Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 21

}Ai•vIL5i k1ILTt3N

YITIK
UFUKLAR

I «UI I/L I . i I I ›. x \ I 'III I x


N IH.4 L 1” Lt› I t1B.A LI
2
James Hilton
YİTİK
UFUKLAR

> <
Can Yayý nlarý : 1873

Lost Horizon, James Hilton


© James Hilton, 1933, 1936
© Alice Hilton, 1960
© Can Sanat Yayınları Ltd. Şti., 2010
Tü m hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında
yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğ altılamaz.
Kapak resmi: © iStockphoto.com

1. basý m: 2010 Nisan


Bu kitabın 1. baskısı 2000 adet yapılmıştır.

Yayına hazırlayan: Cem Alpan

Kapak tasarýmý : Erkal Yavi


Kapak dü zeni: Semih Ö zcan
Dizgi: Gü lay Yıldız
Dü zelti: Fulya Tü kel

Kapak baský: Çetin Ofset


Ý ç baský ve cilt: Şefik Matbaasý

ISBN 978-975-07-1149-7

CAN SANAT YAYINLARI


YAPIM, DAÐITIM, TÝ CARET VE SANAYÝ LTD. ÞTÝ .
Hayriye Caddesi No. 2, 34430 Galatasaray, Ý stanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 – 252 59 88 – 252 59 89 Fax: 252 72 33
http://www.canyayinlari.com
e-posta: yayinevi@canyayinlari.com
James Hilton
YİTİK
UFUKLAR

ROMAN

İngilizce aslý ndan çeviren


NİHAL YEĞ İNOBALI

CAN YAYINLARI
James Hilton, 1900 yılında İngiltere’de, Leigh’de doğ du ve
Cambridge’te okudu. Yirminin ü zerinde kitabın yazarı olan
Hilton, aynı zamanda senaryo da yazdı ve Mrs. Miniver adlı
filmle en iyi senaryo dalında Oscar ö dü lü nü aldı. Goodbye
Mr. Chips’in de yazarı olan James Hilton’un en ü nlü
kitapların- dan biri olan Yitik Ufuklar, yayımlandığ ı
dö nemde kısa sü re- de dü nya çapında başarıya ulaştı ve
yayıncılık tarihinde ilk cep kitabı olarak yer aldı.
Yayımlandığ ı gü nden bugü ne sayı- sız okurun yoğ un ilgisini
çeken Yitik Ufuklar, 1937 ve 1973 tarihlerinde iki kere filme
çekildi. James Hilton, 1950’de Cali- fornia’da ö ldü .

Nihal Yeğinobalı, 1927’de Manisa’da doğ du. Arnavutkö y


Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra New York Eyalet
Ü niversitesi’nde edebiyat ö ğ renimi gö rdü . Genç Kızlar adlı
ilk romanını, Vincent Ewing adını verdiğ i sö zde Amerikalı bir
yazarın imzasıyla yayımladı. Bu kitap bir çeviri roman
kandır- macasıyla yıllarca yeni basımlar yaptı. Ardından
Sitem, Mazi Kalbimde Bir Yaradır, Belki Defne, Gazel adlı
romanları ve Cumhuriyet Çocuğu adlı anı kitabını yayımladı.
Yeğ inobalı, çok sayıda yazarın klasik ve çağ daş yapıtlarını
dilimize kazan- dırdı.
GİRİŞ

Dudaklarda purolar bitmeye yü z tutmuştu; yıllar son-


ra bir araya gelip de birbirlerinden ne kadar uzaklaşmış
olduklarını anlayan bü tü n eski okul arkadaşlarının duy-
duğ u hayal kırıklığ ı bizim de içimize çö kmeye başlıyordu.
Rutherford yazar olmuştu; romanlar yazıyordu.
Wyland, bü yü kelçilik sekreterlerinden biriydi. Biraz ö nce
Tempelhof’ta yediğ imiz akşam yemeğ ini bizlere o ısmar-
lamıştı. Bana kalırsa pek canı gö nü lden yapmasa bile
diplomatların bö yle durumlar için hazır bulundurdukları
kibarlık ve gü ler yü zle gelmişti bu işin ü stesinden. Bir
yabancı ü lke başkentinde ü ç yalnız ve bekâ r İngiliz erke-
ğ i olmamız dışında hiçbir şey bizi bir araya getiremezdi
sanıyorum. Wyland Tertius’un, okul gü nlerinden aklımda
kalan hafif ukala ve dar kafalı kişiliğ inin şunca yıldır
hiç dü zelmemiş olduğ unun çoktan farkına varmıştım.
Rutherford’u ise daha bir gö zü m tutmuştu. Okul yılla-
rında kâ h zorbalıkla hü kmettiğ im, kâ h tepeden bakarak
kanadımın altına aldığ ım o ü stü n zekâ lı ve pısırık çocuğ u
çok iyi aşmış, çok gerilerde bırakmayı başarmıştı. Onun
ikimizden de daha çok kazanıp daha keyifli bir yaşam
sü rdü ğ ü nü bilmek, o gece Wyland’la beni ortak bir histe
buluşturdu: hafif bir kıskançlık!
Gene de gecemiz sıkıcı geçmekten çok uzaktı. Orta
Avrupa’nın her kö şesinden kalkıp havaalanına inen koca-
man Lufthansa uçaklarını oturduğ umuz yerden çok gü zel
seyredebiliyorduk. Hele çevreye alacakaranlık çö kü p de
ışıklar yandığ ı zaman manzara tiyatro dekorlarını andırır
zengin bir parıltıya bü rü ndü . Havaalanına inen uçaklar-
dan biri bir İngiliz uçağ ıydı. Tepeden tırnağ a uçuş kıya-
feti giyinmiş olan pilot, masamızın yanından geçerken
Wyland’ı selamladı. Wyland ö nce onu tanımadı. Tanıdığ ı
zaman hepimize tanıştırdı ve bize katılmasını istedi.
Pilot, Sanders adında sevimli, şen şakrak bir genç
adamdı. Wyland, o kocaman uçuş gö zlü kleriyle başlıkla-
rının, giyenleri tanınmaz kıldığ ı konusunda ö zü r dileyici
bir şeyler mırıldandı. Sanders gü ldü ve “Hem de nasıl!”
dedi. “Hiç bilmez miyim? Unutmayın, o olay sırasında
ben de Baskü l’deydim.” Wyland da gü ldü ama pilot kadar
içten değ il... Sonra konuşma bambaşka konulara dö kü ldü .
Sanders kü çü k topluluğ umuza neşe katmıştı. Hepi-
miz şişe şişe bira içtik. Saat on sularında bir ara Wyland,
başka masadaki bir dostuyla konuşmak için yanımızdan
ayrılmıştı. Ü zerimize çö ken nedensiz sessizliğ i Ruther-
ford bozdu. “Ha, sahi,” dedi Sanders’e dö nerek, “biraz
ö nce Baskü l’den konuştunuz. Ben de az çok bilirim orayı.
Sö zü nü ettiğ iniz olay neydi, kuzum?”
Sanders biraz utangaç bir gü lü şle karşılık verdi: “Hiç
canım. Askerliğ imi yaptığ ım sırada başımızdan geçen
ufak bir serü ven.” Ne var ki Sanders bir sırrı uzun zaman
içinde saklayabilen bir genç değ ildi; kendini daha fazla
tutamayarak, “Olay şu,” diye anlattı: “Baskü l’deyken bir
ara Afgan mı, Afridi mi, neyse, oranın yerlilerinden biri
bizim uçaklardan birini kaçırdıydı da. Sonra kıyametler
koptu, elbet, anamızdan emdiğ imiz sü t burnumuzdan
geldi, kestirebileceğ iniz gibi... Ö mrü mde bö ylesine bir
kü stahlık gö rmemiştim, doğ rusu... Herif resmen pilotun
yolunu kesiyor, bir yumrukta yere serip bayıltıyor, gerekli
araçları çalıyor, sonra da kimsenin ruhu duymadan pilot
kabinine geçiyor. Pilotlukta da ustanın ustasıymış ha!
Sinyalleri falan yerli yerince verip gü zel bir kalkış yapı-
yor ve bir kuş gibi uçup gidiyor. İşin kö tü sü , bir daha geri
dö nmedi.”
Rutherford ilgilenmişe benziyordu: “Ne zaman oldu
bu?”
“Aşağı yukarı bir yıl ö nce, sanırım. 1931 yılının
Mayıs’ıydı. Baskü l’deki ayaklanma yü zü nden sivilleri
Peşaver’e taşıyorduk – o ayaklanmayı anımsarsınız. Her
şey karmaşa içindeydi; yoksa bö yle bir olay meydana
gele- mezdi. Ama geldi işte. Bu da bizdeki, ‘Adamı adam
yapan kılık kıyafetidir,’ deyişini kanıtlıyor, ö yle değ il mi?”
Olay Rutherford’un adamakıllı ilgisini çekmişti.
“Bö yle karışık durumlarda uçakta birden fazla sorumlu
kişi bulunması gerekmez mi?” diye sordu.
“Zaten bulunurdu, askerî nakliye uçaklarımızın hep-
sinde. Gelgelelim bu seferki değ işik bir uçaktı. Mihrace-
nin biri için ö zel uçak olarak yapılmış aslında. Gö steri
uçuşlarına elverişli bir şeydi. Hint Ordusu’ndaki gö zcü ler
bunu Keşmir’de, yü ksek irtifa uçuşları için kullanırlar-
mış.”
“Çalınan uçak Peşaver’e de gitmedi, ö yle mi?”
“Oraya da gitmedi. Bildiğ imiz kadarıyla, başka bir
yere de gitmemiş bu uçak. İşin en tuhaf yanı da buydu
ya! Şu var ki uçağ ı kaçıran adam dağ kabilelerinden bi-
rinin adamı imişse, yolcuları rehin tutmak için dağ larda
bir yere uçmuş olabilir. Bana kalırsa hepsi ö lmü ş olsalar
gerek. O sınırda sayısız dağ var, birine çarpıp dü ştü n mü
kıyamete dek arasalar bulamazlar seni.”
“Evet, iyi bilirim o tip araziyi. Uçağ ın kaç yolcusu
vardı?”
“Dö rt, sanıyorum. Ü ç erkek, bir de bir kadın misyo-
ner.”
“Erkeklerden birinin adı Conway olabilir mi?”
Sanders şaşalamıştı: “Evet, erkeklerden biri gerçek-
ten oydu. Şahane Conway derlerdi. Tanır mıydınız onu?”
“Okul arkadaşımdı,” diye yanıtladı Rutherford sıkıl-
ganlıkla; olmasına doğ ruydu ama sanki ona pek uygun
dü şmü yordu.
Sanders, “Baskü l’de yaptıklarına bakılırsa yaman
adammış doğ rusu,” dedi. Rutherford doğ rulayarak başını
salladı: “Evet, hiç kuşkusuz ö yleydi... ama ne olağ anü stü ,
akıllara durgunluk verici bir şeydi…” Bir sü re daldı gitti,
sonra kendini toplayarak, “Gazetelerden hiçbiri yazmadı,
yoksa okurdum,” dedi. “Neden yazılmadı?”
Sanders’in ü zerinde birden bir huzursuzluk belirdi;
ö yle ki bir an, genç bir çocuk gibi kıpkırmızı kesilecek
sandım. “Biraz fazla konuştum galiba,” dedi. “Ama bunca
zamandan sonra ne zararı var artık? Bırakın kışlalarla
subay kulü plerini, pazaryerlerinde bile dilden dile dolaştı
bu olay, bir sü re sonra da, gö rdü ğ ü n gibi ö rtbas edildi –
nasıl meydana geldiğ ini kastediyorum. Duyulması pek
iyi olmazdı. Yetkililer yalnızca uçaklarından birinin kayıp
olduğ u haberini vererek isimleri beyan etti. Alakası olma-
yanların dikkatini ö yle pek de fazla çekmeyecek bir olay
işte…”

Tam bu sırada Wyland masamıza dö ndü ve Sanders


ondan yana ö zü r dilercesine baktı.
“Şey... Wyland... Arkadaşlar Şahane Conway’den sö z
açmışlardı da... Korkarım ben de o Baskü l olayını ağ zım-
dan kaçırdım. Umarım sorun değ ildir?”
Wyland bir sü re yü zü nde sert bir ifadeyle sessiz otur-
du. Vatandaşlık adabı ile resmî gö revli sorumluluğ unu
içinde bağ daştırmaya çalıştığ ı belliydi. En sonunda, “Bu-
nun sıradan, ilginç bir ö ykü cü k gibi anlatılması bence çok
ü zü cü ,” dedi. “Hem ben sizlerin, ser verip sır vermemek
ü zere yetiştirildiğ inizi sanırdım.” Wyland bö ylece genç
havacıya dersini verdikten sonra biraz daha yumuşak bir
tavırla Rutherford’a dö ndü : “Sizlere anlatmasında bir sa-
kınca olduğ undan değ il. Gene de sınır bö lgelerinde mey-
dana gelen kimi olayları hafif bir esrar perdesi ardında
gizlemek gerektiğ ini anlayabilirsiniz sanıyorum.”
Rutherford buruk bir gü lü şle, “Anlıyorum, anlıyorum
da, insan ne olsa işin içyü zü nü merak etmekten kendini
alamıyor,” diye karşılık verdi.
“Olup bitenleri, ö ğ renmesi gerekenlerden hiçbir za-
man gizli tutmadık zaten. O sırada Peşaver’deydim, bu
yü zden bana gü venebilirsiniz... Senin Conway’le bir ya-
kınlığ ın var mıydı? Yani okuldan çıktıktan sonra, demek
istiyorum.”
“Oxford’da bir ara birlikte bulunduk, sonra da şurada
burada rastlaştık. Ya sen? Hiç gö rdü n mü onu, sonradan?”
“Ankara’ya tayin edildiğ im zaman o da oradaydı. Bir-
iki kez gö rü ştü k.”
“Onu nasıl bulurdun?”
“Akıllıydı ama biraz gevşekti bence.”
Rutherford gü lü msedi. “Gerçekten de çok akıllıydı.
Ü niversite yılları çok parlak geçti – savaş çıkana kadar.
Kü rek takımıydı, ö ğ renci birliğ i liderliğ iydi, aldığ ı çeşitli
ö dü llerdi… Sonra, dinlediğ im en usta amatö r piyanistler-
den biriydi, belki de birincisi. Kısacası, insanı şaşırtacak
kadar çok yö nlü ydü , Jowett’in geleceğ in başbakanı olarak
selamlayabileceğ i biri. Oysa Oxford gü nlerinden sonra
Conway adını pek duymadık. Bunda savaşın da rolü var
elbet. Conway çok gençti savaş çıktığ ında; hemen hemen
sonuna kadar da silah altında kaldığ ını duydum.”
Wyland, “Yaralanmış sanıyorum, şarapnel miymiş
ne,” dedi. “Neyse ki pek ciddi bir yara değ ilmiş galiba.
Conway, askerlikte de parlak sayılırmış; Fransa’da bir
madalya almış. Savaştan sonra bir sü re gene Oxford’a
dö nmü ş ö ğ retim ü yesi olarak. Uzakdoğ u’ya 1921’de gitti-
ğ ini biliyorum. Doğ u dillerindeki esaslı bilgisi sayesinde
Dışişleri’ne tü m formaliteleri atlayarak doğ rudan girdi.
Birçok gö revde bulundu.”
Rutherford, ağ zı kulaklarına vararak hınzırca gü ldü :
“Ö yleyse her şey anlaşıldı! Kaç parlak deha elçiliklerde
çaylı toplantılar dü zenlemek ve o gereksiz, gü lü nç şifrele-
ri çö zmek uğ runa harcanıyor, Tanrı bilir!”
“Conway konsoloslukta çalışıyordu, diplomatlığ a
bağ lı değ ildi,” dedi Wyland kibirle. Alınmadığ ı belliydi,
gene de Rutherford buna benzer birkaç takılmadan son-
ra gitmek ü zere ayağ a kalktığ ında Wyland itiraz etmedi.
Saat geç olmuştu zaten; ben de kalkmaya karar verdim.
Vedalaşırken Wyland hâ lâ , protokol kurallarının çiğ nen-
mesini vatandaşlık ve dostluk adına sineye çeken kasıntı
bir suskunluk içindeydi. Ama Sanders çok candan dav-
randı ve “Gene karşılaşacağ ımızı umarım,” dedi.

Trenim sabaha karşı kasvetli bir saatte kalkıyordu.


Taksilerimizi beklerken Rutherford, “Tren saatine kadar
benim otele gelmek ister miydin?” diye sordu. “Dairemde
gü zel bir oturma odası var. Biraz çene çalarız.”
“Benim için harika olur, doğ rusu,” dedim.
“İyi o zaman. Biraz Conway’den bahsederiz istersen,”
dedi Rutherford. “Bu mesele seni sıkmadıysa tabii.”
“Ne mü nasebet,” dedim onu pek iyi tanımadığ ım
halde. “Benim ilk dö nemimde okuldan ayrılmıştı, sonra
da hiç karşılaşmadık. Ama bir seferinde bana çok iyiliğ i
dokunmuştu. Okulda henü z yeniydim ve bu iyiliğ i yapma-
sını gerektirecek herhangi bir neden yoktu. Ö nemsiz bir
şeydi ama hiçbir zaman unutmadım.”
Rutherford da hak verdi bana. “Evet, ben de hay-
randım ona, ki zamanla hesaplarsak şaşırtıcı derecede az
gö rdü ğ ü m halde.”
Ü zerimize tuhaf bir sessizlik çö ktü o zaman. İkimiz
de, tanışlığ ımızın derecesiyle ö lçü lemeyecek derecede
ö nem verdiğ imiz birini dü şü nü yorduk. Zaten Conway’i
çok resmî olarak ya da şö yle, ayakü stü bir tanıyıp geçmiş
olan nice kişinin de onu, sonraları, bü yü k bir açıklık ve
canlılıkla anımsadıklarına çok zaman tanık olmuşumdur.
Gerçekten olağ anü stü bir gençti Conway. Hele ben, onu
tanıdığ ım sırada, çevremdekilerden kahramanlar yaratıp
tapınma çağ ında olduğ um için Conway’i hâ lâ romantizme
bü rü nmü ş bir canlılıkla anımsarım. Uzun boylu ve son
derece yakışıklıydı. Yalnız spor dallarında parlamakla
kalmazdı, hemen hemen tü m konularda birinciydi. Coş-
kun ve duygusal yaradılışlı bir mü dü rü mü z bir keresinde
onun ü stü nlü k ve başarılarından, “Şahane,” diye sö z et-
miş ve Şahane Conway adı bö ylece ortaya çıkmıştı. Bunun
altından, alay konusu olmadan kalkabilecek birisi varsa o
da Conway’di, herhalde.

Onun, Okuma Gü nü ’nde Antik Yunanca bir demeç


verdiğ ini, okul tiyatrosunda profesyonellerle boy ö lçü şe-
bilecek başarılar kazandığ ını anımsıyorum. Birinci Eliza-
beth Çağ ı insanına benzerdi bu yö nden: o zorlamasız çok
yö nlü lü ğ ü ve o çekici tipi, kısacası beden ve kafa uğ raş-
larının o parlak, keyifli bileşimi... Philip Sidney 1 benzeri
bir tip.
“Çağ ımızda bu tip insanların soyu tü keniyor artık,”
diye bir yorum yaptım.
“Çok doğ ru,” dedi Rutherford. “Hatta onlar için aşağ ı-
layıcı bir ad bile ü rettik: dilettanti, amatör ruhlu,
diyoruz onlara. Herhalde Conway’e de bö yle diyenler
olmuştur, Wyland gibi kimseler, ö rneğ in. Wyland’dan hiç
hazzetmi- yorum, doğ rusu. Hiç katlanamıyorum onun
gibilere. Uka- la, hem de kü çü k dağ ları ben yarattım
dercesine kendini beğ enmiş tipler. Hem de ikiyü zlü . Gider,
ü lkesinden ü ç dü nya ö tede sö mü rge kurar ama hâ lâ
izcilerin oba beyiy- miş gibi konuşur. Farkına vardın mı,
laf arasında o ‘şeref sö zleri’nden, ‘ser verip sır
vermemekten’ dem vurmalar. Duyan da şu lanet
imparatorluğ u ortaokul falanmış sanır... Ama ben bö yle
sö mü rgeci zihniyetli diplomatlarla hiçbir zaman
geçinemem.”

Birkaç sokağ ı sessizlik içinde geçtik, sonra Ruther-


ford, “Gene de bu geceyi kaçırmayı dü nyada istemezdim,”
diye konuşmayı sü rdü rdü . “Sanders o Baskü l olayını anla-
tırken ö yle bir tuhaf oldum ki! Ö nceden de duymuş ama
pek inanmamıştım. Daha doğ rusu bu olay, çok daha şa-
şırtıcı başka bir serü ven ö ykü sü yle ilgili olarak kulağ ıma
gelmişti, ki o ö ykü ye inanmam için hiçbir neden yoktu
ortada. Daha doğ rusu çok ufak bir neden vardı. Şimdi ise
çok ufak ‘iki’ neden var... Benim her duyduğ una kanacak
kadar saf biri olmadığ ımı kestirebilirsin sanırım, dostum.
1
On altıncı yü zyıl sonlarında yaşamış çok yö nlü bir soylu, edebiyat adamı. (Ç.N.)
Ö mrü mü n bü yü k bö lü mü seyahatle geçti, çok yer ve in-
san gö rdü m. Dü nyada çok acayip şeylerin olup bittiğ ini
bilmez değ ilim. Yani kendi gö zü nle gö rü rsen, demek
istiyorum; başkalarından duydun mu inanasın gelmez
doğ rusu. Gene de...”
Rutherford kendi kendine konuştuğ unu birden fark
etmiş gibi hafifçe gü ldü . Sonra, “Kesin bildiğ im tek şey
şu,” dedi, “bu konuda Wyland’a açılacak değ ilim. Epik bir
şiiri dedikodu dergisine satmaya çalışmak gibi olur bu.
Şansımı seninle deneyeceğ im.”
“Belki de beni gö zü nde bü yü tü yorsun,” dedim.
“Hiç sanmıyorum, kitabını okuduktan sonra.”
Kitabımdan sö z etmemiştim; oldukça teknik bir
yapıttı bu. Ö yle ya, bir nö roloji uzmanının yazdıkları kit-
lelere hitap etmez! Bu yü zden, Rutherford’un kitabımı
okumuş olması beni şaşırtmış ve gururumu okşamıştı.
Bunu kendisine de sö yledim.
“Kitabın ilgimi çekmişti,” dedi. “Çü nkü bir zamanlar
Conway de amnezi geçirmişti.”

Otele varmıştık. Rutherford anahtarı aldı. Asansö rde


beşinci kata çıkarken, “Lafı gereksiz yere uzatıyorum,”
dedi. “İşin gerçeğ i şu ki Conway ö lmedi. Hiç değ ilse bir-
kaç ay ö ncesine kadar yaşıyordu.”
Bunu, bir asansö r yolculuğ unun zaman ve uzam
sınırları içinde yorumlayabilmenin yolu yoktu. Birkaç
saniye sonra, koridorda, “Emin misin?” diye sordum. “Ne-
reden biliyorsun?”
Dairesinin kapısını açarken, “Çü nkü geçen kasım
ayında, bir yolcu gemisinde Şanghay’dan Honolulu’ya
kadar onunla birlikte yolculuk ettim,” diye yanıtladı. İçeri
girip içkilerimizi elimize alarak koltuklarımıza yerleşince-
ye kadar konuşmadı. Sonra anlatmaya başladı: “Şö yle ki:
O sonbahar Çin’e gitmiştim, tatilimi geçirmeye. Sü rekli
geziniyorum. Conway’i gö rmeyeli yıllar oluyordu. Hiç ha-
berleşmedik, onu sık sık dü şü ndü ğ ü mü de sö yleyemem.
Gerçi dü şü ndü ğ ü m zaman gö zü mü n ö nü nde hemen can-
lanıveren birkaç yü zden biriydi ama... Hankow’daki bir
dostuma uğ ramış, Pekin ekspresiyle dö nü yordum.
“Trende çok sevimli bir Fransız misyoner kadının
yanına dü ştü m. Çung-Kiang’da, hayır işleriyle uğ raşan
bir manastırın başrahibesiymiş ve oraya gidiyormuş.
Biraz Fransızca bildiğ im için benimle konuşmak, yaptık-
ları işleri, yaşantılarını falan anlatmak hoşuna gitmişe
benziyordu. Aslında ben misyonerlik denen şeyden pek
hoşlanmam. Gene de Katolik misyonerlerin farklı bir
zü mre olduklarını kabul etmek gerekir. Hiç değ ilse sıkı
çalışıyorlar; sonra, kendilerinden başka herkese tepeden
bakan tavırlar takınmıyorlar...

“Sadede gelirsek, başrahibe bana Çung-Kiang’daki


misyon hastanesinden bahsederken birkaç hafta ö nce ge-
tirilen ateşli bir hastadan sö z etti. Gerçi adamın ü zerinde
kimlik yokmuş, kim olduğ unu, nereden, nasıl geldiğ ini
kendisi de bilmiyormuş ama misyonerler onun Avrupalı
olduğ unu tahmin etmişler. Sırtında en yoksul cinsinden
yerli giysileri varmış. Son derece hasta olarak gelmiş ma-
nastıra. İşlek bir Çince’yle iyi Fransızca konuşuyormuş.
Misyonerlerin milliyetini ö ğ renmezden ö nce onlara seç-
kin bir şiveyle İngilizce hitap etmiş. Başrahibeye bö yle
olağ andışı bir olaya inanamayacağ ımı sö yledim. Bilmedi-
ğ i bir dilin şivesindeki seçkinliğ i ayırt edebildiğ i için ta-
kıldım ona.
“Bö ylece bir sü re şakalaştık. Sonunda sevimli kadın,
eğ er bir gü n yolum dü şerse manastıra uğ ramamı sö yledi.
O sırada benim için bu, Everest’in tepesine tırmanmak
kadar olmayacak bir şeydi ama tren Çung-Kiang’a vardığ ı
zaman ona gü le gü le derken yol arkadaşlığ ımızın sona
erdiğ ine gerçekten ü zü ldü m... Meğ er birkaç saat sonra
Çung-Kiang’a geri dö nmek varmış kaderde! Ü ç-beş kilo-
metre ileride tren bozuldu. Bizi Çung-Kiang’a kadar, zar-
zor geri geri ittiler. Orada, yeni lokomotifin en erken on
iki saatte gelebileceğ ini ö ğ rendik. Çin Demiryolları’nda
olağ andır bö yle şeyler. Yani Çung-Kiang’da geçirilecek
yarım gü nü m vardı, ben de rahibenin çağ rısını kabul et-
meye karar verdim.

“Beni elbet şaşkınlıkla, gene de katıksız bir sevinçle


karşıladı. Katolik olmayanların anlamakta en zorlandıkla-
rı şeylerden biri sanırım onların resmî bir katılıkla gayri
resmî bir hoşgö rü yü kolaylıkla birleştirebilmeleridir. Çok
mu çapraşık oldu? Neyse, gerçek şu ki çok iyi ağ ırladı-
lar beni. Aradan daha bir saat geçmeden nefis bir sofra
donatmışlardı. Orada genç bir Hıristiyan Çinli doktorla
tanıştım. Yarı Fransızca, yarı İngilizce, pek gü zel anlaştık.
Sonradan başrahibeyle bu genç doktor bana hastaneleri-
ni gezdirdiler. Burası onların ö vü nç kaynağ ıydı besbelli.
Yazar olduğ umu sö ylemiştim. Kitabımda onlara yer vere-
bileceğ imi dü şü nerek heyecanlanacak kadar saf kişilerdi.

“Bir yandan koğ uşları gezerken doktor bana hastalar


konusunda bilgi veriyordu. Etraf tek bir leke barındırma-
yacak şekilde tertemizdi, çok iyi yö netildiğ i belliydi. Baş-
rahibe, onun yanından geçtiğ imizi bildirene kadar, trende
konuştuğ umuz o seçkin İngiliz şiveli esrarengiz hastayı
unutmuştum. Hasta kıpırtısız yatıyordu, uyur gibiydi,
başının arkasını gö rü yordum yalnızca. Ona İngilizce bir
şey sö ylemem istendi. Ben de aklıma ilk gelen beylik lafı
sö yleyerek, ‘İyi gü nler,’ dedim.
“Adam şaşkınlıkla başını kaldırıp, ‘İyi gü nler,’ dedi.
İngilizce’yi gerçekten de yü ksek tabaka şivesiyle konuşu-
yordu. Ama buna şaşacak fırsat bulamadım, çü nkü o anda
onu tanımıştım. Uzamış sakalına, iyice değ işmiş gö rü nü -
mü ne, aradan geçen uzun yıllara karşın tanımıştım onu.
Conway’di... Emindim bundan. Şimdi dü şü nü yorum da,
bir an duraksayıp, ‘Acaba mı?’ deseydim, ‘Olamaz,’ sonu-
cuna varabilirdim. Bu yü zden, o anda içimden geldiğ i gibi
davrandığ ıma şimdi seviniyorum. ‘Conway, ben Ruther-
ford!’ diye bağ ırdım. Tanımamış gibi baktı bana, ama ben
yanlışlık yapmadığ ımdan emindim.
Yitik Ufuklar 19/2
JAMES HILTON
YİTİK
UFUKLAR

Îç savaşin pallak vormcsi üzcríno (in’i krk


cinic- x c çalişnn dõri voles, bir uçakla Tibet
sinirlari iç ndc. k msclcnn bil»cdi{Îi dațÎl k bin
bóIg¿'c Laçîmir. Șans esei. gizetnli bir Çinli
taraftndan
buluøup efsanevi nianøstir Shangri-La’ya
gótü- rîiliirla DagIerI8 Tlli bu tssiz b0Ig ’e ncócn, nas›I
gcłiri]- diklerini bir türlü anlayumeyan yolcular
kurtulncaklan günü bcftlcrkcn. xøniønla çcs'rc1criiii sarøn
güzclliLtcn x c ianes- nrrn o»1an cfc t, m dmt,» ve uli'i
ha›asindan etc lcnmci•- ton hendilcrini alamaz v'o
önocki yaşamløriyla dcrín bir ho- seplaşm °a girişirlcr
Arcak çok gcçmcdcn Laçir‹l‹țlanntn xe niaiiastinn
ardindaki str pcrdcsi aralaxacaklir.
ŁłclL dc burada, Shaat,d-La n æastinnda, Ladcrłcris’lc bir-
Ìîkte cennetîn an1aoiłm da 1eşfedeœLÌerdir: o cenneti
peL ftse bir sümde kp'betmeL pahaiina de olsa...
Jsmcs Hilton’dan, 20. yü ilin kült minanlanndøn biri v'e
o gúnd¢n bu giine sa'•*is›z łtș’alpemstin ruh düny8s ni
s6stewi Shangri-La maiiastiruiiii hikâyesi.

You might also like