Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 80

Amasya Belediyesi Yayınları

MEVLÂNÂ
CELALEDDÎN-İ RUMİ
• Hayatı • Şahsiyeti • Ailesi ve Çevresi • Eserleri
• Amasya’da Mevlânâ ve Mevlevîlik
• Eserlerinden Örnekler

Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU

AMASYA - 2010
AMASYA BELEDİYESİ

www.amasya.bel.tr

Kültür Yayınları No: 13


Ocak 2010

ISBN: 978-9944-0742-5-4

Editör
Doç. Dr. Yavuz BAYRAM

Yayın Danışmanı
Osman AKBAŞ
Amasya Belediye Başkanı Yrd.

Sayfa Tasarımı
Yasin VARIŞLI

Kapak Tasarım
M. Bülent KARAHOCAGİL
İÇİNDEKİLER
Takdim .........................................................................................................................5
Önsöz ..........................................................................................................................7
Giriş .............................................................................................................................9
Mevlânâ’nın Ailesi .....................................................................................................10
Mevlânâ’nın Doğumu, Adı ve Lâkapları ....................................................................11
Ailenin Belh’ten Ayrılışı .............................................................................................13
Konya’da Daimî İkâmet ..............................................................................................15
Mevlânâ’nın Tahsili ....................................................................................................16
Tebrizli Şems’in Konya’ya Gelişi ve Kayboluşu ..........................................................17
Mevlânâ’nın Çevresi ...................................................................................................22
Görüştüğü Bilgin ve Şeyhler..................................................................................23
Tarikat Silsilesi ve Yolu ..........................................................................................23
Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti ............................................................................................27
Hz. Mevlânâ’nın Lâkapları .........................................................................................27
Hz. Mevlânâ’nın Elkâb-ı Âlîyeleri..............................................................................31
Mevlânâ’dan Seçmeler ................................................................................................33
Getirin bana o kaçak güzeli! ..................................................................................35
Âh ‘mine’l-aşk’!.. ....................................................................................................36
Mevlânâ’nın Eserleri...................................................................................................38
Amasya’da Mevlânâ ve Mevlevîlik ..............................................................................39

3
Mesnevî’den Hikâyeler ...............................................................................................43
Ölümden Kaçan Adam .........................................................................................45
Bakkal ile Papağanı ...............................................................................................46
Hüthüt Kuşunun Marifeti .....................................................................................48
Akıllı Papağan .......................................................................................................50
Çalgıcı ...................................................................................................................53
Dil Bilgini ile Gemici ............................................................................................55
Aslan, Kurt ve Tilki ..............................................................................................56
Sağırın Ziyareti......................................................................................................58
Mesnevî İmbiğinden Birkaç Damla...........................................................................61

4
Takdim

Tarih boyunca insanlığa ışık tutmuş, ufuklar açmış, hedefler ortaya koymuş
bu hedefleri ortaya koyarken de etrafındakilere kendi davranışları ile en güzel
örnekleri sunmuş kutup insanlar vardır. Özellikle bizim tarihimizin içinde bu tür
örnek şahsiyetleri arayıp bulma hususunda zorluk çekmediğimiz bir gerçektir.
Günümüzde kanaat önderi diye nitelendirilen bir çok büyük şahsiyet sadece
kendi dönemlerindeki ve çevrelerindeki insanların olgunlaşması, kemale ermesi-
ne değil aynı zamanda çağlar ötesine de ışık tutacak umdeleri, prensipleri ve ha-
yat nizamlarını da bir miras olarak bırakmışlardır.
Özellikle Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesinde çok önemli roller
oynamış olan Hoca Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlânâ
gibi üstün şahsiyetler bizim için çok önemli kilometre taşlarıdır.
Bu isimlerden kitabımızın konusunu da oluşturan Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî; sevgi, barış ve kardeşlik ikliminin tesisi için, üzerinde durulması, hepimiz
tarafından doğru bir şekilde anlaşılması ve öğretilerinin baş tacı edilerek, hayatı-
mıza yön vermesi açısından büyük önem arz etmektedir.
Hak aşkı ile halk muhabbetini bir potada birleştirmiş ender kişilerden
olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî sanıyorum ki bugün sadece bizlere değil, kan
ve gözyaşı ile kirlenmiş olan tüm dünya iklimi için çok önemli çıkış noktaları
sunmaktadır. 5
İnsanın kendi benliğinden çıkması, halk içinde bile Hak’tan yana olması,
gönülde yanan aşk odunun aslında dirilişin muştusu olduğunu hissetmesi
ve hissettirmesi, gönlü yıkan değil gönüller kazandırmayı bir hayat felsefesi
haline getirmesi, farklılıkları ortadan kaldırıp, asılda var olan tekliği birliği ve
beraberliği çağlar ötesine haykırması gibi daha sayamadığımız bir çok önemli
hasleti kendinde barındıran Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin düğün günü (Şeb-i
Âruz) olarak isimlendirdiği vefatının 736 ıncı yıl dönümü nedeni ile hatırasına
küçük de olsa saygının ifadesi olmak üzere bu mütevazi çalışmayı tüm halkımıza
sunmaktan mutluluk duyuyorum.
Bu çalışmanın kısa sürede hazırlanması ve takdirlerinize sunulmasın-
da başta değerli birikimi ve bilgileriyle katkıda bulunan Prof. Dr. Adnan
KARAİSMAİLOĞLU’na, yine birikimi ve deneyimi ile emeğini esirgemeyen
Doç. Dr. Yavuz BAYRAM’a, Belediye Başkan Yardımcısı Osman AKBAŞ’a ve
diğer emeği geçen çalışanlarımıza teşekkür ediyor, Mevlânâ’nın öğretisinin bir-
lik, beraberlik ve kardeşliğimize vesile olmasını diliyorum.

Cafer ÖZDEMİR
Amasya Belediye Başkanı

6
Önsöz

Hiç şüphe yok ki Mevlânâ, yalnızca bizim için değil bütün dünya için son
derece önemli bir âbidevî şahsiyettir. Mevlânâ’nın bu özelliği, Anadolu’da huzur
ve güven ortamının sağlanması çabalarına, “sevgi ve hoşgörü” çerçevesinde etkin
biçimde katkı sağlamasına dayanmaktadır. Öyle ki Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus
Emre gibi gönül erleriyle birlikte Anadolu’nun bağrında ektiği sevgi ve hoşgörü
tohumları, kısa sürede yeşermiş ve zamanla başka coğrafyalara ve nihayet bütün
dünyaya ulaşmıştır.
Mevlânâ, bugün için başta Konya olmak üzere, ülkemizin her bir köşesinde,
sevgi ve hoşgörüye dayalı bakış açısı ve bütün İslâmî duyarlılığıyla birlikte
yaşamaya ve yaşatılmaya devam etmektedir. Anadolu’da ilk mevlevîhânelerden
birinin açıldığını bildiğimiz Amasya da; halkı, sivil toplum örgütleri ve
yöneticileriyle birlikte Mevlânâ’ya gönülden sahip çıkma potansiyeli taşıyan
şehirlerimizdendir. Şüphesiz bu sahiplenmeyi, Amasya’nın eşsiz tarihî tecrübeleri
ve kültürel birikiminin doğal bir sonucu saymak gerekir. Amasya’nın manevî
havasını soluma fırsatı bulmuş bir akademisyen olarak, Amasya’da bu anlamda
örnek gelişmelerin sağlanabileceğine yürekten inanıyorum.
Mevlânâ’nın sevgi, samimiyet, inanç ve hoşgörü eksenli yaşam felsefesine ne
kadar muhtaç olduğumuzu her geçen gün biraz daha iyi anlıyoruz. Bu bağlamda
değerlendirildiğinde, Amasya Belediyesinin Mevlânâ ile ilgili çabalarının ayrı bir
anlam ve önem taşıdığını ifade etmeliyim. Çünkü Mevlânâ, yüzyıllardan beri
olduğu gibi, bugün de birleştirici ve uzlaştırıcı bir işlev görmeye devam etmektedir.
Elinizdeki kitapta Mevlânâ’nın hayatı, ailesi, şahsiyeti, çevresi, silsilesi gibi
hususlarla ilgili bölümler, Mevlânâ ile ilgili önemli çalışmalar yürütmüş ve
yayımlamış olan Sayın Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu’na aittir. Bu arada
www.semazen.net ve www.mevlanader.org gibi adreslerde, Hocamıza ve başka 7
araştırmacılara ait herkesin ulaşabileceği pek yararlı dosyaların yer aldığını da
hatırlatmak isterim. Mevlânâ’nın Eserleri, Amasya’da Mevlânâ ve Mevlevîlik,
Mesnevî’den Seçme Hikâyeler bölümleri Doç. Dr. Yavuz Bayram; Mesnevî
İmbiğinden Birkaç Damla başlıklı bölüm ise Belediye Başkan Yardımcısı Osman
Akbaş tarafından hazırlanmıştır.
Bu vesile ile hiçbir karşılık beklemeksizin, çalışmalarını bizimle paylaşma
hususunda tereddüt göstermeden kitaba katkıda bulunan Sayın Prof. Dr. Adnan
Karaismailoğlu’na, Amasya Belediyesi ve şahsım adına teşekkür ediyorum.
Bu arada başta Belediye Başkanı Sayın Cafer Özdemir ve Belediye Başkan
Yardımcısı Sayın Osman Akbaş olmak üzere, sevgi ve hoşgörüye hararetle
ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde böyle bir kitapçık yayımlama ve Mevlânâ’yla
ilgili programlar yapma ferâsetini göstermiş olan Amasya Belediyesini gönülden
kutluyorum.
Mevlânâ’nın hoşgörü ikliminin bütün hayatımızı kuşatması, sevgi ve
kardeşlik bilincinin evliyâ memleketi Amasya ile birlikte bütün ülkemizde hâkim
olması dileğiyle...

Doç. Dr. Yavuz BAYRAM

8
Giriş
Bugünkü sınırlara göre önemli merkezlerini Türkmenistan’daki Merv,
İran’daki Nişabur ve Afganistan’daki Herat ve Belh şehirlerinin oluşturduğu
Horasan bölgesini Anadolu’ya bağlayan güçlü halkalardan biri, Mevlânâ ailesi
olmuştur. Bu halkalar sayesinde Horasan Anadolu’ya, Anadolu da dünyaya açılma
talihine erişmiştir. Anadolu’nun bu sayede gerçekleşen yeni kimlik kazanma
dönemine hâkim olan ve Mevlânâ ile özdeşleşen düşünceyi vuslat, muhabbet ve
merhamet kavramları temsil etmektedir, diyebiliriz.
Mevlânâ’nın ataları, XIII. asrın başlarında bugün Afganistan’ın kuzeyinde ve
Özbekistan sınırına yakın bir bölgede bulunan Belh şehrinde ikamet etmekteydi.
Bu şehir, İslâm öncesine yakın asırlardan itibaren Türklerin hâkimiyetinde
bulunmuş, Gaznelilerin ve Selçukluların idaresinde önemli ilim merkezlerinden
birisi hâline gelmişti. Şehir, Mevlânâ’nın doğduğu yıllarda Hârizmşâhların
hâkimiyetinde idi.
Mevlânâ ve çevresiyle ilgili, kendi eserleri dışındaki, ilk başvuru kaynakları,
oğlu Sultan Veled’in 1291 yılında kaleme aldığı İbtidânâme adını da taşıyan
Veled-nâme1, kırk yıl kadar Mevlânâ’ya hizmet etmiş olan Sipehsâlâr Ferîdûn b.
Ahmed’in  1300’lü yılların başında yazdığı Risâle2 ve Ahmed Eflâkî’nin 1353’te
tamamladığı Menâkibu’l-Ârifîn’dir.3 Sultan Veled’in eseri, her iki eser için de
kaynak olurken; ayrıca Eflâkî, Sipehsâlar’ın Risâle’sinin önemli bölümünü kendi
eserine aktarmıştır. Bunlardan İbtidânâme’deki bilgiler, sağlıklı olmakla birlikte
bütün hususları aydınlatmaya kafi gelmemektedir. Sipehsâlâr’ın ve Eflâkî’nin
eserlerinde menkıbelerin arasına serpiştirilen bilgiler ise eksik veya yanlış
değerlendirmelere yol açabilmektedir.
1 Veled-nâme, nşr. Celâleddîn-i Hümâî, Tahran, 1315 hş.; Aynı eserin diğer adıyla çevirisi: İbtidâ-nâme, trc.
Abdülbâki Gölpınarlı, Ankara, 1976.
2 “Zindegî-nâme-i Mevlânâ Celâleddin-i Mevlevî” adıyla nşr. Sa‘îd-i Nefîsî, Tahran, 1325 hş.; Türkçeye çevirisi:
Mevlânâ ve Etrafındakiler, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1977.
3 El-Eflâkî, Şemseddin Ahmed, Menâkibu’l-ârifîn, nşr. Tahsin Yazıcı, I-II, Ankara, 1976-1980; Türkçeye çevirisi:
Ariflerin Menkıbeleri, I-II, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1986-1987.
9
Mevlânâ’nın Ailesi
Hz. Mevlânâ’nın babası, Hüseyin oğlu Sultânu’l-ülemâ Bahâeddin Mu-
hammed, Belh şehrinde âlim ve arifleriyle meşhur bir ailedendi ve büyük bir
üne sahipti. Mevlânâ’nın soyca anneannesi tarafından ünlü Hanefî fakîhlerinden
Şemsü’l-eimme Muhammed-i Serahsî’ye (ö. 1097) bağlı bulunduğu4, babaan-
nesiyle Hârizmşahlardan olduğu ve baba tarafından Hz. Ebû Bekir’e ulaştığı
yönündeki bilgiler, birçok eserde yer almasına rağmen, kendilerinin ve Sultan
Veled’in eserlerinde bulunmamaktadır.5 Ancak bu bilgiler, hiç olmazsa, aileye sa-
hip olduğu değerler nedeniyle duyulan hürmet ve sevginin büyüklüğüne delil
olarak görülmelidir.
Mevlânâ’nın babası Mevlânâ-yi Buzurg (Büyük Mevlânâ) Bahâeddin
Veled’in, hanımı Mümine Hatun’dan, iki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Büyük
oğlunun adı Alâaddin Muhammed’di. Kızı Fatıma Hatun, Belh’ten ayrıldıkların-
da evli olduğu için burada kaldı.
Dünyaya ün salan oğlu Mevlânâ Celâleddin Muhammed’in ise üç oğlu ve bir
kızı oldu. Büyük oğlu Bahâeddin Muhammed’in (Sultan Veled) ve ondan bir veya
iki yaş küçük oğlu Alâaddin Muhammed’in anneleri, Semerkantlı Şerefeddin’in
kızı olan Gevher Hatun’dur. Diğer oğlu Muzafferüddin Emîr Âlim ve kızı Melike
Hatun’un anneleri ise, Gevher Hatun’un vefatından sonra evlendiği Konyalı Kira
Hatun’dur.
4 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 50-51 (Önsöz), 126, 243. Sultânu’l-ulemâ, Şemsül’l-eimme’nin torunuyla, belki de
daha doğru olarak torununun kızıyla evli olabilir. Bkz. Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul, 1985,
s. 38.
5 Mevlânâ’nın Hz. Ebû Bekir’in soyundan geldiğini göstermek amacıyla adına eklenen ‘el-Bekrî (Bekr’e mensup)’
mensubiyet sıfatı, başta Sipehsâlâr’ın Risâle’si ve Menâkibu’l-ârifîn olmak üzere kaynaklarda ısrarla kaydedilmek-
tedir. Ancak bu mensubiyetten Mevlânâ’nın ve babasının eserlerinde bahsedilmemesi, en güvenilir Mesnevî ve
Dîvân-ı Kebîr yazmalarında ve nihayet türbelerinin kitâbelerinde de bu duruma işaret eden bir kayıt bulunmama-
sı dikkat çekicidir. Sultan Veled’in, Veled-nâme’sinin, Celâleddin Hümâî tarafından yayınlanan Farsça metninde bu
10 mensubiyeti ifade eden beytin, eski ve itibar edilmesi gereken yazmalarda bulunmadığını ise Gölpınarlı ortaya koy-
muştur. Bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s.35-38.
Mevlânâ’nın büyük oğlu ve sadık hâlefi Sultan Veled’in, Şeyh Selahaddin-i
Zerkûb’un kızı olan Fatıma Hatun’dan bir oğlu ve iki kızı vardı: Celâleddin
Emîr Ârif Çelebi ile Mutahhara Hatun (Âbide) ve Şeref Hatun (Ârife). Ayrıca
iki hanımlığından Nusret Hatun’dan Çelebi Şemseddin Emîr Âbid, Sünbüle
Hatun’dan Çelebi Selâhaddin Emîr Zâhid ve Çelebi Hüsâmeddin Emîr Vâcid
isimli oğulları dünyaya geldi.6

Mevlânâ’nın Doğumu, Adı ve Lâkapları


Mevlânâ, Belh’te 30 Eylül 1207 (6 Rebiülevvel 604) tarihinde dünyaya
gelmiştir.7 Mevlânâ’nın adı Muhammed’dir. Bütün kayıtlara göre babası da aynı
adı taşımıştır. Başta kendisi Mesnevî’nin mukaddimesinde kaydettiği üzere adı,
ihtilafsız olarak bu şekildedir. Meselâ Ankaralı İsmail Efendi (ö. 1631) “Hazret-i
Mevlânâ’nın ism-i şerîfleri Muhammed ve lâkapları Celâleddin’dir. Babalarının
isimleri dahi Muhammed ve lâkapları Bahâeddin’dir.” demektedir.8 Dedesi
Hüseyin’in lâkabı da Celâleddin’dir.9
İslâm dünyasında hürmet belirtmek için önemli kişilerin isimlerinin
önünde kullanılan ‘efendimiz’ anlamındaki Mevlânâ lâkabı, Mevlânâ Celâleddîn
Muhammed’le birlikte özel bir isme dönüştü.10 Hüdâvendigâr, Hünkâr, Hazret-i
6 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 250-251; krş. C. Humâî, Veled-nâme Önsözü, s.4-6.
7 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I,125; Sadece yıl olarak, Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s.33. Bu tarihten beş
on sene daha önce doğmuş olması gerektiği şeklindeki Gölpınarlı’nın görüşü pek uygun görülmemiştir. Bu görüşü
için bkz. Mevlânâ Celâleddin, s.44; Mevlânâ Şems-i Tebrîzî ile altmış iki yaşında buluştu, Şarkîyât Mecmuası, Sayı
III, 1959, s.156-161.
8 İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-VI, İstanbul, 1289/ 1841, II, 12.
9 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 91.
10 Kadı Necmeddîn-i Taştî’nin dilinden aktarılan şu bilgiler, bunun en eski kaydı olsa gerektir: “Bütün dünya-
da üç şey geneldi. Hazret-i Mevlânâ’ya mensup olunca özelleşti ve önde gelen kişiler, bunu güzel karşıladılar. Bi-
rincisi, Mesnevî kitabıdır. Her iki mısraa, mesnevî denilirdi. Şimdi mesnevi adı söylenince akıl, düşünmeksizin
Mevlânâ’nın Mesnevî’si olduğuna karar veriyor. İkincisi, bütün âlimlere mevlânâ denilir. Şimdi mevlânâ adı söy-
lenince Hazret-i Mevlânâ anlaşılıyor. Üçüncüsü, her kabre türbe denilirdi. Artık türbe denilince, türbe söylenince
türbe olan Mevlânâ’nın istirahatgahı anlaşılıyor.” Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 50.
11
12
Mevlânâ, Mevlevî, Şeyh, Mollâ-yı Rûmî, Rûmî ve Hazret-i Pîr lâkap ve
unvanları da Mevlânâ için kullanılmıştır. ‘Hazret-i Mevlânâ’ ve ‘Hazret-i Pîr’ 
saygı hitapları, Mevlevî çevrelerinde ve Anadolu’da daha çok tercih edilmiştir.
Bugün İran ve Pakistan’da ‘Mevlevî’, Batı’da ‘Rûmî’ lâkapları, onu anmak için
öncelikle kullanılmaktadır.
Doğduğu şehre nispetle Belhî (Belhli) sıfatı, bilhassa ilk kaynaklarda babası
ve kendisinin adlarının yanında yer almaktadır. Mevlânâ çocukluk döneminin
dışındaki yıllarının hemen tamamını, önceki asırlardaki isimlendirmeyle ‘Diyâr-ı
Rûm’da geçirdiği ve bu bölgedeki Konya’yı vatan edindiği için ‘Rûmî’ (Rum
ülkesinden; Anadolulu) sıfatıyla anılmıştır. Bunların yanı sıra vatan edindiği
şehre işaret etmek üzere XIII. asırdan itibaren Konevî (Konyalı) sıfatı da adıyla
birlikte birçok eserde yer almıştır.

Ailenin Belh’ten Ayrılışı

Mevlânâ çocukluk veya ilk gençlik yıllarında iken; babası Bahâeddin


Veled Belh şehrinden ayrılmayı gerekli gördü. Bu yıllarda Belh’te siyâsî istikrar
bozulmuştu. Şehir 1198’de Gûrlular’ın, 1206’da Hârizmşahlar’ın eline geçmiş ve
Moğol tehlikesi de baş göstermişti. Her hâlükârda Moğolların istilasından önce
ailesini buradan uzaklaştıran Bahâeddin Veled’in gerekçeleri açık olarak kaynaklara
yansımamıştır. Ancak onun bu coğrafyadaki siyâsî gelişmelerle birlikte, fikirlerini
Ma‘ârif isimli eserinde tenkit ettiği ünlü bilgin Fahreddîn-i Râzî’nin (ö.1209)
ve onun görüşlerine itibar eden Hârizmşâh Muhammed’in (ö.1220) mânen ve
madden mevcut etkinliğinden rahatsızlık duymuş olması mümkündür.11

11 Bahâeddin Veled’in, Belh’ten ayrılmak üzereyken verdiği vaazda, Sultan Alâeddin Hârizmşâh’la birlikte
Fahreddîn-i Râzî’nin bulunduğu hakkındaki rivayeti (Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 34) doğrulayan bir belge
yoktur. Çünkü Fahreddîn-i Râzî’nin ölüm tarihi (606/1209), bu hadiseden önceye rastlar.
13
Belh şehrinden ayrılırken Mevlânâ’nın 5, kardeşi Muhammed Alâaddin’in
7 yaşında olduğu belirtilmektedir.12 Bu bilgiden hareketle bazı eserlerde ailenin
Belh’ten ayrılış tarihi olarak 1212 veya 1213 (609 veya 610) yılı gösterilmektedir.13
Belh’ten 1219 (616) yılı hududunda ayrılmış olmaları daha makul görül-
mektedir. Çünkü Sultan Veled, kafilenin göç yolu üzerinde bulunan Bağdat’tan
ayrılmak üzereyken; Belh şehrinin Moğollar tarafından istila edildiği haberinin
buraya ulaştığını, söylemektedir.14 Bu istila tarihi de 1220 (617) yılıdır.
Haccetmek niyetiyle hareket eden kafile, Nişâbûr ve Bağdat’a uğrayarak
Hicaz’da Hac vazifelerini yerine getirerek Şam üzerinden Anadolu’ya intikal etti.
Ahmed-i Eflâkî’ye göre Şâm’dan Malatya’ya, sonra Erzincan’a, buradan dört yıl kal-
dıkları yakındaki Erzincan Akşehir’ine ve daha sonra yedi yıl veya daha fazla ikamet
ettikleri Lârende’ye (Karaman) vardı.15 Sipehsâlâr’a göre Hicaz’dan Şam’a, buradan
Erzincan’a ve hemen Erzincan’a bağlı Akşehir’e vardı, kışı burada geçirdi ve daha
sonra Konya’ya ulaştı.16 Sipehsâlâr ise, ailenin Malatya’ya uğradığından söz etmediği
gibi, ailenin Erzincan Akşehir’indeki dört yıllık ikametini de bir yıl göstermekte ve
Lârende’deki yıllara değinmeden Konya’ya vardıklarını anlatmaktadır.
Bahâeddin Veled, on yedi veya on sekiz yaşındaki17 Mevlânâ’yı Karaman’da
1225 yılında kafilenin üyelerinden Semerkantlı Lala Şerefeddîn’in kerimesi Gevher
Hatun’la evlendirdi. Bu evliliğin akabinde 1226 (623)’da Sultan Veled ve daha sonra 
Alâeddîn Çelebi dünyaya geldi. Karaman’da yedi yıl kadar süren ikamet esnasında
Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun ile ağabeyi Alâeddin Muhammed vefat ettiler
ve bugün Mâder-i Mevlânâ Türbesi olarak bilinen yerde toprağa verildiler.

12 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 95.


13 Ayrıca bu göç için 618 (1221) yılı da zikredilmektedir. Bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s.42.
14 Sultan Veled, Velednâme, s.40 (Önsöz), Metin, 191; krş. Çeviri İbtidâ-nâme, s.251/ beyit 4186-4187; Eflâkî, Arif-
lerin Menkıbeleri, I, 98. Değerlendirme için bkz. Helmuth Ritter, Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve Etrafındakiler,
Türkiyat Mecmuası, C. VII-VIII, s.268-281, İstanbul, 1942, s.270.
15 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 99-101.
14 16 Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s.22-23.
17 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 110, 112.
Konya’da Daimî İkâmet

Büyük Mevlânâ Bahâeddin Veled ailesiyle birlikte, İbtidânâme’nin dışındaki


rivayetlere göre Sultan Alâaddîn’in ısrarlı davetleri üzerine, Karaman’dan Selçuklu
devletinin başkenti Konya’ya intikal etti. Ailenin reisi, Konya’da 23 Şubat 1231
(18 Rebiulahir 628) tarihinde vefat etti.18 Eflâkî’ye göre vefat ettiğinde seksen
beş yaşındaydı ve bu sırada oğlu Mevlânâ 24 yaşına ulaşmıştı.19 A. Gölpınarlı,
Bahâeddin Veled’in Ma‘ârif isimli eserindeki bir ifadesine dayanarak, hicrî 546
(1151-1152) yılında doğmuş olması gerektiğini dile getirmektedir.20
Sultan Veled’in ifadesine göre, Bahâeddin Veled Konya’ya varıştan iki yıl
sonra vefat etmiştir:21 İki yıl sonra Tanrı takdiriyle Bahâeddin hastalandı, başını
yastığa koydu ... ... ansızın âhiret âlemine göçtü.
Bu duruma göre aile, hicrî 626 yılında Konya’ya varmıştır. Belh’ten yolculuğa
çıkış yılı 616 yılı kabul edilirse, Konya’ya varış yılı olarak da 626 yılı uygun
göründüğüne göre bu arada on yıl kadar bir zaman geçmiştir. Bu zaman dilimi
güzergâhta ve ikamet yerlerinde geçen yıllarla yaklaşık olarak uygun düşmektedir.
Padişah Celâleddin, babasının yerine geçti, oturdu; yeryüzü halkı ona yüz
tuttu.
Babası gibi zâhitti, bilgindi; bütün bilginlerin başı-başbuğuydu, padişahıydı.22
Mevlânâ bir yıl sonra babasının müritlerinden Seyyid-i Sırdân lâkaplı Şeyh
Burhâneddîn-i Muhakkık-ı Tirmizî’nin Konya’ya gelişiyle ona bağlandı ve bu
bağlılık 9 yıl sürdü.

18 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I,103,116.


19 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 108, 112.
20 Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s.34.
21
22
Sultan Veled, Veled-nâme, s.41 (önsöz), 192-193; krş. İbtidânâme, 242-243/ beyit 4221, 4240.
Sultan Veled, İbtidânâme, s.244/ beyit 4256-57.
15
Mevlânâ, Seyyid’in hizmetinde dokuz yıl kaldı; böylece hem sözde, hem
özde onun eşi oldu.23
Eflâkî’ye göre “Bazıları, Mevlânâ’nın o anda, bazıları da Belh’te babasının
zamanında Seyyid’e mürit olduğunu söylerler. Seyyid lâla ve atabek gibi daima
Hüdâvendigâr’ı omuzunda taşır ve dolaştırırdı.”24 Ancak bu bağlılığın her
durumda olgun yaşlarda gerçek bir anlam kazandığı aşikârdır.
Mevlânâ, mürşit kabul ettiği ve mürit olarak bağlandığı Burhâneddin-i
Muhakkik’in tavsiyesiyle bir müddet tahsil için Şam ve Hâlep’te bulundu.
Dönüşte Kayseri’de hocasını ziyaret ederek onun nezaretinde çile çıkardı. Seyyid,
Kayseri’de hicrî 638 (1240-41)’de vefat edince de kabrini ziyarete gitti.25

Mevlânâ’nın Tahsili

Mevlânâ’nın ciddî bir tahsil gördüğü ve tasavvufî bir terbiyeden geçtiği


kaynaklardaki bilgilerden ve eserlerindeki açık delillerden anlaşılmaktadır. Babası
vefat ettiğinde 24 yaşında iken medresede onun yerini alabilecek ilmî özellikler
taşıdığı belirtilen Mevlânâ, buna rağmen tahsiline devam etti. Mevlânâ’nın,
babası hayattayken 1221-1228 yılları arasında tahsilini ikmal için Hâlep ve Şam’a
gitmiş olduğu belirtilmektedir.26 Ancak 1225 yılında Karaman’da evlendiği ve
sonrasında art arda iki çocuğunun dünyaya geldiği gözden uzak tutulmamalıdır.
Eflâkî’nin ifadesiyle “Bahâ Veled hazretleri yokluk âleminden varlık âlemine
göçtüğünün ikinci yılında, Mevlânâ hazretleri, zâhir ilimlerinde derinleşmek ve

23 Sultan Veled, İbtidânâme, s.248/ beyit 4318.


24 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 117, 128; krş. Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s.19, 34.
25 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 131.
16 26 Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s.46; Sadeddin Nüzhet- Mehmed Ferid, Konya Vilayeti ve Harsiyâtı, Konya,
1926, s.116 (Sadece Şam’da üç sene kadar kaldığı belirtilmektedir).
olgunluğunu eksiksiz duruma getirmek için Şam’a hareket etti. Derler ki, bu,
onun ilk seferi idi.”27 Bu dönemin ne kadar sürdüğü kesin değildir. Yine Eflâkî
“Onun yedi yıla yakın Şam’da kaldığını söylerler; fakat dört sene oturdu diyenler
de vardır.” demektedir.28
Mevlânâ’nın Hâlep Hâlevîye medresesindeki hocası Kemâleddîn bin
Adîm’dir (ö.1262). Sipehsâlâr, Mevlânâ’nın tahsili için şu bilgileri vermektedir:
“...lügat, arabiyât, fıkıh, tefsir, hadîs, ma‘kûlât ve menkûlât gibi ilimlerde o çağda
zamanın bütün ilimlerin başta gelenlerindendi ve bütün fenlerde yüksek icazetler
elde etmiş, gençliğinin ilk çağında Hâlep şehrinde türlü bilim ve sahâlarda
dünyada eşi olmayan Mevlânâ Kemâleddîn b. Adîm’den faydalanmakla meşgûl
olmuştur.”29

Tebrizli Şems’in Konya’ya Gelişi ve Kayboluşu

Mevlânâ’nın hayat hikâyesinde Tebrizli Şems’in özel bir yeri vardır.


Karşılaşmaları ve birbirlerine olan sevgileri etrafında çok şeyler anlatılmış ve
yazılmıştır. Şemseddin Muhammed-i Tebrîzî, Konya’ya ilk olarak 29 Kasım 1244
(26 Cemaziyelahir 642) tarihinde gelmiştir. Sultan Veled’in diliyle buluşmanın
etkisi ve Şems’in ilk sözleri şu şekildedir:30
Ansızın Şemseddin gelip ona ulaştı; nûrunun ışığında da gölge, yok olup gitti.
Aşk dünyâsının ardından defsiz, sazsız aşk sesi erişti.
Maşuk hâllerini anlattı ona; böylece de sırrı yücelerden de yücelere vardı.
Dedi ki: Sen bâtına rehin olmuşsun ama şunu bil ki ben, bâtının da bâtınıyım.
27 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 127.
28 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 129.
29
30
Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s.40.
Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.249/ beyit 4335-4338.
17
18
Mevlânâ’nın öğrenci ve müritlerinde, kendileriyle önceki gibi ilgilenilmediği
için büyük hoşnutsuzluk oluştu. Şems’ten yakınmaya başladılar:
Bu adam kim oluyor ki Şeyhimizi, ırmağın bir saman çöpünü kapıp sürüklediği
gibi kaptı da bizden ayırdı.31
Arzuları önceki düzene dönmekti:
Onlar, Şems buradan giderse padişahımız yalnızca bize kalır;
Önceden olduğu gibi ihsanlarına ereriz; dudaksız-damaksız şekerlerini yeriz;
Gene onun güzelim öğütleriyle beş duygudan, altı yönden ibaret dünyadan
sıyrılırız (demekteydiler).32
Bu hoşnutsuzluklar ve yakınmalar nedeniyle Tebrizli Şems, 21 Şevval 643
(10-11 Mart 1246) günü Konya’dan ayrılmıştı. Sultan Veled bu beraberliğin
süresini bir-iki yıl olarak belirtmektedir:
Bir zaman beraber kaldılar; bir-iki yıl rahat ve huzûra daldılar.33
On altı ayı biraz aşan bu zaman diliminde aralarında gerçekleşen imtizaç
ve sevgiden sonra bu ayrılış Mevlânâ’yı son derecede etkiledi. İlgi ve himaye
bekleyen müritler yaptıklarından pişman olup çare aradılar. Sultan Veled bunu
şöyle ifade eder:
Lûtfet, bilgisizlikle suçlar işledik ama tevbemizi kabul et.
Feryâd ederek defâlarca bu sözleri söylediler; aylarca gece-gündüz, bu çeşit
yalvardılar.
Şeyh, onların bu hâlini görünce, yollarını düzene soktu; o incinmeden vazgeçti.34

31 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.51/ beyit 811


32 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.55/ beyit 877-879.
33
34
Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.50/ beyit 795.
Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.56/ beyit 899-901.
19
Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’i Şems’i bulup getirmesi için Şam’a gönderdi. 15
ay kadar sonra hicrî 644 (1246-1247)’de birlikte geri döndüler. Ancak beraberlik
uzun sürmedi ve hicrî 645 (1247-1248) yılı içerisinde tamamen kayboldu.
Eflâkî, bu son geliş ve kayboluşun arasında ayrıca bir Şam yolculuğu olduğunu
kaydetmektedir: “Kimya Hatunun ölümünden yedi gün geçtikten sonra  Şaban
644 h./ Aralık 1246’da tekrar Şam’a gitti.”35
Eflâkî, Şems’in kayboluşunu şöyle tespit etmektedir: Şemseddin’in
kaybolup gizlendiği tarih 645 (1247) yılının Perşembe günüdür.36 Eflâkî, ayrıca
“İkinci seferinde tam altı ay medresenin hücresinde Mevlânâ ile sohbet ettiler.”
demektedir.37
Şems’i, aralarına Mevlânâ’nın oğlu Alâaddin’in de karıştığı söylenen bir
grubun öldürdüğü rivayeti kaynaklarda daima tereddütle aktarılırken, Sultan
Veled yirmi iki yaşlarında yaşadığı olan biteni anlatırken her hangi bir öldürme
olayından hiç söz etmemektedir.38 Şems ona gelişmeler üzerine şöyle demişti:
Bu sefer öylesine bir gitmek istiyorum ki hiç kimse benden bir nişan bile
bulamayacak.
Aramakta herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak.
Böylece birçok yıllar geçecek de gene kimse izimin tozunu bile göremeyecek...
Derken herkesin gönlündeki keder geçip gitsin diye ansızın herkesin arasından
yitiverdi.39

35 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 20 (Önsöz), 74.


36 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 97.
37 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 100.
20 38
39
Bkz. B. Fürûzanfer, Mevlânâ Celâleddin, trc. F. N. Uzluk, İstanbul, 1986, s.103-107.
Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.64/ beyit 1043-45, 1043.
Mevlânâ, Tebrizli Şems’in ardından onu bulabilmek için iki defa Şam’a
gitti. İlk gidiş ve dönüşten sonra Konya’da birkaç yıl geçince40 tekrar aynı arzuyla
Şam’a yöneldi. Eflâkî, Mevlânâ’nın bu defa Şam’da bir yıldan çok veya az kaldığını
söylemektedir.41 Mevlânâ, bu arayış ve üzüntülerden sonra kendisine ‘nâib ve
hâlife’ olarak Konyalı kuyumcu Şeyh Selâhaddin’i seçti:
Şeyh’in (Mevlânâ) coşkunluğu, onunla yatıştı; bütün o zahmet, dedi-kodu,
esenliğe dönüştü.42
Mevlânâ Şeyh Selâhaddin’le on yıl bir arada bulundu43 ve bu arada oğlu
Sultan Veled’i Şeyh’in kızı Fatıma Hatun’la evlendirdi. Şeyh Salâhaddin 29 Aralık
1258 (1 Muharrem 657) günü vefat etti.44 Mevlânâ, son on yılını Mesnevî’nin de
yazılmasına sebep olan Çelebi Hüsâmeddin’le sohbette bulunarak geçirdi.45 Bu iki
muhterem zatla geçen yıllar, Mevlânâ ve çevresindekiler için huzurlu ve verimli
yıllar oldu. Bu dönemler, çevresindekileri himaye ettiği, ekseriyetle manzum ve
mensur eserlerinin oluştuğu yıllardır. Mevlânâ, Hicrî tarihle altmış sekiz; miladî
tarihle altmış altı yaşında bulunurken 17 Aralık 1273 (5 Cemâziyelâhir 672)
günü Yaratıcıya kavuşmuştur. Hâlifesi Çelebi Hüsâmeddin ise ondan yaklaşık
on bir yıl sonra 3 Kasım 1284 (22 Şaban 683) günü vefat etti.46 Vefatında elli
yaşlarında olan sadık oğlu Sultan Veled ise, babasının maddî ve manevî mirasını
lâyık şekilde temsil ederek 11 Kasım 1312’de bu dünyadan göçtü.

40 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.75/ beyit 1238.


41 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 104.
42 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.87/ beyit 1449.
43 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.137; Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 107,110, 119.
44 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 120. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s.112.
45
46
Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.152.
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 144.
21
Mevlânâ’nın Çevresi

Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled, bulunduğu ve yolculuğu sırasında


uğradığı şehirlerde daima devlet adamlarının ve ilim erbabının teveccühünü
kazanmış bir zattı. Anadolu Selçuklularının en güçlü sultanlarından olan
Alâaddin Keykubad I (slt.1220-1237), Konya’daki ikameti esnasında ona büyük
hürmet göstermiş, hatta onun müridi olmuştu. Sultan Veled, Sipehsâlâr ve Eflâkî
bu hususta birçok bilgi vermekte ve beraberliklerinden söz etmektedirler. Aileye
yönelik bu ilgi ve hürmet, bu asra kadar devam etmiştir.47 Mevlânâ, babasının
vefatının akabinde bir müddet daha Şam ve Hâlep’te tahsil görüp muhtemelen
1240 civarında her yönüyle babasının yerini aldı, Selçuklu devlet adamları
tarafından büyük saygı gördü ve varlığından istifade edildi. Sultan İzzeddin II
(slt. müstakil ve müşterek olarak 1246-1249, 1249-1254, 1257-1259, 1259-1262)
ve Sultan Rükneddîn Kılıç Arslan IV (slt. müşterek ve müstakil olarak 1254-
1257, 1259-1262, 1262-1266) Mevlânâ’yı ziyaret eder ve sohbetlerine iştirak
ederlerdi. Rükneddin Kılıç Arslan Mevlânâ’nın müridi ve ‘oğul’ diye hitap ettiği
kişilerdendi.48 Eflâkî, eserinde birçok yerde sultan ve devlet adamlarının katıldığı
sohbet ve semâ gösterilerinden söz etmektedir.
On beş yıl devletin hâkimiyetini elinde tutan Muîneddîn Pervâne (ö. 1277),
Mevlânâ’ya son derece hürmet gösterir ve onun için ziyafetler ve sohbetler
düzenlerdi. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh’indeki sohbetlerin ekserisini onun evinde ve
ona hitaben söylemiştir. Pervâne’nin hanımı Gürcü Hatun da büyük bağlılık
içerisindeydi. Müstevfîlik (maliye bakanlığı), vezirlik ve atabeklik görevlerinde
bulunmuş olan Pervâne’nin damadı Mecdeddîn Atabek(ö.676/1277), ünlü vezir
47 Veled Çelebi (İzbudak) şöyle demektedir: “Hazret-i Pîr Efendimizin sâye-i senîyelerinde bizler bile hemîşe selâtîn
ve vüzerâ ve eşrâf ve a‘yândan bînihâye i‘zâz ve ikrâm ve ihsânâ mazhar olagelmekteyiz.” Konya Sâlnâmesi 1332 h.,
22 İstanbul, 1332, s.749.
48 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 87; Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1993, s.531-532.
Sahib Ata Fahreddin Ali’nin (ö.687/1285) yanı sıra Sahib Şemseddin, Alameddîn
Kayser, Taceddîn Mu‘tez, Celâleddin Karatay, Hatîroğlu Şerefeddin Mes‘ûd ve
Emîneddîn Mikâil gibi birçok devlet adamı, Mevlânâ’yı sık sık ziyaret eder, kimi
zaman mektuplarla ulaştırdığı ricalarını yerine getirirlerdi.49

Görüştüğü Bilgin ve Şeyhler


Mevlânâ, ailesinin ve kendisinin taşıdığı özellikler nedeniyle bir arada
bulundukları dışında elbette bir çok bilgin ve arifle görüşmüştür. Bunların
hepsini belirlemek mümkün değildir. Kaynaklara göre, Mevlânâ Şam’da
bulunduklarında Şeyh Muhyiddîn-i Arabî, Sa‘deddîn-i Hamevî, Şeyh Osmân-ı
Rûmî, Evhadüddin-i Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî ile sohbet etmiştir.50 Konya’da
onun zamanında bulunmuş olan ve görüştüğü önemli zevat arasından isimleri
öne çıkanlar, şunlardır: Konyalı Sadreddin (ö. 1274), Şirazlı Kutbeddin (ö. 1310),
Fahreddin-i Irâkî (ö. 1289), Şeyh Necmeddin-i Râzî (ö.1256), Urmiyeli Kadı
Sirâceddin (ö. 1283), Hintli Safiyyeddin (ö.1315).

Tarikat Silsilesi ve Yolu


Sipehsâlâr, Sultânu’l-ulemâ Bahâeddin Veled’in zikir telkini ve hırka
silsilesini şöyle vermektedir: Babası Ahmed el-Hatîbî, Ahmed-i Gazzâlî, Ebû
Bekr-i Nessâc, Muhammed-i Zeccâc, Ebû Bekr-i Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî,
Seriyy-i Sakatî, Ma‘rûf-i Kerhî, Dâvûd-i Tâî, Habîb-i Acemî, Hasan-i Basrî, Hz.
Ali ve  Hz. Peygamber.51 Mevlânâ’nın zikir silsilesi ise, Menâkibu’l-ârifîn’de şu
şekilde sıralanmaktadır. Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmizî, Bahâeddin

49 Meselâ Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 30, 39, 48, 52,57, 60, 149, 155, II, 108; Turan, Selçuklular Zamanında Tür-
kiye, s.514, 524-525, 543, 561.
50 Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s.35; Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 92-93.
51 Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s.18.
23
24
Veled, Şemsü’l-eimme Abdullah-i Serahsî, Hatîb-i Belhî, Ahmed-i Gazzâlî,
Ebû Bekr-i Nessâc, Muhammed-i Zeccâc, Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî, Seriyy-i
Sakatî, Ma‘rûf-i Kerhî, Dâvûd-i Tâî, Habîb-i Acemî, Hasan-i Basrî, Hz. Ali ve
Hz. Peygamber.52
Bahâeddin Veled’in, Necmeddîn-i Kübrâ’nın (ö.1221) hâlifesi olduğu da
kaydedilmektedir.53 Buna göre de silsile şöyledir: Ammâr-i Yâsir, Ebu’n-Necîb-i
Suhreverdî, Vecîhüddin el-Kâzî, Muhammed-i Bekrî, Ahmed-i Dîneverî,
Mimşâd-i Dîneverî, Cüneyd-i Bağdâdî.54 Ayrıca tarikat terbiyesinin dışında
sohbet cihetiyle Ahmed-i Gazzâlî, Ebu Bekr-i Nessâc, Ebû Alî-i Fârmedî ile
devam eden başka bir silsileye sahip oldukları nakledilmektedir.55 Oğlu Sultan
Veled, Mevlânâ’nın buyruğuyla sırasıyla Şems’e, Şeyh Selâhaddin’e, Çelebi
Hüsâmeddin’e uymuştur. Tebrizli Şemseddin, Şeyh Selâhaddin ve Çelebi
Hüsâmeddin, Mevlânâ’nın nâib ve hâlifeleri durumundaydı.56 Mevlânâ’nın
eserlerini kaplayan aşk ve vecd’in daha önceki örneklerini, Ahmed-i Gazzâlî
(ö.517/1123-24) ile ünlü şairler Senâ‘î (ö.1131) ve Şeyh Attâr (ö.1220?) dile
getirmiştir. Sultan Veled’in İbtidânâme’sindeki şu ifadeler bu fikrî ve manevî
beraberliği anlatmaktadır:
Ama Senâî ve Attâr’ın divanlarınna, Allah bizi aziz sırrıyla kutlasın,
Mevlânâ’nın, özünde özü, içinde içi olan Senâî ile Attâr’ın sözlerinin özü-özeti
bulunan faydalı sözlerine meyletmek, meyleden kişinin, gönül ehlinden ve velîler
bölüğünden olduğuna delildir.57

52 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 252.


53 Câmî, Abdurrahmân, Nefehâtü’l-üns, nşr. Mahmûd-i Âbidî, Tahran, 1375 hş., s.459; Gölpınarlı, Mevlânâ
Celâleddin, s.39-40.
54 Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir-i bevâhir-i Mesnevî, İstanbul, 1287, cilt 1, s.26.
55 Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir-i bevâhir-i Mesnevî, s.26.
56 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.137, 199.
57 Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s.266.
25
Mevlânâ’nın tasavvufî silsilesinde ve anlayışında bu ortak özellik gözlerden
uzak tutulmamalıdır. Farklı bir ilâhî hikmet anlayışına ve yorumuna sahip olan
Muhyiddin ibn-i Arabî (ö. 1240) ile Mevlânâ arasında doğrudan bir benzerlik
ve yakınlık o yıllarda görülmemekteydi. Sonraki asırlarda birlik ve yakınlığı usûl
edinen sevenlerinin yorum ve gayretleriyle kimi eserlerde böylece uyum teessüs
edilmiştir. İlim öğrenme mekânları olan medreselerin, Mevlânâ’nın ve babasının
hayatında büyük yeri vardır. Tahsil dönemlerinde ve sonrasında hayatları bu
mekânlarda geçmiştir. Rivayete göre, Sultan Alâaddin ikametleri için sarayına
davet ettiğinde Sultânu’l-ulemâ “İmamlara medrese, şeyhlere hânkah, emîrlere
saray, tüccarlara han, başıboş gezenlere zaviyeler, gariplere kervansaraylar
uygundur.” cevabını vermiştir ve Mevlânâ da aynı şekilde davranmıştır.58
Mevlânâ’nın ailesinin yanında ve ayrıca Şam’da ve Hâlep’te geçirdiği tahsil
yılları, ailenin bu yöndeki hassasiyetini göstermektedir. Mevlânâ, ilmî faaliyetleri
nedeniyle önemli Hanefî fakîhleri arasında yer almaktadır.59
Âlim ve müftülerin özelliklerine sahip Mevlânâ “Fetva aylığının bize helal
olması için hangi hâlde olursam, olayım, fetva getirirlerse, engel olmayın ve bana
getirin.” derdi. İstiğrak ve semâ hâlinde de fetva yazardı.60 İlmî birikimi, binlerce
âyet-i kerime ve hadis-i şerifle donattığı Farsça ve Arapça şiirlerinde ve mensur
eserlerinde görünmektedir. Yaşadığı yıllarda toplumda yaygın olan şiir sevgisinin,
Mevlânâ’da da bulunduğu ve bu nedenle onun Arapça ve Farsça birçok divan
okuduğu âşikardır. Taşıdığı duyuş, aşk ve vecd hâlini terennüm etmekte kendisine
örnek aldığı meşhur mutasavvıf şairler Senâî ile Şeyh Attâr’ın şiirde açtığı yolun en
büyük temsilcisidir. Böylece Mevlânâ ilmin, irfanın ve şairce duyuşun buluştuğu
bir bilge kişi olarak, toplumun gündelik hayatıyla yakından ilgilenmiş ve insan
ruhunun problemlerine ikna edici çözümler sunmuştur. Taşıdığı aşk ve istiğrak
58 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 101, 129.
59 Meselâ el-Kureşî, Muhyuddin Ebû Muhammed (Yaşadığı yıllar 1297-1374), el-Cevâhiru’l-muziyye fî tabakâti’l-
26 Hanefîye, I-V, nşr. Abdülfettâh Muhammed el-Halevî, 1993, s.III, 343-346.
60 Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s.98; Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 306.
hâli, onu çevresinden ve gündelik hayattan uzaklaştırmamıştır. Mevlânâ’dan
nakledildiğine göre:
İnsanda iki büyük nişan vardır: Birincisi bilgi, ikincisi fedakârlıktır. Bazısında
bilgi var, fedakârlık yok. Bazısında fedakârlık vardır, bilgi yoktur. Her ikisine de sahip
olana ne mutlu.61

Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti

Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az


konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi,
sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü
olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte
bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır.
Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır.62

Hz. Mevlânâ’nın Lâkapları63

‘Mevlânâ’ lâkabı, efendi, sahip, mâlik anlamında Arapça sıfat olan ‘Mevlâ’
kelimesiyle; ‘biz’ anlamındaki Arapça bitişik şahıs zamiri ‘nâ’dan oluşmakta ve
‘efendimiz’ anlamına gelmektedir. Arapça’da genel olarak ‘el-Mevlâ’, diğer Doğu

61 Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 331.


62 Câmî, Nefehâtü’l-üns, s.465; Kemâleddîn Efendi, Mevzû’âtu’l-‘ulûm, I-II, İstanbul, 1313h., I,747. Veled Çelebi, bu
vasiyetnâmeyi ‘Hayru’l-kelâm’ adıyla şerh etmiştir (İstanbul, 1330 h.).
63 Adnan Karaismailoğlu, “Konyalı Mevlânâ”, Yeni İpek Yolu, Konya Özel Sayısı III, Konya Ticaret Odası Yay., Ara-
lık, 2000.
27
28
dillerinde ‘Mevlânâ’ lâkapları, İslâm dünyasında hürmet belirtmek için önemli
kişilerin isimlerinin önünde kullanılmıştır. Aynı kullanım Osmanlı döneminde
âlim ve faziletli kişiler için de söz konusu olmuştur.
‘Mevlevî’ lâkabı, Allah, sahip, efendi gibi anlamlar taşıyan ‘Mevlâ’
kelimesine nispet yâ’sı eklenerek oluşturulmuş bir kelime olup ‘Mevlâ’ya mensup’
anlamındadır. Allah’a bağlı, ilâhî, dinî anlamıyla bu kelime İslâm dünyasında
önemli bilgin ve şeyhler için lâkap olarak kullanılmıştır. Günümüzde de bilhassa
Hindistan’da bu anlamıyla kullanılmaktadır.
‘Mullâ’ (Mollâ) kelimesi de lâkap olarak Mevlânâ için az da olsa kullanılmıştır.
Bu kelime, muhtemelen Arapça ‘Mevlâ’ kelimesinin İranlılar tarafından bu
şekilde telaffuz edilmesiyle oluşmuştur. Türkçede de bazen ‘Munlâ’ (Monlâ)
şeklinde telâffuz edilen kelime de aynı özellikte olmalıdır.
‘Hudâvend’ kelimesiyle eş anlamlı olan ‘Hudâvendigâr’ da Menâkıbu’l-
ârifîn’den ve Sipehsâlâr’ın Risâle’sinden anlaşıldığına göre Mevlânâ için çocukluk
yıllarından itibaren kullanıla gelmiştir. Menâkıbu’l-ârifîn’de babasının bu lâkabı
Mevlânâ için kullandığı belirtilmektedir. Anılan iki eserde bu unvan çoğunlukla
‘Hazret-i Hudâvendigâr Mevlânâ’ ve ‘Hudâvendigâr Mevlânâ Celâleddin’ şeklinde
anılmaktadır. ‘Hudâvendigâr’ kelimesi efendi, sahip, sultan ve Allah anlamlarını
taşımaktadır. Kelimenin efendi, sultan ve benzeri anlamından hareketle Türkçede
başta Sultan Murad Hüdâvendigâr olmak üzere çeşitli şahıslar için kullanıldığı
vâkidir.
‘Şeyh’ lâkabı Mevlânâ için oğlu Sultan Veled’in eserlerinde, XIV. asır
kaynaklarında ve sonrasında kullanırken günümüz kaynaklarında pek anılmaz.
İhtiyar, önemli kişi, bilgin ve önder gibi anlamlar taşıyan kelime mezhep ve
tarikat önderleri için de kullanılmıştır.

29
‘Belhî’ ve ‘Rûmî’ sıfatları bazen birlikte bazen ayrı olmak üzere yaygın
olarak kullanılagelmiştir. Ancak Rûmî sıfatının Mevlânâ’nın ve Sultan Veled’in
eserlerinde bulunmadığı, Sipehsâlâr’ın Risâle’si ile Menâkıbu’l-ârifîn’de de
belirtilmediği bilinmektedir.
Mevlânâ için üzerinde durulacak son mensubiyet bildiren sıfat, ‘Konevî’
(Konyalı) sıfatıdır. Mevlânâ’nın adıyla birlikte önceki asırlarda anılmış olan bu
sıfatın, her nedense son asırda dillerde dolaşmaması ve hatta araştırmaya dayalı
eserlerde dahi yerini koruyamamış olması dikkat çekicidir. Muhyiddîn Ebû
Muhammed el-Kureşî (1297-1374), el-Cevâhiru’l-muziye fî tabakati’l-Hanefiye
isimli eserinde Mevlânâ’nın Hz.Ebubekir’e ulaştırdığı soy silsilesini verdikten
sonra, ‘el-ma‘rûf bi-Mevlânâ Celâleddîn el-Konevî “Mevlânâ Celâleddin el-
Konevî diye meşhurdur.” kaydını koymuştur.

30
Hz. Mevlânâ’nın
Elkâb-ı Âlîyeleri64
Mollâ-yı Rum
Rahm eyle gel ey dâverim
Yokdur benim bir yâverim
Sensin hemân dâd-âverim
Yâ Hazret-i Mollâ-yı Rum
 
Mollâ
Şeh-i cihân-ı velâyet Cenâb-ı Mollâ’dır
Mekîn-i taht-ı kerâmet Cenâb-ı Mollâ’dır
 
Celâleddîn-i Rûmî
Erenler şâhı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’dir
Meleklerle felek âvâze-i bang-i kudûmidir
 
Mollâ Hünkâr
Uluvv-i kadr-i Mevlânâ’yı yok bir ferdin inkârı
Bilir bay ü gedâ pîr ü cüvân hep Mollâ Hünkâr’ı
 
31
64 Hüseyin Vassâf; Sefîne-i Evliyâ, I, 322-323.
Mevlânâ
Sanma kim devr eyleriz şevk-ı kudûm ü nây ile
Olmuşuz âvâre feyz-i aşk-ı Mevlânâ ile
Mevlevî
Bî-vâsıta feyz alır Şems’ten
Gûyâ ki kamer de Mevlevî’dir
Bir cezbe ider cihânı tenvîr
Eflâk de yer de Mevlevî’dir

Andelîb-i gülşen-i nağme-künândır Mevlevî


Nağme-i can-sûz-ı neyle hem-zebândır Mevlevî
On sekiz bin âleme sırr-ı nihândır Mevlevî
Devr eden çarh-ı felekten bir nişândır Mevlevî
 
Hüdâvendigâr
Düşürse kâfile-i semt-i hâne ber-dûşân
Tavâf-ı kûy-ı Hüdâvenedigâr’a dek gideriz

32
Mevlânâ’dan
Seçmeler
34
Getirin bana o kaçak güzeli!
Gidin a iş erleri, çekin getirin sevgilimizi;
getirin bana o kaçak güzeli.
Tatlı mı tatlı nağmelerle, altın gibi bahanelerle
o güzel yüzlüyü, o ay parçası güzeli
çekin getirin eve.
Bir başka zaman gelirim der, söz verirse
inanmayın sakın!
Verdiği sözlerin hepsi de düzendir,
aldatır sizi o.
Pek  sıcak  bir  soluğu  vardır  onun;
Büyücülükle,  suyu düğümler, havayı bağlar o.
Benim güzel sevgilim kutlulukla, neşeyle bir geldi
mi, otur artık da Hakk’ın şaşılacak şeylerini seyre dal.
Onun güzelliği  parladı,  yüzü  ışık saldı mı,
güzellerin güzelliği de neymiş?
Güneş gibi yüzü, mumları söndürür gider.
Yürü a tez giden gönül!
Yemen’e, sevgilime git de
o değer biçilmez akike
selâmlarımı ulaştır, saygılarımı bildir.
Mevlânâ (Gazel, VII, 224) 35
Âh ‘mine’l-aşk’!..
Aşkın sarhoş etti beni, ellerimi çırpmaya koyuldum;
sarhoşum, kendimden geçmişim;
ne bilirim ne yaptığımı?
Koruktum, üzüm oldum şimdi;
artık kendimi ekşi yüzlü gösteremem ki.
Helva satan sevgili,
şeker gibi, tatlı mı tatlı bir avuç helva soktu ağzıma benim.
O, helvacı dükkânı açtı açalı evimi barkımı aldı götürdü;
dükkânsız bıraktı beni.
Mevlânâ (Gazel, V, 124)

Tanıdıktan, dosttan, akrabadan gelen bir cefa, hilekârın üç yüz bin


eziyetine eşittir.
Mevlânâ (Mesnevî, III, 623)
 
İmanın sağlamlığının göstergesi, ölsen bile ölümün sana tatlı gelmesidir.
Ölümün kötülüğü gitti mi, zaten o ölüm değil, ölümün bir suretidir; bir
göçmeden ibarettir o.
Vuslat ebedilik içinde ebediliktir; ama bu ebedilik önce yokluk (ölüm)
şeklinde tecelli eder.
36 Mevlânâ (Mesnevî, III, 4609, 4612, 4659)
 

Zevk-i aşkı matbah-ı Mollâ’da ikrâr eyledim


Tâb-ı âteş-bâz ile sûzişler izhâr eyledim

Seyyîd-i Sırdân’ın oldum vâye-dâr-ı himmeti


Mahzen-i Zer-kûbdan cevherler îsâr eyledim

Nûra gark oldum füyûzât-ı Ziyâü’l-Hakk ile


Şems’e döndüm âşıkâne neşr-i envâr eyledim

Hazret-i Sultân Veled lutfuyla oldum kâmyâb


İltifâtıyla dil-i mahmûrı hûşyâr eyledim

Nâzım oldum cephe-sâ-yı feyz-i Mevlânâ-yı Rûm


Hamdüli’llâh rü’yet-i envâr-ı dîdâr eyledim

Mehmed Nâzım Paşa

37
Mevlânâ’nın Eserleri65
Mesnevî
Dîvân-ı Kebîr
Fîh-i Mâ Fîh
Mecâlis-i Seb‘a
Mektûbât
Rubâîler
Mevlânâ’nın adını, asırları ve coğrafyaları aşıp bütün dünyaya duyuran eseri, 25.700
beyitten oluşan 6 ciltlik Mesnevi’dir. Her ne kadar mesnevi nazım şekliyle yazıldığından
bu adı almışsa da zamanla mesnevi dendiğinde Mevlânâ’nın bu eseri akla gelir olmuştur.
Mesnevi-i Şerîf ve Mesnevî-i Ma‘nevî olarak da bilinen bu Farsça eserde, insanlara
ibret ve örnek oluşturacak alegorik hikâyeler, dualar, nasihatlar yer almaktadır. Mevlânâ,
bu eseri aracılığıyla Anadolu’da kardeşlik ve dayanışmaya en çok ihtiyaç duyulan bir
dönemde toplumsal huzura ve barış ortamına büyük katkı sağlamıştır.
Mesnevi, o kadar geniş bir etki sahası oluşturmuştur ki zamanında ve sonraki
dönemlerde yaşayan pek çok şair ve yazar, eserinde ondan ya ilhâm almış, alıntı yapmış
ya da bir vesileyle ona göndermede bulunmuştur. İletişim imkânlarının son derece kısıtlı
olduğu bir dönemde Şeyyâd İsâ, Elvân Çelebi, Kirdeci Ali, İzzetoğlu, Yûsuf-ı Meddâh,
Mehmed Hatîboğlu, Sultan Veled, Muhyî, Muîn bin Mustafa, Gülşehrî, Âşık Paşa,
Ahmedî, Bedr-i Dilşâd, Şeyhî, Ârif, Gelibolulu Mehmed Zaîfî, Yazıcıoğlu Mehmed gibi
pek çok ismin eserinde ondan övgü ve hayırla bahsetmesi ve eserinden alıntı yapması bu
etkinin somut bir göstergesidir.
Mevlânâ’nın diğer ünlü eseri, kendi mahlası yerine Şems ve Şems-i Tebrîzî
mahlaslarını kullandığından Dîvân-ı Şems, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî, Külliyât-ı Şems,
Külliyât-ı Şems-i Tebrîzî olarak da anılan Dîvân-ı Kebîr’dir. İçerik, dil ve anlatım
bakımından Mesnevi’ye çok benzeyen bu Farsça eserin beyit sayısı, bazı nüshalarda
50.000’e kadar ulaşmaktadır.

38 65 Bu bölüm, Doç. Dr. Yavuz Bayram tarafından hazırlanmıştır.


Bu iki büyük eseri dışında Mevlânâ’nın sohbetlerinden oluşan Fîhi Mâ Fîh ve yedi
vaaz ve öğüdünün bulunduğu Mecâlis-i Seb‘a adlı eserleri de vardır. Her ikisi de kısmen
Farsça kısmen de Arapçadır. 147 mektubundan oluşan Mektûbât’ını ve divanında yer
aldığı halde ayrı bir eser olarak bilinen Rubâîler’i de diğer eserleridir.
Şüphesiz Mevlânâ, bütün bu eserleri yanında yetiştirdiği öğrencileri ve halifeleri
vasıtasıyla da Anadolu’nun huzur ve barış ortamına kavuşmasına, insanlar arasında
hoşgörünün yayılmasına katkı sağlamıştır. Eserleri Türkçe olmadığı halde, adının
Anadolu ve Rumeli’nin dört bucağında saygı ve hürmetle anılması, onun eserlerinde
ortaya koyduğu duygu ve düşünceleri kadar yaşam tarzı olarak benimsediği ve uygulamaya
koyduğu hoşgörüsüyle de ilgilidir.

Amasya’da Mevlânâ ve Mevlevîlik66

Şüphesiz Anadolu’nun İslâmlaşması sürecine büyük katkılar sağlayan


Mevlânâ’nın tesiri, bu süreçte önemli bir işleve sahip olan Amasya gibi tarihî
bir şehre de ulaşmıştır. Nitekim Ahmed Eflâkî, Amasya Mevlevîhânesinin
Anadolu’da inşa edilen ilk mevlevîhânelerden olduğunu belirtmektedir.
2008 yılında Amasya Anadolu İmam Hatip Lisesi kütüphanesinde 564 yıllık
olduğu ve 1444’te (Sultan İkinci Murâd dönemi) istinsah edildiği tahmin edilen
yeni bir Mesnevî nüshasının tespit edilmiş olması, Amasya’da Mevlânâ’nın ve
Mevlevîliğin geçmişiyle ilgili önemli ipuçları taşımaktadır. Nitekim Amasya’da
ilk mevlevîhânenin 14. yüzyılın başlarında (1314) Alâaddin Ali Pervâne Bey
tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. Hüseyin Hüsâmeddîn’in Amasya Tarihi’nde
de Saraçhane Camiinin ilerisinde bir mevlevîhânenin bulunduğu belirtilmektedir.
Bu mevlevîhânenin eski kayıtlarda Mevlevîhâne-i Merhûm Alâeddîn der Amasya,
66 Bu bölüm, Cumhuriyet Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Adnan Gürbüz’ün “Amasya Mevlevîhânesi ve Vakıfla-
rı” (Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 2, Mayıs 1996, s. 287-292) adlı makaleden yararlanılarak
Doç. Dr. Yavuz Bayram tarafından hazırlanmıştır.
39
Mevlevîhâne-i Pervâne der Amasya ve Mevlevîhâne-ı Merhûm Alâaddîn Pervâne
gibi adlarla yer aldığı bilinmektedir.
Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik adlı eserinde, Celâlî
isyanlarında mevlevîhânenin yandığını, şeyh İbrahim Çelebi’nin öldüğünü;
mevlevihanenin 1637’de Sadrazam Bayram Paşa’nın emriyle yeniden inşa
edildiğini; 1720 ve 1800 yıllarında tamir gördüğünü belirtmektedir. Bu arada
Amasya Mevlevîhânesinde bazı şeyhlerin ve Mevlevî büyüklerinin kabirlerinin
bulunduğu da kaynaklarda belirtilmektedir.
Adnan Gürbüz, Amasya Mevlevîhânesinin vakıf gelirlerinin 1520’de 6.393
akçe, 1576’da ise 16.405 akçe olduğunu; 17. yüzyılda mevlevîhâne için yıllık biri
720 kuruşluk diğer 360 kuruşluk iki ayrı gelir tahsis edildiğini, 1835’te gelirin
1680 kuruş olduğunu tespit etmiştir.
Hüseyin Hüsâmeddîn, Amasya Mevlevîhânesi şeyhlerini şöyle sıralamıştır:
Eş-Şeyh Velîyü’d-dîn Ahmed Dede (1276), Eş-Şeyh Alâaddîn Ali Dede (1284),
Eş-Şeyh Celâleddîn Mehmed Dede (1300), Eş-Şeyh Yusuf Dede (1314), Zileli
Nusretzâde Eş-Şeyh Cemâleddîn Ahmed Dede (Şadgeldi Paşa döneminde), Eş-
Şeyh Mehmed Cûî Dede (1436’dan önce), Eş-Şeyh Mecdüddîn Küpeli Dede
(1436’dan önce), Eş-Şeyh Müstencid Dede (1436), Eş-Şeyh Ömer Çelebi (1567),
Eş-Şeyh İbrahim Çelebi (1602’den önce), Eş-Şeyh Mehmed Ârif Dede (?),Eş-
Şeyh Mahmûd Dede (?), Eş-Şeyh Abdülkadir Dede (?),Eş-Şeyh Alâaddîn Dede
(?),Eş-Şeyh Bilâl Efendi (1700), El-Hâc Osman Sâkıb Efendi (1706), Eş-Şeyh
Ebû Bekir Dede (1706), Eş-Şeyh Sâlih Dede Efendi (1719), Derviş Mehmed
Dede (1738), Eş-Şeyh İsmail Dede (1753), Hâcîzâde Eş-Şeyh Ahmed Dede
(1763), İsmail Dedezâde Feyzullah Dede (1776), Es-Seyyîd Hasan Dede (1780),
Eş-Şeyh Ahmed Dedezâde Feyzullah Dede (1790), Hüseyin Dede Efendi
(1794), Es-Seyyîd Mehmed Kâmî Dede (1795), Ey-Seyyîd Mehmed (1812),
Kâmî Dedezâde Es-Seyyîd Mehmed Sâbit Dede (1813), Es-Seyyîd Ahmed
40 Selîm Dede (1828), Es-Seyyîd Hasan Dede (?), Es-Seyyîd Ali Rızâ Dede (?),
Es-Seyyîd Mehmed Sıdkî (?), Es-Seyyîd Ahmed Dede (?), Es-Seyyîd Celâleddîn
Mehmed Dede (?).
Yukarıdaki bilgiler, Mevlevîliğin Amasya’daki geçmişinin 13.yüzyıla kadar
uzandığını göstermektedir. Yüzyıllar boyunca başta Anadolu ve Rumeli olmak
üzere bütün Selçuklu ve Osmanlı topraklarında etkili olan bu tasavvufî gelenek,
şüphesiz Amasya’nın tarihî, kültürel ve sosyal yapısının oluşumunda da önemli
bir rol oynamıştır.
Cumhuriyet’ten sonra tekke ve zâviyelerin kapatılmasıyla Amasya
Mevlevîhânesi de kapanmış; bir süre sonra binasıyla birlikte bu sûfî geleneğin
Amasya’nın sosyal hayatı üzerindeki izleri de hemen hemen tamamen silinmiştir.
Bununla birlikte bir tarîkat şeklinde olmasa da, Mevlânâ sevgisi ve hoşgörüsü
bütün Türkiye’de ve dünyada olduğu gibi, Amasya’da da yaşamaya ve yaşatılmaya
devam etmiştir.

41
42
Mesnevî’den
Hikâyeler 67

[YAVUZ BAYRAM]

67 Mesnevî’den seçilerek bu bölüme alınan hikâyelerin metni, Doç. Dr. Yavuz Bayram tarafından yayıma hazırlanmıştır.
Samsun’da bir kitabevinin sahibi olan Sayın Mustafa Apaydın’ın maddî desteğiyle hazırlanan ve tamamı 115 adet olan
bu hikâyelerin tümü inşallah yakında yayımlanacaktır.
44
Ölümden Kaçan Adam

Kuşluk vaktine doğru adamın biri, koşa koşa Süleyman Peygamber’in sarayına
geldi. Yüzü korkudan ve kederden sapsarı kesilmiş, dudakları morarmıştı.
Süleyman Peygamber, adama;
-Efendi, ne oldu? Bu ne hâl? diye sordu.
Adam;
-Azrâil, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki!.. dedi.
Süleyman Peygamber;
-Eee! Benden ne istiyorsun? dedi.
Adam, isteğini şöyle dile getirdi:
-Ey Peygamber! Senin gücün var. Rüzgâra emret! Beni ta Hindistan’a kadar
götürsün. Belki böylece canımı Azrâil’den kurtarırım.
Süleyman Peygamber, adamın bu isteğini kabul etti. Rüzgâra emretti. Rüzgâr da
adamı, Hindistan’da bir adaya kadar götürdü.
Ertesi gün Süleyman Peygamber, halkla buluşunca Azrâil’i de yanında gördü.
Azrâil’e;
-O müslümana niçin hışımla baktın? diye sordu.
Azrâil, bu soruyu şöyle cevapladı:
-Ey cihanın zevâlsiz padişahı! Ben ona hışımla ne zaman bakmışım? Yolum
uğradı da onu orada görünce şaşırdım sadece. Çünkü Allah bana; “Haydi yarın var şu
adamın canını Hindistan’da al.” Buyurmuştu. Ben de kendi kendime; “Adamın yüz
tane kanadı olsa, yine de Hindistan’a gitmesi zor.” diye düşünmüştüm. Adam, her
hâlde benim şaşırmamı hışım zannetmiş olmalı.
İşte ey insanoğlu! Kaderden, alna yazılmış olandan kaçmak mümkün değildir. O
adam, kimden kaçıyordu? Allah’tan mı? Ne boş zahmet!.. 45
Bakkal ile Papağanı

Bir bakkal vardı. Bu bakkalın da yeşil tüylü, güzel sesli bir papağanı vardı.
Adamın dükkânında durur, bekçilik ederdi. Alışverişe gelenlere hoş nükteler
söyler, latifeler yapardı.
Bu değerli kuş, insanlarla konuşurken gerçek bir insan gibiydi. Ayrıca bir
papağan gibi öterken de pek maharetliydi.
Bir gün bakkalın, dükkândan ayrılıp evine gitmesi gerekti. Papağan, her
zamanki gibi dükkânı bekliyordu. Ansızın kedinin biri, bir farenin peşinden
dükkâna daldı.
Papağan, kediden çok korktu. Can korkusuyla dükkânın bir köşesinden
diğer köşesine uçtu. Uçarken çok telaşlı olduğundan, etrafına dikkat edemedi ve
gülyağı şişesine çarptı. Şişe devrildi.
Bir süre sonra dükkân sahibi geldi. Bir de ne görsün? Dükkân, yağ içinde!
Her taraf gül yağı olmuş. Adam, bu duruma çok kızdı, öfkelendi; bağırdı çağırdı.
Bu öfkeyle papağanın kafasına öyle bir vurdu ki zavallı hayvanın kafası kel
oldu. Üstelik dili de tutuldu.
Dudu kuşu, birkaç gün hiç konuşmadı. Bu arada bakkal, çok sevdiği bu
hayvana vurduğu için pişman oldu. Kendi kendine;
-Ah keşke elim kırılsaydı da dudumun kafasına vurmasaydım, demeye
başladı.
Adam, bununla da kalmadı. Papağanı konuşsun diye çok dua etti. Fakirlere
sadaka dağıttı. Adam, böylece üç gün üç gece şaşkın şaşkın ve endişe içinde
bekledi.
46
Üçüncü gün alışveriş için dükkâna kel bir adam geldi. Papağan, adamı
görünce birdenbire bağırdı:
-Ey kel adam! Sen neden kellere karıştın? Yoksa sen de
şişeden gül yağı mı döktün?
Kel adam, bu sözlere çok şaşırdı. Bakkala dönüp;
-Bu tatlı papağan şimdi ne demek istedi? diye
sordu.
Bakkal, olanları kısaca anlattı. Sonra
adama şöyle dedi:
Zavallı hayvan, gül yağını
döktüğü için çok sıkıntı çekti.
Onun için seni öyle kel görünce,
senin de başına aynı şeyin
geldiğini düşündü. Ne de olsa
o bir hayvan. Onun anlayışı da
o kadar işte. Her şeye kendi
küçük penceresinden bakıyor.

47
Hüthüt Kuşunun Marifeti

Kuşlar o gün büyük divan çadırı kurulunca, Süleyman Peygamber’in huzuruna


geldiler. Bütün kuşlar, “cik cik” diye ötmeyi bırakmışlardı. Hepsi, açıktan açığa
Süleyman Peygamber’le konuşmaya başlamışlardı.
Kuşlar; bütün sırlarını, hünerlerini, bilgilerini ve kendi işlerine ait şeyleri
Süleyman Peygamber’e birer birer anlatıyorlardı. Çünkü her biri, kendini
Süleyman Peygamber’e tanıtmak sevdasındaydı.
Sıra hüthüt kuşuna geldi. Artık hünerini, sanatını ve düşüncelerini ortaya
koyma sırası ondaydı. Süleyman Peygamber’e;
-Ey padişahım! Küçük bir hünerimi kısaca arz edeyim, dedi.
Süleyman Peygamber;
-Söyle bakalım, o hangi hünerdir? diye sordu.
Hüthüt de şöyle devam etti.
-Çok yükseklerden uçarken bile, havadan bakınca, yerin ta dibindeki suyu
görürüm. O su nerededir? Derinliği ne kadardır? Topraktan mı çıkıyor taştan mı?
Hepsini görür bilirim. Ey Süleyman! Ordunun konaklayacağı yeri tayin etmek
için beni yanında sefere götür.
Süleyman Peygamber, bu marifetli kuşa şöyle dedi:
-Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol. Bu
suretle su bulur, seferde bizi susuzluktan korursun.
Bu sırada hüthüdün sözlerini duyan bir karga, pek kıskandı. Süleyman
Peygamber’e yaklaştı ve ona şöyle dedi:
48
-Eğer hüthüdün öyle bir marifeti olsaydı, bir avuç toprağın altındaki tuzağı
nasıl görmezdi? Nasıl olur da o tuzağa tutulur, ümitsiz bir hâlde kafese girerdi?
Bu sözler üzerine Süleyman Peygamber;
-Ey hüthüt! Böyle sonunda yalan olduğu ortaya çıkacak bir sözü nasıl
söylersin? diye çıkıştı.
Hüthüt, bu soruyu da şöyle cevapladı:
-Padişahım! Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düşmanının söylediği
sözü dinleme. Eğer söylediklerim yalansa, işte başımı koydum. Boynumu vur.
Kaza hükmünü inkâr eden karga, ne kadar aklı olsa yine de inkârcıdır. Eğer kaza
gözümü ve aklımı kapatmazsa, ben tuzağı havada da görürüm. Fakat kaza gelince,
bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur. Kaza ve kaderi inkâr edenin inkârı bile,
bil ki kaza ve kaderdendir.

49
Akıllı Papağan

Adamın birinin bir papağanı vardı. Kafese hapsedilmiş, pek güzel bir
papağandı. Adam ise bir tacirdi.
Bir gün tacir, ticaret amacıyla Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına
başladı. Ev halkının her birine;
-Söyle bakalım! Sana Hindistan’dan ne getireyim? diye sordu.
Herkes, tacirden bir şey istedi. Tacir de hepsine istediklerini getireceğine
dair söz verdi. Sonra papağana dönerek;
-Sen ne hediye istersin? Sana Hindistan’dan ne getireyim? diye sordu.
Papağan;
-Oradaki papağanları görürsen, onlara benim hâlimi anlat. Sizin akrabanız
olan filan papağan, bizim mahpusumuzdur. Size selâm söyledi, yardım istedi.
Sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi dersin, dedi.
Sonra sözlerine şöyle devam etti:
-Onlara söyle. Onlar yeşiller içinde sefa sürerken ben böyle gurbet elde
mahpusum. Dostların vefası böyle mi olur? diye sorduğumu da söyle.
Tacir, papağana da selâmını ve isteğini Hindistan’daki papağanlara ileteceğine
dair söz verdi.
Adam, böylece yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Hindistan yakınlarına
varınca, kırda birkaç papağan gördü. Hemen atını durdurdu. Papağanının
selâmını ve söylediği diğer sözleri oradaki papağanlara iletti.
Oradaki papağanlardan biri, anlatılanları duyunca çok etkilendi. Birdenbire
50 titremeye başladı. Sonra da düşüp öldü.
Bunun üzerine tacir, papağa-
nının sözlerini ilettiği için pişman
oldu. Kendi kendine;
-Bir cana sebep oldum. Bu
ölen papağan, bizim papağanın
akrabasıydı galiba. Ben bu
haberleri niye verdim? Bu sözler
biçareyi yaktı yandırdı, deyip
üzüldü.
Tacir, Hindistan’daki ticare-
tini ve alışverişini bitirip nihayet
evine döndü. Ev halkının istedik-
lerini bir bir verdi.
Papağan;
-Bu esir kuşun hediyesi hani?
Ne gördün, ne söyledinse anlat!
dedi.
Tacir;
-Söylemem. Zaten cahilli-
ğimden ve akılsızlığımdan böy-
le saçma haberi niye götürdüm
diye hâlâ pişmanlık duymakta-
yım, dedi.
Papağan, bu sözler üzerine;
-Bu pişmanlık neden? Bu
üzüntüne sebep nedir? diye sordu. 51
Tacir, papağanın bu sorusuna şöyle cevap verdi:
-Senin bana söylediklerini, Hindistan’a varınca sana benzeyen papağanlara
bir bir anlattım. İçlerinden biri, senin derdini öğrenince ödü patladı, titreyip öldü.
Ben de “Ne yaptım? Niye bu sözü söyledim?” diye çok pişman oldum. Ama bir
kere de söylemiş bulundum. Artık pişmanlık ne fayda verir?
Papağan, tacirin anlattığı papağanın hâlini işitince, titredi, düştü, kaskatı
oldu. Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı.
-Ey güzel ve hoş nağmeli papağan! Sana ne oldu? Niçin bu hâle geldin? Vah
yazık! Benim güzel kuşum, ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim!.. diye söylenip
ağlamaya başladı.
Sonra papağanı, kafesten çıkardı. Onu götürüp evin bahçesine bıraktı.
Papağan, hemen uçup yüksek bir ağacın dalına kondu.
Tacir, papağanın birdenbire canlandığını görünce çok şaşırdı. Ona;
-Bu işe şaştım kaldım. Bu hâlinin sebebi nedir? diye sordu.
Papağan, şaşkın şaşkın bakan tacire şunları söyledi:
-O papağan, hareketleriyle bana nasihat etti, yol gösterdi. Güzelliği, söz
söylemeyi, neşeyi bırak. Çünkü söz söylemen, seni hapse attırdı, demek istedi.
Kendisini ölü gibi gösterdi ki sen de benim gibi ölü numarası yap da kurtul,
demek istedi.
Papağan, bunları söyledikten sonra tacirin şaşkın bakışları altında, konduğu
ağacın dalından uçup gitti. Böylece hem kendi aklından ve hem de başkalarının
aklından yararlanarak, özgürlüğüne kavuşmuş oldu.

52
Çalgıcı

Zaman, Halife Ömer devriydi. Pek güzel, pek latif çenk çalan bir çalgıcı
vardı. Bir nağmesini dinleyenlerin neşesi, yüz misli artardı.
Dinleyenler, sesinin güzelliğinden garip garip hayallere dalar; şaşılacak
hâllere düşerlerdi.
Fakat aradan yıllar geçip çalgıcı ihtiyarlayınca, latif sesi; fena, iğrenç, çirkin,
kulak tırmalayıcı bir hâle geldi. Çalgıcı, ihtiyarlayıp zayıf düşünce, parasızlıktan
bir dilim ekmeğe bile muhtaç hâle geldi. Allah’a şöyle yalvardı:
-Allah’ım! Bana uzun ömür verdin. Benim gibi hakir ve değersiz bir kişiye
karşı çok lütufta bulundun. Oysa ben, yetmiş yıldır isyan edip durdum. Buna
rağmen benden ihsanını bir gün olsun kesmedin. Bugün kazancım yok, senin
misafirinim. Bir ibrişim parası istiyorum.
Çalgıcı, böyle yalvardıktan sonra bir hayli çenk çalıp ağladı ve başını yere
koydu. Çengini yastık yapıp bir mezara yaslandı.
Bir süre sonra çalgıcıyı uyku bastı. Rüyasında öyle güzel yerler gördü ki “Beni
hep buralarda bıraksalar.” diye düşündü.
O sırada Halife Ömer de kendini uykudan alamadı. O da başını koyup
uykuya daldı.
Rüyasında bir ses halifeye şöyle diyordu:
-Ey Ömer! Kulumuzu ihtiyaçtan kurtar. İyi bir kulumuz var. Mezarlığa
kadar git. Beytülmâldan yedi yüz dinar al; hepsini ona ver. “Şimdilik bu kadarını
al da ibrişim parası yap. Bizi de mazur gör. Bu para bitince yine buraya gel.” de.
Halife Ömer, rüyasındaki sesin heybetinden sıçrayıp uyandı. Hemen
koltuğunun altına para kesesini koyup mezarlığın yolunu tuttu.
Mezarlığın etrafında bir hayli döndü, dolaştı. Orada o ihtiyar çalgıcıdan
başka kimseyi göremedi. Kendi kendine şöyle düşündü: 53
-Rüyadaki ses, bana; “Bizim saf ve iyi bir kulumuz var.” dedi. Bu ihtiyar
çalgıcı, nasıl olur da Allah’ın iyi kullarından olur?
Halife böyle düşündüğü için, başka birini bulmak amacıyla, mezarlığın
etrafında dolaşmaya devam ediyordu. Sonunda mezarda ihtiyardan başka
kimsenin olmadığını anlayınca gidip yanına oturdu.
Bir süre uykuya dalmış olan ihtiyarın yanında öylece bekledi. Bir ara hapşırınca
ihtiyar uyandı. Halifeyi karşısında görünce korkudan titremeye başladı.
-Ya Rabbî! Senin elinden el aman! Şimdi de bu çalgıcı ihtiyara muhtesip
geldi çattı, dedi.
Halife Ömer, kendinden bir hayli korkmuş olan bu adama şunları söyledi:
-Benden korkma, ürkme! Çünkü sana Hak’tan müjdeler getirdim. Allah,
sana selâm söylüyor. Hâlini hatırını soruyor. Hadsiz, hesapsız zahmetlerden ne
hâldesin? buyuruyor.
Halife, daha sonra sözlerini şöyle bitirdi:
-Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca. Bitince yine buraya
gel.
İhtiyar, bu sözleri duyunca hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir yandan
üstünü başını yırtıyor, bir yandan da şöyle söylüyordu:
-Allah bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile
cihanda kimse bilemez. Bense o ömrü boş işlere harcayarak yele verdim.
İhtiyarın böyle gerçekten üzüldüğünü ve pişmanlık duyduğunu gören Halife
Ömer, ona şöyle dedi:
-Senin bu ağlaman, aklının başına geldiğine delildir. Artık rahatla. Allah
seni affedecektir.
Halifenin kendisini teselli etmeye yönelik bu ve daha başka sözleri üzerine
ihtiyar, biraz rahatladı ve tövbe etti.
Ondan sonra da o ihtiyar, bir başka can oldu adeta. Geri kalan ömrünü hep
54 helâl ve güzel işler üzerine yaşadı.
Dil Bilgini ile Gemici

Bir nahiv (dil bilgisi) bilgini, gemiye binmişti. Bu bilgin, pek kendini
beğenmiş, pek bencil bir adamdı. Bir süre yol aldıktan sonra bir ara gemiciye
dönüp şöyle dedi:
-Sen hiç nahiv (dil bilgisi) okudun mu?
Gemici;
-Hayır okumadım, dedi.
Bunun üzerine bilgin, gemiciye;
-Öyleyse yarı ömrün boşa gitmiş. Nahiv bilmeyen adamın ömründen ne
olur? dedi.
Gemici, âlimin bu sözlerinden incindi, gönlü kırıldı; fakat hiçbir şey
söylemedi. Sustu; bilgine bir cevap vermeyi uygun görmedi.
Bir süre öylece yol aldılar. Derken kuvvetli bir rüzgâr çıktı ve gemiyi büyük
bir girdâbın içine düşürdü. O zaman gemici, yanaşıp kendini beğenmiş bilgine
şöyle sordu:
-Ey bilgin adam! Söylesene yüzmeyi bilir misin?
Nahiv bilgini;
-Hayır bilmem. Bende yüzme arama, diye cevap verdi.
Bunun üzerine gemici, gülümsedi. Biraz önce kendisiyle alay eden bu nahiv
bilginine şunları söyledi:
-Demek ki senin bütün ömrün boşa gitmiş. Çünkü gemi, bu girdapta
muhtemelen batacak. O zaman burada mahiv bilgisi lâzım olacak nahiv bilgisi
değil. 55
Aslan, Kurt ve Tilki

Ormanlar kralı aslan ile bir kurt ve bir tilki, avlanmak için birlikte dağlara
düşmüşler. Birbirlerine yardım ederek, büyük ve semiz bir av hayvanı yakalamayı
plânlamışlar.
Gerçi aslan, kurt ve tilki ile avlanmaktan utanmaktaysa da, yine de onlara
yoldaş olmuştu. Neyse ki bu üç kafadarın işleri yolunda gitti. Bir dağ öküzü, bir
dağ keçisi, bir de semiz bir tavşan avladılar.
Sonra kan içinde kalmış olan avlarını sürükleye sürükleye ormana kadar
getirdiler. Bu arada kurtla tilki, kendi kafalarında avladıkları hayvanları nasıl
bölüşeceklerini hesaplamışlardı bile.
Ne var ki aslan, onların kalplerinden geçenleri hissetti; ama bir şey söylemedi.
Kendi kendine; “Fakir cimriler sizi! Ben sizin cezanızı veririm. Size gününüzü
gösteririm. Size benim hükmüm yetmedi de kendiniz mi hüküm koyuyorsunuz?”
diye söylendi. Sonra kurda dönerek;
-Bunları pay et ey koca kurt! Adaleti tazele. Pay etmede benim vekilim ol,
dedi.
Kurt, hemen paylaştırma işine girişti. Aslana;
-Padişahım! Yaban öküzü senin payın. O büyük, sen de büyük, iri ve çeviksin.
Keçi orta irilikte. Onun için de benim.
Sonra tilkiye dönerek paylaştırmaya devam etti:
-Tilki! Sen de tavşanı al. Tavşan tam sana münasip.
Aslan;
56 -Ey kurt! Hele bir daha söyle! Ne dedin? Ben varken sen pay istiyorsun ha?
Aslan, böyle dedikten sonra kurdun üzerine atılarak bir pençe vurup onu
parçaladı. Sonra tilkiye dönüp;
-Hadi bunları yememiz için pay et, dedi.
Tilki, paylaştırmayı aslanın dileğine uygun olarak yaptı ve ona şöyle dedi:
-Ey padişahım! Bu semiz öküz kuşluk yemeğin. O keçi de gün ortasında
yemen için. Tavşan da akşam yemeğindir.
Aslan, tilkinin bu davranışından hoşnut kalmıştı. Tilkiye;
-Paylaştırmayı adaletli yaptın. Böyle pay etmeyi kimden öğrendin? diye
sordu.
Tilki, bu soruyu;
-Kurdun hâlinden öğrendim, diye cevapladı.
Bunun üzerine aslan, tilkiye şunları söyledi:
-Alçak kurttan ibret aldığın için sen basit bir tilki değilsin, benim aslanımsın.
Madem sen dostunun ölümünden ibret aldın. Dilediğin hayvanı al, senin olsun.
Tilki, buna çok sevindi. “Aslan, iyi ki pay etmeyi bana kurttan sonra emretti.”
diye binlerce şükür etti. “Eğer pay etmeyi, kurttan önce bana teklif etseydi,
muhakkak kurdun hatasına düşecektim. O zaman ondan canımı kurtarmama
imkân mı vardı?” diye düşündü.

57
Sağırın Ziyareti

Anlayışlı, hâl hatır, yol yordam bilen birisi, sağır bir adama; “Komşun hasta.”
diye haber gönderdi.
Sağır, kendi kendine; “Şimdi hasta hâlde adamın sesi çıkmaz. Bu sağır
kulakla ben onun söylediklerini nereden anlayacağım? Lâkin komşuluk bu; illâ ki
ziyaret etmek lâzım.” diye düşündü.
Sonra yine kendi kendine şöyle düşünmeye devam etti: “Dudağının
oynadığını görünce, ne dediğini tahmin ederim. Ben;
-Ey mihnete düşmüş dostum! Nasılsın?’ derim.
O elbette;
-İyiyim. diyecek.
-Şükürler olsun! der, ne çorbası içtiğini sorarım. O, meselâ;
-Mercimek çorbası, diye cevap verir.
Ben de;
-Âfiyet olsun! derim. Sonra;
-Hekimlerden kim geliyor? Hangi hekime tedavi oluyorsun? diye sorarım.
O;
-Filân, deyince; derim ki:
-Ayağı çok uğurludur. Geldi mi işin yoluna girdi demektir.
Bu iyi yürekli, sağır adam; zihninde böyle şeyler tasarlayıp hasta komşusunu
ziyarete gitti. Hastanın yanına varınca;
-Nasılsın? diye sordu.
58 Hasta;
-Ölüyorum komşu! diye cevap verdi.
Tabii adam, hastanın ne dediğini duymuyordu. Önceden tasarladığı gibi
konuşmaya devam etti. Hasta komşusuna;
-Çok şükür! dedi.
Yataktaki adam, komşusunun bu sözüne bir anlam veremedi. Elbette
canı sıkıldı. Kendi kendine; “Bu ne biçim şükür? Demek benim kötülüğümü
istiyormuş.” diye düşündü. Sağır komşu, bir söz tasarlamış; ama yanlış düşmüştü.
Sağır, bu sefer;
-Ne yedin? diye sordu.
Hasta;
-Zehir zıkkım, diye cevap verdi.
Sağır, bu cevaba karşı;
-Âfiyet olsun, deyince hastanın sıkıntısı bir kat daha arttı.
Sağır adam, tasarladığı soruları sormaya devam etti:
-Tedavi için hekimlerden kim geliyor?
Hastanın bu soruya cevabı;
-Hadi canım sen de! Defol git buradan. Azrâil geliyor işte, oldu.
Sağır;
-Oh oh ne güzel! Ayağı pek uğurludur. Sevin, neşelen, dedi.
Hasta adam, iyice öfkelendi ve morali bozuldu. Sağır komşu, kendi kendine;
“Şükür böyle bir zamanda komşuluk hakkını gözettim de hasta komşumun hâlini
hatırını sordum.” diye seviniyordu.
Bu arada hasta adam ise; “Bu adam, meğer benim canıma düşmanmış da
benim haberim yokmuş.” diye düşünüyor, aklına komşusu ile ilgili kötü kötü
şeyler geliyordu. 59
60
Mesnevî İmbiğinden
Birkaç Damla 68

[OSMAN AKBAŞ]

68 Bu bölüm, Osman AKBAŞ tarafından hazırlanmıştır.


62
O beden testisi âb-ı hayatla
dopdolu… Bu beden testisi ise
ölüm zehiri ile… İçindekine
bakarsan padişahsın, kabına
bakarsan yolu yitirdin.

Nefsin üzüm ve hurma gibi


tatlı şeylerin sarhoşu oldukça;
ruhunun üzüm salkımını
görebilir misin ki?

Altın ne oluyor, can ne oluyor?


İnci mercan da nedir?
Bir sevgiye harcanmadıktan,
bir sevgiliye feda edilmedikten
sonra!..
63
İki parmağının ucunu gözüne koy.
Bir şey görebiliyor musun dünyadan?
Sen göremiyorsun diye bu âlem yok
değildir.

Âşıkların gönüllerinin yanışıyla


gözyaşları olmasaydı dünyada su da
olmazdı, ateş de.

Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de


bu yüzden kafes çeker onları…
Ama kuzgunla baykuşu kim kor
kafese?

64
Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir.
Bilgi dileyense, denizlere dalan bir
dalgıçtır.

Birinin başına toprak saçsan başı


yarılmaz. Suyu başına döksen başı
kırılmaz. Toprakla suyla baş yarmak
istiyorsan toprağı suya karıştırıp
kerpiç yapman gerek.

Birisi güzel bir söz söylüyorsa,


bu; dinleyenin dinlemesinden,
anlamasından ileri gelir.

65
Irmak
Gürzü suyunu
kendine vur. tümden içmenin
Benliğini, varlığını imkânı yok ama
kır gitsin. Çünkü bu susuzluğu giderecek
ten gözü kulağa kadar içmemenin de
tıkanmış pamuğa imkânı yok.
benzer.

Tövbe
bineği, şaşılacak
bir binektir. Bir
solukta aşağılık
dünyadan göğe
sıçrayıverir.

66
Dikenden
gül bitiren kışı
Akıl padişahı da bahar haline
kafesi kırdı mı döndürür. Serviyi hür
kuşların her biri bir bir halde yücelten
yöne uçar. kederi de sevinç
haline sokabilir.

Kuzgun
bağda kuzgunca
bağırır. Ama bülbül,
kuzgun bağırıyor diye
güzelim sesini keser
mi hiç?

67
Eşekten şeker esirgenmez.
Ama eşek yaratılışı
bakımından otu beğenir.

Vazifesini tam yerine


getirmemiş olanın vicdan
yarasına; ne mazeretin
devası, ne ilacın şifası deva
getirirmiş...

Her dil, gönlün perdesidir.


Perde kımıldadı mı sırlara
ulaşılır.

68
Ey altın sırmalarla süslü
elbiseler giymeye, kemer
takmaya alışmış kişi! Sonunda
sana da dikişsiz elbiseyi
giydirecekler.

Eşeğe, katır boncuğuyla inci


birdir. Zaten o eşek, inciyle
denizin varlığından da şüphe
eder.

Ayın geceye sabretmesi, onu


apaydın eder. Gülün dikene
sabretmesi, güle güzel bir koku
verir. Aslanın, sabredip pislik
içinde beklemesi, onu deve
yavrusu ile doyurur.
69
İnsan gözdür, görüştür;
gerisi ettir. İnsanın gözü neyi
görüyorsa, değeri o kadardır.

Sarhoş, cinayeti yapar


da sonra “Özrüm vardı,
kendimde değildim.”
der. Kendinde olmayış,
kendiliğinden gelmedi sana,
onu sen çağırdın.

Kabuğu kırılan sedef üzüntü


vermesin sana, içinde inci
vardır.

70
Adalet nedir? Her şeyi yerine
koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi
yerine koymamak, başka yere
koymak.

Şu deredeki su, kaç kere


değişti; yıldızların akisleri hep
yerinde.

Yol kesenler olmadıkça,


lânetlenmiş şeytan
bulunmadıkça; sabırlılar,
gerçek erler, yoksulları
doyuranlar nasıl belirir,
anlaşılır?
71
Mal, sadaka Her korkuda
vermekle eksilmez. binlerce eminlik
Hayırda bulunmak, vardır, göz karasında
malı yitmekten onca aydınlık
korur. mevcut.

Ağlayışın,
feryat edişin bir
sesi, sureti vardır.
Zararınsa sureti yoktur.
Zarar da insan elini
dişler; ama zararın eli
yoktur.

72
Sevgiden,
tortulu bulanık
Dil, sular, arı-duru bir
tencerenin hale gelir. Sevgiden,
kapağına benzer. dertler şifa bulur.
Kıpırdadı da kokusu Sevgiden, ölüler dirilir.
duyuldu mu ne Sevgiden, padişahlar kul
pişiyor anlarsın. olur. Bu sevgi de bilgi
neticesidir.

Rüşvet alan
para pul padişahı
değiliz. Paramparça
olmuş gönül
hırkalarını diker,
yamarız biz.

73
Bir gömlek derdine düşeceksin; ama belki o
gömlek kefen olacaktır sana.
Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de
geçti. Bugün yepyeni bir söz söylemek
gerek.

Saman çöpü gibi her yelden titrersin. Dağ


bile olsan, bir saman çöpüne değmezsin.

O dağa bir kuş kondu; sonra da uçup gitti.


Bak da gör; o dağda ne bir fazlalık var, ne
bir eksilme.

74
İnanmışsan, tatlı bir hale gelmişsen, ölüm
de inanmıştır, tatlılaşmıştır. Kâfirsen,
acılaşmışsan, ölüm de kâfirleşir, acılaşır sana.

Üzerinde pek çok meyveler


bulunan bir dalı, meyveler aşağı doğru çeker.
Meyvesiz bir dalın ucu ise servi ağacı gibi havada olur.
İki canlı kuşu birbirine bağlasan, dört kanatlı
oldukları halde uçamazlar; çünkü ikilik mevcuttur.

Topluluk, bizim yanımıza


geliyor. Susacak olsak, incinirler. Bir şey
söyleyecek olsak, onlara göre söylemek lâzım
geldiğinden o zaman da biz inciniriz.

75
Cübbe ve sarık ile âlimlik olmaz.
Âlimlik, insanın zatında bulunan bir
hünerdir.

Değil mi ki gönül mutfağımda


yemekler tabak tabak, peki ne diye
aşağılık kişilerin mutfağına kâse
tutacakmışım?

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi?


Ne diye insan tohumunda böyle bir
şüpheye düşüyorsun?

76
Testi taştan korkar; ama o taş, çeşme
oldu mu testiler her an ona gelmeye
can atar.

Sus artık, yeter! Sır perdelerini pek


o kadar yırtma. Çünkü bize, kırıkları
sarıp onarmak, sırları örtmek yaraşır.

Gübre olup bostanın gönlüne giren


pislik, yok olur gider de pislikten
kurtulur; kavunun, karpuzun
lezzetini arttırır.

77
Küfürle Kadınlar,
aklı olanlara,
iman, gönül sahiplerine pek
yumurtanın akıyla üstün olurlar. Cahillere
sarısına benzer. gelince, onlar, kadına
üstündür. Çünkü tabiatlarında
Onları ayıran bir hayvanlık vardır. Sevgi ve
berzah var, birbirine acımak, insanlık vasıflarıdır.
Hiddet ve şehvet ise
karışmazlar. hayvanlık vasıfları.

Kuş,
kafeste kaldıkça
başkasının buyruğu
altındadır. Kafes
kırıldı da kuş uçtu mu,
nerede ona geçecek
buyruklar?

78
Yeşillerden,
Aşk, davaya çiçeklerden
benzer, cefa çekmek meydana gelen bahçe
de şâhide. Şâhidin geçici; fakat akıllardan
meydana gelen gül
yoksa davayı
bahçesi hep yeşil ve
kazanamazsın
güzeldir…
ki…

Şu dünyada
yüzlerce ahmak,
etek dolusu altın
verir de, şeytandan
dert satın alır.

79
Sevgide güneş gibi ol;
dostluk ve kardeşlikte
akarsu gibi ol;
hataları örtmede gece gibi ol;
tevazuda toprak gibi ol;
öfkede ölü gibi ol;
her ne olursan ol;

YA OlDuğuN GİBİ GÖRÜN


YA GÖRÜNDÜğÜN GİBİ Ol.

80

You might also like