Berthe G. Gaulis - Çankaya Akşamları (Cilt-I)

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 101

AYDINLANMA DİZİSİ: 187

Ç A N K A Y A

A K Ş A M L A R I

I
Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.
Ocak 2001
B E R T H E G. GAULIS

Ç A N K A Y A

A K Ş A M L A R I

Türkçesi:
Firuzan Tekil

Cumhuriyet
ÖNSÖZ

İstiklâl harbimiz ve kurtuluş savaşlarımız, bugünkü var­


lığımızın gurur veren nedenleridir. O günler, destanlarla do­
ludur.
Bunları yaşayanlar ve bilenlerimiz, gerçi, yazmışlar, an­
latmışlardır. Yine de bilinmeyen yanlar ve olaylar mevcuttur.
Fakat bu üstün vasıflı destanları, hiçbir yabancı yazma­
mıştır. Daha doğrusu, biz, öyle bilmekteyiz. Türk'ün sevgisi­
ni kazanan yabancı edipler, gerçi yok değildir. Bunları, Pier-
re Loti, Claude Farrere olarak, biliriz, hatırlarız, severiz. An­
cak, bunlar, bizleri, daha ziyade romanlarda ve birkaç maka­
lede anlatmış, özellikle, Doğu'nun Batı'yı imrendiren güzel
taraflarımızı belirtmişlerdir.
Yok edilmek istenilen Türk'ün ve Türk ülkesinin varlık
davası ile savaşlarını yazan tek yabancı, B.G.Gaulis olmuştur
ve ne gariptir ki, onun bu gözlem ve hayranlık dolu eseri,
Türkçeye çevrilmemiştir. Yazar, hem gazetecidir, hem edip­
tir, inceliklerle dolu, nüanstan nüansa geçen seçkin bir üslup
sahibidir.

5
Bu kitap, Türkiyemize, o zamanlan az veya çok bilenle­
re, dinleyenlere, ileride merak edeecek ve öğreneceklere, geç
de kalmış olsa, bir sunuştur.
Bu arada şunu da belirtmek istiyoruz: Çeviride, Bağım­
sızlık Savaşı denilmez, özellikle İstiklal Harbi denilir; çünkü
bu, tarihi bir deyimdir. Bazı yerlerde, vekil gibi, mebus gibi
kelimeler, mahalli renk vermek için, o zamanki halleriyle kul­
lanılmıştır. Yine bazı yerlerde, aydın denilmeyip, entellektü-
el denilmiştir. Umumi Harp denildiği gibi.
Berthe G.Gaulis, İstiklal harbi anılarında, herşeyi eksik­
siz gören ve yapan Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından da­
vet edilmiş ve kendisine tahsis olunan, Çankaya'da bir bahçe­
li evde, üç kez, misafir edilmiştir. Bu ikametler, süreli olmuş­
tur. Yazar, bu zaman zarfında, Gazi Mustafa Kemal ile Çanka-^
ya'da görüşmelerde bulunmuş, Meclisimizin çalışmalarını, Ha­
riciyenin işleyişini iyice incelemiş, görmüş, anlatmıştır.
Gaulis, bunların hepsini, hadiseler, meseleler olarak, da­
yandıkları mefkure kaynaklanyle birlikte tüm dünyaya anlat­
mıştır. Önemli olan da, anlatması, anlatabilmiş olmasıdır.
Eserin büyük ve hakim konusu, Gazi Mustafa Kemal'dir.
Onun seçkin silueti kitabın her yerinde vardır. Yanısıra, milli
fikrin doğuşu, milli hareketin yapılışı, Türk kadınının uyanı­
şı, o kadının, kağnı denilen çağların aracı ile Kurtuluş Savaş­
larına katılması da gösterilmektedir. Bu arada, Yunan-Rum-
Ermeni işbirliğinin yaptığı zulümler cephe içlerinde, cephe ge­
rilerinde görülmüş, anlatılmış, tıpkı bugün olduğu gibi, maz­
lum Türk'ü zalim rolüne sokma çabalan çürütülmüş, bunun
tam tersi olan gerçekler, bir bir anlatılmıştır.
Bu olaylar, zamanın çok büyük gazeteleri, (Le Temps)a,
(Le Matin)e, (L'lnformation)a uzun metinler halinde devam-

6
lı tellenmiş, sonra da Avrupa'da, aynı yazar, aynı yayınlarını
sürdürmüş, Batı da, Fransa'da, hatta İngiltere'de, bizim adımı­
za, bizim kavgamızı yapmıştır.
Kitapta, Panislamizm'i de, Atatürk'ün o zamanki, tarifi
ile amaç değil, araç olarak görüyoruz. Yine kitapta, Batı'nın
yaşayış ve anlayışına atıfta bulunup, bunları bizdeki yeni akım­
larla yanyana koymak ve kıyaslamak, yazarın duyduğu bir za­
ruret olmaktadır. Zira, düşünmeli ki, o zamanlarda Fransa, bi­
zim karşımızda yer almış ve bir Fransız yazar, Türk'ün dava­
sını dile getirmekte, bunun için de inandırıcı olmayı gözetmek­
tedir. Bu yazı sanatında psikoloj ik bir gerektir. Kitabın adı, çe­
viride, bize daha uygun gelen biçimde konulmuştur. Gazi Mus­
tafa Kemal, yazara, şu ilgi çekici sözleri söyler:
- Tamamen serbestçe, geziniz, görünüz, inceleyiniz, din­
leyiniz. Bizim tek isteğimiz, görüp anladıklarınızı, oldukları
gibi nakletmenizdir. Başka hiçbir şey istemeyiz...
Bu kitabın, derin bir boşluğu dolduracağına inanıyor ve
o büyük nedenle, eseri kıvançla sunuyoruz.
F.T.

7
BİRİNCİ KISIM

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN
ENTELLEKTUEL KAYNAKLARI

Aralık 1921

Gün, 21 Aralık 1921; Çankayadayım. Milliyetçi burcun


kalbinde geçirdiğim altı haftalık yoğun çalışmadan sonra,
Fransa'ya dönmek üzereyim. Ankara kenti ile karşı karşıya du­
ran tepenin üstünde, kendi oturduğu büyük bina yanında, Mus­
tafa Kemal'in bana tahsis ettiği sevimli köşkte, o günümü, i-
ki önemli Türk aydını için ayırmıştım: Hamdullah Suphi ve
Ruşen Eşref Beyler.
Uzun konuşmuştuk. Bir hayli not almıştım. Yabancının
güç benimseyebileceği sorunlara alışabilmem için, ikisi de,
fazlasıyla uğraşıp durmuşlardı. Konu. "Türk miliyetçiîiğinin
entellektüel kaynaklan nelerdir?" biçiminde idi.
Bir hareketin bu derecede süratli yayılması, meyvenin ta­
ze olduğuna, mahsul alma vaktinin gelip çattığına işarettir; bü­
tün bunlar, uzun hazırlıklar ister.

9
Her ikisi de bunu kabul ediyordu. Konuyu, bundan önce
de ele almıştık. Bugün getirdikleri malzeme, o doktrin ile il­
gili ayrıntılardı. O doktrin ki, muazzam bir meçhul yaratmak
suretiyle, o günü, geçmişe bağlıyordu. O muazzam meçhul,
koca bir ülkenin zaptına çıkıldığı zaman görülen yayılma gü­
cünün temsil ettiği fikirdir ki, henüz yan yarıya benimsene-
bilmiş haldedir.
Son gezilerimde parça parça edindiğim izlenimleri, bu­
gün bir tüm haline getirme çabalan içindeyim.
Konuştuğum bu iki değerli Türk genci, kendilerini ede­
bi çalışmalara, en sıcak biçimde vakfetmiş kişilerdir. Bugü­
nün tüm dünya Türkleri gibi, her ikisi de, son derece vatanse­
ver duygularla doludur.
Ankara'da, kısa zaman önce, Milli Eğitim Bakam olmuş
Hamdullah Suphi Bey, bizim dilimizi, aydın bir Fransız gibi
konuşuyor. Anadolu okullannda, Fransızcanın da yer alması
gereğini kabul ettiren O'dur. Türk-Fransız antlaşması henüz
doğmadığı bir sırada gerçekleştirmiştir bunu. Zira, o da, onun
benzerleri de, batılı biçimde yaşayabilmek için, Fransız dili­
ne yaklaşmakta yarar gören kimselerdir. Bu insanlar, dilimi­
zi hem iyi biliyor, hem de, bizde, pekaz kişide görülür biçim­
de onun tadına varabiliyorlar.
Hamdullah Suphi, onaltı yıldan beri yazıyor ve ders ve­
riyor. Yaşı, şu anda, henüz otuzaltı. Ruşen Eşref, onun, parlak
bir öğrencisi; o da bir yazar. İkisi hayli ayn düşünüşte, ne var-
ki, bu iki ayn düşünüş birbirini bozmuyor, tamamlıyor. Ben
de, onlardan daha iyisini bulamazdım. Kah, açık bir anlaşmaz­
lığı, kah, henüz kanıtlanmamış çelişkileri ortaya atarak dav­
ranmak, onlar arasında, bol ışık fışkırtacak şoku sağlamaya
yetebilirdi.

10
Hamdullah Suphi Beye, birkaç gün önce, habersiz gitmiş­
tim. Arabam, bazı engelleri ve sonbahar yağmurlarının taşır­
dığı bir ırmağı aşmıştı. Bu zorluklar sonrasında ulaştığım çift­
liğin pek hoş bir manzarası vardı. Engin kır arazisi içinde kay­
bolan bir çiftlik! İçeride kare şeklinde bir oda, galeri halinde
ormanlara bakıyor. Gerçekten şahane bir yer!
O, estetikçi insanın sığındığı bu yerde, İstanbul'dan geti­
rilebilmiş bir miktar sanat eseri nadide eşya var; ama az zevk­
le döşenmiş. Mükemmel tonları ile, eski, seçkin halılar, bazı
yastıklar, eski fayanslar, kitaplar ve duvarda, bir hayvan pos­
tu. Boş bulunarak, hayranlığımı ifade ettiğim için, bu post, dö­
nüşümde bana yol arkadaşı oldu. .
Küçük küçük pencerelerden fevkalade renkte ve incelik­
te bir tabiat manzarası görülür. Bir güneş ışını ki, yastıklarda-
ki renklerin nefaseti kadar tatlı, bir gök rengi ki, fayanslar ve
halılardaki mavinin aynı. ... .
Çocuk saçları gibi ipek saçları, çok genç yaşma rağmen
gümüşi renk almış olan muhatabım, ahenkli hafif kırık sesiy­
le, ve ev, sahibi sıfatı ile konuşuyordu. Bu konuşma, bana, öz
kaynaklara dönüşün hikayesini ve Türk milletinin tehlike, baş
gösterince, vaktiyle, şefini nasıl seçtiğini anlatmış oldu. Fe­
tihler dizisi vardı: Cengiz Han, Timurlenk, Selçuklular. Bu mu­
azzam kitleler, hep Çin yakınlarından Anadolu'nun uçlarına
kadar, aynı yol üstünde yürüyüp boşatırken, geçtikleri yerle­
re, kendilerinden parçalar bnakmışlardı. Beşik, Türk ile dolu
Türkistan idi. Semerkand'da olsun, Orta Asya'nın tüm kent­
lerinde olsun, Türk'ün dili, Çin sınırlarına kadar konuşuluyor.
- İlk anlarında, Türk uygarlığı, İran ile, sonra Bizanslılar
ile daha sonra Araplarla ilişki kurar, bu çeşitli akımlardan et­
kilenir, özellikle Orta Doğu'nun Semitik tesiri altodadır, fa-

11
kat unutulmuş halde, Anadolu'da kendi kendine bırakılmış
Türk halkı, üçbin sene önce ne idi ise öyle kalmışta; özünü,
gücünü muhafaza eder. Dini, en sade dinlerdendir. Temel
inançlar dışında, hurafelere pek az yer verir ya da hiç yer ver­
mez. Anadolu, pozitivisttir, formüllerin asgarisine dayarım
Toprak ev olsun, ilkel araba cinsi kağnı olsun, bunlar, sağlam,
yıkılmaz elemanlardır ki, tüm kasırgalar karşısında dayanık­
lı kalmışlardır. Bugün dahi, bizler için çalışan onlardır.
En sevimli, en nafiz fikirler, en canlı bakışlarla süslen­
miş olan bunları dinlemek gerek. Doğuştan hatip olan bu in­
san, harekete geçiyor, şahsi tezini, yarının düzenine yönelik
biçimde geliştiriyordu. Güçlü, kısa ifadesi içinde, geleceği, or­
taya şöyle koyuyordu:
- Bansın hemen ertesinde, milli statüyü temelli yerleşti­
receğiz; değişiklik az olacak. Gerçekte, ayrıntı gelişmeleri da­
hil, temel, çoktan yerleşmiştirilmiştir.
Hamdullah Suphi'nin annesi çerkestir. Anne kaynakların­
dan çağınşım yapan ince bir fiziğe sahip. Klan insanların çok
özel mizaçlannı, onların saray ile ilişkilerinde kadınlann ro­
lünü, bunlardan elde edilen ayncalıklan, güzelliklerini, hayli
kısa olan akıllanın, öyle anlatıyordu ki.
- İngilizler, diyordu. Anadolu'da, bunlan büyük entrika-
lannda kullanmışlardır. Ancak, biz de, en güçlü tarafımızı bu
kullanmaya borçlu değil miyiz? Bu entrika, bizi kendimize ge­
tirmiştir.
Ve devam etti:
- Evet, dediğim gibi, buradan Bombay'a kırkbeş milyon
Türk! Azerbeycan Türkleri, Buhara Türkleri, Türkistan, Iran,
Afganistan, Hint, Türkleri, Pamir ovasmın Türkleri! Bunların
hepsi, dillerini korumuşlardır; bu, bir güç değil midir?..

12
- Kentler dışında,, kadınlar tâmarniyle serbest. Hele Kır­
gızlar içindeki kadınlar, erkeklerden daha bağımsız, daha ege­
mendir. Göçebelere bakacak olursanız, iki cinsiyet arasında­
ki kesin eşitliği hemen görürsünüz.
- Hıristiyan Türkler, Bizanslı tarihçilere göre, Anado­
lu'da Selçuklulardan ve Osmanlılardan önceki Türklerden gel­
me kavimlerdir.
Gelecekteki günlerden, kaçınılmaz mücadelelerden, o
küçük Müslüman Kafkas Cumhuriyetlerinden söz etmeye
başlamıştık. Bu cumhuriyetler içinde en gelişmiş, milliyetçi
duyguyu en iyi benimsemiş olam Azerbeycan idi. Bu ülke,
Rusya'nın yeni düzen bunalımım geçirmesi ile birlikte, tüm
bağımsızlığını elde etmeye hazır duruma gelmişti. Hamdul-
lahSuphi, bana, Baku'yu anlatıyor, orada, servetlerini bece­
ri ile gizlemesini bilen milyaderlerden, şahane okullardan,
tam gelişme halinde yeşeren sanayiden, tarımdan, muhteşem
çiftliklerden, hasılı, yan Türk, yan Fars, bütün bir uygarlık­
tan onun içinde Türk etldsinin nasıl büyük rol olduğundan söz
ediyordu.
- Türkler, diyordu Çinlilerden, iranlılardan, Araplardan
etkilenmiş olabilirler. Özellikle, bu sonuncusu söz konusu edi­
lebilir. Ancak, gerçek Türkün karakteri değişmez, bazı geçi­
ci tabi oluşlardan sonra, kendim yeniden hissettirir. Türk de­
mek, tehlike anlarında, kendine, şefini bulan, kendini onun uğ­
runda feda eden, yok etmesini bilen adam demektir. Irkın sağ­
lamlığı öylesinedir ki, onu, hiçbir şey değiştiremez.
Sonunda, muhatabım, şunlan da ekliyordu:
- Ben, diyordu, Anadolu'da, istanbul'dan gelmiş, birçok
genç adam görmüşümdür. Bunlar, ilkin, istemeyerek de gel­
miş olsalar, birkaç hafta içinde, moral ve fizik yanlanyla, ora-

13
ya ilk atılmış kişiler derecesinde sağlam ve güçlü bir irade sa­
hibi olmuşlardır.
Şimdi, milliyetçiliğin büyük silahı olan aydınlar hareke­
tine gelmiştik. Hamdullah Suphi, kendi türünden kişiler ile es­
ki şeriat arasındaki mücadeleyi de anlattı. Bir mücadele ki,
genç kuvvetleri saflara çekmek, dili sadeleştirmek, yabancı et­
kileri tasfiye etmek suretiyle sabır ve basiretini ustaca kullan­
maktadır.
Herkeste olduğu gibi, onda da şunu bulmuştum: İç yıkım
ve dış yıkım yamnda aşılmış yol ile ilgili çok net bir durum
muhakemesine sahipti. O Menimledir ki, akşam şu notu al­
dım: "Burada herkes, herşeyden önce, kendine güveniyor." di­
ye yazdım. Bu söz, geniş bir gözlemi özetlemeye yetiyordu.
Sanat köşesi denilebilecek o nefis köşeden kalkmıştık.
Öyle bir köşe ki, ahşap kaplamaların sadeliğin içinde, orada
herşey, mükemmele ulaşıyordu. Şimdi, uzun bir kış galerisin­
de, sonbahar çiçekleriyle, kocaman sararmış yapraklarla, mey­
veler ve pastalarla dolu bir masa başında, tam bir içtenlikle
çay içiyorduk. Pencere açıktı, soba çıtırdıyor, tatlı bir çocuk
sesi gehyor, kadınlar gülüşüyordu ve Ruşen Eşref, üstadım ye­
niden konuşmaya teşvik ediyordu. Ancak, akşam olmaya baş­
lamıştı, yolumuz hayli uzundu, az sonra hareketimiz gereki­
yordu.
Hamdullah Suphi, sözlerinin sonunda:
- Bunlar, benim şahsi düşüncelerimdir, Paşa'nm düşün­
celeri değil, diye vurgulamıştı.
- Hatta, demişti, şunu da eklemeliyim: Bu konuda, her za­
man, tam mutabakat halinde olamıyoruz. O, bir Devlet ada­
mıdır, bu nedenle her zaman müsbet gerçekleşmeler ile karşı
karşıya bulunur. Ben sadece, bir aydın kişiyim. Ben mazinin

14
gelişmiş tarafını, kadının kurtuluşunu ararım, hareketin felse­
fesine gelince, Batı'ya yönelik oluyor. Bizler, topraklarımız­
da, Batı gelişimim yeşertip sağlayacağız. Okullarımızı, Batı
okulları modelinde kuracağız. Asya'nın da yeni çözümü bu­
dur. Bu çözüm uğrunda, sizlerin Avrupa için yaptıklarınız gi­
bi davranacağız. Şu farkla ki, daha çağdaş, daha doğrudan, ara­
cılık aşamalarım düşünmeksizin.
Bu suretle, Hamdullah Suphi Bey, yürütmede, süratin de­
ğişmez kural oluşu fikrine ulaşıyordu.
***
Aslında, görüşmeleri, bana, geçici olarak tahsis edilen,
küçük, minyatür saraycıkta yapardık. Orada, benim için pek
yeni sayılabilecek nice sözler dinlemiş, birçok sorular aşmış
ve tartışmalarımı, ancak verilen cevaplar üzerinde toplamış­
tım. Bir gün de, iki ziyaretçim, bana, istediklerimi getirmiş­
lerdi. Tutumlarında, Anadolu'da her yerde gördüğüm, açık ve
berrak olma titizliği vadi. Şöyle sormuştum:
- Aradığınız nedir?
Hamdullah Suphi şöyle bir karşılık veriyordu:
- Bir yanda, sapasağlam ve tastamam kişiliğimiz var. Za­
manın tüm fikirlerine açık, çağdaş bir millet olmak isteriz. Yi­
ne de benliğimizi koruruz, biz, kendimize benzeriz. Ancak,
kendini herkesten ayrı tutmak isteyen, kendi manevi cephesi
ardına sığınmış kişiler olarak bilinmek de istemeyiz.
Gerek yetişme, gerek eğitim yönünden, tüm uygar ülke­
lerle doğrudan temas halinde değil miyiz şimdi?
Bu sözler üzerine, milliyetçi aydm hüviyetinin imtiyazlı
çocuğu hızı ile, Ruşen Eşref araya giriyordu. Yaşı henüz otuz
olmamış. Bugünden, hayli yaygın eseri var. Daha ilk anlardan
itibaren, milli destanı terennüm etmiş, istanbul'da tutuklanma-

İ5
sı öncesinde ingilizlere kafa tutmuş, sonra o da, kendi duru­
munda bir çokları gibi, ingilizler emrindeki İstanbul mahke­
melerince ölüme mahkum. Şimdi, kâh konuşarak, kâh yaza­
rak mücadelesine devam ediyor, o mücadelede başı çekiyor,
Anadoludaki Türk hatlarından birinden ötekine, Batı'dan do­
ğuya gidiyor, böylece bir yorulmazlık içinde inançlarını anla­
tıyor.
Zaman zaman alaycı, bu uzun boylu, zayıfça ve hoş in­
sanın, ince çizgili yüzü, büyük, içtenlikle bakan gözleri, eser
söz konusu edilince, derhal ciddileşiyor ağırlaşıyor:
- Bizim okullarımız, din okulları değildir, çağdaş okullar­
dır, diyor, bizi, Descamps'ın "Türk okulundan çıkış" tablosu
gibi tasavvur etmesinler, okul programlarımız sizinkilerden
alınmadır. Biz Batının, Fransa'nın doğrudan etkisi altında ça­
lışıyoruz, ancak, kendi çok belirgin kişiliğimizi de saklı tutu­
yoruz. Öğretmenlerimizin bir kısmı, Avrupayı gezmişlerdir.
Özellikle, İsviçre'yi, Fransa'yı, Almanya'yı. Amerika'da, İn­
giltere'de olup bitenleri de izlerler, diyor ve o arada, etki alan­
ları, Anadolu'ya kadar uzanan, İstanbul'daki, Üsküdar'daki,
Beyrut'taki şatafatlı Amerikan kolejlerini de işaret ediyordu.
Ruşen Eşref, bu okulların bir tasvirini de içermişti. O
okullarda, 1914 yılına kadar, Ermeni, Rum, Bulgar ve Türk
öğrenciler tam bir rekabet içinde, derslerde yansırlardı. Her
biri, birinci olmak ister bunu bir izzeti-nef is sorunu haline ge­
tirirdi. Türk'ün milli izzeti nefsi, ötekilerin duygulan karşı­
sında uyanmıştı.
Vatansever yazılar, daha o zamandan vardı. Bunlar, Ab-
dülhamit hükümranlığının son demlerinde, binbir zorluğu ye­
nerek, hayli çoğalmış, yayılmıştı. Bu hal, Türk edebiyatında
üçüncü safhayı oluşturur. İlki, Fethin ilkzamanlanndan itiba-

16
ren görülen Arap ve Fars etkisidir. İkincisinde bir edebi
"okuF'dur. Milliyetçilik, bu iki formülü de altüst etmiş, katı­
lığı ve yenilik getirilişiyle, mahallî rengi, natüralizmi, hatta re­
alizmi ile, gelmiş, kalbi Türk için atan tam Türk'e özgü bir
akım oluvermiştir. Vatanseverlik ve milliyetçilik gelinceye
kadar, Türk şair ve yazarlar, ancak, aşkı, haremi, tabiata coş­
kusunu terennüm etmişlerdir. Toprak onlarca meçhuldür. Mil­
li edebiyat, tüm Türk gerçeklerini gösterme çabasına girişmiş­
tir. Dili yeniden yapma, Araptan Fars'tan soyutlama, onun
başlıca görevi olmuştur.
Daha ilk adımlarında, bu yeni edebi "okul" kıskanç bir
milliyetçi karakterde görülmüştür. Ancak, yine de Fransızdan
kopmamışur. Egemen çizgileri ne olabilirdi bu Edebiyatın?
Eski zaman tasvir ve telmihlerine karşı koymak, herkes tara­
fından kavranabilecek açık ve kısa cümle kullanmak, tüm atı­
lımları, anlaşılır biçimdeki ifadeleri benimsemek!
Bu arada iki yakışıklı rehberim şu uyanda da bulundular:
- Sanatta olsun, edebiyatta olsun, bizim ilk adımlanmızı
belirten uzak geçmişte, bizimle birlikte bakmaktan şayet sa­
kınırsanız, bizi tam anlamıyla kavrayamazsımz.
Biz, o ilk açılışımıza "Divan edebiyatı" deriz. Bu divan­
larda, Tanrının, Peygamberin, Padişahın, vezirlerin faziletle­
ri de terennüm edilir. Özellikle bu sonunculara fazlaca yer ve­
rilir. Tabiatın coşkulan, burada övgüler için kullanılan bir
araç, bir önsözdür. Aslolan övgülerdir. Divan iki kısımda gö­
rülüyor: Kasideler ve gazeller. Bu eserler, Aşk-ı anlatırlar. Tü­
rü, bilinen aşk türüdür. Ancak Fuzulî gibi, Kanunî devrinde
Bağdat'ta doğmuş büyük lirik şairler bu kaydın altında kal­
mamışlardır, zaman, Fransa'daki Montaigne ve Rabelais za­
manıdır.

17
Gazellerdeki aşk, yücel, idealleşmiş bir biçim getirir. Bu,
tam bir Müslüman aşkıdır, sevgiliyi görmeyi özlemez. Aslın­
da, buna, aşka duyulan aşk demek gerek. Fuzulî de, bizim şa­
irlerin sultanıdır, daha sonra, şehvet ve eğlenceye dalmış Ne­
dim'in arzu dolu aşkı geliyor. Şair İstanbulludur; Üçüncü Ah­
met devrinin ölümsüzleştirmiş, muazzam güzellikte mısralar
bırakmıştır. Biz, buna "Lale devri" diyoruz. O zamanlar Fran­
sa'da Onbeşinci Louis kraldır, sizin Büyükelçileriniz, bizlere
Batı'yı getirmişlerdir. Bu öyle bir zamandır ki sanatların ye­
niden doğuşu devrine rastlar. Yine o zamanlarda, mimarları­
mız, İstanbul'u şimdi süsleyen o güzel çeşmeleri yapmışlar­
dır. Boğaziçinin az ömürlü sarayları, rokoko mimari, hep o Ba­
tıya açılış devrinden kalmadır; bunlar içinde gerçek Türk olan
hiçbir çizgi yok.
Sizin, Birinci İmparatorluğunuz devrinde, Doğu, bun­
dan, güçlü izlenimler edinmiştir. O zamanlar, bizim de, Mev­
levilikten gelme Galip adında, büyük bir şairimiz var. Ona
Şeyh Galip diyoruz. Dönen, yani zikreden Dervişlerin başla­
rından biri. Tasavvuf hayallerinin insanı; tereddütsüz, renkli,
ışıklı, cesur düşüncelerin adamı. Arap kabilelerini tasvir eden
aşağıdaki sözler, nesir haline getirilmiş olarak onundur:

"Bunların giysileri Temmuz güneşi


İçtikleri, dünyayı aydınlatan ışık!
Çadırları, nefeslerinin dumanından
Sözleri şikayettin ibaret.
Konuştukları zaman, neylerin üflendiği sanılır
Ruhlarının kandili öylesine bir ateşten
O alevi, hiçbir kürre taşıyamaz, tutamaz..."

18
Şeyh Galip'in Hüsnü Aşk'mda, gerçek mısralar şöyle:

Giydikleri âfıtabı Temmuz,


İçtikleri şuleyi cihansuz
Herbirisi biri nigâra vurgun
Şemşir gibi dehanı pürhun
__E_rzakları belâyı nâgâh
Ateş yağar üstlerine hergâh.

Fuzuli'den sonraNef i geliyor. Türk diline "fiil"i gerçek­


ten kazandıran odur. Nef'î, tüm dünyayı ve bizzat Padişahı
eleştirmiş, nihayet bir vezir tarafından İmparatorluk ahırların­
dan birinde öldürtülmüş, cesedi Boğaz sularına atılmıştır.
Türk edebiyatının bu muazzam devri, tamamen Doğu ti­
pi. Fars ve Arap tesirleri pek bol. Şiirler, o devrin güzelim çi­
nilerine benzer: Şahane renkler, göz kamaştıran çiçekler ki,
bilinen bir sanat türü de olsa, aslında, fetih goncalarının açıl­
ması olayı sayılır.
• ••. - ***
İleride, Abdül Mecit'in modern çağını açan, siyasi hare­
ket, Tanzimat adı altında, bu devri kapatacaktır. Türk diyarı
Avrupa ile doğrudan ilişki kuracaktır. Bu~günkü anlayışı ile
vatan fikri Tanzimat'tan gelir.
O zamana değin, karanlık ve ampirik olan Tababet, Tan­
zimat sayesinde, ilmî ve çağdaş olur. Tıbbiye, kuruluşu ile, ka­
tıksız milli bir müessesedir; kısa zamanda, Rum, Ermeni ve
yabancı hekimler yerine, Türkleri yetiştirecektir. Türk hekim­
leri, rmlliyetçiliğinin ilk unsurları ve en hararetli yayıcılar ola­
caklardır.
Yine Tanzimatm etkisiyle Harbiye doğacak, bir yandan

19
hekimler, bir yandan subaylar, Türk mtilalinin ilk belirgin un­
surları haline geleceklerdir.
3 Kasım 1839'da, (Gülhane hattı hümayunu) ile gelen
Tanzimat, Türkiye'nin ilk esasisye akdidir. Her dinden teba­
aya, ilkin can güvenliğini, onun yanı sıra, haysiyet servet gü­
venliğini teminat altına alır, götürü vergi salmayı, gasiplan,
imtiyazları kaldıracağı vaadiyle, Doğuya Avrupa yaşantısını
sokar.
Yine onun etkisiyle, iki kuruluş daha ortaya çıkmıştır: Bi­
ri Bahriye Mektebi'(Deniz Harp okulu) olarak, Türkiye'nin
en hareketli çocuklarını yetiştirecektir. Ötekisi, Galatasaray li­
sesi. Milli hareket içinde, aktif rol ifa eden çok kişi bu liseden
gelecektir.
Burada, Fransız öğretmenler var Bunlar, değer ve ferafat
sahibi kişiler, kimleri, hâlâ, heryerde onur taşır. Bunlar, sizin
dilinizi, bilirrderinizi, fikirlerinizi, gelecekteki diplomatlara,
politika adamlarına, aydınlara aşılamış, onlar da, edindikleri­
ni bütün Türkiye'ye yaymışlardır.
Galatasaray lisesi ve İstanbul'da rahiplerce yönetilen öte­
ki liseler sayesindedir ki, politik yaklaşmalara yol açan bugün­
kü görüşmeler sizlerle yapılabilmektedir.
Tanzimat içinden, bir mühendis mektebi, bir Ticaret mek­
tebi, bir de güzel sanatlar mektebi çıkmıştır. Avrupa kuralla­
rına uyularak, bir çok idarî formül değiştirilmiş, yüzlerce Türk
genci Avrupa'ya tahsile gitmiştir. Fransa'ya ilk gönderilenler­
den birinin, veda amnda, şöyle seslendiği rivayet edilir:
- Ben ne yaptım, hangi günahı işledim ki, böylesine sür­
güne gönderiliyorum?
Sonraları ise, öyle bir sürgün, ülke çocuklarının tatlı rü­
yası haline gelmiştir.

20
Yine tanzimatdır ki, Müslümanlar ve Hıristiyanlar ara­
sında farkı yok etmek suretiyle, gayri müslimleri Maliye'ye,
Dışişlerine, sefaretlere, tüm önemli görevlere getirmiştir.
Kara Teodori Paşa, degele olarak Berlin kongresine gön­
derilir. Bir Hıristiyan olan Rüstem Paşa, Londra Büyükelçili­
ğine tayin olunur. Manini olan Naum Paşa (Naim Paşa) Paris
Büyükelçisi olur. Hiç duraklamadan, bir çok Hıristiyan gös­
terebilir ki, son yıllara kadar, Türkiye'yi Avrupa'da temsil et­
mişlerdir.
Türk basınını da yaratan Tanzimat'dır, süratli bir açılma
görülmüştür. Özellikle, gündelik ve haftalık yayınlar, istan­
bul'dan Anadolu'ya doluşuyor. Bu gazeteler, istanbul'da en ak­
tif biçimde iş görüyor.
Ondokuzuncu yüzyılda Tanzimat'ı yaratan Reşit Paşa
(gerçek banisi) Ali Paşa, Fuat Paşa, Mithat Paşa, Türk yaşan­
tısına Fransız edebiyatını sokmuşlardır. Tür insanına, müsbet,
belirgin ve sınırlı çizgileriyle vatan fikrinin verilmesinde Fran­
sız diliyle yazılmış kitapların da etkisi olmuştur. Bu anlayış,
aslında tüm Müslümanlan Padişah otoritesine bağlayan eski
vatan anlayışının içinden fışkırır.
- Bu suretle, diyorlardı genç muhataplanm, kendi kendi­
mize yetmeyi öğrendik, içimize dönmekle, gerçekten Türk
olan milli ve ahlaki kaynaklanmıza yönelmiş olduk.
Yeni fikrin havarisi şair Namık Kemal'dir. O da, yeni bir
edebi formülün yaratıcı Şinasi'nin etkisindedir. Türk yazarla-
nn romantik devridir bu. Şinasi, Paris' e, Abdül Mecit tarafın­
dan gönderilmiş, orada, Lamartine'in, Ernest Renan'ın dostu
olmuş, Fransız fikirleriyle bezenmiş bir halde yurda dönmüş,
o çağdaşlığı tüm ülkeye yayma amacı ile bir de gazete çıkar­
mıştır.

21
Onun izleyicisi Namık Kemal, halis Türk olan ilk roman­
cı, ilk yazardır. Vatan idealini terennüm eden o kavramın ha­
varisi haline gelen ve Anadolu hareketinin doğuşunu sağla­
yan Mustafa Kemal, elbet ondan esinlenmiştir. Zira, onu, sık
sık okumuştur. Namık Kemal, Abdül Hamit tarafından sürgü­
ne gönderilmiş, daha sonra ideali uğrunda ölmüştür.
Hareket artık hız kazanmıştı. Abdülhak Hamit, Recai za­
de Mahmut Ekrem, Sami Paşazade Sezai gibi yeni şöhretler
de Fransız romantik ekolünden etkileniyordu. Fikirlerdeki me­
tamorfozlar (Şekil değiştirmeler) dilde de metamorfoz nede­
ni olmaktadır. Eski yazı dili, Farsça ve Arapça, bitmez tüken­
mez sapmalarla doludur. Bunlar, giderek hafiflemektedir.
Doğrudan konuşma doğacak ve fikirdeki bu ihtilal ustalarını
bulacaktır: Şair ve düşünür Tevfik Fikret romancı Halit Ziya,
Yazar Cenap Sahabettin gibi.
, Şimdiki kuşak, yeni deyimlerdeki aşırılığı, zorla batılı­
laşma hastalığım gerçekten Türk olan birçok şeyden uzaklaş­
mayı* Avrupalı fikirleri, abartmak biçimde benimsemeyi gös­
termek suretiyle, bu akımı eleştiriyor. Bütün bu tenkitlere rağ­
men, Tevfik Fikret yine de büyük örnek olarak kalmaktadır.
Tevfik Fikret, vatan fikrine, insanlık fikrini de ekler, an­
layışı da, merhameti de dile getirir. O, Türkçe mısralara biçim
vermiş, kolay kafiyeleri kaldırmış, manzum yazıya, İstanbul
lehçesini getirmiştir.
Tevfik Fikret'in eseri, Abdül Hamit rejimi karşısındaki­
ni şikayetlerin en heyecanlı ifadesini teşkil eder.
Şayet Abdül Hamit, genç aydınlan dağıtıp engellememiş
olsa idi, modern Türkiye'nin edebi açılışı daha verimli olur­
du. Bütün ideal adamlarmm, İmparatorluğun çeşitli eyaletle­
rine dağıtılması, milliyetçiliğin önsözünü getirmiştir.

22
1908 ihtilalinin kaynağı, bu hoşnutsuzluklar, bu sürgün­
lerdir. Aydınlar, hekimler, subaylar, Türk yazarları ve Türk ba­
sını mensuplarının büyük fedakarlıklar içinde istinat edecek­
leri üç öncü kuvvet olmuştur.
***
Saatler geçmiş, Çankaya'nın aralıksız yaşantısı, bize hiç
engel olmadan, etrafımızda sürüp gitmişti. Yavaş yavaş, an­
cak kararlı biçimde, bizi oyalayacak herşeyi bir kenara itmiş­
tik. Bir süvari geldi, kocaman bir paket getirdi; içinde Fran­
sız, İngiliz ve İstanbul gazeteleri vardı. Şahane bir gurubu
seyretme fırsatını ihmal etmiş, kaçırmıştık. Şimdi, benim gü­
zel Şark salonumda, kendi kendine yanan ışıklar süzülmeye
başlamıştı. Bir hizmet adamı, kızaran büyük sobaya odun atı­
yor, bir diğeri, Kütahya çinili masanın örtüsünü, el çabuklu­
ğu ile örtüyordu. Artık ister istemez, kalemi bırakmak, kağıt­
ları toplamak ve hayli uzaktan nefis yemeklere değer vermek
gerekiyordu.
Yolculara, o günkü işlerini ertesi güne bırakmamaları
alışkanlığı ile, misafirlerime sorular yöneltmeğe yine de de­
vam ediyordum. İşte, en önemli noktaya ulaşmış değil mi idik?
Öyle bir anda idik ki, fikirle, vaadlerle dolu idi. Bu yanı ile
yaratıcı bir andı. O halde, entellektüel yönler gösteren düşün­
celer, nelerdi, hangileri idi?
Aldığım cevap şöylesine idi:
- Bu gün milli hareket içinden, bir yeni ekol çıkıyor. Öy­
le ki, hareketin öncülerini dahi hayli geride bırakıyor. Bu ye­
ni ekolün, kendine özgü fikirleri, formülleri var; ülkeyi ger­
çekten koruyor. Bu, temel güçlerden biridir, belki de davranı­
şın belirgin gücüdür.
O halde, direktifleri nelerdir? Kendi öz kaynaklarına dön-

23
mektup artık saraya, bir kasta hizmet etmeyip, kitleye hitap et­
mek, dili daha da sadeleştirmek, Arapça, Farsça kelimelerden
mümkün olduğu kadar kaçınmak, özellikle ve herşeyden ön­
ce, İstiklal için dövüşenlerin büyük önderi olmak.
Şimdi, Türk toprağı, Türk milleti, ona, şiirlerinin, roman­
larının ve her çeşit yazının konularını vermektedir. Dünkü
efendilere, hastalıklı, karamsar olduklarım belirterek sırt çe­
virmektedir millet: Hem idealist, hem realist olmak istiyor: Bu
akım, ilkin, Türk dünyasını tümü ile terennüm etti. İlkel ma­
zi, sonra başlangıçlar ve nihayet fetih. Fakat halk, bunu pek
anlayamadı ve:
"Çok basit yazıyorsunuz. Bu basitlik, eski ustalarınızın
uzun ifadelerinden bile karanlık oluyor, gelin apaçık konuşun."
dedi.
Aydınlar buna uydular; Arabm eski uyuşukluğunu terke-
dip,.şiirlerinde serbest vezne ve Batının nazım şekline yer ver­
diler. Mehmet Emin, günün milli şairi oldu. Bu yeni akımı o
temsil ediyor Şimdi, konferanslar veriyor, mısraları Anado­
lu'da, Azerbaycan'da, Kırım'da, Buhara'da, Kazan'da okunu­
yor. Onun terennüm ettiği aşk, vatan aşkıdır, şerefli mazidir,
istikbaldir.
• Bu böyle, her topluluk içinde, uzaklardan gelen, fakat her
an orada bulunan bu ses, şairlerin, yazarların sesi olarak du­
yulmakta.
Onun, insanları, yücel amaçlara nasıl sürüklediğini belirt­
me yolunda, yine de ihmalci davrandığımızı itiraf etmeliyiz.
Görüşme yemden başlamıştı. Şimdi, Ziya Gökalp'ten söz
ediliyordu. Bu düşünürün, gençlik üzerindeki etkisi çok canlı
idi. Gökalp, sosyal ilkelerini mısralar haline getirirken, bir yan­
dan da, o suretle, milli destanlar türünü dile getirmiş oluyordu.

24
Onun şiirleri güçlüdür, serttir, şahsi bir güzellik taşır,
unutulmaz cinstendir. Zamanın en büyük romancısı da, Hali­
de Edip Hanım adındaki kadın yazar. Türk aydınlan, "Yeni
Turan" başlıklı eser için: "Bizim milli kutsal kitabımız" de­
mişlerdir.
Halide Edip Hanım, hiç şüphesiz, milliyetçi Türlriye'nin
en çarpıcı simalarından. Anadolu'da, onun yeri, en ön sırada-
dn. Sözü ile, kalemi ile hatta verdiği örnekle kitleleri etkile­
miş, seçkin zümrelere kendini, kabul ettirmiş, beğendirmiştir.
İşte, bir yıldan beri fiilen askerdir. Toprağm ve en alçak gönül­
lü kişilerin yaşantısına ortaktır. İlk hatlarda çalışırken bile ya­
zıyor, ne görürse, ne yaşarsa onu yazıyor. Romanlan olsun, in­
celemeleri olsun, Türkiye'de zevkle okunur, sesi, en hararetli
biçimde aranır, dinlenir. Kadın davasını, Halide Edip tam bir
liyakat ve hitap gücü ile savunmuştur. Anadolu'nun büyük as­
ker şefleri de, onun düşüncelerine büyük önem verirler.
Şehirde ya da cephe kıyafetiyle, o, daima çok ince, çok
sağlam ve sevimlidir. Yüzü narin, sesi derinden titreşimlidir,
muhteşem bir bakışı var ki, orada tüm şarkın alevi yanar. Bü­
tün kalbi ile, bütün ruhu ile vatanseverdir. Orada, belirtildiği­
ne göre: "Ruhunu, ülke ruhu içinde eritmiştir." Gerçi, öteki
kadın mücahitlerde aynı biçimdedirler ama, birinin mutlaka
yol göstermesi gerekti.
İsmet Paşanın deyimi ile, "Şayet Sakarya harbini kadın­
lar kazandı ise, bunda Halide Edip örneği, büyük cesaret kay­
nağı teşkil etmiştir.
Ruşen Eşref, şunlan da ilave ediyordu:
- Bu defa da, bizim İstiklal harbimiz olaylan üzerinde bir
kadın aydının, doğrudan aksiyonuna şahit oluyorsunuz.
***

25
Bu anlatış, bizi, hareketin ilk zamanlarına götürmüştü.
Mustafa Kemal'in dehasını aydın kişiler çabuk kavramışlar­
dı. Birden, onun yanmda birleştiler onu, sıkı sıkıya çevreledi­
ler, yazılan ile tanıttılar.
Daha 1910 yılında, Yeni Ekol'ün Türk mensuplan ile İn­
gilizler arasında bir şok baş göstermişti. İngiltere sefareti, mil­
liyetçiliğin yuvası olan aydın "Türk ocağı" kulübünün kapa­
tılmasını sağlamıştı. Kulüp Hamdullah Suphi Bey tarafından
kunılmuştu. Bir İslam ülkesinde, kadm erkek birarada çalış­
sın, görülmüş, duyulmuş şey değildi. Türk ocağmda, düşünün
ki, ilk konferansı Halide Edip veriyordu. Olay, büyük yankı­
lar uyandırmıştı. Hatta, kadınların, kadm rolüne bizzat çıktı­
ğı bir de sahne temsili vardı. Kulüp, az zamanda üç bin üye
kaydetti ve Anadolu'da, yirmibeş şube açtı. Kaydım yaptıran­
lar arasında, yediyüzden fazla hekim vardıftaten, ilk "Türk
Ocağı" plânı Tıbbiye'de yapılmışta.
Üyeler çoğaldı: Subaylar, hekimler, okul öğretmenleri,
yazarlar, avukatlar hep oraya koştu.
Y'izyıllardan beri Türkler, padişah uğrunda savaştıklan
için, şimdi, milli duygu, tamamen dini olan birinci duygu üs­
tüne bir çeşit aşı getirmiş oluyordu. "Türk Ocağı" Parti farkı
gözetmedi, entellektüel ve sosyal olan bu hareket herkesin
hoşuna gitti. Özellikle subaylar büyük arzu ile oraya koştular.
Zaten, ordu, milliyetçilerin eğitim yeri değil mi idi? Harp oku­
lunda olduğu gibi, öteki okullarda da, Türkler, Vatan deyimi­
ni anlamına bihakkın varmış oldular.
Hamdullah Suphi Bey:
- Bugün, diyordu, Avrupa bize, İstiklal kavramından söz
ediyor. Biz ise bütün gücümüzle, istlacıya karşı savaşıyoruz.
Aslında, gücümüz, o kavramdan kaynaklanır. Aym Avrupadır

26
ki, bizi, tek başımıza, yalnız bırakmak suretiyle, Asya ile meş­
gul olmamızı sağlamıştır.
Böylece, Türkiye, Asya'daki komşularının eğiticisi olma
durumuna gelmiştir. İstanbul, tüm Müslümanların eğitim mer­
kezi olmuştu. Özellikle, Kırım, Sibirya, Buhara Türklerinin,
Buhara'dan bize gönderilen delegasyonlar içinde, eski tale­
bemden bir çoğunu bulmuşumdur. Barış olur olmaz, Anado­
lu okulları, Orta Asya'dan gelecek genç adamlarla dolacaktır:
Çin ve Sibarya yakınlarına varıncaya dek, bizimkilerin hep­
sinde bir vicdan uyanışını görülmektedir.
Artık Kırım'da, Buhara'da, Azerbeycan'da şairler, İstan­
bul dili kullanıyorlar. (*) Türk ülkelerinde, Osmanlı Türkü­
nün propagandasını yapan gazeteler çıkıyor. Bütün Asya'da,
İstanbul dili iç^(Güzel Türkçe) deniliyor.
Türkçe olarak yayınlanan okul kitapları, edebi ve ilmi ki­
taplar, Türkiye dışında da, Orta Asya okullarında benimsen­
miş, kullanıhr olmuştur. O uzak topraklardan gelen genç adam­
lar, kendi ülkelerine, bizim fikirlerimizle bulanmış olarak dö­
ner, bu işleri, zahmet çekmeksizin yaparlar. Zira, düşüncele­
rimiz farksızdır. Cihan Harbi, bu fikir alış-verişini on kat art­
tırmıştır. Ruslara esir düşen yüzlerce Türk subayı, bu uzun esa­
ret yaşamlarında, okullar kurarak ya da, genel ve özel dersler
vererek, o yolda önemli işler görmüşlerdir. Bu suretle, Türk'ün
vatansever destanları, milli fikre bağlamıştır. Bunların etkile­
ri o denli büyük olmuştur ki, bugün şöyle diyebilmekteyiz:

(*) 1930'dan sonra Sovyet Rusya'da Stalin öncülüğü ile Türk dili, bozul­
muş ve birbirini anlayamaz sonucunu getirecek bir ayırıma, bilinçli olarak tabî
tutulmuştur, (iki Sorbonne Profesörünün yazdığı "Sovyetlerde İslâm" kitabın­
dan).

27
"Türkiye, coğrafi yönden ne kadar ufalmışsa, moral ve
entellektüel yönde, o derecede büyümüştür. Gizli kalmış o
enerjiler, her yönde çalışır olmuştur."
***
Bu derecede temiz bir Fransızca ile konuşan Hamdullah
Suphi Bey, kelimenin tam anlamı ile, bir güzel üslup sahibi­
dir. Uyandıran, inandıran, ince tasvirlerle dolu bir dil içinde,
akıcı ve sesli bir üslûp.
Şovenizm denilen kör milliyetçiliğin karşısına hırsla di­
kilmiş, milliyetçilik kavramına, pek geniş, pek güzel seçilen
bir biçim getirmek suretiyle, düşünce özgürlüğünü muhafaza
ediyor.
Onun, banisi olduğu (Türk Ocağı)ında, eski Yunan, eski
Roma, Arap ve Fars uygarlıkları kadar ele alınır ve araştırma
konusu yapılırdı. Yine onun ünü, uzak diyarlara kadar uzan­
mıştır. Hatta, muhalifleri bile, onun değerini kabul etmiştir.
Bunlardan biri, geçenlerde, Ankara'da Parlamentoda: "Sus­
turun bu adamı, yoksa, alimallah ongun susmaz, ayrıca bizi
hem yorar, hem etkiler" diye bağırmışta.
Yeni Darülfünunlara (üniversitelere) hazırlayıcı yüksek
kurlar ihdasını, Ankara ona borçlu, Anadolu'nun dört buca­
ğına olduğu gibi, Asya kıt'asının en uzak köşelerine "Fikir ker­
vanları" gönderen, yine o.
Bu seçkin insan, eski bir İstanbul ailesine mensuptur. O
aile içinde, bir hayli, vezir ve şair var. O da, Ruşen Eşref gibi,
evini kitaplarını, sevdiği ne varsa hepsin terketmiş, yuvasını,
o çok çekici ve de çok yok edici Ankara'ya, Anadolu'ya nak-
letmiştir. O Ankara ki, dinlenmesi nadirdir, çalışması, sanki
insanı yutar.
***

28
Bana, öyle isimler verdiler ki, bü kısa Ve şûr'atli eskis
içinde hepsini veremiyorum. Örnek olarak, Ağaoğlü Ahmet
Bey: Kökten Azeri; burada Basın Genel Müdürü. Türk insa-
nmdaki fikrin en ateşli savunucularından biri. Eski bir Malta
sürgünü. Vaktiyle, Kars'ta, bir aydınlar topluluğu içinde idi.
Bir başka örnek: Türk Yurdu milli dergisini yöneten bir ku­
zeyli Türk: Yusuf Akçura Bey.
ikisi de, bir zaman önce, istanbul Darülfünunda, önemli
mevki sahibi idi.
Yahya Kemal'i unutmayalım: (Cafe' Vachette) deki öğ­
renciler: "Şâir Kemal kocaman bir yaratıktır" şeklinde nükte
savururlardı.
- Bizdeki edebiyat gençliği, diyor Hamdullah Bey, ondan
nazımda olsun, düz yazıda olsun son derecede etkilenmiştir.
Ona: "Stephane Mallarme" miz de deriz. (*)
Bu büyük Türk şairi, Jean More'as'm da dostu idi. O, ru­
hu ile Türkiye'nin, kültürü ile Paris'in çocuğudur; daima Pa­
ris'in özlemini çekmiştir. Son kuşak üstünde, etkisi en hare­
ketli olanlardan biri. Sözleri ateşli, tenkitleri yırtıcı."
Ankara'da, Türk yazı hayatının en seçkinlerinden biri
olan Yakup Kadri adım da çok duymuştum. Ruhların ressamı,
mistik ve gerçekçi sayılırdı.
*** •
Tüm gece boyunca, çok çalışmıştık. Misafirlerimde en u-
fak bir yorulma belirtisi yoktu. O saatler de Çankaya'da yal­
nızca nöbetçiler uyumuyordu. Yine de, zamanlarını benim
için, bu kadar cümertçe harcamış olan bu iki dostumdan, ko­
nuştuklarımızı şöyle bir toparlayıp özetlemelerini rica ettim.

(*) Fransızların Ondukuzuncu yüzyılda zarif, duyarlı bir büyük şairi.

29
Hamdullah Suphi Bey, şöyle konuştu:
- Edebiyat hareketlerimiz, ilkin Doğu'nun etkisindedir.
İran, estetiği ile, Araplar dini duygulan ile, bizi fethetmişler-
dir. Ondokuzuncu yüzyılda, Batının sosyal yapısını, ülkemi­
ze sokma çabası içinde, Tanzimat ifrata kaçmıştır. Şimdi, ken­
di ruhunu, Batının da Doğunun da etkisinden azçok sıyırma
ve onu gerçekten Türk olan yanı ile ortaya koyma yolunda,
yeni edebi akımlarımız bir çalışma içine girmiştir.
Aslında, herçeşit yeni fikre açığız. Batı'dan ya da Do-
ğu'dan gelen tüm yeni fikirleri eşit ilgi ile gözlüyoruz. Ancak,
bu yeni kuşak, ne birine, ne ötekine hizmet etmek ister. Milli
fikir, sonunda kazanmıştır, zira, enerjik ve samimi savunucu­
lara sahiptir. Türkiye, şu anda, İstanbul ve Ankara olarak iki­
ye aynlmış. Gerçekte, ülke tektir ve tek bir mefkureye gönül­
den bağlıdır. Boğaz içinin iki yakasmda da aynı ruh var: Ana­
dolu, İstanbul'un güzelliğini, sevimliliğim unutmaz. İstan­
bul'da, Anadolu'nun katı güzelliğini seviyor.

Bir kaç gün sonra, yine Ankara'da, Parlamento binasın­


da idim. Mustafa Kemal Paşa'nın Başkanlık odasında oturu­
yordum. Kendisi yoktu. Mecliste, birleşim de yoktu. Büyük
bina adeta boştu. Aralık ayının sonralarında, hava çok serin­
di ama, büyük açık pencerelerden içeriye, yakıcı dalgalar ha­
linde güneş doluyordu.
Paşa'nın koltuğuna, onun yazı masası basma oturmuş, Is-
tanbul'daki Milliyetçi gazete İLERİ'yi çıkaranlardan biri olan
Celal Nuri Beyi dinliyor, not alıyordum.
Celâl Nuri, bir yandan gülümsüyor, bir yandan da, ora­
larda hemen herkesin konuştuğu Fransız dilinin inceliklerini
kullanmak suretiyle, İslam sorunlanna değiniyordu. "Müslü-

30
man dini modern fikirlerle çok kolay bağdaşır, mistik tarafı
sonsuz, inanışı çok geniştir. Öylesine geniş ki, içine çok şey
girebilir. Müslüman dini, maddîihayat ile olduğu kadar mane­
vi hayat ile de ilgilenir. Kur'anın ayetleri, Hz. Peygamberin
hadisleri, halk anlayışına büyük yer verir."
O anda, Başkanlık salonuna önemli bir din adamı girmiş,
gayet sakin oturan yabancı kişiye hayretle bakmaya başlamış­
tı. Adam, masaya yaklaştı. Paşanın telefonuna el uzattı, bir­
kaç kez görüşme isteminde bulundu. Ankara da, bu bakımdan
Paris'i andırıyor.
Dışarıda, Mustafa Kemal'in mızıkası çalıyordu. Bu, be­
nim şerefime idi ve hep sevdiğim havalar ele alınıyordu. Halk,
çabucak toplanmıştı, dikkatle dinliyordu. Süvariler geçiyor­
du. Ayrıca, kağnılar da geçiyordu. Bunlar, amaçlarına, yani
Türk hatlarına cephane taşıyorlardı. Üçte ikisini göçmenlerin
oluşturduğu bu yoğun halk içinden, tek bir haykırış, tek bir tar­
tışma sesi duyulmuyordu. Herşey özel bir ahenk ve ritm için­
de; tam da o diyarı yöneten kişiye özgü bir ahenk ve ritm. Aşa­
ğı yukarı, içgüdü denilebilecek bir seziş ile, bunu mızıkacılar
da hemen sağlıyorlar.
Celal Nuri, bana, İstanbul ve Ankara'da milli basının ta­
rihçesini çiziyordu. O arada, başlıca yazarların ele aldığı te­
mel fikirleri de belirtmekte idi.
- Biz, diyorlardı bu yazarlar, Ankara'nın ilkeleri etrafın­
da aşk ile birlişmenin savunucularıyız. Ekonomik açıdan, ya­
bancı sermayenin gelebildiği kadar gelmesini de isteriz. Şu
şartla ki, bunlar, ülkenin hayati şartlarına ters düşmesin, o
şartlara zarar getirmesin. Bizler, milliyetçiyiz ama, asla göz­
leri kör şovenler dediğimiz; milli hukukumuzun başka halk­
lar hukuku ile bağdaşmasını kabul ederiz.

31
Celal Nuri, başlıca meslekdaşlarrnın adlarını da sayıyor­
du. Bunlardan biri, İstanbul'da VAKİT gazetesini yöneten Ah­
met Emin idi. Onu, Malta'dan dönüşünde Çankaya'da tanışmış­
tım. Öğrertimini Columbia Üniversitesinde yapmıştı. Mütare­
keden sonra, iki kez sürgün edilmişti. 16 Martta İstanbul'da,
evinde, sert biçimde tutuklanmış ve serbest kain kalmaz, mü­
cadelenin tam içinde bulunma amacı ile Ankara'ya koşmuştu.
Daha soma, İsmet Paşa'nın kurmay karargahı yolundan, mü­
cadeleye devam amacı ile İstanbul'a dönmek istemişti.
Daha çok genç olmasına rağmen, Ahmet Emin, kalemi­
ni incelikle kullanan bir kişi.
Celal Nuri, bir de, AKŞAM gazetesine yaptığı aksiyonu
anlattı. AKŞAM, İstanbul'da bir öğleden sonra gazetesidir.
Başmda, bizim Fransız Hukuk Fakültesinden diplomalı, karı­
sı Fransız olan Necmettin Sadık vardn.
Celal Nuri, bir de YARTN isimli haftalık çıkarmıştı. Bu
haftalığın yazarları, öğrenimlerini Paris'te ya da Fransa'yı
görmüş, tanımış kişilerdi.
Nihayet HÂKİMİYETİ MİLLİYE gazetesinden söz et­
meye başlamıştık. Bu gazete, arada bir, Mustafa Kemal'in dü­
şüncelerini yansıtırdı. Soma YENİ GÜN gazetesini ele aldık;
o da, tanınmış milliyetçi yayınlardandı. Muhatabım, bana,
gündelik gazeteler ile mevkutelere (gündelik olmayıp belli
zamanlarda çıkanlar) verilen Basm direktiflerini de belirtiyor­
du. Bunlara göre, İstanbul'da ne yazılırsa, tek bir konu etra­
fında toplamrdı. Bu da milli hareket konusu idi.
- Milli hareket diyordu, muhatabım, dilimizi, yeniden ya­
ratmıştır. Şimdiki Türkçemizin, sizdeki Montaigne de Rabe-
lais Fransızcasına ne kadar benzediğini görseniz şaşarsınız.
(Fransa'da Onaltıncı yüz yıl sonlarındaki yeni oluşum devri).

32
Lisan, henüz oturmuş değil, yazarlarımızın, sizinkilerin
o zamanlar yaptıkları gibi davranıyorlar. Onların, vaktiyle, bir
Grek ya da Latin kelimesini Fransızlaştırması çabalarının ben­
zeri çabaların içindeler. Son zamanlara kadar Türk dili,
Arap'tan ve Fars'tan geniş ölçüde yazarlanırdı. Bugün ise, on­
lardan kurtulmaya çalışıyor. Şimdiye kadar, kelimeler kulla­
nılışı kurallarını gösteren sentaks ile üslup, sisli idi, şarklı gö­
rünürdü. Türkçe yazılar, ciddi bir analize kolay dayanamazdı.
Şimdi ise, Fransız edebiyatının etkisi ile, bizim cümlelerimiz­
de mantıklı bir kuruluşa gelinmiştir. Artık, cümle toparlanmış­
tır. Açıktır, vecizdir.
Eskiden, Türkiye'de, sadece, Arap ve Fars klasikleri ile
bunların taklitçileri okunurdu. Yeni kuşak, çokluk, Batı'yı
okuyor, onların ifade tarzına, üslup yöntemine uyuyor. Yine
eskiden, Türkçe'den Fransızcaya çevrilen bir makale gerçek­
ten aksardı. Şimdi, bir Türkçe gazetenin başyazısı, Batı dille­
rine çevrildi mi, orijinal eser hüviyetini alabilir.
- Biz, şimdi, fikirlerimizi, güçlü ve açık biçimde ifade
edebilecek kelimeleri arıyoruz, diye devam ediyordu Celal
Nuri. Üst tarafını bırakırız. Artık, eski dilde konuşma ve yaz­
ma, acaip görülüyor. Vaktiyle, yazar takı, mı, kelime oyunla­
rı, anlatış tasvirleri yapmaya bayılırdı. Şimdi, bu denli ince iş­
ler, bir kenara atılmıştır. Kısacası, bizim kuşak sizin ustalan-
nızea oluşturuldu.
Şimdi, şu birkaç süratli notu yayınlamakla, belki de Türk
aydmlannın bugünkü milli düşünce amaçlarına katkıda bulun­
muş olmuyorum. Subay, kalem erbabı, hukukçu, ilim adamı,
siyasi ya da asker şefler, hepsi uzaktan uzağa, havadan gelen
o yeni ve samimi düşüncelerde yepyeni izler bırakan, onlara
derinden nüfuz eden, yazı adındaki gücün değerini çoktan an­
lamış bulunuyorlar.

33
Yalnızca bir kadın adından söz ettim: Halide Edip Hanım.
Çünkü o, en parlak, en inançlı olandn. Ancak başkaca isim­
ler (de var. Türk kadınlarında yazı kabiliyeti derhal görülüyor.
Bazısı da yaymlama cesaretini gösteriyor. Mesela, Paris'te,
Ankara'yı temsil etmekte olan Ferit Beyin eşi Madam Ferit
(Sonraki soyadı ile Müfide F. Tek Hanımefendi merhum) ye­
tenekli bir gazeteci - yazardır. (*)
Bu tahliller, bana, orada, dikkatli bir incelikle yapılmış­
tır. Bunu ne kadar belirtsem azdır.
O yazılar, edebiyatta, sanatta, siyasette, orijinalliklerini
muhafaza edeceklerdir. Zira, İstiklalin sert savaşı, onların ka­
rakterlerini, kendi içine batınp çıkarmıştir.
İstilâcı tarafından zalimce harap edilen o Anadolu'da, yı­
kılmış şehirler halklarının üst üste yığılıp çözüm bekleyerek
doldurdukları bu yeni devlet merkezi üstünden güçlü bir nefes
geçer ve zaafları da, yan-red hallerini de süpürürür, götürür.
Yalnız güçlülerdir ki dayanırlar, mücadeleye devam eder­
ler.
***
Bir kez daha, avdetimin öncesinde bulunuyoruz. Yanım­
da, Mahmut Bey var. O, benim rehberim. Siyasi araştırmala­
rımda, gezintilerimde, görüşmelerimde bana eşlik eden kişi.
Dostlar arasında en koruyucu, en dikkatli olanı o. Çankaya'da-
ki komşularıma, onunla birlikte vedâ ziyaretlerinde bulunu­
yoruz. Geçmişteki şahane arabesklere bağlı kalarak zamanın
büyük hadiselerini örselenmekten geri durmayan kimselere
karşı, arasıra üzüntü duyan onun yazarlık kimliğini de sık sık
devreye sokmuştum.

(*) 1976'larda, Ferit Beyden bir yıl önce vefat ermiştir. (Çevirenin notu).

34
Bütün bunlardan bir kez daha rahatça söz ediyorduk. Bir
yandan da o muhteşem ufku, Çankaya tepelerinden seyredi­
yorduk. Işıklı bir alanda, büyük bir çember görünüyordu. O-
nun içinde idik. Oradan, Antalya nirengisi gibi duran istika­
mete, doğu vilayetleri yönüne, sonra, Karadeniz tarafından ge­
len kaim bulutlara, sis tabakalarına bakıp durmuştum. Dön­
düm, Asya'nın en derin bölgelerine, sanki dağların ve deniz­
lerin üstünden aşarmış gibi ulaşan o büyük yola baktım. Bu
günlerde, gittikleri her yerde, Türkler beklenen misafirler, öz
kardeşler gibi karşılanıyordu.
İnişli bir yolda, ağır ağır yürüyorduk. Üzüntümü sakla­
maksızın şöyle konuştum: "Bu güzel, yolculuk bitti bile." O
büyük taş binaya bir lahza baktık. Akşam yemeğine, oraya da­
vetli idim. Etrafımızda, Giresunlu askerler vardı, neşe içinde
çalıyorlardı çalgılarını. Ayrıca, Muzaffer Beyin, kurmaylar
kulübü olarak kullanılan büyük çadırının her çizgisini, her ay­
rıntısını, bahçelerini seyre dalmıştım. Ayrıca, pek de alıştığım
her bir eşyaya baktım durdum. Şimdi, ben de, sanki onlardan
bir parça idim.
Nihayet, büyük yola çıkmıştık. Bağlar bahçeler geçerek,
Ruşen Eşrefin küçük evine ulaşıyorduk. Az sonra, onu, elin­
de sigarası, dünyanın en güzel manzaralarından biri karşısına
oturmuş olarak bulacaktık. Bir yandan, güzelim turkuaz ma­
visi, menekşe ve yaldız karışımı, ufku seyrediyor, bir yandan
birşey yazıyordu.
Şimdi, semaver, tatlı tatlı ses veriyor, soba da içten içe
yanıp çıtırdayarak o sese eşlik ediyordu. Çok tatlı bir ev sahi­
besi çay hazırlıyor, meyveleri düzeltiyordu. Güzelim bir Van
kedisi, tatlı ipek yastıkları tırmalayıp duruyordu. Biz, yine
adetimiz üzere, durmak bilmeksizin kunuşuyorduk. Ben, is-

35
temeyerek de olsa, çelişkilere olan sevgime kapılarak yine, bir
Batılı katılığına bürünüyor, bu halimle, dostlarımı adeta gü­
cendiriyordum. Ama, içimdeki duygu, ileride, günün birinde,
yazdıklarımı okuduklarında, onlara ne kadar hak verdiğimi
hayretle görüp anlayacaklarını söylüyordu bana.
Bunlar, oradakilerin ne büyük, ne samimi bir davâauğ-
runda olduklarını, yanlarında niçin daha çok kalmadığımızı
düşününce, içimize işleyen vicdan üzüntüsünü yenememiş ol­
manın verdiği duygulardır ki, özellikle, kendi yerimize dön­
düğümüz zaman benliğimizi kaplar.

36
İKİNCİ KISIM

MUSTAFA KEMAL PAŞA

Doğunun uyanışı hikaye edilirken, ona can veren kişinin


siluetini çizmemek mümkün değildir. Onun çehresi, bugünün
olaylarına egemendir. Kişiliğinde iki varlık birlikte görülür.
Bunlar, birbirine nadiren karışır: Askeri kumanda üstünlüğü
ve sivil düzen getirme yeteneği
Anadolu'nun şefi, şarklı ruh üzerinde kuvvetli etkide bu-
lunmaktadn: Onu değiştirmektedir. Denilebilir ki, o, olmasa
idi, İslam, yolunu bulabilmek için daha çok beklerdi.
Mustafa Kemal, çözümü, bir anda koymuştur ortaya. Bu
çözüm, sadedir, kıvraktır, kesindir, ayrıca, yeni kaderlere gö­
türeceği bir milleti yakmen tanımayı gerektirir. Ancak, ya­
pıcının düşüncesini saptamadan önce, o insanı, o şefi tanı­
mak icap etmez mi? O şef ki, Yakup Kadri'nin tabiri ile, tüm
yanındakiler gözünde "Türk milletinin yeniden işe başlama­
sıdır."

37
Ailesi, Doğu Rumeli'den, kendisi, ince çizgili bir tip. İfa-
desindeki kıvraklık Rumeli'li; fikri yüce ve açık. ilk öğreni­
mini Selanik'teki okulda yapar. Babası, gümrükte memurdur,
hiç servet bırakmadan genç yaşta vefat eder. 1881 'de doğmuş,
kişiliği, daha ilk yaşlarında belirgin hale gelmiş bu çocuk aca­
ba ne olacakta? Okulda, kendini daima hissettiriyor. Manastır
idadisine girer, aşamaları çabuk geçer ve daha belli yaşa ulaş­
madan, İstanbul'da Subay yetiştiren Harbiye mektebindedir.
Çok doğal olan ilk çalışmaları, az zamanda değişikliğe
uğrayacaktır. Bu ilk adımlar, fevkalade kabiliyetli, sevimli bir
durgunluk altında çelik iradeli olma, etrafmdakilerin tümünü,
hiç belli etmeksizin yönetme, oyun arkadaşlarım kolay kabul
edilen üstünlüğü sayesinde, kendi etrafında toplama, onları is­
tidat ya da yeteneklerine göre değerlendirme, hepsini kendi­
ne itaat ettirme gibi davranışlarda. İlme tutkun, özellikle ma­
tematik verilerindeki incelikleri seven, ve bunun yanısıra,
Şark'ın kolay anlaşılmaz sıkıntısını şahsında toplamış bir şa­
ir. İstihdafa karşı şiirler kaleme alıyor, hürriyeti, aşkı, ölümü
terennüm ediyor. Ebedi temalar.
Çocukluk ve gençlik arkadaşları, sonunda, onun müca­
dele arkadaşları olacaktır. Ancak, dostluğuna ne ..denli sâda-
ketle bağlı olursa olsun, onun üzerinde, iyi ya da kötü biçim­
de bir etkide bulunulabileceğini kimse iddia edemez. Kişili­
ğine onun kadar titiz hatta kıskanç, fikri bağımsızlığına onun
kadar düşkün, bunları onun gibi savunmasını bilen insan gö­
rülmemiştir.
Bu tür karakterler üzerinde, Abdül Hamit özel tedbirler­
le durur, onları gözaltında tutardı. Onun üzerinde de durdu,
zira, öyle bir karakter gözden kaçmazdı. Mustafa Kemal, dip­
lomasını aldığı gün Yıldız'dan bir davet aldı. Gizlice yayınla-

38
nan bir gazete nedeniyle onu sorguya çektiler. Bu yayınlarda,
kuşkusuz, hürriyetten, Hamit rejiminden söz edilirdi.
Sürgün yeri Şam şehridir. Sene 1902. Anadolu'nun ileri­
deki şefi, Suriye ile ilişki kurar. Bugün, hala, girişimlerinin il­
kini yaptığı o zamanlan yadediyor. Orada, Politikanın adı
"Hürriyet ittihadı" olan kuruluşun içine girmiştir. Etrafına
dostlannı toplamak suretiyle, tam mücadele halinde, Saray'a
kafa tutmaktadır. Bunun da sonucu çabuk gelir. Yeni sürgün
yeri Yafa'dır; oraya gönderilecektir. Oradan kaçar, kapağı İsk­
enderun'a atar, sonra Pire'ye atlar, oradan da Selânik'e gider.
Bu kentte, sekiz ay gizlenerek yaşayacak, ihtilalcilerin davra­
nışım yakından izleyecektir.
Bir zaman sonra, Mustafa Kemal, dostlannm desteği ile
afa uğrayacak, rütbelerine yeniden kavuşacakta. Selanik kur­
may heyetine dahil olmuştur. Esasen, geride bıraktığı kişisel
bir eseri var. Asya komitesinin Şam'da tertip edilmiş olması.
Bunu (ittihat ve Terakki) ye bağlayacakta. İşte, Asya'daki ku­
ruluşun attığı ilk adım! Ona özgü olan da, bir fikri yan yolda
terketmemek, başlanmış işlerden yorgunluk duymamak, on-
lan yanda bırakmamaktır. O da, Enver gibi, Cemal gibi, Fet­
hi ğibr, 1908 hareketinin öncülerinden olacaktır. Sonra, Mah­
mut Şevket Paşa'nm Kurmay Başkanı olarak, onunla birlikte,
istanbul üstüne yürüyecektir.
Bu insan yöneticisi, sonu gelmez bir sabır üstünlüğüne
sahip. Dehasını tanıtmanın yolunu pek çabuk öğrenmiştir.
Kendi üstünlüğünün tahrik edici kuşkusunu, kendi başındaki-
lere vermeme yolunda, dikkatlidir, başarılıdır. Kendinde,
önemli bir baş olma yeteneği görür ama, onu gizlemek, silik
insan görünmek için özen gösterir. Uzun süre gölgede kala-

39
rak, yalnız mankenleri oynatacaktır. Bu rolü ifa etmek ona hiç
sıkıntı vermez, onu hiç yormaz: İstikbal onun değil midir?
Böylece, Mahmut Şevket Paşa, bu genç adaımn yetene­
ğini red etmeyecek, kurtuluş ordusunu, "Hareket Ordusu" adı
altmda, onun geliştirmesine izin verecektir.
Bu orduyu, istanbul sınırlarına sevketmeden önce, Mus­
tafa Kemal, Kurmay Başkanı olarak, baştan başa düzeltecek,
kendi yönetimi altmda, onu, çağdaş bir kuruluş haline, Türk
askerinin zevk ve isteklerine cevap verir biçime sokacaktır.
Geleceğin başı olacak bu insan, böylece, ilk aşamasın­
dan sonra, askerin kafa yapısmı incelemeye koyulacaktır.
Jön Türk mtilalinin ilk yıllarında, Selanik'te, eski rejim
generallerini mahcup halde bnakan manevraları o yönetecek­
tir. Elde ettiği sonuç, kesin bir takdir ve tasviptir.
1910'da, Harbiye nazın emriyle Fransa'ya gelir, büyük
(Picardie) manevralarında bulunur. Dostu Fethi Beyin ataşe-
militer görevi ile bulunduğu Paris'te üç ay kalır. Bizlerin ha­
yatımız, düşüncelerimiz üzerine attığı kısa bir bakıştan hala,
en canlı hatıralan taşımakta.
Oradan, Libya'ya geçiyor. Az sonra, 1912'de Trablus-
garp yararına savaşacaktır. Sonra Enver ve Fethi ile birliktefö"
Kurtuluş ve istiklal savaşının üç büyük simasından biri ola­
caktır. Bu, tüm ihtirasları su yüzüne çıkaran, Türk-Italyan sa­
vaşıdır. Kısazarriâh"sonra, ateş, Balkanlara sıçrayacaktır. Mus­
tafa "Kemal ve arkadaşian, bu yangım da söndürmeye koşar­
lar ama vatanın bir parçası, hemen hemen elden gitmiştir.
Mustafa Kemal, bu kez. Gelibolu'da toparlanan bir ordu
birliğinin kumandasını üstlenir. Böylece, Çanakkale boğazı­
nın stratejik durumunu iyiden iyiye inceleme fırsatını bul­
muştur.

40
Sonunda, Enver ile onun arasında, ilk anlaşmazlıklar baş-
göstermiştir. Birbirine hiç benzemez bu iki karakter, her fır­
satta çatışmaktadır. Enver, bu rakibi hakkında nefret duyma­
ya başlar. Onu yok etme yolunda boşuna çaba harcayacaktır.
Mücadele başlamıştır, duracağı da yoktur.
Balkan harbinden sonra, Fethi Bey, ordudan ayrılmış,
Sofya'ya Büyükelçi tâyin edilmiştir. Mustafa Kemal, onun
ataşemiliteridir.
Ne var ki, az sonra, UmumîiHarp patlar. Bu, ülke için bü­
yük bir yıkımdn. O zaman albay olan Mustafa Kemal, ancak
ismen mevcut bir tümeni oluşturmak üzere, Çanakkale'ye
gönderilecektir. Müttefiklerin harekatı, onun tahmin ettiği gi­
bi, gelişmektedir. Olayların her safhasında, Enver İle Alman
generaller, onun düşüncelerine karşıdnlar. Ancak o pes et­
mez, kafa tutar.
Daha ilk saatlerde, müttefiklerin çıkarma hareketini en­
gellemiş, direnmenin ruhu olmuştur.
Kumandanlığı, giderek güç kazanmaktadır. Alman kur­
maylar ve Enver ile mücadelesi devam ediyor, askerler yal­
nız ona itaat ediyorlar. Rütbesi değişmeksizin, bir ordu top­
luluğunu yönetmeye başlar. Adı, askerler arasında ün salmış­
tır, zira, onların kamndandn, onlara bir baba şefkati ile bak­
maktadır.
Herkesin gözünde Çifte Anafarta'mn kahramanıdn. Al­
man kurmaylar, nihayet (Düveli muazzama) denilen büyük

dayı bana bırakın" demiştir.


Kumandayı alır, adım hiçbir resmî bildiriye koydurmaz.
Bununla birlikte emrinde yüzaltmışbin asker vardır.
Durum düzelir düzelmez, üstleri, onu, sözbirliği ederek

41
oradan çekip Kafkasya cephesine yollarlar. Oradaki Müslü­
manların çalışmalarını düzene sokar.
General olmuştur. Diyarbakır'dadır. Her zamanki özeni
ile, Doğu'daki İngilizlerin hareketini inceler, bunu, etkisi ha­
le sokmasını bilir. Daha sonra, Filistin cephesi ve yedinci or­
du vardır. Orada, Enver ile Falkenheim'e karşı mücadele ede­
cektir. Bağdat'a saldırma görevi Falkenheim'e verilmiştir.
Mustafa Kemal, buna karşı çıkar, yönetimi tenkit, hoşnutsuz­
luğunu vurgulamak için de istifa eder. Bir kez daha nikbete
uğraşacaktır. Bu defa Halep'e yollanır. Oradan, Sadrazam Ta­
lat Paşa ile Enver Paşa'ya gönderdiği raporda, Hoşnutsuzlu­
ğunun nedenlerini sıralar, belirtir: Bu rapora göre:
Savaş, ülkenin tüm varlıklarını derinden ümitsizliğe uğ­
ratmıştır. Savaş dışmda, halk tabakaları, hükümet ile ilişki
kurmaktan sakınmaktadır. Kadınlardan, çocuklardan, ihtiyar­
lardan ve asker kaçaklarından oluşan bu tabakaları, yönetim,
bir yandan doyuramıyor, bir yandan da yine onlara bir iğneli
fıçı hayatını reva görüyor.
Sivil hükümetteki iktidarsızlık kesindir. Bunun adı, her
çeşit adaletin red ve inkârı, kısacası anarşidir. Para sorunu hal­
kı baştan başa meşgul ediyor. Şayet harp uzayacak olursa, bu­
nun sonu, tahtın yıkılması olacaktır.
Mustafa Kemal, müttefiklerin nihayetteki zaferini peşi­
nen görmüştür. T 917'de yazdığı raporunda bunun nedenleri­
ni kesinlikle belirtmiştir. Türk ordusu tükenmiştir. Zira, çeşit­
li cephelerde takviye zaruretibaş göstermektedir.
Önce, garp cephesi gelir. Bu cephede hükümet merkezi
var, orası, tüm dünya ile denizde bağlantılı. Bu bağlantıya, Tür­
kiye'nin en zengin yöreleri dahil. O halde, tehditlerin büyüğü,
buraya yöneliktir. Sonra Kafkas cephesi geliyor. Burası, Rus

42
hareketleri girişimirıin yanı başında. Bir de Irak cephesi, ingi­
lizler orasını büyük çaba ile savunuyor, oraya büyük güçler yı­
ğıyorlar. Bunların ardından Sina ve Hicaz cepheleri geliyor. İn­
gilizler, oralarda da, güçlerinin azami haddine çıkıyorlar.
İngiltere hizmetinde bir Müslüman dünya, Filistin'de ise
bir Hıristiyan yönetim kurulması, bunun da İngiliz nüfuzu al­
tına girmesi, bu suretle, Mısır'ın, Süveyş'in, Kızıldenizin,
ebediyen mevcut garanti altında, İngiltere lehine tutulması,
Türk'ün en güzel diyarları ile dini etkisinin elinden alınması
ve da tarumar edilmesi İngiltere için öyle önemli ki, sırf bun­
lar için, o savaş amaçlarına ilaveler yapabilir. Bunun arkasın­
dan bir de zafere ulaşırsa, bu hal, bizim için bir yokedilme dar­
besi teşkil edebilir."
İstikbali, daha açık biçimde okuyabilme, doğrusu tasav­
vur edilemez.
Mustafa Kemal, elindeki kuvvetler ile kalacaktır. Tek in­
şam bile sonuna kadar idare etme yolunda İsrar ediyor, bun­
da kararlı gözüküyordu. Ayrıca, hasmın üstünlüklerini, nak­
liye imkanlarını, insan ve malzeme bakımlarından daha çok
sayıda oluşunu, bir bir ortaya koymuştu. Suriye, Hicaz ve Si­
na için, Türk kumandasını şart koşuyor, devamlı surette endi­
şe konusu olan " Almanlar ile bozuşma" ihtimaline karşı çı­
kıyordu. Ölüm kalım sorunu, hçrşeyden önce geliyordu. Şun­
ları da ilave ediyordu:
- İçinde bulunduğumuz bataktan kurtulmak için, gerçi,
Almanlar ile beraber olma zorundayız. Fakat, bu zorunlu du­
rumumuzdan yararlanmalarına, ülkemizi sömürge haline ge­
tirip, bütün kaynaklarımıza el koymalarına açıkça karşıyım.
Alman taktiği üzerindeki örtüyü de kaldırıyordu. Bu tak­
tiğe göre, Arapları kazanacak, onları, Türklere karşı hazırla-

43
yacaklardı. O kurnazlık, daha sonra, İngiltere'nin işine yara­
yacaktır.
İşte, daha o zamanlar, Mustafa Kemal, Türk milletinin
şampiyon vasfındaki adamıdır. Az sonra, ingilizlerin kötü mü-
dahelesine nasıl karşı çıkacaksa, Almanların o zamanki kötü
müdahalelerine itiraz etmektedir. Daha o anlarda, ne Alman,
ne de ingiliz "muhibbi" dir. O, Türk'tür, özünden Türk'tür.
Bu yanı, onun eserinde egemen karakter olacaktır: Yaşamak,
kendini kabul ettirmek, yabancı katkısını, ne olursa olsun, as­
gari ölçüde tutmak, kendini kullandırmamak, kimseyi taklit
etmemek, tamamen kendi olmak.
Bu, hiç kimse ile düşman halde olunmayacağı güne ka­
dar, böyle gidecektir.
Bu rapor, Alman kurmay heyetine intikal ettiği zaman,
her an yol üstüne çıkan bu kişiye karşı duyulan hoşnutsuzluk
tekrar ortaya çıkmıştır. Mustafa Kemal'i doğu vilayetleri böl­
gesine, savaşa gönderirler. Oralarda, Dük Nicolas 'nın kuman­
da ettiği Rus ordusunun elinden Muş ile Bitlis'i çeker alır.
Türkiye'de altıncı Mehmet tahta gelmektedir. Yeni Padi­
şah, birkaç ay önce, veliaht olarak Berlin'e gittiğinde, yanın­
da Mustafa Kemal'i de götürmüştür. Bu kez, Mustafa Kemal
ona başvurmakta ve Enver ile Talat'ın kesin olan kudretlerini
sımrlandırmasım istemektedir. Bu, onların mutlakıyet idare­
sine karşı yükselen ilk sestir.
Olaylar, ona, bu defa da hak vermektedir. Kargaşa, o ha­
le gelmiştir ki, bir yandan Türk kurmay heyeti, öte yandan Al­
man kurmay heyeti, ona başvururlar, onun vatanseverliğine hi­
tap ederler. Filistin cephesine gönderilir. Orada Allenby'nin
birlikleriyle savaşır. Sonu, gerileme de olsa bu, bir zafer de­
ğerindedir. Az sonra, ona Yıldırım orduları başkumandanlığı

44
unvanı verilecek, o da yıldırım hızı île Bağdat üstüne yürüye­
cektir.
İlk defa, mutlu bir halde, tüm kuvvetleriyle harekete geç­
mektedir, başarıya ulaşmakta, hatta, şimdiden, onun zevkine
varmaktadır. Ancak, daha ilk aşamada, yakın dostlarından bi­
rinin imzası ile çekilmiş, bir şifreli telgraf alır. Mütareke ol­
muştur. Acı içinde, deli gibi İstanbul'a koşar. Tam da mütte­
fik filolarının girişinde oraya varmışta.
Orada, bir yıl kalacaktır. Kendi yakınları gibi, o da, İngil­
tere ile bağdaşma yanlısıdır. İngiltere, o zamanlar, Türkiye için,
müttefiklerin, halk, adalet ve kuvvetini temsil etmektedir.
Biz, Fransızlar olarak, kendi dışımızda aktohman Mond­
ros anlaşmasına itiraz ettik. Türkler silahsızlanmış değiller. İn­
giltere, işin sonunu sakatlamışım Acaba, Türklerin Bağdat
üstüne yürüyeceklerini mi düşünmektedir? İstanbul'daki Türk
makamları ise, İngilizlerin rahatça gelmelerine müsaade et­
miştir.
Mustafa Kemal, ilk iş olarak, düşünmeye koyulur, sonra
harekete gelir, Padişah nezdinde müdahaleye geçer. Geçici
izinde olan bu genç generalin her hareketi, İngilizlerin (İntel-
ligence Department) memurlarınca yalandan izlenmekte, on­
dan şüphe edilmektedir.
Damat Ferit hükümeti, onun, ne pahasına olursa olsun,
uzaklaştırılması emrini alır. Bu genç generali, doğu orduları
mütefettişliğine tâyin ederler. Bu tayin, onlar hesabına, ger­
çekten bir basiretsizliktir.
Yunanlıların İzmir'e girişinden yirmidört saat sonra, 15
Mayıs 1919 da, Mustafa Kemal, Samsun'a hareket eder. Ar­
tık kararım vermiştir: İstiklal hareketi başlayacaktır.
Herşeye, yeniden başlamak gerekecek. Türk milleti ye-

45
nilgiden bitap düşmüş, ne müttefiklerin, ne de kendi makam­
larının davranışlarını anlayabiliyor; her çeşit tepki hissinden
yoksun bulunuyor. İzmir'in işgali, onu, bu çöküntüden kurta­
racak, uyandıracaktır.
Şimdi, İstanbul'dan ve Anadolu'dan yükselen acı bir ses
var. Bu ses, tüm İslam ülkelerini dolaşmıştır, izmir'e, şayet
müttefikler girmiş olsa idi, belki tepki, bu derecede şiddetli
doğmayacaktı. Bu giriş, onların galibiyeti sonucu olarak gö­
rülebilirdi. Fakat izmir'i Yunanlılara vermek, işkencelerin en
kötüsü oluyordu. Şimdi, bütün gözler, önce Almanlara itiraz
etmiş, sonra kendi askerlerini yanında toplayarak düşman kar­
şısına dikilmiş bu yeni şefe çevrilmişti. Direnme örgütü onun
etrafında birleşti, onun çağırışına uydu. O da, onlar için bir
beyin oldu.
Bilinen çabukluğu ile, iki düzenleme merkezi kuracak­
tır. Birisi, nisbeten dar çerçevelidir. Ay dm vilâyeti başlıca kay­
naktır. Bazı gönüllüler, İngiliz - Yunan kuvvetleri karşısmda,
ellerinden geldiğince dövüşecekler, istilâ güçlerini örseleye­
cekler. Öteki teşkilât, daha ciddi. Doğu vilayetlerinin kudret­
li bölgelerinde, kararlı ve şiddetli bir halk, muntazam ordu­
nun kalıntılarıyla birleşecek.
Bu suretle, biri Doğu'da, biri Batı'da olmak üzere, Ana­
dolu'da aynı zamanda doğan iki hareket vardn.
Mustafa Kemal, ilk milli kongre olan Erzurum kongre­
sine direktifi verip Amasya'ya geçiyor. Bahriyeli Rauf Bey ile
Ali Fuat Paşa'yı oraya çağırıyor. Üçü birlikte, hareketi plân­
lıyorlar. Rafet Bey - ki şimdi Rafet Paşa'dn - yetenekli bir su­
bay olarak, ne pahasma olursa olsun, Samsun'u kurtarmakla
görevlendirilmiştir. Eteafrna yüzlerce sadık adam almış, ora­
ya gayet ustalıkla girmiştir. Yine oraya daha önce çıkmış bu-

46
lunan ingiliz Albay, Refet' in hep aynı adamları kullanarak, on­
lara, sanki bir ordu öncüleri imiş gibi, devamlı git geller yap­
tırması sonucu, karşısında kalabalık birlikler var sanarak, bu
(diplomat) askerlerin temsilcileriyle uzun bir görüşme yapma
zorunluluğu duyar, sonra, gemisine döner. Samsun kurtul­
muştur. Bu, Sivasm da milli kuvvetler elinde kalacağını, çıl­
gın bir mücadeleye hacet kalmayacağmı göstermiştir.
İlk defa olarak, millî mücadelede artık uzun süreli, uzun
vadeli işler yapma imkanı göriilmüştür. Kısa süreli gelecek­
ler, aynı zamanda birer tehdit teşkil ederler.
Ancak, uzun vadeli de olsa, karşı tarafta kimler yok ki?
Evvela, tüm inatçı davranışları ile ingiltere var. Gerçek çaba­
dan gayri hiç bir görüşme sebei kabul etmiyor, ayrıca, bu bir
avuç genç adamın hakkından gelmeyi bir arzu olarak görüyor.
"Âsî" ferin faaliyetini ciddiye almıyor. Elinde İstanbul var ya...
Padişahı, dilediği gibi kullanmıyor mu? Bu sıkıcı macerayı sü­
ratle bertaraf etme yolunda tüm imkanlara sahip değil mi?
Yunanlılar, İzmir'i işgal etmişler. Basanları yok. Ancak
kuvvetleri her zaman yenilenebilir. Bağdat yolu üzerinde kırk-
bin kişilik ingiliz birlikleri var. Milli ayaklanma, onlara göre,
genişleyemez, güç kazanamaz. Doğuda da ingiliz politikası
çalışıyor, bir takim vilayetleri, güya, kürtlere geri vermeyi he­
saplıyor: Londra, "Türk milliyetçiliği"#tabiri karşısında hep
omuz silkiyor.
Mustafa Kemal, direnme hareketini düzenlemektedir, is­
tanbul asabîleşiyor, Padişah kendisini çağırıyor, fakat o kabul
etmiyor: "Ben İngilizlerin kuklası olmam" diyor. Artık, istan­
bul ile bağlantı kopmuştur.
istifa ediyor, rütbelerini bırakıyor: Damat Ferit hüküme-

47
ti, istifayı, hasır altı edip, rütbeleri güya o alıyor. Hem de tan­
tana ile alıyor.
Mustafa Kemal, o sıralarda, Padişahın fahri yaveridir.
Bu nedenle, Padişah, onu, resmen tanımaz görünmüyor, an­
cak İngiltere, somurtuyor, kaşlarını çakıyor, kızıyor; onun
hakkında alenî azil karan istiyor.
***
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının düzenledikleri birin­
ci perde Erzurum kongresidir. Orada ilke kararlan alınır. Ke­
sin çözüm, az zaman sonra, Sivas'ta görülecektir. Mustafa
Kemal, ilk defa olarak, tüm vilâyetlere çağında bulunur, on­
lara, devlet içinde devlet kurmanın haklı sebeplerini izah ed­
er. İzmir'in işgali, bunun getirdiği büyük kötülükler Damat
Ferit kabinesi ile mücadele etmekdeki âcil durum, onun ba­
rış konferansında her tarafı perişan bir ülkeyi temsil edecek
olmasıdır bu sebepler.
Sivas kongresi kararlanna ...ileride yine geleceğiz. Bu­
nu Ankara hükümetini incelerken yapacağız. Çünkü o karar­
lar bugün ...hala doktrinin özüdür.
15 Temmuz 1919'da, kongreden padişaha çok duygulu
bir çağın çıkar. Bu çağın da, ondan istenen, Türk milletinin
istekleridir, bu ifade içinde vatan kelimesi geçmektedir, pa­
dişahtan işgal kuvvetleri nezdinde müdahalede bulunması,
onların insancıl duygulanna hitap etmesi istenmektedir. "Biz
kesin hareketimize başlamadan önce bunların yapılması ge­
rekiyor" demektedir.
"Telgrafhanede, sabırsızlıkla, cevabınızı bekliyoruz şa­
yet adil isteklerimiz gerçekleşmezse, olaylann değerlendi­
rilmesini size bırakıyoruz. Tüm sorumluluklan taht ile şim­
diki nezaket üzerine atacak ve kendi işimizi kendimiz göre-

48
ceğiz." de denilmektedir. Sonra şunlar ekleniyor. Sivas kong­
resince:
- Türklerin ve Osmanlıların cesareti ile iradesinin neler
yapabileceğini bütün dünyaya, gösterecek, ispat edeceğiz"
Doğrusu, Padişaha, o zamana dek, tebaasından bu denli
bir çağın gelmiş değildi.
Telgraf gönderildi, fakat onu kaleme alanlar, makine ba­
şında uzun süre bekleyip durdular. Her geçen saat, onlar ile
İngilizler elindeki Padişah arasında bulunan girdabı daha da
derin ve geniş hale sokuyordu. Makine sessiz kalmaya devam
etti. Verdikleri mehil sona erince, orada bekleyenler kalktılar.
Kader konuşmaya başlamıştı. Gerçek savaş başlıyordu.
***
Herşeyden önce, şimdi hareket sahası genişletmek gere­
kirdi. Küçük birlikler tarafından yapılacak taarruzlar öne alın­
dı. Şehir ve lor merkezlerine dalıyor bu birlikler, telgrafa el
koyuyor, resmi makamlarla temasa geçiyorlar.
Her yerde, polis kuvveti milli harekete iltihak ediyor, or­
ganizasyon hiç zahmet çekmeden, herşeye el koyuyor. Birkaç
hafta içinde, Batı Anadolu'yu İngiliz birliklerinin gözleri
önünde fethediyor. İngilizler Bağdat hattım işgal ediyor ve ağn
ağır geri çekiliyorlar. Geleceğe hakim olabilme hususunda
güçsüzdürler. Ben bu olağanüstü temaşaya şahit oldum ve
40.000 Britanyalı asker gördüm ki, üçte ikisi Hintli idi. bun­
lar Ali Fuat'm 15000 çerkes süvarisi önünde geri çekildiler.
İngiliz Subaylar, onlan, sağlam bir ordunun öncüleri olarak
kullanıyorlardı. Samsun hatası tekrarlanıyordu.
Milliyetçi kuvvetlerin Yıldırım başanlan, Anadolu halk-
lannda bir coşkunluk yaratıyor. Hareketin ilk aylarından iti­
baren, emir, organizasyon fikri, aynı biçim yönetim Türk ku-

49
mandasının sembolü olmuştu. Mustafa Kemal Paşa'mn kişi­
liğine dair net bir fikir edinmek için, Anadolu'yu bir baştan
bir başa geçmek yeterdi. Sonraları, ta Ankara'ya kadar, şefik
dirayetini belirten, o aynı tutumu, aynı dilin konuşulmasım
gördüm.
1919 Ekim ayı başlarında savaş, iki cephede toplanmış­
tı: îzmir ve Aydın vilayetleriyle, Bağdat hattı. İlkinde İngiliz­
ler Yunanlıları kullanıp yönetiyorlardı. İkincisinde yalnızdı­
lar, hiç bir sert çarpışmada basan gösteremiyor, devamlı geri
çekiliyorlardı. Yedikleri darbeleri, o soğuk enerjileri ve hiç
ümitsizliğe düşmeyen inatçıhklan ile hazmediyorlardı. O inat­
çı davranışlar ki, sadece kendine ve zamana güvenir.
Almanlar, gerilerinde bir çok silah ve cephane depolan
bırakmışlardı. Kafkas ordusu malzemesi mütarekede İngiliz­
lerin eline geçmiş, fakat milli kuvvetler bunu derhal istirdat
etmişlerdi. İtalyanlar da Antalya-Konya yolu ile kendilerinden
istenileni bol bol veriyorlardı.
Mustafa Kemal' in gözleri, ilk başarılar sonunda hiçde ka-
maşmamıştı. Bir yandan askeri operasyonlarla meşgul olur­
ken, bir yandan da müzakereler yapmaya uğraşıyordu. İstan­
bul'da olsun, Avrupa'da olsun, onun temsilcileri, bir anlaşma­
nın ön esaslarım sağlamaya çalışıyorlardı. Kendisi de o fev­
kalade inceliği ile, Sivas yolu tutan herkesi, bizzat kabul et­
mekte idi. Subaylanmıza, amaçlarım, fikirlerini, yorulmaksı­
zın tekrarlayıp durmuştur.
Bunlar, onun sözlerindeki kavramı açıklığı ile anlıyorlar
fakat bunlan intikal ettirmek, bunlara kulak verdirmek güç.
Durumun feci tarafı, Mustafa Kemal için, kendini Paris'e de
Londra'ya da anlatma imkanı bulamamış olmasıdn. Sözleri
değiştirilecek, hareketleri kötü biçimde yorumlanacaktır. İn-

50
giliz - Ermeni - Yunan Propagandası, Anadolu'daki fikir do­
kusunun ipliklerini birbirine karıştırma yolunda yorulmak bil­
mez bir beceri ile çalışacak, Avrupa'daki büyük umumi efkar
bunlara inanıp duracaktır.
Resmi ya da özel surette aldatılmış, hayal kırıklığına uğ­
ramış. Avrupa'dan yalnız bunu elde edebilmiş insan olarak,
Mustafa Kemal, artık hayale kapılmayı bırakmış, gerçekleri
apaydm görebilme hissi içinde, meseleyi bütünü ile ele alma­
sını sağlamıştır. Tesadüf ya da seziş suretiyle, bazı dağınık şah­
si görüşler onun eserini anlamış bulunsalar bile, bunlar onun
felaketini görmeye ahdetmiş olan o gizli, o kaskatı davranışın
gücüne karşı gelememişlerdir. O da, Batı ile uzlaşma fikrini
terketmeksizin, Müslüman Asya'ya şimdi daha çok yönel­
mektedir. Kendisinin yardımına yararlı olarak gelebilecek an­
cak orasıdır, komşusu Rusya ile de, yalnız şahsının sahip Ol­
duğu o ince iz'an, o ölçü ve ne yaptığım bilme hassası saye­
sinde işbirliğine girişmiştir. Zira, dayandığı güç, kendi müşa-
hadeleridir. Anadolu'da gösterdiği toplayıcı tarafı ve aynı be­
ceri ile bütün biliçleri ve düzeltilemez sanılan herşeyi birara-
ya getirmek yolundan gider. Asya ile olan planlarını oluştu­
rur, kişiliğinin ışığı çalışma hissinin hayret veren yanı ile gün-
be gün çalışır, işler, Anadolu'daki yapıcılığım Müslüman dün­
yasının en uzak topluluklarına bağlamayı başarır.
**#
Parça parça bildiğim bütün bunları, mayıs 1921 de, İngi­
liz - Yunan işbirliğinin çift taarruzu ile engellenen bir yolcu­
luğum sonunda Ankara'ya ulaşabildiğim zaman, daha açık an­
lamış oldum. İnönü meydan muharebesinden dos doğru geli­
yordum. O savaş meydamm baştan başa geçmiştim. İsmet Pa-
şa'nın kumanda ettiği hatları bizzat gördüm, Yunan ordusu-

51
nun kayıplarını, onun çılgınca kaçış safhalarını, yol üstüne sed­
yelere varıncaya kadar serpilen yaralıları, o saha içind eadeta
okudum. Bunların korkunç hatırası öylece saklıyorum. Hep­
si hala aynen gözlerimin önünde.
Birkaç gün evvel boşaltılmış bölgede tam bir yoketme fa­
aliyeti görülüyordu. Eskişehir'i çevreleyen Söğüt, Küplü, Bi­
lecik, Yenişehir, Pazarcık, İnegöl, Bozöyük yörelerini bir baş­
tan öbür başa dolaştım, öngörülen felaketi gördüm, harabele­
re dokundum, kurbanların sayışım tesbit ettim, sağ kalanları
da dinledim. Söğütün Kireçli taşlan üstüne tünemiş baykuşla­
rın haykınşlan kulaklarımı deldi, taşlar altoda hala ceset biri­
kintileri vardı. Bilecik'de sağ kalabilen ora insanlanmn hıçkı-
nklanna acı acı şahit olmuştum. Sonra Eskişehir de birkaç gün
geçirdim ve İsmet Paşa'ya: "Artık Ankara bana ne anlatabilir
ki? Haftalarca sizin göç eden kafilelerinizi seyrettim, onlann
sefaletini adeta yaşadım" dedim. Şöyle cevap vermişti:
- Hayn, siz onu görüp dinlemedikçe, herşeyi anlayamaz­
sınız. Ankara'ya gidin, onu dinleyin, ona iyice balon, o zaman
nerelere kadar ulaşabileceğimizi anlayacaksınız.
Birkaç gün soma, sabahın erken saatinde, gardaki küçük
eve girecektim. Beni orada bekliyorlardı.
Yoldan üç adım ötede tesis edilmiş bir demir yolu istas­
yonunda, bundan daha basit ne olabilirdi ki? Ama işte, daha
eşiği aşar aşmaz, o anlatılmaz hava o mütevazi zariflik kendi­
ni göstermişti. Daha soma hep bunlan görecektim.
Büyük bir otomobil beni bekliyordu. Paşamn özel muha­
fızları Giresunlu askerler onu koruyorlardı. Onun asker evi­
nin subayları ile ilk temastan sonra, süratle içeriye alınıp bi­
rinci kata çıkanlıyordum. Bir çeşit holde, birkaç adam birbi­
riyle konuşuyordu. Ben gelince sustular. Bunlardan biri haf if-

52
çe geride duruyordu. O esnada, nasıl geldiği hiç bilinmeyen
bir sezişle, belki de o şef bakışının çekişi ile, yaklaştım, elimi
uzattım. Tanındığını anlayınca yüzünde hafif bir gülümseme
belirdi, bir kapı açtı, aynı kapıyı üstümüze kapadı. Biraz son­
ra görüşmeye başlamıştık. O anlarda, bize iki üç defa gelen
askeri hafif bir sabnsızlıkla geri göndermişti.
Şimdi, bir fincan kahve ile sigara içiyordum. O da bana,
üzerinden geçtiğim gölgeyi bir harita üzerinde gösteriyordu.
Net bir titreşimle çabuk konuşan sesi, beni, ilk aştığım
hatlar üzerinde sorguluyor, izlenimlerimi öğrenmek istiyordu.
Bu iki dakikalardan itibaren, esaslı bir fikir alış verişinden ön­
ce, boşu boşuna uzun cümlelerle konuşmaktan kaçmıyorduk.
Onu dinlerken ve onu cevaplarken, İstanbul'da az zaman ön­
ce duyduğum sözleri hatırlıyordum:
- Dinlemesini, muhatabının fikrini iyice zaptetmesini bi­
lir, demişlerdi. Soma bunun özünü bulmasını da bilir ve ni­
hayet fikrine karşı çıkarılan fikre cevap teşkil eden mantığı
bulur.
O ne düşünme çabukluğu, o ne hakim bakıştı, hatta ba­
kışların en acaibi, içine sızılamaz olam, derhal değişeni: Bir­
den kendini toplar, kapanır, inanılmaz bir gençliğin kısa te­
bessümleri ve şimşek gibi ışınlan! Bunlan, bana, ne kadar çok
anlatmışlardı. O kadar canlı, biçimde üstü örtülü, çelik şim­
şekler ki, durumun sadeliği ile adeta çelişki haline gelmekte.
Onu, binlerce değişik çehre içinde görecektim. Fakat öz
çizgileri hiç değişmiyecekti. Tabirlerinde isabet, süratli, par­
lak yargılama ve daima en sevimli haller içinde o şef havası,
ince zarif yapısı, sözde ve harekette o mükemmel rahatlık:
Dostlan, düşmanlan, çekemeyenleri ya da sadık insanla-
n, onun kişiliğinin çekiciliği altoda kalarak ve daima o kişili-

53
ğe bağlanarak, şöyle tasvir etmişlerdi kendisini: "Herşeye rağ­
men, gizli düşünceleri keşfeden, hiç farkettirmeden toparlan­
mak suretiyle kişiliğinin gücüne daima sahip kalan ve nihayet
iki yaratık arasında farklı hallerin birbiri üstüne gelişini fakat
asla birarada tamamen erimeyişini sağlayan o acı bakışla kar­
şılaşmak, elbette insanı iyiden iyiye şaşırtan bir şeydi.

Birkaç gün soma, yine Çankaya'daki büyük evde konuşu­


yorduk. O büyük eve, bir zaman soma çok alışmış olacaktım.
Fransa'ya dönmek üzere idim. Bu kez, bizim ebedi anla­
yışımız nedeniyl etahrik edilmiş bir insan ile karşı karşıya bu­
lunuyordum. Acı acı tartışıyorduk. Fakat, ondaki çok zarif in­
celik kendini derhal gösteriyor, onun misafiri olduğum için çe­
lik sesi yumuşuyor, o delici bakışı ile, az önce söylediklerinin
gerçekten eksiksiz kavranılıp kavranılmadığım anlamak isti­
yordu. . , . .
Bu, oldukça canlı silah karşılaşmasından soma, henüz ka­
bul edemediğim ve ancak bir zaman soma doğruluğunu ölçe­
bileceğim hususları anlamıştım. İkimiz de susuyorduk. Büyük
yaz salonu bir Asya mayısının ışınları ile yıkanıyordu. Kuru,
sıcak parlaklık içinde, paşanm yüz çizgileri, bir an, tüm fik­
rin konsantrasyonu ile belirgin hale geliyordu.
Sivil kıyafette idi, açık alnı hafifçe kırışıyordu, bunlar yo­
ğun bir meşguliyetin çizgileri idi. O şimşek bakış durulmuş,
sabitleşmişti. Durumundaki asalet, hafif öne eğik gövdesinin
zarafeti, şimdi, her defadakinden daha çarpıcı oluyor ve bi­
rikmiş enerji, kişinin içinden, onda az görülen bu hareketsiz­
lik ile inanılmaz biçimde dışarı çıkıyordu. Dahili çalışma gö­
rülür halde idi.
***

54
Altı ay sonra 1921 kasımında, küçük bir Ford, Celalettin
Arif bey ile beni Ankara'da Parlamento önüne bnakıyordu.
İnebolu'dan geliyorduk. Etrafında bazı vekil ve mebuslarla, bü­
yük başkanlık odasında, Mustafa Kemal bizi bekliyordu. Sa­
karya savaşından birkaç hafta soma idi. Yirmi bir tane gün ve
yirmi bir tane gecenin bıraktığı o korkunç çaba ve yorgunluk
damgası yüzünden silinmiş değil. Yücel sorumluluklar yük­
lenmişti. Bütün yüzlerde aynı gerginlik aynı memnunluk oku­
nuyordu. Yunanlıların taarruz gücü tamamıyla kırılmış idi.
Bu kez, tam güven duyuyordum. İki taraf olarak, vaadle-
rimizi titizlikle tutmuştuk. Anadolu'da rastladığım gerçeği
kendi etrafıma biraz olsun yayabilse idim. Herşey o mükem­
mel doğruluğunu, gelmiş yeniden ispatlamıştı. Beni hiçbir za­
man aldatmamışlardı. Böylece, bir yandan ilk hayret duygu­
larım, bir yandan da ilk anlatışların yarattığı o sıkıntıyı aşmış­
tık. Kendi kendime, iyi ve tam anlayabilmek için, yeniden
oralara gelmek gerektiğini söylemeye başlamıştım.
Burada, herşey aydınlıktı, sade idi, açıktı. Aynı savaş de­
vam ediyordu. Bu, istiklal savaşı idi, yuvada ne kaldı ise onu
kurtarma savaşı idi. Aynı insanlar aynı toplulukları oluşturu­
yor, aynı şef, onları birleşik tutuyordu. Kısacası, altı ay önce
yanda bıraktığımız görüşmeyi şimdi yeniden ele alıyorduk,
sanki buradan hiç gitmiş değildim. Sorular yöneltiyordum. Ce­
vaplar doğrudan ve açık. Öyle ki, konuyu sonuna kadar kap­
sıyordu ve Mustafa Kemal şöyle diyordu bana:
- Bu defa. Çankaya'da, benim tam misafirim olacaksınız.
Orada eviniz olacak, kendi evinizde oturacaksınız. Kimi is­
terseniz görecek, neyi dilerseniz okuyacaksınız. Kendiniz,
kendi rehberiniz olacaksınız ve gönlünüzce herşeyi gördük­
ten, istediğiniz biçimde inceledikten soma, biz sizden tek bir

55
şey isteyeceğiz: Ülkenizde bizi, şimdikinden daha iyi tanısın­
lar, safsataları bıraksınlar, bunu sağlaym bize. Tabiatıyle, siz
de o dedikoduların sahteliğine inandığınız takdirde."
Doğrusu, Ankara'da 1921 yılının Kasım ve Aralık ayla­
rındaki benim durumumdakinden daha açık sözlü, daha açık
fikirli olabilmek mümkün değildir.

Ankara'nın birkaç kilometre ötesinde, onunla karşı kar­


şıya, Çankaya tepesi yükselir. Bu, Anadolu'daki sayısız kat­
merlerden biridir. (*)
Henüz yapılmış bir büyük yol, şehri, Paşanın evine bağ­
lamakta, bu ev, bir Ankara milletvekilinin bağışıdır. Paşa, ken­
disine, hiçbir şeyin ait almaması ilkesine sadık kalarak, evi,
derhal orduya intikal ettirmişti. Böylece, askerlerinin misafi­
ri olmaktadır.
Yol, uzun kıvnmlar halinde yükselir; Paşa'nm geçeceği
zamanlarda yola bir kaç nöbetçi çıkar. Her saatte, devamlı bir
git - gel var. Yavaş yavaş, Çankaya, Ankara'nın bir uzantısı
oluyor.
Bağlar arasında, çok sevimli, çok sade evler görünür.
Herbirinîn kendine özgü bir hali vardır, bunlar, yan şale, ya-
n villa biçiminde kulübeler gibidir, etraflarında, yaya yada at
üstünde genç kadınlar gezinir. Bunlann yüzleri açıktır, sade­
ce bir tül saçlarım örter. Çankaya henüz, kırsal hüvviyetinin
ayncalığımmuhafaza etmektedir. Yaz gelince, bütün Ankara,
devamlı çoğalmalanna rağmen herkesi yine de tatmin etmek­
ten uzak küçük evleri paylaşmaya koşar. Burada mesken buh­
ranı vardır; kış aylarında bile o evler tahliye edilmez. Paşa bu-

(*) O tarihteki Ankara'dan söz ediliyor. Henüz yenişehir yok.

56
nun örneğini vermektedir. Onun kartal yuvası, kayanın girin­
tileri içine yerleşmiştir ve zirveye bir kaç metre mesafededir.
Vadiye egemen olarak Ankara'ya oradan bakar. Pencere ka­
paklan kırmızı olan bu büyük taş bina kendi tabiat savunma-
lan içine kuvvetlice yerleşmiş haldedir. Her yanından, bakış-
lan üstüne çeker.
Tam yukanda, sınırsızlık vardır. Enginlerin büyük rüzga-
n, devamlı endişeli gibidir. İnsanın içine işleyen sağlıklı bir
havadır bu. Sürüler askerlerin faimayesindedir, köylü kervan-
lan geçer durur, sonsuzluk, Asyanm büyük step dalgalan ki,
nefis incelikler halinde insanlann bannma köşelerini de içe­
rirler. Dinmeyen bir mücadele içinde, hareketli bir gök, ufkun
her yanmdan koşup gelen sayısız bulutçularm fantezisine ken­
dini bırakmış, bazan ışık oyunlan yapıyor, bazan ışık onu yu­
tuyor, soma yine yine doğuyor, daha soma yine o bulutçuklar
içinde kayboluyor Bu, bir dev oyunu ki orada herşey büyük­
tür, serttir, çekip alır her varlığı. Devamlı gelişmekte olan bir
dünya gibi sancılıdır.
Bu şiddetli tabiat tablosu ile mükemmel bir zıtlaşma ha^
linde, Mustafa .Kemal'in yarattığı sükunet ve ahenk, o anla­
tılmaz atmosferi, Çankaya tepesini sarmaktadn. Giresunlu as­
kerler, görev yerlerini almış, hepsi milli kıyafetleri içinde, si­
yah elbise, fişeklik kemerleri ve silahlan, başlannda siyah
sargı. Bunlan onur duyarak giyiyor, görevlerini gönüllü yapı­
yorlar. Paşalan üzerinde kıskanç bir dikkatleri var, bundan da
derin bir gurur duyuyorlar.
Kurmay subaylar ile aileleri civanndaki evlere yerleş­
mişler. İki ya da üç kilometrelik komşuluklar burada önemli
değil. Bütün tepe geniş bir arazi, engin bir çiftlik gibi. Üste­
lik çok iyi düzenlenmiş teraslar halinde bahçeleri olan büyük

57
evin birkaç adım ötesinde, bir küçükköşk görünür. Bu köşk
tamamen şarklı biçimdedir, harap yerleri yeni onarılmış, aza­
mi dikkat ve özen ile restore edilmiştir. Neticede, ortaya, mü­
kemmel orantıları olan küçük bir sanat eseri çıkmıştır. Bura­
da ben otururdum. Çankaya'daki özel ikametin renkli, ahenk­
li konforu herşeyi hoşuma gidiyordu. Bu da Çankaya bütünü­
ne dahildi. .
Orada, tam özerkliğim vardı, kendi dileğime göre gün­
lük planımı yapardım, bazan da, çalışır, misafir kabul eder, An­
kara'da uzun uzun dolaşmaya inerdim. Tamamen kendi evin­
de olma duygusu içindeydim. Yabancı bir toprakta kolayca do­
ğan ve müphem sıkıntıdan hiç eser yoktu.
Gerçekten, bu "yabancı" sözü, benim etrafımda bulunan
şeylerin hiç birine uygulanamazdı. Çok yalandan izlediğim bu
çalışmalar, aynı durumda kaldığımız zaman bizim de aynen
yapacağımız işlerdi; araçları ile, hareket tarzı ile, şekli ile. Bü­
tün bunlardaki ruh bizimki ile öylesine "ayniyet" halinde idi
ki, şaşmamak mümkün olamazdı.
Bunlar içinde, özellikle şarkı biçimde olan, sadece bu
tatlı misafirseverlikti. Görünmezdi ama hep vardı, misafirin
arzusu tahmin olunur, rahatına saygı duyulur, onun hayalleri
ile başbaşa kalması, en ufak bir rahatsızlık vermeden sağla­
nırdı. O arada yine de, misafir ihmal edilmez, onun arzulan
hep karşılanacak halde bulunurdu. Bunun zevkini almamış
olanlar, hayatın en güzel tatlılıklanm da bilemezler. Batı ka­
balığı bundan habersizdir.
Çankaya, ordunun bütün kurmay heyetleri ile bağlantılı i-
di. Oradan, saati saatine, o sonsuz savaş izlenirdi. Haberler iyi
de olsa, kötü de olsa, gözler aynı dostane biçimde parlardı. Dik­
katler böylesine idi. Devamlı çabaya kendini adamış her insan

58
gibi. Mustafa Kemal de, zaman düzenine, hemen hemen de­
ğişmez şekilde özen gösterir, sabah erken saatlerden itibaren
kabullerine başlardı. Mebuslar, vekiller, araba yada at ile ge­
lirlerdi. Ancak, Paşanın kurmay subayları, Ankara kumanda­
nının ya da başkaca asker kişilerin gelişi ile, o çalışmaların ara­
şma girilebilirdi. Hergün, bazı ziyaretçiler yemeğe alıkonur,bu
da müzakerenin, geniş bir görüşme ile bitmesini sağlardı.
Saat bir ile iki arası, otomobilin horultusu, Ankara'ya git­
me zamanının geldiğine işaretti. Etrafında birkaç dostu ile Pa­
şa, büyük binadan çıkar, bir an, bahçelerine göz gezdirir, gü­
neşi içine çeker, soma, çevik adımlan ile otomobiline süratle
yönelirdi: Bir kaç saniye içinde, hareket işareti verilmiş olur­
du: Arabalar, otlar yol boyuna serpilir, soma büyük suskun­
luk Çankaya üstüne çökerdi. - «• "
Bir düzine saat süren devamlı çalışmalardan soma, gece­
leri hayli ilerlemiş saatte, otomobil horultusu, dönüşün işare­
ti olurdu.
Cuma günleri, hemen her zaman, Paşa, sabahtan akşama,
kabul ettiği kimselerle görüşürdü ve bu organizmanın, bu çe­
lik iradenin mukavemet gücü en enerjik güçlerdendi.
Ancak zaman zaman, ona, bağlar kenannda uzanan dar
patikalar üzerinde raslamak mümkün olurdu. Elleri ceplerin­
de dolaşır, yada komşularına ani ziyaretlerde bulunurdu. Böy­
lece, öteki insanlara benzer, zamamna kendi hükmeden bir
kimse olduğuna kısa bir hayal şeklinde de olsa, inşam inan­
dırmak isterdi.
Ankara'da, tüm Anadolu'da, İstanbul'da ve bütün İslam
aleminde, tecessüsleri daha canlı, yargılan daha heyecanlı ha­
le sokan bir kişiye rastlanamaz. Paşayı seveni de gördüm, sev­
meyeni de. Ama ona kayıtsız kalmış kimse görmedim.

59
Ankara'dan oraya dönüşlerinden birinde eski mücadele
arkadaşlarından birine raslamıştım. Bilmiyorum, hangi se­
beple, bu eski arkadaşlarını fazla hırpalamıştı Paşa. Bu konu­
da, o kişi ile görüşüyorduk. Muhatabımın katı tarafı bir doğu­
luda az rastlann biçimde sertti. Ama, söylediğim tekbir keli­
me üzerine adamın sakinleşerek yavaşça kendi kendine şöyle
mırıldandığını duydum: "Doğru, iyidir, içtenlikle iyi insan­
dır, kimsede görülemiyecek kadar iyi adamdır o." Ve sanırım
ki, bu kelime, en karışık ve en küçük farklarla dolu bir karak­
terin, mükemmel bir samimilik ile nasıl biraraya gelip bağdaş­
tığım gösterme yönünde en şahane özeti vermektedir.
Her fani, benliğinde bin çelişki taşır: O ise herkesten da­
ha değişiktir. Bazı kimselerin kusur olarak gösterdikleri on­
daki iyilik ve her insan hayatı hakkında, belki de mubalğalı
" duyduğu o saygı, kan akıtılmasına karşı duyduğu o nefret, hiç
bir zaafla beslenmiş değildir.
O, herşeyden önce, yorulmaz bir savaşçıdır, işine sertlik­
le, eserine gönülden bağlanmıştır, hakkında edinilecek fikre
de kayıtsız kesin bir ilgisizlik duymaktadm Bunun, bir yerde
övülecek şey olduğunu bile anlayamıyor, insanm sertliğini
gizlemeye ihtiyacı duymasına karşı, o, her çeşit acının sebep
olduğu acuna hissini gizliyor, çok hareketli, sabırlı, dostluk­
larına sadık fakat onların egemenliği altma girmeyi istemez
bir mizaç.
Ona çok yalan olan biri, bana şöyle demişti:
- Dostları hakkında hiç övgüde bulunmaz fakat perişan
gördüğü zaman, inanılmaz bir güç ile onları destekler." Ken-
dininkine üstün görünen kuvvetlerle savaşmayı seviyor, öteki
kuvvetler onu ilgilendirmiyor. Herhangi bir cesur harekete
geçmeden önce, hareket planım inceler tek çizgi haline onu

60
ortaya koyar ve ağır ağır uygulamayı hazırlar. Bundan sonra­
sında cüretli darbeler ile tam ustalıkla birlikte tam kıvraklık
gösterecek, zorluklar karşısında da tam ustalıkla hareket ede­
cektir.
Herşeyde gösterişten nefret eder, ancak ilgilenilmesini de
şart koşar, kendi etrafında hiçbir ihmali kabul etmez. Güzel
şeyleri sever, güzel halılara güzel silahlara, eski ciltlere bayı­
lır, fakat gerektiğinde bir köylü evi ile, basit bir kır kampı ile
kolayca bağdaşn. Güzel mısralara, edebi tartışmalara, musi­
kiye tutkundur: Ne var ki bunlara çok az vakti vardır,

Şimdi, bir Çankaya akşamında, Mustafa Kemal Paşa ile


uzun bir görüşmeden soma, aldığım bazı noktalan burada be­
lirtiyorum:
"Anlattıklanndaki açıklık, çarpıcı niteliktedir, hafızalar­
da asıl kalan şey kanıtlamadaki berraklık, tabirlerdeki isabet­
tir. Titreşimli sesinde hiçbir şiddet belirtisi yok. Bu titreşim-
. de çelik var, bir tuhaf ahenk var."
"Eserini yalnız o anlatabilir, başkası bunu beceremez. Her
kelimesi ona yeni bir hayat yaşatıyor. Bu şaşırtıcı sohbet ada­
mının büyük güçlerinden biri, her zaman nasıl bir cevapla kar­
şılaşacağım tahmin etmesi. Zihni hassaslığı muazzam, gözün­
den, aklından hiçbir şey kaçamaz."
"Başansımn belirgin üç nedeni var: Seziş, ihtiyatlı olma,
inceleme. Müşahade hassası en ileri derecede gelişmiş, hiç bir
şeyi rastlantıya bırakmıyor, kendine güveni kesin. Onun yıl­
dızına inanışta bundan fazlası düşünülemez, ama yine de, bek­
lemeyi, düşmanı yorgun düşürmeyi, kendine kalan zamanı
kullanmayı biliyor."
"İngiltere gibi bir düşman karşısında, bu kadar kısıtlı

61
kuvvetlere dayanarak, böylesine büyük bir savaşı kazanabil­
mek için, öteki insanları tutan,kemiren şeylerden korunmuş,
böylesine tuhaf, çekici, egemen bir simaya ihtiyaç var. Bazı
onlarda, hayretler yaratan bir sadelik içinde, soma birden bi­
re, sirayeti kesin ani neşelerle muamma haline geliyor. Daha
soma bir de görüyorsunuz ki, o içine sızılmaz faniden, deh­
şetli, şimşek bakışlar fışkırıyor. Bu güç, silahlı aksiyonu, si­
yasi aksiyon ile birlikte götüren onun özel gücüdür."
***
Bir akşam, Çankya'daki büyük büro-salonun kırmızı ma­
roken koltuklan arasında, ciddi bir konuşma içine girmiştik.
Amaç, çok yakın olarak gözüküyordu: İngiltere, sanki
müzakere istiyor, bu yolda bazı uvertürler yapıyordu. Biraz da­
ha gayretle barış gelebilirdi ve onda meseleler bütünü ile ele
almabilirdi.
Buraya kadar, Mustafa Kemal, Ankara ile İstanbul'un
duruma eşitlikle bakması şıkkını konuşmak istememişti. 1921
yılının aralık aymda idik. Hiç kimse, Çankaya'da dahi, onun
banştan soma ne söyliyeceğini tam bilemiyordu.
İngiltere ile anlaşma olursa, Yunanlılar, haliyle, Anado-
lüyu İzmir' i, Trakya'yı boşaltacaklardı. Zira, tek ve gerçek ha­
sım İngiltere idi. İşte o zaman kurtulmuş Türkiye'nin Anaya­
sal rejimi acaba nasıl olacak? Ülke, barış içinde hangi biçim­
de yönetilecekti? Acaba yine, birkaç kez teyid olunmuş Sivas
kongresi kararlarına mı dayanacaktı? Bu yeni düzenleme için­
de, saltanat ve halifelik ne olacaktı?
Ankara ile İstanbul, kendi kendine bunu sorup duruyor­
du. Daha önce söylemiştim: Mustafa Kemal beklemesini bi­
lir, hiç bir şeyi tesadüfe bırakmaz. Ağır ağn inşa eder, orada
bir, bilinçli olarak bir darbe vurur. Her olay, kendi saatinde olu-

62
şur, hatta en yakınlarına, sırlarına tevdi ettiği kimselere bile
tam fikrini açmaz. Günü gelir, o zaman, inşam baştanbaşa sa­
ran, kendine özgü mantıkla, hadiseyi koyar ortaya.
O aralık akşamı, onu, yarının Türkiyesi hakkında konu­
şurken dinliyordum. Derinden gelen sesinde nüanslar getiren
binbir değişik ton vardı.
- Bizim Esas Teşkilat kanunumuzu bilir misiniz?
Diye sormuştu bana.
20 Ocak 1921 toplantısında, Ankara Parlamentosunca
kabul edilen bu kanun öz olarak şöyle diyordu: "Hâkimiyet
kayıtsız şartsız milletindir" İdari rejim şu ilkenin üstünde otu­
rur: Halk kendi kaderini doğrudan ve fiilen tayin etmiş olma­
lıdır.
Milli Meclis milletin tek temsilcisidir. Kanunları yalnız
o yapar, İcrayı da o elinde tutar. (*)
Milli Meclisin üyeleri vilayetler halklannca seçilir. On­
lar yalnız kendi yerlerini değil, tüm ülkeyi temsil ederler.
Iç ve dış politikayı ilgilendiren her husus Milli Meclisin
yükümlülüğü altındadır.
Bu Meclis içinde vekiller seçilir. Herbiri şahsen seçile­
cek ve meclise karşı kendi icraatından kendisi sorumlu ola-
caktir; onun düşmesi diğer yürütme üyelerinin de düşmesini
gerektirmez.
Başkana gelince, Meclisin tevdi ettiği iktidarı elinde o
toplar, Yasama ve yürütme ile ilgili herşey sonunda ondan ge­
çer. Böylece Millet önünde sorumlu şef odur.
Bugün, ayrıca, Mustafa Kemal Paşa, memleketin düş-

(*) Eski Anayasa'daki "Vahdeti kuvva" yani kuvvetlerin tekelde oluşu


ilkesi (mütercimin notu).

63
man tarafından istilası dolayısı ile Meclisten, başkumandan­
lık görevim almıştır. Türk milletinin başı olarak, o, yine de her
hususta Milli Meclise danışmakta, onun muvafakatini almak­
tadır. Harpte ve barışta olsun, alt kademeler birleşmeleri ya­
da organizasyonunda olsun, daima meclisin fikrini ve rızası­
nı aln.
Sakarya zaferinden sonra, Mustafa Kemal Mecliste çıl­
gınca alkışlanırken, şöyle diyordu:
- Biz tam istiklal içinde yaşamaktan öte birşey istemiyo­
ruz. Bu yaşama bizim milli hudutlarımız içinde olacak. İsti­
yoruz ki Avrupa, tabii haklarımıza müdahale eder duruma gir-
mesin,ötekimilletler için tanıdıklarını bizim için de tanısın.
Şunu da ekliyordu:
- Hıristiyan unsurlarla, Müslüman vatandaşlar arasında
hiç fark yoktur. Hepsi aynı haklara sahiptir ve bu haklarım mu­
hafaza edeceklerdir. Mustafa Kemal, bunları bana hatırlatir-
ken, buradaki öz fikri de iyice belirtiyordu: "Yarın, bugünün
devamıdır. Temel kanunlar tüm genişlikleri ve kapsamlanyla
uygulanacaktır. Milli Meclis, milletin bağrından çıkmış ol­
makla, ülkenin temel taşı olacaktır."
- Politik başkent Anadolu'nun yüreğinde olacak. Avru-
panın ve Asyanın temsilcileri bizlerle burada buluşacakha, bü­
tün diplomatik sorunlar burada ele almacak, iç ve dış politika
burada oluşacak. Türk milletinden doğma hükümet Ankara'da
çalışacak."
- Ya İstanbul?
O anlatılamaz tebessümü, görünmez istihzasından ve
kuvveti hissetmesinden doğma o gülümsemesi, şimdi beliri­
yor ve şöyle diyordu:
- İstanbul, her zaman Batı ile Doğu arasında büyük rolü-

64
nü oynamıyor mu? O bizim sanat şehrimiz, ticaret şehrimiz,
alış - veriş merkezimiz değil mi? Sonra, tekrar ciddileşti:
- Halife, dini lider, padişah tüm milletten saygı görür.
Şimdilik, hilafeti ve Saltanatı yerinde bırakıyoruz, Osman ai­
lesini yerinde tutuyoruz, yabancı entrikası karşısında savuna­
cağız" dedi.
O esnada, benden gelecek itirazı, kendine özgü hassası
ile hemen sezmişti. Şöyle devam etti:
- Hayn, bizimkiler arasında ciddi mukavemet görülme-
yecektir. Birkaç kişi itiraz eder, o kadar. Balan, bizim parla­
mentoyu yalandan inceleyin, Türk milletinin, bunu ne kadar
anladığım, kendi politik eğitimim nasıl yapmakta olduğunu
göreceksiniz. Ben Anadoluyu toplamadan önce, halkm gön­
lünü alma zorunda kaldım. Bu da oldu. mebuslar içinde, ül­
kenin her unsurunu bulacaksınız. Gözleyin onları, milli misa-
kın manasını tam olarak anladıklarını göreceksiniz.
Bugün, ordu, istiklal uğruna savaşıyor. Türk milleti alda­
tılmak istemiyor. Onun müsbet gerçekleşmelere ihtiyacı var.
Boş hayaller bize çok pahalıya mal olmuştur.
Az sonra, "İslam" kelimesi benim ağzımdan çıtığı için,
yemden konuşmaya başlıyordu Mustafa Kemal:
- Ben Panislamist değilim. Bu, sömürülen halkların kul­
landığı muğlak bir formül. Biz Türküz. Hepsi bu kadar. İyi
Müslümanlar olarak kalmak biz eyeter. Asya için olduğu gi­
bi, Avrupa için de töremiz aynıdn: Dostlarımız olacaktır, tam
istiklalimizi koruyacağız, her şeyi Türk olma noktasından gö­
receğiz. Bu, gerçekçi bir düşünüştür, imparatorluğu yıkan ide­
olojiye karşı bir düşünüş. İttifaklar, iktidar için birer engel ol­
mayacak, onu ufaltmayacak. Bunların birini diğerine karşı
kullanmayacağız, onlara karşı da her zaman toprak ve siyaset

65
bütünlüğümüzü saklı tutacağız. Devamlı dostluklar kurmamn
tek yolu bu değil midir?
Arada bir, başkaca, daha hafif konulara da değinmiştik.
Birinden ötekine geçiyor, o sıralarda gelen misafirleri de tar­
tışmaya sokuyorduk. Soma, onlarla birlikte sofraya oturulu-
yordu. Masa, çok şirindi, çok sade idi, orada düzenlenmişti.
Küçük mermer bir havuzdan fışloran suyun titremesi, kış ol­
masına rağmen bazı çiçekleri canlı tutuyordu. Nasıl oldu bi­
lemem, bu hal, bizi ebedi konuya çekiverdi: Kadın konusu. Bu
derecede değişen Türkiye'de kadının kaderi nasıl olacaktı?
O beklenmez nüanslarla dolu ses ile gözlerin parlaması
bir anda şu karşılığı verdiği: "Tam eşitlik! Bizdeki hakların
hepsine sahip olacak."
Kadınlarımız kurtuluşlarını gerçekten hak etmişlerdir.
Bir milletin yansının, onun sosyal yaşayışı dışında tutulması
kabul edilemez." Böylece, Mustafa Kemal, benim üç kez, tüm
Anadolu boyunca gördüklerimi hatırlatmış oluyordu: Kadın,
erkeğin yerini alıp askerlik etmişti; tarlalarda çalışıyor, çift sü­
rüyor, cephaneler taşıyor, siperlere kadar askerin savaşma or­
tak oluyordu. Yakında Türk cephelerini yine ziyaret edecek­
tim. O da, Türk köylü kadınını yüceltiyor, onun Anadolu'yu
kurtanşı karşısında bana şöyle diyordu: "Gidin bakın, İsmet
Paşa bu konuda neler düşünüyor."
O zamana kadar, yukan sınıflar kadmlannın yaptığını, o
örneklerin gücünü biliyordum. Evet, doğru idi, hepsi kurtu-
luşlannı hak etmişti ve burada kadının yurtseverliği erkeğin-
ki derecesinde idi. Tam da o sıralarda, Paşanm askeri evinde,
İstanbul'dan yeni gelmiş hanımlar vardı. Bunlar oradaki eşle­
rinin yanma, onlara yardım etmek üzere gelmiş bulunuyorlar­
dı. Bu hanımlar, sesleri çıkmaksızın paşayı dinliyorlardı. Ger-

66
gin ve titrek yüzleri düşüncelerini açığa vuruyordu. Hep bir­
likte, güç meseleler üzerinde yaptığımız bu uzun görüşmenin
sonucu ne olabilirdi? Olsa olsa şu: Mustafa Kemal'in barış
hakkında düşündükleri, savaş planı ile hiç çelişmiyordu. Çün­
kü tam savunmadan ibaret olan bu savaşın amacı barış idi.
Onun tarafından ortaya konulan organizasyon formülü,
şayet Türkiye'yi yeni bir hayata sevkedebildi, ona tüm feda­
karlıkları kabul ettirebildi ise, bu, formül milletin, gururunu
okşamak ve son yönetimlerin zedelediği demokratik gelenek­
leri tatmin etmek suretiyle, ondaki en derin duygulara uygun
düşmüyor mu idi?
Bir insan, ne derecede yetenekli olursa olsun, kendi tö­
resini kabul ettiremez, şayet bu töre, herkesin gizli duran ar­
zusuna cevap vermezse.
Mustafa Kemal'in, artık hiçbir şeyin yok edemeyeceği
büyük eseri odur ki, herkesin kabul edebileceği birkaç direk­
tif ile yönetim şekillerinin en belirgin olanını, hareket planla­
rının en yararlısını özetlemiş, bunları sapasağlam bir ordunun
desteğine dayamışta.
O, bugün bütün İslam dünyasının ünlü kahramanıdır. As­
ya'nın tümünün esinleneceği o pek sade, pek canlı yapıcılık,
bundan böyle, bütün şoklara mukavemet edecektir. Türkiye,
onun sayesinde, eski dünyanın çok ihtiyaç duyduğu denge
faktörlerinden biri haline gelme durumundadır.
Acaba, onu zaman kaybetmeden anlayabilecek ve müt-
tefiMerimizin anlayışsızlığı karşısmda verimli biçimde müca­
dele verebilecek miyiz? Bunu, böylesine bir ruh sıkıntısı için­
de, kendime bir kez daha sorma ihtiyacım duymuştum o gün.

5 Aralık 1921 günü, Ankara Parlamentosu'nda idim. Bü-

67
yük otunım var (Birleşim). O gün orası çok kalabalık olur, zi­
ra paşanın nutku vardır. Herkesin beklediği şeyleri, iç politi­
ka amaçlarım, İslam dünyası ile ilişkilerini anlatacaktır.
Ayrıca, kendine Meclis tarafından güvenle tevdi olunan
yönetme kuvvetinin imkan ve ayncalıklarım da savunacaktı;
kısacası, bu bir bakıma yöneten millet adına tek basma önder
olarak çalıştığı zaman, arada yapılan konuşmalardan biri ola­
caktı.
Toplantı salonu dopdolu idi. Vekiller, mebuslar yerlerini
almış, orta, sağ ve sol olarak günün programma uygun grup­
laşmışlardı. Dinleyici sıralarında da boş tek yer yoktu. Asıl ha­
yati mesele beklenirken, az önemde birkaç iş de çıkanlıver-
mişti.
Şimdi paşa gelmiş bulunuyordu. Çabuk adımlarla, her­
hangi bir yere, basit bir mebus gibi gitti oturdu, dinledi, not­
lar aldı.
Soma, kurşun kaleminin tersiyle önündeki snaya üç kez
vurdu. Bu, söz istediğinin işareti idi. Başkanlık eden zat ka­
lem darbelerinin farkında olmamıştı. Paşa, onları aynı jestle
tekrarladı, bu sefer bir işaret ona cevap teşkil etmişti, o da aya­
ğa kalkıyor, toplantı salonunu, kendini simgeleyen yürüyüşü
ile geçiyor, hatiplere ayrılmış yerin merdivenlerini çıkıyordu.
Kürsüye gelince önüne birkaç küçük tabaka kâğıt koydu ve
başladı. Bu kağıtçıklara çok az bakacak, hep irticalen konu­
şacaktı.
Çok kısa bir ara verme ile tam beş saat, bu topluluğa hi­
tap edecekti. Öyle bir topluluk ki, pek değişik unsurlarla oluş­
muştu ve bir kere olsun tökezlemeyen, sürtüşmeyen sözleri­
nin egemenliği onu ilgilendirecekti.
O ölçülü ton bugün madeni biçimde çınlıyordu. Düşün-

68
çelerine tanı hakimiyetle konuşuyordu. Sözlerindeki şiddet
tesadüfi değil, iradi idi. Zarif kalpağı altında, profili bir ma­
dalya gibi hareketsizleşiyordu. Sivil kıyafette idi, her zaman­
ki gibi çok güzel giyinmişti. Öteki meb'uslannki ile onun el­
bisesi arasındaki farkı görebilmek, ondaki kusursuz elbise ke­
silişim farkedebilmek için,alışmış gözlerin bakması yeterdi.
Bununla birlikte, ne kadar sade kalmak isterse istesin, ha­
reketi, yürüyüşü anlatılmaz bir itibarlı durumu, şefi derhal
işaretliyor, bütün topluluk da, onu, davranışı ile öyle tanıdığı­
nı gösteriyordu. Topluluk, inanılmaz bir dikkat yoğunlaştır­
ması ile fakat asla bir aşağılık duygusuna kapılmaksızın ba­
zen de heyecandan titreyerek yürekten dinliyordu. Bir ara şöy­
le demişti:
"işte bir haftadan fazla oluyor ki, burada, vekiller ile on­
ları temsil edenlerin vazife ve mes'uliyetleri görüşülüyor, il­
gililerin açıklamalar yapmaları elbet gerekiyor. Bu bakımdan
kanun sözcüsü haklıdır; ama öteki hususlarda, onun fikirleri­
ne katılmıyorum."
Ve çatışan iki grubu kıyaslayarak şunları eklemişti. Mus­
tafa Kemal:
- Burada herkesin konuşmasını dikkatle dinledim, onlar­
dan yararlandım. Soma, benzetilmez bir ustalıkla, sözcünün
ortaya koyduğu kanıtları, ayrı ayrı çürütüyor, bundan soma da
birdenbire şiddetle vuruyordu: Ülkeyi felakete götürmüş bir
"kanuni esasi" vardı, onu parçalara ayırıp, gösteriyor, onun
tüm zaaflarım ortaya koyuyor, buna karşı yeni hükümler öne­
riyor, ona kanuni ve hukuki yönlerden hak verdirerek, her za­
man kendine egemen fikri ortaya atarak, bir güven meselesi­
ni meclis önüne getiriveriyordu.
Onun bütün davası, süresi uzun bir eseri ortaya koymak-

69
tı ve çok kez yaptığı gibi, yine parlamentoyu,.madde madde,
bir tahlilin içine çekiyordu. İki yıl, bunu hep birlikte hazırla­
mışlardı. Hatip, şimdi parlamentosuna, altma imza koyduğu
anlaşmaları, akitleri hatırlatıyor ve bugün feci şartlar içinden
çekip aldığı Türkiye ile çözülmeler halindeki Türkiye'yi kı­
yaslıyordu.
Soma, soruyordu: "Bizim devlet şeklimiz nedir? Onu ne
ile kıyaslayabiliriz?
Devletimiz, ne demokratiktir, ne de sosyalisttir. O diğer­
lerinin hiçbirine benzemez, o milli iradeyi, milli hakimiyeti
temsil eder. Mutlaka^ sosyal görünüşü ile anlatmak gerekirse:
- Ö, halkın devletidir, deriz." Meclis, bunları, bütün kal­
bi ile dinliyordu. Arada birtakım sesler yükseliyor, bazı itiraz­
larda bulunuluyordu. Hocalar ise hatibi destekliyorlardı:
- Biz fakir ve çalışkan bir milletiz, yaşamak için kurtul­
mak için çalışan bir millet. Bu nedenle her birimizin hakkı da
vardır, yetkisi de vardır. Ama bizler, bu haklanmızı çalışmak
suretiyle elde ediyoruz. Hiç kimseye benzememenin şerefini
taşıyoruz. Bununla övünmemiz gerekir.
Hatip, daha soma, asla bozulmayacak emin üslubu için­
de, şöyle diyordu: " Şayet bu tahlillerim üzüyorsa, beni bağış­
layın, zira bütün dünyaya sesleniyor, cevap veriyorum bura­
dan, milletim adına ve sizlerin başkanınız sıfatıyle..."
Bundan soma, bir kere daha, tam bir ilke ifadesiyle, de­
ğişmez amaç güden sabit ve gerçekçi politikasını şöyle dile
getiriyordu:
- Milli sınırlan içinde ülkenin hayat ve istiklalim sağlamak,
her çeşit hayalden uzaklaşıp, gerçekler zemininde kalmak.
Aynca Meclise, her politik varlığın kendi kudret ve ge­
lişme sınırlan bulunduğunu şöyle hatirlatıyordu:

70
- Biz, canlanmızı ancak istiklalimiz için feda ederiz.
1908'deki hataları, "Kanuni Esasi"nin ilanını, sadece bir­
kaç adamın ihtirasına hizmet için yapılan o "esas teşkilat ka-
nunu"ndaki gafleti işaret ediyor, sonra hep birlikte serbestçe
yaptıkları ve ellerinde yasama, yürütme kaza organları güçle­
rini bir bütün halinde toplayan yeni kanun tasarısı üstüne ışık
tutuyor, bu kudretlerin ayırımı konusunda teklif getiren söz­
cüye de şiddetle karşı çıkarak şöyle diyordur
- Hükümet edebilmek için tek bir temel şart vardır. O şart
kurtuluştur.
Mustafa Kemal, konuşmasını şöyle bağlıyor ve bitiri­
yordu;
- Şayet, bütün bu sözlerden sonra, sizleri bir gerçek ya da
bir anlayış üzerinde aydmlatabildimse, kendimi mutlu saya­
cağım. Size ifadeye çalıştığım o hakikât, şudur: Millet yolu­
nu seçmiş,o yolun sonuna gelmiştir. Millet, ışığı görmeye baş­
lamıştır; bu, onun mutluluk güneşidir, onu geri çevirecek hiç­
bir kuvvet mevcut değildir.
Uzun bir anlatışın bu küçük tahlili, ondaki gücün, par­
laklığım ve niteliğini ortaya koymaktan uzaktır. O anlatışta her
cümle bir ayrı değer taşn. Şuraya buraya çıkarılan bazı kısım­
lar o sözlerin hakim vasıflarım veremezler.
Bir yandan da, bu konuşmanın dinleyiciler üzerindeki et­
kisini izlemekte yarar vardır. Anadolu'nun bütün vilayetlerin­
den, uzak diyarlardan koşup gelmiş bu insanlarda, gerçekten,
bir amaç uğruna çalışma aşkı vardı. Bu amaç, o günlerin zor­
luklarım çok aşan bir amaçtı.
Günün zaruretlerini hatırlatan Mustafa Kemal'in bunla­
rı çözümleme çarelerini şartlar halinde göstermesi yanında, se­
si ile, bakışı ile, tüm kişiliği ile dayanılmaz bir kuvveti daha

1
71
vardı: Bu, üstünde milyonlarca insanın gözü olan, onun en u-
fak sözünü bekleyen, ona ümitler bağlayan insanları sevkede-
bilme yeteneğidir.
Bu konuşma da, ondan öncekiler gibi, İslam dünyasının
her yerinde değerlendirilecek, o dünyanın en acil sorunlarına
hitap edecek, içgüdüleri en derinden tatmin edecekti.
Dinleyici localarında, Asyalı delegelerin yüzlerinde, ko­
nuşmayı eksiksiz anlayabilmenin gayreti görülüyordu. Mus­
tafa Kemal, aynı çevik adımlarla, yüz çizgilerinde hiçbir yor­
gunluk eseri görülmeksizin, kendisini topluluktan ayıran bir­
kaç basamağı indikten sonradn ki, birden gevşedi ve işte an­
cak o anda, konuşmasının saatlerce sürdüğünü farketti.

Günlerden 24 Aralık, birkaç saat soma, "Garp cephesi"


hatlarına hareket edeceğim.
Son bir defa, büyük salonda akşam yemeği yedik. Kış or­
tasında olmanın getirdiği yeni bir ifadenin tonu. Pek zarif, pek
sade süslenmiş odaya yayılıyor. Güzel silahlar, güzel halılar,
Büyük Sünusi'nin Sakarya kahramanına hediye ettiği muhte­
şem kılıç, üstü kitap dolu çalışma masası, ışıklan süzen lam­
balar; aşağı yukan hepsi bunlardan ibaret.
Dışanda muhteşem bir gece, yıldızların göz kırpışlan al­
tındayız. Bunu, yaz aylannm güzel gökleri pek tanımaz. Isı da
eksi 20 derece, içerisi ılık. Bunu, çift pencereli olmak ile ate­
şi devamlı tazelenen sobanın yanışı sağlıyor.
Çok samimi geçen yemek esnasında, hele şimdi en ufak
aynntılannı hatırladığım o atmosfer içinde, hem heyecanla,
hem dostça konuştuk, hatta tartıştık. Her şeye, her çeşit kanıt­
lamaya ve müşahedeye rağmen, hâlâ kısmen de olsa, Paris'ten
buraya taşıdığım boş hayalleri terkedemiyordum. Orada şu

72
anda barış o kadar yakın görünüyordu ki... İngiltere kendi Dı­
şişleri Bakanlığı'nm baskısı altında değişiyordu: Zaten, bu
son olayların kaçınılmaz sonucu değil mi idi?
Paşanezdinde, o akşam rasiadığım şüpheciliğe üzülüyor­
dum. O iradeli, konsantre olmuş sesi ile, zorlukları, tuzakları
sayıp duruyordu. '"Yanılıyorsunuz, diyordu, İngiltere hiçbir za­
man bizi yok etmeyi bugünkü kadar düşünmemiştir. Casusla­
rı hala Ankara'da karıncalar gibi koşuşuyorlar." ;
Barışı ne kadar çok arzu ettiğini, bunun uğrunda ne kadar
uğraştığım ama onu bir türlü elde edemediğini söylüyor ve her
zamankinden daha da acı olarak, Avrupa'yı kaim, belirgin çiz­
gileriyle siluet haline sokuyor, bu çizgiler, içinde onun haset­
lerini, onu o yapmayan anlayışsızlıklarını belirtiyordu.
Birkaç hafta soma, dönüşümde, onun sözlerindeki doğru­
luğu haber alma işlerindeki emin halini tasdik etmiş olacaktım.
Onun, dünyanın her çevresi hakkında ortaya koyduğu si­
yasi görüşlerini, eski hatıralarının da yardımı ile daha çok
hayret duyarak anlayacak, yine onun, vakti gelince, en acil teh­
likelere bile nasıl karşı koyabileceğim daha iyikayrayacaktım.
Ama işte o akşam, bana davasının nasıl nankör bir çalış­
ma teşkil ettiğini bütün tehlikeler karşısmda dengeyi sağlamak
için, nasıl devamlı gayret sarfettiğini anlatırken, sanki onun­
la biraz da birbirimize küsmüştük.
, - Şimdi, burada, büyük bir sadelikle anlattığınız bu ger­
çekleri, kendi insanlarınıza anlatabilme yolunda, kimbilir ne
kadar zora geleceksiniz! demiştim.
- Hayır, diyordu o, her şey bitmiş değildir. Daha dövüş­
mek, insan kaybetmek, işgallere maruz kalmak gerekecektir.
Ancak kuvvetli olmak sayesinde hedefimize varmış olabile­
ceğiz.

73
Sonra birden, kararlı bir hareketle, üstümüze çöken ağır­
lığı dağıtmış:
- Ama, bu sizin akşamınız, alaturka müziği sevdiğinizi
biliyorum.
Demişti. Subayları ve her birinin elinde udu bulunan be­
nim dostlarım genç kadınları çağırdı içeriye. Hanımlar, akşam
kıyafeti içinde idiler, saçları bir tül ile örtülmüştü. Tül, elbise
ile aynı renkte idi. Az soma, oturacak, her biri udunu akord
edecek ve önce yarım sesle, tek tek, çok sevimli bir şekilde
şarkıya başlayacaklardı.
Paşa, onlar söyledikçe, güftenin anlamını bana tercüme
ediyordu. Mısralann ahengi, aşk ve ölüm şarkıları, zafer sar­
kılan karşısında gözleri parlıyor ve o ağırlaşmış vezne, derin
sesi ve usulü ile tempo tutuyordu.
İşte o zaman, acı savaşı gerçekten unutarak, ilk defa gev­
şedi; kendi geçmişi dudaklan ucuna gelmişti. İlk çocukluğu­
nu, büyük aşkla sevdiği annesinin geçirdiği ilk tehlikeli ve de
ilk başarılannı renkli biçimde anlattı.
Bütün bunlan, tam bir izlenim toplamı halinde yeniden
yaşıyordu. Şimdi, o ilk zamanlanndaki adamın, kendi mezi­
yetleri karşısında hayretlere düşürmüş olan o genç subayın ki­
şiliğine gürnişti. Ben de bu idrak içindeki olağanüstü zengin­
liği daha iyi kavnyor, rakipsiz kalan insanlann kaçınılmaz
fidyesi olan yalnızlık denilen durumu daha iyi anlıyordum.
Genç kadınlar, hala şarkı söylüyorlardı. Eşleri, bizim gö­
rüşmemize saygı göstererek, biraz uzaklaşmışlardı. Bakmıyor­
dum, dinliyordum ve bütün bunların, birkaç saat soma, bir ma­
zi haline geleceğini, benim de onlann acı hayalini hatırlama­
ya çalışacağımı düşünüyordum. Mustafa Kemal Paşa:
- Bu gece, sizin şerefinize tertip olundu. Bakın her biri,

74
sizin gideceğinizi düşündükçe nasıl üzgün hale geliyor diyor­
du.
O etrafındakilere şöyle bir bakmak gerekirdi. Bu yüce fi­
kirli, ince ruhlu, ince zevkli ev sahibine, en zor beğenenleri
bile kendinden geçirecek bu genç kadınlara, hiçbir hareket,
hiçbir incelik gözlerinden kaçmayan, her halleriyle tam dik­
kat, tam seziş halinde olan bu erkeklere insan baktıkça, ken­
di içine kapanmış değişmez Doğu'yu düşünebilmek mûnıkün
olur mu idi? Hayalleri içinde lağarlaşmış Doğu'yu?
Gözlerimin önündeki ise, kendine çizdiği yolda, gele­
nekçiliğini asla bozmaksızın, gücünü geçmişinden alan bir
Doğu idi. Onunla bizim aramızda, sıkı bir anlaşabilme hissi
vardı. Bu süratli uyanışını, kısmen bize borçlu değil mi idi?
Fikri yönde o, bizim tajafrmızdan oluşturulmuştu. Fakat yine
o, öylesine bir açılış gösteriyordu ki, yakında bizi geçerdi. Bu
hayatiyeti, engelleri aşan bu hızı, bu savaşmayı, başkalarının
amacı uğruna acı çekmeyi biz anlamaktan hayli uzaktık. Bu
feragatler bolluğunu, fedakarlığın böylesine coşmasını, biz­
ler ne çabuk unutmuştuk?
İşte, bu defa da gördüklerimi iyice nakledememenin ge­
tirdiği büyük iç sıkıntısı ile dönecektim. Az sonra, saatin biri
geçtiği bir anda evime gidecek ve yine az soma bagajımı ya­
pıp kapatırken, Mahmut Beye:
- Eh, şimdi artık diyebilirim ki paşamızı iyi tanıyorum.
Diyecektim. O ise:
- Hayır, siz onu, askerleri arasında henüz görmüş değil­
siniz. Onu silahların konuştuğu zaman görmelisiniz ve ancak
o zaman kesinlikle gerçekten tamyabilirsiniz. O, ancak o za­
man odur, diyecekti.

75
ÜÇÜNCÜ KISIM

DOĞU'DA İNGİLİZ POLİTİKASI

İngiliz Manevrası

30 Ekim 1918, amiral Calthrope, Mondros'da Svrperb


zırhlısı içinde, müttefik kuvvetlerin temsilcisi olarak, Türki­
ye ile mütareke imzalamıştır. Fransız Mareşali Franchet d'Es-
perey'e muvafakati alınmak üzere gönderilen kurye, bilinme­
yen bir nedenle, İngiliz hatları içinden çıkanhnamış, orada tu­
tulmuştur. Amiral Calthrope onun dönüşünü beklemez ve so­
nuca vanr.
Böylece, 30 Ekim 1918'den itibaren, İngiltere Doğu'da,
biz Fransızlara metodunu, temsil yetkisini ve de saatini kabul
ettiriyor. Daha sonraları bu, onun formülü olacaktır.
O acelecilik içinde, Amiral Calthrope, Türkiye'yi silah­
sızlandırmayı unutacaktır. Türkiye, askerlerini, tüfeklerini,
cephanelerini muhafaza edecektir.
Bu mütareke, Türklere çift izlenim vermektedir: Birinci

77
izlenim, İngiliz kuvveti, ikinci izlenim, biz Fransızların huy­
suzluğu. Britanya makamları, hiç gecikmeden, siyasi dalışla­
rının ilk hamlelerini yapacaktır. Önce, İstanbul'da yüksek ma­
kam işgal edenleri kazanmak gerekecek, bunda Padişah'tan
başlanacak, tereddüt gösterenler alıştırılacak, yaklaşımları red
edenlere de saldmlacaktır.
İstikametlerini .alırlar, dokunun ilk ipliklerini de işlerler
İngilizler. Devamlı yenileştirilen bir seçkin istihbarat servisi,
bu hareketin başını çekecektir. Tükenmez örtülü ödenekler, işi
besleyecektir. Amaç: Türkiye'yi, yararlanacağı her güçten
yoksunlaştırarak yok etmektir. Anadolu'daki Hıristiyan azın­
lık kişileri, girişimin kullanacağı başlıca unsurlar olacak bun­
lar, isteyerek ya da korkarak propaganda ajam görevini yük­
leneceklerdir. O kişilerin kaderleri bir mutlu son olmayabilir
ya da olumlu gelişmeyebilir. Ne gam? Tam tersine, beceri ile
sömürühnüş her can sıkıcı hadise, metropoldeki İngilizler için
olsun, Amerikalılar nezdinde olsun, kullanıln, hem de aşın de­
recede kullanılır ve Doğu'daki durum daha çok ağırlaşabilir.
14 Mayıs 1919, Amiral Calthorpe, Yunan birliklerinin İz­
mir'e çıkışlarını hazırlıyor. 15 Mayıs saat yedide bu birlikler
karaya çıkıyor ve yapmadıklarını bırakmıyorlar. Avrupa bu du­
rum karşısında susacak, asla protesto etmeyecek. Bir kez da­
ha İngiltere kanıtlamıştır ki, yalmz onun sözü geçer.
General Bunoust'un bir raporu var; İzmir ve Aydın vila­
yetlerinde müslümanlara uygulanan katliamı anlatır bu rapor.
Ne var ki neşredilmeyecektir.
İzmir'in Yunanlılar ve onlara bağlı her cins zulüm erba­
bı tarafından işgali olayı, Mustafa Kemal'in etrafında, mille­
tinin canlı güçlerim topluyor. İşte o zamandır ki İngiltere, deh­
şet içinde, onları tanımayı öğreniyor, fakat ne olursa olsun, yi-

78
ne de hiç değilse görünüşte, maceranın ciddiyetini kabul et­
meyecektir.
Bir milli ordu, güç de olsa toparlanmaktadır, zira munta­
zam kuvvetlerce işgal edilmiş şark vilayetlerini bomboş hale
getirmek imkânsızdır. İlkin İngilizler, önlerinde Bağdat hattı
üzerinde bir avuç toz değerinde insanlar bulacaklardır: Bin beş
yüz süvari ve gönüllü. Ama devamlı surette altı haftalık bir
kapışmadan sonra İngiliz kuvvetleri İzmit üstüne püskürtüle-
ceklerdir. Batı Anadolu knrtulmuştur.
• Bu, ağn bir İngiliz yenilgisidir. Tüm İslam dünyası fev­
kalade hayat dolu bir sevinç içine giriyor ve müslümanlardan
gelen her şey Anadolu'ya yağıyor. İngilizler karşısındaki bu
başarılı taarruzun etkisi ile Türk milliyetçiliği çabucak pekiş­
miş, intizama girmiştir. İlk anlarda, Mustafa Kemal, ancak par­
tizanların bir büyük şefi idi, muhakkak ki ünlü kişi idi, parlak
bir geçmişi vardı, fakat ürkekler nezdinde, fazla cüretli oluşu
ile şüphe yaratıyordu. İşte, şimdi herkes için milli kahraman­
dır. Onun gMşimlerine kızanlar şimdi ona koşuyorlar. Bu de­
fa, Anadolu hareketi vardır ve kendini kabul ettirmektedir. İn­
gilizler, yenilgilerini gizliyorlar.
Onlara bir başka darbe daha indiriliyor. Binbaşı Novill
Doğu Anadolu'da başarısızlığa uğruyor. Oralarda Kürt deni­
len elebaşılar verilen paralan önce almışlar, sonra komşulan
Türklere iltihak etmişlerdir.
Kasım 1919 'da, İngiliz planının başansızlığı tamdır. Mil­
li kuvvetler İstanbul'a, hatta Saray'a kadar sızmışlardır. Bun­
lar içinde en becerikli olanlardan biri, padişah ile her gün uzun
bir görüşme yapmaktadır. İngiltere hep boşuna ödemede mi
bulunacaktır? 16 Mart 1920'de durumu vahimleştirir, büyük
bir gücü harekete getirmek suretiyle İstanbul'u işgal altına so-

79
kar, mitrayyözlerini konuşturur, Türk -kışlalarında insanları
kurşuna dizer ve tanınmış milliyetçileri kasti bir kalabalıkla
tutuklar, Malta'ya gönderir. Bu tanınmış kişilerin birçoğu, ha­
diseyi vaktinde haber alarak soluğu Anadolu'da aldı.
16 Mart 1920 tarihi, İngiltere'nin İstanbul'u zaptıdır. Ora­
da görülmemiş bir kabalıkla egemen olacak ve herkesin kal­
binde nefret uyandıracaktır. Bütün bu şiddet hareketlerinin
getirdiği sonuç, milliyetçi safların daha da güçlenmesidir. Az
zaman sonra, parmakla gösterilebilecek birkaç adam dışında,
İstanbul'da, Anadolu'nun zaferi için kendi imkanları içinde ça­
lışmayan bir Türk, hatta sadece bir Müslüman bulunmayacak­
tır. En sakin kişiler bile artık heyecan içindedir. Birçok insan
malını mülkünü satmaya bakıyor, şayet satamazsa, onları öy­
lece bırakıyor, barajı aşmaya, Anadolu toprağı üstünde savaş
vermeye koşuyor.
Temmuz 1920'de, o bir dizi başarısızlık etkisi altmda, ay­
rıca Hindistan'daki Müslümanların devamlı şikayetlerinden
endişe duyarak, İngiltere bu işin sonunu getirmek ister ve Yu­
nanlıları Anadolu üstüne sevkeder. Vaadedilen armağanlar
çok büyük: İstanbul, bütün ile Trakya, izmir, Batı Anadolu,
köprü bölgesi, yani küçük Asya'nın en zengin topraklan, Hel-
lada'nın yani Yunan rüyalan içinde en ölçüsüz olanların bile
gerçekleşmesi. Yunan ordusu, bolluk içinde harp malzemesi
ile devamlı donatılacak; İngiliz altını hep konuşacak, İngiliz
subaylar operasyonlan yönetecekler. Az soma, genişliği hiç­
bir zaman tamam olarak bilinememiş olan bir gayretin sonuç-
lanm inceleyeceğiz, fakat bundan önce, Britanya imparator­
luğunu 1918 kasımından 1920 temmuzuna kadar, bu derece­
de tehlikeli bir girişime sevkeden duyguları tanımak daha ya­
rarlı olmaz mı?..

80
Biz Fransızlar için ilk düşmanca hareket olan Mondros
müterakesinden sonra, Doğu'da bir çifte facia oynanmıştır.
Bunları daha birçokları izleyecektir. Bu çifte facia, İngiltere
ve Fransa arasındaki mücadele ile İngiltere ve Türkiye arasın­
daki mücadeledir.
Dogu'nun çeşitli yerlerinde, Fransızlara karşı giriştiği
gizli savaşta, ingiltere darbelerini esirgemeyecek, biz de hep
zararlı çıkacağız. Fakat bütün bunları gün ışığına çıkarabile­
cek iken, nedense o apaçık hakikati hep görmezlikten gelece­
ğiz. Bu acayip hikayeyi Avrupa da, İslam alemi de dikkatle ta­
kip etmiştir.
İlk şikayetlerimize, İngiltere şu karşılığı verecektir: "Biz
Almanya'ya karşı çıkmak için sizle birleştik, Doğu hiçbir za­
man söz konusu olmamıştır."
Aslında bunu, Cihan Savaşı esnasında her şey ortaya ko­
yuyordu. İlk an hareketlerimizde duyduğumuz acı, bizi boş
hayallere sevketmişti. Mezopotamya ve Sina, olayları üstü­
ne sansürümüz tam bir suskunluk getirmişti. Doğu harbinin
müttefiklerimizin iştihalannı ne derecede kabarttığını bile­
miyorduk.
Mondros mütarekesinden soma, bunu geniş müslüman
girişimi ile ancak Türkiye'nin başarısızlığa götürebileceği ge­
rekçesiyle, ingiltere hiç vakit kaybetmiyor, yeniden taarruza
geçiyor. Habercileri, ona Müslüman halkların düşüncelerini
. iletiyorlar. Şimdi kötülüğü belirgin haldedir. Hindistan'a, Mı­
sır'a, Arabistan'daki insanlara, umumi harp sırasında ettiği
vaatleri tutmamıştır. Gizli hoşnutsuzluklar artık açığa vurul­
muştur. İran'da, Mezopotamya'da, Kafkaslarda ve Kürdis-
tan'da, İngiliz sözünün değeri kalmamıştır. Her yerde ona kar­
şı tehdit görülüyor, karşılıklı oluşuyor.

81
Yeryüzündeki heyecan, Doğu'daki uyuşukluğu sarsmak­
ta, onu uyandırıp kendine getirmektedir. İstiklal uğrunda dav­
ranışlar, milliyetçi tutumlar kendini gösteriyor. Mısır kafa tu­
tuyor, Hindistan onu dikkatle dinliyor. Şimdi buna bir de pa­
dişahın ülkesi, Türkiye katılnsa, ne olacaktır?
Bütün bu kuruluş girişimleri yüzlerini Fransa'ya çeviri­
yorlar. O, kendini ne denli, samimilikle savunursa savunsun,
ağn zorluklarını ne kadar belirtirse belirtsin, herkes onun ser­
bestlik ve cömertlik duygusuna hitap ediyor. O da, bu yangı­
na katılıyor ve istese de istemese de Doğu, onun hakemliğin­
de ısrar ediyor. Sonunda tüm mukavemetine rağmen, İngiliz
hegemonyasının karşısına o da dikiliyor. İngiltere, bu muaz­
zam karşı koyma hareketinin içine, hayret edilecek bir bece­
riksizlikle, adeta kuvvet kullanarak itmiştir Fransa'yı.
Bunlar, şüphesiz taraf tutanlara firsat verir ve bizler, vak­
tiyle olduğu gibi. İngiliz sömürgecileri nezdinde, her ne pa­
hasına olursa olsun, şiddetle tepelenecek zararlı nüfuz halin­
de görünmeye başlarız. Ta, bu devlet gerçek gücünü anlayın­
caya kndar.
Fransa'ya karşı kampanya, başlıca doğu merkezlerinde,
hatta Rusya'da bile başlar. Almanlar, eşsiz propaganda yap­
ma kudretinde kimseler oldukları için, onların kullandıkları­
na benzer silahlar kullanılır Fransa'ya karşı. Bu silahlar ma­
lum bulunduğuna göre onlardan yararlanmak daha kolaydır.
İstanbul'da müttefiklerarası kumanda merkezinde Fransızla­
ra verilen rol hoşa gidecek cinsten değildir. Fransız temsilci­
ler bunu protesto ederler. Paris bu olaya kulaklarını tıkayacak
ve onu, mahalli geçimsizlik sayacak, ne pahasına olursa ol­
sun, ittifakı kurtarmayı ve ittifak içinde yara almamayı tercih
edecektir. Londra bu taktik hatasmı sömürecektir. Lloyd Ge-

82
orge ile Curzon o büyük oyunu beceri ile oynayacaklar ve biz
Doğu'da da Batı'da da, mükemmel bir bütün halinde her ze­
min üzerinde aldatılmış olacağız.
Önceleri, her şey İngiltere'nin acil ihtiyaçlarına uygun bi­
çimde yürür haldedir. İstanbul'da militan Türkler hareketten
önce müşahede zorunluluğu ile saklanırlar. İngilizlerin ağır­
lığı henüz yoktur, nankör işleri hep bizler üstleniriz.
Her şeye rağmen, çabucak eski sempatiler dirilir, Türk­
lerin çevreleri Fransızlara açılmaya başlar. İngilizler, adetleri
gereği açıkta durur ve sadece kendi aralarmda yaşarlar. İlk so­
ğukluklar geçince eski rejim Türkleri, bu hoşgörüsüz mütare­
ke halinden kurtulmak amacı ile İngiliz mandasını isterler. Biz­
lere de acı acı şöyle derler:
- Sizden ne bekleyebiliriz ki? Düşünceleriniz yerinde a-
ma hareketten mahrumsunuz. İngiltere'yi karşımıza alacak
olursak, bazı kimseleri satm alacak, bazısmı korkutacak, so­
nunda bizleri dize getirecektir.
Bu zaman zarfında, ingiliz yüksek komiserliği gelecek­
teki kuvvet gösterilerim düşünüyor, zemini ve insanları yok-
layarak, bu darbeleri hazırlıyordu. Bu insanlardan bazısma
yakınlık, bazısına düşmanlık gösteriyor, gözlüyor, çalışıyor­
du. - Balon, görüyorsunuz ya diyordu Türkler, onların hiç de­
ğilse, belli bir politikaları var. Sizin politikanız ise sadece bek­
lemek, ümit etmek. Yöneticileriniz, ertesi gün ne yapacakla­
rım hiçbir zaman bilemezler, ingiltere uzun vadeli çalışır, ent­
rikasının ince ve karışık dokusu, bütün dünyâyı sarar, kapsar.
Bu dokuda, bir iplik oynasa, ne kadar uzak olunsa olsun, Lond­
ra bunun titreşimini hisseder ve derhal yeni icaplara göre ha­
reket edilir. Onun gücü bütün dünyayı sarmaktadır, sizinkisi
ise parça parça.

83
Bu çeşit konuşmalar, eski rejim adamlarından gelirdi.
Onlar üzerinden bir Jön Türk hareketi geçmişti ama, yerleş­
miş anlayışlarını değiştirmemişti. Onları milliyetçiliğe itmek
için Sevr antlaşmasının nahoş darbesi gerekli idi.
Sevr anlaşması, son hayalleri de dağıtmıştır. Bu defa ih­
tiyar Türkiye bile anlamıştı ki, ingiltere onu avlamış, ona Bri­
tanya mandası altmda aşağı yukarı eski imparatorluk kadar ge­
niş bir Türkiye'nin, bu iyiliksever sonucu elde kalacağını,
açıkça söylemese bile ima etmişti. Konferansa sonunda su yü­
züne tek bir durum çıkıyordu: "Biz Türkiye lehinde konuş­
tuk" deniyordu.
Türkiye umumi efkarı ayağa kalkıyor, ingilizler bunu
bekliyorlardı istanbul'da birçok gizli cemiyet kuruyorlar. Bun­
lardan birinin adı: "ingiliz Muhipleri Cemiyeti"dir. ingilizler
hesabına çalışan ender Türklerden biri Sait Molla ile İngiliz
rahip Frew bu topluluğu yönetiyorlar. Acayip bir karma! Bu
cemiyet, bütün çatışmalara rağmen bozulmayacak, çalışacak­
tır, "ingiliz muhipleri" yani dostları, derhal Fransa'nın düş­
manı kesilecek, onlardaki mücadele ruhunu hiçbir şey kıra-
mayacaktır.
ingiliz Dışişleri meseleleri kendi haline bırakır, ingiliz
Harbiye nezareti de öte yandan yönetir. Lloyd George, biz
Fransızlan Doğu'da, daha uysal hale getiren ne varsa, onları
hararetle alkışlayacaktır. Bilmez ki, kendisiyle uğraşılan her
Fransız, buna şiddetle karşı koyar. Ona ne biçim ümitler veri­
lirse verilsin, bu, böyledir. Sonunda, İstanbul'da hem Fransız
cephesi, hem de Britanya cephesi oluşur. Bunlar, boy ölçüş­
meye başlarlar.
Ingilizlerde, yüksek ve orta dereceli memurlar kısıtlı bir
zekâya, her zaman tartışılacak bir fazilet hissine sahip. Bu,

84
Londra'nın umurunda bile değil, o Türk sorununu doğrudan
ele almakta ve ikinci plandaki ajanların ne düşündüğünü hiç
kaale almamaktadır. Şema çizilmiştir: Türkiye'yi padişahın
kullanılması, Batı'mn müsaderesi. Amaçlar bunlardır ve za­
man daralmaktadır. Müslümanlar dünyasından yükselen kö­
tü söylentiler, metropoldeki zorluklar, irlanda sorunu, ingiliz
sömürgecilerini bilinen soğukkanlılıklanndan yoksun kılıyor.
Kızıyorlar, telaşlı hareketler eskilerin yapmayacağı hatalar ya­
pıyorlar.
Hatalar içinde, en saçması, en muazzamı, Anadolu'nun
silahla sakinleştirilmesi işinin Yunanlılara verilmesidir. Bu,
alevi barut fıçısı üstünde yakıp, bütün makineyi havaya uçur­
mak oluyor. 15 Mayıs 1919'da, izmir'in Yunanlılar tarafından,
hem de amiral Calthrope'un toplan himayesinde işgal olun­
ması, Türkiye ile İngiltere arasında düşmanlığın resmen doğ­
masına yol açıyor.
Bu hareket, Türkiye'deki muhalefet kanadına, yani hare­
ket yapan kanadına yardım edecek, aydınların, subayların, bü­
tün ateşli gençlerin çok büyük çoğunluğuna "Vatan" kelime­
sinin ne demek olduğunu iyice öğretecektir. Kararsızlar da on­
lara katılacaktır.
***
ingiltere ile Türkiye arasındaki bu açık çatışma, 23 Tem­
muz 1908 tarihindeki Meşrutiyet senelerine, Jön-Türk hare­
ketlerine inecek kadar eski. Bunu Londra, kötü bir davranış
olarak görmüş, bu kötü değerlendirmeyi, hatalarından çok ön­
ce ortaya koymuştur. O hürriyet hareketi, aslında, bir yandan
Alman davranışlanna, bir yandan da Abdülhamid'in mutlaki-
yet idaresine karşıdır. İlkin Doğu'yu öven bazı övgüler dışın­
da Alman egemenliği, ilk anlanndan itibaren sert olmuştur.

85
Almanlar, yeni müşterileri hakkındaki önemsemeyişi sak­
lamayı başaramadılar. O yüksekten bakış, o umursamazlık, İn­
giliz soğukluğundan daha kötü etki yapıyordu. Alman, bağı­
mdı, müdahale ederdi ve bir Marshall'm ya da onun takımın­
dan bir kaç kişinin sağduyusu, Alman subayındaki küstahlığı
yahut bir Alman ticaret ordusundaki seyyar komisyoncuların
kabalığım örtmeye yetmiyordu. Ayrıca, birkaç hizmet dışında,
Türkler, asıl tehlikenin bu biçimde sömürgelerime boyunduru­
ğundan geldiğini anlamış, tepki göstermeye çalışmışlardı.
Jön - Türk hareketinin, amaçlan belli. Fransaya çok açık
sempatileri vardı: Entellektüel nüfuzundan, bazı ekonomik
menfaatlerden başka Fransa'nın istediği yoktu ve Jön Türkler
formüllerini bizim kitaplanmızda bulmuşlardı. Soma, ingil­
tere ile iyi geçinmek isterlerdi, zira ondaki gücü tartışmak, o
zamanlar, kimsenin aklından geçmezdi.
1908 hareketi, bir yandan İngiliz ve Fransız sempatileri­
ni idare ederken, bir yandan da ülkeyi Avrupa kontrolünden
kurtarmak istiyordu. Aslında, bu, büyük güçleri, kendisine
pek pahalıya mal olan ahenkten uzak tutabilme gayreti idi. O
ahenk ki, ülkenin yakın gelecekte yok olmasına sebep olacak­
tı. Abdül Hamid'in diplomatik kunıazlıklan, sonuç olarak,
bir dilemma getirmişti: Bunun bir ucunda Alman mandası, öte­
ki ucunda, ülkeyi sosyal yapısı bakımından hepten değiştire­
cek iç ihtilal vardı.
1908 deki Jön - Türkler, ilkin durum hakkında hayli açık
bir görüşe sahip bulunuyorlardı. Fakat tecrübesizlikleri karşı­
sında miras çok ağır, savunma araçlan da pek kısıtlı idi. Baş­
taki süratli birkaç basandan sonra, iç kavgalar, partideki dağı­
lışlar, gayreti sıfirlaştrrmıştı. İngiltere o hatayı yapmasa idi, Jön
- Türkler belki de kötü virajlan dönmüş olurlardı, ama İngil-

86
tere, hatasından vazgeçmedi ve sonu olmayan bir köpürme ha­
reketine, istiklalin öncüsünü sevketmiş oldu. Hiç birşey, bir mil­
letin, böyle çeşitli milli toplulukların biraraya gelmesi suretiy­
le yeniden vücut bulabileceğine onu inandırmamıştı. Bu uzun
sürekli bunalımın anlamını, İngilizler hiç kavrayamadılar.
1908'in ertesinde, İngiltere taarruza geçti. Ona, İstan­
bul'da, kendi emellerine hizmet eden bir hükümetin varoluşu
yetmiyordu. Bir nezaretin, tamamen kendi emrinde olmasını
istiyordu. Böylece Kamil Paşanın sadaretini, dostluğunun ke­
sin şartı olarak koşmuştu. Bu katı tutum karşısında İttihat ve
Terakki fırkası isyan eder ve resmi yaym organında: "Bir ya­
bancı gücün hoşuna gitmesi için bir sadrazamın iktidarda kal­
ması memleket için bir felakettir." diye yazar. Kamil Paşa'mn
düşmesi, bugün hâlâ (1921) İngilteresi ile Türkiye gençleri ara­
sında husumet simgesidir.
191 ö'da Fitzmaurice adındaki, İngiltere B. elçiliği resmi
tercümanı, en yetenekli aj an olarak, bir protestocu topluluk ter­
tip eder. Arkadaşlarının davranışlarından memnun olmayan
Miralay Sadık bey adında bir sabık "İttihat ve Terakki"ciyi
de elde etmiştir. Fitzmaurice (komiteye henüz iltihak etmiş
olan din elemanının muhafazakar fikrini tahrik etmektedir. Bu
suretle, yüz kadar meb'us elde eder. Bunlar (Heyeti merke-
ziyye)den yani Merkez komitesinden ayrılacak, fakat son an­
da tereddütler geçirecek, kaçak ve sonunda, imana gelecek­
lerdir. Bu pahalı girişimden soma İngilizlerin elinde sadece
Miralay Sadık Bey ile on kadar hoca mebus kalacak, Sadık
Bey, (Hürriyet ve İtilaf)m büyük efendisi haline gelecektir.
Yenilgi kanşısmda, İngiliz inatçılığı kendinden geçerce­
sine bir heyecan duyacak değildir. İşe tekrar başlanır, o kadar.
1911 de birkaç hayal kırıklığından soma (Hürriyet ve İtilaf)

87
fırkası koralmuştur. Yüklendiği görev, İttihat ve Terakki'nin
kaybettikleri ile, ülkedeki Hıristiyan unsurları birleştirmektir.
Damat Ferit, Bu Partiyi, yukarılardan himaye edecektir. Ordu
içinde yürütülen bir aktif propaganda, birkaç üst rütbeli suba­
yın gözünü kamaştnacak, Mahmut Şevket Paşa'mn idare et­
tiği Harbiye nezaretine karşı cephe alacak ve neticede Sait Pa­
şa'mn İttihatçı kabinesinin 1912 'deki düşüşünü hazırlayacak­
lardır.
İşte o zamanlardadır ki, İstanbul'da çalışan İngiliz diplo­
masisi ile, Jön Türk idarecilerine karşı Arnavutluğu ayağa kal­
dıran Avusturyalı diplomatlar arasında oldukça sıkı bir işbir­
liği başlayacaktır.
O arada, Kamil Paşa, tekrar iktidara gelir. Bununla İngi­
lizler tatmin edilmiş midir? Hayır, yeterli değil. Londra büyük
ölçüde egemenlik iddiasındadır ve Türk düşmanlığı duygusu­
nu ilan eder. İttihatçılar zayıf kalmaktadır, böylesine karma­
şık bir durumun üstesinden gelecek güçte değillerdir ve 1914
yılı öncesindeki felâketler dizisi başlayacaktır; Almanya ya­
nında harbe girme işi de gerçekleşir, türkiyeiçin.
İngiltere, bundan önce, Mezopotamyada yollarını belir­
lemiş, Türk gücü ile dövüşmüş ve hala çalışmakta olan pro-
poganda ve istihbarat servisini kurmuştu. 1911 'de İngiltere ve
Almanya arasında, nüfuz bölgeleri ayınım ile ilgili bir anlaş­
ma yapılmıştır, buna göre almanya Bağdat Basra bölgesini is­
temez, İngilter ona İskenderun'da bir çıkış imkanı ile Musul'a
kadar müdahale hakkı tanır. Türk hükümeti bu anlaşmalan,
tasavvur olunabilecek hiddet ve acı içinde tasdik eder.
Mondros mütarekesinden hemen soma, İngiltere, müca­
deleyi, kaldığı yerden tekrar ele ahr.-Artık ikili oyunun sonu
gelmeyecektir. Ermenistan dedikleri yerde, İngiliz kumandan-

88
lığı, Kars'ta vücut bulmuş karma geçici hükümeti, kuvvet kul­
lanarak tasfiye eder. Kars Ermeniler eline teslim olunmuştur. ..
Bir yandan da General Thomson ile general Milme, Azer-
beycan'da kurulu Milliyetçi Müslüman hükümeti enerjik bi­
çimde desteklemektedirler. Bakü'de Binbaşı Stork aynı şeyi
yapıyor. 1918 aralık ayında, şehri işgal eden Rus general, tüm
harp malzemesini ortada bırakarak, yirmi dört saat içinde,
orayı terke zorlanır. O zamanlar Azerbeycan'a yerleşmiş in­
giliz yetkilileri, Dağıstan'da Demikin ile savaşmak üzere gö­
nüllüler birliğini teşvik ederler. Hatta, Dağıstan'ın Azerbey­
can'a eklenmesi fikrim bile ileri sürerler.
Bütün bunlar, birkaç hafta soma, İngiliz hükümetinin,
general Denikin'i desteklemesini, ona karşı olan herkesi teh­
dit etmesini ve Dağıstan' m gönüllü ordu topraklanndan sayıl­
dığını ilan etmesini engellemiyecektir.
ingiltere devletine gelince, o da bir çelişki içinde değil­
dir bu tutumu ile, kasım 1919'akadar, ingiltere devleti, aske­
ri operasyonlarım Dağıstan'a uzatması konusunda Denikin'i
destekliyecek, bu suretle, kuzey'de kendi zaafı ve yenilgisi baş
gösterecektir.
Trabzon'da aynı durum, ingiliz temsilcisi, özel politika­
sı gereği net olarak Türk dostu ve Yunan düşmanı bir çizgi ta­
kip ediyor, istanbul'dan aldığı talimat gereğince hareket edi­
yor ve oraya ayak basmak isteyen Yunan tebaasının pasaport­
larını tanımıyor.
Fakat bu, Tiflis'de Rum - Ermeni marifetlerini yöneten
Yunan hüMmetinin haber vermesi üzerine, ingiliz hükümeti­
nin gizli tuttuğu kararlarını açıklamasına mani olmayacaktır:
Bu kararlar gereğince, Trabzon Anadolu haritasından çıkarı­
lacak, orada bir Pontus - Ermeni konfederasyonu oluşturula-

89
çaktır. İşte Pontus meselesi denilen mahut meselenin kayna­
ğı budur.
Daha sonra, Yunan cephesinde aynı taktik görülür. Hat­
ta Yunanlıları Türk milliyetçileri üstüne sevketme yolunda
alman resmi karara rağmen öyle olur. Uzun süre, İzmit'teki
Britanya resmi makamları, acaip bir davranış içinde görülmüş­
lerdir. Milliyetçilere karşı koymakta olan, İzmit askeri kuman­
danı General Tronside, Rum ve Müslüman halkı silahsızlan­
dım.
İzmit savaşları esnasında tutuklanan milliyetçiler körfe­
zin güney tarafına sevkedilecek. Oradan, Yalova yörelerinde
çalışan yunan kuvvetlerini cepheden, istedikleri gibi, parça­
layabilecekler.
Mudanya'da, aynımilli kuvvetleri püskürtme bahanesiy­
le, İngiliz filosu, Bursa - Mudanya terminüsündeki Fransız te­
sislerini harap edecektir. Fransız müdürün odası tahrip oluna­
caktır, bu tahribi İngiliz Denizciler yapacaktır. Limanda de­
mirli Faucon adındaki balıkçı gemisinin kaptanı, Milliyetçi­
lerin çoktan şehri terkettiğini söyleyip duracaktır ama İngiliz
yağması devam edecektir.
***
Çelişkiler, muğlak sözler, ikili oyunlar, çok kere müna­
sebetsiz manevralar... Bütün bunların kıymeti o kadar yoktur.
Bunlar Londra için bir takım ayrıntılardır. Mondoros'da İngil­
tere olacağı vaziyeti almıştır. Doğu, her İngiliz vatandaşı gö­
zünde, münhasıran İngiliz olan büyük alandır. Oraya her ya­
bancı sızış, eski İngiliz sömürge usulü ile püskürtülmelidir:
Bu da, Onsekizinci yüzyılın her zaman itibarlı formülü olan
yumruktur. Özellikle, girişimci ya da gözlemci sıfatıyla he­
men her yerde rastlanan vede can sıkan Fransız'a karşı açık­
lanacaktır bu savaş.

90
Şayet o Fransız, bu muazzam hatalar karşısında hiddet
edecek olursa, alacağı cevap bellidir: "Doğu, sizler için çok
güzel bir eğlence yeridir, tatlı bir aksesuardır, bizim için ise
hayat memat meselesidir.
ingiltere, hiç bir zaman, soyutlama yani şahane yalnızlık
politikasının zamanımızda geçerli sayılamayacağını, olsa ol­
sa bir çeşit tehlikeli lüks sayılabileceğini, oysa, bugün bir dost
öğürünün bile kıymet taşıdığım kabul etmeyecektir. Gün ışı­
ğında iş yapmak onun affedemeyeceği bir tutumdur. Bugün,
bir haberin, rüzgardan da hızlı yayıldığını anlamak istemiyor.
Sömürge politikasının iflası, onun kötü değerlendirmesinden
gelir.
İngiltere'nin hatası her yerde aynıdır. Bu, Türkiye'de, her
yerdekinden daha açık görülür. 1920 Temmuzundaki büyük
ölçülü Yunan taarruzuna kadar, Türk Milliyetçileri, devamlı
olarak İngiltere ile çalışmaya bakmışlar, hatta Anadolu'nun iş­
galinden soma bile, onuinandırmaya çalışmışlar fakat her de­
fasında onun, Türkiye'yi yoketme yolundaki arzusuna çarp­
mışlar, bu da, kendilerine, daha iyi bir savunma sağlama yo­
lunu seçme zanıretini duyurmuştur, böylece hareket planları­
nı geliştirecek, kendilerine yeni kaynaklar bulacaklardır.
İngiltere, her fırsatta, yarar sağlama imkanından mahrum
kalacaktır. İnat edecek, tüm Doğu'yu kendine karşı asabile'ş-
tirecektir. İşte o zamandır ki, bu İngiliz yıkımını itidal ile sey­
reden tarafsız kişiler, eski imparatorluk içinde herşeyin ne ka­
dar değiştiğini anlayacaklardır. Nerede, o eski büyük mazinin
insanları? Şimdikiler, sömürge yapısındaki ince organı, çok
kaba biçimde kullanıyorlar. Yanılgılar içinde herçeşit hayal gü­
cünden öylesine uzaktırlar ki, İslam toprağında dünün hara-

91
beleri ile, ilerideki yeni ormanı oluşturacak taze fidanları bir­
birine kanştınyorlar.
İttihatçılığın yerini, Türkiye'deki şimdi milli güçler alı­
yor. Bu akım, selefinin tecrübelerinden yararlanacak, doktri­
ni paklayacak, sadeleştirecektir. Türkiye'de, çok göz uyana­
caktır gaflet uykusundan. İngilizlerin hataları çok ağır, ada­
letsizlikleri haykırır biçimdedir; neticede, bu defa herkes tek­
bir baş etrafında (ittihad edecek) yanı birleşecektir. Bu baş,
Mustafa Kemal'dir ve yanında mesai arkadaşları ile ortaklan
vardır. Hepsi, millet ile tam anlaşma halindedir.
İstanbul'da, bundan böyle, İngiliz politikasına satılmış ba­
zı adamlan parmakla göstermek mümkün olacaktır: Artık,
bunlar heryerde, herkes tarafından tanınmaktadır.
Anadolu'ya vurulan her darbe, Türk davasını yücelt­
mektedir. İngilizlerin büyük inadı devam ediyor. İngiltere, bu
üzüntülerinden, bizleri sorumlu tutacak, hayal kınklığı için­
de kaskatı bir tutumla, haksızlıklarını, hatalarım kabul efmi-
yecektir. Sadakatimizi zaaf, yanm murafakatlerimizi cehalet
sayacak, sıkıldığımız, rahatsız edildiğimiz zaman gerekli di­
li kullanmaktan geri durduğumuz ün, bizi kini ile takip ede­
cek, bize sitemde bulunacak, bütün bunlan her çeşit sağdu­
yuya, mantığımıza rağmen yapacakta. Ta ki, sabnmız tüke­
nip, hiç değilse, bazan ve şahsan itiraz edelim, karşı çıkalım.
Bu vak'alan ve bu şartlan yerinde tescil etmiş olanlardaki ka­
çınılmaz tepkiler, müttefiklerimizi azgınlaştıracaktır, sanki
yalnızlığa mahkum bazı protestolar, ingiliz sömürge dünya­
sınca yönetiler, bu muazzam intihar girişiminin yürüyüşünü
değiştirebilirmiş gibi.
Yunan ordulannın başansma ancak yan yanya bağlanan
ingiltere, Anadolu'daki siyasi hareketi yalnız başına kendisi.

92
yönetecektir. Burada onun en tehlikeli, en ustaca kullandığı
silahını görüyoruz. Zira davranışları hep o tükenmez örtülü
ödeneğe dayanıyor. Daha soma, boşlukları bununla nasıl dol­
durulduğunu da göreceğiz.
O siyasi savaş, hasım için silahlı savaştan daha yıkıcı ol­
muştur. Bir yandan bu, bir yandan iç işlerin organizasyonun­
da harcanan gayret, Anadolu'nun tüm kaynaklarını, tüm ener­
jisini almıştır. Bir avuç sivil ve asker ajanın yönettiği bu İngi­
liz siyasi entrikasına karşı koymak, en kötü sonuçlan getire­
cek derecede yıkıcı olacaktır. O zaman, ingilizlerin bu işe bu-
runlannı ister istemez sokturduklan hıristiyan unsurlan ceza­
landırmak gerekecektir. Avrupa ve Amerika, bu yolda, en u-
fak hareketi bile gözlüyorlar. Ermeni - Rum - İngiliz müşte­
rek propogandalan en kötü rivayetleri yaymaktadır. Milliyet­
çi şefler, tehlikeyi sezmişlerdir. Şayet misilleme duygusuna ka­
pılıp kendilerinden geçerlerse, milli kuvvetler dünyanın nef­
retine maruz kalabilirler. İki kez, melanetle karşılaştıklan hal­
de, tereddüttedirler. Bu defa Anadolu Parlamentosu hiddetle­
niyor: İnsan, kendi adamlarını, bir zaaf gösterdiler diye, böy­
lesine sertçe cezalandım mı? O unsurlan kendi bildiğini düş­
manca yapma yolunda serbestmi bıraksalardı?
Sait Molla ile rahip Frew tarafından idare edilen "İngi­
liz muhipleri" Anadolu'da karışık unsurlar arasında taraftar
bulabiliyor. Bu tahrikçi ajanlar birçok insanı öldürrüyor. Ha­
diseleri, hep milliyetçilere maletmek istiyecek, Adapazan is­
yanını onlara karşı tertipleyecekler. Çerkesler nezdinde, Kur­
distan dedikleri yerde, aynca feodallik ve klan rejiminin bu­
lunduğu her yerde faaliyet gösterecekler.
Bağdat hattının İngiliz subaylan, İstanbul banliyölerine
kadar kovalamadan önce, hoşnutsuzluk ocaklan kuruluyor.

93
Anadolu içine dağılmış İngiliz ve Amerikan protesto misyon­
larının dörtte üçünden fazlası ihtilal merkezleri haline getiri­
liyor. Bunlar, bölge Hıristiyanlafını komiteler haline sokuyor,
broşür, silah, para dağıtıyorlar. Çok defa Hıristiyanlar itiraz
ediyor, tehlikeli görüyorlar. O zaman komite başlan onlan
baskı altına alıyor; bu iş, ya tehdit ya da derhal infazlarda bu­
lunmak suretiyle oluyor. Çarkın içine bir kere girdiler mi,
adamlar, isteseler de istemeseler de itaat mecburiyetindeler.
Çok defa, masumlar, suçlulann cezasını ödüyor.
Böylece, Yunanlılann her taarruzu İngiliz subaylan ve İn­
giltere'nin sağladığı malzeme ile beslenirken, bu durum Ana­
dolu içinde propaganda yapmak suretiyle katmerli hale geti­
rilmektedir. Anadolu halkı da, bu çeşit istila ile, gerçek savaş­
tan çok heyecana geldiği için, sahildeki ve harp sahasındaki
kanşıklık unsurlarını, Doğu vilayetlerine sürmelerini, kendi
idarecilerinden istemeye başlıyor.
Her zaman aynı vesikalan ve aym kişileri kullanan bu
formülün en karakteristik gösterilerinden biri Pontüs mese­
lesidir.
***
Londra'dan verilen direktifler üzerine, Anadolu hareke­
tinin ilk günlerinde, Atinalı Yunanlılar, Karedeniz'deki soy-
daşlanm kullanacaklardır. Mitridat Krallığı denilen yerde bun­
lar hayli kabank sayıdadır. Milliyetçi Türkiye'nin göbeğinde,
bir Pontüs Cumhuriyeti kurulması yolunda geniş bir girişim
başlayacaktır. Samsun bu gMşimin mrkezi olacak.
İstanbul Rum patrikhanesi, Samsun Rum metropolitliği,
Yunan hükümeti, Atina ve Paris Yunan zenginleri ile anlaşa­
rak, birçok gizli cemiyet beslemektedirler. Bunlar, tam bir as-
kerîive adli organizasyonlan, statüleri, silahlan ile Karadeniz

94
kıyı bölgelerine sızmakta, her yerde halk ile uğraşarak gerçek
bir terörizm hareketi yaratmaktadırlar.
1921 ilkbaharında, sonuç alma zamanı geldiği inancı ile,
bu faaliyetler iki misli olur. Ankara hükümeti, bütün gelişme­
leri takip etmektedir. Bilir ki, amaç, operasyona geçmektir; ay-
ne İzmir'de yaptıkları gibi. Güneyden ve Rusya'dan toplanan
elli bin Rum, kıyı Rumlarına yavaş yavaş eklenmiştir. Toplu
halde silahlar ve cephaneler gelir, dağıtılır. Komiteler, daha ön­
ce, Yunan birliklerinin sahile çıkış yapma tarihini bildirmiş­
lerdir. Anadolu batısmda Türk ordular, o esnada, bir Yunan ta­
arruzu ile kapışmaktadır ve başka bir zemin üzerinde müda­
halede bulunamaz haldedir. Pontüs'ün Rum çeteleri, Müslü­
man köylerine taarruza geçerler. Köyler, derhal tepki göste­
rir, gönüllü orduları kurar, Ankara'dan silah yardımı ister. Dü­
zensizlik yayılmaktadır. 9 Haziran 1921 'de Yunan donanma­
sı İnebolu'yu topa tutar. Bu, İngiliz-Yunan birliklerinin yakın
çıkarma hareketinin başlangıcıdır.
Ankara, karşı koymadan önce, uzun süre, orası ile haber­
leşmiştir. Türkler, fırtınanın nereden geldiğini bilmektedirler.
Karadeniz de kıyı Rumları denizdeki Yunan gemileriyle işa­
retleşmektedir. Ankara, komplonun tüm elemanlarını elinde
tutmaktadır, onları, Londra'nın yönettiği meçhulü değildir.
Mukabele, çok şiddetli ve korkunç olmuştur. Milliyetçi­
ler, artık Avrupa'nın adalet hissine müracaattan bıkmış ve yok
olmaktansa, o adaleti bizzat vermeyi tercih etmişlerdir. Bir­
kaç gün içinde, bütün tedbirler alınmış, başlıca elebaşılar asıl­
mıştır. Oraya, göç komisyonu tarafından yeni getirilmiş olan
Rumlar, aileleri ile birlikte dışarı atılmış, silah taşıyan kıyı kay­
naklı Rumlar ise, içlere doğru aktarılmış, sahil bunlardan te­
mizlenmiştir. Bu hazırlıklara katılmış kadınlara da, sürgün ka-

95
filelerinde yer verilir, sonunda, çocukları da onlarla beraberk
olur.
Yunanlılara sığınma imkanı bahşetmiş olan Rumların
köylerinde aramalar yapılır.
Bir miktar Rum kaçmış, dağa çıkmış, çete harbine baş­
lamıştır. Bunlar, Müslüman köylerine saldırmakta, sürgün ka­
filelerinin üstüne inmektedirler. Bu kafileler, çok defa iki ateş
arasında kalır.
Bu defa Müslüman köyleri savunmaya geçer, soma on­
larda taarruz ederler ve haftalarca, bütün bu münbit ve sevim­
li bölge altüst olur, hasar görür. Sonunda, harabeler üstünde
düzen sağlanacakta.
15 Eylül 1921'de, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey,
müttefikler yüksek komiserine gönderdiği bir nota da şöyle
diyordu:
- Anadolu'da Müslüman olduğu kadar Hıristiyan halkın
karşılaştığı felaketlerin temel nedeni, Yunanlıların, ikibuçuk
sene önce İzmir'e yaptıkları çıkarmadır. Bu çıkarma ile, Türk
Milleti, Mondros mütarekesi esaslarının nasıl inkâr edilidği-
ni görmüştür. Millet anlamıştır ki, başlıca ihracat bölgesi olan
İzmir'den mahrum etmek suretiyle, onun siyasî yönden yok
olmasma, ekonomik açıdan boğulmasına gidilmektedir. O da
hayatını kurtarma yolunda savunmaya geçmiş, ayaklanmıştır.
Bu beklenmedik mukavemet işgalciyi heyecana getirmiş ve
onun her başarısızlığı, vahşetini de artırmışta.
Bu notada, Bakan, Anadolu'nun tüm çektiğini hatırlatı­
yor, halen de çekmekte olduğunu belirtiyordu.
***
Ankara'da, Dışişleri Bakanlığında idim. Pontüs dosyası-

96
nı baştanbaşa okırmuştum. Yusuf Kemal Bey, dosyayı geri alır­
ken şöyle diyordu:
- Yüksek komiserler notasında, Türk uyruklu Rumlar ve
Ermenilere, bu komploya katıldıkları için verilen cezalardan
önemle söz edilmektedir. Fakat aynı nota, benzer muameleye
Müslümanların maruz kaldığına hiç temas etmiyor. Bu da gös­
terir ki, bizimkilerin ölümleri de kalımları da Avrupa'nın hiç
umurunda değil.
İşte, bütün Doğu, bundan emin bulunuyordu.
Bir işin içine karıştığında, şu İngiliz istihzası ne de acı­
masızdır. Hıristiyan azınlığı koruma bahanesi ile sen kalk,
Pontüs entrikasını, Konya, Yozgat, Adapazarı isyanlarım ha­
zırla. Anadolu ispiyon ve propagandacıya boğulmuş, İngiliz­
lerin en ciddi hasım bildikleri Mustafa Kemal Paşa üstüne, tek­
rarlanıp duran öldürme girişimleri. İngiltere, onu yok etmek
için olduğu gibi, onun hoşuna gitmek için hiçbir şeyi esirge-
miyecektir ve zaman zaman, ölçülü fasılalarla, Avrupa ve
Amerika, onun ölümünden ya da İngiliz altını karşısmda ani
yıkılmasından söz eden haberler alıp duracaktır. Fakat zaman
en adil ölçüdür, bu, dedikodular arasında, milli güçler yoluna
devam etmektedir.
***
Yemlginin nasıl kasıp kavurduğunu, zamanın nasıl tah­
rip ettiğini hiç umursamadan, yalnız uygun saati bekleyen, in­
faz ajanlarım etkilemesini bilen, onlardan ne beklediğim an­
latan kişi çok korkunç bir düşmandır. Az laf, mümkün merte­
be az vesika, Buna karşılık, bol para yardımları, girişime açık
tutulan alanlar. En kötü cüretlere bile ya biç ya da pek az ce­
za. O Prensip ki, İmparatorluğun menfaati için her vasıtayı

97
meşru ve iyi sayar. İtiraf edilemiyecek derecede olanlarına va­
rıncaya kadar.
Fransızların hafifliğinden çok söz edilir. Fakat İngiliz­
lerin sorumsuzluğuna ne demeli? ingilizler içinde, Başkent
insanları ile sömürgeciler arasındaki karakter farkı, çarpıcı­
dır. Ama, sömürge İngilizleri olmasa, Başkent ne olur ki? O
halde...
İçinde gelenek, mizah, ince aydm kişilik bulunan bir ka­
rışma hala Londra'daki siyasi ve edebî kişilerde raslanması,
çok defa, bir örf sağlamlığına dayamr. Bu paklık, nedense,
uzaklarda İngiliz bayrağı altında yapılan acıklı vakalarla da
pekala bağdaşabilmektedir. İki ahlak anlayışı arasındaki uyuş­
ma pek İngilizvari bir çelişki oluyor. İçerideki ingilizler ile dı­
şarıdaki ingilizler arasındaki fark: Dışandakilerin davranışı ti­
cari ve emperyalist kazalara dayanır, Londra'dakiler ise aşın
derecede hayret duygusu içinde. Bir avuç insan ile bütün dün­
yaya saygı duyurabilmek için, aynntılan kaale almamayı bil­
mek gerekir.
Bu, nasıl yapılır? Zorlama bir muamele bu işi kolaylaş­
tıracaktır. Kişiler sadece kendi kısımlan vede kendi kösleri ile
meşgul olacaklanhr. Böylece, komşu ile ilgilenmemek ve on­
dan endişelenmemek suretiyle çalışmak mümkün. Her Fran­
sız, ingiliz kayıtsızlığım bir önemli tutum sayar ama, şimdiki
ingiliz Doğu uzmanları kendilerinden öncekilerin görüşleri­
ni kaybetmiş, olsa olsa, onların dikkatsizliklerini, umursa­
mazlıklarını muhafaza etmişe benzerler.
Bununla birlikte, İngiltere, yine de, bazılarınca bir hoş­
görü (Fair Play) ülkesi olarak bilinir; orada en sağlam dost­
luklar vardn bâzılanna göre. Bütün bunlar artık mazi olmuş
değil mi?

98
Ne olursa olsun, Doğudaki İngiliz hatasını, yerinde, bü­
tün ayrıntılarıyla incelemiş bulunuyorum. Bu hata, mütare­
keden bu yana, öyle dinmez bir denklem mantığı ile devam
ediyor ki, yanlış oturtulmuş bu denklem, sonunda uygulan­
ması imkânsız çözümlere ulaşıyor. Mantık makinesi ile ge­
liştirilmiş bir yanlş düşünüş kadar korkulması gerekli formül
yoktur.
***
Bir akşam, Paris'te, 1921 Ocakaymda, (Pont-aux-Chant-
res)in eski memurlarından biri şöyle demişti: Britanya birlik­
lerinin bütün işgallerinden def'edilmesi yolunda Lenin ile bü­
yük İslâm şeflerinden biri birleşmiş olsalardı, verecekleri di­
rektifler, harfi harfine Lloyd George ve Curzon'unkilerin ay­
nı olurdu.
"Evvela İranlıları, Bolşeviklerin kucağına atar, İngiliz­
leri orasım terke zorlarlardı. Onları Mezopotamya'dan da kov-
dururlardı. Yine onları Türkiye ile çatıştırır, Mısır'da ve Hin­
distan'da tamir kabul etmez hatalara düşürürlerdi. Aynca
Fransızlara da, onlar ile Doğu topraklan üzerinde asla ittifa­
ka gitmemeyi ispatlarlardı. Böylece, herşey, sahiden, yitiril­
miş olurdu."
Doğu manzarası halinde ele alınacak bir İngiliz Politika­
sını, bundan daha iyi tarife imkan yoktur. İngiliz Başbakanlı­
ğı (Downing Street) ile Harbiye nezareti, Türk uyanışını gör­
mezlikten gelmek istemişlerdir. Onlara göre "Asiler" mevcut
kalmamalıdn. Böylece, bir takım hayallerin pahalıya mal ol­
duğu ve de adam öldürdüğü ortaya çıkmıştır.
5 Eylül 1919'da Sivas kongresince teyid olunan 7 Ağus­
tos 1919 Erzurum Programı, gayet açık bir ifade içinde idi;
bunu anlamak hiç de zor değildi: Anadolu'da Yunanlılara da,

99
İtalyanlara da toprak terkedilmez. Çifte köprüler cumhuriye­
tine imkan yoktur. Büyük Ermenistan fikri kabul edilmez.
Saltanat ile Halifeliğin o anda muhafazası, Mekke Halifesi ola­
rak Hüseyin tanınmaz. Azınlık haklan, Türkiye'de tanınır ve
güvence altında tutulur. Mütareke ahkâmına riayet, Anado­
lu'nun ve Türkiye Trakya'sının işgalden boşaltılması, Türki­
ye'nin Batı ve Doğu milletleriyle temas kurması. Millî istik­
lâlinin tanınması.
Sivas kongresinden bir gün önce, İngilizler Konya ve Ela­
zığ valilerini altın dökerek satın alacaklardır. (intelligence-Ser­
vice) mensubu bir İngiliz subayı, İngiliz altını ile beslenen Kürt'
çeteleri süvarilerine yaklaşır. Bunlar, Mamuretülaziz (Elazığ)
valisi Galip Beyin yönetimindedir ve Mustafa Kemal Paşayı
kongre yolunda katletmeye çalışacaklardır. Teşebbüs başan-
sızlığa uğrar; mütecavizler Urfa istikametinde kaçarlar: Müs­
lüman dünya bundan etkilenmiştir. Bu, savaş olaylarından sa­
dece biri. İngiliz yüksek komiserliğinin önemli din adamı Ra­
hip Frew'in daha nice marifetleri var. Maceramn ilk zaman-
lannda otomobil, sekreter gibi işleri hep o idare ediyor, her an
Yıldız köşküne gidebiliyor, orada kanun kesiliyor bu adam.
Altın çağı deniyor buna.
İngilizlerin 1920 yılının 16 martında İstanbul'u kuvvet
zoru ile işgal etmeleri buna son vermiştir. Bu darbe, Anadolu
hükümetini sonuç olarak desteklemiş, onu sapa sağlam oluş­
maya sevketmiştir. Şimdi küçük Asya demlen bu parçada dü­
zen hakimdir ama, aynı şey İstanbul için söylenemez. İngiliz-
Yunan birliklerinin büyük taaruzlan Anadolu üstüne yürüyor.
Memleket bu şoka dayanacak, Türkiye'nin kurtuluşuna el ata­
bilecektir. Londra'nın finans ve sanayi adamları Rusya'da ol­
duğu gibi Türkiye'de de koyma hareketi başansızlığa uğramış-

100
tır. Anadolu'yu boşalttıkları gibi, Batum'u, Kafkasya'yı bo­
şaltacaklardır. İngiliz diplomasisi, öz girişiminin de elden kaç­
tığını görecektir. Bu, birden bire yaratılmış olan birçok (halk­
lar) dirki, kendiliğinden onun egemenliği altına girebilecek i-
di. Bu direkt hareket Hint Müslümanlannca tasvip olunma­
mıştır. Bunların her itirazına İngiltere kulak vermiş, bunları
kulak arkası edememiştir. İngiliz tahrikçisi ajanlarının Ana­
dolu topraklarında drezinle gezdikleri. Çerkeş bölgelerini
ayaklandrrdıklan, (İntelligence Service'in Kürtleri isyana sev-
kettiği zaman artık geçmiştir.
Heryerde, Müslümanlar arasında, birleşme görülüyor ve
Temmuz 1920'de İngilizlerin, Yunan maskesiyle girişecekle­
ri savaş, gerçek ve sert bir savaş olacaktır.
***
Birkaç ay önce, 10 Ocak 1920'de, Lloyd George, İngiliz
basmı aracılığı ile Türk davranışı hakkında, fikir değiştirdiği­
ni belirtmişti. Bu davranışı, artık daha az haşinlikle karşılaya­
caktı.
Bu, İngiliz Başbakanının, kendisince her zaman tam ma-
nasıyle meçhul olan bir mesele hakkında beşinci kez dönüş
yapması idi.
O ana kadar, bir yandan Müslüman dünyanın kitle halin­
de karşısına dikilmesinden kaçınmakla birlikte, Rus felaketin­
den en büyük yarar payını elde etmeyi düşünmüştü. Britanya
kaderlerinin iki efendisi Lloyd Gegorge ile Curzon, bu çifte
Politikayı başarıya ulaştırmak için yeteneksizliklerini koy­
muşlardı ortaya.
Başarısızlık tamdı. Onlar dahi bunu kabul zorunda idi­
ler. Lord Curzon Hindistan'daki kral naipliği zamanında, Ben-

101
gaPin taksimine karar çıkartarak, az kaim ihtilale sebep olu­
yordu. Bereceriksiz adam olarak zaten damgalanmıştı.
Emir Ali ile Ağa Han'm protestoları, Amritsar kongresi,
Orta Asya hareketleri, Londra çevrelerini etkilemişti. Türki­
ye ile Rusya arasındaki çıkar yakınlığı ya da birleşikliği bu
çevrelerin kafasını karıştırıyordu. Kolçak, Yudeniç, Denikin
çökmüştü; ingiliz menfaatleri bu darbe altmda titreşip duru­
yordu.
En yakın tahripten kurtulur kurtulmaz, Sovyetler, Çarlı­
ğın düşmesi sonucu durmuş olan Asya'ya yürüyüşü yenden
düşünmeye başlamışlardı, ingilizlerin, kendi emirleri altmda
bulunan bir takım toprakların devamlılığına güvenerek daldık­
ları Mısn'ı Hindistan'a bağlama rüyaları, işte yine gerçekten
uzaklaşıyordu.
Lloyd George ile Curzon bir altıncı çıkış deneyecekler­
dir. Bütün bu zorluklar karşısında, bir tek çözümü mümkün
görüyorlar. Halifeye el koymak, îslamın kalbini avuçları içi­
ne almak.
ingiltere, Müslüman güçler içinde en büyüğüdür. Ona bu
islam dünyasmm anahtarı lazımdır. Bu anahtar, istanbul'dur.
Hangi biçimde olursa olsun, ona, Türkiye üstünde manda kur­
mak gereği vardn. Türkiye 'nin toprak bütünlüğünü kendi ege­
menliği altında olma şartı ile ortaya attığı zaman, ingiltere sa­
mimîdir. Türk milleti bu mandayı kabul ettiği gün, İngiliz
amacına ulaşılmış olunacaktır. İngiltere, tüm Müslümanlara
böylesine yeniden yaratılmış, toprağına sahip bir Türkiye'yi
örnek olarak gösterecektir. Halifeyi avucu içine alacak, Mı­
sır'da Hindistan'a bağlanmış olacakta. Bu takdirde, Birleşik
Amerika'nın o denli ciddiye aldığı büyük İngiliz (ehlisalibi)

102
ne ihtiyacı kalmayacaktır. Bundan sonra, ingiltere'nin, Müs­
lüman Türklere gülücük dağıtması yetecektir.
Bu mutlu sonuca karşı çıkan kim?
Anadolu'da kendi seçtikleri şefleri etrafında toplanmış,
onunla birlikte bir devlet, bir ordu oluşturmuş bir avuç insan.
Ankara, bu haliyle, bütün Asya ülkelerini çeken, fikir alış-ve-
rişleri ile, doktrinlerin merkezidir artık. Tüm Müslümanların
ümitleri Ankara'ya bağlanmıştır. Ne edip de Ankara'yı yok
etmeli?
Mustafa Kemal Paşa'yı çevreleyen ve onun mefkuresine
bağlanan insanlar sadık kalmaya devam edeceklerdir, ingiliz
altım onlara diş geçiremez. O zaman görülmemiş olay mey­
dana gelecektir: Kesin sadelikte bazı ilkeler, düz ve aydınlık
bazı direktifler, eski politikanın eziyetli kanşıklıklan ile en
muğlak inceliklerinden gına getirecektir. Bu, bir kez. daha, cü­
cenin dev ile kapışması halidir.
Türk yumruğu o dokuyu öyle parçalar ki, ipliklerinden
olmamak için her yönde koşuşmak gerekir. Oraya koşulacak,
buraya koşulacaktır ve kadir bilmez okuyucu bu incelemeyi
mutlaka eleştirecektir, ingiliz'in sömürge politikası, başının
çaresine bakma telaşı içinde, eski itidalini tamamen unutarak,
kah sağdan kah soldan vurma durumuna düşmüş ise, sabahat
okuyucunun mu olur?
islam dünyası, bu politikanın süratli çöküşünü dehşetle
seyretmektedir.

103

You might also like