Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 296

DİNLER TARİHİ

TARİH LİSANS PROGRAMI

PROF. DR. İLYAS TOPSAKAL

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ


İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK VE UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
TARİH LİSANS PROGRAMI

DİNLER TARİHİ

PROF. DR. İLYAS TOPSAKAL


Yazar Notu

Elinizdeki bu eser, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi’nde okutulmak için

hazırlanmış bir ders notu niteliğindedir.


ÖNSÖZ
Tarih boyunca dinler, sosyal hayatımızın en önemli parçasını oluşturmuş, insanları
ulvi amaçlara doğru iletmiş bir duygular bütünüdür. Özellikle 19. yüzyıl başlarından itibaren
sosyal bilimlerde pozitivist yaklaşımların değer bulması neticesinde dine ve metafizik
anlayışa ciddi sorgulamalar olmuştur. Ancak bu eleştirilerin haksızlığı 20. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren yapılan inceleme ve araştırmalarda görülmüştür. Başta Mirceada Eliade
olmak üzere bir çok sosyal bilimci dinî ilkelerin aslında temelsiz ve primitiv/ilkel olmadığını
ortaya koymaya çalışmışlardır.

Dinler tarihi çalışmaları modern bilim alanına son yüzyılda ve akli yaklaşımın ürünü
olarak girmiştir ve henüz bilimsel sürecini tamamlamamıştır. Dahası dinin tanımı, tasnif
kriterleri ve dinler tarihi metodolojisine ilişkin çalışmalar da gelişmeye açık ve noksansız
değildir.

Bu ders kitabı tarih sahnesinden silinmiş dinleri ve kültleri değil yaşayan, günlük
hayatımızda az veya çok inananı bulunan dinleri anlatmayı amaç edinmiştir. Bu çerçevede
Hint dinleri, Çin ve Japon dinleri, Mecusilik, Sabiilik, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam
başlığıyla bu amacımızı gerçekleştirmeye çalıştık.

Hint dinlerinden yaşayanlar Hinduizm, Cayinizm, Budizm, Sihizm isimlerini taşır ve


özellikle Hint yarımadası ve Uzak Doğu coğrafyasında yaşar. Yine Çin ve Japon dinleri de
ortak coğrafyada temsil edilirler ve milyonlarca insanın ortak duygusunu oluştururlar. Bu
dinlerden Hinduizm hariç diğerleri millidir ve kendi sınırları içinde önemlidir. Bu dinlerden
bazıları din bazıları ise sadece felsefi görüş olarak incelenebilir. Bu tasnifte ölçek olarak;
Tanrı, Kurucu-Peygamber, Kutsal Kitap, vahiy-ilham v.b. olup-olmadığı önemlidir. Dinlerin
sınıflandırılmasında iki genel terim kullanılır; bunlardan ilki milli dinler diğeri ise evrensel
dinler: Bu çerçevede Uzak Doğu ve Hint yarımadasında Budizm hariç diğerleri millidir.
Evrensel dinler kategorisinde yer alan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın inananları hemen
hemen dünyanın yarı nüfusuna denktir. Yahudiler 25 milyon Hristiyan ve Müslümanlar ise
1,5 milyar kadardır.

Bu eser, bir ders kitabıdır ve özellikle bu alanda yazılan Anadolu Üniversitesi Açık
Öğretim Ders Kitabı konuları baz alınarak hazırlanmıştır. Dersin Tarih programında
okutulacak olması dinlerin kendi içeriğinde bulunan doğal tartışmalardan soyutlanarak
anlatımını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle özellikle soyut ve inanca ait tartışmalar olabildiğince
özetlenmeye çalışılmıştır. İçerikte belirleyici ana kaynak olarak Şinasi Gündüz’ün Yaşayan
Dünya Dinleri adlı eserinin yanında konularla ilgili çağdaş eserlerden faydalanıldığını da
özellikle belirtmeliyim.

I
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ........................................................................................................................................ I
KISALTMALAR .................................................................................................................. VIII
YAZAR NOTU ........................................................................................................................ IX
1. DİNLER TARİHİNE GİRİŞ .................................................................................................. 1
1.1. Dinler Tarihi’ne Giriş .......................................................................................................... 6
1.2. Dinin Anlam ve Değeri ....................................................................................................... 7
1.3. Dinler Tarihinin Önemi ve Bir Bilim Dalı Olarak Gelişimi ............................................... 9
1.4. Dinler, Mezhepler ve Kültler ............................................................................................ 10
1.5. Dinler Tipolojisi/Tasnifi .................................................................................................... 13
1.6. Çeşitli Tanrı Düşünceleri ve Dinler .................................................................................. 14
2. KADİM DİNÎ GELENEKLER ............................................................................................ 23
2.1. Eski Mezopotamya Dinleri................................................................................................ 28
2.1.1. Sümer Dini ..................................................................................................................... 28
2.1.2. Asur ve Babil Dini.......................................................................................................... 28
2.1.3. Eski Mısır Dini ............................................................................................................... 29
2.2. Eski Anadolu Dinleri ......................................................................................................... 30
2.2.1. Hitit Dini ........................................................................................................................ 30
2.2.2. Frigya Dini ..................................................................................................................... 30
2.2.3. Urartuların Dini .............................................................................................................. 31
2.2.4. Harranilerin Dini ............................................................................................................ 31
2.3. Eski Avrupa Dinleri .......................................................................................................... 32
2.3.1. Eski Yunan ve Roma Dini .............................................................................................. 32
2.3.2. Kelt Dini ......................................................................................................................... 33
2.4. İskandinav Dinleri ............................................................................................................. 34
2.5. Eski Amerika Dinleri/ Aztek, Maya ve İnkaların Dinleri ................................................. 34
2.6. Kuzey Amerika (Kızılderili) Yerli Dinleri ........................................................................ 35
3. HİNDUİZM .......................................................................................................................... 44
3.1. Tarihsel Gelişim ................................................................................................................ 49
3.2. İnanç Esasları .................................................................................................................... 50
3.2.1. Atman ............................................................................................................................. 50
3.2.2. Brahman ......................................................................................................................... 50

II
3.2.3. Tanrı ............................................................................................................................... 51
3.2.4. Dharma ........................................................................................................................... 52
3.2.5. Kurtuluşun Yolları.......................................................................................................... 53
3.3. Kutsal Metinleri................................................................................................................. 53
3.4. İbadetler ............................................................................................................................. 55
3.5. Kast Sistemi....................................................................................................................... 56
4. CAYİNİZM .......................................................................................................................... 63
4.1. Tarihsel Süreç .................................................................................................................... 68
4.2. İnanç Esasları .................................................................................................................... 71
4.2.1. Reinkarnasyon ................................................................................................................ 71
4.2.2. Ruh ................................................................................................................................. 71
4.2.3. Üç Mücevher .................................................................................................................. 72
4.3. Kutsal Metinleri................................................................................................................. 72
4.4. İbadetler ............................................................................................................................. 72
5. BUDİZM .............................................................................................................................. 80
5.1. Tarihsel Süreç .................................................................................................................... 85
5.2. Budizm’in Bir Din Olarak Oluşması ................................................................................. 86
5.3. İnanç Esasları .................................................................................................................... 86
5.3.1. Dört Hakikat Sekiz Dilimli Yol ..................................................................................... 87
5.3.2. Nirvana ........................................................................................................................... 90
5.4. Kutsal Metinleri................................................................................................................. 90
5.5. İbadetler ............................................................................................................................. 91
5.6. Budizm Mezhepleri ........................................................................................................... 91
5.6.1. Hinayana/Theravada Budizmi ........................................................................................ 92
5.6.2. Mahayana Budizmi ........................................................................................................ 92
6. SİHİZM ................................................................................................................................ 99
6.1. Tarihî Gelişim ................................................................................................................. 104
6.2. Temel İnanç Esasları ....................................................................................................... 106
6.3. Kutsal Metin .................................................................................................................... 107
6.4. Sih İbadetleri ................................................................................................................... 108
7. ÇİN VE JAPON DİNLERİ ................................................................................................ 116
7.1. Konfüçyanizm ................................................................................................................. 121

III
7.1.1. Beş Kitap ...................................................................................................................... 122
7.1.2. Dört Kitap ..................................................................................................................... 122
7.2. Taoizm ............................................................................................................................. 123
7.2.1. Kutsal Metinleri............................................................................................................ 125
7.3. Şintoizm .......................................................................................................................... 126
7.4. Tibet Budizmi (Lamaizm) ............................................................................................... 127
7.5. Çin ve Japon Budizmi ..................................................................................................... 128
8. MECUSİLİK ...................................................................................................................... 136
8.1. Zerdüştlük /Mecusilik ..................................................................................................... 141
8.1.1. Zerdüşt .......................................................................................................................... 141
8.2. Tarihsel Gelişimi ............................................................................................................. 142
8.3. Kutsal Metin .................................................................................................................... 143
8.4. İnanç Esasları .................................................................................................................. 143
8.5. İbadetler ........................................................................................................................... 145
8. 6. Rahiplik ve Mabet .......................................................................................................... 146
9. SABİİLİK ........................................................................................................................... 153
9.1. Tarihçesi .......................................................................................................................... 158
9.2. Kutsal Kitapları ............................................................................................................... 159
9.3. Tanrı Tasavvurları ........................................................................................................... 159
9.4. Kâinat Tasavvurları ......................................................................................................... 160
9.5. İnsan Tasavvurları ........................................................................................................... 160
9.6. Kurtuluş Tasavvurları ...................................................................................................... 161
9.7. Ahir Zaman ve Mehdilik Tasavvurları ............................................................................ 162
9.8. Kıyamet ve Ahiret Tasavvurları ...................................................................................... 162
9.9. Temel İbadetleri .............................................................................................................. 163
9.10. Cemaat Üyeliği ve Rahiplik .......................................................................................... 163
9.12. Mabetleri ....................................................................................................................... 164
10. YAHUDİLİK ................................................................................................................... 171
10.1. Tarihsel Süreç ................................................................................................................ 176
10.1.1. Hz. İbrahim ve Ahitleşme .......................................................................................... 176
10.1.2. Hz. Musa ve Mısır’dan Çıkış ..................................................................................... 176
10.1.3. I. Mabet Dönemi ........................................................................................................ 177

IV
10.1.4. Babil Sürgünü ............................................................................................................. 178
10.1.5. II. Mabet Dönemi ....................................................................................................... 178
10.1.6. Helenizm ve Makkabi İsyanı ...................................................................................... 178
10.1.7. Yahudiler ve Hz. İsa ................................................................................................... 179
10.1.8. İslam Dini ve Yahudiler ............................................................................................. 179
10.2. Yahudiliğin İnanç Esasları ............................................................................................ 180
10.2.1. Moses Maimonides ve İnanç Esasları, Terimler ........................................................ 180
10.3. Yahudiliğin Kutsal Metinleri ........................................................................................ 182
10.3.1. Tanah .......................................................................................................................... 182
10.3.2. Talmud ....................................................................................................................... 182
10.4. Yahudi Mezhepleri ........................................................................................................ 183
10.4.1. Samirilik ..................................................................................................................... 183
10.4.2. Ferisilik....................................................................................................................... 183
10.4.3. Sadukilik..................................................................................................................... 183
10.4.4. Essenilik ..................................................................................................................... 184
10.4.5. Karailik ....................................................................................................................... 184
10.4.6. Hasidizm..................................................................................................................... 184
10.4.6. Kabalacılık ................................................................................................................. 185
10.4.7. Sabataycılık ................................................................................................................ 185
10.4.8. Aydınlanma (Haskala) ................................................................................................ 186
10.5. Modern Yahudi Mezhepleri .......................................................................................... 186
10.5.1. Ortodoks Yahudilik .................................................................................................... 186
10.5.2. Reformist Yahudilik ................................................................................................... 186
10.5.3. Muhafazakâr Yahudilik .............................................................................................. 186
10.5.4. Yeniden Yapılanmacı Yahudilik ................................................................................ 187
10.5.5. Siyonizm..................................................................................................................... 187
11. YAHUDİLİK II ................................................................................................................ 194
11.1. Yahudi İbadetleri ........................................................................................................... 199
11.1.1. Tefilin ......................................................................................................................... 200
11.1.2. Kippa .......................................................................................................................... 200
11.1.3. Şabat ........................................................................................................................... 200
11.1.4. Ağlama Duvarı ........................................................................................................... 200

V
11.1.5. Diğer İbadetler ............................................................................................................ 201
11.2. Yahudi Gelenekleri ....................................................................................................... 202
11.2.1. Doğum ve Brit ............................................................................................................ 202
11.2.2. Bar/Bat Mitzva ........................................................................................................... 202
11.2.3. Evlilik ......................................................................................................................... 202
11.2.4. Ölüm ve Cenaze ......................................................................................................... 203
11.2.5. Yeme-İçme Kuralları.................................................................................................. 203
12. HRİSTİYANLIK I ........................................................................................................... 210
12.1. Hristiyanlığın Tarihsel Gelişimi .................................................................................... 215
12.1.1. İsa Mesih .................................................................................................................... 216
12.1.2. Havariler ve Pavlus .................................................................................................... 217
12.2. Konsiller ve Tartışmalar ................................................................................................ 218
12.3. Hristiyanlığın Yayılışı ................................................................................................... 220
12.4. Dinsel Kaynakları ve Metinler ...................................................................................... 223
12.4.1. Eski Ahit ..................................................................................................................... 223
12.4.2. Yeni Ahit .................................................................................................................... 223
12.5. Apokrif/Sahih Olmayan Metinler .................................................................................. 225
13. HRİSTİYANLIK II .......................................................................................................... 232
13.1. Hristiyanlığın Temel İnanç Esasları .............................................................................. 237
13.1.1. Teslis .......................................................................................................................... 238
13.1.2. Baba ............................................................................................................................ 239
13.1.3. Oğul ............................................................................................................................ 240
13.1.4. İnkarnasyon ................................................................................................................ 240
13.1.5. Kefaret/Atonement ..................................................................................................... 241
13.1.6. Ölümden Diriliş/Resurrection ve Yükseliş/Ascension ............................................... 241
13.1.7.Kutsal Ruh ................................................................................................................... 242
13.1.8. Mesih ve Gelecek Dönem İnancı ............................................................................... 242
13.1.9. Çarmıh Öğretisi ve Kurtuluş ...................................................................................... 243
13.1.10. Cennet ve Cehennem Düşüncesi, Araf Öğretisi ....................................................... 244
13.1.11. Meryem .................................................................................................................... 244
13.2. Temel İbadetler ve Ahlak Anlayışları ........................................................................... 245
13.2.1. Sakramentler............................................................................................................... 245

VI
13.2.2. Günlük ve Yıllık İbadetler .......................................................................................... 248
13.3. Hristiyan Mezhepler ...................................................................................................... 250
13.3. 1. Katolik ve Ortodoks Ayrışması ................................................................................. 250
13.3.2. Reformasyon Dönemi ................................................................................................ 252
14. İSLAM ............................................................................................................................. 263
14.1. İman Esasları ................................................................................................................. 268
14.1.1. Allah’a İman ............................................................................................................... 269
14.1.2. Melekler ve Fizik Ötesi Varlıklar ............................................................................... 271
14.1.3. Kitaplara İman ............................................................................................................ 271
14.1.4. Peygamberlere İman ................................................................................................... 273
14.1.5. Ahirete İman ............................................................................................................... 274
14.1.6. Kader ve Kaza ............................................................................................................ 275
14.2. İbadetler ......................................................................................................................... 275
14.2.1. Namaz......................................................................................................................... 275
14.2.2. Oruç ............................................................................................................................ 275
14.2.3. Zekât ........................................................................................................................... 276
14.2.4. Hac ............................................................................................................................. 276
KAYNAKÇA ......................................................................................................................... 283

VII
KISALTMALAR

c. Cilt

Çev. Çeviren

ed. Editör

s. Sayfa

sy. Sayı

yay. Yayınları

VIII
YAZAR NOTU
Bu eser, bir ders kitabıdır ve özellikle bu alanda yazılan Anadolu Üniversitesi Açık
Öğretim Ders Kitabı konuları baz alınarak hazırlanmıştır. Dersin Tarih Fakültesinde
okutulacak olması dinlerin kendi içeriğinde bulunan doğal tartışmalardan soyutlanarak
anlatımını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle özellikle soyut ve inanca ait tartışmalar olabildiğince
özetlenmeye çalışılmıştır. İçerikte belirleyici ana kaynak olarak Şinasi Gündüz’ün Yaşayan
Dünya Dinleri adlı eserinin yanında konularla ilgili çağdaş eserlerden faydalanıldığını da
özellikle belirtmeliyim.

IX
1. DİNLER TARİHİNE GİRİŞ

1
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

1) Dinin Anlam ve Değeri

2) Dinlerin Tasnifi

3) Din, Mezhep ve Kült Arasındaki İlişki

4) Çeşitli Tanrı Düşünceleri ve Dinler

5) Dinler Tarihinin Bir Bilim Olarak Gelişimi

2
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

1) Dinin anlam ve değeri hakkında neler biliyoruz?

2) Dinlerin tasnifi ve tipolojisi hangi ölçülere göre yapılır?

3) Din mezhep ve kült arasındaki ilişki nedir?

4) Deist, monoist ve senkretizm, eklektisizm, kült, henoteizm, panteizm terimleri


hakkında bilgi sahibi olunuz.

3
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

Dinin anlam ve değerini


açıklayabilmek

Dinleri tasnif edebilmek

Dinler tarihi terimlerini


anlamak

Din, mezhep ve kült


kavramlarını anlamak

4
Anahtar Kavramlar

 Din

 Mezhep

 Kült

 Heterodoksi

 Ortodoksi

 Senkretizm

 Monoteizm

 Politeizm

 Panteizm

 Düalizm

5
1.1. Dinler Tarihi’ne Giriş
Dinin ne olduğu, tarih boyu insan yaşamındaki yeri ve karmaşık yapısı öteden beri bir
sorun olarak insanın karşısındadır. Dinin tarih boyu insanla birlikte varlığını sürdürdüğü, bir
başka ifadeyle insanın olduğu her zaman diliminde ve her yerde var olduğu bir gerçektir. Öyle
ki inanılan varlık ve değerlere yönelik zaman zaman birbirinden çok farklı yapılar gösterse de
insanlar mutlaka bir inanç içerisinde olmuşlar ve bu inanca dayalı tutum sergilemişlerdir.
Bununla birlikte, özellikle 19. yüzyıldan itibaren çeşitli alanlarda yaygın kabul gören
pozitivist teoriler doğrultusunda metafizik değerlere ve dine yönelik sorgulamalar insanlık
tarihinde dinin yerine ve dinin kökenine yönelik pozitivist değerlendirmeleri de beraberinde
getirmiştir. Buna göre din, tarihte insanlığın geçirdiği tekâmüle paralel tarzda bir tekâmül
geçirmiş; ruhçuluk ve tabiata tapınma ile iç içe olan mitolojik dönemi metafiziğe dayalı
kavram ve değerler izlemiştir. Dolayısıyla ruhçuluk, atalar kültü ve büyü, geleneksel din ve
tanrı düşüncesinin temelinde bulunmaktadır; tanrı inancında ise çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa
doğru bir gelişim söz konusudur. Bu bağlamda Hegel, insanlık tarihinde “din çağı” öncesi bir
“sihir ve büyü dönemi” olması gerektiği üzerinde durmuş; Frazer ise insanlığın erken dönem
tarihinde, büyü ve sihir gücüyle insanlığın doğayı kontrol altına alabileceğinin düşünüldüğü
bir zaman diliminin varlığından söz etmiştir. Ona göre insanlığın bu çabası doğrudan etkili
olmayınca, insanlar bu defa kendilerinden daha üstün saydıkları ruhlara, tanrılaştırılmış
atalara ve diğer tanrısal varlıklara yönelmeye başlamışlardır. Kutsal ve tanrı düşüncesi
açısından ise ata ruhlarına tapınma ve çoktanrıcılık insanlığın erken dönem din tecrübesinin
tezahürleri olarak yaşanmıştır. Bu pozitivist bakış açısına göre doğal olarak din insanlık
tarihinde zaman içerisinde ortaya çıkan bir değerdir; dolayısıyla insanlık tarihinde dinî inanç
ve değerlerin olmadığı bir dönemin de olması gerekir. Nitekim bu bakış açısı doğrultusunda
bazı antropologlar ve din tarihçileri, eserlerinde Okyanusya’da yaşayan kimi “dinsiz”
kabilelerden bahsetmişlerdir.

Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan araştırma ve incelemeler, dinle
ilgili pozitivist teorilerin ve değerlendirmelerin gerçekte masa başı değerlendirmeler olduğunu
ortaya koymuştur. Zira gerek dünya genelinde yaşayan topluluklara yönelik yapılan saha
araştırmaları gerekse eski toplumlara yönelik arkeolojik araştırmalar, her dönemde insanların
bir şekilde bir dinsel inanca sahip olduğunu ortaya koymuştur. Dünya genelinde eski ve
çağdaş dinsel gelenekler üzerinde yapılan sayısız araştırma, her dönemde ve her toplumda bir
din anlayışının mevcut olduğunu ve dinin, Ninian Smart’ın haklı olarak vurguladığı gibi, tarih
boyu insan yaşamının ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca Mircea
Eliade gibi araştırıcıların yaptıkları çalışmalarda, kimi antropologlarca “ilkeller” olarak
tanımlanan yerlilerin inançlarının hiç de evrimci pozitivist teorilerin iddia ettiği gibi iptidai
olmadığı, tam tersine gelişmiş olarak tanımlanan dinsel geleneklerde var olan özelliklerin bu
inaçlarda da mevcut olduğu ortaya konulmuştur.

Bütün bunlar dikkate alındığında dinin ya da din duygusunun kökeni veya kaynağı
tartışmalarına daha yerinde bir bakış açısı getirmek mümkün olur. Dini duygu ve düşünceler
insanla birlikte var olan bir durum olduğuna göre bunların kaynağını insana ilişkin duygu ve
düşüncelerin kaynağıyla birlikte düşünmek gerekir.

6
1.2. Dinin Anlam ve Değeri
Genel olarak insanın çeşitli duygu ve düşünceleriyle tutum, tavır ve davranışlarının
ifadesi olan dinin ne olduğu ya da nasıl tarif edileceği öteden beri bir tartışma konusudur.
Halk arasındaki yaygın kullanımında din kavramı genellikle kutsal terimiyle birlikte ele alınır.
Öyle ki din, zihinlerde öncelikle kutsal terimini çağrıştırmakta; kutsal alana yönelik duygu ve
düşüncelerle tavır ve davranışları ifade etmektedir. Nitekim halk arasında yaygın olarak dinin
Allah’tan kaynaklanan ilahi bir yapı ya da kurum olduğu ve çeşitli kutsal değerlerin ifadesi
olduğu düşünülmektedir.

Arapça bir kökene sahip olan ve genel olarak belirli inanç sistemlerini ifade etme
doğrultusunda sınırlı bir anlamda kullanılmasına rağmen farklı anlamları vardır. Örneğin
Kur’an’da din terimi, “yol, hayat tarzı, hesap günü, kanun, hüküm” ve benzeri anlamlarda
kullanılmaktadır. Buna göre din, insanın her türlü inancını, düşüncesini, tavır ve davranışlarını
ifade eden, insanın yaşam tarzı ya da yaşamında izlediği yol anlamına gelmektedir. Diğer
taraftan Kur’an din terimini özel anlamda İslam için de kullanmakta ve “Allah katında din
(ed-din) İslam’dır” demektedir. Bir diğer ifadesinde ise “Kim İslam’dan başka bir din seçerse
bu ondan kabul edilmeyecektir” diyerek İslam’ın dışındaki dinlere de dikkat çekmektedir.
Kur’an’ın bu kullanımı dikkate alındığında, Allah’ın inanan insanlara öngördüğü dinin İslam
olarak belirtildiği, ancak bunun dışındaki dinlerin mevcudiyetinin de prensip olarak kabul
edildiği aşikârdır. Kur’an’ın bu özel kullanımı yine Kur’an’da din terimine yüklenen genel
anlamlarla bir arada düşünüldüğünde, dinin, insanın bütün yaşamında takip ettiği temel yol,
hayat tarzı şeklinde değerlendirildiği ve insana benimseyip takip etmesi için esasları Allah
tarafından belirlenen bir hayat tarzı olan İslamın öngörüldüğü anlaşılmaktadır.

Çeşitli Batı dillerinde religio ya da religion terimleriyle ifade edilen dinin nasıl
anlaşılması gerektiği konusunda Batıda da çeşitli görüş ayrılıkları mevcuttur. Dinle ilgili
genelde yaygın olan kanaat, dinin, “insanın tanrı, metafizik âlem ya da kutsala yönelik duygu,
düşünce ve davranışlarını ifade eden sistem” olduğu yönündedir. Ancak bu tanımlamalar dini
bir bütün olarak ifadeden yoksundur ve dinler tarihinin konusuna giren yeryüzünde gelmiş
geçmiş tüm dinsel gelenekleri kapsamı içerisine almakta yetersizdir. Zira dinler tarihinde,
tanrı ya da aşkın varlık düşüncesine yer vermeyen hatta materyalist bir görüntüyü ön plana
çıkaran inanç sistemlerinin varlığı bilinmektedir. Nitekim bu nedenle günümüzde bazı bilim
adamları haklı olarak, dinin ne olduğu konusundaki geleneksel Batı kaynaklı tanımlamaların
yetersizliğini vurgulamakta ve daha kapsamlı bir din tarifine ihtiyaç duyulduğunun altını
çizmektedirler.

Gerek günümüzde gerekse başlangıcından itibaren tarihi süreç içerisinde, insanlığın


din tecrübesini tanımlayabilecek kapsamlı bir din tarifi, insanla temsil ettiği dinsel gelenek
arasındaki üç önemli ilişkiyi ifade edecek yapıda olmalıdır. İnsanlığın yaşadığı ve yaşamakta
olduğu din tecrübesiyle ilişkili bu üç husus; (i) insanın düşünce ve inanca dayalı
değerlendirmelerini içeren zihinsel fonksiyonlarını, (ii) her türlü tavır ve davranışlarını ve (iii)
insanın diğer insanlarla ilişkilerini ve kurumsal yönünü ifade eden sosyal yapısını belirleyen
ve disiplin altına alan bir sistem olduğu söylenebilir. Bu şekilde yapılan genel bir din tarifi,
insanlığın temsil ettiği tüm dinsel gelenekleri kapsayıcı bir tanımlamadır. Dinin bu genel

7
tanımı, yalnızca düşünce sisteminde tanrı veya tanrılar, metafizik varlıklar ve ahiret gibi
değerlere yer veren sistemleri değil, aynı zamanda insana belirli bir düşünce ve yaşam tarzıyla
bir cemaat anlayışı sunan her geleneği kapsamı içerisine alan bir tanımdır.

Dini inanç ve tutumlarla yakından ilgili olan durum, insanın kendisini ve çevresini
tanıyıp algılama doğrultusunda ontolojik ve teleolojik meraklarıdır. İçinde yaşadığı âlemi
tanıma, kendisinin ve âlemin nasıl ve neden var olduğunu, var oluşun bir amacının olup
olmadığını araştırma öteden beri insanın merak konusu olmuştur. Aynı şekilde insan, gerek
kendisinin gerekse etrafındaki diğer canlıların doğum-ölüm kuralına tabi olduklarını
gözlemekte ve ölüm sonrasını merak etmektedir. Ölüm nedir, ölüm sonrası neyi ifade
etmektedir, şu ana kadar ölen ve hatıraları yaşayanların zihninde süregelen insanlar (atalar) şu
an nerededirler ve benzeri sorular, tarih boyu insanın zihnini meşgul eden hususlar olmuştur.
İnsan, kendisi ve etrafındaki varlıklarla ilgili tüm bu sorulara yalnızca içinde yaşadığı maddi
âlem ve tecrübe dünyası sınırlarında kalarak, daha doğrusu doğaüstü bir aşkın varlık inancına
müracaat etmeksizin tatmin edici cevaplar bulamamaktadır. En basitinden maddi âlemin nasıl
var olduğu sorusunu, düşüncelerini maddi âlemle sınırlayarak cevaplamakta aciz kalmaktadır.
Bu da insanın zorunlu olarak bu âlemin dışında olan aşkın bir varlığı kabullenmesini gerekli
kılmaktadır. Zira ontolojik ve teleolojik meraklarını ve sorularını ancak bu yüce aşkın varlığı
hesaba katarak tatmin edici şekilde cevaplama imkânı bulabilmektedir. Dolayısıyla dinsel
inançlar insanın bu sorularına bir şekilde cevap arama süreciyle yakından ilgili olmaktadır

Dini inanç ve değerlerin insanın ahlaki yapısıyla da yakından ilgisi vardır. Ahlak ve
din ilişkisine yönelik çeşitli görüşler ileri sürülmekte ve dinin ahlakın kaynağı olup olmadığı
tartışılmaktadır. Ancak bütün bu tartışmalar bir tarafa din ahlaki tutum ve davranışların
sürdürülmesinde önemli bir olgu olarak insanın karşısındadır.

Ayrıca din, tarih boyu metafizik âlemle insan arasındaki ilişkinin kurulmasında,
insanın yaşamında yer verdiği üstün güç ya da güçlerin tanımlanıp ifade edilmesinde ve
insanın sığınma ve yakarma gibi duygularına cevap vermede önemli bir rol oynamıştır.
Bundan başka din, insanın vicdan duygusunu harekete geçirmek suretiyle insanı kötülükten
alıkoymaya çalışmış ve iyiliği teşvik etmiştir. Bazı tali konularda iyi-kötü, günah olan ve
olmayan meselelerde farklı tutumlar sergilemiş olsalar da dinler, genelde bakıldığında,
insanın mal, can, ırz ve yaşam haklarının korunması, anne ve babaya saygı, fitne ve
kötülükten uzak durulması ve benzeri temel konularda benzer yaklaşımlar içerisinde
olmuşlardır.

Yine dinler, insanın sosyal ve doğal çevreyle uyum içinde olmasına özel bir önem
vermektedirler. Hemen hemen bütün dinlerde doğal çevrenin tahrip edilmesi, Tanrının
düzenine karşı gelmekle eşdeğer olarak görülmüş ve günah sayılmıştır.

Dinin, tarih boyu üstlenmiş olduğu önemli işlevlerden bir diğeri de toplumsal yapının
tesisinde ve devamında oynadığı olumlu rolüdür. İnsanın bağlı olduğu ahlak sisteminin temeli
olması, hak ve adalet ilkesinin yerleştirilmesine vurgu yapması ve aile kurumuna verdiği
önemle dinler, toplumun geleceğini temin etme açısından önemli bir işlev görmüşlerdir.
Hemen hemen tüm inanç sistemlerinde ahlak, inanç esasları yanında önemli bir ilke olarak

8
karşımıza çıkmaktadır. İnsanın diğer insanlara ve içinde yaşadığı toplumsal yapıya karşı
sorumluluklarının ifadesi olan temel ahlak kuralları bütün dinsel mesajların özünü
oluşturmaktadır. Örneğin Kur’an mesajında ahlak, son derece önemli bir değer olarak
karşımıza çıkar. İnsanların söz ve davranışlarıyla bir bütün olmaları, yalandan, gösterişten,
böbürlenmekten kaçınmaları, adaleti gözetmeleri, insan hak ve hukukuna riayet etmeleri,
baştan sona Kur’an mesajına egemen olan temadır. İnanç düzleminde tevhid kavramına dayalı
dinsel söylem, tavır ve davranış biçimi düzleminde ahlaka dayanır. Benzer şekilde Hristiyan
kutsal metni olan Yeni Ahit’te de Hz. İsa’nın diliyle insanlar ikiyüzlü olmaktan sakınmaya,
adil olmaya, birbirini sevmeye, bağışlamaya ve benzeri olumlu davranış biçimlerine
çağrılmaktadırlar. Ahlakın yanı sıra aile kurumuna verdikleri önemle de dinler dikkati
çekmektedirler.

1.3. Dinler Tarihinin Önemi ve Bir Bilim Dalı Olarak Gelişimi


Dinler tarihi dinlerin teolojik ve kurumsal yapılarını dinlerin tarihsel tezahürlerini de
dikkate alarak inceleyen bir bilim dalıdır. Dinin tarihsel tezahürünü geçmişten günümüze ele
alan dinler tarihi, dinleri çeşitli yöntemlerle inceler. Bunlardan deskriptif yöntemle, dinin ya
da dinlerin tarihsel tezahürünü olduğu gibi tanımlamak esas alınır. Fenomenolojik yöntemle
dinî fenomenler anlaşılmaya çalışılır. Bu bağlamda dinler tarihçisi ele aldığı konuya ilişkin
kendi duygu düşünce ve yaklaşımlarını elden geldiğince paranteze alır ve ele aldığı hususu o
geleneğin içinden birisi imişçesine anlamaya çalışır. Analitik yöntemde ise dinî fenomenler ve
tezahürler irdelenmeye analiz edilmeye çalışılır. Ayrıca dinler tarihi çalışmalarında sıklıkla
karşılaştırmalı yönteme dayalı çalışmalar da yapılır. Bu tarz çalışmalarda dinî gelenekler
birbiriyle ya da bir din farklı tarihsel tezahürleriyle mukayese edilme yoluna gidilir.

Dinler tarihi çalışmalarında ele alınan konulara ilişkin öncelikli kaynaklar arasında
ilgili kutsal metinler ve diğer dinsel materyal başta gelir. Ayrıca gözlem, mülakat, anket vb.
yöntemlerle dinlere yönelik saha araştırmaları kadar ele alınan konunun özelliğine göre
arkeolojik materyal de oldukça önemlidir. Bundan başka konuya ilişkin ikincil derecede önem
arzeden kaynaklara da araştırıcının başvurması gereklidir. Örneğin çeşitli konularda
apolojetik ve reddiye geleneğini yansıtan literatür ile dinlerle ilgili yapılan çeşitli çalışmalar
bunlar arasında zikredilebilir.

İslam tarihinde İslam dışı dinsel geleneklere ilgi ve alaka oldukça erken dönemlere
kadar uzanır. Kur’an ve diğer temel İslami kaynaklarda farklı inanç sistemleri hakkında
birçok bilgi ve tartışma yer almaktadır. Bu materyal erken dönemlerden itibaren
Müslümanları öncelikle Ortadoğu’daki dinler olmak üzere İslam dışı dinî gelenekleri
incelemeye teşvik etmiştir. Nitekim İslam tarihinin erken dönemlerinden itibaren reddiye
kabilinden birçok eser yazılmıştır. Ayrıca çeşitli İslam dışı inanç ve gelenekleri tanımlayan
bazı telif ve çeviri eserler ortaya çıkmıştır.

Bundan başka 11. yüzyıldan itibaren Milel ve Nihal başlığı altında kaleme alınan
eserler de İslam Tarihindeki dinler tarihi çalışmaları açısından oldukça önemlidir Bu başlık
altında kaleme alınan eserlerde farklı inanç ve düşünce sistemleri masaya yatırılmıştır. Milel
ve Nihal başlığını taşıyan ilk eserin Aldülkahir el-Bağdadi’ye ait olduğu, ancak eserin
günümüze kadar ulaşamadığı söylenmektedir. Milel ve Nihal başlıklı eserler dışında, İslam

9
bilim geleneğinde farklı dinlere felsefi ve kültürel geleneklerin tanınmasına ve araştırılmasına
dayalı “diyanat” ve “fırak” başlıklı çalışmaların kaleme alındığı da bir gerçektir. Ayrıca, daha
sonraki dönemlerde İbnu’n Nedim (Kitabu’l-Fihrist) ve Abu’r-Reyhan el-Birûni (örneğin
Tahkik ma li’l-Hind, Asaru’l-Bakiye ani’l-Kuruni’l-Haliye) gibi yazarlarca kaleme alınan
çalışmaları da bu bağlamda zikretmek gerekir.

Milel ve Nihal geleneği, farklı inançların, Müslümanların iletişim içerisinde


bulunduğu farklı dinsel ve kültürel grupların tanınmasını ve anlaşılmasını konu almaktadır.
Bunu yaparken –özellikle Şehristani ve Birûni’de gördüğümüz gibi- elden geldiğince objektif
olmaya çalışılmakta; ele alınan gelenekler yargılanmadan tanımlanmaya gayret edilmektedir.
Milel ve Nihal kavramları insanların bağlı oldukları her tür inanç ve düşünce akımlarıyla
sosyal, siyasal ve ideolojik gelenekleri kapsamaktadır. Bu yönüyle bu gelenek bağlamındaki
çalışmalar, âdeta bir kültür atlası gibi insanlığın kültürel mirasını tanıtmayı, tanımlamayı ve
yer yer onlar arasında karşılaştırmalar yapmayı hedeflemektedir.

Dinler tarihi bilim dalı Osmanlı döneminde 19. yüzyıldan itibaren eğitimin
kurumlarında yer almaya başlamıştır. Önceleri “ilmu esatiril evvelin” başlığı altında sonra da
tarihi edyan (dinler tarihi) adı altında dersler verilmiştir. Cumhuriyet döneminde 1933 yılına
kadar varlığını sürdüren Darulfünun İlahiyat Fakültesinde Türk Dinleri ve Mezhepleri Tarihi
ve Dinler Tarihi başlıkları altında dinler tarihi bilim dalına dayalı dersler okutulmuştur. 1949
yılında kurulan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi bünyesinde de dinler tarihi derslerine
yer verilmiştir. Ayrıca dinler tarihi dersleri imam hatip okulları ve Yüksek İslam Enstitüleri
müfredatına da konulmuştur.

1.4. Dinler, Mezhepler ve Kültler


Birçok inanç sistemi, tarihte ilk kez ortaya çıkışından sonra geçen dönemde zamanla
çeşitli değişimler yaşamıştır. Bu değişimler, bazen o inanç sistemine bağlı olan kişilerin dinin
inanç ve ibadetlerine yönelik algılamalarında oluşan farklı yorumlamalara bağlı iç etkenlerle
ilişkili olmuştur. Bazen de bir inanç sisteminin diğer inanç sistemleriyle karşılaşması ve
zamanla onlardan etkilenmesi tarzında dış etkenlere bağlı olarak gerçekleşmiştir. Hangi
bağlamda olursa olsun dinî inanç ve değerlerin farklı anlaşılıp yorumlanması mezhepleşme
hareketlerini beraberinde getirmiştir.

Dinin bir alt kolu ya da dinin kapsamı içerisinde sayılan ekoller olarak nitelenebilecek
olan mezhepler, yapıları itibarıyla itikadî, fıkhî ve siyasî olmak üzere üç ana kategoride
incelenebilir. İtikadî mezhepler, çeşitli inanç konularında farklı yorumlamalara bağlı olarak
ortaya çıkan akımlardır. Tanrı, tanrının sıfatları, çeşitli metafizik varlıklar, ahiret ve dinde
temel kaynağın ne’liği gibi konulardaki farklı değerlendirmeler itikadî mezheplerin
birbirleriyle farklılık arzeden yaklaşımlarını oluşturur. Örneğin Hristiyanlıkta Tanrı Oğlu
olduğuna inanılan İsa Mesih’in şahsı konusundaki tartışmalar birçok mezhep hareketinin
oluşumuna neden olmuştur. Benzer şekilde Yahudi geleneğinde dinde temel referansın ne
olduğu (ya da sözlü geleneğin dinde kutsal kitabın yanı sıra bir referans olup olmadığı)
konusu çeşitli mezhep hareketlerinin oluşumuna zemin hazırlamıştır.

10
Diğer taraftan bazı mezhepler de dinî hayatın yaşanması veya ibadet anlayışlarıyla
ilgili farklı değerlendirmelerden kaynaklanmaktadır. Dini yaşamın nasıllığı konusundaki
farklı bakış açıları ve dinen yapılıp yapılmaması gereken hususlar konusundaki farklılıklar bu
mezheplerin oluşumunda etkili gözükmektedir. Örneğin Caynizm’in temel mezhep
hareketlerinin ortaya çıkışındaki asli tartışmalardan birisinin giyim konusundaki farklı bakış
açıları olduğu bilinmektedir.

Son olarak, dinî cemaatin siyasal otorite ile ilişkileri ya da siyasal otoritenin dine
yönelik algılamaları çeşitli siyasal mezhep hareketlerinin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır.
Din ve siyaset ilişkisi öteden beri birçok dinî gelenek (özellikle de evrensel dinler) için ciddi
bir sorun olmuştur. Gerek din adamları ve dinle ilgili kurumların siyasi güçlerle oluşturdukları
ilişkiler gerekse siyasal güçlerin kendi politik hesapları uğruna dinî grup ve anlayışlara
yönelik lehte ya da aleyhte tutumları dinin/dinlerin siyasallaşması sürecini beraberinde
getirmiştir. Bu bağlamda, örneğin Miladi dördüncü yüzyıl başlarından itibaren Roma’nın
resmî dini hâline gelen Hristiyanlığın, bu dönemden itibaren siyasallaşmasından söz edilebilir.
Dinin siyasallaşması, çeşitli siyasal veya ideolojik hareketlerin kendi otoriteleri açısından
gerekli gördüğü din yorumlarının ortaya çıkmasını veya bununla irtibatlı gördükleri dinî
oluşumları desteklemelerini ve dinî inanç ve değerlerin kendi siyasal çıkar ve menfaatleri
doğrultusunda yorumlanmaları çabasında olmalarını ifade etmektedir. Bu süreç doğal olarak
bir inanç sistemi içerisinde bir dizi siyasal ağırlıklı mezhep hareketinin oluşumunu da
beraberinde getirmektedir.

Mezhep hareketleri bir başka açıdan ortodoksi ve heterodoksi ayrışması şeklinde de


kendisini gösterir. Ortodoksi heterodoksi ayrımı, farklı dinsel gelenekleri değil, belirli bir
gelenek içerisindeki farklılaşmayı ifade etmektedir. Bu sınıflamada -bazen istisnai durumlar
olsa da- ortodoksi, genellikle egemen yaygın anlayış için kullanılmıştır. Bir başka ifadeyle,
kendini çoğunluğun inancını ifade eden merkezi din anlayışıyla ve egemen siyasal güçle
özdeşleştiren dinsel yorum, asıl doğru öğretiyi savunduğu, doğru ve kabul edilebilir inançların
temsilcisi olduğu iddiasıyla ortodoks olarak tanımlanmıştır. Bu durumda merkezi din
anlayışının dışında kalan görüş ve akımlar ise heterodoksi olarak görülmüştür. Bu anlamda
heterodoksi, çoğunluğun ya da bazı durumlarda siyasal gücün doğru ve kabul edilebilir
saydığı resmî öğretinin dışında kalan her türlü akımı ifade etmektedir.

Tarihsel süreç içerisinde cereyan eden olaylar ve gelişmeler dikkate alındığında, inanç
ve tutumlardan hangilerinin ortodoksiyi hangilerinin heterodoksiyi temsil ettiği konusunda
farklı anlayışların bulunduğu görülür. Örneğin Hristiyanlık tarihinde bir dönemde ortodoksi
kapsamında görülen bir kişi ya da öğretinin bir başka dönemde heretik olarak ilan edildiği
bilinmektedir. Örneğin Origen’in öğretileri kendi zamanında ortodoks öğretiler olarak
değerlendirilirken, dördüncü, beşinci ve altıncı yüzyıllarda tenkit edilmiş; acı ve şiddetli
çatışmaların nedeni olmuştur. Hatta onun öğretilerinden bazıları, İskenderiye, Kıbrıs ve
Kudüs’te toplanan bazı yerel konsil kararlarıyla itham edilmiştir. Benzer şekilde ilerleyen
dönemlerde heresi ya da sapkınlık Papalık tarafından açıktan ya da ima yollu olarak suçlanan
ve itham edilen şeyler olarak değerlendirilmiş; dolayısıyla zamanın papalarının kendi
inisiyatif ve bakış açılarına göre heresinin kapsamı belirlenmiştir.

11
Hristiyanlığa göre İslam’da heteredoksal akımlar daha azdır. Bunun en önemli
nedenlerinden birisi İslam’ın temel kaynaklarının Hristiyan kaynaklarına nispetle, tarihsel
açıdan üzerinde daha fazla uzlaşma sağlanan bir yapıya sahip olması; bir diğeri ise İslam
inanç esaslarının sade ve sıradan insanların bilinç ve anlama düzeyine hitap eden bir özellik
taşımasıdır. İslam’a karşılık Hristiyanlıkta ise örneğin dinsel kaynakların otantizmi konusunda
çok erken sayılabilecek dönemlerden itibaren çeşitli görüş ayrılıkları ortaya çıkmış ve bu
ayrılıklar doktrinel ayrılıklara da zemin hazırlamıştır. Örneğin, henüz ikinci yüzyılda ünlü
Hristiyan ilahiyatçı Marcion’un İnciller konusunda ciddi eleştirilerde bulunduğu ve Luka
incili ile Pavlus’un bazı mektupları dışında diğer Yeni Ahit metinlerini otantik saymadığı
bilinmektedir.

Tarih boyu dinsel geleneklerde yer alan ortodoksi-heterodoksi çekişmelerine


baktığımızda, ortodoksinin kendisini, “doğru/kanonik inanç ve öğretilere sahip olan” şeklinde
gördüğü ve hakikati ifade etme konusunda bir tekelcilik ya da monopoli oluşturduğu dikkati
çeker. Öyle ki kendi anlayışının dışındaki her tür yorum ve anlayışın doğrunun dışında
olduğunu düşünür. Yine ortodoksi, kendisini hegemonyal güçle özdeşleştirerek ya da egemen
gücün siyasal, askeri veya ekonomik desteğini arkasına alarak tüm toplumda bir üstünlük
tesisine yönelir. Ortodoksinin bakış açısı, kendisinin dışındaki tüm bakış açıları ve anlayışlar,
yalnızca teolojik veya dinsel farklılığı değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel farklılığı,
karşıtlığı, değişimi ve yozlaşmayı ifade etmektedir. Doğal olarak bu anlayış, diğer din
yorumlarına karşı bir dışlamayı ve çoğunlukla şiddeti de beraberinde getirmektedir.

Savaşlar, istilalar, sürgünler, göçler ve benzeri nedenlerle farklı dinî geleneklerin


zorunlu olarak yan yana varlıklarını devam ettirmeleri durumu, zamanla bu geleneklere bağlı
insanların birbirleriyle bilinçli ya da bilinçsiz bir ilişkide bulunmaları durumunu
doğurmaktadır. Bu da doğal olarak farklı din mensubu insanların dini anlama ve yaşama
noktasında birbirlerinden etkilenmelerine neden olmaktadır. Bu durum zamanla yeni din
yorumlarının ve mezhepleşme hareketlerinin ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, bazı
durumlarda dinî senkretizmin yaşanmasına ve farklı dinî değerleri bir araya getirmek suretiyle
oluşturulan yeni inanç sistemlerinin/dinlerin oluşumuna da neden olabilmektedir. Bu şekilde
ortaya çıkan ve farklı inanç sistemlerinden inanç ve ibadet unsurları taşıyan melez dinsel
gelenekler “senkretik dinler” olarak tanımlanmaktadır. Örneğin İslam ile Hindu geleneğinden
birçok unsur taşıyan Sih dini senkretik bir din olarak tanımlanabilir. Yine son dönemlerde
ortaya çıkan ve Hristiyanlıkla Yahudilikten ya da Hristiyanlıkla Budizmden birçok unsur
taşıyan Yahova Şahitleri, Moonculuk, Sayentoloji gibi hareketler senkretik akımlar olarak
değerlendirilebilir.

Son olarak dinlerle, müstakil bir din olmaktan öte çoğunlukla bir dinî gelenek
içerisinde belirli bir obje ya da değere tapınmayı ön plana çıkaran kültler arasındaki farkı da
vurgulamak gerekir. Genel kullanımı açısından kült terimi belirli bir varlık ya da obje ile ilgili
inançları ve ibadet anlayışlarını ifade etmede kullanılsa da özel anlamda bu terim, genellikle
komün toplum/cemaat anlayışını kendilerine temel edinmiş olan akımlar için
kullanılmaktadır. Kültler, içe dönük cemaat anlayışıyla ve gizemcilikleriyle diğer din
mensuplarından ayrılırlar. Örneğin son dönemlerde Batı dünyasında sayıları hızla artan çeşitli

12
Neo-Gnostik grupları bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Ayrıca müstakil bir inanç
sistemi ve ibadet anlayışını geliştirip temsil etmekten öte, kurulu yaygın dinsel geleneklere ve
sosyal değerlere karşı bir anarşizmi, başkaldırıyı temsil eden, bütün tutum ve tavırlarını buna
göre oluşturan ve bu bağlamda bazen nefret, şiddet ve teröre yer veren hareketler de kült
kapsamında sayılabilir. 20. yüzyıl ortalarından itibaren Batıda yayılan Satanizmi bu bağlamda
değerlendirmek mümkündür.

1.5. Dinler Tipolojisi/Tasnifi


Dinlerin çeşitli açılardan farklı tasniflere tabi tutuldukları dikkati çekmektedir. Dinle
ilgili yapılan tasniflerde dinin kendisinden hareketle yapılan tasniflerle tasnifi yapan kişinin
dine yönelik algılamalarının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin geçtiğimiz yüzyılda yaygın
bir söylem olarak etkisini hemen her alanda hissettiren pozitivist paradigma kendi evrimci
anlayışı doğrultusunda bir dinler tipolojisi yapmaya çalışmıştır. Bu bağlamda dinler “ilkel
dinler” ve “gelişmiş dinler” şeklinde iki ana grupta toplanmış; dinin ilkelliği ve
gelişmişliğinde ise ilgili dine mensup olan insanların sosyo-kültürel yaşamları belirleyici
olmuştur.

Diğer taraftan dinin kendisi merkezli yapılan tasnifler de dikkat çekici olmuştur.
Örneğin her din mensubu kendi inanç ve değerlerini merkeze koyarak bir din tasnifi yapmaya
çalışmıştır. Bu doğrultuda kendi inancını hak ve doğru din ya da yegâne din, diğer inanç
sistemlerini ise batıl dinler olarak tanımlamıştır. Dinlerin hakikat anlayışları perspektifinden
düşünüldüğünde de bu sınıflama ciddi sorunlar taşımaktadır. Zira genel anlamda kendisini
hak ya da ilahi olarak görmeyen hiçbir din bulunmamaktadır.

Dinin bizatihi kendi içerisinden yapılan sınıflamalarda dinin doğru-yanlış ya da hak-


batıl anlayışları etkili olmaktadır. Diğer taraftan dinler daha nesnel bir yaklaşımla temsil ettiği
mesajın evrenselliği, tanrı düşüncesi, vahiy geleneğine yer verip vermemesi, merkezi kavram
ve değerleri, yaşayan bir gelenek olup olmaması ya da yaşadığı coğrafi alanlar gibi çeşitli
özellikleri dikkate alınarak sınıflanabilir. Ancak bu sınıflamalar da mutlak anlamda sorunsuz
olmayıp zaman zaman çeşitli problemler taşımaktadır. Örneğin mesajın evrensel olup
olmaması açısından dinleri evrensel dinler, milli dinler şeklinde iki ana kategoriye ayırmak
mümkündür. Bu sınıflamada evrensel dinler, sahip olduğu inançları evrensel düzlemde
yaymaya çalışan, dolayısıyla tüm insanlar arasında yayılmayı hedefleyen inanç sistemleridir.
Milli dinler ise dinin kapsamını yalnızca bir milletle, soyla, klanla ya da kabileyle sınırlamış
olan geleneklerdir. Ancak öyle milli dinler vardır ki tarih içerisinde zaman zaman dinin
evrensel planda yayılmasına yer vermiş, dolayısıyla evrensel bir din karakteri göstermiştir.
Örneğin Yahudilik genelde milli bir din olarak tanımlanır. Ancak Yahudilik tarihinde bazı
Türk boylarının, Afrikalı siyahîlerin, Hintlilerin ve benzeri İsrailoğulları dışındaki halkların
Yahudi oldukları bilinmektedir. Yine dinler –aşağıda tekrar değineceğimiz gibi- inanılan
tanrının tekliği ya da çokluğu açısından monoteist, düalist, henoteist ve politeist dinler;
tanrının bilinip kavranması açısından agnostik ve gnostik dinler ve inanılan tanrının evrenle
ve insanla ilişkileri açısından panteist, deist dinler gibi kimi sınıflamalara
ayrıştırılmaktadırlar. Bu sınıflamalar da her zaman tam olarak kapsayıcı olamamaktadır. Zira

13
bir dinsel gelenek içerisinde tanrının varlığı, sıfatları ve benzeri konularda bazen birbirinden
farklı algılamaların yan yana varlıklarını devam ettirdikleri görülebilmektedir.

Dinler inanç ve öğretilerinin merkezinde yer alan ana kavram veya değer açısından da
tanımlanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda örneğin Hristiyanlık tüm inanç ve değerlerinde
Mesih inancına ağırlıklı yer vermesi nedeniyle Kristosentrik ya da “Mesih merkezli” bir
dindir. Yahudilik İsrailoğullarının seçilmişliği inancını merkeze koyan etnosentrik bir din
olarak, İslam ise taviz vermez tek tanrıcığı ya da tevhid inancını merkeze alan teosentrik
(veya daha yerinde bir ifadeyle tevhid merkezli) bir din olarak değerlendirilebilir.

Son olarak dinlerle, müstakil bir din olmaktan öte çoğunlukla bir dinî gelenek
içerisinde belirli bir obje ya da değere tapınmayı ön plana çıkaran kültler arasındaki farkı da
vurgulamak gerekir. Görüldüğü gibi, hangi bakış açısı temel alınırsa alınsın dinlerin tasnifine
yönelik yapılan/yapılacak değerlendirmeler sorunlar taşımaktadır. Bir diğer ifadeyle dört
dörtlük bir din tasnifi yapmak fazla mümkün gözükmemektedir.

1.6. Çeşitli Tanrı Düşünceleri ve Dinler


Bütün dinsel inançların temelini oluşturan ve genellikle aşkın bir varlığa ya da
varlıklara inanma şeklinde tezahür eden üstün güç ya da güçlere yönelik inanışlar dinlerin en
temel özelliklerindendir. Örneğin insanın, yaşadığı çevrede birilerine sığınma, yardım dileme
ya da yakarma duyguları taşıyan bir varlık olması da doğaüstü aşkın bir varlığa inanıp
bağlanma duygusuyla yakından ilişkilidir. Her ne kadar akıl ve yetenekleriyle yaşadığı
çevrede otoriter bir yapı kurmuş olsa da insan, sıklıkla karşılaştığı sorunlar yüzünden acziyet
içerisine düşer; güçlü bir elin içinde bulunduğu çaresizlik ortamından kendisini çekip
çıkarmasını, himaye etmesini ister. Yaptığı yanlışlıklar nedeniyle içine düştüğü vicdan azabını
hafifletecek, pişmanlığını duyarak kendisini affedecek bir gücü arzular. İnsanın bütün bu
duygularını yalnızca içinde bulunduğu maddi âlem çerçevesinde kalarak tatmin etmesi
mümkün değildir. Zira her insan yaşamında maddi hiçbir güç ve kuvvetin güç yetiremeyeceği,
yardımcı olamayacağı olaylarla ya da duygu yükleriyle yüz yüze gelebilir. Bütün bu
durumlar, içinde yaşadığı maddi âlem gibi sınırlı olmayan bir üstün güce, madde âlemine,
duygu ve düşüncelere ve her şeye egemen olan bir aşkın varlığa insanın inanıp yönelmesini
zorunlu kılmaktadır. Nitekim Kur’an, Tevhide inanmayan insanlardan bahsederken zaman
zaman onların çaresiz kaldıklarında Allah’a yönelip ondan yardım dilediklerine ancak feraha
çıktıklarında yeniden inkâr ve şirk ortamına döndüklerine dikkat çeker. Böylelikle Kur’an,
inanan ya da inanmayan bütün insanların, gücünde sınır olmayan yüce bir varlığın himayesine
sığınmak ve onun yardımını dilemek duygularını taşıdığını vurgulamaktadır.

Üstün güç/güçler metafizik bağlamdaki ilahi bir varlık ya da varlıklar olabileceği gibi,
yaşanılan evrene ait herhangi bir obje, nesne, şahıs ya da evrensel düzlemde etkili olduğuna
inanılan bir ilke de olabilir. Dinlerin inanç ve ibadet sistemlerinde yer verilen üstün güç ya da
güçler genellikle tanrı veya tanrılar şeklinde karşımıza çıkar. Bununla birlikte yarı tanrısal ve
ruhsal varlıklar, ata ruhları ve benzeri doğaüstü unsurlar da üstün varlıklar olarak tazim
edilebilir. Ayrıca Çin dinsel geleneklerinde yer verilen Yin-Yang prensibi ve Hint dinlerinde
önemli yer tutan Karma (Dharma) doktrini gibi tanrısal güce sahip bir evrensel sistem de her
şeyi kuşatan üstün bir güç olarak karşımıza çıkabilir.

14
Teizm tanrı ya da tanrıların doğaüstü üstün güçler olarak algılandığı geleneklerdir.
Bunlardan monoteist ya da tek tanrıcı dinler insanların yaşamlarında yer verdikleri ya da
verebilecekleri diğer üstün güçleri reddederek bir tek üstün gücün, yani bir Tanrı’nın
varlığının kabul edilmesini ön plana çıkarmışlardır. Örneğin İslam’da dinin temel öğretisi
“Allah’ın tek ilah olarak kabul edilmesi” mesajı ile ifade edilmektedir. Bu mesaj, Allah’ın tek
ilah olarak kabul edilmesi ve bu konuda ona hiçbir şeyin denk tutulmamasıdır. İslam,
insanlarca Allah’ın dışında ya da Allah’la birlikte başka unsurların da üstün güç edinilmesini
uygun görmemekte ve insanın yaşamında yalnızca Allah’ı ilah olarak kabul etmesini şart
koşmaktadır. Benzer şekilde Yahudilikte de Tanrı’dan (Yahve’den) başka tanrılar edinmemek
ve puta tapmamak Musa’ya verilen 10 temel emirden birisi (ve en önemlisi) olarak görülür.

Dinlerde üstün güç olarak inanılan tanrısal varlık bazı dinlerde ise düalist ya da
politeist bir bağlamda düşünülür. Düalist ya da iki tanrıcı dinler genellikle iyi ve kötü düalitesi
çerçevesinde bir iyilik bir de kötülük tanrısının varlığını kabullenirler; ancak kötülükten
sakınmak amacıyla iyilik tanrısına tapınmayı esas alırlar. Çoktanrıcı geleneklerde ise insan
yaşamından iyi ve kötü nitelikleri temsil eden bazen sayısız oranda tanrısal varlığın
mevcudiyetine inanılır; hatta böylesi inanç sistemlerinde bunların yanında çeşitli doğal
varlıklar, gök cisimleri, hatta krallar ve yöneticiler gibi insanlar da üstün varlıklar
kategorisindeki yerlerini alırlar. Nitekim Eski Mısır, Roma, Babil ve eski İran geleneklerinde
kraliyet hanedanlarının –çoğunlukla yaşamları esnasında- bir şekilde tanrısallıkla
ilişkilendirilmiş oldukları bilinmektedir.

Çeşitli dinler tanrı evren ilişkisi ya da tanrı insan ilişkisi açısından birbirinden farklılık
gösterirler. Örneğin başta İslam ve Yahudilik olmak üzere birçok dinde tanrı yaratıcı bir güç
olmanın yanında evreni ve insanı yöneten ve yönlendiren bir üstün varlık olarak da düşünülür.
Bu bağlamda vahiy ve peygamberlik inançlarına yer verilir. Ancak bazı inanç sistemlerinde
tanrı, yalnızca yaratan, var eden bir güç ya da bir ilk neden/müsebbib olarak görülür. Bu
bağlamda tanrı var etme sonrası, aşkınlığından dolayı evrenden ve insandan bir bakıma elini
çekmiş bir Deus Otiesus’tur. Evren ve insanla ilgili olarak ise bu inanç sistemlerinde, ya
insanın akıl yoluyla hakikati kavraması düşünülmüş ya da bazı yarı tanrısal veya ikinci
dereceden tanrısal varlıklar aracılığıyla yüce tanrı ile irtibat kurulması hedeflenmiştir.
Cahiliye dönemi Arap dini olarak da adlandırılan İslam öncesi geleneksel Arap inancı ile
çeşitli deist gelenekleri bunlara örnek olarak verebiliriz.

Benzer şekilde inanılan tanrının sıfatları konusunda da dinler arasında çeşitli


farklılıklardan söz edilebilir. Genellikle çok tanrıcı dinlerde tanrılar, insanın tecrübe
dünyasından hareketle insan biçimli ve insan nitelikli varlıklar şeklinde tanımlanır. Tektanrıcı
inanç sistemlerinde ise Tanrı her ne kadar mutlak anlamda aşkın bir varlık olarak düşünülse
de yine de bu dinlerin kutsal metinleri tanrı ile ilgili mecazi tanımlamalara yer verirler.

15
Uygulamalar

1) Bulunduğunuz ilin müzelerinde eski dinlere ait buluntuları keşfediniz? Müze yoksa
internetten gezebilirsiniz.

16
Kazanımlar

1) Anadolu’daki farklı kavimlerin dinleri hakkında objeler tanınmış olur.

17
Uygulama Soruları
1) Dinin anlam ve değeri hakkında neler biliyoruz.

2) Dinlerin tasnifi ve tipolojisi hangi ölçülere göre yapılır.

3) Din mezhep ve kült arasındaki ilişki nedir.

4) Deist, monoist ve senkretizm, eklektisizm, kült, henoteizm, panteizm terimleri


hakkında bilgi sahibi olunuz.

18
Bu Bölümde Ne Öğrendik

Din araştırmaları uzun yıllar modern sosyal bilim anlayışının pozitivist mantığı içinde
ele alınmıştır. Bu durum dinî inancın bütün insanlık gibi tekdüze psikolojik bir eğilim olarak
düşünülmesi sonucunu doğurmuştur. Hâlbuki konunun daha nesnel bir yaklaşımla ele
alınması durumunda her din ve inanç sisteminin bağlıları üzerinde çok farklı etkiler sağlayan
özel manevi yapılar olduğu görülmüştür. Bu tespit din araştırmalarının kendine has bir metot
içinde ve fenomenolojik bir yaklaşımla sürdürülmesini gerektirmiştir. Bu doğrultuda yapılan
çalışmalar sonucunda dinin tanımı, dinlerin tasnifi, din, mezhep ve kült gibi kavramların
tespiti ile farklı geleneklerdeki tanrı algıları daha tutarlı ve nesnel bir zihinle
değerlendirilebilmektedir.

19
Bölüm Soruları
1) Bir dinin içerisindeki farklı yorum tarzlarına ne ad verilir?

a) Kült

b) Heterodoksi

c) Mezhep

d) Kutsal alan

e) Heretik yorum

3) Farklı inanç sistemlerinin bir arada yaşaması, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde
birbirinden etkilenmesi nedeniyle oluşan yeni dinî yorumlara ne ad verilir?

a) Panteizm

b) Henoteizm

c) Kült

d) Eklektisizm

e) Senkretizm

4) Aşağıdaki inanç kültlerinden hangisi deist geleneğe örnektir?

a) Eski Arap dini

b) Budizm

c) Hristiyanlık

d) Yahudilik

e) İslam

5) Aşağıdakilerden hangisi kristosentrik/Mesih merkezli bir dindir?

a) Yahudilik

b) İslam

c) Hristiyanlık

d) Budizm

e) Mecusilik

20
6) İslam Tarihi seyrinde Dinler tarihi çalışmaları için hangi tür eserler daha mühimdir?

a) Umum İslam Tarihleri

b) El Milel vel Nihal türü eserler

c) Coğrafya eserleri

d) Biyografik eserler

e) Ansiklopediler

7) Dinler tarihi çalışmaları için en önemli ve etkin kaynaklar aşağıdaki seçeneklerin


hangisinde doğru olarak verilmiştir?

a) Arkeolojik envanter ve kutsal metinler

b) Arşiv ve araştırma eserleri

c) Edebiyat ve şiir

d) Coğrafi eserler ve fen bilimler

e) Astronomi ve kutsal metinler

8)Aşağıdakilerden hangisi dinlerin genel özelliklerinden değildir?

a) Çevreyle ilişki

b) Etik vurgusu yapmak

c) Toplumsal yapıyı tesis etmek

d) Metafizikle ilişkili olmak

e) Dünyayı öncelemek

9) Dinler tarihi bilim dalı il olarak eğitim tarihimize hangi yüzyılda dahil olmuştur?

a) 17. yüzyıl

b) 18. yüzyıl

c) 19. yüzyıl

d) 20 yüzyıl

e) 21. Yüzyıl

21
Cevaplar

1) c, 3) e, 4) a, 5) c, 6) b, 7) a, 8) e, 9) c.

22
2. KADİM DİNÎ GELENEKLER

23
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Eski Mezopotomya Dinleri

2) Eski Anadolu Dinleri

3) Eski Avrupa Dinleri

4) İskandinav Dinleri

5) Eski Amerika Dinleri

24
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Eski Mezopotomya Dinleri hakkında bilgileriniz nelerdir?

2) Eski Anadolu Kültürü ve devletleri hakkında bilgilerinizi tazeleyiniz?

3) Eski Avrupa Dinleri hakkında neler okudunuz?

4) İskandinav Dinleri ve bugünkü İskandinav ülkeleri arsındaki bağ hakkında


neler biliyoruz?

5) Eski Amerika Dinleri Kızılderililer ve kültürleri hakkında neler biliyoruz?

25
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl


elde edileceği veya
geliştirileceği

Eski Mezopotomya dinlerini


öğrenmek

Eski Anadolu kültür ve


medeniyetini kavramak

Eski Avrupa kültür ve


medeniyeti hakkında bilgi
sahibi olmak

Amerika ve İskandinav
tarihine ait bilgiler edinmek

26
Anahtar Kavramlar
 Amerika Dinleri

 İskandinav Dinleri

 Eski Avrupa Dinleri

 Eski Mezopotomya Dinleri

 Mana

 Tabu

 Totem

27
2.1. Eski Mezopotamya Dinleri
Kadim dinî geleneklerin yeryüzündeki her kıtada 3000 yıldan fazla bir süre önce
ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu gelenekler daha çok her varlıkta bir ruh olduğu inancı
nedeniyle animistik bir hüviyet sahibidir. Bu çerçevede hayvanlarda, dağ, ağaç, nehir ve
yıldız gibi tabiat unsurlarında ruha ait bir gücün olduğu düşünülür. Mana olarak nitelenen bu
durum nesneler ve insanlarda bulunabileceği düşünülen enerjiye benzer soyut bir gücü ifade
etmektedir. Mana inancı her kabilenin kendine has bir totem ihdasıyla ilişkilendirilebilir.
Totem, bazı kültürlerde klanın ya da kabilenin atası sayılan ya da klan veya kabileyle soy
birliğine sahip olduğu düşünülen hayvanlar o kabilenin totemi olur. Bu totem hayvanın
öldürülmesi ise tabudur. Kadim dinlerde tabu genellikle yasaklamaya ilişkin bir anlam içerir.
Kadim dinî gelenekleri bu çerçeveden değerlendirmek mümkündür.

2.1.1. Sümer Dini


MÖ 4. bin yıl ile 2. bin yıl arasında Mezopotamya’da yaşayarak Sümerler gerek yazı,
dil, tıp, astronomi ve matematik gerekse fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda öne çıkan bir
toplum olarak tanınmaktadır. Sümer yaratılış ve tufan anlatıları oldukça dikkat çekicidir.
Sümer dini çoktanrılı bir yapı arz etmektedir. İnsan şekilli ve insan nitelikli olarak düşünülen
tanrısal varlıkların sayısı hayli kabarıktır. Bununla birlikte Sümerler arasında her yörede
belirli tanrı grupları daha fazla ön plana çıkarılmıştır. Şehirlerin koruyucu Tanrısı olduğu
düşünülen ilahi varlığın ilgili şehrin iyi yaşam sürmesinden sorumlu olduğuna inanılmıştır.

Sümer tanrısal varlıkları arasında özellikle gök tanrısı An ile yeryüzüne tekabül eden
eşi Ki önemlidir. Ayrıca Enlil, Enki ve İnanna ile Utu ve Nanna gibi tanrısal varlıklar da farklı
Sümer şehirlerinde ön plana çıkan ilahi güçler arasındadır. Sümerler tanrısal varlıklar için
genel olarak Anunnaki terimini kullanmışlardır.

Sümer anlatıları arasında, insanın yaratılışı ve yok edilmeye çalışılması kıssası hayli
ilginçtir. İnsan tanrılara hizmet etmek üzere yaratılmıştır. Ancak tanrılar yarattıkları
insanlardan rahatsız olarak onları bir tufan ile yok etmeye karar vermişlerdir. Bu tufandan bir
gemi ile bir kişi kurtulmuştur. Sümerler ölüm sonrası yaşama inanç sistemlerinde yer
vermişlerdir. Ziggurat adı verilen tapınaklar inşa etmişlerdir.

2.1.2. Asur ve Babil Dini


Yaklaşık olarak M.Ö. ikinci bin yılbaşlarından M.Ö. yedinci yüzyıl sonlarına kadar
Mezopotamya’da egemenlik kuran Babilliler ve Asurlular, çoktanrıcı ve pagan özellikler
gösteren bir inanç sistemine bağlıydılar. Genellikle her yerleşim merkezinin kendine has bir
üstün gücü vardı; ancak bununla birlikte Babillilerin Marduk’u ve Asurluların Asur’u gibi
genel olarak kabul gören ulûhiyetler de söz konusuydu. Özellikle kral Hammurabi’nin
iktidarıyla birlikte Babil şehri tanrısı Marduk bütün imparatorluğun üstün gücü olarak tanrılar
panteonun başına geçirildi. Babillilerin ve Asurluların yüzlerce tanrı ve tanrıçaları arasında ay
ilahı Nannar, güneş tanrısı Şamaş, sabah ve akşam yıldızının tanrıçası İştar, gök tanrısı Anu
ve yer altı âleminin üstün gücü Nergal gibi ilahi varlıklar ayrı bir yere sahipti.

28
Asur ve Babil dininde sihir, büyü ve astroloji oldukça yaygındı. Zigguratlar biçiminde
yapılan tapınaklar aynı zamanda birer astrolojik gözlem merkezi olarak kullanılmaktaydı.
Başta krallar olmak üzere yöneticilerin tanrısal âlemle irtibat içinde olduklarına inanılıyordu.
Nitekim Hammurabi örneğinde olduğu gibi kralların, halka yönelik hazırladıkları kanun
metinlerini tanrılardan aldıklarına inanılıyordu.

İyi ve kötü davranışların karşılığının bu dünyada görüleceğine inanılmakla birlikte bir


ahiret inancı da vardı. Ölüm sonrası ruhların batıda bir yere gittiklerine ve burada mutlak
sessizlik ve karanlık âleminde yaşadıklarına inanılırdı. Ölüler âlemi yer altı âlemi olarak da
nitelenmektedir. Ölülerin arkasından yakınları çeşitli takdimlerde bulunurlardı.

2.1.3. Eski Mısır Dini


M. Ö 4. binli yıllardan itibaren önemli bir siyasal ve kültürel merkez olan Mısır,
görkemli piramitleri yanında dünyanın en eski ve en iyi korunmuş yazılı metinleriyle ve
hayvan başlı tanrısal varlıklarıyla tanınmaktadır. Arkeolojik araştırmalar ve bulgular
neticesinde Eski Mısır inançlarını içeren birçok yazılı materyal elde edilmiştir. Piramitlerin
duvarlarında mezarlarda ya da lahitlerde resim yazısıyla yazılı olan bu metinler belli başlı
birkaç grupta toplanmaktadır. Ahlaki öğretileri içeren Hikmetler Kitabı, tabutların
kenarlarında yazılı olan Ölüler Kitabı ve piramitlerdeki metinler bunlar arasında zikredilebilir.

Eski Mısır dini çoktanrıcı ve pagan bir özellik taşımaktadır. Ruhçuluk ve doğaya
tapınma yanında özellikle hayvanlarla ilgili kültler oldukça gelişmiş durumdadır. Tapınılan
tanrısal varlıklar genellikle hayvan ve insan kombinasyonu şeklinde tasvir edilmiştir. Örneğin
ölüler tanrısı Anubis çakal başlı, eğlence tanrısı Basted kedi başlı, savaş tanrısı Mut aslan
başlı, ana tanrıça İzis inek başlı ve yönetici tanrısal varlık Horus ise şahin başlı olarak
resmedilmiştir. Birçok hayvan tanrısal varlıkların yeryüzündeki simgesi ya da kutsal hayvanı
olarak düşünülmüş ve tapınaklarda bu hayvanlar beslenmiştir. Tanrısal varlıklar arasında
Güneş tanrısı Re’nin ayrı bir yeri olmuştur. Sonraları Teben şehrinin tanrısı Amon ile
birleştirilerek Amon-Re şeklinde üstün bir varlığa dönüştürülmüştür. Bundan başka ana
tanrıça İzis, eşi ve yer altı âleminin hükümranı Oziris ve İzis’in oğlu Horus üçlüsü de oldukça
önemlidir.

Eski Mısırlılarda imparator ya da kral kültü de oldukça önemlidir. Mısır kralları olan
Firavunların bir çeşit bedenleşen tanrılar olduklarına inanılmış ve dolayısıyla firavunlar
öldüklerinde tapınaklarda tapınma objesi olarak yer almışlardır. Firavunların tanrı Horus’un
soyundan geldikleri ya da Horus’un yeryüzündeki inkarnasyonları olduklarına inanılmıştır.
Tanrısal saflıklarını koruyabilmek için kız kardeşleriyle evlenmişlerdir.

Eski Mısır halkı gökyüzünü bir okyanus olarak düşünmüş ve güneş, ay ve diğer gök
cisimlerinin bu okyanusta gemileriyle seyahat ettiklerine inanmıştır. Örneğin gün boyu
gökyüzünde batıya doğru seyahat eden güneş gece yeraltına inmekte ve gece boyu yer altı
nehrinden dolaşarak sabah tekrar doğuda görünmektedir. Eski Mısırlılar ölüm sonrası yaşama
inanmışlardır. Ölen kişilerin mezarlarına ölüm sonrası da kullanması için çeşitli araç, gereçler
koymuşlardır. Ölen kişinin cesedini yağlama ve mumyalama Mısırlılarda oldukça yaygındır.
Özellikle yönetici ve eşraf sınıfından olan cenazeler mumyalanmıştır.

29
Eski Mısır’da rahiplerin ülkede her zaman imtiyazlı bir yeri olmuştur. Özellikle
Amon-Re rahipleri Firavunlardan sonra en saygın kişiler olmuşlardır. Rahipler tapınaklarda
tanrısal varlıklara yiyecekler sunar, tütsüler yakarlardı.

2.2. Eski Anadolu Dinleri

2.2.1. Hitit Dini


MÖ 1600’den MÖ 1200’lere kadar Anadolu’nun önemli bir bölümünde egemen olan
Hititler, gerek siyasal yapılanmaları gerekse dinsel inançları ile dikkati çekmişlerdir.
Çoktanrıcılık ve paganizme dayalı Hitit dini, Hatti, Sümer, Hurri, Asur-Babil gibi birçok
farklı geleneğin tanrısal varlıklarına tanrı inancında yer vermiştir. Hititler fethettikleri
yörelerin tanrısal varlıklarını kendi panteonlarına katmakta bir beis görmemişlerdir. Bununla
birlikte her Hitit yerleşim merkezlerinde o yöreye ait tanrısal varlıklar ön plana çıkarılmıştır.
Tanrısal varlıkların genelde bir aile şeklinde düşünülmüş olduğu ve bir ana-tanrıça kültünün
çoğunlukla görüldüğü dikkati çekmektedir.

Hitit tanrıları arasında en eskisi savaş tanrısı Hattia idi. Fırtına ve gökyüzü tanrısı Hitit
panteonunun başında bulunan yüce varlıktı. Ona verilen birçok isim arasında Teşub ve Taru
sayılabilir. Bundan başka fırtına tanrısının eşi olan ve yeryüzünü simgeleyen Hebat, Teşub’la
Hebat’ın oğlu Şarruma, tanrıların anası Hannahanna, ayrıca Alalu, Anu ve Telapinu gibi
varlıklar Hitit panteonundaydı. Hititlerin sonraki dönemlerinde önemli bir ana-tanrıça figürü
olan Kubaba (Kübele) ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Hititler Anu, Enlil ve Ereşkigal Akad
tanrısal varlıklarına da tapınmaktaydılar.

Hititlerin başkenti olan Hattuşa, siyasal bir merkez olma yanında aynı zamanda dinsel
bir merkezdi. Burada bulunan tapınaklarda tanrı suret ve tasvirleri bulunurdu. Tapınaklarda
tanrılara kurban sunusunda bulunulurdu. Tapınaklarda çalışan görevlilere ilişkin kurallar
oldukça önemli görülmüştür. Tanrılara hizmet ederken yapılabilecek bir hatanın tanrıların
öfkelenmesine neden olacağı ve bunun da ülkeye zarar verebileceği düşünülmüştür. Hititler
ölülerini yakarlar ya da toprağa gömerlerdi. Hititlere ait arkeolojik materyalde çeşitli tören ve
kutlamalara ilişkin tasvirler dikkati çekmektedir. Anadolu’nun genelinde olduğu gibi Hititler
arasında da boğa, geyik gibi hayvanlar dinsel tasvir sanatında sıklıkla kullanılmıştır.

2.2.2. Frigya Dini


MÖ 12. yüzyıldan MÖ 7. yüzyıla kadar Batı Anadolu’da egemen olan Frigyalılar,
Hitit dinsel geleneğine paralel tarzda çoktanrıcı ve pagan bir inanç sistemine sahiptiler.
Tanrısal varlıkları arasında özellikle ana-tanrıça Kibele önemlidir. Ayrıca güneş tanrısı
Sabazios ve ay tanrısı Men de önemli tanrılar arasındadır

Firigyalılar Urartular gibi yüksek kayalıklara kapı benzeri kutsal anıtlar yapmışlardır.
Ayrıca onlar ölülerini tepe görünümündeki tümülüslere, kaya mezarlarına ve toprak mezarlara
gömmüşlerdir. Tepenin yüksekliği, gömülen kişinin sosyal statüsünü göstermekteydi.

30
2.2.3. Urartuların Dini
Kendilerine Viane ya da Biane adını veren Urartular MÖ ikinci bin yılın sonlarından
itibaren bilinmektedir. O dönemde Anadolu’da yaygın olan diğer birçok gelenek gibi Urartu
dini de çoktanrıcı ve pagan bir yapıya dayalıydı. Doğa tapıcılığının Urartu dininde önemli bir
yeri vardı. Bu çerçevede onlar su kaynakları, mağaralar, dağlar ve tepeler gibi tabii varlıklara
tazimde bulunuşlardır.

Urartular’ın en önemli tanrısı, savaşa çıkan kralı kutsayan savaş tanrısı Haldi’ydi.
Krallar savaşı kazanmak için Haldi’ye yakarır, kazanırlarsa da diktikleri yazıtlarda ilk önce
Haldi’nin adını anarlardı. Yapılan binaların çoğu Haldi adına yapılırdı. Haldi’nin karısı ise
Arubani idi. Ancak Arubani bir ana tanrıça kadar önemli değildi. Panteonda Haldi’den sonra
gelen tanrı fırtına tanrısı olan Teişeba idi. Bunun Hurri-Hitit tanrısı Teşup ile özdeş olduğu
düşünülmektedir. Urartu sanatında boğa üzerinde gösterilmiştir. Karısı Huba ise Hititlerin
Hepat’ı ile özdeş sayılmaktadır. Bunlardan başka Güneş tanrısı Şivini de önemli bir tanrısal
varlık olarak Urartu panteonunda yer almaktadır.

Urartulara ait arkeolojik materyalden anlaşıldığı kadarıyla kurban törenleri oldukça


önemlidir. Hangi tanrıya nasıl ve ne kadar kurban sunulacağına dair bilgiler bulunmaktadır.
Bundan başka kuraklık, kıtlık ve savaş gibi durumlarda da kurban sunusunda bulunulmuştur.
Urartu tapınakları, tanrı figürünün bulunduğu bir oda, avlu ve yan odalardan oluşmaktadır.
Tapınak içinde, üç ayaklı kazanlarla üzerine sunakların konulduğu altarlar dikkati
çekmektedir. Tuşpa (Van) ve Altıntepe’de görüldüğü gibi açık hava tapınakları da Urartu
geleneğinde önemli bir yer tutmaktadır.

Hititlerde olduğu gibi Urartular arasında da ölülerin yakılarak ya da toprağa


gömülerek defnedildiği bilinmektedir. Diğer taraftan özellikle yönetici kesimin kaya
mezarlarına ya da yeraltında hazırlanan mezar evlerine/odalarına gömüldüğü de
bilinmektedir.

2.2.4. Harranilerin Dini


Harran’ın bilinen en tarihsel dönemlerinden MS 13. yüzyıl ortalarına kadar devam
eden Harranilerin dinsel geleneği çoktanrıcılığına ve paganizmine dayalıdır. Harran tanrılar
silsilesinin başında ay tanrısı Sin, eşi Ningal ve güneş tanrısı Şamaş bulunmaktadır. Bundan
başka Tarata, Baal Şamin, Bar Nemre ve Gadlat gibi tanrısal varlıklar da Harran tanrılar
panteonunda yerlerini almışlardır. Harran dininde yıldız ve gezegen tapıcılığının her zaman
özel bir yeri olmuştur. Eski Harran civarında bulunan Soğmatar yıldız ve gezegen tapıcılığı
için özel bir önem taşımıştır. Burada güneş ve ayı da içeren 7 gezegen için tapınaklar
yapılmıştır.

Harraniler başta Hermes, Agathodaimon, Solon, Eflatun, Pitagoras, Baba, Arani ve


Asklepyus olmak üzere birçok şahsın peygamberliğine inanmışlardır. Bunlardan bir kısmının
Eski yunan filozofları oldukları görülmektedir.

31
Harraniler tanrısal varlıkları adına birçok tapınak yapmışlardır. Bunlardan en önemlisi
antik dönemin ünlü tapınağı Ehulhul’dur. Ay tanrısı Sin için yapılan bu ünlü tapınak tarihte
yöredeki çeşitli siyasal liderler arasında yapılan antlaşmalara ev sahipliği yapmıştır.

Harraniler sihir, büyü ve astrolojideki maharetleriyle yörede tanınmışlardır. Kurban


olarak kestikleri ya da öldürdükleri hayvanların çeşitli organlarını incelemek suretiyle
geleceğe ilişkin kehanette bulunmaya çalışmışlardır. Onların temel ibadetleri arasında günde
üç vakit yaptıkları dua törenleri, dine giriş ayinleri ve tanrısal varlıklarına sundukları
kurbanları dikkati çekmektedir.

2.3. Eski Avrupa Dinleri

2.3.1. Eski Yunan ve Roma Dini


Eski Yunan dini diğer antik dönem dinleri gibi çoktanrılı ve pagan yapısıyla dikkati
çekmektedir. Eski yunan dininin temel bir özelliği tapınılan tanrısal varlıkların insan biçimli
olarak tasvir edilmesidir. Örneğin yüce tanrı Zeus güçlü kuvvetli bir erkek şeklinde tasvir
edilmiştir. Yunanlılar tanrıların büyükçe bir aile tarzında Olimpos dağında yaşadıklarını
düşünmüşlerdir. Göklerin egemeni olan kral tanrı Zeus ile eşi kıskanç ve zaman zaman kötü
karakterli Hera tanrılar panteonunun zirvesinde yer almışlardır. Zeus’un insanlarla ancak
aracılar vasıtasıyla ilişki kuran bir ilahi varlık olduğuna inanılmıştır. Eski Yunan mitolojisinde
sıklıkla Zeus’un kılık değiştirerek çeşitli ilahi varlıkları ya da yeryüzünde yaşayan bazı
kimleri kaçırdığı ya da iğfal ettiği anlatılarına yer verilir. Eski Yunan’da bir diğer önemli
tanrısal varlık ise güzellik ve rahmet tanrısı Apollo’dur. Bundan başka deniz tanrısı Posaydon,
ilahi elçi Hermes, av tanrıçası Artemis, güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit, güç tanrısı Ares, aşk
tanrısı Eros, rüzgâr tanrısı Aydos ve ay tanrısı Helena gibi varlıklar da Eski Yunan tanrılar
panteonunda bulunan önemli ulûhiyetler arasındaydı. İnanılan tanrısal varlıklar dışında Eski
yunanlılar bazı yarı tanrısal varlıklara da inanmaktaydılar.

Eski Yunanlılar arasında krallar şahsında atalar kültüne de yer verilmekteydi. Kralların
tanrı Zeus’un soyundan geldiklerine ve Zeus tarafından göreve getirildiklerine
inanılmaktaydı. Krallar aynı zamanda başrahip sayılırlardı.

Ölüm sonrası yaşam konusunda Yunanlılar arasında çeşitli inanışlar olduğu


bilinmektedir. Ölen kişinin ruhunun bir müddet civarda yaşadıktan sonra yeniden dünyaya
geleceğine inanç yanında genellikle ölülerin yeraltındaki ölüler âleminde yaşamlarını devam
ettireceklerine inanılırdı. Eski Yunanlılar tanrılar adına tapınaklar inşa etmişlerdir. Zeus adına
yapılan Olimpiya tapınağında olduğu gibi tapınaklara tanrıların devasa heykellerini
yerleştirmişlerdir. Ayrıca Atina’daki Agora Meydanı gibi bazı alanlarda tanrıların heykelleri
dikilmiştir. Yapılan ibadetler arasında tanrısal tasvirler önünde yapılan dua ve tazimler,
sunulan kurbanlar diğer pagan geleneklere benzerlik göstermektedir. Bundan başka onlar
tanrısal varlıkları adına çeşitli yıllık festivaller düzenlemişlerdir. Bunlardan en ünlüsü yüce
tanrı Zeus adına dört yılda bir düzenlenen Olimpiyat şenlikleridir. Ayrıca Delphi’de Apollo
için yılda bir defa düzenlenen oyunlar da önemlidir.

32
Eski Etrüsk dininin etkisi altında kaldığı söylenen Eski roma dinsel geleneği çoktanrıcı
ve pagan bir karakter taşımaktadır. Eski Roma’da her şehrin kendine has bir tanrı geleneğinin
olduğu dikkati çeker. Kuşkusuz bunlardan en önemlisi ve etkini imparatorluk merkezi olan ve
Romus ile Romulus kardeşler tarafından kurulduğuna inanılan Roma şehrinin tanrılar
panteonunudur. Işık tanrısı Jüpiter ile halkın koruyucu tanrısı Mars ve Quirinus tanrılar
panteonun başında yer almaktadır. Roma dinindeki gelişmelere paralel olarak bu ilahi üçlü
ileri dönemlerde Jüpiter, Juno Gegina ve Minerva şekline dönüşmüştür. Dolunay günleri
Romalılarca Jüpiter’e ithaf edilirdi. Jüpiter ün üstün ve yüce olarak tanımlanmıştır. Bundan
başka ay tanrısı Diana, ekilebilen topraklar tanrıçası Tellus, mahsulün korucuları Flora ve
Ops, sürüler tanrısı Faunus, su tanrısı Neptün ve ateş tanrısı Vulkanus önemli tanrısal varlıklar
arasındaydı. Roma dininde ev ve evin bölümerine yönelik koruyucu tanrısal varlılara da
inanılırdı. Örneğin Yanus ev kapısı, Vesta ise ocak tanrısıydı. Roma imparatorluğunun
gelişmesine paralel olarak ilerleyen dönemlerde Eski Yunan panteonuna ait tanrısal varlıklar
da dinsel gelenek içerisine taşınmıştır. Bundan başka Manga Mater ve Kübele de zamanla
Roma tanrısal varlıkları arasına dâhil edilmiştir. Roma’daki Forum gibi bazı meydanlarda
tanrısal varlıkların heykelleri dikilmiştir.

Eski Roma geleneğinde imparator kültü oldukça önemlidir. En büyük rahip olarak
kabul edilen imparatorlar aynı zamanda tanrısal varlıklar olarak kabul edilmiş ve öldüklerinde
heykelleri tapınaklara konularak bunlara da tapınılmıştır. Eski Roma dininde hemen her
tanrısal kültün kendine has rahipleri vardı. Örneğin Lüperdi adı verilen rahipler, tanrı
Faunus’un rahipleriydi. Bunlar belirli zamanlarda törenlerle dolaşırlar ve sürülerin kurtlardan
korunmasını sağlamaya çalışırlardı.

Eski Romalıların ibadetleri arasında tanrılar adına kesilen kurbanlar önemli bir yer
tutmaktadır. Fal ve kehanet Romalılar arasında oldukça yaygındı; rahipler belirli zamanlarda
kehanette bulunarak tanrısal varlıkların iradelerini halka aktarmaya ya da geleceğin nasıl
olacağı konusunda halkı bilgilendirmeye çalışırlardı. Bundan başka Eski Yunan’da olduğu
gibi, tanrılar adına bayram ve şenlikler düzenlenirdi. Yılda iki defa yapılan araba yarışları ise
halkın hem oyun eğlence hem de ibadet şeklini yansıtmaktadır.

2.3.2. Kelt Dini


MÖ 600 yıllarında Batı ve Orta Avrupa’da etkili olan Keltlerin dinsel geleneğini ifade
eden Kelt dini özellikle Galler ve İrlanda’da etkili olmuştur. Kelt dininin temel özelliği
çoktanrıcı ve pagan yapısı gelişmiş bir rahiplik sistemine sahip olmasıdır. İnanılan tanrısal
varlıklar arasında kral tanrı Teutates, şimşek tanrısı Taranis, verimlilik tanrısı Dagda, at
tanrıçası Epona ve el sanatları tanrısı Lug önemlidir. Ayrıca Arawn, Brigid, Cernunnos,
Cerridwen, Danu, Herne, Lugh ve Rhiannon da önemli tanrısal varlıklar arasındadır. Kelt
dininde yeryüzü genel anlamda kutsal kabul edilmekle birlikte özellikle bazı sular, dağlar,
koruluklar ve ağaçlar kutsiyetin yoğunlaştığı mahaller olarak görülmüştür. Keltler arasında
ruh, cüce ve peri inançları da oldukça dikkat çekicidir. Bazı tepelerin altında perilerin ve
ruhların yaşadıklarına inanılmıştır.

33
Keltler ruhun ölümsüzlüğüne inanmışlardır. Ölülerin Batıda bir ada ya da sular
altındaki bir ülke olduğu düşünülen ölüler ülkesine gittiklerine inanılırdı. Ölüler ülkesi
korkulacak bir yer olarak görülmezdi ve cehenneme inanılmazdı; dolayısıyla Keltler arasında
ölüm korkusuna fazla yer verilmezdi. Hatta bu nedenle onlar arasında intihar vakalarının bile
yaygın olduğu söylenmektedir.

Druid denilen Kelt rahiplerinin doğayla uyum yanında doğaya bir şekilde egemen
oldukları var sayılmıştır. Hatta güneşi, dünyayı ve göğü onların yarattıklarına inanılmıştır.
Bundan başka Druidler büyülü sözler ve kutsal formüllerle yağmurun yağmasını sağlama ve
bazı doğal afetlerin önlenmesi gibi etkinliklerde bulunurlardı. Falcılık ve kehanet Kelt dininde
de oldukça önemlidir. İbadetler arasında diğer pagan topluluklarda olduğu gibi kurban
törenleri önemli bir yer tutmaktadır. Kurban ve sunular Druidler tarafında kutsal mekânlarda
tanrısal varlıklara sunulmuştur. Hayvan kurbanı yanında Keltlerin zaman zaman insan kurbanı
törenleri düzenlediklerine dair bilgiler de bulunmaktadır.

2.4. İskandinav Dinleri


MS 9.-10. yüzyıllarda Hristiyanlığı kabul edene kadar İskandinav halklarının bağlı
oldukları dinsel gelenek, çoktanrıcı ve pagan bir yapı arzetmekteydi. İskandinav dinerlinin
tanrılarına ilişkin anlatılara Edda destanı gibi metinlerde rastlanmaktadır. Eski İskandinav
halkları çeşitli tanrı gruplarına inanırdı. Bunlardan Aesir denilen grup Odin, Frigg, Thor,
Balder ve Tyr gibi belli başlı tanrılardan oluşmaktaydı. İkinci bir grubu oluşturan Vanir ise
Njord ve çocukları Freyr ve Freyja gibi tanrısal varlıklardan oluşmaktaydı. İnanılan tanrılar
arasında en üstünü her şeyin hâkimi olduğu düşünülen Odin’di. İnsanların kaderlerine
hükmeden eşi Frigg ve çocukları ile tanrılar panteonun başında yer alırdı. O, tanrıların babası
olarak da adlandırılırdı. İki keçi tarafından çekilen bir arabaya binen tanrı Thor ise gücün
sembolüydü. Bunlardan başka bilge tanrı Baldur, rüzgârlara hükmeden Njord ve çocukları
Freyr ve Freyje de önemli tanrısal varlıklar arasındaydı.

Önceleri tanrılarına açık alanlarda tapınan Eski İskandinav hakları sonraları tapınaklar
inşa ettiler. Tapınaklarda tanrılar için sunulan kurbanlar oldukça önemliydi. Hayvan
kurbanları yanında zaman zaman insan kurbanlarının da sunulduğu söylenmektedir. Kurban
olarak sunulan insanlar genelde köle ve esirlerdi. Yılda üç büyük bayram kutlanırdı.
Bunlardan ilki güneş adına kutlanan Yul bayramıydı; ikinci yeryüzü için üçüncüsü ise yüce
tanrı Odin adına kutlanırdı. İskandinav dini geleneğinde tapınaklarda tanrıların hizmetçisi
olan rahipler dışında kâhin ve büyücüler de oldukça önemliydi. Kehanet ve büyüde özellikle
kadınların ayrı bir yeri vardı. Elbiseler üzerine yapılan sihirlerin giyen kişiyi kötülüklerden
koruyacağı ya da yok edeceği düşünülürdü. İskandinav dinî geleneğinin uzantılarını haftanın
günlerinin isimleri (Thursday, Friday gibi) konusunda olduğu gibi Batı dillerinde görmek
mümkündür.

2.5. Eski Amerika Dinleri/ Aztek, Maya ve İnkaların Dinleri


Orta ve Latin Amerika’da yaşayan Aztekler, Mayalar ve İnkalar, yöreye Hristiyanlığın
girişine kadar bölgede önemli medeniyet tesis etmiş olan halklar olarak bilinir. MS 16.
yüzyıldan itibaren yöredeki İspanyol egemenliğiyle birlikte bu gelenekler önemli ölçüde tarih

34
sahnesinden silinmiştir. Azteklerin tanrı inancında yüce tanrı Tonacatecutli eşi ile birlikte
tanrısal hiyerarşinin başında bulunmaktadır. Onlar en üst gök âleminde ikamet etmektedirler.
Bundan başka efsanevi kral tanrı Ketsalkovatl, savaş tanrısı Tezkatlipoce, yeryüzü tanrıçası
Tlazolteotl, güneş tanrısı Tonatiuh ve yağmur tanrısı Tlaloc önemli tanrısal varlıklardandı.
Aztekler dünyanın ezeli sulardan çıkmış olduğuna ve dokuz yer altı ve dokuz ya da onüç gök
tabakası bulunduğuna inanmışlardır. Geçmişte dünyadaki yaşamın dört kez yıkılıp yok
edildiği var sayılmıştır. Sırasıyla su, kaplanlar, ateş ve kasırga ile dünyanın yok edildiğini ve
her defasında tanrıların yeryüzünü tekrar imar ettiklerini düşünmüşlerdir. Onların inancına
göre yeryüzündeki yaşam bir daha yok edildiğinde artık tanrılar onu tekrar imar
etmeyeceklerdir. Aztekler birçok ünlü görkemli mabetler inşa etmişlerdir. Mabetlerde ve kült
merkezlerinde kurban törenleri düzenlenirdi. Kurban törenleri arasında özellikle güneş tanrısı
için yapılan insan kurbanlarının oldukça yaygın olduğu söylenmektedir. Aztekler ölülerin ya
yeraltı dünyasına ya da yağmur tanrısı Tlaloc’un cennetine gittiğine inanırlardı ve bu nedenle
ölülerin cesetlerini yağmur tanrısının rengi olarak düşündükleri maviye boyarlardı.

Mayaların tanrılar panteonunda ise Hanubka yüce tanrı olarak kabul edilirdi. Ayrıca
güneş tanrısı İtzamna’ya ve kahraman kral tanrı Kukulkan’a inanılırdı. Yer altı âleminin
efendisi ise Hunahpu idi. Mayaların inançları ve ibadet anlayışları da genelde Azteklere
benzemekteydi; ancak onların geleneğinde insan kurbanı gibi törenlere fazla rastlanmadığı
söylenmektedir.

İknalar ise yaratıcı tanrı Virakoça, güneş tanrısı İnti ve şimşek tanrısı Kokeilla’ya
inanmışlardır. Krallar güneşin torunu sayılmıştır. İknalar tanrıları için mabetlerde kurban
törenleri düzenlemişlerdir. Bu kurbanların bir kısmının ateşe atılması dikkat çekicidir. İnka
krallarının kız kardeşleriyle evlilik gelenekleri vardı. Ayrıca tapınaklarda özel olarak
yetiştirilen rahibelerden diğer eşler alırlardı. Cesetlerin mumyalanması uygulamasına
İknalarda da rastlanmaktadır. Ruhların dilsizler evi denilen ölüler âlemine gittiğine inanılırdı.

2.6. Kuzey Amerika (Kızılderili) Yerli Dinleri


Kuzey Amerika yerlileri doğaya egemen olduğunu düşündükleri birçok ruha
inanmaktadırlar. Onları tanrı olarak adlandırmak yerine ruh ya da güç olarak nitelemeyi
uygun bulmaktadırlar. Bu ruhsal güçlerle bir çeşit rahip olan büyücü-hekimlerle irtibat
kurmaktadırlar. Büyücü-hekimler hem şifa dağıtıcısı ve bilge hem de sihir, kehanet ve büyü
yapan kişilerdir. Büyücü hekimlik genellikle nesilden nesile aktarılır. Bunların doğa üzerinde
bir çeşit etkiye sahip olduklarına inanılır.

Her Kızılderili kabilesinin kendine has bir dinsel geleneği olduğu söylenebilir. Ancak
Kızılderili dinlerinin ortak bir özelliği animistik bir karakter taşımasıdır. Birçok hayvanın
ilahi bir ruha sahip olduğu ve dolayısıyla onlara saygı duymak gerektiği düşünülür. Bu
hayvanlar arasında özellikle buffalo, kartal ve ayının ayrı bir yeri vardır. Ayrıca Kızılderili
dinleri naturalistik bir karakter de taşır. Yeryüzü bir ana olarak görülür ve ona saygısızlık
edilmesi hoş karşılanmaz. Bundan başka gökyüzü, ay ve güneşin de kutsal ruh taşıdıklarına
inanılır.

35
Kızılderili kabilelerinde İrokualar yüce bir ruha, sadece insanı yaratmakla kalmayıp
bütün mahlûkatı onun gereksinimlerine göre düzenleyen iyi bir ruha inandıkları söylenebilir.
Dakota yerlileri olan Sioux’lar ise Wakan Tanka olarak adlandırdıkalrı yüce ruha
inanmaktadırlar. Kanada Dominyonu’na kadar uzanan kuzey Kızılderilileri tek bir yüce varlık
fikrine sahip değil gibidirler, fakat yeryüzünde, denizde ve havada meskûn olan iyi ve kötü
ruhlara inanırlar. Queen Charlotte adalarıyla civar bölgelerde yaşayan Haidahlar ise hem
yaratıcı hem de yüce hükümran olduğunu düşündükleri yüce güneş ruhuna inanırlar.
Nootkalar, diğer Amerikan yerlileriyle birlikte kuşaktan kuşağa aktarılan bir geleneğe
sahiptirler. Buna göre çok uzun zaman önce birdenbire bakırdan bir kano ile Nootka’ya
doğaüstü bir öğretmen ve koruyucu gelmiştir. O insanları eğitip öğretmiş, onlara kendisinin
gökten geldiğini, ülkelerinin bütünüyle yok edileceğini ve öleceklerini; fakat ölümden sonra
tekrar doğacaklarını ve yukarıda kendisiyle birlikte yaşayacaklarını bildirmiştir.

Bazı Kızılderili kabileleri ruhların çift olduğuna, birisi bedenle birlikte kalırken,
diğerinin uyku esnasında gezintiye çıktığına inanırlar. Buna göre beden öldükten sonra ruh
ayrılmakta ve cennete ya da ölüler ülkesine doğru yola çıkmaktadır. Kızılderililerin ibadetleri
arasında dua, ruhların yardıma çağrılması törenleri, sihir, büyü ve kehanet ayinleri ve
kurbanlar önde gelmektedir. Köpeklerin kurban edilmesi yaygın bir törensel uygulamadır.
Dini törenleri büyücü-hekimler idare ederler. Cenaze törenleri kabileden kabileye değişir.
Bununla birlikte mezarlıklar genelde kutsal kabul edilir. Ölülerin mezarlıklarda sedyeler
üzerinde açığa bırakılması ya da yakılması gibi adetler dikkati çekmektedir.

Tabiat unsurlarının ruhsal değer atfedilerek kutsandığı geleneksel kadim dinler


detaylarda biri birlerinden farklılaşsa da ana hatlarıyla politeist ve putperest bir eğilim içinde
varlık bulmuşlardır. Çeşitli tabiat varlıklarının ya da ataların ilahlaştırılması veya hayvan,
bitki ya da coğrafi unsurların yüce varlık ile insanlık arasındaki aracılığı inancı politeist ve
putperest eğilimi ifade etmektedir.

36
Uygulamalar
1) Bulunduğunuz ilin müzelerinde eski dinlere ait buluntuları keşfediniz? Müze yoksa
internetten gezebilirsiniz.

37
Kazanımlar

1) Anadolu’daki farklı kavimlerin dinleri hakkında objeler tanınmış olur.

38
Uygulama Soruları
1) Eski Mezopotamya dinlerinin ortak özelliklerini tanımlayınız?

2) Eski Yunan ve Roma dinlerinin ortak özelliklerini tanımlayınız?

3) İskandinav dinleri ile Hristiyanlık arasındaki etkileşimim nahiyeti hakkında


neler söylersiniz?

4) Eski Amerika Halkları hakkında neler biliyoruz?

39
Bu Bölümde Ne Öğrendik
Tabiat unsurlarının ruhsal değer atfedilerek kutsandığı geleneksel kadim dinler
detaylarda biri birlerinden farklılaşsa da ana hatlarıyla politeist ve putperest bir eğilim içinde
varlık bulmuşlardır. Çeşitli tabiat varlıklarının ya da ataların ilahlaştırılması veya hayvan,
bitki ya da coğrafi unsurların yüce varlık ile insanlık arasındaki aracılığı inancı politeist ve
putperest eğilimi ifade etmektedir.

Kadim dinî gelenekleri genel olarak animizm, mana, totem ve tabu kavramlarıyla
tanımlanabilmektedir. Evrenin bütün unsurlarıyla ruh taşıyan bir özelliğe sahip olduğuna
inanılan bu geleneklerde diğer varlıkların ruhlarının yanı sıra ataların ruhlarıyla temas inancı
söz konusudur. Her varlıkta yer alan ruhsal cevherin yanında mana olarak tanımlanan bir
kudretin varlığı inancı da çeşitli varlık ve cisimlerin aşkın bir güç olarak ilahlaştırılması
sonucunu doğrulmuştur. Bu çerçevede bazı hayvanlar, tabiat şekilleri ve gök cisimlerinin
manevi bir yüceltmeye tâbi tutulması söz konusudur. Animizm ve mana inancı her dinsel
geleneğin mensubu olan kabile ve toplumlar için müstakil bir ruhsal varlığın kutsanması
sonucunu doğurmuştur. Totem olarak tanımlanan bu varlık ile temas kurma çok özel kurallara
bağlı olduğundan totem ile olan sıradan ilişki tabu olarak görülmektedir. Kadim geleneklerde
en çok öne çıkan manevi eğilim yer ve gök mekânları üzerine bina edilmiş erkek ve dişil tanrı
ve tanrıçalar ile bu ilahi sayılan güçler arasındaki düaliter çekişmeleri ifade etmektedir.
Yeryüzünün pek çok bölgesinde varlık bulmuş olan bu tür inanç geleneklerini bu kavramlar
çerçevesinde tanımlamak mümkündür.

40
Bölüm Soruları
1) “Kadim gelenekler daha çok her varlıkta bir ruh olduğu inancı nedeniyle animistik
bir hüviyet sahibidir.” cümlesiyle ne tür bir dinî anlayış tarif edilir?

a) Kült

b) Heterodoksi

c) Mezhep

d) Çok tanrılı dinler

e) İlahi dinler

2) Her kabilenin kendine has bir totem ihdasıyla ilişkilendirilebildiği derin tutkuya ne
ad verilir?

a) Mana

b) Totem

c) Tabu

d) Monotoizm

e) Ataizm

3) Bazı kültürlerde klanın ya da kabilenin atası sayılan ya da klan veya kabileyle soy
birliğine sahip olduğu düşünülen hayvanlara ne ad verilir?

a) Mana

b) Totem

c) Tabu

d) Heterodoksi

e) Heresi

41
4) Bir kabileye ait totem hayvanın öldürülmesi aşağıdakilerden hangisidir?

a) Panteizm

b) Mana

c) Kült

d) Eklektisizm

e) Tabu

5) Sümerler ölüm sonrası yaşama inanç sistemlerinde yer vermişler ve ibadetlerini


topluca yapabilmek için birçok tapınak inşa etmişlerdir. Tapınaklarının adı aşağıdakilerden
hangisidir?

a) Havra

b) Kilse

c) Ziggurat

d) Edda

e) Keremet

6) Sihir ve büyü hangi eski kültürde yaygındır?

a) Hitit

b) Asur ve Babil

c) Sümer

d) Urartu

e) İskandinav

7) (D/Y) Hititlerin başkenti olan Hattuşa, siyasal bir merkez olma yanında aynı
zamanda dinsel bir merkezdi.

8) (D/Y) MÖ 12. yüzyıldan MÖ 7. yüzyıla kadar Batı Anadolu’da egemen olan


Frigyalılar, Hitit dinsel geleneğine paralel tarzda çoktanrıcı ve pagan bir inanç sistemine sahip
değilleridir.

9) (D/Y) Eski Etrüsk dininin etkisi altında kaldığı söylenen Eski Roma dinsel geleneği
çok tanrıcı ve pagan bir karakter taşımaktadır.

42
10) (D/Y) MÖ 600 yıllarında Batı ve Orta Avrupa’da etkili olan Keltlerin dinsel
geleneğini ifade eden Kelt dini özellikle Galler ve İrlanda’da etkili olmuştur

Cevaplar

1) d, 2) a, 3) b, 4) e, 5) c, 6) b, 7) D, 8) Y, 9) D, 10) D.

43
3. HİNDUİZM

44
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Hinduizmin tarihsel gelişimini

2) Hinduizmin inanç esaslarını

3) Hinduizmin kutsal metinlerini

4) Kast Sistemini

45
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

1) Hinduizm’in kast sistemi ile din arasındaki ilişkiyi tanımlayınız.

2) Dharma öğretisini Hinduizm’de insanın doğası anlayışı çerçevesinde tanımlayınız.

3) Karma inancı çerçevesinde Hinduizm’in dinî açıdan gelecek hayat beklentisini


açıklayınız.

4) Hinduizm’de ibadetlerin çeşitliliğinin nedenlerini tartışınız.

5) Hinduizm’in çevre inanç ve gelenekler üzerindeki etkisini tanımlayınız.

46
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

Hinduizmin tarihsel süreci

Hinduizmin inanç esaslarını

Hinduizmin Kutsal
metinlerini

Hinduizmin kast sistemiyle


ilişkisini

47
Anahtar Kavramlar
 Hinduizm

 Kast Sistemi

 Upanişadlar

 Brahman

 Veda

 Reinkarnasyon

 Vişnu

48
3.1. Tarihsel Gelişim
Hint alt kıtası halkları arasında en yaygın inanç olan Hinduizm MÖ 1500 civarında
ortaya çıkmış gelenek üzerine bina olan ve bağlılarının Hindu olarak isimlendirildiği güney
Asya dinidir. Hindistan’da Hinduizm “ebedi din” anlamında Sanatana Dharma veya Hindu
kutsal metin koleksiyonu olan “Vedaların dini” anlamında Vaidika Dharma olarak
isimlendirilir. Hinduizm standart bir teoloji, özel bir kurucu ya da peygamber, sistematik bir
ahlak kodu ile belirgin bir cemaat yapısı gibi unsurlara sahip olmaması yönüyle dünyanın
diğer büyük dinlerinden farklılaşır. Hinduizm dinlerin gevşek bir birlikteliği olarak da
düşünülebilir. Bu inanç eğilimlerin her biri diğerinden farklılaşmakta fakat temel inanç
esaslarını paylaşmaktadırlar. Ayrıca Hinduizm yaygın bir şekilde, katı bir şekilde
biçimlendirilmiş bir dinden çok bir yaşam tarzı ve felsefe olarak tanımlanır.

Bütün bu tanımlarla birlikte Hinduizm, Hristiyanlık ve İslam dininden sonra dünyanın


üçüncü en büyük dinidir. Bağlılarının tahmini sayısı 850 milyon ile 1.4 milyar arasındadır.
Dolayısıyla dünya nüfusunun %14’ünü ifade etmektedir. Hinduların en yaygın olduğu ülke
sayıları 751 milyona ulaşan ve ülke nüfusunun %79’una sahip olduğu Hindistan’dır. Hindu
nüfusunun yaygınlığı açısından Hindistan’ı Nepal, Bangladeş, Endonezya ve Sri Lanka
izlemektedir.

Hinduizm’in tarihsel kökenleri oldukça tartışmalıdır. Genel olarak bu tartışmanın


nedeni, Hinduizm’in prensip ve uygulamalarının pek çoğunun yazı öncesi döneme, binlerce
yıl eskiye uzanmasıdır. Dolayısıyla Hinduizm’in kuruluşu ve gelişimine ilişkin kesin tarihler
vermek oldukça güçtür. XIX. yüzyılda Hinduizm’in kaynaklarına dair bir teori geliştirilmiştir.
Bu teoriye göre Hinduizm’in kökleri İndus Vadisi medeniyetine ve MÖ 4000 yıllarına belki
de daha gerilere uzanır. Yaklaşık MÖ 1500’de bu bölge Aryanlar ya da Orta Asya’dan gelen
Indo-Avrupa kabileler tarafından istila edilmiştir. Söz konusu teoriye göre, yaklaşık bu
zamanlarda İndus Vadisi medeniyeti ortadan kalkmıştır. İstilacı kabileler beraberlerinde
Vedizm olarak adlandırılan kendi dinsel inançlarını da bölgeye getirmişlerdir. Dolayısıyla bu
teori sonuç olarak Hinduizm’in İndus Vadisi kültürü ile bu Vedizm inancının birleşiminden
ortaya çıkmıştır. Bu klasik teori yakın zamanlarda pek çok bilim adamı tarafından
reddedilmiştir. Bu bilim adamları daha yeni tarihsel kanıtları kullanarak söz konusu bölgeye
yönelik herhangi bir Aryan istilasının hiç olmadığı ve Hinduizm’in İndus Vadisi kültürünün
inançlarından oluştuğunu savunmaktadır.

Bilimadamları Hinduizm tarihine ilişkin genel olarak dört dönemden söz etmektedir:
(i) Vedik dönem, (ii) Epik ve Klasik dönem, (iii) Ortaçağ dönemi, (iv) Modern dönem. Vedik
dönem kabaca MÖ 2000-400 yılları arasına yayılmıştır. Bu ilk dönem boyunca Vedaları da
içerecek şekilde Hindu kutsal metinlerinin çoğu yazılmış ve Hinduizm’in temel inançları
şekillenmiştir. İkinci dönemi oluşturan Epik ve Klasik dönem de yine kabaca MÖ 400 - MS
600 yılları arasında yer almıştır. Bu dönemde Hinduizm’in iki büyük epik destanı olan
Mahabharata (Rig Veda’yı içermektedir) ve Ramayana yazılmıştır. Hindu kast sistemi de bu
dönemde oluşturulmuştur. Üçüncü büyük dönem olan Ortaçağ dönemi de yaklaşık olarak
600-1800 yılları arasında yaşanmıştır. Bu dönem boyunca Hinduizm yoğun tartışmalara ve
pek çok düşünce ekolünün ortaya çıkışına şahitlik etmiştir. 1800’den günümüze kadar devam

49
eden Modern dönem boyunca ise Hinduizm’in batılı kültürlerle ve düşünce tarzlarıyla olan
iletişimi artmıştır. Bu temasın en önemli sebebini ise Hindistan’ın Britanya sömürgesi
olmasıdır. Hinduizm’in Hindu olmayan toplumlara karşı en önemli takdimi Swami
Vivekananda’nın (1863-1902) ortaya çıkması ve 1893 yılında Chicago’daki Dünya Dinler
Parlementosu’nda yaptığı konuşmayla olmuştur. Vivekananda’nın bu toplantıdaki “Hinduizm
nedir?” başlıklı sunumuyla pek çok batılı ilk kez Hinduizm’i keşfetme eğilimine kapılmıştır.

Modern dönemin başlarında Hinduizm Hindistan’da gözden düşmeye başlasa da XX.


yüzyıl boyunca yeniden canlanmaya başlamıştır. Hinduizm’in XX. yüzyıl ile XXI. yüzyılın
başlarında karşılaştığı meydan okuma modern hayata uyarlanma sorunudur. Modern Hindular
dinlerinin ritüellerini ve anlaşılması güç teolojik konuları azaltmak, bunun yerine modern
eğitim doktrinlerini benimsemek, Hinduizm’i daha evrensel kavramlarla tanımlamak ve
kadınların rolünü artırmak gibi çabalar sergilemektedirler.

3.2. İnanç Esasları


Hindu inançları oldukça karmaşık ve genellikle anlaşılması zordur. Bu nedenle
Hinduizm hakkında zaman zaman hatalı değerlendirmeler ortaya çıkmaktadır. Bunlardan
birisi Hinduizm’in birden fazla tanrıya inanç besleyen politeist bir din olduğudur. Esasen bu
inanç kısmen geçerli olmakla birlikte Hinduizm pek çok tanrı ve tanrıça inancına sahip
olurken bunların hepsini yegâne üstün tanrı Brahma’nın farklı veçhe ve formları olarak
görmektedir. Bu tür inanca dayalı dinler henoteistik olarak isimlendirilebilir.

3.2.1. Atman
Atman “ebedi benlik” demektir ve ego ya da sahte benliğin ötesinde gerçek benliği
ifade etmektedir. Bu kavram sıklıkla can ve ruh olarak da tanımlanmakta ve insan varlığının
altında yatan gerçek benlik ve cevhere işaret etmektedir.

Hinduizm’de “benlik” hakkında pek çok farklı anlayış söz konusudur. Bu anlayışlar
benliğin Tanrı’nın ebedi kulu olmaktan tanrısal bir unsur olmasına kadar farklılaşmaktadır.
Atman düşüncesi benliğin maddi bir varlık olmaktan çok ruhsal bir durum olmasını gerektirir.
Dolayısıyla Hinduizm’in maddi dünyadan uzaklaşmayı ve asketik bir yaşam sürmeyi öneren
güçlü bir eğilimi söz konusudur.

Hinduizm hakkındaki diğer bir düşünce ise bir yüce tanrı kavramı ile birlikte üçlü
tanrısal konsepte sahip olduğudur. Burada yüce Tanrı Brahma’dır ve yaratma işini sürdüren
yaratıcı tanrı olarak kabullenilir. Hindu inancından Brahma gerçekliğin tümünü bir birlik
olarak gören panteistik bir prensibe atfedilir. Buna göre evren parçalardan oluşan bir
koleksiyon değil ilahi kuşatma içinde yegâne bir bütünlük hâlindedir. Brahma hem evrendir
yanı zamanda evrenden aşkındır.

3.2.2. Brahman

Brahman Sanskritçe’de evrenin ötesindeki aşkın gücü ifade etmektedir. Ancak zaman
zaman Brahman, aynı anlama gelmemesine rağmen “Tanrı” olarak da nitelenmektedir.

50
Brahman varlık sahibi her şeyi koruyan, gözetleyen ve destekleyen güçtür. Bazı Hindulara
göre bu güç benlik (atman) ile özdeştir.

Pek çok Hindu, kendisine ibadet edilmemesine rağmen Brahman’ın her şeyi
kuşattığına inanmaktadır. Öte yandan bazı Hindular ise Brahman’ın kendisinde tezahür ettiği
özel tanrı ya da tanrıların varlığını ifade etmektedir.

3.2.3. Tanrı
Hinduizm’de tanrı inancı olmakla birlikte bu inancın mahiyeti farklı Hindu
geleneklerine göre değişmektedir. Sanskritçe’de Bhagavan ve Ishvara “Rab” veya “Tanrı”
anlamlarına gelmektedir. Bu kavramlar tekrar tekrar yaratan, yaşatan ve yok eden mutlak
hakikate işaret etmektedir. Pek çokları için Hinduizm’i çok tanrılı inanç şeklinde politeizm
olarak nitelemek oldukça kolaydır. Ancak Hindular genellikle aşkın bir Tanrı’ya inandıklarını
ifade etmekle birlikte diğer tanrı ve tanrısal figürlerin bu aşkın Tanrı’nın farklı nitelik ve
formlarını yansıttığını düşünmektedirler. Zira sınırsız varlık olan Tanrı form ve tezahürlerinde
de sınırsızdır.

Hinduizm inancında Tanrı’ya pek çok farklı tarzlarda yaklaşılabilir ve kendini adamış
bir kişi haşmetli bir kral, bir ebeveyn ve bir dost gibi Tanrı ile temas kurabilir. Her Hindu
kendi özel tutum ve anlayışı çerçevesinde Tanrı’ya yönelebilir. Dolayısıyla bazı kimseler
Şiva’ya, bazıları Krişna’ya, diğer bazılarıysa Kali’ye doğru çekilip götürülebilir. Hindu
inancına göre farklı ilahi figürler esasen tek ve aşkın olan kudretin farklı veçhelerini ifade
etmektedir.

Brahma, üçlü Hind tanrı panteonunun ilk tanrısını ifade etmektedir. Bu üç tanrı
sırasıyla evrenin yaradılışı, bakım ve muhafazası ile yıkılıp yok edilişinden sorumludur. Diğer
tanrılar ise Vişnu ve Şiva’dır. Vişnu evrenin koruyucusu olurken Şiva evrenin yeniden
yaratılması için onun yok edilmesinden sorumludur.

Brahma’nın görevi dünyanın ve bütün canlıların yaratılmasıdır. Brahma günümüz


Hinduizmi’nde kendisine en az tapınılan tanrıdır. Diğer iki tanrıyla kıyaslandığında
Brahma’ya adanmış ancak iki tapınağın olduğu görülür.

Brahma’ya ek olarak Vişnu veya Krişna vardır. Vişnu, Brahma’nın yarattıklarını


koruyan koruyucu Tanrı’dır. Hukuk, düzen, doğruluk, görev ve din anlamına gelen dharma
her ne zaman bir tehdit altında olursa Vişnu on inkarnasyonundan ya da fiziksel formundan
birine girer ve bu sorunu gidermek için gökten yeryüzüne iner. Sonuncu olarak Hinduizm
Şiva’yı yıkıcı olarak tanımlar. Erotik eğilim cisimleşmesi olan Şiva bazen şefkatli bazen
yıkıcıdır. Brahma, Vişnu ve Şiva Hindu tanrısal üçlemesi olarak bilinir.

Reinkarnasyon, karma, samsara

Sanskritçe’de karma kelimesinin literal anlamı “davranış”tır. Kavram olarak ise


karma bir yasayı ifade etmektedir. Bu yasa, insan yaşamında her bir davranışın hemen ya da
gelecek bir zamanda bu davranışa eşit bir karşı davranışın ortaya çıkacağıdır. Bu yasa

51
çerçevesinde iyi ve erdemli davranışlar, dharma ile uyum içinde sergilenmiş olan davranışlar
aynı şekilde iyi davranışlarla karşılık bulacaktır. Kötü davranışlar, dharma ile uyumsuz işler
ise olumsuz bir karşılık bulacaktır.

Hinduizm’de karmanın önem ve işlevi sadece bu dünya için sınırlı değildir; mevcut
dünya hayatın ötesine kadar uzanan sonuçlar hâsıl etmektedir. Zira bir davranışın sonuçları
mevcut hayattan sonraki, gelecek hayatta tezahür edecektir.

Hindular insanoğlunun iyi ve kötü sonuçları kendi davranışlarıyla var edebileceklerine


inanmaktadır. Böylece insanoğlu davranışlarının karşılığını bu hayatta, gelecek hayatta veya
yeniden doğumun kendisini içine attığı cennet ya da cehennem tarzı bir hayatta hâsıl
edecektir. Bu reinkarnasyon (yeniden bedenleşme) süreci samsara olarak isimlendirilmiştir.
Samsara esasen sürekli dönen bir daire gibidir. Bu dairenin içinde ruh yapılan her davranışın
karşılığının bir sonraki yaşam evresinde görüleceği yasası çerçevesinde yeniden ve yeniden
bedenleşir. Bu nedenle Hindular ölümden sonra ruhun mevcut bedeni terk ederek yeni bir
bedende yeniden dünyaya geldiğine inanırlar. Bu beden ise ruhun bir önceki yaşamındaki
davranışlarıyla belirlenir. Ruh bazen insan, bazen hayvan bazen de ilahi bir varlık olarak
yeniden bedenleşir. Mokşa olarak ifade edilen özgürleşme hedefi ise ruhun samsara’nın
davranışa karşılık aynı davranış ile yeniden bedenleşme dairesinden, kurtuluşu ifade
etmektedir.

Hinduizm’in en temel inancı ruhun bedenler arasında göç etmesidir. Hindular ölümden
sonra kişinin ruhunun bir başka bedene geçtiğine inanır. Dolayısıyla yaşam, doğum-yaşam-
ölüm ve yeniden doğum şeklinde süre giden samsara olarak isimlendirilen bir döngüden
oluşmaktadır. Ayrıca kişi yaşamı boyunca, gelecekteki yeni hayatının nasıl olacağını
belirleyen davranışları bağlamında karma inancına sahiptir. Bu inanç çerçevesinde kişi bu
dünyadaki yaşamında doğru davranış ve düşünce sergilediğinde bu tutumu onun ölümden
sonra yeniden doğduğunda yüksek bir yaradılış seviyesinde bir konumda olacaktır. Aksine
günahkârca davranış ve düşüncelere sahip olan kişi gelecek yaşamında yaradılışın en düşük
formunda, hatta bir hayvan bedeninde bile yeniden doğması söz konusudur. Bir kişi pek çok
farklı yaşamlar boyunca iyi karma biriktirirse sonuçta samsara çarkından kurtulabilir ve
aydınlanmaya ulaşabilir. Bu durum nirvana olarak nitelenen konumdur.

Hindular dünyanın zenginlik, fakirlik, rahatlık ve ıstıraplılığının karmanın sonucu


olduğuna inanır. Bu durumlar bir önceki davranışların kaçınılmaz sonuçlarıdır. Disiplinden
yoksun bir kişi asla hedefine ulaşamayacaktır. Bu hedef yüksek bir düzeyde reinkarne olma,
hikmet ve aydınlanmaya nihai bir yönelim ve Brahma ile bir olmadır.

3.2.4. Dharma

Dharma, Hind dinlerinde oldukça önemli bir kavramı ifade etmektedir. Hinduizm’de
Dharma “görev, erdem, ahlak ve din” anlamlarına gelmekte ve evren ile toplumu koruyup
gözeten bir güce işaret etmektedir. Dharma toplumu düzenleyen, bitkileri büyüten, güneşin
doğuşunu sağlayan, insanlara ahlaki meziyet veren veya daha ziyade insanlara iyi davranış
sergilemeleri için fırsat sunan güçtür.

52
Bununla birlikte erdemli davranış sergilemek herkes için aynı şeyi ifade etmemektedir.
Her insan yaşına, cinsiyetine ve sosyal konumuna göre farklı sorumluluk ve yükümlülük
altında olabilir. Dharma evrenseldir fakat aynı zamanda herkes için özeldir ve herkes için
farklı ve belirli şartlarda tezahür eder. Bu nedenle her birey sva-dharma olarak bilinen
kendine has dharma sahibidir. Zira bir kadın için doğru olan bir erkek için olmayabilir ya da
bir yetişkine uygun gelen bir davranış bir çocuk için gerekli olmayabilir.

3.2.5. Kurtuluşun Yolları


Hindular kurtuluş ya da mokşa üç mümkün yolun olduğuna inanmaktadır. Bu yolların
her biri için farklı bir yoganın takip edilmesi gerekir. Bir Hindu için yoga, egzersiz, gevşeme,
rahatlama gibi sağlıklı yaşamı sağlamak adına Hindu olmayan pratiklerden çok farklı bir
anlama sahiptir. Yoga kişiyi ilahi olanla birleştirip bütünleştiren manevi bir yol ve bir disiplin
formudur. Bunlardan ilki “çalışma yolu” ya da karma yoga olarak isimlendirilir. Bu yol aileye
ve topluma karşı yükümlülükleri yerine getirmeyi ve başkalarına karşı iyi davranmayı
vurgular.

Kurtuluşun ikinci yolu “bilgi yolu” ya da jn˜ana yoga olarak isimlendirilir. Bu yolun
açıklaması, insanları yeniden doğuş çemberine bağlayan bilgisizliktir. Bunun nedeni, kişinin
kendisini nihai ve ilahi gerçeklik olan Brahma’nın bir parçası olarak değil bir birey olarak
görmesi inancıdır. Bu inanç kötü davranışları ve sonuçta kötü karmayı doğurur. Ancak bir
kimse kendisinin Brahma ile birlik olma niteliğini fark etme bağlamında farkındalığın ilk
durumuna ulaşmak suretiyle kurtuluşa ulaşabilir. Bu durum meditasyon ve kutsal metinleri
çalışmak ve okumak gibi diğer entelektüel arayışlarla gerçekleştirilir.

Kurtuluşun üçüncü yolu “adanmışlık yolu” ya da bhakti yoga olarak adlandırılır. Hind
bölgesindeki Hinduların çoğu kurtuluş sürecinde bu yolu tercih etmektedir. Bu tarz, daha
fazla kişisel olmayı ve dinin daha fazla duygusal görüşünü telkin etmektedir. Bu yol
aracılığıyla kişi kendisini kişisel Hindu tanrı ve tanrıçası ile kuşatır. Bu süreçte genellikle
ibadet, hac ve ritüeller kullanılır. Bu şekilde kişi ilahi gerçekliğe doğru çekilerek bireysel
varlığı duygusunu kaybeder ve Brahma ile bir olur.

3.3. Kutsal Metinleri


Hinduizm’in temel kutsal metni Vedalar’dır. Veda kelimesi “tasavvur”, “bilgi” veya
“hikmet” anlamlarına gelmektedir. Vedaların insani sözler formunda Tanrı’nın hikmetinin
tezahürü olduğuna inanılır. Esasen Vedaların insanlar tarafından yazılmadığı, bu metinlerin
öncelikle bilge ve kâhinlere ilham edildiği, bu kişilerin bu metni uzun süre sözlü olarak
aktardıkları ve nihayet Vyasa Krishna Dwaipayana tarafından derlendiğine inanılmaktadır.
Hinduizm’in başlıca kutsal metni olan Vedalar manevi bilginin bütünün kuşatmakta ve
Hinduların dinsel, sosyal, hukuki ve ev işlerine dair hususları düzenlemektedir.

Dört adet Veda vardır:

 Rig Veda

 Sama Veda

53
 Yajur Veda

 Atharva Veda.

Asıl kutsal metin Rig Veda’dır. Her bir Veda dört parçayı içerir: 1. Samhitalar
(ilahiler); 2. Brahmanalar (ritüeller); 3. Aranyakalar (teolojiler); ve 4 Upanişadlar (hikmetler).

Upanişadlar her bir Veda’nın bitirici bölümüdür ve bu nedenle Vedanta ya da


“Veda’nın sonu” olarak adlandırılır. 108 Upanişad vardır ve hepsi birlikte Vedalar’ın
öğretilerinin özünü oluşturur. “Orman metinleri” anlamına gelen Aranyakalar manastırlarda
yaşayan rahipler, diğer Hinduler ve Hinduizm’in sembolleri ile mistik inançlarını araştıranlar
için meditasyon zeminidir.

Vedaların sonuncusu olan Atharva Veda, ilk üçünden oldukça farklıdır. Metindeki
ilahilerin dili Rig Veda’nın dilinden daha basittir. Bu metin aynı zamanda erken dönem Hindu
toplumunun halk inançlarının çoğunda yer alan bir takım afsun ve tılsım cümlesini
içermektedir. Bu metin dinsel olmaktan çok tarihi bir belge olarak görülebilir. Esasen bazı
Hindu bilimadamları Athatva Veda’yı gerçek bir Veda olarak değerlendirmemişlerdir. Bu
bilimadamları ilk üç Veda’yı “üç katlı bilgi” anlamına gelen Trayi Veda terimi altında
gruplandırmıştır.

Upanişadlar

Esasen XXI. yüzyıl insanı için Vedalar karmaşık içeriğinden dolayı okunması oldukça
güçtür. Hindular Upanişadlara günden güne içerdiği hikmet boyutuyla yönelmeye eğilimlidir.
Çünkü bu metin her ne kadar Vedaların bir parçası olsa da bir açıdan Vedalar’dan ayrışarak
Hindistan ve Hindu felsefesinin özünü oluşturmuştur. Upanişadlar sözlü olarak aktarılan
metinlerin bir koleksiyonudur. Upanişada koleksiyonu karma, reinkarnasyon, nirvana, ruh ve
Brahma gibi temel kavramları içermektedir. Aynı zamanda bu metinler meditasyon ve kendini
anlama sürecini tanımlamaktadır.

Upanişadlar dinsel bir metin ve belge değil aynı zamanda düşünce ve felsefe tarihinde
de yer alan bir metindir. Bu metinler, erken dönem Hindu düşünürlerin zihni çabalarına dair
modern okuyuculara ipuçları sağlamaktadır. Bu metinler aynı zamanda okuyucuyu sadece
Hinduizm’in antik çağlarını değil günümüzde de var olan Hind kültürüyle tanıştırmaktadır.

Bhagavad Gita: Hindulara göre kutsal sayılan çok sayıda metin olmasına rağmen en
önemli olanı şüphesiz Bhagavad Gita’dır. Bhagavad Gita on sekiz bölüm altında yedi yüz adet
sanskritçe beyitten oluşmaktadır. Bu metin, muhtemelen MS birinci veya ikinci yüzyılda
yazılmıştır.

Bhagavad Gita savaşçı bir prens olan Arjuna ile arkadaşı olan ve Tanrı Vişnu’nun
inkarnasyonu olduğuna inanılan Krişna arasındaki konuşmanın yazısıdır. Diyalog, henüz
başlayan bir savaşın yapıldığı savaş meydanında ortaya çıkmıştır. İki ordu birbirlerine karşı
cephe oluşturduğunda herkes diğer taraftaki akraba ve arkadaşlarını görür. Arjuna silahları
bırakmak ile bu ölümcül savaşta yer almak arasında tereddüt eder. Krişna prense görevini

54
yerine getirmek ve Tanrı’ya olan inancını sürdürmek zorunda olduğunu söyler. Bhagavad
Gita Tanrı’nın tabiatını incelemeye ve insanların onu nasıl öğreneceklerini anlatmaktadır.

3.4. İbadetler
Hinduizm’de ibadetler bütünüyle biçimlendirilmiş ve standartlaştırılmış değildir. Pek
çok Hindu için ibadet bir veya birden fazla tanrı ve tanrıçalara adanmışlık anlamında
bhakti’den oluşur. Her bir Hindu güçlü bir kişisel bağ hissettiği bir tanrı veya tanrılar
grubunu seçmekte özgürdür.

Puja ya da ibadet, takdim-adak ve dua ritüellerini içerir. Bu takdimeler her gün


sunulabildiği gibi bazı durumlarda özel günlerde sunulmaktadır. İbadete başlamadan önce
dindar kişi bedeninin ve elbiselerini temizlemek zorundadır. Bu işlem yapılırken bir manrta,
aarti veya ilahi açıktan ya da sessizce söylenmelidir. Eğer bu sırada yemek zamanı
yaklaşmışsa yiyecekler ibadet sonrasına kadar tüketilmeye başlanmamalıdır. Diğer hazırlıklar
ise zihnin bütün dünyevi işlerden uzaklaştırılması ve tanrısal objeye sunulmak üzere takdime
toplanmasıdır. Tapınağa girilirken ayakkabılar çıkarılır ve bir zil çalınır.

İbadetler oldukça ayrıntılı bir şekilde gerçekleştirilir. Öncelikle yıkanmak ve Tanrı’ya


seslenmek suretiyle kişisel arınma. Daha sonra yiyecek, çiçek, su ve tütsü sunumlarının eşlik
ettiği dua evresi gelmektedir. Bu ritüeller sıklıkla günlük olarak evde yerine getirilir. İbadet
için evde Tanrı’nın tefekkür edileceği ve murti adını taşıyan ayrı bir odası tapınak formunda
hazırlanır. Aile üyeleri birlikte ibadet eder ve Hinduların dindar olanları günde üç kez ibadet
ederler. Pek çok Hindu ibadet sırasında özel bir giyim tarzı olan giysiyi giyerler. Kast
sisteminin en üstünde yer alan Brahminler pamuktan yapılmış bir giysi giyerler. Kast
sisteminin diğer unsurları olan idareciler kenevir lifi, tüccarlar ise yünden mamul giysileri
giyerler.

Bununla birlikte ibadet yalnız başına ya da ibadet eden gruba vedaları okuyan bir
rahibin yardımıyla sıklıkla bir tapınakta yapılır. Tipik bir tapınak ya da mandir, ibadet
edenlerin kalbini temsilen kutsal ibadet mahalli ile ruhun göklere yönelik bakışını temsilen bir
kuleden oluşur.

Bu sırada sunulan hediyeler tapınakta tanrılar ile temas kurulması sebebiyle kutsanmış
olur. Dolayısıyla, örneğin insanlar kutsal kül ve safran sunmak suretiyle takdime ritüellerini
yerine getirirler. Daha sonra bu karışım alınlarını boyamaları için insanlara dağıtılır. Bütün
ibadetler belli bir ritüel objesinin olmasını gerektirmez. Çok sık bir şekilde ibadetler kişisel ve
özel bir şekilde yerine getirilir. Örneğin kişi işine giderken yol kenarındaki bir tapınakta
ibadet edebilir. Çok sayıdaki küçük tapınaklar bütün Hindu bölgelerinde bulunur. Bu
tapınakların her biri bireysel olarak Hindular için tapınma amacıyla seçilmiş kişisel tanrı ve
tanrıçalara adanmıştır. Her durumda dua muhtemelen kutsal aum ve diğer mantraların
büyüsünden oluşur.

Hinduların dinsel ritüelleri üç kategoride tasnif edilmektedir. Nitya ritüelleri günlük


olarak evlerde sergilenmekte ve aile tanrı ve tanrıçalarına odaklanmaktadır. Naimittika
ritüelleri, bayram ve kutlama formlarında yılın belli zamanlarında sergilenmektedir. Son

55
olarak Kamya ritüelleri, tercihe bağlı olmakla birlikte ilgi çeken bir ibadet uygulamasıdır.
Kutsal bir mekânı ziyaret etmek bunun en güzel örneğidir.

3.5. Kast Sistemi


Hinduizm’de bir hiyerarşi içinde düzenlenmiş dört kast sistemi bulunmaktadır. Kast
için kullanılan dinî kavram Varna’dır. Her bir Varna mensuplarına belirli görev ve haklar
yüklemektedir. Her Varna’nın üyesi sadece bu Varna üyesine izin verilen işlerle meşgul
olmak zorundadır. Yine her Varna’nın kendine has diyet tipi dahi vardır. En yüksek Varna
Brahman’a atfedilmiştir. Bu sınıfın üyeleri rahipler ile toplumun eğitimli kişileridir.
Brahman’a atfedilen Varna’dan sonra hiyerarşinin ikinci sırasında Kşatriya yer almaktadır.
Kşatriya sınıfının mensupları devlet idarecileri ile toplumun aristokrat ailelerinden
oluşmaktadır. Kast sisteminin üçüncü sırasında Vaisya yer almaktadır. Bu sınıfın mensupları
toprak sahipleri ile toplumun varlıklı ve tüccar kimseleridir. Hiyerarşinin son sınıfındakiler
Sudra olarak isimlendirilir. Sudralar köylüler ile toplumun işçi sınıfını içermektedir. Dört
sınıftan oluşan kast sistemine dâhil edilmeyen gruplar da vardır. Bunlar da kast dışı kalan ve
“dokunulmazlar” olarak isimlendirilmektedir. Dokunulmazlar diğer kast mensuplarının
kesinlikle ilgilenmediği ağır ve kirli işlerde çalışmaktadırlar.

Kast sınıflarının ilk üçü, Sudra sınıfı ile dokunulmazların sahip olmadıkları sosyal ve
ekonomik haklara sahip olmuşlardır. Bu ilk üç sınıfın mensupları kendilerini “iki kez
doğmuş” olarak görürler. Bu doğumlardan birisi doğal doğum olurken diğeri bu sosyal statü
içine törensel doğumlarını ifade etmektedir.

56
Uygulamalar
İnternet ortamından veda metinlerini okuyunuz.

57
Kazanımlar

1) Görsel olarak veda ve tapınakları görmek, bilginizi pekiştirecektir.

58
Uygulama Soruları
1) Hinduizm’in kast sistemi ile din arasındaki ilişkiyi tanımlayınız.

2) Dharma öğretisini Hinduizm’de insanın doğası anlayışı çerçevesinde tanımlayınız.

3) Karma inancı çerçevesinde Hinduizm’in dinî açıdan gelecek hayat beklentisini


açıklayınız.

4) Hinduizm’de ibadetlerin çeşitliliğinin nedenlerini tartışınız.

5) Hinduizm’in çevre inanç ve gelenekler üzerindeki etkisini tanımlayınız.

59
Bu Bölümde Ne Öğrendik
Hinduizm, coğrafi ve kültürel çevresini derinden etkilemiş geniş bir inanç, düşünce ve
felsefi geleneği ifade etmektedir. Çerçevesi katı bir şekilde çizilmiş teolojik bir sistemi
olmayan Hinduizm’de aşkın tanrı inancından çok tanrılı bir yapıya kadar uzanan çok çeşitli
bir inanç yelpazesi gözlenmektedir. Bununla birlikte reinkarnasyon, karma ve samsara gibi
doktrinleri ile Hint bölgesinde ortaya çıkan pek çok dinsel geleneğe teolojik zemin
sağlamıştır.

60
Bölüm Soruları

1) Hinduizm hangi coğrafyada ortaya çıkmış ve sınıflamada ne adla anılır?

a) Mezopotomya

b) Uzak Doğu.

c) Güney Asya

d) Avrupa

e) Amerika

2) Hinduizmin diğer dünya dinlerinden en belirgin farkı nedir?

a) Kurucusu veya peygamberi yoktur

b) Etik vurgu yapar

c) Çevreyle ilgilidir

d) Çok tanrılıdır

e) Tapınakları özeldir

3) ‘Atman’ın anlamı nedir?

a) Tabu

b) Reinkarnasyon

c) Zihin

d) Ebedî benlik

e) Akıl

4) Upanişadların en temel özelliği aşağıdakilerden hangisidir?

a) Sözlü geleneği içeren metinlerdir.

b) Bilimsel bilgidir.

c) Vahiydir.

d) Masalları anlatan bir kitaptır.

e) Vedadır.

61
5) Hindularda, ölümden sonra kişinin ruhunun bir başka bedene geçmesine ne ad
verilir?

a) Veda

b) Upanişad

c) Brahman

d) Samsara

e) Vahiy

6) Dharma, Hind dinlerinde oldukça önemli bir kavramı ifade etmektedir. Evren ile
toplumu koruyup gözeten bir güce işaret eden bu terim ne anlama gelir?

a) Görev, erdem, ahlak

b) Kutsal metin

c) Tapınak

d) İbadet

e) Yoga

7) (D/Y) Hinduizm, Hristiyanlık ve İslam dininden sonra dünyanın üçüncü en büyük


dinidir?

8) (D/Y) Hinduizm’in temel kutsal metni Vedalar’dır.

9) (D/Y) Upanişada koleksiyonu karma, reinkarnasyon, nirvana, ruh ve Brahma gibi


temel kavramları içermektedir.

10) (D/Y) Hinduizm’de ibadetler bütünüyle biçimlendirilmiş ve standartlaştırılmıştır.

Cevaplar

1) c, 2) a, 3) d, 4) a, 5) d, 6) a, 7) D, 8) D, 9) D, 10) Y.

62
4. CAYİNİZM

63
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Caynizmin Doğuşu

2) Caynizmin Tarihsel Süreci

3) Caynizmin İnanç Esasları

4) Caynizmin İbadetleri

64
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Caynizm hangi coğrafyada ve nasıl ortaya çıkmıştır?

2) Caynizmin en önemli inanç esasları nelerdir?

3) Caynizmin ibadet türleri nelerdir?

65
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

Caynizmin kuruluşunu
anlamak

İnanç esaslarını kavramak

Reinkarnosyaon, ruh ve üç
mücevherin kapsamını
anlamak

Caynizmin budizm ve diğer


hint dinleriyle ilişkisini
anlamak

66
Anahtar Kavramlar
 Caynizm

 Reinkarnasyon

 Ruh

 Üç Mücevher

 Veda

 Kast Sistemi

67
4.1. Tarihsel Süreç
Bazı bilim adamları Caynizm’in ortaya çıkışının MÖ yaklaşık 850 olduğunu iddia
ederlerken diğer bazıları bu dini daha geç bir döneme tarihlemektedir. Caynalar ise kendi
inançlarının her dâim var olduğuna inanmaktadır. Caynizm’in kurucusunun Mahavira olduğu
genel bir kanaat olarak kabul edilir, ancak tartışmalar vardır. Mahavira’nın yaşadığı tarihleri
kesin olarak belirlemek mümkün olmamakla birlikte Budda’nın döneminde yaşadığı
düşünülmektedir. Caynizm, Hindistan’da yaklaşık iki milyon taraftara sahiptir. Caynizm
Hindistan’da Budizm ile neredeyse aynı dönemde kurulmuştur. Caynizm’in kurucusu
olduğuna inanılan Mahavira da Buddha gibi Hind bölgesinin savaşçı kastına mensuptur.
Mahavira “büyük galip” anlamına gelen “jina” ile isimlendirilmiş ve bu isim aynı zamanda
Caynizm isim kaynağı olmuştur.

Caynizm pek çok açıdan Budizm’e benzemektedir. Caynizm de Budizm gibi


Brahmanik felsefeye tepkisel bir tavır içerisinde olmuştur. Bu dönemde Brahmanik felsefe
kuzey doğu Hindistan bölgesinde oldukça etkindir. Caynizm’de de tıpkı Buddizm’de olduğu
gibi bir reinkarnasyon inancı vardır. Fakat Caynizm asketik inançları yönüyle Buddizm’den
farklılaşmaktadır. Her iki din de şiddetsizliği savunurken Caynizm’de bu şiddetsizlik bu dinin
özünü ifade etmektedir. Caynizm Hinduizm’e karşı bir reform hareketi olarak başlamıştır.
Hem Caynizm hem de Buddizm ilham edilmiş kutsal metin sayılan Vedaların değerini inkâr
etmişlerdir. Bununla birlikte Hind kast sisteminin de şiddetle eleştirmişlerdir.

Mahavira kuzey doğu Hindistan’da alt sınıf bir idarecinin oğludur. Doğumundan önce
annesi bazı enteresan rüyalar görmüş ve ekonomik durumları hızla ilerlemiştir. Mahavira
evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Toplum içindeki sosyal konumu ve servetine rağmen
mutluluk hissini tecrübe edemediğini düşünmektedir. 30 yaşına geldiğinde, ebeveyninin
ölümünden sonra Mahavira eşi ve çocuğuna veda ederek sahip olduğu her türlü servet ve lüksi
arkasında bırakarak kurtuluşu elde etmek için asketik bir hayata başlamıştır.

Mahavira, o dönemde yaşanan sıradan asketik uygulamalar içinde kurtuluşa


erişemeyeceğini farkedince kendine has daha katı bir asketik yolu seçmiştir. Mahavira
kimsenin herhangi bir canlıyı yaralamaması gerektiğini söylemiş ve yürüdüğü yolu süpürüp
içtiği suyu süzmüştür. Mahavira bedenine eziyet etmek için çıplak olarak dolaşmış, yazın en
sıcak kışınsa en soğuk yerlerde vakit geçirmiştir. Beslenmesini başkalarının artıklarıyla
sağlayan Mahavira kendisine saldıran ve hatta vücudunu ısıran köpeklere daha karşı
koymamıştır. Efsanevi anlatılara göre meditasyon hâlindeyken ayakları dibinde yakılan
ateşten dahi sakınmamıştır. Mahavira’nın bütün bu asketik yaşamı sayesinde özgürleşerek
(mokşa) nirvanaya ulaştığına inanılmıştır.

Caynist inanca göre doğada var olan her varlık bir yaşama sahiptir. Her varlığın can
taşıdığına inanan Mahavira şiddetsizlik inancının da etkisiyle âdeta hiçbir şey yemeyerek
kendisini açlıktan dolayı ölüme sürüklemiştir. Mahavira aynı zamanda oldukça asketik idi ve
hayatından vazgeçtiği için çıplak dolaşmıştır.

Mahavira’nın dininin takipçileri beslenme rejimi açısından onun kadar katı değildirler.
Onlar da vejeteryandır. Fakat dindar Caynalar herhangi bir varlığı incitmekten mümkün

68
olduğunca kaçınmaktadırlar. Böceklerin üzerine basmamak için tarlalar da
yürümemektedirler. Aynı zamanda Caynalar, gözle görünmeyen küçük varlıkları nefesleriyle
içlerine çekmemek için ağızlarını bir örtüyle kapatırlar. Caynalar herhangi bir canlının
ölümüne yol açmamak için örneğin zirai işlerde çalışmazlar.

Bedeni üzerinde bütünüyle kontrol sağladığını hissettikten sonra Mahavira katı asketik
yaşamını rahipleri eğitip onlara liderlik etmek için değiştirmiştir. Mahavira bu dünyanın birisi
ruh diğeri madde olan iki özden müteşekkildir. Bütün acıların nedeni değersiz maddi bedenin
saf ebedi ruh ile ilişkisinden doğmaktadır. Kurtuluş, ruhun maddeden özgürleşmesidir. Karma
kuralı ve reinkarnasyon beden ile ruhun bu trajedisiyle yakından ilişkilidir.

Ruhun kurtuluşuna bireyin bizzat kendisinin de eşlik etmesi gerekir. Ancak bu eşlik
etme dua ve ibadetle gerçekleşmez. Tanrılar bu süreçte çok fazla bir etkiye sahip değillerdir.
Esasen tanrılar insanlardan uzak gezegenlerde yaşayan varlıklardır ve kendiişlerini başarmaya
çalışmaktadırlar. Mahavira’nın kişisel bir Tanrı’nın olmadığını öğretmesine ve ibadet ve
duayı yasaklamasına rağmen onun takipçileri ona ibadet ve dua etmektedir. Mahavira’nın
taraftarları onun günahsız, bilge, ezeli ve insanlığın 24 kurtarıcısının sonuncusu olduğuna
iman etmişlerdir.

Caynizm’in kutsal metinleri Agana (ahlaki öğretiler) veya Siddhantas (anlaşmalar)’dır.


Bu metinlerin dili Prakrit yerel dillerinden birisiyle kaleme alınmıştır. İlk dönemlerde yazılan
yorumlar Sanskritçe’dir. Bu kutsal metinler içinden pek azı çağdaş dillere tercüme edilmiştir.
Fakat çoğu Caynalar kendi kutsal metinlerini anlayamamaktadırlar.

MÖ 80 yılına kadar Caynalar iki gruba bölünmüştür. Caynizm’in iki önemli mezhebi
vardır: Svetambarave Digambara. Svetambara rahipleri kadın-erkek beyaz kıyafetler
giyinmektedirler. Digambara rahipleri ise tıpkı Mahavira gibi herhangi bir kıyafet giymezler.
Fakat normal olarak kendi tapınaklarının dışına çıkıp yürümezler. Svetambara veya “beyaz
giyinenler” çoğunlukla kuzey Hindistan’da yaşamaktadır. Bu grup Mahavira’nın çıplak
dolaşma bağlamındaki söylemlerini yorumlama konusunda oldukça liberal bir yaklaşım
sergilemektedirler ve rahiplerine beyaz elbise giymeleriş için izin vermektedir. Aynı zamanda
kadınları da dinlerine girmelerine izin vermekle birlikte manastırlarına da Kabul ederek onlara
da kurtuluş şansı olduğunu ilan etmişlerdir.

Digambara ya da “gök giyenler” çoğunlukla güney Hindistan’da yaşarlar. Bu grup


rahiplerin çıplak dolaşması kurtalı çerçevesinde eski ideallerin taraftarıdırlar. Bununla beraber
sivil otoriteler zaman zaman bu grup mensubu rahiplerden peştemal giymelerini istemektedir.
Digambara mezhebi erkek olarak yeniden doğuncaya kadar kadınların kurtuluşa
ulaşamayacaklarına inanmaktadır. Sonuç olarak kadınların manastırlara ve tapınaklara girmesi
yasaktır.

Caynistlerin dinsel pratikleri iki farklı grup içinde farklılaşmaktadır: Sıradan halk ve
rahipler. Rahipler bir Cayna için ideal yaşama liderlik etmekte ve kurtuluş için en iyi şansa
sahip olanlardır. Bu grup 5 şeye yemin etmişlerdir: hiçbir canlıyı incitmemek, hakikati
söylemek, çalmamak, cinsel eğilimi dizginleyip terketmek, bütün dünyevi bağlardan

69
kurtulmak. Genel olarak bütün Caynalar ilk üç yemini mümkün olduğunca korumaya
çalışırlar.

Günümüzde Caynizm zaman zaman Hinduizm’in azınlıkta kalmış bir mezhebi olarak
anlaşılır. Caynalar her hangi bir canlı yaşamına zarar verecek mesleklerde çalışmamaları
yasaklanmıştır. Bu nedenle Caynalar genel olarak finans ve ticaret sektöründe
çalışmaktadırlar. Bu uygulama Caynaları finans alanında oldukça güçlü bir konuma
getirmiştir. Katı bir asketizm eğilimiyle başlayan Caynizm’in mensuplarının modern çağda
servet sahibi zengin bir sınıf oluşturmuş olmaları oldukça ilginç bir sonucu ifade etmektedir.
Caynistler nüfus sayılarıyla kıyaslanmayacak derecede ticari başarı ve zenginliğe sahiptirler.

Caynizm Hindistan’daki en eski dinsel geleneklerinden birisidir ve Budizm ile


yaklaşık olarak aynı özellikleresahiptir. Caynizm’in öncüsü olan kimse normal olarak bilge
Vardhamana veya Mahavira (büyük kahraman) olarak bilinir. Mahavira’nın yaşamı MÖ
yaklaşık olarak 599-527 yılları arasında geçmiştir. Mahavira, Hindistan’ın Bihar eyaletinin
günümüzdeki Patna kentinde dünyaya gelmiştir. Mahavira’nın yaşamı hakkında çok fazla
bilgi olmamakla birlikte nispeten varlıklı bir yerel idareci olan ve kişatriya kastına mensup
Siddhartha’nın oğlu olduğu düşünülür. Dolayısıyla, Mahavira muhtemelen varlıklı bir çevrede
büyümüş fakat otuzlu yaşlarına geldiğinde bu çevreyi terk ederek gezgin bir sadhu ya da
dindar bir dilenci yaşamına başlamıştır.

Mahavira’nın tercih ettiği bu yaşam tarzı, dünyevi varlık ve servetin terkini ve aile ve
dostlarla sınırlı bir ilişkiyi gerektirmektedir.

Genellikle Mahavira bu dinin fikir babası olarak nitelenmekle birlikte Caynizm tek bir
kurucu figüre sahip değildir. Caynalar farklı zamanlarda hakikatin tirthankara olarak
isimlendirilen figürlere ilham edildiğine inanmakatdır. Bir tirthankar hayatın metaforik
okyanusunu karşıya geçmiş ve ölüm-yeniden doğum döngüsünden kurtulmuştur. Bu büyük
figürleri tanımlayan diğer bir isim ise “fatih” anlamına gelen Jina’dır. Bir Jina veya tirthankar,
aydınlanmanın önünde engel oluşturan aç gözlülük, hilekârlık, gurur ve öfke gibi içsel
düşmanları alt eden figürlerdir. Bir tirthankar esasen diğer dinlerdeki aziz ve veli olarak
nitelenen kişilere oldukça yakındır.

Zaman anlayışı Caynizm’in önemli bir konusudur. Caynizm tarihi bu dinin dairesel
tarih anlayışıyla olduka yakındır. Zaman hakkındaki Cayna modeli yükselen ve alçalan
hareketler serisi içinde dönenmekte olan bir tekerlek olarak resmedilir. Tamamlanan bir dönüş
ya da tekerin her dönüşü kalpa olarak isimlendirilir. Bu dairelerden her biri tekerlek telleri
olarak resmedilen altı çağa bölünmüştür.

Genel anlamda Caynalar aynı temel prensiplere inanmaktadırlar. Bununla birlikte


Caynizm içinde iki farklı anlayışa bağlı olarak iki mezhep ortaya çıkmıştır. Bu mezhepler
Digambara (hava giyenler) ve Svetambara (beyaz giyeler)’dir. İki mezhep arasındaki farklar
nispeten çok büyük olmamakla birlikte, esasen sıradan bir Caynanın gündelik yaşamını
etkilemekten çok rahip ve rahibeleri ilgilendirmektedir.

70
4.2. İnanç Esasları
Caynizm’de yaratıcı bir tanrı inancı yoktur. Bu açıdan Caynizm bir din olmaktan
ziyade bir yaşam felsefesi veya davranış rehberi olarak tanımlanır.

Caynizm’in özü beş büyük yemine bağlılıktır:

1. ahimsa, hiçbir canlı varlığı öldürmemek ve yaralamamak;

2. satya, sadece hakikati söylemek;

3. asteya, çalmamak ve aç gözlü olmamak;

4. brahmacharya, bekaret ve bütün duyusal hazlardan feragat etmek;

5. aparigraha, dünyevi tecrübelerden dolayı mutlu olmamak ya da üzüntü duymamak.

Caynizm’in bir diğer inanç özü, bir kimsenin ahimsa olan ilişkisidir. Ahimsa bütün
yaratıkların canlı ruh taşıdıkları ve bu nedenle onlara saygılı davranılması gerektiğidir.

Caynalar için monoteistik binlerden farklı olarak tek bir yaratıcı tanrı inancı yoktur.
Caynizm’de, antik Greko-Roman inancında olduğu gibi herhangi bir tanrılar panteonu inancı
da yoktur. Caynalar için daha ziyade tirthankara inancı söz konusudur. Tirthankara, ilahi
mükemmelliğe ulaşmış ve bu suretle adanmışlık ve ibadetin değerine vakıf olmuş kişi
demektir. Esasen Caynalar bütünüyle iyi ve her şeyi bilen tek bir yaratıcı tanrı olabileceği
düşüncesini reddederler. Caynalar için dünyada kötülüğün var olması yaratıcı bir tanrının var
olmadığının delilidir.

4.2.1. Reinkarnasyon
Diğer doğu dinleri gibi reinkarnasyon Cayna inanç sisteminin merkezi parçasıdır.
Caynalara göre bir kişi öldüğünde ruh derhal bir başka bedene geçer. Ruhun geçtiği beden bir
insanın ve hayvanın bedeni olduğu kadar cansız bir varlık da olabilir. Bir insanın gelecekteki
hayatını belirleyen prensibin adı karma’dır.

Hem Hinduizm hem de Buddizm karma’ya bir kişinin davranışları tarafından


yaratılmış bir güç olarak inanır. Fakat Caynizm’in karma konsepti Hindularınkinden biraz
farklıdır. Cayna inancına göre ruh karma’yı kendisine çeker fakat bu karma evrende her yerde
var olan bir toz gibi fiziksel bir özdür. Bu karma’nın bazıları zarar vermez.

4.2.2. Ruh
Caynalar her şeyin bir ruhu (jiva) olduğuna inanırlar. Sonsuza kadar yaşadığı
düşünülen bu ruh pek çok özelliğe sahiptir. Bütün ruhların yagene bir ilahi gerçekliğin parçası
olduğuna inanan Hinduizm’den farklı olarak Caynizm’de her bir ruh bütünüyle bağımsızdır.
Her ruh kendi davranışlarının sonuçlarından sorumludur. Bu ruh süregiden ölüm ve yeniden
doğuş döngüsünden özgürleşebilir. Elbette bütün ruhların bu döngüden bağımsızlaşması
mümkün olmamakla birlikte bu ruhlar doğru davranış prensiplerini takip etmek suretiyle bu
döngüden bağımsızlaşma yönünde gelişebilirler.

71
Caynalar evrenin doğal düzenini açıklayan karmaşık bir inanç sistemine sahiptirler. Bu
sistem içinde dünya ruhların tasnifinden oluşmuştur. Bu tasnif edilen ruhlar jiva, canlı
varlıkların ruhları ve jiva olmayan anlamında ajiva’dır. Sırasıyla jiva kendisini altı şekilde
gösterir.

4.2.3. Üç Mücevher
Cayna inancının temeli ruhun ölüm-yeniden doğum döngüsünden özgürleşme
isteğidir. Özgürleşmeye “üç mücevher” ile eşlik edilir. Bunlar doğru inanç, doğru bilgi ve
doğru davranıştır. Doğru inanç (samyak darshana) açıkça, ayan beyan görmek demektir ve
“doğru algı” olarak da tercüme edilebilir. Doğru inanç, batıl itikatlardan uzak durma ve
hakikati keşfetme eğilimidir. Doğru bilgi (samyak jnana) evreni anlama çağrısıdır. Doğru
davranış (samyak charitra) insanları kendi yaşamlarına yönelten yola işaret etmektedir.
Ahlaklı bir kimse canlı varlıklara zarar vermekten kaçınır ve ahlaksız arzu, davranış ve
düşüncelerden kaçınır.

4.3. Kutsal Metinleri


Caynizm’in tanımlanmış bir kutsal metin külleyisinin varlığını kabul etmek zordur.
Caynizm kutsal olarak kabul edilen çok sayıda metne sahiptir. Bu dokümanların çoğu, her ne
kadar bilim adamları bunları tarihlendirmede yeterli delil bulamasa da ikibin yıldan daha
eskidir. Ayrıca, Cayna kutsal metinlerinin asıl nüshasının ne zaman derlendiği haklkında da
çok az bilgi sahibiyiz. Caynizm’e dair antik yazıların altmış tanesinin Cayna kutsal metni
olduğu ve bunlarında sadece kırk beş tanesinin bugüne ulaştığı tahmin edilmektedir.

Bu metinler üç gruba bölünmüştür: Purva, Anga ve Angabahya. Mamafih, Purva


metinlerinin ondört tanesi ve en son Anga metni hâlen kayıptır. Purva metinlerinin
Mahavira’nın yaşadığı dönemden yaklaşık 250 yıl sonra kabaca MS 650-700 yıllarında
derlendiği düşünülmektedir. Bu metinler astronomi, evrenin doğası, ruh ve karma gibi Cayna
inanç esaslarını içermektedir.

Anga metinleri Purva metinlerindeki öğretilerin özetlendiği ve Mahavira’nın zamanına


kadarki Caynizm’in geleneksel bir tarihini içermektedir. Bu metinlerin tümü sözlü olarak
nesiller boyu aktarılmış ve Cayna rahipleri tarafından ezberlenmiştir.

4.4. İbadetler
Caynizm’in ana ibadeti Namaskar veya Namokar Mantra olarak isimlendirilir. Bütün
Cayna ibadetleri gibi bunun amacı herhangi bir şey talep etmek değil daha ziyade ibadet eden
kişiye ayrılma konumuna ve iyi davranışlara ulaşma konusunda yardımcı olur.

Caynaların tahmini olarak kabaca %80’i düzenli olarak tapınak ibadetine


katılmaktadır. Tapınaklarda tirthankara’nın hayatları anılır, kutsal metinler okunur, dinî
tartışmalar yapılır, hayır işlerinde bulunulur ve insanlar kendi dünyevi tutkularını kontrol
edeceklerine dair yeminler edilir. Cayna ibadetinin merkezinde tirthankara heykelleri vardır.
Pek çok tapınak oldukça karmaşık ve yoğun bir süslemeyle gösterişli mimari tarzında
yapılmıştır. Bununla birlikte bazı tapınaklar ise sadece toplantı odalarından ibarettir.

72
Svetambara Caynaların en çok bilinen ibadeti sekiz katlı Puja sunumudur. Bu ayinde
bir Cayna bir tirthankara’ya sekiz takdime sunar. Caynalar insanoğlunun işlerine müdahele
eden yaratıcı bir Tanrı inancına sahip olmadıkları için sunumlar Tanrı’nın rızasını elde etmek
için değil takdime sunma ve bağışlama ruhunu göstermesi açısından önemlidir. Tören
ibadetçini temiz elbiseler giymesi çerçevesinde temizlenme ritüeliyle başlar. İbadetçi tapınağa
girdiğinde “vazgeçmek” anlamına gelen nihisi sözcüğünü söyler. Ardından ibadetçi
tirthankara’nın resimlerinin yer aldığı bir odaya geçer ve bu resimlerin etrafında saat yönünde
üç kez döner. Bu ritüel üç mücevheri sembolize etmektedir.

İbadetçi ardından sekiz sunumunu takdim eder: (1) su, saf ve temizliği sembolize eder;
(2) sandalağacı ve safran hamur, insanoğlunun ihtiraslarını söndürmeyi sembolize eder; (3)
çiçekler, tirthankara öğretilerine yönelik inancı sembolize eder; (4) tütsü, kötü karmanın
yanarak uzaklaşmasını sembolize eder; (5) ateş, cahilliğin karanlığının atdınlatılmasını
sembolize eder; (6) pirinç; (7) tatlı; ve (8) meyva. Tören bir miktar meditasyon ve dua ile sona
erer.

73
Uygulamalar
Caynizmi Anlamak için M. Hriayanna’nın Hint Felsefesi tarihini okuyabilirsiniz

74
Kazanımlar
Hindistandaki dinsel ve kültürel dünyanın anlaşılmasını temin eder.

75
Uygulama Soruları
1) Caynizm hangi coğrafyada nasıl ortaya çıkmıştır.

2) Caynizmin en önemli inanç esasları nelerdir?

3) Caynizmin ibadet türleri nelerdir.

76
Bu Bölümde Ne Öğrendik
Caynizm pek çok açıdan Budizm’e benzemektedir. Caynizm de Budizm gibi
Brahmanik felsefeye tepkisel bir tavır içerisinde olmuştur. Bu dönemde Brahmanik felsefe
kuzey doğu Hindistan bölgesinde oldukça etkindir. Caynizm’de de tıpkı Buddizm’de olduğu
gibi bir reinkarnasyon inancı vardır. Fakat Caynizm asketik inançları yönüyle Buddizm’den
farklılaşmaktadır. Her iki din de şiddetsizliği savunurken Caynizm’de bu şiddetsizlik bu dinin
özünü ifade etmektedir. Caynizm Hinduizm’e karşı bir reform hareketi olarak başlamıştır.
Hem Caynizm hem de Buddizm ilham edilmiş kutsal metin sayılan Vedaların değerini inkâr
etmişlerdir. Bununla birlikte Hind kast sisteminin de şiddetle eleştirmişlerdir.

Caynizm Buddha ile aynı çağda yaşamış içinde doğduğu dinî çevrenin dışına çıkarak
alternatif kurtuluş yolu arayan ve bunu çok katı bir asketizm/çilecilik bulan Mavahira’nın
öğretilerinin bütünüdür. Kadim Hint dinlerinden olan Caynizm günümüzde sınırlı sayıda
inanana sahiptir.

77
Bölüm Soruları

1) Caynizmin kurucusu kimdir

a) Mavahira

b) Buda

c) Brahma

d) veda

e) drahma

2) Caynizm’in kutsal metinleri hangi adla bilinir?

a) Agana (ahlaki öğretiler)

b) Veda

c) Upanişad

d) Drahma

e) Cina

3) Caynizmin canlılara zarar vermeme ilkesi aşağıdakilerden hangisidir?

a) Doğru davranış

b) Doğru inanç

c) Ahimsa

d) Agama

e) Cina

4) Caynzim aşağıdaki dinlerden en çok hangisine benzer?

a) Mecusilik

b) Budizm

c) Maniheizm

d) Şintoizm

e) Hristiyanlık

78
5) Caynizmin en önemli ibadeti nedir

a) namaskar

b) cayna

c) Veda

d) Puja

e) nirvana

6) (D/Y) Caynizm’in kutsal metinleri Agana (ahlaki öğretiler) veya Siddhantas


(anlaşmalar)’dır

7) (D/Y) Caynistlerin dinsel pratikleri iki farklı grup içinde farklılaşmaktadır: Sıradan
halk ve rahipler.

8) (D/Y) Zaman anlayışı Caynizm’in önemsizdir.

9) (D/Y) Ruhun kurtuluşuna bireyin bizzat kendisinin de eşlik etmesi gerekir. Ancak
bu eşlik etme dua ve ibadetle olur.

10) (D/Y) Caynizm’de yaratıcı bir tanrı inancı yoktur.

Cevaplar

1) a, 2) a, 3) c, 4) b, 5) a, 6) D, 7) D, 8) Y, 9) Y, 10) D.

79
5. BUDİZM

80
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Budizmin Tarihsel Süreci

2) Budizmin İnanç Esasları

3) Budizmin İbadetleri

4) Budizmin Kutsal Metinleri

5) Budizmin Mezhepleri

81
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular

1) Budizm ve Hint dinleri hakkında neler biliyoruz?

2) Budizmin kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

3) Budizmin en önemli ibadet ve esası nedir?

82
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

Budizmin oluşumunu
anlamak

Budizmin inanç esaslarını


kabaca bilmek

İbadetlerini kavramak

Mezheplerini ayırabilmek

83
Anahtar Kavramlar
 Nirvana

 Budda Budizm

 Sutralar

 Yaşlılar Okulu

 Triratna

 Sişddharta Gautama

84
5.1. Tarihsel Süreç
Budizm, kurucusu Siddhartha Gautama’nın (MÖ 563-483) öğretileri üzerine bina
olmuş bir dindir. Buda ya da “aydınlanmış kişi” hayatın acı ve ıstıraplarından kurtulmanın
yolunun isteklerin göz ardı edilmesinde bulmuştur. Buda’nın kurduğu yaşam yolu, değerleri
ya da gerçekliği daha iyi anlamak için önerilen bir felsefe olarak ya da düşünceler seti olarak
da kabul edilebilir. Buda altı yıl boyunca hayatın anlamını öğrenmeye çalışmış ve hayatı
boyunca pek çok taraftar kazanmıştır. Buda’nın ölümünden sonra Budizm içinde pek çok
farklı mezhep veya alt gruplar ortaya çıkmıştır. Bu din Hindistan’dan Uzak Doğu’ya hatta
Avrupa ve Amerika kıtalarını kuşatacak şekilde Batı’ya kadar yayılmıştır. Bununla birlikte
Budist çoğunluk Asya kıtasındadır. En çok yaygın olduğu ülkeler Tayland, Kamboçya, Tibet
ve Japonya’dır. Bütün dünya genelinde 350 milyon Budist olduğu ya da dünyanın toplam
nüfusunun yaklaşık yüzde altısının Budist olduğu tahmin edilmektedir. Böylece Budizm,
Hristiyanlık, İslam ve Hinduizm’den sonra dünyanın dördüncü büyük dini olmaktadır.

Budizm inancı Buda’nın şahsı etrafında şekillenen bir gelenek olduğundan Buda’nın
yaşamı bu geleneğin anlaşılmasında önemli bir temeli ifade etmektedir. Buda’nın hayatını,
diğer din kurucularında olduğu gibi, belirli bir devirde yaşamış ve bir inanç sistemi kurmuş
kimse olarak ele alırsak, bununla sadece Budist olmayanların, Buda hakkındaki görüşlerini
aksettirmiş oluruz. Budistler ise, Buda’ya iki ana yönden bakarlar:

Bir insan olarak Buda muhtemelen MÖ 563-483 yıllarında Kuzey Hindistan’da


yaşamıştır. Yaşadığı yer bataklık ve ormanlarla kaplı, havası nemli bir bölgedir. Bu konudaki
ilk tarihi belge, 1896 yılında bulunmuştur ve Kral Aşoka’nın MÖ 250 yıllarında diktirdiği bir
âbidedir. Üzerinde “Burada ulu (zat) doğdu yazısı vardır. Yine aynı bölgede, 1898 yılında
“Piprâvâ” denen yerdeki bir mezarlıkta bulunan kaplardan birinde, eski dil ve yazı ile, “Bu
kap Şakya soyundan Ulu Buda’nın kutsal eşyasıdır ve Sukiti’nin ve kardeşlerinin, oğullarının
ve kadınlarının vakfıdır”, ibaresi bulunmuştur. Bu belgeler bize, Buda’nın doğup büyüdüğü
bölgeye işaret etmektedir.

Babası Shuddhodana Kosala Krallığı’na bağlı küçük bir beyliğin hâkimiydi. Buda’nın
şahsi ismi Siddharda (başardı, gayesine ulaşmış) veya aynı anlamda Sarvarthasidha’dır. Aile
ismi Gautama’dır. Buda kelimesi ise, bir isim değil, onun sıfatıdır. Çünkü o, Bodhi’yi (derin
bilgiyi) kazanmıştır. Artık o uyanmış, gerçeği tanımıştır.

Prens Siddharta, varlıklı ve idareci bir ailenin oğlu olarak yetişmiş ve zamanın en iyi
eğitimini görmüştür. Evlenme çağına geldiğinde, kuzeni Yaşodhara ile evlenmiş ve Rahula
isminde bir oğlu olmuştur. Henüz 29 yaşında ailesinin karşı çıkmasına rağmen, dünya
hayatına sırt çevirerek Uruvela Ormanında inzivaya çekilmiştir. İnsanın varlığı ve gayesi
probleminin baskın düşüncesi altında, bulunduğu hayattan tatmin olmamıştır. Önce,
problemin çözümü için meşhur Brahmanları aramış ve onları takip etmiştir. Brahmanlar onu
tatmin edememiştir. Bunun üzerine, hidayet ve kurtuluş bilgisini kazanabilmek için, riyazet
hayatına başlamıştır. Nefsine yaptığı senelerce süren işkenceden sonra, umduğunu bulamayan
Siddhartha, bu yolu da terk ederek, “Bodhi Ağacı” ismi verilen bir incir ağacı altına gelmiş ve
tefekküre başlamıştır. Yedi senelik bir arayıştan sonra, dünya hayatının sırrını çözdüğünü,
tenasüh çemberinden kurtulmanın yolunu bulduğunu, ilan etmiştir. Artık bundan sonra, gezici

85
vaiz olarak ülkede dolaşmaya, vardığı hakikatları açıklamaya başlamıştır. Pek çok öğrenci
kazanmış ve öğretisini hızla etrafına yaymıştır.

Buda hayatın bütününün acılarla dolu olduğuna ve bu acılara yol açanın istek ve
arzular olduğuna inanmıştır. İstek ve arzuların sona erdirilmesiyle kişi acı çemberinden
kurtulup Nirvanaya ulaşacaktır. Bunu başarmanın yolu ise tamamen inkâr etmek ya da
tamamen boyun eğmek yerine orta bir yol takip etmektir.

Buda böylesi bir uyanma hakkında herkesi bilgilendirmeye karar verdi. Böylece
Hindistan’ın kuzeyinde orta yol mesajını yaymaya başladı. Buda’nın iç huzur ve uyum mesajı
kısa süre içinde yirmi bin takipçi tarafından benimsendi. Devam eden kırk beş yıl içinde Buda
ve takipçileri Buda’nın öğretileri sayesinde yaşamın acılarının ortadan kaldırılacağı mesajını
yaymaya devam ettiler.

Budizm’in temel inançları, dönemin baskın dinsel kültürü olan Hinduizm’e karşı
Buda’nın gösterdiği tepki bağlamında ortaya çıkmıştır. Buda’nın yaşamı süresince bölgenin
eski toplumsal yapısı dağılmakta ve yeni bir kent medeniyeti ile yer değiştirmektedir. Bu
dönemde Buda böylesi bir çalkantılı ortama karşı yeni yaklaşımlar getiren birkaç düşünürden
birisidir. Bu çerçevede Buda otorite olmaksızın, hayatın anlamı araştırılmaksızın, gelenek ve
yaratıcı bir tanrı inancı olmaksızın bir din vaaz etmiştir. Buda’nın öğretisi, keder ve boşluk
hislerini arkada bırakarak sekiz dilimli yolu takip etmesini telkin etmektedir.

5.2. Budizm’in Bir Din Olarak Oluşması


Buda’nın ölümünden sonra takipçileri Budizm’in şekilsel yapısını oluşturmaya
başladılar. Esasen Buda öğretilerine dair herhangi bir resmî kayıt ya da takipçileri için liderlik
tespitinde bulunmuş değildir. Bunun sonucu olarak Buda’nın ölümünden sonra onun
mesajlarının el alınıp yeniden yorumlanması mümkün olmuştur. Buda’nın MÖ 5. yüzyıldaki
ölümünün hemen ardından Buda’nın öğretileri ve rahiplere dair kuralları üzerinde mutabık
olunmuş şeklinin tespiti için bir konsil toplanmıştır. Buda’nın bu konsilde ele alınan öğreti ve
kuralları, orijinali palmiye yaprakları üzerine yazılmış olan ve Pali Kanun olarak bilinen
Budist metinlerinin merkezi unsuru olmuştur.

Çok geçmeden Yaşlılar Okulu olarak bilinen ve daha gelenekçi olan grup ile daha az
gelenekçi olan grup arasında ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Yaşlılar Okulu aydınlanmaya yönelik
kişisel kovalama üzerinde vurgu yapmışlardır. Diğer grup ise aydınlanmayı elde etmeye
çalışan herkese yardım edilmesini savunmuştur. Bu temel farklılık Budist cemaati ikiye
bölmüştür. Theravada ya da “yaşlıların yolu” olarak bilinen gelenekçi grup ile Mahayana ya
da “çoğunluk” grubu adıyla iki yaklaşım ortaya çıkmıştır. Bu bölünme Budizm tarihi boyunca
varlığını korumuştur.

5.3. İnanç Esasları


Genellikle, Buda’nın öğretisinin ateizm olduğu, hatta Budizm’in hiç bir tanrıyı
tanımaması sebebiyle, din sayılamayacağı iddiaları vardır. Buna karşı olanlar da, Tanrı
inancının bir din için mutlak zaruret olmadığını, dolayısıyla Budizm’in tanrısız bir din

86
olduğunu, iddia ederler. Konunun açıklığa kavuşması için, önce tanrı kavramları üzerinde
durmaya ihtiyaç vardır.

Bütün dinlerde insanın dışında üstün bir güç tasavvuru vardır. Bu bazen kâinatı
yaratan ferdi Tanrı, bazen fert olmayan ise fert üstü telakki edilen ulûhiyet veya “Kâinat
kanunu”, nihayet tanrılar grubu veya tanrılardan pek açıkça ayırt edilmeyen melekler
grubudur. Bu görüşler açısından, yaratıcı bir Tanrı’nın varlığı konusunda Buda açıkça bir
tavır almamıştır. Konuyu tartışmamış ve Budistler de, kâinatı kimin yarattığı konusunda
ilgisiz görünürler ve konunun kendilerine bir fayda getireceğine de inanmazlar. Onlarca
hidayet ve kurtuluş, dünya ve ızdıraplarından kurtulmaktır. Tenasüh çemberinden
kurtulmaktır. Hatta kurtuluşu bulmuş, Nirvana’ya kavuşmuş olan ruhun, Brahman ilahiyatına
göre, kâinatı yaratan Brahma’dan çok üstün olduğu görüşünü savunurlar. Budistlerce Brahma,
gururla dolu ve kendi kendine, “Ben Brahma’yım Büyük Brahma’yım, Tanrıların sultanıyım,
ben yaratılmadım, kâinatı ben yarattım, kâinatın efendisi benim, ben yaratabilirim,
değiştirebilirim doğrultabilirim, ben her şeyin atasıyım” diyerek gururlanır.

Mistik rivayetlerdeki ulûhiyet sıfatları ile Nirvana mukayese edilirse, muhteva


bakımından arada pek fazla bir fark olmadığı görülür. Budizm’de Nirvana’nın kozmik bir
faaliyeti yoktur, dünya tanrının dünyası değildir. Dünya, bizim hırsımızdan ortaya çıkmıştır.
Bu sebeple, dünyevî her şeyi reddederler. Diğer yönden Budistler, Nirvana’nın ebedî,
zevalsiz, hareketsiz, ihtiyarlığa ve ölüme duçar olmayan, doğurmayan, doğrulmayan, kadir ve
bir sığınma mercii, selâmet yeri, en doğru ve en yüksek hakikat, güzel ve iyi, gizli ve
anlaşılmaz olduğunu söylerler ve inanırlar. Bazen, Buda da Nirvana’nın şahıslaşmış vücudu
olarak telakki edilir ve dinî hislerin objesi olur.

Budizm, politeizme karşı çok müsamahalıdır. Her bir kaynak, her bir ağaç, nehir,
hayvan vs. kendinde bir ulûhiyet saklar. Yine, hastalık ve yangın gibi felâketlerden,
sahiplerini koruduklarına inanılır; ruhsal varlıkların mevcudiyetine inanılır. Bu sebeple de,
pek çok koruyucu ve yardım edici olduğu tasavvur edilen ulûhiyetlere dua edilir. Tanrılara
dua etmeye itiraz edilmez, çünkü Budist ilâhiyatçılar bunları halkın ihtiyacı olarak görürler.

5.3.1. Dört Hakikat Sekiz Dilimli Yol


Budizm inanç esasları içinde yer alan dört hakikat ve sekiz dilimli yol öğretisi,
Budizm’in davranış temeli ve dünya görüşünü ifade eden önemli bir temeli ifade etmektedir.

Birinci Hakikat: Acı ve ıstırap çekmek (Dukkha)

Acı çekmek pek çok şekillerde ortaya çıkar. Buda’nın tecrübesi çerçevesinde acı ve
ıstırabın kendini üç şekilde gösterdiği bilinmektedir: yaşlılık, hastalık ve ölüm. Fakat Buda’ya
göre acı ve ıstırabın kaynağı daha derinlere kadar uzanır. Esasen hayatın kendisi bir ideal
değildir. Çünkü hayat kendinden beklentileri sıklıkla boşa çıkarır. İnsanoğlu arzu ve isteklere
mahkumdur. Her ne kadar bu istekler karşılandığı kişi bir mutluluk ve tatminlik hissetse de bu
durum uzun süreli değil geçicidir. Hatta insanoğlu dışarıdan gelen hastalık ve ölüm gibi
acılarla muhatap olmasa bile yine mutlu ve iç huzurunu bütünüyle elde ettiğini düşünemez.
İşte bu durum Buda’ya göre acı ve ıstırabın hakikatini ifade etmektedir.

87
Buda’nın bu öğretisi pek çoklarına oldukça kötümser bir anlayış olarak
görülebilmektedir. Fakat Budistler kendilerinin ne iyimser ne kötümser görürler; onlar
gerçekçi olduklarını düşünürler. Nitekim acı ve ıstırap hâli de bu dünyanın en temel
gerçeğidir.

İkinci hakikat: Acı ve ıstırabın kaynağı (Samudāya)

İnsanlar için acı ve ıstırabın kaynağını tanımlamak genellikle oldukça kolaydır. Bazen
açlık ve susuzluk, bazen hastalık ya da bir yakının ölümü insanın çektiği acının kaynağı
olarak görülmektedir. Hâlbuki Buda acının temel kaynağını insanoğlunun arzu ve
isteklerinden kaynaklandığını düşünmektedir. Buda acının kaynağını oluşturan arzu ve
isteklerin üç boyutuna dikkat çekmektedir: (i) açgözlülük ve ihtiras, (ii) cahillik ve aldanma,
(iii) kindar ve yıkıcı arzular.

Üçüncü hakikat: Acı ve ıstırabın sona ermesi (Nirodha)

Buda, acı ve ıstıraba sebep olan istekleri söndürmenin kişiyi bu olumsuz sebeplerden
özgürleştiren yolu ifade ettiğini düşünmektedir. Nitekim Budist öğretilerdeki Nirvana inancı
da kaynağını “söndürme” kavramından almaktadır. Budist düşüncede ulaşılan “aydınlanma
hâlini” ifade eden Nirvana kelimesi, yukarıda sıralanan açgözlülük, aldanma ve nefret
ateşlerini söndürmek anlamındadır. Nirvana durumuna ulaşan kimse derhal göksel aleme
geçmez. Nirvana daha ziyade insan zihninin elde edebileceği en iyi anlayış hâlini ifade
etmektedir. Bu durum dünyada herhangi bir olumsuz duygu ve korku olmaksızın en derin
manevi hazzı ifade etmektedir.

Dördüncü hakikat: Acı ve ıstıraptan kurtuluşun yolu (Magga)

Budizm’de acı ve ıstıraptan kurtuluşun yolu sekiz dilimli bir yolun takibiyle mümkün
olacaktır. Bu sekiz dilimli yol aynı zamanda “orta yol” diye de adlandırılır. Sözü edilen orta
yol aşırı haz ve rahatlık düşkünlüğü ile katı asketizm arasındaki yolu ifade etmektedir.

Budizm acı çekmek ve bu acılardan uzak durmak anlamındaki dukkha kavramı


üzerine yoğunlaşmıştır. Buda ilk dersinde Dört Soylu Hakikat’ten söz etmiştir. Bunlar bütün
Budist inanç çerçevesi için bir temel olmuştur. İlk soylu hakikat, varlığın fiziksel, duygusal ve
manevi bir acı içerdiğidir. İkinci soylu hakikat, acının istekler sebebiyle ortaya çıktığını ifade
eder. Hayatın bütün istekleri kişiyi acı çekmeye götürür. Üçüncü hakikat, acıdan kurtulmak
için kişinin isteklerden özgürleşmesini ifade eder. Dördüncü soylu hakikat, isteklerden ve
dolayısıyla acılardan uzaklaşmanın Sekiz Dilimli Yol’un takibiyle mümkündür. Bu anlayış
bütün Budizm inancının temelini oluşturmaktadır.

Sekiz dilimli yol sekiz adımı içermektedir:

 Doğru anlayış: Doğru anlayış, dört hakikati ve Buda’nın öğretilerini bilmek


suretiyle başlayan yolculuğu ifade etmektedir. Bu yol kişinin, bedenin her eyleminin,
konuşmanın ve zihni faaliyetin temeli olan dört soylu gerçeğe inanması ve onu

88
içselleştirmesidir. Bilgelik kapsamına giren bu yol, kişiyi gerçeklikle ilgili yanlış idraklere
nüfuz etmeye muktedir kılan bir felsefi bakış açısı kazandırır.

 Doğru düşünüş: Doğru düşünüş, Budizm’in öğretilerini yerine getirmeye ve


diğerkâmlılığa adanmışlığı ifade eder. Bu yol kişinin hem bedeni hem de zihni olarak şehvet,
nefret, hırs gibi kötü düşüncelerden kaynaklanan amaç ve eylemleri bırakıp diğerkâmlık ve
hoşgörü gibi faziletlere dayanan iyi ve güzel eylem ve amaçlara yönelmesini gerektirir.
Dahası bu yol kişinin kötü niyet, kıskançlık ve iki yüzlülük gibi tüm bozuk zihni tertipleri
ihata eden bencil güdülerin yok edilmesini de gerektirir.

 Doğru konuşma: Doğru konuşma hususunun yerine getirilişi kimsenin yalan


söylememesini, başkasıyla sert bir dille konuşmamasını ve dedikodu yapmamasını işaret eder.
Bu yol kişinin her türlü yalan, iftira, dedikodudan ve düşmanları da dâhil diğer insanlara
yönelik kötü ve aşağılayıcı sözlerden uzak durmasını gerektirir. Yine bu yol kişinin
konuştuğunda hak ve hakikat konuşmasını ve konuşmalarında diğer insanları hem kendileri
hem de diğer insanlar için yararlı eylemler yapmaya teşvik edici sözlere yer vermesini de
gerektirmektedir.

 Doğru davranış: Doğru davranış beş ahlaki kurala sadık kalarak davranmayı
ifade eder. Bu beş ahlaki kural ise öldürmemek, çalmamak, duyusal isteklere düşkün
olmamak ve aşırı alkol almamaktır. Bu yol bir kişinin, hiçbir canlıya zarar vermemek,
hırsızlık yapmamak, yalan konuşmamak, zinadan sakınmak ve alkollü ve bilinci ortadan
kaldıran her türlü içecekten uzak durma gibi Budizm’in temel ahlaki ilkeleri olan beş emri
yerine getirmesini ve hayatı boyunca kendisini kurtuluşa muktedir kılacak eylemlerden
bulunmasını gerektirmektedir.

 Doğru kazanç: Doğru kazanç, geçimini sağlarken silah ve alkol ticareti yapmak
ya da başkalarına zarar veren veya onları yaralayan sonuçlar doğuracak işlerde çalışıp diğer
insanlara zarar vermemeyi ifade etmektedir. Bu yol kişinin kendine ve diğer insanlara
mutluluk getiren eğitim, sağlık ve sosyal olarak yapıcı sonuçlar doğuran iş alanlarında
çalışarak yaşamını kazanmasını gerektirir. Bu ilke çerçevesinde hayatını kazanan kişi, silah
satma, uyuşturucu madde ticareti yapma ve benzeri zararlı ve hileli işlerden şiddetle uzak
durmalıdır.

 Doğru çaba: Doğru çaba, Buda’nın öğretilerine dair bilgilerini geliştirmesi


veya yüklendiği ödev ve sorumluluğu zamanında yerine getirmek gibi kişinin kendine has
olumlu niteliklerini geliştirmesiyle tecrübe edilir. Bu yol kişinin zararlı olan zihin yapılarını
tamamıyla bertaraf ederek sağlıklı bir zihin yapısı geliştirmesini gerektirmektedir. Bunun için
de kişinin güzel alışkanlıklar edinilmesi ve kötü olanlarını ise terk etmesi için sürekli ve kalıcı
bir çaba içerisinde olması gerekmektedir.

 Doğru düşüncelilik: Doğru düşünce, kişinin yaptığı işe dikkatini bütünüyle


vermesi demektir. Bu yol kişinin fiziki ve zihni durumuna yakın bir ilgi göstermesini
gerektirir. Buna göre kişinin düşünce ve duygularını kontrol etmesi için yaptığı her eylemin
farkında olması ve kendini sürekli olarak muhasebeye çekmesi gerekmektedir.

89
 Doğru tefekkür: Doğru tefekkür ise genellikle meditasyon aracılığıyla zihinsel
olarak yoğunlaşmayı ifade etmektedir. İster bir Buda heykeli ister sabır ve nefes gibi erdemler
olsun kişinin bir konu üzerinde yoğunlaşmasını gerektirir. Budist öğretiye göre kişi bundan
önceki yedi yolun gereklerini hakkıyla yerine getirdiğinde zihninin ve duygularının
tamamıyla kendi iradesine tâbi olduğu bir aşamaya gelir ve nihayetinde doğru tefekkür ve
yoğunlaşmayla da Nirvanaya ulaşır.

5.3.2. Nirvana
Buda’ya göre dört soylu gerçeğin farkına vardıktan sonra sekiz dilimli yolun
gereklerini hakkıyla yerine getiren kişi, kendisini yaşamaya bağlayan her türlü dünyevi ve
şehevi arzuları mutlak olarak kırıp “aydınlanmış/uyanmış” kişi olarak Nirvanaya ulaşır. Kişi
Nirvanaya ulaşmakla yeniden doğum-ölüm çarkından ve netice olarak acı ve ıstıraptan
kurtulması demektir. Buna göre Nirvana geçici durumların sonu, nihai barış hâli ve her
bireyin mutlak gayesidir. Tüm bu ifade edilenler dikkate alındığında, Nirvana kısaca eşyanın
gerçek mahiyetiyle kavrandığı, dünyevi varoluş çarkının sona erdiği mutlak aydınlanma ve
mutlak huzur hâli olarak nitelenebilir.

5.4. Kutsal Metinleri


Buda öğretilerini gezgin bir vaiz olarak anlatmıştır. Bu nedenle Buda kendinden sonra
kutsal bir metin bırakmamıştır. Pali Kanun’un öğretileri, Buda’nın ölümünden kısa süre sonra
toplanan ilk Budist konsili sırasında belirlenmiştir. Buda’dan sonra talebeleri onun vaazlarını
uzun yıllar sözlü olarak nesilden nesile aktarılmasını sağlamışlardır. Budist öğretiler daha
sonra Pali Kanun adı altında bir metinde toplanmıştır. Pitaka adı verilen bu kitap üç bölümden
oluşmaktadır. En eski Budist kutsal metinleri Pali Kanun olarak isimlendirilir ve yaklaşık dört
milyon kelime içerir. Bu metinler antik Pali dilinde yazılmıştır ve Tripitaka olarak
adlandırılmıştır. Tipitaka “üç sepet” anlamına gelmektedir ve bu metinlerin üç farklı bölüme
bölünmesini ifade etmektedir. Pali Kanun’un ilk kısmı 227 kuraldan ibaret olan manastır
hukukuna ve tarikat disiplinine dairdir. İkinci Tripitaka Buda’nın öğretilerini içermektedir.
Üçüncü Tripitaka ise hikmeti ve kendini bilmeyi araştırmanın yöntemini içermektedir.

Tripitaka (Pali dilinde Tipitaka) Budist yazıların en eski koleksiyonunu ifade


etmektedir. Başlangıçta sözlü olarak aktarılmış ve MÖ III. yüzyıla kadar yazıya geçirilmiştir.
Tripitaka “üç sepet” anlamına gelmekte ve Budist metinlerin ilk kez kaydedildiği sırada
uygulanan yöntemi ifade etmektedir. En erken dönem yazılı metinler oldukça uzun ve bir
taraflarından birleştirilmiş dar sayfalardan üzerinde yer almıştır. Bu dar ve uzun yazılı
sayfalar sepetlerin içinde muhafaza edilmiştir. Budist kutsal metinleri modern edisyonu içinde
45 ciltten oluşmaktadır.

İçinde kutsal metinlerin yer aldığı sepetler konularına göre ayrıştırılmıştır. İlk sepet
Disiplin Sepeti’dir (Vinaya Pitaka). Bu sepette yer alan metinler manastır yaşamının kural ve
esaslarını belirlemektedir.

90
Sutralar

Mahayana Budizmi, Tripitaka kutsal metin olarak tanırken bu koleksiyona 2184 kutsal
yazının tümünü eklemişlerdir. Bu yazıların çoğu Sutra adı altında yer almaktadır. Sutralar MÖ
II - MS II. yüzyıllarda yazıya geçirilmiştir. Bu dönemler aynı zamanda Theravada ve
Mahayana mezhepleri arasındaki ayrışmanın ortaya çıktığı dönemi ifade etmektedir.

En önemli Sutra, Lotus Sutra’dır. Burada Buda’nın bodhisattvalar, budalar ve


Mahayana mezhebinin temel doktrinlerini öğreten öğreticilere vaaz erişi tasvir edilmektedir.
Buda’nın bu vaazında bodhisattva olmanın gayesi ve kişinin kendi buda tabiatını
gerçekleştirmesi gibi konuları işlemektedir. Lotus Mahayana ve Vajrayana Budist
akımlarında yaygın bir şekilde kullanılmış ve özellikle Mahayana mezhebinin temel dinî
metinlerinden sayılmıştır.

5.5. İbadetler
Budizm’de ibadet temel olarak iki formdan oluşur. Birincisi, saygı uygulamasıdır. Bu
ibadet Buda diğer budalar ve bodhisattravalar için saygı ve hayranlık gösterisidir. Theravada
mezhebi taraftarları için saygının yegâne objesi Buda’dır. Mahayana Budistleri için ise bütün
buda ve bodhisattravalar saygındır. Söz konusu figürlere gösterilmek istenen saygı bu
figürlere güzel kâseler içinde yiyecek, çiçek, tütsü veya su formundaki hediyelerin sunumuyla
gerçekleştirilir. Bu figürler bazen tapınaktaki bir resim ya da heykeldir. Bazen ise bir budaya
ait bazı hatıra eşya ve kalıntılardır.

Saygı göstermenin bir başka şekli ise aydınlanmış bodhisattvaların nitelikleri üzerine
düşünmektir. Budistler için meditasyon diğer dinsel geleneklerdeki dua gibidir. Meditasyon
sırasında zihin bilgi ve kavrayışın en üstün formlarına ulaşmak için yoğunlaşıp hazırlanır.
Budistler için iki temel meditasyon formu vardır. Dengelileşme, istikrar tahlil. Dengelileştiren
meditasyonda kişi kendi meditasyon gücünü geliştirmeye girişir. Bu tür meditasyonda kişinin
alıp verdiği nefesi üzerinde yoğunlaşması ve bütün düşünceleri zihninden silmesi şeklinde
basit bir tekniği vardır. Zihin her türlü düşünceden temizlendikten sonra kişi herhangi bir
Budist kavramı üzerinde yoğunlaşıp meditasyon yapabilir.

Mantra ya da dinsel cümleleri terennüm etmek bir diğer meditasyon tekniğidir. Bu tür
mantralar genellikle Sanskritçedir ve bunların bir buda tarafından derin bir meditasyon
sırasında dile getirildiğine inanılır.

5.6. Budizm Mezhepleri


Budizm MÖ I. yüzyıla kadar iki farklı düşünce ekolüne yarılmıştır. Bu ekollerden
birincisi daha Ortodoks söylemleri olan Hinayana mezhebi ile bu mezhebe tepki olarak ortaya
çıkan Mahayana mezhebidir. Budizm’in daha eski ekolü olan Hinayana mensupları Nirvanaya
ulaştıran yegâne yolun katı bir asketik manastır yaşamı ve dünya nimetlerinden feragat
olduğuna inanmıştır. Dolayısıyla manastır dışında yaşayan manastır yaşamının katı kurallarını
yerine getirmeyen insanlar için samsara çarkından kurtuluşa erip Nirvanaya ulaşmak söz
konusu olmayacaktır. Daha sonra Buda olan prens Siddhartha ebedi hakikatin yegâne sahibi
olarak kabul edilmektedir.

91
5.6.1. Hinayana/Theravada Budizmi
Hinayana Pali kanunlarının temel prensiplerini takip etmeyi önerir. Bu nedenle
Hinayana, en erken dönem Budizmi ile ilişkilendirilir. Hinayana taraftarları Gautama’nın dört
hakikat ve sekiz dilimli yoluna yaptığı vurgu ile Mahayana’dan uzaklaşmaktadır. Zira
Mahayana evrensel bir kabule mazhar olması için Buda’nın ezaoterik doktrinini yeniden
yorumlamanın gerekliliğini ifade etmektedir.

Hinayana ve Mahayana mezhepleri özellikle ahlak felsefesi bağlamında oldukça


radikal bir ayrışmaya gitmektedir. Mahayana kişisel bir tanrıyı kabul eder ve bu nedenle
yüksek bir kudrete yönelik itaat çerçevesinde sosyal adalet ve yardımseverlik anlayışlarına yer
verir. Hinayana ise insanın dışında ve üzerinde herhangi bir tanrı kavramını kabul etmemekte
ve bu nedenle mantıksal olarak bizzat bireyin kendi iç dünyasıyla ilgilenmektedir. Hinayana
mezhebine göre kişinin yegâne sorumluluğı yeniden doğuş dairesinden kurtulup Nirvanaya
ulaşmaktır.

İnsan özgürlük ve kurtuluş bağlamında Nirvana’nın peşindedir. Bir kişi bu hayatta ya


da gelecek hayatta yeniden doğuşa, arafa, cehenneme veya acı çekmenin diğer formlarına
insanın ya da inanmasın acı ve ıstıraptan kaçıp kurtulma isteği âdeta evrensel bir istektir. Bu
gerçek karşısında Budizm bu tür evrensel eğilimden kurtuluş için pratik bir yöntem sunmuş
olmaktadır.

5.6.2. Mahayana Budizmi


Mahayana Budizmi Tibet, Çin, Tayvan, Japonya ve Kore’de yaygındır. Budizm’in bu
mezhebi tek bir özel gruptan oluşmayıp Budist geleneklerin bir koleksiyonu gibidir. Nitekim
Zen Budizmi ve Tibet Budizmi bu mezhep çerçevesinde değerlendirilir. Dolayısıyla
Mahayana Budizmi “Kuzey Budizmi” olarak da bilinir. Mahayana ekolü, Hinayana
mezhebinin aksine kendi içinde daha fazla çeşitliliğe sahiptir. Bünyesinde Lamaizm, Çin
Budizmi ve Zen Budizmi gibi birbirinden oldukça farklı anlayışları barındırmaktadır. Örneğin
dünyadan el etek çekmek en önemli dindarlık kriteri kabul edilirken, Japon Budizmi’nde,
başka insanların refahı ve mutluluğu için çalışmak en önemli dinî ibadet olarak kabul edilir ve
Japon kalkınmasının temel dinamiklerinden birinin bu düşünceden kaynaklandığı kabul edilir.
Esasen Mahayana mezhebi, yayıldığı bölgelerin yerel kültürlerine kolayca adapte olmasıyla
dikkat çekmektedir.

Theravada ve Mahayana mezheplerinin her ikisi de tarihsel figür olarak Buda’nın


temel öğretilerinden ortaya çıkmıştır ve her ikisi de samsara dairesinden kurtuluşun bireysel
bireysel bir şekilde yolunu aramayı vurgulamaktadır. Ancak bu arayış sırasında uygulanan
metod ve davranışlar farklılaşmaktadır.

92
Uygulamalar

Budizmin kutsal metinlerine bir göz atınız.

93
Kazanımlar

Budist metinleriyle beraber mabet ve yaşam tarzlarını öğrenmek

94
Uygulama Soruları

1) Budizm ve Hint dinleri hakkında neler biliyoruz?

2) Budizmin kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

3) Budizmin en önemli ibadet ve esası nedir?

95
Bu Bölümde Neler Öğrendik

Budizm milattan önce altıncı yüzyılda yaşamış Siddharta Gautama tarafından


kurulmuştur. Ancak kişisel arayışları sonucu Hint dünyasında veri olarak kabul edilen insanın
bu dünyaya sonsuz gidiş gelişlerinden kurtarmak olan kurtuluş dinidir.

Budizmin en temel inancı, Budizm inanç esasları içinde yer alan dört hakikat ve sekiz
dilimli yol öğretisi, Budizm’in davranış temeli ve dünya görüşünü ifade eden önemli bir
temeli ifade etmektedir. Bir diğer uımdesi ise dünyada var olan her şeyin değişim içinde
olduğunu anlatan Nirvanadır.

Budizmin üç değişik kutsal metini vardır; bunlar, Vinaya pitaka, Sutta pitaka ve
Abhidhamma pitakadır. Birincisi sanghaya mensup kişilerin yaşam kurallarını içerir. İkincisi,
Buddahanın sözlerini kapsar ve üçüncüsü ise Budist öğretilerinin felsefi yorumları içerir..

96
Bölüm Soruları

1) Budizm kim tarafından kurulmuştur?

a) Siddharta Gautama

b) Mahayana

c) Pali Kanun

d) Abhidhamma pitaka

e) Theravada

2) Budizm inancı aşağıdakilerden hangisinin yaşam geleneği üzerinde şekillenmiştir?

a) Buda

b) Mahayana

c) Pali Kanun

d) Abhidhamma pitaka

e) Shuddhodana

3) Budizm’in temel inançları, dönemin baskın hangi dinsel kültürüne tepki olarak
Buda’nın gösterdiği tepki bağlamında ortaya çıkmıştır?

a) Sihizm

b) Caynizm

c) Hinduizm

d) Nirvana

e) Sihizm

97
4) Budizm-politeizm ilişkisi nasıldır?

a) Politeizme mesafelidir.

b) Politeizmi tamamen redder.

c) Politeizmi tamamen kabul eder.

d) Politeizme müsamahalıdır.

e) Hiçbiri

5) Budizmin en temel ibadeti/ritüeli aşağıdakilerden hangisidir

a) Nirvana, Dört Hakikat Sekiz Dilimli Yol

b) Vinaya Pitaka, Sutta Pitaka

c) Sutta Pitaka - Nirvana

d) Vinaya Pittaka - Nirvana

e) Hiçbiri

6) (D/Y) Budizm milattan önce beşinci ve altıncı yüzyıllarda yaşamış Siddhartha


Gautama tarafından kurulmuştur.

7) (D/Y) Budizm, insanın bu dünyaya sonsuz gidiş gelişlerinden kurtarmayı


amaçlayan bir dindir.

8 )(D/Y) Budizmin beş değişik kutsal metini vardır.

9) (D/Y) Vinaya pitaka, sanghaya mensup kişilerin yaşam kurallarını içerir

10) (D/Y)Sutta pitaka Buda’nın sözleridir

11) (D/Y)Abhidhamma pitaka, Budist öğretilerinin felsefi yorumlarıdır.

Cevaplar

1) a, 2) a, 3) c, 4) d, 5) a, 6) D, 7) D, 8) Y, 9) D 10) D, 11) D.

98
6. SİHİZM

99
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Sihizmin Tarihsel Süreci

2) Sihizmin İnanç Esasları

3) Sihizmin İbadetleri

4) Sihizmin Kutsal Metinleri

5) Sihizmin Mezhepleri

100
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Sihizm ve Hint dinleri hakkında neler biliyoruz?

2) Sihizm kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

3) Sihizm en önemli ibadet ve esası nedir?

101
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

Sihizmin oluşumunu
anlamak

Sihizmin inanç esaslarını


kabaca bilmek

İbadetlerini kavramak

Mezheplerini ayırabilmek

102
Anahtar Kavramlar
 Sihizm

 Mürrit

 Guru Nanak

 Granth Sahib

 Reikarnasyon

 Karma

 Beş K Öğretisi

103
6.1. Tarihî Gelişim
Sihizm olarak isimlendirilen inanç adını Sanskritçe “mürit” ya da “öğrenci”
kelimesinden almıştır. Pencap bölgesinde XV. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. Esasen,
temel olarak bir Hindistan dinidir. Bu dinin takipçileri Sih olarak bilinir. Sihizm’in kaynağı
önemli bir tartışma konusudur. Bazı tarihçilere göre Sihizm, Hinduizm’i de içerecek şekilde
diğer Hind dinleri, İslam ve yerel inanç ve ritüellerin bir karışımı olarak düşünülmüştür. Diğer
bazı tarihçilere göre ise Sihizm Hinduizm’in arındırılmış ve yenilenmiş bir türü olarak
gelişmiştir. Bununla birlikte pek çok Sih dinlerini eşsiz görür ve bu dinin Hinduizm ile
İslam’dan ortaya çıktığı düşüncesini reddeder.

Sihizm’in kurucusu Guru Nanak Dev Ji (1469–1539)’dir. Guru, “öğretmen” ya da


“lider” anlamındadır. Guru Nanak kalpteki inancın bedensel ibadetler ve dış görünüşe ait dinî
formlardan daha önemli olduğunu vaaz etmiştir. Dolayısıyla Guru Nanak Hindistan’daki
Müslümanlarda gördüğü bazı olumsuz tespitler kadar kendisini kuşatan Hindu inanç ve
pratiklerinin çoğunu reddetmiştir. Guru Nanak, toplumu sosyal sınıflara bölen Hindu kast
sistemine ve putperestlik formları ya da tanrısallık atfedilen nesnelere ibadet edilmesine karşı
olmuştur. Guru Nanak, yegâne üstün otorite bağlamında monoteizmi benimsemiş ve bütün
insanlığın kardeş olduğunu vurgulamıştır.

Sihizm’in temel inançları oldukça açıktır. Sihler dinin amacının özellikle dua ve
meditasyon aracılığıyla Tanrı ile yakın ve sevgi içeren bir ilişki kurmak olduğuna inanır.
Meditasyon tek bir nokta üzerinde sessizce yoğunlaşmak demektir. Sihlerin tanrısı bütün
evreni dolduran yegâne tanrıdır. Bu tanrı örneğin resim ya da heykel formunda sembolize
edilmeye fırsat verecek şekilde bir forma sahip değildir. Sihler samsara veya sonsuz bir
şekilde devam eden doğum, yaşam ve ölüm döngüsü, karma veya bu dünyadaki iyi ya da kötü
şekliyle gerçekleştirilen yaşamın kişini gelecek yaşamını belirlemesi ve reinkarnasyon gibi
Hindu inançları korunmaktadır.

Sihlerin anavatanı kuzey batı Hindistan’da yer alan Penjab bölgesidir. Bu bölgenin
yaklaşık 19 milyonu ya da %61 Sih’tir. Hindistan’ın dışında yaklaşık 500,000 ila 750,000 Sih
İngiltere’de, 225,000 Sih Kanada’da ve 100,000 ila 150,000 Sih ABD’de yaşamaktadır.
Malezya ve doğu Afrika bölgesinde de küçük Sih toplulukları yaşamaktadır. Toplam
mensubiyet sayısı olarak dünya genelindeki Sihlerin 2-3 milyon olduğu tahmin edilmektedir.
Böylece Sihizm dünyanın 6. büyük dini olmaktadır. Sihler kültürel kimliklerini dünyanın
yerleştikleri her bölgesinde korumaktadırlar.

Sihizm’in kurucusu Nanak Dev Ji, günümüzde Pakistan sınırları içinde yer alan Lahor
yakınlarındaki Talwandi köyünde doğmuştur. Bu köy günümüzde Nankana Sahib olarak
bilinmektedir. Babası bir devlet memuru olduğu için orta sınıf bir aile çevresinde yetişmiştir.
Erken yaşlarından itibaren Hinduizm ve İslam dininin de içinde yer aldığı pek çok inancın
yönlendirmesine maruz kalmış ve kısa süre içinde bu inançlar hakkında bilgi sahibi olacak bir
üne kavuşmuştur.

Onlu yaşlarına çobanlık yapmış fakat daha sonra bölge valisi tarafından idarecilik
görevi üstleneceği Sultanpur şehrine göç etmiştir. 1499’da Sih inancına göre Nanak bir nehire

104
dalmış ve üç gün boyunca suyun yüzeyine çıkmamıştır. Nanak suyun yüzünde yeniden
göründüğünde bir keşif ve ilhama ulaştığını söylemiştir.

Sih inancı yaklaşık olarak 1500’lerde Guru Nanak tarafından kurulmuştur. Guru
Nanak’ı ardından gelen dokuz guru takip etmiş ve Sihizm on guru sayesinde inanç ve toplum
düzenini tesis etmiştir.

Sihizm beşinci guru olan Guru Arjan zamanına kadar kurumsal olarak ortaya
çıkmıştır. Guru Arjan ise Sih dünyasının başkenti sayılan Amritsar’ı kuruluşunu
tamamlamıştır ve Sihlerin kutsal kitabı olan Adi Granth’ı derlemiştir. Mamafih Guru Arjan
zamanında Sihizm devlet tarafından bir tehdit olarak görülmüş ve inancından dolayı 1606
yılında idam edilmiştir. Altıncı guru Hargobind bunun üzerine herhangi bir baskıya karşı
direnmek amacıyla askeri yeteneği olan bir topluluk oluşturmaya girişmiştir. Bu girişimin
sonucunda Sihler inançları adına pek çok savaşa taraf olup savaşmışlardır. Bu savaş
dönemlerinden sonra Sihler, kendilerine İslam dinini kabul etmeye zorlayan Moğol
imparatoru Aurangzeb’in iktidarına kadar politik idarecilerle nisbeten daha barışçıl bir
ortamda yaşamışlardır. Aurangzeb bu süreç içerisinde dokuzuncu guru Guru Tegh Bahadur’u
yakalayarak 1675 yılında idam ettirmiştir.

Onuncu guru Guru Singh, Moğol baskıları nedeniyle erkek ve kadın Sihlerden oluşan
askeri bir topluluk oluşturmaya girişti. Sihlerin inançlarını ebediyen savunmalası kastıyla
1699 yılında kurulan bu topluluğa “hasla” adı verilmiştir. Gobind Singh aynı zamanda dine
kabul ritüelini ve “beş k” öğretisini tesis etmiştir. Gobind Singh Sihizm’in onuncu ve son
gurusudur. Sihler onuncu gurudan sonra günümüze kadar kutsal kitaplarına göre
davranmaktadırlar.

Gurular döneminden sonra Sihlerin ilk askeri liderleri Banda Singh Bahadur’dur.
Banda Singh Bahadur, yakalanıp 1716 yılında idam edilinceye kadar Moğollara karşı güçlü
bir direnç göstermiştir. Bu yüzyılın sonunda Sihler yeniden ayaklanmış ve devam eden elli yıl
boyunca pek çok bölgede etkili olmuşlardır. 1799 yılında Ranjit Singh, Lahor’u ele
geçirmiştir ve 1801 yılında Penjab bağımsız bir devlet olarak kurulmuştur.

Ranjit Singh’in 1839 yılında ölümünden sonra Sih devleti liderlik mücadeleleri
yüzünden iç savaş nedeniyle parçalanıp zarar görmüştür. 1845-6 yıllarında Britanya ordusu
Sih ordusunu yenmiş Sih bölgesini ele geçirmiştir. Sihler 1849 yılında ayaklansa da
ayaklanma kesin bir şekilde bastırılmıştır.

Bu tecrübeden sonra Nanak pek çok seyahatler yapmış ve dinî bir öğretici veya guru
olarak şöhret kazanmıştır. Nanak diğer dinlere karşı hoşgörülü olmuş fakat putperestliğe,
anlamsız ritüellere ve kadınlara karşı ayrımcılığa karşı olmuştur. Aynı zamanda Nanak
toplumu en yüksekten en düşük seviyeye kadar sınıflayan Hindu kast sistemine de karşı
olmuştur. Nanak’a göre fakir insanlara yiyecek vermek Tanrı’ya kurban sunmaktan daha
kutsal bir davranıştır. Aynı zamanda Nanak, tıpkı Müslümanlar gibi bir olan Tanrı inancına
güçlü bir iman içindedir ve Tanrı’yı bilmeye götüren yegâne yolun dua ve meditasyondan
geçtiğine inanmaktadır. Çünkü Tanrı bütün evreni doldurmuştur. “Sonsuzluk Tanrı’nın

105
eylemidir, sonsuzluk Tanrı’nın merhametidir” cümlesi Sih dualarında yer almaktadır. Sih
inancının ilk gurusu olan Nanak 7 Eylül 1539’da ölmüştür. Guru Nanak’ı dokuz guru takip
etmiştir:

6.2. Temel İnanç Esasları


Sihizm’in temel inancı yalnızca bir Tanrı olduğu inancıdır. Bu inanç Sih kutsal metni
Guru Granth Sahib’de açıkça ifade edilmektedir: “Sadece bir yüce Tanrı vardır; başka tanrı
yoktur.” Sihlerin tanrısı sonsuz ve sınırsızdır ve bu nedenle ancak sınırsız sayıdaki isim, sıfat
ve niteliklerle tanımlanabilir. Evrendeki her şey Tanrı tarafından yaratılmıştır. Yine kutsal
metin Granth Sahib bu durumu şöyle açıklar: “gezegenleri, güneş sistemini ve yer altı
dünyasını o yarattı. O gizli olanı açığa çıkardı. O dünyayı kendi istediği zamanda yarattı.
Herhangi bir desteğe ihtiyaç duymaksızın evreni idare etti.” Tanrı’yı bilmek için Sihler onun
daima hatırlanmasını, onun sıfatları ve nitelikleri üzerinde tefekkür edilmesini tavsiye
etmektedir. Boş dinî ritüeller ve hurafelerin herhangi bir değeri yoktur.

Sihler yaşamalarının Tanrı ile yakın ilişki ve Sih toplumunun bir parçası olarak
gerçekleştirirler. Sih düşüncesinde ideal olan inancın davranış ile tamamlanmasıdır. Kişi iyi
bir hayat yaşamak için Tanrı üzerinde tefekkür ettiği kadar iyi davranış ve tutumlarda da
bulunmalıdır.

Sihler insanoğlunun doğum-yaşam-ölüm ve yeniden doğum döngüsü içinde olduğuna


inanmaktadır. Sihizm’in benimsediği bu inanç Hinduizm, Budizm ve Caynizm gibi Hind
bölgesinin diğer dinleri tarafından da paylaşılmaktadır. Her bir yaşamın niteliği karma kanunu
bağlıdır. Bu döngüden kurtuluşun yegâne yolu Tanrı’yı bir bütün olarak bilme ve onunla
bütünleşme ile mümkündür.

Sihizm’in manevi eğiliminin merkezini bu inanç oluşturur ve Sihler Tanrı’yı


öğrenmek, tecrübe etme ve sonuçta Tanrı’yla bir olmayı hedeflerler.

Bunu yapmak isteyen bir Sih dikkatini kendilerinden Tanrı’ya çevirirler. Bu yoğun
tefekkür sürecini başaranlar Tanrı’nın rahmeti aracılığıyla özgürleşmeye ulaşırlar. Bu sürecin
temel anlayışı insan kendi durumu içinde herhangi bir ilahi gelişimi elde edememekle birlikte
bu tecrübeyi Tanrı kendilerine bahşeder. Bununla birlikte Tanrı kutsal kitap aracılığıyla ve
kendisine ulaşmanın en güzel örneğini yansıtan bazı azizlerin örnekleriyle insanlara manevi
seyrin yolunu gösterir.

Sihler Tanrı’nın insanoğlu tarafından doğru bir şekilde anlaşılamadığını


kabullenmekle birlikte onun sevgi, ibadet ve tefekkür ile tecrübe edileceğine inanmaktadırlar.
Sihler Tanrı’yı hem kendi içsel dünyalarında hem dış dünyada aramaktadırlar. Sihler bunu
yaparken özgürleşmeyi ve Tanrı’yla birliği elde etmeyi başardıklarına inanırlar.

Sihler Tanrı’yı görmek istediklerinde hem yaratılmış dış dünyaya hem de kendi kalp
ve ruhlarına bakarlar. Buradaki amaç Tanrı’nın bütün aleme verdiği ilahi düzeni görmek ve
bu suretle Tanrı’nın mahiyetini anlamaktır. Sihizm’e göre pek çok insan gözleri bencillik ve

106
gururlarıyla ve fiziksel dünyaya düşkünlükleriyle köreldiğinden Tanrı gerçekliğini
kavrayamazlar.

Sihizm’in ikinci temel inancı her varlığın bir ruha sahip olduğudur. Bu ruh ebedidir ve
onun görevi bedenden özgürleşmektir. Sihler reinkarnasyon, samsara ve karma gibi temel
Hindu inançlarını paylaşırlar.

Bu anlayışla uyumlu bir şekilde Tanrı’ya giden pek çok yolun var olduğu inancı
oldukça güçlüdür. Dolayısıyla Sihler, diğer inançlara en hoşgörülü dinsel grup olarak
nitelenir. Guru Granth Sahib’de diğer dinlere ilişkin atıflar da bu yöndedir: ‘‘Bazıları Vedaları
okur, bazıları Kur’an. Bazıları mavi elbise giyer bazıları beyaz. Bazıları kendilerini
Müslüman olarak niteler bazıları Hindu. Bazıları cenneti arzular, bazıları göklerin hasretini
çeker. Nanak der ki, Tanrı’nın iradesini bilen kişi kendi rabbinin sırlarını da bilir.” Diğer bir
pasajda ise “Vedalar ve Puranalar Tanrı’nın kudretiyle var olmuştur, Yahudilik, Hristiyanlık
ve İslam’ın da kutsal metinleri. Bütün düşünceler onun kudretiyle var olmuştur.

Sihizm’in son inanç esası bir kimsenin yaşamını nasıl sürdüreceği üzerinedir. Sihler
iyimserliği, olumlu düşünmeyi ve Tanrı’nın her zaman yardımını sunacağının bilinmesi
gerektiğini savunur. Ayrıca disiplinli ve basit bir hayat sürmek, dua ve meditasyonda
bulunmak, erken kalkıp işe koyulmak, alkol, uyuşturucu madde ve sigaradan uzak durmak
tavsiye edilmektedir. İyi eğitim almaya eğilimli olan Sihler iş ve ticari girişimlerde oldukça
başarılı olmakla birlikte gelirlerinin bir kısmını hayır işlerinde harcamaya da isteklidirler.
Daha da önemlisi Sihler kötülükten kaçınıp, iyi yaşamak zorundadırlar.

6.3. Kutsal Metin


Beşinci guru Arjan Dev, 1603 yılında Sih kutsal metni Granth Sahib ya da Adi
Granth’ı derleyen kişidir. O dönemde bu kitap ilahileri ve başta Nanak olmak üzere Sihizm’in
ilk beş gurusunun yazılarını içermekteydi. Aynı zamanda metin Müslüman ve Hindu
ermiş/velilerin yazılarını da içermektedir. Takip eden yıllarda Granth Sahib daha sonraki
guruların yazılarını içerecek şekilde güncelleştirilmiştir. Metin toplam olarak altı gurunun
çalışmasını içerir: Nanak, Angad, Amar Das, Ram Das, Arjan Dev ve Tegh Bahadur. XVIII.
yüzyılın başlarında yaşayan son guru Gobind Singh, bütün metinleri derleyerek Granth
Sahib’in güncelleştirilmiş versiyonunu hazırlamıştır. Ardından da bu metnin Sihizm’in on
birinci ve nihai gurusu olduğunu ilan etmiştir. Guru Granth Sahib hâlen son guru olarak
dikkate alınıp bu kutsal metnin daha önceki guruların cisimleşmiş hâli olarak görülür. Bu
metin Sihizm’in kutsal metni ve manevi rehberi olarak bilinir. Ancak metin Tanrı’nın
doğrudan sözü olarak kabul edilmemekle birlikte ilahi olarak ilham edildiğine inanılır.

Granth Sahib 5,894 ilahi ve 15,000 kıtadan oluşmaktadır. Metnin önemli bir kısmı,
derleniş döneminde Penjab bölgesi diyalektiğinde kaleme alınmıştır. Bazı bölümleri ise
Arapça, Hintçe, Sanskritçe, Farsça ve diğer yerel Hint lehçelerinde yazılmıştır. Granth Sahib
Gurdvara olarak nitelenen Sih tapınağındaki ibadetlerin merkezini ifade etmektedir. Granth
Sahib’in tercüme edilip edilememe hususu süre-giden bir tartışmanın konusudur. Bazı
geleneksel Sihler kitabı tercüme etmenin onun kutsallığını ortadan kaldıracağını

107
düşünmektedir. Diğer Sihler ise Granth Sahib’in orijinal dilinin zor olması ve Batı ülkelerinde
yaşayan genç Sihler için anlaşılmaz olması nedeniyle tercümeye taraftardır.

6.4. Sih İbadetleri


Sihler tek Tanrı’ya ibadet ederler. Hind bölgesindeki diğer dinlerin üyelerinden farklı
olarak Sihler Tanrı’yı soyut formu içinde tasavvur ederler ve Tanrı’yı resim ve heykel
şeklinde tanımlamazlar. Sihler ibadetlerini bireysel ve toplumsal olarak yerine getirirler.

Sihler her zaman ve her yerde ibadet edebilirler. Sihler güne erkenden başlayarak
suyla temizlendikten sonra o günü Tanrı üzerinde tefekkür ederek başlatırlar. Ayrıca Sihler
için sabah, öğle ve uyku öncesinde dillendirilmesi gereken bir seri dua metni vardır.

Sih inancına göre Tanrı her türlü fiziksel ve şekli tanımın ötesinde de olsa Sih ibadeti
sırasında Tanrı bir dost gibi kendisine ibadet edeni koruyan bir figür olarak da tasavvur
edilebilir. Dolayısıyla Sihizm’de dua ve ibadetler Tanrı ile zaman geçirme olarak düşünülür.

Sihler bireysel olarak ibadet edebilmekle beraber cemaat olarak yerine getirilen
ibadetin kendilerine daha fazla erdem sağladığını düşünmektedirler. Sihler Tanrı’nın ibadet
için bir araya gelmiş Sih cemaatine tecelli ettiğine ve bu ibadete katılan cemaatten memnun
kaldığına inanırlar.

Sihlerin cemaatle gerçekleştirdikleri ibadetler Gurdvara denilen Sih tapınaklarında


yerine getirilmektedir. Sihizm’de rahiplik kurumu yoktur. Dolaysıyla Sih cemaatinin
ibadetlerini işin ehli olan erkek ya da kadın üye yönetebilir.

Gurdvara, Sihlerin bir araya gelerek topluca ibadet ettikleri mekânın ya da Sih
tapınağının adıdır. İlk Gurdvara 1521-2 yıllarında Guru Nanak tarafından Kartarpur’da inşa
edilmiştir. Penjab dilinde “gurdvara” kelimesinin anlamı “Guru’nun ikamet ettiği yer” ya da
“Guru’ya götüren kapı” demektir. Modern bir Gurdvara’da Guru bir kişi değil Guru Granth
Sahib olarak isimlendirilen Sih kutsal kitabıdır. Guru Granth Sahib’in buradaki varlığı
Gurdvara’nın dinsel değerini sağlamaktadır. Dolayısyla içinde Sih kutsal metninin olduğu
herhangi bir yapı Gurdvara’dır. Gurdvara kelimesi “Guru’nun ikamet ettiği yer” olarak aynı
zamanda “Tanrı’nın ikamet yerini” de işaret ediyor gibi görünse de esasen Sih inancında
Tanrı’ya herhangi bir mekân atfedilmez. Guru Arjan Dev zamanından önce Sihlerin dinsel
ritüellerini sergiledikleri yerler “iman yeri” anlamında Dharamsala olarak isimlendirilmiştir.

Bir Gurdvara’da herhangi bir put, heykel ve dinî motifli dahi olsa resim bulunmaz.
Çünkü Sihler tek Tanrı’ya ibadet ederler ve bu Tanrı herhangi bir fiziksel forma sahip
değildir. Bununla birlikte Gurdvaralarda mum, tütsü, çan ve diğer ritüel unsurları yer almaz.

Gurdvara’nın ana ibadet salonunda temel yoğunlaşma ve saygı unsuru Sih kutsal
kitabı olan Guru Granth Sahib’dir. Guru Granth Sahib gece boyunca kendine has bir odada
muhafaza edilir ve günlük ibadet sırasında büyük bir saygı ve hürmet duygusu içinde ibdet
salonuna alınır.

108
Her bir Gurdvara’da herkese ücretsiz yemek dağıtıldığı bir mutfak ve yemek salonu
vardır. Langar kavramı aynı zamanda Gurdvara’da yenilen ortak yemek öğünene verilen
isimdir. Langar’da sunulan yemeğin basit bir mönü içermesine özen gösterilir. Sihlerin
vejeteryan olması gerekmemekle birlikte Gurdvaralarda sadece vejeteryan yemekler
hazırlanıp sunulur.

109
Uygulamalar
Sihlerin ibadet mekânlarıyla ilgili bir araştırma yapınız.

110
Kazanımlar
Sihlerin ibadet mekânlarındaki hayatı gözlemleyerek yaşantıları hakkında fikir sahibi
olmak

111
Uygulama Soruları
1) Sihizm ve Hint dinleri hakkında neler biliyoruz?

2) Sihizm kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

3) Sihizm en önemli ibadet ve esası nedir?

112
Bu Bölümden Neler Öğrendik
Sih dini milattan sonra XV. yüzyılın sonlarında müslümanların hâkim olduğu
Hindistan’da İslam-Hinduizmin etkileşimi neticesinde doğmuş, uzlaşı kültürü taşıyan bir
dindir. Sih dininde islamın ve hinduizmin kurallarının uyum içinde bulunduğu açıkça
görülebilir. Sihizm’in temel inançları oldukça açıktır. Sihler dinin amacının özellikle dua ve
meditasyon aracılığıyla Tanrı ile yakın ve sevgi içeren bir ilişki kurmak olduğuna inanır.
Sihler tek Tanrı’ya ibadet ederler. Hind bölgesindeki diğer dinlerin üyelerinden farklı olarak
Sihler Tanrı’yı soyut formu içinde tasavvur ederler ve Tanrı’yı resim ve heykel şeklinde
tanımlamazlar. Sihler ibadetlerini bireysel ve toplumsal olarak yerine getirirler.

113
Bölüm Soruları

1) Sihizm adını aşağıdaki adlardan hangisinden almıştır?

a) Mürit/öğrenci

b) Buda

c) Veda

d) Sutra

e) Hiçbiri

2) Sihizm hangi bölgede ortaya çıkmıştır?

a) Balasagun
b) mutan
c) Pencap
d) Yeni Delhi
e) Sind

3) Sihizm hangi yüzyıllarda ortaya çıkmıştır?

a) 13.yy

b) 14.yy

c) 15.yy

d) 16.yy

e) 17.yy

4) Sihizmin kurucusu aşağıdaki şıklardan hangisinde doğru olarak verilmiştir?

a) Guru Nanak

b) Granth Sahib

c) Arjan Dev

d) Gurdvara

e) Hiçbiri

5) Sihlerin kutsal kitabına ne ad verilir?

a) Grant Veda

114
b) Granth Sahib

c) Guru Arjan Dev

d) Gurdvara Sahib

e) Hiçbiri

6) (D/Y) Guru, “öğretmen” ya da “lider” anlamındadır.

7) (D/Y) Sihlerin anavatanı kuzey batı Hindistan’da yer alan Penjab bölgesidir.

8) (D/Y) Sihizm’in çok tanrılı bir dindir.

9) (D/Y) Sihizmde ruh ölümlüdür ve görevi bedenden özgürleşmektir.

10) (D/Y) Sihlerin cemaatle gerçekleştirdikleri ibadetler Gurdvara denilen Sih


tapınaklarında yerine getirilmektedir.

Cevaplar

1) a 2) c, 3) c, 4) a, 5) b, 6) D, 7) D, 8) Y, 9) Y, 10) D.

115
7. ÇİN VE JAPON DİNLERİ

116
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

1) Konfüçyanizm

2) Taoizm

3) Şintoizm

4) Tibet Budizmi

5) Çin ve Japon Budizmi

117
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Konfüçyanizm hakkında neler biliyoruz?

2) Taoizm kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

3) Şintoizm hakkında neler biliyoruz?

4) Tibet, Çin ve Japon Budizmi hakkında neler biliyoruz?

118
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

Konfüçyanizm oluşumunu
anlamak

Taoizm inanç esaslarını


kabaca bilmek

Şintoizmi kavramak

Tibet Çin ve Japon


Budizmini anlamak

119
Anahtar Kavramlar
 Taoizm

 Konfüçyanizm

 Şintoizm

 Çin Budizmi

 Japon Budizmi

 Zen Budizmi

 Tibet Budizmi

120
7.1. Konfüçyanizm
Çin dinlerinden Konfüçyanizm ile Taoizm’in bir din veya felsefe ya da dünya görüşü
ve ahlak temeli gibi farklı çerçevelerde tanımlanması mümkündür. Bu bağlamda
Konfüçyanizm Çin geleneklerine ve Çin ulusal bilincini diri tutmaya dönük öğretileri
savunurken Taoizm insan ile tabiat arasındaki doğal ilişki üzerinde kurgulamalarda
bulunmuştur. Bir Japon dini olan Şintoizm ise Japon millî dini ve Japon geleneklerinin
teolojik zeminini ifade etmektedir. Ancak bu dini/felsefi geleneklerin modern çağın
materyalist ve seküler ideolojileri karşısında gerilediği ortaya çıkmıştır. Budizm’in Tibet, Çin
ve Japonya’da yaygınlaşması ise ortak kültürel zemin üzerinde gelişen bir dinsel yapıyı ifade
etmektedir.

Konfüçyanizm belirgin bir tanrı anlayışı ve ölüm sonrası hayata ilişkin herhangi bir
öğretisi olmaması nedeniyle bir din değildir. Öte yandan Konfüçyan gelenek Çin sosyal
ilişkileri ve ahlaki düşüncenin oluşmasında önemli bir etken olmuştur. Nitekim ilah ve bir
kurtuluş vizyonu olmaksızın Konfüçyanizm din gibi önemli bir rol oynamıştır.
Konfüçyanizm’in kurucusu Kong Qiu (K’ung Ch’iu; Latinize edilmiş ismiyle K’ung Fu-tzu)
MÖ 552’de küçük bir eyalet olan Lu’da doğmuş ve MÖ 479’da ölmüştür. Konfüçyus Çin’de
resmî bir eğitim sisteminin geliştiği dönemde soyluların çocuklarının öğretmeniydi.
Konfüçyus kendisini takip eden küçük bir taraftar grubuyla bölgeden bölgeye göç etmiştir. Bu
taraftar grubundan pek çokları daha sonar önemli devlet görevlileri olmuştur. Konfüçyus
yaşadığı dönemde meşhur bir isim olmamıştır. Hatta zaman zaman kendisini başarısız bir vaiz
olarak bile değerlendirmiştir.

Konfüçyus daima kudretli bir idareciye danışman olmanın özlemini çekmiş ve böylesi
bir idarecinin kendisinin doğru tavsiyeleriyle donanmış olarak ideal bir dünyayı tesis
edeceğine inanmıştır. Konfüçyus’a göre cennetin ve ölümden sonraki yaşamın anlaşılması
insani kapasitesinin üzerindedir. Bu nedenle kişi bu tür inançlar yerine bu dünyada sergilediği
doğru davranışları üzerine yoğunlaşması gerektiğini savunmuştur. Bazı öğrencileri tarafından
kaleme alınan en erken kayıtlarda Konfüçyus’un güçlü dinsel öğretileri dile getirmediği, daha
çok kişinin ebeveynine, öğretmenlerine ve büyüklerine nasıl davranacağına ilişkin davranış ve
sosyal saygı kurallarını öne çıkardığını göstermektedir. Aynı zamanda Konfüçyus
öğrencilerine karşılaştıkları diğer insanların kültürel normlarına saygı göstermelerini ve
herkesten birşeyler öğrenmesini tavsiye etmiştir. Konfüçyus’un öğretileri daha sonra
otoriteryen politik filozoflar tarafından katı kurallara dönüştürülmüş ve Çin tarihinin önemli
bir dönemi için Konfüçyanizm otoritenin değişmez hiyerarşisi ve sorgulanmayan itaat
doktrinin gelişmesine temel olmuştur.

Ömrünü Çin klasiklerini talim etmeye ve geliştirdiği sosyal öğreti ışığında Çin
toplumunda baş gösteren huzursuzluğu ve kargaşayı sona erdirerek tekrar huzuru sağlayacak
bir yönetim tesis etmeye adayan Konfüçyus, insanların ahlaki karakterini üst düzeye
çıkarmaları gerektiği üzerinde ısrar etmiştir. Ahlaki olgunluğa vurgu yapan Konfüçyus bu
olgunluğun yönetici-yönetilen, baba-oğul, karı-koca, büyük kardeş-küçük kardeş ve arkadaş-
arkadaş arasında kurulacak münasip sosyal ilişkilerle mümkün olacağını savunmuştur.

121
Konfüçyus’e göre kişinin içinde yaşadığı ülke aslında onun dünyaya geldiği ailesinin
bir uzantısıdır. Ülkenin idarecisi ailenin reisi olan baba, yetkililer ebeveyn, halk da ailenin
çocukları gibidir. Ailenin üç temel sorumluluğu vardır:

i) Soyun devamını sağlamak,

ii) ailenin refah ve mutluluğunu temin etmek,

iii) toplumda ailenin olumlu bir intibaının olmasını sağlamak.

Konfüçyus atalara mutlak itaat gösterilmesi ve genç nesillerin göksel iradeye uygun
olarak yetiştirilmesi gerektiğini öğretmiştir.

Konfüçyus’un düşünceleri onun ölümünden sonra dikkat çekerek meşhur olmuştur.


Pek çok Çinli filozof ve düşünür Konfüçyus’un öğretilerini analiz etmişler ve bu öğretilere
insanın doğası ve ahlakilik hakkındaki kendi düşüncelerini de eklemişlerdir. Esas olarak ise
Konfüçyus’un yeniden yorumlanan düşünceleri başta politik idare ve hükümet olmak üzere
pek çok sosyal uygulamanın kaynağı olmuştur.

Konfüçyus kendisinden sonra herhangi bir metin bırakmamıştır. Bununla birlikte Çin
edebiyatında yer alan “Beş Klasik” ve “Dört Kitap” geleneksel olarak yazarı veya editörü
olarak Konfüçyus’a atfedilir. Bu metinler içerik olarak şu şekilde tasnif edilebilir:

7.1.1. Beş Kitap


1. Yi King (Değişiklikler Kitabı): Geleceğe dair olayları tahmin etmede yardımcı
olabilecek eski bir kehanet el kitabı olup eskiye ait bir eseri eski şema ve daha sonra onlar
üzerine yapılan yorumlardan ibarettir.

2. Şu King (Tarih Kitabı): “Eski zamanlara ait belgeler” diye de adlandırılan Şu


King, Çin’in en eski tarih kitabıdır. Konfüçyus öncesi dönemde Çin’de, daha önceki
dönemlere ait imparatorlar tarafından yapılmış ve saray tarihçileri tarafından derlenmiş
konuşmalardan pasajlar ihtiva eder.

3. Şi King (Şiirler ve Şarkılar Kitabı): Çin şiirinin en eski derlemesidir.

4. Li King (Ayinler Kitabı): Muhtemelen ilk Han Hanedanlığı döneminde


yazılmıştır. Bu metin krallığa ait düzenlemeler, ayinin gelişimi, ayinle ilgili konular, kadınlar
ve gençlere rehber, eğitim, sihir, ahlaki yasaklar, kurbanın anlamı, cenaze töreninde giyilecek
kıyafetler gibi konuları içerir.

5. Ch’un C’hiu (İlkbahar ve Sonbahar Vakayinameleri): Lu’da görev yapan on iki


idarecinin idari dönemlerini ve o dönemlere ait olayları kapsar.

7.1.2. Dört Kitap


1. Lun Yü (Konuşmalar): Konfüçyus’un konuşmaları, öğretileri ve yaptıkları
hakkında bilgi kaynağıdır.

122
2. Ta Hsüeh (Büyük Bilgi): Geçmiş sekiz yüz yıl süresince Çin’in eğitim
sistemindeki temel dokümanları kapsar.

3. Chung-yung (Orta Yol Doktrini): Ayinler kitabınının bir bölümünü


içermektedir. Bu metinde insan tabiatına Gök tarafından yön verildiği, insane tabiatının gök
ile uyum içerisinde bulunduğu bulunduğu, kurbanlar esnasından daima hazır bulunacakları
belirtilmiştir.

4. Meng-tzu (Mensiyüs’ün Kitabı): Konfüçyus’un en meşhur öğrencilerinden olan


Mensiyüs’ün Konfüçyus’un bizzat öğretileri hakkında yapmış olduğu felsefi yorumların
muhtemelen öğrencileri tarafından kaydedilmiş derlemesidir.

Konfüçyanizm’in bir dinden çok bir ahlak ve hikmet yolunu ifade ettiği pek çok
araştırmacı tarafından ifade edilmiştir. Esasen Konfüçyus, bir “üstün insan”, orta yolu takip
edecek ve başkalarına da her şeyde aynı itidal yolunu gösterecek kültürlü nazik insan
yetiştirmeye yönelik hayat tarzını belirlemeyle ilgilenen bir ahlak öğreticisidir. Onun
sisteminin amaçları arasında bilgi, samimiyet, şahsi hayatı geliştirme, ailede ve sosyal
ilişkilerde uyum ve dünya barışını sağlama yer almaktadır. Konfüçyus’un ahlak sistemi
toplum ve sistem içindir. Gayesi ise halkını siyasi terbiye yoluyla saadete kavuşturmaktır.

Konfüçyanizm, kurucusunun ölümünden uzun bir sure geçinceye kadar tespit edilmiş
bir kurumsal yapıya kavuşmamıştır. MÖ 4. ve 3. yüzyıllarda Konfüçyus’un yaşamı ve
öğretilerine dair bazı yazılar elden ele dolaşmaktadır. MÖ 2. ve 2. yüzyıla kadar kapsamlı bir
Konfüçyan gelenek portresi ortaya çıkmamıştır.

7.2. Taoizm
Taoizm’in bir kurucusundan ve ortaya çıkış tarihinden söz etmek mümkün değildir.
Bu din kadim Çin geleneği içinde varlık bulan gelenekler içinde gelişmiştir. Zhang
Daoling’nin Taoist düşünce okulunun ilk kurucusu ve buranın manevi öğretmeni olduğu iddia
edilir. Bu gelenek Tayvan’da yaşayan manevi lideri/öğreticisi ile birlikte hâlen varlığını
devam ettirmektedir.

Tarihinin erken dönemlerinde Taoizm Çin’in bölgesel dinî gelenek ve inançlarını


oldukça önemseyen Taoist düşünürlerin fikirleri içinde kökleşmiştir. Böylece Taoist
felsefenin ilk örnekleri verilmiş ve Taoizm Çin halkının her sınıfının dünya görüşü içinde
entegre olmayı başarmıştır.

Taoizm bir dinî sistem olarak ilk kez mö. IV. ve III. yüzyıllarda tanınmıştır. Başta Tao
Te Ching olmak üzere Taoizm’e ait pek çok metnin yazılıp yaygınlaşmasıyla Taoist düşünce
tanınmaya başlamıştır.

Taoizm Çin’deki Tang hanedanlığı ve onun ardından gelen Song hanedanlığı


dönemlerinde yarı resmî Çin dini olmuştur. Konfüçyanizm’in yaygınlık kazanması üzerine
Taoizm’e yönelik devletin ilgisi gittikçe azalmış ve bu ilgi resmî bir inançtan daha popüler
olan dinî geleneğe dönüşmüştür.

123
Komünizm’in Çin’de iktidarı ele geçirmesi üzerine Taoizm yasaklanmış ve bu kadim
dine bağlılık oranı birkaç yıl içinde neredeyse ortadan kalkmıştır. Çin’deki baskı döneminde
Taoizm kendisine daha büyük özgürlük alanı sağlayan Tayvan’da yayılmaya başlamıştır.
Kültür Devrimi’nin (1965-1968) sona ermesinin ardından Komünist ideolojinin etkisi azalmış
ve Çin hükümeti az da olsa dinî özgürlük ortamı tanımıştır. Bu dönemde Taoizm Çin’de
yeniden canlanmaya başlamış ve günümüzde ülkede Taoist tapınakları ve Tao inancına sahip
olanlar bulunmaktadır.

Taoizm’i araştıran Batılı bilim adamları Taoist düşünce içinde tanrısal figürlere yer
olmamasına rağmen Taoistlerin ibadet edip saygı gösterdikleri tanrılar keşfedince
şaşırmışlardır.

Tao’nun bizzat kendisi Tanrı değildir. O bir tanrı olmadığından Taoistler tarafından
kendisine ibadet edilmez.. Bununla birlikte Taoizm pek çok tanrıya sahiptir. Bu tanrıların
çoğu çevre kültürlerden Taoizm’e dâhil edilmiştir. Bu tanrısal figürler bu evrenin sınırları
içinde yer almaktadırlar ve onlar da Tao’ya bağlıdırlar. Bu ilahi figürlerin çoğu zati itibarıyla
tanrı değil özel görevleri olan tanrılardır. Dolayısıyla kendilerine has özel isimlerle değil
görevleriyle bilinirler.

Taoist inanç anlayışlarının çoğu Çin’in farklı düşünce ekollerinde dayanmaktadır.


Dolayısıyla temel olarak Taoizm’in kendine has öğretileri ile başta Budizm olmak üzere diğer
inanç geleneklerinden aldığı öğretileri birbirinden ayırmak kolay değildir.

Taoist geleneğe göre Tao sözlerle tanımlanamaz. İnsanın sahip olduğu lisan Tao
hakkında zihinde bazı düşüncelerin canlanmasına imkân sağlar. Tao hakkındaki en önemli
düşünce onun dünyada nasıl iş gördüğü ve insanoğluyla ilişkisidir. Nitekim Tao’nun mahiyeti
konusunda filozofik tartışmalar yapmak yerine Tao’ya karşı büyük bir sorumluk duygusu
içinde yaşam sürmek daha önemli görülmektedir.

Tao bütün dinler bağlamında tanımlanmış bir Tanrı olarak algılanmadığından ona
yönelik herhangi bir ibadet de söz konusu değildir. Taoizm pek çok tanrısal figür içerir fakat
Taoist tapınaklarda bunlara ibadet edilmesine rağmen bu ilahi figürler diğer dünyevi varlıklar
gibi evrenin bir parçasıdır ve Tao’ya bağlıdır.

Konfüçyanist öğretiden farklı olarak Taoist felsefe “gök” fikri üzerine değil, yukarıda
söz edilen “yol” veya daha yaygın bir tabirle “bir dizi davranış kuralı” anlamına gelen ve
kozmik bir güç olan “Tao” fikri üzerinde durmaktadır. Dini anlamda Tao tabiat üstü güçleri
insanlarla iletişime geçiren sihirli bir güçle ilişkilendirilmektedir. Felsefi Taoizm’de ise Tao
kişinin kozmik düzenin ya da düzensizliğin altındaki ilkeyle bütünleşmesi olarak ifade
edilmektedir.

Taoist felsefenin görecelilik öğretisine göre iyi-kötü, doğru-yanlış, güzellik-çirkinlik,


kuvvet-zayıflık, zafer-yenilgi gibi birbirine zıt gibi görünen şeyler, aslında zaman ve mekâna
göre değişkenlik arz etmektedir. Dolayısıyla bir şeyin doğru ya da yanlış olduğu yargısı bu
yargıda bulunanın kişisel durumuna ve ihtiyacına göre değişmektedir.

124
Her şeyin kendi aslına döneceği düşüncesi de Taoizm’in en temel ilkesidir. Tabii
düzenle ilişkili olarak Tao her şeyin başlangıç noktasına geri döneceğini öngörmektedir. Buna
göre belirli bir vasıf elde eden herhangi bir şey mütemadiyen zıt bir vasfa döner. Her şey
Tao’dan yayılmakta ve her şey Tao’ya geri dönmektedir. Yokluktan varlık varlıktan da
yokluk meydana gelmektedir.

Taoizm’e göre hayatın gayesi sükûnet olmalıdır. İnsan duygusuyla hareket etmeden
önce “hiçbir şey yapmamak” ve “hiçbir şey söylememek” ilkelerini işletip “denge durumu”na
ulaşmalıdır. Bu durumda hayat her bakımdan ideal ve güzel olur. Çünkü tabiat kanunları çok
kuvvetlidir. İnsan kendi tabiatının gelişmesi dâhilinde her şeye yardım etmelidir fakat ona
müdahale etmemelidir.

Lao Tzu’nun ahlak anlayışı tamamen menfidir. Mutlak sükûnet ve rahatlık içinde arzu
ve istekleri terk ederek dünyaya sırt çeviren bir hayat tarzı ile insanın kendini Tanrı’ya teslim
etmesi ve onunla birleşmesi esasına dayanır. İnsana, varlıklar içinde özel bir yer tanınmaz.
Bilakis hayat bağlarından çözerek Tao’nun derinliklerine düşürmek ister. Çünkü insan ancak
manevi faziletleriyle insandır. İdeal insan ise iyi, lütufkâr, sadık, dürüst ve her hâle kendini
uydurmaya çalışan alçak gönüllü bir kimsedir.

Taoist ritüelin merkezinde evrenin farklı sınıfları arasında düzen ve uyumu sağlama
anlayışı yer almaktadır. Bir bütün olarak evren doğal çevre ya da doğal dünya, insanoğlunun
oluşturduğu dünya ve bireylerin içsel dünyalarıdır.

Taoist ritüeller arındırma, meditasyon ve ilahi fügürlere takdime sunumunu


içermektedir. Taoist ritüellerin detayları genellikle oldukça karmaşıktır ve tekniktir.
Dolayısıyla bu ritğeller daha çok Taoist rahiplar tarafından sergilenir.

Önemli Taoist ritüellerden birisi chiao (jiao) adını taşımaktadır. Kozmik yenilenme
riti olan chiao diğer pekçok ritüelin temelini oluşturmaktadır. Chiao’nun daha kısa bir şekli
evlerde yapılmakta ve yerel ilahi figürlere takdimeler sunulmaktadır. Tören sırasında bir
Taoist rahip o yörede yaşayan aileler adına takdimeler sunar, evrenin düzenini yeniden
sağlama ritüelini sergiler ve tanrılardan yaşadıklara bölgeye huzur ve mutluluk getirmesini
ister.

Tapınak ritüelleri hem bireysel hem de toplumsal açıdan ch’i‘yi düzenlemek ve yin ve
yang akımını dengelemek için kullanılır. Diğer ritüeller ise farklı Taoist tanrılara ibadet etmek
hayatın hakikati üzerinde meditasyon yapmak ve kutsal metin ve duaları sesli ve makamlı bir
tonda okumaktır.

7.2.1. Kutsal Metinleri


Taoizm’in temel kitabı Tao Te Ching MÖ III. yüzyılda derlenmiştir. Yaklaşık 5,000
Çince karakterden oluşan bu küçük metin hayat üzerine tavsiyeler ve evrenin doğasına ilişkin
şiirsel anlatımlar içeren pek çok alt başlık taşımaktadır.

125
Taoistler Tao Te Ching’i manevi ve ahlaki yaşamı doğru şekilde sürdürmek için temel
bir rehber olarak görürler. Tao Te Ching herhangi bir yazara atfedilmez. Bu kitap muhtemel
olarak çağlar boyu Çin halkı içinde varlık bulan anonim deyişlerin bir koleksiyonudur.
Taoizm’in diğer önemli kutsal metni ise Chuang-tzu’dur. Bu metnin de Çin bölgesindeki
halkların tarih boyu devam eden hikmetli sözlerini ifade ettiği dile getirilir.

7.3. Şintoizm
Şintoizm Japonya’ya özgü bir dindir. Şinto sözcüğü Çince iki karakterden neşet
etmiştir. Şin “tanrı”, to “yol” anlamına gelmektedir. Bu suretle Şinto “tanrıların yolu”
anlamına gelmektedir.

XIX. yüzyılın sonundan 1945’e kadar Şintoizm Japonya’nın devlet dini olmuştur. Bu
dinin takipçilerinin çoğu Japonya’da yaşamayı sürdürmektedir. Japon olmayan birisi için
Şintoizm yönünde din değiştirmek zor olacaktır ve esasen Şintoizm de bir taraftar arayışında
olduğu söylenemez. Pek çok açıdan Şintoizm formal bir din değildir. Daha ziyade Japon
halkının kültür ve tarihini yansıtır. Bu kültür ve tarih mirasına pek çok Japon halk inancı da
eklenmiştir.

Diğer dinlerden farklı olarak Şintoizm’in bir kurucusu ve peygamberi söz konusu
değildir. Ayrıca bu din dinsel bir merkeze de sahip değildir. Pek çok açıdan Şintoizm bir
hayat felsefesi, yaşanan hayata dair bir inanç ve rehber manzumesidir. Şintoizm’in temel
inancı bütün varlıklarla uyum içinde yaşamaktır. Dinin tanrıları kami olarak isimlendirilir.
Kami, “doğanın ruhları” veya “güçlerin yaşamı” olarak tercüme edilir.

Şintoizm’de tanrılar ve ruhların sayısı hesap edilemeyecek kadar fazladır. Bununla


birlikte sayıları seksenden başlayıp sekiz yüze kadar uzanan kami’den söz edilir. Panteonun
zirvesinde Güneş Tanrıçası Amaterasu bulunur. Panteonun diğer tanrısal unsurları olarak ise
ay tanrısı Tsukiyomi, fırtına ve deniz tanrısı Susanowo, ateş tanrısı Atago ve gıda tanrısı Inari
örnek olarak sayılabilir. Ana kült yeri ise Kyoto’da Atago dağıdır.

Kamilere ibadet dua okumakla, pirinç ve pirinç şarabı kurban etmekle olur. İbadetlere
rahipler önderlik ederler. Bu rahiplerin evlenmesi yasaklanmamıştır. Şintoizm’de rahiplik bir
miras olarak düşünülmektedir. Şintoizm’de ibadetler genel olarak folklor, büyü ve sihir, hac,
ritüel, ibadet ve ulusallığı içine alan bir dizi dinî ve kültürel uygulamalardan ibarettir. Günlük
olarak ifa edilen törensel ritüeller Şinto mabetlerinde rahipler tarafından icra edilmektedir.
Bireyler kişisel bağlılıklarını bildirmek ve kaminin rızasını ve uğurunu kazanmak için
mabetleri her an ziyaret edebilmektedirler. Mabede girişte kişi saygı göstergesi olarak kamiye
doğru başını eğer ve sunakta hediyesini takdim ettikten sonra kaminin dikkatini çekerek
onunla iletişim kurmak için elini çırpar. Ziyaret edilen bu mahallî mabetlere ek olarak
Şintoistler evlerinde ve işyerlerinde kami-dana adı verilen mabet minyatürleri bulunmaktadır.
Aileler özel günlerde bu minyatür mabetlerde mum yakar ve diğer aile bireyleri yerde başları
öne eğik bağdaş kurup oturuken aile reisi tarafından kamiye çiçek, yiyecek ve pirinçten
yapılan bir tür içki takdim edilir.

126
Şintoizm’de kabul edilmiş veya diğer dir deyimle resmî kutsal kitaplar külliyatı, sabit
doktrinler ve ahlaki ilkeler yoktur. Bundan dolayı Şintoizm mensupları bireylerin
eylemlerinin içinde bulundukları şartlara ve durumlara bağlı olduğuna inanmaktadır. Hatta
Şintoistlere göre insani tecrübe ahlaki kurallardan çok daha önemlidir.

Şintoizm’de mitoloji de önemli bir yer işgal etmektedir. Sözgelimi dünyanın


oluşmasıyla ilgili anlatılan mitolojik öykülerde, ezeli olarak var olan üç kami bir dizi erkek ve
dişi kami yaratır. Günün birinde bunlardan erkek kami İzanagi ve dişi kami İzanami gök
köprüsü üzerinde duruken İzanagi kutsal kılıcını alttaki kaos denizine düşürür ve kılcını
denizden çıkarırken kılıçtan düşen su damlaları denizi pıhtılaştırır ve bu şekilde Japon adaları
meydana gelir. Bu mitolojik öyküye göre hem Japon adaları hem de Japonlar ilahi bir kökene
sahiptir. Bundan dolayı II. Dünya Savaşı’na kadar her Japon imparatoru Japon güneş tanrısı
Amatarasu’nun oğlu olarak kabul edilmiştir.

Şintoizm’in XIX. yüzyılın ortalarından itibaren yaptığı reform hareketleriyle


Budizm’in geriletirilerek Şintoizm’in devlet dini hâline getirilmesi hedeflenmiştir. Fakat bu
plandan kısa süre sonra Japonya’da inanç hürriyeti ilan edilerek Şintoizm’in bir devlet kültü
olduğu ve hangi dinden olursa olsun her Japon bireyin bu külte dahi olabileceği iddia
edilmiştir. Bununla milli hisler ve imparatorun otoritesinin kuvvetlendirilmesi istenmiştir.
Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra Şinto geleneğinin Japon halkı olan güçlü bağı
zayıflamaya başlamıştır. Bu dönemden sonra devlet Şintosu yerini sekülerleşmeye ve
laikleşmeye bırakmıştır.

7.4. Tibet Budizmi (Lamaizm)


Şamanist özellikler taşıyan ilk Tibet dini Bon’un yerine VII. yüzyılda Tibet’te
yayılmıştır. Hindistan’dan Vajrayana Budizmi’nin önde gelen üstatlarından Padma Sambhava
bu ekolü bölgede tanıtan kişidir. İlk keşiş tarikatı olan “kırmızı takkeliler” sihirli ve gizemli
ayinleri ile XI. yüzyılda Tibet Budist hayatına girmiştir. Tibet dinî ve politik sisteminin
önemli bir grup olan “sarı takkeliler” ise XIV. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Sanskritçe asılları
kaybolan metinleri Tibet diline çevirerek koruyan keşişler, özellikle şuur, rüya ve şuur
safhaları ile ilgili yaptıkları değerlendirmeler ile ün yapmıştır.

Tibet Budizmi oldukça zengin bir literatüre sahiptir. Hint dilindeki pek çok metin
Tibetçe’ye tercüme edilmiş ve rahiplerin yorumlarıyla geniş bir kutsal metin külliyatı ortaya
çıkmıştır. Bu kutsal kitaplar seriri MS 1300 yıllarında son şeklini almıştır. Lama denilen Tibet
Budizmi rahiplerinin teşkilatı özel bir gelişme göstermiştir. Nitekim buradaki rahipler sadece
din işleriyle değil siyasetle de uğraşmakta; dünyevi bir otorite olarak önemli idari konumları
ellerinde tutmaktaydılar.

Başlangıçta rahiplerin evlenmeleri yasak sayılmamıştır. Fakat daha sonraları rahiplik


işareti olarak sarı bir elbise giymeleri ve yardım toplamak için ellerinde bir tabak taşımaları
mecbur kılınarak alkol içmeleri, evlenmeleri ve özellikle büyücülükle uğraşmaları
yasaklanmıştır.

127
Lamaizm’in maddi ve manevi varlığının ve devamlılığının ifadesi olan XIV. Dalay
Lama, Çin’in Tibet’i işgal etmesi üzerine 1950’de Hindistan’a göç etmek zorunda kalmıştır.
1959’dan itibaren Çin Halk Cumhuriyeti Tibet’teki varlığını ve etkisini daha fazla
hissettirmiştir. Sonuçta on bin civarındaki keşiş ve lama ile beraber yaklaşık yüz bin Tibetli
Hindistan, Nepal, Avrupa ve Amerika’ya göç etmek zorunda kalmıştır. Komünist politikalar
Tibet’teki geleneksel dinî sistemi parçalanma noktasına getirmiştir. Günümüzde sürgündeki
Tibetli Budistler dünyadaki en güçlü Budist gruplardan birisidir. Tibet Budizmi’nin inanç ve
ibadetleri Batılı dillerine tercüme edilip üniversitelerde öğretilen akademik bir konu olarak
karşımıza çıkmaktadır. Mahayana Budizmi’nin Tibet kültür havzasındaki temsilcisi olan
Lamaizm’in sürgündeki varlığı, anavatanındaki varlığından daha umut verici olarak
görülmektedir.

7.5. Çin ve Japon Budizmi


Mahayana Budizmi MS 60’lı yıllarda ilk defa Çin’e gelmiş ve hatta VI. yüzyılda
Çin’in devlet dini olmuştur. Çok kapsamlı bir kutsal yazı külliyatına sahip olan Çin Budizmi
temel olarak iki mezhebe ayrışmıştır: Bu mezhepler, Çan-tsung ve Tsing-to’dur.

Çan-Tsung (Zen) mezhebinin kökenleri, VI. Yüzyılda Hint mistiklerinden


Bodhidarma’ya kadar uzanır. Bu mezhebin temel özelliği eşyanın mahiyetini tefekkür ile
keşfetmektir. Zen Budizm düşüncesini ifade eden bu anlayışa göre objelerin dıştan
gözlemlenmesi onların anlaşılmasını tam olarak mümkün kılmamaktadır. Zen metodunda ise
araştırıcı objenin içine girmeye ve ona objenin içinden bakmaya çalışır. Buda’nın çiçeği
örneğinde olduğu gibi bu çiçeğin dışarıdan gözlemlenmesi yerine onunla hemhal olunmalıdır.
Çiçeği tanımak demek çiçeğin kendisi olmak, çiçek olarak açmak, güneşte ve yağmurda
sevinmek demektir. Böyle yapabilirse o zaman çiçeklerle konuşulur, onun tüm gizlilikleri,
sevinci ve acıları, tüm hayatı tanınabilir. Bu yöntemle yalnız kâinatın gizliliklerini değil,
kendi Ben’ini, hayatı boyunca kendinden uzakta duran kendini takip eden veya kendinin takip
ettiği dualizm içinde bölünmüş Ben’i nesne ve gölgesi olarak tanınabilir. Çiçeğin bu şekilde
tanıdığı gibi “Ben” de tanınabilir.

Bu mezhebin kurucusu Hintli Bodhidarma 520’de Çin’e gelmiştir. Görüşleri daha


sonra Kore ve Japonya’ya da yayılmıştır. Temrinleri dik oturma, nefesin düzenlenmesi ve
ruhsal konsantrasyona dayanır. Zen’i yaşayan kişi oturur, oturur, oturur. Klasik “Lotos
oturuşunda” bağdaş kurulur ve bu esnada dizler yere yaslanır. Bu esas üzerinde vücut dik
tutulur, baş hafifçe eğilir, gözler açık tutulur ve yere bakılır, eller kucakta durur. Müntesip bu
hâlde nefesini kontrol etmeye ve düzenlemeye çalışır. Bir ritimle nefes alış verişini sayar.
Birden ona kadar her sayışını tekrar eder. Dikkatler nefes alışverişi üzerine yoğunlaşır. Sonra
düşünceye, resimlere ve topluma çevrilir. Daha sonra da kişi kendi içine inmeye, derin ruhsal
konsantrasyona çalışır.

Tsing-To (Jodo) Mezhebi ise Çin Budistleri’nin yarıdan fazlasının tercih ettiği
geleneği ifade etmektedir. Burada Buda, gökte saltanat süren ölçüsüz bir ışıktır. Semavî Buda,
Cennetin yahut ebedi ışığın efendisi ve müminlerin kurtarıcısıdır. Yüzyıllardan beri Uzak-
Doğu’nun sayısız ruhanî ve rahibelerinin dua ettikleri, kendisine sığındıkları Tanrı’dır. Arhat
(aziz, veli) olmak istemeyen halk için ona inanmak yeterlidir. O, kendisine inananların semavî

128
kurtancısıdır; inanan bireyin artık ne asketik hayata ne de iyi amellere ihtiyacı vardır. Judo
Mezhebi, bir rahmet dini olmak yolundadır. Buda, kendisine inanan müminlerin ölümlerinden
sonra cennetine de alacaktır. Artık burada Budizm’in Nirvana Doktrini ile pek ilişkisi
kalmamıştır.

Çin’deki Budist Ch’an ekolü Japonya’da Zen adıyla yaygınlık kazanmıştır. Bu ekol iç
tecrübenin geliştirilmesi ile kutsal bilginin doğrudan elde edilebileceğini, zira insan fıtratının
mayalanmış olan Buda tabiatını gerçekleştirebilecek kapasitelerle donatıldığını, bunun için de
meditasyon ve derin tefekkür seanslarının gerektiği savunulur. Bu tasavvur Japon sanat,
edebiyat ve estetiğinin derinden şekillenmesinde, resim ve peyzaj sanatlarında, bahçe düzeni
tekniklerinde oldukça belirleyici bir role sahiptir. Halkın hayatındaki bu düzen ideali,
manastırlarda da temizlik, sessizlik, disiplin ve çalışma şeklinde kendini gösterir. Dolayısıyla
keşişler toplumda çalışmayan insanlar olarak değil, meditasyon, el sanatları ve zanaatla
uğraşan bir kesim olarak kendini göstermiştir.

129
Uygulamalar

Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın Ansiklopedik Dinler Tarihi Sözlüğü’nü inceleyiniz ve


bölümde geçen dinler tarihi terimlerini gözden geçiriniz

130
Kazanımlar

Terimlerin geniş anlamları, bölümü daha iyi kavramayı temin eder.

131
Uygulama Soruları

1) Konfüçyanizm hakkında neler biliyoruz?

2) Taoizm kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

3) Şintoizm hakkında neler biliyoruz?

4) Tibet, Çin ve Japon Budizmi hakkında neler biliyoruz?

132
Bu bölümden Neler Öğrendik

Çin dinlerinden Konfüçyanizm ile Taoizm’in bir din veya felsefe ya da dünya görüşü
ve ahlak temeli gibi farklı çerçevelerde tanımlanması mümkündür. Bu bağlamda
Konfüçyanizm Çin geleneklerine ve Çin ulusal bilincini diri tutmaya dönük öğretileri
savunurken Taoizm insan ile tabiat arasındaki doğal ilişki üzerinde kurgulamalarda
bulunmuştur. Bir Japon dini olan Şintoizm ise Japon millî dinini ve Japon geleneklerinin
teolojik zeminini ifade etmektedir. Ancak bu dinî/felsefi geleneklerin modern çağın
materyalist ve seküler ideolojileri karşısında gerilediği ortaya çıkmıştır. Budizm’in Tibet, Çin
ve Japonya’da yaygınlaşması ise ortak kültürel zemin üzerinde gelişen bir dinsel yapıyı ifade
etmektedir.

133
Bölüm Soruları

1) Çin Budizmi’nin temel mezhepleri aşağıdakilerden hangisidir?

a) Çan-tsung ve Tsing-to’dur.

b) Çan-tsung Shan Tzu

c) Han Fei Tzu Tsing-to

d) Tao Mahayana

e) Konfüçyüz- Tao

2) Çan-Tsung mezhebi aşağıdaki hangi adla ün kazanmıştır?

a) Tao

b) Zen

c) Chan

d) Mahayana

e) Amida

3) Tsing-To mezhebinin bir diğer adı aşağıdakilerden hangisidir?

a) Tao

b) Mahayana

c) Jodo

d) Buda

e) Hiçbiri

134
4) Padma Sambhava’nın Tibet Budizmi’ndeki en önemli fonksiyonu aşağıdakilerden
hangisidir?

a) Budizm’i bölgede tanıtan ilk kişidir.

b) Budizm’in Hindistan’daki önemli bir rahibidir.

c) Çin Budizmi’nin kurucusudur.

d) Çin Budizmi’nin son temsilcisidir.

e) Tibet Budizmi’nin son temsilcisidir.

5) Şintoizm aşağıdaki bölgelerden hangisine özgüdür?

a) Çin

b) Hindistan

c) Tibet

d) Japonya

e) Sibirya

6) (D/Y) Konfüçyüs kendisinden sonra herhangi bir metin bırakmamıştır.

7) (D/Y) Çin edebiyatında yer alan “Beş Klasik” ve “Dört Kitap”‘ı Konfüçyüs
yazmıştır.

8) (D/Y) Şinto “tanrıların yolu” anlamına gelmektedir.

9) (D/Y) İlk keşiş tarikatı olan “kırmızı takkeliler” sihirli ve gizemli ayinleri ile XI.
yüzyılda Tibet Budist hayatına girmiştir

10) (D/Y) Taoizm, Budizmin içinden doğan bir dindir.

Cevaplar

1) a, 2) b, 3) c, 4) a, 5) d, 6) D, 7) Y, 8) D, 9) D, 10) Y.

135
8. MECUSİLİK

136
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Mecusiliğin doğuşu

2) Mecusiliğin yayılışı

3) Mecusiliğin kutsal metinleri

4) Mecusiliğin İbadetleri

5) Mabetleri

137
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Mecusiliğin doğuşu ve kurucusu hakkında neler biliyoruz?

2) Mecusiliğin yayılışını değerlendiriniz.

3) Mecusiliğin kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

4) Mecusiliğin inanç ve ibadetleri hakkında bildiklerimiz nelerdir?

138
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde


edileceği veya
geliştirileceği

Mecusiliğin ortaya çıkışı


kavranır

Kurucusu hakkında fikir


sahibi olunur

Ortaya çıktığı bölge Sasani


ve çevresi kültürleri tanınır

Diğer dinlerle mukayesi


yapılabilir

139
Anahtar Kavramlar
 Mecusilik

 Zerdüştlük

 Ahura Mazda Ateşperestlik

 Sasaniler

 Avesta

 İyilik ve Kötülük

140
8.1. Zerdüştlük /Mecusilik
Tarihsel olarak yaşadığı dönemle ilgili tartışmalar söz konusu olsa da Zerdüşt, Pers
kültürünün önemli bir unsuru olan Zerdüştilik veya Mecusiliğin kurucusudur. Başlangıçta
monoteizme meyyal bir tanrı anlayışına sahip olmasına karşın, Zerdüşt’ün öğretileri zaman
içerisinde değişime uğramıştır. Bu süreçte monoteizmden düalist yapıya doğru bir yöneliş
belirmiştir. İslam fetihleri öncesinde ve sırasında Zerdüştilerin bir kısmı İran topraklarından
göç ederek Hindistan’nın Gujarat bölgesine yerleşmişlerdir. Ateş Zerdüştiler için saflığın ve
hakikatin daha doğrusu Ahura Mazda’nın sembolüdür. Bu bağlamda Zerdüşti mabedlerine
ateş evi anlamında Ateşgah, Dadgah veya Ateş Bahram isimleri kullanılmıştır. Ahura Mazda
iyi ve bütün dünyadaki varlıkları yaratan bir tanrıdır. Angra Mainyu ise kötülüğün kaynağı
olarak görülür.

Zerdüşt, kendisinden önce var olan politeist İran pagan geleneğine karşı çıkarak
monoteizmi çağrıştıran bir tanrı anlayışı benimsemiştir. Bu bağlamda Ahura Mazda yalnızca
iyi olan şeylerin yaratıcısı olmuştur. Kötülük ise Angra Mainyu’ya atfedilmiştir. Ancak
Zerdüşt’ten çok kısa süre sonra pagan İran geleneği bir şekilde Zerdüşti kutsal metin
literatüründe kendisine yer edinmiştir. Özellikle Sasani imparatorluğu döneminde Ahura
Mazda ve Angra Mainyu arasında bir düalist yapı öngörülmüştür.

Zoroastrianism ya da Zerdüştçülük ve inanç sisteminde önemli yer tutan ateş


kültünden dolayı “Ateşperestlik” olarak da adlandırılan Mecusilik, Eski İran kökenli bir dinsel
gelenektir. Bu inanç sistemi büyük ölçüde bağlılarını kaybetmiş olsa da Mecusilik bugün hâlâ
yaşayan bir din olarak varlığını devam ettirmektedir. Mecusi ismi, Eski İran geleneğindeki bir
toplumsal sınıfı ifade eden Mecuş’tan gelmektedir. Persler döneminden itibaren bu yönetici-
rahip sınıf mensupları başta Anadolu olmak üzere çeşitli bölgelerde oluşturulan kolonilerde
yerleşmişler ve onların temsil ettiği inanç sistemi zamanla yerli halk tarafından Mecusilik
olarak adlandırılmaya başlanmıştır.

8.1.1. Zerdüşt
Zerdüşt’e atfedilen Gathalarda ifadelerle Vedalar arasındaki benzerlikten hareketle
bazı günümüz araştırıcıları ise onun MÖ 1600-1400 arasında yaşamış olabileceği ihtimali
üzerinde durmaktadırlar. Diğer taraftan yaygın İran geleneği Zerdüşt’ün Büyük İskender’in
İran Seferinden (MÖ 258) 258 yıl önce yaşamış olduğunu var saymaktadır. İran kaynakları
Zerdüşt döneminde onun öğretilerine tabi olan kral Viştaspa’dan bahsetmektedir. Viştaspa’nın
Büyük Darius’ün babası olan Histaspes ile aynı kişi olduğu kabul edilirse Zerdüşt’ün MÖ 7.-
6. yüzyıllarda yaşamış olmalıdır. İran geleneğine Zerdüşt 77 yıl yaşamıştır. Bu durumda onun
MÖ 630/628 – 553/551 yılları arasında yaşamış olduğu söylenebilir.

Genelde Zerdüşt’e atfedilen Gathalardaki sınırlı bilgiler dışında Zerdüşt’ün yaşamıyla


ilgili fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Zerdüşt’ün annesi Dugdova, babası ise Poyruşaspa’dır.
Babasının bir rahip olduğu söylenir. Yirmi yaşlarında evlenen Zerdüşt’ün bu evliliğinden
İşatyastra adındaki bir oğlu ve üç kızı olmuştur. Mecusi kaynaklarına göre çocukluğundan
itibaren sürekli bir arayış içerisinde olan Zerdüşt, 20 yaşına geldiğinde önemli değişikler
yaşamaya başlamış; sık sık dağlara ve ıssız yerlere çekilerek inziva yaşantısı sürmeye

141
çalışmıştır. 30 yaşındayken, ibadet amacıyla nehirden su alıp çıkarken aniden kıyıda Tanrının
meleği Vohu Manah kendisine gelmiştir. Vohu Manah ona bu ilk karşılaşmada ilk vahiyleri
iletmiş ve kendisini ruhsal olarak Ahura Mazda’ya götürmüştür. Bu vahiy tecrübesi ileride
diğerleri izlemiş ve Zerdüşt, yaşadığı dönemin çoktanrıcılığına karşı tek tanrı inancına dayalı
bir öğretiyi insanlara yaymakla görevli olan bir elçi olarak faaliyetlerine başlamıştır.

Faaliyetlerinin başlarında Zerdüşt’ün fazla başarılı olmadığı; aksine içinde yaşadığı


toplum tarafından tepkiyle karşılandığı anlatılmaktadır. Öyle ki otuz yaşındaki ilk vahiy
tecrübesinden sonra başladığı inancı yayma çabalarında ilk on yıl içerisinde yalnızca kuzenini
kendisine inandırabilmiş olduğu söylenmektedir. Bunun üzerine o, bulunduğu bölgeden
ayrılarak daha doğudaki kral Viştaspa’nın ülkesine göç etmiş ve orada çalışmalarını
sürdürmüştür. Bu yeni yerleşim merkezinde Viştaspa’nın, Zerdüşt’ün öğretilerini kabul etmesi
yeni din için tam manasıyla bir dönüm noktası olmuştur. Zerdüşt, kral Viştaspa ile yakın
ilişkiler kurmuş ve onun maiyetiyle birlikte dine girmesini sağlamıştır. Bundan başka o,
kraliyet hanedanıyla akrabalık ilişkileri de kurmuş ve kız kardeşini kralın danışmanlarından
biriyle evlendirmiştir. Kendisi de kralın bir diğer danışmanının kızıyla evlenmiştir. Böylelikle
Viştaspa’nın yanında güçlü bir yer edinen Zerdüşt, inanç sisteminin yayılması için yoğun bir
çabaya koyulmuştur. bu savaşların birisinde komşu Turanlıların Viştaspa’yı ve ordusunu
yenmesi bir bakıma Zerdüşt’ün de sonu olmuş ve bu savaşta ölmüş ya da öldürülmüştür.

8.2. Tarihsel Gelişimi


Zerdüşt’le başlayan ve tek tanrı Mazda tapıcılığını ön plana çıkaran ilk inanç dönemi
çok tanrıcılığa ve pagan kült ve ritüellere karşı çıkılmış; peygamber Zerdüşt’ün yüce tanrı
Ahura Mazda’dan aldığı vahiyler doğrultusunda öğretiler savunulmuştur. Bu dönemde din
evrensel boyutta yayılma temayülü göstermiştir. Özellikle Daryüs zamanında İran sınırları
dışında Anadolu ve Avrupa’da Zerdüştçülük yayılmaya çalışmıştır. Ahura Mazda’nın tek tanrı
olarak ön plana çıktığı bu monoteist dönemdeki dinsel yapı aynı zamanda Mazdaizm olarak
da adlandırılır.

Sasaniler döneminde Mecusilik düalist yapısıyla dikkati çeker. Bu dönemde iyi ve


kötü düalizmine dayalı teolojik doktrinler genel kabul görmeye başlamış ve Mecusiliğin sözlü
geleneği yazıya geçirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde, özelikle MS 272’de imparatorluk
başrahibi Kartir’in göreve gelmesiyle Mecusilik resmî din ilan edilmiş ve imparatorlukta
yaşayan diğer din mensuplarına yönelik bir takibat başlatılmıştır. Yine bu dönemde Mecusilik
Sasanilerin siyasal ve askeri gücüne paralel olarak İran dışında Irak, Bahreyn, Umman ve
Yemen gibi bölgelerde yöneticilerin dini olarak da yayılmış, hatta Batı Hindistan ve Çin’de de
Mecusi topluluklar oluşmuştur.

Sasanilerin yıkılması ve İran’ın İslam egemenliğine girmesiyle birlikte Mecusilik hızla


gerileme sürecine girmiştir. Müslüman yöneticiler Mecusilere Zımmi muamelesi yapmıştır.
“Onlara Ehli Kitab gibi muamele yapın” diyen Hz. Muhammed’in bizzat kendisi Yemen ve
Hecer Mecusilerine bu muameleyi yapmıştır. Hz. Muhammed, onların kadınlarıyla
evlenmemek ve kestiklerini yememek kaydıyla onların cizyeye bağlanmasına izin vermiştir.
Emeviler ve Abbasiler döneminde zaman zaman Mecusilere karşı takibatlar yapılmış, ateş

142
gedeler yıkılmış ya da mescide dönüştürülmüştür. Nitekim Mecusilerin bazıları İran dışına,
özellikle Hindistan’a göz etmek durumunda kalmışlardır.

İslami dönem Mecusi dinsel literatürünün derlenmesi açısından da önemlidir. Milattan


sonra 9. yüzyılda Denkard, Bundahişn, Pendname i Zartuşt ve Datistan i Menok i Hrat gibi
Pehlevice metinler derlenmiştir. Yine bu dönemde çeşitli Mecusi ekolleri de ortaya çıkmıştır.

Günümüz Mecusileri büyük oranda Hindistan’da ve başta ABD ve Kanada olmak


üzere çeşitli Batı ülkelerinde yaşamaktadır. 20. yüzyılda önemli miktarda Parsi başta İngiltere
ve Kanada olmak üzere çeşitli ülkelere göç etmişlerdir. Günümüzde Parsi diyasporası yaygın
olarak Londra’da bulunmaktadır. Bütün dünyadaki Parsilerin toplam sayısı ise 100.000
civarındadır

8.3. Kutsal Metin


Mecusiliğin kutsal metini Avesta birkaç ana bölümden oluşan bir metindir. Bu
bölümler Yasna, Visperad, Yaşt, Videvdat (Vendidat) ve Hurda Avesta (Küçük Avesta)
olarak bilinir. Bu bölümler arasında en eski metinler 72 kısımdan oluşan Yasna’da bulunur.
Yasna’nın 16 kısmı, geleneksel olarak Zerdüşt’ün kendisine atfedilir ve bunlar Gathalar
(ilahiler) diye adlandırılır.

Mecusi geleneği orijinal Avesta’nın, kral Viştaspa tarafından 12.000 öküz derisi
üzerine altın mürekkeple yazıldığını (ya da yazdırıldığını) ve bunun iki nüshasından birisinin
Şiz kraliyet hazinesine, diğerinin ise Stakhr arşivine konulduğunu kabul eder. Bu inanışa göre,
Stakhr nüshası Büyük İskender’in İran’ı istilası esnasında (MÖ 4. yüzyılda) çıkan yangında
yok olmuş; Şiz nüshası ise ele geçirilerek Yunancaya çevrilmiştir. Bu orijinal Avesta
metninden ancak üçte birlik bir kısım hafızlarda kalarak sonraki dönemlere aktarılmıştır. Yine
geleneğe göre, yazılı fragmentleriyle hafızalarda kalan sözlü malzemeden hareketle
Avesta’nın yazılı bir nüshasının derlenmesi çalışmaları Arsakid kralı Valkaş (MS 51-75) ve
Sasani hanedanının kurucusu Ardeşir Papakan (MS 226-241) tarafından başlatılmış; neticede
kral II. Şapur (MS 310-379) döneminde derleme tamamlanmıştır. Diğer taraftan yapılan
araştırmalar ise, elimizdeki yazılı Avesta metninin MS 4. yüzyıl öncesine gitmediğini
göstermektedir.

Avesta, muhtevası itibarıyla MÖ 7. yüzyıl ile MÖ 4 veya 3. yüzyıl arası bir dönemi
kapsamaktadır. Sasaniler dönemiyle ilk İslami dönemlerde birçok Pehlevice metin yazılmıştır.
Mecusi rahiplerince yazılan ve âdeta Avesta’nın yorumu olan bu metinler, genel olarak Zend
adıyla adlandırılmaktadır. Bu metinler, genellikle Sasanilerin son yüzyıllardaki teolojik
görüşlerini yansıtırlar. Pehlevice metinlerin çoğu ise MS 9. yüzyıla aittir. Bunlar arasında
Avesta’nın kayıp kitaplarının bir özetiyle Zerdüşt’e dair çeşitli efsanelerin yer aldığı Denkard
ile evrenin yaratılışıyla ilgili kozmogonik bir metin olan Bundahişn oldukça önemlidir

8.4. İnanç Esasları


Zerdüştlük, inanç sistemlerinin tarihin en eski hatta ilk evrensel tektanrıcı dinsel
geleneği olduğunu sıkça vurgularlar. Örneğin günümüz Parsileri Mazdayasna olarak
adlandırdıkları yüce varlık Ahura Mazda’nın her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten tek rab

143
olduğu inancına sahiptirler Ayrıca onlar Zerdüşt’ün peygamberliğine, vahye, ruhun
ölümsüzlüğüne, haşre, hesaba ve öte dünya (cennet ve cehennem) yaşantısına da inanırlar.
Bununla birlikte tanrı inancı açısından tarihin çeşitli dönemlerinde monoteizmden politeizm
ve düalizme kadar farklı inanç özellikleri Mecusi geleneğinde kendisini göstermiştir. Örneğin
Gathalarda gözlemlenen erken dönem Mecusiliğinde, evrensel bir monoteizm dikkati
çekmektedir. Peygamber Zerdüşt, başlangıçtan beri var olan bir tek üstün gücün, Ahura
Mazda’nın üstünlüğünü savunmuştur. Ahura Mazda her şeyi bilen, mutlak iyi ve mükemmel
olan tanrıdır. Bu düşüncesiyle Zerdüşt, yaşadığı dönemde İran İran’da yaygın olan naturalistik
politeizmi reddetmiş; politeist gelenek içerisinde oldukça önemli olan Mitra gibi tanrısal
varlıklara inanç sisteminde yer vermemiştir.

Zerdüşt’ün kurmaya çalıştığı bu tek tanrıcı inanç sistemi fazla başarılı olamamış; doğa
tapınmacılığına dayalı Mitraik politeist geleneği tam anlamıyla alt edememiştir. Öyle ki
Ahemenidler döneminde yüce tanrı Ahura Mazda ön plana çıkarılmış; fakat sonradan Baga
diye bahsedilen diğer tanrısal varlıklardan da vazgeçilmemiştir. Böylelikle Zerdüştçü rahipler,
vaaz ve dinsel uygulamalarında Zerdüşt tarafından bahsedilen meleksi ilahi varlıklarla birlikte
geleneksel İran politeizminin Mitra ve Anahita gibi tanrısal varlıklarına da yer vermişlerdir.
Ayrıca sonraki döneme ait kaynaklarda Ahura Mazda’nın karılarından bahsedilmiş; bundan
başka o, Vohu Manah ve Armaiti’nin babası olarak nitelenmiştir.

Mecusiliğin dikkat çekici özelliği olarak bilinen Ahura Mazda ile Angra Mainyu
düalizmi ise Sasaniler dönemi ve sonrası ortaya çıkmıştır. Her ne kadar daha önceki
dönemlerde de düalizmin referansı olabilecek inanç ve düşünceler var idiyse de Mecusi
düalizminin sistematize edilmesi bu dönemde olmuştur. Pehlevice Mecusi metni Bundahişn
bu düalizme dayalı var oluşu açık bir şekilde anlatır. Buna göre başlangıçtan itibaren iki asli
tanrısal varlık vardır. Bunlardan Ohrmazd, kudret ve iyiliklerle çevrili ışık dünyasında
yaşıyor; Ehrimen ise karanlıklarla çevrili olan derin çukurlarda kana susamış bir hâlde
yaşıyordu. Her iki tanrısal varlık da kendi âlemlerinde bir dizi yaratma eylemi
gerçekleştirdiler. Böylelikle Ohrmazd, zamanı, ilahi varlıkların özünü, Ameşa Spenta’yı ve
diğer ilahi varlıkları yarattı. Ehrimen de benzer şekilde kendi ruhsal varlığıyla 6 kötü varlığı
ve diğer kötü/şeytani varlıkları yarattı. Sonra Ohrmazd dünyayla ilgili olarak göğü, suyu, yeri,
bitkileri, sığırı ve insanı yaratırken; Ehrimen canavarları ve benzeri kötü varlıkları yarattı.
Görüldüğü gibi bu düalizmde, her ikisi de yaratılmamış olan, bütün iyiliklerin yaratıcı ve
sorumlusu bir iyi tanrı ile bütün kötülüklerin yaratıcısı ve sorumlusu bir kötü tanrının varlığı
esas alınmakta; bu iki güç ve onlara bağlı Aşa ile Drug arasında çetin bir mücadelenin var
olduğu kabul edilmektedir.

İnsanın yaratılışı konusunda Mecusilik, Ahura Mazda’nın önce ilk prototip insan olan
Gayomart’ı yarattığını düşünür. Gayomart, Ahura Mazda ile Spendarmat’ın yani yeryüzünün
oğlu olarak tanımlanır. Daha sonra öldürülen Gayomart’ın tohumları/zürriyeti yeryüzüne
dökülmüş ve bundan Âdem’le Havva’ya tekabül eden ilk insan çifti olan Maşye ile Maşyâna
doğmuştur

Mecusilikte kozmik zaman tıpkı Sabilik ve Maniheizmde olduğu gibi üç döneme


ayrılır. Bunlardan ilk zaman yaratılış dönemini içermektedir. Tanrı yeryüzünü, yeryüzündeki

144
varlıkları, insanı ve yaratıcı iyiliğin sembolü olan boğayı bu dönemde yaratmıştır. İkinci
zamanda kötü tanrı Angra Mainyu’nun saldırısı gerçekleşmiş ve ondan kaynaklanan kötülük
yeryüzüne karışmıştır. Bu dönemin sonunda iyilikle kötülük arasında son bir savaş yapılacak
ve kötü güçler alt edilecektir. Üçüncü ve son dönem ise kötülüğün yok edileceği ve âdeta
yeniden ilk döneme dönüleceği restorasyon ya da iyilikle kötülüğün birbirinden ayrılma
dönemidir. Kötülüğün egemenliğinin ebediyen ortadan kalkacağı bu dönemde insanlar
ebediyen mutlak iyilik içinde yaşayacaklardır

Ölüm sonrası ruh, ilahî âleme sırasıyla yıldızları, ayı ve güneşi geçerek ulaşmak
durumundadır. Ayrıca ruh, dünyada sergilemiş olduğu inançlar ve davranışlar açısından
sorgudan geçirilir. Sraoşa, Mitra ve Raşnu tarafından yapılan bu sorgulamada kişinin amelleri
bir terazide tartılır. Bu terazi âdeta bir köprü gibidir. Şayet kişinin iyilikleri ağır basarsa
Çinvat adı verilen bu “ayrışma köprüsü” genişler ve kişi oradan yukarıdaki cennete gider.
Ama günahları ağır basarsa o zaman da köprü âdeta bir bıçak ağzı gibi daralır ve kişi
aşağıdaki cehenneme düşer. Bedeninden ayrılarak cennete giden ruhlar orada güzel bir kız
suretindeki endi eşiyle buluşup birleşir. Zira Mecusi inancına göre yeryüzündeki her canlının
ilahî âlemde bir sureti ya da eşi vardır. Fravaşi öğretisi olarak da bilinen bu inanca göre,
yeryüzündeki maddi varlık geçicidir; aslolan ruhun ilahî âlemdeki bedeniyle birleşmesidir.
Cehennem bir arınma yeridir; Angra Mainyu tarafından yönetildiğine inanılan bu mekânda
arınan ruhlar da sonra cennete gideceklerdir. Zamanın sonunda metal eriyiğinden oluşan bir
nehir dünyaya akacak ve herkes bu nehirden geçmek zorunda olacaktır. Bu nehir, iyiler için
âdeta ılık bir süt gibi olacak kötüleri ise yok edecektir. Nihayet bu nehir cehenneme de
dökülecek ve oradaki Angra Mainyu’yu da yok edecektir.

Mecusilikte önemli bir kült objesi olan ateşle ilgili inanışlar ve uygulamalar oldukça
önemlidir. Yedinci yaratılışla özdeşleştirilen ve ilahi varlıklardan Aşa Vahişta tarafından
korunduğuna inanılan ateş, tanrı tarafından yaratılan saf, temiz ve iyi bir varlık olarak görülür.
Bu nedenle erken dönemlerden itibaren ateş Mecusi tapınaklarında önemli bir yer tutar.

8.5. İbadetler
Mecusiliğin ahlak sistemi özünü “humuta, hukhta, huvarşta” yani iyi düşünce, iyi söz
ve iyi davranış esasına dayalıdır. Beş vakit dua Mecusiliğin günlük ibadetleri arasında
oldukça önemlidir. Güneş doğarken, öğlen tepedeyken, öğrleden sonra, güneş batarken ve
gece olmak üzere bu beş vakitte her Mecusi güneşe, ışığa ya da ateşe dönerek dua okur. Dua
öncesi İslam’daki abdeste benzer bir temizlenme ibadeti yapılır. Bunun için öncelikle yüz,
sonra eller ve ayaklar yıkanır; bu arada kutsal kuşak (kutsi) çözülür. Dua esnasında yeniden
bu kuşak bağlanır.

Doğum, evlilik ve cenaze törenleri dinî olaylar olarak değerlendirilir. Doğum sonrası
bebek tapınağa götürülür ve rahip tarafından ağzına kutsal hom suyu verilir. Evlilik (nikâh)
törenini de rahip yönetir.

Mecusilikte her çocuk 15 yaşına geldiğinde kendisi için bir çeşit dine giriş
(inisiyasyon) töreni sayılabilecek bir tören düzenlenir. Bu törende çocuklar dualarla dinî

145
elbiseler giyinip, kutsal kuşak takarlar. Üç kez bele dolanan ve önden ve arkadan bağlanan bu
kuşağı erkek ve kadın dindar Mecusiler her zaman bağlarlar.

Yılın çeşitli aylarına dağılmış vaziyette bir dinî kutsal gün ve bayram bulunmaktadır.
Yıllık olarak kutlanan 7 büyük bayramdan en önemlisi Noruz (Nevruz) adı verilen yeni yıl
bayramıdır. Nevruz tabiatın dirilişi anısına kutlanan bir çeşit bahar bayramıdır. Güneş
takviminin ilk ayı olan Fervardin’in ilk gününde (21 Mart) bahardaki gündüz-gece eşitliği
döneminde kutlanmaya başlanan Nevruz efsanevi İran kralı Cemşid’le ya da Zerdüşt’le ilişkili
olarak görülür. Nevruz ateşin efendisi Aşa Vahişta’ya atfedilmiştir. Nevruz kutlamalarında
sonbaharla birlikte yeryüzünden ayrılan bitkilerin ve suların koruyucusu ilahi varlık
Rapitvan’ın ilkbaharda yeniden yeryüzüne dönüşü de kutlanmaktadır. Diğer altı bayram ise
genel olarak Gahambar adıyla bilinir. Bu bayramlar Ahura Mazda, Ameşa Spentalar ve onlar
tarafından var edilen ya da korunan kutsal yaratıklar adına kutlanır. Bunlardan başka
sonbaharda hasat zamanı kutlanan Mehregan (Mihrican) da önemli bir bayramdır. Mecusilikte
erken dönemlerden itibaren özel olarak bazı bitki sularından elde edilen ve süt ile karıştırılan
Haoma içeceği de önemli bir işleve sahiptir. Kutsal metinlerde Haoma içeceğinin kişiye
ölümsüzlük kazandırdığı belirtilir. Zerdüşt kanlı kurbanın yerine Haoma içeceğini ve kişinin
ibadetlerine bir şahit olarak da ateş sembolizmini kullanmıştır.

Çok eski dönemlerde ölü gömme âdetinin varlığını gösteren işaret bulunmakla birlikte
sonraları Mecusilikte tıpkı Tibet Budistlerinde olduğu gibi cesetlerin açıkta bırakılarak etlerin
vahşi hayvanlar ve kuşlarca yenilmesi âdeti yaygınlaşmıştır.

Mecusilikte temizlik kuralları oldukça önemlidir. Ateşle ve su ile ilgili kurallar


oldukça önemlidir. Suyu ya da çeşme, dere veya göl gibi su kaynaklarını kirletmek günah
sayılır. Hatta su, kirli ya da pis şeye doğrudan temas ettirilmez.. Ayrıca onlar domuz ve sığır
eti yemezler ve tek evlilik yaparlar. Zorunlu olmadıkça boşanmayı uygun görmezler.

8. 6. Rahiplik ve Mabet
Mecusilikte çeşitli rahiplik sınıfları var olmuştur. Bunlardan en önemlisi Mecuş ya da
Meci denilen rahip grubudur. İran imparatorlukları hâkimiyeti altındaki Batı bölgelerinde
yerleşik Mecusi kolonilerinde etkin olan Meciler eski Yunan gibi Batı dünyasında
Mecusiliğin bu adla âdeta özdeşleşmesine neden olmuşlardır. Bunlardan başka rahipler
hiyerarşisi içinde Erbad (Herbad), Mobad (Magbad) ve Bagnapad gibi rahip grupları da
dikkati çekmektedir. Bunlardan Mobadların ateş tapınaklarındaki başrahipler oldukları
bilinmektedir.

Erken dönem Mecusiliğinde tapınmak amacıyla kullanılan kutsal mekânlar ya da


sunak yerleri (atlarlar) fazla görülmemektedir. Ancak zamanla özellikle Mecusiliğin toplumda
yaygın egemen bir din hâline gelmesiyle tapınaklar ve sunak yerleri oluşturulmaya
başlanmıştır. Ataşgede adı verilen ve içerisinde kutsal ateşin yakılı olduğu tapınaklar İran’ın
dört bir tarafında inşa edilmiştir. Ateş tapınakları genellikle iki bölümden; kutsal ateşin yakılı
tutulduğu bir özel kısım ile inananların dinî ibadetlerini yerine getirdiği daha büyük bir
kısımdan oluşmaktadır. Sasanilerin yıkılışı sonrası ataşgedeler hızla yok olmuştur. Bugün
İran, Azerbaycan ve Hindistan’da çeşitli Ataşgedelerin var olduğu bilinmektedir.

146
Uygulamalar

Şinasi Gündüz’ün Yaşayan Dünya Dinleri adlı eserinden Mecusilik bölümünü


okuyunuz

147
Kazanımlar

Mecusliğin temel felsefesini daha iyi kavramayı sağlar.

148
Uygulama Soruları

1) Mecusiliğin doğuşu ve kurucusu hakkında neler biliyoruz?

2) Mecusiliğin yayılışını değerlendiriniz?

3) Mecusiliğin Kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

4) Mecusiliğin inanç ve ibadetleri hakkında bildiklerimiz nelerdir?

149
Bu Bölümde Ne Öğrendik

Tarihsel olarak yaşadığı dönemle ilgili tartışmalar söz konusu olsa da Zerdüşt, Pers
kültürünün önemli bir unsuru olan Zerdüştilik veya Mecusiliğin kurucusudur. Başlangıçta
monoteizme meyyal bir tanrı anlayışına sahip olmasına karşın, Zerdüşt’ün öğretileri zaman
içerisinde değişime uğramıştır. Bu süreçte monoteizmden düalist yapıya doğru bir yöneliş
belirmiştir. İslam fetihleri öncesinde ve sırasında Zerdüştilerin bir kısmı İran topraklarından
göç ederek Hindistan’nın Gujarat bölgesine yerleşmişlerdir. Ateş Zerdüştiler için saflığın ve
hakikatin daha doğrusu Ahura Mazda’nın sembolüdür. Bu bağlamda Zerdüşti mabedlerine
ateş evi anlamında Ateşgah, Dadgah veya Ateş Bahram isimleri kullanılmıştır. Ahura Mazda
iyi ve bütün dünyadaki varlıkları yaratan bir tanrıdır. Angra Mainyu ise kötülüğün kaynağı
olarak görülür.

Zerdüşt, kendisinden önce var olan politeist İran pagan geleneğine karşı çıkarak
monoteizmi çağrıştıran bir tanrı anlayışı benimsemiştir. Bu bağlamda Ahura Mazda yalnızca
iyi olan şeylerin yaratıcısı olmuştur. Kötülük ise Angra Mainyu’ya atfedilmiştir. Ancak
Zerdüşt’ten çok kısa süre sonra pagan İran geleneği bir şekilde Zerdüşti kutsal metin
literatüründe kendisine yer edinmiştir. Özellikle Sasani imparatorluğu döneminde Ahura
Mazda ve Angra Mainyu arasında bir düalist yapı öngörülmüştür.

150
Bölüm Soruları

1) Mecusiliğin kurucusu aşağıdaki şıklardan hangisinde doğru olarak yer alır?

a) Ahura Mazda

b) Avesta

c) Zerdüşt

d) Darya

e) Mecusi

2) Zerdüştlük hangi dönemde monotoizmden düalist yapıya doğru bir yöneliş


belirmiştir?

a) İlk Çağ

b) Sasaniler

c) İslam sonrası

d) Günümüzde

e) Zerdüştün yaşadığı çağda

3) Zerdüştiler için saflığın ve hakikatin daha doğrusu Ahura Mazda’nın sembolü olan
öge aşağıdakilerden hangisidir.

a) Su

b) Toprak

c) Ateş

d) Hava

e) Rüzgâr

151
4) Zerdüştlerdeki iyi ve bütün dünyadaki varlıkları yaratan bir tanrının adı nedir?

a) Avesta

b) Ahura Mazda

c) Zerdüşt

d) Buda

e) Angra Mainhu

5) Zerdüştlükte kötülüğün kaynağı hangi terimde ifadesini bulur?

a) Avesta

b) Ahura Mazda

c) Zerdüşt

d) Buda

e) Angra Mainhu

6) (D/Y) Mecusiliğin bir diğer adı ateşperestliktir.

7) (D/Y) Zerdüştlük özellikle İran Kralı Daryus zamanında yayılmıştır.

8) (D/Y) Sasaniler döneminde Zerdüştlük monoteist bir yapıya kavuşur.

9) (D/Y) Mecusiler, en yoğun olarak Afrika’da yaşar.

10) (D/Y) Mecusiliğin en önemli ibadeti beş vakit duadır.

Cevaplar
1) c, 2) b, 3) c, 4) b, 5) e, 6) D, 7) D, 8) Y, 9) Y, 10) D.

152
9. SABİİLİK

153
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Sabiiliğin Doğuşu

2) Sabiiliğin Yayılışı

3) Sabiiliğin Kutsal Metinleri

4) Sabiiliğin İbadetleri

5) Mabetleri

154
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Sabiiliğin doğuşu ve kurucusu hakkında neler biliyoruz?

2) Sabiiliğin yayılışını değerlendiriniz.

3) Sabiiliğin kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

4) Sabiiliğin inanç ve ibadetleri hakkında bildiklerimiz nelerdir?

155
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde
edileceği veya
geliştirileceği

Sabiiliğin ortaya çıkışı


kavranır

Kurucusu hakkında fikir sahibi


olunur

Ortaya çıktığı bölge Sasani


ve çevresi kültürleri tanınır

Diğer dinlerle mukayesi


yapılabilir

156
Anahtar Kavramlar
 Mecusilik

 Zerdüştlük

 Ahura Mazda Ateşperestlik

 Sasaniler

 Avesta

 İyilik ve Kötülük

157
9.1. Tarihçesi

Günümüzde toplara nüfusları 20.000’i geçmeyen Sabiiler, genellikle güney Irak’ta


Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık bölgelerdeki küçük yerleşim merkezlerinde yaşarlar.
Ayrıca Basra ile Bağdat gibi büyük şehirlerde gümüş ve altın işlemeciliği yapan Sabiilere
rastlamak mümkündür. Bundan başka İran’da Karun nehri boyunca yer alan yerleşim
merkezlerinde de az sayıda Sabii yaşamaktadır.

Arap komşularınca Sabii (Subbi ya da Subbâ) diye adlandırılmalarına rağmen Sabiiler,


gerek kutsal kitaplarında gerekse kendi aralarında kendilerine bu ismi vermezler. Onlar
kendilerini Mandenler (arifler, bilenler) ya da Nasuralar (kutsal öğretileri koruyup gözetenler)
olarak adlandırırlar. Manden ismi, Sabiiler arasında cemaatın bütün üyeleri için kullanılırken,
Nasura İsmi daha ziyade rahipler ve cemaatin diğer ileri gelenleri İçin kullanılmaktadır.
Ayrıca onlar, ataları için de Nasura ismini kullanırlar. Öte taraftan Sabiilerin dili olan
Mandencenin bir fiil kökünden türetilen ve “Vaftiz olan (gusül eden)” anlamına gelen “Sabii”
terimi, Sabiilerin en göze çarpıcı ibadetlerinden birisi olan sık sık vaftiz olmaları dolayısıyla
komşularınca onlara bir isim olarak verilmiştir.

Her ne kadar Sabiiler, kendi dinlerinin Hz. Âdem’le birlikte başlayan bir “İlk-din”
olduğunu iddia etseler de Sabiiliğin tarihçesi günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce başlar.
Sabiilik milattan önce son iki yüzyıl içerisinde Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut olan
heterodoks Yahudi akımları içerisinde filizlenir. Bu tarihte Kudüs’teki ana cemaat tarafından
temsil edilen, resmî Yahudilik anlayışına karşı çıkan birçok cemaat mevcuttu. “Kumran
Cemaatı” olarak da bilinen Esseniler, Vaftizciler ve Nasuralar, bunlar arasında en
önemlileriydiler. Sabiilik açısından özellikle Nasuralar dikkat çekicidir. Zira kutsal
kitaplarında Sabiiler, Filistin’deki atalarından Nasuralar olarak bahsederler ve onların
Yahudilerle olan mücadelelerini anlatırlar. Nasuralar ekolü, resmî Yahudilik anlayışına karşı
çıkan gruplar arasında en önemlisiydi. Bu nedenle Yahudiler, o dönemde kendi içlerinden
ortaya çıkan her yeni hareketi Nasuralardan olmakla suçladılar. Nitekim o dönemde Hz. İsa ve
cemaatı da onlar tarafından ilk zamanlar Nasuralar ismiyle isimlendirildiler.

Sabiiler tarafından “Büyük bir önder” ve “Bir ışık peygamberi” olarak adlandırılan Hz.
Yahya da büyük ihtimalle Nasuralar cemaatıyla ilişki içerisindeydi. Hz. İsa’nın çağdaşı olan
Yahya, Yahudi toplumunun bir üyesi olarak doğmuştu. Ancak sonradan bir peygamber olarak
Yahudiliğe karşı çıkmış ve Kudüs dışında kendi cemaatını kurmuştu. Hz. İsa, risaleti öncesi
zaman zaman, yaşça kendisinden büyük olan Hz. Yahya’nın vaazlarını dinlemeye gelirdi;
hatta bir defasında bizzat onun eliyle gusül abdesti aldı. Yahya’nın faaliyetleri resmî Yahudi
teşkilatını telaşlandırmıştı. Böylelikle onlar, Roma’nın bölgedeki valisi olan Herodos
Antipas’ı çeşitli gerekçelerle Yahya aleyhine kışkırttılar ve neticede Yahya tutuklandı. Birçok
eziyet ve işkenceden sonra Hz. Yahya, başı kesilmek suretiyle idam edildi ve taraftarları sıkı
takibat ve katliama tabi tutuldu. Bu katliam olayına Sabiiler kutsal kitaplarında geniş yer
verirler. Ginzanın ifadesine göre Yahudiler, başta 365 ileri gelen olmak üzere binlerce
Nasurayı (Sabiilerin atalarını) katlettiler. Katliamdan kurtulanlar ise, zamanın Arsakid kralı
himayesinde kuzey Mezopotamya’ya doğru kaçtılar. Sabii kutsal kitapları bunların sayısının
60.000 civarında olduğunu vurgular. Bir müddet sonra Nasuralar-Sabiiler buradan güney

158
Mezopotamya’ya göç ederek yerleştiler. Mecusiliğin İran’da resmî din olarak kabul edildiği
MS III. yy’ın ilk yarısına kadar Sabiiler bu bölgede altın çağlarını yaşadılar. 7. yy’da Irak’ın
Müslümanlarca fethedilmesi üzerine, diğer yöre halkı gibi Sabiiler de zımmi statüsüyle islam
hâkimiyeti altına girdiler.

Bu tarihi süreç içerisinde Sabiiler, değişik inanç ve kültür mensubu çeşitli halklarla
komşuluk ilişkileri içerisinde yaşadılar. Doğal olarak zamanla bu geleneklerden çeşitli
alanlarda etkilendiler. Kendi temel Yahudi kültürleri yamsıra İran dinlerinden (ölü ile ilgili
bazı törenler, ayin yemekleri ve yıldızlarla ilgili çeşitli tasavvurlar konusunda olduğu gibi),
Babil-Asur dininden (sihir ve büyü formülleri vb) ve Hristiyanlıktan (Pazar gününün
kutsallığı gibi) çeşitli unsurları aldılar. Ancak Filistin’deki katliam ve takibat nedeniyle
Yahudilere karşı birçok polemik geliştirdiler ve zamanla Yahudilikten iyice uzaklaştılar.

9.2. Kutsal Kitapları


Yazılı ve Sır metinleri olarak bilinen Sabiilerin kutsal kitapları oldukça zengin bir dinî
literatüre sahiptir. Yazılı metinler kendi aralarında temel kitaplar, esoterik (gizli) özelliğe
sahip metinler, divan, şerh ve tefsirler, astrolojik metinler, büyü ve sihir yazmaları şeklinde
çeşitli gruplara ayrılabilir.

Sabii kutsal kitapları arasında en önemli yeri oluşturan temel kitapları Ginza, Draşia d
Yahya ve Kolasta’dır. İki ana kısma (Sağ Ginza ve Sol Ginza) ayrılan ve “Hazine” anlamına
gelen Ginza yaklaşık 600 sayfadan oluşur. Âdem’in Kitabı diye de adlandırılan bu kutsal
kitap, çeşitli dualar, teoloji, mitoloji, ölüm ve ölüm sonrası hayat ve benzeri konuları ihtiva
eder. Draşia d Yahya (Yahya’nın Öğretileri), adından da anlaşılacağı gibi büyük ölçüde
Yahya’yı, onun hayatı ve öğretilerini konu alan bir kitaptır. Kolasta (Kolleksiyon ya da Övgü)
ise gusül, ayin yemekleri ve benzeri ibadetlerle ilgili dua ve uygulamaları konu alan günlük
ibadet kitabıdır.

Sabiiler kutsal kitaplarının, yaratılışta yüce Tanrı tarafından ilk insan Âdem’e vahy
olunduğuna inanırlar. Sabii literatürü üzerinde yapılan çalışmalar, bu literatürden bir kısmının
milattan sonra 2. ya da 3. yüzyılda derlendiğini ortaya koymaktadır. Sabii kutsal metinlerinin
yazılı olduğu dil Aramcanın doğu lehçelerinden birisi olan Mandencedir. Günlük hayatta
Arapça konuşan Sabiiler, bu dili anlamadan sadece ibadet dili olarak kullanırlar. Bu dili
okuyup yazabilme ayrıcalığı ise yalnızca rahiplere aittir.

9.3. Tanrı Tasavvurları


Sabiilerin tanrı tasavvurlarının temelinde gnostik bir dualizm mevcuttur. Bu dualizme
göre bir tarafta ışık ve nur âlemi, diğer tarafta ise karanlık âlemi bulunur. Işık âleminin
başında “Yüce Hayat” “Kudretli Ruh” ve “Yüceliğin Efendisi” gibi isimler de verilen Malka d
Nhura (Işık Kralı) bulunur. Malka d Nhura, en üstün niteliklerle mücehhez ve bütün
eksikliklerden münezzeh olan yüce varlıktır.

Işık âleminde yüce varlık Malka d Nhura’nın etrafında sayısız nurani varlık bulunur.
Uthria (zenginler) ve Malkia (krallar) diye adlandırılan bu varlıkların görevi, Malka d
Nhura’yı takdis ve teşbih etmektir. Işık âlemi ve bu âlemin varlıkları kötülükten tamamıyla

159
münezzehtirler. Bu âlem yokluk, eksiklik, fanilik ve yanlışlık gibi sıfatlardan da tamamıyla
uzaktır. Sabii kutsal kitaplarında, yönlerden kuzeyde olduğuna inanılan Işık âleminin düzen,
varlık ve verimliliği sembolize eden Hayat (Hiia) prensibinden oluştuğu ifade edilir.
Böylelikle hayat prensibi bütün Sabii ilahiyatına baştan sona hâkimdir.

Öte yandan dualizmin diğer kanadını oluşturan karanlık âlemi de ışık âlemi gibi
benzer bir yapılanmaya sahiptir. Işık aleminin hayat prensibinden oluşmasına karşılık,
karanlık alemi yokluk, eksiklik ve düzensizliği sembolize eden kaos ya da Kara Su’dan
oluşmuştur. Yönlerden güneyde olduğuna inanılan bu âlemin başında zaman zaman Ur ya da
“Büyük Canavar” diye de adlandırılan Malka d Hşuka (Karanlık Kralı) bulunur. Malka d
Hşuka, karanlık âlemindeki sayısız kötü varlığın yaratıcısı ve yayıcısı olarak nitelenir. Birçok
olağanüstü nitelik ve güçlere sahip olan bu varlık, kötü ve karanlık vasıfların tümüne sahiptir.
Ginza’da onun, aslan başlı, ejderha gövdeli, kartal kanatlı ve kaplumbağa sırtlı korkunç bir
surete sahip olduğu, dudaklarının kalınlığının yaklaşık 800.000 km olduğu, nefesinin demiri
erittiği ve bir bakışıyla dağları sarstığı belirtilir. Buna rağmen, yüce Işık Kralı karşısında yer
alması nedeniyle onun bir aptal ve sersem olduğu vurgulanır.

Sabii ilahiyatına göre Malka d Nhura gibi Malka d Hşuka da ezeli ve ebedidir.
Dünyanın sonunda bütün kötü varlıklar yok edilecek, ancak karanlık ve kaos prensibiyle
karanlık tanrısı Malka d Hşuka varlığını ebediyen sürdürecektir. Bununla birlikte bunlar
Malka d Nhura tarafından kendi kabuklan (âlemleri) içine hapsedileceklerdir.

9.4. Kâinat Tasavvurları


Sabiilerin kâinatın ve yeryüzünün oluşumu ile ilgili tasavvurları baştan sona
mitolojiyle iç içedir. Buna göre, kainat yaratılmadan önce karanlık alemiyle ışık alemi
birbirinden tamamen ayrı idiler, Karanlık alemi, yapısı gereği kaos ve düzensizlik hâlinde
Kara Su’dan oluşmuştu; hayat ve verimlilik unsurları taşımıyordu. Bu sebeple Karanlık Kralı,
ışık âlemi varlıklarını ele geçirip tutsak etme planlan kurmakta idi. Durumdan haberdar olan
Işık Kralı ise buna karşı çeşitli tedbirler almıştı. Nitekim ışık elçisi Manda d Hila’yı özel
görevle gizlice karanlık âlemine göndermişti. Yanındaki kutsal silahlarıyla Karanlık Kralı’nı
yakalayıp zincire vurmuştu. Ancak sonradan ışık âleminde yaşayan bazı ışık varlıkları,
kendilerinin dışındaki âlemleri ve varlıkları merak ederek ışık alemiyle karanlık alemi
arasındaki perdeleri aralayıp Kara Su’ya (karanlık alemine) bakmışlar. İşte onların bu merakı
ışık âleminden düşüşün ya da atılışın başlangıcı olmuştur.

Kâinatın yaratılışı açısından özellikle Yuşamin, Abatur ve Ptahü’in düşüşleri çok


önemlidir. İkinci Hayat, Üçüncü Hayat ve Dördüncü Hayat olarak da adlandırılan bu üç
varlık, ışık âlemiyle karanlık alemi arasında bir bakıma temas kurma ve aracılık yapma
görevini üstlenirler.

9.5. İnsan Tasavvurları


Sabiilerin insanın oluşumu ve yapısı ile ilgili tasavvurları, kainatın ve dünyanın
yaratılışı rnitolojisiyle bir bütünlük arz eder. Yarattığı dünyanın kötü güçlerce ele geçirilip
doldurulduğunu gören demiurg Ptahü, hiç olmazsa dünyada kendisine vekalet edecek bir
varlık oluşturmak ister ve insanı yaratmayı planlar. Ancak, kötü güçler yine onu kandırmayı

160
başarırlar ve onunla bu konuda da işbirliği yaparlar. Böylelikle insanın maddi yönünü
oluşturan ceset, Ptahil-tarafından yaratılır. Ancak bu yaratma işi başarısızlıkla sonuçlanır; zira
yaratılan varlık hayat unsurundan yoksun, dolayısıyla cansızdır. Ona can vermek için kötü
güçler türlü yollar denerler, fakat bir türlü başarılı olamazlar. Sonunda Ptahil, yüce Işık
Tanrısına yalvarır ve kendisine yardım etmesini ister. Bu seslenişe cevap olarak İşık Kralı,
insanın ruhunu ışık âleminden yeryüzüne indirir ve bir ışık elçisi (Manda d Hiia) aracılığıyla
cansız bedene yerleştirir. Bunun üzerine insan (Âdem) ayağa kalkar ve konuşur.

Sabii inancına göre Âdem, inanan bir insandır. Zira yüce Tanrı insanı kötü varlıkların
eline bırakmamış; ruhun bedene konuluş anından itibaren onu eğitmesi için Manda d Hiİa’yı
ve onu korumaları için de üç ilahi muhafızı (Hibil, Sitil ve Anuş) yeryüzüne indirmiştir.
Böylelikle İlahi yolu tanıyan ilk insan yüce Işık Krah’na itaat eden bir varlık hâline gelmiştir.
Ayrıca Âdem’in yeryüzünde yalnız kalmaması amacıyla Havva da yaratılmıştır. Öte yandan
Sabii kutsal metinlerinde Havva’nın yaratılışı ve yapısı konusunda zaman zaman farklı
yaklaşımlara da rastlanmaktadır. Dünyanın süfli yapısı nedeniyle insanın Âdem ve Havva
olarak ikiye ayrıldığı şeklinde görüşlerde mevcuttur. Âdem’le Havva’nın evliliklerinden üç
erkek ve üç kız dünyaya gelmiş ve bunlar vasıtasıyla insanlık çoğalmıştır.

Görüldüğü gibi Sabiilere göre insan madde ve ruhtan oluşan iki farklı unsurdan
meydana gelir. Ceset maddi varlığı itibarıyla kötülük ve karanlığı, ruh ise iyilik ve nuru temsil
eder. Ceset varlık itibarıyla bu süfli âleme aittir; ruh ise takdir gereği ilahi ışık âleminden bu
süfli dünyaya indirilerek cesede konulmuştur.

9.6. Kurtuluş Tasavvurları


Sabii düşüncesine göre süfli bedene yerleştirilen ruh, bu durumdan hiç de memnun
değildir. O, bu süfli dünyadan kurtulmak ve kendi mekânı olan ışık âlemine tekrar yükselmek
için çırpınıp durmaktadır. Diğer yandan kötü ve karanlık güçler ise ele geçirdikleri bu ışık
varlığını elden kaçırmamak için birçok önlem almış ve onu çepeçevre kuşatmışlardır. Onlar
bir taraftan mal mülk ve çeşitli dünya nimetleriyle, diğer taraftan ise hırs, şehvet, kıskançlık
ve diğer pek çok nefsî istek ve arzuyla ruhu bu dünyaya bağlamaya çalışırlar. Bu durumda
ruh, beden içerisinde bir hapishane hayatı yaşar.

Sabiilere göre kurtuluş yalnızca ruh için geçerlidir; zira beden bu süfli dünyaya aittir.
Ruhun kurtuluşu ise beden hapishanesinden ve dünyadan kurtulmasına bağlıdır. Kurtuluş için
ruhun gerekli olan şeyleri yapması, yani doğru inanç ve ibadetlere bağlanması gerekir. Ancak
bu bile kurtuluş için yeterli değildir. Zira Sabii düşüncesine göre kurtuluşun tek yolu ilahi
kurtarıcı bilgiye (buna manda, yani “Hikmet” ya da “Kutsal bilgi” denir) sahip olmaktır. Bu
bilgi İse kazanılan veya öğrenilen bir bilgi değil, bahşedilen, verilen bir bilgidir. Bu kurtarıcı
bilgiye sahip olmak için insanın yapması gereken şey, bu bilgiyi alabileceği uygun ortamı
hazırlamaktır, işte bu da doğru iman ve ibadetlerle mümkündür. Doğru inanç ve ibadetleri
izleyen bir ruha kurtarıcı bilgi ilahi kurtarıcı (İng. redeemer) tarafından iletilir. Bu bilgiye
sahip olan ruh, bu süfli âlemden tamamıyla temizlenerek ilahi nur âlemine, yüce Işık Kralı’nın
katma yükselir. Böylelikle kurtuluş gerçekleşmiş olur.

161
9.7. Ahir Zaman ve Mehdilik Tasavvurları
Sabiiler, ilk insanın yaratılışından kıyamete kadar dünyanın yaşının 480.000 yıl olarak
hesaplarlar. Bu süre 4 döneme ayrılır. Âdem’in yaratılışıyla başlayan ilk dönem 216.000 yıl
sürer. Bu dönem sonunda insanlık kılıç ve hastalıkla yok edilmiş, ancak bundan bir çift
kurtulmuştur. 156.000 yıl süren ikinci dönem sonunda da ateş ile insanlar yok edilmiş; yine
sadece bir çift kurtarılmıştır. Toplam 100.000 yıl süren üçüncü dönem sonunda ise insanlar bu
defa su (tufan) ile yok edilmişler ve bu olaydan sadece Nuh ve ailesi gemiyle
kurtarılmışlardır. Şu an içinde bulunduğumuz son dönem ise bu son tufanla başlayıp kıyamete
kadar devam edecek olan son 8000 yıldır.

Sabiilere göre dördüncü dönemin son 2000 yılı, yani Nuh’tan 6000 yıl sonra Kudüs’
ün kuruluşuyla başlayarak dünyanın sonuna kadar devam edecek olan süre ahir zamanı temsil
eder. Ahir zaman kötülük, zulüm, fitne ve savaşların gittikçe arttığı bir dönemdir. Bu
dönemde Sabiiler aleyhine zulüm ve takibat yoğunlaşır. Ayrıca bu dönemde tabii denge de
bozularak altüst olur; kıtlık, kuraklık, doğal felaketler ve çölleşme yaygınlaşır. Bu dönemde
pek çok şey ters yüz olur (efendilerin hizmetçi ve hizmetçilerin efendi olması gibi). Bundan
başka salgın hastalıklar ve çeşitli belalar insanları kasıp kavurur. İşte bu dönemin sonlarında
dünyanın sonunun iyice yaklaştığını gösteren çeşitli işaretler görülecektir. Bunların başlıcalan
gökten bir yıldızın okyanusa düşmesi, yedi denizde kırmızı suların akması ve bundan
içenlerin kısır kalması ve son olarak büyük bir fırtınanın çıkmasıdır. Bu işaretlerden sonra
ahirzaman kahramanı ve mehdi diyebileceğimiz Praşai Sıva (“Son savaşçı” ya da “Son kral”)
ortaya çıkar ve yeryüzüne hâkim olur. Mehdinin döneminde bütün ahlaki kötülüklere son
verilir; savaşlar, fitneler ve zulüm kaybolur. Ayrıca doğal düzen de bu saadet döneminden
olumlu olarak etkilenir. Öyle ki hiç kış olmaz. Böylelikle mehdi Praşai Siva dönemi bir altın
çağ olur. Mehdinin hükümranlığı dünyanın sonuna kadar devam eder.

9.8. Kıyamet ve Ahiret Tasavvurları


Sabiiler yeryüzü hayatı sonunda genel bir kıyametin olacağına inanırlar. Buna göre
yeryüzündeki hayatın sonunda önce havanın zehirlenmesiyle bütün canlılar yok edilecek;
sonra da yeryüzünün kendisi ve yeryüzünü çevreleyen gezegenler ve burçlar yok
edileceklerdir. Kıyamet sonrası ruhlar için genel bir hesap yapılacaktır, ancak bu hesap
yalnızca günahkâr ruhlar için yapılacaktır. Zira dünya hayatında insanlar öldüğünde ruhları
dünyayı çevreleyen ve bir bakıma gözetim evi görevini ifa eden 7 gezegenden sırasıyla
geçerek Abatur’un terazisine ulaşır ve oradan ışık âlemine doğru yükselirler. Ölen kişi eğer
inanan bir kimseyse bunun ruhu şimşek hızıyla bu gözetim evlerini geçer ve ışık âlemindeki
cennete (Munai Kuşta’ya) ulaşır. Ancak ölen kişi inanmayan ya da günahkâr olan bir
kimseyse bunun ruhu bu gözetim evlerinde takılır ve işkenceye tabi tutulur. İşte genel hesapta
kıyametle birlikte yeryüzünden kurtarılan günahkâr ruhlarla daha önceden yeryüzünden
ayrılmakla birlikte günahkârlıkları nedeniyle gözetim evlerinde alıkonup eza ve işkence çeken
ruhlar, Abatur’un terazisinde tartılarak yargılanacak ve günahlarını çekmek üzere bir çeşit
cehennem olan Suf Denizi’ne atılacaktır. Günahları sona erdiğinde bu ruhlar da tekrar ışık
âlemine alınacaktır. Sabii inancına göre Sabii olmayanların ruhları günahlarının çokluğu
nedeniyle ebediyen Suf Denizi’nde kalacaktır.

162
9.9. Temel İbadetleri
Sabii ibadetleri arasında en önemli olanı vaftizdir. Masbuta, tamaşa ve rişama şeklinde
üç çeşit vaftiz vardır. Tam vaftiz olarak da adlandırılan masbuta, rahip gözetiminde bir
akarsuya dalıp çıkmak şeklinde yapılan bir boy abdestidir. Bu vaftizin her Sabii tarafından
haftada en az bir kere Pazar günü yapılması zorunludur. Tamaşa ise dinî kirlenmeler sonrası
bir Sabiinin rahibe gereksinim duymaksızın kendi başına nehre üç kez dalıp çıkması şeklinde
yaptığı gusüldür. Üçüncü vaftiz türü olan rişama, İslam’daki normal abdeste benzer bir
yıkanmadır. Vaftizin mutlaka bir akarsuda ya da akarsudan açılan kanallarda yapılması
gerekir. Sabiiler akarsuları ilahî ışık âlemiyle ilişkili olarak görür ve onları “Hayat suyu” diye
adlandırırlar. Öte yandan durgun sulan ise pek hoş karşılamazlar. Haftada en az bir kez vaftiz
olmadan başka dinî gün ve bayramlarda, evlilik, doğum, ölüye dokunma, ciddi hastalık ve bir
yolculuktan dönme gibi durumlarda ve kavga, yalan söyleme ve küfretme gibi günah sayılan
şeyler akabinde de vaftiz olurlar.

Sabii ibadetleri arasında çeşitli nedenlerle tertiplenen ayin yemekleri, törenleri de


önemli yer tutar. Bunlardan en önemli olanı masikta adı verilen törendir. Bu tören ölen bir
kişinin ruhunun gözetim evlerinden (7 gezegenden) hızla geçerek ışık âlemine ulaşması için
yapılır. Rahip gözetiminde çeşitli özel yemekler hazırlanır ve bunlar vaftiz, dua ve benzeri
ayinler eşliğinde yenilir. Ölüm olayı dışında ata ruhlarını anma, rahipliğe giriş töreni ve
mabedin temizlenmesi gibi sebeplerle de ayin yemeği merasimleri düzenlenir.

Sabiilerde rükulu ve secdeli bir namaz olayı yoktur. Ancak kuzeye dönerek yapılan
günlük dua ayini vardır. Sabiiler günün belirli saatlerinde (Ginza’ya göre 3 kez gündüz, 2 kez
gece) yüce Işık Kralı’na dua ederler.

Sabiiler ayin yemeklerine hazırlık aşamasında güvercin ve koç kurban ederler. Bu


kurbanlar ayrı bir ibadet şekli olmaktan ziyade ayin yemeği törenlerin bir parçasıdır. Kurban
hayvanı ancak bir rahip tarafından kesilebilir. Rahip kurban sırasında kuzeye döner ve elinde
küçük bir değnek tutar. Kesim sonrası bu değneği hayat suyu adım verdiği nehre atar.

Bayramlar arasında en önemli olanı bir çeşit bahar bayramı olarak kutladıkları beş
günlük Panja ya da Parvania bayramıdır. Bu bayram, ayın hareketlerine göre hesaplanan Sabii
takviminin son ayı ile yeni yılın başlangıcı arasında oluşan beş günlük ara zamanda kutlanır.
Bu süre zarfında duaların kabul olunacağına ve günahların affolunacağına inanılır. Ayrıca
Sabiilerin Dihba Rabba, Dihba Hnina ve Dihba Daimana adını verdikleri diğer çeşitli
bayramları da vardır.

9.10. Cemaat Üyeliği ve Rahiplik


Sabiilikte teorik olarak vücutça kusursuz ve sağlam olan ve soyunda bir zındıklık ya
da dinden dönme olayı olmayan herkes rahip olabilir. Ancak pratikte rahiplik babadan oğula
geçen bir meslek şeklinde algılanmaktadır. Rahip olacak kişinin evli olması ideal olarak
görülen bir durumdur. Rahipler görev öncesi dönemde uzun müddet bir rahip gözetiminde
(ona yardımcı olarak) adaylık veya öğrencilik dönemini yaşarlar. Daha sonra düzenlenen bir
rahipliğe giriş töreniyle rahip olurlar. Sabiilikte rahiplik hiyerarşik yapı açısından dört gruptan
oluşur. Rahiplikteki en üst tabakaya riş ama adı verilir. Bu görev bir bakıma bütün Sabii

163
toplumunun da liderliği demektir. Günümüzdeki Sabiilerin bir riş ama’sı bulunmamaktadır.
Ganzibra’lık ise yöresel başrahiplik görevine tekabül etmektedir. Normal rahiplere tarmida,
yardımcı rahiplere ise aşganda adı verilmektedir.

Her Sabiinin bir dünyalık ismi, bir de gizli dinî ismi olmak üzere iki ismi vardır. Dini
isimler çocuğun doğumunda rahiplerce çeşitli astrolojik hesaplamalar yapılarak tespit edilir.
Dışarıya karşı Sabiiler dünyalık isimlerini kullanırlar; kendi aralarında ve ibadetleri esnasında
ise asıl isimleri olan dinî isimlerini kullanırlar. Sabii cemaatının gizlilik prensibine riayet
etmesi çok önemlidir. Dinin herhangi bir kuralı ya da bir öğretisinin dışarıya (Sabii
olmayanlara) aktarılması büyük günah -hatta küfür- olarak görülür.

9.12. Mabetleri
Sabii mabetlerine mandi adı verilir. Mandi, genellikle bir nehir kenarında kuzeye
doğru yapılmış, güney tarafında bir kapı bulunan penceresiz, küçük ve basık bir kulübeden
ibarettir. Bu yapının güneyinde nehirden bir kanalla açılan ve diğer bir kanalla nehre tekrar
bağlanan küçük bir vaftiz havuzu bulunur. Mandi içerisinde herhangi bir döşeme ya da
tezyinat bulunmaz; burada herhangi bir ibadet de yapılmaz. Mandi bir bakıma ışık âleminin
yeryüzündeki bir sembolü olarak telakki edilir. Rahiplerin dışında diğer cemaat üyelerinin
buraya girmeleri yasaktır; rahipler ise yalnızca belirli zamanlarda mandi içine girebilirler.
Dolayısıyla esasen mandinin bir mabet olduğunu söylemek bile çok zordur. Zira o, mabetten
ziyade bir kült kulübesi mahiyetindedir.

164
Uygulamalar
Şinasi Gündüz’ün Sabiiler Son Gnostikler (Ankara 1995) adlı çalışmasını okuyunuz.

165
Kazanımlar
Sabiilerin dinî yaşantılarını kavramaya yardımcı olur.

166
Uygulama Soruları
1) Sabiiliğin doğuşu ve kurucusu hakkında neler biliyoruz?

2) Sabiiliğin yayılışını değerlendiriniz.

3) Sabiiliğin kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

4) Sabiiliğin inanç ve ibadetleri hakkında bildiklerimiz nelerdir?

167
Bu Bölümden Ne Öğrendik
Günümüzde toplara nüfusları 20.000’i geçmeyen Sabiiler, genellikle güney Irak’ta
Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık bölgelerdeki küçük yerleşim merkezlerinde yaşarlar.
Ayrıca Basra ile Bağdat gibi büyük şehirlerde gümüş ve altın işlemeciliği yapan Sabiilere
rastlamak mümkündür. Bundan başka İran’da Karun nehri boyunca yer alan yerleşim
merkezlerinde de az sayıda Sabii yaşamaktadır.

Arap komşularınca Sabii (Subbi ya da Subbâ) diye adlandırılmalarına rağmen Sabiiler,


gerek kutsal kitaplarında gerekse kendi aralarında kendilerine bu ismi vermezler. Onlar
kendilerini Mandenler (arifler, bilenler) ya da Nasuralar (kutsal öğretileri koruyup gözetenler)
olarak adlandırırlar. Manden ismi, Sabiiler arasında cemaatın bütün üyeleri için kullanılırken,
Nasura İsmi daha ziyade rahipler ve cemaatin diğer ileri gelenleri İçin kullanılmaktadır.
Ayrıca onlar, ataları için de Nasura ismini kullanırlar. Öte taraftan Sabiilerin dili olan
Mandencenin bir fiil kökünden türetilen ve “Vaftiz olan (gusül eden)” anlamına gelen “Sabii”
terimi, Sabiilerin en göze çarpıcı ibadetlerinden birisi olan sık sık vaftiz olmaları dolayısıyla
komşularınca onlara bir isim olarak verilmiştir.

168
Bölüm Soruları
1) Sabii mabetlerine ne ad verilir?

a) Mandi

b) Veda

c) Sabi

d) Darya

e) Sur

2) Sabiilerin en önemli ibadeti nedir?

a) Namaz

b) Dua

c) Vaftiz

d) Nirvana

e) İnziva

3) Sabilikte yüce varlık hangi terimle ifade edilir?

a) Krişna

b) Malka d Nhura

c) Manden

d) Subba

e) Samsara

4) Sabiilikte tanrı tasavvur nasıldır?

a) Monofist

b) Politeist

c) Düalist

d) Karmaşık

e) Hiçbiri

169
5) Sabiliğin kutsal metinleri hangi dildedir?

a) Arapça

b) İbranice

c) Süryanice

d) Madence

e) Hiçbiri

6) (D/Y) Sabiiler, genellikle güney Irak’ta Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık
bölgelerdeki küçük yerleşim merkezlerinde yaşarlar

7) (D/Y) Manden ismi, Sabiiler arasında cemaatın bütün üyeleri için kullanılırken,
Nasura İsmi daha ziyade rahipler ve cemaatin diğer ileri gelenleri İçin kullanılmaktadır.

8) (D/Y) Sabiilik milattan önce son iki yüzyıl içerisinde Filistin-Ürdün bölgesinde
mevcut olan heterodoks Yahudi akımları içerisinde filizlenir.

9) (D/Y) Sabii kutsal kitapları arasında en önemli yeri oluşturan temel kitapları Ginza,
Draşia d Yahya ve Kolasta’dır.

10) (D/Y) Sabiiler günlük hayatta madence konuşur.

Cevaplar

1) a, 2) c, 3) b, 4) c, 5) d, 6) D, 7) D, 8) D, 9) D, 10) Y.

170
10. YAHUDİLİK

171
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Yahudiliğin Tarihsel Süreci

2) Yahudiler ve Hz. İsa

3) Rabbini Yahudilik

4) İslam Dini ve Yahudiler

5) Yahudi İnanç Esasları ve Terimleri

6) Yahudi Mezhepler

172
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Hz. İbrahim ile Tanrı arasındaki ahitleşmenin mahiyetini açıklayınız.

2) Hz. Musa’nın İsrailoğullarına yönelik siyasi liderlik ve peygamberlik


misyonunu açıklayınız.

3) Mabet ile Yahudi ibadetleri arasındaki ilişkiyi tanımlayınız.

4) Yahudilerin Hz. İsa’nın mesajına dair tutumlarını tahlil ediniz.

5) Müslümanların Yahudiler ile olan tarihsek ilişki seyrini tanımlayınız.

6) Yahudi mezhep ve yorumları hakkında bilgileriniz nelerdir?

173
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde
edileceği veya
geliştirileceği

Hz Musa kimdir

Hz. Musanın peygamber ve


siyasi liderliği

Yahudi toplumu nasıl bir


sosyal hayata sahiptir ve
yahudiliğin terimleri
nelerdir?

Müslümanlar ile Yahudiler


arasındaki münasebetler ve
yahudi mezhepler

174
Anahtar Kavramlar
 Hz. Musa

 Yahudilik

 Musevilik

 Kitab-ı Mukaddes

 Tevrat

 Talmut

 Hz. İbrahim

 İsrail Oğulları

 On Emir

175
10.1. Tarihsel Süreç
Ortadoğu coğrafyasında ortaya çıkan dinler Hz. İbrahim arasında çok köklü bir
teolojik ve tarihsel bağ vardır. Hz. İbrahim İbrani Kitab-ı Mukaddesi’nde, Hristiyanların
onayladığı Eski Ahit’te ve İslam’ın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de anılan en önemli figürdür.
Bu nedenle İbrahim Peygamber, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dini mensuplarının tarihsel
olarak ortak atası addedilmektedir. Kendilerini Hz. İbrahim’e atfeden üç dinin ortak vurgusu
monoteist olduklarına ilişkindir. Bu dinlerin bağlıları sadece tek bir Tanrı’nın varlığına iman
etmişlerdir. Tarihsel olarak bu dinlerin en erkeni Hz. Musa önderliğinde gelişen Yahudiliktir.
Orta Doğu coğrafyasında ortaya çıkan bu monoteist dinler Hristiyanlık ve İslam dini ile son
bulmaktadır.

Yahudilik tarihini bütün ayrıntılarıyla aktaran Kitab-ı Mukaddes öncelikle kâinatın ve


insanlığın yaradılışını öyküleyerek başlamaktadır. Bu ilk yaradılış öyküsü Tanrı’nın yaratıcı
karakterini öne çıkarmakla birlikte yaratıcı Tanrı’nın aynı zamanda eşi ve benzeri olmayan,
iradesini gerçekleştirirken herhangi bir ortak ve aracı güce ihtiyaç duymayan monoteist inancı
da temellendirmektedir. Tek tanrıcı bu söylemin yanı sıra insanlığın sahip olduğu zafiyet ve
günahkârlık eğilimleri de kutsal metnin ilk kısımlarında pek çok örnekle açığa
çıkarılmaktadır. Hz. Âdem ile Havva’nın işledikleri suçtan ötürü cennetten çıkarılmaları,
Kabil’in Habil’e haksızlığı, Nuh tufanı ve Babil kulesi gibi kutsal metni örnekleri insanlığın
Tanrı’ya karşı nankörlük ve günahkârlığını ifade etmektedir.

10.1.1. Hz. İbrahim ve Ahitleşme


İnsanlığın yaradılışının hemen ardından düştüğü bu olumsuz durumlar karşısında,
Yahudi düşüncesine göre Tanrı İsrailoğulları eliyle tarihe müdahil olmuştur. Tarihe bu ilahi
müdahale sürecinde muhatap alınan insani figür ise Hz. İbrahim’dir. Tanrı öncelikle Hz.
İbrahim’e anayurdunu terk etmesini emreder ve ona büyük bir nimet vaadinde bulunur.

Hz. İbrahim’in, cariyesi Hacer’den olan Hz. İsmail ve eşi Sara’dan olan Hz. İshak,
Tanrı’nın vaat ettiği şekliyle bu milletlerin atası sayılmıştır. Hz. İsmail Arap toplumlarının
atası olarak sayılırken İsrailoğulları Hz. İshak’ın soyuyla devam etmiştir. Hz. İbrahim’in çok
çetin bir imtihanını ifade eden evladını kurban sunması öyküsü de Kitab-ı Mukaddes’te Hz.
İshak çerçevesinde anlatılmaktadır. Hz. İshak’ın oğlu Hz. Yakup ile İsrailoğulları kavminin
toplumsal yapısı oluşmaya başlar. On iki erkek çocuğa sahip olan Hz. Yakup, böylece on iki
kabileye bölünen İsrailoğulları’nın diğer bir tarihsel kaynağı olmuştur. Hz. Yakub’un
çocukları Ruben, Şimeon, Levi, Yehuda, Yisakar, Zevulun, Dan, Naftali, Gad, Aşer, Yosef ve
Benyamin’dir. Ancak Hz. Yakup’un oğullarından Hz. Yusuf’un kardeşlerinin ihanetine
uğrayarak Mısır’a köle olarak satılmasıyla İsrailoğulları tarihi Mısır’da gelişmeye başlamıştır.
Mısır’da nüfusları hızla artan İsrailoğulları zaman içinde Mısır firavunun zulmüne
uğramışlardır. Yetişkinler köle olarak çalıştırılırken yeni doğan erkek çocukları ise gelecekte
olası bir isyan girişimine karşı öldürülmektedir.

10.1.2. Hz. Musa ve Mısır’dan Çıkış


İsrailoğulları’nın Levi soyundan gelen Hz. Musa’nın öyküsü, İbranilerin tarihlerindeki
en zor durumdaki döneminde başlar. İsrailoğulları Mısır’da köleleştirilmişler ve yeni doğan

176
erkek çocukları firavunun emriyle katledildiğinden bir toplum olarak varlıkları tehdit
altındadır. Kitab-ı Mukaddes’in ikinci kitabı olan Çıkış’taki anlatıya göre Hz. Musa Mısır
firavunun kız kardeşi tarafından himaye edilerek firavunluk hanedanlığının bir üyesi olarak
büyütülmüştür. Hz. Musa bir İbrani ailesi içinde Mısır’da böyle bir ortam içinde dünyaya
gelmiştir. Ancak Hz. Musa geçerli kurallar çerçevesinde öldürülmek yerine firavunun
sarayında büyütülmüştür. Olgunluk yaşına geldiğinde Hz. Musa Tanrı tarafından İbraniler’i
firavunun zulmünden kurtarmak için Hz. Musa’yı görevlendirir.

İbranilerin babası olarak Hz. İbrahim sayılmakla birlikte, Hz. Musa İsrailoğulları için
millî bir lider, dinî bir reformcu ve hukuk verici olarak İbrani dininin en temel unsurlarını
sağlamıştır. Hz. Musa kavmini Mısır’dan çıkararak Kızıldeniz’i geçirerek Mısır esaretinden
kurtarmıştır. Kitab-ı Mukaddes geleneğine göre 400 yıldan fazla bir süre kalındıktan sonra
Mısır’dan bu kaçış Çıkış kısmında anlatılmaktadır. Mısır’dan bu çıkış tecrübesi Yahudi
takviminin en dikkat çeken evresini oluşturmaktadır ve Fısıh bayramı olarak kutlanmaktadır.
Mısır’dan çıkış sürecinin en önemli evresi Hz. Musa’ya vaat edilen topraklara doğru süren
sefer sırasında Sina Dağı’nda Tanrı’nın On Emir hükümleri ve Torah/Tevrat’ın vahy
edilmesidir. Böylece Hz. İbrahim ile başlayan ahitleşme süreci Hz. Musa’ya verilen hukuki
yükümlülükler ile ikmal edilmiştir. Sina Dağı’nda Tanrı ile temas sonucu kendilerine verilen
Torah hükümleri bundan sonra Yahudiliğin zihinsel merkezi ve hayat tarzı olmuştur.

Kitab-ı Mukaddes anlatısına göre Hz. Musa yeni milletin anavatanı olan topraklara
ulaşamadan ölmüştür. İbraniler’i vaat edilen topraklara ulaştırma görevi Yeşu tarafından
yerine getirilmiştir. Hz. Musa’dan sonra İsrailoğulları hâkimler ve krallar tarafından
yönetilmişlerdir.

10.1.3. I. Mabet Dönemi


Vaad edilen topraklar üzerine yerleşen İsrailoğulları on iki kabileye ayrılarak her biri
kendi bölgelerinde “hâkim” adını verdikleri kabile liderleri tarafından yönetilmişlerdir. Genel
olarak bu kabilelerden Yehuda ve Bünyamin kabileleri güneye diğer on kabile kuzeye
yerleşmiştir. Ancak bu bölünme zaman içinde kabileler arasına kavga ve çekişmelere kadar
ilerlemiştir. Bunun üzerine İsrailoğulları, çevre ülkelerin krallarını örnek alarak Tanrı’dan
kendilerine bir kral vermesini istemişlerdir. Tanrı İsrailoğulları’nın ilk kralı olarak Saul’u
görevlendirmiştir. Fakat İsrail krallığının en kudretli çağı Kral Davut (Hz. Davut) ve onun
oğlu Kral Süleyman (Hz. Süleyman) zamanında yaşanmıştır. Kral Davut Kenan bölgesini
tamamen fethederek Mısır’dan Mezopotamya’ya kadar bütün coğrafyayı, kabileleri
birleştirilmiş olan İsrail egemenliği altına almıştır. Yerine geçen Kral Süleyman ise Kudüs
kentinin merkezine İsrail mabedini inşa etmiştir. Yahudilerin Bet ha-Mikdaş olarak
isimlendirdikleri bu mabet İsrail’in bağımsızlığının ve tek tanrıcılığının simgesi olarak kabul
edilmiştir. MÖ 953 yılında gerçekleşen mabedin inşasıyla birlikte Yahudilik tarihindeki I.
Mabed Dönem’i başlamıştır. Böylece Kudüs’ün başkentliği çevresinde birleşen büyük İsrail
krallığı, Kral Süleyman döneminde bilim, sanat ve edebiyat alanında en güzel örneklerini
vermiş ve ülke güçlü bir merkezi idare ve dinî sistem altında birleşmiştir.

177
Kral Süleyman’ın iktidarında sonra İsrail birliğini bir arada tutmak kolay olmamıştır.
Önce kuzeyde yaşayan İsrailoğulları on kabile hâlinde isyan ederek başkent Samiriye
merkezinde bağımsız bir krallık ihdas ettiler. Güneydeki iki İsrail kabilesi ise Yahuda krallığı
altında bağımsız oldular. Böylece iki asır boyunca İsrailoğulları iki farklı krallığa bölünmüş
olarak yaşadılar.

10.1.4. Babil Sürgünü


İstilaya uğrayan iki İsrail krallığından, özellikle Kral Davud soyundan gelen ve
mabede sahip olan Yahuda’nın yıkılışı İsrailoğulları tarihi açısından diğerinden daha önemli
sayılmış ve Yahuda krallığının yıkılışı sonrası yaşanan sürgün tecrübesi tarihe Babil Sürgünü
olarak kaydedilmiştir. Yahuda krallığındaki İsrail peygamberleri, mabedin yıkılmasına da
sebep olan Babil istilasından İsrailoğulları’nın yeniden hayata tutunmalarını sağlayan bir
zihinle yorumlamışlardır. Bu peygamberlere göre Yahuda istila edilse de mabet yıkılsa da
İsrailoğulları Torah kurallarına uymak suretiyle Tanrı’nın ahdi çerçevesin yeniden yurtlarına
geri döneceklerinin umudunu aşılamışlardır. Şüphesiz bu umudun diri tutulması Yahudi
geleneklerine bağlı kalmak ve Torah hükümlerine uymakla sağlanacaktır.

10.1.5. II. Mabet Dönemi


Bu sürgün tecrübesiyle birlikte Yahudilerde dinî bir yenilenme dönemi başlamıştır.
Babil sürgününden Filistin’e dönen Yahudiler pek çok sorunla karşılaşmışlardır. Başkent
Kudüs yıkılmış, tapınak mahvolmuştur. Yahudi kavmi dışından bireylerle evlilikler yapılmış
ve yeni aile yapıları ortaya çıkmıştır. Sürgün dönüşü Yahudi halkının dinî ve sosyal
yozlaşmışlığını onarma göreviyle yükümlenmiş iki tarihsel figür söz konusudur. Bunlar Ezra
ve Nehemya’dır. Sürgün dönüşü Yahuda’ya yönetici olarak atanan Nehemya Yahudilerin
diğer milletlerle kurdukları ilişkileri yasaklamıştır. Babil istilası sırasında kaybolan Torah bu
dönemde Ezra öncülüğünde yeniden yazıya geçirilmiş ve bir araya getirilmiştir. Hikmet
sahibi, bilgili bir kimse ve Torah’ın usta yazıcısı olarak tanınan Ezra mabedin yeniden
yapımına da öncülük etmiştir. İbrani Kitab-ı Mukaddes’i bu dönem çalışmalarının ürünüdür.
Bu zengin dinî literatür Yahudi halkının en önemli dinî kaynağıdır ve hâlen monoteizm, etik
ve sosyal adalet gibi çağdaş dinî konular üzerinde etki sağlamaktadır.

10.1.6. Helenizm ve Makkabi İsyanı


Yahudileri Babil sürgününden kurtaran Fars İmparatorluğu Yunan ve Makedonya
imparatoru Büyük İskender tarafından yenilmiştir. Yahudi elitlerin pek çoğu yunan kültürünü
ifade eden Helenizm’in etkisi altına girmiştir. Bu etki zamanla Yahudi kimliğini tehdit eder
hâle gelmiştir. Örneğin Yahudi kimliği için çok önemli olan sünnet uygulaması bazı
Yahudiler tarafından ihmal edilmeye başlanmıştır. Yunan etkisinden neredeyse iki asır sonra
Helenistik bir kral Yahudiliği yasaklamaya kalkmıştır. Ancak bu girişim Yahudiler için
başarılı bir Makkabi İsyanı’na (MÖ 167-164) yol açmıştır. Bu isyan sayesinde Yahudiler
asırlar sonra yeniden bağımsızlığını kazanmıştır. Yahudi geleneğinde bu kurtuluş günü
Hanukhah bayramı ile kutlanmaktadır.

178
10.1.7. Yahudiler ve Hz. İsa
Hz. İsa’nın tebliğine başlamadan hemen önce Romalıların Filistin’i tekrar ele
geçirmesi, Yahudiler arasında güçlü bir kurtarıcı Mesih beklentisinin yaygınlaşmasına neden
olmuştur. Böylesi bir dönemde İsrailoğulları’na peygamberlik ile görevlendirilen Hz. İsa
halkına temel olarak üç mesaj vermiştir. Hz. İsa’nın bu mesajları, söz konusu dönemde
İsrailoğulları’nın dinî ve sosyal görünümlerini tasvir eden bir öneme de sahiptir.

Hz. İsa’nın ilk girişimi, Tanrı’nın yaklaşmakta olan krallığına davettir. Bu davet,
Tanrı’nın emir ve yasaklarına bağlanmak suretiyle ona iman etmeyi ve yaklaşan hesap gününe
karşı hazırlıklı olmayı içermektedir. Hz. İsa’nın ikinci mesajı, Musa hukuku ya da ilahi
hukuka, bu hukukun içerdiği haram ve helal kurallarına sıkı bir bağlılıktır. Hz. İsa’nın bu
mesajını ifşa ederken dile getirdiği söylem, onun mevcut ilahi hukuka olan bağlılığını ifade
etmektedir. Hz. İsa’nın mesajlarının üçüncüsü ise toplumda, özellikle din adamları ve
yöneticilerle ilişkili olarak görülen ahlaksızlıklara karşı mücadeledir..

Hz. İsa’nın bu mesajları, kurtarıcı Mesih beklentisi içinde olan İsrailoğulları’nı


şüphesiz memnun etmemiştir. Onlar kendilerine gönderilen Mesih’in öncelikle kendilerini
eleştirmesi değil İsrailoğulları’nı muhatap alan münhasır bir kurtuluş yolunu açması
beklentisindeydiler. Bu nedenle kısa süre içinde Hz. İsa’ya karşı koyarak açık mesajlarını
kabule yanaşmamışlardır. Hz. İsa’nın İsrailoğulları’na yönelik bu çağrısı, esasen
İsrailoğulları’nın bu dönemde içinde bulundukları dinî ve sosyal çökmüşlüğün işaretini
vermektedir.

Süleyman Mabedi’nin ikinci kez yıkılmasıyla birlikte mabet merkezli Yahudi


ritüellerine son verilmiştir. Kurban takdimeleri sunulmaz olmuş, din adamlığı süreci bitmiş ve
Kudüs bir Yahudi merkezi olma özelliğini kaybetmiştir. Dinî liderliğin sona ermesiyle bilge
kişiler olarak hahamlar önem kazanmış ve dinî kurul olarak sanhedrin merkezi yasama ve
yürütme organı olmuştur. Böylece Yahudilik tarihinde mabet dönemi kapanarak rabbinik
Yahudilik dönemi başlamıştır. Bu olaydan neredeyse 2000 yıl sonra bile Yahudiler Yahudi
dindarlığının merkezini ifade etmesine karşın dinî yaşamlarını tapınaksız olarak
sürdürmektedir. Mabedin ikinci kez yıkılması, aynı zamanda Yahudilerin kıtaları da aşara çok
uzak coğrafyalara kadar uzanan bir diaspora sürecine girmeleri sonucunu doğurmuştur.

10.1.8. İslam Dini ve Yahudiler


İslam dini ortaya çıktığında Yahudilerin mabedinin yıkılışının üzerinden beş asırdan
fazla bir süre geçmişti. Müslümanların Yahudiler ile ilk önemli karşılaşmaları Medine’de
gerçekleştirilmiştir. Yahudilerin de taraf olduğu Medine Sözleşmesi’yle Müslüman ve
Yahudilerin bir ümmet olduğu ilan edilse de Yahudilerin Müslümanlar ile Medine yaşamaları
mümkün olmamıştır. Bu olumsuz karşılaşmaya rağmen Müslümanlar Yahudileri ehli kitap
sayarak zimmet akdi gereğin temel haklarını kullanmalarına imkan vermiştir.

Müslümanların Yahudi geleneğine bir diğer etkisi ise Sefarad ve Aşkenaz adlarıyla
birbirinden ayrışan Avrupa’daki Yahudi toplumlarının aralarındaki kültürel farkı
açıklamaktadır. Sefarad adıyla anılan ve Müslüman Afrika sınırlarına yakın olan bölgelerde

179
ve özellikle İspanya (Endülüs) gibi Müslüman egemenliğinde yaşayan Yahudiler, İslam’ın
sunduğu geniş hoşgörü ortamı içinde bilim, sanat ve düşünce gelişimi açısından oldukça ileri
durumdadırlar. Avrupa’nın kuzey ve doğusunda yaşayan Aşkenaz Yahudileri ise dinsel
ayrımcılık ve kilise baskısı yüzünden Sefaradların edindiği kazanımların çok uzağında
kalmışlardır.

10.2. Yahudiliğin İnanç Esasları

10.2.1. Moses Maimonides ve İnanç Esasları, Terimler


Yahudilikte bütün Yahudi cemaatlerinin üzerinde mutabık olduğu bir amnetüden söz
edilemez. Ancak Hz. Musa’ya vahyedilen On Emir hükümlerinin özellikle ilk kısmı insanların
Tanrı ile temasını düzenleyen telkinler içermektedir. Ancak 12. asırda bir Yahudi inanç
manifestosu tasarlanmıştır. Yine üzerinde bütün Yahudilerin mutabık olduğu söylenemeyen
bu formülasyon Moses Maimonides tarafından düzenlenmiştir.

Yahudi filozofu Moses Maimonides (1135-1204) Yahudi felsefi düşüncesinde oldukça


önemli bir yere sahiptir. Maimonides Plato ve Aristo felsefesini kutsal metin geleneğine
uygulamıştır. Maimonides Yahudi teolojisinin temelini ifade eden on üç maddelik Yahudi
inanç esaslarını ihdas etmiştir.

Yahudilik en açık olarak Yahudi halkının seçilmişliği ve bu seçilmiş halka karşı


Tanrı’nın iradesinin bir bildirgesi olarak Torah metni çerçevesinde tanımlanabilmektedir. Bu
iki inanç konusunun merkezinde ise Tanrı yer almaktadır. Dolayısıyla Yahudiliği en iyi
tanımlama şekli, Yahudiliğin Tanrı, seçilmiş kavim (İsrail) ve Torah inancı çerçevesinde
tanımlanmasıdır.

Tanrı: Yahudilik tek Tanrı inancını yansıtan monoteist bir dindir. Kitab-ı Mukaddes
Tanrı’nın birliği konusunu pek çok kez güçlü vurgularla dile getirmektedir: “Dinle, ey İsrail!
Tanrımız rab tek rabdir” (Tesniye 6:4). Çok tanrılı bir inanç ya da putperestlik Yahudi kutsal
metinlerinde şiddetle yasaklanmıştır: “Var mı senin gibisi ilahlar arasında, ya rab? Senin gibi
kutsallıkta görkemli, heybetiyle övgüye değer, Harikalar yaratan var mı?” (Çıkış 15:11)
cümlesi esasen çok tanrıcı paganlığın reddini ifade etmektedir.

İbrani: Yahudilik kutsal metin kaynaklarına göre Hz. Nuh zamanına kadar insanlık
aynı ata çizgisinden gelmişlerdir. Fakat Hz. Nuh’un oğulları Ham, Sam ve Yafes ile birlikte
insanlık üç farklı millete bölünmüştür. Ham, Hamilerin; Sam, Samilerin ve Yafes, Yafesilerin
atası olmuştur. Sam’ın soyundan gelen Eber Hz. İbrahim’in atası sayılmıştır. Bu nedenle Hz.
İbrahim’e “Eber’in soyundan” anlamında İbrani, konuştuğu dile de İbrani denmiştir. Böylece
bu terim, Yahudiler tarafından ilk atalar olarak kabul edilen Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz.
Yakup ile onların nesli için kullanılmıştır.

Yahudi: Krallar döneminden sonra İsrailoğulları, kuzeyde İsrail ve güneyde Yahuda


krallığı olarak ikiye ayrılmıştı. Bu ayrılıştan sonra yaşanan Babil ve Asur istilalarından sonra
her iki krallığın halkları sürgün edilmişti. Babil sürgününe gönderilen İsrailoğulları bu sürgün

180
sırasında Yahudiye’den gelenler anlamında Yahudi olarak nitelenmişlerdir. Dolayısıyla
İsrailoğulları için “Yahudi” terimi Babil sürgünü sonrası kullanılan bir isim olmuştur.

İsrail: Yahudi kutsal metin kaynaklarında Hz. Yakup’a atfedilen bir tecrübe
neticesinde ortaya çıkmış bir terimdir. Kutsal metin anlatısına göre Hz. Yakup aile
yakınlarıyla birlikte çıktığı bir yolculuk sırasında bir nehrin kenarında yalnız kalmıştır. Aile
bireyleri nehrin karşısına geçen Hz. Yakup yalnız kaldığı nehrin diğer yanında gecenin bir
vaktinde kendini “Tanrı adamı” olarak tanıtan birisi ile sabaha kadar güreş tutmuştur. Sabahın
ilk ışıklarına kadar devam eden güreş sonucunda Hz. Yakup’u yenemeyen Tanrı adamı onu
“Tanrı ile güreşen” anlamına gelen İsrail ile isimlendirmiştir. Böylece İsrail adını alan Hz.
Yakup soyu İsrailoğulları olarak da çağrılmıştır.

Süleyman Mabedi: Yahudiliğin inanç ve ibadet esasları, Tanrı’nın sadece kendileriyle


ahitleştiği belirli bir kavmin vaad edilen belirli bir bölgede yaşamasıyla mümkün olacak
şekilde tanımlanmıştır. Bu vaat edilen bölgenin en önemli unsuru ise Hz. Süleyman tarafından
inşa edilen mabettir. Yahudiler tarafından Beyt ha-Mikdaş olarak adlandırılan mabet
Süleyman Mabedi olarak da bilinmektedir. Bu mabed Tanrı’nın hazır bulunduğu Aron ha-
Kodeş adı verilen mekânı içinde barındırmakla birlikte Hz. Musa’ya vahyedilen kutsal metnin
de içinde yer aldığı Ahit Sandığı’nı içinde bulundurmaktadır.

Süleyman Mabedi, pek çok Yahudi ibadet ve ritüelinin uygulama merkezidir. Yahudi
ibadet geleneğinde yer alan rabbe kurban sunma ritüeli ancak mabet önündeki mezbahta
gerçekleştirilir. Dolayısıyla Yahudilerin kanlı kurban sunumları için mutlaka mabetin varlığı
gerekmektedir. Ancak Süleyman Mabedi’nin önce MÖ 586 yılında yıkılmasından sonra
yeniden yapılıp ikinci mabet dönemi başlayıncaya kadar Yahudiler mabedin merkezi
kuşatılıcılığından mahrum kalmışlardır. Mabedin MS 70 yılında ikinci kez yıkılmasından
sonra ise yaklaşık iki bin yıldır Yahudiler tarihsel mabetlerinden yoksundurlar. Mabetin
ayakta olmaması Yahudiliğin ibadet ve geleneklerinin bütünüyle yerine getirilmesine izin
vermemektedir. Özellikle mabedin yıkılmasından sonra rabbe kanlı kurban takdimesinin
gerçekleşmesi de söz konusu değildir.

Yahudiler için mabedin yeniden inşası büyük bir ideali ifade etmektedir. Ancak
Yahudilerin genel inancına göre mabet ancak Mesih’in gelişiyle birlikte yeniden imar
edilebilecektir. Böylece vaat edilmiş topraklar dışındaki Yahudilerin de geri dönüp Hz. Davud
ve Hz. Süleyman döneminin ihtişamlı İsrail egemenliğinin yeniden kuracağı beklenmektedir.

Torah: Yahudi inanç bütünlüğünü tanımlayan Tanrı ve İsrail kavramlarından sonra


üçüncü kurum Yahudi kutsal metni Torah’tır. Yahudilik çok kapsamlı bir kutsal metin
koleksiyonuna sahiptir. Yahudi kutsal metinleri yazılı ve sözlü metinler olarak iki kısımdan
oluşmaktadır. Yazılı kutsal metinler Tanah, sözlü kutsal metinler Talmud olarak
adlandırılmıştır.

181
10.3. Yahudiliğin Kutsal Metinleri

10.3.1. Tanah
Temel olarak üç kitaptan oluşan Tanah metni, içerdikleri kitapların baş harfleri ile
isimlendirilmiştir (TANAKH). Bu kitaplar Torah, Nevim ve Ketuvim’dir.

Torah/Tevrat: Torah, kelime anlamı olarak “talimat” ve “öğreti” anlamına


gelmektedir. Esasen Torah, Hz. Musa aracılığıyla Sina Dağı’nda İsrailoğulları’na verilen
vahyi ifade etmektedir: “Ve İsrailoğulları’nın önüne Musa’nın koyduğu şeriat budur”
(Tesniye 4:44). Geleneksel olarak Torah’ın Hz. Musa’ya vahyedilen ve Eski Ahit’in sadece
ilk beş kitabından oluştuğuna inanılmaktadır. Torah: Torah Tenakh’ın en kutsal kısmıdır.
Yaradılış, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye olarak beş kitaptan oluşmaktadır. “Torah”
hukuk ve öğreti anlamına gelmektedir ve tan oluşmaktadır. “Torah” hukuk ve öğreti anlamına
gelmektedir ve Yahudiler hayatlarını bu öğretileri anlamaya ve bu hukuk kurallarına göre
yaşamaya gayret ederler. Bu metinler Yahudilerin en erken tarihsel süreçlerini ve 613 mitzvot
(emir) içerir. Torah Tanrı’nın vahyedilmiş sözü olarak düşünülür. Bu metin parşömenler
üzerine yazılmış ve sinagagoda sandığı içinde saklanmaktadır. Bu metne çok büyük bir saygı
gösterilir ve bu metni okumak Yahudi ibadetinin en önemli parçasıdır. Tenakh Yahudi kutsal
metinlerin İbranice adıdır. Bu metinler Torah (hukuk), Nevi’im (peygamberler) ve Ketuvim
(Yazılar) kısmından oluşmaktadır. Bu üç kavramın ilk harfleri olan TNK, Tenakh kelimesini
oluşturmuştur. Bu üç metnin yanı sıra 39 kitap daha vardır. Romalılar Kudüs’ü ele geçirip
Yahudileri dünyanın pek çok yerine sürdükten sonra bu kutsal metinler Yahudi ırkı ve
inancının varlığını sürdürmesini sağlamıştır.

Nevim (Peygamberler): Eski Ahit’in Torah’tan sonraki ikinci bölümü Neviim


(Peygamberler) adını taşımaktadır. Bu bölümde Yeşu liderliğindeki İsrailoğulları tarafından
Filistin’in fethedilmeye başlaması ve Babil sürgününe kadar devam eden İsrail tarihi
anlatılmaktadır. Neviim’de yer alan Yeşu kitabında İsrailoğulları’nın vaat edilmiş topraklara
girişi anlatılır. Hâkimler kitabında İsrailoğulları’nın on iki kabilesinin yerleşimlerinden söz
edilir. Samuel 1 ve 2 kitaplarında öncelikle Saul ve ardından Hz. Davut liderliğinde kurulan
İsrailoğulları krallığının yükselişi işlenir. Krallar 1 ve 2 kitaplarında ise Hz. Davut’tan sonra
İsrailoğulları krallığının Hz. Süleyman ile devam etmesi, daha sonra krallığın yıkılışı,
İsrailoğulları’nın birisi Yahuda diğeri İsrail olmak üzere iki küçük krallığa bölünmeleri, Asur
ve Babil sürgünleri öykülenir. Son olarak Nevim bölümü sırasıyla diğer peygamberlerin
kitaplarını içermektedir.

Ketuvim (Yazılar): Tanah’ın üçüncü bölümü olan Ketuvim dua, ilahi, ezgi ve ağıt
gibi öncekilerden farklı bir içeriğe sahiptir. Mezmurlar, Süleyman’ın Meselleri, Vaiz ve
Neşideler Neşidesi gibi kitaplar şiirler, bilgelik sözleri, nasihatler ve duaları içermektedir.

10.3.2. Talmud
Yahudiliğin tarihsel süreci içinde Torah’ın yanı sıra Sözlü Yasa veya Sözlü Torah
olarak ifade edilen bir Yahudi yorum geleneği oluşmuştur. Bu sözlü gelenek yüzyıllar
boyunca yazıya geçirilmeden nesilden nesile aktarılmıştır. Bu sözlü anlatılar içerisinde

182
hikâyeler, efsaneler, ahlak tartışmaları, dinsel hukuk yorumlar ve pek çok dinî tartışma yer
almaktadır. Sözlü geleneğin MÖ 200 ve 600 tarihleri arasında derlenerek yazıya geçirildiği
tahmin edilmektedir. Metin, Mişna ve Gemera’dan oluşmaktadır. Mişna yazıya geçirilmiş
hâliyle Sözlü hukuktur, Gemara ise sözlü hukuk üzerine rabbilerin yorumlarının bir
koleksiyonudur.

10.4. Yahudi Mezhepleri


Yahudilik geleneğinde Tanrı, İsrail, seçilmişlik, mabed ve diğer inanç unsurları
çerçevesinde tarih içinde az da olsa bazı farklılaşmalar gözlenmiştir. Son birkaç asıdır daha da
artan bu farklılaşmalar önemli ölçüde Yahudi mezhebi, d,n, yorum ekolleri ve akımlar ortaya
çıkarmıştır. Bunlar sırasıyla erken döne, ortaçağ dönemi ve modern çağ Yahudi mezhep ve
akımları olarak incelenebilir.

10.4.1. Samirilik
MÖ 880 yılında İsrailoğulları’nın on kabilesi başkenti Samarya olmak üzere kuzeyde
İsrail krallığını kurmuşlardır. Ancak MÖ 721’de İsrail krallığı Asurluların eline geçmiştir.
Bölgede yaşayana İsrailoğulları kendi geleneksel kült ve ritüelleriyle Asur dinsel geleneğinin
birleşmesinden oluşan senkretist bir yapı oluşturmuşlardır. Samarya bölgesinde
yaşadıklarından, temsil ettikleri dinsel geleneğe Samaritanizm de denmektedir. Samirilerle
güneydeki Yahuda bölgesindeki Yahudiler arasında tarih boyunca bir çekişme yaşanmış ve
Samaritanizm ile Yahudilik arasındaki bu çekişme günümüze kadar devam etmiştir. Sürgün
sonrası Kudüs bölgesine geri dönen Yahudiler tarafından Yahudi olarak kabul edilmeyene
Samiriler, günümüzde sayıları az olmakla birlikte Yahudilere karışmaksızın varlıklarını
sürdürmektedirler. Yahudilerin Sina Dağı’na karşılık Samiriler Gerizim Dağı’nı
kutsallaştırırlar ve Paskalya kurbanını burada yaparlar. Eski Ahit’in Torah bölümüne alternatif
bir Torah’a sahiptirler ve bu kitabın varlığı Hz. İsa dönemi öncesinden beri bilinmektedir.

10.4.2. Ferisilik
Kökleri Hristiyanlıktan önceye uzanmakla birlikte Hz. İsa zamanındaki en yaygın
Yahudi mezhebidir. Ferisilik, dinsel kaynak olarak kendi döneminin diğer Yahudi mezhebi
olan Sadukiliğin aksine Eski Ahit’in yanı sıra Sözlü Torah olarak adlandırılan sözlü geleneği
de kabul etmekteydi. Bu çerçevede ruhun ölümsüzlüğü, ölümden diriliş, cennet ve cehennem
inancı Ferisiler tarafından benimsenen esaslardır. Yeni Ahit’e göre Ferisiler, Hz. İsa’ya en
yoğun muhalefet edenlerdi; Hz. İsa’nın bunlara karşı yaptığı bir çok tenkit ve konuşma çeşitli
Yeni Ahit metinlerinde yer almaktadır. MS 70 yılından mabedin ikinci kez yıkılışının
ardından ortadan kalktığı düşünülen Ferisilerin sahip olduğu pek çok inancın yazılı ve sözlü
Torah’ı esas alan Rabbinik Yahudilik içinde varlığını sürdürdüğü düşünülmektedir.

10.4.3. Sadukilik
Etkisi Hz. İsa döneminde devam eden Yahudi mezhebi Sadukilik, daha ziyade rahipler
aristokrasisi arasında yaygındır. Sadukiler mabetteki ibadeti yönetme hakkına sahip, ırsi
olarak geçen rahipliği elinde bulunduran küçük bir gruptur. Ferisiliğin aksine Sadukilik dinsel
kaynak olarak sadece yazılı geleneği kabul ederken, “Sözlü Torah” olarak adlandırılan sözlü

183
geleneğe dinsel açıdan itibar etmemişlerdir. Bu nedenle Sadukiler ölüm sonrası yaşam,
meleklerin ve ruhların varlığı gibi düşüncelere karşı çıkmışlardır. Bu dönemde Sadukiler
özellikle Kudüs’te ve tapınakta etkin olmuşlardır. Yahudi halkının aristokrat sınıfından
olduklarından ülkelerinde egemen olan bütün erklerle iyi ilişkiler içinde olmuşlardır. Ancak
mabedin ikinci kez yıkılışının ardından zaman içinde ortadan kalkmışlardır. Sadukiliğin inanç
esaslarının MS 9. asırda kurulan Karailik mezhebi içinde yaşatıldığı söylenebilir.

10.4.4. Essenilik
Essenilik mezhebi yaklaşık olarak MÖ 2. asır ile MS 2. asır arasında varlık göstermiş
asketik nitelikli bir Yahudi mezhebidir. Toplumsal yaşama çok önem veren Esseniler son
derece organize edilmiş bir hayat tarzına sahip olmuşlardır. Yahudiliğin Kudüs merkezli
resmî din anlayışına karşı çıkarak Kudüs dışındaki kırsal bölgelere çekilmişler ve bu
bölgelerde kendi sosyal ve asketik düşüncelerine uygun hayat biçimi sürdürmüşlerdir. Esseni
cemaatinin mensupları birbirlerine dinî bir yemin ile bağlanmışlardır. Mezhep üyeleri beyaz
kıyafetler giyinmeyi tercih edip bekârlığı esas alan bir yaşam sürerlerdi. Savaş ve ticarete
karşı olan cemaat üyeleri geçimlerini kendi el emeği ürünlerle karşılamışlardır. İnanç esasları
bakımından Ferisilik mezhebine benzeyen Esseniler ölümden sonra dirilmeye, kıyamet
sonrası yargılamaya ve meleklerin varlığına. Günümüzde pek çok araştırmacı Kumran
Metinleri’nin bir Yahudi mezhebi olan Essenilere ait olduğunu savunmaktadırlar. “Ölü Deniz
Yazmaları” olarak da bilinen Kumran Metinleri 1947 yılından itibaren Ölü Deniz’in kuzey
batı ucunda yer alan Kumran tepeleri civarındaki mağaralarda bulunan oldukça önemli
Aramca ve İbranca yazma eserlerdir.

10.4.5. Karailik
“Karaim” olarak da bilinen Karailik Rabbinik literatürü reddederek öğretilerini Eski
Ahit’e dayandıran Yahudi mezhebidir. MS 8. asırdan beri bilinen Karailik mezhebinin
kurusunun Anan ben David olduğu söylenir. Anan yazdığı eserinde Talmud’u reddetmiş ve
tüm öğretilerinde kutsal kitabı ölçü aldığını ifade etmiştir. Eski Ahit’i anlayıp yorumlamada,
zahiren ve harfi harfine anlama yöntemi olan literalizmi ilke edinen Karailer sept günü ateş
yakmaz, hiçbir iş yapmaz ve yıkanmazlar. Karailer olarak adlandırılan bir grup Yahudi,
Yahudilerin Müslüman idaresi altına girmeden hemen önce 700 yılının başında Babil’de
ortaya çıkmıştır. Karailer rabbilerin otoritesini reddeder ve sadece Pentatök üzerine vurgu
yaparak sözlü Tevrat’a ittiba etmez. 1100’lü yıllarda İspanya’daki Yahudilerin rabbinik
geleneği farklı felsefi ve politik bağlamlar içinde yeniden canlandırmasıyla Karailerin etkisi
azalmıştır. Ancak Karailer günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.

10.4.6. Hasidizm
İsrael ben Eliezar ve takipçileri tarafından kurulan bir Yahudi akımıdır. 17. asırda
vuku bulan Cossack katliamı Yahudiler arasında büyük korku ve tedirginlik yaratmıştı. İsrael
ben Eliezar, Yahudi toplumu arasındaki yozlaşma ve ruhsal depresyona karşı iman ve
dindarlığı yaymak amacıyla Ukrayna ve Polonya Yahudileri arasında yıllarca çalıştı. Bu
sırada geleceğe bakmaktan ziyade günlük hayatta Tanrı’nın varlığını ve duanın değerini
vurguladı. Taraftarları ise cezbe içinde ilahiler söylemeyi ve dans etmeyi adet edindiler.

184
Hareketin lideri kendilerini “mükemmel dindar” anlamına gelen Zaddik olarak nitelediler.
Hasidizm Avrupa’da hızla yayılarak 19. asrın ortalarında Doğu Avrupa Yahudilerinin
neredeyse yarısını içerecek kadar ilgi görmüştür. Ancak modernizmin etkisinin artmasıyla
Hasidizm hareketi zayıflamaya başladı.

10.4.6. Kabalacılık
Kabala Yahudi mistisizminin genel adını ifade etmektedir. Kitab-ı Mukaddes’in
gizemli yorumlarına dayalı olan Kabala kültünün Filistin’de başladığı düşünülmektedir.
Ancak Kabalacılık 6. asırdan itibaren Babil bölgesinde gelişmiştir. Kabalacılık kültünün
gelişimi sırasında iki önemli metin ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, ulûhiyetin boyutlarını
veren şiur Komah ya da İlahi Yüceliğin Ölçüleri’dir. Diğeri ise sayı ve harflerin yaratıcı
gücünü tartışan Sefer Yesirah ya da Yaratılış Kitabı’dır. Sonraki dönemlerde Kabala kültü batı
Avrupa’da Yahudi diasporası arasında yayılmıştır. 13.asırda Yudah, Almanya’da Sefer
Hasidim’i yazmıştır. Ayrıca İspanya’da Moses de Leon, daha sonraları Yahudi mistisizminin
temel kitabı hâline gelecek olan Zohar’ı derlemiştir. Kabala kültüne dayalı sistemi ifade eden
Kabalacılık’ta Tanrı’dan En Sof (sınırsız) olarak bahsedilir. .

1100’lü yıllarda Kabalizm Yahudilik içindeki mistik kökenlere dayalı olarak ortaya
çıkmıştır. Kabalacılık Talmud’a sıkı bir bağlılığı gerektirmekle birlikte bu metnin rabbilerin
yorumlarının ötesinde içerdiği gizli mistik telkinlerin keşfini hedeflemiştir. Kabalizm,
Yahudilerin Avrupa’da baskı altına girmeleri ve bu baskılardan kurtulmaları döneminde
Yahudiliği canlandırıcı bir etki sağlamakla birlikte ezoterik ve gizli öğretileri nedeniyle
Talmud otoritelerince şüpheyle karşılanmıştır.

10.4.7. Sabataycılık
Yahudilik tarihinde ortaya çıkan Sabataycılık akımının kurucusu, 17. asırda yaşamış
olan Yahudi mistiği ve Mesih olduğu iddiasında bulunan Sabatay Zvi’dir. İzmir’de doğmuş
olan Sabatay, Zohar üzerinde çalışmış ve 1648 yılında kendisinin Yahudiler tarafından
beklenen Mesih olduğunu iddia etmiştir. Bu iddiası nedeniyle Mısır’a sürgün edilen Sabatay
burada kendisine bazı zengin taraftarlar edinmiş ve Gaza ile Selanik’te Mesih olduğunu
açıkça ilan etmiştir. Sabatay’ın bu iddiasına Doğu Avrupa’daki pek çok Yahudi inanmıştır.
Ancak Sabatay’ın faaliyetlerinin zararlı hâle gelmesi üzerine Osmanlı yönetimi Sabatay’ı
yakalayarak idam cezasına çarptırmıştır. Ancak Sabatay Müslüman olduğunu ifade ederek
Mehmet Efendi adını almış ve idamdan kurtulmuştur. Sabatay’ın Müslüman olduğunu ilan
etmesi üzerine Yahudi taraftarlarının çoğu Hasidik cemaat arasına karışmıştır. Sabatay’a bağlı
diğer bir Yahudi grup ise Sabatay’ın Müslüman görünmesinin onun Mesihliğinin bir safhası
olduğunu düşünerek kendileri de Müslüman görünmüşler ama gizlice faaliyetlerini
sürdürmüşlerdir. Bu grup tarihte “Dönmeler” olarak adlandırılmaktadır.

Mesihçi hareketler tarih boyunca Yahudiliğin özelliği olmuştur. 1500’lü yıllarda


Kabalistik düşünce içindeki gelişmeler Mesihçi eğilimleri harekete geçirmiştir. 1600’lü
yılların etkin gelişmelerinden birisi de Sabataycı harekettir. Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu
içinde Sabatay Zvi’nin vaazları Mesihçi heyecan ve beklentiyi ateşlemiştir. Ancak bu hareket
liderinin yakalanması ve Müslüman olduğunu ifade etmesiyle sona ermiştir.

185
10.4.8. Aydınlanma (Haskala)
Aydınlanma’nın bir sonucu olarak Avrupalı ve Amerikalı Yahudiler kendi dinî ve
kültürel anlayışlarını yeniden gözden geçirmeye başladılar. Öncelikle Yahudiler için
seçenekler sınırlıydı. Yahudiler Hristiyan olmadıkları sürece pek çok kültürel, mesleki ve
eğitim kurumlarından dışlanmaktaydı. Avrupa’nın politik ve entelektüel görünümündeki
değişimlerinden sonra modern Batı toplumu içinde Yahudiler için yeni fırsatlar açılmıştır.
Amerikan ve Fransız devrimleri kardeşlik ve eşitliği vaat etmiş, Napolyon’un orduları bütün
Avrupa’daki Yahudileri içinde yaşadıkları gettolardan özgürleştirmiştir. Bu özgürleştirmede
Yahudiler hukukçu ve öğretmen olabilecekler ve hem oy kullanıp hem de milli
parlamentolarda yer alabileceklerdi.

Yahudiler “özgürleştirme” sayesinde içinde bulundukları ülkenin milli toplumuyla ve


milli çıkarlarıyla yakınlaşma konusunda oldukça umutlanmışlardır. Ancak bu vatandaşlık
statüsü ve bu statünün vaatleri geleneksel Yahudi dinî ve kültürel çıkarlarına pahalıya mal
olmuştur. Yahudiler modern dünya bağlamı içinde kendi dinî mirasını yeniden değerlendirme
girişimi çerçevesinde bu hoşgörüye karşı farklı tarzlarda tavır göstermişlerdir. Bu dönemde
bir kısım Yahudiler kadim inanç ve ibadetlerine katı bir bağlılığı sürdürürken özellikle
kentlerde yaşayan pek çok Yahudi geleneklerini reddetmiştir.

10.5. Modern Yahudi Mezhepleri

10.5.1. Ortodoks Yahudilik


Ortodoks Yahudilik Tora ve Talmud’a mümkün olduğunca bağlı kalmayı savunan bir
mezheptir. Kadın ve erkekler ibadet sırasına birlikte oturamazlar. Erkekler şapka giyer ve
boyunlarına şal atarlar. İbadet dili İbranicedir. Bu mezhep üyelerinden kaşrut kurallarına
sıkıca uymaları beklenir. 1948’den beri Yahudi vatanı düşüncesi genel olarak
desteklenmektedir. Ortodoks Yahudileri modern dünyaya vatandaş olarak katılmak
konusunda serbest olmakla birlikte bu süreçte kesinlikle kendi Yahudi inançlarından taviz
vermeleri veya uzaklaşmaları kabul edilemez.

10.5.2. Reformist Yahudilik


Reform Yahudileri, tam tersine, Tanrı’nın Musa’ya Tevrat’ı verdiğini kabul etmezler.
Bu Yahudiler Tevrat’ın kaynağında pek çok yazarın yer aldığına ve Tevrat’ın bu metinlerin
bir derlemesi olduğuna inanmaktadır. Bu grup Tevrat’ta yer alan 613 emre de bağlı
olmamakta fakat Yahudiliğin pek çok değer, etik kural ve kültürünü sürdürmektedirler. Pek
çok Yahudi Reform Yahudiliğini yeni fikirlere açık ve değişimi kabullenen bir hareket olarak
görmektedir.

10.5.3. Muhafazakâr Yahudilik


Muhafazakâr Yahudilik ise orta bir yol tesis etmek suretiyle Ortodoks ve Reform
Yahudilikleri arasındaki ayrışmayı gidermeye çalışmaktadır. Örneğin Muhafazakâr Yahudiler
Tanrı’nın Tevrat’ı Musa’ya vahyettiği fakat bunun insan yazarlar tarafından kaydedilip diğer
kuşaklara aktarıldığını savunmaktadırlar. Dolayısıyla Yahudi metni insani unsurlar içermiş

186
olmaktadır. Aynı zamanda Muhafazakâr Yahudiler Yahudi hukukunun değişmesi
çevresindeki kültüre uyarlanmasını savunmaktadır. Yine de bazı gözlemciler Muhafazakâr
Yahudiliğin uygulamasında büyük farklılıklar tespit etmiştir. Bazı uygulamalar Ortodoks
Yahudilerinkinden bazı uygulamalar ise Reform Yahudilerininkinden pek ayırt
edilmemektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan Yahudilerin %38’i kendilerini
Muhafazakâr olarak tanımlamaktadır.

10.5.4. Yeniden Yapılanmacı Yahudilik


Yeniden Yapılanmacı Yahudilik, Amerikan Yahudilerinin sadece %1’ini içeren küçük
bir Yahudi grubudur. Bazı gözlemcilere göre bu grup Yahudiliğin en liberal kanadıdır. Bazı
açılardan bu doğrudur. Örneğin Yeniden Yapılanmacılar Yahudilerin ne Tanrı’nın seçilmiş
halkı olduğuna ne de Tanrı’nın bütün tarih boyunca insani davranışlara müdahil olduğuna
inanmaktadır. Diğer yandan Yeniden Yapılanmacılar Yahudi adetlerine Reform
Yahudilerinden daha çok önem vermektedirler.

10.5.5. Siyonizm
19. yüzyılın başlarında iki Doğu Avrupalı haham olan Zvi Kalisher ve Judah Alkalai,
mümkün olan en çok sayıdaki Yahudiyi dinamik bir toplumu yeniden kurmak için İsrail
topraklarına göçü teşvik etmek amacıyla Chibbat Zion (Siyon Sevgisi) hareketini
başlatmışlardır. Fakat bu hareket kısa süre içinde bütün dinî unsurlarından uzaklaşarak
kurucularının çoğu seküler kişiler olan bir özgürlük hareketine dönüştü. Siyonun Yahudi dinî
yaşamında ve yüzyıllardır dindar Yahudinin zihnindeki önemine rağmen Siyonizm seküler bir
hareket olarak seyretti. Bu durum Doğu Avrupalı Ortodoks Yahudi liderlerin Siyonizm’i
reddetme nedenidir. Benzer şekilde, pek çok reform taraftarı Yahudi topraklarına geri dönüş
idealini benimsememektedirler.

Almanya’daki Nazi iktidarının Yahudi soykırımı, Avrupa’daki Yahudilerin İsrail’e


dönüş eğilimini güçlendirmiştir. Ortodoks Yahudilerin seküler bir devlet kurma konusundan
çekinceleri olmasına ve Reform Yahudilerinin kendilerini yaşadıkları bölgenin vatandaşı
gören anlayışlarına rağmen pek çok Yahudi milli bir vatan olarak İsrail üzerinde uzlaşmıştır.

Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam ile kıyaslandığında oldukça bağlayıcı sayılan temel


inanç esasları hükmünde bir ima formülasyonuna sahip değildir. Belli bir kavme hasredilen
bir inanç olan Yahudilik için bu dinî aidiyet nesil bağıyla devam etmektedir. Dolayısıyla her
zaman zihinde tutulması gereken bir inanç ikrarı söz konusu değildir. Bununla birlikte diğer
dinlerden farklılaşan Tanrı anlayışı, iman konusunda ele alınmayı gerektirmiştir. Esasen
Yahudiliğin karakteristiği olan pek çok kavram Yahudi inancını da ifade eden güçlü teolojik
zemin üzerine bina olmuştur. Bu kavramlar Yahudi inancı konusunda yeterli bilgiler ihtiva
etmektedir. Kitab-ı Mukaddes Yahudi inancı ve tarihi tecrübesinin anlaşılması açısından
önemli bir bilgi kaynağını ifade etmektedir. Bu metnin doğru anlaşılması için metinlerin
kaynakları ile içerikleri hakkında gerekli bilgiye sahip olunması zarureti vardır.

187
Uygulamalar
Yahudilik ile ilgili bir makale okuyunuz? Bulunduğunuz ilde havra var mı? Yoksa
internetten görsel havra resimlerini inceleyiniz?

188
Kazanımlar

1) Yahudiler hakkında genel bilgi kazanmak

2) Mabetleri ile ilgili fikir sahibi olmak

189
Uygulama Soruları
1) Yahudi, İbrani, İsrail, Torah ve talmut terimlerinin anlamı nedir?

2) Yahudiliğin temel inançları nelerdir?

3) Yahudiliğin kutsal metinleri hakkında neler biliyoruz?

190
Bu Bölümde Ne Öğrendik
Tanrı’nın Hz. İbrahim ile yaptığı ahdin tezahür ettiği İsrailoğulları’nın öyküsü oldukça
dramatik bir tarihsel süreci ifade etmektedir. Pek çok kez İsrail’in tarihi gelişimine yönelik
ilahi müdahalelere rağmen İsrail kavmi kendilerine vaad edilen topraklar üzerinde Süleyman
mabedini yeniden inşa edememenin hayal kırıklığı içerisindedir. Göçler, istilalar ve
sürgünlerle geçen asırlar içinde yaşanan tecrübeler aynı zamanda günümüze kadar uzanan
Yahudi anlayış ve geleneğini hâsıl etmiştir. Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda vahyedilen Torah
hükümleri bu karmaşık tarihsel tecrübeye dayalı gelenek ile yoğrularak yorumlanmıştır.

191
Bölüm Soruları
1) Aşağıdakilerden hangisi Modern Yahudi mezheplerinden değildir?

a) Ortodoks

b) Muhafazakâr

c) Siyonizm

d) Yeniden yapılanmacı

e) Anglikan

2) Aşağıdakilerden hangisi Yahudilerin yazılı kutsal metinlerinin adıdır?

a) Tanah

b) Talmud

c) Torah

d) Tevrat

e) On Emir

3) Aşağıdaki şıklardan hangisi Yahudilerin sözlükutsal metinlerinin adıdır?

a) Tanah

b) Talmud

c) Tevrat

d) Torah

e) Moses

4) Yahudi terimi hangi olay sonucu ortaya çıkmıştır?

a) Süleymen Mabedi’nin açılışı

b) Mısır’dan kaçış

c) Babil Sürgünü

d) Medine’den sürülüş

e) İsrail’in kuruluşu

192
5) İsrail Krallığı’nın en kudretli çağı aşağıdaki seçeneklerden hangisinde doğru olarak
verilmiştir?

a) Davut ve Süleyman

b) Davut ve İsrail

c) Yakup

d) İsmail

e) İshak

6) (D/Y) İbrahim peygamber, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dini mensuplarının


tarihsel olarak ortak atası kabul edilir.

7) (D/Y) Yahudilik tek tanrılı bir din değildir.

8) (D/Y) Yahudi filozofu Moses Maimonides (1135-1204) Yahudi felsefi


düşüncesinde oldukça önemli bir yere sahiptir.

9) Yahudi teriminin anlamı “Tanrı ile güreşen”dir.

10) Tevratın çıkış bölümü Hz. Musa’nın hayatını anlatır.

Cevaplar

1) e, 2) a, 3) b, 4) c, 5) a, 6) D, 7) Y, 8) D, 9) Y, 10) D.

193
11. YAHUDİLİK II

194
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?

1) Yahudi İbadetleri

 Tallit

 Tefilin

 Kippa

 Ağlama Duvarı

2) Yahudi Gelenek ve Görenekleri

 Doğum ve Brit

 Bar/Bat Mitzva

 Evlilik

 Ölüm ve Cenaze

 Yeme-İçme Kuralları

195
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Yahudiliğin ibadetleri hakkında bilgi veriniz.

2) Yahudiliğin gelenek ve görenekleri bilgi veriniz.

3) Yahudiliğin kaşerut geleneğini açıklayınız.

196
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri

Konu Kazanım Kazanımın nasıl


elde edileceği veya
geliştirileceği

Yahudi ibadetlerini tanımak

Yahudi örf ve âdetlerini


anlayabilmek

197
Anahtar Kavramlar
 Yahudilik İbadetleri

 Yahudilerin Âdetleri

 Gelenek

 Örf

 Sünnet

 Kippa

 Amida

 Tefilin

198
11.1. Yahudi İbadetleri
Yahudilikte diğer pek çok dinde olduğu gibi sabit bir inanç silsilesi bulunmaz.
Yahudilik inançtan çok ibadet ve davranış kuralları yönüyle dinî aidiyet eğilimine sahiptir.
Yahudi inanç akidelerini ilk olarak milattan sonra ilk yüzyılda yaşamış olan İskenderiyeli
Philo’nun sistemleştirme çabası bilinmektedir. Diğer bir Yahudi inanç esası formülasyonu
denemesi ise daha sonraki dönemde, biraz da İslam tecrübesinin etkisiyle Moses Maimonides
(12. yüzyıl) tarafından tasarlanmıştır. Ancak Yahudilik açısından bütün Yahudi gruplarının
üzerinde mutabık oldukları bir inanç bildirgesinden söz edilemez. Bununla birlikte Yahudi
dünya görüşünü ve zihin yapısını etkileyen Yahudiliğe has özel inanç kavramları söz
konusudur. Tanrı ile İsrailoğullarının ilişkisi, ahitleşme ve seçilmişlik durumu bu hususların
başında gelmektedir. Bununla birlikte melek, kıyamet ve ahiret gibi inanç konuları da Yahudi
geleneği içinde tartışılmıştır. Yahudilik tarihinde ortaya çıkan mezhepler tarihsel süreçleri
bağlamında Hristiyanlık öncesi, Orta Çağ ve modern Yahudi mezhepleri olarak tasnif
edilmektedir. Bu çerçevede Samirilik, Ferisilik, Sadukilik ve Esseniler Hristiyanlık öncesi
Yahudi mezhepleridir. Orta Çağ’da ortaya çıkan en önemli Yahudi mezhebi ise Karailik’tir.
Modern Yahudi mezhepleri ise Ortodoks Yahudilik, Reformist Yahudilik, Muhafazakâr
Yahudilik ve Yeniden yapılanmacı Yahudilik olarak sıralanmaktadır. Bu mezheplerin yanı
sıra Yahudilik tarihi içinde ortaya çıkmış olan Hasidilik, Haskala ve Kabalacılık gibi Yahudi
akımları da söz konusudur.

Yahudilik sıralanmış inanç esaslarına bağlı bir din olma görünümünden çok ibadet,
davranış ve gelenek dinidir. İbadetlerin yanı sıra gündelik yaşamda sergilenen giyim,
beslenme ve diğer geleneksel yaşam tarzı Yahudileri diğer din mensuplarından ayıran en
önemli husustur. Her Yahudiden gündelik, haftalı ve yılın belli günlerine yayılmış ibadet
kuralarına uyması beklenir. İbadetlerin haricindeki sadece Yahudi milletine has görünen
gündelik yaşam kuralları ve geleneksel davranış modelleri de aynı şekilde Yahudi mirasının
yeni nesillere aktarımında büyük bir öneme sahiptir. Her ne kadar günümüz farklı Yahudi
anlayışları arasında bu hususlarda zaman zaman görüş ayrılıkları yaşansa da ibadet ve
gelenekler hâlen Yahudi kimliğinin merkezinde yer almaktadır.

Yahudiler istedikleri her zaman ve mekân dâhilinde ibadet edebilirler. Bununla birlikte
düzenli olarak günlük ibadet vakitleri, haftalık ibadet gün ve yılın belli dönemlerinde bayram
ve anma günleri içinde ibadet etme geleneği söz konusudur. Günlük ibadetler gün içinde
sabah, öğle sonrası ve akşam olmak üzere üç vakitte gerçekleştirilir. Yahudi geleneğine göre
günde üç kez ibadet etme geleneği patriarklar dönemine kadar uzanmaktadır. Yahudi
geleneğine göre Hz. İbrahim gününü ibadet ile başlatmak istediğinden sabah ibadeti ihdas
edilmiştir. Hz. İshak gün içinde yürüttüğü işlerine ara verdikten sonra, yani öğleden sonra
ibadete zaman ayırdığından öğle sonrası ibadeti ihdas edilmiş, Hz. Yakup gün boyu Tanrı’nın
kendisine yönelik nimetlerine şükretmek için akşam vakti ibadet ettiğinden akşam ibadeti
ihdas olmuştur.

Günde üç kez gerçekleştirilen bu ibadetler sırasında Torah’ten metinlerin yanı sıra


Yahudi geleneği içinde ortaya çıkmış bazı dua ve şiirler terennüm edilmektedir. İbadetlerde
birtakım bedensel hareketler sergilenmektedir. Duaların terennümü sırasından ayakta

199
sallanma, ileri ve geri gitme hatta eğilip doğrulma hareketleri yapılmaktadır. Amida (ayakta
durma) kısmı ise bu ibadetlerin en önemli kısmıdır. Amida sırasında ibadet eden Yahudi sağ
elini parmak uçları ile göğsüne vurarak ve ileri-geri sallanarak günahlarından pişmanlığını
ikrar etmektedir.

Yahudi geleneğinde ibadetler sırasında bazı dinî objeler kullanılmaktadır. Bunların


başında tallit gelmektedir. Tallit ibadetler sırasında sadece erkeklerin kullandığı, dört kenarı
saçaklı ve üzerinde Torah’tan ibarelerin yer aldığı bir şaldır. Tallit, karşılıklı iki uç kenarı
birleştirilerek üçgen yapılarak ibadet eden Yahudi tarafından başından omuzlarına kadar
uzatılmaktadır.

11.1.1. Tefilin
İbadet sırasında kullanılan dinî objelerden diğeri ise tefilindir. Tefilin içinde Şema
İsrail duasının yer aldığı iki küçük kutu ve bunları birbirine bağlayana uzunca ve ince bir
kayıştan oluşmaktadır. İbadet sırasında Yahudi erkekleri “dua kayışı” da denen bu objeyi, bir
kutucuğunu alınlarına diğerini kollarına sabitleyerek ve aradaki kayışı sol kollarından sararak
avuç içinde tutmak suretiyle kullanırlar.

11.1.2. Kippa
Yahudi geleneğinden ibadet sırasından kullanılan diğer bir obje ise kipadır. Kipa
erkeklerin başlarında yer alan ve başın da sadece tepe kısmını kapatan bir nevi küçük bir
takkedir. Yahudilerin ibadet sürecinde kullandıkları şofar ise özellikle Roş Haşana günü
kutlamasında kullanılan boynuzdan yapılmış nefesli bir çalgının adıdır.

11.1.3. Şabat
Yahudilikte haftalık ibadet günü ise cumartesi gününe tekabül eden şabat günüdür.
Şabat Tanrı’nın dünyayı altı günde yaratıp yedinci gün dinlenmesi anısına idrak edilmektedir.
Şabat kuralları On Emir hükümlerinin dördüncüsüyle Yahudilere tebliğ edilmiştir:

Yahudi geleneğinde zaman bütünü olarak günün süresi güneşin batışından ertesi gün
güneşin batışına kadar devam eder. Bu husus özellikle Şabat kutlamasında daha açık bir
şekilde fark edilmektedir. Bu gün zamanı düzenlemesine göre özellikle Ortodoks Yahudilikte,
araç kullanmama, ateş yakmama, elektrikli alet kullanmama gibi davranış kuralları Cuma
günü güneşin batışından cumartesi günü güneşin batışına kadar geçerliliğini korumaktadır.

Şabat gününde her türlü bedensel çalışmadan el çeken Yahudiler bu günü idrak etmek
için sinagoglara giderler. Sinagoglardaki ibadet ve dualardan sonra hızla evlerine dönen
Yahudiler şabat gününe has yemeklerini yedikten sonra yine ibadet ve dualar ile günü
tamamlamaya çalışırlar.

11.1.4. Ağlama Duvarı


Kudüs‘te bulunan ve Yahudilerce kutsal sayılan, Büyük Tapınağın ayakta kalan Batı
duvarıdır. Bu sebepten dolayı Batı Duvarı adıyla da bilinmektedir. Yahudilerin Süleyman‘ın
Kudüs’te yaptırdığı Beyt-ül-Makdis‘ten kaldığına inandıkları ve kutsal kabul ettikleri bir

200
ritüeldir. Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi (Batı Duvarı) dedikleri bu duvar zamanla
Hristiyanlığın tesiriyle “Ağlama Duvarı” olarak adlandırılmıştır. Yaklaşık 485 m uzunluğunda
olan Ağlama Duvarı, toprak seviyesinin üstünde yirmi dört büyük taş sırası ile yer altında
kalan on dokuz taş sırasından meydana gelir. Yüksekliği toprak seviyesinden itibaren 18 m
olup 6 metresi mabed alanının seviyesini aşmaktadır. Taşlardan bazılarının uzunluğu 12 m,
yüksekliği 1 m, ağırlığı ise 100 tondan fazladır.

11.1.5. Diğer İbadetler


Günlük ve haftalık olarak düzenlenen bu ibadetlerin dışında Yahudiler kutsal gün ve
bayramları da kutlamaktadırlar. Bu kutsal gün ve bayramlar sırasıyla şu şekilde ifade
edilebilir:

Roş Haşana: Yahudi takviminde yılbaşını ifade eden Roş Haşana eylül ve ekim
aylarında iki gün kutlanmaktadır. Yahudi geleneğine göre kâinatın ve insanın kaderinin
yeniden belirlenişini ima etmektedir. Roş Haşana gününün özel yapan en önemli unsur, bu
günde şofarın üflenmesidir. Yahudiler bu kutlama günü vesilesiyle geçmiş bir senenin
muhasebesini ve değerlendirmesini yaparlar. Roş Haşana bir tür tefekkür günüdür.
Dolayısıyla bu günde Yahudiler sinagoglarda geçen yıla ait günahlara yönelik tövbe ve
gelecek yıla ait umutlarını dile getirirler.

Yom Kippur: Roş Haşana’nın birinci gününden itibaren devam eden on günlük tövbe
zamanının sonundaki kefaret günüdür. Yahudi inancına göre Roş Haşan gününde tasarımı
yapılan bir yıllık kader Yom Kippur’da son şeklini alarak âdeta mühürlenir. Dolayısıyla bu
gün Yahudiler için çok önemlidir ve Yahudiler bu günde hiçbir işle meşgul olmaksızın sadece
ibadet ve tövbe hâli içinde olurlar.

Sukkot: Yahudilerin Mısır’dan çıktıktan sonra kırk yıl çölde dolaşmaları anısına
yapılan bayramın adıdır. Sukkot bayramı sekiz gün sürmektedir.

Simha Tora: Sukkot’un hemen ertesi günü kutlanan Simha Tora, Torah’ın hatim
bayramını ifade etmektedir. Kucakta tutulan Torah tomarları ile sinagogda danslar edilir.

Hanuka: MÖ 148 yılından Yahudilerin düşmanlara karşı verdikleri mücadelede


Süleyman mabedindeki Yedi Kollu Şamdan’ın bir günlük yağ ile seki gün boyunca yanmasını
anısına kutlanmaktadır.

Fısıh: Yahudilik mirasında Mısır esaretinden kurtuluş anlamında Mısır’dan çıkış çok
tarihsel bir değere sahiptir. Mart ve Nisan ayları arasına sekiz gün süren Fısık bayramı
İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışının hatırasına kutlanmaktadır.

Şavuot: Haziran ve Temmuz aylarında kutlanan Şavuot, Torah2ın Yahudilere


verilişini sembolize eder.

201
11.2. Yahudi Gelenekleri
Yahudi aidiyet duygusunun nesillere aktarımındaki en önemli unsur Yahudi
gelenekleri ve gündelik yaşamdaki davranış biçimleridir. Yahudiliğin inanç esasları kısmında
ifade edildiği gibi, Yahudilik bir inanç dini olmak kadar gelenek dinidir. Bu gelenekler
doğumdan başlayarak hayatın bütün evrelerini kuşatmakta, yeme-içme kurallarını
düzenlemekte, evlilik ve boşanma gibi medeni hukuku ihdas etmekte ve cenaze töreninin özel
ritüellerini düzenlemektedir.

11.2.1. Doğum ve Brit


Yahudi bir aile için çocuk sahibi olmak dinin emrettiği bir husustur. Bu çocuğun dinî
kurallar çerçevesinde yetiştirilmesi ebeveynlerin en önemli yükümlüğüdür. Yahudi geleneğine
göre Yahudi bir anneden doğan bebek Yahudi kabul edilir. Dünyaya gelen bebek erkek ise
Torah emirleri çerçevesinde sekizinci gün sünnet edilmesi gerekir:

Sünnet törenine İbranice “sünnet anlaşması” anlamına gelen brit mila denir. Erkek
çocuğu sünnet etmek babaya düşmekle birlikte genellikle sünnet işi “sünnetçi” anlamına gelen
moel denen uzmanlarca gerçekleştirilir.

Brit töreni aynı zamanda yeni doğan çocuğa ad verme törenidir. Bazı Yahudi
geleneklerinde çocuğa hayatta olmayan aile büyüklerinin isimleri verilirken diğer bazı Yahudi
geleneklerinde ise sadece hayatta olan aile büyüklerinin isimleri çocuğa ad olarak seçilir. Kız
çocukların ise doğumları sinagoglarda ilan edilir.

11.2.2. Bar/Bat Mitzva


Yahudi geleneğinde çocukların yeterli bir dinî eğitim almaları beklenir. Böylece,
Yahudi çocuğu dinen mükelleflik çağına geldiğinde gerekli olan dinî emir ve hükümleri
bilmesi sağlanır. Dinî yükümlülüklerle mükelleflik yaşı on üçtür. Bu yaşa gelmiş olan her
Yahudi erkek çocuk Yahudiliğin emir ve hükümleriyle, yani “antlaşma ile yükümlü”
olmaktadır. Antlaşmaya karşı yükümlülük altında olmak bar mitzva olarak ifade
edilmektedir. Bar mitzva olmuş her Yahudi çocuğunun Yom Kipur gününde oruç tutması,
sinagogda ibadetlere katılması ve Torah okuması beklenir.

11.2.3. Evlilik
İbranicede “evlilik” kelimesi “kiduşin” olarak ifade edilmekte ve “kutsallık”
anlamında gelmektedir. Yahudilikte evlilik hem aile kumrunun tesis edilip dindar nesiller
yetiştirilmesi hem de cinsel ihtiyacın meşru yollardan karşılanması gerekçesiyle telkin
edilmektedir. Yahudilikte çok eşlilik serbesttir. Torah’ta birden fazla eşe sahip
peygamberlerden söz edilmektedir. Bununla birlikte Talmud metinlerinde tek eşliliğin tesis
edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Esasen İslam toplumları içinde yaşayan Yahudiler
arasında birden fazla eşle evliliğe rastlanırken çok eşliliğin yasak olduğu Hristiyan
toplumlarında yaşayan Yahudiler tek eşli evlilik hâlinde olmuşlardır.

Evlilik sırasında koca eşine, kendisinin ölümü ya da boşanma durumunda ihtiyaçlarını


karşılaması için ketuba verir. Ketuba İslam’daki karşılığıyla bir çeşit mihirdir. Nitekim

202
Yahudilikte boşanma hoş görülen bir durum olmamakla birlikte gerekli hâllerde serbest
bırakılmıştır. Ketuba kadının boşanması durumunda zaruri ihtiyacını karşılayan maddi bir
değeri ifade etmektedir.

11.2.4. Ölüm ve Cenaze


Yahudi inancında ölüm hayatın başka bir safhasına geçiş aracısıdır. Bu inanca göre
Tanrı biri cisim diğeri ruh olan iki dünya yaratmıştır. Cisim dünya geçici ve gölge olurken asıl
olan ruh dünyasıdır. Ahiret olan ruh dünyası ebedîdir ve insanın gerçek yurdudur. Bu nedenle
dünya hayatı ebedi mutluluğa ulaşma yolunda bir hazırlık aşaması olarak görülür ve ölüm
korku vasıtası bir felaket olarak değerlendirilmez.

Bir Yahudi ölürken yanında bulunanlar “şema İsrail” duasını okurlar. Ölümü
gerçekleşen kişinin cesedi kirli sayıldığından defnedilmeden önce temizlenmesi ve
kefenlenmesi gerekir. Cesedin mumyalanması ya da yakılması Yahudi geleneğinde muteber
görülmez. Tabuta konulan kefenlenmiş cesed çok hızlı bir süre içinde toprağa defnedilir. Bu
sırada kadiş duaları okunur.

Yahudilikte cenaze töreni sırasında ve sonrasında yerine getirilmesi telkin edilen bir
yas süreci söz konusudur. Özellikle ölen kişinin yakınlarının sesli bir şekilde yas tutmaları ve
üzüntülerini göstermek için elbiselerini yırtmaları hoş karşılanır.

11.2.5. Yeme-İçme Kuralları


Yahudi geleneğinde dinî açıdan uygun olan ve telkin edilen yeme-içme kurallarına
“uygun “anlamına gelen kaşerut denir. Kaşerut kuralları çerçevesinde hazırlanan yemeğe ise
yenilmeye uygun, yani helal anlamında koşer denir. Kaşerut kuralları sebze ve alkollü
içecekleri serbest bırakırken et ve süt ürünleri konusundan yerine getirilmesi zaruri olan kesin
düzenlemeler getirmektedir.

Yahudi kaşerut kurallarına göre toynaklı ve çift tırnaklı olup geviş getiren hayvanlar
ancak yenilebilir. Çift tırnaklı olsa da geviş getirmediği için domuz, tek toynaklı olan at ve
eşek ile parmaklı olan tavşan etini yenmesi kaşerut kuralı tarafından yasaklanmıştır. Suda
yaşayan hayvanların da yenilebilmesi için kabuklu değil yüzgeçli ve pullu olması gerektiği
ifade edilmektedir. Hangi hayvanların yenilip hangilerinin yenilmeyeceği Torah’ta bütün
ayrıntılarıyla sıralanmaktadır.

Yeme-içme kuralarına uyma konusunda günümüz Yahudi toplumu arasında belirgin


bir mutabakat yoktur. Ortodoks Yahudiler kaşerut kurallarına harfiyen uyarken bazıları
sadece domuz eti yemekten imtina etmekle yetinir, diğer bazıları ise bu kurallara daha fazla
duyarsız kalabilir. Ancak Yahudilikte ağır bir yeme-içme kuralı olduğu gerçeği varlığını
sürdürmektedir.

203
Uygulamalar
Yahudilerin ibadetlerini görmek için mümkünse sinagog görünüz, mümkün değilse
internet ortamında videolarını seyrediniz.

204
Kazanımlar

Sinagog veya ibadet gözlemi neticesinde Yahudilerin ritüelleri hakkında tecrübe


edinilir.

205
Uygulama Soruları
1) Yahudi bir çift nasıl evlenir? Gelenek ve görenekleri nelerdir?

206
Bölümde Ne Öğrendik
Yahudilik sıralanmış inanç esaslarına bağlı bir din olma görümünden çok ibadet,
davranış ve gelenek dinidir. İbadetlerin yanı sıra gündelik yaşamda sergilenen giyim,
beslenme ve diğer geleneksel yaşam tarzı Yahudileri diğer din mensuplarından ayıran en
önemli husustur. Her Yahudiden gündelik, haftalı ve yılın belli günlerine yayılmış ibadet
kuralarına uyması beklenir. İbadetlerin haricindeki sadece Yahudi milletine has görünen
gündelik yaşam kuralları ve geleneksel davranış modelleri de aynı şekilde Yahudi mirasının
yeni nesillere aktarımında büyük bir öneme sahiptir. Her ne kadar günümüz farklı Yahudi
anlayışları arasında bu hususlarda zaman zaman görüş ayrılıkları yaşansa da ibadet ve
gelenekler hâlen Yahudi kimliğinin merkezinde yer almaktadır. Yahudiler istedikleri her
zaman ve mekân dâhilinde ibadet edebilirler. Bununla birlikte düzenli olarak günlük ibadet
vakitleri, haftalık ibadet gün ve yılın belli dönemlerinde bayram ve anma günleri içinde ibadet
etme geleneği söz konusudur. Günlük ibadetler gün içinde sabah, öğle sonrası ve akşam
olmak üzere üç vakitte gerçekleştirilir. Yahudi geleneğine göre günde üç kez ibadet etme
geleneği patriarklar dönemine kadar uzanmaktadır. Yahudi geleneğine göre Hz. İbrahim
gününü ibadet ile başlatmak istediğinden sabah ibadeti ihdas edilmiştir. Hz. İshak gün içinde
yürüttüğü işlerine ara verdikten sonra, yani öğleden sonra ibadete zaman ayırdığından öğle
sonrası ibadeti ihdas edilmiş, Hz. Yakup gün boyu Tanrı’nın kendisine yönelik nimetlerine
şükretmek için akşam vakti ibadet ettiğinden akşam ibadeti ihdas olmuştur.

207
Bölüm Soruları
1) Yahudilerin günlük ibadetlerinin sayısı aşağıdaki şıklardan hangisinde doğru olarak
verilmiştir?

a) 1

b) 2.

c) 3

d) 4

e) 5

2) Yahudi geleneğine göre gündelik ibadetlerin geleneği hangi döneme kadar uzanır?

a) I Mabet

b) Patriark

c) II. Mabet

d) Süleyman

e) Davut

3) Yahudi geleneğine göre sabah ibadeti hangi peygambere göre ihdas edilmiştir?

a) Süleyman

b) Davut

c) Yakup

d) İshak

e) İbrahim

4) Yahudi geleneğine göre öğle ibadeti hangi peygambere göre ihdas edilmiştir?

a) Süleyman

b) Davut

c) Yakup

d) İshak

e) İbrahim

208
5) Yahudi geleneğine göre akşam ibadeti hangi peygambere göre ihdas edilmiştir?

a) Süleyman

b) Davut

c) Yakup

d) İshak

e) İbrahim

6) Yahudi ibadetlerinde metin olarak hangi Yahudi metni kullanılır?

a) Torah

b) Talmud

c) Kippa

d) Tallit

e) Ahudi

7) (D/Y) Yahudilik sıralanmış inanç esaslarına bağlı bir dindir.

8) (D/Y) İbadetlerin yanı sıra gündelik yaşamda sergilenen giyim, beslenme ve diğer
geleneksel yaşam tarzı Yahudileri diğer din mensuplarından ayıran en önemli husustur.

9) (D/Y) İbadet ve gelenekler Yahudi kimliğinin merkezinde yer almamaktadır.

10) (D/Y) Yahudiler istedikleri her zaman ve mekân dâhilinde ibadet edebilirler.

Cevaplar

1) c, 2) b, 3) e, 4) d, 5) c, 6) a, 7) Y, 8) D, 9) Y, 10) D.

209
12. HRİSTİYANLIK I

210
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Hz. İsa Döneminde Toplumsal Yapı

2) Hristiyanlığın Tarihsel Gelişimi

3) Konsiller ve Tartışmalar

4) Hristiyanlığın Yayılması

5) Dinsel Kaynak ve Metinleri

211
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Hz. İsa dönemi Yahudi toplumunun dinî ve toplumsal yapısını tanımlayınız.

2) Pavlus’un Hristiyan teolojisinin oluşumundaki etkisini tartışınız.

3) Hristiyanlığın dinsel kaynaklarını açıklayınız.

4) Hristiyan heterodoksal akımların söylemlerini tanımlayınız.

5) Apokrif metinlerin içeriği hakkında bilgi veriniz.

212
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde
edileceği veya
geliştirileceği

Hz. İsa dönemi sosyal


dururm hakkında bilgi sahibi
olmak

Hristiyanlığın ortaya çıkışını


anlamak

Hristiyanlığın yayılışını
kavramak

Hristiyanlığın kutsal
metinlerini tanımak

213
Anahtar Kavramlar
 Hristiyanlık

 Yeni Ahit

 Eski Ahit

 Havari

 Konsi

 Ekümenik

 İsa Mesih

 Luka

 Matta Yuhanna

 Markus

214
12.1. Hristiyanlığın Tarihsel Gelişimi
Yaklaşık iki bin yıllık tarihi ve bir buçuk milyarı aşkın müntesibiyle Hristiyanlık
dünyanın önemli inanç sistemlerinden birisidir. Hristiyanlığın tarihte ne zaman ve nasıl ortaya
çıktığı konusunda, genel Hristiyan kabulünün dışında farklı birtakım görüş ve yaklaşımlar
mevcuttur. “Mesihçi” anlamına gelen Hristiyan teriminin bu dinin bağlıları için kullanılışının
Hz. İsa sonrası olduğu kesindir. Zira Hristiyan isminin ilk kez kullanılışına yönelik olarak
Resullerin İşleri kitabında Luka yaklaşık MS 50 yılına işaret etmektedir. Bu terimin ilk defa
Antakya’da o yıllarda kullanılmış olduğunu söylemektedir. Bununla birlikte Hristiyanlık
kendi tarihini genel anlamda insanlık tarihiyle, insanın kurtuluşuna yönelik tanrısal planın
yürürlüğe girmesi süreciyle başlatır.

İsa Mesih’te kurtuluşu ifade eden Hristiyanlık Mesih incilinin ve Mesih yasasının
ifadesidir. Tanrı, ilk insandan itibaren varlık kazanan günah ve ölüme karşı İsa Mesih
dönemine kadar gönderdiği peygamberler aracılığıyla insanlara hitap etmiştir. Bu dönemde
insanlar yasalara bağlılık vasıtasıyla kurtuluşa ulaşmaya çalışmışlardır. Ayrıca bu dönemde
peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen vahiyde İsa Mesih’in gelişi müjdelenmiştir.
Hristiyanlığın “Eski Ahit dönemi” olarak adlandırdığı bu dönem insanlığın İsa Mesih’in
gelişine hazırlandığı bir dönemi ifade etmektedir. Hristiyan inancına göre ilahi Kelâm’ın ya
da Oğul’un İsa Mesih’te tenleşmesi ve İsa Mesih’in insanların günahtan bağışlanmaları ve
kurtuluşları için çarmıhta can vermesiyle başlayan ikinci dönem ise insanlığın kurtuluşuna
yönelik ilahi planın yürürlüğe konulduğu yeni bir dönemi ifade etmektedir. Hristiyanlığın,
“Yeni Ahit dönemi” olarak tanımlanan bu dönemde, ilahi Oğul İsa Mesih’in insanlığın
kurtuluşuna yönelik iyi haberine tanıklık yapmakta olduğu düşünülmektedir.

Hz. İsa’nın Filistin bölgesinde Yahudi bir toplum içerisinde doğup yaşadığı
bilinmektedir. Onun yaşadığı dönem Yahudi geleneğinde birbirinden farklı özellikleriyle
dikkati çeken çeşitli akımlar bulunmaktadır.

Hz. İsa’nın doğduğu dönemde, Filistin bölgesinde Herod ailesinin başını çektiği yarı
bağımsız otonom bir yönetimin işbaşında olduğu bilinmektedir. Yörede işbaşında olan valiler
Roma İmparatorluğuna bağlıydılar ve siyasal konularda bunlar doğrudan Roma’ya karşı
sorumluydular. Bununla birlikte dinî konularda yörede çoğunluğu oluşturan Yahudiler kendi
dinî hukuklarına bağlıydılar ve davalarını kendi mahkemeleri olan Sanhedrin’e götürürlerdi.
Yahudi halk sosyal ve kültürel yaşamını tapınak merkezli olarak kurmuştu. Kudüs’te tapınak
(Ezra tarafından yeniden yapılan Süleyman mabedi) diğer yerleşim merkezlerinde ise tapınağı
temsil eden sinagoglar halkın yaşamında merkezi bir rol oynamaktaydı. Hatta ekonomik
yaşam açısından da buraları merkezi konumdaydılar. Öyle ki haftalık ya da günlük ibadetlerin
dışında alım satım ve ticaret işlerinde de tapınak aktif şekilde kullanılmaktaydı.

Bu dönem, eldeki kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla özellikle yöneticilerle ve din


adamlarıyla ilgili skandalların ve siyasi ve ahlaki suiistimallerin sıkça görüldüğü bir zaman
dilimi olarak da dikkati çeker. Din adamları ve bilginleri hiyerarşisindeki menfaat kavgaları,
dinî emir ve kuralların keyfî yorumlanması ve yöneticilerin dinî kurallara aykırı tutum ve
tavırları, bunlardan rahatsız olan çeşitli kişilerce sıkça tenkit konusu yapılmaktadır.

215
12.1.1. İsa Mesih
Kaynaklar, bize iki farklı İsa tipolojisi sunmaktadır. Bunlardan ilki Miladi takvimin ilk
yarısında Filistin bölgesinde yaşayan tarihsel bir şahsiyet olan İsa’dır ki bu figür,
araştırıcılarca, genellikle “Tarihsel İsa” ya da “Tarihin İsa’sı” diye isimlendirilir. Tarihsel İsa,
Yahudi toplumu içerisinde doğan, bir Musevi olarak yaşamını sürdüren ve toplumdaki
inançsızlıklarla ahlaki zafiyetlere karşı mücadele eden bir şahıs olarak dikkati çeker. Diğer
figür ise Hristiyan inancına konu olan teslisin ikinci unsuru ilahi Oğul İsa Mesih’tir. İlahi
Oğul İsa Mesih, bedenleşen Kelâm olarak bir ilahi kurtarıcıdır.

Tarihsel İsa’nın yaşamı ile ilgili Hristiyan geleneği içerisinde olan dinsel kaynaklar bir
tarafa bırakılacak olursa, tarihi kaynaklar onu yok saymaktadırlar. Bu durum doğal olarak
bazı araştırıcıları, İsa’nın aslında hiç yaşamadığı gibi uç bir iddiaya sevk etmiştir. Diğer
taraftan Hz. İsa’dan bahseden kaynaklardan en önemlisi meşhur Yahudi tarihçi Flavius
Josephus’tur. Josephus (37/38–100) MS 90’lı yıllarda kaleme aldığı Antiquities adlı eserinde
iki yerde kısaca Hz. İsa’dan söz eder. Hristiyan ilahiyatçıların Testimonium Flavianum olarak
adlandırdıkları Hz. İsa’ya yönelik bu atfın güvenilirliği çeşitli araştırıcılarca sorgulanmıştır.

Hristiyanlık içi kaynaklarından Yeni Ahit metinlerinde İsa hakkında bilgi veren en
erken kaynak Pavlus’tur. Ancak Pavlus, mektuplarında, tarihte yaşamış olan İsa’nın yaşamı
ve sözlerinden ziyade, kendisine gökte göründüğünü söylediği ilahi Oğul İsa Mesih’i ön plana
çıkarır. Esasen o, mektuplarında, tarihsel İsa ve imana konu olan ilahi Oğul ayrımına yer verir
ve kendi söylemlerinde tarihsel İsa ya da onun deyimiyle bedenen yaşayan İsa’dan çok, Şam
vizyonunda kendisine görünen ilahi Oğul ve onun mesajının önemli olduğunu belirtir.

Eldeki mevcut metinlerden hareketle Hz. İsa kendisini ısrarla “insanoğlu” olarak
nitelendiren ve Hz. Musa hukukuna ve inancına sıkı sıkıya bağlı olan bir şahsiyettir.
İnsanoğlu terimi Sinoptik İncillerde 69 kez geçer Ürdün nehri civarında faaliyetlerini yürüten
ve insanları günahlarından arınmaya ve güzel ahlaka çağıran Hz. Yahya’nın yanına gelerek
onun eliyle gusül abdesti almıştır. Bu eylem o dönemde günahlardan tövbe ederek Hz. Yahya
cemaatine katılmak amacına yönelik olarak yapılmaktadır. Hz. Yahya’nın öldürülmesi sonrası
dönemde ise Hz. İsa, çeşitli yerleşim birimlerindeki sinagoglarda ve diğer yerlerde halkı irşat
ve tebliğ faaliyetlerine başlamıştır.

Hz. İsa’nın halka yönelik temel mesajlarını üç ana noktada özetlemek mümkündür:
Bunlardan ilki insanları Tanrının Krallığına davet etmektir. Bu davet, Tanrının emir ve
yasaklarına bağlanmak suretiyle ona iman etmeyi ve yaklaşan hesap/yargı gününe karşı
hazırlıklı olmayı içermektedir. Temel mesajlardan ikincisi Musa hukuku olarak da
adlandırılan ilahi yasalara ya da haram ve helal kurallarına sıkı sıkıya bağlanmakla ilgilidir.
Hz. İsa’nın mesajları arasında öne çıkan üçüncü husus ise onun toplumda, özellikle din
adamları ve yöneticilerle ilişkili olarak görülen ahlaksızlıklara karşı mücadele etmesidir.

Bu mesajlar doğrultusunda tebliğ faaliyetlerinde bulunan Hz. İsa’yla ilgili, etrafındaki


insanlarca yapılan bir takım değerlendirmeler ve ona verilen isimler dikkati çekmektedir.
Bunlar arasında en dikkate değer olanları, onun bir “peygamber” ya da “Mesih” olduğu
kanaatidir. Bir başka dikkati çeken değerlendirme ise onun “yeniden dirilen Yahya” ya da

216
Eski Ahit’te, “kasırgalar arasında ilahi âleme yükseldiği” ifade edilen ve Musevi geleneğinde
her an ortaya çıkıp hakkı ve hakikati temsil edeceği ve yoksullara yardım edeceği düşünülen
İlyas olduğudur.

Hz. İsa’nın yaşamının sonu oldukça dramatik şekilde sonuçlanmıştır. Pavlusçu anlayış
doğrultusunda İncil yazarları, onun siyasal yöneticilerce “Yahudilerin kralı” olduğu
iddiasında bulunduğu ve Yahudi din adamlarınca da sapkınlık ve fitnecilik yaptığı iddiasıyla
suçlanıp yargılandıktan sonra çarmıha gerilme cezasına çarptırıldığını anlatırlar. Pavlus ve
İncil yazarları Hz. İsa’nın bu ceza sonrası çarmıha gerilerek öldürüldüğü kanaatini işlerler.
Ancak ilk yüzyıllardan itibaren Hz. İsa’nın çarmıhta can verdiği yolundaki yaklaşımların
çeşitli kesimlerce tenkit edildiği ve bu konuda farklı düşüncelerin olduğu bilinmektedir.

12.1.2. Havariler ve Pavlus


Hz. İsa’nın yaşamı esnasında kendisine inanan ve yakın çevresinde yer alan birçok kişi
olmuştur. Onun öğrencileri ya da Havarileri olarak bilinen bu kişilerin bir kısmının isimleri
Hristiyan kaynaklarda verilmektedir. Bunlardan 12 kadarının isimleri zikredilir. Bunlar,
Yakub, Petrus, Yuhanna, Andreya, Filip, Bartalmay, Matta, Tomas, Alfay oğlu Yakub, Taday,
Simon ve Yudas Iskariot’tur. Ancak Hz. İsa’nın havarilerinin tamamının bunlarla sınırlı
olduğu anlamına gelmemektedir. Kaynaklarda geçen çeşitli ifadelerden Hz İsa’ya birçok
kişinin iman etmiş olduğu ve erkekler yanında bazı kadınların da onun etrafında yer aldıkları
bilinmektedir.

Hz. İsa’nın vefatı sonrası havariler açısından oldukça sıkıntılı bir dönem başlamıştır.
Zira bir taraftan Roma yönetimi bir taraftan da Yahudiler isyankâr, fitneci ve sapkın
addettikleri Hz. İsa bağlılarına yönelik takibat başlatmışlardır. Bu durum doğal olarak
havarilerin Filistin bölgesindeki hareketlerini sınırlamış ve onlardan bir kısmı Filistin
dışındaki bölgelerde varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Bu dönemde Filistin bölgesi
dışında Antakya ve Şam gibi merkezlerde de İsa yanlısı cemaatler ortaya çıkmıştır. Bu
merkezler arasında özellikle Antakya oldukça önemlidir. Zira burada oluşan ve günümüz
araştırıcılarınca “Helenistik İsa cemaati” olarak tanımlanan bir cemaat, günümüz
Hristiyanlığının şekillenmesi açısından önemli bir işlev üstlenmiştir.

Hz. İsa’nın vefatı sonrası dönemde ortaya çıkan en önemli figür Pavlus’tur. Onun
dine girmesi Antakya merkezli Helenistik İsa cemaatinin Mesih kavramı merkezli
düşüncelerinin gelişip yayılması açısından oldukça önemlidir. Pavlus’un kendisini Gentileler
Havarisi olarak ilan etmesi ve onun etrafında toplanan Helenistik İsa cemaatinin de bu iddiaya
katılması, İsa sonrası dönemde cemaat arasında havarilik kavramı açısından ciddi bir tartışma
konusu olarak ortaya çıkmıştır. Zira İsa’nın vefatı sonrası dönemde başta Yakub olmak üzere
yaşamı esnasında İsa’nın yanında yer almış olan Havariler vardır ve bunların bir şekilde
İsa’nın mesajını temsil etme noktasında bir otorite olarak algılanmaları durumu söz
konusudur. İsa’dan sonra Antakya merkezli Helenistik cemaatin temsil ettiği Mesihçiler akımı
içerisinde dine giren ve başta hukuk anlayışı olmak üzere çeşitli konularda farklı bir anlayış
savunan Pavlus ise yaşadığını ileri sürdüğü bir vizyondan hareketle kendisinin de bir havari,
dolayısıyla mesajı temsil noktasında bir otorite olduğunu savunmaktadır. İsa Mesih tarafından

217
seçilip Havari olarak atandığını sıkça vurgulayan Pavlus, bununla da kalmayarak, Havarilere
karşı argümanlarında, onları “hukuka göre seçilmişler”, kendisini ise “vaade göre seçilmiş”
olarak tanımlamakta ve vaadin hukuka üstünlüğü nedeniyle kendisinin de diğer Havarilerden
daha üstün olduğunu ima etmektedir.

Hz. İsa’nın İsrail oğullarına yönelik mesajı kısa süre sonra Pavlus tarafından
dönüştürülmüştür. Haç teolojisi çerçevesinde tanımlanan Hristiyanlık düşüncesi dinî hukuktan
tamamen bağımsız ve daha çok İsrail oğulları dışındaki ırklara yönelik olarak tasarlanmıştır.
Böylece Hz. İsa’nın ilahi mesajı çerçevesinde anlaşılan tarihin İsa’sı ile Hristiyanlıkta imanın
İsa’sı arasında köklü bir ayrım ortaya çıkmıştır. Hristiyanlığın erken dönemi tarihsel gelişimi
içinde yaşanan imanın İsası anlayışıyla birlikte Hristiyanlığın teslis, haç, inkarnasyon ve
kefaret gibi temel teolojik doktrinleri tespit edilmiştir.

12.2. Konsiller ve Tartışmalar


Pavlus sonrası dönemde Hristiyanlık ilk iki yüzyılda Roma imparatorluğunda
tutunmaya ve yayılmaya çalıştı. Doğal olarak belirli dönemlerde Hristiyanlara karşı çeşitli
takibatlar söz konusu oldu. Neron döneminde Roma’da çıkan yangın konusunda olduğu gibi
belirli olaylarla ilişkilendirilen Hristiyanlara karşı baskı ve şiddet uygulandı. Ancak genel
olarak bakıldığında Hristiyanlık, Roma imparatorluğunda gerek merkezi yerleşim
bölgelerinde gerekse kırsal alanda hızla yayılma imkânı buldu.

Hristiyanlığın erken dönemlerinden itibaren çeşitli konularda farklı inanç ve


düşünceleriyle Roma merkezli Hristiyanlığın ana gövdesinden farklı bir çizgide olan birçok
kişi ve grup ortaya çıktı. Bunların çoğu, Yahudi-Hristiyanlar olarak adlandırılan gruplardan
farklı olarak temelde Pavlusçu ilahi Oğul İsa Mesih anlayışına sahip olmakla birlikte
getirdikleri yorumlarla çoğunluğu oluşturan gruptan ayrıldılar.

Hristiyanlık tarihinde Patristik dönem olarak adlandırılan kabaca ilk yedi yüzyılda
Hristiyanlık açısından birçok itizal hareketinin ana çıkış noktası İsa Mesih’in şahsı konusunda
ortaya çıkan farklı yaklaşımlardır. Erken sayılabilecek bir dönemden itibaren İsa’nın şahsı
konusunda çoğunluğun inancından farklı değerlendirmeler savunulmaya başlanmıştır. İsa’nın
şahsı konusunda Roma merkezli anlayışa ciddi bir eleştiri Antakya patriği Samsatlı Pavlus’tan
(ö. 272) gelmiştir. Patrik Pavlus, İsa’nın bir tanrı olduğu fikrine karşı çıkarak, İsa’nın bir
insan olduğunu ve diğer peygamberlerden yalnızca derece açısından farklı olduğunu
savunmuştur. Bu düşünceleri nedeniyle Samsatlı Pavlus’a karşı Antakya’da sinodlar
toplanmış ve o hem patriklik makamından uzaklaştırılmış hem de aforoz edilmiştir. Diğer
taraftan İsa’nın şahsı konusunda en etkili olan aykırı görüş, Kuzey Afrikalı ilahiyatçı Arius (ö.
336) tarafından temsil edilen “benzer cevher” teorisidir. Arius, İsa’nın bir tanrı olmadığını
ama ilk yaratılan ve diğer yaratıklardan üstün bazı niteliklere sahip olan bir kişi olduğunu
savunmuştur. Onun bu fikirlerinin, yaşadığı dönemde başta Kuzey Afrika olmak üzere
Hristiyanlık âleminde dalga dalga yayılması bir anda Roma’yı telaşlandırmış ve 325’te
rivayete göre henüz Hristiyanlığını ilan etmemiş olan İmparator Konstantin liderliğinde
toplanan İznik Konsilinde aforoz edilmesi sağlanmıştır. Bu konsilde İsa’nın Baba ile benzer
değil “aynı” cevhere (homoousios) sahip olduğu vurgulanmış ve sonradan İznik-İstanbul
Kredosu olarak adlandırılan inanç formülündeki Baba ve Oğul öğretisi vurgulanmıştır.

218
İsa’nın şahsı konusundaki tartışmalar Ariusçülerin aforoz edilmeleriyle bitmemiştir.
Zira çok geçmeden İsa’nın şahsı konusunda monofizit-diyofizit çekişmesi ortaya çıkmıştır.
İskenderiye cemaati ile Antakya cemaati arasında yaşanan bu çekişmede Antakyalı
ilahiyatçılar ve onlara destek veren Nestoryus, İsa’da iki ayrı –ilahi ve insani- tabiatın
bulunduğunu savunurken İskenderiyeliler İsa’da tek bir tabiatın varlığını savunmuşturlar.
Özellikle İstanbul patriği Nestoryus’un bu tartışmada Antakya lehine bir tavır belirlemesi
İskenderiyelileri kızdırmış, ayrılığın ve neden olduğu rahatsızlığın derinleşmesi üzerine
zamanın imparatoru 431 yılında Efes’te topladığı bir konsille konuyu masaya yatırmıştır. Bu
konsilde İsa’nın iki ayrı tabiatı olduğu yönündeki diyofizit akide reddedilerek Nestoryus ve
diyofizitler aforoz edilmişlerdir. Ancak bu durum imparatorluğun siyasal birliği açısından
ciddi bir sıkıntıya neden olmuş; zira kedisini dışlanmış hisseden Doğu Hristiyanlarının bir
bölümü Roma’nın ezeli rakibi İran’a yakınlaşmaya başlamışlardır. Bu durumu düzeltmeye
çalışan Roma, 451’de Kadıköy’de bir diğer konsil daha toplamış ve bu defa İsa’da tek bir –
ilahi- tabiat olduğu yönündeki monofizit akide reddedilmiştir. Doğal olarak bu da bu akide
yanlısı Hristiyan grupları küstürmüş ve Roma’dan soğutmuştur.

Bu konsillerde alınan kararların bağlayıcı olduğu kabul edilir. Bunların ilk ikisi
ayrılmış doğu kiliseleri olarak adlandırılan kiliseler de dâhil bütün Hristiyanlarca sahih
konsiller sayılmaktadır. Genel konsiller ekümenik ya da evrensel konsiller gibi adlarla da
adlandırılmaktadır. Genel konsüller katılımın elden geldiğince geniş tutulduğu ve farklı
bölgelerde yer alan Hristiyan cemaatlerinin temsil oranlarının yüksek olduğu konsillerdir.
Genel konsüllerden başka bir de yerel konsüller vardır. Bunlar ise genellikle sınırlı sayıdaki
din adamının katılımıyla bölgesel düzeyde yapılan konsillerdir.

Bunlardan başka her bir kilisenin ya da mezhebin çeşitli sorunları görüşmek amacıyla
kendi iç yapılanması bağlamında yaptığı toplantılar vardır. Katolik ve Ortodoksların
birbirlerinden bağımsız olarak düzenledikleri konsiller buna örnek olarak verilebilir.

Genel konsillerde dikkati çeken bir durum bu konsillerin büyük çoğunluğunun


zamanın siyasal yöneticilerinin katılımıyla tertiplenmiş olmasıdır. 325 İznik Konsilinde
olduğu gibi yöneticinin bazen Hristiyan olmaması da dikkat çekicidir.

Konsillerde dinî, siyasi, sosyal ve kilise yapılanmasına yönelik birçok görüşme


yapılmıştır. Çeşitli açılardan Hristiyan inancının formüle edilmesi, ibadetlerin belirlenmesi,
heretik ya da sapkın sayılan kişi ve grupların dindışı ilan edilmeleri, kilise içi hiyerarşik
yapının ve ruhban sınıfına yönelik hukukun tespiti ve dışarıdan tehlike olarak değerlendirilen
olaylara ve güçlere karşı tedbirler önerilmesi hep konsüllerde görüşülen ve karar alınan
konular arasındadır. Özellikle genel konsüller dikkate alındığında konsil geleneği bağlayıcılık
açısından önemlidir. Zira Hristiyan inancında konsüllerde alınan kararlar Kutsal Ruhun
tanıklığını ve inayetini taşımaktadır. Dolayısıyla konsüllerle vahiy geleneği devam etmekte ve
tanrısal irade bir şekilde bu kararlara yansımaktadır. Bu nedenle bazı Hristiyanlar, din
adamlarından ziyade konsül kararlarının otoritesi üzerinde dururlar.

219
12.3. Hristiyanlığın Yayılışı
Pavlus sonrası ilk birkaç yüzyılda Hristiyanlık Roma İmparatorluğunda hızlı bir
yayılma süreci yaşadı. Öyle ki 3. yüzyıl sonuna gelindiğinde Hristiyan öğretisiyle
karşılaşmamış olan bir bölge hemen hemen yoktu. Hristiyan misyonerler aracılığıyla Suriye,
Anadolu, Kuzey Afrika ve Avrupa’nın Akdeniz sahilleri büyük oranda Hristiyanlaştırıldı.
Anadolu’da ise kral Abgar döneminde Edessa (Urfa) şehir krallığı Hristiyanlığı benimsedi.
Hristiyan misyonerliği açısından asıl dönüm noktası ise İmparator Konstantin (274–337)
döneminde Hristiyanlığın Roma’nın resmî dini hâline gelmesiyle birlikte yaşandı. Roma’nın
siyasal ve askeri gücünü arkasına alan Hristiyan misyonerler, bir taraftan Hristiyanlığı batıda,
kuzeyde ve güneyde yaymaya çalışırken diğer taraftan Roma siyasal iradesiyle âdeta özdeş
sayılan Hristiyanlık yorumunun (Roma kilisesince temsil edilen anlayışın) dışında sayılan
akımlara ve kiliselere karşı da mücadele ettiler. Batı Roma’nın yıkıldığı 5. yüzyıl sonrası dinî
alan yanında siyasi alanda da iktidarını ilan eden Papalığın dinsel ve siyasal anlayışlarıyla bu
çerçevedeki açılımları Roma destekli misyonerlik faaliyetlerin merkezinde yer aldı. Bu
bağlamda Orta Çağ’da misyonerlik, resmî din söylemiyle âdeta özdeşleşen siyasal
iktidarların/gücün kendi kültürel ve siyasal etki alanını genişletme çabası bağlamında yapılan
çalışmalar olarak gerçekleşti. Zira özellikle Orta Çağ’a damgasını vuran teokratik Papalık
iktidarının din anlayışını temsil eden misyonerler, yürüttükleri faaliyetlerle, bu iktidarın
kendisine aykırı olarak gördüğü akım ve anlayışları ortadan kaldırma ve Papalığın iktidar
alanını genişletme çabasında olmuşlardır. Örneğin Katolik misyonun Avrupa’nın çeşitli
bölgelerinde varlık gösteren heterodoksal Hristiyan akımları ortadan kaldırmaya ve bu
akımların bağlılarını kendi bünyesine almaya çalışmasındaki temel amaç budur. Aynı durum
Ortaçağ konsilleri için de geçerlidir. Katolik kilise, Orta Çağ boyunca kendi denetiminde
düzenlenen konsillerde, Papalığın otoritesini ve Katolik öğretilerin doğruluğunu sürekli olarak
vurgulamış, bunlara karşı çıkan kişi ve gruplarla bu öğretilerin dışındaki doktrinleri
dindışı/gayri meşru ilan etmiştir. Bundan başka bu konsillerde, sürekli Hristiyanların
birleşmesi gerektiğinden bahsedilmiştir; ancak burada amaçlanan birleşme, kendisi de dâhil
farklı Hristiyan kiliselerinin uzlaşabilecekleri bir orta yolda birleşme değil, diğer kiliselerin
Katolisizm bünyesinde bir araya gelip birleşmeleridir.

Orta Çağ’ın ilerleyen dönemlerinde Hristiyan misyonerlerinin, faaliyetlerinde,


özellikle Avrupa’nın tamamının Hristiyanlaştırılması konusunda yoğunlaştıkları
görülmektedir. Bunun en önemli nedeni, 7. yüzyıl başlarından itibaren doğuda hızla yükselen
ve Orta Doğu’yla Kuzey Afrika’da hızla yayılan İslam’dır. Kimi yazarlarca 500 ila 1000
yılları arasında Hristiyan misyonerliği açısından “karanlık çağ” olarak adlandırılan bu
dönemde, İslam’ın hızlı ilerlemesi ve çeşitli Hristiyan halkları bile kendi bünyesine alması
karşısında kilise destekli misyonerler Avrupa’nın henüz Hristiyanlaşmamış bölgelerine
yönelmişlerdir.

Orta Çağ boyunca yürütülen Hristiyanlığın yayılması faaliyetlerinde gösterilen


başarıda 3 etken önemli rol oynamıştır. Bunlardan birincisi Hristiyan imparatorlukların ve
siyasal yönetimlerin kiliseye ve misyonerlere sağladığı destektir. Hristiyan misyonerlere
Hristiyan imparatorlardan ve diğer siyasal yöneticilerden gelen destek hem misyonerlere için
uygun çalışma ortamlarının hazırlanması ve onların siyasal ve ekonomik olarak desteklenmesi

220
hem de istila edilen yörelerde halkın Hristiyanlaşması için çeşitli teşvik ve baskı ortamlarını
tesis etme şeklinde gerçekleşmiştir. Örneğin Charlemagne (9. yüzyıl) gibi bazı imparatorlar,
kuzeye yaptıkları seferlerde, yöre halklarıyla yaptıkları antlaşmalara yörenin Hristiyanlaşması
ve Hristiyan misyonerlere her türlü kolaylığın sağlanması şartlarını koymuşlardır. Saksonların
Hristiyanlaştırıldığı dönemde, yöreyi istila eden Hristiyan yöneticiler, yöre halkı için şiddet,
baskı ve zorlama içeren bir dizi kural getirmişlerdir. “Hristiyan olmamış bir Sakson halkın
arasında kendini gizlemeye çalışır ve vaftizi kabul etmeyi reddederse öldürülecektir” ve
“Hristiyanlara karşı paganları gizlemeye çalışan kişi öldürülecektir” gibi kurallar,
Hristiyanlığın bu yörelerde nasıl yayıldığı konusunda ipucu vermektedir. Hristiyanlaşmaya
zorlama yalnızca Saksonlarla sınırlı da kalmamıştır. Örneğin 7. ve 8. yüzyıllarda İstanbul’da
imparator Leo, imparatorlukta birliği sağlamak gerekçesiyle Yahudileri zorla
Hristiyanlaştırmaya çalışmıştır. Hristiyanlaştırma faaliyetlerinde şiddete başvurma sömürü
dönemlerinde de yoğun şekilde sürmüş ve örneğin misyonerlerin çabalarına karşın yerel
inançlarından dönmeyen Tahiti ve benzeri Pasifik halkları zorla Hristiyanlaştırılmıştır.

Hristiyanlığın yayılması faaliyetlerinde yalnızca Hristiyan imparatorların ve


yöneticilerin değil, Hristiyanların egemen olmadıkları bölgelerde bazı yerel yöneticilerin
sağladığı destek ve himaye de önemli olmuştur. Örneğin 13. ve 14. yüzyıllarda Moğol
yöneticilerinin Müslümanlarla olumsuz ilişkilerinden de yararlanan Nesturi ve Fransiz
misyonerler, çeşitli Moğol idarecilerinin desteğiyle Moğollar arasında misyonerlik
faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Benzer şekilde 16. yüzyılda Hindistan’da, “Dini İlahî” adında
senkretik bir din durmaya kalkışan Akbar’ın davetiyle bölgeye gelen Cizvit misyonerler,
yörede misyonerlik faaliyetleri yürütmüşlerdir.

Özellikle Ortaçağ’da Hristiyanlığın yayılması faaliyetlerindeki başarının arkasında


bulunan bir diğer önemli etken misyon bölgelerinde geliştirilen manastır yaşantısıdır. Misyon
bölgelerinde kurulan manastırlarla yöreye yerleşen keşişler, hem yöreyi tanıma ve dil, gelenek
ve kültür açısından yöre halklarıyla kaynaşma hem de misyonerlik faaliyetlerini yürütme
açısından manastırları birer üs olarak kullanmışlardır. Manastırlar, tüm çalışmaların
merkezinde yer almış; misyonerler manastırlar yanı sıra bölgede yerleştikleri evler aracılığıyla
faaliyetlerini yürütmüşlerdir.

Ortaçağ’da Hristiyanlığın yayılışında etkili olan üçüncü husus şehitlik anlayışıdır.


Misyon bölgelerinde zaman zaman yerli halk tarafından Hristiyan misyonerlere yönelik şiddet
hareketleri uygulanmış ve bunun neticesinde bazı misyonerler hayatlarını kaybetmişlerdir.
Aziz Boniface (680-754) örneğinde olduğu gibi öldürülen bu misyonerlerin yaşantıları ve
verdikleri mücadele diğer misyonerler için her zaman bir örnek ve ilham kaynağı olarak kabul
edilmiş; misyonerlik faaliyetlerinin devamında önemli bir motivasyon unsuru olmuştur.

Reformasyon dönemi ve sonrasında Avrupa’da oluşan, Hristiyanlıkla irtibatlı yeni


dinsel yapılanmalarda birçok ulusal din anlayışı ortaya çıkmıştır. Zira dinsel ve siyasal güç
olarak Katolisizmin, Ortaçağdan beri sürdürdüğü, gücün tek elde (kilisede) toplanması
şeklindeki tekelci anlayışın yıkılmasıyla, Yeni Ahit’in otorite anlayışı doğrultusunda
Hristiyan dünyasında dünyevi iktidarlarla barışık, hatta onlara bağlı mezhepler oluşmuştur.
Bu çerçevede, İngiltere’de Anglikan Kilisesi, İskoçya’da Presbiteryenlik, Hollanda’da Reform

221
Kilisesi, Almanya’da ve İskandinav ülkelerinde ise Lutheran kiliseler ortaya çıkmıştır. Bu
dönemin başlangıcında bu kiliseler Katolisizme karşı var olma ve ayakta kalma mücadelesi
vermişler; ancak ilerleyen dönemlerde özellikle sömürge dönemlerinde bu kiliseler de
oluşturdukları teşkilatlarla dünyanın dört bir tarafında Hristiyanlığın yayılması konusunda
faaliyette bulunmaya başlamışlardır. Hatta 19. yüzyıldan itibaren Batı ve Kuzey Avrupa ile
Kuzey Amerika merkezli çeşitli Protestan kiliselerle irtibatlı misyoner örgütleri Ortadoğu,
Uzakdoğu ve Asya’da hep ön plana çıkmaya başlamıştır.

Ait oldukları ülkelerdeki devlet egemenliğini tanıyan Protestan kiliseler, bu ulusların


egemenliğinin yayılmasını ya da kolonilerde ve sömürge bölgelerinde devlet gücünün etki
alanının genişlemesini, Hristiyan hegemonyasının ve gücünün yayılması/genişlemesi olarak
değerlendirmişlerdir. Benzer durum Güney Avrupa uluslarının bağlı olduğu Katolik Kilisesi
için de geçerlidir. Orta ve Güney Amerika’yı hızla sömürgeleştiren İspanyollar ve Portekizler,
“misyon ülkeleri” olarak adlandırılan sömürge bölgelerinde İspanyol ve Portekiz siyasal
egemenliğiyle birlikte, Katolik misyonu aracılığıyla Hristiyan hegemonyasını da
kurmuşlardır.

18. yüzyılın ikinci yarısında Papa XIV. Clement tarafından feshedilinceye kadar Cizvit
misyonerler, başta Asya olmak üzere tüm dünyada oldukça aktif olarak faaliyette bulundular.
Öyle ki, Cizvitler dağıtıldığında kilise tarafından misyon bölgelerindeki görevlerinden geri
çağrılan Cizvit misyoner sayısı yaklaşık 3000 idi. Çeşitli tarikatlara bağlı misyonerler 16. ve
17. yüzyıldan itibaren Asya’da yoğun bir Hristiyanlık propagandası yürüttüler. Bu
faaliyetlerde özellikle açılan eğitim kurumları etkin rol oynadı. Buralarda yetiştirilen bazı
öğrenciler ve bir şekilde irtibat kurulan elit aile çocukları zaman zaman Avrupa’daki
Hristiyan ülkelere seyahat ettirilerek, Hristiyan ulusların sahip oldukları uygarlık seviyesi ve
uygarlıkla Hristiyanlık ilişkisi mesajı onlara verilmeye çalışıldı. Asya’daki misyonerlik
faaliyetleri genelde yerel yöneticilerin misyonerlere karşı takındıkları tavra bağlıydı. Bazı
yöneticilerin misyonerlere karşı olumsuz tavırları nedeniyle zaman zaman misyonerlik
faaliyetlerinde kesintiler ya da gerilemeler yaşandı. Ancak böylesi durumlarda, genellikle
Portekiz, İspanya ve benzeri Batılı devletler devreye girerek ve ekonomik ve askeri güçlerini
kullanarak misyonerlik faaliyetlerini koruma ve himaye görevini üstlendiler. 17. yüzyıl
başlarında İngilizler tarafından kurulan The East Indian Company ise, Hindistan ve
civarındaki misyonerlik faaliyetleri için uzun soluklu bir üs görevini üstlendi. Başta İngiliz
misyonuna bağlı olanlar olmak üzere Batı ve Kuzey Avrupa’dan gelen çeşitli misyonerler,
Hindistan ve civarında yoğun Hristiyanlık propagandası yürüttüler. İslam ülkelerine yönelik
yoğun misyonerlik faaliyetleri Batılı ulusların sömürge faaliyetlerine paralel olarak ortaya
çıkmıştır. 16. yüzyıldan itibaren başta Cizvitler olmak üzere Katolik Kilisesi bünyesindeki
Hristiyan gruplara bağlı misyonerlerin, Afrika ülkelerinde, Hindistan’da, Uzakdoğu’da ve
Ortadoğu’da yoğun bir çalışma yürüttükleri görülür. Özellikle İspanyol-Portekiz
yayılmacılığına bağlı olarak üçüncü dünya olarak bilinen bölgelerde misyon faaliyetleri
yoğunlaşmış ve Güney ve Güneydoğu Asya ile Afrika’da yapılan faaliyetlere Hindistan, Çin
ve Japonya’daki etkinlikler eklenmiştir. 18. yüzyıldan itibaren çeşitli Protestan kiliselerine
bağlı misyonerler de İslam ülkelerine ve Müslümanlara yönelik faaliyetlere katılmışlardır. 18.

222
ve 19. yüzyıllarda başta Ortadoğu olmak üzere İslam ülkelerinde İngiliz ve Amerikan
misyoner teşkilatlarının yoğun faaliyeti dikkati çeker.

20. yüzyılda, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Hristiyan Batılı ülkelerin
dünya genelinde oluşturdukları etkin sosyopolitik yapı, Hristiyanlığın dünyanın birçok
bölgesinde hızla yayılmasına zemin hazırlamıştır. Örneğin bu doğrultuda Hristiyanlık, Güney
Kore ve Japonya gibi ülkelerde hızla yayılma imkânı bulmuştur.

12.4. Dinsel Kaynakları ve Metinler

12.4.1. Eski Ahit


Kendisini Yahudi geleneğinin bir mirasçısı olarak gören Hristiyanlığın kutsal kitabı
Kitabı Mukaddes, iki kısma ayrılır. İlk kısım Yahudi kutsal metnini barındırır ve Eski
Antlaşma ya da Eski Ahit olarak adlandırılır. İkinci kısım ise Hristiyanlığın Mesih dönemine
ilişkin kendi tarihinde ortaya çıkan ve Yeni Antlaşma ya da Yeni Ahit olarak adlandırılan
bölümdür.

Üç ana bölümden oluşan Eski Ahit Hristiyanların ibadetlerinde dua ve vaaz maksatlı
olarak sıkça kullanılır. Eski Ahit, tarihsel sürece ilişkin anlatılar, evrenin yaratılışla başlar ve
peygamberlerden Malaki dönemine kadar devam eder. Eski Ahit’in ele aldığı tarihsel süreç
özelde İsrailoğullarına ve onların tanrısal ahitle ilişkilerine yöneliktir. Eski Ahit’in en önemli
fonksiyonu Kutsal ruh vasıtasıyla peygamberlere esinlenen tarzda İsa Mesih’in geleceğini
haber vermesidir.

12.4.2. Yeni Ahit


Yeni Antlaşma ya da Yeni Ahit ise ihtiva ettiği 4 İncil yanında 21 mektup (Pavlus’a
atfedilen 113 mektupla diğerleri), Luka tarafından yazılan Resullerin İşleri kitabı ve Yuhanna
tarafından yazılan Vahiy kitabından oluşur. Toplam 27 kitaptan oluşan bu metinlerin derleniş
ve Kanonik ya da sahih birer kaynak olarak kabul ediliş dönemleri uzun bir zaman diliminde
gerçekleşmiştir.

Yeni Ahit metinlerinin kutsal kitabın bölümleri olarak algılanması Patristik döneme
aittir; zira kaynaklara göre 180 civarında bu metinlerin derlenmesi tamamlanmıştır.
İskenderiye patriği Athanasius, yazılarında (yaklaşık 367’de) 27 kitaptan oluşan Yeni Ahit
kanonundan bahsetmektedir. Dolayısıyla Hristiyanlıkta bu metin, bu tarihten itibaren kanonik
olarak addedilmektedir. Katolik Kilisesi, 1545-1563 yıllarına denk düşen Trent Konsilinde
kutsal metnin kanonizasyonu konusunu yeniden gözden geçirmiştir.

Yeni Ahit’in ilk kısmını oluşturan İncil metinleri âdeta İsa’nın hayat hikâyesini konu
alan birer siyer kitabı görünümündedirler. Matta ve Luka İncilleri, İsa’nın doğumundan
ölümüne ve ölüm sonrası yeniden dirilip ilahi âleme yükselmesine kadar İsa’nın hayatını konu
edinir. Markus İncili ise İsa’nın doğum hikâyesini atlayarak onun Yahya döneminde ortaya
çıkışından ölümü, dirilişi ve yükselişine kadar hayat hikâyesini anlatır. Diğer taraftan,
yukarıda resmî Hristiyan doktrininin İsa Mesih dogması konusuna değinirken, bu dogmayı en
iyi yansıtan kaynak olarak İsa anlayışı hakkında özet bilgi verdiğimiz Yuhanna İncili, gerek

223
tarihi gerekse muhtevası yönünden diğer üç İncilden ayrılmaktadır. Tamamıyla Hristiyan
imanının İsa’sını ön plana çıkaran bu İncil de temelde diğer üç İncilde bulunan malzemeyi
kullanır; ancak diğerlerinden farklı olarak bu malzemeyi tamamıyla tanrısal bir varlık olarak
kabul ettiği Oğul İsa Mesih anlayışı çerçevesinde yorumlayıp geliştirir.

Birbirine benzer nitelikleri nedeniyle Sinoptik İnciller şeklinde de adlandırılan Matta,


Markus ve Luka İncilleri arasında Markus İncilinin tarihsel açıdan diğerlerinden önce olduğu
konusunda bilim adamları arasında genel bir konsensüs bulunmaktadır. Markus İncili’nin
yaklaşık olarak MS 65-70’de Roma civarında derlendiği tahmin edilmektedir. Diğer iki
Sinoptik İncil’den Matta’nın 80 civarında Suriye’de, Luka’nın ise 80-90 yıllarında
Antakya’da yazıldığı sanılmaktadır. Yuhanna İncilinin ise daha sonraki dönemlerde,
muhtemelen 85-150 yılları arasındaki bir tarihte Efes’te derlenmiş olduğu ifade edilmektedir.

İnciller arasında yapılan metin incelemelerinden hareketle Markus İncilinin diğer iki
İncilin yazılmasına kaynaklık ettiği belirlenmiştir. Araştırıcıları bu kanaate yönelten en
önemli etken, diğer iki Sinoptik İncil’e nazaran Markus İncili’nin daha özlü ve yalın
anlatımıdır. Gerek Luka gerekse Matta İncili, âdeta Markus İncili’ni temel alan birer nüsha
görünümündedirler. 1830’larda Karl Lachmann ve Christian Wilke, Matta ile Luka İncilleri
üzerinde yaptıkları araştırmalarda, bu İncillerin Markus İncilini izledikleri durumlarda
aralarında çarpıcı bir paralellik olduğunu, ancak Markus İncilinden ayrıldıkları noktalarda ise
farklılıkların ortaya çıktığını, dolayısıyla Markus’un diğer İncil metinlerinin temel kaynağı
olduğunu vurguladılar.

Orijinal Yunanca nüshasının bazı fragmentleriyle Kiptice çevirisi günümüze kadar


ulaşan Tomas İncili’nin ilk nüshasının MS 50’li yıllarda Kudüs cemaati lideri Yakub’un
gözetiminde derlendiği, 62’de Yakub’un şehadeti sonrası metnin (ve muhtemelen metne sahip
olan cemaatin) Urfa’ya göç ettiği ve burada 60’lı ve 70’li yıllarda bazı ilavelerle metnin
geliştirildiği ifade edilmektedir. Tomas İncili’nin MS 30-60 yılları arasına tekabül ettiğini ileri
sürdüğü ilk döneme, Mısırlılar İncili ve Markus İncili gibi metinlerin ikinci döneme (MS 60-
80 arası), Luka ve Matta İncilleriyle Yuhanna İncilinin ilk versiyonunun ise MS 80-120’ye
tekabül eden üçüncü döneme ait olduğu düşünülmektedir. Yuhanna İncilinin sonraki
versiyonlarıyla Resullerin İşleri, Ebionitler İncili, Nazoranlar İncili ve Petrus İncili gibi
metinler ise son döneme yani 120-150 yılları arasına denk düşmektedir.

İncil metinlerinin sahihliğiyle ilgili sorgulama oldukça erken dönemlerde başlamıştır.


Henüz MS ikinci yüzyılda Marcion, diğer Yeni Ahit metinlerine olduğu kadar İncillere de
eleştirel bir yaklaşımda bulunmuş ve kendine göre İsa’yı ve mesajını iyi yansıtmayan
metinleri reddetme yoluna gitmiştir. Nitekim o, günümüz Yeni Ahit’inin temelini oluşturan 4
İncil arasında yalnızca Luka İncili’ni kabul etmiş; ancak bu metni de olduğu gibi değil,
yeniden gözden geçirerek ele almıştır. Marcion’un, Eski Ahit yanı sıra Yeni Ahit metinlerine
de yönelttiği eleştiriler, Hristiyan kutsal metinlerinin İsa Mesih ve ilk cemaatin öğretilerini ne
kadar temsil ettikleri ve ne kadar güvenilir oldukları konusundaki tartışmaların, bu metinlerin
derlendiği dönemin hemen sonrasında başladığını göstermesi bakımından da önemlidir.

224
Diğer taraftan İncillerin tarihsel gerçekliğine ilişkin sorgulamanın da oldukça erken
dönemlerde başladığı bilinmektedir. İncillerdeki anlatıların tarihsel gerçekliğine ilişkin
şüphelerde İnciller arasındaki farklılıklar her zaman önemli bir etken olmuştur. Aynı olaya
ilişkin İnciller arasındaki farklı anlatımlar ve yer yer çelişkiler, yine erken dönemlerden
itibaren gerek Celsus gibi Hristiyanlık karşıtı paganist yazarların gerekse bunlara cevap
vermeye çalışan Hristiyan apolojistlerin dikkatini çekmiştir. Nitekim bu durum İnciller ve İsa
üzerine çalışan çağdaş araştırıcıların da gözünden kaçmamaktadır. Örneğin İsa araştırıcısı J.D.
Crossan, belirli bir konu üzerinde yoğunlaşarak İncil versiyonlarını karşılaştırmalı bir şekilde
okumada, metinler arasındaki uyumdan ziyade uyumsuzluğun okuyucunun dikkatini
çekeceğini vurgulamaktadır.

Yeni Ahit metinleri arasında yer alan Pavlus’un mektupları ise Yeni Ahit metinlerinin
en eskileri olarak kabul edilir. Geleneksel olarak Pavlus’a atfedilen 13 mektuptan aslında
yalnızca 7’sinin (hatta bazı araştırıcılara göre 4’ünün) gerçekte Pavlus’a ait olabileceği
tartışılmaktadır. Bu mektupları bizzat Pavlus yazmamış, ancak bazı öğrencilerine dikte
ettirmiştir. Bununla birlikte bazı mektupların sonunda “ben Pavlus, bu selamı kendi elimle
yazıyorum” gibi vurgular da bulunmaktadır.

12.5. Apokrif/Sahih Olmayan Metinler


Bu metinlerden başka Hristiyanlık tarihinde birçok kutsal metin daha mevcuttur.
Kanonik ya da sahih sayılmayan bu metinler apokrif eserler olarak nitelenmektedir. Apokrif
sayılan metinler arasında Tomas İncili, Yakub İncili, Filip İncili, Mısırlılar İncili, Meryem
İncili, Hakikat İncili Çocukluk İncilleri ve benzeri onlarca İncil metni de bulunmaktadır. Bu
İncil metinlerinin bir kısmı oldukça erken dönemlere aittir. Metinleri büyük ölçüde
kaybolmuş olan bu İncil metinlerinden bir kısmı Kilise Babaları olarak adlandırılan erken
dönem Hristiyan yazarların apolojetik (savunmacı) ve heresiolojik (sapkın akımlara yönelik
eleştirel) eserlerinde fragmentler veya alıntılar hâlinde zikredilmektedir. Bir kısmı ise uzun
süre bilinmemekle birlikte yakın geçmişte yapılan çeşitli arkeolojik araştırmalar ve bulgular
neticesinde elde edilmiştir. Örneğin 1940’lı yıllarda Nag Hammadi yöresinde tesadüfen ele
geçirilen 54 kitaplık Nag Hammadi Kütüphanesi içerisinde 5 İncil metni yer almaktadır.
Apokrif metinler arasında İncil metinlerinden başka çeşitli apokaliptik eserler, mektuplar ve
benzeri materyal sayılabilir.

Hristiyanlık ortaya çıkışından çok kısa bir süre sonra öncelikle Mesih’in tabiatı
konusundaki kristolojik/İsaya ait tartışmalar neticesinde bölünmeler yaşamaya başlamıştır. İlk
dönem konsillerin gündemi genellikle Mesih’in tabiatına ilişkin bir tanım yapma ve bu tanım
çerçevesinde genel Hristiyan inancını sağlama olmuştur. Ancak bu durum kısa vadede
sağlanamadığı gibi önemli bölünmeler yaşanmıştır. Dolayısıyla Hristiyanlığın erken dönemi
Mesih’in ilahi niteliklerinin sorgulandığı bir teolojik çatışma dönemini ifade etmektedir.

225
Uygulamalar
1) Kitab-ı Mukkaddes’i kütüphaneden temin edip bir göz gezdiriniz.

226
Kazanımlar

1) Farklı İncilleri görüp anlama

2) Hristiyanların ana inanç unsurlarını kavrama

227
Uygulama Soruları
1) Kitab-ı Mukaddes hakkındaki bilgilerimiz nelerdir?

228
Bu Bölümde Ne Öğrendik
Hristiyanlık ortaya çıkışından çok kısa bir süre sonra öncelikle Mesih’in tabiatı
konusundaki kristolojik/İsaya ait tartışmalar neticesinde bölünmeler yaşamaya başlamıştır. İlk
dönem konsillerin gündemi genellikle Mesih’in tabiatına ilişkin bir tanım yapma ve bu tanım
çerçevesinde genel Hristiyan inancını sağlama olmuştur. Ancak bu durum kısa vadede
sağlanamadığı gibi önemli bölünmeler yaşanmıştır. Dolayısıyla Hristiyanlığın erken dönemi
Mesih’in ilahi niteliklerinin sorgulandığı bir teolojik çatışma dönemini ifade etmektedir.

Yaklaşık iki bin yıllık tarihi ve bir buçuk milyarı aşkın müntesibiyle Hristiyanlık
dünyanın önemli inanç sistemlerinden birisidir. Hristiyanlığın tarihte ne zaman ve nasıl ortaya
çıktığı konusunda, genel Hristiyan kabulünün dışında farklı birtakım görüş ve yaklaşımlar
mevcuttur. “Mesihçi” anlamına gelen Hristiyan teriminin bu dinin bağlıları için kullanılışının
Hz. İsa sonrası olduğu kesindir. Zira Hristiyan isminin ilk kez kullanılışına yönelik olarak
Resullerin İşleri kitabında Luka yaklaşık MS 50 yılına işaret etmektedir. Bu terimin ilk defa
Antakya’da o yıllarda kullanılmış olduğunu söylemektedir. Bununla birlikte Hristiyanlık
kendi tarihini genel anlamda insanlık tarihiyle, insanın kurtuluşuna yönelik tanrısal planın
yürürlüğe girmesi süreciyle başlatır.

İsa Mesih’te kurtuluşu ifade eden Hristiyanlık Mesih incilinin ve Mesih yasasının
ifadesidir. Tanrı, ilk insandan itibaren varlık kazanan günah ve ölüme karşı İsa Mesih
dönemine kadar gönderdiği peygamberler aracılığıyla insanlara hitap etmiştir. Bu dönemde
insanlar yasalara bağlılık vasıtasıyla kurtuluşa ulaşmaya çalışmışlardır. Ayrıca bu dönemde
peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen vahiyde İsa Mesih’in gelişi müjdelenmiştir.
Hristiyanlığın “Eski Ahit dönemi” olarak adlandırdığı bu dönem insanlığın İsa Mesih’in
gelişine hazırlandığı bir dönemi ifade etmektedir. Hristiyan inancına göre ilahi Kelâm’ın ya
da Oğul’un İsa Mesih’te tenleşmesi ve İsa Mesih’in insanların günahtan bağışlanmaları ve
kurtuluşları için çarmıhta can vermesiyle başlayan ikinci dönem ise insanlığın kurtuluşuna
yönelik ilahi planın yürürlüğe konulduğu yeni bir dönemi ifade etmektedir. Hristiyanlığın,
“Yeni Ahit dönemi” olarak tanımlanan bu dönemde, ilahi Oğul İsa Mesih’in insanlığın
kurtuluşuna yönelik iyi haberine tanıklık yapmakta olduğu düşünülmektedir.

229
Bölüm Soruları
1) Hristiyanlığın yayılmasındaki en önemli figür aşağıdaki şıklardan hangisinde doğru
olarak yer alır?

a) Misyonerlik

b) İncil

c) Kilise

d) Sinodlar

e) Roma İmparatorluğu

2) Avrupa’da Hristiyanlığın 7. yüzyılda yayılması dinsel kaynak olarak nasıl


açıklanabilir?

a) İslamın Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yayılması

b) Misyonerlerin çabası,

c) Rusların çabası

d) Kilisenin sistemleşmesi

e) Ortodoks cemaatin ayrılması

3) Kitabı Mukaddesin Yahudi metinleri barındıran ilk kısmına ne ad verilir?

a) Yeni Ahit

b) Talmut

c) Torah

d) Tekvin

e) Eski Ahit

230
4) Hristiyanlık terimi ilk olarak hangi tarihte kullanılmıştır

a) MS 500

b) MS 1000

c) MS 50

d) MS 325

e) MS 470

5) Hristiyanlık hakkında ilk bilgilerin bulunduğu kaynak aşağıdaki şıklardan


hangisinde doğru olarak verilmiştir?

a) Matta

b) Markus

c) Pavlus

d) Luka

e) Yuhana

6) (D/Y) Hz. İsa’nın yakın arkadaşları ve inananlarına Havari denir

7) (D/Y) Konsiller genel, yerel ve şahsi olmak üzere üçe ayrılır.

8) (D/Y) Hz. İsa’nın vefatı sonrası dönemde ortaya çıkan en önemli figür Pavlus’tur

9). (D/Y) İlahi Oğul İsa Mesih, bedenleşen Kelâm olarak bir ilahi kurtarıcıdır.

10) (D/Y) Hristiyanlık dünyada inananları açısından en büyük dinlerden biridir.

Cevaplar

1) a, 2) a, 3) e, 4) c, 5) c, 6) D, 7) Y, 8) D, 9) D, 10) D

231
13. HRİSTİYANLIK II

232
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) Hristiyanlığın İnanç sistemi

2) Baba, Oğul ve Kutsal Ruh

3) Temel İbadetler

4) Sakramentler

5) Hristiyan Mezhepler

6) Katolikler ve Ortodokslar

7) Modern Mezhepler

233
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) Hristiyanlığın teslis inancını tanımlayınız.

2) Hristiyanlığın haç öğretisini açıklayınız.

3) Hristiyan sakramentlerini açıklayınız.

4) Hristiyanlığın diğer din ve inanç sistemlerine bakışını tanımlayınız.

5) Hristiyanlığın sivil otorite ile olan ilişkisini tanımlayınız.

234
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde
edileceği veya
geliştirileceği

Hristiyanlığın temel inanç


ögesi hakkında bilgiler
edinmek

İbadet esaları ve
sakramentleri kavramak

Eski ve yeni mezhepleri


tanımak

Ortodoks ve Katolik dünyayı


anlamak

235
Anahtar Kavramlar
 Hristiyanlık

 Kutsal Ruh

 Baba

 Oğul İsa

 Teslis

 Kefaret

 İnkarnosyon

 Çarmıh

236
13.1. Hristiyanlığın Temel İnanç Esasları
Hristiyan inanç esasları teslisin unsurları çevresinde oluşmuştur. Baba, oğul ve kutsal
Ruh’tan oluşan teslis içinde şüphesiz en büyük yer Oğul Mesih figürüne aittir. Mesih’in
inkarnasyonu, kefaret oluşu ve haçta öldükten sonra dirilip göğe yükseldiği inancı, Hristiyan
inanç esasının merkezini oluşturmaktadır. Hristiyanlık kişisel erdem ve ibadetlerden çok sevgi
ve merhamet vurgusunu öne çıkarsa da ibadetler Hristiyan yaşamında önemli bir yer
tutmaktadır. Bu ibadetlerin çoğu kiliselerde rahiplerin öncülüğünde gerçekleşmektedir.
İbadetlerin anlamı ve mahiyeti konusunda farklı Hristiyan kiliseler arasından görüş ayrılığı
söz konusudur. Hristiyan etik geleneği de Hristiyanın gündelik yaşamında önemli bir yer
tutmaktadır. Hristiyan etiğinin kaynağı ise daha çok Pavlus’a atfedilen metinlerdir.

Günümüz Hristiyanlığının inanç esaslarının Hristiyanlığın ilk birkaç yüzyılında


şekillenmiş olduğu kabul edilir. İnanç ilkelerinin belirlenmesinde Yeni Ahit metinlerinden
oluşan kutsal literatürün ve çeşitli tarihlerde düzenlenen konsillerin önemli bir yeri vardır.
Pavlus, çeşitli bölgelerde yaşayan cemaatlerine yazdığı mektuplarında savunduğu temel inanç
esaslarına sıkça vurgu yapmış ve bu mektuplar daha sonra derlenen Yeni Ahit’in bel kemiğini
oluşturmuştur. İncil yazarları Pavlus’un yorum ve fikirlerinden hareketle kendi metinlerini
kaleme almışlar; ayrıca Resullerin İşleri gibi diğer Yeni Ahit metinleri de bu bağlamda
derlenmiştir. Yeni Ahit metinleri içerisinde günümüz Hristiyan inanç esasları en açık seçik
biçimde Pavlus’un mektuplarıyla Yuhanna İncilinde ifadesini bulmaktadır.

Hristiyan inanç esaslarını ya da amentüsünü ifade etmede yaygın olarak kredo (creed)
terimi kullanılmaktadır. Tanrı, ölüm sonrası yaşam, ilahi yargılama ve benzeri konulardaki
dogmaları içeren bir iman formülü şeklinde kredonun derlenmesine yönelik erken dönemlere
ait bazı örnekler vardır. Bunlardan ilki “Havariler Kredosu” olarak adlandırılan iman
formülüdür. Burada genel olarak Baba, Oğul ve Ruh inancına dayalı tanrı inancı yanında
yargılama, ölüm sonrası yaşam, Mesih öğretisi gibi hususlar da yer almaktadır. Ancak
anlaşılacağı gibi merkezi vurgu Oğul İsa Mesih’le, onun mucizevî doğumu, acı çekmesi,
çarmıha gerilmesi, ölüp tekrar dirilmesi, göğe yükselmesi ve ileride yeniden gelecek olması
ile ilişkilidir. Ayrıca bu akidede kilisenin/cemaatin birliğine vurgu ve azizler inancı gibi
öğretilere de değinilmektedir. Hristiyan geleneği, bu kredonun havariler dönemine ait
olduğuna inanır; ancak eldeki mevcut kaynaklar kredonun MS 4. yüzyıla ait olduğunu
göstermektedir. Diğer taraftan elimizdeki hâliyle bu kredonun ilk örneklerine 8. yüzyıl gibi
oldukça geç sayılabilecek bir dönemde rastlanmaktadır. Bu iman formülünün içeriğine
baktığımızca bir teslis inancının ve kurulu bir kilise anlayışının varlığı dikkati çekmektedir.
Bu da bu kredonun bu konulardaki tartışmaların kısmen durulmuş ve oturmuş bir kilise
anlayışının tesis edilmiş olduğu bir döneme ait olduğuna işaret etmektedir ki zaten tarihsel
araştırmalar da bunu desteklemektedir.

Hristiyanlığın iki önemli kredosundan ilki Havariler Kredosu, ikincisi ise İznik
Kredosudur. Havariler kredosuna göre daha sistemli ve daha kapsamlı olan bu kredo 4.
yüzyılda yapılan İznik konsiline atfen isimlendirilmiştir. Zira bu konsilde İsa’nın Baba ile
aynı cevhere sahip bir ilahi varlık olduğu açıkça vurgulanmıştır. Diğer taraftan İznik
kredosunun 451 Kadıköy Konsilinde toplanan heyet tarafından ilan edildiği bilinmektedir.

237
İznik iman formülünde açıkça vurgulanan teslis öğretisinde Oğul’un tabiatının
vurgulanmasına ayrı bir önem verilmiştir. Kutsal Ruh’un uluhiyeti ise 381 İstanbul
Konsilinde vurgulanmıştır. Bu kredonun aşağıda yer alan şeklinde Kutsal Ruh’un oğuldan da
çıktığına yönelik ibare, iman formülüne Roma Kilisesi tarafından sonradan, MS 6. yüzyılda
İspanya’da ilave edilmiştir; Ortodoks kilisesi bu ilaveyi kabul etmemektedir:

Bunların dışında bir diğer önemli kredo metni olarak Athanasius kredosundan da
bahsedilebilir. Her ne kadar Athanasius’a atfedilse de MS beşinci ve altıncı yüzyıllardan
kaynaklanan Athanasius kredosunda da, diğer bütün nitelikleriyle birlikte Oğul İsa Mesih’in
tanrılık, ebedilik, kudret ve benzeri her konuda Baba Tanrı ile aynı olduğuna dikkat çekilir;
ayrıca İsa’daki tanrısal ve insani tabiata değinilir.

Hristiyan geleneğinde iman esaslarına ilişkin öğretilerin birer dogma, yani tanrısal esin
kaynağı olduğundan dolayı sorgulanmadan kabul edilmesi gereken birer ilke olduğu kabul
edilir. Protestan kiliseler, her ne kadar kilise kurumuna ve bu kurumun ürünü olarak ortaya
çıkan kararlara eleştiriler getirseler de kutsal kitap (Yeni Ahit metinleri) merkezli din
anlayışları bağlamında temel inanç esaslarını kabul edilmesi gereken bir husus olarak
görürler. Dahası Protestanlar kurtuluş açısından imana oldukça önem verirler ve çoğunlukla
kaderci bir yaklaşımla kurtuluşun tanrı tarafından kişinin davranışlarından bağımsız şekilde
belirlendiğini var sayarlar. Dinde kutsal kitabı temel referans olarak almaları ve kutsal
metinlerin literal anlamının esas olduğuna inanmaları, Protestanları, Hristiyan kutsal
metinlerinde belirtilen metafizik âlem, kurtuluş, gelecek dönem ve benzeri konulara oldukça
dogmatik –hatta bazen Katoliklerden daha dogmatik ve tutucu- yaklaşan kişiler hâline
getirmiştir. Bu kredolar, özellikle İznik kredosu, Hristiyanlarca vaftiz ve evharist ayinleri gibi
dinî merasimlerde sıkça okunmaktadır

13.1.1. Teslis
Hristiyanlığın tanrı inancını ifade etmede kullanılan bir terim olarak teslis, Baba, Oğul
ve Kutsal Ruh’tan oluşan ilahi üçlemeyi ifade etmektedir. Hristiyan tarihinde teslis öğretisinin
ne zaman inanç esasları arasında girdiği tartışmalıdır. Yeni Ahit metinlerinden Sinoptik
İncillerde bu üçlemeye yönelik tek ifade Matta İncilinde geçen, “gidin, bütün ulusları
öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin” (Mat.
28: 19) ifadesidir. Teslis’in unsurlarının açıkça bir arada zikredildiği bu ifadenin, bu İncilin
genel yapısıyla pek uyumlu olmadığı ve muhtemel İsa sonrası teslis inancının ortaya çıktığı
bir dönemde İncil metnine dâhil edildiği yönünde çeşitli tartışmalar yapılmaktadır.

Baba ve ilahi Oğul ayrımına dayalı bir teoloji Hristiyanlık öncesi dönemlerden beri
Pavlus’un doğduğu bölgede yaygın olarak bilinmektedir. Zira Yunanlıların Zeus’una tekabül
eden “ilahî baba” Baal ile “ilahi oğul” olarak nitelenen Tanrı inancı Hristiyanlık öncesi
dönemde Tarsus’ta yaygındır. Günümüzdeki şekliyle teslis inancının 4. yüzyıldan itibaren
Hristiyan inancında yer aldığı bilinmektedir. Bununla birlikte teslisle ilgili vurgulara 2.
yy’dan itibaren Kilise Babalarının eserlerinde rastlanılır.

Teslisi oluşturan unsurların cevher, mahiyet ve fonksiyon açısından ve birbirlerine


karşı konumları Hristiyan tarihinde önemli tartışmaların ve mezhepleşme hadiselerinin

238
nedenleri arasında olmuştur. Oğul’un Baba’ya karşı konumu ve tabiatı ile Kutsal Ruh’un
Baba ve Oğul’a karşı konumu gibi sorunlar –yukarıda da değindiğimiz gibi- çeşitli konsillerin
toplanma nedenleri arasında yer almıştır.

Teslis inancı nedeniyle Hristiyanlık Hristiyan olmayanlarca sıklıkla çok tanrıcılıkla ya


da monoteizmden uzak bir tanrı düşüncesine sahip olmakla suçlanmıştır. Ancak Hristiyanlar
bu ithamları şiddetle reddetmekte ve teslisin kesinlikle tek tanrı inancını içerdiğini ısrarla
vurgulamaktadırlar.

13.1.2. Baba
Hristiyanlıkta yüce tanrı “Baba/Abba” olarak nitelenir. Bu niteleme aslında Yahudi
(ve dolayısıyla Tanah) geleneğine uygun tarzdadır. Zira Yahudi kutsal metinlerinde her şeyi
yaratan yüce tanrı bazen Baba olarak nitelenmektedir (Tes. 32:6; Mal. 2:10). Tanrıyı
kastederek Babamız veya Babam gibi sözler İsrail oğullarının ya da kral Davud’un diliyle
aktarılmaktadır. Bu kullanıma paralel olarak Sinoptik İncillerdeki İsa’yla ilgili deyişlerde de
tanrıdan Baba nitelemesiyle bahsedildiği görülür.

Hristiyan iman formüllerinde vurgulandığı gibi Baba, her şeye gücü yeten ve bir olan
yüce varlıktır. O göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan görünür ve görünmez her şeyin
yaratıcısıdır ve rabbidir.

Hristiyan kutsal metinlerinde Baba ve Oğul ile ilgili vurgular karşılaştırıldığında


Oğul’a yönelik ifade ve tanımlamaların Baba ile ilgili vurgulardan çok daha egemen olduğu
dikkati çeker. Bir başka ifadeyle teslisin ikinci unsuru olan Oğul’a yönelik materyal baştan
sona Yeni Ahit metinlerine egemendir. Baba ile ilgili ifadelerde (tanımlamalar ve benzeri
materyalde) ise özellikle iki husus ön plana çıkar. Bunların ilki Baba ile Oğul arasındaki
ilişkiye yöneliktir. Her ne kadar Hristiyan geleneğinde Baba ile Oğul’un aynı tanrısal
öze/cevhere sahip oldukları vurgulansa da mezhepler arasında zaman zaman bu ikisinin
birbirine karşı konumları açısından bazı farklı görüşler savunulmaktadır. Örneğin Katolik
geleneği Baba ve Oğul da dahil teslisin her bir unsurunu tanrı inancı açısından aynı oranda
vurgulamaya çalışırken, Ortodokslarda Baba’ya daha fazla vurgu yapıldığı görülür. Diğer
taraftan Baba ile Oğul arasındaki en temel ilişki “sevgi” niteliğiyle ilgilidir: “Baba Oğul’u
sever ve her şeyi O’na emanet etmiştir” (Yuh. 3: 35).

Baba ile ilgili tanımlamalarda dikkati çeken ikinci husus ise Baba’nın, Oğul’un
konumuna ve mesajına yönelik fonksiyonudur. Oğul’un inkarnasyonu bağlamında Baba’nın
Oğul’u göndermiş olduğu vurgulanır. Ayrıca tanrının egemenliği öğretisi bağlamında Oğul’un
ikinci kez yeryüzüne geldiğinde Mesih’in her yönetimi, her hükümranlık ve gücü ortadan
kaldırıp egemenliği Baba’ya teslim edeceği belirtilir. Anlaşılacağı gibi her iki vurguda da yine
Mesih merkezli olarak Baba’nın tanımlanması ya da nitelenmesi söz konusudur. Baba ve
Oğul’a yönelik bu yaklaşım kuşkusuz Hristiyanlığın “Mesih merkezli” bir din olmasıyla
yakından ilgilidir. Nitekim Hristiyan geleneğindeki bireysel dindarlıkta da ilahi Oğul İsa
Mesih dua edilen ve yakarılan bir kurtarıcı olarak daha ön planda gözükmektedir.

239
13.1.3. Oğul
Hristiyan iman ikrarında Tanrı’nın biricik oğlu olarak, “Tanrı’dan Tanrı, ışıktan ışık
ve hakiki Tanrı’dan hakiki Tanrı” olarak nitelenen Oğul, teslisin ikinci unsurunu
oluşturmaktadır. Oğul’un cevher olarak Tanrıyla (Babayla) aynı tabiata sahip ve ezeli olarak
Tanrı’dan sudur etmiş olduğuna inanılır. Ayrıca Yuhanna İncilinin giriş kısmında açıkça
vurgulandığı gibi, onun sayesinde her şeyin yaratıldığı düşünülür.

Hristiyan inancında Oğul’un taşıdığı fonksiyonel özellikler açısından şu üç husus


dikkat çekicidir: yaratılışta asli unsur olma, kurtarıcılık ve yargılayıcılık. Bu özellikler
doğrultusunda Yeni Ahit’te (özellikle Yuhanna İncilinde ve Pavlus’un mektuplarında) Oğul
ile ilişkili iki temel kavram olan Kelâm/Söz ya da Logos ile Mesih üzerinde durulur. Oğul
yaratılışta asli unsur olma açısından Kelâm’dır; kurtarıcılık ve yargılayıcılık özellikleri
açısından da Mesih’tir.

Yine Hristiyan kutsal metinlerinde Baba ile Oğul arasında çeşitli açılardan karşılıklı
ilişkilere de dikkat çekilir. Bunların en başta geleni Baba ile Oğul birliğidir. Yuhanna, İsa
Mesih’in Baba Tanrı ile birliğini, incilindeki İsa ile Filip arasında geçen şu konuşmada şöyle
dile getirir:

Ayrıca Baba ile Oğul arasında çeşitli ilahi nitelikler açısından da bir birliğin olduğu
yönünde zaman zaman vurgular bulunulur. Örneğin ölüleri diriltip onlara yaşam verme
konusunda Baba gibi Oğul’un da bunu yaptığı vurgulanır (Yuh. 5: 21). Yargılama konusunda
Yuhanna İncilinde bir yerde Baba’nın kimseyi yargılamayacağı, tüm yargılama işini Oğul’a
verdiği belirtilirken (Yuh. 5: 22) bir başka yerde “Çünkü ben yalnız değilim, ben ve beni
gönderen Baba, birlikte yargılarız” (Yuh. 8: 16) demektedir.

13.1.4. İnkarnasyon
Hristiyanlıkta Oğul’un bedenleşmesi/tenleşmesi ya da inkarnasyon, tanrının insanlığa
yönelik kurtuluş planı doğrultusunda düşünülen bir teolojik doktrindir. İnkarnasyon,
yeryüzünde günah ve ölümün tutsağı olan insanların kurtuluşları için ilahi bir müdahaledir.
Baba tarafından Oğul’un yeryüzüne gönderilmesi ilahi rahmetin ve insanlara ve yeryüzüne
karşı ilahi sevginin bir eseridir.

Herhangi bir tanrısal varlığın/varlıkların yeryüzünde bedenleşmesi ya da hululü


doktrini öteden beri dünya genelinde yaygın olan bir inançtır. Hristiyan geleneğine göre
bedenleşme yaratıcı güç olan Kelâm’ın ete kemiğe bürünerek tenleşmesidir. Hristiyan
geleneği inkarnasyonda Meryem’e ve Kutsal Ruh’a önemli misyon yüklemektedir. Meryem’e
yüklenen misyon, onun rahminde Oğul’un (Kelâm’ın) bedenleşmesidir. Yeni Ahit’te ve iman
ikrarında Meryem’in bakire olarak ona hamile kaldığı vurgulanmakta ve bunun
gerçekleşmesinde Kutsal Ruh’un aktif olduğunun altı çizilmektedir. Kutsal Ruhun bu
olaydaki fonksiyonu, bir insan gibi Meryem’i hamile bırakması değil, Meryem’in rahminde
Kelâm’ın bedenleşmesinin imkânını sağlamasıdır. İsa Mesih’i doğuran bir figür olarak
Meryem’in nasıl tanımlanacağı sorunu bir müddet Hristiyan ilahiyatçılarının zihinlerini
meşgul etmiştir. Buradaki sorun Meryem’in İsa Mesih’in yalnızca insani yönünü mü

240
doğurduğu, yoksa insani yönüyle birlikte ilahi yönünü de mi doğurduğu meselesidir. Nitekim
an gövde kiliseler ilerleyen dönemde Meryem’in İsa’nın hem insani hem de ilahi yönünü
doğuran olduğunu kabul etmiş ve dolayısıyla onu Antropokos “insan anası” unvanı yanı sıra
Teotokos “Tanrı anası” unvanıyla da taltif etmişlerdir.

13.1.5. Kefaret/Atonement
Hristiyanlıkta “oğul” inancıyla ilgili önemli olan bir diğer öğreti kefaret doktrinidir.
Bu doktrinin özünü, Tanrı Oğlu İsa Mesih’in neden acı çekerek öldüğü ya da kurban edildiği
sorusu ve bu soruya cevap olarak sunulan İsa Mesih’in çarmıha gerilerek kurban edilmesinin
insanların günahına bir kefaret olduğu inancı oluşturmaktadır. Buna göre İsa, insanların
suçları için, buna bir kefaret olarak ölmüş ve günahtan aklanmaları için yeniden diriltilmiştir.
İsa Mesih’in insanlık için ölmesi, Tanrının insanlığa olan sevgisinin bir kanıtıdır. Zira Tanrı,
kendi öz oğlunu kurban olarak göndermiş ve bizim için onu kendi elleriyle ölüme teslim
etmiştir.

Kefaret doktrini konusunda geleneksel Hristiyan ilahiyatında üç temel yorum ortaya


çıkmıştır. Bunlardan birincisi çarmıhta ölen ve sonra yeniden dirilen İsa’nın “Muzaffer Mesih
(Christus Victor)” olduğunu ön plana çıkaran erken dönem Hristiyanlarının yaygın kanaatidir.
İsa’nın çarmıhta ölümüyle ilgili ikinci yoruma göre Âdem’le birlikte ortaya çıkan insanın
günahkârlığı Tanrıyı rahatsız etmiş ve kâinata yönelik düzeni bozmuştur. Dolayısıyla
Tanrıyı/tanrısal iradeyi memnun etmek için ilahi Oğul İsa Mesih’in insan suretinde ölümü
gerekli hâle gelmiştir. Bu “tanrısal iradeyi memnun/tatmin etme” motifi, Protestan
reformistlerce geliştirilerek farklı bir boyutta yeniden yorumlanmıştır. Buna göre, Tanrıyı
değil, günahın cezalandırılacağına dair tanrısal yasanın gereğini tatmin etmek için İsa’nın
ölümü söz konusu olmuştur. Böylelikle İsa, biz günahkârlar için cezaya katlanmış, kendisini
bizim yerimize ölüme göndermiştir. İsa’nın çarmıhta ölümüyle ilgili üçüncü bir yorum tarzı
ise, bu ölüm hadisesinin etik bir etkiye yönelik olması kanaatini vurgulamaktadır. Buna göre
İsa’nın ölümü Tanrının bize yönelik sevgi aktivitesinin bir göstergesidir. Tanrı bize olan
sevgisini, kendi en değerli varlığını, öz oğlunu, bizim için ölüme göndermekle
göstermektedir.

13.1.6. Ölümden Diriliş/Resurrection ve Yükseliş/Ascension


Hristiyan inancına göre Pontius Pilatus döneminde İsa Mesih, çarmıhta acı çekerek
ölümü sonrası mezara gömülmüş ve üç gün süresince burada kalmıştır. Üçüncü gün sonunda
İsa Mesih ölümden dirilmiştir.

İlk Hristiyan cemaat İsa’nın ölüp yeniden dirildiğinden oldukça emindi. Zira kurtuluş,
gelecek dönem ve benzeri bütün öğretilerini bu inanç üzerine bina etmişlerdi. Pavlus’a göre,
Mesih dirilmeseydi o zaman Pavlus ve Hristiyan cemaat tarafından savunulan İncil ya da
öğreti ve iman geçersiz olacaktı. Yani bir bakıma Mesih’in ölüp dirilmesi Hristiyan imanı ve
öğretileri açısında olmazsa olmaz bir şarttır.

İsa Mesih’in ölümden dirilmiş olmasının anlamı ve verdiği mesaj nedir? Hristiyan
inancına göre her şeyden önce bu olay, İsa’nın tanrılığının ve Mesihliğinin bir doğrulamasıdır.

241
Dirilişle kutsal yazılarda verilen sözler yerine getirilmiştir. Ölüp dirilen İsa, bununla insanlara
ölümden dirilmenin mümkün olduğunu ve insana yönelik tanrısal planın günah ve ölüm değil,
günah ve ölümden kurtuluş ve ölümsüzlüğe dayalı olduğunu göstermiştir. Ölümden dirilen İsa
Mesih, kırk gün talebelerini eğitmeyi sürdürmüş; bu sürenin sonunda göğe yükselerek
Baba’nın sağ tarafına oturmuştur. İsa’nın yükselişi ve Baba’nın sağ tarafında oturuyor olması,
Mesih’in egemenliğinin ve ilahi krallığın semavi âlemdeki kuruluşunun ilanı olarak kabul
edilmektedir.

13.1.7.Kutsal Ruh
Hristiyan tanrı inancında teslisin üçüncü unsuru olan Kutsal Ruh, peygamberler
aracılığıyla konuşan ve tanrısal inayeti bahşeden unsurdur. Ekümenik konsillerde Kutsal
Ruh’un da Baba ve Oğul gibi aynı tanrısal öze/cevhere sahip olan bir unsur olduğu
vurgulanmıştır. Kutsal Ruh’un teslisin diğer unsurları olan Baba ve Oğul’la olan ilişkisi ise
öteden beri bir sorun olarak devam etmiş ve çeşitli ayrıklıkların teolojik zeminlerinden birisini
oluşturmuştur. Hristiyan inancında Oğul ile Ruh arasında karşılıklı bir ilişkinin varlığı kabul
edilir. Kutsal Ruh özellikle inanan bireylerle ilişkiler ve insanlara yönelik ilahi kurtuluş
misyonu açısından da aktiftir. Vaftiz olarak İsa Mesih’e iman etmiş olan herkes Kutsal Ruh’u
almakta ve onunla dolmaktadır. Hristiyan kutsal metninde hiç kimsenin “Kutsal Ruh’un
aracılığı olmadan, İsa rabdir diyemeyeceği” vurgulanır. Dolayısıyla Ruh, kişiye iman, mucize
gücü, ebedi yaşam ve benzeri nitelikleri kazandıran/bahşeden bir ilahi cevher olarak da
değerlendirilir.

Hristiyan inancına göre bütün inananlar vaftizde ruhu alırlar. “Ruhu almak” ya da
“Ruha sahip olmak” ölüme karşı bir zaferin, dirilişin ve ebedi hayatın güvencesidir. Son
olarak Hristiyan inancına göre Kutsal Ruh, tarih boyunca insana yönelik tanrısal iradenin
açılımında etkin olan ilahi güçtür. Öyle ki Oğul’un bedenleşmesi ya da İsa Mesih öncesi
dönemde bütün Peygamberler aracılığıyla insanlara iletilen ilahi buyruklar Ruh’un
ilhamıyla/esiniyle alınmıştır. Aynı şekilde Ruh, İsa Mesih’in ölümden dirilip göğe çıktığı
dönem sonrası da yine aktiftir. Zira Ruh, vaftiz olarak ruhu alanlar/inananlar topluluğundan
oluşan kiliseyi yönlendirmektedir; konsüllerde Kutsal Ruh’un iradesi egemendir. Böylelikle
kilisenin şahsında Kutsal Ruh, dolayısıyla da ilahi irade aktivitesi hâlâ devam ettirmektedir.
Bu durum Hristiyanlıkta vahiy geleneğinin Kutsal Ruh ile sürekli süregelen bir gelenek olarak
anlaşıldığını da göstermektedir.

13.1.8. Mesih ve Gelecek Dönem İnancı


Hristiyan ilahiyatında İsa’ya verilen en önemli kristolojik unvan Mesih’tir. İsa Mesih,
Hristiyanlıkta, dünyaya ve insanlığa yönelik tanrısal iradenin açılımı ve tanrının kurtuluş
planının ifadesidir.

Mesih, yeryüzünde bedenleşen ve ölüp dirilen bir kurtarıcıdır. Onun ölüp-dirilmesi,


İsa Mesih’in ve şahsında bütün inanan insanlığın yeryüzünün sonlu ve günahkâr yaşamından
ölümünü (bu yaşamı terk etmesini) ve ilahî âlemin ebedî yaşantısına dirilmesini (ulaşmasını)
sembolize etmektedir. İsa Mesih, kendi yeryüzü yaşamında, kurtuluşun konusu olan insanlara

242
önce kurtuluşun neyle mümkün olamayacağını göstermiş, daha sonra kendisinde bulunan
tanrısal ruhla ölümden dirilerek kurtuluşun ya da ebedi hayatın yolunu öğretmiştir.

İsa, tanrısal Oğul’un insanlığın kurtuluşu için bedenleşmiş hâlidir. Rab İsa Mesih,
tarihsel İsa’nın aksine varlık öncesi var olan (pre-existant) tanrısal bir varlıktır. O, her şeyden
önce var olandır ve her şey onun aracılığıyla yaratılmıştır. Oğul İsa Mesih, görünmez tanrının
görüntüsü, gücü ve hikmetidir.

İsa Mesih, birey açısından kişinin kurtarıcısı olarak kozmik bir öneme sahiptir.
İnananlar topluluğu için ise o cemaatin (kilisenin) başı, ruhu ve hayatı olarak bir önem taşır;
cemaat Mesih’in vücudu olarak görülür. Mesih, Tanrının yüce kudreti, ilahi maksadın bir
açılımıdır.

Mesih’in bedeni sembolizmi de dikkat çekicidir. O, Mesih’e inanan ve bazı ritüelleri


yerine getiren fertlerin Mesih’e katıldığını ve onun bedeninin birer üyesi hâline geldiklerini
düşünmektedir.

Hristiyan geleneğinde Tanrı Oğlu İsa Mesih’in ilerde melekler eşliğinde yeniden
yeryüzüne gelmesi beklenir. Mesih’in gelişiyle bütün yeryüzü yönetimleri fesholunacak ve
yalnızca tanrısal hükümranlık söz konusu olacaktır. İnsanlara yönelik yargılama sonunda
kötüler yok olacaklar, iyiler ise İsa Mesih’le birlikte yeryüzünde ölümsüzlük elbisesine
bürünmüş vaziyette bin yıl yaşayacaklar; bu sürenin sonunda Mesih’le birlikte ilahî âleme
yükseleceklerdir.

Mesih’in ikinci gelişi Pavlus döneminden itibaren Hristiyanlarca beklenmektedir.


Pavlus döneminden beri hemen her zaman diliminde Mesih’in gelişinin an meselesi olduğuna
inanılmıştır. Örneğin Pavlus, cemaatine Mesih’in gelişini göreceklerini söylemiştir. Pavlus
sonrası dönemde Ortaçağ’da ve günümüzde de bu geliş beklenmektedir. Özellikle Mesianik
(Mesihçi) ve Milenyarist (Binyılcı) öğretileri ön plana çıkaran mezhepler temel kurgularını bu
beklenti üzerine bina etmişlerdir.

13.1.9. Çarmıh Öğretisi ve Kurtuluş


İsa’nın acı çekerek çarmıha gerilmesi ve ölmesi Hristiyan geleneğinde anahtar bir
öğretidir. Bu öğreti, kurtuluş anlayışı açısından, ilahi Oğul İsa Mesih’in iki haydudun arasında
çarmıha gerilerek ve acı çekerek ölmesi inancını merkez alan Hristiyanlığın temel
doktrinlerinden birisidir. Çarmıh teolojisi, özellikle Pavlus’un mektuplarında özenle işlenir.
İlahi yasa, insanın kurtuluşu ve benzeri konularda anahtar bir kavram olarak kullanılır.
Çarmıhta ölme, Yeni Ahit metinlerinde tanrısal irade tarafından takdir edilen bir olay olarak
tanımlanır; zira İncil yazarlarına göre İsa, henüz tutuklanma öncesi dönemde kendisinin
yaşayacağı çarmıh hadisesini bilmektedir. Esasen, İncil yazarlarınca onun, kurtarıcı bir
tanrısal varlık olarak düşünüldüğü dikkate alındığında, bunun böyle olması da gayet doğaldır.

İsa, yaşayacağı bu olayın, yalnızca ilahi takdirin gerçekleşmesinden ibaret olduğunu


düşünmekte ve dolayısıyla kendisine karşı yürütülen tutuklama, yargılama ve cezalandırmaya

243
karşı koymamaktadır. Kendisinin karşı koyması bir tarafa, yanında yer alan talebelerinin karşı
koyuşlarını da engellemektedir.

Âdem’den kaynaklanan günah ve ölümün tutsağı olan insanların kurtulması ve hukuk-


günah-ölüm boyunduruğundan sıyrılarak ebedi hayata kavuşması için Tanrı, biricik oğlunu
günah tutsağı bir insan suretinde yeryüzüne göndermiş ve daha sonra onun çarmıhta acı
çekerek ölmesine razı olmuştur. Çarmıhta İsa’nın ölmesi, insanlık tarihinde bir dönemin,
hukuk ve günaha bağımlılık döneminin kapanması ve yeni bir dönemin, yani iman ve sevgi
aracılığıyla kurtuluş döneminin açılmasının başlangıcıdır. Dolayısıyla çarmıhla birlikte Tanrı,
insanlığa ve yeryüzüne olan sevgisini ifşa etmiş, insanlık için yeni bir ahit dönemini
başlatmıştır. Nitekim çarmıhta ölümü sonrası mezara gömülen İsa Mesih de yeniden dirilerek,
günahtan dirilişin ve ebediliğin kapılarını açmıştır.

13.1.10. Cennet ve Cehennem Düşüncesi, Araf Öğretisi


Hristiyanlık öte dünya, cennet ve cehennem inancına yer vermektedir. Bununla birlikte
Hristiyanlıkta cennet Mesih’le birlikte ebediyen yaşamı, tanrıyı olduğu gibi yüz yüze
görmeyi, ebedi sevgi ve yaşam birliğini ifade etmektedir. Hristiyan tasavvuruna göre
cehennem, soyut anlamda ebediyen tanrıdan uzak olmayı ifade etmektedir. Bununla birlikte
Hristiyanlıkta somut bir cehennem düşüncesi var olmuş ve Matta İncilinde ifade edildiği gibi
“yalnızca ağlayış ve diş gıcırtısının olduğu kızgın fırın” ve “sönmez ateş” şeklinde tasvir
edilmiştir. Buraya İblisin, meleklerinin ve inanmayanların atılacakları düşünülür.

Hristiyan geleneğinde cennetle cehennem arasında bir ara mekân olan Araf’ın
varlığına da inanılır. Protestanlar ve Nesturiler gibi bazı doğu kiliselerinin inançları arasında
yer almayan Araf düşüncesi özellikle Katolik geleneğinde önemli yer tutar; Florance ve Trent
konsillerinde bu inanca vurgu yapılmıştır. Ölüler için yapılan dualarla onlar için kilise
tarafından verilen endüljansla yakından irtibatlı olan Araf’ın, günahkârların son arınma yeri
olduğu düşünülür.

13.1.11. Meryem
Hz. Meryem, Hristiyan iman ikrarlarında Kutsal Ruh vasıtasıyla hamile kalarak ilahi
Oğul İsa Mesih’i doğuran “bakire” olarak tanımlanır. İsa Mesih’in hem ilahi hem de insani
yönünü doğuran olarak ona, insan anası (antropokos) ve tanrı anası (teotokos) unvanları
verilir. İsa Mesih’in annesi olarak Meryem aynı zamanda Mesih’in bedeni olarak görülen
kilisenin ya da Mesih üyelerinin de gerçek annesi sayılır. Hristiyan geleneğinde Meryem
“kutsal bakire” olarak saflığın, temizliğin ve iffetin modelidir. Özellikle Katolik geleneğinde
Meryem’e büyük önem verilmiştir. Meryem’le ilgili şu dört husus iman açısından önemli
olarak değerlendirilir: Tanrıyı doğuran olması, tertemiz/saf şekilde hamile kalması, bakire
olarak doğum yapması ve bedensel olarak göğe yükselmiş olması.

Hristiyan inanç esasları Bab, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan teslis inancı temeline
oturmaktadır. Teslis inancında ise öne çıkan figürü Mesih’tir. Mesih’in bedenleşme, kefaret
ve dirilme tecrübeleri haç teolojisi olarak Hristiyan inanç doktrinlerinin zeminini
oluşturmaktadır. Ancak Mesih’in tabiatı hususunda Hristiyanlığın ilk dönemlerinde pek çok

244
teolojik tartışma yaşanmıştır. Mesih’in insani veya ilahi tabiata sahip olduğu yönündeki bu
tartışmalar neticesinde Hristiyanlık içinde bazı farklılaşmalar yaşanmıştır.

13.2. Temel İbadetler ve Ahlak Anlayışları


Yahudilikte olduğu gibi kapsamlı ve bütün insan tutum ve davranışlarına şamil bir
ibadet anlayışına sahip olmasa da Hristiyanlık günlük, haftalık ve yıllık düzeyde bazı temel
ibadetlere yer vermektedir.

13.2.1. Sakramentler
Sakrament, Hristiyanlıkta tanrının aktif olarak yer aldığına inanılan kutsal ayinlere
verilen addır. Hristiyanlık inancına göre sakrament tanrının kutsamasını, merhametini, lütfunu
iştirak eden inananlara ulaştıran veya görünmeyen gerçekliği temsil eden görünen semboldür.
Buna örnek olarak vaftiz etme verilebilir. Vaftizde su Kutsal Ruh‘un hediyesinin lütfünü,
günahların affını ve kilisenin bir üyesi olmayı temsil eder. Katolik ve Ortodoks Hristiyanlarda
yedi sakrament vardır.

Vaftiz

Bütün Hristiyanların üzerinde ittifak ettikleri iki temel sakrament; vaftiz ve


komünyondur. Hristiyanlıkta vaftiz, bir çeşit dine giriş ya da inisiyasyon törenidir. Bu
yönüyle vaftiz, bazı Hristiyan ilahiyatçılarca Eski Ahit geleneğindeki sünnetle kıyaslanmış;
tanrı ile yapılan yeni ahitleşmede sünnetin yerine vaftiz sakramentinin geçtiği ileri
sürülmüştür.

Vaftiz sakramentinin en önemli referansları İsa Mesih’in “gidin, bütün ulusları


öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin. Size
buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin” (Mat. 28:19-20) şeklinde incilde geçen sözüdür.

İsa Mesih insanları asli günahtan arındırmak amacıyla kendini feda etmiş çarmıhta
ölmüş ve sonra yeniden ölümden dirilmiştir. İşte vaftiz, İsa Mesih’in bütün bu eylemlerine
sembolik olarak katılmanın ifadesidir. Vaftizle kişi asli günah kirinden ölümü ve sonra
yeniden İsa Mesih’te dirilmeyi sembolize etmektedir. Bu bağlamda vaftiz için suya girme
ölümü, sudan çıkma ise dirilmeyi ifade etmekte; bu esnada yapılan dualar ise Kutsal Ruh’un
hazır bulunmasına işaret etmektedir.

Hristiyan geleneğinde vaftizin ne zaman ve nasıl yapılması konusunda da çeşitli farklı


bakış açıları ortaya çıkmıştır. Genellikle Hristiyan kiliseleri bebek vaftizine yer
vermektedirler. Doğumun hemen sonrası vaftiz ayini bebekler için icra edilmektedir. Ancak
Anabaptistler gibi Hristiyan kiliseler bebek vaftizine karşı çıkmakta ve vaftizin ancak akıl-
baliğ olma durumunda yapılması gereken bir sakrament olduğunu savunmaktadırlar. Vaftiz
genellikle kişiyi tamamen suya batırma şeklinde yapılır; ancak bazı durumlarda su serpme ya
da yalnızca bazı uzuvlara su dökme tarzında da yapılmaktadır. Büyük ve merkezi kiliselerde
vaftiz ritüeli için hazırlanmış olan özel alanlar bulunmaktadır. Vaftiz mutlaka bir rahip ya da
rahipler gözetiminde yapılmalıdır.

245
Genellikle Hristiyan kiliselerinde, vaftiz olma, kişinin yaşantısında bir defa yapılması
gereken bir ayin olarak görülür. Zira vaftiz dine girişin ve imanın ifadesidir; bu ise bir defa
gerçekleşmekle oluşan bir hadisedir. Ancak Anglikan kilisesi gibi bazı akımlar bebekliğinde
vaftiz olmuş olanların akil-baliğ olduklarında yeniden vaftiz olmaları gerektiğini düşünürler.
Bazı Anabaptist gruplarda ise vaftizin kişi yaşamında tekrar tekrar yapılabileceği düşünülür.

Evharist

Bütün Hristiyan kiliseleri açısından iki temel sakramentten ikincisi evharisttir. Bu


sakrament Komünyon, Mass, Rabbin akşam yemeği (Supper), Aşayı Rabbani ya da ekmek-
şarap ayini gibi adlarla da bilinmektedir.

Evharist töreni Hristiyan geleneğinde İsa Mesih’e katılmayı ya da onunla gizemli bir
şekilde birleşmeyi ifade etmektedir. Bu konudaki en temel referans İsa Mesih’in havarileriyle
yediği son yemekte söylediği, incillerde aktarılan şu sözlerdir:

Evharist’te yenilen ekmek ve içilen içki, çarmıhta can vererek ölen ve tekrar dirilen İsa
Mesih’in eti ve kanına dönüşmekte, dolayısıyla bunları yiyip içmek kişiler İsa ile
bütünleşmekte olduklarına inanmaktadırlar.

Evharist ayininin ifade ettiği sembolizma konusu da Hristiyan kiliseleri arasında bir
tartışma konusudur. Katolikler bu ayindeki kurban sembolizmini ön plana çıkarırlar ve
evharist ayini ile İsa Mesih’in kendisini insanların kurtuluşu için bir “kurban kuzusu” olarak
sunmasının sembolize edildiğini ifade ederler. Yenilen ekmek ve içilen içki ile bu ayinde bu
kurban töreninin hatırası tekrar tekrar canlandırılmaktadır. Diğer Hristiyan kiliseleri ise
kurban fenomeninin yerine İsa’nın bedenleşmesini ve kurtuluşu ön plana çıkarırlar. Örneğin
Anglikanlara göre evharist Mesih’in kurtarıcı eylemleri anısına düzenlenen bir ayindir.

Hristiyan kiliselerinde evharist ayininin icra edileceği zaman konusunda da çeşitli


farklılıklar görülmektedir. Genelde hemen hemen bütün Hristiyanlarda bu ayin, Pazar günü
kilisede yapılan dinî törenin en önemli ritüeli olarak yapılır. Kiliselerde ayin için hazırlanan
ekmek ve içkinin sunulduğu –genellikle görkemli- bir masa bulunur. Pazar gününden başka
yılın muhtelif zamanlarında çeşitli kutsal günlerde ve dönemlerde de (örneğin Çarşamba ve
Cuma günleri) bu ayin düzenlenmektedir. Adventistler gibi bazı Protestan akımlar evharisti
Cumartesi günü icra ederler.

Evharist ayininin düzenlenmesi açısından üç önemli aşama dikkati çekmektedir.


Bunlarda ilki ayinde kullanılacak olan ekmek ve içkinin hazırlanmasıdır. Bu safhada
hazırlanacak olan ekmeğin ve içkinin yapısına yönelik olarak kiliseler arasında farklı
uygulamalar görülmektedir. Örneğin Katolikler ve Ermeniler Evharist için hazırlanan ekmeğe
maya katmazlar; Ortodokslar ise mayalı ekmek hazırlarlar. Bu esnada okunan dualar, ilahiler
ve dinî metinler ise ayinin düzenlenmesindeki ikinci safhayı oluşturur. Son ve en önemli safha
ise ekmek ve içkinin kutsanması safhasıdır. Örneğin bu safhada Katolikler ekmek ve içkinin
İsa’nın bedenine ve kanını dönüştüğüne inanırlar. Adventistler gibi bazı Protestan akımlar,
içki içmeyi haram saydıklarından evharistte alkollü içki yerine üzüm suyu kullanırlar.

246
Evharist ayini kiliselerde genellikle yalnızca kilisenin kendi cemaatinin bulunduğu bir
ortamda düzenlenir. Bunun için, özellikle Pazar ayinlerinde ayine katılan yabancıların
evharist ayininin başlaması öncesi ayin salonunu boşaltmaları beklenir ve sonra cemaate bu
ayin sunulur. Ancak bazı kiliselerde (özellikle Baptistler gibi bazı Protestan kiliselerinde) bu
ayinin kilise üyesi olmayan yabancılara da açık olarak yapıldığı görülür.

Konfirmasyon

Konfirmasyon ya da “güçlendirme” ayini, Hristiyan geleneğinde vaftiz olduktan sonra


kişinin Kutsal Ruh’un inayetini kazanması ve vaftizle alınan nurun tamamlanması amacıyla
yapılır. Özel olarak hazırlanan bir yağla (doğu kiliselerinde Miron yağıyla) kişinin alnının ve
diğer bazı uzuvlarının meshedilmesi (genellikle haç sembolünün çizilmesi) şeklinde
gerçekleştirilen bir ayin, çoğu Protestan kiliselerince kabul edilmez. Konfirmasyon, erken
dönemlerde vaftizin hemen sonrasında yapılmaktaydı. Doğu kiliselerinde bu gelenek hâlen
sürdürülmekte ve Hristiyan olma bağlamında bu ayin bebek vaftizinin hemen arkasından
yapılmaktadır. Katoliklerde ise konfirmasyon, kişinin kiliseye bağlılığının göstergesi olarak
ilerleyen bir yaşta yapılmaktadır.

Günah İtirafı/Tövbe

Katoliklerde ve Doğu kiliselerinde günah itirafı kurtuluş için yapılması gereken bir
ayindir. Hristiyan geleneğinde doğuştan günahkâr olarak kişinin işlemiş olduğu günahlarından
arınmak için günahlarından tövbe etmek zorunda olduğu düşünülür. Lateran Konsili her
Hristiyan’ın en az yılda bir kez günah itirafında bulunması gerektiğini belirtmiştir.

Günah itirafı, kişinin bir rahip huzurunda günahlarını itiraf etmesi ve rahibin de kişiye
vâz u nasihat ederek onun günahlarını Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına bağışlamasıdır. Kilise,
kişinin işlediği her suçun ya da günahın biri dünyevi diğeri uhrevi olan iki cezasının
bulunduğunu ve bunlardan dünyevi cezaları affetme yetkisinin kilisede olduğunu ileri
sürmüştür. Ayrıca bu cezalardan uhrevi olanının affedilmesi için öncelikle dünyevi cezanın
ortadan kaldırılması gerektiğini, bunun için de kişinin kilisede günah itirafında bulunması
gerektiğinin altı çizilmiştir. Günah itirafı sakramenti genelde bir kilise binasında yapılır.
Bununla birlikte bazı Hristiyan mezheplerinde bu ayinin diğer yerlerde ya da açıkta yapıldığı
da görülmektedir. Ortodokslarda günah itirafı genellikle bir ikonun önünde gerçekleştirilir.

Nikâh

Katoliklerde ve doğu Hristiyan geleneğinde evlilik kutsal bir eylem olarak görülmekte
ve dolayısıyla nikâh bir gizem ya da sakrament olarak değerlendirilmektedir. Hristiyan
geleneğine göre evlenme yalnızca iki insanın bir arada yaşaması değil, Âdemle Havva’nın
tanrı tarafından kutsanmasına dayalı bir geleneğin yaşanmasıdır. Dolayısıyla bu kutsal
eylemin başlangıcı olan nikâhın bir ruhbanın gözetiminde gerçekleşmesi şarttır. Bu bağlamda
Hristiyan geleneğinde nikâh törenleri kilisede dinî ayin eşliğinde yapılmakta, kiliseler bir tür
nikâh daireleri gibi görev yapmaktadır. Nikâhın bir sakrament olduğunu kabul etmeseler de

247
bazı Protestan ülkelerinde kiliseler, sivil nikâh daireleri yanında nikâh işlemlerini
yürütmektedirler.

Özellikle Katoliklerde evliliğin ve çiftler arasındaki cinsel ilişkinin amacının çocuk


yapmaya yönelik olması gerektiği vurgulanır. Boşanma ise zina gibi çok ciddi sayılan
gerekçeler olmadıkça hoş karşılanmaz. Ortodoks geleneğinde ise üçe kadar tekrar evlenmeye
izin verilir.

Rahip takdisi

Katoliklik ve doğu Hristiyanlığında rahip ataması da bir sakrament olarak kabul edilir.
Kilise hiyerarşisi içerisinde yer alan din adamları bu görevlerine bir üst ruhban sınıfı
tarafından dinî törenler eşliğinde kutsanmak suretiyle atanırlar. Rahipliğe atanan kişi kendisini
tanrıya ve cemaatine adamış sayılır.

“Bütün inananların din adamlığı” ilkesini geliştiren Protestan kiliseler müstakil bir
ruhban sınıfına ve rahip atamasına karşı çıkarlar. Ancak bununla birlikte Protestan kiliselerde
de bir profesyonel rahipler sınıfının var olduğu dikkati çekmektedir.

Son (Hasta) Yağlama

Hristiyan geleneğindeki sakramentlerden sonuncusu son yağlama ya da hasta


yağlamasıdır. Katoliklerde ölüm döşeğindeyken hastalara yapılan bir törendir. Hastanın belirli
uzuvları rahip tarafından dualar eşliğinde takdis edilir. Doğu kiliselerinde ise bu tören
cemaatten kişilerin istedikleri her zaman ya da herhangi bir hastalık anında yapılmaktadır.
Ermeni kilisesi son yağlamayı bir sakrament olarak görmemektedir.

Yağlama sakramenti kişinin kilisenin bir üyesi olduğunun vurgulanması, günahlarının


affı, şifa ve şahsı rahatlatma amacına yöneliktir. Bu ayinle ruh ve bedenden müteşekkil olan
insanın hem bedenine hem de ruhuna şifa sağlamak amaçlanır.

13.2.2. Günlük ve Yıllık İbadetler


Bu sakramentlerin dışında Hristiyan geleneği çeşitli günlük ve yıllık ibadetlere de yer
verir. Kiliselerde hazırlanmış olan liturjik takvimlerde bu ibadetlerin zamanı belirlenir.

Hristiyan geleneğinde ibadetler genelde toplu olarak kilisede yapılır. Ancak bunun
yanında bireysel ibadet anlayışı da vardır. İbadetlerde dua ve ilahiler önemli bir yer tutar. Her
kilise belirlemiş olduğu bu dua ve ilahileri içeren liturjik metinlere sahiptir. Kiliselerde
yapılan toplu ibadetlerde rahip yönetiminde dua, ilahiler okuma ve vaaz dikkati çeker.
Bireysel ibadetler ise genellikle dua içeriklidir. Günlük dualarda ve evharistik liturjide okunan
en yaygın dua Matta 6: 9-13’te geçen Rabbin Duası’dır ve bu duayı genellikle tanrıya yönelik
bir yüceltme (doksoloji) ve teslis ikrarı tamamlar.

Hristiyan geleneğinde ibadetler, kiliselerin yapısına göre oturarak, ayakta ya da diz


çökerek yapılır. Özellikle bireysel ibadet esnasında ellerin avuç avuca bir araya getirilmesi
parmakların birbirine kenetlenmesi ve boynun eğilmesi dikkati çeker. Ortodoks kilisesinde

248
ikonalar önünde eğilerek yapılan bireysel ibadetler dikkati çeker. Kiliselerde bulunan
ikonaların dışında bazı Ortodokslar kendi evlerinde de ikonanın bulunduğu bir özel bir köşe
oluşturur ve burada ikona önünde dua ederler. Ortodoksların aksine çeşitli kiliseler ikonalar
önünde dua etmeye karşı çıkarlar; hatta bunun bir putperestlik ve küfür olduğunun altını
çizerler.

Kilisede toplu yapılan ibadetlerde de kiliseden kiliseye farklılıklar dikkati çeker.


Genellikle toplu dua, ilahiler ve vaaz şeklinde gerçekleştirilen ibadetler, bazı Protestan
kiliselerinde hareketli gösterilere dönüşür. Öyle ki bazı uç cemaatler ibadeti toplu dans etme
şovuna dönüştürürler.

Hristiyan kiliselerinin ibadet şekilleri arasında rükû ve secde yoktur. Bunun bir
istisnası Süryani kilisesidir. Süryanilerde dua ve secdeden ibaret olan ibadette İslam’dakine
benzer bir secde yer alır. Hristiyan geleneğinde genelde erkekler ve kadınlar karışık olarak
ibadet ederler. Ancak bazı doğu kiliselerinde ibadet esnasında erkekler önde kadınlar ise
arkada yer alırlar.

Hristiyan kiliselerinin birçoğunda günlük ibadetler düzenlenir. Genellikle sabah ve


akşam ibadetleri görülür; Süryanilerde ise buna bir de öğle ibadeti eklenir.

Hristiyan geleneğinde oruç ibadetine de yer verilir. Gerçek orucun günahlardan uzak
durmak şeklinde olduğuna dikkat çekilmekle birlikte yılın belirli zamanlarında yiyip içmekten
ya da belirli yiyeceklerden uzak durmak şeklinde bu ibadet yerine getirilir.

Orucun nasıl tutulacağı konusunda çeşitli uygulamalar dikkati çekmektedir. 13.


yüzyılda oruç esnasına günde bir kez öğlen ya da gece yemek yeme âdeti vardı. Günümüzde
ise hayvansal gıdalar gibi yalnızca belirli gıdalardan uzak durmak veya –komünyon öncesi
oruçta olduğu gibi- günde birkaç saat bir şey yememek şeklinde bu ibadet sürdürülmektedir.

Hristiyanlıkta cenaze merasimleri liturjik bir tören olarak düzenlenir. Cenaze törenleri
bölgeden bölgeye kültürel farklılıklar göstermekle birlikte cenaze evinde, kilisede ve
mezarlıkta yapılan üçlü bir tören şeklinde gerçekleştirilir. Ceset, genellikle defin öncesi bir
tabutta son vedalaşma için sergilenir; kilisede bir evharist ayini düzenlenir. Hristiyanlıkta
cesetler genelde gömülür; ancak zaman zaman bazı Batı toplumlarında görüldüğü gibi
cesetlerin yakılması âdeti de uygulanmaktadır.

Hristiyanlıkta yılın çeşitli zamanlarına dağılmış birçok bayram ve kutsal gün vardır.
Bunlardan bir kısmı İsa Mesih’le Kutsal ruh’la ya da Meryem’le bir kısmı ise çeşitli azizlerle
ilişkilidir.

Bayramlar arasında en önemlisi ve kutsal olanı İsa’nın dirilişi anısında kutlanan Easter
ya da Paskalya bayramıdır. Bu bayram Nisan ayında kutlanır; kutlama öncesi bir oruç dönemi
vardır. Easter dönemi, Kül Çarşambası (Ash Wednesday) ile başlar ve Pentakost kutlaması ile
son bulur. Easter öncesi oruç/perhiz döneminin başlangıcı olan Kül Çarşambası, Easter öncesi
yedinci haftanın Çarşamba gününe denk düşer. Batı geleneğinde Easter bayramında Easter
yumurtaları adı verilen boyalı yumurtalar ya da yumurta şeklinde hediyeler hazırlanır.

249
Bir diğer önemli bayram ise İsa’nın doğumu anısına kutlanan Kristmas’tır. Easter,
Pentakost ve Epifaniden sonra ortaya çıkan bu bayram Batı Hristiyanlarınca 4. yüzyıldan beri
25 Aralık’ta kutlanmaktadır. Bazı Doğu kiliselerince ise 6 Ocak’ta kutlanır. Batı kiliselerinde
Kristmas, gece, gün doğumunda ve gündüz olmak üzere üç ayinle kutlanır.

Geleneksel olarak 6 Ocak’ta kutlanan Epifani bayramıdır. 3. yüzyıldan itibaren Doğu


kiliselerince İsa’nın vaftiz oluşu anısına kutlanan bu bayram 4. yüzyılda Batı’ya geçmiş ve
orada İsa Mesih’in inançsızlara görünüşü anısına kutlanmaya başlamıştır.

Easter ya da Paskalyadan 50 gün sonra kutlanan Pentekost ise Kutsal Ruh’un


havarilere inişi anısını canlı tutmaktadır.

Bunlardan başka birçok kutsal gün vardır. 6 Ağustos’a rastlayan Mesih’in Değişimi
Bayramı, 4 Aralık’taki Aziz Barbara Günü, 6 Aralık’taki Aziz Nicholas Günü bunlar arasında
sayılabilir.

13.3. Hristiyan Mezhepler


İlk birkaç yüzyılda ortaya çıkan ve daha sonraki dönemlerde de irili ufaklı gruplar
hâlinde varlıklarını devam ettiren çeşitli heterodoksal akımlardan başka, bugün Hristiyanlık
bünyesinde yer alan mezhep akımları açısından ilk önemli ayrılık hareketi Kristolojik
tartışmalara bağlı olarak beşinci yüzyılda ortaya çıkmıştır. 431 Efes ve 451 Kadıköy
konsillerinde İsa’nın insani ve ilahî şahsiyetleri konusunda yapılan tartışmalar ve alınan
kararlar, bugün Ayrılmış Doğu Kiliseleri olarak adlandırılan mezheplerin ana gövdeden
koparak ayrı birer kilise hâlinde teşekkülüne yol açmıştır.

13.3. 1. Katolik ve Ortodoks Ayrışması


Hristiyanlık tarihinde ikinci önemli mezhepleşme olayı, geçmişi daha gerilere
uzanmakla birlikte 11. yüzyıl ortalarında karşılıklı bir restleşme ile sonuçlanan Roma ve
İstanbul kiliseleri arasındaki ayrılmadır. Bu ayrılma, kendisini Roma imparatorluğuyla
bütünleştiren Hristiyanlığın ana gözdesinin ikiye ayrılmasıdır. Bu ayrışmanın kökleri tarihsel
olarak Roma imparatorluğunun başkentinin İstanbul’a (Konstantinopolis’e) taşınmasına kadar
uzanır. İstanbul’un yeni siyasal merkez olarak “İkinci Roma” ilan edilmesi Roma kilisesi
açısından hem olumlu hem de olumsuz bazı gelişmelere kapı aralamıştır. Olumlu yön;
imparatorluk merkezinin taşınmasıyla Roma kilisesinin elde ettiği güç imkânıdır. Nitekim
bunu gittikçe artıran Roma Kilisesi, imparatorluğun Batı kanadının yıkılmasından sonra
ortaya çıkan otorite boşluğunu kendi lehine doldurmaya girişmiş ve dinî alanın yanında
dünyevi bir güç ve iktidar alanı oluşturmuştur. Bu gidişat meyvesini ilerleyen dönemde
gerçekleştirilen ve yüzyıllarca Avrupa’da önemli bir güç hâline gelen teokratik devletin
oluşumuyla verecektir. Olumsuz yön ise, imparatorluğun yeni merkezi olan İstanbul’un
siyasal idareciler liderliğinde Roma’dan ayrı ve bağımsız bir kilise şeklinde teşekkül etmeye
başlamasıdır. Bu durum ilerleyen dönemde İstanbul kilisesini Sezaropapalist bir yapılanmaya
kaydırmış ve Doğu Roma siyasal iradesiyle İstanbul kilisesini âdeta özdeşleştirmiştir.

Ökümenik konsillerin tamamı ya İstanbul’da ve yakın çevresinde ya da Anadolu’nun


İstanbul’a yakın merkezlerinde düzenlenmiştir. Bu konsillerde erken dönemlerden itibaren

250
Roma, Antakya ve İskenderiye gibi Hristiyanlığın önemli merkezleri olan şehirlerin yanı sıra
İstanbul’un da dinî bir merkez olduğu vurgulanmaya başlanmıştır. Bu doğrultuda 451
Kadıköy Konsilinde Roma ve İstanbul piskoposlarının eşitliği vurgulanmış; ancak Roma
temsilcileri bu karara katılmamışlardır. Tarihsel süreçte Roma’nın gittikçe konumunu
güçlendirmesi Roma piskoposu olan papaların da oldukça güçlenmesini sağlamıştır. Roma,
havari Petrus aracılığıyla bütün Hristiyanlığın merkezi iddiasıyla tüm Hristiyanlar üzerinde
bir otorite olduğu kanaatini ve bu kanaat doğrultusunda bir politikayı her zaman
sürdürmüştür. Ancak bu durum bir imparatorluk kilisesi hâlindeki İstanbul’un her zaman
tepkisine yol açmıştır. Böylelikle iki kilise arasındaki asıl önemli çekişme otorite ve dinî
merkez olma konusunda yaşanmıştır. İstanbul’un kendisini Roma ile eşit görmesine karşılık,
Roma, kendisinin Hristiyanlığın merkezi olduğunu ileri sürmüştür.

İki kilise arasındaki bu çekişme ilerleyen dönemde Roma Kilisesinin İstanbul’da


yaşanan siyasal krizlerden yararlanmaya ve zaman zaman hem taht mücadelelerinde hem de
İstanbul kilisesine patrik atamalarında etkisini kullanarak kendisine yakın isimleri işbaşına
geçirmeye çalışmasıyla iyice doruk noktasına ulaşmıştır.

Yaşanan bu siyasal çekişmeler yanında bazı teolojik ve liturjik konulardaki farklılıklar


da iki kilise arasındaki ayrışmada rol oynadı. Bunların başında teslisin üçüncü unsuru Kutsal
Ruh’la ilgili tartışma gelmektedir. Roma Kilisesince İznik kredosuna eklenen “oğuldan da”
ifadesi Kutsal Ruh’un hem Baba’dan hem de Oğul’dan neşet ettiğini vurgularken İstanbul
Kilisesi bunun kabul edilemez olduğunu savundu. Zira bu, hem konsillerde belirlenen asli
öğretiye aykırıydı hem de teslis öğretisinde Kutsal Ruh’un konumunu Oğul’a göre
ikincilleştiren bir durumdu. Bir diğer tartışma konusu ikonalarla ilgiliydi. Roma Kilisesi
İstanbul bağlılarınca ikonaların bir tazim aracı olarak kullanılmasını puta tapıcılık olarak
görmekteydi. Nitekim Roma’nın İstanbul üzerinde etkisini hissettirdiği bir dönemde, 726-843
arasında tekabül eden ikonaklazm döneminde ikonalara karşı bir dizi yaptırım uygulandı.
Tarihe “put kırıcılık” olarak geçen bu hadise zihinlerde derin izler bıraktı.

Bütün bu siyasal ve dinî çekişmeler yanında iki kilise arasında uzun süre görüşmeler
sürdürüldü ve karşılıklı olarak birbirini ikna etme teşebbüsleri devam etti. Ancak 1054’te
patrik Cerularios ile görüşmeye gelen Kardinal Humbert ile ipler koptu. Papalığın, İstanbul
Kilisesine yönelik tavrından ve politik manevralarından rahatsız olan patrik, kardinale
randevu vermedi. Patrikle görüşemeyen kardinal de İstanbul Kilisesi’nin farklı görüşlerinden
dolayı sapkın olduğuna dair bir papalık belgesini Ayasofya’ya bırakarak Roma’ya döndü.
Buna karşılık İstanbul Kilisesi de Roma Kilisesinin Kutsal Ruh konusundaki inancının
sapkınlık içerdiğini vurgulayan karşı bir belge hazırladı ve bunu Roma’ya iletti. Bu karşılıklı
restleşme ve birbirini aforoz etme, iki kilise arasındaki mutlak ayrılığın ilanı oldu.

Katolik kilisesi ilerleyen dönemde Avrupa’daki etkisini hızla artırdı ve siyasal ve


askeri bir güç hâline geldi. 11-13. yüzyıllar arasında gerçekleştirilen Haçlı Seferlerinde kilise
hep belirleyici ve yönlendirici bir rol oynadı. Bu seferlerden 4. Haçlı Seferi’nde İstanbul işgal
edildi ve 1261’e kadar süren bir Latin krallığı kuruldu.

251
Katolik kilisesinin Doğu kiliselerine yönelik politikası yakın zamanlara kadar devam
etti. Bu politikanın temelini Doğu kiliselerini Roma ile birleştirmek anlayışı oluşturuyordu.
Ancak uzun yıllar bunda görünür bir başarı sağlanamadı. Nihayet 16. yüzyıldan itibaren
Katolik misyonerler vasıtasıyla Doğu Hristiyanları Katolikleştirilmeye çalışıldı. Ayrılmış
Doğu kiliseleri olarak adlandırılan kiliselerde bu, kısmen başarılı olduysa da Ortodokslar
açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. 1960’lı yıllara düzenlenen 2. Vatikan konsili
sonrası diğer birçok konuda olduğu gibi İstanbul kilisesiyle ilişkiler konusunda da Katolik
Kilisesi yeni bir politika izlemeye başladı. Bu politika değişikliğinde en gözle görünür
değişiklik iki kilise arasındaki sorunlardan ziyade birliktelikleri ön plana çıkarmak ve
karşılıklı iletişim sağlamaktı. Bu çerçevede Katolikliğin başı papa ile Ortodoks kilisesi
patriğinin karşılıklı ziyaretleri planlandı. Kurumsal anlamda bu yakınlaşma ve iyi niyet
gösterilerine rağmen Katolik ve Ortodoks halklar arasındaki derin ayrılığın hâlâ devam ettiği
bir gerçektir.

Ortodoks Kilisesi bir imparatorluk kilisesi olarak varlığını 15. yüzyıl ortalarına kadar
devam ettirdi. 1453’te İstanbul’un Osmanlılarca fethedilmesi üzerine Moskova Ortodoks
kilisesi “Üçüncü Roma” iddiasıyla Ortodoksluğun yeni merkezi olarak ortaya çıktı. İstanbul
Kilisesi ise Fatih tarafından yeni bir yapılanma konusunda teşvik edildi. Ortodokslarca seçilen
patrik Fatih tarafından tanındı ve patriğe saray erkânında bir resmiyet tanındı. Osmanlı
imparatorluğu süresince patrikhane birkaç merkez değiştirdi; ancak sonunda Fener’de
günümüzdeki yerine taşındı. Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde patrikhane zaman
zaman çeşitli siyasal etnik-ayrılıkçı hareketlere karıştığı suçlamalarına muhatap oldu ve bazı
patriklerin idamı gündeme geldi. 20. yy başlarında gerçekleşen mübadele olaylarında
Ortodoks Rum nüfusun önemli bir bölümü Türkiye’den göç etti. Günümüzde Ortodoks
Rumlar genellikle İstanbul’da ikamet etmektedirler.

13.3.2. Reformasyon Dönemi


Hristiyan tarihinde üçüncü önemli ayrışma hareketi 16. yüzyılda gerçekleşmiştir.
Ortaçağ’da Katolik kilisesinin dinsel ve siyasal yapılanması ve ekonomik ve sosyal alanda
kurduğu tahakküm çeşitli kesimlerin yoğun tepkisine neden olmuş ve sonunda reform
hareketlerine dönüşecek olan bir dizi yenilikçi anlayışın olumunu sağlamıştır. Reformasyon
hareketleri öncesi reforma zemin hazırlayan gelişmeleri iki ana kategoride ele almak
mümkündür: Bunlar Rönesans ve hümanizm hareketleridir.

Bilimde ve sanatta yenileşme hareketlerini ifade eden Rönesans, Ortaçağ’da kilisenin


öncülüğündeki dogmatizme ve skolastik düşünceye bir eleştiri ve isyan hareketi şeklinde
gelişmiştir. Avrupa genelinde bilim adamları kilisenin dogmatik kabullerini yıkıcı görüşler
ileri sürmüşler; sanatkârlar yenilenmeci yaklaşımı merkeze alan anlayışı eserlerine
yansıtmışlardır. Kilisenin aykırı hatta heretik/sapkın gördüğü bu gelişmeye karşı tepkisi
şiddetli olmuş ve birçok bilim adamı kilise mahkemeleri olan Engizisyon’da yargılanarak ağır
cezalara çarptırılmıştır. Bu cezalar arasında en sık uygulananı diri diri yakılma cezasıdır.

Hümanizm hareketi de bu dönemde oldukça etkili olmuştur. John Colet (1494-1519),


Thomas More (1478-1535) ve Desidarius Erasmus (1469-1536) gibi hümanistlerce Roma

252
Katolisizminin inanç ve öğretilerine çeşitli eleştiriler getirilmiş, kilisenin sivil alandaki
otoritesi tenkit edilmiştir. Erasmus ve benzeri hümanistler, insana ve insanın sahip olması
gereken temel haklara dikkat çekmişler, şiddeti, savaşı ve benzer durumları eleştirmişlerdir. O
dönemdeki hümanistler günümüzdeki bazı hümanist çevrelerden farklı olarak dinin
(Hristiyanlığın) içerisinde kalarak eleştirilerini sürdürmüşlerdir. Bilim adamları gibi
hümanistler de kilise tarafından sapkın sayılmış ve cezalandırılmaları yoluna gidilmiştir.

Lutheranizm

Reform döneminin kuşkusuz en önemli ismi Martin Luther’dir (1483-1546). Luther’in


Katolik anlayışa yönelttiği itirazlar, Roma Kilisesinin yüzyıllardır elinde bulundurduğu
imtiyazlı statükoyu derinden sarsmıştır. İman, tövbe, dinde temel referanslar, kutsal kitap,
endüljans, çeşitli eklestiastik sorunlar ve benzeri konulardaki yaklaşımları Hristiyanlığın ana
gövdesinin Katolik ve Protestan şeklinde ikiye ayrılmasıyla sonuçlanmıştır.

Luther, özelikle Papalık görevlisi olarak Saxonya bölgesinde görev yapan Dominik
ilahiyatçı Johann Tetzel’in Katolik kilisesinin endüljans uygulamasını savunan tavırları ve
vaazları üzerine 1517’de 95 maddede özetlediği yenilikçi düşüncelerini Wittenberg şatosu
kilisesi kapına asarak ilan etti. Endüljanstan papalığa, rahiplerin mutlak bekârlık geleneğine,
sakramentlere, ölüler için yapılan Mass ayinine, iman ve tövbe konularındaki geleneksel
anlayışa, keşişlik ve manastır sistemine kadar hemen her konuda eleştirilerini sıraladı.
Luther’in bu eleştirileri Katolik Kilisesine âdeta bir bomba gibi düştü, başta Tetzel olmak
üzere Katolik ilahiyatçılar ve din adamları onu sapkın fikirlere sahip olmakla suçladılar.
Kilise 1518’de Luther’i kendisine yöneltilen suçlara karşı savunma yapmak üzere Roma’ya
çağırdı. Buna itibar etmeyen Luther ise görüşlerini savunmaya devam etti; Katolik Kilisesine
ve kilisenin güdümündeki siyasal güçlere karşı ihtiyaç duyduğu siyasal ve askeri koruma ise
çeşitli Alman prenslerince sağlandı. Kilise 1520’de Luther’e yönelik “Exurge domine”
belgesini yayınladı ve bunu kendisine gönderdi. Bununla ona, son olarak, fikirlerinden geri
dönmek için iki aylık bir süre tanınmaktaydı. Ancak Luther bu talebi geri çevirerek papalık
belgesini yaktı. Nihayet kilise 1521’de Luther’i aforoz etti; çeşitli Katolik merkezlerde
Luther’in kitapları yakıldı. Çeşitli tarihlerde yapılan toplantılarda Luther yanlıları Luther’in
fikirlerini savundular. 1529’da toplanan Speyer Meclisi’nde ise Luther yanlıları Katoliklerin
Luther aleyhine tutumunu protesto ettiler. Bu olayla birlikte Luther yanlıları Protestanlar
olarak nitelenmeye başladı.

Luther, iman ve tövbe konusunda kilisenin anlayışını eleştirmekte ve papalık ve kilise


kurumunun iman ve tövbe konusundaki aracı rollerini reddetmektedir. O, imanla tövbenin kişi
ile tanrı arasında gerçekleşeceğine inanmakta ve Papanın ve kilise kurumunun günah
bağışlaması geleneğine karşı çıkarak tövbenin Tanrı tarafından kabul edileceğini
vurgulamaktadır. Bu bağlamda Luther endüljans (günah itirafı sonucunda kilise tarafından
kişiye günahlarının bağışlandığına dair verilen ve Ortaçağda parayla satılan belge)
uygulamasına da şiddetle karşı çıkmakta, bunun bir sahtekârlık olduğunu vurgulamaktadır.
Yine Luther, herkesin kutsal metni okuyup anlamasının önemine dikkat çekmekte ve dinde
temel otoritenin papalık ya da kilise kurumu değil kutsal metin olduğunu belirtmektedir. Bu
doğrultuda o, Hristiyan kutsal kitabını Almanca’ya çevirmiştir. Ayrıca Luther ana dilde

253
ibadetin önemine dikkat çekmiştir. Bundan başka Luther rahiplerin evlenmemesi yönündeki
kilise kuralına da karşı çıkmış ve Cistercian tarikatı üyesi olan Catherine von Bora ile 1525’te
evlenmiştir. Son olarak o, İsa’nın ve İncil mesajının insanlara anlaşılabilir ve gerçekçi bir
şekilde anlatılmasının önemi üzerinde durmuş; örneğin Meryem’i oldukça güzel bir kadın
şeklinde resmeden anlayışa eleştiriler getirmiştir.

Kutsal kitaba dayalı olarak birçok konuda Katolik anlayışı ve Papa’yı eleştiren Luther,
Hristiyan teolojisinde ve toplum anlayışında Pavlusçu anlayışı yeniden inşa etmeye çalıştı.
Papayı haydutlukla ve Deccallikle suçlayan Luther, yaşadığı dönemde, prens ve
derebeylerinin siyasal iktidarlarını kutsamakta, bunların yönetim ve iradelerine her ne sebeple
olursa olsun karşı çıkmayı, dine aykırı saymaktadır. “İki kılıç doktrini” bağlamında Luther,
dünyevi iktidarların tanrı tarafında tesis edildiğini dolayısıyla bunlara itaat etmenin şart
olduğunu düşünmektedir.

Katolik Kilisesine karşı Luther’in başlattığı reform hareketi, özellikle öğrencisi


Melancthon’un çabalarıyla geliştirildi. Melancthon, Luther’in görüşlerini eserlerinde bir araya
toplamış; ayrıca Lutherci anlayışın temel özelliklerini derleyip toparlamıştır. Lutheran
Protestanlık hareketi Avrupa’nın kuzeyinde, Danimarka, İsveç ve diğer İskandinav
ülkelerinde yayıldı. Günümüzdeki Lutherci kiliseler Reform kiliseleriyle birlikte
Protestanlığın ana gövdesini oluşturmaktadır. Almanya genelinde Lurtherci kiliseler Evanjelik
kiliseler olarak da nitelenmektedir.

Reform kiliseleri

Protestanlık içerisinde yer alan günümüz Reform kiliseleri ikinci kuşak reformistler
olarak da adlandırılan Calvin ve Zwingli’nin görüşlerinden esinlenerek ortaya çıkan
akımlardır.

Fransız reformist John Calvin (1509-1564) Luther tarafından başlatılan reform


teolojisinden etkilenmiş ve sosyo-politik ve kilise organizasyonu/disiplini alanlarında
yoğunlaştırdığı çeşitli açılımlarıyla reformu geliştirmiştir. Hümanizmden etkilenen sistematik
bir düşünür olan Calvin 1533’te Katolik kilisesinden kopmuş, 1535’te ise İsviçre’ye
kaçmıştır. Cenevre’de Guillaume Farel (ö. 1565) tarafından başlatılmış olan reform
hareketinin başına geçmiş ve Cenevre’yi reform teolojisi doğrultusunda teokratik bir şehir
şeklinde yapılandırmaya çalışmıştır.

Bu esnada İsviçre’de aktif olan bir başka reform yanlısı ilahiyatçı da Ulrich
Zwingli’dir (1484-1531). Katolik ilke ve uygulamalara karşı Luther’den daha radikal tutumu
ile tanınan Zwingli, Zürih’te bir dizi radikal uygulama başlatmış; Mass ayinini tamamıyla
yasaklamış, kiliselerden resim ve suretleri atmıştır. Ayrıca o, evharistte Mesih’in varlığı
konusunda hem Luther’den hem de Katolik Kilisesinden ayrı düşünmüş; Katolik dönüşüm
teorisiyle birlikte Luther’in evharistte Mesih’in gerçek varlığı öğretisini de reddetmiştir. Ona
göre evharist, İsa Mesih’in havarileriyle yediği son yemeğin yalnızca bir hatırasından
ibarettir. Son olarak Zwingli, Kitabı Mukaddes’in ifadelerinin anlam açısından açık

254
seçikliğinde ısrar etmiş ve Katolik Kilise tarafından savunulan kutsal metinlerdeki sır ve
gizemler yaklaşımını eleştirmiştir.

Calvin ve Kalvincilik, dindarlığın sosyal ve ahlaki boyutuna vurgusuyla da


tanınmaktadır. Calvin, dindarlığın toplumsal yapıya uygulanmasını savunmuş ve kiliseyi kent
idaresi içerisinde temsil etme anlayışıyla yaşadığı dönemde Cenevre’de küçük ölçekli bir
teokratik yapılanma oluşturmaya çalışmıştır. O, dinin devlet, ekonomi ve toplumla ilişkisi
üzerinde durmuş ve bireysel dindarlığın iş ahlakı boyutuyla da gerçekleşmesini vurgulamıştır.
Yine Calvin, sadece dinsel inançların değil kilise yapılanması, politik organizasyon ve sosyal
düzenlemelerin de kutsal metnin literal anlamı üzerine oluşturulması gerektiğini düşünmüştür.

Kilise yapılanması konusunda Reform kiliseleri Lutheran kiliselerden farklı olarak


“bütün inananların rahipliği” ilkesini ve seçim esasına dayalı din görevlisi/öğretmen atamayı
uygun bulmuştur. Özellikle Calvin’in İskoçyalı öğrencisi John Knox (ö. 1572) tarafından
İskoçya’da geliştirilen ve oradan Amerika’ya taşınan Presbiteryenlikte seçime dayalı
presbitery sistemi kilise yapılanmasında esas alınmıştır.

Günümüz reform kiliseleri arasında Presbiteryenler, Kongregasyonalistler ve benzeri


bir dizi Protestan mezhep hareketi sayılabilir. Kalvinci kiliseler olarak da adlandırılan Reform
kiliseleri Avrupa’da İsviçre, Hollanda, İskoçya, Bohemya, Macaristan ve Almanya ile Kuzey
Amerika genelinde yaygın durumdadır.

Anabaptistler

Anabaptistler, kilise yapılanması ve vaftiz gibi konulardaki görüşleriyle diğer


Protestan gruplardan ayrılan bir grup olarak dikkati çekmektedir. Kökenleri erken
reformasyon dönemine kadar uzanan bu gruplar, farklı düşünceleri yanında mevcut sosyal
düzeni tehdit ettikleri gerekçesiyle hem Katolikler hem de ana gövde Protestan ekoller
tarafından takibat altına alınmışlardır.

Anabaptist kiliselerin en temel karakteristikleri bebek vaftizini reddetmeleri ve


vaftizin kişinin doğru ile yanlışı ayırt edebilme yaşında yapılması gerektiğini savunmalarıdır.
Ayrıca anabaptistler arasında vaftizin bir iman ikrarı olarak tektrar tekrar yapılabilirliği de
düşünülmektedir. Bundan başka bu gruplar oldukça radikal sayılabilecek dindarlık
anlayışlarıyla ve sosyal-siyasal yapıya karşı pasifist yaklaşımlarıyla da dikkati çekerler.
Örneğin Anabaptist ekol arasında sayılan Mennonitler ve bunların devamı niteliğindeki
Amishler, bireysel ve sosyal yaşam açısından gerçek dindarlığın İsa’nın döneminde olduğu
şekilde olması gerektiğine inanmakta ve modernitenin oluşturduğu teknolojik yaşam tarzına
şiddetle karşı çıkmaktadırlar.

Anglikan kilisesi

Yapısı itibarıyla Protestanlıkla Roma Katolisizmi arasında olan Anglikan kilisesi daha
ziyade milli vurgularıyla ön plana çıkan ulusal bir kilise olarak dikkati çeker. Bu kilise,
Baptistler, Metodistler, Kongregasyonalistler ve benzeri birçok kilise akımını bünyesinden
çıkaran önemli bir mezhep hareketi olarak da dikkati çeker.

255
Anglikan Kilisesinin doğuşu, 16. yy’ın ilk yarısında İngiliz kralı VIII. Henry’nin
(1491-1547), kendisine, halef olacak bir erkek çocuk doğurmamış olan karısı kraliçe
Aragonlu Catherine’i boşama ve metres hayatı yaşadığı Anne Boleyn ile evlenme isteği ile
ilişkili görülür. Gerçekte ise bu kilisenin kökenlerini kral VIII. Henry’den çok öncelere
dayanan ve İngiltere de dâhil tüm Avrupa’da yankı bulan Protestan reform hareketlerinde ve
İngiltere’nin sosyo-politik yaşamına egemen olma konusunda teokratik otoriteyi temsil eden
papalıkla sivil otoriteyi temsil eden krallığın güç mücadelesinde aramak gerekmektedir.

Roma Katolik Kilisesi’nin inançlarına ve İngiltere’nin sosyal-siyasal yapısı üzerindeki


etkinliğine yönelik eleştirilerin Henry öncesi dönemlerden itibaren varlığı bilinmektedir.
Wycliffe gibi öncü reformistler ve Thomas More gibi hümanistler Katolisizmin etkisini
eleştirmişlerdir. Yine Cambridge’de yerleşik olan William Tyndale (1494-1536), İngiltere’de
Protestanlığın hararetli bir sempatizanı olmuş ve Katolisizme çeşitli eleştiriler getirmiştir.
Ancak Tyndale, baskılar üzerine Almanya’ya kaçarak orada faaliyetlerini sürdürmek zorunda
kalmıştır. Onun tarafından hazırlanan Kitabı Mukaddes’in İngilizce çevirisi 1526’dan beri
bilinmektedir.

Kral Henry, kilisenin yeniden yapılandırılması sürecinde en önemli hamlelerinden


birini 1532’de Thomas Cranmer’i başpiskoposluğa getirmekle yaptı. VIII. Henry, 1547’deki
ölümüne değin İngiliz kilisesinin başı ya da İsa’nın İngiltere’deki halefi olarak faaliyetlerini
sürdürdü; kilise kurumu içerisinde sosyal siyasal veya ekonomik açıdan kendi otoritesine ters
düşebilecek olan hususlarda revizyonlara girişti. Teolojik tartışma zeminini Cranmer gibi
ilahiyatçıların hazırladığı bu faaliyetler çerçevesinde örneğin o, İngiliz mahkemelerinin
davalarını Roma’ya götürmelerini yasakladı, 1536’da manastırları kapatma teşebbüsünde
bulundu.

Henry’nin ölümü sonrası da Anglikanizm hareketi gelişim sürecini sürdürdü.


Henry’nin henüz 9 yaşında olan oğlu VI. Edward döneminde İngiliz parlamentosu
başpiskopos Cranmer tarafından derlenen ilk İngilizce dua kitabını onayladı. Edward
döneminden itibaren kilise, parlamento tarafından denetlenmeye başlandı.1553-1558 yılları
arasında hükmeden kraliçe Mary Tudor döneminde Roma Katolisizmine yeniden dönme
teşebbüsünde bulunuldu ve bu çerçevede bir dizi tedbir alındı. Bu dönemde Cranmer ve diğer
bazı Anglikan ilahiyatçılar yakılarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Ancak Mary Tudor’dan
sonra tahta geçen Elizabeth’le birlikte ulusal kilise hareketine tekrar dönüldü ve ilerleyen
zaman içerisinde Anglikanizm İngiltere’de ve İngilizlerin etkisi altındaki yörelerde İngiliz
milli kilisesi olarak günümüze kadar süregelen dönemde yerini aldı.

Cantenbury başpiskoposluğu bünyesinde varlığını sürdürmekte olan Anglikan kilisesi,


A’raf ve evharistte Katolik dönüşüm öğretisi gibi Katolik inançlara karşı çıkmakta ve
Proestan kiliseler gibi iki temel sakrament kabul etmektedir. Ancak Katolik kilisesinin diğer
sakramentlerine tamamen karşı çıkmamaktadır. Sivil otoriteye bağlı bir kilise olarak kraliçe
kilisenin başı sayılmaktadır.

256
Uygulamalar
Bulunduğunuz mekânda varsa bir kilise geziniz ve ayini gözlemleyiniz.

257
Kazanımlar

1) Kilse kavramı anlaşılır.

2) Hristiyanlığın ritüelleri ile ilgili bilgi kazanılır.

3) Kilise objeleri tanınır.

258
Uygulama Soruları
1) Hristiyanlığın ibadetleri hakkında neler biliyorsunuz?

259
Bu Bölümde Ne Öğrendik Özeti
Hristiyan inanç esasları teslisin unsurları çevresinde oluşmuştur. Baba, oğul ve kutsal
Ruh’tan oluşan teslis içinde şüphesiz en büyük yer Oğul Mesih figürüne aittir. Mesih’in
inkarnasyonu, kefaret oluşu ve haçta öldükten sonra dirilip göğe yükseldiği inancı, Hristiyan
inanç esasının merkezini oluşturmaktadır. Hristiyanlık kişisel erdem ve ibadetlerden çok sevgi
ve merhamet vurgusunu öne çıkarsa da ibadetler Hristiyan yaşamında önemli bir yer
tutmaktadır. Bu ibadetlerin çoğu kiliselerde rahiplerin öncülüğünde gerçekleşmektedir.
İbadetlerin anlamı ve mahiyeti konusunda farklı Hristiyan kiliseler arasından görüş ayrılığı
söz konusudur. Hristiyan etik geleneği de Hristiyanın gündelik yaşamında önemli bir yer
tutmaktadır. Hristiyan etiğinin kaynağı ise daha çok Pavlus’a atfedilen metinlerdir.

260
Bölüm Soruları
1) Baba, oğul ve kutsal Ruh’tan oluşan teslisin fonksiyonu nasıl ifade edilebilir?

a) Kelamdır, kurtarıcı bir ilahidir

b) Vaftizi sağlar

c) Yakarışla ilgilidir

d) İkinci bir gerekliliktir

e) Hiç biri

2) Hristiyanlık hangi vurguyla diğer dinlerden farklı olduğunu iddia eder?

a) azap

b) Günah

c) cennet

d) Sevgi ve merhamet

e) e ibadet

3) Hristiyanlıkta ibadetler nerelerde icra edilir?

a) havra

b) Sinagog

c) cami

d) Mabed

e) kilise

4) Hristiyan inanç esaslarını ya da amentüsünü ifade etmede yaygın olarak hangi


kelime kullanılır

a) Baba

b) Teslis

c) kredo (creed)

d) Kutsal ruh,

e) e oğul isa

261
5) Hristiyanlığın ilk kredosu aşağıdaki şıklardan hangisinde doğrudur?

a) İznik Kredosu

b) Havariler kredosu

c) Antakya kredosu

d) Tarsus kredosu

e) Kudus kredosu

6) (D/Y) Hristiyanlıkta yüce tanrı “Oğul” olarak nitelenir.

7) (D/Y) Hristiyanlıkta Oğul, teslisin unsuru içinde yer almaz.

8) (D/Y) Hristiyan inancında Oğul’un taşıdığı fonksiyonel özellikler açısından şu üç


husus dikkat çekicidir: yaratılışta asli unsur olma, kurtarıcılık ve yargılayıcılık.

9) (D/Y) Hristiyanlıkta Oğul’un bedenleşmesi/tenleşmesi ya da inkarnasyon, tanrının


insanlığa yönelik kurtuluş planı doğrultusunda düşünülen bir teolojik doktrindir.

10)(D/Y) Hristiyan ilahiyatında İsa’ya verilen en önemli kristolojik unvan Mesih’tir.

Cevaplar

1) a, 2) d, 3) e, 4) c, 5) b, 6) Y, 7) Y, 8) D, 9) D, 10) D.

262
14. İSLAM

263
Bu Bölümde Neler Öğreneceğiz?
1) İslamın Ortaya Çıkışı

2) İslamın İnanç Esasları

3) İslamın İbadetleri

4) Hz. Muhammed (a.s.) ve Mesajı

5) Kur’an

264
Bölüm Hakkında İlgi Oluşturan Sorular
1) İslamın ortaya çıktığı dönem ile ilgili sosyolojik bilginiz nelerdir?

2) İslam öncesi Dünya tarihi hakkında bilgileriniz nelerdir?

3) İslamiyetin ortaya çıkışında Arap yarımadasının durumu nasıldı?

4) İslamın yayılışı hakkında kronolojik olarak neler biliyoruz?

5) İslam’ın tevhit ilkesi ile diğer inançların tanrı anlayışlarıyla karşılaştırınız.

265
Bölümde Hedeflenen Kazanımlar ve Kazanım Yöntemleri
Konu Kazanım Kazanımın nasıl elde
edileceği veya
geliştirileceği

İslamın doğduğu dönemi


anlamak

İslamın yayılış sürecini


kavramak

İslamın temel inanç


sistemini kavramak

Önemli ibadetleri hakkında


fikir sahibi olmak

266
Anahtar Kavramlar
 İslam

 Arap yarımadası

 Namaz

 Oruç

 Hac

 Zekât

 Kelime-i Şehadet

 Peygamber Hz. Muhammed (sav)

267
14.1. İman Esasları
Günümüzde yaklaşık bir buçuk milyarın üzerinde insanın inanç dünyasına hükmeden
İslamiyet, Allah’ın birliğine inanmak, O’na gönülden teslim olmak ve Ondan gelen emirlere
boyun eğmek temellerine dayanır. Dünyanın tüm ülkelerine yayılmış olmakla birlikte
yoğunluk Endonezya’dan Atlas Okyanusuna kadar olan geniş alandadır. Azınlık cemaatları
hâlinde dünyanın diğer ülkelerine de yayılmıştır. Bu, inananlar cemaatinin temeli Hz.
Muhammed’in (s.a) hayatında atılmış, O’nu izleyen devlet teşkilâtı içinde kurumlaşmıştır.

Hz.Muhammed(s.a), Arabistan Yarımadasının Mekke şehrinde Kureyş Kabilesi’ne


mensup oldukça fakir bir ailenin çocuğu olarak, yaklaşık 570 yılında dünyaya geldi. Henüz,
doğumundan az önce babası Abdullah’ı, altı yaşlarında da annesi Amine’yi kaybetti. Öksüz
ve yetim kalan Muhammed’in bakımını amcası Ebu Tâlib üstlendi. Peygamber olduktan sonra
da Onu Mekkeli muhaliflerine karşı fedakârca ve korkusuzca savunmaya devam etti.

Hz. Muhammed’in(s.a) peygamberlik görevine başladığı 40 yaşından önceki hayatı


hakkında fazla bilgi sahibi olunmamakla birlikte, o’nun “Muhammed ul-Emin” lakabını
alacak kadar dürüst ve üstün ahlâklı olduğu, 25 yaşlarında kendisinden daha yaşlı ve zengin,
dul bir hanım olan Hz. Hatice ile evlendiği bilinmektedir. Hz. Hatice’nin ölümüne katlar da
başka hiçbir kadınla evlenmemiştir. Hz. Hatice öldüğü zaman, kendisi 50 yaşlarında
bulunuyordu.

Hz.Muhammed, kendisine peygamberlik görevi gelmeden önce, Mekke toplumunun


içinde bulunduğu sosyal çöküntüden sıkılarak, zaman zaman Mekke yakınlarındaki Hira
Mağarası’na çekilir, burada derin düşüncelere dalarak günlerini geçirirdi. Bu tefekkür ve
ahlâkî tecrübeler, kendisine peygamberlik görevi verilmesiyle zirveye ulaştı. Yeni dinî tebliğe
önce kendi ailesi ve yakın çevresinden başladı. Özellikle şehrin hayatını denetim altında tutan
azınlık bîr gurubun şiddetli muhalefetiyle karşılaştı. Muhalefet büyüdü, ithamlar ağırlaştı.
Peygamberin tebliği her geçen gün biraz daha çok engellenmeğe çalışıldı. Hayatının tehlikeye
düşmesi ve tebliğin çıkmaza girmesi üzerine, hayatını ve tebliğini Mekke dışında
sürdürebileceği yerler aramaya başladı. Mekke’ye hac için gelen diğer şehir ve kabile
mensuplarıyla ilişki kurdu. Özellikle Medinelilerden bir grup, Ondaki liderlik vasfını ve
tebliğindeki yüceliği fark ederek İslamı kabul ettiler; peygamberin içinde bulunduğu sıkıntıyı
görerek Medine’ye davet ettiler. Dikkatli ve gizli görüşmelerden sonra alınan kararlar üzerine,
Peygamber Mekke’yi miladi 622 yılında gizlice terk etti ve Medine’ye göçtü. Hz.
Muhammed’in bu göçüne “Hicret” denir. Bu göç kararında Mekkelilerin suikast
hazırlıklarının da rolü olmuştur. Olay, daha sonra Hicrî takvimin de başlangıcı sayılmıştır.

Medine’ye varışından sonra, Mekkeli muhacirlerle Medineli Müslümanlar arasında


gerçek bir kardeşliğin sağlanmasını başardı. Ancak Mekkeliler, Hz. Muhammed’in
hicretinden sonra da Müslümanlara karşı olan düşmanca tutumlarını sürdürdüler ve
aralarındaki gerginlik kİsa sürede arttı. Mekkeliler Suriye’den gelen zengin bir kervanın
Müslümanlarca tehdit edildiği haberinin kendilerine ulaşması üzerine, yaklaşık 1000 kişilik
bir ordu toplayarak Hicretin 2. yılında Medine üzerine yürüdüler. Müslümanlar kendilerini
savunmak için, Mekkelileri, 300 kişiyle Bedir mevkiinde karşıladı ve büyük bir yenilgiye
uğrattılar. Bu başarı, Müslümanların çevre kabileler arasındaki itibarlarını da artırdı. Ancak

268
Mekkelilerin düşmanlığı, bu savaşla sona ermedi, Uhud ve Hendek savaşlarıyla da gerilim
devam etti. Nihayet, Hz.Muhammed’in Hicri 8. yılda (m. 629) barışçı yollarla Mekke’yi
fethederek Kabe’yi putlardan temizlemesiyle, bu durum son buldu. Bundan sonra da,
Hz.Muhammed faaliyetlerini Medine’de sürdürmeye devam etmiş, lakin ömrü vefa etmemiş,
8 Haziran 632 de, 63 yaşında, arkasında evrensel bir din ve Kitap bırakarak vefat etmiştir.

Müslümanlar için Kur’an, Allah’ın kelâmını içeren bir kitaptır. Allah, elçisi Hz.
Muhammed’e vahiy yoluyla 23 senede kısım kısım indirmiştir. Peygamber, kendisine gelen
Tanrısal sözleri, buyrukları (ayetleri) bir taraftan “Vahiy kâtipleri” ismi verilen, okuma-yazma
bilen yakınlarına dikte ettirerek yazıyla kaydettirirken, diğer taraftan da müminlerin
ezberlemelerini tavsiye ederek korunmasını sağlamıştır. Kur’an, “Sûre” ismi verilen 114
bölüme ayrılır. Sûreler arasında, uzunluk bakımından bir eşitlik yoktur. Mekke’de vahiy
edilen ilk sûreler en kısa olanlardır. İfade bakımından da son derece derin ve güçlüdürler.
Medine’ye hicretten sonra bu üslûp, yeni doğan cemaat devletinin yönetimi için gerekli
hukukî muhteva ile daha kolay anlaşılır sade bir üslûba dönüşmüştür.

Kur’an her şeyden önce dinî ve ahlaki ilke ve öğütler kitabıdır. Medine’de bir İslâm
devleti kurma işlemi sırasında vahiy edilen, önemli hukuki sözleri de içerir. En önemili husus,
kadınlar ve köleler konusunda genel ıslahata yönelik buyruklardır. Kadına lam bir kişilik
sağlanmış, karı-kocanın birbirinin elbiseleri, koruyucuları olduğu vurgulanmıştır. Sayısız
kadınla evlenme sınırlanmış ve âzami sayı dörde indirilmiştir. Tek kadınla evliliğe doğru
gelişmeyi sağlayacak kısıtlamalar getirilmiştir. Kölelik müessesesi ıslah edilmiş, kaldırılması
fazilet yolu olarak gösterilmiş, köleleri hürriyete kavuşturmak için, her türlü hukukî ve ahlâkî
ortam hazırlanmaya çalışılmıştır. “Köle azad etmek” büyük bir erdemlilik olarak övülmüş ve
teşvik edilmiştir. Ancak dünyada devam eden savaşlar ve savaş esirliği, Kur’an’m beklediği
ve gösterdiği hedefi yüzyıllar boyunca geciktirmiş, zamanın olgunlaşması beklenmiştir.

Sınırlı sayıdaki hukuki ayetlerle toplumu evrensel hukuk düzenine sokmak istemiş,
önerdiği ceza teklifleriyle alt ve üst sınırlan göstermiştir. Örneğin katil olayında en üst ceza
kîsas, en alt ceza tazminat ve aftir. İki uç arasındaki ayrıntılar hâkime bırakılmıştır. Olayların
ahlaki boyutlarına ağırlık verilmiştir.

14.1.1. Allah’a İman


İslam’a göre Allah, azîz ve âlim, âdil ve kadir, âlemlerin rabbi dir. Gökleri ve yeri,
hayatı ve ölümü yaratan, ezelî, ebedî bir İlâh’dır. Canlılara rızk veren, kâinattaki küçük veya
büyük her hâli ve işi bilen O’dur. Kullarının gözcüsü, yetimlerin koruyucusu, yoldan
çıkanların mürşidi, felâkete uğrayanların kurtarıcısı ve affedicisi, merhamet edicisidir. O
doğmamış ve doğurulmamıştır. Tektir, eşi ve benzeri yoktur.

Allah varlığını, bilgisini ve gücünü, yaratıklarmdaki harikalarla, onlara verdiği


yeteneklerle gösterir. İnsan yapısı O’nu doğrudan doğruya, beş duyu ile kavramaya uygun
değildir. Nitekim Hz. Musa O’nu gözleriyle görmekte ısrar edince, O’nun karşı dağdaki bir
anlık tezahürüne dayanamayıp, bayılmıştır. Eski Ahid’in aksine İslama göre, insan varlığının,
ne uyanıkken, ne de uyurken, ne de rüyada Tanrı’yı görmesi mümkün değildir.

269
Yarattığı mahlûklara dönüşebileceği, onlarda müşahhaslaşabileceği ve tecrübe
edilebileceği, görülebileceği yönündeki put, avatara vs. gibi tüm görüş ve tasavvurları
reddeder, kabul etmez. Yine kendi yaratığı olan melek veya cinlerin veya herhangi bir başka
varlığın (Demiurg’un) Allah’ın yaratıcılığına yardımcı olması, Allah’ın takdir ve icraatına
müdahale etme tasavvurları kabul edilmez.

Politeistlerin tasavvur ettikleri gibi her hangi bir fiziki görünümle müşahhaslaşan
Tanrı’nın bir veya daha çok zevce edinebileceği, onlardan oğulları ve kızları olabileceği, yani
kendi varlığından her ne suretle meydana gelirse gelsin, daha alt derecede Tanrılar veya
Tanrısal varlıklar oluşabileceği görüşlerini de kabul etmez. Hulul, inkarnasyon, avatara vs.
gibi tarihin veya günümüzün bu yöndeki tüm tasavvurlarını reddeder. Bu türlü tasavvurları
politeizm olarak değerlendirir. Melekler vs. gibi metafizik veya fizikî varlıklara uluhiyet
isnadım da kabul etmez.

Allah’ın insanlarla veya başka varlıklarla ilişki kurabilmek veya bir icraatını başka
varlıkların şerrinden koruyabilmek için, mahlûkatı içinde kendini gizlemesini, her hangi bîr
varlık şeklinde görünmesini, avatarasını da (inkarnasyonunu) kabul etmez. Bunu Tanrı’ya
yapılan acizlik ve zayıflık isnadı olarak değerlendirir.

Allah’ın sıfatlan yaratıklarında da tezahür eder, ancak o sıfat ve özellik kendisi veya
kendisinin bir cüzi olamaz. Bu sebeple Hinduizm ve Hristiyanlıktaki gibi kısmî avatara ve
inkarnasyon tasavvurlarını kabul etmez. O kelâmıyla, düşüncesiyle istediğini yaratır. Ancak
yarattığının kendisi veya cüzü olmaz. Bu sebeple ezelî ve ebedî Tanrısal oğul, Tanrısal varlık
tasavvurlarını kabul edilmez. Örneğin Kur’an muhtevası ve sözleri, Tanrı Kelâmıdır. Ama ne
Tanrı, ne de Tanrı’dan bir kısımdır. Dolayısıyla bazı Hristiyan grupların- ileri sürdüğü gibi
Logos’un (Tanrısal kelâmın) ulûhiyeti görüşü de kabul edilmez. Yanlış inançlar olarak
değerlendirilir.

Hinduizm veya benzeri sistemlerdeki Allah’ın (İşvara’nın) çok uzaklarda olduğu,


yaratıkları duyabilmesi için, ara Tanrısal varlıklara, kutsal kişilere ihtiyaç olduğu Jasavvurlan
da kabul edilmez. İslam’a göre, Tanrı İnsana veya diğer yaratıklara kendilerinden daha
yakındır, her hangi bir ağaçtan düşen kuru yapraktan dahi haberdardır. Tanrının varlıkları
duyabilmesi İçin bir aracıya ihtiyacı yoktur. Tanrı dışında Tanrısal özelliğe sahip hiç bir
varlık ve aracı yoktur. Tanrı dışındaki tüm varlıklar onun yaratığıdır.

Panteizmin, Tanrı’nın tabiatın tüm içine yayıldığı, eşyanın benliğinde yayılmış olarak
bulunduğu görüşünü de kabul etmez. İslam’a göre, Tanrısal güç her yerde ve her zaman
hazırdır. Canlı veya cansız tüm yaratıklar, yaratılışlarında kendi varlıklarına verilen veya
yerleştirilen emirlere, programlara, tabiat kanunlarına uyarlar. Ama Tanrı’nın kendisi tabiat
veya tabiat kanunlarının, eşyanın, mahlûkatın bir cüzi, parçası değildir. O mahlûkatından,
eşyadan bağımsızdır.

Bazı Doğu Asya dinlerinde görülen, Ying ve Yang’dan, yani erkek ve dişi iki
cevherden, iki güçten oluştuğu tasavvur edilen Tanrı veya Tao İnancını da kabul etmez.
Çünkü bununla Tanrı’mn varlığı iki ayrı varlık ve cevherin sentezinden oluştuğu varsayımı

270
ortaya çıkar ki, yeni bir tip dualizm’î oluşturur. Vahdaniyet iki ayrı cevhere bölünmüş veya
iki şahsa ayrılmış olur. İki cevherin sentezinden oluşmuş tek varlık hâlinde tasavvur edilse
dahi, bu ve benzeri tasavvurlar kabul edilmezler. Nitekim geç devir Parsizm’de ortaya çıkan
ve Tanrı’dan ezelde sudur ettiğine İnanılan Ehriman ve Angramainyu düalizmini de İslam
kabul etmez.

Allah’ın varlığının mahiyeti, ancak kendisinin bildiği, kendisinin dışında hiç bir
mahlûkatın kavrayamayacağı bir sır olarak kabul edilir.

İslam din adamlarının (haham, rahip vs.) Tanrı adına hükümler vermelerini, onların
içtihatlarını bilimsel görüş değil de Tanrısal vahiy gibi algılanmasını, papalarda olduğu gibi
yanılmazlıklarını (layuhtilik) kabullenmeyi de onları Tanrı edinmek olarak değerlendirir,
Tanrı’ya eş koşmak olarak kabul eder.

14.1.2. Melekler ve Fizik Ötesi Varlıklar


Fizikî âlemin dışında ruhsal hayat sahibi varlıkların bulunduğuna inanılır. Bunlar
melekler ve cinlerdir. Kur’an, insanın topraktan, cinlerin ateşten yaratıldığını beyan etmiştir.
Meleklerin ise neden yaratıldıklarını açıkça bildirmemiştir. Ancak Peygamberden gelen bir
haberde, meleklerin ışıktan yaratıldığı nakledilmektedir. Meleklerin tabiatları insanlardan
farklıdır. Yaratılış cevherleri ayrıdır. Gözle görünmezler, ancak istedikleri şekle girip
görünebilme kabiliyetindedirler. Kendi arzularına göre hareket etmezler. Allah’ın emirlerine
mutlak olarak boyun eğerler. Yorulma ve usanmaları yoktur. Yemezler, içmezler ve
cinsiyetleri de yoktur.

Melekler Tanrının vahyini peygamberlere getirirler. Müminlere de işlerinde yardımcı


olurlar, doğru yolu gösterirler. Hayat süreleri dolan canlıların ölürken ruhlarını alırlar.
İnsanların affı İçin dua ederler. Yaratıkların iyi ve kötü her türlü davranışlarım kayıt ederler.
Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail, isimleri Kur’an’da zikredilen büyük meleklerdendir.

14.1.3. Kitaplara İman


Kitaptan maksat, peygamberlerin ümmetlerine Allah’dan getirdikleri emir ve
tavsiyeleri içeren yazılı metinlerdir. Bunlardan: Tevrat, Zebur (Mazmurlar) ve İncil,
Kur’an’da adı geçen kitaplardandır. Müslümanlar bu kitaplara ve ismi Kur1 an’da
zikredilmeyen diğer vahiy kitaplarına teorik olarak inanırlar. Çoğu kez elde mevcut olanlar da
safiyetlerini koruyamadıkları gerekçesiyle müminlerin günlük hayatına doğrudan etkileri
olmaz. Ancak bilimsel yönden Kur’an tefsirlerinde kendilerinden yoğun bir şekilde
yararlanılması sebebiyle dolaylı olarak etkileri görülür.

Tevrat ve Zebur’un varlıkları konusunda Ehli Kitapla ihtilâf olmamakla birlikte,


sağlıkları konusunda tartışmalar devam eder. Ancak Hristiyanların anladıkları vahiy ve İncil
tasavvurları ile Müslümanların inandıkları vahiy ve İncil tasavvurları arasındaki ayrılık
büyüktür. Hristiyanlara göre, Tanrısal kelam ve vahiy, Hz. İsa’da et ve kemiğe dönüşmüş ve
İsa kendisinden sonra Tevrat ve Kur’an gibi ayrıca bir vahiy kitabı bırakmamıştır. Elde
bulunan ve “İncil” diye bilinen ve isimlendirilen kitaplar Havarilerin, şakirtlerin veya onlara

271
inananların Kutsal Ruh’un ilhamıyla “İsa ve hayatı hakkında anlatılan haberleri topladıkları,
kaydettikleri kitaplardır”. Müslümanların inandıkları gibi bir “İncil” yeryüzünde yoktur.

Müslümanların geleneksel görüşlerine göre, Hz. İsa’ya “İncil” ismi verilen bir vahiyler
muhtevası verilmiştir. Ancak İsa kendisine gelen vahiyleri yazıyla kaydetmediği veya
şakirtlerine dikte ettirmediği için kaybolmuştur. İncil isimli mevcut kutsal yazılara İsa’ya
gelen vahiylerden bazı parçaların girmesi muhtemeldir.

Ancak bu görüşlerle, Kur’an’ın haber verdiği İsa’nın Tanrı’nın Meryem’e bıraktığı


“Kelamı” oluşunu ve henüz çocukken Tevrat’ın, İncil’in ve hikmetin öğretildiği;
konuşmalarıyla büyükleri ikna edici açıklamalar da bulunduğu âyetlerini açıklamak zordur.
Kanaatımızca pek çok mahlûkata, hayatlarında ihtiyaçları olacak bilgi ve yeteneği
yaratılışlarında benliklerine yerleştiren Allah, Hz. İsa’ya da henüz yaratılışının başında Tevrat
ve İncil bilgilerini yani vahyini yerleştirmiş, Onu vahiy bilgileriyle yaratmış olmalıdır. Bu
sebeple o çocukluğundan itibaren hayatı boyunca ilahi vahyin ışığında konuşmuş ve
davranmıştır. Söz ve hareketleri vahyin dışa açılımı ve insanlara dolaylı tebliği olmuştur.
Ancak İncil’in vahyi Tevrat ve Kur’an vahyinden farklı olduğu görülmektedir. Hıritiyanlarm
da ifade ettiği gibi, İsa’nın hâl ve hareketlerini, sözlerini anlatan İnciller vahye dayalı kitaplar
olmalıdır. Bununla birlikte Hadisler de olduğu gibi, bunları sonradan kaydedenler ve
anlatanlar kendi beşeri yeteneklerine göre, anlayıp ifade edebildikleri için, Hadislerde olduğu
gibi bilimsel ölçülerle değerlendirmeğe açık olmalıdır. Allah’ın mutlak birliği ilkesine zıt
olmamalıdır. Aykırılıklar rivayet ve yorum hatası olarak değerlendirilmelidir.

Günümüz Hristiyanları Yeni Ahid’in içeriğini oluşturan İncil ve Havari Mektuplarının


hepsim Kutsal Ruh’un vahyi, ilhamı sayar ve ilâhi gerçeği yansıttığına inanırsa da,
Müslümanlar için ilk zamanların olaylarını yansıtan “Tarihi Vesikalar”dır. Nitekim günümüz
kuşelerinin sahih kabul ettiği resmî İnciller dışında başka İnciller de vardır. Bunlardan
Ebionitler ve îbraniler indileri gibi bazıları İsa’ nın bir Peygamber ve insan olduğunu savunur.
Özellikle Barnaba İncili Hz. Muhammed’e açık bir şekilde işaret eder. Resmî İnciller Paulus
Hristiyanlığının temsilcisi görünümündedir. İçlerinde Hz. İsa’dan ve havarilerinden rivayet
edilen veya kalan hakikat kıvılcımlarının olduklarından da şüphe edilemez. Muhtevadaki
hikmetli sözler ve hakikatler bunların göstergeleridir.

Kur’an’ın, kendinden Önceki Kutsal Kitapları “Doğrulayıcı” olarak geldiği yönündeki


âyetleri ise, iki anlamda algılanır: Birincisi, Kutsal kitapların içerdiği Kur’an’a paralel,
Kur’an’la aynı muhtevalı ifade eden ayetleri için Kur’an “Tasdik edici, onaylayıcı”dir.
İkincisi, Ehl-i Kitabın aralarında çelişkiye düştükleri önemli konularda probleme ışık tutan,
hataları doğrulayan, yanlışlıkları düzeltendir. Kur’an’la çelişkiye düşen, Kur’an’a karşıt
Kutsal Kitap âyetleri ise, zamanla veya tercümeler esnasında tahrif edilmiş, değişmiş olarak
kabul edilir. O zaman Kur’an onlar için “tasrih edici, düzeltici”dir. Bu sebeple Kitab-ı
Mukaddes’le çelişkilerde, ihtilaf konularında Kur’an esas alınır ve Kitabı Mukaddes’İn
âyetleri Kur’an’a göre yorumlanır.

Kutsal Kitab’a sahip oldukları kabul edilen dinlerin mensuplarına “Ehlul-Kitab” (kitap
sahipleri) denir. Ehlul-Kitab deyiminden birinci derecede İbrahim Dini geleneğine sahip,

272
Yahudi, Hristiyan ve Sabii’ier anlaşılır. Ancak bu kavram sonradan hemen hemen “kutsal
kitaplarının vahye dayandığı iddiasında olan, tüm kitap sahibi din mensublarına” teşmil
edilmiştir. Bu anlayış, teorik olarak fıkıh kitaplarında yer bulmasa da, güncel hayatta
Mecusİler, Maniheistler ve hatta politeist Hint dinleri mensupları, hukuken “Ehlul-Kitab”
muamelesi görmüşler ve dinlerine müdahale edilmemiştir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Müslümanlar bu dinlere ve kitaplara saygı göstermekle birlikte, kendi inanç sistemleri içinde
yer vermemişlerdir. Vahiy ve Tanrısal kaynak iddiaları ciddiye alınmamıştır.

14.1.4. Peygamberlere İman


Allah, emirlerinin ve insanlar için gerekli gördüğü ahlaki öğütlerin tebliği ve beyanı
için insanlar arasından bazılarını seçerek, insanlara elçi olarak gönderir. Bu kişilere
“Peygamber” denir. Peygamberler üstün ahiak ve fazilet sahibi kimselerdir. Allah’ın
emirlerini insanlara tebliğ ederler. Hata yapacak olurlarsa, Tanrı kendilerini uyarır. Bu
sebeple hatada ısrar etmezler. Doğru ve sadık, üstün yetenekli kişilerdir.

Kur’an her millete peygamber gönderildiğini haber vermekle birlikte, bunlardan


sadece Arabistan ve çevresine gönderilen bazılarının isimlerini inanç ve ahlak önderleri olarak
açıklar. Bunlar: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, ibrahim, Lût, ismail, İshak, Ya’kub, Yusuf,
Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, îlyas, Elyesa, Zü’l-kifl, Yunus, Zekeriya,
Yahya, İsa ve Muhammed (a.s.)dır. Bir de Üzeyir, Lokman, Zü’l-karneyn isimleri geçer ki,
bunların peygamber mi veli mi oldukları tartışma konusudur.

Ahlâkî öğütleriyle veya kurdukları dinî-felsefî sistemleriyle peygamberler gibi


davranışlar sergilemiş veya dinler kurmuş, insanlığa yön vermiş düşünürler de vardır. Buda ve
Konfüçyüs bunun örnekleridir. Ancak bu büyüklerin yaptıkları işi Tanrı’dan aldıkları bir
görevle, vahiyle yaptıklarına dâir elimizde belge yoktur. Hayatları gözden geçirildiğinde,
kendilerinden önceki dinleri veya düşünce ürünlerini, ahlâkî zenginlikleri tahsil ederek,
topluma ve insanlığa hizmet için ürettikleri düşünceleri insanlık yararına kullanmak istedikleri
anlaşılır. Ancak Tanrısal bilgilerin tebliğcisi, öğreticisi oldukları hakkında bilgi sahibi
olunmadığı gerekçesiyle ne kabul edilirler, ne de reddedilirler. İslam onları resmen
peygamber saymaz. Nitekim adını zikrettiğimiz her iki filozof da Tanrıdan ve vahiyden hiç
bahsetmemişlerdir. Buda, Hint düşünce ve kültüründeki ruhun sonsuz tenasüh acılarından
canlıları kurtarmanın yollarını aramıştır. Konfüçyüs de ahlâkî bir toplumun nasıl
oluşabileceğini öğretmeye çalışmıştır. Müslümanlarca bu şahsiyetler peygamber değil,
insanlık tarihinin yetiştirdiği büyük düşünür ve din filozoflarıdır.

Tarih boyunca insanlığın sevgisini ve saygısını kazanmış önder ve düşünürlerin


peygamber olup olmadıkları ihtimalleri, günümüze ulaşan eserleri incelenerek
değerlendirilmeye çalışılır. Meselâ Zerdüşt kendisine bir meleğin vahiy getirdiğini, tek
Allah’ın varlığını öğrettiğini ve diğer insanlara da öğretmekle görevlendirildiğini açıklamıştır.
Allah’a eş koşulan ilâhların cinler olduğunu ilan etmiştir. Ahiret ve hesap gününden
bahsetmiştir. Bu hâliyle Peygamber olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Ancak kurdukları
sistemleri İslam’a uymayanlara peygamberlik ihtimali verilmez.

273
Müslümanlar, Hz. Muhammed’den sonra dünyaya gelip Peygamberlik iddiasında
bulunanlara şüpheyle bakarlar. Kur’an, Hz. Muhammed’in ahir zaman peygamberi,
“Hâtemü’l-Enbiya” olduğunu ifade eder. Bu ibare, hem kendinden öncekilerin onaylayıcısı,
hem de sonuncusu anlamını taşır. “Hâtem” (sonuncu) kelimesini, yalnız “Hatem” (onaylayıcı)
olarak yorumlamak isteyen düşünceler kabul görmezler.

14.1.5. Ahirete İman


İslâm’ın zaman tasavvuru bir noktada başlayıp, diğer noktada son bulan bir doğrultu
şeklindedir. Bu sebeple, zaman ve talih geri alınamaz, tekrar edilmez. İnsan da bu geri dönüşü
olmayan zaman akışı içinde dünyaya gelir, yaşar, ölür. Canlıların tâbi olduğu bu hayat süreci
gibi bu dünyanın da bir ömrü vardır. Yaratılışla başlayan tarih, “Kıyamet” dediğimiz, her
şeyin yıkılışıyla son bulacaktır. Bu sürecin bilgisi ve takdiri Allah katmdadır. Ondan başka
kimse bilemez. Yine zamanını Allah’ın bildiği bir süreden sonra, dünya bir başka yerküreye,
gökler de başka göklere dönüştürülerek haşir gününe hazırlanacak ve tüm canlılar, özellikle
insanlar, dünyada yaşadıkları bir defalık hayatın hesabını vermek üzere yeniden
canlandırılacaklardır. Dünyadaki vücutlarına benzer vücutlara kavuşacaklar. Serbest
iradeleriyle yaptıkları tüm davranışların hesabını verecekler, muhakeme edileceklerdir. Bu
Tanrısal muhakemeden sonra, suçlu bulunanlar cezalarını çekmek üzere “Cehennem” denen
ceza yerine, affa uğrayanlar ve mükâfata lâytk görülenler de, mükâfat yeri “Cennete”
gönderileceklerdir. Kur’an’daki Cennet ve cehennem anlatımları insanların anlayabileceği,
abartılmış dünyevî tasvirler şeklindedir. Anlatımların gerçek mahiyetlerini ancak Allah bilir.
Ahiret âlemi için naklî bilgiler dışında bilgi kaynağı yoktur.

İslâm, çeşitli dinlerde ölümden sonra ruhun gittiği ve haşir gününe kadar bekleyeceği
yer olarak ortaya konan çeşitli görüşlere saygı duyar. Onları ne kabul eder, ne de reddeder.
Ancak fiziksel vücutlarını kaybetmiş ölü ruhlarının hayalet, hortlak vs. gibi serbestçe
dolaştıkları, kötülerin, şeytanca hareket edenlerin günahlarını çoğalttıkları, iyilik yapıp hayrı
destekleyen ruhların sevap kazanmaya devam ettikleri, kemaiâtlarmı artırdıkları yolundaki
görüşleri kabul etmez. İslam’a göre günah veya sevap kapısı ölümle kapanır, ancak hayatta
iken hayırlı evlât yetiştirenlerin, faydalı kitap yazanların ve insanlığın yararına hayırlı eserler
bırakanların, geride bıraktıkları hayırlı işlerden yararlanıldığı sürece “Sadaka-i câriye” olarak
ölü ruhlarına sevap veya insanlığa günah yolunu açanların açtıkları günahın işlendiği sürece,
günah kazanmaya devam edeceğine inanılır. İlgili ruh da görevli meleklerce Allah’ın dilediği
yere götürülür.

İslam’a göre, her ruh, hesap gününü bekleyecek, hesap günü sonunda vadedilen
mükâfata kavuşturulacak veya cezaya çarptırılacaktır. Allah’ın iradesi dışına çıkmak, cennette
veya cehennemde ölmek yoktur. Ölebilmek de mümkün değildir. Yine bazı Hint dinleri
tasavvurlarında olduğu gibi, ruhun şu anda mevcut bir cennet veya cehennemde mükâfat veya
ceza gördükten sonra, tekrar dünyaya geri dönerek çeşitli hayat kademelerinde yeniden dünya
hayatını sürdüreceği inancı da İslam’da kabul görmez.

274
14.1.6. Kader ve Kaza

Bu konu çeşitli dinlerde olduğu gibi, Müslümanlar arasında da en çok tartışılan


sorunlardandır. Kader, Allah’ın ezelde mahrukatın, ileride yapacağı İyi veya kötü şeyleri
bilmesidir. Zamanı gelince, ezeli ilmine uygun olarak eşyayı ve olayları yaratması da kazadır.
Bazı dinlerin “Allah yalnız iyiyi yaratır, takdir eder”, görüşüne karşı İslam hayrın da şerrin de
yaratıcısının Allah olduğuna inanır. Ancak insana verilen akıl nimeti sayesinde İyiyi veya
kötüyü seçme hürriyeti, serbestiyeti sayesinde, insanın hayatı boyunca yaptığı iyi veya kötü
tüm davranışlarından sorumlu kendisidir. İnsanın irade sınırları içindeki seçimi insana, fiilin
yaratılışı ise Allah’a aittir. Bununla birlikte Allah istikbâlde kimin ne yapacağını, ne yaptığını
bilmesi külli ilim sıfatı gereğidir.

14.2. İbadetler
Allah’a karşı vazifelerinin idrakında olan insanın, buyrulan emirlere uyması, onları
yerine getirmeye çalışması, kendisine sunulan nimetler karşısında teşekkürü ibadettir.
Genelde bunlar: namaz, oruç, zekât, hac gibi Kur’an’da belirtilen ahlaki ve hukuki emirlere
uyulması, saygı gösterilmesidir.

14.2.1. Namaz
Namaz (salât) kelime olarak “Dua” anlamındadır. Ancak bu duadan kasıt “Resmî,
şekilsel” duadır. Zamanları ve prensipleri Kur’an’da belirtilirken, uygulanışı peygamber
tarafından hayatı boyunca müminlere gösterilmiş ve öğretilmiştir. İnsanı kötü işlerden ve
uygunsuz davranışlardan koruyucu bir ibadettir. Allah’a tazim ve ona şükürdür, duadır.
Günahlardan pişmanlık duyup af dilemektir. Her Müslüman tek başına veya toplu hâlde
yerine getirebilir. Mümin, namazla doğrudan doğruya yaratıcısının huzuruna çıkmış ve kulluk
vazifesini yerine getirmiş sayılır.

Resmî olmayan, serbest dualar, müminlerin her zaman ve her yerde kalplerinden
geldiği gibi, Allah’a yakarmaları, ricada bulunmaları, her türlü dünyevî ve uhrevî isteklerini
dile getirmeleridir. Bunun yeri ve zamanı, şartlan yoktur. İnsana şah damarından yakın olan
Allah kendisine yönelen gizli veya açık, sesli veya sessiz her hitabı her an duyar, haberdar
olur. Bu iki dua çeşiti “Salat” (resmî dua, namaz) ve “Dua” deyimleriyle Kur’an’da da
birbirinden ayrılmıştır.

14.2.2. Oruç
Oruç, Ramazan ayı süresince müminlerin sabahleyin henüz güneş doğmadan önce
başlayıp, akşam güneş batıncaya kadar süren her türlü yeme, içme vs. gibi bedensel
ihtiyaçlarından uzak durmak, bunlarla ilgili güçlü arzulara sabır etmektir. Gayesi, arzu ve
ihtirasları, duyuları ve hayvansal hisleri kontrol altında tutmayı öğretmektir. Ancak bu ibadet
bedensel kuvvetleri elverişli olanlara emredilmiştir. Sağlığı elverişli olmayanlar, hastalar,
yolcular, lolıosa ve hayızh kadınlar, sonradan uygun duruma kavuştuklarında, tutamadıkları
günler sayısınca oruçlarını tutarlar. Kimlerin oruçla yükümlü oldukları, kimlerin olmadıkları
nasıl tutulacağı vs. gibi şartların ayrıntıları, ilmihal kitaplarında anlatılır.

275
Oruç Kur’an’ın da işaret ettiği gibi İslam’dan önce gelen dinlerde de vardır.
Ayrıntılarda farklılıklar olmakla birlikte, Yahudilikte Behor ve Teşa-Beav, Hristiyanlıkla
Paskalya oruçları bunun örnekleridir.

14.2.3. Zekât
Zekât, Müslümanların ihtiyaç fazlası, zenginliklerinden belirli oranda toplumdaki
ihtiyaç sahibi kişilere ve içinde yaşadıkları devlete pay ayırmalarıdır. Mâlî bir ibadet türüdür.
İslâm’dan önceki dinlerde bu gönüllü yardımlar şeklinde idi. Kur’an İse, her ferdi kendinden
daha fakir yakınlarına ve komşularına yardım etmesi için, malından bir hisse vermeğe mecbur
kılmıştır. Bunun miktarı Kur’an’da belirtilmemekle birlikte, Peygamber kırkta bir, yani %2,5
oranında bir uygulamada bulunmuştur. Günümüze kadar da süregelmiştir. Ayrıca Ramazan
ayının sonunda, her aile reisi kendisi ve aile fertleri adma, Ramazan ayında kendi evinde
oturan ve oruçlarını açan misafirleri adına Fıtır Sadakası adıyla mali yardımda bulunur.
Uygulama ayrıntıları İlmihal kitaplarında anlatılır.

14.2.4. Hac
Hac, sağlığı ve mâlî durumu müsait olan müminlerin ömürlerinde bir defa, Haram
Aylar içinde Kâbe’yi ziyaret etmeleri ve ona bağlı diğer şartları yerine getirmeleri ile ilgili
bedensel bir ibâdettir. Haram Aylar Zu’1-Ka’de, Zu’1-Hicce, Muharrem ve Recep olmak
üzere dört aydır. Peygamber hac gününü Zu’1-Hicce’nin 9. Günü Arafat’da vakfe ile
başlatmıştır. Ancak dünya nüfusunun artması ve yolculuk imkânlarının kolaylaşması gibi
sebeplerle artan hac isteklerinin karşılanması, milyonlarca hac misafirinin bir anda Mekke’ de
barındırılması her yıl biraz daha güçleşmektedir. Zaruretlere binaen gelecekte hac ibadetleri
sayısının Haram aylar içinde artırılması mümkündür.

276
Uygulamalar
1) Kur’an’ın mealini inceleyiniz.

277
Kazanımlar

1) Sure ayet ve geneli hakkında bilgi sahibi olunur.

2) Kur’an’ın içeriği hakkında görüş sahibi olunur.

278
Uygulama Soruları
1) Kura’n’ın ve içeriği hakkında neler biliyoruz?

279
Bu Bölümde Ne Öğrendik
İslam, Kur’an’da Hz. Muhammed vasıtasıyla tebliğ edilen ve yalnızca Allah’ı ilah
olarak tanıma, ona hiçbir şeyi ortak koşmama ve yalnızca Allah’a ibadet etme temeline dayalı
olan din ve inanç sistemidir.

Günümüzde yaklaşık bir buçuk milyarın üzerinde insanın inanç dünyasına hükmeden
İslamiyet, Allah’ın birliğine inanmak, O’na gönülden teslim olmak ve Ondan gelen emirlere
boyun eğmek temellerine dayanır. Dünyanın tüm ülkelerine yayılmış olmakla birlikte
yoğunluk Endonezya’dan Atlas Okyanusuna kadar olan geniş alandadır. Azınlık cemaatları
hâlinde dünyanın diğer ülkelerine de yayılmıştır. Bu inananlar cemaatinin temeli Hz.
Muhammed’in (sav) hayatında atılmış, O’nu izleyen devlet teşkilâtı içinde kurumlaşmıştır.

Kur’an her şeyden önce dinî ve ahlaki ilke ve öğütler kitabıdır. Medine’de bir İslam
devleti kurma işlemi sırasında vahiy edilen önemli hukuki sözleri de içerir. En önemli husus,
kadınlar ve köleler konusunda genel ıslahata yönelik buyruklardır.

280
Bölüm Soruları
1) Hz Muhammed(sav)’iin babasının adı aşağıdaki şıklardan hangisinde doğru olarak
verilmiştir?

a) Abdullah

b) Ebu Talip

c) Abdulmuttalip

d) Ali

e) Osman

2) Peygamber Hz. Muhammed (a.s.) nerde doğdu?

a) Medine

b) Hicaz

c) Mekke

d) Kızıldeniz

e) Şam

3) Vahiy öncesi Hz. Muhammed’in Mekke toplumundaki lakabı nedir?

a) Muhammedül Emin

b) Haydar

c) Keşşaf

d) Âlim

e) Fazıl

4) İlk vahiy nerde ve ne zaman gelmiştir?

a) Nur - 610

b) Cebel - 622

c) Hira - 610

d) Mekke - 632

e) Medine - 622

281
5) Mekke kaç yılında fethedilmiştir?

a) 632

b) 618

c) 617

d) 620

e) 629

6) (D/Y) Günümüzde yaklaşık bir buçuk milyarın üzerinde insanın inanç dünyasına
hükmeden İslamiyet, Allah’ın birliğine inanmak, O’na gönülden teslim olmak ve Ondan gelen
emirlere boyun eğmek temellerine dayanır.

7) Hz. Muhammed (sav), Arabistan Yarımadasının Mekke şehrinde Kureyş kabilesine


mensup oldukça fakir bir ailenin çocuğu olarak yaklaşık 532 yılında dünyaya geldi.

8) (D/Y) İslam’a göre Allah, aziz ve âlim, adil ve kadir, âlemlerin rabbidir. Gökleri ve
yeri, hayatı ve ölümü yaratan, ezelî, ebedî bir İlâh’tır.

9) (D/Y) İslam’da fiziki âlemin dışında ruhsal hayat sahibi varlıkların bulunduğuna
inanılır. Bunlar melekler ve cinlerdir

10) (D/Y) Mekke’de vahiy edilen ilk sûreler en kısa olanlardır. İfade bakımından da
son derece derin ve güçlüdürler.

Cevaplar

1) a, 2) c, 3) a, 4) c, 5) e, 6) D, 7) Y, 8) D, 9) D, 10) D

282
KAYNAKÇA
Ali İhsan Yitik, Hint Dinleri (İzmir: İlahiyat Vakfı Yay., 2005).

Ahmet Hikmet Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler, (Ankara: Alperen, 2000).

Asiye Tığlı, Zerdüşt Hayatı ve Öğretisi, Beyan Yayınları, İstanbul 2004.

Avner Levi, Türkiye Cumhuriyetinde Yahudiler, (İstanbul: İletişim, 1996)

Baki Adam, “Yahudilik”, Yaşayan Dünya Dinleri (Ankara: DİB. Yay., 2007).

Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi (Ankara: Dost, 2003).

Duncan Greenlees, The Gospel of the Prophet Mani (London: Book Tree, 2007).

D. Christie-Murray, A History of Heresy (Oxford: Oxford University Press, 1976).

Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi (Isparta: 2000).

Eric J. Sharpe, Comparative Religion: A History (London: Gerald, 2003).

Erickson, Millard J., Christian Theology (Grand Rapids: Baker, 1998).

Fuat Aydın, Yahudilik (İstanbul: İnsan, 2004).

Hatice Doğan, Osmanlı Devletinde Hahambaşılık Müessesesi, (İstanbul: Gözlem,


2003).

Jeffrey Brodd, World Religions: A Voyage of Discovery (Winona: Saint Mary’s Press,
2002).

Jeffrey Brodd, World Religions: A Voyage of Discovery (Winona: Saint Mary’s Press,
2002)

Jeffrey Brodd, World Religions (Vinona: Saint Mary’s Press, 2002).

Joachim Wach, Dinler Tarihine Giriş, çev. F. Aydın (İstanbul: Ataç, 2004).

J.J.S. Taraporewala, The Religion of Zarathushtra, Farvahar, Tahran 1980.

Mahmut Aydın , “Hristiyanlık”, Yaşayan Dünya Dinleri, ed. Ş. Gündüz (Ankara: DİB
Yay., 2007)

Mahmut Aydın, Anahatlarıyla Dinler Tarihi (İstanbul: Ensar, 2010).

Mary Boyce, Zoroastrians: Their Religious Beliefs and Practices, London, Routledge,
2001.

McGrath, Alister E., Christian Theology: An Introduction (Oxford: Blackwell, 2007).

283
McGrath, Alister E., The Christian Theology Reader (Oxford: Blackwell, 2006).

Mecusilik”, TDV İslam Ansiklopedisi (DİA), c. 29, ss. 279-281, İstanbul 2007.

Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi / cilt 1-3 (İstanbul: Kabalcı,
2003).

Michel Tardieu, Manichaeism (Illinois: University of Illinois Press, 2009).

Michael J. O’Neal, J. S. Jones, World Religions (New York: Thomson, 2006).

Moshe Sevilla-Sharon, Türkiye Yahudileri, (İstanbul: İletişim, 1992).

Naim Güleryüz, Türkiye Yahudileri Tarihi I, (İstanbul: Gözlem, 1993)

Ninian Smart, The Religious Experience (New Jersey: Simon&Shulster, 1996).

Robert Charles Zaehner, The Dawn and Twilight of Zoroastrianism, London:


Weidenfeld and Nicolson, 1975.

Reuven Firestone, Yahudiliği Anlamak, çev. Ç. Erendağ, L. Kartal (İstanbul: Gözlem,


2004).

Warren Matthews, World Religions (Belmont: Wadsworth, 2004).

Salime Leyla Gürkan, Yahudilik (İstanbul: İsam, 2008).

Şemsettin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri (Ankara: Ankara Okulu, 1997).

Şinasi Gündüz, Pavlus: Hristiyanlığın Mimarı (Ankara: Ankara Okulu, 2001)

Şinasi Gündüz, Hristiyanlık (İstanbul: İsam, 2005)

Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü (Ankara: Vadi, 1998).

Tom Robinson, Hillary Rodrigues, World religions (Peabody: SCM Press, 2006).

Yaşayan Dünya Dinleri (Zerdüştilik maddesi), ed. Şinasi Gündüz, TDV yayınları,
Ankara 2008.

284

You might also like