra eylemiştir. Yurdun
gibi hayat-ı milliyenin en medenî tecellîlerinden sayılan maksadı umûmen memlekete İlmî ve edebî fayda dokun­
içtimalar da fena simâ göstermeyerek bir tutabilecekleri­ durmaktır. Adından yalnız GalatasaraylIlara mahsus bir
ne inananlardanız. klüp olduğu zannolunabilirse de, yurt alelumûm âlî mek­

Artistlerin Macaristan’dan getirilmiş olmasına mem­ tep talebelerine açık bulunacaktır. Bir hususiyeti andıran
bu adı taşıması ise tâ Abdülaziz Han merhum devrinde
nun kaldık. Türkçe değilse bile ahengi Türkçeye benze­
açılmış olan bu mektebin memlekette hâiz olduğu tarihî
yen bir kardeş diliyle şarkılar dinlemek nasip oldu. Lâkin
ve hususî mevkiinden ve bu mektep mezunlarının şimdi­
neden, meselâ Cemil Bey kıratında bir iki Türk artisti de
ye kadar maddî ve manevî faaliyet yollarında birkaç klüp
müsamereye iştirak ettirilmedi. Zeki Bey de List’ten Be-
ve yurt tesis ederek, son teşebbüs dahi bu müteaddit
ethoven’dan muvaffakiyetle birşeyler çalabilirdi: Sonra
teşkilâtın birleştirilmesinden husûle gelmekte bulunma­
meselâ neden bir iki Türkçe beste, Türk artistleri tarafın­
sından neş’et ettiği nutk-ı iftitahîden anlaşılmıştır.
dan okunmadı? Abdülhak Hamid ve Mehmed Baha Bey­
lerin “Nesteren” inden birkaç parça okunamaz mıydı? Bu Biz umûmiyetle Türkler arasında İçtimaî hayatın her
iki Türk zekâsının ibdâı Osmanlı hâzırûnunun kalplerine nevinin tekemmülüne şiddetle taraftarız. Teşkilâtı iyi ya­
şüphe yok ki, Sarlatti’den daha munis gelir ve ecnebî mi­ pılmak, sonradan da arkası bırakılmamak şartıyla klüpler
safirlerimizin de daha mahallî, daha hususî olmakla hoş­ pek faydalı mecma’lar olabilir. Mutavassıt, hatta yüksek
larına giderdi. Nihayet meselâ neden Mehmed Emin sınıfa mensup gençlerimizi pis kahveler hayatından kur­
Beyin “Ey İğnem Dik!”i, “Hilâl-i Ahmer’e Yakından Taal­ tarmak için en müessir çarelerden birisi mütemeddin ve
luku” şiirinin tamamen şarklı ve Türk olması, musikisinin müterakkî kahvehaneler demek olan kulüplerin taam-
güzelliği ile kendini tavsiye edip dururken gecenin prog­ mümüdür. Kulüp teşkilâtında fazla ittika göstermek mak­
ramına giremedi? sada münâfi olur. Kulüplerde okumak, yazmak, müsame-

Bulgar silâh arkadaşlarımızın Peşte’deki Salîb-i Ah­ re-i edebiye ve musikiye tanzim etmek, müsahabât-ı âri-

mer cemiyetleri tarafından Macaristan payitahtında ge­ fânede bulunmak gibi ezvâk-ı maneviye ile beraber, daha
çok istirahat-ı fikir ü beden temin eden vesâitin bulundu­
çenlerde bir müsamere tertip olunmuştu. O müsamere­
ye Bulgar medeniyetini, Bulgar sanayi-i bediiyyesini gös­ rulmasından da ictinâb olunmamalıdır. Zannediyoruz ki,
klüp müessislerince bu cihetler gözden kaçırılmamıştır.
termek maksadıyla Sofya’dan bir iki artist çağırttılar. Bu
davetten bahseden bir Bulgar dostumuz diyordu ki: GalatasaraylIlar kulübüne muvaffakiyet, şetâret, ale’l-hu-
sus uzun bir ömür dileriz.
“Evet vâkıa bizim artistlerimiz garplı arkadaşlarıyla boy
ölçüşecek dereceye henüz geldiler. Lâkin bizim de me­ Meclis-i Mebusan - Üçüncü devre-i içtimaiye ikinci
deniyet yoluna girip hayli ilerlemiş olduğumuzu göster­ senesinin dört ayını ikmal eden Meclis-i Mebusan, 1332
Sayı 106 TÜRK YURDU 41

senesi Eylül iptidasında toplanmak üzere 1331 senesinin cağında bazı kaza ve köylerin adları Türklük ile alâkadar
son günü olan 28 Şubat’ta Kanun-ı Esasî’ye tevfikan çıkan ve sevimli kelimelerle tebdîl edilmiştir ki, şunlardır; Ale-
irade-i seniye ile tatil edilmiştir. po - Alp Arslan, Espir Çiftliği - Reşadiye, Espas Karyesi -
Kaya Alp, Alyanos - Alp Yunus, İki Kilise - Sinan Paşa, Alın­
Tahsil Yolunda Ölen Bir Türk Genci - Şimal
ca - Kılıçaslan, Margi - Tursun Fakih, Melemen - Gündüz
Türklerinin mümtaz imamlarından olan Kargalık (Oren-
Alp, Horti - Nasreddin Hoca, Holanta - Süleyman Şah,
burg yanında) Sadık Osmanî Efendinin dört beş yıldan
Kaymas - Ay Doğdu, Mihaliç Kazası - Kayı Han Kazası.
beri Hicaz, Suriye ve Şam taraflarında ulûm-ı İslâmiye
tahsil edip nihayet harp iptidalarında Bursa’ya gelerek Dokuz marta müsadif olduğu rivayet edilen esâtiri ve
orada çalışmakta bulunan mahdumu Abdülhâkim Os­ büyük bayramlarımızdan Ergenekon bayramının geçen
manî Efendi, geçen şubatın yirmilerinde gariplerin mel- yıl Konya’da şanlı ve canlı bir sûrette istikbâl edildiği ve
cei olan bir yurtta, Gureba Hastahanesinde vefat eylemiş­ bu münasebetle “Turan” refikimizde büyücek bir makale
tir. Merhum otuz yaşlarına yaklaşmış olup, çalışkan, ken­ basıldığı hatırlardadır. Bu yıl da içinde bulunduğumuz
di mesleğinde derin malûmatlı, şimal Türkçesiyle ve fevkalâde hâllere rağmen bu bayram bazı yerlerde tanta­
Arapça şiirler yazar, münevver fikirli bir efendi idi. Vefatı nalı bir sûrette istikbâl edilmiş ve yapılmıştır.
zayiattandır. “Türk Yurdu”, Bursa’da olan hemşirelerine
Türk-Macar Kardeşler - İnsanları birbirine bağla­
ve umûm kardeşlerine beyan-ı taziyet eder.
yan, birleştiren sebepler arasında en mühimi sıkıntı ve fe­
Viyana’da Türk Edebiyatı - Türk askerî ve siyasî laket günlerini beraber geçirmek, beraber olarak büyük
erlerinden bazılarıyla Türk âlim ve şairleri Osterreische zahmetlere katlanmaktır. İnsanlar birçok sıkıntı ve felâ­
Rundschau mecmuasına edebî makaleler vermişlerdir, ket görebilir. Fakat o sıkıntı ve felâketlere iştirak mecbu­
mezkûr mecmua makaleleri “Osmanlı İmparatorluğu’n- riyetinde kalmayanlar ekseriya bir seyirci ve hatta bazen
dan” unvanı altında bir nüsha-i mahsusada neşr eylemiş­ bir gülücü sıfatında kalırlar. Bunun için il ve kabileleri
tir. Bu nüshanın mukaddimesi Avusturya Hilâl-i Ahmer’i yekdiğerine bağlamak, bağlanışlarını artırarak bir millet
Reisi Prens Liechtenstein tarafından yazılmıştır. Bunda hâline getirmek hususunda İçtimaî sıkıntı ve felâketlerin
Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa Haz­
husûsen büyük muharebelerin pek çok tesirleri vardır.
retleri ile Talât Beyefendinin el yazıları ile resimleri ve
Meselâ içinde bulunduğumuz Cihan Harbi, şimdiye ka­
büyük Osmanlı-Türk muharrirlerinin eserleri vardır. Hâ-
dar birçok yabancı tesirlerin altında birbirinden uzaklaş­
timede Profesör Kraelitz Graffenhorst’un Türk edebiyatı­
mış, hatta bir aralık aynı ırktan olduklarını inkar ile ırk-
nın bugünkü hâline dair bir hülâsası da vardır.
daşlarının aleyhine bile çevrilmiş olan Bulgar ırkdaşları-
Kastamonu’da - Bu şehirde yeni bir dârülmualli- mızı biz Türklerle silâh arkadaşlığına sevk etti. Bulgar ırk-
mât yapılarak açıldığını ve bir nakliyat şirketi kurularak daşlarımızla el ele vererek aynı dilek uğrunda düşmanla­
işe başlandığını yerli gazetelerinden okuduk. rımızla çarpışıyoruz ve bu çarpışma esnasında parlayan
Benliğe Doğru - Memleketimizde bir Türk’ün an’a- kıvılcım ve yalınlar içinde “Turanlılık ve ırkdaşlık kıvıl­
nesine ve duygularına pek de uygun gelmeyen bir çok cımları” da az çok parladığını duyuyoruz.
yabancı köy ve şehir adları olduğu malûmdur. Bunların Turanlılığı asla unutmayan Macarlarla kardeşlik
Türkün an’anesine ve Türk’ün duygularına uygun adlar­ alâkamız hemen hiç kesilmemiştir. Şu günlerde şehrimi­
la değiştirilmesi hususunda milliyetperver matbuatta bir­ ze yaralı Türk gazilerine bakmak ve sargılamak üzere Ma­
çok defalar bahsolundu idi. Türk’ün benliğini karanlıklar car Salib-i Ahmer Heyeti” geldi. Nezaret ve idaresi Macar­
içine örten bu perdelerin kalması milliyet nokta-i naza­ ların büyüklerinden birkaç zata havale edilmiş olan bu
rından bir ehemmiyet ve kıymeti hâiz olduğuna şüphe heyetin “Çapa Dârülmuallimât” binasına yerleştirileceği
yoktur. Geçen sayı Yurd’da bir iktisat mütehassısının da
haber alınmıştır. Macar kardeşlerimizin bu taârüf ve ta-
işaret ettiği veçhile İktisadî işlerde ve bundan evvelki
avünlerine teşekkür ile mukabelede bulunmayı bir borç
nüshalarımızdan birinde “Medenî Hareketleri”ni yazar­
biliyoruz. Peşte’de bir caddenin hakanımız hazretlerinin
ken imâ ettiğimiz gibi millî ve İçtimaî işlerde takdire de­
adıyla “Mehmed Sultan” diye adlanması üzerine bizim
ğer ve yararlı bir dirilik ve canlılık gösteren Eskişehir san­
42 TÜRK YURDU Sayı 106

Şehremaneti de kardeşçe mukabelede bulunarak İstan­ İdareden


bul’un Fatih civarındaki en geniş caddelerinden birisine
Türk Yurdu’nun bir yıllık abone bedeli 20, yarım yıl­
Macar Kardeşler Caddesi adım vermek tasavvur edildiği­
lığı 11 kuruştur. Abone yazılan karilerimizin ekserisinden
ni “Tasvir-i Efkâr” refikimiz yazıyor. Şu günlerde Osman­
lI Dârülfünûnunda Macar dilinin tedrisine başlanılacaktır. gelen bir yıllık abone bedeli mahallinde bir mecidiyeye
Şehrimizde birkaç hafta misafir bulunarak, bugünlerde verildiğinden, 19 veya iki çeyrek mecidiye ile bir kuruş
tekrar memleketlerine avdet etmiş olan Macarlı Kont 1
verildiğinden dolayı yarım yıllık 10. y kuruş olarak alın­
Banki ve Doktor Mesaroş cenapları Türk-Macar kardeşli­
ğinin takviyesine yardım eden hayırlı teşebbüslerde bu­ makta olduğundan, idaremiz her aboneden bir kuruş ve
lunmuşlardır. Teşebbüslerinin semereleri yakında görü­ yarım abone bedelinden 20 para mutazarrır olmaktadır.
lecektir. Macaristan Şark İktisadiyâtı Merkezi Müdürü
Bundan böyle bu zarara meydan vermemek için havale-
Doktor Balkanî, 11 martta GalatasaraylIlar Yurdu’nda Ma­
nâmelerde yirmi ve onbir kuruş yazılacak veçhile tesli­
caristan’ın ahvâl-i iktisadiye ve ziraiyesine dair bir konfe­
rans vererek iki kavmin birbirini tanımasına birbirine mü- matta bulunmaları abonelerimizden rica olunur.
fid olabilmesine dair mütalâat beyan etmiştir.

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf "Kader” Matbaası


ğf, *

’Sİ SB ^

T û kk M % m

Tİ!w"k terin VâidesinC' Cnltsır

YIL: 4 SAYI: 107 (7 Nisan 1532-20 Nisan 1916)

^ fc d e ^ ^ 6^ fc c ^ ç c 4^ r

Edebiyat: Ezan Vakitleri / D o ğ a n

‘Türk Yurdu”na İhdâ / D o k to r A b d u llah C evdet

Fe/7/ Ay / M ustafa H alûk

İktisat: Geçen Yılda Millî İstihsal / M. Z ü h d ü

7a//m 776 Terbiye: Terbiyede Muhit ve N üfuz (1) / N âfi A tu f

Dilimiz: Son Yılda Türk Dili Ne Kazandı? / U fak T ok tan u ş

Matbuat: Vilâyet Gazeteleri-İstanbul Gazeteleri / U fak T ok tan u ş

Türklük Şuûnu: Türkiye Haricindeki Türklerde-

Türkiye H akkında -Atlı İzciler-Ağaç Bayramı / ***


Sayı 107 TÜRK YURDU 45

TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

EDEBİYAT

EZAN VAKİTLERİ TÜRKYURDU’NAİHDA


Akşam ufuklarda dalgalı ince, Samimîlik! Şensin benim dinim yahut ilhâdım.
Mor ipekten bir tül, hava serince, Ey her dinde dinlileri dindaş yapan heyecan!
Güneş uzaklarda kanat gerince, Buzlar ihlâs ateşiyle erir, olur bir umman.
Kafkas’ın gurûbu haşmetle başlar... Can dostumdur ihlâs ile bana düşman olan can.
Yıldıza bürünür dağlarla taşlar... 7 Kânûmsânî 1916
Değişir âlemin bütün edâsı.
Doktor Abdullah Cevdet
Gözlerden kalplere dökülür yaşlar.
Dudaklarda titrer Turan duası...

y e n ia y
Kuşlar çağlayanlar âhenk içinde.
Bahçeler ormanlar bin renk içinde.
1
Ağaçlar çiçekten çelenk içinde. Hakkı Tahsin’e

Her biri Tanrı’dan bir niyaz eder... Gölgeler indi, o gitmedi, ufukta sakin ve esmer akşa­
Bulutlar uçmaktan ihtirâz eder... mın kumral saçları üstünde yeni ay bir mücevher gibi dal­
Açılır evlerin hep kafesleri. galı bir ziya ile parlıyor. Göklerin ince şairi sen de gider­
Kalplerin içinde ihtizâz eder, sen bu yerleri hicran kaplar, sen boğazın hüzün ve sükû­
Allah’a yalvaran ezan sesleri... netle gelen bu muhteşem gecesini şiir ve füsûnunla tet-
vic et! Bak yıldızlar ne kadar neşeli... Birer âşık kalbi gibi
yanan gözleri, sanki maşûkunu sende görüyor. Bütün
Kumrular dem çeker, güvercin öter.
gökyüzü seninle öğünüyor. Ufuklar hülyalı nurunla mü-
Bacalardan beyaz bir duman tüter.
tebessim. Hazanın maşlahını soyduğu ve yetim bıraktığı
Ağıllar canlanır, yorgunluk biter.
ormanlarda bir titreyiş, gölgelerin bastığı yorgun dalga­
Her kızın lebinde açar bir gonca.
larda bir parlayış var. Hepsi senden nur, emel ve şiir alı­
Yıldızlar onları öper gizlice... yor. Oh ey göklerin tarlasında açılan İlâhî çiçek, sen şar­
Unutulur adı elemin yasın. kın bahçelerinde yetişen güllerden daha beyaz ve daha
Yeşil bir nur ile başlar bir gece, kokulusun. Gecenin kalbi râyihanla doldu. İstanbul, esâ-
Gurûbu tulûdur bizim Kafkas’ın. tir beldesi, füsûnunla güzelleşti...
Doğan
46 TÜRK YURDU Sayı 107

Ey ufukların ve suların hayal perisi, gökyüzünün ziy­ etrafında daima bir takdis ve taabbüd hâlesiyle peşinde
neti, göğsün nur ve füsûn menbaı! Senden denize kucak binler bulunacak.
kucak altın tozu akıyor. Dalgalar bu şelâle altında başları­
Oh, ey sakin akşamların en güzel şiiri ve Turan’ın el­
nı yıkıyorlar ve hepsi sihirli bir rüya içinde mest, kanatla­
mas tacı, sen ebediyyen parla. Ufukta nasıl derin bir ne­
nır. Daha narin ve nazenin, kıvrılır ve çırpınırlar. Başların­
şe, ince bir şiir ve hülya ile parlıyorsan yeni Turan ordu­
da semânın şiiri ve kalplerinde ufukların aşk ve sevdası
sunun İlâhî bayrağında da öyle asil bir gurur ve haşmetle
senin İlâhî menbaın. Koşuyorlar, koşuyorlar.
parla. Sen rengini cihangirlik uğrunda atalarımızın dök­
Güzel ay! Batma, sakın sen batma! Gökler beyaz vü­ tüğü mübarek kandan, tulûdan alan bayrağımızda parla­
cudunla süslü. Ebedî hüsnünle geceler perileşti. Hülyalı dıkça biz o bayrağa senin semâdaki mevkiin kadar yük­
aksinle, denizler yükseldi. Sen yine gecenin üstünde asîl sek, saf ve eşsiz bir hayat yaşatacağız.
bir neşe ile parla, denizin göğsünde şiir ve hülya ile raks
3
et!
Ey ebedî şair, ince nur kelimelerini dalgalarının vezin
2 ve ahengiyle birleştir ve bir destan yap! Denizin kalbi şi­
Ey göklerin ince şairi ve sakin akşamların en güzel şi­ irinin his ve ruhuyla istiğraka dalmış. Ufuklar ve dağlar
iri! Nur ve füsûnla erdiğin bu hayal nesci altında gök, sana hayran, senden itilâ diliyor. Yer sanatınla güzelleşti,
ufuklar ve deniz. Bütün tabiat en derin bir aşk rüyasına gök şiirinle bu kadar yükseldi.
dalmış, sen yükseklerden bu beldenin hüsnünü, gecenin
Senden tabiat güzellik, biz aşk ve ruh alıyoruz. Nur
şiirini seyrederken onlar bu füsûnu senden alırlar. Ey
dalgalarında ümit neşidelerini okuyor, seni bayrağımda
ebedî şair... Bütün bu güzellikler şenindir ve sensin!
gördükçe mefkûre için ebedî bir aşk duyuyorum.
Yeni Ay, sen mücevher şeklinle bayrağımızın da ziy­
Mavi ufuklarda, kırmızı bayraklarda yüksel ve dalga­
neti, Turan’ın elmas tacısın! Ve o kadar güzel ve yüksek­
lan. Ey ebedî şair ve ey ebedî şiir. Sen bayrağımızda dal­
sin ki, nazlı, vakur şeklini bayraklarına aldığı günden be­
galandıkça ruhumuzda aşk ve ruhun İlâhî aydınlığın var.
ri Türk ordusu kalbinde derin, asil bir gurur duydu. Sen
Kalbimizde göklerin vüs’at ve ulviyeti, denizlerin kuvvet
akşamları nasıl ufukları, dağları ve denizleri dalgalı ziyala­
ve haşmeti. Ebediyyen yaşa ve tahtından inme ey Türk ta­
rınla güzelleştirirsen biz de elimizde senin nermin şeklin­
cı!..
le süslü albayrak ve kalbimizde onun ebedî aşk ve ilha­
mıyla cihana hâkimiyet saçtık. Nazenin hayalin başımız
Mustafa Halûk
üstünde dalgalandığı günden beri ruhumuz yükseldi,
emelimiz pakizeleşti, ülkemiz genişledi.

Koynunda yıldızla kırmızı bayrağımızın ortasında eş­ İKTİSAT


siz güzelliğini, parlak hayalini titreten Yeni Ay, dünya ku-
GEÇEN YILDA MİLLÎ İSTİHSAL
rulalıdan beri göklerin altında ve bu toprak üstünde bay­
rağımızın neşeli dalgaları arasındaki tahtın kadar beğen­ Başı yıl 5, Cilt 10, SayıB'tedir.
diğin bir yer oldu mu? Ey elmas taç, sen her gece gökle­ D ericilik ve Saraçlık Sanatı- Hâl-i âdisinde bizde
rin sarayında dolaşıyor ve ufuklara iniyorsun, fakat hiçbir öteden beri mevcuttur. Hâl-i tekâmülünde birkaç büyük
zaman lacivert göklerde bu kadar nazenin olmadın. Bay­ ve birkaç da küçük fabrikaya münhasırdır ki, bunların de­
rağımızın tahtına inmeden eski sarayında sen bu kadar şi­ ri ve kösele imalâtı ecnebî imalâtına takarrüb edebilir.
irli ve füsûnlu değildin değil mi ey güzel ay, şimdi ne ka­ 331 senesi alelumûm sanayi-i cildiyeyi bittabi sanayi-i
dar vakur ve mağrursun? harbiyeden addettiği için bu sanat da öteden beri
Bütün gurur ve haşmetin, nazenin güzelliğinle sen Türk’ün mevcut alâkasına ve ihtiyaca nazaran şâyân-ı dik­
bayrağımızda parladıkça Türk ordusu bütün kevkebleri kat bir tekâmül görülmüştür. Harbin bidayetinden beri
ile bir kuvvet ve ihtişam burcu gibi cihana şan salacak ve Beykoz Fabrikası ile mühimmâtı ve saraçhaneleri ile
merâkiz-i vilâyâttan bazılarında vücuda getirilen amelha-
Sayı 107 TÜRK YURDU 47

neler sûret-i muntazamada işleyerek deri, kösele vücûda deli Anadolu’nun kâffe-i akşamına kanunî bir sûrette ta­
getirmekte, takımlar imal ve kundura ihzâr olunmakta­ mim edilecek, Anadolu kağnı arabası ile diğer nümûne-
dır. Memleket dahilinde kalmış olan köseleler ile vücuda lerden cihet-i askeriyenin teşebbüs ve muaveneti saye­
getirilen kundura haricinde tamamen yerli malı ve derisi sinde âtîyen kurtarılacaktır.
olarak yapılan askerî ve gayr-ı askerî kunduralar, gerek
İnşaat-ı bahriye hakkında memleketimizde nazar-ı
miktar ve gerek evsafça şâyân-ı takdir bir dereceyi bul­
dikkati celbedecek teşebbüsât-ı hususiye gayr-i mevcut­
muştur. tur. İstinye’deki İngiliz şirketinin fesh-i imtiyazı ile Tersa­
Sanayi-i cedriye bu cihetten orduya eşedd-i lüzumu ne tarafından alınarak işletilmesi ve diğer birtakım küçük
olduğuna nazaran sanayi-i harbiyeden telakki edilmekle fabrikaların cihet-i askeriyece çalıştırılmasını da delâlet
beraber bir cihetten de umûm halkça mamûlâtı istihlâk eder ki, inşaat-ı bahriye, sanayi-i mühimme-i harbiyeden-
ve istimal edildiğine göre pek amm ve mühim zümre-i dir.
sanayiden mâdûddur. Memleketimizde 331 senesi Sanayi-i nesciye memleketimizde şekl-i ahîr-i İktisa­
umûmiyetle saraçlık ve kunduracılık senesidir. Efrâd-ı dîsini alamamış ise de, muhtelif mahallerde devlete ve ef­
hususiyenin kunduracılık imalâtı hariçten ithalat imkân­ rada müteallik fabrika ve tezgâhlar eksik değildir. Sana­
sız bir hâle girdiğine binaen büsbütün başka bir nispet ve yi-i nesciye kısmen sanayi-i harbiyeden, kısmen harc-ı
derece almıştır. Maamafih mevadd-i ibtidaiye noksanı ve âmm sanayi-i âdiyedendir. Sonra küçük mikyasta lüzum
kifayetsizliği ile beraber adem-i mükemmeliyeti yüzün­
olur ise sevk ve idare edilmek mümkün olduğu ve zaru­
den imalât m e’mûl olduğu dereceye bi’z-zarure varma­ ret zamanlarında en âdi tezgâhlar ile iş görmek bile ihti-
mış ve bazı dârüssınaalarca mevadd-ı ibtidaiye tedarik yac-ı azîme nazaran kurtardığı için sanayi-i nesciye sulh
edilebildiği, imalâta germi verildiği hâlde bazılarınca aynı
zamanındaki şeklini biraz tebdîl ederek 331 senesinde fa­
zamanda imalât hemen hemen durmuştur. al bir hayat geçirmiştir. Bu faaliyet nisbî bir manadadır.
“Askerî Saraçlık Anonim Şirketi” ile “Bekirzade Hacı Bazı sanat-ı nesciye vardır ki, halıcılık gibi, imalât miktarı
Emir Haşan” ticarethanesinin ve onlara büro olabilen ba­ ve ecnâsı itibarıyla azîm durgunluk içindedir. Her sene
zı küçük esnafın mesut bir sene geçirmiş olmaları iktiza OsmanlI memleketinde 8-10 milyon liralık kıymette
eder. Kunduracılık sanatına merbut olarak çivi ve daha muhtelif nevi ve cinste halı imal edildiği ve bu sanat Os­
sair bazı malzemenin kezalik bu sene dâhil-i memlekette manlI memleketinde, meselâ zeytinyağı ve tanesi şube-i
imaline imkân hâsıl olmuştur. Maamafih bu imalât henüz ziraiyesi ve hatta, en mühimce hububattan bazıları dere­
bittabi ne ihtiyaca kâfidir ve ne de pek muntazam ve mat­ cesinde hâiz-i ehemmiyet olduğu hâlde 331 senesi bu sa­
lûba muvafık bir hâldedir. natı durdurmuştur. Bereket versin ki, bu sanat ehli olan­
lar tatil-i ameliyat veyahut tenkıs-i işgal ettikleri sırada di­
Sanayi-i inşaiye bu sene oldukça durgundur. Kereste
ğer bazı işler ile iştigal edebilmektedir. Sermayedar olan­
tedâriki dahilden kesb-i müşkilât ve galâ ettiği gibi hariç­
ten tedariki büsbütün imkânsız kalmış olduğuna nazaran lar da büyük sermaye dökülmüş tezgâhlara, sabit maki­
nelere gayr-ı mâlik olduklarından borç içinde değildirler.
memleketimizde ötedenberi teşekkül etmiş olan küçük
Küçük şekil ve nisbette icra edilen bu sanatın biraz dur­
büyük marangozluk, mobilyacılık, sandıkçılık, fıçıcılık gi­
ması işçilere darbe ise de, sanata, sermayeye değildir.
bi sanayi ile ev inşaatı ve emsali sanayi-i inşaiye seneyi
Arızî devr-i buhran geçer geçmez tezgâhlar hemen işle­
pek az faaliyet ile geçirmişlerdir. Sanayi-i inşaiyenin bazı
meye başlayacaktır.
akşamı tamamen sanayi-i harbiyeden addedilmektedir.
Ordu levâzımı vücuda getirdiği fabrikalar ile nakliyat-ı as- 331 senesi halı mamûlâtı mecmuu ancak % 50, hatta
keriyeyi tehvine medar olan birçok arabalar inşa etmiş ve % 40 derecesinde tahmin edilmektedir. Harbin halıcılığa
etmekte bulunmuştur. Cihet-i askeriye Bursa’da birkaç tesirini kolay anlatabiliriz. Mamulâtımızın en büyük ve
ve İstanbul’da müteaddit inşaat tezgâhları yapmış ve esaslı kısmı bir defa memâlik-i ecnebiyeye gitmektedir.
memleketimize pek ziyade tevâfuk edecek, nispeten ha­ Hârice şimdi ihracat münkatıdır. Sonra bazı mevadd te­
fif olmakla beraber metin bir modele göre imalât-ı azîme dariki suûbetlidir. Binaenaleyh halıcı tüccar sipariş alma­
icrasına muvaffak olmuştur. Cihet-i askeriyenin bu mo­ dıkları için tezgâhlarını durdurmuşlardır. Askerliğin
48 TÜRK YURDU Sayı 107

sa’y u amel üzerine burada tesirini aramamalı, Çünkü tüfek kayışından Amerikan bezine kadar birçok mensu­
ekseri işçiler kadın ve çocuktur, cat yapılmaktadır,

Harp, ihracat emtiası olan halıcılığı nısf-ı nısfa düçar-ı İstanbul civarında mevcut bir ip fabrikasıyla Karade­
atalet etmekle beraber ithalat emtiası olan bazı nesciya- niz civarında bazı tezgâhlar ip bükmek, urgan, halat vü­
tın memleket dahilinde temin-i icrasına esas hazırlamak­ cuda getirmek üzere memleketin azîm ihtiyac-ı askerî ve
tadır, Hele mevadd-ı ibtidaiyesi memlekette mebzûlen umûmiyesini istifsaya çalışmaktadırlar, Eyyâm-ı ahîrede
bulunan âlat u edevât-ı muğlakaya ihtiyaç olmayan bir ta­ mektep, darü’s-sınâa ve sair sûretler teşekkül ederek vâ­
kım masnuât-ı nesce vardır ki, bunları az ve gayr-ı mun­ si mikyasta sanayi-i nesciyeden birkaçını ifâ etmekte olan
tazam miktarda zaten bazı yerli erbab-ı sanayi imal et­ teşebbüsât-ı iktisadiye de nazar-ı dikkati celbeylemelidir.
mekte olduklarından 331 senesi halı tezgâhlarını durdur­ Bunların ehemmiyeti bugünkü miktar ve keyfiyet-i imâl­
duğu zaman bazı tezgâhları harekete getirdi. Yeni leri, makinelerin yeniliği ve saire nokta-i nazarından de­
tezgâhlar kurdurdu, Bâ-husus öteden beri mevcut olan ğildir, Tecrübe ve imtihan senesi olan 1331 senesinin
ve aba, şayak çıkarabilen fabrikalar geceli gündüzlü çalış­ istikbâle hazırlık senesi mahiyetini hâiz olduğuna delâlet
tılar, İzmit, Hereke, Karamürsel fabrikaları ile Aydın, Ha­ edecek ahvâl asıl bunlardır, İstikbâl-i sanayimizi idare
lep ve Adana vilâyetleri dahilinde bulunan büyük tezgâh edecek insanlar sanatkâr, usta, kalfa, çırak hâlinde hazır
ve fabrikalar cihet-i askeriyeden dahi azîm sipariş ve mu­ olarak bu müesseselerden çıkacaktır.
avenetler alarak 331 senesini gayet faal bir devre-i amel
Kısmen esnaf cemiyetlerinin taht-ı himayesinde bu­
olarak geçirdiler. Memleket dahilinde mevcut yirmi yir-
lunan ve kısmen Maarif Nezareti ile devâir-i saireye mer­
mibeş fabrikanın bazıları kezalik muavenet sayesinde
but olan bu nevi müessesâtta dokumacılık, terzilik, sa-
ıslâh edildiği gibi Balat’ta şayak dokumak için yün ipliği
nat-ı elektrikiye, kunduracılık, marangozluk, demircilik,
ihzârına mahsus son sistem Alman makineleri ile müceh­
tenekecilik ,,,ilh ,,,îlh aksam-ı sınaiye mevcuttur, 8-10 bin
hez bir iplik fabrikası teşebbüs-i şahsî ile tesis edildi, miktarına yakın erkek ve kız talebeye mâlik olan bu
331 senesi küçük nesc tezgâhları için iplik büken ve teşkilât, bilhassa dârülharbde ölmüş şehitlerin yavrula­
eğiren makinelerin, âletlerin ıslâhı senesi olmakla ayrıca rından yeni harplere babaları gibi azim ile girişebilmek
mümtaz bir senedir. Geçen senenin martı ortalarında için iktisat mücahede ordusu yetiştirmek maksadını is-
Bolu’da yün eğirmek için erbab-ı sanayiden biri âlat-ı tihdâf eylemektedir, 331 senesi hülâsa-i iktisadiyesinde
mevcudeyi ıslâh ve yeni bir nümûne imal ile, sa’y ü ame­ bu tesisatın bir kıymet-i maddiyesi yoktur. Fakat bütün
lin kıymetini 3-4 misli müsmir etmeye muvaffak olmuş­ milletlerin muvaffakiyet-i esasını bu yolda hazırladıklarını
tur, Alet zannedildiği gibi bir keşif ve ihtira-ı azîm değil­ tarihin delâleti ile bildiğimizden bu nevi teşkilâta kıyme­
dir, Küçük bir ıslâh ile vücuda getirilmiş yeni bir nümû- ti gayr-ı kabil-i takdir bir fasıl açmak iktiza eder,
nedir. Hatta bu âletin tecrübesi İstanbul’da da yapılarak
Sanayi-i nesciyenin biraz kımıldamakta olduğu bu
günde bir okkadan ziyade yün eğirmek imkânı hâsıl ol­
izahatten anlaşılmakta ise de ne vücuda getirdiği ve ne
muş ve mazideki halimize nazaran bu âlet 5-6-7 defa faz­
kadar bir boşluk bu hareket sayesinde doldurulduğu bel­
la bir muvaffakiyet temin eylediğini göstermiştir.
li değildir. Hatta takribî bir hesap ile ancak biz şu kadar
Memleket dahilinde 331 senesi pamuk bezi, keten diyebiliriz ki, hariçten inkıta-i ithalat sebebiyle husûle ge­
bezi, çorap ve bilhassa azîm miktarda çuval imali en ziya­ len ihtiyac-ı nescimizin ancak % lO’u dahilde temin edi­
de hüsn-i neticeye erdirilmiş sanayi-i nesciyedendir. Yal­ lebilmiş ve bir de muhtelif şekilde ordunun arz-ı vücud
nız İstanbul 2 ay müddet içinde 200 amele ile 400 bin eden ihtiyacâtı bazı aba ve kumaşlar kısmen müstesna ol­
kum çuvalı vücuda getirmiştir, İmalât, esnaf cemiyetleri mak üzere bâliğan ma-belağ istîfa olunabilmiştir.
tarafından Atmeydam’nda tezgâhlar ile sevk ve idare edil­
Bilhassa teessüs eden dikimhaneler bu babda azîm
miştir, Şimdi teşkilât biraz ileriye götürüldü, Miktar-ı
faydalar husûle getirmiştir. Esnaf cemiyeti İstanbul’un
amele yalnız burada 800’e iblağ edilmiş olduğu için
beş altı mahallinde pek vâsi terzi atölyeleri vücuda geti­
imalât tenevvu ettirilmekte, askere lâzım olan palaska.
rerek lâzım gelen âlât u edevâtı cem etmiş ve İstanbul’da
sıkı ve büyük bir teşkilât ihdasına temel kurınuştur. Ha­
Sayı 107 TÜRK YURDU 49

zır elbiseci esnafın ihtiyaçlarını tesviye ve terzi işçilerine inhimaki ile fedakârlığı mükâfatsız kalmamış, belki şâ-
iş tedarik etmek üzere vücut bulan bu atölyeler kumaş yân-ı takdir fayda bırakmıştır.
bulunamamasından dolayı elan işleyememektedir.
İcra edilen mahallerde nakliyat-ı bahriye âdi seneler­
Terzilik sanatı ile manifaturacılık 331 senesinde dur­ den ziyade veyahut ona yakın bir faaliyet göstermektedir.
gun gitmiştir. Meselâ İstanbul’da mevcut 120 Müslüman Meselâ Boğaziçi seferlerine muhtelif sebeplerden dolayı
terzihanesinin üzerine ancak birkaç daha ilâve edilmiş eski derecede vapur tahsis edememek ile beraber “Şir­
ise de, umûmiyetle sene-i harbin efrad bütçesinde oyna­ ket-! Hayriye” 1331 senesinde 600 bin sivil, 500 bin tale­
dığı tahripkâr rol terzilik ve tuhafiyecilik âleminde nâhoş be, 500 bin zabit, 2,5 milyon asker yolcu, yani ceman
tesir yapmaktan hâlî kalmıyor. İş olmuyor. Hanımlara yekûn 11 milyonu mütecaviz insan taşımış ve 100 bin li­
mahsus olarak vücuda gelen “İstihlâk-ı Millî Terzihanesi” raya yakın hasılat-ı umûmiye yapabilmiştir. Vâkıa hasılât-ı
işsizlik yüzünden çar-nâ-çar kapanmıştır. umûmiyeyi temin eden nakliyat içinde Marmara dahiline

Sanat-ı nakliye kezalik bilâ-vasıta harbin tesiri altında idare-i askeriye nâmına yapılan seferleri unutmamak

bulunan sanayidendir. lâzımdır. Kezalik 360 bin kuruşa yakın âdi yük nakliyatın­
dan husûle gelen hasılâtı da nazar-ı dikkat önünde bu­
Hariç ile ittisal kesildikten ve bilhassa Akdeniz, Ada­
lundurmak icap eder. Fakat her hâlde Boğaziçi seferleri
lar Denizi, Şap Denizi ile Karadeniz’de sefâin-i Osmaniye
geçen senelere nispetle büyük bir tenezzül göstermekle
ve küçük büyük yelkenliler ile mavna ve sair merâkib-i
beraber yevmî 20-25 bin yolcunun dûnuna inmemiştir.
bahriyece seyr ü sefer tehlikeye düçar olduktan sonra,
Geçen senelerde bir biletin vasatî fiyatı 46-48 para oldu­
hem ihtiyacât-ı harbiye ve hem ihtiyacât-ı âdiye-i iktisadi­
ğu hâlde bu sene ancak 36-37 paraya kadar düşmüştür.
ye için Anadolu’nun iki merkezi ile bir şehir sahilîsinden
Marmara nakliyatı bu cihetteki zararları telâfiye hizmet
İstanbul’a ve civarlarına kadar mümtet olan demiryolları
ettiği ve kazaya uğrayan iki sefinenin de tazmini esası ka­
ve bir de Rumeli şimendiferi elde yegâne en büyük tarîk-i
bul edilmiş bulunduğu için Şirket-i Hayriye’nin 331 sene­
muvasaladan ibaret kaldı. Marmara denizi bir aralık düş­
si netice-i hesabiyesi ale’l-vasat % 7,5 derecesinde tem et­
man tahtelbahirlerine cevelangâh olduğu için, deniz mü-
tü tevziine müsait olacaktır.
nakalât-ı ticariyesi az çok inkıtaa uğradı ve nakliyat başka
yollar ile icra edilmeye başladı. Vapur nakliyatı yerine cü­ Bundan anlayabiliriz ki. nakliyat-ı bahriye 331 sene­

retkâr mavnacı ve kayıkçıların himmeti kaim olmak ikti­ sinde harp tesiri ile mülâyim buhran geçirmekte ve ihti­

za ediyor. Kömür, odun, malzeme nakliyatı umûmiyetle yat, tedbir ve hiss-i fedakârî nakliye şirketlerini hem or­

bu tarzda icra ediliyor idi. Binaenaleyh küçük seyr ü se­ du, vatan için ve hem kendileri için pek faydalı bir unsur

fer dahilî kayıkçılık tarzında pek faal bir hayata girdi. Hat­ hâline getirmektedir.

ta millî ve vatanperverâne bir cüret bir aralık seyir harici Haliç Vapur Şirketi’nin ihtiyatsız ve basiretsizliği ve
nakliyatın da bu tarzda icrasını temin etti ve Roman­ kömür tedarikindeki beceriksizliği bir aralık tatil-i müna­
ya’dan İstanbul’a ve Karadeniz sevahiline getirilen gazla­ kalâta kadar kendisini sürüklemiş ise de, muahharan
rın kısm-ı mühimmi hep bu sayede celbedildi. Trab­ devletin muaveneti ile şirket kendisini toplayabilmiş ve
zon’un cesur taka kayıkçıları mühim yararlık ettiler ki, işe devamda metanet gösterilmeye başlanmıştır.
âtîde bunların menkıbeleri destan edilerek söylenecek
Sanat-ı nakliyeye mensup olan ve nisbeten müreffeh
ve Harb-i Umûmî’de Türk sanat-ı nakliyesinin nihaye-
bir hâl geçiren şirketlerden biri de Tramvay Şirketi’dir.
tü’l-emr 70-80’den ziyade olmayan küçüklü büyüklü ka-
Vagonlarının noksanı ve diğer bazı ihtiyatsızlıkları dolayı­
za-yı bahriyesinden maadâ selâmet ve metanetle sevke-
sıyla yeni şebekeler tesis hâlinden uzak olan Tramvay Şir­
dildiği iftihar ile anlatılacaktır. Vâki olan kazalara rağmen,
keti vagonlarını tevzi ve İstanbul kıt’aatına taksim etmek
1331 senesinde İslâmların vapurculuğa evvelkinden kat
hususunda beceriklik gösterememek ve mütemadî şikâ-
kat fazla heves gösterdiği ve bu tatlı ve tehlikeli ticaret-i
yâtı müstelzim olmak ile beraber umumî buhrandan en
iktisadiyeden Türk’ün lezzet aldığı nazar-ı dikkati celbet-
az müteessir olarak sevk-i maslahat etmektedir. Merâkiz-i
mektedir. Türk unsurunun nakliyeciliğe olan bu seneki
vilâyâtta olan tramvaylar İstanbul’a nazaran nisbî bir buh­
ran geçirmekte ber-devamdırlar.
50 TÜRK YURDU Sayı 107

Bugünkü mahsur memleketimizde faaliyet-i iktisa- TALİM UE TERBİYE


diyeyi nazım eden ve muhtelif mahallerin mahsûlâtı ara­ TERBİYEDE MUHİT VE NÜEÛZ(i)
sında muvazene tesis eyleyen vesâit, nakliyat-ı bahriye-
Fenn-i terbiye âlimleri mürebbîlerde ve muallimler­
den ziyade şimendiferlerimiz ve onlara yardım eden ka-
de muvaffakiyetleri için bazı evsaf aramışlardır. Lâ-aletta-
rayollarımızdır. Karayollarının 331 senesinde mücedde-
yin herkesin mürebbî ve muallim olabilmesi devri uzak­
den amele taburları tarafından yapılan ve tamir edilen
laştıkça mürebbîliğin ve muallimliğin sıfatları da gittikçe
miktar-ı umûmîsi hayli büyüktür. Fakat, 600-700 bin kilo­
daha büyük bir vuzuhla seçilmektedir. Temas, misal, te­
metrelik cesim bir kıt’anın mevcut zaafına zamimeten vâ­
cessüs, telkin... kanunları fenn-i terbiyede mühim mev­
ki olan bu inşaat ve tamirat bittabi azdır. Binaenaleyh en
kiler tutuyor. En iyi bir asker, en iyi bir mimar, en iyi bir
mühim “mecra-yı intikal” yine demiryoludur.
ressam için hususî vasıflar aranılmakta olduğu gibi ru­
Demiryollarımız tabiî herşeyden evvel münakalât-ı hiyat kanunlarını muvaffakiyetle tatbik edebilecek evsafı
askeriyeyi temin etmek mecburiyetindedir. Ondan sonra hâiz şahsiyetleri de bulmak lâzımdır.
fazla kalan miktar-ı münasip vagon, nakliyat-ı âdiye-i tica-
Şüphesiz, bizde pek yakın, Avrupa’da ise nisbeten
riyeye tahsis edilmek lâzımdır. İcab-ı hâle göre bazen
uzak bir mazide olduğu gibi kunduracıdan, terziden, ma­
münakalât-ı âdiye bir iki gün devam etmek üzere, inkıtaa
rangozdan muallim ve mürebbî kullanmak düşüncesin­
uğramakta, bazen teehhurât vâki olmaktadır. Bu gibi se­
den bugün pek uzaktayız. Fakat oldukça mektep gör­
beplerden mâada umûmiyetle nakliyât-ı matlûbe ve
müş, hatta tahsili çok ileride olan zevatın bile muallimlik
mümkineye nazaran vagon miktarının noksanı idare-i as­
ve mürebbîlik yapabileceği cây-i sualdir.
keriyeyi münakalât-ı âdiye için düşündürm ekte ve
hükümet burada pederâne bir vaziyet ile mehmâ-emken Herbert işte bu mühim noktayı gözeterek diyor ki:
her ciheti tatyîb edecek tedabir ittihazına mecbur kal­ “Mürebbî için muhabbet ve nüfûz, iki büyük âmil-i mu­
maktadır. Hattın noksanı bu babda yapılacak her nevi vaffakiyettir. Endam, tavır, ses, vaziyet, İlmî, seciyevî ve
tensik tedbirlerini zîr ü zeber edecek mahiyet-i esasiye- fikrî tefevvuk. Bütün bunlar nüfûzun vesaitidir.”
dedir. Vâkıa hattın daha güzel istimal ve vagonların daha Herbert, pek meydandadır ki, mürebbînin evsafının
muttarid bir sûrette sevkedilmesi belki de mümkün ola­ en mühimlerini şu iki kelimede hülâsa etmiştir; muhab­
bilir. Fakat temini mümkün olan bu ıslâh ve iktisat niha­ bet ve nüfûz. Esasen hakikî bir mürebbînin ve muallimin
yet hattın kabiliyetini % 10-15, nihayet 20 nisbetinde te- evsafı ve secayâ-yı mümtâzesini de bu iki kelimede topla­
zâyüde hizmet eder. Onun fevkinde başka birşey yapmak mak mümkündür.
kabil değildir.
Muhabbet bütün mesleklerde yüksek muvaffakiyetin
Anadolu hattı 331 senesinde icra eylemiş olduğu yegâne amilidir. Asker için, ressam için, şair için muhab­
nakliyat-ı umûmiye bile hâsılât-ı gayr-i sâfiyece hadd-i bet ne ise mürebbî için de odur, o kuvveti hâizdir. En bü­
azamîye vâsıl olmuş ve devletten kilometre tazminatı ta­ yük mürebbîlerin biz ancak bu sayede çocuklara telkin-i
lebine lüzum kalmamıştır. Demek hat bu sene de % 7-8 fezâil eyleyebildiklerini görüyoruz.
ve belki 10 derecesinde bir temettü tevziine behemehal
Pestalozzi şu satırları yazarken eminim ki muhabbe­
muktedir olacaktır.
tinin bütün heyecanlarını duymuştu:
M. Zühdü
“Güneşin kış esnasında boğulmuş arzı canlandırması
gibi kalbimin de o kadar süratle çocuklarımın hissiyatını
değiştirdiğine kani idim. Çocuklarımın sabahtan akşama
kadar her dakika alnımda ve dudaklarımda bütün kalbi­
min onlara ait olduğunu, onların saadet ve meserreti ile
benim saadet ve meserretimin tev’em bulunduğunu an-

( ü Nüfûz autorite mukabilidir


Sayı 107 TÜRK YURDU 51

lamaları lâzım idi. Ben bütün çocuklarım için idim, Sa­ dan vukû bulan davetlere rağmen yine mektebindedir.
bahtan akşama kadar onlara hasr-ı vücud ederdim. Onla­ Çocuklarının gürültüsü arasında mesut yaşıyor. En bü­
rın elleri benim ellerim içinde idi. Gözlerim onların göz­ yük zevki talebesinden bahis açmaktır. Bu muhterem za­
lerine matuftu.” tın ölürken de son sözünün: “Ah talebe, çocuklarım!”

Cehalet ve sefalet dolayısıyla fesad-ı ahlâka mâlik ço­ olacağına kaniim. Fakat işte bu muallim usûl ve nahvinin

cuklar ile kendi arasında mütemâdi ve hararetli bir mu­ eskiliği ile beraber yine en çok muvaffak olan bir mual­

habbetten başka vasıta olmadığı hâlde plânsız ve zâhiren limdir. Yetişen talebesi onu daima hürmet ve muhabbet­

intizamsız olan mektepten Pestalozzi şâyân-ı hayret neti­ le yâd ediyor.

celer elde etmişti. Memleketimizde muvaffakiyetleri ile temayüz eden

Kendisi diyor ki: “Stanz’da iken melekelerinlb kud­ diğer muallimler de mutlaka çocukları, gençleri en çok

retini gördüm.Çocuklarım pek çabuk tekemmül ediyor­ sevenlerdir. “En iyi bir mürebbî ve muallim, alâmeti al­

lardı. Kendilerinde şimdiye kadar tanıyamadıkları birta­ nında doğar.” diyorlar. Evet, doğrudur. Böyle bir müreb­

kım melekelerin mevcut olduğunu anlıyorlar ve bâ-hu- bî ve muallim kalbinde çocukluğa ve gençliğe bî-pâyân

sus intizam ve hayır için umûmî bir his kazanıyorlardı. bir muhabbet ve hürmetle doğar.

Onlar kendiliklerinden bir vicdana mâlik olmuşlardı. Şunu da ilâve edelim ki, muhabbet, ancak nisbeten
Mekteplerde tabiatıyla hükümran olan yorgunluk eseri küçük çocukları tamamen ısıtmaya kâfidir. Çocuk yaşla­
bir gölge gibi benim sınıflarımdan sıyrılmış gitmişti. On­ narak muhitten pek çok intibalar ve itiyatlar aldıktan son­
lar istiyorlar, muktedir oluyorlar, sebat ediyorlar, muvaf­ ra onun terbiyesinde yalnız kalbi kullanmak hiç kâfi de­
fak oluyorlar ve nihayet mesrûr yaşıyorlardı.. . ” ğildir. Onbir yaşlarında bir talebem nasılsa yemekte arka­

İşte talim ve terbiyede meslek muhabbetinin bu bü­ daşının yüzüne birşey atmıştı. Ben müteessir: “Ya oğlum,

yük müessisi mektepte muhabbetin, çocukluğa ve mes­ sen bunu yapacak miydin?” dedim. Bu onu ağlatmak,

leğe muhabbetin ne büyük bir vazife ifâ ettiğini ne tatlı hüngür hüngür ağlatmak için kâfi geldi. Bu teessür be­

bir lisan ile anlatmış oluyor! nim ile onun arasında yerleşmiş derin bir muhabbetten
doğuyordu. Lâkin aynı vasıtanın pek muhtelif müessirât
“Çocuk zekâdan ziyade kalple keşfolunabilir.” diyen­
altında yetişmiş bir gence aynı tesiri, aynı derecede vere­
ler hakikaten çok iyi düşünmüşlerdir. Kalp çocukta zekâ­
ceğini iddia etmem. Bununla beraber sevildiklerini, dü­
dan çok daha evvel inkişaf ediyor. Ufak bir işmi’zaz
şünüldüklerini anlayan gençlerin terbiyesinde de mualli­
ekseriya küçük çocukları rencide etmeye kâfidir. Çok de­
min kalbi şâyân-ı ehemmiyet bir tesir icra eder. Onsekiz
fa görülür ki, talebe daha ziyade muallimin kalbine sokul­
yaşında diğer talebem kaba bir muamelede bulunmuştu.
mak ister. Onu sever, hatta anasına ve babasına çok defa
Ben bu dakikada onun fikrine, kalbine sözle müracaat
tercih eder. Böyle pek çok sevilen muallimlerin talebesi­
edebilirdim. Fakat böyle yapmadım. Yalnız ona bu kaba­
ni pek çok seven muallimler olduğunda hiç şüphe etme­
lığından müteessir olduğumu halimle ihsas ettim. Dört
yelim.
gün sonra o bana hareketinin hakikaten kaba olduğunu
Edirne’de bir iptidaî muallimini tanıyorum. Bu m uh­ itiraf ve bir daha böyle bir harekette bulunmayacağını va­
terem ihtiyar otuzu mütecaviz seneden beri muallimlikle at ediyordu.
uğraşıyor. Fakat o kadar derin bir muhabbetle ki, mena-
Türk çocuklarının sevildiklerini anladıkları zaman şı­
kıbını dinledim: Otuz sene her sabah namazdan evvel er­
maracakları, yüz bulacakları fikrine kat’iyyen iştirak et­
ken mektebini kendisi açar, çocuklarını beklermiş. An­
mem. Bilakis onlar muhtelif müessirât altında daima sığı­
cak fevkalâde bir hastalık onu mektebinden, çocukların­
nacak bir kalp arıyorlar. Biz de hemen her yerde, evinde
dan alıkoyabilirmiş. Bu zamanda bile o daima talebesini
sokakta, cemiyet arasında düçar-ı ihmal olduğunu âdeta
düşünürmüş. Şimdi uzun senelerin bâr-ı metâibi altında
sezen zavallı çocuk, muallimin büyük ve İlâhî kalbinde
çökmüş bu ihtiyar ve muhterem muallim birçok taraflar­
kendisinin de yaşadığını duymak istiyor ve bu duygu onu

( b Meleke faculte mukabilidir.


52 TÜRK YURDU Sayı 107

muallimine büyük iştiyakları ile bağlıyor. Fakat şuracıkta d i l im i z


yine Herbert’in bir kaydım ilâve edeceğim; SON YILDA TÜRK DİLİ NE KAZANDI?
“Muhabbet, nüfûz ile gayr-ı kabil-i telif olan pek mü­ Şüphe yok ki, şu sualin cevabı millî cereyanın kuvvet
samahakâr bir zaafiyetle satın alınmamalıdır. Ancak lü­ ve inkişafını tayin ve takdir eylemek ve dilimizin tarih-i
zumlu bir ciddiyet ile beraber olduğu zaman onun bir inkişafını takip edebilmek için çok mühimdir. Millî cere­
kıymeti vardır. yanın bugünkü kuvvet ve kudretini anlamak için dil me­
Nüfûza gelince, bu mütekabil bir hürmet ve muhab­ selesinden daha kolayı bulunamaz zannediyoruz. Çünkü
beti tevlîd etmek itibarıyla hâiz-i ehemmiyettir. Endamın, millî dili bütün İçtimaî müesseselere hâkim sûretiyle sok­
tavrın, sesin, vaziyetin çocuk üzerinde derin tesirleri var. maya çalışmak o dile olan samimî merbutiyetin en bariz
Gülünç vaziyetli, çirkin sesli bir muallim kalbinin bütün bir şeklidir. Millî dil meselesinin menfaat ve icabât-ı siya­
hararetine rağmen az muvaffak olur.” siye gibi şeylere teması, millî iktisat ve saire gibi diğer ta-
azzuv-ı “millî vasıtaları”nın temaslarına göre herhâlde da­
İşte “En iyi bir mürebbî, alâmeti altında doğar” sözü
ha uzak ve daha dolambaçlıdır. Bunun için bu sahada
burada daha yüksek bir kıymet alıyor. Fıtratın bu husus­
olan hareketlerin milliyet cereyanı ile daha samimî alâka­
ta mevâhibine mâlik olmayanlar mürebbîlikten başka bir
sı olduğuna inanmak lâzım gelir. (L Millî lisan milliyetin
meslekle uğraşsalar her hâlde çok daha iyi yapmış olur­
bir temeli olduğundan ona merbutiyetin, millî cereyana
lar.
merbutiyet olduğunu izah etmek fazladır. İşte bunun için
Nüfûza asıl kuvvet veren evsaf seciyevî, İlmî ve fikrî­ makalemiz ancak dilimizin neler kazandığını gösterme-
dir. yip aynı zamanda millî cereyanın gittikçe artan ve büyü­
Muallimin seciyesi bilhassa çocukluktan gençlik sa­ yen İlmî ve esaslı istikametlere doğru yürüyen kuvvet ve
hasına atılmış talebesi üzerinde daha çok hâiz-i tesirdir. kudretini de gösterecektir.
İmtisal ve taklidin tahakkümü altında bulunan genç eğer Bu yıl Türk dili büyük edebî eserler kazanamamasına
iyi bir terbiye-i ibtidaiye almışsa karşısında misal olmaya rağmen tabiî hürriyetini kazanmak yolunda büyük adım­
değer bir şahsiyet arayacaktır. O, mualliminin, mürebbî- lar atmak itibariyle pek faal ve pek feyizli bir yaş yaşamış
sinin her hareketini ölçmeye başlar. Muallimin ufak inhi­ ve bu feyizli yaşıyla gelecek günlerini az çok temin ede­
rafları, onu mütecessis nazarları altında bulunduran tale­ bilmiştir. Bu noktadan bakılırsa dilimizin bu yılı dil ve
besi üzerinde kat’î bir iz bırakmakta gecikmezler. Talebe edebiyat tarihimiz için de şâyân-ı dikkattir. Dilimizin bu
mualliminin sözüyle fiilini tartar. Mürebbî eğer hakikaten hareketini iyice tasvir edebilmek için dilimizle az çok te­
seciye sahibi, hars-ı ahlâkîsi mükemmel bir adam ise hiç masta bulunan zevat ve müessesâtı birer birer sayıp ge­
korkmasın, talebesinin hürmetleri daima yaşayacaktır. çeceğiz.
Fakat aksi takdirde o, mevki-i ihtiramdan düşer ve “en iyi
Lâkin dilimiz için feyizli olması lâzım gelen birkaç zat
talim ve terbiye bir nevi mıknatısiyet-i hayvaniye tesiri ile
ve müessesenin faaliyetinde az çok eksiklik göreceğimi­
verilebilir.” diyenlerce artık o muallim ve mürebbî tam
zi, sonra inkisâr-ı hayale düçar olmamak için geçit resmi­
bir muvaffakiyet ümitlerinden sarf-ı nazar etmelidir.
ne başlamadan evvel hatıra getirmek istiyorum. Onların
Nâfi Atuf kimler ve neler olduğunu da ileride görürüz.

MATBUAT
Vilâyet Gazeteleri - milletin en mühim değilse bile
en kalabalık kısmı Anadolu’da, vilâyetlerimizdedir. Bina­
enaleyh orada olan hareket ve cereyanların bizim için

( b Bizim şu son cümlemizden dil müesseselere başka millî müesseselere ve onları evirip çevirenlere bir nevi sû-i zan ettiğimiz anlaşılmasın.
Maksadımız ancak millî cereyanın kuvvetini göstermek hususunda dil meselesinin daha belîğ olduğunu söylemektir. Toktamış.
Sayı 107 TÜRK YURDU 53

pek §âyân-ı dikkat olacağı gayet tabiîdir. İşte bunun için “Hukuk Mecmuası”, “Harp Mecmuası” ile “İktisadiyât
ilk evvelâ vilâyet gazetelerini gözden geçirmek istiyoruz, Mecmuası” bir meslek ve ihtisas mecmuaları olduğu için
vilâyet gazetelerimiz, Anadolulular, asıl Türkler için yazıl­ bittabi bahsimizden hariçtir. Bununla beraber son doğan
mış olduğundan onlar lisan meselesinde bizim için daha “İktisadiyât Mecmuası”nın lisanı sadelik cihetiyle başka
şâyân-ı dikkat olmak lâzım gelir idi. Fakat çok yazık ki, refiklerinden geri kalmadığını burada zikretmek lâzım
hiç istisnasız olmak üzere hepsi gayet tumturaklı ve ağır gelir. Bu millî mecmuanın millî iktisat sahasında yeri gel­
terkipli ve hatta bazıları -edebiyat yapmak için- eskilerin dikçe millî lisan siyasetini de unutmayacağı ümit edilir.
sevdiği “üç dilden mürekkep lisan-ı azbü’l-beyan-ı Osma-
Türkçülük ve Türklük hususunda bazen pek açık
niyân”a benzer bir dil kullanıyorlar. Maamafih Konya’da
söyleyen yevmî gazetelerimizden “İkdam” ve “Tercü-
çıkan “Babalık” gazetesinin birçok sayılarında basılmış
man-ı Hakikat”ta mevzumuz olan meseleye dair birkaç
olan durûb-ı emsalini; “Karacahisar” gazetesinin (Garp
makale tahsis etmişlerdi. “İkdam”ın bu mesele hususun­
mütefekkirlerinden birinin milliyet meselesine dair mü­
daki düşünceleri 6855 numarasında tezahür ettiği gibi,
talâalarının tercümesini neşretmekle, bilvesile) lisan me­
“Tercüman-ı Hakikat”ınki ise yakında neşrolunan “Türk­
selesine temasını; “Karesi” gazetesinin millî dil hakkında-
çe’nin Tamimi” ve “İktisadiyatımız ve Lisan” makalelerin­
ki münakaşalarını şâyân-ı kayd buluyoruz. Milliyet mese­
de görülür. Zannımıza göre ihtisas kürsüsü olmayan bir
lelerine daha yakından temasla milliyetperverlik göste­
gazete için -tatbikinde kendi usûllerine riayet etmiş ol­
ren “Köroğlu” gazetesi de yukarıdaki tenkit noktaların­
mak şartıyla- bu kadar yetişir.
dan ayrı kalabilmek için bir yol bulamamıştır. Umumen
Nim resmî bir gazete olan “Tanin” bu meseleden ve­
halka yakın olan diğer millî meselelerde olduğu gibi dil
lev hiç bahsetmemiş olsa yine mazûr görülebilir. Fakat
meselesinde olan mesaîde de vilâyet gazetelerinin hisse­
şurasını da zikredelim ki, bu yıl bütün münderecatı ifade
si gayet cüz’î olduğunu görüyoruz.
eden lisanın sadeleşmesinde bilhassa başmakalelerin sa­
İstanbul Gazeteleri - Bunların 133 hinci yılında dil
de bir dille yazılmasında “Turan”dan sonra birinci mevkii
meselesi ile iştigalleri, Türkçüleri memnun edecek bir
“Tanin” işgal edebilir. “Türk Yurdu”nun oldukça tasfiye
derecededir. Hemen hepsinde, millî lisan meselesine
edilmiş lisanı ise daha eskiden böyle devam etmiş olmak
doğrudan doğru temas ederek makaleler intişar ettiği gi­
dolayısıyla bundan müstesnadır.
bi tekmil mündericelerinin lisanları da -“Tercüman-ı Ha­
Yalnız adına bakıldığı zaman bile bu gibi işleri kendi­
kikat” biraz müstesna olmak üzere- pek çok sadeleşmiş­
sine vazife edindiği anlaşılan ve ikinci devreye mensup
tir. “Tasvir-i Efkâr” gazetesinde “İbtidaîlerde Ecnebî Lisan
milliyetperverler tarafından çıkarılan “Turan” gazetesine
Meselesi” makalesi ve İktisadî, ticarî müesseselerde
gelince; o münderecatı ifade eder lisanının çok sade ol­
Türkçenin kabulü hususunda “Memlekete Temellük”
ması meziyetini buraya kadar zikrolunan refiklerinden
makalesi ile doğrudan doğru millî lisandan bahsolunuyor
daha çok hâiz olduğu gibi millî dil meselesine dair pek
ve millî lisana hararetli bir taraftarlık, hatta iptidaî mek­
muhtelif cephelerden gelerek pek çok defalar oldukça
teplerdeki lisan meselesinde kaçınmayan şiddetli bir ta­
kıymettar makaleler neşretmişti. Yılın sonlarına kadar ya­
raftarlık, bir parça mübalağadan bile belki gösteriliyordu.
şamak imkânını bulamadığı hâlde doğrudan doğruya
“Memlekete Temellük” makalesinin ortalarına doğru,
mezkûr meseleyi mütalâa ederek muhtelif imzalar üstün­
başka bir meseleyi sokarak kendi keyfine göre tevil ve
de on kadar makale basıp çıkarmıştır. Bundan başka da
izaha çalışıyor idi ise de, bir kere esası kabul ederek, m ü­
küçük küçük kayıtları, şuûn kısmında yazdığı haberleri
dafaa ettikten, taraftarlık gösterdikten sonra bunun
ve meselâ 8 Temmuz’da Reji Müdüriyeti’ne ettiği taarru­
ehemmiyeti olamazdı.
zu çok şâyân-ı dikkattir.
“Servet-i Eünûn”u, “İstanbul’un Adı” hususundaki
Milliyetçilerin oldukça ihtiyarları sınıfına giren “Türk
dahilî münakaşasıyla dil bahsini kapatan “Donanma”yı
Yurdu” kendisini mesuliyetten kurtarabilecek kadar mil­
esasen başka bir sahada, başka bir müessese-i milliyette
lî dil meselesinden bahsetmeye vakit bulabilmiştir. “Kaya
çalışan “İslâm MecmuasUm şimdicek buradan istisna et­
Han mı? Kayı Han mı?” meselesini halletmek üzere iki
mek lâzım gelir. Yılın sonlarına doğru çıkmaya başlayan
mufassal makale neşretmiş ve bunun halline sair ihtisas
54 TÜRK YURDU Sayı 107

sahiplerini de çağırmıştı. Buna icabet eden olmadı ise ku­ vik etmeye kadar vardırılıyor. Bunlar hep memurîn-i ida­
sur “Türk Yurdu”nun değildir. “Türk Yurdu” hepsi dil renin gizli rey ve yardımıyla yapılıyor. Yüzbinlercesi mu­
meselesine ait olmak üzere on kadar makale neşredebil­ harebede ölmekte olan Müslümanların böyle bir seya­
miş ve başka makalelerinde de fırsat buldukça bu mese­ hat-! diniyeden kalben muazzeb ve münkesir oldukları
leyi epeyce kurcalamaya çalışmıştır. bir zamanda hükümet kendi Müslüman tebaasının kalp­
lerini tatmin edecek hiçbir teşebbüsâtta bulunmuyor.
Görülüyor ki, İstanbul gazetelerinin dil meselesi üze­
Milyonlarca Müslümanların ruhânî başlıkları müftü tayin
rindeki mesaîleri şâyân-ı tezkâr ve teşekkürdür. Ahvâlin
edilirken cemaatin de reyi sorulmak lâzım iken arzuları
fevkalâdeliği de hatıra getirilirse bu mesele üzerinde de
hilâfına olarak makam-ı mezkûre büsbütün gayr-i marûf
çalıştıkları iddia edilebilir.
ve teveccüh umumîyi gayr-i hâiz birisinin konması
Bitmedi. hükümetçe takip edilmiş ve bu babda tamamen gayr-ı
Ufalı Toktamş
mutad bir isticâl gösterilmiştir. (Û

Maamafih hafif ve ağır yaralı Müslüman askerlere tel-


kinât-ı diniye için icap eden askerî imamların tayini me­
TÜRKLÜK ŞÜÜMÜ selesindeki müstaceliyet ise büsbütün gayr-i kabil-i tecviz
bir terahî ve teennîye mübeddel olmuştur. Müslümanla­
T ürkiye Haricindeki Türklerde- Bugünkü Türki­
rın millî mekteplerinde kendi lisanları ile tedris hususun­
ye haricindeki Türkler muharip bir memlekette kalmış ol­
da da aynı hal hüküm-fermâdır.
duğundan ahvâllerine dair pek az malûmat elde edebil­
mekteyiz. Şu son günlerde Rusya DumasTnda Türk-İslâm “Mavera-yı Kafkas” ile “Kafkasya” oblastlarından (eya­
Fırkası nâmma fırka reisi Kutluğ Muhammed Mirza Tev- letlerinden) gelen jurnaller üzerine yerli memurların
kelef tarafından Türklerin bugünkü hallerini söyleyen kendi reyleriyle birçok gayr-i meşru tevkifat ve tagribat
uzun ve şikâyet-amiz bir nutuk irâd edilmiştir. Bu nutkun vukû bulmuştur.
bazı mühim kısımlarını ber-vech-i âtî dercediyoruz: Bu jurnal kurbanlarının bu derece tedabir-i şedîdeye
Sâbık başvekilin hayırhahâne beyanatına rağmen maruz kalmalarının sebepleri henüz araştırılmıyor. Maa­
mahkûm milletlere ve bâ-husus Müslümanlara karşı harp mafih bu ahvâlin kâffesi Batum ve Kars oblastlarında oy­
zamanında hükümetin takip ettiği politika sulh zamanın­ natılan müthiş faciaların yanında hiç mesabesinde kalı­
daki gibi devam etmiştir. Aradaki fark ise siyaset-i câriye- yor. Mezkûr oblastların Müslüman ahalisi birdenbire ka­
den doğan cebir ve tazyikatın tesirâtı Müslümanlarca pek nun haricinde ilân edildiler.
şiddetle hissedilerek sulh zamanındakinden daha vahim Cebir ve şiddet, gasp; kadın, çocuk ve ihtiyarlara te­
bir sûrette geçinmek mecburiyetinde kalmalarıdır. cavüz ve gençlerin katliamı buralarda açıktan açığa yapıl­
Müslümanı kalabalık olan bir vilâyette Müslümanlık mış ve failleri düçar-ı mücazât olmamıştır. Yüzlerce zen­
aleyhine gürültülü bir misyoner içtimai akdedilerek İslâ­ gin Müslüman köyleri yağma edilerek harabezâra çevril­
miyet aleyhine neşriyatın elzemiyetini mübeyyin kararlar miştir.
ittihaz edilmiştir. Misyonerlik eden diğer piskoposlar da­ Yiyecek, içecek ve meVâdan mahrum kalan yüzbin-
hi matbu risâleler ve umûmî konferanslar ile İslâmiyet! lerce yetimler talihin hükmüne terk edilmiş ve bu deh­
tahkir etmektedirler. şetli cebir ve zulüm kurbanlarının hükûmet-i mahalliye-
Askerî hastahanelerinde Müslüman askerlere arzula­ den himaye talep eylemeleri semeresiz kalmıştır. Bu bab­
rı hilâfında Kur’ân-ı Kerîm’e bedel Tatarca yazılmış İncil da hükümet ya mücrimlere karşı göz yummuş veya em­
tevzi ediliyor. Bazen de bu hareketleri Müslüman asker sali görülmeyen kanunsuzluğu bilerek onlara yardım ey­
yaralılarını Ortodoksluğu kabulleri için açıktan açığa teş­ lemiştir.

(B Bu mesele için Türk Yurdu’nun 8. cilt, 13. sayısıyla 9. cilt 1. sayısına bak. Türk Yurdu
Sayı 107 TÜRK YURDU 55

Şimdi hükümet erlerinden gayr-i hâkim milletler “Eskişehir, Türklüğün makamdır. Kimbilir burada ne
hakkında hayırhâhlık sözünü yine işitiyor isek de artık süvari eğlenceleri vardı! Kimbilir ne kadar meraklı cirid
söze itimadımız kalmadığından fiiliyâta münkalib olacağı oyunları oynanırdı! Hâlbuki bugün Eskişehir’de at me­
zamanı bekliyoruz. Bu babda ne yapılmak istenildiğine raklısı kaç adam gösterilebilir.!!”
dair beyanata maatteessüf tesadüf etmiyoruz.
“Millî an’nelerimizi de gençlerimizin, mekteplerimi­
“Terakkiperverler” tarafından dermeyan edilen arzu­ zin halk edeceğine kanaat ve imanımız var.” diyor ki, pek
lara tamamen iltihak etmekle beraber kendi nokta-i naza­ doğrudur.
rımızdan elzem saydığımız ber-vech-i âtî ve tehiri kabil
Ağaç Bayramı- Eski Türklerde tabiat ve bu cümle­
olmayan dileklerin de vücuda getirilmesini temenni ede­
den olarak “ağaç” pek muhteremdi. Türklerin yaş ağaçla­
riz:
ra hürmeti pek büyüktü. Eski Türk kabileleriyle müşte­
“Mezhep ve milliyet ile alâkadar olan bütün tahdidâ- rek olan pek çok âdât ve an’anelerini saklayıp bu zamana
tın ref i, tebdil-i mezheb hakkında kanun tanzimi ve Du­ kadar getiren Çirmiş kavminde ağaçlar dibine gidip, “ku­
ma intihab kanununun tadili.” la at” kurban etmek ve ağaçlar yaprak çıkardığı vakit

Türkiye Hakkında- Alman mebuslarından Traub “yaprak bayramı” yapmak âdeti bugünde de yaşıyor. Beş
on yıl evvelisi marifeten oldukça karanlık olan bir Türk
Viyana’da bir konferans vererek Çanakkale’yi ziyaretin­
den aldığı ihtisasâtı hikâye etmiştir. Mebus, Türk askeri­ köyünde bir kocakarının bir yemişli ağacı “ahiret dostu”

nin evsaf-ı askeriyesine hayran olduğunu söylemiş ve tuttuğunu ve geçen senelerde ettiğim seyahatler esna­
sında da Kazak-Kırgız Türklerinde bazen “tov” (kısır) ka­
Türkiye’nin AvrupalIlar tarafından bir işletme memleketi
dınların mukaddes sayılan ağaçlar yanına gidip tünediği­
olmak üzere telakki edilmemesini tavsiye etmiş ve Hris-
ni, geceyi orada geçirerek çocuk dilediğini gördümdü.
tiyan misyonerlerinin Türkiye’de faaliyet göstermesine
muarız olduğunu beyan etmiştir. Türk Yurdu muhterem Ağaçlara hürmetin itikadât-ı bâtılaya ait akşamından
mebus efendinin nazarının pek doğru olduğunu ve Tür­ sarf-ı nazar olunduğu hâlde ağaçlara muhabbet ve onla­
kiye ile dost geçinmek isteyen Avrupalı devlet ve millet­ rın muhafazasına, tekessürüne itina, hıfz-ı sıhhat ve ikti­
lerin bunu kendilerine bir düstur edinmeleri menfaatleri sat cihetlerinden pek faydalıdır.
mukteziyâtından bulunduğunu ilâveye lüzum görmekte­
Ağaçları takdis bu faydayı evvelleri kısmen temin
dir.
ederdi. Fakat son zamanlarda ağaçlara muhabbet eksil­
Atlı İzciler- Eskişehir İdadisi izcileri geçen cuma miş ve onları muhafazaya itina büsbütün metrûk bir hâle
günü atlı olarak bir yürüyüş yapmışlardır. Bu yürüyüşe el­ gelmiştir. Hatta o derecelerde ki, babalarının dikmiş ve
li kadar efendi ile mezkûr şehrin maarif müdürü, “Kara- büyütmüş olduğu yemişli ağaçları odun yerine kesip ya­
cahisar” gazetesi müdürü ve idadi mektebi müdürü bey­ kan bir çok adamlar bulunurdu. Bu halin Anadolu’da de­
ler de iştirak etmiştir. Bu haberi yazan Karacahisar gaze­ vamı hâlâ görülmekte ise de, artık aks-i cereyan da hamd
tesi: olsun başlamıştır. Genişçe meydanlık yerleri temizleye­

“Eski Türklerin cündiliği, süvariliği cihanın her tara­ rek bir park hâline getirmek, öteye beriye az çok ağaç ve

fında şâyi olmuştu. En büyük eğlence, en mühim spor çiçek fidanları dikmek şu son bir iki yıl içinde epey göze
görünür bir hâle geldi. Geçen hafta bizi bu cihetten
bargir idi. Senelerin rehaveti, ataleti bu mühim sporu
memnun eden bir bayramdan gündelik gazeteler bahse­
yok etti. Onun yerine miskin kahveler iskambil ve tavla
oyunları kaim oldu. Gece gündüz at üzerinde gezen yo­ diyorlar. Makrıköyü’nde âtîyen belediye bahçesi yapıla­

rulmayan müsellah ve gürbüz millet oturmayı tercih eyle­ cak bir yerde Makrıköy, Mahmud Şevket Paşa, Üsküdar

di. Eski kavî, çevik, iri atlarımızdan eser kalmadı. Zengin­ Nümûne Mektepleri ve Hoca Mustafa Paşa Mektebi, Bar­

ler kapılarında birkaç at beslerken onların yerine mer­ baros Hayreddin Paşa Mektebi ile Makrıköy Rum ve Er­
meni mekâtibi talebeleri tarafından bir “Ağaç Bayramı”
kepler kaim oldu. Hükümet orduya at mübayaası husu­
sunda çok zamanlar memâlik-i ecnebiyeye müracaata yapılmıştır. Galatasaray Sultanîsi Terbiye-i Bedeniye Mu­

mecbur kaldı.” allimi Faik Beyin riyaseti altında toplanan ve bini müteca-
56 TÜRK YURDU Sayı 107

viz olan bu talebe mezkûr yere gelerek bir miktar ağaç göstermektedir. Bunun için Paul Bodo Efendi, Türklerin
dikmişlerdir. harp şiirlerini Macarcaya tercüme ederek beş altı hafta
sonra neşretmeye karar vermiştir. Bodo Efendinin kâfi
Şâyân-ı takdir olan bu teşebbüs ve hareketin memle­
miktarda Türkçe kitapları bulunmadığından bu nevi şiir­
ketimizde çokça ve daha umûmî bir sûrette yapılmasını
ler yazmış olan Türk şairlerinden kendisine yardım rica­
ve neticede muvaffak olmak için dikilmiş ağaçların yer­
sında bulunuyor. Türk şairlerinin şiir mecmualarını, ter­
leşmesine, neşv ü nemâsına da iyi bakılmasını temenni
cümesini talep ettikleri şiirlerini işaret ederek ve kısaca
ederiz. Çünkü yalnız dikmek kifayet etmez, bakmak ve
tercüme-i hâlleri ile imzalarını da ilâve eyleyerek muma­
büyütmek de o kadar lâzımdır.
ileyhe göndermeleri rica olunuyor. Macarca intişar ede­
Şirketler- Sivas’ta bir nakliye şirketi tesis edilmiştir.
cek kitapta her şairin iki şiiri, tercüme-i hâli ve imzası bu­
Maksadı evvelce yazdığımız nakliye şirketlerinin maksa­
lunacak ve kitabın intişarını müteakip eseri bulunan zata
dının aynıdır. Muvaffakiyet dileriz.
bir nüshası takdim olunacaktır. Kitapların gönderileceği
Budapeşte’den aldığımız matbu bir varakada adres şudur:
şöyle yazdıyor: - Harbin başlanmasından beri Macar M. Paul Bodo, journaliste, Boudapest (Hongrie) Au-
ahalisi Türklerin ahvâline, Türk edebiyatına çok merak liç-u 4 /6 III.

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf ‘Kader” Matbaası


lc>» İl] Jp
m m ^ ’“ '

T ûkk V u k d u
Tûr£leritt Fâti^^^ine Caltsır *s.

YIL: 4 SAYI: 10Ö (21 Nisan 1532-4 Mayıs 1916)

û pc ^ e ^ ^ cic pc cC e d c ^ ç c d <z ^

Anadolu'muz: Anadolu ’y a Dair / T.Y.

“Köyümden Geliyorum”Ne Demek? / Isp artalı H akk ı

Tarih ve Siyaset: Devletler Arasındaki Münasebetlere Dair / Safes

İktisat: Geçen Yılda Millî İstihsal / M. Z üh d ü

BabürH an / Flora A ım astil

Eserler: Hastabakıcılık / Lebib S elim

GoltzPaşa’nın Vefatı / Türk Yurdu

Türklük Şuûnu: OsmanlIların İslâm Alemine Müstevli

İngilizlere İkinci Mühim Galebeleri / ***


Sayı 108 TÜRK YURDU 59

TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

ANADÛLUMUZ

ANADOLU’YA d a ir rı İstanbul mütefekkirlerinin yavaş yavaş Anadolu’yu dü­

“Türk Yurdu”nun ^ t ı ğ ı günden beri memleketin şünmeye başladıklarını müşahede ile söze başlıyor. Ağa-
oğlu Ahmed Beyin pek haklı olarak “kapitülasyonların
asıl gövdesi olan Anadolu’ya en çok ehemmiyet verdiği­
birçok fenalıkları olmuşsa da, kapitülasyonlar bizi hiçbir
ni karilerimiz elbette bilirler. Anadolu anamızdır. Onun
altın başaklı memelerinden hayat umarız. Memleketimi­ zaman Anadolu’nun anlayamayacağı bir lisan ihdas etme­
ye icbar etmemiş idi.” dediğini millî şairimiz Mehmed
zin yabancı ellerle alış veriş etmesi zorlaştıktan sonra bu
Emin Beyin Türk köylüsünün ahvâline nazar-ı dikkat ve
hakikati daha iyi anladık. Dün payitahtı en ziyade Anado­
lu’nun evlâdı korudu. Bugün payitahtı yine Anadolu’nun şefkat celbeden halka muhabbetle dolu şiirleri olduğunu

kadın erkek rençberleri doyuruyor. Eskiden kalma bir Mehmed Şemseddin Beyin Anadolu halkının cehlini, sa-

“velinimet” tâbiri vardı. O tabiri tam yerinde olarak Ana­ hif ve batıl itikatlarını izaleye hizmet kasdıyla “Zulmetten

dolu’muz için kullanabiliriz. Anadolu velinimetimizdir. Nura” unvanlı bir eser yazdığını söyledikten sonra şu mü­
talâaları beyan ediyor: “Anadolu köylüsü salgın hastalık­
İstanbul, Anadolu’yu eskiden ihmal ederdi. İhmalci­
lar, mütemadi harpler, zararlı görenekler, halkın iliğini
lik görenek tesiriyle hâlâ az çok devam eder. Biz İstan­
emen vicdansız ve tufeyli bazı unsurlar ve nihayet eski ve
bul’u yani memleketin başını gövdesiyle meşgul etmek
kötü idareler yüzünden öyle bir hâle gelmiştir ki, artık ça­
için hayli uğraştık. “Halka Doğru” diye ayrıca bir gazete
lışmaya ve yaşamaya şevk ve heves kalmamıştır. Hamdol-
bile çıkardık. Maksadımız İstanbul’un beylerini, efendile­
sun son zamanlar İstanbul’da “halka doğru” gitmeye bir
rini “halk” ile “Anadolu” ile alâkadar etmek idi. “Türk
arzu ve muhabbet uyanmış, halkın ihtiyaçlarını temin
Ocağı” yeni açıldığı zamanlar müdürümüz ocak gençleri­
için bazı fedakârlıklar göze aldırılmaya başlamıştır. Lâkin
nin Anadolu’ya gitmeleri, Anadolu’yu gezmeleri, Anado­
Anadolu halkı söz istemiyor, iş istiyor. Ona işte örnek ol­
lu’yu öğrenmeleri, Anadolu’yu sevmeleri için epey teşvi-
mak lâzımdır.” Anadolu’nun İktisadî ve ümranî hayatını
katta bulunmuştu.
tanzim eden Profesör Hartmann amelî bir tavsiyede bu­
Türkleri seven ecnebi dostlarımız İstanbul’un Ana­ lunuyor: “Harbin iptidalarında Rus orduları Şarkî Prus­
dolu’ya daha çok ehemmiyet vermesini tavsiye ederler. ya’ya dahil olarak orasını mutadları veçhile yıkıp yakarak
Karilerimizin iyi tanıdığı Profesör Hartmann’ın bu yakın­ bir harabeye döndürmüşlerdi. Bilâhare Alman orduları
larda Alman Şark Ceridesi’nde neşrettirip bir nüshasını orayı istirdat ettikten sonra Alman hükümeti ve Alman
idaremize gönderdiği “Anadolu’nun İmarf’ndan bâhis sunûf-ı münevveresi Şarkî Prusya’nın tekrar imarı için ev­
makalesi bunun bir misali sayılabilirim. Profesör cenapla­ velce kararlaştırılmış bir meslek dairesinde kemal-i inti-

( b Der Aufbau Anatoliens, “Deutschen Levente: Zeitung”, Hamburg 7/1916.


60 TÜRK YURDU Sayı 108

zam ile çalışmaya koyuldular. Bugün bu faaliyet devam ki, mecmuamızı küçük çıkarma mecburiyetimiz bunun
etmektedir. Osmanlı hükümeti Şarkî Prusya’nın imarı ile tamamının “Türk Yurdu” nda neşrine mâni oldu.
meşgul heyetler yanına birkaç genç Türk millî iktisat “Köyümden Geliyorum”dan hiç olmazsa birkaç say­
müntesiplerini göndermelidir. Bu gençler vazifelerine fanın “Yurd”da örnek olarak bulunması için muharririne
önceden biraz hazırlanmış bulunmalıdırlar. Adedin bü­ ricada bulunduk. Bu sayıya eserin mukaddimesi hük­
yük bir ehemmiyeti yoktur. Oniki genç Şarkî Prusya’da mündeki birinci salyasını alıyoruz. Gelecek sayılarda bir­
birkaç ay Alman tarz-ı faaliyetini tetkik edip avdet ederse kaç tanesini daha bulunduracağız.
kâfidir. Bu hâlde hükûmet-i Osmaniye’nin katlanacağı
“Köyümden Geliyorum” Anadolu’nun bazı yaralarını
fedakârlık da cüz’î olur. Bu gençler döndükleri zaman
gösteriyor. Anadolu’muzu düşünmeye sevkediyor. Aynı
Anadolu’nun ümranı mesâilinin hâiline istidat kazanmış
zamanda sade pürüzsüz ve temiz bir Türkçe ile yazılmış
bulunurlar.” Daha sonra profesör kesafet-i nüfustan bah­
edebî eserlerdendir. Ümit ediyoruz ki, karilerimiz “Kö­
sediyor. “Bir memleketin ümran ve terakkisi nüfusun
yümden Geliyorum”u okurken hem düşünüp fayda ala­
çok olmasına bağlıdır. Anadolu’nun imarı için hariçten
caklar, hem edebî bir zevk duyacaklardır.
muhacir celbolunmalıdır. Fakat bu sahada muvaffakiyet
Muhacirin İdaresinde çalışkan ve becerikli adamlar bu­ T. Y.
lunmasıyla kabildir.

Anadolu’nun ahvâline en çok göz kulak olması, dert­ “KÖYÜMDEN GELİYORUM” NE DEMEK?
lerine deva bulmaya çalışması iktiza eden kimseler hiç
Ah oralar, doğduğum, büyüdüğüm, yetiştiğim yer­
şüphe yok ki, Osmanlı Meclis-i Mebusanına Anadolu’nun
ler!..
seçip gönderdiği mebus beyefendilerdir. Bunlar halka
doğru gitmekle muvazzaf ve mükelleftirler. Çünkü bütün Oralara gittim.... Oralardan geliyordum. Eylülün on
kuvvet ve ehemmiyetlerini halktan alıyorlar. Mebusların üçüncü günü akşamıydı. Haydarpaşa istasyonunda karşı­
tatil zamanlarında kendi intihab dairelerinde dolaşmala­ ma çıkan dostum sordu, “nereden?” dedi. Boğuk bir ah
rı, müntehibleri ile daima temasta bulunmaları mebusan- gibi boşanarak cevap verdim: “Köyümden” dedim. “Kö­
lı memleketlerin hemen hepsinde bir itiyat ve an’ane ol­ yümden geliyorum” dedim. İhtimal Erenköyü’nden geli­
muştur. Bizde de vazife hissine bigâne olmayan mebus­ yorum, zannolunur diye korktuğum için, ihtimal kendi­
lar bu vazifelerinin ifasında tekâsül göstermezler, hatta mi tutamayacak derecede dolgun olduğum için, ihtimal
bazıları daire-i intihabiyelerinde dolaşırken gördüklerin­ bunlardan başka ve fazla sebeplerden dolayı böyle de­
den vatandaşlarının daha geniş dairede müstefid olmala­ dim.
rını temin için diğer memleketlerde olduğu gibi makale­ “Köy” dedim, “Köyüm” dedim. Hem de bunu şehrin
ler yazarlar, musahabeler verirler. Öteden beri Türklüğe, yüzüne bağırır gibi söyledim. Güya ki, herifin “Bundan
Türkçülüğe hizmetini takdir ve tebcîl etmekte olduğu­ ötesi hep Etyemez” dediği gibi toparlanıp bütün Anado­
muz “Türk Yurdu”nun en eski dostlarından İsparta Me- lu’ya köy dedim. Güya ki, bu manadaki köyü benimseyip
bus-ı muhteremi Ispartalı Hakkı Beyefendi vazifesini iyi onun isteyeceklerini istemeye gelmişim gibi “köyüm” de­
bilen ve iyi yapan mebuslardan biridir. Arkadaşımız Ispar- dim. Sert söyledim, dik söyledim, acı söyledim, soğuk
talı Hakkı Bey geçen ağustos ile eylül arasında daima “kö­ söyledim. Fakat haklı söyledim, bilerek ve dileyerek söy­
yüm” diye sevdiği memleketi İsparta taraflarına bir seya­ ledim.
hat etmiş ve oralarda gördüğü ve düşündüğü şeyler üze­
Sert söylemek lâzım idi, sert söyledim. Çünkü İstan­
rine kıymetli notlar ve hatıralar getirmişti ve bunları “Kö­
bul’da yalnız İstanbul’a “şehir” ve yalnız İstanbul’da do­
yümden Geliyorum” nâmı altında neşretmek üzere yazı
ğanlara ve yaşayanlara “şehrî” derler. Bunu derken başka
hâline koymaya da başlamıştı.
yerleri “taşra” adıyla pürüz sayar gibi birşey yaparlar. İs­
Biz bu eserin bazı sayfalarını gördük ve neşri hâlinde tanbul daha mamur, daha tertipli ve temiz de onun için
büyük faydası olacağını zannettik. Fakat teessüf olunur “şehir” ise diyecek yok. İstanbuldakiler daha afif, daha
Sayı 108 TÜRK YURDU 61

edip ve kâmil de onun için “şehidi” ise diyecek yok. Ama tüne süzüldüm, irkildim. Üstümde oğunma gibi, yanma
böyle değil de? ve koyulma gibi, ezilme ve ufanma gibi hâller... Bunları o
geceden yazmaya başladım. Yazıyorum, yazacağım. Gali­
Dik söylemek lâzım idi, dik söyledim. Çünkü İstan­
ba bu mektubu sahibine yetiştirinceye kadar böyle ola­
bul’da hâlâ bile böyle bir kibarlık ve mümtazlık davası var
cak.
gibidir. Bunu ağızla söylemeyenler hâl diliyle işrâb eder­
ler. Hakikatte ise böyle bir müsavatsızlık yok idi ve olma­ Bunda çok edebiyat yok, sanat yok, sanatçılık (tasan­
malı idi. Eski zamanları geçsek bile bugün böyle birşey nu’) yok. Bunu yazan edip değil, tabip değil hasta. Bu ya­
yoktur. İşte Kanun-ı Esasi’miz, işte onun ikinci maddesi: zılan kına değil yakı, gül değil dağ, ezgi değil inilti. Bu bir
“Devlet-i Osmaniye’nin payitahtı İstanbul şehridir. Şehr-i arzuhâl. Lâkin şahsî değil, millî... resmî değil, pulu yok
mezkûrun sair bilâd-ı Osmaniye’den bir gunâ imtiyaz ve damgası var. Hükümete değil millete sunuluyor. Bu def­
muafiyeti yoktur.” teri safha safha okuyanlar dediklerimi anlayacaktır.

Acı söylemek lâzım idi, acı söyledim. Çünkü İstan­ İşte vermek istediğim hesap... işte yazmak istediğim
bul’da pek çok yerli veya yerleşmiş kimseler var ki, bir kitap... işte ben... işte “Köyümden Geliyorum”.
türlü çözülmek, yerinden ayrılmak istemezler, “Yol yok”
Ispartalı Hakkı
derler, “yatacak yer yok” derler. Meselâ Bağdad’ın sade­
ce adını bilirler. Ona “behişt-âbâd” deyivermekle, onun
için yalnız “âşıka Bağdad uzak değil” deyivermekle hesa­
bı kapatırlar, İstanbul gitmezse, görmezse, çalışmazsa TARİH UE SİYASET
Bağdad nasıl behişt-âbâd olur?
l-DEVLETLER ARASINDAKİ MÜNASEBETLERE DAİR
Soğuk söylemek lâzım idi, soğuk söyledim. Çünkü
Münasebât-ı beyne’d-düveliye, yani devletlerin dev­
İstanbul’da güya gidip gelenler Makrıköyü’ne, Erenkö-
let olmak üzere aralarında mevcut münasebetleri ya
yü’ne Boğaziçi köylerine gidip gelenlerdir. Buraları ise
harptir, şimdi bizim Rusya, İngiltere ve Fransa ile müna­
köy değildir. Buralara gidenler de köylü değildir. Bu se­
sebetlerimiz gibi; yahut gayr-i harptir, şimdi bizim Al­
beple onlar kendilerini köye ve köyü kendilerine bağla­
manya, Bulgaristan ve Yunanistan ile münasebetlerimiz
yıp “Köyüme gidiyorum”, “Köyümden geliyorum” diye­
gibi.
mezler. Böyle kaldıkça hakikî köyü ve köylüyü unuturlar,
kendilerini besleyen köylünün aç veya tok olduğunu dü­ Devletler arasındaki münasebet harp iken harpten
şünmezler. gayri münasebetler tamamen inkıtaa uğramaz.

Gönül üzen bu işlerin içinde daha daha işler var ki, Harp olmayan münasebetler belli başlı iki büyük kıs­
insana haklı olarak titizlikler getirir. Hâlbuki köy solgun, ma ayrılır; İktisadî ve sırf siyasî münasebetler. Bu iki nevi
baygın yatmış, süzülüyor, umuyor, bekliyor. İşte bunlar­ münasebât birbirine çok karışır. Birini diğerinden ayır­
dan dolayı köyümden dolu ve dolgun gelirken biraz hır­ mak çok zordur.
çın oldum. Davayı, şikâyeti birbirine kaptırıp çıkıştım.
Beyne’d-düvel münasebâtın umumî hali gayr-i harp­
Köyü söyletirken, İstanbul’u dinlemeye davet ederken
tir. Tabir-i diğerle hâl-i sulhtür. Harb hususî bir reviştir ki,
burkuldum, şaştım, yanıldım, kamaştım. Köyü İstan­
kat’î mecburiyet olmadıkça tercih edilmez. Harp devlet­
bul’dan, İstanbul’u köyden ayırdım. Yoksa takdir ederim
ler arasında zuhur eden meselelerin sulh yoluyla tesviye­
ki, İstanbul payitahtımızdır. İstanbul Kâbe’li vatanımızın
si imkân haricine çıktıktan sonra kullanılan bir vasıtadır.
Kâbe’den sonra ve Kabe’yi tutan Kâbe’sidir. Haşa, haşa
köy ile İstanbul arasında ayrılık gayrdık yoktur. Devletler arasındaki münasebetlerin tanzim ve idare­
si devletlerin hariciye nezaretlerine tevdi olunmuştur.
Haydarpaşa’dan vapura bindim. Başım önde, gözüm
arkada düşünüyordum. Semtime, evime gelmişim. Belki Diplomatlar, yani siyaset-i hariciye memurları bey­

yarım saat uyudum. Sonra uyku yok. Gördüğüm, düşün­ ne’d-düvel meseleleri sulh yoluyla hâl ve tesviyeye uğra­

düğüm şeyleri işaretlediğim defteri süzdüm. Bunun üs­ şırlar. Diplomatlar sözleriyle, yazılarıyla bütün marifet ve
62 TÜRK YURDU Sayı 108

maharetlerini sarfederek harbe müracaat etmeksizin Kendilerini medenî sayan devletlerin diğer medenî dev­
beyne’d-düvel tahaddüs eden meseleleri halle muvaffak letlerle harp veya gayr-i harp münasebâtı, gayr-i medenî
olamadıktan sonra, ancak sıra harbe gelir. Diplomatlar devletlerle olan münasebâtından çok farklıdır. Şimdiye
bazen harbi isterler ve hazırlar. Lâkin bu muayyen bir ga­ kadar tesbit edilmiş olan hukuk-ı beyne’d-düvel kaidele­
yenin sulh yoluyla istihsaline imkân kalmadığı zamanlar­ rini de yalnız medenî sayılan kavimlere inhisar ettirip,
nim-medenî, barbar ve vahşî kavimlerin tesis ettikleri
dır. Haricî siyasette asıl, harbe mecbur olmadan maksadı
devletleri hukuk-ı beyne’d-düvel sahasından hariçte tu­
elde etmektir. Harp, sulh ile muvaffak olamamış diplo­
tarlar. Bu cihetle Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki
masinin devamıdır. Harp şedîd ve cebrî bir siyaset-i hari­
harp ve sulh münasebetlerinde az çok göz ettikleri
ciyedir.
kavâid Avrupalı saymadıkları devletlerle, meselâ Türkiye,
Harp başlamakla siyaset-i hariciye durmaz. Siyaset-i İran ve Çin ile olan münasebetlerinde gözetilmez. Bir
hariciye icra vasıtalarından biri olan harbi âdeta idare aralık Avrupalı devletler, Asyalı Türkler tarafından kurul­
eder. Bu cihetle denilebilir ki, devletlerin harb-i hâli fası­ muş Devlet-i Osmaniye’yi mütesavî hukuku hâiz bir aza
lalara uğramış fakat gayr-i harp olan münasebât fasılasız sûretiyle kendi aralarına aldıklarım resmî muahedelerle
devam etmiştir. ilân etmişlerdi. Artık Devlet-i Osmaniye Avrupa aile-i me-

Beşer cemiyetleri arasındaki münasebetler harp ol­ deniyesi içine giriyor, medenî devletler payesine yükseli­
yor, medenî devletlerin hukukuna nâil oluyordu. Avru­
sun veya gayr-i harp olsun hayli tehâvül görüp geçirmiş­
p a i devletlerin Devlet-i Osmaniye’ye muameleleri kendi
tir. Gayet kanlı ve dehşetli bir harp içinde bulunduğumu­
aralarında câri muamelâtın aynı olacak demekti. Eakat
zu unutmamakla beraber tehâvülün terakki ve tekâmül
vekayii bu mutantan vaatlerin, ilânların aksini ispat etti.
sûretinde tecellî ettiğini inkâr edemeyiz. Bugün medenî
denilen devletlerin harp veya gayr-i harp münasebetleri Avrupalı devletler Türkiye’yi hiçbir zaman hukukça
iptidaî kavimlerin, hatta kurûn-ı vüstaî heyet-i siyasiyele- kendilerine müsavî bir devlet saymadılar. Hatta Avrupalı
rin münasebetlerine nazaran insaniyet ve mürüvvet his­ devletlerin Türkiye’de sakin muhtelif kavimlere nazarları
lerimizi daha az rencide edecek bir şekildedir. Artık düş­ bile bir değildir. Memleketi tesis eden Türkleri, memle­
man maktullerinin ciğerleri yenip, kanları içilmiyor, kette hâkim bir unsur bulunan Müslümanları gayr-i müs-
mağlûp rüesâ bukağılanıp muzaffer serdarın arabasına limlerden daha az medenî ve daha az haklı telakkî eder­

takılmıyor. Esirler hayvan sürüsü gibi alınıp satılmıyor. ler. Devlet-i Osmaniye tebaası Nasranîlerin Avrupa dev­
letleri nazarında daha ziyade hukuku hâiz bulunduğu ve-
Sefirler cinayet erbabı gibi zindanlara atılmıyor.
kayi ile sabit olduktan başka resmî mükalemeler, muha­
AvrupalI devletlerin kendi aralarındaki sulh ve harp bereler, nutuklar, beyannâmelerle de ilân ve kabul edil­
münasebetlerinin esasî hatları tecrit olunup, bazı fikrî miştir. Bunun aksine olarak Nasranî devletlerin tabiiyeti
mebdelerle meze edilerek tespit edilmek ve böylece altında bulunan Müslümanların daha az hukuku hâiz ol­
mezkûr münasebetlere dair bazı kavanîn tayin olunmak maları da bir emr-i tabiî telâkkî olunmaktadır.
da istenilmiştir. Bu sûretle Avrupa devletleri arasında ba­
Harb-i hâzırın iptidasında İngiliz nazırları küçük mil­
zı hukukî münasebât doğmuştur. Gittikçe katileştiril­
letlerin istiklâl ve hürriyeti.davasını ortaya sürdükleri za­
mek ve mükemmelleştirilmek arzu olunan bu münase-
man, yalnız Nasranî milletleri murat ediyorlar. Avrupa
bât-ı hukukiye Avrupa hukuk-ı beyne’d-düveli denilen az
devletlerine mahkûm gayr-i Nasranî milletlerin istiklâl ve
kati ve çok nâkıs kaideler mecmuasının mevzuudur.
hürriyetini aslâ düşünmüyorlardı.
El-yevm yeryüzünde mevcut devletlerin aralarında
Son asırda Avrupa hukuk-ı umûmiyesinden tama­
cereyan eden münasebetlerden umûmî bir sûrette bah-
men istifade edebilen Asyalı yalnız bir millet vardı; Japon
solunamaz. Kendilerine Avrupalı adım veren kavimler
milleti. Japonlar bu hakkı muahedenamelerin maddele­
mevcut devletleri medenî ve gayr-i medenî diye ikiye ayı­
rinden kazanmadılar. Sırf kuvvetlerini artırmak ve göster­
rırlar. Kendilerinin gerek Avrupa kıt’asında gerek diğer
mekle elde ettiler.
kıtalarda tesis ettikleri devletleri medenî devletlerden sa­
yarlar. Başkalarına nim-medenî, barbar ve vahşî derler. Avrupa devletlerinin medenî saymadıkları devletler­
le İktisadî münasebetlerinde esas, o gayr-i medenî devle­
Sayı 108 TÜRK YURDU 63

te müstemleke nazarıyla bakmaktır. Binaenaleyh gayr-i selesidir. Bazı müverrihler Napolyon muharebât-ı müte-
medenî devletin istiklâl-i İktisadîsini müdafaa etmesine vâliyesinin asıl sebebini Bonapart’ın Şarkı yani Osmanlı
razı olmaz. Kapitülasyonlar, Avrupalı devletlerin medenî İmparatorluğu’nu ele geçirmek istemesinde bulurlar.
addetmedikleri devletlerle münasebetlerinde hukukça Ondokuzuncu asr-ı miladînin nısfından evvel bütün Av­
müsavâtı esas kabul etmediklerine en sarîh vesikalardır. rupa devletleri arasında, rub’-ı ahîrine doğru ale’l-husus
Japonya kapitülasyonları lağv ile müsavât-ı hukuk iddi­ Rusya ve İngiltere beyninde. Yirminci asır arefesinde ise
asında bulunmuş, medeniyet ve silâh kuvvetleriyle de id­ Almanya, İngiltere ve Rusya devletleri arasında “Şark Me-
diasında haklı olduğunu ispat eylemiştir. selesi”nin ne büyük ihtilâfları mucib olduğu malûmdur.

Avrupa devletleri medenî saymadıkları devletlerle Zaten Ondokuzuncu asrın beyne’d-düvel siyasî meselele­
ri en umumî bir taksim ile müstemlekât meselesi ve bu­
ancak müstemleke esasına istinaden İktisadî münasebât-
nun bir nevi olan Şark Meselesi ve Milletler Meselesi gibi
ta bulunurlar. Onlarla siyasî ve askerî münasebetlerinin
birkaç meseleye ircâ edilebilir.
gayesi ise o gayr-i medenî devletleri kendi müstemleke­
leri haline ifrağ etmektir. Askerî, siyasî ve sair mesâilerini Ademoğullarının İçtimaî heyetler tesis etmesiyle be­
kâmilen bu gayenin istihsaline sarf ederler. raber bu heyetlerin arasında harp ve gayr-i harp münase­
betleri de tahaddüs etmiştir. Gerek pek kadîm bir mazi­
Avrupa devletleri kendi aralarında gayr-i sabit bir
de yaşayan ibtidaî akvamın aralarında gerekse bugün o
muvazenenin vücudunu şöyle böyle tasdik ederler. Hat­
ta Avrupa harplerinden bazıları o muvazenenin bozulma­ akvamın seviye-i medeniyesinde bulundukları zannolu-
nan vahşî ve nim-vahşî kavimlerin aralarında mübadele,
sına çalışan veya çalıştığı iddia edilen hükümdarlar veya
yani İktisadî münasebât birbirlerine elçi göndermek,
hükümetler aleyhine bir heyet-i müttefika teşkil edilip ta­
harp olacağını bildirmek, muahede akdetmek gibi sırf si­
arruz olunmak sûretiyle ibtida eylemiştir. Lâkin Avrupa
yasî münasebât mevcut idi ve mevcuttur. Vahşîlerde, bar­
devletleri Avrupalı saymadıkları devletlerle kendi arala­
barlarda böyle olunca medeniyeten daha ileri gitmiş
rında hiçbir gûna muvazenenin vücudunu kabul ve tes­
heyet-i içtimaiyeler, meselâ âlem-i İslâmda teessüs eden
lim etmezler. Fıkh-ı İslâm’ın “darü’l-harp” nazariyesi Av­
Türk ve gayr-i Türk devletler arasında daha mütenevvi ve
rupalIlarda hukuken değilse bile fiilen vardır. Avrupa
mükemmel münasebâtın bulunduğuna şüphe edilemez.
devletlerinin gayr-i Avrupaî devletlerle münasebâtı bu
Ta’lîl-i mantıkî ile istintâc olunan bu kaziye tarihî vekayii
sonrakilerin bir Avrupa devleti müstemlekesi olmasına
kadar bir nevi hâl-i harptir. Hâl-i sulhta bulunurken iki ile de sabittir. Bu böyle iken düvel-i İslâmiyenin kendi
aralarındaki sulh ve harp münasebetlerinin esas hatları
Avrupalı devlet arasında vukuu caiz görülmeyen şedîd ve
tecrit olunup ve bazı fikrî mebdelerle mezcedilip tesbit
cebrî muamelelerin gayr-i Avrupaî bir devlet aleyhine ic­
olunmak ve bu sûretle mezkûr münasebetlere dair bazı
rası mesâğ sayılır.
kavâid ve kavânîn vaz edilmek üzere Müslüman ulemâsı­
Avrupalı devletlerle Avrupalı sayılmayan devletler
nın teşebbüs ve mesaîsi olup olmadığı benim malûmum
arasında bazen hâl-i sulh müşahede olunur. Fakat bu hâl
değildir. Avrupa devletleri kendi aralarında bazı hukukî
müteaddit Avrupa devletlerinin müstemleke etmeye uğ­
münasebât kabul ederek Avrupa hukuk-ı beyne’d-düveli-
raşırken birbiriyle uyuşamayıp rekabete kalkışmaların­
ni tedvin etmişler iken acaba Müslüman devletleri kendi
dan ve bu suretle biri diğerinin faaliyetini kesr ü iptal
aralarında bazı hukukî münasebât kabul ederek Müslü­
ederek gayr-i Avrupaî devlete taarruz edecek kuvvetlerin
man hukuk-ı beyne’d-düvelini tedvîn etmişler midir?
muvakkaten meşgul bulunmasından neş’et etmektedir.
Ehl-i İslâmın düvel-i gayr-i Müslime ile olan münase-
Müstemleke arkasında koşan Avrupalı devletlerin raka-
bâtına dair bazı ahkâm-ı şeriye mevcut olduğunu biliyo­
beti bazen çok şiddet kesbederek aralarında hâl-i harp
rum. Fakat düvel-i İslâmiyenin birbirleriyle münasebâtı-
husûlünü müeddî olur. Asr-ı hâzır Avrupa muharebeleri­
na dair de ahkâm-ı şer’iye var mıdır? Yoksa şeriat nokta-i
nin mühim bir kısmı müstemleke yüzünden ve hususiy­
nazarından ancak bir devlet-i İslâmiye -hilafet-i İslâmiye-
le müstemlekeler arasında birinci mevkiyi tutan Devlet-i
olabileceğinden devlet-i İslâmiyenin taaddüdü şer’an câ-
Osmaniye’nin istilâ ve zabtı arzu ve rekabetinden tahad-
düs etmiştir. Şark Meselesi de bir nevi müstemleke me­
64 TÜRK YURDU Sayı 108

iz olmadığından Müslüman devletlerinin münasebâtı yal­ kapamışlar, kesmişlerdir. İcabat-ı harbiyeyi nazar-ı itibara
nız fiilî sahada mı kalmıştır? alarak bidâyeten muntazırâne vaziyet alan bazı ticaret ev­
leri mallarını bitirdikten veya azalttıktan sonra tebdil-i ti­
Devlet-i Osmaniye ki, hilâfet-i İslâmiyedir. Avrupa
carete teşebbüs ederek dahilî işlere başladılar. Bir kısım
medeniyetinin tesiri altına girmeye başladığı zamandan
ecnebî ticarethaneler sebepli sebepsiz daha fazla ihtiyat
itibaren Osmanlı rical-i devleti ve müellifleri Avrupa hu-
ederek bütün bütüne işlerini bıraktılar. Dahilî işlere baş­
kuk-ı beyne’d-düvelini bazı Avrupalı müelliflerin ifadele­
layan bazı eski ithalât-ihracat ticarethaneleri muamelât-ı
rine göre, Hristiyan veya medenî devletler arasındaki hu­
dahildeki münasebât ile ülfet edemeyerek piyasayı terk
kuku umûmî ve mutlak bir sûrette hukuk-ı beyne’d-dü-
etmede gecikmediler. Binaenaleyh haric-i memleketten
vel zan ve telakkî ederek hilâfet-i Osmaniye’nin Müslü­
dahile mal gelmediği, bizden oraya külliyetli mal çıkma­
man ve gayr-i Müslüman devletlerle münasebâtında
dığı gibi haric-i memleketten Osmanlı sanayi-i milliyesi-
onun tatbikine uğraşmışlardır, Fakat yukarıda söylediği­
nin bazılarına vaz edilmek üzere nakit sermaye de hiç
miz veçhile Avrupa devletleri bu nokta-i nazarı kabul et­
gelmedi. Dahilde ecnebilerin elinde bulunan para da ga­
mediklerinden onlarla muamelelerde tatbikine muvaffa-
yet kârlı olması muhtemel olan bazı sınaî işlere konulma­
kiyet-i tâmme hâsıl olamamıştır.
dı.
Osmanlı ulemâ-yı hukuku içinde Müslüman devlet­
Credit Lyonnais, Banco di Roma, Rus Ticaret Banka­
ler beynindeki hukukun tavzih ve tedvîni ile meşgul ol­
sı, Türkiye Millî Bankası yavaş yavaş ellerini piyasadan
muş zatların vücudundan haberim yoktur.
çektiler. Fakat buna mukabil Deutsche Orient Bank,
Düvel-i İslâmiye arasındaki harp ve gayr-i harp mü­
Wiener Bank gibi müesseseler de muamelelini tevsii
nasebetleri ve bunlardan mütevellid hukukî münasebet­
edemediler. Osmanlı Bankası 331 senesi dahilî ticaret ve
ler araştırılıp Avrupa hukuk-ı beyne’d-düveline mukabil
sanayi teşebbüslerinden hiçbirine hiçbir sûretle dahil ol­
bir İslâm hukuk-ı beyne’d-düveli tedvin edilmiş olduğun­
madı. Alelumûm 31 senesinde bankalar hesab-ı cârî
dan bî-haber bulunduğum gibi Türk kavimleri, Türk dev­
sûretinde terhinât ve Iskonto tarzında ikraz ettikleri me-
letleri arasında tekevvün eden harp ve gayr-i harp müna­
bâliği mütemadiyen tahsil ile iştigal ediyor ve kendilerin­
sebetlerinin tedkik edilmiş ve bu tetkikata istinat ederek
de mevcut bulunan mevduatı da mehmâ-emken ellerin­
Türk kavim ve devletlerinin hukukî münasebetlerinin ta­
de sıkı tutuyorlar. İlân edilen moratoryum kanunu tabiî
yin kılınmış olduğuna dair de malûmat edinemedim.
bankaların hüsn-i idare-i mesâlih etmesine azîm hizmet­
Hatta garp ulemâsı içinde bile Türk törelerine göre mü-
ler ifâ eyledi. 31 senesi nihayetlerinde İstanbul ve diğer
nasebât-ı siyasiyede ne gibi esası ve kavâidin tatbik edil­
Osmanlı şehirlerinde ifâ-yı muamele eden bankaların dü-
diğini tetkik edenlerin bulunduğuna şüpheliyim.
yûn ve matlâbâtı karşılaştırılınca görülür ki, ekserisinin
Yalnız tarihî fevâidi nokta-i nazarından bile, mebhûs piyasaya düyunâtı matlûblarından ziyadedir. İhtiyat ve
meseleler tetkike şâyândır. Ümit ederim ki, fevâid sırf ta­ basiret üzere hareket etmek demek bankerlikçe bundan
rihî olmakla da kalmaz. Herhalde bu meseleler tarih ve ibarettir. Fakat biz burada bir istatistik yapacak olur isek,
hukuk meraklıları için bir tetebbu sahası, siyaset adamla­ zan ve tahminimize nazaran şöyle bir neticeye varacağız;
rı için de bir teemmül noktası gösterir zannındayım.
Bankaların matlûbâtı ekseriya Hristiyanlardadır.
Safes Çünkü hesâb-ı cârî küşâdı, iskonto icrası ekseriya banka­
♦ larca Hristiyanlara daha çok suhûletle ifâ edilmektedir.
Mevduata gelince, nispet itibarıyla Müslüman Hristiyan-
İKTİSAT
dan aşağı değildir. Yani mevduat ve saire dolayısıyla ban­
GEÇEN YILDA MİLLÎ İSTİHSAL
kalardan bugün nisbeten en ziyade alacaklı Türklerdir.
Başı yıl 5, cilt 10, sayı 2 ’dedir.
Eyyâm-ı ahîrede Wiener Bank’m ticarete bilfiil sülük
1331 senesinin ticaretine gelince; ederek kendi nâmına şeker celbettiği ve binaenalevh ti-
Memâlik-i ecnebiye ile gerek ithalat gerek ihracat ti­ caret-i âdiyeye başladığı nazar-ı dikkati celbetmektedir.
careti yapan ticarethaneler umûmiyetle muamelelerini Hususî büyük bankerler ve faizciler tamamen veznelerini
Sayı 108 TÜRK YURDU 65

kapamış değillerdir. Bir taraftan eskilerini toplar iken bu yerine cür’et ve fedakârlık kaim olmuştur. Bu hâl bir
defa daha emin cihetlere nakitlerini vaz etmekte, piyasa­ eser-i tekâmüldür, hayra alâmettir.
ca pek maruf ve metin olan ashab-ı ticaretten % 10,12,
Yeni ticaret komisyoncularının adedi hakkında
15 talep edilmektedir. Vefâen ferağ umumiyetle %
birşey söylemek mümkün değildir. Sade İstanbul’da bir
lO’dan başlıyor. Emin işler 15,18, 20 ile yapılıyor. Lâkin
ikibinden ziyade yeni türeyen ticaret mensubu tahmin
muamele-i rehiniye hemen hemen durmuş denilebilir.
edilmektedir. Ekserîsi hakikaten meslek-i ticaretten ye­
Küçük sarraflar 331 buhranında zâhiren en çok kaza­ tişmiş değildir. Elan memuriyette bulunan kimseler bun­
nır gibi görünen, hakikatte çok zedelenen erbab-ı ticaret­ ların arasında görülmekte, mütekaidinin, eski ve müstafi
tendir. Akçe tebdili eski muayyen, müretteb kârım vere­ memurların, mebusların mevcudiyeti nazar-ı dikkati celb
memekte, aded-i muamele az olduğu, emniyet biraz te­ etmektedir.
şevvüşe uğradığı için sarraflar muvazenelerini muhafaza
Müdekkik bazı nazarların keşfine göre yeni komis­
eyleyememektedir. Maaş kıran sarrafların miktarı 31 se­
yoncuların vasf-ı mümtazı; esâsen siyasetçi, hukukçu ol­
nesi nihayetlerinde yine azalmıştır.
mak, daha faal ve çalışkan bulunmaktır. Nazarî ahlâk
Borsa tellâllığı büsbütün ortadan kalkmış gibidir. nokta-i nazarından bu hâl az müsamaha ile görülebilecek
Resmen borsanın insidâdı dolayısıyla muamele yoktur. bir noksan ve zaaf olmakla beraber İktisadî muvaffakiyet-i
Maamafih kenarda köşede evrak ve kavaim-i nakdiye sa­ milliye için bu evsaf bir nevi zaman ise maddeten lâ-büd
tışı bittabi devam etmektedir. Rumeli tahvilâtı 145 Frank ve pek musibdir. Hakikî sûrette meslek-i ticaretten kim­
üzerine sene nihayetinde satıldığı halde geçen sene ipti­ se olmadığı halde böylelerin çıkmış olması mucib-i şük­
daları 120 franga kadar satılmış idi. Borsa Komiserliğince ran olmalıdır. Ya tedâvül-i umûmî-i memleketin sistemi
yapılan tahkikata göre bir aralık bazı muhtaç adamların değiştiği hâlde biz uyusak da bundan da gayr-i müslimler
50-60 franga kadar tahvillerini sattıkları anlaşılmıştır. münhasıran müstefıd olsa zaaf-ı ahlâkî göstermedik diye
Tabiî bu gibi hallerde ne alıcıları men ve tecziye, ne de iftihar etmemize imkân ve lüzum kalır mıydı?
satıcıları görüp nasihat ve men etmek imkân tahtında de­
Hâsılı beynelmilel mübadele 331 senesinde memle­
ğildir. En ziyade bizim korkacağımız şey; Ehl-i İslâmın
ketimizde hem en hemen yok gibidir. Postalar ile yevmî
elindeki kağıtları bedava satmaya kalkışması, yalan-yanlış
beş vagonu geçmemek üzere ihracat vâki olmakta ve
eskiden beri işitilegelen hikâyelere istinâden fiyatların
onu tecavüz etmemek şartıyla bize ithalat icra edilmekte­
daha çok düşeceğinden korkarak bilâ-bedel kavâim-i
dir. Dahilî kredi muamelesi munkatı bankalar mesdûd
nakdiyesini âhara vermesidir. Gayr-i müslimlerin pek az
hükmünde, efrad kendi aralarında kredi üzerine muame­
sattığı zannedilmektedir. Satanın hesabı görülmüş de­
le yapamıyor, daima nakit ile iş görüyorlar. Vesâit-i cedî-
mek olduğuna nazaran bu gibi kavâim-i nakdiyeyi meta­
de-i nakliye tevessü ve inkişaf edemiyor. Vasıtasızlık do­
net ve sabır gösteremeyerek ellerinden çıkaranların
layısıyla tedavül bu defa mahsur memleketin kendi, içine
mağlûp oldukları ve mülklerinin mühim kısmını terket-
ait ve münhasır olmak dolayısıyla şiddetini lâ-akal 3-4 de­
tikleri anlaşılır. Müteyakkız davranmamızın lâzım olduğu­
fa tezyit etmek lâzım geldiği hâlde maateessüf karayolla­
nu söylemeye tabiî hacet göremem.
rında araba, hayvan, insan, yol noksanı şimendiferlerde
Eyyâm-ı ahîrede emlâk komisyoncuları biraz faaliyet kömür ve vagon noksanı, denizlerde tehlike ve saire do­
göstermeye çalışmışlar ise de, umûmiyetle emlâk alım layısıyla mâ-sebaktaki derecesinden ancak % 40-50’yi
satımı durgundur. geçmemek üzere daha fazla bir gayret ve muvaffakiyet ile
sevk-i faaliyet edilmektedir.
Ticaret-i âdiye-i dahiliye komisyonculuğu en ziyade
revaçta olan bir meşgaledir. Bazılarının iddiasına göre, Millî istihsalin başında bilhassa bankaların bulun­
bu vâdide en faal unsur Türk unsurudur. Komisyonculu­ mamış olması en büyük noksandır. Asıl bankalardır ki,
ğun şekl-i icrası, mahiyeti değişmemiş ise de mensubîni umûmî harpte iktisad-ı millî cereyanının başında ahz-ı
meyanına yeni yeni unsurlar girmiş olduğundan eski tarz mevkiî edecekler idi. Osmanlı Bankası tıpkı Credit Lyon-
kalmamış, betâet yerine müthiş sürat, ihtiyat ve teennî nais gibi durgun duracağına bütün bankaları başına top­
layarak bir banka ittihadı vücuda getirecek, kredi mu­
66 TÜRK YURDU Sayı 108

amelesinin tensik ve ihtiyat ile sevk ve idaresine hizmet nin menfaatini düşünmüyor muyum, her vakit sana fay­
edecek idi, Hâlbuki alelumûm Memâlik-i Osmaniye ban­ dalı nasihatlar vermiyor muyum?”
kalarında öyle tensikat vücuda getirilmiş ki, bize istedik­
Genç han askın bir suratla cevap verdi:
leri gün kağıt üzerine alacaklarını borçlarına tekabül et­
meyecek derecede bırakabilmek iktidarım hâiz olmuşlar, - “Her zaman değil, sen benim himaye vaat ettiğim
Demek memleketin kredi seviyesini tutmak üzere ban­ adamları menhus Moğollarına yağma ettirmeye, sözüm­
kalar arasında ittihad heyeti vücuda gelmemiş, belki den döndürmeye beni ikna ettin,”
borçlarını ödememek ve hatta para kaçırabilmek için İhtiyar kadın ince bir sesle haykırdı:
uyuşulmuş!
- “Yağma değil oğul, kendi mallarını geri aldılar,”
Bu şerâit tahtında millî istihsalin pek büyük semere
Babür şedid bir tarzda ayağa kalktı:
vermek istidâdında olamayacağı kabul edilmek lâzımdır,
Maamafih görüyoruz ki, memleketimizin istihsâl-i millîsi - “Ne olursa olsun. Ben müsaade etmekte hata ettim.
faaliyeti yenilen çeşit çeşit dahilî haricî darbelere rağmen Bu kadar müsellah adamı gazaplandırmak akılsız bir ha­
atalete büsbütün mahkûm olmamıştır. Bazı şuabât-ı istih- reket olurdu. Hem yine ilk nazarda makul görünen o ka­
saliyede şiddet-i gayret, tezayüd-i istihsale temayül, dar hükümet işi var ki, onları insan biraz düşünmeli. Yüz
ıslâh-ı sınaîye müteveccih heves ve muvaffakiyet görül­ türlü düşünmeli de, sonra icrasına emir vermeli. Ben da­
mektedir, Ben bu hâli sırf bu sene Türk unsurunun işle­ ha çok müşkilâta uğrayacağım,”
rin içine girmiş olmasının semere-i saadeti yerine telâkki
Pek vakur bir tavırla çıktı gitti. Anne arkasından içini
ediyorum, Türk unsuru meydana çıkınca zahirî karışıklık
çekerek:
oluyor. Fakat işler düzeliyor. Herkesin yüzü gülmüyor ise
de içi rahat ediyor, 1331 senesinde İslâm’ın ticarî, sınaî, - ”Artık tam adam oluyor,” dedi, “Evlenmek vakti de
ziraî, naklî faaliyeti olmasa idi refah-ı hâzır-ı İktisadî büs­ geldi. Acaba gelin bana iyi bir evlât olur mu?”
bütün münselib olur, memleketin muvazenesi çığırından İhsanüddevle şiddetle:
tamamen çıkar idi. Eğer bazı noksanlar var ise, o da bizim
- “Bana iyi bir torun olacak eminim,” dedi,
biraz zaafımızdan, noksanî-i dikkatimizden, acemiliğimiz­
den ileri gelmektedir. Netice olarak diyeceğim, 1331 se­ İhtiyar kadın gençlerde garabet sevmez ve istemez­
nesi felâketler içinde başlayan ilk umûmî ve esasî “istih- di.
sal-i millî” senesidir,
Düğün oldu, Babür vazifesini ciddî bir vakar ve terbi­
M. Z ü h d ü ye ile yaptı, Güveyilik esvaplarını hürmetkâr bir tavırla
gitti ve ilk defa gelinin yanında kadının önünde el ele du­
rurken bir lerze hissetti. Elindeki küçük eli eğer yüzükle­
ri ve süsleri ile acıtmaktan korkmasa sıkacaktı. Fakat ge­
BÜYÜK HİKAYE lin küçük görünüyordu. Yüzünü pek ağır kokan yasemin-
BABÜRHAN li duvağından görememekle beraber cazibedâr olduğunu
Muharriri: Flora Annastil hissediyordu.
Mütercimi: Halide Edib
Akşam baştan aşağı beyazlarıyla sevgili kardeşine sa­
Başı yıl 3, cilt 6, sayı 9 ’dadır. adet dilemeye gelen Ensevgili’ye bunları anlattı. Müte­
Kardeşinin gözyaşlarını hatırlamak ona seri bir maze­ fekkir tavrıyla:
ret icat ettirdi, - “Keşke menekşe koksa,” dedi, “Beş yaşında iken
- “Herhâlde” dedi, “Daha düğün olamaz. Kardeşim Ensevgili benim midemi bulandıran tatlı değil yasemindi
ziyafetler ve resmiyetler içine henüz giremez,” İhsa- değil mi?”
nüddevle dudaklarını kıvırdı, Ensevgili güldü, fakat kahkahasında bir hıçkırık var­
- “Düğünlerde kızkardeşler mutlak lâzım değildirler. dı, Kendisi inzivaya çekilmeden anasına dedi ki:
Haydi bakalım Babür artık nasihat dinle, ben her vakit se­ - “Göreceksiniz ki, kardeşim karısını sevmeyecek!”
Sayı 108 TÜRK YURDU 67

İhsanüddevle atıldı; tar olduklarından Fergana etrafında muharebe devam

- “Allah saklasın! Oğlunun anası olduğu vakit elbette ediyordu. Kendisini kışın Andican’a kapamak düşmanı

sever,” hariçteki köylerde yağmaya hür bırakmak demekti. Bun­


dan dolayı sırtların eteğinde bir nokta intihab ederek or­
Ensevgili sustu. Fakat tereddüt içinde idi. Herhalde
dusu ile oraya yerleşti. Herhalde yabanî kirpiler, keçiler
şimdilik doğru idi. Babür karısına aşık olmadı. Hem de
ve geyiklerle dolu bir av yeri idi. Küçük vâdi de iyi tavşan­
biraz karısından utanıyordu.
lar ve kuşlarla dolu idi.
Annesi hanım, şehirli, yapmacıklı fakat nazik gelini
Bunlardan sıkıldığı vakit her yerinkinden daha çevik
pek seviyor ve oğlunun mahçubiyetinden dolayı eğleni­
ve seri olan tilkiler vardı. Babür burada kaldığı müddetçe
yordu. Fakat izdivacın ilk devresi geçtikçe eski şefkati de
iki günde bir ava çıkar ve pek semiz olan vâdi kuşlarını
eksiliyor, mahçubiyet artıyordu. Hanımdaki istihza da
vururdu. Gözünü de Andican’ın etrafında düşmanın ha­
hiddete, gözyaşına münkelib oluyor, oğluna şedîd ve ga­
rekâtına matuf bulunduruyordu. Andican’da hanım, ihti­
zaplı davranıyor karısına bir câni gibi Babür’ü gönderi­
yar İhsanüddevle kadın kalplerine daha yakın birşeyle
yordu.
bütün muharebe ve muharebe korkularını unutmuş gö­
Babür herhâlde mazurdu. İzdivaç ona yeniden elde rünüyorlardı. Bu doğru olmak için fazla saadetti!
ettiği tahtım muhafaza için bütün faaliyetine hâkim olma­
’ Bitmedi.
sı lâzım geldiği bir dakikada gelmişti. Büyükannesine
söylediği yağmaya müsaade etmekteki mahzur doğru idi
ve mülâhazasız emir isyana, karışıklığa sebep olmuştu.

Hâlâ gayr-i memnun olan Moğollar kalkıp gittiler. Ba­ YENİ ESERLER
bür süprüntüden kurtulduğunu alenen söylüyorsa da,
H astabakıcılıklÜ - Muharebe ile pek sıkı bir müna­
hakikat onları daha dostâne idare edememekten içinde
sebeti olan bu kitap tam sırasında meydana çıkmıştır.
birşey çok muazzebdi. Hâlbuki bu Moğol kitlesi her fena­
Cenk ederek kanlarını akıtan erkek evlâd-ı vatanın hayat­
lığı ve harabiyeti yapmışlardı. Beş defa kendi aleyhine is­
larını korumak ve onların yaralarını sarmak vazifesi tabi­
yan etmişlerdi. Yalnız kendi aleyhine isyan da pek mü­
atıyla kadınlara terettüb ettiği için olmalıdır ki, bu eser
him değildi. Çünkü Babür hiddetli ve şiddetli davranıyor­
bilhassa hanımefendiler için yazılmıştır.
du. Onlar her türlü kuvvete, bilhassa kendi hanları aley­
hine mütemadiyen isyan’ediyorlardı. Bugüne kadar hastabakıcılık ancak gönüllü olarak
heyecan ve hissiyât sâikiyle ortaya atılan erbâb-ı hamiyet­
Bu kanlarında idi, hatta bunun üzerine bir türkü bile
ten ibaret idi. Hâlbuki bir muharebe için asâkir-i nizami­
vardı:
ye ne kadar lâzım ise hastabakıcıların da bilgi ve görgü
“Moğol cinsi eğer melekten olsaydı. sahibi, itaatli ve intizam-perver bir teşkilât hâlinde olma­
Yine en âdi balçıktan halkedilirdi. sı o derecede lâzımdır. İşte bu hususu temin etmek için
Moğol ismi eğer altından yazılmış olsaydı, şehadetnâmeli hastabakıcı hanımların çoğalması yoluna
Yine soğuk bir çelik kadar ehemmiyeti olmazdı. girişilmişti.
Moğol hasadından hiç tohum dikme, Bu teşkilâtı ilk meydana getiren Hilâl-i Ahmer Mües-
Çünkü Moğolun esası sahtedir,” sesesi zamanın az ve pek mühim olduğunu nazar-ı itiba­
Çok şükür ki, Babür Moğol değildi. Doğma ve büyü­ ra alarak gayet acele bir usûl ile yalnız umûmî dersler ile
me hakikî bir Türkmendi. hastabakıcılar hazırlıyor idi. Lâkin bu yolda esaslı bir
malûmat edinmek için elde bir vasıta olmadıktan sonra
Kış gelmeden işlerde hakikî müşkilât başgösterdi.
şifahen ders takrir eden zevat ne kadar muktedir olursa
Asilzâdegâmn yarısı hâlâ tahta talip olan cihangire taraf­
olsun ve ders dinleyecek talebe de istediği kadar zeki ve

(Ü iki cilt; birinci cildin müellifi Muallim Doktor Nureddin Bey, ikinci cildinki Muallim Doktor Besim Ömer Paşa, tâbi ve nâşiri Hilâl-i Ahmer
Cemiyeti Merkez-i Umûmîsi, 615 sahife, 44 levha ve 186 resmi havi olup fiyatı 40 kuruştur.
TÜRK YURDU Sayı 108

hafızalı olsun, maksada tamamiyle vusûl gayr-i kabildi. İş­ hastabakıcılar üzerinde görülen yeni tecrübelere istina­
te “Hilâl-i Ahmet Cemiyeti” bu defa kendisinin halkettiği den yazılmış olsa gerektir. Biri diğerini müteakip zuhur
hastabakıcılık ordusuna lâzım iken bugüne kadar mevcut eden bu son harp hâilelerinde bin türlü seciye ve ahvâl-i
olmayan şu mühim vasıtayı vücuda getirerek büyük bir ruhiye sahibi tecrübesiz hastabakıcılarla yana yakıla dü­
boşluğu doldurmaya ve fevkalâde ehemmiyetli bir açığı şüp kalkan ve her çeşit uygunsuzlukları görüp geçiren
kapatmaya gayret etti. Eserin her iki kısmında en ziyade Besim Ömer Paşa Hazretlerinin bir baba nasihati tarzın­
göze çarpan ciheti, şimdiye kadar neşrolunan ciddî ve da katiyetle söylediği mühim ve kıymetli derslerini dik­
fennî eserlerin en sade bir lisanla hakikî Türkçe ile yazıl­ katle okumak yanlız talebeye değil herkese pek çok fay­
mış olmasıdır. Fenn-i teşrihi kısa, açık ve tatlı bir dil ile ta­ dalar temin edecektir. Kitap her bir mühim bahsine dair
rif ve tavsif eden birinci ciltte teşrih ıstılâhatının hemen birer ders şeklinde ayrılmış ve sualler tertip olunarak tah­
hepsinin Türkçeleri metn-i kitapta esas olarak yazılmış ve sili kolaylaştırılmıştır.
şimdiye kadar müstamel olan Farisî ve Arabî kelimeler­
Dünyanın ancak en mükemmel hastahanelerinde
den mürekkep bir sıra uzun, karışık ve garip terkîb-i İza­
bulunabilecek ameliyathane esbâb ve edevâtı hakkında
fîler ise m u’terizalar içerisine kapatılmıştır. Esasen soğuk
mufassal malûmat verilerek, resimleri ve kullanma usûl­
olan fenn-i teşrihin bu gibi yabancı tabirlerle dolu olma­
leri dahi birer birer gösterilmiştir. Asepsi ve anti-sepsiye
sı, fakülte talebeleri tarafından bile “güç ders” nâmını al­
dair pek mühim tafsilatla beraber bunların yaralarına gö­
dığını hatırladıkça, hastabakıcılara mahsus olarak tertip
re tatbiki, usûl ve kavâidi hakkında fevkalâde güzel ve
edilen kitabın şöyle sade bir lisanla yazılması pek büyük
müfid malûmat dermeyan edilmiştir. .. .yapmak için kul­
bir menfaat ve suhulet temin edeceği ümidini veriyor.
lanılan amelî usûllerin en ufaklarına kadar resimleriyle
Hele ikinci ciltte lisanın sadeliğine verilen ehemmiyet da­
beraber mükemmel izahat verilmiştir.
ha ziyade câlib-i dikkattir. Davanın doğruluğuna delil ol­
mak üzere birkaç yerini aynen nakletmeyi daha münasip Kırmızı ve siyah kan damarlarından ve alelumûm vü­
buluyorum. cudun üzerindeki bir yaradan kan akması gibi haller
“Hastahane - mekteplerde sıkı bir baskı ve bozulmaz vukûunda bunların durdurulması için lâzım gelen ve bil­
bir düzen hüküm sürer. Herşey yolunda ve sırasında bu­ hassa vücudun dahilinde kan boşanması gibi gizli vukû-
lunur, zamanı gelince yapılır. Herkes kendi işini aklının atın keşf ve teşhisine dair alâim ile o vakitler yapılması
erdiği ve gönlünün iyi dediği bir yolda yapar. Belki ileri­ icap eden umûmî tedbirler, yalnız bir hastabakıcıya değil
de bütün bu işlerin yanlız başına göreceğini, yüreğine herkese bir doktor malûmatını verecek derecede değer­
karşı bir sorgu altında bulunacağını düşünerek herşeyi li bilgilerdir.
iyi öğrenmeye çalışır.” “Bilgisi ne kadar çok olursa olsun
İkinci cildin muhteviyatına dair uzun uzadıya söyle­
görgüsü olmayan hastabakıcıdan iyi iş beklenemez. Has­
meyi fazla görerek ancak kısaca şunu söyleyebilirim; Has­
tabakıcılığı uzun bir çömezlik (mülâzemet) ile tamamla­
tabakıcılığı severek bu yolda vatana en mukaddes bir hiz­
mak gerektir.” ..... Tımar eşyasının takîminde; “Sıcak ile
met etmek isteyen ve bu isteğinde muvaffakiyet arzu
arıtmada ya alevleme ve fırına koyma gibi “kuaı” veyahut
eden kadın erkek bir hastabakıcı mutlaka bu eseri temsil
kaynatma ve baskı altında buğu fırınına sokmak gibi “yaş”
edecek sûrette okumalıdır. Böyle bir sevgi ve arzu ile an­
bir sıcaklıktan istifade olunur.”
cak şu mühim kitabı mükemmel mütalâa edenler elde
Malûmat ve istifade cihetince “hastabakıcılık” bu yol­
ettikleri bilgilerini kavî bir imanla tatbike çalışırsalar hiç
da neşrolunan eserlerin birincisi demekte hiç tereddüt
şüphesiz neticede tecrübesi az bir doktordan daha muk­
etmiyorum. Kitabın birinci kısmı altı-yedi ciltlik fenn-i
tedir bir meslek adamı olarak pişeceklerdir. İşte o zaman
teşrihi 175 sayfalık küçük bir hacme muvaffakiyetle top­
hastahanelerimizde çalışmakta olan ciddî, vakur ve inti-
layarak ne kadar büyük suhulet ve kâfi derecede menfa­
zamperver şu masterlerin yerlerini hep Türk hanımları
at temin ettiyse ikinci kısmı dahi kat’iyyen fazla izahat ve
işgal edebileceklerdir. Zaten sağlam bilgi, derin malûmat
lüzumsuz beyanata girmeksizin tecrübe'ile kat’î lüzumu
ve arzuya bağlı mesaî insanları ciddî, vakarlı ve inti-
anlaşılan malûmatı hâvidir.
zamperver bir meslek adamı yapar. Bu kadar değerli bir
İkinci cildin mukaddimesinde iyi bir hastabakıcının
eseri meydana koyan “Hilâl-i Ahmer Cemiyeti” şimdiye
evsafına dair sayılan şartlar mutlaka şu son senelerde
Sayı 108 TÜRK YURDU 69

kadar bu kitabın çabuk ve fazla bir miktarda satılması yo­ Umûmiye Riyaset-i Saniyesi de Goltz Paşa’ya geçti, Mek-
lunu maatteessüf temin edememiştir. Yalnız hastabakıcı­ teb-i Harbiye’yi ve erkân-ı harbiye sınıflarını Fransız
lara değil herkes için pek müfid olan bu eserin her kitap usûlü boş nazariyatçılık ve riyaziyatçılıktan kurtarıp tatbi­
mağazasının penceresinde gözükmesi mutlaka lâzım idi. kata, arazi ve hayata çıkaran; mekâtib-i askeriyeye lâzım
“Hilâl-i Ahmer” menfaatine olduktan sonra zannıma ka­ ders kitaplarını hazırlayan; erkân-ı harp heyetini Osman­
lırsa her kütüphane bu hususta fahrî hizmet etmeyi bile lI ordusu teşkilât-ı cedîdesini tanzim ve tatbik eden Goltz
esirgemezdi. Hâlbuki şimdiki harp zamanıyla doğrudan Paşa ile Alman ve Türk birkaç muavini olmuştur. Bu ci­
doğruya alâkadar ve vatanın gayyûr müdafîleri olan aslan hetle diyebiliriz ki; Türk-Yunan muharebesinde Osman­
gazilerimizin hayatlarıyla münasebeti! olan bu kitap, an­ lIların galip gelmesinde ve Trablus harbi geçer geçmez
cak Hilâl-i Ahmer müzeyyinâtı satılan yerlerde gizlenmiş başlayan Balkan Heyet-i Müttefikası’na karşı muharebe­
kalmıştır. den bir iki sene sonra dünyanın üç en büyük devletinin

Şunu da unutmayalım ki, memleketimizdeki mües- savletlerine muvaffakiyetle mukabele eden Osmanlı or­

seselerin en fedakâr ve faal olan Hilâl-i Ahmer müessese-i dusunun şerefli vaziyetinde merhum Goltz Paşa’nın him­

insaniyetkârânesine teslim olunacak cüz’î bir meblağa meti büyük bir âmili teşkil eder.

mukabil böyle büyük ve kıymettar bir eser almak pek Goltz Paşa, gerek Osmanlı gerek Alman ordularında
kârlı bir hamiyette bulunmak demektir. merâtib-i askeriyenin en yüksek derecesine Prusya feld-
mareşalliğine ve Osmanlı müşirliğine hakkıyla irtika et­
Lebib Selim
miştir. Ölüm ona bütün hakikî askerlerin gaye-i emelleri­
ne muvafık bir sûrette harp meydanında kumandanlık
VEFEYAT mevkiinde mülâkî olmuştur.
GOLTZPAŞA’NIN VEFATI Goltz Paşa iyi bir kumandan olduğu gibi mümtaz bir
Türkler ve Müslümanlar büyük bir dostlarını kaybet­ muharrir-i askerî idi. “Millet-i Müselleha” unvanlı eseri
tiler. Alman kadar Türk olan Goltz Paşa gaza meydanında 19. asrın edebiyat-ı askeriyesinde enâfis-i âsârdan sayılır.
OsmanlI gazileri arasında İslâm’ın en büyük düşmanı İn- Müşir Goltz Paşa Hazretlerinin vefatından Osmanlı
gilizlere karşı cenkleşirken ebediyete göçtü. 73 yaşında, ve Alman milletlerinin ve ordularının derece-i teessürü­
uzun yolları, kızgın çölleri göze aldırarak tâ Bağdat’a ka­ nü paşanın refika-i muhteremesine çekilen telgrafnâme-
dar gidip Altıncı Ordu’muzun emr ü kumandasını deruh- lerden açık anlıyoruz. Ordu-yı Osmanî başkumandanı ha­
de eden bu ihtiyar Osmanlı müşirinin azîm ve himmeti, kan hazretleri ile vekili Enver Paşa, Madam von der Goltz
bugün menkıbeleri efsanevî bir güzellik ve kahramanlık­ Paşa’ya telgrafnâmeler çekmişlerdir.
la hafızalarımızda yer eden Köprülü Mehmed ve Tiryaki
Başkumandan hazretleriyle vekillerinin buyurdukları
Haşan paşaları hatırımıza getiriyor.
üzere Türk hakanı ve Osmanlı vatanı müteveffanın üfû-
Goltz Paşa 30 yıldan beri Osmanlı ordusunun hocası lüyle kadîm, samimî bir dost, bir müşavir kaybetmiştir.
idi. Dünün ve bugünün kumandan ve zabitleri hep onun Milletimizin kara ve matemli günlerinde ona itimadını,
tilmizleridir. muhabbetini kalemiyle, deliliyle ispat ve izhâr eden ve
Osmanlı ordusunun muasır bir ordu hâline geçmesi­ miktarları çok olmayan sadık dostlarından biri, belki bi­
ni isteyen Sultan Mahmud, zamanının en mükemmel as­ rincisi Feldmareşal von der Goltz olmuştur. Bütün millet
kerleri sayılan PrusyalIlara müracaat etmişti. 93 mağlûbi­ onun hatırasını daima tebcîl edecektir.
yetini müteakip hafidi de aynı an’aneyi takiben 70-71 ga­ “Türk Yurdu” Türk milliyetperverlerinin nâşir-i
liplerinden muallimler celbettirdi. 1883 senesinde Kaeh- efkârlarından biri sıfatıyla merhumun vefatından müte-
1er Paşa ile beraber İstanbul’a gelen Erkân-ı Harbiye Kay­ hassıl teessürâtını Osmanlı ve Alman müttefik ordularına
makamı Baron von der Goltz, Osmanlı miralaylığı rütbe­ ve merhum paşa hazretlerinin aile-i muhteremelerine
siyle müessesât-ı askeriyenin tensik ve ıslâhına memur arz ile taziye vazifesini ifâ eyler,
edildi. Kaehler Paşa’nın vefatında Erkân-ı Harbiye-i
T ü rk Y u rd u
70 TÜRK YURDU Sayı 108

TÜRKLÜK ŞÜUNÜ lettirecek, hatta bir kısım Arabistan’da bile nüfûz ve tesir­
lerini artıracaktı.
OsmanMarm İslâm Âlem ine Müstevli İngilizle-
re İkinci Mühim Galebeleri - İslâm âlemine tamamen 16 Nisan 332 tarihiyle karargâh-ı umûmîden pek mü­
ve kat’iyyen hâkim olmak için o âlemin baş ve kalbi olan him bir haber tebliğ olundu. Kutülammare’de mahsur
Darülhilafet’i zapt ve hilâfeti izale kastıyla İstanbul’a bulunan General Townshend ordusu Osmanlı ordusuna
Kale-i Sultaniye’den taarruz eden İngilizlerle muavinleri teslim olmuştur. Bu tebliğ-i resmîden İngilizlerin Bağdat
Fransızlar, hakan-halifenin kahraman ordusu tarafından yolundan da püskürtüldüğünü anlıyoruz.
tard edilmişlerdi. Çanakkale Zaferi OsmanlIların İngilizle- İstanbul’u uzaktan âdeta seyrettikleri hâlde oraya
re birinci mühim galebeleri olmuştu. uzatmak istedikleri elleri kırılan mağrur İngilizlerin Bağ­
Darülhilâfe-i hâzırayı zapt ve istilâ arzusunda bulu­ dat’a hayli yaklaşan bu müfrezeleri aşağı gördükleri Asya­
nan İngilizler aynı zamanda âlem-i İslâm’ın kadîm da- lIlara on üç - on dört bin esir, birçok emvâl ve ganâim bı­
rülhilâfesine, Bağdat’a doğru da yürüyorlardı. Bütün As- rakarak, çöllerde kumlar arasına girip yok olan nehirler
ya-yı İslâmîde mühim bir mevki tutan Bağdat’ın sükûtu, gibi yok oluyor. Kutülammare zaferi İslâm âleminin ci­
İngilizlerin fikrince kendilerinin kudret ve kıymetlerini han çenginde İngilizler üzerine kazandığı ikinci -mühim
bilcümle ehl-i İslâm indinde yükseltecek, Hindistan Müs­ galebedir.
lümanlarının itaat ve sadakatini temin edecek, Afganis­ Osmanlı ordusunun bu pek şanlı zaferini “Türk Yur­
tan’ı hareketsiz bırakacak. Cenubî İran’ı taraflarına mey­ du” fevkalâde sevinçle alkışlar; yaşasın ordu!

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


Û y

T ûkk M küu
Xûr'£leritt Tâidesine- Calışır

YIL: 4 5AYI: 109 (5 Mayıs 1532-1Ö Mayıs 1916)

û fc d e ^ ^ ^ ^ aC c ^ ç c ^ a ^

Anadolumuz: Köyümden Geliyorum’dan: N a zif a Gelin / Ispartalı H akk ı

Edebiyat: Asker Türküleri; Altın Taht / D o ğ a n

Oğuz-Ümit / Ali Fahri

Terbiye: Yeni Mektepler / M. R ahm i

Türk Dili Ne Kazandı? / U fak T ok tam ış

/ Flora A ım astil

Türklük Şuûnu: Reischtag Heyetinin İstanbul’u Ziyareti-

Türk Ocağı’n m Faaliyeti-GüçDernekleri-İzmir Akhisar’ında-

Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti / ***

İdareden /
Sayı 109 TÜRK YURDU 73

TÜRK YURDU
Türklerinfâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

mmoımuz
KÖYÜMDEN GELIYORUM'DAN: 12

' NA2İFA GELİN

toprak. Öyle toprak ki, geçenlerin ayaklarıyla döğüle dö-

Yine o gün yine o y o l... yine o sıkıntı... hâlâ On- ğüle kına olmuş. Lâkin ayağa yakılan kına değil, ayağı ya­

sekiz Ağustos.... hâlâ Akşehir’le Karaağaç arası... hâlâ ha­ kan kına... gül renginde kına değil... kil ve kül renginde

vada o sıcak... hâlâ başımda o hum m a... hâlâ göğsümde kına... kızıl ve ruhlu kına değil, soluk,'hasta, ölü kına...

o yangın ... hâlâ ruhumda o bun ve bunaltı... araba dar, Bu taraf köylerinde kadınların başları örtülü, yüzleri
gönlüm arabadan da dar... ne bakıyorum, ne görüyo­ açıktır. Lâkin kadınla erkek arasında “uğurlar olsun” de­
rum... ne söylüyorum... ne dinliyorum. Enginlerde kayık me filân gibi selâmlaşma ve sözleşme yok. Ben burada
gibi çalkanıp gidiyoruz. âdeti bozdum, bid’at yaptım. “Nereden geliyorsun ha­

Yolun durak olacak bir yerine gelmişiz ki. Arabacı tun?” dedim. Kadın cevap verd: “Karaağaç’tan” dedi.

Hüsnü “Burada duralım efendi” dedi. Çabucak atladı. - “Hangi köydensin?”


Torbaları astıktan sonra atlarına keyifli keyifli bakıp, “On­ - “Gelegermi yanından.”
lar yemi kesinceye kadar biz de karpuzu keseriz.” dedi.
- “Ne sattın?”
Battaniyeyi katlayıp serdi. Bana minder yaptı. Sonra kar­
- “Üzüm”
puzu getirdi. Ben arabadan yere sıyrıldım. Kör gibi, sağır
gibi ayakta duruyorum. - “Okkasını kaç kuruşa?”
- “İki kuruşa”
Az uzakta bir karaltı... yavaş yavaş bize doğru geliyor.
Hüsnü öyle dedi. Ben de baktım gördüm. Ayakta gezini­ - “Oo.. pahalı satmışsın. Çok pahalı.”
yorum. “Otursan â efendi!” Oturdum. Bakıyoruz, bekli- - “Topu iki okka efendi. O da şehirde bir dükkânda
yomz. iki okka geldi, bir dükkânda eksik. Yüz beş para bir ver­
Karaltı tam hizamızda, başı beyaz örtülü bir kadın... diler, otuz para bir verdiler. Geçen yıllar bizim adam
sırtmda küçük bir küfe... elinde küçük bir deynek... siyah eşeklerle götürürdü. Bin okka, yüz okka satardı. İki yüz
zülüfleri dalga dalga çenelere kadar iniyor... güneşten kuruş, üç yüz kuruş kazanırdık. Şimdi yıllar kötü oldu
yanmış yüzü vaktiyle belki güzel de imiş. “Elverir efendi! efendi. Yerlerden bereket kalktı. Allah yarlığasın bizi!...”
Böyle yerde böyle kadına bundan ziyade dikkat edil­ Off deyip bağıracaktım. Bağırmadım. “Sen de otur
mez.” bakalım hatun!” O bizden iki üç adım öteye oturdu. Hüs­
Peki, lâkin ayakları? Ayakları potinli değil, çarıklı de­ nü dört parçaya ayırıp kabuğu içinde dilim dilim dildiği
ğil, çıplak... ayakları altında serilen halı değil, keçe değil. karpuzun bir kaynağını işaretimle hatuna uzattı. Onlar el­
74 TÜRK YURDU Sayı 109

leriyle, ben çatalla yiyoruz. Kadın görmemiş olacak ki, ça­ Sormalı, öğrenmeli, dinlemeli, anlamalı. Lâkin ne di­
tala dikkatle bakıyor gibiydi. “Sizin yaba(b gibi” dedim. yeyim ki, bende o tahammül yok. Sözü değiştirdim.
Başını salladı, gülümser gibi yaptı. - “Üzüm parasıyla ne aldın?”
Ben ürperdim, yudundum... bunu belli ettim olmalı
- “Otuz beş paralık tuz... a|tmış paralık şataf basma...
ki, hatun sordu:
beş paralık boncuk... beş paralık inci... beş paralık leble­
- “Susadın mı efendi?” bi.
- “Hayır susamadım. Sen susadınsa su var.” Beynimin içinde patlama nevinden birşey oldu. Ea-
- “ He! Ben susadım. Ah bir maşrapa su olsa...” kat hiç belli etmedim. Kuru soğuğu sakin hava gibi suale

Hüsnü matarayı getirdi. Ağzındaki nikel bardağı taşa devam ettim.

taşa doldurdu, sundu. Kadın aldı, içti. Yanık dudakların­ - “İnci boncuk ne olacak?”
da, yapraksız gül çalısında gonca gibi birşey belirdi. İşare­
- “Benim kız Ayiş’in (Ayşe) başına boynuna. Basma
timle Hüsnü bir daha doldurdu, verdi. Kadın bu defa su­
da ona leblebi de o yer, biraz da Çelibam’ın öksüzleri...
dan ziyade bardağa bakıyordu. İçimden kaynar birşey ge­
Ayiş’i bir görsen efendi!”
çiyor gibi oldu. Benim de yüreğimde galiba bir damla kan
gonca gibi tomurdu. Fakat açılmadı. Kuru dalda tomur­ - “Güzel mi?”

cuk gibi düğümlendi, kaldı. - “Doğan... şahin... bülbül. Şimdi başlamıştır. Ana,
Zeval vakti idi. Araba gölge yapmıyordu. Ben yine cel, cel, cel...”
yutkundum. “Çok sıcak” dedim. Hüsnü hopladı. Araba­ - “Köyde ona kim bakar?”
dan şemsiyeyi getirdi. “Olmaz tutamam.” dedim. “Ben
- “Benim eşim (ortak) kör kız...
tutarım efendi.” dedi. “Olmaz.” dedim. Kadın müdahele
etti. “Tusun tusun efendi.” dedi. Açtım. Bir elimle başım - “Demek eşin var? Demek kocan üstüne evlendi?
üstüne tuttum. Onlar güneş altında serin ve müsterih... - Ben evlendirdim efendi dizit için!
ben şemsiye gölgesinde yanık, boğuk, oğunuk, düşün-
Nazifa Hatun ortağından doğan kızı Ayiş’i o kadar se­
gen... Ya kadının karnı aç ise... Hüsnü de düşündü ola­
viyor ki, böyle yahşi çocuk olamaz. Böyle akıllı çocuk şe­
cak, kalktı. Arabadaki pide parçasıyla zeytin bakiyesini
hirde de yoktur. Ayiş Nazifa’ya “ana” der. Kör kıza “abla”
getirdi. Kadın “Hayrın gele oğlum” deyip bunun birazını
der. Onun anası Nazifa. Kör kız onun anası değil ki... sa­
gazete kağıdının ucunda topladı... kalanını yemeğe ko­
de doğurucusu... Allah öyle dilemiş de... Nazifa onsuz
yuldu. Anladık, alıkoyduğunu köye, ihtimal çocuğuna gö­
duramaz. Dağa gitse, tarlaya gitse, harmana gitse, şehre
türecek.
gitse kulağına birisi fısıldar: “Karı durma eve koş” der.
“Adın ne hatun?” dedim. “Nazifa Gelin” dedi. Meğer Kör kız kör değil mi ya? Görmez de belki birşey olur!...
ki, Nazifa Gelin’in de benden soracakları var imiş.
Nazifa Hatun Ayiş’in yanına koşmak için sabırsız gi­
- “Sen Akşehir’den mi geliyorsun efendi?” biydi. Ben de ondan daha sabırlı değildim. Maahaza bazı
- “Evet.” şeyler soracaktım. Birşey de rica edecektim; “ortağına

- “Oraya İstanbul’dan mı geldin?” kör kız dem e” diyecektim. “Üzüm parasından kalan yirmi
beş para ne oldu?” diyecektim. “Köyde ne var ne yok?”
- “Evet.”
diyecektim. “Harmanlar nasıl oldu? Nadaslar nasıl ola­
- “Bizimki de İstanbul’a gittiydi. O şimdi Ezine’de, cak?” diyecektim. “Borçlular borçlarına birşey verebildi
mektup geldi. Kâfir Moskofları kırmışlar, gebertmişler. mi, alacaklılar ne yaptı?” diyecektim.
ÇelibamG) Çanakkale’de şehit düştü. Üç çocuğu öksüz
Birşey diyemedim. Cebimde kalmış birkaç onluğu
kaldı.
hatuna uzattım. Aldı, “Kör kıza götüreyim.” dedi. “Kör kız

( ü Harmanda ot ve sap atmak için üç parmaklı, dört parmaklı ağaç kürek.


0 ) Kocanın erkek kardeşi, kayın... Aslı "Çelebi Ağa" olmalı.
Sayı 109 TÜRK YURDU 75

okur efendi... Sana, senin ölmüşlerine sabah akşam Te- Babası, 10 Temmuz sene 1324 tarihinden mukadde­
bareke okusun.” me ait senelerin mahbeselerini, menfalarını tatmıştı. Bu
tarih, vatanda bir yeni devir açınca, İstanbul’a geldiler.
Dişimi sıktım, dilimi tuttum. “Yarabbi, sen sabırlar
ihsan et bana” diyordum. Şimdi mini mini kızları mektebe gidiyor. Baba talim ve
terbiyeye ait bütün mevcudât-ı fikriyesini, bütün emelle­
Kalktık. Ayrıldık. Uğurlar olsun, artık gidiyomz. Biz
rini, meramlarını o küçük başın içinde oyun ve eğlence
Karaağaç’a doğru, o köyüne doğru. Biz araba içinde, göl­
tarzında hareketlerle takrir ve tesbite çalışıyor ve aynı za­
gede rahat. O açıkta güneş altında, yayak ve yalın ayak...
manda yavrusunun mektepten aldığı bilgileri de ufak
Ispartalı Hakkı ufak sorguluyor, saf ve tatlı yoklamalarla okşuyor, büyü­
tüyordu.

EDEBİYAT Seneler geçti. Bir gün onlara köprüde rastgeldim.


Baba kız yanyana babanın gözlerinde mesut bir tebes­
ASKER türküleri
süm parlıyor, mini mini hanım kızın gözlerinde masum
1-ALTIN TAHT bir zekâ tebessüm ediyordu. Görünüyordu ki; baba,
Yürüyüş evlâdına yoldaş olmaktan büyük bir saadetle münşerih;
Yüreğimiz çarpar Allah yolunda, hanım kız, babasına arkadaşlıktan en tatlı bir sevinçle
Biz bu yolda şanlı gezmek isteriz. münbasitti. Boyu ve siması henüz çocuk, fakat babasının
Hem bu vatan hem padişah yolunda. omuzuna yetişmiş olmaktan tatlı ve sevimli bir gurur ile
Her şeyini feda eden askeriz... dalgalanıyor gibi duran başı ipek, krem rengi, zarif bir ör­
Arkadaşlar sıkı basın. Bu toprak tünün içinde ne kadar güzel ve onu bir çift siyah pırlanta
Mutlak bize bir altın taht olacak ile tetvic eden gözler ne kadar parlaktı.

Bu simanın ve gözlerin ifşa ettiği zekâ o güzel başın


Hakanımız, sultanımız, babamız! içine hayli şeyler toplamış ve orada zerre zerre toplaya­
Seni candan, hem yürekten severiz. rak bir nur kitlesi biriktirmiş olmalıydı.
Biz dinimiz, devletimiz, obamız
Her Türk fevkinde büyük bir güneş, büyük fakat giz­
Aşkı için kurban olan askeriz...
li, gayr-i m eri bir güneş parlıyordu. Türklük ve Turan gü­
Arkadaşlar sıkı basın. Bu toprak
neşi ...
Mutlak bize bir altın taht olacak
“Nabızlarımda ot, çünkü ilim için müphem
Biz bilmeyiz ölüm nedir? Bir yerde, Kalan Oğuz Han’ı kalbim tanır tamamiyle
Muradımız yaşatmaktır devleti... Damarlarımda yaşar şan ve ihtişamıyle
Korku yoktur bizim gibi askerde Oğuz Han, işte budur gönlümü eden melhem
Şehit olan er yaşatır milleti... Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Arkadaşlar sıkı basın. Bu toprak Vatan büyük ve müebhed bir ülkedir: Turan... ”
Mutlak bize bir altın taht olacak Şiiri onun a’mâk-ı canında bir makam-ı muallâyı perestiş
Doğan bulmuş gibiydi.

Bir gün evin içinde, evvelâ endişeli, sonra telâşlı ve


OĞUZ - ÜMİT amîk bir sevinçle ihtizâz eden mühim bir inkılâp oldu. Ai­

Aziz hanım kızım sana


lenin sicill-i mevcudatına bir vücud-ı zaîf dahil olmuştu.
İşte yarım saatten beri ev, bir erkek yavruya da mazhari­
Onun mini mini başının içinde, vakit vakit parlayan,
yetin sevinciyle çırpınıyor. Herkes birbirini ve hepsi yor­
bir gizli güneş vardı. O güneşin tarih-i tekvinini tamam
gun anneyi tebrik ediyor ve evin hanım kızı ellerini çırpa­
bir sıhhatle kaydetmek mümkün değildir.
76 TÜRK YURDU Sayı 109

rak annesinin yüzünü gözünü öperek öyle seviniyor, gülerek, şaklayarak serbestçe söylemekte şimdiye kadar
amîk ve müzdad sevincini sine-i zem ve safında öyle hıfz hiçbir defa tereddüt kalmadığı hâlde şimdi, “beybaba
ve ketm edemiyordu ki, Nevzat’ın kundağı yanından sa­ kardeşimin adını koydunuz mu?” diye soramıyordu.
atlerce ayrılamadı. Onun bu tereddütünden, durgunluğundan çok şef­
* katli ve çok hassas baba, kızının mutlaka birşey düşündü­
ğünü kendisinden birşey sormak istediğini anladı, sordu:
F ak at... şimdi bir senedir leylî olduğu mektebi her­
hangi bir sebeple terk edemezdi. Evi velvele-i sürüm - “Ne düşünüyorsun kızım?”
içinde bırakarak mektebine gitti. Bu haftanın dersleri - “birşey düşünmüyorum beybaba... sizi dinliyorum.”
onu şimdiye kadar hiç hissetmemiş olduğu bir ezâ ile
- “Hayır birşey düşünüyorsun saklama. Hem bana
iz’âc etti ve günler asla bitmiyordu. Her kitabın içinde,
birşey söylemek istiyorsun galiba? Söyle bakayım, birşey
her sahifenin arasında, her yerde, her hâlde yavru karde­
mi istiyorsun?”
şinin nazik ve yumuşak hayalini görüyor, baba bucağının
sevinç terennümâtını işitiyordu. - “Hayır beybabacığım birşey soracaktım ama...

Oh... nihayet, perşembe gelmişti ve beybabası yarım - “Sor kuzucuğum, sor bakalım, seni dinliyorum.
saatten beri intizar odasında kızını bekliyordu. Şimdi kendi elini avucunun içinde tutan baba elinin
üzerine öbür eliyle de sarılarak onu kendi ellerinin tema­
sından çıkan derûnî, sıcak ve medîd bir buse ile sanki öp­
Baba - kız gözlerinin en derinliklerinde, en şâd-ı sa­
tü, öptü, öptü ve söyledi:
adetlerin nurları parlayarak birbirlerine bakıştılar ve me­
sut bir hararetle öpüştüler. Artık eve gidiyorlar. - “Beybabacığım kardeşimin adını koydunuz mu? di­
ye soracaktım.”
O soruyor, baba cevap veriyor. İkisi de birbirlerinin
kalplerine, kalplerinin en derinliklerine hulûl etmiş bir - “Hayır kuzucuğum daha koymadım. Bakalım, düşü­
hararet-i şefkat ve samimiyetle soruşuyorlar, konuşuyor­ nüyorum.”
lar, gülüşüyorlardı. Bu cevaba sevinerek ve kızararak cevap verdi:
Birden güzel mektepli hanım sustu. Bilinmez nasıl - “Öyle ise beybaba, müsaade eder misin kardeşimin
âni ve seri bir hissin, bir hâdise-i fikriyenin müdahalesiy­ adını ben koyayım?...”
le mektepli hanımın siması kızardı, gözleri düşündü, bir
- “Elbette kızım, haydi bakalım. Kardeşine güzel bir
an tereddüt geçirdi. Babasını dinliyor gibiydi. Fakat işitti­
isim bul.”
ğinin ve anladığının farkında değildi. Şu anda babası: “Kı­
zım söylediğimi anladın mı?” dese, o: “Evet anladım. Oh... Şimdi ne kadar daha çok mesut idi. Kardeşine
Hepsini dinliyorum.” diyemeyecekti. Çünkü başının içi öyle bir isim bulmak istiyordu ki, o ismin ifadesi kendi
öyle meşgul, müzdehim, karışık ve sıkılgan bir kararsız­ âmâl-i kalbiyesinin tezahürü olsun. O isim yâd edilince
lıkla meşguldü ki, babasının rn'ini mini kardeşine dair ver­ onda Türklüğün menbaı, şanları, mefkûresi tecellî etsin.
diği bir haftalık tafsilâtın bir kelimesini bile sanki işitme­
miş ti.
Bu haftanın ders saatlerini de, hatta saatlerin bütün,
Onun dimağı bir noktada idi. Kendi derunundan
cüzlere ayrılması kabil olamayacak kadar küçük anlarını
yanlız onu işitiyor, yanlız onun cevabını istiyordu. Acaba
bile bu isim aramak meşguliyet-i dâimesi istilâ etmiş ol­
beybabası küçücük kardeşinin adını koymuş muydu? Ve
du. Buna mâni olmak elinde değil idi. Onun küçücük ba­
acaba ne koymuştu?
şı isteyerek, istemeyerek hafi ve galip bir kuvvetin
Bunu sormak istiyor, fakat soramıyordu. Sual için
mahkûmu, daima kendi âmâl-i ruhiyesinin ifadesi olacak
dudağının her kıpırdanışını bir tereddüt, bir cesaretsizlik
ismi arıyordu.
zabtediyor. Babasıyla o kadar teklifsiz, babasının o kadar
gözbebeği olduğu, her isteğini onun dizlerinin dibinde
Sayı 109 TÜRK YURDU 77

O isim şiOıdiye kadar işitilmemiş, düşünülmemiş, TALİM UE TERBİYE


bulunmamış birşey olmalıydı. Bir an bulur gibi oldu. Fa­ YENİ MEKTEPLER
kat onu başının içinde seri, mütemadi ve çalak, yuvarla­
AlmanyalI Hermann Lich’in mektebini izah ederken
narak koşan ve karışan kelimelerin arasından tutup çıka-
yeni mekteplerin ana hatlarını çizmiştik. Şimdi de bilu-
ramıyordu ki...
mûm yeni mekteplerin müşterek noktalarını alarak bir
Hayır olmuyor, olamıyor. Öyle bir isim, öyle bir ma­
kroki yapalım:
nanın hâmili bir kelime, bir âdem istiyordu ki; telaffuzun­
da mazisi, hâli ve bilhassa istikbâli ile muazzam Türklü­ Yeni mektep, çocukları hava ve güneşten bol bol is­
ğün tarihini, hayatını ve mefkûresini ihtizâz ettirsin. tifade ettirmek ve sun’î olan mektep hayatını hakikî haya­
ta daha ziyade yaklaştırmak maksadıyla tesis olunmuştur.
Oh... o, bu sevgili, pek sevgili vatan için neler, yarab-
bi neler istemiyordu, neler ümit etmiyordu. “Ah, ümitle­ Yeni mektep gençler için maddeten olduğu kadar
rim” dedi. “Onları iki kelimenin içine sığdırabilsem ve o manen de tehlikeli olabilen şehirlerden uzak, tozsuz ve
iki kelime kardeşimin ismi olsa.,.” âsude bir çiftlikte sıhhati ve yaşamak meserretini tezeh-

Bir anda gözleri parlayarak durdu. Tekrar düşündü, hür ettiren hava, ziya, çimen, orman ve çiçekler... ara­
gözlerinin içinde “Ümit”in nurları ateş almıştı. Evet sındadır, Fecr-i hayatta en mühim olan şey nefsine sahip
“ümit” pek iyi idi. Ü m it.. Ümit!.. İstikbâli. Onun cûşacûş olmayı öğrenmek, onu kuvvet, azîm, yeni bilgilerle zen­
füyuzâtını, mahdut ve münevver, bu mütevazı ve sessiz gin kılmayı ve yaşamak sanatını öğretmektir. Bunlar için
kelimenin içinde bir güneş parlaklığıyla hissediyordu. Fa­ en uygun yer sine-i tabiattır.
kat yanlız bununla bitmiyordu k i ... Yarın beybabası gele­
Yeni mektepte dersler, hafızaya yükletilmez. Henüz
cek, onu mektepten alacaktı ve o işte bir haftadır karde­
anlayamayacağı bir şeyi çocuğun kafasına zorla ithale ça­
şinin adını bulamamıştı. Kuru bir ümit ile beybabasının
lışılmaz. Öğretilecek şeyde çocuğun alâka ve menfaatine
karşısına nasıl çıkacaktı?
(interet) istinat olunur. Henüz başlamamış ise evvelâ bu
O gece yattığı vakit başı çok yorgundu ve uykuya o alâkadarlığın uyandırılmasına çalışılır, zemin hazırlanır.
kadar ihtiyacı varken saatlerce uyuyamadı.
Ahlâk hususunda çocuğa: “Şöyle yapacaksın” diye
Bu mini mini başın uykudaki faaliyeti daha semereli vaktinden evvel olması dolayısıyla çocuğun ruhuna tesir
zuhur etti. Sabahleyin uyandığı vakit rüyasının kahrama­
edemeyecek ihtar ve tekliflerde bulunulmaz. Çocuğun ti­
nı dudağında terennüm ediyordu.
caret hayatından sonra bizzat intizam ve iyiliği his ve bu
- “Oğuz... Oğuz! Niçin olmasın? Oğuz - Ümit!.., hislerin iyiliğe tevafuk ile bir hareket ile çocuğun deru-
- “Oh ne kadar güzel... ve eminim daha güzel, daha nundan inkişaf ve tezehhür etmesi beklenilir.
Turan bir isim bulmak kabil değildir.” diyor ve ilâve edi­ Yem mektepte hayat sade ve sıhhîdir. Hava ve gü­
yordu: neşten mümkün olduğu kadar çok istifade edilir. Hava
- “Benim sevgili kardeşim Oğuz Turanî’nin şan ve müsait oldukça dersler ve yemekler sahradadır. Akşam
satvet-i istikbâline muallâ bir ümit olsun!,.. kıraati yıldızlı semâ altındadır. Elbise hafif ve kullanışlı

Ve artık belki şimdi aşağıda intizar odasında bekle­ (pratik) dır. Yumuşak iç çamaşırı, spor ceketi ve kısa pan­

yen beybabasının huzumna sevinerek, bahtiyar olarak çı­ tolon. Tagaddî sadedir. Çok sütlü şeyler, yumûrta, sebze,
kabilecekti. unlu şeyler, meyve, âzât ve baharat çocukların az fakat
15 Nisan 1332 sık sık yemeleri muvafık olmakla günde beş kere yemek.
Ali Fahri Çocuklar günün iki üç saatini hayvanlan gütme, zira­
at veya marangozluk işlerine hasrederler. Mektepte
öküz, inek, beygir, koyun, arı, tavuk, ördek... vardır.
78 TÜRK YURDU Sayı 109

İstihlâk olunan ekmek, sebze, meyve, süt, yumûrta, de yeni mektep şakirdi malûmatça resmî mektep talebe­
bal... çocuklar tarafından istihsal olunur. Masa ve saire gi­ sinden geridir. Fakat son senelerde onlara yetiştiği sabit­
bi mobilya,- kezâ çocuklar marifetiyle imal edilir. Demir­ tir. Bundan başka yeni mektep şakirdi dârülfünûnda ve
ci, papuççu da çocuklardandır. hakikî hayatta çok daha ziyade muvaffakiyet gösteriyor.

Çocukların tekâmülü için oyun lâzımdır. Yeni mek­ Mekâtib-i Tâliye, tedrisâtta nefî mi yoksa bilâ-ivaz
teplerde serbest veya futbol gibi kaide altına alınmış (desinteresse) bir gaye mi takip eylemelidir? Her iki şık­
oyunlar ve kış sporları mebzuldür, kın müdafiileri var. Yeni mektep bunların ortasını alır.
On-on beş günde bir hocalarla beraber tenezzüh; Çocuk on iki yaşından sonra ana lisanı ve ecnebî lisanlar,
mehasin-i tabiata tecellîgâh tepeleri, ırmak kenarlarını, tarih, coğrafya, tarih-i tabiî ve riyaziyat şubelerinden biri­
tarihî yerleri, müzeleri, darü’s-sınaaları ziyaret. İlkbahara ni mecburî olarak takip eder. Bu mecburî derslerin ya­
doğru derslere birkaç gün fasıla vererek gerek yayan ge­ nında senesine göre üçer aylık ihtiyarî dersleri de vardır.
rek bisiklet ile civar memleketleri gezmek, yaz tatilinin Yeni mektep, umûmî terbiyeyi (culture generale)
ihtidasında yine hocaların riyaseti altında on gün kadar tervîc eder. Fakat çocuğu bitab düşüren ansiklopedik
dağlarda ovalarda dolaşmak. terbiyenin aleyhtarıdır.
Sabahları bir çeyrek saatte iki kilometrelik yürüyüş. Terbiye-i müştereke, gıpta ve gayret hislerini kamçı­
Öğle sonraları ikiden dörde kadar oyun, cimnastik. Son­ lar, taklit melekesini kuvvetlendirir, neşe ve şetâret verir.
ra marangozluk, dikiş, aşçılık gibi işlerin mebâdisi. İş ve İyi, fakat bu iyilikleri yanında şu mahzurları da vardır. Sı­
sporda çocukları yorgun düşürecek kadar ifrâta varılmaz. nıfta çocuklar muhteliftir, kimi âteşîn zekâlı, kimi ağır zi­
Yeni mektep, elsine-i ecnebiye için şakirdânını o lisa­ hinli, aklı ermez veya asabidirler,.. Parlak zekâlılara ders
nın tekellüm olunduğu muhite gönderir. Meselâ Alman­ kolay gelir, kulak vermezler. Hâlbuki aynı dersi aklı er­
ya’daki Lich, talebesini, İngilizce öğrenmek için İngilte­ meyen çocuklar anlayamaz. Asabî olan çocuklar için
re’deki yeni mekteplere ve İngiltere’deki yeni mektepler derslere az ve mümaresât-ı bedeniyeye çok zaman ayrıl­
de Almanca için Almanya’daki yeni mekteplere gönderir­ mak lâzım gelir. Bu ferdiyetlerin ayrı ayrı nazar-ı dikkate
ler, alınması lâzımdır. Bunun için yeni mekteplerde “müte­
harrik sınıf’ usûlü tatbik olunur. Çocuklar seviyelerine
Mektepte derslerin tatbikatı icra olunur. Şakirdân
göre gruplara taksim olunur. Meselâ, elsine-i ecnebiye
telgraf ve telefon ilh... tesis ederler. Belçika’da Mösyö Fa­
na Vaskontrellos’un şakirdleri mektepte telsiz-telefon bi­ dersinde aynı seviyede olan çocukları sınıflarına bakıl­
maksızın hep bir araya getirilerek ders verilir.
le kurmuşlardı.

Yeni mekteplerde çocukların sıhhatine çok dikkat Yeni mektep birer saat müddetle günde dört beş

olunur. Her çocuğa mahsus sıhhat varakaları kemâl-i iti­ türlü ders okutarak çocukların dikkatlerini darmadağın

na ile tutulur. Buna, girdiğinden itibaren çocuğun boyu, etmez.

sikleri, vüs’at-i sadrı... kayd; her üç ayda bir bu iş tekrar Filhakika derslerin değiştirilmesine ihtiyaç vardır.
ve muayene-i tıbbiye neticesi dercolunur. Yeni mektep­ Fakat bir gün içinde mevzuyu büsbütün değiştirip arala­
lerde doktor, mürebbinin kavildaşıdır. rında hiç münasebet olmayan bir dersten diğer derse at­
Mektep tabibi çocuklara gıda, teshin, nezafet ilh, gi­ lamak, sonbahar görmeksizin Temmuz sıcaklarından Kâ-
bi hıfzussıhha mesâili hakkında mücmel malûmat verir. nûn soğuklarına geçmek gibidir. Bahsedilen mevzu üze­
Bir kaza vukûunda ittihaz edilecek ibtidaî tedbirleri öğre­ rine vakti tespit edip alışabilmek için lâ-akal yarım saat
tir. bir zamana kadar ihtiyaç vardır. Çocuk mevzuya ünsiyet
hâsıl etmeye başladığı zaman ders müddeti hitam bulu­
Yeni mektepler, münevver zekâlı, bildiğinden istifa­
yor.
de eden gençler yetiştirmek ister, hafızayı mücerred
malûmat ile doldurmak değil. Bununla beraber dârülfü- Yeni mektepler bu mahzuru izale için şuabât-ı ilmi
nûna kabul ettirecek bakalorya imtihanları malûmatını üçer aylık devrelere taksim etmiştir. Filân m üddet zarfın­
vermeyi de ihmal etmez. Şurası doğrudur ki, ilk seneler­ da, meselâ tarih, coğrafya okunur. Pek çok dikkat iste­
Sayı 109 TÜRK YURDU 79

meyen derslerin müddeti, hâsıl olan ünsiyetten istifade zançtır. Birinci sayısında Köprülüzâde Euad Beyin “Türk
etmek için iki-üç saat olabilir. Laboratuvar işleri ve tahar- Edebiyatında Aşık Tarzının Menşei ve Tekâmülü” ile Za-
riyat-ı şahsiye ile meşguliyetler tenevvu ettirilerek çocuk­ hîrüddin Babür Şah’ın “Risâle-i Validiye Tercümesi”
ların heves ve alâkaları daima uyanık bulundurulur. fenn-i lisan (philologie) nokta-i nazarından çok mühim­
dirler. Bunların evvelkisi Osmanlı Türkçesinin, İkincisi
Yeni mektep binası memleketin mimarîsini temsil
Çağatay Türkçesinin tekâmül safhalarını gösterirler. Ba-
eder. Salonlarında, dershanelerinde birer nümûne-i
bür’ün risâlesine tahlilât-ı lügaviye ve lisaniye nokta-i na­
hüsn ve asalet olan tablolar vardır. Her şey yerli yerinde,
zarından verebileceğimiz kıymet, edebiyat tarihi nokta-i
ahenkdar bir muhittir.
nazarından hâiz olduğu kıymetinden daha büyüktür.
Her yeni mektep musikiden istiâne eder. Hep birlik­
Millî Tetebbular MecmuasTnın ikinci sayısında “Orta
te şarkı, talebeden mürekkep orkestra, yemekten sonra
Asya Türkçesi Üzerine Tetkikler” makalesi memleketi­
musiki muallimi tarafından çalınan müntehab parçalar.
mizde az bilinen bir dilden, Macarcadan tercüme edilmiş
Yeni mekteplerde self-government usûlü carîdir. Ço­
bulunmak ve lisaniyat ile uğraşanlar için hayli müfid bir
cuklar bir hükümet gibi “mektep cumhuriyeti” teşkil ile
rehber olabilmek itibarıyla pek mühimdir.
reis, nezafetten mesul olacak belediye heyeti, inzibatı te­
Babür Şah’ın bu sayıda olan “Gazeliyat”ı geçen sayı­
min edecek zabıta... ilh. intihab ve bu sûrede kendi ken­
da olan “risâle-i Validiye Tercümesi”nden daha ehemmi­
dilerini idare ederler.
yetlidir. Zira “Risâle-i Validiye Tercümesi” bir tercüme ol­
Hocalar talebenin oyununa iştirak eder. Çocukların
mak dolayısıyla Babür Şah’ın hüviyet-i ruhiye ve şahsiye-
alâkadar olduğu şeylerle alâkadar olurlar, suallerine ce­
sinden kat’î bir haber veremez. Gazeliyat’ı ise bilâkis Ba­
vap verirler, hâsılı, çocukların hakikî dostudurlar.
bür Şah’ın hüviyeti demektir. Gazellerinde olan samimi­
Yeni mektepler çocukların teşebbüs-i şahsîlerini de yet de bu fikri takviye eder.
terbiye eder. Meselâ haftanın bazı öğle sonraları ihtiyarî
Mecmuanın bu sayısından itibaren dercine başlanı­
meşguliyetlere ayrılmıştır. Çocuk istediğini yapabilir. Fa­
lan “El-Irad fi’l-Hikâyeti’s-Selçukiye”de de dikkatli bir
kat ne yapacağım bilecek ve iyi yapacaktır.
mütetebbi için lisan ve lügat cihetinden itibara değerli
Bu ihtiyarî meşguliyetler; fotoğrafçılık, karakalem, birkaç kelime vardır. Bu risâlenin tarihî kıymeti ise ayrıca
suluboya resim, fennî ve edebî lâyihalar, kimya veya hay­ zikre şâyândır.
vanat preparasyonları ilh... dir. Bazı gün çocuklardan biri
Millî Tetebbular Mecmuası’nm üçüncü sayısında, ge­
bir tenezzühe, kolleksiyonuna, çiçek toplamaya, tabiata
çen sayıda başlayan “El-Irad” ile “Gazeliyat” m mâbadi ve
nazaran bir kroki yapmaya, kendi kendine birşey okuma­
“Türk Musikisine Dair Tetebbular” makalesi yine lisan ci­
ya veya sadece oynamaya gidebilir.
hetinden bir derece hâiz-i kıymettirler. Musikiye dair ma­
Bu ihtiyarî saatlerdeki mesaîden meydana gelen eşya kalede bilhassa şâyân-ı dikkat birkaç eski lügat tam yerin­
için senede iki kere mektepte sergi açılır. de kullanılmıştır. Gökalp Ziya Beyin “Eski Türklerde İçti­

M. Rahmi maî Teşkilât” makalesine gelince, İlmî bir kıymeti hâiz


olan bu eser ayın zamanda lisanî kıymete de mâliktir.
Zannımızca İçtimaî cebriyeye inananların usûl ve tetkika-
tı üzerine kurulan bu eser, aynı zamanda lisanî tetebbu-

mimli atın bizim için nelere yarayacağını ve ne kadar lâzım ol­


duğunu da gösterir. Tetkikat-ı lisaniyeden istiâne ile yazı­
GEÇEN YILDA TÜRK DİLİ NE KAZANDI? lan bu büyük makaleye mevzuunun ehemmiyet ve bü­
yüklüğüne binaen ileride bir lisanî mütalâa tahsis edece-
Başı yıl 5, cilt 10, sayı 3'tedir.
ğiz.
Millî T eteb b u lar Mecmuası - Tetebbu edeceği sa­
Görülüyor ki. Millî Tetebbular Mecmuası’mn lisanî
halardan biri “lisaniyat” olan bir encümenin neşriyatı va­
kıymeti onu Türk dilinin 1331 senesi kazançlarının bü­
sıtası olan bu mecmua Türk dili için şükrana değer bir ka­
80 TÜRK YURDU Sayı 109

yüklerinden saydırmaya yetecek kadardır. Münderecâtı- tetebbu ve tetkik erbabı için birçok kolaylıklar temin
nın daha sade bir Türkçe ile yazılabileceği mütalâası hatı­ eder. Onları lüzumsuz yere vakit sarfetmekten saklar. Ba­
ra gelebilirse de, endişe edilecek bir mesele değildir. sılan üç-beş bin nüshasını mütalâa eden erbâb-ı tetkikin
Köprülüzâde Fuad Bey gibi bir Türk zekâsının elinden vaktini zayi etmektense onu bastırırken nezaret eden ve
geçen bir mecmua elbette bu kusurunu da yavaş yavaş tashihini yapan bir veyahut birkaç adamın birkaç gün
giderir. vaktini fihrist tertibi uğrunda sarfetmesi daha makul ve
daha muktesidânedir. Bunu AvrupalIların hiçbir vakit
gözden kaçırmadığını büyük küçük bütün istişrak kitap­
RİSALE VE HTAPLAR
larına mükemmel rehber ve fihristler yaptıklarını karileri­
Matbuat-ı mevkutenin Türk dili faydasına çalışmasını mizin elbette hepsi bilirler. Dîvânu Lügati’t-Türk için de
sayıp geçerken “Gayr-i Mevkut Matbuat”ın hatıra gelme­ böyle bir mükemmel fihrist y^apılmış olduğunu görmek
mesi bittabi mümkün değildir. Geçen makaledeki izaha­ isterdik. Fakat daha göremedik. İhtimal ki, yapılmak üze­
tımızdan matbuat-ı mevkutenin İstanbullu kısmının hay­ redir. Bu büyük eseri her cihetten mükemmel bastırma­
li çalışmış olduğu anlaşılmıştı. Şimdi milliyet nokta-i na­ ya yetişen bir himmetin bu hususa da kifayet edeceğine
zarından az çok ehemmiyeti hâiz olan ufak tefek risâlele- eminiz. Fakat ancak iş cihetinde kalan bu noksanın kita­
ri, büyük küçük kitapları sathî bir sûrette gözden geçire­ bın kıymet-i asliyesini düşüremeyeceğini ve bu kitabı
ceğiz. bastırmak Türklüğe büyük bir hizmet olduğunu her-
Cam-ı Cem-âyin - Kitap muhibbi ve kitabiyat âlimi hâlde zikretmek lâzımdır.
Ali Emirî Efendi tarafından “Nevadir-i Eslâf’ külliyatının İkinci mütalâamıza gelince; bu eser basılıp çıktığı gi­
beşinci cüz’ü olmak üzere neşredilen şu küçük risâle bi onun her şeyiyle istidlâle, hatta onunla birtakım İlmî
edebiyat tarihi cihetinden birçok madde (materyal) ver­ meselelerin hâl ve ispatına kalkışıldı. Şüphe yok ki, bu ki­
diği gibi lisaniyat nokta-i nazarından da tetkik edilmeye tabın bizim için kıymeti büyüktür. Bu kitap mühim mad­
değer birçok eşhas adı ve oldukça müstesna hususiyet deleri (materyal) ve ondan senetleri havidir. Fakat kita­
gösteren bir üslûp ve münderice-i lisanî meydana koyu­ bın üzerinde daha bir mütehassıs tarafından tetkik ve
yor. “Nevâdir-i Eslâf’ külliyatının 4 ve 6. cüzleri olan “Çin tahkik yapılmamıştır. Bunun için az çok yanlışları da ihti­
ve Hıtay Sefaretnâmesi” ve “Mardin Mülûk-ı Artukiye Ta­ va edeceğine inanmak ve ihtiyatla istidlâlde bulunmak
rihi” kezâlik kısmen aynı kıymeti hâizdirler ki, bu cihetle lâzım gelir. Zaten yedi asır evvel yaşayan bir şarklı tarafın­
bunların nüshalarının çoğalmasını da Türk dili için bir ka­ dan telif edilmiş olması da kısmen bunu mucibdir.
zanç saymak lâzım gelir. Son zikrettiğimiz iki risâle Türk
Bu sözlerin Dîvânu Lügati’t-Türk’den herkesi ürküt­
tarihi cihetinden de oldukça mühim şeylerdir. Millî tari­
mek veyahut ilim sahasında gösterilecek cesareti kırmak
himiz ile meşgul olanlar için mehaz olabilirler. için söylenilmiş olduğuna zehâb-ı hâss olmasın! Dîvânu
Dîvânu Lügati’t-Tüfk -1331 yılında Türk dilinin el­ Lügati’t-Türk bizim için geniş bir tedkik ve tetebbu saha­
de ettiği iki en büyük kazancından biri Dîvânu Lüga- sıdır. Zengin bir definedir. Fakat uzun zaman ve çok sa’y
ti’t-Türk’tür. Âdeta varlığından bile kimsenin haberi yok ister. Bunların evvelkisine mâlik olan, sonrakisine katla­
gibi bir kütüphanede uzlet-perverâne yaşayan bir kitabın nan zatlar tarafından yapılacak tetebbunâmelerden her­
birdenbire nüshası çoğalarak meydana çıkıvermesi Türk kesin istifade edeceği tabiîdir. İşte böyle tetebbu ve
dili için ve Türk dilini tetkik etmek isteyenler için âdeta tedkikler için rehber olabilecek olan Dîvânu Lügati’t-
bir hâdise teşkil eder. Türk, Türk dilinin sekiz buçuk asır evvel kendi oğulların­
dan birinin eliyle ektiği ekinlerin Cihan Harbi senesinde
Türk Yurdu’nun 9. cildinin 156. sayfasında Dîvânu
istihsal ettiği en zengin hasatlarından biridir.
Lügati’t-Türk’ten bahsolunmuştu. Biz şimdi o yazdıkları­
mıza bir-iki mütalâa daha ilâve etmek istiyoruz; böyle bü­ Bitmedi.

yük ve ciddî tetkikat için mehaz ve senet olabilecek eser­ Ufalt Toktamış
ler daima bir fihrist ve rehbere mâlik olmalıdırlar. Fihrist,
Sayı 109 TÜRK YURDU 81

BÜYÜK HİKAYE Herhâlde ahalinin Özbek için döğüşmeyeceği kat’î


BABÜRHAN idi.

Muharriri: Flora Annastil Bu teşebbüse değer bir fikirdi. Fakat ilk teşebbüs
Mütercimi: Halide Edih edenler pek güzide adamlar olmalı idi.

Başı yıl 3, cilt 6, sayı 9'dadır. Kendi şimdilik dağlara çekilmeye karar verdi. Yüksek
yerlerde iyi düşünüyordu.
Babür bu sevinçli havadisi aldığı vakit pek hoşlandı.
Müşfik, mesut ve mağrurdu. Annesi hıçkırıklarla boynu­ Meseleye karar verdikleri vakit yaz gelmişti ve Babür
na asılır ve Ensevgilinin solgun yanakları bile âtinin müj­ güzide adamları ile bir defa daha Yaz Aylak’ın tepelerin­
desiyle pembeleşirken ne isteyebilirdi? de bulunuyordu. Başının üstünde aysız karanlıkta Ensev-
gili’nin yıldızların dönüşünü seyrettiği çiçek çalık dağ bu­
- “O senin olduğu kadar benim de oğlum olacak, kar­
lunuyordu. Heft-evreng gecenin kadife morluğunda di­
deşim.” dedi. “Ben onun Ensevgili teyzesi olacağım. Artık
zilmişlerdi. Acaba o tahtlardan biri kendisi için boş mu
benim evlenmemden âbdal kadınlar bahsetsin bakalım,
idi, yoksa Baysungar’ın zavallı ruhu mu orada oturuyor­
değil mi hakanım?”
du? Babür’ün zihni hep böyle garabetle dolu idi. Bu fikir­
Babür eski günlerdeki gibi kardeşinin eli altında otu­ ler kendi kendilerine geliyor, ziyaya karşı görünüşü mü­
rurken önünde bir saadet ufku açıldığını görüyordu. O tenevvi çehreli, bin renkli billûr kâsenin parlak uçlarında­
defaki ziyarette Ayşe Begüm’e onun soğukluğundan şi­ ki hâleler gibi etrafına birer hâle yapıyordu.
kâyet edemezdi.
Karanlık vâdiye yükseklerden bakarken hayat ona
Fakat onu asabileştiriyordu. Bir varisi olmuş, miras- pek muhteşem görünüyordu.
sız bir adam için ne işe yarardı. İkiye bölünen Fergana
Bütün ümerâsı ve arkadaşları çadırın ateşi etrafında
kimse için devamlı bir yer olamazdı.
kendi yanında eğleniyorlardı. Tehlikeye atılmadan bu
Ya Semerkand? Hiçbir hakkı olmayan yeğeni Ali, Se- son ziyafetleri idi.
merkand’da annesi tarafından hakkı olan küçük kardeşi­
Birdenbire dönen Babür yüzünde ateşin ziyasından
ni mağlûp etmişti. Ondan sonra da hak Babür’ündü.
daha parlak bir alevle:
Karlı sırtlarda ayı avlarken bunu düşünüyordu. Niha­
- “Gelin” dedi. “Bahse girelim, Semerkand’ı ne vakit
yet karargâhına geldi. Kasım ve asilzadegânla meseleyi
alacağız, bu gece mi, yarın mı, yoksa hiçbir vakit mi?”
konuştu.
Noyan Gönültaş:
Eski asker:
- “Bu gece” diye haykırdı ve ötekiler de onu takip et­
- “Allah’a şükür. Belki yakın vakitte yine muharebe
tiler.
edeceğiz.” diyordu.
Yarım saat sonra eğerlerinin üstüne atlamış, eğilmiş,
Semerkand’da intizar ettiklerinden fazla buldular.
yanlarında ip merdivenler asılı olanca süratleriyle gidi­
Baharda Babür’ün ordusu Semerkand önüne gelince Za-
yorlardı. Şimdi veyahut hiçbir vakit! Şeybanî Han şehirde
if Ali ile cesaretsiz askerlerini değil, büyük Özbek Hanı
na-mevcut, fırkası her şeyden habersiz ve emin bulunu­
Şeybanî’yi orada gördüler. Şeybanî kim bilir hangi bir âni
yordu.
bir fikirle Buhara’yı almış, Semerkand’a hücum etmişti.
Ona da bir kadının hıyaneti ile sahip bulunuyordu. Babür Gece yarısı Semerkand’ın duvarları üstünde, eğlence
buraya küçük kuvvetiyle hücumu delilik addediyordu. bahçelerinde durdular.
Fakat baskın ile yapsa, Özbek alayı oraya yabancı idiler. Onlar sessizce Âşıklar Kapısı’nın yanından, en az mu­
Babür orada yüz gün sürmüş olan kısa saltanatı esnasın­ hafaza edilen duvarlardan geçecekler, sükûnetle Firuze
da pek sevilmişti. Bir-defa duvarların içine girebilse ahali Kapı’nın önünde muhafızları yere vurup kapıları açacak­
belki onu isteyecekti. lardı.
82 TÜRK YURDU Sayı 109

Babür elindeki adamlaria çökecek kapıdan yolu aça­ pek ziyade şâyân-ı dikkat ve ehemmiyet nutuklar irâd
caktı. edilmiştir.

Gece nasıl sakindi, yıldızlar nasıl berrak! Yedi tahtlar Hariciye nazırımızın nutku, çok ciddî mühim mese­
sıra ile sehere doğru gidiyorlardı. Acaba hayatının talihi­ lelerden açık bahsetmesi cihetiyle şimdiye kadar pek de
ni hangisi idare ediyordu. Babür karanlıkta eli kılıcının dinleyemediğimiz nutuklardan sayılabilir. Bu nutkun Al­
üstünde sabırsızlıkla bir ses bekliyordu. Ayaklarına yu­ man dost ve misafirlerimize hitaben irâd edilmesindeki
muşak bezler sarılan atların ayakları ses çıkarmıyordu. nükteyi müdrik olmakla beraber bilhassa Osmanlı efkâr-ı
Demirin demire temasının yapacağı ses bile yoktu. Her umûmiyesine pek iyi tesirler yapmış olduğuna kaniyiz.
şey mezar kadar sakindi. Siyaset-i umûmiyemizin böyle ara sıra Meclis-i Mebusan-ı
Osmanî’de veya diğer mevâki-i münasibede efkâr-ı Os­
Kader acaba ne saklıyordu? İşte bir nöbetçi sesi:
maniye’ye izahı zannımızca daima müstelzem fevâid
- “Gecenin saatinden ne haber? Hakikat ne haber?
olur.
Bir saniye sonra gürültü, boğuşma, kılıç şakırtıları.
Türk Ocağı’m n Faaliyeti - Geçen Martın on seki­
Babür: zine müsadif cuma günü öğleden sonra Mekteb-i Tıbbi-
ye’nin açılması münasebetiyle İstanbul’da toplanan bir
- “Kapıyı, kapıyı açınız!” diye haykırdı.
kısım Ocakçılara Türk Ocağı’nın başbuğu Hamdullah
Darbeler bir bombardıman, sonra taş ve herşeyle hü­
Subhi Bey, Türk Ocağı’nın faaliyetine dair bir nutuk irâd
cum, nihayet kapıda bir lerze, sonra birdenbire ardına
etmişti. Pek şâyân-ı dikkat olan bu nutukta Ocağın harp
kadar açılıveriş!
iptidasından şimdiye kadar yaptığı işler madde madde
Bir saniye sonra Babür kapıları geçmiş Semerkand’a olarak hazırûna anlatıldı. Hamdullah Subhi Bey bir aralık:
han olmuştu. Şehrin uyuyan sokaklarında geçerken bu­
“Biz elden gelen her şeyi yapmaya çalıştık. Evet efen­
nu biliyordu. Bir-iki sersem dükkânımsı kapıdan bakmış,
diler! Herşeyi yaptık, diyorum. Elimizden gelen herşeyi
anlar anlamaz yerlere kapanmış Tanrı’ya secde etmişti.
yapmaya çalıştık. Fakat her bir elimizden geleni, her iste­
Bütün şehir böylece minnetle ve sevinçle uyanmıştı. Sa­
diğimizi yapmak hususunda birçok mânialara rast geldik.
baha karşı kovaladıkları Özbeklerin bir kısmı kaçmış, bir
Biz bu mânialara da pek mülâyemetle karşı durmaya ça­
kısmı ölmüştü. Bütün ahali hazır yemekleriyle sarayın
lıştık. Muvaffak olabildiğimiz kadarını yaptık. Bunda hiç
büyük kemerli kapısına gelmiş, yeni hanlarının muvaffa­
ihmal göstermedik.” dediği hâlde saydıklarından Ocak’ın
kiyetini tebrik etmişti.
elinden gelip saha-i faaliyete çıkarabildiği işlerin bile hay­
Bitmedi. li çok olduğu görülüyordu. Biz bu işlerin içinden belli
başlılarını aşağıya kaydediyoruz:

1 -Harp başladığında Türk Ocağı’nda 150 kadar İlmî,


edebî, ahlâkî, fennî, terbiyevî ve İçtimaî konferanslar ve­
TÜRKLÜK ŞUÜNU rilmiş ve bu rakamlardan hariç olmak üzere diniyât, ede­
Reichtag H eyetinin İstanbul’u Ziyareti - Nisanın biyat ve içtimaiyât üzerine serbest ve münakaşalı dersler
ir in d e İstanbul’a vürûd eden Reichtag heyeti, Nisan’ın tertip olunmuş;
16’sına kadar kalarak Berlin’e avdet etmiştir. Muhtelif fır­
2 -Hepsi Türk ve İslâm medeniyet-i kadîmesine ait
kalar rüesasından mürekkep bu altı kişilik heyet Osman­
olmak üzere 2000 aks-i câmî tedarik edilmiş ve muhtelif
lI payitahtında hakan hazretleri tarafından şeref-i kabule
vakitlerde erbâb-ı hevese sinema ile gösterilmiş;
nail oldukları gibi her taraftan samimî ve hararetli bir ka­
3 -Millî ve İlmî maksatlarla kadın ve erkek tenezzüh
bul görmüşlerdir. Şereflerine birkaç kere ziyafet verilmiş,
seyahatleri tertip olunmuş ve bu cümleden Bursa’ya bir
İttihad ve Terakki Fırkası nâmına verilen büyük ziyafette
seyahat-i mükemmele icra edilmiş;
OsmanlI hariciye nazırı, Almanya sefiri ve Reichstag Mu­
hafazakâr Fırkası reisi taraflarından siyaset-i umûmiyece 4 -Üç-dört defa resim sergisi yapılmış ve bu sûrede
Türk ressamları himaye olunmuş ve eserleri terviç edil­
Sayı 109 TÜRK YURDU 83

miş, neticede yanlız İstanbul’da “§âyân-ı dikkat, §âyân-ı olan münasebâtında bu muamelâtı ona emin bir “itibâr-ı
hürmet ve muhabbet” 35 kadar Türk ressamı mevcut ol­ malî” kazandırmış.
duğu görülmüş, bu resim sergilerinden birinde mizahî
Buraya kadar saydıklarımız Ocağın sırf şahsî ve husu­
resimler, karikatürler teşhir olunmuş;
sî teşebbüsleri cümlesindendir. Bundan başka doğrudan
5 -Birçok yuvasız, mektepsiz kalan gençlerin mek­ doğruya Ocağın kendisinden gelmeyip, onun millî ve İç­
teplere yerleşmesine ve mektepte olup da muavenete timaî kıymet ve ehemmiyetinin halk arasında anlaşılmaya
muhtaç olanlara yardım etmiş; başlamasından gelen diğer muvaffakiyetleri de çoktur,

6 -Cihan Harbi dolayısıyla burada mahsur ve parasız Meselâ bunların en mühimi olarak Ocağın azasının mik­

kalan Rusyalı Türk-İslâm gençlerine bir hayli muavenette tarı çoğalıp 2000’e bâliğ olduğunu, vilâyetlerde açılan şu­

de bulunmuş (temiz, iyi oda vermiş, odalarına elektrik belerinin de miktarı artıp 24’e çıktığını, varidât-ı

ışığı getirtmiş, açıkta kalanlarını mektebe yerleştirmiş, umûmiyesi tezâyüd edip 387.401 kuruşa bâliğ olduğunu

oturdukları yerde Almanca okumaları ve musiki öğren­ ve vilâyetlerden birçok İlmî ve millî meseleler hakkında

meleri için hususî muallimler getirtmiş, sinemalarını, ti­ istizâhlar gelip, onlara muvafık cevaplar verildiğini ve bu

yatro ve konferanslarını onlar için daima açık bulundur­ istizâhların da miktarı epey çok olduğunu zikretmek
lâzımdır.
muş, zamanıyla elinden geldiği kadar para ile de yardım­
da bulunmuş); Ocağın bu faaliyet-i mütemadiyesi ecnebîlerin de

7 -Açıkta ve işsiz kalan İstanbullu ve Anadolulu bir­ dikkatini celbetmiş ve bu dikkat eseri bilhassa Almanya

çok Türklere iş bulmuş; ile Rusya’da görünmüştür. Bu memleketlerin gazeteleri


Ocak hakkında hususî makaleler yazmışlar ve faaliyeti,
8 -Biri Türkçe, diğeri Fransızca olmak üzere iki
maksat ve mesleği hakkında mütalâalarda bulunmuşlar­
kitaphane tesis etmiş;
dır,
9 -Müzeyyen ve mükemmel bir konferans salonu
“Türk Yurdu” yoldaş Türk Ocağı’nı muvaffakiyetle
yaptırmış, bununla tiyatro ve temsiller için de imkân bu­
çalışmasından ötürü kutlulamayı tatlı bir vazife bilir.
lunarak birkaç defa tatbik ve temsil de edilmiş;
Güç D em ek leri - Memleketimizde spor ve terbi-
10 -Sinema, elektrik, telefon gibi “muasır vesâit” ge­
ye-i bedeniyenin kıymet ve ehemmiyeti tekrar anlaşılma­
tirtilerek onlardan istifade olunmaya başlanılmış;
ğa başlayalı birbirine az çok benzeyen ve muhtelif yerler­
11 -Ocağın muhtelif salon ve odalarını süslemek ve de teşekkül eden “Güç Derneği”, “Spor Kulübü”, “Terbi­
Türk âsâr-ı nefisesini sevdirmek için muhtelif resim ve ye-! Bedeniye Kulübü”, “İzci Ocağı” gibi dernekler lağve­
güzel yazı kolleksiyon ve levhaları alınmış; dilerek Harbiye Nezareti’nin emr ü idaresine tâbi olmak
12 -Askerliğe giden Ocakçıların ailelerine yardım üzere “Gençler Derneği” teşkil olunup, on maddeden
edilmiş; ibaret bir kanun-ı muvakkat neşrolundu. 10 Nisan tarihli
Tanin refikimizde dere olunan kanundan anlaşıldığına
13 -Ocak maddeten iyileşmiş, güzelleşmiş; millî sa­
göre “Gürbüzler Derneği” ve “Dinçler Derneği” adlarıyla
nat eserleri olan mobilyalar alınmış, tefriş edilmiş, salon
iki kısımdan ibaret olan bu dernek umûm Osmanlı genç­
ve odaları boyatılmış;
lerini on yaşından asker ocağına gelinceye kadar terbiye-i
14 -Ocak, artistlere, sanatkâr kalem ve fırçalara Türk bedeniyeye mecbur tutacaktır. Muvaffakiyetle tatbik edi­
ve OsmanlI musikişinaslarına daima bir baba gibi hareket lebilirse bu kanunun çok faydası olacağına şüphe etmi­
etmiş, onlara her vakit himaye gözüyle bakmış, eserleri­ yoruz.
ni teşhir ve terviç etmiş;
İzmir Akhisar’ında - Akhisar’da bulunan ve sözü­
15 -Ocak, her kim ile muamelâtında insaniyet ve mü- ne inanılır bir genç ora ahvâline dair şunları yazıyor:
lâyemet dairesinde harekâtta bulunmuş, söylediği sözü,
“Bandırma’dan İzmir’e kadar bir dönüm gayr-i mez-
ettiği vadeyi vaktinde ifâya çalışmış, ticarethaneler ile
rû arazi göremezsiniz. Tabiatın bahşayiş-i fevkalâdesi ola-
84 TÜRK YURDU Sayı 109

rak bu sene riıezruat geçen senelere nisbetle pek ziyade Millî Talim ve Terbiye Cemiyeti - Umûmen talim
feyz ve bereketlidir. ve terbiye meseleleri ile uğraşmak maksadıyla yukarıki
isimde bir cemiyet teşekkül edip nisan ortalarında resm-i
Bu vilâyette hayat ve maişet kat’iyyen buhranlı değil­
küşadı icra olundu. Müessis ve müteşebbislerinin birkıs-
dir. Fikir ve tedbir ve icat bir büyük harbin her yerde tev-
mı talim ve terbiye mesleğine mensup olan bu cemiyete
lîd ettiği dayyık maişet ve buhrana bir sedd-i kavi ile mâni
muvaffakiyet ve uzun ömür dileriz.
olmaktadır. İkame-i kanun-ı İktisadîsinin safahat-ı tatbi-
kıyesi güzel bir şekil ve sûrette göze çarpıyor. Şeker yeri­
ne üzümün mevadd-ı sükkeriyeyi hâiz olan suyu veyahut

nefis pekmezler, petrol yerine havass-ı ihtirakiyeyi hâiz
birçok mevad kaim olmakta ve ihtiyacât-ı umûmiye bu
İd ared en
sûrede istifa edilmektedir.
Maarif Nezaret-i Celîlesi’ne Teşekkür - Maarif
Vilâyet bütçesinin tahsisatıyla açılan şimendifer mek­
Nezaret-i Gelilesi tarafından neşrolunan kitap ve risâlele-
tebi de iyi semereler vermiştir. Eskiden hemen hemen
rin “Türk Yurdu” hususî kütüphanesine ihdâ duyuruldu­
bir ecnebi müstemlekesi hâlini andıran istasyonların Av­
ğundan dolayı nezaret-i müşarunileyhâya arz-ı teşekkü-
rupa şatoları kadar şık ve zarif binalarında yaşayan ve bu­
rât eyleriz.
nunla beraber milletimiz aleyhinde bir çok entrikalar çe­
viren ecnebi acentalar yerine şimdi açık alınlı, temiz kalp­
li Türk gençleri kaim olmuştur.”

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf “K ader” Matbaası


T ûkk M m a
Tür£Writt Tâi (kesitte CaUsır -Nr

YIL: 4 5AYI: 110 (19 Mayi6 1332-1 Haziran 1916)

û ^ d e ^ ^ ^ et^ aC e d c ^ ç c d <t ^

Köyümden Geliyorum'dam Uzak Hatıralar, Uzak Köyler / Isp artalı H akkı

Hususî Bir Ziyaret / R ıza T e v fik

Yahya Kemal'e / Y u su f Ziya

/ F a z ıl A h m ed

Devletler Arasındaki Münasebetlere Dair (2): “Dârülharb ve

Muvazene -i Siyasiye / Safes

M aarifimiz H akkında / N â fi A tu f

Adaylara Doğru / H alim Sabit

Türklük Şuûnu: Rusya'da Sakin Gayr -i Rus Unsurların Protestosu / T.Y.


Sayı 110 TÜRK YURDU 87

TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

ANADÛLUMÜZ

KÖYÜMDEN GELİYORUM'DAN: 19

UZAK HATIRALAR, UZAK KÖYLER

Bugün Ağustos’un son günü... Dünden karariaştır- çarıklı... Gömlek etekleri don üstüne bırakılmış, don pa­
dık, erkenceden Minasin’e gideceğiz, oradan Ayazma- çaları tolak üstünden torba gibi tortop bağlanmış... Bil­
na’ya gideceğiz. Felekten bir gün çalacağız. Yetiştirebilir­ hassa genç kadınlarda etekler, paçalar iğne işi nakışlı...
sek dönerken Halife Sultan’a da uğrayacağız. Örtü altındaki başlarda dikçe bir nevi hotoz... Yüzler yarı

Kuşlar gibi erken kalktım. Çocuklar gibi hopluyor- kapalı. Önde yüklü eşekler, katırlar... Çocuklarının kendi

dum. Müteallikattan Müftüzâde Hacı Mehmed Efendi ile sırtları da yüklü. Ellerde Tengirek denen haç biçiminde

yeğenim Arapzâde Şükrü Efendi geldiler. Güneş doğar kanatlı bir nevi kirman dönüp duruyor. Hem yürüyorlar,

doğmaz yolu tuttuk. Mahalle aralarından süzülüp gidiyo­ hem ip eğiriyorlar.

ruz. Bunlar İsparta’ya odun, çıra ve kömür gibi yakacak;

Çeşme önlerinde hamarat kadınlar, yorulmak bilmez sap ve sırık gibi kırık kereste getirirler. Köy, şehre beş-al-

kızlar, kollar sıvanmış, etekler çemrenmiş çalışıyorlar. Le­ tı saat uzak olduğu için gayet erken kalkarlar... Yollar

ğenler, listirler, kalburlar işliyor. Tekneler dolup boşalı­ sarp ve kayalık olduğu için ellerde yanmış çıra ile yarı ge­

yor. Buğday, çavdar yıkanıyor. Bulgur için, tarhana ve ni­ ce yollara düşerler. Bir hâlde ki, şehrin yüksek mahalle­

şasta için biraz geç kalınmış gibi. Artık bundan sonraki lerinden bunların karanlıklarda, uzaklarda yıldız böcekle­

yaz, yaz değil ayaz. Şüphe yok onlar böyle düşünüyor. ri gibi yürüyen ışıkları görülür.

Böyle düşündükleri için alaca şafak vakti çeşmelere dö­ Bu köyün ekmeği darı, aşı darı, çorbası darı, böreği,
külmüşler. Baharda yuva yapan dişi kuşlar gibi gidiyorlar baklavası, bütün yediği darıdır. Bunun için adına Darıye-
geliyorlar, kışa hazırlanıyorlar. ri demişler. Lâkin şehirde bunu Darıveren, Darıviran ya­

Ben gelecek kışı değil geçmiş baharları düşünüyo­ zarlar. Darviran şeklinde süslü bir tabir hâline koyanlar

rum. Düşündükçe dalıp dalıp gidiyorum. Gördüğüm bir da eksik değil. Bunların hakları da var. Çünkü bununla ci­

taş, bir ağaç zihinde bin hatıraya can veriyor. Böylece ça­ varındaki Kışla köyü, Savşıh Yurdu hep viran, hep ha-

yı geçmişiz, Paşabahçesine gelmişiz de haberim yok. rab u yebab yerlerdir. Bunlar Akıtma, Tepereme ve Tepit
denen ekmekçiklerle geçinirler.
Bu mevsimde buralar çokça kalabalık olur. Bugün de
yollar pek şenliksiz değil. Darıyeri köylüleri gelmeye baş­ Ekmek sözünden fırın hatıra gelmemeli... Kızgın saç

lamış. Genç ve yaşlı kadınlar, ihtiyar erkekler, körpe ço­ üzerine darı hamurunu cıvık hâlde akıtırlar, akıtma olur.

cuklar başka köylere benzemeyen kıyafetleriyle gözlere Katı hâlde koyup el ile yassılatırlar, tepereme olur. Arpa

çarpıyor. Kadınlar da erkekler gibi abalı, kebeli, tolaklı. unuyla veya öyle birşeyle melez yapıp atarlar, tepit olur.
TÜRK YURDU Sayı 110

Derler ki, daha ötelerde darı veya arpa ununu da bulama­ da bitmişti. Oturduğum yerde pinekleyen ben de bitmiş,
yıp oralara mahsus bir nevi palamudun “kılık” denen ko­ yığılmış kalmıştım.”
zalağını öğüterek un ve ekmek yaparlar. Nasıl ekmek? Darıyeri’ndeki geceler de unutulacak gibi değildir.
Nasıl olduğunu burada sormamak, gidip olduğu yerde Ben daha İsparta’dan çıkmadan da bilirdim ki, bu köyler­
görmeli. Kış olur ki, yolları kar kapatır, köylüler yerlerin­ de yatak yoktur, yorgan yoktur. Yatağa serilip yorgana ör­
de kapanır... Ne yerler, ne içerler? Onu kimseler bilmez. tünerek yatma âdeti yoktur. Lâkin bunu pek az ve eksik
Bir ihtiyar bana bu köyler için, “üç ay tok, dokuz ay aç” anlıyormuşum. Geç vakte kadar bizi bekleyen, kitap din­
demişti. ler gibi dinleyen köylülerin bazısı gitti, bazısı kaldı. Yatma
Şehirler köyleri pek az tanır. Bâ-husus köyler uzak zamanı idi. Arkadaşların en genci olduğum için “Haydi
ise, fakir ise... Sanki taşra merkezlerinde de İstanbul’da bakalım kuştüyü yastığı al” diyerek verdikleri heybeyi baş
olduğu gibi köyden kaçma ve korkma hâlinde bir nevi altıma yerleştirdiğim ve kıl çul üstüne büzülüp aba yağ­
miskinlik hastalığı vardır. Kimse köye gitmek istemez. murluğu göğsüme çektiğim sırada kalan köylüler yerde­
Meğer ki, kuvvetli bir sebep ola. Ben gençliğimde bir yıl ki kalın bir direğin mahsus yapılmış oyuklarına başlarını
ağnam sayım kâtibi olarak mart içinde bu köylere gidip koydular, ayaklarını ocağa uzattılar. Anladım ki, “taban
Savşıh Yurdu’nda bir gece. Kışla ile Darıyeri’nde ikişer ocak” ve “taban ocağı” dedikleri yatma ve uyuma usûlü
gece kalmıştım. bu idi. Ocak ağız ağıza odunla, ateşle dolu idi. Yatanlar
vakit vakit kalkarak kor hâlinde kükreyen ateşin üstüne
Savşıh Yurdu’nda geçen geceyi unutamam. Yattığı­
bir iki büyük odun daha dayatıp onu kızdırıyorlar, kudur­
mız bir çift damı idi. Çift damı ne? Bunu anlatmak güçtür.
tuyorlardı.
Çift tarlası bazen köye çok uzaktır. Kış günlerinde dönü­
lüp gelinemez. Çiftçi hayvanlarıyla beraber orada gecele­ Toros silsilesi içinde başı göklere dalmış yüksek bir
mek icap eder. İşte çift damı bunun için hazırlanmış bir tepe olan Tavraz dağının vahşî bir eteğine yaslanıp yatan
tarla binasıdır. Kapısı penceresi olsa bile birşeylere ben­ Darıyeri köyüne uzaktan bakanlar onda bir vahşîlik gö­
zemez. Duvardaki bir tanecik pencere gece ve soğuk ol­ rüp ürperirler. Köy böyle iken ahalisi karaca gibi munis­
duğu için kapalı idi. Ocaktaki ateşin dumanı iyi çıkama­ tir, zürafa gibi halimdir, koyun gibi yumuşaktır. Ben o za­
yacak odadakileri boğuyordu. Gözlerden acı acı yaşlar çı­ man böyle görmüştüm. Bunda İmam Ali Hoca’nın tesiri
kartıyordu. Altımıza serilen yatak değildi, üstümüzdeki var derlerdi. Ali Hoca köyün imamı, hocası, babası herşe-
örtü yorgan değildi, yastığımız taş değildi. Fakat taştan yi idi. Sırasına ve adamına göre dayak da attığını söyler­
farklı birşey de değildi. Pirelerin elim altında çekirgeler lerdi. Bu köyü derede bey gibi değil pek başka birşey gi­
gibi sıçradıklarını seziyordum. Ocağın kenarında bir haş­ bi kullanan hoca vefat ettikten, bâ-husus aradan bu kadar
haş yağı kandili kör kör yanıyor. Şurada Sayım Memuru uzun zamanlar geçtikten sonra oraların o güzel ahlâkı ne
Senirkentlizâde Hacı Nuri Efendi, ötede Kolcu Türkme­ olmuştur, bilemem.
noğlu Hacı Mustafa, Samiroğlu Ahmed, Yurd sahibi muh­ Köyün böylece geçimi dar, ekimi dikimi yok, kışı so­
tar ve İmam Molla Ahmed, Kahya Mestan Çavuş... kimi ğuk, şehirliye göre manzarası korkunç, hâli ve ahalisi
kıvranarak, kimi horuldayarak, kimi mışıl mışıl rahat uyu­
yoksul. Lâkin suyu çelik gibi soğuk, havâsı pulad gibi sağ­
yorlar. Ben yavaşça toplanmışım, o günlerde elime gelen lam. Balı kaymağı bol, civarlarında geyik ve sığınla bera­
“Makber” şiirini okuyoaım. Hamid şairin “Eyvah, ne yer, ber kaplan da bulunduğu ,vâdilerinde yüzlerce yıldır eri­
ne yâr kaldı” demesine mukabil ben de “eyvah, ne der, meyerek kemiklenmiş kar ve buz olduğu da rivayet edi­
ne dâr kaldı” deyip deyip inliyoaım, yanıyorum. lir. Buranın suyu için “âb-ı zülâl”, karı için “yayla kayma­
“Bu hâlde iken oda içinde ansızın bir bağırma, bir ğı”, kaymağı için “mermer kırığı”, balı için “kaşık kıran”
patlama: “Vurun, gebertin... Vurun, vurun.. . ” Hacı Nu­ derler.
ri Efendi kendi sesiyle ve kendi sesinin dehşetiyle kendi Maahazâ yalnız Darıyeri gibi uzak ve ücra köylerde
de uyanmıştı. Yattığı yerden dimdik kalkmış oturmuştu. değil, bütün köylerde geçinme hep böyle çetin. Köylü bu
Fakat bir saniyenin içinde çığlıklarla uyanan arkadaşlar
çetinlik içinde çalışacak, yaşayacak, borç ödeyecek, dev­
lete vergi verecek, orduya asker yetiştirecek, şehri ve
Sayı 110 TÜRK YURDU 89

memleketi besleyecek ve yaşatacak. Paşa, kahraman köy­ Ruhumdaki dalgalar beni boğmuştu. “Ay Minasin’e gel­
lü!... mişiz” dedim. Yeniden güldüler. Artık Minasin’deyiz. Ha­
yalin, dalgınlığın içindeyiz. İşte onun hülya uyandıran,
Ey ne dalgınlık bu? Ben böyle gönül havalarında
hülya okşâyân, hülyaya ninni söyleyen loş yeşillikleri naz­
uçup uçup konamazken, az kalmış hayvan üstünden ka­
lı suları, cıvıltıları, cızırtıları, hışırtıları!...
yıp düşecekmişim. Yanımdakiler lâtife edip gülüyorlardı.
“Bu yol pek uyutucu değildir ama” diyorlardı. Benimse Isp a rta lı Hakiki
gözlerim açıktı. Şu var ki, bakıyordum görmüyordum.

EDEBİYAT

h u s u s i b ir ziyaret

Tevfik Fikret’in necib ruhund^^

Dediler ki ıssız kalan türbende Şu hicran yılının sonbaharında


Vahşî güller açmış; görmeye geldim! Jâleler titrerken çemenzarında
O bağ-ı cennetin hâkine ben de Gün doğmazdan evvel ben mezarında
Hasretle yüzümü sürmeye geldim! Matem çiçekleri dermeye geldim

Dediler ki, sana emel bağlayan Seni andım bütün gam çekenlerle,
Kabrinde diz çöküp bir dem ağlayan Aşk-ı hak uğruna yaş dökenlerle
Ber-murad olurmuş! Ben de bir zaman Sarı gonca veren şu dikenlerle
Ağlayıp murada ermeye geldim!.. Taşına bir çelenk örmeye geldim!

Yâdın, ölüm gibi bir sırr-ı mübhem!


Neşe-i sevda mı bu hiss-i elem?
Ruhumda ne füsûn eyledin bilmem?
Bugün sana gönül vermeye geldim

Bebek Ağustos 1331


R ıza Tevfik

( ü Tevfik Fikret’in hatırasını teyid kastıyla bir âbide vücuda getirmek üzere Abdülhak Hâmid Beyin riyaseti altında merhum şairin eski arka­
daşları ve ihtiramkârları Mehmed Cavid, Hüseyin Cahid, Rıza Tevfik, Ahmed İhsan, Sâtı, Adnan, Hamid, Celâl Sahir ve Yahya Kemal beyler­
den mürekkep bir cemiyet teşkil etmiştir. Bu teşebbüs hükümetimizin müsaade-i tesmiyesine iktiran etmiştir. Her nevi kadirşinaslığın
takdirkârı olan “Türk Yurdu” bu güzel teşebbüsü samimiyetle tebrik eder.
Muhterem “Tanin" arkadaşımızdan cemiyetin beyannâmesini aynen naklediyoruz:

TEVFİK FİKRET AbİDESİ CEMİYETİ’NİN BEYANNÂMESİ


Uhrevî rahmete kavuşan Tevfik Fikret şarkta başlı başına bir sanat âlemi yaratan Osmanlı Türk milletinin en şanlı evlâtlarından bir şair,
bir sanatkâr, bediî bir inkılâpçı idi. Şiirimizin nazmında, lisanında, aıhiyetinde, hatlarında ika ettiği inkılâpla en büyük bir merhale ve
şahsiyetle de imanlı, hayata güzellik, iyilik ve doğruluk için geldiğine kani bir vatandaş nümûnesi tecellî ettiren bu büyük insan Tevfik Fikret
nâmına mefahirimizin kahramanlarını âbidelerle andırmak an’anesinden olan büyük milletimizin payitahtında bir âbide dikmek için teşekkül
eden cemiyetimiz merhumun hatırasını takdis eden meftunlarına, tilmizlerine, arkadaşlarına müracaatla bugünden itibaren iâne cemine
başladığını beyan eder. “Tevfik Fikret Abidesi Cemiyeti” ne iânât irsalâtı için merci; İstanbul’da Hilal-i Alımer Merkez-i Umûmîsi’nde Hilâl-i
Ahmer Fahrî Muhasebecisi ve Tevfik Fikret Abidesi Cemiyeti Veznedarı Hamid Bey,
90 TÜRK YURDU Sayı 110

Eşsiz şiirleriyle devrim izin belli başlı sim alarını resim ve tespit etm ekte büyük bir m a h a ­
ret gösteren Fazıl A hm ed Bey “Türk Y urdu”n a ya zıla rıyla m uavenette bulunm ayı vaat et­
tiler. Bu sevinçli haberle birlikte şairin bir şiirini karilerim ize arzediyoruz;

YAHYA KEMAL’E

Hepimizin dimağını işletmeye oldun sen Edebiyat gümrüğünü alıver ki eline


En kuvvetli bir motor, Geçmesin fena mal!
Ey şuara mavnasını sürükleyip götüren Ustamızsın Allah için, takın artık beline
Silindirsiz römorkör! Bir ipekli peştamal!

Oluverip birdenbire en kavgacı bir horoz Doğru mudur bilmiyorum, fakat sana rast gelen
Ettin bizi pür-telâş! Diyor: “Hani eserin?”
Rendeledin şöhretleri sen ey koca marangoz. Üdebânın hatırını kırıp şimdi kâmilen
Şimdi önün hep talâş! Yonga etmiş keserin!

Bazıların nazarında olsan bile baldıran Bazen fakat -itiraf et- meselâ bir kiraza
Bizim için incisin Dedik: Ebegümeci!
Sen Türkçede en dehşetli balyaları kaldıran Edebiyat kulübünde rölans ettin herkese
Bir garabet vincisin! Sen ey cesur pokerci!

Sanatının bahçesinden topluyorken sen yemiş Kuşa artık kuş denecek, insiyakı lehçede
O “İlâhî adada” Bırakmadın çünkü murg;
Şiirimizin bostanına ocak ocak ekilmiş Senin nâmın söylenecek bir gün hatta lehçede
Yine bir çok labada! Ey edebî Hindenburg!

Nisan 532

Fazıl Ahmed

isyan

Rübâbımın tellerinde hasta buseler Bir dul kadın ruhu vardı şiirlerimde.
Bir hicranlı tebessümle kanat açardı! Zaman geçti o bulutlu akşam gitmedi!
En neşeli nağmesinde yaşardı keder. Bir yağmurlu gölge vardı fikirlerimde.
Her şiirimde göz yaşından inciler vardı Ağlamaktan gözümdeki yaşlar bitmedi.!

Dolaşmıştı hislerime bir kadın saçı. Fakat bugün isyan etti bütün hislerim,
Benliğimi unutarak sevdaya taptım! hâkim artık benliğime kudsî bir emel,
Kırılınca kalbimdeki muhabbet tacı. Şimden sonra her şiirimde görmek isterim.
Gençliğime hıçkırıktan bir türbe yaptım Bir kahraman sesli kılınç sevdaya bedel!
Yusuf Ziya
Sayı 110 TÜRK YURDU 91

TARİH UE SİYASET millî fikri” beyne’d-düvel münasebâtın esasını teşkil


eder.

2-DEVLETLER ARASINDAKİ MÜNASEBETLERE DAİR: Birinci devre Martens’e göre gayet uzundur. Miktarı
“DARÜLHARP VE MUVAZENET-İ SİYASİYE” sayılmak kabil olmayan bir çok asırlar devam etmiştir. Bu
devrede kavimler birbirlerinden ayrı, birbirlerine yabancı
Devletler arasındaki münasebetleri araştıran Avrupa­
ve hasım idiler. Bu devrede kavimlerin arasındaki müna­
lI müellifler bu münasebetleri takvim (kronoloji) sırasıy­
sebetleri tanzim eden, o münasebetlere hâkim olan mad­
la birkaç devreye ayırırlar. Bu taksimde münasebetleri
dî ve kaba kuvvetti.
mehaz olan İçtimaî heyetler Avrupa müverrihleri tarafın­
dan şimdiye kadar iyice tedkik edilebilmiş kadîm Yunan Kadim kavimlerin hepsi yalnız iptidaîleri değil, sevi-

ve Roma ile Avrupa’nın kurûn-ı vüstâ tavâif-i mülûku ve ye-yi medeniyece çok yükselmiş olan Yunan ve Romalılar

yine Avrupa’nın kurûn-ı ahîre ve asm hâzır devletleridir. bile kendilerinin diğer ademoğullarından ayrı, imtiyazlı,

Eski şark saltanatlarının Suriye ve Eilistin cumhuriyet ve güzide ve kendi kendilerine ve her cihetle kâfi oldukları­

melikliklerinin vekayiine az ehemmiyet verilmiştir. Hele na itikat ederlerdi.

orta ve uzak şark vekayii ne kurûn-ı ulâda, ne de kurûn-ı Kendilerinden başka kavimlere ihtiyaçları bulunma­
vüstâ ve ahîrede hemen hiç kâle alınmamıştır, hâsılı, Tan­ dığına zâhib olduklarından onların ayrıca vücudunu lü­
zimat devresinden beri Fransızcadan aynen tercüme olu­ zumsuz sayarlar ve onlarla harp olmayan münasebetler­
nup OsmanlI mekteplerinde talebeye ezberletilen “hu- den müstağni davranırlardı. Binaenaleyh başka kavimler-
kuk-ı beyne’d-düvef’in mehazları olan vekayii de, kısm-ı le harbedip onları hüküm ve idareleri altına almak, esir
tarihîsi de geçen makalede bahsi geçen ahkâm-ı hâzırası etmek yahut öldürüp yer yüzünden kaldırmak, mahvet­
gibi sırf AvrupalIlara aittir. mek isterlerdi.

AvrupalI müellifler devletlerin münasebât-ı hâriciye­ Bu söylenilenlerden eski zamanda kavimler arasında
lerini devrelere ayırırken re’ylerinde tamamen ittifak et­ harpten gayri münasebâtın hiç bulunmadığı manası çıka­
mezler. Maziyi kimi üç devreye, kimi altı devreye böler. rılmamalıdır. Pek kadim mazide yaşayan en iptidaî akvam
Galiba on ikiye, on altıya taksim edenler de vardır. Esas aralarında bile sulhî münasebât yok değildi. Fakat asıl
itibarıyla büyük bir ehemmiyeti hâiz olmayan bu taksim­ münasebâta hâkim olan, münasebâtı tanzim eden hâl
lerin en basiti olan bu üçlü taksim nazar-ı itibare alınırsa sulh olmayıp hâl-i harp yani maddî kuvvet idi. Bu cihetle
görülür ki, birinci devre bütün kurûn-ı meçhule ve ku- son zamanlarda Avrupa devletleri arasında görülen hâlin
rûn-ı ulâyı, kurûn-ı vüstâyı, hatta kurûn-ı ahîrenin hemen aksine olarak denilebilir ki, kadîmde beyne’l-akvam mü-
yarısını ihtiva eder. Kalan iki devre mütebaki iki buçuk nasebâtın umûmî hâli gayr-i harp değil harp idi.
asra sıkıştırılmıştır. İçinde bulunduğumuz harb-i umumî­
Kendi kendilerini seçme, imtiyazlı ve medenî sayan
den sonra ise “yeni bir devre açıldı” denileceğine şüphe
her kavim hudutlarının haricinde oturan başka kavimle­
yoktur.
re vahşî ve barbar derdi. Barbarların yerini yurdunu al­
Hukuk-ı beyne’d-düvel ulemâsının muteberlerinden mak, arazi ve emlâkini istilâ ve zapt etmek, kendilerini
sayılan Martens’e göre birinci devrenin sıfat-ı mümeyyi- mahkûm ve esir etmek câizdi. Hududun harici daima
zesi “maddî kuw et”in akvam arasındaki münasebâta hâ­ harp olunacak bir saha, yani “darü’l-harp” idi.(Û Da-
kim ve nâzım olmasıdır. İkinci devrenin ki, Vestfalya rü’l-harpte yaşayanlar mabud veya mabudlar tarafından
Kongresi’nden (1468) Viyana Kongresi’ne (1815) kadar müntehab ve âlemi temeddüne memur mümtaz ümme­
devam eder. Nâzımı “muvazenet-i siyasiye” fikridir. Niha­ tin mabudlarına inanıncaya kadar yahut amirliğini, efen­
yet üçüncü devrede “milliyet fikri”, tabir-i diğerle “hakk-ı diliğini kabul edinceye değin kati olunmaya mahkûmdu.

( ü Görülüyor ki, âlem-i İslâm’da “darü’l-harp nazariyesi” vaz edildiği zaman diğer akvamın bu babdaki fikir ve nazarı başka türlü değildir ve
bu nazariye âlem-i İslâmda ve haricinde birbirine muvazi olarak mehazlarımıza göre tâ 17. asr-ı milâdînin ortalarına kadar devam eder. Bu
esnada âlem-i İslâm darü’l-harpte mütarekeden gayrı tarz-ı sulh tanımıyorsa, âlem-i Nasarâ da kendi hududu haricinde hâl-i sulhu kabul
etmiyor.
92 TÜRK YURDU Sayı 110

Kurûn-ı vüstâda bu hâl daha ziyade karışarak, daha ğer Avrupa hükümdarlarına, krallara, dükalara, kontlara
ziyade müşevveşleşerek devam eder. Martens: “Kurûn-ı ilh... nazariyatça metbûdur. Kurûn-ı vüstâda Nasarâ âlemi
vüstâ hayatı fasılasız muharebe gibidir.” diyor; horan, de âlem-i İslâm gibi bir vahdet teşkil eder. Abbasîler za­
“Zeametin kanunu harptir.” diyor. Vakıa şehirler, şehir manında vahdet-i İslâmiye’nin başında Abbasî bir halife
halkının sınıfları, beyler, metbû ve tâbiler, hâsılı herkes ile bir Türk sultan bulunduğu gibi kurûn-ı vüstâda vah­
mütemadiyen birbirleriyle harp eder, dururlar. Kurûn-ı det-i Nasraniye başında ekseriya bir İtalyan papa ile bir
vüstâda heyet-i içtimaiyeler arasında ticaret ve siyasetten Cermen imparator vardır. Alem-i İslâmda tavaif-i mülûk
ziyade harp vardır. Fakat bu ilk devrenin nihayetlerine halife ve sultana karşı istiklâl daiyesinde bulundukları gi­
doğru Avrupa’da siyaset-i hâriciyenin, diplomasinin tan­ bi, Hristiyan dünyasında da feodalite papa ve imparatora
zim edilmeye başlandığı da muhakkaktır. İtalya şehir karşı müstakil olmaya çalıştılar. Türk ümerâsı İslâm dün­
cumhuriyetlerinden bazılarının, meselâ Floransa ve Ve- yasında birçok beylikler, hanlıklar, şahlıklar tesis ettikleri
nedik’in 15. asr-ı milâdîde diğer cumhuriyetleriyle veya gibi Cermen ümerâsı da Hristiyan âleminde birçok kont­
hükümdarlar ile siyasî münasebetleri hayli mükemmel luklar, dükalıklar, krallıklar vücuda getirdiler. Eski müsta­
bir şekil almıştır. Venedik cumhuriyet-i nâciliyesi papalar, kil ve münferit Roma imparatorlarının bir nevi varisi olan
hükümdarlar ve şehirler nezdinde daimî elçiler bulundu­ Roma Cermen imparatorları kurûn-ı vüstâda Avrupa fe­
rur ve bu elçilerin derinden gören, vekayiin ledünniyatı- odalitesinin zirvesinde bulunmakla beraber fiilen hepsi­
nı teferrüs eden ve bu cihetle vekayiin netayicini, yani ne metbû ve hâkim olamadı. Bazı krallıklar pek çabuk is­
olacakları bir dereceye kadar evvelden haber verebilen tiklâl-! tam kazanır gibi oldular. İmparatorların müntehab
raporlarına istinaden münasebât-ı hâriciyesini tanzim ve olmaları kuvvetsizliklerinin mühim bir sebebi idi. Lâkin
idare eder.lb Habsburg hanedanı prensleri imparatorluğa birkaç defa
intihab olunduktan sonra imparatorluk makamım kendi
Maamafih münasebât-ı beyne’d-düveliyeyi üç devre­
hanedanlarına âdeta ırsî imiş gibi tahsis ve hasrettirmeye
ye ayıran müelliflere nazaran tâ onyedinci asr-ı miladînin
muvaffak oldular. Habsburglarda takarrür eden impara­
ortalarına kadar kavimler ve devletler arasındaki münase­
torluğun kuvveti arttı. Hele Beşinci Kari (Charles Quint)
betlerin nâzımı hep maddî kuvvettir. Yalnız onyedinci as­
imparator olunca memâlik-i mevrûsesinin cesamet ve
rın ortasında in’ikad eden Vestefalya Kongresinin netayi-
servetinden dolayı eski Roma’nın cihangir imparatorluk
cinden biri olmak üzere “muvazenet-i siyasiye” esası bey-
nazariyesinin tahakkuku daire-i imkân dahiline giriyor­
ne’d-düvel münasebâta nâzım olmuştur.
du. Eski Roma kayserlerinin taht-ı hükmünde bulunan
30 Sene Harbi’ni kapatmak üzere toplanan Vestefal­
eski dünyanın mühim bir kısmı ile beraber altın menbaı
ya Kongresinde “Avrupa” devletlerinin kuvvetleri birbir­
olan yeni dünyanın büyük bir parçası da Karlos Çasar’ın
leriyle muvazenet üzerine bulundumlup bir devletin di­
zîr-i idaresine geçmişti. Tamamen veya kısmen istiklâlle­
ğerlerine tefevvuk etmemesi, hâkim olmaması esas kabul
rini kazanmış olan krallar ve prensler Roma-Cermen kay­
edilmiş, ve buna “muvazenet-i siyasiye fikri” denilmiştir.
serinin yanlız nazarî ve hukukî değil fiilen de metbû ola­
bileceğinden ürktüler. Başta imparatorluk tacına nâmzet
ve krallığının istiklâl-i tâmmını muhafazaya azimli Fransa
Kurûn-ı vüstânın sülüs-i evveli nihayetinden biraz
&alı Birinci François olmak üzere Charles Quint aleyhi­
sonra, yani Garbî Roma İmparatorluğu’nun inkırazından
ne bir heyet-i müttefika teşekkül etti. Şarkî Roma İmpa­
dört asır geçer geçmez, Cermen beylerinden Büyük Kari
ratorluğu’nun vârisi OsmanlI padişahı da Merkezî Avrupa
(Charlemagne), Garbî Roma İmparatorluğu’nu -vâkıa bir
ve Şimalî Afrika’da rakip ve hasmı olan Roma-Cermen
hayli farklarla- ihya eylemiş idi. Bu yeni Roma imparator­
imparatom aleyhinde müteşekkil bu heyet-i müttefikaya
ları da nev-ummâ selefleri olan eski Roma imparatorları
dâhil olmuştu. Kayzer Beşinci Kari, başında bir imparator
gibi bütün Avrupa, hatta bütün dünya hükümdarlığını
ile papa bulunan vahdet-i Hristiyaniye kurûn-ı vüstaî na-
dava ederler. Mukaddes Roma-Cermen imparatorları di­

( b Şarkta daimî elçiler müessesesi tahaddüs etmiş midir, tahaddüs ettiyse ne vakit etmiştir? Bilmiyorum. Ancak bazı Türk hanlarının ezcümle
Cengiz’in elçilerinden bulundukları memleketlerin ahvâl ve vekayiini iyi bilerek yazılmış raporlar aldığı muhakkaktır.
Sayı 110 TÜRK YURDU 93

zariyesini kuvveden fiile çıkaramadı. İstiklâllerini ve istik­ münasebetlere tesir-i icra etmeye başladığı görülür. Mil­
lâle merbut menfaatlerini müdafaa zımnında birleşen hü­ liyet fikrinin münasebât-ı beyne’d-düvele nâzım ve hâ­
kümdarlar hükûmet-i âlem-şumûl (monarchie üniversel­ kim olmasıyla o münasebâtın üçüncü devresi başlar.
le) dedikleri imparatorluğun kuvvet ve ihtişamla teessü­ Mebhûs devre taksimleri pek kat’î, devrelerin hudut­
süne mâni olabildiler. Şarktan Osmanlı Türk ordularının ları pek muayyen değildir. Bir bakıma hayat-ı beşeriyenin
mütem adi ve muzaffer muhacemeleriyle merkezde en karanlık ve meçhul kamlarından şimdiye kadar kavim
ıslâhat-ı diniyenin intişar ve muvaffakiyâtı Roma an’anesi- ve devletler arasındaki münasebetlerin nâzımı hep mad­
ne ve Katolik mezhebine müstenit kurûn-ı vüstâyı Mu­ dî kuvvet olmuştur. Bugün de galip olan maddî kuvvet
kaddes Roma-Cermen İmparatorluğu’nun yani âlem-i mevcut ve carî münasebetleri bozup kendi arzu, menfa­
Nasara vahdetinin temellerini sarstı. Avrupa devletlerinin at ve emeline uygun münasebetler teşkilinde ciddî ve
hemen hepsi karıştığından dolayı “harb-i umûmî” demek müessir hiçbir kayıt ile mukayyed değildir. Muvazene-i si­
caiz olan Otuz Sene Muharebesi’nin sonlarında impara­ yasiye demek, muayyen maddî bir kuvvete karşı o kuvve­
torluk artık bir gölge, bir hayal gibi kalmıştı. İmparatorlu­ tin galebesinden mutazarrır olacak diğer maddî kuvvetle­
ğun tekrar kesb-i kuvvet etmesine mâni olmak için rin birleşip muvazene-i kuvâ husûle getirebilmeleri de­
Vestefalya Kongresinde toplanan diplomatlar “muvaze­ mektir. Muvazene-i siyasiye fikri değil belki maddî kuv­
ne-! siyasiye fikrini” ortaya çıkardılar ve bir esas olarak ka­ vetlerin bilfiil tevazünü ara sıra Avrupa muvazenet-i gayr-i
bul ettiler. Bu esas ile denilmek isteniliyor ki, Avrupa’da sabitesini husûle getirmektedir. (Û
mevcut devletlerden imparatorluk da dahil olmak üzere
Muvazenet-i siyasiye fikri umûmî ve mutlak değildir.
hiçbirisi diğerine tefevvuk, hüküm ve metbuluk davasın­
Nazarî olarak da yalnız “Avrupa devletleri” arasındaki mü­
da bulunmamalı ve bilfiil mütefevvik, hâkim ve metbû
nasebetlere bir esas olarak gösterilmektedir. Yer yüzün­
olacak kadar kuvvet, iktidar ve azamet kesbetmemelidir.
deki bütün devletler arasında mevcut bir muvazene-i si-
Filvâki o zamandan itibaren Avrupa tarihinde görülüyor
yasiyeden asla bahsolunmamıştır. Yalnız bir “Avrupa mu-
ki Avrupa devletlerinden birisinin kuvveti artmaya başla­
vazenesi”nden bahsolunur. Bu cihetle Avrupa haricinde­
dığı görülür görülmez, diğerleri toplanıp ona denk gele­
ki kavimlerin ilk devrede olduğu gibi vahşî ve barbar
cek veçhile bir nevi mukabil kuvvet ihdas ederek muva­
telâkkîsi bugüne kadar carîdir. Eski Yunanlılar, eski Ro­
zene-! düveliyeyi muhafazaya çalışırlar. Muvazene-i tâm-
malılar gibi bugünün AvrupalIları da kendilerini diğer
me husule gelmep kuvvetlenen devlet ağır çekerse baş­
âdemoğullarından ayrı, imtiyazlı ve kendilerinin mabud
kaları onun başına üşüşüp kan alarak kuvvetini eksiltirler
tarafından seçilmiş olduğuna inanırlar. Avrupaî olmayan
ve böylece yine muvazeneti bir müddet için temin eder­
kavimlerin vücudunu umumî medeniyete pek de lüzum­
ler.
lu saymazlar. Onları hüküm ve idareleri altına almak,
Onyedinci asrın sonlarında muvazene-i siyasiye mahkûm ve esir değilse bile muti ve ecîr hizmetçiler ha­
nâmına Fransa &alı XIV. Louis’nin ve onsekizinci asrın line getirmek isterler. Avrupa hududunun harici hala
sonlarında Fransızlar İmparatoru Birinci Napolyon’un ik­ istilâ ve istimlâk olunacak bir sahadır. Bir nevi “da-
tidar ve nüfûzu tahdid olunmuştur. rülharp”tir. Avrupa haricinde yaşayan kavimler, ma’bud
Muvazenet-i siyasiye fikri Martens’e göre Viyana tarafından seçilmiş, âlemi temeddüne memur edilmiş Av­
Kongresi’nin ferdasına, yani asr-ı hâzır tarihinin iptidala­ rupalIlardır (Amerikalılar da AvrupalIlardır)’ın hâkimliği­
rına kadar beyne’d-düvel münasebâtın nâzımıdır. Lâkin ne, âmirliğine, efendiliğine rıza gösterinceye kadar yahut
onsekizinci asrın sonlarında, yani asm hâzırın arefesinde ma’budlarına secde edip medeniyetlerini tamam ve m ut­
diğer bir fikrin, “hakk-ı millî fikri”nin devletler arasındaki lak bir sûrette kabul edinceye değin hasım telâkkî oluna-

( b Muvazene-i siyasiye fikrinin meydana çıkmasından sonra beyne’d-diivel münasebâtın nâzımı, artık maddî kuvvet olmadığını, yani bir
devletin yalnız maddî kuvvetine dayanarak diğerlerine taarruz edemeyeceğini zan ve iddia edenler bile muvazenet-i siyasiye esasının yalnız
Avrupa devletleri arasında nâzım olduğunu, Avrupa akvamının gayr-i Avrupaî akvam ile münasebetlerine bu esasın tatbik olunmadığını
AvrupalIların diğer kavimlerle münasebetlerinde yine sırf maddî kuvvetin hâkim ve nâzım olarak kaldığını inkâr etmezler. Zaten vekayi,
inkâra mecal bırakmamaktadır.
94 TÜRK YURDU Sayı 110

Gaklardır. Bir Avmpalı nokta-i nazarından âdemoğulları- aleyh mektepler hakkında malûmatımı ve müşahedemi
nın hepsi ya Avrupalılığa temessül etmeye, Avrupalılaş­ telhis ederken bu dört unsurun hâl-i sabıkım şimdiki va­
maya, Avrupa medeniyetinin ehlilik haklarını kazanmaya ziyetini mümkün olduğu kadar izaha çalışacağım.
yahut zamanımızın bir nevi esir veya parçası demek olan 1
muti ve zelil bir müstemleke zinciri olup kalmaya
Muallimin hem keyfiyeti hem de kemmiyeti ayrı ayrı
mahkûmdurlar.
düşünülecek meseledir. Eski devirde muallimlerin keyfi­
Safes yeti hemen hiç nazar-ı dikkate alınmazdı. Tek muallimli
dârülmuallimîn-i ibtidaiyelerde üç dört aylık bir devre-i
talimiye vardı. Biraz din dersleri, kıraat, imla, hesap,
hüsn-i hat gösteriliyordu. Meslek dersleri ve meslek ter­
TALİM UE TERBİYE biyesi denilen şey meçhuldü. Ve hemen okumayı yazma­
MAARİFİMİZ HAKKINDA yı biraz becerebilen herkes muallim olurdu. İlân-ı hürri­
yeti müteakib muallimlerin keyfiyeti meselesi ile iştigale
İrfan ve terbiye bir memleketin bütün müessesâtı ile
başlandı. 1327’de dârülmuallimînlerin devre-i tahsiliyesi
alâkadardır. Teşkilât-ı maarif bir itibarla teşkilât-ı iktisadi­
üç seneye iblâğ olunduğu gibi terbiye-i meslekiyeye de
ye, teşkilât-ı askeriye, teşkilât-ı siyasiye ve adliye... de­
ehemmiyet verilmişti. Taşralarda dârülmuallimîn-i ibtida-
mektir. Memleketin siyaseti, kuvveti, iktisadı... hep mek­
iyeler açılmakla beraber İstanbul’daki Dârülmuallimîn-i
tebe bağlıdır. Çocukluğun ve gençliğin terbiye ve talim
Aliye hemen yeniden tesis olunuyordu. 1329’da dârül-
tarzına bakarak âtiyi keşfedebilmek pek mümkündür.
muallimînler daha ziyade tevsi olundu. Meslek terbiyesi
Rable ile Montaigne mektepliler yetiştiren mektep­ daha ziyade düşünüldü. 23 Eylül 1329 tarihinde irade-i
lerle istihza etmişlerdi. Nihayet anlaşıldı ki, mektepten seniyeye iktiran eden Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-ı Muvak­
gaye talim değil bizzat hayattır. Türkiye gibi İçtimaî kati muallimliği bir meslek hâline sokmak istemiştir,
inkılâbının henüz basamağında bulunan bir devlet bütün mezkûr kanunun 42, 43, 44, 45. maddeleri kimlerin mu­
ümitlerini mekteplerine bağlamak mecburiyetindedir. allim olabileceklerini izah ediyor. Muallimlik ve mürebbî-
Çünkü ancak buralardadır ki, muasır bir Türk milleti ye­ lik gibi nazik bir sanat mutlaka mesleği mükemmel bir
tiştirmek kabil olacaktır. Bizde mektep yalnız terbiye-i terbiyeye muhtaçtır. Binaenaleyh dârülmuallimînlerin ve
zihniye temini ile iktifa edemez. Bu sûretle devam eder­ dârülmuallimâtların taaddüdünü istemekle beraber ora­
sek garp ile aramızdaki açıklığı doldurmaya hiç muvaffak larda mükemmel meslekî terbiye de verilebilmesi
olamayız. Mekteplerimiz, muasır bir Türk enmuzecini imkânının her şeyden evvel düşünülmesini de istemekte
muhayyilesinde yaşatmak ve bütün vesâit ve mesaîsini pek haklıyız. Dârülmuallimînlerde müddet-i tahsil 4 se­
sarf ederek çocuklarının ve gençlerinin kuvâ ve kabiliya- nedir. Dârülmuallimâtlarda da 5 senedir. Terbiye-i mes-
tını buna göre idare ve tespit eylemelidir. lekiyye daha ziyade son iki sınıfta verilir. Tatbikat son sı­
“Türk Yurdu” mecmuası memleketin terbiye ve irfa­ nıflara mahsustur. İlk seneler terbiye-i umûmiyeye mah­
nı ile pek ziyade alâkadar olduğunu müteaddit nüshala­ sus gibidir. Eakat bazı dârülmuallimînler inzibat ve idare­
rında yazılarıyla gösterdi. Ben memlekette mektep ve sindeki esaslar ile terbiye-i meslekiyeyi daha ilk seneler­
terbiye simasında en bâriz görünen hutûtu çizerek muh­ de talebeye öğretmeye muvaffak oluyorlar.
terem Yurd’a ufak bir hizmet yapmak istedim. Memleke­ Mevcut ibtidaî muallimlerin ekseriyetini ehliyatnâ-
tin terbiye ve irfan sahasında bir tarif ve tavsifini yapmak­ meli muallimler teşkil eder. Bilhassa kız mekteplerimiz­
taki müşkilâtı itiraf ederim. Fakat gördüklerimi ve bildik­ de dârülmuallimât mezunesi muallime bulmak güçtür.
lerimi birleştirerek bazı cereyanlar ve hatlar bulabildiğimi Fakat vakit vakit verilen konferanslar, tatbikat dersleri ile
zannediyorum. meslek terbiyesi hakkında malûmat verilmekte olduğu
Mektep denilince muallim, talebe, program ve vasat gibi usûl-i talim de öğretilmektedir. Maarif Nezareti bir
talim ve terbiyenin heyet-i mecmuası anlaşılır. Binaen­
Sayı 110 TÜRK YURDU 95

çok derslerin de usûl-i tedrisleri hakkında risâleler neş­ falâkalar kalktı. Muallim çocukta da yaşayan bir şahsiye­
retti, (h tin, bir izzet-i nefsin mevcut olduğunu teslim ediyor. Mu­
allim ile talebe arasındaki müthiş uçurum epey doldu.
Muallimler aynı zamanda terbiye ile de mükelleftir­
Bütün bütüne kapanması için terbiyeyi telkin ile mükel­
ler. Mekâtib-i Umûmiye-i İbtidaiye Talimatnâmesi’nin 40.
lef müesseselerin daha fazla faaliyette bulunması icap
maddesinde “Mekâtib-i ibtidaiye talebesinin emr-i terbi­
ediyor.
yesi mekâtib-i ibtidaiye muallimlerine mevdu olup mekâ­
tib-i leyliyeden mâada mekteplerde ayrıca mürebbîlere Nimet külfete göredir. Muallimlerin hisse-i faaliyet
lüzum yoktur.” denilmektedir. Bu güzel esasın lâyıkıyla ve vezâifi çoğaldıkça millet de onların saadetini düşün­
tatbik olunabilmesi için sınıf muallimliği ve mürebbîliği mektedir. 15-20 kuruş aylıklı muallimler görmüştüm.
usûlünün kabul edilmesi lâzımdır. Birçok mektepler bil­ Şimdi Tedrisat-ı İbtidaiyye Kanunu asgarî maaş olarak
hassa nümûne mektepleri dersleri grup grup ayırarak ih­ 300 kuruş kabul etti. Aydın, Sivas gibi bazı vilâyetler bu
tisas muallimleri yetiştirmek istediği için muallimlerin miktarı hatta 600’e çıkardılar ve hükümet yeni mektep
emr-i terbiye ile layıkıyla uğraşmaları o kadar mümkün plânlarını tanzim ederken muallimler için mesken inşası­
olmuyor. Hâlbuki iptidaîlerde talim yalnız bir gayeye nı da unutmadı. Salifü’z-zikr kanunun 15. madde-i muad-
masruftur; terbiye-i umûmiyenin bir cüz’ü olabilmek. delesiyle 67. maddenin 11. fıkrasında muallim süknâları
masarıf-ı inşaiyesi ile bedel-i icarını nahiyelere tahmil
Zihnî terbiyede henüz hafıza eski ehemmiyetini kay­
edilmektedir. İhtiram görmek için muhterem olmaya ça­
betmedi. Adanın tarifini ezberleten, vatanı bir klişe ile ta­
lışmak lâzımdır. Halkın terbiyesini cidden düşünen ve
lebesinin zihnine sıkıştırmak isteyen mekteplerimiz he­
halkın tealisi için bî-payan sa’y u emel hâzinesi taşıyan
nüz pek çoktur. Usûl-i istikraî (methode inductive) ile
muallimlerimiz vardır. Muallimlik ve.terbiyecilik de bir
usûl-i ayânî (methode intuitive), usûl-i istidlâlî (methode
ocak (carriere) tır. Bu ocağın müntesipleri hakikî terbiye­
deductive) ve usûl-i takriri (methode expositive)’nin
yi hazmetmiş olmalıdırlar. “İstemek yarı yapmaktır.” der­
mevkiini işgal edemedi ve derslerin takımlara ayrılması
ler. Halkın terbiyesini isteyen muallimler er geç sa’ylarm-
keyfiyeti malûmat arasında imtizaçsızlığı çok artırdı, me­
da muvaffak olacaklardır. Bazı mekteplerde sezdiğim
selâ kıraatin başka, sarfın başka, coğrafyanın başka,
bedbini ve yeisin umûmî olmadığını görmekle mesu-
ulûm-ı tabiiyenin başka ellerde bulunması esasta bir olan
dum. Türk milletinin İçtimaî hayat ve âtisine emin olan
ve aralarında pekçok temas noktaları bulunan bu dersle­
muallimler adedinin çoğalması ve her muallimin bu ka­
ri âdeta birbirine yabancı bir hâle soktu.
naatle işe girişmesi lâzımdır.
Siyaset-i maarifte merkez sikleti tedrisat-ı ibtidaiyye
Kız mekteplerimiz her hâlde bizi daha ziyade ümit­
teşkil ediyor(2) ve 1331’de neşrolunan Dârülmuallimîn ve
lendirecek hâldedir. Muallimelerimizde muhabbet-i mes­
Dârülmuallimât Nizamnâmesi’yle mekâtib-i tâliye de dâ-
lekiye daha ziyadedir. Hayat kız mekteplerinde daha te­
rülmuallimînlere muavin oluyor. Kemmiyet itibarıyla
mizdir, daha muntazamdır. Usûl-i tedristeki hatalardan
memleket bu sûrede çok muallim bulabilecektir. Yalnız
dolayı hanımlarımızı mesul tutmakta hiç haklı değiliz.
mezkûr nizâmnâmenin 16. maddesi muallimlerin keyfi­
Çünkü şimdiye kadar kadınlar için çok az düşündük ve
yeti meselesine verilmek istenilen ehemmiyetle bir tezat
çok az çalıştık.
teşkil ediyor gibidir. Hâlbuki muallimin keyfiyeti doğru­
dan doğruya terbiyenin keyfiyeti, hatta istikbâlin de key­ Fichte, millî terbiyeyi: “Bütün vatandaşlardan aynı
fiyeti demektir. menafi ile yaşayan bir vücut teşkil etmektir.” diye izah et-
mişti.ö) Müderris M. Zühdü Bey: “1331 senesi Türk ikti-
Muallimler talebeye karşı daha az şedid ve serttir.
sad-ı millîsinin en büyük tohum atım senesi, temel mera-
Cismanî işkencelerin envamı görmüyoruz. Sırıklar,

( b Şimdiye kadar neşrolunanlar; usûl-ı terbiye ve tedris talimnâmesi ve hendesenin^ coğrafyanın, eşya derslerinin, resmin, el işlerinin, mektep
temsillerinin usûl-i tedrisleri.
(2) “Türk Yurdu”, Yıl 1332, sayı 1, s. 2962, satır 4.
(3) Le Volüme, annee 1910-1911, No: 17.
96 TÜRK YURDU Sayı 110

simi devresidir.” diyor.(i) 1331 yılına millî terbiye yılı di- ğer mahallerde ise bu nüfusa bir muallime bile düş­
yememekle beraber harbin muallimlerimizi talim ve ter­ memektedir.
biyede milliyete daha ziyade yaklaştırdığım söyleyebili­
Şu rakamları da ufak bir mukayese yapılması için ko­
rim. Bir çok muallimler çocuklara bir milliyete, bir vatana yuyorum:
mensup olduklarını anlatmanın lâzım olduğunu idrake
Prusya’da 1906’da mekâkib-i ibtidaiye-i umûmiye
başladılar. Geçen sene Anadolumuzun büyük bir şehrin­
muallimlerinin adedi 84.980, muallimelerin adedi ise
de ibtidaî mekteplerini gezmiştik. Çocukların ancak yüz­
17.784 idi. Tedricen muallimelerin adedi artmaktadır.
de beşi milletini biliyordu. Çoğu millet yerine dinini ve­
Cemahir-i Müttehide-i Amerika’da muallimelerin adedi
yahut doğduğu memleketi söylüyordu. Payitahtı bilme­
muallimlerin adedinin üçü nispetinde fazladır.
yen mekteplere de rastladık. Çocukları milliyet, vatan,
din vahdetleri etrafında toplamak lâzımdır. Edirne’de Müessesât-ı İlmiye-i Vakfiye Müfettişi Nâfi Atuf
Bursa’da, İstanbul’da yapılan mektep bayramları daha iyi
tertip ve idare olunmak şartıyla millî terbiyeye büyük fay­
daları dokunur. Mektep bayramlarının tarihçesi oldukça
eskidir. Abdurrahman Şeref Beyin Tedrisat-ı İbtidaiye SEYAHAT
mecmualarından birinde eskide yapılan mektep bayram­ ALTAYLARA DOĞRU
ları hakkında bir makalesini görmüştüm. O zamanki şek­
Başı 1. yılın 12. sayısındadır.
li hiç de terbiyevî değilmiş. Gittikçe daha terbiyevî ve
Yıl 3, cilt 6, sayı 9 ’da inkıtaa uğramıştı.
müfid şekilde bayramlar tertip olunması çok lâzımdır.
Kazaklar bugün umûmen din-i mübin-i İslâma sâlik-
Muallimlerin kemmiyeti meselesine gelince; Maarif
tirler. Hem de İslâmiyete bütün varlıklarıyla sadık olup
Nezareti’nin 1334 hicrî senesinde çıkardığı İhsaiyât mec­
hilâfına zerre kadar ehemmiyet vermezler. Kendileri
muası bize kâfi malûmat vermektedir. Bu İhsaiyât mec­
As m Saadet’ten beri Müslüman olduklarını iddia ederler.
muası maarif-i umûmiyemizin 1328-1329 rumî seneleri
Fakat bu iddialarının asıl ve esası olmamak lâzım. Çünkü
ihsaiyâtını ihtiva etm ektedir. Müslim mekâtib-i
Asr-ı Saadet’te hatta Hülefa-i Raşidîn devirlerinde bile
umûmiyemizin miktarı erkek ve kız beraber olmak şartıy­
Türk ırkına mensup akvamdan hiçbirisinin din-i mübin-i
la 10.786’dır. Bu mektepleri idare eden heyet-i talimiye
İslâm’ı kabul ettikleri malûm değildir. Din-i mübin-i İs-
13.483’ü erkek olmak üzere mecmuan 14.649 muallim
lâmın diğer mensubîni arasında tahkim etmiş olduğu
ve muallimedir. Mekteplerin miktarı ile muallimlerin
ahlâk ve âdâbın Kazaklar arasında ancak bir kısmına tesa­
adedini mukayese edince her mektebe ancak bir mual­
düf olunur. Filhakika bu hususta göçebelik hayatının te­
lim düşüyor.
siri de yok değil ise de, bütün kusuru buna hamletmek
Dârülmuallimînlerde 141, mekâtib-i sultaniyede de doğru olamaz. Çünkü Kazaklar hayli eski zamanlardan
1842, mekâtib-i âliyemizde 368 muallim bulunduğuna na­ beri salâbet-i diniyeye mâlik Müslümanlar ile ihtilât ettik­
zaran memleketin irfan ordusu 17.000 kişiden ibarettir. leri gibi kendilerinden birçok erbab-ı merak Türkistan,
Muallimlerin vatanımız dahilinde sûret-i tevezzuun- Buhara etraflarına, Rusya içlerine giderek ikmal-i tahsil
da büyük farklar vardır. Nüfûsuna nispetle muallimleri ettikten sonra kavim ve kabileleri arasına avdet ederek
en çok olan yerlerimiz Edirne vilâyeti ile Aydın, Bilecik, talim ve terbiye ile iştigal ettikleri malûmdur. Hele geçen
İsparta, Adana, Harput havalisidir. Burada 301-800 erkek asrın rub-ı ahirlerinden itibaren Kazak gençlerinin Hicaz,
nüfusa bir muallim isabet etmektedir. Mısır ulemâsından, İstanbul maarifinden istifade etmeye
başladıkları da şâyân-ı kayıttır. Hatta yürüdüğüm yerler­
Muallimelerin miktarı çok daha azdır. Edirne, Aydın,
den birinde, Hicaz’da ikmal-i tahsil eden bir Kazak ima­
Çanakkale, İstanbul, Adana, Akka gibi bazı havalide
mının cuma hutbelerini belîğ Kazakça ile irâd edebilecek
1000-4000 kadın nüfusa bir muallime isabet ediyor. Di­
derecede marifet-i diniye sahibi olduğunu gördüm. Her

(1) “Türk Yurdu”, Yıl 1332, sayı 1, s. 2958.


Sayı 110 TÜRK YURDU 97

hafta yeniden yeniye dinî ve nebevî neşr-i malûmat et­ bunu göstermiyor. Bugün Kazakistan’da ahalisi Türk-Ka-
mekte olan bu imamın Kazaklar arasındaki mevkii her zak olmak şartıyla bir Hristiyan volosuna (nahiyesine)
türlü tasavvurun fevkindedir. Hâlbuki Dârülhilâfette bile değil küçük bir avuluna bile, hatta bir yurduna bile tesa­
böylelerine tesadüf etmek kabil olamıyor. düf olunamaz. Hâlbuki mübeşşirlerin Rus hükümetine
karşı olan ta’n u teşnîleri de doğru değil. Çünkü Rus
İşte şu mülâhazalara binaen Kazakların İslâmiyet! ka­
hükümeti Kazakların Hristiyanlığa ithali zımnında elin­
bulü pek eski devirlere ait olmadığı fikrindeyim. Fakat
den geleni diriğ etmemiştir. Ejderhan, Orenburg gibi Ka­
Devr-i Saadete rücû edecek kadar eski olmamakla bera­
zakistan hudutlarındaki şehirler Hristiyanlığa davet için
ber pek o kadar yeni de değildir. Bazı Rus menâbiinden
teşekkül eden cemiyetlerin öteden beri birer merkez-i
tereşşuh eden haberlere göre Kazakistan’ın Ruslar eline
faaliyeti mesabesindedir. Hatta buralara gönderilen ve
geçtikten sonra oralara İslâmiyetin nüfuz etmeye başladı­
gönderilecek valilerin de bu cemiyetlere karşı büsbütün
ğı söyleniyor. Güya Rus hükümeti yanlışlıkla Kazakları İs­
yabancı bulunmaması usûlden olduğu söyleniyor. Kazak
lâm mezhebine sâlik itikat ederek onların gönüllerini
çocukları Rusların her türlü dinî müesseselerine mecca-
bulmak ümidiyle Kazakistan’ın ötesine berisine cami-i
nen kabul edildikleri hâlde, kan ve din kardeşleri tarafın­
şerifler bina etmiş, yerliler de bu camileri görerek İslâmi-
dan teşkil olunan bir medreseye girerek tahsilde bulun­
yete meyletmişler imiş. Bu rivayetin doğru olmadığına
maları kanunen memnudur. Kazakistan hududundaki
hiç şüphe yok. Çünkü Kazakların Rus istilâsından evvel
medresenin müderrislerinden Kazak talebesi kabul et­
Müslüman olduklarına delâlet edecek birçok asâr-ı men­
memek üzere her sene senetler alınıyor. İşte görülüyor
kule mevcuttur. Bazı eski olanlardan başka üç dört asır
ki, Rus hükümeti uhdesine isabet eden vazifeyi ifâ etmek
evvelleri yaşayan Kazaklar arasında İslâm isimlerine tesa­
hususunda zerre kadar kusur etmemiş ve etmiyordu.
düf olunmaktadır. Tulakatay’ın hafîdleri arasında Ahem-
Yalnız bu kadar değil, I. Alexander zamanlarından itiba­
bet, Kutahmet, Kocambet, Mambet gibi isimlere tesadüf
ren İngiltere-Amerika misyoner cemiyetlerinin de bu
olunmaktadır. Ahembet, Ahmed’in; Kutambet, Kutlu
babda birçok mesaîleri sebkat etmiştir. Fakat evvelce de
Mehmed’in; Kucambet, Koca Mehmed’in muharrefi ol­
dediğimiz gibi, netice hiçtir. Kazaklar Hristiyanlığı bir tür­
duğu şüphesizdir. İhtida Rus hâkimiyetini kabul eden za­
lü kabul etmiyorlar, etmeyecekler de. Burası muhakkak­
tın ismi de Ebu’l-Hayr olmuştur. Şu hâle göre bu rivayet
tır. Me’muldür ki, bir-iki asırlık tecrübeleri sayesinde
Hristiyanlık mübeşşirlerinin (misyonerlerinin) Rus
Ruslar da bu hakikati tasdik etmeye muvaffak olurlar...
hükümetine olan ta’n u teşnilerinden başka birşey değil­
D â r ü lfü n û n
dir. Güya fırsat elinde iken İslâmiyetle pek az alâkası olan
Tarih-i D in -i İslâ m
altı-yedi milyonluk koca Kazakistan kıtasını Hristiyanlık
M ü d errisi H a lim Sabit
âlemine ilhak edemediğinden, böyle bir ta’na müstehak
görülmüş olsa gerek. Hakikaten Kazakların bugünkü hâl­
lerine nazaran iki-üç asır evvelisi Rusların istilâları zama­
nında İslâmiyetleri yabancıları fark edemeyeceği kadar
zayıf olabilmesi muhtemeldir. Olabilir ki, Hristiyanlıktan
başkasını görmek istemeyenler Kazakların göze batacak TÜRKLÜK ŞUUNU
kadar kuvvetli olmayan İslâmiyetlerini görüp fark ede­
Rusya’da Sakin Gayr-i Rus U nsurların Protes­
memişlerdir.
tosu - Rusya’da sakin gayr-i Rus unsurların “Rus Boyun­
Evet, Rus hükümeti yanlış olarak değil, belki uyanık­ duruğu Altındaki ecnebî Kavimler Cemiyeti” unvanıyla İs­
lık neticesi olarak Kazakları idaresine ısındırmak emeliy­ veç krallığının payitahtı olan Stockholm şehrinde bir ce­
le birkaç cami yaptırmıştır. Fakat aynı zamanda sağ elin
miyet teşkil ettikleri ve bu cemiyetin Şimalî Amerika Ce-
parmaklarıyla sayılabilecek kadar az olan camilerine mu­
mahir-i Müttehide Reisi Mr. Wilson’a hitaben bir beyan-
kabil bütün Kazakistan hududunu kiliseler, manastırlar
nâme neşreylediği Efrencî 10 Mayıs tarihli bir telgraf-
ile ihata etmiştir. Bazı Kazakların üç beş cami-i şerifi gör­
nâmede bildiriliyordu. İşbu telgrafnâmeye göre; mezkûr
mekle İslâmiyet! kabul etmeleri lâzım gelseydi, yüzlerce
beyannâmede şöyle denilmiştir:
muhteşem, müzeyyen kiliseleri gören ekseriyetin yanlız
Hristiyan değil rahip olmaları icap ederdi. Fakat vukuat
TÜRK YURDU Sayı 110

“Biz Rusya’da sakin anâsır-ı ecnebiye ve cemaat-i vermiştir. Rusya, Gürcü çiftçilerinin arazisini Rus çiftçile­
mezhebiye mensupları Rusya’yı bütün cihan-ı medeniyet rine vermek üzere istimlâk eylemiştir.”
nazarında itham edip mevcudiyetimizin himayesi için is­ Efrenci 18 Mayıs tarihiyle Stockholm’den çekilen di­
timdat ediyoruz, Rusya, Finlandiya’nın muhtariyet idare­ ğer bir telgrafnâmede yukarıdaki malûmat ikmal oluna­
sini imha ve yerli lisanı resmen istimalden ıskat eylemiş­ rak deniliyor ki:
tir. Finlandiya idaresi tamamiyle bozulmuştur. Finlandiya
“Muharrirlerden Ağaoğlu Ahmed, Akçuraoğlu Yusuf
Kanun-ı Esasisine sadık kalan hâkimler ve memurlar Si­
ve tıp fakültesi muallimlerinden Hüseyinzâde Ali beyler
birya’ya nefy ve tagrîb edilmişlerdir. Rus ordusu Baltıklı-
Rusya’da bulunan Türk, Tatar ve Kırgızlar nâmına “Rus
ların mesakinini tahrip eylemiştir. Leh milletinin maarif-i
Boyunduruğu Altındaki Ecnebi Kavimler Cemiyeti”ne bir
milliyesi ve mektep teşkilâtı imha ve ahali vatanlarından
beyannâme göndererek bu cemiyet tarafından Cemâhir-i
tard olunmuşlardır. Rusya hükümeti Litvanya milletinin
Müttehide Reisi Mr. Wilson’a gönderilen Rusya’nın taht-ı
Katolik mezhebinde olanlarını tazyik ediyor. Litvanyalıla-
tahakkümünde bulundurduğu ecnebî akvama tazyikatı-
rın kiliselere ait emlâki müsadere edilmiş ve Litvanya or­
na karşı protestoyu havi olan muhtıraya muvafakatlerini
tadan kaldırılmıştır. Litvanya lisanında yazılı kütüb-i mu­
bildirmişlerdir. Mumaileyhim bu beyannâmelerinde Rus­
kaddese kimde bulunmuş ise Sibiiya’ya gönderilmiştir.
ya’daki Müslüman akvamın en basit, en iptidaî hukukun­
Leh milleti asırlarca müddet Rusların kahr u tazyiki altın­
dan bile mahrum edildiklerini kaydeylemektedirler, Rus­
da manen ve maddeten ısdırap çekmektedir. Rusya’nın
ya’daki Müslümanlar kendi memleketlerinde arazi satın
etvâr-ı câniyânesi neticesi olarak Lehli muhtariyetten
alamadıkları gibi en mukaddes vezâif diniyelerini de ifâ
mahrum kalmıştır. Ruslar Musevîleri katliama tâbi tut­
edemiyorlar ve tahsil edebilecek, terbiye-i maneviyeleri-
maktadır. Rusya UkraynalIları mev’ud olan muhtariyet­
ni temin eyleyebilecek her türlü vesâitten mahrum bulu­
ten mahrum eylemiş ve lisan ve edebiyatım kahr u tazyik
nuyorlar. Rusya bu akvamı mahvetmek ve bu suretle
etmekte bulunmuştur. Rusya hükümeti dahilî memleket­
Merkezî Asya’nın eski medeniyetine doğru teceddüdüne
te sakini Müslüman ahalinin arazisini gasbedip Ruslara
meydan vermemek istiyor.”

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


«s m

TÛKK : IUKDU 4

Türeleritt Fâi^lesttıe; CctUsır 'S a » «S.

YIL: 4 SAYI; 111 (2 Haziran 1552-15 Haziran 1916)

û ^ d e ^ ^ fc e d c r ç c d ^

A n a d o l u m u z : K ö y ü m d e n G e liy o r u m ’d a m M in a s in M e sire si / I s p a r ta lı H a k k ı

E d e b iy a t: F a ik A li / F azıl A h m e d

D ilim iz : G e ç e n Y ıld a T ü r k D ili N e K a z a n d ı? / U falı T o k ta m ış

B abürH an / Flora A n n a stil

A d a y la r a D o ğ r u / H a lim S a b it

M a tb u a t: İ k tis a t H a z in e - i E v r â k ı /

T ü r k l ü k Ş u û n u : E n v e r P a ş a y a H u k u k - ı Â m m e D o k to r lu ğ u -

A l m a n l a r ı n D e n iz d e M ü h i m M u v a ffa k iy e tle r i
Sayı 111 TÜRK YURDU 101

TÜRK YURDU
T ü r k le r in fâ id e s in e ç a lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

ANADÛLUMUZ

KÖYÜMDEN GELIYORUM’DAN: 20

MİNASİN MESİRESİ

Oh! İşte artık Minasin’deyiz, artık Minasin önde, ar­ luğumun ve gençliğimin cenneti. Ben oraya sade çocuk­
tık her şey arkada, köy arkada, şehir arkada. Köyün ve ken değil, genç iken de yılda yirmi kere otuz kere gider­
şehrin kaygıları, saygıları arkada. Hiç olmazsa bir gün için dim. Yeşillikler, loşluklar ortasında, baygın su şırıltıları
böyle. Hiç olmazsa birkaç saat için böyle. ortasında, nazlı kuş cıvıltıları ortasında, pervasız böcek ve

Minasin’i karşımda bulunca kendimi yeniden kaybet­ haşere cızırtıları ortasında, subaşlarında kuytu köşelerde,

tim. Kırk yıl evvel geçen zamanlar, otuz yıl evvelki, yirmi ağaç dallarında, salıncaklarda, hayvan sırtlarında oturur­
dum, dolanırdım, salınırdım, sallanırdım, koşardım,
yıl evvelki demler devranlar gözüm önünde sayfa sayfa
açıldı. Ruhumda hâller oldu. Gelincikler gibi ağaçlara tır­ ömür sürerdim.

manmak istedim. Serçeler gibi daldan dala sıçramak iste­ Ben hâlâ şu dakikada karşımdaki Minasin’den ziyade
dim. Otlar arasında, yapraklar arasında her biri bir sazdan köylerde kalan ve nazlı hayalleri beynimin içinde “kay­
çalan havayı böceklerle beraber cızır cızır ötmek, serpil­ bolmuş cennet” hâlinde yer yer titreyen, dağılan, topla­
mek istedim. Ötede beride birer gümüş bel kemeri gibi nan Minasin ile koklaşıyorum. Bir görüyorum bin dalıyo­
akan dereciklerle cibil cibil oynamak istedim. Hâsılı, Mi­ rum, bir konuyorum bin uçuyorum. Göz için bir iş, gönül
nasin’i bütün yeşilliğiyle, tazeliğiyle, rengiyle, güzelliğiyle için bin iş.
görmek istedim. Okşamak, kucaklamak, öpmek, sevmek
Mübarek seyran yeri, kendini doya doya görülmeye
istedim. Ruhumda kalmış çocukluk bakiyelerinin bütün
bırakmaz ki! Sanki bin çarşafa bürünmüş bir kadın. Dür­
açlığıyla bütün susuzluğuyla onu olmuş bir cennet mey­
bünle de bakılsa ondan ancak iki üç bahçelik yer görülür.
vesi gibi yemek, dolmuş bir kadeh-i âb-ı hayat gibi içmek
Orada insan göğü görmez, gök insanı görmez. Orada dağ
istedim.
yok, bağ var. Uzak yok, yakın var. Orada sade kapatıcı
Minasin nedir, ne yerdir ki, beynimde mahşerler şeyler var; ağaç, ağaç, ağaç... yaprak, yaprak, yaprak.
uyandırıyor? Minasin belki de hiçbir şey değil. İsparta’ya
Ulu ceviz ağaçları, elma, erik, kayısı, zerdali ağaçları...
üç çeyrek bir saat mesafede bir bahçeliktir. Sulak, ıslak
kiraz, vişne, ayva, muşmula, armut, dut ağaçları. Berikiler
bir bahçelik. Ağaçlık yemişlik, sebzelik, yoncalık. Bunlar­
de ötekilerden örnek tutmuş, boy almış, huy almış. An­
la beraber bunlardan fazla da çok şey. Göz ve gönül aç­
cak duvar kenarlarına korucu ve yarıcı gibi, çömelmiş kı­
mak için, dünyayı unutmak için, cenneti hatırlamak için
zılcık ağaçları, bodur ağaçların altında, bahçeliğin kıyısın­
bir yer. Orası hem dünyanın cenneti, hem benim çocuk­
102 TÜRK YURDU Sayı 111

da, ortasında arklar (hark), sular, sular. Ağaçlarının altın­ eşekten düşmüş olmalıydılar. Öyle olsalardı böyle de­
da sular akan cennetin misali var ise burası. Dallar hava­ mezlerdi. Hem ben inanıyorum ki, insanı vatan denen
da birbirine sarılmış, sarmaşmış yemyeşil atlas şemsiyeler anaya bağlayan bağlar böyle ince ve nazik bağlardır. O
dokumuş. Oturanların üstüne yıldızlı kameriyeler kur­ bağlardır ki Leyla’nın kara saçları gibi ben Mecnun’u her
muş. Bir hâlde ki, güneş bunları delip geçemez. yerde çeker, sürükler. Ben onun cazibesiyle sırasına gö­
re Bağdat’ın bile ötelerine giderek aşk ile şevk ile ölü­
Minasin hakikaten esatir yatağı bir yer. Şurada bura­
rüm. Bilmem ki, ben bu özenmede bezenmede başka
da aklı gıcıklayan, başta kuruntular uyandıran esrarlı şey­
şeyler de mi umuyorum? meselâ İstanbul’da boğaz içleri­
ler hâlâ da eksik değil. Mezar eserleri, garip taşlar, dolma
ne gömülmüş Göksu’ya Küçüksu’ya dalan cennetliklerin
yer altı çeşmeleri, defineler ve define şüpheli yerler, bun­
meyllerini Anadolu’ya, meselâ Anadolu’nun bir Mina-
ların sisli ve bulutlu hikâyeleri. İfritler, cinler, cadılar.
sin’ine akıtabilmek hülyasını da mı kolluyorum? Heyhat,
Sülün şeklinde havada uçan ve yılan kıyafetinde yerde
bilirim onlar gelemez.
sürtünüp gezen peri kızları. Masallar, masallar, masallar.
Minasin şu kadar vakittir hiç de değişmemiş. Bildi­
Minasin üzerine avâm dediğimiz halkın da hayli bil­
ğim hâlinde duruyor. Sanki o bir insan yuvası değil, so-
dikleri var. Dediklerine bakılsa Cenevizler vaktinde payi­
ğulcan izbesi. Orada ne köşk var ne konak. Ancak “çar­
taht burada idi. Etraf şehirlerin ve yine bir merkez olan
dak” adlı toprak ve çıplak topraklar var. “Çardak” sözünü
Bayat’ın(b suları buradan dağılırdı. Bu sulardan birinde
“Çartak” anlayıp parçalayarak mana çıkaranlar yanılır. Ha­
bulunan âb-ı hayatı krallardan biri bulmuş, içmiş. İçtiği
yır bizim “Çardak”ta “Çar” da yok, “Tak” da yok. Ne dört
için ebedî yaşamak belâsına uğramış, ölemez, sinek gibi
duvar, ne dört kemer. Belki üç kaba duvar üstüne birkaç
küçülmüş, bozulmuş. Bir nefes bir kafes yaşar. Bunu İs­
direk yaslatılmış, üstüne birkaç demet kuru yaş ot ve ta­
tanbul’da nerede ise pamuk içinde saklarlar. Zavallı kral,
laş konulmuş. Onun üstüne de birkaç kürek toprak atıl­
kıyameti bekleyecek, ayaklar altında kalacak, yılda bir ke­
mış, olmuş çardak. Yağmurda, yaşta başınız sıkılırsa ora­
re hangi gün ise gözlerini açar, vızıltı perdesiyle bağırarak
ya sokulursunuz.
sorar: “Minasin’im Ağlusun’umO) duruyor mu? Fanda’-
sımö), Findos’um('^), Ağros’umü), Radmos’um(D duru­ Uç yerlerde, bazı bahçelerde ağaçlar kaldırılmış, tah­

yor mu? Sidre’mü), Buderome’m® duruyor mu? Karılar ta tahta sebzelikler, tarla tarla ekinlikler ayrılmıştır. Ora­
lara patlıcan, biber göçürürler. Bamya, kabak, hıyar, bos­
oğlan kız doğuruyor mu?”
tan dikerler. Arpa, çavdar, buğday, mısır ekerler. Bahçe­
Bu hikâyeyi bütün çocuklar özene özene, üzüle üzü- lerin çoğunda duvarlar birer tümsek sırt olduğu için biti­
le dinlemiştir. Ben de dinlemişim de onu gençliğimin so­ şik bahçeler ve bunlardaki komşular çok kere birbirini
nunda, kocalığımın önünde, şurada üstüne titreyerek görür. Bereket versin ki, sık ağaçlar gereltiG) hâil olur.
âleme naklediyorum. Şair(io) burada olsaydı, kimbilir neler görürdü, neler söy­
Sözü çok mu uzatıyorum? Fazla mı söylüyorum? Mi­ lerdi!
nasin imiş, Ağlasun imiş, şu imiş, bu imiş. Bunlar bugün Minasin pek de kalma ve yatma yeri değil, gelme ve
bizim nemize gerek? İhtimâl böyle diyenler olur. Lâkin gitme yeri. Pek de gece yeri değil, gündüz yeri, havâsı
benim de hakkım yok değil. Ah onlar da küçüklüklerini, gündüzün sıcak, geceleyin serin ve ıslak. Burada yılan gi­
köy çocukları gibi, kır toyları gibi, bedevi yavruları gibi bi, akrep gibi, arkadaşları gibi haşerat da çoktur derler.
bağlarda dağlarda geçirmiş olmalıydılar. Onlar da çocuk­
Lâkin bunları gören olsa bile, zararlarını gören yok.
luklarında Minasin’de suya düşmüş, ağaçtan düşmüş.
Vakit vakit, şurada burada, renk renk, biçim biçim, garip

0 ) Şimdi bir köy 0 ) Bir tepe


0 ) Birer nahiye merkezi ö ) Bir mevki.
0 ) Birer köy 0 ) “Perde germek”teki “germek”ten isim.
(Ö Birer köy Bahar olsa yine seyr-i gülistan olduğun görsen
(5) Birer nahiye merkezi Güzel seyreylemek uşşâka asân olduğun görsen”
(Ö Bir çiftlik diyen Nedim şair.
Sayı 111 TÜRK YURDU 103

garip böcekler, sinekler de görülür. İnsan burada bir biz de beş kız, bir de ben altı, hepimiz birden cesaretle,
“mebhasü’l-hum ve’l-haşarât” âlimi olmalı. Hele öğle sı­ hulus ile, sıdk ile uzaklara kaçtıydık. Yılan ise bizim em­
cakları, “çırlangıç” denen bir nevi irice ağustos çıtlağının salsiz cesaretimizin önünde korkak, salak, allak bullak sü­
nöbeti zamanıdır. Bunun çıkkırı, çıkkırı, çıkkırı yolunda rüne sürüne savuşup gitmişti. Şimdi bunu da hatırlıyo­
tutturduğu şamata akşamlara kadar sürer, insanda kulak rum. “Ağlarım, hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” diyece­
ister ki, dayansın. Söylediklerine bakılırsa çırlangıçın bu ğim geliyor.
şikâyeti karıncaya karşı imiş. Çünkü karınca ona çingene
Hafızamda bu hatıralar toplaşırken bir taraftan da
demiş, imiş. Bu sebepten “karıncacık, beli incecik, bana
yollarda dolaşıyordum. Yollar pek geniş değildir. İki ta­
çingen dedi, dedi, dedi” diye diye kırk gün çağırıp, kır­
raftaki duvarcıklar, bunlara yardım eden bari ağaçları,
kıncı gün çatlarmış. Bunların ağustos sonlarına doğru ci-
saygısız kızılcıklar, dikenli kırambıklarfb, sümsük fındık
gara kağıdından koza gibi, incecik heyulâ zarları bazı
ağaçları, sırnaşık böğürtlenler birbirine el kol uzatmış,
ağaçların dikenlerinde asılı durur, rüzgâr estikçe hafif ha­
yolları bir kat daha kapatmış, daraltmış. Duvarların bir ta­
fif sallanır.
raflarında bahçelere çevrilmiş sular. Altımızdaki hayvan­
Burada herşey boldur. Para hemen de meçhuldür. lar yürüdükçe körpe dallar, arsız dikenler yüzümüze çar­
Fasulyenin iki okkasını beş paraya sattıkları olur. Kızılcık parak, zevzek sular üstümüze başımıza sıçrayarak bir sa­
gibi, dut gibi müptezel yemişler para ile satılmaz. Kızılcık at kadar dolaştık.
yerden avuçla toplanır. Dut havadan hasır üstüne düşü­
Geldik, bekçi yatağı çardağın yakınında bir bahçeye
rülür. Bunlar su gibi, ot gibi mübahtır. Evvelleri cevizin
girdik. Seccadeleri serip serpildik, oturduk. Heybeyi açıp
şehre götürülmüş onbeş okkalık bir kilesi onbeş kuruş
nevaleyi ortaya yaydılar. Bu tarafta söğüş, köfte, patlıcan
tuttuğu nadir görülürdü.
dolması, lop yumûrta, yoğurt, peynir, ^kmek, tuz, biber.
Benim buraya dair hatıralarım var ki, yazılsa kitap Bu tarafta haşhaşlı çörek, tahinli katmer, bal, reçel. Şük­
olur. Bir kere başımda kavak yelleri esmeye başlamasın, rü Efendi bunları sırasına korken Hacı Mehmed Efendi
yoksa mesele uzar uzar gider. Şu dakikada hatırımdan üç okkalık bal gömeci kavunu yardı. Çekirdekleri atıp ka­
neler geçiyor bilseniz! İşte şu dakikada komşu bahçede buk içinde löp löp dildi. Bekçi Baba geceden ayarlamış
patlıcan çapalayan, bamya toplayan, fasulye kıran, kabak su dolu, kiraz gibi MamakG) testisini getirdi. Yedik yedik,
kesen, yonca biçen, bağlayan genç kadınlar görüyorum. içtik içtik, konuştuk konuştuk, yirmi yıldır adı anılmamış
Burada bu işler çokluk bunların işidir. İşte şu dakikada eski yarenlikleri tazeledik. İstanbul’da iken yıl orucu ka­
bir kızın kiraz ağacından dolmuş sepeti düşürüp bağır­ dar sürgün ve ince perhiz kovalayan hasta ben, herşeyi
ması üzerine kendisini düştü sanıp ödüm koptuğunu ha­ unutmuştum. En sonra da Bekçi Ağa yalandan sepet biçi­
tırlıyorum. Birkaç kızın genç vişne ağaçlarını tepeden ip­ mine konmuş ceviz yaprakları arasında ahu gözü böğürt­
leyip eğerek vişnesini toplarken ağacı kırdıklarını, çıkan len dutu getirip önümüze bıraktı. Bir vakit onları da iğde
çatırtı sesi arasında velveleler, akabince de kahkahalar dikeninden benzettiğimiz tek parmaklı çatal ile kovala­
kopardıklarını işitiyorum. Bir defada “yılan, yılan, yııııla- dık, elledik belledik.
aaan!” diye çığlıklar yükselmişti de, ben de koşmuş var­
Güneşi görmüyoruz. Saate bakmıyoruz. Birine, üstü­
mıştım. Ne var idi? Çardağın saçağındaki serçe yuvasına
müzde dallardan yapraklardan gerilmiş yeşil perde mâni,
upuzun kayış gibi birşey sarkmış, sokulmuş. Bunun kar­
birine altımızda çimenlerden çiçeklerden serilmiş yeşil
nından büyücü boynuzu gibi efsunlu karnından boğuk
seccade mâni. Fazlaca da ayak ucumuzda lâtif bir şırıltı ile
boğuk “civ, civ, civ, civ” sesler geliyordu. Şüphe yok yav­
yavaşçacık akan dereciğe kendimizi kaptırmışız. Takılmış
rular diri diri yutulmuştu. Serçeler fırr fırr uçuşup çarpı-
kalmışız, su akıyor, biz bakıyoruz. Ama geçen ömre değil
narak, ciyak ciyak bağrışıyorlar, kıyametler koparıyorlar­
kazanılan ömre bakıyoruz. Peki, lâkin gerek biz felekten
dı. Derken pat dedi, yılan ayaklarımızın dibine düştü. Biz,
çalmış olalım, gerek felek bizden çalmış olsun. Saatin he-

( b “Anber-i bâris” dedikleri ağaç.


( b Testinin yapıldığı köy. Mamak testisi, Göksu testileri gibi suyu süzer, buz gibi tutar.
104 TÜRK YURDU Sayı 111

men üçü geçti, şüphesiz güneş kuşluktan öğleye doğru çok sersem olmuş bir adam gibiydim. Ses mi ettiler, yok­
kayıyor. Ne çare, bu kadara da bereket deyip kalkmalı, sa bana mı öyle geldi, ne oldu anlamadım. Yüzümü dön­
dürüp baktığımda arkadaşlarımın yanındaki yamaçta tu­
Kalktık, yine bahçeler arasından değirmene doğru
tunup bana baktıklarını gördüm. Gülüyor, lâtife yapıyor
aktık. Buralarda da illik şenlik az. Çünkü bu sene Rûz-ı
gibiydiler. Sıkıldım. İşi filozofluğa bozup sordum: “Bu su
Hızır’da pek vakitsiz gelen soğuk çiçekleri yakmış. Ye­
nereden geliyor, nereye gidiyor? Biz nereden gelip nere­
mişleri doğarken boğmuş. Kiraz olmamış. Vişne olma­
ye gidiyoruz?” Hacı zerafetle cevap verdi: “Su yukarıdan,
mış. Badem, erik, zerdali olmamış. Kış elmaları, kış ar­
Ayazma’dan doğru geliyor. Biz de müsaadenizle oraya
mutları, cevizler sadece titreyen yapraklarıyla boy göste­
doğru gidiyoruz, efendim.”
rip duruyor. Bunun için illik şenlik hemen yok. Fasulye
bile olmamış. Hülâsa, yaş da yok, kuru da yok. Herkes Kalkıp hayvanlara bindik.
kurumuş kalmış. Ortada yaş yalnız birşey var: Gözler. Isp a rta lı H a k k ı

Sağa sola bakarak değirmene vardık. Değirmen bina­


sını yadırgadım. İçini hiç tanıyamadım. Eski, başa doku­
nan basık, örümcek tellerine konan un tozlarıyla saçı sa­ E D E B İY A T
kalı ak ihtiyar değirmen damı yerine; temiz, yüksek, yep­ faik ALI
yeni fabrika tavanı gelmiş. Değirmen fabrika olmuş. Eski
Yahya Kemal’e
değirmenci Haberanlamaz Celiloğlu yerine. Patlak Hacı
Bütün iklîm-i eş'ârın mevaşisiyle ağnâmı
Mustafa Ağanın oğlu ve amcalarından birinin küçük toru­
İçer fikrinde ibhâmı müşemmes çağlayanlardan;
nu genç Lütfü Efendi fabrikayı kullanıyor. Fabrikanın bü­
Gören ser-i şâhik şiirindeki mürgan-ı ilhâmı.
tün cihazları, âletleri yeni tertipte. “Oh” dedim. Gözüm
Senin kartalların azmış sanır hep saksağanlardan!
gönlüm açıldı. Ruhum biraz güldü.

Sordum. Hayli şey öğrendim. Fakat onları burada Sayılmaz gunnezâr nazmının elhân-ı şebdârı

yazmayacağım. Şu kadar söyleyeceğim ki, fabrikada he­ Öter bin karga âfâkında yüz bin lahn-ı mübhemle;

nüz bir Rum işbaşı. Lütfü Efendi gerçi rüştiye tahsili gör­ Cenab-ı Hamid’in hep sırma kaplı taht-ı efkârı

müş, Lâkin fabrikanın ince taraflarına akıl erdirememiş. Senin divan-ı asârında olmaz belki iskemle

Galiba tutulan deftere filân da pek sokulamıyor. Ezel ağlâk-ı manadan ebed-gerdân ta’kîde
Fabrikaya su veren oluğun kurulduğu tepeciğe çık­ Sükût eyler bakan şiirindeki tayfun-ı ânâta
tık. Oluk kenarına, üzerine kilim serdiler. Nokta nokta Olur dâim müsadif gözlerim afâk-ı fikrinde
oturduk. Kenar, dar ve uzunduruk olduğu için birbirimi­ Huyût-ı kehkeşânât ve hutût-ı mehveşânâtaü
zi pek iyi göremiyoruz. Aramızdaki fidancıklar da olduk­
Geçen gün bir de şi'r-i nağme-fâm ve bî-sadâ duydum
ça mani. Uzaklarsa ağaçlardan, yapraklardan dolayı hiç
Tezâdistan-ı elhanın cibâl-i per ü hûşundan
görülmüyor. Akan suyun hışırtısı da başkaca mani. Zaten
Anın aksiyle yüzbin ra’d hicv ü iştikâ duydum.
ben de kimseyle konuşmak istemiyorum.
Siyye-ta’riz-i âtinin zebân-ı pür-hurûşundan!
Lütfü Efendi, leğen içinde biraz elma, biraz pek
kararmamış kızılca kızılcık getirdi: “Efendim, Minasin’in Bu ses şiir-i bülendindir senin ey dâder-i "Eşber"
elması bu sene böyle oldu.” diyerek yanımıza koydu. Su Bu ses aksi taninindir senin ey tıfl-ı eflâkî
akıyor, ben aralıkta bir bir-iki kızılcık, bir elma yiyorum. Ki daim sırr-ı bî-âmak-ı zülâl inkisar eyler
Çekirdekleri, işikleri suya bırakıyorum. Su onları götürü­ Bütün esmân okyanus ve okyanus esmânı!
yor. Nazarım bir iki saniye onların arkasından bakıyor,
Serir-i sanatın, re’sindedir ihrâm-ı idgamın
Böylece ne kadar kaldım bilmem. Saati değil, cebim­ Çıkar her dem semâya zihninin vâveyl-i terhîbi
de saat olduğunu bile, günün ne gün olduğunu bile Bütün azdâd-ı âlem ser-be-ser sükkân-ı ilhamın
unutmuştum. Neye dalmıştım? Neler düşünmüştüm? Bir Bütün vâdi-i fikrin haymegâh-ı vasf-ı terkibi!
büyük kütüphanede oldukça kocaman ciltler süzmüş de
F a zıl AJomed
Sayı 111 TÜRK YURDU 105

DİLİMİZ

GEÇEN YILDA TÜRK DİLİ NE KAZANDI?

Başı yıl 5, cilt 10, sayı 5 ’dedir.

Türkçülüğün pîşvâlarmdan muhterem bir zat hitabe­ benzer. Hele Türk dili husununda! Türklerin tamamen
lerinden birisinde: “Bir milletin vücudu diliyle, edebiya­ efsanelerden ayrı yirmi-otuz asırlık efsaneleriyle kırk-
tıyla malûm olur. Millet diliyle doğar, dilini kaybetmesiy­ beş-elli asırlık bir hayatı vardır. Böyle uzun bir asırda
le ölür. Dilsiz milletleri tarih bilmiyor. Dilleri kullanılmaz Türkler elbette hayalden, düşünceden, duygudan mah­
olan milletlere tarih ‘ölmüş milletler’ diyor. Dil ile millet rum olarak yaşayamamışlardır. Onların da kendi benlik­
birbirinden ayrılmaz. Millet dildir, dil millettir.” diyordu lerine, kendi muhitlerine, varlığa karşı hayalleri, düşün­
ki, pek doğrudur. Çünkü dil bir İçtimaî müessese olduğu celeri, duygu ve heyecanları olmuştur. Beşer bundan
gibi milletin de ancak dil, din ve an’ane gibi müessesele- mahrum olamaz. İşte bu üç esas bize kâfidir. Hayal, dü­
ri sayesinde tam manasıyla millet olabildiği malûmdur. şünüş, duygu! Zaten ulûmun, fünûnun, beşerî bilgilerin
Evet, dil bir İçtimaî müessesedir. Onu milletlerin dehâsı bütün temelini kuran da bunlar değil midir? Türklerde
ve tabiatın telkini tesis eder. Dil bir İçtimaî eserdir. Onu bunlar vardır. Binaenaleyh bunların anlaşılmasında
milletlerin ahvâl-i ruhiyesi ve muhitle münasebâtı icâd ve husûle gelen ihtilâflardan, aralarında gayet ince ayrılıklar­
ibda eder. Bir milletin dili, kelimeleri, lügatleri, edebiyatı dan, derinlik ve sathîliklerinden hâsıl olan ıstılâhları çı­
bütün teferruatıyla o milletin tabiata irtibatını, tabiatla karmak da imkânsız değildir. Türk dili iptidaî de değildir.
münasebâtını, tabiata karşı bütün ince ve kaba, derin ve Beş bin yıllık bir dildir. Dilin “elsine-i terkibiye” den ol­
sathî bakışlarını gösterir. Bir milletin ince kaba her sözü ması onun ibtidaîliğine, İlmî ıstılâhlar için kifayetsizliğine
“varlığa” karşı olan anlayışından “varlığı” kendine mahsus delil olamaz. Bu hassa bilakis terkip ile lügat ve ıstılâh
duyuşundan “varlık”tâ işittiği ses ve sadâları kendi uzvî is­ yapmak için bize kolaylık verir, yardım eder. Nazariyat-ı
tidadına, kendi kulağının telakkisine göre taklidinden ge­ lisaniye taksimatı cihetinden en aşağı tabakadan olan Çin
lir. Bunların üzerine iklim ve muhitin ihtilâfı ve bundan dili başka dillerden çok evvel bir medeniyetin tefsirine,
doğan “yaşayış tarzf’mn türlülüğü asırlardan beri damla­ büyük bir medeniyet-i maneviye ve mücerredenin tefsiri­
ya damlaya toplanan “ırsî tesirler”, hicret, harp gibi bir­ ne yarayabilmiştir. Bu bizim için çok dikkate değerli bir
çok İçtimaî âmiller çökerek dillerin ihtilâfını, dillerin dal misaldir. Türklerin dili muhtelif muhitlerde muhtelif me­
ve budaklarını yaratır. İşte bu cihetledir ki, bir milletin di­ deniyetlerin tercümanı olmuştur. Uygur, Çağatay, Öz­
li o milletin tarihini, eski günlerdeki İçtimaî hallerini, es­ bek, Nogay, Kırgız, Tatar, Türkmen kabilelerinin lehçele­
ki duygu ve heyecanlarını, eskide geçirmiş olduğu buh­ ri bize bu hususta pek zengin hazine mesabesindedir.
ran ve inkılâblarını gösterir. Bir milletin dili âdeta o mil­ Büyük Ai'ap edebiyatı yapan, mükemmel Ai'ap dili kuran,
letin mükemmel bir tarihidir. Eakat yalnız savaşlarının, büyük Arap milleti tesis eden, bir Şamlı ile bir Yemenliyi
göç ve hicretlerinin tarihi değil, aynı zamanda bütün ru­ anlaşamamak beliyesinden kurtaran Arap lügavîlerini, İs­
hî hâllerinin, tabiatı anlayışının, tabiata bakışının, tabiatla lâm ulemâsını görmeliyiz. Ai'ap edebiyatının Aı*ap lügati­
alış verişinin de tarihidir. İşte bunun içindir ki, bazen bir nin tarihinden hisse almalıyız. Muhtelif lehçelerde konu­
kelime bile büyük bir İçtimaî müessese kıymetini hâizdir. şan, muhtelif şivelerle mana anlatan Arap kabilelerinin
Bir kelime bile bazen koca bir tarihin karanlık bir faslını içinde gezerek lügatlerini toplayan, bütün teferruatıyla
aydınlatır. İşte bunun içindir ki; bir millet eğer benliğine kamuslara “müdevvenât-ı lugaviye”yi koyan onlardır. Bir
doğru gitmek isterse, eğer kendini duymak, kendini bil­ aslan için bilmem kaç yüz ad bulmaya muktedir olan ve
mek dilerse, her zaman, her şeyde, her meselede kendi “El-Arab yagribü küllemâ fî zamirihî” dedirten Arap edip­
diline, kendi sözlerine en sıcak bir sevgi ile en inatçı bir leri, Ai'ap fasihleri, Arap şairleri hep bu yolda çalışmışlar­
taassupla bağlanmak lâzım gelir. Böyle bağlanmak için dır. Müberridlerin, Siboviyelerin, Ahfeşlerin tercümeleri­
dilin fakirliği bahane olamaz. “Dil fakir” demek yalana
106 TÜRK YURDU Sayı 111

ni, Arap lisan ve edebiyatının teşekkülündeki tesirlerini kadır. Gelip gördükten sonra ise büsbütün başka bir ma­
mülâhaza etmek bu husus için kâfidir. (Ü na vermiş olabilirim. İstanbul’da durdukça bu mananın
değişeceği de yine tabiîdir. Aynı İstanbul kelimesini hu-
Şivemizin “dehâsı kaybolacak” davası batıldır. Lisan,
rafâtçı bir mutekidin, hayalci bir şairin, iyi düşünücü bir
şive bir İçtimaî eserdir. Eserde dehâ olmaz. Eserin mües­
feylesofun anlayışları başka başka olur.
sire tâbi olduğunu tâ Aristo zamanından beri söyleyip du­
ruyorlar. Müessir dâhi olursa, eser dahiyâne olur. Dehâ Bu maddî bir misal. Maneviyata delâlet eden kelime­
müessirin, sanatkârın hâssasıdır. lerdeki farklar ise daha fazladır. Sözlerimizle, lügatleri­
mizle ancak gayet sathî bir sahada, yanlız sûretlerde anla-
Eski Türkçede olan bir kelimenin, bugün biz vaz et­
şabildiğimizi, mana ve mazmunlarda zannettiğimiz anlaş­
mekle müterakkî ve mütekâmil bir manayı ifade edeme­
maların yalnız şahsî tahminlerimizden ferdiyetimiz esası­
yeceğini düşünmek bir vesvesedir. Şimdi seve seve aldı­
na bina edilen tefsirlerimizden ibaret kaldığını artık anla­
ğımız, iftiharla yazdığımız, göğüs kabartarak söylediğimiz
mak; filân milletin müterakkî ve mütekâmil ıstılâhâtı bü­
ecnebî lügatlerin, ecnebî ıstılâhların da asılları, kökleri
tün ince ve derin manaları ifade eder gibi boş ve manasız
pek iptidaî bir manayı ifade ettiğinden gaflet etmektir.
laflardan vazgeçmek zamanı gelmiş olmalı idi.
Evet kelimelerin manaları her vakit değişir. Milletlerin,
fertlerin ruhu ve İçtimaî hallerinde vukua gelen tekâmül Yalnız böyle yaparsak, yalnız bu hakikatlere imanı­
bunu müstelzemdir. Eğer bu noktayı mülâhaza edip bun­ mız olursa, İlmî bir ıstılâh, millî bir dil vücuda gelebilir.
dan sakınmayı kendimiz için lâzım diye düşünürsek yal­ Eski manası bugünkü yeni ve müterakkî bir ilim veyahut
nız ıstılâhlardan değil büsbütün dilden de mahrum ol­ fennin bir şeyine bir mefhumuna azıcık delâlet edebilen
mak, dilsiz yaşamak icap eder. Çünkü cemiyet ve millete bir kelimeyi doğrudan doğru o mefhuma tayin etm ek bi­
nisbeten zamanın geçmesiyle değişebilen her kelime ve zim iktidarımızda neden olmasın?
lügat, ferdlere nisbeten de değişir. Sanatta, ilm-i ahvâl-i Istılâh itibardır, ittifaktır. G) O pek beğenerek aldığı­
ruhta mantık çerçevesine sığmayan diğer mevzularda, mız Garp veya Arap ıstılâhlarında da eski manasıyla şim­
his ve zevk meselelerinde ve felsefede olan ferdiyet, diki manası arasında büyük farklar, âdeta uçurumlar
umûmî şuûnda meşhûd olan tebeddül ve tekâmül en mevcut olduğunu hiçbir vakit unutmamalıyız. Biz Türkle-
tam manasıyla lisanda hüküm sürer. Zaman ve fert ne ka­ ri yaklaştırmak, Türkleri birleştirmek istersek Osmanlı di­
dar teaddüd ederse kelime ve lügatlerin mana ve mef- lini muamma hâline getirmeye değil, Türkçeleştirmeye
fumları da o kadar tebeddül eder. çalışmalıyız. Biz çürük temele değil, büyük emele bağlı
Meselâ, benim İstanbul kelimesinden anladığım ma­ isek gidecek ak yolumuz bu, ancak bu olabilir.
na, aldığım duygu ana kucağında iken başka, mektepte Maarif Nezaret-i Celîlesinin himmetiyle teşkil edilen
iken yine başka, hayat âlemine çıktıktan sonra daha baş­ ■“Istılâhât Komisyonu” geçen 1331 yılını hayli çalışarak ge-

( b Edebî Ai'ap lisanının başlıca mehazları Kays, Temim ve Esecl kabilelerinin lehçeleridir. İmam Süyutî “El-Müzehher”de “El-Elfâzü’l-Hurûf’tan
naklen diyor ki: “Çünkü bu kabileler (yani Kays, Temim ve Esed kabileleri) kabilelerin en büyükleridir. Arap lisanı garib lügatlerin hallinde
iğrab ve tasrîfde hep bunların şivelerine istinat eder. Bunlardan başka Huzeyl kabilesiyle Kenane ve Tâi kabilelerinden bazıları gelir. Bunlar­
dan başka kabilelerden, bilhassa şehirlilerden ve başka kavimlere komşu olan “Lahm” ve “Cidam” dan çoğu İbranî dil okuyan Hristiyan Şam­
lılarla temasta bulunan Kuza’a, Gassan ve İyâd kabilelerinden cezirede Yunanlılarla komşuluk etmiş olan “Tağlib” ve “Yemen” kabilelerin­
den Kıpt ve Earslara mücavir olan “Bekr” kabilesinden Bahreyn’de Hind ve Farslara ihtilât eden Abd-i Kays ve Ezed Umman’dan, Hind ve
Habeşlilerle münasebâtta bulundukları için Yemen ahalisinden lügat alınmadığı gibi Yemen tüccarları ile hemen hemen beraber yaşayan Ye-
mamelilerden. Benî Sakif ten, Ehl-i Tâif ten de alınmamıştır. Lügat-ı nâkil câmileri işe başladıkları vakit hariçten gelen çok kavimlerle ihtilât-
ta bulumuş olduklarından hazarîlerinden lügat alınmamıştır. Mezkûr kabilelerden Arap lisan ve lügatini nakledip, toplayıp kitaplara geçiren,
ilim ve sanat hâline sokan başlıca zatlar Arap şehirlerinden olan Basra ve Küfe uleması, nahvî ve lugavîleridir.” (Akrabü’l-Mevarid Fî Fasi-
hü’l-Arabiyye ve’ş-Şevarid, cild-i evvel, sayfa 16)

G) Bunu eski İslâm âlimleri de biliyordu; “El-Istılâh: İbaret-i an-ittifak kavmi alâ tesmiyeti’ş-şey’i bi-ismi mayenkılü an mevziühü’l-evvel.
El-Istılâh, ihracı li-lafz-ı min mana lugavî ilâ beynehuma ve kıyle’l-ıstılâh, ittifak taifeti alâ vazi’l-lafzı bâriü’l-mana ve kıyle’l-ıstılâh ihracu’ş-şey’i
an-mana-lugavî ilâ mana ahirü’l-beyanü’l-murad. Ve kıyle’l-ıstılâh lafz-ı muayyen beyne kavmi muniyeyn”. (Tarifât, Seyyid Şerif, sahife 18)
Sayı 111 TÜRK YURDU 107

çirdi. Yılın sonlarına doğru mesaîsinin çiçeklerinden bir Saray’a indirildiler. Ensevgili beyaz esvapları ile geldi. En-
kısmını küçük küçük demetier hâlinde millete takdim de sevgili teyze olacaktı. Babür’ün her matem ve ziyafette
etti. Yukarıki mülâhazalarımızı kendimize yoldaş etmek bulunan birçok teyzesi vardı. Çağataylarda şerefli bir
şartıyla gelecek makalelerimizde bu risâlelerden bahse­ mevki addedilirdi.
deceğiz.
Birgün kendisini kadınlar dairesinin balkonundan
Bitmedi.
elemle aya bakar buldu. Koşan ayaklar, fısıltılar saatler­
U fak T o k ta m ış
den beri devam edip duruyordu. Nihayet bir çift ayak
geçmedi, durdu.

Annesi, sesi yaşlarla dolu:


BÜYÜK HİKAYE - Bir kız, sefil bir kız diyordu. Ayşe bunu nasıl yapa­
bildi. Hiç affedilir bir kusur değil.
BABÜRHAN
İhsanüddevle:
Muharriri: Flora Annastil
- Fazla söylemeyelim, dedi. Bir kadın kendi kaderini
Mütercimi: Halide Edib
tenzil edince ne kadar az ondan bahsedilirse o kadar iyi­
Başı yıl 3, cilt 6, sayı 9 ’dadır.
dir. Sana daha iyi vazifesini bilir bir kadın alırız.
Babür onları tabiî açık vakarıyla karşıladı. Yüz kırk se­
Ensevgili’nin yüzü tamamen sarkmıştı. Babür:
neden ziyade Semerkand, ecdadına payitahtlık etmişti.
- Bir kız mı? dedi. Sonra hararetle ilâve etti.
Nihayet bir yabancı gelmiş haksızca şehre sahip olmuştu.
Fakat kâdir-i mutlak olan Allah onun yağma edilmiş viran - Görmeyeyim mi? Anneciğim. Benim her hâlde ilk
şehrini kendisine iade etmişti. Onu şimdi imar edecekti. çocuğum.

İstediği gibi imar etti. On dokuz yaşında bulunuyor­ Pamukluya sarılan çıplak yeni doğmuş bir çocuk gös­
du. Ve oğlunun doğması da yaklaşmıştı. Her şey bu taht terdiler. Babür mütefekkir bir çehre ile:
vârisinden evvel hazırlanmalıydı. - Çok zaman evvel doğmuş gibi ihtiyar görünüyor,
İki ay hazırlık ve tebriklerle geçti. Kılıcı kadar kuvvet­ dedi. Sonra kuvvetli genç elleriyle küçük sıkı parmaklara
li olan kalemi ile Babür etrafındaki rüesaya, hanlara niha­ dokundu.
yetsiz mektuplar yazıyor, onlara kendi dostluğunu vaat - Küçük solucana benziyor, dedi ve genç neşeli kah­
ediyor ve onlardan aynı şeyler talep ediyordu. Bunlar gül kahasıyla güldü, güldü. Benim kızım fena değil. Onun
kokulu, altın işlemeli torbalarda gidiyor, fakat gittiği ka­ adını Zaferünnisa koyacağım.
dar cevap gelmiyordu.
Her gün mutlak bir aralık hareme gidip kızına bakı­
Sulhperver teşebbüslerin kıymetini anlamayan Mo­ yordu.
ğolistan, Şeybanî Han gibi kurnaz bir düşmanı şaşırtan
Fakat bir ay sonra Zaferünnisa Allah’ın rahmetine ka­
bu genç kumandanın bir arzuhalci gibi mektup yazmaya
vuştu.
ehemmiyet vermesine hayret ediyorlardı.
O ilk çocuğu idi ve Babür de o zaman on dokuz ya­
Fakat genç hana kalbini pek saf bir sevinçle dolduran
şında idi.
bir cevap geldi. Bu Horasan’daki Ali Şîr’dendi. Her keli­
mesi bir haz, ihtidasından intihasına kadar bir zevk olan
SEKİZİNCİ BAB
bir mektup. Genç han buna cesaretle cevap verdi. Hatta
bir iki mısra bile tanzim etti ki, pek fena değildi. Artık di­ B ir la h za -i teehhür. - B e y a b a n k u y u s u n d a n b ir
mağı da vücudu gibi tekâmül ediyordu. la b za -i h a y a tı iç m e k ! - S o n ra h eyhat! H a y a l
o la n k e r v a n h a re k e t ettiği çiçekle h e m e n vâ sıl
Her şey bir düğün şetaretiyle devam edip duruyor­
olur. -
du. Büyükannesi, annesi beklenilen veliahdın annesi An-
dican’dan geldiler ve hükümdarların doğup öldüğü Yeşil Ö m er H a y y a m
108 TÜRK YURDU Sayı 111

Kader Babür’ün hayatına bir teehhur-ı âni yapmış­ Berke Han’dan rub asır kadar bir zaman sonra ordu
tı. Semerkand padişahı sıfatıyla etrafına bir saray ve Andi- merkezi Saray şehri velev muvakkat bir zaman için olsun
can’dan pek başka bir ruh ile yeni medreseler etrafını al­ âlem-i İslâm’ın şimaldeki Bağdat’ı olmuş idi. Buraya İs­
mıştı. Bu halk kendini kılıçtan ve kalkandan pek uzak lâm dünyasının her tarafından bir çok ekâbir-i ulemâ ge­
birşeylerle işgal ediyordu. lerek tavattun ettiler. Seyyid Celâleddin, Kutbeddin
er-Razi, Ahmed bin Muhammed el-Cündî gibi müellifler
Şair Molla Benaî sesini sahte tevazuu ile titreterek:
en nefis eserlerini burada meydana getirdiler. ÖzbeklÛ
- İşte hanın müşa’şa zaferine şu âciz kelimelerle bir
Han’ın sarayı ulemâ için daima açık bulunurdu. Büyük
tarih bulabildim, diyordu.
ilim meclisleri sarayın geniş salonlarında, han huzurunda
“Söyle ruhum diyorum Fatih Bahadır Babür’ün fetih teşekkül ederdi.
gününü.” İşte Özbek Han devrinde bütün kabile büyükleri, bü­
O riyakâr ve müdafaakâr saray erkânı arasında bu fe­ tün il uluğları din-i mübin-i İslâm ile müşerref oldular. İs­
na şiir pek güzel addediliyordu. lâmiyet az bir zaman içinde tamamiyle taammüm etti.

Sade her zaman açık olan Kasım Bey dedi ki: Kazaklardan Kapçaklılar ile Alçmiılar arasında İslâmi-

- Eğer doğru ise pek âlâ, fakat onu da yalnız Allah bi­ yetin duhûlü de bu devirlere ait olduğu zan ve tahmin

lir. Sen büyük muharebeleri noktalarla hıfzediyorsun, olunmaktadır. Çünkü Cuci ulusu bütün mukadderâta Al-

ben de kılıcımın üzerindeki kesiklerle. çınlar, Kapçaklar ile beraber katlanmıştır. Çağatay ulu­
sundan bulunan Argun, Nayman Kazakları da Alçın ve
Bitmedi.
Kapçaklar ile daima temasta bulunduklarından İslâmi­
yet’i kabul hususunda onları takip etmiş oldukları düşü­
nülebilir. Bu hâle göre Kereylerin İslâmiyeti daha sonra­
ları vukûa gelmiş olmak lâzım gelir. Çünkü onların yurt­
SEYAHAT ları İslâmiyetin takip ettiği yolun daha uzaklarında bulu­
ALTAYLARA DOĞRU nuyordu. Bu devirlerden birbuçuk-iki asır sonra vukûa
Başı 1. yılın 12. sayısmdadır. gelen Kazak ittihadı da İslâmiyetin bilumûm Sarı Arka’da
Yıl3, cilt 6, sayı 9 ’da inkıtaa uğramıştı. (Kazakistan’da) taammümüne yardım etmiş olabilir.

Agleb-i ihtimaldir ki, Kazakistan’ın nur-ı hidayeti ihti­ Şu mütalâaya göre Onyedinci asrın iptidalarında
da Altınordu taraflarında tulü etmiştir. Malûm olduğuna Ebulhayır Han devrinde başlayan Rus istilâsı İslâmiyetin
göre Cuci ulusu hanlarından Cengiz’in hafidi yahut hafi­ Kazakistan’a bidayet-i nüfûzundan dört asra karîb bir za­
dinin oğlu “Burka Oğlan” ihtida din-i mübin-i İslâm’ı ka­ man sonra vukûa gelmiş demektir.
bul ederek. Nasıruddin Ebü’l-Meali Berke Han unvanını İşte Kazakların İslâmiyeti Asm Risalet’e, Hulefa-i Ra-
almıştı. İşte Berke Han devrinden itibaren Cuci ulusunda şidîn devrine kadar uzanmamakla beraber Rusların istilâ­
din-i İslâm intişar etmeye başlamıştır. Filvaki bu devrin, sına müsadif olacak kadar yeni de değildir. Şu kadar var
İslâm’ın daire-i nüfuzu henüz pek vâsi değildi. Saray şeh­ ki, Kazakların ahvâl-i diniyelerindeki gevşeklik altı yedi
ri ordu mensubîni bir taraftan yavaş yavaş İslâmiyet ile ül­ asırlık Müslüman oldukları hakkındaki itikada nakisa ve­
fet peyda ettikleri gibi diğer taraftan da temasta bulun­ riyor. Fakat bu gevşekliğin esbâbmı başka zeminlerde
dukları kabâili telkıh-i itikat ediyorlardı. Bu sûrede İslâ­ başka hâllerde aramak daha münasip olur fikrindeyiz.
miyet için ulusun tarafında bütün kabile ve hatta aileler
Göçebelik hayatı Kazakları harice, hariçten gelen te-
içinde m u’tekidler bulunmaya başladı. Fakat eski din ve
sirâta karşı lâkaytlığa, diğer taraftan da an’anât ve ilha-
itikatlarına, Şamanlığa sadık kalanlar da yok değildi. Fa­
mât-ı ırkıyeye karşı sadakate sevketmiştir. Onun için Ka­
kat bu sadakat çok devam edemedi. Eskilik yeniliğe, cehl
zaklar kendi örf ve âdetlerini, düşüncelerini, tarz-ı
de ilme karşı dayanamadı, söndü.

( b Özbek hanının lâkabı Gıyaseddin olup Tuğrul bin Mengü Timur Han’ın oğludur. 741 sene-i hicriyesi Saray şehrinde vefat etmiştir.
Sayı 111 TÜRK YURDU 109

ve maişetlerini muhafaza etmek hususunda pek muhafa­ MATBUAT


zakârdırlar, İşte bu muhafazakârlık din, itikat hususunda
İKTİSAT HA2İNE-İ EVRAKI
da kendisini göstermekten hâlî kalmamış, Kazakların İs­
lâmiyet ile ülfet peyda etmeleri de asırların geçmesine te­ “İktisat Mecmuası” müterakkî bir tekâmül ile intişar­
vakkuf eylemiştir. da devam ediyor. Her nüshasında müfid malûmat ve
mütalâata müsadif oluyoruz. Hele son çıkan sayılarında
Kazak kadınları eskiden ibadât-ı İslâmiye ile teşe’üm
okuduğumuz İsmail Rıfkı ve C. imzalı sıra makaleler cid­
ederlermiş. Gelen kaza ve belâları erkeklerinin ara sıra
den kıymetli ve ehemmiyetli eserlerdi. Almanların mem­
kılmış gibi oldukları namazların şeametinden addeder­
leketimize dair İktisadî teşebbüslerinden İktisadî makale,
lermiş. Vaktiyle Kazakların dini olan Şamanî mezhebinin
risâle ve kitaplarından bâhis şuûn ve hülâsalar da pek
ruhanîleri bakayâsından oldukları maznun Baksılar el al­
şâyân-ı dikkattir. Bizim ceride ve mecmualarımızın da ar­
tından kadınlara yardımda bulunurlarmış.
tık yalnız siyaset ve fikir cereyanlarını ihdas ve idare ile ik­
Fakat bütün bunlara rağmen din-i mübin-i İslâmın tifa etmediklerini, İktisadî hayatın inkişafında da birmü-
Kazaklar arasında pek metin bir mevki işgal etmekte ve essir olmak istediklerini hissediyoruz. “İktisat Mecmuası”
gittikçe de ikinci tabiatları hâline girmekte bulunduğu nın 13. sayısında gördüğümüz “İktisat Hazine-i Evrakı
görülüyor. Şimdilik Kazakistan’ın her tarafında dine kar­ (Weltwirtschafliches Ai'chiv)” adlı Almanca esere dair
şı büyük bir teslimiyet, samimî bir ihtiram peiTerde edil­ tahlilî ve tenkidî mütalâalar, biraz acele yazılmış olmakla
diği her vesile ile kendini gösterir. beraber Osmanlı Türklüğüne ve bütün Türklüğe taalluk
Dindeki kusur ve noksanları her tarafta itiraf olunu­ ettiği cihetle kârilerimizin istifadesini mucip olacak gibi­
yor. İşte bu itirafın neticesiyledir ki, hemen rub asırdan dir. Bunun için aşağıya aynen naklediyoruz:
ziyade bir zamandan beri Kazaklar tahsile pek ziyade “İktisat Hazine-i Evrakı” üç ayda bir 250 sayfalık mec­
ehemmiyet vermektedirler. Maişeti az çok temin edilmiş mua hâlinde intişar ve bütün dünyanın ahvâl-i iktisadiye-
bulunan aileler oğullarını mutlaka şehirlerdeki mektep sinden bahseder. Almanya’nın en mühim İktisadî neşri­
ve medreselere göndererek terbiye ve tahsil ettirmeyi yatından olan mezkûr mecmua Kiel’de Profesör Harms
kendilerine borç biliyorlar. Kendi illerine muallim celbe- tarafından çıkarılıyor. Hemen her nüshasında Türki­
derek oğul ve kızları okutturmak da bugün pek ziyade ye’nin ahvâl-i iktisadiyesine dair mühim tetebbular var­
şâyi olmuştur. Astrahan, Orenburg, Veterovsk, Kargalı ve dır.
hatta Hive, Buhara, Türkistan... gibi Kazakistan hudu­
Nisanda intişar etmiş olan son nüshada iktisad-ı
dundaki şehir ve vilâyât medreseleri talebesinin üç-dört
âlemde Türkiye’nin vaziyet-i müstakbelesi mevzuuna da­
aylık eyyâm-ı tatiliyede Kazaklar arasına dağılarak hususî
ir Gustav Herlist’in mahsul-i kalemi olan bir tetebbu
muallimlik ile hayli hizmette bulundukları da şâyân-ı tez-
münderiçtir. Mösyö Herlist, Japonya ve Amerika’nın ikti-
kârdır. Meşayihin dahi dinin yerleşmesi hususunda pek
saden terakkî ve teâlîsinden sonra Avrupa milletlerinin
büyük yardımları olduğu söylenmektedir. Fikrime göre
aksa-yı şark ile Amerika’da alâkaları mahdut bir derecede
yirmibeş-otuz seneye kadar Kazak gençleri arasında oku­
bulunduğunu ve artık bundan sonra İktisadî gayelerin en
yup yazmak bilmeyen kimse kalmayacağı muhakkak gibi
ziyade şark-ı karibe doğru müteveccih olması lâzım gele­
geliyor. Şu hale nazaran hissiyât-ı diniyenin hakkıyla inki­
ceğini izah ettikten sonra, Türkiye’nin vaziyet-i müstak-
şafı sayesinde bütün Kazakların yavaş yavaş daire-i mede­
belesini şu iki nokta-i nazardan muhakeme ediyor:
niyete dahil olmaları da şüphesiz addolunur.
Evvelâ, Alman ve Avusturya-Macaristan iktisatlarını
D â r ü lfü n û n
tamamlamak.
Tarih-i D in -i İslâ m M ü d errisi
H a lim Sabit Saniyen, İslâm ve Türk devlet ve milletlere rehber ve
pîşrev olmak.
Birinci nokta-i nazar Hariciye Nazırı Halil Beyefen­
di’nin Meclis-i Mebusanda irâd ettiği şu meâldeki sözle­
riyle hülâsa olunabilir:
110 TÜRK YURDU Sayı 111

“Bu muharebenin neticesi olmak üzere öyle bir kuv­ celb edecektir. Muharrir muharebeden sonra Türkiye’de
vet husûle gelecektir ki, Şimal Denizi’nden Bahr-i Mu- inkişaf edecek sanayiye az ehemmiyet vermekle çok ha­
hit-i Hindî’ye kadar imtidad edecek ve insaniyeti İngilte­ ta ediyor. Bâ-husus iklimin yübûsetinden dolayı Türki­
re’nin tahakkümünden, Rusya’nın ihtirasâtından, Fran­ ye’de şeker pancarının yetişemeyeceği ve binaenaleyh
sa’nın kindarlığından kurtaracaktır.” şeker sanayiinin inkişaf edemeyeceği yolunda ki
Halil Bey başka bir münasebetle demiştir ki: “Sanayi mütalâaları serapâ yanlıştır. Çünkü bunun aksi bilhassa
memleketi olan Almanya ile ziraat memleketi olan Türki­ Konya’da tecrübe ile sabit olmuştur.
ye birbirini tamamlayacaktır,” İşte makalenin muharriri Bundan sonra muharrir şu musîb mütalâayı derme-
bu meseleyi tetkik ediyor ve Vasatı Avrupa memleketle­ yan ediyor: Muharebeden evvel İtalya ile beraber İttifak-ı
rinin birbirinin ihtiyaçlarını ne sûretle tamamlayacağını Müselles âlem-şumûl bir zümre-i düveliye teşkil edemez­
isbata çalışıyor ve Almanya’nın Türkiye’den ne gibi mad­ di. Fakat şimdi Türkiye’nin iştiraki sayesinde Vasatî Avru­
deler celbedebileceğini tadâd ediyor. Bunlar meyanında pa devletleri âlem-şumûl bir siyaset takip edebilirler. Tür­
mevadd-ı gıdaiye olmak üzere muharrer zeytin, haşhaş, kiye Arabistan tarikiyle Vasatî Avrupa’ya, vâsi denizlere,
susam gibi nebatî yağlar, limon, portakal, incir gibi mey­ Bahr-i Muhit-i Hindî’ye kapı açar. Bundan"böyle Almanya
veler zikrolunuyor. şimal-i şarkî ve şark denizleri tarikiyle yapamayacağı tica­
Sanayice mahsus en mühim mevadd-ı ibtidaiye me- reti Adriyatik, Bahr-i Sefid, Bahr-i Siyah, Bahr-i Muhit-i
yanında pamuk ve yün nazar-ı itibara alınıyor, Türkiye’de Hindî tarikleriyle yapabilecektir. Basra, İstanbul, Triyeste
pamuk ziraati o kadar tevsî olunabilir ki, Mısır’la beraber Almanya’ya Hamburg, Bremen ve Stetin limanları kadar
Almanya’nın en büyük ihtiyacını tesviyeye kifayet eder. hizmet görebilecektir. Almanya, Avusturya-Macaristan ve
Bu maksada vusûl için Irak’ta lâzım gelen irvâ ve İska Türkiye bütün seyr-i sefâin mesâilinde birbirini tamamla­
ameliyatını ikmal etmelidir. yabilecektir.
Terbiye-i hayvanata fazla ehemmiyet vermekle yün Makalenin muharrriri bu meselede diğer bir âmil-i
mahsûlünü kat kat artırmak mümkündür. Deri için aynı mühimmi tetkik ediyor:
hâl vâkidir. Afyon için denilebilir ki, bütün Avrupa’da in­
İslâm ve Türk akvam ve memâlikinin Türkiye ile bir­
hisara mâliktir. Orada başka rakip yoktur. Balkan Muha-
leşmesi.
rebesi’nden sonraki Balkan devletleri ve Türkiye’den Al­
manya’ya boya istihsaline medar birçok nebatlar celbolu- Bu yeni âmil Enver Paşa’nın şu sözleriyle hülâsa
nabilir. Tütüne gelince Türkiye Balkan memâliki ile bera­ olunmuştur:
ber Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın bütün ihtiyacını
“Bugün her bir Türk askeri yalnız 30 milyon Osman­
tesviye edebilirler.
lI için değil, 300 milyon Müslümanın hürriyeti için harp
Madeniyât hususunda makalenin muharriri yalnız ettiğini biliyor.”
bakır ve kurşun madenlerini şâyân-ı ehemmiyet görüyor.
Muharrir-i makaleye göre bu hususta Türkiye’nin iki
Hâlbuki bu hususta muharririn pek büyük bir hatası var­
maksadı vardır. Henüz istiklâllerini tamamiyle kaybet­
dır. Gazetemizin beşinci sayısında muhterem C. Bey tara­
mek tehlikesine maruz olan İran, Afganistan ve Fas gibi
fından izah olunduğu veçhile memleketimizde kurum
Müslüman memâlikin tamamiyet-i mülkiyesini muhafaza
madenleri pek mebzul ve zengindir. Bugünkü ihracatı­
etmek ve aynı zamanda bütün dünyadaki Türkler meya-
mız da 30.000 tondan aşağı değildir. Bu ihracatı kat kat
nında harsî bir vahdet husûle getirmek, eski bir mesele
artırmak pek kolaydır. Zımpara, borasit, çinko, manga­
olan ittihad-ı İslâmdan bahsettikten sonra yeni Türki­
nez, kükürt gibi daha birçok madenler vardır ki, Alman­
ye’nin en mühim âmâlinden olan İttihad-ı Etrâk hakkın­
ya sanayii için pek kıymetli hazineler teşkil eder,
da diyor ki:
Türkiye bu ihracata mukabil Almanya ve Avustur­
ya’dan kömür, demir, alât ve edevât, makineler madenî İttihad-i Etrâk zümresine Doktor Şorts’a göre şu ka­
ve haşebî mamûlât, sırça masnuatı, ispirto, ince iplik ve vimler dahil oluyor: 1-Tatarlar, 2-Sibirya’daki Yakutlar,
mensucat, deri mamûlâtı, kibrit, şeker ve emsali mallar 3-Kırgız veyahut Kazaklar, 4-Özbekler, 5-Türkmenler, 6-
Sayı 111 TÜRK YURDU 111

Kıpçaklar, 7-Karakalpaklar, 8-Nogay-Tatarlar, 9-Kafkasya A lm anların D enizde M ühim M uvaffakiyetleri -


Türkleri, 10-Tarancı ve Dunganlar, 11-OsmanlıTürkleri. Cihan cengi Müttefiklerin menfaatlerini ve zararlarını bir­

OsmanlI Türklerinden mâada iktisaden pek mühim birlerine o kadar bağladı, giriftleştirdi ki, yalnız birinin ka­
zancını bile müşterek saymakta haklıyız. Almanların ef-
âmiller teşkil eden diğer kavimler vardır. Meselâ Kırgızla­
renci temmuzun birinci gününde muvaffakiyetle hitama
rın hayvanat serveti fevkalâdedir. Onlarda mecmuan altı
erdirdikleri büyük deniz muharebesi biz Türkler için de
milyon bargir, sekiz milyon hayvanat-ı bakariye vardır.
bir galebedir. Türklük şuûnunda Skaggerak muharebe-i
Kırgızların altın, gümüş, bakır ve kömür serveti de pek
bahriyesinden kısaca bahsetmeyi yerinde buluyoruz.
mühimdir.
Eğer talihlilik talihsizlik sözlerinin manası var ise, ci­
Hemen cümlesi Müslüman olan akvam-ı Türkiye ara­
han çenginde talih İngilizlere hiç yar olmuyor. İngilizle-
sında esasen revâbıt-ı diniye pek sıkıdır. Genç Türkler
rin kara kuvvetleri Almanlarınkinden aşağı olmakla bera­
buna revabıt-ı milliyeyi ilâve etmek istiyorlar. Beynlerin-
ber, deniz kuvvetleri maddî bir sûrette ölçüldüğü zaman
de harsı bir vahdet tesis etmeye çalışıyorlar. Akvam-ı Tür­
Almanların iki misli olduğu malûmdur. İngilizler bu harp­
kiye’nin kâffesi Türkçe konuşur. Lisan ve edebiyatın inki­
te maddî tefevvuk kendilerinde olduğu yerlerde dahi ye­
şafıyla beynlerindeki küçük farklar yavaş yavaş zâil ola­
niliyorlar. Bizim Çanakkale ve Kutülammare zaferlerimiz
caktır. Türkiye, İran ve Afganistan istiklâlini muhafazaya
bunun en bariz misalleridir. İngiliz gazeteleri bir sürü saf-
muvaffak olursa bu tarik ile bütün Türk akvamı beyninde
safa ile işi ne kadar karıştırmaya çalışırlarsa çalışsınlar, ar­
İktisadî vahdet de teessüs edebilecektir. Genç Türkler
tık bugün şu tahakkuk etmiştir ki, Jutland kurbünde 3
muharebeden sonra gerek kendi memleketlerinde ve
Mayıs akşamından 1 Haziran sabahına kadar yekdiğeriyle
gerek sair Türk memâlikinde ahvâl-i iktisadiyenin terakki
çarpışan Alman ve İngilizler donanmalarından İkincisi bi­
ve teâlîsine çalışacaklardır. Bağdat şimendiferi inşaatı bit­
rincisine ton, top, sürat ve yenilik itibarıyla fâikti.(b Sani­
tikten sonra Bağdat-Hanikin hattının Tahran’a kadar
yen müsademenin neticesinde İngiliz donanması Alman­
temdidine teşebbüs olunabilir. Tahran’dan Hazar denizi­
ne olan mesafe büyük değildir.
larınkinden çok fazla hasara uğradı.G) Skaggerak muha­
rebe-i bahriyesinde Alman donanması adetçe kendisine
İttihad-ı Etrak bahsinde muharrir-i makale Türklerle
mütefevvik İngiliz donanmasına galebe çalmıştır demek
Macarların uhuvvet-i ırkıyesinden bahisle bu uhuvvet-i ır-
tahakkuk eden şu iki vâkıanın diğer bir tarzda ifadesin­
kıyenin pek mühim bir âmil-i İktisadî olacağı kanaatini iz­
den başka birşey değildir.
har ediyor ve: “Muharebeden sonra Mongol ırkı aksa-yı
Alman-İngiliz muharebe-i bahriyesi yalnız cihan çen­
garptan aksa-yı şarka kadar yükselecektir.” diyor.
ginin değil, cihanda şimdiye kadar vukua gelen muhare-
bât-ı bahriyenin de en büyüğü olmuştur. Tarih-i beşeri­
yet bu derece azîm bir deniz harbini daha kayd ve hikâ­

TÜ RKLÜ K ŞÜÜN Ü ye etmemişti. Amiral Togo’nun Rus donanmasını âdeta


mahvetmesiyle nihayet bulan meşhur Tsusima muhare­
E nver P aşa’n ın H ukuk-ı A m m e D o k to rlu ğ u -
besi bile gemilerin cesamet ve kuvveti, topların miktarı
Budapeşte Dârülfünûnu, Başkumandan Vekili ve Harbi­
itibarıyla Skaggerak muharebesinden çok küçük kalır.
ye Nazırı Enver Paşa Hazretlerine hukuk-ı âmme dokto­
ru fahrî unvanını tevcih etmiştir. Macar kardeşlerin bu Bu muharebede İngilizlerin verdiği mühim zayiat,

cemilesine mukabeleten teşekkür ve paşa hazretlerini İngiliz maddî tefevvuk-ı bahrîsinin artık hitam bulduğuna

tebrik ederiz. hüküm verdirtmez. Zaten Almanlar da bunu iddia et-

( ü Müteaddit menbalardan gelen haberlerin hülâsasına nazaran Skaggerak muharebesine Alman tarafından büyük çaplı (28 ve 30,5 santimet­
relik) 220 ve orta çaplı (17, 15 santimetrelik) 164 top iştirak ettiği hâlde İngiliz tarafından büytik çaplı (30,5 ve 38 santimetrelik) 290, orta
çaplı (20 ve 10,15 santimetrelik) 266 top bulunuyordu.

G) Resmî tebliğlerine göre İngilizler 117,750 tonluk gemi zâyi ettikleri hâlde son resmî tebliğlerine nazaran Almanların mecmu zayiatı ancak
60,720 tondur.
112 TÜRK YURDU Sayı 111

miyorlar. Gelibolu, Skaggerak ve daha böyle birkaç mu­ mûl meseleye bizim de alâkamız var, demektir. Sahilleri­
vaffakiyetli darbeden sonra o meselenin de münakaşası­ miz etrafında kendi gemilerimizi serbest dolaştırabilmek
na başlanılabilir. Son galebe Alman bahriyesinin talim, hakkımızın istirdadı için bile Kıbrıs’ı, Süveyş’i, Ba-
terbiye, maharet ve cesaretçe, yani manevî cihetlerle İn- bü’l-Mendeb’i, Hürmüz Boğazı’nı, yani sahillerimizin İs­
gilizlerden çok yüksek olduğunu itiraz kabul etmeyecek tanbul boğazlarından gayri bütün kapı noktalarını elinde
bir sûrette bütün âleme ve en ziyade İngilizlere karşı tutan Büyük Britanya kudret-i bahriyesinin ezilmesi
ispat etti. Bundan husûle gelen tesir-i manevî azîmdir. lâzımdır.
Artık İngilizler okyanusların meleke-i müstakili olmak id­
İngiltere’nin kurnaz siyasetçileri, Almanları âlem na­
diasından vazgeçmek zamanının yaklaşmakta olduğunu
zarında kötü göstermek için Alman İmparatorluğu’nun
itiraf etmeseler bile hissediyorlar. Alman ve Avusturya ri­
militarizmasından (tahakküm-i askerî) bütün Avrupa’ya,
calinin bu noktaya ehemmiyet verdikleri anlaşılıyor. Viya­
hatta bütün dünyaya bu militarizma sayesinde hâkim ol­
na şehremini Alman elçisine geçtiği tebrik telgrafnâme-
mak fikrinde bulunduğundan uzun uzadıya bahsettiler
sinde, “Milyonlarca âdemoğullarının denizlerden serbest
ve ettirdiler. Almanlar bu tehlike-i müstakbele iddiasına
istifadesine mâni demir zinciri kırmakta olan genç Alman
bir emr-i vâki ile cevap veriyorlar. İngilizlerin Navalizma-
bahriyesinin kudretine zabit ve neferlerinin kahramanlı­
sı (tahakküm-i bahrî) elyevm mevcuttur. Vâkıa bu böyle-
ğına hayran olduğunu” bildiriyordu. Alman başvekili son
dir ve bunu en zararlı değilse bile en acı bir sûrette ken­
nutukta: “Bu zafer Almanya’nın denizde müstakillen mü-
di sırtında duyan bir devlet de Osmanlı Devleti’dir. Bina­
savât-ı kâmile-i hukuk kazanacağına, küçük milletlerin de
enaleyh kudretli ve kahraman müttefikimizin bu tahak­
İngiliz tahakkümüyle mahmm edildikleri deniz yolların­
küm-i bahrîye indirdiği her darbeyi biz de kendi sahille­
dan serbest istifade hakkının devamlı bir sûrette temin
rimize gerilmiş demir zincirin bazı halkalarının koparıl­
olunacağına bir emaredir.” dedi.
ması tarzında telakkî ederek muzaffer Alman bahriyesi
Büyük deniz yollarından bir ikisi Osmanlı İmparator- şerefine üç defa “hurraa!” çağırmaktayız.
luğu’nun sevâhiline dokunarak geçtiğinden bu cihanşü-

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf “K ader” Matbaası


m m ^ - '

T ûkk M v im
Tûr^leritt Taiiîe^ttıe CcdiSir

YIL; 4 SAYI: 112 (16 Haziran 1332-29 Haziran 1916)

^ fc d e ^ U ^ e d c ^ ç c T

E d e b iy a t: A ş k Y a sa sı / D o ğ a n

£■5^ / / Y u s u f Z iya

S ü tu n la r : M a n s u r î z â d e S a id B e y e T e ş e k k ü r / R ıza T e v fik

T erb iye: M a a r i f i m i z H a k k ı n d a (2) / N âfi A tu f

M a tb u a t: V iy a n a 'd a M illî B u lg a r T e m a ş a H e y e ti / T.Y.

V efeyât: B ü y ü k Z iy â

Ş u û n : G o l t z P a ş a ’n m C e n a z e s i- K itc h n e r ’in B a tm a s ı /
Sayı 112 TÜRK YURDU 115

TÜRK YURDU
T ü rk le rin fâ id e s in e ça lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

EDEBİYAT

AŞK YASASI Pek çoktan sevişmiş bu kızla o yiğit


Uzaktan geçiyor, uçuyor bir kırat İhtiyar babası demiş ki hadi git
Üstünde dumandan kanatlı bir hayat Kafkas’ın yasası böyledir ey oğul
t- Kızımı istersen bir güzel nişan bul
Nenesi demiş ki, vereyim ben, ancak
Sen kimsin? Nereye? Ey yiğit genç atlı!
Kızıma verirse bir güzel al sancak
Kalplere verdiğin heyecan pek sâri
Şu genç kız, siliyor gözünün yaşını Meğer ki bu imiş gördüğüm o kırat
Üstünde o yiğit kanatlı, şen hayat
Ey yolcu! Azıcık, çevir bak başını!
Bakmadan bir defa bu mahzun güzele D oğan
Çalıyor kamçıyı acele acele...
Çok uzak, koşuyor, uçuyor bir kırat
Üstünde, dumandan kanatlı bir hayat... ESKİ AŞK
Geldim seni ilk gördüğüm eski beldeye
Ey genç kız! Sen söyle, bu genç yiğit kim? Aşkımızı çamlıklarda yaşadık diye!
Utanıp indirdi gözünü: -Sevdiğim! Saçlarının kokusu var esen rüzgârda
O zaman göğsünü bastırdı güzel kız Gel, kulan vur ey güzel kız salıncaklarda!
Hissettim, çırpındı, sanki bir kuşcağız...
Yavaşça yanından çekildim kenara Ah, hâlâ sarhoşuyum o son bûsenin
O gitti, dayandı yeşil bir çınara... Dizlerine düşüp nasıl yalvardım senin!
Seyretti, uzakta küçülen bir kırat Saçlarımdan bir iki tel alıp ağladın
Üstünde buluttan kanatlı bir hayat... Hicran seni sararttı mı ey beyaz kadın?

*
Mehtap ufka alçalıyor, bak ağır ağır
Silindi ufuktan gölgeler ansızın
Gür sesinle aşka dair türküler çağır
Gözüne inciler asıldı genç kızın
Bir efsane kızı gibi inle kalbini
Oyalı mendili elinde yürüdü
Yad ettinse ayrıldıktan sonra hiç beni
Benim de kalbimi bir elem bürüdü
Eminim pek dalgın dururken gözleri
Gözlerimden hâlâ gölgeni
Duymazken söylenen yüksek sözleri
Bir İlâhî şair yaptı ayrılık beni
Kalbine çarpardı nalını bir kırat
Geziyorum şimdi böyle hep diyar diyar
Ruhunda uçardı kanatlı bir hayat
Ey kalbimde yadı kalan elâ gözlü yâr!...

Y u s u f Z iy a
116 TÜRK YURDU Sayı 112

A Ç IK SÜTU N LAR

MANSURIZADE SAİD BEYE TEŞEKKÜR

Kamus-ı Felsefe’yi nasıl yazmakta olduğumu kariîn-i Ben, hüsn-i niyet ve muhabbet-i hakikatla icra edilen
kiram bilemez. Yalnız bir iki yakın dost beni çalışırken tenkidâta karşı pek mahzuz olurum ve dostlarımdan an­
görmüşlerdir. Her hâlde tarz-ı sa‘yime dair bir fikir ver­ cak onu beklerim. Tenkidât-ı vâkıa bunun en güzel misa­
mek isterdim ki, bunca sıkıntılı meşguliyetler içinde baş­ lidir. Devamını rica ederim.
lı başına böyle bir işi idare etmekteki müşkilâtı bir dere­ Yalnız, keder ettim ki, İslâm Mecmuası lütfen ben-
ceye kadar anlatmak mümkün olabilsin. dehâneye muntazaman gönderiliyor iken, asıl beni mem­
Onun için dostlarımdan rica etmiştim ki, eserimi mü­ nun edecek olan nüsha-i mahsusa gönderilmemiş ve
talâa ettikleri zaman her hâlde beyan-ı mülâhaza ve müm­ fart-ı meşguliyetten dolayı Mansurîzâde Said Beyin maka-
künse kat’iyyen tenkit etsinler. Zira bu sûrede hareket le-i tenkidiyesinden evvelce haberdar olmaklığıma imkân
ederlerse bana karşı pek dostâne hareket etmiş olurlar. bulunamamıştır. Eğer tenkitten hazzetmeyeceğime zâ-
Eserimin kemaline hizmet için bî-diriğ-i himmet etmek hib olarak -nezaketen- o nüsha gönderilmemiş ise keder
ancak bu sayede mümkün olabilir. Kusurları varsa ıslâh ederim. Zira dostlarım benim tabiatımı hâlâ lâyıkıyla an­
olunur. Kusur olabilmek de tabiî ve zarurîdir. Çünkü: lamamışlardır, demek çıkar.

“Bir eserin ki sânii insan ola mümkün müdür ki on­ Asıl hatanın mahiyetine gelince, iki noktaya taalluku­
da noksan olmaya!” nu görüyorum ve ikisi de irâd olunan misallere aittir. Ka­
musun esas iddiasını rahnedar etmez. O misaller tayye-
Bu ricamı en evvel hüsn-i telâkkî edip dostluğunu is­
dildiği taktirde makale-i asliyenin bir kelimesini bile te­
pat eden refik-i muhteremim mebus-ı sâbık Hamdi Efen­
beddüle hacet görmeden aynıyla muhafaza etmek müm­
di olmuştu. Hemen onu müteakip yine bir eski arkada­
kündür. Başka misaller getirmekle de makale-i asliyeyi
şım Mansurîzâde Said Bey aynı sûretle dostâne davrana­
olduğu gibi muhafaza etmek kabildir.
rak Kamus’un bir makalesinde eser-i zühul olmak üzere
bir yanlışlık olduğunu gösterdi. Gerek Hamdi Efendiye, Şimdi biraz izahat vereyim:
gerekse Mansurîzâde Said Beye -an samîmi1-kalb- be- Cevher ve arz bahsi bugün antika bir meselenin mü­
yan-ı teşekkür ederim. Çünkü, tenkitlerinde haklıdırlar nakaşası demektir ve filhakika skolastik devrinden beri
ve sahîhan bir eser-i zühul olarak “Arz” bahsinde hata vâ­ bize yâdigâr kalmıştır. Zamanımız felsefesi cevherle a‘ra-
ki olmuştur. zını kâmilen ihmal etmemiş ise bile büsbütün başka bir
Bu gibi eserlerin kemaline tenkit kadar hizmet eden şekle koymuş ve büsbütün başka bir nokta-i nazardan
birşey yoktur. Mili gibi, Spencer gibi zamanımızın en bü­ telâkkî etmiştir. Buna sebep nazariye-i ilim (Theorie de la
yük feylesofları en mühim eserlerini meydana çıkardıkla­ connaissance), yani mebhas-i marifet meselesinde felse-
rı zaman otuz kırk kişi tarafından şiddetle tenkit edilmiş­ fe-i hâzıranın bütün bütün ilm-i ruh talimatına göre bir
lerdi. Bu mütalâat-ı tenkidiyenin pek çoğunu ben oku­ vaziyet almaya mecburiyeti ve ilm-i ruha tabiiyetidir. Bu­
dum. Cevaplarını da dikkatle okudum ve her defasında gün ilim nazarında yalnız hadisât var. Keyfiyât-ı asliye ve
gördüm ki, tenkidat-ı halisanenin kemal-i esere büyük keyfiyât arziye dediğimiz bilcümle şuûnât, hep bu umma­
bir yardımı olmuştur. Meselâ Spencer’in şaheseri sayılan nın içinde dahildir, onun dalgalarıdır. Hâdisât, enfüsîdir
Mebadî-i Ûlâ nâm kitabın ilk tab‘ı ile son, yani altıncı tab‘ı (subjectif). Kâinat hakkında hissen hâsıl edebildiğimiz
arasında sûret ve madde itibariyle o kadar tebeddülat gö­ suver-i İlmiyeden ibarettir. Bu suver-i İlmiyenin hakikat-i
rülür ki, -akide-i esasiye aynı kanun-ı tekâmül olmasaydı- eşyaya aynen mutabakatı meselesi bile bertaraf edilmiş­
birinci nüsha-i kitap ile akıncısını aynı eser zannetmek tir. Çünkü yine psikolojinin tahkikatıyla sabit olmxUştur
yek-nazarda müşkil olurdu. ki, suver-i İlmiyemiz demek olan hadisatın hakayık-ı eşya­
ya mutabakatı bir zann-ı batıl ve muğfeldir. Ben havanın
Bunun pek çok emsali vardır.
Sayı 112 TÜRK YURDU 117

ihtizazât-ı muayyenesini sadâ sürelinde hissediyorum. Bugün bütün mevcudâtı -biz insanlar için- hâdisâttan
Esirin ihtizazat-ı muayenesi elvan şeklinde görülüyor. Cil­ ibaret gören ulûm, onları nefs-i insaniyeye atfen telakkî
dim üzerinde mevzu bir çok halimat (papilles) bana yine edince hissiyat nâmıyla yâd ediyor. Hariçte istiklâl-i vü­
-esirin madde-i sakileye naklettiği- bir nevi ihtizazâtı ha­ cutlarını farzedince keyfiyyat diye tesmiye ediyor. Keyfiy-
raret sürelinde ihsas ediyor. Binaenaleyh benim her vası­ yatı da alâ-meratibihim taksim ediyor.
ta ile her suretle telâkki ettiğim şeyler ihtizazât-ı müteha-
Cevher ve arz taksimi tamamen metruk ve âtıldır.
life ve muayyeneden ibaret kalıyor. Hâlbuki bütün malû­
Yalnız mantık da arz tabiri ıstılâh olarak bâkîdir. Fakat bu­
matımın madde-i esasiyesi malzeme-i inşaiyesi, bu müd-
gün felsefe, mantık demek değildir. Felsefe mantığın ne
rikât-ı havâstır. O hâlde nasıl olur da benim, hariçten ih-
olduğunu ve ne işe yaradığını daha iyi biliyor ve tasnif
tizazât sürelinde telâkki edip kendi nefsimde hissiyat ve
için arz tabirinin ibkasında bir mahzur olmadığını da tes­
hâlât-ı vicdaniye şeklinde idrak ettiğim bu teessürât, il-
lim ediyor, Fakat arz, hariçte müstakillen mevcut birşey
let-i failesinin aynı olabilir? Bu ewel emirde bir hakikat-ı
imiş gibi, “Bir yerden diğer tarafa intikal eder mi, etmez
ilmiye olduğu için bunu bugün inkâr eden kalmamıştır.
mi?!” yahut “Arz arzla kaim olabilir mi olamaz mı?!” gibi
Keyfiyet-i ilimde havâssın delâlet ve şehadetini inkâr suallere ve meselelere karşı “Eder desek de yanlıştır, et­
edip de makulâne itimat edilirse yine ilmin malûma ay­ mez desek de batıldır. Çünkü öyle birşey yoktur ki, inti­
nen mutabakatını ispat eder hiçbir rabıta bulmak müm­ kal edip edememesi mevzu bahis olabilsin. O bir isimdir
kün değildir. Benim zaman ve mekâna ilmim, zaman ve ki, müsemma-yı hakikîsi yoktur. Biz şimdi kurûn-ı vüstâ
mekânın hakayıkına aynen mutabık olsaydı, en dâhi fey­ feylesofları gibi realist değiliz. “Nominalist”iz diyor. Böy­
lesoflar bu meseleyi çoktan halledip hakikat-ı zaman ve le dediğine delil olmak üzere bütün zamanımız feylesof­
mekân bahsini kapamış bulunurlardı. Hâlbuki bu husus­ larını işhad edebilirim.
ta bir çok nazariyat-ı mütehalife var ve denilebilir ki,
İşte ben, kariîn-i kiramı arz meselesinde skolastik ha­
hiçbiri kudret-i iknaiyeyi hâiz değildir.
tasına meyil etmekten vikaye ve hatta tahzir maksadıyla
Binaenaleyh zamanımızın en muhkem itimad-ı felse­ arzın intikaline ait münakaşhat için -bililtizam- misal ge­
fîsi şudur: tirmek istemiştim. Kadı Azudyanımda değildi. Acele ile

İlmimiz, sırf İzafî ve enfüsîdir. Bildiğimiz ve -şu hil- galiba bir not kâğıdından o sözleri nakletmişim ve o gün

kat-ı hazıramızın icabına nazaran- bilebileceğimiz ancak pek dalgın ve yorgun olduğumdan dolayı Kadı’ya isnad

hâdisâttır. Hem ne görebilirsek ve ne düşünebilirsek yi­ olunamayacak bir mütalâayı ona isnat etmişim. Zannede­

ne ancak hâdisât nevinde dahildir. Cevher-i maddî diye rim dalgınlığa tesadüf etmiş bir yanlışlıktır ki, tamiri için

düşündüğümüz şey, ancak havass-ı zâhiremizle telakki yalnız tashih-i nakil kifayet eder. Çünkü bugün hikmet-i

edebildiğimiz teessürât-ı vâkıa ve hazıramızın illet-i faile- tabiiyenin talimatına bakılırsa, hararetin intikali ne Ka-
dı’nın dediği gibidir, ne de hükemânın zannı gibidir.
si (cause efficiente) olmak üzere -hasbe’l-insaniye- vücu­
dunu farz etmekten kendimizi alamadığımız illet-i meç­ Bitmedi..
huledir (cause inconnue). Ve bu türlü düşünüş bir farzi- R ıza Tevfik
ye-i zaruriyedir. O illet-i mefruzanın hakikatına dair bize
zerre kadar bir ilim vermez. İşte eski feylesofların -cevher
nâmıyla- hariçte müstakillen mevcut zannettikleri veya­
hut öyle itikat ettikleri şey (objet) budur. Bu ise bugün TALİM VE TERBİYE
teessürât-ı vâkıamızın illet-i meçhule ve mefruzasına ver­
MAARİFİMİZ HAKKINDA
diğimiz bir isimden (norm) başka birşey değildir.
2
A'raza gelince, onun hariçte istiklâl-i vücudu büsbü­
Birincisi 332 yılının 6’ncı sayısındadır.
tün inkâr olunmuştur. Çünkü: “Onlar münhasıran bizim
duygularımızdır.” diyenler pek çoktur ve asıl bu iddiada Çocukluk devrinin evsâf-ı mümey)dzesi menfî ve
bulunan psikolojidir. müspettir. Menfû olanlar zayıflık ve adem-i mükemmeli­
yettir. Müspet diyebileceğimiz vasıflar ise kuvvet, ihti-
118 TÜRK YURDU Sayı 112

yac-ı harekettir. Bu vasıflar, çocukların bedenî, fikrî ve leri donuk değildi. Bizi nezaketle selâmladı. Oturduk ve
hissî kabiliyetlerinde hiç değişmez ve muhtelif milletlere konuştuk. Bizim kim olduğumuzu soruyor, nasıl okudu­
ait çocuklar arasında da büyük farklar irâe etmez. Çocuk ğumuzu, neler okuduğumuzu ve öğrendiğimizi anlamak
ikmal edilmiş bir eser, teşekkül etmiş bir vücut değildir. istiyordu. Ve nihayet: “Âh” dedi, “Bizim hoca hiç de sizin
Bilâkis tarîk-i teşekkülde bir şahıs, bir mebde-i teşekkül­ söylediğiniz gibi değil. Otururken uyukluyor, dershane­
dür. Faaliyet, kıskançlık, hodbînî, taklit, tecessüs, obur­ mizde sigara içiyor. Bizi okutmuyor, bizi sevmiyor.”
luk,., gibi daha ziyade çocuklarda tesadüf ettiğimiz ahvâl, Bu, zavallı masum çocuğun ne manidar feryat ve işti-
büyümek ve yetişmek için tabiatın çocuklara verdiği vası­ kâsı idi!
talar ve âletlerdir.
Hungara, Fethiyekızık, Arabayatağı... köylerinin
Terbiye bu âletleri kullanmasını biliyorsa çocuk tekâ­ mektepleri bütün manasıyla birer in idi. Zekânın ve has­
mülünü takip edecektir. En iyi terbiye şüphesiz, bu vası­ sasiyetin buralarda değil inkişafı, hatta tevakkufunu bile
taları en iyi kullanmasını bilen bir terbiyedir. Ve muhtelif beklemek doğru değildir. Bu yerlerin ve buradaki hoca­
milletlerin gençleri arasında büyük farklar açan âmiller ların yaptıkları birşey vardır: Zekâyı, hassasiyeti derece
daha ziyade aile, muhit, m ekteptir... derece söndürmek. Köylerde bu tedricî sönüklük ne ka­
Sâtı Bey, Tedrisat-ı İbtidaiye mecmuasındalÜ Uşşakî- dar mahsustur. Küçükler size daha ziyade sokulurlar, da­
zâde Halid Ziya Bey de Tanin gazetesindelü müşahede­ ha göz ederler. Sizi severler. Sizin şefkatinizden müte­
lerini kaydetmişlerdi. İki sene kadar Japonya’da kalan ve hassis olurlar ve sizi ararlar. Büyükler, bilâkis sokulmak
orada ibtidaî mekteplerini tetkik eden bir arkadaşımdan istemezler. Sizden şüphelenirler, konuşmakta çok mü-
da Japon çocukları hakkında malûmat aldım. Bütün bun­ messiktirler.
lar şu fikri verebilir ki: Silsile-i hatıratım arasında beş sene evveline ait bir
Çocuklarımız çocukluk hususunda sair milletlerin çocuk tanıyorum ki, anlayışı, ifadesi, faaliyet ve cevvaliye-
çocuklarından büyük farklar göstermemektedir. ti hayırkâr bir arkadaşımın nazar-ı dikkatini celbetmiş idi.
Çocuğu köyünden ayırmış ve adam etmek için Edirne
Altı senelik talim ve terbiye hayatımda bütün müşa­
mekteplerinden birine getirmişti. Bu çocuğu iki sene
hedelerim beni ikna etti ki, anormal (gayr-i tabiî) çocuk­
sonra gördüm. Fark beni tedhiş etti. Bu üç sene evvelki
lar müstesna olmak şartıyla diğer bütün çocuklar, mele-
daima düşünen, kımıldayan, söyleyen çocuk hiç değildi.
kât-ı fikriye ve hissiye hususunda henüz hiç de kötürüm­
Durgun durgun bakıyor, sözlerini bağlamakta pek çok
leşmiş değildirler. Zekânın ve hissin sönmesi daha ziyade
müşkilât çekiyor, kımıldamaktan çekiniyor idi. Tanıyan­
beş altı yaşlarında başlıyor. Çünkü çocuk bu yaştan son­
lar soruyorlardı ki, bu çocuk neden böyle oldu?
ra ebeveynin, muhitin ve mektebin fena şerâitiyle fazla
Bunun cevabını bundan bir buçuk asır evvel Salzman
temastadır. Zekâvet ve hassasiyet bizde sin ile makûsen
(1744-1811) pekâlâ vermiştir. Salzman diyor ki: “Talebe­
mütenasiptir. Çocuk yaşlandıkça ve terbiye denilen he-
sinin bütün fenalıklarının ve hatalarının sebebini müreb-
yülâ ile teması arttıkça zekâ ve hassasiyetinden kaybedi­
bi kendisinde aramalıdır. Muallimler talebesinin ahvâlin­
yor. Çocuk donuklaşıyor, sersemleniyor.
de tebeddül gördüklerinden dolayı şikâyet etmektedir­
Bursa’da ne zeki ve hassas köylü çocuklara rast gel­ ler. Hâlbuki muallim kendisini iyi yoklayacak olursa bu
dim. Keşişin eteklerinde, arkasında çalı çırpı taşıyan bir tebeddül ve tahavvülün sebebini kendisinde bulacak-
köylü çocuğuna rastlamıştım. Bu çocuk sevimli idi. Göz­ tır.”(3)

( ü Numara 4, s, 103. “Bir seyahatim esnasında elliden ziyade müessese-i talimiye ziyaret ettim. Yüzden ziyade derste hazır bulundum. Bütün
bu memleketlerdeki, bütün bu derslerdeki müşahedatım neticesinde büsbütün kat’î bir kanaat hâsıl ettim ki, çocuklar dünyanın her yerinde
çocuktur ve bizim çocukların çocukluk hususunda başka milletlerin çocuklarından farkı yoktur.”

G) Numara 2681, sekizinci sene, “Burada söylemek isterim ki, Alman mektep çocuklarım Türk mektep çocuklarının fevkinde addettirecek bir
hasisa-i mümtazeye mâlik bulmadım. Hatta umumiyet itibariyle bihakkın iddia olunabilir ki, bir Türk çocuğu aynı derecede bir Alman
sınıfının en parlak şakirdânı arasında temayüz edebilir.”

G) Histoire de I’instruction et de l’education. Par Francois Guex, page 256.


Sayı 112 TÜRK YURDU 119

Bizde gayr-i tabiî çocukların vaziyetleri pek acıklıdır. Türk Ocağı konferanslarında çok güzel şerbettiler. Sarı
Hemen her mektepte maddî ve manevî hayattan az nasi- benizli, zayıf ve hastalıklı talebemiz umûmiyetle açlık
bedar bu gibi çocuklara tesadüf olunur: Aptal, çılgın, sa­ hastasıdırlar. Mekteplerimize terbiye-i bedeniye, tenez-
ğır... Bu zavallıların yegâne melceleri ve terbiyegâhları züh, cevelanlar girdiği günden beri yemek meselesi daha
hâl-ı hazırda yine mekâtib-i ibtidaiye-i umûmiyemizdir. büyük bir ehemmiyet kazandı. Çocuklarımızın sıhhat-i
Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-ı Muvakkatinin 2’nci maddesi fikriye ve bedeniyelerinde büyük bir inkılâp yapmasının
bu çocuklar için hususi müeseselerin küşâdını vadedi- en iyi çaresi, hiç olmazsa öğleyin talebemizin karınlarını
yor: “Ruhan ve bedenen zayıf olan çocuklar ile sağır, dil­ doyurmaktır, (b Fikren, bedenen uğraşan çocuğun bir
siz ve amâ çocuklara tahsil-i ibtidaî vesaiti idâd edecek günlük gıdası bir dilim ekmek ile iki zeytin tanesinden
bir nizâmnâme yapılacaktır.” diyor. ibaret kaldıkça onda salim bir dimağ ve vücut aramak

Ruhiyat sahasını genişleten beşeriyetin bu alîl uzuv­ muvafık-ı insaf değildir.

larını ihmal etmemek insaniyetin her hâlde büyük bir va­ Temizlik ve iktisat... Asrımızda ahlâkın bir unsuru ha­
zifesidir. Umumî mekteplerin vazifeleri tabiî çocuklarla line girdi. Şâyân-ı şükrandır ki, mekâtib-i ibtidaiye-i
meşgul olmaktır. Anormaller ayrı bir terbiye ister. umûmiye talimatnâmesi temizliğe büyük bir ehemmiyet

İstanbul mekteplerinden birinde tanıdığım bir çocuk vermiş, hatta günde iki defa muallimleri temizlik yokla­

vardır. İbtidaî ikinci sınıftadır. Bütün arkadaşları okurlar, masına m ecbur tutm uştur. Mezkûr talimatnâmenin

yazarlar. Bu zavallı çocuk yalnız dinler. Bir parçayı beş al­ 15’inci maddesi diyor ki: “I^â-mevcutlar işaret edildikten

tı kişi okuduktan sonra bu çocuğa okutsanız yanlışsız ve sonra muallim talebenin elleri, yüzleri ve kulakları yıkan­

dürüst okur. Tamik etmezseniz, çocuğun hakikaten oku­ mış, saçları taranmış, tırnakları silinmiş olup olmadığını

duğuna kani olursunuz. Fakat oradaki kelimeleri birer bi­ ve elbise, kunduralarının nezafetini muayene eder.” Te­

rer sorunuz, okuyamaz. Evvelce okuduğunu da size ez­ mizlik yoklaması çok iyi neticeler verdi. Ebeveyni ikaz et­

ber okumuştur. Heyet-i umûmiyesiyle size çocuk bir ap­ ti. Onları çocukları ile daha alâkadar bir hale getirdi. Beş

tal kanaati verir. sene evvel bir iibtidaî mektebinde bulunuyorken kehleli
bir çocuğu temizlenmek için.evine göndermiştim. Vali­
Böyle çocukların tedkiki ruhiyatın sahasını genişlete­
desi geldi: “Â yavrum! Çocuklarda böyle şeyler bulunu­
ceği gibi bu malûl çocukların kuvvet ve kabiliyetlerinden
yor. Bupun için çocuk eve yollanır mı?” dedi. Kadın âde-
istifade etmek ve bu sûrede cemiyetimize bir fert daha
tâ kızmıştı. Tırnaklarının arası kir dolu, ötesi berisi yırtık
kazandırmak imkânını hasıl edecektir.
çocuklara, mekteplerde sık sık tesadüf etmiyoruz.
Gıda, libas, mesken... itibarıyla talebemiz atalet ve
Bazı mekteplerde çocukları küçükten tasarrufa alış­
fakr-ı umumîden çok müteessirdirler. Doktor Bahaeddin
tırmak için Mektep Tasarruf Sandıkları vardır. Bu sandık-
Şakir Bey Anadolu’muzun gıdasını, libasını, meskenini

d ) Gıda, ruhî ve bedenî neşv ü nemanın esası olduğundan bir çok memleketlerde kâfi miktarda gıda almaya kudret-i mâliyeleri müsait olmayan
çocuklara muhtelif suretlerle muavenet edilmektedir. Ezcümle M. Rahmî Bey’in Türk Yurdu’na gönderdiği bir mektupta deniliyor ki:
“Cenevre’de erbab-ı hayırdan üç beş zat fakir ve amele çocuklarının öğlende evlerinde iyi yemek bulamadıklarını düşünerek bunlara mek­
tepte öğle yemeği vermeyi düşündüler. Maarif İdaresi de iki mektep binasında mutfak yeri göstermekle muavenet etti. 24 Teşrin-i Evvel
1887de ilk yemek verildi. Çocuklar muhtelif mekteplerden birer muallimin riyaseti altında bu iki mektebe gelerek yemeklerini yiyorlar.
Verilen yemek: Çorba, et, sebzedir. Ebeveynden alınan para yevmî üç metelik kadardır. Fakat çoğu bunu da vermez. Paranın mühim kısmını
cemiyet tediye eder. Köylerde ikamet eden zengin adamlar, bahçelerinde yetiştirdikleri sebze ve meyveden bu yavrulara hediye gönderir.
Şehrin bakkal esnafı pirinç vesaire verir, herkes muavenet eder.”

Cemiyetin 1896’da neşredilen bir de nizamnamesi vardır. Mezkûr kantonda şimdiye kadar on iki mektep lokantası açılmıştır. Lokanta
tedrisat devam ettiği müddetçe açıktır. Amele çocukları için daha hayırlı bir hizmet de ifa olunur. Bazı çocuklar evlerine ancak akşamın saat
yedi buçuğunda giderler. Çünkü o zamana kadar ebeveyn hariçte çalışıyor. Bu çocuklar akşam üzeri mektep dağılma zamanı olan saat dört­
ten yediye kadar mektepte kalırlar. Bir muallim onlara ertesi günkü derslerini hatırlatır, oynatır, gezdirir. Bu sınıflara classe gardienne
deniliyor. Fakir mektep çocuklarının iaşesini deruhte eden cemiyet bu çocukların öğleden akşama kadar birşey yemeksizin kalmalarını
muvafık bulmadığı için bu çocuklara ekmek, çikolata ve meyveden mürekkep bir ikindi kahvaltısı da vermektedir.
120 TÜRK YURDU Sayı 112

larm şekli henüz taayyün etmediğinden mektepler ayrı 152.744 talebe vardır. Diğer mekteplerde de talebenin
ayrı usûllere müracaat etmişlerdir. Kimisi her çocuk için miktarı şöyledir: Dârülmuallimînlerde 1.518, mekâtib-i
kumbaralar ayırmış, onlarda para birikiyordu. Bazısı her tâliyede 10.010, mekâtib-i âlîyede de 6.688.
çocuk hesabına bir defter açmış, verilen parayı işletiyor­
Milâdî 1863 istatistiğiyle hicri 1328-1329 istatistiği
du. Bu sandıkların ehemmiyetini takdir için Fransa’nın tetkik edilince arada 17.332 kadar bir noksan görünmek­
mektep tasarruf sandıklarının muhteviyatını kaydedece­
tedir. Bu noksanı birkaç sebebe atfedebiliriz. Evvelen
ğim. Fransa’da ilk mektep tasarruf sandıklarının tarih-i
1328-1329 ihsaiyatında Avrupa ve Afrika’da elimizden çı­
tesisi 1834’tür. 1907’de bütün Fransa’da tasarruf sandık­ kan vilâyetlerin talebesi tabiî dahil değildir. Saniyen, bu
larına mâlik olan mekteplerin adedi 11.351, para yatıran istatistik bilhassa maarif idarelerine merbut mekâtib-i ib­
çocukların adedi 243.569, biriktirilen paranın miktarı da tidaiye-i umûmiye talebesinin miktarını ihtiva etmekte­
7.353.485 frank idi. dir. Meşrutiyetten evvel maarif idarelerine m erbut mekâ-
Çocuklarımızın devamı iyidir denilebilir. İstanbul’da tib-i ibtidaiye pek azdı.
nâ-mevcut miktarı günde % 5-15 arasındadır. Mecburiyet 24 Cemaziyelûlâ 1286 tarihli Maarif-i Umûmiye Ni-
tahsili tatbik olunan yerlerde bu miktar % V e iniyor. Bur­ zamnâmesi’nin ikinci maddesi tahsil-i ibtidaîyi sıbyan ve
sa şehri hatırımda kaldığına göre yedi maarif mıntıkasına rüşdiye diye ikiye ayırmıştı. Bunlardan sıbyan mekteple­
ayrılmış, her mıntıkada bir maarif encümeni teşekkül et­ rinin masârıf-ı inşaiye ve tamiriyesi ve muallimlerinin mu-
mişti. Encümenlerde nâ-mevcutlar tahkik edilmekte ol­ hassesâtı ile masârıf-ı sairesi dördüncü madde mucebin-
duğu ve mektebe bir sebeb-i meşru olmadığı halde gel­ ce mahalle ve karye cemaatlerinin heyet-i umûmiyesi ta­
meyen çocukların ebeveyninden Tedrisat-ı İbtidaiye Ka- rafından tesviye olunacaktı. Bunun için yine mezkûr ni­
nun-ı Muvakkatinin 83’üncü maddesine tevfikan ceza-yı zâmnâmenin 9’uncu maddesine göre altı yaşından on ya­
nakdî alındığı cihetle devam pek şâyân-ı memnuniyet bir şına kadar kız, yedi yaşından on bir yaşına kadar da erkek
hâlde idi. çocukların devama mecbur oldukları sıbyan mektepleri
Devam keyfiyeti mektep binalarının azlığına mebnî Cemaat-i İslâmiye İdarelerine merbuttu. Maarif idareleri­
şimdilik yalnız mektebe mukayyed talebe hakkında tat­ nin kaza, liva, vilâyet merkezlerinde ekseriya rüşdiyesi
bik olunabilmektedir. Mezkûr kanun-ı muvakkatin 87’in- bulunuyordu. Meşrutiyetin ilânına kadar Edirne vilâyeti
ci maddesi tahsilin mecburiyet ve meccaniyeti esasını fi­ merkezinde maarif idaresinin idadiyeye merbut rüşdiye
ilî bir hâle sokmak istemiştir. Lâkin taşralarda mektep bi­ sınıflarından mâada ancak üç sınıflı bir rüşdiye mektebi
naları sinn-i tahsildeki çocuklara nispetle o kadar azdır ki daha vardı.
bizzarure madde-i mezkûrenin tamamen tatbiki müm­
1863 ihsaiyatında mahalle ve sıbyan mektepleri tale­
kün olmuyor. besinin büyük bir yekûn tutmak ihtimali vardır. Çünkü o
1863’te bir istatistiğe nazaran İstanbul’da 289, zaman mekâtib-i ibtidaiye daha ziyade mahalle mektep­
vilâyetlerde de 14.782 ibtidaî mektebi varmış. Bu mek­ leri idi. Hâlbuki, 1328-1329 ihsaiyatında mahalle, sıbyan,
teplere müdavim kız ve erkek 600.000 talebe varmış. Bu vakıf mekteplerinin talebesi miktarı dahil değildir.
mekteplerden 12.509’u Müslüman mektebi olup bunlara
Bilecik, İzmir, Edirne, Çatalca havalisinde beher bin
müdavim talebenin miktarı da 135.229 imiş.(Ü
zükûr nüfusta 50 veya daha fazla talebe mektebe devam
En yeni malûmatı ise Maarif Nezareti’nin ahîren neş- etmektedir. Talebesi nüfusuna nisbetle en az olan yerler
reylediği İhsaiyat Mecmuasından alabileceğiz. Bu mec­ Musul, Urfa, Diyarbakır, Tokat havalisidir. Buralarda bin
muaya göre mekâtib-i ibtidaiye-i umûmiyemizde 200.776 zükûr nüfusta ancak 1-10 talebe vardır.
erkek, 41.293 kız, mekâtib-i ibtidaiye-i hususiyemizde de Talibâtın miktarına gelince; bin kadın nüfûsa nispet­
126.284 erkek, 61.571 kız ki ceman 429.924 şakird vardır;
le talibâtı en çok olan mahaller ancak Kırkkilise, Çatalca
Gayr-i müslim ibtidaiye m ekteplerinde de ceman
havalisidir ki burada da 1.000 kadın nüfusta 31-50 tâlibe

( ü Nouveau dictionnaire de pedagogie, Ar, Turquie,


Sayı 112 TÜRK YURDU 121

bulunmaktadır. Urfa, Kerkük, Tokat, Kastamonu havali­ fVlATBUAT


sinde 1.000 nüfusta ancak bir tâlibe bulunmaktadır. VİYANA’DA MİLLÎ BULGAR TEMAŞA HEYETİ
Süleymaniye, Hakkâri Havran, Çankırı livalarında ise İki üç ay evvel Hilâl-i Ahmerimizin yıllık müsamere-
inas mektebi ve talibâtı yoktur. sinden bahsederken müsameredeTürk sanat ve sanat­
Son senelerin istatistikleri neşrolunduğu zaman ora­ kârlarının hiç yer tutmamış olmasına canımız sıkılarak
larda dârülmuallimâtlarımızın, kız sultanîlerimizin ve Bulgarların kendi sanat ve sanatkârlarının ve bunlar vası­
dârülfünûnumuzun tâlibâtı miktarının da yer tuttuğunu tasıyla medeniyet derecelerini Avrupa’nın daha mü-
görmekle iftihar edeceğiz. Terakkî milletlerine irae ve ispat için her fırsattan istifa­
dede kusur etmediklerini söylüyorduk. (2) Misal olarak
Tevfik Fikret Bir Kız Mektebi İçin yazdığı şiirinin ba­
Peşte’deki Bulgar Sâlib-i Ahmer’inin tertip ettiği müsa-
şına şu iki satırı koymuştu:
merede Sofya’dan sanatkârlar celbedilmiş olduğunu gös­
“Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevî ök­
teriyorduk. Tasvir-i Efkâr’ın Viyana’da bulunan muhabiri,
süzlüğe mahkûm etmiş demektir. Hüsranına ağlasın!”
Bulgarların Avusturya-Macaristan’da kendilerini, medeni­
Millî intibahımızın en büyük nişanelerinden biri şüp­ yetlerini tanıtmak, sevdirmek, milliyetlerine, millî mede­
hesiz son senelerde kızlarımızın tahsil ve terbiyesine ver­ niyetlerine takdir ve hürmet celbetmek için daha büyük
diğimiz ehemmiyettir. Tevfik Fikret, açılamayan kız mek­ mikyasta yaptıkları ve muvaffak oldukları şeylerden bah­
tebi için, “Hâlâ açılamadı, yazık!” demişti. Bugün hususKb sediyor, (ü Türk milliyetperverliği nokta-i nazarından pek
ve resmî teşebbüslerle kızlarımızı yetiştirecek müessesse­ mühim zannettiğimiz cihetle A. Sabit Beyin Viyana Millî
ler vücuda geliyor. Bunu öksüzlükten kurtulmak istediği­ Bulgar temaşa Heyetine dair gazetesine yazdığı mektu­
mize bir alâmet olarak düşünmekte haklı değilmiyiz? bun kısm-ı azamim aynen Türk Yurdu’na naklediyoruz:

N â fi A tu f Millî Bulgar Tiyatrosu Heyet-i Temsiliyesi geçenlerde


Viyana’ya geldi ve Bulgar Facianüvisi Petko Todorofun
İlâve: Geçenki makalemde mevzu bahis olan Dârül-
Ofriyet Düğünü unvanlı eserinden bir sahne oynadı,
muallimîn Nizamnâmesi’nin I6’ncı maddesi şudur: “Zü-
temaşada hazır bulundum. Size düşündüklerimi söyleye­
k ü r m e k â tih -i su lta n iy e d e m e c c a n e n tahsilde b u lu n a n
ceğim.
ş a k ir d a n o n y e d i y a ş ın ı ve in a s m e k â tib -i su lta n iy e d e
k e z a lik m e c c a n e n tahsilde b u lu n a n ş a k ir d a n d a h i on- Evvelâ şurasını tasrih edeyim: Millî Bulgar Tiyatrosu
d ö r t y a ş ın ı ik m a l e ttik te n so n ra h e rh a n g i sın ıfta b u lu ­ Heyet-i Temsiliyesi Viyana’ya Bulgar Hükümdarı ve
n u rsa b u lu n s u n la r r ız a la r ın a b a k ılm a k s ız ın İsta n b u l hükümeti tarafından gönderildi. Zahiren buradaki Kon-
D â r ü lm u a llim în D â r ü lm u a llim â tın ın ib tid a îsin e n a k ­ kordiya Cemiyet-i Edebiyesi’nin davetine icabet etmiş ol­
ledilirler. F a k a t b u n la r d a n a liy y ü İ-a la dereced e terfi-i du. Fakat hakikat-ı hâlde Bulgar Terakkîyatının bir eser-i
s ın ıf e d e n le r d â r ü lm u a llim în d â r ü lm u a llim â ta n a k li diğerini göstermek için bililtizam davet edildi.
a r z u e tm e d ik le ri ta k tird e b u lu n d u k la r ı m e k â tib -i su l­
Bulgar hükümdarı mahir ve faal bir siyasî olduğu için
ta n iy e d e ik m a l-i ta h sillerin e m ü s a a d e o lu n u r. ”
yalnız mükemmel bir ittifak akdi ve Cenubî Sırbistan’ın
fethi ile iktifa etmiyor, Avusturya-Alman efkâr-ı umûmi-
yesinin teveccühünü de fethetmek istiyor, esbâb-ı siyasi­
ye ve iktisadiyeye mebnî muhitte zaten fevkalâde istidad
mevcut, temayülât-ı hazırayı teşvik ve tevessü için de el-
hak hiç fırsat kaçırılmıyor.

( ü Bilgi Yurdu, Yeni Mektebin Dârülmürebbiyâtı.


G) Hilal-i Ahmer’in Senelik Müsameresi, Türk Yurdu, cilt 1, sayı 2, sahife 2979.
(3) Tasvir-i Efkâr, 1 Haziran 1332.
122 TÜRK YURDU Sayı 112

Berlin’de bir Bulgar meşheri açılıyor ve Bulgarların bir millî Bulgar tiyatrosu var. On sene evvel bin kişilik
sanayi-i nefise sahasında vücuda getirdikleri en mühim mükellef bir bina inşa edilmiş. Elyevm kırkbeş sanatkârı,
âsâr-ı nakşiye ve tasviriye, hatta kısmen saray-ı hükümda- yüz kadar da memurîn ve müstahdemini işgal eden bu ti­
rîden iare edilmek şartıyla burada züvvârın enzar-ı takdi­ yatroda yalnız Bazof, Todorof, Straşemirof ve Yaverof gi­
rine arzediliyor, Cerâide de bittab lisan-ı sitayişle Bulgar bi Bulgar erbab-ı kaleminin eserleri değil, aynı zamanda
Terakkîyatından, asar-ı faaliyet ve kabiliyetinden bahsedi­ edebiyat-ı cihanın tamaşaya ait eserlerinin en maruf nü-
yor. mûneleri de temsil ediliyor. Yaverof un “Yıldırım Durur­
sa da” ve “Vitoş Dağı’nın Eteklerinde” nâmındaki faciala­
Bir taraftan da Viyana’da büyük bir sinema şeridi ha­
rı halkın bilhassa mazhar-ı rağbeti olmuş, fakat meselâ,
zırlanıyor. Mevzuu MakedonyalI bir Bulgar kahramanının
İbsen’in Nora’sı da son dört mevsimde otuz defa oynan­
hürriyet ve vahdet-i milliye uğrunda fedakârlıkları! Bul­
mak derecesinde mühim bir muvaffakiyet kazanıyor.
gar ve Avusturya Sâlib-i Ahmerleri menfaatine bu şerit
Tolstoy, Gorkiy, Çehov, Gogol gibi Slav esatizesinin asa­
bütün sinemada gösterilecek. Bogdan (Bulgar kahrama­
rı da bittab çok oynanıyor. Bulgar tiyatrosunda büyük
nının ismi) rolünü Hofburg Tiyatrosu’nun en muktedir
klasiklerin de bir mevki-i mahsusu var. Moliere, Sebiller,
bir sanatkârı temsil etmiş. Menazır-ı itina-yı mahsusla Ma­
Shakespeare Bulgar temaşagerinin fikir ve zevkini terbi­
kedonya’da alınmış ve şeridin mükemmeliyeti için hiçbir
ye ediyor. Klâsiklerin temsiline en çok ehemmiyet veren
fedakârlıktan çekinilmemiş. Şimdiden mahirane ilânlarla
bizzat hükümdardır. Zaten nasıl Viyana’da Hofopern ve
ahalinin merakı tahrik ve ilerideki rağbet-i umûmiye
Burg Teatr Avusturya imparatorunun taht-ı himayesinde
ihzâr ediliyor. Bu şerit evvelâ Bulgar kralına gösterilmek
bulunuyorsa da Sofya’daki millî tiyatro da Bulgar kralının
üzere Sofya’ya gönderilmiştir.
muavenet ve teşvikinden müstefid oluyor. Bunun için
İşte bu silsile-i faaliyete bir lâhika-i lâyıka teşkil et­ arasıra hükümdar, kraliçe, prens ve prenseslerle millî ti­
mek üzere Sofya Bulgar temaşahane-i Hükümdarî ve Mil­ yatroda ispat-ı vücut etmeyi unutmuyor.
lîsi Heyet-i Temsiliyesi dediğim gibi davete icabetle bura­
Ben bunları okurken zihnim bilâ-ihtiyar maziye rücû
ya geldi ve Bulgar sanat-ı temaşasından bir nümûne gös­
etti. Cennetmekân Sultan Abdülmecid Han saray-ı hümâ­
terdi. Tesir-i matlûbu mükemmelen temin için bu defa
yunları civarında temayülat-ı teceddüt-perverâneleriyle
da hiçbir şey ihmal edilmemiştir. Esna-yı temsilde kulla­
mütenasip muhteşem bir temaşahane-i hükümdarî inşa
nılacak Bulgar köylü kıyafetlerinin Sofya Millî Müze-
si’nden istiaresine reis-i nüzzar müsaade ediyor, temaşa­ ettirmişler. Avrupa’dan meşhur musikişinaslar celbedile-

dan evvel burada günlerce sanatkârların tarz-ı istikbâlin­ rek bir de mükemmel orkestra vücuda getirilmiş, sonra

den, Bulgar sanat-ı temaşasının Terakkîyatından, burada zamanın dest-i tahribi bizde buna da yetişmiş. O kadar ki,
temsil edilecek eserden bahs ve bütün bunlara dair mü- Bulgarlar millî tiyatrolarını ihdas ettikleri zaman bizim te-
lâkatlar neşredilerek kariîne mufassal malûmat veriliyor. şebbüs-i mütekaddemimizden eser kalmamış... Ve bu­
gün onlar ihtiyaçlarıyla mütenasib yeni bir tiyatro sahibi,
Velhasıl bütün teşebbüsât ve neşriyat-ı mümasilenin
müretteb bir heyet-i temsiliyeleri, millî ve mütercem bir
zemin-i müştereki daima Bulgar kabiliyet-i milliyesi, Bul­
edebiyat-ı temaşaları var. Bizse hâlâ Tepebaşı barakasıyla
gar Terakkîyat-ı medeniyesi, Bulgar iktidar ye kuvveti,
iktifa ediyoruz. Edebiyat-ı temaşadan hemen hemen
hepsinin de telkin ve takviye ettiği ihtar-ı şeffaf: Bulgar
mahrumuz. Muhtaç olduğumuz erbab-ı temsil de ancak
milleti Balkan istikbâlinin unsur-ı hâkimi!
bundan sonra yetişecek!
Gördünüz mü millî propaganda nasıl olurmuş? Her
Bulgar sanatkârlarının burada ilk sahnesini oynadık­
türlü hesabat ve tesirattan tecerrüt ederek derin bir ibret
ları eser Makedonya’da Bulgar köylü hayatını tasvir edi­
ve teyakkuzla düşününüz: Bulgaristan sebatkâr bir hırs-ı
yor. Petko Todorof Ofriyet Düğünü’nün mevzuunu eski
istilâ ile her fırsattan istifade ederek kırk senede nihayet
bir Bulgar masalından iktibas etmiş. Bir köy dilberi civar­
meramına eriyor.
daki bir mağarada ihtiyar-ı ikamet eden bir dağ adamına
Bulgar sanatkârlarının Viyana’ya yevm-i muvasalatın­ âşık oluyor. Köylüler Ofriyet tesmiye ettikleri bu adamın
da heyet reisinin Presse muharririyle vukû bulan mülâka- tesir-i menhusuna kani, kızı bu sevdadan geçirmeye çok
tından öğreniyoruz ki, Sofya’da yirmi beş seneden beri
Sayı 112 TÜRK YURDU 123

çalışıyorlar, Fakat nafile. Bir mehtap gecesi dağ adamı pekçok düşünülecek, uyuklar gibi duran düşünce mele­
gizlice köye iniyor ve sevgilisini nihayet razı ederek inine kemizi şiddetle silkip gözümüzü dört açtıracak ibretli
kaçırıyor, İşte ilk sahnenin mevzuu, sizi merakta bırak­ noktalar çok var. Biz kendimizi AvrupalIlara, hatta Avru­
mamak için hikâyenin akıbetini de söyleyeyim: Kızın kar­ palIların bugün müttefik ve silâh arkadaşımız olanlarına
deşi bir gün hemşiresini dağda buluyor ve ibtilâsıyla aile­ bile müsavî haklı bir yoldaş sûretiyle tanıtmak istiyorsak
sinin ve köy halkının başına felâket getiren mücrimeyi yalnız askerliğimize, askerî kuvvetimize ne kadar fedakâr
kendi eliyle öldürüyor. ve kahraman olursa olsun güvenmek kifayet etmez. Me­
deniyetçe de kavi, hiç olmazsa kavî olmaya müstaid oldu­
Mevzu hakkında fikir dermiyan edecek değilim. Ma­
ğumuzu göstermeliyiz. Biz maalesef, mevcut medenî
kedonya’nın hakikî fecialarına pek benzeyen bu kanlı ef­
kuvvetlerimizi bile hakkıyla izhar edemiyoruz. Bunda
sane Bulgar temayülât-ı milliye ve ruhiyesine mülâyim
teşkilâtın, taazzuvun, hatta biraz da reklâm yapılmanın
geliyor. Bu, onların bileceği şey. Bizim dikkat edeceğimiz
hayli dahi ve tesiri vardır. Niçin hakikati gizlemeli? Bugün
cihet başka. Mevzu Bulgar hikâyesi, müellifi bir Bulgar fa-
Bulgar silâh arkadaşlarımızın, kendilerinin medeniyetçe
cianüvisi. Mümessil bir Bulgar heyet-i temaşası. Lisan
bizden daha kuvvetli olduklarına müttefiklerimizi iknaya
Bulgar lisanı. Elbise millî Bulgar kıyafeti. Manzara bir Bul­
muvaffak oldukları bir emr-i vâkidir...
gar köy meydanı. Hülâsa baştan aşağı Bulgar hayatı ve
mahsûl-i millîsi. İşte muvaffakiyetin ruhu burada. A. Sabit Bey Bulgar sanatının bir muvaffakiyeti olmak
üzere o sanatın iliğine kadar millî olduğunu gösteriyor.
Sanatkârlar, vazife-i temsiliyelerini maharetle ifâ etti­
Bulgar sanatı millet ve halk sanatıdır. Irkın mütefekkirle­
ler ve şarkısıyla, horasıyla, hatta kavgasıyla Bulgar köylü
ri bu noktaya cidden çok ehemmiyet verirler. Çalma çırp­
hayatını sahnede yaşattılar. Bilhassa köy dilberini ve dağ
ma, ithal ve taklit olan eserlere hiç aldırmazlar. Bir kav-
adamını temsil edenler hakikat-i hissiyeye çok yaklaştılar.
min dehâsını kendinden, kendi böğründen çıkarabil­
Taaccüb etmeyiniz. Kimisi Münih’te, kimisi Berlin’de se­
nelerce çalışarak sanatlarına hazırlanmışlar. Onun için mekte, doğurabilmekte bulurlar, Edebiyat-ı Cedîde’nin

perde inince muvaffakiyetlerinin mükâfatını dinmek bil­ moda olduğu, bu satırları yazanın da o zaman gençleri­

meyen müselsel alkışlar, çiçek demetleri ve defne eklille- nin hepsi gibi o edebiyata bayıldığı bir sırada Şarkı, Şark

riyle iktitaf ettiler. Mazhar oldukları takdirât-ı mebzûle edebiyat ve medeniyetini en çok belki en iyi tetkik eden
belki arzu-yı nümayişin de tesiri var idi. Fakat şüphesiz üstadlardan birine Çaylak Tevfik’in İstanbul Geceleri ile
en büyük hisse, temaşagirâna ihsâsa muvaffak oldukları o kadar uğraştığı halde Mai ve Siyah’ı bir kere olsun eli­
Bulgar iktidar ve terakkisine aitti. ne almamasının hikmetini, biraz tenkit ve serzenişi ifade
eden bir edâ ile sormuştum. O da takriben şöyle bir ce­
Tesadüfün garabetine bakınız, yanıma bir Bulgar ai­
vap vermişti: “Çaylak Tevfik, son gelenler arasında olduk­
lesi isabet etmiş idi. Yaşlıca bir valide ile yetişmiş oğlu ve
ça millî, şahsî bir muharrirdir. Kitabının tamamen edebî
kızı. Mükâlemelerinden buradaki Bulgar cemaatına men­
diyemezsem de etnoğrafik bir kıymeti var. Lâkin Mai ve
subiyetlerini anladım. Kadın nemnâk-ı tahassüs gözlerini
Siyah’ta ben bir Fransız romanı taklidinden başka birşey
sahneden ayıramıyor, gençler ise her an kendi lisanlarıy­
bulmadım.” Edebiyat mütehassısı olmadığım için müte-
la iftihar-ı millîlerini ilân ediyorlardı. Kendi kendime “İş­
bahhir muhatabımın haklı veya haksız olduğuna dair
te bir Bulgar muvaffakiyeti daha!” dedim. Komşularım
birşey diyemem. Fakat sonradan rast geldiğim müsteşrik­
sevinmekte pek haklı idiler. Çünkü kendilerini bu akşam
lerin hemen hepsinden aynı mütalâayı işittim. Garb
Viyanalılara Terakkîyat-ı milliye ve içtimaiyenin nur-ı mü­
zehhebi altında göstermeye muvaffak oldular. Garbın en- ulemâsı Arapça fitne, hikmet ve kelâm kitaplarından ilti-

zar-ı takdir ve teveccühünü isticIâb için bundan müessir kat olunarak sözlerinin yarısından çok fazlası Arap dilin­

çare var mı?” de yazılmış olan dinî kitaplarımızın kıymetini ne kadar az


bulurlarsa fikri, hayatı hatta bir dereceye kadar muhiti bi­
Muhabir A. Sabit Bey bir aralık karilerini, her türlü
le Fransız edebiyatından alınma şiir ve romanları da o ka­
hissiyat ve tesirâttan tecerrüd ederek derin bir ibret ve
dar hiçe sayıyorlar.
teyakkuzla düşünceye davet ediyor. Sade yazılmış, yalnız
vak’aları sayan bu kıymettar mektupta hakikaten çok ve
124 TÜRK YURDU Sayı 112

Biz öteden beri, öyle zannediyoruz ki, Osmanlı Türk­ tarzı ve hayatta bıraktıklarının hâli feci olanlar için içimiz­
lerinin edebiyatı cidden millî olmak için mücerred ol­ de derin bir elem canlanır. Fakat merhum için duyulan
maktan, şehrî olmaktan, kitabî olmaktan kurtulmalı, mil­ acı bunların hiçbiriyle kıyas edilemez. Çünkü o kendisini
letin, halkın içine gitmeli, Anadolu’da kasabalarda, köy­ her tanıyanı ebedî bir meclubiyetle varlığına bağlayan sa­
lerde, vatanımızın dağları yamacında, ormanları içinde, mimî ve müstesna bir adam, daha kırk sekiz yaşında iken
ırmakları kenarında yaşamalıdır, Bizim şiirlerimizde, ro­ dünyaya altı yavaılu bir garip yuva terkederek uçan kıy­
manlarımızda, temaşalarımızda da lisan Türk dili, elbise metli bir aile babası olduktan başka aynı zamanda bütün
Türk kıyafeti, manzara Türk köyü meydanı, hülâsa baştan hayatını vatanının ve milletinin uğruna vakfetmiş, zevk ve
aşağı Türk hayatı, hem de geniş tabiat içinde vatanın ge­ saadeti yalnız bunlar için çalışmakta, uğraşmakta bulmuş
niş tabiatı içinde, hakikî bir Türk hayatı olmalıdır. İşte o emsalsiz bir fert, hudutlarda memleket için çarpışarak
zaman bizim de muvaffakiyetimiz muhakkaktır. Millî can vermiş muazzez şehitlerin bize canlı bir yadigâr ola­
dehâ vatanın, halkın bağrından, böğründen fışkırır... rak bıraktıkları binlerce yetimlere müşfik bir baba idi. Sa­
lı günü lâyık olduğu ihtifal ve tazîm ile kaldırılan cenaze­
Milliyetperverlerce pek mühim bir mevzuyu, pek
sinin arkasında bu matemî alayı derin bir teessürle takip
açık ve pek müfit bir tarzda yazdığı için A. Sabit Beye çok
eden kadirşinas büyüklerin yanısıra yürüyen bini müte­
müteşekkiriz. Osmanlı matbuatında iyi bir muhabirlik
caviz yetimin kızarmış gözleri ve solgun yüzleri onun
tarzı teessüs etmekte olduğunu görerek seviniyoruz.
ebedî ayrılığıyla bu küçük kalplerin uğradığı mahrumiye­
Tanin’de Ahmed Şerif Bey Anadolu Mektupları ile tin derecesini gösterir en celî bir delildi.
Ahmet Emin Bey Almanya Mektupları ile bu iyi tarza mi­
saller göstermişti. Gazetemiz bu büyük ziyâdan dolayı en samimî tees­
sürlerini izhar ile merhumun muhterem ailesine taziyet-
A. Sabit Bey de o iyi usûl dairesinde muvaffakiyetle
lerini takdim eder.
yazıyor. Gazete muhabirlerimiz artık bilmelilerdir ki biz
onlardan bizzat gördükleri vâkıalarm, muayyen bir gaye­
ye hizmet edecek surette dizilip karii bıktırıp usandırma­
yacak veçhile açık, tatlı ve kısa nakil ve hikâyesini bekli­
yoruz. Ve nihayet anlamalıdırlar ki, lâf kalabalığı, söz
ŞÜ Ü N
oyuncakçılığı, Fransız muharrirlerinin seyahat ihtisasatın- Goltz P aşa’n m Cenazesi: Yurd’un 21 Nisan tari­
dan toplanma veya seyahat rehberlerinden alınma edebi­ hinde çıkan nüshasında ziyâından haber vererek teessüf
yat ve malûmat satıcılığı modası artık geçmiştir, ettiğimiz ve kısaca tercüme-i halini yazdığımız Müşir von

T. Y.
der Goltz Paşa’nın uzaklarda olan akrabası için geciktiri­
len cenazesi 11 Hazirana müsadif Cumartesi günü müte-
vaffanın büyüklüğüyle mütenasip ayin ve merasim ile ic­
ra olundu. Garbın en kahraman soyundan gelerek şarkın
UEFEYAT en cengâver bir soyu arasında hizmetle ömrünü geçiren
büyük kumandan ve müşire son taazzum ve ihtiram vazi­
BÜYÜK Zİ yA: Kastamonu Mebusu ve Dârüley-
felerini ifâ etmek için olan bu ayine İstanbul’da olan
tamlar Fahrî Müdür-i Umûmîsi İsmail Mahir Efendi Ma­
herkes bütün samimiyetle, derin bir teessürle iştirak etti.
yıs’ın ...’inci Pazartesi günü akşamı sabaha karşı vefat et­
ti. Ölümü memleket için büyük bir ziya olan merhumun Halife ve Hakan Hazretleriyle veliahd-ı saltanat efen­
resmiyle tercüme-i hâlini gelecek sayımıza dercetmek di hazretleri tarafından vekiller hazır olduğu gibi Alman
üzere hazırlamaktayız. O zaman vereceğimiz tafsilât ile imparator ve imparatoriçeleri tarafından tevkil olunan
karilerimize bütün bir sa‘y ve hamiyet hikâyesi olan haya­ zatlar da bulunuyordu. Bundan başka bilcümle vükelâ-yı
tını anlatacağımız merhum-ı muhterem emsali pek nadir fiham hazerâtıyla Ayân ve Mebusan reisleri, Meclis-i Me-
bir vatanperver, hayr u hasenatı ve vazife için fedakârlığı busan ve Ayân azalarından bir çok zevat Başkumandanlık
hayatın teneffüs gibi bir faaliyet-i tabiiyesi addeden kâmil ve Erkân-ı Harbiye memur, erkân ve ümerâsı, Dersa-
bir insandı. Kendilerine ferdî bir muhabbetle merbut ol­ adet’te mevcut ordu kumandanları, memurîn-i mülkiye
duğumuz insanların ufûlüne acır, ağlarız. Ölümlerinin
Sayı 112 TÜRK YURDU 125

ve askeriyeden bir çok zevat, müttefik devletlerin süferâ, olarak Filistin’de bulunuyor, sonra İngilizler 93 Muhare­
erkân-ı sefaret ve ataşemiliterleri ve İstanbul’da mevcut besinde bize gösterdikleri muavenetin bahşişi olmak
müessesat-ı maliye ve iktisadiye müdürleri hazırdı. Cad­ üzere 'Kıbrıs’ı aldıkları zaman Kıbrıs’a gidiyor. Kıbrıs’tan
de ve sokaklarda büyük müşire en samimî tazimlerini ifâ Mısır'a geçiyor. Ve Mısır Osmanlı Ordusu’nun erkânın­
için pek çok halk toplanmıştı. dan bir zabiti oluyor. Kendisine İstanbul’dan fermanlar,
nişanlar gidiyor. Serdar Kitchner Paşa 1896 senesinde
Harbiye Nezareti meydanında bir ayin icra olunduk­
cüz’î İngilizlerle küllî Mısırlılardan mürekkep bir kuvve-i
tan sonra Alman Sefarethanesi rahibi tarafından kısaca
seferiyenin kumandanı olarak Gordon Paşa’nın istikame­
bir sitayişnâme söylenildi ve bunu müteakip Başkuman­
tini almak ve Sudan’ı tekrar güya Mısır’a ilhak eylemek
dan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa Hazretleri tarafın­
üzere Hortum üzerine yürüyor. Hortum’u Ümm-i Der-
dan bir nutuk irâd edildi. Nutkun hitamında: “Goltz Paşa
manî istirdat ediyor. Ve Godon’u mağlûp ve maktul eden
gerçi öldü. Fakat ordunun ve Osmanlılığın kalbinde ebe­
Afrika-yı İslamînin en yüksek simalarından mütemehdî
dî olarak yaşayacaktır. Ordumuza, memleketimize ettiği
Ahmed Muhammed’in türbesini topla yıktırarak merhu­
hidemat hiçbir zaman unutulmayacaktır. İyi bir kalp ve
mun cesedini çıkartıp alâ-melei’n-nas yaktırıyor. Vatanla­
sarsılmaz bir sebat ile ordumuza vâki olan hidematını
rını, Afrika-yı İslâmî menafiini müdafaaya uğraşan müca­
tebcil ederken istirahat-ı ebediyesini Cenab-ı Hak’tan
hitlerden bir çoğunu öldürttürüyor. Kitchner’in Su­
temenni ederim.” diyorlardı. Bunu müteakip tabut kaldı­
dan’daki harekâtı o kadar şedit, kanlı ve mugayir-i insani­
rılarak Divanyolu ve Gülhane Parkı tarikiyle Saraybur-
yet idi ki, kendi vatandaşları İngilizler arasından bile hun-
nu’na, Sarayburnun’dan Tarabya’ya getirilerek orada se­
rizliğini tenkit edenler çıktı. Diğer medenî milletler,
farethane binası içerisinde hazırlanan medfen-i mahsu­
Kitchner’e: “Ümm-i Derman Kasabı” unvanını verdiler.
suna nakledilmiş, kendi ata toprağı kadar sevdiği Türk
Fakat insaniyet-peiTerliği hiç kimseye "kaptırmak isteme­
vatanının bir köşesinde son ve ebedî yurduna tevdî olun­
yen İngiliz hükümeti Sudan icraatını takdiren Kitchner’e
muştur.
30.000 lira mükâfat-ı nakdiye ile lortluk payesini tevcih
K itch n er’in Batm ası: Alman Bahriyesi şerefine ba­ etti. Lord Kitchner Paşa MIsır’dan yine istiklâllerini mü­
ğırdığımız horaların akisleri henüz ufuklarda çınlarken dafaaya uğraşan küçük bir milletin hürriyetini mahvet­
İngiliz talihsizliğinin başka bir delil-i feciini daha gördük: mek vazifesiyle bir müddet için ayrıldı. Transuval Muha-
Büyük Britanya Devleti’nin Harbiye Nazırı Feld Mareşal rebesi’ni de muvaffakiyetle hitama erdirdikten sonra
Ford Kitchner ile maiyeti erkân-ı harbiyesinı hâmilen âlem-i medeniyetten Yurtlar Celladı unvan-ı mefharetini,
Rusya’ya gitmekte olan Hemempeşayir zırhlı kruvazörü bütün akvam-ı cihanın hatta siyahilerin bile temin-i hür­
Lorkatay adalarının garbında bir torpile çarparak yahut riyeti yolunda o kadar mesaî sarfeden Londra Hükûmet-i
bir torpil darbesine uğrayarak batmıştır. İngiltere Bahri­ necibesinden de 50.000 Sterlin ile Vikontluk payesini ka­
ye Nezareti’nin, İngilizler için pek meş ‘ûm olan bu hâdi­ zandı. Racaları, sahipleri, şeylhleri, şahlarıyla beraber İn-
seden bâhis resmî telgrafnâmesinde gemide bulunanlar­ gilizlerin paryası olan yüz milyonlarca Hintliler arasında
dan hiçbir kişinin kurtarılmış olduğuna ümit kalmadığı biraz insanlık haysiyeti, biraz din ve milliyet şuuru uyan­
zikredilmektedir. dığını kemal-i teessürle görmeye başlayan hürriyet-per-
Şarklılar, Müslümanlar, bilhassa Mısırlı ve Sudanlı ver İngilizler, hürriyetleri milliyetleri imhada tecarüb-i
kardeşlerimiz fırtınalı bir denizin kara ve korkunç dalga­ adide ile maharet ve muvaffakiyet sahibi olmuş olan gü­
lar içinde mağrur milletinin bir çok iddia ve ümitleriyle zide generallerini derhal Hindistan’a seğirttirdiler. Şarkı
beraber batıp giden bu uzun boylu vahşî güzeli İngiliz ge­ ve şarklıları tahkir ve tazyikten zevk duyan Ümm-i Der­
neralini pek iyi tanırlar. Kitchner Harbiye Mektebini biti­ man Kasabı Hind’i de mahmuzlu çizmeleri, ağır kılıcı al­
rip çıktıktan üç sene sonra genç bir mülâzim iken şarka tında ezerek yatıştırdı.
gelmiş (1874) ve o zamandan bu zamana, cihan cengi Yakın şark meselesi alevleniyor. Cihan cengi yaklaşı­
ilân olunup Büyük Britanya askerliğinin en yüksek man­ yor. En mühim tarik-i bahrî üzerinde bulunan Mısır’ın
sıbına, Harbiye Nazırlığı’na irtika edinceye kadar hayatı­ ehemmiyeti arttıkça artıyordu. Mısır’da Cromer gibi fey­
nı, hayat-ı askeriye ve siyasiyesini, cüz’î fasılalarla hep
lesof meşrepli, Elden Gorest gibi )oışan elli siviller değil.
şarkta geçirmiştir. Kitchner evvelâ Osmanlı hizmetinde
126 TÜRK YURDU Sayı 112

yalnız kuvvetten korkan şarklılara demir yumruğunu Kitchner’in hayat ve mematı galiba herkese mukad-
gösterebilecek batş ve şiddet sahibi bir asker lazımdı. Su­ derat-ı ilâhîyeyi vekayi ve şuûna hâkim bir yed-i kudretin
dan seferiyle bütün şimal-i şarkı ve Merkezî Afrika’nın gö­ vücudunu biraz düşündürdü. Bu satırları yazan, İngiliz
zünü yıldırmış olan serdar Kitchner tekrar Mısır’a gönde­ Harbiye Nazırı’nın tarz-ı feci vefatında kavmi arasında va­
rildi. Resmen İngiltere’nin Kahire Başşehbenderi denilen li tanınan mütemehdinin kabrine, naaşına karşı gösterdi­
pek mütevazı, hakikatte ise Mısır Eyalet-i Mümtaze-i Os- ği barbarlığın, Ümm-i Dermanlılara ettiği canavarlığın bir
maniyesi’nin irsî hakimi olan hidivden daha nüfûzlu olan ceza-yı İlâhîsini görür gibi oluyor. Vakıadan bahseden bir
bu vazife-i garbiyesini ifâ ederkendir ki, cihan cengi açıl­ refikimiz de hemen aynı mütalâalarda bulunuyor: “Son
dı ve Kitchner başşehbenderlikten Harbiye Nazırlığı’na günlerin vekayii, İngilizlerin bir kısmına olsun, mukadde-
geçti. rat-ı ilâhîyyenin vücudunu, vekayi-i ahîre ile o mukadde­

Harb-ı hazırda belki en kuvvetli hasmımız olan bir ratın kendi kuvvet ve kudretini izhar ve ispat eylediğini

devletin batan harbiye nazırından bu kadarcık olsun bah­ hatırlatacaktır.

setmemiz fazla görünmemelidir. Bâhusus bugün düşma­ Evet, başta talihsizlik dediğimiz kudret ve celâl-i İlâ­
nımızın harbiye nazırı olan bu general yirmi yıl kadar ev­ hînin tecellîsi olmalıdır. Asırlarca Benî Âdem’in ve alelhu-
vel OsmanlI Ordusu’nun bir paşası idi! Tercüme-i hâlin­ sus ümmet-i Muhammed’in kanını emen pek Büyük Bri­
den şahsiyetin memleketince derece-i ehemmiyeti açık tanya’nın denizlere ve karalara sığmayan gurur ve nahve-
anlaşılıyor. Yerine aynı kıratta bir başkasının bulunması ti, eski Firavun ve Nemrutların azametleri gibi artık gay-
İngiltere’ce biraz zor olacaktır. retullaha dokunmuş olsa gerektir...

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


TÛ KK ^ U K D U

Tur£leritt 'Vâiâes'mz- Çalışır

YIL: 4 SAYI: 113 (30 Haziran 1332-13 Temmuz 1916)

û ^ e ^ ^ ^ d e d e r ç c d a r

A n a d o lu 'm u z : K ö y ü m d e n G e liy o r u m 'd a n :

M in a s in A y a z m a n a ’y a G id e r k e n / İs p a r ta lı H a k k ı

E d e b iy a t: H ü ly a / C e lâl S a h tr

B ü y ü / Y u s u f Z iya

A ç ık S ü tu n la r ; M a n s u r î z â d e S a id B e y e T e ş e k k ü r / R ıza T ev fîk

T e r c ü m e - i H â l: İ s m a il M a h ir E fe n d i / C.S.

Ş u û n u : D a h ilî I s lâ h a t E tr a fın d a - L o z a n T ü r k Y u r d u ’n u n

B e y a n n â m e s in d e n - M u s ik i C e m iy e ti /
Sayı 113 TÜRK YURDU 129

TÜRK YURDU
T ü rk le rin fâ id e s in e ç a lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

ANADÛLÜM ÜZ
KÖYÜMDEN GELIYORUM’DAN: 21

MİNASİN'DEN AYAZMANYA'YA GİDERKEN

Biz üç kişi... Hacı Mehmed Efendi, Şükrü Efendi, ben yeddiler. Bağlar içinde yürüdük. Çok baktık, bir salkım
şimdi de Minasin’den Ayazmana’ya gidiyoruz. Biliyo­ bile üzüm görmedik. Tilki: “Kendim için söylemem, lâkin
rum... Ben Ayazmana’nın kucağı içine düşmek için Mina- bağlar üzümsüz yakışmıyor, demiş.” derler. Hakikat ya­
sin’in kolları arasından ayrılıyorum. Lâkin bilmiyorum, kışmıyor. Asmalar ve tangan, boyunları bükük bakıyor.
nenin neden ayrıldığı gibi ayrılıyorum, nenin neye düştü­ Ağustosun sonlarından eylülün ortalarına kadar bi­
ğü gibi düşüyorum. Vâkıa at üstünde... Lâkin, yokuşa sü­ zim bağların bozum mevsimidir. Bugünlerde bağlar, bağ
rülmüş yüklü beygir gibi gidiyorum. yolları pek civcivli olur. Bağ bozumu yaklaşınca “henik
Tuttuğumuz yol sapa bir yol. Kestirmedir, dediler. kesme” işi başlar. Al kırmızı giyinmiş taze gelinler, yetiş­
Uysallık ettik. Bu taraflarda bağ yolları, bahçe yollarından miş kızlar, bağlara düşer. Yeşil yapraklar arasına serpilip
daha dardır. Bundan fazla da herkes bağı kenarına duvar dağılır. Beyaz örtüler ve yaşmaklar altında nazlı ellerle kı­
yapamaz. Duvar yerine barı ağacı diker. Bu mübarekler­ nalı parmaklarla henikte dayanacak üzümleri seçerler,
se arsızca şeylerdir. O yıl uslu dursalar bile ertesi yıl bir- keserler, incitmeden bağlayıp sepetlere oturturlar.
biriyle yaka paça olurlar. Aralarından geçenlerin vay hali­ Omuzlarda aheste-beste evlere naklederler. Ertesi sene­

ne! Elleriyle yüzleri, kedi ile şakalaşmış çocukların elleri, nin baharına kadar taze taze saklarlar. Ev kadınları olur
ki, iki yıllık üzümünü birbirine kavuşturur.
yüzleri gibi olur.
Bağ bozumu günlerinde bağ araları çok çok kalaba­
Bu yolların çok işlek ve genişçe olanlarında bile yük­
lıktır. Dolu, boş küfeler, hayvanlar gider, gelir. Hayvanı
lü hayvanların karşılaşması çapariz bir iştir. Vakıa töre
olmayanlar hayvan ve kiracı arayıp kıvranır. Büyük ço­
pek sadedir. Yüklü geçer, yüksüz geri döner. Alarga bir
cuklar silâh atar, barut patlatır. Şurada hayvan ürker, yük
yere kadar gider. Lâkin bu kaide bazı kere çapraşır. Bağ­
devrilir. Burada boş küfelerde mini miniler bağırışır. Öte­
dan dönen hayvan üzüm ve karpuz yüklü ise bağa gelen
de çocuklar silâh tutmayı, silâh atmayı öğrenip barutla
hayvan da yatak ve saire yüklüdür. Bu hâlde yol hangisi­
oynarken kaza çıkarır. Hay u huy her tarafı doldurur.
nin? Çiğlik ederlerse hır bile çıkar.
Bağ bozumu olmuştur ki, bir semtte dört çocuk bir­
Oh! Bunun için bu sene merak etmemeli. Bağlarda
den yaralanmıştır. Biri o anda, ikisi birer gün sonra öl­
kimler var ki? Kimler olsun? Üzüm yok, birşey yok... Ne
müştür. Biri de sakat kalmıştır.
kadar yok? Hemen hiç yok. Yolun darlığı bahanesiyle ar­
Bağ bozumu tavsarken pekmez kaynatma haftası ge­
kadaşlar hep yürüdü. Ben de hemen hemen on kere in­
lir. Herkes halli hallince, üzümünün birazını hevenge kal­
dim. Bindiğim zaman da çokluk dizgini alıp atımla beni
130 TÜRK YURDU Sayı 113

dırır, birazını sergiye serer, kalanını pekmeze ayırır. Bu şımışlardı. Çocukları var mıydı? Bilmiyorum. Yalnız şunu
da ayrı bir âlemdir. Evlerde kocaman suluklariÜ yıkanır, biliyorum ki, kadın komşu çocuklarını severdi. Bir defa
mükellef pekmez ocakları hazırlanır. Gençler türkü söy­ benim cebime kebap kavurulmuş taze mısır taneleri dol­
leyerek, gülerek, eğlenerek ayaklarıyla üzüm ezer. Sulu­ durmuştu. Bir defa da bizim evde: “Adamı vergi borcu
ğun oluğundan akan ham şıra kaptan kaba, kazandan ka­ için hapsetmişler.” diye hıçkırıp ağlamıştı. Bunlar için bil­
zana aktarılır. Fırın gibi yanan ocağın yanında ham kaza­ diğimin hepsi bu.
nı ağır ağır kaynar. Yan yana oturtulup araları çavdar ha­
Böyle içleyip gidiyorum. Bağlar boş, bağ araları boş,
muruyla sıvanarak birleştirilmiş pekmez tavalarında kay­
gönlüm boş... Ortadan birşey kaybolmuş, aranıyorum,
nayıp kabaran pişkin şıra saplı taslarla savurulur. Adi pek­
arıyorum, bulamıyorum. Ne arıyorum? Onu da bilmiyo­
mez, dökme pekmez, ekşi pekmez, erik reçeli, zerdali re­
rum. Bağlar yerinde, lâkin üzüm yok, kimseler yok. Kim­
çeli, şeftali, elma, ayva, armut, kabak, ceviz reçelleri dik­
seler nerede? Gitmişler.. Uzaklarda çalışıyorlar, düşman­
katlerle, itinalarla tavalara, çömleklere, küplere alınır.
larla çarpışıyorlar. Kadınlar, kızlar, ihtiyarlar, çocuklar ne­
Yalnız kabak reçelinin beş altı türlüsü ve bunların her bi­
rede? Gelmemişler? Niçin gelmemişler? Niçin gelsinler?
rinin elli altmış türlü üzüntüsü vardır.

Bundan sonra da pekmez dökme devranı... Ocaklar Böyle içlenip gidiyorum. İçlenip giderken birşey gö­

bozulup kap kacak kalkınca, akşamları kolları sıvayıp kol­ rüyoruz: Bir kadın, bir bağın girilecek yeri yanında... Ye­

lardan bilezik gibi, helhel (halhal) gibi ağırlıkları çıkara­ şil yaprakları üstünde, yaş asma çubuklarını toplamış,

rak büyük tavaların kenarına iskemlelere otururlar. Ter­ bağlayıp yüklenecek hâle getiriyor. Bağın dışarısında se­

temiz yıkanmış ellerle yarı gecelere kadar, bir hafta, iki- kiz, on yaşlarında iki kız çocuğu.. Büyüğün sırtında beyaz
üç hafta deli pekmeze vurarak, şak şuk, şakşak, şukşuk, ve mor çiçekli bir yığın ot... Küçüğün arkasında, kaç ya­
şakşak, şukşuk mahalleyi şenlendirirler. şında ise bir çocuk. Büyüğün ayaklarında, ayaklarından
çok büyük, eski kunduralar... Küçüğün ayaklarında toz­
Hevenk kesme günlerinden pekmez dökmesine ka­
dan, çamurdan nasırlar. Aralarında kel bir oğlak.. Vakit
dar bunların her biri kadınlar için ayrı ayrı âlemlerdir.
vakit sırttaki ota sataşıp yarım tutam koparıyor. Ben de
Çok yorgunluklu günlerdir. Hayır hayır, yorgunluklu
gördüm, arkadaşlar da gördü. Lâkin ne ben birşey de­
günler değil, arıların yıllık azıklarını topladıkları bal bay­
dim, ne onlar birşey dedi. Yalnız ben kendi kendime dü­
ramlarıdır. Bunları yakından görmeyenler anlayamaz. Bu
şündüm: Kadın anaları, çocuklar kızları olacak. Babaları
sene görülecek birşey de yok ya!
var mı? Belki var, belki yok. Eğer varsa, herhâlde yakın bir
Minasin bahçeliktir. Ayazmana bağlık... Orada ağaç, yerde olmamalı.
burada asma. Orada tek tük asma da varsa, burada da tek
Böyle şaşkın, somurtgan giderken, bir dakika içinde
tük ağaç var! Sebze yerleri, bostan yerleri var. Kıyılarda
birşey olmuşum, birşey düşünmüş gibi, birşey isteyecek
zerdali, badem ağaçları, bilinmedik atsız ağaçlar... Bunlar
gibi sordum: “Şükrü, sen “Deveyi deveye çattım” türkü­
gibi ben çocukken bizim bir çift de atsız komşumuz var
sünü söyleyebilir misin?” Şükrü Efendi şaşaladı. Hacı
idi: Çifte kumrular. Bunlara bu adı mahalle kadınları ver­
Mehmed Efendi: “Efendim, bendeniz söyleyebilirim.” de­
miştir. Çünkü bunlar karı koca iki can bağa, bostana er­
di, güldü. Arkadaşını sıkıntıdan kurtardı, hafifletti. Mey­
ken erken daima beraber giderler. İkisi de giderken de
danda idi. Bunu ikisi de yapamazdı. Ben daha birşey ol­
yüklü, gelir ken de... Ne götürürlerdi? Ne getirirlerdi? Ad­
dum, olmalı... Yavaşça bir hey hey deyip çıktım:
ları ne idi? Yüzleri nasıl idi? Ne oldular? Ne vakit öldüler?
Bilmiyorum. Ben o zamanlar işitmişim ki. Çifte Kumrular D eveyi d eveye çattım ... B a b a m of, o f o f o f o f
Çakal DeresiG) kıraçlarına bağ dikmişlerdi. Bağın ucuna Çılbırın b o yn u m a attım... N enni, nenni, nenni, b a b a m of!
çardak kurmuşlardı. Hep kendi çabalarıyla, kendi kolla­ K o lu m d a beşik kazığı, b a b a m o f o f o f o f o f
rıyla çalışmışlar, hep kendi omuzlarıyla, çardak duvarı K a r m e m e le r y o l azığı, n en n i, n en n i, n en n i, b a b a m of!
için heybe içinde taş, duvar çamuru için testi içinde su ta­

(i) içinde ayakla çiğnenerek üzüm ezilen anbar gibi, oda gibi büyük sandıklar, şarapmaneler (şaraphane).
G) Çakal Deresi, kır bir bağlık.
Sayı 113 TÜRK YURDU 131

Çıldırmış gibiydim. Yolun öte tarafında türküdeki yü­ Hacı Efendi Şükrü Efendiye dönerek: “Hakkı Efendi,
rük kızı yürüyüp gidiyor gibiydi: Develerini birbirine çat­ dedi. O vakitler gökler de bulutlar gibiydi. Hafız bir kere:
mış, baştakinin çılbırını boynuna atmış. Beşik kolunda.
B ilm e m e d â sın d a n , b ilm e m n a z ın d a n
Beşiğin kumrusu, arkada bağlı kundak içinde mışıl mışıl
A ğ la d ık ç a s ü rm e le r a k a r g ö z ü n d e n
uykusunda. Azığı anasının kar memelerindeki helâl süt.
deyip tutturdu mu hazretim yerlere düşerdi.” Şükrü
Sanki kendimden geçmişim. Sanki ninni diye yüksek
Efendi başını sallayarak: Bilirim, dedi... Peder her vakit
sesle çıkan ben değildim, başka biriydi. Bu bir ses de de­
söylerdi.” Bundan sonra da
ğildi. Havada, yerle gök arasında bulut gibi, alev gibi dal­
“E v le rin in ö n ü su sa m
ga dalga açılıp açılıp dağılan anlaşılmaz birşeydi. Yine bu
Su b u lsa m ç e v re m i y u s a m !
coşkunluk hali içinde sordum: “Çek deveci develeri”yi
kim söyleyecek?” Sıkıldılar mı, tereddüt mü ettiler? Dik­ türküsünü de çok severdiniz değil mi. Zayi Efendi?” dedi.
kat de etmedim, vakit de vermedim. Alışık hânendeler Gözlerimin içine baktı, ben de kendi nöbetime başımı
gibi makamını buldurup tekrar aldım: salladım.

Çek d e v e c i d eveleri Ç o ru m 'a Minasin’den ayrıldığımızdan beri içimde bir keder,


Y ük v u r m u ş la r altı a y lık to r u m a d ) bir garipseme artıp gidiyor. Yüreğimde mi, kanımda mı
bende birşey ağlayıp duruyor. Minasin’den ayrıldığımız­
Bu delice hal, belki bu kadarla da kalmazdı. Bereket
dan mı? Yollardan sıkıldığımdan mı? Bağlarda üzüm ve
versin ki. Hacı yollu davrandı. Benim beşiğinde belinle-
kimseler görmediğimden mi? Yoksa bağlar arasında taze
yip(2) sıçrayan sevdamı yatıştırdı. “Hatırlar mısınız efen­
ve gevrek bir genç sesin, meselâ, “Ayazmana Minasin’in
dim? dedi. Bir bağ bozumu haftası Yıldızan’al^) gelmiştik.
Arasf’G) türküsünü Kestanelik^) dağlarına doğru çınlattı­
Hafız Mustafa merhum da beraberdi. Akşam sonu meh­
ğını işitmediğimden mi? Neden? Bilmiyorum. Bunda
tap altında donuyorduk. Hafız: “Armut dalda bir sıra” de­
bunların birer payı olsa bile, gönlümdeki üzüntünün asıl
di, bir koptu.. Ardınca kıyametler de koptu. Yıldızan’dan
uçan ses. Kundaklı Ebe(^)’den Sidre’ye® Sidre’den Kara- sebebini bulamıyorum. Acaba, acaba ne olmalı? Ne ola­
cak, ya Rabbi? diyorum.
tepe’ye(^) çın çın vurup, ne bileyim, nerelere kadar gidi­
yordu. Hafızla beraber: Böyle deyip at boynunda süzülüp giderken, Ayazma-
na’nın umum için yapılmış eski büyük köşkü çok azalmış
Y a rim g itti M ısır’a
binasıyla yeşil ağaçlar arasında göründü, karşımıza çıktı.
O y a r k e k lik ben p a la z, a m a n
Lâkin gönlüm çok hoplamadı. Buna soğuk soğuk bak­
G iderim a rd ı sıra
makla kaldım.
deyip hep bir ağızdan bağırışıldıkça bağlar, dağlar inil inil
Isp a rta lı H a k k ı
inliyordu.”

(Ü Türk Yurdu, Yıl; 1, Sayı: 17, Çamaşırcı Havva Ana, Sahife: 510:
“Dedim: Havva Ana, ben Anadolulu Türk’üm. Torumu bilirim. Deve yavrusudur. Fakat taylak nedir? Güldü. Cevap verdi: Yavrum bunların
hepsi de deve köşeğidir. Devenin mini mini civeliğine doğduğu vakit köşek derler. Altı aylıktan iki yaşına kadar taylak olur. Ondan sonra
yük vuruluncaya kadar torumdur.”
G) Belinlemek; Çocuğun uykuda iken sıçraması, sıçrayıp bağırması.
G) Yıldızan: Ayazmana üstlerinde bir dağın yamacında bir bahçelik. Yüksek, sanki yıldızlara yakın bir yer.
G) Kundaklı Ebe: Bu da oralarda bir tepedir. Tepeye bu adı verdiren birkaç kaya parçasıdır. İnsana benzeyen bu kayalar için derler ki, bunlar
bir ana ile çocuklarıdır. Ana yufka yaparken, yufkayı bez gibi kullanmış. Nimete hürmetsizlik etmiş. O sebeple hepsi de birden taş olmuş.
(5) Sidre: Küçücük bir dağdır, Bunun da ayırıcı alemi olur.
(G Karatepe, bir dağdır.
G) Yaktı beni kaşlarının karası
Onulmuyor telli kurşun yarası
Yaktı beni kaşlarının karası
(^) Kestanelik: Ayazmana’nın üstünde çok ve sık kestane ağaçlarıyla dolu bir yer.
132 TÜRK YURDU Sayı 113

EDEBİYAT
H Ü L Y A

Bir sadef gerdanlık gibi kolların Gecenin başından dökülmüş kadar


Daima boynuma asılı kalsın Karanlık saçının ipek telleri
Sevgiden kanatlar takan nazarın Bağlasın beynimi sıkan elleri
Mavi gözlerimin göğüne dalsın
Kalbimin evinde titresin sesin
Pembe dudakların bir kadeh olsun Öksüz köşeleri onu dinlesin
İçinde köpürsün aşkın kımızı Uyansın, ağlasın eski duygular!
Hepsi bir busede ruhuma dolsun C elâl S a h ir
Uyuşsun içimde bu derin sızı

B U Y U

Gece... Korkunç bir ev altı, yıkık duvarlar Mezarlıklar arasından geçip gidersin
Karşıda bir mermer sütun, eski hisarlar “Aç kapıyı beni derviş gönderdi” dersin
Ay bir tozlu kandil gibi gökten sarkıyor Mutlak senin bu derdine bir çare bulsun
Kovuklar birşeytan gözü gibi bakıyor Yürü evlât, bütün ruhlar yardımcın olsun
Bağdaş kurmuş sedire bir kumral saçlı genç Kadın güldü: Ey sevdalı
Karşısında oturmuş bir ihtiyar, iğrenç Bir afete gönlün bağlı
Yüzlü kadın, elinde bir şimşirden asa Gözlerine bakıp derviş
Dedi: Söyle, yüreğinde ne derdin varsa! Kalbindeki derdi bilmiş
Genç hıçkırdı: Bilmiyorum, bu aşkım nedir? Durma artık sedirden in
Benim derdim kalbe ait bir efsanedir Perilerin evi şu in
Matem giymiş dullar gibi ufka akşamlar Kapısından çek sürgüyü
Diz çökerken bana ağuş açardı çamlar Biz yapalım şimdi büyü
Dolaşırdım ağlayarak dağ başlarında Cinler kursun meclisini

Gecelerin ufka düşen göz yaşlarında Bekleyelim ney sesini

Kalbi durmuş ümidime hayat arardım


Gidip biraz çalı çırpı yaktı ocakta
Yanık matem küllerini alnıma sardım!
Sonra durdu ateşlere karşı ayakta
Dualarım yere düştü, gök işitmedi
Alevlerin kızıl aksi yüzünde korkunç
Ah, böyle yıllar geçti, derdim bitmedi
Dalgalarla kıvrandıkça bir kırmızı tunç
Dün kırlarda geziyorken gördüm bir seyyah
Heykel gibi bakıyordu büyücü kadın
Gözlerime bakıp dedi: Ey bahtı siyah
Birden gence dönüp sordu: Niçin sarardın?
Âdemoğlu! Sevdalısın hüznün aşikâr
Ben buradayken ziyan gelmez sana cinlerden
Bir afetin gamzesine olmuşsun şikâr
Korkma sakın öten kızıl güvercinlerden
Ufukları hep karanlık içinde gören
Şimdi porsuk duvardaki siyah kovukta.
Sevgi için göz yaşından bir çelenk ören
Başlamıştı bir kıvrılan gölge feryada
Mecnun gibi duruyorsun, mateme girmiş
Sonra izbe yuvasından çıktı bir yılan
Dinle, dinle, yol göstersin sana bu derviş
Çöreklenip ayın soluk rengi yayılan
Tarif etti yavaş yavaş bana burayı
Nemli toprak üzerinde ıslıklar çaldı
Sonra demir asasıyla gösterip ayı
Ay yakından görmek için ufka alçaldı
İşte, dedi. Mehtap çıktı, her taraf beyaz
Sevdalı genç hemen geri kaçtı ürkerek
Şu dağları aşıp sola sapınca biraz
Büyücünün gözlerinden taştı bir şimşek
Sayı 113 TÜRK YURDU 133

Birden kansız dudağında kalbi korkutan Birden koştu, gözleri bir cam gibi parlak
Bir inilti parçalandı: Ey kızıl şeytan Koltuğunda içi yeşil sırlı bir çanak
Bak gümüşlü buhurdanda tütsüler yaktım Baktı şeytan gözleriyle dört bir etrafa
Yeşil gözlü ejderhayı serbest bıraktım Koydu yeşil çanaktaki büyüyü rafa
Bekliyorum seni artık nerede isen gel Sonra güldü: Ey sevdalı, şimdi bunu sen
Kırılmasın nâmın için diktiğim heykel Sevgilinin kapısına gidip dökersen
Sarar kızın benliğini çılgın bir sevda
Dalgalandı mızraklar içinde derin
Genç haykırdı, öyle ise artık elveda
Bir tunç sesle, ürpertici vahşî bir enin
Çekip demir kapıdaki paslı sürgüyü
Selvilerin arasından bir tabut kalktı
Karşı yola doğru koştu elinde büyü
İki parlak, kıvılcım göz uzaktan baktı
Şeytan çıktı, ayağında çedik papuçlar
Ve alnında çepçevre al tüylü sorguçlar
Mezarların arasından geçti sevdalı
Kıvrılarak karanlıklar içine daldı
Bir heyulâ pençesiydi her selvi dalı
Uzaklarda bin bir sesli bir düdük çaldı
Kimseler yok, set üstünde bazı bir çirkin
Kadın baktı mezarlığa çökük duvardan
Baykuş sesi karanlığa üflüyordu kin
Sonra çirkin sesi çıktı: Ey kızıl şeytan
Birden çarptı ayağına bir mezar taşı
Üfle sırlı düdüğünü, toplansın cinler
Karşısında şimdi korkunç bir ölü başı
Kesilecek ziyafette ak güvercinler
Bir ebedî tebessümle kararmış eski
Muradına ersin artık bu genç sevdalı
Dişlerini göstererek gülerdi sanki
Bu sefer de alnıma sar bir defne dalı
Dudağında çatladı bir çılgın kahkaha
Bin bir sesli düdük öttü karanlıklarda
Bir ses geldi: Buralardan geçme bir daha
Bu efsunlu nağmelerden coştu rüzgâr da
Etrafını aldı birçok al külâhlı cin
Kadın çaldı hazin bir ney, kıvrandı yılan
Çanak düşüp parçalandı elinden gencin
Uzuyordu ayın beyaz rengi yayılan
Daldı ürkmüş gözleri bir gizli noktaya
Ev altında selvilerin siyah gölgesi
Sonra ölü gibi baktı kızaran aya
Dinliyordu ölülerin sakin ülkesi
Bir çılgınlık tufanıyla artık sarhoştu
Terennümler içerisinde çalkandı meydan
Saçlarını demet demet yolarak koştu
Her tarafta tütüyordu bir çok buhurdan
Şamdanlarda yavaş yavaş mumlar ufaldı Beylerbeyi, 13 Mayıs 1332

Kadın kalkıp mezarlıklar içine daldı Y u s u f Z iya

AÇIK SÜTUNLAR
MANSURÎZÂDE SAİD BEYE TEŞEKKÜR

(Başı cilt 10, sayı 8 ’dedir.)

Şu kadar var ki hata, zühul sebebiyle vâki olsun veya­ Herhâlde insan kelimesi metn-i aslîde olmadığı hal­
hut herhangi bir sebebe matuf bulunursa bulunsun de ve fail-i muhtar sıfatını insana izafe etmek ve bunu ka­
hadd-i zatında mühim bir hatadır; zira kadıya öyle bir fi­ dı gibi bir adama isnat eylemek kat‘an yakışık almadığı
kir isnat olunmuş oluyor ki, bu zattan öyle bir fikrin ihti­ hâlde böyle bir hata vâki olmuştur.
mal sudum cidden müstebaddır. Ben kadı’mn ve bilcüm­ Ben tab olunan formalarda -ufak tefek mürettip ha­
le mütekellimîn-i ehl-i sünnetin ve eşairenin bu mesele­ talarından sarf-ı nazar- bazı yanlışlıklar daha gördüm ki,
lerde siyak-ı nazarından gafil değilim. Takriben on yedi onlar da benim kusummdur. Meselâ bir yerde ilhad keli­
sene evvel bu bahislere dair Asır gazetesinde basılmış mesine ait tafsilâtta İbn-i Sina’nın bir şiirini Ebü’l-Alâ’ya
mütalâalarım var ki bunu ispat eder.
134 TÜRK YURDU Sayı 113

atfetmişim. Formayı ilk defa okuyunca yanlışlığı anladım. Meselâ, ikinci tarize vesile ihzâr eden misal bu kabil­
Fakat o formanın müsveddesini yazarken ve sonra tas­ dendir. Yani arz-ı âm olmak üzere Balıkçılık vasfını zikre-
hihleri yaparken nasıl olup da anlamamışım? Buna hayret dişim böyledir. Ben ona pek İlmî bir misal bulabilirdim.
ettim. Zahir çok yorgun ve dalgın imişim! Bir değil, birçok bulabilirdim. Fakat mutlaka söylediğim
sözlerin lâyıkıyla anlaşılmasını ve beyanatımda müphem
Kezalik yine bir yerde bir maruf kitaptan bahsetmi­
bir nokta kalmamasını isterim. Bu bence en büyük mak­
şim. Fakat onu sahib-i hakikîsine atf ile zikredeceğime
sattır ve mizacımın iktizasıdır.
bir başka müellife isnat edivermişim. Hâlbuki o eseri bu­
rada herkese en evvel teşhir ve tavsiye eden ben idim!... Evet, daha iyi bir misal bulabilirdim ki, mahiyeten
ondan farklı değildir. Faraza bu sefer madde ile şekl-i bil-
Bir insan her gün altı yedi saat yazı yazarsa, aynı za­
lûrîyi tetebbu edeyim:
manda dört mektebe derse giderse, birçok mektuplara
cevap yetiştirir, birkaç dostun hatırına binaen eserlerini Şekl-i billûrî eski mantıkıyyûna göre arz-ı âm olamaz.
de okuyup mülâhaza beyan ederse, sonra sebzevatçı he­ Çünkü madde-i câmide iÇin bile âm değildir.
sabını da kendi görürse bu kadar hata vukuu zarurî gibi­ Fakat nedir? Aristo’nun iddiasına göre âlemde cev­
dir. O da olmazsa nazar değer. herle ahazdan gayri hiçbirşey yoksa, elbette şekl-i a‘raz
İş hata vukûunda değil, hatayı ihtar ve sahibini tashi­ sınıfında dahil bir makule olmak lazım gelir. Her ne ka­
he davet ile minnettar etmektedir. İşte buna teşekkür dar üstad-ı Yunanî şekil nâmıyla bir makule ihdas veya
ederim. Bu gibi şeyleri ihtar eden dostlar Kamus’un teli­ zikretmemiş ise de şekil her hâlde birşeydir ve şüphesiz
fine bir veçhile iştirak etmiş oluyorlar, demektir. cevher değildir. Çünkü cevher burada billûrun maddesi­
dir. O hâlde şekl-i billûrîyi arz olarak kabul edeceğiz ve
Şimdi misallere taalluk eden bu ihtarât ve tenkidât-ı
ihtimal ki, hal (maniere d ’etre) yahut keyf (qualite) ma-
hayırhâhâneden vazgeçilmemesini dostlarımdan rica et­
kulesinden sayacağız. Olsa olsa bu iki makuleden birine
mekle beraber asıl mesâil-i felsefiye hakkında da bazı
girebilir. Sairlerine hiç münasebet almaz.
tenkidâta muntazır bulunduğumu arzederim. Bence en
ehemmiyetli mülâhazat Kamus’un esasî iddiasına taalluk O hâlde, şu elimde tuttuğum avize parçasının mad­
edebilecek olan tenkidâttır. Misal değiştirilebilir. Yahut desi cevherdir. Şekl-i billûrîsi dahi arzdır. Lâkin arz-ı âm
nakilde yanlış olmuşsa tashih olunarak yine ibka edilebi­ mıdır, arz-ı hâs mıdır? Ben iddia ediyorum ki, bu süale
lir. Esasî davaya dokunmaz. Hatta doğrusunu söyleye­ kat‘î bir cevap vermek mümkün değildir. Çünkü nokta-i
yim, Kamus’ta irâd olunan misallerin bir kısm-ı küllîsi tay nazara göre hem öyle hem de böyle olabilir. Zira cevher
ve ilka edilip yerlerine daha muvafık ve daha güzelleri ve arz tasavvuru -ister hâcda ve hakikat-i müstakilleye dâl
ikame edilebilirdi. Benim defterlerimde zabt ve kaydet­ olsun isterse olmasın- mutlak (absolu) birşey değildir.
miş olduğum misaller arasında pek güzelleri vardır. Fakat İzafî bir fikirdir. Meselâ alelumûm maddiyata nispetle
mevzuat-ı İlmiyeden intihab ve irâd olunması lâzım gelen arz-ı âm olamaz. Bu bedihîdir. Çünkü birçok mevâdd-ı
bu emsile arasında pek çoklarını ekseriyet-i kariin mahi­ câmide var ki billûrî değildir. Mevâdd-ı uzviyeye gelince
yet-! hakikiyeleri üzere anlayamayacakları için bi’l-iltizam billûrî olamamak onların sıfat-ı kâşifesidir. O hâlde şekl-i
gayet sade ve idrak olunması kolay şeyler tercih edilmiş­ billûrî arz-ı hâstır, diyeceğiz.
tir. mesâil-i felsefeyi ve onları izah için misal olarak irâd Lâkin zerrâtı kabil-i istiktab (polaris ables) olan bil­
olunan bazı hâdisât-ı mühimmeyi çok kişiler biraz aykırı cümle mevâdd-ı unsuriye (matieres elementaires) ve
ve başka mana ile telakkî ve idrak ediyorlar. Ders ver­ mürekkebât (composees) için arz-ı âmdır. Çünkü o cins­
mekle biraz tecrübe görmüş olduğum için bende böyle ten olan mevâd ve mürekkebâtın cümlesinde bilâ-istisna
bir fikir hasıl olmuştur. Onun içindir ki verdiğim izahat (?!) görülen bir hâl ve keyfiyettir ve bugün kanunları
lâyıkıyla anlaşılabilsin diye çok defa âdi misalleri tercih malûmdur. Maamafıh maddeler kimyada evsaf-ı tabiiyye
etmişimdir ki, inşaallah kısmet olur da ikinci tab'ına mu­ ile, yekdiğerinden mümtaz sınıflar (classes) teşkil eder­
vaffak olursam onlara bedel daha hususî ve İlmî olanları­ ler. Bu da itibarî birşey değildir. Dumas’nın, Meyer’in tas­
nı ikame ve irâd edeceğim. nifleri tahkikat-ı mühimme neticesidir ve atomicite naza-
Sayı 113 TÜRK YURDU 135

riyesiyle sıkı sıkıya alâkadardır. Hatta keyfiyeti bu nokta-i alelumûm eşkâl-i maddiye makulesinde dahil bir sınıf-ı
nazardan tetebbu eden allâme-i şehir Mendeleef in keş­ hususî teşkil ediyor. Bu haysiyetle arz-ı hâstan başka
fettiği ve Meyer’in ıslâh ve ikmal ettiği Kanun-ı Devri (La birşey olamaz.
loi de Periocite) bunun böyle olduğunu o kadar parlak
Maamafih cümle-i mükeabiye, cümle-i zü-sitteti’l-ıd-
bir sûrette ispat etti ki, tarih-i ilimde gösterilen kudret-i
lâ ve ilâ âhire gibi sınıfları tayin ve bunları yekdiğerinden
dehânın bundan güzel bir misali yoktur, diyebilirim.
temyiz ve tebyin eden envâ-ı mahsusa-i eşkâlin ale’l-ıtlâk
Mendeleef, eski tasnifi alt üst etti ve yekdiğerine ya­ şekl-i billûrîye nispeti nedir denilirse, ne diyebileceğiz?
kın gösterilen anasır-ı maddiye arasında daha birçok be-
“Ale’l-ıtlâk şekl-i billûrî arz-ı âmdır. Şekl-i muakkibî,
sait (corps simples) bulunması lâzım geleceğini iddia ey­ şekl-i müseddesi ilh. ilh... ona nisbetle arz-ı hâs olmak lâ­
ledi. Hatta bazılarının vezn-i zerrîlerini (poid atomipue) zım gelir. Çünkü bütün billûrât aynı şekil üzere tebellür
müvellidü’l-humuza ve müvellidü’l-ma ile kaç nevi mü- etmiyor.” demekten başka çare yoktur. Temin ederim.
rekkebât vücuda getirebileceklerini de söyledi. Bu ana­
Bitmedi.
sını mefruzanın henüz ortada ismi bile yoktu. Sonra Pro­
fesör Crooks bir ikisini keşfetti. Daha bilmem kim bir di­ R ıza Tevfik
ğerini buldu ve Mendeleef in her dediği tahakkuk etti.

Demek ki bu zamanımızın en mühim keşfiyât-ı İlmi­


yesinden biridir ve anasır-ı maddiyenin bazı evsaf-ı müte- TERCUME-f HAL
şâbiheye binaen hakikî ve tabiî sınıflar teşkil ettiğini sara­
İSMAİL MAHİR EFENDİ
haten gösterdi.
Bazı büyük adamlar vardır ki, büyüklüklerini idrak
Sonra şekl-i billûrînin bu sınıflarla münasebeti oldu­
için vekayi ile dolu olan hayatlarının karışık ve derin taf­
ğu da anlaşıldı ve keyfiyeti ciddî sûrette tetkik ve tetebbu
silâtına nüfûz etmek, o vekayii ayrı ayrı tahlil ve tedkik et­
eden Mitcherlitch bunun kanunlarını keşfetti ki, ismine
mek, bütün ef âl-i hayatiyelerinin zevahiri arkasında sak­
nispetle maruftur.
lı hakikî simalarını bulup ona göre haklarında hükümler
O hâlde anlaşıldı ki, mebhas-ı billûrât (cristallograp-
vermek lâzımdır. Onları diğer insanlardan ayıran büyük­
hie) fenninde evvelâ bir takım sabit ve kat‘î kanunlar var­
lük cevherleri kıymetli madenlerinki gibi yabancı madde­
dır. Saniyen muayyen sistemler (systeme defini) vardır.
lerle karışıktır. Bütün parlaklığıyla meydana çıkmak için
Yani eşkâl-i billûrîye dahi takım takım, sınıf sınıftır. Cüm-
ayıklanmak ister. Merhum İsmail Mahir Efendi bunlardan
le-i mükeabiye (systeme cubipue) var. Cümle-i zü-sitte-
değildi. Bütün varlığı, bütün hayatı parlak ve şeffaf bir
ti’l-idlâ (systeme hexagonal) var. Systeme rhomboedri-
cevherdi. Vatan için derin bir sevgi, serbest muhitinde
que var, var, var! Mitcherlitch ispat etmişti ki, bu tesadü­
ara sıra İstanbul’dan esen zehirli rüzgârlara bakmayarak
fi birşey değildir. Herhangi bir sınıfta dahil olan anasır,
idare ettiği Selânik Dârülmuallimîninde gerek hocalık,
mutlaka her hangi bir sistemde tebellür eder. Meselâ so-
gerek müdürlük sıfatıyla yapmaya çalıştığı yegâne şey ta­
dium cümle-i mükeabiyede tebellür eder. Fazla olarak
lebenin fikirlerindeki pası silmek, dillerindeki kilidi çöz­
mürekkebat-ı unsuriyenin nevine göre hâsıl olup tekâsüf
mek oldu. Onun idaresi altında Selânik Dârülmuallimîni
eden madde, aynı cümlenin bir nevi şekl-i billûrîsini tem­
zamanın müsaadesi nisbetinde serbest bir tedris ve terbi­
sil eder... Ve ilâ ahîre!
ye muhiti olmuştu. Genç beyinlere hürriyet için derin bir
Şimdi zihnimizi toplayıp toplayıp yeniden düşüne­ aşkın ilk tohumlarını atarken yakın bir istikbâlin henüz
lim!... gözlere görünmeyen sıcak tulûu hem onun hem talebe­

Şekl-i billûrî ne oluyor? Alelumûm maddeye nispetle sinin ruhunu ısıtıyordu.

arz!.. Tebellûra kabil maddelere nazaran arz-ı âm!.. Lâkin, Sekiz on sene bu vazifeyi büyük bir sa‘y ve himmet
alelumûm şekle, yani eşkâl-i gayr-i hendesiyeye göre arz-ı ile ifâ etti. 1322 tarihinde faaliyetini gören ve o zamanda
hâs!.. Çünkü şekilsiz madde tasavvur edilemez ve şekl-i bile memleketine hiç olmazsa küçük mikyasta faydalar
billûrî tenazur-ı zevâyâ ve ıdlâ ve tenasüb-i etraf itibariyle temin etmeye çalışanların muzaheretiyle Mekteb-i Sana­
136 TÜRK YURDU Sayı 113

yi Müdürlüğü’nü de uhdesine aldı. Evvelâ pek makbul bütün aşk kabiliyetiyle vatanını sevmişti. Diyebilirim ki,
bir maksatla açılan ve hayli terakki eden bu mektep o za­ onu böyle vakitsiz öldüren de bu aşk oldu.
manlar metruk ve perişan bir hâlde idi. İsmail Mahir İsmail Mahir Efendi 1284 tarihinde doğmuştu. Med­
Efendinin cevval ve azimkâr ruhu oraya yeni bir hayat rese tahsilinden sonra asıl meslekî tahsilini İstanbul
nefhetti. Avrupa’nın müterakkî memleketlerinden prog­ Dârülmuallimîninde ikmal etti. Onu Meşrutiyetten evvel
ramlar getirtti, tercüme ettirdi. Onlara tevfikan mektebi ilk önce Selânik’te Dârülmuallimîn müdürlüğünde mes­
ıslâh için uğraştı. Avrupa’dan bir motor ve sair levazım leğinin faal bir devresinde görürüz. Selânik’in o zamanlar
celbederek demirhanesini, marangozhanesini tanzim ve payitahta nisbetle pek çok parlayan parlak gözleriyle bü­
tevsi etti. Mektep onun sayesinde az zamanda bir nümû- yük ocağın bu küçük nuru ölümün rüzgârı onu sürünce-
ne sanayi mektebi hâline gelmişti. ye kadar mutlaka sadık kaldı. Merhumun her hâlinde gö­
Onun ihtimamıyla, azmiyle metruk hayatından kur­ rünen azm ü sebat siyasî fikir ve kanaatlerinde de onu
tulup eski ehemmiyetini alan mektep bir gün, bütün Os­ tuttuğu doğal yoldan ayırmadı. İnkılabı takip eden dağ­
manlI vatanının zincirlerini dişleriyle kırıp ilk halâs nefe­ dağalı senelerin pek mütehavvel talihli siyasî hayatında o
sini ferah ve sevinç ile aldığı büyük bir gün başka bir daima elinde aynı maksadın bayrağı, beyninde aynı dü­
tecellîye nâil oldu. Uzun yıllardan beri dillere telâffuzu şüncenin ateşi, dilinde aynı emelin nakaratıyla dolaştı. O
yasak edilen kendi adından mahrum, iğreti bir isimle ya­ ne fikrî rüzgârlara tâbi bir yelkovan, ne siyasî hayatın tali­
şamaya mahkûm iken ona tekrar kavuştu. hine fazla bağlı bir sersemdi. Onu hiç kimse mensup ol­
duğu siyasî zümrenin ikbalinde mağrur, mütehekkim, id-
Altındaki eski levhanın yerine neşesi yüzünden par­
barında mütevakkî, hatta ihtiyatkâr görmedi.
layan yeni bir levha geldi: Hamidiye Sanayi Mektebi, ye­
niden Mithat Paşa Sanayi Mektebi oldu. İlk Meclis-i Mebusana intihab olunarak iştirak etmiş­
ti. Ölünceye kadar aynı mevkii muhafaza etti. İttihad ve
Ve son Selânik’teki hayatını yakından bilenler onun
Terakki Cemiyeti’nin meclisteki fırkası henüz tam bir si­
hakikî meziyetlerini daha iyi takdir edebilirler. O bir ka­
yasî fırka teşkilâtını, pek tabiî ve mazur olan yenilik ve iti-
naat ve rıza adamıydı. Memuriyetlerinden o zaman için
yatsızlık tesiriyle alamadığı ve harekâtını muntazam bir
mühimce sayılan bir maaş aldığı halde bunun ancak pek
hâle ifrağ edemediği zamanlarda mecliste bir takrir me­
küçük bir kısmını kendisinin ve ailesinin maişetine sarfe-
rakı vardı. Herkes uzun zamanlardan beri kalbindeki sak­
derek bir mahrumiyet içinde yaşardı. Ve kalan parasıyla
lanan bütün emellerin bir anda hakikat olması için duy­
akrabasından olan gençleri tahsil ettirirdi. Vatanın istik­
duğu sabırsızlıkla fikirlerini ârâ-yı umûmiyeye teklif edi­
bâlini yetişecek mütefekkir unsurlarda gören merhumun
yordu. O zamanlarda İsmail Mahir Efendiyi yine bunların
bu himmeti sayesinde kemal sahibi olan bu gençler bu­
başında, en çok ıslâhat ve teceddüd taraftarı olarak görü­
gün onun canlı eserleri gibi yaşayıp çalışıyorlar.
rüz. En genç ve en ateşli dudaklarından beklenilen bu ye­
İsmail Mahir Efendi ruhunu vatan ve hürriyet sevgi­
nilik, bu terakki susuzluğu onun bütün benliğini kavu-
sinin ateşiyle tutuşturanlardandı. Onun için bu iki büyük
rurdu.
sevginin ateşleriyle yanmak üzere açılan ocağa ilk önce
Merhum üç sene evvel önce fahrî olarak Dârülmual-
kendi alevini getirenlerden biri de oldu. Selânik’teki hür-
limât M üdürlüğü’nü almış, orada eski mesleğinin
riyetperver Türk gençliği daha hariçdeki İttihad ve
mesaîsine başlamış, bir müddet sonra 1330 senesinin
Terakki Cemiyeti’yle temas edip aynı adı almadan evve
Teşrîn-i Sanîsi’nde ise yine fahrî olarak dârüleytam Mü-
OsmanlI Hürriyet Cemiyeti iken İsmail Mahir Efendi ona
dürlüğü’nü deruhte etmişti. İşte fikrimce İsmail Mahir
ilk iltihak edenlerden biriydi. Beyaz sarığının lekesiz göl­
Efendinin manevî varlığının altın tacı ölünceye kadar eş­
gesi altında saf çehresi ve içinde vatanının ateşi ile dolu
siz bir gayret ve emsalsiz bir fedakârlıkla vatanına ifa etti­
bir kalp, onun yükselmesi ve büyümesi için en ciddî dü­
ği bu son hizmettir. İsmail Mahir Efendi m üdür olduğu
şüncelerden, en engin hülyalara kadar her türlü tasavvur­
zaman darüleytam Kadıköyü’nde küçük bir bina dahilin­
larla dolu bir fikir, işte İsmail Mahir Efendinin varlığı. O
de yalnız yirmi beş talebeli bir mektepti ki, bugün o bina
kendini bildiği ilk dakikadan son nefesini âsûde bir tesli­
darüleytam’ın Kadıköy İnas Şubesinin bir kısmından iba­
miyetle lâkayd ufuklara üflediği son ana kadar ruhunun
Sayı 113 TÜRK YURDU 137

ret ve darüleytam böyle müteaddit şubelere ayrılmış ve sabırsızlıkla bekliyordu. Talihin ne garip bir tecellîsidir ki,
binlerce öksüz çocuğa melce olmuş muazzam bir mües­ o ihtifal için hazırlanan yeni başlıkları çocuklar ilk önce
sesedir. Vatan uğrunda hayatlarını feda eden büyük şe­ onun cenazesinde giydiler. Onlar küçükleri küçük bir ve­
hitlerimizin bir himaye kanadına muhtaç kalan sayısız ye­ sile ile içinden yaşlar taşacak gibi duran müteessir gözler­
tim yavrularını kucağında toplayan büyük ve mukaddes le, büyükler kirpiklerinde titreyen giryelerle onun cena­
yuvalar kalabalığı. Bu yuvaların hepsini tesis için ayrı ayrı zesini takip ederlerken başlarının üstünde sanki onun
uğraşmak, içindeki yavruları harp hâlinin müşkilâtı ara­ müşfik eli hâlâ duruyor ve okşuyor gibiydi.
sında beslemek için çabalamak, sonra onları kendilerini Onun bu son zamanlannda iki büyük heyecanı ol­
bekleyen hayat mücadelesine hazırlanmış bir adam ola­ muştu. Biri sevinç, biri keder, heyecanı. Ecnebi bir şirket­
rak yetiştirmek için çalışmak hayatı yarım asra yaklaşmış le bir mukavele akdine muvaffak olmuştu. Bu mukavele
fakat ruhu genç olan merhumun en sevgili işiydi. O saye­ sayesinde hem memlekette birçok fabrikalar vücut bula­
de bu mümkün darüleytam müesseseleri muhasım dev­ caktı, hem yetimler sanayi tahsillerini Avrupa memleket­
letlere ait olup zabtedilen İstanbul’un muhtelif yerlerin­ lerinde ikmal ederek bu fabrikalarda iş sahibi olacaklardı.
de, Bebek’te, Kadıköyü’nde, Yedikule’de, Beyoğlu’nda, Bu mukaveleyi yapmaya muvaffak olduğu gün hayatının
Galata’da kâin bir çok mebanîyi işgal ediyor. Bu binaları en büyük saadetini idrak etmiş ve bununla müteheyyic
yeni telâkkiye muvafık bir mektep hâline getirmek için olmuştu. Diğeri ise Arnavutköyü’nde bir binanın darü­
merhum canla başla uğraştı. Bu müesseseden birkısmın- leytam için işgaline uğraşırken düçar olduğu mania idi.
da yetimler ibtidaî tahsil görüyorlar, birkısmında elekt­ Bu onu ruhunun en ince yerinden vurmuştu. Sağlığında
rikçilik, matbaacılık, marangozluk, demircilik, tenekeci­ göremediği bu muvaffakiyet de öldükten sonra hasıl ol­
lik, ekmekçilik, telgrafçılık, mücellitlik, düğmecilik, kutu­ du. Bugün o bina İsmail Mahir Darüleytamı adını altında
culuk, terzilik, dokumacılık, sobacılık, dericilik, göncü- iftiharla taşıyor.
lük gibi türlü türlü sanayii öğreniyorlar, satın alman ve ki­ Evet, İsmail Mahir öldü. Cenazesinden dönen onun
ralanan fabrikalarda çalışarak malûmatlarını ameliyatla en yakın mesaî arkadaşına: “Büyük babamız ne oldu?” di­
takviye ediyorlar. Arasıra sokaklarda yetim esvapları, bir ye sızlayarak soran zavallı yetimciklere ne yazık! O haki­
biçimde başlıkları, muntazam yürüyüşleri ve halleriyle katen büyük baba kendi evinde altı, sa‘y ve aşk evinde
tahsin ve takdir nazarları celb eden bu yavrucuklar bu binlerce yetim bırakan her faninin son gittiği yolda göz­
müesseselerde bir ana kucağında gibi rahat yaşıyorlar. Ve lerimizden kayboldu. Zaten herkes ölecek. Ai'asıra gaflet
vatanın istikbâli için yetişiyorlar. içinde ebediyen kendimizin sandığımız dünya evinden
hepimiz bir gün çıkıp gideceğiz. Fakat ne mutlu o ölüle­
İsmail Mahir Efendinin bu darüleytam işlerine nasıl
re ki, vücutları topraklar altında ebedî uykusunu uyur­
aşk ile alâkadar olduğunu anlamak için onu hayatında ya­
ken sevimli ve mübarek hatıraları insan kalplerinde, da­
kından görmüş olmak lâzımdır. Meclis-i Mebusanda
ima çarpan bu canlı türbelerde uyanık durur!
Darüleytamlar için tahsisat meselesi münakaşa olunur­
C. 5.
ken onun nasıl hararet ve heyecanla dolu günler yaşadı­
ğını, ayandan bir zatın şüphesiz fena bir maksatla olma­
yarak Dârülmuallimâttaki talebeye fazla iyi bakıldığını, es-
vabları, eşyaları, yiyecekleri müfrit bir itina ile hazırlandı­
TÜ RKLÜ K ŞÜ Ü N Ü
D a h ilî Islâ h a t E trafu ıda- Ahkâm-ı Adliye Mecelle-
ğını söylediği zaman merhumun nasıl tâ canının içinden
si’nin medenî ihtiyaçlarımızla mütenasip bir sûrette tadil
müteessir olduğunu ve bunu anlatırken nasıl hüngür
ve ikmali için Kastamonu Mebusu ve sâbık Adliye Nazırı
hüngür ağladığını, sonra iyi giyinmiş ve iyi bakılmış bes­
Necmeddin Molla Beyefendinin riyasetleri altında muk­
lenmiş çocuklarının heyetleri karşısında nasıl gözlerinin
tedir ve mütehassıs birkaç zattan mürekkep bir encümen
sevinç ve saadetle parladığını bilmeyenler, görmeyenler
teşkil edilmiş ve bu encümen 9 Mayıs 1332 Pazartesi gü­
bu aşkın derecesini takdir edemezler.
nü Adliye Nazırı Vekili Halil Beyefendi Hazretlerinin ma­
Hayatının son günlerinde çocuklarının Fatih İhtifali
kamına münasip bir nutkunu müteakip mesaîsine başla­
için yeni kıyafetlerle hazırlanmasına çalışmıştı. O günü
mıştır. Aza-yı kiram:
138 TÜRK YURDU Sayı 113

Sadeddin Bey : Şûra-yı Devlet Tanzimat Mehmed Celaleddin Efendi: Dârülfunûn fahrî mü­
Dairesi Reisi derrisi, Şûra-yı Devlet aza­
sından
Şerif Bey : Ticaret ve Ziraat Nezareti
Müsteşarı Kostaki Vayani Efendi : Dârülfünûn fahri müderrisi

Âlî Bey : İlâmât-ı Şer’iye Müdürü Stepan Karayan Efendi: Sâbık Mahkeme-i Temyiz
azalarından
Abdurrahman Münib Bey : Beyoğlu Sulh Hâkimi
Ali Kemal Bey : Hukuk Fakültesi
Yusuf Ziya Bey : İstinaf Hukuk Azasından
müderrislerinden
Hralambos Efendi : Umûr-ı Hukukiye Müdür
Mişon Efendi : Hukuk Fakültesi
Muavini (Kâtip)
müderrislerinden
Hukuk Fakültesi müderrislerinden: Memduh Bey : Adliye Nezareti Heyet-i
Ebü’l-Alâ Bey Meşihat-ı Ulyâ Müsteşarı Teftişiyesi’nden (Kâtip)

Seyyid Bey İzmir Mebusu Mahiyeten pek büyük olan bu işlere bol bol muvaffa­
kiyet dileriz.
Seyyid Haşim Bey Burdur Mebusu

Mustafa Fevzi Efendi Saruhan Mebusu L ozan T ü rk Y u r d u ’n u n B e y a n n â m e sin d e n - Lo­


zan Türk Yurdu ikinci küşâdı münasebetiyle Lozan’da
Mimar Raşid Bey Karahisar Mebusu
bulunan Türklere hitaben bir beyannâme dağıtmıştır. Bu
Mişon Efendi (Kâtip) beyannâmenin yalnız Lozan’da değil, başka yerlerde olan
Erih Nored Bey (Re’y-i istişarî ile aza) Türklere de yarayacak bazı kısımlarını dere ediyoruz:

Hukuk-ı medeniyemizin henüz bir kanun şeklinde


tedvin kılınmamış olan münakehât, müfarekat ve nafakat “Türkler!
gibi ahvâl-i şahsiye ve aileye ait kısımlarını tanzim etmek
“A ta la r ım ız ın T ü rk k a n ıy la y a zd ığ ı T ü r k ’ü n şanlı,
üzere Hukuk Fakültesi Müderrisleri Reisi ve esbak Şey­
a n lı ta rih i h u so n y ılla r d a v a ta n ım ız ı istilâ e d e n ve bi­
hülislâm Mahmud Esad Efendi Hazretlerinin riyaseti al­
z e b ü y ü k ve şerefle d o lu m illiy e tim izi u n u ttu r a c a k k a ­
tında adları zikrolunacak zatlardan mürekkep diğer bir
d a r h â k im ve n â flz o la n ceh l ve ta a ssu p sa ik a sıy la si­
encümen daha teşkil edilmiş ve zikri geçen birinci encü­
y a h la r a b ü rü n d ü . T ü r k ’ü n y e rle rd e k a la n sem â-bü-
menin ilk içtimaında hazır bulunmuştur. A‘zam-ı kiram:
le n d n â m u s u n a , R u m ellerin d e, K a jk a sla rd a b a lta la ­
Mansurîzâde Said Bey : Hukuk Fakültesi müderrisle­ n a n ö ksü zlerin , d u lla rın , ih tiy a rla rın g ö z y a ş la r ın a
rinden Menteşe mebusu dağlar, taşlar, m elekler, in s a n la r ağladı...

Hafız Şevket Efendi : Fetvahane-i Âlî K albi y a l n ı z m illiy e t sevgi ve saygısıyla v u r a n h a ­


mümeyyizlerinden z ır d a k i h ü k ü m e tim iz in b a şa ç ık a r m a y a çalıştığı b ü ­
Mustafa Efendi : Evkaf-ı Hümâyun kadısı y ü k çe n g in sa b a h ı a r tık u z a k değil! A le m in d eğ işm ek

Ali Başhemba Bey : Şura-yı Devlet azasından ü ze re b u lu n d u ğ u b u b ü y ü k ve ta rih î sa a tle r ç a lışa n la ­


ra saadet, u y u y a n la r a fe lâ k e t v a a t ediyor.
Kara ticaret kanunlarımızın son ticarî ihtiyaçlarımıza
uygun bir sûrette tadil ve ıslâhı için lâzım olan kanun lâ­ A ğ la ya n v a ta n ım ız hep b izd e n im d a t b e k liy o r ...

yihaları ihzâr ve tanzim etmek üzere İstanbul mebusu ve Türkler!


esbak Nafia Nazırı Hallaçyan Efendi Hazretlerinin riyase­
K â b e n ize k o şu n u z, o ra d a in le y e n v a ta n ın elem le­
ti altında yine bir encümen teşkil edilmiş ve bu encümen
r in i d in le y e re k d e r m a n y o lla r ın ı b u lu n u z. T a n rı h ep i­
16 Mayıs 1332 Pazartesi günü ilk defa içtima ile Adliye
m iz in y a rd ım c ısı o lsu n !”
Nazırı Vekili Halil Beyefendi Hazretlerinin beyanatını mü­
teakip işe başlamıştır. Bunun azalan: M u sik i C em iy e ti- Kale-i Sultaniye gazetesi Biga’da
bir musiki cemiyeti teşekkül ettiğini yazıyor. Gayretli
Sayı 113 TÜRK YURDU 139

gençler tarafından teşkil olunan bu cemiyetin bir mual­ le olduğu hâlde gençlerin kendi zevkleri meselesiyle uğ­
lim efendinin taht-ı idaresinde olacağını da kaydediyor. raşmaları, bilhassa bir muallim ve mürebbînin kendi vazi­
Maşaallah, gençler §âyân-ı tebriktir. İyi çalışıyorlar. Fakat, fesi varken, vazifesinden büsbütün hariç bir işle vakit ge­
biz daha Biga’nın yalnız musiki cemiyetinden mahrum çirmesi ne şâyân-ı tebrik ve ne de şâyân-ı teşekkür, belki
olduğunu, bütün ihtiyacı bundan ibaret kaldığını zannet­ şâyân-ı muahezedir. Keşke muallim efendi o pek hassas
miyoruz. Herhalde ahalinin iktisadî-ziraî ahvâli ve sıhhî arkadaşlarıyla teşrik-i mesaî ederek Biga hanımlarına,
ihtiyaçları üzerinde gençler için yapılacak vazifeler yalnız Türk kız ve kadınlarına yazlık dershane açmak gibi bir te­
var değil, pek çoktur. Hele gençlerin, çocukların talim ve şebbüste bulunsa idi, ne vazife ihmal edilmiş olurdu, ne
terbiyesi hususunda olan umûmî ve mübrem ihtiyacın Türk Yurdu muaheze ederdi!
Biga’da da hüküm sürdüğüne herkesin imanı vardır. Öy­

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf “K ader” Matbaası


. «o 9

TÜKK :^URÜU
Tûrfeleritt Fâif^esttıe Cctltstr

YIL: 4 6AYI: 114 (17 Temmuz 1332-30 Temmuz 1916)

û f€. d e ^ ^ cl fic d e d c ^ ç c d a

A m dolum uz: Köyümden Geliyorum’dan:

Ayazm ana ve A yazm ana’da / Isp artalı H ak k ı

Ölmeyen Sevgi / Y u su f Ziya

İçtimaiyât: Türk Kadınlığının Terbiyevî Mevkii / Z iy n e tu lla h N u şirevan

Mansurîzâde Said Beye Teşekkür / Rıza T evfik

/ Flora A n n astil

Adaylara Doğru / H alim Sabit

Türklük Şuûnu: 10 Temmuz-Yine Eskişehir'de / ***


Sayı 114 TÜRK YURDU 143

TÜRK yURDU
T ü rk le rin fâ id e s in e ça lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

Ş d ^ r bayramı %ut[u ve iMüSarefgOCsunl

Idürl^y^urcC ıı

ANADÛLUMÜZ

KÖYÜMDEN GELIYORUM’DAN: 22

AYAZMANA VE AYAZMANA'DA

Ayazmana’ya geldik. Bahçeler tarafına giden ana dökük büyük köşk, iri bir baykuş tavrıyla aç gözlü çerçe­
arkın (hark) yanında bükülerek havuza doğru yürüdük. vesiz pencereleriyle yukarıdan aşağıya bize bakıyor gibi.
Ben pınara gelmiş dili sarkık koyunlar gibi suya koşmalıy­ Gözlerimi indirdim, havuza baktım. O da galiba çoktan
dım. Ağır ağır gidip soldaki oluğa yanaştım. Ellerimle yü­ ayıklanmamış.. Fakat sular ayna gibi duru. Üstündeki ulu
zümü yıkadım. Avucum içine su alarak birkaç damla iç­ çınarların uzun uzun dalları, delikli zarif yaprakları, yu-
tim. Oh, ya Rabbi, diyordum. Lâkin gönüllü ve gönülden varlacık düğmeleri, kaytanları, bıyıkları havada oynadıkça
değil. Candan bezmişlerinki gibi, gönülsüz gönülsüz. suda onların aksini titretiyor. Bunları gülümsüyor, benim
gönlümün kederiyle eğleniyor sandım. Biraz küskün sağ­
Gördüm, Ayazmana yerinde ve eski hâlinde: Karşı
daki oluğun yanına gittim. Kolluklarımı azıcık yukarı çe­
karşı iki mermer oluk, karşı karşı akmakta. Olukların ar­
kip kollarımı sığamış gibi yaptım. Mendilimi suya batır­
kalarıyla ön tarafta adam boyundan yüksekçe, kaldırılmış
dım. Uçlarını alnıma dokundurup boynuma sardırdım.
setler. Sola düşen şeddin ucunda, ayak ayak merdiven
En sonra da sağdaki şeddin üstüne çıktım. Koyu gölge
basamakları.. Ortada uzundurukça dört köşeli bir havuz.
ortasında bağdaş kurup oturdum.
Havuzun üç tarafında havuzla setler arasında, gezilmek
için darca güzel taşlık kenarlar. Karşıda, sundurma İşte mesireye asıl -Ayazma’dan bozulmuş olarak-
hâlinde ve altında seksen, yüz kişi barınabilecek büyük Ayazmana dediren parça burasıdır. Burasıdır ki, kiraz kı-
bir saçak bina... Bu saçaktan elli yüz adım solda, yüksek­ zarımından, üzüm alacasından başlayarak bağ bozumu
te büyükçe bir köşk. Sağda ihtiyar çınarlar. Çınarların al­ sonlarına kadar, ceviz ve kestane silkimine kadar zevk ile,
tında açık mescit yeriyle mihrap taşı. Onun önünde de şevk ile çalkanır. Burada su yetişen yerler bahçeliktir,
etrafı çevrik bir taş mezar... öteleri bağlıktır. Bahçelerde mutlaka asma bulunur. As­
malar çokluk ağaçlara ağdırılır. Ayazmana, Minasin gibi
Oluk başında suya dokunuyorum, oynuyorum. Etra­
uzak değildir, yakındır. Bu sebeple daba şenliklidir. Bu­
fa bakınıyorum. Ai'anıyorum. Büyük sundurma saçak es­
rasını mevsimin perşembeleri, pazarları erkekler ve
kisi gibi.. Yahut yeniden yeniye biraz daha eskimiş. Pek
üzüm mevsiminin cumaları kadınlar hayatla, velvele ile
yakında galiba altında oturan olmamış. İlerdeki sıvaları
doldurur.
144 TÜRK YURDU Sayı 114

Suyun menbaı hemen oracıkta, olukların arkasında­ sakız bademli kalaU) cevizini görelim.” demiştim. “Belki
dır. Uzak olmadığı ve künk gibi su n i ve sınaî cihetleri bu­ yarım salkım üzüm de buluruz.” demiştim. Lâkin şimdi
lunmadığı için su yolunun bozulması, yapılması külfeti anladım ki, saçma söylemişim. Diyelim ki. Ayazmana cen­
yoktur. Oluklar süt gibi beyaz mermerden oyulmuştur. nettir. Bu hâlinde neye yarar? Ben de herifin dediği gibi,
Büyükçe birer top ağzı gibi sevimli duran iki oyuktan yaz, “Tutalım cennet imiş, adam yok!” diyordum.
kış harıl harıl gayet berrak ve saf sular akar. İlk bağ tıma­
Anladık, Ayazmana hâlâ eski Ayazmana. Lâkin hâli
rı sıralarında Ayazmana’ya gelenler suya dikkat ederler.
hiç eski hâli değil. Buraya can veren şeyler nerede? Sa­
Eğer su bol ise o yıl bolluk yılıdır. Zaten o hafta leylek de
bahtan beri beni arandıran, içlendiren meğerse bu imiş.
gelmiştir. Yılın nasıl olacağına alâmet olarak birşey de ge­
İşte şimdi yavaş yavaş anlıyorum. Hacı bir iki lâtife, bir iki
tirmiştir. Ayazmana’ya giden tımarcı: “Sular baldır gibi
söz tutturmak istedi. Olamadı.. İşitmiyordum da dinlemi­
akıyor, bolluk olacak.” derse, Parabağlar tarafında ilk ley­
yordum da., birşey mi istiyordum? Sordular, hiç dedim.
leği gören budacı da: “Evet, leylek buğday başağı getirdi,
Hacı bir aralık arkadaşına yavaşça “Efendi, birşeye alındı,
gördüm.” diye haber verir. Maahaza kadınlar ve çocuklar
ama bilmem.” dedi.
arasında aralık aralık dedikodu olmaktan kalmaz... “Hayır
başak getirmemiş, kırmızı bez getirmiş... Çok düğün ola­ İçten içe kaynarken ansızın sordum: “Eski Ayazma-

cakmış, kızlar gelin olacakmış... Yok muharebe olacak­ nacılar, sohbetciler® nerede?

mış, kan dökülecekmiş.. Hayır, hayır, kırmızı bez getir­ Hacı cevap verdi: “Kalmadı, efendim, kalmadı. Şimdi
miş, zincir getirmiş.. Çok deli olacakmış. Yok yok, ak bez herkes paranın gümüş olduğunu anladı.” Bu sırada az
getirmiş... Yıl kefen yılı ölet(b yılı imiş.” ötede kireç tozu gibi beyaz çökelek(^) döküntüsü gördü­

Bu sene acaba leylek ne getirmiş? Çocuklar, kadınlar ler. Şükrü Efendi, “Çökelek değil, basbayağı ak toprak,

acaba bunun için neler diyor? Yoksa o da gelmemiş mi? dedi. Üstüne ne bir sinek konuyor, ne bir karınca geli­

Yoksa o da birşey getirmemiş mi? Çocuklar yok ki, haber yor.” Ben böyle bir bahane bekliyormuş gibi daha tutkun

alalım!... Kimseler yok ki, soralım!... olup çıkıştım. “Eğer paranın gümüş olduğunu anlamış­
larsa zengin olmuş olmalılar. Zengin olsalar burada toz
Suya gelen giden yok. Ne insan, ne hayvan, ne kuş,
çökelik mi yerler? Siz ne olmuşsunuz, ne söylüyorsunuz,
ne birşey. Sundurmanın sol yakasına yürüdüm. Yıkılmış
ya Hacı? Saçma söylüyorsunuz, abuk sabuk söylüyorsu­
duvarı aşıp arkaya dolaştım. Baktım, yerler yanık, otlar
nuz!”
kuru, yapraklar renksiz, ağaçlar hasta... Hemen geri dön­
düm, eski yerime geldim. Ai'kadaşlar hayvanları bağlayıp Onlar daha sıkıldılar. Şükrü Efendi aşağı inmiş imiş.

önlerine yonca atarak yanıma geldiler. Ben alnım geril­ Şamşak denen saplı tenekecik gibi kocaman ağaç maşra­

miş, dargın gibi oturuyorum. İçimde gâh sam yelleri esi­ paya su doldurmuş, ayaklarının ucuna basarak geldi. “Bu­

yor, gâh alevler, kıvılcımlar savruluyor, gâh sağnaklar, yurun efendim, dedi. Ayazmana’nın ahşaptraşfU peyma-

karlı fırtınalar kopuyor. Hacı, “Bahçelere doğru bir gezin- nesiyle bir dolu selsebil.” Hacı da katıldı, “Canım,-haya­

ticik yapmayacak mıyız, efendim?” dedi. “Hayır.” dedim. tım olsun sebil!” dedi. Ben birşey demeden avuçlarımı

Ne yapalım? Vâkıa sabahtan “Kadıbağı’na uğrayalım.” de­ açtı. Şükrü döktü. Yüzümü tekrar yıkadım. Mendilimin

miştim. “Rahmetli dayım Kadıoğlu Ahmed Efendinin eliy­ yarısını tekrar ıslattım. Üç yudum da içtim. O zâhir lâf ol­

le aşılayıp yetiştirdiği kirazları görelim.” demiştim. “Ana­ sun diye olmalı, “Şamşak ne olacak, efendim?” dedi, mı­
rıldandı. “Çamçak olmalı.” dedim.
mın İstanbul’da bile senasını unutamadığı, yufka kabıklı.

( ü Ölet; Salgın ölüm. Bu kelime Şimal Türkçesinde de bu manada ve koleraya yakın manalarda kullanılıyor. Türk Yurdu.
(2) Kala: Bir nevi gelinciktir. Yufka kabuklu cevizlere çok musallat olur. Onu kırmadan maharetle delerek içini tertemiz boşaltıp ayıklar.
0 ) Sohbet: Bu taraflarda ahbap arasında yapılan sıra ziyafetlerinin yazmkilerine sohbet derler, Kışınkilerine gezek derler. Bundan sonraki 24
rakamlı sahifede tafsilât var.
Çökelek: Sütün, yoğurdun iki kere üç kere, yağını aldıktan sonra yaptıkları toz peynir. Galiba bu imansız denen kireç peynirden de züğürt-
• tür,
( 0 Ahşaptraş: Elmastraşı hatırlatmak için olacak,
Sayı 114 TÜRK YURDU 145

-Çamçak ne olacak? Acemin çemçesi mi? Gülistan’ın ateş karşısında, ter içinde, su içinde, yük altında, kol kuv­
şu “G a rib î kert-m ast-i p îş-â vered ! d ü -p e y m â n e âbest vetiyle, el maharetiyle, göz nuruyla çalışan her sınıf kim­
vîk-i ç e m ç e d u g ” beytindeki çemçe? seler... Demirciler, kalaycılar, bakırcılar, cezveciler, çilin­

-Belki bu, belki bunun aksi. girler... Çulhalar, terziler, keçeciler, hallaçlar, yorgancılar,

-Acaba kim kimden almış? Biz Acem’den mi, Acem urgancılar, mutaflar, çulcular, kazzazlar, debbağlar, pa-

bizden mi? Yoksa... puçcular, çizmeciler, mestçiler, kunduracılar, çarıkçılar,

-Aydın abasıdır, kısa kes! dülgerler, yapıcılar, bakkallar, ekmekçiler, kasaplar, hel­
vacılar, yağcılar, balcılar, bağcılar, bostancılar, hacılar, ho­
Şükrücük tıkandı. Suyun kalanıyla yavaşça oraları su­
calar, ağalar, beyler, memurlar, askerler, esnaf esnaf, ak­
ladı, serinletti. Ne yapacağını bilemiyor gibi, yere bakı­
ran akran, genç ihtiyar, zengin züğürt, herkes... Üç gün
yor, göğe bakıyor. Hacı ise büsbütün şaşkın. Var gibi, yok
evvel perşembe idi, cuma idi, dünkü gün pazar idi. Hani
gibi. Onlara mı sordum, kendime mi? Onlarla mı söyleşi­
yanmış bir ocak alâmeti? Hani dökülmüş bir yemek kırın­
yorum, kendimle mi? Ben de bilmiyorum. “Hani, hani?”
tısı? Ne olmuş? Çalışmıyorlar mı? Yorulmuyorlar mı? Yor­
dedim...
gunluklarını dinlendirmiyorlar mı?
Hani bu mevsimlerde buralarda on beş yerde, otuz
Yalnız burada değil, bütün mesirelerde, bağlarda,
yerde ateşler yanardı... Büyük kuzu tencereleri, kazanlar
bahçelerde perşembeleri çokluk bu taraflarda, çay bo­
kurulurdu.. Her sınıf halk, herkes kendi alayıyla, ahbap
yundan, Paşabahçesi’nden, Minasin’den, Eblahlara, Para-
ahbap, esnaf esnaf, arasta arastalü, takım takım, onar on-
bağlara kadar Damdanpınarlara, Ahupınarlarına, Yıldı-
beşer kişilik birer salkım hâlinde kilimler, seccadeler, ha­
zanlaraG) kadar. Pazarları çokluk daha yukarı taraflarda.
lılar üstünde öbek öbek otururlardı. Kahveleri alırlar, ci-
Hacı Şaban Bahçesi’nden Zanbaklılara,'Be2irgânpınarları-
garaları dumanlatırlar, nargileleri tokurdatırlardı. Yerler­
na kadar, Yenice Mahalle su açıklarından Gölcük kenar­
di, içerlerdi.. Türküler, mâniler, şarkılar söylerlerdi. İlâhî­
larına kadar, Öküzbattı’dan SidrelereO kadar bahçeler,
ler okurlardı... Gâh cemaat cemaat, gâh büyük cemaat
bahçeler... Gökçay bahçeleri. Doğancı bahçeleri, Dere
hâlinde ikindi, akşam namazları kılarlardı. Şakalar, şama­
bahçeleri... Bağlar, Bağlar, Kumbağlar.. Kadın yerleri, Ça-
talar, sesler, haylar, huylar etrafı tutardı.
kalG) dereleri.. Her su başı, her ağaç gölgesi birer cennet.
Akşam olunca gâh alaca karanlıklarda, gâh yarım ve­ Halkın en düşkünleri bile birer adam. Gelirlerdi, şenle-
ya bütün mehtaplarda, kimi cübbesini veya Şam hırkası­ nirlerdi, şenletirlerdi. Gelemeyenler bu şenlikleri olduk­
nı omuzuna atarak yaya, kimi palan veya eğer üstündeki ları yerlerde, evlerinde, kendi bahçelerinde, bağlarında
post örtü üzerine kurularak atlı, eşekli evlere dönerlerdi. yaratırlardı. Bunlar yalan mı? Allah aşkına söyleyin! Allah
Dönüşte de, “Alıverin kır atımın gemini” gibi, “Berga­ aşkına, şuradaki çınarlar söyleyin! Ötedeki kestaneler,
ma’nın köprüsünü sel aldı” gibi, “Ey gaziler...” gibi, “Ce­ söyleyin!
zayir’in gemileri...” gibi, “Ey garip bülbül, diyarın kande-
Buralarda Kavukçu Deli Haşan Ağa güldüğü vakit,
dir” gibi dalga dalga sesler yerle gök arasını doldururdu.
Bostan Çelebi Ağa(D cinlenip bağırdığı vakit kahkahaları,
Ağaçları, ağaçlardaki yuvaları, yuvalardaki kuşları aşka ge­
velveleleri yukarıdaki delik kayayı çınlatırdı. Burkutmaza-
tirirdi, cezbeye düşürürdü. Bunlara ne olmuş, niye gel­
de Halil Efendi, Gülenin Mehmed Ağa, Sarraç Abdi Ağa
memişler? Niye gelmiyorlar?
ince ince nükteleriyle, kinayeleriyle kızdırdıkları vakit,
Şu setlerin üstünde, şu sundurmanın altında, şu köş­ Camiz Ağa’nınlD pıtır pıtır gevrecik halleri taşları patlatır­
kün içinde, şu çınarların gölgesinde, şu taşın arkasında, dı. Delik kayadaki Kundaklı Ebe’yi güldürürdü. Yesarî
şu duvarın dibinde, ötelerde, uzaklarda, yakınlarda mah­ Hoca Halil Efendi’nin çuvaldız gibi sarakalarıyla Davulcu
şerler toplanırdı, kıyametler kopardı. Bütün bir haftada. Veli Ağa çıldırırdı, yerlerde yuvarlanırdı, kendini sulara

( ü Ai'aste, Arasta: Esnaf çarşısında mahalle gibi belli başlı sokaklar, sıra vardı. Dükkânlar ve buralarda çalışan esnaf
ü ) Birer mesire, birer mevki, bağ, bahçe. [Metnin orijinalinde her üç not için aynı referans numarası kullanılmıştır.]
ö ) O zamanın belli başlı şenliklerinden birer merhum. [Metnin orjinalinde her iki not için aynı referans numarası kullanılmıştır.
146 TÜRK YURDU Sayı 114

atardı. Bir defa yollamış(i) diye gaziler helvasını ağzına Aman!... Hicran geliyor bak, elinde oku
doldurdular, doldurdular. Veli Ağa tıkandı. Zavallı öle­ Gel aşkımı gözlerimin içinde oku.
cek. Telâş ettiler. Boğazına ağaç kaşığının sapını soktular. Ağlıyorsun, âh böyle daha âfetsin
Boynuna şamşak dolusu su attılar. Kurtuldu, kurtuldu. Ağla... Biraz kalbindeki coşkunluk dinsin
İlk söz olarak “Bırakın, helva şehidi olayım!” diye bağırdı. Şimdi matem dakikası, gündüz sönüyor
Bak sürüler yavaş yavaş kırdan dönüyor
Bunu ben gözlerimle gördümdü, kulaklarımla işittimdi.
Yorgun kaval sesleri var uzak dağlarda
Gözümü kaldırınca gördüm... Arkadaşlar suçlu gibi Kahkahalar yükseliyor karşı bağlarda
oturuyorlar. Başlar eğilmiş, yüzler düşmüş dinliyorlar. Şu yamaçta ateş yakmış bir çoban kızı
Benimse eski hatıralar başıma vurmuş. Boğazım kuru, se­ Bak derinden gülümsüyor akşam yıldızı
sim kuru, gözüm kuru, yüzüm kuru, ruhum kuru söyle­ Ey sevgili, eğlenelim bu gece biraz
niyorum. Yırtılır gibi, yırtar gibi, of, Allahım! Şu havuza Artık yeter değil mi, bu ettiğim niyaz
atılsam da boğulsam, gitsem! Gel istersen dolaşalım biraz denizde
Sandal bizi bekliyor bak körfezimizde
Böyle dedim... Bilmedim. Bir anda birşey oldu. Göz-
Kumral başın bürünsün bir havaî tüle
yaşlarımı tutan setler yıkıldı, gözlerim şakır şakır boşan­ Benze, sisler içinde bir sarışın güle
dı. Benimle beraber arkadaşlar da ağlıyordu. Bizimle be­ Aşkımızı düşünelim loş dalgalarda
raber sular da, taşlar da, ağaçlar da ağlıyordu. Ne kadar Barışalım, kollarını boynuma sar da!...
ağladıksa ağladık. Bunun hesabını tutan olmadı. Güneş *
batarken bizi işte bu hâl içinde bırakmış. Ortalık kararsa Geldi, yüksek göğsünde bir kırmızı lâle
belki de daha ziyade bu hâl içinde kalacaktık. Bir ilâhe gururuyla baktı hilâle
Rüzgâr esti, enginlere açıldı yelken
Ispartalı H a k k ı
Biz bir gönül rüyasına dalmış gülerken
♦ Ufukları sarhoş etti coşkun sesiyle
EDEBİYAT Hayalime kanat verip bir busesiyle
Ey şairim, gönül çağı geçmeden, dedi
ÖLMEYEN SEVGİ Biz ölümle aşkımızı etsek ebedî
Celâl Sahir Beye
Ya sevgimiz yaşamalı ya biz bu ilde
Kalbimizle dua ettik mehtaba karşı
Bana mezar olsun artık bu mavi belde
Duamızın füsunuyla titrettik arşı
Sevgi denen âfeti biz bir rüya sandık
Gözlerime bir ürperme çöktü ansızın
Eski çıplak yaşayıştan artık usandık.
Dalgalarda soldu beyaz gölgesi kızın
Kalbimizde dalgalandı İlâhî ışık
Deli gibi yumruk sıkıp, haykırdım durdum
Âh, ey gökten “Serendib”e düşen ilk aşık
Ufuklara gözlerimin gayzıyla vurdum
Cennetteki bahçelerden seyret bizi sen
Eeryadıma neden cevap vermiyor sesi
Dinle yanık bağrımızın üstünden esen
Yalnız suda gülümsüyor ayın gölgesi
Coşkun gönül türküleri bir füsunlu saz
Âh bildim, ben o kızdan artık uzaktım
Buse bilmez bir genç kızın kalbinden beyaz
Kâinata bir lânetli vedayla baktım
Biz sevgiyi Tanrı bilip gönül bağladık
Sinirlerim büründü bir sarhoş uykuya
O âfetin dizlerine düşüp ağladık.
* Bir asabî kahkaha ile bağırdım suya
Ey sevgili unutmadım o son buseni
Niçin dargın bakıyorsun kalbime ey yar?
Aramaya geliyorum denizde seni!...
Ruhundaki elemleri hayalim duyar!
Seninle ben sevgi için vuran bir kalbiz Beylerbeyi, 3 Nisan 332
Gel sevgilim darılmadan barışalım biz! Y u s u f Z iya

( b Yollamış: Bir nevi ziyafetlerde yemek yerken, sofrada bulunanların sofraya hizmet edenlere ikram ettikleri helva gibi, baklava gibi tatlı lok­
malarıdır. “Bunu yavuklun yollamış, yârin yollamış” diye ikram olunan kimsenin ağzına korlar. Esas bu olmalıdır. Bazan da sofradakilere ve­
rilir ki bu törenin müstesnasıdır. Coşkunluk eseridir.
Sayı 114 TÜRK YURDU 147

içTimivm
TÜRK KADINLIĞININ TERBİYEYİ MEVKİİ

Kadınlarımızın açtıkları sergiler münasebetiyle

Türk kavminin hayat-ı içtimaiyesinde tâ eskiden beri hakları olan dinî mevkilerinden de verilen kadınların İçti­
kadınların büyük bir mevki-i İçtimaîleri vardı. Türk kadı­ maî hukukları olamazdı. Ve binaenaleyh onlar için oku­
nı zevcinin tam manasıyla bir hayat arkadaşıydı. Eski ma yazmanın da lüzumu yoktu. Zaten müteahhirîn tara­
Türklerde harp ve askerlik işleri tamamen erkeklere, aile fından yazılan ahlâk-ı mutasavvıfâne kitapları da kadınla­
işleri ve başka maişet umûru bütün bütüne kadınlara ve­ rın okuyup yazmasını men ediyordu. Onların kendi ahlâ­
rilmiş gibiydi. Bu usûl gitgide değişti. kî ve felsefî mebdelerine göre uydurdukları hadisleri, de­

Türk kavmi arasında başka muhitlerde zuhur eden lilleri bile vardı!...

dinlerin intişarı, medeniyetlerin temessülü bu an‘aneyi Fakat Türkistan’da gayret ve hürriyet erbabından ba­
alt üst etti. İslâmiyetin kadınlara verdiği hukuk-ı medeni­ zı kimseler tarafından teşkil edilen kadınlara mahsus mü­
ye pek yüksekti. İslâmiyet nokta-i nazarınca kadınlar bü­ esseseler de büsbütün yok değildir, meselâ bugün Tür­
tün hukuk-ı medeniyeyi hâizdi. Bazı istisnalar var idiyse kistan’ın birçok yerlerinde gördüğümüz Bibi Sehşenbe
de bu istisnalar ancak kadınların müstakil bir sınıf-ı İçti­ kadınlara talim ve terbiye vermek, vaaz ve nasihat kılmak
maî itibar edilmesinden ileri geliyordu. İslâmiyetin ka­ için ihdas olunan bir cemiyet gibi birşeydir. Bu gitgide
dınlara bahşettiği hukuk-ı medeniye hicretin ilk asırların­ millî bir âdet hâlini almışsa da İçtimaî ve ahlakî kıymetini
da masun kalmıştı. Fakat maatteessüf bu hâl çok devam kaybetmiş, eskideki maksadının tamamen aksine hizmet
edemedi. İslâmiyete seciyece nazariyat-ı enfûsiye sahibi eder bir hâle gelmiş ve bugün bile bu hâl üzere berde­
olan İranîlerin duhulü ve medeniyet-i İslâmiyenin nazari­ vam bulunmuştur.
yat derecesinden yükselip amelî hayat sahasına çıkması
Gaznevîler, Selçukîler gibi cenubî Türk hükümetle­
ile başlayan İçtimaî sınıflar ve bunlar dolayısıyla gelen
rinde kadının mevkii ahvâl-i içtimaiye üzerine pek fena
ihtilâfât ve münakaşaları teâkub eden merkeziyet ve is-
tatbik edilmiş olan ahkâm-ı dahîle, cemiyetin haricinden
tibdad fikirleri gibi efkâr-ı mütezâde mezkûr hukuk-ı me-
gelen kavanîn ile tayin edilmiş olması ihtimalini ileri sür­
deniyenin eksilmesine sebep oldu. Türklerin İslâmiyete
mekten başka bir söz söyleyemeyiz. Gerçi bu hükümet­
girişleri veyahut Türkler arasında İslâmın kökleşmesi işte
lere dair yazılan âsârda kadınlığa dair az çok rivayetlere
bu hâdiselerden sonra idi. Bunun için Türk kadınlığı es­
tesadüf ediyorsak da bunlardan daha bir hükm-i tarihî çı­
ki hayat-ı içtimaiyesindeki mevkiini kaybetmeye başladı
karamıyoruz. Tetebbuumuz noksandır.
ve aynı zamanda hukuk-ı İslâmiyeden de tamamen istifa­
OsmanlI Türk kadınlığı hakkında söyleyeceğimiz
de edemedi. Bazı Türk kabileleri müstesna olmak üzere
sözler de mevzu bahis şehirliler olmak şartıyla Gaznevî­
bu hâl bugüne kadar devam etti. Türk kadınlarının en
ler, Selçukîler hakkında söylediğimizin aynıdır. Şüphe
acınacak hâlde bulunduğu yer İran’a en yakın olan Orta
yok ki OsmanlI Türk kadınlığının en ezilen, erkeklerden
Asya’dır, Türkistan’dır.
en çok fenalık gören sınıfı şehirlilerdir. Bu hükmümüz az
Bu zavallı ana ülkede kadınların mevkileri öyle fena çok tarihe karışmış bir mazi için olmakla beraber hâl ve
ve berbat bir hale geldi ki, nükte-perdaz bir âlimden riva­ bugün için de bir hisse çıkarılabilir. Şu son dört beş yıl ve
yet olunduğuna göre zamanıyla Buhara-yı şerifte kadınla­ hele şu umûmî harp yılları içinde yapılan birkaç teşebbü­
ra namaz farz mı, değil mi mesele-i fıkhıyesi (!) mevki-i sümüzü istisna edersek, kadınlara daha bir hayat adamı
müzakereye konulmuştur. Demek ki kadınların insan ol­ gibi bakamadık. İçtimaî bir mevki vermek istemedik.
duğuna bile şüphe ediliyordu. Nasıl baktık ve istedik, diyebiliriz ki, aile teşkilâtımız, aile
Ora hâllerini yakından tedkik edenlerin buna inana­ kanunlarımız kadınlarımıza, bugüne kadar muasır ve ha­
cağına şüphe etmiyoruz. Tabiîdir ki, bu kadar sarih bir yatın icap ettirdiği muhit-i hukukîyi vermiyordu. Geçen
148 TÜRK YURDU Sayı 114

sayının Şuûn kısmında bu babda tadilât ve ıslâhat yap­ AÇIK SÜTUNLAR


mak maksadıyla bir encümen teşkil olunduğunu yazdık.
MANSURÎZÂDE SAİD BEYE TEŞEKKÜR
İnşaallah bu encümen asrın icap ettirdiği sûretle hareket
eder. (Başı cilt 10, sayı 9 ’dadır.)

Köylü OsmanlI kadınlarının mevkii hakkında alelace­ Dahası var!


le iyi bir hüküm vereceğimiz anlaşılmasın. Bu imkân ha­
Bu şekil meselesi, meselâ, arz-ı lâzım mıdır?.. Arz-ı
ricindedir. Fakat şu kadar var ki, onların çektiği, onların
mufarık mıdır?...
gördüğü, zannımıza göre, ekseriya zevçlerine bir hayat
arkadaşı olamamaktan ötürü değil, hayat ve daha doğru­ Benim zannıma kalırsa alelumûm şekil (hendesî,
su dâr-ı mihnet ve zahmet arkadaşı olmaktan ileri geli­ gayr-i hendesî, billûrî, gayr-i billûrî olsun!) arz-ı lâzımdır.
yor. Taşra kadınlarının hukukuna, mevki-i İçtimaîsine do­ Zira, -her ne olursa olsun- şekilsiz bir madde tasavvur bi­
kunanlar zevçleri değil, daha başkalarıdır. Onlar zevçle­ le olunamaz. Aristo vakıa öyle bir madde tasavvur etmiş
riyle beraber eziliyorlar... ve ismine “heyulâ” demiş, fakat bilmem nasıl buna mu­
Bunun için Anadolu kadınları bir şahsın mağdum ol­ vaffak olmuş? Bugün aklı başında olan hiçbir feylesof
maktan ziyade cemiyetin ve tarihin mağdurudurlar. yoktur ki, maddeyi şekil ve sûretten ârî ve berî olarak ta­
Hamdolsun Osmanlı Türk cemiyeti bu gadrini az çok an­ savvur edebilsin!...
lamaya başladı. Hükümet Anadolu kadınlarına da mek­
Demek ki, şekl-i arz lâzımdır. Şekl-i billûrî dahi -te­
tepler açıyor, onları da İçtimaî hayata hazırlıyor.
bellüre kabil olan maddeler için- öyledir. Fakat biz bazı
Biz makalemizle Türk dünyasının muhtelif yerlerin­ maddeler biliriz ki, allotropie hâdisesi arzederler. Yani
de, muhtelif kabilelerinde gelip geçen veyahut bugün bazan şekl-i billûrî üzere tasallub ederler. Bazan da bî-şe-
yaşayan mümtaz kadın simâlarından bahsedecek deği­
kil (amorphe) olarak tasallub ederler. Meselâ kükürt gi­
liz... Bahsimiz halk ve umûm üzerinedir. Böyle hususî
bi, fosfor gibi...
şahsiyetleri saymak, onlardan bahsetmek istersek hâki­
miyetlerini saklayabilen tarafların ağır geleceği bellidir. Bu hâlde şekle ne diyeceğiz? Elbette arz-ı mufarıktır,
Çünkü büyük simâları yetiştirebilecek taksim-i âmâl, hu- diyeceğiz. Daima şekl-i billûrî üzere tasallub eden mad­
kuk-ı içtimaîyeden mahrum olan mahkûmlarda değil, deler için dahi -aynı şey- arz-ı lazım olmak icap edecek.
bunlara mâlik olan hâkimlerde de olabilir.
Sonra -aynı madde- meselâ su için şekl-i muayyen ol­
Mahkûmiyet ziraat ve mahallî ticaret gibi aileyi daima mayacak, fakat su tasallub edip de buz hâlini aldığı za­
hâl-i itidalde tutmaya meyyal olan sanatları terakkî etti­ man şekl-i billûrî -bir nokta-i nazara göre- arz-ı hâs ola­
rip, hâkimiyet ise bilâkis bu sanatlardan uzaklaştırmaya cak. Çünkü eşkal-i billûriyesi sırf kendine mahsustur. Di­
mütemayil ve inkısam-ı âmâl ve ihtisasa bâis olduğundan
ğer bir nokta-i nazara göre arz-ı lazım olacak. Zira su ta­
hâkimlerde umûmî aile hâlleri hâl-i itidalde kalamaz ve
sallub etsin de şekl-i billûrîden ârî olabilsin. Bu görülmüş
bunun tesiriyle mümtaz şahsiyetler yetişir.
birşey değildir. Aynı suyun eşkâl-i billûriyece arzettiği te-
Aralarında İran medeniyeti an‘anelerinin yayılması nevvüât-ı garibeyi kale almıyorum.
nisbeten yakın zamanlarda olan ve bunun dolayısıyla es­
Bu kadarı kâfi!.. Fakat rica ederim. Cevher-i maddîye
ki Türk hayat-ı içtimaiyesinden daha pek çok uzaklaşma­
yan Kırgız-Kazak Türklerinde kadınların mevkii Orta - As- nisbetle arz olması lâzım geldiğine bilmecburiye kani bu­
yalılarınkine nisbetle daha iyiydi. Kazak kadınları daha lunduğum bu şekl-i billûrî nasıl arzdır? Arz-ı âmmı? Arz-ı
çok hukuk sahibi idiler. Hayata daha yakın yaşıyorlardı. hâs mı? Ai'z-ı lâzım mı? Arz-ı mufarık mı?
Bunlar “Bay’larımn, zevçlerinin bir hayat arkadaşı gibiy­ Başka bir cins arz da yok ki, onu da sorayım. Nedir?
di. Bugün de öyledir. Yavaş yavaş erkekleriyle beraber
Kim buna kat‘î bir cevap verebilir?
yükselmektedirler.
Bunun içinden çıkabilmek için bir cevap var, bir yol
Bitmedi.
var. O da arz, cevher ve daha bunun gibi kelimat ve tâbi-
Z iy n e tu lla h N u şire v a n rat-ı ıstılâhiyyeyi belli başlı birşey zannetmemeli ve
alelhusus Aristo’nun ve hele kurûn-ı vüstâ skolastikleri­
Sayı 114 TÜRK YURDU 149

nin telakki ettiği gibi alel-ıtlâk kabul etmemeli. Bunun Banka kaimesine nispetle “kâğıt olmak” arz-ı âm sa­
bazı kifayet-i müştereke ve evsaf-ı müteşabiheyi tesmiye yılabilirse, bir insan sınıfına nispetle “balıkçı olmak” dahi
için vaz olunmuş bir kelime-i ıstılâhiyeden başka birşey arz-ı âm sayılabilir ve bütün balıkçıları şâmil bir sıfat-ı
olmadığını kat’iyyen hatırdan dûr tutmamalıdır. Hele müştereke ve mümtaze addolunabilir, sanırım.
tasnifi teshil etmekten başka bir işe yaramadığına ve fel-
Kezalik herhangi cinse ait olursa olsun kışın uyuşan
sefe-i hazıra mesaili ile zerre kadar bir alâkası kalmadığı­
ha]/vanlar, cümleten bir sınıf-ı mümtaz addolunursa uyu­
na inanmalıdır.
şukluk yalnız o sınıf efradı için bir arz-ı âm addedilebilir
Bunlar hep İzafî (relatif) fikirlerdir. Eğer muayyen bir sanırım...
sınıf efradının cümlesinde görülen bir sıfat-ı müştereke-
Bu misaller biraz âmiyâne ise billûr misaline diyecek
ye ıtlâkı sahih olabilirse yalnız o sınıfa izafetle neden arz-ı
âm olmasın? Pekâlâ olabilir. Bir kâğıda “kâğıt olmak key­ yoktur.

fiyeti” arz-ı âm mıdır? Hiç de değil! Hem o kadar değil ki, Binaenaleyh Kadı’nm ibaresine müteallik olan yanlış,
kâğıt münhasıran medeniyet mahsulüdür. Tabiatta bizim itirafı lâzım noktadır. Onu ve daha bazı emsali tashih et­
bugün kullandığımız kâğıt yoktur. Bugün dünyanın en mek zarurîdir. Lâkin ikinci tarizde o kadar kuvvetli birşey
büyük mantıkıyyûnundan olan Venn, Banka kaimesini görmedim ve fikrimi değiştirmek için bir delil-i kâfi bul­
nazar-ı dikkate alınca “kâğıt olmak keyfiyetini” arz-ı âm madım.
addediyor. Fakat kaime misalini alacağına kitabı misal ge-
Zaten İslâm hükemâsı da Aristo’nun makulâtını ay­
tireydi yine olurdu. Lâkin ceylan derisi üzerine yazılmış
kitapları da hesaba dahil ederseniz o vakit kâğıt olmak nen kabul etmeyip uzun uzadıya tenkidine sarf-ı himmet

arz-ı âm addedilemez. Bunlar tekmil itibarî ve nisbî şey­ etmişlerdir. Bu tenkidat bizzat Kadı’nın eserinde münde-
lerdir. Şaşırmamak için sınıf meflaurnunu daima mülâha­ riçtir. Kezalik Kant’ın makulât taksimi büsbütün başka,
za etmeli ve o sınıfa nispetle keyfiyeti muhakeme eyle­ Mill’inki ise daha başkadır. Şurası da muhakkaktır ki, en
melidir. Dediğim gibi başka türlü içinden çıkılır yol yok­ iyisi Aristo’nunki değildir.
tur. Ben de biliyorum ki, muallim-i evvel Aristo böyle de­ Her hâlde ve an-samimî’l-kalb münekkitlerime,
memiştir. Fakat benim bu dâhi feylesofa pek çok şeyler­ muhterem eski arkadaşlarıma teşekkür ederim ve bu
de ittiba edemeyeceğimi de dostlarım bilseler gerektir.
dikkat-i dostânenin ziyadesiyle minnettarı olduğumu ar-
Nitekim Aristo hocası olan Eflâtun’a hiçbir şeyde ittiba
zederek devam buyurmalarını istirham eylerim. Vâkıa
etmemiş ve “Hakikati hocama nisbetle daha çok seve­
bütün tenkidâta ve her türlüsüne cevap verebilecek hâl­
rim.” demişti.
de olmadığım cümlenin malûmudur. Pek çok meşgu­
Hem Aristo’nun irâd ettiği misal o kadar İyi mi bil­ lüm. Fakat cümleyi halisâne temin ederim ki, bana tevcih
mem? Ben zannetmiyomm. olunacak tenkidât ve tarîzâtın bir harfini bile ihmal etm e­
Teneffüs etmek, kaide ve kaim olmak bilmem hayva­ yeceğim ve ne kadar mümkünse onlardan o kadar istifa­
natın cümlesinde arz-ı âm mıdır? Bugün mikroplar dahi de etmeye çalışacağım!
zî-hayattır. Fakat onların bazısı auaerobie, yani havâsız
R ıza Tevfik
yaşar. Havada ölür. Kezzaz (tetanos) mikrobu gibi. Sonra

bu mikrobun nasıl kaid ve kaim olabileceğini de düşüne­
miyorum. B Ü Y Ü K H İK A Y E
BABÜRHAN
Muhtelif ecnasa mensup bir çok hayvanat vardır ki,
Muhaniri: Flora Annastil
kışın mutlaka ujmşurlar. Yemezler, içmezler, kımılda­
Mütercimi: Halide Edib
mazlar, hatta teneffüs bile durur. Engourdissement hali­
(Başı yıl 3, Cilt 6, Sayı 9 ’dadır.)
ne girerler. Bunlara ne diyeceğiz? Hatta bu uyuşmak ka­
Birkaç ay sonra Kasım’ın korkuları tahakkuk etti.
biliyeti bütün o hayvanlara nisbetle ben bir arz-ı âm ad-
Şeybanî yeni bir ordu ile Babür’ün âleminde bir daha be­
detsem bana Aristo ne diyebilirdi?
lirdi.
Hülâsa:
150 TÜRK YURDU Sayı 114

Fakat Şeybanî gelince genç han da her şeyi bir tarafa eski usûldeki harplerini bırakıp yeni şeyler icadını takbih
bıraktı. Büyük bir hevesle kılıncını kuşandı. Büyük ecda­ ediyordu.
dı Timur’un hatıratından harp sanatını tetkik ettiğinden
Ayşe Begüm çoktan çocuğun vefatını sebep göstere­
yeni bir meydan muharebesine hevesli bulunuyordu.
rek akrabasına avdet etmişti. Fakat Babür asıl sebebini bi­
Şeybanî’nin ordusu görünür görünmez genç kumandan
liyordu. Ayşe Begüm kendisini sevmemişti. Kocasının
askeriyle karşı çıktı. Beş bin kişilik ihtiyat kuvveti kendi­
kendini sevmediğini iddiası belki daha doğru bir mazeret
ne erişmeden muharebeye atıldı.
olabilirdi. Genç kocası acı acı gülerek bu hareketi takdir
Bu Babür’ün ilk meydan muharebesiydi ve bunu kâ­ ediyordu. Neticesi gözyaşı ve rahatsız olmayacak mıydı?
ğıt üzerinde güzel hatlarla pekâlâ hazırlamıştı. Münec­
Hususuyla erkekler için rahatsızlık muhasaranın ilk
cimler de yıldızların müsaadekâr olduğunu söylüyorlardı.
günlerinden belirdi. Hisarları muhafaza bile yürüyerek
Sağ ve sol cenah muntazam yürüyüşle düşmanın hü­ oluyor, bütün gecenin uykusunu alıyordu. Teftiş o kadar
cumunu karşıladılar. Bu Babür’ü muntazam hareketlere uzun sürüyordu ki, akşam başlayınca ancak sabaha kadar
muarız olan eski askerlerinden biraz ayırmakla beraber istihkâmlar dolaşılabiliniyordu. Babür bir avuç maiyeti ile
kendisi merkezden Özbekleri perişan edebilecek bir şid­ düşmanı tutuyordu. Fakat birkaç defa hemen hemen
detle hücum etti. Fakat Şeybanî mağlûbiyet kabul etmi­ mağlûp oluverecekti. Bir defasında İğneciler tarafındaki
yordu. Zabitleri zaman varken ric’at etmesini tavsiye et­ kapıyı Şeybanî zorlamış, hatta muhacimlerin dördü duva­
melerine rağmen kaldı ve düşmanın cenahına vahşî sah­ rı atlamış ve on ikisi de atlamak üzere bulunuyorlardı. O
ra usûl-i harbiyle mütemadî hücumlar ve çekilişler yapı­ aralık Kuş Bey isminde kanı ve kalbi asil bir asker kılıcını
yordu. çekmiş, atılmış, arkasından da kendi gibi dört kahraman
Babür’ün harpte emelleri muhtelif yarı muntazam daha yetişmişti. Fakat bu dört kişi on iki kişiye karşı idi­
askeri karışmaya başladı. İtaat etmeyi bilmeyen Moğollar ler. Bununla beraber şedîd hücumlar, cesur atılışlarla
eski kıtal ve yağma âdetleriyle orduyu perişan ettiler. tehlikeyi bertaraf ettiler. Muhacimler birkaç ölüleri ile
O gece bir taraftan en yüksek beylerin büyük asker­ beraber duvarların öbür tarafına düştüler.
lerinin sadık dostlarının bu muharebede şehadetleriyle Kasım Bey tekrar tekrar düşman karakollarına hü­
bir taraftan büyük emelinin izmihlâli ile genç başbuğ kal­ cum ediyor, başlar getirerek duvarların üstüne asıyordu.
bi ağrırken yine sakin ve şedit bir askerî meclis topladı.
O zamanlarda ne sıhhiye, ne de Sâlib-i Ahmer vardı.
Bazı şeraitle teslim olmak mı, yoksa hiçbir şarta tâbi ol­
Muharebe muharebe idi.
mayan bir müdafaa mı?
Fakat iki kadın istihkâmların arasında dolaşıyor, yara­
Başbuğlarına emniyet ve Andican asillerinin sadaka­
ları sarıyor, ilâç yapıyordu. Babür’ün anası hanım acıya
ti, miskin Semerkandlılar aleyhine olan kararı intihab et­
tahammül edemezdi. İhsanüddevle muharip bir ırkın
tirdi. Şehri ölüme kadar, son damla kana kadar müdafa­
evlâdı olduğu için hummaya ve yaraya karşı irsî bir çok
aya karar verdiler. Bu kararla faaliyeti artan Babür istih­
ilâçlar bilirdi. Fakat adam bir defa ölür, diyor ve âdi asker­
kâmları takviyeye başladı. Hiç olmazsa burada sözünü
lere bir asil gibi bakmayı adi buluyordu. Ensevgili de
dinletiyordu. Toprak ve taş itaatsizlik edemezlerdi. Ko­
gençliğine rağmen hayır işlemek için dünyadan geçmişti.
nulduğu yerde duruyorlardı.
Böylece ihtiyarın hazırladığı, döğdüğü ilaçları alıyorlar,
Asillerin birçoğu ailelerini gizli olarak şehirden çıkar­
ana kız beyaz örtüleriyle sevgililerinin hanlığını muhafa­
dılar. Babür’ün anası ve kardeşi sevgililerini bırakmadılar.
za için yaralanan cesur askerlere bakıyorlardı. Ana kız ko­
Onun talihini her vakit takip etmişlerdi. İhtiyar nine İhsa-
yun koyuna gece hücum bekleyerek titrerken bundan
nüddevle de kaldı. Cesur ihtiyarın kalbi muhasarayı isti­
fazla birşey yapamayacaklarını söylüyorlardı.
yordu. Torununu mağlûp eden Özbek’ten sahralarda do­
ğan bir Çağatay nefretiyle nefret ediyordu. Bitmedi

Bu mesele üzerinde Babür’le epeyce kavga ettiler.


Bubür mağlûbiyeti Moğollara atfediyor, nenesi ecdadının
Sayı 114 TÜRK YURDU 151

SEYAHAT Onun için çiçenlerin istikbâlleri de parlak demektir. Ve


bir de çiçenlerin bazı cümleleri kailine isnat olunarak du-
ALTAYLARA DOĞRU rub-ı emsal sırasına geçirilir ki, bu da ayrıca bir şöhret te­
min eyler...
sayı 12, cilt Vdedir.
Düzgün ve iyi söz söyleyenlere çiçen denildiği gibi
Kazaklar pek eski devirlerden beri dillerine ziyade
bu sözleri manzum olarak irâd etmek melekesi bulunan­
ihtimam etmiş, ümmîlik ile bir lisanı ne kadar işletmek
lara da “akün” nâmı verilir ki, şair demektir, Akunlar çi­
kabil ise onu yapmışlardır. Türkçenin bir şivesi demek
çen de olurlar. Fakat her çiçenin nazm yapmak melekesi
olan Kazak dilinin asırlarca işlenmiş olan Osmanlı şivesin­
olmayabilir. Onun için akunluk müstesna bir mevki-i fa­
den daha vâsi olacağında şüphe edilemez, Kazak hayatın­
zilettir, Akunların söylediği ülenkler (şiir) kabile gençle­
da tesadüf edilecek hiçbir şeyin ve bu hayatın ilham ede­
rince derhal hıfzolunur. Parlak parçaları sözlere zinet ol­
bileceği hiçbir mananın ifadesi için hariçten bir kelime
mak üzere umumun diline girer. Akunların mevkileri
dilenmeye ihtiyaçları yoktur. Filhakika tarihi pek de
pek yüksektir. Her Kazak akunlara karşı kalbinde büyük
malûm olmayan zamanlarda Arapçadan hayli kelime al­
bir ihtiram hisseder. Zaten bu ihtiram bazan mecburî de
mış iseler de onları da tamamıyla kendi şivelerine uydur­
oluyor. Çünkü bazı ateşîn ağızlı akunlar beğenmedikleri
muşlardır. Bir Kazak ağzından çıkan kelimelerin hepsini
kimseyi hicvetmekten hoşlanırlar.
kendi malı olarak kullanır. Zaten hariçten girmiş olduğu­
nu hatırına bile getirmez, Kazak lisanında Arapçadan baş­ Kazak akün ve çiçenleri ülenk ve sözleri düşünerek,
ka nadiren de Farisîceye tesadüf olunur. Son günlerde yazarak değil, daima irticalî olarak söylüyorlar. Onun için
pek az olmak üzere bazı Rusça kelimeler de alınmış. Fa­ akün ve çiçen olamayan kimse bunlar ile söz güreştire-
kat bunlar da Kazaklaştırılarak kabul edilmiştir. Onun mez. Adamın bir sözüne karşı muntazam ve makul olmak
için Kazak lisanının halis Kazakça olduğunu iddia etmek şartıyla yüz söz bulurlar. İşte şu maharetleri sayesinde
hususunda zerre kadar tereddüt etmez. bunlar kabileleri için pek mühim bir unsur teşkil ederler.

Erkek, kadın için muhtazam, düzgün söz söylemek Başka bir kabile ile bir nizâ oldu mu vekâlet-i mutlaka çi­

bir nevi gaye-i emeldir. Bir Kazak çocuğu dili açılır açıl­ çen ve yahut akunlara havale edilir. Onlar dillerinin işlek­
maz gönlünde inkişaf eden bu emeli hissetmekte gecik­ liği sayesinde hasmını iskât ile alelekser davayı da kaza­
mez. Ata anasından, yakınlarından gördüğü natıka-per- nırlar. Bu da çiçen ve akunların kabileleriyle tefahur yol­
dazlığa derhal meyleder. Oynarken, malları toplarken... lu söyledikleri söz ve ülenklere bir zamime-i maddiye
Çocuk, Kazak genci daima arkadaşıyla söz güreştirir. Söz­ teşkil eyler. İşte şu hale göre kabilenin akunlarıyla, çiçen-
lerin düzgünlüğü, cevabın çabukluğu ile galip gelmek leriyle iftihar etmeye hakkı var demektir.
büyük bir muvaffakiyet sayılır. Hatta bu muvaffakiyetler Akunların ülenkleri alelekser enfüsî olmaktan ziyade
ata ananın aferinlerini kazanmak için de en münasip bir âfâkîdir. Ülenkler de ekseriya kavim ve kabile büyüklüğü,
vesile teşkil eder. Onun için çocuk kendinin ve muhata­ kuvveti, mal ve davarlarının kesreti mevzu bahis edilir.
bının sözlerini aynen naklederek iftihar etmekten de ge­
Müddealar da az çok hayal ile karışık maddî ve hissî de­
ri durmaz. Hele kız ve oğlan az çok hissiyat sahibi olma­
liller ile teyit olunur. Bazan cûş u hurûşa gelerek büsbü­
ya başladı mı sözlerinin zemini değişir. Tatlı, hissî vâdiler-
tün vâdi-i hayale düşer, kabilesini, yurdunu, ilini yükselt­
de dil oynatmaya başlarlar. Oğlan ve kız hususî ve umû­
tikçe yükseltir. Fakat beri tarafta hasmı olan kabile ve il­
mî eğlence yerlerinde karşı karşıya gelerek dil yarışı
leri de esfel-i safilîne kadar indirir. Bazan akün pek yük­
ederler. Bittabi muvaffakiyet ibraz edenler alkışlanırlar.
sek mevzular intihab ederek sevgili kabilesinin veyahut
İşte bu hissî alkışlara muzafferiyet de her genç için gaye-i
büyük Kazaklığın bütün sünûhât-ı milliyesini canlandır­
emeldir. Hakikaten dili düzgün olan yiğit ve kızları bütün
maya çalışır. Timsal-i fazilet olan “batırların” muhayye-
akran ve emsalleri arasında gıpta edilecek bir şöhret ka­
rü’l-ukul, harikulâde şecaatlerini hayalin alabildiğine
zanırlar. Fakat bu şöhrete herkes nail olamaz. Nâil olan­
lara da “çiçen” nâmı verilir. Edip demektir. Çiçenler kabi­ i'zâm ederek vukûat-ı maziye ile istişhad ederek mucize­

le içinde müstesna mevki işgal ederler. Bunlara ihtiram li, kerametli bir kahramanlık tasvir eder. İşte bu kahra­
olunur. “Biy’ler alelekser çiçenlerden intihap olunur. manlık önünde bütün Kazaklar lal ve mebhût olur. Bir
152 TÜRK YURDU Sayı 114

müddet için mazide batır ata babaların mefahiri içinde geçiriyomz. Türkiye bu harbse hayat ve memat meselesi
yaşarlar. olduğunu bilerek iştirak etmiştir.

Akunlar bazan âlem-i aıhaniyete dalar, cennet ve ce­ Bu harbin her bir günü ve hatta her bir saati Türki­
hennemden, azap ve rahmetten dem vuaır, enbiya ve ye’nin istikbâli ve tarihi nokta-i nazarından pek büyük bir
mürselîni yâd, evliya ve salihînin ezkâr ve ibadetlerinden ehemmiyeti hâizdir. İşte bu sûretle ehemmiyet ve kıyme­
bahseder. Takva ve vera‘ı, iman ve İslâmî tasvir ederek ti daha ziyade büyüyen sekizinci ve dokuzuncu On Tem­
Kazakları iyiliğe davet eyler. Ahireti, ölümü canlandırır­ muzlar, bundan evvel geçen On Temmuzlardan daha zi­
ken ağlar ve ağlatır. yade muazzam sayılabilir. Sekizinci On Temmuzla doku­
zuncu arasında herkesin gözüne çarpacak bir fark var.
Vakit olur ki, akün aşk ve muhabbet vâdilerinde pû-
Geçen yıl bütün Osmanlılar On Temmuz bayramını geçi­
yan olmaya başlar. Aşıkların ruhlarına, hislerine tercü­
rirken düşman topları Çanakkale’yi, İstanbul’un kapıları­
man olmaktan ziyade onların ağızlarından çıkan sözleri
nı döğüyordu. Bağdad’a yakınlaşmak istiyordu. Bal­
teşrih eyler. Maşukun hüsn ü ânından ziyade kabilesinin
kan’da en yakın komşularımız tarafından şüpheli rüzgâr­
büyüklüğünden, batırlarının fevkaladeliğinden bahseder.
lar esiyordu. Bu yıl kahraman askerlerimiz sayesinde me­
Hele sevgilinin çiçenliği pek uzun tasvirler için zemin it­
deniyetin en son moda tahrip vasıtalarıyla gelen düşman­
tihaz edilir. Akım bu zemin üzerinde dilinin bütün kuv­
larımızı, dünyanın en vahşî kavimlerini bizim üzerimize
vetini sarfeder. Sunkar ve curga at sâbahat ve melâhatin
saldıran en medenî düşmanlarımız İngiliz ve Fransızları,
timsalidir. Şu hâle göre sevgili, sunkar ve yahut curga ata
Çanakkale ve Gelibolu’dan tard etmekle İstanbul’un
teşbih edilirse bütün güzellik esaslarını cami olduğu söy­
Türk elinde Türk bayrağı altında kalacağını fahurâne ilân
lenmiş olur, demektir.
eylemekle Darülhilafe Bağdat civarından anud düşmanla­
Zaten akunlar tabiattaki güzelliklere pek az ehemmi­
rımızı koğmakla doğan sevinçlerimizden gözlerimiz pa­
yet verirler. Dağlar, bağlar, nehirler, yeşillikler, çiçekler,
rıldayarak, göğüslerimiz kabararak geçirdik.,. Geçen yıl
ağaçlar... onlar için hiçtir. Bu isimlerin delâlet ettiği mü-
şüpheli rüzgârlar esen yerlerden bu sene muavenet ve
semmâdan başka bunlarda ayrıca bir hüsn, fazla bir bedia
yoldaşlık selâmları geliyor.
hissetmezler. Onun için akunlar şairliklerini mehasin-i
tabiata medyun değildirler. Ölüm, akunlar için bazan pek Bu senenin 10 Temmuz’u azametiyle mütenasip
istikbâl olundu. Birçok zamanlar maddeten de paydar
iyi ülenkler ilham eder. Akım ölümü, ölümün mukadde-
kalacak hatıralarla teyit kılındı. Her yılda olduğu gibi bü­
melerini, ihtiyarlığı gözünün önüne getirerek hayatı,
tün şehir donatıldıktan başka Donanma Cemiyeti tarafın­
gençliği hatırlatır. Ölümü varlık ile yokluk arasında mad­
dan iki yerde iki heyet tarihî vazifelerini ifâ ettiler. Bir he­
dî bir musibet olarak tasvir eder. Yokluğu canlandırır,
yet Gelibolu’ya gidip orada Rumeli’nin ilk fatihi Şehzade
varlığı ağlatır. Fakat ölümün ilham ettiği ülenkler
Süleyman Paşa’nın türbesine ve bir mutantan ihtifal Be­
ekseriya mersiye ve yahut iştikâ ve feryat şeklinde mey­
şiktaş’a giderek büyük Kaptan-ı Derya Barbaros Hay-
dana çıkar.
reddin Paşa’nın türbesine fevkalâde donanma altın ma­
Bitmedi.
dalyası astılar. Bu münasebetle nutuklar söylendi.
H a lim Sabit
Harbiye nazırı paşa hazretleri tarafından Yaralı Zabit­
ler Yurdu ve zamanımızın harp usûllerini şehirlilere de
göstermek maksadıyla yapılan İstihkâm Bahçesi’nin
TÜRKLÜK ŞUUNÜ resm-i küşâdı icra olundu. Nafia Nezareti tarafından Sir-
keci-Ayastefanos İkinci Hattı merasim-i mahsusa ile açıl­
1 0 T e m m u z- Osmanlı Türk saltanatının tekâmülün­
dı. Bütün bu ihtifal ve ayinlerin memlekete hizmet eden­
de mühim bir hatve olan ve Meşrutiyet tarihinin birinci
lere, tarihimizde yer kazananlara ve askerlere hürmet ve
günü sayılan 10 Temmuz’u dokuzuncu defa yaşayarak
muhabbet, askerliğe rağbet, memlekete merbutiyet ala­
sevindik. 10 Temmuz’un sekizinci ve dokuzuncu defala­
metleri olduğunu söylemek fazladır. Bu faydalı işleri bize
rını dünyanın en büyük hâdisesi Cihan Harbi içerisinde
gördüren ümittir. Yaşamak ve ilerlemek ümididir. Bunun
Sayı 114 TÜRK YURDU 153

için diyebiliriz ki, bu iki Temmuz arasında izah ettiğimiz sis edilmek üzere otuz bin ve damızlık aygırlar tedariki
veçhile ne kadar büyük muvaffakiyetlerimiz olurla olsun için de otuz bin yekûnü altmış bin kumşluk iki nevi tah­
gözlerimizle göremediğimiz fakat duyduğumuz büyük ve sisat ayrılmıştır ki, bunların ehemmiyeti derkârdır. Bil­
daha mühim bir kazancımız vardır: Ümit! Bu bizim için hassa gayet maddî olan sonrakisinin ehemmiyeti bizce
hayat usaresidir. Sebatla kucaklaşan ümit, bizi daha se­ hepsinden büyüktür.
vinçli On Temmuzlara eriştirebilir.
Başka şehirlere de örnek olmak üzere bahsedeceği­
Y in e E s k işe h ir ’d e- Bu sene Yurd’un “Şuûn” kıs­ miz madde mektepler bayramıdır. Eskişehir’de bütün
mında birkaç defa bahsettiğimiz Eskişehir, Anadolu’nun mekteplerin imtihanı bittikten sonra umûm talebe tara­
bu vazî kasabası, kendisinden yine bahsettiriyor. Böyle fından Maarif İdaresi’nin de iştirakiyle bir mektepler bay­
bahsedişimiz elbette çalışkanlığı, uyanıklığı için kendisi­ ramı yapılmıştır. Talebenin terbiye-i fikriye ve bedeniye-
ne mükâfat olmaktan ziyade başka şehirlere örnek gös­ sine çok tesiri olabilecek bu bayramda Eskişehir’in bütün
termek içindir. Başka şehirlerimizde de nisbî bir uyanık­ ileri gelenleri ile beraber mutasarrıf bey de bulunup ko­
lık eserleri duyuyoruz, yahut duyuyor gibi oluyoruz. Fa­ şu ve spor yarışlarını kazananlara kendi eliyle mükâfatlar
kat henüz kâfi derecede değildir. tevzi etmiştir. Saf bir Anadolu çocuğuna bu usûller ne ka­
dar müessirdir! İşlek olmak lâzım olduğu hâlde sessiz ya­
Eskişehir’de bir alâim-i cevviye ve havaiye rasathane­
şayan, ıssız kalan şehirlerimizde değil, her cihetten mer­
si tesisine karar verilmiş ve on bin kuruşluk bir tahsisat
konulmuştur. Evet, şehrin belki başka ihtiyaçları çoktur. kez olan ve ikişer sultanî, dârülmuallimîn ve dârülmualli-
mâtlara ve yüze karib muallimlere mâlik bulunan büyük
Bu teşebbüs belki biraz fazladır. Belki de zinet kabilin-
beldelerimizde bile böyle ittifakla ve hüsn-i intizamla ya­
dendir. Fakat konulmuş şu az tahsisatla başa çıkarılabilir­
pılan bayramlar olduğunu bilemiyoruz. O Eskişehir ör­
se bundan ziraat ve sanayi itibariyle edilebilecek faydaya
nek olmaya şâyândır ve bu hâliyle iftihara hakkı vardır!
tekabül etmiş olabilecektir. Bir de millî bir kütüphane te­

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf “K ader” Matbaası


ili y

T û kk M K m

Türelerttt Tai^lesttte Caltsır

YIL; 4 SAYI: 115 (4 Ağustos 1532-17 Ağustos 1916)

^ fit. d e ^ ^ tt fit (fiC e d t ^ ç c d a. ^

Ocaklılara / H am d u llah S u b h i

Türk Kadınlığının Terbiyevî Mevkii / T.Y.

Talim ve Terbiye: M aarifimiz H akkında (3) / N âfi A tu f

BabürH an / Flora A n n astil

Matbuat: “M uallim ”ve “H ande”! S.

Türklük Şuûnu: Savaşın İkinci Yıldönüşü ve Bayram-

Tamburi Cemil Beyin Vefatı /* * '’'


Sayı 115 TÜRK YURDU 157

TÜRK YURDU
T ü rk le rin fâ id e s in e ça lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

m iL l HUTBELER
OCAKLILARA

Türk Ocağı’nda Şeker Bayramı’mn ikinci günü reis parasını ve kuvvetini alan bu memleket rakipsiz bir istik­
tarafından ocaklılara söylenilen nutuk: bâl için her ne mümkünse yapıyor. Ateşten ve sudan iki
çember içinde tazyikini artıra artıra askerini boğmaya uğ­
Aziz Arkadaşlar!
raşıyor. Sonra, denizlerin medd ü cezri gibi dalgaları uza­
Bayram günleri, kalplerimizin bir duyduğu, dimağ­ yan, çekilen ve kırıldıkça tekrar tekrar harekete gelen en­
larımızın bir düşündüğü müstesna, mübarek günlerdir. gin, koskoca bir Rusya var. Bunların karşısında biz dün­
Bayram günleri, sevinçlerimizde, kederlerimizde, ümit­ yaya kafa tutan, ezici, korkunç kuvvetiyle muhteşem Al­
lerimizde ve hasretlerimizde müşterekiz. Şimdi biz, mah­ man satveti, vazifesini kutsî bir işin imanıyla yapan Avus-
fuz bir şehrin emin, müsterih bir köşesinde kendi turya-Macaristan, genç ve iştiha ile dolu Bulgaristan ve
aramızda toplanmış bulunuyoruz. Bizim burada idrak et­ biz. Biz hiç kimsenin bizden beklemeye cesaret ede­
tiğimiz bayramla, uzaklarda ateş ve duman içinde demir meyeceği kendimizin bile kendimizden en iyi bir hayal
kasırgaları altında çarpışan, boğuşan kardeşlerimizin id­ ile ummayacağımız bir kudretle, tarihin neslimize
rak ettiği bayram arasında ne kadar fark var? Onlar şimdi, emanet ettiği vazifeyi yapıyoruz. Türk ruhunun en derin
saçları taranmamış, sakalları uzanmış dağ ve kır adamları suları karışmış, en eski kabiliyetleri baştan başa uyanmış­
hâlinde heyecanlarla dolu, soluk soluğa bir bayram tır. Balkan Harbi’nin Türkiyesi’ni, onun karanlık ve tut­
geçiriyorlar. Aramızda hangimiz bu büyük muharebede kun çehresini düşününüz, O sima nasıl değişti? Bugün
uzaktan yakından bir akrabasını, bir kardeşini, candan, memleketimiz bütün dünyanın gözleri önünde şan ve
yürekten bir dostunu, bir arkadaşını kaybetmedi? Düş­ şerefin ışığı altında nasıl parlıyor? Bununla beraber
manlarımız hiçbir veçhile istihkar ile görebileceğimiz muharebenin daha bir müddet uzaması ihtimalini zihin­
kimseler değillerdir. Fransa, İngiltere, Rusya, bütün bu lerimize yerleştirmek icap ediyor. Arkadaşlar, sevgili kar­
devletler ve milletler, en büyük davalarını ortaya atmış­ deşler, milletin istiklâli, namusu ortaya konulduğu vakit
lar, kendi haklarının, kendi büyük ümitlerinin tahakkuk vereceğiniz kurbanların adedini sayar mısınız? Yüz bin,
etmesi için, bizim hürmetimizi davet edecek bir inat ve iki yüz bin delikanlı daha feda etmeyi kıskanır mısınız?
ısrarla kahramanlık diye yâd edilmek lâzım gelen gev­ Bir de yarını düşününüz, kardeşlerin İstanbul’a döneceği
şemez bir sebat ile boğuşup duruyorlar. şan ve şeref gününü gözünüzün önüne getiriniz. Zafer
borularının, kurşunlarla yırtılmış mübarek bayraklar
Balkan Muharebesi’nden beri kendisine karşı duy­
arasında mütehassir İstanbul’a kavuşma saatini tebşir
duğumuz nefret ve husumet ne kadar derin olursa olsun
edeceği o büyük günü tasavvur ediniz! O mesut gün için
Fransa’nın her avuç toprağını nasıl adım adım müdafaa
bize tehditsiz, tehlikesiz bir istikbâl verecek olan o necat
ettiğini görmüyor muyuz? İngiltere, cihan yollarını elinde
günü için her ne çeksek, her ne versek azdır. Sevgili ar-
tutan yüz milyonlarca tebaanın cebinden ve kanından
158 TÜRK YURDU Sayı 115

kadaşlanm! Ruhumuz, hayalimizin ufkunda duran bu raşan iki âmil meydana çıktı: Hükümetin mektepleri,
tecellî karşısında titrerken Ocağınız ilk tebriğini, bize o kadınlarımızın şahsî teşebbüsleri.
günü hazırlayan ve cenk meydanlarında bizden uzak
Fakat eskiden halk maarifi bir an‘ane hâline gel­
kalan sevgili kardeşlerimize yolluyor ve sonra sizi tebrik
meyen cemiyetler için hükümetin sıkı şerâite tâbi, kati
ediyor ve sizin için o hayal ettiği bayramları diliyor.
nizamnameli mektepleri kâfi değildir. O m ektepler
23 Temmuz 1332 maarifçe pek aşağı derecede bulunan ve derbeder bir

H a m d u lla h Subhi
maişete mecbur olan sınıfları kendilerine çabuk ısın-
dıramaz. Öyle sınıflar bunun feyzinden bilmecburiye
mahrum kalır. Maarifçe daima aristokrat olmuş olan
Şark-İslâm cemiyetleri, Türkler için de ister kadın, ister

İÇTİMAİYAT erkek olsun halkımız arasında maarifin yapılması için


geniş ve seyyâl nizamnameli, basit şerâitli okul yurtlarına,
TÜRK KADINUGININ TERBİYEYİ MEVKİİ dershanelere mütevakkıftır. Erkeklerimiz için gerçi
cilt 10, Sayı lO’dadır. vereceği şeyler meslek malûmatından ibaret ise de son
cenk yılları içinde terzi, kunduracılık, çırak mektepleri
İdil-Ural boylarında yaşayan Şimal Türklerinde de
gibi serbest ve basit şerâitli mektepler açılmıştı. Fakat
kadınlar, Ondokuzuncu asrın sonlarına kadar Kır-
kadınlarımız, o zavallı kadınlarımız hemen yalnız kendi
gız-Kazak Türk kadınlarının hâiz olduğu bütün İçtimaî ve
teşebbüslerine, kendi gayretlerine bırakılıyordu. Bizim
ailevî hukuk ve imtiyazlara mâlik bulunuyorlardı. Şu
taraftan hemen ihmal ediliyordu. Son ayın içinde, maal­
kadar ki. Şimal Türklerinde veraset, nikâh, talâk gibi ah-
memnuniye, bu ihmalimizin bir zaman biteceği alâmeti­
kâm-ı aile nisbeten örf ve an‘aneye istinat ettiği hâlde
ni gördük. Aramızdan muhterem bir zatın bir teşebbüsü
dinî eseslara da merbut olduğundan daha muntazam ve
istikbâlde bizim de, Osmanlı Türklerinin de kadınlara,
daha kati denilebilecek bir mahiyette idi.
“Ey mukaddes yartıbız biznik”(Ü diye bacağından beşaret
Ondokuzuncu asrın son çeyreklerinde başlayan verdi. Maarif Nezaret-i Celîlesi tedrisat-ı ibtidaiye m üdür­
teceddüt ve intibah hareketleri. Şimal Türklerinde, er­ lerinden Ahmed Edib Beyefendi tarafından tahsil zamanı
kekler ile beraber kadınlara da tesir etti ve aynı zamanda geçmiş olmak hasebiyle mektebe gidemeyen veyahut
erkekler de yalnız kendi ihtiyaçlarını düşünmeyip kadın­ mektep tahsilini noksan bırakarak aile içerisine karışmış
ları da birlikte düşündüler. Erkekleri okutmak, ilerlet­ bulunan hanımların arzu ettikleri fenler ile dikiş, biçki,
mek, yükseltmek ne kadar düşünüldü ise kadınları da nakış gibi sanatları ve Almanca, Fransızca, İngilizce lisan­
okuma yazma bilir, kendi hukukunu anlar ve müdafaa larını ve musikiden musiki-i savtî ile piyano, keman, ud
eder, İçtimaî ve ailevî vazifesini bilir bir hâle getirmek için gibi çalgılarla fenn-i idare-i beytiye ve fenn-i tabbahati öğ­
o kadar uğraşıldı ve tafsilâtı uzun sürecek hayli muvaf­ renmelerini temin ve teshil eylemek üzere Bilgi Yurdu
fakiyet de elde edildi. nâmıyla bir müessese küşâd edilmiştir.
OsmanlI Türklüğünde, hükümetin şu bir iki senelik Bu müessesenin derslerine devam için her hangi fen
kızlar mektebi açmak gibi teşebbüslerini istisna edersek ve sanat veya lisan arzu olunuyorsa yalnız onlara muay­
kadınlar için çalışan, kadınların ilerlemesini, yüksel­ yen gün ve saatlerde devam edileceğinden bilcümle aile
mesini isteyen erkekler çok yoktur. Kadınlara bir İçtimaî reisleri için kabiliyet ve sühûlet vardır.
mevki vermek, onları da hayata tam manasıyla ortak kıl­
Yurdun dersleri şehrî gayet cüzi bir ücret mukabilin­
mak hususlarında hâlâ ihmallerimiz vardır. Bugün bile
de ise de hiç okuyup yazması olmayan ve nasılsa şimdiye
kadınlarımıza bir hayat arkadaşı nazarıyla bakmaya tenez­
kadar tahsili ihmal edilmiş bulunan hanımların elifbadan
zül etmemek istiyoruz. Bereket versin ki, şu son iki üç yıl
içinde bizim şu nokta-i nazarımızı değiştirmek için uğ­

( b Mezkûr mısra Şimal Türklerinin halk şairi Abdullah-ı Tokadı merhumundur.


Sayı 115 TÜRK YURDU 159

başlayarak okuyup yazma öğrenmeleri kâmilen mec- tetkik ederek fevkalâde maharet gösterenlere mükâfatlar
canendir. tayin etmiştir.

Bundan başka Bilgi Yurdu’nun kadınlara münhasır Biçki Yurdu bu yıl üçüncü devre-i tedrisini ikmal et­
bir müessese bulunması hasebiyle kadınlığın ve bâhusus miş ve ikinci sergisini tertibe muvaffak olmuştur. İlk sene
bizde nüfus çoğalması meselesinin en ziyade alâkadar ol­ otuz kadar hanıma dikiş ve biçki öğretip şehadetnâme
duğu çocuk hıfzussıhhası, çocuk büyütmesi, çocuk bes­ vermiş olan bu müesseseye bu yıl iki yüz elliden fazla
lenmesi de yine yurtta muntazam bir sûrette kâmilen genç kız ve hanım devam etmiştir.
meccanen tedris olunacaktır. T ü rk K a d ın la n E sir g e m e D e m e ğ i S erg isi- Haki­
Bilgi Yurdu’nun mahdut bir programı, şehadet- kî bir esirgeme ve şefkat derneği olan bu müessesenin
nâmesi, diploması yoktur. Burası yalnız hanımların ten- feyzinden müstefid olarak yetişen muhacir, fakir ve şehit
vir-i fikrine, Türk kadınlığının muhtaç olduğu ilm ü mar­ kız ve çocukları tarafından işlenmiş bu sergiyi ziyaret
ifet ve sanatın itâsıyla onları yükseltmeye hizmet eder ve ederken insanın kalbi ne kadar sevinçle çarpıyor ve göz­
müdavimînini muallimelik, telefonculuk, mağaza hizmet­ leri ne kadar sürurla parlıyor. Sergi, Türk Ocağı’nın geniş
leri, ticaret muamelâtı, ev idaresi, çocuk terbiyesi ve saire iki salonunda, ramazan-ı şerifte açıldı. “Mazhar olduğu
gibi bir çok mesleklere hazırlar ve bir kere devama baş­ rağbet-i umûmiyeye binaen 29’uncu Ramazan’a kadar
layan tâlibesini ale’t-tedric yükselterek tahsilini istediği
temdid olundu. Sergide gösterilen eşya her biri kadın,
noktaya kadar takip eder.
erkek ve çocuğa mahsus olmak üzere üçer sınıflı üç kı­
Bilgi Yurdu’na devam için mahdut bir müddet-i tah­ sım eşyadan ibaretti: Eski Türk-kârı hesap işleri, dikiş ve
sil olmadığından şehadetnâme verilmiyorsa da Yurd’u biçki işleri, sarma işleri. Bu son iki kısımda olan mamûlât
terkedenlere yalnız bulundukları müddet ile devam et­ da her hâlde şâyân-ı takdir idi. Hesap işlerinden imal edi­
tikleri ders hakkında bir tastiknâme îtâ olunur. len eşya perdeler, buluzlar, örgüler, çamaşır, çay takımla­
Ahmed Edib Beyefendiyi bu güzel teşebbüslerinden rı, çantalar ve sairedir ki, eski Türk âsârınm zarafet ve ne­
dolayı tebrik eder ve hemşirelerimizden de bitmez, fasetine, mazideki Türk kadınlığının müşkilpesend seci­
tükenmez mesaî ve içtihatlar bekleriz. yesine birer maddî delil olduğu gibi bugünkülerin de sa‘y
Bilgi Yurdu kadınlar hususunda bizim nazarlarımızın ve istidadına birer şahitti.
değişeceğini, bizim yükseleceğimizi haber veriyor. Fakat Sırf teşebbüs-i şahsî ile çalışan ve analar mer­
iş bununla da bitmez. Biz yükselir ve yükseltirken yük- hametinin mücessem bir timsali bulunan bu cemiyetten
selebiliciler de, yükselmeye müstaid kadınlık da lâzımdır. gazetelerimiz pek az bahsediyor. Biz bu noksanı biraz
İşte o kadınlık teşebbüs-i şahsîleri, gayretleri ile yukarıda doldurmak için biraz da cemiyetin kendisinden bahset­
zikrettiğimiz Türk kadınlığıdır. İşte onun maddî delilleri mek istedik. Esirgeme Derneği on iki kişiden mürekkep
Biçki Yurdu, Esirgeme Derneği! bir heyet tarafından idare olunur ve iki yüzden fazla
azaya mâlik bir kadınlar cemiyetidir. Cemiyetin
kâtibesinin beyanına göre azalar meyanında hariçteki
T ü rk K a d ın la n B iç k i Y u rd u T arafın d an Y ap ı­
la n S ergi- 27 Haziran’a müsadif Pazartesi günü Maarif
Türk dünyasından meselâ şimal Türk dünyasından da

Nazırı Şükrü Beyefendinin huzurunda küşad edilmiştir, birkaç kadın aza bulunmaktadır. Cemiyetin maksadı ök­
küşâd merasiminde merkez kumandanı. Maarif Nezareti süzlük veyahut yoksulluk dolayısıyla okuma yazmadan,
Müsteşarı, İstanbul Maarif Müdürü, Sanayi Müdürü Veki­ sanattan mahrum kalan Türk-İslâm kızlarını terbiye et­
li ve zevat-ı saire bulunmuştur. Resm-i küşada Türk Yur­ mek ve onlara aile sanatları öğretmektir. Cemiyet bu
du, Türk Ocağı, Türk Bilgi Derneği gibi millî cemiyetleri­ maksadına yetişmek için Dört Yıllık Tedrisat Nizâm­
mizden de murahhaslar davet olunmuştu. Tâlibâtın ser­ nâmesi tertip etmiştir. Her yıllığı birer kısım olan bu ted­
giye konulan eşyayı imal hususunda gösterdikleri istida­ risat hesap işleri, sarma işleri, dikiş ve biçki işleri ile tah­
dın derecesini takdir için Alman Biçki Muallimesi Matma­ sil-! nazarîdir. Bu yıl cemiyet üçüncü yaşını yaşamıştır.
zel Beauvoir ile Madam Cloche ve Terziler Cemiyeti Birinci senede yirmiden eksik talebe kabulüyle işe baş­
Kâtib-i Mesulü İsmail Baha Beyden mürekkep bir heyet
teşkil edilmiş ve bu heyet imal olunan eşyayı birer birer
160 TÜRK YURDU Sayı 115

lamışken bu yıl yüze yakın talebeyi terbiye ve talim et­ arz-ı şükran eder ve çalışkan hemşirelerimizi de muvaf­
mekle meşgul olmuştur. fakiyetli mesaîlerinden ötürü tebrik eyleriz.

Cemiyetin dört sınıf azası olup senevî azalık parası da Z iy n e tu lla h N u şire v a n
buna göre tertip olunmuştur ki, bu noktada cemiyete aza
K ad ın lan Ç alıştın n a C em iyet-i İslâm iyesi- Bu
kaydolunmak isteyen herkes için bir kolaylık yapılmıştır,
makale dizilip bittikten sonra kadınlarımız için şu isimle
Birinci sınıf aza senevî bir lira, ikinci sınıf aza 50 kuruş,
bir cemiyet teessüs ettiğini işittik. Pek hayırlı bir teşebüs-
üçüncü 20, dördüncü de on kuruş azalık parası verir.
tür. Şimdiye kadar ihmal etmiş olduğumuz vazifelerimi­
Heyet-i idare her hafta bir gün toplanıp müzakerede
zin birisini anlamak demektir. Bu bizim için pek sevinçli
bulunur. Cemiyetin muallimeleri arasında bir ikisi maaş
bir beşarettir. Müteşebbis ve müessislerini tebrik eder ve
ile alınmış olup kısm-ı diğerini fahrî olarak talim ederler.
devamlı muvaffakiyet dileriz,
Derneğin varidatı azalık vergisi, tertip olunan sergi,
T. Y.
piyango, müsamere gibi şahsî teşebbüslerle gelen hasılât ♦
ile hayrat sahipleri tarafından verilen az çok hediyeler­
den ibarettir. Şair Nigâr Hanım’ın derneğe hediye etmiş TALİM UE TERBİYE
olduğu bir şiir mecmuasını da hâsılat olur belki diye neş- MAARİFİMİZ HAKKINDA-3
retmişlerdir ki, Elhan-ı Vatan unvanlı bu mecmuayı oku­
Makalenin İkincisi ÎO’uncu cildin 8’inci sayısındadır.
malarını kârilerimize tavsiye ederiz (Fiyatı ancak beş ku­
ruştur). Komenyus bundan bir buçuk asır evvel tahsili dört
dereceye ayırmıştı:
Cemiyetin daha şâyân-ı takdir bir maddesi vardır ki,
o da tâlibâtına mahsus bir Yatırma Sandığı tesis et­ 1. Ana Mektepleri, 2. Mekâtib-i İbtidaiye-i Umûmiye,
mesidir. Tâlibâtın kendi mamûlâtının satış parasından bir 3. Jimnazlar, 4. AkademilerlÛ
kısmı derneğin mahsus bir kasasına teslim edilir ve bu Bu taksim aşağı yukarı bugünkü teşkilâtın da
sûrede her tâlibenin tahsil müddeti olan dört sene için­ ruhudur. Bizde tahsil-i ibtidaî, tâlî ve âlî derecede ayrıl­
de hayli parası toplanılmış olur, Tâlibât mektepten çıktığı mıştır. Tahsil-i ibtidaî ana mektepler ve sıbyan sınıfların­
zaman evlenmek ister veyahut hasta olursa veya buna da, mekâtib-i ibtidaiye de el işleri ve ihtiraf mekteplerin­
mümâsil bir ihtiyacı olursa para kendisine verilir. Gayet de verilir. Nümûneler ile darüleytamlar ve Kayseri, Sivas
güzel olan bu usûlün diğer belli başlı mekteplere de teş­ gibi bazı mahallerde açılan öksüz yurtları hep mekâtib-i
mil olunması arzu olunurken Dârülmuallimîn talebesinin ibtidaiyedendir.
bir kısmı buna teşebbüs ettiği hâlde idaresi tarafından
Tâlî mektepler, idadiler, dârülmuallimînler, dârül-
men edildiğini işittik!.,.
muallimâtlar, bazı sanayi mektepleri ile sultanîlerdir.
Esirgeme Derneği’nin masaîsini daha ziyade tevsi Bunların fevkinde dârülfunûn ile dârülfünûn teşkilâtının
ederek programlarına yemek pişiricilik, ütücülük, kolacı­ haricinde ticaret, ziraat, sanayi-i nefise, baytar gibi muh­
lık gibi daha birçok aile sanatı şubelerini ilâve etmek fik­ telif mekâtib-i âliyemiz daha vardır.
ri varsa da bugün bulundukları dairenin adem-i kifayesi
Teşkilât-ı maarife ait tetkikatımızı diğer bir makaleye
dolayısıyla bu tasavvuru akîm kalmıştır. İstikbâlde tahak­
bırakalım. Burada m uhtelif derecelerdeki muhtelif
kuk edeceğine ümitvar oldukları bu tasavvurlarının da
mekâtibin ders programlarını sıra ile bir gözden geçire­
fiiliyete çıkmasını temennî ederiz.
lim:
Biçki Yurdu’yla Esirgeme Derneği tarafından açılmış
Ana M ektepleri- Ana mektepleri hakkında henüz
olan sergiler bize İstanbul Türk kadınlığı hakkında pek
bir program ve talimatnâme neşredilmiş değildir. Yalnız
iyi fikir ve ümitler verdi. Her ikisinin müteşebbis ve
sekiz on maddelik muhtasar bir nizâmnâmesi vardır. Bu
müdürlerine milliyetperverâne hizmetlerinden dolayı
nevi müesseselerin bizde resmen açılması henüz iki üç

( b Histoire de la pedagogie, G, Compayre, p. 703.


Sayı 115 TÜRK YURDU 161

senelik bir meseledir. Yalnız Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-ı çok yanlış tefehhümler oldu. Ana mektebi her şeyden ev­
Muvakkati’nin dördüncü maddesi bu mekteplerde neler vel ana kucağıdır, çocuk orada anasının lisanını, anasının
gösterilebileceğini işaret etmektedir: “Ana mektepleri ve şefkatini, anasının ihtimamını duymalıdır. Ana mektep­
sıbyan sınıflarbb çocukların sinleriyle mütenasip olarak lerini 4-7 yaşındaki yaramazları, söz dinlemezleri bir
faydalı oyunlar ve tenezzühler, el işleri, İlâhîler, vatanî araya toplayarak analarını evde rahat bırakacak mües­
manzumeler, dürûs-i eşyaya müteallik mükâleme ve seseler telakki eden bazı yerler bu mektepleri ve bu
musahabeler ile nümâ-yı ruhî ve bedenîlerine hizmet çocukları yetmişlik ihtiyar kadınların ve hatta erkeklerin
eden müesseselerdir,” Madde-i sâlife ana mekteplerinin ellerine verdiler. Bir kısım yerde de çocuklar lisanı ve
hutût-ı esasiyesini çizmiş olmakla beraber bütün meş­ duygusu itibariyle kendisinden büsbütün ayrılan kadın­
guliyetlerini ve derslerini göstermiş değildir. En yeni ve lara teslim edildiler...
son ana mekteplerinde meşguliyetleri kaydedersek fark
Ana mekteplerinin kısm-ı azami Frubel hediyelerine
derhal göze çarpacaktır:
pek çok bağlanmışlardır. Erubel’in hediyelerindeki kıy-
A. Bahçe işleri, tabiatı müşahede -küçük tenezzüh­ met-i terbiyeviye kabil-i inkâr olmamakla beraber ana
ler- çocukların en çok kullandıkları eşyayı ihzâr eden mektepleri meşguliyetlerinde onları merkez olarak kul­
müesseselerin ve yahut tezgâhların ziyareti, -birşeyin lanmak da hiç doğru değildir. Esasen Frubel de
küçük nümûnesini yapmak- tebeşirle, boyalı kurşun hediyelerindeki kuruluğu bahçe işleri, tegannî, oyunlar...
kalemle, fırça ile tabiî resimler, -sağ ve sol el ile tersim- ile tahfif etmiştir. Hatt-ı müstakim, hatt-ı münhanî, dört
kesme, ölçme, yapıştırma işleri, -mukavva işleri, tezyinata zaviye. Sekiz dıl‘ gibi şeyler 4-7 yaşındaki çocukların hoş­
müteallik friselerin ve küçük oyuncakların imali- larına gitmese gerek. Ana mekteplerinin ruhunu teşkil
doğramacılık. eden neşe ise ancak çocukların mektep meşguliyetlerin­
B. Hikâyeler, masallar, şarkılar, manzumeler, oyunlar de zevk bulmalarıyla temin olunabilir.
ve jimnastik. İtalyalı Doktor Maria Montessori’nin Çocuk Evleri
C. Kil veyahut kum ile coğrafya hakkında pek ibtidaî (Case dei bambini)’nde çocuk daha iyi inkişaf edebiliyor.
malûmat. Çünkü Montessori, çocuğa mümkün olduğu kadar çok
D. idare-i beytiye hakkında oyunlar ve oyuncaklarla hürriyet vermiştir. Onun zevklerine, arzularına müdahale
malûmat. etmez. İhzar edilmiş vesait içinde çocuğun kendiliğinden

E. Heceleme, yazı, hesap (6-7 yaşındaki çocuklar neşv ü nemasını takip eder. (2)

için). Maamafih ana mekteplerinde program yok, müreb- Ana mektepleri şimdiye kadar bizde tanınmamış ol­
biye vardır. Çocukların maddî ve manevî inkişaf ve duğu cihetle bu müesseseler! idare edecek müreb-
nemalarını temin etmek program işi değil, mürebbiye biyeleri hazırlamak üzere mekteplerde vücuda getirilmiş
işidir. Her yeni şeyde olduğu gibi ana mekteplerinde de değildi. 1330 senesi Dârülmuallimât programı, Dârül-

( b Ayrıca ana mektebi bulunmayan yerlerde beş ve altı yaşındaki çocuklar için mekâtib-i ibtidaiye dahilinde açılan sınıf-ı mahsuslardır.

0 ) Bu müesseseler! daha iyi anlamak için bir günlük meşguliyetine bir göz gezdirelim:
Saat Saat
9 - 10 : Mektebe girmek, selâmlaşmak, temizlik yoklaması, hayat-ı rûzmerreye ait bazı işler, soyunmak, göğüslük­
leri giymek, sınıfı gözden geçirerek intizamsızlıklar varsa tashih etmek, toz varsa almak, bir gün evvelki
vekayii anlatmak, ahlakî nasihatlar, müştereken dua.
10 - 11 : Fikrî temrinler, eşya dersleri, lügat, havas temrinleri.
11 - 11,5 : Basit jimnastik, eğlenceli hareketler, sıra ile yürüyüş, mangalar arasında yüıiiyüş.
11,5 - Öğleye kadar : İstirahat ve kısa bir dua.
Öğleden - 1 ; Serbest oyunlar.
1 - 2 : Mümkün olduğu kadar açık havada oyunlar, hayat-ı rûzmerreye ait işler: Oda temizlemek, toz almak, eşyayı
tanzim etmek, umûmî temizlik yoklaması, mütalâa.
2 - 3 : El işleri, kil işleri ve sair nevi el işleri.
3 - 4 : Mümkün olduğu kadar açık havada müştereken jimnastik ve tegannî, hayvanları ve nebatları ziyaret.
162 TÜRK YURDU Sayı 115

muallimâtlara merbut olmak üzere Ana Muallime Mek- -Bir erkek muharebeden gelince, diyordu, başı dar­
tepleri’nin de programım ihtiva etmektedir. Müddet-i belerle sersem, midesi aç ve boştur. Gözyaşı veyahut
tedrisiyesi bir seneden ibaret olan bu mekteplerde; gözyaşına benzeyen şeyler onu müteselli edemez. Sen
ulûm-ı diniye, ulûm-ı ruh, fenn-i terbiye, Frubel tedrisatı oğlun için fazla birşey yapamayacağını söylüyorsun kızım
ve el işlerinin nazarî kısmı, imlâ, kıraat, ulûm-i tabiiye, öyle mi? Ben yapabilirim. Ben onu hiddetlendirebilirim.
hıfzussıhha, hesap, hendese, gına, piyano, tarih-i Os- Ve hiddetlendirdi. O kadar ki, Babür yemekten,
manî, coğrafya, terbiye-i diniye, resim gösterilmektedir. yumuşak kalbi hiddetle gidiyordu.
Tatbikatlarını ana muallime mektebine merbut bir ana
Ensevgili büyük annesinin cesaretini takdir ediyor­
mektebinde görürler.
du. Sevdiği adamın iyiliği için olsa bile ona elem vermek
İmlâ ve kıraat dersleriyle meşgul bir hanıma ilm-i cidden büyük birşeydi. Ellerini kopararak kendi ken­
ahvâl-i ruh ve fenn-i terbiyeden bahsetmek oldukça zor disine:
bir iştir. Bilhassa ibtidaî terbiye-i fikriyesini henüz al­
Ben ona eskiden onun için her şeyi yapabileceğimi
mamış bir hanıma psikoloji ve pedagoji bahislerini haz­
söyledimdi. Fakat birşey, birşey yapamıyorum. Böylece
mettirmek ve onu çocukların ahvâl-i ruhiyelerine vâkıf
aylar geçti. Hasat geldi, gitti. Mahsurlara imdat ve zahire
bir hâle getirmek herhâlde gayr-i mümkün birşeydir.
gelmedi. Genç, cesur düşmanından biraz korkak Şeybanî
İnsanın küçüklüğü nisbetinde terbiyesi nazik ve açık müsademeden çekinerek muhasara ile iktifa etti.
mühimdir. Meslek ve sanatın ruhuna gayr-ı vâkıf ellerde
Atların yemi bitti. Fakat ot yaprakları, gül ağaçlan, is­
sönen o kadar çok çocuklarımız vardır ki, küçüklükte ve
tihkâm olan bahçelerde devam ettikçe toplayıp hayvan­
gençlikte aldığı fena ruhî ve bedenî itiyatları iradesiyle
lara verdiler. Fakat kış rüzgârları bunu da bitirdi. Ve
kırmaya muktedir olmayanlar ebediyen o muzır itiyat­
birkaç atı yaşatabilmek için odun parçalarını yontup ıs­
ların netayicini taşımaya mahkûmdurlar. Bundan birinci
latıp tuzluyorlardı. Bu sefil yiyecekle atların görünüşü
derecede şüphesiz onun gençliğini ve çocukluğunu ter­
pek zavallı bir hâlde idi. Fakat Babür’ün atı efendisinin
biye edenler ebeveyn ve mektep mesûldürler.
ekmeğine iştirak ediyordu. Hâlbuki koca kemikli Babür’e
Küçüklerin ruhları ve bedenleri daha narin ve bu büyük fedakârlıktı. Çünkü herkesin yiyecek hissesi
seri'ü’t-teessür olmak itibariyle onların terbiyesini deruh­ müsavi olduğu gibi her gün de bu hisse azalıyordu. Ölen
te edeceklerin herhalde çok büyük bir itina ve ihtimam­ atları kestiler. En nihayet sıra kedi ve köpeklere geldi,
la yetişmiş bulunmaları lâzımdır. Pek muhterem bir ahvâl bu dereceye gelince adamlar, hatta cesurları, birer
kadın bana demişti ki: “Bir zaman gelecek, mini minileri birer gece yarısı duvarlardan atlayıp kaçmaya başladılar.
idare etmek isteyenlerin mutlaka dârülfünûnlardan yetiş­ Solgun genç han harp meclisi toplayışında hangi
miş olmaları icap edecektir. O zaman ise o kadar uzak m utem et, hangi nâmuslu simânın eksik olacağını
değildir.” düşünüyordu. Eakat kanının son damlasıyla kendi
Bitmedi.
muvafakat ediyordu. Eskiler bir istihkâmın baş, el ve
N â fi A tu f
ayakla müdafaa edilebilinir olduğunu söylerdi. Yani iyi
kumanda, hariçte bir imdat ümidi, içerde su ve zahire ile
demek isterlerdi. Fakat Babür yemin etmişti ve yeminine
sadık kalacaktı. İsterlerse ötekiler gidebilirlerdi.
BÜYÜK HİKAYELER
Ensevgili’ye:
BABÜRHAN
-Senin, annemin ve büyük annemin selâmetini bir
Muhaniri: Flora Annastil
Mütercimi: Halide Edib
temin edebilirsem, diyordu. Bir de öteki birkaç kadın
da... Eakat onlar mühim olmadığı için tehlike yok. Şey-
Başı yıl 5, cilt 6, sayı 9 ’dadır.
banî’nin ordusu kendisine muti idi. İşte ondan dolayı
İhsanüddevle kırmızı gözleri için onları tekdir edi­ kazandı. Âh büyük annemin çapkın Moğolları itaat et­
yordu. selerdi! Bir adam öldürünce hemen yağma istiyorlardı.
Sayı 115 TÜRK YURDU 163

Hâlbuki buhranlı bir dakikada bu ne demektir. Âh şey­ Yoksa Ensevgili sade bir haber mi gönderdi?
tanlar, şeytanlar.
Solgun genç hana gelen ültimatom ertesi gün bir
İşte böylece uzun genç han yalvarır gibi kollarını tesadüf mü idi? Kim bilir! Herhalde ültimatom geldi.
açıyordu. Babür daima sinirlerinin son kabiliyeti ile yaşar­
Bu kadar cesur iki düşmanın dost olmamalarına
dı. Şimdi de sinirleri bitmek üzere idi.
sebep ne olduğunu Şeybanî yazıyordu. Kimse Semer-
Hiç de rahat etmiyordu. Gece gündüz bekliyordu. kand padişahının cesaretini inkâr edemezdi. Kendi de
Geceleri Şeybanî Han karanlığı dehşetlendiren davul ve öyle cesur idi. O hâlde niçin dost olmasınlar? Bir izdivaç
boru çaldırmaya başlayınca bu Babür’e ötekilere olduğu sulh için en iyi bir çare idi. Babür hemşiresi Hanzade
kadar tesir etmedi. Bununla beraber genç han şimdi Begüm’ü düşmanına Allah’ın emriyle versin. -Zaten zor­
karargâhını Âşıklar Mağarası’na yaklaştıran düşmanına la alacak kadar kuvvetli değil mi idi?- Ve bu sûretle ebedî
yumruklarını sıkarak Ensevgili’ye diyordu ki: bir sulh yapsınlar. Babür çılgın bir hiddetle bağırdı.

-Bu doğru değil, doğru ya! Ben de onun yerinde ol­ -Benim kardeşim mi? Git, git o vahşî haydut Özbek’e
sam öyle yapardım. Bilirim, belki de yapmazdım. Asabı söyle, Zahirüddin Mehmed onun küfvü değil, efen­
son gerginliğini muhafaza ediyordu. O her vakit istih­ disidir.
kâmın üzerinde elinde oku her canlı şeyi vuruyordu.
Bunu söylerken pek güzeldi. Açlıktan donmuş olan
Allah’ın bütün dilsiz mahlûklarına son derece müşfik kanı kalbe ve dimağa bir feyezan gibi hücum ediyordu.
olan Babür bir gün gözlerinde muzaffer bir lema ile kız Fakat murahhas gittikten sonra hâlâ kendine sadık kal­
kardeşine: mış ve açlıktan bitik bir hâlde olan endişeli simâların acı
-Ben bugün soluk, beyazımtrak bir at vurdum. ye’sini görünce hareme gidiyor, sükûnet içinde başını
Hemen düştü, öldü. Âh, bir insan olaydı, diyordu. kollarına dayıyor ve bir kadının haysiyetini, saadetini ve
kalbini pek az ehemmiyetli addeden bu sakallı beylerin
Ve Ensevgili sapsarı oluvermişti. Bu ölümden de, her
yerine kendisini koymaya çalışıyordu.
şeyden fena, bu geniş dünyada her şeyden fena idi.
Elbet muvafakat edemezdi. Fakat muvafakat ede­
O gece annesinin yanında kurşunî seher gelinceye
memesi de şâyân-ı esefti.
kadar düşündü, düşündü, düşündü ve sonra kalktı
yanında uyuyan annesine baktı. Böyle yorgun ve bitap otururken Ensevgili de geldi.
Güzel başını kardeşinin omuzuna dayadı, oturdu.
Evet, hazırladığı planı bir defa tecrübe edebilirdi. Ve
bundan sade kendisi zarar görecekti. -Babür, dedi. Ben haber aldım. Gel konuşalım. Tıpkı
eski günlerdeki gibi, zavallı elini ver tutayım, her vakit ne
Sonra yine yattı. Başını uyuyan, yumuşak, müşfik
iyi dosttuk, değil mi Babür?
göğsün üstüne koydu. Ve ana kollan uykusunda onun
üzerine sarılarak o yorgun ve bitap uyuyuncaya kadar Her kelimesinin uyandırdığı yaşlara rağmen ses
onu tuttular. O sabah büyük nenesi ile birkaç saat kapan­ sakin ve kavî idi.
dı. Öğle vakti ihtiyar kadının gözleri kırmızı idi. Fakat -Bundan bahsetme kardeş. Muvafakat edemem,
Ensevgili’nin gözleri parlıyordu. Bir defa bir şeye karar dedi. Ses boğuk ve kesikti. Benim bu kadar âdi ol­
verince gözyaşları neye yarardı. duğumu düşüneni yumrukla yere sermek isterim.
Akşam fırtınalı idi. Şarkın acı rüzgârı istihkâmların Ensevgili bir saniye çekildi. Sonra dedi ki:
üstünden geliyor, kör edici toz bulutlarını herkesin
-Birçok adamlara bu çok tabiî gelir. Bunun sana ne
gözüne dolduruyordu. Düşmanlar bile patırtılarını kes­
kadar azîm bir faydası olduğunu düşünmelisin.
tiler ve bir çok nöbetçi neferi nöbet yerinde uyuya kaldı.
-Düşünmeyeceğim, diye haykırdı. Zorla birşey yap­
Aşıklar Mağarası yanındaki kapıyı bekleyen uyudu
mayacağım. Ben Babür kendi başıma neticeden mesu­
mu? Karanlıkta beyazlarıyla geçip Özbek reisinin çadırına
lüm.
gideni kimse görmedi mi?
164 TÜRK YURDU Sayı 115

Ve kardeşini müteheyyic fakat bir iki güne kadar Muallim’in şöyle bir kıyafetine bakınca Türkçülerden
meseleyi tekrar etmek niyetinde sabit bıraktı. Açlık gün­ olduğu derhal seçilir. Bizim Yurtla aynı aileden. Serlevha
lerinde bir iki günün azîm manası vardı. O kadar ki, kız rika olsa, belki daha uygun düşerdi. Muhteviyatı dolgun,
şiddet ve kat’iyyetle söylüyordu: sağlam, faydalı niyete dair birkaç sözü pek hoş, müteşeb­
bislerin, muharrirlerin ciddiliklerini gösteriyor. Ticaret
-Babür, azametinle ananı öldürecek misin? Dinle,
kastıyla çıkan mecmua mukaddimelerinin reklâmcılığı
çok zaman evveli sana senin için her şeyi yapabilirim
yok. Niyetini pek mütevaziyâne anlatıyor: muallim, ken­
demedim mi?
disini alıp okuyanlara birşey öğretm ek iddiasını
-Evet, ben de senden birşey istemeyeceğimi söy- taşımıyor, diyor... O, ancak terbiye ve tedris âleminde
ledimdi. yaşayanların fikirlerine, arzu ve niyetlerine bir makes ol­
Fakat kardeşinin ateşin cevabını dinlemeden devam mak hizmetini görmek şerefiyle iktifa edecektir. Tam bir
etti: hüsn-i niyet! Daha aşağıda makes olmak fikri tahlil ve
izah edilmiştir: Memleketin her tarafına dağılmış mual­
-Şimdi seni kurtarmak hakkını benden alıyor musun?
limler, vazifelerini ifâ ederken tuttukları usûlleri, bu usûl­
Benim o kadar az mesut olduğum şeyler var! Kalbimin
lerin tatbikinden çıkan neticeleri, mesleklerine ait her
aşk için ölü olduğunu biliyorsun. Bu adam -bu Şeybanî-
türlü müşahede ve tecrübeleri yazacaklar. Muallim’in
0 kadar fena değil. Ben, ben fena olmadığını söylüyorum.
sahifeleri, muallimlerin fikir ve mütalâalarının mübadele­
Kardeşim, kadınlar muhabbetleri için nelere katlanmaz­
lar! Eğer bu iş fena neticelenirse ninem beni nikâhsız da si, müzakeresi, münakaşası sahası olacak. Fikirler yan
yana gelerek bazan çarpışarak toplanacak, birleşecek,
alabileceğini söylüyor. O hâlde o kadar fena değil.
taazzuv edecek, mütecanis olacak. Bu gaye pek maslub
Babür sövdü,
ve çok müfittir. Çünkü milletlerin bu hayat âlemindeki
-O da, ninem de benim aleyhime ha! Fakat kalbinde muvaffakiyetlerinin birinci esası toplulukta, tecanüstedir.
ihtiyar kadının haklı olduğunu, izdivaç teklif eden Şey- Sonra Muallim terbiye ve tedris âlernine ait hadiseleri de
banî’nin iyi bir sûrette hareket ettiğini hissediyordu. günü gününe takip edip en mühimlerini seçerek karile­
-Olamaz, istemem, diye haykırdı. Seni de kendimi de rine bildirecek.
daha evvel öldürmeyi tercih ederim.
Biz öteden beri, ceridelerimizin, mecmualarımızın
Kız sadece: cansızlığından şikâyet eder dumruz: Matbuatımızın muh­
-Sen hepimizi öldüreceksin, dedi. Sonra hıçkırarak teviyatı ekseriyetle yaşamaz. Zira hayattan, hayatımızdan
boynuna atıldı. alınmamıştır. Alınsa da içinde hayat yoktur. İçtimaî, hatta
-Benim hatırım için Babür, yapabileceğim hiçbir şey siyasî hayatımızın hakikî safhaları yazılarımızda görün­
yok. Bırak bunu yapayım. mez. Hakikî cereyanları yazılarımızda telâkkî veya
tesadüm etmez... Daha ileri giderek hakikî ihtiras­
Babür’ün yanaklarından yaşlar akıyordu. Kardeşini
larımızın bile matbuatımızdan istiknahı pek zordur, diye­
tamamen anlamıştı. Fakat yine başını salladı, çekildi.
biliriz. Gazetelerimiz, ekseriya cansız haberlerin, sırf laf­
Bitmedi.
tan ibaret makalelerin küfesi gibidir. Mecmualarımızı
başka memleketlerin sönük levhalarıyla başka adamların
fikir, ihtiras ve ihtisaslarının kuvvetsiz aks-i sadâları ve bir
sürü tercüm eler doldurur. Biz, Türk Yurdu’nda
MATBUAT vatanımızın, yurdumuzun yaşayışını söyleyen canlı ses­
ler, hatta feryatlar işitmek, işittirmek çok istedik. Mem­
"MUALLİM" VE "HANDE"
lekette yaşamış, memleketi görmüş, memleketi duymuş
Şeker Bayramı matbuatımıza iki hediye getirdi: Mual­ sandığımız herkese bunun için, birkaç defa yalvardık.
lim ve Hande. Kimse inkâr edemez ki, Muallim’e çok Fakat itiraf ederiz ki, pek az muvaffak olduk. Yazan­
muhtacız. Fakat Hande’ye ihtiyacımızın daha az ol­ larımızın çoğu söz ve fikir tercümesini, hayatı tercüme
duğunu kim iddia edebilir? etmekten çok kolay buluyor ve ona meylediyor. Tan­
Sayı 115 TÜRK YURDU 165

rı’dan dileriz ki, kardeşimiz Muallim bu işte bizden daha yoktur. Çünkü asırlar sahiplerinindir. Asırların sahipleri
talihli olsun, memleketin her tarafına dağılan muallimler daima en kavî, en medenî olan milletlerdir.” Meselâ yir­
evvelen ona yazsınlar. Saniyen, yazdıkları İsviçre veya minci asrın sahipleri en kavî ve en medenî olan Almanlar,
Fransa mekteplerinde yapılan tecrübelerin kendilerine İngilizler ve Amerikalılardır. Biz daha az kavî, daha az
mal edilerek ifadesinden ibaret de kalmasın,., medenî olan kavimler onların gayelerini benimsemeliyiz.

Muallim mukaddimesinin iddiasız edâsı, sade ve tat­ Çünkü asrın terbiye gayeleri bu milletlerin gayelerinde
gizlidir.”
lı Üslûbu, bütün ciddî neşriyata Örnek olacak gibidir. An­
cak bir terkip, muallimîn ordusu terkibi o edanın, o üs­ Bu asrın terbiye gayesini aramaya taramaya lüzum
lûbun âhengini bozuyor gibi. Muallimîn ordusu pek tum­ yoktur. O artık taayyün etmiştir: “Çocukları müstahsil
turaklı, pek kemalce, pek 25-26 edebiyatını hatırlatan bir yetiştirmek”, “Kazanıcı, çıkarıcı eller, kafalar yaratmak...”
tabir... Neden her şeyi kendi ismiyle söylememeli, neden İşte yirminci asırda yaşayan milletlerin İngiliz, Alman,
sadece muallimler demeli? Acaba, Osmanlı Türkçesini en Rus, Türk kim olursa olsun bütün milletlerin terbiyesin­
çok bozan, yabancı lügatlardan, ecnebî terkiplerden de parlak gaye bundan ibarettir. Asırların pedagojisi, is­
ziyade böyle şişman, müteazzım ve kof tabirler merakı tihsal pedagojisidir. İstihsal pedagojisinin netayicinden
değil midir? biri ferdiyetçiliktir. Yirminci asırda terbiye ferdin
tamamiyet-i hayatını haykırarak istiyor: “Bedende, zihin­
Muallim, mukaddimedeki esaslardan bazılarına ilk
de hayat, bu hayatta tamamiyet, bu tamamiyette aza-
sayısında sadık kakmamış. Zaten kalamazdı ki: “Kendisi­
miyet, işte asrın gayesi!” muharririn bu son mütalâaların­
ni alıp okuyanlara birşey öğretmek iddiasını taşımamak” dan anlıyoruz ki, onun nazarında yirminci asrın sahibi bil­
nasıl mümkün olur? Birinci ve ikinci makaleler, kendile­ hassa Anglo-Saksonlardır. Amerika pedagogları gibi o da
rini alıp okuyanlara birşey değil, birkaç şey öğretmek id­ ferdin azamî inkişafını, terbiye ve talimin gayesi telâkkî
diasını pekâlâ taşıyorlar. Fakat bu iki makale ile Mual- ediyor. Ferdin azamî inkişafı ile “korku ve inkiyad” bir
lim’in bir münakaşa sahası olacağına dair vâdinin bariz araya gelemez. Terbiye sahasından “hayvani inkiyad, kör
bir misalini de görmüş oluyoruz: Millî Terbiye muharri­ itaat kovulmalıdır.” “Yirminci asır terbiyede korku,
riyle Asrımızın Terbiye Gayeleri muharriri birbirine pek dayak, açlık ve zahmet yerine ikna, ispat, akıl ve vicdanı
zıt iki davayı ortaya atıyorlar. koyuyor ve “Yaşa!” diyor.”
Millî Terbiye makalesinin muharriri her milletin me­ Ferdiyetçilik meselesinde Asrımızın Terbiye Gayeleri
deniyetinde bir hususiyet olduğunu ve bu hususiyetin makalesiyle Millî Terbiye makalesi arasında sarih bir tezat
her hangi bir zamanda, meselâ 14’üncü asr-ı hicrî ortala­ yoktur. Millî terbiyede esas ve gaye millî harsın keşfine
rında, o milliyetin yaşayan dinî, ahlâkî, lisânî, bedîî, hukû- talik edilmiştir. Fakat fazıl müderrislerin başka yazdıkları­
kî, İktisadî, ilh... müessesâtında tecellî ettiğini ve terbiye­ nı tahattur ve onlardan istiâne edersek hiç korkmadan
nin millî olması için bu müessesâta uygun gelmesi icap birincisine “Cemaatçi”, İkincisine “Ferdiyetçi” diyebiliriz.
eylediğini söylemek istiyor. Mebhus müessesâtın neden Birincisi Alman teşkilât-ı içtimaiyesine, Alman nazariyat-ı
ibaret olduğunu muharririn dediğine göre, “Ancak içti­ siyasiyesine taraftardır. İkincisi ise, Anglo-Sakson terbiye­
maiyatın İlmî usûlüyle millî harsı” keşfettikten sonra an­ sine meftundur. Bu son müşahede bizi maalesef “Asırla­
layabileceğiz. Anladıktan sonra da millî terbiyenin “kat‘î rın Sahibi” nazariyesine hak verdirecek bir vâdiye sevke-
diyor...
bir sûrette” esaslarını koruyabileceğiz.. Demek millî ter­
biyenin esasları henüz İlmî ve kati bir sûrette malûmu­ Muallimin diğer makaleleri daha mahdut ve tatbikî
muz değildir. meselelerden bâhis olduğu için onların tahlilinden sarf-ı

Asrımızın Terbiye Gayeleri muharriri ise maküs bir nazar ediyoruz. Ancak Tabiat Terbiyesinden makalesinde

fikirdedir: Milletin muayyen bir zamana mahsus, ayrı bir -ki, pek nâfi olduğunu derhal söyleyelim- memleketimiz­

terbiye gayesi olamaz. “Her asır gibi yirminci asrın da de mebzul olan denizlerden, çöllerden hemen hiç bah-

(Ondördüncü asrın değil!) terbiye gayeleri var. Hatta Yir­ solunmadığı hâlde binnisbe daha az olan ormanlara çok

minci asırda yaşayan her cemiyetin (Meselâ Türk yer verilmiştir. Bunda acaba tesirat-ı hariciye var mıdır?

cemiyetinin) asır nâmına gaye temsil etmeye bile hakkı


166 TÜRK YURDU Sayı 115

Az çok okuyanlar bilirler ki, kıymeti ve ehemmiyeti Bir sual: Mizah gazetelerinin mutlaka bilingue olması
olan eserler tenkit olunur. Hatta bazı lisanlarda bir eserin bir kanun-ı İçtimaî midir? “Kalem” ve “Cem”in Eransız-
kıymetsizliğini ifade etmek üzere “Tenkide değmez.” caları vardı. Hande’nin de Almancası. Resim, derler ki,
derler. Sahifeleri pek mahdut olan Türk Yurdu’nda Mual­ müşterek bir dildir. Tıpkı Esperanto ve Volapuk gibi. Yal­
lim in tenkidine bu kadar yer ayırışımız ona verdiğimiz nız Hulusi Efendi resimleri bu kaidenin istisnası olsa
ehemmiyetin derecesini gösterir. Muallim şimdiye kadar gerek. Bazan karikatürlerin altına birşey yazmazlar. Bizde
memleketimizde çıkan talim ve terbiye risalelerinin resimli gazeteler, resimlerinin yalnız Türkçe izahının bile
iyilerindendir. Niyeti itibariyle en iyilerinden de diyebili­ galiba kifayet etmeyeceğini zannediyorlar? Lâkin kaç dil­
riz. Kendisine uzun ömür ve tam muvaffakiyet diliyoruz. le tercüme olunursa olunsun resim kendini anlatmamak-
ta inat etti mi, nafile! Meselâ göğsü bağrı açık bir Alman
Mizah gazeteleri terakkinin kıymetli âmillerindendir.
Bahriye neferinin başına şilik fes giydirip de eline bir tır­
Müstaid ve serbest bir kurşun kalemle resmolunan bir iki
pan verdikten sonra üstüne altına Türk Gençliği dersek
karikatür, birkaç uzun ve beliğ makaleden fazla tesir gös­
de Die Turkische jugende dersek de. La jeunesse Turque
terir. Hürriyet-i matbuat ilânından beri İstanbul’da galiba
dersek de Türk’ü bir türlü bulamayız vesselâm.
bir iki, vilâyet merkezinde de üç beş mizah gazetesi çık­
tıydı. Çok teessüf olunur ki, bunların hepsi yalnız siyaset­ “Fiske ve Çimdik”te tesadüf ettiğimiz bir iki gayr-i
le ve hatta yalnız gündelik siyasetle uğraştılar, durdular. mesut misal neden itiraf etmeyelim, bize fiske ve çimdik
Gördükleri, gösterdikleri ufuk gayet dardı. Maişetimizin gibi gelmedi, yumruk gibi geldi...
her köşesinde yakalanıp alay edilecek binlerce mevzu
5.
varken kabine ve mebusandan dışarı çıkamadılar! Niçin?
Çünkü, diyorlardı, karilerimiz böyle istiyor. Yok, karile­
rinden ziyade kendilerinin kalemleri, fırçaları böyle isti­
yordu. Tuttukları yol doğru değildi. Hepsini uçuruma gö­
TÜRKLÜK ŞUUNU
türdü. Yuvarlandılar ve çıkamadılar...
Savaşın İkinci Yıldönüşü ve Bayram- Ramazan
Nihayet Hande çıktı. Hande’nin doğduğu an, uğurlu
bitti. Bayram geçti... Hayat ve memat mücadelesinde tec­
bir saatti: Herkes oruca hitam veren sevinçli şeker bay­
rübe ile geçirmiş olduğumuz bu iki yıl bize iman, ümit ve
ram namazını kılıp yüzlerinde hafif bir hande, yekdiğer-
azîm vermek hususunda çok müessir oldu. Bizim
lerini tebrik ederken müvezziler bütün İstanbul’a Hande
imanımızı te’kid, ümidimizi teyid, azmimizi teşdid ede­
dağıtıyorlardı. Fakat zamanımız pek maddîdir: Eşref saat­
cek büyük teşebbüslerimiz, azîm muvaffakiyetlerimiz
te tevellüd kifayet etmez, yaşamayı da bilmek lâzımdır...
ekserisi bu iki sene içinde vukua geldi. Bunun için öksüz
İlk âdem çiftiyle tecellî edip şimdiye kadar yaşayan yavrulara, yoksul ellere, arkadaşsız dul ve nişanlılara
fakat hep genç kalan koca Hande bu mini mini yav­ bakıp kalplerimiz acırken bize iman, ümit ve azîm veren
rusunu karilerine takdim ederken, ona bir hayli baba teşebbüslerimize, muvaffakiyetlerimize, hayat için gös­
nasihatları veriyor. Evamir-i aşereyi müteahhirîn yalnız terdiğimiz istidada bakarak sevinmek, gözlerimizi daha
bir emirde toplu gördükleri gibi biz de bu satırları bir parlak muzafferiyetlere, galip sulhlara dikmek lâzımdır.
öğütte sıkıştırılmış bulabiliriz: Türkün iman ve ümidi, gösterdiği azm ü sebatı bunları
“Sakın gülünç olma, güldürücü ol!” yetiştirecektir.

Sonra yaşayan hande bize dönüyor ve “Hande’nin Tanburî Cemil Beyin Vefatı- Osmanlı musiki üs­
tılsımlı aynasına gözlerinizi dikiniz!” diyor. Emrini tuttuk, tatlarından Tanburî Cemil Bey irtihal etti. Cemil Bey, yal­
gözlerimizi diktik, hayli zaman diktik. Lâkin doğrusu, çok nız Osmanlılığın değil, hatta şarkın büyük bir musiki-şi-
gülmedik. Hande isim babasının nasihatim iyi tutmuş, nası idi. Türkler arasında yetişen çok istidatlı, nadir sa­
gülünç olmamış, gülünç olmak korkusuyla olacak, gül­ natkârlardandı. Henüz kırk üç yaşlarında olduğu hâlde
dürücü de olamamış... vefatı zayiattandır. Türk Yurdu keder görmüş ailesine ve
Osmanlı Türk sanatı âlemine beyan-ı taziyet eder.

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf “K ader” Matbaası


j'iJLjJlo- Jals i] y
m m ^ ^

T ûkk M kvü
Tur£leritt Taidesitıe Calıstr

YIL: 4 0AYI: 116 (16 Ağustos 1332-31 Ağustos 1916)

û d e ^ ^ ^ (C c 't ç c d d 'i

Edebiyat: Gülnuş Sultan / H alid e Edib

Nazire / Fazd A h m ed

Dilimiz: Edebiyatımıza Dair / H ü se y in C ahid

Terbiye: M aarifimiz H akkında (4) / N âfi A tu f

Dünyasında: Nemçe ve İran'da Osmanlı Orduları / S.A.

Türklük Şuûnu: Tevfik Eikrefin İrtihalinin Yıldönümü-

Ü sküdafda Türk Ocağı-Genç DernekleriMekteb-i Bahriye-i

Şahânenin Islâhı-Türkistan ve Sibirya Türklerinin Askerliği /

Vefeyât: Ömer N aci’nin Vefeyâtı


Sayı 116 TÜRK YURDU 169

TÜRK yURDU
Türklerinfâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

EDEBİYAT

GÜLNÛŞ SULTAN

Azîm bir divan odasıydı. Odanın üç tarafında birbiri­ ortasında yeşil, uzun etekleriyle dolaşan bülent, sarışın
ni temadi eden alçak al atlas sedirler, pencerelerde aynı sultan, giranbaha zümrütlerle süslenen tabiî altın tacı al­
renkte saçaklı kalın perdeler vardı. Yere mavi zeminli ka­ tındaki biçimli başıyla iki atılmaya müheyya yay gibi yük­
lın yekpare bir halı serilmiş, altın ve mavi işlemeli tavan­ selen kumral kaşların resmedildiği beyaz alnı ile, uzun
dan billûr büyük bir avize asılmıştı. Aynı altın ve mavi iş­ beyaz boynuna, ince beyaz bileklerine hatta kadife terlik­
lemeli duvarlar Rüstem Paşa’nın -bilhassa İtalya’dan ge­ lerine kadar yapılan zümrütlerden parlak zümrüt göz­
tirtilmiş büyük ressamların tersim ettiği- kavuklarında leriyle derin derin düşünüyordu. Gülnûş Sultan
ekseri üç tuğ olan körüklü, derin ve sert gözlü, ciddî ve düşünürken mutlak böyle dolaşırdı.
âmir yüzlü ecdadının resimleriyle süslenmişti. Sedirsiz Onu ihtiyar hazinedar bakmadan sultanın küçük
boş duvarların arkasında pembe mermerlerle işlenilmiş ayaklarının kıvrılarak takip eden entarisinin üç eteğinde
bir şömine, yanında da çifte açılır oymalı ceviz oda kapı­ de hissediyordu. Şalvarının üstünden beline kaldırdığı iki
sı vardı. yan etekleri de belinden yanlarına düşmüş arka eteğiyle
Konakta yemek yenmişti. Rüstem Paşa zât-ı şaha­ beraber sultanın zarif ve edâlı bir yılan gibi kımıldayan
nenin vüzeraya verdiği bir ziyafetten henüz avdet et­ uzun beyaz vücudunu itmam eden sihirli birer kuyruk
memişti. gibi kıvrılarak gidip geliyorlardı.

Gece saz gecesiydi. Sultan efendinin sazendeleri, Gülnûş Sultan Şahbabasının en sevgili çocuğu idi.
hanendeleri bu gece paşaya ve sultana büyük bir eğlenti, Gülnûş Sultan bütün Âl-i Osman ailesinin hatta şehzâde-
bir muzıka ziyafeti hazırlıyorlardı. lerin aklına, vakarına, şiddetine hürmetle, hayretle bak­
tıkları bir genç sultandı. Gülnûş Sultan küçük parmağını
Şöminenin önüne sazendelerin küçük yer minder­
kaldırıp emir verebildiği ilk andan beri bütün etrafına is­
lerini sermek için sultan efendiden izin almaya gelen
tediğini yaptırmıştı. Şimdi de hayatta kendine yegâne eş,
hazinedar usta sultanın şahane kaşlarının yüksek in­
hayatta kendinin de yegâne dinleyeceği kocasına bütün
hinalarının derin bir düşünceye delâlet ettiğini bildiğin­
esasatına mugayir bir iş yaptırmayı kuruyordu.
den hürmetkâr ve sakin ellerini kavuşturmuş gözleri yer­
de bekliyordu. Fakat sultanı kolları arasında büyütmüş Rüstem Paşa uzun asırlardan beri padişahın yanında
olan bu ihtiyar Çerkeş’in yanak kemikleri içine gömülen daima şerefine, servetine, ismine ve şaşaasına ilâve
derin, siyah, küçük gözleri bakmadan her şeyi görüyor­ ederek pâyidar olan eski bir ailenin son çocuğu idi. O
du. Elli mumun pırıldadığı ve bu renk ve güzellik ahengi bütün bu meziyetlerine Tanzimatın müjdecisi olan bir
170 TÜRK YURDU Sayı 116

devrin birkaç müstesna ruhta ve dimağdaki kabiliyet ve da gülünç oluyordu. Ne için olursa olsun Rüstem Paşa’ya
zenginliğini ilâve etmişti. O Selim-i Sâlis’in şahsıyla yaptıramayacağı birşey mevcut olduğu başka saraylarda
uyanıp da şahsiyetlerde inkişaf eden garbın âdetlerine söylenmişti. Amcazadesi Nurbanu Sultan açıktan açığa
hasıl olan temayülü pek şiddetle ve esaslı bir sûrette his­ gülüvermişti. Sonra en nihayet zat-ı şahane onu çağırmış,
setmişti, Rüstem Paşa devrinin parmakla gösterilecek Rüstem Paşa’ya halâyıklarından birini vermesini irade et­
kadar garp medeniyetine aşina olanlardan en mümtazı mişti. Ve bugün aynı iradeyi Rüstem Paşa’ya tebliğ ede­
idi. Dürüst ve asil zevki onun aile ocağını garbın ucuz eş­ cekti. Sultan böyle bir irade alan Rüstem Paşa’ya karşı
yasından sıyanet etmiş, zahirî hayatında ve zevklerinde içinde fırtına, tecessüs hatta ilk aşka benzer birşeyler his­
Türk kalmıştı. Onda Garp fikrinin en şiddetle hüküm sediyordu. Ya mümanaat eder de gazaba uğrarsa! Beyaz
sürdüğü nokta itiyadâtında bilhassa kadına karşı nokta-i göğsü altında pek az zamanlar atmış olan kalbi olanca
nazarında idi. Şiddet ve taassubu bilhassa saray ve konak­ kuvvetiyle buna karşı çırpınıyordu. Ya kabul ederse! Bu
ları istilâ eden çok evlilik ve odalık modasıyla kadına sırf fikrin karşısında hadid ve yılankavi vaz’larla vücudu salla­
zevk ve haz oyuncağı diye bakışa karşı çevirmişti. narak divan odasının mavi halısı üzerinde yürüyor, yürü­
Şuuruna sahip olduğu günden beri duvarlarda sert bakış­ yordu.
lı paşa ecdadı nasıl odalıklar ve kadınlar içinde yaşamayı . Nihayet zümrüt tacı altından sarı saçlarının dibinden
irade edinmişlerse oda hayatında bir tek kadından baş­ süzülen bir terle gitti, kırmızı atlas sedirin tâ ortasına
kasına bakmamayı irade edinmişti. Babasının bütün oturdu. Alnı hâlâ buruşuk, kaşları hâlâ kalkıktı. Kuvvetli
cariyelerini, sultanın bütün kadın maiyyetini evinin eş­ burnunun açık kanatları titriyordu. Kırmızı dudaklar yal­
yasından fazla görmemişti. nız garip ve hâkim bir tebessümle kımıldıyor, yeşil göz­
Zamanının en güzel ve en hâkim bir kadın sultanıyla leri elli mumun inikâsıyla pırıldıyordu. Hazinedar usta
evlenmesi de taassup derecesine varan kararını icra-ı tes­ biraz cesaret alarak başladı:
hil etmişti. Sultan o kadar onun fikir arkadaşı, o kadar -Arslanım!
bütün asil zevkini tatmin edecek güzel ve yüksekti ki!
-Dadı sen misin, ne var?
Yalnız çok anud, çok hâkim, çok kadirdi. O sultanın be­
yaz altında iki sarışın hattın yükseldiği zamanlar bütün -Sazendeler için minderleri getirsinler mi? Paşa efen­
ecdadının bir kadın karşısında duymadığı korku lerzesini di şimdi gelir.
cümle-i asabiyesinde duyardı. Çok zaman esasatını mu­ -Getiriniz, paşanın koltuğunu da!
hafaza, eski kılıç kahramanlığına muadil bir kahramanlık
Uzun etekleri bellerine iliştirilmiş, sivri uçlu terlikleri
olduğunu Gülnûş Sultan’a anlatmak için zahmet çekmiş­
üzerinde mütemevvic ve çalak peri alayı gibi halayıklar
ti. Fakat on senelik bir izdivaçtan sonra yine en birbirinin
şöminenin önüne küçük minderler diziyor, bir kısmı da
küfüvvü, en birbirine muhabbetli ve kibar çift şüphesiz
Paşa’nın yaldızlı büyük koltuğunu getiriyordu.
onlardı. Fakat hayatlarında bir eksiklik, senelerle artan
endişe veren bin noksan vardı. Çok sürmeden pembe canfes şalvarları, beyaz tül
gömlekleri üzerinde yine pembe uzun entarileri, hotuz-
İşte Gülnûş Sultan da hazinedar ustanın girdiğini
ları, hotuzları üstünde pırıldayan elmasları ile ellerinde
duymayacak kadar dalgın ve şedit dolaşırken bu noksanı
sadefle işlenmiş defleri, sazları, rübabları hanendeler ve
düşünüyordu. Gülnûş Sultanla Rüstem Paşa’nın çocuk­
sazendeler geldiler. Gülnûş Sultan’ı derin bir ihtiramla
ları olmamıştı. Gülnûş Sultan’ın çocuğu olamayacağı an­
selâmladıktan sonra yerlerine iliştiler ve sazlarının akort­
laşıldıktan sonra her şey, herkes Rüstem Paşa’yı §an ve
larını hazırladılar. Gülnûş Sultan’ın ağır ve uzak bir işare­
şerefini, ismini ve servetini bırakacak bir varis edinmeye
tiyle hemen fasıllarına başladılar.
sevkediyorlardı. Hâlbuki Rüstem Paşa herkese hatta
Gülnûş Sultan’a bile bu işte boyun eğmemiş, sert ve kavî Rüstem Paşa’nın geldiğini haber veren harem ağası
çocuksuz ölmeye karar vermişti. Paşa’nın bu kararıyla içi ceviz kapıların ikisini de ardına kadar açtığı vakit saz takı­
çok sevinmiş olan sultan şimdi artık bu kararı bozdur­ mı “evc-ârâ” faslının ortasında idi. Sultan harem ağasının
mak mecburiyetinde bulunuyordu. Bir defa ailesi arasın­ geldiğini işitmiş, halâyıkların yanında paşaya kıyam ettiği
Sayı 116 TÜRK YURDU 171

anlaşılmasın diye daha evvel ayağa kalkmıştı. Paşa Kaplan -Sultan efendimiz tabiî bir halâyıkın çocuğu ken­
Ağa’nın arkasında girerken gülgûn canfeslerin cazip bir dilerinin olmayacağını tahmin ederler...
hışıltısı ile kızlar dizildi. Paşayı selâmladılar. Paşa Gülnûş Rüstem Paşa’nın sararmış yanaklarına yavaş yavaş
Sultan’ın önünde yerlere kadar eğilerek ubudiyetkâr bir
kan çıkıyordu. Kendisi bütün yeni gelen garp efkârına
temennâdan sonra koltuğuna oturdu. Sultan yine işareti­ rağmen vezirlerin başı henüz cellât satırından masun ol­
ni verdi. Saz başladı ve bu iki kişi odadan, sazdan, ziya­ madığını bildiğinden padişahtan bu garip iradeyi telâkkî
dan bütün dünyadan uzak birbirleriyle karşı karşıya kal­
edince bütün esasâtının isyanına rağmen mümanaat ede­
dılar.
memişti. Eakat karısı! On sene bütün mevcudiyeti ile
Rüstem Paşa’nın tepesi geniş, uzun püsküllü Mah­ bağlandığı bu güzel kadın nasıl oluyor da sırf kemikleri
mudiye fesi altında yüksek alnının endişe hatları vardı. çürüdükten sonra fani eşyaların, adi altınların varisi olsun
Derin siyah gözleri biraz bulutlu, kesik bıyıkları ile beyaz diye onu başka kadının kolları arasına atabiliyordu. Asır­
dişli kuvvetli ağzı biraz düşüktü. Esmer yanakları azıcık larca saraylarda hüküm süren odalık âdeti bu müstesna
sararmış görünüyordu. Gülnûş Sultan’ın pek dakik ve acı kadını da kadınlığından tecrit mi etmişti?
bir ısrarla araştırdığı bu başın bu akşamki düşüklüğü al­ Gülnûş Sultan’ın sarışın yanakları vezir sofralarının
tında omuzlarının duvardaki ecdadının salâbet-i gururu
en mutena şarapları gibi yanıyor, gözleri sihirli bir pırıltı
kadar kavî bir gururu vardı. Sütresinin üstüne doğru
ile Rüstem Paşa’yı deliyordu. Eakat şimdi resmiyeti bırak­
bütün boynunu saran siyah yumuşak ipek bağ her vakit-
mış, daha kadın ve insan ihtirasıyla söylüyordu.
ki sanatkâr hatlarını muhafaza ediyordu.
-Dinle paşa! Bu çocuksuzluk, bu kısırlık zaten bütün
Paşa her zamanki vakur nezaketi ve resmiyeti ile hayatımı zehirleyen birşey. Saray hergün benimle eğleni­
Gülnûş Sultan’ın hatırını sorarken siyah gözleri biraz
yor. Nurbanu Sultan bunu her yerde söylüyor. Kardeşle­
mütecessis biraz da korkak bir ateşle Gülnûş Sultan’ı ted- rimin, amcalarımın ziyafetlerinde, sazlarında taçlı başlar­
kik ediyordu.
dan birbirine benim bu kusurumu teşhir ederek giden
Esmer, asil ellerini dizleri üstüne koyarak sultanın bir fısıltı var ki, beni yakıp bitiriyor. Sizin bana okuduğu­
pek alışık olduğu samimî ve açık tavrıyla hemen söze nuz kitaplarda, sözlerinizde sultanların, zevcelerin raki-
başladı. besi olmamalı fikri güzel, bunu seviyorum. Sizi de seviyo­

-Efendimiz bugün beni huzurlarına çağırdılar. Ve rum. Eakat ben mutlak ana olmak istiyorum. Mutlak mut­
lak!
biraz garip bir irade tebliğ ettiler...

-Niçin susuyorsunuz paşa? -Eakat halâyıkınızın çocuğu ile kabil mi?

-Kabil paşa! Ben düşündüm. Nurbanu Sultan’ı,


-Şevketmeab efendimizin bu kadar hususî ve şahsî
bir mesele ile alâkadar olacağını zannetmiyordum. bütün sarayı hayrete düşürecek, benim kadınlık mev-
kiimi düzeltecek bir fikir buldum...
-Siz ne cevap verdiniz?
Gülnûş’un yeşil gözleri şimdi sarı yüzüne kakılmış iki
-Sultan efendi hazretleriyle bu mesele üzerine müza­
zümrüt yıldız gibi parlıyordu. Nefesi kesik, devam etti:
kere etmek için müsaade-i seniyelerini istirham ettim.
-Size benim cariyem Târândil’i vereceğim. Eakat
-Efendimiz buna karşı ne buyurdular?
durunuz, bundan kimsenin haberi olmayacak. Yalnız siz,
-Sultan efendimize de aynı iradenin tebliğ edildiğini ben, hazinedar usta bilecek. Sonra o gebe olur olmaz
ve meselenin karar verilmiş ve bitmiş olduğunu söy­ ben de olacağım.
lediler. Tabiî ayaklarını öperek çıktım. Eakat bu iradeye
-Nasıl anlamıyorum?
sebep acep nedir?
-Dinleyiniz. Târândil gebe olur olmaz kimse
-Ne mi? Paşa, bilmiyor musunuz? Sizin gibi nâmdar
gebeliğini hissetmeden hususî bir eve çıkaracağız. Aynı
ve şerefli bir ailenin son çocuğu ve benim gibi Âl-i Os­
zamanda benim de gebe olduğumu saraya ilân edeceğiz.
man’ın şanlı bir kızı evlâtsız ve varissiz olabilir mi?
Târândil doğurunca çocuğu alınıp gizlice saraya getirile­
172 TÜRK YURDU Sayı 116

cek, O çocuğu ben doğurmuş olacağım. Merak et­ gibi görünen kadifemsi koyu kırmızı garip bir çiçek gibi
meyiniz, bunlar büyük bir maharetle idare edilecek... açılan ağzı vardı. Mumların pırıltısı ile kısa saçlarının

Rüstem Paşa acı bir tebessümle saray hayatının Gül- kumral uçları yanıyor, sarımtrak omuzlarının sevimli tüy­

nûş’a yaptıracağı bu garip ve isimsiz cinayeti düşünüyor­ leri, göğsünün iki açılmamış çiçek gibi kabaran taze hat­
ları bütün vücuduna nadir ve kıymettar bir çiçek yaprağı
du. Ağır ağır:
güzelliği veriyordu.
-Ya Târândil, o ne diyecek?
Sonra Nefî’nin Bahar Kasidesi’ni o kadar sanatkâr bir
-O mu? O hiçbirşey söylemeyecek. Onu zaten sükû-
pandomima raksı ile bütün baharı, bezmi, mıtrapları,
tü, hilmiyeti, itaati için intihap ettim. Emin olunuz, onu
sakileri, sazları ihtişamıyla o kadar canlı ve güzel temsil
ben öldürsem sadık büyük gözlerinde bir damla yaş, bir ediyordu ki, talihi üzerine o kadar lâkayd ve müthiş bir
serzeniş görünmeden gözlerini kapar. Fakat siz muvafa­ karar verilen bu güzel sanatkâr çocuğa karşı Rüstem
kat etmiyor musunuz? Niçin? Esasatınızı yine muhafaza Paşa’nın şimdiye kadar tanımadığı bir merhamet lerzesi
etmiş olacaksınız. Küçük, cılız TârândÜ’i sevmeyeceksi­ bütün kuvvetli vücudunu sarstığı hissediyordu. Kuvvetli
niz. Benim sarayda alnım yükselecek. Nurbanü çocuğum kalbi bu kimsesiz bedbaht için ikiye bulunuyordu. Göz­
olduğunu görecek ve Târândil’i de zengin yapacağız. Gü­ leri avizenin altında tüllerinin içinde şafakta ölen bir yıl­
zel ve zengin bir kocaya vereceğiz. dız gibi uzaklaşan Târândil’e bakarak:
Rüstem Paşa’nın gözlerindeki acı hayret henüz zail -Gülnûş Sultan, dedi. Ya ben bu istediğiniz şeyi yap­
olmamıştı. O şimdi yaptığı şeyin bir cinayet olduğunu mayacak olursam ne olur?
fark edememesinden, fark edemeyecek kadar an’anesi-
Gülnûş azıcık kadınlığı okşanmış, fakat sultanlığı çok
nin, mazisinin esiri olmasından dolayı Gülnûş’a bir gayz
rencide, sesinin tavrında anlaşılmaz bir mana ile:
duyuyordu. Arkada minderleri üzerinde çalıp söyleyen
Çerkesler şimdiye kadar onun bir alay beyinsiz kuş, his­ Efendimizin daha küçük bir fikr-i mübayeneti için

siz dişi sürüsü diye düşündüğü kızlar, ona hayatları mu­ merhum Seyfullah Paşa’yı idam ettirdiğini düşünüyorum
da, maazallah.
ammalar ve facialarla dolu zavallılar gibi geliyordu. Paşa
derin ve dalgın onlara bakarken Gülnûş Sultan: Rüstem Paşa siyah gözlerini bütün kabiliyet-i hayatıy­
la Gülnûş’un muhteşem yüzüne çevirdi.
-Şimdi Târândil,
-Hükümdar ve hükümdar kızlarının daima irade et­
Esti nesîm-i nevbahar, açıldı güller subh-dem...
meye hakları vardır... Bu raksı tamam olmadan sultan
Kasidesine kendi uydurduğu bir raksı bize oynayacak, efendimizin müsaadesini istihsal etmek mecburiyetin­
dedi. deyim. Sultan efendimizin emrini yerine getireceğim...
Ve o zaman yirmi telli sazın, on defin ve otuz billûrî Rüstem Paşa birden bire aynı hürmetkâr itina ile
sesin tekrar ettiği bu muhteşem kasidenin âhenkdar, Gülnûş Sultan’ı selâmlayıp çıktı, gitti.
tannan muzıkasıyla hem-âhenk küçük rakkase Târân-
Gülnûş Sultan bu ani tevazu ve itaatta, kardeşlerinin
dil’in avizenin altına doğru geldiğini Rüstem Paşa gördü.
kocalarına bilhassa Nurbanu Sultan’ın kocası Esat Paşa’ya
Bu küçük, sessiz Çerkeş dilber ufak oyuncu da birden bi­
bir benzeyiş buldu. Büyük Rüstem Paşa! Eğilmez Rüstem
re şiddetle dikkat edilecek bir âlem oluvermişti.
Paşa! Zavallı bir mahlûk gibi on senedir müdafaa ettiği,
Târândil arkasına ipek burmacıktan uzun şeffaf bir yaşadığı esasatını ölüm korkusuna mı, yoksa Gülnûş’un
gömlek giymiş, küçük ayakları beyaz atlas terlikler için­ ısrarına mı feda etmişti?...
de, kesik, dalgalı çocuk başından tâ yerlere düşen uzun
Gece yarısından bir saat evvel Rüstem Paşa’nın yatak
şafak renginde bir tüle bürünmüş ağır adımlarla geldi. İn­
odasının kapısı yavaşça açılmış, ihtiyar hazinedar ustanın
ce çocuk yüzünün sevimli hatları üzerinde iki sıcak kes­
arkasında Târândil yanan yanakları, kırmızı gözleriyle
tane renginde tatlı derin gözleri vardı. Kıvrık çenesi üs­
getirilmiş, paşaya etek öptürülmüştü. Hazinedar usta
tünde Afrika ormanlarının en ateşli bir köşesinde açmış
kapıyı kapar kapamaz paşa yatağının yanındaki koltuktan
Sayı 116 TÜRK YURDU 173

ayağa kalkarak Târândil’in küçük yüzünü ellerine aldı. nazire


Yumuşak tatlı gözlerine siyah gözlerinin en merhametli
Yahya Kemal’in lâ tiftir şarkısına
büyük nazarlarıyla baktı. Sonra kızın gözlerini yaşla dol­
duran bir sesle dedi ki: Râkib oldum da aruzun bir küheylân tayına
Derakab koydum sihamı hücumun ben yayına
-Kızım, sultan efendi senin kendisine ne kadar sadık
Gitmeyip Fazıl gibi hem herkesin alayına
olduğunu, geceleri bilhassa uykusu kaçtığı vakit nasıl
Eyledim yârânı davet işte akşam çayına!
onu küçük ninnilerle uyuttuğunu, bazan da bin bir gece
hikâyeleri okuduğunu söyledi. Bende de bir uykusuzluk Kaldı târ-ı zülf-i nazmım şimdi her bir şanede
hastalığı var. Ben masal sevmem. Fakat çok musiki seve­ Allah Allah cezbe verdim Cahid-i zîşânede
rim. Rica ederim bana küçük sesinle şarkılarını oku, ol­ Hem Nizam kurbünde hayli hoşça bir kâşânede
maz mı? Susma kızım, senin yanaklarındaki hicap rengi Eyledim yârânı davet işte akşam çayına...
göreceksin ki, kendi kendine zail olacak. Bir zaman son­
ra bana emniyet edecek, beni büyük bir kardeş, belki ta­ Dâsitân-ı şöhretim olmuş nazir-i efsaneden

nımadığın, görmediğin bir baba gibi göreceksin. Destgâh-ı sanatım farksız hele tersaneden
Bezm-i şevke gelmemek ey Fazıl-ı tersa, neden?
Ağlıyorsun, Târândil, niçin? Peki, ağla ağla... Yalnız
Eyledim yârânı davet işte akşam çayına!
senden birşey rica edeceğim. Bana yemin eder misin?
Peki... Bak, bu odaya akşamları geldiğini hazinedar usta Fazıl Ahmed
ile Gülnûş Sultan’dan başka kimse bilmeyecek. Onlar
seni istintak ederlerse, kızım, onlara burada geçen şeyler
için bir tek kelime söylemeyeceksin emi? Yemin ediyor­
sun kızım... Teşekkür ederim. Bu yemininden, ben ölür­
mimiz
sem, sen halâs olursun, o vakit Gülnûş Sultan’a her şeyi EDEBİYATIMIZA da ir
söylersin. Olmaz mı? Bu gece şarkı da söyleme kızım. Ottomanischer Lloyd gazetesinin 7 ve 8 Temmuz
Ben kitap okuyacağım. Nöbetçilerin çekildiği koridorlar­ 1332 tarihli nüshalarında Hüseyin Cahid Beyin Türk ede­
dan yavaşça çekil, git! biyatının hâl-i hazırına dair bazı mütalâalarının Almanca
Târândil yatağında bu harikulâde gecenin garabeti ve Fransızca tercümeleri intişar etmişti. Tanin Gazetesi 9
ile titrerken Gülnûş Sultan saçlarını hazinedar ustaya ör­ Temmuz nüshasında Cahid Beyin beyanatından bazı kı­
dürüyordu. Sultan’ın sarı yanaklarından bütün hayat sımlarını Fransızcadan Türkçeye tekrar tercüme etmek
çekilmiş, beyaz uzun vücudu donmuştu. Kuyudan gelir sûretiyle dercettiği gibi o beyanatına kendi tarafından bir
gibi boğuk bir sesle: hayli mütalâalar da ilâve eylemişti. Cahid Bey, okur yazar
gençlerimizin en ziyade alâkadarlık gösterdiği bir mese­
-Dadı, dedi. Destaviz Kalfa hani herkesten gizli bir
leden, edebiyat meselesinden bahsettiği için Tanin’in
kutudan afyon çıkarıp yediğini sen bana bir defa söy­
makalesi gençlerimizi epey harekete getirdi. Onlar top­
lemiştin. Git bana o haptan çabuk bir tane getir.
landılar, konuştular. Bahse dair nokta-i nazarlarını izah
-Peki arslanım! eden bazı makaleler yazmaya da karar verdiler. Bu maka­
Hazinedar usta Gülnûş’un emrine itaat için giderken lelerden bir ikisi Türk Yurdu’nun gelecek sayılarında çı­
yanaklarından yaşlar sızıyordu. Bu geceden üç ay sonra kacaktır. Fakat kısmen Cahid Beye cevap mahiyetinde
Rüstem Paşa Karadağ Muharebesi’nde şehit oldu. olacak olan bu makalelerin neşrinden evvel “Kavgalarım”
muharrir-i muhtereminin neler dediğini tercümeden ter-
Gülnûş Sultan Târândil’den Rüstem Paşa’nın kendin­
cüle ederek değil, kendisinin Türkçe yazdığı metinden
den başka bir kadın sevmediğini, paşanın ruhuna mev-
alarak karilerimize bildirmek istedik.
lûd okuttuğu akşam haber aldı...
Ottomanischer Lloyd’un tercümelerine asıl olan
10 Mayıs 552
Halide Edih Türkçe metni, Hüseyin Cahid Beyefendiden aldığımız
müsaade ile işte aşağıya dercediyoruz:
174 TÜRK YURDU Sayı 116

1- Türk Edebiyatı bugün gayet durgun bir hâlde,.. Şu birine tesadüf etse idi hiç şüphem yok, Edebiyat-ı Cedîde
sırada memlekette canlı bir hareket-i edebiyeden bahset­ hareketi pek derin, köklü ve canlı bir şekil alırdı. Sekiz
mek hiç doğru olamaz. Bunu ahvâl-i haziranın tesirine at­ on senelik atalet ve sükûn 1312 şairlerinin, romancıları­
fetmek haklı değildir. Maatteessüf edebiyatımız Meş­ nın ruhunu âdeta kurutmuş idi. Hepsi bir tarafa dağılmış,
rutiyet ile hürriyet-i matbuatın iadesinden sonra ümit gençlik hülyalarına veda etmiş, ümitlerinin birer birer sü­
edilen inkişafı gösterememiştir. kûtunu görmüştü.

1312 seneleri ihtidasında bir Edebiyat-ı Cedide hare­ Meşrutiyetin şu ölü topraklara düşen ilk hararetin­
keti oldu. Bu bir inkılâp, bir Avrupalılaşma idi. Bu hare­ den yanlız siyasiyât tohumları filizlendi. Ve bu birdenbire
keti yapanlar Avrupa’yı doğrudan doğruya taklit değil, o kadar kuvvet ve mebzuliyet ile tenebbüt etti ki, sanatı,
Avrupa usûllerini edebiyatımıza tatbik ile cihanın bu kö­ edebiyatı boğdu. Halid Ziya’yı bile o güzel kalemini Sa­
şesinde de millî bir edebiyat uyandırmak istiyorlardı. İlk bah gazetesinin yevmî makalelerine esir etmiş bir hâlde
defa olarak hikmet-i bedayi ve tenkit bahisleri ciddî bir görürüz.
sûrette ortaya atılıyor, Avrupa edebiyatının künhüne, Edebiyat-ı Cedîde hareketiyle fikirleri ve ruhları bes­
mahiyetine dair tetkikat neşrediliyor, nümûneler verili­ lenen gençler, bu edebiyatı takip eden nesil vardı. Meş­
yordu. Ve aynı zamanda şiirler, millî küçük hikâyeler ve rutiyet edebiyatının bütün ümidi bunlarda idi. Bunlar
Romanlar yazılıyordu. Aynı zamanda gerek şiir gerek ne­ şimdi gaye-i hayal ile sarhoş olacak bir yaşta, memleket
sir lisanı yeni fikirleri ifade edebilecek bir genişlik alıyor, için açılan geniş ve hür ufuklar karşısında bize hülyaları­
sadeleşiyor, sanatkârâne işlenmiş bir hale giriyordu. nı, ümitlerini, elemlerini, aşklarını terennüm edecekler­
di.
Fakat bu 1312 hareket-i edebiyesi milletin ruhunun
derinliklerinden taşan berrak ve mebzul bir nehr-i zî-ha- Onlar buna mukabil kendilerinden evvelki nesle söv­
yat olmaktan çok uzaktı. Biraz sun‘î bir edebiyat idi. Ha- meyi tercih ettiler. Mevcut, nâ-tamam binayı genç ve hür
yat-ı milliye ile alâkası pek azdı. Çünkü sansür vardı. O saclarıyla itmamdan ziyade yıkmaya çalışmayı münasip
zamana yetişmemiş olanlar, hele AvrupalIlar edebiyata da gördüler, bütün maziyi inkâr eylediler. Siyasiyatın gürül­

şamil olan bu müthiş sansürü kabil değil zihinlerde layı- tüleri arasında pek kulağa ve göze çarpmayan bu teşeb­

kıyla tasavvur edemezler. Hatta edebiyatın efkâr ve ahlâ­ büs-! edebînin telâşı içinde de edebiyatta nazariyeden,
nutuktan, makalelerden ziyade bir eser-i edebî meydana
ka tesirini düşünerek esas itibariyle ale’l-ıtlâk edebiyat
çıkarmak lâzım geleceğini unutuyordular. Bu gençler
aleyhinde olan sansürün nasıl olup da birkaç sene için bu
arasında sanatkâr mizacına mâlik şahsiyetler vardır.
kadar lütufkâr davrandığına hayret etmek lazım gelir.
Ötede beride şâyân-ı dikkat şiirler, hikâyeler ve hic­
1312 edebiyatı vatanperverâne olamazdı. 1312 edebiyatı
viyeler intişar etmiştir. Fakat bunlar birer vaattan başka
mesâil-i ictimaiyeye, fecayi-i ahlâkiyeye temas edemezdi.
birşey değildir. Bu vaatları tutmak icap ederdi, yaşayan
Onun için yalnız âşıkâne ve hayalperverâne olmak mec­
bir eser, velûd bir muharrir... Bunu maatteessüf pek
buriyetinde idi. Şair “bahar olsa” temennîyatı ile hürriyet
göremiyorum. Fakat şiirsiz şairler, romansız muharrirler,
ve Meşrutiyete bir imada bulunduğunu zannettiği gün
tilmizsiz üstadlar, bunlardan az çok meşhurları var.
kendisini bahtiyar addedebilirdi. Servet-i Fünûn ile meş­
gul olan sansürün hususî müsaadekârlığı semeresi olarak Fakat Türklük izzet-i nefsi nâmına çok teşekkür ki,
bütün bu gürültülerden hariç ve uzak olarak şu çorak ve
bu kadarcık meydana çıkan edebiyat Fransızca’dan tercü­
karanlık edebiyat sahasının üstünde sanatkâr bir sima az
me ettiğim bir makalenin jurnal edilmesi üzerine günün
vakit içinde yükselmeye ve parlamaya başladı: Halide
birinde sûret-i kat’iyyede mahvolundu. Artık ondan son­
Hanım. Bugün Türk edebiyatı, daha doğrusu Türk
ra ne şiir yazıldı. Ne hikâye, ne roman. Zaten evvelden de
romanı Halide Hanımın edebiyatıdır. Bu yalnız Türk’ün
tiyatro için bir teşebbüs bile olmamıştı.
edebiyatı değil, bütün cihanın da edebiyatı olabilir.
Bu derin sükût Meşrutiyete kadar devam etti. Eğer Halide Hanım’ı ortadan kaldırınız, son zamanlarda Türk
idaredeki inkılâp ile edebiyattaki inkılâbın tarihleri bir­ edebiyatından bahsedemezsiniz.
Sayı 116 TÜRK YURDU 175

2- Edebiyatı tefrik eden Türklük ve İslâmlık cereyanıçok işlerlerse bu kabiliyetin de o kadar artacağı şüphesiz­
yoktur. Bu bahis edebiyatımıza, âsâr-ı edebiyemize gir­ dir.
memiştir. Yalnız ortada Türkçe’yi eskisi gibi yazmak veya Resmî kitabet ile edebiyat arasındaki farka gelince
İstanbul Türkçesi denilen şekilde kabul etmek taraftarı pek büyüktür. Fakat her memlekette resmî üslub ile ede­
olanlar arasında bir ihtilâf vardır. Bu ihtilâfın zail olacağı­ biyat arasında bir fark yok mudur? Bir tüccar mektubu,
na dair de hiçbir alamet görmüyorum. Esasen bu ihtilâfı bir mahkeme ilâmı ile bir gazete makalesi arasında fark
Türklük, İslâmlık cereyanları nâmı altında toplamak doğ­ görmez misiniz? Resmî kitabet ıslâha muhtaçtır. Fakat
ru değildir. kendi nevi dairesinde.
Türkçe yazı lisanımız ile konuşma lisanımız arasında 4-Şimdiki harbin edebiyatımız üzerinde ne iyi ne fe­
pek derin bir uçurum var... Edebiyatın sırf havâssa hitap na hiçbir tesiri olmamıştır. Zaten memleketimiz yedi se­
eder bir nevi oyuncak hâlinden çıkması için bu uçurumu neden beri hep harp içinde yaşıyor. Şu buhranlı devre
mümkün olduğu kadar doldurmak lüzumu vardır. Zaten geçer de memleket bir sükûn ve refah devresine nâil
bu lüzum kendisini hissettiriyor. Lisan-ı tahrir sadeliğe olursa belki o zaman bir edebiyat inkişaf eder.
doğru hızlı adımlarla ilerliyordu.
Hüseyin Cahid
Edebiyatı herkese hitap edebilir bir hale getirmek,
lisanı sadeleştirmek isteyenlerden bir kısmı her teşebbüs
ve harekette görülebilecek bir ifrata, bir sade-bînliğe
kapılarak Türkçeden Arapça ve Farisî kelimeleri çıkar­
maya, eski Türkçe kelimeleri ihya etmeye kalkıştılar.
mim ü£ TERBİVE
Aruz veznini bırakarak parmak hesabını vezn-i millî diye MAARİFİMİZ HAKKINDA
tercih ettiler. Esas itibariyle pek doğru ve zarurî olan bu 4
hareket taraftarlarının beceriksiz ve lüzumundan fazla Makalenin üçüncüsü 10’uncu cildin İV inci sayfaşındadır.
ola gayretkeşliği bittabi bir aks-i amel tevlîd etti. Cenab
İb tid a î M e k te p le ri- Tedris ve terbiye-i ibtidaiye
Şehabeddin, Süleyman Nazif gibi sanatkârların temsil et­
meselesini müdafaa-i milliye meselesi hâlinde düşünmek
tiği bu aks-i amele İslâmlık cereyanı nâmı verilmekte
her hâlde yanlış değildir. İbtidaî mekteplerinin vazifesi
hiçbir hikmet yoktur. Onlar Arabî ve Farisî kelimeleri
yekûn kabiliyât ve malûmatına nazaran hayat çarkında kı­
bırakmıyorlar, parmak hesabından zevk akmıyorlarsa bu
rılmayacak halk, vatandaşlar yetiştirmektir. Tedrisat-ı İb­
İslâmlık taassubundan değil sanat ve güzellik endişesin-
tidaiye Kanun-ı Muvakkati’nin beşinci maddesi mekâtib-i
dendir. Maamafih zannetmiyorum ki, mahirane iş­
ibtidaiyenin vazifesini şu sûretle izah ediyor: “Mekâtib-i
lemeleriyle fikri ve hayali eğlendiren bu güzel yazılar da
ibtidaiye, çocukların bir sûret-i mütevazenede küşâyiş-i
istikbâlin lisanı olabilsin. Bu lisan şu iki ucun ortasını
ezhânını temin eyleyecek esasları vaz eden ve herkese lâ­
takip edecek ve bu mücadele şüphe yoktur ki, sadelik
zım malûmata mükesseb olan mekteplerdir.”
cereyanını teshil eyleyecektir. Her hâlde Türkçülük
nâmıyla hülâsa edilebilen hareket teklif edilen yenilikleri 2 Temmuz 1331 tarihli Mekâtib-i İbtidaiye-i Umûmi­
sevdirecek ve o türlü yazılardan bir zevk husûle getire­ ye Talimatnâmesi ise maksadı daha iyi izah ederek diyor
cek bir şaire ve sanatkâra sahip oluncaya kadar pek ki: “Mektep sıralarındaki yeni nesil hem an‘anât-ı diniye
sönük ve ehemmiyetsiz kalacaktır. ve milliyeyi muhafaza ve hem de şerait ve ihtiyacat-ı ha­
zıra ile telif-i nefse alıştırılır.” Buna binaen ibtidaî dersle­
3- Türk lisanının hâl-i hazırından size uzun uzadıya
rini ve meşguliyetlerini seçmek, onları birbirlerinin kuv­
bahse şurada imkân görmüyorum. Şimdi lisanımız faraza
vetlerini izale edecek değil, heyet-i mecmuasıyla daha
Edebiyat-ı Cedîde lisanına nazaran şâyân-ı hayret bir
büyük bir kuvvet yapabilecek bir hâlde telif ve tensik ey­
sûrette sadeleşmiştir. Bu sade şeklinde her türlü efkârı
lemek ne büyük bir iştir!
ifade edebilecek bir kabiliyete de mâliktir. Üdebâmız,
makaleleriyle değil, yaşayan eserleriyle bu lisanı ne kadar İbtidaî Mektebi tabiri bu müesseselerin maksadını
tamamıyla izah edemiyor. İbtidaî mektepleri diğer dere-
176 TÜRK YURDU Sayı 116

cat-ı tahsiliyeye bir geçit değildir. Bunun yanlış telâkki­ Muhtasar Fenn-i Hesap, Muhtasar Tarih-i Osmanî, Muh­
sidir ki, bizde ibtidaîler, nümûneler, sultanîlerin ibtidâî tasar Coğrafya, Malûmat-ı Nafiayı Câmi Risâle.”
sınıfları gibi renk ve şekilce ayrı ibtidaîlerin doğmasını
Yirmi üçüncü maddede de: “Mekâtib-i rüşdiyenin
mucib olmuştur ve biz de her ibtidaî mektebi kendisini
müddet-i tahsiliyesi dört sene olup zirde muharrer ders­
sultanîlere talebe yetiştirmekle mükellef biliyor. Hatta bir
ler tedris olunacaktır: Mebadî-i Ulûm-ı Diniye, Lisan-ı Os­
çok kaza ibtidaî muallimleri gördüm ki, birincilik yahut
manî Kavâidi, İmlâ ve İnşa, Tertib-i Cedid Üzere Kavâid-i
ikincilik ile şehadetnâme alan köylü çocukları için:
Arabiyye ve Farisiyye, İlm-i Hesap, Defter Tutmak Usûlü,
-"Yazık, bu kadar tahsili boşa gidecek. Çünkü şimdi Tersim-i Hutut, Mebadî-i Hendese, Tarih-i Umûmî ve
babasının bakkal yahut amcasının nalbant dükkânına Tarih-i Osmanî, Coğrafya ve Jimnastik" deniliyor. Dör­
girecek. Bir çare olsa da bu çocuğu şehre yollasak..." düncü sene içinde istekli olanların Fransızca tahsilleri
diyorlardı. caizdir.

Niçin kanunlar tahsil-i ibtidaîyi mecburî tutuyor? Her Nizâmnâme, terbiye meselesine, tedrisin ve
millet için umumî ve millî bir terbiye vardır. Milletin mekâtib-i ibtidaiyenin ruhuna hiç temas etmemiştir. O
bütün efradı bu umûmî terbiyeyi almış bulunmalıdır. devrin maarif hakkında hâkim olan düşüncesi okutmak­
Herkes hâl-i İçtimaînin icabatına, vatandaşlık hukukunun tan ibaretti. Ve maarif meselesi yalnız okutmak meselesi
tahmil edeceği vezâife boyun eğmeye mecburdur. telakki olunuyordu. Elan mevcut bu tarz-ı telakkiyi 1331
Kezalik her millet için an'anât sırasına geçmiş bazı mekâtib-i ibtidaiye-i umûmiye talimatnamesinin bir iki
hatıratı ve vekayii olur ki, bunlar o milletle beraber yaşar fıkrasını silmeye muktedir değildir. Maarif ve terbiye
ve bazan da o milleti yaşatacak bir iktidar kazanırlar. İşte manzumesinde rol sahibi olanlar ve nihayet muallimler
vâzı’-ı kanunlar, ibtidaî mekteplerinin bu umûmî ve millî ve mürebbiler okutmayı bir terbiye meselesi haline sok­
terbiyeyi verebileceğine kanaat hasıl etmişlerdir. maya mecburdurlar. Terbiyesiz, gayesi anlaşılmayarak

Hükümet vatan için düşünebilecek, vatanının mu­ verilen tahsil emel-şikeste ve sınıfsız halk yetiştirir. Bu

kadderatına iştirak edecek, muhitinde yaşayabilmek için halkın heyet-i içtimaiyeye faydadan ziyade zararı vardır.

vesait-i lâzime ile mücehhez olarak hayata karışacak un­ İlân-ı hürriyeti müteakip ellerimizdeki mekâtib-i ib-
surları mekteb-i ibtidaî terbiye ve tahsilinin verebileceği tidaiye programı biraz daha vâsidi. Müddet-i tahsiliyesi
kanaatindedir. Bu kanaat dolayısıyladır ki, hemen her üç seneden ibaret olan bu devrin ibtidaîlerinde Elifba,
devlet ibtidaî tahsilinin fevkini tevsi-i malûmat vesaitin­ Kur’ân-ı Kerim, Tecvid, İlm-i Hâl, Kıraat, İmlâ, Muhtasar
den addeder ve ibtidaî mekteplerinde esasat-ı terbiye ve Sarf ve Nahiv, Hesap, Tarih, Coğrafya, Malûmat-ı Diniye
tahsili verdikten sonra ötesini efradın kendi ihtiyarına ve ve Ahlâkiye, Malûmat-ı Fenniye ve Sıhhiye, Hüsn-i Hat
servetine bırakır. gösteriliyordu.

Bu itibarla ibtidaî mektepleri halk mektepleridir. İb­ Şimdi altı sınıfı ihtiva eden mekâtib-i ibtidaiye-i
tidaî mekteplerinin gayesini çok iyi anlayan Cermen umûmiyemizde tedrisat üç devreye ayrılır:
memleketlerinde İhtilâl-f Kebir’in zadesi olan ibtidâî
Devre-i İbtidaiye: Yedi ve sekiz yaşındaki çocuklara
mektebi tabiri yoktur. Onlar ibtidaî mekteplerine Halk
mahsus.
Mektepleri (Volks Schulen) diyorlar.
Devre-i Mutavassıta: Dokuz ve on yaşındaki çocuk­
1286 tarihli Maarif-i Umûmiye Nizamnamesinde sıb-
lara mahsus.
yan ve rüşdiye mektepleri mekâtib-i ibtidaiyeden madut-
Devre-i Aliye: Onbir ve oniki yaşındaki çocuklara
dur. Fakat bunlardan yalnız sıbyan mekteplerine devam
mahsus.
nizamen mecburidir. Mezkûr nizamnamenin altıncı mad­
desinde deniliyor ki: “Mekâtib-i sıbyaniyenin müddet-i Gösterilen dersler de şunlardır: Kur’ân-ı Kerîm,
tahsiliyesi dört sene olup zîrde muharrer dersler tedris Malûmat-ı Diniye, Kıraat ve Hat, Lisan-ı Osntanî, Hesap
olunacaktır. Usûl-i Cedide Veçhile Elifba, Kur’ân-ı Kerîm, ve Hendese, Durûs-ı Eşya, Malûmat-ı Tabiiye ve Tat­
Tecvid, Ahlaka Müteallik Mesâil, İlm-i Hal, Yazı Talimi, bikatı, Hıfzussıhha, Malûmat-ı Medeniye ve Ahlâkiye ve
Sayı 116 TÜRK YURDU 177

İktisadiye, El İşleri ve Resim, Gınâ (İlahî ve vatanî man­ Lisan -Nümûne mekteplerinde-). Not takdirinde bu
zumeler), Terbiye-i Bedeniye ve Mektep Oyunları, Etraf-ı takımlar nazar-ı dikkate alınacaktır.
Zükûra Talim-i Askerî, Etfal-i İnasa İdare-i Beytiye ve
İbtidaî mekteplerinin gayesi bir daha düşünülünce
Dikiş İşleri.
takımlar teşkilinin ne kadar ehemmiyetli olduğu tezahür
Altı dershaneli mekteplerimizden farkları daimî eder. Halk mektepleri hesap mektebi, coğrafya mektebi,
muallimlerden mâada beş seyyar muallim ile bir m üdür resim mektebi, Jimnastik mektebi... değildir. Bir mektep­
muavinine ve inzibat ve muallimin meclislerine mâlik ol­ te hesaptan “on” alan çocuk coğrafyadan bir almışsa o
masından ibaret olan nümûne ibtidaîlerinin diğer bir far­ mektep vazifesini anlayamamış ve yapamamış demektir.
kı da programlarında ecnebî lisanının mevki tutmakta ol­ Derslerin ibtidaîlerde heyet-i mecmuasıyla ancak bir kıy­
masıdır. meti vardır. Teker teker hiç biri çocuğu hayat için, cemi­

Mekâtib-i ibtidaiyede tedris olunan derslerin müf­ yet için hazırlamaya kâfi değildir. Takım meselesi bu

redatı da 1329’da neşrolunmuştur. Bu müfredat bir ve iki maksatla atılmış hayırkâr bir adımdır. Ümit ederiz ki, mu­

dershaneli ve muallimli mektepler için ayrı, üç, dört, beş, allimlerimiz bu meseleye lâyıkıyla ehemmiyet verirler. Ve

altı dershaneli ve muallimli mekteplerle nümûneler için çocuklarımızı israf-ı kuvhadan, muvazenesizlik derdin­

ayrıdır. den kurtarmış olurlar.

Meselâ, devre-i mutavassıta birinci sınıf için “İkiyüze Nâfi Atuf


kadar adetler üzerine tadad ve terkim gösterilecektir.”
denildiği hâlde aynı sınıf için, “Üç dört haneli adetlerin
bir ve iki haneli adetlerle taksimi” denilmesi gibi bazı
TÜRK DÜNYASINDA
noksanları ile beraber işbu müfredat, muallimlere
üzerinde işlenmesi lâzım gelen kıymettar bir kanavadır.
NEMÇE VE İRAN’DA OSMANLI ORDULARI
Çocuklarımızın zekâlarına, memleketin ihtiyacına göre
bu müfredat üzerinde daha pek çok oynanabilir. Cihan Cengi başlanalı biri Avusturya ve Alman tebliğ-
nâmelerini dikkatle takip edenler Lublin, Lwow hususuy­
Bilhassa şunu da kaydetmek isterim ki, muallim, bu
la son zamanlarda çok geçen Bucaş isimlerini okudukça
müfredatla çocukların zihnini here ü merc etmemelidir.
elbette bir heyecan, gurur ve tesirden mütevellid bir he­
3/4 ile 7/8’i cem‘, 3.7’yi 8.9 ile doğru darb edemeyen ib- yecan duymaktadırlar. O isimler delâletiyle hepimiz ida-
tidaî son sınıf talebesini müfredatta vardır diyerek faiz, is-
diyede iken ezberlediğimiz Köprülüler devrinin Lehistan
konto meseleleri ile meşgul etmede hiçbir fayda muta­
Sefer-i Hümayunu ve Bucaş Muahedesi faslını hatırlıyo­
savver değildir.
ruz: “Mevkeb-i hümayun İsakçı’dan Tuna’yı geçerek Ho-
İbtidaîlerimizde hesapçı, tarihçi, lisancı değil fikrî tin tarikiyle hudûd-ı Lehistan’a dahil olup o diyarın en
terbiye almış kafalar yetiştirmek isteriz. Program fikrî in­ metin kalesi addolunan Kamaniçe taht-ı tazyik-i asker-i
zibatı temin için muallimin elinde bir rehber olursa mü- zafer-rehberde el-aman niyazını isal ve sem ‘-i âlî etmekle
fiddir. Yoksa muallim oradaki mevâddı çocuklara okut­ sulhen feth ve işgal ve ceyş-i mansur Podolya eyaletine
mak için programı bir kitap telâkkî ederse şüphesiz idhal edildi. İliyev yani Lümberg ve Lublen belde-i meş-
program pek muzır birşey olur. Pek çok maddeleri cid­ hureleri ve etraf ve cevanibde kâin palangalar averde-i
den vakıfane olan 1331 Temmuz Talimatnâmesinin dest-i satvet ve mamureler kaide-i zamane veçhile yağma
ü l ’inci maddesi bilhassa şâyân-ı dikkattir. Bu madde ve garet edilerek a‘dâ havf-ı kahr ile musalaha istidasında
dersleri takımlara ayırmıştır: bulunmakla ikametgâh-ı hümayun olan Bucaş mevkiine
(Kur’ân-ı Kerim ve Ulum-ı Diniye), (Türkçe: Kıraat, murahhaslar vürûduyla akd-i muahede ve tecdid-i müva-
İmlâ, Sarf ve Nahiv, Tahrir, Manzume Ezberi, Yazı), (Mu- lat kılındı (1083). Şerait-i esasiyesi Podolya Eyaleti Dev-
sahabit-i Ahlâkiye), (Hesap ve Hendese), (Tarih ve Coğ­ let-i Aliye’ye ve Ukrayna Kazaklara terkolunmak ve Leh
rafya), Eşya Dersleri ve Ziraat), (İdare-i Beytiye ve Tabba- Krallığı tarafından senevî yirmi iki bin altın verilmek idi.
hat: -Kız mektepleri içim), (Resim ve El İşleri), (Ecnebî Doroşenko rûymâl-ı atebe-i ulyâ olarak hükümete İk‘ad
178 TÜRK YURDU Sayı 116

olunduktan sonra mevkib-i hümayun Edirne’ye Selim Gi­ kım Macar beyleri Osmanlı padişahının vassalı olmayı ka­
ray Kırım’a avdet ettiler.” bul ettiklerinden, Avrupa-yı merkezîye ilerleyen orduları­
mız, Macar askeri ile birleşip harbi yalnız Nemçe çasarına
Birkaç sene sonra (1089), Çehrin seferi vukû buldu,
karşı devam ettirmiş ise de İran-Osmanlı münasebatı, tâ
Elyevm Poltava vilâyetinin Dnyeper civarında bir kaza
son zamanlara kadar tam dostane bir şekil alamamıştır,
merkezi olan Çehrin (Cigirin), o zamanlar Sarıkamış
İki en kuvvetli İslâm devleti arasında evvelleri bazı dinî
Kazaklarının merkez-i hükümeti idi. Evvelce canib-i sal-
sû-i tefehhümlerin, sonraları bazı ecnebî telkinlerin neti­
tanat-ı seniyyeye dehâlet eden Sarıkamış Kazakları Hat-
cesi olarak tekevvün eden ve idame olunan soğukluk,
manı Doroşenko müzevvir ve mütelevvin bir herif ol­
her iki devlete son derece zararlı olmuştur. Türkiye ve
makla bu kere de nakz-ı ahd ve biat ile Rusyalı’ya temayül
İran’da mütefekkir ve samimî hiçbir fert bu hakikati in­
ve dârü’l-hükûmeti olan Çehrin Kalesini çara teslim ey­
kâr edemez. Osmanlı saltanatı ile Habsburglar devletinin
lemiş idi.” OsmanlIlar Çehrin üzerine yürürken Moskof-
iştirak-i menafii 9’uncu asır ihtidalarından itibaren anla­
ların 100 bin sayılı bir ordusu da orayı müdafaa ediyordu.
şılmıştır. İran, Türkiye ve Avusturya-Macaristan, bir bu-
OsmanlI Ordusu Çehrin Kalesini zabtetti. Burada Os­
çuk-iki asırdan beri aynı tehlikeye, Moskof tehlikesine
manlI Ordusu Moskof Ordusu ile ilk defa çarpışmıştı.
maruzdurlar. Rusya’nın sıcak denizler arayan savleti, ilk
Görülüyor ki, Osmanlı büyük fütuhat devresi desta­ önce merkezde olan Türkiye’ye çarptı. Cenahları teşkil
nının hatimesi buralarda, Lehistan’da, Galiçya’da, Ukray­ eden İran ve Avusturya, evvelleri Türkiye’ye ciddî muave­
na’da ateşle, kanla yazılmıştır. Yine görülüyor ki, asırlar­ net etmedilerse de sonraları Viyana kabinesi coğrafî, et-
ca devam edecek Osmanlı-Moskof musaraası da buralar­ noğrafî ve siyasî vaziyet ve münasebâtı pek iyi takdir etti.
da başlanmıştır. Osmanlı Türklerinin yeni bir hayata geç­ Artık bizde de büyük Süleyman’dan kalma İran ve Nem­
mek azim ve emeliyle çırpındıkları sırada patlayan cihan çe seferleri an'anesinin değişmesi iktiza ederdi. 18’inci
çenginde Osmanlı Ordusu’nun en amansız ve en tabiî asırda Fransızlar Türkiye, Lehistan ve İsveç’ten mürek­
düşmanı olan Ruslarla vuruşmak için onlarla ilk kavgaya kep bir ittifak-ı müselles şeddi ile Rusya’nın taşmasına
giriştiği kıtada Lehistan ve Ukrayna’da tekrar saff-ı harbe mâni olmak istedikleri gibi, 19’uncu asırda aynı âfete kar­
dahil olması, tarihin teemmüle şâyân tesadüflerindendir, şı Avusturya-Macaristan, Türkiye ve İran’dan mürekkep
İlk müsademe OsmanlIların galebe ve fethiyle hitam bul­ bir ittifak-ı müselles husûle gelmeliydi. Osmanlı orduları,
muştu. Allah’tan niyaz ederiz ki, bugünkü savaş da Mos- Süleyman-ı Kanunî ve haleflerinin orduları gibi hasım
kofların kahr ve tenkil olunmasıyla nihayet bulsun! olarak değil, müşterek düşmana mukabele için müttefik

Osmanlı tarihinin parlak devirlerinde iki askerî ve muavin olarak, Nemçe ve İran’a dahil olmalıydılar. Ya­

an’ane vardır. Ordularımız daima Nemçe ve İran seferle­ zık ki, 19’uncu asır bunu görmeden geçti, gitti. Ancak

riyle uğraşırlar. Bu seferler, şüphe yok, orduya fütühat, 20’nci asrın rub‘-ı evvelinde, şu cihan cengi esnasında bu

şan ü şeref kazandırdı. Ordu ve belki devlet hâzinesinin tabiî vaziyetin tahaddüsünü görüp sunuyoruz: Bugünler­

mühim bir varidat menbaı bu seferler oldu. Fakat bu se­ de Osmanlı ordusu bir taraftan İran şahlığının istiklâlini

ferler istikbâl gözde tutularak iyi düşünülmüş bir siyase­ Rus taarruzundan muhafaza için dindaşlarımız İranlı mü-

tin, siyaset-i dahiliye ve hâriciyenin icabatından idi, deni­ cahidlerle bir arada Bağdat’tan ilerleyerek Hemedan’a

lemez. Macaristan akın ve istilâlarının Osmanlı Devle- dahil olduğu gibi, diğer taraftan ırkdaşlarımız Macarlar ve

ti’nin kökleşmesi, sağlamlaşması için ne gibi faydaları do­ dostlarımız Germenlerle birlikte Habsburg kayserlerinin

kunduğunu arayıp bulmak hayli zordur. Yavuz Selim, memâlikini Moskof hücumlarına karşı müdafaa etmekte­

İran’a muayyen ve esaslı bir maksatla harp açmıştı. Fakat dir. Bugünün Nemçe ve İran seferleri devr-i şükuh ve ik­

oğlu ve hafîdleri, geçici ve ehemmiyetsiz vesilelerle, ne­ balimizdeki aynı seferlerden, siyaset cihetiyle Osmanlı

reye ermek istediklerini belki kendileri de açık tayin ede­ menafi-i hakikiyesine daha muvafık bir gaye takip ettiği

meden İran’la cenkleştiler, durdular, Nemçe ve İran se­ muhakkaktır.

ferlerinde Osmanlı orduları ırkdaş Macarlarla, dindaş Osmanlı siyaset-i hâriciyesinin 18’inci asr-ı milâdîde
Acemlerle muhasama ediyorlardı. Vâkıa sonraları, bir ta­ teessüs eden bir an’anesi de Moskoflara karşı Lehistan’ın
Sayı 116 TÜRK YURDU 179

muhafaza-i istiklâli idi. Bu iyice yerleşmiş, adetâ akide ha­ TÜRKLÜK ŞUUNU
line gelmiş bir tarz-ı siyaset idi. Bir aralık Osmanlılar Le­ T e v fik F ik r e t’in İr tih a lin in Y ıld ö n ü m ü - Tevfik
histan’ı kurtarmak emeliyle kendi istiklâllerini tehlikeye Fikret geçen yıl Ağustos’un 6’ncı Cumartesi günü sabah­
düşüreyazdılar. Kırım’ın ziyaı, Karadeniz’in Ruslara tama­ leyin vefat etmişti. Bu yıl aynı günde merhumun dostları
men açılması, nihayet gayet muzır Kaynarca Muahedenâ- ev sahibesinin davetiyle gidip Aşiyân’ı i ziyaret ettiler. İs­
mesinin imzalanması, hep Lehistan’ın muhafaza-i istikla­ tanbul’un gündelik gazeteleri o günkü ve ertesi günkü
li uğrunda girişilen Moskof seferlerinin meş’ûm neticele- nüshalarında büyük Osmanlı şairini anarak makaleler
rindendir. Vâkıa Lehistan kurtarılamadı. Devlet-i Osmani­ yazdılar. Darüşşafaka talebesi gidip kabrini ziyaret etti.
ye’de çok şeyi kaybetti. Lâkin şu da şüphesizdir ki, Lehis­ Halkımız ve matbuatımız büyük ölülerini unutmamak yo­
tan’ın vücudu, Türkiye’nin tamamiyet-i mülkiyesi için lâ­ luna girmeye başlamıştır.
zımdı. Lehistan’ın istiklâlini müdafaa için Ruslara açılan
Ü sk ü d a r ’d a T ü rk O cağı- Türklerin millî terbiyele­
harp, siyasetçe musib idi. Matlûb netâyicin istihsal edile­
riyle uğraşmak ve İlmî, İçtimaî, İktisadî seviyelerinin yük­
meyişi, harbin siyasî bir hata olmasından değil, askerî na-
selmesine çalışmak ve İstanbul Türk Ocağı’nın programı­
kâyıstandır. Bir müstakil Lehistan’ın lüzum ve ehemmi­
na tâbi olmak üzere Üsküdar’da da bir Türk Ocağı’nın
yeti Devlet-i Osmaniye için bugün de zail olmamıştır. Le­
kurulduğu istihbar kılınmıştır. Osmanlı Türk memleke­
histan istiklâlini kazanıp Rusya’dan ayrılırsa Moskof tehli­
tinde asıl merkez sayılan İstanbul Bayezid Türk Ocağı’n-
kesi eksilmiş olur. Hele eski zamanın Sarıkamış ve Zapo-
dan başka 24 Türk Ocağı var idi. Bu Üsküdar Türk Ocağı
rog Kazakları memleketi demek olan Ukrayna muhtari­
yirmi beşinci ocaktır. Bu son ocağın da müessislerine
yetini elde ederse, Moskof tehlikesi pek ziyade eksilmiş
muvaffakiyet dilemek Türk Yurdu’nun borcudur.
olur. Bilâkis Moskoflar, Avusturya-Macar tebaası olan
G e n ç D e m e k le r i- Türk gençliğini gürbüz yetiştir­
Slavları Rusya İmparatorluğu’na ilhaka muvaffak olurlar­
sa Devlet-i Osmaniye için son derecede büyük bir tehli­ mek için üç-dört senedir çalışılıyor. Türk güçleri, izci
ocakları, idman yurtları kurulmuştu. Bu hareketin son ve
ke baş göstermiş olur. Bu cihetle Galiçya’da Habsburglar
bi’n-nisbe daha mükemmel neticesi “Genç Dernekle-
memleketini müdafaa eden, Lehistan ve Ukrayna’yı Mos­
ri”dir. Başında Miralay Von Hoff Bey ile Selim Sırrı Bey
kof boyunduruğundan kurtarmaya çalışan Osmanlı kah­
bulunmaktadır. Genç Türkleri Teşkilâtı şimdiye kadar
ramanları, aynı zamanda memâlik-i Osmaniye’yi de mü­
edilen teşebbüs ve tecrübelerin en ciddi ve sağlamıdır.
dafaa ediyorlar. Kafkasya ve Kırım’ı da kurtarmaya çalışı­
Bu sene Genç Dernekleri rehber ve muallimlerine Dârül-
yorlar, demektir.
fünûn konferans salonunda on beş gün kadar nazarî
Gazetelerimiz, bugünlerde Lehlilerin tl^r tefe’ülünü dersler verildi. Sonra rehber ve muallimlerin şifahî ve
çok tekrar ettiler. Lehliler diyorlarmış ki: “Türk atlıları tahrirî imtihanları edildi.
Visle’den su içtikleri gün Lehistan kurtulacaktır.” Allah’a
Genç Dernekleri tatbikatına dair sinema gösterildi.
çok şükür olsun, bugün ikiyüz, ikiyüz elli sene evvel ol­
Dernek teşkilâtı muvakkat bir kanun ile resmîleştirilmiş-
duğu gibi Türk atlıları Visle’den su içerler, inşaallah
tir. Ekser memleketlerde olduğu gibi, Harbiye Nezareti
Lehistan yakında kurtulacaktır. Fakat Türklerin de bir
bu teşkilât ile alâkadardır. Genç Derneklerinin kanunu
tefe’ülü var: Lehistan kurtulduğu gün Moskoflar
ile talimatnamesi bir mecmua şeklinde basılıp dağıtıldığı
Karadeniz kıyısından çekileceklerdir...
gibi ayda bir defa Genç Dernekleri Mecmuası adlı bir ri­
AA
sale de neşredilmektedir. Osmanlı Genç Dernekleri

UEFEVAT
Ö m er N a c i’n in V efatı- Türklerin ateşli ve imanlı hatibi büyük emelli siyasîsi Ömer Naci Bey büyük emeline er­
mek için hayatı boyunca cihat sahası olarak intihab ettiği Kafkas ve Azerbaycan civarında kahraman Osmanlı ordusu için­
de Tanrı’ya ulaşmıştır. Allah ganî ganî rahmet eylesin. Türk Yurdu’nun teessüsünde yardımı dokunan merhumun şah­
siyetinden, hizmetlerinden ileride uzun uzun bahsedeceğiz. Şimdilik yalnız bu elemli haberi verip ailesine taziyet-
lerimizi bildirmek vazifesini ifa ediyoruz TÜRK YURDU
180 TÜRK YURDU Sayı 116

Müfetti§-i Umûmîsi Miralay Von Hoff Bey matbuata gön­ askere çağırılmadığı gibi Sibirya’da yaşayan ve Buharist
derdiği bir beyannamede Genç Dernekleri talimat­ nâmı alan birkısım tüccar Tatar kabileleri de askerliğe
namesinin herkes tarafından ve hususuyla mektep mual­ alınmazdı. Vâkıa Türkmenlerden milis denilen bir nevi
limleri, zabitler, zabit nâmzetleri, küçük zabitler, tabipler yarı muntazam süvari askeri tertip edilmiş idiyse de bu
ve askerî memurlar tarafından alınıp okunulmasını tav­ teşkilât, hizmet-i mecburiye esasına istinat etmiyordu.
siye ediyor. Mecmua gayet ucuz, birinci cüzü yalnız 15 Yazdığımız telgraf haberi doğru ise bundan böyle bu kar­
para, İkincisi de 30 para fiyatıyla satılmaktadır. Biz de deşlerimiz de Rus ordusunda muntazam askerliğe icbar
kendi tarafımızdan yaşamak kavgasında yenilmemeye az­ ediliyor, demektir. Orta Asya Türk kabileleri altı milyon,
meden milletimizin Genç Dernekleri teşkilâtına lâyık Rusya tabiiyetindeki Kırgız-Kazaklar altı ve Buharîler de
olunduğu ehemmiyetle bakmasını şiddetle tavsiye et­ lâ-ekal bir milyon olduğuna göre on üç milyon İslâm
meyi Türklük vazifelerinden bilmekteyiz, Türklerin arasından seçip alacaktır ki, bunun yanına Si­
M ek te b -i B a h riy e-i Ş a h â n e n in Islâ h ı- Heybali- birya’da sakin gayr-i İslâm Türk kabilelerini de zamme­
ada’da bulunan Mekteb-i Bahriye-i Şahânenin asrımızın dersek büyük bir yekûn teşkil eder.
ihtiyacat ve teceddüdatına muvafık sûrette ıslâhına karar Orta Asya ve Sibir Türklerinin askerliği meselesi, bir­
verilip bütün ders programları tevsi olunmuş ve talebe­ kaç seneden beri şimal Türkleri arasında konuşulmakta
nin şerâit-i hayatiyesi inkişaf-ı bedenî ve fikrîsine daha idi. Bazı kimseler, onların askerliğini Türklüğün menafi-
uygun bir hâle konulmaya çalışılmış ve daha ciddi mes­ ine muvafık zannettikleri hâlde bazı kimseler de aksini
lek adamları yetiştirilmek istenilmiştir. Bunun için mek­ iddia ediyorlardı. Dindaş ve kandaşlarımıza hizmet-i as-
tebi iki şubeye ayırmak icap ettiğinden Heybeli’deki keriyenin teşmilini Türklüğün menafiine muvafık gören­
mektep yalnız güverte zabiti yetiştirmeye tahsis kılınmış, ler vazife-i askeriyeye mukabil ehliyet hakkının talebine,
harp gemilerinin türlü makinelerini harpte idare ve hâl-i meselâ mebus intihabı hakkının istirdadına yol açılacağı­
sulhta imal edebilecek çarhacı zabiti yetiştirmek için de nı zannediyorlardı. Aksini düşünenler, harplerde içtinabı
şimdilik Haliç’te Tersane-i Âmire dahilinde bir âlî mektep gayr-i kabil zayiatı göz önüne getirmekte idiler. Bugün
tesis olunmuştur. Her iki şubenin bütün hazırlığı ikmal pek büyük ve pek korkunç bir harp içinde bulunduğu­
edilmiş olup derslere başlanılmak üzeredir. Bahriye Ne- muzdan bu kardeşlerimizin askerliği aleyhinde düşünen­
zaret-i Celîlesinin bu mühim teşebbüsünde muvaffak ol­ lerin delili elbette daha kuvvetlidir. Çarın emirnamesi
masını diler ve Türk gençlerine de fırsattan istifade ede­ harp saflarında açılan boşlukları doldururken mümkün
rek büyük yurdumuzun etrafını kuşatmış denizde ata ve olduğu kadar asıl Rus unsurunu esirgemeye matuftur.
babaları gibi nâm ve şan almak için bu denizliler yurduna Hele şu sıralarda harp sınıfına çarçabuk asker yetiştirmek
girmelerini tavsiye ederiz. mecburiyeti talim ve terbiyede isticali muciptir. Zavallı
T ü rk ista n v e S ib irya T ü rk le rin in A sk e rliğ i- Pe- ırkdaşlarımız harb-ı hazırın her türlü ilcaatına hakkıyla
tersburg’tan gelen bir habere göre Rusya Çarı bir emirnâ- hazırlanmaksızın ateş önüne sevkedilecekler ve bundan
me neşrederek Avrupa Ve Asya kıtalarında sakin Rus te­ dolayı bi’n-nisbe daha ağır zayiata uğrayacaklardır. Hasılı
baası göçebelerin 19 ilâ 43 yaşında bulunan erkeklerini Rus çarının bu emirnâmesi de Rus hükümetinin en çok
silâh altına çağırmıştır. Mebhus göçebelerin çoğusu Türk icraatı gibi, Türk ırkının zararını müeddî olmak üzere ter­
cinsindendir. Rusya’da sakin Türk-İslâm kavimlerinin İdil tip olunmuştur. Daha son gelen telgraflardan Orta As­
havzasından ticaret ve sanatla dağılıp çoğu muhtelif şe­ ya’da bu emirnâmeye karşı nâ-razılık hisleri gösterildiği
hirlerde yerleşmiş olan şimal Türklerinden gayrisi şimdi­ ve bunun üzerine meşhur General Kuropatkin’in oralara
ye kadar hizmet-i mükellefeye tâbi değildiler. Türkmen, vali-i umûmî tayin edildiği anlaşılıyor.
Özbek ve Kırgızların göçebeleri değil oturmuş olanları da

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf ‘Matbaa-i O rhaniye’'


TÜRK YURDU
On Birinci Cilt
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

N aşiri: Türk Yurdu


Müdürü : Akçuraoğlu Yusuf

On Birinci Cilt
1916-1917

İstanbul - "Kader” Matbaası


TÜRK YURDU 185

ON BİRİNCİ CİLDİN FİHRİSTİ


(Elifba sırasıyla)

EDEBİYAT
Sevgili Hakanımız Hazretlerinin Neşide-i Hümâyunları
Anadolu ve Çengimiz..................................................................................Emin Âli
Esirgeme D erneğine...................................................................................Yusuf Ziya
İntikam Perisi [Kars Heykeline Karşı: 1]................................................... Mehmed Emin
Uçarken........................................................................................................ Ruşen Eşref
Ölüm Var, Ayrılık Y ok.................................................................................Hakkı Süha
İlk İlham....................................................................................................... Hakkı Süha
İki H ançer.................................................................................................... Yusuf Ziya
Bayılma......................................................................................................... Ruşen Eşref
Bana Kevser Sunana [Kars Heykeline Karşi:2)......................................... Mehmed Emin
Turan Yıldızı................................................................................................. İzzet Ulvi
Coşkun......................................................................................................... Ruşen Eşref
Hanın Sazına: Tatar Kardeşlerime............................................................. Mehmed Emin
Haliç............................................................................................................. Ali Haydar
Denizin Çocukları........................................................................................Falih Rıfkı
Recaîzâde Ekrem .........................................................................................Fazıl Ahmed
Sultan Osman'ın Rüyası..............................................................................Yusuf Ziya
Süprüntülük ve Akvam...... .........................................................................Ruşen Eşref
Kardeşlik Türküsü [Arap Gerıçlerine] ....................................................... Celâl Sahir
Karpatlara Doğru.........................................................................................Yusuf Ziya
Kafkas Evleri.................................................................................................Tufan
Kahramanlar Yurdu.....................................................................................Süleyman Sami
Geçen Sevgi.................................................................................................Haşan Zeki
Göz Aşinalığı............................................................................................... Rıza Tevfik
Lâle Devri..................................................................................................... Yahya Saim
Musiki Gecesi ..............................................................................................Yusuf Ziya
Naci............................................................................................................... Fuad Hulûsi

İNTİKAD VE TAKRİZ
"Akından Akına"..........................................................................................Haşan Zeki
Finten........................................................................................................... Yusuf Ziya
Millî Şairimiz Mehmed Emin Beyin Şiirlerinin Tahlili............................. Haşan Zeki

BÜYÜK HİKÂYE
Babür Han.................................................................................................... Flora Annastil-Halide Edib
186 TÜRK YURDU

TARİH
Turan Harsı Tarihine Dair Taslaklar.......................................................... A. Siefeldt-S.
Meskûkat-ı Osmaniye Tarihi...................................................................... [Halil Edhem]

TALİM VE TERBİYE
1332 Senesi Vakıf Kız Mekteplerinin Senelik Raporu..............................Halide Edib
Terbiye-i Bediiye 1-4...................................................................................İbrahim Alaaddin

TÜRKLÜK ŞUÛNU
Âsâr-ı Nefise Müzesi
İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin 1332 Senesi Kongresi
Ecnebi Müesseselerde Türk Dili
Eskişehir'de Elektrik Tesisatı
Enver Paşa Hazretlerinin Seyahati ve Kendisine Almanya İmparatoru Tarafından Eahrİ Askerlik Rütbesi Verilmesi
Bükreş'in Zabtı ve İttifak-ı Murabbaın Sulh Teklifi
Bolu'da Tasarruf Sandığı
Biga'da Ziraat ve Sanayi Sergisi
Paris ve Berlin Muahedenamelerinin Eesih ve İlgası
Takvim-i Arabi'nin Parlamento Müzakeresi
Türkistan'da Askerlik
Hukuk Komitesi
Dârülfünûn ve Umûmî Kütüphane Binaları
Dalgıçlık Şirketi
Romanya'nın Harbe Girmesi
Sevgili Hakanımızın Şiirinin Tercümesi
Şark ve Şimal Türklerinde
Talat Bey'in Sadrazamlığı ve Heyet-i Vükelâ'da Tadilât
İzzet Ulvî Bey
Bakirler İçin
KafkasyalIlar Dayanamıyorlar
Kastamonu Osmanlı Hanımları İş Yurdu
Kuruluş Bayramı
Konya'da Elektrik.ve Tramvay
Kırgız ve Kafkas Türkleri ve Askerlik
Meclis-i Umûmî'nin Açılması
Maarif ve Medeniyet Haberleri
Millî İthalât Kantariye Anonim Şirketi
Millî İstiklâl
Millî Banka
Millî Türk Şairi Emin Beyin Mebusluğu
Musiki Encümeni ve Darülelhan
Hilâl-i Ahmer Sergisi
Yeni Bir İmalâthâne
TÜRK YURDU 187

TÜRK ^ e m in d e

Almanya'da Müslüman Esirier Ordugâhında Kurban Bayramı............... A. E.


Eskişehir Sancağında Nüfus Hareketi....................................................... Ziynetullah Nuşirevan
Paris ve Berlin Muahedenamelerinin Fesih ve İlgası.................. ............S, A.
OsmanlI Türklerinde İktisadî H areket........... ...........................................Z. N.
Hakanlık Haricindeki Türkler.....................................................................Z. N.

DİLİMİZ
Edebiyatta Yaptıklarımız: Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında.................. Yusuf Ziya
Ecnebi Müesseselerinde T ürkçe............................................................... Z. N.
Bir Mübahase............................................................................................... Ruşen Eşref
"Bozla" Kelimesine Dair..............................................................................A. Aka ve Süleym Han
Nazmın Ahengi............................................................................................Nüzhet Haşim

SEYAHAT
Altaylara Doğru. .Halim Sabit

SİYASET
Arap Nazarında Şark Meselesi....................................................................Safes
Kurban Bayramı ve H arp ............................................................................T. Y.
Müttefiklerimizin Düşündükleri: 1-Türkiye ve Arabistan........................Franz Stuhimann-R. M; Fuad

SANATKARLARIMIZ NEZDINDE
Abdülhak Hâmid'de Bir Gün .Ruşen Eşref

MEKTUPLAR VE CEVAPLAR
"Bozla" Kelimesine Dair............................................................................. A. Âgâh
"Bozla" Kelimesine D a ir ........................................................................... Süleym Han
"Türk Yurdu" M üdürüne...........................................................................A. Kemal
Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında............................................................. Y. Z.

MİLLÎ HUTBELER
Kuruluş Bayramı....................... ....................................................... ...........Hamdullah Subhi
Millî Bayram..................................................................................................Hamdullah Subhi

MATBUAT VE YENİ ESERLER


"Alman İhracat Mecmuası Balkan ve Şark Nüshası"
Matbuatımızda Alman Tesirleri................................ S.
"Edebiyat-ı Umûmiye Mecmuası"...................................................... S.
"Talim-i Lisan-ı Farisî".'........................................................... Z. N.
"Cihad Hakkında Ehl-i İslâma Bir H itabe....... .................... S.
"Dicle Ö nünde"................................................................................,.......... S.
"La pensee T urque"............................................................................ ...S.
"Meskûkat-ı Osmaniye Tarihi".................................................................... S.
"Musavver Çöl" Mecmuası................................................................ ...S.
«■ *■ l|^

T ûkk M w \İ
Türfeleritt Tâicl^stııe Calıstr

YIL; 4 SAYI; 117 (1 Eylül 1332-14 Eylül 1916)

û fit- d e ^ fit d e d c ^ ç c d

E d e b iy a t: H a k a n ı m ı z ı n B ir Ş iir i / ***

K a r p a tla r a D o ğ r u / Y u s u f Z iy a

B a y ılm a / R u ş e n E ş re f

D ilim iz : A r u z v e H e c e V e z in le r i H a k k ı n d a / Y. Z.

A d a y la r a D o ğ r u / H a lim S a b it

T ü r k l ü k Ş u û n u : R o m a n y a 'n ı n C ih a n H a r b in e İ ş tir a k i / ***

T e r c ü m e - i H â l İ s m a il M a h ir E fe n d i / C. S.
Sayı 117 TÜRK YURDU 191

TÜRK VURDU
T ü rk le rin fâ id e s in e ça lışır O n beş g ü n d e b ir ç ık a r

YIL: 5 SAYI: 1

EDEBİYAT

HAKANIMIZIN BİR ŞİİRİ


Sevgili hakanımız, gazi padişah babamız efendimiz hazretleri, asker evlâtlarının Çanakkale’de "Ehl-i İslâmın iki hasm-ı
kavisini birden" yenip kaçırması üzerine, bu zaferi ihsân eden Kâdir-i Mutlak’a şükran ve kahraman askerlerini taltif ve
teşvik yolunda şahâne bir neşide tanzim buyurmuşlardır:

Savlet etmişti Çanakkale'ye bahr u herden Aczini eyledi idrâk nihayet düşman
Ehl-i İslâmın iki hasm-ı kavisi birden Kadr ü haysiyeti pâmâl olarak etti firar
Lâkin imdâd-ı İlâhi yetişip ordumuza Kalb-i İslâma nüfûz eylemeye gelmişken
Oldu her bir neferi kale-i pulâd-beden Kapanıp secde-i şükrâna "Reşad" eyle dua
Asker evlâtlarımın pişgeh-i azminde Mülk-i İslâmî Hüdâ eyleye daim müemmen.

KARPATLARA DOĞRU
1
Şimendifer

Karanlıklar dağılırken sükûn ürperdi, Akşam, güneş tutuşarak gurûb ederken


İstanbul'a veda etti bir acı feryat! Ufuklara açtı kızıl Türk bayrağını!
Gönüllerin dalgalandı oğuşmuş derdi. Bulutlar nur olup pembe buselerinden
Sevgililer göz yaşıyla edilirken yâd! Andırdı bir genç kızın al yaşmağını!

Al çevreler sallanarak her pencereden Gece olur, yıldızlarla konuşurlardı,


Tren kalktı yavaş yavaş bir gelin gibi! Ay bir gümüş yol açardı çimenliklerde!
Yeşil kırlar arasından geçip giderken Ah hepsinin gönlünde bir öksüzlük vardı,
Ağaçların helecanla çırpındı kalbi! Yavuklular, yeşil tarla, koyunlar nerede?

Beylerbeyi, 28 Temmuz 1332

Y u s u f Z iya
192 TÜRK YURDU Sayı 117

BAYILMA

Pek sevgili kardeşim ReşadNuri’ye,


îlk edebî tecrübelerini üstadına takdim eden bir şâkird gibi.

Pencere sürüldü. Yarıya kadar sarkmış eczacının çat­ döküyordu: Öyle kokular ki hatıra bütün hastalıkları, bü­
lak, uykulu sesi homurdandı: -Yavaş ol yahu, yavaş ol!.„ tün ölümleri üşüştürerek doluyordu. Tabiatin esirgeme­
Gecenin yarısında çıngırağı koparacağın! Mahalle uyandı! diği hastalıklara, yalnız şu birkaç şişede, şu birkaç kutuda
Telâşlı el yine çıngırağı bırakmadı. Birbirini boğan sık saklı çarelerle mi karşı koyabilecektik? Çekinilmesi kabil
nefesler arasında genç adam telaffuz edebildi: - Çabuk... olmayan ölüm kuvvetine mukabil, asırlarca uğraştıktan
Hasta fena... Çabuk... Çabuk!.. sonra sıralayabildiğimiz şu birkaç tedbirle mi hayata bağ­
=1: lı kalacaktık? Ve insanın acziyle ölümün kudreti arasında­
ki nispetsizlik, genç adamın zihninde büyüdü. Bu müthiş
Gıcırtılı merdiven tahtaları üzerinde terlikler şıpırda­ tezat, onun yeisli ruhuna bir korku ürpermesi getirdi. Mi­
dı. Eczahane kapısının anahtarı çevrildi. Kanat açıldı. Dı­ desine bir bulantı, kalbine bir çarpıntı verdi. Herkesin şi­
şarıdan eczahaneye sokulan mehtap, eczahaneden soka­ fa, hayat umduğu bu yerde o, tarifsiz bir esef, bir boşluk
ğa uçan kesif ve mahbus kokular, genç adamın çiğnediği hissediyordu. Bütün bir ilmin, bütün bir fennin tatbik va­
eşikte karşılaşıyordu. Eczacı, mumu, siyah muşambalı sıtaları olan bu ilâçlar, nazarında avutucu birkaç oyuncak
masaya, eski ciltli kitapların üzerine koymuştu. Fazla sı­ kadar küçülmüştü.
kılmaktan buruşmuş reçeteyi o ışıkta okudu.
Bulanmış gözlerini, duvarda kütürdeyen eski saate
-Fenadır dersiniz? Allah, Allah! Canım biraz evvelisi
kaldırdı. O, ucundaki topuzu hiç değişmeyen bir itidalle
gazellerin bağırtısını duyuyorduk: Düğün arası şu müna­
sağa sola eğiyordu. Genç adam, o iniltili sallanmada, o
sebetsizlik de nereden geldi ki? Yine hanım efendidir, öy­
muttarit belâgatte, felâketleri, acıları sayarak çırpman bir
le değil?
ihtiyar kadın hâli sezmişti. Oturamıyordu:
-Evet... Ne olacak, mülehham vücut, çok yorgun­
-Biraz çabuk eczacı efendi, lütfen biraz çabuk!
luk... Fazla üzüntü... Boğazına da düşkünce... Az evvel
baygınlık geldi. Merdiven başına yığılıverdi. Ev alt üst... -Efendim... O nitrite d’amil ampullerini de nerede
İsterik bir şey olmasa gerek! saklamışız? Bilirsiniz? Bunları ordonanssız vermeyiz!

Eczacı kısa muhaverenin bitmesini beklemeden raf­ Ve altından ipi çekilmiş bir kukla gibi yine siyah, al­
lara doğru gitti. Geceliğini muttasıl belinden çekiverdi: çak bir dolabın önüne çömeldi. Rüzgârlanmadan şişen
Sarkan ve ayaklarının bileklerinde toplanan bol -patiska- entarinin eteği çıplak ayaklarını örtmüştü. Yine kutu ka­
don paçaları adımlarına takılıverdi. pakları okumaya başladı. Arada, eliyle çıplak başını yelpa­
Şamdanı şişelerin önünde gezdirdi. Eğilip kalktıkça zeliyordu. Bu derin sükût ve alaca karanlık içinde yalnız
kıvrılan, uzayan mum, kokulu odaya karanlıktan daha ha­ esrarengiz vızıltıları duyulan sivrisinekler, parlak ve ger­
zin bir ziya veriyordu. Her şeye büyük ve titrek bir gölge gin derisini çimdikliyordu.
veren müphem bir ziya! '
Kalktı:
Mor camlı bir dolabın kapağına resmedilmiş beyaz is­
-Buyurun bir kutu verelim! İcabınca kullanırsınız. Fi­
kelet kafası o müphem ışıkta canlanıyor, oynuyordu.
yatını sonra görüşürüz.
Onun çukur ve boş gözleri kırmızı ve mavi su kavanozları
bulunan camekânlara korkunç, siyah bir nazar atıyordu. Genç adam, cümlenin belki yarısını bile duymadı.

Dolabın üstünde duran ayrı bir kartal, o kemik başı kapa­ Köşeden saptı.

cak, bu gecenin ortasında ta uzaklara kaçıracak gibi ka­ Sıcak ve aydınlık ağustos gecesinin içinde her taraf
natlarını açmıştı. uyuyordu. Tarlalardan gelen hafif böcek cırıltıları bu ge­
Dolap camları sırayla sağa sola çekildi. Beyaz şişele­ cenin hışıltılı nefesleriydi.
rin arasında aranılan o şey bulunamıyordu. Her yoklanan Bağlarbaşı'nın geniş ve tenha caddesinde yalnız genç
dolap, keskin kokularını bu basık tavanlı odaya sessizce adamın sükûtu tekmeleyen adımları tozlarla birlikte ha-
Sayı 117 TÜRK YURDU 193

yalanıyordu. Sık ağaçları bahçeler arasında dağınık köşk­ kadar beyaz boynundan iri terler sızıyordu. Hastanın ağır
ler ve hatta ormanlarda pusu kuran canavarlar gibi dikil­ vücudunu kucağında tutabilmek için çökmüştü!
mişti. Adım gürültüleri bu hayvan sürüsünün gövdesine
Çatık siyah kaşlarının altında uyuklayan gözleri sık
çarpıyor ve onların içinden dökülen birer homurtu şek­
sık kapıya çevriliyordu. Delikanlıyı görünce açıldı:
linde yine geri dönüyordu!... Ve genç adam o kadar hız­
-Aman Remzi Bey! Buldunuz mu azizim?... Lokman
lı, o kadar hızlı koştu ki bu homyrtulardan ürkmüş, bu
ruhu, limon, oğma filân para etmiyor. Doktor pek temiz
homurtulardan kaçıyor sanılırdı.
bir mendil emrediyorlar azizim!
"Tophanelioğlu'nda" bir köşkün bahçesine daldı. Lü­
Fakat bu kargaşalık arasında onu bulmak hemen ka­
kslerle parlamış hıyabandan bir meydana geçti. Ayağı,
bil değildi.
orada bir çadır direğine takıldı. Çadırda bir kaç sofracı
kız, bir kovanın temizliği şüpheli suyuna avuç avuç çatal Konsolunun üstünde büyük ve kuvvetli bir lamba ya­
bıçak daldırıyor, temizliği şüpheli bir bezle kuruluyor; nan bu odada kimler yoktu!
sonra bu güya temiz takımlar, mumları eriyip eğrilmiş kol Hokkabaz marifetlerini bırakarak sızlayan yaraları,
şamdanların dibinde duran bir kutuya yerleştiriliyordu. kanlı entarileriyle koşuşmuş iki sünnet çocuğu, Remzi
Mahallenin bekçileri, tulumbacıları, tabaklarda kal­ Beyin iki kardeşi! Eğilmekten, hastanın kalbini oğuştur-
mış baklava parçalarını, yolunmuş üzüm salkımlarını maktan yorulmuş, terlemiş doktor. Titrek ellerinde birer
obur obur yutuyordu. Bazısının şıpırdayan dudakları boş bardak, ağlaşan iki akraba hanım. Hiçbir iş görmek­
sofracı "matmazeller"e söz atıyor: Bazısının artık yalayan sizin fıldır fıldır dolaşan besleme.
parmakları, pantalonlarına, mintanlarına silinerek mat­ Yazın uzamaya başlamış son gecelerinde sabaha kar­
mazellerin omuzuna yılışıyordu. Çadırı sarsan bu ani düş­ şı çıkan serince rüzgâr, açık pencerelere çarptıkça perde­
me hepsini ürküttü. Genç adamı kaldırdılar. O, ceketinin leri birer yelken gibi şişiriyor, büyük ve kuvvetli lambayı
cebini muayene ettikten sonra bir harf bile söylemeksi- tüttürüyordu. Hararetten gevremiş ayna ansızın şedit bir
zin yine koştu. Yamalı mintanı, sivri külahıyla uzun sakal­ çatırtıyla dağıldı. Bardak tutan iki hanımdan biri bunu
lı hokkabaz, alnını tefine dayamış, kapının eşiğinde sız­
hayra alâmet görüyordu: Hasta hanımefendinin başında
mıştı. Genç adam onu dürttü. Merdivenleri üçer, dörder dolaşan felâket şu aynaya gelen kaza ile inşallah savuşup
basamak atladı. Fakat hasta odasının medhalini bir kadın gitmişti.
çitiyle örülü buldu. Baş örtüleri düşmüş hanımlar cıvılda­
Sofadaki minderin köşesinde iskambil falı açan natır
şıyorlar, birbirlerini itiyorlar, o deliğe sokulmaya çabalı­
hanım da iyi haber veriyordu. Fakat daha bu akşam at
yorlardı. Bu merak ortasında hiç ^imse, bir erkeğin arala­
kestanesinin dalında üç defa öten "kukumav" kuşu, iki
rına daldığını fark etmemişti. Omuzundan çekilen bir ih-
gecedir ulumasını kesmeyen, terlikler tersine çevrildiği
tiyor kadın: “Düğün evinde de kaç göç olur muymuş! Ha­
hâlde yine susma bilmeyen arsız köpekler! Evdeki ha­
tun içeride can çekişiyor! Geç yavrum geç!” diye yol açı­
nımlardan herbirinin dikkat ettiği bu fena şeyler de olma­
yordu.
saydı ah! Baksanız â hasta bir türlü açılamıyor! Fakat ho­
Fakat genç adam, onlara cevap veremeyecek kadar ca hanımın bir ihtarı bütün bu kehanetleri bastırdı. "Hay­
telâşlıydı. Hatta etrafındakiler! dirsekleyerek kendine yol ra yorun hanımlar, hayra yorun!" demişti. Sade, aşağı gi­
açabilmek için zahmet çekiyordu. derken bir aralık Remzi Beye işaret etmişti: "Ah yavrum,
Zavallı halasını, yeni eniştesinin kucağında "göğsüm, şimdiki kafalarsınız, söz anlamazsınız. Sultam Mektebi de
göğsüm" şikâyetleriyle döğünüyor, yırtınıyor buldu. Da­ bitirdik ama, daha cahillik var. İki düğün bir arada iyi say­
ha on beş saat evvel, apoletli, sırma kayışlı forması, haki mazlar! Bunu babana da dinletemedik. Bak o aşağıda kör
astragan kalpağıyla koltuk yapan, maşallahlar kazanan kütük. Dünyadan haberi yok. Bu da burada geçti. Bu si­
damat, dik bıyıklı, uzun ve tunç yüzlü bir süvari yüzbaşı­ nir bayılmasına benzemiyor. Nicelerini görmüşüzdür biz!
sı, çığlıklardan uyanmıştı. İpekli geceliğiyle, kadife terli­ Hemen mevlâm şifalık versin!" demiş ve inmişti.
ğiyle koşmuştu. Yarısına kadar beyaz alnından, yarısına
194 TÜRK YURDU Sayı 117

Fakat fennin ulviyetine fevkalâde bir ciddiyetle iti­ yarı bağdaş kurmuş, dirseğini dizine, şakağını avucuna
mat eden doktor bu fikirde miydi? O, Remzi Beyden sade dayamış düşünüyordu. Ölünün, beyaz sıvalı duvarda
bu kalabalığı dağıtmasını, hava cereyanını temin etmesi­ kıpırdayan şüpheli hututuna dalmıştı. İçini çekti.
ni istiyordu, Yanındaki hanıma yavaşça söyledi: "Rabbim, hik­
Hastanın yambaşına bir diğer lamba getirttiler. metinden hâşâ sual olunmaz! Bu ne hâldir bu! Şuracıkta
Doktorun, kendi mendilinde koklattığı nitrite d ’amil, gülüp eğlenirken hanımcığım, insan kuş misali... Bir
deriye aşıladığı eter, kadına nisbî bir rahatlık vermişti: varmış, bir yokm uş... Ne çare! Emir büyük yerden, git­
Tepinmeleri ağırlaştı. Fasılaları intizamsız nefesler memek olmaz! Hepimizin olacağı bu!... Azrail gelince
gırtlağında gurulduyordu. Uçları morarmış tırnaklarına, lebbeyk, lebbeyk diyeceğiz!"
parça parça mor lekeler birikmiş ihtilâciı yüzüne yavaş Ve iki kadın loş odada, ölünün başı ucunda ağlaya
yavaş bir kehribar uçukluğu çıktı. Hareketleri gittikçe ağlaya dertleştiler.
dindi. Bakışları, karşıda asılı bir levhaya takıla kalmıştı.
"Paşa merhum öleli on yıldır şu genç dul dünyayı
Burnunun delikleri bozuluyor, kaşları çatılıyordu.
kendine zindan etmiş, yavrumu üvey baba hırpalar diye
Hırıltılar seyreldi, seyreldi. Birden gözleri patlayacak yüzüne bir daha dudak kodurmamış! O bir tek kızcağızı
kadar büyüdü. Göğsü dışarıya uzun bir hava salıverecek uğruna hastalıklara uğramış, aylıklarını kırdırmış, feda­
gibi körüklendi. Ve başı sağ omuzuna düştü. kârlıklara katlanmış, çeki düzenini hiç bozmamış, baba
Doktor, samutî bir esefle doğrulmuştu. Gözlerinde yoksuzluğunu o tazeye hiç bildirmemiş! Kahırlandıysa da
yaşlar donmuş damat beye:"-Rahat bırakınız beyim, Allah hep içine akıtmış, bir kimseciğe yanıp dökülememiş!
bakide kalanlara ömür versin! Asabı bir "akse" gibi Matmazeline, piyano ustasına varıncaya kadar hiçbir şey-
başladı, fakat bir "anjin" yaptı, bir "anjine dejenere oldu", ceğiz eksik etmemişti! Tam mürüvvetini göreceği gün
aman siz küçük hanımı teskin edin!" dedi. başına şu iş gelsin! Ne tecellîsi kapalı bir kadınmış! Öyle
de özendiydi ki! Son eğlencesi olacakmış zahir! Aman ne
Duvarları çınlatan keskin çığlıklar arasında gelin
yalan dünya, ne yalan dünya! Didin, didin, didin!.. Sofra
hanımınkini tanımak ne kadar zordu!... O çığlıklar evden
şöyle olsun, mezeler böyle tertiplensin, ağabeyim hiç
taşıyor, ıssız tarlalarda koşuyor, ötelere ötelere varıp
üzülmesin! Ne de saygılı, düşünceliydi!.. Hanımcığım, bu
nihayetsizlik içinde eriyordu.
ölüm biz kullara bir ibret! Allah’ın tokmağı yok! Bak böy­
Davetli hanımlara tuhaf ve müthiş bir ürkeklik le görünmedik bir belâ verir! Dünya bu, güler yüz tatlı
gelmişti. Büyük ve ani yangınlar, felâketler karşısında dil! Ötesi hep boş!"
kalan insanlardakine benzer bir ürkeklik! Erkekler
Bu cümleler, dışarıda kendini eşiklere çarparak yu­
arasına dekolte elbisesiyle inenler, gerdanlığını sökerek
varlanan kadının hıçkırıklarıyla aralanıyordu. Genç ka­
bileziğini kopararak kaçışanlar, baş örtüsüz sokağa
dın, beyine yalvarıyor, kapıdan bir defacık daha anasının
fırlayanlar, yeldirmesini değiştirenler, maşlahlarını ters
hayalini olsun görmek istiyordu: Ne olur, benim tatlı ni-
giyenler olmuştu. Çantası ve defi ayaklar altında ezilmiş
neciğim, ah nasıl ayrılırım, ah bir defacık öpeyim, sarıla­
hokkabaz hem korkak hem gülünç vaziyetlerle:
yım! Anneciğim, anneciğim!
"Korkmayın hanımlar, ölüm yukarıda kapandı, aşağı kaç­
Bir saat önce çalgıların ahenkleri, lambaların beyaz
maz. Size kovalamıyor. Allah, Allah ne telâş!" diyordu.
ışıklarıyla mehtaba nazire yapan bu sevinç menbaı ne ça­
Fakat epey azar işitti, hanımın birinden suratına bir yel­
buk süzülmüş, sönmüş, kuruyuvermişti!
paze bile yedi.
Yukarı sofa birden tenhalaşıvermişti. Yenge hanım Şimdi o evin bir odasında bir cenaze, kapısında, en
tesellisiz bir keder içinde tutuşup inleyen daha henüz ka­
ölünün düşük ve zucretli çenesini bir tülbentle bağladı.
dın bir genç kız vardı!
İki akraba hanımın yardımıyla yeni tül esvabı kollarından
yırtıp sıyırdılar, odaya küçük bir idare mumu yakarak Sazendeler, çengiler, hokkabazlar Remzi Beyin pe­
lambayı dışarı aldılar. deriyle görüşemeden ayrılmışlardı! Aşçılar ve sofracılar
takımlarını yüklenmiştiler. Zerde kazanı devrilmiş, yarı­
Kadının üzerine uzun ve beyaz bir çarşaf çekmişler,
nın gasi kazanı ocağa oturmuştu.
karnına çaprazvarî iki bıçak koymuşlardı. Yenge hanım
Sayı 117 TÜRK YURDU 195

Her kıyafetten ve her seviyeden davetli beyler, koku­ gömmüş, için için ağlıyor, her damlasını anasıyla birlikte
lu ağızlarında sendeleyen sarhoş cümleleriyle damada, geçmiş hayatının bir safhasına akıtıyor, dünyanın zevkle­
Remzi Beye taziyetler ederek çıkıyorlardı. rindeki, saadetlerindeki aniliği düşünerek bahtsız varlığı­

Yolda biri: "Keyfin sonu cılk oldu" diye sayıklıyor, na küsüyordu.

öteki: "Damadın kaynanasına ilk ve son hizmeti" diyerek Birden dayısı omuzuna dokundu! Yorgun dimağlı bir
sahnede konuşan bir aktör vaziyeti alıyor, cümlesine ib- sesle: "Neriman yavrum, dedi! Avunmaya çalış! Kızım
ret-âmiz bir mahiyet vermek istiyordu. bak, Allah büyüktür, birini verdi, birini aldı.”

Aklarına kan oturmuş gözleri, kıvırcık saçları, düşük Ve yeni gelinle sakallı dayı sarılıştılar.
pos bıyıklarıyla akşamdan beri kimsenin tahammül ede­
Her akşam çekilirken sağ bıraktıklarından birçoğunu
mediği bir kılıksız, arkadaşının kulağına eğildi: “Fena mı
ertesi gün doğunca bulamayan güneş, bu sabah da hasta
be! Delikanlı daha ilk gecesinden selâmete çıktı. Başın­
hanımefendinin naaşına rast gelmişti. O da, hoca hanı­
dan kaynana dırıltısı eksildi. Ne mutlu ona! Dansı bütün
mın dediği gibi: "Oda üzerine gün doğunca kırk yıllıklar­
evlilerin başına!" diye soğuk, hayvani bir kahkaha salıver­
la bir olmuştu!"
di.
Nuhkuyusu, 21 Mayıs 1332
Diğeri cevap verdi: "Bu işte en kârlısı imamla bekçi.
R u şen E şref
Hem karınlarını doyurdular, hem ceplerini doldurdular,
hem sevapları kazandılar. Yarın da bir parti. Ooh canım!
İbrahim Bey... Ne dersin ha!"

Sarhoşlar tozlu yollarda bu esassız sohbetleri gevele­ DİLİMİZ


yerek yürüyorlardı. Bir parçası kırpık ay, ufkun kenarın­
ARUZ VE HECE VEZİNLERİ HAKKINDA
da kızarmıştı. Uzaktaki nefti denize yassı ve turuncu akis­
ler serpiyordu. Ortalık, lambasız kulübe ocaklarında çıtır­ Bütün cihan, kızıl bir fırtınanın korkunç dalgaları
dayan odunların yaytığı ışığa çalar bir renkle aydınlanı­ içinde sarhoş ve hummalı çalkanırken "Sanatkârlar buh­
yordu. ran devrelerinde kara bir rüyadan ürkmüş gibi susar!" di­
yen değişmez kanun, süngüsünün huzurunda düşmana
Ay, şarkta belirsiz belirsiz büyüyen kirli, bir beyazlı­
secde ettiren Türk gençliğinin kalemi önünde diz çöktü!
ğın karşısında indi, kısıldı. Lacivertleşen sulara, petrol le­
keleri sanılacak kadar fasılalı, hareli, uçuk birkaç ziya da­ Şiirin mukaddes tanrısına, menfaat beklemez, temiz
ha dökerek yok oldu. Onun arkasından sokak köpekleri bir aşkla gönül bağlayan edebiyatın bugünkü çocukları,
sersem ve tezyifkâr havlıyorlardı. Duvar diplerine sokul­ en müşkil manileri aşarak kazandıkları birkaç saati hep
muş kümeslerin ince tüneklerindeki horozlar öterek, çır­ bu ulvî maksada hasrediyorlardı.
pınarak yeni sabahı karşıladı. Yol kenarlarına seyrek sey­ Ben bu makalemde, her hafta "Türk Ocağı’nda" top­
rek dizilmiş akasyalardan, çınarlardan, ilk cıvıltılar birer lanarak birbirlerine şiirlerini, hikâyelerini okuyan, bediî
şebnem gibi damlıyordu. Sonra her ağaçtan birkaç kuş düşüncelerini söyleyip konuşan bu gençliğin, aruz ve he­
hayali, sabah rüzgârının sarsmasıyla kopmuş nahif birer ce vezinleri hakkında yaptığı münakaşaları anlatacağım
yaprak gibi döküldü. ki bu sûrede de, bizce tamamen malûm olan bir hakikat,
Herşey, herkes, güğümleriyle sütçü, gıcırtılı teker­ hecenin Türk vezni olduğu hakikati, herkesçe, hatta fır­
lekleri, bezgin öküzleriyle köy arabaları denizin ötesinde­ sat düştükçe bizi tenkide çalışan bütün o "Nâ-hüdâ-yı hü-
ki adadan yükselen düdüğüyle vapur, herşey, herkes dâ nâ şinas"cılarca da anlaşılmış olsun!
uyanmıştı. Malûmdur ki memleketimizde edebî bir inkılâp ol­
Yalnız hasta hanımefendi bütün bu ışıklara, bütün du. Bunun ilk soluk sesini biz epey evvel duymuştuk. O,
bu seslere katı, inatçı bir uykunun dalgınlığı içinde lâ- ufuklarımızı. On Temmuz’da esen siyasî inkılâp rüzgârıy­
kayd kalmıştı. Gülen ve hayat vaat eden bu güzel sabah­ la beraber dolaşmıştı. Bugün ise daha sağlam ve temiz
ta o genç kız pencerenin önünde parmaklarını saçlarına şeklini aldı.
196 TÜRK YURDU Sayı 117

Bu inkılâbın hâdimleri ilk evvel lisanı sadeliğe doğru Fakat bir müddet sonra bu da kâfi gelmedi, çünkü
götürmekle işe başlamışlardı. Gitgide bazı muayyen ka­ aruzun en kısa ahenkli vezni bile bizim bugün kabul ede­
ideler koymaya uğraşarak Arabî ve Farisî kaidesiyle yapıl­ rek kullandığımız konuşulan dili hakikî şeklinde teren­
makta olan terkipleri attılar ve yaşayan dilin haricindeki nüm edemeyecek kadar uzun heceli kelimelere muhtaç
kelimeleri de edebiyat hududunun dışına kovmaya çalış­ bir vezin idi. İşte bunun içindir ki mezkûr alet artık bü­
tılar. Bunların birkısmı, evvelâ ellerindeki aleti kırmayı, o tün bütün terk edilerek bizim lisanımızın kalıbından doğ­
bizim ince dilimize hiç de uymayan aruzu değiştirmeyi muş olan hece vezni kabul edildi.
unutmuşlardı. Fakat bir müddet sonra bu kudsî uyanık­ Aruzun kusurları pek çoktur. O meselâ "Adalar deni­
lık bütün gençliği sarınca bu da düşünüldü ve yapıldı ki zi, Anadolu, geliyorum, gideceğim, seviyorum ilh..." gibi
asıl maksadım da aruzun tard edilmesindeki sebebi izah kelimeleri kat’iyyen kabul etmemekte ve bir çok güzel
etmekten ibarettir. kelimelerimizi de bozarak almakta ısrar ettiği gibi kitaba
Bundan pek çok yıl evvel memleketimizde açılan geçirmek istediğimiz hayat dilinin haricindeki birçok es­
"Acem-perestî" devrinde lisanımıza giren birçok kelime­ ki kelimelerin de yaşamasına sebep oluyor. Meselâ, eski­
ler ile beraber İran'ın uzun ahengi de girmişti. Şairler den aruzun en hararetli bir müdafii olduğu hâlde bugün
"baş, paşa" gibi kelimeleri bile dört elif mikdarı çekerek ona "mısraları bir Prusya askeri gibi dimdik yürüten sıkı
okuyorlardı. Lisanın hakikî şivesi, böyle sun’î bir ahenkle bir korse" diyen Yahya Kemal Beyin bu vezinle söyledik­
bozulup, yabancı kelimeler ile kaynaşınca mecburî ola­ leri en güzel mısralarda bile saydığımız o kusurlara tesa­
rak onların aleti olan aruz da girmişti. düf edebiliriz. İşte:

Hâlbuki aruz bizim dilimizin vezni değildi. O, Arab'ın İç in d e b u sed en ö lm ü ş " v ü c u t'İa r b ü k ü lü r.
Acem'in ve Acemleşmiş olan sahte ''Osmanlıca!"nın vez­ mısraındaki vücut kelimesi her hâlde konuşulan dilde
ni olabilirdi. Çünkü bizim lisanımızın, Türkçenin bünye­ bunun yarısı kadar bile çekilmiyor.
sinden doğmamıştı.
Sonra İstanbul'da konuşulan Türkçeyi aruz vasıtasıy­
Bu hakikat eski kafalara giremedi. Veznin lisanın la kitaba geçirmek için en çok uğraşanlardan yine Yahya
bünye-i asliyesinden doğduğunu kimse düşünmüyor, Kemal ve Halid Fahri beylerin son yazılarında bile ecnebî
kimse bilmiyor gibiydi. Hâlbuki hiçbir vakit uydurma bir kelimelere -pembe ve narin bir dudak arasından sırıtan
vezin yapılıp da zor ile içerisine kelimeler doldurularak çürük bir diş çirkinliğiyle- tesadüf ediliyor:
şiir söylenemez!
K ız v ü c u d u n s a n g ü lle r g ib i "ter":
Vezin lisandan doğar, nitekim aruz veznini de bir
Sicilya g e n ç le ri "ü rya n " o m u z la r ın d a "sebû"...
Arap mütefekkiri Halil İbn-i Ahmed, Arapça şiirleri tetkik
Y a ya r b u "m ahfele" "a sa b ı"g evşeten b ir "bû".
ederek bulmuş ve sonra "fiil" madde-i asliyesini alıp bu­
A lın la r ın d a n d a çep çevre g ü ld e n "efser'İer,
gün bildiğimiz umûmî örnekleri vücuda getirmiştir.
"Girye"yle b iz v ed a e d iy o rk e n o beldeye
Büyük bir ifratla Acemleştirilen Türkçemizde o vakit­
ler en ağır bir ahenge mâlik olan "failâtün, failât...", "Me- Yahya K em a l
fâilün, mefâilün...", "Müstefilâtün, müstefilâtün..." ilh. gi­
bi uzun heceleri çok vezinler kullanılmaya başlanmıştı. "Şeb çera ğ la r" y a k a r d ı "Sadabad".
Hâlbuki, Türkçe tamamen kısa hecelerden mürekkep bir K a n a d ın d a n "n esim "in a k d i "melâl".
dil olduğu için pek çok seneler sonra yavaş yavaş bu ma- B a b a e v lâ d arar, k a d ın "m aşuk"...
razî hâl kalkıp da Acem'in tesiri sönmeye başlayınca aru­ K im i "zu lm ette" b ir k e fe n bekler,
zun nispeten kısa heceli olan "Feilâtün mefâilün fa'lün", G ü lü n ü z d a im a "ser-âzâde":

"Mefûlün failâtün mefâilün fâilün", "mefûlün mefâilün H iç d ü ş ü n m e z k i in le y e n "bâd"ın

mefâilün faûlün" gibi şekilleri kesretle kullanılmaya, di­ H a lid F ahri


ğer ağır ahenkli vezinler de yavaş yavaş unutulmaya baş­
Bu misalleri yazdıktan sonra fazla birşey söylemeye
ladı.
hacet kalmıyor. Çünkü üzerlerinde uzun bir sa’y ve mu­
Sayı 117 TÜRK YURDU 197

kaddes bir sanat endişesiyle çalışıldığı hâlde yine böyle araya getirilince aruzun malûm bahrlarından hiçbirini ifa­
lekeli mısralann çıkması iddiamızda ne kadar haklı oldu­ de etmez!
ğumuzu ispat için kâfidir.
Diğer mısralar da tıpkı böyledir.
Saniyen aruz öyle bir âlet ki, şairler onunla güzel, te­
O hâlde anlaşılıyor ki aruzla yazıldığı hâlde bile ken­
miz birşey yapacağım diye uğraştıkça bütün bütün batak disinde şiiriyet bulunan, derunî ahenk hissedilen her
bir vâdiye sapıyorlar ve o zaman mana, düzgün kafiye,
mısra aruza değil, Türkçenin vezni olan, Türkçenin bün-
düzgün kelime hatırı için hemen hemen feda ediliyor! ye-i asliyesinden doğmuş olan hece veznine, yani hakikî,
İddiamı ispat için Halid Fahri Beyin "Hancı" adlı bir millî veznimize aittir!
manzumesini gösterebilirim ki mısralar teker teker pek
Sonra şu da unutulmamalı ki bizim bugün kullandı­
güzel ve kafiye itibariyle de gayet zengin olduğu hâlde ğımız hece vezni bizden evvelki neslin arasında yetişen,
dikkat eder isek mana itibariyle aralarında sıkı bir akraba­
bazı hakikati görmek saadetine nail olmuş, talihli şairle­
lık değil, samimî bir komşu münasebeti bile bulamayız. rin kullandığı vezin de değildir. Biz gençler, o, kuru ve
Onda, benim duyduğum ve gördüğüm yalnız gayet güzel katı alete bir ruh, bir ahenk verdik. Artık onu istediğimiz
kafiyeler ile musiki ve nihayetsiz bir ibhâm karanlığıdır! gibi bugün kırıyor, istediğimiz gibi inletebiliyoruz.
Aruzun diğer büyük bir kusuru daha vardır ki o da,
Beylerbeyi 18 Ağustos 1332
bu aletle terennüm edilen şiirlerde mutlak veznin kulağa
Y .Z .
çarpmasıdır.

Aruzla söylenen şiirlerde Yahya Kemal'in ritm (na­


zım) dediği derunî ahenk vezne galip gelemiyor. Misal is­
teyenlere aruzla yazılmış bütün şiirleri okurum! Yalnız SEY A H A T
büyük şair Nedim'in bazı mısraları bana cevap olmak üze­
ALTAYLARA DOĞRU
re gösterilebilirse de, bunlar da kat’iyyen aruz ile söylen­
miş değildir! Başı cilt 1, sayı 12’dedir.

Ben hece vezninin kârına olarak büyük bir memnu­ Kazak ölenlerinden bazı parçalar:
niyetle görüyorum ki vezin sezilmeden söylenen her Cengiz ahfadından Devletyar isimli töre ile Naymanlı
aruzla yazılmış şiir hecenin malıdır. Meselâ Nedim'in: Beteş nâm kız arasında:
N îm su n p e y m â n e y i s â k î ta m â m ettin b e n i Beteş-
Veyahut: Kuday da bir ölgenin Kuranda bir
A ya ğ ın s a k ın a r a k b a sm a a m a n s u lta n ım Kuday salgan cel söz eki mende bir tur
D ö k ü le n m ey k ır ıla n şîşe-i r in d â n o lsu n Üyde cangan mınav kattı şakir Beteş
Cüregindi carayın asıkpay tur!
mısraları katiyen aruzun değildir. Birinci mısraı okurken
biz hiçbir vakit: Kuday: Huday. Kuran: Kur'ân-ı Kerim. Tür: Renk, nevi, vaziyet.
Cürek: Kalp. Cüregindi: Kalbini. Carayın: Yarayım, açayım, şık
N îm s u n p e y -m â n e y i sâ -k î ta m â m e t -tin b e n i
edeyim. Asıkpay tur: Acele etm e. Cel: Rüzgâr. Mınav kati:
F â ilâ tü n -fâ ilâ tü n -fâ ilâ tü n -fâ ilü n
Kaygılı.
Ahengini duymayız. Mısra yalnız bir yerde kırılmıştır, yal­
Devletyar-
nız bir yerde durmak ihtiyacını hissederiz:
Mingen atım astimda arandayma
N îm s u n p e y m â n e y i - s â k î ta m â m ettin b e n i
Mambet’tin "Ayagoz" degi talandayma
gibi.
Suygen Beteş aldımda kez kelgen son
Hâlbuki ne "nîm sun peymâneyi" ne de "Sâkî tamâm Kuvangandan curegim carılmayma.
ettin beni" parçaları ayrı ayrı taktî’ edildikten sonra bir
Mingen atım: Bindiğim at. Arandayma: Geri çekiliyor mu?
Mambet: M ehm ed, isim. Ayagoz: Bir şehir ismi. Talandayma:
198 TÜRK YURDU Sayı 117

Dalı gibi mi? Kez kelgen: T esad ü f etm ek , K uvanmak; Es: Eş. Bagip: Bakıp, bakm aktan. Menan: İle. Cagıp: Sevdirip.
Sevinmek. Çakmak: Sevdirm ek. Birevdin: Birisinin. Kıstav: Kışlak.
Ziyanındı tiygizbe: Ziyanını dokundurm a. Kıyı cagıp: Tezek
Beteş-
yakarak.
Kuday da bir ölgenge Kuran da bir
Kuday salgan cıl soz ki ende bir tur Devletyar-

Suygen kişi Devletyar men bolsam Minip cürgen astımda töri camtık

Atın dev aydab Kudayga savırday tur. Bu Beteş'den cıgılmaymın ölegim köp
Azgan kün çalgının capırmasam
Men: Ben. Süygen: Severmiş. Kişi: Kişi, adam. Dev: Cin, peri.
Köp kalavlı koyuna zararim cok
Sıvırdamak: Fısıldamak, gizli yavaş sesle konuşm ak.
Töri camtık: At ismi. Cıgılmaymın: Yenilmeyeceğim. Köp:
Devletyar-
Çok. Cürgen: Y ürümek. Azgan: Azdığım. Gün: Yeşil otunu.
Kuvanadı Beteş kız külgen bolsam
Çapırmasam: Toplam az isem.
Arlanbay düz süygen bolsan
Beteş-
Atım turgay bar halıdı men aytayin
Kuday da bir ölgenin Kuranda bir
Magan kelip kalınsız tiygen bolsan
Kuday salgan dİ soz eki mende bir tur
Kuvanmak: M em nun olm ak. Kuvanadi: M em nun oluyor.
Akındık pen aytasm bakir törem
Ardanbak: Arlanmak, nam uslanm ak. Bet: Bit, yüz. Süymek:
Ketkenşe könlindi kötöre tur.
O kşam ak, öpm ek. Magan: Bana. Kalın: M ühür. Kalınsız:
M ühürsüz. Tiymek: Nikâh etm ek, izdivaç. Tiygen bolsan: Bana Akındık pen: Şiirlik ile. Bakir: Eakir, Törem : T ürem (asilza­
gelir isen. d em ). K etkenşe: G idinceye kadar. Könlindi: G ö nlündü.
K ötöre tur: Tesliyet ver.
Beteş-
Mınav kalay töre edi sasbağanday Devletyar-
Saskan kişi burmndan ustagandı Pismildadin pismilda değen soydı I
Şaşının eteğinde koy caylap Kökadaydap öligim kelgen soydi
Töbesinde bir taypa il kastaganday. Munluk pen tiyip Beteş kız aytap tuymay
Beteş kızdin şeşesi ölgen soydu.
Mınav: Bu. Kalay: Nasıl. Töre: Asıl. Şaşmak: Şaşırmak. Saspa-
ganday: Şaşmamış gibi. Ustamak: Tutmak. Şaşının: Saçının. Pismilda: Bismillah. Soydı: Benziyor. Kögadaydap: G ögaday
Eteğine: Eteğine. Caylap: Dağılıp. Töbe: Tepe. Taypa: Taife. deyip on d an istiâne eder, Kögaday evlâd-ı C engiz'den bir
Kıstaganday: Kışlaganday, kışlayacak gibi. kah ram an , K elgen soydu: G elene, b itm ey en e benziyor.
Munluk: Kaygılı. Tuymay:Duymuyor. Şeşe: Valide.
Devletyar-
Beteş ölen aytadı oylaganday Beteş-
Ebin tavip kız biz men uytaganday Kesilmeydi ölenin netken deymin
Ak tös üstüne düken korup Kökadaydap ulenin cetken deymin
Kalın karaşatma caylaganday. Akindik bir aytasm bakir törem
Menin sesem kelmekse ketken deymin.
Aytadı: Söylüyor. Oylaganday: D üşünüldüğü gibi. Ebin tavip
Çaresini bulup. Ak tös: Beyaz göğüs: Düken: Dükkân. Korıp Kesilmeydi: Kesilmiyor, N etken: Nasıl. Aytasm: Söylüyorsun.
K urup. Kalın karaşatm a: Karanlık köşesine. Caylaganday Deymin: Diyorum. Menim: Benim. Kelmekse ketken: G elm e­
Yaylamış gibi. yecek yere gitmiyor, ölm üştür.

Beteş- Devletyar-
Esti bolsan yurasin iman bagip Ak sakalı avlanmın Tamtar tegi
Ulan menan yuraginsin ilke cagıp Kiygen tonı üstinde samtar degi
Karap birevdın kıstavdan Şeşem şeşem desende köp koymaysın
Ziyanındı tiygizbe kıyı çakıp. Köti boktı bi lugin kempir tegi.
Sayı 117 TÜRK YURDU 199

Tam lar Tegi: İsim. Ton: Üst kat elbise. Sam tar degi: Samlar Esikten kirip keldin közin kögi
olacak. Samtar: Bir nevi kumaş. Koymaysın: Bir türlü dilekten Karap tursam süyegin sunkar tegi
bırakamıyorsun. K em pir tegi: Bunamış karı koca olacak.
Kirip kelip betime karay kaldın
Beteş- Körüp pen bunan burin Tavtanbekti?
Ak sakalı avlanırım Tamlar eken Eşik: Kapı. Kök: Gök, kavi. Karap turm ak: Bakıp durm ak.
Kiygen tonı üstinde samtar eken Süyegin: Aslın. Sunkar: Bir nevi güzel kuş. Tegi: Gibi. Karay
Ölip kalgan şeşemdi ülen kıldav kalmak: Baka kalmak. Körüp pen: G örm üş m ü idin? Bunan
Mınav türi sen dinsiz kapir eken. burın: B undan evvel.
Men Kabandm balasi Tavtanbek pin
Eken: İmiş. Kalgan: Kalmış. Ölen kıldav: Hiciv, m izah etti.
Mınav: İşte bu. Şın: Hakiki. Kapir: Kâfir. Ölen küy irken cuyrik kara köz bin
Tur attın töbelindi balay Kerey
Devletyar-
Cavlasan os künde senen koppin
Taktay şavıp moldadan kelam cazgan
Kara koşar bavrındı bu tek tusip
Sırat’ta camandı könül buzgan
Kos ayaktap tabantab başka teptim.
Karap turgan türindi kapir kaldin
Kanday molda özündi oturgızgan? Bitmedi.
H a lim Sabit
Taktay şavıp: T ahtadan levha ve sahife yapıp. Moldadar:
Kelâm. Cazgan: Kelâm yazmış. Gaman: Yaman, fena. Karap
turgan: Birinci iyi (göz ö n ü n d e tutadık). Türindi: Türeği. Kan-
dal molda: Hangi molla. Özindi: Seni. Oturgızgan: Sünnetle-
TÜRKLÜK ŞUUNU
miş, hitan etmiş.
R o m a n y a 'n ın C ih a n H a rb in e İştira k i.- Nihayet
Beteş-
Romanya da hep beklediğimiz veçhile, tıpkı İtalya gibi,
Ölen ayıtın ku türi kırın kırın
verdiği sözlere hıyanet ederek düşmanlarımız tarafına
As belime tüsedi aydar tolam geçip Avustutya-Macaristan'a harp ilân etti (İT Ağustos
Akındık pen aylasın bakir törem 1332). Avusturya-Macaristan'm müttefikleri Almanya,
Oturgızgan moldadar bizdi burın. Türkiye ve Bulgaristan, silâh arkadaşlığı vazifesini ifa ede­
Ku: Elilekâr, zeki. Kırın: Başını çevirerek. As belim e: Belin tam rek, birbirini müteakip Romanya ile hâl-i harp üzere bu­
orta yerine. Aydar tolam: Zülüflerim. Bizdi: Bizi, yani kız ve lunduklarını bildirdiler. Saltanat-ı Osmaniye'nin Roman­
kadınları. Burın: Evvelleri, ilk, zaman-ı kadim de. ya Krallığı'na ilân-ı harp tarihi, 16 Ağustos'tur.
Devletyar- Romanya, Cihan Harbi’nin ihtidasından itibaren ye­
Buna danuk kuyruğu şolak eken rinde rahat duramıyordu. Kâh bir tarafa, kâh diğer tarafa
Azgan kün Beteş kız konak eken meylediyordu. Çünkü Romanya'nın ittifak ve itilâf mem­
Kaskır tartagan koyday cirim cirim leketlerinde hırs ve iştihâsını davet eden maddî ve mane­
Seni oturgızgan molda mulak eken. vî menfaatleri vardı: Besarabya ahalisinin ekseri Ro­
men'dir. Bu kıta Paris Muahedesi’yle Memleketeyn’e, ya­
Şolak: Kısa. Konak: Misafir. Kaskır: Kurt. Tartagan: Ağzına,
ni Romanya'ya verilmişti. Ruslar, Romenlerin 93 Muhare-
pençesine düşm üş. Koyday: Koyun gibi. Cirim cirim: Parça
besi’nde kendilerine ettikleri muavenete mükâfat olarak,
parça. O turgızgan molda: S ünnet e d en molla. Mulak eken:
Sahib-i sanat diğilmiş.
Berlin Muahedesi’yle Besarabya'yı çarlığa ilhak ettiler.
Romenler, milliyet esasına ve tarihî hukuka istinaden bu
ilhakı haksız buluyorlar, istirdadını millî bir emel sayıyor­
Akın Tavtanbek ile kerey kabilesine mensup Akın lardı. Erdel kıt’ası ahalisinin de yarıdan biraz fazlası Ro­
ceksenbay arasında: men'dir. Romenler buraya da milliyet esasına dayanarak
Tavtanbek- hak iddia ediyorlardı. Böylece Romanya'nın da, İtalya gi­
bi irridentası vardı. "Romanya irridenta"nın da, yine İtal­
200 TÜRK YURDU Sayı 117

ya gibi bir parçası itilâfçılar memleketinde, diğer parçası İL A U E


ittifakçılar memleketinde kalmıştı. Gündelik gazeteler­ MERHUM İSMAİL MAHİR EFENDİNİN TERCÜME-İ HÂLİ
den tafsilâtını okuduğumuz Bükreş patırtılarında, iki ga­
Bu tercüme-i hâl “Türk Yurdu”nun cilt 10 sayı 9 nüs­
ye, düvel-i merkeziyeye dayanıp Besarabya'yı Ruslar'dan
hasında münderiçtir. Fakat mürettiplerin dikkatsizliğin­
istirdat ve itilâf zümresine takılıp Erdel'i istilâ gayeleri
den mana çıkarılamayacak kadar bozuk ve karışık dizil­
çarpışmakta idi. 14 Ağustos'ta toplanan meclis-i kralî, ek­
mişti. 10. cildin son nüshasında yeniden dizdirip ilâve et­
seriyet-! ârâ ile ikinci gayeyi takibe karar verdi ve Erdel'in
meyi lâzım ve muvafık bulduk.
(Transilvanya'nın) sahib-i hâzırı Avusturya-Macaristan
Devleti'ne Romanya tarafından harp ilân olundu. M ü d ü r lü k

Romanya'nın bu sûretle harbe iştirakiyle şarktaki T E R C Ü M E -İ B A L


bî-taraf devletlerden birisi daha düşmanlarımız tarafına İSMAİL MAHİR EFENDİ
geçmiş oluyor. İttifak kitlesi, dokuz devletle muharip
Bazı büyük adamlar vardır ki büyüklüklerini idrak
iken (Monako'yu tabiî saymıyoruz), Romanya'nın itilâf
için vekayile dolu olan hayatlarının karışık ve derin tafsi­
zümresine iltihakı hasımlarımızın miktarını ona iblağ edi­
lâtına nüfûz etmek, o vekayii ayrı ayrı tahlil ve tetkik et­
yor. İttifakın husamâsı dokuz devletten mürekkep idiyse
mek, bütün efâl-i hayatiyelerinin zevâhiri arkasında saklı
de, Devlet-i Osmaniye bunlardan yalnız üç en büyüğüyle,
hakikî simâlarını bulup ona göre haklarında hükümler
İngiltere, Rusya ve Eransa ile fiilen muharip bulunuyor­
vermek lâzımdır. Onları diğer insanlardan ayıran büyük­
du. Çanakkale zaferiyle Fransızları da kaçırmış olduğu­
lük cevherleri kıymetli madenlerinki gibi yabancı madde­
muzdan, o zamandan beri saff-ı harbimiz önde yalnız Rus
lerle karışıktır; bütün parlaklığıyla meydana çıkmak için
ve İngilizler kalmıştı. Hatta Galiçya'ya giden ordumuz da,
ayıklanmak ister. Merhum İsmail Mahir Efendi bunlardan
tarihî düşmanımız Ruslarla döğüşmektedir. Birkaç yıl ev­
değildi. Bütün varlığı, bütün hayatı parlak ve şeffaf bir
vel ihanet ve hıyanetle müstevli oldukları Trablusgarbı-
cevherdi. Vatan için derin bir sevgi ile dolu bir kalp,
mızdan İtalyanları sürüp çıkarmak vazifesini, yerli müca­
onun yükselmesi ve büyümesi için en ciddî düşünceler­
hitler deruhde etmiş olduklarından, Osmanlı ordusu İtal­
den en engin hülyalara kadar her türlü tasavvurlarla do­
yanlarla henüz karşılaşmış değildir. Romanya'nın müda­
lu bir fikir, işte İsmail Mahir Efendi'nin varlığı. O kendini
halesi, münasebât-ı harbiyemizi değiştireceğe benzemi­
bildiği ilk dakikadan son nefesini âsûde bir teslimiyetle
yor. Biz, yine asıl Rus ve İngilizlerle başbaşa kalacağız. Ro­
lâkayt ufuklara üflediği son ana kadar ruhunun bütün aşk
manya ile müşterek hududumuz yoktur. Romen askeri­
kabiliyetiyle vatanını sevmişti. Ve diyebilirim ki onu böy­
nin Tuna'dan, Bulgaristan'dan geçip, Balkan hatt-ı müda­
le vakitsiz öldüren de bu aşk oldu.
faasından aşıp bizim Rumeli hududumuza yakınlaşmak
ihtimali, gayet mütebaiddir. Bizim ancak müttefiklerimi­ İsmail Mahir Efendi 1284 tarihinde doğmuştu. Med­
ze muavenet tarîkiyle Romanya toprağında Romenlerle rese tahsilinden sonra asıl mesleği tahsilini İstanbul Dâ-
karşılaşmamız kabildir. Allah’tan niyaz ederiz ki kahra­ rülmuallimîninde ikmâl etti. Onu Meşrutiyetten evvel ilk
manlar yatağı Balkanların, ordular yatağı kanlı Tuna'nın önce 1304'te Selânik Dârülmuallimîn muallim-i ulâlığın-
şimalinde çamur ve bataklıklardan yaratılan Bükreş sefa- da ve sonra müdürlüğünde mesleğinin faal bir devresin­
hetgedesi, bahadır Cermen, Macar, Türk, Bulgar askerle­ de görürüz. Selânik'in o zamanlar payitahta nispetle pek
ri tarafından silinip süpürülür de. Tuna havzası mütefes- çok serbest muhitinde ara sıra İstanbul'dan esen zehirli
sih Lâtin medeniyetinin Şarka atılan bu tereddî töhme­ rüzgârlara bakmayarak idare ettiği Selânik Darülmualli-
tinden kurtulur. mîninde gerek hocalık, gerek müdürlük sıfatıyla yapma­
ya çalıştığı yegâne şey talebenin fikirlerindeki ye'si sil­
mek, dillerindeki kilidi çözmek oldu. Onun idaresi altın­
da Selânik Darülmuallimîni zamanın müsaadesi nispetin­
de serbest bir tedris ve terbiye muhiti olmuştu. Genç be­
yinlere hürriyet için derin bir aşkın ilk tohumlarını atar­
Sayı 117 TÜRK YURDU 201

ken yakın bir istikbâlin henüz gözlere görünmeyen sıcak mun bu himmeti sayesinde kemâl sahibi olan bu gençler
tulûıı hem onun, hem talebesinin ruhunu ısıtıyordu. bugün onun canlı eserleri gibi yaşayıp çalışıyorlar.

Sekiz on sene bu vazifeyi büyük bir sa'y ve himmet İsmail Mahir Efendi ruhu vatan ve hürriyet sevgisinin
ile ifa etti. 1322 tarihinde faaliyetini gören ve o zamanda ateşiyle tutuşanlardandı. Onun için bu iki büyük sevginin
bile memleketine hiç olmazsa küçük mikyasta faydalar ateşiyle yanmak üzere açılan ocağa ilk önce kendi alevini
temin etmeye çalışanların müzaheretiyle mekteb-i sanayi getirenlerden biri de o oldu. Selânik'teki hürriyetperver
müdürlüğünü de uhdesine aldı. Evvelâ pek makbul bir Türk gençliği daha hariçteki İttihad ve Terakkî Cemiye-
maksatla açılan ve hayli terakki eden bu mektep o za­ ti'yle temas edip aynı adı almadan evvel, henüz "Osman­
manlar metrûk ve perişan bir hâlde idi. İsmail Mahir lI Hürriyet Cemiyeti" iken İsmail Mahir Efendi ona ilk il­
Efendinin cevval ve azimkâr ruhu oraya yeni bir hayat tihak edenlerden biriydi. Beyaz sarığının lekesiz gölgesi
nefh etti: Avrupa'nın müterakkî memleketlerinden prog­ altında saf çehresi ve içinde vatanının ateşi yanan parlak
ramlar getirtti, tercüme ettirdi. Onlara tevfikan mektebi gözleriyle büyük ocağın bu küçük nuru ölümün rüzgârı
ıslâh için uğraştı. Avrupa'dan motor vesair levazım celb onu söndürünceye kadar matlaına sadık kaldı. Merhu­
ederek demirhanesini, marangozhanesini tanzim ve tev­ mun her hâlinde görünen azim ve sebat, siyasî fikir ve ka­
si etti. Mektep onun sayesinde az zamanda bir nümûne naatlerinde de onu tuttuğu doğru yoldan ayırmadı. İnkı­
sanayi mektebi hâline gelmişti. Onun ihtimamiyle, az­ lâbı takip eden dağdağalı senelerin pek mütehavvil talih­
miyle metrûk hayatından kurtulup eski ehemmiyetini li siyasî hayatında o daima elinde aynı maksadın bayrağı,
alan mektep bir gün, bütün Osmanlı vatanının zincirleri­ beyninde aynı düşüncenin ateşi, dilinde aynı emelin na­
ni dişleriyle kırıp ilk halâs nefesini ferah ve sevinç ile al­
karatıyla dolaştı. O ne fikrî rüzgârlara tâbi bir yelkovan,
dığı büyük bir gün başka bir tecellîye nail oldu. Uzun yıl­
ne siyasî hayatın talihine fazla bağlı bîr sersemdi. Onu hiç
lardan beri dillere telâffuzu yasak edilen kendi adından
kimse mensup olduğu siyasî zümrenin ikbâlinde mağrur,
mahrum, iğreti bir isimle yaşamaya mahkûm iken ona
mütehakkim, idbarında mütevakkî, hatta ihtiyatkâr gör­
tekrar kavuştu. Altındaki eski levhanın yerine neşesi yü­
medi.
zünde parlayan yeni bir levha geldi: "Hamidiye Sanayi
Mektebi", yeniden "Midhat Paşa Sanayi Mektebi" oldu. İlk Meclis-i Mebusana intihap olunarak iştirak etmiş­
ti. Ölünceye kadar aynı mevkii muhafaza etti. İttihad ve
1323 senesinde müessis ve sahibinin vefatıyla idare­
Terakkî Cemiyeti'nin meclisteki fırkası henüz tam bir si­
siz kalan Selânik Ticaret Mektebini satın alıp ıslâh ve ida­
yasî fırka teşkilâtını, pek tabiî ve mazur olan yenilik ve iti-
re etmek merhum için büyük bir emel olmuştu. O zaman
yatsızlık tesiriyle, alamadığı ve harekâtını muntazam bir
Selânik'te bulunan şimdiki Aydın Valisi Rahmi Beyi gör­
hâle ifrağ edemediği zamanlarda mecliste bir takrir m e­
dü, ikna etti ve maksadına muvaffak oldu. Bu sayede ye­
rakı vardı. Herkes uzun zamanlardan beri kalbinde sakla­
niden tesis ve ıslâh olunan mektep memleketin büyük
nan bütün emellerin bir anda hakikat olması için duydu­
bir ihtiyacına tekabül ediyordu.Ch
ğu sabırsızlıkla fikirlerini ârâ-yı umûmiyeye teklif ediyor­
Merhumun Selânik'teki hayatını yakından bilenler du. O zamanlarda İsmail Mahir Efendiyi yine bunların ba­
onun hakikî meziyetlerini daha iyi takdir edebilirler. O şında, en çok ıslâhat ve teceddüt taraftarı olarak görürüz.
bir kanaat ve rıza adamıydı. Memuriyetlerinden o zaman
En genç ve en ateşli dudaklardan beklenilen bu yenilik,
için mühimce sayılan bir maaş aldığı hâlde bunun ancak
bu terakkî susuzluğu onun bütün benliğini kavururdu.
pek küçük bir kısmını kendisinin ve ailesinin maişetine
Merhum üç sene evvel önce fahrî olarak Darülmual-
sarf ederek mahrumiyet içinde yaşardı. Ve kalan parasıy­
limât müdürlüğünü almış, orada eski mesleğinin mesa­
la akrabasından olan gençleri tahsil ettirirdi. Vatanının is­
îsine başlamış, bir müddet sonra 1330 senesinin Teşrîni-
tikbalini yetişecek mütefekkir unsurlarda gören m erhu­
sânîsinde ise yine fahrî olarak darüleytâm müdürlüğünü
deruhde etmişti. İşte fikrimce İsmail Mahir Efendinin

(’") O zaman Selânik, Manastır ve Üsküp Posta ve Telgraf İdaresi başkâtibi iken bir jurnal üzerine Anadolu’ya tayin edilen ve Selânik’i bırakıp
gitmek istemeyen Dahiliye Nazırı Talât Beyefendi yeni memuriyetinden istifa ederek bir müddet bu mektebin müdürlüğünü ifa etmişti.
202 TÜRK YURDU Sayı 117

manevî varlığının altın tacı ölünceye kadar eşsiz bir gay­ eşyaları, yiyecekleri müfrit bir itina ile hazırlandığını söy­
ret ve emsalsiz bir fedakârlıkla vatanına ifa ettiği bu son lediği zaman merhumun nasıl tâ canının içinden m ütees­
hizmettir. İsmail Mahir Efendi müdür olduğu zaman da- sir olduğunu ve bunu anlatırken nasıl hüngür hüngür ağ­
rüleytâm Kadıköyü'nde küçük bir bina dahilinde yalnız ladığını, sonra iyi giyinmiş ve iyi bakılmış beslenmiş ço­
yirmi beş talebeli bir mektepti ki bugün o bina darüley- cuklarının heyetleri karşısında nasıl gözlerinin sevinç ve
tâmın Kadıköy inas şubesinin bir kısmından ibaret ve da- saadetle parladığını bilmeyenler, görmeyenler bu aşkın
rüleytâm böyle müteaddit şubelere ayrılmış ve binlerce derecesini takdir edemezler.
öksüz çocuğa melce olmuş muazzam bir müessesedir.
Hayatının son günlerinde çocuklarının Eatih İhtifali
Vatan uğrunda hayatlarını feda eden büyük şehitlerimi­
için yeni kıyafetlerle hazırlanmasına çalışmıştı. O günü
zin bir himaye kanadına muhtaç olan sayısız yetim yavru­
sabırsızlıkla bekliyordu. Talihin ne garip bir tecellîsidir ki
larını kucağında toplayan büyük ve mukaddes yuvalar ka­
o ihtifal için hazırlanan yeni başlıkları çocuklar ilk önce
labalığı. Bu yuvaların hepsini tesis için ayrı ayrı uğraşmak,
onun cenazesinde giydiler. Onlar, küçükleri küçük bir
içindeki yavruları harp hâlinin müşkilâtı arasında besle­
vesile ile içinden yaşlar taşacak gibi duran müteessir göz­
mek için çabalamak, sonra onları, kendilerini bekleyen
lerle, büyükleri kirpiklerinde titreyen giryelerle onun ce­
hayat mücadelesine hazırlanmış bir adam olarak yetiştir­
nazesini takip ederlerken başlarının üstünde sanki onun
mek için çalışmak... Hayatı yarım asra yaklaşmış fakat ru­
müşfik eli hâlâ duruyor ve okşuyor gibiydi.
hu genç olan merhumun en sevgili işiydi. O sayede bu­
gün darüleytâm müesseseleri muhasım devletlere ait Onun bu son zamanlarında iki büyük heyecanı ol­

olup zabt ve yahut sair sûretlerle elde edilen İstanbul'un muştu. Biri sevinç, biri keder heyecanı. Ecnebî bir şirket­

muhtelif yerlerinde, Bebek'te, Kadıköy'de, Haydarpa­ le bir mukavele akdine muvaffak olmuştu. Bu mukavele

şa'da, Yedikule'de, Beyoğlu'nda, Galata'da kain bir çok sayesinde hem memlekette birçok fabrikalar vücut bula­

mebaniyi işgal ediyor. Bu binaları yeni telâkkiye muvafık caktı, hem yetimler sanayi tahsillerini Avrupa memleket­

bir mektep hâline getirmek için merhum canla başla uğ­ lerinde ikmal ederek bu fabrikalarda iş sahibi olacaklardı.

raştı. İstanbul haricinde de Bahçecik'te, Ermişe'de Darü­ Bu mukaveleyi yapmaya muvaffak olduğu gün merhum,

leytâm şubeleri var. Bu müesseselerden bir kısmında ye­ hayatının en büyük saadetini idrak etmiş ve bununla mü-

timler ibtidâî tahsil görüyorlar, bir kısmında elektrikçilik, teheyyic olmuştu. Diğeri ise Arnavutköyü'nde bir bina­

matbaacılık, marangozluk, demircilik, tenekecilik, ek­ nın dârüleytâm için işgaline uğraşırken düçar olduğu mâ­

mekçilik, telgrafçılık, mücellitlik, dökmecilik, kutuculuk, nla idi. Bu, onu ruhunun en ince yerinden vurmuştu.

terzilik, dokumacılık, sobacılık, dericilik, göncülük gibi Sağlığında göremediği bu muvaffakiyet de öldükten son­

türlü türlü sanayii öğreniyorlar, satın alınan ve kiralanan ra hâsıl oldu. Bugün o bina "İsmail Mahir Darüleytâmı"

fabrikalarda çalışarak malûmatlarını ameliyatla takviye adını altında iftiharla taşıyor.

ediyorlar. Ara sıra sokaklarda tiz esvapları, bir biçimde Evet, İsmail Mahir öldü. Cenazesinden dönen onun
başlıkları, muntazam yürüyüşleri ve hâlleriyle tahsin ve en yakın mesaî arkadaşına "Büyıjk babamız ne oldu?" di­
takdir nazarları celbeden bu yavrucuklar bu müesseseler- ye sızlayarak soran zavallı yetimciklere ne yazık! O haki­
de bir ana kucağında gibi rahat yaşıyorlar ve vatanın istik­ katen büyük baba kendi evinde altı, sa'y ve aşk evinde
bâli için yetişiyorlar. binlerce yetim bırakarak her fâninin son gittiği yolda göz­

İsmail Mahir Efendinin bu dârüleytâm işlerine nasıl lerimizden kayboldu. Zaten herkes ölecek. Ara sıra gaflet

aşk ile alâkadar olduğunu anlamak için onu hayatında ya­ içinde ebediyen kendimizin sandığımız dünya evinden

kından görmüş olmak lâzımdır. Meclis-i Mebusanda dâ- hepimiz birgün çıkıp gideceğiz. Eakat ne mutlu o ölülere

rüleytamlar için tahsisat meselesi münakaşa olunurken ki vücutları topraklar altında ebedî uykusunu uyurken

onun nasıl hararet ve heyecanla dolu günler yaşadığı, sevimli ve mübarek hatıraları insan kalplerinde, daima

ayândan bir zatın şüphesiz fena bir maksatla olmayarak çarpan bu canlı türbelerde uyanık durur!

dârüleytamdaki talebeye fazla iyi bakıldığını, esvapları. C. Y

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


m m ^

T ûkk M kdu
T ür^leritt Vâidesme- Calisır

YIL: 4 SAYI: 11Ö (15 Eylül 1352-26 Eylül 1916)

e ^ ^ 6^ d e d c ^ ç c d ^

E d e b iy a t: N a c i / F u a d H u lû s i

Ö/wm V(2r, A y r ılık Y o k ! / H a k k ı S ü h a

7â!/2m T e rb iy e / H a lid e E d ib

S e y a h a t: A lta y la r a D o ğ r u / H a lim S a b it

M a tb u a t: A l m a n İ h r a c a t M e c m u a s ı n ı n Ş a r k v e B a l k a n N ü s h a s ı / S.

Af M e k tu p la r : D â r ü l f ü n û n C o ğ ra fy a M ü d e r r is le r in d e n

E d ik S a b r i B e y e fe n d iy e / (A ynı) Agâh

T ü r k l ü k Ş u û n u : E n v e r P a ş a H a z r e tle r in in S e y a h a ti-

K e n d is in e A l m a n y a İ m p a r a t o r u T a r a fın d a n

E a h r i R ü tb e -i A s k e r iy e V e r ilm e s i-Ş a r k v e Ş im d i T ü r k le r in d e -

M e d e n iy e t v e M a a r i f H a b e r le r i /
Sayı 118 TÜRK YURDU 205

TÜRK yURDU
T ü rk le rin fâ id e s in e ça lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

EDEBÎVAT
NACİ

Nezahat çiçeği firakınla soldu, Muazzez vücudun toprakta kaldıysa,


Fazilet mülkünün gözleri doldu, O büyük ruhunu yaratan aldıysa,
Hürriyet melikesi karalar giyip Bize yadigârın dahi pek büyüktür:
Hasretinle, Naci, saçlarını yoldu. Adın, sanın kaldı tekrim ve takdise.

Tabutuna karşı her Türk el bağladı, Gönlümüzde daim muazzez, mübeccel


İranlı göğsünü döğerek dağladı; Bir nümûnesin sen Türklüğe, mükemmel.
Vatan için çarpan her yürek kanıyor. Hayatında pek çok tevazu gösterdin;
Mateminle, Naci, vatan kan ağladı. Şimdi tacını giy ol kemale heykel!

Nutkuna hasretiz, bizleri terk ettin: Sinesinde böyle yüksek bir kahraman
Çünkü cenk olunca durmayan yiğittin. Yetişip kendini vatanına kurban
Ya halâs ordusunu Tahran yolunda Eyleyen bir millet, dünya düşman olsa.
Ne sebep bırakıp uzaklara gittin? Bir zaman mahv olmaz, evet hiçbir zaman.

O silâh ki sana lâyık arkadaştı Sen tek başına bir orduya bedeldin.
İstediğin gibi uğraştı savuştu. Erler meydanında yükseldin, yüceldin.
Hilâl seni bekler alnından öpmeye, Türk, Arap, İranlı nasıl ağlamazlar?
Hemedan'a girdi, Hemedan'ı aştı. Özünle büyüktün, sözünle güzeldin.

Uyan uyudunsa, ey asil kahraman. Böyle kurbanlarla zafer bak edilir:


Tahammül olunmaz uzadı bu hicran. Şan asil kanların içinden yükselir.
Yoksa Muhammed mi yanına istedi. Eedakârlık boşa gitmemiştir asla:
Ona mı kavuşmak nasip etti Mevlân? Can ekilen yerde elbet şan biçilir.

Öyle ise, kardeş, sen murada erdin. Naci, budur Tanrımızdan hep dilekler:
Vatanın uğruna canını da verdin. Zaferle tetevvüc eylesin emekler!
Bizlere gelince hep ağlar ve deriz: Yaşasın bu vatan, yücelsin bu devlet!
Elveda ey Naci, sen er oğlu erdin. Kabrini ziyaret eyleyip melekler.

Toprağında açsın gufrandan çiçekler!

A n ta ly a M eb u su
F u a d H u lû si
206 TÜRK YURDU Sayı 118

rın fikir ve hislerinin kuvvetsiz aks-i sadâları ve birçok da

ÖLÜM VAR, AYRILIK YOK öteden beriden tercümeler ile doluyor. Muharrirlerimi­

Ayrıyım bir baharın, en güzel goncasından; zin çoğu söz ve fikir tercümesini, hayatı, hayatımızı tercü­

Yok boynumda kolların, gözlerin benden uzak; me etmekten kolay buluyor ve ona meylediyor^). Şu yaz­

Ah ey kirpiklerinden müskir bir nigâh akan! dıklarımızdan da anlaşılıyor ki biz, asıl hayatın, kendi ta­

Dün akşam dizlerinde yatan bahtiyara bak. lim ve terbiye hayatımızın müşahedesinden çıkarılan ne­
ticelere kıymet vermekteyiz.

İşte sabah başlıyor... Fakat hâlâ gelmedin. Bu sayımızla geçen talim yılındaki (1331-1332) mesa-
Dün gecenin yâdıyla kanadıkça hasretin, îin birkısım mekteplerimizde verdiği semereleri göste­
-Bastırarak göğsümde pek yaralı bir yeri- ren pek kıymetdar bir vesikanın neşrine başlayabilmek
Kokladım yastığımda bıraktığın izleri... bahtiyarlığında bulunuyoruz. Vesika "1332 senesi vakıf
kız mekteplerinin senelik raporu"dur.
Almaz ihtirasımın yüksekliğini feza; Karilerimize okumalarını şiddetle tavsiye ettiğimiz
Korkarım kâfi değil bir ömür aşkımıza. bu "rapor" kırtasiyât (evet, her türlü "iyat" oluyor da, bü­
Benimçin en güzeldir, dudakların solsa da, rokrasiyi ifade etmek üzere bir de "Kırtasiyât" neden ol­
masın?) mahsulü ağır, ruh sıkan, usanç veren bir vesika-i
Gel ve salın bir ölüm mukabili olsa da; resmiye hâlinde asla değildir. Taşarak yaşayan bir dil, çok
Son nefeste buseler, her vakitten daha çok. cevval, çok renkli bir üslûp ile yazılmış bir edebî parçadır.
Son fedakâr nağmemiz: Ölüm var ayrılık yok... Zaten muharririnin ismini söylemek, yazının mahiyetini

14 Ağustos 1332
derhal gözlerde parlatmak için kifayet eder: Raporun
muharriri Halide Edib Hanımefendidir.
H a k k ı Sü h a
Bu vesika bir kaç nokta-i nazardan hâiz-i ehemmiyet­
tir: Muallime ve muallimler, bundan mesleklerine dair
birçok nâfi ve müfid fikir ve mütalâalar toplayabilirler;

m im U£ TERBİYE Memleketin istikbâliyle alâkadar kimseler istikbâli en zi­


yade hazırlayacak olan kız mekteplerinden birkısmının
Altı yedi ay evvel "Yeni terbiye usûlleri"ne dair bir
-en eski, en ananevi, en çok halk arasına sokulmuş vakıf
makalenin başına ilâve ettiğimiz mütalaalar arasında
kız mekteplerinin- hâl-i hâzırına dair bir fikir edinirler.
"Türk Yurdu"nun talim ve terbiye meselelerine ne kadar
Aynı zamanda kadın hayatı, kadın ruhiyatı, kadın pedago­
ehemmiyet verdiğini ve bu meselelerde ne gibi esaslara
jisi mesâilinde en samimî ve en nâfiz nazarlı müstesna bir
istinat etmek istediğini biraz,anlatmaya çalışmıştık^). Sırf
muallimemizin çok kıymetli müşahede ve tavsiyelerini
terbiye ve talimden bâhis bir meslek mecmuası olmak
öğrenmiş olurlar. Nihayet bu rapor, tarih-i Osmanî'nin
üzere intişar eden "Muallim" refikimizi karilerimize tanı­
gayet ehemmiyetli olan şu değişme ve geçme devresinde
tırken, Osmanlı-Türk matbuatının fikrimizce en büyük
Müslüman kız mekteplerinin ahvalini gayet doğru ve pek
kusuru olan istikrâî (Inductif) ve ibdâî (Original) olama­ canlı bir levha hâlinde çizip gösteren ve bununla beraber
yışını hatırlatarak, genç arkadaşımızın bu kusurdan icti- OsmanlI Türklüğünde teâlî-i nisvân hareketinin pîşvâsı
nab etmesini tavsiye ediyorduk ve diyorduk ki matbuatı­ olan bir kadının müstakbel Türk kadınlığına vermek iste­
mızın muhteviyatı hayatımızdan alınmıyor; mecmuaları­ diği simanın takriben neden ibaret olduğunu bildiren bir
mız başka memleketlerin sönük levhaları, başka adamla- vesika-i tarihiyedir. Biz eminiz ki, zamanımız Osmanlı ta-

( b Türk Yurdu, cilt 9, sayı 13, sahile 194.


ü ) Türk Yurdu, cilt 10, sayı 11, sahile 173-
Sayı 118 TÜRK YURDU 207

rihini hakkıyla yazmak isteyen ciddî bir müverrih bu mü­ sim fena, ezber bilâ-istisna her mektepte olduğu gibi pek
him vesikaya müracaattan müstağni kalamayacaktır. fenadır. Terbiye-i fikriye zararsızdır. Terbiye vasat görü­
nüyor.
Biz, "1332 senesi vakıf kız mekteplerinin senelik ra­
poru "nu işte aynen aşağıya dere etmeye başlıyoruz. An­ Muallime-i ulâsı hanımın tedris nokta-i nazarından
cak raporda ismi geçen muallime hanımların isimlerini bilhassa Türkçede ve din derslerinde pek muvaffak oldu­
tasrih etmeyeceğiz. Ve raporun sonunda sırf idareye ait ğu meşhuddur. Eski mekteplerden yetişmiş bir hanımın
bazı ferî ve muvakkat tavsiyelere ait kısmını terk edeceğiz. bazı mahzurları olmakla beraber esasen terbiyeli bir ha­
nım olduğundan çocukların terbiyesi üzerine hüsn-i tesi­
‘*

ri olduğu görünüyor. O civarda Selim Ağa yegâne küçük


1332 S en esi Vakıf Kız M e k te p le r in in S e n e lik
mektep olduğundan nazar-ı itibara alınmaya ve noksan­
R aporu:
ları ikmal edilmeye şâyândır. Muallimesizlikten, oda mev­
Bu sene mekteplerdeki meşhudâtımı üç sınıfa ayırı­ cut olduğu hâlde, iki sınıf bir arada bulunuyor. Bu sene
yorum: oraya lâzım olan şey biraz yeni ve genç iki hanımın mual­
1-Tedris; 2-Terbiye-i Fikriye; 3-Terbiye. lime-i ulâ hanımın maiyetine tayinidir. Jimnastik, musiki,

Tedris- Okutulan derslerin tarzı ve çocuğa verilen resim derslerine itina edebilecek hanımlar seçilmesi el­

malumatın kemmiyeti ve keyfiyeti. zemdir.

Terbiye-i Fikriye- Çocukların okudukları ders üzeri­ C ih an gir- Küçük mektepler arasında pek hususî ve

ne olduğu gibi, kendi fikir âlemlerine ve cemiyet hayatı­ cazip bir simaya mâliktir. En ziyade eski Türk an’anesi ve

na ait nazarlarının evzâ u etvârı. terbiyesinin iyi tedrisatla beraber küçük kızlarda yapabi­
leceği şekli gösterdiği için şâyân-ı dikkattir. Okutulan
T erb iye- Çocuğun maddî ve manevî harice karşı et-
derslerden Hesap vasat, Türkçe ve eşya pek iyi tedris
vârı.
edilmiş, coğrafya en ziyade şehir coğrafyası nazar-ı itiba­
Bu sene mektepleri geçen seneden ziyade seviye iti­
ra alınarak tedris edilmiş. Çocukların umûm okudukları
bariyle yeknesak olmaktan pek uzak ve yukarıda saydı­
şeylere karşı dürüst görüşleri var. Terbiye-i fikriye pek iyi
ğım üç nokta-i nazardan da birbirinden çok farklı bul­
olduğu gibi bütün mektebin asil ve vakur bir tarz-ı terbi­
dum. Onun için mektepleri ayrı ayrı almak mecburiyetin­
yesi var. Muallimesi eski muallimeler arasında eski Türk
de bulunuyorum ve tabiî olarak küçük mekteplerden
hanımının en akl-ı selime mâlik, en kibar bir nümûnesi-
başlıyorum:
dir. Yalnız idareye ait küçük noksanları çok ihmal edil­
Küçük mekteplerden Salih Ağa, Habbazân Mehmed mesinden biraz münkesirdir. Bu sene mutlak takdir ve
Efendi Mektepleri pek sene sonunda başlandığı için bu teşvikle beraber noksanlarının sürüncemede bırakılma­
tasnife girmesinin doğru olamayacağına kaniim, binaena­ ması elzemdir.
leyh onlardan bu raporumda bahsetmeyeceğim.
Ş eh z a d e b a şı- Tamamen yeni tarzda terbiye-i fikri-
Elimizde küçük mektep şimdilik Şehzadebaşı Muh­ yesi ile Cihangir kadar iyidir. Kız-erkek çocukların bera­
telit Mektebi ile Cihangir ve Selim Ağa ve Ahmed Çelebi ber bulunması bütün talebede daima uyanık ve canlı bir
küçük mektepleri bulunuyor. hâlet-i ruhiye yapıyor. Erkek çocuklar kadın hocaların te­
Küçük mektepler heyet-i umûmiyesiyle büyüklerden siriyle ibtidâî çocuklarına mahsus olan biraz bariz huşu­
daha muvaffak olmuşlar, daha iyi bir âtî vaat ediyorlar. net ve gürültüden kurtulmuşlar, faaliyetleri düşünüşle­
Selim Ağa- Burada tedris zararsızdır. Çocuklar Türk­ rinde olanca kuvvetiyle tecellî ediyor. Kız çocuklardan
çe, Coğrafya, Din ve Hesap derslerinden hem kemmiyet geri kalmamak için meşru bir rekabet hissiyle beraber kız
hem de keyfiyet itibariyle vasattan yukarı tedrisât gör­ arkadaşlarına sınıfta çalışırken tebeşirlerini vermek, siyah
müşlerdir. Eşya ezberletilmiş, tarih hiç okutulmamış, re­ tahtaları temizlemek gibi yeni ve medenî efendilikleri hiç
208 TÜRK YURDU Sayı 118

ihmal etmiyorlar. Çocukların ayrı ayrı tahsiline en çok man hocası teneffüs zamanları daha müşkil ve faydalı
uğraşılan şüphesiz bu küçük mekteptir. Bu mektebin er­ oyunları çocuklara talim etmeli ve çocuklarla beraber oy­
kek çocuklarını kız çocuklarına fâik buldum. Belki hiç namalıdır.
alışmadıkları yeni bir tarz-ı tedrisin tesiriyledir. Herhalde
II. Küçük mekteplerde muzıkadan sonra resim na-
Cihangir'in küçükleriyle konuşurken insana verdikleri sa­
zar-ı itibara alınmalıdır. Küçüklerde resim doğru çizmek­
kin ve ince bir hiraset ihtidasına mukabil bunlar da olan­
ten ziyade doğru ve güzel görmek içindir. Kendi yaptık­
ca kuvvetleriyle Yirminci asrın faal fikirlerini bilhassa mil­
ları resimlerden başka küçük mekteplerin duvarlarında
liyet ve memleket nokta-i nazarından çok işletilmiş dü­
hareketli, canlı ve güzel birkaç levha mutlaka bulunmalı
şündürülmüş fikirlerini veriyorlar. Bu kadar iyi bir netice
[çok olmamalı, tesiri kaybolur] ve hayvanlara, seyahate,
veren bu mektebi mutlak iki seneye iblağ etmek hem ço­
tarihe, esatire ait güzel resim albümleri bu küçük mek­
cukları hem de müdiresi için pek iyi olur, hatta elzemdir.
teplerde bulundurmalı ve muallimeler bunları arada kü­
Yeri de zaten müsait. Kubbeli büyük dershaneye şube ile
çüklere gösterip bunlar üzerine çocuklarla konuşmalıdır.
birinci sınıf beraber konulunca diğer küçük dershanede
III. Bahçesi olan küçük mekteplerde [mekteplerin
ikinci sınıf başlatılabilir. Şehzadebaşı müdiresi kuvvetli
mutlak bahçesi olmasına gayret etmeli] küçükleri fayda­
iradesi ve fıtrî kabiliyet-i tedrisi ile erkek ve kız çocukları
lanmaya ve güzelliğe alıştırmak için çocukların birkısmı-
bir arada idare için bilhassa yaratılmış gibi görünüyor,
nı çiçek yetiştirmeye, birkısmını da sebze yetiştirmeye
onun için idarenizin bu mektepteki tedrisi behemehal iki
alıştırmalıdır. Ve tedrisat-ı ibtidaiye tamamen vakfın ol­
seneye iblağı için nazar-ı dikkatini celbederim. Mektebin
duğu vakit bunu biraz daha büyüterek balıkları, kuşları,
yegâne mahzuru bahçesizliği olmakla beraber onu da ar­
tavukları, tavşanları ile bahçenin sırf çocukların meşgul
kasındaki medreseden biraz almakla telâfi etmek kabildir
olup baktığı yerde hayvanat kısmı olmalı. Bunlar küçük­
zannındayım.
lerde hissî mesuliyet uyandırır, merhamet ve insaniyet
P ir A h m e d Ç ele b i- Hususî bir simâsı olmamakla
öğretir, aynı zamanda muntazam ve amelî olmaya alıştı­
beraber bir sınıflı mektep için iyidir. Terbiye-i fikriyeleri
rır.
Cihangir ve Şehzadebaşı derecesinde olmamakla bera­
IV. Küçük mekteplerde mutlak gelecek sene tatbik
ber tedrisi kusursuz, çocukların terbiyesi de iyidir. Bil­
edilecek şeylerden biri on beş günde bir hocalarla bera­
hassa Türkçeleri çok kuvvetli.
ber gezinti yaptırmaktır. Ellerinde bayrak çocukları so­
kak sokak bağırtarak dolaştırmak ne kadar fena ise her
Küçük mektepler için gelecek sene icrası lâzım olan on beş günde bir iyi havalı açık bir yere götürmek, hoca­
küçük şeyler: larıyla, bütün arkadaşlarıyla müşterek [collectifl eğlence
yapmak, müşterek bir iş, bir hayat parçasını yaşamak o
I. Umumiyetle bu küçük mekteplerde şetareti tezyid
kadar faydalı ve elzemdir. Bunun diğer faydavî bir netice­
etmek icap eder. Çocukların sıhhati ve fikri üzerine şeta­
si de çocuklara fayda ve ders kısmını sezdirmeksizin coğ-
retin gıda kadar, hatta gıdadan fazla elzem olduğunu fen-
rafya-yı tabiî ve şehir coğrafyalarını yaptırmaktır. Zararca
nen biliyoruz. Hususiyle bütün neşesi mütemadi felâket­
olan coğrafya tedrisatının en bariz kusuru çocukların
lerle solan bizim gibi bir millet içinde yaşayabilmesi için
kendi memleketlerinden, bilhassa şehirlerinden pek
ittihazı lâzım ilk tedbirlerden biri küçüklerin hayatına iyi
uzak kalmalarıdır. Afrika ve Amerika berzahını, kanalını
gıda ile beraber şetaret verebilmektir. Bunun çareleri: 1,-
bilmekten ziyade çocuğa adaların mevkii, Haliç'in iskele­
Muzıkaya birinci derecede ehemmiyet verelmemelidir.
leri, Boğaziçi köyleri, İstanbul dağları, dereleri hatta so­
Küçük mekteplerin mutlak birer piyanosu ve muallime-
kakları lâzımdır.
leri arasında birer tane piyano çalanı olmalıdır. İdman
derslerini kuru hareketlerden ziyade şarkılı ve az çok Tahsil bilhassa ibtidaîsinde zihne kat kat malûmat
müzikali oyunlarla yaptırmalı. İdmanın haricinde de id­ yerleştirmekten ziyade hayatta kullanacağı ve müşkilât
Sayı 118 TÜRK YURDU 209

karşısında kendisine silâh edineceği, işine yarayacak şey­ hakemesine güvenmek, yıkmaktan ziyade bina etmek,
ler öğrenmektir, Devre-i ulâ mektebini bitiren küçük eli­ yaratmak kabiliyeti uyandırılmış olmalıdır.
ne aldığı kitabı okur, küçük mektuplarını yazar, benliği­
Küçük ibtidaî çocuklarıyla konuşunuz, hepsi büyü­
ni, hüviyetini biraz tanır, şehrinde bilerek vazıh bir kafa
yünce harbe gidecek, hain düşmanları kahredecek, dün­
ile etrafını beller, nefsine azıcık itimat ederse ve küçük
yayı alt üst edecektir. Fakat içinden yolları yapacak, köp­
ruhunu eğlendirecek, teselli edecek kadar da şarkı söyler
rüleri yapacak, mektepler açacak, tüccar olacak veyahut
ve şen olursa lâzım olan şeyi öğrenmiş demektir.
yeni bir güzellik yaratmak için ressam, musiki-şinas ve sa­
Ezber Dersleri- Bu umûm ibtidaî tedrisinin bugün en
ire olacağını söylemez. İbtidaîler ve âtîmiz için bundan
çirkin yarasıdır. Bizim memleketimizde ezberlerin tarzı
fena birşey tasavvur edemem. İşte ekseri ezberlerden al­
yani inşad, hiç bir ciddî memleketin tahayyül edemeye­
dıkları bu muzır tesiri izale için Allah’ı, tabiatı, insanları,
ceği kadar fena olduğu gibi inşad ettirilen manzumeler
refahı, güzelliği, çalışmayı, ve sadece vatanı sevmeye sevk
de pek tedbirsizce intihap edilmiş, ellerinde Türk insan­
edecek şiirler ayırmalı ve yalnız onları çocuklara talime
lığının en nazik ibtidaî ve bâkir ruhu olduğu nazar-ı itiba­
ra alınmamıştır. Küçük mektepler kendilerini gösterebil­ muallimeleri mecbur etmeli ve ezber tarz-ı tedrisini de

mek için küçük yaşlı çocuğa en tumturaklı manzumeler mutlak ıslâh etmelidir. Bütün bu güzel ve yüksek şeyleri

Şehzadebaşı tiyatrolarından daha mütereddi ve sokak hi­ çocuğa sevdirirsek, ve çocuk memleketinde sade bunla­
tabeti tarzıyla öğretiliyor. Küçük bu gayr-i tabiî ve çirkin rı yaratmakla uğraşırsa şüphesiz lâzım geldiği vakit bom­
tavrıyla her yabancıya manzumelerini bağıra bağıra tekrar ba, silâh, barut edebiyatının yetiştireceği çocuklar kadar
ediyor. Aldığı alkış ona romantik tarzın en rokoko şive­ belki daha vakur ve sakin memleketi için ölmeyi bilir...
siyle konuşmak ve inşad etmek itiyadını bırakıyor. Bugün Bitmedi.
bilhassa genç kızların tahsilde olanlarında tavır, eski va­
V a k ıf K ızla r M ekteb i
kur Türk tavrından pek uzaktadır. Filhakika biz çocukla­
F a h rî M ü fettişi H a lid e E dib
rımızdan eski hayatsızlığa bedel canlılık, şetaret ve hayat
bekliyoruz. Fakat bunu sahte tavırlarda, aktrisvarî evzâ'da
değil oyunlarında, düşünüşünde, yaşayışında istiyoruz.
SEYAHAT
Kavilerin faaliyeti sakin ve vakurdur: Faal bir cenuplu İtal­
yan ile faal bir şimalli HollandalIyı mukayese edersek bu­ ALTAYLARA DOĞRU

nu pek alâ anlarız. İtalyan bağırtkan, çığırtkan, telâşçıdır; Başı cilt 1, Sayı 12’dedir.
Şimalli hâkim, kavî, faal fakat evzâı dürüst ve sakindir.
Men kabandın balası tavtamban pin
Ezber dersinin sırf zahiri kısmından çocuğun ruhuna Ölen ki irken cuyirik kara kün bin
bu kadar amîk tesir iddia etmem tasavvurî değildir: Yeni
Tur attin töbelindi balam Kerey
ruhlar halk önünde yaptıkları şeylerden pek derin ve da­
Cavlasam os künde senden köppin
imî izler alırlar.
Karaköşer bavırındı bütün tüsip
Sonra intihab edilen mevzular, bunlar şüphesiz daha Kos ayaktap taban tap başka teptim.
mühimdir. Ben terbiyede milliyet hislerinin verilmesine
İrken cuyirik: K oşmakta birinci. Töbel: Atın alnındaki küçük
yalnız taraftar olmakla kalmıyorum, bir de bunu kendime
beyazlık (kaşka). Balam: Zavallı, biçare oğlum . Kerey: Bir
pedagojik bir düstur telakkî ediyorum. Milliyetini öğren­
kabile ismi. Cavlaşmak: Kavgaya tutuşm ak. Os künde: İşte bu
mek, nâfi bir milliyetçi olmak bugün tedris ve terbiyede
tutulan yolla kabil değildir. Nâfi bir milliyetçi yetiştirmek günde. Senen: Senden. Köppin: Çoğum , yani kabilem büyük,

için çocuklara milliyetini öğrettikten sonra onda sırf ken­ Karaköşer: Yer ismi. Bavur: Dağın yamacı. Tüsip: D üşüp. Kos:

di milleti için bile olsa nümayişkâr olmaktan ziyade mu­ Çift. Kos ayak: İki ayak. Tabandap: Taban ile. Teptim: Teptim.
210 TÜRK YURDU Sayı 118

Kutandamay ku bala beri kara Ayru Cögit, Tolugalu, Balıkdak, Isir Bigit: Yer ve dağ isimleri.

Turatur; D uruyor. Sögit: Bir tarafta, b ir yanda. Balıkdak’tin:


Şapkan aldan köp cuyirik oymen sana
Balık D ağ’ın.
Maktanba körmegendey balam Kerey

Kökaday'in öltirgen Tauke bala. Eylemedin bir mekeni Barak çıkkan

K utandam ay: K ımıldanm ayarak. Beri; Buraya. Kara: Bak. Tumsıgın küşük barıp carga tıkkan

Şapkan: K oşan. M aktanba: İftihar etm e. K örm egendey: Tamam tavdın barinen biyu gebin dep
G örm em iş gibi. Oy: Akıl. Sana: D üşün (O ym en sana: Akıl ile Ayulı adrayıp cunga şıkkan.
hesap et). Kökaday: Kazak asilzadelerinden kahram an bir
Barak çıkkan; Yer ismi. Tumsık; Burun. Banp: Vararak. Carga:
töre. Öltirgen: Ö ldürm üş. Tauke: Bir isim.
Yara, kıyıya. Tıkkan: Sokmuş. Tam am tavdın: B ütün dağların.

Barinen; H epsinden. Ayulı: Dağ ismi (Ayılı). Adrayıp: Ziyade,

Ceksenbay:- Menin atam surasan esitedi yükselerek, göğüs gererek. Cunga: Zâhire, meydana. Çıkkan:

Çıkmış.
Asemlikke minemin corga taydi

Külmey catip aldımdan ölen aytıp


Eylemedin bir mekeni Bala Barak
Körüp biyik mman buran Ceksenbaydi? Ibreli’ni el konar tübin canip
Menin: Benim. Asemlikke: Güzellikle. Minemin: Çıkıyorum. Igurtas, Sarurtan, mayday dala
Corga taydi: Yorgotay (Yorgotay üzerine) Aldımdan: Ö nüm ­ Malımız semiredi kün kün sanap.
den.
Bala Barak, İbreli, Igustas, Sarurtan: H epsi yer isimleri. Tübin

canip: Aşağılarını yanaşarak. Mayday dala: D üm düz bir sahra.

Canindas kıyıp alıp sadak kıldım Malımız; Hayvanlarımız. Semiredi; Semiriyor. Kün kün sanap:

G ün b e gün.
Sav kayındı cılmıdıp cas iydim

Kokadayım ülkende günde cesrip


Eylemedin bir mekeni İmel Baktu
Togız katın, toksan kız ölşekledim. Cay Töbe ortasinda turar taktı
Canindas: Bir nevi ağaç. Kıyıp: Boylu boyuna yarıp. Sadak: Ok. Calgızın Cay Töbe’nin el biledi
Sav kayındı: Sağlam kayın ağacı. İydim: Büktüm . Cılmıdıp: Da- Kıştaydı Gavur Baybur Manner Aktı.
m ağ ile yum uşatarak. Togız; Dokuz. Katın: Kadın. Ölşekledim:
İm el Baktu, Cay Töbe, M anner Akü: Yer isimleri. Gavur Bay­
İğnitam ettim (ölşe: ganim et)
bur; M üslüman olm ayan Moğol kabilesinin adı. Turar; D uru­

yor. Taktı; Tak-ı zafer gibi. Calgızın: Yalnız olduğunu. El biledi:

Eylemedin bir mekeni Ayru Cögit B ütün el biliyor. Kıştaydı; Kışlıyor.

Turatur, Tolugalu, Tavdan, Sögit


Ülken cav, Tarbagatay ulu deymin
Özüm bilgen cer sudı ölen kılsam
Karatay, el kıstavda celi deymin
Balıkdak’tin üstünde Isir Bigit.
Cer sudu özüm bilgen ölen kılsam
Ayagöz, Kös Ağaş’tin koli deymin.

( ü Naymanlı olan Tavtambak, ilinin kızlarından biriyle alaka peyda etmiş ise de Kazak ırkına göre nigâhları kabil olamayacağından kızı alarak
Giray kabilesine dehalet etmiştir. İşte Cigğebay bu vak’aya işaret ediyor.
Sayı 118 TÜRK YURDU 211

Tarbagatay: Karatav. Ayagöz, Kos Ağaş: Dağ ve yer isimleri. Ül­ Maşan, Şıngıs, Kalba, Kinet, Kazılgan, Coşalı, Dalda, Sar Cagal-
ken: Büyük. Cav: Düşm an. Ulu: Büyük. Deymin: Diyorum . Ce­ gan, Şalbar Kesken, Şıbar Aygır, Corga: H epsi yer ve dağ isim­
li: Sıcak, m utedil ve latif hava. Koli: Kolu, şubesi, budağı.
leri. Şalşık Köl: Bir gölün adı. M enen: İle. Turadi: Duruyor.

Karacayık turatur Kaykan menen


Cutas Tarbagatay el kıstagan Senşulı, Eki Tintik, Şaykan menen
Bir kempir koy kaytarıp tas tastagan Oy caylavdin basına şığa keldim
Kempirdin koy kayirgan tas urçagı Sarı Teyrak körinedi oypan menen.
Bitipti keremetpin bir tostagan. Karacayık, Kaykan, Şenşulı, Eki Tintik, Şaykan, Sari Teyrak:
Cutas: D ağın sırtı, arkası. Kıstagan: Kışlamış. Kem pir: Yer, dağ, n eh ir isimleri. Şığa keldim: Çıkıyordum. Körinedi:

Kocakarı. Koy: Koyun. Kaytarıp: Çevirip. Tastagan: Atmış. G örünüyordu. Oypan: Ova.

Urçak: Öreği, ip örm eye m ahsus alet. Bitipti: Bitmiş, hasıl


olmuş. K erem etpin: K eram et ile. Tostagan: Kepçe (Kefçe).

Bitmedi.

Körüngen mınau bilay tarbagatay H a lim Sabit


Ketipti cavgan karı cazın altay
Ibray men Esen Hoca, Kökşe Toygan
Konadi Sandık Tas’ka Kandagatay.

Körüngen: G örünm üş. Ketpek: Giymek. Ketipti: Gitmiş. Cav­

gan kari: Yağmış karı. Ibray, Esen Hoca, Kökşe Toygan, Sandık

Tas: Yer isimleri. Kandagatay: Bir kabilenin adı. Konadi: Yer­

leşiyor, iniyor, konm aktan.

Savır, Şaykan, Toktav, Kalın Şege


Akşatav men Şıngızka tipti tiyme
Altay men Tarbagatay davlı bolıp
Cükünsip barıptı Kalba Bi’ge.

Savır, Şaykan, Toktav, Kalın Şege, Akşatav, Şıngıs, Altay,

Tarbagatay, Kalba: Dağ ve yer isimleri. Tipti tiyme: Hiç de

dokunm a. D avlı: Kavgalı. C ükünsip: H akim in h u z u ru n a

vararak m üracaat edişm ek. Bi’ge: Beye, hakim e.

Maşan, Şıngıs turadi Kalba menen


Kinet Kazılgan, Coşalı, dalda menen
Şalşık Köl, Sar Cagalgan, Şalbar Kesken
Şıbar Aygır turadi Corga menen.
212 TÜRK YURDU Sayı 118

MATBUAT manlara kadar düşüncelerimizin bağları şiir ve hayal ip­

ALMAN İHRACAT MECMUASININ ŞARK VE BALKAN likleri idi. Umûmî hayata nazarî bakarken, hep romantik

NÜSHASI(i) gözlüğünü takardık. Vâkıa evdeki pazar çarşıya uymaz di­


yerek, ferdiyetimize ait "şe'nî meselelerde romantikliği
Matbuâtımızda Alman Tesirleri.
hayliden hayli yana itiyor idiysek de, millî hayatımızın
Cihan çenginin 42’likleri, Tesibliyenleri, Doyçlandla- umûmî nâzımı, maddî ve şe'nî muhakemeler olmuyordu.
rı ile artık öğrenmeyen kalmadı: Almanlar her vadide pek Hele siyasetimiz, 18. asrın ibtidâları gibi siyaset-i mahza
çok ve çok iyi çalışıyorlar. Küremizin her tarafından İngi­ hâlinde kalmıştı. Siyasetin dahilî olsun, haricî olsun İkti­
liz ticaret ve sanayiini kovarak, zamanımız Fenikelilerini sadî münasebetleri örten bir kabuktan ibaret olduğu an­
kudurtup çılgın bir muharebeye saldırtan Alman faaliyet laşılmıyor gibiydi. Şimdi hamd olsun, edebî ve hayalî ter­
ve mahareti, korkarım ta İstanbul'un içinde Türk matbu­ biye yerine, ağır ağır ve çok pahalıya mâl olarak, maddî
atına muzafferâne rekabet edecek!.. İşte önümde Alman­ ve İktisadî terbiye geliyor. Artık yazılarımızda ve sözleri­
ya'da basılmış Türkçe resimli bir mecmua: "Alman İhra­ mizde bile, daha maddî, şe'nî malûmata dayanarak müta­
cat Mecmuası'nm Şark ve Balkan nüshası". Bu nüsha, İs­ laa yürütmekten haz almaya başladık. Vekayi ile "Alman
tanbul'da yazılan ve basılan resimli mecmualarımızdan harsı" bize istihsal pedagogluğu ediyor. Gündeliklerimiz­
tertip ve tab cihetiyle çok üstündür. Almanlar tarafından de, arasıra, sırf İktisadî makalelere rastlıyoruz. Siyasî ma­
dizilmiş Türkçe metninde tek bir mürettip hatası bile kalelerde bile iktisadiyâtın hakkı veriliyor. Bu yolda yazı­
yok; İstanbul'da tertip olunan hiçbir mecmua, hiçbir ki­ lan makalelerin en iyi ve en faydalıları, şüphe yok ki he­
tap, hatta yüz binlerce basılan bir ders kitabı bile henüz nüz tercüme makalelerdir. Meselâ "Wirtschaftszeitung"
böyle bir talihe mazhar olmuş değildir. "Alman İhracat risalesinden tercüme ettirilerek "İkdam"ın neşreylediği
MecmuasCnın önünde ve sonunda, yirmi otuz sayfa, gü­ "Türkiye Hakkında İktisadî ve Siyasî Mütalaalar", ne ka­
zel resimli ilânlar var. Metin, gayet amelî, hep sanayiden, dar dikkate lâyık ve istifadeyi mucib bir makaledir^),
ticaretten, hasılı iktisadiyâttan bâhis makalelerden terek-
"Avrupa'nın muharebeden sonra yeni bir şekil ikti-
küb ediyor. Resimler, Alman sanayiinin son terakkiyâtın-
sab edeceği ve bütün umûr ve hususât-ı iktisadiye ve si-
dan mükemmel nümûneler. Alman erbab-ı sanayiinin en
yasiyenin tertibat ve teşkilât-ı cedidenin tesiri altında bu­
ileri gelenlerden bazı enmûzecler gösteriyor. Mecmua bi­
lunacağı şüphesizdir. Bu tertibat ve teşkilât-ı cedide ve
raz ticarethane kataloglarını andırmıyor değil; Fakat
icabât-ı ahvâl dolayısıyla Almanya ile Türkiye daimî sûret-
mündericâtı, tatlı tatlı olmasa bile, faydalı faydalı okuna­
te yekdiğerinin muavenetine müftekir bir hâlde buluna­
bilir. Makaleler, hatta havadisler (Havâdis, Türkçede gali­
cak ve binaenaleyh bunların arasında teessüs eden ittifa­
ba müfrettir.) bizim şiir ve hayalle yoğurulmuş, terbiye-
kın pâydâr olmasını icab ettirecektir. Henüz hâl-i harpte
lenmiş beynimizi biraz yoracak gibi çok rakamlı, çok ista-
bulunduğumuz esnada bile gerek Almanlar Türkleri ve
tistikli şeylerdir. Ama biz de artık müderris ve mürebbî
gerek Türkler Almanları daha iyi görüp tanımaya çalıştı­
İsmail Hakkı Beyin dediği gibi "İstihsal Pedagojisine" alış­
lar.
malı mıyız?. Dimağımızı böyle çetin ve çetrefil mevzular-
la ünsiyet peyda ettirmeli miyiz?. Türklerle Almanların temas ettikleri her yerde bu it­
tifakın, tarafeynin menafii dolayısıyla teessüs eylediği te-
İtiraf etmeliyiz ki Almanlarla münasebetimiz artalı
beyyün etmiştir. Almanya'nın Türkiye ile olan râbıtası bi­
"İstihsal Pedagojisine" alışmaya başladık. Bir iki yıl içinde
ri İktisadî ve diğeri siyasî olmak üzere iki kısımdan mü­
Türk'ten az mı tüccar türedi? Fiiliyatta böyle olduğu gibi,
rekkeptir. Almanya gibi sanayii fevkalâde terakkî eden bir
zihniyâtta da iktisadiyât hayli yer tutmaya başladı. Türklü­
memleketin, mevâdd-ı ibtidâiye ihraç eden memleketle­
ğün cidden terakkisini isteyenler, buna sevinmelidir. Biz
re menfaat itibariyle merbut olması pek tabiî bir keyfiyet­
de, müsaadenizle büyük mütefekkirlerimiz gibi bir düs­
tir. Almanya sınaî bir memleket olduğu için behemehal
tur koyalım: "İstikbâl zengin milletlerindir." Yakın za­

( b Türk Yurdu kapağının üçüncü sayfasında bu mecmuanın ayrıca bir ilânı vardır,
( b “ikdam”, 17 Temmuz 1332, Numara 6993.
Sayı 118 TÜRK YURDU 213

ham malzemeye ihtiyacı vardır. Bir memleket ise şüphe­ siyasiyâtta olduğu gibi iktisadiyât âleminde dahi düşman­
siz ki lüzum olan bilumûm ham malzemeyi bizzat istihsal larına karşı müstakil olmaya çalışmalıdır. Eğer Türkiye ik­
edemez. Binaenaleyh Almanya harp ve sulh zamanların­ tisaden düşmanlarına muhtaç olmayacak derecede
da ham malzeme tedarik edebileceği müstahsil memle­ kesb-i kuvvet ederse, o zaman başını yükseğe kaldırıp bi-
ketlere muhtaçtır. Almanya ise bittabi bundan sonra di­ lâ-fütur herkese sesini işittirir."
ğer müstahsil memleketlere Türkiye'ye itimat ettiği ka­
Ah, biz de siyasî mütalaalarımızı hep böyle İktisadî
dar itimat etmeyecektir. Bu sebeple bilhassa sanayii ile gayelere çevirerek yürüyebilsek...
yaşayan Almanya muhtaç olduğu ham malzemeyi daima
A
ve bilâ-tehlike tedarik edebilmek için, doğrudan doğruya
kendi menfaati icabı olarak Türkiye'nin kuvve-i istihsali-
yesini ve kabiliyet-i hayatiyesini tezyid etmeye mecbur­
dur. Almanya muharebeden ewel binlerce tehlike ve
AÇIK MEKTUPLAR
mezahim ile memâlik-i ecnebîyeden tedarik ettiği malze­
meyi bundan sonra bilâ-müşkilât ve emniyetle tedarik D â r ü lfü n û n Coğrafya M ü d e rrisle rin d e n

edebilmek üzere Türkiye'nin kabiliyet-i iktisadiyesini tez­ F a ik S abri B eyefen d iye

yide elbette çalışacaktır. Almanya ham malzeme tedariki Edebiyat Eakültesi mecmuasının ikinci sayısında
hususunda az çok diğer müstahsil hükümetlerin keyifle­ "Coğrafyanın İlmî Usûlleri" nâmındaki makale-i fâzılâne-
rine tâbi olmaya mecburdur. Hâlbuki bundan sonra ihti- lerini okudum. Müsaade duyurulursa Eransızca bir keli­
yacâtını Türkiye mahsulâtı ile temin edecek olursa hari­ menin Türkçe mukabili hakkında bir mütalaa arz edece­
ce karşı istiklâliyetini daha güzel muhafaza etmiş olacak­ ğim.
tır. Evvelce ham malzemeyi ancak İngiltere ve Ameri­ Glassier malûm olduğu veçhile gla (buz) aslındandır.
ka'nın kontrolleri altında tedarik edebiliyor idik. Bina­ Fransızcasında kelimenin sonundaki ier ismi mekân ma­
enaleyh bu iki hükümet her ne zaman Almanya'ya saha-i nası veriyor. Türkçede buz aslından buzluk, buzhane,
iktisadiyede daha iyi rekabet etmek isterlerse, Alman­ buz kuyusu kelimelerinden birincisi bir dereceye kadar
ya'ya ham malzeme ithali hususunda bin türlü müşkilât yakınlaşırsa da diğerleri glasya kelimesinin karşılığı ola­
ikâ ederlerdi. Alman müşavir-i iktisadiyünundan Leopold maz. O hâlde buna (buzla) ismini vermeyi münasip görü­
Von Ranke daha bundan pek çok seneler evvel "Alman­ yorum. Meselâ tariğ (igün) aslından tarla, tuz aslından
ya'nın istikbal-i İktisadîsi, Dersaadet ile alakadârdır" de­ tuzla gibi. Tarla sırf insan eli ile olursa da tuzlanın birkıs-
miş idi. İtilâf devletleri Türkiye ile Almanya saha-i mı glasya gibi tabiî olduğundan lâ edâtının kullanılması­
iktisadiyede tevhid-i mesaî eyledikleri takdirde kendileri­ na örnek olur. Bunun gibi İzmit taraflarında kumla ismin­
nin Almanya'ya kolay kolay rekabet edemeyeceklerini de bir mahal (kum, zamme-i makbuza) hatırlıyorum. Bu
çok zaman evvel takdir ederek, Türkiye ile Almanya ara­ hâlde misal ikileşiyor; yayla da şayân-ı tetkiktir. İşte şu
larında kat’î bir mukarenet-i iktisadiye husülüne daima misaller buzla kelimesini şayân-ı kabul gösteriyor. Zât-ı
mani olmaya çalışmışlardır. Türkiye'yi müstemleke mesa­ âlilerinin vazife ve vaziyetleri kelimenin, münasip görül­
besine indirmeye çalışan İngilizler, Türkiye'nin düvel-i düğü hâlde, kabul ve tamimine müsaittir. Tetkiki müna­
ecnebîyenin muaveneti ile iktisaden kesb-i kuwet etm e­ sip olur zannındayım, efendim.
sine meydan vermezlerdi." n. Agâh

Karilerimize baştan aşağıya kadar okumalarını çok ♦


tavsiye ettiğimiz bu makale şu sözlerle bitiyor:
TÜRKLÜK ŞÜ Û İÜ
"Muharebeden evvel kendisini bu kadar azîm tehli­
E n ver P aşa Hazretlerinin S ey a h a ti K e n d isin e
keler karşısında gören hükümet-i Osmaniye bir daha bu
A lm a n y a İm p a ra to ru T arafm d an B ir Kırmızı Rüt-
gibi mehâlikin tekerrürüne meydan vermemek için dü­
b e -i A sk e riy e V er ilm esi. Sevgili Harbiye Nazırımız En­
vel-i merkeziyeye istinaden her hâlde kesb-i kuvvet et­
ver Paşa Hazretleri, şanlı silâh arkadaşlarımızın bazı harp
meye gayret edecektir. Hükümet-i Osmaniye âlem-i
cephelerini, karargâhlarını görmek ve Galiçya'cla Türk
214 TÜRK YURDU Sayı 118

kıt’alarının yiğitliğini müşahede etmek üzere bir seyahat rini ilân eylemeleri üzerine şimdilik teşrinievvelin birine
icra ederek Avusturya-Macaristan cephesini, Avustur- kadar kabâil-i bedeviyenin celblerinden sarf-ı nazar edil­
ya-Macaristan Ordusu Başkumandanlık KarargâhTm Al­ diğini beyannâmesinde bildirmiştir." Çarın 25 Haziran ta­
man Karargâh-ı Umûmîsini ziyaret etmişlerdir. Alman rihli emirnâmesine dair malûmât almak için "Türk Yur-
İmparatoru haşmetli Wilhelm Hazretleri bu ziyaret mü­ du"nun cilt 10, sayı 12'sine bakılmalıdır.
nasebetiyle, Paşa Hazretlerini Hassa Fuziliye Alayı erkânı
M edeniyet ve M aarif H aberleri.- İstanbul'da bir
miyanına tayin buyurmuşlardır. Türkler, Enver Paşa'yı
ziraat sergisi açılmak için Anadolu mahsûlâtından nümû-
müttefik Alman ordusunun muharebelerde parlak imti­
neler gönderilmesi ziraat müdürlüklerine yazılmıştır.
hanlar geçen meşhur bir alayı erkânı miyanmda görmek­
İdadî mekteplerinin bazılarında muallim ve talebe­
le iftihar ederler.
nin mahallerinde topladıkları nebât ve hayvan nümûne-
Ş ark ve Şim al Türklerinde.-Türkiye haricindeki
lerinden kolleksiyonlar varken bazılarında böyle bir usû­
Şark, Şimal ve Kafkas Türkleri hakkında millî ajans lün varlığına dair bir fikir bile yoktur. Maarif Nezare-
telgrafları âtîdeki haberleri getirdi: "Taşkent'te münteşir
ti'nden idadi müdürlerine yazılan bir tamim ile böyle kol­
Golos nâmındaki gazetenin iş’ârına nazaran Çar tarafın­ leksiyonlar yapılması için teşvikatta bulunulmuştur. Vâ-
dan ısdar olunup ahali-i Müslimenin 27 Ağustos'ta silâh kıa vilâyet idadiye veya sultaniyelerinde, Avrupa'dan geti­
altına celbini nâtık olan emirnâme üzerine Taşkent Müs- rilen birkaç nümûneye uydurarak, o mahallin madenle­
lümanlarından bin kadarı şehr-i mezkûr polis idarelerini
rinden nebatlarından, hayvanlarından mürekkep olduk­
basarak birçok zabıta memurlarını cerh etmişlerdir. Po­ ça mükemmel kolleksiyonlar yapılabilir. Yafa civarında
lislerden biri vefat eylemiştir. Zabıta 25 Müslümanı tevkif
Musevîlerin "Medrese-i Hertesliye"sinde bütün Filistin'in
etmiştir. Bunlardan beşi idam cezasına, lO'u küreğe mah­ mevâlid-i selâsesini gösteren ve sırf muallim ve müteal-
kum olmuş, diğerleri salıverilmiş veyahut hafif sûrette
limlerin himmetiyle vücuda gelen gayet mükemmel bir
cezalandırılmıştır." Tabiiyat Müzesi görmüştük. Öyle bir müze ki Avrupalı
Bu, 15 Eylül efrenci tarihiyle Berlin'den gelen telgraf­ tabiiyûn bazı İlmî tetkikler için oraya müracaat etmekte­
tı. Aşağıki ise 16 Eylül efrenci tarihli olup yine aynı men- dir. Maarif Nezareti'nin teşvikleri tatbik edilir ve tatbik
badandır: "Kafkasya'da ve Türkistan'da İslâmların hiz- edilip edilmediği de arasıra teftiş olunursa, müfid netâyic
met-i askeriyeye davetlerinden dolayı İslâmların arasında hâsıl olabilir. Artık öğrenmekte esas kitaplardan ezberle­
zuhur eden iğtişâşâtın ne kadar vahim bir şekil aldığı Kaf­ me değil, hayat ve tabiattan çıkarma olduğu anlaşılmış ol­
kasya Başkumandanı Grandük Nikola’nın Tiflis’te duvar­ sa gerektir.
lara yapıştırdığı beyannâmeden anlaşılmaktadır. Gran­
Önümüzdeki sene-i tedrisiyede, İstanbul ibtidaî
dük beyannâmesinde kendi tarafından itâ olunan rapor mekteplerinin fakir çocuklarına lâzım kitaplardan bedava
üzerine Çar’ın 25 Haziran emirnâmesi mucebince taht-ı dağıtılacağını gündeliklerde okuduk. Bu iyi usûl Anadolu
silâha celbi lâzım gelen akvâm-ı İslâmiyenin hizmet-i as- mekteplerinin fakir çocuklarına da tamim olunmalıdır.
keriyeden affedilmeleri için evâmir-i lâzıme verdiğini be­
yan eylemiştir. Eergana valisi dahi ahali-i mahalliye-i İslâ­
miyenin hizmet-i askeriyeye cebren muhalefet edecekle­

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf ‘Kader” Matbaası


m, m ^

T ûkk M ı^ m
'Xûvk\zır\tı Taiiİ0 5 İtte CcıUsır *\.

YIL: 4 5AYI: 119 (29 Eylül 1352-12 Ekim 1916)

û d e ^ ^ ^ d e d e r ç c d et r

Siya set: K u r b a n B a y r a m ı v e H a r p / T. Y.

E d e b iy a t: S ü p r ü n t ü l ü k v e A k ş a m / R u şen E şref

İ k i H a n ç e r / Y u su f Ziya

/ A li H aydar

İ332 V a k ı f K ız la r M e k te p le r in in S e n e lik R a p o r u / H alid e Edib

M ü tte fik le r in D ü ş ü n d ü k le r i: T ü r k iy e v e A r a b is ta n / (V on Franz S tu h lm an n ) R. M. Fuad

E serler: C ih a d H a k k ı n d a E h l-i İ s lâ m a , A s k e r -i İ s lâ m a

K ü rsî-i î s l â m d a n B ir H ita p / S.

T ü r k l ü k Ş u û n u : İ t t i h a d v e T e r a k k i C e m iy e ti’n i n 13 3 2

S e n e s i K o n g re si-M illî İ t h a l â t K a n ta r iy e A n o n i m Ş irk e ti-

İ z z e t U lv î B e y / ***
Sayı 119 TÜRK YURDU 217

TÜRK yURDU
TürUerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

Kurban Bayram Kutlu ve Mübarek Olsun!


“Türk Yurdu”

SİYASET
KURBAN BAYRAMI VE HARP

1334 Sene-i Hicriyesi Kurban Bayramının ilk günün­ beraber tepelemektedir. Osmanlı ordularının asırlardan
de Arabi hesabıyla cihan çengine iştirakimizin ikinci se­ beri cevelângâh-ı hamaseti olan dârülharplerin cümlesin­
nesi hitam buldu. Hakân-halifenin kahraman orduları, de, zaferlerle başları yükselmiş, muvaffakiyetlerle göğüs­
OsmanlI vatanının bugün sınırlarında akıllara hayret ve­ leri kabarmış Osmanlı dilâverlerini, bugün de görüyoruz.
ren bir metanet ve şecaatle iki senedir harp ediyorlar. Harbin ikinci senesi, Osmanlı ordularına birinci seneden

Geçen Kurban Bayramında bir senelik vekayii hatır­ daha fazla şeref ve şan iklilleri kazandırdı. Kahraman or­

larken "bu bir sene içinde, diyorduk Tanrı Teâlâ Osman­ dumuzun, harbin üçüncü senesinde, kendisine mevdû
büyük vazifeyi ikmale muvaffak olmasını Allah'tan dua ve
lIları utandırmadı! Bu bir sene içinde Osmanlılar, Balkan
mağlûbiyetlerini bile unutturmaya muvaffak oldular". niyaz ediyoruz. Gelecek bayramın kurbanlarım, inşallah
dinî, millî ve vatanî emellerimizin tamami-i husûlüne
İkinci harp senesinin vekayii OsmanlIların yüzünü daha
ziyade ağarttı: Dünyanın iki en büyük devletinin beni ve şükrâne olarak huzur-ı Rabbâniye takdim eyleriz.

bahrî kuvvetlerini Çanakkale'de yendik ve kovduk. Mağ­ Böyle mübarek günlerde, din ve vatanımızı şeref ve
rur Büyük Britanya'nın bir kolordusunu Kûtülammare'de namusumuzu, refah ve saadetimizi canları pahasına mu­
esir ettik. Bugün Osmanlı ordusunun sağ kolu İranlı din hafaza ve müdafaa eden mücahidlerimizle o yolda kur­
kardeşlerimizin hürriyet ve istiklâli için, Hemedan'ın şi­ ban giden şehitlerimizin yavrularını asla unutmamalıyız:
mal ve şark taraflarında Moskof Kazaklarıyla çerhalaşır- O muazzez vücutların temin-i hayat ve istirahat! için, ba­
ken, sol kolu kadîm ve talihsiz dostumuz Lehistan'da Ma- zı müessesât-ı milliye tarafından ihzârına teşebbüs olu­
carlı kan kardeşlerimizin güzel vatanlarım Moskof istilâsı­ nan hediyelerin tedariki zımnında yalnız zevk ve safamız
na karşı koaımaya çalışırken, bir merkez kolu da Dobru- masraflarından alarak değil, hatta ihtiyaçlarımızdan kese­
ca'dan Balkanlara ve Boğazlara sarmak isteyen Moskof ve rek, muavenette bulunmalıyız.
Ulah sürülerini Alman ve Bulgar silâh arkadaşlarımızla
T Y.
218 TÜRK YURDU Sayı 119

EDEBİYAT İKİ HANÇER


SÜPRÜNTÜLÜK VE AKŞAM İki hançer gördüm, birinin gümüş
Kabzasına yakut güller örülmüş
Bu yazıyı seven kadına
Alevden bir hilâl gibi asabî,
Eriten güneşe, savuran rüzgâra, toprağa gömen yağ­
Kan dökmek aşkıyla yanıyor kalbi!
mura karşı hep kendi cinsinden artıklarla beslenerek ka­
Altın kını yakut, zümrüt içinde,
barmış o yığın... Yakınındaki nefesleri zehirleyen, üzerin­
Öyle inciler ki, ne Hint ne Çin'de-
den aşan rüzgâra bile iğrenç kokusunu bulaştıran o yı­
Eşine tesadüf edilmez asla!.
ğın!... Başında kargalar, birkaç köpek, bir de insan!
Diğeri örtülmüş bir kızıl pasla!
Siyah kargalar leşleri seven katı gagalarıyla, cılız kö­
Sapı tutulmaktan kararmış, eski,
pekler halsiz tırnaklarıyla, zavallı insan. Sırtında kirli, çar­
Fakat öyle mağrur duruyordu ki.
pık tenekesi, -paçavra gömleğinin kolundan fırlamış çir­
Murassa hançer de bakıp kıskandı!
kin elinde- kalın, uzun maşasıyla bu hayat posasını didik­
liyorlar. O çürük hayat kokuları içinde yeni bir hayat ayık­ Çünkü onun süsü bir damla kandı!..
lıyorlar. Beylerbeyi
Kavuşacak günün boşluğunda çöplükten çıkan kesik Yusuf Ziya
öksürük daha açık duyuluyor, son baygın ışıklar bu hırs­
lı gölgeleri daha fecileştiriyor.
Bu aç gözlüler arasında o sefalet gölgesi hepsinden
HALİÇ
aç gözlü: Eski bezleri o topluyor, delik pabuçları o toplu­
yor, iplikleri tükenmiş makaraları o topluyor, köpeklerin Biraz istirahat etmek lüzumunu hissettiğim zaman
kemiklerini o çalıyor. evimin Haliç'in ağuşuna, İstanbul'un zarif ve ince minare­
li kubbelerine, alçak basık evlerine nâzır serin cephesine
Şimdi, iri bir kemik için, demir maşasını kabahatsiz
gelir ve orada beni bekleyen taraçamda saatlerce kendi
köpeğin başına indirdi. Hayvan inledi ve kaçtı, kargalar
kendime kalırım. Ben bu durgun ve bulanık sulara bak­
öğürtülü çığlıklarla havalandı.
maktan bilmem neden zevk alırım. Orada her zaman gör­
Ve dirseği dizinde o, çömelmiş, maşalı elini yorgun
düğüm manzara daima yeknesaklığını büyük bir inatçılık­
şakağına dayamış ufka bakıyordu.
la muhafaza eder.
Karşıda güneş, bu akşam kanlı bir baş, esrarlı bir bu­
Gözlerimi daha ötelere, Marmara'nın mavi ve şeffaf
luttan damladı ve dindi. Çömelmiş insan diz çöktü. Uzun
ufuklarına uzanan Fatih ve Sultan Selim camilerinin yük­
maşasını dolmuş tenekesine attı. O süprüntüleri parmak­
sek kubbelerine çevirdikçe sanki ben bunları her zaman
larıyla, tırnaklarıyla eşeliyordu. Dizleriyle yürüyor, eşeli­
nazarımda muhteşem ve parlak bir maziyi canlandırmaya
yor, yürüyor, eşeleniyordu.
dikilmiş birer abide zannederim. Bu kirli sulardan he­
Bu insandan, benden, bizden iğrendim ve bana, bize
men hiç eksik olmayan vapurcuklar birbirine sürünerek
acıdım. geçerken veyahut keskin ve hırçın düdüklerini parçalaya­
Gökteki seyrek bulutlar sönecek bir yangının ölgün, rak iskelelerine, etrafı beyaz köpüklere bulayarak yanaş­
dumanlı alevleriydi. Sonbahar akşamının titiz nefesi alev­ maya çalışırken bacalarının siyah ve mahzen gibi derin
leri üfledi, dumanları dağıttı. Ve semânın tirşesine takılı noktalarından çıkan kara kara dumanlar buradaki biçare
zühre bir mine çiçeği gibi titriyor. evleri siyah bir sis altında bırakır.
Ve yalnız zühre, karanlıklarda yaşayamayan, fakat sa­ Marmara'nın derin sularına kadar imtidâd eden ter­
bahlara da kavuşamayan o ışık yıldızı titriyor... sane sahilinde mütemadi bir faaliyetten haber veren tik
Gece çöplüğe, bütün kirlere, bütün kirlerimize ağır tak sadâları burada an-ı ihtizârını bekleyen hasta ve kam­
ağır örtüldü. bur gemilerde akisler tevlit eder. Lâtif bir kırmızılıkla tit­
Şişli, 25 Eylül sene 1331 Ruşen Eşref reyen gurup, gözlerini bu uzun ve zarif kurdelaya dike di­
Sayı 119 TÜRK YURDU 219

ke E>âib'ün uzun ve ince belli servileri arasında büsbütün Bu heyet-i talimiye -yanan Cihangir'den geçmiştir-
gözükmez olurken biraz sonra her cihetten akşamın bu mektebi 1331'de ellerine aldıkları vakit mevcut 31 oldu­
tatlı saatinde işitilen ezan sesleri ileride Bizans surlarının ğu hâlde, 1332 senesi sonunda mektebin mevcudu 57'ye
vahşî enkazı arasında kaybolur. çıkmıştır. Heyet-i talimiye arasında şâyân-ı takdir bir im­

İstanbul'un velveleli gündüzü mevkiini gecenin koyu tizaç ve mektebe cidden bir tedris evi şekli vermek için

karanlıklarına terk ederek serin bir akşam rüzgârıyla gayret görülüyor. Sınıfta çocukların muhtelif kabiliyetle­
uzaklara ta... uzaklara kaçar. Artık gece uzun ve büyük fır­ riyle ve tezahürat-ı ahlâkiyeleriyle hepsi ayrı ayrı meşgul
çasıyla her yeri siyahlara boyar. oluyor, her çocuğun maddî-manevî hayatı hakkında ol­
dukça malûmât edinmek kabil oluyor. Terbiye vasat, ter­
Biraz sonra ufuktan bâkir ve şuh bir kız gibi çıkarak
biye-i fikriye ilk iki sınıfta pek iyi; üçüncü, dördüncü de
yükselmeye başlayan ay, bu siyaha boyanan yerler üzer­
hiç yoktur.
ine donuk ziyasını serper. Uykuya dalan Haliç, o zaman
tekrar canlanır, uzaktan İstanbul'un her köşesinden geç TavÜ Piyale Paşa.- En şâyân-ı dikkat çocukları bu
kalmış yolcularını alarak son iskelesine çıkarmak için isti­ mektepte gördüm. Çocuklar tahsil ve zeka itibariyle
cal eden gece vapuru projektörünün keskin ziyasını evle­ mektebi ve tedrisâtını ikinci derecede bulunduruyorlar.
rin karanlık odalarına kadar aksettirir. Ve semâda ince ve Bununla beraber tedrisat umûm sınıflarda pek iyidir. Ta­
münevver bir kavis çizerek sahili parlak ve baygın ışıkla­ rih, coğrafya pek iyi, hesap vasat, eşya iyi, lisan pek iyidir.
ra boyarken diğer sahili yine karanlıklara boğar, semâda Terbiyeleri iyice boşluklar ihsas eden bu çocukların ter­
beyaz bulutçuklar arasına girmekten korkarak daima biye-i fikriyeleri bilhassa şahsiyetlerinin hususiyeti ile et-
yükseklere yükselen ay buralara en parlak ışıklarını gön­ vâr ve hareketlerinin noksanlarını unutturuyor. Heyet-i
derir. Billûr kırıntıları gibi suyun sathında parlayan, ya­ talimiyeden ziyade şahıslarına medyun oldukları bu par­
nan bu akisler ileride Tekfur Sarayının yıkık pencerele­ lak hususiyeti hiç olmazsa söndürmemiş, ferdiyetlere
rinden içerisine çöken esrarengiz karanlıkları zayıfça ay­ hürmet etmiş olmak cihetiyle heyet-i talimiye şâyân-ı tak­
dınlatır. dirdir. Çocukların büyük bir cesaret-i ruhiyeleri var. Şa­
Sütlüce, 4 Ağustos 332 hıslarına itimatkâr ve unvanlarla ihafe edilemeyen bu kü­
çük kadınlar insanın gözlerinin içine cesur gözleriyle ba­
Ali Haydar
karak düşündükleri, hissettikleri şeyleri büyük bir itimat­
la tekrar ediyorlar.
TALİM m TERBİYE Halk mekteplerini idame ve halk çocuklarını terbiye
1332 SENESİ VAKIE KIZLAR MEKTEPLERİNİN ve talimle mükellef olan Evkaf Nezareti bu civarı istidat
SENELİK RAPORU ve kabiliyet itibariyle nazar-ı dikkatten dûr tutmamalıdır.
Ba§ı cilt 11, sayı 2 ’dedir. Her hâlde iyi bir bina ile iyi bir bahçeye daha yeni âlât-ı
tedrisiyeye mâlik ve daha çok talebe alabilecek üç devre­
İki Devreli Büyük Mektepler:
li bir mektep mutlak bu civarda meydana getirilmelidir.
Beylerbeyi.- Büyük Mektepler arasında şube dev-
re-i ulâ kısmı en iyi olan mekteplerden biridir. Üçüncü ve
dördüncü sınıfları tedrisat nokta-i nazarından fakirdir. Üç Devreli Büyük Mektepler:
Tarih tedrisatı pek fena, adetâ yok derecededir. Hesapla­
Sultan Ahmed.- Bu sene geçen seneden daha bü­
rı fakirdir. Coğrafyayı yalnız senenin son üç ayında oku­
yük bir farkla Sultan Ahmed üç devreli mektepler arasın­
duklarına nazaran pek fena değildir. Lisan vasattır. Eşya
da birinciliği muhafaza ediyor. Tedris, terbiye-i fikriye ve
vasattan büyüktür. Fakat heyet-i talimiyesi arasında ço­
terbiye birbirine müvazi ve aynı derecede ehemmiyetle
cukların terbiye-i fikriyelerine, tedrisâtın yükselmesine,
telâkki edilmiş. Medenî ve şuurlu bir milletin en şuurlu
mektebin devamını -bir aralık kapanmak tehlikesine ma­
mektebine, nereye gideceğini ve gideceğini en iyi bilen
ruzdu- temine büyük bir heves var. Mektebin derslerinin
mektebine yaklaşan Türk ibtidaî mekteplerinden biri de­
tevziinde gelecek sene biraz tadilât yapılırsa âtîsi olan bir
nilebilir.
mekteptir.
220 TÜRK YURDU Sayı 119

Eşya, tarih ve coğrafya birinci derecede iyi okutul­ ile bu sene arasındaki müterakkî fark mektebin tabiî ve
muş, hesap, hendese, tahrir onlara yakın derecede iyi; iyi bir tekâmüle yürüdüğünü ve âtisinin emin olduğunu
yalnız Türkçe üçüncü sınıftan sonra öteki dersler derece­ gösteriyor.
sinde mevkiini muhafaza edemiyor. Sultan Ahmed'in bu Kırkçeşme Beyhan Sultan.- Bu sene geçen sene­
büyük tefevvuku yalnız dersleri iyi okutmakta ve terbiye-i ye nispeten mütedennî ve karışık bir hâlde bulunuyor.
fikriye ve terbiyeye pek itinakâr olmasından değil, mü- Mektebin binası ve muhiti hakkında birşey söylemeyi, bi­
dekkik ve vazifeşinâs bir tarzda en küçük şubeden itiba­ nanın bu sene değişeceğini bildiğimden zâit buluyorum.
ren bütün bu üç noktaya pek ziyade ehemmiyet verme-
Müdire bu sene idare ve tedriste son derece alâkasız
sindedir.
davranmıştır. Tedrisat itibariyle Beşiktaş derecesinde ol­
Zincirlikuyu Nakşıdil Valide Sultan Mekte-
mamakla beraber bazı derslerde mektep iyi başlamış ol­
bi.-Üç devreli mekteplerde Sultan Ahmed'den sonra bü­
duğunu ihsas ediyor.
yük sınıflarında tedrisatı en iyi cereyan eden mekteptir,
Eşya dersleri hemen hiç verilmemiştir, Türkçe vasat­
İkinci sınıftan itibaren Türkçe iyi, tarih iyi, eşya ve
tır. Riyaziyât vasattır. Tarih ve coğrafya Nakşıdil'den son­
tahrir vasattır, Hesap ve coğrafya Sultan Ahmed dere­
ra en iyi olanıdır. Ezber yok gibidir. Resim fenadır. El iş­
cesindedir. terbiye-i fikriye vasat, tedris pek iyi, terbiye
leri vasattır. Terbiye-i fikriye bütün bu karışıklığa rağmen
de iyicedir.
iyicedir. Terbiye vasattır. Fakat herhâlde gelecek sene
Mektebin şubeleri ve birinci sınıfı pek fenadır. Elifba daha alâkadâr ve canlı bir tarzda mektebin idare ve tedri­
tedrisatı bilhassa en fena olan mekteplerden biridir. si ile meşgul olmak için Müessesât-ı İlmiye İdaresinin
Mektep birkaç tane pek iyi hocalara mâlik olmasın­ müdireyi ikaz etmesi ve gelecek sene yakın ve kıskanç
dan tedrisat tabiî sûrette iyi gidiyor, müdire hanım ken­ bir teftiş yapılması elzemdir.
disi iyi hoca olduğu gibi mektepler tedrisatıyla da alâka­ Bu sene 19 çocuk çıkmış, 35 çocuk yeniden kayde­
dardır. Fakat mektebinin manevî muhiti pek ahenkdar dilmiştir. Herhâlde bütün mahzurlarına rağmen bu civa­
değildir. rın evkaf mekteplerine rağbeti ziyade olduğunu ispat
Mektebi terk eden çocukların adedi bu mektepte en eden bu hâdise nazar-ı itibara alınmaya şâyândır,
yüksek dereceyi buluyor: Bu sene zarfında 95 çocuk
Üsküdar Gülnuş Sultan.- Geçen seneye nispeten
mektebi terk etmiştir. Bunların 44'ü sınıflardan, diğerleri
geridedir. Heyet-i talimiye arasında iştirak, ahenk, mek­
şubelerden çıkmıştır.
teple alâka pek şâyân-ı dikkat derecede olmakla beraber
B eşiktaş Esma Sultan.- Yeni tesis edildiğini pek idaresinde biraz zaaf ve bâriz bir acemilik görünüyor.
hissettirir bir mektep olmakla beraber müdire tedris ve Tedrisat fenadır. Terbiye-i fikriye de iyi değildir. Terbiye
idare ile çok alâkadar ve pek kabiliyetli bir unsurdur. Bu vasattır. Eşya ve riyaziyat vasattan yüksektir. Türkçe va­
mektebi yabancı gözlere cazip bir tarzda gösteriyor. Ter­ sattır. Tarih ve coğrafya çok fena okutulmuştur. Ezber
biye-i fikriye "Nakşıdil Valide Sultan" kadar iyi değildir. mevzu intihabı ve tarz itibariyle iyicedir. Geçen sene ba­
Tedris de heyet-i umûmiyesi itibariyle Nakşıdil'den son­ şında talebe miktarı 94, nihayetinde 73; bu sene başında
ra geliyor. Terbiye Nakşıdil derecesindedir. 198, nihayetinde 172 olmasına nazaran mektebe rağbet
Şube tedrisatı Nakşıdil'den çok iyidir. Bilhassa bir şu­ azalmış değildir.
besi umûm vakıf mekteplerinin en genç ve canlı şubesi­
dir. Sınıflarda eşya tedrisâtı Sultan Ahmed'le beraber Umum Vakıf Mektepleri İçin Mülâhazalarım:
umûm mektepler arasında birinciliği muhafaza ediyor. Tedrisat.- Mukabelevî ve nisbî bir nokta-i nazardan
Riyaziyat iyidir, Türkçe de tahrir çok iyi, fakat diğer kısım­ dersler tetkik edilirse muallim derslerinin bilhassa bir
ları biraz eski usûlde ve cansızcadır. Coğrafya sıfır dere­ kısmının m e’mûlün fevkinde fayda vermiş olduğu görü­
cesinde, tarih pek fena tedris edilmiştir. Ezber ber-mutad lüyor. Bu sene vakıf mekteplerinde umûmî bir nokta-i
fenadır. El işleri çok iyidir. Resim pek fenadır.
nazardan birinciliği muhafaza eden ve geçen sene sıfır
Mektebin geçen sene 279 mevcudundan on altısı derecesinde bulunan hesap dersi hemen her mektepte
mektebi terk etmiştir. Bu sene 39 çocuk yeniden bu sene iyidir. Bunu da tabiî hesap muallimi efendinin
kaydedilmiş, 62 çocuk mektebi terk etmiştir. Geçen sene derslerine borçluyuz. Muallim efendinin muallimelere
Sayı 119 TÜRK YURDU 221

pek ziyade suiistimale uğrayan hesap usûl-i tedrisi birine en iyi mekteplerimizde bile bir sene aynı şubede kalmış
a'mâl-i erbaayı kuvvetli ve vazıh bir sûrette öğretmesi bu çocuklara tesadüf ettim. Halk mekteplerinde çok mühim
mesut neticeyi vermiştir. Bilhassa bu dersin ötede beride olan elifbacılık meselesini gelecek sene biraz daha iyi bir
birkaç kabiliyetli muallime sayesinde parlak okutulduğu hale sokabilmek için mutlak yeni usûlde elifbacılıkta mü­
görülmediği hâlde en mütevassıt hocanın da mutevazın tehassıs bir zat bularak yalnız şube hocalarını toplayıp
bir tarzda muvaffak olması dersin umûm mekteplerde birkaç ay için tatbikî dersler yaptırılmalıdır.
yükselmesini intaç etmiştir. Hesap dersi geçen sene yük­ Eşya geçen sene de zaten umûmî tarzda dersler ara­
sek sınıflardaki çocuklar tarafından bile hayretle telâkkî sında iyi olan eşya bu sene de umûmiyetle iyidir. Muka-
edildiği hâlde bu sene en küçük mekteplerde bile, en kü­ yesevî ve nisbî bir nokta-i nazardan hesap, tahrir ve coğ­
çük şubelerde bile çocukların etraflarıyla memleketin pa­ rafyanın attığı azîm hatveyi atlamamıştır. Eşya müfredat
rası, vezni ihtiyacatı ile mütenasib hesap üzerinde düşün­ programında çok fenadır. Tabiî ve amelî mevzular üze­
dükleri görülüyor. Yalnız hendeseyi hesaba yabancı bir rinde biraz durmuyorlar. Eşya dersleri hayatta her şeyi ih-
sürü kaide ezberletme hâlinde gördüm. Hendese ibtida- tivâ eden bir fihrist ezberlemesi tarzında gidiyor. Gerçi
îlerde hesabın bir parçası, etraflarındaki eşya ile münase- ibtidaî tedrisatında umûmî malûmât olarak herşey hak­
bâtı düşündürür bir mahiyeti hâiz olmazsa bîlüzumdur. kında azıcık fikir edinmek mi, yoksa hayatına taalluk
eden en yakın mevzuları zihinlerine vâzıh bir tarzda yer­
Zaviye ve kaidelerini idadilerde de ezberlerler. Bunu
leştirmek mi lâzım olması bütün muallimler arasında pek
nazar-ı itibara alarak diyorum ki 1) Gelecek sene mutlak
de karar verilmiş bir mesele değildir. Fakat ben pek sat­
hendese derslerini aynı muallimeye vermelidir. 2) Mual­ hî anlayarak her şeyden biraz öğrenmeyi bizim zihniyeti­
lim efendi bu nokta-i nazardan muallimelere ders verme­ miz ve ihtiyac-ı zihniyemiz için ziyanlı buluyorum. İlmin
lidir. 3) Bilhassa küçük sınıflar için basit ve hayata yakın anlayışın hakikî tekâmülü her şeyden ayrı ayrı tetkik ve
olanları, muallimelerin çocuklarla beraber imal edebile­ vazıh sûrette anladıktan sonra umûmîleştirmek (genera-
cekleri kadar mekanizması sade olmak şartıyla muallim lisation) usûlünün tatbikinden sonra başlamıştır. Küçük
efendiden bir liste isteyerek hesap ve hendese âlâtı zihinler evvelâ gördükleri şeyi vazıhan ayrı ayrı [adedi az
celbedilmelidir. olsa bile] anlamayı itiyad edilmeli. Bir nevi tetkik edici,
hakikati arayıcı ve görücü bir zihniyet gelmeli, sonra sı­
T ü rk ç e mukayeseyi ve nisbî nokta-i nazardan geçen
nıflar yükseldikçe bu iyi anladıkları hususî şeylerden
sene sıfır derecesinde olduğu hâlde bu sene umûmiyet-
umûmî şeylere doğru gitmelidirler. Herhalde ibtidaî
le iyi olan tahrirdir. Geçen sene dördüncü sınıf talibâtı
programındaki eşya tedrisatının öğrettiği mevzuların
verilen mevzuu anlatamıyorlardı. Bu sene ikinci sınıf ço-
adedi fazla, fakat öğrettiği şey azdır. Dediğim gibi ekseri
, cukları (devre-i ûlâ) küçük hikâyeleri en dürüst ve tabii
ezberlenmiş bir sıra isim olarak küçük zihinlerde kalıyor.
bir çocuk lisanıyla yazıyorlar. Türkçenin tahrir kısmında­ Ve bu küçük zihinler yalnız ciddî bir sûrette birşey öğren­
ki umûmî muvaffakiyeti şüphesiz geçen sene Hüseyin memiş olarak kalmıyorlar; Her gördükleri mevzuu ve eş­
Cahid Beyin verdiği derslere medyunuz. Fakat Türk­ yaya yalnız ismini öğrenmekle iktifâ eden sathî bir zihni­
çenin diğer akşamı hiç terakki etmemiş ve yenileşmemiş- yet ediniyorlar ki bence muzır olan asıl budur. Fakat bü­
tir. Kıraat ve sarf birbirlerine örülü bir Türkçe dersi gibi tün bu mülahazaya karşı vakıf mekteplerinin yapacağı
değil, zeytin yağıyla su gibi birbirlerinden ayrılıyorlar. Kı- birşey yok olduğunu görüyorum; Çünkü programı tan­
raatta birinci, ikinci sınıflar umûmiyetle iyi olduğu hâlde zim Maarif-i Umûmiye Nezareti'ne taalluk ediyor. Bu
sınıflar yükseldikçe en çok düşünmeye, umûmî terbiye-i derste bir yenilik yapabilenler için, erkek kadın iyi eşya
fikriyeye hâdim olması lâzım gelen kıraat alelâde tarzda hocalarıyla vakıf usûl-ı tedris mütehassıslarıyla bir küçük
cereyan ediyor, çocuklar lisanlarına kat’iyyen hâkim bu­ istişare cemiyeti toplayarak müzakere etmelidir. Çünkü
lunmuyorlar. buna mahsus âlât-ı tedrisiye mi getirilecek, çocuklara
tabiî ameliyat mı yaptırılacak, bu kadar mebzul olan ders
^Mekteplerimizde umûmiyetle Türkçenin şube kısım­ ve isim fihristinden hangisini nazar-ı itibara alacaklar,
ları, elifbacılık çok fena gidiyor. Türkçe okumayı yani elif­ bunlar hep tayin etmemiş birer meseledir. Vuzuh ve mü­
ba ve kıraat öğrenmeyi vasati zekâda bir çocuk vasati bir şahede bizde pek az oluduğundan, ibtidaî zihinlerinde
hocadan azamî olarak dört ayda bellemesi icap ederken fen dersleri bunu takviye edeceğinden eşya dersleri hat­
222 TÜRK YURDU Sayı 119

ta riyaziyattan da çok mühim ve canlı bir unsurdur. Riya­ bulunuyoruz; 1- Bu sene bütün bu noksanları mehmâ
ziyat faydalı malûmatla kuru bir mantık yapabilir; Fakat emken telâfi için azar azar hepsine temas etmeli mi? 2-En
eşya bütün tabiat ve muhiti, oradan da hayatı görüşte fena olanı ele alarak onunla ciddî ve derin sûrette meş­
pek lâzım zihnî itiyadlar verebilir. gul olmalı mı?
Tarih Sultan Ahmed'deki pek parlak ve şahsî muvaf­ Bunlardan her hangisi ihtiyar edilecek olsa yine biraz
fakiyette Nakşıdil ve Beyhan Sultan’daki vasatî tedrisat is­ düşünmek ve müzakere etmekle kabil olur. Birkaç ders­
tisna edilirse mekteplerimizde tarih bu sene de okutul- le meşgul olunacaksa ne sûrette, hangi nokta-i nazardan
mamıştır, diyebilirim. Gelecek sene de okutulmayacaktır. meşgul olmalı, bir dersle meşgul olunacaksa diğerleri
Belki İhsan Şerif Beyin tarih kitapları daha iyi ezberletile­ için yapılacak hazırlıkları bu seneden düşünerek ihzar et­
cek, fakat tarih okutulmayacaktır. Terbiye-i fikriye için memeli mi? İşte bunları yapabilmek için isimlerini âtîde
umûm medenî memleketlerin mektep programlarındaa zikrettiğim zevattan mürekkep bir komisyon teşkilini,
çok mühim bir mevki tutan tarih bizde de mevkiini alabil­ bunların bu meseleler üzerine müzakere edip bir karar
mek için mutlak kat’î bir adım atılmalıdır. Burada tarih aldıktan sonra kararlarını rapor şeklinde Müessesât-ı İl­
tedrisâtının mefkudunu beni onların iyi fena noktalarının miye İdaresine vermeleri için Müessesât tarafından davet
tenkidinden men ettiği gibi, bu mühim mevzu için en olunmalarını teklif ediyorum.
yüksek mekteplerden en küçüklerine kadar yapılacak şe­
yin henüz ne tavazzuh ne de takarrür ettiğine kaniim.
(1)
Coğrafya, bu mevzuda hesap ve tahrirle en büyük
adımını atmıştır. Geçen sene yok olan bu mevzu bu sene Gelecek sene mekteplerde daha büyük bir terakkî
yaratılmıştır denilecek kadar farklıdır. Bu farkı biraz da göreceğimizi ümit ve temenni ile sözümü keserim.
memlekette evvelce coğrafya tedrisi için hiç kitap yok­ Vakıf Kızlar Mektebi Fahrî Müfettişi
ken muahharan Faik Sabri Beyin yazıp neşrettiği iyi ki­
Halide Edib
taplarına medyunuz. Yalnız tedrisât biraz küçüklerde şe­ ♦
hir coğrafyasına ve büyüklerde teşkilât-ı sınaiye, medeni­
ye ve insaniyeye matuf olabilir. Tabiî kısmında zaten MÜTTEFİKLERİMİZİN DÜŞÜNDÜKLERİ
m e’mûl ettiğimden fazla tevakkuf edildiğini gördüm. Bu­
19. asrın ortalarından biraz sonra, uzaktan gören ba­
nu daha ziyade müşahede üzerine bina ettirmek hem ka­ zı muharrirîn-i askeriye, müstakbel muharebelerin yalnız
bil hem nâfidir. ordular arasında değil, milletlerin heyet-i umûmiyeleri
Sanayi dersleri, bu sene geçen seneye nispeten çok beyninde vukua geleceğini yazmışlardı. "Millet-i müsella-
müterakkîdir. Fakat musiki ve resim ber-mutad hiçtir. ha" denmekle ancak hizmet-i askeriyenin bütün efrâd-ı
Küçüklerin şetaretini, bediî hislerini ve o vasıta ile bütün millete teşmili murat edilmiyor, belki milletin tekmil kuv­
öteki dersler ve hayat üzerine hislerini canlandırmak için vetlerinin, galebeyi temin için tanzim, tensik ve sarf olu­
bunlarda bu sene çok tevakkuf etmek icap eder. İbrahim nacağı da ifade edilmek isteniliyordu. Cihan çenginde
Beyin resim derslerine bu sene devam edilmeli, her mek­ "Seferberlik" tabiri, ordunun hazırlanıp, toplanıp cephe-i
tebe bir piyano gönderdikten sonra ehemmiyetlice ve harbe dahil olmasına münhasır kalmadı, milletlerin mad­
büyücek mekteplere [bizimkiler yetişinceye kadar] mü­ dî ve manevî her nevi faaliyetine tamim ve tatbik edildi.
tehassıs hocalar almalıdır. Bu büyük mekteplerde iyi ses­ Ordu ile beraber vesâit-i nakliyenin, büyük küçük sanayi­
li çocuklardan mürekkep bir mütehassıs nezaretinde in, ziraatin, ticaretin, sanayi-i nefise ve tahrir erbabının,
muhtelif sesli birer koro mutlak tesis etmelidir. hâsılı her şeyin... Hatta bîtaraf, milliyetlerden yüksek, va­
tandan müstağni sanılan ilmin bile “Seferberliği" ilân
Hülâsa.- Dersleri ve noksanlarını sathî bir tarzda
olundu! Milletlerin 18 yaşından 40 yaşına kadar eli iyi
gözden geçirdikten sonra iki mühim mesele karşısında

(Ü Burada mukaddimede bahsolunan muvakkat ve feri meselelerden bahsolunduğu cihetle müdürîlik tarafından tay olunmuştur.
Sayı 119 TÜRK YURDU 223

silâh tutan bütün erkekleri "ordu" hâlinde hudutlara, va­ lerden bâhistir. Bugün hiç kimse inkâr edemiyor ki bu
tanlarını silâhla müdafaaya koşarken, vesâit-i nakliye, or­ müthiş harpden çıkan her millet, -galip olsun, mağlûp ol­
duyu vaktinde lüzumlu noktalara yetiştirmek için uğra­ sun- mutlaka epey yorgun düşmüş olacaktır. Yaraları sar­
şırken, büyük ve küçük sanayi ordunun mühimmat ve le- mak, yorgunluğu gidermek, galebeden azamî istifade et­
vazımâtını, ziraat ve ticaret bilhassa levâzımâtım tedarik mek, fedakârlık nispetinde kazanmak için şimdiden ne­
ve temine çalışırken şairler, muharrirler, ressam ve hey- ler yapılmaya başlanmalı, sulhün şartları nelerden ibaret
keltraşlar da şiirleri, hutbeleri, tiyatroları, resimleri, hey­ olmalı, musalâha hengâmında nasıl hareket etmeli, har­
kelleri, hikâyeleri, her çeşitten kitapları, alelhusus gazete bin ertesi günü ne yolda davranmalı?., ilh... İşte bütün bu
ve mecmuaları ile kendi milletini bu muazzam ve kanlı meseleler, iktisat, siyaset, hukuk noktalarından uzun
davada haklı göstermeye, orduyu teşci ve teşvik etmeye, uzun tetkiklere, tefekkürlere, teemmüllere müzakerele­
cephe gerisinde kalanlara sabır ve metanet vermeye, or­ re, hatta münakaşa ve münakadelere mevzu olmaktadır.
dularının muzafferiyetinden yalnız kendi milletlerinin Matbuatımız birkaç defa, şair ve ediplerimizin harple az
değil bütün beşeriyet-i mütemeddinenin kazanacağını meşgul olmalarından şikâyet etti. Bu şikâyet tamamen
âleme izhar ve ispat etmeye ve aynı zamanda düşmanla­ haklı değildi: Erbâb-ı tahrir arasında en çok harbie alâka-
rın her cihetle haksızlığını, galebeye kabiliyetsizliğini an­ darlık gösteren şair ve ediplerimiz oldu(Ü. Bir iki resim
latmaya galebeleri takdirinde beşeriyet ve medeniyetin sergisi, ressamlarımızın da vekayie büsbütün yabancı kal­
düçar olacağı mesâib ve hasarâtı tadad ve izah eylemeye madıklarını bildirdi. Fakat harbe, harbin ferdasına dair İk­
giriştiler... Ağır başlı "ilm" de bu umûmî hareketten hariç tisadî, siyasî, hukukî, tarihî, felsefî hiçbir kitap, risale, hat­
kalmadı. Düşmanın başına gökten ateş ve demir yağdır­ ta şâyân-ı dikkat makale intişar etti mi acaba?..
mak, yer ve su altından yanardağlar kışkırtmak için türlü
Biz de iş böyle ama, dostlarımız,ve düşmanlarımız
türlü vasıtalar keşfettikten, dinamit, top ve tüfeklerin
yalnız kendi millet ve memleketlerini düşünmekle kalmı­
tahrip kuvvetlerini son derece artırdıktan başka, iktisadi­
yorlar; Bizim memleketimizin hâl ve istikbâline dair de
yât, hukuk, tarih ve felsefe nâmına, hatta müsbet ilimler
birçok şeyler görüyorlar, birçok şeyler düşünüyorlar ve
nâmına, serbest sanatkârların ve İlmî kayıtlardan azade
görüp düşündüklerinin birkısmını da yazıp meydana ko­
muharrirlerin yardımına koştu. Top tarrakalarından kor­
yuyorlar. Düşmanlarımızın yazdıklarından da fayda ve ib­
kar, kan kokularından titsinir zannolunan felsefe, bu
ret alınabilir; Fakat bunlar ekseriyetle hakkı görerek ha­
harpte kadîm Atena-Pallas gibi başında miğfer, elinde
kikati arayarak yazılmamıştırlar... Dostlarımız, tabiî, ken­
süngü adeta bir Prusya onbaşısı kıyafetinde tecellî edi­
di menfaatleriyle beraber, o menfaatlerle mu'telif ve
yor. Almanya'nın, Fransa'nın, İngiltere'nin, Avustur­
müşterek olan bizim menfaatlerimizi de gözeterek düşü­
ya'nın, hatta Rusya ve İtalya'nın kitapçı camekânlarına,
nüyor ve kalem yürütüyorlar. Biz, işte harp edebiyatının
yeni çıkan fihrist elkütüplerine göz gezdirilirse görülüyor
bu nevinden bazı nümûneleri, "Türk Yurdu" sayfalarında
ki neşriyatın her şeye yalnız siyaset ve askerliğe değil be-
kârilerimize arz etmek istiyoruz. "Müttefiklerimizin Dü­
diyata hukuka, iktisada, felsefeye ait neşriyatın mübala­
şündükleri" unvan-ı umûmîsi altında, müttefik memle­
ğasızca % 90’ı harbe dairdir, harpten bâhistir, harple alâ­
ketlerde intişar ederek harp dolayısıyla Devlet-i Osmani­
kadardır...
ye'nin hâl ve istikbâline taalluk eden meselelerden bâhis
Muharrirler, âlimler, sanatkârlar alayı, harp eden or­ kitaplara dair bir miktar malûmat vermeye çalışacağız.
dunun bir nevi imdat müfrezesini teşkil etmekle iktifa et­
Bugün, ilk defa olarak, Almanya'da çıkan ve Osman­
miyor; harbin ertesini, yarınını düşünüyor, siyasîlere,
lI İmparatorluğu'nun Arabistan kısmından bahseden bir
diplomatlara da arz-ı muavenet eyliyor. Kitap pazarını
eserle işte başlıyoruz. Tanrımız yardımcı olsun!
dolduran neşriyatın birçoğu, harpden sonra milletlerin
tefevvuk ve teâlîsini temin için düşünülen çare ve tedbir­

d ) Millî Şair Emin Beyin “Ey Türk Uyan”ı, “Tak Sesleri”, “Orudunun Destanı”, “Dicle’ye Karşı”si; Gökalp Ziya Beyin “Cenk Destanları”; Yusuf
Ziya Beyin, Doğanın harp şiirleri davamızın delilleridir. Millî şairler vatanî vazifelerini az çok ifa ettiler, gönüllü olarak “seferber” oldular.
Ancak “bonbon, muhallebi, keşkül-i fukara” mübtelâsı, “Hind-i Şarkî-kârî âsâr-ı tirâşîde” meraklısı, “Enfesin de fevkinde” eser yazan ince ve
“patricien” şairler, bu kaba ve “pek pliecien” mevzulara tenezzül bu^oırmadılar...
224 TÜRK YURDU Sayı 119

TÜRKİYE VE ARABİSTAN(i) diyor ki: "Arabistan harbe yalnız mevkian uzaktır. Şu say­
falarda bu ülkenin müttefikimiz Devlet-i Âliye için büyük
Arabistan kıt’ası hakkında birkaç ay evvel Almanca
bir eser neşredilmişti, unvanı "Der Kampf um Arabien" bir ehemmiyeti ve başlıca düşmanımız olan İngiltere için

yani "Arabistan İçin Mücadele"dir. Tasrihe hemen ihtiyaç de ne mertebe azim tehlikeyi hâiz bulunduğunu göster­

bırakmayacak kadar ayândır ki, bu cidal bir taraftan Hare- meye muvaffak olurum ümidindeyim. Zira İngiltere bel­

meyn-i Şerifeynin tarihî ve tabiî hâdimi bulunan Devlet-i ki Avrupa'da olduğundan ziyade orada hassas ve kabil-i
cerhtir."
Osmaniye ve diğer taraftan her ümmetin mukaddesatın­
Bitmedi
dan kendine bir menfaat hissesi koparmak yolunu bilen
R. M. Fuad
mürâî ve dessas İngiltere arasında vukû bulmadadır. Mü­
cadele hakikî manasıyla mücadele olmayıp, İngiltere'nin
hırsına ve gasp arzularına Türkiye'nin gayet haklı ve tabiî
olan müdafaasından ibarettir.
YENİ ESERLER
Mukaddimeden maada üç yüz kırk sayfayı ve zeyl
sûretinde iki büyük ve üç küçük haritayı havi bu kitap, Cihad Hakkında Ehl-i îslâma, Asker-i îslâm a
"Hamburgische Forschun" yani "Hamburg Taharriyâtı" Kürsî-i İslâmdan Bir HitâpC).- Az çok okuyabilenlerin
nâmıyla vücut bulacak bir silsilenin "ilk defter"! olarak okuyup, manasını anlayıp fayda alabilecekleri kitaplara
çıkmıştır. Çıkaran cemiyet İlmî ve İktisadî bir gayeye hiz­ son derece muhtacız. Bu çeşit kitapların mevzuları, hal­
met kasdıyla kurulmuş olup, şimdilik başlıca azasından kın öteben beri alışık oldukları mevzular olmalıdır. Yalnız
olmak üzere Doktor "Cari Ratkin" ile Doktor "Franz kelimelerin Türkçe olması, ibarenin Türkçe tertip olun­
Stuhimann" Cemiyeti temsil etmektedirler. Franz ması kifayet etmez; halkın hiç işitmediği, düşünmediği,
Stuhimann, eserin müellifidir; fakat neşrinde her ikisi alışmadığı meseleler üzerine ne kadar açık ve sade Türk­
müşterek bulunuyorlar; Kitabın başında "Ne İstiyoruz?" çe yazılırsa yazılsın halk onları okuyup anlamaz. Ve anla­
serlevhasıyla yazılan mukaddimeye beraberce imza madıkça okumak da istemez. Halkın en çok alâkadar ol­
atmakla fikirde iştiraki izhar etmiş oluyorlar. Maksatları duğu iki mevzu vardır: Biri din, İkincisi hergün işlediği iş.
Hamburg şehrinin şerâit-i hayatiyesini teşkil eden ve Dinî risalelerle halka vezâif-i ahlâkiye, vezâif-i vataniye ve
dünyanın her tarafına erişen siyasî ve istisadî rabıtaları milliye, vezâif-i medeniye öğretilebilir. Her gün işlediği
tahkim ve terakki ettirmektir. Bunun için şu sırada had işlerden, meselâ ikincilikten, hayvan yetiştirmekten süt­
bir şekil alan meselelere dair tetkikatta bulunacaklar, ve çülükten, dokumacılıktan bâhis risâlelerde halka sanatla­
tetkikat neticelerini neşr ve teşhir eyleyecekler ve böyle- rında ilerlemek, sanatlarını mükemmelleştirmek yolları
ce Hamburg ile kardeş mersaların menfaatine yarayabile­ gösterilebilir. Kısa, sade bir iki formadan fazla tutmaya­
cek İlmî ve amelî, tarihî ve muasır "malûmat" husûlünü cak ve okunması kolay olsun için harekeli harflerle bası­
mümkün kılacaklardır. Bu meyanda şu sözleri bilhassa lacak olan bu risalelerle halka okumak hevesi de verilebi­
dikkate şâyândır: "Biz zamanımıza hizmet etmek istiyo­ lir. Halkın sevdiği ve bildiği mevzular üzerine, ahlâkî ve­
ruz. Vukûf-ı İlmîyi mezkûr sahalarda tergib ve terakki et­ ya amelî bir gaye gözetilerek yazılmış manzumeler, des­
tirmekle maziye ihtiramımızı ve hâl-ı hâzıra takdirimizi tanlar, hikâyeler, yukarıda saydıklarımıza ilâve olunabilir.
arz eyliyoruz ve mesâilin seyir ve istidâdını araştırmakla Bu nevi halk edebiyatının -çocuk edebiyatında olduğu gi­
istikbâle isal eden yolu tutmuş oluyoruz." bi- mizah, karışık hayvan masalları yahut evliya ve kahra­
Mukaddimeden sonra Cihan Harbi esnasında Aı*abis- man menkıbeleri şeklinde olması, zannederiz ki maksadı
tan gibi ücra bir memleketten nasıl olup da bahse lüzum daha iyi temin eder.
görüldüğünü izah sadedinde Doktor "Franz Stuhimann"

( b “Der kampf um arabien zwischen der Türkei und England”, Yon Franz Stuhimann-Verlag von George Westermann, Elamburg. Braunsch-
weig, Berlin.
ü ) Hatibi: Sinop Mebusu ulemâdan Haşan Fehmi Efendi, Matbaa-i Amire’de basılmış, 33 Sayfa.
Sayı 119 TÜRK YURDU 225

Sinop mebus-ı muhteremi Haşan Fehmi Efendi'nin, reisliğe Said Halim Paşa Hazretleri, ikinci reisliklere Da­
bu günlerde neşrettiği "Cihad Hakkında Ehl-i İslâma, As- hiliye Nazırı Talat Beyefendi ile cemiyetin kâtib-i umûmî­
ker-i İslâma Kürsî-i İslâmdan Bir Hitap" unvanlı risâlesi si Midhat Şükrü Beyefendi ve kâtibliklere Çorum Mebu­
halka, alelhusus halkın en aziz bir kısmı olan askere ah­ su ve "Tanin" Başmuharriri Muhiddin, Antalya Mebusu
lâk ve maneviyat dersleri vermek için çok işe yarayacak Fuad Hulûsi ve Bursa Mebusu Memduh Beyler intihab
bir risâledir. Kelimeleri, cümleleri üslûp ve şivesi tam ve olundular.
iyi Türkçedir. Halka anladığı ve bildiği bir dille hitap edi­
Bu kongre İttihad ve Terakkî Cemiyeti'nin altıncı
yor. Mevzu da halkın an’anevî bilgisine, duygusuna en
kongresidir. 1330 ve 1331 senelerinde, harp dolayısıyla
uygun bir mevzudur. Müslümanlara cihadın faziletlerini
kongre içtima edememişti. 1332 kongresi, bütün matbu­
anlatıyor; cihad zamanındaki vazifelerini öğretiyor. Hati­
atın müştereken beyan ettikleri veçhile şimdiye kadar
bin hiç tükenmeyen, bereketli, dolu, hatta coşkun bir di­
inikad edenlerin en mühimidir.
li var. Konuşurken olduğu gibi, yazarken de mu'tekidâ-
Kongre müzakerâtına zemin olan meclis-i umûmî ra-
tından, gaye-i âmâlinden ilham almaya başlayınca taşıyor,
yoru üç kısma ayrılabilir: Birinci kısım, vekayi ve icraat ta­
coşuyor... Bazı kavâid meraklıları, muhterem hatibin iba­
rihçesidir. Bu kısmın ihtidasında Harb-i Umûmî başlar­
relerinde kavâid hataları arayıp bulabilirler. Fakat bunun
ken Devlet-i Osmaniye'nin Avrupa devletleriyle münase-
ne ehemmiyeti olur?. Tabiî ve canlı bir belâgat hiçbir za­
bâtı, ikiye bölünen Avrupa devletlerinin Devlet-i Osmani­
man sarf ve nahvin, hatta mantıkin ölü kaidelerinden ya­
ye'ye nazarları izah edilmektedir. Rusya'nın Devlet-i Os­
pılmış bir tabut içine girip yatmaya razı olamaz ki...
maniye aleyhindeki tasavvurât-ı istilâkârânesi, İngiliz si­
Haşan Fehmi Efendi, bu yolda bir kaç eser daha neş­
yasetinin aleyhimize dönerek Ruslarla uyuşması, Eransız
redeceklerini tebşir ediyorlar. Muntazırız, çıkacak eserle­
ve İtalyanların memleketimizden birer parça koparmak
rin harekeli harflerle basılması ve matbaa tashihlerinin
emelleri ve binnetice Türkiye'nin taksimi ve menâtık-ı
itina ile yaptırılması şâyân-ı temennidir. Sonra da halk
nüfûz tayini meselelerinin meydana çıkması açık ve mu-
arasına, asker arasına çok dağılması temin olunmalıdır.
kanni anlatılıyor ve deniliyor ki; "Balkan Harbi’ni müte­
Halka muhabbeti malûmumuz olan Sinop mebus-ı muh­
akip Anadolu'nun taksimi için bugünkü İtilâf Devletlerin­
tereminin eserine diğer İslâm âlimlerinin de iktifa etm e­
de görülen isticâl ve asabiyet memleketin başında büyük
leri pek arzu olunur. Ulemâ-yı İslâm evvelden olduğu gi­
felâketin dolaşmakta olduğunu hissettirecek derecede
bi, şimdi de halkın mürşidi, mürebbisi, tesliyetkârı kal­
idi."- Sonra imtiyazât-ı ecnebiye (kapitülasyon)un tarih­
mak istiyorsa, salih-i seleflerinin izlerini bırakmamalıdır...
çesi, hayat-ı dahiliye ve münasebât-ı hâriciyemize tesirle­
S, ri izah edilerek, Avrupa konseri inhilâle uğradığı zaman
Hükûmet-i Osmaniye'nin birinci işi onları ilga etmek ol­
muş olduğu beyan olunuyor. Daha sonra seferberliği is­
tilzam eden esbabdan, ilân-ı harbi intaç eden vekayiden,
TÜRKLÜK ŞUÛNÜ ordu ve donanmanın kahramanca muharebelerinden,

İttihad ve T erak ki C em iyetinin 1332 Senesi Bulgaristanla tashih-i huduttan bahsediliyor. Siyaset-i ha­

Kongresi - İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin 1332 senesi riciye ve harp meselelerinden sonra onlarla alâkadar me-

kongresi Eylül'ün 15. günü öğleden sonra saat ikide, sâil-i dâhiliyeden olan Ermeni meselesine intikal oluna­

Nûr-ı Osmâniye kulübünde reis-i umûmî Sadrıazam Said rak, tebaa-i Devlet-i Osmaniye'den birkısım Ermenilerin

Halim Paşa Hazretlerinin riyasetleri altında içtimaa başla­ vatan-ı Osmanî aleyhinde bulunmuş oldukları, 16 mad­

dı. Cemiyete mensup Meclis-i Ayân ve Mebusan azasıyla dede cem ve telhis edilen ihtilâl ve hıyaniyet vekayiiyle

payitaht ve vilâyetler ve müstakil livalardan kongreye in- izhar ve ispat ediliyor. Ermeni meselesini müteakip Suri­

tihab olunan murahhaslar ve cemiyetin merkez-i umûmî ye ve Hicaz hâdisâtına geçiliyor. Şerif Hüseyin'in ihdas et­

ve meclis-i umûmî azalan hazır idiler. Kongrenin açılma­ tiği fitneye pek haklı olarak "Hainâne ve mühej^inâne"

sını müteakip meclis-i umûmî raporu okundu. Sonra deniliyor. Siyasî meselelerden sonra mühim bir mesele-i

kongrenin riyaset heyeti intihabâtına başlanarak birinci iktisadiye, payitahtın iaşesi meselesi tenvîr olunuyor.- Ni-
226 TÜRK YURDU Sayı 119

hayet ordumuzun harp meydanlarında kahramanlıkla bulan teklif kabul olundu. Nizâmnâmede icrası teklif
müteradif medenîliği, şefkatkârlığı, lâyık olduğu sûrette olan tadilât da kabul olundu. Sonra intihabât yapıldı. Re-
fahr ve mübahat ile yâd edilip, müttefiklerimizle hare- is-i umûmî Said Halim Paşa Hazretleriyle kâtib-i umûmî
kât-ı askeriyece olduğu gibi münasebât-ı siyasiyece de bir Midhat Şükrü Beyefendi ibkaen intihab edildi. Merkez-i
ittihad ve vifâk-ı tam içinde bulunuşumuz hatırlatıldıktan umûmî azalıklarına Bahaeddin Şakir, Doktor Nazım,
sonra umûr-ı nâfia, ziraiye ve maliye ile adliye teşkilâtın­ Eyüb Sabri, Doktor Râsuhi, Kemâl, Talât, Ziya, Rıza bey­
da ve maarif işlerinde yapılmış olan tensikat, ıslâhat, tadi­ ler ibkaen ve Emrullah Efendinin vefatı ile münhal kalan
lat ve tebdilât sayılarak raporun tarihî kısmına hitam ve­ mevkie de Erzurum Murahhaası Hilmi Bey intihab olun­
rilir. du. Meclis-i umûmî azalığına, nizâmnâmede icra edilen
tadilât mucebince, heyet-i teşriiye azasından Meclis-i Me-
İkinci kısım, memleketimizde derhal vaz ve tedvini
busan Reisi Hacı Adil Bey, Şeyhülislâm-ı Sâbık Hayrı
ve İttihad ve Terakkî Cemiyeti meclis-i umûmîsinde
Efendi, Maliye Nazır-ı Esbakı Cavid Bey ve Meclis-i
lâzım görülen kavanînin esaslarına dair kongrenin nazar-ı
Mebusan Reis-i Sânisi Cahid Bey, Kale-i Sultaniye mebu­
tetkik ve müzakeresine arz olunan teklifâtı muhtevidir.
su Atıf Bey intihab edildi. İntihâbâttan sonra kongre nâ­
Birinci ve ikinci teklifler yalnız Devlet-i Osmaniye'nin de­
mına reis-i umûmî tarafından hâk-i pây-ı şahâneye arz-ı
ğil, bütün âlem-i İslâm'ın istikbâline icrâ-yı tesir edebile­
tazimat edilmesi kararıyla kongrenin içtimaatına hitam
cek gayet mühim bir meseleye Meşihat-i Uİyâ-yı İslâmiye
verildi.
teşkilât ve vezâifince bazı tadilât icrasına ve mekâtib-i Os­
maniye'nin tevhidine dairdir. Üçüncü teklif idare-i mülki­ İttihad ve Terakkî Kongresi'nin muvaffakiyetini teb­
ye teşkilâtında bazı tadilât yapılmasını mutazammındır. rik ve müstakillen de muvaffak bilhayr olmasını Cenab-ı
Teşkilât-ı devlete taalluk eden işbu tekliflerden başka, ce­ Hak’tan niyaz ederiz.
miyet nizâmnâmesinde dahi bazı tadilât teklif olunmak­ Millî İthalât-ı Kantariye Anonim Şirketi-. Mer­
tadır. kezi İstanbul'da olmak, gerek İstanbul ve dışarıdan ve ge­
Raporun üçüncü kısmında muzafferiyet-i nihaiyeye rek memleket haricinden bakkaliye eşyası bularak sat­
itimad-ı tam izhar ve beyan olunduktan sonra, cemiyet mak ve bu maddeler üzerine komisyonculuk etmek üze­
azasından vefat edenlerle bütün şühedâ-yı ızâm rahmet­ re yukarıki nâmla bir şirket kurulmuştur. Sermayesi be­
le yâd olunup, elyevm harp meydanlarında din, vatan ve heri on OsmanlI lirası kıymetinde yirmi bin hisseye mün-
padişah uğrunda fedâ-yı cana müheyyâ olan guzât-ı mü- kasem ve iki yüz bin liradan ibarettir. Hisse senetleri nâ­
becceleye şanlı zaferler ve selâmetler temennî edilmek­ ma muharrer olup hâmillerinin Osmanlı şubesi olması
tedir. şarttır. Şirketin müddeti -esbâb-ı mücbire çıkmadığı tak­
dirde- otuz yıldır. Bu iki şirkete de devamlı muvaffakiyet­
Kongre Eylül'ün 15'inden 22'sine kadar imtidad etti.
ler dileriz.
Ve raporda beyan olunan siyasî hatt-ı hareket tasvip ve
teklifler kabul olundu. İzzet Ulvi Bey-. Türklerin millî edip ve şairlerinden,
"Türk Yurdu"nun meslektaş ve yardımcılarından İzzet
Heyet-i mahsusa-i ticariye hesâbâtına ait rapor tetkik
Ulvi Bey, ahîren Mekke Emiri tayin olunan Şerif Ali Hay­
ve maa’t-takdir tasvip edildi, bu heyetin muamelâtından
dar Paşa Hazretlerinin maiyetine divan kâtibi tayin edil­
husûle gelen temettuun vakıf süreliyle ve mütevelliliği
miştir. Arkadaşımızı yeni memuriyetlerinden dolayı teb­
Evkâf nazırları uhdesinde bulunmak üzere bir millî ban­
rik ederiz.
ka teşkili zımnında murahhas Kemal Bey tarafından vukû

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


m m

T ûkk ^ K m
Tür£leritt Taidesınc CaUsır

YIL; 4 5AYI: 120 (13 Teşrînieml 1332-26 Ekim 1916]

û ft- d e ^ ^ ^ (C c ^ ç c ^ a- ^

Edebiyat: İntikam Perisi / M eh m ed E m in

Turan Yıldızı / İzzet U lvî

Türkiye ve Arabistan / R.M. Fuad

Takriz ve întikad: Finten / Y u su f Ziya

Seyahat: Adaylara Doğru / H alim Sabit

Yeni Eserler: Talim-i Lisan-ı Farisî / Z. N.

Türklük Şuûnu: Kırgız ve Kafkas Kürkleri ve Askerlik-

Kafkasyalılar Dayanamıyorlar /
Sayı 120 TÜRK YURDU 229

TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

EDEBİYAT

Kars heykeline karşı: 1

İNTİKAM PERİSİ

Bir geceydi; mezarlar, harabeler karanlıktı.


Sarı yıldız! Türk kızısın.
Dört yanımda ölüler, akbabalar uyuyordu.
Yüreğimde bir sızısın;
Lâkin benim gözlerim baykuş gibi uyanıktı.
Dış Turan'da inledin
Kulaklarım çığlıklar, fırtınalar duyuyordu.
Esir Türk'ün yıldızısın.

Ben geçmişin acıklı seslerini dinliyordum;


Sarı yıldız sarı güle
Yırtıyordu, kalbimi doksan üçün tırnakları.
Renk serpiyor güle güle;
Can evinden vurulmuş asker gibi inliyordum;
Bu gülüşte kaygı dolu.
Gülüyordu, karşımda Melnikof un Kazakları.
Sor istersen şu bülbüle!

Bu sırada baktım ki, önümde bir güzel kız var.


Sarı yıldız durmaz yürür,
Gözlerinde yangınlar, saçlarında kızıl kanlar;
Türk ilini ışık bürür;
Uzatıyor, bir altın tas parlayan nur elini:
Görülmeyen, bilinmeyen
Kardeşler hep onu görür.
"Bu intikam aşkının kevseridir; al, iç!" diyor;
Eğilerek öptüğü kılıcımdan kan istiyor
Gökler Türk'e bir gök sancak,
Ve işaret ediyor, bana Kars'ın heykelini.
"Türk Birliği" gibi parlak...
Mehmed Emin Sarı yıldız bir "dilek"tir.
Nuru ruhta, kendi uzak..,

Şu parlak ay, elmas ülkeler.


TURAN YILDIZI Çok yıllar var seni gözler;
Ekrem Tok Bey kardeşime! Yüksel, jdicel sarı yıldız
Gün doğudan sarı yıldız Çabuk kavuş, gülsün her yer!.
Yükseliyor sessiz, ıssız. Bursa, 1 Nisan 1332
Çinle Moskov zincirinde
Sanki bağlı solgun bir kız.
İzzet Ulvi
230 TÜRK YURDU Sayı 120

M Ü T T EFİK LERİM İZİN


DÜŞÜNDÜKLERİ
TÜRKİYE VE ARABİSTAN

Başı yıl 5, cilt 11, Sayı 3 ’tedir.

Birkaç satır aşağıda şu cümleleri okuyoruz: eden ihtilâfı musavverdir. Bunun en mühim safhaların­
dan birini "Akabe Vak‘ası" teşkil etmekle bizce bu nâm
"İngiltere için her şey Hindistan etrafında dönüp do­
laşır. Hindistan İngiltere'nin göz bebeğidir. Arabistan ise ile daha maruftur. Altıncı bab Hicaz'a mütealliktir. Hare-
meynü'ş-şerifeyn'in hulefâ zamanından beri bugüne dek
Hindistan'ın müdafaaca ileri arazisi makamındadır. İngil­
geçirdikleri edvarın tarihçesi, kutsiyet ve ehemmiyet iti­
tere'nin Arabistan'da yiyeceği her darbe derhal Hindis­
bariyle hâiz oldukları müstesna mevki telhis olunduktan
tan'da duyulacak kadar şedîd bir tesir hasıl eder. İşte bu
sonra Hicaz Demiryolu'nu düşünüp döşeten sâbık sulta­
türlü mülahazata binaendir ki İngiltere Arabistan'ın müs­
takillen hâkimiyetine göz dikmiş ve Avrupa'dan Hindis­ nın bu teşebbüsü dinî ve siyasî ne gibi esbaba müstenit
bulunduğu ve bunun askerî kıymeti etraflıca zikr edili­
tan'a giden ticaret yollarını ele geçirmeye çalışmıştır. Eil-
yor. Sonra Maan'dan Akabe'ye inecek kolun İngiltere'nin
hakika Bahr-i Ahmer ve bâ’husus Basra Körfezi bugün
kapalı birer İngiliz gölü hükmünü almıştır. Diğer devlet müdahalesi yüzünden nasıl geri kaldığı mevzubahis edi­
liyor. Akabe kolunu uzatmak imkânsızlığına karşı düşü­
sefinelerinin oralarda işleyebilmesi İngiltere'nin müsa­
nülen diğer projeler, harp esnasında bu hattın almış ola­
adesine bakar. Bu hâl ise İngilizlerden maadâ her millet
bileceği şekil, umûm masarif ve varidata mütedair takribi
için pek ağır bir yüktür. Denizlerin serbestîsini İngilte­
bir hesap cetveli, henüz temeddün etmemiş Bedeviler
re'nin istibdad-ı mutlakından kurtarmak bizce harbin
arasından geçecek demir yollarının emniyet ve sıyaneti
"alenen m uterif gayelerinden biridir. Buna isal edecek
hususunda ittihazı icap eden en ucuz ve kestirme tedâ-
yollar Arabistan'da hangileridir? Ve biz Almanlara orada
bir mütalâa kılındıktan sonra Hicaz hattının mutlaka Ye-
kuvvetli bir Türkiye'nin müttefikimiz olarak mevcudiyeti
men'e geçmesi ve fakat Hudeyde veya Aden'e değil an­
ne derece şâyân-ı arzudur? Bunu aşağıdaki satırlar beyan
cak Bahr-i Muhît-i Hindî'de kâin Şeyh Said'e inmesi lüzu­
ve izah edecektir."
mu öne sürülüyor. Vesâit-i nakliye mevcut oldukça ve
Şimdi kitabın fihristini kısaca gözden geçirelim:
memurinin mah be-mah tediye-i maaşâtı Hicaz'da berde­
On dört bâba ayrılan kitabın uzunluk ve ehemmiyet vam bulundukça intizam ve asayişin orada karargîr olma­
itibariyle her babı bir değildir. Birincisi Arabistan'a ait sı memûl iken eski Türkiye'nin buna muvaffak olamadığı
coğrafî ve etnografı malûmatı havidir. İkincisi kadîm Ara­ zikrolunup, yeni Türkiye tarafından Medine'de bir dârül-
bistan'ın tarihi hakkında mevcut bazı malûmattan bahis­ fünûn açılması Mösyö Stuhimann'ca istikbâl için bir fâl-ı
tir. Bunu üçüncü bab olarak "İslâm'ın Zuhuru" takip edi­ hayr addediliyor. Müellifin zannına göre Arap meselesi­
yor. Dördüncü babda Türkleri görüyoruz. Önce halifele­ nin ref i memlekete garp ilim ve fenninin idhaline ve di­
rin silâhşorleri, sonra Osmanlı nâmıyla İslâmiyetin pişdar ğer bazı tedabire vâbestedir. Bu sayede yerli ahaliden bir
ve müdafileri... Müellif hilâfetin Âl-i Osman'a intikaliyle tabaka-i münevvere yetişecektir ki, memur ve hekim gi­
"Arap Meselesi"nin hudûsu arasındaki irtibata nazar-ı bi anâsırı -gerek akıl ve terbiyeleri, gerek menfaat-i zâti-
dikkati celbeyliyor ve bazı ledünniyâtı açık bir lisan ile or­ yeleri sâikasıyla- imparatorluğa sıkıca gönül bağlayacak­
taya koyuyor. Kari burada birtakım malûmat-ı ibtidaiyeye lardır. Oraya merkezden gönderilecek memurlar bahsin­
muttali oluyor ki Mısır'dan tâ Hint mâverasına kadar uza­ de "En iyi memur Arabistan için ancak kâfi gelir" mütala­
nan koca bir iklimde riyakâr İngiltere'nin büsbütün key­ asına zamimeten "Kuvvetli bir Türkiye Arabistan mesele­
fince hükümran olmak gayesini takiben verdiği "Arap Hi­ sinde temayülkâr bir vaziyet alabilir" diyor, ve "Almalıdır"
lâfeti" parolasını ve çevirdiği ve çevireceği entrikaları bu demek istiyor. Bu babın mühim bâhislerinden biri de
sayede iyice anlayabilecektir. Beşinci bab Devlet-i Aliye "Mâvera-yı Arabistan hattı"dır. Bu babda deniliyor ki:
ile İngiltere arasında Sina Yarımadası’na dair imtidad
Sayı 120 TÜRK YURDU 231

"İngiltere müstemlekeleriyle bittabi emniyetli bir yetini muhafaza için mutlaka orada kuvvetli bir orduya
muvasalaya pek çok ehemmiyet verir. Bunlardan en kıy­ sahip ve Medine'den Arabistan cenubuna kadar mümted
metlisi ise Hindistan'dır. Kesb-i nüfûz gayesiyle Süveyş bir demir yoluna mâlik bulunmalıdır. Ancak bundan son­
Kanalı senedâtının satın alınması, Mısır'ın istilâsı ve zaptı, radır ki kargaşalıklar kesilir. Süveyş Kanalı'na müftekir
Bahr-i Ahmer'in diğer mahrecine de tahakküm için Aden kalmaksızın tâ Bahr-i Hindî'den her türlü nakliyat icrası
ve Pirim'de donanma istinat noktalarının tesisi, Basra mümkün olur. İşte bu vekayiin muktezasına binaen hat­
Körfezi medhaline el uzatması, Kuveyt'in taht-ı himayete tın müntehası da asla Hudeyde veya "Aden" olamaz. An­
alınışı, hep bunlar, bu meyil ve gayretin neticeleridir, Lâ­ cak Bahr-i Hindî kenarında Devlet-i Aliye'nin yed-i tasar-
kin, muvasalanın her hâlde müste'men bulundurulması rafu altında bir mevki, meselâ "Perim" adası karşısındaki
için bu tedâbir bile kâfi görülemedi! Bir de "karadan" bir "Şeyh Said" intihaba şâyândır. Cihan Harbi'ni müteakip
hatt-ı muvasala olması isteniliyor. Kuşlardan dolayı bu akd edilecek musalahada Yemen Hattı meselesiyle, Fran-
hat Acemistan'dan geçemez. Binaenaleyh Mısır'ı Arabis­ sızlar'ın Yemen'de elde ettikleri imtiyazât ciddî bir sûret-
tan üzerinden uzanan bir hat ile Hindistan'a bağlamak en te nazar-ı itibara alınıp hâl ve ref edilmelidir. Bu vesile ile
kısa ve muvafık tedbir olacaktı". diğer bir hususta inzarı tevcih etmek isterim: Yemen'de
hayli dağlık arazi ve üç bin metreye kadar yükselen tepe­
Bundan sonra müellif yapılan ilk projeye sözü intikal
ettirerek diyor ki: ler vardır. Elverişli bir noktada telsiz telgraf durağı (İstas­
yonu) kurarak Yemen'i, Şam'ı, İstanbul'u ve Almanya'da
"Eğer İngiltere, mâvera-yı Arabistan hattını inşaya
"Naven"i birbirine bağlamak lâzımdır. Böylece merkez-i
muvaffak olursa kuvveti fevkalhat tezayüd edecektir.
hilâfet bir taraftan Bahr-ı Hind'e, diğer taraftan Alman­
Türkiye'nin o havali-i mübarekede, dolayısıyla İslâm âle­
ya'ya kadar temdîd-i irtibat etmiş olur. Dost bir arazide,
minde, nüfûzu azalacaktır. Bundan dolayıdır ki, İngilte­
kuvvetli bir Türkiye'nin himayesi altında Alman erbab-ı
re'nin şu gayeye kavuşmaması için her tedbire başvurul­
ihtisası muavenetiyle işletilecek böyle bir müessese mad­
malıdır. Böyle bir hat yapmak ancak Devlet-i Aliyeye dü­
dî ve manevî bir çok faydaları kendinde cem eylemekle
şer. Daha doğrusu bu hat değil, fakat Hicaz hattının mü­
beraber âlemi de İngilizlerin kablo inhisarından kurtarır.
nasip bir noktasından Bağdat şimendiferine bir "iltisak
İngilizler Mısır'dan Bahr-ı Hind'in tâ nihayetlerine kadar
hattı" veyahut yine buradan "Kuveyt" veya "Bahreyn"e
kablo vazına yarayan noktaları hükmü ebedî mukavele­
doğru bir kol uzatılmalı ve bu teşebbüs behemehal Al­
lerle elde etmiştir. Bu esaretten ancak dediğimiz tarzda
manya'nın muavenetine mazhar olmalıdır. Bu sayede
bir tedbir ile kurtulunabilir. Şüphe yok ki "telsiz merke­
Türkiye'nin nüfûzu Arabistan'da sağlamlaştırılmış, İngil­
zi" emniyet altında bulunmalıdır. Bunun husûl bulması
tere Devletinin kuvveti orada sarsılmış olur. Bundan bi­
için dahilden Suriye ile şimendifer irtibatı icra edilmiş ol­
rinci derecede menfaatdar olacak Devlet-i Osmaniye'dir;
malı, Yemen'de kuvvetli bir kıt’a-i askeriye bulunmalı,
Almanya da istifade eder..."
Şeyh Said'deki tahkimat ve inşaat tevsîan itmam edilme­
Yedinci bab Yemen ve Asir'den bâhistir: Şöylece bir lidir."
tarif; sonra tarihî muhtasar bir nazar ve Yemen ve Asir'de
Yemen'in harp esnasında geçirdiği vukuat, bunun ci­
vuku bulan son kıyamlar daha mufassalca zikredilmiş ve
han çengiyle alâkası, bugünkü hâl-i me'mûlü, İmam Yah­
İmam Yahya ile münakid itilâfnâme dikkatle tercüme
ya'nın sadakatle hizmeti zikr edildikten başka "Ümit olu­
olunmuştur, İtalyanlarla muharebe esnasında "Hudey-
nur ki muzaffer bir Türkiye bu memlekete tabiatındaki
de" demir yolu malzemesini top ateşiyle tahrip etmeleri,
terakki ve refah istidadı nispetinde atf-ı ehemmiyet ve
Hudeyde-Sana şimendiferinden bahse münasip bir vesi­
bezl-i himmet eyleyerek bihakkın intizar edildiği veçhile
le teşkil ediyor. Hat’ta mütedair bazı malûmâtı müteakip
oraları ihyâ eyler" sözleri esirgenmiyor. Müellif İmam
deniliyor ki:
Yahya'ya devletçe verilen imtiyazât hakkında takdirkârâ-
"Hicaz Hattı varidatlı olmak hem siyasî ve sevkülcey- ne bir memnuniyet göstererek, bunu doğru yolun artık
şi büyük bir ehemmiyet kazanmak için Asir'den geçerek sezildiğine dair bir emare olarak telakkî etmektedir.
San’a'ya ve oradan da daha aşağıya inmek sûretiyle it­ Doktor Stuhimann'ın pek mühim gördüğü diğer bir hu­
mam edilmelidir... Devlet-i Osmaniye Yemen'de hâkimi­ sus da harpten sonra sulh masasına geçildiği vakit Arabis­
232 TÜRK YURDU Sayı 120

tan'a müteallik her türlü yabancı nüfuz ve imtiyazların ref su n i ve sahte bir cereyandan kurtulmuş oldu. Dört beş
ve izalesinden başka Yemen'de "İngiliz-Osmanlı" hudu­ zekânın -evvelce hazırlanan bir yolda- el ele yürüyerek
dunun tashihi ve Devlet-i Osmaniye'ye mutlaka Şeyh Sa- nesirde yaptığı bir terakkiyi, daha büyük bir kuvvetle tek
id'in iktiza eden mantıki emniyet ile beraber terk ve tas­ başına vücuda getiren Hâmid, ancak bütün bir neslin
dik lüzumudur. meydana koyabileceği bir teceddüdün hâlikı olmuştur ki
Bitmedi bu da onun büyüklüğünü, dehâsını ispata kâfi deliller­
R. M. Fuad dendir.

Esasen "Vaveylâ"sıyla Hamid'e biraz yaklaşan Namık


Kemal Bey merhum da bunu itiraf ediyor. 1267 senesin­
de gözlerini hayata açan Hâmid Bey bugün altmış beş ya­
t a k r iz UE İNTİKAD
şında bulunuyor. İlk eserleri olan "Macera-yı Aşk"ı yirmi
FINTEN yaşında yazdıklarına nazaran, otuz cilde yakın olan bütün
muhallidâtım kırk sene kadar bir zaman zarfında yarattık­
Finten çıktı... Hâmid'i seven her sanat âşığı gibi, bu­
ları anlaşılıyor ki, bu da büyük şairin ne feyyaz bir velûdi-
nu ben de büyük bir sevinçle karşıladım. Doğrusu ya,
yete mâlik olduklarını gösterir!
emsalsiz bir gaile ile geçen bugünlerin müthiş ve sarhoş
edici fırtınaları arasında, bu hayırlı işi ifa ve ikmale muvaf­ Bugün, son yazmakta oldukları "Tayflar Geçidi"nin
fak olan Maarif Nezareti'yle diğer hâdimlerini tebrik et­ bir ilham hâlikından Türklük daha pek çok şeyler bekle­
meyi bir vazife biliyorum. mekte kendini haklı bilsin!

Her şeyde olduğu gibi, edebiyatta da talih bize vâsi Yalnız bu vesile ile de anlaşılan birşey var ki o da ya­
bir ufuk açmamıştır. Garba karşı, göğsümüzü bir iftihar şayışın şair üzerinde pek sihirkâr bir tesiri olduğudur.
havasıyla şişirerek, işte bizim şairlerimiz diye gösterece­ Eğer Hâmid, daha dokuz yaşında iken Paris'e gitmese, üç
ğimiz şahıslar, eminim ki beşi, altıyı geçmez! dört yıl sonra. Tahran sefiri olan pederi Hayrullah Efendi
ile beraber İran'ın kulları arasına girmese, daha sonra
İşte bu beş, altı yıldızın içinde, bir mehtap şaşaasıyla
mühim hizmetlerle Londra, Lahey, Brüksel, Paris, Bom­
parlayan, hiç şüphesiz ki Hâmid'dir! Onun bü)/üklüğünü
bay... gibi birçok yerlerde senelerce dolaşmasa idi, emi­
iyi anlamak için yaptığı işi bütün genişliğiyle görmek
nim ki onu karşımızda bugünkü şaşaalı şekliyle göremez­
lâzımdır. Biraz izah edeyim:
dik...
Bizde, nesirde eski kayıtları kıran Akif ve Reşid Paşa­
Bugün temiz ve zarif kıyafetiyle kütüphanelerimizi
lar ile Şinasi, Kemal ve Ziya Paşa idi. Onlar, Mütercim
süsleyen "Finten" Hâmid Beyin, eserleri arasında en ziya­
Âsım'ın açtığı ince yolu genişleterek yürümüşlerdi. Fakat
de sevdiğidir. BibTik şair bunu Londra'da iken yazmış.
nesirde görülen bu doğru, projesiz gidiş, nazımda başla­
Eser umûmiyet itibariyle bir temaşa olmaktan ziyade,
mamıştı. Nazım, lisanı ve şekliyle hâlâ eski kayıtların elin­
coşkun bir şiir denizidir ki kavs-ı kuzahlarla süslü dalga­
de bir ojomcak gibi duruyor, gül ve bülbül, mey ve hey
larım yükselttiren, yetişilmez bir hayal rüzgârıdır!
heyden kendisini kurtaramıyordu.
Ruhumuzun gözleri önünde yeni ve bilmediğimiz bir
Gerçi Akif Paşanın meşhur mersiyesi. Pertev Paşa ile
hayatın ufuklarını açan bu eserde en canlı olarak iki tip
sair birkaç mümtaz çehrenin tercüme sûretiyle vücuda
görüyoruz:
getirdikleri bazı mevzun parçalar yeni çığırda birer misal
olabilirse de, bu yazıların sahipleri pek de kendilerinde Finten, Davalaciro.
her zaman aynı cereyanı takip etmek kudretini göremi- Fakat hayatta böyle muazzam lâflar söyleyen bir Fin­
yorlardı. ten, bir Davalaciro var mıdır?
Nihayet bu mesut teceddüdü, müstesna dehasıyla Buna şüphesiz hayır diyeceğiz. Yalnız muhakkak ki
Hâmid yaptı ve şiiri gerek mh, gerekse şekil itibariyle bütün dâhiler gibi beşerî olan Hâmid'in de yarattığı bu iki
yepyeni bir vâdiye götürdü ki bu sûretle Türk edebiyatı şahsın seciyesini hâiz insanlar her millette vardir.
Sayı 120 TÜRK YURDU 233

Her şair mazisinden, az çok istifade eder, Bu, onun Çıkıyor kanlı yüzü karşıma, ummânda bile.
hakkıdır, Sönmüyor meşale-i lâneti tufanda bile!

Biz de, Hâmid Beyi, bu eserinde "Shakespeare"den Deşt ü deryayı aşıp tâ iki aylık yoldan.

mülhem olmuş görüyoruz. Esasen bu pek tabiîdir, Geliyor nâleleri gûşuma sağdan soldan!
Dalgalar, bende olan derde ölümdür çare.
Shakespeare'in vatanında yıllarca oturmuş, o büyük
Siz kılın naaşımı isâl kenâr-ı yâre!
dâhiyi severek okumuş olan Hâmid gibi yüksek bir şairin,
Bu yüksek ve coşkun şiiri okuduğum zaman, karşım­
kısmen Londra hayatına temas eden bir eser vücuda ge­
da hayali canlanan "Davalaciro"yu görürken, hatıramda
tirirken, mütalâa ve müşahede ile ruhunda biriken ser­
ona pek benzeyen diğer bir gölge daha uyanıyor:
mayeden istifade etmemesi, pek de mümkün olmasa ge­
rek,,. Shakespeare'in "Otello"su!„.

Biz neticeye bakalım: Hâmid bu eserinde muvaffak Davalaciro... Bu bir insan değil, kocaman bir dağ par­
olmuş mu, olmamış mı? Kalbimle de düşünüyomm, di­ çası, kahraman ruhlu ve çok kıskanç bir âşık... Efendisi­
mağımla da, İkisi de aynı sözü tekrar ediyor: nin katili ve hanımı "Finten"in âşığı!..

Hâmid çok, hem de pek çok muvaffak olmuş!., "Fin- "Otello" da hemen buna yakın... O da bir kahra­
ten"de iki mühim şahıs var demiştim. Biri "Finten", diğe­ man... Yalnız o, hanımını değil, dostlarından büyük bir
ri "Davalaciro" idi,.. İşte asıl "Hamlet"in büyük şairini ha­ zatın -Venedik senatosu azasından "Odalberi'in- kızını,
tırlatan bu iki tiptir. "Desdemona"yı seviyor.

"Finten" kim?... "Finten" yaptığı zulümden, cinayet­ Bir de şu fark var ki "Davalaciro" bir uşak, Otello ise
ten muzdarip, ihtiraslı bir kadın ki geceleri uyku içinden -onun kadar vahşî bir hayat yaşamış ibtidaî bir adam ol­
kalkıp dolaşıyor, yazılar yazıyor, sokaklara fırlayarak ka­ makla beraber- Venediklilerin hürmet ettiği büyük bir

ranlıklar içinde gördüğü meçhul hayalleri kılıcıyla tehdit Arap generali... Yalnız bu iki tip arasında, ruh itibariyle
ediyor! benzeyiş inkâr olunamayacak kadar fazla.. O da "Davala­
ciro" gibi kıskanç, hem de vahşî bir kıskanç!.. Yalnız ruh
Ben bunu okurken gözümün önüne "Shakespe-
itibariyle değil, cismen de Avrupa’ya yabancı bu iki adam
are"in "Lady Macbeth"i geldi... Lady Macbeth... O da böy­
birbirine benzerler. Her ikisi de gayet kuvvetli, kara yağız
le., Kendisi kral olmak için kralı öldüren kocası ‘Mac- tenli ve dev cüsselidirler.
beth"in cinayetine yardım eden bu kadın da "Finten" gibi
Davalaciro, bu ibtidaî tabiatının cezasını çekiyor.
ihtiras içinde... Gözleri uyku ile örtülü iken kalkıp dolaşı­
Onu sâbık hanımı ve bugünkü maşûkası olan "Finten" bu
yor, yazılar yazıyor, hayaletler içinde ürpererek bağırıyor:
tahammül olunmaz kıskançlığı için öldürüyor; "Otel-
“- Oh bu ellerde hâlâ kan kokusu var, bütün Aıubis- lo"da ise cinayet aksine oluyor: Kıskançlığın verdiği sar­
tan'ın ıtriyâtı bu küçük eli temiz ve muattar edemeye­ hoşlukla "Otello" sevgilisi "Destemona"yı öldürüyor...
cek!,,"
"Finten" "Davalaciro"yu vurduktan sonra hayaletler,
"Davalaciro"ya gelince... "Finten"in uşağı olan bu buhranlar, hezeyanlar içinde gözlerinin önünde açılan
Hintli, hanımının emriyle "Mister Cross”u -ki Finten’in mezara doğru gidip, ruhunu Azrail'in pençesine veriyor;
kocasıdır- öldüıüp de gelirken, bulutlara kadar yükselen maşukasının kâtili olan "Otello" ise kendini vurmak süre­
dalgaların arasındaki bir gemiden söylediği şu manzum riyle hayatını nihayetlendiriyor...
sözlerle m hta yüksek bir heyecan bırakıyor:
Davalaciro'nun Finten'e kıskançlık heyecanları için­
Öyle bir şiddet-i tasmim ile çıktık ki yola. de sorduğu sualler, nasıl deli bir ruhun mahsulleriyse,
Karşıma çıksa eğer seng-i mezarım dönmem! Otello'nun suallerinde de aynı kıskanç kalbin çarpıntıları
Bahr-ı Zehhar değil, ebr-i şerir-bâr değil. var!
Hep yanardağlar ile dolsa civarım dönmem! Shakespeare'in "Otello"su nasıl kanlı ve feci bir sah­
Dalgalar, oymayınız bâd-ı taannüd-kâre. ne ile nihayetleniyorsa, Hamid'in "Finten"! de karii aynı
Siz kılın naaşımı isâl kenâr-ı yâre! heyecanlar içinde titreterek bitiyor...
234 TÜRK YURDU Sayı 120

Sonra, Finten'in en güzel kısımlarından biri ve belki Bir de Hâmid Beyin bu eserinde de -diğer yazıların­
de birincisi mezarlıktaki muhavere-i ervâhtır. Gecenin da olduğu gibi- yalnız "fon" var, "form" yok. Ne yazık ki
sessizliği, mehtabın beyaz ışıkları altında "Ecsâm-ı mâyi- bizde bu iki hassayı geniş bir muvaffakiyetle bir araya ge­
adan addolunacak heyet ve kıyafette, sim-âbevâri elbise tiren bir şaire tesadüf edemiyoruz! Meselâ, merhum Tev-
iktisâ etmiş olan bu mahlûkattan" birinin söylediği şu fik Fikret, Hâmid'in aksi idi. Onda yumuşak bir kadife
sözleri dinlerken kalp ve dimağ nihayetsiz ve ürpertici düzgünlüğü vardır ki üzerinde kanatlı bir ruh gibi uçuşan
bir mesti içinde uyuşuyor. Aynı zamanda bu sözlerde de­ kuşlar, kelebekler ekseriyetle nâdir bulunur. Hâmid Bey
rin ve felsefî bir düşüncenin manalı izleri de var: bunun zıddına olarak pek muazzam bir şâhikadır ki üs­

"İşte bir sırıtmış kelle ki yer altından bütün kâinata tünde kartallar, akbabalar uçuşur, kovuklardan büyük yı­

gülüyor! Bu benim başımdır! Bilmem dünyadaki hayali­ lanlar ıslıklar çalarak bakar, kaya kenarlarında ruhlar geç­

me benziyor mu? Yirmi yaşında bir güzel kızın başı!,. Bu miş günlerden bahseder, bulutlarla kucaklaşan yüksekli­

kemik parçasının karşısında bütün cihan titriyor; fakat ğinde yıldızlar yanar... Fakat bu dağ, bütün azametiyle

biz gülüyoruz! Bir zaman benim olan bu başla benim beraber sisler ve karanlıklar içindedir. Onun her tarafın­

şimdi hiçbir münasebetim yoktur. Başım bu hale gelmiş, da gezebilmek için muntazam, düzgün yollar yoktur, bü­

fakat ben gülüyorum... Beynimi kurtlar yiyip bitirmiş, fa­ tün muhitini kucaklayan yıldızsız bir gece ile nihayeti gö­

kat ben düşünüyorum. Şeklim, simâm, kıyafetim, tefer­ rünmez uçuaımlardır! Bir de bazı yerde lisan -Hâmid'de

ruatım olan hep bu şeyler fena bulmuş; fakat aslım baki, her zaman olduğu gibi- pek de iyi olmayan bir şekil alı­

benliğim daimîdir. Ruh-ı ebedînin âşiyân-ı mazisi olan bu yor. Ve meselâ şu parçadaki "ki'ler, heyecanın şiddetini

kemikten kafada şimden sonra hiçbir fikir ve hayal besle- göstermekte belki de bir müessirdir, fakat herhâlde gü­

nemez; Hiçbir akrep veya çıyan tegaddî edemez, fakat yi­ zel değil:

ne bir mana-yı ulvînin makamdır. Bu da cihan-ı fanî, bir "İster misiniz ki Sahra-yı Kebîr'in kasırgalarını devir­
kürre-i türâbdır. Azamet-i ilâhiyenin had ve hesabı olma­ meye gideyim; ki Ehrâm-ı Mısır'ı yıkmaya başlayım; ki Ni-
yan taçlarından biri! yagara nehrinin şelâlelerini durdurayım; ki Benara Mabe-

Her biri bir küçük küre demek olan zerreler... yahut di'nin direklerini Saint Paul Kilisesi'nin kubbesine çarpa­

her biri bir büyük zerre demek olan kürelerden en son­ yım; ki Süveyş Kanalı'nı ecsâd ve emvât ile doldurup ak-

ra çıkan meal, aynıyla bu nâsiye-i tehî ender tehîde mün­ vam-ı âlemin harp ve ticaret gemilerini durdurayım; ki

demiçtir. Şems, kamer, zühre ne ise bu nihayetsiz çirkin­ zulmet yüzü görmeyen memâlikte şemsin envârına karşı

lik de odur"." durup ahali ve hayvanata bir leyl-i zulmanî göstermeye


çalışayım; ki hiç gündüz olmayan iklimlerde, beyaz Alple-
Bu güzel kısımda da "Shakespeare"! andırış var:
rin arasında sâikaları donduran buzdan kalelerin, şeffaf
"Hamlet'Teki "Mezarlık" sahnesi esas itibariyle bundan
dağların tepesinde sizin hararetinizle yanayım! İsterseniz
pek çok farklı değil... "Finten"de kuru bir kafaya ruhların
emredin, bunların hepsine razıyım"
hitabı var. "Hamlet'Te ise mezarcıların ve "Hamlet"in hi­
tapları var. Hâmid'in en güzel eseri "Einten"dir, diyen çok var.
Hâlbuki bu yanlıştır. Hâmid'in eserleri yekdiğeriyle mu­
Her hâlde umûmî benzeyiş seziliyor!..
kayese edilemez. Çünkü onların hepsi de muazzam, ne­
Fikrimce "Finten"de güzel görünmeyen yalnız bir fis olmakla beraber güzellikleri başka başkadır. Meselâ
şey var: "Makber"de göz yaşları, feryatlar, tezatlar ile dolu hıçkı­

Ucube!... rıkların içinde boğuluruz. "Tarık"ta, Musa'nın nutkuyla,


"Tarık"ın harap olmuş bir saltanata ait yabancı bir saray­
"Finten"in nâ-meşrû çocuğu olan bu "Ucube"nin
daki elmas taçlara karşı söylediği büyük ve mutantan söz­
hizmetçilerin birbirlerine titreye titreye anlatışlarına na­
leriyle kahraman bir ruhun heyecanlarını yaşar, irfanlı ve
zaran pek korkunç birşey olması lâzım geliyordu. Hâlbu­
namuskâr bir milletin canlanmış tarihiyle karşılaştığımızı
ki o, alnındaki tek gözü, iki burnu, kocaman ve sarkık di­
duyarız.
liyle okuyana ürperm eden ziyade gülme veriyor!
Savı 120 TÜRK YURDU 235

Vatanı -kurtarmak ümidi olmasa bile- en kavî bir düş­ Ağası bardın çağası bar
mana karşı da müdafaa etmenin yegâne vazife olduğunu, İnişi bardın tınşı bar.
şehrin kapısına hemşiresini asan "Eşber"de görür, onun Aga: Ağabey, büyük birader. Çağası: Yakası, yardımcısı. İnişi:
bütün azametiyle, eğilmeyen lekesiz alnıyla karşımızda Küçük biraderi. Tınşı: Rahat balı. Bardın: Var olanın.
canlandığını hissederiz: "Finten"de ise biraz yabancı bir
hava ile dolan ruhumuz, oldukça vahşî ve çok ihtiraslı bir Bay kasına barıp kon, baymasan magan kel!
şiir dalgasıyla sallanıyor... Cok kasına barıp kon, cogalmasan magan kel!

Beylerbeyi 10 Eylül 1332 Kasına: Yanına. Kon: K onm aktan em irdir, in, otur, yerleş
dem ek. Cok: Yok, fakir. Barıp: Vararak. Baymasan: Zengin ola­
Yusuf Ziya
mazsan. Cogalmasan: Yok olup gitm ez isek. Magan: Bana.

Temir kessen kıska kes, uzatu onay


SEYAHAT Agaş kessen uzun kes, kıskartu onay.
ALTAYLARA DOĞRU
Temir: Demir. Kessen: K eser isen. Kıska: Kısa. Uzatuv: Uzat­
Başı cilt 10, sayı 12'dedir. ması. Onay: Kolay.

ÇEŞEN SÖZLERİNDEN
Gaman atka cal bitse canına torsuk baylatpas
Darb-ı Meseller:
Gaman kisige mal bitse canına konsı kondırmas.
Tay atka cetgizer
Cal bitse: Yele bitse, sem irse. Torsık: Dağarcık. Baylatpas: Bağ­
At muratka cetgizer.
latmaz. Konsi: Komşu. Kondırmas: K ondurm az, yerleştirm ez.

O kozday sıyırdın sütü cok


Erdi namıs, öltüredi
Sıyır müyüzli ögizdin küşi cok
Koyandı kamış öltüredi.
Erkek daustı urgaşının uyatı cok
Erdi: Erkeği Ö ltüredi: Ö ldürüyor. Koyandı: Tavşanı. Kamış:
Urgaş daustı erkektin kayratı cok.
Kamış.
Cetgizer: Yetiştirir. Sıyır: Sığır, inek. Müyüz: Boynuz. Kişi:
Kuweti, gücü. Daustı: Sadalı, sesli. Urgaş: Dişi, kadın. Uyat: Caraktı künde cav kelmes
Haya. Kayratı: Gayreti. Caydıktı künde dos kelmes.

Caraktı: Silâhlı, hazırlıklı. Cav: D üşm an. Caydıktı: Misafir


Birin Camay yaralı bolar
yem ekleri hazır olduğu.
Minin camay bay bolar.
Ulın össe, uli caksı men avuldas bol
Cer ortağa kelgende atın olmasın
Kızin össe, kızı caksı men avuldas bol.
Er ortağa kelgende katının olmasın.
Ulın: Oğulun. Össe: Büyüse. Ulı caksı: O ğulu yahşi, oğlu te r­
Birin: Birisini, bir tanesini. Camay: Yamayarak. Yaralı: Fakir.
biyeli. Men: İle. Avuldaş: Avuldaş, köydaş.
Bolar: Olur. Minin: Bin tanesini. Bay: Zengin. Cer: Yer, m esafe,
yol. Ortağa: Yarıya. Katının: Kadının.
Atasi turıp uly söylegenden bez

Erkek, cer kuruga küşti Anasi turıp kızı söylegenden bez.

Katın, er kuruga küşti.


Semizdin ayağı segiz
Küşti: Güçlü, kuvvetli. Kuruga: Kurumaya, m uhafaza etm eye. Caksı men caman egiz
Caksı men coldas bolsan, cetersin muratka
Kalınga kosın tüspesin
Caman men coldas bolsan kalarsın uyatka.
Baksıga esin tüspesin.
Coldas: Yoldaş. Cetersin: Erişirsin. Muratka: Murada. Kalarsın
Kalın: Kalın, m ühür. Kos: Zevç ve zevce, çift. Tüspesin:
uyatka: M ahçubiyette kalırsın.
Düşm esin. Baksi: Kâhin.
236 TÜRK YURDU Sayı 120

Korkaktı köp kusan batır boladı Aşka barsan aş bar


Surkaktı köp kusan kapir boladı. Toyga barsan tok bar.
Korkaktı: Korkaktı, Koşan: Koğarsan, tazyif edersen, Surkaktı: Aşka: Ziyafete. Barsan: Varır isen. Bar: Var, git, Toyga:

Dini gevşek ve malûm at-ı diniyesi az olanı. Kâpır: Kâfir. D üğüne.

Celi celi söylese cilan inden cıgadı Zekatsizdin mali senetsiz ki kitadi
Kattı kattı söylese nadani dinden cıgadı.
Bası karanin bari iygi.
Celi celi: Yavaşça, rica ve niyaz ile. Cilan: Yılan, Çığadi: Çıkıyor.
Bası karanin: Başı karanın, başına kara giyenin. Yani erkek
Kattı kattı: Katı katı, sert sert.
çocuğun. Barı iygi: H epsi iyi, hayırlı.

Köre köre körsem boladı Bitmedi.


Söyley söyley şeşen boladı. Halim Sabit

Körsem: Terbiyeli. Şeşen: Edip ve hatip.

Kop tükürse köl boladı YENİ ESERLER


Gül suvalsa §öl boladı
Talim>i L isan-ı Farisîfb,- Bugünkü şark komşumuz
Tükürse: T ükürür ise. Suvalsa: K urur ise. Şöl: Çöl. Boladı:
Oluyor. ve din kardeşlerimiz olan İranîler, Turanîlerin, Türklerin
geldiği menşeden gelmeyip başka bir soydan, başka bir
Tüssi igiden tekülme! ırktan neş’et ediyorlarsa da hayat-ı tarihiye ve kable't-ta-
Tüssi: Rengi, yüzü. İgiden: İyi ve güzelden. Tükelm e: Meyus rihiyede bizimle en çok münasebâtta bulunan kavimler-
olma. dendir. İranîlerin millî Şehnamesi bu iki kavmi Âdem-i
sânî sayılan "Feridun"un iki oğlu sûretiyle gösteriyor.
Birevdin tüsin cisen uksas sayla! Evet, bu iki kavim Adem-i sânînin de, Adem-i evvelin de
Birevdin: Birisinin. Tüsin: Yağını k oyununun düşünü. Cisen:
babası olan tarih-i kadîmin iki ikiz oğullarıdır. Öyle iki
Yer isen. Uksas sayla: O na benzeyeni hazırla.
ikiz oğulları ki daima birbirine mütekabil tesir ederek, bi­
ri diğerinde derin izler bırakarak yaşamışlardır. Bizim
Eşikten orın tapsan törge üzbe!
Eşikten: Kapı ö n ünden , kapı yanından, Orın: Mahal, mekân,
zannımıza göre Turanîlerin İranîlere tesiri daima fiilî ve
yer. Tapsan: Bulur isen, Törge: Yukarıya, evin yukarı haricî bir şekilde, siyasî ve askerî bir sûrette; İranîlerin
köşesine. Üzbe: Geçme. Turanîlere tesiri ise bilâkis nazariyatta, enfüsî ve derunî
şeylerde vukûa gelmiştir. Meselâ dinî mevzular üzerinde
Köptin balaganı, Kudaydın kalaganı. Türkler, İranîlerden pek çok müteessir olmuşlardır^).
Köptin: Ekseriyetin, Balaganı: Baladığı, lâyık gördüğü. Kala- Pek eski zamanlarda vuku bulmaya başlayan bu tesir, bu­
gani: Kaladığı (banladığı), istediği, gün bile hitama ermemiştir. Meselâ menşe itibariyle he­
men hepsi İran seciye ve an’anesine, Acem medeniyeti­
Cayavdın şanı şıkbas
ne müstenid olan mezâhib-i kelâmiye, Türklük âlemine
Calgızdın üni şikbas.
bazı mühim tesirler icra etmiş ve Türk dünyası tesirler­
Cayavdın: Yayanın, Şanı: Tüzü, Çıkbas: Çıkmaz. Çalgızdın:
den bugün bile kurtulamamıştır. Meselâ ["Türk Yur-
Yalnızın. Üni: Ö nü, sesi, sadası.
du"nun gelecek sayılarından birisinde ayrı bir makale ile
Anasını körde kızını al! göstermeye çalışacağımız veçhile] yine menşe itibariyle

( ü Yazan Hüseyin Daniş. Üç kısım. Birinci kısım 138 sayfa olup sarf ve nahiv kaideleri; ikinci kısım 60 sayfadan ibaret olup bu kaidelerin tat­
bikatını, 337 sa)Tadan müteşekkil olan üçüncü kısım ise otuz kadar şairin iyi seçilmiş şiirlerini muhtevidir, Matbaa-i Âmire’de basılmıştır,

G) Bu hususta mufassalca malûmat almak için “Millî Tetebbular Mecmuası”mn birinci sayısında Fransız ulemâ-yı müsteşrikîninden Blochet’den
tercüme olunan “Mazdeizim ve Türkler” makalesine bakılırsa hayli müfid şeyler öğrenilir.
Sayı 120 TÜRK YURDU 237

İran'a çok alâkadar olan "tasavvuf Türk âleminde öyle Şunu da ilâve edelim ki hararetli bir İran milliyetçisi
derin izler bırakmıştır ki bazı köşelerinde Türk'ün asıl se­ olan muhterem müellifin, dindaşı olmakla beraber, dil ve
ciyesini bile değiştirmiştir, yumuşatmıştır. Türklük haya­ ırk cihetince ayrı bir kavim arasında, İranîleri tanıtmaya
ta, varlığa karşı olan hâkim, mütehakkim ve amelî bakışı­ bu kadar muttarid çalışması üç dört yıl içinde mükemmel
nı başka bir istikamete tevcih etmiştir, Tasavvuf Türk’ün bir külliyat meydana koyması, Türk gençleri için cidden
beşinci asr-ı Hicriden sonraki bütün Osmanlı edebiyâtma şâyân-ı ibret ve gıptadır.
-tâ.... Ziya Paşalara, Nacilere kadar şiddet ve kat’iyyetle Z .N .
nüfûz etmiştir. Bu nüfûz, bugün tekkelere kaçmak sûre-
tiyle, geniş hayattan biraz çekilmişse de, büsbütün zeval
bulmamıştır.
TÜRKLÜK ŞÜÜNÜ
Hayat-ı hâzıramızın menşelerini iyi anlamak için Fari­ K ırgız v e K afkas T ü rk le ri v e A sk erlik .- "Türk
sî lisan, edebiyat ve medeniyetinin Türkler tarafından iyi Yurdu"nun bir kaç defa bahsetmiş olduğu bu meseleye
bilinmesi lüzumuna binaendir ki şimdiye kadar birkaç dair, "Tasvîr-i Efkâr" refikimiz şu haberleri veriyor:
defa Farisî taallümüne yarayan eserlerden bahsolundu
"Rusya hükümeti tarafından hizmet-i mecburiye-i as-
idi. Bugün de aynı sevâik tesiriyle "Talim-i Lisan-ı Farisî"
keriyenin Kafkasya ve Türkistan Müslümanlarına da teş­
tavsiye olunuyor, Fars edebiyat ve tarihini öğrenmenin
mil edilmek istenilmesi üzerine mezkûr havalideki ahali­
lüzumu ileri sürülüyor.
nin isyan ettiklerini ve bunun üzerine General Kuropat-
Bizim babalarımız, Asya'nın bütün geniş yaylalarında kin’in Türkistan'a vali tayin edildiğini yazmıştık. Bu bab-
yaylamış, bozkırlarında at oynatmış, şarkın mukadderatı ta o havalide münteşir Türkçe gazetelerin Rus sansürü­
üzerinde kılıç ve güç denemiş bir kavim olduklarından, nün müsaadesi nispetinde verdikleri malûmatı bervech-i
Türk tarihi zaten bir Şark ve Asya tarihi demektir. Bizim
âtî derceyliyoruz:
için Şark'ın, Asya'nın inkılâp ve tahavvülât-ı tarihiyesi, Av­
Bakü'de çıkan "Açık Söz" gazetesinde görülmüştür.
rupa ihtilâli tarihlerinden daha mühimdir. İşte bunun
içindir ki, biz gençlerimize Garp dilleri kadar Arap ve Fa­ Kırgızların hizmet-i mecburiye-i askeriyeye tâbi tu­
risî lisanlarını da iyi öğretmek, kendi lisanlarına tahak­ tulması hakkındaki emirnâme-i çarî üzerine vukûa gelen
küm ettirmemek şartıyla mükemmel, pek mükemmel ahval hakkında Moskova’da çıkan "Söz" gazetesinden ik-
bildirmek taraftarıyız. Bu iki lisanda yalnız kendi ataları­ tibasen 9 Ağustos tarihli nüshamızda tafsilât vermiş idik.
mızın, kendi geçmiş âlim, müverrih, riyazî, hukuk-şinâs Fakat işbu tafsilât sansür tarafından tay edildiğinden yeri
[fakih], filozof [mantıkî, mütekellim ve sûfî], edip ve şa­ boş kalmış idi. Yalnız aynı bendi "Yeni İkbâl" gazetesinin
irlerimizin eserleri de pek zengin bir kütüphane teşkil 10 Ağustos tarihli nüshasında gördüğümüzden sansürce
edebilecek kadar çoktur. müsaade olunur ümidiyle ikinci defa tertip ve neşreyliyo-
ruz:
Bu makalemize serlevha edinerek tavsiye ettiğimiz
"Talim-i Lisan-ı Farisî", bundan üç dört yıl evvel kütüpha­ "Rus ve Kırgız lisanlarıyla neşr olunan emirnâme-i ça-
ne-! irfanımıza İran edebiyatı tarihi üzerine gerçekten rîyi okuyan, işiten her Kırgız hayretler içinde kalmış ve
mühim bir eser olan "Ser-âmedân-ı Sahn"ı hediye eden bunun neticesinde büyük kargaşalar husûle gelmiştir.
Osmanlı Darülfünûnu müderrislerinden Hüseyin Dâniş Kırgızlar üzerinde bu haberin ne büyük ve ne fena tesir­
Beyefendinindir. ler ika ettiğini anlatmak için âtideki tafsilâtı itâ ediyoruz:
Ferman-ı çarînin neşrini müteâkip yeni vaziyet karşısında
Sultânî mekteplerinin sekiz, dokuz ve onuncu sınıf­
nasıl hareket edileceğini kararlaştırmak üzere Çobar
ları için diye hazırlanan, ciddiyet ve dikkatle okunulduğu
Ağaç’ta büyük bir miting akd olundu.
sûrette mükemmel Farisî öğrenmeye bihakkın yarayacak
olan bu kitap "Maarif-i Umûmiye Nezareti Telif ve Tercü­ Müzakerât ve münakaşât esnasında mutasarrıf maiy-
me Şubesi"nin 31. eserini teşkil etmektedir. Müellif Fazıl yetinde yetmiş Rus süvarisi olduğu hâlde mahall-i içtimaa
Beyin bu babdaki vukûf ve ihtisasları, kitabı uzun uzadı­ gelerek Çar'ın emirnâmesini alenen kıraat etti. Bunun
ya takrîz etmekten bizi müstağni kılmıştır. üzerine azim gürültüler vukûa geldi.
238 TÜRK YURDU Sayı 120

Göknirek cihetinde ise hükümet at mübayaası için "Kazak" gazetesinde okunduğuna göre, Kırgızlar'ın
Kırgızları davet etmiştir. Davete külli miktarda Kırgız ica­ mükellefiyet-i askeriyeye tâbi tutulacakları haberi üzeri­
bet ederek pek çok at getirilmiştir, Fakat Ruslar her at ne Ejderhan vilâyetinin muhtelif şehirlerinde de miting­
başına fazla olarak birer eyer takımı ve bir de adam iste­ ler akd olunmuştur. Bunun üzerine Ejderhan valisi han
yince Kırgızlar: "Biz at vermeye geldik, adam vermeye istafkasına gidip muvakkat bir meclis akd etmiştir, İşbu
değil" diyerek çekilip gitmişlerdir, meclise sâbık duma azasından Baht Kerey Mirza Gılman
"Ayagöz" cihetindeki Kırgızlar da aynı sûretle ayak­ oğlu dahi iştirâk eyleyerek Kırgızlar'ın metâlibini valiye

lanmışlar. anlatmıştır.

Simi Kazaklarına daha şiddetli muamele yapıldığı ri­ Validen kat’î bir cevaba nâil olamayan Kırgızlar, mak­

vayet edilmektedir," satlarının temin-i husûlü için Petersburg’a bir murahhas


göndermişlerdir,"
Yukarıki haberleri verdikten sonra "Söz" muharriri
bütün Kazakların fikirlerini hülâsa ederek diyor ki: "Al­ K afkasyalIlar D a y a n a m ıy o rla r.- Son zamanlarda

lah’ın bendeleri, Peygamberin ümmeti olan bizler gidip Reşt’te binlerce Kafkas muhacirini toplanmışlar, mahallî

harp meydanlarında ölmekten ise burada terk-i hayatı iskân-ı muhacirin komisyonu Kafkasya komisyonuna

evleviyetle tercih ederiz. Ya burada ölürüz, veyahut Çin'e müracaatla pek perişan bulunan muhacirine tevzi edil­

kadar gideriz," mek üzere un, şeker ve saire gönderilmesini talep eyle­
mişlerdir.

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


Ips»- Is ^ ^
m m ^ ^

T(Ikk M m \i
Türelerin Vâiâesvn<^ C a U s ir •"w “
S.

YIL: 4 SAYI: 121 (27 Teşrinievvel 1332-9 Kasım 1916)

û d e ^ ^ 6^ et e ^ c ^ ç c 4^ et ^

Edebiyat: Bana Kevser Sunana / M eh m ed E m in

ykfzYs/^/ Gecesi / Y u su f Ziya

Kahramanlar Yurdu / S ü ley m a n Sam i

Terbiye-i Bediiye(l) / İb rah im A laaddin

Müttefiklerimizin Düşündükleri: Türkiye ve Arabistan / R.M. Fuad

Mektuplar ve Cevaplarımız! (Ayın)

Arw2r //e c e Vezinleri Hakkında / Y.Z.

Türklük Şuûnu: Sevgili H akanım ızın Şiiri-Paris ve Berlin

Muahedenâmelerinin Fesih ve İlgası-Türkistan’da Askerlik /


Sayı 121 TÜRK YURDU 241
®©

Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

EDEBİYAT

Kars heykeline karşı: 2 Sevdalı bir gönül gibi inlerdi!


BANA KEVSER SUNANA Pınar perileri dalgın dinlerdi

Sahil boyunda bir baştan bir başa...


Ey yoluma bir melek gibi çıkan güzel peri!
Göl kuşlan birer yosunlu taşa
Senin eski Orhunlar şarabı var gözlerinde.
Gür saçların o Tanrı Dağları'nın geceleri Konmuşlar kanatlı bir matem gibi...
Musikiyle sarhoş sükûnun kalbi..'
Siyah giymiş bakire nağmesi var sözlerinde.
Musiki, musiki!. Ey ruh lisanı.
Yerin, göğün mukaddes alevleri bütün sende; Ey dehanın aşka büyük ihsânı!

Yaktı bende bozkurtlar ateşini parmakların. Bu gece ömrümün en hoş demidir.


Bozkırların o baygın çiçekleri her busende, Bu sesler acaba göklerde midir?
Sundu bana tomrisler sevdasını dudakların. Sevgilim, mızrabı artık bırak da.
Bir lahza şu solgun çehreme bak da
Masallarda duyduğum bir padişah kızısın sen; Gör, nasıl yanıyor kalbimde mehtâb!
Ben zülfünün teline gönlü bağlı bir kulunum; Gözlerimde doğan hayaline tap!..
Sen istersen dünyanın kahramanı ben olurum.
Beylerbeyi 25 Temmuz 1332

Yusuf Ziya
Ankalarla uçarım, Kaf dağları üzerinden;
Parçalarım, cinlerin tılsımlı taşlarını,
Getiririm, devlerin sana kesik başlarını!..

Mehmed Emin KAHRAMANLAR YURDU

Dün gece, tramvay çanlarından ürkmüş adımlarımla


kaldırımlar üzerinde yürürken bütün kalbimi ısıtan sıcak
m usiki g ec esi bir dost sesiyle uyandım, baktım:

Bir gece seninle yalnız kalmıştık. Göğsünde kırmızı kurdelası, başında kalpağı, elinde
Sularda jâirüyen aya dalmıştık. bastonuyla "Sadık" idi. Birden şaşırdım ve onu kollarımın
Solgun bir gül gibi titreyen elin arasında sıkmak için bir az tereddüt ettim, esmer ve zayıf
Tellerde gezdikçe, küçük mandolin yüzündeki iri gözleri ve bembeyaz gülümseyen dişleriyle
242 TÜRK YURDU Sayı 121

bu çehre, beni biraz ürpertti. Birden aramızdaki bu şaş­ ni dikkatle okuyacak olursanız, ne kadar mesut ve müs­
kın sükûnu bozarak: terih bir hayatın güneşlerine tesadüf edeceksiniz.

-Ya!... İşte böyle, dedi. O, Kafkas cephesinden gelmiş... Milletimin sönmez


bir aşk ile ruhunda yaşattığı büyük mefkûreler uğrunda
Şimdi dudaklarım onun çökük yanaklarında gezer­
kanını veren bu kahramanı, gönlümde kopan minnettar
ken kuvvetsiz eliyle beni göğsünde sıkıyordu.
bir hürmetle selâmlarken, şimdi oradaki levhalardan zi­
Artık bu gece, bu aziz ve eski dostun sayesinde her
yade mevhum bir âlemin ufuklarını gören nazarlarımın
günkü yeknesak hayatımdan kurtulmuştum. Kendimi ta­
önünden bir kafile geçiyordu:
mamen onun adımlarıma teslim etmiş gidiyordum.
Saçlarının kınaları ağarmış analar; bir zafer ve
Nihayet önünde nöbetçi bekleyen büyük bir kapıdan
selâmet duasıyla titrek, ak sakallarından yaşlar dökülen
içeri girdik. Burası genişçe bir bahçe idi. Göklere doğru
babalar; genç gönüllerinde aşkın hicranını gözyaşlarıyla
yükselen ağaçların neftilikleri arasından yıldızlar, masum
bağlamaya çalışan zevceler, nişanlılar; bir elimizle aldığı­
birer göz yaşı gibi titriyor, yorgun bir tavırla yürüyen
mız büyük, hayat verici zafer çelengini diğer elimizle
mehtap, dalların yeşil saçaklarını gümüşlüyordu. Arkada­
kendilerine emanet edeceğimiz masum bakışlı yavrular!..
şım, mukaddes bir şey söyler gibi dedi:
Ben uhrevî bir sükûn içinde bu levhayı seyrederken,
-İşte bizim yurdumuz!..
Sadık'm mahçup sesi rüyamı dağıttı:
Burası "Yaralı zâbitân" yurdu idi. Elektrik ziyalarıyla
-Artık vakit epey oldu... Yatsak değil mi?..
yıkanan geniş bir merdivenden çıkıp da büyük ve zarif sa­
Gözlerim, samimiyet ve saadetten neşeli, başım ve
londan içeri girdiğim zaman anladım ki bu yuva hayalî bir
kalbim hummalı ayağa kalkarken, manasını pek iyi ku-
bakışla görülebilen melekler âleminden bile ulvî!..
caklayamadığım çok sıcak ve çok samimî bir dua dudak­
Kimi boynunda asılı kolu, kimi elinde değneği ile dü­
larımdan yükseliyordu!..
şüncemin ufuklarında binlerce kahramanlık levhası yara­
S ü le y m a n S a m i
tan bu çehrelerde ne nihayet bulmaz ve sıcak bir samimi­
yet vardı. Nerede ve nasıl vurulduklarını sorduğumuz za­
man Öyle utangan ve solgun bir sesle cevap veriyorlar ki
ürpermeden dinlemek mümkün olmuyordu. Efsane sa­
T A L ÎM U E T E R B İY E
nılacak kadar yüksek kahramanlıkları öyle basit bir şekil­
de söylüyorlardı ki, insan dinlerken biraz sarhoşlanıyor- TERBİYE-İ BEDİYE
du. 1
Gözlerimle hepsinin gözlerine girdim ve düşündüm... Bediiyât’tan ziyade Terbiye nokta-i nazarından tetkik
Ya Rabbi, onlar ne derin ve hudutsuz birer cihandı! etmek istediğimiz terbiye-i bediiye (Education esthet-
İşte şurada salonun biraz gölgelice bir köşesinde sol­ ique) meselesine mukaddime olmak üzere evvelemirde
gun ve düşünceli bir genç... Kendisi Çanakkale'de kolun­ şu ciheti mütalâa edelim ki acaba bediî ihtiyaç, hüsn ve
dan vurulmuş! sanata karşı incizâb nerede çıkıyor? Ve ne gibi sevâik ha­
yat için vehleten bî-lüzum görülen bu faaliyete insanları
Çanakkale... Bu, bende ne gurur verici hatıralar
mecbur ediyor?
uyandırıyor. Onun efsaneler anlatan köpüklü dalgalan,
ufuklara karşı fahr ile gülümseyen yüksek ve İlâhî tepele­ Alman psikoloğu Öbeninghaus’a göre sanat insanla­
ri en küçüğü bile başlı başına büyük ve azametkâr bir rın istidlâl ve basiretlerinden ve bu basiretin intaç ettiği
destan olan ne kadar çok kahramanlıklara şahit olmuştu! uygunsuzluktan tevellüd etme bir ihtiyaçtır. Bu fikri biraz
tavzih etmek lâzım:
Sonra birden gözlerim, uzun bir masanın başında
oturan, cıgarasının dumanlarından halkalar yapan, bakış­ Garizî tezahürat gibi bütün ruhî faaliyeüerde gaye
ları donukça bir yüzbaşıya ilişti. Biraz buruşmuş çehresi­ olarak ferdin veya nev’in tahaffuz ve bekasına (Conserva-
tion) hadimdir. Muhafaza-i nefs, endişe-i tahaffuz ve be­
Sayı 121 TÜRK YURDU 243

ka tekmil zevi'l-ervâhın mana-yı mücadelesini bize icmal Z a va llı ö m r-i beşer d o y m a z; öyle b ir k u y u d u r
eder. Bu endişenin taht-ı tesirinde inkişâf ve ittisâ eden Ki b o şlu k o n d a b ü tü n g ü n m ü c e d d e d e n başlar.
melekât-ı ruhiye hâl-i hâzırın nef ve bekasını temine gay­
İhtimal ki nâdirâttan olmak üzere hâlinden tamamen
retle kifayet edemeyip uzak veya meçhul alâkalarla da
memnun olup fazlasını istemeyenler, başka birşey bekle­
meşgul oluyor ki o zaman aldığı şekil basiret (Previsi-
meyenler de vardır. Hâlbuki bu itminân-ı ruhî bir nok­
on)tir. Bize tecessüs ve taharri hissini veren, ilim ve fen
sandan zuhur etmiş değilse ümit ve intizar olunan bir ha­
gibi azîm semereler doğuran hep bu basiret hassasıdır.
yalin ademi de hayat için vesile-i meraret oluyor.
Fakat bizim için basiret maalesef daima mesut neti­
Hülâsa gerek elde edilemeyecek daimî gayelerin vü­
celer veren bir hassa değil, saadetine gıpta ettiğimiz bir
cudu, gerek bazı insanlarda olduğu gibi hayatı boş ve he­
çocuk aczinden bî-haber olduğu için, anlamak, bilmek,
yecansız bir hâle getiren gayesizlik bize daimî bir telhî ve
muktedir olmak endişesiyle çırpınan ve bütün kabiliyet
ezâ verir.
ve kudretlerinin mahdut olduğunu bilen bir insandan
Endişe-i tahaffuzun diğer bir silsile-i mehâziri de İçti­
memnuniyet itibariyle elbette çok farklıdır. Beşerin bü­
maî olup cemiyet içinde tabiatiyle hâsıl olan sunuf ve ak-
tün aczini, hayatın tekmil tehlikeleriyle gayr-i mer'î musi­
sâm arasında sûret-i daimede muhtemelü'l-husûl bulu­
betlerini ve nihayet ölümün çaresizliğini bilmek basiret
nan her nevi uygunsuzluktur.
hassamızın acı bir neticesi değil midir? [Rousseau] "basi­
ret" diyor. İşte bütün sefaletlerimizin hakikî menbaı. Fil­ Bütün bu sebeplerin tesiriyle sıklet-i âlemin efkârye
vaki toprağın altındaki ölüleri görecek derecede nâfi- maneviyat-ı beşeri eziyor görünmesine Ömer Hayyam,
zü'n-nazar olursak artık çiçeklere bakamıyoruz. Ruhî-i Bağdâdî, Hâmid, Fikret ilh. gibi Şarkta, Schopper-
hauer, Nietzsche, Spinoza, Rousseau, Spencer, Hugo,
Endişe-i tahaffuzun tevlîd ettiği uygunsuzluk yalnız
Prodhon ilh. gibi garpta efkâr-ı umûmiye-i insaniyeti cem
bu basiret hassasında değil, o endişenin izhar ettiği ef âl-
ve massedip bize tebliğ eden hükemâ ve üdebânın yazı­
de dahi görünür. Nitekim tecemmül ve tezeyyün muha-
larında daima tesadüf etmez miyiz?
faza-i hayat için doğrudan doğruya alâkadar görünme­
mekle beraber tamamen o seviye-i ehemmiyete yüksel­ İşte tahaffuz için yaptığımız mücadelenin bize temin
miştir. Diğer cinsi tarafından şâyân-ı tercih görünmek ettiği fevâid ve inâm ile birlikte husûle getirdiği lâba'd
düşmanlarımıza mucib-i heybet olmak esasından başla­ mahzurlar da var ki bunları tamamen değilse de hiç ol­
yan renk ve ziynet ibtilâsı ve faaliyetlerimizin menşe-i mazsa kısmen tadil ve telâfi edecek birtakım avâmil de
esasisi olan açlık ve aşka tabiî dolayısıyla cevap olan hâdi­ mevcuttur.
sedir. Ve bu hâdise tekemmül ede ede menşeini kaybet­ Öbeninghaus bu avâmili herbiri mahzurların nevi iti­
miş bir hâle giriyor. Bilfarz müdafaa için elzem olmadığı bariyle toplandığı mecmualara tekabül etmek üzere- üç
hâlde bile ibtidaî insanlar âlât-ı harbiyelerine bir şekil ve esasa irca ediyor: Din, sanat, ahlâkiyet.
ziynet vermeyi ihtiyaç sayıyorlar.
Burada ne din ve ahlâkiyetin menşelerini tetkik, ne
Zekâ-yı beşer ittisâ ettikçe tahaffuza matuf olan e f âl de sanatın psikolojisini tamîk edecek değiliz. Maamafih
tebdil veya tezyin-i şekl etmekle kalmayıp diğer birtakım sanatın menâbii hakkındaki nazariyeleri telhis etmek fay­
mehazirin de tevlidine sebep oluyor. İşte bu cümleden dadan hâlî olmayacaktır zannederiz.:
olmak üzere insan hayal-i nailiyeti bile meserret-bahş
Tetkikat-ı ruhiye ile uğraşanlar sanatın başlıca iki
olan maksatlarına erdikçe bunları tabiî bulmaya başlaya­
menbaı olduğunu söylüyorlar ki onlar da tahaffuzun bir
rak daima ilerisini istiyor. Arzu ettiği bir kazancı temin
mevlûd-ı ruhîsi olan din ile mücadele-i hayat istihzarât ve
eden bir tacir daha fazlasını kazanmaktan tahayyül ettiği
temrinâtı olan oyundur.
mevki-i İçtimaîyi bulan bir adam daha yükseği için çalış­
maktan fariğ olamıyor. Menbaın din olduğu nazariyesine göre deniliyor ki
akvâm-ı ibtidaiye te’lîh ettikleri eşya ve hayvanatı tasvîr
Victor Hugo "Kızıma" serlevhalı bir şiirinde bu hırs-ı
ve terennüm ederlerdi. Bidayeten bu tasvir ve terennüm
daimîyi ne güzel ifade etmiştir ki, Türkçeye şu suretle
yalnız ruhî bir itminân hâsıl ederken bilâhare menbaın-
nakledilebilir:
244 TÜRK YURDU Sayı 121

dan uzaklaştı ve tevlîd ettiği hüsn müstakil kaldı, yani bir fünûn her devirde ihmal ve istihfaf edilmiştir. İrfan men-
heyecan-ı bediî hâline girdi, balarımız şarka münhasır bulunduğu zamanlar kavâid-i

Kezâlik menbaın 0)oın olduğu nazariyesine göre şu belâgatten ve bazı nazariyat ve hikemiyâttan yani tama­

fikirler yürütülüyor ki tahaffuza ve mücadeleye matuf bir men mücerredâttan ibaret üç, beş kitap okuyanları ik-
hazırlık ve temrin olan hareket ve faaliyetler bilfarz raksta mâl-i nüsah etmiş farz ederler ve ulemâ sınıfı hayat bilgi­
olduğu gibi vezn ve ahengin yardımıyla müştereklerini lerinden müstesna ve jYiksek addeylerlerdi.
telzize başladı ve bilâhare menba kaybolarak hazz-ı bediî Garptan müstefid olduğumuz zaman ise bu esas he­
müstakil kaldı. men hiç değişmemiş, yalnız tebdil-i şekil eylemişti. Yine
Bu bâhisler pek ziyade tatvile muhtaçtır, Sanatın her erbab-ı tenevvür yalnız nazariyatçı kalıyor, ancak nazari-
fert için bir ihtiyaç olduğunu anlatmak üzere ihtiyar edi­ yelerinin çeşnisi değişmiş bulunuyordu. Bugün gençleri­

len bu mukaddimeyi Anatol Franz’ın şu fikirleriyle bitire­ mizin azîm bir ekseriyeti hiçbir kıymet-i fiiliye ve tatbiki-

lim: "Başlı başına hayatı taltif eden bir şey olduğu için sa­ yesi bulunmayan edebî ve yarım bilgileri daima iflasa
mahkûm bir sermaye hâlinde taşıyıp duruyorlar. Bilhassa
nat herkese ait olmalıdır. Çünkü her şeyde sanat vardır
muhit-i umûmî kıymet-i irfan hakkında bir miyar (Crite-
ve her fert onu ibdâ eder. Güzellik karşısında sanatkâr ile
riıım) tayin edemediği için "Dün mektebe varan bugün
hırfetkâr müsavî olup sanayi-i nefise ile sınaî sanatlar (Les
üstad oluyor". Kendinden evvelkilere hücum ile sivril­
arts industriels) iftirak etmezler. Sanat bütün bazların
mek tarîki hiçbir kitap açmayan erbab-ı marifet yetiştir­
menbaı, tekmil fezâilin çiçeği ve varlığın -kendi hesabıma
mektedir. Fakat biz mevzuun istikametini tahvil etme­
hayat-ı beşer için bir türlü keşfedemediğim- manasıdır."
mek için bu istitradı uzatmayalım.
Sanatın hayat için bu derecede mühim ve gayr-ı kâ-
İşte böyle İlmî muhitlerin icap ettirdiği terbiye-i
bil-i ihmal olduğuna delil getirirken hemen şunu da ilâve
bediiyede hayata nazaran tabiî pek kıymetsiz semereler
edelim ki bu satırlarda terbiye-i bediiye bütün alâik-i ha­
verebilirdi ki bundan dolayı bediîlik umûmîleşmemiş,
yattan âri, mahzâ zevk ve ziynet kabilinden olarak kabul
hayatın her türlü tezahüratına girmemiş, fertlerde âdet
ve terviç edilecek değildir. Çünkü şe'niyet ve maddiyete olarak yerleşmemiş bulunuyor.
bigâne nesillerin yetişmesine sebep olan usûller tecrübe
Fikren ilerlemiş ve belki incelmiş adamlar görürsü­
edilmiş ve asırlardan beri birçok cemiyetler onların neta-
nüz ki zevken pek ziyade yontulmaya muhtaçtır. Nük-
yic-i se^Yİesini çekmiştir. Nitekim Spencer "Değeri en
te-şinâs ve meclis-ârâ gibi maruf vasıflara bihakkın lâyık
fazla olan hangi bilgidir" unvanlı makalesinde müze^^e-
zevata tesadüf edilir ki zarafetleri ancak elfâz ve kelimâta
nât ve zevâhirin bidayet-i insaniyetten beri elbise ve ha-
münhasır kalıp yaşayışlarına, âdetlerine şamil olmuş de­
vâyice takaddüm ettiğini ve âlem-i maddîde görülen bu
ğildir, Evleri, hususiyet-i hayatları, semere-i sa'yleri zevk-i
hâlin âlem-i zihnîde de böyle olduğunu, meselâ eski Yu­
selime, intizama, güzelliğe, bediîliğe yabancıdır. İyi yetiş­
nan mekâtibinde başlıca musiki, şiir ve belâgat ile efâl-i
miş farz ettiklerimizde bile bediiyet itibariyle kıymetin bu
beşer üzerinde tesiri pek az' olan kısma münhasır bulun­
derecede noksanı, hele kitle-i halkta her nevi zevk-i seli­
mak şartıyla felsefe dersleri tedris olunup sınaî sanatlara min fıkdanı bizde terbiye-i bediiyenin anlaşılmamış ve
kâbil-i tatbik bilgilerin pek aşağı derekede telâkki edildi­ hiçbir zaman tamimine çalışılmamış olduğuna delildir.
ğini söylüyor ve bu hâlin Avrupa clârülfünûnlarıyla lisele­
Zevkin ve bediiliğin terbiyesi hususundaki vesâiti tef­
rinde ve salon terbiyesinin bilhassa kadınlara ait olan kıs­
rik ve tamîke başlamadan evvel istihdaf edilen gayeyi ten­
mında hâlâ devamını tenkit ediyor.
vir etmek daha münasip olur ki ikinci makalemiz buna
Spencer’ın Avrupa âlem-i fikrîsine ait olan tenkidâtı ait bulunacaktır.
bize de hatta fazlasıyla kabil-i tatbiktir zannederim. Mev-
İb ra h im A la a d d in
ki-i itibarda bulunan bilgilerimiz yaşayıştaki ihtiyaçlarımı­
za daima uzak ve yabancı kalmış, maddî ve tatbikî olan
Sayı 121 TÜRK YURDU 245

MÜTTEFİKLERİMİZİN dar idhalâf'tan bâhistir. Maskat'ın ehemmiyeti bittabi bu


DÜŞÜNDÜKLERİ esliha ticaretinden ibaret değildir. Bu şehir, önünde bu­
“TÜRKİYE VE ARABİSTAN” lunan bir ada ile muhafazalı ve iyi bir limana mâliktir. Bu­
rası birinci derecede bir "Üss-i bahrî" olmak istidadını
Başı y ıl5, cilt 11, sayı j ’tedir.
bütün şerâitiyle hâizdir, Fransa buraya müdahale etmek­
Sekizinci bab, Şeyh Said'in coğrafya-yı tarihî, sev-
ten vazgeçirilebilirse lâzım gelen kömür depolarını bina
külceyşî ehemmiyeti, Fransızların buraya nasıl ayak basıp ve tahkimatı inşa etmek de kabil olur. Maskat limanının
iddia-yı hukuk eyledikleri ve Cihan Harbi’ne değin geçen Basra Körfezi'ne sevkülceyşî nispet ve ehemmiyeti
maceralar bu sayfalarda kısaca tasvir ve Devlet-i Osmani­ Aden’in Bahr-i Ahmer'e nazaran nispet ve ehemmiyeti­
ye'ye karşı vaki muhtelif kıyamlarda gâh Fransa, gâh İtal­ nin aynıdır. Yani evvelce söylendiği veçhile Maskat, Bas­
ya ve gâh İngiltere'nin asilere nasıl bol bol silâh gönder­ ra Körfezi'nin anahtarıdır. Bundan dolayı İngilizler bura­
dikleri ve cephane yetiştirdikleri zikir ve sibat ediliyor. ya da sahip çıkıyorlar. Müellif, İngilizlerin karşı yakada,
Bâbın sonunda Şeyh Said'in sevkülceyşî ehemmiyeti tek­ yani Aceınistan'da, nerelerde yer tutmuş ve nereleri kab­
rar mevzubahis kılınarak hududun behemehal tashihi lü­ lo istasyonu yapmış olduklarını irae ettikten sonra Mas-
zumunda ısrar olunuyor, kat'ı büsbütün istimlâk etmek istediklerini Ford "Cur-
Dokuzuncu bab, İngiltere'nin cenubî Arabistan'daki zon"un mektuplarından alınan bir vesika ile meydana ko­
müstemlekâtı, yani Aden'e tarihî bir nazar-ı ric’î, Perim yuyor ve "Bir ticaret yolunun serbestîsi olmadıktan son­
adasının ve mezkûr limanın İngilizler eline geçm esi, ra boğulması düşmanın keyf ve merhametine bağlıdır"
müstemlekenin tevsi ve tahkimi, İngiltere'nin burada si­ diyor. "Binaenaleyh Basra Körfezi'nin serbestisi Bağdat
yasî niyeti, yapmak istediği dahilî Arabistan şimendiferi, Hattı için bir mesele-i hayatiyedir. Bahr-ı Alımer'de oldu­
Aden limanını derinleştirmek gibi siyasî ve istimarî proje­ ğu gibi burada da açık denize selâmetçe çıkmak müm­

leri muhtevidir. kün olmadığından bu amelsiz hâlin refi gerek bizim, ge­
rek başka devletlerin menfaati muktezasmdan olduğu
Onuncu bab, Maskat ve Umman'dan bahis ve pek
için herhâlde buna bir çare bulunmalıdır" sözleriyle bu
uzundur. Daha uzak bir maziye ait tarihî kısım geçilince
babdaki itikadını hülâsa etmiş oluyor. Bu çareyi müellif
Fransa ile İngiltere'nin rekabeti burada dikkat ve merakı
açıktan açığa söylemiyorsa da ne kusur ettiğini büsbütün
celbeden bir saha arz eder. Basra Körfezi bir kaç nokta-i
gizlemiyor,.
nazardan mühimdir: Maskat veya Umman ise bunun
anahtarı demektir. Hatta Rusya'da bile Basra Körfezi'ne Onbirinci bab, Bahreyn adalarından bâhistir. Bah­
inmek arzusu görülüyor. Öyle bir arzu ki yalnız kuwede reyn'in gayet mühim ve belki dünyanın en mühim inci
kalmayıp Bender Abbas'a inecek şimendifer hattı imtiya­ saye! ve ticaret mahalli olduğuna dair izahat verildikten
zının alınması ve Maskat'ta konsoloshâne açılması, 0de- sonra İngiltere'nin bu adalar üzerindeki hukuk-ı Osmani­
sa-Bender Buşir vapur hattının tesisi gibi gittikçe maddî ye'yi öteden beri inkâr edegeldiğini ve hatta buraları
bir şekil almaya başlamıştır. Vâkıa Ingiltere velev muvak­ 1893'te kendi himayeti altına aldığını H ükûm et-i Osma­
katen olsun bu rakiplerinden kurtuluyor; ama yine bir niye'ye resm en ilân eylediği naklediliyor,
gün Rusya'nın yüz buz tutmayan bir limana mâlik olmak On üçüncü bab, Irak'a aittir. Burada Bağdat şimendi­
hevesiyle o taraflara doğru sarkıntılık yapmak istemeye­ feri, Kuveyt m eselesi, irva ve iskâ ameliyesi. Şat ve Fırat'ın
ceği meşkûk görülüyor, İngiltere Maskat'ta büMicek nü- vapur işler bir hâle ifrağı ve vapur işletmek hakkı ve im­
fûz kazanarak kendisi için pek mühim olan esliha ticare­ tiyazı, M endeli ve M uham m ere gaz menbaları gibi pek
tini kontrol altına alıyor. Bununla hem bir gaileden kur­ mühim bahisler bu sayfalar içine sıkışmıştır. Her bir işte
tulmuş oluyor, hem de eline müessir bir vasıta geçiyor: İngiltere'nin kıskanç rekabeti, hatta mümanaatı ve gasp
Afganistan'a girecek veya başka düşm anları d onatabile­ arzusu az çok şiddetle m ahsustur, Tarihî kısa bir nazar-ı
cek silâhlar ne kadar kendisine ziyanlı ise, Devlet-i Osma­ ric’îden sonra siyasî ve İktisadî nukattan muhakeme edi­
niye'ye karşı mesele çıkarmak üzere isyana teşvik ettiği len m ezkûr mesâili ayrı ayrı burada gözden geçirmeye
şakileri teslih etmeye yarayan silâhlar da o kadar müfid- yer m üsait değildir. Müellifin kısaca fikri şudur: Basra
dir! Meselâ 1912-1913 senesi evrakı m eyanında İngiliz Körfezi ticarete serbest kalmalıdır. Bunun için İngilte­
konsolosunun bir raporu "Maskat Sultanına i'jüyük mik-
246 TÜRK YURDU Sayı 121

re'nin mezkûr körfezdeki nüfûzu, hiç değilse mutlakiyet da kuvvetimizin tedenni olduğu itikadını vermeye kifayet
ile hâkimiyeti kırılmalıdır. Ve İngiltere'nin Umman'da tü­ eder ve bizim kazanmış olduğumuz riayet derhal azalır".
kenmek bilmeyen müdahalâtına ve zorla büründüğü hi- On dördüncü ve sonuncu bâb, harbin başlangıcında
mayet ve imtiyaz iddialarına muvaffakiyetle mukabele Devlet-i Osmaniye'ni Arabistan’da ve Irak’taki hâl ve vazi­
edilmelidir. Bu gayeye erişmek için orada Devlet-i Osma­ yetini tasavvur ediyor. İngiltere'nin kendi himayesi altın­
niye mutlaka kuvvet bulmalıdır. Bu ise evvel emirde ora­ da tesisine çalıştığı ve “Arap Hilâfeti" unvanıyla mürâiyâ-
larını tensik ve takviye etmek ve tabiî menâbi-i serveti bir ne çevirdiği entrikalara nazar-ı dikkati celbediyor. Devle-
an evvel işletmekle olur. Almanya bu hususta siyasetle, ti-i Aliye’nin nüfûzunu kırmak ve henüz tamamen ele ge-
kafa ile, kese ile yardım etmelidir. Acem sevâhilinde Rus­ çiremediği küçük İslâm hükümetlerini bu vesile ile bel'
ya'nın eski meylini körüklemek ve orada liman ve nüfûz etmek gayesine matuf olan bu hainâne maksat bütün İs­
mıntıkası tesisine hayırhâhâne tarafgirlikte bulunmak; zi­ lâm dünyası için pek muzır ve vahimdir. Denizlerin ser-
ra buna muvaffakiyet elverirse İngiltere'nin körfezde hâ- bestîsi yani İngiliz tahakkümünden tahlisi bu mesâil ile
kimiyet-i mutlakası ba'd’el-harb Devlet-i Osmaniye'ninde şiddetle alâkadardır. Bu bir gayedir ki onun için Almanya
kesb-i kuvvet edeceği unutulmamalıdır- yalnız rahnedar bugün harp ediyor.

edilmiş olmaz, belki Rusya politikasına da yeni bir vec- Doktor Franz Stuhimann şâyân-ı dikkat bu eserini
he-i hareket verilmiş olur. Boğaz ve Akdeniz rüyaları ye­ Cihan Harbi münasebetiyle kendi hissesine düşen tekâlif
rine şaşaasıyla göz kamaştıran Hindistan saltanatı daha ve vezâif-i harbiyeden addediyor.
kolay yakalanır bir av olarak pençe-i hırs ve iştihasına arz R. M. F u a d
edilmiş olur. Bu tasavvurunun bir hayal-i hâm olmadığını
"Lord Curzon'un şu sözleriyle istişhar ediyor:
M EKTUPLAR
"İngiltere, Basra Körfezi'nin ecnebî ticaretine bir
ÜE C EU A P LA R IM IZ
"bahr-ı mesdûd" olmasını talep etmez... Fakat Basra Kör-
fezi'inde bir Rus limanı, Neva'dan Volga'ya kadar nice Kelimelerinden, terkiplerinden, tehekkümlerinden
gayr-i Turan'ın bu kıymetdar rüyası, körfezin hayatına manzum istişhâdlarından, hâsılı bütün üslûbundan imza­
hatta sulh zamanında bile öyle bir unsur-i heyecan idhal ları "A. "m mabadini istihraç pek zor olmayan üdebâ-yı
etmiş olur ki bunca ihtimam ile hâsıl edilen nazik muva­ Osmaniye'den bir zat "Türk Yurdu" müdürlüğüne hita­
zene derhal sarsılıp bozulur... Herhangi bir hükümetin ben yazdıkları bir mektupla "Aruz ve Hece" vezinleri hak­
Rusya'ya Basra Körfezi'nde liman imtiyazı bahşetmesi İn­ kında "Yurd"un 117. sayısında çıkan makaleyi tenkit edi­
giltere'ye karşı umûmî hakaret diye telakki ederim ve bu yorlar. Mektubu makalenin muharriri Y. Z. Beye gönder­
hareketi ilân-ı harbe bir vesile bulmak üzere Statupuo'yı dik. Cevaplarını yazdılar. Her ikisini aynen dere ediyoruz.
bozmak isteyen küstahâne bir teşebbüs görürüm, ve bu­ T ü rk Y u rd u M ü d ü r ü B eyefen d iye
na muvafakat göstermiş kabahati irtikab eden her hangi
O küçük mecmuanızın bu umûmî here ü merc esna­
bir İngiliz nazırını da memleketine hıyanetle itham eyle­
sında bile böyle büyük bir intizam ile neşr edilmesi mem­
rim". (Persia, II, P 465)
leketimize ciddî bir hizmettir. Çünkü her ne sebeple olur­
"Times of Ziver"in şu mütalâası da şâyân-ı dikkattir: sa olsun, bu toprakta hayat-ı fikriyenin büsbütün sönme­
"Basra Körfezi'nde İngiliz tefevvukunun bekası Hin­ si her hâlde bir felâkettir. Fikirler ilâ-nihaye muattal kalır­
distan müdafaasının en ruhlu kısmını teşkil eder. Basra larsa paslanırlar. Paslana paslana da kıymetten, meziyet­
Körfezi'nde başka bir devletin yalnız zuhuru bile, ister iş­ ten düşerler. Sonra bir türlü temizlenemez olurlar.
gal ettiği mevki müstahkem ister gayr-i müstahkem ol­ Son nüshanızı bermutat iştiyak ile gözden geçirirken
sun, Hindistan'a ciddî bir rahatsızlık verir. Böyle bir mev­ aruz ve hece vezinleri hakkında bir makale nazar-ı dikka­
kiden memleketlerinin ciddî bir sûrette tehdit edebilece­ time, yalnız dikkatime değil, nazar-ı ibretime de çarptı.
ği ihtimalini düşünmekten Hindistan halkı kendini ala­
Bir makale ki beni uzun uzadıya düşündürdü. Düşündür­
maz. İngiliz bayrağının üç asırdan beri tefevvukla
düğü için hoşuma gitti, zevk-i edebîmi okşadı. Ekrem
dolaştığı ve yüz yılı mütecaviz bir zamandan beri tahkim
Bey merhum edebiyatı, âsâr-ı edebiyeyi sade bir sûrette
ettiği bir mıntıkada başka bir bandıranan küşadı buralar­
Sayı 121 TÜRK YURDU 247

tarif ederken "En güzel eserler insanı en çok düşündü­ Biz o fikirdeyiz ki evet Arabî ve Farisîden, bâhusus
renlerdir" der. Hakikaten öyledir. Ah, düşünmek, uzun haşviyât itibariyle, Türkçemizi kurtarmak gerektir, lâkin
uzadıya düşünmek, düşünebilmek yok mu, bir fikri, bir lisanımızın bu iki bülend mehazından büsbütün müs­
tefekkürü ihya eden işte odur. Yine Ekrem Bey: tağni olamayız ve olmamalıyız da, olursak bize yazık olur,
edebiyatsız kalırız, Kemal Beyin dediği gibi, edebiyatsız
D em -i te fe k k ü r ü m e n hoş d e m -i h a ya tim d ir.
bir millet de dilsiz insan kabilindendir.
demekle ne doğru bir söz söylüyor..
Sünbülzâde der ki:
Evet, bu makale beni düşündürdü, bilhassa lisanımı­
F a risî ve A r a b id e n ik i şe h b a l ister
za dair düşündürdü. Hem de letafet o ki renk renk dü­
Tâ k i y ü k se k le r e p e r v a z ede a n k â -y ı sa h n
şündürdü. Sahib-i makalenin aklıma yatan mütalâaların­
dan biri Türkçemizin gittikçe sadeleşmesi, gittikçe Arap­ Bu fikri medhûl sanmayınız. Bu lisanın her türlü ga-
ça ve Acemcenin havşlarından sıyrılması, bir Türk safiye­ vamızına, dekaikine vâkıf iseniz, mazisini bihakkın bili­
tiyle, hatta bazen safdilliğiyle açılması saçılması -yok, bu yor, âtisini az çok selâmetle düşünüyorsanız, itikadımca
tabir kâfi değil- inkişaf etmesidir. da bihakkın öylesiniz, bu hakikati teslim edersiniz. Emin
olunuz ki bilhassa Ahmed Paşa'dan, Necati'den, Fuzû-
Türkçenin bu tekâmülünü bu tekâmül-i mesudunu
lî'den beri şairlerimizin Türkçede bu iki lisandan derece
görmemek, anlamamak için insan yarasa fıtratında olma­
derece muvafakiyetle istifazaları olmasa idi, Türk dili şim­
lıdır. Nura karşı göz yummalıdır.
di meselâ Rusya ve sairedeki hem-nesillerimizin dilleri
Bu hakikat bütün yazılarımızda artık parlıyor, duru­
derekesinde öyle pest-pervâz -terkip mazur tutulsun- ka­
yor. Meselâ bu sabah "İkdam"ın başmakalesini okurken:
lırdı.
"Adeta bir kamis-i âhenindir" cümlesine gözüm ilişti. Lâ­
Bir lisan, hatta lisanımız gibi pek müterakkî ve pek
kin ilişti, kaldı, içimden derhal dedim ki bu "kamis-i âhe-
mükemmel olmayan bir lisan bile mahzâ asırların, o asır­
nin" yerine "bir demir gömlektir" terkibini kullanmak da­
larda yaşayan dehaların, zekâların yardımıyla, himmetiyle
ha zemin ve zamana muvafık, daha metin, hâsılı, daha
vücuda gelir. Şimdi istihfaf ettiğimiz, okumak istemediği­
Türkçe olurdu.
miz eslâf-ı şuarâmız yetişmemiş olsaydılar, acaba bugün
Lisanımıza bu Türklük cereyanını böyle bol boluna
biz bu derecede meramımızı ifade eder bir vasıta-i tebliğ
inşirah ile veren siz oldunuz. Fakat o hakikati de inkâr et­
bulabilecek mi idik? Lisan bahsinde yalnız avamın değil,
memeli ki edebiyat-ı cedidemizde böyle çığırı açan Naci
havassın, bilhassa havassın ihtiyacını da göz önüne getir­
merhumdur, fasl-ı takaddüm de onundur. "Yazmış Bu-
meliyiz: Felsefeye, hikmete, ulûma, fünûna da muhtacız
lundum"un o basit muharriri -gariptir, Arabî ve Farisî'ye
ya, bu meâlîyi Arabî ve Farisîden sarfen, nahven, lügaten
o derin ibtilâsıyla beraber- bu lisanı en ziyade Türkleştir­
müstağnî bir Türkçe ile idrak edebilir miyiz?
di. Ömer'in Çocukluğu nesirde bu müddeamızın saf bir
şahididir. Şiirde ise: İd râ k -i m e â li o k ü ç ü k z a r fa g e r e k m e z
Z ira b u te ra zi o k a d a r sıkleti ç e k m e z
Tepeden n a sıl iniyor, bakın:
Rıza Tevfik Bey geçenlerde Kamus-ı Felsefe münase­
Şu k ız ın n işa n lısı şa n lıd ır!
betiyle galiba yine mecmuanızda -cevher, arz, heyulâ- ke­
Y a ra ta n n a z a r d a n esirgesin,
limelerini tarif için uzun uzadıya mütalâalar bast eyliyor­
K oca d a ğ g ib i d e lik a n lıd ır.
du. Demek bu kelimeleri bilmeye, öğrenmeye müfteki-
kıt’asıyla başlayan "Köylü Kızların Şarkısı" Türkçemizde riz. Yalnız, o koca Avni Bey huceste bir beyit ile bize bu
mahzâ nâdirâttan olduğu için kıymetdar bir incidir. hizmeti ne üstadâne, hususiyle ne lâtif bir tarzda ifa eyli­
Hâsılı, işte bu, tekâmül vâdisinde kaldıkça sizinle yor:
müttefikiz fakat inkılâp zeminine geçince, birkaç arka­ Cevher-i s ö z c iğ erd en b ir a r z d ır p e y k e r im
daşlarımla beraber, sizden ayrılıyoruz. Sûret-i a ş k ım lehib-i d il h e y u lâ d ır b a n a
248 TÜRK YURDU Sayı 121

Evet, lisanımızı sadeleştirin, Türkçeleştirin, lâkin is- Hakikaten bir kavmin hayatında en bü)Tik bir âmil,
lâf-ı edebîmizin fazlını, faziletini inkâr etmeyiniz, onları âmil-i terakki lisandır. Böyle olduğu için hep lisanımızı
tetkikten, tetebbudan vazgeçmeyiniz. candan severiz. Zevki tıpkı aile muhabbeti, vatan muhab­
Bir de zannetmeyiniz ki bu muhterem selef Arap ve beti gibi.
Acem'den feyz, şive, neşve, alırken Türklüğü büsbütün Lisan muhabbeti her kavim için cibillîdir.
ihmal eylediler. Hayır, bilakis Arapçayı, Acemceyi bir de­
Artık söylemeye hacet var mı ki refîk-i tahririniz gibi
receye kadar Türkçeleştirdiler.
bu bahse dair az çok müfid bir tarzda beyan-ı fikir eden­
Fuzûlî’nin:
lerin
Vasim hana hayat verir firkatin memat
Hâlık levh u kalem sa'yini meşkûr etsin!
Sübhâne hâlikîhaleka’l-mevti ve’l-hayat
Biz de o zümreden olabilirsek ne mutlu!.
gibi kısmen Arabi şiirlerinde hemen hemen Türklük kok­
maz mı? Tıpkı Ziya Paşa’nın; A.
'I'
Sübhâne men tehayyürifisun'ihi’l-ukûıl
Sübhâne men hi-kudretihî ya 'cizü 'l-fuhûl ARUZ VE HECE VEZİNLERİ HAKKINDA
sânihalarında olduğu gibi. 2
Eşârı böyle söyler üstaci söyleyince Amz veznini niçin beğenmiyoruz? Hece veznini ne­
diyen Nâilî-i Kadîm ise şiirimizi kulağımıza hiç hoş gel­ den istiyoruz?
meyen amalelerden, zihaflardan mümkün mertebe sıyır­ Bunu geçen makalemde izaha çalışmıştım. "A."
dı Elfâzda metanetle beraber manada kudret itibariyle Beyin lütfen gönderdikleri bir cevap biraz daha izahat
bilhassa mefâhirlerimizden Galib Bey, Avni Bey, Arif Hik­ vermeye sevk etti.
met Bey, ber-güzide bir zümrenin âdeta mübeşşiri, me-
Fikrimi iyice anlatabilmek için, muhterem muarızı­
şalekeşi oldu..
mın -bilmem "A." Bey fikrimi kabul mü ediyorlar, red mi
Bu bahsin vüs'ati ehemmiyeti nispetindedir. Mahiye­
anlayamadım!- merhum Naci Efendiden intihab ettikleri
tini böyle bir iki makalede izah etmek mümkün olamaz.
bir kıta üzerinde çalışacağım;
Sözlerime hatime vermeden evvel imkandan beri bast
eylediğim fikirleri hülâsa etmek için derim ki; Lisanımızı Tepeden nasıl iniyor, bakın:
sadeleştirmeliyiz. Lâkin bu endişe ile alt üst etmemeliyiz. Şu kızın nişanlısı şanlıdır!
Mazisinden, o feyzinden mahrum kılmamalıyız, bilâkis o Yaratan nazardan esirgesin,
tekâmülü takip etmeliyiz. Bu irfana, bu ihataya biz ancak Koca dağ gibi delikanlıdır.
eslâf-ı edebimizi tetkik, tetebbu etmek ile ereriz. O neşe­
Bu dört mısraı okuduğumuz zaman bizi en ziyade iş­
yi öyle tahsil ederiz. Meselâ bu nokta-i nazardan lisan
gal eden şey hiç şüphesiz "vezin" yani;
bahsi demeyi dil bahsi demeye tercih eyleriz. Fransız li­
sanı, İngiliz lisanı, fakat kuş dili dediğimiz gibi. Çünkü sa­ Mütefâüün mütefâüün
delik endişesiyle lisan lafzını büsbütün bir tarafa atama­ ahengidir.
yız, yalnız (dil) kullanmayız. Diğer cihetten hece gibi sehl
Mevzun sözde iki nevi ahenk bulunur. Bunun biri
gibi nazik gibi Farisî kelimelerin imlâlarını tarz-ı telaffu-
"dahilî ahenk" yani "şiirin ahengi", diğeri de "haricî
muza göre, değiştirmeyiz, o zaman rüzgâr’a da yüzger
ahenk" yani "veznin ahengi"dir.
hiç değilse rüzger, irfan’da irfan yazmaya kalkışırız. İşte
yine o zaman hakikî manasıyla elimizde hiç lisan kalmaz. Geçen makalemde gösterdiğim veçhile, aruzla yazı­
Güdük ve kesik bir dil kalır. lan bütün şiirlerde veznin ahengi, şiirin ahengini öldürü­
Naci Efendi der ki; yor!

Cihan lisanla döner derler, öyledir, sevinin: Yalnız muarızlarımızın güya inadına gibi yanlış anla­
Ne irtika ediyor milletin lisanı görün! dıkları bir nokta var ki bunu "A." Beyin mektubunda da
Sayı 121 TÜRK YURDU 249

görüyoruz: "Kırım" yahut "Kazan" Türkçesi yapmak! Hâl­ bir terakkiyi vücuda getirdiklerinden dolayı memnuniye­
buki böyle bir fikir bizim aklımızdan bile geçmiyor, Ede­ timizi arz ve kalemlerinin huzurunda açılan bu geniş te­
biyatta yapmak istediğimiz lisanı tasfiye, sırf İstanbul'da rakki yolunda yine âym seri adımlarla yürümelerini te­
konuşulan canlı Türkçeyi yazıya geçirmektir. menni ederim!
Fakat şunu da söyleyim ki bu sözümüzden "A" Beyin K Z ,

dediği gibi:
"Farisî ve Ai'abîden iki şehbal isteriz" fikri anlaşılma­
sın, bunu sarsılmaz bir katiyetle reddederiz! TÜRKLÜK ŞÜÛİU
Sonra diğer bir mesele daha var: Sevgili H akam iîiızuı Şiiri. - Sevgili Hakanımızın
"Avam", "havas"... Bize "avam için şiir yapıyorsunuz" manzume-i hümâ^mnları profesör Kraelitz tarafından Al-
deniyor. Hâlbuki bizim düşüncemizce "avam", "haı^s" mancaya terçüme olunarak, "Osterreichische Rundsc­
yoktur, "millet" vardır. Ve herşey gibi şiir de "millet" için­ hau" mecmuasının 15 Teşrinievvel 1916 tarihli nüshasın­
dir, Esasen edebiyat, sanatla memzûc bir kalp çarpıntısı da intişâr etmiştir.
olduğundan, herkes tarafından en dakik nukatına kadar
Paris ve Berlin Muahedenâmelerinin Fesih ve
anlaşılamazsa da yine ruhta bir his dalgası yapar!
İlgası.- Hariciye Nezaret-i Gelilesi, Almanya ve Avustur-
Sözüme nihayet vermeden evvel muhterem muarı­
ya-Macaristan hükümetlerine aynı metinde bir nota vere­
zımda gördüğüm mühim bir terakkiden dolayı kendileri­
rek Paris ve Berlin Ahidnâmelerinin kendi nazarında ar­
ni tebrik edeceğim:
tık tamamen mülga ve mefsûh olduğunu tebliğ ve ilân
Evet, yirmi sene kadar evvel "İkdam" sütunlarında
eylemiştir. Münasebât-ı hâriciyemiz ve hukuk-ı düvel
Necip Asım Beye "Türk" kelimesini "t/av" ile yazıyorsun
nokta-i nazarından fevkalâde mühim olan bu teşebbüse
diye "Vavlı Türk"diyen "A." Bey artık Türk’ün "vav"ını ka­
muvaffakiyetinden dolayı Hariciye Nazırı Halil Beyefen­
bul buyurmuşlar!
diyi tebrik ederiz.
Yirmi sene kadar kısa ve küçük bir zaman içinde
Türkistan'da Askerlik. Rus gazetelerinden "Naç-
"Türk’ün" "vav"ını kabul etmek kadar büyük ve mühim
lo" şimdiye kadar askerlikten istisna edilmiş olan Türkis­
Türklerinfaidesine çalınanlar. tan ahalisinin iki ay ev\ml cephenin arkasında istihdam
edilmek üzere davet edilmeleri üzerine Rusya'nın Türkis­
tan'da uğradığı müşkilâttan mufassalan bahsetmektedir.
Hükümet bunun esbabını tahkik etmeye mecbur olmuş­
tur, Netice-i tahkikatta yerli ahalinin Rusya'ya karşı hiss-i
vatanperverîden mahrum oldukları anlaşılmıştır, Türkis­
tan gazeteleri İslâm ahalinin elli beş seneden beri Rus
idaresi altında bulundukları hâlde Rus Hükümetini düş­
man olarak telakki ettiklerini yazıyorlar. Gazeteler bu te­
lakkinin yegâne sebebi olarak memleketin askerî sürette
idaresini ve onun tesiriyle saha-i iktisadiyede icra edilen
istibdadı göstermektedirler.

Kastamonu Mebusu ve Darületycımlar fahrî müdür-i


umûmîsi merhum İsmail Mahir Efendi
T ûkk
Türelerin Fâi«le5İ.we Caltsır

YIL: 4 SAYI: 122 (10 Teşrînisânî 1332-23 Kasım 1916)

û d e ^ ^ ^ fit e!^ e d c ^ ç c ct ^

Edebiyat: Anadolu ve Çengimiz / E m in Âli

Coşkun / R u şen E şref

Terhiye-i Bediiye(2) / İb rah im A laad dm

Dilimiz: N azm ın Ahangi / N ü zh et H aşim

Yeni Eserler: ‘Dicle Ö nünde”! S.

Türklük Şuûnu: Meclis-ı Umûmînin Açılması- Yeni Bir İmalâthane-

Biga’da Ziraat ve Sanayi Sergisi / ***


Sayı 122 TÜRK YURDU 253

TÜRK YURDU
T ü rk le rin fâ id e s in e ça lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

EDEBİYAT

ANADOLU VE ç e n g im iz Buyruk aldım büyükten


Beni yola düzünüz;
Büyük ve biricik şairimiz Mehmed Emin Beyefendiye
Şehit olup kalırsam;
Türk’ün ve Türklüğün her şeyini yaratan ve yaşatan Oğla beni övünüz.
Anadolu, büyük ve kanlı harp sahnelerinde kahramanlık­ Ölüm hak, miras helâl,
lar gösterirken şan ve şerefle dolu olan tarih ve maziyi ve Oğul şu kılıcı al!.
onun unutulmuş sayfaları arasında beliren Türk kinini de
Yerim, yurdum, vatanım
terennüm ediyor. Elinde kılıcıyla serhadde koşan genç
Dinim, canım, imanım
ve münevver bir zabitimiz orada ruh ve kalbiyle de
Atam, bacım, doğanım
Türk'ü ve Türklüğü dinlemiş; harp yürüyüşlerinde, mola­
Taze dudaklı hanım
larda efradının canlı ve heyecanlı bestelerini işiterek ih­
Sancak senin elinde.
mal etmeksizin güftelerini hıfz etmiş... İtiraf edilmelidir
Sancak da, ben de, bende.
ki müstesna ve millî bir kaç şairimizin nefis ve mahdud
olan şiirleri istisna edilince elde Türkün varlığından mül­ Kinimi unutmadım
hem, halkın ruh ve vicdanını terennüm eden böyle, halk Odu ciğerde yanar.
için yazılmış şeylere nadir tesadüf olunur. Asırların kin ve Öcümü bile aldımC)
intikamıyla dolu olan bu halâs harbinin fedakârlık neşi- Gezerken diyar diyar
desi, İlahî ve semâvî bir şiiriyet ve safvetle halk lisanından İşte geldi saati
ancak bu kadar terennüm edilebilir. Onun içindir ki bu Ey Moskof mohanatı
halk şiirinin samimi duyguları üzerinde biraz tevakkufa
Murad çayı, Murad çayı
lüzum görerek onu aynen şuraya yazıyorum:
Anadolu’nun kızı;
Yine R u s’a h a rp açtı Sinende gördüm ayı
Âl-i O sm a n Devleti, Sağı devlet yıldızı
V a rıyo ru m y a n ın a Bürünmüşsün sancağa
E y M o sk o f m o h a n a tıd ) Gece dönmüşsün bağa.
U n u tm a d ım ben seni.
İlk nazarda kayabaşı türküsüne pek benzeyen bu
T a n ırsın sen d e beni.
halk şiirinin büyük bir kusuru usûl ve kaidelere riayet

( ü Mohanat: Kaltaban, nâmert. (Lehçe-i Osmânî)


G) Bile: Beraber (Lehçe-i Osmânî)
254 TÜRK YURDU Sayı 122

edilmemiş ve biraz sakat olmasıdır. Meselâ taktiklerde yor. Ona -biraz hayalî olmakla beraber, dileğine- mefkû-
3 + 4 = 7 ,4 + 3 = 7 olduğu gibi, aynı parça dahilinde 2+3+2 resine devlet yıldızı konduruyor. İşte bu asker şarkısının
yahut 2+2+3 yapılmıştır. Böyle iken bu kusur onun kıy­ güftesindeki şiiriyet ve incelikler, bu... bunun bir de bes­
metine halel vermiyor. Daha başlarken göze çarpan yine tesi var ki, Anadolu'nun bildiğimiz -yanık ve yayık- ezgisi­
edatı Türk ve Moskof un tarihî macerasını dördüncü mıs- ne hiç de benzemiyor, canlı ve imanlı bir beste, bir yiğit
radaki mohanat sıfatı ise tarihî kin ve intikamı pek beliğ havası çalıyor.
izah ediyor. Balkan faciasından sonra:
Hele: “A h z a v a llı n e n e m v a ta n
U n u tm a d ım ben s e n i . ..
S in e n y a r a la r la d o lu
T a n ırsın sen d e beni...
Ey T ü rk g e n c i a r tık u y a n
derken insan sağ eliyle palasını kavramış, beyaz atının B a k n e h â ld e A n a d o lu . ”
üzerinde ayaklarını üzengilerine dayayarak kahraman ve diye ağlayan ve inleyen Anadolu şahsiyet ve imanı kuv­
kindar bir vaziyetle doğrulmuş bir Türk atlısının başını vetsizlerin bir facia telakkî ettiği bu harpte ümit ve iman­
sallaya sallaya tarihî ve millî düşmanına hitabındaki aza­ la dolu duygularını merdâne bağırıyor ve kükrüyor...
met ve civanmertliği görür gibi oluyor. İkinci parçada,
Çû'Pa
harp yoluna düşen Türk şehit olursa oğluna mefâhir ve
E m in  li
şerefinin yâd edilmesini vasiyet ederek:

Ö lü m h a k, m ira s h e lâ l
O ğul ş u kılıc ı al!

beytiyle kinini, köhneleşmeyen zafer duygularını, cündî- COŞKUN

liğini miras bırakıyor. Miras bırakılan bu kılıç Osman Ga- Tatbikat Mektebi Müdürü Muhterem İhsan Beye
zi'nin oğluna bıraktığı, aile mirası arasında pek kıymetli
Belediye Dairesinin önlerinde gezinir. Sivri başlı,
mevkii olan eğri ve keskin Türk palasını hatıra getirmek­
uzun boylu, çökük yanaklı, kurbağa bakışlı bir adam. On-
le beraber, Türk'te intikam çenginin babadan oğula irsen
nik Ağa! En tuhafı yakalık, boyun bağı takar.
intikalini de göstermektedir. İşte Anadolu lisan ve vicda­
nını terennüm eden, bu şiir baştan başa -velev ki basit ol­ Bunun üzerine Ziraat Mühendisi Hüseyin Rana Bey
sun- hakikat ve güzellikleri ihtiva ediyor. Esasen onun en şu macerayı anlattı:
büyük kıymeti de burada, sözden, kelime sanatından zi­ İyice hatırımdadır. 1319'da bir cuma günü Hünkâr-
yade ruhî, vicdanî olan kısımlarındadır. Bir Türk köylü­ suyu'nda gördümdü. Boynuna bir beyaz mendil atmış.
sünden öç ve elemlerimizin daha ince çizgilerini güfte ve
Galiba hicazkâr kürdiden gazel okuyordu. O vakit en
bestesiyle beklemek büyük haksızlıktır, bununla beraber
gözde kemanilerden olan T...'nun takımında hânendelik
bu türkü yalnız tarihî ve ananevî vâkıaları anlatmıyor, ruh
ettiğini söylersem sesini, usûlünü sormazsınız değil mi?...
hüviyetinde biraz rübabiyet de görülüyor.
Sade, Onnik bağırdıkça pek bed bir vaziyet alırdı. Çene--
M u r a t Çayı, M u r a t Çayı si, yanağına yapıştırdığı elin kuvvetiyle bir tarafa kaymış
parçasında ne güzel ve bize âşinâ bir hayal var... Murat vâ- gibi çarpılır. Üst dudağı burun istikametinde bozulur.
disinin -şahidi olduğu- ilk akıntısından daha yakın mazi­ Meydana çıkmış seyrek ve kirli dişler üzerine mahud pa­
lere kadar yalnız Türklüğün şuûn ve hâdiseleri itibariyle la bıyıklar sarkar. Hele fessiz olursa! Çünkü fevkalâde
değil; Türk’ün kahramanlık tarihinde, aşk hikâye ve ma­ sert saçları vardı. Alnına kadar üremişti. Öyle berberlerin
sallarında da hakikaten mühim ve müstesna yeri vardır. fırçasıyla, tarağıyla yola gelecek şey değil. Dostlar arasın­
Murat vâdisi pek uzak mazilerin ninnilerini yaşattığı gibi da; şu süpürge otlarını hangi orakla biçmeli, ne cins tır­
gelecek günlerin de zafer destanlarını çağıracaktır. Türk mık kullanmalı ki şu baş vahşî bir tarla şeklinden kurtul­
köylüsü bunu bu kadar safcet ve samimiyetle takdis sun? diye alay ederdik.
ederken hayalen mübarek sancağının şeklini de resmedi­
Sayı 122 TÜRK YURDU 255

Oof, cidden çirkinliğin muhalled bir nümûnesiydi: okuyamaz olmuş. Bu haber bence Onnik'i istikbâlde bek­
Kuvvetli bir yumrukla ezilmiş gibi yassı, itik bir alın, kuv­ leyen tehlikelerin ilk arızalan gibidir.
vetle öne çekilmiş gibi uzun, cüretli bir çene, derisinde­ Hakikatte, o yazdan beri, iki sene geçti geçmedi, 322
ki elastikiyetin müsaadesi nispetinde büyük, kanbur bir sıraları, Onnik galiz, bir testere kadar pürtüklü sesiyle
burun. dinleyenler üzerinde bir karga tesiri yapmaya başladı. İç­
Geniş, deliksiz gölgeli ağaçlar altında bediî dakikalar ki, uykusuzluk, evlilik bu hanendenin hançeresini de su­
yaşamak için gelmiş müşterilerin hiddetine dokunan bu ratına döndürmüştü. Nerde o eski berrak, ihtizazlı akis­
çirkin surata ben de bakamazdım. Ve mutlak o perşem­ ler, ruhu coşkunlukla gıdıklayan nağmeler! Önceleri, dut
benin "Servet-i Fünûn"unu yüzüme siper ederek oturur­ yemiş bülbül diye hatır için dinleyenler bulunduysa da,
dum, Fakat sizden saklayacak değilim â, sesini beğenir­ gitgide bu hanende halkın gözünden düştü.
dim. Halk o kadar tuhaftır ki!... Birşey, bir adam hoşuna
Hem şaşmaz mısınız, Darvin nazariyesine en inatçı gitmedi mi, onu hemen belli ediyor. Artistlerin, şairlerin
muarızlarını bile inandıracak mahiyette olan bu şempan­ sukûtunu yüzlerine gayet katı çarpan hep halk değil mi­
ze yüzlü adam teveccüh, muhabbet kazanmıştı. Onu din­ dir?
lemek için, ta Ayastefanos'tan kalkıp Hünkârsuyu'na ge­ Her muvaffakiyetsizliği dibine çeken hezimet, On­
len aile hanımları bilirim! Onnik başlamaz mı, kalın ağaç nik'in de nasibini esirgemedi. Esasen çok sünepeleş-
gövdelerine yaslı kafeslerin arkasında süzülenler, nida mişti. Köstek, iğne gittikten başka buruşuk ceketinin her
edatları kullananlar, lavantalı mendillerine yaş silenleri... karışında da rakı, zeytinyağı lekeleri iğrenç bir dereceye
Erkeklerden de ona ceviz içi gönderenler mi istersiniz,
vardıydı. Âdeta meze artığı kokardı. İçki takımı taşıyan
dondurma ikram edenler mi? bir masa örtüsü gibi kokardı. Herkes yüz çevirdi. Nihayet
Hâsılı Sarıyer mesireleri bu suratsız hanende sayesin­ umûmî bir şikâyet üzerine Onnik, bir cuma akşamı, son
de epey müşteri çekerdi, doğrusu. Onnik'in şöhreti de paçavra gazelini okuduktan sonra, bunca zamandır, hük­
oradan başlar. mü altında tuttuğu terennüm âlemine, ağlayarak veda et­
ti.
Artık Makriköy, Kurbağalıdere meraklıları, Tak-
sim'deki Antalipos müdavimleri Onnik'e medihler bah­ İşittim ki pek sefalet çekmiş. Zaferinin İaşesini bir
şişler yağdırdılar. Nihayet donanma geceleri vükelâ ko­ kaç vakit de Galata'daki baloz çirkabları üzerinde yüzdür­
naklarına kadar da çağırıldı. Ben, o devirde, mektebini müş. O esnada karısı ölmüş, çocukları bir iki ahbap delâ­
henüz bitirmiş, kükürtlü bağlardan, tezekli çiftliklerden letiyle yetimhaneye kayd ettirilmiş. Onu da bu mezbele­
ziyade, çayır buluşmalarından, sandal sefalarından hazze­ den kurtarmışlar. Vilâyet vilâyet, tabiî artık zafer-âvende
der bir gencim! Ee, keseme damlayan biraz kırıntı da var. değil, bir lokma ekmek peşinde gezmiş! Kim bilir kahve
Gide gele Onnik'le selâm ahbaplığı peyda ettim! peykelerinde mi, han köşelerinde mi sürünürdü!

Onnik, bizde çok görüldüğü gibi hüdayî-nabit bir sa­ 328 Haziran 22, ben Montpelier'den dönmüştüm.
natkârdı. Şüphesiz, ruhunda bir sanat lerzesi mevcuttu. Bir sabah "..." iskelesinde buna müvezzi kıyafetinde rast
Eakat hissini, zekâsını inceltecek terbiyeden tahsilden geldim. Temin ederim, yüreğim parçalandı! Koltuğunda,
mahrum olmuş. Nezaket, şıklık sathî bir salça kalmıştı. eski bir mukavva cilbend, sırtında, mübalağasız altı sene
Onun için altın köstek, elmas iğne filân edinince herke­ evvelki ceket, boynunda kararmış, kararmış bir lâstik ya­
sin âşinalığına cevap vermemeye başladı. Nüfûzlu paşala­ ka, ayağında bir ayakkabı ki içinden çorapsız baş parma­
rın yaver mahdumlarından başka hemen kimseye aldır­ ğı gözüküyor.
maz oldu! O günkü gazetelerimi almış olduğum hâlde hepsin­
Yine bir hafta Kurbağalıdere'de okuyordu. Sesinde den birer tane daha istedim, Simâm hayli değiştiği için
gayet hafif bir pürüz hissettim. Sonra öğrendim ki rakıya beni tanıyamamıştı. Hatırını sordum. Şaşırdı. Elimi öpe­
dadanmış; gece gündüz birkaç yüz dirhem çekmeden cek gibi eğildi. O zaman iskarpinlerimin tozları üstüne,
onun iki yaşı damladı.
256 TÜRK YURDU Sayı 122

Hayatı mütelewin bir ummana benzetirler, ne doğ­ yapışmışlardı. "Sen onuncu defadır böyle yapıyorsun!"
rudur! Fırtınaları durgun zamanlarından fazla bir um­ diye -kapının dışına atıverdiler.
man, Ne dersiniz, bu kahırlanmış, zehirlenmiş hayatta,
Olgun bir domates kadar kızarmış kadın, şemsiyesi­
yeni sanatıyla beraber, inanılmayacak bir inkılâp zuhur
ni o garsonlardan birinin kıvırcık tuvaletli başına indirdi.
edivermişti. Bu eski ayyaş, rakısını bırakmıştı. Pek ayda
Ve hiçbir tarafına bakmaksızın kocasının arkası sıra çıktı.
yılda bir içerse ancak! O da üç dört kadeh! Eli birkaç pa­
Bilmem borçlarım ödemiş iniydiler!
ra tuttu, bir çamaşırcı kadınla evlendi.
Herkes gülmekten kırılıyordu. Fakat ben, hayatının
Evvelki pazar, "P...” bahçesinde oturuyorum. Bu da
hemen her safhasını bildiğim bu bedbahta öyle acıdım
karısıyla birlikte, bir masa işgal ediyordu. Tıknaz karınlı
ki!.
küçük sürahide çalkanan beyaz mayiden sık sık içiyordu.
Şişli: 11 Temmuz 1332
Bahçede hatırı sayılır bir kalabalık vardı.
Ruşen Eşref
Tümsekçe köşkte oturan çalgıcılar hava aralarında
bu içkili kalabalığa bakıyorlardı. Temmuz güneşinin ce­
henneminden bu serin, ahenkli bahçeye barınmış müş­
teriler, beğendikleri hânendeler şerefine kadeh kaldırıp TâLİM m TEİBİVE
onları alkışlıyordu.
TERBHE-İ BEDİİYE
Ee, takım rabıtasız değildi! Hele kemençe!,.. Allah
2
için ruhlu bir yaydı. Ben bizim yeknesak musikiyi dinle­
mek itiyadını çoktan kaybettiğim hâlde o genç sazende­ Bahsin istihdaf ettiği gayeyi tenvir için mesâili tefrik

nin fihrist taksimine bayıldım. Bütün geçmiş günlerim, ve burada mevzu-ı tetkik olacak nokta-i nazarı tecrid et­

ilk heves zamanlarım uyanıverdi. Bu ara, beni buraya sü­ meliyiz. Terbiye-i bediiye meslekî ve umûmî olmak üze­
rükleyen arkadaşım sâbık mebusla Adana pamuk ziraati re ikiye inkısam edebilir, Sınaât-ı nefisenin herhangi bir

hakkında konuşuyorduk. Birdenbire tabiri mazur görün, şubesine namzet yetiştirmeye matuf olan birinci kısım

bir anırma feveran etti! Bütün iskemleler çatırdadı. Me­ terbiyeden ziyade becliiyât meselesidir.

raktan herkes ayağa kalkmıştı. Ne görelim? Onnik coş­ Bediiyât meselesinde ısrar saded haricinde ise de bir
muş! Zahar (zahir) eski sanat ve zafer hatıraları, alkolün an için ilk makalede ihtiyac-ı bediînin mebde ve menbaı
kudreti sayesinde mübalağasız nispetler alarak bu muva­ mahkındaki izahata avdetle küçük bir istirdaci yapaca­
zenesiz beyinde bocalanmış! O tazyik altında Onnik etra­ ğım: Filozof Rıza Tevfik Bey sezâ-yı şükrân bir eser-i him­
fını, sanatını falân unutmuş. met ve fazilet olan Kamus-ı Felsefe’sinde sanat kelimesi
Dirsekleri mermerde, yanakları avuçlarında, diz ka­ dolayısıyla "Mebde-i sanat korku hissi mi olmuştur? İn­

pakları karnının çukurunda, bağırıyor, yırtmıyor, şiddetli şamı ibtidâyı tasvîr-i hayvanata sevk eden heyecan, tehli­

bir sancının burkuntusundan kurtulmak ister gibi ıkını­ ke mülahazasıyla muhafaza-i nefs endişesinden mi doğ­

yor. Karısı ayakta; onu susturmak için bir kolunu sarsı­ muştur? Yoksa tahsil-i zevk arzusundan veyahut ihtiyaç­

yor, bir ağzını kapamaya uğraşıyor. Fakat gözleri kapalı tan mı doğmuştur?" suallerini irad ediyorlar. Ve cevap

Onnik mümkün değil kendini tutamıyordu, hâlinde çok­ olarak "Gariptir ki bu ciheti henüz lâyıkıyla tetebbu

tandır tutulmaya çalışılmış, fakat nihayet taşmış bir gale­ eden olmamıştır" dedikten sonra “Esthetipue” kelime­

yan vardı. sinde bazı mülâhazat-ı hususiye beyan ettiklerini ilâve ey­
liyorlar, Kamuslarının diğer iczâsı intişâr etmediği için o
Garsonlar, taksimi bozan, ahaliyi taciz eden bu sar­
hususu mülâhazattan istifadeye imkân yoksa da bu cihe­
hoşu çekiştire çekiştire kaldırdılar.
tin henüz lâyıkıyla tetebbu edilmemiş olduğu hakkmda-
Zavallı Onnik kolunu silkiyor, dürüşt muhacimlerin ki ifade acul ve biraz sathî bir hükme benziyor. Çünkü
elinden kurtulmak istiyordu. "Paramla değil mi?... Keyfet­ geçen makalemde bahsettiğim Öbeninghaus’m mhiyâ-
meye geldik. Coştum. Ben de hânendeyim. Silsilene söğ- tında buna dair epıce mufassal ve müdellil izahat var, Ke-
medik â!" diyordu. Bırakırlar mı hiç? İstakoz kenedi gibi zalik Ribo’nun Psychologie des sentiments’i ile Sergi’nin
Sayı 122 TÜRK YURDU 257

Psychologie physiologique’inde ve Braille’ın du Beau is­ düçar olmak daha güzeldir." dermiş. Son zamanlar er-
mindeki kitabında bu babda hayli tetkikat mevcut. Bu bâb-ı tefekküründen bazısı da bu mezci ihtiyâr ederek fa­
izahat ve tetebbuatm kıymet ve ehemmiyeti hakkında zileti "ahlâkî bir güzellik" addediyorlar. Meselâ Herbert
hüküm vermek benim had ve salâhiyetimin fevkinde ise de hak ve vazifenin ilmi olan ahlâkı, bediiyâta idhal edi­
de birçok fıkarât ve letâife bile yer ayırabilen Kamus-ı Fel- yor, Fakat bir çok iyi şeylerde güzellik bulunmak m uhte­
sefe'de bunların da hiç olmazsa işaret edilmesi lâzım de­ mel ise de, her güzel şeyde iyilik taharrisi doğru olmadı­
ğil miydi? Maksadım kendilerine tariz ile küstahlık ve üs- ğından “Ahlâk” ile “Bediiyât”ı herhâlde ayrı ayrı şeyler te­
tad nâ-şinaslık etmek değildir. Fakat bir gazete makalesi lakki etmek lâzım geliyor. Ancak her ikisi de kendi nok-
için kabil-i af olan ihmallerin bir Kamus-ı Felsefe’de ihti­ ta-i nazarından “ahenk ve mükemmeliyeti” kasdettikle-
yar edilmemesi lâzım gelceğini hatırlatmak isterim. Ev­ rinden sanatın, bediiyetin birçok hususâtta ahlâk için bir
velce vâki bir tenkide cevaben söyledikleri veçhile "pek zaman teşkil edebileceğini kabul etmek mutedil ve mu­
meşgul ve bazen sebze pazarlığına mecbur" olmaları vafık olur, zannederim.
kendilerini üstad ve kitaplarını bir meş'al-i irşad tanıyan
Terbiye-i bediiyenin ruha verdiği itilâ ve incilâdan te-
gençlik huzurunda kabil-i telâkki bir hak ve bir mazeret
vellüd eden amelî ve tatbikî netâyic ehemmiyetini daha
midir? Sevgili şair ve filozoftan istirham-ı af ederek sade­
sarih bir şekilde meydana koyar.
de rücu edelim.
Birşeyi yapmak ile iyi yapmak arasında ne kadar fark
Bizi işgal edecek bahis terbiye-i bediiyenin mesleği
varsa, alelıtlâk terbiye tesiri ile bediî terbiye tesiri arasın­
olan ciheti değil, umûmî ve her ferde şamil olmak lâzım
da da o kadar fark vardır.
gelen kısmıdır. Bundaki gaye, hayata intibakı, adaptati-
En basit birkaç misal alalım: Zevki terbiye edilmemiş,
onu mükemmelen temin etmek, ferdi incelmiş ve yük­
bediilikten nasipsiz kalmış bir tacir tasavvur ediniz. Emti­
selmiş melekâtıyla kendisi ve muhiti için daha müfid bir
asını bir yığın hâlinde bulundurmaktan incinmiyor, dik­
hâle getirmektir, suretinde hülâsa edebilir.
kat ve rağbeti mucip alacak sûrette tertip ve teşhir etme­
Terbiye-i bediiye, ihsasât ve hissiyâtın müfekkire ve
yi bilmiyor. Birçok masraf ihtiyar ederek vücuda getirdi­
muhayyilenin inkişaf ve ittisanı mucip olduğu, hayatın
ği ilânlar kıymet-i bediiyeden mahrum bulunduğu için
tekmil teferruatında intizam, keşf ve ibdâı tevlîd ettiği
mündericât itibariyle müfid ve kârlı olsa bile muhafaza
için kıymet-ı ferdiye ve içtimaiyeyi artıran en mühim avâ-
edilmeye lâyık görülmüyor. Muamelât ve harekâtı kaba
mildendir.
ve zarafetsiz bulunmasından dolayı hüsn-i niyetine rağ­
Mütefekkirinden biri diyor ki: "Sanatın terbiyevî kıy­ men incizâb ve telkin gibi muvaffakiyet için esas olan ha­
meti, inkişâf-ı zekâya, itilâ-yı maneviyete hizmeti itiraz vassa yabancı bulunuyor. Bu tacirin mesaîsindeki istifa­
götürmez bir hakikattir. Daima güzel şeylerin manzarası desi hâiz-i zevk ve zarafet olan diğer birine nispetle elbet­
garaz ve âdiyet, gılzet ve şeâmet fikirleri değil doğru, saf te az olur.
ve munsaf fikirler uyandırır."
Ruhiyâtın sanayi ve ticarete tatbikî bahsinde ilânların
Filhakika terbiye-i bediiyyenin ahlâk için temiz ve ka­ psikolojisi vâsi bir mevki işgal eder.
vi bir zaman olduğu hakkında pek çok kanaatler var. Ni­
Bilhassa Amerika'da hangi nevi ticaret ilânlarının câ-
tekim şair Sebiller insanın ahlâkî mükemmeliyetini terbi-_
lib-i dikkat ve menfaat olduğu hakkında tetkikler, istatis­
ye-i ahlâkiyeye değil, terbiye-i bediiyeye istinad ettirir ve
tikler yapılmış, hatta bu hususta yüzlerce kitap neşrolun­
sanatkâr için: "Ahlâkî ve hissi gayeyi kendisinde cem
muş. Bizler için mucib-i hayret olan bu kabil meşguliyet­
eden ve eserlerinde güzelliğe ve iyiliğe bir vucut ve bir
lerden bahsimizi tenvîr ve tebyîn edecek cihetler bulabi­
ruh veren bir enmûzec-i beşerdir" dermiş.
liriz,
"İyi" ve "güzel" fikirleri öteden beri bazı filozoflarca
Amerikalı psikolog Starch ilânsız ticaret yapılamaya­
memzûcen mütalâa edilmiştir. Eski Yunanlılar "İyi" keli­
cağını ve en çok ilân yapanın en ziyade kazandığını tah­
mesiyle "güzel" kelimesini aynı fikri ifade için kullanırlar­
kik etmiş. Amerika'da en çok ilân yapan Hart isminde bir
mış. Hatta Eflâtun: "Bir haksızlığı irtikab etmektense ona
ticarethane ilân için senevî seksen beş bin dolar mikta-
258 TÜRK YURDU Sayı 122

nnda bir meblağ sarf ettiği hâlde bütün kazancına naza­ tabiatın güzelliğiyle müsabaka-i makûsede bulunuyor­
ran ilân için ancak yüzde üç nispetinde bir fedakârlıkta muş gibi bu derece cazibesiz kalmazdı. Refah ve servet
bulunuyormuş. Hâlbuki ona nispetle daha az ilân yapan zevk-i bediiyeti tezyîd edebilen esbabdan olsa bile her
ve bu hususta senevi yirmi dört bin dolar ihtiyar eden hâlde biri diğerinin lâzım ve mülâzımı değildir. Çünkü
Benjamen ismindeki ticarethane ise kârının yüzde yedi­ asırlardan beri hazineler eriten İstanbul böyle perişan
si nispetinde ilân masrafı feda etmeye mecbur oluyor­ bulunmamak lâzımdı.
muş, Rakamlara istinat eden bu netâyic, erbabını düşün­ İçinde mebzul servetler istihlâk edilen öyle konaklar
meye şevketmiş, ilânların kemmiyeti kadar ve hatta on­ ve evler görürüz ki kıymetdar ve zengin eşyasında, bütün
dan daha ziyade keyfiyetinin müessir olduğu anlaşılması müreffeh vesâitinde iğreti giyinmiş insanlar gibi çolpa bir
üzerine bu babdaki şerâit-i ruhiyeyi tetkik etmişler ve bu vaziyet, sizi saran hava-yı muhitinde daima bir şemme-i
şerâit meyanında kıymet-i bediiyenin dikkat ve rağbeti gılzet vardır.
celb hususunda pek ziyade müessir olduğunu bulmuş­
Bugünün küçük mekteplileri, dükkânının önünde
lar. çorapsız oturan yahut mahalle kahvesine entarisinden
Uzak yerlerin tetkikatından istimdada pek de lüzum dizliğinin paçası sarkarak giden pederlere benzememeli-
yoktur. Basit bir istidlâl ile bunu biz de görebiliriz. Mede­ dir. Bilhassa küçük kızların istikbâlde mesut ocaklar kur­
nî memleketlerdeki ilânların ekseri bakılmakla doyul­ maya namzet olan bu yavruların bediî terbiyeden almala­
maz. Öyle ilân varaka ve levhaları bulunur ki kendilerini rı lâzım gelen nasip umûmî hayat için ne kadar müessir­
evlere tezyinat sûretinde kabul ettirirler. Avrupa şehirle­ dir? Zevki terbiye görmüş bir kadının muntazam ve şirin
rinin garlarında, ötellerinde, kahvehanelerinde, resmî ve evi ailenin bir zaman-ı saadeti değil midir?
umûmî binalarında duvar tezyinatı alelekser fabrikaların, Emsâl ve delâil ile bahsi uzatmayı pek müfîd bulmu­
ticarethanelerin nefis tablolar hâlindeki ilânları değil mi­ yorum. Bu teferruat öyle meselelerdendir ki birkaçı teş­
dir? rih edilince kari için derhal tevsî ve ikmali kolaydır.
Şu misal de gösteriyor ki zevk-i selîm her hususta Terbiye-i bediiyenin gaye ve lüzumu bu sûretle tav­
pek mühim esbâb-ı muvaffakiyettendir, Amerikalıların -ki zih edince nöbet tetkik-i vesâite gelir ki üçüncü makale
maddî ve amelî olmakla tanılmışlar ve Avrupa'nın, bilhas­ bununla iştigal edecektir.
sa Fransa'nın bize meşk-i taklîd olan edebî terbiyesine ta­
İb ra h im A la a d d in
mamen zıt bir tarz-ı terbiye ittihaz eylemişlerdir- zevk-i
selîme ve terbiye-i bediiyeye ayırdıkları mevki ve bunun
hayatları üzerinde yaptığı tesir şâyân-ı ibrettir. DİLİMİZ
En âdi faaliyetlerimizde bile zevk-i selîmin, hiss-i be­ NAZMIN AHENGİ (RYTHME)
diînin tesiri var. Güzel kelimelerle ifade edilmiş yahut za­
Son zamanların edebî cereyanları arasında yeni bir
rif bir şekilde yazılmış bir maksat, böyle olmayana nispet­
kanaat baş gösterdi. Bu yeni kanaat sahipleri "şiir ritim­
le cây-ı kabul ve tervîc bulmak talihine daha ziyade maz-
dir" diyorlar ve bu sûretle bir meslek icadına çalışıyorlar.
hardır.
Fakat garp edebiyatını tetkik etmek istedikleri zaman,
Aynı kıymet ve şerâitteki iki metadan birinin zarafeti gözlerini hemen hemen münhasıran Fransa'ya çeviren
tâlibin tercihi için elbette tereddüt vermez, İşe yarar ve gençlerimiz, pekâlâ bilirler ki, bu yeni sanılan kanaat ora­
sağlam eşya imal eden öyle hırfetkârlarımız vardı ki zevk
da evvelce bazı zihinlerde yer tutmuş, sonraları unutul­
ve muhayyilelerinin noksanî-i terbiyesi yüzünden seme-
muştur. Bilhassa, "Leconte de Lisle"in açtığı çığırda "He-
re-i sa’yleri zamana göre kaba geldi ve ıslâh ve ibdâ husu­
redia" gibi hakikaten üstad şairler yetişince "Şiir ritim­
sundaki kabiliyetsizliklerinden dolayı onlar da mahvolup
dir." zannı kendinden evvelki fikirlerle çarpışmaya başla­
gitti.
dı. O zaman ortaya, heykeltraşlığın âbideleri gibi "şeklî"
Zevk-i selîm taammüm etmiş, her ferdin hiss-i bedi­ (plastique) şiirler çıktı. Fransız "irfan" (culture)’ı daha zi­
îsi az çok uyandırılmış olsaydı evlerimiz bu kadar çirkin, yade "mantıkçı" olduğu için bu eserler, edebiyat âmme-
sokaklarımız, mahallelerimiz böyle kasvetli, şehirlerimiz
Sayı 122 TÜRK YURDU 259

sinde, itiraf ederim ki, yeni bir zevkin tahassülüne sebep Ol büt-i tersâ sana mey nû§ eder misin demiş
oldu, Ancak, Fransız ruhunun bütün bunlara muvânese- El aman ey dil ne müşkil-ter suâl olmuş sana
tine yani hırfetten sanata kadar her şeyi "badesi" (intuiti- Sen ne câmın mestisin, âyâ kimin bayramsın
on)’likte değil, mantikîlikte aramasına rağmen "§iir-ri- Kendin aldırdın gönül, nöldun ne hâl olmuş sana
tim" kanaati pek çok muammer olamadı. Bilhassa Belçi­
Leblerin mecruh olur dendân-ı sîn-i bûseden
ka'da yetişen şairler, -biraz da Alman sembolizminden ir-
La'lin öptürmek bu hâletle muhâl olmuş sana
şad alarak- şiiri ruhun derin ve müphem hülyalarında
aramaya başladılar. İşte artık, yirmi seneyi geçmiş bir za­ İşte diğeri:

mandır ki, şeklî nazımlar, Fransız âmmesinin hoşuna git­ Sabâ ki dest ura ol zülfe müşkinâb kokar
miyor. Bugün, daha ziyade tahlilî parçalardan zevk alını­ Açarsa ukde-i pîrâhenin gülâb kokar
yor. Ne berk-i güldür o leb çiğnesem şeker sanırım
Demek oluyor ki, "Şiir ritimdir." fikri "orijinal" bir Ne göncedir o dehen koklasam şerâb kokar
meslek doğurmakla kurulan iddiacıları tarafından ibdâ Aceh ne bezmde bu şeb-zinde-dâr sohbet idin
edilmiş birşey değildir. Bilâkis, "evvel zaman içinde" Lienüz nergis-i mestinde bûy-ı hâb kokar
Fransa'da moda olmuş ve sonra bir telâkkî hatası olduğu
Nedim'in muasırlarından ve hayalen bazı ona yakla­
anlaşılarak tarihin bir köşesine katlanıp konulmuş eski
şan şairlerden Enderûnî Sami Beyin de divanında ritmi
metalardandır.
ayânâ göze çarpan parçalar var:
Maamafih, sakın fikrim yanlış anlaşılmasın. Ben şiir­
Zülf-i siyahı gerden-i billûra sarılmış
de "derunî ahenk" (rythme) yoktur, demiyorum. Vardır;
Bir perdedir ol âyine-i nura sarılmış
fakat "netice"dir. Hâlbuki "Şiir ritimdir" diyenler, şiirde
ritim, "gaye"dir, demek istiyorlar. Ve işte hata, buradan Mir’ât-ı binakûs kenâr hatt-ı nüde
çıkıyor. Yoksa, ben de tasdik ederim ki, şiirde ritim mün­ Sansubh-ı hafâdırşeb dîcûra sarılmış
demiçtir. O olmayınca, yazılan manzumenin ahengi, ya Gam merhemi kim rübze-i elmasla meshûk
akordsuz bir sazın çıkaracağı sadâlara veyahut "manga Liâl-i siyahı gâriz hurşid-i ziyâda
kolunda" yürüyen bir tabur askerin muntazam, muttarit
Pervane gibi şem'a-i kâfûra sarılmış
ayak patırtısına benzer.
Sami o meh ettikte nigâh gazab âlûd
Bir arkadaş.
İşte bunlar iddiamı iyiden iyiye ispat ediyor. Ne ha­
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten. cet? Muallim Naci'nin bundan otuz sene evvelki şöhreti­
manzumesi için, "flamalı şiir" diyor. ne bâdi olan, yalnız klâsik edebiyatının temâdisine çalış­
ması değil, belki yazdığı eserlerde ritmin mevcut oluşu­
Bana kalsa, bu iddia, eğer "Şiirde ritim neticedir."
dur. Ona, Kâzım Paşa gibi, Avni Bey gibi ve bilhassa Her-
tarzında söylenseydi, şüphesiz hem doğru hareket edil­
sekli Arif Hikmet gibi eski edebiyatın mühim uzuvlarınca
miş olur, hem de birtakım dedikodulara bâis olmayarak
verilen kıymet, muhakkak, en ziyade Naci’nin nazmında
yirminci asırda, şiirde "şeklîlik" yapmamış olurduk ki, o
görülen şâyân-ı dikkat "derunî ahenk"ten mütehassıldır.
bir tehlikedir.
Edebiyat-ı Cedide şairlerinden Siret Beyin "Leyâl-i
Bugünkü değil, her zamanki şiirde ritim vardır. Fa­
Girizân"ında,
kat, "gaye" değil, "netice"dir. Bunun böyle olduğunu,
pek canlı misallerle ispat edebilirim. Ta, 1100 tarihlerinin Ah o gözler ki
ibtidâsında yaşayan Nedim, bittabi ritmin ne olduğunu Şehper-i mâh-ıgirizân sürünen bir yoldan
bilmiyordu. Lâkin biz bugün, onun ölmez eserlerini tet­ diye başlayan parçası da, yukarıda gösterdiğim misaller
kik ediyoruz; nazmın bu füsunkâr ahengini buluyoruz. gibi, hususî bir musikiye mâliktir.
Bakınız, işte birkaç gazelinden birkaç parça: Sonra bundan beş altı sene evvel, tekellüm lisanını
tahrir lisanına yaklaştırmak için çalışan ve tekellüm lisa­
260 TÜRK YURDU Sayı 122

nıyla pekâlâ manzumeler yazılabileceğini anlatan genç­ Böyle olmayıp da, aruz gibi bir veznin iânetine sığı­
lerden Ali Canib Beyin, narak, meselâ:

Kırsın onun da kalbini bir hasta ihtiras, Gel ey mahbûbe Çin'den


Etsin zavallı ruhu yalan aşka bir temas. Kamış bir gûşun içinden
Hırçınlık istesin şehevî gözler ağlasın;
Ah ağlasın. O gözleri hicran uyutmasın.
tarzında satırlar vücuda getirirsek Acemlerin,
Öksüz şebâbın üstüne âzerde bir âyin
Parmaklarıyla İncili bir akşam işlesin. Tabi pür-âvâze-i bâtın tehî!
hezeline mâ-sadak oluruz. Asıl hüner, Türklerin "millî
şiiriyle, vezni" olan "hece vezni" nin bugün şikâyet ettiğimiz
ittirâdım gidermek ve konuştuğumuz lisanla "edebiyat-ı
Aşkın ben inledim en uzun, en hazinini
âmme"sinin zevkini tatmin edecek musikili bir şiir yarat­
Git ah uzatma, ellerin aldatmasın beni;
maktır.
Kalbimde istemem yine bir ukde kalmasın;
Git, mavi gözlerindeki rüyaya dalmasın. 10 Teşrinievvel 1332

Nüzhet Haşim
diye devam eden "Git!" manzumesinde de, hem yeni bir
lisan, hem de aruzun kulakları yırtan ahengini yok ede­
cek, yutacak kadar kudretli bir "ritim" var.
YENİ ESERLER
Zaten Ali Canib, daha bundan birkaç sene evvel, Fik­
ret Bey merhumun şiirlerini tetkik ederken, onlardaki "Dicle Önünde".- Karilerimize müjde: Eşsiz millî
"hendesî"likten şikâyet eder ve arkadaşlarına "şiir, akmı­ şairimiz Mehmed Emin Bey, "Millî Destan"ın bir nağme­

yor, hareket etmiyor, yaşamıyor." derdi. Ve daha o za­ sini daha yazıp bitirdi ve bastırdı: "Dicle Önünde" çıktı.
man, "şiirde derunî bir ahengin lüzumuna" kaildi. "Ey Türk Uyan!", bütün Türkleri sarsıp uyandırıyordu.
"Tan Sesleri"nde Turan'ı kurtarmaya koşan Türk eriyle,
Filhakika, aruzun kendine mahsus o kadar âşikâr bir
ocağında kalıp ona giyecekler yetiştiren kadının şarkıları­
ahengi var ki, onu kim dinlese bir "şarkı" okunuyor sanır.
nı okuyorduk. "Ordunun Destanı" garbın iki en büyük
Onun, her "mefûlü failât"ım bir kalıptır ki, şairlerimiz,
devletinin ordularım bozup donanmalarını batıran "Ça­
kelimeleri bu kalıplara ölçüp biçerek yerleştiriyorlar. Kim
nakkale kahramanlarının" yiğitliklerini anlatıyordu. "Dic­
bilir, belki nazmımızın düçar olduğu bu tazyik, bir aksü-
le Önünde" mağrur büyük Britanya'nın bir kolordusunu
lamel yaparak "derunî aheng"e lüzumundan fazla, edebî
esir edip Bağdad'ı kurtaran "Kahraman Irak Ordusunu"
bir meslek şeklini verdi.
alkışlıyor:
Hülâsa, şiirde ritm vardır; fakat, bu bir neticedir. Şiir,
Bunu ıssız yedi çöl birbirine naki etsin;
yalnız ritim değildir. Nitekim bence şiir, yalnız ne histir,
Türkü olsun, halhallı kızlar onu çağırsın.
ne de hayaldir. Şiir, "muaddal" (complexe) bir mahsûl­
Bunu âşık çobanlar kavallarda titretsin;
dür. Onda bunların hepsi olmalıdır. Şair, her şeyden ev­
Destan olsun, alevli ocaklarda haykırsın.
vel vicdanını satır hâline ifrağı gaye ittihaz edecektir.
Nurlar yağsın, göklerden bu mukaddes yerlere;
Eğer onda, bediî bir zekâ varsa "ritim" de doğurur, "ha­
Saygılarla anılsın bu imanlı nesiller;
yal" de yaratır.
t Selâmlansın her yerde şanlı Kûtü'l-ammare;
Yok, buna rağmen "Şiir ritimdir." diyerek bir meslek
Ölmezlere karışsın o kahraman hülyalar."
vücuda getirmek istenince, yalnız "plâstik" manzumeler
"Ordunun Destanı" çıktığında millî şairimizin "Millî
meydan alır ki, Fransa'da olduğu gibi, bizde de pek az za­
Destanı" ikmal edeceğine eminiz, demiştik. Yanılmamı­
man sonra iflâsı derkârdır.
Sayı 122 TÜRK YURDU 261

şız. Pek yakında millî şairin bir bediasının daha intişarını giriyor. Fabrikadaki tertibat ancak kendi ihtiyacına kifa­
tebşir ederek sevineceğiz ve karilerimizi sevindireceğiz yet edecek derecede ise de civar kışlalarla hastahaneler
de bundan müstefîd olabileceklerdir. Şimdiki hâlde fab­
5,
rikada dört yüz amele çalışıyor. Aynı tertibât dairesinde
hem gündüz, hem de gece çalışılacak olursa sekiz yüz
Edebiyat-ı U m ûm iye M ecm uası.- Tanınmış mu­ amele işgal edilebilecektir.
harrirlerimizden Celâl Nuri ve İsmail Hami beyler tarafın­ İleride fabrika tevsî edilecek ve kereste işlerinden
dan "Gurre-i Muharrem 1335"te tesis olunan bu mecmu­ başka her türlü ev eşyası, ziraat makineleri, değirmen alâ-
anın ilk nüshası 22 Teşrinievvel 1332'de intişar etti. He- tı, tulumbalar ve sair ufak tefek makineler yapmak müm­
yet-i kalemiyesinde görülen isimlerden mecmuanın pek kün olacaktır. Bu takdirde 1200 kadar amele istihdam
eklektik olacağı anlaşılıyor. Mütalâat irâdını birkaç nüsha­ olunabilecektir. Amelî sûrette sanat öğrenmeleri için fab­
sının intişarına talîk ederek şimdiden refikimize uzun rikaya dârüleytamlara mensup elli kadar çocuk verilmiş­
ömür ve muvaffakiyetli hayat temennî eylemekteyiz. tir.
Y Fabrika binaları, kerestesi bol arazide ziyadar ve
muntazam bir sûrette yapılmıştır. Ebniyenin kain bulun­
duğu arazi müessesenin her tarafa doğru tevessüüne
müsaittir. Şimdilik amele asker olarak çalışmaktadır.
TÜRKLÜK ŞUUNU Harpten sonra civarda aileleriyle ikamet edebilmeleri
Meclis-i Umûmî nin A çılm ası.-1331 senesi 29 Şu­ için sağlık için uygun amele evleri yapılacaktır. İnşaata bir
batla Kanun-i Esasî'ye tevfikan bâ-irade-i seniye tatil edil­ yıl evvel başlanmış ve Almanya'dan gelen makineler dört
miş olan Meclis-i Ayân ve Mebusan, bir Teşrînisânîye mü­ aydan ibaret kısa bir zamanda yerleştirilmiştir."
sadif salı günü, sevgili hakanımız hazretlerinin bir nutk-ı Memleketimiz için çok lüzumlu olan bu müessese­
şahaneleriyle açıldı. Avdet-i hümâyunu müteâkip Meclis-i nin müteşebbislerini tebrik ederek devamlı muvaffaki­
Mebusan Hüseyin Cahid Beyefendinin, Meclis-i Ayân ise yetler arzu eder ve emsalinin çoğalmasını da Tanrı’dan
reis Rıfat Beyefendi'nin riyasetleri altında içtima ederek dileriz.
müzakerelerine başladılar.
Biga’da Z iraat ve Sanayi Sergisi.- Kale-i Sultaniye
Yeni Bir İmalâthane.- İzmit sancağında Adapazarı livasında hâsıl olan ziraî ve sınaî mahsûlâta dair bir sergi
civarında hayli müddetten beri inşa ve ikmaliyle uğraşı­ açılacağı bundan bir iki ay mukaddem neşrolunan gün­
lan mühim bir imalâthane 28 Teşrinievvel tarihinde baş delik refiklerimizde bir iki defa bahs olunmuş idi. İşte
kumandan vekili paşa hazretlerinin ve sair mühim bir mezkûr sergi Ağustos'un yirmi beşine müsadif perşembe
çok zevatın huzuaında merasim-i mahsusa ile küşad olu­ günü merasim-i mahsusa ile kürşad edilmiştir. 29 Ağus­
narak işe başlamıştır. tos tarihli Kale-i Sultaniye refikimizden okuduğumuza
İmalâthane başmühendisine verilen beşinci rütbe­ göre serginin küşadı merasimine bütün Biga ve civarı fev­
den Mecidî nişanı ile diğer mühendislere verilen sanayi kalâde şevk ve istekle iştirak etmiş ve herkes sergiyi ziya­
madalyaları Enver Paşa Hazretleri tarafından bizzat ken­ rete şâyân-ı memnuniyet bir tehâlük göstermiştir. Sergi
dilerine tevzi olunmuştur. İmalâthane hakkında mücmel hububât, sanâyi-i milliye, meyve ve sebze, mensucat, el
bir fikir verebilmek için "Tanin" refikimizden şu satırları işleri, orman ve maadin.. ilh. şubesi gibi mühim ve tama-
aynen alıyoruz: miyle hayatî ondan ziyade şubeyi ihtiva ediyor. Ziraî ve sı­
naî terakkîler mühim bir âmili olan ve mütemeddin
"Aldığımız tafsilâta göre yeni fabrikanın tahrik maki­
memleketlerde bazen millî ve hatta bazen beynelmilel ol­
neleri 400 beygir kuvvetindedir. Bundan başka nehir su­
mak sûretiyle ziraî, ticarî, fennî ve sınaî her nevi mamu-
yunu tasfiye edip içilecek bir hale getirmek için ayrı ma­
lât üzerine yüzlercesi tertip olunan böyle sergilerin bizde
kineler vardır. Bu makineler Anadolu'ya ilk defa olarak
de yapılması her cihetle memnuniyete şâyândır.

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf “K ader” Matbaası


m m ^

T ü kk VuKm
Türelerin Tâidesinc C a lis ır

YIL: 4 SAYI: 123 (24 Teşrînisânî 1332-7 Aralık 1916)

û fg- ^ e ^ H^ e d c ^ ç c 4 - O' ^

Kafkas Evleri / D o ğ a n

Lâle Devri / Y ahya S alim

r<2n/? 77e Siyaset: Garp Nazarında Şark Meselesi (1) / Safes

Türk Aleminde: Paris ve Berlin M uhadenâmelerinin Fesih ve İlgası/ ***

İntikad ve Takriz: “Akından H aşan Z ek i

Türklük Şuûnu: Millî Banka-Millî Bankanın Sermayesi-

Lîilâl-i Ahmer Sergisi /


Sayı 123 TÜRK YURDU 265

TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

EDEBİYAT

KAFKAS EVLERİ
1 5
Beyaz badanalı, beyaz mermerli, Her köşesi der ki: Her derdi unut!
Beyaz duman tüten beyaz ocaklı. Taşsın yüreğinden gençlik sevinci!
Çifte pencereli, beyaz kemerli. Yerler yeşil zümrüt, gök mavi yakut,
Beyaz güğercinli, beyaz saçaklı... Kafkas’ın her evi, beyaz bir inci...
Gençliğe emeldir Kafkas evleri; Güzellik derneği Kafkas evleri;
Ne kadar güzeldir Kafkas evleri.. Saadet örneği Kafkas evleri...

2 6
Yasemin dalları, hanım elleri. Anasız, babasız, aşksız, serseri.
Lâleler, sünbüller sarmış her yanı; Yuvasız kartala döndüm âlemde;
Gelmiş perilerin en güzelleri. Kalmadı ruhumda bir nur eseri,
Yapmış buralarda beyaz Turan’ı... Kalmayı istemem artık matemde!
Perdesi ipekli Kafkas evleri; Koynunuzu açın Kafkas evleri.
Etrafı çiçekli Kafkas evleri... Ruhuma nur saçın Kafkas evleri...

Doğan
3
Akşam ezanında, güneş batarken.
Tutuşur camlarda altın yaldızlar...
Kuzular dönerken, kuşlar yatarken. LALE devri
Damların üstünde doğar yıldızlar...
Aziz muhibbim Yusuf Ziya Beye
Bahçesi ak güllü Kafkas evleri;
Dalları bülbüllü Kafkas evleri... Ne zaman ki suda mehtab
Titretirdi lâleleri,
4 Saraylılar elde rübab
Pembe bir el açar, beyaz bir perde İnletirdi bahçeleri.
Karşılar seherin pembe nurunu...
Güneş dolaşarak pencerelerde Bahçelerin gölgeleri
Arar genç kızların en mahmurunu... Mest olurdu şarkılardan
Sedirleri beyaz Kafkas evleri; Gülgûn şarab kâseleri
İçinde aşk u nâz Kafkas evleri... Nerde şimdi ey bahçevan?
266 TÜRK YURDU Sayı 123

Gözlerinde yeşil serap malûmatının ve onlardan doğma mütalâalarının, sırf


Dolaşırdı çeşmeleri garptan alınma ve gelme olduğunu anlıyor ve bunu söy­
Saçı dağınık, gönlü harap lemek ihtiyacını da duyuyor...
O şen devrin tazeleri.
“Garp Nazarında” demekle iddiakâr bir hataya düştü­
ğümü muterifim. Daha sarih ve sahih olmak için “Bazı
Yaşmakların hâleleri
Fransız ve Rus Menbalarına Göre Şark Meselesi” denil­
Uçuşurdu kayıklardan
meliydi. Lâkin ilmilik davasını görmeyen, sırf “tamimci”
Ah onların buseleri
Nerde şimdi ey bahçevan? bir mecmuanın makalelerinde böyle ince itinalara kalkış­
mak, biraz tuhaf görünür diye korktum. Hem zannet­
Süzülürken gökte şehâb mem ki İngilizlerin, İtalyanların da bu meseleye nazarları
Andırırdı işveleri, pek başka türlü olsun;
Hep ederdi aşka şitâb Şark Meselesi’nin tarifi çok zordur. Garplı müellifler,
Kadınların sineleri. Şark Meselesi’ni birkaç türlü tarif etmişlerdir. Mektep ki­
taplarına malûmat-ı mevcûdenin en çok takarrür edenle­
İpekli yaz geceleri ri geçer. Şark Meselesi’nin, en mukarrer ve en münteşir
Gülümseyen çerağlardan tarifini öğrenmek için de, mekteplerde okunan küçük ta­
Pembeleşen çehreleri
rih kitaplarına müracaat olunmalıdır. Fransız tarih hoca­
Nerde şimdi ey bahçevan?
ları arasında hayli şöhret ve itibar kazanmış muallim
Seignobos’un, Fransız idadilerinde ders kitabı olarak kul­
Sözün Gelişi
lanılan tarih-i umûmîsinde. Şark Meselesi şöyle tarif edi­
Ey şehzadem, besteleri
liyor: “Milâd’ın 18. asrından itibaren Rusya ve Avusturya
O şen devrin soldu inan!
devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nu istilâ etmeye ve bu
Ah o lâle desteleri
imparatorluğun Hristiyan tebaasını kıyam ve isyan ettir­
Nerde şimdi ey bahçevan?.
meye çalıştılar. Bu teşebbüsler, 19. asrın ibtidâlarında,
Kızıltoprak Fransa ihtilâl ve imparatorluk muharebeleri ile inkıtaa uğ­
Yahya Saim radı. 1815’te Osmanlı İmparatorluğu kuvvet ve vüs’atini
henüz muhafaza ediyorsa da Rusya tarafından tehdit olu­
nuyordu. Rusya’nın tehdidine maruz Devlet-i Osmani­
ye’nin ne olacağı bir mesele idi. İşte bu meseleye, bir
müddet sonra “Şark Meselesi” nâmı verildi.”(Cours de
TARİH UE SİYASET
Ch. Seignobos.-Hist. Contemporaine. p. 240) Seigno­
GARP NAZARINDA ŞARK MESELESİ bos’un kavline göre “Şark Meselesi” 18. asr-ı Milâdî’de
Şarklılar da, ara sıra Şark Meselesi’nden bahsederler. doğmuş ve ismini de ancak 19. asırda almıştır. Vâkıa bu ta­
Lâkin meseleye hemen daima Garplıların zaviye-i rü'ye­ rihî ve siyasî meseleye isim takılması, 19. asır diplomatla­
tinden bakarlar. Zaten tarih-i umûmînin hangi mesele­ rının âsâr-ı himmetinden olduğu muhakkak ise de, mese­
sinde biz, bugünün şark-ı İslâmî sakinleri, kendi nokta-i lenin 18. asırda tahaddüs etmiş olması muhtelefun fihtir.
nazarımızı tayine muvaffak olabilmişizdir ki... Yazanları­ Şark Meselesi’ne dair tetkikat-ı mahsusada bulun­
mızın birçoğu, bildiklerinin, düşündüklerinin hangi muş olmak cihetiyle bu babda Seignobos’tan daha ziya­
menbalardan akıp geldiğini anlatmaya lüzum görmüyor, de hâiz-i salâhiyet olması iktiza eden diğer bir Fransız
belki bu hususta kendi kendine bile açık hesap veremi­ muallimi, Sorel, “Şark Meselesi” unvanlı kitabının mu­
yor. Meselâ, şimdi bu satırları karalayan, bundan on dört kaddimesine şöyle başlıyor: “Türklerin Avrupa’ya ayak
yıl evvel, yine “Şark Meselesine Dair” bir makale yazmış­ bastığı andan itibaren bir Şark Meselesi tekevvün etmiş
tı. Fakat o zaman makalesine “Garp Nazarında” kaydını oldu, Ve Rusya Avrupalı bir devlet olur olmaz bu mesele­
koymak hiç de hatırına gelmemişti. Zannediyordu ki yi kendi lehine halletmek davasına kalkıştı.”(La Question
okuduğu, öğrendiği şeyler, “şey’î”dir. Bu sefer, bütün d ’Orient. p. 10) Sorel, bu ifadesiyle Şark Meselesi’nin ha­
Sayı 123 TÜRK YURDU 267

yatını maziye doğru uzatıyor. Türkler Avrupa’ya ayak ba­ Fransa’nın kurûn-ı vüstâda kazandığı mevki-i müm­
sar bazmaz, yani Milâd’ın 14. asrı ortalarından itibaren taz, Şark Meselesi’nin hallindeki dahl-i azîmî ile izah edi­
Şark Meselesi tahaddüs etmiştir, diyor. Bu müverrih Şark lir. Fransızlar şarka Akdeniz üzerinden yol açmışlardı.
Meselesi’ni zamanda uzattığı gibi, mekânda da genişleti­ Ehl-i salîb seferlerini Fransızlar sevk ve idare ettiler...
yor. Şark Meselesi yalnız Memâlik-i Osmaniye’ye inhisar “...15. asrın sonlarına doğru Şark Meselesi’ni, genç bir
etmez; Lehistan ve İsveç ülkeleri de bu meselenin oynan­
millet, yeni bir gayret ve savletle eline alır. Başta Avru­
dığı sahnenin mütemmimâtındandır. Fakat en mühim
pa’nın tanımaya tenezzül etmediği bu kavim, Ruslardır.
rolleri Türkiye ve Rusya ifa ederler.
“... Rus kavminin tarihi, ormanlarda, kara toprakta,
Muallim Bourgeois, Şark Meselesi’nin tarihî ve coğ­ bozkırlarda yayılmaktan ibarettir. Tûl müddet Avrupalı­
rafî hududunu, Sorel’den ziyade tevsî ediyor. Türklerin larca meçhul kalan bu tarih. Şark Meselesi’nin yeni bir
Avrupa’ya geçip İstanbul’u almaları, Bourgeois nazarın­ yüzünü hazırladı... Ruslar, Tatar mahkûmiyetinden kur­
da, Şark Meselesi’nin bir safhasından ibarettir: Asya’dan tulup istiklâl kazandıktan sonra, eski hâkimlerini Şarka it­
gelen barbar kavimlerin def ve tard olundukları yahut tiler ve 15. asırdan itibaren Şarka ilerlediler. Bunların
Roma ve Hristiyan medeniyetini temessül edip onu şar­ bozkırlar üstünden Şark âlemine götürdükleri âsâr-ı me­
ka neşretmek üzere geldikleri tarafa teveccüh ettikleri deniye, eski Yunanî-Roma’nın iğtikadât ve ahlâkı olmuş­
zamandan itibaren, eski dünyada bir Şark Meselesi mev­ tur. Frankların Roma’dan aldıklarını, Ruslar Bizans’tan al­
cuttur. Şark Meselesi kurûn-ı vüstâ cemiyetlerinin inki-
mışlardı. Ruslar’ın birinci medinesi olan “Kiyev”, ilk gün­
şaf-ı haricîlerine hizmet eden mesele-i esasiye idi. Charle- lerinden başlayarak Bizans’ın rakibi ve şubesi olmak üze­
magne İmparatorluğu’nda bir şarkî Fransa vardı ki Frank re, bir §ehr-i mukaddes telâkkî edilmiştir. Frank ve Rus­
krallığına istinaden, Ren’in öte tarafında bulunan Cer-
lar’m mukadderât-ı tarihiyesinde bir nevi teâkub ve mu-
manya müşrik akvamını kendi içine alıp temdîn eder. vâzenet vardır: Garp akvamının Şark’ı istilâsı nihayet bul­
Charlemagne ve haleflerinin, 9. asırda, Avarlarla muhare- duğu zaman, Ruslarınki başlamış ve bu sûrede Şark Me­
bâtı Şark Meselesi’nin bir safhasıdır... 9. asrın sonlarında selesi devam etmiştir.(9,” (Manuel historique de Politi-
Macarlar zuhur ederek Hristiyan âlemini tehdit ederler.
que etrangere.-T. L. p. 10 â 14)
Charlemagne’nin vârisleri ve Roma Papalığı’nın müttefik­
Bourgeois’in Şark Meselesi’ni anlayışı kâfi derecede
leri olan Cermen İmparatorları, Macar istilâsını Augs-
derinden olmakla beraber, bu garip mesele, onun çizdi­
burg’ta 955 tevkife muvaffak olarak Şark hududunu tan­
ği hudut içinde de kalmış değildir. Bourgeois, hiç olmaz­
zim ve şarkta askerî Alman müstamerelerini, yani Bran-
sa, Şark Meselesi’ni kurûn-ı ûlâda aramaya kalkışmamış,
denburg ve Avusturya (Ostreich-Şark Ülkesi) çitlerini
meselenin mebdeini, bugünkü Avrupa’nın ilk edvâr-ı
(marches) tesis ederler. Bu askerî uçlar, şarkın fethine
teşekküliyesine kadar götürmekle iktifa eylemiştir. Fakat
memurdur. Hristiyan âleminde riyaset, yani imparator­
“Menşelerinden zamanımıza Kadar Şark Meselesi” diye
luk, hudud-ı şarkiye meselesini en ziyade gayret ve şid­
bir cilt yazan ve kitabı Fransa Enstitüsü tarafından mükâ­
detle halle muvaffak olan milletin hakkıdır. Başta Klovis
fata lâyık görülen Edouard Driault Şark Meselesi’nin ibti-
ve Charlemagne’ın Frankları, sonra Almanlar.
dâsını hemen hemen Tufan-ı Nûh’a kadar çıkarıyor! Kita­
“12 ve 14. asırda bu makam-ı şerefe istihkak, Slav ır­
bın medhali. Şark Meselesi’nin tarifi (Definition de la Qu-
kı ve alelhusus Çehler tarafından iddia olunur... Çehler,
estion d ’Orient)dir: “İskender-i Kebîr, garp tarafı Akde­
Frankların ve Almanların misyonunu devam ettirirler.
niz, Karadeniz ve Sahra, şark tarafı İndüs nehriyle mah-
Ve... mükâfât olarak Lüksemburg sülâle-i hükümdarîsiyle
dud bir ülkeye, yani Avrupa’dan Hindistan’a giden yola
imparatorluğunu kazanırlar: Bu da gösteriyor ki, o za­
sahip olmuştu. İskender’den sonra. Roma İmparatorluğu
manlar, Şark Meselesi Avrupa’nın dahilî ve haricî mukad­
bu cihete doğru tevessü ederken nâdiren Dicle’ye kadar
deratını tayin ediyordu.
vâsıl olabildi ve binaenaleyh İran bir dereceye kadar aza-

( ü Bazı yerleri atlanarak ve hülâsa edilerek tercüme olunmuştur.


268 TÜRK YURDU Sayı 123

met ve şevketini kaybetmedi. Muahharan yedinci ve se­ Öyle azîm bir harb-i salîbî ki kurûn-i vüstânın hurûb-ı sa-
kizinci asırlarda [Milâdî] Arap imparatorluğu Bahr-ı lîbesi yanında çocuk oyuncağı kalırlB,”
Sefid’den İndüs’e kadar yayıldı ve hudutları, Asya’da ce­ Driault, Şark Meselesi’nin mahiyet-i diniyesini böyle
nup tarafından biraz kayması nazar-ı itibara alınmazsa, tasrîh ve tayin ettikten sonra evsaf-ı ırkiyesini göstermek
Makedonya İmparatorluğu’nun hudutlarıyla tetabuk etti. üzre diyor ki: "Yafes'in evlâdı olan Lâtin ve Grekler, Cer­
Daha sonra 12. asırdan 15. asra kadar, barbar istilâları Av­ men ve Anglo-Saksonlar, İslav ve Ruslar, "Ban Donya"
rupa’da yerleşip oturmuş iken, Garbî Asya, Avrupai oldu­ eteklerinde, Mısır akvâmının. Irak Samilerinin, Asya-yı
ğu nispette Asyaî dahi olan bu mıntıka, bu ileri Asya ya­ Sugrâ Türklerinin etrafını sararak Hindos ile Akdeniz
hut ileri Avrupa, büyük mikyasta muhaceret-i akvâm ile arasında, birleşmeleri mukadder gibi görünen Hind ve
karışıp çalkandı. Cengiz Han ve Timur’un imparatorluk­ Avrupa ailesinin iki büyük şubesini ayırmak için ansızın
ları Asya-ı Sugrâ’dan Ganj’a kadar bütün memleketleri gelip girmiş bu yabancı kavimleri mahvetmek için üzer­
kapladı: Kostantiniye, Aksa-yı Şark’tan veya orta Asya yay­ lerine saldırmaktadırlar.
lalarından koşuşup gelen fatihlere karşı, uzun müddet
Lâkin, asrımızda Şark Meselesi’nin tarihi bilhassa
Avrupa’nın son hisarı olarak kalmıştı. Asyalı müstevlîlerin
mahiyet-i iktisadiyye iktisab etmektedir. Bu da akvamı
son bir dalgası, 1453’te İstanbul şehrinin duvarlarını,
hatta akraba kavimleri yekdiğeri üzerine saldırtan
Hristiyan dininin İslâma karşı duran bu şeddini de yıktı
tenâzü'-i bekanın eşkâlinden biridir. 350 milyon Avru­
OsmanlI İmparatorluğu, dört asırdan fazla bir zaman, şar­
palIyı 250 milyon Hindli ile 400 Çinliye başlayan ve
kî Avrupa ve garbî Asya’nın Fars körfezinden Tuna nehri­
maişet-i yevmiyenin muhtaç olduğu mahsûlâtı, eski
ne ve Adriyatik Denizi’ne kadar imtidad eden bir kısmı
dünya üzerinde geçirerek, Muhît-i Kebîr’den Muhît-i
üzerine yayıldı. 16. asırdan itibaren, İstanbul sultanı Av­
Atlasî’ye taşıyan eski büyük ticaret yolu, Süveyş
rupa işlerine karışır oldu. Ve ta o zaman Fransa ile bilitti-
Kanalı'nın hafrmdan beri, buradan gelip geçiyor.
fak Tuna’nm havza-i vustâsında Alman hudutlarını geri
İngiltere Akdeniz, Şap Denizi ve Muhît-i Hindî üzerinde
çektirdi. Süleyman-ı Kanunî’nin devr-i saltanatı (1520-
bu yolun en alâ mevkilerini tutmaktadır. Fransa Bahr-i
1566), bu devletin uc-ı ikbâli oldu. Çünkü Osmanlı Türk­
Sefîd-i Garbî'nin şimal ve cenup sahillerine mutasarrıf ol­
lerinin hâkimiyeti fetholunan kıt’alarda, hiç değilse Avru­
duğu gibi onun şarkta menâfii, menâfiinden daha sağlam
pa’da derin kökler salvermemişti. Türkler, mağlûp ka-
an'anâtı vardır. Rusya şimalin buzlu ovalarında ve bozkır­
vimlerle kaynaşıp birleşmek için hiç sarf-ı gayret etmek­
larında mahpus kalmaya razı olmuyor, ona serbest bir
sizin onların üzerine oturup yerleştiler ve 17. asırdan baş­
denizde, Bahr-ı Sefîd, Okyanus-ı Hindî veya Okyanus-ı
layarak Saltanat-ı Osmaniye zayıfladı, hudutları geri çekil­
Kebîr’de bir mahreç lâzımdır. Avrupa milletlerinin diğer­
di... İslâm’ın Avrupa’da ve Asya’da, Bosfor ve Dardanel’in
leri de, bu büyük ticaret yolu üzerinde bir mevki edinme­
her iki tarafında ric’ati. Şark Meselesi’ni tevlid etti. Şark
ye muhtaçtırlar. Zira bu yoldan uzakta kalanlar, yakın za­
Meselesi’nin tarihi, akvâm-ı İslâmiye zararına, onlara
manların faaliyet-i iktisadiyesinde büyük rol oynamaktan
komşu milletlerin terakkisinin tarihinden ibarettir. Bu ci­
vazgeçmeye mecbur olacaklar gibi görünüyor. Tarih-i be­
hetle Şark Meselesi, evsaf-ı diniyeyi hâizdir. Mehmed-i
şerin ilk tecellî ettiği şark, bugün yine tarihin başlıca sah­
Sânî ile Süleyman-ı Kanûnî’nin Hristiyan toprağında ka­
nesi hâline geldi.’’C)
zandıkları muzafferiyât, hilâlin salibe galebesi idi. Asr-i
ahirde Rusların Türkleri yenmesi, Balkan küçük devletle­ Edouard Driault Şark Meselesi’nin menşelerini ku-
rinin dirilmesi, salibin hilâlden intikâm alması oldu ve rûn-ı ulâya, ta İskender-i Zülkarneyn’in efsanelerle dolu
her tarafta, Türkistan’da, Kafkas’ın cenubunda. Tuna devre-i fütuhâtına kadar çıkarmakla beraber, Fransızların
üzerinde, Adalar’da, Suriye’de, Nil vâdisinde, Hind’de ak- müspet, sarîh ve maddî zihniyetine sadık kalarak, mese­
vam-ı Hristiyaniye, İslâm sancağını ric’ate icbar ediyorlar. leye hiç olmazsa, müphem ve muğlak xMâ-fevka’t-tabiiy-

( b La Question d ’Orient depuis ces origines jusqu’â nos joıırs.-Introdnetion p. 1-2.


ö ) Driault'nun bu eseri, "Mehmed Nafiz" imzasıyla Türkçeye tercüme olunmuştur. Tercümede bazı hatalar olmakla beraber okunmasını tavsiye
ederiz.
Sayı 123 TÜRK YURDU 269

yât karıştırmıyordu, Rus müverrihîn-i meşhuresinden ve serbestî-i icraatını işkâl eyleyebilecek kuvvetler mev­
Slavyov’un Şark Meselesi’ne nazarını öğrendiğimiz za­ cut ise, onların izalesine çalışır, Devlet-i Osmaniye mu­
man, şiir ve tasavvufa çok meyyal Slav zihniyetinin bu un­ asır bir devlet olmak gayesini takibe başlayalıdan beri,
suru da, meselemize sokmakta kusur etmediğini görüyo­ devletin bütün kuvve-i hâkime unsurunu kendinde
ruz, Slavyov’un indinde Şark Meselesi, tarihin kayt ye ta­ cem'e uğraştığı meşhurdur, Mahmud-ı Adlî ve Tanzimat,
hattur edemeyeceği kadar eski zamanlardan beri Avrupa derebeyleri, itaatsiz paşaları kaldırmaya, hükûmet-i mer­
ile Asya’nın müsademesini ifade eder ki bu müsademede keziye ile vilâyetleri tensîka, tebaanın hukukunu tevhide,
Avrupa hayat ve menâfi bahş eden denizlerin, Asya ise aynı esaslara müstenid kavanîni teşmile, istisnaî vaziyet­
ölüm dağıtan bozkırların tesirlerini teşhis ve temsil eder, leri tahdide, devlete rakip kuvvetleri kırmaya uğraşırken,
Avrupa ve Asya’nın tarihin âdeta Hürmüz ve Ehrem’ini kurûn-ı vüstâî bir devletten, muasır bir devlet doğurtmak
evvelâ bu iki kuvvetin çarpışması, tarih-i cihanın en esas­ istiyordu, Devlet-i Osmaniye'nin asrî bir devlet olmasını
lı bir hâdise-i bâtıniyesidir. Slavyov’un bu nazariyesi, te­ en çok işkâl eden müessirlerden birisi "imtiyazât" idi, Ku-
rakkiperver ve Garpçı Rus müverrih ve muharrirlerinin rûn-ı vüstâî devletlerin hepsinde mevcut olan imtiyazât
çoğu tarafından bir hakikat olmak üzere kabul edilmiş ve Devlet-i Osmaniye'de, "İmtiyazât-ı Ecnebiye” ve "İmtiya-
Rusya’nın garplılaşmasına, hayat ve menfaat veren deniz­ zât-ı Mezhebiye” unvanlarıyla haricî ve dahilî olmak üze­
lerden müstefid olmasına muktezî tedâbir-i içtimaiye ve re iki büyük kısma ayrılıyor ve her ikisi devletin istiklâl ve
siyasiyenin izah ve tafsiliyle hayli uğraşılmıştır. Bu nazari- serbest-i hareketine azîm ve mevâni’ ihdas eyliyordu, İm-
yeye göre Ruslar, nihayetsiz sahralardan, kırlardan, tiyazât-ı Ecnebiye (kapitülasyon) ve Mezhebiye’nin ilgası
Ehrem’ini karanlık ve mevt-âver ülkesinden kurtulup de­ emeli, Tanzimat devresiyle beraber başlamıştı. Lâkin bu
nizlere, Hürmüz’ün parlak ve hayat-bahş saltanatına ka­ maksadın istihsali uğrunda sarf olunan emekler, son za­
vuşmalıdır, Görülüyor ki mübhemât-ı felsefiyeden gayet manlara kadar pek az semere vermiştir. Cihan Harbi’nin
maddî bir netice-i siyasiye çıkıyor-, Ruslarca Şark Mesele­ ihdas ettiği beyneddüvel vaziyet, Osmanlı devlet adamla­
si Boğazlar’ı zorlayıp Devlet-i Osmaniye’yi ortadan kaldı­ rını, bu yolda kat’î hatveler atmaya teşvik edecek bir ma­
rıp Akdeniz’e inmek ve yerleşmektir. hiyette idi, Makâm-ı iktidarda bulunan zatlar, zamanın is­
Bütün bu naklolunan ifadelerden Şark Mesele­ tediği azm ve cesarete tamamen sahip olduklarından bu
si’nin gayet açık ve sade bir tarifini çıkarabiliriz: “Avrupa hatveleri atmakta asla tereddüt göstermediler. Harbin ilk
devletlerinin ve Avrupalı kavimlerin Osmanlı ülkesini ve aylarında kapitülasyonların ilgası ilân olundu. Bu, imtiya-

bütün Şark-ı karîbi, türlü usûl ve vasıtalarla zabt ve istilâ zât-ı ecnebîyenin kaldırılması demekti. Fakat kapitülas­
yonlardan başka birtakım muahedât beyneddüvel daha
etmeye ve Hristiyan olmayan şarklıları mahv ve ifnâ eyle­
vardı ki Osmanlı Devleti'ni âdeta Avrupa düvel-i muazza-
meye uğraşmaları, diplomatlar lehçesinde “Şark Mesele­
masının vesayet-i müşterekesi altına sokarak istiklâl-i kâ­
si” nâmını almıştır,”
milini ihlâl ediyordu, Devlet-i Osmaniye'nin kuvve-i hâki-
Safes meyi tamamen hâiz olabilmesi için bu nevi tahdidâtın
izalesi lâ-büd idi, Devlet-i Osmaniye'yi mahmî vaziyetten
kurtarmak, Devlet-i Osmâniye'nin istiklâl-i kâmilini na-
TÜRK ALEMİNDE
zar-ı âlemde teyid etmek maksadıyladır ki Hariciye Nazı­
PARİS VE BERLİN MUAHEDENAMELERININ rı Halil Bey Efendi, Berlin ve Viyana sefaret-i seniyeleri
FESİH VE İLGASI vasıtasıyla Almanya ve Avusturya-Macaristan hükümetle­
Muasır hukukşinâslar indinde devlet, kuvve-i hâki- rine müşterekü'l-metin birer nota göndererek Paris ve
meyi (Pouvoir supreme) tamamen ve yalnız kendinde Berlin muahedenâmelerinin Hükûmet-i Osmaniye tara­
cem ve temerküz ettirir. Dahilî ve haricî kuvvetlerin reka­ fından fesh edilmiş olduğunu beyan eylemiştir. Bu vâkıa,
betine müsaade etmez, Kuvâ-yı dâhiliyenin cümlesini ita­ Hükûmet-i Osmâniye'nin, harp ibtidâsından beri yaptığı
at ve tabiiyete icbar eder, Kuvâ-yı hâriciyenin müdahale diplomatikî teşebbüsler arasında, kapitülasyonların ilgası
ve nüfuzunu kesr eder. Binaenaleyh vahdet ve tamami- ilânından sonra birinci mevkii işgal edecek derecede mü­
yet-i hâkimiyetine halel getirebilecak, istiklâl hareketini himdir.
270 TÜRK YURDU Sayı 123

Kapitülasyonların ilgasıyla Paris ve Berlin Muahede- ten ve Lübnan’da bir usül-i idare-i cedide tesisini talep
nâmelerinin feshi, mahdut manasıyla Şark Meselesi'nin eylemekten men etmemiştir. Ol vakit düvel-i mümziye
Devlet-i Osmaniye menafii nokta-i nazarından halline Paris Muahedenâmesi'nin ahkâm-ı mezküresine muhalif
doğru geçilen büyük merhaleleri teşkil eder. Halil Bey olan ve âmâlü'l-hâk-cüyâne korkusunu tevlîd eden
Notası, OsmanlI tarih-i siyasî-i hâriciyesinde en mühim menviyatında Eransa'yı serbest bırakmamak maksadıyla
vesâikten sayılacak ve bunu itâ eden Osmanlı Hariciye şu harekete diplomasi tarikiyle iştirake mecbur oldular.
nazırının ismi Türklerin zihninde daima bir hatıra-i iftihar
Diğer taraftan Rusya Hükümeti dahi aynı tarîke sâlik
uyandıracaktır.
olarak tahrik ettiği ve kendilerine silâh, iâne, zabit ve hat­
YA ta asker vermekte kusur etmediği Sırbistan ve Karadağ
emaretlerine karşı Babıâlî'nin harekâtını bir ültimatom
ile tevkif etmiş ve bazı vilâyât-ı Osmaniye'de yeni bir ida­
Halil Bey Notası'nm "Millî Ajans" tarafından 20 Teş­
re-i dahiliye tesisini ve bunların temşiyet-i mesâlih-i umü-
rinievvel tarihiyle matbuata tebliğ olunan Türkçe metni­
miyelerinde bir müdahale-i ecnebiye cereyanını talep ey­
ni aynen aşağıya dere ediyoruz:
ledikten sonra Devlet-i Aliye ile harbe girişmekten çekin­
Hariciye Nezaret-i Gelilesi Tarafından Berlin ve Viya­ memiştir.
na Sefaretleri vasıtasıyla Almanya ve Avusturya-Macaris-
Kezalik Paris Muahedenâmesi’nin ahkâm-ı mesrüde-
tan Hükümetlerine İta Edilen Notanın Sürelidir:
si, Fransa Hükümeti'ni Tunus'u işgal ederek Devlet-i Ali­
Nazır Efendi, ye'nin asıl hıttası üzerinde kendi himayetini tesis eyle­
Hükümetimin emriyle hususât-ı âtiyeyi zat-ı âlîleri­ mekten, ne de İngiltere Hükümeti hakimiyet-i fiiliyesini
nin pîş-i nazar-ı ittilâına vaz ile kesb-i fahr eylerim. ikame etmek üzere Mısır'ı işgal etmekten ve Yemen'in

Geçen asrın nısf-ı ahirinde mütehaddis vukuat ara­ cenubunda, Necid'de, Kuveyt'te, El-Kutur'da ve Basra

sında Hükümet-i Seniye-i Osmaniye ahval ve şerâit-i Körfezi'nde hâkimiyet-i Osmaniye'ye karşı bir silsile-i te-

muhtelife dahilinde iki mühim muahedenâme imza et­ cavüzât ibka eylemekten men etmemiştir. Aynı ahkâm-ı
meye mecbur olmuştur ki bunlar da 3 Mart 1856 Paris ve ahdiye elyevm Devlet-i Osmaniye'ye karşı harp eden dü-
3 Ağustos 1878 tarihli Berlin muahedeleridir. Birincisinin vel-i erbaa Girit Adası'nda mevcut olan vaziyeti cebren ta­
vücuda getirdiği hâl ve muvazeneli İkincisi kısm-ı azamî dil etmek ve orada, riayetini müteahhid bulundukları ta­
itibariyle ihlâl etmiş ve her ikisi de taahhütlerini gerek mamiyet-i mülkiye ile tezad-ı âşikâr teşkil eden bir halet-i
alenen ve gerek sırren nakzeden düvel-i mümziye cani­ cedide ihdas eylemek hususlarında da müşkilâta uğrat­
binden pâmâl edilmişti. Bir hâlde ki düvel-i mezküre Os­ mamıştır.
manlI padişahlığı için müsait olmayan ahkâmın tatbikini Elhasıl İtalya hiçbir sebeb-i ciddî olmaksızın sadece
temin ettikten sonra onun lehinde mevzu ahkâma karşı fütuhat kasdıyla ve ol vakit Afrika'nın şimalinde vuku-yâf-
lâkayd kalmışlar ve fazla olarak ahkâm-ı mezküreye bilâ- te olan vaziyet-i cedide-i siyasiyeyi müteakip mücerret
inkıta muhalefet eylemişlerdir. kendisine tavizât tehyie eylemek emniyesiyle Osmanlı
Paris Muahedenâmesi, "Osmanlı Padişahlığımın is­ Padişahlığı’na karşı harp ilân etmekten çekinmemiş ve
tiklâl ve tamamiyet-i mülkiyesine riayet etmek" taahhü­ "Hükümet-i’Seniye ile ihtilâf-ı efkâr hâlinde kuvvet isti­
dünü vaz etmiş ve "bu taahhüde müştereken ve tama­ mâline kable'l-müracaa düvel-i müteâkideyi tavassutlarıy­
men riayet olunmasını" tekeffül etmek taahhüdünü de la ve müntehabı m en’e ikdâr eylemek hususunda" sebk
muhtevi bulunmuştu. Bundan sonra da Hükümet-i Se- eden taahhüdüne riayet eylemek zahmetine bile katlan­
niye'nin “tebaasıyla olan münasebâtına ve Osmanlı Padi­ mamıştır.
şahlığımın idare-i dâhiliyesine her türlü müdahaleyi men
Hususât-ı mesrüde, Osmanlı Padişahlığımın umür-ı
ediyor idi.
dâhiliyesine müdahale vukü bulan diğer bir takım ahvâli
Şu hâl Eransa hükümetini Memâlik-i Osmaniye'de daha zikr ve tadad etmekten muğnîdir.
kuvve-i müselleha ile müeyyed bir müdahale icra etmek­
Sayı 123 TÜRK YURDU 271

1877-78 vukûatı üzerine akdedilen Berlin Muahede- teşebbüsleri ve ısrarlarıyla onların menfaatlerine olarak
nâmesi Avrupa-yı Osmanî'de vaziyât-ı cedide husûle geti­ akd edilmiş olduğundan bu hâl muahedât-ı mezbûrenin
rerek Paris Muahedenâmesi’ni gereği gibi tadil etmiştir, Devlet-i Aliye ile düvel-i mezkûre arasındaki münasebât-
İşbu vaziyât ise bilâhere mârruzzikr sened-i düvelinin ol ta kat’iyyen ilgasını intaç eder.
bâbdaki ahkâmını fesh eden mukavelât-ı müteahhire ile Bundan maadâ Hükûmet-i Seniye düvel-i mümziye-
düçar-ı tagayyür olmuştur. Fakat Berlin Muahedesi’nin nin diğer ikisi ile müsavât-ı tâmme esasına müsteniden
akdinden çok müddet geçmeksizin Rusya Hükümeti biz­
akd-i ittifak etmiştir. Şu hâlde Osmanlı Padişahlığı
zat giriştiği taahhüdâta karşı ne derece hürmetkâr oldu­ nev'amâ mâdûn mevkiinden ve düvel-i muazzamadan ba­
ğunu gösterdi. Batum'u fethetmemiş olduğu cihetle işbu zılarının onu ibkada menfaatdar bulundukları vesâyet-i
mevki-i müstahkemi esasen ticarî bir serbest liman hâline
müştereke-i düveliyeden sûret-i kat’iyyede kurtulmuş ol­
ifrâğ etmek niyetini alenî ve resmî bir madde-i düveliye duğundan Avrupa zümre-i düveliyesine tamamen müsta­
ile beyan etmek sûretiyle ilhak edebilmişti. İngiltere Hü­ kil bir hükümetin hâiz olduğu hukuk ve imtiyazât ile da­
kümeti bu esasa binaen bazı taahhüdâtı tecdide muvafa­ hil bulunmaktadır. Şu vaziyet-i cedide dahi mârruzzikr se-
kat eylemişti. Maamafih Petersburg kabinesi niyâtını hay-
nedât-ı düveliyenin sebeb-i vücudunu izale etmektedir.
yiz-i fiile isal ettikten sonra muahedenâmenin ona dair
Mütalaât-ı meşrûha-i muhtelifenin heyet-i mecmu­
olan maddesinin mefsuhiyetini sadece ilân ederek şehr-i
ası, mârruzzikr senedâtı tamamen batıl ve her güne kıy­
mezkûru bir mevki-i harp hâline ifrâğ eylemiş, İngiltere
met-! ahdiyeden âri kılmaktadır.
f lükûmeti ise evvelce ihsas ettiği tedâbir-i teeyyüdiyeden
hiçbirini istimâl etmemiştir ki bu da Hükûmet-i müşârü- Maahazâ Hükûmet-i Seniye düvel-i müteakıdeden
nileyhânın Berlin Muahedenâmesi’nin tayin ettiği usûle kendisiyle münasebât-ı vedâdiyelerini ittifâk hâline kalb
ne dereceye kadar ehemmiyet atfettiğini ispat eyler. edenlerin zihinlerinde bu babda şübühât husûlüne mey­
dan vermemek üzere mârruzzikr 1856 ve 1878 tarihli
Hükûmet-i Seniye-i Osmaniye muahedenin külfetli
muahedenâmeleri fesh ettiğini Almanya Hükümeti'ne ve
ve ağır olan ahkâmını kemâl-i itina ile icra etmiş ise de
Avusturya-Macaristan Hükümeti'ne beyan etmekle kesb-i
onda münderiç ve kendisine müsait olan bazı ahkâm ge­
mübâhât eyler.
rek kendisinin ve gerek dâyinlerinin ısrarlarına rağmen
devletlerden birinin Osmanlı Padişahlığı ahvâline ika’-ı Maamafih muahedât-ı mezkûre de kendi lehine mün­
mevânide müşahede ettiği menfaat dolayısıyla lafz-ı deriç olup şimdiye kadar tanınmış olan hukuka riayet et­
bî-mâna hâlinde kalmıştır. tirmek için hukuk-ı düvel kavâidine istinatta kusur etme­
yeceğini ityân eylemeyi faydadan gayr-i hâli addeder.
İzahat-ı mebsûtadan müstebâan olduğuna göre Paris
ve Berlin muahedenâmelerinin Osmanlı Padişahlığı hak- Diğer taraftan Hükûmet-i Seniye Fransa'nın tazyiki
kındaki ahkâm-ı asliye-i umûmîyesi ona vaz'-ı imzâ eden üzerine Cebel-i Lübnan Sancağı'na düvel-i muazzamanın
bazı devletler tarafından müstemirren ihlâl edilmiştir. bazı mertebe müdahalesini mucib sırf İdarî ve mahdut
Hâlbuki bir sened-i düvelinin düvel-i müteakıdeden biri bir muhtariyet teşkilâtı bahş etmeye mecbur olmuş idi.
hakkında nâfi olan ahkâmı mütemadiyen tanınmamış Her ne kadar livâ-yı mezkûrun şu vaziyeti ale'l-usûl
iken sened-i mezkûrun o devlete tahmil ettiği mükelle- münakid bir muahede ile değil belki 1861,1864 tarihli ni-
fâtça merî olması tasavvur olunamaz. Bu hâl sened-i zamât-ı dahiliye ile ihdas edilmiş ise de Hükûmet-i Seni­
mebhusün anhın devlet-i müşârunileyhâ hakkında bizati­ ye bu babda her güne sû-i tefehhümü izale için esbab-ı
hi münfesih ve bâtıl olmasını icap eder. Şurası da şâyân-ı ânifeye mebnî livâ-yı mezkûrda memâlik-i şahâne ak-
tezkârdır ki muahedeteyn-i mezkûreteyn akd olunduğu sâm-ı sairesinde câri tarz-ı idareyi tesis ederek vaziyet-i
zaman mevcut olan ahvâl tamamen tebeddül etmiştir, mezkûreye nihayet verdiğini beyana mecburiyet hisse­
der. Baki ihtirâmât... ilh.
Hükûmet-i Seniye düvel-i mümziyeden dördü ile
harp hâlinde olup mezkûr muahedeler ise bu devletlerin
272 TÜRK YURDU Sayı 123

İNTİKAD U£ TAKRÎZ len yiğitlerin ruhlarını terennüme hasr ediyor ve taşkın


“AKINDAN AKINA” bir heyecan içinde:
"Bu canlı ölülere düşmanları bile tapsın."
"Zafer, zafer!.." diye haykıran kahraman şadalar, kâh
denizlerin daima Köklere doğru yükselen atlas dalgaları diyor...
üzerinde, kâh ehramlar memleketinin sam rüzgârlarıyla Mecmuadan tesadüfen intihab ederek tahlil ettiği­
karışan kum deryalarında ve kâh sevgili Kafkas'ın beyaz miz "Şair ve Rüzgâr", "Yabancı Ellere Doğru" serlevhalı
şâhikalı fakat her vakit ebedî bir nisan içinde gülümseyen parçalar Yusuf Ziya'mn en iyi şiirlerindendir. Esasen eser­
vâdilerine doğru müjdeci ve rehâkâr akisleriyle akından de, haiz olduğu güzelliklerle kârii esir eden cazip bir sa­
akına koşarken burada bir şair, esâtirin "ölüleri", "aşılla- nat melekesi yaşıyor. Şiirlerden hangisini okusak karşı­
rı" arasında zikre lâyık Türk askerlerinin asil ruhlarındaki mız da munis ve nezih bir şahsiyet buluyoruz. Bugünün
terâneleri besteliyordu. lisanı üzere yazılmış eserler içinde Akından Akına pek
Ona Boğaziçi'nin taravetli rüzgârları, en samimî bir kıymetli bir kitaptır. Hususiyle eserde görülecek en mü­
sırdaş kalbiyle uzaklarda şehit kanlarıyla yazılmış mukad­ him nokta, aruzun hendesî istibdâdından kurtulduktan
des şiirler fısıldıyor; yıldızlar, semâ kadar derin ruhların sonra şiirin ne füsûnkâr bir ruh iktisab etmiş olmasıdır.
umkundaki esrarı söylüyor; ufuktan ufka uçuşan şehab- Aruzun muttarid ve ağır ahengini şüphesiz ki "Rübâb-ı Şi­
1ar kıymetli müjdeler getiriyordu: keste" sanatkârı da yirmi beş sene evvel hissetmişti. Fa­
kat gazelden, kasideden başka bir tarzda şiir yazılamayan
- “Rüzgâr! o devrede hece veznini kullanamazdı. Bunun için "Tevfik
Penceremde yine kalbin çarpıyor! Fikret" şiirlerine yeni bir üslûb yaratarak aruzun yekne­
Niye kalbin derin derin çarpıyor? saklığını duyurmadan okunabilecek bir sûrette yazdı...
Söyle, ne var.
Eserin diğer kıymeti her manzumenin bilâ-müşkilât,
Ey muhbir?..”d)
âdeta kendi kendine, zemini müstevî bir dere gibi sükûn
Rüzgâr, pür-şiir bir hikâye nakline başlıyordu: "Ma­ içinde akıp gitmesidir. Fikirler, hisler gayet tabiî bir sûret­
tem giymiş, rengi solgun bir kadın bahçesinin ye'si için­ te yekdiğerini veli ediyor. Bu cihet, sanat hakkında “oriji­
de dalgın dalgın dolaşıyor... Çehresinde habersiz inen nal” nazariyeleriyle iştihar eden “Taine”in fikrine de pek
yeislerin gölgesi var... Bu nereden gelmişti?.. Daha dün, muvafıktır: "İhtisasât, hakikî (bersamlar Images)dır. di­
aynı yollarda o sarışın zabitle elele, gülüşerek geziyorlar­ yor. Filhakika şair, bir psikolog gibi hangi düşüncelerinin
dı!” sun’î veya hakikî olduğunu aramaya mecbur değilse de
“Al mendiller sallanarak her pencereden Yusuf Ziya gerek tahkiyevî ve gerek tasvirî yazdığı şiirler­
Tren kalktı yavaş yavaş bir gelin gibi! de daima samimiyetini muhafazaya muvaffak olmuştur.
Şimdi bahçenin demir parmaklığına dayanmış, na­ İşte diğer bir manzume: "Nöbetçi ve Yıldız" kitabın
zarları gurup eden güneşe matuf.. Onu düşünüyor; belki şaheseri... Şair karanlıkların ebkem parıltıları arasın­
Ufuklarda altınlı dumanlar, seyyal renkler içindeki semâ- da, birşey söylemeyen örtülü manzaralarından pek mani-
vî bir marekede birbiriyle çarpışan ziya ve zılâl kumlarım dâr ve munis bir mevzu yaratabilmiştir:
seyrediyor ve orada daima nişanlısının kılıcını nûr şelâ­
leleri arasında parıldıyor görürken ansızın bir matem kar­ Sükûn indi karanlıkla yorgun denize.
şısında titriyor, gözleri kararıyordu: Ufuklarda uğuldayan rüzgâr uyudu.
Ay gecenin elinde bir sedef yelpaze.
"Geçiyordu al bayrakla donatılmış bir cenaze.." Ölgün sular gök halkının rüyalı yurdu.
Lâkin "o kahramanlık âleminde mermilerden yapıl­
Dikkat ederseniz bu kıt’a "Boheme antique" şairi "Le
mış bir âbide vardı ki Türk'ün bütün şanlarını sinesinde
Compte de L’isle"in o madenî ve parlak manzumelerin­
yaşatıyordu." Şair, bu ihtişam karşısında kendisi de mest
deki "objektif tasvirleri hayale getirir. Fakat biraz sonra
olarak elindeki "altın saz"ı Türk'ün İlâhî benliğine gömü­

( b "Akından Akına”, Şair ve Rüzgâr, sa)Ta 28.


Sayı 123 TÜRK YURDU 273

şiir büsbütün "lirik" bir şekil almıştır. "Ay gecenin elinde başka bir kâinat değil midir? Bu âlem şüphesiz ki üslûbun
sedef yelpaze" gibi ziyadan kanatlarını açarken göklerin değişikliği; duyguların, düşüncelerin, zevkin yeniliği.. El­
İlâhî derinliklerinden küçük bir yıldız, onun gibi karanlık­ hasıl müstesna sanatkârların mübdi-i zekâları sayesinde
lar içinde titreyen bir mevcuda sesleniyor: vücuda geldi. Mukallid şairler niçin inkılâpçı olamıyorlar?

-...Ey bayrağa şan veren asker! Bizdeki Fecr-i Âtî şairleri neden bir inkılâp yapamadılar?
Çünkü hepsi "Tevfik Fikret" seviyesine yükselemeden
Ah, anladım gözlerinde yalnız bir şey var. aynı yolu takip ediyorlardı... "Akından Akma"daki şiirler­
Yalnız onun, nişanlının sönmez gölgesi!. de bir hususiyet, edebî bir mahiyet vardır. Meselâ üzüle­
rek, eriyerek ağlayan bir kadının gözleri ne güzel tasvir
Ve sonra gelen iki mısrada Türk lisanının tekâmül ga­
ediliyor:
yesine vâsıl olmuş denebilecek bir bediasını okuruz:
Ey köylü kız! Gözlerin tıpkı
Geçen akşam harmanlıktan dönerken kızlar
Yağmur dolu bir sonbahar gibi mükedder!
"Gördüm onu, pek solmuştu penbe çehresi"
En iyi alınmış resimler gibi gözler önünde bütün ih-
Yusuf Ziya'nın manevî şahsiyetine gelince o, ne ki­ tişâmıyla derhal bir mareke yaratan:
taplar ve mecmualar içinde edebî vicdanını teşkil eden
Bir ufuktan bir ufka kalkar süngüler
bir şair ve ne nazar-ı dikkatini yalnız bir noktaya vakfede­
mısraı... "Gözlerinde yaşlar güldü" cümlesindeki şiir... ve
rek mevzuunu ince tahlil süzgeçlerinden geçiren bir psi-
hususiyle Türklüğün vicdanından taşan:
kologtur. "Akından Akına"da bâkir bir üslûp var. Mecmu­
Tanrı öyle emretmiş: Türk durmaz akınsız!
ada yabancı bir ses duymak, can sıkıcı bir mevzuya
mısraındaki kuvvet ve hakikat... ve daha pek çok misaller
tesadüf etmek muhaldir. Bir seyyar farz ediniz ki seher
vakti kalkarak inişli yokuşlu heyecanlardan geçiyor; etra­ bize her hâlde bir sanat güneşinin füsûnkâr akislerine şa­

fını gözlüyor, tecessüs ediyor, kokluyor. Kuş, hayal veya hit oluyor... Nakisa arayan müdekkik gözler mecmuada
rüzgâr sayd ediyor. Acelesi yok, fakat ruhunda titreyen pek az hata bulacaklarını zannediyorum. Okurken bana
bir endişe, sürekli bir heyecan coşuyor; Bu buhran için­ yabancı gelen bazı cihetlerini burada zikredeceğim. Me­
de tabiatin cazip şiirlerine mülca yuvalar buluyor ki onla­ selâ:
rı bir müddet seyretmeden men-i nefs edemiyor. Yaprak­ Birden bire düştü siyah gözyaşından bir deniz,
ları, çiçekli dalları kaldırarak hepsini ayrı ayrı tetkik edi­ mısraındaki mana bir derece zaafa uğramıştır. Hâlbuki
yor; yevmiye defterine birşeyler yazıyor. Avdetinde kağıt ondan sonra gelen satır ne kadar selis:
üstüne bakarak düşünürken hatıralar hep o dilber tema­ Geçiyordu al bayrakla donatılmış bir cenaze
şaları birer birer elinden tutarak şaire takdim ediyorlar. "Öldü, güldü", "göründü, söndü" gibi pek cüz’î kafi­
İşte yeni bir şahsiyete bürünmüş mevzuların menşei...
ye kusurları ve daha başka ihmaller eserin güzelliğine
"Nöbetçi ve Yıldız", "Kan Bayramı", "Yabancı Ellere Doğ-
nispetle yok mesabesindedir.
m" seıievhalı manzumelerin şimdiye kadar birer eşi ya­
Itnabı seven edebiyat karileri bugünkü lisan ile yazıl­
zılmamıştır denilebilir...
mış şiirlerin her beytinde Nefî'nin tabiri veçhile "bir sa-
Edebiyatta şahsiyet gösterebilmek eserin münhası­ ray-ı dilgüşâ'kb aramamalıdır. Henüz nebüloz (Nebule-
ran yeni bir lisan ve bâkir hislerle örülmüş olmasına mü­
use) hâlinde bulunan dünyalar gibi lisanımız da tekâmül
tevakkıftır. Bir filozof buna "teferrüd-i kanunî" diyor...
safhasına ilk adımlarını atıyor. Bu billûr kaynaklar kadar
"Tabiatta bir mevcudun varlığı diğerinden başkalığıyla
temiz ve sade lisan senelerden beri belli bellisiz bir mev­
fark olunur.." Bunun fikir ve sanat âleminde de pek çok
cudiyetle kendini ancak hissei^tirebiliryordu. Bugün artık
misallerine tesadüf ederiz.. "Rönesans" kurûn-ı vüstâdan
Arap, Acem tesirinden kurtularak kendi kanımızla(2) yaz­
ayrılmış bir parça, evvelkine hiç benzemeyen büsbütün
maya başlıyoruz:

( h “Bir saray-ı dilgüşâdır her biri ebyâtımın”: Nefî


ö ) “Bütün yazılar içinde asil bir kanla yazılmış olanları beğenirim: Kanla yaz... Çünkü kanın ruhtan ibaret olduğunu anlayacaksın”. Friedrich
Nietzsche, Zerdüşt Böyle Söylüyordu.
274 TÜRK YURDU Sayı 123

Bir gece şenle yalnız kalmıştık le alâkadar ve menfaatdar olan bütün Türk ve İslâmlarm
Sularda yürüyen aya dalmıştık da sevinmelerini arzu ediyoruz ve sevineceklerine de
Solgun bir gül gibi titreyen elin inanıyoruz.
Tellerde gezdikçe küçük mandolin M illî B a n k a n ın S erm a y e si- ileride icap ettiği za­
Sevdalı bir gönül gibi inlerdi man arttırılabiimek imkânını hâiz olmak üzere- dört mil­
Pınar perileri dalgın dinlerdi yon OsmanlI lirasından ibarettir. Dört milyon lira topla­
mak sûretiyle vücuda gelecek millî banka da bittabi gayet
"Sade lisanla ince hisler tasvir olunamaz" diyenlere
büyük bir anonim şirket hâlinde teşekkül edecektir. Bu
bir parçasını buraya naklettiğim "Musiki Gecesi" pek kâ­
cihetle bankanın mecmu sermayesini husule getirecek
fi bir cevap olabilir.
olan dört milyon Osmanlı lirası -beher senedi onar lira
Yukarıda söylemiş olduğum veçhile mecmuada Türk
olmak üzere- dört yüz bin hisse senedine taksim edilmiş­
lisanı bâki kaldıkça yaşayacak parçalar olmakla beraber tir. Hisse senedinin yalnız onar liradan ibaret olmasıyla
eser henüz tekevvüne başlayan yeni bir kâinatın "nebü-
da iştirak etmek isteyenlere kolaylık gösterilmek istenil­
loz"udur. Yakın bir âtîde ümit olunur ki henüz dağınık miştir. On lira ihtiyat akçesi olan her Osmanlı bir hisse
yaşayan bu kitle tamamiyle tekâsüf ederek bize, bir sanat senedini alabilecek ve millî bankanın teşekkülünde or­
cennetinin emsalsiz bahçelerini açar.. taklık göstermiş olacaktır.
Çengelköyü, 3 Teşrînisânî 1332 Osmanlı İtibar-ı Millî Bankası unvan-ı resmîsini hâiz
H a şa n Z e k i olan bu yeni millî bankanın, millîliği -şimdiye kadar Os­
manlI ülkesinde iş gören birtakım malî ve sarrafî müesse­
seler gibi -yalnız sözde ve adında değil, bütün sermaye­
sinde, teşkilâtında ve gayesinde mündemiçtir. Evvelâ
TÜRKLÜK ŞUUNU onu tesis eden zevat millî adamlar olduğu gibi, hisse se­
nedini alabilenler de yalnız Osmanlı tebaasından olanlar­
M illî B an k a.- Birkaç aza tarafından İttihad ve Terak­
dır ve dolayısıyla bütün sermayesi de millîdir. Sâniyen
ki Cemiyeti’nin bu sene inikad eden umûmî kongresine
bankanın bütün muamelât ve kuyudâtında kullanılacak
arz edilerek, ittifak-ı ârâ ile tesisine karar verilmiş olan
lisan, millî lisandır; Türk lisanıdır. Hisse senetleri bile
"Millî Banka"nın artık teşekkül etmek zamanı yaklaştığını
Türkçe olacaktır. Sâlisen- Bankanın başında bulunanlar,
görüyoruz.
bütün memur ve müstahdemleri yalnız Osmanlı teba­
Banka, yalnız bir akçe hâzinesi ve sarraf sandığı de­ asından olabilecektir. Şu kadar var ki banka işleri husu­
ğil, aynı zamanda iktisat âleminin, İktisadî müesseselerin sunda görgü ve tecrübe sahibi olan bir veya birkaç büyük
nâzımıdır. İktisat âlemi demek olan muhtelif nakliye işle­ memurun -kendi adamlarımızdan görgü ve ihtisas sahip­
ri kumpanyalarının maden çıkarması, elektrik işletmesi... leri yetişinceye kadar- istisnaî sûrette tutulmasından çe-
ilh. gibi sayıya sığmaz mütenevvi sanayi şirketlerinin, ti­ kinilmeyecektir. Râbian millî banka yukarıda da işaret et­
caret ve umûr-ı sarrafiye ve mübadele komisyonlarının tiğimiz bir takım malî ve sarrafî müesseseler gibi yalnız
ruhu ve dimağı bankalardır. İktisadının nâzımı ve ruhu sarraflık ederek kazanmak gayesini gözetmeyip memle­
kendi elinde olmayan bir millet, kendi İktisadî müessese- kette olabilecek malî ve İktisadî teşebbüslere bilfiil ortak­
lerini, kendi millî iktisadını arzu ettiği istikamet ve yolla­ lık etmek veyahut başka sûretlerle yardım göstermek hu­
ra tevcih edebilmek iktidarından mahrumdur. Bu mah­
susunda da teminâtta bulunuyor.
rumiyetin neticesi ise, o millet için ciddî bir tehlike ihdas
Çok mühim olan son üç maddenin mülâhazasından
eder. İşte tamamiyle millî olan bir bankanın teşkili böyle
anlaşılacağı üzere, "Osmanlı İtibâr-ı Millî Bankası" millî
bir mahrumiyetten, âdeta milletin istikbal ve mevcudiye­
adını taşımaya bihakkın lâyık bir müessese olacaktır. Mil­
tini tehdit eden böyle bir tehlikeden kurtulmak yolunda
lî bankanın nizâmnâmesinde daha birçok tâlî kolaylıklar
büyük bir adım atmak demektir. Bunun için biz, bu millî
da gösterilmiştir. Meselâ hisse senetlerinin bedeli mec­
bankanın teessüsü ve teşekkülü dolayısıyla yalnız Os­
muu birden tediye edilmeyip yüzde ellisi kayıt ve imza
manlIların değil, OsmanlI Saltanatı’nın hayat ve kuvvetiy­
Sayı 123 TÜRK YURDU 275

vaktinde, bâkîsi ise daha sonra ödenilecektir. İstanbul'un edilecek olan bu mühim sergiye bütün müttefik ve bazı
taşrasında bulunanların da hisse senetleri almak süreriy­ bîtaraf hükümetler Salîb-i Ahmerleri de iştirak edecektir.
le millî bankanın teşekkülüne kolay kolay yardımda bu­ Berlin, Viyana ve Peşte Salîb-i Ahmerlerinin iştirak ede­
lunmaları için "hisse senedâtı bedeli İstanbul'un ve vilâ- cekleri artık fiilen anlaşılmıştır. Memleketimizin dahilin­
yâtın meclis-i idarece tayin edilecek mahallerinde tesviye de Sıhhıye-i Askeriye, Bahriye Sıhhiye Müdürlüğü, Şehre-
olunacaktır." mâneti, İstanbul Vilâyeti, Darülaceze, Hilâl-i Ahmer Ka­
Bankanın sûret-i kat’îyyede teşekkülüne gelince, dınlar Dârü's-sınâası, Asker Ailelerine Yardımcı Kadınlar
"sermayenin mecmuuna talip yazılarak, yüzde ellisi tedi­ Cemiyeti de dahil olmuşlardır.

ye olununca şirket kat’î sûrette teşekkül etmiş sayılacak­ Sergide Hilâl-i Ahmer'in bugüne kadar yaptığı işleri
tır." vücuda getirttiği mamûlâtı, muhtelif âlât ve edevât-ı sıh­

H ilâ l-i A h m er S erg isi - Hilâl-i Ahmer Cemiyeti'nin hiye, Hilâl-i Ahmer ve Salîb-i Ahmerlere dair ihsâî malû-

bu sene içtima eden meclis-i umûmîsinde karar verildiği mât gösterilecektir. Bundan maadâ Almanya ve Avustur­

veçhile Dersaadet'te, Beyoğlu'ndaki Galatasaray Sultanî- ya ve Macaristan'dan gelen Salîb-i Ahmer eşyası da teşhir
si'nde bir "Hilâl-i Ahmer Sergisi" tesis edilmektedir. Ge­ olunacaktır.

lecek kânûmsânî'nin on sekizinde ilk defa olarak küşad

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf "Kader” Matbaası


T(Ikk V u k v u
Tur^leritt Vâi^esltte Caltstr -S.

YIL: 4 5AYI: 124 (ö Kânûnıevvel 1532-21 Aralık 1916)

û d e ^ ft td e d c ^ ç c d a- r

E d e b iy a t: U ç a r k e n / R u ş e n E ş re f

R e c a îz â d e E k r e m / F â z ıl A h m e d

İ lk İ l h a m / H a k k ı S ü h a

T e rb iy e -i B e d iiy e (3) / İ b r a h im A la a d d in

D ilim iz-: B ir M ü b a h e s e / R. (EM )

B a b ü r H a n / F lo r a A n n a s t il

Y e n i E serler: “M e s k û k a t- ı O s m a n iy e ”- ”M u s a v v e r Ç ö B / S.

T ü r k l ü k Ş u û n u : B ü k r e ş ’in Z a b tı v e İ ttifa k - ı M u r a b b a ın

S u lb T e k l i f i !
Sayı 124 TÜRK YURDU 279

TÜRK VURDU
T ü rklerin fâ id e s in e ça lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

EDEBİYAT

UÇARKEN

Beni göklerde gezdiren kahraman genced)

Ayaklarından boğazına kadar yeşil muşamba giyin­ Köpük dumanları savurarak suların üstünde hızlı ve
miş bir askerin sırtında acınacak siyah bir ur, bir kanbur hafif sekmeye başladık. Karabatakları ürkütüyorduk.
gibi kıvrılmıştım. Ufacık çırpıntıların üstünde belirsiz yal­ Hepsi kıyılara kaçtılar. Fevkalâde iri cüsseli bir kuştuk,
palayan tayyarenin açık maun renkli narin sandallarından hayvanat ilminin henüz tanımadığı, kaydetmediği, tasnif
birine indirildim. Ben çift sathın arasındaki demir merdi­ etmediği bir kuş! Demirden ciğerlerimiz, demirden kal­
venden küçücük râsıd deliğine tırmanırken üç dört yeşil bimiz vardı. Damarlarımız, içlerinde benzin dolaşan ince­
adam ceviz pervaneyi ıkına ıkına çeviriyordu. Beni bu su­ cik birkaç sarı boruydu. Sinirlerimiz beş on ince tel, ke­
lardan bulutlara kaçıracak tayyareci, başında Türk bayra­ miklerimiz beş on cilâlı tahta, kanatlarımız birkaç top ke­
ğından bir takke, gözlerinde iri cam gözlük, aletlerini bi­ ten.
rer birer muayene etti. İşte biz bu dragonun üstünde idik.
-Haydi yavrular, çekilin, elişi işletiyorum. Bana bir Sahil, yeşil insanlar, seyirciler, barakalar, her şey ge­
bardak su hazırlayın, inşaallah dönüşte içerim. ride kaldı...
Tayyarenin önünde bir uğultu, bir patırtı başladı: Bitmişti, Topraklarla, sularla, insanlarla, emellerle,
Pervane parlak ve ince, âdeta esiri bir kuş kalmıştı, saadetlerle alâkamız kesilmişti. Ufak bir tel kopması, za­
Yukarıki cümlenin tevazuunu düşündüm: "İnşaallah yıf bir uskur sakatlanması, yapılacak harekette beş on sa­
dönüşte!" Az evvel yine o adam, yerine çıkarken, herke­ niyelik bir gecikme bizi yok edebilirdi. Hayatımız incecik
se duyulmaktan çekinen bir fısıltıyla "Bismillah" demişti. bir tele bağlı kaldı.
Anladım, göklerin ortasında yalnız başlarına kaldıkları za­ Fakat ölümün bu kadar yakınında ne mümtaz bir
man kime kavuştuklarını, kime sığındıklarını anladım; o zevk var. İçine her insanın iştirakiyle henüz havaîdelik,
beraber bulundukları şeyi ne kadar şahsî bir samimiyetle bayağılık karışmamış asil bir zevk, göklerde her yeri, her
sevdiklerini anladım. Onların metanet, tevekkül, cesaret, şeyi herkesten fazla görerek, herkesten ayrı, herkesi dü­
cüret, fedakârlık veren menbaı anladım: "Bismillah", şünerek uçmak..,.
Yeşil adamlar, tayyareye dört direk ve birkaç telle Tayyare hava basamaklarına yüklene yüklene boşlu­
tutturulmuş sandalları engine doğru çektiler. ğa fırladı, fırladı.

( b Bahriye Yüzbaşısı Tayyareci Cemal Bey.


TÜRK YURDU Sayı 124

Gözlerimin mübalağalı mahfazasını, başımı kulakla­ Haliç ve boğaz, geniş maviliğin topraklara soktuğu
rımla yanaklarımı örterek çenemde kavuşan kürklü siyah iki koldu. Adaların arkasında gümüşîleşmiş engine bulut­
deri serpuşa koydum. lardan donuk sisli ışıklar sızıyordu.

Fezada rakipsiz kalmış bir zenbur vızıltısıyla uçuyor­ Gözlerimi sevdim. O küçücük iki nokta bana hiçbir
duk. defa bu kadar mufassal, bu kadar müphem ve mütenev­
vi, fakat bu kadar vazıh birşey göstermemişti. Bunun kar­
Büyük, geniş denizin üstünde, üstünde, üstündey­
şısında duyduğum ulviyeti ne bir şiir okurken hissettim,
dik: Mor, kırışıklı bir mâyi tarla, ötesinde berisinde birer
ne bir şaheser tablo seyrederken, ne bir senfoni dinler­
nilüfer küçüklüğünde serpiştirilmiş köpük çiçekleri, sey­
ken, ne de bir dağdan bir peyzaj görürken.
rek yelkenliler, bu su tarlasının ortasına bırakılmış birer
çuval şişliğiyle duruyordu. Fakat nihayetsiz bir acizdim. Arkamdakine bile sesi­
mi işittiremeyen, ondan yardım umamayan bir âcizdim.
Yükseldik, yükseldik. İçimde yalnız kalmanın korku­
Muhayyilem bir an boşalır gibi oldu. O yalnızlığın içine
sunu daha duymuyordum. Yanlarımda, aşağıdan benim­
dostlarımı, sevdiklerimi doldurdum. Göklerde onların
le birlikte kalkan bir muhit vardı. İki kanadın arasındaki
hayaliyle avunmaya uğraştım.
direkler, teller, önümüzdeki gürültü, arkamdaki mikanın
ötesinde ancak seçilebilen yuvarlak Türk Bayrağı, siyah Kimbilir şehrin dar sokaklarında kaç yüz çift göz hay­
ve toparlak iki cam, kıpırdayan iki omuz bana sağlam, retle bize bakıyordu! Pencerelere koşuşan kadınlar, dük­
tehlikesiz yerde oturan bir adam emniyeti veriyordu. kânlarının kapısına fırlayan satıcılar, birbirine bizi haber
veren yolcular, bizden ürken hastalar, bizi tarassut eden
Yükseldik, yükseldik. Üstümüzde kavuşulmaz bulut­
nöbetçiler, bizim için yan yatan vapurlar.
ların uzaklığından başka hiçbir şey kalmadı. Bizi asırlar­
dan beri alçaklarda gören kuşların ezelî gururunu bile Ey bizi aşağıdan gözetleyenler, inanın, size gıpta edi­
yendik. O nokta kümeleri hep altımızdan, hep altımız­ yorum: Bana benzeyenlerden uzaklaşmak bana biraz
dan geçiyorlardı. ölüm acısı verdi.

Yükseldik, yükseldik. Seviyemizde biz vardık, gürül­ İdris'i, Musa'yı düşündüm; İsa'yı, Mirac'ı düşündüm;
tümüz vardı, hava vardı, fevkimizde birşey kalmıştı: Bu­ Fethi'yi Nuri'yi düşündüm.
lutların kucağında uçan güneş! Altımdaki kırık mikadan şiddetli bir rüzgâr giriyordu.
Bununla beraber biz hiçbir ser tanımayan küçücük Pantalonumun paçaları patlayacak kadar çok şişti. Daha
bir büyüklüktük. Altmış ve daha fazla asırlık mütemadi yükselmek istiyordum. İşaret etmek için elimi çıkardım.
bir sa'y ve dehadan doğmuş bir hâkimiyet, bir gururduk. Kolum dondu ve arkaya çarpıldı. Râsıd deliğinin etrafını
çeviren gümüşî muşambalara yapıştım. Sağ elime motor
Manzaralara hudut çizen ev, duvar, ağaç, tepe, dağ
borusunun, sol elime radyatörün sıcak havası dokunu­
hâilesi abdal bir acz içinde alçaklaşıyordu. Ufuk olmasay­
yordu. Artık kımıldanmadım.
dı maveraları görebilirdik. İstanbul bir lahzada seyredile-
bilen, bir lahzada anlaşılabilen bir hülâsa oldu. Payitahtın Havaların kucağında sallana sallana döndük. Ayaste-
üstünde kendimizi bir Gilles Blasse, bir Gülliver sandım. fanos, -belediyesi düşünen- gayet biçimli küçük şehir si­
Kuleler, minareler birer mum kadar küçüldü. Kubbeler masını gösterdi: Düz düz yol çizgileri, muntazam munta­
müdevver bir çıngırağı andırdı. Evler, uzun ve dalgalı zam bahçe resimleri, seyrek ve temiz köşk damları. Sahi­
toprağın üstünde bir sulu boya kutusunun içindeki renk lin kumlu ve yosunlu denizi, ortası yekpâre mor, kenar­
yığınıydı. ları girintili çıkıntılı siyah çiçeklerle işlenmiş bir Anadolu
halisiydi.
Yerdeki gözlerimize bitip tükenmez bir uzunluk ge­
len serviler, siyah şerit kırıntısı ufaklığında idi. Yedikule Birden uskur yavaşladı. Tayyare tuhaf bir hızla baş
istasyonundaki tren, bonmarşenin rafında duran o)mn- aşağı oldu. Vücudumda gayet tatlı bir hafifliğin süratle
caktan cesametli göâlnmüyordu. Etrafımızda üç nihayet- dolaştığını sezdim. Sarsıldık, doğrulduk. Uskur yine kuv­
sizlik vardı: Su, toprak, gök. vetle çarptı... Yine bir uçurum iniş, yine düzelme. Yine
Sayı 124 TÜRK YURDU 281

bir sükût, bir tevakkuf ve çok yüksekten kendini bırakıp -Havalarda gezinmek pek zevkli, dedim.
tahtaya düşen bir adam gibi deniz halısının üstüne çarp­
-Biz de bunu zevki için yaparız. Bir gün de zevki için
tık, serildik. Yumuşak suların bu kadar katılığını -tayyare
ölürüz, dedi.
sarsıntısı yemeyen- bir insan tasavvur edemez.
Hayatımı bir saat kendininki pahasına taşıyan bu
Hangarlara doğru bir martı telâşı ve yaygarasıyla koş­
adama, bana ömrümün en yeni ve en güzel manzarasını
tuk. Yeşil adamlar, bellerine kadar suya girmişler, bizi
gösteren bu kahramana derin bir minnetle elimi uzattım.
karşılıyorlardı. Soğuktan barakaların dibine barınmış bir­
kaç seyirci el çırpıyordu. Ayastefanos, Cuma, 18 Teşrînisânî 1332

Tayyarecim dedi ki: Tamam beş kilo benzinimiz kal­ R u şen E şref

mıştı.

Onlar Gibi: 5
RECAIZADE EKREM
DÖRDÜNCÜ ZEMZEME

1 5
Bak bak o mâha ne rütbe tınaz Avan vezânî-i nesime
Âmed şüd eder kenâr-ı yemde; Amizeş edip de sanki eknûn
Nâmını desem aceb ki binnâz Ziver de olur dil-i besime
Dendanını gör derûn-ı femde! İnsanı kılar fakat ki mecnun!
Her bir nigehi halâvet üzere Nezdikime geldi ol perestû
Söyler sahnı nezaket üzere! Gül dalına kondu sanki tehû!

2 6
Rikkatte de yok o mâha hemtâ: Çeşminde siham tîr-i sevda
Peşinde çehar sale güdük: Etmiş anı kahraman işve:
Ger tufli taleb ederse helva İmlâsı yolunda, hattı alâ
Masume alır simitle körük: Hem hayli meraklı sarf ve nahve!
"Sübhânın ey müesser-i gül!” Yazmıştı hakire bir nemika:
“Sübhânın ey müdebber-i gül!” Gayetle muvafıku’s-selîka!

3 7
Çeşmanı kılar beni fenada: Ama ki zuhur edince kavga
Çün şam ve sahr tekehhül eyler. Dil fâriğ-i câm ü vuslat oldu.
Gerduneye olup nihada Hayfâ ki fitil-i şem’-i sevda
Her türlü niam tenavül eyler. Befgerde-i bâd-ı firkat oldu.
Zevrekçe ye hem biner de gâhî O yedirmedi gerçi hiç lebinden,
Olta ile tutar yem içre mâhî. Şiyem etmiştim ya gabgabından!

4 8
Eşkûfe idi ona şikefte, “Mihnetkeş ve dertmendim Allah
Ekrem’se anın beyninde zenbur; Biçare ve müstemendim Allah
Zikriyle zebanım oldu softa Bir gerdenidir kemendim Allah
Derdiyle cennâtı kıldı tenevvür! Çekdirme bana efendim Allah”
Daim dolaşır teferrüc eyler; Temzik-i hayat eder o banu
Nezdinde dilim telehlüc eyler! Hiç derdime yok cihanda dam!

F a zıl A h m e d
282 TÜRK YURDU Sayı 124

ilk ilham

1 4
Gözlerim yeşildi, fakat asabi- Uyandım benliğim müteheyyicdi;
Çehremde sevinçli ışıklar vardı; Yıldızlar sönmüştü; gökte ürperen
Güneşli bir yağmur havası gibi- Fecirler gezerek zulmeti içti;
Kederim bitmeden, neşem doğardı... O günden beridir, seherleri ben,
Elemi gözlerden kalbe inmeyen- İbhamla dumanlı, loş peçelerin
0 coşkun yaşları, kahkaham sildi; Altında açılan tebessümlere
Çocukluk hülâsa, o gün dökülen- Benzetir; şiirimi, bulanık, derin
Giryenin menbaı, ruhum değildi... Rengiyle süslerim ve bazı kere
Bir akşam annemin koynunda dalgın -Bu meyus ilhamlar yadigârıdır-
semâlara baktım ne yüksek diye: Akşamlara, sanırım ki hicret eden.
Dağınık yıldızlar sanki Allah’ın- Meçhulden gelerek meçhule giden
Müphem hayalini çizmiş göklere. Tutuşmuş kervanlar rahgüzârıdır.
Titredim anneme daha sokuldum. Bazen de rüyanın ufuklarından
Sokuldum, koynunda uykumu buldum. Ruhuma müjdeli bir ses dağılır:
Rübâbında hicrân telini bulan
2
Şairler, cihanın bahtiyarıdır...
Rüyada uyandım; karşımda engin,
Kehribar ufuklu bir belde vardı; 5
Gölgeden sahilli esmer göllerin Dinle ey ilhamın şuh ilâhesi!
Üstünde martılar uyumuşlardı... Verdiğin rübabın bu ilk nağmesi
Fezada yıldızdan zincirleriyle Kapılıp bir aşkın ibtilâsına
Tâ arşa açılan sayısız kollu Benzedim Leylâ’nın müptelâsına
Bir avize varken hasretle dolu Ey ağlayanlara diyen bahtiyar!
Sırmalı yelkenler uzandı göle. Gözümde kalbimin cereyanı var..
Ansızın bir sandal gölgesi aktı;
Beşiktaş, 16 Teşrînisânî 1332
Geciken kürekler durgun sulara
Telâşlı bir şitab izi bıraktı. H akkı Süha
Mehtaba, o kumral bakışlı yare
Sevda kadar güzel gözlü kadınlar.
Koylarda telâki için koştular
Dinlesek duyulur, bir ürperme var TALİM UE TERBİYE
Şehvetli haberler veriyor rüzgâr...
TERBİYE-İ BEDİİYE
3
3
Tenhada ishaklar hıçkırıyordu...
Uzaklara baktım, menbaı nihan. Aile ve mektepte tatbik edilecek bediî terbiye vasıta­
Yüksekten, bulutlar içinden akan larını -evvelki makalelerde işaret ettiğim veçhile- eski
Bir sisli çağlayan fışkırıyordu. medenî kavimlerdeki usûllerde arayacak değiliz. Onlar
Bulutlar dağıldı, semâda narin, her çocuğa musiki, şiir ve belâgat talim etmekle bediî ter­
İlâhe şeklinde bir şûle yandı; biyeyi âdeta meslekî bir şekilde vermek isterlerdi. Hâlbu­
Güneşi antıran nûr efserinin
ki bu tedbirler son asırların ihtiyaçlarına tevafuk etmiyor.
Önünde zühreler yere kapandı.
Daha doğrusu son asırların hayatî icapları o tedbirlerin
Vücudu ve tacı sade nûr olan
tatbikine imkân bırakmıyor. Belki bir gün gelecek ki in­
Bu hayal, âşinâ gülerek bana
sanlar tabiatın kuvvetlerini kendilerine daha ziyade râm
Birer bab uzattı; sonra, ey hicrân-
edecekler ve her nevi ihtiyacı pek az çalışmakla istifa ey­
Yolcusu, dedi, ben rehberim sana...
leyecekler. O zaman sanat onların hayatında daha çok
Sayı 124 TÜRK YURDU 283

yer tutacak ve sanat için sanat nazariyesi daha kolay anla­ yan bir damla su zanneder misiniz ki -o damlanın teşek­
şılacaktır. Fakat bugün umûm için yapılacak şey tabiatın, kül ettiği anâsırı toplayan kuvvet birdenbire ayrılmış olsa
eşyanın, fennin kendiliğinde mevcut güzelliği göstermek, bir şimşek husûle getireceğini bildiği için- bir hikmetşi-
hissettirmek, daimî mücadeleler içinde biraz huzur anı nâs nazarında ehemmiyetini kaybetsin. Hayret-âver bir
yaşatmak, zevk-i selim ve bediiyeti her nevi tezahürlere sûrette mütenevvî ve zarif olan kar billûrâtını mikroskop
meze ederek sanat ile hayatı tamamen telif eylemektir. altında tetkik etmiş bir adam da kar parçalarının sükûtu­

Ancak burada istitrâden işareti lâzım bir nokta var. nu görmekle bununla iştigal etmeyen diğer birisinden
daha yüksek fikirler uyanmayacağı tasavvur olunabilir
Her yerde ve bilhassa muhitimizde sanat ile maddiye tin,
mi? Tedvir etmiş ve muvazi hafrelerle büyülenmiş olan
ilim ile şiir ve bediiye tin birbirine zıt mefhumlar olduğu
şu kayalık -üzerinden bir milyon sene evvel bir cumudi-
umûmî ve mutlak bir sûrette söylenir. Eğer şiiri yaşayışı­
yenin geçtiğini bilen- tabakat mütehassısında uyandırdı­
mızdan uzak, sanatı malûmatımızdan hariç olarak telâkkî
ğı şiiri cahilin fikrinde de tevlîd edebilir mi? Hakikat bu ki
etmek lâzımsa bunları meze ve telif etmek nasıl mümkün
fenne nüfûz etmemiş olanlar kendilerini ihata eden şiirin
olur?
pek büyük bir kısmına karşı âmâdırlar."
İlim ve fen ile şiir ve sanatı birbirine daima dargın iki
Mevzumuza doğrudan doğruya hâdim olan fikirleri­
ayrı mefhum gösteren şüphesiz bizim sû-i telakkî ve
ni aldıktan sonra Spencer’i misallerini teksir ederek mu-
tarz-ı terbiyemizdir. Yoksa umûmî hars (=culture gene­
hakemâtına devam etmek üzere terk edebiliriz.
ral) a mâlik âlem-i sanata veya bir şair ilim ve fenne yaban­
cı bulunmamak ve bütün fertler bedenî, fikrî, hissî ve be­ Tabiatı, eşyayı yalnız iyice tanımak değil, belki onları
diî terbiyeden muvazî bir sûrette nasibedâr olmak pek güzellik fikriyle tahassüs ve heyecanlarla tedaî ettirmek
tabiî bir lüzum değil midir? ve küçükten beri buna itiyad edinmiş olmak lâzım ki
bediî terbiyenin arzu edilen semereleri iktitaf edilebilsin.
Spencer diyor ki: "Heykeltraşî, resim, musiki ve şiir
yalnız ilim ve fenne istinâd etmekle kalmaz, belki bizzat Küçüklüğünde çayırları dolaşarak nebatât ve haşerât
ilim ve fen de şiirdir. Ve fen ile şiirin birbirine zıt olduğu kolleksiyonları yapmak merakında bulunan Spencer
hakkındaki umûmî fikir sû-i telâkkî eseridir. Filhakika vu­ "Gençliğinde nebatât ve haşerât kolleksiyonları yapma­
kuf ile heyecanın bir an içinde saha-i şuuriyemizde yer mış olanlar çimenlerde ve çalılıklardaki şiiri tanıyamaz­
tutamayacağı şüphesizdir. Kezalik fazla faaliyet-i fikriye lar" cümlesini bihakkın yazıyor. Kezalik Georges Sand
hissiyatı ve bilmukabele hissiyatın şiddeti tefekkürü nehy "Annem diyor, bütün intihalarına beni de teşrik ederek
edebilir. Bu itibar ile muhtelif tarzdaki faaliyetlerin müte- güzellik âleminin bende tavî bir hâlde inkişâfına sebep
zâd olduğunu söylemek doğrudur. Ancak doğru olma­ olurdu. Meselâ güzel bir bulut, güneşin şâyân-ı dikkat bir
yan şey ilim ve fen hâdiselerinin şiirden muarra olması ve manzarası yahut berrak ve câri bir su karşısında beni tev-
İlmî harsın hayale ve güzellik aşkına bizi gayr-i müsait kıl­ kîf ederek nazar-ı dikkatimi celbederdi. Kendi kendine
ması zehabıdır. Bilâkis ilim ve fen meşgul olanlar için hiç de dikkat edemeyeceğim bu güzellikler o zaman ben­
öyle şiir âlemleri açar ki cahil bunu görmekten âcizdir. de taayyün eylerdi."
Taharriyât-ı ilmiye ile uğraşanlar yalnız diğerleri kadar
Çocukları bedâyie karşı tenbih etmek gerek ailede,
değil belki onlardan daha fazla şiddetle mevzularının şi­
gerek mektepte vâsi ve umûmî bir sûrette istimal edile­
irini hissediyorlar ki bunu eserlerinde görüyoruz. Miller
bilecek bir vasıtadır. Şu şart ile ki güzellikler onların ala­
ve Lewes’in tabakat ve tabiiyâta ait eserlerini açanlar fen­
kalarına uygun ve idraklerine makrun olsun.
nin şairâne hisleri söndürmek değil belki şiddetle tahrik
Birçok hususlarda ibtidaî insanlara benzetilen çocuk
etmek hususundaki tesirini teslim ederler. Goethe’nin
bu meselede de onlardan ayrılmaz. Sizi saatlerce tevkif
hayatını tanıyanlar şairlikle âlimliğin bir fertte müsavî bir
eden bir müze salonu köylü için, çocuk için bir dükkân
mükemmeliyetle nasıl içtima ettiğini bilirler. Tabiatı ne
camekânına nispetle hiç de alâka ve dikkati mucip değil­
kadar tetkik edersek o kadar az takdir ve tebcil edeceği­
dir. Fuzûlî’nin Sû redifli kasidesini ezberlemek, Wag-
mizi zannetmek hezeyanâlûd ve küfr-âmiz bir fikir değil
ner’in muazzam bir bestesini dinlemek onlarda hiçbir
midir? Alelâde bir insana göre hiç de düşündürücü olma­
284 TÜRK YURDU Sayı 124

heyecan uyandırmaz. Kompeyre’nin dediği gibi Loti’nin hassa ferdî ve içtimâî ahlâk için büyük bir yardımcı mahi­
çocuk iken önünde korkudan titrediği bî-pâyân denizle­ yetinde bulunmak icap ediyor.
ri, hâkim kitlelerinin müthiş manzarasıyla hayali ezen Hülâsa bediî terbiyeyi terviç için istimal edeceğimiz
azîm şâhikaları çocuğa temaşa ettirmeyi düşünmemeli­ vesâit, etfâlin ferdiyetine göre mütehavvil ve daimî bir
yiz. tedrice tâbi bulunmalıdır.
Bedenî, fikrî terbiyenin bütün aksâmından olduğu Terbiyenin diğer âmillerinde olduğu gibi bu mesele­
gibi bediî terbiyede de miyarı kendimizden değil, çocuk­ de de muhitin tesiri başlıca ehemmiyete şâyân bir nokta­
tan almalıyız. Zaten eski terbiye ile yeni terbiyenin ayrılık dır. İyilikle muhat oluş nasıl ahlâk için derin ve mesut iz­
noktası bu değil midir? Biz çocuktan öğrenmeliyiz ki ona ler husûlüne sebep ise güzelliklerle daima hâl-i temasta
öğretebilelim. Tabiatın ihtişam ve azameti, âsâr-ı sanatın bulunuş da zevk ve hayal üzerinde kavî intibalar zuhuru­
derinlik ve yüksekliği ona birşey ifade etmez. Belki kü­ na en emin bir vasıtadır. Bir mürebbinin dediği gibi "İs­
çük nebatlar, çiçekler, böcekler, kelebekler, zarafeti basit teyiniz ki şehir yavrularının etrafında beşikten itibaren
oyuncak ve eşya, ahengi mahsus besteler, lisanı kadar herşey mütebessim olsun. Köy çocuğunun semâsı, ağaç­
derinliği de mahdut şarkı ve şiirler onu celp ve tehyîc et­ ları, güneşi, nebatâtı var. Hâlbuki şehir çocuğu fakirlerde
mekte elbette daha büyük bir kuvvet ve sihri haizdirler. pislikten, zenginlerde bediatın noksanından, mütevassıt-
Denilebilir ki çocuğa lâzım olan güzel şeylerden ziya­ larda zevkin fıkdanından dolayı ekseriya manen ve mad­
de hoş şeylerdir. Bu hoş şeyleri güzellikler hâline kalb et­ deten soluyor."
tirmek için seviye ve zihniyetin terakkî ve inkişafını ted­ Çocukları ahlâkî levslere ve çirkinliklere maruz bu­
riç ile takip etmek zaruriyetindeyiz. lundurmaktan nasıl ictinab edersek maddî eşyanın çirkin
Küçüklerin lisanları, meşguliyetleri, oyunları, inti- ve nahoş tesirâtından da öylece vikâye etmeliyiz. Fakat
habları üzerinde yapılan tecrübeler gösteriyor ki müra- bunu söylemekle "Çocuklara güzel olmadıkları için kuk­
hıklık zamanından, bilhassa sinn-i bülûğdan evvel mücer- la ve karagöz gibi oyuncakları vermemelidir" reyinde bu­

redâttan ziyade müşahhasâta meyil var. Hâlbuki müra- lunanlar kadar ileri gitmek istemeyiz.

hıklık başlayınca âmil-i hayat olmakta tahassüs ve heyeca­ Arzu edilen şey aile ve mektep yuvasının muntazam,
nın hissesi pek ziyade artıyor. Mücerredât ve muhayyilâ- temiz ve mümkün olduğu kadar zarif, zevk-i selîme mu­
ta fart-ı inhimâk ile vehm ve hassasiyete esaretle geçen vafık olmasıdır. Tâ ki çocuk güzel şeylerle muhat olarak
bu zamanlar -dedikleri gibi- ferdî hayatın devr-i kable't-ta- yaşamak itiyat ve ihtiyacını kazanmış olsun. İyi misallerin
rihidir. fazilet ilham etmekteki kabiliyetleri kadar güzel eşya ve
menâzirin de zevk ve bediiyet telkin eylemekte kudretle­
Gerçi çocukluk zamanında da muhayyilenin faaliyeti
ri var. Bunu takip edecek makalede mektep binasıyla
görülüyor. Fakat bunda âfakiyet (=objectivite) galip yani
tedris eşya ve levâzımından, resim, musiki, şiir gibi vesâ­
çocuk kendisinden ziyade eşya-yı hariciye ile alâkadar ve
itin sûret-i istimalinden bahsolunacaktır.
hayalinin faaliyeti ancak eşya ve hâdisât-ı hâriciyeye tev­
cih ettiği garip manalarla âşikârdır. Mürâhıka ve gence İb ra h im A la a d d in
bakılırsa görülüyor ki onda tahayyül diğer ihtiyaçlara
cevap veriyor, büsbütün başka rol oynuyor. Dikkatin da­
ha ziyade ruhî hâdiselere taalluku, teşbihleri, tabirleri, is­ DİLİMİZ-
tintaçları, her şeyin evsâf-ı hâriciyesine göre değil belki
BİRMÜBAHASE
kendi ihtiyacât ve tahassüsâtına nazaran hükümleri ken­
disinde enfüsiyet (=subjectivite)’nin hem daha hâkim -Sokak ortasında çırılçıplak so)mlmuş, ismet-i kudsi-

bir unsur olduğuna delâlet etmektedir. yet-şiârına tecavüz edilmiş bir sefileye çevirdiniz!...

Hayat yolunun buhranlı ve tehlikeli bir dönüm yeri Kapıyı açtığım zaman bu hararetli cümlenin son akis­

olan bu birinci gençlik zamanında bediî terbiyeden ede­ leri piyano telleri üzerinde iniltiler yaparak kayboluyor­

ceğimiz istiâne, mahiyetçe büsbütün farklı olmak ve bil­ du.


Sayı 124 TÜRK YURDU 285

Odanın havasını bürüyen uçuk sigara hareleri her ta- -Şunu bunu bilmem, o dahiyane terkib-i vasfîler, el-
rafa kokulu bir duman loşluğu yapmıştı. Lambanın topar- bet lisanımızın lâ-yüfnâ birer gencîne-i irfânı olmuştur,
lak ziyası bu sis tabakalarını tamamiyle delemiyor, kuvve- Zihn-i millînin o metin mesned-i terakkisi hep vasf-ı ter-
ti az bir güneş gibi bir köşede kalıyordu. kibîlerdir. Sağda, solda, artta, önde, nerede bulursak bu
Geniş ve rahat koltuklarından birer hayal kalktı; Mu- servetleri kullanmalıyız,
harrir... (İsmini söylemeye mezun değilim) Bey’in evinde Bıyıkları kırpık, pantalonu ütüsüz, yakalığı yumuşak
benimle beraber altı kişi olmuşlardı. genç muharrir (...) Bey de ayağa kalktı. Kâğıt kaplı duvar-
-Ooo... buyurun! Kapı bir lâhza açık kalsın! Koku si- gölgesine bakarak yürüdü. Raflannı ciltlerinin ağırlığı
ze fena çarptı değil mi? dediler. eğmiş bir kütüphane önünde durdu. Eser isimleri okur
gibi dalgınlaştı. Sonra, elleri cebinde cevap verdi:
-Kokunuz da var, gürültünüz de....
-İşte muhterem beyim, sizinle anlaşmamız imkânı ol-
Ikisi de, vücudumun araya koyduğu fasıladan istifa- mayan nokta bu! Siz bir derviş rindliğiyle, bir derviş aldır-
de ettiler, ikisi de dudaklarının, boğazlarının kuruluğunu Usan dergâhının kapısına vuran her yeni
birer bardak su ile ıslattılar. müride "eyvallah" diyorsunuz. Hatta yanından geçenleri
Ben de ortadaki masanın yanından bir iskemle çek- de çağırıyorsunuz! Ben titiz bir ev sahibi gibi tammadık-
tim. lara odamda yer yok diyorum!

Râtıb bir Teşrinievvel gecesinin sinsi yağmuru seyrek -Rişte-i münakaşanızı âlûde-i taglit etmeyin! Nâr-ı ha-
tıkırtılarla camlara çarpıyordu. Birkaç saniye, odada boş kikat rimâd-ı teşbih ile örtülüp itfâ edilemez ki... Hudûd-ı
bir mahzen ıssızlığını andırır bir sükût uzadı. lisanımıza tecavüzlerini müsamaha ile kabul edip havza-i
-Ee, benim gelmem münakaşanızı kesecek mi?... Bu edebiyatımıza girer girmez libka-bend-i esaret ettiğimiz
"eskilik, yenilik" masalı bininci defa da tekrarlansa yine kelimât ve terkibât, lehçe-i Osmanî ye az mı rev-
tatlı dinlenir! Bakın Sara Bernar’a... Bu yetmişlik kadın nak-bahş olmuştur? Hele şöyle müspet bir kafa ile düşü-
Eglon rolüne belki yüz kırkıncı defa çıktığı hâlde yine bir bakayım!
genç kadın gibi alkış toplar. -Aramızda fark bu değil mi zaten? Siz esir ettik hülya-
Ne uzun kahkahalar salıverdiler! avunuyorsunuz! Ben de esir oldunuz diye telâşa dü­
şüyorum.
Bu kuvvetli münakaşacılar benim beceriksizliğimi
daha ilk cümlesinde yenivermişlerdi. efendim, öyle değil!... Mesrûdâtım
gayet tabiî, gayet sarih bir hâdise-i içtimaiye muhassalası-
Birisi: -Ee, hava yenilendiyse yenilendi, kapayalım! Affedersiniz, bir sabî-i bî-lügat devrini lehçemiz asır-
ö^ök lardan beri geçirmiştir. Onun yevmen fe-yevmen inbisât
Kanat örtüldü. Dudakların yakınında birer kibrit par- eden dimağ-ı şebâbına daha fasih bir tude-i malûmat icap
ladı. ederdi. İşte onun içindir ki ensal-i mütekaddime-i beşe-
Mor ipek örtüsü üzerinde vazolar, şiir mecmuaları ^ye sâika-i ihtiyaç ile nasıl taharrî-i ihtiraâta sâlik olduysa,
bulunan masada dirseğimden üç karış ötede, ince, müs- ^ üdebâmızda öylece bizlere zenginlikler aradılar,
tehzî yüzünün taş tebessümünü bu anlamadığı lisan mü- şüphe etmeyin, onların saye-i keşfiyâtındadır ki di-
bahasesine büyük bir bîtaraflıkla sarf eden "Mose"nin meshûf-ı millet istirahat ediyor,
büstü kadar sessiz dinledim! Hem bir kaide-i külliye değil midir? Kudret-i ahengi,
Vasf-ı terkibilerin büyük dostu maroken koltuğuna kudret-i sanatı, kudret-i ifadesi daha fazla olan bir lisan,
gömüldü. Rugan iskarpinleri yerdeki Anadolu halısının fakruddem beyana müptelâ diğer bir lisan biı noksana iz-
kaba tüylerini kurcalıyordu. Sağ eli kadife perde bağını
sallıyordu. Serçe parmağıyla kızarmış alnını kaşıdı. Aradı- Evet, bezgin millete Arap'tan, Acem'den telkih ettiği-
ğını bulmuş gibi gururlanarak başladı: miz kelimât ve terkibât kuvvetiyledir ki bir zirve-i temed­
dünü lisana urûc edebilecek kuvveti idâme edebildik!
286 TÜRK YURDU Sayı 124

Şimdi §u kelimât ve tavsifâtı atın; perdeleri, tabloları, hü­ Ötekiler Sofiks ve Prefikslerle Fransızlaşmıştır. İyice emin
lâsa-! kelâm bilcümle müzeyyenâtı sirkat olunmuş bir bi- değilim ama mantığıma istinat ederek ileri sürebilirim ki
na-yı harab karşısında lâl hayret, lâl esef kalırsınız! en an’ane meraklısı olan İngilizler bile lisanlarından ya­
Beş yüz şu kadar seneden beridir mineli, mozaikli bi­ bancılıkları kovmaya çalışıyorlar. Hele Almanlar, ooo on­
rer minyatür gibi muşikâfâne bir sa’yle işlenegelmiş olan lar muhakkak. Ondokuzuncu asrın ortalarına doğru Al­
lisânı, birkaç tembel tetebbu hatırı için bütün o servetin­ manya'da öyle bir cereyan vardı ki meselâ Local Anzeiger
den tecrit edemeyiz. gibi filân bazı gazeteler her ecnebî lügatin Almancasını
bulup ispat edene kelime başına üç Mark tediye ediyor­
Hele son zümre-i edebin ikdâm-ı takat bir endâzâne-
du.
si neticesinde büsbütün kesb-i sabahat eden lisan, bey-
hûd bir şirzime-i kalilenin lerzeşdar-ı tereddüd iddiaları Bu temsil kaidesini siz, ben de tabiî bir şevkle tatbik

yoluna hiç feda edilir mi ya! Âdeta cinnet-âlûd bir cüret­ ederiz. Hiçbir Türk bilete, biyye; tenteneye, dantel; pan­

le hâl-i edebiyatı bütün mazi-i pür-vekârdan çekip kopar­ dispanyaya, pendespani, istimatora, estimator demez.

mak istiyorsunuz! Kaşmirdekos demeyiz, kaşmerdikoz deriz.

Buna ne ben, ne vicdân-ı etrâk, hatta ne de sizin şu Ahz ve itâyı, afsuvata şekline koruz. Sebzevât yerine
isyankâr kalbiniz razı olur! zerzevât deriz, öyle değil mi? Şu hâlde biz bilmem kaç

-Ne tuhaftır, insanlar başkalarında çekemedikleri asırdır milletin ruhuna sığmayan şeyleri zorla sokmaya

şeyleri kendileri yapınca fark etmezler! Siz bana demin çalışmışız. Selikamız üzerinde cebirler tahakkümler yap­

"Hakikati teşbihlerle boğma" diyordunuz. Demek kendi­ maya kalkışmışız.

niz onu bir müdafaa, bir tefevvuk silâhı gibi kullanacak- Hele edebiyat lisanımız, hele edebiyat lisanımız! O
mışınız! bütün millî zevklere, millî temayüllere göz yummuş, lisa­

Ben size Arapça, Acemce kelimeleri baştan başa tu­ nımız içinde ecnebî terkipler, ecnebî telaffuzlar milliyet

tup fırlatmalıyız demedim ki! Hem biz sadeliği, Arabî-Fa- aleyhine büyüyen birer ur olmuş. Ecnebî lügatler, ecnebî

risî kelimeleri ezberleyemediğimizden istemiyor da deği­ edebiyat şekilleri Türk zevkinin, Türk sanatının millî bir

liz! Bu tabiîlik ve sunilik meselesidir! surette açılmasına engel olmuşlar.

Bence Arabî, Farisî kelimelerle, bâhusus o kelimele­ Ben daha ileri giderek diyeceğim ki zevk ve seviye

rin kaideleriyle vücuda getirebildiğimiz eârî zenginliklere itibariyle bu kadar aşağı düşmemiz, hep lisanımız ve

kendimizindir gözüyle bakamayız! Dünyada Türkçeden mevzularımız ruhumuzdan alınmadığı, hep ecnebî iklim­

başka hangi medenî lisan biliyorsunuz ki sarfında ecnebî lerden taklit edildiği için oldu. Eski divanları yoklayın:

bir milletin kaideleri kök salmış olsun. Meselâ Fransızlar Türk teşbih ve istiareleri Acem teşbih ve istiarelerine

Yunancadan, Lâtinceden, Arapçadan, İspanyolcadan, Al- benzer, Türk simâsı Acem simâsına, Türk şehri Acem

mancadan kelime alırlar, Fransızlaştırırlar; Alkeol, alkol şehrine, Türk ilhâmı Acem ilhamına benzer. Üç dört yüz

olur; Elcebr, Aljeber olur; Elgazal, Lagazel olur; Kamis, senelik millî bir hayat, o hayatın samimî ve ruhî makesle-

kamizol, şömiz daha bilmem ne, bilmem ne olur. Mini­ ri hep bir teseyyüb yüzünden gömülüp gitmiştir. Her

mum, maximum gibi Lâtinceden alınıp da yine Lâtince millet mazisini araştırdığı zaman orada varlığının temeli­

gibi telaffuz olunanlar antika nevinden nadirdir. Hele ni bulur. Biz aradığımız vakit kendi toprağımızda başka­

cemlerinde minima, maxima kullanılmak âdeti kaldırıl­ larını görüyoruz. Onun içindir ki eskilere millî düşünce­

mıştır. Birkaç eskilik meftunu Fransız müstesna. Bugün ye ehemmiyet vermemiş nazarıyla bakıyoruz.

kimse Senatorium'un cemine Senatona demez. Sine qua Meselâ Eransız edebiyatının on yedinci asrını oku­
non filân gibi terkipler de nihayet mahdut, muayyen ma­ yun:
nalarda kullanılan birer kalıp gibi kalmıştır ve bunların
adedi, şu bildiğimiz yirmi beş kuruşluk Larousse kamusu
yok mu, onun pembe sayfalarındaki iki üç yüzü geçmez.
Sayı 124 TÜRK YURDU 287

O asırdaki Fransız ruhunu, ihtiraslarını, temayülleri­ bilmişiz. Fakat bu da bizi yine onlar hesabına çalışmış ol­
ni, zevklerini, an’anelerini, ümitlerini, gayelerini, dimağ­ mak şaibesinden kurtaramaz.
larını bulur, anlarsınız. Size söyleyim. Bu Acem ve Arap kelimelerinin ver­
On sekizinci asrın on yedinci asırdan nasıl ve niçin dikleri ahenklere aldanmak, lisanımızı sırf bunlarla zen­
doğduğunu, ne sûretle değiştiğini, ihtilâle doğru nasıl ginleştirdik hülyasına kapılmak, Hüseyin Beyin boyun
yürüdüğünü, fikrî veya bes on sekizinci asırdan hassas ve bağını, Ahmed Beyin pırlanta iğnesini, Remzi Beyefen­
mariz on dokuzuncu asrın nasıl fışkırdığını görürsünüz. dinin bonjurunu kullanıp ben de şık ve zenginim diye
Bir edebiyat ki mensup olduğu milletin hayatıdır, benli­ öğünmeye benzer.
ğidir. Edebiyatımız Türk Edebiyatı değil, İran edebiyatının
Fakat bizde öyle midir? Fuzûlî'nin şikayetnâmesi, Türkiye şubesi. Hele Şinasi'den evvelki edebiyat!
Nefî'nin birkaç hicviye ve kasidesi, Nedim divanı da ol­ -Oh ya Rabbi! Bütün eslâf-ı muazzamanın ervâh-ı
masa o devirlere ait hemen hiçbir vesikamız bulunmaya­ mukaddesesi, ızâm-ı remîmi şu anda bu tefevvühâtınıza
cak. Bu saydıklarım da ne kadar eksik! karşı isyan ve nefretle eğlenmektedir. Avâm firîbânedir
Ah Arapçadan, Acemceden Türk ruhunun, Türk lisa­ ama olsun: Besle kargayı oysun gözünü! demişler. Bütün
nının kazandığı zenginlik! eslâf çalışsın çabalasın, gıdâ-yı dimâğ-ı milleti ihzâr etsin,
sonra bir kaç sebük-magzm bu üç lisan-ı şirinin füyuzât-ı
Türkçenin sade sarfına hep bu kaideler ca'liyet sok­
hayât-bahşâsını cami usareyi hazmedemeyen birkaç sıs­
mamış mıdırlar? "Tarafeyn-i zevceyn". "Devlet-i âkıde-
kanın mehcur-i iltifâtı olsun!..
teyn", "İfade-i teşvikiye", "Tefeyyüz-i millî", "Teganniyât-
1 ilhamât"! Rica ederim, bize hediye edilen mücevherler Ayol, bizde iltizamkâr teceddüddük. Hem sizlerden
bunlar mıdır? Biz de tenis var mıdır? Sıfatlarımızda cem çok evvel! Sizler daha batn-ı maderde hatta bir nutfe de­
var mıdır? Bizde müenneslik, müzekkerlik var mıdır? ğilken bizim içimizden bazı gençler bar bar bağırıyorlar­
dı ki eskiler nâkâfidir, sönüktür, damarlarında eser-i ha­
Bu son kelime bütün odanın ciddiyetini sarstı. Fler-
yat yoktur. Mecrâ-yı edebiyat değişmelidir.
kes gülüştü: "Hayır, Türkçe melektir, Türkçe melektir"
dediler. Yeni lisan müdafii kıpkırmızı devam etti: Bunun üzerine sizinkinden bin kere daha müsmir
bir hareket-i edebiye vücud-pezîr oldu.
Hatta bu rezalet o raddeleri bulduydu ki daha bir
çeyrek asır evvel Ebuzziya Tevfik merhum zavallı Türk- Bizim de aklımız ermez değil. Şöyle bir mazi-i edebi­
çeye yerine göre esreli, yerine göre üstünlü ve ötreli, ye­ yatımızı pîş-i nazarınıza vaz edin. Osman zamanında işe
rine göre harf-i tarifli ism-i failler, ism-i mefuller sokmaya Farisîyle, ama münhasıran Farisîyle başlıyoruz, bilâhire
kalkıştı idi. Türkçe yavaş yavaş giriyor. Euzûlî Azerî lehçesiyle teren­
nüm-! ruh ediyor. Divanının bir yerinde Türkçenin kud­
İşte beyefendi, bugün haksızlık dediğiniz hareket
retsizliğine telehhüf bile ediyor.
hep asırlardan beri sürüklene sürüklene yığılan gayr-i ta­
biîliklerin meşru ve tabiî bir aksülâmeldir. Bâkî'yle İstanbul lisanı kendini gösteriyor, Nedim'in
vürûdu ifade ve ruh itibariyle edebiyatı daha yerlileştiri­
Maamafih sizler eskiliklere o kadar alışmışınız ki,
yor.
şimdi onlardan ayrılmak zor geliyor. İtiraf ederim, sizinki
de ciddî bir terbiye mahsûlüdür; fakat başlangıcı yanlış Şeyh Galib sadegîye doğru emekliyor. Vaktâ ki Şina-
tutulmuş bir terbiye mahsûlü. Evvelce de söylediniz â, si yeniliğin ilim cihadını küşad eyliyor. Kemaller, Hâmid-
gerçi o kelimeler aslen yabancıdır, fakat bizim olmuştur. 1er, Ekremler, Sezaîler, hemen arkasından mensubiyetiy­
Çünkü biz bunları çok yerde Arab'ın ve Acem'in kullandı­ le ilelebed iftihar ettiğim neslimiz yetişiyor. Şimdi, değil
ğı manadan başka manada kullanmışız. Onlara kendi Fuzûlî'yle bizim aramızı, hatta Hâmid'le Fikret'in arasını
benliğimizi vermişiz. Bu sözünüz haksız değil ve çok şü­ mesaha etseniz taab-bahş mesafeler bulacaksınız. Frenk
kür ki hiç olmazsa o kadar bir istiklâliyet muhafaza ede­ edebiyatının demin meddahlığını ediyordunuz; İşte be­
TÜRK YURDU Sayı 124

yim bu da sizin ma’dum farz eylediğiniz yahut sizin amâ ne esvap olarak bu kıyafeti yakıştırmasına benzer. Ma­
dimağınıza mestur kalan bizim hareket-i edebiyatımız. dem mevzuda teceddüd oldu, şekilde de olmak lâzımdı.

Dedim işte,' biz de mensubîn-i teceddüddük. Ama Olmadı değil, fakat dediğim gibi hep eski, gayr-i tabiî zih­

sizler gibi maziyi tel'in eden değil, daima yâd-ı eâzıma niyet üzerine. Fakat... şey...

hürm et eden, onları birer mevcudiyet-i ebed-zinde telâk­ -Giriniz!


ki eyleyen mensubîn-i teceddüddük. Tarih-i edebiyatı­
Kapı açıldı. Siyah robası üzerine beyaz göğüslük ge­
mızda, fikr-i kâsırâneme kalırsa hatta sahayif-i güzide bu
çirmiş Rum hizmetçi parlak madenî bir semâver getirdi.
levslerle lekedar edilmemelidir... Tarih-i edebiyatımızda
Arkasında küçücük bir Anadolu kızı fincanları taşıyordu.
bizi takip eden devr-i edebînin adı "şımarıklar, çılgınlar,
Sıcak ve tatlı çayın artık şu uzun münakaşayı kesece­
ciddiyeti tezyif edenler devri" olacak.
ği ümit ediliyordu. İçimizden biri rica etti:
-Mesele o değil mi zaten? Terakki size gelince meşm,
-Vazgeçin Allah aşkına, )oıkarda hanımefendiler bizar
sizi geride bırakmaya başlayınca gayr-i tabiî, dejenere, fa-
oldu. Öyle bağırıyorsunuz ki sokağın yolcuları bu evde
lân!
miras kavgası oluyor sanacaklar.
Canım, bize niçin birer hain, birer cellât nazarıyla ba­
Bir diğeri söze karıştı:
karsınız. Yaşayan bir milletin konuşulan lisanı elbet faali­
yet hâlindedir: Yürür, büyür, genişler, güzelleşir, şıklanır. Bu edebiyat meseleleri çorak şeylerdir. Bir yerde
edebiyatımızın lâfı açıldı mı benim hayal de gözümün
Fakat lisanın, bâhusus edebiyatın evsaf-ı mümeyyize-
önüne dikilir: Koskoca bir salon karşılıklı iki ayna. Orta­
sine bakın: Ruhtan kopma birşey değil, ce‘alî bir hâlet-i
sında sırt sırta vermiş iki adam. İkisi de kendi aynasının
ruhiye var. Kaç yüz senedir hep bu, hükmünü sürmüş.
içinde kendi hayaline söylüyor. İkisi de kendi kendine ta­
Meselâ Fransız edebiyatına hâileler, mudhikeler, roman­
raftar, kendi kendi hayran oluyor. Kapıyı açanlar ikiz bir
lar, mizahlar, tefekkürler, tasvirler, tahkiyeler girerken ve
gürültü duyuyorlar. Fakat vâzıh bir şey anlaşılmıyor. Şun­
bu usûller her gün lisanını değiştirerek nokta-i nazarını
lar insaf edip de yüz yüze gelseler olmaz mı?
tekmilleyerek, yeni yeni şubelere ayrılıp mütenevvi bir
hâl alırken bizde hâlâ mahud kasideler, içlerinde duyul­ Bu teşbihe çok gülüştük.
madan yazılmış, kopye edilmiş tahassüsler, tahayyüller Bir üçüncü zat da:
vardı. Hep bu dar çemberin içinde dolaştık, dolaştık. Ru­
-Hele şu zamanda, dedi, transition devresinde miyiz,
hî tahayyüller, kalbı sesler, hayalî vüs'atler yapacağımız
neyiz? Her tarafta müthiş bir aleyhtarlık. Ocaklarda bu,
yerde nazireler söyledik, noktasız kasideler, gazeller için
konferanslarda bu, darülfünûnlarda bu, mecmualarda
beyin patlattık. Her mısradan bir tarih çıkacak diye mana­
bu, hususî musahabelerde bu, rüyada da bu galiba.
yı, irtibatı mahvettik. Mısralar yaptık ki kelimeleri doğru
okunduğu vakit mana çıkmıyor, fakat önden gelen keli­ Celâl Nuri'ye, Ahmed Rasim'e varıncaya kadar her ya­
menin son harfini ikinci kelimenin başına korsanız mana zı yazan çalakalem birbirine vuruşturuyor. Bunun sonu
anlaşılıyor. Bunlar hokkabazlık, göz boyayıcılık değil de gelmeyecek mi acaba?
nedir? Herkes sustu. Sükûtu yalnız, iştihâ ile içilen mayile-
Şinasi'den sonra edebiyat daha hayatî, tahlilî ve ter- rin şapırtılı sesi ihlâl ediyordu. Kendi kendime: Artık bu­
kibî bir şekil aldı. Hele Fikret'ler, Halid Ziya'lar, Cenab'lar rada kaldılar, diyordum.
geldikten sonra mühim terakkî adımları atılmış oldu. Fakat içimden daha devam etmelerini arzu ediyor­
Fakat hakkıyla düşünecek olursanız bugüne kadar dum ki genç muharrir bana döndü:
hemen hepimizde mevcut olan zihniyet eski zihniyettir. Çay yudumları arasında nispeten zayıf bir sesle, güyâ
Yani ruh itibariyle filân biraz yenilik girdiyse bile kelime­ sırf bana hitap eder gibi söyledi:
ler hâlâ eski uygunsuzluklarını muhafaza etti.
-Mantık eksikliği canım: Arap çavuş kelimesini alır,
Bu, Ondördüncü Asm Hicrî'de yaşayan bir adamın şiyaviş yapar, karus kelimesini kavaris sûretinde cemlen-
Onuncu Asırdaki yeniçeri kıyafetiyle dolaşmasına; kendi­
Sayı 124 TÜRK YURDU 289

dirir, Bu meşru görülür. Arabm temsilî kudretine meftun Deniz, bahr, derya bir eser-i edebînin sahâif-i güzîni-
oluruz. "Firdevsî Şehnâme’sini yazarken hiçbir Arap keli­ ni elvân-ı mütenevviasıyla şaşaadâr-ı rüchan edecek ye-
mesi kullanmamaya cehd etmiş ve muvaffak olmuş. Ne sâr-ı millîdendir.
güzel şey!" diye methederler, takdir ederler. Fakat biz Hatırınız için bunlardanda mı keff-i yed edelim?
bunu lisanımızda yapmak isteyince an’ane-şikenlikle, ir- Artık siz benim lisanımı istediğiniz kadar tahdide kal­
fan-girizlikle, daha bilmem neyle, hatta soysuzlukla it­ kışın! Bugüne kadar her fikir ve his ve hayali tebliğe muk­
ham olunuruz. Aman Allahım ne tenakuz!.. tedir olmuş lisanı, ez-ser-nev bir şurezâra mı irca edecek­
Vasf-ı terkibilerin dostu kendini tutamadı: siniz? "Zehî tasavvur-ı bâtıl!" Söylenin bakalım.
-Sizin diliniz de Farisî kadar sahib-i yesar olsun da o Âb-ı pâke vakvaka-i kurbağadan ne zarar!
vakit istediğinizi yapın. Daha pek gençsiniz. Kanınız kay­
-Küstahlığımı affınızla karşılayın! (Kahkaha ile güldü)
nıyor. Sağınızı solunuzu düşünmeden fikir savuruyorsu­
Saydığınız biçimde sinonimler olacağına, olmaz olaydı­
nuz. Karşınızdakine söz söylemek fırsatını bile itâ etmi­
lar! Fransızlar güneşe yalnız "soleil", denize yalnız "mer"
yorsunuz. Bir parça evvel "Biz, Fransızlar veya Ai'aplar gi­
derler. Bununla beraber lisanları hiç de fakir düşmemiş­
bi sofiksler, prefiksler ilâvesiyle kelimât-ı ecnebîyeyi
Türkçeleştirmiyoruz" buyuruyordunuz. Lâkin, düşünün tir. Bilâkis Parisli bir Fransız çocuğu deniz kelimesini

ki öylesini biz de yapmışız! "Esmer" Aıupça iken "Esmer­ öğrendiği vakit deniz fikrine de sahip olur, denizi görme­
leşmek" tarzında Türkçeleştirmişiz. "FIırs'Tan "Hırslan­ diği hâlde bile. "Madame Doratizbun'Tın şiirinde de o ke­
mak" da öyle. "Can" ism-i Farisîsi "Canlanmak" tarzında limeyi bulur. İleride "Richepin"de de onu okuyacaktır.
Türkçemize geçmiştir. "Pare"den "Paralamak", "Paralat­ "Deburt Valmur"da da onu okuyacak. "Hugo"dan da onu
mak", "Paralanmak" gibi nice nice fiiller yapmışız. işitecek, "Rousseau"da da onu bulacak, "Racine"de, "La

-Pekâlâ, bizim de itirazımız böylelerine değil ki!... Bir Fontaine"de de ona rast gelecek. Hâlbuki bir zavallı İs­
tabirin Türkçesi durup dururken mutlaka malûmat gös­ tanbul çocuğu denizi doğar doğmaz görür, deniz kelime­
termek sevdasıyla Arapça veya Acemcesini kullanmaktaki si ilk telâffuz ettiği sade kelimelerden biridir. Onun dal­
mantıksızlığa! galarım, harelerini, renklerini her gün seyreder durur.
Böyle iken sultanînin sekizinci sınıfında "derya-yı hurû-
Meselâ uyuşmak, uzlaşmak, aralarını bulmak varken
şân", "Bahr-ı mütelâtim", "Âb-ı kebûd", "Mâ-i mütemev-
"telif-i beyn etmek"e, karnı çok acıkmak yahut sadece
çok acımak denilebilirken “ber-cû’-i şedîd veya eşed his- vic" terkiplerinden hiçbir şey anlamayacak. Moliere'in
setmek”e, gürültü etmek yerine "velvelesâz olmak, veya "Sganarelle”! gibi şaşıp kalacak. Bu terkiplerin aralarında
müşateme eylemek"e! Almanlar, Macarlar, Bulgarlar gibi ufacık bir nükte, bir mana farkı olsa da onu biz anlayama­
birçok milletler millî lehçelerini zenginleştirmek için ka­ yız, hatta yazanlarımız bile. Çünkü bu terkiblerin kalbî,
fa yoruyor, tabir icadına kadar varıyor da biz niçin kendi­ tahlilî bir mahiyeti yoktur.
mizde var olan kelimeleri beğenmiyoruz, yerlerine başka Bitmedi.
R.A.
şeyler koyuyoruz? Madem kelimeler fikirlerin bir işareti­
dir ve madem ki bir fikir Türkçe kelimelerle söylenebilir,
hayır, neden ilhamını, ruhunu zorlayıp ecnebî lügatler
doldurmalı?
BÜYÜK HİKÂYE
-İyi, lâkin siz lisanı âdeta saçkıran hastalığına uğramış
adama döndürüyorsunuz. O hâlde lisanda mevcut sino­ BABÜRHAN
nimlere de veda etmeli. Muharriri: Flora Annastil
Şimdi güneş, mihr, şems, âfitâb yahut çocuk, tıfl, sa­ Mütercimi: Halide Edib
bi. Bunlar lisan-ı Osmanî'yi iğnâ eden şeylerden değil mi­ Başı yıl 3, cilt 6, sayı 9 ’dadır.
dir? Hangi bir lisan-ı diğerde bu mertebe bereket mev­
Birkaç gün sonra Şeybanî'den cesur düşmanına bir
cuttur?
ikinci teklif daha geldi. Babür mağlûp olduğunu itiraf
290 TÜRK YURDU Sayı 124

ederse kadınların gitmesine müsaade edeceğini vaat edi­ -Allah için artık gidelim ve bu dakika bitsin.
yordu. diye dehşetle bağıran Babür atına atladı, mahmuzlarını
Mütemadiyen müzakere, müzakere ve kimbilir ne atın karnına batırdı. Kadın, erkek kendini sevenler için
gizli vaatler, ne masum yalanlar Babür'ün kalbini alt üst kendi kendini satmıştı. Fakat gözlerinin önünde ölüm si­
eden hareketlerden sonra bir haftalık bile yaşatabilecek yahlığı vardı. Artık mahmuzlarını atına batırıp deli gibi
erzak da kalmadığını gördükten sonra ailesinin ve kendi­ gitmekten başka elinde yapacak bir şey yoktu.
nin hayatı ve hürriyeti mukabilinde şehri teslime karar Gece ölüm kadar siyahtı. Süveyd kanalının bir parça­
verdi. Annesi, büyük annesi, kız kardeşi bu üçü hürriye­ sında durdu ve müşkilâtla fırkasını sağ tarafa sevk etti. Bu
tine iştirak etmeleri meşruttu. Diğerleri atlan varsa gide­ sulak tarlaların karışıklığı arasında seherden evvel Semer-
cekler, yoksa bir zarara uğramamak şartıyla kalacaklardı. kand'dan mümkün olduğu kadar uzaklaşmaktan başka
Büyük nine İhsanüddevle gitmekten istinkaf etti. Günler­ birşey düşünmek kabil değildi. Özbek reisi hür bir geçit
ce at üstünde dikilmek için fazla ihtiyardı. Korkmuyordu. vaat etmiş olmakla beraber hepsine ve taraftarlarına iti­
Genç ve güzel iken üç defa düşman eline düşmüş, ken­ mat câiz değildi.
dine zarar gelmemişti. Bir defasında taarruza uğramış,
Dairevî tepecikler arasında vahşî bir vâdinin nisbî se­
onun da neticesini Babür'e anlatmıştı. Şimdi ihtiyar ve şâ-
lâmetine eriştikleri vakit semâ yeni gelen sabahla kurşu­
yân-ı arzu olmadığı için geride kalacak belki de Şeybâ-
nileşmişti. Burada Babür ilk defa olarak atları dinlendir­
nî'ye fikrini söyleyecekti. Atını güzel ve genç olan Gönül-
mek için bir dakika tevakkuf emrini verdi ve ilk defa ola­
taş'a terk ediyordu. Ergilleri iğvââta maruz etmek her-
rak maiyetini gözleriyle tetkik etti.
hâlde iyi bir hareket değildi. Belki Ensevgili süt kardeşini
Keskin gözleri evvelâ annesinin örtülü vücudunu ta­
beraber isterdi. Herhalde tehlike zamanlarında itimat
nıdı. Fakat bir buğday çuvalına benzeyen şu yığın, solgun
edilecek bir kadın fazla olması lâzımdı.
bir gül yaprağı gibi buruşan şu diğer vücut bunların hiç
İhtiyar kadın bunları söylerken, genç kızın parmakla­
biri Ensevgili değildi. O nasıl ata binerdi. Onun at üstün­
rını demir kadar sert ve kavî elleriyle tutarken aynı za­ deki dimdik vaziyetini büyük bir gururla hatırlarken aynı
manda temasında bir nevaziş yumuşaklığı vardı. Ensevgi­ zamanda boğucu bir elem kalbini sıktı, dişlerini kilitledi.
li eğildi, ihtiyar çehreyi dudaklarından öptü. Gece yarısı Biliyordu, bununla beraber bilmek de istemiyordu.
kararlaşmış firar, hazırlanmıştı. Kaledeki birkaç at eyer­
Boğuk bir sesle:
lenmiş, düşman karakolları da karar verildiği üzere başka
tarafa bakıyorlardı. Babür kalbinde elem, sefalet annesini -Hanzâde beyim, dedi, nerede, nerede?
atına bindirdi, üzengilerini düzeltti. Gözlerine toplanan Kimse birşey söylemiyordu.
sıcak yaşlar hiddetle gözlerini kapatıyordu. Tutmak iste­
Hiddet, meyus ve âciz bir hiddet dudaklarını kapadı.
diği kalbinin darabanından lâkırdı söyleyemiyordu.
Birisi korkak bir sesle:
Mağlûp ve hayatı içiniirarî! Hayır, kendi hayatı için
-Belki gece, karanlıkta....
değil onlar için!
Babür:
Etrafına bir göz attı. Herkes hazır mı, herkes burada
-Yalan! diye haykırdı. Yalan, beni aldattılar.
mı?
Ruhundan hissettiği bir hakikat onu susturdu. Bil­
Firarilerin etrafında toplanan kalabalıklar göz yaşları
meli, anlamalı idi. Düşmanlar umûmiyetle bu kadar âlice­
ve hıçkırıkları arasında berrak bir ses:
nap olmazlardı. Kendini biraz kabahatli buluyordu.
-Evet, kardeşim hazırım, dedi.
-Ben kendi kendimi aldattım, bilmeli, anlamalı idim,
Bu Ensevgili’nin sesi idi. diye haykırdı. Allah hepsine lânet, lânet yağdırsın!
Ayakta eliyle veda eden İhsanüddevle'ye birşey söy­
lemek için atının üstünde eğiliyordu.
Sayı 124 TÜRK YURDU 291

Gözleri uzak şehre matuf biraz durdu. Sonra çılgın Yeisin ilk günleri rüya gibi geçti. Bütün dünya ve
bir kahkaha ile atının dizginlerini bırakarak kollarını atın dünyadakiler Babür'e bir uyku hayalâtı gibi geliyonlu. Bir
boynuna attı. dost köyde azıcık istirahat ettikleri vakit kendilerini kaht-
tan bolluğa, tehlike ve felâketten sükûn ve selâmete gir­
At ileriye atlarken:
miş buldular. Güzel buğday unu ekmeği, güzel et, tatlı
-Gelin, diye haykırdı, hürüz gel, cehenneme kadar kavunlar, mebzul ve iyi üzümler sulhün, sükûnun saade­
gidelim. tini Babür'e hissettirdi. Elemden sonra gelen saadet, za­
Bu kahkaha geriye aks ederken annesinin kalbi kor­ ruretten sonra gelen mebzuliyet daima ince bir haz veri­
ku ile doluyordu; yordu. İlk defa olarak düşmanların tazyikinden ve açlık­
tan sükûn ve selâmete gelmişti ve onun sahih ruhu ve
-Kendini kaybetti, arkasından yetiş Kasım, Allah aşkı­
vücudu onu bu birkaç gün şevk içinde yaşatıyordu.
na dikkat et.
Fakat birkaç gün sonra hatırası yavaş yavaş geliyor gi­
Kasım ve onun adamı Kanber Ali zaten atlarını koştu­ bi idi. Bununla biraz sinirleniyordu. Anasının kısrağını ye-
ruyordu. Ve koşan, kaçan Babür'ün arkasından atlarının derken veyahut dağlardan atıyla geçerken memnuniyeti­
ayak sesi aksediyordu. Neden kaçıyordu? ne rahatsızlık karışıyordu. Dünyanın şu geçtikleri kısım­
Bu geniş dünyada her şeyden, hiddetten, muhabbet­ ları pek güzeldi, fakat hayatta güzellikten fazla birşey var­
ten, nedametten, elemden, mağlûp olmamak emelin­ dı. Hayata ihtişâm vermek için birşey daha lâzımdı.
den, her şeyden! Asabı tamamen gevşemişti! O dakika sa­ Bir gün dedi ki:
de kurtulmak istiyordu. -Ensevgili ile mesut olduğumuz beyaz dağlara gidiyo­
Fakat bu yalnız bir dakika sürdü. Arkasından gelen at rum.

sesleri iradesini ve hanlık vakarını iade etti. İlk defa olarak kardeşinin ismini zikrediyordu. Anne­
si endişe ile oğluna baktı. Fakat sükût ediyordu. Tabiat
Eyerinin üstüne döndü, gelenlere aklı başında oldu­
Babür'e hatırasını yavaş yavaş iade etmekle çok lütufkâr
ğunu ispat edecek bir iki kelime söylemek istiyordu.
davranıyordu.
Neşe ile: Bişagar denilen küçük bir köyde birkaç gün kaldıkla­
-Bir yarış, dedi. Haydi bir yarış on dinar. rı vakit Babür'ün anasının atsızlıktan arkalarında bıraktık­
ları bir ihtiyar hizmetçi kadını buldular. O atsız olduğu
Bunu söylerken muvazenesini kaybetti. Belki başı
hâlde yürüyerek onları takip etmişti.
dönüyordu, belki de açlıktan bitab olan atın takımları
gevşemişti. Herhalde eğer kendisiyle döndü ve başının İki kadın birbirinin boynunda elîm bir izdivaç hikâye­
sini anlattılar. Herhalde ihtiyar İhsanüddevle’nin iradesi
üstüne düştü.
sayesinde izdivaç pek fena olmamıştı. Herhâlde oğulları­
Onlar yetişinceye kadar o ayakta bulunuyordu. Biraz na mümkün olduğu kadar az tafsilât vereceklerdi.
muvazenesiz, biraz gözleri kararmış ve eli alnının üstün­
Uzun ayların muhasarasından sonra yegâne haber
de, yavaş yavaş dolaştırıyordu.
alabilecekleri bu yerde Taşkent’ten aile ölümü haberleri
Yine neşeli: aldılar. Babür'ün annesi Taşkent’e on dört sene evvel git­

-Ne oluyordu? dedi. Ben hepsini unuttum. mişti. Şimdi adsız, ümitsiz, eski bir hizmetkârıyla oraya
gitmek pek tabiî idi.
Filhakika unutmuştu. Bir dakika sonra tekrar atına
Gitti ve ilk defa olarak Babür yapayalnız kaldı.
bindi. Ve o gecenin hatırası tamamen dimağından silin­
Hürriyetini ilk defa olarak, mazide bir baharda kız-
mişti.
kardeşi ile beraber çıkmış olduğu çiçeklerle dolu bir te­
DOKUZUNCU BAB peye çıkmak sûretiyle istimal etti. Mavi ve pembe çiçek­
"İki kapısı gece gündüz olan bu yıkık kervansarayda ler eskisi gibi, mine çiçeklerinin mozaikleri, sarı çiçekle­
sultan, sultanı takip eden bütün ihtişamıyla bir iki saat rin parlaklığı tamamen eskisi gibi idi. Mavi semâ, beyaz
nasıl durmuş sonra geçmiş yoluna gitmiş, düşün!" bulut sürüleri ile uzak Semerkand'ın daha mavi ufkuna
uzaklaşıyordu.
292 TÜRK YURDU Sayı 124

Her şey eskisi gibi idi, Elmas işlemeli yeşil mine çer­ Satırları okudu ve okurken onlardan birşey eksik ol­
çeve çiçeklerle beraber onun bıraktığı şeffaf buz üzerin­ duğunu hissediyordu. Böyle hissederken kelimeler de
de idi. Buna dikkat etmemişti. Buz tabakası altında sene­ dudaklarına geliyordu. Babür'de kendi en mukaddes he­
lerce mahpus kalmış bir çiçek ve ot parçası vardı, fakat yecanlarını kullanan bir sanatkâr mizacı vardı. O ferdiye­
Ensevgili’nin simâsı silinmişti. Yağmur onu gidermişti. Si­ tin ruha bir tuzak olduğunu ve terennüme lâyık her şe­
masının resmedildiği tabaka bembeyaz yıkanmıştı. yin kendilerinden büyük bir ilâhiyetin parçası olduğunu
seziyordu. Hislerinin ve kelimelerinin neticesi de bu idi:
Ne tuhaftı, buz tabakası muhafazakâr olmuş, fakat sı­
"Yedi taht, yedi günah, yedi yıldız.
cak güneş her şeyi silmişti. BaşınT ellerinin içine alarak Fakat biri hayatın ne aşkını ne de göz yaşlarını dindi-
tenbel tenbel oturdu. Evet yüzü silinmişti. O yüzün ya­ rebilir.
nında bir diğeri için yer veyahut aşk olup olmamasında Ancak kâsedeki şarap elemli ruhu bu senelerin öte­
artık beis kalmamıştı. Zavallı Baysungar! Zavallı, nihayet­ sine getirebiliyor".
siz derecede zavallı Ensevgili! İlk defa olarak geçenlerin Bitmedi.

hakikî manasını duydu. Şiddetle döndü, başını çiçeklerin


arasına sokarak bir çocuk gibi ağladı.
YENİ ESERLER
"Meskûkat-ı Osmaniye", Cilt: l.(b,-Zamanımız
Göz yaşı ve aşk! Bunları ne kadar az bir şey birbirin­ müsteşrikleri arasında Türkoloji'yi kendisine ihtisas edi­
den ayırıyordu. Hemen sakat ölü yeğeninin kadere mey­ nen ve eserlerinin cidden bitaraf ve İlmî olmasına çalışan
dan okuyan yüzünü düşündü ve bu fikir, yeisle onun ara­ Profesör Barthold "Şark’ı Tetebbu Tarihi" unvanlı eserin­
sını ayırıyordu. Billûr kâse! Elemi arasında gülebilirdi. de şark akvamının kendilerinin son asırda şark’ı tetebbua
Hayat ona garip sergüzeştler getirmişti. Daha getirsin! O hizmetlerinden bahsederken, Türk meskûkatı hakkında
Türkler'in AvrupalIlardan daha ziyade kıymetdâr eserler
hazırdı. Artık tam bir adamdı. Çocukluk gitmiş, Semer-
vücuda getirmiş olduklarını zikr ederC), Filhakika Müze-i
kand ile beraber gitmişti.
Hümâyun’un Meskûkat-ı İslâmiye kolleksiyonları, Mes-
Bunu açık bir sûrette düşünmemekle beraber hisse­ kûkat-ı İslâmiye katalogları, İslâm, Türk ve hatta bütün
diyordu. Yaşlı gözleriyle Allah’ın güzelliklerine bakarken, Şark tarihi İlmî bir sûrette tetkik etmek isteyenler için ga­
hayatın zevkini derin bir sûrette duyuyordu. Göz yaşları yet ehemmiyetli ve kıymetli mehazlardan sayılmaya de­
birer hurdebin gibi idiler. ğerlidir. Meskûkât-ı İslâmiye katalogları sırasının "Kısm-ı
Sâdis"ini teşkil eden Meskûkat-ı Osmaniye kataloğunun,
Bir mısra belki de bir rubaî olabilecek bir mevzu zih­
ilm-i meskûkât-ı İslâmiye mütehassıslarının en ileri ge­
ninden geçiyordu, Baysungar olsa bunu ne güzel yapar­ lenlerinden Halil Edhem Beyefendi tarafından dakik bir
dı. O böyle ince hayalâtı işlemesini bilirdi. Fakat mine itinâ-yı İlmî ile tertip olunup, bu kere intişar etmesi,
çerçeve arkasına yazdığı mısralar doğru değildi. Acaba Şark'ın tetebbuuyla meşgul olanları çok sevindirmiştir:
hâlâ duruyorlar mı? Evet, onlar yağmurun yaşlarından OsmanlI müverrihleri bu mükemmel ciltten hayli madde
mahfuz kalmışlardı. ve o maddelerden de hayli fikir ve mütalâa çıkarabilecek­
lerdir.

( ü “Müze-i Hümâyun Meskûkat-ı Kadîme Kataloğu” sırasının “Kısm-ı Sâdis”ini teşkil eder. “Sultan Osman Han-ı Ewel’den Sultan Murad Han-ı
Sâlis’in âhir-i saltanatına kadar olan zamanı müştemildir”. Müellifi Müze-i Hümâ)oın Müdürü Halil Edhem Bey. İstanbul’da Mahmud Bey Mat-
baası’nda, 1334 sene-i Hicriyesi sonlarında tab olunm uştur.-1. cilt, 427 sayfa; Metinde bir çok eşkâl ile metinden hariç 12 adet fototipi lev­
hayı havidir.- Fiyatı: 40 kuruştur.
0 ) Türkiye’nin mazisini tetebbuda Türkler, Acemlerin İran’ı tetebbuda yaptıklarından biraz fazla çalışmışlardır, Türkiye’de matbaacılık 18.
asr-ı miladînin ibtidâsında başlamış ve o zamanda bile hayli eserler tab olunmuştur. 19. asırda Türk hükümeti tarafından âsâr-ı atîka müze­
sinin tesisi ve İstanbul camilerine mülhak kütüphanelerde hıfzolunan yazma kitapların katoloğunun neşri gibi tedabire dahi müracaat olun­
muştur, Türk ilm-i meskûkatının tekemmülüne, Türk mütetebbileri, Avmpalı mütetebbilerden daha ziyade hizmet etmişlerdir.” [V. Bart­
hold, Avmpa’da ve Rusya’da Şark’ı Tetebbu Tarihi, (Rusça); sayfa: 134. Bu eser “Millî Tetebbular Mecmuası” tarafından Türkçeye tercüme
olunmaktadır.
Sayı 124 TÜRK YURDU 293

Halil Beyefendi, katalogun mukaddimesinde, Müze-i akvâli muhtelif olduğu cihetle ilm-i meskûkat, tarihin
Hümâyun Osmanlı Meskûkatı kolleksiyonunun nasıl te­ meşkûk bir noktasını tavzihe hizmet etmiş oluyor. Bu­
darik ve cem edilmiş olduğunu naki ediyorlar: Meskûkat gün mevcut Osmanlı meskûkatından çıkarılan neticeye
kolleksiyonlan da, müzemizin diğer akşamı gibi, ilk mü­ göre Fatih'in ilk saltanatı yalnız 848 sene-i Hicriyesi için­
ze müdürü Hamdi Bey merhumun, her türlü mevâni ve de olup Murâd-ı Sânî”nin ikinci devre-i saltanatı 855'den
müşkilâta galebe çalabilen büyük himmetleri semeresi­ 858 tarihine kadar devam etmektedir (Sayfa 77-79).
dir. Elyevm Müze-i Hümâyunda bulunan Osmanlı mes- Fatih Sultan Mehmed Han'ın ikinci devre-i saltana­
kûkatının mikdarı 4000 adede baliğ olmaktadır. Kolleksi- tında, Osmanlı meskûkatı arasında ilk defa olarak altın
yonun böyle pek zengin olmasıyla beraber, Meskûkat-ı sikkeye rast geliyoruz. Bu sikke 883 senesinde Kostanti-
Osmaniye Kataloğu’nda zikr edilen meskûkatın tarifleri­ niye'de darb olunmuştur. 20 milimetre kutrunda 1 dir­
ni ikmâl için, müellif-i muhterem hususî kolleksiyonlar- hem 1,5 kırat vezninde olan bu altının bir yüzünde "Dâ-
daki meskûkat-ı Osmâniye'yi tetkikten de isti'nâ göster­ ribü'n-nasr sâhibü'l-izzi ve'n-nasr fi'l-berri ve'l-bahr" diğer
memişlerdir. Halil Beyefendinin bu mühim eseri, hâl-i yüzünde "Sultan Mehmed bin Murad Han izzu nasruhû
hâzırda, Osmanlı meskûkatına dair mevcut eserlerin en Kostantinh/ye darabe fî 883 (satır sırası) yazılıdır. Yazılar
mükemmeli olduğuna şüphe yoktur. iyi ve okunaklıdır.
Kataloğun birinci numarasında, Orhan Gazi'nin gü­ Fatih Mehmed'den sonraki sultanlar zamanında, ma­
müş bir sikkesini görüyoruz. Bu sikke tarihsiz ve mahall-i hall-i darbların kesreti şâyân-ı dikkattir. Meselâ Süley-
darbsızdır. "Sultan Osman Han-ı Evvel'in nâm-ı hümâ­ man-ı Kanunî zamanına ait sikkelerden 29 mahalde darb
yunlarına şimdiye kadar hiçbir sikke bulunmamıştır." olunmuş sikkeler katalogta mevcuttur. Murad Han sikke­
Murad-ı Evvel'den itibaren sikkeler taaddüd ve tenevvü lerinde mahall-i darb 30'a bâliğ oluyor. Mahall-i darblar
ediyor. Bunlarda hükümdârın ismi, ekseriyetle Murad arasında Belgrad, Cezayir gibi şimdi Osmanlı hududun­
bin Orhan şûretinde muharrerdir. Bazılarında tarih varsa dan epey uzak kalmış şehirler de vardır. "Osmanicher
da mahall-i darb yazılmamıştır. Lloyd"in fâzıl muharrirlerinden Doktor Schröder'in dedi­
ği gibi, Osmanlı meskûkatının mahall-i darbları, Osmanlı
Yıldırım Bayezid'in oğlu Emir Süleyman'ın sikkele­
İmparatorluğu'nun eski vüs’at ve şaşaasını ihtar ve izhar
rinde ilk defa tuğraya tesadüf olunduğu gibi mahall-i
etmektedir. Meskûkat-ı Osmaniye kataloğuna dair gaze­
darb Edirne’de gösteriliyor. Mehmed Çelebi'nin sikkele­
tesine yazdığı makalesinden istifade ettiğimiz muhterem
rinde mahall-i darb olarak Amasya, Bursa, Edirne, Ayasu-
refikimizin son sözlerine tamamen iştirak etmekteyiz:
luğ, Serez yazılmıştır. Mehmed Çelebi sikkelerinin bazıla­
"Osmanlı tarihiyle alâkadar kimselerin cümlesi, bu kadar
rı müşterek, bazıları müstakil ve bazılarında Sultan Meh­
mesaî ve itina ile vücuda gelen mühim eserin müellifine
med bin Bayezid ismi Emir Süleyman'ın tuğrasına benze­
minnettar olmalıdırlar."
yen bir tuğra şeklinde muharrerdir.
Y
Sultan Murâd-ı Sânî'nin sikkeleri arasında bir adet
"Musavver Çöl".-Türkler, tarihte memleketler fe­
kartal resimli bakır sikke mevcuttur. Kartal, Bizans karta­
tih, kuvvetli hükümetler tesis etmekle meşhurdurlar. Ek­
lı gibi iki başlıdır. 828 tarihinde, Tire'de darb edilmiş olan
seriya yabancılarımız tarafından yazılan tarih, beşerin
"bu sikke-i nâdire ile meskûkat-ı Osmâniye meyanında
umûmî terakkisine, medeniyetlerin teessüsüne Türk-
ilk defa olarak bir resimli sikkeye tesadüf olunuyor." Mu-
ler'in ettikleri hizmetleri unutmaya, maalesef, pek mey­
ahharan Eatih Sultan Mehmed zamanında ejder ve arslan
yaldir. Hâlbuki Türklerin ümran ve medeniyete hizmetle­
resimli sikkeler basılmıştır.
ri az değildir. Zamanımızda, Cihan Harbinin dünyayı al­
Halil Beyefendi, Sultan Murad-ı Sânı ile Sultan Meh- tüst ettiği şu hengâmede bile Osmanlı Türklerinin bu
med-i Sânî'nin mevcut sikkelerinin tarih-i darblarını mu­ yolda bir hayli mesaîsini ve netâyic-i mesaîisini görüyo­
kayese ederek, Mehmed-i Sânî'nin defa-i ûlâ saltanatı ile ruz. Meselâ imparatorluğun garb-ı cenubî hudutlarını
Murad-ı Sânî'nin defa-i sâniye saltanatlarının tarih ve bekleyen ve hiçbir hak ve arzuya istinat edilmeksizin im­
müddetlerini hayli kat’iyj^etle tayine muvaffak olabilmiş­ paratorluktan koparılmış bir kıt’anın istirdadı için hazır­
tir. Osmanlı vak’anüvis ve müverrihlerinin bu babdaki lıklarda bulunan Osmanlı ordusu, vazife-i asliyesini ifa
294 TÜRK YURDU Sayı 124

ederken, bulunduğu memleketin imar ve temdîni için de nı vekayi gösterdi. RomanyalIların ric’atten gayri manev­
zaman, kuvvet ve nakit ayırmaya imkân bulabiliyor. Ora­ ra bilmedikleri anlaşıldı. Bizim hududumuza yakınlaş­
larda yalnız şehirlerin ilerlemesine değil, hatta çöllerin mak şöyle dursun, kendi hudutlarını bile muhafaza ede­
medineleşmesine bile hayli muvaffakiyet hâsıl olmuştur. mediler. Osmanlı askeri Romanya toprağına girdi ve
Bugünlerde idarehânemize gelen, "Musavver Çöl"ün iki müttefikleriyle beraber, Dobruca'da, Eflâk'te Moskof ve
sayısı bu sa’y ve himmetin semerelerindendir. Ekser Romenleri ezdi. Romanya'nın hıyanet ve ihanetini tedibe
mektep görenlerimizin, memleket coğrafyası ezberle­ memur müttefikin ordusunun başkumandanlığı birkaç
mişlerimizin bile, zihinlerinde güçlükle arayıp bulabile­ kere Osmanlı kuvve-i seferiyesinin yararlıklarını, bahadır­
cekleri, Sina Çölü'nün kumları arasına gömülüp kalmış lıklarını övdü. Eski Osmanlı hâkimliğinin izleri henüz pek
bir kuyu ile birkaç sükenâdan ibaret "Bi’rü’s-seb”’, Os­ canlı duran bu kıt’alarda, yeni Osmanlı ordusu, ecdadının
manlI ordusunun medeniyetkâr nefhasıyla kumlarından bütün askerî ve ahlâkî faziletlerine vâris olduğunu, Rus­
silkinip çıkarken bugün büyük, güzel camili, müteaddid ları ve Romenleri çelik kalelerle müstahkem mevkilerin-
caddeli, parklı, elektrikli bir şehir, muasır bir medine hâ­ den süngüleriyle tard ederek, İngilizler'in etrafa top ateşi
line gelmiştir. "Musavver Çöl", "Bi’rü’s-seb’"de, çöl men­
saçan zırhlı otomobillerini esir alarak ispat etti.
zil müfettişliği tarafından idare olunan, "Çöl Matba-
ası'nda" basılmış bir mecmuadır. İdareye gelen ilk nüsha­ O zaman makalemizi şu sözlerle bitirmiştik: "Al­

ları güzel, temiz ve parlak kâğıt üzerine basılmış, Osman­ lah’tan niyaz ederiz ki kahramanlar yatağı Balkanların, or­
lI medeniyet-i askeriyesine ve çöl medinesine ait resim­ dular yalağı Tuna'nın şimalinde çamur ve bataklıklardan
lerle müzeyyendir. Mecmua on beş günde bir çıkar. İçti­ yaratılan Bükreş sefahatgedesi, bahadır Cermen, Macar,
mâi, fennî, ziraî ve edebî mebâhisi ihtiva eder. Görülüyor Türk ve Bulgar askerleri tarafından silinip süpürülür de
ki medeniyetin beşiği ihtiyar Mısır'a doğru ilerleyen Os­ Tuna havzası mütefessih Lâtin medeniyetinin şarka atılan
manlI ordusu, geçtiği yerlerden tarlalar, bahçeler, yurtlar bu tereddi tohumlarından kurtulur". Bugün duamız
yaratarak, menzillerini böyle medeniyet izleriyle işaret makbul olduğunu görerek ulu Tanrı’ya binlerce şükür
ederek yürüyor. Bu nevi faaliyetler bütün OsmanlIların, ediyoruz. Bükreş elhamdülillah, Cermen, Macar, Türk ve
bütün Türklerin iftiharını mucib olmaktadır. Bulgar askeri tarafından zabt olundu. Dört müttefiklerin
sancağı kan ve ateşle ceza ve terbiye görmekte olan gü­
"Türk Yurdu", yurdu, yurtçuluğu (medeniyetçiliği)
nahkâr ve sefih bir milletin payitahtı üzerinde, hak ve fa­
çöle kadar sokan ve yapan Osmanlı gazilerini samimiyet­
ziletin galebesine şahit olarak dalgalanıyor.
le tebrik eder ve yeni doğan "Musavver Çöf'ün medeni­
yet ve Türklüğe iyi ve çok hizmet görebilmesini Tan- Romanya'nın inhizamı ile, düşmanlarımızın son târe
rı’dan diler. orduları da ortadan kaldırılmış oluyor. Artık dayanacakla­
Y. rı yeni bir ihtiyat kuvveti kalmamıştır. Harbin devamın­
dan, vaziyet-i haziranın değişmesini ümit etmek beyhude
olacaktır. Yalnız zavallı beşeriyetin kanı daha çok akacak,
medeniyet-i müstakbile daha ziyade tehlike altına gire­
TÜRKLÜK ŞUÜNU cektir. Bunu nazar-ı itibara alan galipler, zaferlerinin alâ-
met-i şükrânı olmak üzere mağlûplara sulh teklif ettiler.
Bükreş’in Zabtı ve İttifak-ı Murabbam Teklifi-
Cihan Harbi faciasının bu sonbaharda oynanan ve bir kü­ Kuvvetliler daima uluvv-i cenaba meyyal olurlar.
çük devletin, Romanya'nın intiharıyla hitam bulmak üze­ Dört müttefiklerin, mağrur basımlarına uzattıkları barı­
re bulunan kanlı faslına da, Türklük âlemi pek yakından şıklık elinde âlicenap bir ifade vardır. Müttefikler çok şey­
alâkadar oldu. Romanya'nın harbe iştirakinden bahs etti­ ler istemeye pek haklı oldukları hâlde, uyuşmakta huşû-
ğimiz zaman diyorduk ki: "Romen askerinin bizim Rume­ net göstermeyeceklerini anlatıyorlar. Zayıflar hırçın olur.
li hududumuza yakınlaşması gayet müstebiddir. Bizim İhtimal itilâfçılar, uzatılan eli samimiyetle tutmakta acele
ancak müttefiklerimize muavenet tarîkiyle Romanya top­ etmezler. Fakat unutulmamalıdır ki galiplerin sulh teklifi
rağında Romenlerle karşılaşmamız kabildir." Harbin baş­ reddolunduğu zaman harp şiddetini daha ziyade artırmış
langıcında yürüttüğümüz bu mütalâanın yanlış olmadığı­ olacak ve ikinci sulh teklifinde birincide görülen semâhat
Sayı 124 TÜRK YURDU 295

eksilecektir. Napolyon Bonapart'a karşı müttefikin diplo­ de şerâit-i sulhiyenin kendi zararına şiddetlendiğini gör­
masisini idare eden Prens Metternich'in, Rusya ric’atini müştür. Sulhü kabule kat’iyyen mecbur olduğu zaman,
müteakip mağlûp Fransızlar imparatoruna teklif ettiği şerâit-i sulhiye arasında kendisinin Fransa taç ve tahtına
sulhler, bu hususta siyasî tarihin en ibretli misallerinden- veda etmesi şartı bile var idi. Bakalım, dört müttefiklerin
dir. Napolyon sulhü kabul etmedikçe, yenilmekte ve basımları, Napolyon'un düştüğü siyasî hataya düşecekler
ric’at etmekte devam eylemiş ve o yenilip ric’at ettikçe mıdır .0

M üdürü: Akçuraoğlu Yusuf “Kader” Matbaası


T ükk M kdu
Xür£leritt Tatı^estne Cat-ısır

YIL: 5 SAYI: 125 (22 Kânûnıevvel 1332-4 Ocak 1917)

û ft- d e ^ ^ ^ C ^ Ç C ^ a ^

Esirgeme Demeğine / Y u su f Ziya

Göz Aşinalığı / Rıza Tevfik

Denizin Çocukları / F. R.

/ H aşan Z ek i

Dilimiz: BirMubahese / R. (Elif)

Eskişehir Sancağında Nüfus Hareketi / Z iynetuU ah N u şirevan

Af Mektuplar / S ü ley m H an

Türklük Şuûnu: Millî Türk Şairi Mehmed Emin Beyin Mebusluğu-

Kuruluş Bayramı-Ecnebî Müesseselerde Türk Dili-

Kastamonu Osmanlı H anım lar îş Yurdu /


Sayı 125 TÜRK YURDU 299

TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çakşır Onbeş günde bir çıkar

EDEBİYAT
ESİRGEME DERNEĞİNE(i)

Ey yurdumun boynu bükük yuvasızları, Önünüzde şimdi renk renk ipek çileler!
Ey hicranlı hemşireler, şehit kızları! Şurda atlas yorganlara serpilmiş güller.
Rumeli’yi boğuyorken bir kızıl deniz. Yastıkların kenarında ipek püsküller.
Gördüm sizi, gözleriniz yaşlı, bet beniz Bir tarafta dalga dalga düşen hummayı
Küle dönmüş, saçlarınız dağınık, bîtâb Perdelerin zemininde bütün semâyı
Yurdunuzdan ayrılırken bir gece, mehtâb Görüyoruz: Yıldızları, ihtişamıylal
Diyordu ki okşayarak genç başınızı: O füsunkâr şafakları subh ve şamıyla!
Elbet silen olacaktır göz yaşınızı! Öbür yanda duvaklara nur işleniyor.
=1: Pullar suda mehtap gibi genişleniyor!
Şu pembe el oynattıkça küçük iğneyi
Yıllar geçti, şimdi artık meserret demi,
Yaşatıyor mazideki bir efsaneyi!
Hiç kalmasın kirpiklerde hasretin nemi!
Şiirimizde artık gurûb etti “Câm-ı cem”.
Dün sarsarken ruhunuzu bir siyah korku
Nakışımızdan zevkinizle atıldı Acem!
Yâd ellerken size bütün İstanbul ufku.
Hissinin ince nüktesini sezip gördünüz,
Bak uzandı merhametli bir anne eli,
Türk zevkini okşayacak renkler ördünüz!
Gergeflerin başında siz bugün neşeli!
Garba aşık olan gözler söylesin nesi
Unutulmuş o çekilen eski çileler,
Kusurluysa?! Çinilerin mavi minesi

G) Kânûnıevverin dokuzuncu cuma günü Bayezid’de “Türk Ocağı’nda” Esirgeme Derneği tarafından -hasılâtı derneğin kimsesiz kızlarına sarf
edilmek üzere- tertip edilen müsamere, hazır bulunanlara pek güzel saatler yaşattı. Ocağın konferans salonu hanımlar ile hıncahınç denecek
kadar dolmuş, oturacak, duracak hiçbir yer kalmamıştı.
Perde açıldığı zaman sahnede, muhterem üstad İsmail Hakkı Beyin idaresi altında bulunan rehber tahsil mektebi tâlibâtıyla hanımlardan
müteşekkil bir saz takımının şark ruhunun melûl ve hicranlı ufuklarını gösteren ahenkleriyle gönüller doldu. Kemanlardan, udlardan, tan-
burlardan, deflerden nâzân bir hirâm ile yükselen nağmeler bazen elemli ve solgun bazen şen ve coşkun dalgalanıyordu. Musikinin bu
füsunkâr rüzgârıyla müteheyyiç olan ruhlar ikinci kısımda daha derin bir heyecan yaşadılar. Yusuf Ziya Bey “Esirgeme Derneği” için
yazdıkları yukarıda dere ettiğimiz nefis şiiri, büyük bir muvaffakiyetle okudu ve gönüllerinin coşkunluğu gözlerinden damlayan yaşlar ile ilân
eden hanımların alkışları arasında sahneden çekildi. Genç şaire, derneğin kızları tarafından işlenen zarif ve kıymetdar bir yastık hediye edil­
di.
Üçüncü kısım yine musiki heyetinin nağmeleriyle geçtikten sonra, Hamdullah Suphi Bey coşkun bir belâgatla Suriye hatıralarından bir
parçayı mensur bir şiir halinde naklettiler.
Son kısım Mösyö Heke’nin piyanodan dalga dalga yükselttikleri ahenkler ile geçti. Nihayet hanımlar yukarı salondaki büfeyi de ziyaret
ettikten sonra, arzuları üzerine Yusuf Ziya Beyin manzumelerini bir defa daha dinlediler ve gecenin ilk gölgeleri sokaklara yayılırken üstünde
milliyet ruhu nurlu bir sütun hâlinde yükselen ocaktan memnun bir ruh ile ayrıldılar.
300 TÜRK YURDU Sayı 125

Gibi narin goncacıklar, ince sünbüller, DENİZİN ÇOCUKLARI


Dalga dalga serpildikçe şu ipek tüller,
Birkaç gün evvel, Ada'nın yavaş dalgalı bir gününde,
Gönüllere bir tılsımlı neşe saçıyor,
denizin çocuklarını gördük. Heybeli'nin köşelerinden bi­
Kalbe engin ve İlâhî bir ufuk açıyor!
rini kaplayan beyaz binayı ilk hatıralarımda buluyorum:
Bizim rüşdiyemiz fena bir mahallenin dar yokuşunda,
Ey yurdumun boynu bükük yuvasızları. idadîmiz kantar dükkânlarıyla dolu bir sokak yanında idi.
Ey hicranlı hemşireler, şehit kızları! Akşama kadar fena hava, fena ses ve fena manzara ile bu­
Gördüm sizi yine böyle bir gece erken naldıktan sonra sayfiyeye dönerdim. Ve her akşam Hey­
Yıldızlara karşı dalgın düşünüyorken.
beli'nin beyaz mektebinde serbest denize karşı geniş ha­
Yavaş yavaş ufukları öpen bir hayal
va ile yaşayan genç insanları gördükçe kıskanç ve müked-
Kadar solgun ışıklarla yükselen hilâl.
der olurdum. Bu mektep bana o çocukluğumdan bu gü­
Gökte birer yelken gibi uçuşan seyrek
ne kadar, güzel ve kibar geldi. Onu hiçbir fırsatla yakın­
Bulutların arasından gülümseyerek
Diyordu ki: Rumeli’yi bir kan denizi dan tanımamıştım. Denizin çocuklarını bu kadar mesut
Boğuyorken hüzün içinde görmüştüm sizi; günlerinde gördüğüm için nihayetsiz bir sevinç hissedi­
Dediklerim işte çıktı bugün şensiniz, yorum. Düşündükten sonra gördüğüm şeyler arasında
İpeklerin arasında gülüşensiniz! yalnız bu mektebe karşı hayalim olduğu yerde kaldı ve
Ah acaba size kimler... kimler ağladı; Arapça kelimesiyle denildiği üzere, düşnyedi.
Yaranızı böyle hangi anne bağladı?
Bir saadetli gemiciler günü geçirmeye muhtaç idim.
Bu harpte biz, uzun ızdıraplardan sonra kalbine çevrilmiş
Ey ayrılık semâsının genç yıldızları. ve kapanmış insanlar gibi, Marmara’mıza kapandık. Bo-
Ey zavallı Rumeli’nin öksüz kızları. ğaz’dan Mısır'a kadar Akdeniz kıyıları Türk gemisi için
Saçınızın ak pak olsa bile telleri. hicranla yandı, iki senedir Türk gemicileri kendilerini ve
Bugün sizi şu bağrına basan elleri.
an’anelerini doğuran Akdeniz'i ancak sahillerin baktığı
Bir dakika bile, sakın unutmayınız!
ufkun nihayetine kadar görebildiler. Ve Türk gemileri çe­
Kalbinizin atışında bir bir sayınız
lik cüsselerinin durgun gölgesi üzerinde mevsimleri boş
Onlar için bir şükranla dolu muhabbet
geçirdiler. Şimal sularında Alman gemileri ve Şark sula­
Unutulmaz şefkat için koşanlar elbet!..
rında Türk gemileri harbin en siyah talihlerinden birini
Beylerbeyi, 5 Kânûnıevvel 1332
hissetti: Harpsiz kalmak. Harp ettikten sonra talih veya
Yusuf Ziya talihsizlik var. Fakat boş duran gemi ve açık denizde mu­
harebe geceleri geçirmeyen gemici harbin iki büyük tali­
hsizidir.
GÖ2ÂŞİNALIĞI
Deniz nevmid olacak, diye korkuyordum. Fakat Hey­
İsmini bilmezdim, fakat tanırdım
beli'nin beyaz mektebi ümitte ve heyecanda idi. Denizin
Ne yosma bir çiçek takışı vardı.
Kızıl saçlarını ateş sanırdım, çocukları şendi. Dalgaların köpürmeden vurduğu sahil
Güneş nuru gibi yakışı vardı. üzerinde her yerinin zî-hayat alnı ve genç adalesi vardı.
Zeki gözleri olan çehrelerde sıhhat, esmer rengiyle yanı­
-Öyledir gün, şafak söndüğü zaman. yordu. Onlar artık, bir bahçede toplandıkları zaman bir­
Göllere gölgeler çöktüğü zaman;- birlerine sürtünüp kümeleşen, dirseğinde bir başka dir­
Saçını çözüp de döktüğü zaman sek hissetmediği vakit kendini yalnız ve kuvvetsiz hisse­
Dalga dalga düşüp akışı vardı!.. den bizim gençliğimiz değildi. Her genç kendi başına bir
kuvvet hazırlıyordu.
Hüsnünde bir eda var ki âsiydi.
Beni harap eden o edâsıydı Mektepliler sınıflarından ve derslerinden mesuttu,
Sevdalı gönlümün aşinâsıydı. sınıf pencereleri denizlere doğru açıktı, deniz sesi ders
Yüzüme bir şirin bakışı vardı. kitapları üstüne eğilen başlara, âtinin hülyasını anlatıyor­
Rıza Tevfik du. Bu mektep denizin karıştığı bütün şeyler gibi âzade
Sayı 125 TÜRK YURDU 301

ve temizdi. Denizin sükûnu onlarla haricî hayat arasında­ DİLİMİZ


ki fazla düşünceleri ayırıyordu. BİRMUBAHASE
Mektebin bir kaç genciyle kotraya bindik. Beyinleri, Başı geçen sayıda
kolları ve görüşleri denizi anlayan birer gemici hırsıyla tu­
-Ee, bu muhakemenize diyecek yok! Hah hah hay!
tuştu. Onlar yelkenle buhar arasında denizlerinin bütün
Monşer bu alameriken bir tefekkür ediş. Ben demirden
kuvvetlerini ve hilelerini şimdiden tarıyorlar. Mektepte
kaba saba bir istasyon bina edebilirim. Onun için arabesk
fenden sonra deniz ve denizden sonra fen var.
gotik, ioniyen tarz-ı mimarîsi makbul değildir, yoktur,
İşte Şark sularının büyük zaferleri için hazırlanan demek gibi abes birşey!
gençleri böyle ümit içinde ve istikbâle karşı heyecanlı
Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Biz bu keli­
gördük. Onların hocaları, mürebbîleri ve zabitleri ellerin­
melerle zarafeti, motifleri olan bir mabed-i muhteşem
deki büyük vedianın ehemmiyetini takdir ediyorlar. Hey-
edebiyat kurmuşuz. Siz onu hâk ile yeksân etmeye uğra­
beli'nin beyaz mektebinden beklediğimiz neticeyi gör­
şan küffâr lâ-yüflihûnsunuz! Ervâh-ı ibtidâiyeniz yeni baş­
memek için hiçbir sebep yok. Onların arkasında mutan­
tan hayme-i aşirette demgüzâr-ı sefalet olmaktan garip
tan Akdeniz akıntıları var. Ve sevgili kumandanlarının bir
bir lezzet duyuyor.
baba sesiyle dediği üzere, onlar, "Çeşme", "Navarin" ve
"Sinop"un intikamlarını almak için yetişiyorlar... Sizin dediğinizi kabul edecek olursak, bu hesapça,
ortada sıfıra yakın ârî-i ehemmiyet bir yekûn-ı edeb kala­
F.R.
cak. Bu kadar muhalledât-ı semâ-şumûlü gubâr-ı nisyân-
1 zîrine mi ferşide edeceğiz? Adam sizde böyle dik burun-
luluk etmeyin!
GEÇEN SEVGİ
-Beyim gerçi bir bina var. Ben de sizinle beraber bu­
1 nu tasdik ederim. Fakat bir bina ki tuğlası Marsilya'dan,
Senelerden sonra bir gün sevgilim çimentosu Brüksel'den, camı bilmem nereden, koltukla­
Başınızda saçlar beyaz olunca rı, kanepeleri Paris'ten. Siz yalnız biraz para vermişsiniz,
Yâdınıza gelsin müphem hayalim,
biraz değil, birçok emek çekip düzeltmişsiniz. Şimdi bun­
Düşününüz elinizde bir gonca.
lar benim malım, benim eserim, diyorsunuz.
2
Hem biz bunu da yıkmak istemiyoruz. Ne yapalım
Bir genç vardı hayatında yalnız
şimdiye kadar yapılmış yapılmıştır. Belki onun da bir gü­
İçin için beni sevdi gizlice;
zelliği vardır. Ve güzelliklere karşı duvar çekilemez. Yal­
Vücuduyla bahtiyarken yalımız
nız bunlar Türk'ün ruhunu, zevkini okşamıyor. Şimdiden
Hiç sebepsiz ayrıldıktı bir gece.
sonra bize munis geleni yapacağız. Zarar yok sade olsun,
3 bizim olsun, süslü olup da yabancı olacağına!
Sonra ben pek sergüzeştli yollardan
Boş iddia canım, boş iddia. Neden bu kadar mu­
Geçtim, fakat senelerle... yomidum,
annitsiniz? Sizin Türkçeniz her arzu olunan fikri bütün
Bugün ancak muhayyilemde kalan
Onun dargın çehresi ki pek mağmum. kuvvet ve cerbezesiyle ifham edebilir mi? Meselâ,
m eselâ... Topların velvele-i mehib tarafa nüm ûnu
4
ahengini haydi bakalım yeni dediğiniz Türkçenizle edâ
Bunu şayet söylerseniz sevgilim
Başınızda saçlar beyaz olunca: edin!... Edemezsiniz ya?!.,. Çünkü vasıta-i beyânınızda bu
Güler cennet bahçesinde hayalim. aheng-i taklidiyi yapacak güçlü, kuvvetli kelime mefkûd!
Açar tenha mezarımda bir gonca...
Ve büyük bir muzafferiyetle güldü.
1332 Yeni lisanı müdafaa eden de güldü:
Haşan Zeki
302 TÜRK YURDU Sayı 125

-Siz anlattınız da ne oldu? Burada imrendiğiniz Sizi temin ederim, Fransız köylüsünün La Dame aux
aheng-i taklidi malınız değil ki övünesiniz! O şey Farisî li­ camelias’yı anladığı kadar bizim lise talebemiz daha vatan
sanının dehasındaki, Arap kelimelerinin teranelerindeki şarkımızı anlayamaz. Millete hitap eden şu:
bolluktur. Bundan bizim Türkçemize ne oluyor? O birşey
Ey vatan, ey ümm-i müğ’ik, §âd u handân ol bugün,
kazanmıyor ki.
Alem-i Osmâniyâna pertev-efşân ol bugün
-Pekiyi "cızırdak'Tan, "ışıldak'Tan, "konuk'Tan, "otur-
beyitlerini Türk ruhlarına sığdırabilir misiniz? Bu sözümü
gaç'Tan mı kazanıyor? Tasfiye diye başımıza bir yığın bi­
sırf sanat ve lisan nokta-i nazarından söylüyorum. Yoksa
çimsizlik fırlatıyorsunuz. Böyle şeyleri kabullenmektense
büyük vatanperver edibin kutsiyetine taarruz için filân
eski ecnebi kelimelerini istimal etmek evlâdır.
değil!
İklîm-i edebiyatımızın safiyetine bu "tasfiyeci" keli­
Allah aşkına siz hissinizden, kederinizden bahseder­
meler bir bürûdet-i izmihlâl getirdiler!..
ken, heyecanlarınızı, coşkunluklarınızı anlatırken:
-Onda beraberiz efendim. Ve biz Türkçeyi mutlaka
Sen hamûş ol macerâyı çeşm-i giryân söylesin!
yabancı kelimelere kapalı tutalım demiyoruz ki. Munis ve
Yahut:
me'nûs ecnebi kelimeler artık bizim olmuştur. Bizde ol­
madıkça Arapçadan, Acemceden, hatta Fransızcadan, Şöhret diye davet-i mesâib,
İtalyancadan, Almancadan, İspanyolcadan alacağız. Nite­ Olsun mu karîn-i re’y-i sâib?
kim almışız da, öyle değil mi? Yahut:
Fakat bir yığın garip garip terkip halhalları çıngırda­ O dem ki leyle-ipâkize bir ka ’-ı mehtâb
tarak matbuata atılmak, zevklerimizin kulak zarını patlat­ Olup beyaz seherle kü§âde her yerde
mak da tahammül edilir şey değildir.
Yahut:
Gayet tuhaf birşey anlatayım. Bunu muhalledâtınıza
Sükût-ı müneccimden de olurdu mest-i huzur!
el uzatmak için filân söylemeyeceğim. Merak etmeyin:
Eski lisan artık okunmayacak değil! Fikret'in, Cenab'ın, der misiniz? O hâlde niçin hayatta yeri olmayan ifadeleri,
Halid Ziya'nın mevcudiyetine rağmen Bakî'yi, Ruhî-i Bağ- yalnız masa başında uzun bir tetebbudan sonra yapalım?
dâdî'yi, Nergisî'yi yine okuyoruz. Ve bu uzun çalışmamıza rağmen yine samimî bir hissimi­
Ne diyorum, evet, Türkçe benim ana lisanım! Fran- zi, bir hayalimizi anlatamayalım? Bütün dehâmız, maha­
sızcayı, ne ise, iyi kötü, kırık dökük mekteplerde filân öğ- retimiz yabancı kelimeler içinde mahbus kalsın?
renmişmidir. Öyle iken Musset'yi okuyorum, Le Conte
Evet iddia ediyorum ki bir Türk şairi ruhunun ince­
de LTsIe okuyorum, hatta Verlaine'i, Samaine'i, Henri de
liklerini, derinliklerini, teranelerini Farisî şekline dökme­
Renier'yi okuyorum. Açıkça anlıyorum. Hatta üç dört yüz
den bize aksettirememiştir. Onun için samimiyet, derunî
sene evvelki Racine'i, Corneille'yi, La Bruyere'i, Madam
ahenk daima fakir kalmış ve en ziyade çalışmış eserlerde
De La Fayette'i anlıyorum. Lâkin şu bizim -eskiler bir ta­
zamanın hücumlarına karşı koyamamışlar. Öyle ya! Çün­
raf- elli sene içinde yetişmiş Ziya Paşalarımızı, Namık Ke­
kü en tabiîsinde bile bir gayr-ı tabiîlik var. Hiç Arab'ın,
mallerimizi, Abdülhak Hâmidlerimizi, hatta daha inece­
ğim, edebiyatımızı en asri şekle sokan Fikret’lerimizi, Ce­ Acem'in lisanına mûnis gelen şey bizim lisanımıza onla­
nah’larımızı okuyorum. Anlamak için lügatlere bakmaya, rın kaidesiyle eksiz, pürüzsüz yamanabilir mi?
terkipleri tahlil etmeye, benim fıtrî zevkimde mevcut ol­ Bu sebepten en mükemmel şiirlerimizde de imale­
mayan şekilleri aramaya mecbur oluyorum, buna rağmen ler, zihaflar, tenafürler gibi bir sürü put kalıyor. Ruhtaki,
bazı parçalardan yine vâzıh bir hayal çıkaramıyorum.
görüş ve düşünüşteki yama da başka. Çünkü lisanını,
Sanatın makbul olması kaidelerinden biri de ne idi? tarz-ı terkibini alınca ruhunu, zihniyetini de ister iste­
Eserin zihn-i karii yormaksızın anlaşılması değil mi? Pekâ­ mez, belki şuursuz bir hâlde Türkçemize nakletmiş olu­
lâ, bu bediî kaideye riayet nerede kalıyor? yoruz.
Sayı 125 TÜRK YURDU 303

Şimdi şu: -Ben bu fikri Cenab’ın istihzalarından biri olarak ka­


M ü rû h a -i lâ n e-i m u rg â n bul edebilirim. Cenab burada çürük, çürük bir tahtanın
üstünde gayet ustalıkla adım atmış, tahtayı da ayağını da
acaba "kuş yuvalarının yelpazesi" şeklinde daha Türkçe,
kırmadan işten sıyrılmaya çalışmış. Hiç o Hugo'yu, La-
daha tabiî söylenemez miydi?
martine'i, Andre Chainier'yi, Richepin'i, Heredia'yı, Ver-
M ü rgan- O nây-ı ru h riyâhı- laine'i filân okumamış mıdır? Okurken kulağı duymamış
E m vâc- O kalh-ı r â z hayatı- mıdır ki hepsi parmak hesabıyla yazdıkları hâlde, bu şiir­
Şu beyit, bu asırda bir Türk’ün, hassas, sanatkâr bir lerin her beytinde ayrı bir ahenk vardır.
Türk şairinin Acemce düşünmesinden başka birşey mi­ Ahenk kelimelerin nefsinde, sanatkârın ruhunda giz­
dir? Bundan bir hayal çıkaran da onu benimseyip duyun lidir; yoksa aruzun dümteklerinde değil. Aruz zahirî bir
bakalım. Yok, yok, bu lisanımız, ruhumuz nâmına, belki ahenk temin edebilir. Fakat bu, derunî ahengin aleyhine
istemeksizin işlenmiş bir itiyâd-ı cinayetidir. olaraktır. En fazla ahenk şairlerimiz Nefî, Nedim, Fikret
Nesrimiz o da böyle. ve Cenab'tır. Dikkat edin: Hepsi şahsî ahenklerini aruzun
muayyen ve mukannen sadâları içinden büsbütün sıyıra-
"Ka'r nâyâb bahra nüzûl etti", "Sefine-i felâketzede­
mamışlardır.
nin dûd-ı siyâhı semâ-yı seher-i zeheb-âlûd içinde bir is-
tifhâm-ı memât gibi pîçide idi." -Onu inşaallah artık sizler parmak hesabının mitral-
yöz endahtı yeknesaklığında olan takırtılarıyla kurtarırsı­
Nesir lisanımızın en yeni şekilleri de bunlar değil mi?
nız!.. Âlet-i tahribinizi mamûre-i edebiyatımız üzerine çe­
Sonra on, on beş kulaçlık cümleler! virdiniz. Şimdi durmayın patlatın!
Ah ben, bu noktadan düşününce bütün seleflere acı­ -Neden hiddet buyuruyorsunuz. O da çok ahenksiz
rım! Çünkü içlerinde cidden iftihar edilecek derecede geliyor. Çalışıla çalışıla elbet uygun bir şey bulunacak. Sa­
büyükleri, kudretlileri gelmiş! natkârlar geldikçe sanatlar da doğar.
-Rica ederim, o semâ-karîb nâsiyeler, sizin mezbaha-i -İş öyle değil azizim, öyle değil! Siz maziyi ta kökün­
ihtirâ'ımz fevkine itilâyâb olmuş sadât-ı edeb öyle âri-i den kal' etmeye uğraşıyorsunuz. Ve yaptığınız şeye de
mâna tafra-fürûşluğunuza ve güyâ merhamet-nisârlığmı- "Millî" ismini veriyorsunuz. Eslâf "Millî" çerçevesi dahili­
za muhtaç değildir. ne idhal edilmiyor. Hâlbuki millî diye Uygur'un Tatar'ın
Nesl-i şebâb hakikaten mahrem-i mevâhib-i ilhâm. benim varlığıma uymayan nesi var, nesi yoksa dolduru­
Yalnız pişvâlarını kıskanmak hususunda ibrâz-ı rüçhân yorsunuz. Müspet vatanı terennüm etmiyorsunuz da
ediyor. Onların yaptıklarıyla kendinizinkileri bir karşılaş­ "Bozkurt"lara, "Alageyik"lere, "Alanguya"lara koşuyorsu­
tırın, asâr-ı nâ-mevcûdeniz veya lağzîde-pânız güneşe nis­ nuz. Yahu, bunlar bana ne söyler? Fuzûlî benimdir, Nefî
pet bir seyyare sönüklüğünde kalır. Ve o birkaç yazı da, benimdir. Kusurları da olsa bunlar millîdir. Halid Ziya'nın
bin hayf ki, zafere karşı avaveleriyle tecavüzkâr olan aczin küçük hikâyeleri millî değil midir? Millî yalnız top ve tü­
sayhât-ı mütefessihasıdır. fekten, cenk ve aşubdan bahseden sayfalar mı olacak?
Bugün mevcut zümreye taalluku olan her cüz, milliyetin
Bozun bakalım, bozun! Sanayi-i lafziyeyi târ ü mâr
bir fer'idir! Ondan bahsetmek de millî bir eser yapmak
edin! Vezinleri mahva yeltenin, nâzenin aruz elinizde ka­
demektir.
ba bir hizmetçi avucundan kayan billûr vazo gibi parça
parça olsun. -Maziyi yıkmak istemiyoruz. Kaç defa söyledik. Fakat
mazinin kifayetsizliklerine, ce’aliyetlerine artık nihayet
Elimizde öyle servetler var ki istifade etmesini bilmi­
veriyoruz. Dediğimiz doğrudur. En millî edebiyat mem­
yoruz. Bu kadar zamandan beri teraşide olarak gelmiş
leketin içinde mevcut hayatın ma'kesi olan edebiyattır.
aruz! Ah Cenab, "Evrâk-ı Eyyâm"da ne güzel diyordu! Ha­
kikat öyledir: Victor Hugo görse idi ve bulsa idi hırz-ı cân Böyle düşününce de yine bizden evvel gelen nesil ta-
ederdi! mamiyle millî olmamıştır, diyebiliriz. Bir kere lisan itiba­
riyle ne kadar yeni şekiller getirmiş olsalar esasları yine
304 TÜRK YURDU Sayı 125

ırsî malûliyetin devamıydı. Yeni sanat şekilleri getirdiler; da var, Wagner'in, Chopin'in besteleri de var. Fakat bun­
ruh itibariyle teceddüdler yaptılar. Fakat ortaya koyduk­ ların her iki türlüsü de oktavdan çıkmıştır.
ları eserde bu milletin âdetleri, temayülleri eksikti; bu
Meselâ Wagner dâhiyâne musikisini ibdâ etmek için
memleketin renkleri soluktu.
"do, re, mi, fa, sol'den başka sekizinci bir gam, sekizinci
İşte yeni mektep lisanı, şekli ve ruhu olan bu eksik­ bir ses daha yaratmadı. Böyle bir boş şey aramadı. Bütün
likten doğdu. Daha ziyade benliğimize yaklaştı. Sizler bu­ ruhunu o do, re, mi, fa, sol üzerinde terennüm etti.
nu gayr-i tabiî buluyorsunuz. Bense gayet tabiî görüyo­ Chopin de öyle. Fakat her ikisinin musikisi arasında müt­
rum. Ekseriya halef mektepler, selef mekteplerin eksi­ hiş farklar vardır. Çünkü sanatî telâkkileri, terbiyeleri,
ğinden doğar ve bu sûrede edebiyat zinciri bizimle kop­ hassasiyetleri, meylleri başkadır. Demek iş sanatkârda.
tuğunu iddia ettiğiniz gibi parçalanmaz, uzar. Hâlbuki bizim edebiyatımız sekizinci değil de, dokuzun­

Maziyi tâ "kökünden kal’a" uğraşmak iddiası bir nevi cu gam taharrisine çıkmış bir sanatkâr çırağı hâlinde idi.

deliliktir. Bunu ben ve benimle beraber gençlik kabul et­ Ne vezin bizim, ne kelimeler bizim, ne renkler bizim.

mez. Fakat siz, gençlik birşey yapmıyor derseniz, terak­ Eczası gayr-i tabiî olan bir gülün tabiî olduğunu iltizam
etmenin manasını anlayamam.
kiyi nihayet kendinize inhisar ettirmiş olursunuz ki bu
bir tehlikedir. Rembrandt geldi diye Rafael müze duvar­ Fakat ne yapalım, bilhassa bizim memleketimizde
larından indi mi? Van Dyck var, Leonardo da Vinci ola­ evvel gelenler sonra gelenleri her vakit küçük ve ehem­
maz denir mi? Louis Quatorze usûlü mobilya var, empire miyetsiz görmüşlerdir. Ne beis var! Biz gayemize doğru
olmaz; empire var, modern stil kabul edilemez denebilir yaklaşırsak bir kere milletin ruhunu terennüm etmiş ola­
mi? Belki eski şaşaa gittikçe sadeleşmiştir. Ve yenisi eski­ cağız, şimdiden sonra bir Türk romanı, bir Türk hassasi­
si kadar gösterişli değildir. Lâkin herhâlde modern sitil yeti olacak, bir Türk şiiri, bir Türk hassasiyeti olacak, bir
diğer tarzlara nazaran inhitat nümûnesi değil, bilâkis mü­ Türk sanatı olacak. Bu dakikaya kadar ciddî kitaplardan
temadi bir faaliyetin tarihî ve tekemmülî bir şekli gibi ka­ bir tezyifle kovulmuş, o türlü kitapların onda bir yerini
bul edilir. Onun gibi Fuzûlî de, Bâkî de, Nef î de, Kemal bile tutamamış Türkçe kelimelere ahenk, kuvvet ve şu-
de, Fikret de mekteplerimizde okutturulur. Ebediyete mûl kazandırmış olacağız,
kadar gelecek şekiller onlarınkinden ayrı olamaz değil â.
-Paşam, bunlar safsatadır. Biz iş görmek isteriz. Orta­
Sebiller "Yaşayanların hakkı var" demiş. Bugün ben yaşı­
da eser olmalı!
yorum, benim hakkım var. Ben de o hakkımdan istifade
-Bundan daha büyük eser mi istiyorsunuz? Bu güne
edeceğim. Bunda muzır, muhlik ne görüyorsunuz?..
kadar taklidî olan edebiyatımız, şuursuz olan lisanımız
-Canım tabiî, her lisanla öte beri birşey yapılabilir. Fa­
bugünden itibaren şahsî ve şuurîdir. Bir satır yazı bile ol­
kat şu terâkib-i vasfiyeden tasaffî etmiş buyurduğunuz li­
masa bu fikir istikbâlin yolunu nurlandıran güneş değil
san, acib ve muz'ic bir yek-rengî içinde ta'b-ı bahş olacak! midir?
Hele parmak vezniyle yapılan manzumeler!
Odada herkes ayağa kalkmıştı. Saatlerine baktıkları
Musikiye bakınız! Barlarda çalınan âdi havalar da var,
zaman hayretlerde kaldılar. Gece yarısını bir saat ve
Faust gibi parçalar da var. Chopin gibi, Beethoven, Wag-
birkaç dakika geçiyordu. Birbirlerinden ayrılırken yine
ner gibi klâsikler güçler de var. Asıl marifet o güçlerini
atışıyorlardı.
anlayacak kadar yükselebilmekte ve o güçlerini de yapa­
Münakaşa biter mi hiç? Hangi münakaşada, kim ye­
bilmektedir. Sizin yapmak emelinde olduğunuz edebi-
nildiğini tasdik etmiştir?
yat-ı muhayyile veya daha doğrucası şiir-i mevhûmda ko­
lay anlaşılıp çabuk kabr-i nisyâna defnolunan cinsinden Bâhusus ikisi de muharrirdi, İkisini de okuyan, ikisi­
olacak! Yani bar çalgısı kabilinden bir nazım ve şiir ola­ ni de beğenen karileri zümresi vardı.
cak! Kapıdan çıkarken içimizden biri kuvvetli bir kanaatle
-Aziz beyim, pek açık anlıyorum ki biz güçlüğün ma­ dedi ki:
nasını da pek güç anlayacağız. Doğru, kafe şantan havası
Sayı 125 TÜRK YURDU 305

-Beyler iddiaları zaman halleder. Hakları da o göste­ meseleyi ele aldılar. Hatta "Tanin", bu mühim meselenin
rir. Geçenlerde Fazıl Ahmed ne yazmıştı: müzakeresine bütün milleti iştirak ettirm ek istedi.
Her şeyi yapıp yıkan o dülger, Okur-yazar ve düşünür-anlarlarımızı münakaşaya çağırdı.
Her şeyi silip bozan o sünger. Gelen mektup ve mütalaalar için ayrıca açık sütunlar da

London, 14 Teşrinievvel sene 332 tayin etti. Milleti de ehemmiyet verir gibi gördük. "Türk
R. (Elif) Ocağı" gibi mühim ve kıymetdâr müesseselerimiz ayrıca
konferanslar tertip ettiler. Konferanslar da "Tanin"de
neşrolundu. Mesele, İstanbul matbuâtından taşra gazete­
lerine de aksetti. Onlar da kendi meslek ve iktidarlarına
T Ü R K A L E M İN D E göre nüfus meselesini mütalâa ettiler. Bu mütalâalar ara­
sında Konya'da çıkan "Babalık" ile Eskişehir'de çıkan
ESKİŞEHİR SANCAĞINDA NÜEUS HAREKETİ
"Karacahisar" gazetesininki bilhassa şâyân-ı dikkat idiG).
Mütemeddin milletler indinde en mühim meseleler­
Lâkin itiraf olunmalıdır ki, bu mühim ve mu’dıl me­
den sayılan ve İçtimaî, İktisadî, siyasî ve medenî birçok ci­
sele hemen olanca kıymet ve ehemmiyetle takdir olun­
hetlerden büyük kıymet ve ehemmiyeti hâiz bulunan nü­
madığı gibi, hâiz olduğu müşkilât ve çetinliğiyle görül­
fus meselesi arasıra Osmanlı Türklerinde de mevzubahis
mek de istenilmedi. Herkes yalnız birde nokta-i nazardan
oluyor. 24 Şubat 1331 tarihli "Tanin"de Alımed Emin
baktı. Bir edibimizin bir tabir-i marufiyle "tek gözlükle
Beyin söylediğine göre "Basiret gazetesinin ve sair gaze­
bakıldı". Hâlbuki bu mesele müteaddit ve muhtelif nok­
telerin 1292 senesine ait nüshaları tetkik edilirse görülür
ta-i nazarlardan muhakeme ve mütalâa edilmek lâzımdı.
ki İçtimaî meselelerle ciddî bir sûrette uğraşmak itiyadın­
Rıza Tevfik Beyin mezkûr makalesinde İktisadî, ahlakî, si­
da bulunmayan bu gazeteler nüfus meselesini şâyân-ı
yasî ve adlî cihetlerden de mütâlaa olunmuş olan bu me­
dikkat bir ciddiyetle parmaklarına dolamışlardı."(E Son
sele, bu sefer meydana çıkışında -"Tasvîr-i Efkâr" gazete­
inkılâbı müteakip bu meselenin müzakeresine tekrar ik­
sinin köylü ve iktisat mevzuuna dair yazılan bir iki başma­
tidar olunmuştur. 1324 senesi kânûmevvellerinde çıkma­
kalesi ve birkaç da öte beri gayr-i ciddî mektuplar istisna
ya başlayan "Ulûm-ı İktisadiye ve İçtimaiye" mecmuası­
olunursa- yalnız bir hıfzussıhha meselesi gibi telâkkî
nın ilk sayılarında, mecmuanın müessislerinden Doktor
olundu, diyebiliriz. Fakat mesele haddizatında gayet mü­
Rıza Tevfik Bey de nüfus meselesinin ehemmiyet-i içti­
rekkeptir, çetindir. Âdeta bütün ahval-i içtimaiyenin bir
maiye ve siyasiyesinden, müessirât ve tesirâtından bah­
netice ve hülâsası gibidir. Bilcümle İçtimaî müesseseleri­
setmiş ve bu mesele üzerinde pek meşhur olan "Mal-
miz, talâk, nikâh, taaddüd-i zevcât gibi aile, hukuk ve ik­
thus" nazariyesini de münakaşa eylemiş idi. Sonraları
tisadın içtimâ ettiği mürekkep müesseselerimiz ve hatta
memleketin çok buhranlı günlerini müteakip yapmış ol­
sırf İktisadî müesseselerimiz dinden neş’et eden, dinimi­
duğu Anadolu seyahati tahassüsâtından olmak üzere
ze merbut bulunan bizde, Osmanlı Türklerinde bu mese­
Doktor Abdullah Cevdet Bey de "ictihad" mecmuasında
le her şeyden ziyade ve her şeyden ilk dinî bir meseledir.
birkaç defa feryat etmiş idi. Mukadderât-ı tarihiyenin sü­
rüklediği umûmî harbin tesirâtıyla bu meselenin ehem ­ Memleketimizin ahval-i iktisadiyesine ve bütün içti­

miyeti daha ziyade takdir olunmaya başladı. Önde "Ta- mâi müesseselerine işlemek cihetle, nüfus meselesinde,

nin" olmak üzere, bütün İstanbul yevmiye gazeteleri bu vekâyi-i siyasiyenin de tesirâtı olduğuna şüphe yoktur.

( b Nüfus meselesini Şimal Türk âleminde, Kırımlıların hicretleri meselesi dolayısıyla, galiba, evvelâ merhum İsmail Gasprinski ortaya atmıştı.
25-30 sene kadar evvel atılan bu mesele ondan sonra, şimal Türk matbuatında, yalnız hicret meselesi nokta-i nazarından değil, birçok
cihetlerden bahsolunmuştur. İsmail Beyin “Tercüman” gazetesinden sonra, bu mesele ile çokça uğraşan Orenburg’ta çıkan “Vakit” gazete­
si olmuştur. Bu gazetede “Süyüm Bike”, ve iki bü)dik ciltli “Sibir Tarihi” gibi çok mühim Türk-Tatar tarihlerinin fazıl müellifi Hadi Efendi
atlasının nüfus meselesi makaleleri bilhassa şâyân-ı dikkat idi. Merhum İsmail Bey, zamanıyla Türkiye’nin de nüfusu meselesinden bahset­
miş idi. (“Türk Yurdu”, cilt 2, sayfa 706-713)

ö ) “Babalık”, sene 1332, numara 331-339, dokuz nüshada; “Karacahisar”, 29-31-37 sayılardadır.
306 TÜRK YURDU Sayı 125

Kezalik köylünün iktisadına, servet ve refahiyetiyle kat’î Nüfus Adedi


bir sûrette alâkadar olan vaziyet-i mâliyenin, malî ve İkti­ Eskişehir Kazası 91560
sadî kanunların mahiyeti de nüfus meselesi nokta-i naza­ Sivrihisar Kazası 35118
rından bir ehemmiyet-i mahsusayı hâizdir. Şimdiye kadar Mihaliççık Kazası 34908
serbestî-i ticaret ve tenmiyeye değil, ziraat usûlüyle ser­ Yekûn-ı Nüfus 161.586
besti-! istihsâle bile nâil olamayan Türk köylüsü, memle­
Mezkûr 161.586 kişiden ibaret olan nüfusumuzda te-
kette câri faiz usûllerinin sûret-i azamîsiyle bile bir muva­
vellüdât-vefeyât itibariyle ne sûretle hareket vukû buldu­
zeneye mâlik olmayan aşar vergisi, ağnam vergisi, müsak­
ğu şu aşağıki cetvelden anlaşılır:
kafât ve arazi vergisi gibi teklifât ve bunların cibayeti için
tatbik olunan usûllerdeki kusurlardan (meselâ iltizâm
Erkek Kadın
usûlünden) ziyan ede ede bu hâle gelmişse elbet bunun
nüfus meselesi üzerindç küllî zararları olmuştur. <c^
KAZALAR
Son ıslâhat-ı askeriyeye kadar olan mükellefiyet-i as- u '4—
(
<u <v
keriyenin ve ahz-ı asker usûllerinin de Türk unsurunun r-H ;>
nüfusunda büyük bir rol oynadığı unutulmamak lâzım
Eskişehir 717 1168 669 376
geldiği gibi, memleketin şerâit-i hayatiye ve içtimaiyesi
Sivrihisar 270 693 318 190
icabıyla ihtiyar olunan memurluk hayatının da, bilhassa
medenî göçebelik demek olan orta ve aşağı derecede Mihaliççık 104 283 121 93
memurluk hayatının da tesirâtı uzun uzadıya mütalâa Y ek û îi-ı N ü fû s 1091 2144 1108 659
olunmak lâzımdır. Maarif müessesâtının tevessüüne ka­
dar olan hayatımızda pek mühim bir mevki tutan ve ken­
Cetvelden anlaşıldığı veçhile, erkek ve kadın vefeyâ-
disine pek de şâyân-ı istisgâr olmayan bir yekûnu topla­
tın yekûnu: 2144+659= 2803, tevellüdâtın yekûnu ise
yıp hayli İçtimaî kuvveti boşu boşuna istihlâk ettiren
1091+1108= 2199 kişiden ibaret olduğuna göre, Eskişe­
medrese hayatının da ve bilhassa bu mesleğe sülük
hir sancağında 1332 senesinde 604 kişi eksilmiş demek­
edenlerin maişet usûllerinin de, mevzubahsimiz olan
tir. Bu tenâkus sancağın nüfus-ı umûmîsi olan l6l.586'ya
meselede çok mühim tesirleri olmuş olabilir.
nispeten binde 3.7; nüfus-ı umûmînin yarısı erkek tah­
Bir gazete makalesi münasebetiyle yazılan bu kısa
min olunursa, onlara nispeten binde 7.4 demektir (Kadın
mukaddimede yalnız işaret edip geçmek istediğimiz bu
kısmında tezâyüd-i nüfûs vukû bulduğundan, tenâkusu
meselelerin her birini nüfus meselesi nokta-i nazarından
erkek tarafına hesap etmek lâzımdır).
tetkik ve mütalâa edebilmek için ayrıca iktidar ve ihtisâ-
Kadın kısmında tevellüdât 1108; vefeyât 659 kişiden
sa ihtiyaç var. Bunun için biz ancak, mütefekkir ve âlim­
ibaret olup 1108-659= 449 kadın artmıştır ki, erkekler
lerimizi, kendi ihtisas ve meslekleri dairesinde, nüfus
bütçesinde olan muvazeneden bir daha bu kadar eksil­
meselesi üzerinde tekrar -dinî, ahlakî, adlî, siyasî, malî ve
miş manasını mutazammın olur. Yukarıki neticede görü­
İktisadî nokta-i nazarlardan- tetkik, münakaşa ve müza­
len 604 eksiğe mezkûr 449 adedi zam olunursa
kereye davet ederek, 59 ve 60. numaralı "Karacahisar"
449+604= 1053'e baliğ olduğundan, Eskişehir Sanca-
gazetesinde, Eskişehir Sancağı'nın nüfusuna dair
ğı'nda, bir senede, sırf erkek olmak üzere 1053 kişi eksil­
neşrolunan ihsâî malûmatı iktibas ve biraz da mukayese
miş demektir. Vakıa erkek tevellüdât ve vefeyâtını tarh
ile aşağıya dere ediyoruz:
usûlüyle de aynı neticeye vasıl oluruz: 2144-1091= 1053
"Eskişehir İstatistik İdaresi’nce tutulan kayıtlara ve
Bu tenâkus, sancağın nüfus-ı umûmîsinin tahminî yarısı
yazılan hesaplara göre elyevm sancağımızın nüfusu
olan 80.793 erkekten vâki olur ve takriben binde 14
161,586 kişiden ibarettir. Bu miktarın kazalara isabet
nispetindedir.
eden kısımları aşağıya kaydedilmiş olup nüfusun ne
İşte "Karacahisad'ın 59. sayısından iktibas ve istintaç
sûretle mülhakata tevezzu ettiği anlaşılır:
ettiğimiz şeyler. Fakat bu istatistiğin mühim bir noksanı
Sayı 125 TÜRK YURDU 307

var: Sancağın nüfus-ı umûmîsi olan 161.586 kişinin ne Erkek nüfus eksilmekte olduğu hâlde, kadın nüfus
mikdarı erkek ve ne mikdarı kadın olduğunu söylemiyor. artıyor. Ve netice olarak aradaki nispetsizlik, muvazene­
Eğer bu cihet de nazar-ı itibara alınmış olursa, daha mü­ sizlik gittikçe büyüyor. Nikâhların sekizde biri miktarında
him ve daha hakikî ve riyâzî neticeler elde etmek kabil müfarakat vaki oluyor. Bu hâl böyle devam ederse kadın­
olurdu. Meselâ evvelden kalabalık erkekte mi, kadında ların mevki-i İçtimaîsi, mevki-i ailevîsi, mevki-i şahsîsi ne
mı idiğini, erkeklerde tenâkus-ı nüfusun binde kaç oldu­ yolda teşekkül edecektir? Kadınlara ne yolda terbiye ve­
ğunu, kadınlarda olan tezayüd bine kaç isabet ettiğini ka- rilmek lâzım gelecektir? Onları nasıl bir hayata ve ne
t’iyyetle anlar idik. Maamafih bu istatistik, bu hâlde de bi­ sûretle teçhiz etmelidir? Milletin onlardan istediği İktisa­
zi, pek çok mühim meseleleri düşünmeye sevk ediyor. dî istihsal gibi, nüfusun istikbâli nokta-i nazarından olan
Keşke vilâyetlerde olan başka gazetelerimiz de, Anadolu İçtimaî istihsali nasıl ve ne sûretle devam ettirmelidir?..
köyüne cihan siyasetinden ders vereceğine böyle millî ve
Z iy n e tu lla h N u şire v a n
İçtimaî meselelerimizle uğraşaydılar!(b

"Karacahisad'ın 60. sayısında basılan istatistik 332 se­


nesinde Eskişehir sancağında ilk altı aylık münakehât ve
müfarakat hakkındadır. Bu istatistik cetveline göre Eski­
şehir kazasında 461 nikâh, 56 müfaraka; Sivrihisar kaza­ AÇIK I^EKTUPLAR
sında 185 nikâh, 21 müfaraka; Mihalıççık kazasında 126
"Türk Yurdu" mecmuasının 15 Eylül sene 332 tarihli
nikâh, 16 müfaraka vâki olmuştur. Üç kazada vukû bulan
ve işbu yılın 14. sayısında "Glacier"nın mukabili olarak
nikâhın yekûnu 772; müfârakanın yekûnu ise 93'tür. "Ka-
"Buzla" kullanılması hakkında A. Agâh imzalı makaleyi
racahisar" gazetesi: "İlk altı aylık nüfus harekâtında harp
mütalâa ettim. Mûmâileyhin bu husustaki isabetini tasdik
zamanında bulunmamıza rağmen münâkehât memnuni­
ile beraber bu sûretle ism-i mekânlara birkaç daha misal
yete şâyân bir hâldedir" diyor. Filvâki 161.586 kişiden
getireceğim:
ibaret bir nüfus için altı ay içinde 772 nikâh pek ziyade­
siyle şâyân-ı memnuniyettir. Her nikâh iki adam arasında 1) Kış kelimesinden kışla.- 2) Kuvvetlendirmek; Kuv­
olduğuna göre takriben 220 adamdan ikisi (erkek ve ka­ vetlenmek demek olan tavlamak, tavlanmaktan iştikaken
dın) evlenmiş demektir. Fakat bu hakikaten de, tab'anda hayvanatı bağladıkları yere "Tavla".- 3) Yazın hayvanatı
böyle olmak lâzım mı? Ve böyle olması mümkün mü? bağladıkları yere de "Yazla".- 4) Arasıra su basan yerlere
Böyle olduğu takdirde bunda bir gayr-ı tabiîlik ve marazî "Sula"; Karaviransula, Karamansula gibi. 5) Mûmâileyh
hâl yok mudur?... Aynı miktar nüfus ve zaman içinde 772 Âgâh Bey "Yayla"yı tereddütle misal getiriyorlar. Hâlbuki
nikâhın hemen hemen sekizde biri demek olan 93 müfa­ malûm olduğu üzere bazı şivelerde yaza "yay" deniyor ki
raka vukû bulması da teemmül olunacak bir meseledir. "yayla" yazı geçirecek mahal demektir.
Bu iki numara gazeteden iktibas ettiğimiz istatistiklerden Bu hâlde "Glacier" mukabili olarak "Buzla" denmesi
tenâkus-ı nüfus gibi, aynı kıymet-i içtimaiyeye belki de pek münasiptir, fikrindeyim.
ondan fazla bir kıymete mâlik olan diğer bir hakikate da­
ir de bir ipucu elde etmiş oluyoruz: Kadınlık meselesi!

( ü “Karacahisar” gazetesi, Anadolu’da çıkan gazetelerimizin en ciddî ve en çalışkanıdır. Anadolu’nun terbiyesi, Anadolu’nun iktisat ve ziraati,
Anadolu’nun tarih ve coğrafyası ile uğraşıyor. Bu mevzular üzerinde yazı yazarken hayalperverliklere, hakikatlere, oldukça kat’î malûmat­
lara, hatta ekseriya ihsaî cetvellere istinat ediyor. Son gelen mükerrer 60 ve 61 numaralı nüshalarında da Eskişehir ve Sivrihisar hasılâtına ait
mufassal ve müfid iki istatistik cetveli vardı. Fakat şu zikrettiğimiz son sayıları münasebetiyle, bu pek takdir ve hürmet ettiğimiz
arkadaşımıza, küçücük bir ihtarda bulunmak istiyoruz: Bizim, İstanbul’un yalnız tenha ve loş odalarda ömür geçiren acemi müdekkiklerinde
değil, her gün binlerce nüsha neşrolunan yevmî gazetelerinde de başka birisinin makalesini, emek sarf ederek topladığı malûmatını mehaz
göstermeden almak hastalığı vardın Daha yakın günlerde 36. numara “İktisadiyat Mecmuası” çıktıktan sonra da gündelik arkadaşlarımızdan
birisinin uzun bir makaleyi bu sûretle aldığını gördük. “Karacahisar” refikimizin “Türk Yurdu”nda ve “Halka Doğru”da çıkan şiirleri lütfen
alıp dere ve neşrettiği için çok memnun olduk. Fakat keşke bunların hangi gazeteden alındığını da söyleye idi. Şüphesiz ki, daha çok mem­
nun olurduk.
308 TÜRK YURDU Sayı 125

Şu vesileden bilistifade bilhassa avârız-ı tabiiye ıstılâ- med Hanımdan sonra Hilâl-i Ahmer nâmına Fatma Aliye
hatı hakkında bir mütalâa arz edeceğim. Rumeli ve Ana­ Hanım, Asker Ailelerine Yardımcı Kadınlar Cemiyeti nâ­
dolu'yu gezenlerce ve bizim bazı lügatlarımızı tetkik mına Suad Hanım, Esirgeme Derneği nâmına Nezihe
edenlerce malûm olduğu gibi -"Divanü’l-Lu- Muhiddin Hanım, kadınlarımızda nasıl yeni ve canlı ma­
gâti't-Türk"ün de delâlet ettiği veçhile- Avârız-ı tabiiye nevî bir hayat başladığını gösterir azîm ve karar ile dolu
hakkında Türkçe pek zengindir. Hatta bu hususta Arap- nutuklarını irâd etmişler ve sahnede kendilerinin fikir sa­
çadan daha zengin olduğunu iddia edebilirim. Eğer bu hasında ayrı ayrı birer müjde olan bu tecellîlerini gören
hususta neşre devam duyurulursa bu babdaki tetebbu- davetli hanımlar da evvelce bahsettiğimiz talebeleri oldu­
ütımı peyderpey arz ederim. ğu gibi son hatibeleri de bütün kalpleriyle alkışlamışlar­
S ü leym H a n dır. Sadi Bey nâmında genç bir neyzen birçok defalar al­
kışlanan parçalar çalmış ve şair Yusuf Ziya Bey de "Sultan
Osman'ın Rüyası" mevzulu enfes bir şiirini okumuştur.
Gayet temiz bir lisanla yazılmış olan bu şiir hanımlar üze­
TÜ RKLÜ K ŞÜ Ü N Ü rinde pek derin bir tesir hasıl etmiş ve şairi tekrar ve tek­
rar tebrik etmişlerdir. Merasimin nihayetinde Ocak namı­
Millî T ü rk Şairi M ehm ed Em in B eyin M ebuslu­
na Hamdullah Subhi Bey malûmumuz olan fevkalâde is­
ğu.- "Türk Yurdu"nun müessislerinden ve idare heyeti
tidadıyla talâgat ve belâgatiyle gayet parlak ve heyecanlı
azasından millî şairimiz Mehmed Emin Beyefendi, "İtti-
bir hitam nutku vermiştir, (b
had ve Terakikî" tarafından namzet gösterilerek ittifâk-ı
ârâ ile, Musûl mebusluğuna intihab edilmiştir. Millî Mec- Erkeklere ait kısma akşam saat sekizde başlanarak,
lis'te Türklüğe faydalı hizmetler ifa edebilmesini Tanrı­ kadınlara mahsus olan programın şiir ve hitabeler kısmı
dan dileriz. tekrar edilmiş, Ağaoğlu Alımed Bey o günkü bayramın
bir istiklâl bayramı olmadığını, bilhassa tekid ile izah et­
K uruluş Bayram ı.- Türk Ocağı'nda birkaç seneden
miş, matbuatımızın bu hususta yanlış bir tabir istimal et­
beri olduğu üzere Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıldönü­
tiğini, Osmanlı Saltanatı başlarken, Anadolu'nun nasıl
mü şerefine geçen 17 Kânûmevvel'de tes'îd merasimi ya­
Türk olduğunu uzun uzadıya izah ettikten sonra memle­
pılmıştır. Merasime öğleden sonra saat birde kadınlara
ketin istikbâli hakkındaki ümitlerini ve temennilerini
mahsus olarak başlanmış ve her sene mutad olduğu üze­
söylemiş ve Ocaklıları, davetlileri kuruluş günü ile tebrik
re ihtida Mehmed Emin Beyin Sultan Osman için yazdık­
ederek nutkunu bitirmiş ve hatime olarak yine Hamdul­
ları "Selâm Sana!" unvanını taşıyan şiiri, inşadda büyük
lah Subhi Bey bir nutuk irad etmiştir.
bir istidad gösteren Saime Hanım tarafından "Biçki Yur­
du" nâmına muvaffakiyetle okunmuştur. Sonra büyük Kuruluş Bayramı şerefine Ocak’taki merasimden
mürebbiye Nakiye Hanımın yetiştirdiği küçük talebeler­ başka, 17 Kânûmevvel'de her sene olduğu gibi ihtifaller
den mürekkep birtakım, millî şairimiz Mehmed Emin heyeti tarafından hakan-halifeyi gidip tebrik etmek üzere
Beyin "Ey İğnem Dik!" manzumesini terennüm etmişler­ bir alay tertip olunmuş ve bu alaya millî cemiyetlerimiz,
dir. Daha sonra hitabette ve inşadda kendisine pek bü­ büyük ve orta dereceli mekteplerimiz iştirak eylemiştir.
yük ümitler bağladığımız Saide Ahmed Hanım da bir hi­ Ve bütün İstanbul da bayraklarla donanarak bu mübarek
tabede bulunmuş ve Mehmed Emin Beyin "Irkımın Tür­ günü bayramlamak istemiştir.
küsü" isimli şiirini inşad etmiştir. Heyecanını yenmek ta­ Ecnebi M üesseselerde T ü rk Dili.- Ecnebî mek­
vırları ve hareketleri ile derin tesirler uyandırmak husu­ teplerinde muallimlik ve müdürlük eden zatların ekseri­
sunda cidden iftihara sebep olacak bir kabiliyet gösteren si resmî lisan olan Türkçeyi bilmediklerini gören
Saide Ahmed Hanım gayet müsait bir sesle mümtaz yara­ hükümet 1330 senesi, buna mâni olmak üzere bazı te­
tılmıştır. Bu küçük hanımın bir terbiye-i mahsusa ile ha­ şebbüslerde bulunmuş idi. Geçen 1331 senesi ise, bütün
kikî ve nâdir bir hatip olması pek mümkündür, Saide Ah­ İktisadî hayatımızı sarıp boğarak bizi her cihetçe kendisi-

( b “Bu şiir ve nutuklar, “Türk Yurdu”nun gelecek sayılarında neşrolunacaktır.’


Sayı 125 TÜRK YURDU 309

ne muhtaç bir hâlde bulunduran bütün yabancı müesse- bilen kâfi memur bulamayan mmesseseler varsa, bu usû­
sât-ı iktisadiyede kullanılagelen ecnebi lisanı ve bunun lün onlara da teşmili arzu olunur.
millî hayatımıza etmekte olduğu tesirleri nazar-ı dikkate K astam onu O sm anlı H anım lar İş Y urdu.- Ana­
alınarak, bu gibi müesseselerde Türkçenin mecburî kul­ dolu Türk kadınlığının bu fırtınalı cenk günlerinde gös­
lanılması için bir kanun çıkarılmış idi. Bu müesseseler- terdiği gayret ve çalışkanlık çok takdire şâyândır. Onların
den bazıları, bu yeni kanuna itaatlerini pek az bir zaman­
köylüleri bize ve askere ekmek, et, yağ, sebze ve meyve
da ispat edebildikleri hâlde, bazıları hükümetin müker­
yetiştirdikleri gibi; şehirlileri, garklara çamaşır, çorap ve
rer tenbihâtını beklediler. Bu bekleyenler arasında fazla
eldiven hazırlıyor ve aynı zamanda istikbâli de düşünerek
milliyetçilik yapmak ve yahut hazır yapılan plânı takipte millî iktisadın anlaşılmasına, hüner ve terbiyeden mah­
zahmetsiz devam etmek isteyenler olduğu gibi, gerçek­ rum kalanlann talim ve terbiyesine de vakit bulabiliyor.
ten mazur olanlar da vardı. İşlerine yarayacak Türkçe bi­ "Köroğlu" arkadaşımız da okuduğumuza göre, ahîren
len memur bulunmuyordu. Fakat bu müşkilin de izalesi Kastamonu'da "Osmanlı hanımlarına biçki, dikiş ve el iş­
için bir çare vardı: Hususî Türkçe lisan dersleri açmak. leri öğreterek hanımlarımızı hünerli yapmak ve lüzu­
İşte bugünlerde, Anadolu Osmanlı Demiryolu Şirke- munda kendi kendilerine maişetlerini temin edebilecek
ti'nde yerli lisana âşinâ olmayan memurların Türkçe öğ­ bir seviyeye yükseltmek ve mamûlât-ı dâhiliyenin sarf ve
renmelerini temin için, üç sınıflı bir Türkçe lisan dersleri istihlâkini teşvik ve tergîb etmek maksadıyla "Hanımlar İş
açılmak üzeredir, Anadolu Osmanlı Demiryolu Şirketi gi­ Yurdu" adlı bir cemiyet teşekkül etmiştir."
bi mezkûr kanunu daha bugüne kadar tatbik için Türkçe Kastamonu hanımlarını tebrik ederiz.

Tashih:

“Türk Yurdu”nun geçen 124’üncü sayısının kapağında “İttifak-ı Murabbaın” kelimesi, yanlış olarak “İtilaf-ı Murab-
baın” dizilmiştir. Tashih olununur.

T ü rk Y u rd u M ü d ü rlü ğ ü

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


m m 9^

T ûkk M kdu
Tûr^leritt Tâidesine^ Caltsır

YIL: 5 5AYI: 126 (5 KânÛnieânî 1332-18 Ocak 1917)

^ ft d e ^ el fic d e d c ^ ç c 4^ d ^

K u r u lu ş B a y r a m ı / H a m d u lla h S u b h i

E d e b iy a t: K a r d e ş lik T ü r k ü s ü / C e lâl S a h ir

S u lta n O s m a n 'ın R ü y a s ı / Y u s u f Z iy a

A b d ü lh a k H â m i d ’le B ir G ü n / R u ş e n E ş re f

A l m a n y a 'd a M ü s l ü m a n E s ir le r O r d u g â h ın d a K u r b a n B a y r a m ı / (A yın) (Elif)

B ü y ü k H ik â y e : B a b ü r H a n / E lo ra A ım astÜ

T ü r k l ü k Ş u û n u : D a lg ıç lık Ş ir k e ti- B o lu 'd a T a s a r r u f S a n d ığ ı /


Sayı 126 TÜRK YURDU 313

TÜRK yURDU
T ü r k le r in fâ id e s in e ça lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

M İL L İ H U T B E L E R
KURULUŞ BAYRAMI

G eçen 17 K â n û n ıe v v e l sene 332 c u m a rte si g ü n ü hitlerimizin ruhlarından müteşekkil bir umman var. Bir
d evletin k u r u lu ş g ü n ü şerefine "T ürk O ca ğ ı'n d a " tahtgâhın sarp ve yalçın sahilleri etrafında çırpınıp çarpı-
H a m d u lla h S u b h i B ey ta r a fın d a n sö ylen ilen n u ­ nan bir umman, enginlerden enginlere salınıp giden,
tu k ta n za b to lu n m u ştu r: ağızları eski bir destanı sayıklayan dalgalardan yapılma,
Muhterem Efendiler! kızıl bir şehadet denizi. O yeni dalga, bu eski ummana
kavuşmak üzere gidiyor. Efendiler!.. Bugünkü harp, Av­
Yeni bir muharebe senesinin sonunda tarihimizin bir
rupa medeniyetinin ne inanılmaz bir kudrete, ne eğril­
sayfasını daha çeviriyoruz. Geçirdiğimiz sene, gürültüle­
mez bir iradeye mâlik olduğunu hayretler verecek bir sa­
ri, uğultularıyla, yavaş yavaş uzaklaşan bir fırtına, bir ka­
rahat ve şiddetle ispat etti. Refah ve saadetin her cinsini
sırga gibi maziye ve nisyâna doğaı gidiyor. Geçirdiğimiz
tatmış koskoca milletler, vatanlarının mihrabı önünde,
sene, ufukları kapatan, gökleri karartan muazzam bir ta­
onların şeref ve necatı için senelerdir, milyonlarca çocuk­
but hâlinde gidiyor. Ve bunun arkasında bütün bir beşe­
larını yatırıp kesiyor, her millet en kutsî davasını ortaya
riyetin uzun uzadıya bakan mütehassir bir nigâhı var. Her
atmış güzelliğine hayran ve meftun olmamak elden gel­
dakika biraz daha nisyâna ve sessizliğe dalarak, mazinin
meyen bir kahramanlıkla, sessiz, şikâyetsiz uğraşıp duru­
unutkan mezarlıklarına doğru giden bu ölüm mahfazası­
yor; şimalin sislerinde, denizlere ve dünyalara hâkim bir
nın içinde, bizden ve muharip milletlerin göğüslerinden
ceberut ile kurulmuş duran İngiliz saltanatı, müttefik mil­
koparılmış milyonlarca delikanlının soğumuş kalpleri ve
letleri yangından bir çenber içinde kavurup boğmak için
sönmüş gözleri var. Kanlarında hayatın sıcaklığı birdenbi­
bize komşu olan veya uzak yakın bütün memleketleri bir­
re durmuş genç kalpler, sevdalar ve rüyalar önünde bir­
biri ardınca tutuşturuyor. Bir yangın sönmeden yeni bir
denbire sönmüş ve kararmış rengârenk genç gözler. Ge­
yangının daha yükseldiğini görüyoruz. Yediyüz elli mil­
çirdiğimiz sene omuzlarının üstünde aziz bir naaş ile, bi­
yonluk bir âlemin üstünde, bir kıyamet semâsı, bakırdan
çilmiş parçalanmış bir ümit hamulesiyle gidiyor. Millî ve
kızgın bir semâ var. O, anûd ve sabit, asırlar görmüş bü­
mübarek davamız yolunda kurban ettiğimiz yüz binlerce
tün an’anelerini, müesseselerini devirerek en kayıtsız ve
kardeşin şehit ruhları, şimdi ölüm rüzgârlarına kapılmış
hür bir hayattan bir askeri millet hayatına geçiyor. Ve her
ve gufran semâlarına dalmış; ter ü taze bir şafak bulutlu
gün yeni bir milleti, ister istemez harp ve ölüm yerlerine
hâlinde gidiyor. Onların ruhu, Türk milletinin ruhundan
sürüklüyor. Askerlik içinde doğan her güzelliğe, bir asker
kopan bu ruh ve nur dalgası, bir ummana kavuşmak üze­
milletin çocuğu sıfatıyla meclûb olmaktan kendini kurta­
re gidiyor. Türk saltanatı zamanın çölleri ortasında ebedî
ramayan ruhum, Fransa'nın gösterdiği kahramanlık te­
bir ehram gibi durur. Türk saltanatı zamanın mesafeleri
cellîsine karşı bütün kinleri, bütün susamış husûmetleri­
ucunda, kendine vüsûl mümkün olmayan yalçın bir ada
ne rağmen en büyük, en derin hürmeti duyuyor. Fakat
hâlindedir. Onun etrafında onun beka ve necatı için bin­
Balkan Muharebesi'ndeki sefil ve zebunkeş Fransa'yı
lerce seneden beri ömürlerini ifnâ etmiş milyonlarca şe­
314 TÜRK YURDU Sayı 126

unutmam. Şehirlerimizin üstüne Fransız matbuatının ha­ dınlığı gören dağlar gibi, aramızda başlarında ümidin ışı­
kareti, küfrü bir fırtına hâlinde gelip dökülürdü. Fransız ğı sönmemiş kimseler vardı. Şimdi o ışık ovalara inmiş,
gazetelerinin hezimetlerimize dair büyük harflerle yaz­ bütün milleti istilâ etmiştir. Bir idam gömleğini düşündü­
dıkları haberler, acı ile takallüs etmiş yüzlerimize karşı ren asker elbiselerinin içinde o kadar güzelleşen Türk
nasıl gülerdi?... Ramazanda minareler arasına ışıktan harf­ delikanlılarının bu kadar mebzul bir sûrette akan kanı,
lerle, yazdığımız büyük yazılar gibi, her Türk mağlûbiye­ yakın bir günde bir şafak olacaktır. Ufuklarımızın arkasın­
tinin haberi için için ışıldayan iri harflerle gazetelerin vü- dan Türk vatanına necat gününü müjdeleyen büyük bir
s’atlerinde bir uçtan öbür uca asılırdı. Bunun için Fran­ şafak hâlinde tekrar doğacaktır.
sa’nın bugünkü kahramanlığına karşı duyduğum takdir Efendiler!..
ile beraber içimden haykırıyorum: Şimdi hitabımı. Sultan Osman'ın daha dün Çatalca
Yan, daha yan!.. Bin kere daha harap ol!... Diğer ta­ toplarını duymuş müteezzî kabrine tevcih ediyorum: Pa­
rafta Rus Denizi'nin dalgaları sükûn bulmuyor. Kırılan, dişahım, saltanatın, şeref ve hakkın için dökülen kanlarla
çekilen, tekrar ve tekrar gelen dalgalar; gür ve engin bir kazandığımız zaferleri, milletin, bin kere mübarek ve aziz
unsur, medd u cezir hâlinde ufuklardan ufuklara çarpıp kabrine armağan kıldı. Irkının şehitleri Çanakkale, Kü-
duruyor. Sonra dünyanın bütün denizlerinden ve bütün tü’l-ammare, Azerbaycan, Dobruca, Galiçya zaferlerini ay­
iklimlerinden gelen sayısız kuvvetler ortasında, bulutlar rı ayrı bir hâle şeklinde kabrinin ayakları ucuna getirip
ortasında bir dağ gibi yükselen korkunç ve muhteşem Al­ takdim etti. Padişahım!.. Şimdi bizi affettin ve mesutsun
manya. Bu ölüm senelerinin top tarrakaları şeklinde değil mi? Türk Ocağı, Kâbe gibi büyük ve kutsî tanıdığı
duyduğumuz ıztırap sadâları içinde dünya için yeni bir ulu ve merkadinin eşiğini öperek tehlikeden kurtardığın
talih, yeni bir beşeriyet doğuyor. Bugün milletimiz sekiz Türk tarihinin daha binlerce hür ve mesut seneler idrak
cephede bir destan hayatı yaşıyor. Eski mabutlara etmesine dua eder.
nezredilen kurbanlar gibi, Türk anaları, Türk vatanına Arkadaşlar, hitabımı şimdi size tevcih ediyorum:
nezrettikleri çocuklarını yüz binlerce götürüp kurban Adetleri eksilmiş, fakat kıymetleri bütün ziyanlarımızı te­
ediyorlar. İtalyanlara, İngilizlere resmî tebliğlerinde bir lâfi edecek kadar artmış ve bize nefsimize itimadın en
de Afrika cephelerinden bahsettiren Türk iradesinin bu­ yüksek, en feyizli derecesini vermiş gazilerimizi yakın
gün neler halk ettiğini düşünüyor musunuz? günlerde muharebe kurşunlarıyla delinmiş şerefli bay­
Başkalarının bizden beklemeye, kendimizin en güzel rakları altında, muharebe sadmeleriyle ezilmiş boruları,
bir hayal ile yine kendimizden ummaya cesaret edeme­ trampetleriyle zafer namelerini çalarak şehirlerimizde
yeceğimiz müthiş bir azîm ve karar hayatı içindeyiz. Hani selâmlamak, kucaklamak temennisiyle, sizi de tebrik ve
dün, gafil ve düşkün manzaralarına karşı: "Duyan yok, tes'îd ediyor, size de birçok iyi, bahtiyar ve şerefli seneler
anlayan yok, aldıran yok..." diye haykırdığımız memle­ diliyorum.
ket, hani seyrine daldığımız vakit ruhumuzun içinde ba­ H a m d u lla h S u b h i

şını göklere kaldıran kederlerin uzun uzun uluduğu zayıf


ve biçare memleket?... Geçirdiğimiz muharebeler, gözle­ EDEBİYAT
rimizin önüne yığılan karanlıkları yaktı. Ve biz kendimizi
KARDEŞLİK TÜRKÜSÜ(i)
gördük idrak ettik. Efendiler, bir düstur hâlinde denir ki
kendini duyan bir millet, imha edilmek mümkün olma­ Arap gençlerine
yan birşeydir. İstanbul surlarının dibinde düşman solu­ Türk ve Arap iki kardeş.
ğunu duyduğumuz dakikalarda, ruhlarımızın gösterdiği Vatan ikisinin evi.
levhayı bir defa daha zihninizde uyandırınız. İçimizde Kalplerinde aynı ateş
Saçar mukaddes alevi.
ayak üstünde duran birşey kalmış mı idi?.. Daha güneş
Ver elini Arap genci!
doğmadan evvel, ovalar karanlıkta iken, tepeleri, ilk ay­
Senin ruhun saf bir inci.

( ü "Türk Yurdu" ve "Türk Ocağı" idare heyetleri azasından olup Suriye, Filistin ve Hicaz'ı ziyaret eden İstanbul heyeti arasında bulunan Celâl
Sahir Beyin Türk ve Arap kardeşliğini müterennim olan bu şiiri Arapça tercümesiyle beraber "Beyrut" gazetesinde intişar etmişti. Bir Türk
milliyetçisinin Arap unsuruna karşı tahassüslerini gösterdiği için biz de iktibas ediyoruz. T. Y.
Sayı 126 TÜRK YURDU 315

Aramıza fitne atan Bir gün coşmuş, zikrederken gözleri âhu


Düşmanlara ölüm yakın. Bir güzel kız görür görmez titredi rûhu!
Kim ederse Türk'e bühtan Günler, aylar geçti, aşkı hiç eksilmedi,
Kalbin inanmasın sakın. Gözlerinden zaman o genç kızı silmedi!
Aldatmak bilmez Türk oğlu; Yıldızları, mehtabıyla parlarken kubbe
Bak, gözlerim sevgi dolu. Diz çökerek yalvarırdı her gece Rabb’e!

Bütün hudutlarda bugün Yine böyle bir geceydi, duadan sonra


Akan kanlar karışıyor; Dalgın dalgın bakıyorken karlı dağlara
Türk ve Arap vatan için Gözlerini bulutladı bir tatlı uyku.
Can vermekte yarışıyor. Açılmıştı ona engin bir rüya ufku:
Hain düşman, anla ve ürk Çiçeklerle, çimenlerle süslenmiş bir gül bahçesi.
OsmanlIdır Arap ve Türk. Uzaklardan serpiliyor bir sevdalı bülbül sesi,
Ağaçların arasında tanıdığı bir ihtiyar.
O "nazarsız gözler"iyle Yüzünde bir İlahî nûr, gözlerinde din aşkı var!
Göğe bakan şehitlerin
Gelip durdu, sağ elinde demir asa, belinde nay,
Hepsi dilsiz sözleriyle Kuşağının arasından doğdu gümüş renkli bir ay,
Ne inliyor, kulak verin: Genç Osman'ın alnına bir kuş gibi kondu, hemen
"Öz kardeştir Türkle Arap,
Bir kocaman ağaç çıktı sonra o parlak köpüğünden
Sen onları koru, Yâ Rab!"
Kanatları gölge yaptı bu dünyanın her yerine.
Cennet gibi güzel vatan Yaprakları gönül verdi yıldızların gözlerine!
Alnımızdan istiyor ter. Şurda, dere kenarında türkü çağıran kızlar vardı,
Sefil olur tenbel yatan Kayalardan çağlayarak billûr gibi su akardı.
Saadet de bir hak ister. Yamaçlarda sürüsünü otlatırdı bir genç çoban,
Çalışalım, Arap genci! Yanık bir ses dalga dalga dökülürdü kavalından.
Bizim, yarının sevinci...
Bir tarafta engin, yeşil bir ovanın üzerinde
C elâl S a h ir Süvariler koşuşurdu, hepsinin tunç miğferinde
Parıldardı semâları yâd ettiren bir gümüş ay
Ayaklarda demir çarık, belde kılıç, ellerde yay!

Sabahleyin gün doğarken Osman uyandı.


SULTAN OSMAN'IN RÜYASKb
Düşünceli gözlerinde bir fikir yandı.
Bir vakitler bu toprağın bizlerdik beyi. Rüyasında gördüğü o büyük dervişi
Oklarımız karartırdı şu gök kubbeyi! Davet edip istiyordu anlatmak işi!
Mazimiz bir gürültülü destanla dolu, Kendisine hitap etti: Osman iyi bil
Kahramanlar ocağıdır bu Anadolu! Bu rüyada bir hayır var pek tehi değil!

Bulutlara sürünen o karlı, ihtiyar Haber gönderildi Edebalı'ya:


Dağlarıyla yâd edilen bir yeşil diyar Bir ricam var, lütfen buyursun diye!
Üzerinde biz dört nala at koştururduk, Bir müddet sonra Şeyh girdi odaya.
Kargımızla kâinâta karşı dururduk! Anlatıldı hemen geceki rüya!
Şeyh döktü saçını omuzlarına.
Osman Gazi daha henüz olmamıştı han,
Gönlünü kaptırdı Hak rüzgârına, /
O vakitler sevgi, hasret gönlünde nihan!
İstiğrâk içinde kaldı çehresi,
Meleklerin kalbi gülümserdi sesinde!
Nihayet yükseldi İlâhî sesi:
Edebalı denen şeyhin zaviyesinde

( ü 9, cildin 6. sayısında Yusuf Ziya Beyin bu ismi taşıyan bir manzumesi intişar etmiş ise de, mevzu itibariyle aynı olmakla beraber şekil, edâ ve
vüs'at itibariyle aralarında geniş bir fark vardır.- T. Y.
316 TÜRK YURDU Sayı 126

Ey oğul, pirimiz bak ne buyurdu, Sanatkârianmız Nezdinde: 1


İki âşık gönül burda uyurdu,
halâs etsin diye bu şanlı yurdu. ABDÜLHAK HÂMİD’LE BİR GÜN
Tanrımız gönderdi Sultan Osman'ı!., -Çok sevdiğim eserleriniz arasında Makber'i hepsin­
den şahsî bulurum. Başka yazılarınızda Corneille, Racine,
Bu ellerde yeni güneşler açar. biraz Voltaire, Shakespeare, Hugo, Chateaubriand hisse­
Saltanat nurunu eflâka saçar. dilir. Eakat "Makber"de sanatınız ve ruhunuzla birlikte
Karanlık geceler ürperip kaçar,
yalnız sizi görürüm. Müessesenin Rien ne nous rend si
Damarlarda yanar vahdetin kanı!..
grand qu'une grande deuleurlÖ mısraındaki manayı
"Makber"i okuduktan sonra anlamışımdır. Makber kede­
Rüyada cihanlar kuran ay sensin!
rin kuvvetli bir beyin vasıtasıyla çizilmiş grafiğidir. Heye­
Ordunla fırtına gibi esensin!
Baştan başa arzı titretip sesin can, bühtan, iştikâ, isyan, hıçkırık, yumruk, kahkaha, sü­
Gökler selâmlasın yeni Turan'ı!.. kût, sekr, hicr! "Makber" kederin bütün bu anlarıdır.

Onun için öyle sanırım ki uzunluklarına, zayıflıkları­


Bayrağının rengi kırmızı lâle. na rağmen, kafiye düşüklüklerine, tenafürlerine, imale
Benzesin bir yeni doğmuş hilâle, ve zihaflarına rağmen "Makber" Avrupaî edebiyat silsile­
Satvetin sığmasın akla, hayale.
sinin ilk büyük lirik eseridir. Türk şiirinde mevcut lirizme
Hükmetsin cihana Türk'ün fermanı!..
"Makber"iriniz bir yükseklik tarihi, bir terakkî merhalesi
Gözlerin olmasın hicran denizi.
olmuştur.
Kalbinde kalmasın hasretin izi.
Birleştirip artık kızımla sizi Hele edebiyatımızdaki mersiye tarzının Fuzûlî'den
Malhun zevcen olsun ey Türk hakanı!.. bugüne gelinceye kadar en muhteşem nümûnesi bence
"Makber"dir,
Osman birden bire düştü iki sevince
Bu ihtisas kırıntılarını büyük şaire, Taksim'de Sıra-
Biri hanlık, diğeri de sevdiği ince
serviler'deki apartmanının salonunda söylüyordum.
Ve İlâhî bakışlı genç kızı almaktı.
Gözlerinden hemen bir kaç damla yaş aktı. Maroken takımlarla döşenmiş, duvarları aile fotoğ­
Atlılarla haber saldı yedi çevreye: raflarıyla süslenmiş bir oda Hamid'in hem çalışma, hem
Türk beyleri hazırlanıp gelsinler, diye! de kabul odasıdır.
Biraz sonra Söğüt'te bir kurultay oldu.
Ortada duran geniş ve parlak yazıhanesi, duvara yas­
Baştan başa kısraklarla her taraf doldu,
lı büyücek bir etejerin içindeki beş on İngilizce kitap ve
Osman Gazi koşup geldi, elinde yayı
Kurultaya nakletti o güzel rüyayı; İngilizce büyük ansiklopedisiyle bu oda şahsî bir şair
Genç, kuvvetli sesler göğü sarsıp inletti: hücresinden ziyade namdâr bir mefruşât mağazasının
"Osman!... Sensin hakanımız. Tanrı emretti!...” döşediği vâsi bir otel, bir kulüp salonuna benzer.
Naralarla göğe doğru kalktı mızraklar. Orada narin, bediî titizlik aramayınız; istirahat ve salâ-
Bir alevden dalga gibi uçtu bayraklar. bet, loşluk ve derinlik bulacaksınız. Gayet enli, ardına ka­
Pembe güneş selâmladı doğudan Türk'ü,
dar açık kapılarından yemek odasının bahadar büfesi ve
Dört taraftan geliyordu bir şanlı türkü!..
masası gözüküyordu. Daha arkada, dehlizlerin nim zul­
Y u s u f Z iya metleri arasında duvarlarındaki koyu pembe örtüler, tek
tük çerçeve sedefleri seçilebilen Ai'apkârî bir medhal var.

Araba tekerleği gurultuları, otomobil çarpıntıları ile


ihlâl edilen her sükûttan sonra bazı cümlelerimi tekrar

( ü Hiçbir şey bizi bir büyük keder kadar büyültemez.


Sayı 126 TÜRK YURDU 317

ettirdi. "Gürültüsüz yerde otııramam, pek fena tabiatım le’inde bir sakatlık vardır, bana Türkçe öğretirdi. Bir gün
vardır. Yazarken de ses duymalıyım" dedi. dikkatimi "Tasvîr-i Efkâr" üzerine celbetti: "Hele şunu
oku" dedi. Gösterdiği şey, lâhık Avusturya imparatoru ta-
Birkaç dakika sustu. Düşündü. Yeleğinden sarkan
rafından(b irad olunmuş bir nutuk metniydi. Galiba İtal­
monoklini sağ gözüne iliştirdi. Şık pantalonunun üstüne
ya'nın Macenta bozgunluğu üzerine olacak. "Tasvîr-i Ef-
dökülmiş sigara küllerini fiskelerle temizledi.
kâr"a Şİnasi kalemiyle geçirilmiş idi. İşte bana ilk edebi­
Gazanfer'le Behram'ı boğuşturan, fatih İskender'i
yat şevki.veren yazı bu olmuştur.
mağlûp ve ulvî Eşber karşısında kudretsiz bıraktıran, bü­
Ne basit bir başlangıç değil mi? Şu iki üç satırın için­
tün devirlerin kanları üzerine Aristo'nun telinlerini hay­
de aradığım Hâmid'i buldum.
kırtan, Tarık'ın celâdetini gürüldeten, Abdurrahman-ı Sâ-
lis'i en mütezâd acz ve gurur düşünceleri arasında bunal­ -Evet efendim!
tan Hamid, fikir ikliminin bütün ilham beldelerinde do­ -Daha sonraları öyle münhasıran edebiyat merakı sâ-
laşmış, her iklimin renklerini, kokularını duymak istemiş ikasıyla çalışmış değil midir! Yalnız o ara peder İran'a ta­
Hamid, edebiyatımızın yenilikler babası Hamid bu dinç yin edilmiş idi. Orda onun hususî mektuplarını tebyiz
ve sevimli ihtiyar mıydı? eder idim. O bendenize bir nevi tahrir mümaresesi teşkil
Fakat onda, serâzâd mahremiyeti içinde biraz dağı­ eder imiş zâhir. Farisî'yi konuştuktan sonra Sadi, Kaanî,
nık bir şairden fazla siyah bonjurlu, plasteron boyun bağ­ Şevket, Hafız ihtiyacât-ı ruhiyeme enis oldular. İlk zevk-
lı, inci iğneli, rugan ayakkabılı, zengin ve zarif bir klup- yâb olduğum edebî mütalâât Acem âsârıdır.
men, bir monden hâli vardı? Ağır başlı bir diplomat diye­ -Bizimkileri ne vakit okudunuz?
bilirdiniz, fakat coşkun bir şair hayır. Eserleri arasında
-Bizimkileri daha sonra bildim.
kendi kendimize tasavvur ettiğimiz dağınık ve m ütered­
-İlk kaleme aldığınız eser hangisidir efendim?
dit Hâmid nerede, yazıhanesi başında oturan bu adam
nerede? Onu biz bilmiyoruz. İsmini kendi bile hatırlamıyor.
Yeşil kâğıtlar üzerine yazılıyormuş. Esbak Dahiliye Nazırı
Yalnız yüzünün hatlarında mümtaz, saf bir ruhun ne-
Memduh Paşa, o vakit Âmedî hulefâsından Memduh Bey,
cib inikâsları vardı. Yüksek alnına sarkan, güzel yüzünü
bir gün Abdülhak Hâmid ailesinin Çamlıca'daki köşkleri­
çeviren çok beyazlı saçlar ve sakallar onda alelâde bir ih­
tiyarlık alâmeti değildi. Uzun yaşların, pek çok seyahatle­ ne gidiyor. Çocuğu yazıhanesi başında meşgul görüyor.
Hâmid kâğıtları saklamış. Fakat Memduh Bey ısrarla alıp
rin, pek çok keder ve eğlencelerin bile bozmaya kıyama­
okumuş ve demiş ki: "Küçük Bey, ne derlerse desinler
dığı bu muzaffer simanın etrafında onlar, gıpta edilecek
devam ediniz. Büyük bir istikbâl-i edebîniz olacak..."
bir şöhretin alaca ipekli bir hâlesi gibiydi.
=1: -Demek üstad, kudretinizi ilk keşfeden adam bu ol­
muştur. Şu hâlde, daha pek gençliğinizde yapacağınız
-"Makber", o benim samimiyetimdir, dedi. Yazılarım
büyük edebî inkılâp hakkında mukarrer bir fikriniz vardı!
meyanında en edebî denecek kıyafetlisi yine "Finten"dir.
Onu sairlerine tercih ederim. Gülümsedi:

Salonunu, her gün dolduran ziyaretçilerden tenha -İnkılâp yaptığımı bilmiyorum ki onun hakkında fik­

bulduğum için bu fırsat dakikalarının suallerime verile­ rim olup olmadığını araştırayım! Belki yazdığımız şeyle­

cek cevaplarla geçirilmesini istiyordum. Acele ettim. rin biraz tesiri olmuştur!

-Edebiyata başlayışım, bilmem bir tuhaf olmuştur. İlk Hâmid'in bütün dehaeti, sanırım şu işittiğim cümle­

hocam Bahaeddin Efendi ki elyevm berhayattır, inmeli­ nin içinde idi. Şairlik onda şuursuz olacak derecede fıtrî

dir. Zavallı, şu bildiğimiz Göksu deresi yok mu, onun ci­ değil midir? Ruhunun sesini ve delâletini dinlemiş bir şa­

varında bir evde oturur. İnmeli de değil de epine dorsa- irimiz varsa Hâmid'dir.

( b Müteveffa İmparator François Joseph.


318 TÜRK YURDU Sayı 126

-Muntazaman çalışır mıydınız, efendim? -Muasırlarınız arasında Türklerden en çok kimi okur
ve takdir ederdiniz?
-Ee, gençliğimde okumadım değil! Mütalâadan fev-
kalhad lezzetyâb olurdum! Lâkin ben kendimi bilirim; Samimî ve safdil bir tevazuyla cevap verdi:
Öyle arzu ettiğim derecede çok ve muntazam tetebbu
-Takdir etmek haddim değildi ki! Lâkin, kudemâ
edememişimdir!
müstesna, hayret ve hürmetle okuduğum eazımımız Re-
-Ne vakitler yazardınız efendim? Sabahları mı? caîzâde Ekrem merhumla, Namık Kemal merhumdu.

-Sabahları hiç yazmadım, Geceleri geç yatardım, sa­ Frenklerden de bilâhere Corneille’yi, Racine'i, Voltaire'i,

bahları geç kalkardım. Banyomu filân yaptıktan sonra Lamartine'i, Musset'yi tetkik ettim.

gezmeye çıkardım. Hep öğle yemeklerinden sonra yazar­ -Şinasi'yle tanışır mıydınız üstad?
dım. Bu biraz midemi, sinirlerimi bozardı ama ne yapa­
Zamanının aklı erer insanlarını etrafına çağırmış, yü­
yım! Başka türlüsü elimde değildi. Doğrusu kitaplarımın
zü onlara dönük, eli hepsine garbı, daima garbı gösteren
epey bir kısmını da memuriyetlerden mazul olduğum
bu teceddüd adımını hatırlatmak.Hâmid'de garip bir fa­
hengâmelerde yazdım, evet.
aliyet uyandırdı. Bir daha bulmamak üzere kaybettiğimiz
-O hâlde böyle yemek üstüne, güçlükle tahrir buyu­ eski günlerin arkasından savrulan o esefli tebessüm du­
rurdunuz üstad! daklarında belirdi. Başını salladı:

-Yok fikrî suubet çekmem. Fakat bir yazdığım şeyi bir -Evet, şurada Taksim'de "Filam" isminde bir kahve
daha tashih etmek istersem tamamıyla değiştiririm. kâindi. Şinasi merhum sık sık oraya çıkar idi. Kahvenin

Bu hâl, Hamid'in ilhamındaki bolluğu, ifadesindeki orta yerinde çalgıcılara mahsus tümsekçe bir yer var idi.

kolaylığı anlatmaz mı? Fakat bu şairin ibhâmleri, itnâbla- İki İtalyan kemancı kız orada hem çalar, hem söyler idi,

rı, ihmalleri de bundan doğmuyor mu? "Bir eser üzerin­ İşte Şinasi o tümsekçe yerin dibinde kendi kendine otu­

de yirmi defa çalışınız. Hususiyle az yazın, çok silin.” rur idi. Bastonunu hafif hafif dudaklarına dokundurur
idi. İştiyak çektiği Avrupa âlemine dair tefekkür eder gibi
Boileau’nun bu nasihatleri Hâmid'in taşkın ilhamı önün­
de duracak bir sed olamamış! dalgın durur idi. Bir akşam o kahvede görüşmüştük. Be­
ni Vefik Paşa'nın mahdumu Refik Bey takdim etti. Şinasi
Hâmid, bütün bu cevapları bir çocuk tabiiliğiyle
kırca sakallıydı. (O meseleyi bilirsiniz ya, sakalını traş et­
naklediyordu. Bir de başka hiçbir edebiyat adamında
tirdi, diye bîçare adamı azletmiştiler!) O ara Kemal, Ziya
görmediğim ve işitmediğim şey! Üstad, bundan altmış
Paşa filân Londra'da "Hürriyet" isminde bir gazete çıka­
sene evvelki İstanbul terbiyesinin kibar bir mahsûlü evsa­
rırlar idi. Orada Ziya Paşa'nın "Rüya"sı neşredildi idi.
fını hâlâ muhafaza ediyor. Hele bazı kelimelerin nihayeti­
"Onu okudunuz?"mu diye sordum. Başını manidar bir
ni uzatması, bilhassa hikâye-i mâzi-i naklilerle siga-i şarti-
sûrette salladı. "Onlar şimdi İstanbul'u rüyada görüyor­
yelerdeki "g'lere, "k'lere elâstikiye! vermesi bugün baş­
lar?" dedi. Bugünkü gibi hatırımdadır.
kalarında duymayacağımız şahsî bir telaffuzdu. Acaba ha­
yatının daha ilk senelerinde İstanbul'dan ayrılmış olması, -Şinasi yazılarınızı okumuş mudur?

uzun devirlerden sonra Edebiyat-ı Cedide telifâtıyla mah­ -Hayır, Şinasi beni babamın oğlu gibi tanırdı. Yoksa
sus bir sûrette değişmiş telâffuz ahenklerine yabancı kal­ bir şair, bir muharrir olarak filân değil! Satırımı bile oku­
ması bunda medhaldar değil miydi? mamıştır.

Herhâlde kısa ve manidâr ifadelerinde maziden esen -Ee Ziya Paşa!


kalın, vakur bir ses tatlılığı ve uzaklığı vardı.
-Ziya Paşa ile bir defa bir davette beraber bulundu
Bizzat Hâmid'in ağzından yarım asır evvelki edebiyat idik. Bizim Sezai'nin babası Sami Paşa merhumda idi. Zi­
hâdiselerini dinlemek insana canlı, heyecanlı bir tarih-i ya Paşa ağır başlı, düzgün kıyafetli, muhterem ve ciddî bir
edebiyat musahabesi zevkini verecekti. adamdı. Fakat görüşmek nasip olmadı.

Sordum: -Kemal'i ilk defa Ebuzziya Matbaasında gördüm. Ben


evvelâ tanımadım. Ebuzziya ona bir makale okuyordu.
Sayı 126 TÜRK YURDU 319

Kemal de ayakta bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Bir kaç yürüyerek gelir gider. Ben de görürdüm. Birbirimize
defa Fransızca lout de bon, tout de bon dedi. Çıktı, gitti. uzun uzadıya bakar idik. Nihayet bir akşam Ekrem: "Be­
Bu tanışmak sayılmaz öyle değil mi? yefendi, iltifatınıza nâil olamıyoruz" diye tanışmaya yol

Asıl Paris’ten İstanbul'a avdeti hengâmında tanıdım. açtı. Artık birbirimizle pek senli benli olduk.

Daha nefyedilmemişti. Vefa'da otururdu. Gittim gördüm. Ekrem bihakkın bana üstadlık etmişti. Ben idare-i ka­
Misafirleri de var idi. "Size iştiyakımdan dolayı geldim" lem şöyle dursun, idare-i kelâma bile muktedir değil iken
dedim. Evvelce muarefemiz filân yok. Beni yazılarımdan onun ötede beride görülen bendleriyle tezyin-i dimağ
da tanımıyor. Onun için hususî bir ehemmiyet vermedi. eder idim. Ekrem, bendenize çok şeyler ilham etmiştir.
Tasavvur edemeyeceğiniz kadar aşırı sevişirdik. Allah
O sıralarda memuren Paris'e tayin edilmiş idim. "Ma­
rahmet eylesin! Ekrem, pek haysiyet-Şinâs, pek tekel-
dem Paris'e gidiyorsun, dedi, -birkaç kütüphane ismi sağ­
lüf-perverdi. Yazılarında bile bu hâli vardır değil mi? Be­
lık verdi- orada şu kitapları oku".
nim mizacıma muvafık gelmeyen bir tabiatı da çarçabuk
Sonra ben İstanbul'da yok iken "İçli Kız" basıldığı za­ alınganlığıydı. Canım, benim sözlerime bile bazı alınırdı.
man Ekrem sena ile ilân etmiş idi. Eseri Kemal de oku­ Ben de çekinirdim.
muş. Ekrem'e: "Bu hangi Hâmid Bey oluyor, bizim bildi­
Tevfik Fikret'i Ekrem nezdinde tanıdım. Bir gün Şu-
ğimiz mi?" diye yazmış. İşte muhaveremiz de bu sûrede
râ-yı Devlet'e üstadı ziyarete gittimdi. Yanında tıknaz, es­
başlar.
mer, az bıyıklı bir genç oturuyordu. Ekrem ayağa kalktı.
Bilâhare Kemal sürgünde iken bir defa altı saat kadar "Hâmid, sana istikbâlin en büyük şairini takdim ederim"
Midilli'de görmüş idim. O vakit beyaz bir gecelikle kabul dedi. Avucumun içinde Fikret'in bize "Sis" gibi, "Tarih-i
etti idi. Muttasıl geziniyordu. Daimî bir heyecan içinde Kadîm" gibi şâyân-ı gıpta muhalledât yazacak metin elini
idi. Fakat nutkunda eski cerbeze-i fevkalâde, eski kuvve-i sıktım. Ekrem, Fikret'in âtisini görmek itibariyle hakika­
iknâiye bâkî ve hatta mütezâyid idi. ten üstadâne bir teyakkunda bulundu. Fikret ne melek

Son defa görüşüm de Rodos'tadır. Altı dakika kadar adamdı efendim. İnsan ona baktıkça nezahet, fazilet der­
si alırdı. Hayatımda öyle temiz, öyle vakur ruhlu insana
mülâki oldum. Uyuyormuş. Yanındaki odada da damadı
ender tesadüf ettim.
Rıfat Bey yatıyor idi. Ona söyledim: "Aman müsaadem
yok, görüşmek istiyorum" dedim. Uyandırdılar. Kemal Kendine halef olan nesil içinde Firket ve Cenab, Ha-
pek ateşîn bir adamdı. Harika idi diyebilirim. Kadri bilin­ mid'in en takdirle okuduğu iki şairdir.
memiş eâzımdandır. -Başladığınız devirden bugüne kadar edebiyat ve li­
Düşündü ve aklına bir lâtife gelmiş gibi güldü. san epey terakkî etti, değil mi efendim? Ne düşünüyorsu­
nuz!
-Bilirsiniz, dedi, "Sabr u Sebât"ı Türkler'e dair yazmı­
şımdır. Vefik Efendi, muahharan meşhur Vefik Paşa, bu -Şüphe mi var, Halid Ziya'lar, Fikret'ler, Cenab'lar
tarzda birşey kaleme almaklığımı tavsiye etmiş idi. "Öte­ filân teceddüdü pek ileri götürdüler,
sine berisine de darb-ı mesellerimizden serpiştir" diye -Genç nesil hakkında ümitvâr mısınız üstad? Son ve­
tavsiye etmiş idi. Götürdüm, okudu. "Canım, bu kadar da zin ve lisan cereyanları tetkikinize mazhar oluyorlar mı
darb-ı meselle doldur demedik" dedi, güldüydü. Hani o efendim?
adamlar, hani o kahkahalar! Hepsi toprak oldu. Geçen
-Ee çalışırlarsa fena değil! Parmak veznini ben de
gün bir misafir hanımefendi pek doğru söylüyordu:
birkaç eserimde kullanmışımdır. Fikrimce tiyatroya daha
"Unutmak olmasa yaşamak olmaz" dedi. Doğru değil mi
muvafık geleni odur. Aruz sahnede pek tannan oluyor. O
ama? kadar iyi değil. Terkipsiz yazılara da esas itibariyle tarafta­
Ekrem'le muarefemiz hayli garip olmuştu. Bozdoğan rım. Arap ve Acem usûlü dördüzlü, beşizli terkipler o ka­
Kemeri'nde oturur idik. Bizim evin kapısından ekseri ak­ dar hoşa gider şeyler olmasa gerek. Yeni baştan yazmak
şamları zarif giyimli, kibar edalı bir genç âheste âheste lâzım gelse, ben sade yazmayı tercih ederdim. Fakat alış­
mışım. Terkipler benim kulağıma daha munis geliyor.
320 TÜRK YURDU Sayı 126

Bazı yerde de elzemdir. İfadeye pek ahenk ve tumturak edilebildiği gibi, cuma ve bilhassa bayram namazlarının
verir. Gençlerin içinde zekileri, istidatlıları var. Elbet ne­ büyük bir şaşaa ile ifa olunmasına itina edilmektedir. Her
siller teâküb ettikçe cereyanlar tenevvü edecektir: Yeni taburda bir dershane açılmıştır; Bu dershanelerde
yeni mektepler, yeni yeni nazariyeler zuhuryâb olacak. Kur’ân-ı Kerîm, İlmihâl, Türkçe okuyup yazmak ve Al­

Suallerimin zincirini istemeyerek burada koparmaya man lisanı öğretilmekte, bazı el sanatları da gösterilmek­

mecbur oldum. Çünkü Hâmid'i her gün görmeye alışmış tedir. Yemekler, Müslüman esirlerin kendi aralarından

dostlar etrafında halka teşkil etmeye başlıyorlardı. seçilmiş aşçılar marifetiyle, Şeriat-ı İslâmiyeye muvafık
tarzda hazırlanmaktadır.
Tenha geçen bir iki saat zarfında kendini edebî ma­
zisine ircâ etmiş şair ve sanatkâr Hâmid artık manidar, is- Şimalli Türk esirlerinin ordugâhında imamlık ve mu­

tihzâ-âlûd bir ufak cümlesiyle zairlerine iltifatlar, neşeler allimlik etmekte bulunan yazı arkadaşlarımızdan A. E.

yağdıran kibar bir ev sahibi oluyordu. Efendiden, geçen Kurban Bayramının ordugâhda nasıl
geçtiğini hikâye eden bir mektup aldık. Türk Dünyasının
Müsaadesini rica ettim. Yalnız büyüklükte görülebi­
fikir ve hayat cereyanlarınca ehemmiyetli vâkıa ve düşün­
len o vakur tevazuuyla beni evinin kapısına kadar teşyî
celeri bildirdiği cihetle mektubun bazı kısımlarını aşağıya
etti.
dere ediyoruz:
“Bendeniz için rahatsızlığa katlandınız. Değer miy­
7 Teşrînievvel-i efrenci'ye müsadif cumertesi günü
di?.. Yine beklerim evlâdım." diye elimi sıktı.
Kurban Bayramı olduğundan üserâ ordugâhında ayrıca
Şişli, 23 Teşrînisânî 1331 bir hazırlık vardı. La grecque saat kulesinde Osmanlı-Al-
man bayrakları temevvüc ediyordu. Saat ondan sonra mi­
R u şen E şre f
safirler gelmeye başladılar. Osmanlı Sefiri Hakkı Paşa
Hazretleri, Hariciye Nazırı Halil Bey Efendi, müsteşar Ed-
hem Bey, iki Alman generali, pek çok Alman ve Osmanlı
zabitânı ve talebeleri, ateşemiliter Şükrü Bey, başşehben-
fVîüHABİRLERİMİZDEN
derimiz Lütfi Bey, Abdülaziz Çaviş Efendi ve bilhassa ha-
ALMANYA'DA MÜSLÜMAN ESİRLER
nedân-ı saltanat azasından sevgili şehzadelerimiz Osman
ORDUGÂHINDA KURBAN BAYRAMI
Euad, Şerefeddin ve Abbas Halim efendiler hazerâtı teşrif
Almanların Rus ordusundan aldıkları yüz binlerce buyurdular. Bayram namazına iştirâk için Araplar ordugâ­
esirler arasında birçok dindaş ve nesildaşlarımızın da bu­ hından iki bin kadar Arap kardeşlerimiz de geldiler. Bay­
lunduklarını bilmeyen yok gibidir. Bunlardan birkısmı ram namazı sefaret imamı Hafız Şükrü Efendi tarafından
Memâlik-i Osmaniye'de tavattun etmeyi istediklerinden edâ olunduktan sonra Abdülaziz Çavuş Efendi tarafından
bir hayli zamandan beri kafile kafile dârü'l-hilâfete gel­ kurban kesmenin tarihi hakkında Arapça bir nutuk irad
mektedirler. Alman hükümeti Ruslardan, İngilizlerden, olunup Alimcan Efendi tarafından şimal Türkçesi'ne ter­
Fransızlardan alınan Müslüman esirleri, gayr-i müslimler- cüme olundu. Sonra Alimcan Efendi kendisi bir nutuk
den ayırıp ayrıca ordugâhlara yerleştirmiş ve bunlara "Hi­ irad etti(b Zat-ı şahâne nâmına kurbanlar kesilerek zuafâ
lâl Ordugâhları" nâmını vermiştir. Hilâl Ordugâhlarında ve malûlîne atâyâ-yı şâhâne tevzi olundu. Cemaat-ı müs-
Müslümanların evâmir-i diniyeleri dairesinde hayat geçi­ limîn pek memnun olarak halife-i azâmları ile hanedân-ı
rebilmeleri için muktezî şeraitin mevcut olmasına çok ça­ âlileri ve ordu-yı hümâyunları hakkında tekrar tekrar edi­
lışılmıştır. Bu ordugâhlarda iki cami-i şerif ile birkaç len dualara bir ağızdan "âmin!" dediler.
imam ve muallim vardır. Beş vakit namaz cemaatle edâ

( ü Bu mühim nutkun bazı kısımları ber-vech-i âtidir:


"Arkadaşlar! İslâm âleminin asırlardan beri başlayıp devam eden zaafının pek çok avâmili varsa da, bence onların arasında en mühimi
bizim Hazret-i Peygamberimizin pek çok faydalı buyurdukları arasından hiç olmazsa Haccü'l-vedâ'da emrettiklerinin velev bazılarını da olsa
ifa eylemekliğimizdir. Onların Haccü'l-vedâ'da "Arafat" ve "Mina"da hitap edip maatteessüf pek az birkısmı zabtedilen hutbesinde aşağıki
pek mühim buyrukları bulunuyor:
Sayı 126 TÜRK YURDU 321

RusyalI üserâdan birinin zat-ı şahaneye ve misafirîn-i Saf Türkçe söylenen bu cümleler evvelâ Alican Efen­
kirâm hazerâtına karşı pek samimî ve kalbı teşekkürleri­ di tarafından daha sadeleştirilerek şimal Türklerine, Ab-
ne sefir paşa hazretleri aşağıdaki cümlelerle mukabelede dülaziz Çaviş Efendi tarafından Arapçaya tercüme olunup
bulundu: Araplara anlattıktan sonra "Yaşasın sevgili hakanımız!
Muzaffer olsun onun bahadır ordusu! Allahtı yensu-
Efendiler! Zat-ı şahane yalnız Türkiyeli Müslümanla­
ru's-Sultan!" sadâları arasında merasime hitam verildi.
rın halifesi değil, nasıl Türkiyeli bir Türk'ün, bir Kürd'ün
ilh. padişahı ise Rusyalı bir Türk'ün, Hindistanlı bir Hin- A. E.
dî'nin, Mısırlı ve Afrikalı bir Arab'ın ilh, da halifesi ve şef­
katli babasıdır. Evlâtlarının hepsi de nazarında m uhte­
rem ve sevgili, hepsine de şefkat etmek ve merhamet eli­
ni uzatmak ister. Eakat istediği derecede babalık vazifesi­ BÜYÜK HİKAYE
ni ifa eylemelerine âlem-i İslâmın bu derece dağınık ol­ BABÜRHAN
ması büyük bir mâni teşkil ettiğinden bazen arzu ettikle­
Muharriri: Flora Annastil
ri tarzda muavenet eylemeye muvaffak olamazlar. Takdir
Mütercimi: Halide Edib
mi diyelim, ne diyelim? Her nasılsa âlem-i İslâm hepimi­
zin de gördüğümüz genç hoca efendinin de şimdi hutbe­ Başı y ıl3, cilt 6, sayı 9'dadır.

sinde söylediği gibi bu hâle düşmüş. Cenâb-ı Hak’tan di­ Kendisinden memnun sıçradı; bunlar onun yaptığı
ler ve ümit ederiz ki birkaç sene sonra şimdiki hâlde esir ilk manzum parça idi.
ve mahkûm olan birçok İslâm milletleri yerine mütead-
Bundan sonra yalın ayak vâdilerde ve yamaçlarda do­
did İslâm hükümetleri görürüz. Onlar hepsi de büyük ve
laşırken güzel bir noktada oturur, mısralar dizerdi, çün­
müşfik babaları hakanımızın cenâh-ı himayelerinde me­
kü vücudu ve ruhu pek düşük bir devrede idi. Yirmi se­
sut ve hür yaşarlar. İşte o zaman tekmil Müslümanların
nedir kaderin küçük şeyleri ile dövüşmüştü. Nihayet Eer-
halifeleri olan sevgili hakanımız hazretleri arzu buyur­
gana, Semerkand ve Hisar ne idiler? Allah’ın küçücük
dukları tarzda evlâtlarına babalık edebilirler.
toprak parçaları. Artık bunlardan biraz yoruluyordu, da-

"l-Sakınınız benden sonra kâfirler gibi fırka fırka olup ayrılarak yekdiğerinizin boynuna kılıç vurmayınız! (Müslüm) Peygamberimiz Mek­
ke'deki son hutbesinde bize böyle demişti. Hâlbuki biz bugün ne yapıyoruz? Meydanda değil mi? Maazallah bugün kimimiz Rus, kimimiz İn­
giliz, kimimiz Fransız kumandası altında Hazret-i Peygamber’in o zaman tesis ettiği hilâfet-i İslâmiyenin son payitahtını düşmanlara alıp ver­
mek için kan döküyor ve Müslüman kardeşlerimize karşı kılıç kullanıyoruz.
2- Her birinizin kanınız, malınız ve ırzınız diğerlerinize haramdır. (Sünen-i Ebî Davud) buyurmuştu. Biz bu emr-i celîl-i Peygamberîye itti-
bâ ettik mi?
3- Kadınlarınıza hüsn-i muamele ve hukûk-ı zevciyete riayet ediniz! demişti Sünen-i Ebî Davud). Halbuki en mühimi olan bu meseleye
gelince bizim hâlimiz büsbütün berbat. Biz onlara gelecek nesillerimizin ana ve atalarını yetiştirecek refika-i hayat, hadis-i şerifte buyurul-
duğu gibi şefika-i ruh diye bakacağımıza hemşire ve kızlarımızı ona göre terbiye edeceğimize, söylenmesi pek büyük ayıp da olsa hakikat ol­
duğundan itirafa mecburuz, hâşâ yalnız bizim arzularımız için yaratılan mahlûklar nazarıyla bakarak terbiye-i maneviyelerini ihmal ettik.
Onun içindir ki bizim hiçbirimiz küçük çağımızda, ana kucağında vaktimizde birinci mersiyelerimiz olan analarımızdan mukaddes dinimiz
ve onun tarihî ve müessisî; bü)â.ik milletimiz ve onun şanlı tarihi, hem de Cengiz, Timur, Babür, Süleyman, Selim, Fatih gibi cihangir erleri
hakkında dost ve düşmanlarımız hususunda faydalı bir cümle bile işitemedik. En müessir ve birinci mürebbî olan ana kucağında halis Türk
ve hakikî Müslüman olup yetişemedik.
4- ”Ben gittikten sonra size rehber olarak kelâmullahı bırakıyorum. Eğer de siz ona temessük ederseniz ebediy)^en dalâlete sapmazsınız”,
demişti. (Sünen-i Ebî Davud). Hâlbuki biz Hazret-i Peygamber’in bize büyük başçı diye bıraktığı kelâmullah yerine bir çok müteşebbihler,
cahil sofular tarafından yazılmış, kasten ve cehlen uydurulmuş, birtakım safsatalar ve bin türlü hurafelerle doldurulmuş fakat Arapça yazıl­
mış muzır ve muzıl kitapları kendimize rehber edindik. Kelâmullahı anlayıp onunla amel edeceğimize hiç de anlamadan kuru ibaresini yan­
lış yıınlıış tekrarlamak, tımar diye boynumuza asmak, şifa diye tabaklara zağferanla yazıp içmek gibi pek âdi hatta Şeriat-ı garrâca menhî olan
bir hayli münasebetsizliklerle iktifa ettik ve böylece hidayetimiz için gönderilen kelâm-ı kadîmi cehalet ve hamakatimizden dolayı âmil-i
dalâlet ittihaz ettik. "Yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîran ve mâ-)mdıllu bihî ille’l-fasikîn.”
322 TÜRK YURDU Sayı 126

ha geniş bir ufuk bekliyordu. Haber almak bahanesiyle taklık muharebesinin uzun masalını mırıldanırdı. Düşma­
kendisiyle gelenleri gönderdikten sonra Noyan Gönültaş nın muharebeye kudreti kalmadığından sihirli yağmur ta­
ve bir arkadaşıyla daha beyaz dağlara doğru daima daha şından yardım dilediğini, siyah bulutlar göğü kaplayıp
yüksek, daha yüksek tırmanıyordu ve nihayet dünyanın güneşi kapattıklarını anlatırdı. Göğün gürleyip şimşekle­
en yüksek noktasına geldiler. Orada bir çobanın yün ça­ rin çaktığını, yıldızların gözlerinden boşanan sulardan
dırında misafir kalıyor ve koyun sütü, peynir biraz da gül ikinci defa bir tufan olmaması için Hazret-i Nuh'un sesi
poğaçası ile yaşıyorlardı. Ev sahipleri seksen yaşında bir göklerde dua ederken işitildiğini söylerdi. Sahralarda
çoban olmakla beraber yüz on bir yaşındaki ihtiyar anası kuşlar o zaman balıklar gibi yüzmüşler, atların karınları­
hâlâ sağ, hâlâ bütün kuvâ-yı akliyesine sahip bulunuyor­ nın derisi topraklara yapışmış, okların tüyleri ıslanmış,
du. Timur'un Hind'i istilâsı hafızasında hâlâ ter ü taze idi, yaylar parçalanmış, insan ve hayvan o zaman yağmurdan
belki de o zaman pek genç ve orduda hissen çok alâka­ mecalsiz kalmışlardı... Bu vâdide söylenmesini Babür sa­
dar olduğu bir simâ bulunmasındandı. bırsızlıkla keser:

O sıhhatli bir ihtiyar kadındı. Kurumuş, fakat yanak­ -Hind'e, ana, Hind'e gelelim, ben kendim bile
ları hâlâ elma gibi kırmızıydı. Hele uzun boylu, yakışıklı Hind'de olmak istiyorum, derdi.
ve elâ gözleri o kadar mahzun fakat aynı zamanda o ka­ Ve kadın yine baştan başlayarak, sekiz yüz bin kişinin
dar şen olan genç yabancı onun kilimler için büktüğü ko­ her biri yedi senelik yiyeceklerinden başka yemek biter­
yu yünlerine ve iki sene bakarak dizlerinin dibinde otu­ se sütle yaşamak, süt biterse hayvanın kendisini yemek
rurken, o eski hikâyeleri anlatmaktan azîm bir haz duyar­ için iki sütlü inek, on sütlü keçi ile yola çıktıklarını anla­
dı. tırken Babür dinlemezdi.
İhtiyar el, ipliği çevirirken iki nasıl dönüyor, dönü­ Allah ruhuna rahmet etsin, bu Timur'un cidden âki-
yordu. Böylece kaderin eli de insanların hayatını birer to­ lâne bir hareketi idi. Menzil teşkilâtında her vakit pek bü­
paç gibi gölgeye, ışığa mütemadiyen çeviriyor, çeviriyor­ yük kalmıştı. Fakat Timur'un tercüme-i hâlindeki şu basit
du! cümle asıl Babür'ün büyük ceddinin muvaffakiyetinin
"Bugünlerde henüz Müslüman olmayan Ulu Han kö­ anahtarı idi: "Hind'in beyleri birbiriyle kavga hâlinde idi­
peklerine yiyecek verirken Şeyh Cemaleddin yanına gel­ ler. Kendimi Hint padişahı yapmak istedim ve yaptım."
di. Babür'ün hayalini en çok ateşleyen ihtiyar kadını, bu ma­
ziye bağlayan şahsî tecrübe idi. Fakat bu yarı yarıya unu­
Timur:
tulmuş mazinin parçalarını toplamak her vakit kolay bir
-Ben bu köpekten iyi miyim? Yoksa bu köpek bana
şey değildi. Uzun senelerin yevmî iştigalâtı bunları ört­
müreccah mı? diye sordu.
müştü. Bu teli tekrar ihtiraz ettirmek için pek ince bir te­
Şeyh tebessüm etti ve dedi ki: mas lâzımdı. Fakat Babür bunun anahtarını bulmuştu.
-Eğer han Allah'a iman ederse köpekten iyidir. Et­ "Çeşmedeki Kız” isminde bir Türkmen türküsü vardı ki
mez ise köpek ondan iyidip çünkü köpek bile bir efendi­ her vakit ihtiyar kadının hafızasının anahtarı oluyordu.
ye iman ediyor. Geceleri çadırın ateşi önünde otururlarken Babür kendi
Ulu Han hemen Müslüman oldu." kendine tebessüm ederek derdi ki:

Çobanlar hep birden: Bitmedi.

-Yâ!!! diye mırıldanırken Bâbür büyük istilânın tefer­


ruatını sorardı. Bazen ihtiyar kadın Timur'un askerlerinin
efendilerini takliden nasıl ayaklarını dümdüz bir şekle
soktuklarını ve sol kollarım çarpıttıklarını ve düşmanları­
TÜRKLÜK ŞÜUNÜ
nı nasıl öldürdüklerini anlatırdı. Oklarını ayın düşen yıl­ D algıçlık Şirketi.- (Tasvîr-i Efkâr'dan) "Bazı zevat
dızları fırlattığı gibi fırlattıklarını, katlı yamaçları bir kırmı­ tarafından bu defa "Dersaadet Osmanlı Dalgıç ve Malze­
zı lâle tarlasına benzettiklerini söylerdi. Ve bazen de ba­ me-! Tahlisiye Şirketi" unvanı altında bir şirket teşkil edil-
Sayı 126 TÜRK YURDU 323

diğini sevinçlerle haber aldık. Dalgıççılık işleri şimdiye di cinsdaşlarını kullanmaya başlamışlardı. Bu sûretle sa­
kadar memleketimizde, sair bir çok ticarî ve sınaî teşeb­ natları ellerinden alınan bir çok efrad-ı memleket ateşçi­
büslerde olduğu gibi, maatteessüf ecnebilere ve bu me- lik ve kayıkçılık gibi mesleklere sülük ile dalgıççılık he­
yanda İngilizler ile Yunanlılara inhisar eylemiş idi. Hâlbu­ men tamamen Türklerin elinden gitmiştir. Şimdi Harb-i
ki dalgıççılık), iyi başarıldığı takdirde, gerek müteşebbis­ Umûmî dolayısıyla husûle gelen millî uyanıklık faydaları
leri ve gerek memleket için gerçekten mühim faydalar bugüne kadar, ecnebilerin ve bilhassa İngilizler'in kesesi­
temin eden ve birçok deniz işleriyle alâkadar olarak ev- ne akıp giden bu gibi teşebbüslerin de yavaş yavaş Os­
lâd-ı memleket için bir saha-i sa'y ve gayret temin eyleyen manlI vatanının öz evlâdına göçmesine hizmet etmekte­
müfid teşebbüssâttandır. Hatta bir zamanlar dalgıççılık dir."
sanatına memleketimizin öz unsuru olan Müslüman ve Görülüyor ki milliyet cereyanı bize az bir zamanda
Türkler arasında mensup pek çok kimseler olarak bir çok hayat üflüyor.
hayli evlâd-ı vatan bu sûretle temin-i kâr u kisb eylediği
Bolu'da Tasarruf Sandığı,- Gündelik arkadaşları­
hâlde bilâhere, ecnebî imtiyazların ellerimizi sımsıkı bağ­
mızın verdiği malûmata göre Bolu'da dikici esnafı nâmı­
layan kuyûd-ı takat-fersasından istifade eyleyen İngiliz­
na bir tasarruf sandığı tesis edilmiştir. Halkımızı fikr-i ikti­
lerle Yunanlılar Osmanlı memleketinde dalgıç şirketleri
sada alıştırmak için en mühim çarelerden olan bir teşeb­
teşkil etmişler ve bu sanatında ehl-i tecrübeden olan
büs memnuniyete şâyândır. Bu yeni müesseselerimizin
Müslüman dalgıççıları yavaş yavaş işten el çektirerek ken­
her ikisini tebrik ederiz.

Tashih:

Yıl: 5, cilt 11, sayı 8’de çıkan Fâzıl Ahmed Beyin “Dördüncü Zemzeme”sinde “Sübhavın” kelimesi iki kere mürettip
hatası olarak “süphan” denilmiş ve 7. kıt’anın son mısraındaki gab gabından kelimesi de karıştırılmış olduğundan maa’l
itizar tashih olunur.

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf ‘Kader” Matbaası


j@«Al jmI ^
m m ^

TÜKK^UKDU
Xür£leritt TaidesinC' CaUsır

YIL: 5 SAYI; 127 (19 UnhisM 1332-1 Şubat 1917)

û ft- d e ^ ^ fi d e d c ^ ç c id n ^

H â n ’ın Sazına / M eh m ed E m in

Terbiye-i Bediiye(4) / İb rah im A laad din

Şairi Emin Beyin Şiirlerinin Tahlili / H aşan Z ek i

FeTz/ Eserler: La Pensee Turque / S.

Türklük Şuûnu: Eakirler için-Konya’da Elektrik ve Tramvay-

Musiki Encümeni ve Dârülelhan-Âsâr-ı Nefise Müzesi-

H ukuk Komitesi-Millî İstiklâl /


Sayı 127 TÜRK YURDU 327

TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar

EDEBİYAT

HAN'IN SAZINA Etrafımıza baktıkça bizi her veçhile incitebilecek ma­


hiyette bulunan eşya ve hadisât arasında bediî duyguları­
Tatar Kardeşlerime
mızı kemiren kısımların da tadâd edilemeyecek kadar
Ey acıklı saz uyan, hınçkırt yine telleri!
mebzul olduğunu görüyoruz. İnsan umûmî yerleri bil­
Bize eski "Kazan"ın son gününü nakleyle;
hassa çocukların fazlaca temas ettikleri tiyatro, sinema,
Bize dinlet son hanın okuduğu bir şiiri;
karagöz ve meddah gibi mecmaları düşündükçe Rousse-
Bize çarın zulmünü anlat yanık bir dille.
au’nun "Emil'inde "Her şey Sâni'in elinden çıkarken iyi­
dir; herşey insanların ellerinde bozulur." mukaddimesiy­
Söyle kaç bin ev yıktı, Tatar boğdu o tufan?
O gün Kıpçak mahşere benziyormuş değil mi? le başlayan sözlerine bütün kabile taraftar oluyor. Kapıla­
Nerde bir ak kuş olup Süd gölüne uçan han? rının önünde musiki şeklindeki çığırtkanlarıyla, yazıların­
O bir mavi adada geziyormuş değil mi? da, resimlerinde, renklerinde bile bir katre-i ahenk ve za­
rafet bulunmayan ilânlarıyla çocukları celbeden temaşa-
Ah yüz elli bahadır, yeşil giydi kırk diyar; gâhlarımızın azîm bir ekseriyeti binaları, dahilî tertipleri,
Bülbüllerle şenlendi, baykuş öten bin mezar; arz ettikleri temaşalar itibariyle herkes için, bilhassa ço­
Lâkin o kuş konmadı "Hanmescid"in üstüne. cuklar için ne kadar elim tesirleri hâizdirler.

Her memlekette tiyatro umûmî harsın inkişafı için


Turnalara söyle ki, uçsunlar Süd gölüne;
en mühim bir müessir oluyor. Edebiyat cereyanlarının
O han gelsin, kurtarsın kölelikten milleti;
Artık "İdil tahtUnın kurulacak saati!.. büyük hatlarını, musiki, lisan ve resmin en güzel
nümûnelerini, uzak veya geçmiş kavimlerin mahsusatını
Mehmed Emin
bediî bir hülâsa tarzında tiyatrolarda telâkki eden halk
uzun mütalâa ve tahsile muhtaç olmaksızın seviyesini
yükseltmiş oluyor. Avam bile temas edemeyeceği yüksek
âlemlerde, eski saray ve kibar hayatlarında nasıl konuşul­
TALİM VETERBİYE duğunu, nasıl giyinildiğini, nasıl döşeme ve tezyinat ya­
pıldığını anlayarak zevk için intibahlar yapmaya ve Ee-
TERBİYE-İ BEDİİYE
eri’lerin ve daha türlü güzelliklerin delaletiyle servet-i ha­
4 yal iktisab etmeye imkân buluyor. En ümit edilmeyen iş
Zevk-i selim ve hiss-i bediî terbiyesinin mektebe ait adamlarının bile size yüksek eserlerden, bestelerden, bü­
vesâitinden bahse başlamadan evvel umûmî muhit tesi- yük sanatkârlardan bahsedebilmeleri ancak tiyatro saye­
râtında bir an için tevakkuf etmek istiyorum. sinde değil midir?
328 TÜRK YURDU Sayı 127

Hâlbuki bizde bediî heyecan veya hiç elmassa zevke meselâ Zürih gibi bazı memleketler balkonlarından birer
ait ufak bir itminân ile tiyatro binalarının terk edildiği va­ çiçek bahçesi taşan binalarıyla baştan başa bir şehr-i Hür­
kıa herhâlde pek nadir istisnalardandır. Hiç olmazsa ti­ müz hâlindedir.
yatrolarda tabiî ve temiz bir Türkçe işitmek mümkün ol­
Çiçek onların hayatına ne kadar çok karışmıştır. Pa­
saydı... Heyhat! Lisana yabancı oyuncuların halka ve
zardan avdet eden bir aşçı kadının sebze sepetine, müte-
gençliğe tesiri bugün bazı ana mekteplerinde milliyet ve
vazî bir amele sofrasına varıncaya kadar her yerde çiçek
lisana yabancı muallimelerin küçük Türk yavrularında
muhakkak tesadüf olunan bir ihtiyaçtır. Yalnız hayat de­
yapmaları tabiî olan umûmî ve lisanî tesir kadar fena ve
ğil, ölüm bile çiçeklerden mahrum bulunmuyor. Mezaris-
§âyân-ı eseftir. Bahsettiğim ana mekteplerinde bulunmuş
tan musanna türbeleri, âbideleri, büyük ve küçük heykel­
çocukların "sus ol" şivesinde Türkçe söylemelerine kıya-
leriyle bir sanat meşheri olduğu kadar âdeta bir çiçek
sen tiyatrolara fazla giden kızlarımız arasında tıpkı orada­
bahçesi gibidir. İnsan o güzel çiçekli makbereler arasın­
ki gibi iğreti bir sadâ ile konuşanlara ne kadar tesadüf et­
da gezerken ölümden daha az tevahhuş eder. Bugün bi­
tim. Maamafih telkin ve taklide kabiliyetle mümtaz olan
zim en muazzez vücutları sinesine tevdî etmediğimiz
çocukluk âlemine o müesseselerin tesiri yalnız bu kadar­
topraklar bir daha ziyaret edilemeyecek derecede peri­
la kalsa yine pek hafif olurdu.
şan ve ye's-âverdir. Müzej^en türbelere, âbidâta mücavir
Ahlâk ve zevk için birer terbiyetgâh olmak lâzım ge­ makberelere bakılırsa ecdadımızın bu hususta da bizden
len bu ticarethâneler ifa ettikleri makûs hizmeti hiç ol­ yüksek düşündükleri görülüyor.
mazsa yavrularımızdan diriğ etselerdi... Fakat bu fedakâr­
Halkı beşikten mezara kadar güzelliklerle muhat bu­
lığı kendilerinden ümit etmek elbette safderûnluk olur.
lunduran avâmil-i muhitiyenin birden bire tahakkukunu
Sinemalar Avrupa'da olduğu gibi çocuklara mahsus istemek şüphesiz muhali beklemek olur ve biz de mu-
şiryeler tedarikine ve günler tahsisine mecbur edilse ve hit-i umûmînin bu noksanını yine en çok mekteplerden
mucib-i tahassüs şeritleri çocukların zararına teşhirden başlamak sûretiyle tashih ve telâfiye çalışmaktan başka
memnu bulundursa, karagöz ve meddah gibi ekseriyetle çare yoktur, zannederim.
pek galiz olan tahallüflerin gılzetleri zabıta-i bediiye ve
Şu hâlde mektebin dahil ve haricini zevk-i selîm üze­
ahlâkiyece tahfif olunsa, diplomasız etıbbâ gibi cahil te-
rinde mesut izler bırakacak sûrette tanzim ve tezyin et­
maşacılar ve tulûatçılar serbest bırakılmasa halkımız ve
mek için yapılan ve yapılması mümkün olan mesaî ve te-
bilhassa çocuklarımız bir hayli zevk ve ahlâk hastalıkların­
dabirden bahsedelim:
dan kurtarılmış olurlardı. "Jorsan" İtalya'da insanların sa­
Çocukluk hatıralarını neşreden müellifler arasında
natkâr doğmalarının sebebini kendi kendine sorarak
mektep muhitinden duydukları nefret ve istikrahı söyle­
"Çünkü -diyor- onlar güzelliklerle muhâttır. Biz, Fransız-
yenler içinde okudukları binaları, haricî ve dahilî cazibe-
1ar ise çirkinlik ve âdilik içinde yaşıyoruz." Aynı telehhüf
sizlikleri, kalın duvarları, demir parmaklıkları, boş avlula­
memleketimiz hakkında izhâr edilse o büyük kadının ih­
rı, râtıb ve muzlim teneffüshâneleriyle birer mahbes
tiyar ettiği kadar mübalağa yapılmış olmazdı.
hâlinde tasvir edenler pek çoktur.
Memlekette sanatın bu kadar çorak kalmasına içinde
Gerek bu şikâyetlerin hâsıl ettiği aks-i tesir ile gerek
yaşadığımız muhitin, takip ettiğimiz tarz-ı hayatın kat’î te­
millî harsın mektepten itibaren i'lâsı endişesiyle Avru­
sirleri var. Issız, ölü mahallelerin, ağaçsız, çiçeksiz, dar ve
pa'nın her tarafında zevk ve sanatın mekteplere idhaline
kirli sokakların ziyasız, kasvetli evlerinde hakikî bir sanat
çalışan bir çok heyetler teşekkül etti.
hayatının fışkırmasını beklemek bir mâlihülya olur.
Mektepte sanatı terviç eden harekâtın ilk defa Al­
Millî zevki yükseltmek hususundaki vesâit meyanın-
manya’dan doğduğunu söylüyorlar. Orada bediî terbiye
da medenî memleketlerde yalnız muntazam sokaklar,
hususundaki şahsî teşebbüsler, nihayet Hamburg'da mu­
umûmî bahçeler, müzeler, heykeller, tiyatrolar yapılmak­
allimlerden müteşekkil mühim bir cemiyeti vücuda geti­
la iktifa edilmiyor; hatta bazı şehirlerde halk evlerini çi­
riyor. Muhtelif vesâit için dokuz şubeye ayrılmış olan bu
çeklerle süslemek hususunda teşvik edilerek en ziyade
cemiyet muntazaman verdiği konferanslar ve konserler­
muvaffak olanlara ikramiyeler tevzi olunuyor. Bu sayede
Sayı 127 TÜRK YURDU 32 9

den maada vasıta-i ne§r-i efkâr olmak üzere aylık bir mec­ tertipte sona bırakılmıştır. Muallim mecmuasında tahas-
muaya da sahip bulunuyor. Bu kabil muallim cemiyetle­ süsâtını yazan muhterem zair Cenevre'de ibtidaî mektep­
rine mukabil Almanya'nın bazı şehirlerinde (Hayat-ı Etfâl- lerini yahut yeni inşa edilen kız lisesini de ziyaret etmeli
de Sanat unvanıyla ebeveynden müteşekkil cemiyetler ve bunlardan bahseylemeliydi. Çünkü bize teselli vere­
de var ki en mühimi Berlin'de olup 1901'de bu nâm ile cek nâdir ve fena misalleri aramaktan ziyade ibret-bahş
bir sergi küşad etmiştir. Bu sergi "Mektep Yuvasının Tez­ olacak iyi ve mebzul delilleri görmeye muhtacız...
yini", "Mekteplilerin Resimleri", "Resimli Kitaplar" isim­
Belçika'nın da mektep hayatında sanatı terviç husu­
leriyle üç kısmı muhtevi imiş. Almanya'nın bütün irfan sundaki teşebbüsâtı Fransa'ya meşk-i taklîd olacak dere­
merkezleri ya bu kabil cemiyetleriyle yahut mektep tez- cede feyyaz idi.
yinâtı için mühim meblağlar tahsis eden belediyeleriyle
Sanayi-i nefîsenin vatanı olmasına rağmen bu husus­
bu maksadı tervîc ediyorlar.
ta geri kalan İtalya'da ve nihayet İspanya ve Rusya'da bile
Fransa'da mektebi çiçeklerle donatarak cazip, mekteplerde sanatın tem ci için yeni yeni teşebbüsler zu­
şevk-âlûd bir yuva hâline getirmek fikri on altıncı asırda hur etmektedir.
Montaigne tarafından bile söylenmiş olmakla beraber fi­
Bizim için en şâyân-ı ibreti komşumuz Bulgaristan'ın
iliyat hususunda birincilik yine diğer memleketlerde kal­
da bu meselede şâyân-ı tadâd faaliyetler göstermiş olma­
mıştır. Maamafih münferit ve dağınık teşebbüslerin neti­
sıdır. Resim Muallimi Mösyö Palaşef isminde bir zat terbi-
cesinde reis-i cumhurun himayesi ve ayandan Mösyö
ye-i bediiyenin Sofya'da ilk teşebbüskârı olmak ve büyük
"Koyba"nın riyasetiyle en bü)Tik sanatkârlardan müte­
ressamların tablolarını mektepler için kabil-i tedarik seri­
şekkil ve "Mektepte Sanat" unvanıyla 1907 Şubat’ında bir
ler hâlinde neşretmekle beraber Gençlik tabloları
cemiyet-i milliye teessüs etti. Gayesi, "Çocuğa tabiat ve
unvanıyla bir kitap da telif eylemiştir.
sanatı sevdirmek. Mektebi onun için daha cazip bir hâle
koyarak zevkin teşekkülüne ve binnetice gençlikte terbi- Bizde ne tedrisat hususunda yapılan inkılâp esnasın­
ye-i ahlâkiye ve içtimaiyenin tenmiyesine çalışmaktır." da, ne de mektep bina ve levazımının tecdidi sırasında
bediî endişenin bir mevki tutmuş bulunduğunu zannet­
İngiltere'de 1883 senesinden beri "Mektep İçin Sa­
miyorum.
nat" ismiyle mevcut olan heyet Londra mekteplerinin ih-
tiyac-ı sanatını temine çalışmaktadır. Bundan maadâ Programlardaki resim, musiki, inşad, el işleri ve ter-
Fransa'dakine müşabih ayrıca bir heyet de teşekkül et­ biye-i bedeniye gibi derslerin bu husustaki hissesi, zan­
miştir. İngiltere'de bilhassa Amerika'da mektep sarayları­ nederim tertip ve tedris edenlerin ekseriyetince gayr-i
nın salon ve koridorları heykeller, tablolar ve her nevi gü­ meşûrdur.
zellikler ile tezyin edilmek üzere ancak o memleketler Bediî bir maksatla içtima eden İstanbul Muhipleri
için mutasavver olacak sûrette azîm meblağlar sarf edili­ Cemiyeti mektepleri sûret-i hususiyede nazar-ı dikkate
yor. almaya lüzum görmemiş ve her nevi terbiye tesiratını
Hollanda, İsviçre ve Belçika gibi Avrupa'nın küçük tetkik ve ıslâh için teessüs eden Millî Talim ve Terbiye
medeniyet ocaklarında bu husustaki gayret istisgâr olu­ Cemiyeti zevk ve sanat terbiyesini hususî ve şâyân-ı dik­
namayacak derecede mühimdir. İsviçre'nin birer inci gi­ kat bir noktadan görmeyi belki bir istical addeylemiştir.
bi mini mini ve temiz şehirlerinde ibtidaî mektepleri ufa­ Meselenin ehemmiyeti ve diğer tedabir ile birlikte
cık saraylar hâlindedir. Çoğunun şâyân-ı dikkat ve telkin- yürümek hususundaki lüzum ve imkânı tekrar etmekten
kâr tarz-ı mimarîleri var. Hemen hepsi pencerelerinde çi­ ise bizde tatbik edilebilecek tedabirden bahsetmek daha
çekleri, bahçelerinde yeşillikleri, köşelerinden ve sütun­ müfid olur.
larından tırmanan zarif yapraklı nebatlarıyla birer mesut
Evvelemirde mektep binası. Ale'l-ıtlâk muhteşem
yuva manzarası arz ederler. Şâyân-ı dikkattir ki mektep
mektep binaları yapılmasını istemek şüphesiz hülyakâr
binalarının tecdidine ibtidâî mekteplerinden başlanmış
bir temenni olur. Fakat idaresinde zevk endişesi de hâ­
ve Muallim’in bir nüshasında mucib-i şikâyet ve hicvolan
kim olursa en gayr-i müsait binalar da mümkün mertebe
Cenevre'deki eski bir lise tarzında tâlî müesseseler bu
330 TÜRK YURDU Sayı 127

cazip bir hâle neden ifrağ edilemesin? Elimizde tabiatın mezdim, fakat herhâlde hissediyordum ki tıfılâne guru­
ibzâl ettiği vesâit var. Zaten Fröbel’in çocuk bahçelerin­ rum bu yeni binaya intisap ile okşanıyordu.
den, yeni mekteplerden, açık hava mekteplerinden, or­ Bugün aynı köyün civara hâkim bir tepesinde küçük
manlarda teşkil edilmiş mekteplerden, tatil zamanlarında bir ana mektebi Nevfer Mektebi var ki hava ve ziyasıyla,
kırlarda yapılan talebe müstamerelerinden gaye, en ziya­ muhat olduğu tabiat ve içinde yaşayan serbest ruh itiba­
de çocukları serbest bir tabiatla hâl-i temasta bulundur­ riyle tasavvur ettiğim gayeye pek yakındır. Orada okuya­
mak arzusu değil midir? Mebzul hava ve ziya, ağaçlar, ye­ bilmek için maziye rücu etmek isterdim.
şillikler ve çiçekler mektebin en kolay bulunur ve en zi­
Hepimiz hatıratımızla da buluruz ki çocukluğun kal­
yade müfid olur ziynetleridir. Birçok yerlerde hatırlıyo­
bini kazanabilmek için mektebe ilk muvaffakiyeti bahş
rum ki mektep bahçeleri ya tamamen yahut kısmen seb­
eden binanın şekl-i haricîsidir. Bu mazhariyetin temadisi
ze bahçesi hâline ifrağ olunur ve onun temin edeceği
diğer vesâitin temin olunmasıyla mümkündür ki onlar­
cüz’î menfaat çocukların serbest koşup oynamalarına
dan da takip edecek makalede bahsolunacaktır.
tercih edilirdi. Konak iken oldukça muntazam ve çiçekli
bahçeleri bulunan binalar mektep olduktan sonra artık İb ra h im A la a d d in
içinde tavuk beslenecekmiş gibi küllük şekline girer;
taraçaları, havuzları, fıskiyeleri iptal edilir. Belki çocukla­
rın serbest oynamaları lüzumu medhal gibi en şâyân-ı
dikkat yerlerin de ağaçlı ve çiçekli bulunmasına mâni ad­ TAKRİZ ÜE İNTİKAD
dolunur. TÜRK ŞAİRİ EMİN BEYİN ŞİİRLERİNİN TAHLİLİ
Taşralarda, hatta İstanbul'a civar köylerde samanlığa Emin Beyin Gayesi; Türk Sazı; Didaktik Eserlere İhti­
benzeyen sefil mektep odalarından bahse bilmem hacet yaç; Felsefî Parçalar; Dicle Önünde; Şiir ve Gölgesi; Bir
var mı? Memleketimizde biraz seyahat etmiş olanlar bilir­ Hatıra...
ler ki küçük, büyük her şehrimizde uzaktan bakılınca en
Şiirin akşamını yine şairler vücuda getirirler... Bunun
hâkim yerlerde güzel binalara tesadüf edilir. Bunlar mek­
için nevileri şahsa göre değişir... Fakat umûmî bir nokta-i
teptir. Fakat maalesef bize ait değil. Bence en basit bir
nazardan onları muhtelif kısımlara ayırmışlardır. Bunlar­
köye muhteşem bir mektep yapmak israf addolunamaz.
dan bir kısmı ferdî duygularını yazanlar, yani münzevî ruh­
Çünkü Anadolu'nun ümran ve temeddününü tevlîd ede­
larının kapılarını harice kapayarak yalnız kendi boğulmuş
cek olan mektepler halka binalarıyla da rehber olmalıdır.
arzularını, hicranlarını, gayesini kaybetmiş aşklarını teren­
Temenni olunur ki mektep binaları için biraz daha him­
nüm edenlerdir. Bunun esbabı şairin almış olduğu terbi­
met bezi edilmiş ve bilhassa onlara yakışır bir tarz-ı mi­
yede ve bilhassa uzviyetinin tarz-ı teşekkülünde bulunabi­
marî ittihaz olunsun. Eski, metruk konaklarda, senede
lir. Bazı ruhlar hasta odalarını andırırlar. Orada yavaş söy­
birkaç defa değiştirilen kira evlerinde bediî değil, sıhhî
lemek, yavaş yürümek, heyecan verecek bâhisler etme­
tertibat da yapabilmek ne kadar müşkildir. Mekteplerimi­
mek lâzımdır.. Çünkü duygularını nâkil levâhık-ı lâmise
zi evvel emirde bu göçebelikten kurtarabilsek birleşme­
(=antennes) pek incedir; derhal müteessir olur... Belki
ye esastan niyet ettiğimiz sabit olurdu...
en müessir şairler bunlar içindedir. Rousseau, Maupa-
Küçüktüm. Çengelköyü'nde oturuyorduk. Camiin ssant, Nietzsche hep aynı fasileye mensupturlar. İnsanları
yanındaki odadan başka mektep yoktu. Anlatmadan ez­ daima muhtazar güzellikler müteessir etti. Kalpler her za­
berletmek usûlü kadar mektep odasının bahçesiz, dar ve man büyük duygularını hazanlara, gurublara karşı hissetti­
sıkıcı muhiti oraya ancak sürüklenerek gitmeme sebep ler. Çünkü hepsinde hatıralarla dolu bir sonbahar ve ya­
olurdu. O esnada havuz başında bahçe içinde yeni inşa hut gözyaşlarıyla teşyî ettikleri bir gurub yaşıyordu...
edilen mektep bitti. Evvelkine nispetle çok muntazam ve
Diğer bir kısım da nâsihlar, m ürşidlerdir.. .Duygula­
güzel olan bu binaya ne kadar alâka ve heyecan ile koş­
rının elyafını bir örümcek ağı gibi halkın üzerine açarak,
tuğumu hâlâ hatırlarım. Sıhhî ve bediî ihtiyaçları düşüne­
umûmî seslerden müteşekkil sadalarla şiir vücuda geti-
Sayı 127 TÜRK YURDU 331

Tenlerdir. Onlar yollarının ötesinde büyük bir mefkûre, Beyin mukaddes rüyasının fethedileceğine pek ziyade
bir cennet keşfetmişlerdir. Artık halkı inhitattan kurtara­ imanı vardır:
cak yegâne çare o gayeye yetişilmek olduğunu ruhlarının "Milliyetler asırlardan kopup gelen sellerdir.
bütün kuvvetiyle zannederek tehalükle koşarlar. İşte Önlerine ne çıkarsa sürer, yıkar, devirir. "
Emin Bey de öyle bir mürşiddir:
"Türk Sazı" şairi için tabiatın ezelî güzellikleri, aşkın
"Ey milletim, yüz milyon yine senin neslindir; renkli bahçeleri, mu'tekiflerin yüksek dağlar başlarındaki
Sarp Kafkas’la Erciyes sisler gibi nıhlarını saran kederleri ehemmiyetsizdi. Bu
Hiç bir vakit Türkleri kardeşlikten ayırmaz.. .
mevzuları başka bir zamana talîk ederek şimdi karşısın­
daki yoksullukların, sefaletlerin, ölümlü hazin manzarala­
Anavatan, Çuvaş'ı, Azerî'yi, Başkurd'u,
rın verdiği duyguları bestelemek istiyordu:
Sarfı, Fin'i, Kalmuk'u aynı kanla yoğurdu. "
"Elimdeki şu üç telli saz ile
Şayet milleti isterse Altay, Sibirya, Harezm, Hive, Bu­
Milletimin felâketli hayatını söyleyim;
hara ilh. hepsi "Yeni Turan"ın sınırına geçecektir. Artık
Dertlilerin göz yaşını çevrem ile sileyim..."
"Osman ile Nadir'in", "İlhan ile Babür'ün" kardeş olan
milleti bir rüyaya dalacaktır. Sonra o vefalı Kırgızlar, Ta­ Çünkü tarihinin uzak senelerinde "Dünyalara hük­
tarlar, güzel yüzlü Macarlar kalpleri Türklük aşkıyla çar­ mederek, demir zırhlar kuşanmış ırkları titreten bir mil­
parak gelecektir. Hepsi "candan kopan seslerle kutlu ol­ let" eski şerefini kaybediyordu. Artık haykıracak, mezar­
sun diyecek"ler. lıkların yosunlu taşları üzerinde aks-i sadâlar uyandıra­
cak, seslerinin ihtizâzlarıyla yeni ruhlar yaratacaktı:
O zaman ise bu büyük Turan ili şarkın yeni bir Ber­
lin'i, Viyana'sı, Londra'sı olarak Garba hüküm sürecektir.. "..... şairleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir!."
Milliyetimiz, asırlardan beri tamamiyle unutulmuş gi­
"Türk Sazı" muhtelif kısımlara ayrılmıştır: Evvelâ
biydi. Hatta İçtimaî bir mefkûremiz bile yoktu. Bu güneş­
büyük bir ümit ışığıyla karanlık ufukları aydınlatarak
siz kalmış metrûk hıyâbânlara zekâsının berrak ziyalarını
gençlere vazifesini, halka saadet ve hürriyetini, sonra her
bir güneş gibi Emin Bey isâr etti.. Fakat, bu bir icat değil­
meyvedâr ağacın ne büyük eziyetlerle vücuda geleceğini
di: Ruhumuzu, bizi asıl yükseltip parlatacak olan millî ru­
anlatır... Orada ahlâksızlığın, cehaletin, tenbelliğin, duy­
humuzu asırlık uykusundan uyandırmaktı. "Beşeriyetin
gusuzluğun bizi ne muhlik uçurumlara sürüklediği izah
geçmiş devrelerde tesahüb ettiği fakat zayıf ve cenini bir
edilmiştir; hatta bazen bu bir itâb şeklindedir:
hâlde bulunduğu için lâyıkıyla inkişaf edemeyerek gizli
kalmış nâmütenâhi istidatları vardır ki çok zaman sonra "Hep gençlerin cenaze mi, beşiklerin tabut mu?
hatta asırları müteakip bariz ve mütekâmil olarak bütün "Bugün senin ölüm müdür uyuduğun bu uyku?"
şevkiyle zuhur eder. Bazen bir istidadın, bir faziletin filân Emin Bey hayata karşı gözlerini açtığı zaman yeri ve
devrenin insanlarında veya filân kimselerde kaybolduğu­ semâyı boş görerek nevmîd başını dayayacak bir istinad-
nu görürsünüz. Fakat vakit müsait olursa onların oğulla­ gâh aramadı... Önünde sarayları, kışlaları, viraneleriyle
rını ve yahut hafidlerini beklemelidir. Çok zaman büyük geniş bir saha vardı ki ona karşı en kudsî bir vazife ile
pederlerinde görülen bir hasleti ifşâ ederek cedlerinin mükellef olduğunu duyarak:
tercümanı olurlar. Hepimizde meçhul mezruat, meçhul
"Kur’ân benim kalbimden nasıl bir şey dilerse,
bahçeler vardır. Bu fikri daha iyi izah için: "Hepimiz vak­
"Tarihim de hu kalpten öyle bir şey istiyor. "
ti gelince feveran edecek için için çalışan volkanlarız...”
diyelimfb. diyordu. İhtimal ki onun mesleğini geçenki edebiyata
nispetle sükût addedenler bulunuyor, hatta bazı küçük
Filhakika bizde de milliyet cereyanı inkişaf edebil­
düşünenlerimiz Hâmid'in, Fikret'in nefis parçalarını alıp:
mek için ancak bugünü bekliyormuş, denilebilir. Emin

( b Friedrich Nietzsche; "Şen Bilgi", 9. vecizeden.


332 TÜRK YURDU Sayı 127

"Bugünkü yazılarda böyle bedialara tesadüf ediyor "Rübab-ı Şikeste" gibi büyük bir hades^intuition kuv­
musunuz?" diyorlar, "Rübab-ı Şikeste"deki enfüsî sanat, vetiyle yazılmış fikir âbidelerini yabancı lisanların, yaban­
"Halûk'un Defteri'ndeki" insanlığın en yüksek terakki ve cı kelime ve terkiplerin zâlim mahfazaları arasında esir
medeniyet şâhikasına çıktığı zaman düşüneceği gaye ettiler...
hiçbir zaman inkâr edilmez... Hâlbuki henüz milliyetler
"Ölü Kafası" umûmiyet kesbetmiş fikirleri havî ol­
asrındayız. Henüz hakikatin korkunç meskeni açılarak:
makla beraber hayat hakkında bir fikir edinmemiş olan­
-"...Taşları kaldırmak için sarf ettiğim mütemadi lar için istifadeli bir parçadır, "Çekiç Altında" serlevhalı
gayret "sevk-i tahiî"me her kuvveti verdi. İşte şimdi en şiirde:
son taşı kaldırıyorum. Korkunç hakikat bütün çıplak­ "Bilmez misin yâr eliyle incitilen gönüller
lığıyla karşımda görünüyor...d)" Çok zamanlar sızlayıcı yaralarla âh eyler"
diye haykıranların boğuk sesleri müfekkirelerinden hari­ gibi pek doğru, hatta bir darb-ı mesel olmak mahiyetini
ce çıkamıyor. Bugünkü hayatımızı bütün kuvvetiyle an­ hâiz satırlar okuruz. Şüphesiz ki insanların en dişli düş­
cak mutaassıp bir milliyet zihniyeti devam ettirebilir. Na­ manları dostları içinde bulunur, onlar zehirli yılanlardan
mık Kemal toprağı, Hâmid meâlîyi, Fikret insanlığı sev- daha muhlik yaralar açarlar...
dirttiyse Emin Bey de bize milliyetimizi duyurdu; yüzü­ Türk Sazı'ndan sonra Emin Bey daha ziyade sanatkâr
müzdeki birkaç çehreden müteşekkil maskeyi atarak bir üslûp kullandı. Bunu "Dicle Önünde" isimli son kita­
hakikî çehremizi göstermeye çalıştı. bında görüyoruz:

Sanat cihetinden bugünkü lisan henüz öksüzdür. "Düşüyordu ilk akşamlar;


Bunu ancak zaman telâfi edebilecektir. Her yeni başlayan Dereleri hayaletler bürüdü..
edebiyat senelerce kurak ve ıssız vâdileri geçtikten sonra Kararmıştı solgun çamlar
Dev gölgeler ufka doğru yürüdü ."
gölgeli, yeşil vahalar buldu.
Nezih ve her hususta güzel bir kıt’a ile başlayan bu
Emin Bey "nasih=didactique" bir şairdir. Eserlerinde
eser uzak semâların yıldırımlı bulutlarını, beyaz saçlı dağ
daima müessir hitabeleriyle "İşler ve Günler" müellifi es­
başlarını, "Palandöken"in uçurumlu yollarını, Karasu’ları,
ki Yunan şairi "Heziyud" gibi sa'ye, terakkiye koşmaklığı­
Fırat’ları bütün ihtişamıyla gösterdikten sonra ilk kısmını
mızı haykırıyor... kalplere gurur veren şu satırlarla bitiriyor:
"Türk Sazfında: "İlim", "Ölü Kafası", "Bir Delikanlı­ "Hârelendi durgun yollar,
ya", "Çekiç Altında", "Benim Rüyam" gibi fikrî parçalar da Kumlar oynak deniz gibi dalgalandı.
bulunur. Bunlar arasında en büyük kıymeti hâiz olan Rabb’e kalktı düşük kollar
"İlim" manzumesidir. Bu parça da meselâ: Mihraplarda bir ümitli ses uyandı. "

"Tâliadı değişerek arzu oldu, sırra ilim denildi..." "Çadırlarla her yer doldu;
Orman oldu süngülerle dağlar taşlar
mısraındaki gibi umumileşmemiş fikirlere tesadüf edilir. Ölgün çöller hayat buldu
"Yaşamak Kavgasfında Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin: Gölge vurdu Diclelere arslan başlar. "
"Zerre hâ didem dehâ nişân cümlehâz Şiir bir kaside, bir sone, bir kıt’a değildir. O bazen bir
Gerbegûyem başed dirâz” mısra hatta bir kelime içine girer ve ruhu o kadar geniş­
tir ki esirî gölgesini kendisinden pek ilerilere uzatır. Bu
beytindeki mazmûnun güzel bir ifade ile tafsil ve tevsî
eserde Emin Beyi hassas bir şair olarak gösteren par­
edildiği görülür. Şarkın mütefekkirleri şimdiye kadar bil­
çalara tesadüf ediyoruz:
gilerini ya sade kendilerine söylediler veyahut "Mesnevi",

( b Friedrich Nietsche: "Zerdüşt'ün Şerhi İçin"- 51. Vecizeden.


Sayı 127 TÜRK YURDU 333

"Onlar ki çiçeksiz kırları taşsızdır; -Gerek aruz ve gerek hece vezninde istediğimiz
Bu canları gölgeler, artta kalan rüyalar. ahengi, bize usanç vermeyecek musikiyi bulamıyoruz.
Sevenleri gelmeyen toprakları yaşsızdır; Başka bir "ton", başka bir nağme lâzım... diyordu.
Bu kalplere ağlaşır; yalnız yetim sevdalar!.."
Bunun üzerine Emin Bey:
Bu, yaşlarla işlenmiş satırı okuduktan sonra gözlerin­
-Evet, dedi. Bunu ben de anlıyorum. Sizin aradığınız
den taşan tesirleri zabtedebilecek yurt aşkı besleyen
ahengi bulacağım ve yakında şiirlerimde o musikiyi his­
hiçbir kari tasavvur olunamaz...
sedeceksiniz...
"Bakın bütün Çanakkale kızıl kara
Bu sûrede daima yeni ve mütekâmil bir gayeye
Dört ufuktan yara gibi kanamada"
müteveccih muhterem şairimizden daha pek çok şeyler
hitabıyla mahmur ufuklarda hicran ağlayan müşfik göz­ beklemekte haklıyız...
leri; şüphesiz valide, hemşire veya sevgili gözlerini katre
Çengelköyü, 10 Kânûmevvel sene 1332
katre bir yara gibi kanarken gösterdikten sonra:
Haşan Zeki
"Şu Rumeli bir anasız öksüz gibi,
Anadolu hicran dolu göğüs gibi."
bediasını düşünen şair bazen hülyalı, sevimli tezatlarla
mesut sürüler gezen yeşil ovaların şimdi canavarlar dola­ YENİ ESERLER
şan manzaralarını; bir zaman perilerin dolaştığı adaların
"La Pensee Turque "["La Pensee Turque"]d)
ifritlerle kararan sahillerini gözlerimiz önünde yaşattık­
tan sonra "Bana Kevser Sunana" şiiri gibi sevdalı, munis -Lâkin muhterem üstad, Türkiye'ye dair beyan bu­
demetler tanzim ediyor, bazen "Arzın Ölü Irmağı" Dic­ yurduğunuz malûmatın pek mevsuk olduğunu zannet­
le'nin ebedî güzellikleri akseden kıyılarını musanna lisan­ miyorum...
la tasvir ediyor; -Olabilir... Fakat bundan siz mesûlsünüz. Niçin mem­
"Yüz gölgeli ormandan geçen Ganjlar dilbermiş; leketinizi tanıtmıyorsunuz?
Bu ırmakta yüzermiş, zanbak taçlı kuğular. Bu mükâleme parçası, on, on iki sene akdem,
Bengale'nin kızları burda türkü söylermiş;
Paris'in âlî mekteplerinden birisinde, bir tarih muallimi
İlk çiftleri tanırmış, bu mukaddes pâk sular.
ile onun bir Türk talebesi arasında geçen uzunca bir
Brahma’y a aşk sunan bu ihtiyar nehirmiş;
münakaşadan alınmıştır. Türk talebe o vakitten bu vakte
Fildişinden pagudlar bu sulara vururmuş;
kadar, mualliminin sözü üzerine birkaç defa düşünmeye
Ramaya'nın şairi bu sahile gelirmiş;
Bambuların altında resul gibi dururmuş.." mecburiyet gördü ve her defasında muallimine hak ver­
di: Biz Türkler, bilmem fazla vakarımızdan mıdır, ken­
Millî şairimizin eserlerini daha iyi tahlil edecek İlmî
dimizi âleme olduğumuz gibi göstermeye, iyi cihet­
makaleleri İçtimaî muharrirlerimizden bekler ve yalnız
lerimizi bildirmeye, basımlarımız tarafından -oh, onlar da
duygulardan ibaret olan sözlerime nihayet vermeden bir
ne kadar çoktur!- isnat olunan kötülüklerin yalan ol­
hatırayı ilâve etmek isterim:
duğunu anlatmaya uğraşmayız, âdeta tenezzül etmeyiz.
Bir gün kendileriyle beraber Yusuf Ziya, Yahya Saim İftiralara karşı kendimizi, milletimizi müdafaa bile bize
ve daha bir kaç genç şair edebî bir mahfelde bulunuyor­ biraz dellâllık, bezirgânlık, reklâmcılık gibi görünür;
duk. Bâhisler aruz ve hece vezinlerinin ahengine intikal kibarlığımıza ağır gelir. Biz işte biziz, bizi öğrenmek,
etmişti. İçimizden biri: tanımak isteyen varsa buyursun, görsün, deriz geçeriz.
Fakat pek bezirgân olan yirminci asır, bu asil ve sipahî
bakışa hiç de uygun değildir...

( b "La Pensee Turque": On beş günde bir çıkar. Fransızca.- Lion forması. Çıkan birinci ve ikinci sayıları 32'§er sayfa. Müdürü Halid Raşid Carim
Bey. İdarehanesi: İstanbul, Nûr-ı Osmaniye, Telefon: 547. "Tanin" Matbaası’nda basılmıştır. Her sayısının fiyatı: 3 kuruş.
334 TÜRK YURDU Sayı 127

Son zamanlar, bu meselede başka bir çok ihmal Beklenilen mecmua, "La Pansee Turque"(b geçen
edilen meselelerle birlikte nazar-ı dikkate alınmaya baş­ Kânûnıevveli efrencînin ortasında çıktı. İkinci sayısı da
ladı: Meselâ Balkan Harbi esnasında, "Müdafaa-i Milliye efrencî 1917 senesinin ilk günü intişar etti.
Cemiyeti" aleyhimize uydurulan iftiraları redde, Türk-
Her şeyden evvel refikimizi tebrik ederiz.
lere, Müslümanlara edilen mezâlimi göstermeye hayli
çalıştıydı. Cihan Harbi başladıktan sonra da ediplerimiz­ Birinci sayının başında mecmuanın neşrinden murat

den, muharrirlerimizden bazılarının müttefik memleket­ ne olduğu anlatılıyor: "Aleyhimizdeki gayr-i muhik reyle­

lerde dolaşarak, oturarak, Türklerin, Müslümanların irfan ri ıslâh ederek kendimizi başkalarına sevdirmek, başkala­

ve medeniyetlerine dair neşriyatta bulunduklarını sevinç­ rı tarafından takdir olunmak". Bu hâlde "La Pansee

le gördük. Turque" yukarıda şiddet-i lüzûmunu anlatmaya çalıştığı­


mız eserlerden biri olacak demektir. Refikimize Allah'tan
Milletimizin, basımları tarafından üzerine ekseriya
muvaffakiyet dileriz.
kara perdeler örtülen faziletlerini ortaya çıkarmak için en
iyi usûl, zannımızca irfan ve medeniyet zemininde çalış­ "Türk Düşüncesi"nin bugüne kadar çıkan iki sayısı

maktır. Bu cihetle Halid Ziya Beyefendinin Almanya'daki münderecat itibariyle hayli zengindir. İçinde şahsî tahar-

mesaîsini, mühim hidemât-ı vataniyeden saymaktayız. rî, tetebbu ve tefekkür mahsûlü olan ağır başlı makaleler

Siyasî iftiralara mukabele lüzumunu inkâr etmemekle ("Türk Medinesi" ve "Türk Edebiyatının Menşei"); veka-

beraber, zannediyoruz ki bizim garp âlemine asıl izhar ve yi-i cariyenin mühimlerini hülâsa eden canlı makale

ispat etmeye çalışmamız icap eden husus, bugün Türk­ ("Türkler Arasında Millî Cereyan" ve "Meşrutiyetten Beri

lerin de kendilerine göre edebiyatla, mimarlıkla, musiki Türkiye'de Maarif-i Umûmîye"); millîleşmiş Osmanlı

ile, ressamlıkla, hatta felsefe ve ilimle hasılı fikrî harsla Türk edebiyatından bazı nümûneler ("Boyanan Mezar"ın

uğraşanları mevcut olduğu kaziyesidir. Garbın mütehas­ Tercümesi) bulunduğu gibi Türkiye'nin hars-ı fikrî şu-

sıslarından, müsteşriklerinden gayrisi -İstanbul'a gelip ûnuna (Umûmî Dersler, Oynanan Piyesler), İstanbul'da

gidenleri, hatta İstanbul'da., daha doğrusu Beyoğlu'nda yeni çıkan belli başlı eserlere ("Dicle Önünde", "AKından

uzunca m üddet oturanları bile m üstesna olmamak Akına") ve mevkut risâlelerimizin "Türk Düşünmesi"

üzere- bir Türk medeniyetinin varlığından pek de haber­ müdürünce nazar-ı itibara alınmaya lâyık görülen mün-

dar değildirler! Beyoğlu'nun "yüksek sosyetesinden" bir dericelerine dair tahliller, takrizler ve intikâdlâr vardır.

madam, Türkler arasında İzzet Melih Beyefendi gibi bir OsmanlIların "La Pansee Turque" ile girdikleri yol,
romancının çıkabilmiş olmasından dolayı hayretten hay­ bizim gibi lisanları Avrupa'da çok şâyi olmayan millet­
rete düşüyordu. Bir aralık Beyoğlu'nda "Cem"in res­ lerin, bizden evvel girip, iyi ilerledikleri bir yoldur. Macar-
samına dair "Bir Fransızmış, resimler ve klişeler Paris'ten 1ar, Finler, Ruslar, Bulgarlar fikrî mahsullerini Avrupa'ya
yapılıp geliyormuş..." gibi bir sürü masallar dolaşmış, göstermek ve Avrupa ilim âlemiyle fikir mübadelesi
durmuştu... edebilmek için bazı eserlerini Almanca, Fransızca yazıp

Türkleri Garplılara tanıtmaya, basımların üzerimize neşrettikten başka. Alman ve Fransız lisanlarında mevkût

attıkları iftira perdesini kaldırmaya yarayan her şeyi Garp risaleler de ihdas etmişlerdir. Bu nevi risaleler, başlıca iki

dillerinde kitap, risâle, mecmua, gazete çıkarmak, maka­ kısma ayrılır. Birinci kısım, sırf İlmî gaye gözetilerek, bir

le yazmak, musahabe, müsamere tertip etmek, seyahat­ bakıma beynelmilel olan ilmin terakkisine hizmet etmek

ler yapmak, İstanbul'da kılavuz ve tercüman teşkilâtı vü­ üzere çıkarılan ve ekseriya bir cemiyet-i İlmiyenin teteb-

cuda getirmek... ilh. gibi her teşebbüsü, lâzım, nâfi ve ha­ buat ve keşfiyatını Avrupa ilim âleminde malûm ve mün­

yırlı buluruz ve müteşebbislerini tebrike lâyık görürüz. teşir bir lisanla bildirmeye yarayan mecmualardır: Macar­

Bunun içindir ki, Fransızca bir Türk mecmuasının intişar ların "Revue Orientale"ini ekserimiz biliriz. Macar Etnog­

edeceğini işitir işitmez çok sevindik. rafya Cemiyeti Şark Şubesinin ve Budapeşte Şark En-
cümen-i Dânişinin eserlerini neşreden bu mecmua, kıs-

( b Mecmuanın adını bazıları "Türk Fâkiresi" diye tercüme ettiler; Acaba daha Türkçe "Türk Düşünmesi" denilemez mi?
Sayı 127 TÜRK YURDU 335

men Fransızcadır. Petersburg Ulûm Akademiyası m uh­ daha okunmadan ev\/el karide bir sû-i zan hissi doğurtur.
tıra ve mecmualarında Almanca ve Fransızca tetebbulara Makale aralarının çok açık kalması, yazıların sık olmaması
sık sık rast gelinir. "Journal de la Societe finno-ougrien- bile risale veya mecmuaya emniyeti eksilten avâmilden-
ne"in ismi Fransızca olduğu gibi makalelerinin de çoğu dir. "Türk Düşünmesi", ileride hattatlığımızı, yaldız­
Fransızcadır. Bu mecmualara hemen daima ilme bir hiz­ cılığımızı, ressamlığımızı, çiniciliğimizi, mimarlığımızı, iş­
met, denildiği gibi bir contribution olabilecek ibdaî eser­ lemeciliğimizi... ilh. göstermek için behemehal klişeler
ler dere olunur. Ve dere olunacak eserlerin, ilmi usûl­ dere etmeye de mecbur kalacağından kâğıdının pek iyi
lerin bütün şartlarına muvafık olmasına çok itina edilir. olması lâzımdır.
İbdaî ve şahsî olmayan umûmî ve toplama (compilation) Dışa bu kadar ehemmiyet vermek icap ettiğine
eserler, gündelik gazete makalelerini andıran makaleler, kanaatimizi söyledikten sonra, için yani mündericâtın ne
bittabi böyle İlmî mecmualarda yer bulamaz. İkinci kısım derece dikkat ve itina ile intihab olunması lüzumuna dair
kat’î bir ilmilik iddiasında bulunmaksızın, her telden çal­ olan fikrimiz kendiliğinden anlaşılır. Osmanlı-Türk fikir
mak üzere çıkan umûmî ve tamimci mecmualardır. âleminde kendilerini tanıtan birkaç dârülfünûn müder­
Budapeşte'de çıkan, eğer ismi hatırımda yanlış kalmamış risinin ihtisasları dairesindeki makaleler, "Türk Fâkiresi"
ise "Revue de la Hongrie" bu nev'a bir nümûne olarak müdürlüğünün makale intihabında iyi bir miyar sahibi ol­
gösterilebilir. Bu mecmuada Macarlık nokta-i nazarından duğunu göstermektedir. Ancak korkuyoruz ki "Revue de
yazılmış Fransızca siyasî, tarihî, intikadî az çok İlmî la Quinzaine" unvanını taşıyan kısmında, müdür bey bu
makaleler, şiirler, hikâyeler ilh. basılmaktadır. miyarı nasılsa elinden düşürmüş olmasın.
"La Pensee Turque" şimdiye kadar çıkan iki sayısın­ Bu satırları yazan, fikrî ve İçtimaî hayatta intikadın
dan istihraç edebildiğimize nazaran, ikinci kısımdan ol­ lüzum ve faydasına en çok kâni olanlardandır. Hastalık­
maya karar vermiştir. İlmî denilebilecek bazı eserlerle larımızı görmeli ve göstermeliyiz ki tedavisi mümkün
beraber, gazete makaleleri, hafif ve enfüsî nazarlar ve olabilsin. Fakat yabancı bir lisanda, "aleyhimizdeki gayr-i
tenkitler de bu mecmuada yer bulmuştur. Ve biz böyle muhik reyleri ıslâh ederek kendimizi başkalarına sevdir­
olmasını muvafık görenlerdeniz. Çünkü "Türk Düşün­ mek ve takdir ettirmek" için çıkan bir mecmuada, meselâ
mesini" çıkaranlarla beraber biz de düşünmeye lüzum en büyük şairlerimizin en güzel eserlerinden birini âfâki
görüyoruz ki acaba Avrupa lisanlarından birinde sırf İlmî (Objeetif) tahlil bile etmeden sırf enfüsî (subjectif) muvâ-
bir risale-i mevkûteyi muntazaman çıkarmaya kâfi kuv­ hazâta kalkışmak acaba yerinde midir? "Finten" ve "Dic­
vetlerimiz var mıdır? Varsa bile kolay kolay bir araya top­ le Önünde"nin tam afakî bir sûrette tahlil edilip gösteril­
lanabilirler mi? mesi ve bu münasebetle de Abdülhak Hâmid ve Meh-
Hangi kısımdan olursa olsun, ecnebî lisanında çıkan med Emin beylerin hayat-ı sanatlarına dair malûmat veril­
bir mecmuamızdan -madem ki millî harsımızın ecânibe mesi "kendimizi başkaları tarafından takdir ettirmek"
karşı mümessili olmak gibi gayet nazik ve mesuliyetli bir gayesine daha muvafık gelmez miydi? Hele ikinci sayıda
vazifeyi deruhde etmiştir- bazı metâlibâtta bulunmaya "Millî Talim ve Terbiye Mecmuası"ndan bahsolunurken
kendimizi haklı görürüz. Böyle bir mecmua her yüzden, İsmail Hakkı Beyle 13 yaşında bir Anadolulu çocuk ara­
içten ve dıştan gayet ihtiyatlı ve gayet itinalı olmaya borç­ sında geçen muhaverenin "kendimizi takdir ettirmek"
ludur. Millî harsımızı Avrupalı dost ve düşmanlarımıza için çıkan bir mecmuaya nasıl olup da girdiğine bir türlü
gösterecek ve onları bizim lehimize çevirmeye çalışacak akıl erdiremiyoruz... "Millî Talim ve Terbiye Mecmu-
bir mecmua, mutlaka iyi kâğıda, iyi mürekkep ve pek iyi asf'nda, "Muallim"de, "TürkYurdu"nda, "Tanin"de... Hâ­
harflerle, mükemmel bir matbaada, mürettip hataların­ sılı bütün Türkçe mecmualarda birçok defalar tekrar
dan sâlim olarak, bediî zevkimizi okşayacak bir sûrette olunması lâzım gelen cehlimiz meselesinin "La Pensee
basılmış olmalıdır. Bunlar maddî harsımızdan olan mat­ Turque"de teşhiri neye yarar?
baacılığın, mürettipliğin, dökmeciliğin, sayfa bağlamanın, Şuûn ve intikadâtı yazan kalem zeki, şuh, müstehzi
hatta mecmua idare etmenin seviyesini gösterir. Fena ve zariftir; Fransızca üslûpları ayırtedecek kadar o lisana
ı, fena mürekkep ve harflerle dizilmiş bir makale. vukufumuz olmamakla beraber, üslûplarına da hoş, oy­
336 TÜRK YURDU Sayı 127

nak ve canlı diyeceğimiz geliyor. Ah, keşke o zekâ ve Onlar da para istihlâkinin terâkkisi ile beraber istihsâli de
zarafetini Türkçe ve Türklere mahsus mecmualarda kul­ terk etmiştir. Hâlbuki mütekâmil ticarî ve sınaî hayattan
lanıp, okuyanları ve eser sahiplerini dikkat ve teyakkuza mahrum memleketler büsbütün başka bir manzara arz
davet etse idi.,. ediyor; Hariç ile vukû bulan ticarî hayat, harp icabâtı
olarak durduğundan, memleketimizde ticaret-i hâriciy­
"La Pansee Turque"le açılan çığır, inşaallah terk
eye hizmetle geçinen amele ve fukara istihsâlden mah­
olunmaz. Bu mecmuanın gelecek nüshaları, inşaallah da­
rum kalmış, hâlbuki havâyic-i zaruriyenin fiyatı hayli yük­
ha müterakkî ve mütekâmil bir şekil alır. Mütalâalarımı­
seldiğinden para istihlâki kat kat artmıştır. Bu dakikayı ve
zın uzaması ve bu son temennilerimiz "Türk FâkiresUnin
ahalinin huzur ve rahatını düşünen hükümet, bunun için
maksat ve gayesine, ne bir büyük ehemmiyet atfetmekte
de bazı şehirlerde "Müdafaa-i Milliye" cemiyetiyle bir-
olduğumuzu anlatsa gerektir.
leşerek, bazı yerlerde de kendi başına müstakillen,
A. fukara için ayrıca "aş evleri" açıyor. İzmir'de, Beyrut'ta,
Y azdıktan Sonra.- Finten mi, Finton mu? "La pan­ Şam'da, İstanbul'un bazı mahallelerinde ve sair birçok
see Turque"ün müdürü Flalid Raşid Carim Bey birinci şehir ve kasabalarda böyle "Aş evleri" açılmıştır. Bunların
imlâyı, AlmanyalI Profesör Doktor Hartmann ikinci imlâ­ bazısında yemek fukara ahaliye meccanen, bazılarında
yı kullanıyorlar. Dâhi şairlerimizin halk ettiği o fitne "İn­ gayet cüz’î fiyatlar mukabilinde veriliyor. Bundan bir iki
giliz kahyasının ismi acaba Lâtin hurufâtıyla nasıl yazıl­ hafta mukaddem Şehremâneti tarafından, sıhhat-i
mak lâzım? Biz bunu kat’î sûrette bilmiyorsak da Osman­ umûmiyenin korunulması için, fukara-yı ahaliye sabunu
lIların en parlak sultânı Süleyman-ı Kanunî'nin, feth olun­ filân hazır olmak üzere, birkaç meccanî hamam, fennî ve
mak üzere iken hisarları civarında vefat ettiği Macar kale­ sıhhî olmak üzere çamaşırhane de tayin ve tertip olun­
sinin ismi Lâtin hurufâtıyla Szigetvar yazıldığı malûmu- muştur,
muzdur? Üçüncü sayının 86. sayfası ibtidâlarında bunun Konya'da E le k trik ve Tramvay.- "Babalık"ta
başka bir imlâ ile basılmış olduğunu gördük. Arap huru- okunduğuna göre, Dersaadet'teki "Ganj Şirketi" Kon­
fâtıyla yazılan Osmanlı Türkçesi'nin henüz imlâsı mukar­
ya'da umûmî tenvirat icrası ve elektrikle çektirilir tram­
rer olmadığından, her muharrir, sermürettip veya mu­
vay yapılması için imtiyaz istemiştir, Konya'da bulunan
sahhih her kelimeyi istediği gibi tahrir, tertip ve tashih
Kapı, Aziziye ve Şerefeddin camileri -Evkâf Dairesi’nin
etmekte hemen hemen hürdür. Fakat Lâtin harflerini
müzakeresi ve vilâyetin emir ve tensibi üzerine- elektrik­
kullanan lisanlarda ism-i hasların bile imlâsı artık tayin ve
le tenvîr edilmiştir.
takarrür etmiştir. Bizim onları, kendi harfleriyle yazar­
ken, tasarrufa bilmem, hakkımız var mıdır? Musiki Encüm eni ve Dârülelhan.- (İkdam’dan)
Musiki sanatının İlmî bir sûrette öğrenilmesi ve musikiye
Daha yukarıdaki mütalâalar, "Türk Fâkiresi"nin an­
ait eski eserlerimizin neşr ve ihyası maksadıyla Maarif-i
cak iki nüshası okunarak yazılmıştı. Üçüncü nüsha çıktık­
Umûmiye Nezareti'nce ilim ve ihtisas sahibi zatlardan
tan sonra da şu "Yazdıktan Sonra"dan başka bir şey hatı­
mürekkep bir musiki derneği teşkil ve "Dârülelhan” adıy­
ra gelmedi.
la bir de musiki mektebi açılmıştır.

♦ Musiki derneği Maarif Nezareti'nce seçilen bir reis ve


bir reis muavini ile münasip miktar azadan mürekkep
TÜRKLÜK ŞUÜNU fahrî bir heyet-i ilmiyedir. İlmî olduğu kadar da inşaallah
Fakirler için.- Memleketimizde ticarî ve sınaî haya­ millî olacak olan bu iki müessesemize muvaffakiyetler ve
tın azlığından. Cihan Harbi en derin tesirini pazu kuvve­ uzun ömürler dileriz.
ti ile yaşamak mecburiyetinde olan fakirler üzerinde gös­ Asâr-ı Nefise Müzesi.- Nakış ve resim sanatının
terdi. Vâkıa böyle bir hâl, harp günlerinde havâyic-i zaru­ bütün şubelerine ait eserleri içine almak üzere İstan­
riye fiyatlarının artmasıyla başka memleketlerde de görü­
bul'da bir âsâr-ı nefise müzesi vücuda getirilmek teşeb­
lüyor ise de, oralarda aynı zamanda hayat-ı sınaiye ve ti-
büsünde bulunulduğu gündelik arkadaşlarımız müj­
cariyede kullanılan amele ücretinin de yükselmesi vuku
deliyorlar.
bulduğundan fakirler o kadar sıkıntıya düçar olmuyorlar.
Sayı 127 TÜRK YURDU 3 37

H u k u k K o m itesi.- Avusturya-Macaristan, Balkan madığını, bilhassa tekid ile izah etmiş." diyordu. İşte bu
memleketleri ve Osmanlı Devleti hukuk, ticaret, ziraat ve meseleye dair Alımed Beyin "Tercüman"ın 17 Kânûnıev-
sanayi erbabı arasında sürekli bir temas husûle getirmek velde çıkan nüshasındaki makalesinden şu satırları aynen
ve bu temasın yaşamasına hizmet etmek maksadıyla alıyoruz: "İstanbul halkı Osmanlı Devleti kuruluşunun
"Balkan Memâlikiyle Yakın Şark'a Mahsus Beynelmilel yıldönümüne tesadüf eden bugünü tes'îd ediyor. Buna
Hukuk Komitesi" nâmıyla hukukî-iktisadî bir cemiyet millî istiklâl bayramı denilir. Bu tabir tarihçe doğru olma­
teşekkül etmiştir. Aza olarak mezkûr memleketlerden sa gerektir. Zira Osmanlı Devleti'ni tesis eden Türkler
olan hukuk, iktisat ve siyaset adamları kabul olunacaktır. Anadolu'da hiçbir zaman başkasının hâkimiyeti altında
Türk âlemiyle İktisadî, hukukî cihetlerden çok alâkadar bulunmamışlardır, daima müstakil olmuşlardır. Yalnız
olan bu cemiyeti ehemmiyetle kaydederiz. Nizâmnâmesi 69Tde Türklerin başına artık devlet ve milleti idare ve
2 Kânûmevvel sene 1332 tarihli "İkdam"da neşrolunmuş­ muhafaza etmek iktidar ve istidadından mahrum kalmış
tur. olan Selçukî sülâlesinin yerine Osmanlı sülâlesi geçmiş­
tir. SelçLikî Türkler ile Osmanlı Türklerine gelince bunla­
M illî İ s t ik lâ l.- Osmanlı Devleti'nin teessüs ve istik­
lâl günü sayılan 17 Kânûmevvel cumartesinin İstanbul'da rın arasında ne kavmiyet, ne cinsiyet, ne lisan ve ne de

büyük tantana ile geçirildiğini, "Türk Ocağı'nda" da güzel din itibariyle fark vardı. Hatta Türk şubeleri arasında her

ve millî bir ayin yapıldığını evvelki nüshamızda yazmış ikisi de aynı Türkmen şubesine mensupturlar. Binaena­

idik. Sonra taşradan gelen gazetelerden de okuduğunuza leyh Osmanlı Devleti, Selçukî Devleti'nin devamından

göre Anadolu'nun büyük küçük her yerinde bu büyük başka birşey değildir. Maamafih, üç seneden beri dahil

millî bayrama fevkalâde şevk ve şetâretle iştirak olun­ olduğumuz yeni devir itibariyle bu tabir pek manidardır."

muştur. Her yerde resmî daireler kapanmış olduğu gibi Bundan sonra millî istiklâl meselesinde asıl istiklâlin
mekteplere de tatil verilerek muallimin ve talebe tarafın­ siyasî, İdarî, fikrî, lisanî, İktisadî istiklâller ile beraber ol­
dan millî ayin ve merasim yapılmıştır. Bursa'da yapılan ması lâzım geldiğini, hakikî istiklâlin ancak bu sûrede
merasim ve Osman Gazi'nin türbesini ziyaret esnasında olabileceğini izah eden bu makale şu sûretle bitiyor: "İş­
Osmancık ve Orhan Gazi türbelerinin şanlarına lâyık ol­ te asıl istiklâl! Siyasette hür, teşkilâtta ve idarede hür,
madığı görülerek muhteşem bir türbe inşasına karar ticaret ve iktisadiyatta hür, fikir ve tecessüste hür olmak
verilmiştir. ve bütün hürriyetleri İlmî usûller üzerine tanzim ve ter­

Evvelki nüshamızda, bu bayram nâmına "Türk tip etmek, işte muharebenin bize bahşettiği ve kendimizi

Ocağı'nda" yapılan merasimden bahsederken "Ağaoğlu buluşumuzun verdiği istiklâl mefkûresi!"

Ahmed Bey o günkü bayramın bir istiklâl bayramı ol­

M ü d ü rü : Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


m m <9 -rf'

T ûkk ^ K m
Tür£Writt Tai^le^tne Çalışır <%/ "N.

YIL; 5 SAYI: 128 (2 Şubat 1332-15 Şubat 1917)

û fc d e ^ ^ ^ e d c ^ ç c d <t

Millî Hutbeler (Konuşma Metni) / H am d u llah S ub h i

Tan/?; Turan Harsı Tarihine Dair Taslaklar / A rthur S iefeld t (Tr. S.)

OsmanlI Türklerinde İktisadî Hareket / Z.N.

B ahürH an / Flora A n n astil

Türklük Şuûnu: Talât Bey’in Sadrazamlığı ve Heyet-i Vükelâ’da

Tadilât-Dârülfünûn Binası- Eskişehir’de Elektrikle Tenvîr-

Takvim-i Garbinin Parlamentoda Müzakeresi /


Sayı 128 TÜRK YURDU 341

TÜRK YURDU
T ü rk le rin fâ id e s in e ça lışır O nbeş g ü n d e b ir ç ık a r

M İLLİ HUTBELER

Efendiler! (D tüten buharlar gibi, onun siyah gözleri altında, parçalan­


mış, biçilmiş milyonlarca gencin ruhu tütüp çıkıyor. De­
Şerefli bir sene, velveleli, ulu, engin ve korkunç bir
nizlerin içinde yüzen bir beşeriyet... Karaların üstünde,
sene ile tarihimiz bir yaş daha kazandı. Tarihimiz, derin­
zırhlardan burç u bâruları toz ve duman eden cehenne­
liğine gözlerimizi dikdikçe, acı ve tatlı binlerce hatıra ta­
mi bir beşeriyet...Göklerin içinde, bağrında yıldırımlarını
şıyan mahfazası üstüne kulaklarımızı koyarak içini dinle­
gezdiren bulutlar gibi uçan, süzülen birbeşeriyet... Sula­
dikçe, bağrı uçurumların bağrı gibi sesler veren her bu­
rı, toprakları, havaları tabaka tabaka tutuşturmuş ve biz
cağında kasırgalar, here ü mercler taşıp köpüren bu ta­
esatiri bir sene içinde yaşıyoruz. Bir diğer bakıma göre,
rih, bu genç Osmanlı tarihi, kendi kitabına altın bir sayfa
tarih, dirsek yapan bir nehir gibi yolunu değiştirmiş, baş­
daha koydu. Geçmiş zamanların gecesinden, gelecek za­
ka bir istikamette akıp gidiyor. O, zulüm gören, hakaret
manların güneşlerle kamaşmış sabahlarına doğru giden,
gören milletlere, avucunun içinde gizli bir şey getirmiş ve
uçsuz ve artsız Türk tarihinin ancak bir faslı olan bu tarih,
parmakları yavaş yavaş açıldıkça aralıklarından ziyalar fış­
en büyük günlerini hatırlatan bir gün daha gördü. Bazı
kırdığını görüyoruz. O bize kapalı avucunun içinde yeni
milletlere göre batan bir güneş, bazı milletlere göre do­
zamanlarını müjdeleyen bir sabah yıldızını getirmiş.
ğan bir güneş gibi, yer yüzünü garip bir ışıkla aydınlatan
bir sene içindeyiz. İstanbul'un Süleymaniye’lerini, Âhme- Hayran, meftun gözlerimizin önünde, mazisinin
diye’lerini, Roma'nın kolbezelerini, tak-ı zaferlerini, Pa­ karanlıkları, meçhuliyetleri arasından sıyrılarak bir âlem
ris'in sütunlarını, kulelerini Petersburg'u, Viyana'yı, Ber­ doğuyor. Kuzgun denizleri, Üstyurt yaylaları, bozkırları.
lin'i ve sislerinin içinde, mazlum bir beşeriyet karşısında, Tanrı Dağları, Altayları ve Yayık gölleriyle, esatiri, töreleri,
bulutunda, kahhâr bir mabûd gibi duran Londra'yı, Avru­ yasaları, okyanuslardan okyanuslara yayılan engin sal­
pa'nın bütün yeni ninovalarını, BabiPlerini, baştan başa tanatı ve Asya'nın tarihini kılıçlarının uçlarıyla yazmış
kızıl bir aydınlığa boyayan bir kan ve yangın senesi... Bir muazzam hakanlarıyla, doğan o âlem kendi âlemimiz, es­
bakıma göre Avrupa tahtgâhının üstüne ölüm çıkmış, ni­ ki Türk âlemi. Bunun için başkaları bu seneye ne isim
hayetsiz saltanatını kurmuş, hükmünü her yana salmış, verirlerse versinler, o bizim nazarımızda, Türk kuvvetinin
on bir milletin birbirini boğazladığını memnun ve bed- ve Türk hakkının tecellâ senesi.
mest seyrediyor. Sıcak havalarda, kırların her tarafında Efendiler!

( b 126. sayıda Hamdullah Subhi Beyin Osmanlı Devleti kuruluşunun 1332. senesindeki yıldönümünde irad ettiği hutbeyi dere etmiştik. Eşsiz
millî hatibimiz tarafından 1331 senesi aynı vesile ile söylenip de, şimdiye kadar tab olunmayan ve Osmanlı Türk hatibliğinin cidden en güzel
nümûnelerinden birini teşkil eden diğer bir hutbeyi, bugün millî hutbelerimiz sırasına da dere ediyoruz. Hiç şüphe etmiyoruz ki bütün
"Türk Yurdu" karileri, hususiyle "Türk Ocağı" azası, bundan dolayı çok memnun kalacaklardır.
342 TÜRK YURDU Sayı 128

Birkaç seneden beri kaç defalar Anadolu'yu, İstanbul büyük bir gölge var. Başı yıldızlara karışmış, dikilmiş du­
sokaklarından geçerken seyrettiniz. Bazen ben, bir aske­ ruyor. Ben o topraklarda kendi kulaklarımla tarihin sesi­
rî kafileye yolda tesadüf ettiğim vakit, bir kenara çekilir ni dinledim. Top sesleri sanki örsle demir arasında yeni
ve önümden akıp giden bu delikanlıların yüzlerindeki zamanların döğüldüğünü haber veriyordu. Ve orada ru­
manayı kendime tefsir etmeye çalışırım. Niçin onların hunun ve vücudunun kuvvetinden başka hemen hemen
gözleri bu kadar siyah ve bu kadar derindir? Çünkü asır­ hiçbir silâhı yok denecek kadar vasıtasız olan Türk askeri
lardan beri, dünyanın en geniş saltanatlarından birinin "ufuklarında güneş, hiç bir zaman batmayan" o dünyala­
hudutlarını korumak için dağ başlarında, yamaçlarda, rı kaplamış İngiliz saltanatını ve büyük Fransa'yı, saçların­
düşman memleketlerinin içini tarassud ederek bekler­ dan tutarak bir kahpe gibi yere vurdu... Hayalimin gözle­
ken, nihayet o uykusuz gecelerde o geniş karanlıklar on­ rini Kafkas taraflarına çeviriyorum. Orada da aynı çizgi ve
ların gözlerine dolmuş ve orada gördüğümüz siyahlığı, aynı şekilde, tıpkı aynı gölge var. Cenubun eşyaya gölge
derinliği bırakmıştır. Renkleri yanıktır. Çünkü bin muha­ verdiren parlak yıldızlarıyla, ezelî bir şehrâyin yapan Irak
rebenin ateşinde, ısınan ve kızaran bayrakları gibi, kendi­ semâlarının altında yine aynı gölgeyi görüyorum. Aşağı­
leri de bin muharebenin ateşinden geçmiştir. Dudakları lardan gelen İngiliz dalgasını yukarılardan gelen bir Türk
da bir yanık rengi bağlamıştır. Fakat güldükleri vakit, o si­ dalgası karşıladı. Çarpıştıkları dakikada İngiliz dalgası par­
yahımsı dudakların arkasında şafakların en ter ü tazesi çalanmış ve geri dönmüştü. Suriye sahillerinde, Aden ke­
parlar ve güler. Dünyada hiçbir şey, gençlik fikrini, onla­ narlarında, Süveyş çöllerinde, şimdi bu dakikalarda ka­
rın gülümseyen çehresi kadar veremez. Yalnız kendi yaş­ ranlıklara dalmış aynı gölge bekliyor. İnsan, bakmakta ıs­
larıyla genç değil, milletlerinin gençliğiyle de gençtirler. rar ettikçe nihayet öyle zannediyor ki düşman lisanının
Şüphe yok ki bizim Türkistan'da, Hindistan'da, İran'da, Asya kahramanı diye yâd etmeye, takdir etmeye mecbur
OsmanlI topraklarında, Mısır'da cetlerimizin eliyle kurul­ olduğu Türk askerinin başına bu karanlık saatlerde, Allah
muş parlak medeniyetlerimiz vardır. Fakat Türk delikan­ şimdi, yıldızlarıyla bir şeref iklili geçirmiştir.
lısının yüzüne bakarken duyduğumuz ırkî gençlik hissi Efendiler!
bizi aslâ aldatmıyor. Bütün evvelki medeniyetlerimiz,
Bilmem aranızda Manyas ovasından gelip geçmiş kaç
kendimizi aramaktan başka birşey değildir. Asıl medeni­
yetimiz, istikbâlimizdedir. Zekâmızın ufkunda altın devir, kişi vardır? Manyas ovası, Hindistan'ın şalları, İran'ın halı­

altın şafak, ileride doğacak. Asıl Türk medeniyetini ileri­ ları ve Türk çinileri gibi, rengârenk olan bir yerdir. Sabah,

de kuracağız. İstanbul'un sokaklarından geçtiğini gördü­ akşam saatlerinde bu ova, bir çiçek yaprağı gibi penbele-

ğünüz Türk delikanlıları, mevsimden mevsime, iklimden şir veya kızarır. Üstünde en zarif çiçekler açan, çalılarında
iklime atlayarak, muharebe yerlerine koşan Türklerin an­ mavi göğüslü sürmeli gözlü kuşlar öten bu ovalarda gö­
cak bir kısmı idi. Asya ortalarında, dağlardan adaları, ge­ rebileceğiniz en güzel şey, ovanın kendi değildir. Orada
çitlerden boğazları, nehirlerden cereyanlarıyla bozkırlar sabahtan akşama kadar göklere dağılmış bütün renkleri
denilen bir Türk denizi vardır. Dünyanın her köşesine ve ışıkları sularında toplayan bir göl vardır ki ovanın orta­
doğru akıp giden Türk dalgaları, o denizden çıktı. Ve siz, sında büyük bir mihrak gibi yanar durur. Fakat ovanın en
İstanbul sokaklarında kaç bin senedir fırtınaları sükûn güzel köşesi bu göl de değildir. Arkada etekleri bir buhar
bulmayan o denizin dalgalarından bir kısmını seyrettiniz. tabakasının dumanında gizlenmiş bir dağın, havalar için­
Bunlar Gelibolu'ya gittiler, orada durdular ve dünyayı de, mavi bir şerit gibi dalgalanıp giden kenar çizgisini gö­
durdurdular. Şimdi içinde toplandığınız binanın duvarla­ rürsünüz. Daha arkada ve daha yüksekte, ikinci bir dağ
rı arkasında gecenin karanlıkları var. Mesafeleri büyülten başı vardır ki, günün ışıkları altında, rengi solmuş bir he-
gece, hicranları arttıran gece, korkak ruhları büsbütün yulâ gibi, havaların içine sokulan hafif ve muğlak zirvesi­
yıldıran gece... Gözlerimi kapayarak hayalimle Gelibolu ni size hayal meyal gösterir. Fakat dağın asıl en yüksek
yarımadasını düşündüğüm vakit orada tepelerin üstünde başı, büsbütün göklere karışmış, güneşin bunaltıcı aydın­
Tedmür sütunları, Amon sütunları gibi golana direkler­ lığı içinde âdeta kamaşmış ve erimiştir. Baş döndürücü
den yapılmış bir ayaklık görüyorum. Bunun üstünde de bir hamle ile yukarılara atılmış olan bu dağ yerden ziyade
polad kollarını kavuşturmuş, yüzünü denizlere çevirmiş semâya aittir desem doğru olur. İşte bu dağ, bundan beş
Sayı 128 TÜRK YURDU 343

buçuk asır evvel bir rüya gördü. Ayaklarının altında seri­ ovasına akıtmışlardır. İlkbahar olunca, kırlarında bulut
len ovalardan ince bilekli, âhu gözlü atlar üstünde, gök­ bulut gelincikler ötüşür. Onların kızıllığına baktıkça bir
lerden koparılmış yıldırımlara benzeyen kılıçlarıyla Türk- sabah erken göklerde bir kaza olmuş dersiniz. Bir sabah
1er geçiyordu. Onlar, Edincik sahillerine indiler ve karşı erken göklerde bir kaza olmuş, bir şafak devrilmiş ve par­
yakayı tuttular ve kendi başına bir âlem denecek kadar çaları ovaların üstüne serilmiştir. Bu ovalara yüksekten
geniş olan Rumeli İmparatorluğu kurulmuştu. Bu defa, bakan bir hisarın üstünde sevgili Sultan Osman'ın bizim
Edincik sahillerine, Bandırma'ya doğru Anadolu'dan ge­ için millî bir Kabe olan türbesi durur. Onun hakkı ve
len delikanlılar, yine o ovalardan geçtiler. Dağ, eski rüya­ onun saltanatı için ilân ettiğimiz bu muharebede, yaralı­
sını hatırladı. Geçen Türkler, beş buçuk asır evvelki Türk- ları sakatları ve şehitleri olan Türk Ocağı, o Kabenin bin
lerin aynı idi. Onlarda hiçbir şey değişmemişti. Yeniden kere mübarek olan eşiğine yüzünü gözünü sürer ve der
bir âlem fethetmeye gidiyorlardı. Belki maddeten, siyase- ki: Hakanım, yeni senen bu geçen sene kadar şerefli ve
ten bize yeni bir Rumeli İmparatorluğu vermediler. Fa­ büyük olsun!"
kat, manevî öyle bir dünya kazandılar ki, başlı başına on Arkadaşlar, kardeşlerim, Türk Ocağı şimdi size
şerefli vatan değer. Bugün, onların muharebesi, Osman­ hitabını tevcih eder: Yeni seneleriniz, biten büyük sene
lI hudutlarının haricinde kalmış kaç milyon Türk'ün ru­ kadar büyük ve şerefli olsun.
hunu dağınıklıktan, serserilikten kurtarıyor ve bize bağlı­
H a m d u lla h Suhhi
yor. OsmanlI sınırları, kendi kendine eriyor, siliniyor, dı­
şarıdaki Türk dünyası, hurdaki Türk dünyasına ruhunu
bağlayarak birleşiyor, hepsi bir vatan oluyor. Manyas ova­ TARİH
larının üst tarafında, başında karlarının sarığı sırtında ye­ TURAN HARSI(i) TARİHİNE DAİR TASLAKLARIM
şilliklerinin cübbesiyle Türk ve Müslüman olan Keşiş Da­
Muharriri : Arthur SiefeldtG)
ğı vardır. Eteklerinde mevsimlerin rengi, akşam saatlerin­
Mütercimi : S.
de denizlerin rengi gibi mütemadi değişir durur. İsmi, bi­
zim için aziz olan Nilüfer Nehri onun eteklerinde akar, MÜELLİFTEN
bu nehri güneş doğarken seyr etseniz sanırsınız ki, dağ Karilerin nazar-ı dikkatlerine arz ettiğim şu taslaklar,
kadar büyük bir yakutu bir tarafta eritmişler ve Bursa hazırlamakta olduğum büyücek bir eserin hülâsası

(1) Almanların Lâtinceden çıkarıp geniş bir manada çok istimal ettikleri kültür kelimesi, Alman "Kültür"ü tesiri altına giren kavimlerin hepsin­
de çok taammüm etmiştir. Bu kavimlerin lisanı Rus ve Bulgarlarda olduğu gibi Slavcamn, Macarlarda olduğu gibi Ural ve Altayî bir dilin
şubelerinden olduğu, yani Cermen aslından müştak olmadığı hâlde bile, yine kültür kelimesi aynen alınıp kullanılmıştır. Hatta şimal Türk­
lerinin yeni edebiyatına da "kültür" kelimesi Ruslar vasıtasıyla dahil olmuş gibidir. Fransızlar, civilisation kelimesini, Almanların kültür
kelimesiyle ifade etmek istedikleri mefhumu beyana kâfi addettiklerinden, Almanlardan, o kelimenin alınmasına lüzum görmüyorlardı. Yal­
nız Alman irfan ve medeniyetinden tahkîr ve istihza tarîkiyle bahseyledikleri zaman tırnak içinde "kültür" yazıyorlardı. Fakat gitgide Fransız
fikir ve medeniyeti de Alman tesirine karşı duramadığından, Fransız ulûm ve edebiyat sahasına AJman fikir ve meflıumları ve onları ifade ve
ifham eden kelimeler girmeye başladı ve eskiden pek mahdut ve muayyen mahallerde kullanılan culture kelimesi- ki Almanlar'n kultur'ü al­
dıkları Lâtince colore=toprağı işlemek, hars etmek, hıraset mastarından çıkarılmıştır. Hemen hemen Almanların kultur'ü makamında kul­
lanılır oldu. Fakat Fransızcada Culture ve müştakâtının bu kavrayışlı manası daha iyice taammüm etmemiş, Almanlara fikir meydanında mağ­
lûbiyet sayılarak itirazlara, muhalefetlere uğramış ve lügat kitaplarına da henüz tamamen geçmemiştir.- Osmanlı Türklerinde muasır fikir­
lerin başlıca menbaı, yakın zamanlara kadar Fransızca olduğundan, bu kelimede Fransızlar vasıtasıyla bize gelmiştir. Fransızca "culture lit-
teraire" terkibini ilk önce "Hıraset-i edebiye" diye Türkçeye tercüme eden, zannederim, Hüseyin Cahit bey olmuştur. (Türkçe Sarf u Nahiv)
sırasının üçüncü senesinin 14. sayfasının yirmi dördüncü satırına bakınız!) Cahid Beyden evvel tercüme edenler bulunup bulunmadığını bil­
miyorum, Böylece bizde culture, hıraset ile tercüme edilmiş bulunuyordu. Daha sonraları Gökalp Ziya Bey "Hıraset" yerine "Hars" kelimesi­
ni kullandı. Arapça bilenler, Arapçada "Hıraset"in sırf maddiyâtta istimâl olunup "Hars"ın daha umûmî olduğunu söylediklerinden. Ziya
Beyin tercümesi, "Hars" kelimesinin telâffuzu bir Türk ağzına zor gelmekle beraber, daha sahih demek olduğundan, burada "Kültür" ile ter­
cüme olundu.
(2) Esquisse mukabilinde kullanıldı.
(3) Finlandalılar gibi Cermen harsı ile u)oışarak bugün en yüksek bir seviye-i medeniyete çıkan Eston ırkdaşlarımızdan Arthur Siefeldt Efendi
bu taslakları bilhassa "Türk Yurdu" için yazmışlardır.
344 TÜRK YURDU Sayı 128

gibidir. Mecmua makaleleri, çok tafsilâta girmeye K- Tibetliler ve Tangotlar (Bunlar da melezdir).
müsaade etmez. Makalelerde kitap sırasının takibi de
Akvâm-ı kadîmeden, bizim seyyaremizden arzda ilk
zordur. Her makale az çok itmam edilmiş bir şekilde ol­
medeniyeti tesis eden Sommer-Akkadlar, TuranlIlardan
malıdır. Bu mecburiyet, bazı maddelerin terk edilmesini
addedilmektedir. Ben de birinci taslağımda Sommer-Ak-
ve bazı hususların da sırasından evvel zikrolunmasını
kad harsından ve tarihinden bahsedeceğim. İkinci tas-
icap ettiriyor.
laka, Sommer-Akkad, Fin-Ugur, Türk ve Moğol lisan­
Ural ve Altayî akvam tesmiye olunan aile-i beşeriyeye larının karabeti hakkındaki bütün şek ve şüpheleri gayet
"Turanîler" demeyi şimdiden kararlaştıralım. Bugün Ural vâzıh bir sûrette red ve izale eden lisanîiÜ ve atîkîG) delil­
ve Altayî ailesi içine, ber-vech-i âtî kavimler idhal edil­ lerimi beyan edeceğim. Daha ileride tarihin en kadîm
mektedir. Garptan şarka doğru sayıyoruz: zamanlarında başlayıp bütün Asya'ya ve Avrupa'nın şar­

I- Ugru-Finler: 1-Ugurlar: Macarlar, Vogollar, Ostyak-kına yayılan, bazen inhitata uğrayıp sonra yine canlanan
1ar (belki de kadim Hazar ve Hunlar) (?); 2-Finler: Perm ve kuvvetlenen Turan harsının umûmiyetine icmalî bir

Finleri (Zeryanlar, Permliler, Votiyaklar); Volga-Kama nazar atfeyleyeceğim.

Finleri (Cermeşler, Mordvalar, belki de eski Çuvaş ve (Gelecek sayıda birinci taslağa başlayacağız)
Bulgarlar); Garp Finleri (Karallar, Finler, İjverliler, Votlar,
Vempesler (Eski Vesler); Estonlar (Eski Çodlar); Liyolar
(ve aglep ihtimal eski Bayarmililer)
T U m ALEM İM DE
II- Türk Tatarlar: Şark Türkleri (Yakutlar, Sibir Tatar­
ları, Tarancılar); Merkez Türkleri (Avrupa Tatarları, Kır- OSMANLI TÜRKLERİNDE İKTİSADÎ HAREKET
gızlar, Özbekler; ve lisana göre Türkleşmiş Uğur Finler, Daha Cihan Harbi'nden evvel kendisini yalnız tarihî
yani Başkırd, Mişer ve bugünün Çuvaşları); Garp Türkleri ve edebî münakaşalar arasında gösterebilen millî
(OsmanlIlar, Azeriler, Türkmenler). Eski Uygurlarla cereyanın gittikçe kuvvet bulduğunu, yavaş yavaş
Kumanlar ve kısmen Bulgarlar Türklerdendir. yayılarak maarif müesseselerinde, terbiye ve irfanda,
III- Samoyedler: Cenubî Samoyedler (Uranhay- sanayi-i nefisede, siyasette, hatta sınaî, ticarî ve İktisadî
lı-Soyonlar); Şimâlî Samoyedler (Yoraklar, Tavgınlılar, hayat gibi müspet sahalarda da tatbik olunmaya baş­
Kamaşinliler, Moorlar... ilh.). ladığını görüyoruz. Burada bir millî cereyanın bütün bu
İlmî, İçtimaî ve siyasî sahalardaki tezahür ve tecellîsinden
IV- Moğollar (Halhlar, Şirongollar, Şirayuguıiar, Bur-
bahsedecek değiliz. Ancak iktisadiyât sahasında olan en
yatlar, Kalmuklar).
esaslı noktalarını tespit etmek istiyoruz.
V- Tonguzlar (Tonguzlar, Lamutlar, Goltlar, Mangol-
1332 senesi Eylülünden itibaren tatbik olunmaya
1ar, Oroçonlar, Mategarlar, Davorlular, Oroklar, Mançur-
başlayan "Himayeli Gümrük Tarifesi" ile üç dört aydan
1ar ve eski Hıtaylarla Cürcanlar).
beri faaliyette olan "İhracat Heyeti"ni -ki, her ikisi, İkti­
VI- Koreyliler. sadî hayatta harice karşı müdafaa-i milliye esasını teşkil
VII- Yaponyalılar (Eski Yaponlar (Çaponlar) haliseder- İktisadî teşebbüslerin en mühimlerinden saymak
TuranlIlar idi, sonra da yerli Aynamlar, Polinezyalılar ve lâzım gelir®. Osmanlı Türkleri gibi iktisaden ve mâlen
Çinlilerle karıştılar). zayıf olan bir cemiyetin böyle himaye esaslarına ilticası,
artık mütefekkirlerin ekseriyeti tarafından en tabiî hare­
VIII- Çinliler (Çinliler de ibtidâ Turanlılar iken son­
ketlerden ve en mübrem ihtiyaçlardan addolunmaktadır.
radan bilhassa Malaylarla karışmışlardır).

( ü Philologique mukabilidir.
(2) Archeologique mukabilidir.
G) On beş gün kadar evvel neşrolunarak tatbikine başlanılan "Kambiyo Muamelâtı" talimatnâmesini de bu teşebbüsler cümlesinden sayabili­
riz. Z
Sayı 128 TÜRK YURDU 345

Millî Banka.- Başka cemiyetlere karşı bir siper olan meşgul mütehassıslardan olmak üzere Ticaret ve Ziraat
bu iki müessese-i iktisadiyeden sonra ehemmiyet ve kıy­ nazırı tarafından seçilerek, hakan hazretlerinin iradesiyle
met itibariyle yukarıki iki teşebbüsten eksik olmayan ve üç yıl için tayin edileceklerdir.
artık teşekkül etmek üzere bulunan "Millî Banka" gelir. Bu babda sekiz madde üzere hazırlanan nizâm­
Memleket dahilinde iş görmekte olan sermayelerin fay­ nâmeden anlaşıldığı veçhile "ticaret, ziraat ve sanayie,
dalı sûrette sarf olunmasına bakabilecek bir nâzım mahi­ gümrük ve vesâit-i nakliye tarifelerine ve iktisadiyâtın
yetini hâiz olan imtiyazlı ve millî bir devlet bankasının te­ diğer şubelerine taalluku olan hususâta ait kanun lâyi­
şekkülü her türlü alkışlara lâyıktır, haları, kavanînin tatbikatına mütedair tedabir-i icrâiye,
"Türk Yurdu"nun cilt 11, sayı 7'sinde de bahsetmiş ticaret-i bahriyenin teşvikâtına dair mevâd müzakere
olduğumuz bu bankanın esas nizâmnâmesi 19 Kânûnıev- olunmak ve mütalâası alınmak üzere meclise tevdî
vel 1332 tarihinde irade-i seniyeye iktiran etmiştir. Ni- oluna" biliyor ki, bu madde meclisin hukukunun dar ol­
zamnâmesinden(b anlaşıldığına göre banka, hissedarlar madığını, iştigal edeceği sahanın pek geniş ve mühim ol­
heyet-i umûmiyesi tarafından seçilen yedi ilâ on iki aza- duğunu gösterir.
dan müteşekkil bir meclis-i idare tarafından idare oluna­
"Rûznâme-i müzakerâtı tertip hakkı münhasıran
caktır.
Ticaret ve Ziraat Nezareti'ne ait olması" maddesi ise, bel­
Meclis azalarından birisi -on seneye kadar ecnebî ki kat’î bir plân takip etmek mecburiyetinde bulunan bir
mütehassıslardan da olabilmek şartıyla- müdir-i umûmî, zatın riyaseti altında bulunması ve millî iktisat siyasetini
diğer birisi de meclis-i idare reisi olacaktır. Bankanın şim­ tecrübe etmekte olan hükümetin prensiplerine tevâfuk
diki reisi Cavid Beyefendi, müdir-i umûmîsi ise Avustur­ etmeyen mesâilin müzakeresi ihtimâlinin izalesi için
ya Devleti tebaasından Doktor Wail'dir, konulmuştur.

7 Kânûmsanî tarihinde hisse senedi kayıt ve kabul Nazırların kâffesi meclisin müzakerâtında bulunmak
muamelesine de başlanılarak sevgili hakanımız hazretleri salâhiyetini hâiz oldukları gibi, lâzım gelirse tabiî ve mün­
tarafından da bizzat nâm-ı hümâyunlarına 200 adet hisse tehab azalardan başka zatların da davet edilerek
senedi alınmıştır. Taşralardaki kayıt ve kabul şubelerin­ mütalâaları dinlenecektir. Meclis azalığı fahrî olup ancak
den gelen telgraflara ve gündelik arkadaşlarımızın ver­ her azaya hakk-ı huzur olmak üzere bir lira verilecektir.
dikleri malûmata göre hisse senedine kayd olunmak İktisadiyât meclisi ilk toplanışında -hayat-ı iktisadiye-
hususunda ahalide de şâyân-ı memnuniyet müracaat de serbesti ve müdahale-i hükümet esasları gibi- çok mü­
vukû buluyor. him meseleleri, ikinci içtimaında ise şeker fabrikası tesisi
İk tisad iy ât Meclisi - Osmanlı Türk memleketinin meselesini müzakere etmiştir. Meclis bundan sonra haf­
İktisadî hayatına taalluk eden meselelerini tetkik ve bu tada bir defa içtima edecektir. Meclisin azası 24 olacak ise
babda -hükümetin arzu ettiği mesâil ve esasât üzerinde- de şimdilik yalnız 17 azası mevcuttur. Diğer azalar da ya­
rey beyan etmek üzere Ticaret ve Ziraat Nezareti'nde bir kında tayin edilecektir,
"İktisadiyât Meclisi" teşkil edilmiştir. Meclis, Ticaret ve Umûr-ı Ziraiye Komisyonu.- Osmanlı memleke­
Ziraat nazırının reisliği altında 24 azadan mürekkeptir. tinde ziraatin iyileşmesi ve ilerlemesi yollarını aramak,
Birkısmı tabiî, bir kısmı müntehab olan iki kısım anlamak ve hazırlamak üzere Ticaret ve Ziraat Nezare­
azadan, tabiî azalar ticaret-i hariciye müdir-i umûmîsi ile ti'nde, on beş kadar mütehassıs zevattan ibaret bir ko­
ticaret, ziraat, sanayi, varidât-ı umûmiye, rüsûmât, demir misyon teşkil olunmuştur.
yollar, tunik ve meâbir ve nâfia müdir-i umûmîlerinden Şirketler.- Evvelce ahalimizin değil, az çok mütefek­
ibarettir. İkinci kısım azalar Meclis-i Ayân azalarından, kir geçinen sınıflarımızın bile ne olduğunu bilmedikleri
milletvekillerinden, dârülfünûn muallimlerinden, ticaret ve bilmek istemedikleri müesseselerden biri de ticarî,
odalarında reislik ve azalık eden zatlardan, iktisadiyât ile

( b Bu nizâmnâme "Tanin" refikimizin 6 Kânûmsânî sene 1332 tarihli nüshasıyla da neşrolunmuştur.


346 TÜRK YURDU Sayı 128

sınaî, ziraî ve İktisadî şirketlerdir. Çok memnuniyete §â- teveccüh eseri gördüğünden sermayesini 2000 liraya
yândır ki, bir cihetten yukarıda da biraz işaret edildiği çıkarmıştır. Beyrut'ta da memurlar böyle bir şirket teş­
veçhile hükümet millî iktisadın umûmî istikametlerini ta­ kiline teşebbüs etmişlerdir.
yin ile uğraşırken, ahali de kendi iktidar ve kuvveti yeti­ Maden Çıkarma Şirketi - Hükümete ait olan
şen sahalarda bu İktisadî harekete iştirak etmeye çalışı­ madenleri satın almak üzere büyük bir şirket kurulmak
yor. Taşradan gelen ve İstanbul'da çıkan haftalık ve gün­ üzere olduğunu gazeteler yazıyor. Bu madenler arasında
delik arkadaşlarımız da teessüs ve teşekküllerinden ha­ meşhur Ergani Madeni de bulunmaktadır. Şirket Millî
ber aldığımız muhtelif yerli şirketler bu davanın delilleri­ Banka’nın murakabesi altında bulunacaktır.
dir.
Millî Ekm ekçi Anonim Şirketi - Dahilden ve ha­
"Türk Yurdu"nun daha evvelki sayısında İstanbul'da riçten gerek aynen satın almak ve gerek kendi öğüttür­
bir "Dalgıçlık" şirketi, Bolu'da bir "Tasarruf Sandığı" te­ mek sûretiyle un ve undan yapılan her şeyi vücuda geti­
şekkül ettiğini yazmıştık. İşte bu defa da yeni teşekkül rerek satmak ve bu maddeler üzerine komisyon muame­
eden birkaç müessese sayıyoruz: lâtı yapmak maksadıyla -yirmi yıl müddetle- "Millî Ek­
Konya'da Köylü Bankası.- ("Babalık"tan) Kon­ mekçi Anonim Şirketi" unvanıyla bir şirket teşekkül et­
ya'da 200.000 lira sermayeli bir köylü bankası teşkil edil­ miştir. Şirketin sermayesi yüz bin liradan ibaret olup be­
mek üzeredir. Sermayenin şimdilik 5.526 lirası mevcut heri on OsmanlI lirası kıymetinde on bin hisseye bölün­
olup 21.383 liranın da mülhakattan celbi düşünülmekte­ müştür.
dir. İktisadî Neşriyat.- Ekser Osmanlı Türk gazeteleri,
Manisa Bağcılar Bankası.- Manisa'da bağcıları hi­ evvelce şiirlere, hikâyelere açık koldan bol bol verilen
maye etmek, bağcılığa dair malûmat-ı maliye ve ticariye- yerlerinden birkısmını yavaş yavaş İktisadî makalelere,
de bulunmak maksadıyla bu nâmda bir şirket teşekkül mütalâalara ve haberlere de vermeye başladılar. Hatta -ci­
etmek üzeredir. han siyasetinin kargaşalığına rağmen- İstanbul'un günde­
liklerinde bile İktisadî mevzular üzerine başmakalelere
Tütüncüler Bankası.- İzmir'de vali Rahmi Beyin
sık sık tesadüf ediliyor. Mütehassıs kalemler tarafından
teşebbüs ve gayreti sayesinde tütün ziraat ve ticaretini
yazılarak, mevzuuna mahsus bir itina ile çıkarılan "İktisa­
himaye etmek, memleketin mühim servet menbaların-
diyât" mecmuası tedricî bir tekâmül ile devam ediyor. İs­
dan olan bu mahsul üzerinde muhtekirler tarafından oy­
mail Rıfkı Beyin "Romanya, Macaristan, İtalya ve Bulgaris­
nanan oyunların önüne geçmeye çalışmak niyetiyle bir
tan itibar-ı ziraî ve kooperatif şirketleri hakkında" icra
anonim şirket teşkil edilmektedir.
edilen derin tetkikât neticesi raporlarbb ve diğer bir çok
İzmir Teşkilât Şirketi.- ("Tasvîr-i Efkâr"dan) Şu zevatın yerli sanayi ve ziraat üzerine tahkikat hülâsası
yazılan unvan ile İzmir'in münevver ve müteşebbis bazı olan mütalâaları bir bir ardlı bu mecmuada neşrolunu­
gençleri tarafından -üzüm ve incir ticaretiyle meşgul ol­ yor. Bir "Ziraat Müzesi" tesisi teşebbüsünde bulunularak
mak üzere- bir şirket tesis olunmuştur. Şirket bu iki mah­ Peşte ve Sofya Ziraat müzeleri tetkik olunduğu ve yaşa­
sulün İstanbul'a sevk ve ihracını kolaylaştırarak asıl müs­ maya azm eden illerden örnek almaya çalışıldığı gibi, "Ti­
tahsilleri birtakım haris muhtekirler elinden kurtarmayı caret ve Ziraat Nezareti Mecmuası" da hususî bir ihtimam
kendine maksat edinmiştir. Şirket daha işin başlangıcın­ ile çıkarılıyor. Yalnız "Ticaret Odası Gazetesi"ni bilmem
da gösterdiği istikamet ve gayret sayesinde faaliyet nedense, o eski perişan kıyafetini muhafaza ettiği için bu
sahasını tevsie muvaffak olmuş ve evvelâ İstanbul'da, terakki hareketlerinden istisna mecburiyetindeyiz. Tica­
sonraları Bandırma’da birer şube de açmıştır. ret ve Ziraat Nezareti tarafından memleketin ziraati hak­
Kooperatif Şirketleri.- ("Sabah"tan) Lazkiye'de kında malûmat-ı ihsaiyeden müteşekkil büyük büyük
bazı memurlar ile ahali bin lira sermaye ile bir kooperatif ciltler meydana konuluyor. Hâl-i faaliyette bulunan "Çı­
teşkil ve tesis etmişlerdir. Şirket az zamanda büyük bir rak Mektepleri"nde okutulan dersler kitap şekline konu-

( b Komşu milletlerimizin kuvvetini tanımak veyahut İktisadî tedkikatta bulunmak isteyenler için pek mühim birer haber mahiyetini hâiz olan
bu eser, ahiren Matbaa-i Osmaniye’de 124 büyük sayfalık bir kitap şeklinde bastırılmıştır. Erbabına tavsiye ederiz.
Sayı 128 TÜRK YURDU 347

larak umûmun istifadesine vaz olunuyor. Bir iki yıl evvel Ve beraber söyledikleri iki sesli türkünün manası da
teşekkül edip de bize malûm olmayan sebepten dolayı şu idi:
sessizce yatan "Çiftçiler Derneği" de faaliyete gelerek, Erkek:
kendisine birkaç büyük ve nüfûzlu zevatın bile yardım ve Çeşme kızı! Susadım, bir damla su ver! Gideceğim.
himayesini celb ve cezbe muvaffak oldu ve çiftçiler için
Azız ol sevgili kız, çabuk ol, bir damla su ver, bırak gide­
bir mecmua çıkarmaya başladı. Bir iki sene çıkıp da cihan
yim.
kavgası münasebetiyle duran "Sanayi" risalesi de canla­
Kız:
narak tekrar birkaç sayısı intişar etti.lb Görülüyor ki şu
Yamaçlardan sallanarak inen delikanlılara ben su
son iki üç yıla kadar, bazı zevatın tercüme veya telif etmiş
veremem. Testimden birşey alamazsın bugün, kendin iç
olduğu birkaç İktisadî klâsik eserden başka pek cüz’î şey­
ve git!
lere mâlik olan Osmanlı-Türk edebiyat-ı iktisadiyesi şu
son yıllarda, bu noksanını da ikmal yoluna koyulmuştur. Erkek:
Henüz yavaş yavaş doğmakta olan bu eserler iktisat fik­ Çeşme kızı, attan inemem, yorgunum, bitabım!
rinden mahrumlara bu fikri aşılayacağı gibi, milletin Zamanım yok, sevgili kız, bana su ver, burada duramam.
iktisadiyâtı ile uğraşmak isteyenler için de hayli yardım Kız:
edecek "maddeler" hizmetini görecektir. Baharda kuşlar tatlı öter derler, ben söylersem daha
Osmanlı-Türk Cemiyeti arasında gittikçe yayılmakta tatlı olur. Eakat yorgun adamlar yataklarından çıkamaz­
olan bu İktisadî hareketin mesut neticeleri -inşaallah- lar. Allah’a ısmarladık...
muzaffer bir sulhtan sonra, müstahsil ellerin, savaş cep­ Erkek:
helerinden istihsal cephelerine dönüşleriyle daha bariz Güzel kız bana biraz su ver. Duracak vaktim yok.
bir sûrette meydana gelebilecektir. Böyle mühim bir İkti­ Merak etme. Çok sevgili destinden içir bana: İster su, is­
sadî inkılâb tarafından beklenen Türk kahramanları, tadil ter şarap olsun!
ve ıslâh edilmiş ticaret, arazi, vergi ve aşar kanunlarıyla da
Kız:
karşılaştıklarını görebilirse, kendilerini bihakkın mesut
Bu yollardan çok yolcu geçer, hepsi susamıştır, fakat
sayacaklardır.
biri durmaz. Al testimi kana kana iç!
Z .N .
Erkek:
Kaşlar kalemle çekilmiş, dişlerin inci, atımdan inip
bir saat duracağım. Sevgili çiçek bana dudaklarını ver.
BUVÜK HİKAYE Kız:
BABÜRHAN Güller ve menekşeler dağlarda biter. Onları yalnız
Muharriri: Flora Annastil seven toplar. Kardeşimin elleri silâhlı kolları vardır. İç ve
Mütercimi: Halide Edib çekil yağmur başlıyor.

Başı yıl 3, cilt 6, sayı 9'dadır.


Erkek:
Çok sevgili, yağmur yağsın, fırtına olsun, benim
-Bir türkü, bir türkü! Haydi beraber "Çeşmedeki
abam ikimizi de korur. Testi de sen de sıçrayın, atıma
Kız"ı söyleyelim. Senin gibi kimse bunu söyleyemez, ana!
binin yolda buseler bulacağız.
Hakikat doğru idi. İhtiyarın bir sivri sinek vızıltısı gibi
Kız:
olan hafif sesi, zengin davudî sesle pek iyi imtizaç ediyor­
Sevgilim, sevgilim, nihayet geldin mi? Testiyi at, beni
du. Hem hiç bir genç kız bu kadar şuh, bu kadar ateşli bir
sıkı tut, şenle beraber yeni bir dünyaya uçmadan al işte
tarzda bunu söyleyemezdi. Belki ihtiyar kalp, bir genç
dudaklarım!
kalp gibi atıyordu: Bunlar yaşla olmaz.

( b Rençberler ve işçiler için çıkarılan bu iki mecmuadan ayrıca bahsedeceğiz.


348 TÜRK YURDU Sayı 128

Alkış bitince Babür haykırdı: İhtiyar akıllı adam diyordu ki: “Efendim benim için
-Şimdi Hind'e gelelim. Onun ne kadar büyük oldu­ bunlar fena asker değildirler. Fakat inzibata taraftar olan
ğunu, yemişlerini, çiçeklerini hep öğrenmek isterim. İşte şevketlim için muvafık değildirler. Ben başımı sırf bir ha­
nineciğim, şimdi Lahor'da senin genç adamın tesadüf et­ yal için neden tehlikeye koyayım? Geçen sefer şevketli­
tiği kadını anlatmaya başla! O vakit her şeyi iyi hatırlar­ min emriyle bunlardan birkaçı idam edildi. Şimdi ma­
sın... temlerini tutan aileleri arasına gidemem. Muharebe olur­
sa gelirim, çünkü harp zamanında şahsî intikam için ne
Böylece yaz geçti, nihayet ihtiyar İhsanüddevle ve
zaman, ne de arzu vardır; kan her yerden akıtılabilir, her
Ensevgili’lerden haberler geldi. Bu da yeniden Babür'ün
naaş da birbirine benzer."
zihnini düşmanı Şeybanî aleyhine karıştırdı. Fakat kışta
hususiyle böyle acı ve soğuk kışta birşey yapılamazdı, So­ Böylece Kasım da kendi adamlarıyla Hisar'a çekildi.
ğuktan epeyce adam dönüyordu. Hatta sırf cereyanının Babür mağmum bir kalple Taşkent'e gitti, AJçak yamaç­
kuvvetinden dolayı ortası buz tutmayan bir nehre on altı larda birkaç gün kaldı ve bir kuyu başında dağdan suyun
defa daldıktan sonra Babür bile kemiklerin donabileceği- gelip geçtiği bir mermer levha üzerine felsefî bir zihniyet­
ni itiraf etti. le şu mısraları hak ettirdi:
İlkbahar, bütün faaliyeti öldüren büyük bir elem ge­ "Ne kadar adam dinlenmiş ve sularını içmiş! Galip,
tirdi, Babür'ün şefkatini kıskanan bir fena adam Noyan mağlûp, sefih, zâhid senin gibi ey kaynak, unutulan bir
Gönültaş'ı öldürdükten sonra sarhoşluktan dolayı uçu­ mezara göçmüştür."
rumdan yuvarlandığını iddia etmek cesaretinde bulun­
du. Noyan o kadar dinin ahkâmına sadıktı ki ihtiyar Ka­ O zaman şiirin nazım ve manalarını iyi tetkik etmiş
sım Bey kadar riyazat taraftarı ve hükümdarların içmesi­ olmadığından rübaîyi pek iyi yapamıyordu.
ne aleyhtardı. Katili takibe muktedir olamayan Babür ço­ Taşkent'e vâsıl olunca ilk işi şiirlerinin bazılarını
cukluk arkadaşının ziyamı derin bir sûrette hissediyordu. zevk-i şairânesi olduğu iddia edilen şiir yazan hana verdi.
Kendisinin bu kadar kuvvetli matem edebileceği pek az Bununla beraber gazelleri şekil ve muhteviyât itibariyle
adam vardı. Bir hafta, on gün başka bir şey düşünemedi. pek fakirdi. Genç şair kendini memnun edecek vuzuhla
Ve gayr-i ihtiyarî gözyaşları mütemadiyen akıyordu. birşey öğrenemedi ve amcasının şiirde kabiliyetsiz oldu­
Bundan sonra hayatı ani ölümler, cinayetler ve mu­ ğuna karar verdi. Meselâ Türk lisanında kafiye hatırı için
harebe silsilelerinden ibaret olan ve Moğol askerlerine iti­ bazı harflerin değiştirildiğini bilmiyordu.
madını hiçbir vakit kaybetmeyen ihtiyar büyük ananın
İhsanüddevle:
beslediği bir sergüzeşt arzusu uyandı: Niçin Taşkent'teki
amcaları hanlara gitmiyordu? Annesi de hastalanmıştı: -Seni bir züppe zannedecek, niçin kılıç oyunlarını
Oğlunu görürse memnun olurdu. Eğer dilini otuz iki dişi göstermedin? dedi,
arasında kendisini idareyi bilirse muavenet de görebilirdi, Babür kat’iyyetle:
Babür muzlim: -Onu çok geçmeden zaten görecek, dedikten sonra
-Niçin, diyordu, Aksu'yu alıp Andican'ı kaybetmeli, ilk hazırladığı altı çift beyitli gazelini yazmaya gitti.
Andican'ı alıp Aksu'yu kaybetmek için mi? Neticede hep­ "Dünyada kendi mahzun ruhumdan başka sadık
si bir. dost bulmadım. Sevgili kalp! Kendi itimadını yalnız ken­
İhtiyar kadın kurnazca cevap verdi: dine bezi edip kendinden almalısın. Bülbüller güllere te­
rennüm eder. Dikenleri kuşlar düşünür mü? Gurbetzede
-İşin içinde döğüşmek, iyi harp etmek var, o da ister
yalnız kimseden fayda beklemeden yaşamalıdır. Garip
cehennem, ister cennet için olsun.
yalnız kendi kalbini kendisine dost ve muhabbetkâr tanı­
Bu hakikat doğru idi. Dağdan dağa serseri dolaşmak­
malıdır."
ta ne fayda vardı?
Bu gazelinden memnun oldu ve bir ziyafette büyük
İşte genç sergüzeştçi bir daha etrafına biraz daha
bir şetaretle terennüm etti. Ertesi gün kuşağının altın
adam toplamıştı. İhtiyar Kasım Bey, İhsanüddevle ile
tokasının çalınmış olduğunu gördü. Yine Moğollar!
Moğollar meselesinde ihtilâfa uğradığından Babür'le git­
mekten imtina etti. Bitmedi.
Sayı 128 TÜRK YURDU 349

TÜRKLÜK ŞÜÛNU ve takarrür etmesidir. Diğer birisi de bu esasların nazariy­

Talât Bey in Sadrazamlığı ve Heyet-i Vükelâ da at sahasında kalmayarak fiiliyata geçmesidir. Nazarî esas­
larla ef âl arasındaki mantıkî rabıtalar gittikçe kuvvetlen­
Tadilât,- Sabık Sadrazam Prens Mehmed Said Paşa'mn
miştir. İktidar ve hâkimiyeti elde eden her yeni kuvvet,
esbab-ı sıhhiyeden dolayı istifa etmesi üzerine hakan
hazretleri, 12 Kânûmsânî 1332 tarihli hatt-ı hümâyûnla­ kuvâ-yı mevcude ile bir derece uyuşmaya mecburdur. Bu

rıyla Dahiliye Nazırı Talât Beyefendinin uhdesine "ehliyet uyuşmalara ihtiyaç, yeni kuvvetin yerleşmesi, teeyyüd et­

ve liyakatine binaen", mesned-i sadareti rütbe-i vezaretle mesi nispetinde azalır ve nihayet yeni kuvvetin bütün

beraber tevcih buyurmuşlar ve Meşihat-i İslâmiyeyi Musa mahiyet-i deruniyesiyle tezahürüne artık hiçbir mâni ve

Kâzım Efendi uhdesinde ibka eyledikleri gibi fehametlü mahzur kalmaz,

devletlü Mehmed Talât Paşa Hazretleri tarafından teşkil "İttihad ve Terakkî"nin gayesi, isminde mündemiç
olunan Heyet-i Cedide-i Vükelâyı da tasdik-i hümâyûnla­ şiarının pek açık gösterdiği üzere "birleşip ilerlemek"tir.
rına iktirân ettirmişlerdir.
"Birleşmek" karşılıklı müsaadelerle olur. Fertlerin
Sabık Sadrazam Mehmed Said Paşa'mn makâm-ı daima az çok ihtilâfı vardır. Müsaadekârlık derunî büyük
Sadarete tayin buyuruldukları zamandan beri "Selâmet-i bir kuvvetten doğar. Kuvvetli olmayan fertler müstakil
mülk ve devlet emrinde ve bâhusus Edirne meselesiyle bulundukça kendi içlerinde kapalı kalırlar; açılmazlar,
düvel-i merkeziye ile akd-i ittifak hususunda masruf olan mütekabil müsaadelerde bulunmazlar. Böyleleri birleştir­
mesaî-i ru'yet-mendânesi" taraf-ı hilâfet-penahîden tak­ mek için haricî ve yüksek bir kuvvetin tesirine ihtiyaç var­
dire lâyık görülerek, kendilerine teveccüh ve muhabbet-i dır. Zayıflar kendi kuvve-i cazibeleriyle değil, haricin kuv-
şahâneyi bildiren bir nâme-i hümâyun lütfen irsal ve-i camiasıyla toplanırlar. Lâkin velev haricî tesirlerle ol­
buyurulmuştur. sun, tab'an, fıtraten birleşmek istidadını hâiz olmayan
unsurlar tevhid olunamaz: Bilfiil birleşecek anâsır, bil-
Tebeddül-i vükelâ ne dahilî ve ne de haricî en ufak
kuvve birleşmek şerâitini hâiz olanlardır,
bir tagayyürle alâkadar olmadığı gibi siyaset-i umûmiye-
mizin hutût-ı umûmiyesinde bir değişikliği de intaç et­ "İlerlemek" için yol birdir: Bizden evvel ve bizden ça­
meyecektir. buk ilerleyen kavimlerin geçtikleri yol... Bu yolda ilerle­
mek, harp sahasında asker kollarının yürümesini andırır.
"Türk Yurdu" yeni sadrazam hazretlerine derin hür­
Öne, arda, kenarlara gözcüler çıkarmak, bazen yerinde
metlerle memzûc en samimî tebriklerini arz ve takdim
saymak, bazen biraz geri giderek ilerlemeyi temin etmek
eder ve hakan hazretlerinin hatt-ı hümâyunlarında dahi
icap eder. Fakat hiçbir zaman hedefü'l-harekât gözden
"ehemmiyet-i nezaketi" tahattur buyurulan "hâl ve
kaçırılmaz. Yolun sonu muayyendir,
zaman"da, rüfekâ-yı muhteremesiyle beraber, "dev­
letimizin selâmet-i hâliye ve âtiyesini temin ve mem­ "Birleşme"nin, "ilerleme"nin mahiyetini en iyi anla­
leketimizin esbab-ı saadet ve terakkiyâtını istikmaf'e yanlardan birisi, belki birincisi, "İttihad ve Terakkî"yi
muvaffak olarak, cümle Müslümanların ve bütün Türk- âdeta şahsında tecsim ve temsil eden Talât Bey olmuştur.
lerin hayat ve halâs ümitleri teveccüh ve temerküz eden
Talât Beyin bilhassa son altı yedi senelik tecrübesiy­
Saltanat-ı Osmaniye'ye kavî, emin ve mesut bir istikbâl
le "İttihat Terakkî" şiârına verilecek. Açık ve en kat’î ma­
ihzar eyleyebilmesini Cenâb-ı Hak’tan dua ve niyaz eyler. naları artık vermiş olduğunu muvaffakiyetlerinden istid-
lâl ediyoruz.

Yaşayan ve yaşamaya müstaid olan her uzviyet gibi Muayyen fikirleri temsil eden zatlar, cihanşümûl te­
"İttihad ve Terakkî" Cemiyeti de memleketimizde mev- kâmülün kanunu gibi olan bir ıstifâ-yı tabiî ile İçtimaî m u­
ki-i iktidara geldiğinden beri mütemadi bir tedavüldedir. hitlerden yükselip çıkarlar. İngiliz meşrutiyet idaresini
Safhalarını dikkatle takip edenler, bu tedavülün bir pek nâfiz bir nazarla derinliklerine kadar tetkik eden bir
tekâmül olduğunda ittifak ederler. "İttihad ve Terak- müellif, İngiltere fırka reislerinin-ki fırkaları makam-ı ikti­
kî"nin tekâmülünde göze çarpan hususiyetlerden birisi dara geçtikçe "birinci" yani "birinci nazır=reis-i nüzzâr"
esaslarının (prensiplerinin) gittikçe tavazzuh, tekemmül olurlar -asla resmen müntehab olmadıklarını, herkesin
350 TÜRK YURDU Sayı 128

tabiî bir intihab ve tasvibine makrun bir "sudûr (=ema- manya'ya göndermiş olduğu gibi. Maarif Nezareti de
nation)" ile makamlarına geldiklerini söyler. "İttihad ve dârülfünûn müderrislerinden "inşa edilecek binaların
Terakki" Cemiyeti’nin hayatını yakından değil, uzaktan genişliği ve sûret-i inşâsı ve her müderrisin kendi ders­
takip edenler bile Talât Beyin hayat-ı siyasiyesinde bu lerini tedris için ne gibi yerlere ve tertibâta ihtiyacı ol-
"Sudûr" nazariyesinin en bariz bir misalini müşahede duğu"nu istizâh etmiştir.
ederler. Bu cihetle "Tanin" refikimiz, "tebeddül-i vüke-
Eskişehir'de Elektrikle Tenvir.- Medenî hareket
lâ"dan bâhis makalesinde "senelerin vukûat ve hadisâtı
itibariyle Anadolu'nun en ileri gelen şehirlerinden olan
içinde tabiî bir sûrette ve kendi kendine teşekkül etmiş
Eskişehir'de şimdiye kadar da elektrik tesisatı mevcut ol­
olan bu yeni sadrıazam" demekte pek isabet etmiştir.
duğu malûmdur. Fakat bu tesisat odun yakmak sûretiyle
"İttihad ve Terakkî"nin sadr-ı esbak Mahmud Şevket işlediğinden hayli pahalıya düşmekte idi. Bunu nazar-ı
Paşa'ya kadar mevki-i iktidara getirdiği sadrıazamlar, dikkate alan Eskişehir Belediyesi Porsuk Çayı'ndan elekt­
mazi ile uyuşmak ve belki biraz da tecârüb-i şahsiyelerin- rik istihsalini düşünerek Nafia Nezareti'nden bunun imti­
den istifade etmek arzusunun mahsulleri olsa gerektir. yazını talep etmiştir. Bu hususa Nafia Nezareti’nce de
Merhum Mahmud Şevket Paşa ile Prens Mehmed Said muvafakat edilmiş olduğunu haber veren Tasvîr-i Efkâr
Paşa, cemiyetin efkâr ve esaslarına samimî iştirak etmiş refikimiz: "Halkı ile memurları memlekette temin-i terak-
zatlardı; hatta sadr-ı sâbık hazretleri fırkaya reis de in­ kiyata matuf mesaîde hem-ahenk harekât ile temayüz
tihab olunmuşlardı. Fakat bunlara bile yukarıda zikret­ eden Eskişehir'i bu muzafferiyet-i müstahsenesinden do­
tiğimiz sudûr nazariyesi tatbik olunamaz. Bu cihetle layı şayeste-i tebrik görürüz. Şurasını da kuvvetle ümit ve
Mehmed Talât Paşa Hazretleri "İttihad ve Terakki" kemal-i samimiyetle temenni ederiz ki, Eskişehir tarîk-i
Cemiyeti’nin ve bu cemiyetin esaslarına künhî rabıtalarla terakkideki tasavvurat-ı cedidesini dahi kendi millî ser­
bağlı mehafilin tam manasıyla ilk sadrazamıdır.
mayesiyle başa çıkarmakta mutaassıbâne bir ısrar ile dav­
Talât Paşa'nm zaman-ı sadâretinde "İttihâd ve Terak­ ransın ve onda muvaffak dahi olsun." diyor.
ki" fikir ve esaslarının sarih ve kat’î bir sûrette fiiliyata
Takvim-i Garbinin Parlamentoda Müzakeresi.-
münkalib olması için çok gayret sarf edeceğine şüp­
Peygamberimizin hicreti senesinden hesaplanan Tak-
hemiz yoktur. Bu fikir ve esasların bugünkü günde birin­
vim-i Kamerî'nin oruç ve hac gibi umûm diniyeden baş­
ci sırada bulunanı vatanın taarruzdan, tehlikeden
ka muamelât-ı beşeriyede kullanışlı olmaması yüzünden
muhafazası ile milletimizin hâl ve istikbâlinin teminidir.
zamanıyla kabul etmiş olduğumuz Şemsî Takvîm-i Ma-
Talât Paşa kabinesi her şeyden evvel elbette bunlara
lî'nin de esasında olan bir çok yanlışlıkların daima müşki-
çalışacaktır.
lât ikâ etmekte olmasından ve Avrupa milletleriyle olan
"Türk Yurdu" yeni heyet-i vükelâya ve onun muh­ münasebatın günden güne artmasıyla onların takvimleri­
terem reisine Ulu Tanrı’dan bir daha yardım dileyerek ne ihtiyacımız daha ziyade anlaşılmasından dolayı,
hepsini Türkçe kutlular. hükümet geçen sene bütün Avrupa milletlerinin kabul
K ettiği Gregoryen Takvimi'nin bazı tadilât ile kabulü husu­
sunda bir lâyiha tertip ederek Meclis-i Mebusana takdim
D ârülfünûn Binası.- Osmanlı-Türk Dârülfünû-
etmiş idi ise de o zaman bu lâyiha-yı kanuniye iktisab-ı
nunun muhtelif şubeleri ile dârülmesâîlerinin hepsini bir
kanuniyet etmemişti.
araya toplamak için lâzım gelen büyük bir dârülfünûn ve
bir de umûmî kitaphane binalarının inşasına dair müzâ- Bu sene tekrar meclise gönderilerek hususî encü­
kerât ve mukarrerâtta bulunmak üzere Maarif Nazırı Şük­ menlerde müzakere ve münakaşa edilen bu lâyiha Mec­
rü Beyefendi'nin reisliği altında maarif ve mimarî işlerine lis-i Mebusanın 16 Kânûmsânî 1332'ye müsadif celsesin­
vukûf sahibi zâtlardan bir komisyon teşkil edilmiştir. de kabul edilmiştir. Altı maddeden ibaret olan bu kanu­
Toplanarak bazı mukarrerâtta da bulunmuş olan komis­ na göre Takvim-i Garbî ancak İslâmlar arasında yürütülen
yon kendi azalarından Sanayi-i Nefise Mektebi Muallimi tarih-i Hicrî'de şimdiye kadar kullanıldığı sûrede kullanıl­
Asım Beyi muhtelif dârülfünûn ve umûmî kitaphâne bi­ mak şartıyla kabul edilmiş olup 1332 senesi şubatının
nalarını tetkik etmek üzere Avusturya-Macaristan ve Al­ I6’ncı günü 1917 senesi martının birinci günü itibar
Sayı 128 TÜRK YURDU 351

edilecektir. Sene-i Maliye itibariyle şimdiye kadar vukû rağmen- bütçe senesi evvelki gibi marttan marta kadar
bulmuş olan muamelât-ı umûmiye mehâkim ve dairece olan müddeti ihtiva edecektir.
Takvim-i Garbî'ye ircâ edilecektir. Martın birinci günü Meclis-i Ayanca da lâyiha-ı kanuniye kabul olunmuş
1332 sene şubatının l6'ncı gününe gelmesinden içinde ve ancak birinci maddesi ber-vech-i âtî tadil edilmiştir:
bulunduğumuz sene on üç gün kısalıyor ise de bundan "Tarih-i Hicrî-i Kamerî kemâkân istimal edilmek şartıyla
dolayı mükellefinin tahakkuk etmiş tekâlifinden birşey Devlet-i Osmaniye muamelâtında mebde-i takvim
tenzil olunmayacaktır. Bundan evvel vâki olup müddetle müstesna olmak üzere Takvim-i Garbî'yi kabul etmiştir.
mukayyet olan ahkâm ve muamelâta hâiz-i tesir olmaya­ Binaenaleyh 1332 senesi şubatının on altıncı günü 1333
cak olan bu kanunun son maddesine göre -Takvim-i Gar- senesi martının birinci günü itibar edilecektir."
bî'nin yılbaşı kânûnısânînin birinci günü olmasına

Tashih:

Geçen sayımızda ‘‘La Pensee Turque”e dair yazılan mutalâanâmenin “Yazdıktan Sonra” kısmında refikimizin
Fransızca bazı imlâ hataları bulup çıkarmaya uğraşırken, musahhihimizin dikkatsizliği yüzünden “Türk Yurdu” kendisi
de imlâ hatası irtikab etmiştir. “Siketvar” kalesinin Lâtin harfleriyle yazılışında refikimizin yalnız mühim bir harf eksikliği
vardı; bizim ise iki harfimiz yanlış dizilmiştir. Süleyman-ı Kanunî ordusu karşısında bile zor imlâya gelen bu kalenin ismi
Lâtin harfleriyle şu surette imlâ olunacaktır: Szigetvar

T ü rk Y u r d u M ü d ü rlü ğ ü

Müdürü: Akçuraoğlu Yusuf ‘K ader” Matbaası


TÜRK YURDU 353

İÇİNDEKİLER
X/1 (10 Mart 1332-23 Mart 1916)
İdareden: Muhterem Karilerimize ............................................................ T.Y.......... .17
Geçen Yıl: Siyaset ve Askerlik Y ılı.............................................................. T.Y........... .17
Edebî Yıl ........................................................................................................C.S.......... .20
İktisat Yılı ................................................................................................... ^Jd.Zühdü .22
Maarif Yılı ..................................................................................................... S.A........... .24
Dilimiz: Türk Dili Üzerinde Tetebbu ve Tahkikler.................................. Ufalı T oktam ış....................................... .. .25
BabürHan ................................................................................................... Flora Annastil ...............................................26
Türklük Şuûnu: Harbin Verdiği Dersler -Nefis Eserlerimiz
Arasında -Konya’da Öksüzler Yurdu -İslâm Mecmuası ................................................................................................... 27

X/2 (24 Mart 1332-6 Nisan 1916)


Edebiyat: Baharın İntiharı........................................................................... Yusuf Ziya . . , .31
Geçen Yılda Millî İstihsal ........................................................................... M. Zühdü . . . .32
Talim ve Terbiye: Yeni Terbiye U sûlleri....................................................M. Rahmi . . . .34
BabürHan ................................................................................................... Flora Annastil .36
Türk Ocağında: Kenan Ç ocukları.............................................................. Y..................... .38
Türklük Şuûnu: Türk Hakanına Alman Kayzeri Tarafından
General Feldmareşal Mackenzie’nin Gönderilişi-
Hilâl-i Ahmer’in Senelik Müsameresi- GalatasaraylIlar Yurdu-
Meclis-i Mebusan-Tahsil Yolunda Ölen Bir Türk Genci-
■ f- ka
Viyana’da Türk Edebiyatı-Kastamonu’da-Benliğe Doğru-
Türk-Macar K ardeşler......................................................................................................... .39
İd a re d e n ....................................................................................................... ....................... .42

X/3 (7 Nisan 1332-20 Nisan 1916)


Edebiyat: Ezan Vakitleri ..............................................................................D o ğ a n ............................................................. 45
“Türk Yurdu”na İhdâ ..................................................................................Doktor Abdullah C ev d et...............................45
Yeni A y ......................................................................................................... Mustafa H a lû k .................................................45
İktisat: Geçen Yılda Millî İstihsal ...............................................................M. Zühdü .......................................................46
Talim ve Terbiye: Terbiyede Muhit ve Nüfûz ( 1 ) .................................... Nâfi Atuf ..........................................................50
Dilimiz: Son Yılda Türk Dili Ne Kazandı?................................................. Ufalı Toktam ış.................................................52
Matbuat: Vilâyet Gazeteleri-İstanbul G azeteleri...................................... Ufalı Toktam ış................................................. 52
Türklük Şuûnu: Türkiye Haricindeki Türklerde-
Türkiye Hakkında -Atlı İzciler-Ağaç Bayramı ........................................... *** ..................................................................54

X/4 (21 Nisan 1332-4 Mayıs 1916)


Anadolumuz: Anadolu’ya Dair ...................................................................T.Y................... .59
“Köyümden Geliyorum” Ne D e m e k ?........................................................Ispartalı Hakkı .60
Tarih ve Siyaset: Devletler Arasındaki Münasebetlere D a i r ................... Safes ............. .61
İktisat: Geçen Yılda Millî İstihsal ...............................................................M. Zühdü . . . .64
BabürHan ................................................................................................... Flora Annastil .66
Yeni Eserler: Hastabakıcılık ....................................................................... Lebib Selim .. .67
Goltz Paşa’nın V efatı................................................................................... Türk Yurdu .. .69
Türklük Şuûnu: OsmanlIların İslâm Âlemine Müstevlî
İngilizlere İkinci Mühim Galebeleri .......................................................... *** ................ .70
354 TÜRK YURDU

X/5 (5 Mayıs 1332-18 Mayıs 1916)


Anadolumuz: Köyümden Geliyorum’dan: Nazifa G e lin ......................... İspartalı H akkı.................................................73
Edebiyat: Asker Türküleri; Altın T a h t....................................................... D o ğ a n ..............................................................75
Oğuz-Ümit ...................................................................................................Ali F ah ri...........................................................75
Talim ve Terbiye: Yeni Mektepler ............................................................ M. R ahm i.........................................................77
Dilimiz: Geçen Yılda Türk Dili Ne Kazandı?............................................ Ufalı T oktam ış.................................................79
BabürHan ...................................................................................................Flora Annastil ................................................ 81
Türklük Şuûnu: Reischtag Heyetinin İstanbul’u Ziyareti-
Türk Ocağı’nın Faaliyeti-Güç Dernekleri-İzmir Akhisar’ında-
Millî Talim ve Terbiye C em iyeti............................................................................................................................................82
İd a re d e n ....................................................................................................... *** ..................................................................84

X/6 (19 Mayıs 1332-1 Haziran 1916)


Köyümden Geliyorum’dan: UzakHatıralar, Uzak K öyler........................ispartalı H akkı................................................. 87
Hususî Bir Z iyaret....................................................................................... Rıza Tevfik........................................................89
Yahya Kemal’e ............................................................................................ Yusuf Z iy a ...................................................... 90
İs y a n .............................................................................................................Fazıl Ahmed ................................. 90
Devletler Arasındaki Münasebetlere Dair (2): “Darülharb ve
Muvazenet -i Siyasiye” ................................................................................Safes ............................................................... 91
Maarifimiz H akkında...................................................................................Nâfi Atuf ..........................................................94
Altaylara D o ğ ru ........................................................................................... Halim S a b it......................................................96
Türklük Şuûnu: Rusya’da Sakin Gayr-i Rus Unsurların Protestosu , . . .T.Y......................................................................97

X/7 (2 Haziran 1332-15 Haziran 1916)


Anadolumuz: Köyümden Geliyorum’dan: Minasin Mesiresi ................. ispartalı H ak k ı.............................................. 101
Edebiyat: Faik Ali ........................................................................................ Fazıl Ahmed .................................................104
Dilimiz: Geçen Yılda Türk Dili Ne Kazandı?.............................................Ufalı T oktam ış.............................................. 105
BabürHan ...................................................................................................Flora Annastil .............................................. 107
Altaylara D o ğ ru ............................................................................................ Halim Sabit ...................................................108
Matbuat: İktisat Hazine-i Evrâkı ................................................................ *** ................................................................109
Türklük Şuûnu: Enver Paşa’ya Hukuk-ı Âmme Doktorluğu-
Almanların Denizde Mühim Muvaffakiyetleri...........................................*** ................................................................ 111

JJS (16 Haziran 1332-29 Haziran 1916)


Edebiyat: Aşk Y asası................................................................................... D o ğ a n ............................................................115
Eski Aşk ....................................................................................................... Yusuf Z iy a .....................................................115
Açık Sütunlar: Mansurîzâde Said Beye T eşe k k ü r....................................Rıza Tevfik......................................................116
Talim ve Terbiye: Maarifimiz Hakkında (2) .........................................•. .Nâfi Atuf .......................................................117
Matbuat: Viyana’da Millî Bulgar Temaşa H e y e ti......................................T.Y.................................................................... 121
Vefayât: Büyük Ziya .............................................................................................................................................................124
Şuûn: Goltz Paşa’nm Cenazesi -K itchner’in Batması ..................................................................................................... 124

X/9 (30 Haziran 1332-13 Temmuz 1916)


Anadolumuz: Köyümden Geliyorum’dan:
Minasin’den Ayazmana’ya G iderken..........................................................İspartalı Hakkı .129
Edebiyat: H ülya............................................................................................ Celâl Sahir . . . .132
TÜRK YURDU 355

B ü y ü ............................................................................................................. Yusuf Z iy a ..................................................... 132


Açık Sütunlar; Mansurîzâde Said Beye T eşe k k ü r.................................... Rıza Tevfik..................................................... 133
Tercüme-i Hâl: İsmail Mahir E fe n d i..........................................................C.S....................................................................135
Türlük Şuûnu: Dahilî Islâhat Etrafında-Lozan Türk Yurdu’nun
Beyannâmesinden-Musiki C em iyeti..........................................................*** ................................................................ 137

X/10 (17 Temmuz 1332-30 Temmuz 1916)


Anadolumuz: Köyümden Geliyorum’dan:
Ayazmana ve Ayazmana’d a .........................................................................İspartalı Hakkı.............. .143
Edebiyat: Ölmeyen Sevgi ........................................................................... Yusuf Z iy a ................. .146
İçtimaiyât: Türk Kadınlığının Terbiyevî Mevkii......................................... Ziynetullah Nuşirevan .147
Mansurîzâde Said Beye T eşekkür...............................................................Rıza Tevfik.................. ,148
B ab ü rH an -................................................................................................... Flora Annastil ........... .149
Altaylara D o ğ ru .............................................................................................Halim S a b it........... .... .151
Türklük Şuûnu: 10 Temmuz -Yine Eskişehir’d e ........................................................................... .152

X / l l (4 Ağustos 1332-17 Ağustos 1916)


Ocaklılara ..................................................................................................... Hamdullah Subhi ........................................ 157
Türk Kadınlığının Terbiyevî Mevkii .......................................................... T.Y................................................................... 158
Talim ve Terbiye: Maarifimiz Hakkında (3) ............................................. Nâfi Atuf .......................................................160
BabürHan ................................................................................................... Flora Annastil .............................................. 162
Matbuat: “Muallim” ve “Hande” ................................................................ S..................... 164
Türklük Şuûnu: Savaşın İkinci Yıldönüşü ve Bayram-
Tamburi Cemil Beyin V e fa tı...................................................................... *** .................................................................166

X/12 (18 Ağustos 1332-31 Ağustos 1916)


Edebiyat: Gülnuş S u lta n ............................................................................. Halide E d ib ................................................... 169
N a z îre ............................................................................................................Fazıl Ahmed .................................................173
Dilimiz: Edebiyatımıza Dair ....................................................................... Hüseyin C ahid.............................................. 173
Talim ve Terbiye: Maarifimiz Hakkında (4) ............................................. Nâfi Atuf ....................................................... 175
Türk Dünyasında: Nemçe ve İran’da Osmanlı O rduları......................... S.A....................................................................177
Türklük Şuûnu: Tevfik Fikret’in İrtihalinin Yıldönümü-
Üsküdar’da Türk Ocağı-Genç Dernekleri-Mektebd Bahriye-i
Şâhanenin Islâhı-Türkistan ve Sibirya Türklerinin Askerliği................... .........................................................................179
Vefeyât: Ömer Naci’nin Vefayâtı................................................................ *** ................................................................179

X I/1 (1 Eylül 1332-14 Eylül 1916)


Edebiyat: Hakanımızın Bir Ş iiri.................................................................. *** ................................................................ 191
Karpatlara Doğm ........................................................................................ Yusuf Z iy a .....................................................191
Bayılm a......................................................................................................... Ruşen Eşref . . . : ...........................................192
Dilimiz: Aruz ve Hece Vezinleri H a k k ın d a...............................................Y, Z.................................................................. 195
Altaylara D o ğ ru ............................................................................................ Halim Sabit ................................................... 197
Türklük Şuûnu: Romanya’nın Cihan Harbine İştiraki ............................. **''■ ............................................................... 199
Merhum İsmail Mahir Efendinin Tercüme-i Hâli .....................................Müdürlük .....................................................200
Tercüme-i Hâl: İsmail Mahir E fe n d i..........................................................C. S...................................................................200
356 TÜRK YURDU

XI/2 (15 Eylül 1332-28 Eylül 1916)


Edebiyat: N a ci.............................................................................................. Fuad H ulûsi................................................... 205
Ölüm Var, Ayrılık Yok! ................................................................................Hakkı Süha .................................................. 206
Talim ve T erb iy e.......................................................................................... Halide E d ib .................................................. 206
Seyahat: Altaylara Doğru ........................................................................... Halim Sabit ..................................... 209
Matbuat: Alman İhracat Mecmuasının Şark ve Balkan Nüshası .............S.......................................................................212
Açık Mektuplar: Dârülfünûn Coğrafya Müderrislerinden
Fâik Sabri B eyefendiye...............................................................................(Ayın) Âgâh — .......................................... ,213 ’
Türklük Şuûnu: Enver Paşa Hazretlerinin Seyahati-
Kendisine Almanya İmparatoru Tarafından
Fahri Rütbe-i Askeriye Verilmesi-Şark ve Şimal Türklerinde-
Medeniyet ve Maarif H aberleri........................................................................ ................................................................... 213

XI/3 (29 Eylül 1332-12 Ekim 1916)


Siyaset: Kurban Bayramı ve H a r p ..............................................................T. Y......................................................... 217
Edebiyat: Süprüntülük ve A k şam ..............................................................Ruşen E ş re f................................................... 218
İki H a n ç e r.................................................................................................... Yusuf Ziya .....................................................218
H a liç ............................................................................................................. Ali H a y d a r..................................................... 218
Talim ve Terbiye: 1332 Senesi Vakıf Kızlar
Mekteplerinin Senelik Raporu ...................................................................Halide E d ib .................................................. 219
Müttefiklerimizin Düşürdükleri ..........................................................................................................................................222
Türkiye ve Arabistan (Von Franz Stuhimann) .........................................R. M. F u a d .....................................................224
Yeni Eserler: Cihad Hakkında Ehl-i İslâma, Asker-i İslâma
Kürsî-i İslâmdan Bir Hitap ......................................................................... S....................................................................... 224
Türklük Şuûnu: İttihad ve Terakki Cemiyetinin 1332
Senesi Kongresi-Millî İthalât Kantariye Anonim Şirketi-
İzzet Ulvi Bey ...............................................................................................*** ................................................................225

XI/4 (13 Teşrinievvel 1332-26 Ekim 1916)


Edebiyat: İntikam Perisi ............................................................................. Mehmed Emin ............................................229
Turan Y ıldızı................................................................................................ İzzet U lv î....................................................... 229
Türkiye ve A rabistan................................................................................... R.M. Fuad ..................................................... 230
Takriz ve İntikad: Finten ........................................................................... Yusuf Z iy a .................................................... 232
Seyahat: Altaylara Doğru ............................................................................Halim Sabit .................................................. 235
Yeni Eserler: Talim-i Lisan-ı Farisî..................... ........................................ Z. N..................................................................236
Türklük Şuûnu: Kırgız ve Kafkas Türkleri ve Askerlik-
Kafkasyalılar Dayanamıyorlar .....................................................................*** ................................................................237

XI/5 (27 Teşrinievvel 1332-9 Kasma 1916)


Edebiyat: Bana Kevser S u n a n a .................................................................. Mehmed Emin ............................................ 241
Musiki G e c e s i.............................................................................................. Yusuf Z iy a ........... ......................................... 241
Kahramanlar Yurdu ....................................................................................Süleyman Sami ............................................ 241
Terbiye-i Bediiye ( 1 ) ................................................................................... İbrahim Alaaddin.......................................... 242
Müttefiklerimizin Düşündükleri: Türkiye ve Arabistan ..........................R.M. Fuad .....................................................245
Mektuplar ve Cevaplarımız........................................................................ (Ayın) ......................................................... .246
TÜRK YURDU 357

Aruz ve Hece Vezinleri H akkında.............................................................. Y.Z .248


Türklük Şuûnu: Sevgili Hakanımızın Şiiri-Paris ve Berlin
Muahedenâmelerinin Fesih ve İlgası-Türkistan’da A skerlik............. .249

XI/6 (10 Teşrinîsanî 1332-23 Kasım 1916)


.......................................................... Emin  li.........................................................253
Edebiyat: Anadolu ve Çengimiz ........................
.......................................................... Ruşen E ş re f...................................................254
C o ş k u n ................................................................
.......................................................... İbrahim Alaaddin.....................................
Terbiye-i Bediiye ( 2 ) ........................................... .256
.......................................................... N ü zh etH aşim .............................................. 258
Dilimiz: Nazmın Ahengi .....................................
Yeni Eserler: “Dicle Önünde” .....................................................................S...................................................................... 260
Türklük Şuûnu: Meclis-i Umûmînin Açılması- Yeni Bir İmalâthane-
Biga’da Ziraat ve Sanayi Sergisi .................................................................*** ................................................................261

XI/7 (24 Teşrinîsaııî 1332-7 Aralık 1916)


Edebiyat: Kafkas E v leri...............................................................................Doğan . . . . .265
Lâle D e v ri.....................................................................................................Yahya Salim .265
Tarih ve Siyaset: Garp Nazarında Şark Meselesi ( 1 ) ................................ Safes ......... .266
Türk Âleminde: Paris ve Berlin Muhadenâmelerinin Fesih ve İlgası . . . ***.............. .269
İntikad ve Takrîz: “Akından Akına” ............................................................ Haşan Zeki .272
Türklük Şuûnu: Millî Banka-Millî Bankanın Sermayesi-
Hilâl-i Ahmer Sergisi.................................................................................... *** ........... .274

XI/8 (8 Kânûmevvel 1332-21 Aralık 1916)


........................................................................... Ruşen E ş re f...................................................279
Edebiyat: Uçarken .............................................
........................................................................... Fâzıl Ahmed ................................................ 281
Recaîzâde Ekrem ...............................................
............................................................................. Hakkı Süha .................................................. 282
İlk İ lh a m ..............................................................
............................................................................. İbrahim Alaaddin..........................................282
Terbiye-i Bediiye ( 3 ) ...........................................
Dilimiz: Bir Mübahase ................................................................................R. (Elif) .........................................................284
BabürHan ................................................................................................... Flora Annastil .............................................. 289
Yeni Eserler: “Meskûkat-ı Osmaniye”-”Musawerçöl” ..............................S....................................................................... 292
Türklük Şuûnu: Bükreş’in Zabtı ve İttifak-ı Murabbaın
Teklifi .....................................................................................................................................................................................294

XI/9 (22 Kânûmevvel 1332-4 Ocak 1917)


Edebiyat: Esirgeme D erneğine.................................................................. Yusuf Z iy a .....................................................299
Göz Âşinalığı................................................................................................ Rıza Tevfik..................................................... 300
Denizin Çocukları........................................................................................F. R...................................................................300
Geçen Sevgi .................................................................................................Haşan Zeki .................................................. 301
Dilimiz: Bir Mübahase ................................................................................R. (Elif) .........................................................301
Eskişehir Sancağında Nüfus H areketi....................................................... Ziynetullah N uşirevan..................................305
358 TÜRK YURDU

Açık M ek tu p lar.............................................................................................Şevlim Han .307


Türklük Şuûnu: Millî Türk Şairi Mehmed Emin Beyin Mebusluğu-
Kuruluş Bayramı-Ecnebî Müesseselerde Türk Dili-
Kastamonu Osmanlı Hanımlar ݧ Y u rd u ............................................... .308

XI/10 (22 Kânûmevvel 1332-18 Ocak 1917)


Millî Hutbeler. Kuruluş B ayram ı................................................................ Hamdullah Subhi ........................................313
Edebiyat: Kardeşlik Türküsü .....................................................................Celâl S a h ir.....................................................314
Sultan Osman’ın Rüyası ............................................................................. Yusuf Z iy a .................................................... 315
Abdülhak Hâmid’le Bir G ü n ......................................................................Ruşen E ş re f................................................... 316
Almanya’da Müslüman Esirler Ordugâhında Kurban B ayram ı..............(Ayın) (E lif)....................................................320
BabürHan ................................................................................................... Flora Annastil .............................................. 321
Türklük Şuûnu: Dalgıçlık Şirketi-Bolu’da Tasarruf Sandığı ................... *** ............................................................... 322

XI/11 (19 Kâiîûiîisânî 1332-1 Şubat 1917)


Edebiyat: Hân’ın Sazına ............................................................................. Mehmet emin .. .327
Terbiye-i Bediiye ( 4 ) ....................................................................................İbrahim Alaaddin .327
Türk Şairi Emin Beyin Şiirlerinin T ahlili....................................................Haşan Zeki . . . . .330
Yeni Eserler: La Pensee Turque ................................................................ S........................... .333
Türklük Şuûnu: Fakirler için-Konya’da Elektrik ve Tramvay-
Musiki Encümeni ve Darülelhan-Âsâr-ı Nefire Müzesi-
Hukuk Komitesi-Millî İstiklâl .................................................................................................. .336'

XI/12 (2 Şubat 1332-15 Şubat 1317)


Millî Hutbeler (Konuşma Metni) .............................................................. Hamdullah Subhi ....................................... 341
Tarih: Turan Harsı Tarihine Dair Taslaklar...............................................Aıthur Siefeldt (Tr. S.) ............................... 343
Osmanlı Türklerinde İktisadî Hareket ......................................................Z.N.................................................................. 344
BabürHan ................................................................................................... Flora Annastil .............................................. 347
Türklük Şuûnu: Talât Bey’in Sadrazamlığı ve Heyet-i Vükelâ’da
Tadilât-Dârülfünûn Binası- Eskişehir’de Elektrikle Tenvîr-
Takvim-İ Garbinin Parlamentoda Müzakeresi.......................................... ** 349

You might also like