Ahmet Ateş - Karşılaşmalar

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 401

Ahmet Ateş,

Okuma-yazmayı Afşarlı Haydar Tufan Dede’den öğ-


rendi (1957). Faşist ordu yönetimine karşı köylerde, kasaba-
larda, kentlerde yaratılmaya çalışılandireniş hareketi içinde
yer aldı (Eylül 1980-Mart 1981). Lübnan’da Demokratik
Halk Cephesi saflarında, İsrail işgaline karşı direnişe katıldı
(Haziran 1982). Suriye, Yunanistan, Almanya’da sürgünde
yaşadı (1985-1992).
Bazı edebiyat dergilerinde az sayıda öykü, şiir, eleştiri
yazıları yazdı. Sulucakarahöyük Gazetesi’ne (2005-2012
Hacıbektaş) haber, söyleşi, deneme, makale, eleştiri yazıları
verdi. Isla Negra Yolcusu (roman, Denge Yayınevi-1993), Yol
Üzerine Düşünceler (inceleme, Nota Bene Yayınevi-2014),
Türkmen Anarşizmi (inceleme, Öteki Yayınevi-2016) adlı
yayınlanmış çalışmaları bulunuyor. Göçebelik, Türkmenlik
ve Alevilikte bir zamanlar yer alan özgürlük düşüncesi ve
kurumları üzerine çalışıyor.
Nuh’un Gemisi’ndekiler tufandan sonra ih-
tiyat gösterip beklerken gemiyi ilk terk eden
göçmenlerin, sürgünlerin, sınır tanımayanyeni
göçebelerin ve kırlangıçların anısına...

Onlar olmasa bu metin asla yazılmazdı. Me-


tindeki yüzeysellikler, zayıflıklar, tözsüzlükler,
bıktırıcı Yeşilçam konuşmaları devletin gev-
şekliği yüzünden oluşmuş olmalı. Bunlardan
yeni dünyanın esas yaratıcıları asla sorumlu
tutulmasın…
Bölümler

KORSAN............................................................ 1
1 .................................................................... 1
2 .................................................................... 5
3 .................................................................. 12
4 .................................................................. 16
ERHAN............................................................ 23
1 .................................................................. 23
KORSAN.......................................................... 30
1 .................................................................. 30
GÜNLER.......................................................... 37
1 .................................................................. 37
2 .................................................................. 53
3 .................................................................. 64
4 .................................................................. 69
ERHAN............................................................ 88
1 .................................................................. 89
3 .................................................................. 99
GISELA.......................................................... 102
1 ................................................................ 102
2 ................................................................ 129
3 ................................................................ 136
NUH .............................................................. 151
1 ................................................................ 151
2 ................................................................ 160
3 ................................................................ 180
GISELA .......................................................... 184
1 ................................................................ 184
2 ................................................................ 196
JOE’NUN YERİ .............................................. 213
1 ................................................................ 213
2 ................................................................ 222
KORSAN ........................................................ 230
1 ................................................................ 230
FELİCİE ......................................................... 244
1 ................................................................ 244
2 ................................................................ 253
3 ................................................................ 257
ERHAN .......................................................... 272
1 ................................................................ 272
2 ................................................................ 281
3 ................................................................ 285
GISELA .......................................................... 291
1 ................................................................ 291
ERHAN .......................................................... 309
1 ................................................................ 309
TISCHLER GESELLSCHAFT ......................... 326
1 ................................................................ 326
NUH .............................................................. 336
1 ................................................................ 336
REFİKA ......................................................... 345
1 ................................................................ 346
2 ................................................................ 356
GISELA.......................................................... 378
1 ................................................................ 378
AHMET ......................................................... 383
1 ................................................................ 383
KORSAN

“... Kimdik? Nerden gelip nereyegiderdik böy-


le? Ne beklerdi bizi orda?”
(Akçadağ/Gürkaynaklıİbo Dayı: 1982)

1
Zülpischer Meydanı’ndan üniversiteye giden caddeyi
sağdan dikine kesen ikinci sokağın caddeyle oluşturduğu
köşede bir biraevi bulunur. Burayı ilk ne zaman fark etti-
ğimi tam olarak hatırlamıyorum. Köln’e geldiğim ilk gün-
den beri cadde ve sokaklardaki bütün tabelaları okuma
alışkanlığıma dayanarak biraevinin tabelasını ilk haftada
okuduğumu varsayabilirim: ‘Korsan.’
O günler on on beş sözcüğün dışında Almanca bilme-
diğimden dolayı bütün tabelalar farklı harflerin farklı dizi-
lişlerin sayısız göstergeleri olmalarına rağmen bende tek
şey ifade ediyordu: bir tabela. Evlerine sığındığım bir üni-
versiteli ile bir sürgün çatı katındaki barınağı sabahları
erkenden terk ederdi. Ben saat 10’a, 11’e doğru kahvaltı
1
yapmadan evden çıkıp ‘Güneyşehir’den üniversiteye doğ-
ru yavaş yavaş giderdim. Bu yürüyüşlerde Üniversite Cad-
desi’nin sağından yürüdüğüme göre ‘Korsan’ı çok erken
fark etmiş olmalıyım. Ancak tabeladaki o sözcüğün korsan
anlamına geldiğini o zamanlar nereden bilebilirdim ki!
Evden ‘üni’ye yaklaşık üç çeyrekte yürür, böylece var
olmayan Marklarımdan 2.50’sini metro kumbarasına değil
hayalimdeki kumbaraya atardım. Köln bütün Batı kentleri
gibi sayılar, rakamlar ve nicelikler kentiydi. Kendimi bu
kente uyum sağlamak için zorladıkça zihnim kaydettiği
konuşmalara bu aritmetiklerle tepki veriyordu. Kumbara
günlük yaşamda biriktirdiğim paralarla doluyordu. Bunun
ne bir zararı ne de faydası vardı bana. Vakit kazanıyordum
vakit öldürmek için. Sürgünde kazanılan ya da sürgün ya-
şamının avareliğinin kendisinin bol bol sunduğu vakit har-
canamazsa zor durumların insanın yakasına yapışabilece-
ği gibi bir duyguya kapılmıştım. Neydi bunlar, bilmiyor-
dum, düşünemiyordum. Ancak sıkıntının, bıkkınlığın, kay-
nağı belirsiz bir üzüntünün hiç de aradığım, tutkunu he-
veslisi olduğum duygular olmadığını biliyordum.
Ünide (üniversite böyle kısaltılıyordu arkadaşlar ara-
sında) kafeteryaların bulunduğu binanın önüne parka bı-
rakılmış hemen hepsi zincirle bağlanıp kilitlenerek güven-
lik altına alınmış yüzlerce bisiklete karışık duygularla ba-
kardım. Böylesini daha önceleri yaşadığım kentlerde hiç
görmemiştim. Şaşkınlığım, imrenmem, kilitli bisikletler-
den hareketle insan bisiklet toplum üni bilinç ihtiyaç kul-
lan parka bırak mülkiyet ütopya doğa ahlaksallık zorun
rolü zaman sağlık... gibi sözcük ilişkilerinin şıklarını yap-
tıkları birlikleri düşünmeye başlamamla hemen büyürdü.
Bu şaşkınlık içindekafeteryaya ne zaman ulaştığımı fark
etmeden ayaklarım beni sigara içilen bölüme ulaştırırdı.
Ben sigara içmiyordum. AmaKaan da, Erhan da nikotin
bağımlısıydılar.

2
Köln’e geleli beri her şeyi belirsiz bir hoşluk içindeal-
gılıyordum. Bu algılayış modernliği bile aşmış bir ülkeye
duyulabilecek hayranlıktan değildi. Hele hele kendi yaşa-
mımıbundan öteye bu ülkede geçirecek oluşumdan hiç de-
ğildi. Doğrusu bu “hoşluğu” sorgulayacak bir kavrayışım
birhissedişim de yoktu. Böyle bir sorgulamaya ne gerek
vardı? Yaşayıp gitmek de bir yol değil miydi?
Kafeteryanın dumanlı havasında masalarda oturan in-
sanların arasından her seferinde Erhan’ı seçmeye çalışır-
dım. Kaan çoğu zaman derslere katılmak için amfiden amfi-
ye koşturur olurdu. Erhan beni her seferinde daha önce gö-
rürdü. Bunu değiştirmeyi, hiçbir amacım olmadan bunu de-
ğiştirmeyi çok istedim. Ancak Erhan yine de beni ben onu
görmeden önce fark ederdi.
“Tahir, Tahir!” Sonra ilk haftadan beri ezberlediğim,
sanki hiçbir hecesindeki vurgusu bile değişmeyen konuş-
ma başlardı.
“Kahvaltı yaptın mı?
“Hayır!”
“Dur ben sana bir şeyler getireyim. Kahve?”
“Hı hı! Sağ ol!”
Ben ekmekçikleri iştahla yutup üstüne kahveyi yu-
dumlarken Erhan tütün kesesinden –elbette naylon- çı-
kardığı bir sigara kağıdına bir çimdik tütün koyup hama-
rat elleriyle sigara sarardı. Onun parmaklarını hayranlıkla
izlerken kollayıcılığını, paylaşımcılığını, nezaket ve inceli-
ğini severdim. Biliyordum ki Erhan buraya geldiğinde kar-
şılaştığı yalnızlığı benim yaşamama razı değildi. Erhan
benzeri bir insanın yalnızlık, güçlük yaşayacağı arkadaşla-
rının aklına gelmezdi bile. Oysa istemesini bilmeyen, en-
der isteyen, insanları yönlendirmek, yönetmek istemeyen
Erhangiller ancak kendilerini ve nesneleri yönetmeye ça-
lıştıkları için bunun bedeli de kalabalık ilişkiler arasında
yaşanan bir tür yalnızlıktı. Bu yüzden de cebindeki Fenik-
3
leri, bedenindeki gücün bir kısmını, kavrayışını, “ya ben
olsaydım” diyerek bana harcıyordu. Erhan’ın açmazı ver-
mekte cömert almakta eli sıkı oluşundaydı. Bu da günün
yaygın ve geçerli davranışlarının altında yatan görüşün
tamamen karşıtıydı. Böyle bir insan yaşanılan günle gele-
cek arasında sıkışıp kalmaz mıydı? Burayla ora, olanla ol-
ması gereken, benle öteki, bizle onlar...
Kaan dahil ünideki Türkiyelilerin çoğu Erhan’ı sevi-
yordu. Sınırsızmış görünen Erhan’la şakalaşmaların elbet-
te sınırları vardı. Kendi aralarındaki şakalar Erhan’a karşı
yapılmıyordu. Bir saygı, insanların kendi anlayışlarına gö-
re bu şakaların sınırlarını belirliyordu. Elbet bunda Er-
han’ın payı vardı. Erhan sadece Erhan değil, Türkiye’de
1970 sonrası yaşanan toplumsallığın parçalanmışlığında
bir topluluğun dolaylı bir temsilcisiydi. O geçmişteki siya-
sallaşan yaşamın alışkanlığıyla arkadaşlık gereklerini has-
sasiyetle yerine getirir, herkesle yüzeysel de olsa tek tek
ilgilenirdi. Türkiye’deyken Erhan’ın belirli bir tanınmışlığı
da vardı. Çünkü içinde bulunduğu hareketin başlangıcın-
dan itibaren sazı ve sözüyle kent kent dolaşmıştı Erhan.
Böylesi bir kimlik üzerine pek düşünmemiştim. Ancak da-
ha ilk elde geçmişin aşıklık geleneğiyle bağlar görülüyor-
du. Bu gelenekte aşıklar sevilir sayılırdı. Onlar da bu sev-
giye alçakgönüllülükle insanlara ince bir ilgi göstermekle
karşılık verirdi.
Köln’e gelişimin ilk ayı içinde, yine böyle bir üni yürü-
yüşünde Korsan’ın bana anlamsız gelen tabelasının bir bi-
raevine işaret ettiğini anladım. Ekim ayının ortalarına ya-
kın bir gün olmalıydı. Korsan’ın önünde masalar masalar...
Vişne çürüğü rengi masa örtüleri üzerinde çeşitli bira bar-
dakları. Doğrusu açık bir günde, bu ayda ender rastlanan
güneşli bir havada biralarını yudumlayan kadınlı erkekli
insanlar bir hayli imrendiriciydi. Ama kaldırımlara kadar
uzanan, kocaman saksılar ve bariyellerle çevrili bahçedeki
masalardan birine geçip oturamazdım. Cüzdanımdaki iki

4
yirmilik bir onluk banknota rağmen bahçeye yerleşip ka-
labalığı sarı saçlı beyaz tenli kadınları gözucuyla izleyip
gülüşlerini, sözcüklerini anlamlandırmaya çalışamazdım.
Bunu yapamayışımı açıklamaya çalışmak bana hayli zor
gelirdi. Elbet belli bir akılcı açıklama bulabilirdim. Ancak
bunun kendimi bile rahatlatamayacağını böyle bir akılcı-
laştırmaya nedenselleştirmeye başlamadan bile biliyor-
dum. Benzeri durumlarda zihnimde kurduğum ya da ken-
diliğinden kurulan cümle “neyse boş ver” olurdu. Neyse
boşvere rağmen bir kuşağın, bizim yaşıtların bizim gibi
yaşayanların kurallarından gündelikleşmiş olanlardan ba-
zıları belli belirsiz zihnime düşüyordu. Alkollü içki, keyif
almak için harcama, bir kadını seyirlik bir nesne olarak
görme ve seyretme, birinin harcayamadığı lazım olur diye
bana verdiği para...
Korsan’ın Korsan olduğunu bilmediğim o günlerde
belli ki çok şeyi, bu kentteki yaşama değgin birçok şeyi de
bilmiyordum. Diyeyim ki orada oturup bir bira içemeyişi-
min bir nedeni de İstanbul’daki kaçaklık günlerinde zo-
runlu ve isteyerek edindiğim tutumluluk alışkanlığının
engelleyici duygusuydu. Bir bardak bira kaç paraydı ki?
Ben içmediğim bira, harcamadığım para üzerine isteme-
den de olsa zihin yoruyordum.

Daha sonraki günler Korsan’ın önünden geçerken o


güneşli günde bahçede oturan insanlardan birini olur ol-
maz yerde ve zamanda hep hatırladım. Siyah giysiler için-
de kumralımsı sarışın bir kadının yanındaki köpeği bir
eliyle okşarken diğer eliyle kocaman, kulplu bir bardaktan
birayı yudumlayışı. Havanın yağışlı ya da yağış beklenen
kapalı günlerde bahçeye masa çıkarılmasa da Gotik harf-
5
lerle yazılmış tabelanın asıldığı kalın camlı duvarın arka-
sında bira içenlerle dolu olmalıydı. O karalı kadın içerdey-
di. Eğer köpeği başka bir insan getirip biraevinin girişine
yakın bir yere bağlamadıysa. Eğer birbirine eşit, birbiriyle
özdeş iki köpek yoksa. Eğer köpek kendi başına biraevine
geldiğinde köpeği tanıyan biri onu oraya bağlamadıysa...
Korsan kelimesi benim için o günlerde biraevi demek-
ti. Korsan sarışın kadın ve köpeğiydi. Yüz ifadeleri birbiri-
ne benzeyen bir kadın ile bir köpekti.
Ekim ayının sonlarına doğru bir akşam, sağanak yağ-
murun evin çatısındaki zor dayanılır, insanı hayli rahatsız
eden gürültüsü içimi ürpertirken Erhan iki arkadaşıyla
içeri girdi. Ben patates, soğan ve salçadan oluşan akşam
yemeğini pişiriyordum. Tanıştık. “Ulrike, Memet.” Demek
Ulrike’ye Memet idim. Başkalarına Tahir olacaktım. Bu Er-
han ne akıllıydı. Kesin bunun bir nedeni olmalıydı. Elbette
vardı da. Benim Memet oluşum, aslında Erhan’ın güvenir-
liğini artırıyordu. Çünkü Erhan’ın benim bilmediğim tasa-
rımında Ulrike gerçek adımı nasıl olsa bir yerde bir anda
öğrenecek, Erhan’ın Tahir’inin ve önleminin boşunalığını
düşünecekti. Erhan bunu fark etmiş olmalıydı. Yemeği üç
kişilik düşündüğüm için, acele olarak önceden hazırladı-
ğım pilavlık pirinç ve şehriyeye biraz daha malzeme ekle-
dim. Bir de salata yakıştırdığımızda akşamı denklemiş
olurduk.
Yemekte Erhan’dan başka herkes sessizdi.Onun bazen
çoğu Almanca azı Türkçe, bazen Türkçe Almanca kelime-
leri kaynaştırdığı bir anlatımla yaptığı nükteler birbirini
izleyen aralarla bizi güldürüyordu. Aralar bize sunulan bi-
rer atışma karışma öykünme çağrıları gibiydi. Ezgiyi do-
ğaçlayın. Yeni bir sazın, yeni bir çalanın girişi gelmeyince
Erhan doğaçlamasına o aradan sonra devam etmek zo-
runda gibiydi. O da “değirmen boş dönmez” dercesine yeni
bir nükteyi soluyordu.

6
Mehmet’in mutfak bölümüne geçip dört su bardağı
dolusu kırmızı şarapla dönüşü benim dışımdakileri sevin-
dirmiş gibiydi. “Oooo!” İçkiye karşı bir arzu, bir tutkum
yoktu. Bazı dönemler aylarca bir kadeh bile içmediğimi
fark etmezdim bile. İşte öylesine sınırlanmış, sadeleştiril-
miş, eksiltilmiş bir yaşamaktı benimkisi. Bunu, bu adlan-
dırmayı şimdi yaptım. Ancak bu bolluk ya da kıtlıksonrası
toplumunda biz sürgünlerin yoksunlukluğu bile geldiğimiz
toplumların alt sınıflarına göre itiş kakış doldurulmuş bir
çeşitlilik, çokluk olarak gösteriyordu kendini. Bunu Türki-
ye benzeri toplumlardan gelen herkes hemen fark ederdi.
Farkındalık için düşünmeye, karşılaştırma yapmaya gerek
kalmıyordu. Karşılaşmalar, gündelik yaşamın her anında,
günün bulunulan her yerinde bu “bolluğu” göze kakıyordu.
Alın, kullanın, tüketin. Bunları yapamıyorsanız yaşıyor sa-
yılmazsınız.
Erhan’a takılmak için “seni küçükburjuva! Türki-
ye’deyken bizden korkundan dolayı açıktan içemiyordun,
şimdi acısını çıkarıyorsun. Değil mi!” dedim. Söylediğimi
çok kuru, soğuk bulmuştum. Bunun anlamını, güldürünün
bu söylenilenin hiçbir yerinde olmadığını düşünürken Er-
han’ın gülüşü görev ya da biçimsel bir görgünün gereği gü-
lüşlerden ayrılarak sahici sahici havaya yayılıyordu. Ulrike
anlamaya çalışır gibi bir ifadeyle Erhan’a bakıyordu. Gül-
meye devam eden o olduğu için mi? Erhan Mehmet’e dö-
nerek “bunu Ulrike’ye çevirsene!” dedi. Mehmet, “boş ver!”
dedi. Erhan ciddileşerek, “ hadi çevir lütfen!” dedi. Mehmet
gönülsüz gönülsüz Ulrike’ye bir şeyler söyledi. Ne dediyse,
Mehmet’in cümlelerine Ulrike dahil kimse bir tepkicik gös-
termedi. Çünkü söylenilen değil, söylenmeyenin arkada
duranın anlamı çevrilmeliydi. Devrimciler içkiye karşıydı-
lar. Tıpkı kitabı kelime kelime izlemeye çalışan Müslüman-
lar gibi.
Sofra kaldırılıp bardaklar tekrar doldurulunca Erhan
duvarda küsmüş yasılı duran saza uzandı. Kerimoğlu –

7
Muğla?- zeybeği, Karamuk dalını diye başlayan bir –
Arguvan?- uzun hava, birkaç yudum şarap, sonra da hepi-
mizin farkında olmadan değişik zamanlarda katıldığımız
bir Maçka türküsü: sen yağmur ol ben bulut. Çatı katının
içinde yankılanan yağmurun ürkütücü uğultusunu bastır-
mak için sesimizi yükselttik. Yağmuru yumruğa bulutu
yıldıza çevirdik, buluşma yerimiz Fatsa oldu. Bardaklar
boşaldıkça doldu.
Erhan sazı ince bir özenle sanki saz incinmesin diye
yavaşça duvara yasladı. Onu birazcık tanıyan herkesin bil-
diği üzere Erhan’a bir ya da birkaç türkü daha söylemesi
için ısrar edilemezdi. Erhan sanki çalarsa kendisi için çalı-
yordu. Ancak bu şüphe görünene uymuyordu. Belki Erhan
sahneye çıktığındatek tek tanış olmadığıbir dinleyici arka-
daş topluluğuna çalıyordu. Orada ketumdu, tasarladığı bir
toplamı çalıp söylerken en önce kendi için çalardı. Ama
sahnede seyircilerin ek türkü isteklerine hiç olmazsa bir
kerecik de olsa evet diyordu.
Erhan tütün kesesini ortaya çıkardı. Sigara sararken
günümüz yaşamında evlerin salonu olan bölümü niyetine
kullandığımız aşağısı dört kenarlı, omuzdan yukarısı dara-
larak yukarıda birleşen ve böylece aşağının üstünü kapatan
iki dikdörtgen yüzeyden oluşan mekanda çatıdan gelen
uğultu herkesi yutmuştu. Altı yüzeyli geniş bir oda. Pence-
releri tavanın eğik alt kenarlarında olan, yağmurda karda
fırtınada açılması uygun olmayan sanki açılırsa hayaletlerin
içeri dalacakları ancak eski eşyaların yaşayabileceği bir
odada biz sürgünler ve yoksul öğrenciler yaşamaya çalışır-
dık. Yağmur çok yağardı Kuzeye. Kara Ormanların Avustur-
ya’dan Almanya’ya uzanan bölümündeki o ulu ağaçların ha-
tırına. Çatı katı insanları her yağmurda uğultuya dalar kay-
bolur tekrar görünürlerdi birbirlerine.
Duvara dayalı sazın uğultular arasından fırlayıp ait ol-
duğu kültürün yaşadığı topraklara gitmek isteyen bir du-
ruşu vardı. Her yanı, her şeyi yoğun bir sessizlik örtmüştü.
8
Erhan’ın önündeki tütün kesesine ne zaman uzandığımı, o
anda ne düşündüğümü, o anın içinde ne yaptığımı bilme-
den Ulrike’nin gülüşüyle odada olduğumun, orada oldu-
ğumun bilincine erdim. Ulrike iki sözcükle bir şey söyledi
bana bakarak. Tütün kesesine ve elimdeki kağıda uzandı.
Bir çocuğun hayran bakışıyla onun parmakları arasında
hoş bir kavisle dönen kağıt ve içindeki tütünün biçim al-
mak tutkusunu seyrederken Ulrike henüz tam sigara ol-
mamış ince uzun yuvarlaklığı bana uzattı. Bir sözcük, pe-
şinden elindeki hayali yuvarlağı dudakları hizasında tu-
tarmış gibi sağdan sola götürdüğü bir hareket. Kağıdı dili-
nin ucuyla ıslat! Zaten kağıdın nasıl ıslatıldığını, hatta bu-
nun çeşitlemelerini farkında olmadan çok görmüştüm.
Onun ne demek istediğini ve bunu nasıl yapacağımı
anlamıştım. Onun öykünme hareketleri bana çok gülünç,
sevimli, ince, kibar geldi. Kendimi bir çocuk olarak hisset-
tim. Yeni şeyleri büyüklerinin öykünme hareketlerinden
öğrenen onlara öykünerek gündelik gerekli davranışları öğ-
renen bir çocuk. Bu öğretme ve öğrenmede çoğunda söz
olmazdı. Suyu iki elin yaptığı avuç çukurunda nasıl tutarız?
Bir annenin, bir büyüğün ellerimizi birbirine alt kenarların-
dan nasıl bastırarak birleştireceğimizi göstermek için kendi
elleriyle yaptığı biçim için söze gerek yoktur. Büyük göste-
rir ve çocuk dener. İlk avuç kabından su her taraftan sızar.
Avuç boşalır. Ama büyüğün gösterdiği gibi el yüze çarpılır.
Böyle bir duyuş sadece o ana ait değildi. Buraya geldi-
ğimden beri herkes bana birçok şeyi bir iki sözcük eşliğin-
de daha çok bir öykünme ile gösteriyordu. Fotosel mus-
luklar, kapılar, merdivenler nasıl kullanılır, kahve makine-
sinden kahve nasıl alınır, çamaşırhanede makineler nasıl
çalıştırılır, markette nasıl alışveriş yapılır, metroda bilet
nasıl alınır?..
Dudaklarımda hafif bir tutkal yapışkanlığı. Başım önde.
Bunları bu yaşta öğrenme zorunluluğunun hüznü. Sigarayı
yaktıktan sonra mutfak bölümüne–evciğin girişine- geçer-
9
ken sigara ile sarma sigara içme arasında çok büyük fark
olduğunu anladığımı düşünüyordum. Bulduğum farkların
aslı var mıydı? Kısa süre sonra tütün içmenin anlam ve
simgelerinden kurtulmuş güçlü bir anlamsızlığın içinde
gittikçe güçlenen bir bağımlılık. Tütün içmek bir halkın tö-
reninde, öteki topluluklarla çıkan anlaşmazlıkları uzlaş-
maya bağlamış olmanın ve bu barışa karşılıklı uyulacağı-
nın bir yemin simgesiydi. Kişiler arasında da çekişmelerin
bitirildiğine değgin bir simge. Birine topraktan, ağaçtan
yapılmış bir lüle içinde sunulan tütün çubuktan çekilen
dumanla iki kişiyi arkadaş, dost yapardı. “Tasada, kıvançta
ortak”lık kuran kişilere, topluluklara ait bir sözleşme ye-
minleşme. Tütünü başka kıtalara getiren sömürgeciler
bunları da istemeden getirmişler sanki. Bir çubuğun evri-
miyle sigara olan şey anlamının birkaç yönününü de ge-
tirmiş gibi. Birine bir sigara ikram etmekle kim bilir ne çok
arkadaşlık başlamıştır! Ancak sigara sağlık çağında kötü-
lenmeden önce, ilksellere ait geri bir bağımlılık sayılma-
dan önce kültürlerin müziğine dek girer. “Çubuğuna lüle-
yim/Yar ben sana köleyim”de olduğu gibi bir insana ya-
kınlığı bir insanla ilişkiyi tütüne değgin şeylerle de anlata-
biliriz. Tütün somutluğu kadar topluluk değerlerinin sim-
gesidir de. Bu betimleme, tasvir, anlatım da bir şeyi ne ol-
madığıyla belirginleştirme çabasından daha olanaklıcadır.
Çay suyunu ocağın üstüne yerleştirdikten sonra oraya
çakılıp kalmıştım. İçine yuvarlandığım, ne olduğunu seze-
mediğim bir duyarlılık sağanağı. Hoş bir hüzün. Ne sevinç,
ne üzüntü, ne gerginlik ne de bir boş vermişlik. Adı ne bu
durumun? Kendisini anlatamadığımız hallerin ne olmadı-
ğını anlatırız değil mi?
Salona döndüğümde Kaan bir şeyler anlatıyordu.
Onun eve girdiğini fark etmeyecek kadar dalgındım de-
mek. Onunla merhabalaştık. Kalkıp mutfağa geçti. Erhan
yarın Ulrike’yle ve Mehmet’le önce emniyet müdürlüğüne
gidip ifade vereceğimi daha sonra Ulrike’nin beni sosyal

10
yardım kurumuna kayıt ettireceğini ve en sonunda da
yüksek halk okulunda Almanca kursuna yazdıracağını söy-
ledi. Demek sürgit kaçak yaşamayacaktım bu devlette.
Devlette? Evet! İnsanlar topluluklar kimseye zararı do-
kunmayan kimsesizlere pek karışmazlar. Kimseli kimsesiz
herkese karışan kendini devlet olarak adlandıran seçkin-
lerin yöneticilerin oluşturduğu azınlık topluluğudur. Bu
devletin olumsuz, şer yüzüydü. O seçkinlerin onayıyla sı-
ğınan, devrimciler arasında sürgün, göçmenler arasında
sığınmacı göçmen adayı olacaktım.
Polise sadece yeni geldiğimi, hatta dün akşam geldi-
ğimi, Erhan’ın yanında ve adresinde kalacağımı, geçim
masraflarımı onun karşılayacağını, ifademi avukatımla
göndereceğimi söylemeliymişim. Susma hakkım yoktu.
Sanki tercümanla konuşur gibi ona ya da onlara bir şeyler
söylemeliymişim. Böylece tercümanlar sanki bir konuş-
mayı aktarırcasına benim ihtiyaç duyduğum şeyleri devle-
tin o parçasında oturana bildirecekti. Büyük ihtimal Ulri-
ke’yi sorgulamada bulundurmayacaklar Mehmet’le ben
bulunacak ve yalnız ben terleyecektim. Ulrike tek dilli
Mehmet ise devlet katlarına gide gele edindiği görgüsü sa-
yesinde Erhan’ın tahminlerinde önde olandı. İstenmeyen
bir durum olmazdı. Olursa da Mehmet de Ulrike de ora-
daydı. Hemen avukata biri uğrayıp onun duruma yasa ta-
rafından verilmiş gücü ve yetkisiyle müdahale etmesini
sağlardı. En kötü ihtimal bir gün orada “misafir” edilirdim.
Gergindim. Daha gerildim. Ne olacağını, nasıl olacağını
bilmeden aslında içerinin dışarının farkını önemsemeden
bir gergin boşluk içindeydim. Anlamsız bir boşluktu bura-
daki hayat. Anlamsız bir düşmüşlük fırlatılmışlıktı duru-
mum. Ve ben hayata başladığım zamana yeniden dönmüş-
tüm. Yetişkinlerin arasında onların yardımı olmadan asla
yapamayacak yaşayamayacak olan olarak görülen sayılan
biriydim. Onların yardımıyla kaçak devrimciden arınıp
sürgün devrimciler topluluğuna katılacaktım.

11
“Ellerini birbirine sıkıca yapıştır. Sonra suyu doldur.
Şimdi suyu yüzüne çarp. Benim oğlum da ne güzel güzel
yüzünü yumuş da...”

3
Mehmet’le Ulrike Erhan’ın sözü bitince kalktılar. Ne-
dense onları ıslak saçlarıyla telaş içinde sokaklarda koşar-
ken görüyordum. Telaşın bile lüzumsuz kaçtığı yağmur al-
tındaki uzun yürüyüşlerimize daldım. Ne rahattık. Üstümi-
ze yağan yağmur başkalarını telaşlandıran yağmur bize
yağmur altında kocaman bir güvendelik duygusu verirdi.
Islanmak, ıslanmaya aldırmadan soluklanılacak yere doğ-
ru adımlarımızı hızlandırmadan güven içinde yürümenin
rahatlığı huzuru neşesi. Yağmur berekettir. Yağmur arılık
duruluktur. Bu yüzden mi ölenlere “Allah rahmet eylesin!”
der bir kültürün insanları.
Ertesi günün akşamı eve yorgun ama sevinçli bir du-
rumda döndüm. Gerilim bitmiş yüz kaslarım da içinde bü-
tün kaslarım gevşemişti. Cüzdanımda sosyal yardımdan
elime tutuşturdukları birsürü para vardı. O aylık yardım
ile bir dönemlik giysi yardımı bitmeyecek bir toplam ola-
rak göründü gözüme. Ulrike’ye bizi pasta yiyip kahve içe-
bileceğimiz bir yere götürmesini anlatmaya çalıştım. Ona
sözlü teşekkürümü bir fincan kahveyle tekrarlamak isti-
yordum. Anlatmakta epeyce güçlük çektikten sonra, beni
çeşit çeşit ekmek ve pasta satılan bir yere götürdüğünde
bir hayli şaşırdım. Nedenleri çoktu. Ulrike kahveleri ıs-
marladıktan sonra tezgaha yaklaşıp gözümün ısırdığı üzeri
pudra şekerli, badem parçalarıyla bezeli kurabiyelerden
iki tanesini satıcı kadına işaret ettim. Kadın bana bir soru
12
yöneltti. Kahrolayım ben ne diyordu acaba. Hiçbir şey
onun söylediği hiçbir şey umurumda değildi. O an tek iste-
diğim kurabiyeleri camlı bölmeden çıkarttırabilmekti.
“Ya (ja) bit(t)e! Danke!” diyerek kurabiye tabağını ka-
pıp Ulrike’nin oturduğu yere geldim. Önünde yüksek tabu-
relerde oturduğumuz ve kahvelerimizi koyduğumuz ipin-
ce tezgaha tabağı bırakınca Ulrike gülmeye başladı. Bana
teşekkür etti. O gülüş hala yüzünde seriliydi. Huylandım.
İçinde büyüdüğüm kültürün tepkileri. Ne vardı güleçliğin-
de bu kadının? Sabahtan beri Mehmet’le yanımdaydı.
Mehmet okula döndüğünde Ulrike benimle hastaneye,
sosyal yardım kurumuna gelerek nerdeyse akşamı etmişti.
Dil kursuna kayıt için zamanın kalmadığını bile bile koştu-
rarak oraya da yetişmeye çalışmıştı. Bu kadın bana alaylı
alaylı gülse ne olurdu? Hem bugün çok şeyi onunla birlikte
kotarmıştık. İnsanlarla etkileyici bir tarzda konuşmuştu.
Onlarla olanakları tartışarak bana sunulabilecekleri geniş-
letmişti. En azından şimdi karakolda değil bir ekmekçi-
de(şaşkınlığın bir nedeni) kahve içiyorduk.
Şimdi ekmekçideydim. Bugün kurtulduğum başıma
gelmesini asla aklıma getirmemeye çalıştığım istemediğim
şeyler ise saymakla bitmezdi. Bilincime gelmeden benimi,
davranışlarımı, düğümleyen endişeler korkular. Sınırdışı
edilmemiştim. Şehir dışında bir sığınmacılar kampına
gönderilmemiştim. Cebimde yalnızca bu kent içinde geçer-
li olsa bile korkusuzca dolaşabileceğim bir sığıma başvu-
rusu kimliği vardı. Üç ay bu kentte oturmaya izinliydim. Ve
de ben kaç ay, kaç yıl süreceğini kimsenin bilemeyeceği sı-
ğınma isteğinin kabul ya da reddeliceği mahkemeler süre-
cinin ürkütücülüğüne rağmen burada güzel bir kadın ar-
kadaşla kahve içiyor içi elma püresi dolu üstü pudraşeke-
riyle apak badem parçacıklarıyla lezzetlendirilmiş bir ku-
rabiye yiyordum.
Kurabiyelerimizi bitirdiğimizde Ulrike işaretparma-
ğıyla dudaklarının ucuna dokunarak bir şeyler söyledi ba-
13
na. Gülerek dudaklarımın çevresini elimin içiyle sildim.
‘Senin dudaklarında da var!’ İşte bu Türkçe cümleye ikimiz
de güldük. Öyle bir durumdu ki belki bir hece Mehmet’ten
Türkçe öğrenmeden o da dudaklarını elleriyle (elleriyle)
sildi.
Her şey yolundaydı. Para vardı, cebimde geçerli bir
kimlik belgesi, kalacağım bir yer, arkadaşlarım ve isteme-
sem de isteğimi iletebileceğim kişilerin mutlaka bulundu-
ğu tanış olmayan bir sürgün topluluğu. Sonrası geriye bu-
rada yaşamak için gerekli donanıma sahip olmak kalıyor-
du.
Sığınma isteğine karar verecek mahkemeyi beklerken
boş durmayacak, dil öğrenmeye çalışacak, sonra da yarım
kalan üniversite öğrenimine başlayacaktım. Hayatta çok
şey için geç kalmıştım. Yaşamı ağırlıklı olarak siyasal ola-
nın çevresinde geçirmiştik. Sınırlı bir yaşamın içinde oldu-
ğumuzun bile farkına varmadan buraya bugüne pek dona-
nımsız, yeteneksiz, beceriksiz gelmiştik. Bu acıydı. Başka
bir kültürde yaşamak için bir beceri sahibi, bir donanım
maliki değildik. Çoğumuz bu bakıştan bir hiçtik. Karıncalar
ülkesine düşmüş küçük çekirgeler. Artık birçok şey için
çok geç idi. Ama pes etmeyecektim. Bir iş edinebilmek için
gerekli her şeyi mutlaka öğrenecek elde edecektim. Bir
daha dönemeyeceğim bir ülke ya da ölme zamanı dönü-
şüme izin verilebilecek bir yönetim, ölülerin bile hepsine
izin vermeyen bir devlet umurumda olmayacaktı. Değil mi
ki o ülke, o yöneticiler, o insanlar orada yaşamama izin
vermemişlerdi. En az kendileri kadar benim de kendimi
sahip malik saydığım o toplum o düzen.
Geçmişi ve onun içinde geçmişimi düşündüğümde
zihnime üşüşen düşünceler böyle olmasına rağmen içimde
bir eziklik duygusu vardı. Bir üzüntü kof yüzeyde bir se-
vincin altında kaskatı duran kalın bir burukluk. Geçmiş
yavaş yavaş benden uzaklaşırken zihnim böyle bir hareke-
ti böyle bir kıpırtıyı izleyemiyordu. Yarın benim için ne
14
olacaktı ki! Onu açık olarak anlayabilmenin yolu onun ger-
çeğinde olmayan bir durağa bir durmaya ihtiyacı yok
muydu anlama gücünün?Daha kısa bir süre, insan ömrüne
göre kısa bir süre, bir hafta, bir ay, belki de bir yıl öncepo-
lise yakalanıp işkence görme korkusu, gizlilik içinde her
şeyin uydurmaca olduğu işsiz kazançsız günlerde ev kira-
sını ödeyememe korkusu, ev sahibiyle çıkacak bir gergin-
likte kimliğin açığa çıkabileceğikorkusu, akrabaların yaşa-
dığı kente dönememe zorunluluğu, aç kalacağın endişesi,
özlediğin insanları görememe sıkıntısı, akşamları kentin
hiç olmazsa sokaklarında dolaşarak yoksunluk içinde olsa
da yaşadığını bilince çıkarmadan kendiliğinden yaşıyor
olma arzusu, akşamları erkenden çevrilen araçlar, yollar,
caddeler, kimlik sormalar, telsizler, mor kırmızı ışıklı am-
bulanslar polis arabaları... yıllardır tek başına geçmişin
ağırlığı altında onu taşımaya çalışarak dayanışmasız des-
teksiz parasız roller maskelerle her saat bu yarına bugün
geçmiş dediğime çalıştım ben. Yoruldum. Çalışmak çaba-
lamak didinmek yetti ki zihnim yerinde durup da hiç so-
luklanmayan yarın da dahil hiçbir şeyi anlamıyor.
Bunların dışında ruhumda bunları yaşayıp da başka
türlü olmanın olanaksızlığı karşısında bunları kabulde
haklı olmanın sakinliği ve hafifliğinin yanında hüznün,
hüznümün varoluşu... alttan alta bir kıyılmışlık, bir ezil-
mişlik. Bunların peşinde sürüklenmek yitip gitmek, bunla-
rı hissetmek, bu gerilimde taraf tutmak ya da tarafsızca bu
çatışmaları seyrederken selde sürüklenircesine bir andan
başlayan yaşamaya kurtulmaya tutunmaya boş veriş...
Beni bizi ne ne hallere düşürmüşler. İçimizdeki dire-
niş dışardakilerden daha yoğun. Birçok sürgün parampar-
ça. Sağlam görünenleri en az üç parça. Yapılabilecekleri
sonuna kadar zorluyarak bu topluluktan ayrı bir yaşam
kurmalı. Bu çatışmaları düşünmek yasak olsun bana. Onu
yasaklayınca çatışmalardan kurtulmuş mu olurduk? Hangi
kuvvet, güç, yetenek, beceri, yapı, işleyiş böyle bir yasağı

15
çıkarıp uygulayabilirdi ki! Mao Zedung her tür baskının di-
renen güçleri derleyip toparlayan ve güçlendiren bir yö-
nünden bahsederken baskıyı bir “evrensel” olarak ele al-
mıyor muydu?

Almanca kursuna başlayacağım tarihten birkaç gün


önceydi. Üniye Erhan’ın yanına gidiyorum. İçim kıpır kıpır
ve zaman durmuş gibi geliyor bana. Kursta izleyeceğimiz
kitaplar sosyal yardımla geçinmeye azmeden birine göre
bir hayli pahalı. Erhan ünideki Türkiyelilerden bu kitapları
nasıl para ödemeden bulabileceğimizi soruşturacak. Saat
12’ye yaklaşırken Zülpischer Meydanı’ndayım –
meydanındayım söyleriz, değil mi? Sanki yazıyormuşsun
gibi fazladan noktalama işaretleriyle düşünüyorsun ço-
cuk!-. Güneşli bir gün ve bu ülkede birçok insanın kendi
şansı saydığı günlerden biri. İyi ki bugün patrondan, dai-
reden bu iş için, doktora görünmek için izin aldım. Şan-
sımdan hava çok güzel. Benim de şansım elbette. Bir şey-
ler beni üniye gitmekten alıkoyuyor. Bu havada üniye,
onun kapalı büyük mekanlarına, insan tekinin kendini
kaybolmuş duyumsadığı tavanı çok yüksek tıklım tıklım
dolu salonlara, hele Erhan’ın sürekli oturduğu o tütünlü
kafeye gitmeyi canım hiç istemiyor.
Meydanda dönüp duruyorum. Kıpırtıların altından bir
sıkıntı içime yayılıyor. Nedensiz ya da nedenlerini bilme-
diğimiz bir can sıkıntısı. Meydanın üni caddesine açıldığı
yerde solda bulunan kilisenin önündeki boşlukta banklar-
da oturan siyah giysili insanlar. Beni bir şeyler onlara doğ-
ru itiyor. O insanlardan birini bile tanımadan, haklarında
hiçbir şey bilmeden onlara karşı bir merak, bir ilgi duy-
16
madan yanlarına yaklaşıp bir banka oturuyorum. Kendimi
onları belli etmeden seyreder durumda buluncaya kadar
hayli rahatım. Dalgınlığımdan sıyrılıp bir an bakışlarımı
telaşla başka bir yöne çeviriyorum. Bu belli etmeden sey-
retme, bu bakma arzusu birkaç defa gelip gelip gidiyor.
Nedensiz bir sıkıntının sisi içindeyim. Birkaç kez olduğu
yerde havlayan bir köpek. Gülüşler. Anlamadığım cümle-
ler.
Konuşanların yanına doğru yürüdüğümü anladığımda
dönmek için çok geç idi. Telaşımı göstermeyecek bir şeyler
aradığım belli. Yüzüm yanıyor. İçimde bir eziklik. Kendini
belli eden bir acı karnımdan boğazıma doğru yükseliyor.
Oturanların içinde bir kadını tanıyorum. Birahanenin bah-
çesinde görmüştüm onu. Bu beni daha da telaşlandırıyor.
Eğer o da beni fark ettiyse ve hatırladıysa bu karşılaşma-
nın kendiliğinden bir karşılaşma olmadığını düşünecek.
Sanki kara giysilerini hiç değiştirmemiş. Bilmiyorum ki
onu gördüğümde ne giymişti? Sadece giysilerin rengi kal-
mış belleğimde. Belki de hiç değiştirmedi giysilerini. Keşke
orada olmasaydı. Bu aşinalık dayanılmaz geliyor bana. Bi-
lincine varmadan dudaklarımdan İngilizce sözcükler dö-
külüyordu ki ben onları hiçbir durumda ne öykünmede ne
de gerçekte kullandım. Hatta kırık dökük de olsa İngilizce
konuşabilme olanağı taşıdığımı sanmadım. Hele buraya
geleli kimseye İngilizcede bir sözcükle seslenmek aklıma
bile gelmedi. Aşağıda (Lübnan) Filistinlilerle anlaşmaya
çalışırken neden ortaya çıktığını bilmediğim utangaçlık
duygusunu kendime açıklamam mümkün olmamış-
tı.Burada kavramı ne olursa olsun, neyi ya da neleri işaret
ederse etsin utanç duymakla utanma duygusu içinde ol-
mayı (utangaçlığı) ayırıyorum. Utanç topluluğun asla
onaylamadığı, açıkça başkalarına zarar veren bir eylemin
sonucunda insanın istemese de içini ve dışını saran bir
duygudur. Yoğun acı verir kişiye. Kişi bu duygunun etki-
sinden biraz da olsa kurtulmak için bunun karşılığında
topluluk tarafından cezalandırılmayı ister bir hale gelir.
17
Ceza utancı ortadan kaldırmasa da hafifletir; katlanılabilir
bir hale getirebilir.
Benim kastettiğim duygu bu değil. Kimseye zararı ol-
masa da eylemimizin ya da başımıza gelen şeyin bizi ger-
mesidir, yüzümüzü kızartmasıdır, bir gülme eşliğinde ba-
şımızı önümüze eğmemize neden olmasıdır. Hani bir ço-
cuğun bir büyük tarafından övüldüğü bir an elleriyle yü-
zünü kapatması cinsinden bir şey. Utanma duygusu da in-
sanı rahatsız eder. Ancak bu rahatsızlık tatlıcadır. Bu
utangaçlığın sevinç kaynaklı olduğuna işarettir. Hoşumuza
giden bir davranış bizi sevindirirken aynı anda bizi utan-
dırabilir de. Hatta çoğu zaman. Bir insan sizi yüzünüze
karşı içtenlikle övse bile bu övgü karşısında çoğu insan gi-
bi siz de o ikili duygulanmayı aynı anda yaşarsı-
nız.Utangaçlık ince ilişkilerle yaşayan topluluklara has bir
duygudur. Günümüzde bu duyguyu ilkellikle, gelişmemiş-
likle, ne olduğu belirsiz bir sosyallik duygusundan yoksun
olmakla, topluluk korkusuyla ilişkilendirenler olsa da.
Utangaçlığın öteki ucu arsızlık mıdır? Ar haya damarı çat-
lamışlık. Yani edebiyattan nasipsizlik olarak edepsiz. Bun-
lar da incelik içindeki bir ilişkiyi zedeler ve onu nobranlaş-
tırır. Kısaca hiç nedensiz de insan utanabilir ve böyle biri-
ne “çok utangaç” denir. Bir topluluk karşısında konuşmak,
saz çalmak, türkü söylemek, birinden bir şey rica etmek,
birine anadilinin dışında başka bir dilde bir şeyler söyle-
meye çalışmak ille de neden olarak adlandırılacaksa
utanma duygusuna ya da utangaçlığa nedendir. İnsanlara
eğer onların topluluklarında yaşıyorsak onların anadilinde
seslenmek gerekir gibi bir düşünce saçmaydı. Başka bir
dilde konuşmayı denemenin önünde böyle bir engel ola-
mazdı. Böyle düşünmek, bu düşüncenin etkisinde kalarak
yaşamak olsa olsa alttakinin üstünü bir örtüyle kapatmak
olurdu.
Yazının sınırları. Yazının yapamayacakları. Eş zaman-
da ya da eşsürede zihnin sık sık yaptığı farklı düşünceleri

18
duyguları farklı yerlerdeki yaşantıları hatırlaması bunları
aynı anda yapabilmesi. Yazı, yazı! Çaresiz zamanda art ar-
dalığı ya da artsüreliliği mekanda bir birini bir ötekini kul-
lanmak anlatmak zorunda olan zihnin güdük eylemi. Zihni
olduğu gibi çalıştığı gibi işlediği düşündüğü hissettiği gibi
anlatmanın bir tekniği bir teknolojisi var mı! Dudaklarım
konuşuyor zihnim bunlarla dolu.
“Affedersiniz! Belki bana verebileceğiniz bir sigara
şans eseri vardır.”
Kadın yüzündeki ifadeyi değiştirmeden cebinden çı-
kardığı üzerinde kırmızı el bulunan paketten kısa, filtresiz
bir sigarayı çıkararak bana uzatıyor.
“Kibritim de yok!” derken başladığım cümlenin orta
yerinde çakmağın İngilizcede ne olduğunu hatırlamadı-
ğından dolayı kibrit eklemek, bundan önce de ateş sözcü-
ğünü kullanmanın yanlış, dolayısıyla ayıp,utanç verici aynı
anda en mükemmel benin benim olduğunu ve asla yanlış
yapamayacağımı yanlışın bu Tanrısallığa yakışmayacağını
nasıl düşünür bir organ? Ve bunların hiçbirine gerek ol-
madığını, dilsiz birinin bile bir sigarayı her dili konuşan-
lardanisteyebileceğini, dilsiz birinin bile yaşamak için her
şeyi isteyip bulup dilenip çalıp çırpıp bile isteye eylediğini
bilmek ve dilsiz canlıların bile bunu yaptığını, kocaman bir
Ve bu bilincin bilmelerin bilen özneye verdiği acıları yaşa-
mak.
Sarı saçlı, gök mavisi ya da gök gözlü yaşları yirmiler-
de çam yarması iki genç erkek bir şey olmuyormuş gibi
gülüyorlar. Giysilerinin her parçası siyah. Çok yıkanmak-
tan, çok kullanılmaktan, güneşten, terden yer yer kül rengi-
ne dönmüş bir karalık. Eskimişlik. Sanki adamların sadece
kafaları, kafalarında da yalnızca gök gözleri var. Siyah bir
bölmenin üstünde emanet gibi duran bazen de o heykel
gövdesini terk edip boşlukta gezinmek ister gibi konum-
lanmış açık renkli yüzlerin mavi bilyelerinin üstünden baş-
layan açık sarı saçlar.
19
Onlara bakarken birkaç saniyede stratejisiz taktiksiz
kendiliğinden büyük dalgınlığımın içindeki şaşkınlığımla
kendimde bir devrim yaptığımı düşündüm. Bir kültürde
büyümek. Böylesi bir durumda erkeklerden istemem ge-
reken sigarayı bir kadından istemek. Beni bu yapmış bağ-
ların hiç olmazsa birazından kurtulmak.
Kadının elindeki çakmak çaklıyor. Sigaramı yakıyo-
rum. Kendimi oracıkta sigara çektiğim anda durup kalmış
yakalıyorum. Almanca teşekkür ediyorum. Bir tuhaflık.
Kadının yüzüne bakıyorum. Onun yüzünde bu anın tuhaf-
lığına değgin bir iz bulamıyorum. Sanki kadının yadsıdığı
bir şey yok. Birazcık rahatlıyorum. Kocaman birkaç nefes
çekiyorum sigaradan. Burnumun delikleri yanıyor. Gözle-
rimden birkaç damla.
Dönüp oradan uzaklaşmak için birkaç adım atıyorum.
Başım fır dönüyor. Bir nefes daha çekiyorum. Oturmalı-
yım. Hiç olmazsa kadının bakış açısından geride bir yere
çöksem. Düşecek miyim. Bank yok oturmak için banka ih-
tiyaç yok. Yere oturuyorum. Elimdeki sigaraya bakıyorum.
Midem bulanıyor. Onu atsam ya! Bir nefes daha çekiyo-
rum. Kusmak pahasına, bu yerde kusup bu anonimliğin
rahatlığı içinde kendimi rezil etme endişesine aldırmadan
anı bu yeri kendimi kendimsizliği yaşamak istiyorum. Bir
nefes daha çekiyorum inatla. Başımı dik tutamıyorum. Si-
garanın kalanını fırlatıp dizlerimi karnıma doğru çekip
kollarımı dizlerime sararak başımı dayıyorum.
Bir el değiyor omzuma. “Ar yu okey”e benzeyen endi-
şeli bir ses. Başımı kaldırmadan seslenenin o kadın oldu-
ğunu biliyorum. Kadının cümlelerini seçmeye çalışıyorum.
Önemli değil önemli değil kalk ayrıl buradan. Kalkıyorum.
Dizlerim bu kadar güçsüz gözlerim biriki metrelik bir dai-
renin dışını göremez midem içinde ne varsa artık tutamaz
bir haldeyim. Utanıyorum kadından. Anonimliğimin bo-
zulduğunu, onun beni ta o birahaneye gizli gizli bakarken

20
bile fark ettiğini ve şimdi hatırladığını düşünmek beni da-
ha da kötü bir duruma itiyor.
Kadın koluma girerek beni oturdukları banka götürü-
yor. Yürümek bedenimdeki dengeleri değiştiriyor. Oturur
oturmaz kusuyorum kusuyorum. Alnım yüzüm soğuk
damlacıklarla doluyor. Damlacıkları görüyorum sanki. Çı-
kacak bir şey kalmasa bile midem kasılıyor ben bastırdık-
ça öğürüyorum. Düşünmenin duymanın anışın ötesinde-
yim. İçime bakıyorum. Rahatım. Kıpırtısızım. Işıksız ancak
karanlık olmayan bir genişlik ki hiçbir sınır görünmüyor.
Kadın ağzımı yüzümü kağıtmendillerle siliyor siliyor.
Adamlar bankın önünü gazete topaklarıyla temizliyor. Kö-
pek ön ayakları dikili arka bacakları bükülü arkasına yas-
lanmış bir duruşta gözlerimin içine bakıyor. Başını yukarı
kaldırıp havlarken sesin bitişiyle birlikte ağzını indiriyor.
Köpeği okşarken ona “ay em okey!” diyorum. Gençlerden
kolunda ejderha döğmesi olan bir pet şişe suyla bana yak-
laşıyor. Eline su doldurarak başımı iyice öne eğip yüzüme,
alnıma, saçlarıma su çarpıyor. Kadın yine iyi olup olmadı-
ğımı soruyor. İyiyim diyorum. Almanca özür diliyorum,
hepsine teşekkür ediyorum. Ejderhalı kol bana bir paket
kağıtmendil uzatıyor. Paketin üzerindeki “Kokett” yazısını
seçiyorum. Altta çok küçük dizilmiş kelimeler bana ilginç
gelmiyor. Uzatılan suyu alıp birkaç yudum içiyorum. Su
her şeyi iyi hissettiriyor. Deminden beri görüngüler içinde
boş boş bakarken başımı kaldırıp kadına bakıyorum. Şaş-
kınlık, endişe, acımayla bakan meraksız gözler.Olanlara
inanamıyorum. Olanları seyretmiş bir gözlemci olarak sü-
recin bilinmezliği anlamsızlığı hayret sınırlarını çok aştı-
ğından bir adlandırma açıklama yapamıyor bir tahminde
bulunamıyorum. Tekrar teşekkür ediyorum. Özür dileyip
izin istiyorum. “Gitmeliyim”. Kalkıyorum, dizlerim yine
güçlü. “Hoşça kalın!” Köpek arkamdan bir kez “hom”luyor.
Kilisenin önünden (Robert Koch caddesiyle Kerpener
caddesinin kesiştiği köşeden) bir anda kaybolmak istiyo-
21
rum. Herhangi bir yere. Kendime karşı utanıyorum. Neden
utandığımı bilmeden içimi bir çaresizlik sarıyor. Hızla
caddeye atıyorum bedenimi. Tramvayın çanları küçük ara-
lıklarla çalıyor. Önüme çıkan ilk sokağa dalıyorum Kaldı-
rımda hızlı hızlı yürürken nereye ulaşmak için acele etti-
ğimi soruyorum kendime. Oturmak, soluklanmak ihtiyacı,
sıcak bir şeyler içme arzusu yavaş yavaş zihnimin bir
ucundan bilince doğru bir akışa başlıyor. Bu iyi işte. Sakin-
leşiyorum. Bir yer bulmalıyım diyorum, sıcak bir şeyler
içebileceğim. Geriye dönüp caddeye çıkıyorum. Zihnimde
kupalarını bardaklarını kaldırıp bir şeyler yudumlayan in-
sanların yer aldığı bir resim. Kalabalığın içinde sarıya bo-
yanmış kazaklar giysiler pantolon ve eteklere kayıyor ilkin
göz. Sonra sanki sarılara basarak diğer renkte giysilerin
içindeki insanların duruşlarına yüz ifadelerine biçimlerine
ilişkilerine atlayıp ve bütünü mü arıyor? Kitaplardaki bazı
resimlerin altındaki notta “... bir ayrıntı” yazılışının neden
gözü doyurmadığını merakını gideremediğini düşünüyo-
rum.
“KORSAN.” Bahçede vişne çürüğürenginde örtülerle
insanları davet eden masalar. Sarı saçlı insanlar. Hepsinin
önünde kulplu bira kupaları, ince uzun bardaklar, ayaklı
göbeklikadehler veesmerleşmiş koyu kestane renkli bira
şişeleri. Vişne renginin üzerinde altın sarısı, pekmez kara-
sı, saman sarısı kestane karası ışıltılar. Acaba sıcak bir içe-
cek var mıdır? Oraya giremem. Ürperme!Bunu düşünmek
bile istemiyorum derken yüzümü yalımlar yalıyor. Uzakla-
şıyorum kendimi bu kentte yitireceğim görülmemiş gü-
zergahlara dalıyorum. Luxemburger caddesi.

22
ERHAN

Hangi çağdan beri dolaşıyorum ben. Ne olmuş ne ol-


muş Erhan’a?Cadde, altgeçit, spor salonuna benzeyen bi-
na, levhalar, levha resimleri yazıları, bisikletler. Benden
başka herkes bir şeylere yetişmek istiyor gibi acele ediyor.
Herkesin önemli, büyük, tam anında yetişmeleri gereken
işleri. Ben? Ben yorgunum. Şimdi yürürken Gulliver Cüce-
ler Ülkesinde’ki desendeki gibi bedenimin bütün dış üye-
lerinden binlerce dikiş ipliğiyle bağlandığımı ama bütün
bağlardan cücelerin asılmalarına rağmen ilerlediğimi his-
sediyorum. Bir küçük kentte kocaman bir okulun küçücük
bir sınıfında her sırada üç yeniyetmenin oturduğu kalaba-

23
lık mı kalabalık bir sınıfta adını bilmediğim ama ona “Misis
Foti” diye seslendiğimiz Amerikalı öğretmen bağırarak
“Tahiiir! Anlat bana lütfen. Galıvır Cüceler Ülkesinde gemi-
leri nasıl sürüklüyordu?” diyor.
Birden Gulliver gibi yavaş davranmanın, acelesi ol-
mamanın, zorunluluktan dolayı bir yerlere bir şeylere
ulaşma telaşı taşımamanın neşeli bir şey olduğunu anlıyo-
rum. Zaten Cüceler Ülkesi’ndeki desende Gulliver pamuk
ipliğiyle kendisine bağlı gemileri bir oyundaki gibi güle
oynaya çekiyordu Misis Foti. O an anlamıştım ki bir “barış
gönüllüsü” olarak Cüceler Ülkesi’ne gezmeye gelen (Cüce-
ler Ülkesine Seyahat) Gulliver değil Misis Foti’ydi.
Yüksek tavanlı geniş, aydınlık mekanlar. Levhalar, ok-
lar, açıklama yazıları, durmadan yer değiştiren gelen giden
bir akış, bir kaynaşma ve içinde gülüşlerin, çeşitli dillerde
çeşitli seslerin oluşturduğu bir uğultu. Ne oluyor böyle ba-
na? Kafeterya.
Erhan bu sefer beni görmedi. Basit. Bekledi, bekledi,
gelmeyeceğime inandı. Gelmeyecek birini görecek gözü yok-
tu onun. Çok biliyorsun. Ya bugünkü siyasal ayininde çok
yoğunlaştığı bir anı yaşıyorsa? Sana matrak bir şey daha, ya
da benim cismimde bir dönüşüm (Franz), bir saydamlaşma,
bir ruhlaşma hali (William) varsa ya!
Masa kalabalık. Erhan’ın dışında hiçbiriyle tanışıklı-
ğım yok. Birkaç kara kafa, birkaç sarı kafa, beyaz tenliler,
gök gözlüler, kara gözlüler, koyu tenliler. Kafeteryanın ışıl
beyaz duruşu içinde yabancılar birer nirengi noktası gibi
belirgin. Erhan bu iki baskın türün arasında bir geçiş ada-
mı. Açık kumral saç, açık ten, daha koyu gösteren açık kes-
tane bıyık ile sakal.
Namık Kemal bakışlı? O Almanya’ya gelmiş miydi?
Neden Osmanlının ilk sürgünleri hakkında hiçbir şey bil-
miyorum? Ama Herzen, Çernişevski, Belinski, en yakında
Nazım Paşatorunu Ran...Yüz yirmi yıl önce onlar nasıl ya-
şadı başka ülkeleri, başka toplulukları, başka insanları? Bu
24
konuda bilgi var mı? Yönetime karşıysan hiç yaşamadın.
Eğer bir delinin yıllar süren sabırlı didinişi olmazsa. Dev-
letlileri eleştirenlerin sesi sözü o yöneticileri devirip yeni
yöneten olanlarca bile kayıtlardan silinir. Yasa 1: Onlar
birbirlerine her türlü eleştiriyi yapabilirler (“İtdalaşı”).
Ama yönetilen bir ya da çokluk olarak hiç kimsenin övgü-
den başka ses çıkarma hakkı yoktur?
Erhan’ın sağ omzunun üstünde iyilikleri ışıktan def-
terlere ışın kalemleriyle kaydeden nöbette bir melek gibi
gülücüklü bir yüzle duruyorum. O beni hala seçemiyor. So-
lundaki kadını can kulağıyla dinliyor. Sol meleğe işmarla
durumu bildiriyorum. Beni seçemeyişi günahsal bir eylem
değil elbette. Sol melek “ne oldu?” der gibi bana bakıyor.
Angut! Ya Erhan kadının sözcüklerini yutuyorsa! Erhan
“ya natürlih, beştimt zo”ları o kadar sık kullandı ki ben bi-
le öğrendim. Bu sözcükleri sevap defterine parantez içinde
yazıyorum. Çünkü devler ülkesinde yıllardır kalıp da dev-
lerin dilince siyasal, felfesel, ideolojisel gibi dışkısal tezek-
sel konularda bir cümle kurabilecek insan sayısı azınlıkta.
Seslensem mi? Saydamlık anonim olmanın masallardaki
karşılığı. Ancak saydam şeyler de görülebilir. Bakışın ar-
kasındaki kudrete bağlı. O an beni kimsenin görmesini is-
temiyorum. Keşke o masayı görebileceğim başka bir ma-
saya tüneseydim. Kadın konuşmasını bitiriyor. Beni fark
ediyor. Dalgınlığından utangaç (mahcup) bir yüz ifadesi.
19. Yüzyılın başından beri bir yüzifadesi bilimi kurmaya
çalışmışlar ya!
“Tahiiir!” Erhan ayaklanıyor. Sandalyesini bana veri-
yor. O bana bir şeyler sorarken ben kafeterya ayinlerimiz-
deki başlangıç suresinin ilk ayetini hatırlamaya çalışıyo-
rum. Hiçbir şeyi Erhan’a anlatma. Niçin buraya geldiğimi
niçin Erhan’ı aradığımı bilmeyişime ve akşamdan beri bir
kupa çay bile içmeyişime kızıyorum. Erhan hala dikili so-
rusuna belki de sorularına yanıt bekleyen sabırlı bir has-
tabakıcı gibi duruyor.

25
“Bana bu saatte limonlu sıcak bir içecek, bir parça da
kek gibi bir şey bulabilir misin (dostum dayanağım sığına-
ğım yorgundaşım)?”
“Abi ben alayım!” Siyah saçlı biri hemen yerinden fır-
lıyor. Bir mürit olarak onun da defterine bir şeyler ışınlı-
yorum. Tarikatımızda şeyhe ve onun sevdiklerine ilgi gös-
termek onların arzuları şeyhin de arzusu olduğundan he-
men yerinden fırlamak zorunluluğu içinde atik davranmak
mı bu sandalyeden fırlayış? Şeyhim benim günahlarımı
bağışla! (Ya da bazı tarikatlarda) bu bağış için aracılık yap!
Ben değil kalbini bozan buralarda kilise önlerinde köpek-
lerle dolaşılan yerlerde içime şeytan girmiş olmalı. (Mefis-
to?) Tarikatımızda aracılara yer vardır. Kılavuzsuz bir ye-
re varılmaz. Şu masada oturmuş cücelerle sohbete durmuş
Misis Foti’ler Mistır Elın’lar muhiplerimizin (tarikatseven-
ler) böyle davranışlarına bir anlam verebiliyorlar mı? On-
lar çoktan topluluğa onun kültürüne onun töresine gele-
neklerine göreneklerine aile değerlerine arkadaşlığa değ-
gin değerlere etiğedine imana ait daha hiç bilmediğim şey-
lere boş verip satış için üretip satmaya daha ucuza getir-
meye yatırım için istifleyip yatırmaya birey denilen insan-
lık toplum ulus adalet gibi var olmayıp da varsayılanın
haklarına özgürlüğüne eşitliğine kurtuluşuna çalışıyor.
Topluluğa ait ne vardıysa yok olsun ki toplum denilen ulus
çağrılan şeydeki birey şeyleri özgür olup melekler gibi in-
san kılığında ortalıkta şeyleşip dolaşsınlar.
Kafeteryanın uğultusuyla benim içimden geçenleri
yırtan sandalyenin bütün ayaklarının beton tabana yenil-
mesiyle çıkardığı feryat düşüncelerimin neresini zedele-
mişti? Öfke.Öfkenin sesinin içinde sanki bir fak (tuzak)
var. Kime?Kendime. Neden ben de suçu hatayı eksikliği
üzerime kondurmadan başkalarını suçlayan bir birey ola-
mıyorum? Kendim bireyliğimin bir kimsesiz garibi miyim?
“Düşen kalkar!” Eyvallah Fikret Bey Amca! Ama öfkeyle
kalkan zararla dikelir. Merhaba yeni Tahir’in eski benliği!

26
Siyah kıvırcık saçlı, ela gözlü, buğday tenli, selvi boylu, bi-
raz atletik, bakımsızlıktan hayli astenik Mehmet Sabran
mahdumu (oğul) “Guten Tag (iyi günler)!” Kültürümüz
yükte ve pahada hayli hafif dayanışmaların sahnelendiği
önde sonda umurumda değillemelerin kültürü ki bir fin-
can limonlu torbacık çayla neye benzediği meçhul şu ken-
dinde kek ad vurulan süngerimsi pekmez esmerliğiyle ka-
sılana hürmet gösterilirken bile feda olsunlarda ey paşam
Ziya ve kadirini kıymetini bilemediğim Şinasi Efendi kur-
tarıcılarımız. Siz ki seçkinlerin seçkiniyken Paris’te sür-
günde Hamidiye bozduracak kuyum dükkanı mı arardınız?
Şimdiki sürgünler bayağı rahat. Toplumsal yardım diye bir
şey çıktı ki, harcamaya kıyamadığımız kağıt paraları en
yakınımıza bile göstermeden iç cebimizde bir sır gibi sak-
lar dururu.
Kendimi buralarda hazmedemiyorum. Gene yenilecek
miyim? Hegel yazgı diye bir şeyi bizim yazgımızdan başka
türlü anlamıştı, anlatmıştı, değil mi! Ben onun ne dediğini
o zamanda da anlamadım. Çünkü bizde yazgı gökten dü-
şen elmamızdı. Buna itiraz başka yazgılara, zorunlulukla-
ra, direnilmez ve dokunulmaz olarak bireyselliği yoka dü-
şürene baştan itirazdı belki. Sana kim dedi ki elini kolunu
sallaya sallaya dolaşmanın sevdasıyla otuzlarının sonunda
bu kentin barikat kurulamaz kadar geniş bulvarlarında bir
çocuk gibi kaybol. Aynı dili konuşan göçmenler gülsün sı-
ğınmacı hallerine. Sığınmacıların çoğunun kendileri gibi
göçmen olmaya can atışlarına gülsün. Sığınmacıların düş-
lerine gündüzdüşlerine girsin göçmen olma arzusu. Sığın-
macıların en akıllıları göçmenlerin olanaklarını da kulla-
narak göçmenleşip kurtulsunlar malsız mülksüz parasız
bir sefaletten. Hoşça kal bile demesinler eşitlikçi, özgür-
lükçü, bağımsızlıkçı ezberlerine. En akıllı canlı çevresine
uyum sağlayan canlı mıdır? Öyle ya genel aklın (saf akıl),
göçmen aklının (pratik) bir doğrulanması sığınmacılık.
Yenilgi de sürgün denilen aslı sığınmacı süreçle göçmenli-

27
ğe dönüşecek olanla gelmiş buralara. O da gülüyor bana.
Hınzır bir göz kırpmasının peşisıra.
“Bir şey mi oldu Tahir? Rengin kağıt gibi olmuş.”
“Midem çok fena. Galiba üşütmüşüm.”
“Geçmiş olsun. Kabahat bende. Keşke dün akşam pe-
teği prize taksaydık. Bak senin kitaplar bunlar. Bizim Ha-
san’da varmış. Ya sizi tanıştırmayı unuttum. Bu Hasan.”
Keşke memnun olduğumu söyleyebilseydim. Bu ak-
şam içim kaba. Güler gibi yaparken başımı sallıyorum evet
güzel sevinç anlamına. İsimler, sosyolojiler, eğitimler, filo-
lojiler, siyaset bilimler kanatlanıyor Erhan’ın dudakların-
dan. Sözcüklerin kanat açışları varlığımı unutturuyor. Gü-
lüyorum, kahve istiyorum, biri yerinden kalkıyor. Sigara,
biri olanca ustalığını göstermek istercesine özenle çalışı-
yor. Bak yakında tiryaki olursan Tahir yoldaş, hergün cüz-
danını parça parça hafifletirsin. Ayrıca eskiden beri ciğer-
lerin kelebeki koyun ciğeri. Yaşasın uyumlulaşıyorum.
Sağlık düşünüyorum. Para biriktiriyorum. Yarın diye plan-
lar programlar tasarlıyorum.
İhsan, Memet, Ali! Öyle bakmayın bana. Ben de ölebi-
lirdim. Bunu ben belirlemedim. Şimdi burdayım. Bunu da
belirlemedim geliyor bana. Seçmediğim bir şeyden dolayı
sızlanmanın, öğünmenin, yas tutmanın bir değeri var mı?
Yazgıysa eğer (düşen elma anlamında) ya da zorunluksa
(Hegel) neden bu içini yeme, kendini lime lime ipçiklerine
kadar ditme?Sal biraz kendini. Tadı tatsızı düşünmeden
soluklan.
“Biraz açık havaya çıkacağım.” Ortaya konuşarak kal-
kıyorum.
“Gelmemi ister misin?”
“Nayn dankı!”
“Ooo, Almancayı halletmişsin maşallah!”
“Belki öyle olur bir gün.”

28
Gülücüğü andıran bir yüz ifadesi yüzümde. Elimde
Themen ciltleri ve bir sözlük. Her yeri kirlenmiş bir sarılık.
Kocaman bir “L” harfinin gölgesinde küçük harfler. Dönüp
yürüyorum. Bisiklet parkı sağda kalıyor. Bir öğrenci kılıklı
kadın bir şeyler soruyor bana. Gülüyorum. Tanrım sanki
başka soracak adam yok. Almanca bilmediğimi, bunun için
üzüldüğümü söylerek yürüyorum.
Demek ki insanlar bana soru soruyorsa görünüşümde
bir tuhaflık yok. Tabii ya, sol elindeki kitap destelerini gö-
ren seni dünya bilgesi sanar. Esas tuhaflık bu. Oğul Memet,
Memet orda kaldı canım. O zaman temsilcisi sensen eğer
dinle. Bugün yazdığımız hikayenin dersi geçmişi değeri an-
laşılamamış bir meslek olan dolmuş parkı değnekçilerinin
sabrıyla bu kentte kaldığın süre içinde içinde taşıyacaksın.
Çünkü sen geçmişte her işinde bir oyun çocuğu gibi oyna-
dın. Oyun işte. Yenmen yenilmen hiç önemli değildi. Kural-
lara uymamayı hiç düşünmedin. Oyunculara belli etmeden
şunu şöyle... istemedin. Bunu ahlak adına değil, oyunun hoş-
luğu, hazzı, sevinci adına ederdin. Başka türlü olamazdı.
Şimdi anladın mı Erhan sana ister bilerek ister bilmeden
neden Tahir dedi? O oyun bitti Memet! Yeni oyunlar kurma-
lı insan. Yeni oyunlara katılmalı.

29
KORSAN

Sen ne zaman Korsan’a kadar yürüdün? Biraz önce


ünide kafede değil miydin? Nereye gidiyorsun böyle acele
acele? Memet’in cenazesine mi yetişeceksin? Sanrılar Me-
selesi. Yazan Yusuf Satı Aylin. Çeviren Tahir Sabraniy. Ki-
tabın arka kapak yazısı. “Y. Satı Aylin’in bu zor anlaşılan
eserini adeta yeniden yazan çevirmenimiz T. Sabraniy,
sanrıların, yeraltı yaşamını uzun sürdüren insanların o ya-
şamın zor koşullarında kendilerini çalışmalara kaptırıp
önceki kişiliklerini unutmaları, hele bir de yenilginin ani-
den çöküşüyle o çetin yaşamın sona erişiyle bir bitmişlik-
te, bir boşlukta kalışla ortaya çıkıp serpilip geliştiğine ina-
30
nıyor. Y. Satı Aylin ise yenilginin aniden çöküşü ile yengi
umudunun aniden yitmesinin yarattığı boşluğun sanrılarla
doldurulduğunu, bu topagrafyanın sanrıların gelişmesi,
süreğenleşmesi için uygun bir yerortam yarattığını ve san-
rıların bu kişilerde benzer evrensel bulgularla kendilerini
gösterdiğini ileri sürüyor bu yapıtta. Zor metin tutkunları-
nı uzun sürmüş bir yeraltı yaşamının koyu maviden kurşi-
niye çeşitli tonlarda betimlenen sanrılar geçidinin sürpriz-
leri bekliyor.”
“Merhaba!”
“Merhaba! Nasılsınız?”
“Teşekkürler, ya siz?”
“Bizimle oturmak ister misiniz? Size selendim ama siz
beni işitmediniz. Ben arkadaşlarla orada oturuyorum. Bak
sana el sallıyorlar. Benimle gel lütfen.”
Niye bir kelime söylemeden onunla gidiyorum? Be-
nimle gönül eğlendirsinler diye mi? Çocuklar biraz eğlen-
sinler bakalım. Sonuçta üç insan hoş vakit geçirmiş olacak
yaklaşan akşamda.
Kazın ayağı öyle değil. Perdeli. Bu insanlar da bu top-
luma denk düşmeyen bir şeyler var. Ne? Bu toplumla ilgili
anlatılanların yanlışlığı mı? Bendeki bir anlama anlamlan-
dırma kırılması mı? Bu insanların anlatı tiplerine uygun
olmayışları mı ortada salınan?
“Ben Gizela(Gisela)’yım. Bu Günter (Günther), ve bu
Erik.”
“Benim adır Tahir. Türkçe’de çoğu özel ismin de bir
anlamı vardır. Tahir temiz anlamına gelir. Ama ben sabah-
ları yüzümü bile yıkamam. Günther teşekkür ederim sana.
Öğlenleyin sen yüzümü yıkadın.”
Gülüyoruz. Belki gülünç değil söylediklerim. Ama
Türkçe düşüncede biraz güldürüşlü duruyordu sözcükler.
Bunun bir nükte değeri taşıdığını sanmıyorum çocuklar.
Ama gülmeniz yine de çok güzel. Köpek de İngilizce anlı-
31
yor mu? Siyah kuzgun karası tüyler. Boncuk yeşili gözler
bana bakıyor. Havlamadan o da seviniyor gibi kıpır kıpır.
“Bir bira içmek ister misiniz?”
“Hayır, istemem. Burada kahve var mı? Zevkle bir
kahve içebilirim.” Erik kadın garsona işaretle bildiriyor.
Kadın masaya gelmeden gözden yitiyor. Demek ki Erik’in
ne istediğini işaretle anlayacak kadar dikkatli bir çalışan.
“Erik’in babası çok zengindir. O birkaç bankanın kuru-
cusu!” diyor Günther. Gülüşüyoruz. Kadın bir tepsiyle gö-
rünüyor. Fincanda kahve, ayrı ayrı küçük kaplarda süt, şe-
ker. Ben kahveye hiçbir şey katmadan yudumluyorum.
“Kara kahve?” diyor Gizela. Başını iki yana sallıyor.
Onaylamadığı için üzülüyorum.
“Ne zaman Türkiye’den buraya geldiniz?” diyor Günt-
her.
“ (Doğruyu mu...) bir hafta önce.”
“Öğrenci misiniz?”
“Hayır, hayır! Bu kitaplar Almanca kursu için. Ben,
ben, birazcık İngilizce konuşabilirim.”
Gizela bir soru soruyor. Anlamıyorum. Ama Günt-
her’in yarattığı havadan kurtuluyorum. Yaratılan havalar
aynı geliyor bana. Sıkıntıyla Gizela’ya ne söylediğini anla-
madığımı söylüyorum. Günther önümde duran sözlüğe
uzanıyor. Açıp parmağıyla bana bir sözcüğü gösteriyor:
“Asyl”ü “azüül?” olarak soruya çeviriyor. İşaretparmağını
soldan sağa kaydırarak “um Asyl bitten”i gösteriyor. Türk-
çe’deki karşılığını okurken gülüyorum “evet” diyorum.
Günther’e İngilizce çok zekisiniz diyebileceğim halde
önündeki sözlüğü kapıp ona zekinin Almanca’daki karşı-
lıklarını okutuyorum. Sonra Günther’ işaret ediyorum.
Davranışıma gülüyorlar. Ben de gülüyorum. Bayağı eğleni-
yorum.
“Peki ben zeki değil miyim?” diye soruyor gizela.

32
“ Hayır,” düşüyor dilimden. Biliyorum, neden? Oldu-
ğum kültürde kadınlara erkeklerinin yanında iltifat etmek
kötülüğe işaret. Üçü de katıla katıla gülüyor. Birazını kesti-
riyorum durumun. Katışıksız bir ilk topluk insanına değ-
gin bir davranış kadını erkekten aşağı tutmak. En azından
ataerkil topluluğa çıkıyor önü. Gelişkin insan kadına her
yerde iltifat eder. İstanbul’da bile kompliman iltifatı unut-
turacak denli yaygın. Gelişti İstanbullu. Hicap duyar, mah-
cup olur soylu İstanbullu. Oysa utanır alt sınıftakiler. Uta-
nıyorum. Çünkü anababamdan öte ataanalarımdan adları-
nı sayabildiğim sadece iki kuşak. En eski yani bana en
uzak kuşaktan sadece beş altı ad miras. Gizela’ya karşı
utancım geçmişin acılarıyla artıyor.
“Yani Gizela (that is Gizela)! Zeki değilsiniz demek is-
temedim. Özür dilerim (dilerim bir hakaret daha yap-
mam), demek istedim ki, siz çok iyi, çok güzel, çok dikkatli,
çok çok duygulu bir kadınsınız” demeye çalıştım. Erkekler
gülüyor. Gizela solunda yatan bakımını üstlendiği köpeğe
bakıyor. Onu birkaç kere okşuyor. Köpek sanki Gizela’nın
elini hissetmek için başını yukarıda tutmaya çalışıyor. Gi-
zela’nın biraz utanmış bir hali var. O da ilk topluluk üyele-
rinden devralınan bir davranışa düşmüş olmalı. Yüze yapı-
lan iltifat hoşa gitse bile ilk topluluklarda karşı tarafı
utandırır. Ne ilkellik! Oysa günümüz insanı iltifatlarla
ayakta duruyor. Üç gün iltifat işitmeyen bir insan bunalı-
ma girip psi-koliğe koşturur. Onun için iltifat bolluğunda
içi dolu sağlam iltifat pek bulunamıyor. Ay bu ne güzel ka-
zak böyle. Parfümünüz çok hoş. Evinize bayıldım. Ay bu
köpek ne kadar şeker. Arabanıza bittim. Küpeleriniz sizi
çok güzel gösteriyor. İyi hoş tatlı da bunların kişi ile bir
ilişkisi var mı? Var tabii öz canım. Dolaylı ilişki. Pılıyı pırtı-
yı topla Tahir. Şurda insanlar sohbet ediyor.
Yemin ederim bu kadın melez. Yoksa böyle utangaçlık
göstermezdi. Baksana şu yüz görünüşüne. Bir Almanda
böyle burun...

33
“Teşekkür sana, teşekkürler Tahirr!”
“He’deki gibi bir ses ikinci hecedeki ses. Ta-hi ve ‘er’i
eklemelisin Gizela. ‘Tahir’.” Gülüyoruz.
“Anladım, Tahir!Siz benim zeki ve aynı zamanda duy-
gu dolu olduğumu söylemek istediniz, değil mi?”
“Ah, evet!”
Yine gülüyoruz. Bu kültür böyle demek. Her şeye gü-
lünüyor. Köpek bir kere homluyor. Anlıyorum. ‘Ne var
bunda gülünecek?’ diyor. Köpek işte, neden gülündüğünü
anlamıyor olmalı. Onun başını okşarken biraz çekiniyo-
rum. Biraz korku mu? Oğul oğul uygar bir toplumda kö-
pekler bile uygarlaşmaz mı! Erik elini yukarı kaldırarak
garson kadına (çeviri çok gülünç. Garson erkek anlamında
ve ben erkek kadına der gibi seyrediyorum kendi içimi) üç
gösteriyor.
“Gizela o (she=şii) nasıl adlandırıldı?” gülen yok.
“Taho! Portekizde bir nehir. Doğudan Batıya akar. At-
lantik’e. ‘T, A, J, O’ ile yazılır.”
Kadın bir tepsiyle biraları getiriyor. Kahve çoktan bit-
ti. Kendimi, edilecek sözleri, akşam vaktini yeterli buluyo-
rum.
“Size çok teşekkür ederim. Taho’ya da tabii! Ben git-
meliyim. Erik, banka kurucu babana selam ederim. Eski
bir banka soyucu olarak kendisine karşı büyük ilgi duy-
dum.” Gülüyorlar gülüyorum. Ayağa kalkıyorlar. Bu çok
fazla ağır geliyor bana. Ellerini sıkıyorum. Tajo’nun (ilk
hecesi belli belirsiz bir ‘e’ ile söylenen köpeğin) başını ok-
şuyorum. O sessizce başını kuvvetlice yukarıda tutuyor.
Elime direnen karşıkuvveti duyuyorum. “Hoşça kalın!”
Lambalar, ışıl tabelalar, caddede araba farları. Hafif-
lemiş adımlarla Kuzeye doğru geriye hiç bakmadan yürü-
yorum. Koyulaşan uğuldayan bir Köln akşamı. Kuyuya
düşmüş bir taş gibi yalnızlıktan terlemişim. Bir insan psi-
kolog olmasa da başka insanlara çoğu zaman iyi gelir.
34
Sohbet! Hatta sağdasolda (kendi topluluğu ya da başka
topluluklar içinde) sürgünde kalmış birkaç bin “homo
erectus”a bile iyi gelir bazı zamanlarda. Doğunun bir yer-
lerinde bazı toplulukların (kadim felsefesi olan) tasavvu-
funda “muhabbet”, insan insanakonuşma halkada bulu-
nanların canına havale gönderilir. Hiç okumadan (a, elif,
alef, alfa yazmadan) diplomasız görgüleşmiş bir bilgelik mi
bu? Belki oğul!
Yine nereye gittiğimi nereye ulaşmak için hızlandığımı
bilmeden yürüyorum. İleri doğru mu? Geleceğe? Zülpisc-
her Meydanı’ndayım. Tramvay hatlarının, hızlı tren (S-
Bahn) hattının birbirine dolaştığı meydan. Trenin birinin
yeraltına daldığı yerde kocaman bir kara boşluk görünü-
yor. Galiba bu gittiğim yöne hiç yürümedim. İnsanlar, in-
sanlar. Almanlar değil de siyah saçlılar dikkatimi çeki-
yor.Ak zambaklar çayırında bitmiş kara zambaklar. Kısa
bir sürede görünen yüzlerini anlamlandırmaya çalışıyo-
rum. Boşuna. Bezginliğimin verdiği gerginliği yoğuran on-
larca yüz. Doğal ortamlarından ayrılmış ama yine de canlı
canlı yüz ifadeleri. Dilencilerin pişkin, bazen de tevekkül
dolu ifadelerinin zerresi bu yüzlerde yok. Akıp gelmişler
bu denize ve o denizin nimetlerinden paylarına düşeceği
istiyorlar. Olsa olsa bir isyanın gölgesi düşmüş yüzlerine.
Her şeye kafa tutuyorlar ve hiç de ezik değiller. O suçsuz
gözleri bu toplumun içinden baktıkça yalnızca bu bakışla-
rın buradaki varlığının gösterdiği cüret ediş. Misafir işçi-
likten çoktan göçmenliğe göçmüşler. Ne de olsa kaçılan, es
geçilen, tehir edilenin olgunlaştırdığı bir hesaplaşma mı?
Her sonuç bir yok olma, bir intihar mı? Bir kültürü başka
bir kültürde yavaş yavaş yok etmek. Bilmeden, bile isteye.
Kültür ki insanın, kişinin neyi oluyor? Yok edilen dışta ka-
lan, kişiye dolaylı olan bir şey mi? Ben de bir müntehir mi
olacağım? Neden Osmanlıca kelimelere kaçıyorum. Dü-
şündüklerimi tam olarak anlamayayım diye mi? “Elif, Lam,
Ra... ve zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki: ‘Biz
sizin tabilerinizdik. Şimdi siz, Allah’ın azabından herhangi
35
bir şeyi bizden savabilir misiniz?’ Onlar da diyecekler ki...
‘(Ne yapalım)... şimdi sızlansak da sabretsek de birdir.
Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur.”
Bakalım zayıflar, yoksulluğa doğmuşlar, uyumsuz
kurgucu akılsızlar, akıntıya karşı yüzmeye çalışanlar, ya-
şamın birçok nesnesini yarın denilen bellisiz bir zamana
erteleyenler yeni efendilerle bir vakit hesaplaşabilecekler
mi? Bir tüülük tükürük bile yeterdi. İktidarı batsındı! Ben-
den önceki bin ezilmiş kuşağın acıları benim şuramı neden
ağrıtıyordu? Neden bende sürüyor bu eziklik? Üstümüze
örülen bu düzeni yıkamamak, hiç olmazsa bu kadar acı
üretemeyeceği bir düzeltmeyi onda yapamamak ne zu-
lümdü tehircilere Tahircilere!
“(Yenildik! Yenildik! Bir daha! Bir daha!”) Bu bağıran-
lar da kim! Allah, Allah! Ya bu bayağı siyasal bir yürüyüş.
Aaa saydam bunlar. Camdan kalpliler. İpinceler. Işık gö-
ğüslerinden girip sırtlarından çıkıyor. Soğuk bir akşamda
Friesen Meydanı’nda bir korsan gösteri. Haydi biz de katı-
lalım Memet Abi! Olmaz Tahircik. Senin geleceğin n’olcak!
Baksana Kuzeyin Frieslerinin (o Germen topluluklarının
içinde eriyip gitmişlerin) akşam ayazında elin üşümesine
rağmen aşkla kitap taşıyorsun.

36
GÜNLER

Açık, güneşli bir gün. Belki de bu kentte ta nisan ayına


kadar görebileceğin son güneşli gün. Geçen yıl bu ayda
yağmurlar kap(ü)şonsuz, yağmurluksuz dolaşmayı hayli
zorlaştırmıştı. Eğer dışardaysan birkaç dakikada giysilerin
sırılsıklam olurdu. Burada güneş azıcık parlasın biraevleri,
kafeler, restoranlar masalarını kaldırımlara, varsa bahçe-
lerine taşır. Parklarda üst giysilerini çıkarmış güneşlenen
insanlara rastlanır. Güneşli bir havada hiçbir şey yapma-
yan kaban, palto, manto çıkarıp bir banka oturup kollarını
sıvayarak gözlerini kapayıp güneşe yüzünü döner. Onun
için mi Kuzeyliler günebakan renginde?

37
Ekim başları. Bir yıl. Hem de bu kentten hiçbir yere
ayrılmadan yaşadığım bir yıl. Oturaklaşıyorum. Garip bir
sakinlik kavradı benliğimi. Uzun sürmüş bir hastalık son-
rası yaşanan günlerdeki gibi bir haldeyim. Düşünmekten,
iç kavgalardan çok eşyaları, vitrinleri, yolları, araçları in-
sanları ağaçları sebze meyve bölümlerindeki dünyanın her
yanından gönderilmiş meyveleri mangoları ananasları
muzları çocukları seyrediyorum. Amaçsız, ereksiz bir sey-
rediş. Hayır seyretme insanın kendinden dışına bir eylem.
Neden hemen aktif bir eylem diyemiyorum? Oysa hemen
aklıma gelen sözcük o. Etkin diyebilirim. Kulağı yormuyor.
Yetkin gibi. Hamlıktan çıkmış karpuz. Meyvanın yetkinine
olgun deriz.Etken epeyce dar, etkili başka bir şeye doğru
gönderiyor insanı. Sanki Türkçeyi zorlayarak da olsa onu
karşılayacak bir sözcük denkleyemesem dilim bana küsü-
yor. Aynı duyguyu Arapça, Farsça, Kürtçe vd. dillerden ke-
limelerde de, kelimeler derken olduğu gibi, yaşıyorum. An-
laşmaktır, iletmektir önemli olan, pratikliği(kılgısallığı çok
uzak)bana. Elbette milliyetçi değilim enternasyonalı tanı-
yalı. Hatta sınırtanımayan avukatları, doktorları, gazeteci-
leri bilip de uluslararasını kabul edebilmek, bu sözcüğü
kolayca kullanabilmek ne zor. Ulusum yok. Yurdum yok.
Kalıcı sahip olduğum, mülkiyetimde olan bir şey yok. Hep-
si kullanımlık eşyalar. Galiba bir dil var bana ait duran.
Bana verilen, beni büyüten, beni terk etmeyen. Ancak
mülk olmayan, mal olmayan bir kuruluş dil ve dileyene
kendini sunar. Dilim değil, ses bayrağım ulusçuluğu değil.
Bir Japon, bir Amerikalı, bir Yunan da konuşabilir her di-
li.Ser sebil ya da sersebil. Erdemli denilen de, kahpe fahişe
pezevenk diye aşağıda görülen de dili dilleri konuşabilir.
Kimseyi bak adi herif, Türkçemi konuşuyor diye hiçbir
kimse suçlamaz. Çünkü mal mülk ev bark olmayandır dil.
İçinde uyuduğum dili kullanmasam da başka dillerde ko-
nuşmaya, okumaya, yazmaya çalışsam da. Bundan mı dilin
değil benim kendime küsmelerim?

38
Seyretme demiştim, etkin bir eylem. Benim durumum
ise tam böyle değil. Ben eylemsizim de nesneler insanlar
köpekler ağaçlar yeni yeni seçmeye başladığım markala-
rıyla arabalar bana çarpıyor dokunuyor gözüme batıyor.
En hoşlandığım şey de uçurtmanın kendini havaya kap-
tırması gibi kentin o ana kadar görmediğim sokaklarını
dolaşmak. Kentin meydanlarını kiliselerini çeşmelerini
müzelerini dolaşmak. Açlığım doyurulacak gibi değil. Seb-
ze meyve pazarları, kafeler, birahaneler, sinemalar, sine-
makiliseleri (sinedom), yüzme havuzları görmek seyret-
mek oradaki yaşama imkan varsa (Asyl kimliği bazı yer-
lerde indirim sağlıyor) dalmak. Yakınında durduğum ya-
kınımda duran Türkiyeli arkadaşlardan değişik bir yaşam
içinde olduğum kesin. Resim sergilerine bile belli bir bütçe
ayırıyorum. Geçenlerde Köln Filarmoni’den bilet aldım. Gi-
rişte naneli şekerlerden üç beşini cebime attım. Tanrım
bana H. Matisse, Van Gogh, P. Picasso, C. Monet,Paul Gau-
guin gibi onlarca sanatçının çalışmalarını görme olanağı
buldurduğun için ayrıca teşekkür ederim. Tahitili Kadın-
lar’ın kahve rengindeki tenlerini daha çekici gösteren bir
sarı, Kumsaldaki Atlılar’ın uçuk pembelerinde belli belirsiz
atlar ve binicileri tarihin hapishanesinden kaçmış Fa-
ulkner kişileri gibi. Monet’nin moru eflatunu yeşilimsi kül
rengi. Ve her resmin önünde sırayla ücretli de olsa kıpır-
damadan nöbet tutan genç kız genç erkek güvenlikçiler.
Futbol maçına bile gittim. Yani değişik yaşıyorum ben
derken, zihnimde bir üst alt sıradüzen, güzel çirkin gibi bir
değer sıralaması yok. Bir farkı anlatmaya çalışıyorum. Er-
hanmesela, sanırım bir filme bile siftah yapmamıştır daha.
Yoğun bir hayat hayatın dışında oluşun ortaklaşa sığınma-
cı sığınağı. Buradaki bana yakın insanlar yani sığınmacı-
lardan bahsediyorum içimdeki sansürcünün refakatında,
alıştığımız ve öyle tanımladığımız siyasal bir hayat sürdü-
rüyor. Bu hayatın ilk faaliyeti insanlarla her ortamda bulu-
şup onları ne ol’cak bu Türkiye’nin hali, dünya nereye gi-
diyor böyleli konuşmalara sürükleyebilmek.
39
Bana ifade edilmese de ben burjuva yaşama doğru
tehlikeli bir halde yuvarlanan biriyim onların bakışlarında,
yüzüme ifade edilemeyen düşüncelerinde. Burnu büyük ve
özentili. Bunu alınganlığa varmadan seçebildiğimi düşünü-
yorum. Para ödeyip aldığım jazz, blues kasetlerini bile bana
yakıştıramadıklarını gösteren bir “ooo!”yla karşılıyorlar.
Bana ne bundan diyemiyorsun. Çaykovski’yi memlekette
de dinler miymişim?
Çünkü onlarla ya da başkalarıyla oturacak pek fazla
zamanım kalmıyor bana. İşte kütüphaneden aldığım her
paragrafında ancak birkaç cümleyi anladığım Ernst
Bloch’un Experimentum Mundi kitabı. Karl Korsch’un So-
zialisierung und Arbeiterbewegung’unu çevirdiniz de
okumadık mı! Benim sığınmacılarım İşçilerin Sesi ve bül-
tenlerini okur sadece. Bari merak etseniz Benjamin’i,
Brecht’i, Lukacs’ın Macarcada nasıl seslendirildiğini. Onlar
için bir erdem okumamak. Çünkü okuyan insan kirlenip
“entel” olur. Nedir bu bilgi düşmanlığı? Bir nedeni de ken-
di tembel uyumculuklarına bahane göstermek değil mi?
Konformizm denilen şey sadece uyumculuk mu? Tembel-
lik, rahatına düşkünlük, didinmekten, arayıp durmaktan
kaçışı da göstermiyor mu? Yalnız başına merak etmek ve
merakının nesnelerine dalmak bile o sohbetlerden daha
ilginç geliyor bana. Dayı şunu dedi, Rahmi bunu yaptı, Ke-
mal o şıllığın peşinde hayatını tüketiyor... Oysa ne burjuva
yaşama yuvarlanışı (sahi böyle bir şey olabilir mi?)beni bir
sığınmacı yaşamı bile kabul etmiyor.
Bu geçen sürede Almanca kursları bitirdim. Bana ver-
dikleri iki belgeye bakarsak artık bu dili biliyorum. Ne
bilmesi! Bir dile bu yaşlarda girmeye çalışmak, hem de be-
nim yaşadığım hayat benzeri durumlardan geçerek hala
iğreti kalınan yani yerlileşmeden tam olarak yerleşeme-
den kalınan bir yerde hiçbir türlü bir tahminin yapılama-
dığı bir geleceğin burnunun dibinde şaşkın şaşırmış telaş-

40
larını sürekli bastıran kendini bir saat bile unutamadan
yaşanılan yerlerde...
Bunları düşünmek nerden icabetti? Korsan’a çok sık
gelmeye başladım galiba. Üni caddesine de. Kentin Güne-
yini sevmekten mi sadece? Tanınan ilk yerlerin insanı sa-
ran rahatlığı. Ev, mahalle, semt, kent çemberleri. Onlar da
eriyor. İnsanlar bir yerden başka bir yere, oradan başka
yerlere akıp gidiyor. Mahallelilik duygusu her yerde çok-
tan bitmişti. Aynı şehirden olmak, hemşehrilik. Şimdi uy-
rukluk sırada. Ulus ve uluslararası çatırdıyor. Çürümeye
karşı direniyor. Birleşmiş Milletler (devletler?) içi boş bir
ceviz. Bunu insanlar ona dokunmadan da anlıyor. Ulusla-
rüstü bile insana ulusu hatırlattığından yeni bir şey gibi
gelmiyor zihne. Yoksul insanlarda varlıklılar da dünyayı
istiyor. Sınırları, sınırlandırmaları bir yoluyla aşıyor. Bir
ulus hapishanesinde bile başkalarıyla konuşmak için res-
mi dil dışında başka dillere ihtiyaç duyuluyor.
Kurslara gittiğim dönemde bulabildiğim her fırsatta
bir iki saatliğine de olsa Zülpischer Meydanı ile üni arasını
şöyle bir yürürdüm. Kızılay’da, İstiklal’de yürümek gibi.
Boş, ereksiz, kafaya estiği gibi, vitrinlere, insana, ağaçlara,
caddedeki araçlara baka baka. Şiir okumak gibi. Üniye
doğru sağdan, gelirken caddeyi soldan kat etmek. Şimdi de
böyle yapıyorum düşünmeden kurmadan tasarlamadan,
bir alışkanlıkla. Belki Korsan’da bir bira denemek. Bir ek-
mekçide bir kurabiye, bir kahve.
Çalışma Kurumunun meslek edindirme kursunda öğle
yemeği aralarında bilmediğim sokaklara dalmak, kurstan
sonra (saat 15.30’da) elimde olmadan aceleyle çanta top-
layıp niyesini hiç düşünmeden bunu bunları kendime dert
etmeden üni caddesine dalmak orada yürüyor olmak. Ar-
tık çantamda bir walkmen var. Ödünç. Böylesi Brahms
dinlemeyi daha güzelleştiriyor. Brandenburg’u (Berlin)
görmedim ama müziğini dinliyorum. Kocaman bir mera-
kın peşinde kasetlere para veriyorum. Bir Macar arkadaş
41
(bebek bakıcı Jasmin) kasetleri kütüphaneden ödünç ala-
bileceğimi söyledi. Bu bana çok gülünç ama sevimli geldi.
Keşke kütüphanelerde okuyuculara ödünç çorba da verse-
ler.
En korkulan şeyin sanki hiç de öyle değilmiş gibi, san-
ki hiç korkulmamış da fark edilmemiş sıradan bir şeymiş
gibi geçip gitmesi.Sığınma talebim mahkemede kabul edil-
di. Doğrusu hakimin karşısında heyecanlanmayı unutan
biri gibiydim. Soğuk, vurdumduymaz, başka bir sığınma
talebinde bulunanın, tanımadığım bir insanın mahkemesi-
ni izliyormuş gibi bir duygu içinde. Verilen ifadelere bakan
bilirkişi benim belli bir siyasi örgütün üyesi olduğumu, an-
latılanların adı geçen örgütün işleyişine, yapısına uyduğu-
nu ve sığınma talebinde bulunan adı geçen kişinin var olan
siyasal yönetim tarafından da “sıkı bir şekilde” aranıyor
olduğunu belirtmiş. Tabii ki hakimin elinin altında bundan
daha inandırıcı bir rapor daha vardı. Polis araştırması ha-
ber tutanağı. Hakim bir davadan ziyade imza etmesi gere-
ken bir evraklar demeti karşısındaymış gibiydi. Bıkkın, bir
an önce bitsin de başka bir davaya bakayım der gibi.
Mahkeme kararıyla birlikte polise gittik. Kısa sürede
bana mavi kapaklı bir pasaport verdiler. Bitte schön! Herr
Ateş istediğiniz kente, istediğiniz ülkeye gidebilirsiniz ar-
tık. Süresiz oturma izni. İstediğim yere gitmek. Özgürlük.
Ne kadar kandırıcı bir kavram. İstediğim yere gidemeye-
ceğim çok açıkken bunu yapabileceğime nasıl inanabili-
rim? Keşke buna inanabilseydim. Ne hoş olurdu böyle bir
duyguyla yaşamak! Mavi pasaportluların büyük çoğunluğu
evlerinden bile kıpırdıyamıyorlardı. Hayatı devam ettire-
bilmek pasaporta hiç bağlı değildi. Gündelik ihtiyaçların
temin edilmesi, bunların giyecek, yiyecek, barınacak yer,
tanıdıklarla oturulacak yer, güzel bir sergiyi görebilecek
olanak, bir filmi izleyebilecek bir fırsata dönüştürülmesi
birçok insanı telef ediyordu. Sonra mavililerin heves güves
Almanya’nın dışına çıkma girişimlerinde anlattıkları öykü-

42
ler vardı. Sanki kendi kendimizi gümrük kapılarında polise
haber veriyoruz. Ben siyasal eylemlerden dolayı Türkiye
devleti tarafından aranıyorum. Haberiniz olsun dedim.
Onlar da devletlerinin ne kadar güçlü olduğunu göste-
recekler ya, şu tarafa geçin bayım. Sizin bilgilerinizi doğru-
latmamız lazım. Ne doğrulatması memur bey, her şey bu
kimlikte yazıyor ya, diyemezsin. Polise dünyanın her tara-
fında kibar davranma zorunluluğunu bilmeyen birkaç kişi
bunu her devletin daha sınır kapısında pahalı öder. Polis
bir araştırma yapılıyormuş, durum kendileri açısından pek
önemliymiş gibi davranır. En şen, en ince, en şirin halinizle
treninizin şu saatte kalkacağı, feribotun kalkışına çok az
bir zaman kaldığı gibi şeyleri bilet uzatarak beyefendiye
bildirirsiniz. İnterpolden cevap bekliyoruz. Bizim sizi bu-
rada tutuşumuzda bizimle ilgili bir durum yok bayım. Lüt-
fen bekleyiniz. Vay adi uluslararası diyemezsiniz. Çünkü
bu hikaye zerre inandırıcılık taşımaz. Uluslarasının aradığı
birine o birliğin önemli bir üyesi mavi renkli pasaport mu
verir, denilemez. Çünkü insanların, kurumların, devletin,
ulusların güvenliği her şeyden önemlidir. Bu önemli işte
şüphe, olasılıklar, sadece öyle olabileceği tahmin edilen in-
sanlara karşı duyulmaz. Herkesi, 85 yaşında ayakta dura-
maz halde olanı, aramak için kollarını yana yukarı açtırdı-
ğınız, kollarından derileri beş santim aşağı sarkan kadını
bile dikkatle üst aramasından geçirirsiniz. Ellerindeki de-
dektör bile yanılabilir. Yüksek dikkatle herkes aranmalı-
dır. Kimse kızmasın güvenlikçilere. Onlar sayesinde bizi
kuşatmış kanlı teröristlerden korunuyoruz mu?
En sevindiğim şey ve içimde hep diri kalan serin ba-
zen ılık bir duygu ise sosyal yardımdan kurtulmuş olmaktı.
Bu yardım her aybaşı gelir gelmez kurumdaki memurların,
beni tanıyan göçmen işçilerin, sığınmacıların, oturma izni
için gittiğim polislerin, taşıtlardaki görevlilerin, müzeler-
deki konser salonlarındaki yüzme havuzundaki biletçile-
rin ezilmesi gereken bir asalakmışım gibi bakışlarına ma-

43
ruz bırakıyordu beni. Bu bendeki alınganlığın yarattığı bir
duygu değildi kesinlikle. Her sığınmacının yaşadığı, bildiği
bir ya da bir çok nedenle o bakış sahiplerine bir cevapmış
gibi durumu inatla kabullendiği, bir hakkı zorla onların
elinden çekip alıyor gibi zevklendiği bir yaşantıydı, davra-
nıştı, intikam alışın serinleticiliğiydi.
Oysa sığınmacıların çoğunun görmediği, onların bile
fark etmediği ve hatta onların bile aşağıladıkları yerli in-
sanlar vardı kentin her yerinde. Serseriler (Pennbruder,
Penna?). Sığınmacılar birbirine sıradan sokak konuşma-
sında tıpkı Almanların dediğigibi “Alte Penna” (hadi ordan
moruk serseri?) diye takılırdı. Bu serseri çağrılan insanlar
sosyal yardımı reddediyorlardı. Bir şekilde az harcayarak,
sınırlı tüketerek, pahalı markalı nesnelere takılmayarak,
geçici, düzensiz bir şekilde az çalışarak bulduklarında işgal
ettikleri ev fabrika kışla gibi yerleri dönüştürerek yaşıyor-
lardı. İşsizlik yardımı, sosyal yardım almak bunların aklına
gelmiyor muydu? Onlar Alman uyruğundaydı ve o devlet
bunlara bakmak zorundaydı. Ancak devletin her kuytuya
kadar direttiği istediği koşulları vardı. Kayıtları, denetle-
meleri, zorunlu rastgele iş göstermeleri ve bilmediğim da-
ha nice şartı.
Dilenenler insanların hiçleyici bakışları altında nafa-
kayı toplayınca ortadan yiterlerdi. Sığınmacıların bir kısmı
ise bomboş zamanlarını sosyal yardım kurumunda onlarla
ilgilenen çalışanın odası önünde ellerindeki elektrik, su fa-
turalarını, kira ödeme makbuzlarını gösterip bir miktar
para daha alabilmenin umuduyla bekleşip dururlardı.
Oradaki memurlara ek giysiler, ek battaniye yorgan, te-
mizlik malzemesi talepleri içeren başkalarına yazdırdıkla-
rı 30-40 maddelik dilekçeler taşırlardı. Orada çalışanlar da
sanki yardımı kendi ceplerinden, kendi vicdanlarının ge-
reğini yapar gibi bir tutumluluk içinde aşağıya çekmeye,
mümkünse, ki bu olumsal bir şeydi, reddetmeye çalışırlar-
dı. Yardım peşindekilerle yardım verenlerin arasını doldu-

44
ran ayrı kültürlere ait hal hareket yüz ifadesi, yaklaşım, el
kol hareketi karşılaşması çatışması gülünç gelirdi bana.
“Enayilik etmeyerek” arkadaşların yönlendirmesi, bu yön-
lendirmelerde onların yazdıkları dilekçelerle ben de bek-
ledim o odaların önlerinde. Ancak “enayilik” ederek sıra-
nın bana gelmesine birkaç insan kala kaçtım. Bazen de-
sığınmacı adayı kimliğiyle indirimli bilet kullanabileceğim
yerlerde kimlik göstermemek için tam bilet aldım. Bütün
bunlar sosyal yardım denen şeyin hiç de sosyal olmadığını
işaret ediyor bana. Küçük bir maaşla geçinmeye çalışan
özellikle Türkiyeli göçmenlerin en az geçim çizelgesindeki
tutarla maaşları arasındaki farkı alabilmek için koridor-
lardaki uzun bekleyişleri. Hatta bu görüşme günlerinde
giydikleri giysilerin ucuzluğu ve yetersizliği (soğukta ipin-
ce giyinmek), görüşmelere küçük çocuklarıyla birlikte ge-
lişleri. Her ülkeden sığınmacılar. Tenlerinin renginin bir
ayrıma neden olamadığı (ne eşitlikçilik!) Afrikalılar.Ender
olarak görülen Almanlar. Oradaki herkesin farkı sosyal
devletin eline düşmüş insanların sefaletiyle eşitleniyordu.
Başka bir sınıflandırma bu sefalet ve her an gözümüze so-
kulan yüzümüze vurulan devlet adamlarının (mamur gö-
revliler) pazarlıklıklı da olsa cömertliğiyle ortadan kaldırı-
lıyordu. Sefaletin kayıt altına alınması (sicile geçirme, tes-
cil) başlıbaşına bir aşağılamaydı. Devlet şerle kirlenmiş el-
lerini (Baader-Meinhofüyelerini Stuttgart hapishanesinde
1977’de öldürmesi gibi) bizim teşekkürlerimizle, göçmen-
lerin kendilerine uyanıklık gelen ama aslında bu temizlik
işinecandan gönülden bir katılış olan içsel borçlanma, gö-
nül borcu duygusuyla akpak ediyordu. Tevekkeli Almanla-
rın çoğu işsizlik yardımı, sosyal yardım gibi olanaklara
rağmen işsiz kalmaktan ölümden korktukları kadar kor-
karmış. Oysa insanların geçinebileceği bir geliri onlara
ulaştırmak bu kadar büyük bütçelere sahip devletler açı-
sından hiç de zor değil.
Kurtulduğum şeylerden biri de o pişkin, kendini daha
fazla yardım alabilmek için aşağılattıran arsız insanların
45
içinde yardım almaktan başka çareleri olmayan küçük bü-
yük insanları seyretme zorunluluğu. Devrimciler bütün bu
temizlenme yardımlarını aşağılarken, devrimle bu insan-
lıkdışı davranışları yıkacaklarını düşünürken bazı devrim-
ciler de o sıralara sık sık girip bekleşirdi. Oralarda mı fark
ettim toplum, kitle, ulus, halk, sınıf benzeri kavramların iç-
lerinin bomboş olduğunu? Bu iddialı mı oldu?
Bu meslek edindirme kurslarına devam edeceğim se-
kiz ay süresince kurumun vereceği 900 marklık maaş beni
toplumun (?) en alt gördüğü tabakadan bir basamak yuka-
rı çıkarıyor. Elbet oradan tekrar aşağı yuvarlanmak benim
için çok kolay olacak. Ah bu hiç derdim değil! Bu saatten
sonra geçmişte yaşadığım endişelerin, korkuların, özlem-
lerin, yoksunlukların bu topluma uyarlanmış yenilerini ya
da onların biçim değiştirerek kendilerini dönüştürmüş
hallerini kendime dert edip de yarın denilenden korka-
mam.
Konut Bulma Kurumu’ndan uzun bir bekleyişten son-
ra geçen ay bana önerilen Güneyşehirdeki küçük yatak
odası ile küçük bir oda, kollarımı açtığımda duvarlarına
değdiğim mutfak ile duştan kurulu evin kirası maaşın ya-
rısını alsa da zihnimin derinlerinde bu imkan bana “kur-
tulmuşluğun” simgesi gelse gerek. Tuhaf bir beladan
“yırtmışlık” hali, duygusu, gevşemesi içindeyim. On üç bin
ailenin konut bulma sırasında bezgin bir halde beklediği
bu kentte bu öncelikli durumdaki aileler tarafından beğe-
nilmemiş ev bana biraz daha arzularımı yapabilme olanağı
sağlayacak. Tuvaleti sahanlıkta bulunan ve katta oturanlar
tarafından ortak kullanılan bir evcik aslında kimseye uy-
gun değil.
Gecekondularda kalmış olmam, geceleri bahçeye tuva-
lete çıkmışlığım bu evdeki yaşamı hiç de kolaylaştırmaya-
cak.Arzular. Hep gemlenmiş, önüne olmadık engeller çıka-
rılmış sıradan insanlarda bile arzu olduğunun farkına va-
rılmamış düşünmeden sessizce doyurulan iç itmeler,
46
dürtmeler, kıpırtılar... Gecenin 2’sinde insanın canı tavada
nane, pulbiber serpilmiş çiftlikfabrikalarında çok seri üre-
tilmiş yumurta istese şimdi kimseyi rahatsız etme bahane-
siyle engellenmeden pişirebilir. Tam güzel bir tabağa akta-
rılmış yumurtaya ilk çatalı sançırken Çaykovski’nin Pate-
tik’ini dinleme arzusu gecenin hem de bu saatinde yumur-
tanın tadıyla buluşmayı öte iter. Bu itiş kakışta İspanyalı
küçük portakalların suyunu limon sıkacağında sıkıp geniş
bir viski bardağında masaya getirmek, tam bunu masaya
ulaştırdığında orada vazoda üç gündür aynı suda duran
kasımpatların, pazardaki çiçekçiden alınmış kasımpatların
saplarını makasla birazcık kısaltıp suyunu değiştirmek en
öne geçebilir. Bu arzuları kavuşmak istedikleri nesneleriy-
le buluşturabilmenin eylem ve edimi. Etmeler, yapmalar,
kılmalar oldurmalar, eylemeler. Canlılık bu mu? Sevinç,
mut, yaşam. Bir ev, bir konut, en güzeli bile bir mülk olabi-
lir mi? Her insanın bir evi olması bir insan hakkıdır. Hangi
evin kimin yaşam alanı olduğu, olacağı sorunu ise daha
sonraki sıralara düşer. Bir ev diyoruz, birden fazla ve ya-
şam alanı olmasının dışında, kullanma değerinin dışında
artıdeğer sağlayacak bir sermaye yatırımından bahsetmi-
yoruz. Bu hakkı her toplumda savunmak, bunu yarına er-
telemeden şimdi savunmak, bunun çözümü için düşünce-
de, sokakta, toplulukta, örgütte doğru yanlış edimler etme-
ler kılmalar eylemeler içinde olmak Köln’ün, Hamburg’un,
Berlin’in New York’un “Sefaletin Felsefesi”ni yazmak değil
mi? Neden bu çabalar boşuna olsun? Felsefenin Sefaleti
her sorunu gelecekti aynı zamana göndermekle, devrim
sürecinden onun kurgulanan hazırlık, içinden geçilen an,
sonrası gibi evrelerinden sonraya göndermekle daha mı
çözümcü oluyor? Tabii bu ertelemeyi önerenlerin, uzun
bir çağa yayılabilecek bir beklentinin kurgusunu dayanıla-
bilir bulanların kesinlikle başlarını sokacak bir ev bulma
sorunu yoktur. Çocuklarının da. Sevgililerinin, arkadaşla-
rının, ilişkide oldukları insanların bir “çatısızolma, damsız-
lık” (güzel Almanca. Dachlos) ihtimali ise hiç yoktur.
47
Şimdi bunları sorgulayan, düşünen, bir eğilim içine gi-
renbana ne gözle bakacaklar? İstediğimizi düşündüğümüz
bir toplum için birlikte çabaladığımız, yıllarca yaşamımı-
zın en neşeli günleri olması gereken günlerde birçok şeyi
birbirimize bakarak ertelediğimiz, ölenlerin anılarıyla ha-
pislerin özlemleriyle kendi yaşama zorluklarımızla yine
şimdide küçük topluluklarda yan yana sokulduğumuz in-
sanlar bana ne derse desinler ben ben istediğim gibi dü-
şünür eder yaparım demek kime kolay? Ben geçmişte o in-
sanlardan çevremde olanların bir kısmını sadece yarına
birlikte yürüdüğümüz duygusuyla sevmedim ki! Ne bile-
yim birini sigara içiş tarzından, birini tavadaki son lokma-
dan önce sofrada kenarına çekilişinden, birini aynaya ba-
kıp dağda bile saçını kaşını düzeltişinden sevdim. Sevgide
hiç de eşitlikçi davranmakistemediğim insanların hakkım-
daki düşünceleri beni neden hiç etkilemesin ki! Bilmiyo-
rum, nasıl düşüneceğimi ne yapacağımı nasıl davranaca-
ğımı bilmiyorum.
Ne oluyor bana böyle? Toplumu, dünya düzenini de-
ğiştirebilme cüretinden cesaretinden çıkıp gönüllütörpü-
lene törpüleye kendiliğimi düzenin aradığı ve kurumlarıy-
la oluşturmaya didindiği uyumlu bir bireye mi dönüşüyo-
rum başkalaşıyorum değişiyorum? Bir tabak tavada yu-
murtaya? Bir dama, akşamları lambayı açtığımda pencere-
ye çekilebilecek bir sır örtüsüne! Herkes Bakunin gibi dav-
ranamaz ki! Bütün mülkiyeti bağasında o kentten bu kente
barikatların arkasına inançla inatla koşabilmenin kudreti.
Seni koca Tatar!
Büyük bir şans bu dönemde sığınmacıların dışında Gi-
sela, Erik ve Günther’le görüşebilme, konuşabilme, susa-
bilme, birlikte gülme mavra yapma olanağına erişmiş ol-
mamdı galiba. Başka bir yapıdaki (dışbükey) aynaya bakar
gibiyim onlarla olduğumda. Onlar bir uyruğu sayılmaları-
na, bu toplumun bir üyesi, bu dilin bir konuşanı olmaları-
na rağmen ve bütün bunların onlara sunduğu sunacağı

48
imkanlara rağmen hiç de uyumlu değiller. Ben gören aile-
lerin beğenmeyip de dolaylı olarak bana bıraktığı evcikten
dolayı kendimi şanslı sayıyorum ha! Peki o geçmiş ya! Dü-
şüncelerim, o düşüncelere dayanan etmelerim, o etmelere
kılmalara dayanan yeni düşüncelerim, varoluşum dediğim
beni çevreleyen saran içim dediğim özüm derken dikkatli
olduğum ilişkiler ve yapma tarzım yaşama tarzım bir ka-
buk gibi bir yana çıkarılıp yeni esvaplarla ne kadar yeni
giysilerle yeni topluluklarla yeni bir dille jargonla kendili-
ğimi elinden tutarak ortalıkta salınabilirim? Yani içimdeki
beni hiçbir zaman terk etmeyecek yenilgilerin yılgınlık
dalgalarına o alçak dalgalara o durgun sulardaki kaynayan
bir noktadan başlayıp büyüyen büyüyen daha yolunu ta-
mamlamadan yolda dağılan dalgalara çemberlere halkala-
ra kendini bir seyirci gibi kaptırıp tutkun takıntılı bir se-
yirci olarak teslim olarak geçmişteki beni yani şimdiye ka-
darki kendiliğinin hikayesini görmezden gelerek onu yok
sayarak süreci bütünü onların uç hareketlerini görmezle-
nerek yeni bir ben kurabilmenin olumsal olmayışını olum-
salsızlığını yaşamak mı istiyorum? Ne kötü bu olmayan
ikilikler yaratan zihinle günleri geçirecek oluş!
Yarından geçi yok ya kendime bit pazarından tepeden
tırnağa siyah elbiseler ve postallar alacağım ya da orta
lüks bir mağazadan bir takım elbise, gömlekler, kravatlar
alacağım. Ha, şık bir deri çanta da al. Görünüş yeni bir im-
ge çok şeydir nerdeyse tekleşmesini tamamlayacak olan
uygarlığımızda. Oturduğum, gezdiğim yerler ve ilişki kura-
cağım insanları da ayarlarım artık. Onlarla buluşup lüks ve
pahalı kafelere restoranlara müzik dans salonlarına gide-
rim. Böyle bir hızlı yaşayışta mekanlar arasında gidiş ge-
lişlere yetişebilmenin arabasız olarak olanağı var mı! Sana
yakışanı da bunlar. Bunlara sahip olanların senden ne faz-
lalığı var, değil mi! Zaten nerdeyse birkaç aydır eski çev-
renden kimseyle canlı bir ilişkin kalmadı. Hatır selamları.
Geçmişin hatırına nasılsınlar. İyiyimler sen nasılsınlar. Er-
han’a bile uğramaz oldun. Seni bir dönem besleyip kolla-
49
yan. Demek ki ayarlamalarda hayli yetenekler edinmişsin.
Bundan ötesini becermek neden zor olsun!
Üni caddesinde bulunduğunu küçük kilise bahçelerin-
de parklarda meydanlarda banklarda oturduğunu fark
etmek. Ama üniye uğramamak. Şimdi hiç olmazsa birkaç
nedenini anladın mı? Orada hala bir türlü siyaset yapılıyor
teklifsiz oturabileceğin masalarda. Tarzını, içeriğini, sı-
ğınmacıların onların ilişkide olduğu Türkiyeli Almanyalı
Meksikalı Çinli öğrencilerin yani seninle ortak bir şeyleri
olanların ancak senin gibi yaşamayanların belirlediği ama
bunu ille de böyle olsun diye hiç kaygılanmadan kendili-
ğinden oluşturdukları sürgünde bir siyaset. Endenoz-
ya’dan Macaristan’a kadar kendini açık ve ilgili tutan bir
siyaset. Birçok dilli ama bir dilde anlatılan bir dilde dinle-
nilen bir siyaset. İşe yaramıyor mu? Ulrike mesela, bireylik
işlerini bir yana sallayıp seninle sosyal yardım kurumuna
gelerek kendi zamanından bir süreyi kendi gücünden bir
güçle donatarak oradaki memura şirinlikler yaparak sana
biraz daha olanak sağlıyorken kendiliğinden bir siyaset
yaptığının sevincini yaşayabiliyor. Bunun neresindeki bir
toz bir yamukluk bu insanın edişini eyleyişini ortadan kal-
dırır?
İşte Erhan orda, hep oturduğu, eğer o masa doluysa
belli bir süre masanın boşalmasını kolladığı ve boşalınca
hemen oraya yöneldiği yerde insanlarla boynunu masanın
üstüne eğip başını uzatarak konuştuğu salonu rahatlıkla
görebileceği yerde. Her şey hem aynı görünüyor hem de
çok farklı. Kişiler sözler ruhlar moraller gülüşler hüzünler
gün bakış dokunuş baş sallayış. Neden tedirginsin? İddia-
ya girerim ki seni birazdan görecek. Ayağa kalkacak. Aynı
kelimelere yeni tınılar tonlar katarak yiyecek içecek ko-
nuşmasına başlayacak. Çünkü o eğer aile kavramı varsa
çok geniş bir aileden. Yetişen üyelerin aileyi terk edişleri-
ne alışkın. Hiçbir üyenin oracıkta önsüz sonsuz bir aileyi
hiç değişmeden kalması gereken bir aile topluluğunu bek-

50
lemeleri gerektiğini düşünmüyor. Hatta her yuvadan uçu-
şun bağımsızlığa süzülüşün özerkliğin kendiliğin yeni ge-
nişleyen “aileler” kuruşun sevinicisi o. Böyle bir insanın
hatırını sormak niye zor? Erhan, “ne olsun, aynı ya!” der-
ken onun gözlerinin ta bebeğine bakıp da oradaki utanan
çocuğu görsene. Sonra o duygudan kurtulmak ister gibi
aceleyle “sende ne var ne yok”un anlamı ne acaba, göster-
diği, göstergesi? Bir sitem, bir beklentinin hala yerine geti-
rilmemişliği, ama hala getirilebileceği umudu, bir dünyayı
içinde bulunmak istemediğin ilgisiz olduğun bir yaşantıyı
sana birazcık da olsa kapatma gizleme isteği, bir yol ayrı-
mına yaklaşıldığının farkında oluş hayatın böyle bir gidişle
doluluğunu zorunluluğunu kabul ediş biliş ve buna göre
davranabilme yeteneği hiç mi yok?
Başlangıçta “hiç uğramaz oldun eve. İnsan arada sıra-
da uğramaz mı,” derdi o tesadüf gibi duran karşılaşmalar-
da Erhan. Eğer şimdi rastlaşma sanılanda buluşursanız
“sende ne var ne yok” demeyi sakın unutma. Sözün bir ye-
rine bunu sıkıştır. Çünkü görünen o biçimselliğinin altı
içeriğiyle dolu. Haydi üniye kantine git. Git de o insanları
bir anlığına şaşırt.
İçimden gelmiyor. Bir şeyleri beğenip beğenmemeyle
ilgili değil bu duygu, bu kendi içinde kıvrılma. Hayır şu an
hiçbir şeyle uğraşmak istemiyorum. Belli ki bir arzum yok
ve ben bir ölüyüm. Tutkusuzluk. Başın belada oluşu ya da
kurtuluş. Yaşamak neyse onu isteyip istemediğimi bile
bilmiyorum. Zihnim boş gibi, bir isteği yerine getirmek
için bir karar bir hareket, şöyle böyle arzular, tasarılar, ça-
balarla kendimi oyalamak içimden gelmiyor. Sadece hiçbir
şeye zihin dediğimi yormadan içgüdüsel kendiliğinden bir
biçimde günü geçirmek.
Dedikodular. Canı cehenneme herkesin nasıl yaşadı-
ğının her yargıcının her savcısının. Saçımı uzatıp bağlarım,
anarşistlerle, “Penalarla” sadece daha rahat daha bolluklu
bir yaşam düşünen Polonyalı, Romanyalı, İranlı, Seylanlı
51
sığınmacıdan göçmenleşenlerle düşüp kalkarım. Hatta de-
dikleri gibi olmasa bile, olursa olsun, bahsettikleri çevre-
lerden kadınların peşinde “kendime yazık” ederim. Bunlar
beni bile ilgilendirmediğine göre kime ne ya da kim ilgiliy-
se ona olmalı.
Kalkıp kıpırdayayım biraz. Korsan’a gideyim. Bira ye-
rine sert içkiler içeyim. Dilerim Gisela oradadır. Yoksa tez-
gahta servis yapan, hesapla ilgilenen kadının çevresinde
ona sataşan, kur yapan olura olmaza kahkaha patlatan
yaşlı insanları seyretmeye dayanamam. Tanrım bitte bitte,
Gisela orda olsun, Erik’e bile razıyım. Onun suskun suskun
oturuşuna. Dinleyen evet diyen, çok az da olsa anlatıya bir
soru kelimesiyle giren ilgisine bile razıyım, lütfen lütfen!
Canım birileriyle teklifsiz kuralsız konuş-
mak,birilerine sadece nefeslenmelerde içki yudumlarken
ara verdiğim konuşmalar yapmak istiyor. Mantığın, doğru
cümlelerin, onun onların anlayıp anlamadığını düşünme-
den melezleştirilmiş bir dille kelimelerini bildiğim bütün
dillerin bir melezliğinde durmadan anlatmak. Ayağa kal-
kamayacak olana kadar gevşemek dağılmak zihnimin söz-
cükler sözler dışında bir şey düşünemeyeceği hallere ka-
dar içmek. Sesler çıkarmak sadece. İçimdeki o ölü kendine
konuşmalardan kurtuluncaya dek gülmek nedensiz du-
rurkene gülmek hiçbir ereği varağı olmayan gülüşler gül
demek gülmek kahkaha atmak şu bira bardağı garsonlar
bira yüksek oturaklar tezgah dışında kahkahaları dışında
arkadaşları bağı düşüneni merak edeni olmayan orta yaşlı
yaşlı insanların gülüşleriyle yarış etmek kibar saygılı dav-
ranarak biçimsel de olsa onlarla ilgilenmek lütfen. Kendi-
mi zamanın içinde dışında eritmek öksüz yetim kimsesiz
yurtsuz elsiz dilsiz varoluşlara yokoluşlara gitmek dalmak
onlara batmak Tanrım lütfen lütfen!

52
2

Almanya ve Köln’ü, Üniversite Caddesini ve beni bir


türlü ısıtmayan şu güneşe ne demeli! Her şey kavramında-
ki özelliklerin, içeriklerinin ne kadar azını taşıyor. Artık
hiçbir şeyden tat alamamak, hiçbir şey karşısında sahici
minicik bir coşku duyamamak dönemine mi girdim? Ne-
rede o ilk günlerin coşkusu! Erhan’ın kişiliğinde bulduğum
ulaştığım geçmiş dünya? Coşku, arkadaşlık, dayanışma,
kendine ve dostlarına güven, özen gösterme. Hepsinin
ötesinde kendimizi ve toplumu değiştirebileceğimize,
dünyayı yerinden hoplatabileceğimize değgin inanç, inat,
kudret.
Bu iyi işte. İçeride üç kişi var. Korsan hiç bu kadar ıs-
sızlaşmış mıydı? Bar tezgahına oturan şu ihtiyar da olma-
saydı daha iyi gelirdi bana. Masada oturan iki kişi orada
kaldıkları sürece zararsız. En iyisi şu yaşlı çekip gider de
tezgah Brigitte ile bana kalır.
“Hoş geldin!”
“Merhaba Brigitte! Nasıl gidiyor?”
“Gidiyor işte! Ya sana ne alem? Kölsch?”
“Teşekkürler. Bira istemiyorum. Sert bir içki. Ne olur-
sa gider.”
“Buyur.”
“Teşekkür. Sigara ister misin?”
“Sigaraya mı başladın? Hem de Kamel.”
Sana bir içki ısmarlayabilir miyim? Benimle kadeh
kaldır diye.”
“Teşekkür. Bu saatte içmesem daha iyi.”
“Öyleyse şerefe!”

53
“Ooo, müthişsin genç adam. Bir yudumda tamam.”
Cehennemin dibi! Bana sataşma ihtiyar. Bugün senin
masalları dinleyecek takatim billahi yok. Sana barış çubu-
ğu ikram edeyim. Ama ne benimle ne de Brigitte’yle öyle
yükses sesle konuşma lütfen. Al işte! Biri de sağıma otur-
du. Sanki masalar dolu da, tezgaha dirseğimin dibine ka-
dar sokuluyor.
“Hoş geldiniz. Ne içmek isterdiniz?”
“Bir kadeh kırmızışarabı zevkle içerdim. Sizde Fransız
var mı?”
Züppe! Kesinlikle yabancıdır. Bir kere bu birahanede
şarap içilmez. İkincisi olsa olsa ucuz cinsinden Ren şarap-
larından bulabilirsin. Üç zıkkımlanacaksan bu kadar kibar
formlarda isteme şu zakkumu. Bana ne zararı mı var? Bak
şu delinin zoruna! Hey yabancı, sen böyle zengin salonla-
rının konuşmasıyla burada şakıyınca Korsan’ın atmosferi-
ne bir polis ajanı sızmış sanıyorum. Hem kardeşim kısaca-
sı senden hoşlanmadım.
“Ne oldu Tahiır? Çok sıkıntılı görünüyorsun.”
“Bu ülkede yaşamak yeter, sıkıntılı olmaya.”
“Madem yetti, git o zaman.”
“Tamam, hakkın var! Nereye gideyim sevgili Brigitte?
Senin de ötekilerden farkın yok git derken. Ben sana, Al-
man halkına, Almanya’ya bir şey demiyorum ki. Hatta yeni
Naziler bile beni çok ilgilendirmiyor. Brigitte belki benim
sorunum buradaki Türkiyelilerle? Belki kendimle? O za-
man bana hangi ülkeyi öneriyorsun? Lütfen gidebileceğim,
beni bu parasızlığımla kabul edecek herhangi bir yer söy-
le?”
“Bir ‘sertiçki’ (Schnaps) daha?”
“Evet. Teşekkür. Sigara?”
“Hayır, teşekkür.”
“Ben bir tane daha rica etsem genç adam.”
54
“Elbette, buyur.”
Senin neden sesin kesildi kibar yabancı? Benimle o
yüksek Almancayla konuşsana. Nasıl buldun Ren şarabı-
mızı? Tabii Fransızlarla yarışamaz ama iyi baş döndürür.
Üstelik çok ucuz. Bahse girerim kaçak ev yapımı patates
votkası bile bundan pahalıya gelir. Peki adamın Polonya ya
da Rusya Almanı olduğunu nerden çıkardın? Ben çıkarırım
yoldaş. Kibar kelimeler, kibar bir biçim seçiyor ama adam
“r”leri bütün slavlar gibi fazla basırtırmıyor mu? Ben is-
terdim “gerrrrne içerrrdim” üçlüme ‘r’leri Romanyalı Al-
manlar bile üfleyemezdi.
Bu adamı bir yerde gördüm sanki. Hiç de Alman tipi
yok. Nasılmış o? Ne bileyim adam sanki biraz koyulaşarak
açık deve tüyü bir tene, saça kavuşmuş. Heee, ırkları yara-
tırken Tanrı renkli fotokopi makinesi kullanmıştır belki.
Sessizliği ya, çekingenliği, kabul et efendiliği... O çekingen-
lik senin içinde muhkim (oturur). Eski kiracın. Adam sanki
o evde ölecek, bir türlü başka bir eve taşınmayı istemiyor.
Bir de adama baksana. Ne kadar rahat oturuyor. Yüzünde
şu an burada bulunuşunun rahatlığı. Önüne dön, kimseye
o kadar dikkatli bakma. Bilirsin bu bir tartışma başlatabi-
lir. Her yerde mi? Bugün aksiliğin üstünde, bir de kendi çı-
kardığın bir çekişmede kaybolma. Benim kimseyle bir me-
sele çıkaracak halim mi kaldı? Kendime çıkardığım mese-
leler bana fazla bile.
Bu adamı kesinlikle bir yerden, ama nerden? Bütün
biçimsel görünüşün altından Doğuya ait bir ifade sızıyor.
Ayrıca duruşu, oturuşu, kendine yalnız otururken bile
duyduğu güven, içtiği şaraba rağmen ondan zevk alır bir
hal. Belki de Lübnanlı bir Hristiyan. Bir Ermeni, bir... Sen
ne zamandan beri Ermenileri bu renkle bir bakışta seçer
oldun? Melezleşen bir dünyada yüksek güvenlikli sınırları
aşıp duruyoruz oğul. Dünyanın yeni düzeninde mallara,
sermayeye tanınan bütün hakları kendimize de tanıyoruz.
Bu adam bir Türkiyeli değilse eğer, şuradaki insanların
55
bütün içtiklerini içecek olduklarını ben ısmarlıyorum. Bu
kadar dikkatli bakmasan! Brigitte’ye sorsam, acaba adamı
daha önce görmüş, tanımış mı? O zaman adam dikkatini
benim konuşmaya toplar da konuşmanın içeriğinden ra-
hatsız olursa? Bu kadar merak ediyorsan dön konuş onun-
la? Şarabın tadını nasıl bulduğunu sorarak başlayabilirsin
mesela. Bir cevap verir her halde. Konuşmanıza itiraz et-
mez ihtimalki. Sor sorabileceğin kadar.
“Bir kadeh şarap daha lütfen!”
“Buyrun!”
“Brigitte şu içkiden bir yudum daha!”
“Yavaş iç. Senin için daha iyi olacak. Sigarandan bir
tane alabilir miyim?”
“Kalemin var mı Brigitte?”
“Buyur sana bir tükenmez kalem.”
“Ne oldu genç adam? Şiir mi yazacaksın?”
“(Ben mi genç?) Kısa bir hikaye desen daha uygun
olurdu genç adam?”
“Genç adam? Ben mi gencim?”
“Tabii sen çok gençsin.”
“Çok teşekkürler. Ama ben genç değilim, hah ha ha!”
Sanırım oturalı benim gerçeğe rağmen sana “genç”
dememi bekledin. Belki de hiç aklına gelmedi. Belki de ko-
nuşarak ne hakkında olursa olsun başkalarıyla konuşarak
kendinle baş başa kalmaktan korkuyorsun. Benim gibi.
Belki de yaşlı bir insan kendisinden yaşça küçük olana ki-
barca böyle hitap ediyordur Almanca’da.
“Brigitte soruma sadece evet ya da hayırla yazarak ce-
vap ver. Şarap içen adamı tanıyor musun?” Yaşlı adam
uzanıp kağıdı okumasa bari. İhtimal hemen söze girişir.
Bir zararı yok bunun. Ama bana kaba bir davranış, yazıyla
Brigitte’ye başka biri hakkında soru sormak çok kaba gel-
di. Adamın haberi olmazsa kaba deği mi? Peki Brigitte evet
56
ya da hayır yazsa bu bana ne anlatacak? Sonra içinde ge-
zindiğim bu merak bahçesinde kadına bir soru daha yaz,
sonra bir daha. O da işini bırakıp senin mektup arkadaşın
olsun. İyi de bu oyunu sen lisedeyken oynamıştın. Şimdi
biraz yaşına uygunsuz kaçmaz mı kadınlarla mektuplaş-
mak?
Bu adamı bugün Hansaring’de gördüm. Aptalım. Tabii
ya, bu adam Türkçe kitapların satıldığı o kitapçıdaydı. Hat-
ta şiir kitaplarının bulunduğu rafın önünde kitap karıştırı-
yordu. Hatırla. Elinde Ece Ayhan’ın gri kapaklı, sırtı ve ar-
ka kapağı yeşilimsi kitabı. Hangisiydi? Sen kitabı boş ver.
Adamın kim olduğunu çıkar. Korktun mu? Neden, burası
Türkiye değil ve ben Türkiye’de değilim şükür. Şimdi hiç
çekemezdim o toplumu doğrusu? Kaçak, sahte kimlikle gi-
rilmiş rezil işler, korkuyla oturulan evler, izleniyor muyum
endişesi, tedirginliğiyle dolu saatler. Yine de bu adam bir
konsolosluk görevlisi ya da haber toplayan bir gönüllü
olabilir. Allah aşkına senden ne haber toplayacak? İyi de
devletin çalışanları senden daha korkak oğul. Devlet bir
yıkılıverse güvenlikçiler ne hale düşer? Hıh! Ya o zaman da
bu sadık adamlar yeni kurulan devlete çalışır, utanarak aç
kalacak değiller a! Zevkle! Onlar için devlet emri altında
olsunlar, karınları devlet bütçesinden gelenlerle doysun
da geriye bir şey kalmaz. Devletin ve paranın özel bir ko-
kusu olmaz mı? Olmaz ki Osmanlının Kara Vasıf’ları Kara
Kemal’leri yeni kurulan devletin kahramanları, sosyalist
devletin haberci güvenlikçileri yeni devletlerinin devlet
başkanı bile olmadı mı? Rusya, bir devlet olarak belli et-
meden geçmişin ruhuna ait federasyon kelimesinin simge-
selliğinden de vaz geçemiyor gibi. Devletler nasıl olursa
olsun eskiliğe, eskinin ta ilkbaşlangıçtan (ezelden) sonsuz-
luğa uzanan kurumları mı devletli kişilerin zihninde? Top-
lulukların ilkbaşlangıçlarında devlet mi vardı? Onların aklı
bunun öyle olması gerektiğini ve bu gereklilikten dolayı
herkese öyle gelmesi zorunluluğunu kuruyor. Bundan do-
layı her türlü devletin her yeni şeklini kendi varoluşlarının
57
bir vaz geçilmezi sayarak devlet örgütlerine tam bir tesli-
meyetle gerektiğinde ölerek kulluk edebiliyor. Gerçekten
kurulan yeni bir devlet gibi yıkılan eski bir devlet deyok.
Süren devlet düşüncesi ve bundan derece derece ayrı nice-
liklerde yararlanan kadınlı erkekli bir seçkin topluluğu.
Krallık, sultanlık, meşrutiyet, cumhuriyet devlet kurumu
açısından onu değiştirebilecek bir olgu mu? Onu başkalaş-
tıracak, onu devletlikten çıkaracak? Yaşasın her yüce
efendi devlet ve gönüllü kulları! “Almanya Almanya, her
şeyin üzerinde” (olan Almanya)! “Korkma sönmez..!”
(Korkaklarrr!)
Peşimde bir istihbaratçı ha! İyi de istihbaratçı biri be-
nim hangi eylemimle ilgilenecek? İçinde bulunduğum de-
rin ve gizli siyasal faaliyetlerin örgütsel ayaklarını, eylem
planlarını öğrenmek, örgüt üyelerini, onların bağlantıları-
nı belirleyip etkisiz kılmak için yerinde bir karşıeylem ha-
zırlığı. Bu o kadar gülünç değil. Adamlar (Habana’daki) sen
bir şey yapmasan da hakkında bilgi derlemeye neden ara
versinler ki! Belki seni Memet sanıyorlardır. Senin sığın-
macı kimliğindeki adının gösterdiği adam. Senin onlar açı-
sından da Tahir’leştiğini bu haberciler bilmiyorlar ki! Bil-
medikleri için de seni eski sen sanıp kimbilir ne zamandan
beri peşinde dolaşıp Korsan’da Ren şarabı içiyorlar da se-
nin etrafındaki hiçbir şeyden haberin yok. Gerçekten bu
adam beni Hansaring’den beri izlemiş olsun da benim ru-
hum bile duymamış olsun ha! Böyleyse durum, oğlum
Memet sen gerçekten yeni bir insan olmayı çoktan bitir-
mişsin de o yeniyi de eskitip yeni yenilere dönüşmektesin.
İzlesinler bakalım. Bende hiçbir şeyden korku kalmadı.
Buraya gelmeden önce izlenmenin, izlenmeyi fark etme-
nin, izlenmelerden kendini ve selam verdiklerini kurtar-
manın birçok anlamı vardı. Burda bu anlamlardan kala ka-
la yalnızca izleyici adamların o kendini en zeki, en becerik-
li, en korkusuz saymalarını bozup intikamcı bir inatla bu-
nun böyle olmadığını ve asıl korkması gerekenin onlar ol-
duğunu göstermek. Bu kadarı bile eğlenceli değil mi!
58
Brigitte bu sefer limona gizlenmiş votka ruhu hazır-
lamış. Bu kadın beni mi kolluyor yoksa nasıl olsa ağzı gözü
kaydı, limon suyunu votka niyetine içer diye mi düşünü-
yor? Biz Türkiyeliler kül yutmayız lan! Pakette sigara da
bitiyor. Ben Türkiyeli, neden Türk diyemiyorsun? Ne mut-
lu olmak istemiyor musun? Ben kül yutmam kız!
“Brigitte bu kadehteki ne (Allah aşkına)? Hiç deminki
içkiye benzemiyor. (Ben kül. Gülme şıllık!)”
“Votka limon istemedin mi? Hem bu benden olsun. İç-
kileri biraz fazla karıştırmıyor musun?”
“İçelim, güzelleşelim. Ben Türk, hiçbir sertiçki bana
hiçbir şey yapamaz. Adam Türk değil şarap içiyor.” (Sus!)
Şu kağıdı çaktırmadan yırt. Kültablasına koy. Brigitte onu
izmaritlerle birlikte çöp variline boşaltsın. Habana’daki
adamımızı merak etmeyi bırak. İzlemişse izlesin. Görsün
işte bizim Korsan örgütümüzü. Onun bir elemanı büyük
başkanı olan benim durumumu merkeze geçsin. Bu şehir-
de, güle oynaya geldiğim bu şehirde ‘schnaps’larla limonlu
votkalarla Alman halkını Türk cuntasına karşı hem de Al-
man oligarşik demokrasisine karşı örgütlediğimi dünya
Evren bilsin.
Sahi konuş şu adamla. Türkiye’deyken ruhsal bir yak-
laşım olmayan (paranoyasal) bu düşünme, seziş, karşılaş-
tırma, birleştirme, farkına varmaya çalışma çabası, dikka-
tini yitirmemeye çalışma uğraşı burada kendimizi böyle
çok kaptırırsak bozuk bir ruhun sanmaları ya da sanrıları
olmaz mı? De ki öyle.
Brigitte’nin votka ruhu ruhuma iyi geldi. Karnımın aç
olduğunu bile sinyalliyor yukarı katlara. Bak insanın be-
den topografyası bile alçaklı yüksekli, altlı üstlü. Belki de
adamın günahını bedel ödemeden alıyoruz burda. Arka
masadakiler kingirdiyor. Henüz yatağa ulaşamamış ama
yakında ulaşacak denli umutlu bir çiftin seslerindeki kös-
nük tonlama tınlama titreşimleri. Taksitli bir alış olabilir
bütün bu bulguların gösterdiği ve ötedeki verişi tüm tak-
59
sitli alıcılar gibi ödeme gününün gelmeyeceğini düşünerek
ya da çoook uzaklarda olduğunu belli belirsiz var sayarak
sanki hiç ödemeyecekmişiz sanabiliriz. Her kul! Tanrı ve
Devlet (ah Bakının Bakunin!) her şeyi kaydeder. Tanrı
Türk’ü korur! (Bütün dünya Türklerini de! Çünkü bizde
Türk Türkiyeli demektir.)
Yemin kasemdeki en iri tane bu olsun, eğer adam viş-
ne rengi bir kadeh Ren suyu daha ısmarlarsa onunla ko-
nuşmanın bir yolunu bulacağım. Bu onun burada dirseği-
min dibinde hayli vakit daha oturacağına hüccet sayılıp
benimle sohbette geçireceği süre ise ona kayıp zamana ek-
lenecek bir nicelik gelmeyecektir. Bakalım kimmiş, hangi
işlerin peşinde koşarken bu şarap kültürünün doruklarına
ulaşmış, memleketlerinde şarap kültürüne vakıf seçkin bir
tabaka var mıymış, peder beyleri de Fikret’in pederiyle (“...
yine açız diyordu peder”) efkarlanıp (fikirlenip) “işrap”
eder miymiş...
“Hepsi kaç para yapıyor?” (Ses, alles, ‘ss’?
“9 mark 50!”
“Buyrun 10 mark! Üstü sizin. Tekrar görüşürüz!”
“Tekrar görüşürüz!”
Biliyordun, biliyordun, adamın yeni bir kadeh şarap
daha ısmarlamadan kalkacağını biliyordun. Kesin emin
mutlak yemininde bir ihtimal değil, saltık bir şeydi. Zaten
onunla konuşmayı istemedin. Zaten senin takip edilip
edilmediğin seni ‘Zöhre’ yıldızında (Venüs) hayat var mı
sorusu kadar ilgilendiriyordu. Çünkü sen bu gezegende
içinde bulunmayı bize bırakmadıkları bu gezintide hayat
var mıyla daha çok ilgileniyorsun. Doğrusu da bu Tahir
Efendi, alias Memet ya da evriği. Alibi: adam saatine baktı
sonra kadehinde kalan şarabı ağzında oyalamadan aşağıya
yolladı ve deri ceketin elleri üstüne dökülmüş kollarını pe-
şisüre ve peşisıra hızlı bir hareketle çemredi. Başka

60
Ali’lere velilere gerek? Eyvallah da Şark ekspresinde miyiz
‘bilader’, burası Korsan!
“Brigitte şu senin bol limonlu suyla votka ruhundan
bir bardak daha istesem. Bana gül ama (abaa –r-) halime
gülme!”
“ Güzel buyur!”
“En sevgili Brigitte, sana yarım marklık bağışta bulu-
nan adamı tanıyor musun?”
“Niçin soruyorsun? Sadece merak mı? Bir saniye lüt-
fen, yeni müşterilere gitmem gerek!”
Galiba sarhoşluk dedikleri bende böyle ortaya çıkıyor.
Bu yeni grup ne zaman geldi? Canları cennete! Benim tek
koruyucu meleğimi benden uzaklaştırdılar. Biliyorum ki o
rakı bardağı olacak bardaklarla meleğin kanatlarını hayli
yoracaklar. Brigitte cennete uçtu (Maria Himmel Faehrt
durağının yerinden). Eve nasıl gidilir Hızır? İçinden konu-
şurken bile dilin dolaşıyor. Ah Haydar öğretmen! Bana bi-
raz daha az sesli okuma, biraz daha çok göz okuması yap-
tırsaydın ya! Düşünürken bile dilim dolaşıyor öğretmenim.
Keşke kalkıp adamın peşisıra ben de yola koyulsay-
dım! Bilader ben kaldığım eve nasıl giderim acaba lütfen?
Ama kalkmadım. Kendi merakımı ve bunun gibi ıvır zıvır
takımının toplamı olan kendimi hafif sandım. Seni de hafi-
fe aldım be adam. Çünkü benim isteyip de içemediğim o
şarabı Korsan’ın havasına pek de uymayan, sanki buraya
şöyle bir o Ren’i içtin. Korsan’a uyan mı, Kuzey Tunus, Gü-
ney Sicilya, Güney Marsilya, Kuzey Barselona. Anladın mı
şimdi şarap neden Akdeniz’e ait ve Kuzeye ve Güneye?
Kardeşim elbette yalnız bana göre (göreli, göreceli) bu.
Benim korsanım bu güzergahlarda seyredip o soysuz tüc-
carların gelecekte soylu olacak torunlarının uygarlığına
karşı top tüfek attılar. Belki bu bir cesaret işi değildi. An-
cak bana cesaret işi olmayan bir şey yok gibi geliyor. Sa-
bah kalkıyorum çay pişirmek için ocağa bir kapla herhangi

61
bir kapla su koymayabile cesaret edemiyorum. Sahanlığa
çıkıp tuvalete gitmek bile cesaret istiyor. Tuvalet dolu
olur, tekrar dönerim, çıktığımda tekrar tekrar, bu işte yıl-
dıran bu insanı. Tekrar tekrar yaşamak yaşadıklarını ya-
şayacaklarını.
Şimdi o insanla konuşmayı kaçırdın ya, bu da mı tek-
rarlayacak? Asla! Hani tarih denilen ne olduğu bilinmezi
tartıştılar filozoflar siyaset marangozları, ideoloji canbaz-
ları. Sakallı tekrarda gülmeyi işaret etti, değil mi! “Evet
ama, ikinci seferde komedi...” Uydurma, öyle dememiştir
ona buna laf savaşları açan yazı dalaşçısı. Kapital’de bile
etrafa laf yetiştirmekten konuyu, o körpecik yavrucağızı
yalnız bırak mıyormu?
Bu adam tanıdığım, kendime yakın bulduğum, arkada-
şım demeden arkadaşlık ettiğim biriyse! Benim sarhoşlu-
ğumu görmezden gelerek, beni görmezden gelerek benim
o geçmişin karşısında utanacağımı tahmin ederek belki de
arsızlaşacağıma ihtimal vererek beni tanımıyormuş gibi
davrandıysa? Ya gerçekten bir kelimeye, bir gülüşe, bir sır-
tına vuruşa ihtiyacı varsa? Ve şimdi tarafımdan yoksayılı-
şın, tanınmayışın sisiyle büyük caddelerde bir yere ulaşma
kaygısı olmadan yürüyor yürüyorsa?
İşte çözülüşümün, ‘ben’ dediğim, ‘benim’ diye dilin
sözcüklerinde vurguladığım şeyin çözülüşünün kendini
belirli olarak ortaya çıkardığı yer Korsan. Sen bunu kabul
etmiyorsun. Sen buna karşı direniyorsun. Ancak insanca
bir yaşam arzulayarak geldiğin bu kentte bir yıl gibi bir
sürede her türden merhaba kaçkınlığına varan bir değişim
geçirdin. Elimde değil elimde değil susmalarım kahrolası!
Her şey kayıp gidiyor geride kocaman bir sıkıntıyı bana
bırakarak anlamını bilmediğim bir bunaltıyı başıma sara-
rak.
“ Bana bir şey sormuştun, neydi?”
“Şarap içip dışarı giden adamı tanıyor musun diye
sormuştum. Çünkü ben o adamı tanıyorum ‘aber’ kim ol-
62
duğunu bilmiyorum. Onu nereden tanıdığı bilmiyorum O
adam benim arkadaşım. Belki de bir ajan. Artık sana sor-
muyorum. Hiçbir ilgi duymuyorum ona. Ne fark eder onun
bir arkadaş ya da bir ajan olması. Herkesi ajan sananlara
gülerdim her işin altında bir komplo bulanlardan nefret
ederdim. Şimdi ben yanın bir arkadaşımı bile tanımıyorum
ve onu ajan sayıyorum. Ne fark eder bir ajanın bir arkadaş
ya da bir arkadaşın bir ajan oluşu. Bunu bilmiyorum işte
bunu karıştırıyorum işte.”
“Saçma! Sen sarhoşsun.”
“Evet Brigitte, evet ben sarhoşum ‘papatyam’!”
“Ne gibi lütfen?”
“Kötü bir şey değil, insan sevdiğine Türkçede papat-
yam der, ‘meine Kamille’, hani papatya da demişler güle!”
“Saçma!”
Ah keşke şu an Türkçe anlayabilseydin. Ben insanlara
duygularımı hemen söyledim. Onlar da bu özelliğimden
dolayı benden hoşlanmadılar. Ne vardı bu kadar dolaysız
olacak! İnsan dediğin hiç olmazsa biraz örter, perde çeker.
Biraz görmezden gelir, anlamazdan, bilmezden. Bir şey
gerçek olsa ne önemi var ki zamanında yerinde gerçek
olamadıktan sonra. O adamı yarın buraya getireceğim pa-
patyam. Göreceksin. Ayıbımdan dolayı ondan bağış dile-
neceğim. Masamıza bir Bordo şişesi koyacağız. Sen bize ya
göz yumacaksın ya da dışardan bize bir şişe Bordo alacak-
sın. Sonra sana da bir kadeh dolduracağız. Üçümüz kadeh
kaldıracağız.
“Kalkmam gerek. Yorgunum. Ne kadar tuttu?”
“İstersen sana bir kupa kahve getireyim. İçtikten son-
ra çık.”
“Hayır, hayır! Ben oldukça iyiyim. Teşekkür ederim.”
“Tahiır, bir taksi çağırmamı ister misin?”
“Hayır, hayır! Teşekkür ederim. Hoşça kal!”

63
3

Doğru yönde miyiz oğlum Tahir? Lan kafanı kaldır da


kutupyıldızına baksana! Tam Kuzey’e gideceğiz. Onu ben
de bilirim de Kuzey neresi? Gökte yıldızdan geçtik bir sa-
rartı bile yok. Ne vardı da bu kadar zıkkımlandın ha! Rezil
edildiğin yetmedi mi? Bir de onları haklı çıkarmak isterce-
sine daha akşam olmadan içkinin başına oturuyorsun. Ge-
ber! Dilerim bu bankta, bu kilisenin kutsallığını lekelemen
son olur! Hangi anlamda oğul? İki anlamın sadece birini
dilemiştim baba. Hem belki kilisenin papazı acır da cemaa-
tiyle el ele vererek seni kilise bütçesinden defneder.
La bu ne? Ben sarı bir şey yemedim ki sarı çıkıyor kar-
şıma? Işıklardan mı yoksa? Şimdi bir caminin bahçesinde
olsam bol suyla düşmüşlüğün kanıtlarını temizlerdim.
Temizlerdi tabii, eğer imam seni bir yumrukta iki tekmede
ötelemese. La imam değil asıl tehlike, ya ordan geçen iki
dinsiz bütün imansızlığını affettirecek bir kinle üzerine
gelse!
Yarın sabah burda sızıp kaldıysam ilk işim papaza çı-
kıp bahçeye bir hayrat yaptırmak istediğimi söylemek ol-
sun. Yazık ya kocaman kilisenin bahçesi sayılacak bu yer-
de bir damla su olmasın. La oplum duymadın mı diyeyim,
temizlik imandan gelir! Hem bu ne biçim bir din yahu! İç-
kiyi serbest bırak zavallı sarhoşlara bahçede bir çeşme
yaptırma. Günther suyu bitişikteki camiden mi aldıydın?
Lanet! Birileri bu tarafa doğru yürüyor. Rezil rezil rezil!
Karanlıklarda bile rezil oldun kendine. Üstümde kağıt bir
mendil bile yok. Hiç olmasa kendimize birazcık düzen ver-
seydik! Aman canı cehenneme! Bir gerçeği neden örtmeli
ki! Ben buymuşum işte! Sana kolaylıklar dilerim. Öyle mi
deriz? Kolay gelsin! Yıllardır o giysilerin o davranışların o
64
düşüncelerin gölgesinde sakladığım bu imiş. Düşünsene
son iki aydır evde çarşıda bir bira da olsa içmediğin bir
gün? Her haftaiçi ikindi sonrası bu topluma uyum sağlama
kursundan çıkıp aceleyle sanki insanlığın yararına bir bu-
luşmaya toplanır gibi toplanıp kendini elinde çantayla dı-
şarı attığın zamanlar? Ne var bunda çocuk, her kentin in-
sanca bir hayatının başladığı boş zaman ama dipdiri za-
manı saat 4’ten sonra başlar. Birden değil tabii, yavaş ya-
vaş, sakin sakin caddelere çıkan insanlar. Sanki kurtul-
muşlardır içinde kendilerini yitirdikleri, kendilerini bir
makinenin bir dişlisi sandıkları, sanmaları gerektiği duy-
gusu veren iş düzeni, iş mengenesinden (İşkence aleti, di-
siplin). Bir daha oraya gitmeyeceklermiş gibi hisseder in-
san. Uzuuuun sürecek bir 4’ten sonrası, bitmeyecek bir ya-
şanacak zaman ve sadece kendilerinin kararlarıyla şekil-
lenecek doldurulacak kendine ait bir mülk. Ben buna koş-
turmuyor muyumbeni boğan sıkıcılıklar ülkesinde? Türki-
yeli devrimcilerin nefret ettiği burjuva ama küçücük bir
burjuva (kentli) bulup küfür yerine hakirlik yerine kullan-
dıkları “hadi ordan küçükburjuva!” olmaya koşturmuyor
muyum? Hem öyle hızlı davranmak görünmek kurstaki in-
sanlara ilginç geliyor değil mi? “Ne meşgul bir büyük
adam” diyorlardır senin bu telaşını görüyorlarsa. Sonra
Korsan’a geliyorsun. Gelmeye hiç karar vermeden. Sonra
Brigitte ya da Thomas’la bar tezgahının önünde yüksek
sandalyelerde oturarak çene çalıyorsun. Bazen günündey-
sen, için hüzünle hüzünsüz olma bakımından eh denge-
deyse tezgahta oturan diğer insanlara laf atıyorsun. Bira-
evleri öyle yerler ki şükür, laf attıysan eğer, nerdeyse mut-
laka bir o lafı cevaplıyor. Sonra sallana sallana kaybettiğin
ayıklığı aklının ayıklığını aradığın sokaklar. Sonra sokak-
larda bulduğun birazcık açılmış bilinç. Kendinden içkiden
sigaradan Köln’den sokaklardan nefret! Ehrehfeld’e gece
yürüyüşleri. Ya da ayıktıysan geceleri saatte bir gelen
trenleri yeraltında bir oturakta beklemek. Bu nedir Tahir
oğul? Özlemek mi bir şeyleri? Bir şeylere girmeye çalışıp
65
da kıyıda kenarda kalmak mı? Nedir bu inmeler çıkmalar
savrulmalar? Hani göçmenleşecektik biz! Misafir işçi say-
mayacaktık kendimizi!
Kahrolayım hala midem tepik yemiş gibi yukarı sıçrı-
yor! Karnımdan gelen öğürtü sesini azaltamıyorum bir
türlü. Rezil oldum yakından geçenlere. Ne yapayım en
kuytu görünen yer böylesine ışık işte. Şu salak da oturacak
başka yer bulamamış gibi kimbilir ne zamandan beri ora-
da oturur? Belki benim gibidir salaklığı. Bir şişe su olsaydı
bari. Birkaç yudum içseydim kendime gelirdim. Oturan ki-
şi sigara yaktı. Bu soğukta ne oturuyorsun kalk git be in-
san! Gitmiyorsan gel bana da bir sigara ver. Rezil oldun
Tahir rezil olduk oğul bu pislikte bu ayazda susuz sigara-
sız ilgilenensiz kaldık kurumların katında kurum kurum
kurumlanan Memet, yeraltının Tahir’i. Eh n’aparsınız be
çocuklar, hiçbirinize sorulmadan adınıza kurulmuş düzen
yani hayat dediğiniz kirletiyor insanı. Batınız ya da çıkınız
mı?
Bu tarafa geliyor. Önünde bir köpek? Lanet şey doğ-
rudan bana yöneldi. Ne olur sokak lambasının yanındaki
sıraya oturun. Beni görmenizi, şu an kimsenin beni gör-
mesini, benden tiksinmenizi, şahsımda her yabancıya kü-
für edip onları aşağılamanızı istemiyorum. Size benzeyen,
sizin gibi olmak isteyen, sizin gibi kurallara yasalara uyan,
hatta bir ara sokakta lambada geç ışığını bekleyen, kimse
yokken bile bekleyen ‘Auslaender’ler var. Ne olur her kişi-
yi bir kavram çöplüğünde toplayıp onlardan hayali bir ya-
bancı çıkarmayın! Hepsine bana da yazık. Lanet lanet ba-
na. Daha bat ya da çık bir yerlere! İradesizliğime, kara ko-
yunluğuma, suçluluk duyduran kul vicdanıma, her şeyime
lan!
“İyi akşamlar!”
Hayır! Sana da lanet Gisela. Kaç Memet bat Memet! Bu
bir rastlantıysa kusmuklu rastlantılara kusmuklarla ta-
nışmaya bu ülkeye gelişime buna başneden olan yakalanıp
66
bir hapishanede yatma korkuma o adi işkenceci insanlar-
dan korkmama doğuşuma öleceğime şu ana lanet armağan
olsun!
“Korsan’a uğradım. Brigitte senin birkaç dakika önce
oradan çıktığını söyledi bana.”
“Sorsaydın ona. Ki benim ordan çıkışım onu niçin ilgi-
lendirir?”
“... Buldun mu arkadaşını?”
“Arkadaş? Hangi arkadaşı?”
“... Bir sigara içmek ister misin? ... Al şunu!”
Bu sefer ben istemedim sigarayı. Belki de o, ben de-
min içimden sigara dilenirken beni işitti ve buraya geldi
“Kızıl El” mi bu? Al el mor el, zıkımlansana! Şimdi sigara-
nın hangi marka olduğu ne de önemli ya! Kadıncağız bu
kusmukların içine yanına gelip yakıp bir sigara veriyor sa-
na, sen “Kızıl El” mi bu, ukalalığını yapıyorsun. Kızıl El
n’olmuş!
Anlamı ne bu akşamın bütün olanlarının? Olanlara
rastlantı dersem, onlara bir anlam mı vermiş olacağım?
Yineleme, tekrar, karşılaşma? Yazı, zorunluluk, başkasının
iradesinin belirlediği bir karşılaşma? Nasıl bir zıkım ki ay-
nı yerde? Aynı yer? Kahrolayım ben! Pisliğim bile aynı.
Özür dilerim Gisela. Utanıyorum senden. Niye özür dili-
yorsun ki. Sen mi çağırdın onu? Hem ne olmuş! İçmişsin,
sarhoş olmuşsun filan! Ya bunu yapan ilk kişi ben miyim!
Gisela kendi geldi buraya. O özür dilesin. Gelip beni kendi
sırrımla baş başa bırakmadığı için. Gelip beni utandırdığı
için gelip varlığıma tanıklık ettiği için. Bana yakın geçmişin
başımdan geçen olaylar süresinin genel olarak geçmişin bü-
tün yaşamış gitmişlerinin tüm süresi içinde yıldız tozu ka-
dar değersiz olduğunu tekrar mütekerrer düşündürüp beni
terk etmeyen sevgili tekerrür nazariyelerini (kuram da ola-
bilir teori de) içime iyice yerleştirdiği için.
“Gisela bana bir sigara daha versene!”
67
“ ...”
Gisela’daki sabır, katlanabilme gücü, bir karşılıkbek-
lemeden sessizce bir şey yapmak gücü bir zamanlar bende
de var mıydı? Eğer o davranışlarım bir gibi görünmeyse ne
yazık ki gibi görünmeye çok güç harcamışım. Bu mu hepsi?
Keşke o kadar basit, açık, anlaşılır olabilse insan ve toplu-
luk. Bu kendimizde değişmez bir şey bir töz, bir öz oldu-
ğunu sanmaktır. O bende olan “gibi yapıp gibi görün-
me”nin dışında kalan öz ne peki? Bir canavar, bir adi varlık
olsa da bilerek ya da bilme olmadan yasasız karmaşık bir
yaşamı yaşayan ama o gibi görünmelerle yaşamı kendine
zehir eden mutsuz bir eğilimin belirlediği bir şey.
Eğilim dedin değil mi? İşte yaşamın önüne geçmişte
olan bitenleri dikme bu. Korsan’a gidiyorsun. Biraz gev-
şemek, birileriyle havadan sudan konuşmak istiyorsun.
Sonra o adamı, kahrolası bellek neden o zaman onu Han-
saring’de gördüğümü bir çırpıda bellemediğini bana söyle!
Söylemediğine göre ben o adamı bir gülücüğe, bir bakışa,
bir sessizliğe ne bileyim bir yerlerde bir şeylerle bir arka-
daşa ait olan bir davranışa sahip olduğu için tanıyor duy-
gusuna kapıldım. Bu işte beni zehirledi. Bu işte beni bura-
da titreten. Bu işte Tajo beni mahveden! Sendeki, eğer ger-
çekten varsa sendeki sakinliğe sendeki yalın oluşa ihtiya-
cım var Tajo. Bir şekilde bir zamanda ki yeri hiç önemli
olmayan bir vakitte kendime dayanamaz olursam diye
korkuyorum arkadaş.
“Üşüyor musun?”
“Biraz soğudu mu o?”
“Haydi benim eve gidelim.”
“Sen git. Ben biraz daha oturacağım.”
“Benimle gelmelisin, yoksa hasta olacaksın.”

68
4

Gisela’dan kurtulma şansım hala var mıydı? Teşekkür


edip biraz daha yürümek isteğimi söylerim, olur biter.
Eğer onunla gidersem, bu kör hüzün içinde kaybolurken
onun sorularına kalmadan onun bakışları altında ağlama-
ya başlarım. Bunu engelleyemem ve ağladığımı kimse gör-
sün istemiyorum. Güçlü bilinçli kendim bile ağlayabildiği-
me başka birinin yanında hele bir kadının karşısında ağla-
yabildiğime inanmayacaktır. Niçin ağladığımı ne ben ne de
güçlü kendim anlayacaktır. Böylece sıradan bir ağlama bü-
tün tanıklarca büyük bir sorun olarak değerlendirilecektir.
Burun akarsa, sidiklik taşarsa kimsemizin dikkatini bile
çekmez. Şöyle üstünden bir yerlerinden yüzeyinden algıla-
rız böyle bir şeyi. Ancak ağlama öyle mi!
“Yapma Tajo! Bak yağmur başladı. Bu akşamki gezin-
timiz yeter.”
Gisela köpeğe başka isim bulamamış sanki. Belki de
Tajo’nun isim babası, hayır anası başka biridir. Tajo! Gerçi
bu ad köpeğe yakışmıyor değil. Bir ırmak Lizbon’da ama-
cına kavuşan ya da amaçsız olduğu gibi okyanusa eren bir

69
ırmak, orada okyanusa kavuşmak. Orada bir şeylere ka-
vuşmak hiç olmazsa arada bir hatırlanmalı.Lizbon geceleri
gibi kara ve sessiz, sakin, kurşun rengi bulutların şehri bir
yorgan gibi örtmesiyle ılık bir mizaç. Lizbon’a ne zaman
gitmiştim? Hiç görmeden Lizbon’un öyle olduğunu, olması
gerektiğini bir gerçeklikmiş gibi kabul ediyorum. Öyle ya
bu hayalin kimseye bir zararı yok. Bu da bir ölçüt işte. Sal-
vador’a benim hayalimde kar yağsa bunun kime zararı
var! Hatta başta çocuklar bayram eder. Çocuklar sizin bay-
ramlık sevinçleriniz ne güzel!
Kendimi inceleyip durmayacağım artık. Ne olduğunu
bile bilmediğim bu içacısına, içbunaltısına aldırmayaca-
ğım. Tajo gibi, Gisela da Lizbon olsun artık, Lizbon gibi
sessizce kendime katlanacağım, kendi üstüme bütün sırla-
rımı örterek kıvrılacağım. İçimi dışarı çıkarmaya, onu dı-
şarı atmaya çalışmayacağım. Kıvrımlarımı kimseye açma-
yacağım. Bu düzenci otoriter yaklaşımlara düşmemeye
özen gösterip batmaksa bu ya da çıkmaksa bu aldırmadan
yaşayıp gideceğim. Koluna girilmiş Lizbon ortada ben sa-
ğında Tajo solunda eski bir evin sokak kapısını açan Liz-
bon koridorun solundan bahçe kapısına yöneldi. Tajo fır-
ladı tanıdık ve özlenen bir yere yetişmenin neliğini dü-
şünmeden. Sen de bu akşamın geceye yönelmiş bu vaktin
tadını çıkaramayacaksan eğer, bari Gisela’nın yüküneyük
katma. İnsan insanın yurdudur.
“Kaloriferi açtım. Oda şimdi ısınır. Sen hemen duşa git.
Suısıtıcısını çalıştırmayı biliyor musun?”
“Kaldığım yerde aynısından var. Çalıştırabilirim onu.”
“Güzel! Çamaşırlarını şu sepete koy. Ben sana giyecek
bir şeyler getireyim.”
“Sana minnet borçluyum.”
“Eğer Yüksek Almanca konuşuyorsan ‘size’ demelisin.
‘Aber’ sakın bana böyle seslenme.”
“Neden?”

70
“Neden ki Tahiir, sana yakın olan birine yüksek Al-
mancayla konuşursan onunla aranıza uzaklık yabancılık
koymuş sayılırsın. Haydi duşlan!”
Peki Gisela “hoch Deutsch” yasak. Seninle aramıza ye-
ni aralıklar koyup oluşturupen azından bu akşam senden
bir insandan bir kadından bir canlıdan uzaklaşmak iste-
mem. Bu akşam dün gecegeçen sene daha önceki seneler
hep senin şu an bana sunduğun yakınlığın verdiği rahata
koştum. Birinin, hele bir kadının yakınlığı bir erkeğe, bir
erkeğin bir kadına yakınlığı, bir erkeğin bir erkeğe, bir ka-
dının bir kadına yakınlığı türün cinsin olmazsa bir türlü
yapamadığı, hep ardında ardısıra koştuğu bir şey değil mi?
Senin yanında rahatlık sakinlik benliğimi sarıyor. İlgi ülke-
sine hoş geldin Memet. Lizbon’a güzel getirildin. Çıkınca
Lizbon’a artık yine Memet olduğunu söyle. Bari bu kentte
kendiliğin ol. Rol yok, kapalılık yok, benlik dağları, bizlik
dorukları, beğenilme fırtınaları yok. Teslim, kabul, yavaş-
lık. Aslında herkese karşı öyle ol. Bak Brigitte’ye karşı öyle
değilsin. Yüzeydeki yakınlığın altında uzaklıklar. Yoksa o
meyhanede çalışan mahallenin yüzkarası mı? Saçma! İyi
de mesafe, soğukluk yalnız bende mi? Gisela öyle mi ya!
Sanki ortak bir hikayeyi, acıklı bir hikayeyi ayrı yerlerde
ayrı zamanlarda yaşadık. Yaşadık da yüzlerimiz gözlerimiz
hatta sesimizdeki eziklik tınısı tanış bildik. İlgi bu, merak
bu. Acıma, kollama, kayırma, özen gösterme, dikkat kırıl-
masın sakın duygusu.
Uyduruyor muyum, ona aşık mıyım, ona ilk günden
beri ilgi mi duyuyorum benimle bir kere yatsın diye? Ha-
yır, hayır. Bunların hepsi olsa bile çok şey açıklamaz. Sıra-
dan milyar milyar olmuş olan olacak bunlar. Lizbon hatta
Tajo bu yabancı saymayı, Brigitte’nin tek başına koyduğu
mesafeyi bana özellikle hissettirmemek için bir çaba için-
deler. Bu besbelli. Bu çaba daha onu gördüğüm an orta-
daydı Gisela’nın duruşunda, ellerinde, bakışında. Ortaday-
dı ki ben Gisela’yı fark ettiğimi düşünürken fark ettiğim

71
aslında buydu. Beni kendine doğru çeken. Beni kendimin
bile bilincine varmadan kendine doğru çeken. Öyle olmasa
Köln’de her gördüğüm köpekli kara giysili kadına doğru
hiç olmazsa bir bakış atardım. Ben bu çabayı görmüyor-
muş gibi davrandım. Anlamamış gibi. Ben bu çabayı, beni
uzaktan uzaktan bana belli etmeden izlediğini gördüm de
öyle bilmek öyle adlandırmak istemedim. Çünkü iki insa-
nın ilişkisinde ilişkisizliğinde birine görünenin ötekinin
durumuyla çoğunda bağı yoktur. Varsayma.
Ancak Brigitte sanki sadece Korsan’ın tezgahında ya-
kın bir arkadaş. Masaya geçsem o arkadaşlık tanıdık bir
müşteriye dönüşüyor. Dışarıda karşılaşmışlığız var kaç ke-
re. Evet, uzaklık daha da artıyor. Bende de öyle olmuyor
mu? Oğul kendi kurmaca kuramının dışına kaçan bir ruhun
var. Hani ilişkinin beni ötekisi için yorum durum farkları
kuramı? Sen Brigitte’yi mi anlatıyorsun? Yoksa masada
onunla olan arkadaşlığınızın sende ortaya çıkan azalma
duygusunu mu? Yine de bazı gerçekler var ki Brigitte’nin
üzerinden burdaki tanıdığıminsanların çoğunda ortak ol-
duğunu sandığımı söyleyebileceğim. Bir kere bu insanlar
sınırlı bir günlük hayatın sınırları içindeki sınırlı bir an ile
ilgililer. Sadece o anda karşılarındaki anlamaya çalışıyor, o
anın o anlayışın icabedenleriyle yetiniyorlar. Bu yetinmede
bir geçmiş yok. Bir haftacık bir geçmiş bile yok sanki. Sahi o
andan bakmış olsa bile Brigitte beni anlamaya çaba göste-
riyor mu? (... “Git o zaman!” “Nereye gideyim Brigitte? Se-
nin de... ötekilerden hiç farkın yok.”)
Gisela nerden anlasın beni! Düşündüklerimin kuruntu
hepsi. Birini anlamak için onu tanımak gerekmez mi? Seni
anlıyorum deriz, bir insana. Nerden anlarız onu? Öncemiz
vardır onunla. Onunla yaşantılarımız, onu gözleyişimiz,
onu bilişimiz, onu duygulayışımız. Bütün bunlar yanlış da
olsa yaşantı tecrübe dediğimiz şey oluşmuştur bizde. Bir in-
sana bunlarla yaklaşırız. Anahtarlar. Ya Gisela’yla ne yaşa-
mışlığımız var birlikte? Saklımız, gizlimiz, sadece ikimizin
paylaştığı. İç gözüme güvenmek istemiyorum. İçdeneyime.
72
Bu eski maddeciliğime halel getiriyor kendimde. Eğer Gise-
la’nın beni anladığını kabul etsem, yanlış da olsa bu beni
maddeci dininden gizemci dinine götürmüş oluyor.
Hani insan insanın yurduydu? Brigitte sana yalnızca
bir bardak fazla içki satmak için uğraşıyor olsun. Thomas
tezgah altından tadına vara gele yudumladığı o küçük bar-
daktaki içkinin yudumu arkasından ağzına attığı özenle
kabuğu soyulmuş ipince ayva diliminden bir dilim bir ta-
bağa koyarak gülerek senin önüne sormadan sırf para için
koysun. Sana arkadaşça gülüşünün, nasıl gidiyor diye so-
ruşunun, ayvanın, narın Türkçede nasıl denildiğini soru-
şunun, bu kelimeleri öykünerek söyleyişinin, sonra bana
bir katastrof deyişinin acaba senin ödediğin parasal eder-
de bir yerleri karşılığı var mı? Oğul oğul bu insanlar bir
kahraman. Mal düzeninin insanları bir mala indirmeye ça-
lıştığı, zorladığı, özendirdiği bir uygarlıkta bu insanlar be-
delsiz bir insan duygusu sergileme, insan kişiliğini tanıma
insanı ayrı ayrı fark etme, onların farklarını benimseme,
sevme, saygı gösterme hizmeti bahşediyor sunuyor ikram
ediyorlar. Evet hiç eşitlikçi değiller. Bazı insanlara daha az
ikram, ama herkese ikram var onların evlerinde işliklerin-
de.
Ya Gisela ne alıyor ne satıyor? Erken bunlar Memet.
Senin anlaman için hayli er vakit. Uyku mahmurluğunda-
sın henüz. Acele etme (acele nakıri heval!). Dayı (Sevimli)
sümüklü bir çocukken parasız yatılı hapishanelerine düş-
tüğünde, köyü köylüyü alnı akıtmalı atı karabaşı ille de
deynekle taşla bir avuç toprakla akşamlara kadar oyun
oynadığı yaşıtlarını özlerken babası onu nasıl teselli etmiş-
ti? “Hangi ulu dağın karı erimemiş oğul!” Bozkır bilgeliği.
Şimdi bu başkentlerden belirlenmiş tek tipleştirici bilgi
fabrikalarına göre beş kuruş etmez kır duygusallığı mı?
Elbette kır yaşamı şimdilik değişim değeriyle, parayla de-
ğerli kağıtla değerli metallerleölçülmüyor. Mesele bu,
kendilerinin bir fiyatı olunca fiyatı olmayan kişi nesne ‘fi-
yatlı bir mala’ düşman gelir. İsterler ki “her şeyin bir fiya-
73
tı” olsun. Onlar kırdan, kıra ait her şeyden nefret ederler.
Kırı bozmaya dağıtmaya orayı da kendikentlerine kendi
kentliliklerine benzetmeye çalışırlar. Kırın özerk bağımsız
kente kentliye hocaya bilime beye patrona aldırmayan be-
cerebildiğince özerk bağımsız özgürlüğünden hazzetmez-
ler hiç. Ta ki kıra aitlik bir değişim değeri yaratana dek.
Kent öğretmen akıllıdır ki öğretmen de kent hava ve heve-
sinde yetiştirilir zaten. Acele nakıri heval, acele nakıri! İn-
sanın kendine erişmeye acelesi hiiiç olmasın.
“Tahir giysileri buraya bırakıyorum. Acele et! Çorba
soğumasın.”
Ya ben ne yaptım? Duş altında felsefe. Bir sen kalmış-
tın felsefeyi kötülemeyen. Şimdi takım tamamlandı. Oysa
gerçeklikte felsefe hayatımızın her alanının her en küçük
karesine, dairesine kadar sızıyor. Bunu kim yadsıyor? Fel-
sefeden zarar gören, onu düşman belleyen hayatın içinde
olan bir felsefeyi “felsefe yapmak”la aşağıladığını sanan
egemen sömürgen kemirgen yaratıklar, onların düzeninde
karınlarını, benlerinin her türlü ihtiyacını zahmetsizce do-
yuranlar, onlara imrenen onlar gibi olmak peşinde imge-
lenerek boş yere ellerini ovuşturan ve geldikleri an ve
yerde var olanı onaylayan tembelliklerinin, cahilliklerinin,
var olan güçlerini ortaya çıkarmamanın rahatı ve huzuru
içinde yaşayan büyük kitle. Değişecekler, onların arzuları
içsel güçlerini harekete geçirip felsefeyi yatak odalarından
duşa, pasta tariflerinden güzel kurabiyeler pişirmeye ka-
dar davet edip konukluyacaklar. Hoş geldin hayatın bilge-
si, sefalar getirdin usta! Varlığın bizi gönendirdi.
Çabuk daha çabuk‘am schnellesten’. Bu kadın beni
ayırıyor bölüyor dağıtıyor billahi.
Giysilere uzanınca neden bozuldum? Onların Erik’in
giysileri olması mı dokundu? Ne yapsın kadıncağız, sana
yeni giysiler alıp kusmuklar içinde bu eve gelmeni mi bek-
lesindi? İşte kadın aklı canım, bağışlayıver. Pantolon da ka-
zak da siyah. Erik’i başka renkte bir giysiyle gördün mü hiç?
74
Adam seviyor siyahı. Bu çorap kadın çorabı gibi. Küçük,
parmak uçları ve topukları turuncu siyah bir çift. Billahi Gi-
sela’nın bunlar. Ayakları kocamanmış. Bu pantolon da uzun
geldi. Beli de geniş üstelik. Kemeri çıkarıp bu pantolona ta-
kayım bari.
“Tahir giyinmedin mi daha? Acele etsene be insan
(Leute). Ben çok acıktım.”
Kapıyı açıp oturma odasına geçerken sesim çıkmıyor.
Havam karışık. Zihnim, ruhum her yönden esintilere karşı
açık. Benim onları dinleyecek durumum yok. Burda, Gisela
gerçeği var ki kendimi salıp kara kara düşünemem. Doğru-
su bana böylesi yakışırdı.
“Bir ara senin kabinde oturup suyun sıcaklığında uyu-
duğunu düşündüm.”
“Özür dilerim. Galiba üşümüşüm. Sıcak su iyi geldi.
Ben de tadını çıkardım duşun.”
“Öyle denmez. Neyse, senin Almancan inan çok güzel.
Kendine ait, bir kişilik bir dil sanki. Bu benim çok hoşuma
gidiyor. Evet, küçük yanlışlar, dili zorlamalar olmuyor de-
ğil. Ama sevimli, sanki yeni bir dil kuruyorsun.”
“Teşekkür ederim. Bana hep cesaret verdin. Ayrıca
beni eve davet ettiğin için minnettarım sana.”
“Biraz yavaş ye (essen) şu çorbayı. Mideni yakacak-
sın.”
“ Özür dilerim. Çok açım. Açlık beni öldürecek eğer
yavaş yersem.”
“Yavaş lütfeeen! Bir çocuk gibisin.”
“O tavada ne var? Yoksa yalnızca sebze çorbası mı pi-
şirdin?”
“Tadı iyi değil mi?”
“ ‘Ellerine sağlık!’Teşekkür.”
“Nee?”

75
“Almancada nasıl denir, böyle denir mi bilmiyorum.
Ama öyle bir duygu içindeydim ki gerçekle ilgisiz. Senle
ben İstanbul’da bir evde yemek yiyormuşuz gibi. Ve senle
Türkçekonuşuyoruz gibi. Türkçede yemek çok güzel ol-
muş yerine dolaylı olarak ‘dilerim ki ellerin sağlıklı olsun’
anlamına ‘ellerine sağlık!’ denir.”
“Çok güzel bu. Almanca’da da benzer bir şey söylenir-
di. Şimdi pek duymam. Nerde duyacağım, restoranlarda
aşçıları görmüyoruz. ‘Ich möge deine Hand immer gesund
bleiben’ denilebilir pişirene. Ya da başka bir işi yapa-
na,tabii teşekkürle birlikte.”
İşte Gisela’yla böyle bir dünya oğlum! Sanki ben daha
önceden yaşadım Gisela’yla. Her şey ilk, yeni, yabancı ama
beni hiç rahatsız etmiyor. Tanıdık hepsi. Kendimi yur-
dumda, kendime ait mülküm olan karışılamayan, gözle-
nemeyen, izinsiz girilemeyen, buna kimsenin hakkı olma-
dığı yurdumda hissediyorum. En güzeli de bu hissin bile
farkına varmadan yaşadığım anlar süreler akşamlar olma-
sı. Gisela’yla aynı yurtta büyümüşüz, olgunlaşmışız, yaşla-
nıp yaşlılığı beraber yaşayacakmışız gibi.
Oda ısındı. Kazak fazla geldi. Buradan, bir insanın ya-
nından, onun sesinden gülüşünden, sorusundan dinleme-
sinden, hayır Gisela’dan ayrılmak istemiyorum. Bu onunla
aynı yatakta yatmayı kapsamıyor billahi. Sadece bir kedi-
nin soğuk kış gecelerinde kendisine sobanın yanında bir
yer ayarlaması gibi bir duygu benimkisi. Ama bu kadın
beni buraya hangi koşullarla getirdi, kabul etti bunu bil-
miyorum. Duş al, ısın, yemek ve sonrasında bir kupa kahve
ve git. Gerçi bu koşullarla Erhan’ın tanıdığı Almanlar’ın ev-
lerinde kaldım. Erhan’ın çevresinde bulunan karma evli-
liklere ait evlerde dekaldım. Gisela ne güzel ki o çevreden
değil. Belki başka görenekler, davranışlar işler burada.
Hem Erik’in giysileri onun buradaki hala süren bağını gös-
terir. Süren? O hapiste. Bunu ilk Thomas’tan duymuştum.
Bir banka hesabını boşaltma işi. Thomas bana başka şeyler
76
de anlatmıştı. O zaman pek ilgilenmedim doğrusu. Biraz
üzülmüşlük, biraz onu bir daha görememe duygusuna ka-
pılma, biraz da onunla Günther’in beraber yaşamaları ol-
gusunu kabul edememe, sindirememe. Nasıl sindireyim ki.
Geldiğimiz kültürde bu işler gizli gizli yapılır. Eğer böyle
bir ilişki açığa çıkarsa herkes ilişkideki tarafları aşağılar.
Onlarla arkadaşlık yapmak mı, tövbe! Günther Hamburg’a
taşınmıştı. Orada yaşıyordu ve Erik’in kapatıldığı hapisha-
neye, şehre yakındı Hamburg.
Thomas Gisela’nın Erik’le yıllarca beraber yaşadıkla-
rını da anlatmıştı. Ben birinci öyküyle bu öyküyü yuvarla-
dığım sertiçkilerin tesiriyle mi bağlayamadım. Belki de
Thomas’ın anlatım tarzı (dedikodu) benim bağlantıları
atmama neden oluyordu. Çocuk tam bağlantıları anlataca-
ğı zaman ya bir müşteri hesap ödüyor ya da yeni bir müş-
teri geliyor o da olmazsa masalardan birinden kahve bira
votka sertiçki istiyorlardı.
“Gisela her şey için çok teşekkür ederim. Geç oldu. Ben
kalkayım.”
“Nereye gideceksin bu saatte? Hem metroda bekler-
ken donarsın.”
“Bilmiyorum. Burada kalmak istersem kabalık mı
olur?”
“Olmaz elbette. Hem neden hep kibar olman gerekir
ki! Sen sadece senin arzularını belirt. Karşıdakiler de ge-
rekiyorsa reddetsin. Bunda bir sorun yok. Sorun zor kul-
lanmakta, bitmez ısrar etmelerde. Kalmak istiyor musun
burada?”
“...”
“Tahir sana bir soru sordum.”
“Evet. Hem elbiselerim...”
“Üstünde elbise var. Onları gelip sonra alırsın. Esas
sorun senin burada kalmak isteyip istemediğin.”

77
“Evet, kalmak istiyorum. Burada kendi evimde gibi-
yim. Burada rahatım. Sıcak bir çorba, sebzeli omlet yedim.
Kahve. En güzeli de yalnızlığım yok. Güzel bir kadının ya-
nında huzur içindeyim.”
“Bak bir kere, sen bu kanapede (Sofa) yatarsın. Tajo
seni rahatsız etmesin diye onu duşa götürürüm. Olmaz mı?
Pijama istersen benim pijamalardan birini verebilirim.”
“Hayır hayır, teşekkür ederim!”
“Neden istemiyorsun? İkimizde aynı ölçülerdeyiz.
Yoksa pijamalarımın kirli olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Hayır, asla! Sen yıkanmamış giyecekleri bana ver-
mezsin. Sonra onlar yıkanmamış da olabilir. Ben onları öy-
le de giyebilirim. Yıkanmamışlıklarını düşünmem bile.”
“Yoksa kadınlığım mı sana geçer?”
“Saçmalıyorsun. Benim düşüncemde böyle bir korkum
yok. Kadın da erkek de insan.”
“Öyleyse neden onları giymek istemiyorsun?”
“Buna izinli olmadığımı düşündüm.”
“Bir giysiyi giymeye hakkın olmadığını düşünmek?
Ben anlamıyorum bunu.”
“Ben de!”
“Seni kötü insan. Benimle dalga geçiyorsun.”
“Dur Gisela! Köpek kavga ettiğimizi sanıp beni ısıra-
cak!”
“Isırmaz. Zannedersem o da hoşlandı kavgamızdan.”
“Gisela!”
“Ne oldu?”
“Bir şey olmadı. Bir sigara verebilir misin?”
“Tabii! Bir tane de ben yakayım. Bir şişe bira ister mi-
sin? Ben bir şişe bira içeceğim.”
“Başka içki var mı?”

78
“Hayır sana veremem! Sen sertiçkiye dayanamıyor-
sun. Brigitte daha ilk kadehte göklere çekildiğini söyledi.
Kadın sonra sana belli etmeden limonlu madensuyu ver-
miş.”
“Yalan! Madensuyu vermiş de beni o (Mineralwasser)
mu kusturmuş!”
“Alkol sana çok geliyor. Belki de müslümanlar gibi bu-
raya gelene kadar ağzına hiç içki koymadın.”
“Ben de kalkıp kendime bir şişe bira alıyorum.”
“Bana da bir şişe getir. Bu bitiyor.”
“Kalk kendin al. Müslüman ailelerde erkek kadına ser-
vis yapmaz.”
“Lütfen. Yerimden kalkmak istemiyorum. Lütfen lüt-
fen.”
“Hayıır!”
“Kalktığım zaman seni boğarım. Bira şişesini kafanda kı-
rarım. Tajo ve ben seni ısırırız. Haydi getir şunu!”
“Sana bira vermiyeceğim Gisela! Almana da izin ver-
miyeceğim. Çünkü ikinci şişe sana fazla geliyor.”
“Lütfeeen! Bira bitti.”
“Al bunu iç. Sadece birkaç yudum içtim.”
“Teşekkür ederim. Bana bir tane de sigara yakar mı-
sın?”
“Gisela!”
“Eveet?”
“(Çekip gitsem bir yerlere. Kendimi kentin gecesine,
Ren kıyısına atsam. Giden gelen mavnaların ışıklarını sey-
retsem ve kendime sevinçli neşeli mutlu aşk öyküleri uy-
dursam o soğuk gecede o ırmağın uğultularında kısık sesle
yanık türküler söylesem avunsam avutsam kendimi.)”
“Ne oldu Tahir? Birden yüzün asıldı. Acı çekiyor gibi-
sin. Çocuk böyle yapma! Yaparsan ben de üzülüyorum. Sa-
79
na yardım edememek, seni acı çekerken seyretmek içimi
yakıyor. Eğer benim yüzümden olduysa, özür dilerim.
Haydi bana bir şeyler anlat. İstanbul’u anlat.”
“...”
“Saçında ak tellerr var. Sen yaşlanıyorsun. Burda sen
daha çabuk yaşlanacaksın. Başka bir ülke de yaşamak zo-
runda kalmak, yaşamayı böyle hissetmek çabuk yaşlandı-
rır bir insanı. Sanırım ki bedenin de burada yaşamayı is-
temiyor. Miden kabul etmiyor burdaki yiyecekleri, içecek-
leri. Saçın yumuşacık olmuş. Benim duş jeli saçına uygun
gelmiş. Bu marka duşjeli kullan artık. Tamam tamam. Ba-
cağım uyuştu. Biraz da diğerine uzan. Sırtını okşamamı is-
ter misin? Kalk yataklarımıza geçelim. Benim de uykum
geldi. Kanapede yatmak istemezsen benim yatakta da
uyuyabiliriz.”
“Sen nerde yatacaksın? Olmaz.”
“Ben de yatağımda yatarım. Yatak geniş. Benim için
fark etmez seninle aynı yatakta uyumak.”
“Hayır istemiyorum.”
“Neden, uyuyamaz mısın?”
“Senin için benim nerede yatacağım fark etmezse ne-
den senin yatağında seninle yatayım?”
“Bana kırılma. Biraz önce sana burada kalmak istiyor
musun, diye sordum. Açık olarak istediğin şeyi hemen söy-
leyebildin mi? Ya da kolayca ifade edebildin mi? İşte böyle;
belki ben de sana açık olarak seninle yatmak istediğimi
söylemek istemiyorum. Belki senin teklif etmeni bekliyo-
rum. Tahir bir kadınla konuştuğunun farkında değil mi-
sin?”
“Adım Mehmet. Memet der arkadaşlarım bana. Tah-
min edersin siyasal sığınmacılar polise karşı bir önlem
olarak ikinci bir ad kullanırlar. Bana Memet dersen sevini-
rim.”

80
“Memet, Memet. Bu isim Türkiye’de yaygın değil mi?
Ah bir bilsem Memet, daha seni gördüğüm ilk günden beri
beni sana doğru iten şeyi! Sanki bir yazgının içinde bilinmez
bir şeylere doğru gidiyorum. İtiraf ediyorum seninle tanış-
madan birkaç hafta önce bir gün seni izledim. Sen üniversi-
tede kantinde arkadaşlarınla otururken, yan masadan seni
gözledim. Daha ilk anda gruptaki insanların sana ayrıcalıklı
davrandığını anladım. Hakkında günlerce hikayelerkur-
dum. Sokaklarda karşılaştık, meydanlarda, alışveriş mer-
kezlerinde peşinsıra dolaştım. Bir hayalettin sen bu kent-
te. Sanki bakıyor görmüyor, yaşıyor bilmiyordun. Sonra
sen kilise meydanında hiç beklemediğim bir anda bana
geldin.”
“Erik’i hala seviyor musun?”
“Bunun Erik’le onu sevmekle hiçbir ilgisi yok. Gizemli
bir şey bu. Seni gördüğüm ilk günden beri babamla ilgili ha-
yaller düşler görüyorum. Seni bana babam mı gönderdi yok-
sa sen bana babamı mı getiriyorsun?”
“Erik dedim?”
“Erik’i çok sevdim. Sonra her aşk gibi bizim aşk da bit-
ti. Burda bu işler daha gevşek. Sizin kültürde elbette sev-
mek daha karışık bir süreç. Hatta Portekizde olduğu gibi
insanlar bir kere evlenip beraber yaşlanıyorlar. Birbirleri-
ni severek bir hayatı bitirmek. Lizbon’da hava birazcık gü-
neşli olsa parklardaki ak saçlı insanları bir görsen onlar
gibi olmayı istersin. Bu çok güzel Memet. Çocukları yetiş-
tirmek. Onları yeni ilişkilere, yeni kentlere ülkelere uğur-
lamak. Ve yine bir şey olmamış gibi kadının kocasına ko-
casının kadına sığınıp yaşaması. Erik’le beş yıla yakın bu
evde yaşadım. O benim hala iyi bir arkadaşım. Sonra Erik
başka birini, hıı! Tabii ki biliyorsun Günther’i sevdi. Üç yıl
önce ayrıldık. Günther’le güzel bir ev buldular. Bu durum
Erik’le arkadaşlığımızı bozmadı. Hatta nerdeyse haftada
birkaç gün beraber gezdik, beraber oturduk, birlikte ye-
mek yedik. Günther harika bir insan. Erik de öyle. Sadece
81
cinsel seçimleri farklı diye onları kötüleyemem ki! Uykum
geldi. Düşünceler, hatıralar doldu kafama. Ama üzülme iyi
oldu bu. Bana iyi geldi, çünkü son günlerde geçmiş günleri
pek düşünmemiştim.”
“Seni seviyorum Lizbon’um. Seninle mutlu olmak isti-
yorum. Seninle yaşamak ve sevinmek. Başımı kucağına
gömmek sokmak saklamak. Bugüne kadar aradığım hazine
sendin Gisela. Seni buldum bildim sevdim.”
“Dur canımı acıtıyorsun! Bırak beni! Dişlerimi fırça-
lamalıyım. Lütfen! Lütfen!”
“Duramam güzel kentim! İçinde ırmakların aktığı ha-
yal yurdum. Ucu olmayan sonu olmayan nerden başladığı-
nı bilmediğim Atlantik’im! Bir ömür seni aradım. Bir ömür
seni bulmanın hayalleri içinde yaşar gibi yaptım. Bana dur
deme lütfen!Bırak beni bana izin ver kokunu içeyim tenini
dişleyim içindeki ezgiyi dinleyim, canını içime katayım
‘Gis’im gizemim bilemediğim, ‘kekliğim’ seni seviyorum
‘aşığım sana kara sevdalıyım’ gökyüzümdişi atımher şe-
yim.”
Sabah uyandığımda yanımda bir beden yüzüstü ve yü-
zünü kaz tüyü doldurulmuş yastığa gömmüş bir vaziyette
uzalıydı. Bir saniye geçmeden onun Gisela olduğunu tek-
rar yaşadım. Dönüp onu uyandırmadan sarılmak kokla-
mak tenini tatmak istedim. Uyandırmaya kıyamadım. Sa-
baha kadar uyumadı sanki. Hastaymışım gibi saçımı karış-
tırıp durdu. Onun dokunuşu kesildikçe ya da o uyku ülke-
sine gittikçe ben uyandım. Buna şaştım; evrik olarak o ba-
na dokundukça uyanıp uyanık kalmam gerekmez miydi?
Alnımı ya da alnımla saçımın birleştiği yeri öptükçe onun
göğsüne sokuldum. Her seferinde bana daha sıkı sarılıyor,
belli bir süre sonra kolları gevşiyor ben tekrar uyanıyor-
ken o uyku yurduna göçüyordu. Her kasım her kemiğim
cinsel arzuyla titrerken canımın ona daha daha sokulma
koynundan içine girme arzusu o titreşimleri bir belirsizli-
ğe itiyordu. Ona sıkıca sarılmak istiyor ancak bir başka
82
duygu, onu uyandırmama duygusu beni engelliyordu. Ses-
sizce yataktan sıyrılıp odaya geçtim. Tajo bir kez homla-
dı.Onu okşayıp sakinleştirdim. Yemek tasına bir şeyler
koydum. Kuyruğuyla teşekkür edip çanağını yalayıp yıka-
dı. Yıkansam mı? Hayır. Gisela’nın ve benim tenlerimizi
karıştırarak yaptığımız bu özel koku gitmesindi. Müslü-
manlığın yasakları aklıma gelince güldüm. Ne fark ederdi
ki her dinin her kültürün yapma ve yapları vardı. Modern,
ilerlemeci, gelişmeci din de sabahları mutlaka duş al, güne
iyi başlarsın, sağlıklıdır zihnin açılır işe hazır olursun, per-
formansı artırır falan filanlıyordu. Odada her şey bir unut-
turmama müzesindeki nesneler gibiydi. Şurada bana do-
kundu. Şuradayken onun kucağına yüzüstü düştüm. Şura-
da sıkıca bedenine sarıldım. Şuradayken onu öptüm. Bun-
ları tekrar yaşamak çok güzeldi. En güzeli de Gisela’nın
aramızdaki uzaklığı yok edebilme gücüyle bir yakınlık ya-
ratmış olmasıyla birlikte o yatakta uyuyor oluşuydu. Eğer
ona gerçekten kıyamıyorsam onu uyandırmamak için ev-
den hemen çıkmalıydım. Yoksa aklım, tenim, canım, ona
olan kocaman arzum yüzünden beni belli bir süre sonra
onun karşı konulmaz çekim alanına girmekten alıkoyama-
yacaktı. Ona “Lizbon’um seni beş altı yaşından beri ara-
dım. Hiç umutsuzluğa düşmedim ki seni bulacağımı bili-
yordum. Seni şimdi içimde caddelere götürüyorum. Sıkı-
lırsan çıkmak için gönül kapımabir kere vur.” Yazdım.
Acaba bu cümlelerin Almancada bir anlamı var mıydı? Boş
ver, Gisela ne dediğimi değil anlamak istediğini anlar za-
ten, derken güldüm ve yavaşça evden bahçeye çıktım. Ne
güzel bir girişti.
Caddeye çıkınca ayazda Erik kılığında boy gösterdiği-
mi fark ettim. Güzeel. Ama üşüyorum. Keşke kendi mon-
tumu kirli de olsa alsaydım. N’olcaktı ki, birkaç leke vardır
olsa olsa ön tarafında! Ama koyu kiraz renkli bir montta o
sarımsı lekeler belli olmaz mıydı? Olsaydı, şimdi kapşonu-
nun kenarlarını kaplayan o taklit kürk bile bir sıcaklık
duygusu yayardı anlıma, yüzümün değeceği kısımlarına.
83
Neyse eve varana dek donup ölmem ya! İçimdeki Gise-
la’nın sıcaklığı soğuk havada pek işe yaramıyordu. Kendi-
me kızdım. Seni kaba maddeci! Aşkı bile cinsel arzular ya
da hormonların doğal sonuçlarına kadar indirgeyen bir
nutukla karalarsın şimdi.
İyi de sen Gisela’ya ne zaman aşık oldun? Anlamıyor-
sun hiç anlamıyorsun beni dostum. Aşkın bir tarifi var se-
nin kafanda benim kafamda çoğunluğun kafasında. Bu ta-
nımın ilkelerine göre mi aşık oluyor insanlar? Önce bir ba-
kışla da olsa iş eylem edim var ortada. Sonra bunun ilkele-
rini yasalarını yasaklarını kurgulamıyor muyuz? İnsan ön-
ce yapar sonra yaptığının ilkelerini kurmaz mı? Bu da mı
maddecilik, kaba maddecilik?
Evet şimdi ilkeler kurma aşamasına geldim. Bunu
yapmayacağım. Benim aşkım ilkesiz kalsın. Bırakayım il-
kesiz yaşayayım aşkı ya da aşk dediğimiz yazılamaz bir ni-
celikte yaşanmış olanı.
Olanları yine de bilmek anlamak anlamlandırmak ad-
landırmak istiyorum derinden üste çıkan bir eğilimle. Ad-
landırayım o zaman. Onu kilise meydanında gördüğümde
bilincine varmamış da olsam o andan önceki Gisela olma-
yan kadını ben sevmiştim. Nasıl severiz tanımadığımız bir
insanı, hele onu sadece birkaç kez uzaktan fark etmişsek?
Hele onun bağını bağlantısını durumunu bilmiyorsak? Se-
veriz yine de. Nasıl severiz ya, Gisela Erik’i hala seviyor ol-
saydı, onunla ilişkisi sürüyor olsaydı, Gisela bir ırkçı ol-
saydı, Gisela bir kadınsevici olsaydı Gisela şöyle olsaydı
böyle yapsaydı?.. Severiz. Dedim ya sevmenin uygun olabi-
lirliği, olumsal koşulları ilkesi sonradan tarafımızdan ku-
rulur kurgulanır açıkçası uydurulur. Kaldı ki Gisela’ya kar-
şı ilgimde kurmacalara pek ihtiyacım yok benim. Bak Gise-
la derken bile içimde akışlar akımlar gerilimler deviniyor
dönüyor yer değiştiriyor. Benim içimde bunlar vardı elbet-
te; uyuyordu sanki. İlle de ilkeler, uygun davranışlar, uya-
ranlar bahsine dalacaksak, Gisela’nın kültüründe belli bir
84
topluluktan insanlar için sıradan bir davranış da olsa,
onun kilise meydanında“Kızıl El” faciasından sonra gö-
rünmeyen baskı devlerine karşı (şimdi şurdan geçenler,
şimdi bana yardım etmeye çalışanlar hakkımda ne düşü-
nür, rezil oldum onların karşısında, rezil oldum kendi ka-
tımda, bir devrimciye böylesi bir duruma düşmek yakışır
mı, ya bir sığınmacı gördüyse bittim) beni yalnız bırak-
maması aşk yurduna çıkan bir yol arkadaşlığının başlangı-
cıydı. Elbette yürümeye başlanılan yolun aşk yurduna çık-
tığını ne o ne de ben biliyordum. O kadar bellisiz belirsiz
bir çizgiydi ki bu,yol denilemezdi bile. Yürüyerek geri dö-
nerek tekrar aynı izlere basarak belki de bastığımızı hiç
fark etmeyerek, oradan geçmeyi hiç kurmadan, kendilikle-
rimizden, kendiliğinden aynı yerlerden geçerek o yolu biz
oluşturduk. Hatta Gisela bu süreçte Erik’le resmi, gayri
resmi evli de olabilirdi. İki kişi o yolda yürümeye devam
ettikçe ve bundan hoşlandıkları sürece hiçbir engelin bir
aşkı durduramayacağı bence belli. Öyle olsaydı bile sanki
sevgililerini, kocalarını karılarını yeni bir aşk için ilk kez
bırakan benimle Lizbon olmazdı. Öyleyse ne kadar aşk
varsa o kadar yasası var görünüyor ortak! Ve ben inan dün
gece sevmeye başlamadım Lizbon’umu. Zaten aşk başlan-
gıçsız ve var olduğu sürece sonsuzdur diyerek sana hoşla-
nacağın güzel ilkeler sunayım ortak. İnan ilkelerin bana
bir zararı yok ve onların düşmanlığı içinde yaşamak varo-
luş nedenim değil. Hatta bazen onlarla işimi bayağı kolay-
laştırıyorum bile.
Evim evim güzel evim. Merdivenleri gıcırdayan, mer-
diven tutacağı (trabzan) süslü evim. Seni bulana dek ne
hayaller kurdum, bir bilsen! Bilseydin o zaman sen de beni
severdin tatlım, delilik ülkesi yolunda endişeyle yürüyen
bu Memet’i.
Yıkanmak kendisinden çok yıkanma sonrasının reha-
veti duygusunu arzu etmemle birlikte bir edime dönüştü.
Duş perdesini çekip iki adımda ocağın üstüne kahve suyu

85
koydum. Canım kahveyle birlikte sigara içmek istedi. Tir-
yaki olmuş muydum? Canı cehenneme bütün endişe verici
oluşların. Bana en yakışan giysiler olduğunu düşündükle-
rimi giydim. Su kaynamadan sigara almaya çıktım sokağa.
Hatta yedeklesem iyi olurdu. Çünkü olmadık zamanlarda
kendini gösteren sigara arzusu beni sinirlendirirdi. Şimdi-
ki gibi.
Döndüğümde kapısı olmayan mutfak ile duş bölümü-
ne geçince Erik’in giysileri bana Gisela’yı hatırlattı. Uyuyor
mu? Giysileri çamaşı sepetine sokuşturdum. Gisela’nın ya-
nında niye kalmadım ki! Beraber kahvaltı yapar, konuş-
madan birbirimize sokulur sarılırdık. Ona teşekkür bile
etmeden kaçtım. Tüh, ona yazdığım notta bile teşekkür
yok! Bu kültürün olması gereken davranış sandığının bö-
lümlerinde ilk geceden sonra böylesine kaçış, hiçbir şey
olmamış gibi, olanların içinde önemli bir şey yokmuş gibi,
sıradan bir gecenin sabahındaymışım gibi davranmak bu-
lunuyor mu? Asla böyle bir tüylük yoktur. Ya Gisela ne dü-
şünür uyandığında?Odaya beni görmeye koşar mı? Sonra?
Tamam Gisela o davranış sandığındaki eşyaların çoğunu
atıp kendi giysilerini, eşyalarını doldurmuş olsun. Yine de
ilk defa birlikte geçirdiğimiz bir gecenin sabahında bu yeni
durumu özümlemeyi kolaylaştırmak için ya da konuşma-
dan kendiliğinden akan düşünceler davranışlar içinde bir-
likte olabilmeyi sağlamaya orada olmalıydım. Ama onu
uyandırmaya kıyamadığımdan dolayı ayrıldım ben. Ta-
mam bir an önce üstümdeki giysilerden kurtulmayı da is-
tedim. Billahi eğer onu uyandırabileceğim endişesine ka-
pılmasaydım, giysilerin üzerimde bulunması diye bir so-
runum olmazdı. Gitsem mi? Belki de hemen çıksam ben
oraya ulaşamadan Gisela çoktan dışarı çıkmış olur. Oldu
bir kere. Böyle oldu. Bunu kendi haline bırakayım. Telafisi
olanaklı bir durum için endişelenmem gerekmez.
Kahve ve sigara. Bunlar iyi geldi bana. Gecenin yor-
gunluğu uçup şimdi ağır metinler okuyabileceğim bir zi-

86
hinsel açıklığa ulaştım. Gisela’nın da okuyabileceğini ne-
den hiç aklıma getirmedim? Sanki okumak sadece benim
işim. Oturma odasında yüzden fazla kitap görünüyordu.
Neden bir tanesinin bile sırtını okumadım? Hala Almanca-
ya yabancı biri olduğumu varsayıyorum. Almancaya nasıl
konuk olunur? Haydi kapıyı vur mu? İşte böyle olunur; git-
tiğin bir evde bir kitap sırtı okuyarak, bir kitabı anlamaya-
cağını düşünsen bile onu karıştırarak, ondan birkaç cümle
okuyarak.
Keşke uyanacağını kesin olarak bilsem de ayrılmadan
önce saçına bir öpücük kondursaydım Gisela’nın. Gisela.
Sanki annem. Onun yanında ana evinin rahatlığı içindeyim.
Kirlettiğim çamaşırlarımı bir şey söylemeden oraya bıra-
kıyorum. O bana giyecek bir şeyler getiriyor. Bana yakışıp
yakışmayacağı bir yana, bedenime uyup uymayacağını bile
düşünmüyoruz. Hatta kendi giysilerini bana getirebilir ve
ben çok olağan bir şeymiş gibi onları yadsımadan giyebili-
rim. Aşk, sevgi, saygı, kollama, kollanma böyle bir davranış
rahatlığı mı sunuyor insana? Ne kadar şey kaçırmışız fa-
şistlerin devletin savunma güçlerinin saldırılarına çare
ararken. Bir kuşağın gençliği yokluk, yoksulluk, en ulaşılır
arzuları doyuramadan geçip gitmiş. Ya hapisler, ya içerde
sürgün olup toplumun ve kendi çevrelerimizin bile yalıttı-
ğı dışladığı kendi kabuklarına çekilmekten başka çaresi
olmayanlar, ya bir daha bir solukluk canlılık gösteremeye-
cek olanlar! Ben onlarla ortak düşüncelerin ortak davra-
nışların hayallerin özlemlerin güçlüklerin sevinçlerin gu-
rurların bin bin şeyin oluşturduğu sınırlı dar bir dünyadan
sıyrılıp iki kişilik bir yaşam kurmaya didiniyorum. Bir ka-
dına istediğim zaman dokunmanın onu öpmenin ona sa-
rılmanın serbest ve hak olduğu bir dünya. Bu kadar basit
mi içinde yaşamaya çalıştığım durumun gerçekliği? Yani
ortalıkta olan bir kadınla beraber olabilme koşullarının
sağlanma çabasından başka bir şey değil miydi? Öyle ise
başka bir sorun kalmadı. Kurtuldum.

87
ERHAN

88
1

Gerçekten Erhan’ın müritler çevresinin dedikoduları


hakikat billurunun (kristal) hangi yüzünü yüzeyini kapsı-
yor? Ben her şeyi, herkesi kullanan, onlar bitince yavaşça
ortadan sıvışan biri miyim? Yoksa Erhan da beni böyle mi
görüyor. Teşekkür etmedim Erhan’a. Çünkü onunla ortak
olan yaşamımız bitmedi ki benim katımda. Onun çevresin-
dekilerin hakkımdaki düşünceleri çok önemli değil. Çünkü
onlarla sadece burada yaşadım. Eğer sorun onların bana
sunduğu şeylerin piyasa değeriyse, bu her zaman ödenebi-
lir. Böyleyse onlar da kendilerine şunu sormalılar; neden
biz Tahir denilen adama bir kupa kahve, bir kazak, bir
mont, kitap, bir metro bileti, gülerek bir selam sunduk?
Bunların bedeli tekrar tekrar ödenmiştir dostlar. Bir kere
Erhan tarafından onun dayanışma dünyasında yer alan bir
kişi sayılarak, bir kere kendi nezdinizde ne kadar fedaka-
rız, ne kadar devrimciyiz, ne kadar toplulukçuyuz, ne ka-
dar güçlüyüz ki kendi yoksulluğumuzda başkalarının ihti-
yaçlarını karşılayabilme iradesini gösterip kudretimizi
gerçekliğe ulaştırabiliyoruz? Bir kere, bunu söylemesem
de olurdu ama söyleyeceğim dostlar. Bir kere benim tara-
fımdan dolaylı olarak ödendi ki kendimin başkaları için
yaptıklarımdan farklı bir şeyi kabul etmedim. Bunları bin
bin yaptım ben. Bunları geleceğe bir yatırım olarak neden
aklıma getirmedim ki! O zaman bana verdiklerinizi, bana
sunduklarınızı ‘toplam faiz’den düşerdim. Ben salağım
böyle, birine bir kazak giydirdiysem kazağın ona yakışma-
sının sevinci yetti bana o an. Biriyle karnımı doyururken
son lokmaları ona bırakmanın sevinci yetti bana. Hesap-
sızdık çoğumuz. Anlık bir veral. Verişalış! Siz bu Erhan’ın
çevresinde olmakla onun sadece burdaki ve bu zamandaki
dünyasına girebilirsiniz. Oysa Erhan ve arkadaşları sadece
burdaki kadar değiller ve siz burdakikadarın dışındaki ya-
şama asla giremeyeceksiniz. Çünkü bu girilemez yaşam
89
orda bir yerlerde faşizmin ökçesi altında ezilmiş bir halde
kaldı. Ona biz de giremiyeceğiz. Ancak ondan her birimiz-
de parçalar var. Hayaller, yaşanmışlıklar, sevinçli anlar,
üzüntülü anılar, bir gülüş, bir ağıt, bir iç çekme, bir düş or-
taklığı, bir kucaklaşmanın sıcaklığı. Bunlar o kadar çok ki
harcanmış bir gençliğin sırları olarak kaldı. Belki bizi en
farklı olanlara da ortak şeylere alıştırarak biz yaptı. Adıma
konuşayım, Erhan ne yaparsa yapsın, ne olursa olacaksa
olsun bende değiştiremeyeceğim Erhan’a ait, diğer arka-
daşlara ait bir yurt var. Bunun için de biz o girilemez ülke-
den gelenler birbirimize “teşekkür ederim” demeyiz, bunu
ihlal etsek bile teşekkür beklememeyi karşılık olarak ya-
şadıklarımızı bir daha bir daha birlikte yaşama gücünü
gösterme isteği ve istencini (talep ile irade) arzularız.
Biraz fazla mı oldu? Erhan’ın dışındakilerin hakkım-
daki vargıları yargıları umurumda ama çok da önemli de-
ğil doğrusu. Bilin ki beni yargılamaya hakkınız yok. Çünkü
sizinle ortak bir yaşamımız yok. Sizden bir şey istemedim.
Siz bir şekilde, bir nedenle nedensiz görünerek bana bir
şeyler sundunuz. Ben de onları kabul ettim. Ya Erhan?
Eğer bu dedikodulara engel olmuyorsa, bir kesimini onay-
lıyor demektir. Onaylamaz. Nerden bildim? Çünkü!.. Çün-
küsü yok mu? Elbette var. Birçok. Erhan geçmişte (1974-
1981) bulunduğu ilişkilerin düzleminde bulunuyor hala.
Onun durumu tam bir sürgün hali. Zamanı gelince, şartlar
olgunlaşınca, belli bir siyasal ortaklığı Türkiye’de yaşata-
bilecek ilişkileri, olanakları, donanımı sağlayınca Erhan
daha fazla beklemeden oraya döner.
Bu mu girilmez ülkede hepinizin gerçeğe uymayan sır
dolu görüngüsü? Berlin duvarı sizin ülkenin üstüne de yı-
kıldı. Buradaki insanlar en direngenleri bile o görüngüye
dokunmadan yani bir gün döneceğim hayaliyle göçmenle-
şecek. Belki birkaç kişi farklı davranabilir. Türkiye’ye dö-
nüşe, sığınanların yarısının ulaşılmaz hayal nesnesi olan
kayıp nesnesi olan arzulanan bir gün mutlaka denilene.

90
Birkaç kişi bunu gerçek kıldığında ise orada burdan dö-
nerken kurdukları hayallerin sadece bir hayal olduğunu
bile düşünemeden aç kalmama, evsiz kalmama, barınma
şartlarının sağlanması yanında polise karşı açığa çıkmaya-
cak bir yaşamınkurulması gibi yüzlerce sorunla uğraşıp
duracaklar. Ya da bu koşulları sağlayamadan bu koşullarla
bütün yoksullar gibi gün gün cebelleşirken bekledikleri
gibi önce işkence tezgahı, sonra hapishane hayatı onları
karşılayacak. Gördün mü siyaset yapma, onun en küçük
gereklerini yerine getirme neleri kapsıyor? Yani yaşama
şartlarını en düşük düzeyde sağlayabilme siyaseti bile ön-
celikli bir siyasallık gerektiriyor; hayatta kalma. Hapisha-
neye düşmeme. Kendine ve geçmişin güzelliklerine yakışır
bir ortam oluşturma bulma kurma şansına erişme çalma
çırpma bencillik edip söke söke öyle bir hayatı alma.
Türkiye’ye dönmek ve faşist devletin baskısıyla yaşa-
mı iyice sınırlamak, kendini öldürülmekten, işkenceden,
hapisten koruma bilinci ve güdüsüyle akıldan duygudan
çıkıp sadece korkan, sürekli kaçan, kaçtıkça korkan kork-
tukça kaçma duygusuyla ev, mahalle, semt, kent değiştiren
bir devrimcinin bir yaban hayvanına dönüşü. Faşizm buna
uğraşır zaten. Kendilerine itaat etmiyeni bir yaban hayva-
nına, evde bakılan ya da kümeslerde bakılanlara değil, bir
yaban hayvanına çevirmeye uğraşır şiddeti ve onun üret-
tiği korkuyu tek yönetme aracı gören devlet, devletler.
Hem neden dönmek bu kadar ulaşılmaz bir şeymiş gi-
bi sunulur? Hapisteki bir öndegelen ‘nasıl çıktılarsa öyle
dönsünler’ diye birçok anlamı olan bir tehdit, öneri, yol
gösterme, oralarda canları cehenneme gibi kargış (bed-
dua) demeye de getirilebilecek bir özlüsöz (aforizma) söy-
ler. Bütün devrimci güldürücüler özlü deyişlere başlayıp
dinleyicileriyle kahkaha atar. “Yolundan dönen kahpedir.”
Sonra öndegelen de bir punduna getirip sürgünde bulvar-
larda korumalarıyla boy gösterir. “Yolun”postu deldirme-
mek, buralarda kalmak, tutunmak, para biriktirmek oldu-

91
ğu baştan belli olup güldürme öğesi tam da burada bunları
bilmezlikten gelme davranışındadır. Burada gerçekten
kalma arzusuyla gelmiş çoğunluğun suçu ne? Dönen (dev-
rimcilik olsun hadi) neden kahpedir? Kahpelik faşistlikten
daha ağır bir cürüm müdür? Kahpelik neden bir suçtur?
Suç mudur? Her neyse devrimciler kahpelerden neden
korkarlar?
Burada kalma arzusu sığınmacı devrimcilerin büyük
sırrıdır. Ne kadar insanca bir şey neden sırlanır? Kendini,
yani zihnini imgelemini ruhunu bedenini bir topluluğun
(her siyasal çevreden olan devrimciler, sürgünler) verdiği
güven içinde geliştirmeyi istemek neden olumsuz sayılır
kötü kabul edilir?
Erhan bütün bunlardan bağışık mı? Bütün bu bizim
hayallerimizde başımıza gelecek en kötü şey olarak algıla-
dığımız görünmez korkuların endişelerin ve yenilmişliği-
mizin hala bilincimize gelemediği duruma karşı bir aşı mı
geliştirdi? Yenildik, ezildik, paramparça edildik. Üstelik
yenilgimiz örgüt yenilgisi, insan yenilgisi değil bizim pek
de önemsemediğimiz bir alanda, düşünce ve inanç alanın-
da, 1848 Haziran Paris’inden beri gurur, iman, güven, inat,
umut, heyecan ve coşku içinde taşıdığımız bir alandaydı.
Bugüne kadar düşüncede ve umutta hiç yenilmemiştik.
Erhan hiçbir şey olmadı, kaldığımız yerden devam
edebiliriz gösterilerine giren abilerden miydi? Geçmişi
mülkleri sayan, orada kurulan ve geniş coğrafyalara yayı-
lan ve Türkiye toplumunu değiştiren, o toplumda yeni bir
hayat kuran bunun uğraşı içinde kendini mutlu hisseden-
lerin o yurtlarının mülk sahipliği iddiasını hiç terk etme-
miş birkaç insandan biri mi? O mülk artık ‘girilemez’ortak
bir mülk işte. Bunun bile farkında olmadan binlerce küçük
toplulukta yeşereni kendi sayelerinde olmuş sayıp hiçbir
şeyin değişmezliği içinde kalakalanların hayalleri daha ne
kadar sürebilir ki Erhan?Siyasetlerinden, düşünce düzen-
lerinden, inançlarından, günlük geçim derdinden yalıtılmış
92
yerlerinden kişiliklerine devşirdikleri kibir, yozlaşma, ih-
malkarlık özellikleriyle kurulan istenilen tasarlanan bir
örgüt yaşamı. Bu kişilikle içinde yaşadıkları toplum deni-
len ucubeyi eksik yanlış güdük değerlendirme. Hala 1848
Şubat’ı, mayısı, haziranı solcuları gibi onun devamı sayıla-
bilecek 1917 devrimcileri gibi bir dünya tasarlamak. Etnik
azınlıkları, dinsel azınlıkları, dilsel azınlıkları görmezden
gelmek, onların farklılıklarını, onların eşitlik hakkı isteyen
feryatlarını duymamak, bazen bu hakkı dolaylı ya da doğ-
rudan reddetmek. Çünkü devletlerin toplum hayal etme
eğilimleri bunların iktidar hayallerinin de baş nesnesi. On-
ların yeni dünyasında eski dünyalarında olduğu gibi Top-
lum Tasarıları dışında kalabilecek bir örgütlenme, bir ya-
şam çevresi, bir topluluk kurmaya yer yok. Bundan dolayı
da birlikçi hepsi. Bundan dolayı da kendilerinin tepesinde
yönetiminde bulundukları devlet ve toplum dışında bir
şey hayal ettikleri yok.
Cinsellik sorunu ya? Gençlik, ekoloji, kadın sorunları
ya? Irkçılık, Batı uygarlığı düşmanlığı, koyu ve ırkçılık den-
li tehlikeli bir ulusçuluk, bağımsızcılık?.. Dünyanın her ya-
nındaki abilerde bunların hepsine karşı duyarsızlık, hep-
sine karşı kibirli bir bakış, siyasal ilişkilerde yozlaşma,
yaptıkları siyasetin tembellikle, ihmalle, kısırlıkla yoğrul-
ması... Anlattıkları, konuştukları, kafa yordukları emek ile
sermaye arasındaki sorunun nasıl olsa çözüleceği. Sanki
kader bu. Sanki tarih bunu böyle emrediyor. Hayır, bu
inançtaki abiler de yenildi. 1848’in, 1917’ninsonu Lenin’in
yaptırmadığı ve yapılmasına asla razı olmayacağı heykel-
lerinin 1990’larda yerlerde sürüklenmesi kırılmasıydı. Sa-
dece bir örgütlenmenin değil bir düşüncenin, bir inanç ve
imanın yıkılmasıydı bu. Vietnam yenildi, İsveç sosyalde-
mokrasisi yenildi, 1789’un özgürlük, eşitlik, kardeşlik is-
teklerine katılan devrimci liberalleri yenildi, onların bir
dönem dünya çapında övdükleri değerli kıldıkları Keynes,
Keynescilik yenildi. Ama dünyanın bütün Abileri yenil-
memiş pozlarında, yitip gidenin sadece partinin devletin
93
ordunun gizli servislerin disiplini altındaki kadrolar oldu-
ğunu sandıklarından “örgütsel dağılmanın nedenleri” ma-
kaleleri yazıyorlar hala. Örgütse dağılan ne kolaydı yenisi-
ni kurmak! Öyle de yaptılar. Kurdukları partiler cepheler
dağıldıkça bir yenisini daha kuracaklar.
Burda iliklerimize kadar yaşayıp hissettiğimiz yabancı
düşmanlığına, ırkçılığa ne demeye hakkımız var! Sen ge-
nelleşmiş bir Batı düşmanlığını öne sürersen, bağımsız bir
devleti onun tek halktan tek ırktan oluşmuş toplumunu,
sınırları belirlenmiş tek toprağını, o toprakta varlığı var
sayılan tek dilin egemenliğini, yüzde 99’luk egemen dinini
savunursan,yabancı düşmanlığını, dil din toprak ırkçılığını
desteklemiş olmuyor musun? 1848, 1871, 1917’nin “yur-
dumuz bütün cihandır bizim” diyenlerinin söyledikleri bizi
de en az egemenler kadar korkutuyor değil mi? Ulusallı-
ğımız, canım devletimiz, cicim toplumumuz ve kutsal yurt!
Ulusal sermaye sahiplerinin öncülüğünde ulusal kalkınma
gelişme ilerleme coşkumuz. Coşkuyla katlandığımız mah-
rumiyetimiz bizim! Hasan ile Hüseyin, “atom bombalarıyla
korunur açlığımız” demedi mi? Yani Almanya’daki ırkçılık,
Türkiye’de çiftleşerek üreyip ırkçı yurtsever ulusçu dinci
dilcileşip Batı’nın Doğu’nun, Kuzey’in Güney’in düşmanı
oluyor. Bu toprakta kırılanlar ümmetçi ulusçu perdeyle ör-
tülerek mezarsız bırakılıyor. Dürziler, Yezidiler, Süryani-
ler, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Karaman Türkmenleri (kı-
ra kıra göç ettirilip) göçürtülmedi mi, bu egemenler mül-
künde?Göçürttürülmeyen azınlıklar da çareyi muktedirin
gücünişaretini izleyip kendilerine ait ne varsa yani kendi-
liklerini bir yana bırakıp egemenin izinde yitip en velvele-
ci kızıl elmacılar oldular. 1900’ün sonrasındanverilen ha-
berler ırkçılığın Batı işi değil vatanın yerli ürünlerinden
biri olduğunu gösteriyor. Batı işi olan ise (göstermelik de
olsa) yasalarda ırkçılığa tanımlar getiripona sınırlar koy-
mak ve bu eski vahşetten kaçıp kurtulan bizim gibi bazıla-
ra gönülsüzce soluklanma alanlarıgöstermek olmalı. İşte

94
sonunda burada soluk alacak bir yer bir yurt bulabilmeyi
becermiş bulunuyoruz.
Yenildiğimiz bir de nerden belli Erhan’ım, yoldaşım,
eski dostum? Hiçbir yerde (ütopyamızda) hiç kimse (nihil)
heykelleri yıkıp sürükleyen kalabalığı kınamadı bile. Bir
oturma eylemi, bir kınama yürüyüşü, toplantısı, o ülkele-
rinelçilikleri önüne bırakılan kara bir çelenk... işitilmedi.
Ya hala sosyalizmin, halk demokrasilerinin, özgürlükçü li-
berallerin kalesi sayılan devletler ve yöneticileri? Ya işçi
sendikaları, dernekler, dernek federasyonları, ulusötesi
sivil kuruluşlar? Hiçbiri heykel sürükleyici devletin tem-
silcilerini çağırıp sormadı. Bu ülkelerde kimse meydanlara
gelip toplanmadı. Olanları aşağılamadı. Olamazdı, çünkü o
devletler kendi mülkleri olan yurtlarında istediklerini ya-
pabilirdi. Bu kabul bizzat karşı çıkmalarını beklediğimiz
devletler tarafından uluslararası düzende uluslarası düze-
nin egemeninin karşısına çıkartılıyordu. İyi ya o mutlak
tutarlılığınız mı bozulurdu heykelkırıcı bir ülkenin elçisini
bakanlığa çağırsaydınız? Bu ülkede yaşayanlar size öfkeli,
hayatınızı koruma garantisi veremeyiz... deseydiniz. Di-
yemediniz, çünkü davranışsızlığın altında yerinizde sağ-
lam olmadığınızı bilmenizdir. Çünkü birleşmiş dünya dev-
letleri sisteminde savunduğunuz içişlerine karışmama il-
kesizliği, biraz da bir yönüyle kendi ülkenizdeki bir karı-
şıklıkta istediğinizi yapabilme yani şiddet kullanma, size
ve düzeninize karşı gelenleri yargılamadan yok etme cüre-
tini verecekti. Diplomasi miydi bütün bu suskunluğumuz?
Evet sanki bizonların ülkesinde (mülkünde, memalikinde)
üç günlük misafiriz de ev sahibine bu dille söyleşmeye
mecburuz.
Biraz daha asilik, biraz daha abilik karşıtlığı, biraz da-
ha ne olursa olsun birlikçilik karşıtlığı gerekmiyor mu Er-
han? Ya Türkiye dışındaki yıkımlar,yıkıntılar? “... sosyalist
ülkelerde kapitalizme karşı direnecek güçler”in sosyaliz-
min ördüğü duvarları yıkması ya?Çokluklar yıkıyor duvar-

95
ları Erhan, işçiler, partililer, cepheliler, yönetici azınlık sı-
nıfın kuruluşunu ve işleyişini desteklediği aslında kendile-
rinin varlığı bizzat kendileri tarafından yadsınan sosyalist
sendikalar, bunların dışında kurulan sistemin uygulamala-
rını kınayıcı eylemler yapan sendikalar yıkıyor, çokluğa
görevden ödevden başka pek bir şey vermemiş yönetenle-
ri, dış güçler, emperyalist devletler değil!
Sen içimizdeki sanatçıydın. Buradan kolayca görülü-
yor ki eğer engellenmeseydin kendini gerçekleştirip güzel-
likler yaratacaktın. Engel? Yani siyasetin güzel gösterilme-
sinden çok, bol taraftar sağlayacak bir faaliyet olarak senin
çalıp söylemenin istenmesi. Belki bu sana hiç ters gelmedi.
Öyle ya o zamanlarda birçok şey çoğumuza ters gelmiyor-
du. Sen de senden istenilenleri yerine getirdikçe kendini
mutlu saydın. Sandın. Oysa yaptığın iş yatağından çıkarıl-
mış, yarım kalmış bir eyleyişti ki sanat olamamış adı sanat
konulan bir uğraştı. Bu işlerle uğraşan arkadaşlarımızın
bile bu konuda geniş bir görüşü, anlayışı, algılayışı, duyu-
şu, eyleyişi olmadan kör bir koşturmaca içinde yitişini ya-
şadık. Sanatın kendi öğelerine boş vererek, onun dinleyen-
lere ne verdiğini hiç düşünmeden, kör kendi bilincinde
olmayan bir coşku içinde, bunu yapanların devrimci sa-
natçı, dinleyenlerin devrimci sayıldıkları konserler, bu-
luşmalar, toplantı müzikleri.
Bunlar bile on yıl geride kaldı Erhan. Sadece on yıl ön-
ceki türkülerle o türküleri çok geri sıralara koyarak burada
bir siyasallık yaratılabilir mi? Yaratılsa bile bunu Türkiye’ye
nasıl taşıyacaksınız? Bunları senin yüzüne söyleyememek.
Bunları kimseye söyleyememek. Bu suskunluğun verdiği
eziklik. Biliyorum yaptığınız hiçbir şey bir işe yaramayacak.
Hatta sizi eğlendiremeyecek. Keşke eğlenebilmeyi birinci
sıraya çıkaran bir bakışımız olsaydı. Bu bile yurtdışında bizi
daha devrimci kılardı. Çünkü yaşamı örgütlemeyen, o eksik-
li yaşam içine eğlenmeyi, gülmeyi, oyunu sokamayan bir
çaba neden devrimci olsun? Yaşıyorsunuz ve farkında de-

96
ğilsiniz ha! Sürgün acı verir, hüzün, can sıkıntısı verir insa-
na. Buna bir çözümümüz var mı? Bu üzüntüden kendini
parçalamayan bir arkadaş var mı? Görünüşte ya da görün-
güde hepimiz sapasağlamız. Hüzün küçük burjuva bir duy-
gudur. Devrimcilerin canı sıkılmaz. Yarınların ışığı devrim-
cinin yüreğini aydınlatır mı? Burada bir hayatı örgütleye-
meyen, tanıdık yoldaşlarını yeniden bir araya getiremeyen,
yeni bir toplumsal girişim düşüncesini eylemini üç kişiyle
de olsabaşlatamayan, sürekli yolumuzdan bahseden abiler
de abiler diyen bir küme insanın yaptığı, kaç mark kalır bize
anmaları geceleri, konserleri, toplantıları bırak Türkiye’yi
buradaki göçmen insanların, buradaki iş amaçlı gelmiş ka-
çakların, siyasi sürgünlerin hangi sorununu çözer? Dağılı-
yoruz. Birbirimizden uzaklaşıyoruz. Birbirimize karşı duy-
duğumuz sevgi, saygı, bağlılık un ufak oluyor. Dedikoducu-
luk, ideolojik ayrılık, siyasal bakışta fark gibi vurgularla ka-
patılamıyor Erhan. Konuşamıyoruz. Buluşamıyoruz. Karşı-
lıklı dayanışamıyoruz.
Tahmin ediyorum bulunduğu bu ortamdan dolayı o da
üzülüyordur. Hepsi bu. Bunlara karşı bir şey yapamaz.
Çünkü o şimdi var olmayan eski düzlemde kalıp eski siya-
sete sanat yapmakla yetinmeyi devrimci bir görev olarak
anlıyor hala. Cebine sokulan yol parasını alırken bile utanı-
yor. O ilişkilerde eski o olarak kalarak ne yapabilir ki? Er-
han anladığı ve anladığı şekilde yürüttüğü devrimci faali-
yetten hiç ayrılamaz. Ayrılmayı, içinden geçirdiği kendi sa-
natını geliştirip sanatının gerektirdiği bir eyleme bir edime
dalmayı kendi değişmez benliğinin kişiliğinin yıkılışı sayar.
Çünkü en önce kendi çevresi “artık değişti, küçük burjuva
duygularına yenildi” diyecektir ve Erhan buna dayanamaz.
Çünkü sorun onun anlayışında ki bu anlayışta devrimi dev-
rimciliği içinde bulunduğu işçici çevre temsil ediyor. Tem-
sil? İyi ki beni temsil etmiyorsunuz. Zaten epey soğuk dav-
randınız ilk geldiğimde. Almanya devletine sığınma niye-
timden dolayı kendime karşı utanç duyarken bir de siz
kendi çevrenize sığınmamı istediniz. Ne kadar acıydı. Ne
97
düşünüyormuşum gelecek için? Ben bir şey düşünemiyo-
rum dediğimde surat astınız. Küçük beyliğinizde o kocaman
hareketin temsilciliği ve o kocaman hareketten kalan benim
gibi cücelerin temsil edilmesi sadece sizin hakkınızdı. Ertesi
sabah bir odasında kilimin üstünde uyku tulumunda yattı-
ğım evde başımın çaresine bakmam gerektiğini hiç de in-
celikli olmayan bir biçimde kurubir tavırla bana resmi ola-
rak ilettiniz. Bana tek yardımınız, benimle aynı şehirden
olan (ne acı gene geldik gerici değerlere. Hemşehri, aile-
den, akraba) arkadaşların nerede yaşadığını söylemek ol-
du. Yoldaşlarımın elleri çok daralmış, gelirleri hiç denecek
kadar azmış, durumları zormuş söylevlerini dinlemek ne
acıydı. Dışarı çıkıp ilk kez liderin görüşme isteğiyle geldi-
ğim bu kente karışmak istedim.
Bütün devrimcilerin gizlisinde (zula) olduğu gibi ken-
dilerine en zor gelen bir günde harcayabilecekleri bir ha-
zine bende de vardı (60 mark, en ucuzundan 30 kilo pata-
tes parası, 2.8 kilo sığır eti, değersiz bir kazak, 200 km.
uzaktaki kente tren bileti parası). Sözü bölmek istemiyor-
dum. Kendime karşı saygısızlık olurdu. O söylevi çeken ise
saygının kırıntısını hak etmezdi. Çünkü kendi emirlerinde
kalan ve çalıştırabilecekleri, o kente bu kente gönderip
bak biz sınır tanımayız istediğimiz devrimciyi polisin elin-
den kapabilirizinkanıt nesnesi olanlar böyle bir söylevin
dinleyicisi olmamıştı. Öndegelen (giden? Asla!) bana bir
100 mark uzattı. Böylelikle konuşma sırası bana geçer gi-
biydi. İstemem diyecekken, anlama gücüm beni uyardı. Bu
para kendisinin kazandığı bir para değil. Zaten lider para
kazanma diye bir şeyle uğraşmayandır. Zaten lider böyle
bir sorundan hiç haberi olmayandır. Zaten lider sadece is-
teyendir alandır harcayandır. Yarın için bir köşeye bir
miktar bütçe ayırandır. Sakın reddetme. Gerekiyorsa al dı-
şarda yırt, bir yoksul kılıklı bul, git kendine bir ziyafet çek
(miden götürürse). Aldım parayı. Cebime koyup ellerini
sıkmadan dışarı çıktım. Nedense arkamdan, ben çıkar
çıkmaz bir “ohh!”la hemenrahatladıklarını düşündüm.
98
3

Sonra devrimci gururumu taşa çalıp Erhan’ın benim


gibi “ben artık siyaset yapmayacağım,” deme ‘lüksü’ yok.
Çünkü bilerek ya da günün büyük topluluk dalgaları, top-
luluk eğilimleri, yaygın bir ‘kitlenin’ kendiliğinden değişik
coğrafyalarda oluşmasının etkisiyle daldığı devrimci top-
luluklarda ona ilk günden belirli bir görev düştü. Sen tür-
kü söyle, türkü bestele, türkülerinle devrimciliği yaşa, tür-
külerinle kitleyi örgütle onlara siyasal hedefler göster,
türkülerinle onları coştur, onları devrim saflarına kazan.
Kimin görevi bu kadar belirgindi ki! Bu sanatçıya tanınmış
bir ayrıcalık mıydı? Erhan bunu hiç düşünmedi. Doğrusu
da buydu belki, ben türkülerimi söylemeye bakarım, bana
türkülerimi söyleyecek bir yer göstersinler yeter ki!
Ancak faşizmin gittikçe sertleştiği, kıyımlara, kıranla-
ra başladığı günlerde türkü söylemek için bir kentten bir
kente gitmek bile zorlaştı. Çünkü Erhan’ı tanımayacak
devrimci, ülkücü, gizli açık güvenlikçi az bulunurdu. Bir
kere o harekete pahalıya gelmesin diye otobüsle giderdi
çoğu konsere. O günlerde elinde sazla dolaşan bir genç
olmaktansa, sazsız olarak “heeeey! Ben Erhan’ım gelin be-
ni dövün!” diye bağırmak bile daha az tehlikeliydi. Erhan
türkülerine devam etti. Bunu coşkuyla yaptı. Çünkü dev-
rim için türkü söylüyor olduğu kadar kendi için de türkü
söylüyordu. Otel parası vermemek için kaldığı evlerde,
onun geldiğini duyup hemen toplanan insanların olduğu
yerde, bazen bir dostta, bazen kimsenin görmeyeceği
duymayacağı bilinerek birkaç kadeh rakıyla donatılarak
kurulmuş birkaç dostun bulunduğu sofralarda kendisine,
oradaki insanlara ve devrime de söyledi çaldı o. Ses düze-
nekleri olmadan, sahne olmadan, o acemi ışıkçıların ayar-
99
ladıkları insanın gözünü kamaştıran ışıklar olmadan daha
güzel, daha coşkulu, daha dokunaklı söylüyordu o.
Erhan devrimciliğe biraz da buradan bakmıyor mu?
Elinden gelebilecek bir işe her yerde devam edebilirdi.
Elinden gelen ve sevdiği. Erhan bunların sıkıntısından zor-
luğundan yılıp devrimciliğinden, onun gerçekleşme eylemi
olan türkü söylemekten hiç kaytarmadı. Hapiste, dağda,
kentte, sürgünde. Bu onun güzelliği işte. Ancak burada bir
sorun doğuyor hemen. Eğer o sanatçı olmasaydı, bu kadar
kabul, bu kadar istenme, bu kadar saygı sevgi, bu kadar
itibar (saygınlık, hayranlık, yanında bulunma görünme
onunla konuşma arzusu, ona bir ikramda bulunma, onu
arama isteği...), bu kadar hoşgörü, hayranlık görebilir
miydi? Devrimci hareketin yükseldiği dönemlerde türkü
söyleme etkinliği ile yenilgi ya da hareketin yok olma dö-
nemindeki etkinlik arasındaki fark ayrı bir dünya farkı
mıydı? Erhan hala her devrimci toplulukta en tartışılmaz
devrimciydi. Yurtdışı toplulukların siyasal örgüt kümele-
rinde tartışılamayacak bir devrimci yoktu. Kavga, gürültü,
dedikodu gani. Erhan tartışılamazdı.
Bu durum ona başka bir görev yüklemiyor mu, çoğu-
muzun hayalinde bile girişmekten hemen kaçtığı bir gö-
rev? O güzel Erhan’ın “arkadaşlar biz işimize bakalım. Eski
arkadaşlar hakkında olumsuz konuşmak en başta kendi-
mizi yaralar,” diyecek dili, dese bile onu anlayacak dinle-
yecek bir çevresi yok. Bakalım bu çevreciklerin dağılıp yok
olmasına kadar bekleyecek mi Erhan? Belki de bir gün bi-
raz kendimle kalıp kendi karnımı doyuracak bir şeyler
yapmalıyım diyecek. Belki de artık onu küçük burjuva or-
dusuna sayacak kimsenin kalmadığı bir zamana geldiğinde-
gecikmiş, biraz daha yaşlanmış gücü azalmış bıkkın bir du-
rumda.

100
101
GISELA

Şimdi Gis’imin yanına, Lizbon’a gitme arzusuyla kav-


ruluyorum. Bu düşüncelerden, imgelerden kurtulmak isti-
yorum. Bunun tek panzehiri de o. Onun kokusu, teninin sı-
cak çekiciliği, sorgulamadan bir annenin çocuğuna bakışı-
na benzeyen okşayıcı bakışlarını yaşayabilmek. Lizbon’a
mecburum. Çünkü kendimi kederle, hüzünle, kötülüğün
102
onca duygusuyla eksiltmekteyim. Sevinç ülkesi ancak Liz-
bon’un sevgisiyle bana kapılarını açabilir. Onunla iletişim
kurmak, onun kafasında sorunlar yaratabilecek başka bir
kültürün yetiştirdiği bu adamın davranışları da böylece en
azından ona açıklanmış olacak. Aşkın sözlü bir dile şükür ki
ihtiyacı yok. Ben onunla akıcı bir dilde konuşmaya hiç de
zorunlu değilim. Bu özgürlük, bu özgürlüğün verdiği mutlu-
luk bilinci başımı döndürüyor. Ona cüzdanımdaki bütün pa-
raları harcayarak bir şeyler almalıyım. Hayır, ikimize. Lez-
zetli yiyecekler, en güzelinden şaraplarr, şöyle allı güllü bir
bluz, yeşil ya da sarı bir kazak, çiçek be adam, bir demet çi-
çek ve olmazsa olmaz kendi damak zevkime göre Fransız
tipi taze ekmek.
İkindiyle akşamın arası. Acele etmekten, satıcılara
derdimi arzumu anlatabilmeye uğraşmaktan sırtım terledi
bu soğukta. Bütün satıcıların yüzlerinde gülücükler. Lanet
olası para en üzüntülümüzü de, en canı sıkılanımızı da
güldürüyorsun.
Peki ben Lizbon’u nasıl bulacağım? Ya geç saatlere ka-
dar eve dönmezse! Ya bir telefonu bile yok. Senin? İyi de
ben daha çaylağım burda. Ya o? Ona da bir türlü toz kon-
durmuyorsun ortak! Bu da dert mi ya, dönmezse dönme-
sin. Ben de evin bahçesinde oturup onun gelmesini bekle-
rim. Bahçeye açılan o kapı açık mıdır peki? Amaan, değilse
ben de bekliyecek bir yer bulurum. Evet bu paketlerle beni
gören herkesin dikkatle bana baktığı bir vaziyette bekle-
mek, vakit geçirmeye çalışmak, o sürede zihnimden geçen-
lere laf yetiştirmek. Bu bir bedel mi? Hiç de değil. Zorunlu-
luk yok. Ben Gis’i görmek istiyorum sadece. Başka bir ar-
zum yok şu anda.
Sanki bu eski evin giriş kapısı açık da, koridorun so-
nunda bahçeye açılan kapının açık olup olmadığını düşü-
nüp kendi kendime sorun saydım. Zile basayım. Hangi zil?
En alttaki olması gerekmiyor mu? Neden bu binada zille-
rin yarısından çoğunun üzerinde isim yok? Yanlış zilse ya?
103
Yanlışsa yanlış, Gisela’ya geldiğini, hangi zil olduğunu bi-
lemediğini özürlerinle birlikte söylersin. Kapı açıldı. Ben
bahçe kapısına bir adım kala kapının kilidinde dönen
anahtarın sesi. Ellerim dolu vaziyetteyken boynuma sarı-
lan bir kadın. Orada öylecene kaldık. Bir gören olacak diye
sevincim gölgelendi. “Gidelim artık Lizbon’um” dedim. İç
geçirerek boynumu bıraktı. Ellerimden bazı paketleri
“bunlar da ne?” diyerek aldı. “Birkaç paket sana, birkaçı
bana, birkaçı da bize” dedim. Gözlerime bakarken kederli
sevincinin gülüşünü fark ettim. Canım yandı. Neden keder-
lendi, neden üzüldü? Benim gelmemi bu kötü duygularla
mı geçirdi? Ben de sallanıp durdum evde. Erhan’la çevre-
sindekilerle kendimle uzun uzun bir türlü engelleyemedi-
ğim gündüz düşleri içinde didişip kaldım.
“Ne bu pakettekiler Memet?”
“Şana şunları aldım. Dilerim hoşlanırsın.”
“Bunlar çok güzel. Çok hoşuma gitti. Hemen bunları
giyebilir miyim Memet?”
“Tabii ki evet ‘canım’!”
“Sakın yatak odasına gelme! Hemen gelirim.”
Böyle bir sevgili istiyordum. Kendisine aldığım basit
bir şeyle bile çok sevinen. Kendisine alınan hediyelerin dı-
şında o an başka bir şey görmeyen, düşünmeyen. Bir çocuk
gibi kolayca duygulanan. Böyle davranışlara alışkın değil-
dim. Ancak insanın hoşuna giden davranışlar ne kadar ona
yabancı da gelse garip gelmezdi. Birinin sevinci, hele sevdi-
ğimiz birinin sevinci bizi kıvandırır. Tajo’ya bir şey almadı-
ğıma üzüldüm. Tajo da sevinçliydi. İlginç geldi onun duru-
mu. Bu sevinç Gisela’nın sevincinin bir yansıması mıydı?
Yoksa hayvan Gisela’yla tekdüze geçen bir yaşamda tanıdık
birini de o yaşama kattığı, birinin de o yaşama katıldığı için
mi sevinçliydi? Şimdi kanepede başı elimin altında eve gir-
diğimiz zamanla karşılaştırılamayacak denli sakindi. Köpek
homladı. Başımı kaldırmamla birlikte Gisela kucağıma atıl-

104
dı. Bir an, sadece bir an onun üzerindeki toprak sarısı (koyu
sarı) kazağı ve altında deve tüyü renginde bir eteği fark et-
tim. Sessizce göğsüme sokuldu. Saçlarını okşamaya başla-
dım. Kıpırdamadan duruyordu. Başını kaldırıp fısıltıyla te-
şekkür etti. Göz göze geldik. Dudaklarına uzandım. O başını
tekrar göğsüme gömdü. Ne oluyordu? Sarıldım. Alçak bir
sesle özür diledim. Sabah onun uyanmasını beklemem ge-
rektiğini düşünememiştim. Mutlu geçen bir gecenin sabah
mutluluğundan kaçmak elbette kötü anlamlarda yorumla-
nırdı.
“Seni uyandırmak istemedim. Çünkü çok güzel, çok
derin uyuyordun. ‘Seni uyandırmalara kıyamadım canım!’”
Gisela yüzünü tam olarak göğsüme çevirerek bastırdı.
Kucağımda,dizlerini kıvırarak ayakları iki yanıma dayalı
olarak gövdeme sarılıyordu. Sıkıca sarıldım. Saçlarına
öpücükler. Sırtını okşamalar. Gisela sadece soluklanıyor-
du.Elimin altında yükselen alçalan bir sırt. ‘Canım, canım!’
Almancası ne canın? Seele mi Geist mı? Boş ver, şimdi dilin
dillerin ötesindeyiz.
Ne yaşadı bu kadın bugün? Annesini yitirip de ona ka-
vuşmuş bir çocuk. Yitirmenin yorgunluğuna karışan ka-
vuşmanın şaşkınlığı içindeki sevinç. “Özür dilerim ‘canım’
sabah haber vermeden gittiğim için üzgünüm. Benim
Gis’im söyleyebilir misin bana neler hissediyorsun, ne ya-
şıyorsun şu an? Lütfen, sana ne olduğunu bilmeden bek-
lemek zor geliyor bana. Korkuyorum senin sessizliğinden.
Gis’im seni seviyorum. İçim sevinç dolu. Sevincimi seninle
bölüşmek istiyorum. Seninle burada birlikte olduğumu bir
rüya sanıyorum. Konuş benimle lütfen!”
Gisela içini çekerek kucağımdan kalktı. Bir sigara yak-
tı. Sen de ister misin dedi. Gelip yanıma oturdu. Kucağına
yattım. Bir eliyle saçımı okşamaya başladı.
“Uyandığımda yatakta seni aradım. Yoktun. Odada ya
da mutfaktasın diye hemen kalktım. Tajo senin gittiğini
söyledi. Onun sessizce uzandığını görünce karnının tok ol-
105
duğunu anladım.Meslek edindirme kursuna mı gitmiştin?
Öyle ya, izinsiz bir gün gitmesen çalışma kurumu sana so-
rular yağdırır ya da ikinci bir tekrarlayışta para cezası ve-
rirdi. Kanepeye oturdum iççamaşırlarımla. Ne olduğunu
bilmiyordum ama berbat bir haldeydim. Orada sigara içe-
rek uzun bir zaman oturmuş olmalıyım. İstemeden çocuk-
luğumu, çocukluğumdaki can sıkıntılı günlerimi yaşıyor-
dum. Hamburg’da, Lizbon’da bir çocuk ve hiçbir zaman bir
çocuğa yakıştıramadığım can sıkıntısı içinde acı çeken bir
çocuk. Acı o zaman sanki hiç geçmeyecekmiş gibi bir duygu
geliyor insana. Acı çekilen bir hayatın sürekliliği düşüncesi
bir çocuğun ince, minik bilincine ne kadar ağır. Yetişkin bi-
lincine de ağır belki. Aber yetişkin acıya karşı bir şeyler bu-
labilir. Ya bir çocuk? Oyun iyiydi. Bebeklerimle hiçbir za-
man sevemediğim, çektiklerimin nedeni saydığım Portekiz-
cede değil, Almanca konuşurdum. Ne kadar süre bir insan
yavrusu bebeklerle sıkılmadan konuşabilir ki? Sonra ne ol-
duğunu anlamadan bebekleri duvara fırlatıyor ağlamaya
başlıyordum.
Sabahleyin uyandığımda senin burada olmuş olmanı
çok istiyordum. Sen burada benimle olsaydın bu üzüntüleri
zaten yaşamazdım. Sanki yokluğun çocukluğumun bütün
yokluklarını bana geri getirmişti. Terkedilmiş, bilmediğim
bir kentte yalnız bırakılmış gibiydim. Lizbon’da öyleydim
kendime göre. Babam ve annem beni bir yerde bulup acı-
dıklarından kendi vicdanlarının emrettiği şekilde beni yan-
larına almış olmalıydılar. Ancak bana ayıracakları zamanla-
rı yoktu. Annem de bugünden baktığımda mutsuzdu. An-
nemin de yardıma, desteğe, arkadaşa, kendisini ifade edebi-
leceği bir çevreye, kendisini arayabilecek insanlara ihtiyacı
vardı. Bunları bilmeden içimde duyuyordum. Bir şey ya-
pamamanın çaresizliğini bile fark etmeden kendimi hiç,
olamamış, yarım kalmış gibi duyu-
yor(hissediyor)dum.Babamla annemin tartışmalarını kü-
çücük odamda dinlemek istemeden işitiyordum. Ağlıyor-
dum durmadan, hayalimde mi yoksa gerçekten mi ağlı-
106
yordum? Kanapeye yüzüstü uzanarak ağladım ağladım. Ne
oluyordu? Saçmaydı her şey. Anlamsızdı. Ama ben ne oldu
da ağlıyordum? Kendime mi, geçmişe mi, geleceğime, sana
mı, ne için ağlıyordum?
Artık kalkalım hazinem. Birçok yemek pişirdim. Onları
yiyelim. Nasıl olsa bir fırsatını bulup ya da fırsatların za-
manının zorlamasıyla bunları sana istemeden de olsa an-
latmam gerekir (sollen). Görüyorsun ben hiç de dışardan
sanıldığım kadar güçlü değilim. Biliyorum sen beni mutlu
edeceksin. Sen benim gücümü artıracaksın. Ben de seni en
karamsar zamanımda bile sevgimle ışıtacağım. Kalk haydi,
mutfağa geçelim.”
“Benim ruhum! Seni her zaman seveceğim. Bunu ifade
etmenin bir anlamı olmasa da yine de söylemek istedim.
Çünkü seni hiçbir koşula bağlı olmadan sevdiğimi biliyo-
rum. Belki gözlerinle ilk karşılaştığımda onlar bana bütün
hikayeni bilmediğim bir araçla anlattılar. Bilmiyorum ki
belki ben seni fark etmediğim bir zamanda,yitik bir zama-
nın içindeyken tanıyordum. Araya yıllar girdi ve seni unut-
tum. Saçma ama gerçek böyle geliyor şimdi bana.”
Gisela kocaman güldü. Ayaktayken boynuma sarıldı.
Bu kadında cinselliğe değgin hiçbir şey yok muydu? Ken-
dimden utandım.
“Bu paketlerde ne var Memet?”
“Seni sevindirebilecek sır nesneleri! Onları ikimize al-
dım. Tajo’ya bir şey almayı unuttuğumdan dolayı üzgü-
nüm.”
“Bu kadar parayı nerden buldun? Keşke çok harcama-
saydın! Sana her zaman para lazım olur.”
“Sen gelecek için endişelenme ‘canım’! Bize para ge-
rektikçe Erik’in babasının kurduğu bankaları ziyaret ede-
biliriz.”
“Bu hiç de eğlenceli bir şaka değil. Eğer beni seviyor-
san, beni sevdiğin sürece böyle şeyleri hiç aklına getirme.
Seni göremeyeceğim seninle birlikte yaşayamayacağım bir
107
hayat bana çok ağır gelir. Böyle bir hayatı yaşamaktansa
seninle yoksulluk içinde bir hayatı seçerim. Çok mu ben-
cilce bu düşünce sevgilim? Evet bencilce; ama şu an böyle
dediğini duyuyorum içimdeki sesin. Şuna bir bak! Memet
bu şaraba ne kadar ödedin?Tanrım! Sen delirmiş olmalı-
sın.”
“Tamam tamam. Telaşlanma. Hayatta bir kere yaptı-
ğım bir şey olacak. İki nedenle o şarabı aldım. Sana her şey
layık. Diğeri, seninle her güzel şeyi çalışmak istiyorum.”
“Sevgili Memet, ne kadar da incesin! ‘Prüfen’ demeli-
sin, seninle her şeyi çalışmak, derken. Ya da ‘erproben’.
Beni doğru anla. Senin cümleni düzeltmiyorum, böyle bir
niyetle öğretmenliğe başlamıyorum. Senin en güzel Al-
mancayı konuşmanı çok istiyorum ve buna, kendi isteği-
min gerçekleşmesine çalışıyorum tabii ki. Bunları hep bu
niyetle yaptığımı anlıyorsun değil mi hazinem?”
“Lizbon’um. Bir kere bak! Ne kadar şanslıyım ki seni
sevgilim olmaya razı ettim ve hiç para ödemeden senin
yanında da Lizbon’u aldım.”
“Dur yapma! Duur! Çorba taşacak!”
“O zaman ocağı kapat!”
“Hayır hazinem! Bu yemeklere o kadar özendim ki se-
nin beğendiğini duymadan seninle hiçbir şey yapmam.”
“Yemekleri çok beğendim Gis. Güzel görünüyorlar.
Şimdi seni öpebilirim sanıyorum.”
“Saçma! Ben seni arzulamıyor muyum sanıyorsun?
Belki senden fazla. Acele etmeyelim benim sevgili! Önü-
müzde uzun günler, geçmez sanılan uzun yıllar var ki birlik-
te yaşayacağız. Bir de içinde yaşanılanın bilincine sahip ola-
bilmenin etkisi ki zaman o sefer daha uzun olur. Biliyorum
bunu hazineciğim. Hiçbir arzunu hiçbir arzumu sonraya er-
telemeyeceğiz. Demek istediğim her şeyi her şeyin her yö-
nünü hiç olmazsa fark edebileceğimiz kadar anlayıp yaşaya-
lım. Yani ‘hızlı yiyecek’ yok. Sadece birden bizim yaşama is-
108
teğimize dolan arzuların doyurulmasını sıraya koymaya
çalışıyorum.”
Yemekleri yavaş yavaş yedik. Şarabımızı yudumlarken
Gis masayı topladı. Yardım etmek istedim. Kabul etmedi.
Siz Türkler alışkınsınızdır ki bu işleri kadın yapar dedi. Ol-
sun, bu da bir anlayış. Başka güzelliklerin içinde kadın bu-
na razıysa ve sevgilisine bir şey sunuyorsa bunu engelle-
menin nasıl bir anlamı olabilir, derken yanağıma bir öpü-
cük kondurdu.
“Hahhah ha! Dur diyorum sana!”
“Neden gülüyor benim kentim?”
“Bir kere dur! Önce sakinleşmeliyim. Benim Tanrı! Sen
de Türkler gibi çoğu zaman alıngan mısın?”
“Ben Türk değilim, Memet’im.”
“Hemen bana kızma! Güldüm çünkü bugün annemin
telefonda söylediklerini hatırladım.”
“Anneni mi aradın? Köln’de mi yaşıyor o?”
“Hayır, o Bremen’de yaşıyor. Buradan Kuzeydoğu’da
bulunur. Çok sevimli bir şehirdir. Belki de bu sevimlilik
şehrin bana çok bildik gelmesinden dolayıdır. Aslında bir-
çok kent nehir kenarlarına kurulmuştur. Bunu ters olarak
imgelemek, düşünmek benim daha hoşuma gider. Demek
istiyorum ki bir nehrin bir kentin içinden geçmeyi istedi-
ğini düşünmek hoşuma gider. Bremen’den Weser akar.
Daha Kuzeyde Bremen Limanın’da denize karışır. Lizbon’u
da dağlardan hasretle aşağılara koşan onlarca dere birle-
şerek Tajo olup görmek istemiş. Bir şehrin bir nehri olma-
sı ne güzel.”
“Annene telefon mu ettin?”
“Evet. Sabahki kötü havamdan kurtulmak için biriyle
konuşmak istedim. Köln’de birçok arkadaşım var. Onlara
telefon edip ne diyecektim? Hem üstümü değiştirip sokağa
çıkmak bile istemiyordum. Birden senin her ne olmuşsa

109
olsun, beni sevdiğini düşündüm. Bunu dün gece sen hiç
yabancılık çekmeden memelerimin üstünde yatışından an-
ladım. Gülünç mü? Hiç de değil. Her insanın deneyimleri
vardır bilme sürecinde. İnsan deneyerek gerçeğin ne oldu-
ğunu kavrar. Gülme bana!
“Sen de Almanlar gibi bir kara kafalının gülmesiyle
rahatsız olan insanlardan biri misin?”
“Ben Alman değilim, Gisela’nım! Bu hoşuma gitti. Ça-
buk öğreniyor ve unutmuyorsun. İçin umduğumdan da
geniş olmalı. Sonra dayanamadım dışarı çıkıp annemi ara-
dım. Neden aramıyacaktım? Aşık olduğum bir insan vardı.
O da beni seviyordu. Bir anneye haber verilecek bundan
güzel kaç şey vardı? Aslında annemin bu haberle sevine-
ceği ihtimali pek yoktu. Çünkü o da kendi yaşamından öğ-
rendikleriyle yeni bir durumu anlayıp kavrıyordu. Böyle
olunca annelerin ikili düşünme hali, bir yandan sevinirken
dudaklarından buna ilişkin değil, tersi cümlelerin dökül-
mesi durumu. Endişelenecekti; bunu tahmin etmek kolay-
dı. Ama yine de sevincimi ona aktarıyordum. Sevincim
onun endişelerini bastırırdı.”
“Şarap kalmamış. Bir kere bekle!”
“Hazineciğim! En sevdiğim elma bu. Seni seviyorum,
seni seviyorum. Tanrım, içimi mi okuyorsun? Hayır, daha
nesnel bir şey. Sen ‘Stasi’ye mutlaka beni izlettirdin. (Gali-
ba dağılan Doğu Alman Devletinin bugünlerde işsiz kalmış,
geçmişte devlete çok bağlı, bu yüzden de hiçbir yerde yüz
verilmeyen ve alanlarındaki uzmanlıkla ilgili ne tür iş çı-
karsa ucuza yapan ajanlarına bir gönderme var.)”
“Stasi?”
“Pırlantam, Doğu Almanya’da haber toplama örgütü.
Herkes biliyor ki 45 yılda 45 milyon insanın hayatını ka-
rartmış bir örgüt. Kendi üyeleri bile korku içinde yaşayan,
kendisi dışında herkesten korkan insanların yer aldığı gizli
korku imparatorluğu. Hem sen benim hakkımda bu kadar

110
çok şeyi nerden biliyorsun? Yoksa sen de eskiden Stasi’yle
bir bağa mı sahiptin? Öyle değil mi? Hadi onlarla çalıştığını
bana söyle. Korkma her şey geçmişte kaldı. Ama eğer öyley-
se, ben seni şu an öldürebilsem, buna kuvvetim yetse kesin
bu öldürmenin armağanı olarak iki dünyada da cennette
yaşamayı kazanırdım. Çünkü çok acımasız insanlardı onlar.
Anlıyor musun beni, sen de acımasız bir adamsın.”
“Gis dur, canımı acıtıyorsun!”
“Oh o zaman, bu bana çok güzel. Çok iyi yapıyorum
canını acıtmakla çünkü bugün beni ağlattın çünkü bugün
beni çok üzdün sen.”
“Gis’im bunu bilmeden yaptım. Sana ben açıkladım ya,
gerçek değil mi hazinem? İstemeden. Şahidim ol ki seni
uyandırmaktan, orada beklerken bir şekilde seni uyandı-
rabileceğim ihtimalinden dolayı istemeden sabah burdan
ayrıldım. Seni seviyorum.”
Orada kanapenin üstünde o darlıkta Tajo’nun çaktır-
madan bakışları altında seviştik. Gis’in bağrında sızmışım.
Sızmadan önce sis içinde bir kentte daracık bir sokakta
yokuş yukarı uzanan merdivenleri ellerimi dizlerime bas-
tıra bastıra çıktığımı hatırladım. Sızmasam bile zaten ka-
napede kaçacak bir karış yer de yoktu bana. Uyandığımda
çıplaklığımdan, ışıktan, köpekten, odadaki dağınıklıktan,
Gis’den utandım. Aceleyle doğruldum. Giyinmek, en azın-
dan Adem’in incir yaprağı kadar büyüklükte bir şeyle ör-
tünmek arzusu Gis’in de nerdeyse eşzamanlı doğruluşuyla
eylemsiz kaldı. Ellerimle yüzümü kapatmışım. Gis ellerimi
çekerek yüzüme, gözlerimin içine bakıyordu. Belli belirsiz
bir gülümseyiş, o pembemsi tende bir ışıldayıp bir yitiyor-
du. Tekrar ellerimle yüzümü kapatmaya davrandım. Yine
sol eliyle bileğimden elimi aşağıya çekti. Yanımdan kalkıp
kucağıma oturarak bana sıkıca sarıldı. Fısıltıyla, sanki ev-
de bir başkası varmış ve onlara işittirmek istemiyormuş
gibi bir sesle “beni yatağa götür. Başım dönüyor” dedi. Ön-
ce endişelendim ona bir şey oldu diye. Bir kadınla birlikte
111
olduğumu, bu bilinmezlikte çok şeyi doğrudan ya da hiçbir
şekilde anlayamayacağımı içimden bir ses bana seslen-
dirmeden söyleyince rahatladım. Onu kucağımda yavaşça
sanki uyuyormuşçasınayatağa taşıdım. Madem odadaki
her şeyi, kadehlerimizdeki Porto’yu bile terkederek yatağa
uzanmıştık hayatın istedikleri bizim de isteklerimiz oldu-
ğundanonları hoşluk içinde karşılayıp sevinçle yerine geti-
rilmeliydik.
Uyandığımda Gis’in engellemeye çalıştığı belli olan
ayak sesleri mutfaktan geliyordu. Bir şey yere düştü. Ka-
pının aralığından merakla bana bakan bir yüz. Gizli bir gü-
lüş. Saklamasa beni uyandıracak sanan birinin gülüşü.
Sonra bir düvenin çayıra dalışı gibi yatağa dalan kadınım
bana sarılarak kulağıma Portekizcede bir şeyler söyledi.
Tekrar tekrar. Bir şey mi istiyordu? Ben de seni seviyorum
dedim. Yataktan fırlayıp kahvaltı masasına oturdum. Sağ
melek işaret parmağını sallıyodu. Sol melek dividini kalın
kara kaplı bir defterin nerdeyse son sayfalarında bir yerde
‘gıcırdatıyordu’. Yazma, yapma, içim gıdıklanıyor dedim
ona. Başını sallıyordu bana, hıı, sen görürsün bir gün der
gibi.
Gis kahvaltıya böyle başlasam, dedim. Tamam başla
dedi.Bana bir sabahlık (ein Morgen-rock) getirdi, giymeme
yardım etti. İçime bir kara şimşek çaktı. Erik yıldırımı. Ap-
talsın sen Memet. Sevinmeye, sevince, kendini iyi hisset-
meye, bir kadının seni sevmesine pek alışkın değilsin. An-
lamıyorsun beni, biliyorum görünenler bunlardı. Altta, en
altta mutluluğumu bir daha yitirme korkusuydu böyle kö-
tülüğe ait duyguları bilincime doğru köstebek hareketle-
riyle iteleyen. Zayıftım, narindim, özürlüydüm çocukluk-
tan. Bedenimin zihnimin ruhumun ya da kendimin kendini
korumaya mecali kalmıyordu her yitirişle birlikte. Bir da-
ha yoğun bir acı yaşamak istemiyordum. Kim ister ki! Bir
daha o acıyı içimde çoğaltıp duran her ne ise onunla yıllar-
ca cebelleşip durmak istemiyordum. Kim ister!

112
Gisela’nın masaya getirdiği her şeye saldırdım içim-
deki köstebeklere inat. “Yavaş hazinecik” diyip duruyordu
Gis. İlk Almanca kelimemi türettim. “Yavaşamıyorum (Ich
langsamiere nicht).” Gis güldü, seri kahkahalara başladı.
Sandalyeden kanepeye yanıma geçerek çatalımı kapıp bana
bir şeyler yedirmeye başladı. Böyle işte, çocuk. ‘langsamie-
ren’ yapabilirsin artık, benim akıllı çocuğum, derken başını
göğsüme dayadı.
Anlattıkların yarım kaldı dedim. Farkındayım dedi.
“Nasıl olsa bir gün bir parça daha anlatacağım sa-
na.Başka bir gece bir parça daha, bir parça daha.”
Gülüyordu çok güzeldi başıma gelen başına getirdiğim
şeyler.
“Bin bir gece masallarından hangisini biliyorsun?”
“Hepsini bir kez okudum. Bazılarını birçok kez işit-
tim.”
“Öyleyse sana demin Bin Bir Gece’den bir başlangıç
anlattığımda neden fark edip de gülmedin?”
“Saçma! Sen bana ne zaman bir masal anlattın?”
“Hazinecik bir parça daha anlatmak sana bir şey söy-
lemiyor mu? Her gece bir masal.”
“Hatırladım. Harun Reşid’e masal anlatan kadının,
Şehrazat mıydı adı,sultandan kendini korumak için ona
belli etmeden uyguladığı anlatma tekniği, değil mi?”
“Evet bildiniz ve derin ve uzun süreli bir öpücük ka-
zandınız? Armağanı hemen şimdi mi istersin yoksa sonra
mı?”
“Yavaş! Bak şu dudaklarımın haline. Biraz yumuşak
öpersen ben de bir kaplanla öpüşmediğimi anlamış olu-
rum hazinecik.”
“Yavaşamıyorum ne yapabilirim!”
Evden ayrıldığımda kursun başlamasına çok az bir
zaman kalmıştı. Geç kalsam da hiç gitmemekten iyiydi.
113
Dün gitmemiştim. İlk defa gitmek istememiştim. Fakat ev-
de çarşıda pazarda olmadık anlarda yüreğim sızlamıştı.
Bir şey olacağından, kurumun para cezası verebileceğin-
den çekinmeyle ilgisizdi bu sızlama. Alışmıştım kursa, ar-
kadaşların boş dolu konuşmalarına, öğretmenlerin bize
bir şeyler öğretmek için didinmelerine. Belki de bu yaşta
okulu kırmak gibi bir duyguya düşmeyi istemiyordum.
Bunların ötesinde uğraşmak, zamanı işe yarayabilecek bir
şeyler öğrenerek geçirmek, oradan verecekleri bir belgey-
le katlanabileceğim bir işe girebilme olanağının belirmesi.
Çalışmak. Onca itirazıma rağmen bir zorunluluktu şu anki
kavrayışımda. Çünkü yaşam parasını kazanarak yabancı
düşmanlarının, bizi her yerde aşağılamaya çalışanların, di-
ğer ülkelerden Köln’e dolmuş birkaç kelimelik Almancala-
rına rağmenAlman sayılan (Aussidler. Tabii ki Alman dev-
let ideolojisinde birinci sırada kan birliği gelir) ve bizi ra-
kip görenlerin, Doğu Almanya’dan buralara gelip her işi
yarı fiyatına yapan eski sosyalistlerin karşılarına dikilebi-
lecektim. Bir de Türkiyeliler var ki, değişik niyetlerle bu-
raya gelip en başta kendi kültürlerinden işsiz güçsüz kim-
selere tepeden bakanların karşısına, burada yaşayan bir
akrabasıyla evlenip sırf burada yaşayabilmek için eş ro-
lünde ortalıkta dolaşan uyanıkların bakışlarında düşük
nesne görüntüsünden kurtulmuş özneliğe dönüşecektim.
Az şey miydi bu, bana eziyet gelenlerden yakayı sıyırmak?
Hem artık Gisela vardı hayatımda. Onun nereden, na-
sıl geçindiğini bilmesem de onun için de çalışmalıydım. Ye-
tiştiğim kültürde böyleydi. Bir erkek olarak çalışmalıydım.
Benim bu kültürün ancak ‘bir kadın da erkeğine ve çocuk-
larına bakar’ kısmına itirazım olabilirdi. Evet kişilik deni-
len her neyse, o kültürden almıştım temellerini. Belki be-
nim de koyduklarım vardı o temelin üstüne. Fakat hiçbir
zaman o kültürün bilerek itiraz ettiğim yönleri de dahil dı-
şına çıkamadım. Çabalarım bilinçdışı olarak acı, can sıkın-
tısı, çaresizlik, endişe, huzursuzluk, tedirginlik, yalnızlık,
mutsuzluk mu deriz, işte öyle geri bana döndü. Ben kur-
114
tulmak istediğim düşüncelerden, duygulardan, eylemebi-
çimlerinden, arzulardan yaşamın içinde ne varsa işte tam
olarak hibir zaman kurtulamadım.
Bir kadının parasıyla yaşamak. Bunu çok olağan bir
şey sayabilmek. Kadın hiç itiraz etmese bile bu geçinme
tarzını sindiremezdim. Bir şekilde cinsiyete dayalı bir de-
ğer olmasa da ben başkalarının kazandıklarıyla uzun süre
yaşayamazdım. Bir zorunluluktan dolayı geçici olduğu da-
ha başından belli de olsa ben başkalarını kazandıklarını
tüketemezdim. Kültür içinde kültür. Böyleydim işte. Arka-
daşlarımın ısmarladığı bir bardak çay bile rahatsız ederdi
beni. Hele Gisela’nın yanında onun bana vereceği harçlık-
larla, onun sağladığı geçimlikleri tüketerek yaşamak! Bana
bundan ağır gelen kaç şey olabilirdi?
Gisela telefonda annesine benden bahsetmiş. Hisset-
tim ki kadın beni duyunca endişelendi. Hissetmeye gerek
var mıydı? Bir kere Gisela’nın anlattığı kadarıyla, kadının
benden dolayı endişeleneceği Gisela tarafından da tah-
minden öte biliniyordu? Neden acaba? Bunu bana zaman
anlatacak, Gisela anlatacak, onun annesi söze dökmese de
duruşuyla, davranışıyla gösterecek. Dilerim yanılıyor ol-
sun. Gisela’yı mutlu etmek istiyorum. Bu benim kendimi
mutluluk neyse işte öyle kılmam anlamına gelecek. Çalışır-
sam Gisela sevinmese de annesi kesin sevinecek. Bu kül-
türde de insan hikayeleri ne olursa olsun çalışan, eşine ve
kendine geçimlikleri denkleyen insanlar gerekeni yapan-
lar sayılır. Doğrusu da bu. Elbet bir işverene sinirini, çaba-
nı, gücünü yaşamını düşük düzeyde sürdürebileceğin ihti-
yaçlar karşılığı bırakmak hiç de sevimli değil. Ancak bunu
ilk defa yapacak olan ben olmayacağım. Mülksüz birinin
elinden başka ne gelebilir? Mülksüz çokluk çalıştıkları için
horlanabilir mi? Belki bu çokluk yarattıkları yaşam nesne-
lerini sonuç olarak toplum denilenin içinde azınlık olan
sermaye sahiplerine, mülk sahiplerine, bu işleyişin sürme-

115
sini sağlayan düzenin bütün kurumlarında çalışanlara bı-
raktıkları için sorgulanmalıdır. Asla çalıştıkları için değil.
Yarım saat sonra ders bitecek. Ben nereye gideceğim?
Ev daha şimdiden anlamsız bir yere döndü. Oysa ne kadar
sevinmiştim oraya yerleştiğimde. Hem eve gitsem Gisela
beni beklemez mi? Keşke sorsaydım ona akşam gelebilir
miyim diye. Sorun mu çıkarıyorum? Beni sevdiğini söyle-
yen bir kadına gelebilir miyim diye sormak tuhaf olmaz
mı? Peki evlenmediğim, hiç olmazsa birlikte yaşamaya ka-
rar vermediğimiz bir kadının evine teklifsiz gitmek? Be-
nim için hayatta kolay bir davranış, sorgulamadan içimden
geldiği gibi yapıp ettiğim bir eylem olmayacak mı?
Gerçekten şaşkınım. Bu kültürün kalıpları içinde dü-
şünmem gerekiyor. Fakat orada göre yapa, alışkanlık hali-
ne gelen davranış düşünüş duyuş yapış ne varsa işte daha
sınırı çıkar çıkmaz bırakmak istesem bile bırakamam ki!
Böyle olunca da gündelik yaşamın karşıma çıkardığı her
şey kendini sorgulatıyor. Kendime bile söyleyemediğim
şeyler de içinde? Gisela’yı nasıl öpmeliyim, onunla nasıl
sevişmeliyim, ona ne diye seslenmeliyim, ona nasıl sarıl-
malıyım dokunmalıyım? Kendiliğe güven. Mutlaka bu so-
rular yakanı bırakmayacak. Yanlış anlaşılacak, uygun bu-
lunmayacak, çirkin gelecek davranışlar seni korkutmasın.
Neden öyle davrandığını bir şekilde açıklayabilecek keli-
me dağarcığını kullanabilirsin artık. Bunlara gerek bile
yok. Gözlerinin içine bakarak gönülden gelen bir özür
yetmez mi ona? Belki de abartıyorum her şeyi.
Beni bu kadar korkak yapan, beni bu kadar endişeli
yapan çekingen soğuk olmadığı gibi davranan biri yapan
sadece başımıza getirilenler mi? Peki dünyada son yılların
en şiddetçi, en acımasız, en işkenceci, devletin ve toplu-
mun seferber edebileceği bütün güçlerini devrimcilerin
sosyalistlerin onlarla ilişkileri olan insanların üzerine sa-
lan hiçbir şeyden çekinmeyen faşist cuntasına karşı dire-
nirken kendimizi bile koruyamadıysak, bizi bizlikten çı-
116
karmaya çalışanlar karşısında tamamen edilgen davranıp
bir çaba, bir güç kırıntısı kendi hayatımızı savunacak bir
şey yapamadıysak ne demeye kendimize devrimci dedik,
ben adlandırmadıysam ben eylemlerimizden dolayı ken-
dimize başka isimler sıfatlar aramadıysam bile başlangıçta
süreçte yaptıklarımızın anlamı neydi o zaman? Faşizm bizi
edilgenleştirdi, bir lokma ekmeğimizi yiyemez olduk de-
menin ne anlamı olabilir bu hayatta? Gerçek bu değil. On-
ların elinden hiç de haberleri olmadan ruhları bile bir şey
sezemeden kurtulup sınırları geçmedik mi? Arama bülten-
leri, arama afişleri, haber toplayanların yoğun çabaları,
cuntayla açıktan işbirliği yapan gönüllüler sizi kıstırıp ya-
kalamak isterken onlara baskınların iz sürmelerin korku-
yu toplumun her yerine yayma çabalarının boşuna oldu-
ğunu göstermediniz mi? Bütün bunlara karşı direnmenin
direnmiş olmanın bugün burda olmanın sadece kendi
onurunu değil devrimcilerin ve insanlık denilen bir kav-
rama ait onuru da kurtardığını koruduğunu görmüyor
musun?
Sadece hayatta kalmanın, şu an faşist cuntanın duvarlı
duvarsız hapishanelerinden kurtulmuş biri olmanın anla-
mını Gisela yaşamadan anlarken sen neden anlayıp da ya-
ralarını saramıyorsun? Gisela sende ne buluyor? Gisela’nın
sana gönlünü açma nedenlerinin hepsi bu değilse de çoğu
senin devrimciliğin senin cuntaya boyun eğmemişliğin se-
nin korkularını aşarak sınır tanımadan buraya gelebilmiş
olman değil mi? Yaşamak için kendiliğini korumak ve ken-
dini geliştirmek kendini bir çoklukla çoğaltmak için görü-
nen görünmeyen her türden engeli aşabilecek gücün hala
var. Hatta çevrendikelere de yaratıp sunabileceğin imkan-
ların var. Bir de başka bir gözle bak çarşıda pazarda sana
bakan gülümseyen insanlara. Seni tanımasalar bile Türki-
ye’den gelmiş olabileceğin tahminiyle sana sevgiyle bakan
Almanlara, İtalyanlara, İspanyollara, Afrikalılara bir bak ve
onları da fark et artık. Irmağı geçip derede boğulur mu-
sun? Boğulma. Gücünü artır. Becerilerini artır. Sevgini ar-
117
tır. Sevincini. İlişki kur insanlarla. Herkes kötü değil. Her-
kes düşman değil. Kendine iyi gelen her şey inan ilişkide
olduğun insanların da iyisi olacaktır. Kendine güzel gelen
her eylemin seni tanımayanların çoğuna, o büyük, yaşam
denilen ne varsa onu yaratan çokluğun da güzeli olacak.
Kültürler ülkeler diller üç beş yöneticiye ait değil aksine si-
zin. İyilik yapıldıkça kendini çoğaltan bir edim. Bundan do-
layı insan insanın yurdudur. Bundan dolayı “yiğit duldasın-
da (dış koşulların olumsuzluğundan yalıtılmış korunaklı
yer) yiğit saklanır/ Kötünün dalı gölgesi olmaz.”
Gideceğim. Gisela’ya gideceğim. Tahminden öte sez-
giyle biliyorum ki, imgeyle biliyorum ki o da sevinecek ge-
lişime. Gis’i sevgiyle, sevincimle sevindireceğim. Onu son
günlerde hiç sevinemediği kadar sevindireceğim. Bu hem
bir görev hem de içimden gelen bir şey. Ona çiçek götüre-
ceğim yine. Ona söz, ses, gülüş; tamam ona pek alışkın ol-
madığı, doğrusu benim de alışkanlığımın olmadığı rakı gö-
türeceğim. Onunla rakı içmenin ne demek olduğunu dene-
yeceğiz. Nasıl bir törensiliği vardır rakının! İçen de içme-
yen de kendiliğinden bilir. Çocukluğumuzdan beri sık gör-
düğümüz bir edep ve erkan. Mezeler, sıcak yemekler, çe-
rezler, sohbet ve sofra kaldırma ya da sofradan kalkma er-
kanı. Bütün bunları Gisela ile oluşturduğumuz şimdilik iki
kişilik topluluğa harfi harfine uygulamalıyız. Almanya hele
Köln bir rakı sofrası kurmaya ne lazımsa her şeyin fazla-
sıyla ve kolayca bulunabileceği bir kent. Giz evde değilse
beklerim. Nasıl olsa bir zaman döner evine o. Elimdeki pa-
ketlere bakıp ince bir rahatsızlığın desteklediği bir kızgın-
lığa kapılır. Gis’im benim, senin duygu cömertliğinin, ta-
nımadığın bir insana yardıma koşma gibi edim cömertliği-
nin yanında benim bir yetmişlik getirmemin ismi okunur
mu hiç! Senin bana yönelttiğin sevgi cömertliğinin, pay-
laşma cömertliğinin içimde oluşturduğu sevincin yanında
bu mezelerin, çerezlerin ve gerçekten yalnızca senin için
alınmış şu Dichternarzisse (böyle yazıyordu nergislerin
bulunduğu kovanın üstündeki etikette) demetininyalınlığı
118
ikimize de açık değil mi? Ben sana vuruldum Gis’im, cüz-
danı değil neliğimi bile savunmasız sana açmışım. Helaldir
hiç çekinmeden yağmala!
“Dur! Düşecektim. (Kapının önünde öpüşmenin kültü-
rel eksikliğinin tedirginliği.)”
“Narzisse! Seni seviyorum Memet! Çok teşekkür ede-
rim beni sevindirdiğin için. Gerçekten çok güzeller. Hele şu
hoş kokusu. Çok teşekkür, çok teşekkür. Haydi içeri gir.”
“Nasılsın Lizbon’um?”
“...”
“Niçin öyle bakıyorsun?”
“Seni solumak için. Seni içmek için. Seni yemek için.
Seni sevmek için.”
“Yemek pişirdin mi? Çok acıktım.”
“Bu paketlerde ne var?”
“Almancasını bilmiyorum; rakı ve onun birkaç arka-
daşı.”
“Rakının arkadaşları? Çok şakacısın. Rakının arkadaş-
ları içki mi, yoksa yiyecek bir şeyler mi?”
“Elbette yiyecek şeyler. Tabii ki bunlar rakıyla uyumlu
yiyecekler. Rakı içmeyi kolaylaştıran, rakı içmenin verdiği
zevki çoğaltan, sohbet etmeyi lezzetlendiren.”
“Sohbetin lezzeti olmaz, başka bir şey söylemen la-
zım.”
“Ben sohbetin de lezzeti olduğunu biliyorum. Senin de
denemen için bu akşam birlikte sohbet edeceğiz.”
“Çok yemek almışsın Memet. Keşke az az, bir kaşıklık
kadaralsaydın.”
“Lizbon’um ırmağımızı unuttun mu, bunların içinde
onun da payı var. Tahmin ederim tatlarını sevecektir. Son-
ra yiyeceklerin tatlarını fark etmen için denemeler yap-

119
man gerekebilir. Yani şöyle ye, üstüne böyle iç, içkiden
sonra şundan ye ve benzeri.”
“O zaman az çorbayla başlayalım yemeğe, olmaz mı?”
“ Tamam tatlım. Öyle başlayalım.”
Çorbamızı yerken hiç konuşmadık. Gisela güleçliğiyle
kaçamak bakışlar atıyordu. Görmezlikten geldim. Bu onu
belki de elinde olmadan daha da hırçınlaştırıyordu. Bakış-
larının arası daha kısalıyor, süresi ise daha uzuyordu. Eli-
mi uzatıp yanağını okşadım. Güldü. Çabasının ödülü bu
dokunuştu sanki. Sakinleşti. Çorbasını yemeye devam etti.
Artık başka bir sofrayı (masayı) donatmanın vaktiydi. Gi-
sela’yı kendi oturduğum kanapeye zorla oturttum. Altına
bir küçükyastık (kırlent), sırtına bir yastık yerleştirdim. O
tamam rahatım hazinecik demesine rağmen içim rahat
değildi. Geriye çekilip dikkatlice onun oturuşuna baktım.
Sırtını başka bir ince yastıkla destekledim.
“ ‘Sultanım’ başka bir emriniz?”
“ İçkiyi masaya getir!” derken eliyle iki kez mutfağa git
der gibi bir işaret yaptı.
Sessizce ilk yudumlarımızı aldık. Şimdiye kadar belki
sekiz on defa denediğim rakı bana bambaşka bir tat ve ko-
kuda geldi. Biraz koyu hazırlamıştım kadehlerdeki içkiyi-
belki. Bana iyi geldi bu sertlik. İçimdeki bütün acıları kendi
acılığıyla bastırdı. Anasonun kokusu hoştu. Gisela’ya bu
kokunun beyaz çiçekleri olan bir bitkinin kokusu olduğu-
nu söyledim. Gisela rakının sırrını anlamak için miydi yok-
sa başka bir niyetle mi bilmiyorum, Türkiye’den getiri-
lenürünleri satan marketten aldığım küçük, ince Paşabah-
çe rakı bardağını yukarı kaldırarak baktı. Sonra beyaz çi-
çeğin kokusunu fark etmeye çalışır gibi içkiyi kokladı ve
damlasına kadar içti. Ona ince yeni su bardağıyla su uzat-
tım. Bir yudum aldı. Çatalını alıp bana baktı. Arnavutciğeri
işaret ettim. Sonra haydari, sonra kadınbudu köfte ve do-
mates salatası. Üstüne ne yazık ki taze ceviziçi yerine kuru

120
ceviziçi. Sessizdi. Tahtta oturan oydu ama, sessiz de olsa
buyrukları ben veriyordum. İtaat! Gönüllü bir uyma. Ben-
likten bizliğe giden yolda özgürlüğün bağımsızlığın özerk-
liğin bir parçasının zorunlu bilinçli isteyerek sınırlandı-
rılması. Rıza ve ebced hesabıyla birin 1001’e katılması. Bu
çoğulluktan hoşlanmış görünüyordu. Muhabbet. Gelirdi.
Kendiliğinin zamanını beklemezdi bile, kendiliğinin bilin-
mezinde sevindirici bir ortaya çıkışla sanki kendisi de bu
varoluşa sevinmişcesine çoğalırdı sevgiye aşka tutkuya
arzuya boyanırdı renk renk koku koku tını ezgi duygu
duygu.
“Sevgili senin Kızıl Elden bir tane sigara istesem.”
Öne doğru kalkmaya yekinirken sırtındaki yastıkları
tutmaya döndü. Otur sultanım, emrin olur dedim. Güldü.
Sigaralarımızı yaktık. Sessiz bir sakinlikte nikotinin bey-
nime o tatlı vuruşunu duydum mu? Gis’e baktım.
“Gis’im telefonda annene benim hakkımda ne anlat-
tın?”Güldü. Tedirgin olmuş bir halde. Hiçbir şey, dedi. Lüt-
feeen! dedim. Oturuşunu değiştirdi.
“Hazinecik! İstedim ki annem de benim sevincimle se-
vinsin. Biliyorum onu, endişe eder. Ancak yine de ona seni
anlattım.”
“Ne dedin? Lütfen!”
“Türkiye’den geldiğini. Görünüş olarak biraz babama
benzediğini. Yüz ifadelerinde babamın ifadelerinin birçoğu-
nu taşıdığını. Elini kolunu sallayışının, yerinde uzun süre
oturamayıp ayağa kalkıp odada yürüyüşünün, hızlı hızlı ko-
nuşma alışkınlığının babamı oldukça andırdığını. Ve tabii ki
bir sürgün olarak hayatlarınızın benzemek zorunda olduğu-
nu. Burada şu an meslek edindirme kurslarına gittiğini ve
yarım kalan üniversite öğrenimini tamamlamak istediğini
söyledim.”
“Başka, biraz daha anlat!”

121
“Hiçbir şey. Yakışıklı bir karakafa olduğunu. Arkadaş-
larıntarafından sevildiğini söyledim. Sonra seni sevdiğimi.
Senin için birçok şeyi gönüllü olarak yapabileceğimi söy-
ledim.”
Sustu. Sustum. Bunların Gis’e ait olan kesimi, Gis’in
beni tanımadan kendi imgesindeki ben olan kesimi fazla
güzel, çok süslü geldi bana. Gis’in iddialı, kesin benim için
yapabilecekleri listesi beni utandırdı. Annesinin buna
kızmış olabileceği bana açık bir şeymiş gibi geldi. Bir kadın
kendi kızı hakkında olmasa bile, başka bir kadının bir er-
keğe sunacağı nesneleri, çabaları, olanakları gereksiz bo-
şuna bir yorulma olarak mı görürdü? Kadınına mı bağlıydı
bütün bunlar?
“Sana birazcık babamı anlatmak istiyorum. Bilmiyo-
rum neden? Ama bunu daha seninle konuşmaya başladı-
ğımız günden beri istiyorum. Nedeni ne olursa olsun, iki-
nizin benzerliklerinizin olması bana çok hoş geliyor. Ger-
çekten!”
Gisela kadehine uzandı. Ben de. Bardakları onun etki-
liğinde tokuşturduk. Ona fırsatı geldiğinde can cana içmeyi
anlatıp öğretmeliyim. Şimdi değil.
“Bir kere yürüyüşünüz çok benziyor. Korsan’da dışa-
rıda oturduğım bir gün yüzüm Zülpisher meydanına dö-
nükken kaldırımda bana doğru gelen bir adamın yürüyü-
şünü fark ettim. İnan ilkönce yürüyüş dikkatimi çekti. İleri
atılmak için çaba sarf ettiği açıkça görülen, dizlerinden
abartılı bir yaylanış, gövdesi batan çıkan bir baş. İsteme-
den güldüm. Babamı hatırladım. Onunla el ele yürürken
yürüyüşünün nasıl olduğunu hiç düşünmemiştim. Buna
gerek yoktu. Ancak onun her adımında elim, bileğim, dir-
seğim gerilirdi. Tabii ki bunda boy farkımız, benim kolu-
mun yukarı doğru aldığı açı da etkiliydi. Ama esas olan ba-
bamın yürürken belli ettiği bir sallanışa sahip olmasıydı.
Hatta bu sallanış benim yönümü bile içe dışa çeviriyordu.

122
O gün tam benim hizama yaklaşırken sana en sevimli
halimle bakmaya çalıştım. Hafif bir gülüş, selam verir gibi
baş sallayış. Tanrım, babamın saçları gibi siyah saçlar, si-
yah kaşlar. Tenleriniz biraz farklıydı. Burnunuz, dudakla-
rınız. Gözlerini elbette fark edemedim. Olsundu, bu ben-
zerlik bana oldukça eğlenceli geldi. Sen bana bakmadan
bata çıka yürüyüşünle yoluna devam ettin. Eğer o gün sen
bana baksaydın, kesinlikle seni masaya davet edecektim.
Sonra seni uzun süre görmedim. Hatta Korsan’da bahçede
oturabileceğim günler senin o gün geçtiğin saatlerin biraz
öncesinden biraz sonrasına kadar oturmaya başladım.
Kendime kızıyordum. Neden sana yetişip seni Korsana da-
vet etmedim diye. İşte hayatımızda böylesi süreler çoktur.
Bir olanak vardır. Biz onu oldurmak için bir şey yapmayız.
Bu edilgen hal insanı üzer.
Sonra birçok kez seni gördüm. Bir kere sana söyledi-
ğim gibi peşinden üniye kadar gittim. Sen gerçekten beni
fark etmemiş olabilir miydin? İmkansız. Bu da beni üzdü.
Kurgularımla baş başa kaldım. Bir sığınmacı olmalıydın.
Çoğunluğun işte, okulda, evde olduğu saatlerde sen dola-
şıyordun. Eğer o gün sen kilisenin yanında bana gelip siga-
ra istemeseydin ben seninle konuşmuyacaktım. Sigarayı
verdim. Ancak bakışlarımla seni izlimeye başladım. Sonra-
sını biliyorsun. Şu içkiden biraz daha içelim. Gerçekten
başlangıçta pek hoşlanmamıştım. Şimdi hoş bir içki oldu-
ğunu anladım. Uzo da güzel. Ama bu çok başka. İnsanı
yormadan insana hissettirmeden ince ince etkisini göste-
riyor. İçindeki çiçek neydi?”
“Benim gülüm biz anason diyoruz. Almancasını bilmi-
yorum. Bakalım o zaman şu cep sözlüğümüze.Belki vardır.
Der Anis.”
“Aniz okunur. Ama ben hiç görmedim.”
“Bir gün dönebilirsek kızıl gülüm, o ülkeye, seni Bur-
dur’dan Antalya’ya giden yol kenarında gördüğüm her
anason tarlasına, haziranda ak ak açmış çiçeklerin içine
123
sürükleyip bu rakı gibi kokan havanın esrikliğinde öpece-
ğim. Söz veriyorum.”
“Tanıdığım bütün sürgünler şairdi. Siz anadilinizden
başka bir dile bile sevgi, özlem, güzellik katıyorsunuz. Yan-
lışlarınız bile insana sevinç veriyor. Tanrım.”
“Teşekkür ederim. Bunu senin inceliğin, kibarlığın ola-
rak anlıyorum. Lizbon’um babanı anlatacaktın bana.”
“Bu bana çok zor [geliyor]. Tam başlayayım istiyorum,
bakıyorum seni anlatıyorum. Belki de imgelerim, ikiniz
hakkındaki imgelerim bu kısa zamanda üst üste geldi. Ba-
bamın hayatı senin hayatın, seninki onun oldu. Eğer böy-
leyse babamı anlatıyorum sayılır.
Adı Alvaro idi. Benim soyadımı biliyor musun?”
“Hayır kızıl gülüm. Utandım birden. Neden sana sor-
madım ki?”
“Çünkü gerekmedi. Birini sevmek için soyadını bil-
memiz gerekmiyor. Hatta bir insanın adını bilmeden ona
aşık olabiliriz. Castro.”
“Kastro mu? Tanrım! Babanı çok sevdim.”
“Anladım sanıyorum. Ben de hem babamı hem de öte-
ki Castro’yu seviyorum. Onun yaşadığı ev, kent, ülke sanki
bizim toprağımız gibi geliyor. Portekiz’de Lizbon’da yaşı-
yor babam. Faşist yönetime karşı direniş örgütlemeye ça-
lışıyor arkadaşlarıyla. Yönetim en küçük direnişe bile göz
yummuyor. Çok sert cevap veriyor. İşkence, uzun gözaltı-
lar, tutuklanma, yıllar süren mahkemeler. Diyelim üstünde
ya da evinde komünist partinin ya da başka bir siyasal
topluluğun bildirisi bulundu, bu bile yıllarca hapiste kal-
mana yetiyor. Faşist yönetim bir yönetme tekniği olarak
sadece korkuyu yaygınlaştırarak kullanıyor. Bir bildiri bu-
lan polis mutlaka işkence yaparak yakaladığı o insandan
bir örgüt yaratıyor. Ev baskınları, işyeri kafe müzikhol bi-
rahane baskınlarında gözaltına aldıkları insanlar polisin
kurduğu bu örgütün tehlike saçan üyeleri.
124
Babam 1960’ta Portekiz’den Hamburg’a kaçtı. O yıl-
larda Portekiz nüfusunun sürgüne giden insanlar yüzün-
den azaldığı söylenir. Portekizli sürgünlerden kalabalık bir
topluluk da o yıllarda Hamburg’ta yaşıyor. Annem genç bir
avukat o zaman. Portekizli sığınmacıların Elisabeth Borc-
hert Ana’sı. İlk zamanlarda sığınmacılarla kurduğu iş iliş-
kisi annemi sanki o topluluktan biri yapmış. Tabii ki bütün
sorunu olan kaçakları annemin bürosuna getiren de ba-
bam. Babamın Almancası ben onun konuşmasını fark et-
meye başladığımda da yeterli bir Almanca değildi. Ama
babam elleriyle kollarıyla ne yapar eder sorunu karşısın-
dakine anlatabilen biriydi.
Annemin anlattığına göre önceleri annem babamla
özel olarak pek ilgilenmemiş. Ancak babam uzun bir ra-
hatsızlık geçirdiğinde annem onu sık sık ziyaret etmeye
başlamış. Annem ilkgençliğimde tanışmalarını anlatırken
bile ‘o berbat evde nasıl yaşıyorlardı’ diye şaşkınlığını ba-
na bildirirdi. Annem de, büyükannem de biraz ince yürek-
lidir. İnsanlara hemen acırlar. Onlara yardım etmeye çalı-
şırlar. Sonra sevgili olmuşlar. Annemin ailesi orta sınıftan
insanlar. Varlıklı değiller ama sahip oldukları şeyler onlara
rahat bir yaşam sağlıyordu. Babamı içlerine kabul etmek
istememişler. Bu istemezlikte onun bir yabancı oluşu
önemli neden. Belki de onun bir siyasetçi oluşu daha etkili
oldu.
Annem ailesinin itirazlarını dinlemeden babamla
1963’te evlendi. 1964’te 6 Kasım’da ben doğdum. Kendi
dışımdakileri fark etmeye başladığımda iddia edebilirim ki
birçok Portekizli sürgünün yüzünü tasvir edebilirim. Ben
onlarla büyüdüm sanki. Bir sürgün gibi. O güzel insanlar
ben ortak çocuklarıymışım gibi benimle ilgilenirlerdi. Ku-
lağım ta o yıllardan Portekizce konuşmalara doygundur.
Onların acı dolu, can sıkıntısı dolu, özlem dolu şarkılarını,
Fadolarını hala severim. Babam da şarkı söylerdi. Basbari-
ton sesiyle söylediği şarkılar ben onun göğsünde ciğerle-

125
rinden gelen titreşimlerle sallanırken uykumu getirirdi.
Öyle dokunaklı, öyle içli söylerdi ki babam ağlıyor mu aca-
ba merakıyla gözlerimi açıp açıp kapatırdım. Ben çok bü-
yük bir ailede büyüdüm sayılır. Annem beni şımarttıkları,
beni Portekiz kültürüyle doldurdukları, beni iki kültürün
arasında bir yerde bıraktıkları için başta babama kızardı.
Bu konuda birçok sert tartışmalarını hatırlıyorum. Ben ha-
limden çok memnundum. Birçok insanın ilgisi, sevgisi, he-
diyeleri çok güzeldi. Annemin herhangi bir işi çıksa benim-
le ilginebilecek o kadar çok insan vardı ki!
Bir hayatı, 16 yıl sürmüş bir hayatı birkaç cümleyle
anlatmanın zorlukları. Evet içmeyi, bu güzel yemekleri
yemeyi unuttuk. Koca şişe rakıyı bitirdik mi gerçekten?
Anladım galiba, bu içki insanın anlatma yeteneğini genişle-
tiyor. Gerisini başka bir zaman anlatayım. Seni yordum.”
“Lütfen devam et, lütfeeen!”
“Bu geceki masal şöyle bitiyor. Benim o yıllarda fark
etmediğim, bugün de hangi imgenin Portekiz siyasal tarihi
ile bizim aile tarihimizin neresine rastladığını pek ayırt
edemediğim görüntüleri var. Bu görüntülerin arkası hep
üzüntü, ayrılık, özlemle dolu. Geleceğin belirsizliği bu duy-
guları daha da yoğunlaştırıyor. Elbette sevinçler, coşkular,
kutlamalar da var bu imgelerde. Bizim evde sayısı hiç
azalmayan, çıkanların yerini hemen gelenlerin aldığı bir
topluluğun coşkulu bir kutlamasını hatırlıyorum. Neyi kut-
luyorlar bilmiyorum elbette. Bunun hiç önemi de yok doğ-
rusu. İnsanlar umutlu, sevinçli, güleç. Birlikte şarkı söylü-
yor, içiyor, eğleniyor, birbirlerini kucaklıyorlar. Sonradan
düşündüğümde büyük bir kutlamanın Salazar denilen ca-
navarın görevi bıraktığı akşam yapılmış olacağını sanıyo-
rum. Aslında yaşımın küçüklüğü açısından o kutlamayı ha-
tırlamam mümkün değil. Bununla birlikte bir kutlamadan
sonra babamın ortalıkta görünmez olduğunu yavaş yavaş
fark etmiş olmam gerekirdi. Annemin bana hiç iyi dav-
ranmadığı günler. Evimizdeki o sürgün topluluğun gün
126
geçtikçe küçülmesi. Daha seyrek ziyaretler. Babamı gör-
mek isteyişim, çocuk merakı, anneme babamın ne zaman
geleceğiyle ilgili onu sinirlendiren sorular. Babam Sala-
zar’ın görevi bırakışından sonra, anneme göre 1972’de
Marcelo Caetano kabinesi zamanında gizlice Portekiz’e git-
ti. Demek hatırladığım ilk mutsuzluk dönemi, yalnızlık dö-
nemi babamın gidişinden sonraki zamanlar.
1974’te Portekiz’de subaylar faşist yönetimi devirdi-
ler. Karanfil Devrimi. Devrim ne kadar da kolay. Porte-
kiz’deki çoğunluğun hayatını karartan faşist hükümet
kendisi gibi devletin bir kurumu olan ve uzun süre,
1933’ten beri kendisiyle işbirliği içindeki ordu tarafından
devriliyor. Buna da devrim deniliyor.
Hambug’daki evimizin radyo odasını hatırlıyorum. Bu
görüntüler hangi yıla, hangi olayların sonrasına aittiler,
bunu şimdi de bilmiyorum. Babam ve arkadaşları oraya
doluşur, bol sigara dumanı eşliğinde Berlin, Lizbon, BBC,
Madrid gibi radyoların bir alçalan bir yükselen, hava ko-
şullarına bağlı yayın gürültüleri eşliğindeki haberleri din-
lerlerdi. Babamın sağ eli ikide bir radyonun sesini anlaşılır
yapmak için ibreyi tam yerine getirmeye o yuvarlak düğ-
meye uzanırdı. Toplumdan bir beklentileri yoktu yönetimi
değiştirmek, birazcık daha insana yakışan başka bir yöne-
timi getirme konusunda. Tabii bunu daha sonraları fark
ettim. Onlar o odadaki ibadetlerinde bir şey bekliyorlardı.
Bu bekleyiş yıllarca sürdü. Bu kadar heyecanlı, bu kadar
meraklı olarak yıllarca hangi büyük haber beklenebilirdi
ki? Eve gelip giden bütün sürgünler de aynı merakın için-
de olmalıydılar. Çünkü ara sıra daldığım odada kimsenin
bir kelime konuşmadığını, bana bile bırak o yüksek sesli
sataşmalarını dönüp bakmadıklarını hatırlıyorum. Ben de
küserek odadan çıkıp salonda oturan, yalnızlıktan canı sı-
kılan, bazen sessizce bana göstermek istemeden ağlamaya
çalışan, yüz asan, sigara üstüne sigara içen annemin yanı-
na dönerdim. Sessizliğe dayanamayıp acaba bu sefer be-

127
nimle biri konuşur mu diye yeni bir umutla odaya gider-
dim. Odadan salona, salondan odaya bir gülüş, bir sataş-
ma, bir kovalamaca araya araya günlerim geçmiş olmalı.
Neyse ben bizimkilere döneyim. Annemle babamın te-
lefon tartışmaları her telefon görüşmesindeartmaya baş-
ladı. Babam tam olarak anneme ne diyordu, bunu bilmem
mümkün değildi. Her görüşmeden sonra annemin bana
ağlayarak anlattıklarından babamın bizi Lizbon’a çağırdı-
ğını anlıyordum. Peki ama neden gitmiyorduk? Babama
gitmenin nesi kötüydü de annem ağlıyor, bana bir sarılı-
yor, biraz sonra bana öfkeyle bağırıyordu? Tahmin ederim
ki eğer ben olmasaydım, babamı, onun çevresindeki insan-
ları bu kadar çok sevmeseydim ve o zaman 12 yaşında ol-
masaydım annem Lizbon’a asla gitmezdi. Annem isteme-
den de olsa 1976 yılının Haziran’ında okullar yaz tatiline
girince, bizi götürmeye gelen babamın ısrarına dayanama-
yıp Castro ailesi olarak Lizbon’a yerleşmeye karar verdi.
Bitti.”
“Lütfeeen!”
“Hayır sultanım hepsini bir gecede anlatırsam sen be-
ni hemen yatağına atıp sabah da beni celladına teslim ede-
rek aynı günün akşamı başka bir güzelle birlikte olur-
sun.Hayır sultanım bu gece buraya kadar masalımız. Yarın
size Lizbon’un yaslı kızını anlatırım.
Hazinecik her şeyi bu gece anlatırsam yarın ne üzeri-
ne konuşabiliriz ki? Hem masadakileri kaldıralım. Kendi-
mize lezzetli bir kahve pişirelim. Sonra doğru yatağa gide-
lim. Çünkü sen sabah erken kalkacaksın ve büyüklerin
okuluna gideceksin.”

128
2

Akşamları kurs bitişinde artık pek düşünmeden ayak-


larım beni Gisela’ya götürüyor. Rahatlığıma, sadece onu
bir an önce görme arzumun aceleciliğine sevinçle kapıldı-
ğım günler. Hansaring’deki Türkiye’den getirilen yiyecek-
lerin satıldığı markete girip hiç hesaplamadan, listelem-
den elimin hoşlanmasına göre alınan yiyeceklerle metroya
koşma. Güneyşehir caddelerinden, sokaklarından hızlı hız-
lı geçerek ona kavuşma. Tenin arzusu. Ruhun, zihnin sev-
gisi. Uzun uzun dokunuşlar, koklayışlar, bakışlarla dolu
sevişmeler. Dilimizden kulağımıza ulaşan her sesin, her
anlamın ikimizi birden güldürmesi. Ruhun onca arzusuna
tenin yetişemeyerek sarmaş dolaş bir sükunda kendini yi-
tirişi. Sonra Tajo’nun homları, inleyerek bir şeyler isteme
halleri arasında mutfak tezgahı üzerine terk edilmiş kese-
kağıdı içindeki yiyecekleri açıp yemek hazırlayış. Sohbet-
ler, gülüşler, iç çekişleriyle dolu akşamlar, geceler. Geceya-
rısı korkulu düşlerden sıçrayarak, nefessiz kalarak uyanış-
lar. Kahırlar, kahırlanmalar, olmadık ayrıntılarıyla bir şey-
leri, bir yerleri, bir zamanı hatırlamalar. Hep böyle mi ya-
şayacaktım? Bunlar beni hep rahatsız mı edecekti? Ya Gi-
sela?
Beni Gisela’ya onu bana iten, bizi birbirimize değdiren
çarptıran, zorunlu bırakan ayrı ayrı yerlerde zamanlarda
yaşanmış kıstırılmışlıklar. Birbirimize tutkuyla tutunma-
lar. Uykularımızı bölen her şeyin karşısında bu tutunuştan
başka çare olacak araç görünmüyor. Uyku her sevişmenin
yorgunluğunda bedenimize yeniden yapışıyor. Sonra bizi
bir nefretinnesnelerine çeviren karabasanlar çıkıyordu or-
taya. Ya ben ya da Gisela sinirleri düğümlenmiş bir du-
rumda ağıtla, gözyaşlarıyla birbirimize sıkıca sarılıyorduk.
Kim darda kalmışsa çoğunda öteki önce uyanıyordu. İki
129
beden birbirine dolanarak korkuyu savmaya, ezilmiş ruhu,
incinmişzihni rahatlatmaya çalışıyordu.Kendiliğinden mi?
Sonra koruyucu bir duygu veren okşamalar, sarılmalar, fı-
sıldaşmalar, öpmeler. Sevişiyorduk yine. Yine uykuya dalı-
yor karabasanların bizi uyandıramayacağı büyük bir yor-
gunluğun derinliklerine saklanıyorduk. Geceler böyle ge-
çerdi çaresiz.
Gisela’nın inlemelerine uyandım yine. Göğsüme so-
kuldu. Uyansın diye ona sarıldım. Bilsindi yalnız olmadığı-
nı, yarı uykuda hissetsindi varlığımı. Sessizce iç çekerek
bir ağlayışı istemeden çoğaltıyordu o. Saçını, alnını, yüzü-
nü öpmeye başladım. Türkçe “canım, canım” diye sızlanı-
yordum. Onun düşlerinin canavarlarına karşı dikkat çekici,
ürkütücü bir ses olsun diye, Gisela kendini güvende his-
setsin diye durmadan canım canım inliyordum. Bir anne-
nin bebeğine “ee, ee”si gibi.Kollarımın arasından kayarak
doğruldu. Banyodaydı. Kalkıp odaya geçtim. Uykuyu ken-
dimizden dilenmeye gerek yoktu. Odaya geldi. Kanapeye
uzanıp başını uyluklarıma dayadı. Saçının yüzüne gelen kı-
sımları iyi silinmemişti.
“Sen neden kalktın hazinecik? Tekrar uyumaya uğraş-
saydın.”
“Bu gecelik uyku yetti bana. Bazı bedenler fazla uyu-
yamaz.”
“Özür dilerim seni uyandırdım.”
“Yapma! Kendini sıkma öyle. İçinden ağlamak geliyor-
sa ağla ‘canım’. Şimdi geçer.”
“Bana bir sigara getirsene.”
“İşte sana sigara. Küllüğü ben tutarım.”
“Düşümde annem bir odada ağlıyordu. Ben yanına
gitmek istiyorum. Gidemiyorum. Çünkü benden rahatsız
olacağını düşünüyorum. Çünkü ben ağlarken birinin ya-
nıma gelmesini istemiyorum. Onu seyretmek, ona doku-
namamak, ona yardım edemek çok acı. Elisabeth Liz-
130
bon’da işsizdi. Onun avukatlığı Hamburg’da kalmıştı. Geri-
ye sıradan bir iş bulmak kalıyordu ki zaten birçok işsiz
vardı kentte. Lizbon yeniden kalabalıklaşmıştı. Fransa’dan,
Belçika’dan, Brezilya’dan, dünyanın birçok yerinden, An-
gola’dan, Mozambikten dönen insanlar. Herkes işsizdi. Ba-
bam bir sendikada çalışıyordu. Orada sıradan bir işçinin
aldığı bir maaşla çalışıyordu. Büyükbabamın geliri zaten
kendilerine yetecek kadardı.
Lizbondaki evimizde yaşıyorum. Sırtını bir tepeye
vermiş bir mahalle. Dolana dolana tepedeki evlere çıkan
taş döşeli sokaklar. Yağmur. Kapalı bir hava. Hamburg bile
bu kadar kül rengi, kasvetli bir görünüşte değildi. Çok gü-
zel eski evlerin olduğu bir yer. Orta sınıftan insanlar yaşı-
yor orada. Bizim ev büyükbabamların yaşadığı sokakta.
Canım sıkıldıkça onlara gidiyorum. Sanki hep beni bekli-
yorlar. Ne zaman gitsem evdeler. Babaannem bana bir ta-
bak dolusu kurabiye ile bir bardak süt getiriyor. Biliyorum
ki büyükbabam beni daha çok seviyor. Oysa kadın daha
duygusal sayılır. Cebime gizlice kağıt para koyuyor bü-
yükbabam. Benim yaşımda bir kıza, 12-13 yaşında olmalı-
yım, verilmemesi gereken miktarda. Bana öyle bir sarılışı
vardı ki, bana acıdığını anlıyorum. Bir keresinde kaderi kö-
tü anlamında Portekizce “kadersizim” demişti bana sıkıca
sarıldığında. Ne derse desin onların anlamından çok gözleri
buğulu sarılışları ilgilendiriyordu beni. Beni biliyor, bana
dikkat ediyor, beni anlıyor seviyor diyordum.
Hamburg’da gymnasiumda 6. Sınıfta babamın annemi
zorlamasıyla, annemin girişimiyle okulda ikinci dil olarak
Portekizce sınıfı açtılar. Derse giren öğrencilerin çoğu sür-
günde doğmuştu. Çoğunun evinde bizdeki gibi Almanca
konuşuluyordu. Dersimize babamın arkadaşlarından bir
tarih öğretmeni geliyordu. Böylece babama göre öğretmen
de bir iş sahibi olmuştu. Bütün Portekizce pratiğim okulda
kalıyordu. Evde Portekizce konuşabileceğim başta babam
ve bizi ziyarete gelen arkadaşları olmasına rağmen Al-

131
manca bana daha kolay geliyordu. Zaten onlar bir odaya
çekilip haber dinler ya da Portekiz’deki gelişmeler üzerine
nefes almadan yüksek sesle konuşurlardı.
Dedem konuşma yanlışlarıma hiç aldırmazdı. Hiç çe-
kinme sakın. Her insan anadilini rahat konuştuğu için, se-
nin de rahat konuştuğun bir dil var. Sen hepimizden bece-
riklisin ki iki dili eksik de olsa konuşuyorsun. Mesela ba-
baannen İspanyolca konuşur. O benden fazla bir beceri
sahibi. Sen İngilizce, Portekizce, birazcık da Latince bili-
yorsun. Ben bir kişiyim. Ama sen Almanca da bildiğin için
dört kişisin.
Onun yanında ne desem beni kolayca anlayacağı duy-
gusuyla hiç susmazdım. Benimle avuçta para saklama,
dama, bazen de satranç oynardı. Eve gitmek aklıma gel-
dikçe biraz daha, biraz daha kalayım diye ertelerdim.
Sonra ya babam gelip beni götürür ya da büyükba-
bamladönerdik. Büyükbabam kapının önünde bana sarılır,
yarın okul dönüşü bizi ziyaret etmeyisakın unutma küçük
hanım, derdi.
Unutmam büyükbaba.
Lizbon’da birçok okul sorunum oldu. Eğitim sistemi-
değişikti. Beni bir sınıf geriden başlattılar. Hamburg’da
1976 sonbaharında 7. sınıfta okuyacakken Lizbon’da 6. Sı-
nıfaaldılar. Bunun ne anlama geldiğini pek anlamadım.
Amaaşağılandığımı zannettim. Öğretmenleri tam anlamı-
yordum. Arkadaşlarım benim içinde olduğum her sorunda
kahkaha atarak gülüyorlardı. Öğretmenler ödev vermiş
oluyordu. Ben bazılarını anlamadığımdan yapmadan sınıfa
geliyordum. Öğretmenler bana kızdıkça o yaşın acımasız-
vahşiliği içindeki çocuklar yüksek sesle gülüyorlardı.
Kısa bir zamanda dilim ben farkında olmadan gelişti.
Kendime birkaç sıkı arkadaş bulmuştum. Kız arkadaşlığı.
Evden eve taşınıyor ödevlerimizi dedikodudan artan za-
manlarda yapıyorduk. Sınıfta kim kimi seviyor? Kim ki-
minle ciddi bir ilişki içinde? Kim kiminle gelecekte evlene-
132
bilir? Hangi öğretmen bekar? Hangi öğretmen anlayışlı?
Hangi öğretmen değerlendirmelerde yüksek not verir? En
sevdiğim dersler müzik, resim, spordu. Kendimi daha ra-
hat ifade edebildiğim bu derslerdi. Okulun çoğunluğu
Fransızca sınıflarında toplanmıştı. Biz iki sınıf kadar öğ-
renci İngilizceye devam ediyorduk.
Günler ben farkında olmadan geçiyordu. Bir şeyin far-
kındaydım. Mutlu değildim. Kendimi neden mutlu olmadı-
ğımla hiç yormuyordum. Eve gitmek, orada sigaraya, içki-
ye başlamış bir kadınla beraber olmak, sürekli birbirlerini
üzen, hırpalayan iki insanla yaşamak istemiyordum. Evin
dışında beni bir şekilde oyalayan kalabalık bir hayat vardı.
O yaz babam beni bir sendika federasyonunun yaz kampı-
na gönderdi. Annem gitmemi istemiyordu. Ben gitmek is-
tiyordum ama bunu bir yandan da anneme yapılmış bir
haksızlık sayıyordum. Elisabeth Lizbon’da yapayalnızdı.
Elisabeth bu kentte kendini bir hiç sayıyor olmalıydı. Bun-
da benim bir suçum var mıydı? Fakat bu durum beni
olumsuz etkiliyordu.
Lizbon’da ev hayatım ile evdışı hayatım vardı ki ben
bunu o yaşta fark etmiştim. Yaşadığım güzellikler bu iki
hayatın birbirine sızışıyla zedeleniyordu. İkinci yıl kızlar-
dan oluşan arkadaş çevrem bana yetmemeye başladı. Hat-
ta rahatsız etmeye başladı onların sohbetleri. Annelerinin
babalarının sahip olduklarıyla, onların çocuklarına sağla-
dığı olanaklarla, tatillerle, gidilen akşam yemekleriyle, al-
dıkları hediyelerle dolan sohbetler. Bu konuşmalarda bana
karşı açıktan bir övünme de vardı. Sonra sınıfımızda Ango-
la’da doğmuş, Lizbon’a geleli 3 yıl olmuş bir çocukla arka-
daş oldum. Aslında onu geçen yıldan beri tanıyordum. Si-
yah kıvırcık saç, kahverengi gözler, koyu kahverengi bir
ten. Hiç arkadaşı yoktu. Sınıftaki diğer Afrika kökenli kız-
lar erkekler de onunla arkadaşlık kurmuyordu.
Bir şey çok sonraları dikkatimi çekti. Ben çevremdeki
çocukların değersiz bulduğu her şeyle derinden ilgileni-
133
yordum. Böylece onların çoğunluk olarak oluşturdukları
değerlere, uydukları sevdikleri beğenilerini açıkça söyle-
dikleri her şeye karşı tepkiliydim. Hatta tek davranış kalı-
bım çoğunluk ne yapıyorsa, neden hoşlanıyorsa, ne isti-
yorsa onların yönelimlerine ters olacak şeyleri yapmak.
Elbette bugünkü bilincimle bunların neden böyle ol-
duğuna birçok cevap bulabilirim. Ama o yaşlarda sadece
yaparız, davranırız, duyarız, hoşlanırız. Tabii ki bunların
tersi olan davranışlardan da kendiliğinden ve isteyerek
kaçınırız. Çocuğun adı Agostinho idi. Annesi Angola’nın az
sayıdaki varlıklılarından gelen bir kadındı. Babası sıradan
bir sömürge memuru. Çocuğun okulda yalnızlaştırılmasına
içim razı olmuyordu. Onun hakkındaki her konuşmada
söylenilenleri kabul etmezdim. Onu kötüleyen, aşağılayan
her söze itiraz ederdim. Agostinho ben ona ne kadar yak-
laşmaya çalışsam benimle kendi arasına bir uzaklık koyu-
yordu. Sonunda ısrarlı ilgime karşı koyamadı. İyi arkadaş
olduk. Okulda derslerin arasındaki on dakikalık dinlenme-
lerde bile bahçede onunla gezdim. Bize yöneltilen aşağıla-
yıcı bakışlara aldırmadan. Neden diğer Afrikalılarla bu ka-
dar uğraşmıyorlardı da ona yükleniyorlardı? Çoğuna göre
maddi olanakları fazlaydı. Onu kendi anlayışımca koruyor,
kolluyordum. Onunla ulaştığım sahip olduğum her şeyi
paylaşıyordum. Bir çöreği bölüp büyük parçayı ona uzat-
mak. Bir gün Agostinho’ya kağıt bir mendili uzatırken is-
temeden eline dokundum. Gözlerime baktı. Eline dokuna-
bilir miyim, diye sordu. Elini tuttum. Çok güzel bir duy-
guydu. İçime yayılan cinsel titreşimden çok güzellik onun
upuzun siyah parmaklarının, elinin benim nerdeyse süt
beyazı elimin içinde başka bir iklime düşmüş bir kuş gibi
kıpırdaman durmasıydı. İlk dokunuş ortaklığımızı artırdı
sanki. Her şeyi paylaşıyorduk karşılıklı. Öğrendiğimiz bil-
gileri bile. İlk öpücük, ilk seni seviyorum, ilk en küçük fır-
satta ve yaratılan kısacık bir anda görüşme bakışma do-
kunma olanak varsa sarılma öpüşme. Yıllar onun sayesin-
de bana daha kısa geldi. Dünyama bir kıta daha, Agostinho
134
kıtası katılarak beni daha genişletti güçlendirdi. Lizbon’u
sokak sokak onunla yürüdüm. Bozuk paralarımızı toplayıp
çıkarıp çarparak otobüs biletleri, çörekler, sigara, bira al-
dık. Parklarda saatlerce oturduk. Her şeyi bir iki dakikada
denize düşmüş bir insandan beter ıslatan o yağmurların
altında gülerek kendimize sığanaklar aradık. Yemekleri,
sinemaları, parkları, Okyanusa bakmayı, kara bulutlarla
kaplı denizin ufkundan limana yönelen gemiler hakkında
hikayeler anlatıp hikayeler dinlemeyi onunla deneyip öğ-
rendim.
Belki 15 yaşındaki bir çocuğun, bir kız çocuğunun he-
le, yaşadığı dünya hiçbir zaman benim dünyam kadar ge-
niş değildi. Belleğimde Hamburg, Lizbon, Nova Lizboa
(Huambo) öyküleri, ağaçlarıyla hayvanlarıyla insanlarıyla
iklimiyle yiyecekleri dilleri sesleri şarkılarıyla oyunteker-
lemeleriyle ben istemeden kendiliğinden birikmişti. Kim,
kaç kişi hele 15 yaşındayken Mbundu dilinde bir şarkıyı
bir akranından dinledi, bir kelime anlamadığı şarkının
sözlerinden duygulandı etkilendi? Elbet o zamanlar bunla-
rın derin anlamı neydi, bilmiyordum. Derin anlam. Derin
anlamı ne miydi, derin anlamı dışlanmışların, baskı altına
alınmışların, korkulu bir yaşama sıkıştırılmışların yaşa-
maktan birazcık daha kolayca yaşamaktan başka bir istek-
leri olmayan milyarların yarattıkları her şeyden birazcık
daha pay istemelerinin hiç de kötü bir şey olmadığıydı.
Onların da güzel dilleri yemekleri giysileri yaşamları gele-
nekleri aşkları ayrılıkları şehirleri köyleri nehirleri vardı.
Her Afrikalı tamtam çalarak beyaz insan eti peşinde elinde
uzun mızraklarla gün doğmadan geceyarlarına kadar orta-
lıkta dolaşarak yaşamını geçirmiyordu. Dünya güzeldi, ge-
nişti, varlık nedenleri o dünyayı kötülükle doldurmak iste-
yen ama sayıları iyilerin yanında azıcık kalan tamtamcı
öyküler uyduranlara rağmen aşkla sevgiyle diğerini onay-
lamakla diğerlerine gösterilen özenle dikkatle dolu bir
dünyaydı.

135
‘Canım’ kalkalım artık. Sen okula geç kalma. Kahvaltı
yapalım. Kahve içelim. Tajo banyoda inleyip duruyor. Ona
bir şeyler verelim.”
“ ‘Canım’ dedin. Türkçe biliyorsun sen.”
“Hayır Türkçe konuşamıyorum. ‘Canım’ Memet’in di-
linde bir sözcüktür. Bu dil asla Türkçe değildir. Anlamı bir
kişiyi ne kadar çok sevdiğimizi, onu kendimizden kendi-
mize daha yakın bulduğumuzu gösterir ‘canım’. Doğru de-
ğil mi?”

O akşam yine ter içinde karanlığın kente Güney Ka-


pı’dan (Süd Tor) girişinden önce Gisela’ya yetişmek için
koşturdum. Bugünlerdeki yaşamın güzel bir dilimi olmuş-
tu bu koşturmalar. Metroya iniş çıkışlarda yürüyen merdi-
venleri kullanan sakin, durgun, hiç acelesi olmayan insan-
lara bakıp yüreğimin yüz kilometrenin üstüne çıkışı beni
kıvandırıyor sevinç içinde bırakıyor mutluluk neyse onu
bu sınırlar içinde düşünüyordum. Gisela gibi bir kadın, yü-
zünden incelik kibarlık sevecenlik sevgi yansıyan bir insan
beni bekliyordu. Ne ederdi, ne düşünür duyardı akşamın
bu saatlerinde. Beni düşünsün, beni özlesin, beni arzulasın
isterdim. Tenimle onu doyurmak, ona kocaman zevkler
hoşluklar hoşnutluklar doyumlar sunmak isterdim. Benim
isteklerim, benim beklentilerim çok önemsizdi bana. Gise-
la vardı, onun varoluşunda saklanan bendim. Onun varlı-
ğından beslenen onun varlığında erisem de köklerimi içine
diktiğim orada yeşerdiğim yaşadığım Gisela. Dilerim hiç
ayrılmayız. Hiiç ayrı kalmayız. Bizi ayıran dilerim sadece
bu kahpe düzenin çalışma zorunluluğu olur.

136
Hansaring’den küçücük bir demlik ve çaydanlık aldım.
Böyle mi denir, umurumda değil hiç. Yemeğin üstüne es-
kiden yaptığım gibi Rize çayı içeceğim. Gisela bu tadı ner-
den bilsin. Turist çayın tadını. Turist ben miyim? Yılların
alışkanlığı mı bu tat? Zannetmiyorum. Almanya’ya geleli
acı Seylan çaylarını, İngilizlerin damak tadına göre har-
manlanmış Güneydoğu Asya çaylarını, kokulu ek tatlandı-
rıcı katılmış küçük kağıt torbacıklardaki (poşet) çayları bir
araştırmacının merakıyla tatmadım mı? Turistin benim
tarzımda demlenmişi ve on dakika sonra içilmeye başlan-
masıyla içene sunduğu tatlar, kokular, görüntüler (çayı in-
ce cam bardakta her tarafından görmeli insan), dolaylı do-
kunuşlar (ince camın dolayımı), çay tadının dilin arkasına
doğru pat vuruşu ve mideye inişi herkese hoş gelmez mi?
Bence benim duygularım sadece bir alışkanlığın körlü-
ğünde hiç fark edilemeyecek izlenimler.
Bunları Gis’e de anlatmalıyım. Bunları düşününce bel-
ki de çaydan yudumladıkça anlatmak istediğim tadın far-
kına varacak. Neden böyle bir güzelliğin dışında kalsın ki!
Gis’e başka kültürlerden gelen değerlerin kattıklarına bi-
raz da benim kültürümden bir şeyler ekleme olanağı kötü
mü? Gis zaten böylesi bir açıklık yeteneği taşımasa, kültür-
lerarası (interkulturell) durumların tutumların etkileşim-
lerin etkilemelerin alışverişlerin insanı olmasa güzel Gis
olamazdı. Bunların hiçbirini o seçmedi. Göçler kaçlar çok-
luğun hareketleri akışları engelleri dolanarak yer değiş-
tirmesinin kolay anlaşılamaz kargaşasında kendiliğinden
(?) oluşurken kendi de seçti istedi etti. İradesinin güçlerini
alışılmışa, normlara, ezberlere, sıradan yargılara karşı zor-
ladı yönlendirdi. Gücüyle onları kabul etmeden çoğunlu-
ğun içinde azınlıkta olan ancak mutlaka geleceğin dünya-
sında yaygınlık kazanıp insanların iyilik içinde ve başkala-
rının iyilikleri ağında mutlu yaşayacakları bir hayat tarzı
olacak olan şimdi zor olan bir yaşam biçimini seçti. Bu se-
çim etik bir seçim. Siyasal bir tutum, düşüncesel (ideolo-
jik) bir eylem de aynı zamanda. Şansım benim! Eğer yazgı
137
varsa, yazgım benim. Sana sevgi normlarının dışında, öğ-
rendiğimiz ezberlediğimiz öykündüğümüz normlarının dı-
şında, ezberlenmiş genelleşmiş aşk davranışlarının tutum-
larının sözlerinin bakışlarının ötesinde, henüz yıpratıl-
mamış bir tutumun kavramıyla sevdalıyım. Sana kara de-
ğil kızılsevdalıyım yeşil sarı mavisevdalıyım canım canım
ve canımla tenimin birliği!
Karnım çok açtı. Eve girdiğimde imgelemimde bir ha-
yalpaketi. Sofra kurulmuş, Bohemya porseleninden kase-
lerde çorbanın üzerinde okul kitaplarındaki gibi kıvrımlı
dumanlar yükseliyor. Ben masanın kanape tarafına oturu-
yor Gis sakinlik içinde benim çorbadan ilk kaşıkla tadışıma
dikkatle bakıyordu. İmge paketinde bu sahnedeki erkeğin
ağzına doğru yönelik baloncuğun sivri ucundan itibaren
“ohh! Nefis bir çorba. Ellerine sağlık hanım!” kayıtlıydı.
İmge Gis’in kendini yemek için saldırı vaziyeti almış yaşlı
kurdun üzerine salakça atlamasıyla (salto mortale) yani
avın avcının üzerine ölüm hücumuyla ben farkına varma-
dan uçmuş olmalı. Yatakta sarmaşığa dönüşmüş bedenimi
açlık uyandırdı.
“Kalkıyor musun hazinem? Acıktın tabii!”
“Evet. Biraz daha beklersem açlıktan bayılacağım. Ça-
buk kalk ve sofrayı kur. Ben duşa girmek istiyorum. Gül-
me! Gülme diyorum sana!”
“Tamam hazinem. Özür dilerim.”
Duştan çıktığımda iççamaşırlarımın yatak odasında
kaldığını düşünüyordu ki Gis yanıma süzüldü. Utandım
nerdeyse ikiye katlanarak çıplaklığımı gizlemeye çalıştım.
Banyodaki dolabın üst çekmecesinden bana çamaşırlarımı
uzatırken bu evde giyecekleri ne zaman yedeklediğimi dü-
şünüyordum. Yumuşacıktılar. Evde çamaşır makinesi yok-
tu. Gis onları çamaşırhanede yıkamış olmalı. Benim bede-
nimden çıkarıp attığım, çöpe atılan bir nesneyi unuttuğu-
muz gibi unuttuğum çamaşırlar katlanıp üst çekmeceye
girmişti. Ne beceriklilerdi bu donlar, fanilalar böyle.
138
İmgenin eksik gerçekliği. Kitaplardaki çorbalardan tek
eksiği dumanı olmayan bir kasede duruyor oluşuydu.
“Sardalya çorbası. Lizbon’da çok sık yapılır. Aslında
balık çorbası daha beyaz, daha yağlı eti olan balıklardan
yapılır. Fakat sardalya boldur, ucuzdur, herkesin alabilice-
ği bir balıktır. Üstelik kılçığı kolay çıkarılabilir. Üstteki ye-
şil sebze parçaları ‘Dill.’
“Dil? Türkçe’de konuşulan dil, ağızdaki dil, bir de ek-
meği, balığı, eti, meyveyi dil gibi ince parçalara ayır anla-
mına bir fiil. Dil-mek! Dilim, dil-im, bir dilim ekmek, bu!
Almancanın Dill’i Küçük Asya’nın yaban ya da bir kültür
bitkisi olan ‘dereotu’na benziyor. Tadı, görünüşü, kokusu.
Dereotu katılmış yemekler. Özür dilerim, özür dilerim ca-
nım.”
“Saçmalama. Heyy! Ne oldu sana? İnan sen sözü kes-
mesen kibarlıktan değil, anlatımın güzelliğinden uzun süre
severek seni dinleyebilirdim. Ne oldu canım? Bana anlat-
mak ister misin?”
“Yok bir şey. Sadece senin sözünü kesmiş olmak beni
kızdırdı. Sen bana karşı sabır içinde sessizce kalabilirken
ben neden hemen sözünü kesiyorum?”
“Ne var bunda tatlım! Kötü bir davranış değil ki. Hem
ben senin bu aceleciğine bayılıyorum. Biliyorum, bu acele-
ciliği engellemeye çalışıyorsun. Bırak tatlım kendini, ben
sana ait her niteliği seviyorum. Sana ait hiçbir şey yabancı
gelmiyor bana. Ben onların çoğunu seviyorum inan. Haydi
çorbanı iç çocuğum. ‘Yavaşlamak yapabilmeden.’ Hızlı, da-
ha hızlı, en hızlı. Ve ben eğer dökülen, dudaklarına bulaşan
olursa peçeteyle zevkle silerim ‘canım.’
Yemekten sonra Gis bulaşıklarla ilgilenirken ben de
hiçbir şey söylemeden çay yaptım. Benim kenarda çıkar-
dığım hışırtılara Gis gülerek dönüp baktıkça gerildim. El-
divenlerinden ak köpükler damlata damlata yanıma gelip
sağ gözümün altından kocaman öptür Gis. Ona çayı anlata-

139
caktım. Bir sürü kendiliğinden çoğalan kurguyla eve gel-
memiş miydim. Büyü bozuldu. Aslında büyü yemekte çor-
badan birkaç kaşık almışken ‘Dill’e kanıp onun çağrışımla-
rına daldığım anda bozulmuştu. Neler olduğunu tam an-
lamasam da zihnimde olan bitenlerin en azından ne hak-
kında idiklerini tahmin ediyordum. Can sıkıntısının kay-
nağı yoksul bir kültürden, tek bir kültürden getirdiğim
basmakalıplık, tekdüzelik idi. Ben kendimi aceleyle diğer
kültürlere ne denli açsam da yoksuldum işte. Bu yoksullu-
ğu, bir kültürün ne kadar zengin olsa da diğer kültürler
karşısındaki var olan yoksulluğunun sınırlanmışlığı için-
deydim. Evet, çayın Türkiye kültürü içindeki yeri önemliy-
di güzeldi. Bu ballandıra ballandıra anlatılası bir güzellikti.
Japonyadaki çay töreni de çok güzeldi. İngiltere’deki beş
çayları.
Bunlar değildi ki benim derdim. Benim derdim tam şu
an yaşadığım gibi düşündüklerimi kendime bile sezdir-
memeye çalışmamdı. Ötelere bir yerlere ne olduklarına
bakmadan tıkıştırmamdaydı. Gis’i geçmişinden kıskanı-
yordum. Agostinho’nun ilk öpücüğü, Erik’in ilk sevişmesi,
Gis’in bunlardan çok hoşlanmış olması beni çıldırtıyor
Gis’le sevişirken bunlar aklıma gelince kabalarıma iğne
saplanmış gibi oluyordum. Neydi bu duygular? Bu duygu-
ları benim özürlü engelli zihnim mi uyduruyordu? Ben
kıskançlığın böylesi biçimlerini bir kültürden ezber et-
memiş miydim? Gis’e haksızlık etmiyor muydum?
Bütün bunları Gis’le konuşamamak daha beterdi. Ne-
den neden sevdiğim kadına bunları anlatamıyordum? Na-
sıl anlatacaktım? Hangi inanç içinde, hangi içtenlik dürüst-
lük, hangi bana nasıl geliyorsa öyle. Bir kere saçma oldu-
ğunu bildiğim şeylerin kurguların imgelerin düşüncelerin
değerlerin Gis’e ya da başka birine anlatacak neyi vardı?
Bakın ben ne kadar hastayım ne kadar tek tipleştiriciyim
nekadar kendini geliştirmemiş doğasını farklılaştıramamış
geri hayvansal güdülü biriyim. Hem demez miydi Gis, “sen

140
neredeydin o zamanlarda hazinecik? Senin varlığını bilip
de senin hayatıma gireceğini öğrenip de geçmişteki cinsel-
liği senin varlığına rağmen mi yaşadım? Ya sen neden ilk
öpücüğü, ilk sevişmeyi, ilk aşkı benimle yaşamadın ‘ca-
nım?’ Biliyorum ki şimdi öncesiz sonrasız benimlesin ve
bu çok güzel birliktelik başımı döndürüyor.” Buyur Memet
Ağa’m! Kendi hayalindeki Gis’in sözlerine bile tutarlı, akıl
ve nedenler içeren bir şey söyleyebilir misin?
Belki de geçmişin bende bir alışkanlığa çevirdiği en
sevinçli anımda bir kötülüğün hemen peşinden gelip beni
o önlemsizlik içinde cukkadak yutacağı inancı. Eğer öyley-
se benden mutlu adam yatamam oğul.
“Ben seninle konuşmasam senin bana söyleyeceğin
her şey bitti mi hazinecik?”
“Hayır sen bulaşıkları yıkarken ben sana söyleyeceğim
aşk sözcüklerini, sözlerini Almancaya çevirmeye çalışıyor-
dum canım. Şimdi seni bu sözcüklerle boğmadan yemesem
bari tatlım. Seni yiyeceğim inan. Seni içime çiğnemeden
yutacağım göndereceğim. Gis her gün sana aşık olmaktan
yorgunum canım. Artık daha fazla aşık olmak istemiyo-
rum. Senin sahibin senin kralın senin erkeğin senin her
şeyin olmak.”
“Benim her şeyim çoktan beri oldun Memet. Mutlu-
yum. Şimdi çayımızı içelim. Bu çay Türkiye’nin hangi böl-
gesinde yetiştiriliyor demiştin?”
“Diyemedim ‘canım’. Sana bir çay konferansı verecek-
tim, veremedim sevgilim. Geçmişimden kocaman kara bu-
lutlar gelip içimi kararttı. Ama içimdeki senden taraf
açıkmavi, gökçecek kaldı. Senin bölgen nasıl gök gökçe, bir
bilsen. Ben de hep senin içimdeki bölgene bakarak kendi
iklimime katlanabiliyorum.”
“Çayın tadı gerçekten değişik. Hiç yabancılık çekme-
dim. Sen şeker katmadın mı?”

141
“Gis eğer o tadı şeker tadının yanında seçebildiysen
güzelim, inan şeker katmadan bu çayı daha çok beğene-
ceksin.”
Gis bir ev kedisi gibi yanımagelerek kucağıma tırman-
dı. Sol koluyla boynuma tutunup sağ eliyle çayını yudum-
luyor ve çayın tadını, kokusunu yorumluyordu. Hoşnut-
tum kendimden, andan, süreden. Mutluluk bu mu? Hiç de
yabancı değil.
“Hazinecik Korsan’a gidip birer şişe bira içelim mi?”
“Hayır kadın. Korsan diye bir yer yok. Otur evinde us-
lu uslu.”
“Tatlım gidelim ne olur. Thomas’la iki laflarız. Hay-
diii!”
“Korsan yok. Evde oturacağız. Canın bira istiyorsa
burda iç. Evde bira yoksa ben gidip alırım.”
“Sen ciddi misin tatlım?”
“Evet.”
“Tamam. Ben bir şişe bira içebilir miyim?”
“Evet, istediğin kadar.”
“Sen de bir şişe ister misin hazinecik?”
“Hayır teşekkür.”
Kucağımdan kalktı. Mutfakta buzdolabının kapısını
çarptığını duydum. Tajo’nun karnı tok olduğu zamanlarda
hangi aleme göçtüğünü düşündüm. Elimi başına değdirir
değdirmez başını yükseltti. Kesin bana kızıyordur. Gise-
la’nın ona ayırdığı zamanın çoğunu çaldım Tajo’dan. Gisela
elinde bir şişe, bir sigara paketi, bir kültablasıyla gelip ye-
rini aldı. Sigara ister misin, dedi. İstemediğimi söyleyince,
gülerek bir öpücük kondurdu yüzüme. Ben de onu sol ku-
lağından öperken sıçrayıp ayağa fırladı.
“Ne oldu canım?”
“Çok yaramaz bir çocuksun. Şımarıp duruyorsun.”

142
“Gelsene yanıma.”
“Hayır asla!”
“Gel diyorum sana.”
“Ama söz ver bana. Kulağımdan öpmeyeceksin.”
“Söz veremem tatlım. Elimde değil seni öpmemek.”
Gisela karşıma geçip sandalyeye birkaç harekette yer-
leşti. Sağ ayağını sandalyenin üstüne alarak zor bir oturu-
şa geçti. Dizinin tümseği masanın üstünden bana selam
veriyordu.
“Bir cumartesi Bremen’e gidelim mi?”
“Tabii gideriz. Bremen’e, Berlin’e, Bielefeld’e, Ba-
sel’e,Braunschweig’a, Bursa’ya.”
“Ama ben şaka yapmıyorum tatlım.”
“Ben de şaka yapmıyorum canım. İstersen kalk şimdi,
hemen gidelim. Bremen ya da başka bir kente.”
“Kendinle çelişiyorsun. Biraz önce beni reddettin.”
“Biraz önce bana Bremen’e gidelim demedin ki sevgi-
lim.”
Kalkıp kucağıma gelip başını boynuma gömdü. Sol
elimle saçını sıvazlarken sağ elimi beline dolayıp dengesi-
ni sağlamasına yardım ettim. Benimle, bu kültürün yaban-
cısıyla hayatını paylaşmak ona yetmiyordu. Hayatının dı-
şında gibi duran her şeyi, olanakları gelecekleri, geçmişleri
hepsi şimdinin çeşitlemesi olan anları süreleri bana sunu-
yordu. İster misin canım? Beni akraba çevresine sokmak
istiyordu ha! Tanrım bu beni neden bu kadar etkiledi? Be-
ni ancak kendisiyle eşit gören, benzer gören, özdeş gören
ve bunu uygulayan bir kadın olmalıydı Gisela. Bunun belki
kendi kültürel dünyamızda bu kadar vurgulu bir anlamı
yoktu. Ama Gis kendini kan, o kanın dili, o kanın kültürü, o
kanın ortak geçmişi ya da tarihi, devleti uygarlığı toplu-
muyla tanımlamıyordu ki. Bu hale niye şaştın? Seni sevebi-
len bir kadın başka nasıl olabilirdi? Şimdi de Elisabeth be-
143
ni beğenecek mi, ona nasıl davranacağım, suskun mağrur
ciddi cesur bir Doğuluyu mu oynayacağım? Bunlar isteni-
len beğenilen değerler mi bu kültürde? Tersine, soğukluk,
ilkellik, araya uzaklık koyucu, bir topluluğa katılmak iste-
meyen bir yabanıl (vahşi) sayılmıyor mu sessizce, belki de
suskun ve gururlu yerinde oturanlar?
“Elisabeth’i özledim. Onu görmek istiyorum. Bilmiyo-
rum neden, son günlerde onu daha çok düşünüyorum. Be-
ni görünce ne kadar sevinir. Bir insanı varlığımızla sevin-
dirmek çok hoş sevgilim. Beni Elisabeth’e götürür müsün
canım? Lütfeen! Annemi özledim.”
“Tamam canım. İstersen yarın sabah gideriz.”
“Ya okul?”
“Okula bir gün gitmemekle bir şey kaybetmem. Hem
yarın cuma. Bu demektir ki Bremen’de istersen üç gün ka-
labilirsin?”
“Sen bunu ister misin?”
“Seninle her yerde, her zamanda, her koşulda mutlu
olurum ben. Yeter ki benden iste, gücüm varsa hemen ya-
parım senin istediğini. Peki iki gece kalırsak nerede yata-
rız biz?”
“Senin kucağında tren istasyonunda. Anneme otelde
kalacağımızı söylerim. Ama o buna kesinlikle izin vermez.
Hatta onlarda kalmamıza annemin kocası Wilhelm Odent-
hal de sevinir. Tatlım beni bir kere kocaman öpsene!”
İşte bu çok güzel. Öpücüğün verdiği esrikliğinden,
hazzından bahsetmiyorum. Gisela’nın ne istediğini bana
açıktan söyleyebilsinden bahsediyorum. Memet demek ki
sevdiğimiz kadına yekten istediğimiz şeyi söylesek hiç de
tuhaf olmaz. Hatta bizim isteğimizi geri çevireceğini bilsek
bile. Kocaman öpücük derken Gisela’nın dudaklarından
öpülmek istediğini sana söylemesinden utandın. Senin
kültüründe kadınların çoğunluğu bunu sözle ifade etmez
mi? Ederse kadın cinsel arzuyla dolu görüneceğinden mi
çekinir? Kadın sevgilisne karşı bile cinsel arzuyla dolu gö-
144
rünmek istemez ha! Peki bu konuda yaşadığın kültürün
içinde bir cümlecik bir anıştırma, ima işittin mi? Nerden
biliyorsun Türkiyeli kadınların böyle olduğunu? Türkiyeli
kadınlar mı dedin? Cinsel ilişkide farklı tutumlar, tavırlar,
davranışlar, yaklaşımlar hiç yok mu? Bunların benzerliği
varsa bu edimleri nereden öğrenir bir kültüre doğan bir
insan? Yani bir kültürün kurumları yatak odasına mı giri-
yor insanlar sevişirken? Denetlemeye?
Bu kültürde sıradan olan öpücük bu mu? Yanaktan,
saçtan, boyundan öpmek öpülmek mi özel? Başka bir kül-
türde bunların anlamlarını bir çocuk gibi öğrenmek. Bu
kadınla her yere bundan dolayı gidilebilir. Hiç sıkıcı olmaz.
Onun kültürlerarasında yaşayarak, hiçbir kültür dairesini,
odasını kendisine sağladığı düşünmeden yaşama kolaylı-
ğından dolayı tamamen sahiplenmeden öğrendiklerini,
öykündüklerini, uyguladıklarınıonun haberi olmadan algı-
lamak, anlamak, kendi deneyimleriymiş gibi eylemek. Kül-
türlerüstü bir ortamda kocaman yüreğine ona güzel gelen
her şeyi doldurmak. Sınırları kaldıramasan da sınırlarını,
seni sınırlayan yaşam tarzını genişletmek. Gülüşünde bile
bana geçen bir bilgi var. Bilgi ki gökte kalan değil, benim
her yanımı saran bilgi. Elimi okşaması, yüzüme dokunuşu,
kursta öğretmenleri dinleyiş, bir arkadaşa güzel bir şey
söyleyiş, bir yemek pişiriş, caddelerde yaylanarak aylak
aylak dolaşma bin şey artı bir şeye dönüşüyor. Yaşamak
arzusu, her anın farkına varmaya çabalayarak her anın ta-
dını kokusunu sesini dokunuluşunu duyarak bilerek ya-
şamak.
“Güzelimin bakışları bulutlarla doldu. Uykusu mu gel-
di acaba?”
“Hayır canım. Bu kelimeyi çok sevdim. İyi öğrendiğim
bir kelime oldu. Asla unutamam. Beni zenginleştiriyorsun.
İçimde diller, gelenekler, davranışlar, duygulanma şekille-
ri,sevişme tarzları,yemekler, içkiler, gülme biçimle-
ri,insana kırılacak bir nesneye dokunur gibi dokunuşlar,
145
şakalaşma tarzları birbiriyle kaynaşıyor. Bu beni çoğaltı-
yor, sevindiriyor, mutlu ediyor. Sorun şu ki Memet, bu
mutluluğu ekşiten bir şeyler var geçmişimde. Ama bu ekşi-
likler azaltılabilir. Geçmiş hiçbir zaman çekip gitmez bir
şey sanki. Süren, yaşayan. İnsanın içindeki köklerinden
sürekli filizlenen. Ben annemi Lizbon’da çok yalnız bırak-
tım. Bu beni son birkaç yıldır bir hayli rahatsız ediyor.
Belki şimdi de yalnız. Belki hayatında benim yokluğumun
boşluğu başka bir şeyle doldurulamaz bir oda (Raum).
Sanki hayatımda başıma gelen kötü saydığım her şey onun
yüzünden olmuş gibi davrandım. Oysa annem çok kötü bir
yaşamın içinden ikimizi de çekip çıkaracak gücü gösterdi.
Hem de en zayıf göründüğü, hatta zayıf olduğu bir zaman-
da.
Ben her şeyi sezgiyle biliyordum. Aslında annemle
babamın ilişkisizliği ortadaydı. Herkes kendine ait bir gün-
lük yaşam kurmuştu. Bu yaşamlar ancak yılda birkaç kez
kesişiyordu. Her kesişmede de tartışmalar, yüz asmalar,
laf vurmalar. En güzel düğün yemeği böylelikle tatsızlaşı-
yordu. Bu durumdan çok üzüntü duyuyordum. Biliyordum
ki benim varlığım olmasa ne annem ne de babam birbirine
katlanırdı. Ancak elimden ne gelirdi ki! Hiç!
Fark ettim ki evde ayrı odalarda yatıyorlardı. Babam
eve geç saatlerde geliyordu. Tabii sarhoş. Her akşam kendi
çevresindeki insanlarla buluşuyor olmalıydı. Eğleniyor,
sohbet ediyor olmalıydı. Belki de bir sevgilisi vardı. An-
nem? Zihinsel, duygusal bir ilgisi kalmamış gibiydi. Ham-
burglu bir zamanlar bakımlı sarışın kadınaylar mevsimler
vardı ki makyaj bile yapmıyordu. Evde ne kitap okuyor, ne
radyo dinliyor, ne de bir gazeteye bakıyordu. Evden dışarı
çıkması ancak yiyecek bir şeyler almak içindi. Onları da
ben olmasam alır mıydı bilmiyorum. Annem günün erken
saatlerinde sert içkiler içmeye başlıyordu. Benimle ilgi-
lendiği yoktu. Kahvaltılık bir şeyler. Süt. Sanki benden nef-

146
ret ediyordu. Sarhoş oluyor, ağlayıp gününü geçiriyordu.
Ev işleriyle ilgilendiği günler bile pek azdı.
Ona acıyordum. Annem benden de yalnızdı. Ben bir
şekilde okula gidip konuşacak, beraber gezecek, aylaklık
yapacak birilerini yaşım gereği bulabiliyordum. Eve dön-
düğümde ders çalıştığım yoktu. Sadece evödevlerini yapa-
rak 9. sınıfa gelmiştim. Artık genç bir kadındım. Haziranda
10. Sınıfa geçecektim. Fakat hayatımda okul hiçbir zaman
ilk sıraya çıkmadı. Şimdi düşünüyorum da aslında haya-
tımda hiç böyle bir sıralama yoktu. Büyümüştüm kendi
kendime. Deneye deneye yemek pişirmesini öğrendim.
Akşamları babam nasıl olsa evde olmazdı. Ben de anneme
yemekler hazırlıyor, onu zorlayarak yemek yediriyordum.
Kahvaltıyı beraber yapmaya başladık. Bu beraberlikte üç
beş kelimelik konuşmalarla başlayan ilişki kuvvetlendi.
Annem bir kızı olduğunu, onun lise birinci sını-
fa(Almanya’da gymnasium 8. sınıf) gittiğini,kızının artık
yetişkin bir insan olduğunu ben yarıyıl tatiline hazırlanır-
ken fark etmiş gibiydi. Berbat bir düşten uyanan bir in-
sandı sanki. Benim geleceğimle ilgili sorular soruyordu
bana. Ben bilmiyorum, bir planım yok dedikçe annem be-
nim yerime tasarılar geliştirmeye başladı.
Bu anneme iyi gelmiş olmalı. İçkiyi bir daha içmedi.
Sigarayı bıraktı. Evin içinde bir ev kadını gibi dolaşıp her
tarafı temizliyor, ben eve dönmeden güzel yemekler pişi-
riyordu. Tatil günlerinde Lizbon sokaklarını beraber yü-
rüyor, azıcık güneşli bir hava varsa kafelerde açık havada
gülüşerek oturuyorduk. Annem giyimine, bakımına, bes-
lenmesine tekrar önem vermeye başladı.
Bir akşam yemeğinde üniversiteye Hamburg’ta baş-
larsın dedi. Bunun için bir iki yıl tekrar gymnasiuma git-
melisin. Şaşırmıştım. Bir kere üniversiteye gitme diye bir
şey hiç aklıma gelmemişti. Hamburg? Ailemiz ne olacaktı?
Babam Hamburg’a asla gelmezdi. Annem ve ben mi gide-
cektik? Aslında annemin benim aile dediğimi ikimiz olarak
147
kavradığını anladım. Bana bir şeyler acı veriyordu. Çekir-
dek aileyi annem değil de ben savunuyordum içimdeki
tartışmalarda. Babamı sevmek zorundaydı Elisabeth.
Sevmese ben dünyaya gelemezdim. Seviyorsa bu Hamburg
da nereden çıkmıştı şimdi?
Bu konuyu o yıl okul kapanana kadar çok konuştuk.
Bana Hamburg’taki akrabalarımızdankendisine gelen
içinde mektupların bulunduğu bir dosya uzattı. Artık ye-
tişkin bir insansın. Burada neler yaşadığımı bu mektup-
lardan dolaylı olarak anlarsın. Seni sokağa atmayacağım.
Senin için ne gerekiyorsa onların hepsini Hamburg’ta sana
sağlayacağım. Tatlım bunu sana söylediğim için çok üzgü-
nüm. Babanın bir sevgilisi var. Bundan da kötüsü o bize
sadece yaşayacağımız kadar para vermekle görevlerinin
bittiğini düşünüyor. Üzgünüm tatlım. Senin hayatını bir
kere daha zorlaştıracağım için çok üzgünüm. Dilerim her
şey senin için güzel olur!
1980 yılının Haziran ayının ortalarında Lizbon hava-
limanında bizi babam yolcu etti.Vedalaşırken ağlamaklı
bir sesle ‘annene iyi bak kızım. O çok iyi bir insan. Özür di-
lerim size güzel bir hayat kuramadığım için,’ dedi. O güçlü
insan ne kadar da kırılgandı. Büyük bir şaşkınlık içindey-
dim. Sanki yaşadıklarımı başka biri yaşıyordu. ‘Bana sık
sık mektup yaz. Seni çok seviyorum.’ Bana sarılırken mon-
tumun cebine ben fark etmeden iki bin mark koymuştu.
Annem ise uçak biletlerimizi büyükannemin bize gönder-
diği parayla almıştı. İki küçük çantada giysilerimiz vardı.
Eşyalarımız evde kaldı.
Annem uzun bir tatilden dönmüş gibiydi. Daha ilk
günden çocukken hatırladığım kadına döndü. Büyükan-
nemlerde kalıyorduk. Bir hukuk şirketinde avukatlığa baş-
layan annem ilk maaşını alınca yeni bir eve taşındık. Beni
gymnasiuma kabul etmediler. Annem çok uğraştı. Ne yazık
ki eğitim sistemi böyleydi. Başka bir okula onuncu sınıftan
devam edecektim. Annem benim üniversiteden başka bir
148
şey düşünmememi istiyordu. Derslerime çok çalışacaktım.
Böylece üniversiteye gitme şansı kazanacaktım.
Annem babamdan ayrılma davası açtı. Mahkeme ay-
rılmalarına karar verdi. Annem mesleğinin gereklerini ye-
rine getirmek için akşamları evimizde bile çalışıyordu. Ben
babama birkaç kere mektup yazdım. Annem bundan ra-
hatsız olmuş gibiydi. Gelen mektuplardan bir şekilde ha-
beri oluyordu. Okul hayatı yine başladı. Ders çalışma alış-
kanlığım yoktu. Ben okuldan çok arkadaşlarımla Hamburg
yaşamıyla ilgileniyordum.
İki yıl geçti. Okul bitti. Annemin sevgilisi vardı. Mutlu
görünüyordu. Ben hiçbir şeyi sorgulamıyordum. Yaşam
sürüyordu. Meslek stajını bilgisayarla tasarım teknisyenli-
ği üzerine yaptım. Anneme göre kolay iş bulabilirdim. Öyle
de oldu. Bir gazetede sayfa tasarım teknisyeni yardımcısı
olarak işe başladım. İş bana iyi geldi. Kendimi iyi hisset-
mem esas olarak kazandığım paraydı. 18 yaşımı bitirmiş-
tim. Para kazanıyordum. İstediğim şekilde yaşardım. İşi-
min oluşuna annem benden çok seviniyordu. Haklıydı.
Çünkü kendi geçimimi sağlıyor oluşum ona bağımsızlık
kazandırıyordu.
Wilhelm’le evlenmeye, Bremen’e yerleşip orada bir hu-
kuk işleri şirketi kurmaya karar verdiler. Annem benim de
Bremene gelerek onlarla birlikte yaşayabileceğimi söyledi.
Hatta onların şirketinde sürekli ya da istediğim bir iş bula-
na kadar çalışabileceğimi de ekledi.
Annemin hayatının düzene girmesi beni sevindiriyor-
du. Annemdi. Beni doğuran, besleyen büyüten kadındı.
Ama bir boşluk içindeydim. Hamburg Lizbon’a dönmüştü.
Çünkü orada babam bir kadınlabirlikte olarak beni yalnız
bırakmıştı. Burada da aynı şeyi annem yapıyordu. Bu iki
tavır beni doğrudan etkiliyordu. Beni hüzünlendiriyordu.
Kendimi yalnız kalmış hissediyordum. Kendimi dışlanmış,
istenmeyen biri olarak görüyordum.

149
Sonra Erik’le tanıştım. Köln’e sürüklendim. Bir yemek
şirketinin bürosunda yazışmalar, önmuhasebe, resmi bel-
gelerin dosyalanması, aslında sekreterlik denilebilecek bir
iş buldum. Çalışıyor yaşamımdaki hiçbir şeyi sorgulamı-
yordum. Hayatımın hiçbir döneminde bana ilginç gelme-
yen bir alışkanlık edindim. Önce edebiyatla ilgili şeyler
okumaya başladım. Sonra insanlar, kültürler, siyasal yöne-
tim şekilleri, toplum, diller. Bunları okudukça merak edi-
yor, merak ettikçe okuyordum. Hayat güzeldi. Kendimi ya-
şıyordum. Kendimi geliştiriyordum. Bu yeni ilgilerim bana
geçmişi hiç de dolu dolu geçirmediğimi, yapmam gereken-
leri yapmadığımı, uğraşmam gereken işlerle uğraşmadı-
ğımın bilincini kazandırdı. Onun için hayat beni bunalttık-
ça Gorki’nin kitaplarını rastgele açıp okurum. Çocukluğu-
ma fazla takılmadan, ama o dönemi unutmadan kendi üni-
versitelerimi kurup ekmeğimi kazanmalıydım. Hikayenin
buradan sonrasını ana çizgileriyle sen biliyorsun. Bir ka-
dının şans eseri kendine en uygun insanla karşılaşması ve
onunla yaşamaya başlaması. Hazinecik seni seviyorum.
Kendimi seninle karşılaştığım ve bu karşılaşmayı gönüllü
bir bağlanmaya çevirdiğim için mutlu hissediyorum. Artık
yatalım. Bremen’e yarın gitmeyelim canım. Galiba geçmi-
şin yorgunluğunu ancak bir hafta dinlenerek atabilirim.
Başka bir haftasonuna kalsın tatlım. ”

150
NUH

Gisela’nın göğsünde ağlayarak uyandım. Gisela be-


niduymamıştı. Uyuyordu. Ağıtı durduramıyordum. Bede-
nim, canım ağlamak istiyordu. Ağıt sürse rahatlayacaktım.
Bunu seziyordum. Kalkıp tuvalete gittim. İçimde yükselen
ağıt gerginliği ben engellemeye çalıştıkça göğsümde ses
olup genzimde inlemeye dönüşüp dışarı çıkıyordu. Yüzü-
mü yıkadım. Terden ıslanmış saçımı suyla duruladım. Hav-
luyla kuruladım. Bir şeyler yapmak canımın düşe ilgisini
dağıtmak iyi geliyordu. Dünya yerli yerinde duruyordu.
Bedenim gecenin yüksek ateşinden, terinden, gerildikçe
kendi kendini sıkmalardan, kasılmalardan uzaklaştıkça
geriye sadece düşün yorgunluğunun, duyguları –yeri be-
dende olan duyguların- örselemişliğinin ağırlığı kalıyordu.
Ne yaman bir geceydi. Ne yavuz bir zaman parçası! Henüz
bitiremediğim ve saatin üç buçuğa yaklaştığı şu an ben yi-
ne geçmişin –bir türlü geçmeyenin- içine kendimi fırlat-
mıştım. Bilerek mi, haksızlık bu. Böyle mi geçecekti hazlar
güzellikler hoşluk ve hoşnutluklar umut ettiğim yaşayaca-
ğım günler, geceler? Gisela’nın koynunda bile korkularla
ağlayarak mı uyanacaktım? Ne korkunç!
Bir dere içinde kıstırılmıştık. Her yandan mermi yağı-
yordu üstümüze. Kimsenin kimseye yapacağı bir yardım
151
yoktu. “Sağ gözün sol göze faydası yoktu.” Kimimiz geriye
doğru, kimimiz derenin yatağının yükseldiği yöne doğru
dere içinde bazı yerlerdeki kayaların arkasına saklana sak-
lana süründüğü, çömelerek yürüdüğü, koştuğu bir kargaşa
hali içinde ne yaptığımızın farkında değildik. Bozgun. Dış
ve içteydi. Birlikte ve kişilerdeydi. Nuh’u bana doğru
umutsuz umutsuz bakarken gördüm. Sol omzuna yaslana-
rak yere yanını vermiş, elindeki tüfeği boşluğa kaldırmış
yarım metrelik bir topak kaya parçasının arkasına sakla-
narak kendini korumaya çalışıyordu. Elimdeki tüfeğin
namlusu sıcakta kalmış plastik gibi yumuşuyordu. Tüfek
bir türlü patlamıyordu. Gözlerime alnımdan değişik yer-
lerden gelen tuzlu tuzlu ter doluyordu. Gözlerim yanıyor,
saçımın dipleri başka bir şey düşünmeme engel olan tuzlu
bir ıslaklık içinde kavrulup yapışarakbenden kurulamamı
bekliyordu.
Sonra kamp kurduğumuz bir yerde bir battaniyenin
uzunlamasına katlanıp eni ve boyu yorganipliğiyle (kalın
iplik) kabaca dikilerek uyku tulumu haline getirilmiş için-
de biri sağ yanına uzalı yatıyordu. Adamın başı da uyku tu-
lumunun içindeydi. Yan dönmüş, dizlerini kırarak bacakla-
rını karnına çekmişti. Üşüyordu. Dişlerini bilinçdışı birbi-
rine vurarak titriyordu. Adamın titremeleri battaniyenin
dışından bile belli oluyordu. Sonra bir sıcaklık yayılıyordu
bedenine. Tenine hoş gelen, onu uykunun dalgınlığından
alıp görmeye, işitmeye, dokunmaya, koklamaya, dudakla-
rında birikmiş tuz tadını almaya, o ana ilişkin durumu
kavramaya, anlamaya, karşılaştırmalar yapmaya, kendinin
içinde olduğu ana bitişik gelecek sürede yapabileceği tasa-
rılar oluşturmaya yaklaştıran bir sıcaklık. Utanılacak bir
şey yoktu. Utangaçlığın sınırını çok gerilerde bırakmıştı
duyguları, bilinci. İççamaşırları, pantolonu, battaniye ön-
leyemediği bir dışkı seliyle ıslaktı. Değiştireceği temiz ye-
dek çamaşırı yoktu. En zoru içecek su bile kıttı. Saçını du-
rulayacağı, yüzünü serinleteceği, ağrıyan başını kendisine
ağır gelen başını azıcık ferahlatacağı fazladan bir matara
152
su yok. Çaresizdi. Sona bu dağ başında, arkadaşlarının
uzağında kendi bedeninin dışarı attığı salgıların içinde ko-
ka koka yaklaşıyor. Arkadaşları onu bir kaya kovuğuna
yerleştirmişler. Yaşıyor muydu? Tehlikede olan o muydu
sadece? Ona dokunan, onun yediğinden yiyen, içtiğinden
içen herkes hastalanabilirdi. Sık sık burnundan gelen ılık
kan dudaklarına değdikçe onu fena halde huylandırıyordu.
Düş, karakura (karabasan, kabus). Arapça beni seviyor.
Üstte kalan kulağıma sırlarını fısıldıyor. Kabusta abes var.
Boş iş, hayali eylem. Sonra belli belirsiz gülüyor bana. Gü-
lüşü kıvırcık saçlı çocuk.
Biliyordu ki daha önce yaşadıklarından biliyordu ki bu
süre biraz sonra yitecek, içinde başlayan yangının ateşin-
de bu seferde kavrula kavrula bilincini yitirecekti. Bütün
eklemleri sancıyordu. Bütün erimeden kalan kasları, bü-
tün kemikleri bütün bedeni. Toprak onca düzeltilmesine,
üzerine otlar serilmesine karşın insanın kemiklerini acıtı-
yordu. Bu iyiydi. Şaka mı yapıyorsun, dedi. Başını uyku tu-
lumundan çıkarıp matarasına uzandı. Çamur tadında su-
dan, kaynatılıp soğutulmuş, içine tentürdiyot damlatılmış
suyumsudan kocaman yudumlarla içti içti. Suyun rengi
onu ilgilendirmedi. Görmeden görüyordu o rengi. Çünkü
suyu mendille süzerken öğrenmişti rengin neye çaldığını.
Süzmenin sağladığı hiçbir şey yoktu. Bakterileri mi öldü-
rür, dedi. Güldü. N’apıyım, mendille süzdüğüm halde ça-
mur tadı gitmiyor. Süzmesen çamur içersin, süzünce ça-
mur tadında, yosun tadındaacı su.
Kovuğa yaklaşan ayak seslerini işitti. Soluklanan, ikide
bir “huh!” çeken biri dosttur.Saf, akılsız, kendisine doğru
görünmeden atılan tehlikeyi anlasa bile ondan kaçmayan,
kaçamayan mı? Yılan olsa sessizce kayarak yaklaşır. Beni
merak edip gündüzün bu sıcağında kim bu tepeyi tırmana-
rak gelir? Bildim. Nuh. Başka arkadaşlara bile bırakmaz
bana bakmayı. Diğerlerinin bu aşamadan sonra bana bak-
mak isteyeceklerini sanmıyorum. Ben olsam ben de iste-

153
mezdim. Ancak biri bakmak zorundaysa, neden o biri ben
olmayacaktım ki! Nuh benimle ilgilenmeye ne sebeple baş-
ladıysa başlasın artık bırakmasa daha iyi. Ama bunun di-
ğer arkadaşlara ne faydası var? Onlarla görüşmese ya!
Nuh bana dokunuyor, beni temizliyor. Sonra da o ku-
yuya, lastikten yapılmış kovayla su çekmeye, çamaşırları-
mı sabunlamaya, durulamaya yürüyor. Gelene kadar, te-
peyi tırmanana kadar insan terlemekten, susuzluktan ba-
yılır.
Kampın bu gerginliğinde hem oradaki nöbetleşe yürü-
tülen işleri hem de buradaki benim işleri aksatmaz Nuh.
Bu arada bu zor, kıt kanaat geçirilen hayatta,bu şartlarda
kendisi eziliyor. İnsan etik içinde davrananbir varlıktır.
Etik hapsinde kendi hükmünü verip gönüllü uygulayan
(infaz) topluluktan biri, birey. Kendini korumaya, sakın-
maya, idareli kullanmaya yönelten benliğini bile susturur
insan. Başkalarına, başka insanlara, sevdiklerine kendi
olanaklarından ayırır, sunar. İnsanın bu kovuğa doğru bu
yokuşa tırmanırken bu hastalığının neliği belirsiz arkada-
şına bakmaya gelirken o korkmasın, ürkmesin, endişe-
lenmesin diye sık sık “huh” diye yüksek sesle soluklananı-
na Nuh derler. “Huh” demesen de Nuh, şu yanımda otların
arasında duran namlusu sıcakta yumuşamış tabancayı bi-
rine doğrultacak dermanım mı kaldı!
O düşteki tüfekti. Nuh onu senden istemeye utanmış-
tır. Bir tüfeği bir yoldaşa çok görmek. Ona gözlerinle işaret
ettin tüfeği kampa götür diye. Hem beni bu halimde görüp
de bana ateş etmeye ek bir güç ister. Bir bakışta durumu
anlar beni öldürmek isteyen. (“İflah olmaz bu dert...”) Ol-
sun, iflahta felah saklı. Islahta saklı olanı buldun mu? Salah
mı? Evet, kurtulmak, rahata huzura erişmek. Gülüşü güzel
kıvırcık saçlı arkadaşım belki kurtulurum. Belki rahatlığın
huzurundan payıma düşeni çekip alacak güce yeteneğe ta-
lihe kavuşurum.

154
Yerimden doğrulayım. Sırtımı kayaya yaslayarak bek-
leyeyim Nuh’u. Bu efsanenin Sisife’si durumunda ona su-
nabileceğim kocaman bir gülücükten başka neyim var!
Karnında açan pembe, kırmızı çiçekler. Dilerim Nuh’a bir
şey olmaz! Akılsız deli Nuh! Yangın başladı. Zamanlaman
harika eğer Nuh isen. Çünkü biliyorum ki birkaç bakış,
birkaç imge, birazcık temiz buzlu su fantezileri içinde
kendimi birazdan yangının içinde bulacağım. Diren Me-
met. Birazcık ertele yangını. Birazcık be adam. Arkadaş-
lardan haber haber ha!
Kendime uzun yangınlardan, sonra gece buzullarının
içinden geçerek geldiğimde birinin sırtında birbirine dü-
ğümlenmiş kefiyeler, kemerlerle bağlıydım. Terden o in-
sanın sırtı da, göğsüm de, karnımda ıslanmıştı. Başka şey-
lerden de ıslanmış olmalıydık. Kim olduğunu hiç merak
etmeden kimin sırtında olduğumu bildim. Sezginin ben
uyanır uyanmaz açılması. Nuh çok yoruldum. Su var mı,
dedim. Beni beş on metre ötede bir kayanın gölgesine ta-
şıdı. Toprak gölgede bile kavrulmuştu. Yavaşça kırılacak
bir eşyaymışım gibi beni kayaya yasladı. Sırtımda taşın bu-
laşıcı ılıklığı. Başımdaki başörtüsünü (kefiye) çıkardı. Bir
ucuyla saçlarımı kuruladı. Yüzümü, gözlerimi bastırarak
sildi. Boynum, sırtım, karnım ter içindeydi. Mataradan su
içirdi. Su iyiceydi. Çamur tadı belli belirsizdi. Sırtımda ba-
na taşıtmış olması gereken çantadan bir fanila çıkardı.
Giydirdi. Yeşil egemen bir gömlek. Siyah çizgiler. Pantolo-
numu çıkardı. Bacaklar ipince. Dizler irileşmiş. Pantolo-
numla kuruladı bedenimi. Külot giydirdi. Kocaman bir şey.
Rengin, biçimin, kesimin, dikişin ne önemi var? Giysiler
kuruydu. Gömlek kuruydu.
Gözlerime bakarak güldü. O küçücük gözleri. Sırdaş
gözleri. Hemen arkasında bir acımayı, bir çaresizli-
ği,kocaman bir sevgiyi, onların insanın savunmasız içine
sızdırdığı acıyı gizleyen gözleri. Ne orantısızlıktı bu! Ko-
caman bir baş ve üstünde küçücük kalan gözler. AmaNuh’a

155
çok yakışıyordu. Hele o gülüşü, ben yanarken serinletiyor
donarken, titrerken, dişlerimi birbirine acıtana kadar vur-
duran o iç ayazda kalan içimi ısıtıyordu. Nuh, su var mı
dedim. Suyu kana kana içmeliydim. Birazdan yine yangın-
larda kalacaktım. İçmeliyim, karnımı şişirmeliyimsuyla.
Güneş arkamızda denize doğru alçalıyordu. Yönümüz
dağdan dağa dağlara doğruydu. Konuşabilsem sorardım-
nereye gittiğimizi. Nuh da kendiliğinden anlatsa ya! Dese
ya İsrail devletinin kahraman,yurdunu çok seven askerle-
rinden kaçıyoruz. Biten, tükenen bir bedeni onlara ter-
ketmek hiç olur mu? Nuh bir konserve açtı. Ekmeği neyse
o, kutuya banarak yumuşattı. Ağzıma doğru uzattı. Nasıl
derim bu lokma çok büyük. Bir tat, yoğurt tadı ağzıma ya-
yıldı. Çiğnemek, yutmak ne zor. Bitmiş her şey. İştah bir
canlının sahip olduğu bir isteme hali. Yaşamayı isteme,
canlı kalmayı. Yok. Su diyorum. Mataranın sacı dudakları-
ma sıcak sıcak dokunuyor. Su yine de içimin sıcaklığına se-
rin geliyor. Nuh başörtüsünün kenarına ağzımı siliyor. Ona
aynı hizada tutamadığım, durmadan dışa içe kayan gözle-
rimle bakıyorum. Yan yana iç içe görüntüler. Nuh lokmala-
rı çiğniyor. Hoşuma gidiyor. Ellerini, dudaklarını alkolle ıs-
lattığı temiz görünen bir mendille özenle siliyor. İyi ki ha-
fifledim. Küçücük kaldım. Yoksa bu çocuk beni dağdan da-
ğa dağdan dağa nereye kadar?
Gece. Nuh uyuyor. Ben uyandım. Ne kadar uyanık ka-
labilirim? Hepsini, her anını, uyanıklık süresini geceyi din-
leyerek, karanlığı görerek geçirmek istiyorum. Düşünceler
var zihnimde. Ne güzel dış dünya. Nuhkaba kaba solukla-
narak uyuyor. Yorgun olmalı. Takarofu belindedir. Onu
anında uyandıracak tek hareket de tabancayı nereye koy-
duysa oraya hafifçe dokunmaktır. Belleğin derinlerine bir
dokunuş duygusuyla kaydedilmiş hayatta kalma kavramı-
nın içeriği. Korkuların, ürkülerin içinde saklanmış, damı-
tılmış davranış bilgisi. Yaşamın kaynaşmış bilinç güdüsü
olmuş. Kendiliğindenleşmiş makine işleyişi, devinme. Bir

156
Takarof, 9 mm çapındamermisiyle bizi yok ediş niyetiyle
dopdolu olarak gizlice yaklaşan yaşam düşmanlarına karşı
ne yapabilir? Yine de insanın olduğu her yerden korkar,
çekinirler yaşam, çokluk, arzu düşmanları. Arzuyu kendi-
lerindeki korkuyu topluluklara dışlaştırıpyönelterek, onla-
ra uygulayarak engellemeye çabalarlar. Boşuna, her çok-
luk içlerine yerleşmeye çalışan korkuyu def eden Nuh’larla
dolu. Tahmin ederim ki Nuh da benim gibi çocukluğunda
ustalaştı korkuyla oynaya oynaya onu denetim altına al-
mada. Korkutarak bir çocuğa takılmak istenen terbiye. Ba-
zı atlar terbiyeye gelmez. Burnum yine kanıyor. Burnumu
kanatıncaya kadar yediğim tokatlara diklenip yine de şid-
detin sahibine küfür ederdim. Bir eşik bir kere aşılınca ge-
riye dönüş olmaz. Kişilik haksızlıklara, çirkinliklere, baskı
altına alma edimlerine diklenerek de pısarak sonuçtan
korkarak gelecek endişelerinden kurtulma muradıyla itaat
ederek de kurulabilir. İnsan ikisine de kişilik der. Aslında
ikisi de yaralıdır. Diklenmenin ya da terbiyenin yaraları.
Geriye adım atmamak, her türlü şiddete karşı onların ya-
rattığı neden olduğu ortaya çıkardığı acılara katlanabil-
mek şiddetin ellerini çaresizleştirir bağlar. Yenilgi sözlü
bir şiddete dönüşür. “Terbiyesiz puşt!”
Başımı yukarı kaldırmadan ilerimdeki göğe fazladan
bir çaba göstermeden bakıyorum. Yıldızlar. Tanıdığım bir
yıldız yok. Dağdayız. Ya Kuzeye ya Doğuya gidiyor Nuh.
Kaç gündür sırtındayım onun? Arkadaşlar? Türkiye’de öl-
mekle burada ölmenin ya da olmanın bir farkı? Bütünlü-
ğüm sancıyor. Kötüsü de hiç güç kalmamış bir yerlerimde.
Düşüncelerimi düşünecek güç bile yok. Soğuk. Nuh beni
uyku tulumuna yerleştirmiş. Üstümde bir parka. Toprak
serin. Yan dönmüşüm, dizlerim karnıma değiyor. Gece. İş-
te o yıldız. Çobanyıldızı. Doğuya doğuyor. Doğu olacak do-
ğacak.
Uyandım. Bana pijama giydirmişler. Hastabakıcı genç
bir erkek elleri eldivenli, beyaz önlüklü, beyaz dişleri,

157
dostça gülüyor. Serum. Arapçada nasılsın diye soruyor.
Tamam diyorum, cidden iyiyim. Nuh? Uzun uzun cümleler
kuruyor. Anlamıyorum. Nuh’u çağır diyorum. Adam gidi-
yor. Lamba tavanda parıldıyor. Pencerede kalın kırmızı
perde. Gece. Nuh kocaman bir gülücükle, gülücük açmış
bir tarla gibi yanıma geliyor. Elini alnıma koyuyor. Yapma
çocuk, hala tehlikedesin. Başını öne sallıyor. Bundan güzeli
olmaz der gibi. Güldürüyor beni onun bu hareketi. Bir şey
istiyor musun, diyor. Serumu gösteriyorum. Gülüyor.
Humma, salmonella typhiymiş, diyor. Çok anlamsız geliyor
kelimeler. Git kendine uyuyacak bir yer bul desem, gitmez.
Gözlerimi kapatıp onu görmesem de gülerek uykuya dalı-
yorum.
Beni Beyrut’un Kuzeydoğusundaki dağlardan sırtında
taşıyarak Rayak’ta hastaneye benzer bir binanın bir oda-
sına (yalıtma, karantina)kabul ettirerek yatıran bu insan
nasıl bir güce sahip olmalı? Beni sulayan, besleyen, terimi
silen, giysilerimi değiştiren, ıslanan giysileri imkan varsa
yıkayan, yoksa güneşe serip kurutarak tekrar giydiren bu
insan ne kutlu! Sonraları o kadar ısrar etmeme rağmen
pek bir şey anlatmayan, durmadan bir şeylerden utanmış
utanmış (mahcup) gülerek konuşmayı reddeden bu insan?
Sadece dört gündüz yürüdük diyen, sen olsaydın yapmaz
mıydın, hı diyen? Hı diyerek insanı düşünürken susturan.
En güzeli en şahanesi de ben bu insanı, beni tifonun
yangınından ayazından içimi eriten basillerinden çekip
kurtaran, bunun için de sağlam bir yön duygusu sezgisiyle
“dört gündüz”de Rayak’a dağları aşarak ulaştıran bu insa-
nı Korsan’da tanıyamadım tanımadım ha! Onunla dalga
geçtim üstelik Ren şarabı içti diye.
“Hazinecik neden kalktın sen? Uyuyamadın mı? Bu ne
böyle, kaç sigara içtin sen? Pencereyi açayım. Bir şey ye-
mek ya da içmek ister misin? Benim ruhum, saat kaçta
uyandın sen?”
“Biraz önce kalktım.”
158
“Yalancı sevgilim. İnandırıcı bir yalanı bile becereme-
yen hazineciğim. Şu kültablasına bir baksana!”
Gisela’yla ya da başka biriyle konuşacak takatim kal-
mamıştı. Düş yorgunu. Anı ve ayıp yorgunu bir beden, bir
can ki hayli örselenmiş. Örselek! Onun kucağına başımı
yerleştirdim. Ağır başım. Her sığındığımda saçımı okşayan
ellerin şefkati. Soluğunun salıncağı ya da beşiği iyi geldi
bana. Sığınmacı yaraları, sancıları, ağrıları, ağırlıkları onun
elinin hafifliği altında ılık ölçülü aralıklı ovuşlarda yitti git-
ti. Uyandığımda üstümde bir battaniye, başımın altında
yumuşacık bir yastık vardı. Gisela’nın mutfaktan gelen be-
ni sevindiren gürültüsü. Gisela’nın varlığıyla aynı evde bu-
lunma şansım, talihim, mutlu yazgım. Kahvaltı yapmak
gelmiyordu içimden. Yapacaktım. Benim için harcanmış
bir emeğin hatırına, benim için didinen güzel bir kadının,
benim olan, bana ait olan kadınımın hatırına. Söz eksik, ne
desem fazla. Hem de her şeyin tadını çıkara çıkara, lezzetini
ala ala yiyecektim. Sonra sevgilimi kucaklayıp onu öperek
“büyüklerin okuluna” gidecektim.
“Gisela akşama beni bekleme lütfen. Gelir miyim bil-
miyorum. Gelirsem zaten gelmiş olurum. (Boşsöz, totoloji,
bir olumsuzluğu, bir çaresizliği, yokluğu gösterirken zih-
nin hangi bayırlarda dolaştığını saklarken ele veren per-
de.) Yarın sabah erkenden yorulana kadar Ren kıyısında
sırtımızı kente verip hiç gelmiyecekmişiz gibi yürüyelim,
yürüyelim. Olur mu, olanaklı mı sana? Gülme!”
“Hazinem, o kadar kırılgansın ki hasta bir çocuk gibi.
Gülüşüm bile seni ürkütüyor. Tamam, ne zaman gelirsen
ben yürüyüş için hazır olacağım. En çok da Tajo hoşlana-
cak bundan. ”

159
2

Sokaklardayım gene. Hiçbir şeyi düşünemez, hiçbir


şey yapamaz bir halde. Bütün parçalarımı bir sis gibi saran
acı, can sıkıntısı, çeşit çeşit üzüntü, kararsızlık, bir şey
yapmak istemeyiş, geleceğe ilişkin içimde oluşan tasarıla-
rın hiçbir zaman gerçekleşmeyecek gereksiz hayaller çıkını
gibi gelişi. Sanki bunları yüreğimin, göğsümün ta ortasında
duymuyorum da onlar dışarıdan içime doğru sızarakyoğun
bir sisle birlikte yayılıyor. Bu duygu, bu gözlem yeni. Belki
bu acı verici yumak asıl hedeflediği yere ulaştığında kıv-
ranmaktan kurtulacağım. Yalnız bu kurtuluş sadece neyin
beni bu hale getirdiği konusunda bir tahmin olacak. İnandı-
rıldığımız tıpçı Tanrısal ilke, belki tıp onu felsefeden çaldı,
nedenleri bilirsek istenmeyen sonuçları ortadan kaldırabili-
riz indirgemeciliği insana ne kazandırır? Mantıksal olarak
bir sonucu daha olan bu ilkenin, öyleyse iyi nedenleri bir
araya getirerek bize mutlu gelecek bir ‘ne-ti-ce’ oluşturula-
bileceği imanı benim hayali kumbaramda biriken Marklar
gibi bir servet oluşundan pek de farkı yok. Oysa sorunlar,
en azından benim dertlerim hiçbir zaman bitmiş olmaya-
cak. (“O hoo! Can çıkmayınca dert biter mi hiç oğul!” “Eci –
anneanne- ya!”)
Yoksa bundan sonra benim için aslolan acı çekmek mi
olacak? Yürek sızısıyla geçirilen günler üzüntülü mevsim-
ler sıkıntılı iklimler. Acının çeşitleri. Dilime gelen sözcük-
lerin çoğu o büyük, yaza konuşula 7. Yüzyıldan bugüne ge-
liştirilmiş dilden duygu adları. Elem, hüzün, azap, keder,
ıstırap. Kaygı, iç daralması, endişe, korku. Adı ne olursa ol-
sun, hangi dilde ya da dillerde oluşturulmuş bir acı sözlü-
ğü olursa olsun bu kelimelerbirbirinden ayrılmış yalıtılmış
160
değil bende. Hem ayrı ayrı yapılar hem de onların işlerinin
işlerliklerinin oluşturduğu bir bütünlük. Acıklı, acıklılık bir
trajedinin unsurları gibi yeri bedende yanlış gösterilen bir
yaşam dilimi. Yüreğim acıdı. Benim zihnim acıyor galiba.
Kendimi mutlu saydığım bir zaman parçasında istenme-
den gelen davetsiz bir misafirin getirdiği gerilim, huzur-
suzluk, sıkıntı. Ve onu geri çevirme gücünü bulamayıp içe-
ri buyur etmenin insanı zayıflatan, kendine karşı kendini
değersiz hissettiren nobran varlığı. Keşke ta içimden ina-
narak kendime karşı kimsenin duyamayacağı bir fısıltıyla
bütün bu duygulara ‘ne kaba bir duygusallık’ arabesk, kiç
(kitsch) diyebilseydim! Rahatlardım. Çünkü bir duyguyu
yadsımak, aşağı görmek onu kendimizden uzaklaştırmak,
kendimizi kalıcılığına geçiciciliğine bakmadan o an rahat-
latmak anlamına da gelir. Arabesk bu. Kiç. Pop kültürü.
Bunun gücü. Bunların çekiciliği yayılması yaygınlığı.
Ne bilincime çıkıyor ki ona kaba, vıcık vıcık diyorum?
Yumak simgesi, yerine doğru yönelmiş ama henüz var-
mamış bir genişleme, yayılma bunu göstermiyor mu? Beni
rahatsız eden şeyi yanlış da olsa ortaya çıkarıyor muyum
hiç? Onları adlandırıp üzerine düşünme yerine ben kendi
kaçışımla uğraşıyorum. Zihnimdeki çatışmaların minicik
ayrıntılardan çıkmasını ben kendi bilincime çıkaramadık-
tan sonra kime ne anlatabilirim ki! Bu bir zihinsel ruhsal
hastalıksa, delilikse, çıldırmaksa tabip ne yapsın! İlaç,
elektrik şoku, bir hücreye tıkma, yüksek duvarlarla çevrili
bir avluyla bir binada gözetim altına alma?
Bu muydu mutlu geleceğimi kurmak için buralara ka-
dar gelmeye çabalamak? Korkuyla, endişeyle, kıstırılmışlık
çaresizlik duygularıyla, aç susuz üşüyerek titreyerek yaz-
lık giysiler içinde Alp dağlarında geceler yağmurlar sınır
koruyucuları baskıları altında yürümek sınırlar aşmak bi-
rilerine ulaşmak için benzinliklerde dikkat çekmeden tele-
fon kulübesi aramak? Köln sokaklarında kendimi toplumu
tanıdıklarımı iptal ederek onların varlığından habersiz do-

161
laşacaksam bu kente gelmenin ne anlamı vardı? Bunu İs-
tanbul’da, İzmir’de Ankara’da yapamaz mıydım? Bunun
için mi kaçtığım devletten hiç de daha insaflı olmayan bir
devletin kurum kurum kurumlanan memurlarına görevli-
lerine yönetenlerine sığındım çaresizlik bildirdim car iste-
dim? Böyle olsun istemiyorum. Kendimi parçalamak un-
surlarına ayırmak istemiyorum. Parçalarımla didişerek
parçaların birbiriyle bitmez tartışmaları içinde günlerimi
geçirmek istemiyorum.
Gisela, canım benim! Bunları sana anlatıp seni acıtmak
seni üzmek istemiyorum. Eğer anlatmaktan başka çarem
yoksa bunu böyle hissettiğimde sana karşı nasıl davranı-
rım bilmiyorum. Bir düşle bile bu kadar yaralanacaksam,
korkarım beni o an ne bulandırıyorsa sana anlatmak, o şey
üzerinde konuşabilme, irdeleme, düşünebilme cesaretini
yaratabilmek zorundayım. Senden yardım, senden carıma
yetişmeni istemeyeceksem kimden isteyebilirim! “... O ka-
dar kırılgansın ki hasta bir çocuk gibi. Gülüşüm bile seni
ürkütüyor...” Bu yardım çığlıkları senin hayatını perişan
etmez mi sanıyorsun? Çünkü mantıklı, akıllı, senin kültü-
rünün normlarına uyan bir insanın (normal?) hiçbir za-
man çekmeyeceği, çekemeyeceği hatta böyle bir nesnellik-
te bir insan acı çekilebilir mi diye bir soruyu bile hiçbir ak-
lına getiremeyeceği bir durumu dinlemek kimi yormaz?
Yapılabilecek bir şey yoksa? Hele sevdiği bir insan anlatı-
yorsa bunları ve yapılabilecek bir şey bulunamıyorsa?
Bonner caddesi (gündüz düşlerininyazım kuralsızlığı.
‘Caddesi?’ Bu yazı değil.Düşüncenin kuraltanımaz akı-
şı.)Tramvay yolunda yürüme. Hani evden çıkarken kursa
gidiyorum diye çıkmıştım? Az kaldı. Sık dişini, belki kurs
bittikten sonra herhangi bir işe girebilirsin. İşte nesnelerle
makinelerle aletlerle uğraşmak, onların birbiriyle ilişkile-
rinde çıkardıkları ses, koku, görüntü, sertlik yumuşaklık
duygusu ve nesnelerle ilişki içinde bir günü tıpkı onlar gibi
davrandığın iş arkadaşlarıyla paylaşılan bir gülücük, bir

162
ortak düşüncenin ustabaşına gösterilmeden paylaşıldığını
gösteren bir yüz ifadesi, bir baş işareti ve ardından çakılan
muzipçe bir öykünme. Bir çay molasında arkadaşlarınla
yapacağın havadan sudan konuşmalar. Bir yemeği birlikte
yiyebilme, hele biçimsel de olsa paylaşabilme keyfi. İnsan-
lara saygı, sevgi, onların değerlerini tanıma ve onlara bu
tanıyışı bu onayı bu fark edişi bu dikkati incelikle olduğu
gibi gösterme. Biliyorum onca siyasal koşuşturmacadan,
onca acının tanıklığından, yıkımdan, elinde olmadan yaşa-
dığın yaşatıldığın kıstırılmışlığın kendisinden ve duygu-
sundan sonra bir kadına sığınmak, hayattaki kaygıları yal-
nızca karınlarını doyurmak gibi görünen, öyle olmadığı
halde böyle gördüğün insanların, işçilerin, işsizlerin, me-
murların, köylülerin, ev kadınlarının, hüzünlü çocukların,
büyümekle kendini bunlardan kurtaracağını düşünen kız
çocuklarının istemeden oluşturduğu ya da senin oluşmuş
gördüğünçokluğun içine kendini bırakmak sana yapılma-
ması gereken bir davranış tutum yaşam biçimi gibi geliyor.
Neden? Öyle ezberledin, kurdun, tasarladın, inandın, inan-
dırıldın. Çünkü siz insanüstü (üstinsan) varlıklara devrim-
ci denir. Peki nerde kaldı Darwin’in ve onun çırağı evrim-
cilerinHomo Erectusları? Onlar insanbilimcilerin inandığı
gibi paleolotik devirde yok olmamışlar demek ki! Her çağ-
da yaşıyorlar. Gizli ya da yeraltında bir hayat? Dostoyevs-
ki’nin onlar hakkında ne dediğini hatırlıyor musun? Hatır-
lamazsın. Öğreneyim diye okumakla öğrenilemiyor belki.
Öğrenmenin eksik hali, tamamlanmamışlığı.
Hayat her şeyden uludur, değil mi? Ezber ya da değer
verme (osm. Atfetme) eylemi. Hayatın bilinci varmış gibi.
(Seni şuursuz mahluk!) Hayatın sanki buna ihtiyacı varmış
gibi. Yaptıkların, yapmaya çalıştıkların, eline yüzüne bu-
laştırdıkların da içindebu ululuğu mutlak bir kabul değil
miydi sanki! Güzelsin de Karol’un kursta birinci dinlen-
mede o makineden aldığı bir bardak kahveyle evde hazır-
ladığı çıkınından çıkarıp iştahla ısırarak yuttuğu o domuz
salamlı ekmekcik ne lezzetlidir ona. Bu lezzete, o lezzeti
163
alana, o tereyağ sürülmüş ekmekciğe saygı duymak ge-
rekmez mi? Bunlar güzel şeyler Herr Sabran. Özentisiz, bir
ereği (telos) olmadan kendiliğin kendisi gibi olanla bu-
luşması ancak karışmadan kaynaşması. Karışsan ne olur!
Madem şimdiye kadar bunları varoluşumuzun temel ne-
deni olarak kendiliğinden, düşünmeden yaparak eyleyerek
ederek yaşadık şimdiden sonra da yapabiliriz. Bırak ken-
dini, sıkma canını! Bata çıka, çıka bata yaşa.
Süd Tor (Güney Kapı/Kale. Kapı olmalı. Ortaçağda her
kentin kapıları, Mardinkapı, Dışkapı). Giselacık dilerim
tekrar yatağa girmişsindir. Seni öyle masum, öyle çocuk,
öyle sessiz, öyle huzurlu tatlı bir uykuda hayal ediyorum
ki dilerim hayalim gerçektir. Kendi korkularımın düşle-
rinde, kendi düşlerimin endişelerinde seni öyle güzel uy-
kulardan uyandırmak istemiyorum bir daha. Bunu nasıl
yapabilirim bilmiyorum. Öğreneceğim, öğreteceksin yar-
dım edeceksin bana. Fakat büyük olasılıkla sen uyumak
yerine yatakta okuyorsundur. O kapaklarını okudukça be-
ni telaşlandıran kitaplarını. Bakunin’lerini, Kropotkin,
Proudhon, Blanqui, Buharin, Trotskiy’lerini. O zamana ka-
dar hiçbir dilde okumadığım biriki yıl sonra sabah vardi-
yasına yetişememe endişesiyle sarmaş dolaş bir sayfa da-
ha, bari bu bölümü bitirsem diye diye gecenin geç saatle-
rine ve en kötüsü tenimin sana olan arzularının kıskacında
kıvranarak okuyacağım Deutscher’ini, Bahro’nu, Hakim
Bey’ini (Peter Wilson), Enzensberger’ini. Sahi çektikleri-
mize çare olacak bir em bir ilaç var mı onlarda? Tahmin
ederim acılarımı artırmaktan başka bir şey sağlamayacak
onlar da.
Eminim o kırma –melez- gözlerini ovuştura ovuştura
yatağın başucunda duran dün gece bir ara gözüme ilişen,
senden utandığım için dokunamadığım, karıştıramadığım,
hakkında sana bir şey soramadığım o kitabı (Havemann’ın
Morgen’ını, altbaşlığında geçen ‘Scheideweg’in ne anlama
geldiğini bilmediğim kitabını) okuyorsundur. Çok yakında

164
bak göreceksin, ben de o kitaplara dalacağım. O kitapların
yazdıklarını anlamaya çalışıp her şeyini seninle tartışaca-
ğım. Bunu senin dünyana dokunmak için değil, öğrenme
merakıyla yanan yüreğime serinletici bilgileri serpmek
için yapacağım. O bilgilerin hayatını, o hayatın bilgilerini
seninle yaşamaya arzu duyduğum için kelimeden cümleye
bu dilin bütün zorlukları bana vız gelecek. Seni sadece bir
kültürün verilmiş değerleriyle sevmek istemiyorum. Seni
sadece o değerleri yorumlayan, onlara göre davranan bir
benin ezberlerinde, o ezberlerin sağladığı rahatlığın sun-
duğu dikkatsizliklerinde sevmek istemiyorum. Seninle ya-
şadığım her anın bilinçli ya da bilinçdışı bir sezişte, bir an-
lamlandırmada, duygulanışta, düşünüşte ne kadar küçük
de olsa billurlaşmasını arzuluyorum. Bir aralık sabahında
çayırdaki çimenlerin ipince dallarını sarmış güneşte par-
layan buz kristalleri. Bundan dolayı sana ait her şey, abuk
sabuk düşüncesizliklerin duygusuzlukların saçmalıkların
bile dikkatimden kaçmasın diliyorum. Seni yargılamak yü-
celtmek perileştirmek yere düşürmek yerin dibine batır-
mak için değil yalnızca seni anlamak için. Çünkü yaşamak
böyle bir şeymiş gibi geliyor bana. Beni çevreleyen ve be-
nim çevrelediğim her şeyi anlamaya teşnelik. O aşağılık
makinelerden –o makineler bile- bazen bir şeyler yudum-
lamak isteğiyle aldığım bir naylon bardaktaki kuşburnu
(tadı kuşburnuna benziyor. Şekerli mayhoş sıcaklığı insa-
nın boş midesinin değdikçe, oldukça hoş bir duygu ve-
ren?)–Hibiskus- bile farkında olunması onun hiçbir şey-
den haberi olmasa da anlamlandırılıp beğenilmesi gereken
bir şeymiş gibi geliyor bana.
Tacitus caddesi. Geri dön. Yoksa Bonn’a kadar yürüye-
rek gidecek misin? Senikaçıran gökteki fırtına belirtilerini-
fark etmemiş rollerinde, onu tanımamışcasına, onun kur-
tarıcı gemisini adlandırmadan, yok sayarak. Bu bir kaçış
değil. Yeryüzünü birazdan kaplayacak sular. Boğulacak-
sam da gam değil.

165
Gecikmiş de olsam Apollon meydanından geçen bir
trene binip kursa gitmeli. Korsan Brigitte ya da tayfalar-
dan Thomas. Haydi durakta oturup durma. Her tramvay
duruşunda senin niçin bu trene de binmediğini düşünebi-
lecek bir insan dikkati vardır. İşte ben de o insanın fırtına
öncesi dikkatini aradığımdan dolayı bu durakta oturuyo-
rum ya!
Canım öyle bir çekti ki, aşeren bir kadının ocak ayında
çağla arzusu benim sigara isteğimin yanında minnacık ka-
lır. Hani artık sigara içmeyeceğim demiştim! Öyle deme-
dim. Sigara bağımlısı olmayacağım. Yasak yok. Yasağı ya-
saklamak yok. Şu adamdan bir tane sigara istesem? Belki
sigara içmiyor. İçiyorsa bile sigarası olmayabilir. Olsa bile
vermek istemeyebilir. Tamam, tamam! Bu kadar sorunsa
eğer, bir insandan bir sigara istemek bu kadar zorsa eğer,
lütfen bu zorluğa katlanmadan oturduğun yerden kalkıp
Apollon’a giden bir trene bin.
Barbarossa meydanı. Sigara başımı döndürüyor. Yine
midem karıştı. Senin bu miden nedir böyle çocuk?Sadece
bir sonuç doktor bey. Ama kim dedi ki bana sanki huyumu
bilmez gibi birkaç tane üst üste sigara iç! Beyefendi sigara
içmediğim zamanlarda da bulantım oluyor. Galiba bu ha-
yatın her üç dilimi de bana dokunuyor. Apollon meyda-
nında geçer. Devrimciler can sıkıntısını sınıfsal bir duru-
mun açık işareti sayar. Onların olmaktan sayılmaktan en
korktuğu, bazen birilerini aşağılamak için kullandıkları,
gerektiğinde küfür yerine seslendirdiği küçük burjuvakav-
ramı can sıkıntısını da işaret eder. Küçük burjuva sadece
devrimcimsileri ama tam olgunlaşmamış, sahip olduğu her
şeyinisınıf bilinciyle atarak proleterleşmemiş ve geldiği
içinden çıktığı toplumsal tabakasıyla bir şekilde bağlarını
açık gizli isteyerek ya da istemeden koruyanları da işaret
eder.Bunların da canı çok sıkılır. Eğer işçi sınıfının ideolo-
jisini sahiplenmiş örgütlenmiş bir devrimciyse küçük bur-
juva, geldiği sınıflarla somut ya da soyut bağlarına bakıl-

166
maksızın ona proleter devrimci denir. Ancak o bir hata
yaparsa eğer, hemen partiden örgütten dernekten atılıp
gerekçe olarak küçük burjuva ideolojisini ve sınıf (?) bağ-
larını kıramadığı, aşamadığı açıklanarak devrimci safların
saflaştırılmasının önemi bir kez daha vurgulanır.“... Aka-
demik eğitim görmüş küçük burjuvazinin durumu tama-
men farklıdır. Onların teorik önyargılarına daha okul sıra-
larında nihai biçimi verilmiştir. Diyalektiğin yardımı ol-
maksızın yararlı yararsız pek çok bilgi edinmeyi başardık-
ları için, hayatta onsuz da pekala devam edeceklerine ina-
nırlar. (...) Büyük olaylarla karşılaştıklarında kolaycakay-
bolur ve yeniden küçük burjuva düşünce tarzına saparlar.”
(Leon Bronştayn, Marksizmi Savunurken -1939-) Yoksa
aramızda küçük burjuva kavramı deyimi terimi kategorisi,
devrimcimsiler dışında kalan toplum tabakasının öteki
küçük burjuvaüyelerini belirtmek için pek kullanılmaz.
Onlar masum, bilinçsiz, çıkarlarını bile anlamayan kitledir
halktır toplum üyesidiryurttaştır ki onların tabakasına
zümresine işçi sınıfı bilinci tabakadışından proleter öncü-
ler tarafından götürülecektir. Kitlenin masumluğu, halkın
suçsuzluğu, ulusun temiz bilinçsiz suçsuz varlığı, tabakala-
rın içinden çıkan düşünen, eyleyen kesimleri dışında ka-
lanların Mesih, Mehdi, Öncü Parti bekleyişi içinde olduğu-
nu bile bilemeyen bilinçsiz“kendi için varlık” olamamış
“kendinde varlık” hal vegidişleri. (“Akrep gibisin karde-
şim...”“Ot gibi yaşıyor” aşağılamaları –hakir görme, haka-
ret etme olarak-.) Bunlarla –lütfedip- elbirliği, işbirliği,
güçbirliği yapılabilir. Bunlarla kesinlikle ilişki kurulmalı-
dır. Devrime kazanılmalıdır bunlar. Devrimin saflarına her
an beklenilen adaylardır. Esasında devrimci savaş yükse-
lip yaygınlaştıkça bu kesimden insanlar devrimci saflara,
birleşik (halk) cepheye, işçi köylü ittifakına koşturur. An-
cak küçük burjuva devrimciler her yerde örgüt üyelerine
açıkça gösterilmelidir (teşhir, amansız bulaşıcı virüs, her
an dönekleşebilecek üye, ihtiyaç halinde kur-
ban).Dönekler, küçük burjuvalıkta demir atmış hainler,
167
küçük burjuva maceracılar goşistler Blankistler Narodnik-
ler romantikler bireysel terörcüler hiçbir disiplini kabul
etmeyen anarşistler ütopyacılar (Ve Diğerleri) yüzünden
işçi sınıfının kurtuluş savaşı yönünü sapıtabilir. İşçi sınıfı
ve onun öncüsü olan devrimci parti saflarında revizyo-
nizm ve oportünizme karşı mücadele esasında bu tabaka-
ya (k.burjuva) karşı verilir. Onlar devrimin (iktidarı alıp
devletsiz ve sınıfsıztoplum kurabilme inancının) kovulmuş
adının seslendirilmesi bile lanete bağlı kılınmış beşinci
meleği yani şeytanıdır. Günümüzde (kapitalizmin tarih
sahnesine çıkışından -15. Yy.- beri süren günümüzde) te-
mel iki sınıf bulunur.Mohr’un Das Kapital’inde bu sınıf sa-
yısı üçtür. Karcılar, ücretçiler, rantçılar (burjuvalar, işçiler,
toprak sahipleri).Ha iki ha üç ne fark eder halinde İşçi ile
Burjuva sınıfından insanların temel ve gerçek sınıfın üye-
leri olarak hiç canı sıkılmaz. İkincil (tali) sınıflar demek,
aslında yanlış bir kavrayışın sonucudur. Sınıf birbirine ya-
pışık yoksulişçizenginşehirlileri (proletarya-burjuvazi)
gösterir. Elbette bunların arasında kalakalamayan aşağıya
yuvarlanan (lumpen, -sankülot=donsuz- çulsuz, paçav-
ra),yukarıya tırmanan (yeni varlıklıkentli, yeni burju-
va)sınıfdışı topluluklardan gelen bireyleşememiş insan
kümesi de vardır. Çünkü bireyleşmek zenginlere göre
mülk sahibi olmakla başlar. Butoplumsal yerinde kalakal-
mak arzusundan yoksun arsız topluluğun parçalarına yer
ve zamana göre bazen de keyfimiz çektiği içinonları aşağı-
lamayı (hakir, fakir, küfür, kafir) da içeren bir anlamla bir-
liktetabaka (aşağı cinsinden),zümre, katman, kesim (yuka-
rı kutludur elbette), orta halli, köylü, gecekondulu, küçük
burjuvaasker sivil memur deriz ki canları bu arada kala-
kalmama durumundan dolayı ve böyle oluşları nedeniyle
sıkılır. Çünkü aşağı çeker yukarı iter. Ne yaman bir çelişki
tutunabilme arzusu! Ne ütopya (Devrimci anlamda. Oysa
ütopyası olmayan bir insan bir topluluk ne kadar eksikli-
dir)! Kendilerini öz (proleter) devrimci sayanların öteki
devrimcilere ötekilerin berikilere en okkalı küfürü küçük
168
burjuva devrimcisi olup her devrimci bunu yumruklu ya
da yazılı bir dalaşma atışma kavgaya çağrı sayıp gereğini
yapar.(“... Belirli bir medeni toplum varsayın, medeni top-
lumun resmi dışavurumu olan belirli siyasal koşullar elde
edersiniz. İştebunu Proudhon Bey hiçbir zaman anlama-
yacak. Çünküdevleti topluma, yani toplumun resmi birle-
şimini resmi topluma şikayet edince büyük bir iş başardı-
ğını sanıyor.”-Marx, adını hatırlamadığım birine mektup-)
Türkiye devrimciliğinde dergi dalaşları, atışmaları
(polemik), kitap kitapçık kavgaları, yumruk sopa demir
çubuk dövüşleri,silahlı çatışmalar, pusular, işkence ederek
öldürmeler, organ kesmeler özgün eylemler olmayıp da-
laşmacı sosyalist komünist bir tarihten gururla alınarak
öykünülen (taklit) tutumlardır. Tarihin ikinci kez tekrarını
kabul etmeyi bile ilkinin trajediliği ikincinin komediliği
çerçevesinde ele alan Mohr’unkahverengi gözleri de hiç
özgün değil. Sefaletin Felsefesi’ne cevap verdiği metinde
olduğu gibi. Alman Bauer’lere cevap verdiği, Feurbach’a
Hegel’e, Stirner’e, Bakunin’e, Blanqui’ye, Babeuf’e, Lasal-
le’ye karşı yazılarında olduğu üzere. En yakın arkadaşıyla
birlikte (Engels) birçok konu Proudhon ya da başka bir
sosyalist devrimci yazmasa gündemlerine girmeyecek
sanki. Konut sorunu, kredi sorunu, Yahudi sorunu, ütop-
yacı sosyalistler sorunu. Bu tavır ardıl olduklarını söyle-
yenlerde de sürüyor. Dalaşma, çekişme, sataşma, yazıyla
çemkirme (polemik) sınıfın öncülerinin üçlü savaş (ku-
ramsal, siyasal, ekonomisel) anlayışlarının tek ve temel
yöntemi, biçimi, biçemi (üslup) sayılıyor. Tıpkı Le-
nin’in1902’de dediği gibi. (Ezber, hatim kültürü, yaklaşık
olarak; Osm. meal.) “... Dağınık ve belirsiz, bu yüzden daha
inatçı ve kendisini dayatacak güçteolan RaboçeyeDyelo’ya
karşı kararlı bir mücadele başlatmanın mutlak bir zorun-
luluk olduğu anlaşıldı.” Lenin bu “vazgeçilemez” dalaşmacı
üslubun farkındadır sanki.“... bu kitapçığı meselenin tahli-
liyle sınırlandırıp görüşlerimizi hiç ya da hemen hemen
hiçbir polemiğe kalkışmadan salt kendi meramını anlata-
169
cak şekilde sunma planı iki sebepten ötürü soyut kaldı. Bir
yandan ekonomizm sandığımızdan çok daha dirençli çık-
tı... Öte yandan... iki ayrı dil konuştuğumuzu, anlaşmaya
varamayacağımızı, ekonomistlerle... görüş ayrılıklarımızı
netleştirmek için... olabildiğince basit bir üslupla girişimde
bulunmanın gerekli olduğu...” (Lenin, Ne Yapmalı?) “Görüş
ayrılıklarımızı netleştirme” bakışı ve tutumu ayrılık kong-
resinde (1903) de işler. Çoğunluk –bolşevik- 22 oy, azınlık
–Menşevik- 20 oy. Ayrılık sonrası Lenin yayın organından
attığı Potresov’a içini döker. Ne de olsa Iskra’yı ilk yayın-
layanlardan iki arkadaştırlar. “Şimdi kendime soruyorum,
neden ayrıldık, neden birbirimize düşman olduk? Kongre-
yi düşünüyorum da sık sık çok sinirli, delice davranmış ol-
duğumu anlıyorum. Bunu bir suç olarak bir kimsenin kar-
şısında kabul etmeye hazırım.” (Deutscher, Silahlı Pey-
gamber.)
1917 ile 1921 arasındaki Sovyetlerde çoğunluk –
Bolşevikler- yaklaşık 1/5 olmasına rağmen egemen iktidar
idi. Demek ki sorun sandığım gibi İlyiç’in ölümünden son-
ra ‘Kaba Gürcü’nün kulisçi “k.burjuva” tutkularıyla başla-
madı. Sorundemokratik merkezde olmalı idi ki Meksika’da
sürgünde merkez komiteden eski arkadaşınınemriyle 61
yaşındayken öldürülen,hem de ikinci dünya savaşının or-
tasında, öldürenlerin sanki başka işleri yokmuş gi-
bi,devrimin güzel insanı Bronştayn’a (parti lakabı Lenin’in
sopası) kıyılabilsin.Tıpkı Kurtuluş’ta –Cebeci/Ankara-
halkın öz kurtuluşu için devrimcilerin makinelitabancayla
taranması sonucu öldürülen -bütün genç ölenler öldürü-
lenler gibi güzel yakışıklı- devrimci çocuk gibi.
Bu mu bir acıklıhikayeninzamanda tekrarında gü-
lünçhikayeolan tarihi? (Belleğimdeki kendi cümlelerimle
söylersem, bir zaman ezberden alıntı şakımayana devrim-
ci denmezdi. Pek anlamadan sure ve ayetler ezberlemişli-
ğimiz vardı kutsal sayılan ve saydığımız kitaplardan.) “He-
gel tarihte olayların ve kişilerin sanki iki defa ortaya çık-

170
tıklarından bahseder. Şunu eklemeyi unutmuş. İlkinde
acıklıhikaye ikincisinde ise bir gülünçhikaye olarak. Ro-
bespierre’in yerine Louis Blanc... amcası yerine yeğeni –
Bonaparte’ler-”(Marx, 18. Brumier, siyasetin kitab-ı mu-
kaddesi).
Kıyılanlar kendilerine çeşitli sıfatlarla devrimci diyen-
ler tarafından tek tekdevrimciler terimine (kategorisine)
sığdırabilseydi onlar içimizdeki dayanılabilir acılar defte-
rine kaldırılabilinirdi belki. Leoncuların karşı devrimcisi
Gürcü Yusuf’la Gürcü’nün devrim düşmanı aslanı (Leon).
Ayrıca esastan ele alınması gereken bir deberiki devrimci-
ler tarafından öteki devrimci sayılanların kendilerini des-
tekleyen topluluklarla birlikte yok edilmesiolguları bulu-
nuyor. Kızıl Kimmerlerle sınırlı olmayan, sayıları bir ya da
birkaç devrimcinin öldürüldüğü olayların sayısı kadar çok
olan acıklıhikayeler.
Her tarihte anlatıldığı çeşitliliği içinde ya da bazı ta-
rihlerde (XX. Yüzyıl Dünya tarihi, Bolşevik Parti tarihi, in-
kılap tarihi, dinler tarihi, Osmanlı tarihi, sanat tarihi, bilim
tarihi, felsefe tarihi, alçaklığın tarihi –Borges-,Dofar kurtu-
luş tarihi, Polisaryo halk cephesi tarihi, Eritre tarihi, Müs-
lüman devletler tarihi, Türk medeniyeti tarihi, Rumlu Ha-
san’ın Ahsenüttevarih –ah seni tarih!-) anlatılan kırımlar,
kıyımlar zinciri. İnsandanoluşmuş toplulukların eylemle-
ri.Toplumların topyekün çağdaş eylemleri; bak Nagazaki,
Maraş, Tel al Zaater. Mohr’un anladığı tarih, “... bir taraftan
geleneksel faaliyeti değişmiş koşullarda sürdürürken di-
ğer taraftan farklılaşmış bir faaliyetle eski koşulları değiş-
tiren ayrı nesillerin birbiri ardından sahneye çıkmasından
başka bir şey değildir. Bu durum kurgusal olarak çarpıtıl-
maya elverir. Böylece bir sonraki tarih bir önceki tarihin
amacı haline getirilebilir. (...) tarih böylece özel amaçlara
sahip olur.” Peki kapitalizmin zorunlu olarak üretici güçle-
ri toplumsallaştırması, “kendi mezar kazıcılarını” yarat-
ması, kapitalizmin zorunlu amacı, kendinden sonraki top-

171
lumu doğurma amacı olmuyor mu böylece? “... ayrı ayrı
alanlar bu gelişmenin seyri içinde genişledikçe ve gelişkin
üretim tarzı, ekonomik ilişki ve bunun sonucu olarak ulus-
lararası doğal işbölümü sayesinde (sayesindeyse bir iyilik
durumundayız, yoksa yüzünden derdi Mohr) ulusların ya-
lıtılmışlığı ortadan kaldırıldığında tarih giderek dünya ta-
rihi olur.” (Marx, Alman İdeolojisi.)
Tarih (herhangi biri) beni kesin yargılar (marksistle-
rin her şeyi havale ettiği adreste oturan özne/tin olarak).
Çünkü içindenfetihçi katliamları, asker sivil faşistlerin kit-
le katliamlarını, Nazi soykırımını ve kıyımlarını, 12 Eylül
kıyım ve kırımlarını, açlık grevindeki insanları yok etme
kıyım ve kırımlarını, günümüzün dinci kıyım kırım yakım-
larını, sömürgeci kıyım, soykırım ve kırımlarını ve sömür-
gen kemirgenlerin her dönemde yapılmış din-kırım, gele-
nek-kırım, soykırım, topluluk-kırım, dil-kırım, yaşam-
kırım, kan-kırımlarını geçirmiyorsun da devrimcileri kara-
lamaya çalışıyorsun. (Pol kırılır pot içinde.) Bunlar vahşi-
leri uygarlaştırmak ya da geri üretim biçimleri içindeki il-
kel toplulukları kapitalist ilişkiler yoluna iterek sınıfsız
toplumun kuruluşunu yakınlaştırmış olabilir mi?Elbette.
Tıpkı Mohr’un Feurbach’a attığı fırçada (haşlama) olduğu
gibi. (Meal yaklaşık yorum mu? Yani laf değil içerik ve kav-
ramı özetleme çabası belki.) “... Sağlıklı insanlar yerine aç-
lıktan ve aşırı çalışmaktan bitkin düşmüş sıracalı bir kala-
balık gördüğünde yüksek sezgi gücüne ve soyuttür içi
dengelemeye sığınmak zorunda kalır. Komünist materya-
listin gerek sanayide gerek toplumsal yapıda bir dönüşü-
mün hem zorunluluğunu hem de koşulunu gördüğü her
noktada o, idealizme saplanır.” (Marx, Alm. İde.) Zihnim bu
konuda ikircik belki üçürcük içinde.Çünkü Hindistan ör-
neği tek başına alındığında ikircik, Brestlitovsk anlaşması-
ve anlaşma sonrası dönemde Ukrayna ile Polonya devrim-
cilerinin Alman orduları karşısında yalnız bırakılışı
(Trotskiy bu anlaşmanın Fransız ile İngiliz emperyalizm-
leri karşısında Alman emperyalizmini geçici olarak güç-
172
lendirdiğini belirterek gene de savunur. “Tecrit edilmiş bir
işçi devleti düşman emperyalist kamplar arasında manev-
ra yapmadan edemez”), Stalin ile Hitler saldırmazlık an-
laşması (ant içmişler midir? Moğollar ve Türkler ant içki-
sini öldürdükleri düşmanlarının kafatasıkemiğinden -
anatomi: çanakkemiği- yaptıkları bir tastan, eski Bulgar
beyleri aynı yolla yaptıkları çanağa ant için öldürdükleri
köpeğin kanını koyarak içerdi) üçürcük, dördürcük üretir-
ken –yirminci yüzyıl başının iki on yılının en kızıl gülü Ro-
sa henüz dalından kırılmış iken, kıranların uzattığı eli sı-
kan- sırasayılar geriye ve ileriye uzuuuun bir kurgusal zin-
ciroluşturur. Ancak onun halkaları gepgerçek-
tir.Devrimlerin ötekisi de berikisi de insanötesi bir ‘sınıf-
sal’ tarih anlayışında. Yani sınıflarda insanlar değil meta,
nesne oturuyor. Malthus’a “iyi kalpli insan” diyen, Doğu
Hindistan Şirketi yöneticisi J. S. Mill’e çok hoşgörülü eleşti-
riler getiren Mohr neden Bakunin’i, Proudhon’u (sadece
Alman İdeolojisi’nde Stirner’e karşı birkaç yerde arka çı-
kar), Stirner’i aşağılar da aşağılar? Bakunin’den korkuyla
beslenen bir nefret duygusuyla bahseder. Proudhon ona
göre hayali formüller arayışı içindedir. Düşüncede bile
burjuva ufkunun ötesine geçecek ne cesareti ne de kavra-
yışı vardır. Stirner Mohr’dan en çok aşağılamayı gören fi-
lozoftur. Aziz (?), kutsal papaz, peder, hokkabaz, ahmak
köylü, bön, çocuksu safdil, Sanço, muhafız konseyi üyesi,
fanatik, kopyacı, hırsız, istismarcı gibi sövgüler Alman
İdeolojisi’nin birçok paragrafında en az bir kez geçer. Öte-
ki devrimciler (“Sanço’nun kişisel çıkarlar ile genel çıkar-
lar arasındaki çelişkiyi kavradığı o yavan küçük burjuva
Alman biçim” düzeyinde kalanlar) öteki sınıftan olanlar-
dan (büyük mülk sahipleri) daha tehlikeli ve genelgeçer,
benimsenmiş ahlaksal kuralları sürekli çiğniyorlarmış gibi
(öldürmeyeceksin, başkasının eşini baştan çıkarmayacak-
sın, komşunu kendin kadar seveceksin, komşu malını çal-
mayacaksın, çıkar için yalan söylemeyeceksin, dedikodu
yapmayacaksın...).Şöyle yazmak çok mu güzel, açıklayıcı,
173
yanlışı düzelttirici, inandırıcı, dostluk kurucu? “Sen Sanço
–gerçi sen de bir filozofsun ama iflas etmiş bir filozofsun
ve daha felsefeden dolayısıyla maddi kredi de, iflasın ne-
deniyle düşünsel kredi de hak etmiyorsun- sen kalkmış
dine karşı tutumumun kendime özgü olmadığını söylüyor-
sun. Yani sen bana diğer filozofların söylediğinin aynısını
söylüyorsun.” ( -Aziz- Marx, Alman İdeolojisi.)
76 yıllık ömrünün üç çeyreğini (60 yıl) zindanlarda,
kalan tek çeyrekliği erkençocukluğu hariç eylemde, bari-
kat arkalarında, yeraltında geçiren ve bir açıkhava toplan-
tısında işçilere konuşurken inme inmesi sonucu ölen
Blanqui adı neden Marksçılıkta vedalaşmacı üslupçulukta-
küfür yerine kullanılır? Bütün Marksçı ustalardan dernek-
devrimcisi militanlara kadar?1. Enternasyonal’deki Baku-
nin, Proudhon ve Paris Blankicilerini atma kulisleri, ar-
dından o kümeleşmeleri devrimcilikten küçükburjuvalığa
indirerek işçi örgütünden çıkarma, 2. Enternasyonal’deki
Lenin, Kautsky, Bernstein bölünmelerinden Menşeviklere,
Trotskiy’in 1903 sonrası Lenin’le (maximilyan Lenin, kötü
niyetli, ahlak karşıtı şüpheci, jakoben, istatikçi, şapşal avu-
kat) çekişmeleri, Lenin’in Trostkiy’le(boş çıngırak, laf ebe-
si, balalaykin –Şçedrin’in gülünç karakteri-) dalaşmaları,
Bolşevik merkez komitedeki Almanlarla savaş mı barış mı
oylamalarında Utriski’nin Lenin’i enternasyonal karşıtı
olarak nitelemesi, 3. Enternasyonal’den atılan Trotskiyci-
lerin 4. Enternasyonel’i kurmak zorunda kalışları, 4. En-
ternasyonel’de Amerikan Sosyalist Partisi’ndenBurnham,
Shactman, Eastman kümeleşmesinin partiden atılması,
Münir Ramazan’dan Dursun’a bütün bölünmelerin, ayrılık-
ların içinde Marx’ın katı merkezciliğinin, tek adam kalma
tutkusunun, kırıcılığının, dalaşmacı üslubunun hiç payı
yok mu? Kapitalizme kurtuluşçu birzorunluluk, geleceğin
toplumunu hazırlayacak çağdaş yüceilerici düzenolarak
övgüler yağdırması, ardından kapitalizmin katlettiği işçile-
re, kötürümleştirdiği bedenlere, çocuk bedenlere, ruhlara,
zihinlerezorunluluğun bir sonucu olarak bakmasının hiç
174
mi etkisi yok? Marx’ın bütün yazılarında, mektuplarında
üstüne basarak vurguladığı devrimci burjuvalar, ileri kapi-
talist ekonomi ve geçici bir zorunluluk olan (kısa bir sü-
re?) işçilerin halkların çektiği acılar acılar. Tıpkı Kapital
1’de olduğu gibi. (Marx’ın ölümünden önce yayınlanan ilk
cilt. Engels onu şöyle över, “işçi sınıfının İncil’i”. Öyle ya
bütün işçiler Hristiyan ve üstelik sofu.) “Kendisini değeri
genişletme tutkusuna kaptıran kapitalist, insanı üretim
için üretmeye insafsızca zorlar.” (Belleğimdeki kutsal ki-
tap ezberlerine göre büyük ihtimal edatları, zarfları, bağ-
laçları değiştirerek, eksilterek, ekleyerek sürdürüyorum.)
“Böylece o üretken güçleri geliştirir. Daha yüksek bir top-
lumun temellerini kuracak maddi koşulları yaratır. Bu top-
lumda her bireyin kişiliğini tam ve özgürce geliştirmesi ar-
tık temel ve yön verici kural olur. Kapitalistler sadece kişi-
leşmiş sermaye olarak saygıya değer... onların özel tüke-
timi birikmiş sermayeden çalma gibidir. Biriktirmek, top-
lumsal zenginlik alemini ele geçirmek, sömürdüğü insan-
ların kitlesini büyütmek kapitalistin doğrudan ve dolaylı
egemenliğini genişletmek demektir.”
İlerici geliştirici devrimci sömürgeci kapitalist eko-
nomi üretici güçleri geliştirip üretim araçlarını toplumsal-
laştırırken 1866’da Bengal’de 1 milyon Hintli açlıktan kırı-
lır. Ah o kapitalizmin gelişmesinin engeli olan gerici daya-
nışmacı loncalar, ah o kendi aileleri için üreten ve sadece
ihtiyaç fazlası ürünümetalaştıran gerici küçük ekonomi, ah
o manifaktüre modern sanayiye karşı inatla direnen zana-
atkar. “Tefecilikle ve ticaretle doğan para-sermayenin sa-
nayi sermayesine dönüşmesi kırsal yerlerde feodal hukuk-
la, kentlerde lonca düzeni tarafından engellenmişti. Bu en-
geller feodal düzenin çözülmesi, kırsal nüfusun mülkleri-
nin ellerinden alınması ve topraklarından atılmasıyla or-
tadan kalktı. (...) Amerika’da altın ve gümüşün bulunması,
yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi, madenle-
re gömülmesi, Hindistan’ın yağmalanması, Afrika’nın köle
ticaretinin av alanı yapılması kapitalist üretim çağının
175
pembe renkli şafak işaretiydi. Bu pastoral gelişmeler ilkel
birikimin adımlarıydı. (...) Bu yöntemler, bazen, sömürge
sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanır. Ama hepsi
de, feodal üretimin kapitalist tarza dönüşüm sürecini ya-
pay bir biçimde hızlandırmak ve geçişi kısaltmak için dev-
let gücünü, toplumun bu örgütlenmiş kuvvetini kullanır.
Zor yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir.”
(Marx, Kutsal Kapital, -İşçi sınıfı İncil’i-)
Bunun yanında Proudhon Fransa’da “donsuzlara”
yardım edecek somut çareler yaratmaya çalışırken bir
yandan da kapitalizm altında yoksulların, çalışanların ba-
rınak, iş, kreş, okul gibi ihtiyaçlarının bir kısmını karşıla-
yabilecek bir kredi ve banka sistemi örgütlerken Mohr onu
küçük burjuva devrimcisi olarak etiketliyor. Öyle ya tarih
dünyanın nüfusunun her onundan dokuzunu ilerici dev-
rimci kapitalizmi kurmak için ezerken karın açlığına, üç
saatlik uykulara, barınaksızlığa, giysi yokluğuna, soğuğa,
sıcağa çalıştırılan insancıkların yaşama zorluklarının has-
talanmalarının ölmelerinin ne önemi var? Zorunluluk bu.
Yarın üretim ilişkilerindeki çelişkiler işçilerin “ölmeyen”
kesiminin temsilcilerini iktidara getirecek. Tarih bilinci
olan bu olgulara üzülmez. Tarih ne yapıyorsa üretim ilişki-
lerindeki uzlaşmaz çelişkilerin sonucu çatışmalar nedeniy-
le ya da sayesinde yaparak geleceğin özgür bolluk toplu-
muna doğru ilerliyor mu?
Kapital ya da işçi İncil’ibirçok yerde de Avam Kamara-
sındaki araştırma komisyonlarıyla, inceleme raporlarıyla
birlikte üzülür gibidir.Tıpkı “... bazen bir çocuğun ara ver-
meden 36 saat çalıştırıldığını, 12 yaşındaki çocukların sa-
bah 2’ye kadar çalıştırıldıktan sonra işyerinde saat 5’e ka-
dar uyuyup tekrar işe koyuldukları”nı alıntı yaptığında ol-
duğu gibi. Ya da tıpkı sayısız yerde buna benzer şeyler “...
köle pazarı yerine emek pazarını, Amerika yerine İrlanda
ve İngiltere’nin tarım bölgelerini, İskoçya ve Galleri, Afrika
yerine Almanya’yı koyun” der. Avam Kamarası konuşma-

176
larındaki insanı çıldırtan durumları gösterir. Aşağıda ol-
duğu gibi “...pamuklu sanayi kurulalı doksan yıl olu-
yor.İngiltere’de üç kuşak boyunca süren bu sanayinin işçi-
lerin dokuz kuşağını mahvettiğini kesin olarak söyleyebili-
rim”. (Bu 1860’larda yapılan bir konuşmaydı hatırladığım
kadarıyla. Dokuz kuşak 270 yıl mı sürer? Demek ki İngilte-
re işçisi hala mahvolmuş bir durumda. Öyle ki Ken Loach
usta boşuna işçilerin dünyasında saplanıp kalmıyor. Bütün
filmleri – gördüklerim içinde Fatherland, Black Jack, Sin-
ging the Blues in Red, Family Life-sanki Kapital’den mo-
dernizme fırlamış görüntülermişgibi. Yaşasın gelişmiş top-
lumsallaşmış üretici güçler!)
Bir zamanlar Sosyalizm dininin Marksizm mezhebinin
devrimciler tarikatında mürit iken de kapitalizmin ve ka-
pitalistlerin “üretici güçleri” toplumsallaştırarak devrimci
olduklarına iman getirmedim. Çalışanların ürettiği değer-
leri özel mülke katmayı bir toplumsallaştırma olarak an-
lamam ne mümkün! Sosyalizm dinine en başta kapitalizme
karşı bitmez tükenmez nefretim yüzünden iman etmek is-
tedim. Demek ki Mohr’u Sosyalizmin elçisi –asla ilk ve son
elçi değil- sayarken sermayenin kurduğu işçiyi yaratan ile-
rici, devrimci üretim tarzını yani kapitalizmin zorunlu so-
nunu kavramamışım. Şimdi bu dinden –devrimci kapita-
lizm ve onu zorunlu gören tarih-tanrılı düşünceden (ideo-
loji)- çıkıp kapitalizmin bütün dönemlerini lanetliyorum.
Kapitalizminher aşamasına, biçimine, bana sunduğu, bana
vaadettiği nimetlerine karşı geleceğimi ilan ediyorum.
Bundan dolayı kendime ve bütün antikapitalistlere –
ilkçağ, ortaçağ ve bütünçağlarda, elbette o zamanki meta
üretimi,tacirsermayesi,köle sahibi sermayesi bağlamında-
toplulukçular diyorum.Onların “bilimsel” olmayan ütopya-
cı sosyalizmlerine, komünizmlerine (Toplumculuklarına,
toplulukçuluklarına) kendimi taraftar sayıyorum. Çünkü
onlar toplum denilen kavramı ne kendi zamanlarında ne
de bugünkü anlamda hiç kullanmadılar. Onu savunmadı-
lar, onun gerçekleştirilemez olduğunu, kendilerini aldatıcı
177
bir içeriği olduğunu bildiler. Çünkü bütün dönemlerde
dünya sermayeler açısından ne kadar bağlı, ne kadar yakın
olsa da bu onlar için değildi. Onların yeri geçimlerini sağ-
ladıkları, kendileri gibi insanların yaşamaya çalıştıkları,
birbirlerine yardım ettikleri, birbirleriyle geçimliklerini
üretmede, topluluğun varlığını sürdürmede dayanıştıkları
bir yerdi. Devletin mülkü, ulusların birliğinin mülkü, dün-
yanın mülkü olarak yaşadıkları yer birbirlerini görebile-
cekleri, birbirlerine kolayca ulaşabilecekleri küçüklüktey-
di. Bir kent bile onların içindeyittikleri bir yerdi. Günü-
müzde bir mahalle, bir sokak, bir site bile onları içinde
kaybeden bir yerleşimdi. Onlar topluluğu sınırlarını sürek-
li genişletmeye çalıştıkları bir yaşam topluluğu olarak bil-
meyi sürdürüyor. Sosyal ile sosyalist toplumla ilgili kav-
ramlarsa komünal ile komünist de –birbirine birçok açı-
dan benzer koşullarda yaşamaya çalışan insanlardan olu-
şan- toplulukla ilgilidir. (Mohr Alm. İde.’nde topluluğu
geçmişe ilişkin olarak ancak kapitalist üretimin toplumu-
na göre olumsuzlayarak vurgular. “Boy –kabile- ve toplu-
luk –komün- mülkiyeti gibi feodal mülkiyet de bir toplulu-
ğa dayanır.”) Bu açıdan geleceğe ve bütün dünyaya bakan
bir bakışı geriye alarak şimdiyi, yaşanılan yeri, beraber
yaşadığım insanları önemseyen bir çaba içine giriyorum.
Nesnelliği kurarak yüzlerceİnsanötesi Gerçek Evren-
sel tarihi yazanlara göre bir tek Tarih var. Öylesine insanla
bağıntısız bağlantısız, öylesine insanın üstünde ötesinde ki
bu kurgu, Tarih ve Tanrı eşitliği aşkınlaştırılıp özdeşlenir.
Dilerim Tarih-tanrı beni suçlarımdan dolayı bağışlar (Doğ.
Türk: yarlıgar)!
At şu sigarayı pir aşkına! Yine perişan oldu yüzün gö-
zün. Oğlum senin bu bilinçdışı gizemci ve gizemli dilin ba-
yağı eskisel (arkaik) çınlıyor. Paketi de at bak’iim. Vera Za-
suliç kılıklı Gisela bir görürse eğer, senin ikide birde siga-
rayı bırakıpüçte ikide (mantıkçı kaba vurgu) sigaraya baş-
ladığını düşünür.İşte o zaman senin ve kavminin itibarı

178
beş paralık olur. (Sen burda bir halkın, bir ırkın, bir toplu-
luğun, hatta bir devletin, Allah aşkına bu kadar temsil ye-
ter! Ez’ceksiniz çocuğu ya hü!) Gene de onun, Vera pozun-
da olanın imgedefterinde eksiler (sol) çetelen bugün daha
arttı ki bu gidişle senin hakkında pek uzak görünmeyen
bir zamandakendine yönelteceği tek soru “bu adamın ne-
sini sevdim ben Karagözüm” olacak. Apollon meydanı
(güneşin savaşın çok şeyin tanrısı) seni çağırıyor.“İşitin
(dinleyin?) Allah’ınelçisineonun selamını!” Nuh’a boş ver.
Ademe dön yüzünü. Senin de ona ya da başka birineiste-
meden de olsa yapabileceğin bir şeyi yaptı sadece. Üstelik
böyle diyerek onun fedasının bağışını görmezlikten gelmi-
yorum.
Sonuç bu canın yaşıyor olması. Elbette her iyilik deni-
len tutum bir nesneyi, bir sözü, bir yardımı insanın kendi
ihtiyaçlarından fazla ya da eksik oluşuna bakmadan (ço-
ğunda bakarak) kendiliğinden ya da istenildiğinde bir şey-
ler vermesiyle, sunmasıyla, yapmasıyla başlar. Nuh şimdi
senden kaçıyorsa eğer, kim bilir neden? Bunu bilmek el-
bette önemli. Ancak senin kendini mahvetmene neden
olacak bir bilgi sana pek de lazım değil. Belki o da seni ta-
nıyamadı. Ne kadar kısa bir zamandı birlikte yaşadığınız
süre! Ne kadar yoğun olsa da dostluğunuz aradan yıllar
geçti; ikinizi de yıpratmış, yormuş, doğduğunuza bazen
pişman kılmış yıllar.Zamanın gül parmaklı becerikli elleri-
ne bırak onunla karşılaşmayı. (“Ey köpek! Yine kurtuldun
ölümden! Ama çok yakınından geçti bu sefer! Yine Apollon
kurtardı seni. Bir daha okların çarpıştığı çatışmaya gelir-
ken yine ona dua edersin...”) Haydi İlyada’dan –
öykünmeci, sahnedeymiş gibi bir sesle defalarca okuya-
rak- ezberlediğin dizelerişakımayı bir yana bırak da kursa
git artık! Ekmek ve gelecek kapın. Çalışmayana kız ver-
mezler hiçbir yerde. Yok öyle “herkese ihtiyacı kadar!”
Tamam sahip.

179
(“Yaraladım seni! Boşa gitmedi okum.” -Homer Dede-
.)

Nuh’un Nuh olduğunu hatırladığım geceden sonra


hayli günü dışardan bir bakışla benzer şekilde yaşadım.
Nuh’u unutmak, onun çağrıştırdığı kederi bir daha yaşa-
mamak istedim. Ancak isteklerimiz elbette kendimize bağ-
lı olmayan ya da doğrudan bize bağlı olmayan güçlerin,
koşulların, zamanların da hükmü altındaydı. Ben istedim
diye Nuh’u unutmayı becerebilecek değildim. Keşke insan
iradesi bu kadar yetkili olsaydı. Nuh’la nasıl olsa karşılaşı-
rız, diyordum. Bazen de karşılaşırsak bu sefer onunla ko-
nuşurum nasıl olsa derdim. Sonra yaşamın uymak zorun-
da olduğumuz zorunlulukları yüzünden nefes nefese ko-
şuşturmalarım arasında belleğin yasaları girerdi devreye.
Zaman geçtikçe Nuh’u görmek, ona laf olarak değil, bir
davranış bir tutumla teşekkür edebilmenin bir yolunu
bulmak, güzel bir davranışın karşılığını vermek, bir borcu
severek ödemek duygusunun baskısı, verdiği acı hafiflerdi
nasıl olsa.
Nuh en çok kalabalıklara karıştığım yerlerde belle-
ğimdeki derinliklerden bilincime çıkıyordu. Tanımadığım
birinin yürüyüş biçimi, birinin sesi, birinin yüz ifadesi ba-
na onu hatırlatıyordu. Nedenini bilmediğim bir iç daral-
ması, bir iç sızlaması bu hatırlamayla birlikte bedenimdeki
zihnimdeki yerine çörekleniyordu. Bu duyguyu, bu acıyı,
sızıyı, sıkıntıyı Gisela’yla konuşmayı istedim hep. Sonuna
kadar hangi nedenlerle konuşamadığımı kendi bilincimde
düşünemedim, açığa çıkaramadım. Daha ben, ‘Gisela başka
bir kültürün insanı. Başka bir hayatı yaşayarak bugüne
180
geldi. Ona Nuh’u görmek zorunda olduğumu anlatmaya ça-
lışsam ne diyeceğim? Benim hayatımı kurtardığı için onu
bulup bunun karşılığını ödemeliyim’i düşünürken Gise-
la’ya açılma, belki de ona anlatma isteği uçup yok oluyor
ya da bana anlamsız, gereksiz, çocukça, saçma bir şey gibi
geliyordu. Bildiğimi sanıyordum ki eğer ben Gisela’ya an-
latabildiğim kadarını açıklamaya çalışsam beni ne kadar
rahatsız ettiğini tam olarak bilemediğim, ama uykularımı
bölecek kadar güçlü olan kıskaç gevşeyecekti.
Kursun bitmesine kısa bir süre kaldığı bugünlerde
kurstan sonra ne yapacağım sorusuyla uğraşan zihin güç-
lerim Nuh’la da, onu Gisela’ya anlatma arzusuyla da pek
uğraşamaz oldu. Böylece onları bilinçdışımın uzak yerleri-
ne yuvarlamış olmalıyım. Bunu düşündüğüm anlarda hafif
bir sızıyla birlikte yeni hayatımın kuruluşu ve işleyişi bana
daha sevimli geliyordu. Bu duygu çok tanıdıktı üstelik.
Birçok kez yaşamıştım. Hastaneden Nuh’un gönderdiği bir
arkadaşla birlikte çıkıp Şam’a bir eve giderken aynı duygu-
larla iç içeydim. İyileşiyordum. Bedenimdeki yangın, acı,
halsizlik bitiyordu. Lanet olası bağırsak boşalmaları, asla
hatırlamak istemediğim birilerinin buna tanıklığı bitmişti.
Ben güç denilen şeyi her kıpırdayışta, karnımın heracık-
masında, arabanın önünde gözümün takıldığı birçok gö-
rüntüde hissediyordum. Şam’a giden ikincil yolda kap-
lumbağanın yolun karşısına geçişi ne kadar güzeldi. Görüş
yüksekliğimizdeki atmacanın gökte asılı kalışı, bir alakar-
ganın kayısı ağacının dalına tüneyip yoldan geçen araba-
mıza bakışı ne görkemliydi. Lübnan’da İsrail işgali, Şam’da
telaşlı kalabalık, fırınların önünde oluşmuş uzun kuyruk-
lar, hüzünlü yüzleriyle durmadan bağıran erkekler, aldığı
lavaşlarla eli yana yana koşan yeniyetmeler gibi hayat on-
ca tonuyla,görüntüsü hareketi sesiyle içimize doluyordu.
Bombalar, ölümler, ağır hastalar, yaralılar. Ölseydim eğer
hayatın bu kalabalık akışı, oluşu içinde ben de bir dikkatin
nesnesi, bir düşüncenin kısa süren bir konusu olacaktım ki
bunun uzunluğu evlerde dikkatle uygulanan karartma ça-
181
bası süresi kadar bile olmayacaktı.Belki zaman zaman Nuh
hatırlayacaktı beni. Bana verdiği emekle birleşen imgem,
hastalığa yenilişim inceden inceye canını sıkacak içini üze-
cekti. Bunu biliyor olmak, bunun olacağını kestirmek yok-
luk zamanım için bile yaşamayı somut ya da soyut sağlama
almışım gibiydi bana. Bir neden olarak içimin dehlizlerin-
de beni Nuh’a bağlayan bir şeydi bu.Benim gelecekteki ya-
şamım kısa da olsa kesik kesik Nuh’un zihninde o var ol-
dukça sürecekti.
Bedenimizde, zihnimizde, ruhumuzda, ilişkilerimizde
kısacası hayatımızda aksayan şeylerin bir şekilde düzene-
sokulması, onlar düzene girdikçekendi düzenleri içinde
çalışırken bizim hiçbir şeyden haberimizin, bilgimizin ol-
mayışı ne tuhaftı. Ne kadir kıymet bilmezlikti. Obin bin
(içimizde ve dışımızdaki) didinmeyi çalışmayı bilmeden
“bu yemek ne kadar lezzetli” diye düşünmemiz. Aaa, şu
gömleğin kumaşı ne kadar narin ya da bu gece ne kadar
derin uyumuşum diyebilmemiz gibi. Belki yeme, içme, uy-
ku, giyim, sıcak, soğuk, arkadaşlarla ya da karşılaştığımız
bir insanla sohbet,sessiz kalsak da birilerinin yanında bu-
lunuşumuzkısacası insanın (kişisel, topluluksal) günlük ih-
tiyaçları bedenin, ruhun, zihninya da kendiliğin güçlerinin
kuvvetinin yerinde olduğu dönemlerde pek de dikkatin
konusu olmuyordu. Ne zaman kendilik herhangi bir ne-
denle ya da nedenlerle bozulacak kadar aksamaya başlar-
sa bunlar öne çıkıyordu. Aksayan şey ya da yerin çevre-
sinde düşüncemiz, duygumuz, duyumlarımız yapışıp kalı-
yor. Ateşim var, karnım ağrıyor, parmağım sızlıyor her so-
luklanışta kendimize içimizdeki kendi sesimizle ya açıktan
bir sesle bildiriliyor. Yürürken yorulan bir arkadaşın dur-
madan çok yoruldum demesine alışamadığımız zamanla-
rın ya da yaşlı birinin durmadan ağrısını, sızısını dillen-
dirmesinin bizi bıktırması gibi bir bebeğin durmadan ağ-
lamasının bizde uyandırdığı çaresizliğin öfkesi ne kadar
yersiz. Sanki bunlar kaybolduğumuz, kendimizi endişe
içinde hissettiğimiz hatta korktuğumuz yer ve zamandaki
182
“kimse yok mu,” ünlemesi gibi kendiliğinden sese dönüşen
içsel tepkiler.
Nuh’u Korsan’da görüp de tanıyamamak böyle bir acı
bana. Belki o orada, o anda “kimse yok mu,” diye ünledi.
Ben gördüm ama tanıyamadım onu. Sanki onu görmeyi,
onun ününü hiç önemsemez bir tavır içindeymişim gibi.
Sanki kendimizin bir parçası olan geçmişi, geçmişteki iliş-
kilerimizi hiçe katmışız gibi. Yaşananların, yaşadıklarımı-
zın yok hükmünde sayılması gibi. Bizi hatırladıkça rahat-
sızlığa iten anıların kişilerine bile bir ilişkinin varlığı hatı-
rına bir selam borcumuz yokmuşçasına.
Ah keşke biraz daha dikkatli olsaydım, onu sesinden
bile tanırdım. Düşünmeden, hiç aklıma getirmeden bilinç-
dışımdaki Nuh’a ilişkin izler, işaretler, davranış kalıpları
onu bana tanıtabilirdi. Nasıl“yalıtılma –karantina-” yeri
kaya kovuğuna doğru Nuh tırmanırken ayak seslerinden,
“huhh!”larından, ellerini dizine destek edip öne eğilmiş bir
durumda verdiği soluklanma aralarının ritminden gelenin
o olduğunu biliyorduysam, hem de aygın baygın durum-
larda, Korsan’da birazcık daha dikkatli olabilseydim eğer,
kendi kıytırık sorunlarımın dışına birazcık çıkabilseydim
sesinin bir kıvrımından, altta kalmış bir katından onu ayırt
ederdim. Bunu yapamamış olmak Nuh’a ve kendime karşı
bir ayıp. Nuh bu, zamanın bir yerinde bir kasabada bana
yemek ısmarlamış bir insan değil ki onu tanıyamamış ola-
yım. Bu davranamama güçsüzlüğü, beceriksizliği ne kadar
seyrek hatırlasam da utanç duyacağım bir şey olacak. Dile-
rim onu bulurum. Hem de karşılaşmaların talihiyle değil
kendi çabamla. Böylece yani bu çabayı göstererek ‘Nuh
merhaba, nasılsın’ demeyi (o nasıl karşılarsa karşılasın)
kendi anlayışıma göre hak etmiş olurum. Öyle ya merhaba
diyebilmenin, nasılsın diyebilmenin de öngerekleri, yerine
getirilmiş yükümlülükleri, içzorunlulukları, bir biçimi var.

183
GISELA

Gisela’ya Nuh’u anlatmak isteğiyle yanıp tutuştuğum


bir akşam, önce Gisela’nın elindeki “Das Kulturelle Geda-
echtnis –Kültürel Bellek-” kitabının güzel adı hatırına sus-
tum. Güya onun karşısında ben de aynı yazarın (Jan Ass-
man) “Zeit und Ewigkeit im Alten Aegypten –Eski Mısır’da
Sonsuzluk ve Zaman-”ını okumaya çalışıyordum. Gisela bir
yazardan tek bir kitap yerine bir seferde en az iki üç kitap
alırdı. Kitap sayısı taşıdığı cüzdandaki paraya ve en yakın-
da hesabına yatırılacak işsizlik yardımına kaç gün kaldığı-
na bağlıydı. Anladığım ya da sandığım kadarıyla aylık geli-
rinden zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabileceği miktarı aşa-
ğıya çekerek –daha az tüketerek- artırabildiği tutarı önce-
likle kitap almaya aktarıyordu. Bu tutumu beğenerek bel-
leğime yerleştirmişim ki daha sonraki yıllarda ben de bir
yazardan –abartarak- o kitapçıda ne bulursam almaya baş-
ladım. Bu tutumda aramızdaki farklardan biri benim alış-
verişten sonra gösterdiğim tutumu o kitap almadan önce
uyguluyordu. Gis önce artırıp sonra kitap alıyordu yani.
İnsan aklı bunu abartarak elbette bazı genel sonuçlara gi-
debilirdi. Biri çıkıp Batı uygarlığında yetişen insanlar dav-
ranışlarını planlayarak o plana göre hareket edip sonucun

184
gerçekleşebileceği koşulları önceden sağlarken Doğu in-
sanı anlık bir edimin sonucu içinde bulundukları koşulları
düzenlemeye çalışırlar dese, buna itiraz edilebilir. Ancak
bu genellemenin Doğuda Batıda uygun düştüğü birçok in-
san vardır ki her genelleme gibi bunun da gerçeğin mutlak
olmadığına değgin bir vurgusu bulunur.
Sonra da duruma göre yani aldığım kitap sayısına,
toplam sayfaya, konunun çetin ve çetrefilliğine göre üç
dört ay hatta çoğunda daha uzun zaman aynı yazarı oku-
manın neşesini, sevincini, kolaylığını, tanışlığını ve sıkıntı-
sını yaşamak. Sıkıntı dedim, elbette bu üç dört ay aynı ye-
meği yemek gibi bir şey değildir. Belki de yazarın her kita-
bına yansıyan çözemediği bir sorunla ilgili çabasının bo-
şunalığıyla ilgili bir yaşantıydı(düşünsel vargı, okumanın
incelemeye dönüşmesi, duygu çeşitliliğini yaşama, kitabın
dünyasını anlama çabası, bütün bunların davranışlarımıza
yansıması, öyle yapmak, öyle eylemek tutumuyla ilgiliydi)
benim duygum. Bu beni doğrudan ilgilendiriyor ve sonraki
günlerde yazarın sorununu günlerce zihnimde evirip çevi-
riyordum. Hatta birçok kez yazarın okuduğum kitapların-
da belli bölümleri yeniden yeniden okuyor, soruna bir çö-
züm bulmaya çalışıyordum. Telaşla ve sevinerek fark et-
tim ki okumanın zamanı değiştikçe anlam da değişiyordu.
Bu nasıl bir şeydi, yazı orada duruyordu ve ben farklı za-
manlarda o değişmeyenden değişen anlamlar derliyor-
dum. Bu değişik anlamlar ya da anlama karşısında kendi-
me olan güvenim yok mu olmalıydı? Yoksa kendimin an-
lama yetisinin de geliştiğini -daha alçakgönüllü söylersem
değiştiğini- varsayıp ömür boyu bir kitabı okuyarak an-
lamların kendi aralarındaki şımarık, neşeli oyunlarını –bu
aynı zamanda hayatın da yaramaz oyunuydu- zevkle sey-
retmeli miydim? Bunun ne zararı vardı? Kendi dünyamı
bir parça bir yana bırakıp başkalarının sorunsallarıyla yo-
rulmak. Gis bana bu –henüz tamamen kavramadığı- du-
rumumdan dolayı “Schattenspiler” adını takmıştı. Bunun
kendisine sevimli geldiği yollu bir açıklamayla birlikte süs-
185
lenmiş bir lakap olduğu açıktı. (Gis bu ismi çok benimse-
miş olmalı ki bana çoğunda böyle sesleniyordu. Benim ha-
yalci ya da hayalcim.)Süslemeye gerek de yoktu doğrusu.
Sözlükte kelimenin karşılığı olarak “hayalci” yazıyordu.
Ama benim ‘Schattenspiler’dan anladığım sözlüğe rağmen
başka bir şeydi, hayalle uğraşmanınbaşka bir yoluydu. Ben
gölgelerle oyun oynuyordum çoğunda. Bazen hayallerle oy-
nasam da aslolan bir somutluğu olan gölgelerdi benim oyun
nesnelerim. Ben başkalarının gölgeleriyle oyunlar kurup en
azından o kurgulardan kendime ballı özsular damıtıyor-
dum. Bunun kimseye bir zararı yoktu doğrusu.
Elimdeki kitabı sehpanın üzerine bırakıp mutfağa yö-
neldim. Ne yapıyordum ben, oturmuş Gis’le sohbet edeme-
mekten dolayı Assman’ı dinlemeye çalışırken kendi zihnim-
de kendimle konuşuyordum. Kimbilir hangi kelimenin birkaç
kelime öncesiyle o kelime arasındaki uzaklığında gidip geli-
yordu zihnime bağlı gözüm.
Ne yani bir kadınla beraber yaşamak, evlilik, sevgililik
böyle bir şey miydi? Gerçekten ne bekliyordum ben bera-
ber yaşamaktan? Beraber yaşamak gündelik sorunların
çevresinde, içinde durmadan çene çalmak mıydı? Durma-
dan sevdiğin insana dokunmak, onu öpmek, onunla seviş-
mek miydi? Neyi vardı karşılıklı oturupeski bir dostu ko-
nuklar gibi Jan’ı dinlemenin? Bu güzel bir ortaklık değil
miydi? Yani istesem Gis’e bir şey soramaz, ona dokuna-
maz, onu öpemez miydim? Bunu yasaklamış mıydık? Her
davranışımızın nedenlerini, sonuçlarını, yan altta üstteki
gerekçelerini açıklayıp birimizin olabilir diye düşünce be-
lirtmesinden sonra mı eyleyecektik? Sevgi, aşk, ortak ya-
şamaya karar vermek , karar vermeden yaşamak değişik
sınır çizgileriyle olsa da bir önermeden yapma, bir baştan
işten güçten çıkarma, yeni bir oyun kurma, kurulan o
oyunda herkesin aynı kurallarla yarışması bazen de biri-
nin mızıkçılık yapıp kural olmayan yeni biçimler yollar

186
yordamlar dayatması ve o dayatmayı sevilenin sevenin
benimseyerek oyuna sokmasıdeğil miydi?
Bir tabağa biraz peynir (burada çoğunda taze kaşar)
koydum. İki kadehe kırmızı şarap doldurdum. Tepsiyle
birlikte odaya girip Gis’in yanına doğrusu onun kanepede-
ki sağ bacağının üstüne gelecek şekilde ağırlığımın yarısı-
na yakınını ona devrettim. Başını kitaptan kaldırdı, güldü,
elleriyle kitabın arasına bir ayraç yerleştirmeye çalışırken
onu kendime çekip “dur bir kere” demesine aldırmadan
öptüm. Kitap yere düştü. “Dur bir kere”nin sahteliği ya da
belki gerçekliğinin değişerek arzuda yitişi beni saran kol-
larının tanıklığıyla ortaya çıktı. Öpüşmeye ara vererek yal-
varırcasına “benim kaldığım eve taşınalım,” dedim. “benim
eve” ya da “evime” diyemediğimi sevinerek fark ettim. El-
bet bu cümle gündelik Almanca’ya da aykırıydı.
Doğrulduk. Kadehlerimizi kaldırdık. Gis bir sigara yak-
tı. Ne duruyordu? Neden bir kelime, kutsal bir “evet” ya da
dünyasal bir “hayır” diyemiyordu? Düşünceye dalmış bir
ifadeyle “böyle yaşarken rahat değil misin?” dedi. Rahat-
tım. Sorun rahatlık değildi tabii ki. Dilde rahatla gösterile-
nin altında ya da derininde kalabalık bir hareket içinde
duygular, düşünceler, ilkeler, gelenekler, parasal hesaplar
gibi daha onlarca şey birbirine çarpmadan dönüp duru-
yordu. Onu benimle kalmaya bir razı edebilsem başka bir
şey istemezdim. İstemez miydim gerçekten? Böylelikle en
başta Gisela’yı kendi mülküme katmış olmanın güvenini
yaşayacaktım. Bu muydu aşkın bencilliği? Ancak bu mülk
edinmenin hiç de güvenilir bir yanı yoktu. Çünkü ayrılma-
lar, boşanmalar bu toplumda da yaygındı.
“Hazinem birlikte bir evde oturmayı şimdilik kendine
dert etme. Doğrusu bunu ben de istiyorum. Zaten çoğu ak-
şam bir araya geliyoruz. Doğrusu ben de birkaç kez senin-
le daha güzel bir evdeyaşamayı hayal ettim. Bunu gerçek-
leştirebiliriz. Bunun şartlarını hazırlarız [Ah Batı insanı].
Senin şu kurs bir bitsin. Bakalım sonrası nasıl gelişecek
187
[Şükür bunu kendiliğinden bir sürece bıraktı]? Belki de
başka bir şehirde iş ararız [Gis bir şeyleri–akkusativ, i hali-
planlamışsın gibi].”
Gisela içinde benim de olduğum hayaller mi kuruyor-
du? Ona sarıldım. “Cumartesi günü Bremene’e gideceğim.
Tajo’yu bir arkadaşa bırakırım. Marione ona bakmayı çok
istiyor. Tajo da ondan hoşlanıyor”dedi. Hani beraber gide-
cektik? Birkaç gün önce neden “istersen anneme birlikte
gidişimizi biraz daha erteleyelim” demişti? Bu erteleme
düşüncesi hiç dikkatimi çekmemiş. Ama dediğini şimdi
açık seçik hatırlıyorum. Gis geleceğe, şimdiye ilişkin tasa-
rılar kuruyordu. Tek başına? Bunu onun içinde olduğu
durgunluktan, sakinlikten anlıyordum. Çünkü o sakinliğin
hemen altında düşünceler, tasarılar birbirini tamamlıyor,
olmazlıyor, çürütüyor, destekliyor gibiydi. Eğer ben biraz-
cık insandan, insan ruhundan, zihninden anlıyorsam Gis
hiçbir sorununu kendi istemedikçe başkalarına açmazdı.
Bu açıdan onunla aynı dokumadandık. Belki de annesini
görmeyi bu sorunları başka bir yerden başka bir yaşamın
içinden görme nedeniyle istiyordu. Sana ne oluyor, demeli
miydim? Asla.
Neden birden bire endişelendim? Yoksa o endişe
içimdeydi, içliydi de şimdi mi yüzeye çıktı? Ya dönmezse?
Bu ilk olmaz. Sevgilisini, kocasını, karısını bırakıp da bir
yerlere giden, orada kalan insanların sayıları oldukça bü-
yük olmalı. Ne yapılabilir ki! Gel denir, seni özledim denir,
bir işe yaramayacağını ve de yalan olduğunu bile bile –
ulaşılabilirse eğer- sensiz yapamıyorum ne olur gel, denir.
Sevgi sevdiğinle bir arada olmaya çoğunda yetmez. Bunla-
rı düşünmeme rağmen bu iç sıkıntısı daha da yoğunlaşı-
yor. Gis yine kitabına daldı. Ben şarabın tadına kokusuna
damağıma çarpışına boş verip kadehin dibindeki damlaya
kadar içtim. Gis billahi değişiyordu. Ya ‘içinden geldiği gibi
yaşama’ felsefesinden bıkıp Bremen’e yerleşirse? Annesiy-

188
le birlikte o kentte yaşamayı seçerse? Orda iş bulursa yeni
bir sevgili... bu bir felaket olurdu.
Belki de bu acil gidişin bunlarla hiçbir ilgisi yok. Sahi-
bana işsizlik yardımının kesildiğini söylemedi miydi?
Bundan sonra nasıl yaşayacak, neyle geçinecek? İmkanı
yok sosyal kurumdan yardım istemezdi. Son haftalarda
geçici işlere gittiği de yoktu. Ben onu geçindirirdim. Bunu
kabul etmezdi. Haklı olarak kabul etmezdi. Bunu kabul
eden sosyal yardımı da kabul ederdi. Ona yine de harçlık
vermeyi teklif etmeliyim. Gis benden borç da olsa para is-
temez. Neden ki? Kendini bana karşı ev sahibi, daha ola-
naklı, donanımlı mı hissediyor bu ülkede? Eğer böyle idiy-
se, bunun bu toplumun gerçeğiyle zerre ilgisi yoktu. So-
kaklar işsiz parasız yoksul insanlarla doluydu. Kapitalizm
yoksul insanları da bir mal olarak görmüyor muydu? Öyle
bir mal ki gücünden sermaye balları şekerlemeleri derle-
nebilen ve bunu ucuza getirmek, çalışanları en kötü şartla-
ra razı etmek için fazladan hazırda bekletilen işsizler yığı-
nı. İş bulmak, çalışıyor olmak, çalışma koşullarına razı ol-
mak, çalışan insanların yerine göz dikmiş gibi bekleyen bu
rakip yığınla birlikte işverenlere sayısız kolaylık sağlıyor-
du. Mohr’un özgür işçileri. Yaşamda hiçbir şeyinin olma-
ması insanı nasıl özgürleştiriyordu sahi? Özgür? Yani pa-
çavralaşmak (Alm. lumpen) işverenle özgürce pazarlık
etme olanağı anlamına mı geliyordu? Akşamları içine girip
yatılabilecek, ısınılabilinecek, yemek pişirip yenilebilecek,
sevişilebilinecek bir yer olmadan nasıl özgür? Günlük yi-
yecek giyecek ulaşım ihtiyaçlarını karşılayacak paraya sa-
hip olmadan nasıl? Bir konuta sahip olmak, bir işe sahip
olmak soluklanacak havaya sahip olmak gibi bir şey değil
miydi?
Gis’e harçlık teklif et. Cebine para koy. Masanın üzeri-
ne sabah evden çıkarken para bırak. Yediklerinin içtikleri-
nin sevişmelerin bedeli gibi mi? Kabayım. Bir şekilde bunu
çöz.

189
O çok şeye karşı. Bu yüzden de birçok zorluk içinde.
Telefonu yok, kredi kartı kullanmıyor, yardım kabul etmi-
yor. Bu akşam bir anında uygun bir dille ya da pat diye ona
harçlık verebileceğimi söylemeliyim. Her şey ne kadar tu-
haf. Ayrı evlerde oturan iki sevgili. Eşitlik, özgürlük, ba-
ğımsızlık, aşkı diri tutmak derken ben Gis’e tutsak oldum.
Onun yanında, onunla bir yerde yaşarken paylaştıklarımı-
za zaten sınırlı olan parayı da katabilmek bu kadar zor
mu? Galiba ben durumumu hiç de sağlam görmüyorum.
Alttan alta beni rahatsız eden de bu. Yaşadığımız şeyleri,
biçimleri sıradan, olması gereken, doğal sayıyormuş gibi
davranarak Gis’e kendisi gibi olduğumu göstermek istiyo-
rum. Benim kendim yok gibi. İtirazım, önerim, diretmele-
rim, tartışmalarım. Bir oyunda bir rolü ne kadar doğallıkla
oynuyor görünüyorum. Peki Gis, “senin kendini özgür his-
setmeni isterim. İlişkimiz sana zorunlu bir görev yükle-
memeli” diyorsun da, ama nasıl? Gelebilir miyim, gider mi-
sin, yapar mısın, eder misin diyen benken nasıl? İzin ve-
ren, bağışlayan senken ben nasıl özgür olayım? “İstemi-
yorsan yapma!” Gisela beni hiç anlamıyorsun. İstiyorum,
seni seninle ilgili her şeyi çok istiyorum. Esas sorun da seni
çok istemek belki. “Gene aceleediyorsun.” Onun benimle
aynı evde kalmak istemeyişi beni yeteri kadar sevip sev-
memesiyle ilgili değil. Daha biraz önce ne dedi bana? “Bir
evde oturmayı şimdilik kendine dert etme. Doğrusu bunu
ben de istiyorum...” Gisela sevdiğiyle bir evde yaşayabilecek
bir insan değilse ya? Bunu ölçüp biçiyorsa? Benim yanıma
taşınsa sonra da bir gün ilişkimiz bozulsa, ben bozmam.
Sonra birsürü sorun. Kalacak yer, yeniden gündelik bir dü-
zen kurmak hem de o kırgınlık, yılgınlık, bıkkınlık içindey-
ken. Eğer sorun buysa ben onun yanına taşınmak istediğimi
söyleyeyim. Bak nasıl da rahatsız oldum (içgüveyi takıntısı).
O evcik nasıl bir güven duygusuveriyor bana! İşte sevdiğim
kadına karşı bile pis bir bencilliğin (beni duyma Max, bu
büyüdüğüm kültürle ilgili) beslediği rahatına düşkünlük
içindeyim. Değil. Tamam onun yanına taşınmak istediğimi
190
söyleyeceğim. Belki de Nuh’u bulur, evi ona devrederim.
Sevinir mi? Bu şehirde evsiz olup da böyle bir olanağın çı-
kışına kim sevinmezdi (geçmiş zaman).
Gölgeler bir anahtarı da bende olan ve istediğim za-
man geldiğim bir eve taşınamadım mı hala! Giysilerimin,
kitaplarımın, müzik kasetlerimin en az yarısını, duygula-
rımın tamamına yakınını getirdiğim bu ev değil mi? Bura-
ya taşınabilir miyim diye ona sorsam bu soru saçma değil
mi? İstediklerimi teklifsizce alıyorum ve ben kendime sor-
duğum sorulardan birini ona sormayı düşünüyorum. Kal-
dın sen sınıfta.
Gis ondan başka bir şey istemediğim sürece her şeyi-
min yerli yerinde olduğunu düşünüyor. Gerçeği de bu. İs-
tediğimi onun sunmaktan hoşnut bakışları altında çekip
alıyorum. Bu çok güzel. Aramızda bir sorun yok demek.
Belki ben zaman olarak daha çok bir arada kalıp onu daha
çok yaşamakistiyorum. Bundan dolayı da içinde bulundu-
ğumuz durumun(Osm. fiiliyat) güzelliğinin farkına vara-
mayıp kuruntuya kapılıyorum. Onu daha çok yaşamaya
gelince, bu kesinlikle benim buradaki varlığımın açık
edilmiş bir sözleşmeye bağlı oluşuyla ilgili değil. Çünkü
sözleşmeden de Rousseausuz da buraya her gün gelir, ge-
lişimin sevinçle karşılanacağını da bilirim.
Sabah erkenden uyandım. Gis’e bırakacağım harçlığın
hoş bulamayacağım bir tartışmaya neden olmaması için
parayı masanın üstüne bırakıp kısa bir not yazdım. “Seni
seviyorum Gis. Akşama büyük ihtimal gelmem. Böylece
sen de yolculuğa daha kolay hazırlanırsın. Bende ihtiya-
cımdan çok para vardı. O fazlalıklardan tam yarısını sana
bıraktım. Memet Gis’i ne kadar seviyor ki bunu Memet de
bilmiyor.” Evin kapısını bir hırsız gibi sessizce çektim.
Bir ekmekçi dükkanında bir kupa kahveyle bir ayçö-
reği yedim. Kursa kadar bir hayli zaman vardı. Yine de far-
kında olmadan Apollon meydanından geçen bir yeraltı
trenine binmişim. Devam edip Neumarkt’ta indim. Yeryü-
191
züne çıkıp insanlara baktım. Caddeler arabalarla, kaldırım-
lar insanlarla doluydu. Bu kentte gördüğüm başka kent-
lerde olmayan bir kent ve yaşayanları havası vardı. Bunun
ne ya da neler olduğunu bulmaya çalıştım. Zihnim boşuna
o kentten bu kente dolaştı. Gis mi? O uyuyordur şimdi. An-
cak uyusa da Köln’ün havasının bendeki izlenimini farklı-
laştıran kesinlikle benim melezimdi. Bild’in gazete kutu-
sundan beleş bir gazete almayı gönlüm çekmedi. Dürüst-
lük değil de Gis’in Bild okuduğumu herhangi bir şekilde –
dilim durmaz farkında olmadan bir alıntı yapabilirdim-
öğrenmesinin bana vereceği utanç duygusunu önlemekti
elimin kutunun kapağını kaldıramayış nedeni. Oysa kurs-
taki arkadaşların nerdeyse her birinin elinde bol resimli
bu gazeteden bir tane olurdu. Ben ağır Köln aydınlarının
okuya okuya usandığı o bol haberli hatta makaleli gazete-
den aldım. Yürüye yürüye Büyük İstasyon’a (Hauptbahn-
hof) gittim. Küçüklüğümden beri garlara, tren istasyonla-
rına bayılmışımdır. Bir istasyonda nasıl güzel zaman geçi-
rilir, bir istasyonun hangi tarafında (gar girişi ya da peron
tarafı) nefis sıcak içecekler bulunur, bunu parasız yatılı
okuduğum kente gide gele öğrenmiştim. Çünkü eskiden
trenler aktarmalı giderdi. Yolcular aktarma arasında sekiz
on saat hatta daha da fazla beklerlerdi. Ben elimde koca-
man tahta bavulumla peronlardan gara kollarım biriki
santim uzamış dirseklerim sızlamış, her iki yanım da –
denge sağlamak için bavulun tersine kilitlenen bel kasları-
ağrımış olarak girerdim. Eskişehir tren istasyonunu hatır-
ladım. Kışsa kesinlikle insanın ağzını yakan bol şekerli
üzeri tarçınla örtülü bir salep içerdim. Yaz ise o yılların
her kentte bol miktarda bulunan çeşitli marka gazlı gazoz-
larından genirecek miyimya da gözlerimden ne kadar yaş
gelecek bakayım, yarışıyla içerdim. Yazlı kışlı bu içecekle-
rin yanında kesinlikle haşhaşlı çörek yerdik. İnsanın ağ-
zından boğazına bir an önce kaymak isteyen bir çörek
lokması. Sonra Konya hattından bir tren gelir ondan bir-
kaç arkadaş inerdi. Garlarda arkadaşlı olmak insanın ora-
192
da bavula bağlanmış gibi beklemesini ortadan kaldı-
rır,istasyona yabancılığını bitirirdi.Hele Konya hattından
biriki kız arkadaş inmişse biz erkek çocukların geveziliği
iyice artardı. Bekleme salonunda yüklerimizin başında
nöbetleşe biriki kişi bırakır biz hemen kente koşardık. Bi-
liyorduk ki kız öğrenciler okuduğumuz kente varınca bi-
zimle selamı sabahı keserlerdi. Hiç tanımamış gibi, hiç bi-
zimle konuşmamış gibi. Biz oğlanlar da kızlardan kalabalık
olmamıza güvenerek durmadan onlarla dalga geçerdik.
Kızlardanbiri ya da birkaçı bizimle kentte gezmeye gelir-
lerse neşemiz, cıvıltımız iyice artardı. Bizim gösterişçi, be-
ğeni peşindeki nüktelerimiz, şakalarımızarttıkça kızlar iyi-
ce içlerine kapanırdı. Çünkü yaşı kaç olursa olsun kız ço-
cukları çarşıda pazarda ağırbaşlı görünmek zorundaydı.
Bu zorunluluğu hem oğlanlar hem de kızlar biliyordu. Oğ-
lanların bu konuda daha serbest sayılışı davranışlarımızın
cıvıklık denilecek düzeye çıkmasına neden olurdu. Ben her
yaşımda kızlara karşı çok utangaçtım. Çekingendim. Eğer
çarşıya giden kümede bir kız varsa sırf o kız yalnız kalma-
sın, daha fazla rahatsız olmasın diye ben de suskun kalır-
dım. Paytonlar (fayton), yük taşıyan atlı arabalar, pazarye-
ri, çarşı, adı güzel çağrışımlarla bizi güldüren ırmak (Por-
suk) kıyısında yürüyüşler, 50 kuruşa büyük bir kase çorba
içilebilen lokantalar ve kısa ya da uzun bir tatilden sonra
arkadaşlara, onların neşesine kavuşma duygusu. Bir ken-
tin sevimliliği içinde yaşayanlardan çok bizim yanımızda
kimin, kimlerin olduğuna, o kentte kimlerle yaşadığımıza
bağlıydı sanki.
Kursta bize öğretecekleri bir şey kalmamıştı. Sadece
önceden planlanan kurs dönemini doldurmaya çalışır gi-
biydik. Her öğretmen bize bol bol işlerden, iş görüşmele-
rinden bahsediyordu. Her öğretmen içimizden birini sanki
iş görüşmesine gitmişiz gibi karşısına alıp bir oyun sahne-
ler gibi oynamamızı istiyordu. Bu oyunun tiyatrocuların
bir oyun hazırlarken (prova), yönetmenin ikide birde dev-
reye girmesi, ses tonunu ya da bir el kol hareketini, bazen
193
bir yüz ifadesini eleştirmesiyle benzerliği vardı. Öğretme-
nin eleştirisinden sonra bizim davranışımızı bu değerlen-
dirmeye göre değiştirmemiz her seferinde gülüşmelere
neden oluyordu. Demek ki çok gülüyorduk. Çünkü öğret-
menler çoğumuzdaki dile hakimiyet eksikliğinden dolayı
sürekli düzeltmek bundan dolayı da bizler sürekli gülmek
durumunda kalıyorduk.
Son derste iyice sıkıldım. Gülüşlerin kalabalığı içinde
hayaller kurabilir, gölgelerimle kendi yazdığım bir oyuna
başlayabilirdim. Öğretmen farkına varsa da pek ayıp ol-
mazdı. O da biliyordu ki bu kurs çoktan bitti ve sevimli
olmayan bir zorunluluktan dolayı buradaydık. Yarın Gis
Bremen. Sabah uyanmak masanın üstüne bakmak. Tahmin
ederim ki notu sevdi. Paraya kızdı. Keşke onu bu akşam
görebilme cesaretim olsa. Notta da akşama gelmem gibi
bir şey yazdım. İyi ya, eğer ona gidersem sevinir. “Gelmem
dese de beni görmeden yapamaz Memet” der. Durumları-
mızı değişmiş olsak, Gis kaldığım eve bu akşam gelmeye-
ceğim dese, fakat akşamaonu karşımda bulsam ne yapar-
dım, içimde ilk anda ne duyardım? Oh özgür zamanlar. Böy-
le bir benzerlik var mı birbirini sevenlerde? Sen Gis değil-
sin.Sevenler de siz değil. İyi de ben Ehrehfeld’e mi gidece-
ğim? Hayır Gis’e koşacağım. Onu kapıp hemen kendimizi dı-
şarı atalım. Güzel bir yemek, üzerine evde “ı love Porto”. Gis
eşyalarını toplasın, çantasını hazırlasın. Gerekirse erkenden
yatalım. Sonra onu yolcu ederim. Çabuk dön derim, kucak-
laşarak, gözlerinin bebeğine bakarak ve sözle anlatılan bir
çağrı.
Ders bitti. Özgürüz kendi durumlarımız içinde. En
azından bir ders ortamında yerine getirmek ya da uymak
zorunda olduğumuz davranış ve tutumlardan kurtulduk.
Eğer Gis’in evinde telefon olsaydı ayaklarımın ikirciğinden
kurtulurdum. Alo derdim, bu akşamı dışarıda geçirelim
gülüm. Kabul et Gis, teknoloji insanların yaşamını kolay-
laştırıyor. Derdi ki, kabul ediyorum. Bu kolaylık nelerden

194
vaz geçme pahasına elde ediliyor? Telefon kişi özgürlüğü-
ne önemli bir saldırıdır. Her şeyden önce sesin iki telefon-
dan başka nerelere gittiğini bilmiyoruz. Bu sadece devlete
karşı gizli işler çevirenlerin kaygısı sayılamaz. Ben seninle
yaptığım bir konuşmanın üçüncü bir kurum görevlisi tara-
fından dinlenildiğini düşündüğümde o şartlarda sohbet
etmenin hiç de sohbet olmadığını varsayıyorum. Ayrıca
pazarlamacılar, tüketimi artırmaya uğraşan şirketler, gü-
venlik amaçlı kayıt altına almalar gibi durumlar da var. Bir
kimsenin ya da kurumun günün her saatinde bir insana
ulaşabilme gücü çok mu özendirici? Bu güç bu olanak kişi
özgürlüğüne karşı bir saldırı değil mi? Düşünsene gecenin
geç bir saatinde Hans Bey’le görüşecektim diyen biri. Bir
de bu aletin kullanım hakkı için ayda ne kadar çalışacağız?
İyi de Gis acil durumlarda... Eskiden ne yapıyorsa insanlar
şimdi de o durumlarda öyle davransınlar. Teknolojiye iti-
razım onun hiç de bütün insanlara kolaylık sağlamadığı,
parası olanların hayatını kolaylaştırdığı, zenginleri daha
zengin yoksulları daha yoksul kıldığı üzerinedir. Bu da ku-
rulu düzenin pekişmesi demektir. Ayrıca teknik araçların
üretiminin doğayı kirletici, doğanın dengesini bozucu, do-
ğayı tüketici etkilerini de düşünmek zorunda insan. Bu
aletlerin kullanımı reklamlarla artırıldığı, yeni bir yaşam
tarzının vazgeçilmezleri kılındığı sürece gezegenin canlıla-
ra sunduğu yaşam olanaklarının sonuna doğru hızı gittikçe
artan bir yolculuğu da engellemek gerekiyor. Hani hep ve-
rilen bir örnek vardır, Çin’de otomobil sayısı Almanya’daki
sahiplik oranına eşitlenip artsaydı atmosferdeki karbon
gazlarının artmasıyla gezegende ne gibi değişiklikler olur-
du? Hindistan, Rusya, Latin Amerika, Afrika? Kapitalistler
telefon televizyon, araba, kamyon, deniz motoru, beyaz
eşya, silah, ısınma serinleme aydınlatma araç gereçleri, bi-
bergazı... üretimini durmadan artırıyorlar. Artan oranı bir
yana bırak bu seviyede bir üretimin sürdürülmesi gezege-
nin sonunu getirmez mi? Sanayici sosyalistlerin zannettiği
gibi makinelerle “emeğin üretkenliğinin artırılması” ne
195
sömürüyü ne yoksulluğu ortadan kaldırıyor. Ayrıca bunun
üretici güçlerin toplumsallaşması diye adlandırılmasını bir
türlü anlayamıyorum. Aksine hem doğa hem toplum hem
de birey yok edici bir sürece itiliyor bu toplumsallaşma
denilen gidişle. Yani teknolojinin gelişmesi Marxçıl kişilere
“balık tutma zamanı” sağlamadığı gibi ne balık ne de za-
man bırakıyor. Teknolojiyi insan doğa, insan toplum, insan
devlet ilişkisi dışında ya da onu gündelik yaşamın ilişkileri
dışında hayal edilen bir soyutlıkta tartışamayız. Teknolo-
jinin getirdiği sorunlar“üretim araçlarının toplumsal mül-
kiyeti”nin sağlanmasıyla da çözülemez. Havayı en çok kir-
leten, denizleri ırmakları toprağı ormanı canlılar açısından
yaşanamaz hale getiren ülkelerin başında “toplumsal mül-
kiyet savunucuları” geliyor. Yani çözüm refah ve ileri tek-
noloji içinde kurulan eşitlikçi bir toplum anlayışında değil
aksine yaşayacak kadar tüketen insanların yer aldığıken-
dine yeten toplulukların yaratılmasında. Aşırı tüketimin,
lüksün, teknolojik yoğunluklu bir yaşamın ahlaksızlık ve
suç sayıldığı bir anlayışın insanların çoğunluğu tarafından
benimsendiği toplulukların örgütlenmesi gerekiyor.

“Giselaaa! Ne oldu‘canım’? İyi misin?”


“Merhaba. Çok iyiyim. Telaşlanma, sadece seni gör-
mek istedim.”
“Buraya gelebileceğini hayal bile etmedim. Ne güzel.
Tajo nerde?”
“Onu Marione’ye bıraktım. Galiba Marione ona bak-
mak istiyor. Üzülüyorum ya,öte yandan Tajo için en uygu-
nu da bu olmalı. Baksana! Bu akşam zamanın ve de heve-

196
sin varsaEskişehir’e (Altestadt) gidelim. Bir barda Ber-
lin’den bir caz grubu çalacak. Ne dersin?”
“Peki Gis’im. (Bu kadına böyle seslenmek ne hoş. Çün-
kü sanki anadilimde alıştığım ve çok çağrışımlı bir sözcük
olan ‘peki gızım dermişim gibi oluyorum. Konuşuyorum
onunla. Ama bir yandan da bunu düşünüyorum. Bu nasıl
ve hangi organımın marifetiyse aşk olsun ona.) Senin ya-
nında her yer güzel olur.(Bu cümle yani kelimelerin birbi-
rine bağlı öbeği dilden sese dönüşürken ben ona gızım de-
dikçe hangi duyguların içinde yitip eridiğimi fark etmeye
çalışırken oluyor. Çıkardığım sesleri de işitmeye çalışıyo-
rum. Ne güzel ki Almanca’da bir aksama çınlamıyor kulak-
larıma. Bu çağımda çocukken fark etmeden öğrendiğim
dillenme sürecini biraz farkında olarak yaşıyorum.) Hem
caz dinlemek çok heyecan verici gelecek bana. Yani hiç
canlı caz dinlemedim henüz. ”
“Canım grup akşam 21’de çalmaya başlayacak. Biz bi-
raz gezebiliriz. Ne dersin?”
“Ben çok açım. Akşam alkollü bir şeyler içeceğimize
göre yemek yesek?”
“Tabii bir şeyler yeriz. Bana da uygun gelir bu. Nerede
yiyelim?”
“Buradan doğru Hansaring’e gidelim. Orada bir lokan-
tada Türkiye mutfağından yiyecekler bulabiliriz. Bilmem
böyle özel bir akşamda kendime bir damak ziyafeti güzel
olurdu. Yani eski alışkanlıklara arada sırada dönmek güzel
gelebilir. Canım orada senin de hoşlanacağın bir şeyler bu-
labiliriz sanıyorum. İstersen başka bir...”
“Haayır. Ben de Türkiye mutfağından bir şeyler de-
nemeyi tercih ederim. Ama eğer ben unutacak olursam
lütfen garsonlara yemeklere biber katmamalarını söyle-
meyi unutma.”
İşte yine bir sokak kedisi gibi bana sokuluyor. El ele
bir kadınla caddelerde yürümek. Kaygıdan, endişeden,
197
korkudan, baskıdan, sıkılganlıktan, utangaçlıktan kurtul-
muş bir adam. Çoğu iç baskılardan... Gis’in boyu boyumdan
birkaç santim uzunmuş, huyu huyumdan başkaymış umu-
rumda değil. Onu seviyorum. Bununla ne kastettiğimi bü-
tünüyle bilmesem bile ona sevdalıyım. Gelecek günlerimizi
ise bugünde sarılan bir ilişkiler yumağı içinde düşünüyo-
rum. Yumak ama karışık değil hiç. Çok düzenli bir şimdiyle
bir göçebe kadınının kendiliğinden özeniyle bazen bu yö-
ne bazen öteki yönlere sarıla sarıla büyütülmüş, çocuklu-
ğumda bunu nasıl yapıyorsun abla dedirten bir yumak.
Eğer herhangi bir istekle bu yaşama, bu yaşamda yanıma
bir çocuk isteseydim onun Gis’ten doğması beni mutlu kı-
lardı. Bir kız, hem de anası kılıklı. Gis gibi sokulgan, Gis gi-
bi çok şeyin farkında, onun gibi insana doğaya kendine
karşı duyarlı. Kendini ve içinde yer aldığı uzamı zamanı
fark etmeye çalışan kısaca bilerek ile bilmeyerek ile yaşa-
yan... Bunun adı sevgi oğlum. Aşk biraz arızalı bir adlan-
dırma. Hele Kerem’lerin, Ferhat’ların, Mecnun’ların dün-
yası olan benim dünyamda. Paylaş hadi çocukça düş ile
düşüncelerini, saçmalıklarını, usluluklarını. Ve kendinin
not vereni olma. Kimseden pek not vermesini de isteme.
Nota değil güzel yaşamaya bak.
“Gis iyi ki geldin. Akşam ne yapacağıma karar vere-
memiştim. Tam bir bölünme içindeydim. Acaba Gis’e mi
gitsem yoksa eve gidip kitap mı okusam? Ya da Gis’e gidip
kitap mı okusam? Ya da Gis’in yolculuk hazırlığına yardım
mı etsem? Ya da...”
“Bana bıraktığın para için teşekkür ederim. Param
vardı. Normal olarak bu davranışın benim için tam olarak
anlaşılamayacak bir olgu. Kültürüstü düşünürsek bu güzel
bir şey mi tam olarak anlayamıyorum. [Sanki ikimiz de bir
şeyi anlatmakta şıkıştıkça güzel, güzellik, güzelce, güzel-
leme sözcüklerine sığınıyoruz. Kant’ın Yargı Gücünü ne
zaman okuyacağım? Belki de Fichte ya da Schelling bana
yardım eder. Türkçede yok bunlar. Erteleme. Yetmez bir

198
dille de olsa ummana dalmayınca sedef... Ama zaman] O
zaman da şu kültürde bunun şu anlamı var, bu kültürde ve
diğer ve diğer. [Senin vd. –usw.-lerin bir boşluk doldurma
değil bir yordam bana] Ama yine de bu davranışın beni
çok duygulandırdı. Niçin? Bilmem ki! Belki bıraktığın pa-
ranın alabilecekleri şeyler açısından değil de sende olanın
yarısını bana karşılıksız verebilmen açısından bu tutu-
mundan hoşlandım.”
“Canım bir kere paranın yarısından çoğunu kendim
aldım. İkincisi karşılıksız değildi.”
“Ne? Karşılık beklentin mi vardı?”
“Evet, tam öyle.”
“Nedir öyleyse benden istediğin?”
“Beni birlikte yaşadığımız sürece bu kadar kocaman
sevmen.”
“Ama hazinem bu kadar az paraya bunu benden na-
sıl...”
“ ‘Sus kız! Valla yumruğu koydum muydu!’ Seni gül-
dürmeye çalışıyorum canım. Biz Türkiyelilerin bir kısmı
kadının az konuşanını çok çalışanını ve erkek istedikçe, ne
az ne de fazla, sevişenini isteriz.”
“Ya sen hazinecik, konuşmamı istemiyor musun?”
“Gülüm senin konuşmanı istemiyorum doğrusu. Ama
seni sevdiğim için ve her gün sana yeniden aşık olduğum
için senin konuşmalarına katlanmaya çalışıyorum. Başger-
çeğim, saklıgerçeğim bu. İşte geldiiik.”
“Şaka yapıyorsun. Ben senin bu halini çok beğeniyo-
rum. [Kadın çeneni kapat da şu solcuların içinde beni rezil
etme. Ne bakıyorsunuz lan! Salona bir çift fil mi] İnsanı
çok güldüren, gerçeklerle sarmaş dolaş ama şüphe edilen,
insana acaba dedirten durumlar, sözler, tavırlar, taklitler...
İroni bence zekayla doğrudan bağlantılı bir yetenek. Bu da
sende var. Çok ironiksin. [Gis lütfen kes artık. Hemen şu-

199
raya çökelim bari. Sesinin yüksekliğinin farkında değil.
Uzakta oturanlar döğüştüğümüzü sanacak onun kolumdan
çekiştirerek yüzüme bakmaya çalışmasını görerek.]”
“Teşekkür ederim canım. İstersen birazını sana hediye
edebilirim.”
“Bana dolaylı olarak şakacı değilsin diyorsun, değil
mi? Ama ben seni seviyorum [kız bırak el tutma da ne böy-
le. Baksana millete. Taciz, boş ver] bunu nasıl diyebilir-
sin?”
“Canım burası Köln’de kurtarılmış kızıl bir bölge. (Algı
yanılması, algı oluşturma, kendini gevşetme yordamı.)Ye
iç, her şey bizim örgütten. Dilerim işletenlerin ilgisinden
rahatsız olmazsın. Onların ilgisi paracıklara değil senin kı-
zıl saçlı militan görünüşüne olacak. Biraz da damadımızın
onlar tarafından ne kadar sevildiğini sana kanıtlama ey-
lemi.”
“Saçmalık söyleme artık Memet! Lütfen! [Senin bükü-
len boynuna kurban. Seni kalkıp kucaklayacak kadar cesa-
ret...]”
Yemekten sonra Dom Kilisesi meydanına doğru yürü-
yoruz. Gisela derin bir suskunluğun içinde. Ne düşünüyor?
İnsan bir şey düşünmeden duramaz mı? Ben duramıyo-
rum, o halde bütün insanlar da duramaz. Madem Gisela da
insan o halde o da düşünüyor. Saçmalama artık deyişinden
mi etkilendim? Lokantayı, servisi, yemekleri beğenmedi
mi acaba? Beğenmiştir umarım. Öyle de görünüyordu. Eski
devrimci, yeni sığınmacı patron dahil nerdeyse bütün çalı-
şanlar özel bir ilgi gösterdiler. Yediklerimizin yarısı bizim
ısmarlamadığımız, patronun, aşçının bize sundukları güzel
şeylerdi. Sanki bunu da bir tadın dercesine masamıza yığ-
dılar minik lahmacunlardan şişlere çiğköfteden soğuk me-
zelere kadar pek çok yiyeceği. Tabii ki bu yalnızca bir iş-
letme bakışı değildi. Tanışmasalar bile eski bir devrimci-
den eski bir devrimciye ve onun sevgilisi Gis’e bir ikramdı
da. Eski devrimciler adına teşekkür ederiz dost. O acı dolu
200
yıllarımıza dayanabilmemizi böylesi inceliklerle kolaylaş-
tırdın bu akşam. Biz kendimizi bu seferberliğinizin nedeni
saymadık inan. Sadece o hala süren geçmişin hatırı ya da
bir değeri saydık. Gis de etkilenmiş olmalı. Bu malların
(emtia) ilişkilerinin dünyasında değişim değerleri dışında
başka başka değerlerin de olduğunu yaşadık bu akşam;
hem de kapitalizmin mal ilişkilerinin topluma egemen ol-
duğu bu ülkede.
Tahmin ederim Gis itiraz etse etse ancak tükettiğimiz
şeylerin çokluğuna ve çeşitliliğine itiraz etmiştir. O da be-
nim hatırıma, zaman zaman mekan mekan hala sürdürü-
len bizim dünyamızın hatırına söze dökülmemiş bir itiraz
oldu. Gis sessizce olanları yaşadı. Onların farkına varmaya
çalıştı belki. Onları anlamaya, anlamlandırmaya, duyum-
samaya, karşılaştırmaya çalışmıştır benim meraklı sevgi-
lim. Hiçbir şeye doğrudan, kendiliğinden karşı durmak is-
temez. Hiçbir ilişkiyi bir kalıba sokmaya, dondurmaya, in-
dirgemeye, değişmez kurallarla uygulamaya hoş bakma-
yan bir kendindelik nasıl da ilginç. Bu kadına tapıyorum.
(Yeni bir din mi aşk?) Keşke bir on yıl önce karşılaşsaydım
onunla.
“Yüzüme ikide birde neden bakıyorsun Memet?”
“Senin gözlerini özlüyorum da o yüzden Alpkaranfi-
lim.”
“İnanamam sana. Yanındayım ya.”
“Alpennelke’m, hüsnüyusufum, inan sen yanımdayken
seni daha çok özlüyorum. Seniözlemekten yorulunca İsviç-
re Alplerine kaçacağım sevgilim. Bir dağ kulubesine. Gi-
derken sabahın erken bir zamanında evde sana bir not bı-
rakmayı düşünüyorum. Daha doğrusu hayal ediyorum. ‘Şu
adreste kalacağım. Şu tepenin eteğinde, pusula Doğusun-
da, dağ otelinin önünden Batıya giden orman yolunun üç
bininci adımındaki sığınma kulübesinde. Çabuk gel. Bula-
mazsan her üç dakikada bir ıslık çal’ diye.Tabii adres ol-

201
mayan adresi verebilmem için benim de yarın İsviçre’ye
gitmem...”
“Bu çok gülünç. İnanmam mı gerekiyor sana?”
“Bu sorun değil Gisela! Esas sorun seni dünyanın bu
zamanında...”
“Sorun ne?”
“Sana karasevdalıyım. Bu sevdayla yalnız yüreğim değil
zihnim de uçsuz bucaksız çiçekli bir kır oldu.”
“Bu cümleler Almanca kelimelerle kurulmuş olmasına
rağmen Almanca değil hazinecik. Benim anladığımı sandı-
ğım senin anlatmak istediğin mi tam olarak emin olamıyo-
rum. Şu bankta biraz otursak Memet. Sanırım akşam ye-
meğinde üç Gisela’yı doyuracak kadar yemek yedim. Ta-
baklardaki yiyecekleri gördükçe başka şehirlerde, başka
yerleşimlerde, kimbilir belki Köln’de de canlı kalmaya ça-
lışan aç insanlar geldi gözümün önüne. Neyse her şey
abartılı da olsa gene de çok güzeldi.”
“Evet her şey abartılıydı. Türkiye kültürlerinde yaygın
olarak böyle bir gelenek var işte. Bir eve uğrasan senin ta-
nıdık biri olup olmamana bakılmaksızın evde ne kadar ha-
zır yiyecek varsa masaya getirmeye çalışırlar. Hatta gülünç
bir yakıştırma gibi gelse de köylerde, köye uzak dağ evle-
rinde yaşayan Kürtler sofraya getirilenleri yemek isteme-
yen yabancıları döğerlermiş.
“O kadar da değildir.”
“Böyle söylenir. Sen en azından bundan şunu çıkar.
Gelenek ev sahiplerinin varlığını, varsıllığını ve sevincini
gelen geçenin doyurulması eylemiyle tarafların bilincine
çıkarıyor gibi. Türkiye’de birçok kültürde aileler, kişiler
‘sofrasında misafir eksik olmaz ya da evinde her gün beş
sofra kurulur’ denilerek öğülür, yüceltilirdi. Tabii ki bu ge-
leneğin geçerliliğini bir yaygınlık olarak varsayabiliriz. Ne
güzel ki bu davranışın değişik derecelerine metropollerin
dışındaki kentlerde lokantalarda hala rastlanır. Lokantaya
202
girip bir kase çorba istesen işletmeci serviste küçük bir
tabak salatalık ot, biber, yeşil nane getirir. Sadece bu dav-
ranış ve tutum üzerine onlarca makale yazılabilir. Nerden
geliyor, nasıl uygulamada kalıyor, neden böyle davranan
insanlar kendilerini sevinçli, mutlu hissediyor? Bu biraz da
gelenekle ilgili, bunların yüzlerce cevabı var insanın bu-
lunduğu her yerde, zamanda ve topluluklarda. İnanmaya-
caksın bana, ama gittiğimiz lokantada Ali bizi kendi evine
gelmiş konuklar saydı. Hesap ödenirken bütün patronların
bir utangaçlık duygusu yayılır yüzlerine. Tabii o gelenek-
ten gelen ve de geleneğin izlerini taşıyıp da tanıdıkların-
dan hesap ödemesini isteyen insanlardan bahsediyorum.
Ödediğimiz para ne kadardı biliyor musun? Sadeceiki ta-
bak kebap parası. Tabii bir daha oraya gidersek aynı hiz-
meti göreceğiz. Ancaködememiz gerekecek hesap biraz
daha yüksek olur. Bütün bunlara rağmen Ali yine bizi ken-
di evine gelmiş konuklar sayar. İşte kurtarılmış kızıl bölge
derken bu duygularla, düşüncelerle öyle söylemiştim. Ka-
pitalizmin göbeğinde, mal sahiplerinin alımsatım yerle-
rinde yani pazarlardaki ilişkisi dışında başka ilişkilerin de
olduğu bir yer. Müşteriydik ama tam değil, arkadaştık ama
tam değil, tanıdıktık ama tam değil. Sanki Dante’nin ara-
fındaydık. Eski topluluklar, onlardan kalan birçok şey ba-
na çok güzel geliyor hala. İnan bir gün seninle Türkiye’ye
gidebilirsek, seni büyük kentlerin dışında bu geleneklerin
yaygın olarak hala yaşadığı insanlara götüreceğim. Seni
karşıladıklarında seni eskiden çok iyi tanıyorlarmış gibi
sana sarılacaklar. Evde ne var ne yok sofraya yığacaklar.
Sen onlara hoşça kalın dediğinde sana yine sarılacaklar.
Duygulandım. Hüzünlendim mi demeliyim? Türkiye’de
bazı topluluklar hala eve gelen yabancının kutsal Hızır ol-
duğunu düşünürler. Hızır bir aziz, kimilerine göre bir pey-
gamber.Galiba Türkiye Grekçesi konuşan Ortodoks Hristi-
yanlarda bu azizin adı Eliya. İncil’dede Elias olarak geçiyor
olmalı. Yani ona sunulan şeyler de kutsaldır. Hızır lokma-
sıdır. Lokmanın birçok anlamı var. Buradaki anlamı kutsal
203
yiyecek, kutsanmış yiyecekler. Kaba bir benzetmeyle, as-
lında benzetmelerin hepsi kabadır, kilisede adını bilmedi-
ğim bir ayindeki ekmek ve şarap gibidir lokma.”
“Sanırım ‘Die Messe, die Kommunion’ töreni.”
“Konuğa sundukları yemeklerin karşılığı mı? Tıpkı
Ali’nin masaya gönderdiği küçük lahmacunlar, mezeler,
tadımlıklar, sıcak sıcak yufka ekmeklerin karşılığında ol-
duğu gibi. Hızır bu yiyecekleri sunanların gündelik hayat-
larındaki zorluklardaonlara yardım edecektir. Bugün Tür-
kiye’de elbette eve gelen konuğun Aziz Hızır olduğuna
inanan insan çok azdır. Ama bu inanç bilinçlere bağlı ol-
madan bir davranışı insanlara farkında olmadıkları bir şe-
kilde uygulatır.”
“Ben de duygulandım orada. Her şey bana başka dün-
yalardanmış gibi geldi. Hele o çaldıkları şarkılar. Beni ço-
cukluğuma götüren ezgiler. Şarkıları bana bulmanı istiyo-
rum. Onları dinlerken şarap içerek sarhoş olmak... utanı-
yorum ama bunu sana söylemek istiyorum;[dudaklarını
kulağıma bu kadar yaklaştırırsan] şurda seninle seviş-
mek...”
“Canım Gis. [nerde o cesaret bizde. Belki başka engel-
ler... değiştir, anlamamış gibi] Bu kadar duyarlı olmasay-
dın keşke.”
“O şarkılar fadoya benziyor. [Duygularıma yapışmış
düşüncem anlaşıldı. Gis başka taşa atladı.] Hele bir tanesi
kesinlikle bir fado uyarlaması. Dinle bir kere, şöyle bir ez-
gi. Naaay, na na naay. Naaaay na na naay!”
“Galiba Kavaklar adlı şarkı. Başımı kaldırmadan gireni
çıkanı izlemeye çalışmaktan şarkıları kaçırdım. Daha
önemlisi seni, yemeklerin lezzetini, garsonların gülücükle-
rini kaçırdım. Şarkıları söyleyen kadın Sezen Aksu. Türki-
ye’de orta kesimden insanlar ona Minik... neydi o kuşun
adı? Edith Piaf’ın lakabı neydi biliyor musun?”
“Almancası Winzig Sperling olmalı.”
204
“İşte Türkiye’de bir kesim ona ‘minik serçe’ der. Şar-
kının sözleri sosyalist bir şairin. Yanılmıyorsam Metin Al-
tıok’un. Kendisi şimdi Antalya’da yaşıyor galiba. Çok güzel
şiirleri var. Benim aklıma hemen gelen bir şiiri ise Che ile
söyleştiği şiir. “Bizim de dağlarımız var Che Guevara,” diye
bitiyordu şiir. Belki de Metin Altıok’un şiirinde bizi etkile-
yen tek bu oldu. Ne yazık! Doğrusu Sezen’in, umarım artık
benim insanları birinci adlarıyla anmama alışmışsındır,
sesi beni de çok etkiliyor. Ama onun bu kadar popüler ol-
masını biraz yadsıyorum. Sanki müzik pazarında satış
oyunlarına giriyormuş gibi. Bu Sezen’i, onun değerini pa-
zara karşı kollama duygusu biraz da. Sezen bana göre bir
mal değil; asla. Ama gerçeğin Benjamin’den beri aksine
duygularıma ters bir yönde aktığı anlaşıldı. Ah ne diyorum
ben. Aksineler, tersineler... Sanatın soyluluğu, seçkinlere
hitap etmesi. Beni duyan da hala Platon’un kent cumhuri-
yetinde (polipoliste yaşıyoruz sanacak.”
“Peki ben Köln’e dönünce Sezen’in kasetini masamda
bulmak istiyorum.”
“Tabii bir tane alırım. Belki cömertliğim tutarsa bul-
duklarımın hepsini senin için toplarım. Hansaring’deki
müzik markette, neydi adı, Satürn mü, neyse adı orada
görmüştüm. Günümüzde ne para getiriyorsa dünyanın her
yanında satılabilir değil mi!”
“Ah evet. Amalia Rodrugues’i hiç işittin mi?”
“Hayır, tanımıyorum.”
“Eve gidince onun kasetlerinden birkaçşarkıyı senin
için çalarım. Amelia diyeyim, [gülüşün gülden güzel] Por-
tekiz’de nerdeyse 5-6 altı kuşağın kraliçesidir. Söylediği
şarkı türüne fado deniyor. Amerika’nın ‘blues’una benzer
bir tür. Fado Portekizcede kader (Schicksal) anlamına da
gelir. Fado hüzün, acı, ayrılık, birbirlerini sevip de kavu-
şamayan sevgililerin hikayeleri, geçmiş zamanlara özlem,
kısaca bazı halkların ölenlerin arkasından söylediği ağıtlar
gibi etkileyicidir.Etkileyicidir çünkü dinleyenler ta baştan
205
yiten, eksilen, bir daha ulaşılamayacak olan bir şey hak-
kında bir ezgi ve ona eşlik eden bir şiir dinleyeceklerini
baştan bilirler. Ah ne! Canım Joe’nun Yeri dolmuştur bile.
Kalkalım artık istersen.”
Gis’in yanında her yer güzelleşiyor. Akşamın bu saa-
tinde bir bankın üstünde yan yana oturmak bile insana
(bana?)haz veriyor. Sürekli bir şeyler alıyorum ondan. Sü-
rekli yaşadığım anların farkına vardırıyor beni. Belki anla-
rın birçok olayını o sürede atlıyorum. Ancak onun bir ke-
limesi, bir gülüşü, bana sokuluşu, bir minik dokunuşu, bir
bakışı, bir yaşanılan andan kopuşu beni gerisin geriye o
ana, önceden yaşanılmış olanın fark etmeden yaşadığım
bir boyutuna götürüyor. Aslında bir geriye gidiş, bir tekrar
yok. Kabul edilen bir noktadan başka bir noktaya (Batının
kronolojisel zamanındaki gibi) bir arka arkaya ya da alttan
üste diziliş söz konusu değil yaşadıklarımda. Bir anış, bir
farkına varma, geçmiş sandığımız aslında geçmemiş olan
bir yaşantı, bir yaşantı parçası zihnimde dönüp dürüyor.
Sadece zihnimde mi? (Böyle olsa bedenlerimizdeki hoş tit-
reşimleri, midemizi kaldıran kasılmaları, geçmemiş bir
korkunun içinden o ana gelen terlemeleri... açıklayabilmek
ne olanaksız.) Bu dönüş ne zamana ne de yere bağlı. Bu
dönüş yaşantısı basitçe bir soyutlukla, bir kavramla da ad-
landırılımaz gibi geliyor bana. Şu sürede bunları yaşarken
kentin bu semtini de bütün bilebildiğim zamanlarında ya-
şıyorum. Az ışıklandırılmış küçük küçük sokaklar. Az ışıklı
kocaman meydanlar. Banklar, banklar. “Biraz soluklanmaz
mıydınız?”Soyutluk mu bu? Dom Kilisesi’nin Kuzey’inden
dolaşıp sonra Doğu’ya yönelerek Ren’in kıyısına Eskişe-
hir’e hiç konuşmadan yavaş yavaş yürüyoruz. Ren’in üs-
tünde kayan yük teknelerinin ışıkları, sahildeki bankların
yakınındaki direkten gelen ışığın yönüne göre yere düş-
müş kırık çizgili gölgeleri ve insanı Schildergasse’nin (İs-
tanbul’un İstiklal caddesine benzer) ışıklı gürültüsü gibi
asla irkiltmeyen bir Eskişehirli akşam. (Eğer mülklerine
bakılmadan genel olarak kentlilerin huzur bulabilecekleri
206
yaşıyorsunuz diye insanlara fısıldayan yerler hazırlamak
isteyen kent yönetimleri olabilseydi Porsuk kıyısı buradan
daha güzel olabilirdi. Kendisiyle tanış olamadığım Attila
İlhan “beter güzel” diye fısıldıyor kulağıma. Ona Attila di-
yemedim mi?)Şu an belki gökte ve onun kadar genişlemiş
hissettiğim iç göğümde, gök renkli içimde bir dolunay ve
birkaç görünebilen uzak parlak yıldız eksik sadece.
Biliyorum ki ya da bana öyle geliyor ki çevrede güzel-
liği ilkönce kağıt üzerinde yaratılmış, üzerinde düşünüle-
rek (daha güzel nasıl olabilir denilerek) değiştirilmiş son-
ra da kurulmuş yapılar ve onların akşam ıssızlığındaki yarı
aydınlatılmış halleri sağlıyor. Yorulmuşlar da dinlenmeye
çekilmiş halleri. Biraz önce yanından geçtiğimiz ama hala
orada yaşayan filarmoni, Roma Germen müzesi, Wallraf-
Richard-Ludwig müzeleri, alacaaydınlık hallerinde dinle-
nirken hemen yanlarında 700 yaş yaşamış Dom’un ikiz ku-
leleri onları kollarcasına “hişşşş, çocuklar uyuyor” diyor.
Adına Almanya denilmiş topraklarda yaşayanların bir ke-
siminin vicdanı Heinrich Böll’ün adı vurulan meydanı.
Senden biraz utanıyorum Heinrich usta. Senin şehrini
(Köln’ü) görmeden önce kendime Nobel almış yazarlardan
oluşturduğum okuma listelerinden birinde sadece iki ki-
tabın yer almıştı. Trenin Tam Saatiydi ve adını hatırlaya-
mamaktan utandığım bir eserini daha okumuştum. Ben ar-
tık unutkan oldum. Eğer beni kişi olarak tanısaydın sanı-
rım bağışlardın. Senin yıllarca yasını tuttuğun o RAF örgü-
tünden insanların yaşadığına benzer bir hayattan ancak
kaçarak kurtuldum. Bağışlardın bizi. Yasımızı tuttun yıl-
larca. Bizi savundun yazılarında, konuşmalarında, düzen-
lediğin toplantılarında. Senin “die Verlorene Ehre der Kat-
harina Blum”unu okudum geçenlerde. Senden ne kaldıysa
insanlara, hepsini senin dilinde okuyacağım. Katharina’da
yeni yeni tadını almaya başladığım bir dille boğuştum il-
könce. Senin düşüncelerin ikinci sıraya geriledi. Gis’e ka-
lırsak belki hiçbir zaman ikimiz ilk okumalarda sohbet
edemeyeceğiz. Ya da birkaç cümlecik bir konuşma. Bu
207
sohbeti artırmanın yolu da Katharina’yı tekrar tekrar
okumak. (“Ama Gis! Dilimin gelişmesini beklesem de son-
ra okusam.” “Onu sonra beklesen de Katharina’yı şimdi bir
daha okusan daha uygun olmaz mı?”)
Ülkemde çocuklara ad vurulan onuru (“honneur”
TDK’nın Fransızcadan ödünç –ödünçleme- alıp da el koy-
duğu sözcük) Katharina’ya bağışladığın yaşamda anlamak
istiyorum. Onuru Katherina’nın bizim de yaşadığımız ha-
yatında kavramak istiyorum. Sahi onurun kaç yönü var us-
ta? Dışımızdaki kişilerdeki saygınlığımız mı onur? İnsanın
sessizce kendisine duyduğu saygı? İkisi? Onur da mutlak
olmamalı değil mi usta. Beş davranışımdan iğrenir, ken-
dime güvenim azalır, kendimi en azından bu alanlarda ta-
nımadığımı düşünürken bir yandan da “bunları çok güzel,
olması gerektiği gibi, kendi yararlarımı düşünmeden hatta
varlığımı tehlikeye atarak yaptım” diyemez miyiz? Hem
benim saygınlığımı başkalarının belirlemesi hakkı neden
benim dışımdaki insanlara, kurumlara, görüş anlayış ya-
şayışlara bağlı olsun ki! İşkencede pantolonuma işediy-
sem, cinsel organım görünüyor diye beni soyanlardan ve
kendimden utandıysam, acı karşısında çığlık atıp ağlıyor-
sam, beni bu hale sokan devlet memurlarından “su” dile-
niyorsam, azıcık merhamet için inleyerek yalvarıyorsam,
bütün bunlar gibi niceden korkuyor titriyorsam neden
onur dedikleri şey şeyim başkalarına bağlı olsun? Kanali-
zasyonda çalışan bir işçiyle holding yönetim kurulu baş-
kanının onurları neden farklı ölçülsün ki? Cellatları, kur-
şuna dizen askerleri onursuz bulurken o kararı veren ha-
kimleri kararın yerine getirilişini izleyen savcıları onur-
landıran bir yönetme aygıtına ne demeli? Savaş mahkeme-
lerinde yer almakla öğünen, 150 isyancıyı sallandırdım di-
ye büyüklenenlere, toplumda ortaya çıkan insanlıkdışı bir
eylem sonrasında hemen hepsini temizleyeceksin diye bas
bas bağıranlara ne demeli? Açken çalmak, işsizken olma-
dığı birinin duruşuyla iş aramak, iş görüşmesinde işe gir-
mek için yalanlar söylemek, bir hırsızlık davasının görül-
208
düğü mahkemede hakime yalan söylemek... neden onur-
suzluk sayılsın ki! Devlet onur nişanları, devletin onursuz-
luk kararları sadece devletin kendi çıkarlarından yana iş-
ler değil mi? Şanlar, şöhretler, onurlu bulmalar, saygı
duymalar... hepsi de kimin eylemi, kimlerden yana soru-
sunu gündeme getirmiyor mu? Pes Heinrich usta! Varoluş-
taki saçmalıklar elbette bunlarla sınırlı değil. Bunların acı-
sıyla kıvranan insanların ise sığınacakları bir yer görün-
müyor gelmiş geçmiş bütün uygarlıklarda, kültürlerde.
Bu duyguları ancak Gis’in yanında yaşıyorum. Oysa bu
saatlerde buralardan çok geçmişliğim vardı. Hangi binanın
kıvrımından dönersem kendimi en kısa yoldan Ren’in ayın
ışığındaki masalsı kağnılardan saman dökülmüş yollarını
hemen görebileceğimi biliyordum. (Tıpkı harman zamanı
kağnıların gide gele saman sarısı bir renkle toprağı gizle-
dikleri yollar.) Soğukta bir bankta ırmağa ırmağın üzerin-
deki mavnalara dalmışlığım vardı. (Tır tır tır tır... uzak bir
uğultunun kulaktan gözden yitip gitmesi.) Ren’in hangi
yöne aktığını, akışın neden mavnaların tekneleringemile-
rin gidiş yönüne bağlı göründüğünü düşünmüşlüğüm,
Ren’in üzerindeki köprülerden kayan ışıkların onu dikine
kesişlerine, onu seyretmeden geçip gidişlerine üzülmüşlü-
ğüm vardı. Ama bu görüntülerin çıkınımdan uçup benim
içime yayılmaları, sonra da parlaklıklarını gözlerimden
bakışıma taşırmaları için bir Gis’e ihtiyacım vardı. Bu
Gis’in ya da bu kızın eksikliğini hep duydum. Yarın, biraz
sonra ya da haftaya kadar onunla karşılaşmayı umut ettim.
Ne aradığımı unuttuğum, bir şey arayıp aramadığımı bil-
mediğim zamanlarda bile onu, Greklerin o sırt sırta ya-
pışmış çifte insanını tekrar oluşturmak için aramış olmalı-
yım. İnsan onu oluşturunca da zamanların yerlerin nesne-
lerin belki de gezegenlerin arasında güle oynaya bazen de
ağlaya hüzünlene dolaşıp duruyor.
Gis’in yanında demek eksik kalıyor. Gis’in de içinde
olduğu, ona bazen dokunduğum bazen ondan uzakta kal-

209
dığım ancak ona kavuşma, koklaşma, konuşma imkanının
olduğu, hatta şimdi yaptığımız gibi el ele ya da birbirimize
dokunmadan herkesin kendi dünyasında ve birlikte yürü-
düğümüz bir hayat. Onunla uzak yakın ilişkiyi yitirmeden
süren bir hayat beni değiştiriyor dönüştürüyor. Onu biraz
dahaöğrendikçe, onunla biraz daha yaşadıkça hoş bir ra-
hatlık, sessizlik, uyanıklık, yoğun bir farkındalık içindeyim.
Sanıyorum onu seviyor olmaktan dolayı abartmıyorum.
Eğer Gis’le sevgili olmasaydım diyorum, onun özelliklerini
abarttığımı düşündüğüm anlarda, Gis’in bu harmanlanmış
kültürel kişiliği, onun kültürlerüstü duruşu, düşünüşü, tu-
tumu bana hoş gelmez miydi? O zaman evet gelirdi diyo-
rum. Gis benden zengin. Bir kültüre ait değil o. Kültürle-
rüstü kültürlerötesi çokkültürlü... İçinde büyüdüğüm kül-
türde bir yenilik olarak çok kültürlü derler bazı insanlara.
Bu niteleme, bu değer verme değil Gis’de düşündüğüm.
Türkiye’de sadece çok okuyan, bilgisi geniş alanlara yayı-
lan, edepli, haktan doğrudan yana, nerede nasıl davrana-
cağını nasıl konuşacağını nerede susacağını bilen... bunları
işaret etmiyorum. Elbet bunların bazıları da var onun kişi-
liğinde.
Bu insana beni mecbur eden kazaya belaya alınyazısı-
na şükürler olsun. İstemeden, küçük bir dalgınlık anında
kendiliğinden meydana gelen bir çarpışma. Affedersiniz.
Anlık mahcubiyeti bile bir yandan da insanı şaşırtıcı bir
sevinçle saran bir kaza gibi. Umurumda değil şu an gizem-
cilik denilebilecek düşüncelere durumlara düşüşüm. Böyle
düşmeler değil mi beni çoğaltan beni kendi dışıma içime
çarptırıp çalkalayan. Hayatın bu kadar karmaşıklığı karşı-
sında kavranılmazlığında indirgemeci bir kurnazlıkla ken-
dimizi ya da birilerini bir bilme düşünme ortaya çıkarma
yöntemiyle her şeyi bilir kavrar sanmak bir eksilme değil
mi? Çoraklaşma. Kendimizin ve hayatın yoksullaşması.
Aşk mı? İnsanın soyunu sürdürme içgüdüsü. Sevgi mi? Se-
ratonin, adrenalin, endorfingibisalgıların kanda artmasını
bedenin istemesi. Hoşlanma haz peşinde koşan bir beden,
210
çıkar peşinde telef olan bir zihin,fayda aramaktan bitmiş
bir dışarıya açılma arzusu...Büyü, gizem, ilgi, inanç, saygı
içinde bir yaşamneden aşağıda sayılsın! Aşağı yukarı ikili-
ğinde kurulmuş ve onların didişmelerinden medet uman
bir bekleyiş.
“Gene yüzüme tuhaf bir şekilde baktın hazinecik. Bak,
bak, tamam! Rahatsız olmuyorum. Aksine çok hoşuma gi-
diyor. Sanki içindeki bir tartışmada sıkışmışsın da benden
yardım bekliyorsun gibi bir hal içindesin. Ben de seni o
tartışmadan kurtarsam mı acaba diye bir sorunla karşı
karşıya kalıyorum o bakışlarının altında. Böylesi bir duy-
guyu senden önce yaşayıp yaşamadığımı bilmiyorum. Uy-
kuda inleyen bir insan. Birlikte bir yatakta uyuduğum in-
sanın inlemeleri. Uyandırsam mı onu? Bir şeyler söyle!”
Hohenzollern köprüsünün yamacında birbirimize sa-
rılıyoruz. Greklerin sırt sırta yapışmış insanı değil de Ku-
zey Renlilerin yüz yüze yapışmış, başları birbirinin om-
zundan destek almış, iki yönü görebilir bir durumda ko-
numlanmış insan. Belimin hemen üzerinden bütün bede-
nime yayılan bir hoşluk. Gis’e yıllar süren bir ayrılığın ar-
dından sarılmış olmalıyım. Zamanın durduğu, zihnin dur-
duğu, algıların kapandığı bir süre. Gis boynumu yeni bir
denemeyle sıkıştırınca dünya yeniden dönmeye başlıyor.
Çalışmayan bir elektrikli ev aletine bir yumruk vurarak ça-
lıştırmak gibi. Ren akıyor mavnanın biri bize doğru geli-
yor. Ortaçağdan kalmış bir yelkenli tekneden kılıçları bel-
lerinde korsanlar kıyıya atlıyor. Kahkahalarıyla, kalabalık-
larıyla, itiş kakışlarıyla az ötelerindeki yapışık Ren insanı-
nı fark etmeden kıyıdan biraz içeride bulunan meyhaneye,
Joe’nun Yeri’ne günün yorgunluğunu atmaya, içmeye, mü-
zik dinlemeye, eğlenmeye, hüzünlenmeye, canları isterse
kavga çıkarmaya kısacası yaşamaya gidiyorlar. Kendimiz-
den kendime geldiğimde şaşkınım, mahcubum, sevinçli-
yim, ruhum kat kat katlanarak yoğunlaşmış. Yaşadığıma
bir şükür daha çekiyorum. Alacaışıkta bir gülücükle hali-

211
mizi kutsuyorum. İçinde bütün duyguların birbirinde eri-
diği bir davranışla Gis’in yanağına bir öpücük konduruyo-
rum. “Haydi Joe’nun Yeri’ne kadar koşalım!” Gis’e yetiş-
meye çalışıyorum. Yavaşlıyor. Ben hızımı artırıp onu geçi-
yorum. Arkamdan bağırıyor. “Eve gitmek istiyorum. Beni
eve götür!” Durup onu bekliyorum. Boynuma sarılıyor.
“Yapma Gisela! Seninle birlikte şarap içip müzik dinlemek
istiyorum. Gidelim lütfen!” Gis’in kolları çözülüyor. “Ta-
mam sevgilim. Seninle birlikte müzik dinlemeyi ben de çok
istiyorum. Haydi yürü!”

212
JOE’NUN YERİ

İnsan bir yabancıysa eğer, bir ülkenin bir kentin bir


kültürün değil bir yaşamın yabancısıysa daha o yaşama ilk
adımını atarken tedirginleşiyor. Ama ben Gisela’nın ya-
nındayım. Onun duldasından benliğime ta giriş kapısının
üstündeki tahtaya dağlanarak gotik harflerle yazılmış
harflerin kanatlarının kuyruklarının uçuştuğu “Joe’nin Ye-
ri”ni gördüğüm andan itibaren güven böcekleri konuyor.
Bir uğurböceğinin insanın yüzüne konduğunda verdiği se-
vinç, merak, hoşlanma gibi birbirine komşu, birbiriyle içli
dışlı duygular. Uçuçböceği hiç uçmasın. Böceğin bedeninin
yüzde bıraktığı hoş titreşimlerin duyularımızdan zihnimi-
ze ulaşıp bir merak yaratması uçuç uçma.
Bir insanın azıcık da olsa yine de içine yuvarlandığı bu
karşı konulamaz tedirginlik ancak paranın gücünden baş-
ka bir güç tanımayan tekcanlılarda yaşanmaz. Ayrıca me-
kanın ortamına ait içselleşmiş bilgi de insanın bu tedirgin-
liğini törpüler. Tanışıklık ve alışmayla ilgili bilgiler bu tür-
dendir. En güzeli de bir çocuk olmaktır. Bir çocuğun suç-
213
suz bilgisizliğinde kocaman bir merakla büyüyen ortamın
her şeyine dokunma, dinleme, bakma, öğrenme, gülme ar-
zusu. Bu davranışlar insanların çoğunu pek rahatsız et-
mez. Çocuk merakına tanıdıkları kredi belki de bilincine
varılmadan türün geleceğine tanınan bir olanaktır. Ne de-
meli, çocuk değilsek çocuk mu kalmalıyız bize tanıdık gel-
meyen yerlerde ortamlarda yaşantılarda (yaşamın anla-
rında).
Gisela’da sınırlı gözlemlerime dayanarak son iki özel-
liği fark ettiğimi söyleyebilirim. Sondan başa onunla yaşa-
dıklarımız daha bu akşamkiler bile benim iddiamı güçlen-
diriyor. İçimden bir ses diyecek ki “ama o birçok anlamda
bir yabancı değil.” Kendimizi sahip olduklarımızın dışında
tanımlamak, tanımak hiç de kolay değil tabii. Sahip olma-
dan bir varoluşu bilince çıkarabilmek, dahası o varoluşu
yaşayabilmek...
Gis’e haksızlık mı ediyorum? Onu, onun çoğunu kendi
çabasıyla ulaştığı derinliği kıskanıyor muyum? Gis bugüne,
buraya benim geldiğim yaşamdan daha geniş, daha ola-
naklı bir yaşamdan gelmesine rağmen kişiliğinin şimdiki
hali hiç de geldiği yaşam tarafından tamamen belirlenmiş
değil. Onu, sevdiğim kadını, beni seven arkadaşımı kıska-
nıyor muyum? Nedir bu, alttan alta kalabalık ortamlarda
beni bu gürültüde bile bazı şeyleri örtük açık sorgulamaya
iten duygu bilinç değer etik siyasal tartışmalar? Korkuyor
olmalıyım. Neden? Onu kaybedebileceğim zamanların ola-
bilirliğinin korkusu. Onu toplumun ve Gis’in değerli bul-
duğu, konumunda olmaktan haz alabileceği bir erkeğe, bir
kadına, bir ilgiye... kaybetme korkusu. Sevdiklerini her-
hangi bir şeyden dolayı yitirenlerin bir daha ne sevdikle-
rini ne de sevebilecekleri bir insanı bulamayacaklarına
değgin adı konulmamış bir korku. Saçma bu düşünceler.
Gis’in bunlarla hiç ilgisi olmadığı gibi onun benimle bir
ömür boyu yaşaması gerektiği gibi bir düşünceyle de ilgisi
yok.

214
“Yerimizi beğenmedinse aşağıya geçip ayaktaki kala-
balığa karışabiliriz hazinecik.”
“Hayır, hayır! Burası çok güzel. Keşke müzik biraz da-
ha alçak sesle verilseydi salona. Kulaklarım basla birlikte
şimdiden vauu, vauu diye sesler çıkarıyor.”
“Evet öyle. Ama bu konuşan, eğlenen, bağıran kalaba-
lıkta sanatçılar kendilerini duyurmak için ses düzenini yük-
sek ayarlarda çalıştırıyor. Daha bu kalabalık ne! Yarım saat
sonra gör sen burayı. Oturduğumuz yerin tek zorluğu tuva-
lete gidebilmek için bu kalabalıkla büyük bir savaşa girmek
zorunda oluşumuz. Yine de yerimiz iyi sayılır. Orkestranın
nerdeyse üst gerisindeyiz.”
“Ah bir de sanatçıları tepeden görmeyeceğimiz bir yer
olsaydı!”
“Sevgilim biraz geç kaldık. Gelecek sefere erken gelip
aşağıda orkestranın önünde bir masacık kaparız.”
“Müzik başlayalı çok olmuş mudur?”
“Zannetmiyorum. Burası böyledir işte. Saate pek uy-
mazlar. Hava uygun olunca müzik başlar insanlar gitmeye
başladıktan biraz sonra da sanatçılar tek tek farklı zaman-
larda sahneden kaybolurlar.”
“Ne içersincanım?”
“Tuvalete gitmemek için şarap içmeyi daha çok iste-
rim. Bira biliyorsun işte...”
Gisela dikkatini müziğe verdi. Birbirlerine sanki bir
futbol maçındaki oyuncular gibi ezgi topları atan müzis-
yenler hem takım arkadaşlarını sofraya buyur ediyor hem
de bir sevinci paylaşmanın huzurunun ardından bir yu-
dum bir şey içip bir sigara yakıyorlardı. Gis de müziğin
coşkusundan başıyla tempo tutuyor bana gülücükler atı-
yordu. Konuşmuyorduk. Bu yüksek sesli müziğin dalgaları
altında bunun ne olanağı ne de gereği vardı. Paylaşabildi-
ğimiz duygularımızdı sadece. Yeni tanışmış sevgililer gibi
ellerimiz arada bir birbirine uzanarak iyice kenetleniyor-
215
du. Kavuşunca cinselliğin öne çıkmadığı ya da hiç olmadığı
kucaklaşmalar gibi. Elbet bu edim cinsellikle yapılmış olsa
bile çiğ ham günahlı suçlu yapamazdı eylemcileri.Organ ile
zihin karşılıklı rızayla ortamına göre gidebilecekleri sınıra
kadar gidiyordu. Bedenler arzuyla birbirlerine doğru dal-
larını uzattıktan sonra ve başkalarının bakışları altında
yapılması öncelikle yapanları rahatsız edecek olan eylem-
ler yapılmadıktan sonra bu el kavranışlarına, kıvranışları-
na, teslim oluşlarına kim ne diyebilirdi ki!
Gis oturduğumuz yerden ahşaptan yapılmış asma bal-
konun sahneye yakın sonundan geriye dönerek barın uzun
duvarı boyunca uzanan kısımlarındaki masalara bakıyor-
du. Asmakatın duvar boyunca üç yerde bulunan basit tah-
tadan merdivenleri bile insanlarla doluydu. Garsonlar na-
sıl servis yapabiliyorlardı? Görünen o kidinleyicilerle gar-
sonlar sürekli dayanışıyorlardı. Müşteri kelimesini neden
zihnimden geçirmek istemedim biliyorum. Çünkü burada-
ki kalabalık ve burası jazz kardeşliğiyle bağlı bir çokluktu.
Birkaç kez balkonun sonundan garsonun uzattığı bardak-
ları ben de yakın masadaki insanlara uzattım. Bizim masa
bu açıdan şanslıydı. Garson asmakatın bittiği yerden ka-
dehleri bir eli duvara dayalı ayaklarının ucunda yüksele-
rek uzatabiliyor ben de parmaklıkların arasından biraz
aşağıya doğru uzanarak kadehleri tutabiliyordum.
Ben fark etmeden sırtımı sahneye yüzümü giriş kapı-
sına çevirmek zorunda olduğum sandalyeyi seçmiştim. Gis
belki kendisine verdiğim sahneyi yüzden gören yerden do-
layı beni ince bulmuştur.Bilinçsizce seçtiğim yer asmaka-
tın (sahneye yakın) sonu ve ben sandalyemi, sırtımı bal-
konun ensiz duvarına dayayabilecek durumdaydım. Sah-
neyi görebilmek için sandalyeyi biraz sağa doğru çevir-
meme rağmen boynumu da gergin bir şekilde döndürmem
gerekiyordu. Sanatçıları görmek o kadar da dert değildi.
Salonda aşağıdaki küçük yüksek ve yuvarlak masaların
başında insanlar omuz omuzaydı. Bu yakınlık onların be-

216
denlerini sallamalarını, müziğe hareketle eşlik etmelerini
engellemiyordu. Ne güzeldi. Şimdiye kadar bir kez böyle
bir yerde, çok eskilerde kalmış ilkgençlikçağımda bir sahil
kasabasında, binbir baskı altındabulunmuştum. Burasıbu
an çok değişikti. Benim için her nesne, her insan, her ses
ilginçti. Gis’i izlemekten, ortamı insanları sanatçıları göz-
lemekten kendimi bu havaya bırakamıyordum. Kendi iç
dünyamdan kurtulmak için bile kadeh kadeh kırmızışarap
gerekecekti belki. Belki de şarap katre kar etmeyecekti.
Aşağıda salonda yuvarlak küçük masaların üstünde
kocaman bir kültablasının çevresi şarap kadehleri, bira
bardakları, küçük sert içki kadehleriyle süslenmiş-
ti.Dinleyicilerin eğlenenlerin şarkılara yüksek sesle eşlik
edenlerin ortaklaşa attıkları coşkunluk çığlıkları, kahkaha-
ları müziği bastırdığında ben de hemen sahneyi görmeye
çabalıyordum. Bu yeri sahneyi tam görmediği için bizden
önce gelenler beğenmeyip boş bırakmış olacaktı. Ama ol-
sundu. Gis ve ben ancak böylesi yerlerde çalışılabilecek
olan blues çalışıyorduk,swing çalışıyor şarap yudumlu-
yorduk. Benim karşımda Gis’in sırt tarafındaki salonun gi-
riş kapısının bulunduğu kesimde de daha kısa,5-6 metrelik
bir asmakat vardı. Oradaki dinleyicilerden bazıları müziğe
dansla eşlik ediyordu. Oysa kat çok dar ve masalar biribi-
rine oldukça yakındı. Giriş kapısından içeriye vedışarıya
doğru hala bir hareket fark ediliyordu. Çıkanlar da vardı
elbet. Ancak içeriye doğru olan hareket daha akıcı daha
güçlü görünüyordu.
Asmakatların duvarlarında fotoğrafla çoğaltılmış bas-
kı resimler(reprodüksiyonlar) görünüyordu. Barın loşlu-
ğu, sahnenin aydınlığı, lambaların camlı çerçevelerdeki
ışıklı yansımaları resimleri görmemi engelliyordu. Başımı
sağa sola oynatarak gözlerimi yansıma açılarının dışına
alarak solumdaki resime baktım. Ortamdan dolayı resmin
seçebildiğim parça görünüşlerini zihnimde yapıştırmam
gerekiyordu. Resmin altında “Garibaldi ile Kızıl Gömlekli-

217
ler’in 1860’ta Marsala Çıkartması (Risorgimento Müzesi,
Milano) yazıyordu. Önde üç direkli tekneler vardı. Ayrıca
limanda birçok tekne görünüyordu. Mendireğin üzerinde
kırmızı ceketli minik insanlar. Kent arkada görünürken
göz resmin tam arka ortasındaki büyük yapıya (kadetral)
kendiliğinden kayıyordu. Telaşla önüme, sonra Gis’e, son-
ra da salona döndüm. Gis fark etseydi ne derdi acaba?
İçinde bulunduğu anlarda duramayan bir zihin. İyi de
içinde bulunduğum anda durmuyor mu zihnim! Milano’ya
gitmek istiyorum. Kızıl gömleklileri değil de gürültücü yi-
ğit İtalyan işçilerinin, Kızıl Tugayların kızıl kara resminden
kalanları görmeye. Eğer fazladan zamanım kalırsa ressamı
belli olmayan bu resmi görmeye Risergimontaya da gide-
rim. Gis bir şey mi söyledi bana? Onun yüzüne bakıyorum.
Kesinlikle denetleyemediğim aptalca bir ifade çöreklen-
miştir yüzüme. Altına kaçıran dörtlük bir çocuğun rahat-
lamasına eşlik eden utangaç bir yüz ifadesi. Gis şarkıya eş-
lik ederken bana gülüyor. Kadehini kaldırırken başını sal-
lıyor güleç bir yüzle. (“Senin her şeyini anlıyorum.”) Yaka-
lanmışlığımın tedirginliği. Ben de ona gülüyorum. Gülü-
şüme beni anladığını anladığımı yükleyerek. Bu mümkün
mü? Soru yok, sorun yok, yaşa sadece. Böcekler, otlar, çi-
çekler, insanlar gibi mi?
Bir insanın beni anladığını düşünmek, sanmak, bunu
bilince getirmek yaşamak değil mi? Neden zihinsel yaşam-
la bedensel yaşamı ayırırlar ki? Neden ben de onların söy-
lediklerini gerçekliğin kendisi olarak kabul edeyim ki! Ben
içten dışa dıştan içe gele gide gide gide gele gele yaşıyo-
rum. Gis elimi okşuyor. Öfkemi hissetti ve beni yatıştırma-
ya çalışıyor. Bir atın alnını okşayanbir el gibi. Alkışlar, ıs-
lıklar, çığlıklar. Elimin üzerinden havalanan kanatlar çır-
pınıyor. Salonun olanca gürültüsü içinde yüzümde serin
yelini duyduğum sevinç çırpınışları.
“Dinle. ‘I gonna right to sing the blues.’ Şerefe hazine-
cik. [gonna da nesi ki?]”

218
Bu şarkıyı bari sonuna kadar dinleyeyim. Gis’e sol ya-
nımı dönerek sahneyi biraz daha iyi görürsem parçadan
kopmam. Sahneye doğru dönmeme rağmen Gis’in eşlik ez-
gisi kulağıma geliyor. Garson sahneye götürdüğü biraları
sanatçılara kimin gönderdiğini gösteriyor. Bir an salonda-
ki kalabalığın arasından kalkan bir kol ve ona gitaristin
geri planda ya da sadece eşlik etmekte kaldığı bu zamanda
başıyla verdiği selam. Saksofoncu diğer sanatçıları etkin
dinlendirmeye almış gibi ezgi kuşlarını kovalayıp duruyor.
Birazdan yorulur ya da kovalama nöbetini başka bir arka-
daşına devreder. Elbirliğinin insanın içine işleyen ezgiyi
yaratması. İnsanların çoğu saksafoncunun ter içinde kal-
mış yüzüne bakıp onun çabasına katılıyor. Blues çalmak
söylemek dinlemek dinlememek işte bu yüzden birbirin-
den ayrılamaz ortaklaşa bir etkinlik. Kendiliğinden bir ey-
lem ki işbölümü yok, ücret yok, sermaye ve rant yok. Tür-
kiye’de ve birçok ülkede cazın neden müzik okullarının
ders programlarına çok geç alındığını ya da bazı yerlerde
hala alınmadığını anlamış gibiyim. Bu tür çok başıbozuk,
tanıma gelmeyen, müziğin altüst düzenine boş veren ve al-
ta sıkıştırılmış çokluğun müziği. Yaşayan direnen küfreden
ağlayan yalvaran küsen yüreklerin iniltisi çığlığı yakarısı.
Sigara içip bira yudumlarken tektip siyah takımları içinde
kelebek kravatlarıyla Çaykovskiy çalan senfoni orkestrası
sanatçıları geldi gözümün önüne. Çok gülünç. Şef çubuğu-
nu sallarken geriye dönüp gözümün içine bakarak beni
duruşuyla haşlayıp salona hedef gösteriyor. (“Lütfen de-
fol!”)
“Bravooo! Hoooo! Tanrııı! Yudumla şu kadehindekini.
Sen burada değilsin hazinecik.”
Gisela asmakatın korkuluklarından bir hayli sarkarak
boş kadehleri aşağıdaki garsona uzatıp iki kadeh şarap
daha istedi. Salon çok iyi havalandırılmasına rağmen içeri-
si sigara dumanından sisli puslu bir kış akşamına dönmüş-
tü. En yakınımdaki içici bu kış kıyamet manzarasının or-

219
taklaşa yaratanlarından biriydi. Kendi içtiği yetmiyormuş
gibi ikide birde bana da sigara uzatıyordu. Bir tane sigara
yakarsam daha az rahatsız olurmuşum. Orkestrayı göre-
bilmek için sandalyemi nerdeyse uzun duvara dayadım.
Topluluk oldukça kalabalıktı. O uyumlu sesleri, o ötekileri
geride bırakıp da çılgınca uçan cümleleri kimin kimlerin
çıkardığını görmek istiyordum. Trombonlar, trompetler,
saksofon, gitar, kontrabas ve davul. Herkes beraber çal-
maktan oynamaktan sevinçli. Arada içlerinden biri yorgun
düşünceye kadar çılgınca yeteneğini sergiliyor ama çaldık-
ları parçaya saygıda kusur etmiyordu. Sanatçıların açılmış
alınları, açılmış tepeleri arasında farklı bir görüntü veren
başında beresi olan gitarcı insanlara çığlıklar attıran tek
kişilik bir doğaçlama başlattı. Diğer sanatçılardan bazıları
biralarından kocaman yudumlar alıp sigaralarından derin
nefesler çektiler.Birkaç saz sanki bereli gitarcıyı bu esrik-
liğinde bir tehlikeye karşı kolluyorlarmış gibi bazen de
haydi devam işte bu harika uç uç der gibibir anaçlıkla yal-
nız bırakmıyordu.
Gisela küçük masayı duvara yaklaştırıp olabildiğince
sandalyesini parmaklıklara doğru çekerek bana bir şeyler
söylüyordu. Sandalyesinin masa ile parmaklıklar arasına
sığma imkanı yoktu. Bu konumlarımızda onu anlamak için
gözlerine dudaklarına bakıyordum. Galiba “bu parçayı bi-
liyor musun?” diye soruyordu. Soruyu işitemediğimi, an-
lamadığımı düşünmüş olmalı. “Trouble in mind. Trouble in
mind” diye ikileyerek (berkiterek) bağırdı. Kelimeleri se-
çebildim. Bir şeyler içimde bunu Türkçeye, Almancaya,
Arapçaya götürüp kelime kelime eşleştirme peşindeydi.
Aslında anlam zihnimde gölgede de olsa anlaşılırdı. Çünkü
ezginin kendisi de adı gibi akışkandı.
“Ah, müthiş bir şarkı! Şerefe hazinecik!”
“Şerefe ibibiğim!”
“Neee?”
“Hiç.”
220
“Memet bana ne dedin?”
“ ‘İbibik’. Yanlış mı seslendirdim?”
“Hah ha! Tekrar söyle lütfen. Lütfeeen. İnsan sevdiği-
ne böyle mi seslenir sizin orada?”
“Şerefe ibibiğim. Bizim orada, bizim orada sevgiliye
kuş, kuş dedim, çiçek, ağaç, hatta bazı hayvanların, hay-
vanların adlarıyla seslenilebilir.İbibiğe gelince, öylesine
birden birden ağzımdan çıktı. Bu sözcüğü bildiğimi bilmi-
yordum. İbibiğin Almancasını bildiğimiii diyorum, bilmi-
yordum.”
“Bravoo! Hooo! Çok güzel! Eşsiiiz! Şarkıdan hoşlandın
mı?”
“Eveet! Seninle konuştum ama şarkıyı da içime dol-
durdum.”
“Bak şimdi “every day”e başladılar. Tanrım, Tanrım!
Biliyor musun onu?”
Canım kız! Bir blues cahiliyle, bir müzik cahiliyle
oturmaktasın. Ama bunun acısını sadece burada değil, yıl-
larca önce de hissetmiştim. Ben de, ben de birçok insan gi-
bi hiç olmazsa bir sazı birilerine dinletecek kadar çalıp beş
on şarkıyı yine dinletebilecek kadar söyleyebilseydim
keşke. Bunu yapabilirdim. Grekler yüzme ve yazma bil-
memeyi ayıplanacak bir davranış sayarlarmış ya, ben de
bir saz çalamamayı, birkaç şarkı türkü söyleyememeyi
kendime ayıpladım. Hiç olmazsa yirmi otuz şarkının ezgi-
sini, sözlerini öğrenseydim ya. Canım benim Greklerin kö-
leleri, modernlerin alt sınıftan yoksul insanları bu ayıplar-
dan bağışlanmış olmalı. Çünkü onlar yaşıyor sayılmıyor.
Elbette insan “sarayda başka, toprak damlı yoksul evimsi-
lerde başka türlü düşünür, eyler.” Direğini dayanaklarını
bu dünyanın!
“Memeeet lütfen! Niye gülüyorsun?”
“Beni de blues kadar seviyor musun ‘gökçiçeğim’?”

221
“Blues’u kıskanmana gerek yok. Çünkü blues sensin
benim bizim gibiler. Özgürlük tutkunları. Deniz güneş se-
rin yeller ırmaklar dağlar bütün doğanın kendisi blues. O
bizi serinleten ısıtan ışıtan doyuran sevindiren güldüren
ağlatan hayat.”
“Tamam Gis! Sadece bir şakaydı söylediğim.”
“Şaka yaptığını biliyorum. Tuuut ellerimi.”
Salondan, asmakatlardan gelen ıslıkların, haykırışların
kimlerden geldiğini öğrenmek için bakınırken Gis parmak-
larımı acıtacak kadar sıkıyordu. Ona döndüğümde gözleri
kapalı bir durumda başını sol göğsüne doğru yavaş yavaş
sallarken çalınan şarkıyı mırıldanır halde buldum.

Bir an Gis’in yüzünde Nuh’u görür gibi oldum. Hemen


sol geriye doğru kapıya kadar olan bölümü gözlerimle ta-
ramaya başladım. Bu görüntünün çok yakın bir anda orada
bir yerde bir algı düzeyinde zihnime tam ulaşamadan ke-
sintiye uğratıldığından o kadar emindim ki yüreğim hız-
lanmış şahdamarımın gümbürtüsü seğirmesi duyulur ol-
muştu. Bir gölge, bir benzetme dedim kendi kendime. Ay-
da tavşan görme gibi, bulutlarda atlıları, ılık ve lodoslu bir
yaz gecesinde kırda otların üzerinde uzanmışken doluna-
yın parıltısında ayın yüzünde sevgili birini görme gibi bir
şey olmalıydı. Gözlerim salonun ortasından kapıya kapı-
dan sahneye doğru burgaçlanan (anafor gibi) harekete ta-
kıldı. Nuh kapıya yakın bir yerde burgacın hemen kıyısın-
da insanlarla çevrili bir vaziyette ayakta duruyordu. Ya-
nında bir ya da iki kadın arkadaşı olmalıydı. Nuh’un kadın-
lardan birine doğru eğilerek onun ne söylediğini anlamaya
çalıştığı kesindi. Çünkü eğilmiş başını kaldırıp bir şeyler
222
söyledikten sonra kadına doğru yine eğiliyordu. Karşılaş-
ma ya da karşılaşma değildi bu. Nuh belkide bizi Ali’nin
lokantasında görmüş olmalıydı. Her neyse eyleme geçme-
liydim. Rastlantıyı ya da bana doğru bilerek yapılmış bu
güçsüz eylemi bir buluşmaya çevirmeliydim. Başımı çok
kısa sürelerin dışında girişten başka tarafa çevirmeden
ayağa kalkıp Gisela’ya hemen çıkmamız gerektiğini söyle-
dim.Kalın kafalı biri gibi ne oldu, nedeeen, deyip duruyor-
du. Elinden çekerek asmakatın bizden dört beş adım öte-
sindeki insanlarla dolu merdivenine yöneldim. Özür dile-
rim, affedersiniz, lütfen biraz kenara çekilin... Salona
ulaşmayı başarıp bir yordamla giriş kapısına doğru daha
hızlı yöneldim. Nuhgili göremiyordum. Salondakilerin boy
ortalaması bir yana sanki herkes benden en azından on
santim uzundu. Zihnim olanca açıklığıyla çalışıyordu.
“Burgaça dalma! Nuh’tan taraftaki kıyıdan onlara doğru af-
federsinizlerle ilerle. Gisela’yı düşünme! Nasıl olsa kay-
bolmaz...” İnsanların göğüslerine başımı çarpa çarpa gıdım
gıdım biraz sola sonra daha fazla sağa kayarak hayali
çemberdeki Nuh’un yanına ulaşmaya didinirken sadece
kadınlardan utanıyordum. Çünkü bana yol verip de kendi-
ni kurtaranların dışında alnımın dokunmadığı kadın me-
mesi kalmadı. Salon ter sigara alkol kokusundan çok par-
füm kokularının ağırlığıyla durulmaz bir yer olmuştu. Ya-
kınlaştığımı düşünürken burgacın bazen içinden bazen de
sol kıyısından giderken baş omuz insan aralıklarından
Nuh’u görmeye çalışıyordum. Üstünde hangi renk mont
vardı? Kahretsin! Hatırlayamadım. Ama yanındaki kadının
çam yeşili bir kabanı, açık yakasının içinden siyah bir göm-
lek ya da kazağı görünüyordu. İşte Nuh! Çatal kapıya
ulaşmasına bir adım kalmıştı. Orada “gel beni yakala” der
gibi dıştan içeri kuvvetlenen burgacın zayıflamasını bek-
lemek zorundaydı. N’olur n’olur Ren’in bütün korsanları
bu anda olanca şamatalarıyla dağınık düzen kapıya yük-
lenselerdi! Gis “hesap, hesap!”diye bana adımla hitap ede-
rek birkaç adım arkamdan bağırıyordu. Utanacak bir za-
223
man bolluğunda değil eylemin dar süresindeydim. Geriye
döndüğümde bir aralıktan ellerimi yukarı kaldırarak ona
çabuk işareti yaptım. Bunu görebilecek miydi, anlayabile-
cek miydi, o an bunları düşünemez bir haldeydim. Ancak
Gis’i beklersem Nuh yine Cudi dağına ulaşacaktı. Rastlantı
değildi. En azından Nuh beni burda benden daha önce fark
etti. Onun beni izleme kolaylığı vardı. Çünkü asmakattaki-
ler salonun her yerinden kolaylıkla görülebilirdi. Nuh da
bana, hem de asmakatların en belirgin yerinde oturan ba-
na sahneye bakar gibi bakıyordu. Bir de ne görsün, dip
masadaki kadın ve Memet birlikte gize adım atmışlar. Ya-
nındakine ya da yanındakilere bir yalan uydurdu Nuh.
“Burda çok rahatsız bir ortam var. İsterseniz daha uygun
bir yere gidelim.” Kadınların çoğu gibi onlar da edilgenli-
ğin etkili bir kılavuza kavuşmuşluğunun rahatını, huzuru-
nu tada tada, “tamam, gidelim!” dediler. Demiş olmalılar.
Daha hızlanıp dışarı ulaştığımda yüzüme çarpan
Nuh’un görüntüsü değil Ren’in nemli, soğukKuzeydo-
ğu’dan esen gece rüzgarıydı. Kaldırım taşlarıyla kaplı so-
kaklarda koşturup durdum bir başıma. Önüme gelen her
bara dalıp Nuh’u ya da yanındakilerden birini bulmayı ne-
den umuyordum ki! Kendi uydurduğum kendimle konuş-
maya mı inanıyordum. Ellerim cebimde ne yapacağımı bi-
lemeden Dom yönüne yöneldim. Bir yere girip bir şey iç-
mek istiyordu canım. Ya da yürüyüp karşılaştığım ilk in-
sandan insanlardan bir sigara istemek. Gis nerede peki
deyip istemeden afallamış bir zihinle dar bir sokağın orta-
sında durmuşken “Memet, lütfen bana da söyler misin, ne-
ler oluyor?” diye Gis Joe’ya ters yönden gelerek yanıma
yaklaştı. Ne zaman nerelerden benden önce kent merkezi-
ne doğru geçmişti? Bir sigara versene, dedim ona. Sigarayı
yakıp bana uzattı. Birkaç nefeste hamken olgunlaştım.
“‘Canım’ sana uzun uzun anlatırım daha sonra. Gör-
mem, konuşmam gereken bir arkadaşı gördüm Joe’da. Ben
ona ulaşamadan o Joe’dan çıkıp kayboldu. Her şey için

224
özür dilerim. Seni bırakıp dışarı çıkmam doğru değildi.
Ama orada sanki aklım başımda değildi. Neyse, seni tekrar
buldum ya!”
“Oh Tanrım! Beni sen mi buldun?”
“Tamam sevgilim, şimdi birlikteyiz demek istemiş-
tim.”
Boynuma atıldı. Öpüşürken öpüşmenin dışında bir şe-
yin farkında değildim. Bu hoşuma gitti. Gis’e sıkıca sarıl-
dım. Gis ne yapacağımızı sordu. Birlikte birkaç yere daha
baksak, olur mu, dedim. Onun için fark etmeyeceğini söy-
lerken alınganlaştım mı, yoksa “egaaal”in tınısında gerçek-
ten anlamsız bir işe gönülsüz koşulan birinin tonlaması mı
yatıyordu? Ben de içimden hiç düşünmeden Almanca (fark
etmeyen pislik) anlamındaki cümlenin ‘egal’ini aynı ton-
lamayla Gis’e iade ettim. Dönüp geldiğim yöne yürüdüm.
Gis bana yetişip koluma girdi, kedimmiş gibi sağ omzuma
sürünmeye başladı. Sokağın daha da meyillenip sahile yö-
neldiği kesimde soldaki ilk sokağa daldım. Sokağın başlan-
gıcına yakın sağda tabelası aynalı bir bara girdik. Bu sefer
biraz daha sakindim. Asayişten komiser Memet gibi dav-
ranmanın alemi yoktu. Kenarda güvercinler gibi koklaşan,
gagalarını birbirine vuran bir çiftin yanındaki masaya va-
rıp oturduk. Dilerim yanımıza garson gelmezdi. Gemimiz
alkol yükünü çoktan almıştı zaten. Gelirse de bunca yarış-
tan sonra bol köpüklü bir bardak pils soğuk su gibi gelirdi.
Her yer sigara dumanı, uğultu, yüksek sesli kahkahalar,
teypten sesyükselticilerine verilen (Adamo, Elvis, Elke
Sommer, Sinatra gibi sanatçıların söylediği) derleme şar-
kıların dünyanın her yerinde duyulmaktan of çeker gibi
yorgunluğu ve ne olduğunu, niçin olduğunu bilemeyen bi-
zin ancak bir afet sonrasında duyulabilecek durgunluğuyla
kaplıydı. Zaman geçtikçe Joe’da ayağa kalktığım andan iti-
baren yaptığım her şey Sartre’daki saçmanın daniskası pa-
tiskası kanaviçesiydi. Kendimden sıkıldım. Oturmaktan bi-
ra içmekten Gis’den andan ondan bundan. Gis’in elindeki
225
sigarayı kaptım. Sigaraya başlasam mıydı? Nuh’u sahilde
değil de dağlarda mı arasaydım. Hafta sonu uniye giderek
Erhan’ı bulup baba bana Nuh diye bir dağlının önce kim
olduğunu öğreneceksin. Sonra da onu nerede bulabilece-
ğimi? Erhan şaka bir yana onu görmem gerekiyor. Hem de
bir hafta içinde...
Erhan uzun süre sonra kendisine bir iş için uğradığım
için sevinirdi. İş yapmak, bir şeyler yapmak onu kıvandı-
rırdı. Herkesi mi? Ya tembellik hakkını savunanlar ne ola-
caktı? Ama onlar çalışma zorunluluğuna, şartlarına, ücre-
te, kara (işgücünün satın alınarak işçilerin köle kılınması-
nın meyvesi olan nara), ranta karşı zenginlerin kutsal puş-
tu çalışmaya karşı değiller miydi?.. Yüksek oranlı bir olası-
lıklaErhan “bunlar gene Türkiye ile ilgili bazı devrimci ha-
zırlıklar içinde. Memet’e yardım etmeliyim,” diye düşü-
nürdü. Erhan kesinlikle yaşamının sonuna kadar eski ar-
kadaşlarının devrimciliğinin hep süreceğine inanırdı. Arı
bir ivedilikle (o pür telaş derdi benim ziyaretimi sonradan
birilerine anlatırken) uni ya da Türkiye’den gelenlerin
kurduğu dernekte oturduğu masadan içeri gelen tanıdık
herkesi ayakta karşılayıp bir kenara çekerek benim duy-
mayacağım bir biçimde Nuh’u, Nuh’un anlattığım hikaye-
sini, hikayenin kendi kendine doldurduğu ara boşluklarını
aktarırdı. Sonra toplanan ancak her kişiyle yapılan görüş-
me sonrası gelişen hikaye, edilen telefonlardan derlenen
bilgilerle belirginleşip bana aktarılırdı. Ayrıca Erhan kon-
ser için gittiği yerlerde hakkımızda üç beş şey işitmiş ola-
bilirdi. Erhan sadece Almanya’da değil Hollanda, Belçika,
Fransa, İsviçre, Avusturya hatta Danimarka’da konuşulan-
lardan, işittiklerinden etkin olmayan bir bilgi tomarına sa-
hipti. Benim isteğim belki de hiçbir soruşturmaya gerek
kalmadan Erhan’ı anında sorunu çözecek bir birleştirme,
bir yırtmayapıştırma yamalı bohça dikmeye itecekti. (“Ha,
Nuh dediğin Samandağlı Mustafa mı?” “Ya baba Saman-
dağlının Nuh olduğunu bilsem sana gelir miydim?” “Neden
olmasın? Mustafa’yı nasıl bulurum sorusuna bir cevap al-
226
mak için gelemez miydin?” “O da doğru ya! Billahi baba
seninle aşık atılmaz!”)
“Kalkalım mı hazinecik? Uykum geldi benim. Zaten
tramvaylar da ancak saatte bir gelir. Sabah erken kalk-
mam gerekecek üstelik.”
“Buradan da hesabı ödemeden kaçsak mı?”
Gis’in gülüşü, garsonun çok kibar iyi geceler dilekleriy-
le dışarı çıktık. Yağmur yağmur. Sokak lambalarının daha
güçlü aydınlattığı bir çemberin içinde yere düştükten sonra
kaldırım taşlarına çarpıp bir karış yükseğe sıçrayan su ba-
lonları. Telaşlanacak bir şey yoktu. Efendi hanım ikimiz de
eşgüdümlü eşsüremli olarak ıslanacaktık. Gis elini elimden
kurtarmak için kuvvetle çekti. “Kağıtmendilin var mı,” de-
miş olmalı. Ona “ne fark edecek ki. Hemen yine ıslanacak-
sın,” dedim. “Saçma,” diye bağırdı. Tam Gis’den özür dile-
meye hazırlanıyorken o “haydi kaçalım. Joe’nun güvenlikçi-
leri bardan bara seni arıyor,” deyip kahkahalar atıyordu.
Gisela sokaklar boyu biriken gölcüklere aldırmadan
koştu yavaşladı tekrar koştu. Onun neşesinin gerçek oldu-
ğunu biliyordum. Ben de koşmaya başladım. Büyük istas-
yona yaklaşmıştık nerdeyse. İstasyonda Gis’in neşesi sü-
rüyordu. Tanrım! Islanmış, saçları çalısüpürgeye dönmüş,
ayakkabıları voç vuç şarkıları söylerken dolu dolu gülen,
gülmekten yorulunca da gözlerini bir evlek açarak mutlu
mutlu bana bakan bir kadın. Bu sahnede Gis’le beni anne-
min görmesini isterdim. (“Allan hayrınızı vere! Kızım has-
talanacaksın!”) Yanlıştı, bir şaşırtmacaydı, bir Türkmen
oyunuydu. Annemin birinci sırada endişelendiği bendim.
Elbet benim sevdiğimi o da severdi kendiliğinden. Gis bir
şarkı mırıldanıyordu. Tanrım, bu Kavaklar’dı. Nasıl olu-
yordu da ilk kez hem de uygun olmayan bir ortamda öyle-
sine dinlediği ya da kulağına çalan bir şarkıyı oldukça tam
bir şekilde mırıldanıyordu! Yetenek dedikleri böylesine
şeyler miydi? Yeraltında etrafımızdaki tren bekleyen in-
sanların bize aldırdığı yoktu. Hepsi gece yorgunu gibi du-
227
ruyordu. Bir tren geldi. “Kooş,” diye bağırarak elimden tut-
tu Gis. “Bu tren bizim ordan geçmez. Yanlış tren,” diye ben
söylenirken trende vagonun arkasına yönelen Gis bana gü-
lüp “Apollon’da aktarma yaparız,” dedi. Ayakta sessizce
trenin makaslarda çıkardığı sesleri dinledim. Sanki trenin
yeraltında çatallanan demiryollarında yön değiştirmesini
fark ediyordum. Nuh geldi aklıma birden. Joe’nin Ye-
ri’ndeki görüntüsüyle görünen bir Nuh ile o kara gömlek
ya da kazaklı kadın. Ya o Nuh değildiyse? Saçma salakça
bir şüphe bu Nuh’tu o. Tufandan önce kenti (Sodom’u
mu?) inananlarıyla birlikte terk etti. Onları tam kapının iç
önünde görmedim mi? Nuh’un eli önündeki kadının sağ
omzunda, birkaç insanın oluşturduğu kümenin arasında
kapşonu olan bir mont giymiş Nuh resmi belleğime yeni-
den düştü. Seni bulacağım çocuk. Yemin olsun bulacağım
seni. İyi ki bu gece kapşonlu bir şey giymişsin. Baksana
saçlarımıza. Güldüm. Gis’in içindeki doruluaklı kedi içime
doğru sokuldu beni kolumdan kendi içine çekerek.
“Ben uyusam. Sen beni trenden trene bindirip sonun-
da ‘uykuistan’a götürsen. Yatağımın altında kuru bir be-
zelye tanesi vardı. Her sabah onu oradan almayı unutuyo-
rum ‘canım.’ Onu ordan al lütfen. Yoksa bezelye tanesi be-
ni gece boyunca yüz kere, bin kere, bin bin kere...”
Kendi uykudan önce masalını kendisine anlatan Gis’in
gerçekten içi geçmiş olmalıydı. Nerdeyse ağırlığının çoğu-
nu kolumda hissediyordum. İçim bir hoş oldu. Gis’in uyku-
su karşısındaona kuru bir yer de olsa sunamamanın üzün-
tüsüyle Apollon’a vardık. Aslında üç dört dakikalık bir yol
bizi yaşlandıracak kadar uzun geldi bana. Çünkü Gis uyku-
lu uykulu metronun demir bankı üzerinde ıslak giysiler, ıs-
lak ayakkabılar ve ıslak bir zamanda kimbilir ne kadar
bekleyecekti. Yoksa yerüstüne çıkıp bulabilirsek bir taksi-
ye mi binseydik! Hangisi bize zaman kazandırırdı? Ya biz
yukarı çıkmak içinbindiğimiz merdivenlerle yolun yarı-
sındayken Güneyşehir yönüne giden tren gelirse! Bir ban-

228
ka oturduk. Gis gözlerini bile açmadı. Gerçekten üç dört
saniyede başının olanca ağırlığı omzumdan göğsüme yö-
neldi. Yüzümle alnına destek verirken kolumla omzunu
çekerek ona eylem diliyle “korkma sen. Seni asladüşür-
mem. Uyu canım,” dedim.
Sonunda trenden caddeye, caddeden eve yürüdük. Gis
uyur gibi yaptı ya da yarı uykulu bir biçimde yürüdü. Ko-
mutlarıma ses vermeden eylemlerle karşılık verdi. “Anah-
tar kolayda mı canım?” Gis boynuna asılı çantasını karış-
tırmayı bıraktı. Tanrım, ne bu böyle. Uyuyor bu çocuk!
Azıcık kıpırdayabilsem kendi çantamdaki anahtarı çıkara-
bilirdim.
“Canım eve geldik. Anahtarı bana verebilir misin?” Gis
sanki bana kızmış gibi haşır huşur çantasını karıştırdı. İçe-
riye girdik. Onun üstündeki ıslak giysileri girişe çıkardım.
Kucaklayıp yatağa götürdüm. Yorganın altına yerleştirip
banyodan iki havlu getirdim. Biriyle saçlarını yavaş yavaş
silip diğeriyle Gis’in ayaklarını kuruladım. Bezelye tanesini
hatırladım. Güldüm.
Girişe attığım giysileri banyoya götürüp serdim. Ayak-
kabılarımızı suyla durulayıp gazete kağıdıyla sildim. Yumu-
şacık olmuşlardı. İçlerine gazete parçalarından oluşturdu-
ğum kalıpları yerleştirdim. Tek tek sanki bir tatile götürüle-
cek değerli eşyalarmış gibi gazete kağıtlarına sardım. Kendi
giysilerimle ilgilenmeliydim. Onları çıkarıp eşofman takı-
mımı giydim. Başımı kurulayıp ayaklarımı yıkadım. Bede-
nim daha yeni yeni ısınmıştı. Biraz ateşlenmiş miydim?
Ayaklarımın yanları, üstlerinde bazı yerler kızıl pembe bir
renk almıştı. Basit bir nezleye yakalanmak bile beni perişan
ederdi. Canım öyle bir sigara ve çay içmek istedi ki bunun
nasıl olduğunu anlayamam. Ocağa çay suyu koydum. Odaya
geçip Gis’in çantasından aldığım sigarayı yaktım. Ne kadar
uzun süren bir geceydi. Çok yaşadık.

229
KORSAN

Sonunda üç gün sonra haziranın ilk cumasında kurs


bitecek. Ben de Gis’in hem dalga geçtiği hem de alttan alta
saygı duyduğu (Wirtschafts-und Berufsfachschule Bohlsc-
heid) okuluna gitmekten kurtulacağım. Hansaring’deki o
97 nolu Babil Kulesi çoğuşafakta düşlerimi yırtarak beni
uyandıramayacak artık. Arkadaşlarda bir neşe bir heye-
can. Neden ben onlar kadar içimdeki kurs sıkıntısının biti-
şine sevindiğim halde bunu dışa vuramıyorum. Bir fark
var ortada ki bu benim sıkıntıdan kurtuluş sevincimi zede-
liyor. Bu fark arkadaşların çoğunun gelecek günlerin ken-
dileri için çok güzel olacağına değgin umutları. Bende bu
eksik işte. İki yaklaşım da kendimizden hareket ettiğimiz-
de gerçeğin ta kendisi. Gerçek kocaman bir çokluk ha! Öy-
ledir ki benim gerçeğim, Karol’un, Felicie’nin... gerçekleri
hepsi de sağlam gerçekler. Benim durumumda cumadan
sonra umutlanılacak, sevinilecek, heyecanla beklenilecek
ne var? Ben buraya çalışmaya mı geldim? Yani işgücümü
mal pazarına çıkarıp alıcımı bulup zamanımın yarıya yakı-
nını hem gönüllü olarak hem de etekleri zil çalan yeniyet-
me bir genç kız gibi ona kiralayıp aslında köle olmaya mı?
Sekiz saat demek bal gibi bir gün anlamına geliyordu. (İşe
gitmek için erkenden kalk. Hazırlan. Ulaşımda cebinden
ödeyerek güya sana ait zamanı azalt. Yemek saatinde ce-
binden ödeyerek güya sana ayrılan süreyi bitir. (Sanki aç
ayı oynayabilir?) Akşam sana ait zamanını tüketerek eve
gel. Yarın iş var diye kendini sana ait zamanda hazırla.
Uyumalıyım yarın çalışacağım diye yatağa gir. Yarın iş ağır
diye sevgilinle sana ait zamanda öylesine seviş...) Elbette
insan yaşamak için bu edimlerin birazını yapmak zorunda.

230
Ama çağın yeni sahipleri için, onların sadece ertesi günü
işe gelebileceğimiz kadar bize lazım olan yiyecek içecek
giyecek günlük barınma... parası için değil. İnsanın işgücü-
nü satması ve buna zorunlu bırakılması ne kötü. Bundan
kurtulmanın bir yolu var mı? Yani emekli olana kadar.
Emekli? Her şeyin gerileye geriye sona düşmesinin yakın-
laştığı günler...
Arkadaşlarım böyle bakmıyorlardı geleceğe. Her ders
arasında 10 dakikalık dinlenmelerde Babil’in 17. Katında
onların bazılarıyla başlattığımız ‘Forum Romanum’ ner-
deyse farkına varmadan oluşturduğumuz bir gelenek ol-
muştu. Tek kural konuşanı sabırla dinlemek, takıldığı yer-
lerde fısıltıyla ona Almanca kelime ya da kelimeler sun-
maktı. İsteyen söz almadan konuşmaya başlardı. İki kişiyle
başlayan konuşma, üçler, beşler, yediler, on ikiler aşkına
derken bazen de diğer sınıflardan katılanların oluşturduğu
formda formcularla kırklara kavuşurdu. Okulda tek hoş
yaşam belirtisi bu soluklanma (Osm. Teneffüs) anlarıydı.
Ellerimizde makine hanımın ağzına para atarak aldığımız
sıcak içecekler, sigaralar derslerdeki (zorunlu) beraberli-
ğimizle yetinmez ve hatta ona zıt bir topluluk yaratıyordu.
Çünkü orda edilgendik. Çünkü orda serbest değildik. Çün-
kü orda bir disiplin topluluğuyduk. Bininci çünkü orda gö-
nüllü değildik ve istediğimiz an sınıf denilen lanet işbölü-
mü peydahlamasını (argo: piç. Ancak sınıfın babası serma-
ye, toprak malikliği, köle sahipliği kısaca varlık olduğun-
dan bu düşüncem haset garez kin dolu sayılırdı) asla terk
edemezdik. Mekanı kantinimsi büyük oda olan, katılımcı-
ları her seferinde değişen,on dakikacık dinlenme süresinin
her anında değişen katılımcılarıyla yaptığımız tartışma-
lardan onların ne düşündüğünü kestirebiliyordum. Bura-
dan sonra bir iş bulacaklardı. Güzel, büyük bir ev kiralayıp
leziz tatlarla dolu yiyecekler yiyerek, ünlü mağazalardan
giyinecekler, güzel arabalara bineceklerdi. Araba bir ihti-
yaçtı. Tatil bir ihtiyaçtı. Güzel giyinmek bir ihtiyaçtı. Sine-
ma tiyatro bale müze... en önemlisi de evlenip istediğin
231
zaman sevişebileceğin bir insana sahip olarak topluma ka-
tacağın kattığın senin kanından çocuk ya da çocukların o
toplum içinde üst katlarda oturabileceği olanakları yara-
tabilmekti. Bu görev yeryüzündeki birinci gökseldi. Bunun
için analar babalar kendi olanaklarının yeterli yetersizliği-
ne bakmadan yargılanacaklardı. Yargı sonunda davası dü-
şen çiftler ötede anaların ayaklarının altında olan ötede
ırmaklarından bal şarap akan ötede ya da herkese ihtiyacı
kadar ilkesinin geçer akçe olduğu ötelerde yaşayacaklardı.
Yargı sonunda günahlı bulunanların vay haline. Önce bu-
rada bir anne baba olarak üst kata yerleşenler tarafından
horlanıp aşağılanacaklar, baskı altına alınacaklar ve gün-
delik nafakalarını temin edemez olacaklardı.
“Kuşlara bak. Hiç onlar gündelik nafakalarını düşünü-
yorlar mı!” Bu biz dindar da olsak çooook eskilerde kal-
mıştı. Şimdi düşünmek yetmezdi. Her an fırsat kollayıp,
fırsatlar yaratmayı deneyerek öteki kuşların ağzındaki
lokmayı kapmalıydık. Yarış uygarlığındaydık. Birinciler-
den olmak için her kurnazlık her hile her dümen her zor-
balık her şey yapmak gerekiyordu ve bu gerekliliği de en
üst katta oturan babamız“doğru, caiz, mübah, helal, meşru,
yasal” sayıyordu.
Son yargıda suçlu bulunanlar, günahkarlar ötede de...
bunu geç Memet! Zaten burada çekilenler yeterince ağır
kardeş. Onların hayallerine saldıran bir (düzene imanı ek-
sik) bozguncuydum ben. Sürüm sürüm sürünecek sürgün
sürgün gezinecektim ki vay o ayaklarına çektirenlerin ha-
lineydi. İçimden üzülüyordum bu kantin söylevlerime,
atışmalarıma, yeni bir dilde yaptığımı düşündüğüm hor-
lamalarıma... Ama bu da benim gerçeğimdi. Buna göre Al-
manya’daki bütün çalışanların gerçeği buydu. Bir şey var-
dıbu düzende çalışanların öfke duygularını, düzen bilinci-
ne karşı kendileri için bir bilinç oluşturmalarını engelle-
yen. Pis ücretçi işleyiş çalışanların gelecek haftalıklarını,
aylıklarını, yıllıklarını, on yıllıklarını ellerinden alacak

232
araçlar geliştirip yaygınlaştırıyordu. Böylece borç deryası-
na düşüp arzularının nesnesinin kullanım hakkını geçici
bir süre elde ettikleri için ve bunun karşılığı çalışamaz ça-
ğa gelinceye dek az tüketip, çok işgücü satın alacak malik
aradıklarına sevinen insanlar. Banka kartıyla alışveriş,
kredili yaşam. Türkiye’ye yıllık izine giden göçmenlerden
bankalardan kredi almayanı çok azdı.Araba kredisi, ihtiyaç
kredisi o kadar yaygınlaşmıştı ki çalışanlardan bunları
kullanmayanı küçük bir azınlıktı. Bunlar hikayeydi günlük
alışverişlerde harcadığımız, ödemesini aybaşında yapaca-
ğımız borçlarımızın tutarı karşısında. Harcaması kolaydı.
Hiç bir yerde parasızlık çekmiyordun. “Bankayın” kazan-
cına göre koyduğu sınıra kadar o pis paraya, o ilkel kağıda
el sürmeden gözünün iliştiğini, canının çektiğini alabili-
yordun. “Bana bir 20 mark borç versene!” kalmamıştı. Şü-
kür şükür bolluk toplumunda yediğimiz bir sosisin parası-
nı da bankamız aracılığıyla ödüyorduk.
Gerçi bunların benzerleri her toplulukta her çağda
vardı. Türkiye’de kasaba tüccarları mallarını köylüye
harman veresiye satardı. Göçebelerin güzün teslim ede-
cekleri peynir, tereyağı, yün, tiftik karşılığı ellerine daha
ürünü teslim etmeden para geçerdi. Bazen de göçebeler,
yarı-göçebeler, çiftçiler celebe tüccara sattıkları davarları-
nın, mallarının para tutarının yarısını bahara, yaza kadar-
beklerlerdi. Tüccarlar da köylüye borç, kredi, pey payı (ge-
lecekteki ürünü alacağına dair kapora gibi) ödemeler ya-
parlardı. Mahalle bakkalı, kasabı, fırını, manavı ayso-
nuödenmek üzere satardı. Ancak bunların hiçbiri banka
sistemiyle, mali sermayeyle, günümüzde ayrılamazbirleş-
mişliklerinden dolayı genel olarak sermayeyle doğrudan
bağlı değillerdi. Bunu Almanyanın yeni türü bu türün çe-
şitli cinslerinden olan bizsığınmacılara, göçmenlere, Al-
man olup da babayurtlarına (Vaterland) gelebilmenin bir
yolunu bulmuş açıkgözlere anlatmanın hiçbir yolu yoktu.
İran Azerileri, Azerbaycanlı Azeri gardaşlarım bile forum-

233
larda beni azarlayıpkarşı görüşten söylevcileri destekli-
yorlardı.
Olsundu o kadar. Bu bir forumdu. Proletarya partisi
içinde yapılan bir tartışma değildi ki! Hikmet Usta’nın ‘ça-
dır partisi’ dediği şeyin ta kendisiydi forumları güzelleşti-
ren. (Kıvılcımlı ustaydı. İşçi partisinin varlığını bir zorun-
luluk görürdü. Ancak kurduğu parti Vatan, savaşın en ha-
reketli gücü devletin ordusu, işçiler ve dünya işçiciliği
ikinci sırada kalırdı.) Biz ise yeni Roma imparatorluğunun
özgür sınıftan gelen Romalıları gibiydik. Hepimizin (Türk-
çe, Lübnan Arapçası, Lehçe, Rusça, Romence, Azeri Türk-
mencesi, İran Türkmencesi, Farsça, Kürtçe dillerinden ke-
limelerle) melezlediğikırma Almanca o forumlarda yeşer-
di, gelişti. Sözdizimi, sesbilgisi, yapısı, söz dağarcığıtam ya
da saf olmayan bir Almancaydı konuştuğumuz. Almanca
dışında beş on dilde sözcükler zorunlu olarak o coşkulu
konuşmalara giriyordu. İşte kursun sonunda sıkıntıların
bitişine sevinen aynı zamanda forumların dağılmasına
üzülen, bize disiplin, gözetim, kayıt toplumunda serbestçe
yaşadığımızı duyuran o güzelim (Belücü Ahmad’ın adlan-
dırmasıyla) Kantinistan’ın artık var olamayacağına hüzün-
lenen gönlüm birbirine ters üç beş duyguyla cebelleşip du-
ruyordu.
Son günlerde forumcubaşlarına topluluk tarafından
son görevleri verildi. Cuma günü yapılacak (çalışma ku-
rumu temsilcileri, okul temsilcileri, davete uyacak devlet
kurumlarından temsilcilerin, göçmen dernekleri temsilci-
lerinin katılacağı) resmitörenden (Zertifikat) sonra biz ki-
rişi kırıp bir yerde kafaları çekip dansetmeliydik, şarkı
söylemeliydik, eğlenmeliydik. Öyle ya bu da modernizmde
bir gelenekti. Kep töreni, diploma töreni, tören töreni
yapmanın da tüketimi artıracak bir eyleme dönüşmesi ve
katılımcıların yaşam denilen alçak yüksek her etkinliğe
karışması bir zorunluluktu. Hatta bu törenler için özel mi

234
özel giysiler, yiyecekler, hediyeler, içecekler akla gelen
gelmeyen bütün ıvır ile zıvır haz vericiydi birey olana.
Felicie (okulda Feliçita) ile ben törenden sonra eğle-
neceğimiz yeri bulacaktık. Sıkı pazarlık edecektik. Bazı üc-
retsiz ikramlar ayarlayacaktık. Mekanın sahibiymiş gibi
rahat davranacağımız bir yer olmalıydı bulacağımız kafe,
birahane ya da lokanta (İtalyancadan konuk bu kelime bile
yerinden ettiği aşevi gibi uçup gittiğinden restoran). Feli-
cie Polonya’dan dipbabaülkesine uçabilecek kadar bece-
rikli bir dişi kuştu. Doğrusu iki tane binlik marka bu hiz-
meti sunan ticari kuruluşlar vardı. Ancak beceri dediğimiz
modern kavram da zaten sadece bunu gösteriyordu. Bir
işe gereken tutarı denkleyebilme. Becerikli Felicie önce
beni Türkiyelilerin işlettiği böyle bir yerin olup olmadığı
konusunda sorguladı. Mantıklıydı. İki kocaman milyonluk
bir topluluktan insanların işlettiği midelere yönelik birçok
işyeri vardı. Tanıdığım bir yer yok, dedim. Bana anlama-
mış gibi baktı. Lanetliyim dedim. Bakışı dondu bu anlam-
sız ya da anlamadığı cümle karşısında. Güneyşehir’de bir
biraevi var tanıdığım. Ama kabul edip etmeyeceklerini
bilmiyorum, deyince heyecanlandı. “Türkiyeliler mi işleti-
yor?” Hayır dedim, safkan Almanlar. Güldü. “Canım da bir
bardak soğuk bira içmek istiyor ki!” Öyleyse Feliçita, sen
öğretmene söyle bize izin versin. Doğru Güneyşehir’e gide-
lim. Hem bira içeriz hem de Tanrı’nın bir gününü kutsarız,
dedim. Felicie bir davet kokusu almış gibi fısıltısını kesip
tak tak taklayarak öğretmenin yanına gitti. Topuklu ayak-
kabılarla daha da güzel görünüyordu doğrusu. Yavaş bir
sesle ve de bir güçlükle karşılaşmış suçsuz bir insan duru-
şuyla durumu anlatıp izin istedi. Öğretmen cömertti. “Em-
rin baş üstüne!”yi askeri bir birliğin karşısında komutanı-
na söyler gibi söylemişti. Feliçita “ama mehmet ile gitmem
gerekiyor. Çünkü o işletme sahiplerini tanıyor.” Dedi. Öğ-
retmen “tabii, gidebilirsiniz!” derken cömertoğlu cömertti.
Feliçita hızla oturduğumuz yere geldi. Bana göz kırparak
çantasını toplamaya başladı. Bütün sınıf susmuş bize bakı-
235
yordu. Biz çıkarken öğretmen “Kurs bitti ama geç de olsa
ben Mehmet Bey’in neden derse durgun geldiğini anladım.
Tabii ki insanın biraevi işleten arkadaşı olursa her yere
böyle gelebilir” dedi. İçimizde en akıcı Almancayı konuşan
ve anlayan Varşova’nın bir lisesinde Rusça öğretmenliğin-
den kaçıp fırsatlar ülkesine (Yeni Roma İmparatorluğuna)
gelen eski Karol yeni Karl cüssesinden büyük bir kahkaha
atar atmaz bütün arkadaşlar da gülmeye başladı. Doğulu-
lar kafalarını birbirlerine yaklaştırmış büyük ihtimal ne
dedi ne dedileşiyorlardı. Bu onların kişisel eksikliği değil-
di. Kahkahalara neden olan cümle birçok açıdan onların
dünyasının dışındaydı ve cümle kendi anadillerine (örne-
ğin Farsça Hint-Avrupalı sayılsa da) oldukça yabancıydı.
Onları fiskoslarıyla baş başa bırakıp yola koyulduk.
Korsan’a vardığımızda Thomas’tan başka kimse yok-
tu. Tabii ki birkaç emekli yaşlı gelmemişse kim gelecekti
insanların çoğunun işte, yardım kurumlarında, iş görüş-
melerinde, okullarda... olabileceği bu saatte. Thomas bo-
şuna elektrik harcanmasın diye salondaki lambaları kapa-
tıp yalnızca bar tezgahının (bankosunun) üzerindeki kü-
çük lambaları açmıştı. (Zihnimden geçen ampul denilen
nesne olmasına karşın neden ben lambayı düşünüyordum.
Ve lambayla ilgili fiil, sıfat, edat, zarf kelimelerini? Düşün-
celerime farkına varamadığım bir biçimde Almancanın
kutsal ruhu sızıyordu. Örneğin anadilimde lambayı aç mı
derlerdi? Lambayı yakmak? Bari biri itfaiyeyi çağırmasa!)
İçerisi alacakaranlık, bar tezgahının arkası ışıklar altında
parlayan kadehler, bardaklar, şişelerle ışıltılı bir aydınlık
içindeydi. Ben Thomas’ı, görünmeyen (görüş açımdan
aşağıda kalan) kültablasına yatırdığı sigarasının dumanını
iyi seçiyordum. Ama onun ışığın bize geliş açısından dolayı
bizim yüzümüzü seçmesi çok zordu. Bize karşı Korsana ilk
kez gelen, haydi bir bakalım şuraya diye giren insanlara
davrandığı gibi çekingen, mesafeli, ne soğuk ne de sıcak
diyebileceğim bir buyurun çekti. Felicie bir adım arkamda
kalmıştı.
236
“Merhaba patron! Döner kebap var mı burada?”
“Tahiiir! Merhaba. Nasılsın? Hoş geldiniz.”
“Teşekkür ederim. Seni özledim. Sana bir merhaba
demek istedim.”
“Ben sana kızgınım. Neden hiç uğramadın buraya?”
“Anlatırım sonra. Thomas bak bu Felicie.”
“Merhaba, nasılsınız?”
Thomas’ın ilgisi Felicie’yi rahatlatmış gibiydi. Ne içe-
ceğimizi sorduğunda ona karnımızın aç olduğunu, bir şey-
ler yedikten sonra bira içmeye başlıyacağımızı söyledim.
Thomas bize Brigitte’nin her an gelebileceğini, o geldiğin-
de gidip dışardan bir şeyler alarak pişirebileceğini söyledi.
Konuşurken bir yandan da Türkiye’deki rakı bardaklarına
benzeyen uzun dar bardaklara bira (kölsch) dolduruyor-
du. Sigara ikram etti. Ben almadım. Felicie sigara içmediği
halde bir tane aldı. Thomas kamel içerdi. Bir tane de ben
alabilir miyim dedim. Gülerek “tabii!” derken sigaralarımı-
zı yaktı.
Ona birkaç cümleyle okulu anlattım. Sabah 8.30’dan
öğleden sonra 15’e kadar okulda olmak zorundaydım, de-
dim. Çoğu cumartesileri de ne iş bulduysam yaptığımı, bu
yüzden de bana çok az zaman kaldığını söyledim. “Sen o
masalı başkalarına anlat Tahir! Biz senin kimlere zaman
ayırdığını öğrendik,” derken sol omzuma birkaç yumruk
attı. Felicie kulağıma eğilerek “neden sana Tahir diyor?”
diye sordu. İki adım var benim Felic. Mehmet Tahir Sab-
ran. Johan Amedeus Motzart gibi” dedim. Bana başını sola
düşürürken dilini gösterdi. Yutmamıştı. Okulda İran Belü-
cüstan’ından bir arkadaş dağılan Halkın Fedaileri’ndendi.
Maşallah okulda yakaladığı her kadına 1960’ların Hürri-
yet’indeki (ve diğer gazetelerdeki gibi) her gün bir bölümü
yayınlanan Adalı Halil, Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Kel
Aliço hikayelerine benzeyen devrimcilerin hikayelerini an-
latırdı. Tabii ki anlatılan hikayelerin inandırıcılığı okuldaki
237
birkaç devrimcinin zorla tanıklığa çağrılmasıyla pekişti-
rilmek zorundaydı Ahmad’a göre. Ben de kantindeki zo-
runlu tanıklıklıklarımdan birkaçında Felicie tarafından gö-
rülmüş olmalıydım.Felicie tezgahın aşağısından (Tho-
mas’ın göremeyeceği şekilde) karnıma parmağını dürter-
ken bir yandan da “seni terörist seni” diyordu.
Brigitte içeri girdi. Lanet olsun yine geldim buraya ha-
vasıyla yüzlerimize bakmadan Korsan’a ancak bu saatler-
de gelen birkaç yaşlıya selam verir gibi bir “merhaba” çek-
ti. Bara geçerken bütün ışıkları açtı.Tezgahın arkasındaki
Thomas ona bir şey söylemedi. Başımı aşağı indirip ondan
yana hiç bakmıyordum. Sigarasını yakıyor olmalıydı. Çak-
mak çak çak dedi iki kez. “Tahiir! Çok özür dilerim fark
etmedim sizi. Nasıl gidiyor? Birkaç günönce Gisela’ya rast-
lamıştım. Ayak üstü konuştuk. Sana selamımı söyledi mi?”
dedi. “Brigitte bu Felicie. Meslek okulundan bir arkadaş,”
dedim. Nasılsınlaştılar. Thomas ona aç olduğumuzu ve
onun gelmesini beklediğimizi söyledi. “Tahir’e güzel bir
omlet pişirmeyi teklif ettim. Ama o kabul etmedi. Brigitte
gelmeden bir şey yiyemeyeceğini söyledi,” dedi gülerek.
“Peki,” dedi Brigitte. “Sen git bir şeyler al. Ben hazırlarım
onları. Ekmeği çok al. Bilirsin Tahir bulsa kendi bedeni ka-
dar büyüklükte bir ekmeği [gene akkusativ]yiyebilir.”
Thomas dışarı çıkarken bir şeyler isteyip istemediğimizi
sordu. Brigitte sigara, bulaşık süngeri ve birkaç tanekuru-
lama bezi ısmarladı. Ne marka sigara alayım, dedi Thomas.
Müşteriler için değişik markalarda üç dört paket al işte.
Thomas dışarı çıkarken sigara şirketlerini galiba içeri bir
sigara makinesi (sigara otamatı. Ağzına sigaranın tutarını
1 mark ya da 50 feniklik bozukparayla atılmasını emreden
makinelerden) takmadıkları için lanetliyordu.
Brigitte’ye onu çok özlediğimi (bu gerçekti. Ancak ge-
reğini yapmadığım için kendimi berbat hissettiğimi söy-
lemeden) söyledim. Dudak bükerek buna inanmadığını
gösteren bir yüz buruşturmasıyla cevapladı beni. Sonra da

238
gönlümü alır gibi “meslek okuluna gittiğine sevindim,” de-
di. Ben öteki sığınmacı “Türkler” gibi sarhoş olup sokak
sokak gezmiyormuşum. İçimden güldüm. Çünkü ben de
kafa çekip gecenin ikilerinde sabahın üçlerinde yağmur al-
tında “sokak sokak” neşe dileniyordum. Thomas’ın yoklu-
ğunda ona hızlıhızlı geliş nedenimizi anlattım. Kaç kişiy-
dik, salona sığabilecek miydik?Yirmi yirmibeş kişi olabile-
ceğimizi söyledi Felic. Brigitte öğle saatlerinde ve ikindin-
leyin bu salonun bir köşesini hazırlayabileceğini belirtti.
Hatta süsleyebilirdi de. Müzik kolaydı. İstediğimiz şarkılar
varsa ona kaset getirmeliydik. Yiyecekler konusu sorundu.
Ancak cuma günü için kolay hazırlanabilecek birkaç şey
hazırlayabilirdi. Hamburger gibi, salatalımakarna gibi, so-
sistava gibi. İki sorun vardı. Salonu en geç 17. 30’da eski
düzenine sokmalıydı. Masalar, sandalyeler yerlerine götü-
rülmeli, yer ve masalar temizlenmeliydi. Böylece saat 18’i
bulurdu ki bu da onların işlerini aksatmazdı. Elbette iste-
yen arkadaşlar Korsan’da kalmaya devam edebilirlerdi.
Ancak buranın kurallarıyla.
İkincisi patron ister grup küçük olsun ister kalabalık,
böylesi toplantılarda tek tek her müşteri siparişini peşin
öderdi. “Bunu Thomas’la sonuçlandırmalısın Tahir. Pat-
ron’un temsilcisi o,” dedi. Teşekkür ettim. Felicie içecek-
lerde, yiyeceklerde bir indirim yapıp yapamayacaklarını
sordu. İndirim mümkün değildi. Zaten yiyecekleri sadece
bizim için hazırlayacağını, bunlardan kar etmeyi düşün-
meyeceğini söyledi. Ama yine de Thomas’a ısrar edersem
belki birer bardak kölsch ikram edebilirdi bize. Bardakla-
rımızı bize sormadan doldurdu. Sanki Türkiye’de bir şe-
hirde bir eve konmuştuk. Bardak boşaldıkça habire çay
doldurulur gibi bira dolduruluyordu. Bunların ikram ol-
duğunu anlamıştım. Çünkü çalışanlar daha ilk bardağı
müşterinin önüne koyarken bardağın altına yerleştirdikle-
ri karton altlığa kocaman bir çizgi çizerdi. Bu davranış o
kadar kendiliğinden bir hale gelirdi ki Thomas, Brigitte öy-
le düşünmese bile farkında olmadan bir kalem arama ha-
239
reketi yapardı. Oysa Thomas çok açık ve bilinçli olarak bi-
ze sormadan kalem aramadan bardaklarımızı doldurmuş-
tu.
Bardaklarımızı alıp Brigitte’ye kaldırarak biralarımızı
içtik. Felicie birasını bitirince ben de ondan geri kalmamak
için soluklanıp bardağın dibinde kalan birayı yuttum. Bri-
gitte bardaklarımızı tekrar doldururken paketi değil pa-
ketten birer sigara uzattı bize. Gisela’yı sordu, nasıldı? İyi,
dedim. İş arıyor. Neee, dedi. “İş mi arıyor?” Neden şaşır-
mıştı ki? Evet, dedim. Galiba eskiden çalıştığı son şirkette
işe başlayacak. “Seni kutluyorum Tahir. Gerçekten onu to-
parlayıp hayatın gerçeklerini en sonunda kafasına sok-
tun.” Ben bir şey yapmadım. Tanrı tanığım, dedim. “Hayıır!
Bu senin etkin. Yoksa Gisela Tajo’suyla boşa dolaşıp dura-
caktı.” Ne diyecektim, ne demeliydim, bu sohbet sıradan
bir sohbet de olsa? Beni Felicie kurtardı. Sanki Brigitte’den
sakladığı, onun duymasını istemediği bir şey söyler gibi
ağzını kulağıma yaklaştırırken bir taraftan da eliyle perde-
leyerek “Gisela kim” dedi. Kadınlar, kadınlar. Eğer kafayı
bulutlandırıp bir genelleme ukalalığı yapmaya çalışsaydım
türün en meraklıları çocuklardan sonra kadınlardır der-
dim. O zaman ben ve benim gibi olan erkekler hangi sınıfa
sıkıştırılmalıydı? Başkalarını bilmem ya bende kadınlık
bol miktardaydı. Gene mi Freud, Lacan? Cıkk! Hegel’de mi-
safirim. Karşılıklı Münih’te bira içiyoruz. Hegel mi, valla
doldurttuğu masseleri (hem de burada her birahanede
masse bir litre) beşe kadar saydım; ama sonrakileri karış-
tırdım. Adam “bir daha (noch ein mal bazen de eğer bira
yukarı doğru geri çıkma denemesindeyse noch eins)” diye
diye bana bir daha demeyi bir daha unutmayacağım şekil-
de öğretti. Felicie böğrüme ortaparmağını sokmuş olmalı.
Brigitte beni yanlış anlamasın diye içimden gelen sıçrama
tepkisini bastırmaya çalıştım. Felicie hadi söylesene der
gibi böğrüme böğrüme dürtüyordu. Brigitte olanları fark
etmiş olmalıydı. Bunu onun yüz ifadesindeki ciddiyete
doğru gerilmelerden çıkardım. Bu yüzden yani Felicie ile
240
sadece kurs arkadaşı olduğumuzu ve kimseden saklayacak
bir ilişkimizin olmadığını Brigitte’ye anlatmak için Feli-
cie’ye yüksek sesle Gisela’nın sevgilim olduğunu, onunla
evlenmek istediğimi, ama onun beni sürekli reddettiğini,
onu evliliğe razı etmeyi umduğumu bazen öznesiz bazen
de yüklemsiz cümle kırıntılarıyla gülerek anlattım.
“Desene sana boşuna asılıyormuşum [Hof machen,
kur yapmak mıydı?].”
Ben utangaç utangaç bir gülücükle ne demem gerekti-
ğini toparlamaya bir yandan da zaman kazanmaya çalışır-
ken carıma o ciddi ifadeli yüzüyle Brigitte yetişti.
“Sen Tahir’e asılmaya devam et. Kesinlikle sana pek
yakında evet diyecektir. Sana bu konuda garanti veririm.
Bunun yurdunda erkeklerin dört eşe kadar evlenme hak-
ları var.”
Felicie de ben de farklı nedenlerle de olsa Brigitte’ye
içerlemiş olmalıyız. Felicie “peki üçüncü kim olacak,” diye-
rek lafın altında kalacak bir kadın olmadığını en azından
bana gösterdi. Tam bu anda bardaki lavaboyla didişen
Brigitte’nin dikkati söylenerek içeri giren Thomas’a yö-
neldi. Thomas geciktiği için bizden özür diledi. Yağmurun
biraz hafiflemesini beklemek zorunda kalmıştı. Bir daha
bisikletsiz yağmurluksuz bir yere çıkmayacaktı. Getirdik-
lerini Brigitte’ye verirken “çabuk ikisi de açlıktan ölecek”
dedi. O tezgahın bizden taraftan görünmeyen bir yerinde
bir şeylerle uğraşırken Felicie bana ne anlama geldiğini
bilmediğim bir göz kırpması gönderdi. Gidelim mi diyordu
acaba? Thomas kalın defteri pat diye ses çıkarttırarak ka-
pattı. “Eee nasıl geçti zamanınız,” dedi Thomas. “Eğlendi-
niz mi?” Felicie ona cuma günü için saat 11 ya da 12’den
itibaren burada kurstan arkadaşlarla toplanacağımızı, eğ-
leneceğimizi söyledi. Bazı arkadaşlar ya da hepimiz basit
hazırlanacak şeyler, örnek patates salatası, hamburger ve
diğer, yemek isteyeceklerdi. Akşam da en geç 6’da isteyen-
ler sizin kurallarınıza uyarak kalabilirlerdi. Olabilir miydi?
241
Felicie Thomas arkasına dönünce bir parmak daha savur-
du böğrüme. Kesin akşama apandisim patlayacaktı. Tuva-
lete gitmemek için epeydir kendimi sıkıp duruyordum.
Kadınların yanından kalkıp tuvalete gitmenin neresi ayıp,
kaba, utanılacak bir şeydi bana? Sessizce, biraz da utangaç
bir durumda tuvalete yöneldim. Dönerken Brigitte’nin
pembe fonlu beyaz papatyalarla kaplı önlüğüyle salondaki
bir masaya yemek servisi yaptığını gördüm. Sessizce bana
masaya otur, dedi. Felicie ile Thomas da masaya geldiler.
Brigitte kahve mi bira mı içersiniz diye sordu. Üçümüz de
kahve istedik. Brigitte kendine bir kölsh doldurmuştu.
Yumurtalısosistavayı tabaklarımızapaylaştıran Brigitte,
patateslerin de kızarmak üzere olduğunu söyledi. Tabak-
larımızdakini sessizce(benim kendi kendime bunlar do-
muz domuz Memeeet, donguzsa donguzne var yanilerim
dışında) yedik. Thomas bana cumadan sonra ne yapaca-
ğımı sordu. Bir tasarım yoktu. İş bulursam çalışacaktım.
Güzel bir evde yaşamak istiyordum. Bol ışıklı, bol kitaplı,
sakin bir yaşam. Ancak bunun önüde sonu da çalışmaktı.
Brigitte Gisela’nın Tajo’yu Marione’ye temelli mi verdiğini
sordu. Bilmediğimi ama Gisela’nın bir yere gitmek zorun-
da olduğunda köpeğe hep Marione’nin baktığını söyledim.
Yazık oldu köpeğe, dedi. “İnsanlar sonunu düşünmeden
bir anlık bir hevesle bir köpek alıyor. Hayvan hayvanlıktan
çıkıp sahibine arkadaş oluyor. Sonra da bir bakmışsın kö-
peği bir başkasına veriyorlar. Ne oluyor? Hayvan mutsuz
bir şekilde kendini evin bir köşesinde kıpırtısız, bir ölü gi-
bi yatma cezasıyla cezalandırıyor.” Felicie “kimin köpeği?”
dedi. Ona bahsedilen hikayenin Gisela’nın köpeğiyle ilgili
olabileceğini fısıldadım. Köpek çok duygusaldı, dedim fısıl-
tıyla. Sanki Brigitte’nin düşünceli duygusallığını rahatsız
etmek istemediğimden fısıldaşmıştım Felicie’yle.
Thomas kalkıp kendine bir bardak kölsch alırken iste-
yen var mı diye sordu. Kimseden ses çıkmadı. Hepimize
birer sigara ve kocaman bir küllük getirmişti. Üçümüz si-
garaları yaktık. Güya biz iki sığıntı sigara içmiyorduk. Bri-
242
gitte sofraya en son geldiğinden en son kalkacak gibiydi.
Felicie bana bir göz kırpması daha gönderdi. Bunu çok
açık anladığımı sandım. Kalkalım. Bardaki saate doğru
çaktırmadan döndüm. Üçü geçmişti. O kadar oldu mu ya,
dedi içimden bir ses.
“Thomas, cuma günü bizim tören 11 civarında bitebi-
lir. 12’ye doğru da arkadaşlarla buraya gelmeyi düşünüyo-
ruz. Ne diyorsun buna?”
“Brigitte’ye anlattınız mı bunları Tahir?”
“Birazını anlattık. Ama o sizin karar vermeniz gerekti-
ğini söyledi,” dedi Felic. Thomas Brigitte’ye dönerek “peki
yiyecek bir şeyler hazırlayabilir miyiz,” diye sordu. Brigit-
te ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra sakin bir şekilde
“tabii ki yapılabilir. Ne olacak, makarna, sosis, salata gibi
şeyler,” dedi. “Ancak servis için belki bir kişiye daha ihti-
yacımız olabilir. Çünkü bakarsın günün o saatinde başka
müşteriler de gelebilir.”
“Peki sen çalışacak birini yarım günlüğüne bulabilir
misin?”
“Bir soruşturayım,” dedi Brigitte.
“Daha önce gelen Fatima’nın telefonu var mı sende?”
“Evet var. Sen bunu dert etme. Bir şekilde çözeriz. Asıl
sorun perşembe akşamı cuma için alışveriş yapmak la-
zım.”
“Tamam ben yaparım. Yalnız sen ne alınacak, bir liste
yap.”
Felicie ayağıma bastı. Kaza ve kader. Bir, iki üç! Hayır
irade! Döndüm. Farı bir kez yakıp söndürürken çenesiyle
belli belirsiz kapıyı işaret etti. Thomas’a Brigitte’ye teşek-
kür ederek ayrıldık. Thomas biz ayrılırken kendisine per-
şembe akşamı en geç 6’ya kadar gelip gelmeyeceğimizi
bildirmemi istedi. Eğilerek bir emrin başüstüne hareketi
çektim. Güldük.

243
FELİCİE

Felicie’yle akşamın ışıklı karanlığında sessiz sessiz yü-


rüdük. Yarın çarşambaydı. Kurstaki arkadaşlara yarın ile-
tirdik. Elimde kitaplarla yürüyüşüm bana çok gülünç geldi.
Kendime boynuma asabileceğim şık bir çanta almalıy-
dım.Gisela sırtçantası kullanmayı severdi. Ben ise dağday-
ken eğer başka bir hayatım olursa o çantayı bir daha kul-
lanmamaya karar vermiştim.Şu boyuna geçirilen, içine
birkaç kitap sığacak, bazen de birsandviç, kalem, küçük bir
defter, Memet ağam bari bir de döşek sığacak kadar geniş
olsun.
“Gisela’yla ne zaman tanıştın?”
“Kurstan önce?”
“Peki onu seviyor musun?”
“Evet. Kendimden çok seviyorum onu.”
“Evlenecek misiniz?”

244
“Seni onunla cuma günü tanıştırırım. Biliyorum ki ona
bayılacaksın. Kocaman bir yüreği var. Her şeyden önce bir
cani değilse, bir işkenceci değilse bütün insanları sever ve
onlara karşı kendini herzaman borçluhisseder. Bunları sa-
na şunun için anlatıyorum ki o toplumsal ilişkileri bizden
biraz farklı düşünüyor. Sen Katolik kültürü aldığın için
Gis’in evlilik hakkındaki düşüncelerini yadsırsın. Haa, Ka-
tolik kadın erkek ilişkisine, evlilik anlayışına bir şey demi-
yorum. Benim bir zamanlar içinde büyüdüğüm, izledi-
ğimmezhepte de Katolikliğe oldukça benzeyen ilkeler var-
dı. Bir zamanlar dedim, çünkü bu din mi mezhep mi yol
mu olduğunu tanımlamakta zorlandığımız inanç ve ibadet-
ler bütünü kentleşme ile birlikte ibadet edecek topluluk
oluşturmakta zorlanır oldu. Bu güzel din, onun insan top-
luluk dünya anlayışı bana günümüzün sorunlarına çözüm-
leyici bakışlar, eylemler ve ilişki biçimleri sunuyormuş gi-
bi geliyor. Gerçi her dinin inananları da kendi izledikleri
din için buna inanır. Katoliklikle benzerlikler dedim, mese-
la tekeşlilik, topluluğa karşı onların geleneklerine aykırı
bir eylemde bulunan kişilerle konuşma, gündelik yaşamda
ortak davranış hatta ona merhaba deme yasağı gibi.”
“Canım hiç eve gitmek istemiyor. Bir yere oturup bir
bira içelim mi?”
“Tabii, içebiliriz. Hatta iki bira bile!”
“Çok teşekkür ederim sana, beni kırmadığın için.”
“Teşekkür etmene gerek yok. Bunu ben de istiyorum.”
Yine suskunluğumuza daldık. Güneyşehir’den cadde
boyuncaFriesen Meydanı’na doğru yürüyorduk. Akşamın
nemi çökmüştü. Bütün yağmur sonralarında hava böyle
olurdu. Sanki bir sahil kentinde yaşıyorduk. Nem ve soğuk.
Yarın haziran ayı başlayacaktı. Ama hala insanın iliklerine
işleyen bir soğuk hava vardı Köln’de. Bildiğim bir yer yok-
tu bira içebileceğimiz. Ancak böyle bir yeri caddeye açılan
sokaklarda aramalıydık. Yürüdüğümüz yönde ilk sokağa
dönsek iyi olur, dedim. Çünkü bu cadde üzerinde bir bira-
245
hane yoktu bildiğim kadarıyla. Felicie bir şeye canı çok sı-
kılıyormuş gibi sessizce beni izledi. Sokağın bir hayli ileri-
sinde girişi dört beş basamaklı bir merdivenle çıkılan ta-
belası ışıklı bir yer vardı. İçeri girdik. Orda burda birbirle-
rinden uzak masalarda oturan beş altı kişi televizyona ba-
kıp bir şeyler içiyorlardı. Televizyonu görmeyeceğimiz bir
yere geçtik. Garsona birer pils ısmarladık. İlk yudumumu-
zu almadan önce ayaklı kadehlerimizi yavaşça çınlattık
(prosit, cheer). Felicie durgun bir gölde hafif bir rüzgarla
oluşmuş bir yüzey titreşimini andıran bir gülücükle başını
salladı. “Sağlığına!”
“Sigaran var mı Mehmet?”
“Üzgünüm, yok. Ama sen sigara içmiyordun?”
“Gördüğün gibi sigara içmeye tekrar başladım.”
“Girişte bir otamat vardı zannedersem. Ben birbaka-
yım. Varsa bir paket alayım. Hangisinden almalıyım?”
Fark etmez dercesine ağzını yüzünü buruştururken
elini salladı. Gülerek yerimden kalktım. Bir paket kamel
çektim. Ancak çakmağımız da yoktu. Tezgahın arkasındaki
garsona acaba çakmak ya da kibrit satıyor musunuz, de-
dim. Satmıyoruz ama size bir kutu kibrit hediye edebili-
rim, dedi. Teşekkür edip masaya geldiğimde hayret ettim.
Felicie bardağındaki birayı bitirmişti. Ona bir şey söyleye-
cektim ki içimden bir ses kimin ne kadar bira içeceği nasıl
içeceği sana mı düştü, dedi. Sustum. Felicie elleri acele ha-
reketlerle davranmasına rağmen hatta paketin bantlı tara-
fını ağzına götürmesine rağmen bir türlü açamıyordu. Gü-
lerek pakete uzandım. Elimi itti. Sonunda ince bantı kopa-
rıp paketin bir yerini yırtmadan itinayla açtı. İki sigara çı-
karıp birini bana uzatarak kendi sigarasını yaktı. Benim
sigaramı da aynı çöpten yakacakken eli yandı ve ateşi elini
hızlı hızlı telaşla sallayıp söndürerek kamburu çıkmış ya-
nık çöpü kültablasına bıraktı. Yanan parmağına baktı. Di-
liyle işaretparmağının pembeleşen kısmını yaladı.

246
“Felicıslak bir kağıtmendil getireyim mi?”
“Hayır, teşekkür ederim. Önemsiz bir yanık.”
Sigaradan üç beş saniye aralıklarla bir iki kez duman
çekiyordu. Neden bu kadar gergindi. İşte bize verilen bir
görevi de yerine getirmiştik. Yoksa Korsan’da benim far-
kına varmadığım bir şey mi olmuştu?
“Varşova’dayken sigara içerdim. Kazandığım paralar
bana çok gelmeye başladıkça toplumdan farklı yaşamanın,
bunu görmenin, bunu bilmenin keyfi diye bir şey çıktı or-
taya. Keşke sana bunları Türkçe anlatabilseydim. Madem
dilek diliyorum, neden keşke sen Lehçe bilseydin deme-
dim ki?”
Uzanıp benim kadehi alıp kesin ve ani bir hareketle
biranın neredeyse tam yarısını kendi kadehine boşalttı.
“Söyle şu boynuzluya bize iki kadeh bira daha getirsin,”
dedi. Benim yüzüme bakmıyordu. Sandalyesini birazcık
pencereye doğru çevirmişti.
“Biliyorsun sizde ve bizde nerdeyse aynı yılda cunta
yönetime el koydu. Adam, kocam olanlara sevindi. Ben
üzüldüm. Sonra Walesa’nın çevresindeki işçilerin yani şu
Dayanışma [Soldarnoş] hareketinin eylemleri. Leh Walesa
çevresi eylemlerinde haklıydı. Gerçekten işçiler, köylüler
sadece ekmekiçin, karınlarını doyurabilmek için bile sıkın-
tıdaydılar. Ya bize ne oluyordu ki! Şu biralarımızı iste!”
dedi, kadehi masaya bırakırken. Biralar geldi. İçimde bir
sıkıntı, bir gerilim, bilinmez bir yolculuk öncesi duyulan
bir heyecan duydum. Bu beni hiç de sevindirmedi. Kötü
şeyler mi yaşayacaktım?
“Kocamsevinmekte haklıydı. İkimizin geliri bize fazla
bile geliyordu. Bir skodamız [işkoda] bile vardı. Havyar yi-
yorduk. Viski, rus votkası içiyorduk. Ben bulabildiğim al-
dığım yüksek topuklu ayakkabılara buradaki ayakkabı fi-
yatlarının iki üç misli para ödeyerek sahip oluyordum.
Hatta kürklü mantolar paltolar alabiliyorduk. Mutlu değil-

247
dim yine de. Eşimi bir yolunu bulup Amerika’ya hiç olmaz-
sa Fransa’ya ya da Almanya’ya gidelim diye sıkıştırıyor-
dum. Kocam bana ‘bir düşün bu ülkede insanlar yarınki
ekmekleriiçin kaygılanıyor. Biz tatile gidebiliyoruz. Ame-
rika şart mı? Biz de Küba’ya, Bulgaristan’a, Adriyatik kıyı-
larına, Romanya’ya gidebiliyoruz. Arabamız var, tapumuz
yok ama bu geniş evde 100 mark tutamayacak zlotiye otu-
ruyoruz...’ deyip duruyordu. O zamanlar bizim konumu-
muzda olan insanlar ellerindeki zlotilerden kurtulmak için
nerdeyse saçıyorlardı. Bankaya gidip herhangi bir nedenle
zlotiyi marka dolara çevirmenin belli bir azınlık için yolla-
rı vardı. Ama korkaktık, böyle yapsak bir gün kayıtlardan
bize ulaşıp bunun hesabını sorabilirlerdi. Biz de karabor-
sadan resmi kurun beş katı altı katı zloti ödeyerek dolar
mark topluyorduk. Yani 1981 krizini istemeden de olsa te-
tikledik. Çalışanlar yiyecek maddelerine ulaşmaya çaba-
larken biz kurtlar da dolar peşindeydik. Ama ben hiç mut-
lu değildim. Ne istiyordum, ne bekliyordum hayattan? Bu-
nu bilmiyordum, ancak her kötülüğün, benim mutsuzlu-
ğumun nedeni bu devlet olmalıydı. Zaten yönetici kurum-
larda çalışanların çoğu sanki kendileri devlet değilmişce-
sine her kötünün nedeni olarak devleti gösteriyordu. Bizi
şımartacak kadar kollayan, bize toplumun çoğunluğundan
daha fazla olanak sunan devlet. Biliyordum ki toplumun
en tepesindekilerden biraz aşağıdaydık. Sana söylemedim,
babamın olanaklarından dolayı iyi bir eğitim almıştım.
Varşova’da coğrafya okudum. Sonra ‘Doğu Avrupa Tarihi’
üzerine yüksek lisans yaptım. Eşimle tanışınca üniversite-
de kalma tasarılarıma son verdim. İnanmayacaksın ama
bunu biraz da ailemin baskısından kurtulmak için yaptım
sanıyorum. Bu saçma davranışım şimdi buradan bana böy-
le görünüyor. Evlenip eşimin çalıştığı ekonomi bakanlığına
bağlı bir planlama kuruluşunda işe girdim. Biz seçkinler-
dik. Polonya’da farklı bir sistemle maaş alıyorduk. Alttaki-
ler bir alıyorsa tepe on kat alıyordu. Güya liyakat ve yete-
neği böyle bir düzenlemeyle yerleştireceklerdi. Üsttekile-
248
rin kapılarında korumalar olan evlerinin bahçe duvarları-
nın, ev duvarlarının arkasında nasıl bir yaşamları vardı,
bunu bilmiyordum.Ama bizim yaşamımızdan çok nitelikli
çok farklı bir hayatları da yoktu. Hatta biz onlardan daha
rahattık. Çünkü onlar sorumluluk alırken biz kendimizi hiç
de böyle hissetmiyorduk. Yasalar da öyleydi zaten. Onlar-
da ne varsa biraz aşağısı, biraz azı bizde de vardı. Demin
bir şey demeye çalıştım ya, hani toplumun çoğunluğundan
farklı yaşamak, onlara göre lüks sayılacak bir yaşam sür-
mek, bunu bilmek, bunu onların gözüne sokmanın zevki
hazzı içinde olmak ve diğer ve diğer...”
Kadehindeki birayı nefesi yettiği yere kadar içti. İki
parmak kalınlığında bir kütle ayaklıbardağın dibinde tek
tük küçücük baloncuk köpükler çıkarıyordu. Sigara yaktı.
Ben Felic’in iyice sarhoş olmak istediğini o an anladım.
İçimin saf iyimser tarafı ‘hayır, bunnar ööle iki üç bardak
birayla sarhoş olacak bir cins değil oolum,’ diyordu. Evet
bir gün kursta görmüştüm. Kantinde yiyecek bir şey olma-
dan cuk culuk votka atıyorlardı boğazlarından aşağı. Söy-
lemediysek bile onlarla birkaç kez denemişliğimiz vardı
votka içme tekniğini. Elbette kibarlık olsun diye, getirenle-
ri kırmamak için içmiştim. İçki benim için tutkuyu bırak
seyrek bir alışkanlık bile olmadı. Ancak küçük bir çay bar-
dağının dibindeki iki parmaklık votka bile adamın tam te-
pesinde açılan bir delikten buharlaşıp çıkıyordu. Hatırlı-
yorum, billahi bütün kafa derim acısından Urfa isotu sü-
rülmüş gibi kavruluyordu.
Elimi tuttu. Çekse miydim? İşte o zaman kendisini cin-
sel olarak istediğimi, ama bunu yapmamam gerektiği için
kendisine kur yapmadığımı, onu baştan çıkaracak en kü-
çük bir söz, eylem, hareket yapmamak için kendime faşizm
uyguladığımı anlamaz mıydı? Tahmin ediyordum ki Batı
kültürleri kadın erkek ilişkileri konusunda her tür göster-
geyi, imi değerlendirecek daha fazla bilgi, görgü, deneyime
sahipti. Bu insanca güzel bir şeydi. Biz kimsek, çoğumuz

249
bizim kültürde, hangisiyse bizim kültür?.. Benim zihnimde
kadın erkek ilişkisi tabuların, topluluk yasaklarının ayıbın
günahın yazığın kabalığın çirkinliğin sapıklığın... perdesi
arkasında bilince çıkarılmaması gereken bir şey olarak ka-
lıyordu. Ya işte bir kadınla bir erkekevlenir kendi özelle-
rinde yaşarlar görünür bir sonuç olarak çocuklar olurdu.
Başka bir kadın erkek ilişkisi nediri düşünemezdik. Çünkü
devletin ve toplumunun onayladığı ilişki şekli üzerine de
hiiç düşünmemiştik. Evlilik kadınlara beyaz gelinlik, er-
keklere ilk gecede yüksek gollü bir galibiyetti. Bu kadar
basitti.
Elimi çekmedim. Elimin parmakları gerçek bir suçlu-
nun mapusta (mahpushane) durakaldığı gibi kıpırtısızdı.
Bunca çatışmaya rağmen lanet olası haz kan damarlarım-
da dans ediyordu. Bunu bu hazzı duymamam gerektiğini,
çünkü Felic’in bana bir tanışa dokunurcasına cinsellikdışı
bir dokunuşladokunduğunu düşünüyordum. Bendim pis-
lik olan haz duyduğum için. Bedenimdi pis olan. Ruhum
onu azarlıyordu. Ruhum havalarda boşuna uçuyordu. Biz
ve ben bu kötülüğü hangi şartlarda neyle temizleyip yapı-
yorduk da kötülük kötülükten çıkıyordu? Felic asla kötü
değildi.
“Beni tuvalete götürür müsün? Burası bana birden çok
erkeksi [maenlich] geldi.”
Kalktık. Ben önde o arkada bara doğru yöneldik. Ben
sigara alırken tuvaletin kapısını görmüştüm. Garson tuva-
letin ışığını açarak Felic’e yol gösterdi. Ben tuvalete yakın
tarafta tezgahın önündeki yüksek tabureye tünedim.
Önüme bakıyordum ama kulaklarım tuvaletten bir kusma
sesi, bir akan su sesi duymak için iyice açılmışlardı. Garson
“Türk müsünüz abi,” diye sordu. Dalgınlığıma, dikkatsizli-
ğime şaşırdım. Neden fark etmemiştim ki? Dikkatli bak-
sam kesinlikle onun yüz haritasından Türkiyeli olduğunu
çıkarabilirdim. “Abi nerelisiniz?” dedi. Bu galiba Türki-
ye’deyken hangi şehirde oturduğum anlamına geliyordu.
250
Elbette unutmamıştım Türkçeyi. Fakat nerdeyse 8 aydır
caddede sokakta çarşıda pazarda işittiğim Türkçe cümle-
ler, kelimeler dışında Türkçede bir kelimeişitmemiştim.
Birden Ali’nin restoranında bile garsonların bizimle Al-
manca konuştuğunu hatırladım. Tanrım! Bu, bu neden
orada dikkatimi çekmedi ki! Ama Sezen? Evet Sezen’in,
Ahmet’in şarkıları, çüşşşş, bir de onlar Almanca söylenmiş
olsaydı bari. Sarhoş muydum? Garsona cevap vermemiştim.
Felichala dışarı çıkmamıştı. Tuvalet bölümüyle benim
aramda başka bir bölüm daha mı vardı? İstanbulluyum de-
dim garsona. “Sahi mi, ben Mardinliyim ama buraya İstan-
bul’dan, Tarlabaşı’ndan göçtük. Adım Ömer abi. N’aparsın,
ekmek kapısı işte. Peki siz hangi semtte oturuyordunuz İs-
tanbul’da?” Ne desemdi? Ona yalan söylediğimi bile bile
(eski bir yeraltında yaşamanın, alışkanlıklağınınkendiliğin-
den edinilen akıcı kolaylığı içinde) Erenköy’de dedim. Bile-
meyeceğim bir şey soracak olursa, İçerenköy’e kaçardım.
“Anadolu yakasını pek bilmem doğrusu. Elbet birkaç
kez Bağdat caddesine takıldım. Bir de Saraçoğlu’na maça
gitmiştim bizim derbiye. Galatasaray’ın evindeki maçları-
na eğer çok önemli bir iş yoksa mutlaka giderdim.”
Felic tuvaletten çıktı. Yüzüme baktı gülerek. Yüzünü
yıkamış saçlarını nemli elleriyle düzeltmişti. Çantasını ya-
nına almamıştı. Oysa kadınların çoğu gördüğüm kadarıyla
tuvalete çantalarıyla giderdi. Masaya yönelmeden bize iki
bira daha dedi Felic. Garson “‘Tabii abla! Hemen getiriyo-
rum!’ ” dedi. Felic şaşkın şaşkın bakarken beni bir gülme
tuttu. Yürüyüp masaya geçtik. “Ne dedi o çocuk bana
Mehmet,” diye sordu Felic. Güldüm. Seni Türkiyeli sandı.
“Neden Türkiye’den sansın ki,” dedi. Ona kendisi tuvalet-
teyken garsonla tanıştığımızı, İstanbullu olduğunu ve be-
nim de istanbullu olduğumu belirttiğimi aktardım. Tuhaf
tuhaf bana baktı. Anlattıklarımla garsonun kendisiyle
Türkçe konuşması arasında bir bağlantı kuramamıştı her
halde.

251
“Seni benim eşim sandı. Seni de İstanbullu sandı. Çün-
kü senin fiziksel görünüşünde İstanbulda çok kadın var.
Ayrıca İstanbulda yerli, Polonezköylü İstanbullular da var.
Bunlar tam bilmiyorum ya 1790’lardaRus Polonya savaşın-
dan sonra İstanbul’a sığınmışlar. Yaklaşık 200 kadar aile
gelmiş o yıllarda İstanbul’a. Birçok Polanyalı da Osmanlı av-
rupasının değişik yerlerine yerleştirilmiş. Yine bir Rus sa-
vaşı sonrası, galiba 1848’in sonlarına doğru Polonya ordusu
yenilince soylu sınıftan kalabalık bir kitle İstanbul’a sığın-
mış. Sizin ulusçu şairlerinden biri de Türkiye’de sürgünde
kalmış. Belki ben başka bir ulustan bir şairle karıştırıyo-
rum.”
“Adı ne o şairin?”
“Doğrusu hatırlamıyorum. Nereden aklıma düştü bil-
miyorum şimdi dilime Milikeviç, Miloşoviç, Milikovski gibi
bir isim geldi. Ayrıca belki adını duymuş olabilirsin, Nazım
Hikmet de bu göçmenlerle gelen bir soydan. Ama onun
dedesi, adı Nazım Paşa’ydı, 1848 sonrasında gelen bir Po-
lonyalıydı. Bazı aileler sonradan müslüman olmuş, Türkçe
isimler almış soylulardı. Türkiye’de hemen orduda, yöne-
timde, dışişlerinde yüksek görevlere getirilmişler. Çünkü
gerçekten her biri engin bir Batı kültürü almış, başta Fran-
sızca olmak üzere birkaç dili konuşan, yazan insanlarmış.
Zaten Türkiye’nin eski geleneğinde yerli halklar böyle
yüksek görevlere getirilmezdi. Seçkinler Balkan halkların-
dan ve Polonya gibi, Macaristan gibi bazı ülkelerden gelen
sonradan Osmanlılaştırılmış insanlardı. Nazım Hikmet’in
dedesinin ‘konağında’, Boğaz kıyısındaki ‘yalısında’, bun-
lar birincisi kırda, ikincisi sahilde villa anlamına gelen
Türkçe kelimeler, buralarda Polskiy, Fransızca konuşulur,
çocuklar Fransız öğretmenlerden dil, piyano, keman ders-
leri alırdı.Türkiye’de Polanya’ya yöneticiler Lehistan, Po-
lonyalılara Leh derler. Hadi Türkiyeli Polonyalılara kaldır
bardağını. ‘Yaşasın, cheer, prosit’ yapalım.”

252
“Çok güzel anlatıyorsun Mehmet. Senin bunları Alman-
ca anlattığın inan hiç aklıma gelmedi. Sanki Türkiye’ye git-
tim. Sana bir öneri. [Elimi tuttun yine, bunu yapma Feliçita!]
Haydi bana gidelim. Epey geç oldu vakit. Buna mecbursun
çocuk. Çünkü ben sarhoşum ve evi bulamam. Yani bulabil-
sem bile eve yalnız gitmek istemiyorum. [Yapma! Ne de-
sem? Ne yapsam?] Haydi kalkalım. Biralar benden. Hem sen
bize sigara aldın.”
“Felicie ben ne de olsa Doğulu değerlerle büyüdüm.
Bizde bir erkekle bir kadın bir şeyler yiyip içmişlerse hesabı
erkek öder. Eğer kadın ödemeye kalkışırsa ya da öderse in-
sanlar o erkeğe erkek gözüyle bakmazlar.”
“İbne mi sayarlar?”
“Susss, seni duyan olursa bu kelimeyi söylemeni sana
hiç yakıştıramayacak!”
“İyi ozaman sen de beni uyduruk bir masalla kandır-
maya çalışma.”
Toplanıp tezgaha doğru gittik. Felic elini çantaya atar
atmaz o arada hazırladığımız zulamdaki 50 aslanı Mardinli
Ömer’e uzattım. Alışkanlıkla hesabın kaç para tuttuğunu
Almanca söyledi. Sonra da pardon abi ya, dilim alışmış iş-
te, dedi. Vedalaştık. “Güle güle abi! Tekrar uğra olur mu!”
dedi. Kapıdan çıkarken elimi salladım Ömer’e.

Felicie oturduğu semte giden tramvaylar için Neu-


markt’a gitmemiz gerektiğini söyledi. Metroyu kullanmak
daha uygundu. Ben Felic’den nasıl ve nerde kurtulacağımı
düşünüyordum. Gisela bu saatlerde beni beklerdi. Gitme-
sem olağandışı bir şey olmazdı bu. Kendimi bir kez daha
253
epey salakça bulduğum bir suçluluk duygusu içinde yaka-
ladım. Hem kendime Felic ile bir yerlerde oturmanın, bir-
kaç kadeh bira içmenin hatta onun elime dokunmasından
hoşlanmamın suçla günahla ilişkisi ne diyordum hem de
bunlar suç günah değilse de Felic’i cinsel olarak arzula-
mam ne anlama gelir diye sorguluyordum? Gis’i sevmiyor
muydum? Yeteri kadar sevmiyor muydum onu? Evetti,
onu çok seviyordum. Neden gözüm Felic’de kalıyordu. Ne-
den ona dokunmak onu öpmek ona sarılmak onunla se-
vişmek arzusu içimdeydi?
Felic içimden geçenleri tahmin etmişcesine tramvayda
oturduğumuz yerde koluma sıkıca girdi Bana sokularak
başını omzuma koydu. Gözlerini kapatıp uyumaya, birkaç
dakikalık bir şekerlemeye daldı. Ya da kendi içindeki ses-
lere kokulara, renklere görüntülere ulaştı. Bu da çok hoş
geldi bana. Böyle içe dönüşler ancak sevilen, güvenilen in-
sanların yanında olurdu. Demek Felic bana güveniyordu.
Kendimi hiçbir şeyi anlayamaz bir durumda buldum. İn-
sanların kabul ettikleri düşünceler, duygulanma kalıpları,
kurallar, insanlar arasındaki ilişki biçimleri ne kadar çeşit-
liydi. Başka bir kültürde aniden bütün bedenime çarpan
zihnimi allak bullak eden düşünce duygu davranış uyaran-
larının bana yeni ve bilinmedik gelişinin belirsizliğinde
düşünce sistemim çökmüş olmalıydı. Nereye gidiyordum,
Felic ile ne yapacaktık, neden basit bir yalanla ondan izin
alıp bu güzel yaşanmışlığa son vermiyor hala onun çekim
alanında bana haz veren küçük dokunuşlar, cinsellik çağı-
ran bakışlar, sesler kokular umut ederek kalıyordum?
Onunla yatsam ne olacaktı? Biliyorum bu çok hoşuma
giderdi. Sonraki günlerde de onunla olmak isterdim. Bir
yandan da Gisela varken, ilişkimiz varken Felic’le bir arada
olmanın çok kötü olduğunu, bunu kendime ve Gis’e yap-
mamam gerektiğini içimde taşıyıp dururdum. Kendimi
böyle ikili bir ilişkide bölerken ne Gis’e ne de Felic’e içten,
artdüşüncesiz, hesapsız bir dokunuşta bulunabilirdim. İki

254
kadınla da yatarken haz alırdım yine de. Ama bunlar hiçbir
zaman belli bir çizginin üstüne çıkmazdı. Yani bedenden
ruha zihne pek ulaşamayan yarım yaşanmışlık. Yani suçlu-
luk duyguları içinde hazzın anında bile bir yalnızlık. İki
bedenin kuvvetli bir bütünlükten, daha da önemlisi bir sır-
rın içinde kıvranan duyguların ne olduğunun anlaşılma-
dan yaşanması. Hem insan ilişkisi, sevgili ilişkisi, arkadaş
ilişkisi yalnızca hazzın çemberinde mi değerlendirilmeliy-
di? Gis’in şu an evde bir gerilim içinde beni, neden gelme-
diğimi, kendi evimde şu an yalnız başıma ne yaptığımı kı-
saca varlığımı ve yokluğumu, yaşadıklarımızı ve yaşaya-
caklarımızı, konuştuklarımızı koklaşmalarımızı düşünmesi
sadece hazzın konusu olarak alınabilir miydi? Gis benim
varoluşta, varlıkta anlam arayışımda olmazsa olmaz bir
ilişkiydi. Gis benim başka bir kadınla yatmış olmamı, yata-
cak olmamı sorun yapmayacak olsa bile bu beni yaralardı.
Belki yapmazdı da. Ben Gis’e yalnız bedenimle değil varlı-
ğımın bütünüyle sarılmak isterdim. Ben ona sadece bu
zamanımda değil yaşayabileceğim bütün zamanlarda da
sarılmak isterdim. Duygular, düşünceler, insan ilişkileri
değişirdi. Ben de değişirdim. Her durumda Gis’le olabil-
mek onunla yaşayabilmek için çabalardım. Bu çabalar bir
yerde elbette bitebilirdi. Gis benimle ben Gis’le yaşamak
istemeyebilirdik. Fakat Gis’le birbirimizi her boyutta iste-
diğimiz böyle bir zamanda, ilişkimizin ikimizi de değiştir-
diği, zenginleştirdiği, dönüştürüp başkalaştırdığı ve yeni-
den yeniden oluşturduğu, bundan dolayı da beraberliği-
mizin başka kadın erkek ilişkisinden farklılaştığı bir dö-
nemde ben başka bir kadınla cinsel ilişkiye geçemez-
dim.Hayatın hangi şartları altında olursa olsun bile bile bir
seferlik bir cinsel ilişki kurmak bana o an haz verse de ya-
şadığım sürece içimi kanatan bir eylem olurdu. Neden?
Belki de yeni olmayan tekeşlilik geleneği benliğime en uy-
gunuydu. Yani yaşanılan dünya parçasını, topluluğu, toplu-
luk içinde kendilikleri değiştirmek değişim anlarında o
ana kadar ne varsa hepsine aykırı davranmak mıydı? Top-
255
lum, devlet, modern ekonomi, modern aile birey dedikleri
yerde bunlara ve sonuçlarına itiraz edip duruyorsam, bun-
ların hepsinin ailede şekillenmeye başladığını düşünüyor-
sam iki kişilik bir beraberlik olan ve aileye benzeyen Gis’le
ilişkimde bunlardan hiçbir motif yer almayacak mıydı?
Evet biz aile değildik. Felic’le yatmamamı gerektiren zo-
runluluk alanının bir başlığı da buydu. Yani toplumun fu-
huş gözüyle bakmadığı bir durum benim gözümde hem
eski dönemlerin hem de modern zamanların fuhuşuydu.
Karşı cinsle bir ilişki ilişkinin bir ya da birkaç seferlik
değil bitmeyecekmiş gibi kavranılması, duygulanılması ey-
lenmek istenmesinden sonra kurulmalıydı. İnsan ilişkisi
sadece cinselliğe, yemeye, konuşmaya, sadece çalışmaya
yani tek bir edime hiçbir zaman indirilmemeliydi.İlişkinin
kayda geçirilmesi, uygun görülme biçimleri, dayanması
gereken parasal birikim, taraflarda aranan sağlık, zihinsel
yetenek, bilgisel birikim, toplumsal konum... elbette tek
başına belirleyici olmamalıydı. Bu birlikteliğe aile mi deni-
liyordu, ilişki bir topluma, bir kültüre, bir yönetime kendi
dışında her ne varsa pek aldırmadan bir yandan da bunla-
rın içinde yaşadığının farkında olarak kendi özgürlüğünü,
kendi bağımsızlığını, kendi yaşama tarzını istediği şekilde
değiştirme gücünü yaratırken eşzamanlı olarak kendi çev-
resini topluluğunu ilişki ağını da dönüştürmeliydi. İşte Fe-
lic ile Adam. Felic ondan ayrılıp buraya gelmişti. Katolikti-
ler, sosyalisttiler, Almandılar, Lehtiler... Felic’in bir şekilde
eşinden ayrılması inanıyordum ki aniden verilen bir ka-
rarla olmamıştı. O büyük aşk her aşk gibi başlayıp kendi
dışlarındaki bağlantıların, görevlerin, hayallerin, tutkula-
rın altında kalıp yavaş yavaş erimişti. Aşk aşkın tarafları
kendilerini kendi yaşamlarında ezberlenmiş bağlanmala-
ra, görevlere, beklentilere terk etmedikçe kolayına tü-
kenmezdi. Dönem dönem azalırdı, ama hemen küçük bir
çabayla ateşi tekrar harlandırılabilir (çoğaltılabilirdi).

256
Tutucu muydum bu konuda? Aslında çok şey yaşa-
mamış, çok yaşantı biriktirmemiş, onların üzerine zihin
yormamışlığın yanında kendimi hiç de bunlara karşı zora
koşmadan teslim edeceğim ilkeler arıyor olmalıydım. Yaa
ilişkilerin yasası mı olur, herkes bir şekilde yaşar gider iş-
te. Böyle düşünmekle küçük topluluklardan onları aynılaş-
tırarak bir toplum yaratma tasarılarının işini kolaylaştır-
mıyor muydum? Ancak üzerinde durulması gereken be-
nim asıl es geçtiğim bir yerde benzer şekilde yaşayan ya
da öyle görünen topluluk çevrelerinin, daha küçük birlik-
lerinin ağlarının ilişki şekillerinin yaratılmasının üretilme-
sinin oluşmasının öğeleri bağları işleyişleri bunların yay-
gın kültür içinde başka bir kültüre dönüşme yolları değil
miydi?
“Kalk ineceğimiz durağa geldik.”

Felic’in evinde (küçük) salonda bir başıma koltukta


oturuyordum. O mutfakta yiyecek bir şeyler hazırlıyordu
bize. Aç karnına kahve içmek olmazdı. Karşımdaki duvar-
da çoğaltılmış bir resim vardı. Güzel ve uygun bir çerçeve
yaptırılmıştı. Felic yüksek bir beğeniye ulaşmış olmalıydı.
Resimde sanki bir mağara ağzında yüzleri reime bakanla-
ra dönük üç kişi vardı. Elinde kırmızı ciltli bir kitap tutan
çocuk (küçük) bir aziz olmalıydı. Çoçuğun alnında da diğer
iki yetişkinin alnında olduğu gibi başı çepeçevre saran bir
şerit vardı. Ak sakallı azizin yanındaki kadının yüzü azize
dönüktü. Resmin en seçik kişisi kırmızı bir giysiyle omuz-
larından sarkan ak bir şalın ucunda onlara sıcak bir somun
uzatan ak başlık takmış kadındı. Biraz resimde betimlenen
ortama aykırı geliyordu kadın. Ne bileyim belki de bu duy-
257
guyu veren kadının gözlerinin azize değil de bana doğru
bakışıydı. Ekmek sunan kadının bedeni, yüzü diğer insan-
ların bedenine göre bir başkaydı. O bir cadı mıydı yoksa?
Resmin çarpıcı yanı ise azizlerin ellerinin neredeyse aynı
denilecek gibi çizilmiş olmasıydı. Konmaya geçmiş kuşla-
rın kanatları bazen nasıl yere dik bir duruma yakın birbi-
rine yakınlaşırsa eller de öyleydiler ve ayaları başparmak-
lardan bileğe kırmızı bir nişanla çizilmişti. Çoçuğun elleri-
nin sadece üstü görünüyordu. Resmin altında “Aziz Bene-
dictus’a ekmek veren kadın (San Benedetto manastırı
fresklerinden bir ayrıntı)” anlamına gelen Almanca bir
açıklama yer alıyordu.
Gözüm raflarında yirmi kadar kitap bulunan kitaplığa
kaydı. Bu da çok güzeldi. Felic okuyordu demek. Neden şa-
şırmıştım ki? Şaşırım çünkü bu ülkeye gelmeden buradaki
insanların çoğunun harıl harıl okuduğu imgesine sahiptim.
Oysa durum hiç de öyle görünmüyordu. İkincisi zor şartlar
altında bile bir insan bir şeyler okumaya zaman, para,
güç... ayırıyorsa bu o insanın kendini toplumu var olan ku-
ruluş ve işleyişleri değiştirme yeteneğinde olduğunu gös-
termez miydi? Yaa Felic buraya yüksek lisansını tamam-
lamış, bir bakanlık kuruluşunda Polonya devleti için
önemli bir işte çalışmış olarak geldiğini söylemedi mi?
Kaldı ki bugünkü sohbetten önce de onun alçakgönüllü bir
insan olduğunu anlamıştım değil mi? Öteki Polonyalılar
(başta Andreas) çalım satarken Felic bir doygunluktan da
gelebilecek bir alçakgönüllülük içindeydi. Beni ona yaklaş-
tıran da buydu belki. Şakacıydı, çok şeyle dalga geçiyordu,
alaya alma becerisi ve aklı vardı onun.
Elimde kitaplıktan çektiğim Lehçe bir Kundera çevirisi
vardı. Kundera’nın çevrilmesine şaşırdım. Yönetim buna
nasıl izin vermişti ki? Sanki aşk üzerine bir kitaptı. Bilme-
diğim kelimeleri karşılaştırarak kısa sürede kitabın adını
çözebilirdim. Türkçede Milan’ın bazı kitaplarını okumuş-
tum çünkü. Belki de bu kitap Türkçeye çevrilmemişti. Felic

258
zannedersem bir Chopin kaseti koymuştu müziksetine.
Gerginliğim geçmiş miydi? Müziği seçebildiğime göre, yine
gündelik alışkanlıklarıma ilgilerime daldığıma göre gev-
şemiş olmalıydım. Bak şunlara, W. Gombrowicz kitapları.
İşte okuduğumu hemen anladığım Ferdydurke. Şu da At-
lantikötesi olmalı.
Kendimi o koltukta her şeyin canı cehenneme, ne ola-
caksa olsun durumuna bırakmıştım hemen. Edebiyatın,
sanatın insanı saran kocaman huzuru. Rahatlığım bu yüz-
den mi artıyordu? Piyano, görmediğim ama iliklerime ka-
dar duyduğum akşamın soğuk karanlığına inat hafif, kıv-
rak, bol tekrarlı cümlelerle bir dans müziği çalıyordu. Na-
sıl da dokuyordu parmaklar bu insanın içini kıpır kıpır oy-
natan ezgileri. Ne denirdi bu parçalara? Mazurka? Uydur-
ma Memet, adam Chopin değil belki parça da mazurka.
Belki bir Lizst ya da Rahmaninov ya da Mozart? Neden
olmasın? Üzümünü ye bağınısorma dememişler sanki sana
hiç (Bu ne biçim bir sözdizilişi –sentax-? Oolum Alaman
ekmeği adamı böyle bozuyor işte!). Yaa bunları bırak da şu
ezginin insana başıyla ettirdiği oyuna bak.
“Özür dilerim seni iyice acıktırdım. Yemek kısık ateşte
pişerken kendimi acele bir duşluyayım(sich duschen) de-
dim. Sıkılmadın değil mi?”
“Hayır, hiç sıkılmadım. Zaten yalnız oturmaya alışmış
bir insanım. Bana kitap, müzik, resim olsun da gerisi
önemli değil.”
“Lehçeyi ne zaman öğrendin sen? Kundera’nın kitap-
larını severim. Hadi gel masaya. Sana çorba ve yoğurt sos-
lu brüksellahanası hazırladım. Keşke seni dün davet et-
seydim. Dün bir ara seninle bugün için toplanacağımız bir
yer aradıktan sonra boş kalabileceğimizi, sonra da buraya
yemeğe gelebileceğimizi düşündüm. Eğer buraya gelmeyi
dünden kararlaştırsaydık şimdi bu uyumsuz yemekleri
yemezdik.”

259
“Öyle düşünmüyorum. Çorba çok lezzetli. Bir de senin
Belçikalıların tadına bakayım. Nefis doğrusu. Bravo Felic!
Gerçekten yemek pişirme notun sehr gut.”
“Benimle dalga geçmiyorsun umarım.”
“Yemin ederim yemekler çok lezzetli. Doğrusu böyle
lezzetli bir mantar çorbası yememiştim hiç.
“Gerçekten çorbayı sevdinse ‘alo çorba’servisini arar-
sın. Ben de sen gelene kadar çorbanın yanına en az bir
yemek daha yakıştırıp pişiririm. Peki senin evde neden te-
lefon yok?”
“ (Ne desem ki! Gerçeği, yalnız gerçeği söylemek zo-
runda mıyım?) Bilmem ki bunu hiç düşünmedim. Galiba
tanıdık tanımadık herkesin her istediği saatte doğru yanlış
beni aramalarına sinirlenmemek için (Gis’ten etkiler) tele-
fon istemiyorum. Bir de beni görmek isteyen eve uğrasın.
Yoksam başka bir zaman tekrar denesin ki gerçekten beni
dostça aradığına inanayım diye.”
“Bu ilginç doğrusu. Ama bana gerçek nedeni söyleme-
diğin inancındayım. Değil mi?”
“Gerçekten neden telefon almadığımı bilmiyorum. Ba-
zen ona ihtiyaç duyduğum oluyor. Bildiğin gibi kendime
marksist diyorum. Ama senin ya da ortodoks marksistle-
rin ölçülerine göre tam marksist sayılmam. Bir kere tekno-
loji düşmanıyım. Teknolojinin yalnızca doğa düşmanı değil
kapitalist düzenin onun bütün kurumlarının en büyük des-
tekçisi, altyapısı olduğuna da inanıyorum. Sanki bu yüzden
yönetim tekniği, teknolojisi diyor insanlar. Doğru da bu.
Gözetleme, denetleme olmadan yönetim mi olur! Teknoloji
olmadan da denetleme olmaz sanki. Hem doğru dururken
ayda kırk elli mark da oraya ayırıp fatura ödeme işlemle-
rine zaman ayırmak istemiyorum.”
“Polonya’da telefonlu bir evde oturmak insana saygın-
lık veren bir şey sayılırdı. Burada sıradan bir şey. Ben senin

260
gibi düşünmüyorum doğrusu. Evde bir şişe şarap ve iki ku-
tu bira var. Bir şey içmek ister misin?”
“Hayır, istemiyorum.” Teşekkür ederim dedim. Felic
de içmedi. İtiraz etmesine rağmen masayı beraber topla-
dık. Sanki bundan rahatsız oldu. Fakat ben yardım etmekle
daha rahat edecektim. Sen kahve pişir, ben de bulaşıkları
yıkayayım dedim. Razı olmadı. Koltuklara geçtik. “Gise-
la’yla aynı evde mi kalıyordum?” Hayır dedim. “Gisela’nın
da bir evi var.” Neden beraber kalmıyorduk? Gis istemiyor,
dedim. Dudak büktü. “Bu Alman kadınlarını anlamak çok
zor. Neden birlikte kalmayı istemiyor ki?”
Başımı öne eğdim. İki yol görünüyordu önümde. Gis’i
çekiştirmek, suçlamak, en azından olumsuzlamak. Yol ay-
rımındaki ağaçtan yolgöstericide gotik harflerle “Hazkent”
yazıyordu. Eğer yola girip yolda kaybolmazsam Gis’i cadı-
lar ordusuna katma söylemime dayanarak ne hazlar tada-
caktım Felis’in kentinde. Zaten bilmezlikten gelerek bu ay-
rıma kadar bunun için gelmemiş miydim? Geriye dönebil-
sem ne kazanacaktım ki! Elbette kazanacaklarım vardı.
Gis’in gözlerinin içine daha dikkatli bakabilecektim. Ona
daha bilinçli dokunabilecektim sarılabilecek öpebilecek-
tim onu. Bir de kendime karşı duyduğum saygı (onur
muydu bu?) yaralansa daHomer Dede kahramanına “yara-
ladım seni! Boşa gitmedi okum,” dedirtse de bu yarayla
ölmeyecektim.
Öteki yol gerçeği bana geldiği gibi ona anlatmak. Nee
başka yollar da görünüyordu! Biri de Gis’iyerden kurtarıp
gökyüzüne ağdırmak. Onu melayikeler ordusuna katmak.
Bu yolun yolgöstericisinde Gökgürltülükent yazıyordu. Ya
Azize Gisela!Darlandım carıma sen yetiş! (Türkçede keli-
meler cinsiyetlere göre farklılaşmıyordu, değil mi? Azize
miydi? Bizim müdüre hanım merhume olmuştur. Allah Al-
lah! Bu kelime Türkçe değil de ondan mıydı dişilerde baş-
kalaşması ya da ek alması? Hadi ya! Bunu kim biliyordu ki
olmadık adların sonuna ‘ye ye’ getiriyordu. Yeciler Türk-
261
çede düşünmüyorlar mıydı? ‘Fasul’un ‘ye’siyle–fasulya di-
yenler de çoktu- hakime, hekime, meftune, sabri+ye, -
Trkmen sabır derken üsttekiler eklentileri sabır+e der-
Aliye, veliye... biberiyedeki ‘ye’ bununla aynı olmasın? On-
nar üstsınıf içgüdüsü taşıyorlar oolum! Senin gibi donsuz-
larda –Fr. Sansculotte, Avş. Trkmen. Baldırı çıplak- güdü
mü bıraktı bu her şeyi belirlenmiş hayat.İyi ya biz de gü-
düden –Avş. Güdü: it, köpek- kurtulup bir ıssızda –Avş. Is:
sahip- insanca soluklandık.)
Ben hiçbir yola sapamadım. Dikildim kaldım yolları
çatallanan yolçatıdaki (Nizip’te bir tren istasyonunda) kol-
tuğumda elimdeki Kundera’yı pek önemsiyormuş gibi ya-
parak . Oyuncusun ve de oyuncusunuz baş belası yoksul-
lar.
“Ben olsam seninle kalırdım. Çünkü beraber yaşanıla-
cak bir insansın. Bunu bizim kültürdeki anlamıyla söylü-
yorum. Burada bir erkekle bir kadın aralarında bir sevgi
olmadan masrafları ve evişlerini bölüşerek bir evde kala-
bilir. Ben bunu kastetmedim. İnan daha kursun başında
sen dikkatimi çektin. Başka bir insandın. Sanki ortaçağdan
günümüzün kenti Köln’e bir kazayla düşmüş biriydin.
Başka Türkleri de tanıdım. Onlar para kazanmaktan başka
bir şeyle ilgilenmiyorlardı. Seninle birlikte yaşayabilece-
ğimi hissettim... [Konuyu değiştir.]”
“Teşekkür ederim. Ben o kadar iyi, suçsuz, günahsız,
tamamlanmış biri değilim. Birsürü –birkaç- olumsuzluk
içinde boğuluyorum. Böyle olunca yanımdaki insan, erkek
ya da kadın fark etmez ki benimle yaşamaktan sıkılır.”
“Neden öyle düşünüyorsun! Her şeyden önce renkli
bir insansın.”
“Bu ne demek tam olarak bilmiyorum ama hayat daha
ucuza gelir diye daha önce üç arkadaş bir evde kaldık. Du-
rumum tam olarak öyle değildi ya!.. Bir cehennemdi benim
için o ev. Ve bu cehennemi diğer arkadaşlara da yaşattım
biraz. Bunun farkındaydım. Bunun acısıylayım hala. Ama
262
başka türlü davranamıyordum. Ben de koşullarım uygun
olmasa da yanlarından ayrıldım. Çünkü yanlarındayken
daha çok acıyordu içim.”
“Ama yalnız yaşamak çok zor. Bir kadına da bir erkeğe
de çok zor yalnızlık. Hele bir de insan birazcık seçiciyse
her şey çok daha ağır. Buraya geldikten birkaç ay sonra
çoğu zaman Varşova’ya dönmeyi düşündüm. Bunun benim
için ne kadar ağır bir şey olduğunu tahmin edemezsin. Bu-
na rağmen ben dönmeyi ciddi ciddi düşündüm. Bir kere
Adam ağzını açmadan her karşılaştığımızda bana tepeden
bakacaktı. Nasıl olsa aynı çevrede yaşayacaktık ki her gün
beni görebilecekti. Çünkü hemen başka bir çevreye gidebi-
lecek olanağım olmayacaktı. En azından birkaç ay o çevre-
ye gitmek orada kalmak zorundaydım. Adam mı öyle ba-
kacaktı sadece? Babam, annem, akrabalar, eski arkadaş-
lar? Ben onların karşısında ne istediğini bilemeyen, hayal-
ci, eline geçen olanakları kıran döken iten şımarık bir ço-
cuk ama bir yandan da bu yaşında hala çocuk kalmış bir
yetişkin olacaktım. Ayrıca devlet birtakım zorluklar çı-
karmıyacak mıydı bana? Düşündüğüm gibi bunları aşacak
ilişkileri ayarlayabilecek miydi babam? Üstelik emekli ol-
muştu, eskisi gibi yetkili değildi. Gerçi partide, Polonya
Birleşik İşçi Partisi’ndehala azımsanmayacak bir saygınlığı
vardı. Ama partinin devlet ve toplumu karşısında hala
saygınlığı kaldı mı, bunu bilmiyorum.
“Adam ve yeni sevgilisi kadın bana hava atacaktı. Nasıl
denir, ‘kaybeden’ tutunamayıp terk ettiği topluma tekrar
dönmüş başarısız bir kadın sayacaklardı beni. Hatta içle-
rinden geçenleri bana bakışlarıyla anlatacaklardı. ‘Sen bir
hiçtin. Sayemde iş buldun, yüksek maaşlar aldın. Şımardın.
Bunları kendin yarattın sandın. Şımardın ve şimdi cezanı
çek.’ Buna dayanamam. Bir kere eski eşime içinde oldu-
ğum olanaklardan yararlanmama rağmen o olanaklar ol-
madan da mutlu olabileceğimi anlatamazdım. Çoğunluk bu
kadar maddeci düşünüyor ve satın alacakları malları elde

263
etmek için atmayacakları takla kalmıyordu. O mallara ger-
çekten ihtiyaçları varmıydı bu seçkinlerin, bunu hala bil-
miyorum. Bizden bir önceki kuşağın idealleri beklentileri
neden onların çocuklarında zerre iz bırakmamıştı? Sanki
Tanrı beni yaşam şeklimden dolayı cezalandırıyordu. Ben
o ayrıcalıklı olanakların ne pahasına, kimler tarafından ya-
ratıldığını hiç düşünmek istemedim. Onları üretenlerin ya-
şadığı zorlukları. Bunu düşünmemek için çaba sarf ettim
hep. Giyime yemeye içkiye gezmeye kaçışla kendimi oyalı-
yordum. Azıcık kendi yaşamım üzerine düşünseydim bili-
yordum ki o yaşamı sürdüremezdim bir daha. Çünkü bazı
insanların karakteri, kişiliği diğer insanlardan farklı bir
şekilde ses çıkarmadan yaşasın diye sus payı olarak ken-
disine sunulmuş bir bolluğu kabul etmez. Etse bile bu bol-
luk onu iğrendirebilir. İşte Mehmet, Polonya’dan gelen in-
sanlar da aynı değil. Herkes buraya farklı bir nedenle koş-
tu. Ama burdaki insanların karşısında hepimiz Polon-
ya’dan gelenleriz. Benim geldiğimde oradaki hareketlerin,
o hareketlerdeki insanların yakın gelecekte neler istediği-
ni anlamıştım sanki. Amerikan tipi liberal demokrasi ve
bunun zorunlu olarak oturması gereken temel olan ser-
best piyasacı ekonomi. Biraz da bundan kaçarak Alman-
ya’da olgun hali bulunan bir toplumda yaşamak istedim
galiba. Madem işsizlik, çalışanlar ve sıra bekleyenler ara-
sında doğrudan ve dolaylı bir rekabet, çok farklı ücret sis-
temi, yoksullar, para saçanlar, zenginler, toplumun parle-
montadaki temsilcileri kim olursa olsun, ister Jaruzelski
ister Lech Walesa başbakan olsun esas olarak bu düzeni
kollayacak, onun işlemesi için çareler arayacak bir siyasal
sistem olacaksa, neden henüz bunların nasıl bir dönemden
geçilerek kurulacağı belli olmayan bir ülkede kalaydım ki?
Sanki Almanya’ya giderek kafamdaki bilinçli bilinçsiz bü-
tün tartışmaları kendimle yüzleşmeden, bunun sıkıntısını
bile çekmeden atlatacaktım. Üstelik beni tanıyan tanıma-
yan arkamdan hayran hayran konuşacaktı. Bravo Felice
çok uyanık ve sanki zamanlama duygusu doğuştan güçlü.
264
Cennete gitti ve kurtuldu. Belki de böylesi yanlış değer-
lendirmelerin, görünüşlerin kişisi olan ben Adam’ın o üst-
ten bakışından da kurtulacaktım. Yoksa buranın cennet
olmadığını şu bizim yeni Almanların hepsi çok iyi biliyor-
du. Belki hepimizin de kaçıp kurtulmak istediği bir şeyleri
vardı.
“Ben burada geçmişimi gözden geçirecek zamana ka-
vuştum. Hıııh! Şikayet ettiğim o bolluktan kurtulunca bana
kendime ayıracağım zaman kaldı. Yani saatlerce herkesin
giremediği mağazalara gitmek yok, geziler yok, ne yaptı-
ğımı ne ürettiğimi bilmediğim bir işe gitmek yok, ev işleri,
kocanın işleri, ailenin işleri yok... Geniş bir kendin için za-
man. Fark ettim ki Polonya’da kendim için satın alabilece-
ğim en kıt mal zamanmış. Tabii bu farkındalıkla yeniden
orada başka bir hayatı yaşayabilirim sanıyorum. Bu far-
kındalık eğer bir gün oraya, belki de çok kötü şartları aşa-
rak liberal demokrasiyi, piyasa ekonomisini geliştirmiş Po-
lonya’ya dönebilirsem zorluklar karşısında, bana bir kay-
beden gözüyle bakacak insanların karşısında dayanma gücü
verecek. Dönmek? Ha burada karın tokluğuna iş bulma ya-
rışına katılmak ha Polonya’da. Hiç olmazsa orada aileden
başlayan akrabalara arkadaşlara genişleyen bir çevrenin
içinde olacağım. Tabii ki güvendiğim bu çevreler de kapita-
lizmin saldırıları karşısında dağılıp gitmezse.
“ Çok konuştum. Seni yoruyorum. Ancak bu bencilce
de olsa o kadar yüküm hafifliyor ki. Biraz daha sabret lüt-
fen! Kendime oradayken pek sormadığım bir şeyi sorar
oldum. Orada farkına varmadığım bir şey. Ama biz yetiş-
kinlerin çocukluktan bugüne kadar içinde biçimlendiğimiz
bir düşünce, duygu, davranış ya da belirsiz bir gündelik
yaşam kalıbı. Hani biz sosyalisttik! Eşitlikçi ve özgürlük-
lükçüydük. Neden bize öğrettikleri gibi yaşamayan kişi,
örgüt, kurum yöneticilerine hesap sormuyor duk? Marx
yaşarken bu yöneticilerin biz insanları düşürdükleri du-
rumları küçücük de olsa hiç aklına getirdi mi acaba? Rosa

265
Lüxemburg, Buharin, Liebknecht? Hatta Stalin bile bunlar
gibi asla yaşamamış olmalı. Bunlar gibi sadece kendilerin-
de başlayıp kendilerinde kalan tutkularla... Polonya’yı so-
nunda sermayeye ve onun piyasa düzenine sattık.. Oysa
1967’de, 1968’de, 1980’in başlarında Solidarnosc’un kuru-
luşunda ne kadar sevinmiştim. Ne kadar umutluydum.
Sonra umutlarımın hepsi boşa çıktı.Benim mutsuzluğum
belki de bu haksızlığa ses çıkarmadan ortak olmaktan ge-
liyordu.Başta kendimden, ailemden, yöneticilerden, muha-
lefet hareketlerinden kaçtım buraya. İnan bir beklentim,
bir hayalim yoktu burada başlayacak olan hayattan. Sade-
ce o gürültülü kentten, o gürültücü insanlardan uzaklaş-
mış olacaktım. Ben bir kutu bira içeceğim. Sen de ister mi-
sin?”
“Hayır, teşekkür ederim. Ben sen beni kovmadan
kalksam kibarlığını daha da zorlamamış olacağım.”
“Saçmalıyorsun. Seni buraya ben getirdim. Burda bu-
lunman beni sevindiriyor. Hatta şimdi burdan çıkıp yor-
gun bir halde istasyonlarda tren beklemene gerek yok.
Burda kal. Sabah okula birlikte gideriz. Tamam mı?”
Ne demeli? Yazan VIL. (46 değil Veli Demir, İliç/ Er-
zincan.) Ruh ÇatışmalarıÜzerine. Felic mutfağa geçmeden
önce “tamam mı”yı bir soru cümlesi olarak almamış gibi
sustum. Belki gerçekten de “tamam mı”nın sonunda bir
ünlem vardı. (Eee e! Emir kipinde diyo, oolum.)
Kalkmalıydım. Canım nasıl bira sigara şarap hap ot
çubuk istiyordu, anlatabilirdim. Bir meyhor, bir tiryakiden
daha fazla içimden dışarı doğru savrulan darbeler darbe-
ler. Gerildim ki bedenimle zihnimle ruhumla (sanki bunlar
varmış da ayrı düşmüş gibi) ben olan birlik üçe ayrılmıştı.
Ah şu bölücü kadın! demek kolaydı. Felic ne yapıyordu ki!
Bana eve geleli bir kez dokunmamıştı bile. Hem dokunsa
ne olacaktı! Hem benimle yatmak istese ne olacaktı. Sorun
benim içimdeydi. Bunu hesaba eklemeden kendime kur-
ban olarak Felic’i seçsem ne güzel olurdu! (Valla benim
266
kabahatim zerre yok. Katre bile! Yılan beni yoldan çıkardı.
Anladım ki ben düzelmez sapık bir (heretik anlamında,
başka yol tutan) dindardım . Onmaz bir tutucuydum. Aşı-
rıdinci bir cinsel ilişki karşıtıydım. (Sonradan yerleşsek de
bizim köy Ballıhöyük’e yakın sayılırdı. Burada iğdiş Tanrı
hizmetçilerinin yaşadığı bir tapınak olduğu söylenirdi. )
Her insanın belli bir yaştan itibaren peşinde koştuğu cin-
selliği lanetliyor ona bulaşan bedeni, bedenin parçalarını
mekruf mundar günahlı sayıyordum. Şartlar mı? Bunlar
sadece yargım sonucu alacağım ceza ve bunun yerine geti-
rilmesinde sermaye sahipleri hukukunda hafifletici neden-
lere girebilirdi.)
Felic elinde bir tepsiyle içeri girdi. Tepsiyi masaya
yerleştirdikten sonra ikili koltuğun önüne ortadaki sehpa-
yı çekti. Tepside iki kutu, iki kocaman su bardağı ve içi do-
lu bir kuruyemiş kasesi vardı. Peki bana değilse bu ikinci
bardak kimeydi ola? Kendineyse, (olur a insan her kutuda
bardak değiştirebilirdi) neden sehpayı ikilikoltuğun önüne
koydu. (Belki de kadın birayı uzanarak içiyordur oolum!
Sağ ol! Felaket gülmekten beni telef ettin.)
“Haydi ikimize kadeh kaldıralım! Şerefe!”
“Şerefe!”
Madem ben de bir ademdim bir de sigara istedim. Bira
ve sigara payımı adam gibi içecektim. Sonra da ona sor-
madan ben gidiyorum diye kapıya yönelecektim. Sözdü.
Bunu yapamayacak bir tutkuya kapılıp sonunda Felic’le bu
gece yatarsam, bunun kimseye bir zararı olmamasına,
kimseyi incitmemesine, iki gönül bir olunca samanlık sey-
ran olurcasına kimseye karşı verilmiş bir sözden cayılması
anlamına gelmediğini (gerçekten öyle miydi) bilmeme
rağmen kendimi Ren’in üstündeki köprülerin en güzelin-
den İsmet İnönü gibi çivileme değil tepesi aşağı atacaktım.
Derin bir soluk aldım rahatladım.
“Gel seninle biraz hayal kuralım. İkimiz Varşova’ya gi-
delim. Önce ben gideyim. Beraber yaşayabileceğimiz şart-
267
ları az da olsa oluşturmaya çalışayım. Sonra sana telefon
edip gel derim. Var mısın bu hayalin içinde bir yerde?”
“Evet, güzel bir hayal. ‘Coming home’ hiç bilmediğimiz
dedeyurdu için bile tatlıdır. Ben Varşova’yı görmek orada
yaşamak isterdim. Hatta küçücük bir köyünde. Bir çiftlikte
ya da bir kooperatifte tarım işçisi olarak bile, domuz bakı-
cısı olarak bile yaşamak...”
“Neden sustun?”
“Söyleyeceklerim seni kızdırır mı acaba diye düşünü-
yordum.”
“Sana kızmayacağım. Bir hayal üzerine konuşuyoruz.
Söyle lütfen!”
“Eğer biz sevgili olsaydık (es waerest wir seien... ist
est ein richtiger Satz?) sen yaşayabileceğimiz şartları ha-
zırlamadan da ben seninle sadece Varşova’ya değil Polon-
ya’nın herhangi bir yerine gidebilirdim. Gittiğim yer değil
sevdiğim kadınla beraber olmak benim için önemli olurdu.
Bu yüzden de içinde olacağım yaşam şartlarına aldırmaz-
dım. Ben 1800’lerin ortalarında yaşamış onmaz bir ro-
mantiğin ruhunu taşıyorum içimde, ne yazık bana!”
Felic boynuma sarıldı. Bir Wajda filminde oyuncunun
kamera karşısında ikircikli bir yüzü göstermekte zorlan-
ması gibi bir haldeydim. Yönetmen ne yapsam eleştiriyor,
sahneyi yeniden yeniden çekiyordu. Setten kaçmak istiyor
ama bir türlü ayrılamıyordum. Başını boynuma gömdü.
Uzaklardan gelen bir sesle “ben seni istiyorum,” dedi. “Se-
ninle Polanya’ya dönmek istiyorum.” Kalkıp gitmeli miy-
dim? Cinsellik, haz, zevk bir yana bir insanı böyle bir ha-
vada bırakabilir miydim? Döktüklerimizi toplamak (gerçi
yaşıtım her çocuk gibi evin selesinden ekmek çalarak bü-
yüdüğümüzden ve bu yüzden ceza olarak oyuncaksız bü-
yütüldüğümüzden dolayı annelerimiz bize “oynadıktan
sonra oyuncaklarını toplasana” dememişti ama) vakit in-
cittiklerimizi sağaltmak zamanıydı.

268
Saçlarını okşamaya başladım. İçimde bütün dayanak-
larını yitirmiş bir çocuğu okşarmış gibi bir duyguyla ona
“Felic sen çok güzel bir insansın. Bütün yüreğimle sana
yardım etmek isterdim. Sakın seni bir kadın olarak güzel,
çekici bulmadığımı düşünme. Hatta benim başımı döndü-
rüyorsun. Seni şu an çok istiyorum. Ama böyle bir ilişkiye
başlayamayız. Sorun tek başına Gisela değil. Değerler, kişi-
sel karakterler, insan ilişkilerine bakışlar. Galiba erkeklik
açısından oldukça zayıfım. Bu da beni gördüğü her kadının
arkasından hazla bakan biri olmaktan koruyor. Ben tutku-
larımın anlık arzularıyla davranmak istemiyorum. Sanıyo-
rum ki kolay ve birden başlayan bir ilişki daha kolay ve
aniden bitebilir. Saçmaladım şimdi belki. Bugün biraz
kendi çekim alanlarımızı andan ana, kelimeden bakışa
kendimizi serbest bırakarak oluşturduk. Yarın biz bugün
olanlardan pişman oluruz belki. Gel ikimize de iyi gelecek
uygun bir davranış şekline girelim. Ben kalkayım sen...”
“Def ol! O domuz Alman sevgiline koş haydi! Bir gün
seni sokağa atarsa köpeğini attığı gibi beni de sakın arama.
Haydi git artık!”
Birkaç saniye kıpırdamadan düşünmeden duymadan
bir şey olmadan durdum. Kalktım. Girişe bıraktığım kitap-
larımı aldım. Montumu giyerken yüzümün kovulmanın
utancındancayır cayır yandığını duyumsadım. Hak etmiş
miydim kovulmayı? Eveet, kent düşmüş fetih bitmişti! Ya-
vaşça kapıyı çekip iki katın merdivenlerinden ses çıkar-
madan aşağıya indim. Çünkü kendimi hiç iyi hissetmiyor-
dum. Gürültümden dolayı ya da rastlantısal olarak biriyle
karşılaşsam bir (guten Abend!) selam verecek dermanım
yoktu. Sokak kapısı kendi kendini gürültüyle kapattı.Hava
iyice soğumuştu. Tren istasyonu hangi yöndeydi sahi? Ben
hangi trene binip nereye gidecektim bu saatte? Boynumu
içeri çekerek Roma’ya doğru yürüdüm.

269
270
271
ERHAN

Kurs biteli nerdeyse kırk gün geçmişti. Ben yine öz-


gürdüm. Sokaklarda dolaşıyor, karnım acıkınca büfelerden
sucuk ekmek yiyor, sinemaya gidiyor, Brigitte’den, Tho-
mas’tan utanmayacağım saatler yaklaşınca da Korsan’a
damlıyordum. İkisi de bana o kadar alıştılar ki bari seni de
buraya işçi olarak alsak şakasını yapar oldular. Bir şey
dikkatimi çekti. Gerek Türkiye’deyken gerekse burada sık
sık duyduğum Alman imgesine pek uymuyorlardı ikisi de.
Her uğradığımda ilk içecek kesinlikle ikram sayılıyordu.
Ne içersem içeyim bu sanki bir gelenek olmuştu. Hani Al-
manların eli sıkıydı? Bunun yanında yemek yaptıklarında
ısrarla masaya çağrılıyordum. Biri dışarı çıksa hemen “bir
şey ister misin” diye soruyordu. “Karnın açmı? İstersen bir
şeyler getirelim...” türü soru ve ikram davetleri neredeyse
her seferinde gündeme geliyordu. Hani Alman usulü, Al-
man bencilliği diye bir tarz vardı? Belki bana karşı dostça
tutumlarında benim Korsan’a erkenden damlamam bayağı
etkili oluyordu. Çoğunda hiçbir müşterinin olmadığı, sanki
onların temel eylemleri olan satışa henüz başlamadıkları
ölü saatlerde yanlarını gidişim ilişkimizi satıcı alıcı ilişki-
sinin dışına taşıyor olmalıydı. Kaldı ki bu ikramlar olmasa
da biz sıkı arkadaşlardık. İlişkimizden doğan haklardan en
272
çok ben yararlansam da bu hakları kullanmak isteyince
ikisi de yararlanabileceklerini anlamış olmalıydı. Bu bana
olanca açıklığıyla görünürken onlara da herhangi bir bi-
çimde görünmüş olmalıydı. Çünkü Brigit de Thom da canla-
rı sıkıntılı, sinirli göründükleri anlarda basit bir şekilde “na-
sıl gidiyor, kötü bir şey mi oldu,” dememle birlikte içten iç-
ten durumu benimle paylaşıyordu. Hiçbir şey söyleyeme-
sem de bir bakış, birkaç kafa sallayış, hüzünlü bir ezik gülüş,
omuzlarına hafifçe bir yumruk atışımla birlikte ortam deği-
şiyor gibiydi ki, “boş ver, senin nasıl gidiyor,” sorusuyla kar-
şılaşıyordum. İkisi de çok iyi birer dinleyiciydi. Bir de sanki
yaşlıların yağmurun geleceğini büyük olasılıkla tahmin et-
meleri gibi ikisi de insanın ne zaman canı sıkılıyor, ona ne
söylemeli gibi konularda sezgi, beceri ve incecik bir duygu
sahibiydi. Yine sıkıntılara gark olduğum bu günlerde ikisi-
ni de yanımda hissediyordum. Bana benim her şeyi aşabi-
lecek uyuyan bir gücüm olduğu konusunda bulunmaz bir
inanç, destek sağlıyorlardı.
Gisela? Evet o hayatta başıma konan bir talih kuşuydu.
Tam olarak bilincine varamadığım aslında bilincine varmak
da istemediğim şeylerden dolayı Gis’e çok açılamıyordum.
Sırlarımla onun arasında perdeler oluyordu hep. Ben birinci
perdeyi açsam diğer perdeyi görünce ya sohbetimize laf ka-
rıştırarak izimi kaybettiriyor ya da boş ver sana sonra anla-
tırım diyordum. Eğer bu tavrım üzerine daha sonra birazcık
düşünebilme, onu tanıma bilme çabası içine girebilirsem iş-
ler iyice karışıyordu zihnimde. Kendimle başkalarıyla yüz-
leşme farkına varmadan kaçtığım bir şey oluyordu. Bundan
rahatsızdım. Hep yapamasam da durumlarla, karşılaşmalar-
la, ilişkilerimle yüzleşebilmeliydim. Bir devlete, onun top-
lumuna kafa tutabilirken, onun kültürüne karşı açıkça dire-
nirken neydi bugünlerde kendimden kaçışlar?
Bir kere beni en başta perişan eden Gis’le olan iliş-
kimde konumumu, yani gündelik hayatta kapladığım yeri
Gis’in konumundan zayıf, dayanaksız, hemen kırılabilir

273
buluyordum. Gis geçen hafta yani temmuz başında eski-
den çalıştığı şirkette yine eski işine başlamıştı. Sevinmem
gerekirken, Gis’in bu ediminden neşe sevinç gurur topla-
mam gerekirken kendi duygularımı böyle neye çevirmiş-
tim ben? Ben ya ben? Tam beş iş görüşmesine gitmiştim.
Çalışma kurumu bana gelecekte bir iş mi bulacaktı? Hem
de firmaların kendi çalışanlarını kapıya koyduğu, sayısız
eski Doğu Almanya’dan gelen işsizlerin Köln sokaklarını
doldurduğu bu aylarda. Gelecek gelmeyecekti. Gelecek
içinde yaşadığım şeydi ve benim bu ülkede alacağım son
işsizlik yardımı kısa bir süre sonra kesilecek ben de yine
sosyal yardım kurumunun kapılarını mı aşındıracaktım?
Gis çalışıyordu. Bu onun için hiç de kolay bir durum
değildi. Tamamını bilmediğim, anlamadığım topluma ba-
kışında dönüşümler değişimler yaşıyordu ve benden des-
tek, paylaşma, durumu üzerinde dağdan bayırdan sohbet
ler, cesaretlendirmeler beklemiyor muydu? Bremen’den
döndükten sonra daha sessizleştiğini fark etmedim mi
sanki! Ne olmuştu ona? Neden Gis üzerine nasılsınlı biçim-
sel konuşmaların ötesinde birbirini tekrar eden sohbetler
de olsa konuşmuyordum? Sevgi, aşk bu muydu? İnsanın
kendi dışına açılması, hemen dışımızdaki güzelliklere çir-
kinliklere iyi kötü çirkin güzel ne varsa onlara karşı bir
farkındalık geliştirmesi olan ve olması gerekenin birleştiği
beraberleştiği an süre zaman yer yerleşim çevre bölge ül-
ke kıta dünya değil miydi? Bilmek yetmiyordu bunları. Bil-
gi sahibi olmak bir başına bir işe yaramıyordu. Bunu da Ef-
latun’dan beri düşünen eyleyen herkes dememiş miydi?
Sevişmelerimizi bile değiştirmiştik. Paylaştığımız kı-
kırdaştığımız, dokunuştuğumuz, koklaştığımız, mecaz de-
ğildi tenlerimizi koklayıp gülmelerimiz, süre ne kadar
azalmıştı. Bari uyusaydım yatakta. Yüzüstü, yan, sırtüstü
yatarak kendi cehennemimde debelenirken Gis sanki de-
rin uykularda mı demirliyordu bedenini, ruhunu, zihnini?

274
Bu durum beni rahatsız ediyordu. Saçmaydı, anlam-
sızdı ancak beni rahatsız eden bir olguydu. Ne yani, ömür
boyu Gis bana 50 mark versene mi diyecektim? Aslında Gis
de bana açılmıyordu. Bir aralık bırakıyordu konuşmaları-
mızda, hayallerimizde, gelecek tasarılarımızda. Bir sordu-
ğunu, bir merak ettiğini bir daha gündeme getirmiyordu
örneğin. Bir teklif ettiğini bir daha tekrarlamıyordu örne-
ğin. Ne olacaktı ilişkimiz?
Böyle böyle birbirimize karşı duygusuz, düşüncesiz,
duyarsız olacak ve sinirlendiğimiz bir anda da son söy-
lenmesi gereken şeyi kolayca karşımızdakine söylemeye-
cek miydik? Bu da korkutuyor, geriyordu beni. Elbette
kimseye karşı kendimi, kişiliğimi göstermek, kanıtlamak
zorunda değildim. Ancak benim de bu toplumda bir ko-
numlanışım olmalıydı. Yapacağım işten dolayı işin basitli-
ğine, pisliğine bakmadan göğsümü gere gere insanlara
ekmeğimi kendim kazanıyorum ya, diyebilmeliydim. Son-
ra gelirdi benim için gündelik yaşamımda yer alacak her
şey. Anladım ki nedeni ne olursa olsun ben bu ülkede ay-
lak aylak gezemezdim. Aylaklık benim doğama, ruhuma,
kişisel kültürüme, inançlarıma tersti.
Böyle diye de bir aylağa olumsuzlayıcı bir kelime söy-
leyecek halim yoktu. Hatta aylaklara sonsuz saygı duyar-
dım. Çünkü zordu, çünkü herkes yapamazdı, çünkü büyük
bir cesaretle bu olumsuzlukları üreten sermaye düzenine
ve onun sürmesini sağlayan örgütlenmelerine bir başına
kafa tutmaktı. Hele Avrupa’da hele kapitalist toplumun bir
seçim olarak oluşturulduğu bu topraklarda, hele kamusal
akılla gelişmeciliğin birbirine kaynaklarak bütün toplum-
larda geçerli zorunlu bir yol tasarı kılındığı bu yeni efsane-
ler ülkesinde. Aylaklık yüksek ve güçlü bir felsefe gerekti-
riyordu. Bu felsefenin dayandığı bir eyleme gücü, bu gücün
destek aldığı bir toplum anlayışı. Zaten eskiden beri Ab-
dalların yaşayış tarzı bana çok çekici gelmiştir. Benim ya-
pamayacağım, benim ulaşamayacağım bir isyan şekli bir

275
melamet varoluşu. Çoğumuzu olumlu bir biçimde etkile-
yen ama onu izleyecek kadar etkilenmediğimiz bir yaşam.
Bununla yüzleşmeden en horlayıcıların bile onlara çoğu
zaman kutsal insan payeleri atfettikleri bir durum. Hintten
Kelte abdalların yaşamı yerdeki insanların çok azının için-
de yer alabilecekleri göğe ait bir yaşam sayılmıştır. Avru-
pa’nın her yerinde on binlerce azizin hala isimleri çeşme-
lerde, sokaklarda, semtlerde, katedrallerde, kapellalarda,
düzde bayırda yaşıyor olması elbette kamusal akılla ge-
lişme toplumuyla görünmez küçük çatışmalara giren kent
direnişçelerinin varlığını ve onların direnişlerininhep sür-
dürüldüğünü gösteriyordu. Bunu görmek için Almanya’nın
erken kapitalist kentlerinden biri olan Köln’ün herhangi
bir sokağında şöyle bir dolaşmak yetebilirdi. Kendimize,
gördüğümüz insanlara bakamıyorduk. Brigit Thom Felic
Gis Erhan Nuh Memet... o direnişi dillendirmeden uygula-
yan kent savaşçılarıydı. Yeraltı yaşamının bir gereği olarak
da kadim bir gelenek uyarınca sanki birbirimizi birbirimi-
zin davranışları tutumları eylemleri edimleri içinde hiiiç
tanımazdık. Çünkü düşman acımasız bir zulümden hiçbir
yerde zamanda fırsatta kaçınmazdı.
Bazen Gis beni çok seviyor, bu ilgisizliğe yorumlanabi-
lecek şeyler aslında benim özel olanıma dokunmama ki-
barlığından dolayı ortaya çıkıyor diyordum. Bazen de alın-
ganlığımı yakalayıp kendime karşı acımasız eleştiriler ge-
tiriyordum. Gis mesafeliyse sen ona dokun. Gis düşünce-
sizlik yapıyorsa sen ona yol göster. Canın Gis’e dokunmak
mı istiyor, dokun. Gis’le bir yere gitmek mi istiyorsun söy-
le ona... kararlar alıyordum birbiri üstüne. Ama bunların
çok azını sürekli kılabiliyordum. Gis’in evine daha sık git-
meliydim. Onu daha sık koklamalıydım. Onunla daha uzun
zaman birlikte olmalıydım. Paylaşmalıydım birçok şeyi.
Korsan’da ikindi biralarımızı içerken aslında farkına
varmadan Nuh’un peşinde sokak sokak dolaştığımı, onun
gidebileceğini uğrayabileceğini düşündüğüm yerlere yo-

276
lumu düşürdüğümü anladım. Hatta Ehrenfeld’de Türkiye-
lilerin işlettiği ve müşterilerinin nerdeyse hepsi Türkiyeli
olan bir kahveye de yolum düşmüştü birkaç kez. Nuh ora-
ya gelir miydi hiç! Belki de gelirdi. Ben nasıl farkına var-
madan geldiysem başkaları da gelebilirdi. Tabii ki Erhan
hep aklımdaydı. Bir şey vardı ona gitmemi engelleyen.
Neydi belliydi aslında. Brigitte’den bir kahve istedim.
“Hayrola bugün az içmeye karar verdin galiba,” dedi.
Yapma Brigit, buraya sık geliyorum diye beni sarhoşun bi-
ri belleme Tanrı aşkına, dedim. “Bak bir kere, ben nerede
çalışıyorum? Şimdiye kadar hiçbir müşteriden ben alkoli-
ğim lafını duymadım inan. Aksini sen dahil birçok insan-
dan duydum. Eğer sarhoşun biri değilsen bunu bana gös-
termelisin.”
Sustum. Ben gerçekten onlarla bir yerde bulunmaya,
bir çift laf etmeye geliyordum buraya. Ama Brigit öyle an-
lamıyordu bu gelişlerimi. Doğrusu içim acıdı. Kahve kupa-
sını önüme koyarken “seni kırmak için söylemedim o laf-
ları” dedi. “Ama senin yaşam biçimin canımı sıkıyor. Ne-
den kendisine iş araması gereken saatlerde burada oturu-
yor? Neden iş bulamıyorsa gidip okumuyor, yazmıyor?
Daha güzel yerlerde zamanını geçirmiyor? Neden hiçbir
şey yapamıyorsa spor yapmıyor, sinemaya tiyatroya kon-
ser salonlarına gitmiyor diye sana kızıyorum. Biliyorum
bunlar için belirli bir para gerekiyor. Ama sen de elindike-
lerle böyle bir yaşamı sürdürebilirsin. Değil mi? Bak Gis’i
ne güzel değiştirdin. Sıra şimdi kendinde.”
Kahvemi bitirene kadar içimden konuşma isteği gel-
medi. Gis’i ben mi değiştirdim? Gis değiştiyse her değişik-
lik olumlanabilir miydi? Brigit karşımda dönüp duruyor-
du. Kah sigara uzatıyor kah bir kahve daha ister misin diye
gönlümü almaya çalışıyordu. Hatta beni kızdırmak için
daha önce çok sert tepki verdiğimi bile bile yanağımdan
bir makas bile aldı. Gözlerimi hiçbir kaçamak yapmadan
Brigit’in gözbebeklerine diktim. “Öğütlerin için teşekkür

277
ederim,” dedim. Brigit’in yüzü bulutlandı. “Seni çok özle-
yeceğim,” derken Almanca’da ‘hoşça kal’ demenin tekrar
birbirimizi görürürüz anlamına geldiğini fark edince sus-
tum. Kalktım yürüdüm. Brigit arkamdan “bitte Mehmeeet,”
diye üzgün bir sesle bana sesleniyordu.
Bu ayda terk edilmiş bir mahalleyi andıran üniye doğ-
ru yürüyordum. Bir şey düşünmüyordum ve düşünmek
tasarlamak o tasarıların peşinde gitmek de istemiyordum.
Kantinin olduğu bölüme geçtim. Kocaman bir salonun in-
sanı irkilten sessizliği içinde birbirinden hayli uzak masa-
larda tek tük insanlar vardı. Kara kafalı birilerini arıyordu
gözlerim. Ya da selamlaşılabilecek bir Alman bulabilme
umuduyla uzak masalarda oturan insanları görebileceğim
yerler arasında geziniyordum. Tanıdığım kimse yoktu. Be-
ni tanıyan ya da bana seslenen kimse de çıkmadı. Ayakka-
bılarımın çıkardığı seslerden gerginliğim besbelliydi. Bi-
nadan dışarı çıktım. Yerleşimden caddeye doğru yürürken
Kaan’la karşılaştım. Yanındaki kadın Türkiye’den yeni
gelmişti. Üniye kayıt olmak istiyordu. Ama önce okulu
görmek, okul hakkında bilgi almak için Köln’e gelmişti. İlk
düşüncem onun belli bir düzeyin üstünde paralı bir aile-
den olduğuydu. Kendinde seçme yapabilme gücünü bul-
duğuna göre, en azından o gücün olduğunu sandığına göre
bu kadın karın tokluğuna çalışıp ihtiyaçlarının üçünden
beşinden geçip zorunlu görünen yeni bir ihtiyaçla cenk
eden bir aileden geliyor olamazdı. Baksana kayıt yaptıra-
cağı okulu önceden görmeye gelebiliyordu. Böyle düşün-
mekle ona karşı soğuk davranmış olmalıyım. Kaan’ın “abi
aşk olsun, hiç aramadın ya,” deyişinde içkin olan beni bana
şikayeti biraz yumuşamama neden oldu. Onun gönlünü
almak için yalan söyleyecektim. “Aslında birkaç defa sizi
görmeye üniye uğradım. Ama fazla zamanım yoktu. Her
seferinde kantinde biraz oturup bir şeyler içtikten sonra
gelip gelmeyeceğinizi bilememenin gerginliğiyle sıkılıp
oradan ayrıldım,” dedim. Kadın Kaan’a “Abi de sizin okul-
dan mı,” dedi. Demek soğukluğumun kokusunu almıştı.
278
Yoksa soruyu ilgilendirenine sormaz mıydı? Kaan ona ha-
yır, dedi. Sanki ne diyeceğini bilmiyormuş gibi diline gelen
kelimeleri seslendirmekten caydı. “Kaan bir yerlerde otu-
ralım isterseniz. Ama ünide olmasın. Eğer ille de şimdi
okulu gezecekseniz başka bir zamana sözleşiriz,” dedim.
Bu güzel olurdu. Kaan’ın biz sığınmacı devrimciler Köln
topluluğu hakkında işittiklerinden oluşturduğu bir derle-
meden haberim olurdu böylece. Sekiz ay gibi uzun bir sü-
rede hakkında nerdeyse hiçbir şey duymamış, görmemiş,
yaşamamış olduğum bir bir topluluk üzerine yapılmış bir
derleme. Davetim sadece zaman açısından değil Kaan’ın
yalnız olmayışından dolayı da uygun görünmüyordu. Kaan
yanındaki kadına dönerek “Tahir Abi’ye takılalım mı? Na-
sıl olsa okulu istediğimiz zaman gezebiliriz,” dedi. Adını
hemencecik unuttuğum kadın “olabilir,” dedi. Sessizce
caddeye doğru yürüdük.
“Kaan karnım çok aç. Önce bir yere gidip karnımızı
doyuralım. Sonra da bir kadeh bir şeyler içmeye bahçeli
bir yere otururuz.”
“Tamam Abi!”
“Ama kimseye para harcatmam. Kimsenin de Tahir
ısmarlıyor aman ayıp olur ben yemem içmem demesine de
izin vermem. ikramlarımı reddederse ya da çekingen dav-
ranırsa ona kızarım, küserim, hatta kendimizi rezil etmek
için cıngar çıkarırım.”
“Tamam Abi! Benden yana bir sorun yok.”
Yürüdük Güneyşehir’e geldik. Başka nereye ayakları-
mız alışkındı ki! Yolda ettiğim laflarla ortamı biraz yumu-
şatmak isterken galiba onları dahagermiştim. Benim temel
amacımbüyük ihtimalparasız olan Kaan’ı bir gerginlikten
kurtarmaktı. Ama “söyle bu arkadaşına eğer...” cümlesi
bana da çirkin geldi. Sözle kadının Kaan’a benimle ilgili
sorduğu soruya nazire yapıyordum. Hala sataşma, didiş-
me, ağız dalaşları alışkanlığı anlayışta bitmesine rağmen
gündelik eylemlerimde salınıp geziyordu. Laf vuruyor-
279
dum, dalga geçiyordum, bir hiççi gibi insanların içinde ol-
dukları durumlara bakmadan onların değerleriyle kolayca
oynuyordum. Sonra da oturup bu hiççiyi öldürmeden ya-
sına duruyordum. Kadına adıyla hitap ederek gönlünü al-
mak dolaylı bir mini özür girişimi olacaktı. Benden adam
olmazdı. İnsanların adlarına, seslerine, görünüşlerine, du-
rumlarına dikkat etmiyordum. Bunların farkında olmadan
kiminle ilişki kurulurdu, kiminle dertleşilir, kiminle elde
olanlar kardeşçe paylaşılıp onun neşesi sevinci yaşanırdı.
Oturduk. Döner sandviç yiyip ayran içtik. Onlara kulak kesi-
lerek aklıma gelen dalgınlığıma, yeni insanları önemsemez
sayılabilecek tutumuma kızarken Kaan arkadaşına “Hazal”
diye hitap etti. Eğer döneri sevmediyse başka bir şey iste-
yebilirdi. “ Nasıl olsa Tahir Abi’nin refah döneminde ona
denk geldik!” Güzel şakaydı. Sanki dişime dönerin sert bir
yeri gelmiş gibi bunun ne olduğunu anlamaya çalıştım. Re-
fah dönemi de neyi imliyordu böyle?
“Abi ne iş yapıyor?”
“Hazal pir aşkına Kaan’a bilmediği sorular sorarak
onu sıkıştıracağına abinin kendisine sorsan daha uygun
olmaz mı kız!”
Sessizce dudak ve yanak kaslarıyla güldük. Türki-
ye’den gelenlerin birçoğuna yapılan bir şakayı Kaan dolay-
lı olarak Hazal’a da yapmaya başladı.
“Abi ya billahi bu domuz etinden yapılan döner bizim-
kinden lezzetli oluyor ya!”
“Kaan vallahi kim ne derse desin ben de hoşlanıyorum
bu etten.”
Hazal bize bakmadan elindeki sandvici farkında ol-
madan kıpırtısızca tutuyordu. Kaan bana göz kırparak
“Hazal bitir şu lokmanı da kalkalım artık. Ya da abi biz Ha-
zal’ı beklerken bir tane daha söyleyip paylaşsak mı aca-
ba?” dedi. Hazal doyduğunu söyledi elindeki parçayı taba-
ğa bırakırken. Ayran içiyordu. İhtimal ağzındaki son günah

280
kalıntılarından bir an önce kurtulmak istiyordu. “Hazal bu
pis şakaya inşallah inanmadın. Bu Kaan o dönerlerden çok
yemiştir ya, abinin daha siftahı olmadı. Sana domuz döneri
yedireceğimizi düşünmemişsindir umarım,” dedim. “Yok
abi hiç düşünmedim. Öyle olsaydı bile pek de fark etmezdi
doğrusu.” Kaan’la ben boşuna gevezelenmiştik demek.
Ama sanki bizim gösteriden etkilenmiş gibiydi. Hiçbir şey
göründüğü gibi değil miydi? Kalkıp durağa yakın bir yerde
bulunan Korsa’nın uzak çaprazında kalan bir biraevininin
kaldırımlardaki masalarından sokağa göre içteki birine
geçtik.

Kaan’ı Hazal’ın yanında ne kadar mümkünse o kadar


konuşturarak biriktirdiği bilgileri almaya çalıştım. Bu ka-
darı bile zihnimi iyice karıştırdı. Erhan Hannover’e örgüte
para kazandıracak bir konsere gitmişti. Belki de o pazar
günü ikindinleyin Köln’e gelirdi. Ne kadar sıkıntıya düştü-
ğümü onlara belli etmemek için aklıma gelen bütün mav-
ralarda rol kesiyordum. Ama içim şimdiye kadar yaşadı-
ğımı hatırlamadığım bir sıkıntıyla doluydu. Her sıkıntı
içimize düştüğünde böyle büyük böyle yoğun mu yaşanır-
dı? Tıpkı duyduğumuz şiddetli şiddetsiz her acı karşısın-
daki çaresizliğimiz gibi. Onlardan ayrılırken Kaan’a pazar
akşamı ziyaretlerine geleceğimi bildirdim. Yemek hazırla-
sındı. Rakı da isterdim. “Tabii abi, bunların lafı mı olur,”
dedi Kaan. Hazal’a da mavi bir boncuk takmalıydım. Ne
neşeli bir abiydim ben. “Hazal üniye kayıt yaptırırsan bana
mutlaka haber ver. Bu sürgünde böyle şeylerin sevincini
yaşamak güzel olur. Ha, sakın senin üzerine hemen yatı-
rım tasarıları kurduğumu da hiç düşünme. Dünyasal bir
281
niyet sayılılırsa eğer, sadece bir arkadaş daha tanımanın
sevincini yaşamak isterim. Başka bir murat yok. Allah ko-
rusun!Zaten başka muratlarımıkazara bir duyacak olursa
beni kurt köpeğiyle Köln sokaklarında kovalayacak kara-
teci bir Alman sevgilim var,” dedim. Kaan bana yamuk ya-
muk bakarak “vallahi abi arkadaşlar bana seninkini gös-
terdiler. Gerçekten çok hoş bir insan. Zaten abimin bir kız
arkadaşı olursa kesinlikle böyle biri olmalıydı diye geçir-
dim içimden,” dedi. Köln’de kendi çevremden uzaklaşarak
neyi onlar bilmeden yaşayabilmiştim ki? Kim bilir Kaan’ın
bana anlatmadığı, anlatamadığı neler vardı daha. Onlardan
ayrılırken nasıl yorumlanacağını kestiremeyip üzerinde
düşünmeye uğraşsam dasonunda aman sende diyerek
Kaan’ın eline bir ellilik sıkıştırdım gizlice. Ama o diklenip
almak istemeyince gizlilik uçtu. Hazal ne kadar olduğunu
görmese de ona para verdiğimi anladı. Yürüdüm gittim.
Şimdi yeni bilgileri bendeki belirsiz izlenimlerle birbirine
teyellemek düşüyordu bana. Vay be ben neymişim böyle!
Anlatıla anlatıla işlenmiş ortak yaratılmış bir ayrıntılı
anlatıda ben beş kişilik bir soygun çetesindendim. Belçika,
Hollanda ve Almanya’da kumarhane, benzinlik, market,
restoran gibi işyerlerini soymuştuk. Bu eylemlerin sonun-
da yakalanan iki üye yargılanıp ağır cezalara çarptırılmıştı.
Kaan’ın verdiği isimlerin ikisini de tanıyordum. Türkiye’de
de kalsa onlarla oturmuş kalkmışlığımız vardı. Aylarca
sürmüş olabilecek mahkemelerden haberim olmamıştı.
Tühh be! Nasıl yaşadım bu kentte ben! Bir kişi hala polis ta-
rafından aranıyordu. İki ya da daha fazla kişi de dışardaydı.
Polis bazı insanlardan şüphelense de hiçbir ize, kanıtadaha
ulaşamamıştı. İşin en tuhaf ve sırlı tarafıysa hasılat ortada
yoktu. Zaten herkes bunu konuşuyordu. Kasa kimdi? Helal
olsundu. İki kişi mahpustu ama polis başka bir iz bulamı-
yordu. Erhan böylesi bir sohbeti nerde duysa oradakilerin
hepsini, hatta hiç lafa karışmayanları bile azarlıyordu. “Po-
listen çok polislik yapıyorsunuz,” diyordu onlara. Konuşma-
larda isimleri geçen insanları polise hedef göster miyor-
282
larmıydı? Polis bu isimleri duyduğunda arkadaşlarımızı
sorguya alsa, tutuklasa, onları mahkemeye gönderse, hatta
gizlice Türk polisine teslim etse bunun hesabını kim vere-
cekti?..
Kaan’ın Hazal’ın yanında ne kadar anlatılabilirse o ka-
dar anlattığı parçaları yan yan dizdiğimde böyle bir resim
çıkıyordu ortaya. Gerçi Kaan ‘abi bu sohbetlerin kişilerin-
den biri de sensin’ dememişti bana. Ama dolaylı gönder-
melerle benim son aylardaki yaşayış tarzıma bol miktarda
gönderme vardı. Lanet olsun bu dalgınlığıma, ilgisizliğime!
“Ya abi Türk gazetelerinde bile bu olaylar üzerine birkaç
defa haber çıktı. Okumamış olamazsın,” demişti Kaan. “Za-
ten kasa kimse, eğer adam eski çevresinde yaşasa polis
mutlaka bulurdu. Hatta adama helal olsun, dışarıda kal-
mayı bilen arkadaşları bile onu aramış uzun bir süre...” Bu
çocuğun kafasında nasıl bir hikaye vardı? Ben bu hikaye-
nin neresinde yer alıyordum? Kaan dönercideşakaya geti-
rerek refah, zenginlik içinde bir yaşamımın olduğunu mu
söylemişti? Ne demekti bu belirsiz sözler? Tam da böylesi
sözlerin dayanağı bilgi kırıntalarına, onun şüpheli sayaya-
bileceği hakkımdaki bilgilerin yamacına yamacına geveze-
lenerek Kaan’a yeni malzemeler sundum. “Kimseye para
harcatmam. Kimsenin yemem içmem demesine izin ver-
mem. İkramlarımı reddene kızarım. Cıngar çıkarırım.”Sen
de kimsin! Ama nerden bileydim ben, Kaan’ın eski bilgiler-
le o an duyduklarından yola çıkarak oluşturduğu Tahir Abi
imgesini?
Atlayıp Hannover’e Erhan’ı bulmaya mı gitsem? Hayır
akılsızım, elinden geliyorsa Türkiye’den kimseyle görüş-
me. Çünkü dinlediğin anonim polisiyede yer alan aranan
kişi Nuh olabilir. Onun seni izlediği öğrendiğin bu hikayey-
le büyük olasılıkla ortaya çıkıyor. Kimbilir Korsan’daki o
karşılaşmadan önce kaç yerde o seni izledi. Nuh baktı ki
sen onu tanımıyorsun, o da rahat rahat seni her yerde iz-

283
ledi. Şimdi unuttuğun ayrıntıların hepsi yeni bir anlam ka-
zanıyor. Bu anlamlar da gerçeğin ta kendisi olabilir.
Kahretsin ne hallere düşmüşüm ben de hiçbir şeyden
haberim yok! Yani Nuh beni izlediyse polisde izlemiştir.
Ne gülünç, ikisinin de aynı amaçla izlemiş olma ihtimali.
Kasa Bey, polis bunu öğrenmek peşindeydi. Nuh? İkimizin
ortaklaşa tanıdığı ve Nuh’la birlikte iş yapan biri olmalıydı.
Nuh bunu öğrendikten sonra bu ortak arkadaşın paraları
ya da her neyseler bunları bana verdiğini, sonra da Nuh’a
paralar kimdeyse haberim yok diye hikayeler anlattığı
kuvvetle olumsaldı. Nasıl Nuh paraların kimde olduğunu
bilmiyorduysa benim arkadaş da bilmezleniyordu? Bu na-
sıl bir ilişkiydi?İçerdekiler yakalanmadan önce herbiri en
azından belli bir süre kimseye bir şey söylemeden ortalık-
tan çekilmiş miydi? Neden kullandıkları silahlar da orta-
lıkta yoktu? Kimdi bu bana çoook güvenen arkadaş? Sade-
ce parayı değil, canını da teslim edebilecek olan kişi? Öyle
bir arkadaşım vardı da ben neden yalnızlıktan kendi zih-
nimi parçalaya parçalaya dolaşıyordum Köln’de ya da baş-
ka bir kentte? Böyle bir kişinin benimle ilişkisi olabileceği
mavalını Nuh nereden nasıl öğrenmişti? Nuh Köln’de ya-
şasaydı ben piyasadan kendimi çekmeden önce bunu bil-
mez miydim hiç?
Benim teyelleme işi çok karışıktı. Sanki dikişle kendi-
mi oyalıyordum. Bir şeyler dikmek değil de oyalanmak gi-
bi bir şeyin kendiliğinden attırdığı teyeller. Erhan’a ihtiya-
cım vardı. Keşke demeden, daha önce olsaydılanmadan
efendi efendi pazarı ya da birkaç gün daha bu çileye katla-
narak pazar sonrası günleri beklemeliydim. Ne Gis’e geve-
zelenmek ne de başka birine. Yapabilirsem bu öyküyü şu
andan itibaren bir yana bırakabilecek bir şeyler bulmalıy-
dım. Doğru eve, oturduğum o kasvetli eve gittim. Gis’e uğ-
rayacak dermanım kalmamıştı.

284
3

Eve döndüğümde sıkıntıların beni hareketsizleştirdiği,


bir şey yapamayacak hale getirdiği her seferinde yaptığım
gibi dişlerimi bile fırçalamadan dizlerimi çeneme değince-
ye kadar çekerek (bir tesbihböceği gibi) kıvrılıp yatağın
üzerine toplandım. Sonra gergin bir yayın zamanla gevşe-
mesini andırırcasına çenem dizlerimden ayrıldı ayrıldı ve
beni rahat ettirecek bir yere geldi. Zihnim yaşadıklarımla
yaşayabileceklerim arasında gelip giderek bir kumaş örü-
yordu. Uyumak istiyordum. Uykuya iyice dalarak bütün en-
dişelerden, korkulardan, gelecek düşüncelerinden geçmiş
pişmanlıklardan kurtulmak istiyordum. Soluklanma alış-
tırmalarıyla zihnimin önüne istediği kadar kendini oyalaya-
bileceği bir yandan da hoşlanabileceği bir oyun attım. Zihin-
ler de çocuklar gibi çabuk mızmızlanırlar. Onların önüne de
oyuncaklar koymak gerekir. Oyun canlıların en az iki tü-
ründe vazgeçilemez bir yere sahiptir. Hele insanlar yaşam-
larının hangi döneminde olurlarsa olsunlar oyun içinde so-
luklanırlar. Eski mahallemizde doksanlı yaşlarında iki yaşlı
insanın her gün sabahları nerdeyse aynı saatlerde kentin
merkezinde bir kahvehaneye işe gider gibi gidip geldikleri-
ni biliyordum. Onlar Zazaydılar, onlar hanımları ölmüş yaşlı
iki erkektiler. Bu tutkularında Zaza geleneklerinin, kültürü-
nün ve eşlerinin ölmüş olmasının elbette etkileri vardı. On-
lar için arkadaşlarını görmek, onlarla konuşabilmek ancak
kart ya da taş oyunları aracılığıyla olanaklıydı yine de. Bunu
düşündüğümde insanların pek azının düzenli olarak arka-
daşlarıyla buluşmaya meyilli olduklarını pek çoğunun ise
bir oyunda buluşma aracılığıyla bunu rahatlıkla, isteyerek,
sevinçle, arzuyla gerçekleştirdikleri yargısına ulaşmıştım.
Belki de ben oyunun insan yaşamındaki yerini kendimden
hareket ederek abartıyordum.
Dört saniye soluk al sonra dört saniye soluk ver. Bek-
lentim zihnimin bu sayıları sayma dikkatinden de kurtula-
285
rak hesapsız kitapsız oyununu sevinç içinde sürdürmesiy-
di. Kendimi işte neyse kendim, serbest bıraktım. İstediğini
düşünebilir, istediği gibi tasarılara, hoşlandığı imgelere ya
da ille de istiyorsa işkence anında işkencecilerin onu aşa-
ğılayan, çaresizliğine gülen arsız bakışlarına bırakıp acıla-
rını kinini intikam alma zorunluluğu içinde olduğunu bir
daha hatırlayıp görüntüleri elleri yüzleri gülüşleri sesleri
konuşma tonları kullandıkları kelimeleri bile çok belirgin
olan insan posalarıyla hesaplaşma hayallerine dalabilirdi.
Ya da Gis’in elleri altına sağaltılsın diye bırakılan başın ok-
şanma ritmlerinene kadar da düzenli, bir makinenin meka-
nik sınırlara kıstırılmış hareket süresi gibi derken yalnızca
hafif, görenin zor anlayacağı bir dudak kıvrılması kadar bir-
gülücükle eşlik edebilirdi. Tek şart vardı, o da tek olduğu
için şart olduğu bile anlaşılmazdı ya, dörtlülere devam ede-
cekti. Uyku kapıyı yavaşça tıklatıyordu. Bir devedikeni çi-
çeğinin güzel morpembe (çingenekırmızısı?) göbeğindeki
kurumuş boz parçaların havada salınması, gah inip gah çı-
kışı gibi bir boşluğa yuvarlanıyordum. Aslında yuvarlan-
mak istedikçe havalanıp tekrar yükseklik yitimine düşüp
yine yükseliyordum. Farkındalığın gücü bir düşüyor bir
artıyordu. Uykutüyü yere konamıyor bir türlüyü düşün-
düm.
Uyandığımda sabahın üçü olmuştu. Tekrar uyumaya
ne kadar cambazlık yapsam boşuna giderdi. Üşümüş olma-
lıydım. Ama yine de uyanmamıştım. Kalıkıp kendime çay
pişirdim. Buzdolabı nerdeyse bomboştu. Var olanlar da
pas küfkokmuştu. Canım zor metinlere dalmak, onların
cümleleriyle bir bulmaca tutkununun uğraştığı gibi uğ-
raşmak çekiyordu. Evde gördükçe heyecanla alıp da oku-
yamadığım onun üzerinde kitap birikmişti. Bu birikme be-
ni hem üzüyor hem de sevindiriyordu. Ya biriktirdiklerimi
okumadan gidersemdi korkum. Gitmenin bütün anlamla-
rının derin acısını duyarak Rosa’nın Sermaye Birikimi’ne
başımı eğdim. Beni en azından Erhan’ı görene dek birkaç
günlüğüne oyalardı. Bu arada evden ne kadar az çıksam
286
hatta hiç çıkmasam daha iyi olurdu. Ancak Gis’e en azından
birkaç gün uğramayacağım demenin dışarı (Trkmen.
‘taş’arıdan taşra) bir yolu var mıydı? İşyerine telefon etsem,
telefon numarasınıbilmiyordum. Bunu öğrenebilmek için
rehber bulacağım bir yere gitmeliydim. Ee o zaman Gis’e de
uğrayabilirdim. Boş ver deyip ben Rosa’ya, yüreğimin kızıl
gülüne (aynı zamanlara ve yerlerde yaşasaydık kesinlikle
kendisine aşık olacağım ve kesinlikle Berlin sokaklarındaki
barikat arkalarında birlikte öldürüleceğimiz kadına) göz
kırptım.
Bugün cuma olmuştu. Erhan yarın akşam türkülerini
gözlerini yuma yuma söylerdi. Pazarsabahı da buraya doğ-
ru yola çıkardı. Rosa beni kurtarsındı bu düşüncelerden.
Saat 10’a doğru iyice acıktım. Alışverişe gitmeliydim. An-
cak dışarı çıkmak istemiyordum sanki. İki caddenin kesi-
şip kaldığım evin çaprazında kalan bir yerinde bir Aldi
marketvardı. İşimi görürdü. Köln’ün en ucuz malları bura-
da bulunurdu. Düşük gelirlilerin, düzenli bir geliri olma-
yanların, borçlanarak düzenli gelirlerinden ailesine ve
kendisine çok az para kalanların uğramak zorunda kaldık-
ları pazar, piyasa.
Alışverişi abarttım. Eve geldiğimde onca sıkıntının
arasında birkaç gün hatta poşet poşet ekmekleri de hesaba
katarsam bir hafta yetecek kadar yiyecek almanın sevinci-
ni, rahatlığını, güvencesini duydum. Bol geçimlik alarak
alabilme gücüne sahip olma konumu(statüsü) ve saygınlı-
ğının tüketicinin kendinde gösterilmesinin mutluluğa öz-
deş sayılan gururlu kibirli rahatlığı. Bu duygu iyiydi. Para
verip sadece yiyecek, içecek, ev ihtiyaç malzemesi alma-
mış bunların yanında sanki (pazarlamanın ah o sihirli söz-
cüğüyle) ‘bedava’dağıtılan alışveriş yapabilme gururu da
almıştık.
Akşama kadar Rosa ileydim. Ne kadar yavaş okuyor-
dum. On beş saatte 126 sayfa. Yani yaklaşık olarak saat ba-
şına 10 sayfa okuyabilmiştim. Tabbi ki çay, alışveriş, yemek,
287
tuvalet süreleri yaklaşık üç saatimi çalmıştı. Bir de kitaptan
kopup uzaklara kaçan zihnimi yakalayıp tekrar metnin ba-
şına oturtma uğraşlarımın çaldığı zaman vardı. Kitabın an-
lattıkları ve bunların içinde yeni tezlerden çok beni uğraştı-
ran ve zaman zaman Kapital 2’nin içindekiler bölümündeki
başlıklara bakmamı arzulattıran Rosa’nın Das Kapital’in
ikinci, üçüncü ciltleri için söylediği “sermaye birikimi soru-
nuna çözüm getiremediği”ni belirtmesiydi. Çünkü ikinci cilt
tamamlanmamıştı, yarıda kalmış bir elyazmasıydı...
Belki yaşadığı süre boyunca kendini biriktirmiş bir in-
san açısından benim ilk tepkim gülünçtü. Bu gülünç olan ise
Rosa’ya kızmam, “bunu Marx’a nasıl dersin! Sen ondan daha
iyi mi bileceksin,” dememdi. Sonra güldüm kendi kendime
söylenmeme. Marx’a asıl haksızlığı Rosa değil ben yapmıyor
muydum? Marx ne dediyse hepsi doğrudur demenin bir da-
yanağı var mıydı? Bendeki dayanak neydi peki? Marx bir
peygamber miydi, bir veli, bir Tanrı? Doğruyu Marx’ın sırtı-
na sarıp onun ölü bedenini yormaya hakkım var mıydı? Ay-
nı şeyi Rosa’dan da beklemeyecektim. Zaten buna hazırdı
duygularım. Çünkü Marx ile Rosa karşılaştırmasında onu
azarlayabiliyordum. Bunlardan daha önemlisi de belki doğ-
runun yüklerini hiçbir kimsenin sırtına sarmamaktı. En baş-
ta kendi sırtıma sarmayacaktım.Zaten kafamda böyle her
zamanda her yerde, her insanda, her canlı ve cansızda olma-
sı gereken geçerli olması gereken bir doğru taşımıyordum.
Ama iş bayağı yaşamın gününün bir anına gelince ben böyle
Hegelci mutlak doğrular kuruyordum. Kaan dedikoducu, Gis
soğuk, ilgisiz, Brigit çokbilmiş, Thomas sigara bira paradan
başka bir şey üzerine düşünmeyen, Felic her arzusuna
ulaşmak için harekete geçen bir şımarık, Erhan kuyrukçu...
doğru ben miydim yani! İşte o zaman vay bu Köln’ün hali-
neydi.
Rosa’yı selamladım. O benim hala kızıl gülümdü. Kal-
kıp bir şeyler pişirerek dinlenseydim ya. Bu iyi olurdu.
Eğer yemeği hazırlarsam çok acıkınca yumurta kırmaktan

288
kurtulurdum. En kötü patates salatası, en berbat uydu-
rulmuş salçalı makarna ya da bir kase sebze çorbası sosis-
li, salamlıyumurta yemekten iyiydi.
Bir gün bu öldürülmüş hayvan leşi yeme alışkanlığın-
dan kurtulmalıydım. Doğruydu, çok az, çok seyrek et yi-
yordum. Yemesem daha güzel, daha ahlaksal bir davranış
olmaz mıydı bu? Bir yandan da bana sanki kesin kuralları
olan, o kurallara göre yaşanılan bir hayat ters geliyordu.
Yasak demek beni sinirlendiriyordu. Hatta yasak demek
yasak bile. Bu insanın kuralları, uyması gereken ilkeleri
değerleri eğilimleri tutkuları sevmeleri hoşlanmaları hoş-
lanmamaları kini nefreti... olmasın anlamına gelmiyordu
bende. Ne anlama geldiğini açık olarak söyleyemiyordum
ama galiba şöyle bir şeydi: ben ıspanak yemem dememek
gerekirdi. Ispanağı en son 30 yıl önce yemiş olsak bile. Bir
dostun evine gittik diyelim. Bu ıspanak sevmez halimizle,
güzel yemeklerle karnımız doymuş olsa bile evin erkeği-
nin pişirdiği güzel görünen, nefis kokan ıspanaklı böreğin
karşısında “ben ıspanak yemem” mi diyecektim? Börek
değil de soslanmış (terbiye) sümüklüböcek haşlaması ol-
saydı ne olacaktı ki bir kez tadına bakmış olsak! Galiba
dogmalar beni sümüklüböcek haşlamasından daha çok iğ-
rendiriyordu. O zaman adama demezler mi, n’olcak bir se-
fercik bir dogma da senin olsun! Ancak dogma bir sefercik
olamıyordu.
Patatesleri kabuklarını soyup atmıştım tencereye.
Süzdüm ve salata için hazırdı. Yeterdi bana. Ama alışveriş
yapmıştım. Bu akşam alışverişin hatırına bir şey daha ha-
zırlasam daha güzel olmaz mıydı? Ne? Erkekegemen top-
lumda erkeklerin çoğunun böyle bir sorusu var mıydı hiç!
Haydi sevgiline yapıyormuş gibi özenerek, şimdiye dek
hiçbir aşçının belki de denemediği bir şekilde yalnızca sa-
na ait bir usulde bir mantar çorbası. Böyle bir şey müm-
kün müydü? Neden olmasındı? Denemek lazımdı. Billahi
rendelenmiş mantarları çok az sarmısak, nane, kırmızı bi-

289
ber ve sulandırılmış yoğurtla(ayranla) çevire çevire kes-
tirmeden pişirmeliydim. İçine un yerine kolay pişsin diye
telşehriye katabilirdim.Arpaşehriye daha hoş olurdu. Azı-
cık. Ama Aldi’de bulunmazdı o. Böylece akşamın sevinci
eğer çorba lezzetli olduysa artardı.

290
GISELA

Kapı kilidinde bir anahtar dönmeye çalışıyordu. Yüre-


ğim sevinçli bir dansa başlamışken ya polis, hırsız, evini
şaşıran bir sarhoşsa diye sevincim yitti gitti. Bunun kolayı
kapıya bakmaktı. Çorba kesilirse ya, demeden kapıyı ya-
vaşça açtım. Gis boynuma atıldı.
“Seni özledim.”

291
“Ben seni daha çok özledim.”
“Yanlış bu. Eğer doğru olsaydı sen bana gelirdin.”
“Canım eğer ben sana gitseydim, yorgun argın işten
çıktıktan sonra buraya boşuna gelmiş olmayacakmıydın?
Sana kıyamadım ve seni burada heyecanla bekledim.”
“Sen Köln’ün en büyük yalancısı oldun. İtiraf edeyim
ki sana azıcık olsun inanmasam da söylediklerin çok ho-
şuma gidiyor. Sonra kendime soruyorum. Bir yalana nasıl
sevinebilir insan? Senin bu yalanların kızıl yalanlar. Öyle
tatlı geliyor ki bana anlatamam. Seni seviyorum yalancım
benim.”
“Peki ben yalancı olayım. Ama sen benim burada ola-
bileceğimi nasıl tahmin ettin?”
“Marione ile Tajo’yu görmek istedim. Korsan’da buluş-
tuk. Brigitte senin bugün çok canın sıkkın olduğunu söyle-
di. Seni kızdırdığı için senden özür diliyor. Brigitte bunları
söyleyince ben de benim canı sıkkın sevgilimi teselli ede-
bilmek için buraya gelerek şansımı denemek istedim. Ney-
se seni görmek bana iyi geldi. Canım, benim hemen yı-
kanmam gerek. Bugün biraz mutfağa geçip çalışmak zo-
runda kaldım. Çünkü üç işçi kadın işe gelmedi. Yemek ko-
kuları, ter kokusu. Senin bana bu halde sarılman beni ra-
hatsız ediyor. Yapmaaa! Sen beni böyle koklayınca gıdık-
lanıyorum.”
“Nasıl koklayınca?”
“Tıpkı bir eroin bağımlısının burnuna toz çekmesi gi-
bi.”
“ ‘Anam’ çorba!”
“Ne oldu hazinem?”
“Pişene kadar sürekli karıştırılması gereken bir çor-
baydı. Artık onu lezzetli bir çorba yapabilmenin imkanı
kalmadı.‘Kesilmiş.’ Almanca nasıl denir bilmiyorum. Yani
yoğurt yoğurt olmaktan vazgeçip yeni bir madde olmaya

292
karar vermiş. Olmuş da. Olsun değil mi canım! Biz de onu
bu yeni haliyleyeriz.”
“Ne demek istediğini tam olarak anlamadım ya, galiba
‘sauer werden’ diyebilirsin. Hazinecik bana bir havlu bulur
musun? Hemen yıkanıp çıkmak istiyorum. Çünkü çok acık-
tım.”
Yemekten sonra Gis’in getirdiği Fransız’ı tütün duma-
nı eşliğinde Gis’in mayhoş elmalarını dişleye dişleye içme-
ye devam ettik. Gis bugün çok yorgun olduğunu söyledi.
Ayaklarına masaj yapayım mı, dedim. “Haaayır.” “Ama ne-
den istemiyorsun benim dünya güzeli sevgilim?” Nedeni
bilmiyor ama itici bulmuş bunu. Neden itici olsun ki ben
onları öpebilirim de. “Haayır! Lütfen yapma.” Ben onun
ayağını öperken o kıkır kıkır gülerek “yapma, yapma,
yapma,” diye yalvararak bacağını toplayıp ayağını kaçırma-
ya çalışıyordu. Ayağını bırakıp ona sarıldım. “Senin ayak
sapığı [fetischist] olduğunu bilmiyordum,” diye ağzı göğ-
süme gömülüyken fısıldadı. “Ben seni her yerinden öperim
Gis’im,” diye fısıldadım.”Ciddi miydim?“Evet” dedim. “Uy-
kum geldi. Beni yatağa götür hazinecik,” dedi.
Uyandığımda saat yine üç idi.Nasıl oluyordu bu? İç sa-
atımı kurmamıştım ki! Üstelik Gis’le ilk defa seviyormuş-
casına davrandığımdan dolayı hayli yorgun olmam ge-
rekmez miydi? Bal gibi biliyordum bütün nedenleri, so-
nuçları, yan sonuçları. Zihnimin neresine tıkıştırdıysam tı-
kıştırayım o sorunlar çözülmeliydi. Ben sorunları çözecek
uygun yaklaşımlar bulmalıydım. Sakin, iyi düşünülmüş, iyi
uygulanmış tutumlar içinde olmalıydım. Beni ilgilendiren
bunlardı. Benim dışımda oluşup beni etkileyecek şeylere
karşı yapabileceklerimi elbette yapardım. Ancak bu dış
kuvvetlerin tamamını bana zarar vermeyecek hale getir-
mek bana bağlı değildi. Kendimi bu zararlardan koruya-
mazsam, bana etki eden bu olumsuzlukları kendimden
Gis’den uzaklaştıramazsam katlanmaktan başka elimden
ne gelirdi ki!
293
İyi ki yatak fısıldaşmalarımızda Gis’in beni son gün-
lerde olanları anlattırmak için deşip durmasına direndim.
O an içimde gittikçe büyüyen her şeyi, korkularımı, endi-
şelerimi, bildiklerimi, tahminlerimi ona anlatma isteği
doğrusu çok tatlıydı. Anlatarak paylaşmak ve cinselliği ya-
şamış olmanın rahatlığına ek olarak biraz daha rahatla-
mak. Ancak Gis’e ne olacaktı anlattığımda? Korkmayacak
mıydı? Benim yanında olmadığım sürelerde hakkımda en-
dişe duymayacak mıydı? Onun bu duyguları yaşamasını is-
temem doğrusu. Bunun için susarım, yalan söylerim. Eğer
Gis bunlardan dolayı sonradan bana kızacaksa kızsındı.
Masalambasının tepeliğini iyice masaya yaklaştırmıştım.
Gis benim karşısında oturduğum pencereli duvarın solun-
da başı masadan tarafta uzanmış bir halde çok tatlı uyu-
yordu. İçimde hoş bir dalgalanma. Bir büyüğün uyuyan bir
çocuk karşısında duyduğu o kollayıcı sevinçli duygu. Bu-
nun için uyuyan çocuğun kendi çocuğumuz olması gerek-
miyordu. Hatta kendi türümüzden bir canlı bile olması ge-
rekmiyordu. Bir ördek yavrusuna, bir kedi yavrusuna, bir
eniğe, bir kuzuya kim kıyabilirdi ki! Ama yamyamdık işte.
Ötekileri öldürüp yemesek kuzuyu öldürüp yerdik. Bunu
da çok matahmış gibi çevremizdekilere övünmek için an-
latırdık. “Bir kuzu kavurma, bir kuzu çömlek kebabı...” Ku-
zuyu sevecek kadar insan onun ölüsünü zevkle yiyecek
denli iğrençti tür.
Gis’in sabah uyanması bir çocuğun uyku sersemliği
(mahmurluğu) kıvamındaydı. Bir an önce günün gerçekli-
ğine girebilsin diye onunla ilgilenmem gerekiyordu. Kah-
valtıdan sonra Gis “yürüyüşe çıkalım mı,” dedi. Sevindim
ve endişelendim ardından. Endişelenmenin anlamı yoktu.
Çünkü dedikodularda oluşturulan “İmge Memet” ben de-
ğildim. Sadece bir trene binerek Ren kıyısına yakın bir
yerde indik. Yürüdük yürüdük. Yoruldukça bazen bir
bankta birbirimize sokularak, bazen bankın ortasını boş
bırakarak bazen de birbirine uzak banklarda oturarak din-
lendik. Uzak banklarda oturmak da güzeldi. Herkes istedi-
294
ği bir yere, bir şeye bakıyor istediği hayallerin peşinde
serbestçe koşuyordu. Uzak banklarda oturma oyunu ho-
şumuza gitti ki bunu sık sık yapmaya başladık. Çünkü kal-
kıp birbirimizin yanına geldiğimizde özür diler gibi, birbiri-
ni çok zaman sonra görmüş iki sevgili gibi sarılıyorduk. Gis
bundan hoşlanmış olmalıydı ki engelleyemediği bir çocuksu
gülüşe dalıyordu. Bir bebeğin annesiyle oynadığı ilk oyunla-
rından biri olan “ceee!”deki gibi.
“Elisabeth’in merak ettiği kadar varsın Memet. Seninle
birlikte geçirdiğim zamanda sıkıldığım bir sürenin hiç ol-
madığını fark ettim biraz önce. Benim için bu ne büyük bir
sevinç kaynağı. Elbette bana sıkıntı vereceğin günler de
gelebilir. Ama inan bana, ben bu kısa güzel geçmişin hatı-
rına sıkıntılı günlerimiz olursa eğer seve seve katlanaca-
ğım.”
Sadece onun gövdesini biraz daha kendi gövdeme
doğru çektim. Gis bana bakmadı bile. Ren’den ötelere karşı
kıyıdan uzaklara bakarken dalmıştı. Şimdi birazdan gittiği
yerlerden haber toplamış gezgin bir ozan gibi o haberleri
bana ya da ortalığa tıpkı kendisine söylermişcesine sese
getirecekti.
“Elisabeth’i seviyorum. Onu özlüyorum. İnan bu duy-
gularımı katlayıp kaldırdığım sandıktan sen çıkardın. Ya
da bana öyle geliyor. Senin varlığını öğrenince Elisabeth
telaşlandı, endişelendi önce. Onunla ilgili daha önce biraz-
cık bir şeylerden bahsetmiştim sana. Belki de telaşlandığı
kendi geçmişiydi. Ne kadar büyük bir acı çekmişse azıcık
benzerini benim çekmemi istemiyordu. Bremen’de bana
ne dedi biliyor musun? Ben senin etkinde kalıyormuşum.
Kendimi bir uydu gibi sana bağlamışım. Bu iyi değilmiş.
Gelecekzamanda, eğer bu bağımlılığımı kıramazsam çok
acı çekermişim. Gerçi benim düzenli bir yaşam kurma ta-
sarılarım ve girişimlerimdesenin etkin varsa eğer, bu
olumluymuş. Ama yine de bir kadın bir erkeğe köle gibi
bağlı olmamalıymış.”
295
“Ama anne Memet seni çok seviyor, dedim. Eğer senin
aleyhinde bir kelime söyleyecek olsam her seferinde seni
savunuyor. Sen ise ona karşı olumsuz bir yaklaşım sergili-
yorsun, dedim. ‘Memet beni tanımıyor ki sevsin,’ dedi...
Memet seni yeteri kadar tanıyor. Çünkü senin hayatının
bir bölümü Memet’inçok iyi bildiği bir tarzda geçti. Üstelik
başka bir nedeni varmış Memet’in seni çok sevmesinin,
dedim. ‘Nedir o,’ dedi sinirli bir sesle. Gülücüğümü engel-
lemek istedikçe o içimden dışarı uçuyordu. Elisabeth daha
da sinirlendi halime. Kollarımı uzatıp annemin oturduğu
yerde boynuna sarıldım. Gevşedi. Kıpırdadı. Saçlarımı ok-
şayıp karşılık verdi. ‘Neden dolayı Memet beni seviyor,’
dedi meraklı bir sesle. Çünkü benim gibi güzel bir kızı do-
ğurmuşsun. Çünkü yalnız başına zor şartlarda beni bü-
yütmüşsün. Çünkü çok güzel bir insan yetiştirmişsin. Bun-
ları yapabilen bir insan kutsaldır, diyor dedim. Elisabeth
kucağındaki beni koltuğa özenli bir aceleyle yerleştirerek
banyoya gitti...”
“Şimdi fark ettim,” dedi Gis. “Peki bu ben tamamen
Elisabeth’in oluşturduğu bir şeysem, bana söylediğin her
sevgi cümlesi bana değil Elisabeth’e de ait olmaz mı?” diye
sordu. Ona söylediklerimi tek yanlı anladığını, Gis’in her
şeyiyle Elisabeth’in eseri olmadığını, ama benim aslında
annesininkiler de içinde olmak üzere Gis’in kendi pişirdiği
Gis pastasını sevdiğimi söylemeye çalışırken bağırdı.
“Sen Almanya topraklarına gelmiş en büyük yalancı-
sın. Sen beni kandırıp kendini sevdirmiş bir yalancısın.
Eminim Elisabeth’e gittiğimizde onu da yalanlarınla kan-
dırıp beni onun karşısında ikinci plana düşürürsün. An-
nemi sana asla kaptırmayacağım. O benim annem.”
Ayağa kalkıp yürüdük. Yönümüz dönüşe doğruydu
şimdi. Farkına varmadan yaptığımız uzun bir gidiş sonrası
dönüşü gerçekleştirebileceğimiz kadar gücümüz ya var ya
yoktu. Gis bana Elisabeth’i anlatmaya yürürken devam
ediyordu. Onun bunları bana anlatırken yüzündeki dalga-
296
lanmalardan, değişikliklerden Elisabeth’i anlatma peşinde
değil kendisine bu yeni konumunda bir anne anlayışı ge-
liştirme, eski annesiyle ilişkilerini yeni duruma göre dö-
nüştürme amacında ve işinde olduğunu anladım. Bu gü-
zeldi. Çünkü böyle dönüştürmeler eğer kendimizi mutlu,
sevinçli, neşeli, güçlü bulduğumuz dönemlerimizdeyse
karşıdaki insanı da mutlu ederdi. Ben ikimizin de sessiz
olduğu bir sürede tam bunu düşünürken Gis “düşünsene
Memet, Elisabeth bana eğer daha güzel bir evde oturmak
istiyorsak para desteğinde bulunabileceğini söyledi,” dedi.
Demek sevgilimin zihninde en dışta güzel bir evde otur-
mak vardı. Sevindim. Çünkü bu imgede benim yerim de hiç
fena değildi. Hatta insanı beleşine sarhoş eden bir imgey-
di. Bir yandan da insanın gerçek yurdu kaldığı eviydi. Tür-
kiye’de devletin ısrarla vatan, eski solcuların yurt dedikle-
ri zaten baştan beri kocaman bir yalandı. Bu yalan
1500’lerden beri bütün egemenler tarafından sakız çiğne-
nir gibi söylenerek ulusçulara, sosyal demokratlara, liberal
demokratlara, en acısı da komünistlerekabul ettirilmişti.
Kautski’ler, Bernstein’ler, Stalin’ler, Nasır’lar, Cabral’lar,
Neto’lar, Ortega’lar bu yalanın çekiciliğinden kendilerini
kurtaramamışlardı. Onların bağımsız ülke dedikleri kapi-
talizmin kurduğu dünya sisteminde uzun süre dayanama-
zı. Marx bunu fark etmiş olmalıydı. Trotskiy “dünya dev-
rimi” derken kısmen bunu fark etmiş olmalıydı.
Gis’in koluyla kolumu ağırlığını bana yükleyerek çek-
tiğini ve gözüme baktığını gördüm. Daldım galiba, dedim.
Evet dedim, insanın içinde yaşadığı ev yurdudur. Bu insan
açısından çok önemli bir yerdir. Böyle bir yerin Polon-
ya’da, Portekiz’de ya da Portoriko’da olması değil önemli
olan, önemli olan böyle bir yerin olması ve onun o insan ya
da insanlar tarafından kullanma hakkına sahip olunması-
dır. Yani Portoriko herkese güzel değil aslında, sadece
orada güzel evleri olanlara güzeldir. Bu yüzden de insanlar
yeryüzünde onca devlete, yönetime, polise askere rağmen
umuda yolculuğa, içinde yaşayacakları bir ev bulmaya
297
çıkmıyorlar mıydı? Sonra Gis’e bakmadan şaka yapıyor-
muş gibi laf taşını gediğe doğru fırlattım.
“Böyle bir eve ancak benimle evlenirsen geçerim.”
“Ne acelecisiniz siz, yani Elisabeth’le sen? Böyle bir eve
evlenmeden geçsek sanki evin evliği uçacak mı?”
Ona teşekkür eder makamında incecikten sarıldım.
Demek sevgili Gis’im Elisabeth’le bu konuları da uzun ya
da kısa konuşmuştu. Ortam uygun olsaydı da ona yavaş
yavaş anlattırabilseydim keşke. “Benimle evlenecek mi-
sin,” dedim. Güldü. Biz evli değil miyiz, diye karşı saldırıya
geçti. Sustum.
“Sahi gerçekten resmi olarak evlenmemizi istiyor mu-
sun sen?”
“Evet. Çünkü... demeyeceğim. Bu çünkülerden yalnızca
biri önemli geliyor bana. Burada, bu pis düzenin içinde on-
ların istediği evlenme izni kaydı ve bunun sonucu bütün
olanakları yani vergi indirimlerini, devlet aile destek fon-
larını, yerli bir Alman aile olmanın işte, evde, çarşıda pa-
zarda olan önceliklerini, onların pislik düzenlerine karşı
kullanırken en önemli kazancım kötü günlerde sana elimi
uzatabileceğim bir olanağa dolaylı olarak kavuşmak. Yani
Polenezya adalarından birine belki de Fiji’ye gidecek ol-
sam seni sırtçantamda götürebileceğim bir aile belgesine
sahip olmanın kolaylıkları demek istiyoruuuuum! ”
Sustuğumuzda cümlelerimin, yancümleciklerimin sü-
nüp durmasının nedenini bildiğim, kestirdiğim enazından
tahmin edebildiğim bir bilinç durumundaydım. Sorgu,
mahkeme, hapis... Bu kısıtlandırılmış günlerde Gis’i göre-
bilmeyi umacağım bağlar da arzuluyordum. Elbet o me-
kanlara Tanrı beni bir daha düşürmesindi. Düşmesek de
hazır olmanın, oraya düştükten sonra Gis’in benimle nikah
kıydırmasının zorluklarıyla da ilgili minik bir yanı bulunu-
yordu.

298
Kente çıktık. Bir gemiden kıyıya iner gibi miydi? Bina-
ların arasında hiçbir yere bakmadan bir şey düşünmeden
sessiz soluksuz yürüdük. “ Canım! Ali’nin restoranına git-
sek de biraz dinlensek güzel olmaz mı?” dedim. “Eveet
zevkle,” dedi. Biliyorum benden daha çok acıkmıştı. Çünkü
sabah nazında onu kandırıp da iyi bir kahvaltı yaptırama-
mıştım. Tanıdığım Almanyalıların çoğu bir kupa kahve iç-
meye kahvaltı diyordu. Bu mantıksal olarak da ters bir ad-
landırmaydı. Kahvenin altı olmadan bir başına içilen kah-
ve nasıl “erken yiyecek parçası” olarak adlandırılabilirdi!
Restorona girdik. Garsonlardan biri bizi daha çok çift-
lerin, çocuklu çiftlerin oturduğu bölümde bir masaya gö-
türdü. Güzeldi. Ali hoş geldinize gelerek ellerimizi sıktı.
Hatırımızı sordu. Sonra bana eğer isterseniz çok taze ça-
yım var, dedi. Karnım açtı. Ancak taze çay bu yorgunluk ve
çaydan uzun süre ayrı düşmüş halimde müthiş çekiciydi.
Gisela dudak büktü. Sonra da “tamam ben de bir bardak
çay içeyim,” dedi. Ali yanımızdan ayrılınca restoran kita-
bına daldım. Her yerde okuyacak bir şey buluyormuşum.
Gis “Mehmet bir baksana!” dedi. Gis’in sağ yanında, biraz
arka çaprazda biri ayakta durmuş bana utangaç bir gülü-
cükle bakıyordu. “Oooo, Gökhan! Gözlerime inanamadım,”
deyip ayağa kalktım. Kucaklaştık. Hal hatır sorduk. Gök-
han’ıGis’le tanıştırdım. “Kız arkadaşım, ‘yani sevgilim’” de-
dim. Gökhan utangaç utangaç bir “çok memnun oldum,”
çekti. Bizim ellerin, bizim geleneklerin insanlarının çoğu
böyle utangaç mizaçlı mıydık? Hayatın karşısında henüz
pek tutunamamış bir çocuk gibi utangaç (mahcup)bir tav-
rımız vardı nerdeyse. Selam verirken bile öyle davranır-
dık. Güzelin de çirkinin de alanlarının çok ötesinde yaşa-
yan bir tutumdu bu. “Bak abi, Leila da, Ayla da burada,”
dedi. Gökhan’ın baktığı yöne dönünce Leila’yı yanında ço-
cukkoltuğunda Ayla ile ilgilenir gördüm. Gis’e “kalk oraya
geçelim!” dedim.

299
Merhabalaştık. Hatırlaştık. Gis’le Leila sanki çok eski-
den beri tanışıyorlarmış gibi hemen kaynaştı. Kadınların
çoğu böyleydi. Eğer bu topluluksallıksa (gerçek sosyallik-
se) kadınların çoğu böyleydi. Ayla’yı kucağıma aldım. Önce
yadsıdı. Onu alıp akvaryumun karşısına götürdüm. “Balık
bak! Bu da yavrusu Ayla. Kuyruk kuyruk!” Ayla ya balığa
ya da benim basit, yaşıt cümlelerime güldü. Şimdi ne de-
sem güler miydi? “Balık balık!” Ayla yine gülme mevsi-
mindeydi. Masadan ayrıldık diye bir kaygısı yoktu onun.
Garson yanıma gelip “abi siz ne yiyeceksiniz,” dedi. Hayret
bu adam Türkçe de konuşabiliyordu. Eğer düşündüğüm
gibiyse Ali de garsonlarda bu dil siyasetinde haklı ve ince-
likli bir davranış içindeydiler. Eğer bir masada anadili Al-
manca olan bir kişi de olsa orada Almanca konuşulurdu.
İşte burda zor işlerden birisi de yiyecek seçip sipariş
vermekti. Kebap, pide, döner seçebilmek. İnsan bir yandan
her çeşidin tadını düşünürken bir yandan da ahlaksal dav-
ranmak, az yemek, az içmek, tatları lezzetleri bahane ede-
rek terazinin dilinin dengesini bozmamak düşüncesi için-
deydi. Bana bir buçuk kaşarlıpide, dedim. Garson gidince
Aylin’i masaya götürdüm. Onu çocukkoltuğuna yerleştirir-
ken ağıtı bastı. Çekindim. Yoksa çocuğun bir yanını mı
acıtmıştım! Düşünmeden onu kaldırarak kucağıma alırken
tam yerleştirmeden sesini kesti. Masadakiler güldü. Aylin
de onlara güldü ne zaman ıslandığını anlayamadığım kir-
pikleri, gözleriyle. “Ooo,” dedim. “Bizi balığa gönderin siz
de bu arada kızılşaraplarla sohbeti koyulaştırın.”
Leila Gis’e benimle ilgili bir şey anlatıyor olmalıydı.
“Doğrusu Memet Abi’yi çok bekledik. Çünkü onu ziyaret
edip eve davet ettik. Mehmet Abi bugüne kadar gelmeyince
Gökhan da ben de biraz darıldık,” dedi. Haklıydılar. Gerçek-
ten Köln’e geldiğimin üçüncü ya da dördüncü gününde yan-
larında kaldığım bir ailenin evine bana hoş geldine gelmiş-
lerdi. İnceydiler. Geçmiş olsun, hoş geldin karışımı bir ziya-
ret büyük bir incelikti.

300
Leila’dan Gökhan’dan özür diledim. Gerçekten onlara
karşı kaba davranmıştım. Ama biraz sıkıntılıydım ilk za-
manlarda. Sonra da gündelik endişelerdi, kurstu, iş bak-
maktı derken bugüne gelmiştim.
“Abi kurs ne oldu, bıraktın mı yoksa? Birkaç ay önce
Soner söylemişti bana, senin meslek kursuna gittiğini.”
“Kurs bitti Gökhan. Hatta kurstan sonra birkaç iş gö-
rüşmesine bile gittim. Hava ve civa.”
“Abi sakın beni yanlış anlama. Senin durumunu benim
çalıştığım mobilya fabrikasının patronuna bir anlatsam, olur
mu? Belki bir görüşelim der. Belli olmaz ki!”
“ ‘Gökhan abim,’ adam beni görüşmeye çağırır mı, ça-
ğırırsa işe alır mı, ben orada çalışabilecek beceri göstere-
bilir miyim bilmiyorum hiç!”
“Abi küçük bir yer. Fabrika dediğime bakma sen. Tam
15 kişiyiz fabrika kısmında. Üç kişi nakliye işlerinde çalışı-
yor. Patronla birlikte 5 kişi de yönetim bürosundalar. Be-
nimle birlikte bir Alman arkadaş da teknik servisteyiz.
İçerdeki iş yapılamayacak bir iş değil öyle. Nerde abi eski-
nin o beceri isteyen işleri! Şimdi her şeyi makineler yapı-
yor. İşçiler de makine başında bekleyip onları yönetiyor.
Ya ne olacak abi, o işleri sen benden iyi yaparsın. Tek çe-
kindiğim nokta sen böyle bir işte çalışmak ister misin, bu?”
Masaya birbirinin aynısı görünen iki iri tabakla geti-
rilmiş kaşarlıpideler. Giz bastı kahkayı. Leila, Gökhan ona
bakıyordu. Gis’i gülme bunalımındabırakıp “ihtimal ikimi-
zin birbirimizden habersiz kaşarlıpide istememize gülü-
yordur,” dedim. “Neye gülüyorsun Gis,” dedim. Başını ha-
yır anlamında iki yana sallarken çatalıyla da pideyi gös-
terdi.” Pideden ilk lokmayı alınca ağzımın suyu çoğaldı.
Tereyağının, kaşarın, belirsiz bir yumurtasarısı çeşnisiyle
damağa, dile vuruşu hoştu. Gökhan’a alsana bir parça, de-
dim. Yoklandı. Tabağı Leila’ya uzattım. “Lütfen bir tadına
bak. Nefis bu!” Leila bir parça aldı. Sonra bir parça da Gök-

301
han’a sözsüz bir zorla aldırttım. Kulağına eğilip Türkçe
“ula oğlan uşağısın sen, bir yerin düşer sonra” deyince,
Gökhan bütün restoranı çınlattı. “Kadehlerimizi Ayla’ya
kaldırdık. Gerçekten sevindi ya da hepimizin ona ilgiyle
işmar etmemizden hoşlandı. Tabağımı Gis’e uzatıp bir par-
ça da sen al, dedim. Anlamazlandı. “Ben bir buçuk söyle-
dim. Biraz fazla gelecek bana.” Gökhan’a dönerek “benim
iş seçecek halim mi kaldı Gökhan! Eğer sana yük olmaya-
caksa, seni zora sokmayacaksa ve de madem iş aradığımı
söyleyebileceğimiz biri varsa, söyle gitsin bakalım.”
“Tamam abi. Seni umutlandırmak istemem ya, sen bu
işi oldu bil abi. Pazartesi akşamı sana haber veririm ben.
Bana evinizin telefon numarasını ver. ”
“Evde telefon yok Gökhan. Ama sen Gisela’yı ara...”
“İyi ya işte abi. Pazartesi akşamı bize yemeğe gelin.
Hem sohbet ederiz hem de iş haberini aktarırım.”
“Ya Gökhan bilmem ki sen yorgun argın, Leila bıkkın
bitki kreşten eve dönmüşken bir de bizi ağırlamanız...”
“Hiç öyle olur mu abi! Sadece seviniriz.”
“O zaman evin adresini yaz bana. Ama gerçekten pa-
zartesi akşamı seni, Leila’yı, Ayla’yı uykusuz bırakacaksak
haftasonu...”
“Abime bak benim. Bir gece uykusuz kalsak ne olur!
Kaldı ki sabaha kadar oturacak halimiz yok!”
Şaraplarımızı bitirip hep beraber kalktık. Gökhan he-
sabı ödedi. Bizi eve bırakmayınca rahat edemeyeciğini
söyleyince Ayla’nın koltuğunun yanına Gis’le ben sıkıştık.
Gökhan’a benim kızıl köşkün adresini söyledim. Gerektiği
yerde hangi yöne gideceğini tarif ettim.
Gis’in bu akşam da benimle kalması çok güzeldi. Her
şeyden önce bir bakıcımın oluşu üzerime çökmek için fır-
sat kollayan kara düşüncülere izin vermeyecekti. İkincisi
sürekli hayalini kurduğum bir durumu bir gece daha ya-
şama olanağının oluşuydu. Bütün zihnimin karşı koyması-
302
na rağmen Gis’i geleneksel bir ailede bir eş, benim eşim
olarak duyumsamak çok hoşuma gidiyordu. Belki onun
bana gösterdiği bugünkü bağlılığından cesaret alarak
Gis’e” hanım bize çay pişirsen de birer bardak içsek,” der-
dim. Neresi güzeldi bunun? İçinde yaşadığımız yaşam tar-
zında pek kalmamış bir şeydi bu. Eskiydi, zedelenmiş-
ti,solmuştu ama bu dağınık belirsiz şekilsiz ilişkilerin bağ-
rında eskide kalmış güzel bir ruhu çağırma gibi bir şeydi.
“Hanım,” diyebilmek bir kadına ve “hanımlığın” bütün ep-
rimişliğini bir yana atarak yeni bir havada hanımlığa öz-
gürlük, eşitlik, karşılıklı bağlılık anlamları yüklemek.
Üçüncüsü Erhan’ı görebileceğim güne kadar geçme-
yen zamanın baskısının sıkıntısının sevgiliyle birlikte yük-
lenilmesiydi. Gis’in hiçbir şeyden haberi olmasa da bu yük-
lenme ve dayanışma da etkin olacağı benim için açıktı.
Dördüncü beşinci yüzüncü yönlerini sayabileceğim bu ay-
nı odada oluşun bir yönü de endişe, korku ürperişlerinin
onun sayesinde kesilmesi olacaktı.
Çok dingindim. İçimde kocaman bir sevinç. Nedenini
bilmediğim, aslında çok merak etmeme rağmen bulamadı-
ğım “güzel şeyler olacak” duygusuna giriş halinin beni
sarması ilginçti. Nedenin ne önemi vardı. İstersem Gis
derdim. Gökhan’ın bana harcadığı çaba derdim. Leila’nın
içtenliği derdim. Ayla’nın bebek kokusunun ruhuma sin-
mesi derdim... Bunlardan çok çok önemli olan bir duygu,
duygular arasında başını iyice yükselten umudun yeni ko-
numuydu. “İnsanın üzüntüsü de geçicidir, sevinci de,” der
Firdevsi Dede Gaznelilerin sarayında yazdığı Şehname’nin
bir yerinde. “Zaman bizim soluğumuzu saymayla uğraşı-
yor. Bu yüzden yapılacak en iyi iş kadehdekini ardı ardına
yutmak, bu vefasız feleğe aldırmadan.”
“Gis bize biraz çay pişirsen.”
Gis durduramadığı bir dudak gülüşüyle yerinden kalk-
tı. Odanın mutfak olarak kullandığım saklısına geçti. Ben
Rosa’yla ilgilinmeyi istememe karşın Gis kızabilir diye cü-
303
ret etmemiştim. Gerçekten de bu akşam Rosa’ya dönüp
bakmak çok kaba olurdu. Sanki Kızıl Rosa kılığındaki bu
kadın haneme her gün doğarmış gibi. Gis gelip kucağıma
tünedi. Fısıltıyla seni özledim, dedi. “Yapma Gis! Nasıl olu-
yor da ben yanındayken beni özlüyorsun? Sanki birbiri-
mizden ayrılmışız gibi, ha,” dedim? Güldü. “Biraz önce beni
burada bırakıp bir yerlere gitmediğine yemin edebilir mi-
sin,” dedi. Haklıydı. “Ben de seni özledim,” dedim. Boynu-
ma sarıldı.
“Bebekleri çok seviyor musun?
“Bak burada beni bırakıp gizlice bir yerlere kaçan yal-
nız ben değilim.”
“Yemekte Ayla’yı kucağında tutuşuna baktım. Çok az
erkekte görülebilen bir ustalığın vardı.”
“Ustalık? Saçma bu. Herkes bir bebeği bebek tutma
kursuna gitmeden güzelce tutabilir.”
“Sen öyle sanıyorsun. Bir sanki bebek kendi bedeninin
bir uzantısıymış gibi tutma var, bir de sana yabancı, senin
dışında olan bir şeyi tutar gibi bir tutuş var.”
“Gis bana bir bebek alsana!”
“Delisin sen. Sanırım sen geçici olarak bir bebeği sev-
mek istiyorsun. Onun yaşamının her evresindeki sorunlar-
la uğraşmak istediğini sanmıyorum. Buna insanlar sorum-
luluk almak diyor. Sevmek, sorumluluk almak ve de bunla-
rı tamamlayacak daha önemli bir şey. Bu da onu yetiştire-
cek yetenek, bilgi, güç, parasal olanak sahibi olmak gibi
birçok şey. Bütün bunlar en az düzeyde olsa bile yine de o
bebek senin, toplumun istediği gibi bir insan olmayabilir.
Seni sevmeyebilir. Senden nefret edebilir. Hayattaki tek
zevki seni üzmek olabilir...”
“Tamam hepsini kabul ediyorum. Bebek büyüdüğünde
bana, topluma, toplumun yöneticilerine beklentilerimiz
içinde bir şey vermeyecek biri olsun. Kabul. Hatta benim
bu bebeğin yetişkin hali de dahil hiçbir döneminde ondan
304
beklediğim bir durum, bir davranış, bir yardım ummam
söz konusu olmayacak. Yeter ki sen bana bir tane hediye
et!”
“Şaka yapıyor olmalısın.”
“Evet, şaka yapıyorum. Seni sınıyorum. Gis ne düşü-
nüyor bunu öğrenmek istiyorum. Ama bebekleri sevdiğim,
eski bir kolonya üretim kenti olan bu kentteki en güzel
kokunun bebek kokusu olduğunu düşündüğüm de doğru.”
“Peki sen kız mı oğlan mı isterdin?”
“Gülüyorum çünkü konuşmamız boyunca onların bir
cinsiyeti olabileceği aklıma düşmedi.”
“Çok güzel. Elbette cinsiyetin sonradan kazanılan top-
lumsal, yönetsel bir yönü var. Yani?”
“Haklısın. Bu yaşamımda bir bebeğin sorumluluğunu
alabilecek kadar cesaretim yok. Doğrusu şartlarımız da
yok. Biraz bencilim de. Bunlar kadar bir şey de böylesi bir
topluma bir insan yavrusu daha katmanın gereksiz bir ey-
lem olacağı düşüncesi var bende. Bir de bu gezegenin şim-
diki insan sayısını bile taşımakta zorlandığı, bundan dolayı
da canlılara kendiliğinden zorluk çıkardığı...”
“Peki soyunun sürdürülmesi duygun hiç mi yok?”
“Bunun ben de bir karşılığı yok sanıyorum. Yaşamak-
tan bunca hoşlanmama karşın eğer dünyaya gelmeseydim
bunun dünya açısından, toplum açısından, devlet açısın-
dan bir anlamı olmayacağını biliyorum. Doğduğum için,
büyüdüğüm için biliyorum bunu. Yani ben doğdum diye
dünyanın pek sevindiğini göremedim. Dünya dediğim ya-
şadığım yer zaman ilişkiler ise bunların çoğu benim yaşa-
mımdan rahatsız oldu. Hatta yaşamımı en azından sınır-
landırmaya, bazen de onu yok etmeye yöneldi. Bıraksak
bu konuyu, konuşmasak!”
“Peki, konuşmayalım. Zaten insanın dünyaya bir be-
bek getirme düşüncesinin varlığı bile tedirgin edici. Ama

305
bebeklerin çok tatlı olduğuna ilişkin düşüncene ben de ka-
tılıyorum.”
“Gisela hayat sırfbizimle dalga geçmek için bize üç
dört bebek verirse ya!”
“Bu hoş olurdu doğrusu. Biz de onları herkes nasıl bü-
yütüyorsa öyle büyütürdük. Nükleer savaşları, nükleer ka-
zaları, ekolojik felaketleri, devletlerarası savaşları, içsavaş-
ları, açlığı, besin yetmezliğini, genetiği değiştirilmiş besin-
ler sorununu, iklim değişikliklerini, radyasyon ve manye-
tik alan yaygınlığını, kanser çeşitlerini, ekonomik krizleri,
yeni virüslerin neden olduğu salgınları, daha saymaya-
yım,hiç aklımıza getirmeden kıyametsiz bir dünyada yaşar
gibi bebeklerimiz çocuklarımız gençlerimizle birlikte mut-
luluk içinde yaşardık. Yani bir kadınla bir erkeğin bebek
büyütmek için kursa gitmesi, yaşam koçu tutması gerek-
miyor, değil mi!”
Derin yere cuppadak düşer gibi sesi kesildi. Çayımızı
sessizlik ile tatlandırarak içtik. Gis benim onun yanında
yapmaktan çekindiğim işe başladı. Masanın kapıdan tara-
fındaki köşede üst üste dizilmiş kitaplardan birini çekip
çıkardı. “Bu ne hakkında,” dedi. Kolundan tutup onu yanı-
ma çektim. Dizime yatırdım. Saçlarını okşarken bana “en
son bana seni seviyorum dediğin yıl kaç yıl önceydi,” an-
lamına yakın bir cümleyle seslendi. Yan dönerek yüzünü
kanapenin sırtlığına çevirdi. Bu kadın neler düşünüyordu
böyle? “Peki bu gece sana sabaha kadar seni seviyorum
desem beni bağışlar mısın?” dedim. “Hayır,” dedi. “Her ge-
ce sabaha kadar bunu söylersen kesinlikle seni bağışlar ve
beni gerçekten sevdiğine inanırım.” “Peki,” dedim, hemen
başlıyorum. Seni seviyorum zinciri oluştururken bir yan-
dan da onu sırtından karnından boğazından gıdıklıyor-
dum. Nerdeyse gülmekten soluğu kesilir oldu. Yavaşça
doğrultup yanıma oturmasına yardım ettim. “Sen kesinlik-
le delisin! Her zaman kendine çocukça bir oyun buluyor-
sun. Şu halime bak. Ağlamış, çok üzülmüş gibiyim, değil
306
mi? Demek senin bana sürekli seviyorum demen bir fela-
kete de dönüşebilir.”
Yerimden kalkıp pencereden bahçeye, bahçenin öte-
sindeki ışıklara daldım. Gis’i üzdüm galiba, diye düşünür-
ken, “gel tekrar ‘seni seviyorum’ oynayalım,” demez mi!
Eğer ben çocuksam peki Gis ne idi? İkimiz de çocuksak
oyun oymamanın çekiciliği ne idi? Oyun çekici, neşeli, se-
vinçli, oynayanları yaratıcı kılan, insanların (hayvanların)
yaşamlarının her döneminde hiç bırakamadığı bir etkinlik
ise yetişkinlik neydi peki?

307
308
ERHAN

Gerilim bitti. Geleceğin belirsizliğinin ürettiği endişe


hali de geçti. Zaten geleceğin belirsizliğini ortadan kaldı-
ramayacağımızın bilinciyle yaşadığımız anlara, süreye da-
ha da yoğunlaşarak birbirine eklenen şimdideki davranış-
larımızı mümkün olduğunca durumlara uygunlaştırabilir-
sek, bazı şeylerin (içsel, dışsal etkilenmeler de içinde) gi-
dişini bilince çıkarabilirsek açık olmayan endişelere yas-
lanan bazı korkular da kendiliğinden kaybolur. Şimdi ge-
cenin bu geç vaktinde sakin sakin kitabımı okuyup (yarın)
salı sabahı saat 10’da Tischler Gesellscaft’taki iş görüşme-
sini bekliyorum.
Pazar günü Gis alışkın olduğu uzun uykusundan
uyandıktan sonra kahvaltı yapıp öğleye doğru evden ay-
rıldı. O gidince zamanın hakkından bir türlü gelemedim.
Rosa’ya, Wagner müziğinin o büyülü, hayaletlerle dolu ha-
vasına, Gis’le iki gün boyunca yaşadığım güzelliklere tek-
rar tekrar dalma çabalarım hep boşa çıkıyordu. Ne yapsam
zihin yalnızlığının içini Erhan, Nuh, Kaan, geçmişte kala-
mamış duygu, düşünce, gündüz düşleriyle dolduruyordu.
Öyle ki kendime yeter artık dedikten sonra beş altı saniye
geçmeden bir türlü kesemediğim gündüz düşlerine yine
yuvarlanıyordum. Akşam olsaydı da Erhan’a bir uğrasay-
dım. Ya o dönmediyse, ya herkesin duyduğu şekilsiz, isim-
siz, zamansız, yersiz dedikodulardan başka bir şey bilmi-
yorsa? Dayanamayıp bir isyan halinde dışarı çıktım. Ak-
şama kadar gezip geç akşamda Erhan’a uğrayacaktım.
309
Hansaring. Berlin’de Kreuzberg semti Türkiye’den ge-
lenler için ne anlam taşıyorsaKöln’de de bu anlamların bir
kısmını Hansaring’debulabilirdik. Hansaring alışveriş yeri,
karın doyurmayeri, buluşma yeri olmanın ötesinde insan-
ların zaman geçirdiği, buluştuğu, can sıkıntılarını azıtıpo-
rada bir yerlerde bırakma imkanının olabileceği bir yerdi
de. Bazı insanların merakla içeri dalıp raflarındaki, sergi
masalarındaki kitaplarını karıştırdığı Türkçe kitapların sa-
tıldığı bir kitapçı bile vardı. Çocukluğumda çekingenliğim-
den dolayı kitapçılarda sadece vitrinlerdeki kitaplara ba-
kardım. İçeri girsem satıcı ‘kitap almayacaksan niye içeri
girdin,’ diye bana kızar sanırdım. Bunun acısını büyüyüp
elime para geçince kitapçılarda uzun uzun kalarak bende
olmayan ya da arkadaşlarımda, kütüphanelerde görmedi-
ğim kitapların hepsine bakarak çıkarırdım. İlgim yeni çık-
mış bütün kitaplara idi. Kitap dükkanını görünce sanki es-
ki bir tanıdığa rast gelmişim gibi içeri daldım. Bu duyguyu
büyük kitapçı zincirlerinin çok modern mağaza pazarla-
rında yaşıyamıyordum. Bu dükkan kesinlikle Gemini’den
çok hoş geliyordu bana. Burada işyerleri pazar günleri öğ-
leden sonraları hep açık olurdu. Çünkü esnafın yoğun iş
yaptığı günler tatil günleriydi.
Güzel vakit geçiyordu. Güzel kapaklı kitaplar, arka ka-
paktaki tanıtma yazıları ya da doğrudan kitaptan alınıp
arka kapağa konulmuş parçalar. Ama bunların hepsinden
de hoş olanı bir kitaba dokunmak, onu hissetmek, önsöze,
sunuşa, içindekilere şöyle bir bakmaktı. Hele Türkçeden
Almancaya çevrilmiş ve özenle kitaplaştırılmış ciltli bir ki-
tabı karıştırmanın hoşluğu.Burada kitaplar da tıpkı diğer
piyasa malları gibi özenle hazırlanırdı pazara. Her kitap
kendine bakma olasılığı ve olanağı olabilecek gözü tavla-
maya çıkmış gibi gelirdi bana. Orhan’ın Beyaz Kale’si de
bir satıcı özeniyle süslenerek basılmıştı. Elbette arkada ta-
şıdığı fiyat Türkiye’de aynı kalınlıkta dört kitabın ederine
bedeldi. Kitapbirbirine bir şekilde bağlanmış dünyanın her
pazarında pahalıydı. Eskiden bu pahalılığı geçiştirebildi-
310
ğimizsahaflardaki ikinciel kitaplar pazarlama yöntemleriy-
le biz az gelirlilere erişilmez kılındığından serbest piyasa-
adıyla dalga geçen şakacı ve yaramaz bir çocuk kadar ser-
best değildi. Şimdi “arz u talep”(Arzu ile Talip hikayesi gi-
bi) sanki hepten unutulmuştu. Toplumun alttaki sınıfları-
nın ki en kalabalık kesimdi, böyle bir sorunu yoktu doğal-
lıkta. Ancak bu alan doğanın, doğallığın alanı mıydı da dil
böyle şakıyordu? Burada kitaba gelirlerinin önemli bir bö-
lümünü ayıran alttakiler sürgünlerdi. Onların çoğu kitaba
bir şekilde ulaşarak okuyordu. Ne yapsınlardı, nasıl vakit
geçirsinlerdi bu işsiz ve dolayısıyle güçsüz düşürülmüş-
lüklerinde? Kendime bir kitap alacakken hemen caydım.
Çünkü Erhan’a elimde bir kitapla gitmek işime gelmedi.
Sanki okuyor görünmek, okuyor olmakla övünmek, oku-
manın en önemli etkinlik olduğunu iddia etmek gibi bir
şeydi bu. Ben de Erhan’a bir kitap alırım o zaman, dedim.
Yeni çıkan kitapların içinde en uygunu Karl Dayı’mın
(Korsch’un. Türkmenlikten gelen kırma –melez- insanlar
kıymet verdikleri kadınlara teyze, erkeklere dayı diye ses-
lenirdi. Bu acaba onların ‘maderşahi’ anaerkli bir düzenin
kalıntıları içinde kalakaldıklarını işaret etmez miydi?)
Marksizm ve Felsefe’si olabilirdi. İnceydi, çok pahalı sa-
yılmazdı. (Bu hesapları yapmak hiç de ayıp olmazdı. Çün-
kü bütün dar gelirliler zaman geçtikçe aritmetik tutkunu
olurlardı. Ernst –Bloch- Dayı yoksulların bir restorana git-
tiklerinde listenin sağ tarafına, varlıklıların da sol tarafına
yoğunlaştıklarını yazmıştı.) Burada Türkiye’den getirtildi-
ği için bütün kitaplar pahalı sayılırdı.
Kitabı alıp parayı öderken kasadaki kadının tam ola-
rak ne olduğunu anlamadığım hali dikkatimi çekti. Telaş,
bir an önce bitirilmesi gereken bir iş, bir sorun yaşanıyor
hali... Para üstünü kitabın üzerine bırakırken kadının yü-
zündeki normal olmayan görünüşün farkındaydım. Heye-
can, endişe, korku hali, acele ediş, bir şeyden kurtulma ar-
zusunun eyleme dökülmüş kendini küçük seğirmeler, tit-
reme, pembeleşme gibi yüzde yerleşmiş izlerle belli etme-
311
si. Ama nedendi? Eveeet, bu Joe’daki iki kadından biriydi.
Nuh kapıya yönelirken yanında bulunan kadınlardan biri.
Onlar kesinlikle üç kişiydiler. Ben onları salonun farklı yer-
lerinde farklı açıdan kalabalığın içinde de olsa görmüştüm.
Peki neden o zaman bu kadını seçemedim? Bu kadını daha
önce sık olmasa da defalarca kitapçıya uğrayıp görmüştüm.
Biri bana o günlerde bu kadının nasıl biri olduğunu sormuş
olsa çok zorlanmadan tarif edebilirdim. Ben bu düşünceler-
le cebelleşirken dükkana yeni müşteriler girdi. Kendimi dı-
şarıda bulduğumda nasıl davranmam gerektiğini hala bil-
miyordum. Boş ver dedim, iyi ki kadına şaşkınlıkla Nuh’la
ilgili bir şey sormadım. Hem nasıl soracaktım, ne soracak-
tım? Bir kere Nuh burada Nuh değildi. İkincisi de benim
Nuh dediğim adam Eskişehir’de o akşamki kovalamacada
benden kaçtığını bu kadına elbette söylemezdi. Üçüncüsü
sorsam bile eğer Nuh burada da bir kaçaksa bu kadın bana
ne söyliyecekti? Dördüncüsüne gerek yoktu. Bilmezlikten
gelmek şimdi daha uygun geliyordu bana. İşte bu duygu,
bilinç, varsayımdı beni tekrar sakinleştirirken zihnimin
derinliğinde bilmediğim belirsiz gölgeli silik yeni imgelere
tasarılara gündüz düşlerine gülümseten.
Eve tırmandığımda kapıyı Erhan açtı. Heyecanlandım.
Burada erkekler yaşasa da anayurda dönmek gibi bir şeydi
hissettiğim. Erhan’ın güzelliğini eşikten içeri ilk adımımda
fark etmiştim. Sanki gelişim günlük bir şeymiş gibi velve-
lesiz bir davranış içinde beni (“bir top”) gülümsemeyle
karşıladı. Sarıldık, nasılsın dedik içten gelen gerçek anlam-
larıyla birbirimize. Kitabı montumun arkasından, belim-
den çekip çıkararak ona uzattım. Güldü. Teşekkür etti.
Sayfaları birbirine yapışmış da acilen açılması gerekiyor-
muş gibi ses çıkarttırarak birkaç kez harmanladı. “Bir şey
yazmamışsın,” dedi. Erhan bu kitabı ben yazmadım ki, de-
dim. “Bir gün sen de yazarsın. Yapabilirsin. Yapmalısın da,”
dedi. Ne diyecektim ki, kızaran bir yüzü aşağı yukarı salla-
yıp onu havalandırır gibi bir hareket yapmaktan başka ne
yapabilirdim ki!
312
Evde kimse yoktu. Kaan şimdi damlar, birazdan gelir
diye içimden ikide birde geçen düşünceyi, beklentiyi Er-
han kovaladı. Kaan bu gece gelmeyecekmiş. Bizim oğlan
aşıkmış. Evden kaçmalara bakarsa yakında Erhan yalnız
kalacakmış... Bunlar doğru muydu? Yoksa Erhan sınırsız
konuşabilmemiz, rahat konuşabilmemiz, gerekirse sabaha
kadar konuşabilmemiz için Kaan’ı bir yerlere çıkması için
yönlendirmiş miydi? Rahattık. Soframız şendi. Rakımız bi-
le vardı. Hatta bu rakı bize müptela bile değildi. Ancak ben
tutuktum. Bir türlü konuşmaya nereden başlayacağımı bu-
lamıyordum. Erhan kültüründen aldığı bilgelikle beni hiç
sıkıştırmıyor, buradan sonraki yaşamımla ilgili sanki bu
uzun süre hiç yaşanmamış gibi davranıyordu. Üçüncü ka-
dehi çok az su katarak içtim. Medet ya rakıydı! Dilimi çö-
zerse bir o çözerdi.
Erhan biliyorum beni seversin. Sevmesen bile herkese
karşı iyi bir dinleyicisin, dedim. Uzanıp eliyle omzumun
arka tarafını birkaç kez tıpıkladı. Açıl, konuş. Sıkıntılar an-
cak anlatıla anlatıla, paylaşıla paylaşıla hafifler demenin
bir yolu gibigeldi bana tıp tıplar. Biraz dardayım dostum,
dedim. Ben istemeden bir sigara sarıp bana uzattı. Yakma
nöbetinde bekledi. Çoğumuzun gereksiz bulduğu törensi
bir davranışta Erhan ne inceydi böyle. Sonra başını eğip
kendisine sigara sarmaya başladı.Dinlemiyormuş gibi,
ama dinleyeciğimi biliyorsun der gibi.
Olanları biliyorsun. Eski arkadaşlar bir halt karıştır-
mışlar. İkisi yakalanıp içerde olmasına rağmen olay polis
açısından hala tam olarak çözülmemiş sanıyorum. Polisin
olay dosyasını çözümlenen olaylar bölümüne kaldırdığını
sanmıyorum. Her neyse, bazı şeylerden dolayı belki de bu
soygunlardan dolayı gerek polis gerekse bir arkadaş beni
izliyor olmalı, dedim. Bir kelime söyleyip hiç olmazsa kay-
gılarımı anladığını söylese ya! Çay bardağından kadehliğe
terfi etmiş çokişlevli bardağın dibini görene dek yukarı

313
kaldırıp bozarmış sıvıyı yuttum. Bana bir sigara daha sar-
dı.
Senin yardımını umuyorum. Sorun şu. Ben buraya ya-
şamak için geldim. Becerebilirsem bundan sonra benim
yaşam yerim burası. Bunun için gerekenleri bu gecikmişli-
ğimde bulmaya bir araya getirmeye, denklemeye çalışıyo-
rum. Burada kendimi polisle karşı karşıya getirecek kişisel
bir şey yapmak istemiyorum. Çünkü bir kadın var haya-
tımda. Eğer kendisine bir şey olmasa da onu bu durumda
bırakıp bir yere gidemeyeceğim bir kadın. Bilirsin, böyle
bir ilişki insana sorumluluk yükler. Ben daha hassasım bu
konuda. Çünkü kadının hayatı devrimci bir sürgün baba-
nın mirası olan acılarla dolu. Annesi de öyle, inandıkları
devrim, güvendikleri devrimcilerin ürettiği acılar kendi
hayatlarında hala bitmiş değil. Üstüne üstlük, kadının çev-
resinden iki kişi bir soygundan dolayı hapiste. Anladığın
gibi birileri beni bu işlere bir bulaştırırsa tahmin ediyo-
rum ki polis uluslarötesi bir çete yaratıp hepimizi ilgili il-
gisiz dosyası kapanmamış soygunların eylemciliğiyle
mahkemeye çıkaracak.
Ben yine de böylesi bireyci işlerle kesinlikle uğraşmak
istemiyorum. Yarın ne olur, içinde yer alabileceğim bir
topluluk, bir topluluklar ağı düzen güçleriyle kapışır, ölen-
ler kalanlar olur bunu şimdiden bilmiyorum. Ama bizimki-
lerin yaptığı bu işlerle benim hiçbir şekilde bir bağım, bağ-
lantım yok. İşte tasarılarım, hayallerim böyle böyleyken
düzenin en güçlü kurumu polis örgütünün suç örgütü ya-
ratma, onu olabildiğince genişletme kalabalıklaştırma
işinde bir suç örgütü üyesi görünmek istemiyorum. Bun-
dan dolayı bir arkadaşın beni izlemesi polisin izlemesin-
den daha fazla beni kahrediyor. Senden istediğim benim
Nuh olarak bildiğim kişiyi bulmama yardım etmen.
“Nuh dediğin Musa Kılıç mı, kod adı Bünyamin?” dedi.
Gevşedim, güldüm. Bana bir sigara daha sar dedim. Erhan
ben senden öğrenmeye çalışırken sen bana soruyorsun
314
baba ya, dedim. Güldü. “Haklısın ya, farkında olmadan
kendimi o duruma soktum billahi,” dedi.
“Şu adamı biraz anlatsana bana.”
Ona kısaca Nuh’u anlatmak istesem de bunu becere-
meyecektim. Bunun en başta yer alan nedeni Nuh’la kısa
sürede gelişen arkadaşlığımızın bendeki izlerinin derin
olmasıydı. Erhan dedim, bana artık rakı verme lütfen. Ol-
gunlaştım ben. Bundan sonrası çürüme dönemim!
Nuh’u aşağıda tanıdım. Arkadaşların çoğundan fark-
lıydı. İnan bu farkların çoğu da güzel, olumlu, değerli fark-
tı. Bir kere gözünü daldan budaktan sakınmıyordu. Arka-
daşlarına karşı az konuşan ama onlar için tehlikeye atıla-
bilen, çok çalışkan, erinmek nedir bilmeyen, içinde yaşa-
mak zorunda kaldığımız zorluklara mızmızlanmadan di-
renen biriydi. Bilirsin işte, hareketimizde bu özellikleri ta-
şıyan birçok kişi gibi Nuh da her işe gönderiliyordu. Ama
olanakları, hareketteki yeri, konumunun güvenlikten uzak
oluşu, kısaca örgütte bir türlü üstekilerin konumuna ula-
şamıyordu o. Bunu inanıyorum ki Nuh da istemiyordu.
Onun anlayışında örgütteki herkes eşitti. Bazı insanlar
kamplarda, bazıları kenar mahallelerde kiralanan ve arı
kovanı gibi kaynayan dairelerde, bazıları da kentin en gü-
venlikli gelişkin güzel seçkinlerin oturduğu kesimlerinde
kalıyorsa bütün bu konumlar durumlar geçiciydi. Zorunlu
işbölümlerinin sonucuydu. Ben tam olarak böyle düşün-
müyordum. Nuh’un ileri sürdüklerinin bir kısmı kendisine
basacak bir yer bulamıyordu. Çünkü örgütün içinde örgüt-
lü yaşamın her bucağında ayrıcalıklar, adam kayırmalar,
kaytarmalar, hafif işlerin ucundan tutmalar, yemede iç-
mede giyimde gezmede dinlenmede farklılıklar vardı. Hadi
kendimi söylemeyeyim ama Nuh gibi insanlar bu yaratıcı
kişiliklerinden dolayı içinde kıskançlık da olmak üzere
birçok nedenden dolayı aşağılanıyordu da. İşçiler, her yere
koşan köylüler, kendi enerjilerini saçarak zihinsel boş
oluşlarını kapatmaya çalışanlar. Bu içimi kanatıyordu. Öy-
315
le bir hal almıştı ki bu üst alt ayrımı, tepedekiler ellerimiz-
de silah olmasına rağmen bizi açıktan aşağılıyordu. Nuh
bunları en başta yaşamasına rağmen bir türlü kabul etmi-
yordu. Yine seni mi gönderdiler, neden seni gönderiyorlar,
örgütte başka bir insan yok mu gibi sorularım Nuh tara-
fından bir kelimelik bir cevapla bile karşılanmıyordu. Ne
yapacaktım ki bunları Nuh’la tartışsam bile? Herkesin bi-
lip de kimsenin kıpırdayamadığı şeyler oluyordu aşağıda.
Bir arkadaşı kendisine komutan denilen biri, komutanlık
görevi verilen biri yürüyüşte daha düzenli yürümüyorsun
diye tokatlamıştı. Herkesin elinde silah varken bunu ya-
pabilmek ancak bir şeyle mümkündü. Bu insanlar Türki-
ye’ye gidip faşizme karşı direnişi örgütlemek için burada-
lar. Bu amaç için de kendilerini komutan ilan eden üstteki-
ler tarafından aşağılanmaya, horlanmaya hatta tokat ye-
meye bile katlanırlardı...
Her neyse, uzun süren bir hastalıktan kurtulduktan-
sonra Şam’da o arı kovanında kalıyordum. Ortam bana sı-
kıcı geliyordu. O evdeki her şey, başta aşağı dedikoduları
yaşamın tadını tuzunu kaçırıyordu. Üst arkadaşlara dön-
mek istediğimi, kırda çalışmak istediğimi söyledim. Görüş-
tüğüm kişi öyle bir havaya girdi ki kendime bile ifade et-
mek istemediğim, bilincine dahi varmak istemediğim dü-
şünceler, duygular içime dolup beni boğuyor oldu. Arka-
daş sanki beni işletmesinde bir işe alacak da benim bu
şartları taşıyıp taşımadığımı sorgular hallerdeydi. “Seni
ancak yeni açılacak bir bölgeye gönderebiliriz. Orada dört
kişilik bir gerilla birliği var. Onları tanıyorsun zaten,” dedi
bana. Kimseye şimdiye kadar bu konuda bir şey söyleme-
dim ya, sana söyleyeceğim Erhan, dedim. Benim bu iste-
ğimi üsttekilere söylediğim günlerde en azından ben Tür-
kiye’ye dönen, dönmek isteyen kimseyi duymamıştım,
bilmiyordum. Ama birçok arkadaş, Avrupa’ya gitmek isti-
yordu. Sağlıkları bozuktu. Hiç olmazsa Yunanistan’a gitme-
liydiler. Oradasağlıklarına kavuşmalıydılar. Durum böyle
olmasına rağmen komutan bana sanki insanlar küme kü-
316
me Türkiye’ye dönmek istiyorlar da o seçmek denilen zor
işi yapmaya çalışan güç durumda kalmış bir insan rolü ke-
siyordu.
Görüştüğüm arkadaş bana, bölgedeki birliği tanıdığım
için pek zorluk çekmeyeceğimi belirtti. Böylece o, kırda bir
gece geçirmemiş olan o söylediği için orada zorluk çekme-
yecektim ha!Yine de içimi bir özlem, bir ferahlık sardı.
Kırda olan bu arkadaşlar başlangıçta sırf faşist yönetime
teslim olmamak için dağa çıkmışlardı. Bu arkadaşlarla ka-
çaklık günlerimde karşılaşmıştım. Benikaldığım kentte ak-
rabalarından birinin evinde barındıran bir dost, eğer is-
tersem kendi memleketlerindeki bu birlikle büyük ihti-
malle buluşturabilirdi. Onlarla belli bir süre kentlerden
daha uygun şartlarda kalabilirdim.Heyecanlanmıştım. Ha-
berler gitti, haberler geldi. Sonunda biz kırda bulaşacağı-
mız birliğe katılmak içinşehirlerarası yoldainip oraya ya-
kın bir köye gizlice gittik. Buluştuktan sonra birlik onları
beklediğimiz evden beni aldı. Orada dostumla kucaklaştık,
vedalaştık. (Bu dost aylar sonra aynı eve gelip benimle
tekrar kucaklaştıktan sonra “seni yurtdışından istiyorlar,”
diyecekti bana.) Evden çıkar çıkmaz birlikten bir arkadaş
bana bir tabanca uzattı. Bir de dolu bir yedek şarjör. Hepsi
buydu yeni gerillanın donanımı. Geçici demiştik ama bizim
tasarımızdan çok günlerin ne tasarladığını o zaman bilmi-
yorduk. Yine de bunları düşünmeden aylarca onlarla do-
laştım. Görüştüğümüz, ekmek aldığımız, ilaç, tütün, lastik
ayakkabı buldurduğumuz, haberleşmede bize yardım
eden ilişkileri biliyordum. Bunlar kadar önemli olan böl-
gedeki yolları, belleri, dereleri, mağaraları, izleri öğren-
miştim. Ferahlığımın içime yayılması elbette nedensiz de-
ğildi. Benim evlerine uğramamı bekleyen yaşlı genç, kadın
erkek çocuk köylülerin olması ise en sevindiricisiydi.Beni
tanıyan,kurtlarla dövüşürken kulakları kapılmasın diye
onlar küçücükken kulakları kesilmişçoban köpekleri bile
vardı. Bir kere“hom!” diyerek hatırımı soracak.

317
Görüştüğüm komutana “peki giderim oraya,” dedim.
Tek şartım var, eğer Nuh da benimle gelirse hemen yola
çıkabiliriz. “Bunu Nuh’la görüştün mü,” dedi. Hayır, dedim.
Görüşmedim. Aslında Nuh’a birkaç kere kendisiyle her
yerde, her koşulda birlikte olmanın beni mutlu edeceğini
söylemiştim. Bu bir anlamda sana güveniyorum, senin ki-
şiliğini beğeniyorum, senin değerlerini seviyorum deme-
nin utangaç bir yoluydu. O zaman Nuh da benimle her
yerde çalışabileceğini belirtmişti. Sonra komutanla gö-
rüşmeyi daha sonraki güne bıraktık. Her halde Nuh’la da
görüşeceklerdi. Bunu komutanların aklına düşürdüğüm
için biraz içim sızlıyordu. Bir bilinmeze, ama zorluklarının
açık olduğu bir bilinmeze Nuh’u da çekiyordum. Biraz
bencillik de yok muydu bu davranışımda? Belki de onun
benim yaşamımı bana hediye etmesinin karşılığında ben
de Nuh’un tehlikeyle karşılaştığı her durumda ona hediye
edebileceğim bir şeyleri yaratabileceğim şartların bol bol
olduğu birkır gerilla birliği yaşamı istiyordum.
Lafı uzatmayayım Nuh’la Antakya’ya kadar geldik. O
sadece nereye gittiğimizi bölge ismi olarak biliyordu. Hiç-
bir ayrıntısını bilmediği bir bölge. Kentte oturacak bir yer
ararken ona hızlı hızlı nereye gittiğimizi, nerede ineceği-
mizi, hangi köyde kimin evine gideceğimizi anlattım. Bun-
ları ona söylemek elbette bir miktar tehlikeliydi. Ancak
onun bunları bilmesinin tehlikelerinden çokça berbat olan
beş on tehlike daha vardı. Cebimden dokuz küçük boncuk-
la dizilmiş, üç boncuktan imameli, dizilirken özenle çalı-
şılmış, her üç boncuktan sonra araları sedef yaprakcıklarla
süslenmiş bir tespih çıkarıp Nuh’a uzattım. Sanki tespihe
değil de küçük bir kız çocuğunun bilekliğine bakar gibi
daldı Nuh! Bunu al. Eğer bir yerlerde lazım olursa tespihi
birileriylegideceğimiz köydeki Ali Abi’ye gönderirsin. O
seni bulur. Eğer yalnız gidecek olursan ineceğin kasabanın
karşısında tam Doğu’da bir köy var. Otobüs yolu göreceğin
gibi Güney’den Kuzey’e şehire doğru uzayıp gider. Gidece-
ğin köy iki kilometre kadar uzağında yolun. Tam köye gi-
318
rerken bir yol Güney’e, sağa doğru ayrılır. Sen soldaki kö-
ye çekinmeden git. Gerçi oradaki birbirine yakın üç köy-
den birine yanlışlıkla gitsen bile bir sorun çıkmaz. Kapı-
lardan birini iterek geç içeri. Tanrının selamını ver. Ali
Abi’yi sor. Çekinme hiç,çünkü hepsi aynı topluluktan bir-
birinin akrabası olan insanlar. Aynı soyadlılar. Karaca.
Tespihi Ali Abi’ye ulaştırırsan geride birliğe ulaşmak için
senin yapacağın bir şey kalmaz, dedim.
Gözlerim biraz buğuluydu. Sesim yeni titreşimlerle
yüklüydü. Ali Abi’nin bu tespihi bana armağan ettiği za-
manda böyle bir öyküyü nasıl düşleyebilirdim ki! Kendimi
zihnimi ruhumu burun çekişimi orada bir kere daha sev-
dim. Şimdi bizim hangi birliğe gittiğimizi bilen birileri
vardı ama, nasıl, nereye, kimin eliyle onlara ulaşacağımızı
bilen yalnızca bizdik. Bu hal bize birbirimize karşı duydu-
ğumuz güvene ek yeni güvenler üretiyordu. Eğer Nuh ya-
kalanacak olursa benim birliği bulma sorunum diye bir so-
run zaten olmazdı.
Sonra bir pastane bulduk. Nuh’u orada bırakarak ga-
rajlara (Türkiye faşist cuntayla iyice teslim olduğu yeni li-
beral küresel düzene girmeden önce şimdinin terminal
denilen ulaşım pazarına) gittim. İki nedeni vardı Nuh’un
pastanede çay içip künefe yeme olanağıyla kalışının. Bir
kere ben buraları önceden görmüştüm. İki, yaşadığım sü-
rece böyle davranmakla ona olan borcumu asla azaltmış
olmazdım. Böylesi davranışlar Nuh’un iyiliğine karşı su-
nulmuş bir bardak çay ayarında minnet (şükran, sağ ola-
sın) gösterileriydi. Otobüsün kalkış saatini, boş yer olup
olmadığını, garajlardaki denetlenme durumunu öğrene-
cektim. Garajlar her yerde tehlikeli olurdu. Orada iki göv-
deyle hele otobüsler hemen kalkmayacaksa dolaşmak teh-
likeyi iyice çoğaltırdı. Sivil polisler hem bir yandan incik
boncuk satarak iyi para kazanırken hem de bol devrimci
yakalayıp sabırsızca hemen orada başlattıkları kutsal şid-
detleriyle ruhlarını rahatlatırlardı. Yazıhanelere bakınır-

319
ken beni iki kişi kollarımdan yakalayıp havaya kaldırdı.
Birileri bacaklarımı kavradı. Birileri belimi, paçalarımı,
göbeğimi hoyratça karıştırdı. Bileklerim arkadan kelepçe-
lendi. (Koç marka gibi duran bir) minibüsün içine iki ya-
nımda iki azman tarafından itilip hemen kimi beklediğim
kiminle görüşeceğim hangi otobüsle gelecekler sorulmaya
başlandı. Kaba orta şiddette göğsüme, kafama inen yum-
ruklar, arkada koltuk sırtlığıyla gövdem arasında sıkışmış
kelepçeli eller, sırtımın koltuğun arkasına pat pat nobran-
ca çarptırılışı... Sonra beni benim için daha emniyetli ola-
cak olan emniyete götürdüler. Yalanlarım batsındı. Ya çö-
zülür Nuh’u ele verirsem, garibim daha bardağında çayını,
tabağında künefesini biteremeden korkuları eşliğinde ön-
ce bir gün dayandım. Aslında sorgu ilk birkaç saat sonra
sanki tavsamış gibiydi. Ama bunun böyle olmasınıben ar-
zulayıp kendi kendime böyle bir yanılgı yaratıyor da olabi-
lirdim. Yine de bir gün daha sabredeyim ne olacak bakalım
dedim. Sonra oğlum iki gün dayanabilen üç, üç gün... hep...
diye her salgının kuruyup kabuklaştığı yüzümü sanki ay-
nada görür gibi neşeyle güldüm. Neyse silah bulamamış-
lar, hiçbir buluşma öğrenememişler, benim yalnız oldu-
ğum düşüncesine ikircikli de olsa ulaşmışlardı.
Anlayacağın Erhan, dedim. Nuh’u o günden sonra
Türkiye’de bir daha görmedim. Ama onun o bölgede arka-
daşları bulduğunu, birliği sayısal olarak büyüttüklerini,
operasyonlara, ihbarlara, bütün baskılara rağmen geniş bir
bölgede yaşayabilecekleri ilişkiler yarattıklarının haberini
içerde aldım. Anladığın gibi Nuh’la birlikte uzun zaman bir
yerde kalmadım. Onu biraz Lübnan’da, biraz Suriye’de tanı-
dım. Hepsi bu. Şimdi bu adamı bulmalıyım. Beni niye takip
ettiğini, bir yandan da neden benden kaçtığını öğrenmeli-
yim. Bunun için de adamın buradaki adını ya da her iki
dünyada da geçerli olan asıl adını öğrenmemiz gerekiyor,
dedim.

320
“Eğer aynı adamdan bahsediyorsak, Bünyaminbu.
Oberhausen’de kalıyordu. Polis aramaya başlayınca kayıp-
lara karıştı. Kimi Fransa’da, kimi Türkiye’ye döndü diyor.
Şu adamın görünüşünü bana biraz anlatsana,” dedi Erhan.
Erhan bana bir soru sormuştu ama kalkıp sazlardan
birini kılıfından çıkardı. Bu küçük tekneli olanıydı ama
eşinden ayrı düşmüş ötüşçü bir saka gibi inleyen bir bağ-
lamaydı. Öteki kılıfta kıskançlıktan tellerini kendi kendine
koyurup ses çıkaran saz ise elektrosaz olanıydı. Eğer vakit
bir hayli geç olmuşsa, ki bu Köln’de akşamın dokuzu, do-
kuz buçuğu demekti, Erhan eline mızrap alıp kendini ızdı-
raba gark etmezdi hiç. Sağ elinin beş parmağıyla telleri bir
telliturnanın renk cümbüşlü başını okşar gibi okşardı. Er-
han sazın sapında parmaklarını dolaştırmadığı bir perde
bırakmadı. Hatta teknenin üzerinde inceden ince seslerle
ezgiler kanatlandırıyordu. Arıyordu, bir şeyler arıyordu
Erhan. Köylülere bir müşkül bildirilince erkekler sessizce
duman çekip parmak uçlarını taneden taneye gezdirerek
tespih çekerken bir çözüm arardı. Kadınlar yama vuracak-
ları bir giysi, yarı başlı bir örgü alırlardı ellerine. Bir şey
bulamasalar hiç ihtiyaç yokken bir sonraki öyün için bul-
gur, mercimek, nohut seçerlerdi. Çocuklar, işte bunları bir
sınıfa sokmak zordu. Sınıfsızdılar. Belki adına oyun denen
işe başlarlardı. Erhan da bir şeyler arıyor olmalıydı. Öm-
ründe hiç çalmadığı ezgilerin arasında bir yol, iz, yordam.
Ancak bu parmakların çıkardığı sesler, belki de tellerin di-
linden dökülen, evet dünyanın her bucağındanher insanın
anlayabileceği bu dilde kurulan müzik cümleleri olağanüs-
tü güzeldi. Sözdizimi, sesbilgisi, anlambilgisi, kelime da-
ğarcığı (lexiconu) olmayan ya da bunlara elini sallayan bir
Dil. Erhan insanın içinde bir yerlere hafif hafif dokunuyor-
du. Oince bir sesle ve bağırmadan “başın öne eğilmesin/
aldırma gönül aldırma” türküsünü türkü olmayan ezgilerle
söylemeye başladı. Sözleri mi unutuyordu? Dize araların-
da, dörtlük aralarında yine o uzun uzun arayışlar. Erhan
bu akşam büyülenmiş ve beni de büyüleyendi. Bu adamın
321
bu edimine saz çalıyor denilemezdi ki! Kesinlikle ona onun
dilinde sorular yığıyor yine ondan onun dilinde yanıtlar
dinliyordu. Sazı yavaşça yanına bıraktı. Eğer içmeyeceksek
sofrayı kaldıracaktık. Birlikte mutfak bölmesine geçip
kendimize kahve pişirdik.
“Yarın ne yapalım biliyor musun?” dedi Erhan. Sorunu
kendi sorunu saymıştı o. Dostluk buydu. “Sen yarın Ober-
hausen’de senin Faruk’a git. Ben de burda şöyle bir dolaşıp
bir yol iz aramaya başlayayım.” Tavanarasının oturma bö-
lümüne geçip kanape yatak her şey olan mobilyalara kar-
şılıklı kurulduk. Ben Faruk’u biliyordum. Faruk’u kentler-
den birinden tanıyor ve seviyordum. Ama Faruk benim
buraya geldiğimde bir kerecik şöyle bir uğramaktan başka
benim için ne yapmıştı ki? Lafla da olsa bir ihtiyacın var
mıydı, diyemeyen eski bir arkadaş... Hem Kaan’ın anlattığı
dağınık hikayedeki dışarıda gezenlerden biri olmasındıFa-
ruk? Kendi dalmışlığımızda derinlere inmemizi yine Erhan
önledi. “Yok yok, Faruk’a gitmek iyi bir düşünce değil. Ku-
lağıma çalınan laflarda Faruk’tan da şüphelenildiği, hatta
polisin onu birkaç kez sorguladığı da söyleniyor. Eğer sen
ona gidersen bu her açıdan tehlikeli olabilir. Sana her şeyi
açık söyleyeceğim. Madem derdimize çare arıyoruz bura-
da! Hasılatı Faruk’un güvenilir bir arkadaşına aktardığı,
bunu iş ortaklarından bile gizlediği söyleniyor. Dahası bu
gizli kişi bazı söylentilerde sen, bazılarında Wuppertal ile
Dortmund taraflarında yine sizin dağ örgütünden kalan iki
kişi. Bana durumunu anlatınca senin de tehlikede olduğu-
nu düşündüm nedense. Hele bir de senin eşini, bir Alman
kadını bu işe bulaştırırlarsa deme gitsin. İnanıyorum ki
gözleri kaybettikleri paranın ve kazıklanmanın acısıyla
başka bir şey seçemeyen ortaklardan bazıları zavallı kadı-
nı da izliyorlardır. Polis sizi toplarsa kesinlikle bu hayalet
örgütü açığa çıkarmış gibi bayram edecektir. Bak şöyle
yapalım. Yarın ben Köln’de şöyle bir araştırayım. Nuh’la il-
gili güvenilir bir bilgiye ulaşırsam akşama sana aktarırım.
Sonra ne yapacağımızı bir daha düşünürüz,” dedi.
322
Erhan’a pazartesi günü akşamı Gisela’yla birlikte bir
yemeğe gideceğimizi, eğer kabul ettilerse salı ya da daha
sonraki bir gün iş görüşmesine gidebileceğimi aktardım.
“Tamam daha iyi ya işte!” dedi. “Zaten zamana ihtiyacımız
var. Bir de durumun çok çok acil görünmediği belli. Sen
normal yaşamına dön. Polis seni izliyorsa bundan bir şey
çıkaramadığı gibi aksine senin hakkındaki şüpheleri de
azalır. Yalnız başka bir yerde operasyon olur da seni de
onlarla birlikte sorgulamak isterlerse ne yapacağız? Bana
sana ulaşacağım bir telefon numarası ver. Eğer kaçman
gerekirse sana akşama size ziyarete geleceğiz diye haber
bırakırım,” dedi. Ona bu iş için polisten kaçmayacağımı,
gerekirse her şeyi olduğu gibi polise anlatabileceğimi söy-
ledim. “Hadi sabahın hayrında bir daha düşünelim. Şimdi
yataklarımızı açalım,” dedi. Nuh’un tipini sormuştun, de-
dim. “Tipi batsın!” dedi. İnsan en yakın arkadaşına böyle
davranır mı ya! Sorunun varsa gel açıkça derdini anlat.
Baktın sana numara mı yapılıyor, o zaman elinden ne geli-
yorsa yap. Hem ben böyle arkadaşları sevemiyorum artık.
Bari yaptıkları iş biraz daha bol paralı yaşamanın dışında
başka bir amaçla yapılmış olsaydı!” dedi. “Hadi yatalım.
Kafanı da bu ıvır zıvırla yorma. Bir şekilde o adama ulaşı-
rız. Haa, Nuh’un Bünyamin olduğu benim için çok açık. Asıl
sorun onu bulup konuşabilmek. Bu neyi çözecek onu da
bilmiyorum ya! Öyle ya eğer Bünyamin seni gözetlemek-
ten vaz geçerse senin hakkındaki şüpheler bütün cephe-
lerde biraz daha azalır. Hay aksi, belki de polis onun yula-
rını serbestbırakarak delillere, kasaya, yeni kişilere ulaş-
mayı düşünüyor. Tamam, tamam! Sana yatalım diyorum,
kendim çenemi tutamıyorum,” dedi.
Sabah erkenden uyandım. Erhan’ın uyanmasını bekle-
sem kanapede kıpırdamadan durmam gerekecekti. Sessiz
olmaya özen göstererek giyinirken “kalktın mı,” dedi Er-
han. Vedalaşıp evden çıktım. Eve gitsem bir türlü geçme-
yecekti zaman. Akşam Gisela geldiğinde birlikte Leila’lara
gidip zihnimin şer merkezlerinden yine kurtulurdum. Ama
323
akşama kadar yaşanacak uzun bir gündüz vardı daha. Do-
laştım durdum. Kentte her şeye göz diktim. Ulrike’yle gi-
ripkahve içerek üzeri pudraşekerli kurabiye yediğimiz
ekmekçiydiönünden geçtiğim dükkan. Bir destanın dünya-
sı kadar uzaktı o gün bana. Yine de çekici, yürek hoplatıcı
imgeleri içinde saklayan bir destandıbu dükkan. Kendime
bir kupa kahve aldım. Camın arkasından caddeye bakarak
yudumladım acı kahveyi. Erhan’ın anlattıklarının üzerin-
den geçecektim de ne olacaktı! İnsan biraz da kendi dışın-
da gezinmeliydi.
Zor geçer denilen saatler de geçip ben yine buraya,
bana saray gelen eve dönmüştüm. Ne yoğun geçiyordu
günler. Önümde açılı kitabın sayfası Gökhan’lardan geleli
aynı sayfa mıydı? Sabah evden en geç 9’a doğru çıkıp fab-
rikaya gitmeliydim. Ne de olsa bir iş görüşmesiydi. Gerçi
Gökhan kesinlikle işe alınacağımı söylüyordu. “Abi ben her
şeyi ayarladım. Zaten bu günlerde patronun en fazla eksik-
liğini duyduğu şey işçi. Siparişler yüklü. İşçiler yıllık izin
sırası kapmak için büroya girip çıkıyor. Hem patron sen-
den iyisini mi bulacak,” deyip beni yüreklendiriyordu.
Ama ben gecenin bu vaktinde neden olduğunu bilmeden
uyuyamıyordum.
Geçen akşam güzeldi. Kendimi, kendi dışımda olanları
izleyip durdum. Evde bir televizyon vardı. Sanki hiç tele-
vizyon görmemişim gibi yadsıdım sesi kapatılmış bu aleti.
En güzeli de Ayla’nın Gisela Teyzesi’yle muhabbetiydi. Gi-
sela ona incik boncuk, toka, saçbağı ne bulduysa almıştı.
Çocuk sevindirik oldu. Kız çocukları böyle miydi, yoksa ye-
tişkinler onlara incik boncuk vererek mi böyle yetiştiri-
yordu? Ben de bir şey almayı düşünemediğimden Gis’in
uyarısıyla evdeki şaraplardan bir şişe İtalyalı götürmüş-
tüm. Yedik içtik. Gelecekten geçmişten dem vurduk. Gök-
han bizi ben diretsem de evearabayla bıraktı. “Abi yarın
sakın geç kalma. Biliyorsun ya, bu Almanlar kendileri da-
kik olmasa da bizden dakiklik bekler,” dedi. “Haa!Yarın gö-

324
rüşmede patrondan senin hakkında bazı şeyler duyarsan
şaşırma. N’apayım adamı tava getirmek için önüne biraz
hoşuna gidecek bilgi attım. Gerçi anlattıklarımda bir yala-
nım yoktu ya,” dedi. Binanın kapısından içeri girmeden Gis
“eve gitsem daha iyi olacak. Şimdi ben yukarı çıkarsam sen
dinlenemezsin. Zaten dün de uyumamışsın,” dedi. Biraz
şaşırdım. Şaşıracak bir şey yoktu aslında. Çoğu zaman ol-
duğu gibi ipince bir Gis idi işte. Gerçi yukarı çıksaydı belki
de şimdi birbirimize sokularak uyuyan bir çift olacaktık.
Çıkmayışında biraz da yarınki görüşmeyi benden çok
önemsediğinin bir belirtisi yok muydu? Caddeden geçen
bir taksiyi durdurup evine gitti.
Hala uykum gittiği yerden dönmemişti. Ama yatma-
lıydım. Posttaki kılları elden geçirmektense ben soluğumu
sayardım. Nasıl olsa herkes eninde sonunda bir şekilde, er
geç evine dönerdi.

325
TISCHLER GESELLSCHAFT

Sabah kıvrana kıvrana evde beklemektense çıkıp şirke-


te gittim. İşyeri Ren kıyısındaydı. Irmakla aralarında yakla-
şık elli metrelik bir bisiklet ve yaya yolu uzanıyordu. Böyle
bir yerde çalışmak çok güzel olurdu. İnsan iş çıkışı hiç ol-
mazsa koşturarak bir yerlere aceleyle ulaşma kaygısı taşı-
mazdı. Tischler Gessellschaft’ın kapısından çıkıp sola döne-
rek birkaç adımda kıyıda olurdum. Sonra kıyıda bıkana ka-
dar yürüyerek günün yorgunluğunu bedenimden atardım.
326
Dönse miydim? Belki dalıp ta İsviçre’ye kadar gidip Markus
Bey’le olan görüşmeyi kaçırırdım. Fabrika hayli uzaklarda
kalmıştı. Telaşlanma, geriye doğru daha yavaş yürüsem bi-
le, ( bu mümkün değildi, çünkü akıntı yönünde yani Kuzey
Kuzey gidecektim,) bana yine de bir on dakikalık süre kalır-
dı. Bir olsaydı bu iş. Olmazsa olmazdı. Ölecek değiliz ya!
Hem biraz olsun şu Gökhan’a inansana!
Gökhan elbette işçi alımında yetkili biri değildi. Ancak
fabrika için yeri biraz zor ya da biraz pahalı doldurulacak
biri olmalıydı. Çünkü o Türkiye’de meslek lisesinde oku-
muştu. Elektrikçiydi. Motorlardan anlardı. Hatta basit in-
şaat işlerini de yapabilirdi. Herr Markus eğer Gökhan ol-
masaydı böyle bir çalışan yerine en az iki kişiye maaş
vermek zorunda kalabilirdi. Ayrıca Gökhan beyazyakalı
mavi tulumlu sayılırdı. Tahmin ederim yüksek bir maaş
alıyordu. Makinelerin bakımını haftasonu tatilinde bir ar-
kadaşıyla yaptıklarını söylememiş miydi? Patron çoğunda
onlarla olurdu. Bir makinede iş sırasında sorun çıksa Gök-
han’ı bulurlardı hemen. Galiba Markus Bey’in onu sevme-
sinin duygusal nedenlerinden biri de Gökhan’ın bir Alman
kadınla evli olmasıydı. Buna bir ek, Gökhan’da tatil kav-
ramı gelişmemişti. Fabrikayı, fabrikada kalmayı seviyor
olmalıydı. Tahmin ederim Markus da onu seviyordu ki
Gökhan benim için aracılık yapmaya cesaret edebiliyordu.
Birkaç dakika oturduktan sonra beni dipte bir odaya
aldılar. Markus koltuğundan kalkıp elimi sıktı. Oturacağım
yeri gösterdikten sonra yerine geçti. Bir sessizlik beni te-
dirgin etmeye başladı. “Adım Mehmet, soyadım Sabran.
Fabrikanızda çalışmak istiyorum. Yaklaşık iki yıldır
Köln’deyim. Şimdiye kadar dil kursu ve çalışma kurumu-
nun meslek edindirme kursuna gittim. İkinci kursta iş tez-
gahları, iş makineleri, iş robotları ve biraz da işletmecilik
üzerine dersler izledim. Eğer bir önemi varsa sertifikamda
notum pekiyi. Bir otomobil fabrikasında ve bir sac fabrika-

327
sında gözlemler, incelemeler yaptık. Zannederim Gökhan
Bey size hakkımda bazı bilgiler iletmiş olmalı.”
“Evet, bazı şeyler anlattı. Peki burada bir işte çalıştınız
mı?”
“İki ay kadar BIW şirketinin bir işyerindeki makine
temizleme takımında hafta sonları çalıştım. Sonra kurs
başlayınca bıraktım. Tahmin edersiniz işte, kısa süreli
gündelik işlerde de çalıştım. Haftada 2-3 gün iki saatlik
garsonluk yapma gibi. Başka birçalışma deneyimim yok.
“Gökhan Bey bana sizin oturma, çalışma izinlerinizin
olduğunu söyledi. Böyle bir sorununuz var mı?”
“Hayır, yok.”
“Peki herhangi bir sağlık sorununuz var mı?”
“Hayır, yok. Özür dileyerek şunu da eklemek isterim.
Duvardaki resimlerinizi, vitrindeki madalyalarınızı görün-
ce bunu söylemeye cesaret etmiş olmalıyım. Eski bir atlet
olduğumu belirtmek isterim.”
“Gerçek mi bu? Koşucu muydunuz?”
“Evet, okul yaşamımda uzun yıllar 1500 metre koş-
tum.”
“Bu çok güzel. En iyi dereceniz ne kadardı?”
“Bir yarışmada 3.58. 10 koştum. Pek iyi sayılmaz. An-
cak hep daha düşük bir derece yapabileceğimeinandı beni
çalıştıranlar . Fakat bu bir türlü olmadı.”
Markus Bey yerinden kalkıp bana ve kendisine iki ku-
pa kahve getirdi. Kahveye süt ve şeker katmadığımı gö-
rünce, “iyi ediyorsun. Şimdi daha az kalori harcadığımıza
göre kahveyi sade içmek gerekiyor,” dedi. Peki başka bir
mesafe koşmamış mıydım? Ona 3000 denediğimi, fakat
derecemin çok kötü olduğunu söyledim. Markus asıl ola-
rak 800 ile 1500 koşmuştu. Münih’te, Quebec’te yarış
anında çekilmiş resimleri vardı duvarda. Varsın olimpiyat
madalyası olmasındı. İkincisinde en iyi derecesi 3. 46. 25

328
idi ki bu derece onun zamanında çok iyi bir derece olma-
lıydı. 800 için 1.48 gibi bir derece söylemişti. Bunu tam
olarak anlıyamamıştım. Çünkü o an zihnim eğer Markus’la
aynı yarışta koşsaydık bana kaç metre takardı ile uğraşı-
yordu. Yarışı o yaklaşık 90 ile 100 metre benden önde bi-
tirirdi ki bu da bütün alkışları toplamısına yeterdi. Mar-
kus’un 800 metre koşusunun derecesini bir de bir an dikka-
timi başka bir şeye yöneltinceyeni bir dilde hemenkarıştırı-
lanın rakamlar olması nedeniyle seçememiş olmalıydım.
Rakamları hala anadilime çeviriyordum. Alışverişte ödeme
yaparken bile bana bildirilen cümleyi sesli olarak tekrar
ederek zamankazanıp anlamaya çalışırdım.
Peki şimdi spor yapıyor muydum hiç? Evet, haftada üç
gün bir parkta çayır gören taylar gibi koşuyordum. Bazı
haftalarda eğer hava yağmurluysahemen dışarı çıkıp koş-
maktan kendimi alamıyordum. Markus da yağmurun al-
tında koşmaktan hoşlanıyordu. Yağmur altında insan tıpkı
su soğutmalı bir araba motoru gibiydi. Ne kadar koşsa
radyotör su kaynatmıyor, motorun gücü düşmüyordu.
“Seninle cumartesi günleri birlikte koşabiliriz. Gökhan
Bey’le gelirsin cumartesileri. Onlar makineleri haftaiçine
hazırlarken biz de Ren kıyısında koşarak yüreğimizin, ak-
ciğerlerimizin, bacaklarımızın bakımını yaparız, olur değil
mi?” dedi. Evet, koşabiliriz, dedim. Ben buraya ne için
gelmiştim, “koşabiliriz,” derken bunu unutmuştum. “Eşiniz
galiba bir Alman,” dedi. Evet, adı Gisela. Başını benim çıka-
ramadığım bir anlamda aşağı yukarı salladı. Türkiye’de
makine mühendisliği öğremini neden yarıda bırakmıştım?
Ne diyebilirdim ki ona! Akademiyi faşistler ya da sivil po-
lisler bombaladı mı diyecektim? İnsanlar öldü, insanlar
yaralandı, insanlar yüksek korkunun içinde korktuklarını
anlamadan kıpırdamadan oldukları yerde kalakaldılar...
Hem bir ben mi bırakmıştım okulu! “Ben ekonomi oku-
dum. Bu şirket üç kuşaktır bir aile işletmesi. Ailemizde sa-
dece bir kişi işi üzerine alırdı. Bu ailemizde uyulması ge-
reken eski bir gelenektir. Bizim kuşaktakiler de beni kur-
329
ban seçti. Onlara itiraz edecek, başka bir yaşam seçebile-
cek durumum yoktu. İşte şimdi de teslim aldığım işletmeyi
daha geliştirme, büyütme çabasındayım,” dedi. Kıpırdadı,
koltuğunda dikleşti. Sanki mahrem olan bir şeyi (-i hali,
akkusativ) kaçırmıştı ağzından.
“Peki, işe ne zaman başlamak istersin? Yarın, öbür
gün, ya da?”
Sahi ben buraya iş görüşmesine gelmiştim. Markus
bana ne diyordu böyle? “Sabran Bey. Sizi büroda Trotta
Hanım’ın yanına götüreceğim. O size hangi belgeleri ge-
tirmeniz gerektiğini söyler. Onunla görüştükten sonra tek-
rar buraya gelirsiniz.” Bir hoşnutluk, bir sevinç. Güzeldi işi-
tip anlayıp elde olmadan sevinmek. Duygularımı bu kadar
belli etmeyebilsem keşke! Kadının yanına gittik. Ona “Sab-
ran Bey en kısa sürede fabrikada işe başlayacak. İstediğiniz
belgeleri ona açıklayın lütfen,” deyip odadan çıktı. Kadın
beni tebrik etti. Burada aylık olarak 1500 mark alacaktım.
Keşke Markus’a 3000 metre koştuğum masalını anlatsay-
dım sadece!
(Elbette pazarlık etme hakkım yoktu. Bunun için her
türlü güç açısından Frau Trotta’dan fazlalığımın olması ge-
rekiyordu. Kendime acındırmak, ona sevimli görünmek,
onu daha yüksek bir ücret vermesi için korkutmak–tehdit:
sınırlandıran, hudut koyan mıydı,- gibi bir konumdadeğil-
dim. Asıl yüksekte olan, masanın öteki tarafında oturan
güçlü oydu. Trotta Hanım’ın ince balıkçıyakası apaktı. Ge-
rektiğinde aynı zamanda Markus’un birikmiş ve birikecek
sermayesiyle, bu sermayeyi koruyup kollayan bütün “zor”
kurumlarıyla devleti de temsil ediyordu Frau Traue (Trot-
ta)! Onun karşısında 25 Şubat 1848’in Raspail Dede’si ke-
silemezdim. Araççı akıl, erekçi akıl, faydacı akıl gibi bütün
akıl türleri harıl harıl çalışıyor ve düzenin yaptığı (made in
system) artsüremli zamanı Dedeyi 140 geçiyordu. Üstelik
burası da Köln’dü. Paris’teyse köhne belediye binasında
kurucu meclis toplanmış geçici hüküm verip edecekler bir
330
araya gelmişti. Üyelerin aklından geçiyordu ya (çünkü
1789 yaşanmıştı Paris’te), bir türlü ellerinden gelmiyordu
cumhuriyet kurmak. Dedem -aha niyazın!- belediyedeki
toplantı salonuna girdi. Hükümsüz hükümcülere“Paris ça-
lışanları adına cumhuriyeti ilan etmenizi emrediyorum.
Size iki saat süre. Eğer ilanda geç kalırsanız bilin ki200 bin
kişiyle buraya yine geleceğim,” dedi. Bu dedelerin işi gücü
zaten yönetici toplantılarını basmaktı. Birkaç ay sonra 15
Mayıs’ta da kurucu meclisi basıp zorla dağıtmaya kalkışa-
caktı ak sakallı Barbes, Blanque, Raspail. Onların o zaman-
lar Paris’te öteki adı–kralcılar arasında olduğu gibi burju-
vular arasında da- kömünizmdi ve iki tane yüzlük bini sa-
ray bahçelerine, caddelerdeki barikat arkalarına, gerekti-
ğinde –sıvışıp sığınma yerleri olan- Doğu Paris’in kale gibi
örülü işçi semtlerine geziye götürebiliyordu. Bense kendi
halimdeyalnız bir Tahir’dim.Bundan önemlisi (inşallah
şimdilik) arkamda yürüyen birkaç Gis’den başka kimsem
yoktu.)
Arzu ile Talip buluşması mı oluyordu bu şimdi! Asla!
Olan her yerde ve zamanda olan çalışanların üst dışların-
dakiler tarafından nasıl yaşamaları gerektiği ve nasıl yaşa-
yacaklarının belirlenmesiydi. Eh, kimimiz de buna kader
diyebilirdik. Yani adlandırma diye bir sorun vardıysa bile,
can alıcı kısım işleyişin nasıllığındaydı.Yıllık iznim vardı.
Haftasonları iki gün tatildi. (İşte bundan sonra yaşayabile-
ceğim zamanlar bunlarla sınırlıydı.) Bazı haftalar hafta-
sonları da çalışılırdı. (Bir eliyle verdiği yaşam süresini kı-
saltmanın yollarını önceden tecrübeyle biliyordu bu ka-
dın.) Tabii o zaman ödenecek ücret daha çok olurdu. (Kah-
rolsun ücretli emek düzeni. Yaşasın cennet!) Çalışanlara
öğle yemeği veriliyordu. (Yine de teşekkürler Frau Trau!)
Ayrıca molalarda çay, kahve gibi içecekler otomatik maki-
nelerden sıcak sıcak alınabilirdi. Yine çalışırken giyebile-
ceğim iş giysileri ve ayakkabıları da kendisinden alacak-
tım. Ustalar (Otto Bey ya daJoachim Bey) bana kullanabi-
leceğim bir giysi dolabı gösterirlerdi...Pasaport fotokopisi,
331
çalışma izni bir de belirttiği bankada hesap açtırmamı ve
hesap numarasını onagötürmemi söyledi. Bir kağıda iste-
diği şeyleri yazıp uzattı. Kadını pek de dikkatli dinleme-
dim. (Ah Paris! Autres temps, autres moeurs, autres rébel-
lion!) Nasıl olsa Gökhan vardı. Ayrıca kendi içimdeki hü-
zün ile sevinci (bir halk hikayesindeki gibi: Hüsnü ile Se-
vinç,) biraz bastırabilmenin bir yolunu arıyordum. Biraz-
dan Markus’a, Gökhan’a akşama da Gis’e çok sevindiğimi
göstermemeliydim. Sahi göstersem ne olacaktı! Aslında
sorun benim içimde olmasındı? Son yıllarda, kimbilir ne
zamandan beri, bir işe girip çalışmak diye bir şey hiç ak-
lımdan geçmemişti. Galiba devrimciliği ben de karın do-
yurmak için yapılan bir meslek sanıyordum. Hayır, dev-
rimciliğin bir meslek sayılması bana hep anlaşılmaz bir
sav gelmişti. En başta mesleği işbölümü görüyordum her
ve halde. Ama yine de bütün tehlikelerden (rastlantı eseri,
birinin eliyle, birinin armağan etmesi yoluyla ya da kendi
becerilerim sayesinde) kurtularak yaşamaya devam etmek
güzeldi. Yaşamak için de çalışmak zorundaydım. Bu zorun-
lu oluş sevinelecek bir şey değildi ya, ben gönüllü çalışa-
rakzorunluluğu aşmış olacaktım. Öyleyse sınırsız sevinebi-
lirdim artık çalışacak bir iş sahibi oluşuma. (Bir nesneye
sahip olmanın olanakları ve güzelliği, güzelin olanakları,
olanak güzelliği olarak sahiplik sevinci Leibniz’den beri
iyice açıktı. Dedem Leibniz’in bu anımda yanımda oluşun-
dan dolayı ellerinden öperdim. Dedem demek bile bu bağ-
lamda Leibnizci bir yaklaşımdı. Monadoloji’de belki de
bunu şakıyordu. “...Çünkü eksiksizlik olumlu olgusallığın
büyüklüğüydü... sonlu şeylerin sınırları bir yana atılınca
elde edilirdi ve Tanrıdaki eksiksizlik mutlak olarak son-
suzdu...) Bunu kimseden saklamanın gereği olmadığı gibi
tersine sevdiğim her insana sevinçli olduğumu gösterebi-
lir, söylebilirdim. Bu aslında insanların çoğunu kendi ser-
maye birikimlerini çoğaltmak içinişyerleri kamplarında
tutan toplayan zengin sınıflardan zorla alınan bir haktı.
1848’in Parisli 25 Şubat devrimcileri topladıkları mecliste
332
ilk sıralarda bu hakkı görüşmüşlerdi. Bir işçi olan Marche
Dede, daha yeni kurulmuş olan geçici hükümete “işçilerin
yaşamını (iş güvencesiyle) güven altına almayı, her yurtta-
şa iş bulmayı ve daha nice görevin hükümetin hemen ye-
rine getirmesi gereken sorumluluğu olduğunu” belirten
bir kararnameyi imzalattı. Sermaye sahibi zenginlere bu
gönüllü kulluk esasında acıydı. Ancak ekmeksiz yığınların
barınaksız kitlelerin açıkta aç yaşayıp ölmesinden iyiydi.
Ölmektense kulluk yaparak hiç olmazsa belki yarın bir gün
efendileri ve efendiliği ortadan kaldırarak kendi yaşamla-
rını daha özgür ve kendileri için bir yaşamaya çevirebilir-
lerdi. Bu umudun yaşatılması da gerçekleştirilmesi de çalı-
şanların bu dünyada torun torbalarıyla var kalmalarına-
bağlı bir varoluş değil miydi?
Markus beni fabrikaya götürdü.Seyirci yeri olmayan
(tribünsüz)kocaman bir spor salonu (Halle) gibiydi.
(Sporcu makineler, koşucu makineler,yarışçı makineler ey
makinekırıcılar neredesiniz! Marx’a görünmeden arka ta-
raftaki mal girişçıkış kapısını kullanın!) İşçiler o yoğun gü-
rültünün içinde, talaş, reçine kokulu ince tozlu bir havayı
soluyarak çalışıyordu. Kimi basit bir maske takmıştı. Kü-
çük vinçler sırtladıkları kocaman tel kafeslerdeki mobilya
parçası olacak ve olan parçaları arka taraftaki yüksek ka-
pıya doğru getirip götürüyorlardı. Gökhan bir makinenin
çevresini yanında iki kişiyle dolaşıp duruyordu. Yüzündeki
ifade bunun neyi var acaba, diyordu. Herr Markus bana
“işte bu da Herr Güneş,” dedi. “Tanışıyorsunuz, tabii ki!”
diyerek yine gizli bir anlamla başını sallamaya başladı.
“Gökhan Bey, bir saniye beni izleyin lütfen!” dedi. Gökhan
(kendisine ön adıyla seslenen) patronun peşine düşüp bir
yandan ellerini bir üstüpü (eskiden kendir, burada pamuk)
tomarıyla temizlemeye çalışıyor bir yandan da göz kırpıp
baş sallayarakbana “ne oldu” diyordu. Başımı öne doğru bir
kere eğip hemen yerine kaldırarakbir göz ile dudak arası
gülmesiyle onu cevapladım. Çocuk bu çocuk billahi! Bana
sarılarak “hayırlı olsun abi, çok sevindim gerçekten,” dedi.
333
Markus Bey arka çatalkapıdandışarı çıktı. Köln’ün en sıcak
günleriydi. İçeri dışarıdan serinceydi. Bir de gürültüsü, ta-
laş tozu veçam reçinesi kokusu olmasaydı keşke.
“Gökhan Bey neden bana Sabran Bey’in eski bir koşu-
cu olduğunu söylemediniz,” dedi. Kızgın mıydı, bilinen bir
şeyin sevincini birlikte yaşamak için soru kılığında bir ile-
tişim miydi? Gökhan içtengelen çocuksu bir telaş kıpırtısı,
ifadesi sonrasında belki de bunlar tam geçmemişken
“Tischler Bey gerçekten bunu size söylemek aklıma geldi o
zaman. Ama bu önemsiz bir ayrıntı gibi geldi bana. Meh-
met Abi o yıllarda mahallemizde biz çocukların hayranlık
duyduğu bir gençti. En iyi futbolu o oynar, dünyada en hız-
lı o koşar, herkesi geçebilir sanırdık.” Markus lafına baş-
larken kahkahasına da başlamış gibiydi. “Dünyanın benim
dışımdaki bütün koşucularını demek istedin, değil mi,” de-
yip kahkahısıyla Ren’in karşı kıyısındaki çayırlarda dinle-
nen bütün kuşları havalandırdı. Sonra “Sabran Bey evrak-
larını tamamlayıp Trotta Hanım’a götürünce hemen işe
başlayacak. Sen Otto Bey’e söyle, hangi makinelerde iş yo-
ğunluğu varsa Sabran Bey’i orada çalıştırsın. Bir de Sabran
Bey’e şimdi fabrikanın her yerini, bütün makinelerini gös-
ter,” deyip yanımızdan ayrıldı. Gökhan’la giyinme odasına,
tuvaletlere, duşlara baktık. Kendimize otamattan birer
kahve aldık. Bahçeye geçip gölgede bir banka oturduk.
Gökhan olanları sordu. Anlattım. Birazdan yemekleri ge-
lirdi. Yemeğe giderdik. Çok teşekkür ederek ondan ayrıl-
dım. Ren’in kıyısına varıp içimdeki soluğu bir çırpıda karşı
kıyılara gönderdim. Soluğum bir yük gemisinin kaptanının
şapkasına çarptı. O da bana derinden gelen bir deli boğa
böğürtüsünü andıran ürpertici bir sesle selam ve kutlama
gönderdi. Beni de alsaydı güvertesinde boş bir yere. Ham-
burg’a doğru götürseydi, içinden geçe geçe gittiği kentlere.

334
335
NUH

İşe gireli tam bir buçuk ay geçmiş. Ben biri çalıştığım


günlerin kiralanma bedeli, diğeri de bir aylık tam çalışma-
nın karşılığı sayılarak iki kere maaş aldım ve tükettim.
Haftasonu koşuları için yaptığım harcalamalar başlangıçta
zoruma gitti. Ancak birkaç koşu sonrası bunun bir iş zo-
runluluğu olarak sayılamayacağına karar verdim. Markus
Bey’le birkaç cümlecik sohbetler eşliğinde bir saat süreyle
yavaş yavaş Ren boyunca koşmak ve ardından fabrika
bahçesinde açma germe hareketleri yapmak çok hoşuma
gitti. Durum böyle yaşanınca aldığım eşofman takımı, aynı
markalı koşu ayakkabısı, rüzgarlık, çorap, bir çift kısa kol-
lu fanilaya ödediğim on günlük ücretin pek önemi kalmadı.
Bunlar yaptığımız tek gereksiz harcama değildi. Alınan
nesneler eşyalar sanki bizi yeni şeyler almaya, onları ye-
deklemeye, tamamlamaya zorluyordu. Bir akşam Gise-
la’nın arkasında sakladığı ve bana bir öpücüğe sattığı alış
torbasından bir takım patlıcan moru eşofman, iki ince be-
re, bir çift ayakkabı, beş çift çorap ile iki spor atleti çıktı.
“Markus Bey’in en az beş takım spor giysisi vardır,” dedi
bana. “İki takım sana çok değil. Evet, daha fazlasını istiyor-
san bunun gerekip gerekmediğinitartışabiliriz. Sana çok
336
yakıştı bunlar. Gerçekten bu kadar yakışacağını tahmin
edemezdim. Sen de sevdin mi bu takımı?”
Bunlara, yaşadıklarıma, yaşayıp da unuttuklarıma, hiç
farketmeden yaşadıklarıma bir türlüinanamıyorum. Bil-
memenin, benim için yeni olan nesnelerin, insanların, çev-
renin akışı işleyişi içinde her şeyi bir an önce öğrenmek
için çaba sarf etmenin telaşıyla birbirine eklenen günler-
deydim. Şu an olanları, olmaya devam edenleri düşündü-
ğümde ben bu geçen sürede nefes aldım mı diye kendime
sorasım geliyor. Ancak hayat akıyor dediğimiz şey tam da
bu olmalı. İçinde bulunduğumuz ilişkiler ağına ayak uydu-
rup onları bir alışkanlığa çevirmekte hayli ustayız. Öyle bir
kendiliğindenliğe girmiş olmalıyım ki benim küçücük bir
tasarı oluşturmaya sanki ihtiyacım yok. Haftanın beş günü
aynı saatte kalkmanın alışkanlığıyla daha şimdiden aynı
saatte kalkıp evlerin içinde dolaşmaya başladım. Eğer Gi-
sela’nın yaşadığı yerde kalmışsam bu dolaşmaları biraz
daha sınırlandırmaya uğraşıyordum ki bu bile bir tasarı,
bir uygulama olarak tasarımsız sürmekte inat eden haya-
tıma girdiği için seviniyordum.
Dün Gisela hayatımızda bir yenilik olacak olanın ha-
berini manşetten duyurdu. Eylülün başında Köln denilen
kentin güzel bir yerinde uyanacağız yatağımızdan. Eve
bakmaya gittiğimizde yerleşim yerini seçen bizden önceki
kuşağa ya da kuşaklara içimde bir minnet duygusu uyandı.
Gerçekten bugün çoğumuzun beğenmediği eski kuşaktan
insanlar bir yaşam yerinin ne gibi özellikleri olması gerek-
tiğini biz ukala torunlarından çok daha iyi biliyor gibiydi.
Türkiye’de de eski kentlerin yerleşim yerleri seçimi beni
hep hayret ettirmiştir. Batılıların Küçükasya, biz Türkiyeli-
lerin Anadolu dediğimiz topraklarda Roma’dan önceki çok
eski zamanlarda kurulan kentlerin yeri düşünüldüğünde
ve buraların hala insanların yaşadığı yerler oluşu göz önü-
ne alındığında içinde kalakaldığımız hayret kendini bir
hayret denizine çevirir. Gis burayı kendisi kurmasa bile,

337
burada yaşamayı seçen bir mirasyedi torun olarak bu hay-
retime başka bir boyut ekliyor gibiydi. Bu kadındaki tasa-
rılarını kovalama gücünü, kimseye (bana mı?) bir şey söy-
lemeden gizli gizli uğraşıp durmasını, bu uğraşlarına işi
dışında yüksünmeden zaman ayırabilmesini bir türlü kav-
rıyamıyorum. Tür olarak kadınlar bana erkeklerden çok
daha güçlü gelirdi hep. Onlar daha dayanıklı, daha güçlü,
daha hızlı idiler. Çektikleri acılara katlanabilme düzeyleri
daha yüksekti. Eğer bir kadın başım ağrıyor diyorsa bilin-
meliydi ki bu ağrı birçok erkeğin inlemeden katlanamaya-
cağı bir ağrı olmalıydı. Böyle olmalarına rağmen topluluk-
ların bu şekilde örgütlenmesinde onların katkıları yok sa-
yılıyordu. Çünkü onların zihinsel, duygusal, bilgisel, edim-
sel becerileri toplulukların ve en genelleyici bir biçimde
söylersek toplumların böyle örgütlenmesine kendiliğinden
karşıydı. Ama bu her açıdan yapılacak her değerlendirme-
ye göre çok büyük bir haksızlıktı. Sınıfsal açıdan yapılacak
bir değerlendirmeye göre de mi? Evet, iktidardan paylan-
mış bir kadın bile yaşamın birçok yönü açısından evde, iş-
yerinde, ilişkilerinde erkek işlevdaşlarına göre bencillik
dışı davranışlar, tutumlar, duygulanışlar, düşünüşler,
edimler içindeydi. Örneğin Gis, pek dillendirilmemiş, or-
taklaşa planlanmamış, ortaklaşa çaba gösterilmemiş bir-
likte oturacağımız evi kendi başına uğraşarak bulmuştu.
“Ev çok güzel. Emlakçıyla bakmaya gittiğimizde bu kadar
hoşuma gideceğini hiç tahmin etmezdim. Sanki hayallerini
kurduğum ev buydu. Kirası biraz pahalı doğrusu. Ama ol-
sun, ikimizin bu berbat evlere ödediğimiz paranın üstüne
biraz daha kattığımızda kirayı denklemiş oluruz. Yani 400
mark daha ödemem gerekecek ki o ağaç denizi içinde, o
kocaman üç odalı daire bunu hak ediyor doğrusu.”
Ev Rodenkirchen’deydi. Weisser caddesine açılan Mo-
zart sokağının caddeye yakın kesiminde emsallerine göre
geniş bir bahçenin içinde beş katlı bir binadaydı. Çevre (?)
çok güzeldi. Sokak adları Johann Strauss, List, Beethoven,
Schubert, Wagner diye diye gidiyordu. Az ötede Rodenkirc-
338
hener köprüsü ırmağın iki yakasını bir araya getirir gibiydi.
Yine geride galiba Weiss denilen yarımada yerleşimi bulu-
nuyordu. Irmak Güney’den gelip önce Doğu’ya yönelip son-
ra tatlı bir dirsek yaparak Batı’ya akıp tekrar Kuzey’e Ba-
yenthal taraflarına çeviriyordu yönünü.Bu kavisteki yarı-
mada bir yerleşim olarak Weiss olmalıydı. Gerçi işyerim bi-
raz daha Kuzey’de kalıyordu. Yani gidiş geliş için ayırmam
gereken zaman daha da artacaktı. Taşındığımızda Industrie
caddesinden Niehl taraflarındaki işyerine gitmek için bir
araba almam hem de acele olarak bunu gerçekleştirmem
nerdeyse bir zorunluluğa dönüşecekti. Yani ben kendi ken-
dimi iş buldum diye rahatlatırken işin benden istediklerini
derleme peşinde harcayacaklarımı kazanmak üzere çalışıp
duracaktım. Olsun muydu, harcamaları karşılamak için iş-
yerim sayesinde tanıştığım bir dost bankadan lafı edilmez
bir faizle borç isteyebilir miydim? Nasıl olsa yaşıyordum.
Bu sürede borçları da öderdim, olurdu biterdi. Anladım ki
borç hangi yiğide kamçıdır.
Bunu Markus’a söylesem gülmezdi bile. Ona göre yap-
tığımız işler hayatımızın temel eylemiydi. Elbet işimiz dı-
şında yaptığımız, kurduğumuz, uğraştığımız şeyler de var-
dı. Ancak bunlar ikinci, üçüncü sırada kalan ve gerçekten
de öyle olan şeylerdi. En güzeli de bu eylemlerimizin bizi
işlerimizde başarılı kılması için özellikle bilerek kurgula-
dığımız, yaptığımız ayrıntılar olmasıydı. Markus’un bu iş
güzellemelerine gülemiyordum. Çünkü Markus çalışmanın
güç, iktidar ördüğüne inanan bir üst kültürün insanlarının
içinde yetişmiş ve yaşıyordu. Bu açıdan aramızdaki tek
fark benim burada yaşıyor olmama rağmen burada yetiş-
memiş olmamdı. Gülme anlayışlarımızdaki farkın çıktığı
temel de buydu. Onun benim düşüncelerime, duygularıma
gülemediği gibi ben de ona içten, gerçek, sıcacık bir gülüş-
le gülemiyordum.
Hayat ekmek bulmayı çoktan bir sorun olmaktan çı-
karmıştı benim konumumda. Yani istemeden benim de

339
paylaştığım bir yaşama biçiminin gereklerini temin etmek-
ten başka temel bir anlamı olmayan bir şeydi modern ya
da geçmodern hayat kendi hakikatinde. Ben o hakikatin
içinde gelecek günlerimi, aylarımı, yıllarımı ona vakfetmiş-
tim. Hepsi buydu. Gisela’ya sarılabilmekten, onunladert-
leşmekten, bu içi boşaltışmızlığı değiştirmeye çabalamak-
tan, kendimizi bize dayatılanların içindeyken değiştire-
bilmeyi, gerçekleştirebilmeyi umut etmekten, onunla ses-
sizce yürüyüşlere çıkmaktan başka dayanacak pek bir şey
kalmıyordu bana. Yeterdi bunlar bize,henüz kendini gös-
termemiş, oluşan, bir yandan da bağrında yaşadığımız ge-
lecekte güzel şeyler düşlemek için.
İşe girdiğimden sonraki ikinci haftasonunda bir cu-
martesi akşamı Erhan’a uğradım. Onlara gidişimde Er-
han’dan işiteceğim haberlerin merakının pek etkisi yoktu.
Sadece benim sevindiğim bir şeyi, çok basit de olsa bir işte
çalışmaktan duyduğum sevinci Erhan’la paylaşmaktı gidiş
niyetim. Sonra Erhan da dokuz on gün önceki konuşma-
mızdan sonra durumumun ne halde olduğunu merak
ederdi. Yani bu ziyaret için bir şeyleri öne sürmeye, gerek-
çe göstermeye ihtiyacım yoktu. Ben Erhan’ı, belki Kaan’ı
da görmekten hoşnut kalacaktım. Bundan dolayı onların
evde olup olmadıklarını bilmeden eski yurduma uğradım.
Erhan evdeydi. Bu da onun Köln’de ev dışında bir akşam
hayatı olmadığından şaşılacak, sevinelecek bir rastlantı
değildi. Olsun, yine de çok güzeldi bu. Okuyup bitirdiğin
bir kitabı rafa kaldırıp ona ihtiyacın olduğu bir zamanda
elini uzatıp raftan almak gibiydi Erhan’ın çatıkatında bu
saatte bulunuşu. Uzun uzun oturduk. Çay içtik, pasta ye-
dik. Türkiye’den Almanya’dan zamanın akışında bize gü-
lünç gelen şeyleri birbirimize anlatarak bol bol güldük.
Üzüleceğimiz insanları, davranışları, tutumları hafif bir
sesle, cümlelerimizi kısaltarak birbirimize aktardık. Yazık-
landık, hayıflandık, sevindik, gururlandık. Gene de iki ar-
kadaşımız mahpustaydı. Biri kaçaktı. Yaptıkları, yaşadıkla-
rı, kendi aralarındaki ilişkileri onaylanmayacak bir ilişki
340
de olsa onlar bizim arkadaşlarımızdı. Bir dönem arkada-
şımız olan insanlar eğer biz o dönemi kazıyıp atamıyorsak
hayatımızdan, hala arkadaşımız kalmalıydılar. Bunu biz
anlamıyorduk. Ancak kendilerine tepeden baktığımız sıra-
dan diye tanımladığımız insanlar bizden bilinçliydiler ki
bunu açık seçik biliyorlardı. Bunun için de bu insanlar içi-
mizden biri bizden ayrılmış da olsa, bize küfür ediyor bile
olsa, olumsuz ya da olumlu bulunan bir edimde bulundu-
ğunda “bak eski devrimciler ne yapmış,” diye değerlendi-
riyordu.
Erhan kendi anladığınca böyle bir konumda isteme-
den de olsa yer aldığımdan dolayı beni teselli etti. Hiçbir
tehlike yoktu beni tehdit eden. Ayrıca endişelenmeme de
gerek yoktu. Çünkü Musa Köstence’ye gitmişti. İyi de et-
mişti. Eğer bir Birlik üyesi ülkeye gitse en az burdaki ka-
dar tehlike içinde kalırdı. Burada yaşayan arkadaşlarını da
tehlikeye atabilirdi. Çünkü bu ülkelerin güvenlikçileri elle-
rindeki bütün dosyaları gerektiğinde ortak kurdukları tim-
lerle izliyordu...
Erhan kendini kaptırmış Musa’yı anlatıyordu. Mu-
sa’nın geride kalan bir sevgilisi vardı. Neolacaktı şimdi o
kadına? Bu işlere başlarken akıllarından hiç geçmeyen,
kimsenin aklına getirmediği, bitirirken bile akıllarını hiç
kurcalamayan olumsuz davranışlar, ilkesizlikler, kolaycı-
lıklar, birbirine kazık atmalardevrimcilere reva mıydı? İn-
sanın insanla ilişkisi hiç bu kadar bilinçsizce sürdürülebi-
lir miydi? Her ilişkimiz böyle, geçici, üzerine bir şeyler ta-
sarlanamaz, yarını olmayan, ne kadar süreceği belirsiz
olacaksa nasıl devrim yapacaktık? Devrim yapsak bile yeni
ilişkilerimiz vahşet dönemimindeki gibi olacaksa devrime
ne gerek vardı? Refika’ya yazık olmuştu. Kadın Köln’deki
bütün devrimci sığınmacılara küfür edip geziyordu orta-
lıkta.
Erhan bu sıkıntılı konuşmayı sürdürürken bir yerlere
uçup gittim ben. Nuh gerçekten Köstence’de miydi? Peki
341
orada adı neydi? İhtimalki yine bir peygamber adı ile dola-
şıyordu. Yusuf? Kuyuya atılmış küçük kardeş, kıskanılan,
kadınları kendine çeken tılsımlı güzellik, devlete vezir
olan, babasını acılara gark eden, annesinin çektiği acılar-
dan hiç bahsedilmeyen?.. Belki de İbrahim idi orada. Bunu
bilemizdim. Tahmin etmek de çok zordu. Oturup 124 bin
ismi tarayacağıma Köstence’ye gitmek daha kolaydı. Onu
bulsam ne olacaktı? Benimle merhabalaşmak bile isteme-
yen bir arkadaş değil miydi Nuh? Üstelik hakkının olduğu-
nu düşündüğü, benim haberimin bile olmadığı bir para
yüzünden aylarca peşimde dolaşan bir insandı Nuh. Er-
han’ın yaklaşımıyla ben onu arkadaşlıktan atmasam bile o
beni düşmana çoktan kaydetmiş olmalıydı. Acaba hala
benden şüpheleniyor muydu? Acaba oralarda paraya ihti-
yacı var mıydı? Bunu benden isteyebilirdi. Ona hiç olmaz-
sa bir ay geçinebileceği miktarı bulup verebilirdim. Ban-
kadan kredi alırdım hiçbir şey yapamasam. Yapabilirdim
bunu. Yapabilirim bunu. Ah çocuk, araççı aklın ve olumsuz
denilebilecek nefret duygularının peşine takıldığının yarısı
kadar sevgi duygularının peşinde dolaşsaydın eğer hepi-
mizin bol bol hatalar çirkinlikler üretip yaşadığımız yaşat-
tığımız bugünlerde derdimize birlikte bir çare bulabilir-
dik!
Demek Refika adında bir kadın vardı Köln’de. Nuh’tan
Nuh’lardan artakalan. Kendi çektiğimiz acılar kadar acı
yüklediğimiz bir insan. Benim en azından Joe’da Nuh’un
yanında görmüş olduğum kadınlardan biri olmalıydı Refi-
ka. Onu bulabilirdim artık. Zihnimde çakan şimşekleri Er-
han gözlerimde görüyor muydu? Birden bire Nuh oldum.
Gis kaldı arkamda buralarda. Bir zaman küfür edip gezdi
Köln sokaklarında. Sadece bana olsaydı o küfürler, o nefret
o öfke, gittiğim yerde buna katlanabilirdim belki. Gittiğim
yerde başka bir kadını şıppadak sever miydim, kolayca
başka bir kadını ister miydim? Yassız, ağıtsız, hiç hüzün-
lenmeden. Gis’e söylediğim aynı sevgi kelimelerini ona da
fısıldar mıydım? Gis’i onun yüzünde görmeden, Gis’i hiç
342
hatırlamadan o an onu kucaklar mıydım, onunla sevişir
miydim? Ben yeni bir yalanı duyulmazlığın bilinmezliğin
verdiği güvende dillendirirken Gis bütün Kölnlü devrimci-
lere, Hamburglulara (Hamburg’lulara şeklinde yazman...
hadi be!), Wiesbadenlılara, Ankaralılara, İstanbullulara,
Lizbon ve Los Angeleslılara küfredip gezerdi. Sokaklarda
yalnız başına öfkenin acısıyla, acının kiniyle, sevdiğini yi-
tirmişliğin umutsuzluğuyla gezen gönlü nefret dolu bir
kadın görüntüsü içimi üşüttü. Giyime, görünüşe, yemeye,
gezmeye, insanlara, konuşmaya, kısaca yaşama karşı geliş-
tirilen inatçı bir hor görme içinde kalakalan bir insan.
Kendime döndüğümde Erhan “bilgi kaynaklarımçok
güvenilir,” diyordu. Bir kaynağı başka bir kanaldan aldığı
bilgilerle sağlamaya tutup ondan sonra bu haberleri bana
vermişti. Yine de benim Faruk’tan uzak durmam gerekti-
ğini, bir güvenlikçi taktiği olarak şüphelilerin belli bir süre
serbest bırakılabileceğini göz önüne almam gerektiğini
söyledi bana. “Yıllar sonra çözülen davaların olduğunu bi-
liyoruz.” Ben ne yapıyordum, hanım nasıldı?
Erhan’ın bunca dışsal, güvenlikçi, korunmacıkonuş-
masından sonra sıranın bana ve hanımım kılığında Gis’e
gelmesi çok gülünç geldi. Ona “ellerinden öperiz, iyiyiz,”
dedim. Katıla katıla güldü. “Hakikaten yaa, önce sormam
gereken sona kaldı,” dedi. Hayatımızda olma ihtimali taşı-
yanları kendime saklayıp olanları Erhan’a anlattım. Sevin-
di. “Helal olsun sana,” dedi. İçim dışım birmiş benim. Öyle
millet (?) gibi sağda solda devrim nutukları atıp aylak ay-
lak gezmiyormuşum. Açıkça ben bundan sonra burada ya-
şıyacağım arkadaş, diyormuşum. Dediğimi yapacak disip-
lin, çalışkanlık ve becerim de varmış. Erhan bu cinsten öv-
gü, takdir, beğeni sözcüklerini bol bol kullanıp aslında
kendi yüce gönüllüğüyle birlikte ikircikli durumunu da or-
taya sermişti. Onun durumu en başından beri bana öyle
ikici ya da çokçu bir yönelme taşıyan geçici durgun ya da
az çalkantılı bir konum gibi geliyordu. İçinde çekişen güç-

343
lerden biri Erhan’ı burada kalıp sevdiği işi yapmaya, o işte
derinleşmeye, yenileşmeye itecekti. Ancak Erhan burada
kalma, burada yaşama ihtimalini bile kabul etmiyordu. O
neresi olduğu belirsiz yurduna dönecekti. O sanatçıydı.
Belki bu kurgusal durum, onun sanatına özlem, gitmek ar-
zusu, istediklerini gerçekleştirmek için güç, hayal ve imge
sağlıyordu. Ancak bu özellikler hiçbir yere bağlı olmadan
da yaşadığımız şeyler değil miydi? Tamam bir anadili so-
kaklarda işitmek, içinde doğduğumuz bir kültürü bağlı ol-
duğumuz insanlarla yaşamak, yön duygumuzun farkında
olmadan bir yerden bir yere gidebilmek çok hoş şeylerden
bazılarıydı. Ama yurdumuzda, yurt dediğimiz yerde bunla-
rın hangisi kalmıştı bize? Hatırladıkça bizi acıtan şeyler dı-
şında ne kalmıştı geride? Yurtta sanki herkes içinde doğ-
duğu dili konuşabiliyor, o dilde okuyup yazıyor, inandığı
dinin törenlerine katılabiliyor, sevdiği insanlarla görüşebi-
liyor muydu? Yurdum denilen yerde herkesin karnı doyup
herkes yarın ne yiyeceğiz sorusundan kurtulmuş muydu?
Kaderde, tasada, kıvançta ortak olan insanların düşleyip
yaşadığı üzeri bayraklı bir toprak mıydı yurt? Yine de bir
fark, farklar var mıydı buralarda yaşamaktan? Eğer Erhan
hiç olmazsa bunları düşünmeden, bunları hayli uzak za-
manlara öteleyip iteleyip yaşayabilse buralarda, bu da onu
kültürlerötesi ilişkilerde kendi benzerleriyle çalışmaya,
üretmeye belki de yaratmaya itecekti. Zaten daha şimdi-
den birkaç Alman öğrenciyle birlikte haftada bir iki kez
zevkine çalıyor söylüyordu. Erhan yaptığı işi bir nicelik
bolluğuiçinde anlatmaktan hoşlanmazdı. Onun “zevkine”
dediği yeni etkinlik hiçbir niceliğin gösteremeyeceği, belir-
temeyeceği, büyük küçükgibi belirsizleri de içinde tüm sı-
fatların hiç anlatamayacağı bir durumdu. Bu durum kesin-
likle Erhan’ın da şimdilik bilemediği bir geleceği kurduğu
konumlanıştı. Böylece geçici, düzensiz, bağsız görünen bir
arzunun doyurulması Erhan’a hep yapmak istediği şeyleri
oluşturabileceği bir yurt kurduruyordu. Erhan o yurtta ya-
rattıklarıyla insanların hoşuna giderken, o insanlar Er-
344
han’ın ezgileriyle hüznü, sevinci, kavuşmayı, arkadaşlığı,
güveni yaşarken kimsenin aklına Erhan’ın oraya nereden
ve nasıl geldiği gelmeyecekti. Olsundu, sanatın zaten böyle
bir dolaysız bildirme açık etme amacı işlevi de pek olmaz-
dı.

REFİKA

345
1

Erhan’la görüşmemizden sonra haftalar geçti. Ben ar-


tık zamanı haftayla ölçmeye başlamıştım. Hafta demek
Farsçada yedi anlamına geliyor olmalıydı. Benim haftam
ise iki demekti. İstediğim şekilde yaşamadığım günleri ne-
den saymalıydım? Onlar zaten yitmiş gitmiş günler değil
miydi? Yine de o yitenlerden bir şeyler artırmalıydım, bir
şeyler kaldırmalıydım bir yana. Yeni bir ilişki, yeni bir ta-
nışma, tanışıklıklara yeni bir renk, koku, dokunuş, bakış, gü-
lüş, paylaşma, güven duygusu katabilmeliydim. Bu arzunun
gerçekleşmesi ise ilkönce ilişkinin varlığına bağlıydı. Er-
han’a gitmiştim. Pek fazla bir beklentim yoktu. Onun bana
verdiği bilgilerin öneminden ziyade bana yaşattığı duygu-
lar, düşünceler, bağlardı önemli bulduğum. İşte hala eski
kafalı bir uyumsuzdum. Ama bunlar eskiyseler de güzel şey-
lerdi. Kimsenin eskisinin böyle güzel birhavası yoktu ki!
Markus’la yaptığımız bir cumartesi koşusu sonunda
fabrikada kahve yudumlarken niyetimi bilmeden kendi
eski günlerimi yaşamaya dalmışken ona, eğer geçmişte siz
benim çalıştırıcım olsaydınız sanıyorum 1500’ü 3. 45’in al-
tında bir zamanda koşabilirdim, dedim. Benim bu yargıya
nasıl vardığımı sordu. Ona kendisiyle yavaş yavaş koşar-
ken bile ondançok şey öğrendiğimi söyledim. “Ne gibi şey-
ler,” diye sordu. Örneğin adımlarınızda ayak uçlarınızın
doğrultusu, örneğin kollarınızın dirseklerde oluşturduğu
açı gibi şeyler dedim. Ayak uçlarımı hayli dışarı doğru bas-
tığımı fark ettiğini belirtti. Eğer 1600 ile 1700 arasında bir
sayıda adım attığımızı var sayarsak doğru bir basışla 35 ile
40 metrelik bir uzaklığı koşmaktan kurtulabilirdik. Bu da
yaklaşık beş saniyelik bir zaman kazandırırdı bize. Markus
basitçe güç tüketmeden uygulayacağımız doğru duruş,
adımlamada uygun bir tutum, gövdenin ritmik, küçük ha-
reketleri gibi davranışlarla birkaç beş saniye daha kaza-
nabileceğimizi anlatırken ben bu kuralları hayatın her ala-
346
nına uygulayıp uygulayamayacağımı düşünüyordum. Eğer
bazı ilkeler uygulanabilseydi, ne güzel olurdu benim gibi
tembellere değil mi! Kural bir, uygula. Kural yirmi beş, uy-
gula. Sonra doğru davranışlarımız tutumlarımız tasarruf-
larımız sonucu yarattığımız bollukta boğulup giderdik.
Çok yiyip aldığımız on beş yirmi kilo yağı eritmek, bozulan
beden kimyasını düzeltmek için hastane spor salonu do-
laşmamız gibi. Hem de açların açıkların sayısının karnı
doyanların sayısına ulaştığı günümüzde.Batı insanı Aydın-
lanmadan beri buna inanıyordu. Her şeyin akıl ile mantık
ile bilimsel bilgiyle planlanarak yapıldığı toplumların in-
sanlarının mutlu olacağına olan inanç. Öyle görünüyordu
durum. Ya dünyanın bütün devletli toplumları aynı şeyi
yaparsa? Ya bütün insanlar bu kutsal ilkeleri aynı dönem-
de ayrı ayrı yaşam alanlarında hayata geçirmeye başlar-
larsailerleme, gelişme, daha fazla üretimle tüketim getiren
bu değişiklikler gerçekleştiğinde o zaman da üzerinde
bunları gerçekleştirerek yaşadığımız gezegene yazık ol-
mayacak mıydı? Markus arkadaş eğer bütün atletizm pist-
lerindeki bütün koşucular ayaklarını, kollarını, nefeslerini,
kulvarda bastıkları yeri, gözlerin baktığı yeri doğru ayar-
layıp bunları davranışa dönüştürselerdi yarışacak ne kala-
caktı geriye! Ah şu irade krallığı! Ah şu insanın içindeki
gücün sınırsız olduğuna inanan yokülke toplumu!
Vedalaşıp ayrıldım fabrikadan. Çantam ve giysilerim
insanların dikkatini en azından bir anlığına üstüme üstü-
me çekiyordu. Çanta taşımak zorundaydım. Koşu sonrası
hiç olmazsa iççamaşırlarımı değiştirmeliydim. Elimi yü-
zümü, bazen de ayaklarımı yıkadıktan sonra kurulanacak
iki küçük havlu, bir rüzgarlık. Gis işyerinde duşa girmemi
istemiyordu. Bunun birçok sakınılacak yönü bulunuyordu.
Biraz sabredip eve gelince yıkanırdım. Neden rahatsız
oluyordum ki bu amaçsız, niyeti belirsiz kısa bakışlardan?
Belki de birçok bakış farkında olmadan ortaya çıkan bir
göz takılmasından başka bir şey değildi. Hem dikkat ede-
rek baksalar ne olurdu! Sanki dikkatle bir insanın bir in-
347
sana bakabileceği durumların hükümsezliştiği nesne ilişki-
leri ve nesnelliklerin geçerli olduğu bir toplumda değildik.
Markus’la koşmuş olmak bile bu diyara ters gelen,
onun egemenlik yayıcı kuvvetine, dalgalarınakarşı isten-
medik bir davranıştı. Bir insanın bir insanla canlı varlıklar
gibi bir ilişki kurmasının modası geçmişti. Hatta gündelik
hayatta karşılaşan iki insan insanlıklarından sıyrılıp iki
programlanmış mantıklı makine gibi davranmalıydılar. Bu
davranışlar hayatın uzak kıyılarına kadar her yerde bel-
liydi. Modern insanın bu kurallara uyarak yaşaması ona
bir fayda sağlardı. Doktor ile hasta, garson ile müşteri, yö-
netici ile işçi, alıcı ile satıcı... rol dışına çıkıp “nasılsınız
doktor, bugün renginiz biraz uçuk geldi bana,” demek ge-
lişmemiş vahşi barbar bir insanın tavrı olabilirdi. Çağdaş
uygarlıkta caddede sokakta sadece “guten tag” diyebilir-
dik. Nasılsınız diyeceğimiz yerler de vardı elbette. Ancak
“iyiyim teşekkür ederim, ya siz”den fazla bir sohbet soh-
betten çıkıp zaman ve eşdeğer kaybıydı. İlk piyasacı top-
lumlarda yaşayan bilginler “vakit nakittir,” dememişler
miydi? Paranın egemenliğine inanan markus bile farkında
olmadan o baskınlığın arzusuna karşı gelerek tek başına
değil yanında bir insanla, yarış içinde değil konuşarak ko-
şuyordu. Ben de durup hala ayaklarımı olduğu gibi gözle-
rimi de dışa kaydıran kötü alışkanlıklara kızıyordum. Şur-
da trenin içinde ölsek cesedimize bakmadan inecekleri
durakta dışarı fırlayan insanların olduğu bir kalabalık da-
ha mı iyiydi? Kitle, halk, ulus, yığınlar, inanalar, insanlar?
Elbet bunun öteki ucu da bu kadar berbattı. Egemenlik de-
vede kulağın olduğu gibi kulaklara egemen olunarak da
kurulurdu.Baksınlardı bana. Bundan rahatsız olmayacak-
tım artık. Hatta minik bir göz gülüşüyle onlara selam bile
verebilirdim. En iyisi değilse de daha iyisi de buydu belki.
Neumarkt’ta inmek için olduğu kadar, bu iç didişmele-
rimden uzaklaşmak için de vagonun kapısına doğru yanaş-
tım. Kitapçıdaki kadın sağıma yaklaşarakbana “merhaba,

348
nasılsınız,” dedi.Gözlerinin altı baloncuklu, yüzü yorgundu.
Ona öylesine bir bakış atan biri bile o hüznü, o bıkkınlığı, o
ne yapacağını bilemezliği hemen fark ederdi. Nasıl davra-
nacağımı hemen kestiremedim. “Merhaba. Siz nasılsınız,”
diye tedirgin bir sesle mırıldandım. Uykusuz gözlerini yü-
züme çevirdi, baktı ve sustu. Yine de yüzünde mini minna-
cık bir gülüşün izi kaldı. Bu gülüş ‘nasıl olunur ki,’ diyen,
besbelli bir durumda sorulan kaba ve yersizliği mi işaret
ediyordu? Adama araba çarpmış, yaklaşıp nasılsınız diye
sormak gibi. Ya da cenaze evinde cenazenin akrabalarına,
geride kalanlarına ‘nasılsınız,’ diye düşük bir sesle ve ki-
barca sormuşum gibi hissettim kendimi. Trenden indik.
Çıkışa doğru yönelip yeryüzüne ulaştık. “Bak aslında isim-
lerimizi bilmesek de tanışıyoruz. Spordan geliyorum ve
daha kahvaltıyla duruyorum. Açlıktan bayılacağım. Özür
dilerim çok uzun oldu. Çünkü nasıl demem gerektiğini, na-
sıl sizi incitmeden söyleyebileceğimi bilmiyorum. Gidip bir
yere bir şeyler yiyelim. Şimdiden söyleyeyim, sıkılan bir
kelime söylemeden kalkabilir,” dedim. Sustu. Dikilip kaldı.
Boynuna asılı çantada bir şeyler aradı. “Sigaran var mı,”
dedi. Biraz daha açıkça güldü. “Saçmalıyorum. Salaklaştım
iyice. Sen eşofmanla duruyorsun. Elinde bir spor çantası
var. Üstelik spordan geldiğini söyledin bana. Ben de sana
sigaran var mı diyorum.”
Ne demeliydim? Zorla da olsa güler gibi mi yapmalıy-
dım. “Yani sana ‘spor yaparken sigara içiyor musun,’ de-
seydim bu kadar salakça bir soru olmazdı,” dedi. Dikilip
kalakaldık. Neumarkt’ta kutsal günler (Weihnachten, Os-
tern, yılbaşı) öncesi pazar kurulan alanın köşesinde bir
büfe (Kiosk) görünüyordu. Oraya doğru yürüdüm. Kadının
beni izleyeceğini bilirmişim gibi cüzdanımı çıkarıp bir on-
luk çektim. Bir paket dunhill istedim. Paketin rengi, deseni
bana hoş geldi her halde. Siyah bir çakmak seçtim. Siyahı
vişne rengi (bordo, eflatun, gavurboyağı) paketin üstüne
yerleştirmek güzeldi. Geriye dönüp baktığımda on adım
kadar uzakta kararsızlığı saçlarından ayak uçlarına dam-
349
layan bir kadın duruyordu. Paketi açıp ona uzattım. Acele
hareketlerle bir tane sigara yakmaya çalışırken dudakla-
rında sigarayla “teşekkürler Tahir,” dedi.
Refika bu kadın mıydı? Yoksa benim bitmez tükenmez
düşlerimde yarattığım yoldaş kadını, Refika’yı bu kadınla
mı birleştiriyordum? Evet, bu kadın Joe’da Nuh’la birlik-
teydi. Bundan emindim. Ancak orada başka biri daha var-
dı. Nuh sanki o kadına karşı daha çok ilgi gösteriyor gibiy-
di. Eğer bu Refika’ysa hakkımda epey bilgisi var gibiydi.
Bense onu tahminlerimin sislerinde tanıyamaz haldeydim.
Eğer Erkan’ın kırık dökük, insanı perişan eden cümlele-
rindeki kadın buysa benim de tahminlerim gerçeklebüyük
oranda örtüşürdü. Durum öyle gösteriyordu. Öyleyse bu
akşam zor bir akşam olacaktı. Belki yalnız bana zorluk çı-
karan bir akşam değildi kıyısında kararsız, tasarısız, ne
yapacağımızı, nasıl davranacağımızı bilmeden yaşayaca-
ğımız anlar, süreler, zamanlar.
“Çok acıktım. Bir şeyler yiyebileceğimiz bir yere gide-
lim.”
“Zıkım ye! Beni yönlendirmeye çalışıyorsun. Zaten bir
erkekten başka ne beklenir. Daha merhaba demeden bu
kadını yatağa nasıl atarım derdine düşersiniz...”
İyi ki Neumarkt’taydık. Onun bağırarak ne dediğini
anlayacak bir insan görünmüyordu çevrede. Şaşırmıştım.
Dudaklarım, dizlerim titremeye başlamıştı.Midemde yine
bir basınç, bir bulantı. Az ileride bir bank vardı. Yürüdüm
ve oturdum. Çantayı kucağıma yerleştirerek gövdemle
çantayı örtüp ellerimi yüzüme kapattım. Ne yapmıştım
ben? Gene ne haltlar karıştırmıştım böyle. Daha adını bile
bilmediğim bir kadına asılmış mıydım? Onu iğrendirecek
bir hareket, bir ifade bir söz mü söylemiştim, etmiştim?
“Özür dilerim. Sinirlerim bozuk. Sen böyle bir davra-
nışa layık değildin. Özür dilerim, özür dilerim Tahir.”

350
Titreyen bir ses. Ağlayan bir kadın. Yanında da onu bu
hallere düşüren ama suçsuz bir insanı oynayan gaddar,
merhametsiz, acımasız, aşağılık bir duygusuz. Canım yan-
dı. Onun canı daha çok yanıyordu ki bu meydanda sessiz
olmaya çalışarak ağlıyordu. Ellerimi yüzümden çekip doğ-
ruldum. Sigara tutan eli hareketsiz,yanıbaşına salınmış
dururken sigaranın dumanı sağa sola yukarı aşağı kesik
hareketlerle yer değiştiriyordu. Ona sarılıp yavaş yavaş
sırtını sıvazlayarak onu sakinleştirmeye çalışsa mıydım?
İçimde bir yerlerde bir ses çenesini hiç kapatmadanbeni
suçluyordu. Erkektim, devrimciydim, duygusuzdum, hiçbir
işin gerisini ilerisini düşünmezdim, bencildim, istediğim
her şeyi hemen elde etmeye çalışırdım, gerektiğinde gö-
zümü kırpmadan birini beşini öldürebilirdim, adiydim, in-
sanın binlerce yılda ancak geliştirebildiği bütün değerleri
çığnamak (dişlerin ve ağzın yaptığını ayaklarla, tekerle,
paletle...) ezmek elimden gelirdi. Ben bir canavar-
dım.İçimde başka bir ses de ona benim böyle biri olmadı-
ğımı kem küm ederek söylemeye çalışıyordu. Neden ben
beni suçlayanın dediklerini ona yediremiyordum? Neden
böyle biri olmadığımı içimden yüzüne karşı bağıramıyor-
dum? Suçlu muydum? Suçlayan, suçlanan, savunamayan
hepsi bir ben miydi?
“Özür dilerim. Davranışlarıma o kadar da dikkat ettim
aslında. Sen haklısın. İstemeden, bilmeden seni yönlen-
dirmeye çalıştım. Bunları seni sakinleştirmek için söyle-
miyorum billahi. Sen bana davranışlarımın ne anlama gel-
diğini, senin onları nasıl anladığını söyleyince onlar bir bir
gözümün önünden tekrar gelip geçti. Ta metro çıkışında
başladım galiba.Soğuk, üst perdeden emirler. Yemek yiye-
lim, dedim. Sıkılan kalkar, dedim. Sen bir şey istemeden,
hatta hangi sigarayı içtiğini bile sormadan sana sigara,
çakmak aldım. Yetmiyormuş gibi bir de paketi açıp uzat-
tım. Özür dilerim, bunları kötü niyetle yapmamıştım. Ama
haklısın böyle davrandım sana. Ben kimim neyim de sana
böyle davranabildim ya!”
351
Burnum akmaya başladı. Gözlerim. Ellerimi yüzüme
kapatsam çektiğim acının dayanılmaz olduğunu düşünüp
daha çok üzülmez miydi? Çantasından bir (kağıt)mendil
çıkarıp bana uzattı. Aldım, bir mendille ne kadar kurula-
nabilirse insan o kadar kurulandım. Mendili çöp kutusuna
atmak istiyormuş gibi yerimden kalkıp biraz yürümek is-
tedim. Adımlamak içimdeki yer değiştirmiş her şeyi salla-
yıp yerine yerleştirebilirdi. Büfenin yanına doğru yürü-
düm. Çöp kutusuna doğru geri döndüm. Ne yapıyorduk biz
bu meydanda? Tam o lanet geçmişi dönemeyeceği uzaklık-
larda bırakıp geldim diye kendime sevinçler yaratırken bir
yerde bir şey olup beni gene o mahzunluklara gark edi-
yordu. İçimizde onarılamaz kırıklar mı taşıyorduk? Refi-
kaysa o, ona doğru baktım. Bankın ucunda, oturan bir ka-
dın heykeli gibi duruyordu. Yanında benim gök (mavisi
renkli) spor çantam ona bir kelime söyleyemeden kıpırtı-
sız, çaresiz, şaşkın, üzgünduruyordu. Yürümek, koşmak,
bayılıncaya kadar hızla koşmak geçiyordu içimden. Banka,
orada oturanların yanına gitmeliydim. Kendi acıyan yara-
larımın tımarını sonraya bırakarak onun acısını hafiflete-
cek bir şeyler yapmalıydım. Böyle gezinerek ne işe, kimin
işine yarardım ben?
Gidip çantanın yanına oturdum. Hava serinliyordu.
Deminki çaresizliğimin ısısı da geçmişti. Çantayı açıp rüz-
garlığı çıkardım. Ben ne kadar dikkat etsem de çantanın
fermuarı yine aynı huzursuz edici sesi çıkardı. Ne demeliy-
dim? Sustum. Hala boynuna asılı kucağında mahzun duran
çantasına uzanıp yavaşça sigara paketini aldım. Ben çanta-
da çakmak aramaya başlamadan o bana üzerinde kara balık
desenleri olan mavi bir çakmak uzattı. Upuzun ince par-
maklı küçücük bir el. Kim ne derse desin ben onmaz bir si-
gara tiryakisiydim. Tadını çıkarmalıydım dunhill perisinin.
Zaten üzülecek ne kadar çok şeyimiz vardı şu sulugöz ha-
yatta.

352
“Senden hala çok utanıyorum Tahir. Nasıl bu kadar
kabalaşabildim! İnsanlarda görüp de nefret ettiğim davra-
nışlardan birini de ben gösterdim sana. Hem de sen bunu
hiç hak etmediğin halde.”
Keşke konuşmasaydı. Sinirlerim tel tel gergindi hala.
Ona karşı bir şeycik yapamazdım ya kendimi kırardım ben
yine. Kızı dövmektense dizi dövmek kolaydı küçücük (azın
da azınlığı) ekaliyetimde. Kendimi acıtırdım. Meydandan
gelip geçen herkese ağız dolusu küfür etmek geçiyordu
içimden. Kavga çıkarmak, etmek, dayak yemek, yerlerde
sürüm sürüm sürünmek geçiyordu iç dediğim (belirsiz to-
pografyadan) taraflarımdan. Yeni pazarda (Neumarkt) bü-
tün tezgahlarda bağıra bağıra isot mu satıyordu akşam sa-
tıcıları?
“Metroda bindiğim durakta daha vagona adım atar
atmaz seni arka tarafta fark etmiştim. Telaşla senin beni
göremeyeceğin bir yere geçtim. Ayaktaydın. Ayaklarının
ucunda bir çanta. Eğer üzerinde spor giysilerin, yanında
çantan olmasaydı yine beni takip ettiğini düşünürdüm.
İyice paranoyaklaşmıştım demek ki! Elimde olmadan sana
doğru baktım birkaç kez. Senin beni fark etmediğini, senin
hiçbir şeyden haberin olmadığını düşündüm. Öyle bir yüz
ifaden vardı ki, ne bileyim ben, suçsuz, yorgun, hüzünlü,
kendi sorunlarıyla baş edemez, yardıma muhtaç bir insan
yüzüydü yüzün. İçimde bana anlatılanlardan oluşturdu-
ğum Tahir sendeğildin. Ama ben yine de sana kızıyor, bana
o insana usanç veren takiplerinle, tesadüfikarşılaşmalar-
mış gibi gösterip yaşattığıntedirginliklerle gerginliklerin
acısını senden almak istiyordum. Ömrümde çok az insana
karşı duyduğum bir öfke duyuyordum sana karşı. Sana
herkesin içinde çok uzaklardan sesi işitilebilecek bir tokat
atmak istiyordum. Sonra da bir kelime etmeye değmez bi-
rinin yanından ayrılır gibi seyredenlere caka satarak ora-
dan ayrılmak. Galiba Nuh’un senin hakkında söylediği her
şeye sorgusuz sorusuz inanmıştım. Aşkın başlangıcında iki

353
tarafın birbirine karşı geliştirdiği kör taraftarlık hali olma-
lıydı halim. Şimdi senin öyle biri olamayacağın düşüncesi-
ne nasıl ulaştım peki? Seninle yaşantı denilebilecek bir sü-
re bir arada bulunmadan hem de? Bunu bilmiyorum.
Nuh’un varlığının üzerimdeki etkisinin kalkışıyla çevreye,
insanlara, yaşadığım geçmişime bile başka bir gözle bak-
ma durumu mu bu? Ama senin o anlatılanlardaki insan
olmadığını biliyorum şu an. O kadar kötü biri olabilseydin
eğer, ağzımı burnumu dağıtmasan bile çekip gidebilirdin
buradan. Bunları düşünebiliyorum. Bunları fark edişime
şu saçmalığım içinde sevinebiliyorum. Şu halime bak.
Kendimi yüzüne bakılamaz bir kadına çevirmeyi başardım
sonunda. Ben sevdiğim insan için ailemi, arkadaşlarımı,
içinde büyüdüğüm, okullarına gittiğim kenti bırakıp gel-
dim buraya. Nerde o şimdi? Bana bir posta kartı yazma
zahmetine bile giremiyor. Tanımadığım birine “ben iyi-
yim,” diye bir kart yazdırıp bana göndertiyor. [Bunu bari
yapmasaydın Nuh! Bu kadına bile güvenemedin de Sirke-
ci’den, Kızılay postanesinden bir arkadaşına kart mı gön-
derttin? Öyle ya seni Türkiye’de bilmeleri yalnız senin için
iyiydi.] Yine de zeki biriymiş. Bir şey söylemeden bırakıp
gittiği kadının onun nasıl olduğunu merak edeceğini, onun
yaşayıp yaşamadığı konusunda endişeleceğini, korkabile-
ceğini düşünebilmiş. [Dilerim öyledir.] Ne aptalım ben!
Aptallığımı Nuh’u bir daha asla göremeyeceğimi sana ba-
ğırırken anladım. Üzülme n’olur artık. Biliyorum böyle
şeyler insanın istemesiyle, karar vermesiyle birlikte orta-
dan kalkmaz. Üzülmeymiş! Kendime şaşıyorum. Biraz ön-
ce tokatlamak istediğim insan üzülüyor diye üzülüyorum.
Ben eski Refika değilim artık. [Refika!] Bir daha da hayata
kafa tutan o insan olamayacağım. Ama kendimi toparla-
malıyım. Böyleyaşamanın benim işimi kolaylaştırdığı da
yok zaten. Giden gitti. Gidenin tekrar döneceğine ilişkin o
hasta umut da bitti bu meydanda. Sanki bu bir rastlantı
değil de beni kollayan bir gücün eseri. Seni haksız yere ka-
ba bir şekilde azarladığım için kuru bir özür dilemek iste-
354
miyorum. Davranışım utanç vericiydi. Sana söz veriyorum,
bu kabalığı telafi edeceğim. Şimdi senden şunu rica ediyo-
rum. Peki ne bu benim yaptığım şimdi? Sana yön veriyor-
sun bana, benibelirliyorsun, beni baskı altına alıyorsun di-
ye bağırıyorum sonra da ben bunların hepsini sana karşı
aklımdan geçiriyorum. Tahir sen yine de bu akşam bana
katlan n’olur! Sana bir söz daha veriyorum, bu katlanmanın
karşılığını da ödeyeceğim. Önce şunu söyleyeyim. Sana ya
da bana gidelim. Bu hiç fark etmez. Fakat bana söz ver. Ba-
na kur yapmayacaksın. Benimle sevişmeye kalkışmayacak-
sın. Beni öpmeye çalışmayacaksın. Bana dokunmayacaksın.
Eğer bunlara uyabileceksen ve de benimle hala konuşacak
bir şeylerin varsa kalk eve gidelim.”
Ne yapacaktım? Esas faşizm bu muydu? Faşizm siya-
set kitaplarında bir ulusun devletinin toplumunu yönetme
biçimi miydi sadece? O zaman neden Kenan Evren’e, onun
valilerine, emniyet müdürlerine, mahkemede hakimine,
savcısına, okul müdürlerine, belediye başkanlarına, hapis-
hane müdürlerine, mahallede polis için haber toplayan
mahalleliye... faşist diyorduk? Şimdi onunla gitmesem
‘belki de kendini denetleyemeyeceğini bildiği için eve ge-
lemedi,’ diyecekti. Yani içinde kendini denetleyecek zerre
gücü kalmamış cinsel sapık biri olacaktım. Öyleydim de
neden seni terk edip evime gidecektim, beni evime gönde-
ren hangi irade olaydı ki? Onun peşisıra kös kös yürümeye
devam edip evine gitsem bunca belirlenmişliğe, bunca yok
saymaya boyun eğmiş olacaktım. Merhaba der demez ez-
meye başladığı benim kişiliğimdi. Onun saldırısı yetmi-
yormuş gibi bir de ben yerden yere,kaldırımtaşından kal-
dırımtaşına çalmıştım kendimi. Açtım, yorgundum, teri
sırtında kurumuş bir bedenleydim. İçim ezikti, zihnim
şaşkındı. Hem ne konuşabilirdim ki bundan sonra, bana ilk
karşılaşmamızda hiç de bir ‘refika’ gibi davranmayan bu
kadınla? Ama bir kez daha zedelenen örselenen gururu-
musadece Refika’ya diklenerek mi onaracaktım? Hiç mi
horlanmamıştım, aşağılanmamış, gururum kırılmamış, yok
355
sayılmamıştım Refika bağırmadan önce? Bana bu akşam
katlan n’olur dememiş miydi? Hem Refika’nın ne suçu
vardı? Senin canını kurtarıp sonra da seni bu duruma dü-
şüren Refika mıydı? Haydi reddet onu. Peşini bırak. Beeen,
de ona, bana bağıran bir kadının peşinden asla gitmem.
Erkeğim benim. Aslan gibi kükremeni göster. Korkutucu-
luğunu ürkütücülüğünü tüylerini kabartarak göster ona.
Bütün şikayetlerimiz bu erkeklikler ve onun yiğitlikleri
üzerine değil mi?
Sessizce onu izlemeye, onu dinlemeye, o ne derse on-
ları yapmaya, kişiliğimi hiç olmazsa bu akşam askıya asıp
bir işçiden, bir serften, bir yanaşmadan marabadan yarıcı-
dan, bir köleden daha sessiz biri olmaya karar verdim. Re-
fika bütün ezilmiş ve ezilen kadınlar adına bu akşam iste-
diği kadar bütün erkekler yerine bana eziyet etsindi. El-
bette böylelikle bütün erkeklerin değil (Nuh’un takımın-
dan biri oluşumla) kendi suçlarımı bile bağışlatmış olma-
yacaktım. Yine de ben erkekliğimi, cinsiyetimin bana iste-
mesem de verdiği muktedirliği, istemesem de yaşattığı ra-
hatlığı, lüksü, üstünlük duygusunu, ayrıcalıkları, güveni...
ilmik ilmik örüp Refika’nın ayakları altına mor bir halı ola-
rak atacaktım. Ben neydim ki! Ben neydi ki? Benliğe lanet
olsundu bütün ezilmişlerin, asılmışların, katledilmişlerin,
sürülmüşlerin, horlanmışların utanç içine itilmişlerin açla-
rın sefillerin çaresizlerin kol gezdiği bu dünyada. Ben artık
Kafka’nın K’sı gibi dönüşüp evrilerek cinsiyetdışı bir türün
örneklerinden biri olacaktım bu akşam. Ah bu akşam yine
bana akşamdı! Keşke “göllerde bir kamış olsam!”dı.

Refika önde, ben onun solunda arkasında kalarak hiç-


konuşmadan yürüdük. Sokakları geçtik, sokaklardan dön-
356
dük. Sonunda eski bir yapının ikinci katında küçük bir dai-
reye girdik. Girişte sol duvarda iki kapı vardı. Girişin kar-
şısında açık bir kapıdan sokağın ışığı geliyordu. İçeri geç-
tik. Lambayı yaktı. Orta büyüklükte bir odaydı. Refika ilk iş
olarak perdeyi çekti. Elektrikli radyatörü duvara dayayıp
perdeyi sıkıştırdı, berkitti. Her yoksul ev gibi, her uzun sü-
reliğine yerleşilmemiş ev gibi birbirine uyumu düşünül-
meden sadece işe yarayıp yaramayacağı göz önüne alına-
rakele geçen her eşya konulmuştu odaya. Çok silindiği,
temizlendiği belli olmasına rağmen kumaşın eskiliğiyle
birleşmiş lekeleri yüzünden kirli görünen bir kanape sağ-
daki kapılı duvara yanaştırılmıştı. Alt bölümü kapaklı dört
raflı küçük bir kitaplık, bir yanında duran ince bacaklı
yüksek bir masa, örtülü masanın üzerinde duran cam bir
vazoda unutlmuş kuruyakalmış çiçekler vardı. Birbirine
benzemeyen üç sandalye, kitaplığın girişe doğru olan ya-
nında küçük ekranlı bir televizyon minik bir sehpanın üze-
rinde telden yapılmış yuvarlak birantenle modernliğe se-
lam durmuştu. Yerde odanın ortasını ancak kapatan bir
halı üzerine hiçbir şey konulmasına tahammül edemezmiş
gibi bir küstahlıkla sessizce duruyordu. Belki de arkadaş-
lardan, tanışlardan ya da eski sahiplerinin sıkılması sonu-
cu sokağa bırakılan eşyalardan oluşturulan artzamanlı bir
derlemeydi mobilyalar, sergiler, perdeler. Tefriş etmek,
mefruşat bu muydu? Döşemek, donatmak zengin işiydi.
Benim de içinden geldiğim, içinde olduğum yaşam tarzın-
da tanış biliş olunamayan bir şeydi dayamak döşemek ve
dayalı döşeli bir konut. Zenginler Allah bilir ya, duvarlara
astıkları açık artırmalarda aldıkları resimlerin rengini bile
düşünerek evlerinin her bölümünü döşerlerdi. Ama bu
haksızlıktı. Susması gereken bir konuda düşünüp konuşu-
yordu bana ait olmayan baldırı çıplak bir zihin.
Odadaki tek duvar süsü ya da saygılığı Beatles’ındı. Bu
evlere yakışıyordu doğrusu. Afişte JohnLennon’un sevgilisi
(eğer bir kadın sanatçının erkek sevgilisi olsaydı adını söy-
lerdin, peki, haklısın ama beni her yerde takip etmekten
357
biraz vaz geçsen de sözümü bitirsem,) Yoko da göründü-
ğüne göre 68 öncesinde bir konser sonrası fotoğraftan ço-
ğaltılmış olmalıydı. Nedense ben Paul’u, Ringo’yudaha çok
severdim. Evet, John’u da çok seviyordum,hatta o çok ya-
ratıcıydı. Belki de topluluğu bir arada tutan temel güç
(enerji) onundu. Ama bana çok romantik geliyordu. Yo-
ko’nun bakışına bir bak Allah’ını seversen! İsyanla tam
birleşememiş bir romantizm. Ringo öyle miydi ya? Hakla-
rında hiçbir şey bilmeden, duymadan bile Ringo da Paul da
asi ve düzelemez derecede romantik gelirdi bana. Adcılık
işbaşındaydı gene. Adı neyse, kişi adın gösterdiği, kapsa-
dığı, çevrelediği özellikleri gösterirdi. Gerçi karşıadcı (gay-
riadcı) olduğunu bilmeden öyle düşünen arkadaşlarım da
vardı benim. Onlara kalırsa Erdem erdemsiz bir kişiyi,
Onur onura değer vermeyen birini, Sevgi sevgisizi, Sevda
evleneceği erkeğin cüzdanından başka bir şeyi önemse-
meyen birini, Bilge bilginin semtine uğramak istemeyen
bir hazcıyı... gösterebilirdi. Onlar başta kendi adları dahil
her ada bir kuyruk eklerlerdi. “Benim peder hep parmak
çocuk kalayım diye bana ‘Kamil’ adını koymuş...” Benim
zihnim böyle genellemeleri ta çocukluktan beri bir türlü
anlamazdı. Beni en kızdıran söz ‘abine hiç çekmemişsin,’
benzeri hükümlerdi. Çekmemişsem ne yapmalıydım yani!
Böyle bir eve ödenen kiranın yüksekliğinden önceevi
bulabilme becerisini düşündüm. Aferindi Refika’ya. Nuh
böyle işlere bakmazdı her halde . O her yerde güzergahı
belli olmayan yollarda dolaşan bir devrimciydi. Ona ev
bark çoluk çocuk sorulmazdı. Böyle tipler örgütte sevilirdi
ama zerre değer verilmezdi. Onlara verilen en çok iş emri
olurdu. Şunu yap, şunu da yap, daha yapamadın mı?
Nuh’la birlikte kendimin de pek farklı olmadığını dü-
şünüp yine kendime döndüğümde perdesi çekilmiş duvara
dönük ayakta bekliyordum. Hızla kendimi kanapeye ulaş-
tırdım. Biri görseydi, ne kadar ayakta kaldığımı bilseydi,
hayli şeyle bir hayli zorum olduğunu anlardı hemen. İyi de

358
bu kadın neredeydi? Buna ayıkmadığıma göre, o kadar çok
zamandır orada bekliyor olamazdım. İki kişi yan yana
otursa arada ancak büyük bir karış boşluk kalabilecek ka-
napenin sokaktan tarafına büzüldüm. Solumdaki kapı ka-
palıydı. Refika oraya geçmiş olsa fark eder miydim? Belki
de girişteki kapılardan birinin arkasında bir şeyler yapı-
yordu. Bacaklarımı biraz kaydırıp başımı kanapenin yanıy-
la sırtının birleştiği dikey çizgiye koydum. Bacaklarım ağ-
rıyor, başım zonkluyordu. Tek arzum vardı şimdi. Bacak-
larımı uzatabileceğim bir yerde uyuyabilmek. Benim yarı
oturduğum yere tavandaki lambanın ışığı geliyordu. Göz-
lerim yanıyordu. Hafifçe kırpıştırıp son hamlede gözlerimi
kapattım. Onları açmaya çalışıyordum. Ama komut dinle-
miyordu gözkapakları. Şuraya sızmasam bari diye düşü-
nürken son hatırladığım başımı, sırtımıhafifçe sokağa doğ-
ru çevirip ışığın şiddetinden kurtulmak olmalıydı. Sağ ta-
rafıma ağırlığı aktararak dizlerimi kırıp bacaklarımı da
oturduğum köşeye topladım. Kollarımla dizlerime sarıl-
dım. Bir ılıklık yayıldı içime iyice genişledi bedenimi dağıt-
tı.
Bir sayfa çevirme sesi. Hafifçe bir burun çekişi. Biri
kulağıma fısıldıyor. “Terk edildiğini sanan biri kitap oku-
yor. Yüreği acıyla burkuluyor. Çevireceği sayfa önceden
açılmış olduğundan ve bu sayfanın bile kendisine ihtiyacı
olmadığından yüreği burkuluyor.” Uyanma vakti gelmiş
miydi?Sanki fabrikaya giderken metroda okuduğum şey-
lerle gece boyunca uğraşmıştı zihnim. Benjamin Bünyamin
(ailenin en küçüğü) mi olmuştu bu gece? “Düşümde kötü
bilinen, kötü tanınan bir ev gördüm.” Ben de, ben de. Bun-
dan düşümde bile çok utanmıştım. “Otelin içinde bir hay-
van şımartılıyordu. Oradaki herkes şımartılmış hayvan su-
yu içiyor. Düşümde bu sözleri söyledim. Arkasından he-
men sıçradım. Çok fazla yorgun olduğumdan ışıkları yanan
odada elbiselerimle yatağa atmıştım kendimi. Hemen bir-
kaç dakika süren bir uykuya dalmışım.” Kıvrılıp toplandı-
ğım köşede üstümde kahverengisi bol bir İskoç battaniye
359
vardı. Refika bunu örterken neden uyanamadım ki! Uyan-
dım da sonradan unuttum mu? Uyanmak istemedim mi?
Uyanıp da ne yapacaktım? Yorgun düşen sadece bedenim
değildi ki! Refika odanın ışığını söndürmüş masadaki lam-
banın ışığıyla idare ediyordu. İdarelambası. Bulunduğum
yerden baktığımda yere yakın bir yükseklikte masanın
merkezinde durduğu bir ışık çemberinin kıyısında oturu-
yordu Refika. Bacaklarımı uzatıp battaniyeyi üzerime çe-
kerek sırtüstü uzandım. Boynum ağrımıştı. Refika yanıma
geldi. Bulunduğu yerden beni ayrıntılı olarak görüyor
olamazdı. Sakınmasız bir sesle “kalk yüzünü yıka. Bir şey-
ler yiyelim,” dedi. Karnım aç değildi. Açlık duygusu kaybo-
lup gitmişti. Bedenimin sı nırları içinde hissettiğim baskın
duygu ağır bir yorgunluktu. Kalktım. Girişe yürüdüm. Bi-
rinci kapı mutfaktı. İkinci kapıyı açınca her halde aradıkla-
rım burada olmalı dedim. Çoraplar yer yer parmaklarıma
yapışmış gibiydi. Çıkarıp ayaklarımı yıkadım. Çantada ye-
dekler olmalıydı. Tedarikli olmak ne güzeldi. Refika’da ka-
lacağımı düşümde görsem bu inanamayacağım bir şey
olurdu ya, yağmur yağsa ayakkabılarım ıslansa şarkısını
sevdiğimden yedek çoraplar çantada olmalıydı. Çanta gi-
rişte bıraktığım gibi küskün duruyordu. Dişfırçası, sabun,
dişmacunu bile vardı. Karıştır bakalım, sandviç neyim de
çıkar mıydı? Evet çantanın ön cebinde bir defter vardı.
Defterin küçük kapağında boynu kızıl atkılı kara bir kedi
oturmuş bana bakıyordu. İki kalem, biri mor renkte boya
kalemi, diğeri bir tükenmezdi. Tükenirdi de biz tükenmez
derdik Türkiye’de. Kitapsız bir çanta ne işe yarardı. İman-
sız bir peynire benzerdi birazcık. Walter Benjamin, Ein-
bahnstrasse, Franfurt am Main, 1955. Kitap benden yaş-
lıydı. Gis’im bana ucuzcu bir sergiden almıştır. Akıllım, tu-
tumlum, kıvırcık gözlüm.
Bu çanta düzeni de dağlardan kalma bir alışkanlık kı-
rıntısı olmalıydı. Kapitalizmin başkentinde çantasında tara-
ğa kadar birçok eşya taşıyan ilksel topluluklardan gelme bir

360
adam. Bulvarların Dersi Uzala’sı! Refika girişteki ikinci ka-
pıdan elinde minik bir tencereyle çıktı.
“Hadi masaya geç. Açlıktan ölüyorum demiştin bana.
Yoksa öldün mü?”
Kendini toparlamış mıydı? Yüzünü görmesem de sesi-
nin bir kıvrımında neşeli bir şeyler çınlıyordu. Masada
önümde boş bir tabağın üstünde bir çorba kasesi vardı.
Kulplu bir kase. Çorbayı kasenin kulpundan tutup mu içe-
cektim? Ama kaşık ve çatal da vardı masada.
“Sana evde bulduğum malzemeyle bir çorba pişirmiş-
tim. Öyle derin uyuyordun ki o büzüşük halde uyanmıyor-
sa onu uyandırmayayım diye düşündüm. Bir yandan da
çok acıkmış olmalı diyordum.”
Açlık duygusu iştahımı da yanına alıp ortadan kaybol-
muştu. Ama madem ki masaya oturdum, birkaç kaşık çorba
içebilirdim. Çorbayı kaşıkla bilinçsizce karıştırdım. Düdük
makarnalar geldi kaşığıma. Koyu bir salça sosunun içinde
yüzüyordu makarna parçaları. Refika servis tabağından
birkaç kaşık salatayı kendi servis tabağına koyarak bana
uzatırken gülümsüyordu.
“Seninle iddiaya girerim ki bu çorbayı hayatında ilk
defa içiyorsun. Öyle göründüğüne bakma. Lezzetli olmuş
gerçekten. Ben sen uyurken sıcak sıcak bir kase içtim.
Çorbanın adını koymadım daha, ama domates çorbası di-
yebilirsin. Evde un, irmik, pirinç gibi bir şey bulamadığım-
dan ben de çorba suyuna makarna kattım. Galiba karabi-
berini biraz çok katmışım. Annem iyi ki burda değil. Söy-
lenip dururdu bana. Bak çorbana birazcık limon sıkarsan o
acı tadı dengelenebilir belki. Keşke akşam eve gelirken bir
şeyler alsaydık.”
Çorba gerçekten lezzetliydi. Isıtılıp getirilmesine rağ-
men tadı oldukça hoştu. Ekmeğin buzdolabında korunma-
sı yüzünden soğukluğu, tahminen tüketim tarihinin çoktan
geçmişliği bir lokma çiğnedikten sonra ikinci lokmayı al-

361
dırmadı bana. Salatanın domatesleri de bayılıyor gibiydi.
Refika’ya teşekkür ederek tabakları mutfağa taşıdım. O
masada kalıp Boğaz vapurları gibi duman çıkararak kitap
okuyordu. Gece miydi, tan mıydı, insan bu vakitte başka
nasıl zaman geçirirdi. Kültablasını da yanına alarak mutfa-
ğa gitti. Gelip masaya oturdu.
“Akşam için özür dilerim. Gelir gelmez seni yalnız bı-
rakarak kendimi yatağın üstüne atmışım. Galiba seni dü-
şünecek kadar enerjim kalmamıştı. Kalktığımda sen de
kanapeye kıvrılmıştın. Geç mi yattın? Mutfağa geçip bir
şeyler hazırlayayım dedim. Sonra senin uyanmanı bekle-
dim. Şimdi uyanır, birazdan uyanır derken saat dört oldu.
Keşke kanapeyi açmanı söyleyebilseydim sana. Bencilliği
sadece siz erkekler yapmıyor gördüğün gibi.”
“Refika belki seni yine kızdıracağım ama şunları söy-
lemek istiyorum. Söyleyeceklerim inan senin söyledikle-
rinle doğrudan ilgili değil. Sana verilmiş bir cevap da değil.
Sana karşı yapılan bir itiraz hiç değil.”
“Hep böyle mi konuşursun sen? Mesela sevgilinle de
böyle mi konuşuyorsun?”
“Nasıl konuşuyorum?”
“Ne söyleyeceksen doğrudan söylesene!”
“İnan doğrudan söylenecek bir şeyin olduğunu sanmı-
yorum. Belki de zihnim kurudu benim. Sadece bir köşe-
sinde canlı kalan kesimiyle düşünüyorum, konuşuyorum.
Böyleyse durumum buna hiç şaşmam.”
“Bir şey söyleyecektin bana. Belki beni kızdıracak bir
şey.”
“Unuttum gitti işte.”
“Ben de bunu söylemeye çalışıyordum sana Tahir. Bir
şeyi hissettiriyorsun karşındakine, sonra dokuz sokaktan
yedi caddeden dolaşarak gördüklerini anlatmaya başlıyor-
sun. Karşındaki insanın o merakı, beklentisi de bu gezinti
boyunca uçup gidiyor.”
362
“Ön yargılısın. Ne zamandan beri tanıdın beni ki?”
“Alıngansın Tahir. Şimdi tanıdım seni ya da çocuklu-
ğumdan beri tanıyorum seni. Biz gene demin başladığımız
yere dönsek.”
“Erkeklerden, kadınlardan bahsetmiştin. Ben böyle
geniş sınıflamalara, ayrımlara inanmıyorum artık. Sınıf,
toplum, kitle, ulus, halk, çocuklar, kızlar, oğlanlar. Onun
için karşılaştığımızdan beri beni bir erkek sınıfına sokarak
benden bahsetmeni doğru bulmuyorum. Bundan hoşlan-
mıyorum üstelik. Burada kendi iyiliğimden kötülüğümden
bahsetmiyorum. Kendi farklılığımdan falan da değil. Yani
kadınlar demenin yanlışlığı kadar erkekler demek de yan-
lış.”
“Ama sizin çoğunuz ortak davranışlar gösteriyorsu-
nuz.”
“İşte ben de bunu anlatmak istiyordum. Erkek denilen
cinsiyetin, konumun, durumun, işbölümünün, işlevin, özel-
liklerin... dışında kalan birileri de var. Sen de dedin, ‘ço-
ğumuz’ ortak davranıyorsak dilin mantığı gereği ve de
gerçeklikte azımız da ortak olmayan davranışlar göster-
miyor muyuz? Burada gösterilen davranışların onaylan-
mış ya da onaylanmamış olması hakkında konuşmuyoruz
değil mi?”
“Ama genelde kadınları eziyorsunuz. Kullanıp bir kö-
şeye atıyorsunuz.”
“Evet, genelde bunu yapıyoruz. Kadınların çoğu da er-
keklerin çoğu tarafından eziliyor, kullanılıyor, aşağılanıyor
hatta zaman mekan öldürülüyor. Bunda haklısın. Ben bu-
nu konuşmuyordum.”
“Tamam ne konuştuğunu anladım. Yöntem, sınıflan-
dırma, falan filan. Bunlar geride kalan sorunlar. Esas, acil,
çözülmesi gereken sorun ise kadınların hayatın her yerinde
ikinci, üçüncü sınıf sayılması ve oluşu.”

363
(Erkekler hakkında bir cümle de sen söylemez miydin
Bünyamin Abi! “İkna etmek kısır bir eylemdir.”)
“Bir çay pişirsek.”
“Lanet olsun ocağa çay suyu koymuştum.”
Refika içeri geldiğinde ellerindeki iki seramik kupada
çay torbacıklarının sarı etiketleri sallanıyordu. O kupaları
masaya bırakırken bir hayal kırıklığı yüzümü yaladı. Ben
çay derken kesinlikle böyle bir şey düşünmemiştim ki.
Mutfağa gidip bir tabak kurupastayla döndü. Ben torbacı-
ğın ipiyle kupadaki suya olta sallama oyununa dalmıştım.
“Ne düşündüğünü söyleyeyim mi sana,” dedi. Yüzüne bak-
tım. Ne ukala bir kadındı. “Pehh, böyle çay mı olur, diyor-
sun.” Güldüm. Bu sefer de tahmin gücünün yüksekliği ho-
şuma gitmişti. “Niye güldün,” dedi. Ne düşündüğümü bil-
diğini söyledim. “Evet, seni bekletmek istemedim. Çayımız
demlenirken biz de bunlarla oyalanırız diye düşündüm,”
dedi. Sevindim. Şimdikupadaki sıvıyı daha kolay içebilir-
dim. Madem bu esas çaya kavuşabilmek için ödemem ge-
reken bir bedeldi. Çok pratik akıllısın, dedim. Neden be-
nim de şimdiye kadar böyle bir şey yapmak aklıma gelme-
di ki, dedim. Hafif bir gülümseme dalgalandırdı yüzünü.
“Hani bana kur yapmayacaktın,” dedi. Ona kur yapmadı-
ğımı, böyle bir şeyi düşünemediğim için çay arzusuyla kıv-
ranarak en az on dakika herseferinde çayın demlenmesini
sabırsızlıkla beklediğimi, oysa sallandırma çayla kendimi
oyabileceğimi öğrenmekten dolayı sevindiğimi söyledim.
“Açıklaman kabul edildi. [Tanrım! Bu ne çokbilmişlik!]
Zaten bir kadınla tanışır tanışmaz onu tavlamaya çalışacak
biri olmadığını tahmin etmiştim.”
“Tanrım! Refika sen de beni böyle gizemli konuşma-
larla çıldırtıyorsun billahi.”
“Bilmiyorum gizemli mi konuşuyorum. Aslında gizem
mizem yok sözlerimde. Belki şimdiye kadar seninle oturup
konuşmasam da hakkında çok şey duydum. Belki bu bilgi-

364
lere dayanarak tahminlerde bulunuyorum. Hepsinin doğru
olduğunu iddia edecek halim yok. Ama inan bu akşam bile
yetti bana seni kafamdaki kutulardan birine koymaya.”
“Peki biraz önce sevgilimden bahsettin. Bir sevgilim
olduğunu nereden biliyorsun? Bu da mı bir tahmin?”
“Beni makaraya sarmıyorsan söyleyeyim. Bu kadar saf
ya da kendinden habersiz biri olamazsın. Nuh’a göre ol-
dukça gelişkin, dikkatli, anlayış gücü yüksek, düzenli bir
insansın. Yani akıllısın.”
“Billahi bir şey anlamıyorum. Gizem dediğim de bu ga-
liba.”
“Yaa,açık olalım! Sen bizi takip ediyordun. Davranışı-
na bakan biri bizi tanımadığını sanırdı. Kaç kere kitapçıya
geldin? Kaç kere şehrin değişik yerlerinde Nuh’la benimle
karşılaştın! Gözlerini bile çevirmeyecek kadar tilkiydin. Nuh
da bir akşam ‘biz de aynısını ona karşı oynayalım. Onu ta-
nımıyormuş gibi bir davranışın rahatlığı içinde davranalım.
Eğlenceli olmaz mı,’ demişti. Sonra bu izlemeler, bu rast-
laşmalar benim için sevimli bir oyuna döndü. Gerçi her se-
ferinde gerçekten çok heyecanlanıyor, kendimi sakin tuta-
mıyordum.”
Sustum. Kanım bir yerlere çekildi. Ne diyordu bu ka-
dın böyle? Akıllı olmak böyle bir şey miydi? Başka akıllara
bir kabahat bulmayıp kendini acıtan bir akıl ve bunu taşı-
yan insan akıllı mı olurdu? Aptalın en yücesiydim. Leylasız
kalmış bir halde dünyayı terk edip yine de bir miktar onun
içinde kalmış bir deli. Evet Nuh’u bir kez Korsan’da bir kez
de Joe’da görmüştüm. Birincisinde onu gerçekten tanıma-
mıştım. İkincisinde de o benden kaçtı sanki. Eveet, bir kez
de Nuh’un Nuh olduğunu bilmeden kitapçıda rastlamış
olabileciğimi düşündüm. Emin değildim ya, benim içeriye
girdiğimi görünce Nuh biraz telaşlı bir kıvraklıkla Refi-
ka’nın yanından ayrılıp üst raflardaki kitaplara bakıyor-
muş gibi yapmış olmalıydı. Refika’nın anlattığı kurgusal
öyküdeki Tahir bir polisiyede çok akıllı bir roman kişisi
365
olabilirdi ancak. Ama bu Memet’in kendini bileli kendi ak-
lıyla sorunu, zoru vardı. Demek ben o günlerde bayağı da-
ğıtmış olmalıydım. Lütfü Usta “diş kapıp sıyırmış” derdi
böylelerine. Tam olarak bu benzetmenin tamirci argosun-
daki ayrıntılarını anlamasam da “sıyırmak” eyleminin an-
lamı, bana gösterdiği açık gelirdi. Şimdi bu açıklıktan
daşüphelendim bir an. Kendimi bile fark etmeden Mecnun
gibi dolaşıp durmuş olmalıydım ki başkalarını görebile-
yim. Mecnun olmak deli olmak olur muydu hiç! “Dil amma
da lastikli ha,” diye bana gülüyordu Lütfü Abi.
“Sevgilinle aran nasıl? İki farklı kültürden insan öyle
kolayına anlaşamaz.”
“Onu çok seviyorum. Eğer Gisela olmasıydı buradaki
hayatım hiç de kolay olmazdı. Ona ne kadar borçlandığı-
mın farkındayım. Ama onu sevmemin bu borçtan önce
başladığını biliyorum. Eveet, iki farklı kültür dedin. Ben de
önceleri senin gibi düşündüm. Bu ilişki pek uzun sürme-
den biter diyordum. İkimize geride acıları kalır bu ilişkinin
diyordum. Tanrım, hep acılarla mı geçecek günlerim, diye
isyan ediyordum. Şunu söylemeliyim ki Gisela’da birkaç
kültürün unsurları bir arada bulunuyor. Yani o Alman de-
ğil, Türk değil, Afrikalı değil, Portekizli değil. Onunla kur-
duğum ilişki beni ait olduğum kültürün içinden çıkarıp
ama o kültürü inkar etmeden kültürötesi bir bakış kazan-
dırdı. Ne dediğimi tam olarak ben de anlamıyorum
yaa!Ama gerçekten şanslıymışım onu tanımakla, onu sev-
gilim olmaya razı edebilmekle. Onunla evlenmek istiyo-
rum, biliyor musun?Evlilik denilen şeyi hiç bilmediğimi
anladım. Ancak herkesin bildiği tanınmış evlilik hakkında
konuşmuyorum ben. Hani çocuklar bile bilir ya, istediğim
o tür bir evlilik değil. İşin gülünç tarafı o bunu kabul etmi-
yor. Refika sana bir şey soracağım, gülme ya, cesaretimi
kırıyorsun. Böyle davranırsan gene dokuz sokak yedi cad-
de dolaşırım bak.”

366
“Sor hadi. Senin Gisela’ya aşık olman çok hoşuma gitti!
Gerçekten çok gösterişli bir kadın.”
“Onu tanıyor musun? Yani onu da mı gördün?”
“Eveet. Kaç kere hem de!”
“Ya Gis de ben de çok aptalız gerçekten. Bizi izlediniz
aylarca ve de biz hiçbir şey fark etmedik ha! Olamaaaz!”
“Ne soracaktın?”
“İki caddeye daha uğramam gerekiyor. Diyecektim ki,
ben hiçbir erkeğe benzemiyorum. Yok, öyle değil. Ben er-
kek değilim her halde. Yani sence gördüğün kadarınca ben
ilişkilerimde bir kadın gibi mi davranıyorum? Örneğin
Gis’e doğrudan benimle evlen diyemiyorum da, bunu do-
laylı yollardan anlatmaya çalışıyorum. Bunu çok istemem
rağmen. Bu kadınsı bir özellik değil mi? Gülme ya! Yani bir
arzuyu edilgence (pasif bir şekilde) beklemeye bırakmak.
Onun gerçekleşmesi için çabasız kalmak ya da Hıdır Ab-
dal’a adak adamak. Gerçi bu bile bir eylem ya! Bir türlü an-
latamıyorum!”
“Gisela da sana erkek rolleri kesiyor değil mi? ‘Tatlım
zaten biz evli sayılırız. Bu da şimdi nerden çıktı pırlantam?
Yoksa bana güvenmiyor musun hazinem? Ah ne kötüsün
bebeğim!’ değil mi?”
“Refika çok kötüsün. Benimle dalga geçebilirsin ama
Gis’e bir şey söyleme lütfen...Bilmiyorum neden, onun
hakkında olumsuz çınlayan bir şey bana hiç hoş gelmiyor.”
“Sen sırılsıklam aşıksın oğlum! Helal olsun kadına! Bi-
zi tanıştırsana Tahir. Ondan biraz ilişki dersi alsam diyo-
rum. Ciddiyim.”
“İstersen biraz sonra burdan çıkıp Gis’e gideriz.”
“Aşık bu çocuk ya. Onu özledin değil mi? Peki beni se-
nin yanında görünce ve de geceyi beraber geçirdiğimizi
öğrenince...”

367
“Gis olanları bilir. Bilemezse zaten ben söylerim ona.
Evet her şeyi söylemem belki, ama onu ilgilendirdiğini
sandığım şeyleri de açıkça anlatırım. Gerçi laf dolaşıp dö-
nüp o ölçüt sayılana geliyor. Yani bana desen ki Gis’in bil-
mesi gerekenleri kim belirleyecek? Ya kahrolayım yine
cadde sokak dolaşıyorum.”
“Senden hayli etkilendim doğrusu. Kendine karşı bile
haddini biliyorsun. Seninle dün akşam birlikte bir yerde
kalmak istemiştim. Bu isteğim ne kadar da yerindeymiş.
Bana gerçekten iyi geldin. Teşekkür etmeliyim galiba. İç-
kiyle aran nasıl?”
“İyi, çok iyi. Geçenlerde bir arkadaşla içmiştim. Rakı
şişesinin dibinde kalan payın sana sana selam söylemişti.
Özür dilerim söylemeyi unutmuşum.”
“Dolapta açılmış bir şişede epeyce rakı var. Sence bo-
zulmuş mudur?”
“Bilmem ki. Mantıken bozulmaması gerekir. Yani biraz
tadı değişmiş olabilir ya, bunu acemi içiciler anlayamaz
her halde. Yine de tadına bakmak lazım. Getir ben... de bir
kadeh alayım. Macera olur. Kahvaltımı her gün rakıyla ya-
parım diye anlatırım. İnanmayan olursa bana tanıklık eder
misin?”
“Eğer sezgilerim beni yanıltmıyorsa, sona doğru ak-
lından geçen bir şeyi söyleyemedin ve hemen sektin. Ka-
nıtlarım. Önce durdun. Arkasından önceki yarım kalan
cümledeki anlamı yarı yolda bırakıp zoraki bir bağlantıyla
yeni bir cümle oluşturdun. Sonra da dudaklarını sıkıca ka-
patıp büzdün.”
“Yaa senin yanında bir insan nasıl rahat edebilir? De-
min sana gizemli konuşuyorsun demiştim. Yer yer, gizemi
bırak insanın içini okuyabiliyormuş iddialarına kapılan
büyücü bir cadı gibisin. Negülüyorsun?”
“Türk erkekleri cıvık kadınlardan hiç hoşlanmaz. Eğer
bir kadın ciddi değilse kesinlikle o yolludur.”
368
“Kusura bakma sevgili Delphi Tapınağı Kahinesi. Ben
ne Türk ne de erkeğim.”
“Sen de mi Kürtsün?”
“Ben Türkmenim. Türkmen olmayı da çok seviyorum.”
“Türkmenler Türk değil mi?”
“Ya bu çok sıkıcı bir konu. Hiç girmesek!”
“Olur tabii, sadece aradaki farkı merak etmiştim. Ney-
se!”
Kalkıp mutfağa gitti. Rakı içmek için en az ne lazımsa
hepsini getirmişti. Kendi halim, rakı içme isteğim çok ho-
şuma gitti. İnsanların pazar günü diye uyuduğu bu er sa-
bahta ben rakı içecektim. Bir çay bardağının dibine iki
parmak rakı koydum. Ezazil kulağıma rakı muhabbetinin
başındaki o yarım kalan cümleyi fısıldadı. Bu kadın nerden
kestiriyordu benim zihnimdekileri? Bir kere müthiş bir
dinleyici olmalıydı. Müthiş bir gözlemci de. Tam bir cadı,
diye içimden geçirirken elimde olmadan gülmeye başla-
dım.
“Sana ciddi olmanı söylemiştim. Biz kadınlı erkekli
ciddi bir milletiz!”
“Sanıyorum beni kızdırmaya çalışıyorsun. Kızım ben
de çirkeflik yapabilirim. Yani o kadar yunmuş arınmış biri
değilim.”
“İyi öyleyse şu bizim yarım cümleyi tamamlasak ar-
tık!”
“Önce Nuh için birkaç yudum içelim. Canı çekmiştir
fukaranın. Eğer sen içmek istemezsen bunu anlamasam da
seni yine de desteklerim.”
“Tamam öyle olsun.”
“Demin kaytardım ya, aslında gizleyecek bir şey yoktu.
Senden çekiniyorum, çünkü seni bilmeden de olsa kırmak
istemiyorum. Rakıyı getir, ben tadına bakayım. Belli olmaz,

369
belki de birçok alkol çeşidi oluşmuştur. Sen zehirleneceğine
ben zehirleneyim diyecektim.”
“İyi de Memo, bunda bir şey yok ki!”
“Bence de bir şey yok. Ama birden gene bana asılıyor-
sun. Unuttun mu, anlaşmıştık muhabbetine girersin diye
düşüncemi geveledim.”
“Kadının biri köpeğine poker oynamayı öğretmiş. Ama
köpek kendisine iyi kağıt gelince kuyruğunu sallıyormuş.
Sen de inan lafı değiştirirken beş on istemsiz hareket ya-
pıyorsun. Gisela bunu sana söylemedi mi hiç?”
“Almanca konuşurken ne yazık ki kuyruğumu salla-
yamıyorum. Neumarkt’tan beri bana kur yapma, bana do-
kunma, bana sadece bir kadınmışım gibi davranma diye
beni azarlayıp durmadın mı? Ben de gene cıngar çıkarma-
yasın diye demin olduğu gibi şaka cümlelerimi bile yarıda
kesiyorum. Sen ölme de ben ölürüm rakıdan diye şaka
yapsaydım bana kur yapma nakaratlı türküyü söylemeye-
cek miydin?”
“Sen ne biçim bir adamsın! Korkak, cesaretsiz, kırıl-
gan, bir şey olmadan hemen onun kaygısına kapılan. Eğer
Nuh anlatmasaydı, ben senin dağda bayırda elinde silah
dolaştığına imkanı yok inanmazdım. Oğlum biraz kazaklaş,
kazık kadar adamsın ya! İncinen incinsin. Sen rahat ol.
Eğer böyle bir şey olursa özür diler, telafi edersin.”
“Seni kırmak istemiyorum. Belki şurada birkaç saattir
konuşuyoruz. Sen beni nasıl, neyle çözdüysen ben de seni
başka başka araçlarla da olsa çözdüm. Zaten Nuh gibi bi-
riyle Almanya’da büyümüş biri arkadaşlık yapıyorsa, o in-
san baştan iyidir. Bu iyiliğinle kızım sen Nuh’a değil başka
birine toslasaydın yine de acı çekerdin. Sorununu anlaya-
madın mı daha?”
“İdealist olma. Hiçbir kimse sadece iyi olamaz. Ben de
kötüyüm. Ben de gerektiği kadar içten pazarlıklıyım. Plan-
cıyım. Kırıcıyım.”
370
“Bir kere yavaş yavaş iç. İçtikten sonra üstüne su al. Şu
kokutup rokfora çevirdiğin küflü peynirdenbir lokma zor-
la yut. Bir lokma da salata. Evde yumurta var mı?”
“Akıllı biri olsaydın, sanki beni sen terk etmişsin gibi
dün akşam suçlu suçlu peşime düşüp tin tin izleyeceğine,
evde yiyecek bir şey var mı diye sorardın.”
“Benimle kavga etmek istiyorsun. Bunun nedenleri
tahmin edilebilir. Rahat ol. En azından yaraların kabuk
bağlayıncaya kadar sana katlanırım. Zaten tin tin gölgen
gibi seni izlediysem, acaba biraz dertleşip rahatlayabilir
miyiz, umudu ileydi.”
“Benim için ne yapabilirsin ki?”
“Yapılması gerekenlere bağlı bu. Her şey eşittir hiçbir
şey. Ya da her şey hiçbir şey olmayandır. Bana konferans
çekiyordun. Biraz da kendine söyle. Şu eve bak. Dolapta
yiyecek bir şey yok. Kızım sen ne yedin, ne içtin? Bu lü-
zumsuz oldu. Ne içtiğini öğrendim. Refika ben neyim bur-
da? Eğer kendine bakamıyorsan geçici ya da kalıcı Gis’e
gidelim. Bana gidemeyiz. Gis’te kalırsın. Konuşacak bir ar-
kadaşın olur. Beraber pişirip beraber yeriz. Gündüz herkes
işe gider. Akşamları kafana göre takılırsın. İstersen bu evi
hemen boşaltalım. Bu havadan kurtulsan fena mı olur?”
“Sus artık. Benim kalacak yerim var. Gertrude’yle kalı-
yorum. Hani şu Joe’da gördüğün Alman kadın. Ev bu yüz-
den dağınık. Siz ikinizde işe mi başladınız?”
“Evet. Benim salak Nuh’un peşinde olduğu paracıklar
suyunu çekti. İkimiz de çalışmak zorunda kaldık. Gülme!”
“Hikayeyi ne kadar biliyorsun acaba? Gerçekten Nuh
başlangıçta paranın sende olduğuna inandı. ‘Hiçbir şeyden
haberi yok birini oynuyor’muşsun. Zannederim sonra se-
nin hiçbir şeyden haberin olmadığına karar verdi. Bunun
nedenini ben de bilmiyorum. Ya bir ilişkisinden konu hak-
kında kesin bir bilgi aldı ya da senin buradaki saftirik ha-

371
yatına bakıp böyle bir şey yapamayacağına inandı. Sahi
paranın hepsini o Alman karıyla yiyip bitirdiniz mi?”
“Heh heh heh! Bakıyorum neşen yerine geldi. Hafta-
larca Nuh’u bulurum diye peşinizde kıvranarak gezdim.
İçim çok acıdı. Nasıl Nuh’u tanıyamadım, nasıl beni Az-
rail’in elinden çekip alan insanı unutabildim... Gisela’ya bi-
le bir şey anlatamadım. Anlatsam ne diyecektim? Anlat-
sam benim gönül borcumu ödeyememekten dolayı çekti-
ğim acıyı anlamasa da kabul edecek miydi? Gisela da bana
bir kelime söylemeden çok üzldü. Hep benim bir şeyleran-
latmamı bekledi. Canım! Salak Nuh! Düşüncesizce davra-
narak tanıdığı tanımadığı onca insanı üzdü. Ne denir, oldu
bunlar. Geride biz böylecene kaldık. Nuh nasıldır acaba?
Onu görebileceğimiz bir yerde olmaması ne kötü.”
“Onu seviyorsun hala.”
“Sen ne diyorsun Refika? Sevmek ne kızım? Şimdi ben
böyle dağıttım, o başını belaya soktu, ötekiler hapiste, biri-
leri işsiz güçsüz Türkiye’ye dönebileceği günlerin hayalini
kuruyor, berikiler bir paket tütün parasını bulamıyor, bir
başkası bir kelime konuşacağı bir insanı olmadan yaşıyor...
bin bir türlü acının yeniden yeniden kendini ürettiği bü-
yülttüğü bu şartlarda adına yaşamak dediğimiz bir mah-
rumluğun madunluğun hüznün acının içinde sürüklenip
gidiyoruz. Bu insanların hepsi birbirleriylecan arkadaşıy-
dı. Öyle günler geceler anlar oldu ki gözümüzü kırpmadan
birbirimizin yardımına koştu çoğumuz. Düşünebilirsin, an-
layabilirsin, değerlendirebilirsin bunları sen. Öldürücü bir
derde yakalanmıştım bir yerlerde. O Nuh denilen kafir,
soyguncu, eşkıya beni sırtında taşıyıp günler geceler boyu
dağdan dağa yürüyerek hastaneye yetiştirdi. Bir insanı
sevmek ne olabilir ki! Billahi sevmek nedir bilmiyorum!
Ah çocuk, gelip konuşsaydın benimle! Bir şey yapamasam
şöyle birkaç kere sırtını sıvazlardım ya! Tanrım en başta
ben ne kadar acımasız olabiliyoruz! İnsanın insana reva
gördükleri ah! Lanet olsun gözyaşı dökmekten başka
372
elimden bir şey gelmiyor. Seyredip duruyoruz işte. Güçlü-
yüz. Cakamız yerinde. Kendimizi kurtardık ya! Neyse bu
kurtarmalar? Kendini kurtarmış olsan da kurtaramadıkla-
rın ağzının tadınıbozduktan sonra ne anlamı var böyle bir
kurtuluşun? Lanet olası cadı Refika. İşte burdayım ve mu-
radım derdim kederim bu. Öğleye doğru doğru Gisela’ya
gidiyoruz seninle. O bize baksın. Epeyce öğrendi zaten
devrimci eskilerine, kırıklarına, yıkıklarına, artıklarına na-
sıl bakacağını. Aklına da olumsuz bir şey getirme. Sana
bunu teklif edebiliyorsam, bilki en uygun olan budur. Sen
Gertrude’yi metrudeyi bırak. Biliyorum o da iyi bir insan.
Aslında ne kadar çokuz biz ya! Ama neden yaralarımızı sa-
rabilemiyoruz? Neden Tanrım! Nedeeen? ”
Yerinden kalkıp boynuma sarıldı. Elinden ne gelirdi
başka, kendini sıka sıka ağlıyordu. Sırtını sıvazlayıp dur-
dum. Hıçkırıkları arttı. “Kalkalım yüzümüzü yıkayalım. Si-
gara içelim. Senin şu bizi öldürmeye kast etmiş rakına gös-
terelim bizi kendimizden başka bir şey öldürebilemez.
Madem buna gücümüz var, kendimizi toparlamaya, hiiiiç
bir şey olmamış gibi yaşamaya da gücümüz vardır. Görü-
yorsun işte. Saçma da olsa, Nuh gibi, Faruk gibi, Ali, Os-
man, Refika, Gisela gibi devrimcilerin en güçsüz göründük-
leri zamanda bile ellerinden her iş geliyor. İşte bu yüzden
seviyorum biz çocukları. En düşkünleştiğimiz hallerimiz
bile bir destan, bir mit bizim. Kulağıma sesler geliyor. Os-
manlıca bir marş söylüyor birileri. Ne yaman söylüyor bi-
zim çocuklar böyle! ‘Şu zalim, köhne alemi/ Kurarız öz
dünyamızı/ Bu olur son ve şanlı/ Enternasyonelle// Te-
melinden yıkıp sonra/ Oluruz hür, işçi, sen yaşa/ En kat’i
muharebe/ Yükselir adam oğlu!”
“Adı ne bu marşın?”
“Güldürme beni. Güldür güldür Refika! İhtiyacım var
buna. Bu marşın adı Enternasyonal. Beynelmilel derlerdi.
1920’de böyle söylerdik işte. Hala o çocuklarız biz. Hayat
bize billahi laf geçiremiyor. Hani Doğu efsanelerinde
373
ölümsüzlük suyu (ab-ı hayat) derler bir iksir vardır ya, bu
çocukların hepsi tas tas içmiş olmalı o sudan. İşte öyle!”
“Senin gerçek adın ne? Tabii söylemek istersen eğer.”
“Neden söylemeyeyim Refika! Senden saklayacağım o
kadar az şey var ki! Adım Mehmet. Gisela Memet diyor.
Sen de istediğin şekilde söylersin işte.”
“Peki Nuh’un ya da Bünyamin’in gerçek adını biliyor
musun?”
“Sen?”
“Bilmiyorum. Aslında önceleri merak ettim. Sonra o
kendine Bünyamin diyordu, neden ben de öyle demeye-
cektim ki!”
“Musa’ydı adı. Soyadı Kılıç. Benim soyadım da Sab-
ran.”
“Keşke Nuh, beni de Nuh demeye alıştırdın sonunda.
Musa demek çok tuhaf geliyor bana.”
“Baaak, yedi cadde dokuz sokak laf dolaştıran yalnız
ben değilim.”
“Ne biçim bir bellek var sende ya! Hiçbir şeyi unutmaz
mısın sen?”
“Keşke her şeyi unutabilseydim! Biraz uç bir istek ol-
du. Ama çok şeyi unutabilseydim bu kadar acımazdı içim
belki. Keşke Nuh, demiştin.”
“Çok tuhaf oldum şimdi Memet. Memet Tahir’den gü-
zel bence. Buraya gelirken seninle, Nuh’la bütün işimi bi-
tirmeye kararlıydım. Sıçıp sıvayacaktım ikinize de. Lütfen
kabalaşmama izin ver. Eğer çok rahatsız oluyorsan yine de
konuşma tarzımı değiştirebilirim. Nuh’la işim bitti benim.
Bunu biliyorum. Sadece bir öfke var ona karşı ya da onun
hatırasına karşı. Ama bir şeyi bana farkında olmadan sen
sezdirdin belki. Siz yaralanmış insanlardınız. Yaraları iyi-
leşmemiş, bir türlüiyileşmeyen. Sadece bu bile yaptığınız
her saçmalığı, her kötülüğü, her puştluğu hafifletiyor. Bun-

374
lar olmasa ne güzel olurdu. Oluyor ama. Engelleyecek ha-
liniz, ilişkiniz, bağınız yok. Eğer seni rahatlatacaksa şunu
bil abi! Nuh hiçbir zaman senin hakkında kötü bir şey söy-
lemedi. Ne düşündü bunları bildiğimi iddia etmiyorum.
Ama kötü bir söz çıkmadı ağzından. Sadece ‘bunu bana na-
sıl yaparsınız, arkadaş arkadaşa böyle davranır mı hiç,’ di-
yordu. O inan paraların peşinde değildi. Sanırım sizin onu
nasıl kandırabildiğinizi öğrenmek, anlamak istiyordu. İşin
en acısı da senin onu ne kadar sevdiğini bilmeden buradan
gitmek zorunda kalışı. Bunu bir öğrenebilseydi, sanki bir
şeyler değişebilirdi. Sen onu da değiştirebilirdin. İnan sen
de böyle bir güç var. Hani bana ikide bir gizemli konuşma
falan diyordun ya, asıl sen çok gizemlisin, büyücüsün in-
sanın ta yüreğine yüreğine konuşabiliyorsun. Buraya ge-
lirken niyetim sana kocaman bir nefretle Nuh’u, seni, diğer
arkadaşlarınızı anlatacaktım. Size küfürler sıralayıp rahat-
layacaktım. Ama gördüm ki bunu zerre hak etmiyorsunuz.
Tamam bir kere daha söylüyorum sana, bu gece sizi başka
bir yönden tanıdım. Bunu elbette sadece senin anlattıkla-
rına dayanarak yapmadım. Zaten bende birçok dağınık
bilgi vardı. Sen bu dağınıklığı nasıl düzene koyabileceğimi
sanki bana ilham yoluyla sezdirdin. Nuh ilişkimizi bitirdi.
Bitmeseydi, çabalasaydık biz de mutlu olabilirdik. O kola-
yına kaçayım derken aslında zora çattı. Şimdi Nuhsuz bir
hayat kurmalı. Eve dönemem. Durumum hiç de iyi değil.
İşten de çıktım. Para yok, iş yok, zorunlu harcamalar, yeme
içme derdi. Çalışma kurumu işsizlik yardımı vermeyi ka-
bul etmez. Bu işe gireli 6 ay bile olmamıştı. Ya sosyal yar-
dıma başvuracağım ya da bir iş bulacağım. Nuh’un hayal-
lerine kapılıp bayağı zengin bir yaşam sürdükten sonra bu
duruma düşmek ağır geliyor bana. Kendime kızdım hep.
Neden ayaklarımın üstünde duracak bir konuma geleme-
dim ki, diye. Ben bir de orda burda kadınların güçlü olmak
için en önce çalışmaya, parasal bağımsılığa kavuşmaya ih-
tiyaçları olduğunu savundum. Kendim orda burda aylaklık
yapacağıma ciddi bir işe girseydim ya. Kadın erkek eşitliği,
375
kadınlara pozitif ayrımcılık, kadınlara iş hakkı, kadınlara
yüksek ücret derken alttan alta da Nuh Bey’in paracıkları-
na umut bağlayan, onlarla istediği şekilde yaşamayı hayal
eden bir kadın. Bir metres. Buna Türkiye’de orospu mu di-
yorlar Memet?”
“Susss! Kendini kanatıyorsun. Bunların belki de hiçbi-
rini böyle düşünmedin. Yoksa o kitapçıda çalışır mıydın!
Sana iş bakarız. Çok ilişkimiz yok. Bu doğru. Ama çok acili-
yetimiz de yok. Gisela’ya söylerim, Gökhan’a, Markus’a,
Kebapçı Ali’ye... Kimi görsem bunu çıtlatırım. Onları ararız
tekrar, hani ne oldu bizim iş deriz. Kalacak yerimiz var na-
sıl olsa. İki de maaşımız var. Bunları hiç düşünme sen. Dert
değil bunlar. Önce sağlığına kavuş.”
“Memet peki sen Nuh’u arayacak mısın? Beni yanlış
anlama. Onu sevmiyorum artık. Şu andan itibaren ona kar-
şı duyduğum kin de bitti. Bilmiyorum nasıl becerdim bu-
nu? Ama içim rahatladı, genişledi sanki. Yine de onu bula-
lım istiyorum. Bize ihtiyacı varsa eğer yapılabilecekleri
yapalım. Sana onun hakkında anlatacaklarımın hükmü yok
artık. Bunu böyle hissediyorum. Gisela’yla tanışmak için
sabırsızlanıyorum doğrusu. Sana teşekkür ederim. Ben yi-
ne de Gertrude’de kalayım. Haberleşiriz. Eğer eve ihtiya-
cım olursa teklifini bir daha düşünürüm. Bu sabah çok gü-
zel. Şimdi çoğu insan uyurken biz arkamızda kalanları top-
lamaya çalışıyoruz. Rakıya gerek kalmadı. Bir kaşık kahve
bulabilirsem kahve içelim. Yoksa dışarı çıkıp bir yerde
kahvaltı yaparız. Şöyle ak pak ekmekcikler, tereyağı, bal.
Akşam ilişkimizin böyle gelişeceğini hiç düşünmemiştim.
Sen ne güzel insansın be Memet Abi!”
“Gel sana şöyle hiç çekinmeden sıkıca sarılayım bir
kere. Kemiklerini sızlatana kadar. Beni çok dövdün dün-
den beri. İntikamımı böyle alayım hiç olmazsa.”
“Kıyamazsın bana sen.”
“Kimseye kıyamam. Kıysam bile sonradan çok beter
pişman olurum. Böyle işte yoldaşçık benim ol hikayem!”
376
377
GISELA

“Mutlu olmak demek ürküntü duymadan


kendinin farkına varmaktır.”
(Walter Benjamin,1928:42.)

Ağustosun son haftasında Gisela sessizce koşturup


durdu. Elimden geldiği kadar ona yardım ettim. Onu sakın
her şeyi kendi başına halletmeye kalkışma diye uyardım.
Bugün günün nasıl geçti sorusunun biçimselliği, içi boşlu-
ğu beni iğrendirse de onu her gördüğümde sordum. Ayak-
larına, başına, sırtına masajlar yaptım. Ona ömrümde bir
daha bu sıklıkta sarılamayacağım kadar sarıldım, öptüm,
kokladım. Çoğu gece arzudan kudurmama rağmen bir de
ben kıymayayım canana diye, onu göğsüme çekip sırtını
bir metronomun düzenli salınımlarından daha düzenli ok-
şayarak uyuttum. Yorgundu, gergindi, telaş içindeydi. Bu
378
yoğun günlerde benim büyük armağınım da Gis’in bana
“iyi ki seni sevdim,” diye sokuluşuydu.
Gis benimle evlenecekti. Tören Korsan’da ayın son
perşembesi saat 14’de yapılacaktı. Nikah memuru oraya
gelecekti. Sonra biz yakınlarımızla birlikte bu çoktan ger-
çekleşmiş evliliği kutlayacaktık. Gis’in telaşlı koşturmaları
bu nedenleydi. Aslında ben de telaşlıydım, gergindim. Tö-
renden sonra Elisabeth’in desteğiyle bir seferde döşenmiş
dayanmış bir eve Gis’in ikinci el polosuyla gidecektik.
Gis’i evliliğe Refika’nın oyunculuğu razı ettirmişti. Re-
fika kikirdeyerek bana anlattıkça aslında küçük bir suçlu-
luk duygusuna kapılıyordum. Çünkü Refika’nın yalanla-
rından haberim yokmuş gibi davranıyordum. Refika’ya
bakılırsa Gis’in resmi nikah yaptırmaması için oldukça
sağlam gerekçeleri vardı. Refika Gis’le aynı işyerinde ça-
lışmaya başlayalı beri Gis’le fiskoslarını şirketteki gizli
ajanım bana fırsat buldukça aktarıyordu. Refika Gis’de
kaldığında mutfak, oda fısıldaşıp elimizde olmadan yüksek
sesle gülüyorduk. Gis buna aldırmıyormuş gibi bir poz ta-
kınsa da aslında aldırıyordu. Refika Gis’e ne derse o Porte-
kiz kanından gelen inatçılığıyla “hayır asla,”yı hemen bası-
yormuş. Refika taktik değiştirmiş. “Kızım sen bizim kültü-
rü tanımıyorsun. Türklerde (?) bir erkek resmi nikah ol-
madan bir kadınla yaşarsa onu sevse bile kadına orospu
gözüyle bakar,” demiş. Refika aktarmanın burasına geldi-
ğinde kendini gülmekten alıkoyamıyordu. “Bakışları değiş-
ti. Yüzü sıkıntılı bir şey düşünenlerin yüzüne döndü. Bur-
nunu çekti. İki eliyle ağız çevresinde bir şey varmış gibi si-
lindi. Yanından ayrılıp mutfağa gittim. Lizbon’un küçük
beyinli sardalyesi oltanın iğnesindeki kurdu (solucanı) de-
ğil oltayı misinasıyla, sapıylabirlikte yutmak istiyordu.
Birkaç dakika sonra mutfağa girdi. Ona belli etmeden bak-
tım. Aynı yüz, aynı ifade. Kendime kızım Refika bu nikahı
bozacak bir şeyler bulabilirsen sana tam bin askerlik allı
güllü giysi, dedim. Beni bir köşeye çekti. “Refika demin

379
bana Memet hakkında anlattıkların gerçekten doğru muy-
du,” dedi. İçimden gülerken yüzüme Doğulu bir ciddiyet
ifadesi oturttum. Hani sen bana bir dize okumuştun ya,
tam ondaki gibi.”Ben hangi dizeydi,diye sordum. “Yaa pek
hatırlamıyorum. İçinde bilen gülmez, bilenlerin yüzü asık-
tır masıktır, akılsızlar gülüp gezer diye bir şeyler geçiyor-
du,” dedi. Yusuf Hashacib mi, dedim. “Sıçarım hasına adi-
sine! Lafa kurşun sıkıyorsun ya!” “Tamam tamam, yeter ki
sen kabalaşma,” dedim. Refika sustu. “Hadi anlatsana kı-
zım. Çok tatlı anlatıyorsun billahi!” “Onlar erdi çoktan mu-
radına yar bize bir eğlence demezler mi, tam öyle işte,”
dedi.
Bilmiyorum Refikalı dolaplarımız ahlaksal açıdan doğ-
ru muydu? Biraz rahatsız oluyordum ya, sonuçta benim
olduğu kadar Gisela’nın da yararına, rahatına, huzuruna
neden olacak şeylerdi bunlar. O istemiyordu belki, ama
bunlar bana iş dönüşü bir tabak yemek pişirip Gis’in önü-
ne getirerek sürmem gibi davranışlar geliyordu. Yine de
bu yararları, rahatları, huzurları ben kendimce tanımlamış
oluyordum. Gis’in iradesine, arzusuna, isteklerine aldır-
madan. Zoraki iyilik iyilik olabilir miydi hiç!
Korsan’daki eğlenceye erkek tarafından Markus’lar ve
şirket çelengi, Gökhan’lar, işyerindeki azınlık anarkosen-
dikalistleri ‘temsilen’ Kızıl Rudolf ve kızıl gülleri, sermaye-
ye karşı sadece sendikal mücadele ile yetinenleri temsilen
Dietrich Usta ve pembe karanfilleri, kapitalizme karşı öncü
partili mücadeleci ve sınıfsal iradeci yoldaşları temsilen
Frederik Yoldaş unutmabeni demetiyle gelecekti. Düğün
evimiz Brigitte ve Thomas’ın çabalarıyla donatılacaktı.
Müzikler, bu çok güzeldi, Melodien zur Hoffnung (‘Umuda
–giden- ezgiler’diyebilir miydim? İnşallah doğru söylemi-
şimdir, yoksa başta Erhan’a ve hiç ulussuz arkadaşlarına
karşı çok ayıp olur!) orkestrası tarafından çalınıp söylene-
cekti. Tabii ki beleş! Kaan gelecekti bir demet çiçekle ve

380
yanında Köln Üniversitesi öğrencisi(onlar duymasa bari,
yeni sevgili) Hazal’la.
Kız tarafı daha çok kalabalıktı. Zaten Türkmenler baş-
tan kız tarafını pek sevmez. Onları söz, nişan, düğün bo-
yunca taa gelin attan inip evin eşiğini atlayıncaya kadar
çok buyrukçu bulur. Kızı aldıktan sonra hısımlık gün geç-
tikçe kuvvetlenir. Gis’in iş arkadaşlarının çoğu kadın olun-
ca hepsi de Korsan’da olacaklardı. Getirecekleri kap kacak
ve özenerek yaptıkları yemekler de cabaaaaydı. Şirkette
perşembe öğleden sonrasının işleri için pazartesinden iti-
baren Refika kadın yoldaşın önderliğinde hızlandırılmış
bir fazla çalışma uygulamaya neşeyle razı olmuşlardı.
Gis’in patronu ve eşi, şirket çelengi de orada olacaktı.
Gis’in patronu severek gelecekti. Çünkü o Gis’in bana polis
görmeden verdiği anarşiklerin fısıltı bültenine göre Kor-
san’da nitelikli ve ucuz yemek ve de hatta yemek servisi
yapacak bir görevliyi her gün göndermeyi daha düşük bir
teklifle Markus Bey’in fabrikasına gönderebileceğini aklı-
na gelmişken çıtlatacaktı.Ne de olsa bu evlilik aynı zaman-
da ve mekanda bir şirketlerarası evlilikti de. Bremenden
Wilhelm Bey ile eşi Elisabeth çarşambadan itibaren Kölnlü
olacaklardı. Otelde çoktan yer ayırtmışlardı bile. Bu da çok
güzeldi.
Gelemeyecek olanların listesi en kalabalık listeydi.
Bana hüzün veren uzuuun bir liste. Felicie Polonya’ya git-
mişti. Onu aramakta geciktiğim için bu neşeli günlerimde
bile üzgündüm. Oysa hiç unutmamıştım. Zaman zaman ne
yapıyor bu kadın şimdi, demiştim. Sonra Nuh’a ulaşıp
Gis’le nikah günümüzü iletememenin burukluğu da vardı
içimde. Sonra annem geçtiğimiz günlerde artık beni Tür-
kiye’deki evimizde göremeyeceği kanısına vararak bekle-
mekten vaz geçip çok uzaklara gitmişti. Öksüz kalmanın
acısı her yaşta ağırdı. Hayatın bizim herhangi bir yitirişe
hazır olup olmadığımıza kulak astığı yoktu. Zaten onun

381
kendi büyük (kaosunda) karmaşasında kendinden de ha-
beri yoktu.

382
AHMET

1997 yılının Mayıs ayının ortalarında İstanbul’da Gise-


la, Refika, Rudolf ve Yusuf’la buluştum. Buluşmayı Türki-
ye’ye tahmin edilebilen nedenler yüzünden hala geleme-
yen bibioğlum Memet ayarlamıştı. Almanya’dan gelenler
beni ve Yusuf’u yanlarına alıp Alman sermayesinin gücüy-
le Çınarcık’ta ömrümde bir kere bile görmediğim lüks bir
otele götürdüler. 12 gün boyunca çok yoğun ve çok güzel
yaşadım. Rudolf ile Gisela idare edecek kadar Türkçe ko-
nuşabiliyordu.Rudolf, Refika’nın eşiydi. Eşler benimle Yu-
suf’un kaldığı odanın karşısında 302 nolu odada kalıyordu.
Gisela bitişiğimizdeki 313 nolu sultan odasında kalıyordu.
Galiba Yusuf’un ulusal güvenlikle bir sıkıntısı vardı. Fakat
benimle birlikteyken sıkıntısı kalmıyor gibiydi. Buna sevi-
niyordum. Yusuf durmadan bana Memet’i anlatıyordu. Yi-
ne de her ne kadar soğukkanlıyı oynasa da hemen o görü-
nen yüzeyin altında telaşlı olduğu seziliyordu. Gisela bana
kısa bir “a” ile “abi” diye hitap ediyordu. Rudolf bana “da-
yım” demeye başlayınca üçüncü gün dört yeğenim daha
oldu. Gisela yeğenim Memet’in (Türkmenlerde dayı bibi
çocukları yaşça büyüğe dayı, o da küçüğe yiğen derdi)
eşiydi. “Aferin lan Memet,” dedim memnun memnun ken-
dime gülerek. “Durnayı gözünden tanımışsın vallahi.” Gise-
la herkese çok yakındı. Sayesinde otel çalışanlarının, özel-
likle garsonların en kıymetli müşteri masası bizimkiydi.
Çalışanlar adını sorduklarınında “Gelinim” diyor, onları
güldürüyordu. Bu kelimeyi benden yeni kapmıştı.
Memet bana, Almanca bilmeyen dayısına imzaladığı
hikaye kitabını göndermişti. (Illuminationen aus dem
Berg/Memet Sabran.) Adını Memet yazmıştı. Nedense bu

383
çok hoştu. Kitabı Walter Benjamin’in anısına ithaf etmiş
olmalıydı. Kitaba bakarken bir tuhaflık doldurdu içimi. Se-
vindim, gurur duydum, üzüldüm... Otelde ilk gece yatağa
uzanıp beş on kelimesi (ja, nein, wie, wer, woher, tag, kom-
men, gehen, trinken, essen...) dışında hiçbir şey anlamadan
(bir taraftan da Yusuf’u kollayarak) kitabın ilk öyküsünü bi-
tirdim. Gece uyandığımda kitap örtünün altında, koynum-
daydı. Memet küçükken onu çok severdim. Bizim evde be-
nim kardeşimmiş gibi kalırdı. Annemin yere açtığı yatakta
ayaklı başlı (yastıklar ayaklardan tarafta) yatardıkBunlara
rağmen ona karşı çok haksızlık ettiğimi, özellikle açık fa-
şizm günlerinde, bu yaşta kabul etmem kolay değildi.
Her güzel şey gibi sabahlara kadar kumsalda kikir ki-
kir gülüştüğümüz, birbirimize öyküler uydurup anlattığı-
mız günler geceler, içtiğimiz şişelerdekişarap gibi çabucak
boşaldı bitti. Ya da ben mi öyle hissettim!
Karşılaşmalar’a tatil dönüşü 6 Haziran 1997’de (12
nüfuslu) Avşar/Kalecik’te başladım. Düşümde Gürkaynaklı
İbo Dayı ile koyunlarının, köpeklerinin kışları kaldıkları
mağaradaydım. Mağara dedimse, büyük bir kayanın altın-
da yarım adam boyu yükseklikte geniş bir kovuktu. Bura-
ya kovuk denilebilirse eğer, kovuğun önündeki açığın bir
kısmıkara, rüzgara ve kurtlara karşı taşla örülerek kapa-
tılmıştı. Sürü içeride rahat görünüyordu. Biz girişte ocağın
isleyip kararttığı kesimde sırtımızı kayaya verip sıralana-
rak otururduk. Ocağın dumanı koyunlara doğru çevrilip
yine bize doğru dönerek örülen yerin bitiminden kayanın
üstüne doğru hızla yükselirdi. Bunu sağlayan kayanın gi-
rintisi çıkıntısyla bir bacaya benzeyen oluklu yapısı kadar
sürünün kaldığı kesimdeki havanın daha yüksek olan ısısı
olmalıydı. Köpekler ayaklarımızın dibine uzanıp başlarını
önayaklarının üstüne koyarak sohbeti dinlerdi. İbo Dayı
yirmi yıl önceki gerilla birliğine de dağlarda sohbet arka-
daşlığı yapmıştı. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ndan tanı-
dığı yöreden iki devrimci de içlerinde Kadir’i, Sinan’ı, Al-

384
parslan’ı başka isimlerle anıyordu. Soğuk kış günleri İbo
Dayı’nın ekmeği, pendiri, çayı kadar anlattıkları da bizi
onun dizinin dibine çekerdi.
Erken yatan erken kalkardı. Sabah 4’te masaya otur-
dum. Köydeki birkaç horoz birazdan gökteki pirlerinin
işaretiyle ötmeye başlardı. Dayımkepeneği omuzlarında,
sırtını yasladığı kayayı sanki o tutuyormuş gibi bir sıkın-
tıyla bıyığının perdelediği ağzı hiç görünmeden mağaranın
dibinden bir yerden gelen bir sesle “... Kimdik? Nerden ge-
lip nereye giderdik böyle? Ne beklerdi bizi orda?” derken
gepgeniş kovuğun önünde oturduğumuz yerden görünen
enginlere bakıyordu. Bu sözler yıllardır içimde çoğala ço-
ğala ruhumu, zihnimidoldurdu.
Ama ben yazmaya “Zülpischer Meydanı’ndan üniver-
siteye giden caddeyi” anlatarak başladım. Anlattıklarım
bana gerillanın yerelliği kadar yerel, kişiselliği kadar kişi-
sel ve gerilla birliği kadar topluluğa ait şeyler gibi geliyor.
Bu özellikleri içinde eritip yok eden kurgusalya da gerçek-
leşmiş, gerçekleştirilmeye çalışılan hayali, soyut, bir biri-
mi, terimi, kavramı, insan yan yanalığını, iç içeliğini ger-
çekçi, güzel, yaşanılabilir, insanların dertlerine çare olabi-
lecek gönülle, rızayla oluşturulabilir görmüyorum. Her ne
olduysa, olacaksa, olduruluyorsa zorla oluyor. Zor elbette
küçük küçük de olsa kendisine karşı direten bir güç doğu-
ruyor. Zora aldırmayan, kendi bildiğini okuyan, kendi iste-
diğince yaşayan, yaşamaya çalışanların kendiliğinden dışa
fışkırmış birbirinden habersiz, birbiriyle ilişkisiz, bağsız
akışlar, oluşlar, bilincinde olunmayan arzular, tutkular,
gündüz düşlerinin hızlandırdığı yön verdiği edimler, eylem-
ler, davranışlar ve onların oluşturduğu tavır alışlar... İrili
ufaklı yerleşimlerde(köyde, kent parçalarında, sitelerde,
kasabalarda, bağ bahçe damlarında, derme çatma yayla ev-
lerinde, her türlü rahatlığı sağlayacak özellikleri kurgulana-
rak yapılmış kıyıdaki yazlıklarda) yaşayan topluluk insanla-
rının dayanışmacı, topluluğu aşan sorunlarda elbirliği yapa-

385
cakları, eşitlikçi, özgürlükçü ve üstteki, merkezdeki başka-
ları tarafından yönetilmeyen anlamında muhtariyet (özerk-
lik) sahibibağlar ilişkiler organlar oluşturmaları ise bana bir
zorunluluk gibi görünüyor.Yani geçmişi yani polisi, yayla
obalarını, köy topluluklarını, mahalle topluluklarını, kent
topluluklarını yeniden kurabilme gücü, becerisi, cesareti ta-
şıyan kırda kentte, kır ile kent olmayanda örgütlenmiş öz-
gür insanların yer bulduğu ve yer aldığı topluluklar. Zaten
bunlar da yalnızca ve şimdi benimöne sürdüğüm bir şey
değil. Aksine böyle bir yaşamın birkaç binlik yıl yazılmamış
bir tarihsizliği var. Eski yeni yaşamın dünden bir farkı ise,
dün keyfe keder (seçilebilir) olanın bugün bir zorunluluğa
dönüşmüş gibi görünmesi. İçinde yaşanılan öyle bir zorun-
luluk ki, derin bir arzu, bilinç ve güç gerektiriyor onu aş-
maya. Bu üçlüyü bir tüketimci topluluğa değil, kendine ye-
ten, ürettikleriyle yetinen bir topluluk bilincine yaslamak
gerekiyor. Evet bu çağın adı gezegende katlanarak çoğalan
insan kitlesinin yaşamak zorunda bıraktırıldığı “düşüşça-
ğı.” İlkortaçağın ve sonraların yazınında “kıyamet” olarak
anlatılan, o günler için sadece silik belirtilere sahip olan
bir gelecek kurgusuydu.Düşüşçağıise bugün çoklukların
çaresiz bakışları altında hızla sürüyor.
Ortaçağ Doğu topluluklarından bugüne kalmış yazma-
lardan (onları yazanlar bir biçimde devletle hemhal olsa-
lar da, örneğin bir yazıcı zamanın Selçuklu sultanınaşöyle
yalvarsa da: “Ey cihanda kendisinden gizli bir sır kalma-
mış olan, adaletin sayesinde yeryüzünde zulümden bir
işaret kalmamıştır...Bu zayıfa hoş geldin diyecek, yer vere-
cek, ihsanda bulunup gümüş bağışlayacak ve misafirper-
verlik gösterecek adeletli Keyhusrev olsun.” Ravendi, Gö-
nüllerin Rahatı, 635/1237-1238, s. 428.) benim nasibime
düşençoğu “en iyisini Allah bilir,” diye biterdi.
Uzak gelecek hazır, olmuş bitmiş, orada insanları bek-
leyen dayalı döşeli bir yer değil. Eğer böyle olsaydı ona
yalnızca “cennet” denilirdi her kültürde. Ancak gezegenin

386
gidişiiçinde temiz dört ırmağın aktığı böyle bir Yokülkeye
doğru değil. Gidiş kendini düne olduğu kadar bugünede
(hangi yöne doğruolduğunu) hiç göstermiyor mu?

“Okıyanı dinleyeni yazanı


Yarlıga lutfun hakıçün ya Gani”
(Niyazı-i Kadim, Hallac-ı Mansur
Menakıbnamesi, 936/1529 : 161)

(6 Nisan 2015, Eryaman/Ank.)

387
388

You might also like