Professional Documents
Culture Documents
2379 Esirgeyen Gokyuzu Paul Bowles Belkis Dishbudaq Choraqchi 1991 278s
2379 Esirgeyen Gokyuzu Paul Bowles Belkis Dishbudaq Choraqchi 1991 278s
2379 Esirgeyen Gokyuzu Paul Bowles Belkis Dishbudaq Choraqchi 1991 278s
Qô'lajiigü
P A U L BO W LES
Paul B o w le s 1910 yihnda N ew York'da dogdu. M eslek yaşam ına
Aaron C opland ın him a y esin d e, besteci olarak banladı. Ö aellikle
n im ve sahne m üzikleri besteliyordu. G en çliğ in d e Avrupa ve
K uzey Afrika'yt baştan başa dolaştı v e sonunda, 1940'Iarda ro
m ancı e şi Jane ile birlikle Fas'ın T anca şehrine yerleşti. O s ı
ralarda T an ca, vatanından uzakta yaşayan birçok Am erikalı ve
AvrupalI y a z a n n M ekke'si haline g elm işti. T en n essee W illiam s,
Trum an C ap ote, C e c il B eaton, W illia m Burroughs v e Jack Ke-
rouac gib i yazarlar buranın ç e k ic iliğ in e kapılanlardandı.
Paul B o w les'u n ilk rom anı E sirgeyen G ökyüzü, 1949'da ilk kez
y a y ım lan d ığın d a h em en b estseller oldu ve ona neredeyse bir g e
ced e büyük bir e d e b i Un kazandırdı. Let It C om e D o w n (Bırak
D ü şsün ) v e T h e Spider's H oü se (Ö rüm ceğin E v i) gibi daha sonra
yazd ığı rom an v e ö y k ü le r ise bir üslup araştırm acısı v e yozlaşm a,
tinsel n ih ilizm g ib i m o d e m tem aların olağanüstü parlak bir y o
rum cusu olarak haklı ününü d ev a m ettirdi. K ökü olm a y a n v e "bu
nalım lı ruh' lara ait karakter portreleri, B o w les'u tin sel babası o la
rak gören 50'lerin v e 6 0 'la n n B eat hareketine esin kaynağı oldu.
Paul B o w le s y a şa m ın ı T anca'da sürdürm ektedir.
Aynnd:208
Edebiym dizisi: 71
EsirgeyenGökyüzü
Paul Bowles
İngilizcedençeviren
Belbs Çorakfı Difhudak
Yayımahazırlayan
Fennâ Lekesizalın
Kitabınözgünadı
The Sbelıering Sky
TheEccoPress/1978
basımındançevrilmiştir.
®KesimAjans
BukkabmTürkçe yaymı haklan
Aynno Yayınlan’naaittir
Kapakillüstrasyonu
Sevinç Mum
Kflpakdüzeni
Anlan Kahraman
Düzelti
Derya Deniz
Basımahazırlık
Renk Yapımevi Tel: (0212) 516 94 15
Baskı ve cilt
Mart Matbaacılık Sanallan Ud. Şii. Tel: (O 212) 212 03 39-tO
Birinci basiti
Çölde Çay, Simavi Yayınlanll99l
İkinci basım
Çölde Çay, Simavi Yayınlarıll99l
Aynnb Yayınlan'nda birinci basım
Mayısl99S
ISBN975-539-178-9
AYRINTI YAYINLARI
Piyer Loli Cad. 17/2 34400Çemberlilaş/lslanbul Tel: (O212) 518 76 19Faks: (O212) 5164577
Paul Bowles
Esirgeyen Gökyüzü
MUNTI
B i Y A T D i Z i s i
E D GEdYl ANUT BANA AİLEDE BİR ÛLOM
DjuuBanıes JmetAftt
İHSAN POmiNA BÜRÜNMÜŞ KOPEK KUTSAL BOLCE
IA İK M N P E N J «' lı^tMtjcıtsanİMiıım C»iuF«0m
^mNDAldBmlŞBSİ
CUMA KAm iZ AMANDA
YÛZB.«lnW »IW R TABURU UMTomitr JankBtfür
APRODMN BAŞKALDIRISI 62
UrtrıtttDvnü Maket Seli
BtZ CÜNDELİK MUTUIIUĞA ALIŞMA JtılioCorlâur
A^MiiJfiıAflı ÇARPI5MA
TOHatBBAS
MURHTT
J.G.Ballard
YBIt TAMULAR
Jonv/BfCİ^ff ÜÇLEME
Molkıy^
masal MASAL İÇİNDE
MalcneOlQyar
Khimin AdtK&nlvnayu
WAZA ÇAĞRI /oAAatvA SdAuf/ fiecken
HıdvIUalı" ZENVEMOTOSÜÜfT
b a kim SANATI DUR BİR MOLA VERİ
W a5K’î & KofcmM./'tfiiifl.taim TomBoblm
FoltABnK.hım HIRSIZIN CÛNLÛOÛ
parfümün DANSI
ÇALI HOROZU TanRobbmıfl.lBna /e<nCevt/2.faaiim
gtUTmr^ SINIRSIZ RÜYAUR DİYARI RÛÇÛK değişimler
BAHYO lO.SdUanf
MargePiercf
WtiRfr«»« FRANSlZTtĞMENtNtiADINI UU
BALUM lolffFtnto RobtfiM.Pinıt
Ux,OaelTaml ERGtNÜKYAŞI
BEYAZ om .
CONES İMPARATORLUĞU
DM.TIkimu
MichelLeiris
AŞKSIZİLIŞKILER
BEYAZ Z£HdL£R MYRA SamuelBeckea
l,p^AmHina/4.bam CorrVûial
esirg eyen GOKYOZÛ
dalgalar
SİYAH MADONNA
VİF,W9V « f
FaiilBawUt
OniUami YALANGİAKOB
ATLANTİK OTISl
IAPAİOA ÜÇSAPLAN
WıtoUCa«lrwio
JvekBecker
H A Z I R L A N A N Kİ T A P L A R
ZAMANKSIYISINDASİ RADIN HAYRANLIK
A^MnlenMl DİVAN
ANAEî MNDSAYAZI ferdydürke ImnD.tilim
ItaillqnEuaRinjff VarUCaahrcmv: DOĞMAMIŞ KRİSİOF
FOIoâtAFMASlNESl M aEKliR ZAMANI CarloıFatnıa
\fuMv^h DUYGUSAL BİR YOLCULUK
duncüNLtiĞO PAUUNAI8B0 UmmtSıım
UnMıS LtCMMIN» fıen}tmiov»t BETTY BLUE
HOIB.DOLAC EŞEKARISIFABRİKASI niüfptDjiañ
/tenSniAw lâiflftukr MHCŒRVECAMIER
AZZZLEBvAÜMLa ROCK LANETİ S iw IB n iA l
T<r77£f^k«k2.kra ImBaıis ÇİÇEKLERİN MERYEM ANASI
VHMYEMEÛ KAYIP ZAMAN JmGtna
lTcfcd7dW /2.te A^Ma(Îr/ı6r//
MÔSYÔ
O KU M » SENlIÇtMEGOMDOM Jim-fUippiTausml
VV|iwVa.^/;.iaı A/Ae»lo\iıti.ham PORNOORAFİ
IfTAMÇBmi BAŞTAN ÇIKARICININ OÛNLOĞÜ lYiBUGMnliro»in
A^UMa/2 bam SömIQaietıiardl2.bann BAKAKAl
YAnNCOBCBCHHimSLAU KONFIDENZ SYiloWCoinlmwin
AriilDafım GÖKTAŞLARI
lOÜtAMJâMMLOJ ALTIN DAMU UMTaunitr
Micheiîoanitr
a6 fllEOARİP VAKA; MATMAZEL P.
InıUmM BrmO’Dohtrrj
WAH NIEI7SCKE AĞLADIĞINDA
immiSfci/tı /rWflD. raW 5.tai(M
eiOTfjPYA KfZHAĞAÇUR KRALI
[/•filCillfUtah NvVI Tovml/r
Jane'e.
H er insanın kaderi ancak
o insanın belleğinde var olana
benzediği ölçüde kişiseldir.
EDUARDO MALLEA
Uyandı, gözlerini açtı. Oda ona pek bir şey ifade etmedi; için
1 den yeni çıktığı o var olmama durumunun derin etkisinden
tam sıyrılamamıştı henüz. Zaman ve mekân içindeki yerini sap
tayacak enerji bir yana, bunu yapacak istekten de yoksundu. Bir
yerdeydi... Uçsuz bucaksız yerlerden geçerek yokluktan yeni gel
mişti oraya; bilincinin çekirdeğinde sonsuz bir hüzün vardı ama o
hüzün güven verici bir şeydi, çünkü ona tanıdık gelen tek duygu
buydu. Başka bir avuntuya gerek duymuyordu. Salt bir rahathk,
salt bir gevşeme durumunda, bir süre kıpırdamaksıztn yattı, sonra
da uzun derin uykuların sonrasında gelen o hafif, kısa süreli uy
kulardan birine doğru kaydı. Birden gözlerini tekrar açıp ko
lundaki saate baktı. Bu aslında istemdışı bir davranıştı, çünkü sa-
n
atin kaç olduğunu g ö n n ek sadece kafasını karıştırm ıştı. Doğrulup
oturdu, çevresine baktı, elini alnına götü rd ü , derin d erin içini çe
kerek kendini yeniden yatağa attı am a artık u yanm ıştı. B irkaç sa
niye içinde nerede olduğunu a y n m sad ı, zam anın ak şam a doğru ol
duğunu ve öğle yem eğinden beri uyuduğunu fark etti. Bitişik
odada kansının yum uşak terlikleriyle dü m d ü z k ara taşlı zem inde
gezindiğini duydu, bu ses de rah atlattı onu... Ç ünkü artık bilinci
yeni bir düzeye varm ış, yalnızca sağ old u ğ u n u b ilm ek on a yet-
memeye başlam ıştı. Bu daracık, k irişli, y ü k se k tav an lı odayı, du
varlara delikli kalıpla rastgele ren k le rd e k o p y a ed ilm iş k o ca koca
sıkıcı desenleri, kırm ızı ve turuncu c a m lı p en cereleri ka
bullenmek ne kadar zordu! E snedi; o d a ço k havasızd ı. A z sonra
yüksek yataktan inecek, p encereyi aç ac ak , o an d a rü y asın ı da
anımsayacaktı. Çünkü hiçbir a y n n tısın ı an ım sa m asa d a rü y a gör
müş olduğunu biliyordu. Pencerenin d ışın d a h av a olacak tı... D am
lar, kent ve deniz olacaktı. O durup se y re d erk en , ak şam rüzgân
yüzünü serinletecek, aym anda rü y a d a b elirg in leşec ek ti. Şim dilik
ancak öylece yatabiliyor, ağır ağır so lu k alıp v eriy o r, yeniden
uyumaya hemen hem en hazır durum unu k o ru y o rd u ... Bu havasız
odada adeta felç olm uş gibiydi... O rtalığ ın k a ra rm a sın ı bekliyor
değildi ama kararana kadar yerinden k ıp ırd a m ay a ca k tı.
15
Port, “B ir servis daha alalım ,” dedi. B oş gözlerle bardağına
baktı. G arson uzaklaşırken kim se konuşm uyordu. S oprano bir ar
yaya daha başladı.
T unner, “Y ine başladı!” diye bağırdı. S okaktan geçm ek te olan
tram vayın çın çın lan bir an için m üziği b astırdı. T erasın par-
m aklıklan arasından, sarsılarak geçen üstü açık taşıtı an cak İusa
bir süre görebildiler. H ırpani giysiler içinde bir k alab alık dol
durm uştu tram vayı.
Port, “Dün garip bir rüya gö rd ü m ,” dedi. “A n ım sam ay a uğ
raşıyordum ... İşte şu anda anım sadım .”
Kit güçlü bir sesle, “Yo, olam az!” diye bağırdı. “R ü y alar öyle
can sıkıcı şeyler ki! L ütfen!”
Port güldü. “D inlem ek istem iyor m usun? A m a b en yin e de an
latacağım.” Sözünü aşın vurgulu söylem işti. İlk bak ışta bu sanki
yalancıktan yapılm ış gibi görünüyordu am a K it k o casın a bak-
öğm da onun gerçekten hissettiği şid d eti se slen d irm ek te olduğunu
sezdi, dilinin ucuna gelen itirazlan yuttu.
“Ç abucak anlatacağım ,” dedi P ort. “ D in le m ek le b an a b ir lü-
tufta bulunduğunuzun farkındayım am a y aln ızc a düşünm ekle
anım sayam ıyorum rüyayı. G ündüzdü, g id e re k hızlan an b ir tren
deydim. K endi kendim e, çarşafları dağ gibi o lm u ş ko cam an bir
yatağa dalacağız, diye düşü n d ü m .”
T unner alaycı bir sesle, “M adam L a H iff’in Ç in g en e Rüyaları
Sözlüğü’ne bakınız,” dedi.
“Kes sesini. O sırada istersem tüm h ay a tım ı yeni baştan ya
şayabileceğim i düşünüyordum ... E n b aşın d an b aşlay ıp şim diki za
m ana kadar gelebilir, tıpatıp aynı h ay a tı y aşay a b ilird im . En küçük
ay n n tısın a kadar.”
K it m utsuzluk içinde gözlerini y um du.
“N e oldu?” diye sordu Port.
“B ence bunun bizi ne kad ar sık tığ ın ı b ile b ile böyle ısrar
etm en çok düşüncesiz ve bencil b ir h a re k e t.”
“A m a benim öyle hoşum a g id iy o r k i!” S ırıttı. “H em TunnerTn
dinlem ek istediğine bahse girerim . İstem iy o r m u su n ?”
T unner gülüm sedi, “R ü y a la ra b a y ılın m . L a H i j f i ezbere bi
lirim b en .”
Kit tek gözünü açıp ona baktı. G arso n içkileri getirdi.
16
“Kendi kendime hayır, hayır, deyip duruyordum. Onca lanet
olası korkuyu, onca acıyı yeniden ayrıntılarıyla yaşamak islem i
yordum. Derken bir ara hiç nedensiz, pencereden dışarıya, ağaç
lara baktım, kendi sesimin ‘E vet!’ dediğini duydum. Çünkü ilk
baharın ben çocukken nasıl koktuğunu bir kez daha duyabilmek
için hepsini baştan sona yeniden yaşamaya razı olabileceğimi an
lamıştım am a geç kaldığım ı fark ettim. Çünkü, ‘H ayır!’ diye dü
şündüğüm sırada elim i kaldırmış, ön dişlerimi alçıdanmış gibi ku~-
mıştım. Tren durm uştu. Dişlerim avucumdaydı. Hıçkırarak ağla
maya başladım. İnsanı deprem gibi sarsan o rüya hıçkırıklannı bi
lirsiniz, değil m i?”
Kit sarsak bir hareketle masadan kalktı, üzerinde Bayanlar
yazan bir kapıya yürüdü. Ağlıyordu.
Port T unner’a, “Bırak gitsin,” dedi. Yüzünde kaygı oku
nuyordu. “Çok yorgun. Sıcak mahvediyor onu.”
3 Yİkisinin
atağına oturm uş okuyordu, üzerinde yalnızca bir şort vardı.
odaları arasındaki kapı da, dışarıya bakan pencereler
de açıktı. Bir deniz fenerinin ışığı kentin ve limanın üzerinde
yavaş yavaş geniş bir daire çiziyor, trafik uğultusunun gerisinde
ise elektrikli bir zil durm aksızın çınlıyordu.
Kit, “Y andaki sinem a mı bu?” diye seslendi.
“Öyle olm alı.” Sesi dalgındı. H âlâ okuyordu.
“Acaba ne oynuyor?”
“N e?” Kitabı elinden bırakm ıştı. “Gitm ek istiyorum de
meyeceksin bana herhalde!”
“H ayır.” Sesi kararsız gibiydi. “M erak ettim yalnızca.”
“Söyleyeyim sana ne olduğunu. Kiralık Nişanlı adlı Arapça bir
film. Başlığın altında öyle yazılıydı.
“İnanılm az bir şey.”
“Biliyorum .”
Kit odada gezinm eye başlam ıştı, düşünceli bir tavırla si
garasını içerek bir iki dakika kadar dolaştı, daireler çizerek yü
rüdü durdu. Port başını kaldırıp baktı.
F 2 Ö N /E s ir g c y e n G ö k y ü z ü 17
“Ne var?” diye sordu.
“H içbir şey.” Sustu. “B iraz canım sıkılıyor, o kadar. Bence o
rüyayı TunnerTn önünde anlatm am alıy d ın .”
Port, “Bu yüzden mi ağ lad ın ,” dem eye cesaret edemedi.
Bunun üzerine, “Önünde m i? ” dedi. “ B en zaten sana olduğu
kadar da ona anlattım . Rüya dediğin nedir ki? U lu T anrım ,’ her
şeyi bu kadar ciddiye alm asana! H em o niye duym asın? TunnerTn
ne kusuru var. Beş yıldır tanıyoruz o n u .”
“Çok dedikoducu. Bunu biliyorsun. O na güvenm iyorum . Her
zaman güzel hikâyeler uydurur.”
“Ama burada kimi bulacak da dedikodu ed ecek ?” d iy e sordu
Port. Bezmişti.
Bu sefer de Kit sıkıldı.
“Yo, burada değil,” d iy e ' aksilendi. “G ünün birinde New
Y ork’a döneceğimizi unutuyorsun g alib a.”
“Biliyorum, biliyorum. İnanm ası zo r am a herhalde sonunda
döneceğiz. Peki, her aynntıyı hatırlasa ve bunları tanıdığım ız her
kese anlatsa... Ne sakıncası var?”
“Öyle küçük düşürücü bir rüya ki... B unu görem iy o r m usun?”
“Öff saçma!”
Bir sessizlik oldu.
“Kimi küçük düşürücü? Seni mi, beni m i?”
Kit karşılık vermedi. Port üsteledi. “T u n n e r’a güvenm iyorum
demekle ne demek istiyorsun? N e bakım dan güvenm iy o rsu n ?”
“Yo, ona güveniyorum herhalde am a onun yanındayken hiçbir
zaman kendimi tam anlam ıyla rahat hissedem edim . H içb ir zaman
onu yakın bir dost gibi görem edim .”
“Aman ne güzel... Hele burada onunla oldu ğ u m u za g ö re!”
“Yo, bir sakıncası yok. Ç ok seviyorum onu. Y anlış anlam a.”
“A m a bir şey dem ek istiyorsun.”
“Elbette bir şey dem ek istiyorum am a önem i yo k .”
D önüp kendi odasına gitti. P ort bir süre olduğu yerde kaldı,
gözlerini tavana çevirm işti, yüzünde b ir şaşkınlık okunuyordu.
Y eniden okum aya koyuldu, birden durdu.
"K iralık N işanlı’yı görm ek istem ediğinden em in m isin ?”
“E m inim .”
18
Porl kitabını kapattı. “Yarım saal kadar bir yürüyüş yapsam iyi
olacak.”
Kalktı, spor gömleğiyle pantolonunu giyip saçlarını taradı. Kit
kendi odasında, açık pencerenin yakınına oturmuş tu-naklannı tör-
pülüyordu. Port onun üzerine doğru eğildi, ensesini, san ipek saç
larının buklelenm eye başladığı yeri öptü.
“Çok güzel kokuyor bu sürdüğün. Buradan mı aldın?” Koklar
gibi, sesli sesli soluklar alarak hoşlandığını belirtti. “Ama Tunner
konusunda ne dem ek istedin?” derken sesi değişmişti.
“Ah, Port! T ann aşkına kes artık o konuda konuşmayı!”
“Pekâlâ sevgilim ,” diye teslim oldu kocası. Eğilip onun om
zunu öptü. En masum sesini çıkarmaya çalışarak, şaka yollu, “O
konuda düşünmem de yasak m ı?” diye sordu.
O dönüp kapıya vanncaya kadar K it’in sesi çıkmadı. Tam o
anda başını kaldırdı, sesi iğneleyiciydi, “Ne de olsa, benim ka
rarım olmaktan çok senin kararın.”
“G örüşürüz,” dedi Port.
20
A ğaçların alım dan geçerken, her adımıyla bir şeyleri ezmekle ol
duğunun farkına vardı. Yerleri iri böcekler kaplamışlı. Bastıkça
böceklerin sert kabukları, köpeklerin sesine rağmen duyulabilecek
bir çılırlıyla eziliyordu. Başka zaman olsa böyle bir durumda
büyük bir tiksinti duyacağının farkındaydı. Oysa şimdi tam ter
sine, çocukça bir zafer duygusu hissediyordu. “Kötü müyüm ben...
Kölüysem ne olm uş!” M asalarda oturan birkaç kişi sessizdi ama
konuştukları zam an kentin üç dili birden duyuluyordu; Arapça, İs
panyolca ve Fransızca.
Yol yavaş yavaş yokuş aşağı inmeye başladı. Bu onu şa
şırtm ıştı, çünkü bütün ,kentin lim ana bakan o tepenin yamacına
kurulm uş olduğunu sanıyordu. Rıhtıma doğru değil de iç kısım
lara doğru yürüm eyi özellikle seçmişti. Havadaki kokular giderek
belirginleşm ekteydi. Ç ok çeşitli kokular vardı ama hepsi de şu ya
da bu tür bir pislikten çıİoyordu. Yasak bir maddeye böylesine
yakın olm ak onu keyiflendiriyordu. Y orgunluğunun farkındaydı
am a yine de bir adım ını öbürünün önüne atmak gibi mekanik bir
hareketin sapıkça zevkine kendini bıraktı. “Birdenbire geri dönüp
ters yönde yürüm eye başladığım ı göreceğim ,” diye düşündü ama
o an gelinceye kadar böyle bir şey yapm a kararını vermeyecekti.
Geri dönm e içgüdüsü bir andan ötekine ertelenip duruyordu. So
nunda şaşırm aktan vazgeçti, zihninde bulanık bir sahne belmdi.
K it’i görüyordu. A çık pencerenin yakınına oturmuş, tırnaklarını
törpülüyor, kenti seyrediyordu. D akikalar geçerken zihni tekrar
tekrar o sahneye döndükçe, giderek kendini başoyuncu, K it’i ise
seyirci gibi hissetm eye başladı. O an varoluşunun geçerliği, K it’in
hiç kıpırdam adan hâlâ orada oturuyor olduğu varsayım ına da
yanıyordu; pencereden hâlâ onu görebiliyorm uş gibi. Çok uzakta
ve ufacık göründüğü, ritm ik adım larla yokuşları çıkıp çıkıp indiği
halde, ışıklardan ve gölgelerden geçtiği halde, sanki onun ne
zaman durup dönüş yoluna koyulacağını tek bilen K it’ti.
Sokak lam baları azalm ıştı. Sokaklar artık arşınlanmıyordu.
Çöplerin içinde hâlâ çocuklar oynuyor, bağrışıp çağrışıyorlardı.
Birden P ort’un sırtına küçük bir taş geldi. Dönüp çevresine ba
kındı ama ortalık taşın nereden atıldığını görem eyeceği kadar ka
ranlıktı. Birkaç saniye sonra, bu sefer karşıdan gelen bir başka taş
21
dizine vurdu. Solgun ışıkta, bir grup k ü çü k çocu ğ u n kaçıştığını
gördü. Ö bür taraftan yeni ta şla r geldi, bu se fe rk ile r on a rast
lam adı. B iraz ileriye, ışığın aydınlattığı y ere v a n n c a d u ru p savaş
halindeki iki grubu görm eye çalıştı am a ç o c u k la r k a ra n lık la ra ka-
çışm ışlardı. Y ine yürüm eye koyuldu. A d ım la n ö n ce k i gibi me
kanik ve ritm ikti. Ö nünde açılan kapkara boşluktan gelen kuru ve
sıcak bir rü zg âr yüzüne çarptı. P ort rü zg ârın ta şıd ığ ı gizem i kok
ladı, o alışkın olm adığı sevinci bir kez daha duydu.
Sokak giderek kent sokağı o lm aktan çık ıy o rd u am a büsbütün
yok olm aya da niyetli değil gibiydi. H âlâ iki y an ın d a kulübeler
birbirini izliyordu. B ir noktadan so n ra so k ak la m b aları yoktu,
evler de karanlıktı. G üneyden esen rüzgâr, k arşısın d ak i g ö rünm e
yen dağların üzerinden, geniş d ü zlü k lere k u ru lm u ş y o k su l m a
hallelerin arasından koşturup geliyor, y erden toz b u lu tların ı kal-
d ın p tepenin doruğuna doğru savuruyor, so n ra o to zlar lim anın
üzerindeki havada eriyip gidiyordu. O lduğu y e rd e hareketsiz
durdu. Sokağm sonunda m ahalle sona eriy o rd u . S o n kulübeden
sonra, ayağının altındaki çerçöp dolu so k a k b ird e n b ire aşağıya
doğru sert bir inişe geçiyor, üç yö n e b irden a y n lıy o rd u . A şağıdaki
karanlığın içinde şekilsiz, sarp k ay a la r g ö rü n ü y o rd u . G özlerini
gökyüzüne doğru kaldırarak soluk b ey az ışığ ın ı y e ry ü z ü n e y ol
layan dev bir kaya biçim indeki S a m a n y o lu ’nun p u d ra gibi ay
dınlığına baktı. K ulağına uzaklardan bir m o to sik le t sesi g eldi. Ses
sonunda duyulm az oldu. B ir m üzik p a rç asın ın en y ü k sek no
talarından sonra, onu izleyen notaların d u y u lm a m a sı gibi.
Sağ taraftan yam acı inm eye b aşlad ı, b alık k ılç ık la rın ın , toz-
lan n arasından geçiyordu. B iraz in in ce o rad a te m iz ce b ir kaya
gördü ve üzerine oturdu. K oku d ay a n ılır g ibi d eğ ild i. B ir kibrit
yaktı, çevredeki alanın tavuk tü y le riy le, çü rü m ü ş k av u n ka-
b u k lanyla dolu olduğunu gördü. A yağa k alk ark en y u k arıd an , so
kağın ilerisinden bir ayak sesi duydu. Y am acın tep esin d e bir
gölge duruyordu. K onuşm uyordu am a P o rt onun k en d isin i gör
düğünden, izlediğinden, burada o tu rm a k ta o ld u ğ u n u bildiğinden
em indi. G ölge bir sigara yaktı. P ort b ir an için k a fa sın d a kefiye
olan bir A rapT n siluetini gördü. K ibrit h a v a y a fırlatıld ı, giderek
solan bir eğri çizdi, yüz kayboldu, geriye y aln ızc a sig aran ın k ır
22
mızı ucu kaldı. Bir horoz birkaç kere öttü. Sonunda adam ses
lendi.
"Q u 'est-ce li cherches lâ ? " ‘
Port içinden, işte sorun şim di başlıyor, diye düşündü. Hiç kı
pırdam adı.
A rap biraz bekledi. Y am acın kenarına kadar yaklaştı. Bir kon
serve tenekesi yerinden kurtulup gürültüyle aşağıya, P ort’un otur
duğu yere doğru yuvarlandı.
“H e! M ’sieu! Q u ’esi-ce ti vo?'” '
Port yanıtlam aya karar verdi. Fransızcası iyiydi.
“K im ? B en m i? H iç.”
A rap yam açtan inip onun karşısında durdu. O tipik sa
bırsızlıkla, adeta kızgın jestler ve hareketlerle sorgusunu sür
dürdü. P ort burada tek başına ne yapıyordu? N ereden gelm işti? Ne
istiyordu? B ir şey mi arıyordu? Port bunlann hepsini bezgin bir
sesle yanıtladı. “H içbir şey. Şu taraftan geldim. H içbir şey.
H ayır.”
A rap bir an sessiz kaldı, bu konuşm aya nasıl bir yön ve
receğine karar verm eye çalıştı. Sigarasından birkaç hırslı soluk
çekti, sonunda sigaranın ucu p m l pırıl oldu, sonra da onu uzağa
fırlatıp dum anı üfledi.
“Y ürüyüş yapm ak ister m isin?” diye sordu.
“Ne? Y ürüyüş mü? N ereye?”
“O raya.” K olunu dağlara doğru kaldırdı.
“N e var orada?”
“H içbir şey.”
A ralarında bir sessizlik daha oldu.
“Sana bir içki ısm arlarım ,” dedi Arap. Sonra hemen ardından,
“Adın ne?” diye sordu.
“Jean,” dedi Port.
Arap bu adı iki kere tekrarladı. Sanki ne anlam a geldiğini dü
şünüyordu. Parm ağını kendi göğsüne vurarak, “Ben İsmail,” dedi.
“Ee, gidip içki içiyor m uyuz?”
“H ayır.”
2.3
“N eden?”
“C anım istem iyor.”
“C am n istem iyor. N e yapm ak istiyor c a n ın ? ”
“H içbir şey.”
K onuşm a birdenbire en başına döndü am a bu se fe r A rapT n çi
leden çıkm ış sesi farklıydı: "Q u'est-ce ti fılâ ? Q u 'e st-c e ti cherc
hes?”' Port ayağa kalktı, yam acı tırm an m ay a b aşlad ı. Bu kolay
bir iş değildi. İkide bir gerisin geri aşağ ıy a k ay ıy o rd u . A rap bir
anda yanına geldi, onun kolunu yakaladı. “N erey e gidiyorsun,
Jean?” Port cevap verm eksizin tüm çabasını g ö ste rd i, y am acın te
pesine vardı. “Au revoir’”' diye seslenip ça b u ca k so k ağ ın orta ye
rinden ilerledi. A rkasında çaresizlik içindeki ay ak se slerin i duydu;
az sonra adam da onun yanına geldi.
“Beni beklem edin,” dedi sıkkın bir sesle.
“Hayır. A llahaısm arladık, ded im .”
“Seninle geliyorum .”
Port karşılık verm edi. U zun süre sessizce y ü rü d ü ler. İlk sokak
lambasına vardıklannda, A rap elini ceb in e d ald ırıp esk im iş bir
cüzdan çıkardı. Port cüzdana bir göz attı, y ü rü m ey i sürdürdü.
Arap, “Bak!” diye bağırarak cüzdanı o n u n y ü zü n e doğru sal
ladı. Port bakmadı.
“Nedir o?” dedi ilgisiz bir sesle.
“Ben Beşinci N işancı T ab u ru ’ndaydım . K âğ ıd a bak! Bak! G ö
receksin!”
Port daha hızlı yürüdü. Ç ok geçm eden so k a k ta in sa n la r belirdi.
Kimse onlara bakm ıyordu. Sanki A rapT n y an ın d a o lm ası ona gö-
rünm ezlik niteliği verm işti am a P ort artık g ittiğ i yö n d en em in de
ğildi. Bunu belli etm ek doğru olm azdı. K afasın d a zerrece kuşku
yokmuş gibi dosdoğru yürüm eyi sürdürdü. “T ep e n in doruğunu
aşıp aşağıya,” dedi kendi kendine. “Y anlış olm ası o la n ak sız.”
H er şey ona yabancı geliyordu... E vler, sok ak lar, k afeler, hatta
kentin tepeye doğru yayılış biçim i bile. A şağ ıy a inen yokuşun
başladığı tepeye varm ak yerine, b u ralard a b ütün so k ak ların ha
fifçe yokuş yukan gittiğini görüyordu. N erey e sapsa, aynı şey olu
24
yordu; eğer ille yokuş inmek istiyorsa, geri dönmesi gerekecekti.
Arap ağırbaşlı bir eda ile yanında yürüyordu, kâh yanında, kâh
biraz gerisinde; yan yana geçecek yer bulam adığında genellikle
geride kalıyordu. Artık sohbet çabasını da kesmişti. Port onun
soluk soluğa kaldığını fark edip keyiflendi.
“İstersem bunu bütün gece sürdürebilirim ,” diye geçirdi için
den, “am a oteli nasıl bulacağım ?”
B irdenbire kendilerini dar bir geçitten farkı olmayan bir so
kakta buldular. K afalarının yukarısında, iki yandaki evlerin cum
baları neredeyse birbirine değecekti. A ralarında birkaç santim
uzaklık ancak vardı. Port bir an kararsızlık geçirdi: Bu onun geç
mek isteyeceği türden bir sokak değildi. Hem zaten otele buradan
gidilem eyeceği de çok belliydi. O kısacık anda, işi Arap devraldı.
“Bu sokağı bilm iyorsun, ha?” dedi. “Buraya Rue de la Mer Rouge
denir. B iliyor m uydun? Haydi. Şu tarafta Arap kahveleri var.
Biraz ilerde. Y ürü.”
Port durup düşündü. K enti iyi bildiği havasını ne olursa olsun
sürdürm ek istiyordu.
Y üksek sesle düşünüyorm uş gibi, "Je ne sais pas si je veux y
aller ce s o ir ," ' dedi.
Arap heyecanla onun kolunu çekiştirm eye başladı. “Haydi,
haydi,” diye bağırdı. "V iens” Bir içki ısm arlayayım sana.”
“Ben içki içm em . Ç ok geç oldu.”
Y anlarında dalaşm akta olan iki kedi birbirine miyavladı. Arap
tıslar gibi bir ses çıkarıp ayaklarını yere vurdu; kediler iki yana
kaçıştılar.
“Çay içeriz o halde,” diye direndi adam.
Port içini çekti. "B ie n ."” '
K ahvenin girişi pek karışıktı. A lçak kem erli bir kapıdan geç
tiler, loş bir koridordan ilerleyip küçük bir bahçeye çıktılar. O r
talık zam bak kokuyordu, sokak ızgaralarından gelen o ekşi koku
da araya karışm aktaydı. K aranlıkta bahçeyi aşıp upuzun bir taş
m erdivenden çıktılar. Y ukarıdan kesik kesik bir düm belek sesi du
25
yuluyordu. U ğultulan bastıran bir tem p o d a vuru lu y o rd u d üm
beleğe.
“D ışanda mı oturalım , içeride m i?” d iy e sord u A rap.
Port, “D ışarda,” dedi. E srarın o ca n la n d ırıcı k o k u su n u içine
çekti, m erdivenin tepesine v a rd ık la n n d a fark ın d a o lm a d an elini
k ald ınp saçlannı düzeltti. A rap o u fac ık h are k etin b ile hem en far
kına vardı. “B urada hanım lar yok, b iliy o rsu n .”
“Eh, biliyorum ."
B ir kapı aralığından, içeride yan y an a p arla k ışık lı o d alar ol
duğunu gördü. E rkekler yerleri k ap lay a n halı ve k ilim le rin üze
rine yayılm ış oturuyorlardı. H epsinin b aşın d a y a türb an y a kırm ızı
kefiye vardı. K apının önünden g eç m e k te o lan P o rt görünüm e
güçlü bir aynılık havası veren bu en ö n em li a y n n tı k arşısın d a ken
dini tutam ayıp, “A h!” diye h aykırdı. Y ıld ız la rın ay d ın lığ ı al
tındaki terasa vardıklannda, y ak ın lard a b ir y erd e n , karanlığın
içinden gelen ud sesi duyuldu. P o rt y an ın d ak in e , “ B en kentte
böyle bir yer kalm ış olabileceğini b ilm iy o rd u m ,” ded i. A rap an
lamamıştı. “B öyle m i? N asıl ‘b ö y le ’?” d iy e sordu.
“Yani sırf A raplann geldiği. İçerisi gibi. B ü tü n k afeleri so
kaklarda gördüklerim gibi sanıy o rd u m . K a n şık . Y ahudisiyle,
Fransızıyla, İspanyoluyla, A rab ıy la falan. S av aş h er şeyi değiştirdi
sanıyordum .”
Arap güldü. “Savaş kötüydü. B ir yığ ın in sa n öldü. Y iy ecek bu
lamadık. H epsi o kadar. A m a bu k ah v e le ri nasıl d eğ iştireb ilir? Yo,
hayır, dostum . D urum yine her za m a n k i g ib i.” A rd ın d an ekledi:
“D em ek savaştan beri gelm edin b u ra la ra am a sa v aşta n ö n ce gel
m iştin herhalde, öyle m i?”
“E vet,” dedi Port. D oğruydu bu söz. B ir k ere sin d e, bindiği
gem i bu lim ana kısa bir süre için u ğ rad ığ ın d a, k en tte b ir öğleden
sonra geçirm işti.
Ç aylar geldi; bir yandan çene ça lıp b ir y an d a n içtiler. K it’in
pencerede oturan hayali P o rt’un zih n in d e y av a ş y av aş yen id en bi
çim lenm eye başladı. B unun b ilin cin e v a rd ığ ın d a, ilk in içinde bir
suçluluk duydu am a sonra zihninin h ay al k u rm a y eten eğ i işi ele
aldı. Port kansının yüzünü gördü, d u d a k la n öfk ey le sıkılm ış, so
yunuyor, sırtından çıkardıklarını o d ad ak i m ob ily aların üzerine fır
latıyordu. Bu saate kadar herhalde b ek lem e k te n v azg eçip yatmış
26
olm alıydı Kil. Port omzunu silkti, biraz düşünceli bir havaya
girdi, bardağı eline alıp dibinde kalan birazcık çayı çalkaladı, çal
kaladı, gözleriyle sıvının dairesel hareketlerini izledi.
“Ü zgünsün,” dedi İsmail.
“Yo, hayır.” Port başını kaldırıp ona hüzünlü hüzünlü gü
lüm sedi, sonra gözlerini yine bardağa dikti.
“H ayat kısadır. II fa u t rigoler."'
P o rt’un sabrı tükenm işti. Ruhsal durumu kahve felsefesine el
verişli değildi.
“Evet, biliyorum ,” dedi kısaca. Sonra içini çekti. İsmail onun
kolunu çim dikledi. G özleri p ın l pınidı.
“B uradan çıkınca, seni bir dostum a götüreyim .”
“O nunla tanışm ak islem iyorum ,” dedi Port. Sonra da ekledi.
“Y ine de teşekkür ederim .”
“Ah, sen gerçekten gam lısın,” diye güldü İsmail. “Dostum bir
kız. Ay parçası kadar güzel.”
P o rt’un yüreği tekledi. O tom atik olarak, “Bir kız,” diye yan
kıladı A ra p ’ı. G özlerini bardaktan ayırm am ıştı. Kendi içindeki he
yecanı gözlem lem ek rahatsız ediyordu onu. İsm ail’e baktı.
“Bir kız m ı?” diye sordu. “Y ani bir orospu m u?”
İsm ail biraz alınm ış gibiydi. “O rospu mu? Ah, dostum , beni ta
nım ıyorsun sen. Seni öyle birine tanıştırır mıyım? C 'est de la sa-
loperie, ça!” Bu benim bir arkadaşım . Çok kibar, çok hoş. Onu
görünce anlayacaksın.
M üzisyen ud çalm ayı kesti. K ahvenin içinde tom balanın nu
m araları haykınlıyordu. "O uahad oou iletine! A rba in e!"” '
“Kaç yaşında?” diye sordu Port.
İsm ail bir kararsızlık geçirdi. “On altı falan. Ya on altı ya da
on yedi.”
“Sakın yirm i beş falan olm asın?” dedi Port, kötü bir ifadeyle
yan yan bakarak.
İsm ail yine alındı. “N e dem ek yirm i beş! Ben sana on allı, on
yedi diyorum . İnanm ıyor m usun bana? Bak, dinle. Bir tanış onun
la. Eğer beğenm ezsen, içtiğin çayın parasını verirsin, çıkarız ora
* Fr. Eğlenmeye, gülmeye bakmalı, (ç.n.)
" Fr. Çirkef oralarıl (ç.n.)
"* Ar, Otuz biri KırkI (ç.n.)
21
dan. Tamam mı?”
"Ya beğcninem?"
“Eh. o zaman ne istiyonan onu yaparsın."
“Ama ona da para mı vereceğim?”
“Elbette para vereceksin.”
Port güldü. “Btf de orospu değil, diyorsun.”
İsmail masanın üzerinden ona doğru eğildi, büyük bir sabırla
konuştu: “Dinle. Jean. O kız bir dansöz. Çöldeki kabilesinin ya
nından daha yeni geldi. Kaydı yoksa, o mahallede de otur
muyorsa. nasıl orospu olabilir? Ha? Söylesene! Sen onun za
manını aldığın ıçın para vereceksin. Aslında öteki mahallede dans
ediyor ama orada kalacağı yer yok. Bir y au ğ ı yok orada. Crospu
değil o, Ee, gidiyor muyuz şimdi?"
Port uzun uzun düşündü, gökyüzüne baktı, gözlerini bahçede
gezdirdi, bütün terası bakışlarıyla taradı, sonra konuştu: “Evet. Gi
delim. Haydi."
29
gizlilik gösterisine çok canı sıkılm ıştı. İsm ail bir anda uzaklaşıp
gözden kayboldu.
Port taş duvara yaslandı, o alçak sesli, tekdüze m ın itılan n bir
an durmasını bekledi. Bir selam laşm a... A m a hiçbir şey olmadı.
Sesler yine eskisi gibi sürüyordu, ifadesiz m ırıltılardan oluşmuş
kesintisiz bir akış. “Öteki çadıra girm iş olm alı,” diye düşündü.
Daha uzakta kalan çadırın bir yanı, ateşin yaydığı ışıktan pembe
gibi görünüyordu. Onun ötesinde yine karanlık başlıyordu. Port
duvara paralel birkaç adım ilerledi, çadırın girişini görm eye ça
lıştı ama giriş öteki yandaydı. Sonra bir ses duyabilm ek için kulak
kabarttı, bir şey duyamadı. Hiç nedensiz, birdenbire K it’in ay-
nlırken söylediği son sözleri yeniden duyar gibi oldu; “Ne de olsa,
benim kararım olmaktan çok, senin kararın.” Bu sözcükler şimdi
bile ona pek fazla bir şey söylem iyordu am a K it’in bunları nasıl
bir ses tonuyla söylediğini anım sam ıştı. Sesinde incinraişlik ve
isyan vardı. Bunların hepsi de T unner’la ilgiliydi. D im dik durdu.
“Tunner, onun peşinde”. Bu sözler fısıltı gibi, am a sesli çıkmıştı
ağzından. Birdenbire geri dönüp m erdivenlere doğru yürüdü, çık
maya başladı. Altı basam ak çıktıktan sonra durdu, çevresine ba
kındı. “Ne yapabilirim ben bu gece?” diye düşündü. “Bunu bu
radan uzaklaşmak için bir özür olarak kullanıyorum , çünkü
korkuyorum. Öysa... Ne olacakm ış! O nu asla elde edem ez o!”
İki çadırın arasından bir gölge fırladı, dosdoğru merdivenlerin
başına koştu. “Jean!” diye fısıldadı. P ort hareketsiz durdu.
"Ah! Ti es lâ?' N e işin var yukarıda? H aydi, gel!”
Port yavaş yavaş aşağıya indi. İsm ail yolundan çekildi, kolunu
tuttu.
“Niye konuşam ıyoruz?” diye fısıldadı Port. İsm ail onun ko
lunu sıktı. “Şşş!” dedi kulağına. Y akındaki ça d ın n çevresinden
dolaştılar, küm elenm iş alçak dikenlerin yanından geçtiler, taşların
üzerinden ikinci çadutn girişine yöneldiler. İsm ail, “Ç ıkar ayak
kabılarını,” derken bir yandan da kendi ayağındaki sandaletleri çı
kardı.
Port içinden, bu hiç de iyi bir fikir değil, diye düşündü. Yüksek
sesle, “Hayır,” dedi.
30
“Ş ş ş !” İsm ail onu ay ağ ın d a a y ak k a b ıla rıy la kapıdan içeriye
itli.
Çadırın orta kısmında tavan, dimdik ayakta durmaya yetecek
kadar yüksekti. Girişin yan tarafındaki bir dolabın üzerine konmuş
olan mum ortalığı biraz aydınlatıyordu. Diğer taraflar tamamen
karanlığa gömülmüştü. Yerlere anlamsız açılarla uzun hasırlar se
rilmiş, öteberi ortalığa saçılmıştı. Çadırda onlan bekleyen kimse
yoktu.
İsmail ev sahipliğini üstlenir gibi, “Otur,” dedi. En yakın yas
tığın üzerindeki çalarsaati, konserve kutusunu, inanılmaz de
recede kirli eski tulumu kaldırıp yer açtı. Port oturdu, dirseklerini
dizlerine dayadı. Yanındaki yastığın üzerinde eski püskü emaye
bir oturak duruyordu. İçi koyu renk bü- sıvıyla yarı yanya do
luydu. Her yanda bayat ekmek parçalan vardı. Port bir sigara
yaktı, İsm ail’e ikram etmedi. İsmail kapının yanına geçmiş, dı-
şanya bakıyordu.
Derken birdenbire kız içeriye girdi... İncecik, vahşi görünüşlü
bir kızdı. İri kara gözleri vardı. Lekesiz, bembeyaz bir entari giy
miş, başına beyaz bir türban sannıştı. Sımsıkı türban alnının or
taya çıkmasına neden olmuş, buradaki çivit rengi dövmeleri daha
bir belirginleşmişti. Çadırdan içeri girince kız hareketsiz durarak
Port’a garip bir bakışla baktı. Port bu bakıştaki ifadeyi, arenaya
ilk defa adımını atan genç bir boğaya benzetti. Şaşkınlık, korku,
beklenti dolu bir ifadeyle, sessizce bakıyordu kız ona.
“Ah, işte geldi!” dedi İsmail. Hâlâ alçak sesle konuşuyordu.
“Adı M arhnia.” Bü-az bekledi. Port ayağa kalktı, kızın elini tut
mak üzere ilerledi. “Fransızca bilmez,” diye açıkladı İsmail. Kız
hiç gülümsemeden elini Port’unkine hafifçe dokundurdu, sonra
ağzına götürdü, kendi parmaklarını öptü. Eğilip selam verirken,
fısıltıyla; "Ya şeydi, la bes alik? Egles, baraka ‘loou'fik,’” dedi.
Zarif bir gurur ve kendine özgü ölçülü bir tavırla dolabın üze
rindeki yanan mumu aldı, çadırın arkasına doğru ilerledi. Tavanda
asılı bir battaniye, yarım yamalak bir bölme oluşturmuştu. Kız
battaniye-perdenin ardında gözden kaybolmadan önce başını on
lara çevirdi, eliyle işaret ederek, "Agi! Agi m enah/"” dedi. İki
* Ar. Ya Şeydi, soru soramam? Olur, bereket, sende, (ç.n.)
■■ Ar. Gelirimi Gelirim iyi! (ç.n.)
.31
erkek onun peşinden arka tarafa geçtiler. O rada birkaç alçak ku
tunun üzerine eski bir şilte konmuş, sedirle bir salon oluş
turulmaya çalışılmıştı. Pek yoksul görünüşlü olan bu divanın ya-
mnda bir kahve sehpası vardı. Sehpanın yanına, yere, üst üste
birkaç minder ve yastık atılmıştı.
Kız elindeki mumu yere koydu, yastıkları şiltenin üzerine yer
leştirmeye başladı.
"Essm ah!"' d&di P ort'la İsm ail’e. "ÇekeUem b e lla tsi." " Sonra
dışan çıktı. İsmail güldü, onun arkasından alçak sesle, "Fhem-
tek! diye seslendi. Kız P ort’un ilgisini uyandırm ıştı am a bu dil
engeli canını sıkıyordu. Kendisi öyle dururken, İsm ail’in kızla ko
nuşabilmesine de daha çok bozulm aktaydı. “A teş alm aya gitti,"
dedi İsmail. Port, “Tamam, tamam am a niçin fısıltıyla ko
nuşuyoruz?” diye sordu. İsmail gözlerini devirerek kapı tarafını
işaret etti. “Öbür çadırdaki adam lar,” dedi.
O sırada kız geri döndü, elindeki toprak m angalın içinde alev
alev yanan kömür parçalan vardı. O suyu kaynatıp çayı ha
zırlarken, İsmail de onunla çene çalıyordu. K ızın konuşm ası her
zaman ciddi, sesinin tonu alçak am a güzel ezgiliydi. P o rt’un gö
züne kafe dansözünden çok, genç bir rahibe gibi gözüküyordu
ama bir yandan da ona zerre kadar güvenm iyordu. O rada oturmak,
kızın kınalı elinin zarif hareketlerle nane y aprak ların ı koparıp
çaydanlığa dolduruşunu seyretm ek yetiyordu.
Kız çayı birkaç kere tadıp sonunda beğendi, onlara birer bar
dak uzattı, ciddi bir tavırla oturup kendi çayını içm eye koyuldu.
Port divana, kendi oturduğu yerin yan tarafına eliy le pat pat vu
rarak, “Buraya otur,” dedi. K ız yerinden m em nun olduğunu işaret
etti, ona nezaketle teşekkür etti. S onra d ikkatin i İsm ail’e çe
virerek onunla uzun bir sohbete daldı. P ort bu arada çayını yu
dumlayıp rahatlam aya çalıştı. O na baskı yapan duygu, şafağın ya
kında sökeceğini söylüyordu. En çok bir saat kadar kalm ış olma
lıydı. Zamanının ziyan olduğunu hissetti. K ayg ıy la kolundaki
saate baktı; saati ikiye beş kala durm uştu... A m a şu anda ça
lışıyordu. Vakit daha geç olm alıydı. M arhnia, İsm ail’e bir soru
■ Ar. İzninizle! (ç.n.)
’ * Ar, Doğru konuş (ç.n.)
" ■ Ar. Seni aniadım (ç.n.)
32
sordu. Soruda P ort’dan da söz ediliyor gibiydi. İsmail, “Ulka, Mi-
muna ve A yşa'yla ilgili öyküyü duyup duymadığını soruyor,”
dedi. Port, “H ayır,” dedi. Marhnia, İsm ail’e, "Goul lou, goul
lou!"‘ diyerek onu cesaretlendirdi.
“Dağlık yerlerde, M arhnia’nın kabilesinin oralarda yaşayan Uç
kız varmış, adları da Utka, M imuna ve A yşa’ymış.” Marhnia bu
sözleri onaylar gibi ağu- ağır başını sallıyordu. Yumuşak bakışlı iri
gözleri P ort’a dikilmişti. “Bu kızlar kısmetlerini aramaya
M ’Z ab’a gitmişler. Dağlardan gelme kızların çoğu Cezayir’e,
Tunus’a ya da buraya, para kazanm aya gelirlermiş ama bu kız
ların her şeyden çok istedikleri bir şey varmış. Ç öl’de çay içmek
istiyorlarmış.” M arhnia başını sallamayı sürdürüyordu; öyküyü
ancak İsm ail’in ağzından çıkan yer adlarıyla izlemekteydi.
“Anlıyorum,” dedi Port. Öykünün sonu komik mi olacak, acık
lı mı, hiçbir fikri yoktu. Kızın umduğu kadar zevk almış gibi gö
rünebilmek için çok dikkat etmesi gerekiyordu. Tek isteği, an
latılanların fazla uzun sürmem esiydi.
“M ’Z ab’da erkeklerin hepsi çok çirkindir. Kızlar orada, Ghar-
daia kafelerinde dans ediyorlarm ış ama her zaman çok üz
günlermiş. Ç ö l’de çay içmeyi hâlâ istiyorlarmış.” Port, Marh-
nia’ya göz attı. Kızın yüzü son derece ciddiydi. Bunu görünce
yine başını salladı. “Böylece aradan aylar geçmiş. O nlar hâlâ
M ’Z ab’dalarmış ve hâlâ çok üzgünlermiş, çünkü erkeklerin hepsi
çok çirkinmiş. D om uz gibidir oranın erkekleri. Kızlara da Ç ö l’de
çay içmeye yetecek kadar para verm iyorlarm ış.” Arap aksanıyla
telaffuz ettiği “çöl” sözcüğünü aşırı vurgulayarak söylüyor, bu
sözcük ağzından her çıkışında bir an için susuyordu. “Günlerden
bir gün oraya bir Targui gelmiş. Uzun boylu ve yakışıklıymış.
Nefis bir m ehari'si (deve- ç.n.) varmış. Utka, M imuna ve
Ayşa’yla konuşmuş, onlara Ç ö l’ü, kendi yaşadığı yerleri anlatmış;
kendi kabilesinin oturduğu bölgeyi. Onu dinlerken kızlann gözleri
iri iri açılmış. Sonra adam, ‘Dans edin benim için,’ demiş, dans et
mişler. Adam üçüyle de sevişmiş. U tka’ya bir gümüş lira, Mi-
muna’ya bir gümüş lira, A yşa’ya da bir gümüş lira vermiş. Şafak
söktüğünde m e/ıan ’sine binmiş, güneye doğru çekip gitmiş.
F îO N /E .s irg c y c n G lık y ü z U 33
Ondan sonra kızlan daha bir hüzün basm ış, M ’Z ab halkı gözlerine
daha da çirkin görünmeye başlam ış. Ç ö l’de yaşayan Targui akıl-
lanndan çıkm ıyorm uş.” Port bir sigara daha yaktı, bu arada Marh-
nia’nın beklenti dolu bakışlarla kendisine bakm akta olduğunu
gördü, paketi ona da uzattı. Kız bir sigara aldı, kaba bir maşayla
ama zarif hareketlerle m angaldan bir köm ür çıkardı, sigaranın
ucuna tuttu. Sigara hemen yandı. K ız sigarayı P o rt’a uzattı, buna
karşılık onun sigarasını aldı. Port ona gülüm sedi, kız başını belli
belirsiz eğdi.
“Yine aylar geçmiş, Ç ö l’e g idebilecek paray ı hâlâ bi-
riktirememişler. Gümüş liralan saklam ışlar, çünkü üçü de Tar-
gui’ye âşıkmış. Hüzünleri de sürüp gidiyorm uş. G ünün birinde,
‘Bizim sonumuz böyle gelecek,’ dem işler. ‘H ep üzgün kalacağız
ve Ç öl’de çay da içemeyeceğiz. D em ek ki hem en gitmeliyiz
oraya... Paramız olmasa d a ’. E llerindeki bütün paraları bir
leştirmiş, gümüş liralan bile katm ış, bir çaydanlık, b ir tepsi ve üç
bardak satın almışlar, kalanıyla da El G o le a ’y a otobüs bileti al
mışlar. Pek az paralan kalmış. Onu da son k uruşu n a kadar, ker
vanıyla güneye giden bir bakam ar’a’ verm işler. A dam buna kar
şılık onlann kervanına katılıp develere binm elerin e izin vermiş.
Bir akşam, güneşin batmasına yakın, kocam an k u m u llan n oraya
varmışlar. ‘İşte Ç öl’e geldik,’ diye d ü şünm üşler, ‘Ç ayı yapalım .’
Ay doğmuş, bütün erkekler uykuya yatm ış, bir tek nöbetçi kalmış.
O da develerin yanında oturuyor, kavalını ça lıy o rm u ş.” İsmail
parmaklannı ağzına götürüp oynattı. “U tka, M im un a ve A yşa, el
lerinde tepsi, çaydanlık ve bardaklarla, sessizce kervandan uzak
laşmışlar. Ç öl’ün tümünü görebilm ek için en y ü k sek kum ulu ara
yacaklarmış. Çaylannı da o zam an y apacaklarm ış. U zun süre
yürümüşler. Utka, ‘Yüksek bir kum ul g ö rü y o ru m ,’ dem iş. Oraya
yürüyüp tepesine tırmanmışlar. M im una, ‘B en şurad a bir kumul
görüyorum, o bizimkinden çok daha yüksek... O radan ta In S ala h ’a
kadar olan alanı görebiliriz,’ dem iş. O raya gitm işler am a tepeye
tum andıklannda Ayşa, ‘B akın!’ dem iş, ‘işte en y ü ksek kum ul. Ta-
manrasset’i bile görebiliriz oradan. T arg u i’nin yaşadığı yer o rası.’
Güneş doğmuş, onlar yürümeyi sürdürm üşler. Ö ğle olduğunda or
talık çok fazla sıcak olmuş ama kum ula varm ışlar, tepeye doğru
• Ar. Kervanbaşı (ç.n.)
34
tırmanmışlar, tırmanmışlar. Doruğa varınca, çok yorgun ol
duklarını hissetmişler. ‘Önce biraz dinlenelim, sonra çayı ya
parız,’ demişler. Uyumadan önce tepsiyi, çaydanlığı ve bardaklan
ortaya çıkarıp hazırlam ışlar. Sonra uzanıp uyumuşlar. Daha
sonra...” İsmail susup P ort’a haklı... ‘‘Günler sonra oradan bir
başka kervan geçiyormuş, adamın biri en yüksek kumulun te
pesinde bir şeyler görmüş. Ne olduğuna bakm ak için oraya tır
manmış. Utka, M im una ve A yşa’yı bulmuş. Hâlâ orada, uykuya
daldıkları andakinden farksız biçimde yatıyorlarmış. Her üç bar
dak da...” İsmail kendi çay bardağını havaya kaldırıp gösterdi,
“...kumlarla doluym uş. İşte böyle içmişler Ç öl’de çaylannı.”
Uzun bir sessizlik oldu. Belli ki öykünün sonu gelmişti. Port,
M arhnia’ya baktı. O hâlâ başını hafif hafif sallıyordu, gözleri
Port’un yüzüne çakılıydı. Port bir söz söyleme riskini göze al
maya karar verdi. “Çok hazin,” dedi. Kız hemen İsm ail’e onun ne
dediğini sordu. İsmail, “G allik merhmoum bzef,” diye tercüme
etti. Kız yavaşça gözlerini yumdu, başını sallamayı sürdürdü. “£/
oua!”' dedi, gözlerini açtı. Port çabucak İsm ail’e döndü. “Bak,
çok geç oldu. O nunla bir fiyat kararlaştırm ak istiyorum. Ne kadar
vermem gerekir ona?”
İsmail bir skandalla karşılaşm ış gibi göründü. “Karşındaki
orospuymuş gibi davranamazsın! Ci pas une p u ta in je t'a i d il!"”
“Ama onunla kalırsam para vereceğim , değil m i?”
“E lbette.”
“O halde şimdi kararlaştırm ak istiyorum .”
“Bunu senin için ben yapamam, dostum .”
Port om uzlannı silkti, ayağa kalktı. “Gitmem gerek. Geç oldu.”
M arhnia’nın gözleri hızla bir adam dan diğerine gidip geldi.
Sonra İsm ail’e yum uşacık bir sesle bir iki şey söyledi, İsmail kaş
larını çattı ama esneyerek çadırdan çıkıp gitti.
Birlikte divanın üzerine uzandılar. K ız çok güzel, çok uysal,
çok anlayışlıydı am a Port hâlâ ona güvenm iyordu. Kız tümüyle
soyunmayı reddetti, Port yine de onun sevimli ret işaretlerinde son
bir teslimiyet okudu, islediğinin yapılm asının yalnızca zaman ala
cağını anladı. Zam an geçtikçe kızın güvenini kazanacaktı. Bu
• Ar. Çok üzgün olduğunu söyledi, (ç.n.)
" Fr. O orospu değil, sana söylemiştim! (ç.n.)
35
gece baştan beri olacağı varsayılan şeyi elde edebilirdi. Uzanmış
kızın dingin yüzüne bakarak bunu düşündü, bir iki güne kadar gü
neye doğru yola çıkacağını hatırladı, için için şansına küfretti,
sonra kendi kendine, “Y anm ekm ek bile bir şeydir,” dedi. Marh
nia eğildi, mumun fitilini üd parm ağı arasına alıp söndürdü. Bir
an için salt bir sessizlik, salt bir karanlık egem en oldu. Sonra Pon
onun yumuşacık kolunun yavaşça kendi boynuna dolandığını, du
daklarının kendi alnına değdiğini hissetti.
Tam o şuada uzakta bir köpek ulum aya başladı. P ort bir süre
onu duyamadı, duyduğu zaman da canı sıkıldı. Şu ana uymayan
bir müzikti bu. Çok geçmeden, K it’i orada sessiz bir seyirci olarak
hayal etti. Bu hayal onu daha bir uyardı... H azin ulum a sesleri
artık onu rahatsız etmez oldu.
Bir çeyrek saat kadar sonra divandan kalktı, battaniye-per-
denin kenarından eğilip çadınn kapısına doğru baktı. O rası hâlâ
karanlıktı. Birden, bu çadudan çıkm ak arzusuna kapıldı. Divana
oturarak giysilerini düzenlemeye koyuldu. İki kol y in e yükselerek
Port’un boynuna dolandı. Port kesin bir hareketle o k o lla n indirdi,
sonra birkaç kere şakacı hareketlerle okşadı. Bu sefer bir tek kol
yükseldi, öteki, ceketirün içine doğru kaydı, P ort göğsünün ok
şanmakta olduğunu hissetti. Orada tanım lanam ayacak bir yanlış
hareket, Port’un kendi elini uzatıp kızınkinin üzerine koym asına
yol açtı. Cüzdanı şimdiden kızın parm aklan arasındaydı. P ort onu
çekip aldı, kızı şiltenin üzerine itti. “A h!” diye bağırdı kız. Sesi
çok yüksek çıkmıştı. Port kalktı, yerdeki dağılm ış, oraya buraya
saçılmış eşyalara gürültüyle basarak kapıya doğru ilerledi. K ız bu
sefer kısa ama yüksek bir çığlık attı. Ö bür çadırdaki sesler duyulur
hale geldi. Port elinde cüzdanıyla d ışan fırladı, hem en sola döndü,
duvara doğru koşmaya başladı. İki kere düştü, birinde bir kayaya
çarptı, öbüründe de yerde beklenmedik bir çukur olduğu için den
gesini kaybetti. İkinci kere yerden kalktığında, m erdivene var
masını önlemek amacıyla yandan yaklaşıp yolunu kesm eye ça
lışan bir adam gördü. Pprt topallıyordu am a oraya hem en hemen
varmıştı. Sonunda basamaklara ulaştı. M erdivenden y u k an çı
karken bir an birinin arkadan bacaklarına sarılm asını bekledi. C i
ğerleri kocaman birer acı yum ağıydı, neredeyse patlayacaktı.
Ağzı açılmış, dudaklarının iki ucu aşağıya doğru çekiliyordu.
36
içine çekliği hava dişlerinin arasında ıslık çalmaktaydı. Tepeye
varınca döndü, kaldıram ayacağı bir kayayı kucakladı, sonunda
kaldırdı, m erdivenden aşağıya doğru savurdu. Sonra derin derin
soludu, korkuluk boyunca koşm aya başladı. Gökyüzünün rengi
biraz daha ağarm ıştı. D oğudaki alçak tepelerin tam üzerinden be
lirgin bir gri ışık yayılm aktaydı. Çok fazla koşamazdı. Kalbinin
atışlarını başında ve boynunda hissediyordu. Kenle asla v a
ram ayacağının farkındaydı. Yolun vadiye uzak tarafında bir duvar
vardı ve tırm anılam ayacak kadar yüksekti, am a otuz metre kadar
ileride duvar bir yerinden çatlayarak kısm en yıkılmıştı. Dökülen
taşlar ve topraklar m ükem m el bir merdiven oluşturuyordu. Oraya
atıldı, ters yöne doğru tırm anm aya başladı. Soluk soluğa, telaşla,
mezar taşlannın arasından yukarıya doğru ilerliyordu. Sonunda
bir dakikalığına bir kenara oturdu, başını avuçlarının arasına aldı,
birkaç şeyin birden farkına vardı. Biri başındaki ve göğsündeki
ağrıydı, İkincisi cüzdanının artık elinde olm adığı, üçüncüsü de
kendi kalbinin güm bürtüsü. Am a bu gümbürtü, bir an sonra aşa
ğıdaki yoldan kendisini izleyenlerin heyecanlı seslerini duymasını
engellem edi. A yağa kalktı, m ezarlann üzerinden daha yukarılara
doğru sendeleyerek ilerledi. Sonunda tepenin doruğuna vardı,
arazi öte yana doğru alçalmaya başladı. Kendini biraz daha güvende
hissediyordu am a her geçen dakikayla gün ışığı yaklaşm aktaydı.
O zaman tepelerde tek başına dolaşan birini çok uzaklardan gör
mek müm kün olurdu. Y ine koşm aya başladı. Yokuş yukan, hep
aynı yöne doğru, ara sıra sendeleyerek, düşme korkusu yüzünden
hiç başını kaldırm aksızın koştu ve bu böyle uzun süre devam etti.
Mezarlık arkada kalm ıştı. En sonunda çalı ve kaktüslerle kaplı
yüksek bir yere vardı. O radan tüm araziyi görebiliyordu. Çalılann
arasına oturdu. O rtalık çok sessizdi, gökyüzü de artık beyazdı.
Arada bir ayağa kalkıyor, dikkatle çevreyi gözden geçiriyordu.
Güneş doğduğunda iki zakkum ağacının arasından baktı; güneş
ışıklannın, bulunduğu yerle karşıdaki dağlar arasında kalan k i
lometrelerce uzunluktaki tuz ovasını p ın l pırıl parlattığını gördü.
.37
^ Kit sabah güneşinin üzerine dökülen sıcak ışıklan altında ler-
den sm isıklaın uyandı. D oğnılup perdeleri kapadı, kendini tek
rar yatağa attı. Yattığı tarafta çarşaf sırılsıklam dı. K ahvaltıyı dü
şünmek midesini ağzına getirdi. Bazı günler daha sabah uyanır
uyanmaz başının üzerinde felaket bulutlarının dolaştığını his
sederdi. Geçmek bilmezdi öyle günler. B unun nedeni, her an his
settiği o felaket duygusundan çok, genellikle düzgün işleyen “be
lirtiler sistemi”nin altüst olm asıydı. E ğer norm al bir günde
alışverişe çıkarken ayağı burkulsa ya da bacağı sıyrılsa, bunu o
alışverişin herhangi bir nedenle iyi gitm eyeceğine, belki o gün hiç
çıkmasa daha iyi edeceğine yorm ak kolaydı. En azından, öyle
günlerde iyi bir işareti kötü bir işaretten ayırabilirdi. Ö bür türlü
günler ise gerçekten tehlikeliydi, çünkü felaket önsezisi öyle
güçlü olurdu ki, kendi benliğinin ardında ya da yanında düşman
bir bilinç gibi K it’in kötü belirtiler önünde serbestçe manevra
yapıp kaçınma çabalarını görür, fark eder, izlerdi. B öyle olunca
da K it’e tuzaklar kurması kolaylaşırdı. O zam an, ilk bakışta iyi
belirti gibi gözüken bir şey, aslında onu tehlikeye sürüklem ek için
bir yem de olabilir demekti. Ayak burkulm ası da öyle günlerde
pek üzerinde durulması gerekmeyen bir şey haline gelebilirdi,
çünkü belki dışan çıkmasını engellem ek, böylelikle de evin ka
lorifer kazanı patladığı, yangın çıktığı ya da sevm ediği biri uğ
radığı zaman evde olmasını sağlam ak için özellikle başın a gelmiş
olabilirdi. Bu düşünceler özel hayatında, arkadaşlarıyla iliş
kilerinde, çok büyük yer kaplam aktaydı. Bazen K it bütün bir
sabah boyunca oturup belli bir sahnenin ya da konuşm anın ay-
rmtılannı anımsamaya uğraşırdı; bir kol ya da el hareketinin, bir
cümlenin olabilecek her türlü yorum unu kafasında tasarlaya
bilmek, her yüz çizgisini, her ses vurgusunu, zam an lan y la birlikte
ele alıp anlamını çıkarabilmek için. Y aşam ının büyük bir bölümü
belirtileri sınıflandırmaya aynim ıştı. Böyle olunca, kuşkularından
ötürü bu uygulamaları yapamayacağını anladığı zam anlarda, gün
lük yaşamın alışılmış hareketlerini sürdürm e yeteneği kuşkusuz
en düşük düzeye iniyordu. Garip bir biçim de, felce uğram ış gibi
oluyordu öyle zamanlarda. Tepkileri sönüyordu. T üm kişiliği gö
rünmez hale geliyor, yüzüne bir dehşet ifadesi siniyordu. Onu iyi
tanıyan dostlan, o tür felaket günlerinde hem en, “Bugün K it’in
38
günlerinden biri,” derlerdi. Eğer öyle günlerde Kit sakin, hatta
mantıklı davranabiliyorsa, bunun nedeni, mantıklı olarak kabul et
tiği davranışları m ekanik olarak yerine getirmesiydi. Rüya din
lemeyi hiç sevm em esinin bir nedeni de kafasının içindekini öne
çıkanyor olmasıydı. Yani mantıkla soyaçekim arasındaki o savaşı.
Entelektüel tartışm alarda Kit her zaman bilimsel yöntemi sa
vunurdu ama bunun yanı sıra rüyayı da bir belirti olarak gör
mekten kaçınm ası olanaksızdı.
Durumu daha da karm aşıklaştıran şey, K it’in yukarıdan kö
tülük gelmesi olasılığını çok zayıf gördüğü günleri de arada sırada
yaşıyor olmasıydı. H er belirti iyiydi öyle günlerde. Her insandan,
olaydan ve eşyadan dünyadışı bir hayırseverlik ışığı fışkınrdı.
Böyle günlerde Kit, içinden geldiğince davranabilse çok mutlu
olabilirdi am a son zam anlarda, sayısı zaten az olan bu tür günlerin
sırf kendisini şaşırtm ak, böylelikle her zamanki belirtilerle mü
cadele etm esini zorlaştırm ak için gönderildiğine inanmaya baş
lamıştı. Bu yüzden o doğal neşe de sinirli ve biraz isterik bir m ız
mızlığa dönüşebilirdi. Konuşurken sık sık kendi sözlerinin
peşinden yetişip onlara şaka havası vermeye çalışıyordu. Oysa o
sözler aslında canı sıkkın birinin tüm zehrini taşıyan sözler olarak
söylenmekteydi.
Başka insanlardan, ancak bir merm er heykelin üzerinde yü
rüyen sineklerden rahatsız olduğu kadar rahatsız olurdu. Ama öte
yandan, yaşam ındaki istenm eyen olayların habercisi olabile
cekleri, tatsız etkiler yapabilecekleri için tüm insanlara büyük
önem verirdi. “Benim hayatım ı başka insanlar yönetiyor,” derdi
sık sık ve doğruydu. O nların bunu yapm asına izin vermesinin tek
nedeni, kendi batıl hayal gücünün onları kendi yazgısına ilişkin
olarak büyülü bir güç taşıyor kabul etmesiydi, yoksa kişiliklerinin
kendi içinde herhangi bir derin anlayış ya da yakınlık uyan
dırmasından değil.
Gecenin uzun saatleri boyunca uyanık yatmış, düşünmüştü.
Sezgileri genellikle P o rt’un bir şeylere kalkıştığını haber verirdi.
Kendi kendine her zam an, onun ne yaptığının önemi yok, derdi
ama bu sözü de kafasında o kadar çok tekrarlamıştı ki doğ
ruluğundan bir hayli zam andır kuşku duyar olmuştu. Bu konuya
önem verdiğini kabullenm ek pek kolay olmamıştı. Kendisinin
39
hâlâ P ort’a ait olduğunu, Port onu sahiplenm ek için hiçbir hareket
yapmasa bile bu gerçeğin değişm eyeceğini, kendisinin hâlâ çok
uzaklardaki olası bir mucizenin ışığıyla aydınlanan bir dünyada
yaşadığını islemeye istemeye kendine kabul ettirm işti sonunda.
Port hâlâ ona dönebilirdi. Her şeyin P o rt’a bağlı olduğunu bilmek
doğal olarak onun kendini çaresiz görm esine, büyük bir öfkeye
kapılmasına yol açıyordu. Böylece Kit, P o rt’un olm ayacak bir
kaprisini, onu belirsiz bir nedenle geri getirecek bir olayı bekler
durumdaydı. Kendisi o yönde herhangi bir adım atm ayacak kadar
zeki bir insandı. Bu konuda en sinsi yöntem ler bile başarısızlığa
uğramaya mahkûmdu. Başarısızlığa uğram ak, hiç denem em iş ol
maktan çok daha beterdi. Sorun kararlılıkla beklem ek, orada
olmak sorunuydu. Belki günün birinde görürdü onu Port, am a bu
arada öyle çok değerli ay birbirini izleyip hiç değerlendirilm eden
geçiyordu kd!
Tunner’ın canını sıkm asına gelince, gerçi genç adam ın varlığı
ve Kit’e duyduğu klasik bir durum arz eden ilgi belki de başka
şeylerin vermeyeceği sonuçlan elde etm eye yarayabilirdi am a Kit
her nedense bu olanağı kullanam ıyordu. B ezdiriyor, sıkıyordu
Tunner onu. Elinde olmaksızın bu genç adam ı P o rt’la karşılaştırıp
ölçüyor, her seferinde de yarışm ayı Port kazanıyordu. G ece dü
şünürken kendini zorlayıp hayal gücünü kullanm aya, T u n n er’ı bir
heyecan unsuru olarak görmeye çok uğraşm ıştı. Sonuç verm em işti
bu çabalan tabii. Ama yine de onunla daha yakın bir ilişki kur
maya karar vermişti. K aran verirken, bu işin kendisi için tatsız bir
uğraş olacağını, bunu da Port uğruna yaptığı başka şeyler gibi bi
linçli bir çabayla yapacağını bile bile.
Koridora açılan kapı vuruluyordu.
“Ah, Tannm , kim o?” diye sordu Kit yüksek sesle.
“Ben.” Tunner’ın sesiydi. Y ine her zam anki gibi insanın si
nirini bozacak derecede zinde geliyordu ses. “U yandın m ı?”
Kit yatakta kıpu-dandı, içine iç çekişleri karışm ış yüksek sesler
çıkardı, çarşafları indirip kaldırdı, yatak yaylan n ı gıcu-dattı. “Pek
sayılmaz,” diye homurdandı sonunda.
“Günün en iyi saati bu saat. K açırm am an gerekir!” diye ba
ğırdı Tunner.
Anlamlı bir sessizlik oldu, bu arada Kit verdiği k aran düşündü.
40
Kendisini kurban ediyorlarm ış gibi bir sesle, “ Bir dakika Tunner,”
diye seslendi.
“Tam am !” Bir dakika olsun, bir saat olsun, beklerdi ve so
nunda içeri alınınca da her zam anki o iyi huylu (K it’e göre sahte)
gülüm sem esiyle girerdi kapıdan. Kit yüzüne soğuk su çarptı,
sonra incelm iş bir havluyla kurulandı, dudaklarına biraz ruj sürdü,
saçlarına birkaç tarak darbesi vurdu. Sonra panik içerisinde odayı
dolaşıp uygun bir sabahlık aram aya başladı. P ort’un odasına açı
lan aralık kapıdan bakınca, beyaz havlu sabahlığın duvarda asılı
olduğunu gördü. G irm eden önce kapıyı hızla tıkırdattı, P ort’un
orada olm adığını gördü, sabahlığı kaptı. Kuşağını aynanın önünde
beline bağlarken, kim senin bu sabahlığı seçti diye kendisini ko
ketlikle suçlam ayacağını düşünüp için için memnun oldu. Sa
bahlığın etekleri yerlere değiyordu ve ellerinin ortaya çıkabilmesi
için kol kısm ını iki kere kıvırm ası gerekmişti.
K apıyı açtı.
“M erhaba!”
O gülüm sem e karşısındaydı işte.
“M erhaba, T unner,” dedi sakin bir sesle. “G ir içeri.”
Tunner yanından pencereye doğru yürürken, sol eliyle onun
saçlarını okşadı ve perdeleri açtı. “B urada hipnotizm a seansı falan
mı yapıyorsun? H ah, şim di görebildim seni ancak.” Parlak güneş
ışığı odayı doldurdu, cilalı m arleyler su birikintileri gibi o ışığı
alıp tavana yansıttılar.
Kit aynanın yanında durup, onun dem in karıştırdığı saçlannı
yeniden tararken boş bir ifadeyle, “N asılsın?” diye sordu.
“H arika.” T unner onun aynadaki hayaline sırıttı, gözlerini pa
rıldattı, hatta K it’in uzaktan görebildiği kadarıyla, yanaklarındaki
gamzeleri belirginleştiren k aslan bile hareket ettirmeyi başardı.
“Amma num aracı,” diye düşündü Kit. “Burada bizimle ne işi var
ki acaba? Tabii P o rt’un suçu bu. Onu cesaretlendirip yanımızda
sürükleyen Port oldu.”
Tunner, “Dün gece P o rt’a ne oldu?” diye soruyordu. “Ben onu
beklemek için biraz oyalandım am a görünm edi.”
Kit ona baktı. “Onu mu bekledin?” diye yankıladı aynı sözleri.
Kulaklarına inanam am ıştı.
“Bizim kafede aşağı yukarı randevulaşm ış sayılırdık; hangi
41
kafe, biliyorsun. Yatm adan önceki son içki için. A m a hiç gö
rünm edi. Ben yatağım a girip epey geç saatlere k ad ar okudum.
Saat üç olduğunda o daha gelm em işti.” B unlar dah a başından ya
landı. Aslında Tunner ona, “D ışan çıkarsan, E c k m ü h l’e d e bir göz
at, büyük olasılıkla oradayım dır,” dem işti. Port çıktıktan biraz
sonra o da çıkm ış, bir Fransız kız bulm uş, sabahın beşine kadar
kızın otelinde kalmıştı. Ş afak sökerken döndüğ ü n d e, oda ka
pılarının alt kısm ındaki kapaktan bakm ayı başarm ış, P o rt’un ya-
tağmın boş olduğunu, öteki odada K it’in uyum akta olduğunu gör
müştü.
Kit, “Sahi m i?” diyerek tekrar aynaya döndü. “O halde fazla
uyuyamamış dem ektir, çünkü yine sokağa çıkm ış b ile .”
Tunner ona dik dik bakarak, “Y ani hâlâ gelm edi, dem ek is
tiyorsun,” dedi.
Kit karşılık vermedi. Az sonra, “O radaki düğm ey e b asar mısın
lütfen?” dedi. “B unlann şu şikoresinden bir fincan, b iraz da o alçı
gibi çöreklerden isteyeyim diyorum .”
Aradan yeterince zam an geçtiğine inandığı zam an P o rt’un
odasına geçti, yatağa bir göz attı. G ece yatılsın d iy e hazırlanm ış,
ondan sonra dokunulm am ışa. N eden yaptığını bilem eden çarşaft
ta ayak ucuna kadar açtı, bir an yatağın k e n a n n a oturdu, yastıklan
hafifçe yumruklayarak şişkin kısım lan n d a oy u k lar oluşturm aya
koyuldu. Sonra hazırlanm ış p ijam alann katını açtı, onları ayak
ucuna bir yığın halinde bıraktı. G arson kapıyı vurdu, K it tekrar
kendi odasına geçti, kahvaltı ısm arladı. G arson çık ıp kapıyı ar
kasından kapatınca pencerenin yanındaki koltuğa yerleşti, dışarı
bakmaksızın oturdu.
Tunner eğlenir gibi bir sesle, “B iliyor m u su n ,” dedi. “Bu ko
nuyu son zamanlarda bir hayli düşündüm . Sen ço k garip bir in
sansın. Seni anlam ak çok zor.”
Kil bezgin bir ifadeyle dilini dam ağında şak latıp cık cık yaptı.
“Öff, Tunner, ilginç olm aya çalışm aktan v azg eç.” H em en ar
dından, sabırsızlık gösterdiği için kendini suçladı, gülüm seyerek
ekledi: “Sana hiç yakışm ıyor.”
T unner’ın yüzündeki güceniklik hem en bir sırıtm aya dönüştü.
“Yok, ben ciddiyim. Sen hayranlık uyandıran bir tip sin .”
Kit dudaklarını öfkeyle büzdü, çileden çıkm ıştı. G erçi bu, genç
42
adamın söyledikleri yüzünden değildi, çünkü sözleri budalaca bu
luyordu. Am a ona asıl dayanılm az gelen, şu anda onunla çene çal
mak zorunda olm asıydı. “B elki,” dedi.
K ahvaltıyı getirdiler. O kahvesini içip çöreğini yerken, Tunner
da karşısına oturdu. G enç kadının gözlerine rüyaya dalmış gibi ba
kışlar yerleşm işti. O rada bulunduğu tümden unutulmuş gibi geldi
T unner’a. Kit kahvaltısını bitirm ek üzereyken dönüp ona baktı,
kibar kibar, “K arşında yersem kusura bakar m ısın?” dedi.
Tunner gülm eye başladı. K it şaşum ış gibiydi.
“Ç abuk ol,” dedi Tunner. “Sıcak basmadan seni bir yürüyüşe
çıkarm ak istiyorum . Z aten listende bir yığın şey vardı.”
“A h!” diye inledi Kit. “Canım hiç.;.” Ama Tunner onun sö
zünü kesti. “H aydi, haydi giyin. Ben P ort’un odasında beklerim.
Kapıyı da k aparım .”
Kit söyleyecek bir şey bulam ıyordu. Port ona hiç böyle em ir
vermezdi. G eri durur, K it’in aslında ne istediğini anlam aya ça
lışırdı. Bu da işi daha zorlaştınrdı, çünkü K it’in kendi isteğine
göre hareket ettiği zam anlar pek nadirdi. Daha çok, dikkate alın
ması ve alınm am ası gereken belirti ve işaretleri birbirleriyle kar
şılaştırarak, o kendine özgü karm aşık sistem ine göre davranırdı.
T unner bitişik odaya geçm iş, kapıyı kapam ıştı bile. Bozulmuş
yatağı göreceğini düşünm ek K it’i mem nun etti. Giyinirken içeride
onun ıslık çaldığını duyuyordu. “Sıkıntı, sıkıntı, sıkıntı!” diye fı
sıldadı soluğunun arasından. O sırada kapı açıldı, Port koridorda
belirdi, sol elini saçlannın arasından geçiriyordu.
“G irebilir m iyim ?” diye sordu.
Kit ona bakakalm ıştı.
“Eh, herhalde. N eyin var senin?”
Port hâlâ orada duruyordu.
“N eyin var. Tanrı aşkına?” diye tekrarladı Kit sabırsız bir
sesle.
“H içbir şey.” Sesi hın itılı çıkıyordu. O danın ortasına kadar
ilerledi, iki oda arasındaki kapalı kapıyı işaret etti. “O rada kim
var?”
“Tunner,” dedi K it gerçek bir m asum iyetle. Sanki bu durum
dünyanın en doğal şeyiydi. “G iyinm em i bekliyor.”
“Neler oluyor burada?”
43
jü t kızardı, hırsla döndü. “H içbir şey. H içbir şe y ,” dedi ça
bucak- “Deli olma. Ne olduğunu sanıyorsun k i?”
Port sesini alçaltmadı. “B ilm iyorum . Sana soruyorum .”
jü t avuçlanyla onu göğsünden itti, kaptyı açm ak üzere ilerledi
am a Port onu kolundan yakalayıp kendine çevirdi.
“Lütfen kes artık!” diye öfkeyle fısıldacü Kit.
“Pekâlâ, pekâlâ. K apıyı ben kendim açarım .” K ap ıy ı K it’e aç
tırdığı takdirde büyük bir tehlikeye girecekm iş gibi davranıyordu.
Kendi odasma girdi. Tunner pencereden sarkm ış, d ışa n y a ba
kıyordu. Doğrulup döndü, neşeyle sırıttı. “V ay v aay ,” diye söze
başlayacak oldu.
Port yatağa bakıyordu. “Bu da ne dem ek? S enin odanın nesi
eksik ki kalkıp buraya geliyorsun?” diye sordu am a T unner du
rumu ya hiç anlarruyor ya da anlam am azlıktan geliy o rd u . “D em ek
öyle! Savaştan döndün,” diye bağırdı. “Z aten görünüşün de öyle!
K it’le ben yürüyüşe çıkıyoruz. Sen herhalde biraz uyum ak is
tersin.” Port’u yakalayıp aynanın önüne sürükledi. “B ak kendine!”
diye emretti. Port kara lekeler içindeki suratını, çev resi kızarm ış
gözlerini görünce yüzünü buruşturdu.
“Sade bir kahve istiyorum ,” diye hom urdandı. “ B ir d e aşağıya
inip tuaş olmak istiyorum .” Sonra sesini yükseltti. “ A y n c a iki
nizin de buradan çekilip gitm enizi, yürüyüşünüzü yapm anızı is
tiyorum.” H uşla duvardaki zile bastı.
Tunner onun sutını dostça okşadı. “ A z sonra görüşürüz, ahbap.
Uyu biraz.”
O odadan çıkarken Port ateş saçan gözlerle ark asın d an baktı,
sonra yatağın kenarına oturdu. L im ana kocam an bir gem i girm işti.
Sokaktaki normal gürültülerin arasına onun boğuk düdüğü de ka-
nştı. Port yatağa uzandığında biraz soluk soluğaydı. K apının vu
rulduğunu duymadı bile. O da servisi yapan çocu k başını içeri
uzattı, "M onsieur"' dedi, birkaç saniye bekledi, so n ra kapıyı ka
payıp uzaklaştı.
44
Bütün gün uyudu. Kit öğleyin döndü, yavaşça içeri girdi, bir
7 kere öksürüp P ort uyanacak mı diye baktıktan sonra yem eğe
onsuz indi. P ort ortalık kararm adan uyandı, kendini oldukça te
m izlenm iş hissetti. K alkıp yavaş yavaş soyundu. Banyodaki kü
veti sıcak suyla doldurdu, beyaz bornozunu aradı, onu K it’in oda
sında buldu. Kit ise orada yoktu. M asanın üzerinde, yolculuğa
yanlarında götürm ek üzere satın aldığı birtakım bakkaliye malları
duruyordu. B unların çoğu İn g iltere’den gelm e karaborsa mallardı.
E tiketlerine bakılırsa. M ajesteleri Kral G eorge V l’nın buyruğuyla
imal edilm işlerdi. Port, bisküvi paketlerinden birini açarak, bis
küvileri peş peşe, oburca atıştırm aya başladı. Pencerenin çer
çevelediği kent giderek kararıyordu. Alacakaranlığın, açık renk
cisim leri aşırı parlak, diğerlerini ise sakin bir karanlık içinde gös
terdiği anlarıydı bu anlar. Kentin ışıkları, lim anda dem irli birkaç
gem i dışında henüz yakılm am ıştı. O nların berisinde kalan alan, ne
ışıklı ne de karanlık, binalarla gökyüzünün arasında bomboştu.
Sağda ise dağlar vardı. İlki tam denizin kenarından yükseliyor,
dev bir çarşafın altında bükülm üş duran iki dize benziyordu. Bir
an için Port kendini yıllar önce bulunduğu bir başka yerdeymiş
gibi hissetti am a bunu öyle kuvvetle hissetti ki, değişikliğin etkisi
ona fizikselm iş gibi geldi. Sonra dağları tekrar gördü. Salına sa
lına alt kata indi.
Otel barında içm em eye karar vermişlerdi. Orası hep boştu
çünkü. Şim di o kasvetli küçük odaya girerken, Port orada hayli ki
lolu bir gencin oturm akta olduğunu görünce biraz şaşu-dı. İnsanda
iz bırakm ayan bir yüze sahipti, büsbütün silinmekten onu, ki
şiliksiz kum ral sakalı kurtarıyordu. Port barın öbür ucuna otu
rurken genç adam İngiliz aksanıyla, “Otro Tío Pepe,“' deyip ka
dehini barm ene doğru itti.
Kendisine 1842 yapım ı Tio Pepe ikram edilen o serin Jerez
mahzenlerini düşünerek bir tane de Port ısmarladı. Genç adam
ona gözlerinde hafif bir m erakla baktı ama bir şey söylemedi. Az
sonra iriyarı, solgun tenli, saçları alev gibi kınalı bir kadın kapıda
belirip cırlak sesiyle bir çığlık attı. Cam gibi kara gözleri, taş be
bekleri anımsatıyordu. G öz makyajı o gözlerdeki boş bakışları
1
■ Fr. Bir Tio Pepe daha, (ç.n.) 4
45
daha bir vurgulam aktaydı. D elikanlı o tarafa döndü.
“M erhaba, anne. G el de o tu r.”
K adın gencin yanına yöneldi am a oturm adı. H eyecandan ve
kırgınlığından, P o rt’un farkına bile v arm am ış gib iy d i. Sesi aşın
tiz çıkıyordu. “Eric, seni pis k u rb ağ a !” d iy e h aykırd ı. “H er yerde
seni aradığım ı bilm iyor m usun? Ö m rüm de b ö y le b ir d av ran ış gör
medim! Ne içiyorsun öyle? İçm ek de neyin nesi olu y o r böyle? Hele
D oktor L ev y ’nin söylediklerinden sonra? S eni hayla z ço c u k !”
G enç adam annesine bakm adan, “ B a ğ ırm a a n n e ,” dedi.
Kadın P o rt’dan yana göz atıp onu gördü. “N e d ir o içtiğin,
E ric?” diye tekrar sordu. Sesi biraz alçalm ış am a yoğunluğundan
bir şey eksilm em işti.
“Sherry yalnızca... Ve çok da güzel. K eşke bu k ad ar par-
lam asan.”
“Peki kaprislerinin parasını kim ö d ey e ce k sa n ıy o rsu n ? ” Kadın
onun yanındaki tabureye oturdu, ça n tasın ı aç ıp a ra n m ay a başladı.
“Öff, Allah kahretsin, anah tan alm adan ç ık m ışım ,” ded i. “Senin
düşüncesizliğin yüzünden. B eni senin o d an d an g eç irip içeri sok
man gerekecek. C am ilerin en şirinini b u ld u m am a içi şeytanlar
gibi bağırıp duran veletlerle dolu. P is ç o c u k la r hepsi! S an a orayı
yann gösteririm. Bana da bir kadeh sherry söyle... E ğ er sekse. Y a
ran olabilir. Bütün gün berbat hissettim k en d im i. S ıtm a g eri ge
liyor, eminim. V akti de geldi zaten, b iliy o rsu n .”
"Otro T io P e p e ," ' derken, delikanlı pek de sa rsılm a m ıştı.
Port bakıyor, bir insanın otom at ya da k a rik a tü r d u ru m u n a düş
mesine her zam anki gibi yine şa şın y o rd u . H an g i n ed en le dü
şerlerse düşsünler, durum ister gülünç, ister k o rk u n ç o lsu n , bu tür
insanlar çok ilgilendirirdi onu.
Y em ek salonunda dostane bir hava y oktu, her şey faz la cid
diydi. Böyle bir durum , ancak servis kusu rsu zsa kab u l edilebilirdi,
oysa burada o da yoktu. G arsonlar soğuk davran ıy o r, ço k yavaş
hareket ediyorlardı. F ransızlann bile ne isted iğ in i an lam a k ta zor
luk çeker gibiydiler. Kim seyi m em nun etm ek için b ir ça b a g ö s
term edikleri ortadaydı. G elen iki İn g iliz ’e, P o rt’la K it’in yem ek
yedikleri köşeye yakın bir m asa gösterildi. T u n n er, F ra n sız kızla
çıkm ıştı bu akşam.
' Fr. Bir daha, (ç.n.)
46
“işte geldiler,” diye fısıldadı Port. “Kulak kabart ama giil-
memeye çalış.”
Kit m asanın üzerine doğru eğilerek, “Genç bir Vacher’ye ben
ziyor,” dedi. “H ani F ransa’nın bir ucundan bir ucuna çocukları
kese kese giden... Bildin m i?”
Birkaç dakika sessiz kaldılar, öbür masa onlan oyalar diye
beklediler am a anne oğulun birbirine söyleyecek pek bir şeyi yok
gibiydi. Sonunda Port, K it’e döndü, “Ha, aklıma gelmişken, neydi
bu sabahki durum öyle?” diye sordu.
“Şimdi onu konuşm ak zorunda m ıyız?”
“H ayır, yalnızca sordum. Belki açıklarsın dedim.”
“G örülecek her şeyi gördün işte.”
“Öyle olduğunu düşünsem , sana sorm azdım .”
“Öf, anlayam ıyor m usun...” Kit bıkkın bir sesle konuşmaya
başlarken birden sustu. N eredeyse, “Gece senin dönmediğini Tun-
n er’ın bilm esini istem iyordum ,” diyecekti. “Bunu bilmek onu in-
gilendirirdi, anlam ıyor musun? Bu ona tam aradığı silahı verirdi,
bunu da mı görem iyorsun?” Ama bunlan söyleyecek yerde, başka
şeyler söyledi. “O konuyu tartışm ak zorunda mıyız? Geldiğinde
sana bütün olup biteni anlattım . Ben kahvaltı ederken odaya geldi,
ben de giyinirken onu senin odana yolladım. Uygun bir davranış
değil mi bu?”
“Senin neyi uygun davranış olarak kabul ettiğine bağlı, be
beğim .”
“Elbette bağlı,” dedi Kit öfkeli bir sesle. “Görüyorsun ki, senin
dün gece ne yaptığından hiç söz etm iyorum .”
Port gülüm sedi, sakin sakin, “Edem ezdin zaten, çünkü bil
miyorsun,” dedi.
“Bilm ek de istem iyorum .” Kit istem ese de öfkesi belli olu
yordu. “N asıl istersen öyle düşün. V ız gelir bana.” Öteki masaya
doğru baktı, iri parlak gözlü kadının büyük bir ilgiyle, duyabildiği
kadar dinlem eye çalıştığını fark etti. Kadın K it’in durumu kav
radığını anlayınca delikanlıya döndü, yüksek sesle monoloğuna
başladı.
“Bu otelin su tesisatı inanılm az bir şey; musluklar yalnızca iç
lerini çekiyor ve gurulduyor... Ne kadar sıkı kapanırsan kapat.
Fransızların sersemliği! İnanılm az bir şey! Hepsi geri zekâlı bun-
47
lann. D ünyada en düşük zekâ pu an ı rek o ru n u e lle rin d e tuttukla
rını bana M adam G autier k en d isi söy lem işti. T abii k a n la n d a sulu.
A rtık tohum a kaçülar. Y a n Y ahudi, y a n zen ci b ir m illet oldular.
Bak şu hallerine!” E lleriyle bütün salonu gösteren bir hareket yaptı.
“Eh, burada öyle b elk i,” dedi d elik an lı. Su b ard a ğ ın ı kaldınp
ışığa tutm uş, dikkatle inceliyordu.
“F ran sa’da da!” diye h aykırdı an n e si hey ecan la. “ M adam G a
utier bana kendisi söyledi, ben k en d im de nice k ita p ta ve gazetede
okudum .”
“N e iğrenç bir su,” diye m ın id a n d ı g en ç adam . B ard ağ ı ma
saya bıraktı. “S anınm iç em e y ec eğ im .”
“N e m ızm ız şeysin! S ızlan m ak tan vazgeç! D u y m ak is
tem iyorum bunlan! A rtık pislikten ve k u rtla rd a n sö z ettiğ in i duy
m ak istem iyorum . İçm e o zam an. İçm işsin , iç m em işsin , kim senin
um urunda değil am a senin her şey i bö y le sıv ıla rla y u tm an kor
kunç bir şey. Büyüm eye çalış artık. P rim u s la m b a sın a parafın
aldın mı, yoksa onu da mı unuttun V ittel g ib i? ”
Genç adam alaycı bir iyi niyetle, ze h ir g ibi g ü lü m sed i, sonra
yavaş yavaş konuştu. S anki geri zekâlı b ir ç o c u ğ a la f anlatıyordu.
“Hayu-, parafini de V ittel gibi unutm uş d eğ ilim . T en e k e, arabanın
bagajmda. Şimdi izninle biraz y ü rü m ek istiy o ru m .” A y a ğ a kalktı,
tatsız tatsız gülüm seyerek m asadan uzak laştı.
“Seni kaba küstah şey! K ulak ların ı çe k e c e ğ im se n in !” diye
seslendi kadın arkasından. D elikanlı dö n ü p bakm ad ı.
Port, “Ne m üthişler, değil m i?” d iye fısıldadı.
“Çok eğlenceli.” K it hâlâ kızgındı. “ B ü y ü k y o lc u lu ğ a bizim le
gelm elerini önersene onlara da. T e k ek siğ im iz o n la r.”
M eyvelerini sessizce yediler.
Y em ekten sonra K it odasına çık tığ ın d a, P o rt o telin o çıp lak gö
rünüm lü giriş katında biraz dolaştı, y ü k se k ta v an ın d a k i o ula
şılm az solgun am pulüyle gölgelere b ü rü n m ü ş yazı o d asın d a, si
yahlar giym iş iki yaşlı Fransız k adının k o ltu k ların u cu n a ilişerek
oturup fısıldaştığı palm iye dolu fuayeden g eç erek ön k ap ıy a yü
rüdü, orada birkaç dakika durup k arşıya p ark etm iş k o ca m a n M er
cedes m arka tur otom obiline baktı, telcrar y azı o d asın a döndü.
O turdu. Tavandan gelen o hasta ışık, sey ah at ac en tele rin in d u v ar
lara asılm ış posterlerini bile aydınlatam ıyordu: F és la M ystérieuse,
48
A ir France, Visitez l'Espagne. Başının yukarısında kalan par
m aklıklı pencereden kadın sesleriyle mutfaktan metal labak çanak
sesleri geliyor, sesler taş duvarlar arasında büyüyordu. Bu oda
öleki odalardan çok daha fazla zindana benzemekteydi. Si
nem anın elektrikli zilinin sesi her gürültüyü bastınyor, aralıksız,
sinir bozucu bir fon müziği oluşturuyordu. Yazı m asaianna yü
rüdü, süm enleri kaldırdı, çekm eceleri açtı, mektup kâğıdı aradı.
Yoktu. M ürekkep hokkalannı kaldırıp salladı; onlar da kuruydu.
M utfakta büyük bir tartışm a çıkm ışa benziyordu. Avuç içlerindeki
sivrisinek ısırıklarını kaşıyarak ağır adım larla odadan çıktı, fu
ayeye geçti, koridor boyunca ilerleyip bara girdi. Burada bile ışık
zayıf ve uzaktı am a en azından bann arkasındaki raflara sı
ralanm ış içki şişeleri gözü oyalıyordu. H afif bir hazımsızlık his
setm ekteydi. M idesi ekşim iyordu am a yakında başlayabilecek bir
ağrının, belirsiz bir yerlerde uyandırdığı bir tatsızlık duygusu
vardı... E sm er barm en ona beklenti dolu bakışlarla bakmaktaydı.
O dada başka hiç kim se yoktu. Port bir viski söyledi, sonra oturup
tadını çıkara çıkara, yavaş yavaş içti onu. Otelin bir yerinde bir tu
valetin sifonu çekildi, tesisattan boğulurcasına kusar gibi sesler
çıktı.
P o rt’un içindeki o tatsız duygu azalıyordu; kendini son derece
ayık ve uyanık hissetm ekteydi. B arda boğucu ve melankolik bir
hava vardı. Tüm eskim ekte olan şeylere olduğu gibi, buraya da
hüzün sinm işti. Port içinden, “Bu barda ilk içkinin servis edil
m esinden bu yana, acaba kaç m utluluk anı yaşandı?” diye geçirdi.
M utluluk... Ö yle bir şey varsa bile, başka yerlerdeydi; Kedilerin
balık başlarını kem irdiği pırıl pırıl geçitlere bakan sıra sıra oda
larda, esrar dum anının çaydaki nane kokusuna karıştığı çardaklı
kafelerde, aşağıdaki rıhtım larda, uzakta, sebkha'm n kenarındaki
çadırlarda (bu arada M arhnia’nın solgun beyaz hayalini atladı),
dağların ötesindeki B üyük S ahra’da, hepsi A frika olan o uçsuz bu
caksız alanlarda. A m a burada, her A vrupa icadının yeni bir se
fillik yarattığı, tecrit edilm işliğin yeni bir kanıtı olduğu, anavatanı
daha da uzak gösterdiği bu hüzünlü söm ürge odasında değil.
O turm uş viskisinden düzenli küçük yudum lar alırken, ko
ridorda yaklaşan ayak sesleri duydu. O daya genç İngiliz girdi,
RÜN(Eslrgcyen GilkyuîU 49
P o rt’a bakm adan, küçük m asalardan birine oturdu. P ort onun içki
ısm arlayışını izledi, sonra barm en barın arkasına g eçtiğ in d e kal
kıp m asaya doğru yürüdü. "Pardon, m o n sie u r," ' dedi."V om î par-
lez F rançais?"" Şaşırm ış görünen genç adam , "O ui, o u i”” ' diye
karşılık verdi. Port hem en ardından, “ A m a İn g ilizce de bi
liyorsunuz,” dedi. “B iliyorum ,” derken delikanlın ın b ard ağ ı ko-
yuşundaki ve bakışlarm daki eda P o rt’a fazla d ram atik geldi. Sez
gileri ona, böyle bir durum da en iyi yaklaşım ın iltifat olduğunu
fısüdam aktaydı. Ciddi ciddi, “O halde belki bana b ir k o n u d a öğüt
verebilirsiniz,” diye devam etti.
Genç adamın yüzünde cılız bir g ü lüm sem e belirdi. “ E ğ er Af
rika’yla ilgiliyse, doğrusu verebileceğim i söyleyeb ilirim . Son beş
yıldır buralarda dolanıp duruyorum . Ç ok ilginç bir yer, k u şk u su z.”
“Harika bir yer, evet.”
“Biliyorsunuz, öyle m i?” B iraz kaygılı görünüy o rd u . K endisi
tek gezgin olmayı öyle çok istiyordu ki!
Port, “Yalnızca bazı yerleri,” diye güvence verdi ona. "K u
zeyde ve batıda epey yolculuk yaptım . A şağı y u k a n T ra b lu s’tan
Dakar’a kadar.”
“Dakar bir çirkef çukurudur.”
“Ama dünyanın bütün lim anlan öyle. B enim ö ğ ü t istediğim
konu kambiyo. Sizce hangi bankaya g itm e li? ^ e n d e d o la r v ar.”
İngiliz gülümsedi. “Sanınm size bu ko n u d a öğüt v erm ek için
oldukça uygun biri sayılırım . B en aslen A vustralyalIyım am a an
nemle ikimiz daha çok A m erikan dolarlarıy la y aşarız.” P o rt’a
Kuzey A frika’daki Fransız bankacılık sistem ini baştan sona an
latm aya koyuldu. Sesi eski zam an profesörlerinin k o n u şm a bi
çim ine özenircesine yükselip alçalıyordu; d ü şü n celerin i ifade
etm e tarzı insanda itiraz duygusu yaratacak kad ar b ilg iççe geldi
P o rt’a. A yrıca gözlerinde parıldayan bir ışık da, bu sesi yalnızca
daha beterleştirm ekle kalm ıyor, sözlerinin taşıy ab ileceğ i ağırlığı
da silip yok ediyordu. P ort’a, delikanlı bir m anyağa la f anlattığına
inanıyorm uş gibi geldi. Sanki bu konuşm anın k o nusu şu ana
uygun olsun diye seçilm işti, gerektiği kadar uzatılabilirdi... Hasta
• Fr. ö z ü r dilerim, bayım, (ç.n.)
" Fr. Fransızca biliyor musunuz? (ç.n.)
**' Fr. Evet, evet, (ç.n.)
50
yatışıncaya kadar.
Port onun söylevini sürdürm esine izin verdi. Delikanlı o sıra
bankacılık konusundan uzaklaşm ış, kendi deneyimlerini anlat
maya koyulm uştu. Bu alan daha da verim liydi. Genç adamın ni
yetinin baştan beri bu olduğu anlaşılıyordu. Port hiçbir yoriim
yapm ıyor, yalnızca ara sıra, uygun yerlerde bir hayret ifadesi ta
kınıyor, bu da m onoloğa ikili konuşm a havası veriyordu. De
likanlının yazar olan, kendi resim leriyle süslü seyahat kitaplan
yazan annesiyle birlikte M om basa’ya gelmeden önce üç yıl H in
distan’da yaşadığını, orada kadının büyük oğlunu kaybettiğini öğ
rendi. A frik a’nın her yanında geçirdikleri beş yıl ise bu ikisine şa
şılacak kadar uzun bir hastalıklar listesi armağan etmişti. Bu
hastalıklann çoğu da hâlâ ara sıra başlarına bela açıyordu. Ne var
ki anlatılan öykünün hangi noktalanna inanıp hangilerini atmak
gerektiğini bilem iyordu insan. Çünkü arada, “...ben o sırada Dur-
ban’da büyük bir ithalat-ihracat firm ası m üdürüydüm” ya da
“ ...hüküm et bana üç bin Z u lu ’nun sorum luluğunu verdi,” gibi ifa
deler de geçiyordu. B ir keresinde delikanlı, “L agos’ta bir askeri
araba aldım , onunla C asam ance’a kadar gittim ,” dedi. Sonra bir
ara, “O bölgeye girebilen ilk beyazlar yalnızca bizdik,” dedi. Yine
bir ara, “B enim o gezide kam eram an olm am ı istediler ama Cape
T ow n’da işleri em anet edebileceğim güvenilir bir kimse yoktu ve
o su-ada dört film birden çekiyorduk,” dedi. Port bu genç adamın,
dinleyicisine ne kadar yüklenebileceğini bilm eyişine esef etm eye
başlam ıştı am a aldırm adı, delikanlının D oula N ehri’ndeki ce
setleri, T ak o rad i’deki cinayetleri, G ao’daki pazar yerinde kendini
yakan deli adam ı anlatırken duyduğu o sapıkça zevke bakıp ke
yiflendi. S onunda delikanlı arkasm a yaslandı, barmene yeni bir
likör daha getirm esini işaret etti, “Ah, evet, Afrika harika bir yer
dir... B ugünlerde başka hiçbir yerde yaşam ak istem ezdim ,” dedi.
“Ya anneniz? O da mı aynı görüşte?”
“O-hoo, o âşık buraya. O nu uygar bir ülkeye götürseniz, ne ya
pacağını bilem ez sanırım .”
“H ep yazı mı yazar?”
“Her an. H er gün. G enellikle kuş uçm az kervan geçmez yerler
hakkında. Y akında Fort C harlet’ye gidiyoruz. Biliyor musunuz
orayı?”
.51
P o rt’un F ort C h a rlet’yi bilem eyeceğinden old u k ça em in gi
biydi. “H ay ır bilm iyorum ,” dedi Port, “am a nerede olduğunu bi
liyorum . O raya nasıl gideceksiniz? H erhangi bir türde vasıta yok,
değil m i?”
“Eh, eninde sonunda v a n n z oraya. T uaregler tam annem in di
şine göre. B ende bir yığın harita var. Kim i askeri, kim i sivil. Her
sabah yola koyulm adan önce onları dikkatle incelerim . S o n ra da o
rotayı izlerim .” P o rt’un yüzündeki şaşkın ifadeyi görünce, “Bir
arabam ız var,” diye ekledi. “Eski bir M ercedes. E sk id ir am a güç-
lüdür...”
“Ah, evet, dışanda gördüm ,” diye m ırıldandı Port.
G enç adam kibirle, “E vet,” diye karşılık verdi. “G ideceğim iz
yere daim a ulaşırız biz.”
“A nneniz çok ilginç bir kadın o lm alı.”
Delikanlı hevesli gözüktü. “K esinlikle ak ılla ra durgunluk
veren bir insandır. Y ann onunla tanışm alısınız.”
“Çok isterdim .”
“Onu yatm aya yolladım am a ben çıkm adan u yum az. Her
zaman arada geçit olan oda tu tan z tabii. Bu yüzden d e b en im tam
saat kaçta yattığım ı ne yazık ki her zam an bilir. E v lilik h ay atı ne
harika, değil m i?”
Port ona bir göz attı. Sözün kabalığını bir hayli yadırgam ıştı...
Ama yine de hiçbir şeyin farkında değilm iş gibi, sam im i b ir ifa
deyle gülmeyi başardı.
“Evet, onunla konuşm aktan hoşlanacaksınız. N e y a z ık ki m ut
laka gerçekleştirm ek istediğim iz bir yo lcu lu k var. Y a n n öğlen
yola çıkıyoruz. Siz ne zam an ayrılıyorsunuz bu ceh en n em çu
kurundan?”
“Şey, biz yann trenle B ousif’e gitm eyi p la n lam ıştık am a ace
lem iz yok. Perşem beye kadar bekleyebiliriz. S ey ah a t etm en in tek
yolu, en azından bizim için tek yolu, canım ız isted iğ i zam an git
m ek ve istediğim iz yerde istediğim iz kad ar k alm ak tır.”
“Aynı görüşteyim . A m a herhalde burada kalm ay ı istiy o r ola
m azsınız, değil m i?”
“Ulu T annm , elbette ki hayır!” diye güldü P ort. “N efre t edi
yoruz buradan am a biz üç kişiyiz ve üçüm üz en e rjim iz i aynı anda
toplam ayı ba.şaram ıyoruz.”
52
“ü ç kişi mi? A nlıyorum .” Genç adam bu beklenmedik haberin
üzerinde düşünüyorm uş gibi göründü. “A nlıyorum .” Ayağa kalktı,
elini cebine soktu, bir kartvizit çıkarıp uzattı. “Size şunu ve
rebilirim. A dım Lyle. Eh, hoşçakalın... U m anm gerekli enerjiyi
toplarsınız. Sabahleyin rastlaşınz belki.” Sanki utanıyormuş gibi
döndü, kazık gibi yürüyerek odadan çıktı.
Port kartı cebine koydu. Barmen başını bara dayamış uyuk
luyordu. Son bir içki daha içmeye karar veren Port, yürüyüp onun
om zuna yavaşça dokundu. Adam bir hom urtuyla başını kaldırdı.
56
yor. A rdına saklanacağı bir ağaç, bir taş bile yok.”
Y üksek sesle, “Tren altıda kalkıyor, oraya sabahın olmayacak
bir saatinde varıyor,” dedi “Ama her zaman rötarlıymış diyorlar.
Demek ki bu seferlik olsun, işe yarayacak.”
“Ö yleyse ikim iz yalnız gidiyoruz.”
“Port oraya bizden çok önce varmış olacak, dolayısıyla bize
oda tutabilir. Benim şim di gidip bir kuaför bulmam gerekiyor, ne
felaket!”
“Ne gereği var,” diye itiraz etti Tunner. “Rahat bırak kendini.
D oğayı alt edem ezsin.”
K it’in böyle şövalyeliklere tahammülü yoktu, ama ayrılırken
ona yine de gülüm sedi. “Çünkü ben korkağın biriyim,” diye dü
şündü. Port bu yolculuğa beddua ettiğinden beri, Tunner’ın bü
yüsünü P ort’unkine karşı kullanm a isteğinin farkındaydı. Kit bir
yandan gülüm serken, bir yandan da kendi kendine konuşuyormuş
gibi, “S anınm kazadan kaçınabiliriz,” dedi.
“H a?”
“H içbir şey. Saat ikide yem ek salonunda buluşuruz.”
T unner belki de kullanılıyor olduğunu çok zor aklına ge
tirebilecek bir tipti. H içbir m uhalefetle karşılaşm aksızın hep
kendi istediklerini dayatm aya alışkın olduğu için, aşın gelişkin bir
erkeklik gururu vardı ve ne garipti ki bu hemen hemen herkesin
onu sevm esini sağlıyordu. Bu yolculuğa Port ve K it’le birlikte
çıkm aya o kadar heves etm esinin nedeni, hiç kuşkusuz, en iyiyi
bilir havalarını kabul ettirm eye kalkıştığında, yalnız onlardan
kesin bir itiraz gelm esi, yalnız onlarla birlikteyken bunu ya
pabilm ek için her zam ankinden daha çok çalışmak zorunda kal
masıydı; yani farkında olm adan, kişiliğine gereksinim duyduğu
egzersizi yaptırıyordu. Bunun yanı sıra, Port da, Kit de, T unner’ın
göze çarpan çekiciliğine kapılm adıkları için, onu kendileriyle bir
likte gelm eye cesaretlendirdiklerini kabullenm iyorlardı. Söz ko
nusu onlar olduğunda, T unner’ın utanç duygusu da azımsanacak
gibi değildi, çünkü ikisi de onun davranışlarındaki “rol yapma ve
kalıplara göre davranm a” niteliklerini fark ediyordu. Buna rağmen
ikisi de bir dereceye kadar onun bu davranışlarına isteyerek hoş
görü gösteriyordu. Tunner aslında basit bir insandı ve zekâsının
uzanabileceği yerin hemen ötesindeki her şeyi müthiş çekici bu
lurdu. Bir fikri bütünüyle kavrayam am a duygusunu daha d e
.57
likanlılık y aşlan n d a tanım ıştı, şim di o duygu içinde d ah a da güç-
lüydü. B ir düşüncenin her yönünü yoklayabildiğinde, o dü
şüncenin hafif bir düşünce olduğu sonucuna varırdı; ilgisinin
u yanm ası için m utlaka ulaşam adığı bir şeyler kalm alıy d ı am a d ik
kati onu fazla düşünm ek için kam çılam azdı. D üşü n celerle k ar
şılaştığında, o dikkat ona, tam tersine, duygusal bir m utluluk
verir, rahatlam asm ı, o düşünceyi uzaktan seyredip hayran o l
m asını sağlardı. Port ve K itTe dostluğunun ilk başların d a, onlara
hak ettikleri saygıyla davranm aya özen gösterm işti. B irey olarak
değil de, sırf düşüncelerle uğraşan y aratıklar olarak, yani kutsal
şeylerle uğraşan varlıklar olarak hak ediyorlardı bu say g ıy ı, ama
onlar bu davranış biçim ini o kadar kesin ve doğal bir b içim d e red
detm işlerdi ki, kendine yeni bir taktik geliştirm ek zo ru n d a kalm ış,
onu kullanu-ken kendine duyduğu güven daha d a azalm ıştı. Bu se
ferki, yum uşak sitem lerden, alaylardan oluşuyordu ve o k ad ar h e
saplı bir biçimde ifade ediliyordu ki gerekirse hem en iltifat k ı
lığına sokulabiliyordu. Buna ek olarak, bir de eğ len iy o rm u ş gibi,
ama için için biraz acılı bir çekim serlik sezilen b ir tav ır tu t
turmuştu. Böylece kendini, çok üstün y eteneklerini ziy an eden bir
çiftin babasıym ış gibi hissediyordu.
Şu anda keyfi yerindeydi. Islık çalarak odad a d o laşıy o r, K itT e
yalnız olacağını düşünüyordu. K it’in k endisine gerek sin im i o l
duğuna karar verdi. Tabii bu gereksinim in kendi isted iğ i alanda
olduğuna onu inandırabileceğinden hiç em in d eğ ild i. A slın d a
günün birinde yakın ilişkileri olacağını um duğu k ad ın lar arasın d a
en az um ut besleyebildiği kişi K it’ti. En zoruydu o. B a v u la eğ il
miş dururken aynada gözüne kendi görüntüsü ilişti, o h ay ale g ü
lümsedi. Bu, K it’in sahte bulduğu gülüm sem eydi.
Saat birde P ort’un odasına gittiğinde kapı açıktı, b av u llar da
gitm işti. İki kat hizm etçisi yatağa tem iz ça rşaflar y ay ıy o rd u . B ir
tanesi, "Se ha m archao,"' dedi. S aat ikide, T u n n er y em ek sa
lonunda K it’le buluştu. K it olağanüstü güzel ve b ak ım lı g ö
rünüyordu.
T unner şam panya ısm arladı.
Kit, “Şişesi bin franktan ha,” dedi. “Port k riz g eçirec ek !”
“Port burada değil,” dedi Tunner.
■ Isp. Yoklar, (ç.n.)
58
On ikiye birkaç dakika kala Port valizleriyle otelin ön ka
9 pısının dışındaydı. G enç LyleTn buynıklanyla hareket eden üç
Arap ham al, tüm bagajları arabanın arkasına yüklemekteydi. Te
pede yavaş hareket eden bulutlar arasında artık koyu mavi boş
luklar kendini belli etm eye başlamıştı. Güneşin ışıklan oralan
bulup da yeryüzüne vardığında, sıcak beklenmedik bir cehennem
haline dönüştü. D ağların orada gök hâlâ kara ve asık suratlıydı.
Port sabırsızlanıyor, keşke Kit ya da Tunner ortaya çıkmadan
çekip gitsek, diye düşünüyordu.
D erken saat tam on ikide Bayan Lyle lobide belirdi ve otelin
çıkardığı hesaptan yakınm aya başladı. Sesi yükselip alçalıyordu.
Kapıya yaklaşıp, “E ric,” diye seslendi. “Buraya gelip şu adama
benim dün çayda bisküvi yem ediğim i söyler misin? Hemen!”
“K endin söyle,” dedi Eric dalgın bir sesle. Sonra Araplara ko
caman dom uz derisinden bavulu göstererek, “Cella-lâ on va mettre
ici en ba s,'” diye b uyruklannı sürdürdü.
“Seni sersem !” Kadın tekrar lobiye döndü, bir an sonra Port onun
cıyakladığını duydu. “Non! Non! Thé seulement! Pas gateau!"
Sonunda kapıda göründü. Yüzü kızarmıştı. Çantası kolunda
sallanıyordu. P o rt’u görünce olduğu yerde durdu ve seslendi:
“Eric!” D elikanlı arabadan ona baktı, sonra çıkıp P ort’u annesine
tanıttı.
“Bizim le gelebildiğinize çok sevindim . Bu bize ek bir koruma
sağlıyor. B uranın dağlarında tabanca taşım ak iyi olurmuş diyorlar
ama doğrusunu isterseniz, ben bugüne kadar hakkından ge
lemeyeceğim bir A rap ’a rastlam ış değilim. İnsan kendini asıl o
hayvan Fransızlardan korum ak zorunda. Pis sersemler! Kalkmış
dün çayda ne yediğim i bana söylüyorlar. Ne küstahlık! Eric, seni
tabansız! R esepsiyonla tüm kavgayı bana yıktın. Belki de benden
parasını alm ak istedikleri o bisküvileri sen yem işsindir!”
“H epsi bir, öyle değil m i?” diye gülüm sedi Eric.
“U tanır da itiraf etm ezsin sanm ıştım . Bay Moresby, şu koca
oğlana bakın. Ö m rü boyunca daha bir gün çalışmış değil. H e
sapları ödeyen hep ben oluyorum .”
59
“Haydi, anne! Bin artık.” Çaresiz bir tonda söylenm işti bu söz
ler.
“Ne demek bin?" Kadının sesi fena halde tizleşm işti. “Be
nimle nasıl böyle konuşursun? İyi bir tokadı hak ediyorsun. Belki
yaran olur sana.” Arabanın ön koltuğuna oturdu. “K im se benimle
böyle konuşmadı bugüne kadar.”
“Üçümüz de öne oturacağız,” dedi Eric. “Sizce bir sakıncası
var mı, Bay M oresby?”
“Sevinirim. Ben zaten önde yolculuğu yeğlerim .” A ile kav-
galannın dışında kalma konusunda kesin kararlıydı ve bunu yap
manın en iyi yolu da göze görünür bir kişilik sergilem em ekti Y al
nızca uygar davranmalı, hep dinlem eliydi. K im bilir, belki bu iki
kişinin aralannda geliştirebildikleri tek iletişim türü bu tip ko
nuşmalardı.
Hareket ettiler. Eric direksiyona geçm iş, önce bir süre motoru
rölantide çalıştırmıştı. Hamallar, “Bon voyage!"' diye seslendiler.
Bayan Lyle arkasına yaslanıp, “Ben aynlırken birkaç kişinin
arkamdan garip garip baktığını fark ettim ,” dedi. “Pis A raplar da
burada kendilerine düşeni yaptılar, tıpkı herkes gibi...”
“Kendilerine düşen mi? Nasıl yani?” diye sordu, Port.
“Casusluk tabii. Buralarda her an gözetlerler insanı, bilirsiniz.
Yaşamlarını böyle kazanır bunlar. O nlardan gizli herhangi bir şey
yapabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” Tatsız tatsız güldü. “B ir saate
kalmadan o sefil memurlar da, m üsteşarlar da, konsolosluklar da
her şeyi öğrenir.”
“İngiliz Konsolosluğu mu dem ek istiyorsunuz?”
"Bütün konsolosluklar, polis, bankalar, herkes.”
Port beklenti dolu bakışlarla E ric’e baktı. “A m a...”
“Ha, evet,” dedi Eric. Annesinin sözünü onaylam aktan hoş
nuttu. “Berbat bir durum. Bir an huzurum uz yok. N ereye gitsek
mektuplanmızı geciktiriyorlar, bizi otellere sokm am ak için oda
yok diyorlar, sonunda oda bulduğumuz zam an, biz dışarıdayken
gelip odaları anyor, eşyalanm ızı çalıyorlar, ham allarla kat hiz-
metkârlanna kapı dinlettiriyorlar...”
“Ama kim? Kim yapıyor bütün bunları ve niçin?”
60
“A raplar!” diye cıyakladı Bayan Lyle. “Bunlar hayatta onu
bunu gözetlem ekten başka yapacak işi olmayan, kokuşmuş, aşa
ğılık bir ırktır. B aşka nasıl yaşıyorlar sanıyorsunuz?”
Port çekingen bir sesle, “ İnanılır gibi değil,” demeye cesaret
etti, böylelikle bu konuda daha fazla şeyler anlatacaklannı umdu,
çünkü bu iş onu eğlendiriyordu.
“H ah!” dedi kadın, zafer dolu bir sesle. “Size inanılmaz gibi
gelebilir, çünkü onları tanım ıyorsunuz, ama yine de tetikte olun.
Hepim izden nefret ederler. Fransızlar da nefret eder. Ah, tiksinir
onlar bizden!”
“Ben A rapları her zam an çok sem patik bulmuşumdur,” dedi
Port.
“K uşkusuz. N edeni de bu insanlann size hep hizmet eder gibi
davranm asıdır. İltifatlar eder, yağ çekerler. Sonra bir an arkanızı
dönünce de dosdoğru konsolosluğa koşarlar.”
Eric söze karıştı. “B ir keresinde M ogador’da...” Annesi hemen
onun sözünü kesti.
“Öf, sus artık! B iraz da başkalarına söz hakkı tanı. Herkes
senin o budalaca gevezeliklerini dinlem ekten hoşlanır mı sa
nıyorsun? B irazcık aklın olsa o işe bulaşmazdın. Ben F ez’de can
çekişirken, senin M ogador’a gitm eye ne hakkın vardı? Bay Mo
resby, ölüyordum ! H astanede sırtüstü yatıyordum, yanımda doğru
dürüst bir iğne bile yapm asını bilm eyen bir Arap hastabakıcıdan
başka kim se yoktu...”
“İğne yapabiliyordu,” dedi Eric inatla. “Bana yirmi iğne yaptı
en azından. S ende iltihaplanm a olm ası, direncinin azlığındandı.”
"Direnç!" diye haykırdı Bayan Lyle. “Artık konuşmayı red
dediyorum. Bakın, Bay M oresby, şu tepelerin rengine bakın. Siz
hiç m anzara fotoğ raflan n ı enfrarujla çekm eyi denediniz mi? Ben
Rodezya’da olağanüstü güzel birkaç fotoğraf çektim ama Jo-
hannesburg’da yayıncının biri yürüttü onları benden.”
“Bay M oresby fotoğrafçı değil, anne.”
“Sen kes sesini. Fotoğrafçı değil diye enfraruj fotoğrafçılığın
dan anlam am ası mı gerekiyor?”
"Bazı örneklerini gördüm ,” dedi Port.
“Elbette görm üşsünüzdür. Gördün mü Eric, sen hiçbir zaman
ne dediğini bilm ezsin. Bunların hepsi disiplinsizlikten kay
61
naklanıyor. Keşke hiç değilse bir günlüğüne hayatını kazanm ak
zorunda kalsaydın. Ağzını açmadan önce düşünm eyi öğretirdi bu
sana. Oysa şimdi tam bir geri zekâlıdan farkın yok.”
Bunu oldukça tatsız bir tartışm a izledi. Eric, herhalde P ort’a
gösteriş olsun diye, son dört yıl içinde yaptığını iddia ettiği bir
yığın olmayacak işi saydı döktü, annesi de her birini, inandırıcı
gözüken nedenlerle yalanladı. H er yeni iddiada annesi hemen
“Yalan!” diye patlıyordu. “Ne yalancısın am a!” S onunda Eric sı
kıntılı bir sesle, artık teslim oluyorm uş gibi konuştu. “ Sen zaten
hiçbir işte dikiş tutturm ama izin verm edin. B ağım sız olurum diye
ödün kopuyor.”
Bayan Lyle haykırdı. “Bakın, bakın! Bakın Bay M oresby! Şu
şirin küçük merkebe bakın! Bana îsp an y a’yı anım satıyor. Daha
geçenlerde orada iki ay kaldık. K orkunç bir ülke.” (Sözcüğü ko-
urkunç diye telaffuz ediyordu). “H er yer asker, papaz ve Yahudi
dolu.”
“Yahudi m i?” diye yankıladı Port. Sesinde inanm azlık vardı.
“Tabii, bilmiyor muydunuz? O teller hep onlarla dolu. Ü lkeyi
onlar yönetiyor. Perde arkasından tabii. B ütün başka yerlerde de
olduğu gibi, ama Ispanya’da bu konuda çok kurnazlar. Y ahudi ol-
duklannı kabullenmiyorlar. C ordoba’da... B akın bu size onların
ne kadar sinsi ve hilekâr olduğunu gösterecektir. C o rd o b a’da, adı
Judería olan bir sokaktan geçtim. Sinagog da o sokakta. Tabii
orası Yahudi kaynıyor... Tam bir getto, am a bir teki bile ka
bulleniyor mu acaba? Ne gezer! H epsi işaretparm aklarını bur
numun önünde bir sağa bir solla salladılar. ‘Católico! C atólico!”
diye bağırdılar. Düşünebiliyor musunuz. Bay M oresby! Katolik
olduklannı iddia edişleri ne müthiş! Sonra ben sinagoğu geçerken
rehber bana burada on beşinci yüzyıldan beri hiç ayin yapılm adı
diye diretti durdu! Korkarım, ona epey kaba davrandım . Suratına
doğru bir kahkaha patlattım.”
Port, “Peki, o ne dedi?” diye sordu.
“O kendi sözlerini sürdürdü, o kadar. O sözleri ezberlem iş
tabii, ama dik dik baktı yüzüme. Hep öyle yaparlar. Y ine de kork
madığım için bana saygı duyduğunu sanıyorum. O nlara ne kadar
62
kaba davranırsanız, size o kadar hayranlık duyarlar. Bana ya
lanların en büyüğünü söylediğinin farkında olduğumu gösterdim
ona. K atolik’miş! H erhalde bunun kendilerini yücelttiğini sa
nıyorlar. Ö yle gülünçtü ki... Çoğu son derece tipik Yahudi olduğu
halde... İnsan herhangi birine göz ucuyla baksa yeter. Ben iyi ta
nırım Yahudileri. Bu konuda yeterince kötü deneyimlerim ol
muştur.”
K arikatürün ilk başta ilginç gelen yeniliği geçiyor, Port yavaş
yavaş kendini bu iki kişi arasında boğulur gibi hissetmeye baş
lıyordu; saplantılan onu um utsuzluğa düşürmekteydi. Bayan Lyle,
oğlundan da beterdi. O ğluna benzem eyen yanı, anlatabileceği ger
çek ya da düş ürünü serüvenleri olmayışıydı. Bütün konuşması,
başına geldiğine inandığı eziyetleri ayrıntılarıyla tarif etmek, ken
disine eziyet eden bu kişilerle ettiği kavgaları sözcüğü sözcüğüne
aktarmaktı. P ort bu kadına karşı artık eskisi kadar ilgi duy
mamakla birlikte, o konuşurken, bir yandan da kişiliği Port’un
önünde biçim leniyordu. K adının yaşam ı kişisel ilişkilerden yok
sun geçmişti, oysa öyle ilişkilere gereksinim i vardı. Bu yüzden de
ilişkileri kendi uyduruyordu... Elinden geldiğince, her kavga, in
sanca ilişki kurm anın başarısız bir yoluydu. Hatta Eric’ie bile tar
tışmayı, konuşm anın doğal bir biçimi olarak kabul etmişti artık.
Port bu kadının öm ründe gördüğü en yalnız kadın olduğuna karar
verdi, ama yine de pek ilgi duyam adı ona karşı.
D inlem ekten vazgeçti. Kentten çıkm ışlardı artık. Vadiyi geç
tiler, öbür yandaki kocam an çıplak tepeye tırmanmaya başladılar.
Çok sayıdaki S biçim i virajlardan birini alırken, Port birdenbire
karşısında T ürk K alesi’ni gördü. Uzaktan ufacık, kusursuz bir
oyuncak gibi görünüyordu. Vadinin karşı tarafındaydı. D uvann di
binde, sarı toprağın üzerine saçılm ış birkaç kara çadır gözüne iliş
ti. Hangisine girm işti b unlann? M arhnia’nın çadın hangisiydi?
Bunu bilem iyordu, çünkü duvardaki merdiveni buradan görmeye
olanak yoktu. K ız da vadinin dibinde, oralarda bir yerdeydi. Ça
dırın havasız sıcağında öğle uykusu uyuyor olmalıydı. Ya yalnız
başına ya da şanslı bir A rap arkadaşıyla... İsm ail’le olamaz, diye
düşündü. Yeni bir virajı döndüler, daha yükseklere tırmandılar; te
pelerinde kayalıklar vardı. Yolun kenarında yer yer ölü çalı ve bit
6.3
kiler göze çarpıyordu. Ü stleri beyaz tozla kaplıydı. O çalılardan
çekirgelerin tiz, sonu gelm ez çığlıklan geliyordu. S anki sıcağın
sesiydi bu ses. Vadi tekrar tekrar karşılarında belirdi. H er se
ferinde biraz daha küçülüyor, biraz daha uzaklaşıyor, biraz daha
gerçekdışı b ü görünüm e bürünüyordu. M ercedes tıpkı uçak gibi
uğuldamaktaydı; egzozunda susturucu yoktu. D ağ lar orada, kar-
şılanndaydı, sebkha da aşağıya serilm iş duruyordu. P ort vadiye
son bir kez bakm ak üzere döndü. H er ça d ın n biçim i hâlâ belli olu
yordu. Ç adırlann tıpkı gerideki d ağlann d o ruklarına benzediğinin
ilk kez farkına varmıştı
Sıcağın kapladığı m anzaranın birdenbire önünde açılışını sey
rederken düşünceleri bu kez kendi içine döndü, hâlâ kafasın ı kur
calamakta olan o rüyaya takıldı. Bir an sonra gülüm sedi. İşte,
şimdi çözmüştü olayı. Hızını habire artırarak giden o tren aslında
yaşamın bir sim gesiydi. H ayır ile evet konusunda em in ola
mamak, kişinin hayata verdiği değerle ilgili tutum unu yansıtırdı.
Kararsızlık da doğal olarak, kişinin hayata katılm ayı reddetm e ko
nusundaki gönülsüz karanyla otom atik olarak çözüm leniyordu.
Bunun kendisini niçin rahatsız ettiğini düşündü. B asit, klasik bir
rüyaydı işte. B ağlantılan artık kafasında son derece açıktı. Bun-
lann Port’un yaşamına ilişkin anlam ının hiç önem i yoktu. Çünkü
kendisi, görece değerlerle uğraşm aktan kurtulm ak için varoluş ol
gusunun herhangi bir amacı olduğu düşüncesini uzun zamandır
inkâr ediyordu. Böylesi çok daha kolay ve rahatlatıcıydı.
Küçük sorununu çözüm lem iş olm ak sevindirdi onu. Çevredeki
manzaraya göz attı. Hâlâ tırm anıyorlardı am a artık ilk tepeyi aş
mışlardı. Bu kez çevrelerinde, büyüklükleri hakkında bir fikir ve
recek ayrıntılara sahip olmayan, çıplak, yuvarlak tep eler vardı. Ne
tarafa baksa hep aynı belirgin, düz olm ayan ufuk çizgisini gö
rüyordu. Onun gerisinde de kör edici beyaz gökyüzünü. Bayan
Lyle o sırada, “Ah, onlar pek kötü bir kabiledir,” dem ekteydi.
“Berbat şeylerdir, bunu size kesinlikle söyleyebilirim .” P ort için
den vahşice, “Öldürürüm belki bu kadını,” diye geçirdi. Derken
eğim azalınca arabanın hızı arttı, çevrelerinde rüzgâr dönüp du
ruyormuş gibiydi ama az sonra tekrar yokuş başladı, ağır tırmanış
temposuna geri döndüler. Port havanın hareketsiz olduğunu o
64
zaman anladı.
Eric, “H aritaya bakılırsa, şu yukarıda bir tür seyir terası var,”
dedi. “H erhalde nefis bir m anzara göreceğiz.”
Bayan Lyle kaygıyla, “Duralım mı sence?” diye sordu. “Çay
saatinde B oussif’e yetişm em iz gerek.”
Terasın, keskin virajda biraz genişleyen yolun bir kısmı olduğu
az sonra anlaşıldı. D oruktan yolun iç tarafına yuvarlanmış olan
birkaç iri kaya, geçişi daha da tehlikeli hale getiriyordu. Uçurum
kenardan çok dikti, m anzara da, güzelliğine karşın, pek katı ve
düşmanca bir havadaydı.
Eric arabayı bir anlığına durdurdu ama kimse inmedi. Yol
culuğun geri kalanı taşlık bir arazi içinden sürdü. Buralan çe
kirgeleri bile barındıram ayacak kadar kurak yerlerdi ama Port
yine de arada sırada uzaklarda kerpiç duvarlı bir kulübe gö
rebiliyordu. O da tepelerin rengindeydi ve çevresi kaktüsler, di
kenli bitkilerle doluydu. Ü çünün de üzerine bir sessizlik çök
müştü. D uyulabilen tek şey m otorun o aralıksız homurtusuydu.
Boussif’in m odem , beyaz beton minareleri göründüğünde.
Bayan Lyle, “Eric, oda işine senin bakmanı istiyorum ,” dedi.
“Ben dosdoğru m utfağa inip onlara çayın nasıl yapılması ge
rektiğini göstereceğim .” P o rt’a döndü ve çantasını havaya kal-
dnarak anlatm aya başladı: “ Y olculuğa çıkarken, hep şurada, çan
tamda çay taşırım . Y oksa bu haylaz çocuğun arabayla, bagajlarla
uğraşmasını beklem ek zorunda kalınm . Sanınm B oussif’de gö
rülecek hiçbir şey yoktur. Bu sayede de sokakları dolaşmaktan
kurtulmuş olacağız.”
Port, “Derb Ech C hergui,” dedi. Kadın şaşkın bakışlannı ona
çevirince, “Şu geçtiğim iz levhayı okuyordum ”, diye açıklayıp gü
vence verdi. U puzun anacadde boştu, öğleden sonra güneşi altında
kavruluyordu. G üneşin sıcaklığı iki katına çıkm ış gibiydi, çünkü
güney ufkundaki o koca kara bulutlar sabahtan beri hiç yer de
ğiştirmemişti.
F 5 Ü N /E sifg c y cn G ü k y ü z ü
1 o trendi. V agonun koridorunun alçak tavanında
^ ^ gaz lam balan sallanıyordu. A sırlık taşıt sa rsılarak ilerlerken
hep birlikte bir öne, bir arkaya savruluyorlardı. T am tren is
tasyondan hareket edeceği sırada, K it tren yolculuk ları öncesinde
hep hissettiği o gerginlik içinde perona atlayarak gazete satıcısına
kadar koşmuş, birkaç Fransızca dergi alm ıştı. V ag o n a dön
düğünde, tren de hareket etm eye başlam ıştı zaten. Ş im d i gün ışı
ğıyla o lambaların sa n ışığım n belirsiz k a n şım ı altın d a, dergileri
kucağına koymuş, sayfalan birbiri ardına çev iriy o r, n eler yazılı
olduğunu görmeye çalışıyordu. G örebildiği tek d erg i, içi fo
toğraflarla dolu olanıydı: "C iné P our Tous."
Kompartımanda yalnızca ikisi vardı. T u n n er onun karşısında
oturuyordu.
“Bu ışıkta okuyam azsın,” dedi.
“Sadece resim lere bakıyorum .”
“ Ya?”
“Kusura bakm ıyorsun değil m i? A z sonra bu k a d a n n ı bile gö
remeyeceğim. Trenlerden biraz kork an m b en .”
“Keyfine bak,” dedi Tunner.
Y anlanna akşam yem eği için soğuk b ir şe y ler alm ışlardı. Se
peti onlara otel görevlileri hazu-lamıştı. T u n n er ara sma o sepete
düşünceli gözlerle bakıyordu. S onunda K it d ergiden başın ı kal-
dırdığmda, onu tam sepete bakarken yakaladı. “T unner! Sakın
bana açım dem e!” diye bağırdı.
“Ben değil, bağırsak kurdum acıktı.”
“İğrençsin.” Kit sepeti aldı. Ellerini bir şeyle m eşg u l etm e fır
satı bulduğuna memnundu. K alın sandviçleri b irer b irer çıkardı.
H er biri ayn ayn, incecik kâğıt peçetelere sarılm ıştı.
“Bize o berbat İspanyol jam bonundan v erm em elerin i söyledim
onlara. Çok çiğ. İşte ondan gerçekten tenya k ap ab ilirsin am a yine
de bunlardan bazılarının içinde ondan var sanıyorum . K okusu bur
numa geliyor gibi. Onlara bir şey söyledin m i, sırf kendi sesini
dinlemek aşkına konuşuyorsun sanıyorlar.”
“Jambon varsa ben yerim ,” dedi T unner. “F en a d eğildi ha
tırladığım a göre.”
“Yo, tadı iyi.” Kit paketteki katı yum urtaları çıkardı. A ynı pa
kette, yağlı siyah zeytinler de vardı. T ren gıcırdad ı, bir tünele
66
daldı. Kit telaşla yum urtalan sepete koydu, ürkek gözlerle pen
cereye doğru baktı. C am da kendi yüzünün yansımasını görüyordu.
Tepeden gelen zayıf ışıkla kötü bir biçim de aydınlanmaktaydı
yüzü. K öm ür dum anının kokusu her geçen dakika biraz daha ar
tıyordu. Kit o kokunun ciğerlerini sıkıştırdığını hissetti.
Tunner boğulur gibi oldu, “P üff!” diye bir ses çıkardı.
Kit kıpırdam aksızın oturuyor, bekliyordu. Eğer kaza ge
lecekse, herhalde ya bir tünelde ya da bir köprüde gelirdi. “Keşke
bu gece olacağından em in olsaydım ,” diye düşündü. “O zaman
kendimi rahat bırakabilirdim am a em in olamamak... İnsan bi
lemiyor... H ep bekliyor.”
Derken tünelden çıktılar ve yeniden soluk almaya başladılar.
Dışarıda k ilom etreler boyunca aynı belirsiz kayalık arazi uza
nıyordu. K apkara dağlar tepelerine dikilm iş gibiydi. Gökyüzünde
kalan azıcık ışık, sivri dorukların üzerinden ve koyu renk, teh-
ditkâr bulutlann arasından geçerek geliyordu.
“Y um urtalar n asıl?”
“Ha, şey...” K it bütün paketi ona uzattı.
“H epsini istem em !”
“Yemen gerek ,” dedi K it. Z ihnini başka konulara dağıtmamak,
o gıcırdayan ahşap vagonda sürüp giden yaşam ın bir parçası ola
rak kalabilm ek için bü y ü k çaba harcıyordu. “Ben yalnızca biraz
meyve istiyorum . B ir de sandviç.”
Ancak ekm eğin sertleşm iş, kurum uş olduğunu gördü; çiğ
nemesi zordu. T u n n er o sırada yerinden kalkıp eğilmiş, ka
nepelerden birinin altından valizini çekip çıkarm aya uğraşmak
taydı. Kit yiyem ediği sandviçi oturduğu kanepeyle pencerenin
arasında kalan boşluğa tıkıştırdı.
Tunner doğrulduğunda yüzünde zafer ifadesi vardı. Kocaman,
siyah bir şişeyi havaya kaldırm ıştı. B ir an ceplerini aradı, tir
buşonu bulup çıkardı.
“N edir o?”
“Tahmin et,” diye sırıttı genç adam .
“Şey... Şam panya o lam az!”
“İlk seferde bildin.”
Kit o korkusunun arasında uzandı, T unner’in kafasını iki eliyle
kavrayıp alnına sesli bir öpücük kondurdu.
67
“Çok tatlısın!” diye bağırdı. “H arikasın!”
Tunner tıpaya yüklendi; p op diye bir ses duyuldu. Kom
partım anın dışındaki koridordan geçm ekte olan siy a h la r giymiş,
bitkin görünüşlü bir kadın onlara göz attı. T u n n er elin d e şişeyle
kalkıp kapıdaki storu indirdi, kapattı. K it onu seyrederken için
den, “P ort’dan çok farklı,” diye düşündü. “P ort bunu asla yap
m azdı.”
Tunner içkiden birazını iki plastik bardağa boşalttı. Kit bu
arada kendi kendine tartışm asını sürdürdü. “A m a bu n u n tek an
lamı, para harcamış olm ası. Satın aldığı bir şey işte... O kadar.
Ama yine de parayı harcam aya razı olm ak... Ö ze llik le de bunu
düşünmüş olm ak.”
Kadehlerini şerefe tokuşturdular. H er zam anki o tanıdık çın
sesi çıkmadı. Yalnızca kâğıdın kâğıda d eğ m esinden kaynaklanan
o ölü ses duyuldu. “A frika’nın şerefine,” dedi T u n n er. Birden
utanmışü. Aslında niyeti, “Bu gecenin şe refin e,” dem ek ti.
“Evet.”
Kit yere bu-aktıklan şişeye baktı. Tam k işiliğ in e uy acak bi
çimde, kendisini kurtaracak uğurlu şeyin o o ld u ğ u n a k ara r verdi.
O şişenin gücüyle felaketten kurtulabilirdi. K adehin i d ik ip b ir yu
dumda bitirdi; Tunner yeniden doldurdu.
“Bu sonuncu olm alı,” diye uyardı onu K it. B üyünün iş
lemeyeceğinden korkm uştu birden.
“Öyle mi düşünüyorsun? N eden?” T u n n er valizi çek ip tekrar
açtı. “Bak.” Orada beş şişe daha vardı. “ B avulu kendim ta
şıyacağım diye o kadar patırtı etm em in nedeni b u y d u .” Gü
lümsedi, gam zelerini derinleştirdi. “H erhalde beni k açık san-
mışsındu'?”
“Farkına varm adım ,” dedi K it usulca. O k ad a r sin irin e do
kunan gamzeleri bile görem em işti. B üyünün g örün tü sü onu esir
almış gibiydi.
“İçmene bak o halde. H ızlı hızlı ve bol b o l.”
“Benim için kaygılanm a,” diye güldü K it. “ S arh o şlu ğ a ih
tiyacım yok.” Kendini saçm a denecek kad ar m utlu hissediyordu.
Şu durum da olm ayacak denli m utlu, dedi kendi kendine. A m a bu
işler her zaman bir sarkaca benzerdi. B ir saat sonra y in e bir da
kika önceki durum una dönerdi nasılsa.
68
Tren ağır ağır yavaşladı ve durdu. Pencereden ancak kapkara
gece görünüyor, göze tek bir ışık çarpmıyordu. D ışanda biri garip
tekrarlarla dolu bir ezgi söylem ekteydi. Ses hep tiz başlıyor, gi
derek kalınlaşıyor, soluk yetm eyecek düzeye kadar iniyor, sonra
tekrar tepeden, tizden başlıyordu. Ç ocuk ağlaması gibi bir dokusu
vardı ezginin.
Kit inanam ıyorm uş gibi, “Erkek mi bu?” diye sordu.
“H angisi?” T unner çevresine bakındı.
“Şarkıyı söyleyen.”
Tunner bir an dinledi. “A nlam ası zor. Haydi, iç.”
Kit içti, sonra gülüm sedi. A z sonra pencereden dışarı, kapkara
geceye bakıyordu. H üzün dolu bir sesle, “Sanırım benim hiç ya
şamamam gerekirdi,” dedi.
Tunner kaygılanm ış göründü. “B uraya bak Kit, biliyorum, kor
kuyorsun. İçkileri bu yüzden getirdim zaten, ama sakin olmak zo
rundasın. A ğır ol. G evşe... H içbir şey o kadar önemli değildir, bi
liyorsun. H ani bir söz vardı, kim söylem işti onu...”
"H ayır, işte onu istem em ,” diye T unner’in sözünü kesti Kit.
“Şam panyaya evet am a felsefeye hayır. Bunu düşünmüş olman
bence gerçekten çok hoş b ir şey. H ele artık niçin getirdiğini bil
diğime göre...”
Tunner çiğnem eyi kesti. Y üzü değişiverdi, bakışları biraz sert
leşti. “Ne dem ek istiy o rsu n ?”
“Çünkü benim trenlerden budalaca korktuğum u anladın. G er
çekten de, bundan daha m akbule geçecek bir şey yapam azdın.”
Tunner ağzm dakini biraz çiğnedi, sonra sırıttı. “Aman, boşver,
unut bunu artık. Ben de zevk alıyorum , görüyorsun. Haydi, an
nemin şerefine!” İkinci şişenin m antarını açtı. Tren acılar için
deymiş gibi sesler çıkararak tekrar hareket etti.
Yeniden yola koyulm uş olm aları K it’i çok sevindirdi. “Dime
ingrato, porqué m e abandonaste, y sola m e dejaste..." diye bir şar-
b y a başladı.
“Biraz daha?” T unner şişeyi uzatm ıştı.
“Claro que s i,'” diyerek yeni doldurulanı bir yudumda yuttu
ve bardağı hem en yeniden uzattı.
Tren sarsılarak yoluna devam ediyor, ara sıra biraz duruyor,
• Isp. Tabi tabi, (ç.n.)
69
durduğu yerler bom boş arazinin ortası gibi g ö rünü y o rd u am a dı-
şandaki karanlıkta hep birtakım sesler vardı. D ağlıların o k ’lan
çatlatan aksanıyla seslenip duruyorlardı. A kşam y em eğini bi
tirdiler. Kit en son inciri yerken, T unner valizden bir şişe daha çı
karm ak üzere eğildi. Kit ne yaptığını p ek b ilm ek sizin , demin
sandviçini tıkıştırdığı yere uzandı, onu o radan aldı, çantasına,
pudriyerinin yam na soktu. T unner bardaklara biraz d ah a şam
panya doldurdu.
Kit yudum larken, “Şam panya dem inki k ad a r so ğ u k değil,"
dedi.
“Ee, her şey bir arada olm az.”
“Yo, yine de çok hoşum a gidiyor! S ıcak o lm asın a al
dırmıyorum. Biliyor m usun, sarhoş oluyorum g a lib a .”
“Pöf! O kadarcıkla sarhoş olunm az.”
“Ah, sen beni bilm ezsin! K orktuğum ya d a can ım sıkıldığı
zaman hemen sarhoş olurum .”
Tunner saatine baktı. “Eh, daha en azından se k iz sa at yolum uz
var. Rahatlayalım bari. Y erim i değiştirip senin y a n m a otursam
olur m u?”
“Tabii. İlk bindiğim izde söylem iştim b u ray a o tu r diye. Ters
gitmekten kurtulurdun.”
“İyi.” Tunner kalktı, gerindi, esnedi, sonra k ü t d iy e onun ya
nına oturdu, hatta otururken çarptı ona. “ Ö zü r d ile rim ,” dedi.
“Tren canavannın hareketini yanlış h esap lam ışım . T an rım , ne
tren am a!” Sağ kolu K it’in om zuna dolandı, T u n n er onu kendine
doğru biraz çekti. “D ayan bana. D aha rahat ed ersin . K en d in i rahat
buak! Çok gerginsin.”
“Gerginim , evet! İşte böyle k o rk a n m .” K it gü ldü. Sesi ku
lağına kıkırdam a gibi geldi. T u n n er’a doğru b iraz y aslan d ı, başım
onun om zuna koydu. “Bu beni rahatlatm alı,” d iye dü şü n d ü . “Oysa
tersine, her şeyi daha berbat ediyor. B enliğim d erim in dışın a fır
layacakmış gibi.”
Kendini zorlayıp birkaç dakikalığına ö ylece, kıpırdam adan
oturdu. Gergin olm am ak zordu, çünkü K it’e sanki tren in hareketi
sürekli olarak onu T u n n er’a doğru itiyorm uş gibi g eliy o rd u . Yavaş
yavaş T unner’ın kol kaslannın kendi belin d e sık ıştığ ın ı du
yumsadı. Tren durdu. K it bağırarak ayağa fırladı: “ K ap ıy a çıkıp
70
dışannın nasıl olduğuna bakm ak istiyorum .”
Tunner da kalktı, kolunu yine ona doladı, ısrarla tuttu onu.
“Nasıl olduğunu b iliyorsun,” dedi. “K aranlık dağlar işte.”
Kit başını kald ırıp onun yüzüne baktı. “Biliyorum. Lütfen,
Tunner.” B iraz kıvrandı, onun kendisini bırakm asını sağladı. O sı
rada koridor kapısı açıldı, siyahlar giym iş, bitkin, çökmüş gö
rünüşlü kadın, kom partım ana girecekm iş gibi bir davranışta bu
lundu.
"Ah, pardon, j e m e suis tro m p ée,"' diyerek kurnaz bakışlı göz
lerinin üzerinden kaşların ı çattı, sonra dışan çıktı ama kapıyı ka
pamadı.
“Ne istiyor bu b unak şap şal!” diye sordu Tunner.
Kit kapıya yürüdü, orad a durdu, yüksek sesle, “Röntgencinin
biri işte,” dedi. O sırad a koridorun yansına varmış olan kadın
durup döndü, o n a ateş saçan gözlerle baktı. Kit sevinç İçindeydi.
Kadının bu sözleri d u y m a sın a sevinm ek ona saçm a geliyordu ama
yine de içindeki güçlü duyg u y la dolup taşıyordu. “Biraz daha
böyle giderse isteriy e kapılacağım . O zam an Tunner da ne ya
pacağını b ile m e y ec ek !”
Normal koşullarda P ort’un anlayış yoksunu olduğu kanısındaydı,
ama aşın duru m lar k arşısın d a kim se P ort’la yanşam azdı. G er
çekten kötü b ir d u ru m la karşılaştığında K it tümüyle güvenirdi
ona. Ondan güç alırdı. B unun nedeni, P ort'un kriz hallerinde şa
şırmayan bir reh b e r olm ası değildi. D aha çok, Kit bilincinin bir
parçasının P o rt’u p ay a n d a gibi kullandığını hissederdi. Bir bakıma
kendini bir ölçüde o n u n la özdeşleştirirdi. “Ü stelik Port da burada
değil. O halde isteriye izin yok... L ütfen.” Yüksek sesle, “Hemen
dönerim,” diye seslendi. “ O cadıyı buraya sokm a.”
“Ben de seninle g e liy o ru m .”
“Daha neler T u n n er,” diye güldü Kit. “Korkarım şimdi git
mekte olduğum yerde senin de bulunm an biraz garip kaçar.”
Tunner utandığını belli etm em eye çalıştı. “Haa! Pekâlâ. Özür
dilerim.”
Koridor boştu. K it pencerelerden d ışanyı görm eye çalıştı ama
camlar tozlarla, parm ak izleriy le kaplıydı. Ön taraftan gelen ses
leri yine duyabiliyordu. Sahanlıktan dışarı açılan kapılar ka-
■ Fr. Ah, özür dilerim, yanıldım, (ç.n.)
71
palıydı. Kit öteki vagona geçti. “H” diye işaretlenm işti. D aha par
lak ışıklı, daha kalabalık, daha eski püsküydü. V agonun öbür
ucunda binlerinin dışandan vagona binm ekte olduğunu gördü.
O nlann arasından geçerek aşağıya indi, toprağa basarak trenin ön
tarafına doğru yürüdü. Dördüncü sınıf yolcu lan n d an oluşan bir
grup Berberi ve Arap, çıplak bir am pulün aydınlattığı kuru top
rağa indirilmiş bavullar ve kutular arasında hayli kargaşa ya
ratıyordu. Yakındaki dağlardan sert bir rüzgâr esm ekteydi. Kit ça
bucak kalabalığın arasına kanştı, trene yeniden bindi.
Vagona girerken ona sanki trende yolculuk etm iyorm uş gibi
geldi. Burası başka bir yer olm alıydı. Kum rengi harm aniler giy
miş erkeklerin tıklım tıklım doldurduğu bir alan. K im i uyuyan,
kimi uzanan, kimi ayakta duran, kim i ellerinde bo h ça ve denk
leriyle hareket halinde olan insanlar. K it bir an kıpırdam adan
durup bu manzarayı seyretti. İlk kez kendini y aban cı diyarlarda
duyumsadı. Biri onu arkasm dan itiyor, öteki vago n a doğru yü
rümeye zorluyordu. Kit karşı koydu, çünkü ilerleyebileceğ i bir yer
göremiyordu. Ak sakallı bir adam a çarptı, adam on a sert ba
kışlarla baktı. O bakışlar karşısında K it kendini y aram az çocuk
gibi hissetti. “Pardon m onsieur," dedi, eğilerek yolu açm ak, ar
kadan gelen baskıdan kurtulm ak istiyordu am a bunun yararı ol
madı. Tüm çabalanna karşm ileri doğru sürüklendi, her taraftaki
yığınlar arasından sendeleyerek vagonun orta y erine geldi. Tren o
su-ada hareket etti. Kit çevresine korkulu b akışlarla baktı. Aklına
bu insanlann Müslüman olduğu gelm işti, dolayısıy la ağzındaki
içki kokusu onlan şaşırtabilirdi. O anda bütün giysilerin i çıkarıp
çıniçıplak kalsa da ancak o kadar şaşırırlardı. Ç öm elm iş in
sanlann çevresinden dolaşm aya çalışarak koridoru n penceresiz
duvanna yaklaşmaya uğraştı, bunu b aşannca duvara day an d ı, çan
tasından küçük bir şişe parfüm çıkararak yüzüne v e boynuna
sürdü. Bunun, üzerindeki alkol kokusunu bastırabileceğini, en
azından ona kanşıp değiştirebileceğini um uyordu. P arfü m ü tenine
sürerken parm aklan ense kökünde küçük, yum uşak bir şeye değdi.
Alıp baktığında bunun san bir bit olduğunu gördü. Yarı y a n y a ez
mişti onu alırken. Tiksinerek parm aklarını duvara sildi. Erkekler
ona bakıyorlardı ama bakışlarında ne anlayış ne de düşm anlık
vardı. Merak bile yok, diye düşündü Kit. Bu yüzlerde, süm-
72
kürdükten sonra m endilinin içine bakan erkeklerin o boş bakışlan
vardı. K it bir an için gözlerini yumdu. Acıkmış olduğunu an
layınca şaşırdı. Ç antasından sandviçini çıkarıp yemeye başladu
Ekmeği küçük lokm alar halinde ısırıyor, hırsla çiğniyordu. Yanı
başında duvara dayanm ış olan adam da bir şeyler yemekteydi.
Ufak, koyu renk bir şeydi yedikleri. O nlan kukuletasından çı-
kanyor, ağzına atıp çatırtıyla çiğniyordu. K it bunların kırmızı çe
kirge olduğunu anlayınca hafifçe ürperdi. K afalan ve bacaklan
kopartılm ıştı h ay v an lan n . H iç aralıksız sürüp giden insan sesleri
birdenbire kesildi. İn sanlar bir şey dinliyor gibiydiler. Trenin ta
kırtıları, tekerlek lerin ray lar üzerindeki ritm ik çatçatlan arasında
kulağına teneke bir dam d a yağm urun çıkardığı o belirgin, düzenli
ses geldi. E rk ek ler b a şla n n ı salladılar, sonra konuşm alar yeniden
başladı. K it b ir sonraki du rak ta inebilm ek için bir an önce kapıya
yakın bir yere v arm ak ta kararlıydı. Başını öne doğru eğik tutarak,
kalabalığı ite k ak a k endine yol açm aya koyuldu. U yuyanlann üze
rine bastıkça aşağıdan gelen inilti ve hom urtulan duyuyor, dir
sekleri insanların y ü züne değdikçe kızgınlık sesleri işitiyordu. Her
adımında, "P ardon! P a rdon!" diye bağırm aktaydı. Bir ara ken
dini vagonun so nunda bir k öşeye sıkışm ış buldu. Şimdi yapacağı
tek şey kapıya ulaşm aktı. Y olunun üzerinde vahşi suratlı, elinde
kesik koyun başı taşıyan b ir adam vardı. Koyunun gözleri göz yu
valarında akik m erm erler g ibi bakıyordu. “A h!” diye inledi Kit.
Adam v urdum duym az bakışlarla baktı ona. G eçm esi için hiçbir
hareket yapm adı. K it tüm gücünü kullanarak onun çevresinden
dolaşma savaşı verdi ve aradan sıyrılırken eteği kesik kafanın
kanlı boynuna süründü. S ahanlığın kapısının açık olduğunu gö
rünce birden rahatladı. A rtık yalnızca oradaki grubun arasından
geçmek kalm ıştı. "P ardon!" çığlıklarına yeniden başladı, aradan
geçti. S ahanlık kalab alık değildi, çünkü buz gibi soğuk yağmur
içeri doluyordu. O rada yere oturanlar, harm anilerinin kukuletasını
kafalanna çekm işlerdi. K it yağm ura arkasını dönerek dem ir par
maklığa tutundu, kendini öm ründe gördüğü en iğrenç insan su
ratıyla yüz yüze buldu. U zun boylu bir adam dı. Elden düşme Av-
rupalı giysileri içindeydi. K afasına bir çuvalı kefiye gibi
geçirmişti. B urnunun bulunm ası gereken yerde kapkara üçgen bir
çukur vardı. A cayip, yassı dudakları da bem beyazdı. Hiçbir neden
73
olm adan, K it’in gözünün önüne aslan burnu geldi, g ö zlerin i adam
dan ayıram az oldu. A dam ne onu görüyor, ne de yağ m u ru duyuyor
gibiydi. Ö ylece duruyordu orada. K it bakarken, acab a niçin has
talıklı bir surat, hiç anlam taşım adığı halde, d o k u la rı sağ lık lı olan,
am a çizgileri yozlaşm ışlık ifade eden bir surattan d ah a fazla deh
şet uyandırıyor, diye m erak etti. P ort olsa, m ad d eci olm ayan bir
çağda hiç de öyle olm azdı, derdi ve belki de haklı olurdu.
İliklerine kadar ıslanm ış, tir tir titriyordu am a b u z gibi madeni
parm aklığa inatla tutunup dosdoğru karşıya b ak m ay ı sürdürdü;
bazen o surata, bazen de yan taraftaki gri, y ağ m u rlu geceye. Bu
baş başalık, tren istasyona gelinceye kad ar sü rm ek zorundaydı.
D erken tren yavaşlam aya başladı, gü rü ltü y le b ir y okuşu tır
m anm aya koyuldu. Tangırtı ve ç a tu tıla r bazen b o ğ u k la şıy o r, tre
nin bir köprüden geçm ekte olduğu anlaşılıy o rd u . B ö y le anlarda
K it’e sanki kendisi havadaym ış d a aşağılarda, y a rla r arasın d a kö
püren sular akıyorm uş gibi geliyordu. S ağ an ak sürm ek tey d i. Kit
kendini bitmek bilm eyen bir kâbusta sandı. A rad an g eç en zamanı
bilmiyordu, tersine, zam an durm uş gibi g eliy o rd u o n a; kendisi
sanki bir boşlukta asılı durağan bir n esneydi am a ta için d e, belli
bir an geldiğinde artık durum un öyle o lm a y ac ağ ı in an cı vardı. Ne
var ki onu düşünm ek istem iyordu. D üşünürse, y en id en yaşama
dönmekten, zam anın yeniden işlem eye b a şlam asın d a n kor
kuyordu. O zaman, geçm ekte olan sonsuz sa n iy elerin fark ın a var
mak zorunda kalacaktı.
Orada kıpırdam aksızın durup habire titrerk en , d im d ik ti. Tren
yavaşlayıp durduğunda, aslan suratlı adam d a g itm işti. K it indi,
yağmurun altm da trenin arka tarafına doğru h ız lı ad ım la rla yü
rüdü. İkinci sınıf vagona binerken, kendisi g eç tiğ i sıra d a o adamın
da her insan gibi hafif yana çekilip yol verd iğ i g e ld i ak lın a. Ses
sizce, için için gülm eye başladı. S onra h a re k e tsiz d u rd u . Ko
ridorda duran, konuşan insanlar vardı. K it d ö n ü p tu v a lete yöneldi,
içeriye girip kapıyı kilitledi, tepedeki lam banın ışığın d a, musluğun
üzerindeki küçük aynaya bakarak m akyajını y a p m a y a koyuldu.
H âlâ soğuktan titriyordu, yağm ur su la n b a c ak ların d an yere sü
zülüyordu. Y eniden T u n n er’ın karşısın a çık ab ilec eğ i k an ısın a va-
n n ca tuvaletten çıktı, kendi birinci sın ıf k o m p a rtım an ların a doğru
yürüdü. K om partım anın kapısı açıktı. T u n n er k ara m sar b ir halde
74
pencereden dışarı bakm aktaydı. K it girerken yerinden sıçradı.
“T anrım , Kit! N erelerdeydin?”
“D ördüncü sın ıf v agonda!” K it şiddetle titriyordu. Sesini ni-
yetlediği biçim de k ay g ısız çıkarm ası olanaksızdı.
“Şu haline bak! G el şuraya.” Sesi birden pek ciddileşmişti.
K it’i tutup kom p artım an ın içine çekti, kapıyı kapattı. Onun otur
masına yardım etti, sonra hem en dönüp kendi bavulunu ka-
n ştu m ay a koyuldu. O radan b ir şeyler çık an p kanepenin üzerine
koydu. K it onu dalgın dalgın seyrediyordu. A z sonra Tunner iki
aspirin çıkarıp bir b ard a k la birlikte K it’in burnuna doğru uzattı.
“Bunları y u t,” d iy e em retti. B ardakta şam panya vardı. Kit de-
nileni yaptı. T u n n er ona k anepenin üzerinde duran pazen bir sa
bahlığı işaret etti. “B en k o rid o ra çıkıyorum . Bu arada üzerindeki
her şeyi ç ık a n p şunu g iym eni istiyorum . Sonra kapıyı tıkırda
tırsın, ben gelir, a y a k la rın a m asaj yaparım . H içbir itiraz is
temiyorum artık. N e diy o rsam y ap .” D ışa n çıktı, kapıyı ar
kasından kapattı.
Kit önce p en c erelerd ek i perdeleri indirdi, sonra onun de
diklerini yaptı. S ab ah lık y u m u şa k ve sıcaktı. Bir süre kanepenin
ucunda d ertop o lup oturdu. A y aklarını altına kıvırm ıştı. Kendine
üç bardak daha şa m p an y a d o ld u ru p peş p eşe,'h ızla içti. Sonra ka
pının cam ını y av a şç a tık ırd attı. K apı biraz aralandı. “Tam am
mı?” diye sordu T unner.
“Evet, evet. G el iç e ri.”
Genç adam K it’in k arşısın a oturdu. “Şim di ayağını uzat şu
raya. A lkolle o v alay acağ ım . N e o luyor sana böyle? Deli misin?
Zatürree olm ak m ı istiy o rsu n ? N e oldu? N eden bu kadar geç kal
dın? Deli ettin beni b urada. B ir aşağı bir y u k an koştum durdum,
vagonlara girip çık tım , in sa n la ra seni görüp görm ediklerini sor
dum. N ereye g ittiğ in i b ir türlü an lay am ad ım .”
“D ördüncü sın ıfta, y erlilerle birlikteydim dedim ya. Geri dö
nemedim, çünkü v ag o n lar ara sın d a geçiş yoktu. Ohh, masaj çok
iyi geldi. Y o ru lac ak sın .”
Tunner güldü, d ah a d a hızlı ovalam aya koyuldu. “Hiç y o
rulduğumu b ilm em .”
Kit adam akıllı ısın ıp rah atlay ın ca, T unner lam banın fitilini
iyice kıstı. Sonra gelip onun yan ın a oturdu. Kol yine K it’in om
75
zuna dolandı, baskı yine başladı. K it onu en g e lle m e k için söy
leyecek söz bulam adı.
“İyi m isin ?” diye sordu T unner usul, bo ğ u k b ir sesle.
“E v et.”
B ir dakika sonra K it sinirli bir sesle fısıld ad ı: “ H ay ır, hayır,
hayır! B irisi kapıyı açab ilir.”
“K apıyı kim se açm az.” T u n n er onu öptü. T e k ra r te k ra r başını,
saçlarını öptü. K it raylar üzerindeki tek erlek lerin , "Ş im d i olmaz,
şim di olm az, şim di olm az, şim di o lm a z ...” d e d iğ in i d u y a r gibi
oldu ve aşağılarda, yağm ur sularının k u d u rd u ğ u y a rla rı hayal etti.
U zanıp T unnerT n başının arkasını o kşadı am a b ir şe y söylem edi.
“Sevgilim ,” diye m ırıldandı T unner. “ R a h a t b ıra k kendini.
D inlen.”
K it artık düşünem iyordu. K afasın d a h ay al filan d a kalm am ıştı.
T ek duyum sayabildiği, tenine değen p azen in y u m u şa k lığ ı, b ir de
kendisini korkutm ayan bir v arlığa yakın o ld u ğ u y d u . Y a ğ m u r pen
cere pervazlarını dövüyordu.
76
Port onun d ik k a tin i k u şlara çekti; çay gelinceye kadar onlan
seyrettiler.
“S ö y lese n iz e, k a rın ız sağ salim geldi m i?”
“E vet am a h en ü z onu görem edim . H âlâ uyuyor.”
“Eh, h erh ald e... O k o rk u n ç yolculuktan sonra.”
“ Y a o ğ lu n u z ? H âlâ y a tağ ın d a m ı?”
“U lu T an rım , e lb e tte ki hayır! B ir yerlere gitti, birini görmeye.
G aliba o ç o c u ğ u n elin d e K uzey A frik a ’nın her kentindeki bir
takım A ra p la ra y az ılm ış ta v siy e m e k tu p la n var.” K adın düşünceli
bir hav ay a g ird i. B ir an so n ra k eskin b akışlannı P ort’a çevirdi.
“U m arım siz o n ların y an ın a y ak laşm azsın ız .”
“A ra p la n n m ı d e m e k istiy o rsu n u z? Şahsen tanıdığım Arap yok
ama o n la ra so k u lm a m a k k o la y değil, çünkü her yer onlarla dolu.”
“Y o, ben o n la rla so sy a l ilişkiden söz ediyorum . Eric tam bir
budala. O p is in sa n la r o lm a sa y d ı, bugün böyle hasta da olm azdı.”
“H asta m ı? B a n a o ld u k ç a sağlam görünüyor. N esi var?”
“Ç ok h a s ta .” K a d ın ın sesi uzaktan gelir gibi bir havaya bü
ründü, b a k ışla rın ı n e h ir y ö n ü n e çevirdi. Sonra kendine biraz daha
çay aldı, P o rt’a y a n ın d a g etird iğ i teneke kutudan bir bisküvi
ikram etti. S esi b iraz d a h a k e sin lik kazanırken, sözlerini sürdürdü.
“B unların h ep si h a sta lık lı... B iliy o rsu n u zd u r tabii. Evet, sorun bu.
Ben de o n a d o ğ ru d ü rü st b ir tedavi sağlayabilm ek için neler çe
kiyorum ! G en ç b ir b u d a la o .”
“P ek a n la d ığ ım ı s a n m ıy o ru m ,” dedi Port.
“B ir e n fe k siy o n , b ir e n fe k siy o n ,” dedi kadın sabırsız bir sesle.
“Pis, iğrenç b ir A rap k a d ın ı,” d iy e sürdürdü sonra. Bu kez ses to
nunda şa şırtıc ı b ir şid d e t v ardı.
“H aa ,” d edi P ort. B e lirli b ir ta v ır alm am aya çalışıyordu.
K adın artık k e n d in e d e m in k i k ad a r güvenm iyorm uş gibiydi.
“Bu tür en fe k siy o n la n n erk ek ler arasında doğrudan bulaşabildiğim
söylediler b an a ,” d ed i. “B u n a in an ab iliy o r m usunuz. Bay M o
resby?”
“D oğrusu b ile m iy o ru m .” P ort bu yanıtı verirken kadına şaşkın
bakışlarla b ak ıy o rd u . “ B u tü r k o n u lard a, bilir bilm ez, öyle çok şey
söyleniyor ki! H erh ald e d o k to rla r en iyisini bilir.”
Kadın ona bir b isk ü v i d ah a verdi. “ Bu konuyu konuşm ak is
tem eyişinize hak v eriy o ru m . B eni bağışlam anızı rica ederim .”
“Y o, benim hiçb ir itirazım y o k ,” d edi P o rt “ a m a b en doktor
değilim , anlıyorsunu z değil m i? ”
K adın onu duym am ış gibiydi. “Ç o k iğrenç b ir şey . H ak lısın ız.”
G üneşin y an sı d a ğ la n n ard ın d an o rta y a ç ık m ıştı artık . B ir da
kika daha geçti m i, ortalık ço k sıc a k o la c a k ü .
“İşte güneş,” dedi Port. B ayan L y le h em en e ş y a la n n ı topladı.
“ B o u ssif’de çok kalacak m ısın ız ?” d iy e sordu.
“H içbir planım ız yok. Y a siz ? ”
“Eric çılgın bir program yapm ıştı. S a n ın m y a n n sa b ah Ain
K ro rfa’ya doğru yola devam ed iy o ru z , ta b ii e ğ e r b u g ü n öğlende
yola çıkıp geceyi S fıssifa ’d a g eç irm ek istem e zse . O ra d a oldukça
güzel, küçük bir otel varm ış, d iy o rlar. B u n u n k a d a r şa tafatlı bir
şey değil tabii.”
P ort’un gözleri çe v red ek i esk im iş m asa v e sa n d a ly e le r üze
rinde dolaştı, sonra gülüm sedi. “ B un d an d a h a a z ş a ta fa tlısın d a ka
labileceğim i sanm ıyorum .”
“Ah, am a sevgili B ay M oresby! B u o te l k e s in lik le lüks.
K ongo’ya kadar bundan iyi b ir otel asla b u la m a z sın ız . Buradan
ileridekilerde, m usluklarda akar su y o k tu r, b iliy o rsu n u z . E h , yola
çıkm adan nasılsa görürüz sizi. B u k o rk u n ç g ü n e ş b e n i pişiriyor.
Lütfen eşinize benim için günay d ın d e y in .” K a lk ıp a lt k a ta , oda
sına indi.
Port ceketini sandalyenin ark a sın a g eç irip b ir sü re o tu rd u , bu
eksantrik kadının davranışları ü stü n d e d ü şü n d ü . B u k a d a rın ı yal
nızca sorum suzluğa ve k aç ık lığ a y o ru m la m a k o lm a z d ı. K adının
böyle yabancı diyarlarda d o la şıp d u rm ası, d a h a ço k , doğrudan
doğruya ifade edem ediği bir d ü şü n c ey i d o la m b a ç lı y o ld a n an
latm aya benziyordu. O nun o k arm aşık k afa sın d a bu sü re ç besbelli
norm al ve m antıklıydı. P o rt’un em in o la b ild iğ i te k şey , kadının
esas dürtüsünün korku olduğuydu. E ric ’inki de aç g ö z lü lü k tü , bun
dan oldukça em indi Port. A m a bu ik isin in b ile şim i onu h âlâ şa
şırtıyordu. Sanki k arşısında b ir se naryonun ip u ç la n y en i y en i bi
çim lenm eye başlıyor gibi geldi; bu sen ary o n u n n e o ld u ğ u , so
n unda neyi ifade edeceği bilin em ezd i ta b ii, am a şu an için,
an n eyle oğulun zıt am açlar peşinde old u ğ u n u ta h m in ediyordu.
H er birinin P o rt’la bir arada olm ayı istem esin in b ir n ed en i vardı,
am a bu nedenler birbirinin eşi olm ad ığ ı gibi, b irb irin i ta-
78
marnlayan şey ler b ile d eğildi görünüşe göre.
Saatine baktı. O n buçuktu. K it daha uyanm am ıştı herhalde.
K arşılaştıklarında bu konu y u k onuşm ak niyetindeydi onunla, tabii
Kit ona hâlâ kızgın d eğ ilse. K it’in dürtüleri anlam a yeteneği ol
dukça fazlaydı. P ort k en tte bir yürüyüş yapm aya karar verdi. O da
sına uğrayıp cek etin i b ırak tı, güneş gözlüğünü aldı. K it için ko
ridorun karşı ta ra fın d ak i od ay ı tutm uştu. Ç ıkarken kulağını bir
kere daha onun k ap ısın a d ay ay ıp içeriyi dinledi; hiç ses gel
miyordu.
B oussif son d e re c e m o d e m b ir kentti. B ir pazar yerini çev
releyen k ocam an, k ü b ik b in a lard an oluşuyordu. K aldırım sız so
kaklarının iki y a n ın d a k i, g en e llik le kutu gibi tek katlı evler, k ır
mızı bir ça m u rd an in şa ed ilm işe b enziyordu. A nayoldan, pazara
doğru sürekli o la ra k k o y u n g ü d en erk ek ler gidiyordu. Bu adam lar
üstlerine k u k u le teli h a rm a n ile r g iy m iş, k u kuletaları burunlarına
kadar çe k erek g ü n e şin ö fk e li sald ırıların d an korunm aya ça
lışm aktaydılar. H iç b ir y e rd e ağ a ç yoktu. Ç evredek i y o llan n d ı
şında uzanan ç ın iç ıp la k b ir alan , ile rid ek i dağların eteklerine
kadar gidiyordu. D a ğ la r v ah şi g ö rü n ü şlü , çıplak, bitki örtüsünden
tümüyle yoksundu. P o rt o k o sk o c a pazard a, gördüğü çehreler d ı
şında pek ilginç b ir şe y b u la m ad ı. P a z a n n b ir ucunda ufacık bir
kafe vardı. D ışa rıy a , k a m ışta n b ir ça rd ağ ın altın a bir tek m asa
koymuşlardı. P o rt o tu rd u , e lle rin i iki kere çırptı. "O uahad a ta i," '
diye seslendi. A ra p ç a ’yı o k a d a rc ık anım say ab iliy o rd u . T aze nane
yerine kuru n an e y le y a p ılm ış ç a y ın ı yud u m lark en , aynı eski o to
büsün habire k o rn asın ı ç a la ra k k afe n in ö n ü n d en geçip durduğuna
dikkat etti. B ir g e ç işin d e o to b ü se d ik k a tle baktı. Y erli yolcularla
tıklım tıklım , p az arı tu rla y ıp d u ru y o rd u . A rk a sahanlıktaki çocuk,
elindeki te n ek ey e ,v u ru p te m p o tu ta rak , “A rfâ ! A rfâ ! A rfâ!
Arfâ!"“ diye b ağ ırm ak ta y d ı.
Port orada öğle y e m e ğ i sa a tin e k a d a r oturdu.
79
1 o K it’in uyanır uyanm az ilk hissettiği şey, kötü bir akşamdan
^ kalm alık oldu. Sonra parlak güneşin o d ay a dold u ğ u n u gördü.
H angi odaydı bu? D üşünüp bulm ak çok zah m etli g eld i ona. Yanı
başında, yastığın üzerinde bir şey k ıp ırd ıy o rd u . G özlerini sola
doğru devirdi, başının hem en yanında b içim siz, siyah bir şey
gördü. Bir çığlık atıp yerinden sıçradı am a d ah a sıçrark en bunun
T unner’ın siyah saçları olduğunu anlam ıştı. T u n n er uykusunda kı
pırdanarak K it’i kucaklam ak üzere kolunu u zattı. K it, kafası acıy
la zonklayarak yataktan fırladı, durup T u n n e r’a b ak tı. “Tanrım!"
dedi yüksek sesle. Onu zorlukla uyandırdı, k alk ıp g iy in m esin i sağ
ladı, tüm eşyasıyla birlikte ko rid o ra çık ard ı, k ap ıy ı hem en ka
payıp kilitledi. A rdından, daha T u n n er o rad a b u d ala gibi durup
bavullara yardım edecek bir çocu k b u lm ay ı ak ıl ed em ezk en , ka
pıyı tekrar açtı, fısıldayarak ondan b ir şişe şa m p a n y a istedi. Tun
ner bavuldan bir şişe çıkardı, ona u zattı, K it alıp k ap ıy ı tekrar ka
pattı. Yatağın üzerine oturup b ütün şişey i içti, bitirdi. İçki
gereksinimi kısm en fizikseldi am a aslın d a, k en d i k en d isiy le bir
hesaplaşma yapıp dün geceye bir aç ık la m a b u lm a d an P o rt’la yüz-
leşemeyeceğini anlıyordu. B iraz d a bu şa m p an y a n ın kendisini
hasta edeceğini, böylelikle bütün gün y atak ta n ç ık m a m a k için bir
neden bulmuş olacağını um m aktaydı am a iç k in in etk isi onun bek
lediğinin tam tersi oldu. Şişeyi b itird iğ in d e ak şa m d a n k alm a hali
kaybolmuş, kendini biraz ça k ırk ey f am a o ld u k ç a iy i hissetm eye
başlamıştı. Pencereye yürüdü, d ışa rıd ak i g ö z k am aştırıcı man
zaraya baktı. İki A rap kadını k o cam an taş b ir y a la k ta çamaşu- yı
kıyor, çamaşırları oradaki çalılara serip k u ru tu y o rd u . D önüp, ça
bucak küçük yol çantasını boşalttı, için d en ç ık a n la rı o d ay a saçtı.
Sonra T unner’ın odada bırakm ış o la b ile ce ğ i h erh a n g i bir izi
büyük bir dikkatle aradı. Y astığın ü ze rin d ek i b ir tel siyah saç, yü
reğinin bir an duracak gibi o lm asın a yol açtı. S aç telin i götürüp
pencereden dışan attı. Y atağı d ik k a tle to p la d ı, yün ö rtü y ü üzerine
örttü. Ardından bir kat görevlisi çağ ırd ı, y erle ri sile c e k birini yol
lamasını istedi. B öylelikle, eğ er P ort çık ag e lirse, od a erken d en te
mizlenmiş gibi duracaktı. K it g iyinip alt k a ta indi. Y u k arıd ak i te
mizlikçi kadın yerleri silerken, k o lu n d ak i b ile z ik le r şangırdı
yordu.
Port otele geri döndüğünde, kendi odasın ın k arşısın d ak i kapıyı
80
tıkırdattı. B ir erkek sesi, “E n tre z,"’ dedi. T unner yarı soyunuk bir
durum da, b av u llan n ı boşaltıyordu. Y atağı bozm ayı akıl etmemişti
ama Port buna dikkat etm edi.
“N eler o lu y o r?” diye bağmdı Port. “Y oksa sana ayırdığım o
kötü arka odayı m ı verdiler K it’e?”
“H erhalde ö yle yapm ış olm alılar. N eyse, yine de teşekkürler.”
Tunner güldü.
“D eğ iştirm ey e bir itirazın olm az, değil m i?”
“N eden? Ö teki oda o kadar mı kötü? H ayır, bir itirazım yok
ama bir tek gün için fazla zahm et gibi geliyor. Değil m i?”
“Belki bir günden fazla olur. H er neyse, K it’in burada, tam
karşım daki od ad a o lm ası hoşum a gider.”
“Tabii. T abii am a ona da haber versek iyi olur. H erhalde şimdi
öteki odadadır, m asum m asum , orayı otelin en iyi odası sa-
nıyordur.”
“Kötü oda değil orası am a arkaya bakıyor, o kadar. Dün ben
rezervasyonu y aparken bir tek orası boştu.”
“T am am . Şu m aym u n lard an birini ayarlarız, taşınm a işini ya
pıverir.”
Ö ğle yem eğ in d e y eniden bir araya geldiler. K it sinirliydi. Sü
rekli konuşuyor, d ah a ço k savaş sonrası A vrupa politikasından söz
ediyordu. Y em e k le r berbattı, bu nedenle hiçbirinin keyfi yerinde
değildi.
“A vrupa bütün d ünyayı m ahvetti,” dedi Port. “ö n a teşekkür
edip acım alı m ıyım ? U m arım dünya haritasından silinir büs
bütün.” T artışm ay ı k ısa kesm ek istiyor, K it’i bir kenara çekip
onunla yalnız k o n u şm a y a can atıyordu. İkisi arasında geçen o
uzun, konudan k o n u y a atlayan, son derece özel konuşmalardan
sonra, kendini hep çok d ah a iyi hissederdi. A m a K it böyle bir baş
başalıktan ö zellik le kaçın m ay ı um uyordu.
“Niçin elin d eğ m işk en iyi dileklerini tüm insanlara yö
neltm iyorsun?” d iy e sordu kocasına.
Port, “İnsanlığa, h a?” diye bağu-dı. “N eym iş o? Kimmiş in
sanlık? Bak, ben söyleyeyim sana. İnsanlık, kişinin kendisinden
başka herkestir, ö zam an da... K im i ilgilendirir ki?”
FftÖN/Esirgeyen Gökyüzü 81
Tunner yavaş konuştu: “D ur bir dakika. D ur bir d akika. Bu ko
nuda seninle tartışmak istiyorum . B ana göre in sa n lık sensin ve
zaten onu ilginç kdan da odur.”
“İyi söyledin, Tunner,” diye bağu-dı Kit.
Port sıkılmıştı. “Ne saçm alık!” diye tersledi. “ S en asla insanlık
olamazsın, sen yalnızca umutsuz, tecrit edilm iş b ir b en lik sin .” Kit
sözü kesmeye çalıştı. Port sesini daha y ü k selterek devam etti.
“Ben kendi varlığımı böyle ilkel yollarla hüklı g ö ste rm ek zorunda
değilim. Soluk alıyor olmam buna yeter. E ğer in sa n lık bunu bir
kanıt olarak görmüyorsa, o zaman bana ne istiy o rsa yap ab ilir. Var
olmaya hakkım olduğunu kanıtlam ak için ü zerim d e b ir var ola
bilme pasaportu taşıyacak değilim! B uradayım ! D ünyadayım !
Ama benim dünyam, insanlığın dünyası değil. B en im gö
rebildiğim dünya bu işte.”
Kit dengeli bir sesle, “B ağırm a,” dedi. “E ğ er b ö y le hissedi
yorsan, bence sakıncası yok am a herkesin aynı şeyi hissetm e
diğini anlayacak kadar zeki olm an gerek.”
Ayağa kalktılar. Salondan çıkarlarken, L y le T a r k ö şed ek i ma
sada onlara gülümsedi.
Tunner, “Ben biraz kestirm eye gidiyorum ,” dedi. “ K ah v e falan
istemem. Sonra görüşürüz.”
PortTa Kit koridorda yalnız kaldıklannda, P o rt on a, “Haydi,
kahveyi pazar yerindeki küçük kafede içelim ,” dedi.
Kit, “Ah, lütfen,” diye itiraz etti. “O korkunç y em ek ten sonra
mı? Ben bir yere adım atamam. Y olculuğun y o rg u n lu ğ u d a hâlâ
üzerimde.”
“Pekâlâ, o halde benim odaya gidelim m i?”
Kit kararsızdı. “Birkaç dakikalığına,” dedi. “ E vet, ço k hoşum a
gider.” Sesi pek hevesli değildi. “Sonra ben de gid ip b iraz kes
tireceğim .”
Üst kata çıkınca birlikte geniş yatağın üzerine u zan d ılar, ço
cuğun kahveleri getirmesini beklediler. P erdeler k ap alıy d ı ama
inatçı ışık yine de içeri süzülmeyi başarıyor, o dad ak i eşyalann
hepsine birden pembemsi, hoş bir renk veriyordu. D ışa rıd a sokak
çok sessizdi. Bir tek güneşin dışında, herkes öğle u y k u su n a yat
mıştı.
“Ne haber?” diye sordu Port.
82
“Hiç... B ir tek, dediğim gibi, tren yolculuğundan bitkinim.”
“B izim le arabada gelebilirdin. G üzel bir yolculuktu.”
“Hayu-, gelem ezdim . Y ine başlam ayalım . Ha, bu sabah Bay
LyleT aşağıda gördüm . H âlâ onun bir canavar olduğu ka
nısındayım. B ana yalnızca kendi pasaportunu değil, annesininkini
de gösterm ekte diretti. T abii iki pasaport da dam galarla, vizelerle
doluydu. Senin de pasap o rtlan görm ek isteyeceğini söyledim ona.
Böyle şeyleri P ort benden daha çok sever, dedim. K adın Mel-
boum e’da, 1899’da doğm uş, oğlan da 1925 doğumlu. N erede doğ
duğu aklım da kalm am ış. İkisi de İngiliz pasaportlu. İşte sana ha
berlerim bu kad ar.”
Port ona yan yan, hayran bakışlarla baktı. “Tanrım , ona belli
etmeden bunca b ilgiyi nasıl derledin?”
“S ayfaları hızla çevirirken. K adının mesleğini gazeteci, ço-
cuğunkini öğrenci diye yazm ışlar. N e gülünç, değil mi? Eminim
ömründe b ir tek k itabın kapağını bile açm am ıştu.”
“Yo, o çocuk k esinlikle geri zekâlı,” dedi Port dalgın bir sesle.
Bir yandan K it’in elini tutup okşam aya başladı. “Uykun var mı,
bebeğim ?”
“Evet, korkunç uykum var. K ahveden de ufacık bir yudum ala
cağım, çünkü uykum u kaçırsın istem iyorum . U yum ak istiyorum .”
Tam o sırada kapı vuruldu. O n lan n yanıt verm esine fırsat kal
madan bir kanadı açıldı, çocuk elinde kocam an bir bakm tepsiyle
ilerledi, “D eu x ca fés,”" dedi sırıtarak.
Port, “Şu küstaha bak,” diye söylendi. “A teşli bir aşk seansını
bastığına inanıyor.”
“K uşkusuz. B ırak öyle düşünsün zavallı. Onun da biraz eğ
lenmeye hakkı v a r.”
Arap tepsiyi nezaketle pencerenin yanına bıraktı, sonra ayak-
lannın ucuna basa basa odadan çıkarken om zunun üzerinden ya
tağa, hem en hem en özlem dolu bakışlarla baktı ya da K it’e öyle
geldi. Port kalkıp tepsiyi yatağa getirdi. K ahvelerini içerlerken,
bir ara birdenbire K it’e döndü.
“Dinle,” diye bağırdı. Sesi heves doluydu.
Kit ona bakıp içinden, “ N e kadar genç ruhlu,” diye düşündü.
85
liyordu bunu. A y n ca P o rt’un bu tür şey leri k en d isiy le pay-
laşö ğında d ah a çok sevdiğini de biliyordu. R u h u n a d eğ en bu ses
sizliklerin ve b o şlu k lan n K it’i ço k k o rk u ttu ğ u n u n P o rt da far
k ın d aydı am a bunun h atırlatılm asından h o şla n m ıy o rd u . B ir gün
g elip K it’in de kendisi gibi, yalnızlıktan, so n su z lu ğ a y ak ın olma
d uygusundan ayiıı etkileri alacağı u m udunu ta şıy o rm u ş gibiydi.
K it’e sık sık, “T ek um udun b u ,” dem iş, K it ise o n u n tam olarak ne
dem ek istediğinden em in o la m am ışa. B a ze n K it’e, P o r t’un ken
disinin tek um udu buym uş gibi gelirdi. K en d isi aşk a g id en yolu
yeniden bulabilsin diye, K it’in de k en d isin e b e n z e m e si şartmış
gibi. Ç ünkü P ort için aşk dem ek, K it’e â şık o lm a k d em ek ti; baş
kası diye bir konu yoktu. O ysa şim di, ço k tan b eri a şk kalm am ıştı,
aşk olanağı bile kalm am ıştı. P ort nasıl istiy o rsa ö y le o lm a ko
nusundaki istekliliğine karşın, K it’in elin d en d a h a fazlasi-.gel-
m iyordu. K orku ilk bakışta içinde çö re k len m iş, o nu h er an teslim
alm aya hazır, bekliyordu. B aşka türlüym üş g ib i n u m a ra yapm anın
y ara n yoktu. K it her zam an içinde ta şıd ığ ı o k o rk u y u silkip at
mayı nasıl başaram ıyorsa, P ort da ken d in i h ap settiğ i k afe sten kur-
tulam ıyordu. U zun zam an önce k en d in i a şk tan k o ru m a k için yap
tığı kafesten.
Kit onun kolunu çim dikledi. “Ş u ray a b a k !” d iy e fısıld a d ı. Bir
kaç adım ötelerinde, b ir kayanın ü zerin d e b ir A ra p o tu ru y o rd u . O
kadar sessizdi ki onu fark etm em işlerd i bile. A d am b ac ak ların ı al
tına kıvm nış, gözlerini yum m uştu. D im d ik d u ru şu n a rağ m e n , uyu
yor gibi görünüyordu, o n la n n orad a o ld u ğ u n u a n la d ığ ın a d a ir hiç
bir işaret verm em işti. A m a sonra adam ın d u d a k la n n ın h a fif hafif
kıpu-dadığını görerek d u a etm ekte o lduğunu an lad ılar.
Kit fısıltıyla, “Onu böyle seyretm em iz do ğ ru m u se n c e ? ” diye
sordu.
“Z iyanı yok. Sessizce otururuz b u rad a .” P o rt b aşın ı o n u n ku
cağına koydu, apaçık gökyüzüne b ak a rak y attı. K it h a fif hafif
onun saçlan n ı okşuyordu. A şağılardan gelen rü z g â r g id e re k güç-
lenm ekteydi. Ç ok geçm eden gökyüzündeki o ışık y o ğ u n lu ğ u kay
boldu. K it başını k ald ın p A ra p ’a baktı; adam h â lâ k ıpırdam am ıştı.
B irdenbire K it geri dönm ek istedi am a yine d e u zu n süre sı-
pırdam aksızın oturdu, elinin altındaki o başa se v e c e n lik le bak
m ayı sürdürdü.
86
“Biliyor m usun,” dedi Port. Sesi çok sessiz bir yerde, uzun süre
konuşmadıktan sonra çıkan ilk ses gibi gerçekdışıydı. “Burada
gökyüzü çok acayip. Ç oğu zam an oraya baktıkça, sanki karşım da
somut bir şey varm ış duyg u su n a kapılıyorum . Bizi daha ötelerdeki
daha başka şeylerden koruyan bir şey.”
Kit hafifçe ürpererek, “Ö telerdeki daha başka şeylerden m i?”
diye sordu.
“E vet.”
“A m a ötelerde ne v a r? ” Sesi çok usul çıkıyordu.
“H içbir şey, h erhalde. Y alnızca karanlık. Salt gece.”
“Lütfen şim di on lard an sö z etm e.” Y akarışında acı vardı. “B u
radayken ne söylesen k o rk u tu y o r beni, ö rta lık kararıyor, rüzgâr
hızlanıyor, ben de bu n a d ay an am ıy o ru m .”
Port doğrulup o turdu, k o lla n n ı onun boynuna doladı, eğilip
öptü, geri çekilip y ü zü n e baktı, sonra tekrar öptü, bir daha ge
riledi, bu böyle b irk aç kere yinelendi. K it’in yanaklarında yaşlar
vardı. Port o y a ş la n p a rm a k la n n ın ucu y la silerken, K it hafifçe gü
lümsedi.
“B iliyor m u su n ?” d ed i P o rt içten lik dolu bir sesle. “Bence biz
ikimiz de aynı şey d en k o rk u y o ru z. H em de aynı nedenle. İkimiz
de hiçbir zam an h ay a tın iç in e tam olarak girm eyi başaram adık.
Bir sonraki sa rsın tıd a d ü şe ce ğ im iz d en em in, tüm gücüm üzle d ı
şına asılm ış d u ru m d ay ız o nun. Ö yle değil m i?”
Kit bir an için g ö zlerin i kapadı. P o rt’un dudaklarının kendi y a
naklarına d eğm esi b ir su ç lu lu k duygusu uyandırm ıştı içinde, ö
duygu şim di k o cam an b ir d a lg a halinde benliğini kaplıyor, başını
döndürüyor, kendini h asta hissetm esin e yol açıyordu. Ö ğle uy
kusunda, bir g ece ö n ce k i o la y ların etkisini vicdanından silip te
mizlemeye uğraşm ıştı a m a şim d i bunu yapam am ış olduğunu an
lıyordu. H içbir zam an d a yapam ay acak tı. Elini alnına dayadı,
orada öylece tuttu. S o n u n d a konu ştu , “A m a eğer içinde değilsek,
o zaman düşm e o la sılığ ım ız d ah a d a a rta r.”
P ort’un bir ta rtışm a b aşlataca ğ ın ı, belki benzetm esinde bir
yanlışlık bulacağını um u y o r, avutulm ayı bekliyordu am a Port,
“Biliyorum,” d em ek le y etin d i.
Işık giderek zayıflıyordu. Y aşlı A rap d u alan n a göm ülm üş, bas
tıran alacakaranlığın içinde cid d i bir heykel gibi oturm aktaydı.
87
P o rt’a sanki gerilerden, ova d olaylanndan upuzun bir kaval notası
duyuluyorm uş gibi geldi am a o ses sürüp gidiyor, bitm ek bil
m iyordu. Hiç kimsenin soluğu buna yetm ezdi. D em ek kendisi
hayal ediyordu o sesi. K it’in elini tuttu, sıktı. “G eri dönmemiz
gerek,” diye fısıldadı. Çabucak kalktılar, kayalard an seke seke
yola indiler. Bisikletler orada, bıraktıkları şekilde o n lan bek
liyordu. Kente doğru ağır ağır pedal çevirm eye koyuldular. Onlar
geçerken köyün köpekleri yine yaygarayı kopardı. Pazar-^erinde
bisikletleri bırakıp otele doğru giden yolda yavaş yavaş yü
rümeye, koyun sürüleriyle karşıdan gelm ekte olan ad am lara doğru
ilerlemeye başladılar. Sürülerin ve adam ların kente akışı ge
celeyin de kesintisiz sürüyordu.
Dönüş yolu boyunca Kit kafasında hep bir tek fikri evirip çe
virmekteydi: “Port her nasılsa, T u n n e r’la benim durum um u bi
liyor.” Aynı zam anda, P o rt’un bunu bildiğinin farkında ol
madığını da seziyordu am a zekâsının daha derin bir düzeyinde
gerçeği duyumsadığından, neler olup bittiğini anlad ığ ın d an emin
di. Karanlık sokakta ilerlerken ona bunu nasıl bilebildiğini sor
maktan kendini güçlükle alıkoydu. P ort k a â a r k arm a şık bir in
sanda bu hayvansal sezginin nasıl işley eb ild iğ in i m erak etmişti,
ama bunu sormanın bir y ara n olm azdı. P ort kend isin in neyi bil
diğini anladığı anda, hem en öfkeli ve k ıskanç b ir tutum a bü
rünmeye karar verecek, derhal olay y aratacak, araların d ak i bütün
gizli sevecenlik yok olacak ve belki de b ir d ah a y en id en elde edi
lemeyecekti. O nunla bu ufacık iletişim i de yitirm ek , dayanılmaz
bir şey olurdu.
Akşam yemeği bittiğinde P ort garip bir şey yaptı. T ek başına
pazar yerine indi, kafede birkaç dak ik a oturup, titrek ış ± lı lam
balar altında duran koyun sürüleriyle adam ları sey retti, geçerken
de bisikletleri kiraladığı dükkânın k apısını aç ık bulu n ca içeri
girdi. Oradan fan olan bir bisiklet istedi, ad am a k en d isi dönene
kadar beklemesini söyleyip hızla dağdaki belin o ray a doğru yola
koyuldu. Orada, kayaların arasında hava ço k soğuktu. Gece
rüzgân esip duruyordu. A y ışığı yoktu. P ort karşısın d a, aşağıda
var olduğunu bildiği çölü görem iyordu. G ö k y ü zü n d e ışık veren sa
dece yıldızlardı. Bir kayanın üzerine oturdu, rü zg ârın onu ilik
lerine kadar dondurm asına izin verdi. B o u ssif’e doğru pedal çe-
88
vLrirken, oraya yine giuiğini K it’e asla söyleyemeyeceğine karar
verdi ya da belki... Kit çok iyi anlayacaktır, diye düşündü.
90
uyurken eline geçm iş, sokakta daha yüz metre yürüyemeden bu
kez de Eric L yle’a rastlam ışlardı. D elikanlı bu yürüyüşe ka
tılmaktan m utluluk duyacağını belirtm işti. P ort’un sessiz öfkesine
ve K it’in gözle görünür tiksintisine karşın, katılmıştı da tabii. As
lında Kit onun varlığından öyle rahatsız olmuştu ki, pazar ye
rindeki kafeye oturdukları anda baş ağnsından yakınmış, kalkıp
hızla otele geri dönm üş, E ric ’i de P ort’un başına bırakmıştı. İs
lenmeyen genç, üzerinde dev lale,d esen leri bulunan gösterişli
gömleğiyle, o gün özellikle solgun görünüyordu, sivilceleri de be
lirgindi. Söylediğine göre göm leğin kum aşını K ongo’dan almıştı.
Eric Lyle, P o rt’la yalnız kalınca, ondan on bin frank borç is
teme cesaretini de bulm uş, annesinin para konusunda biraz tuhaf
olduğunu, bazen haftalarca kendisine tek kuruş vermediğini an
latmıştı.
Kararlı davranm ayı seçen Port, “Olanaksız, üzgünüm ,” de
mişti. O zam an istenen m iktar gıdım gıdım azaltılmış, sonunda
delikanlı üzgün bir tavırla, “B eş yüz frank bile olsa, en azından on
beş günlük sigaram a yeter,” dem işti.
Port sıkkın bir sesle, “Ben hiçbir zaman kimseye borç ver
mem,” dem işti ona.
“Ama bana vereceksiniz.” Sesi baldan tatlıydı.
“H ayır.”
“Ben her A m erikalıda testiler dolusu para olduğunu sanan o
budala İngilizlerden değilim . Sorun o değil, ama benim annem
deli. Bana para verm eyi resm en reddediyor. N e yapacağım ben?”
Port kendi kendine, “O nda utanm a olm adığına göre, bende de
insaf olm ayabilir,” diye düşünm üş, sonra karşılık vermişti. “Sana
borç verm eyişim in nedeni, onu bir daha asla geri alamayacağımı
■bilmemdendir. B ende de sokağa atacak para yok. Anlıyor musun?
Ama istiyorsan üç yüz frank vereyim . Seve seve. Görüyorum ki
yerli tütün içiyorsun. B ereket versin çok ucuz.”
Eric o zam an D oğulular gibi başını eğerek onu selamlamış,
kabul etmiş, parayı alm ak üzere hem en elini uzatmıştı. Port şimdi
o sahneyi anım sarken bile rahatsız oluyordu. Otele döndüğünde,
Kit’le T unner’ı barda birlikte bira içer bulmuş, o zamandan beri
de karısıyla bir an bile yalnız kalam am ıştı... Bir tek evvelsi gece
dışında. Kit o gece kapıda P o rt’a iyi geceler dilemişti. Bu durum
91
Port açısından işleri kolaylaştınyor sayılm azdı elbette. Çünkü
K it’in kendisiyle yalnız kalm am aya çalıştığından kuşkulanıyordu.
“Ama zaman bol,” dedi kendi kendine. “T ek sorun var, Tun-
ner’dan kurtulmam gerek.” Sonunda kesin bir karara vardığına
memnundu. Belki Tunner imayı anlar, kendi kendine giderdi.
Eğer anlamazsa, o zaman onlar ondan ayrılm ak zorunda ka
lacaklardı. Hangisi olursa olsun, yapılm ası şarttı, hem de hemen;
uzun süre kalmak isteyecekleri bir yer bulup da T unner orayı
posta adresi olarak kullanmaya başlam adan önce.
Başının üzerinde otobüsün tepesindeki ağır bavulların kayıp
durduğunu işitebiliyordu. Bu rahatsız koşullarda, acaba bu kadar
çok eşya getirmek akıllıca bir hareket m iydi, diye düşündü ama
artık o konuda bir şey yapılam azdı; olan olm uştu. Y olda herhangi
bir şeyi emanet bu-aikacak yer bulam azlardı, çünkü büyük ola
sılıkla dönüşleri başka bir yoldan olacaktı. T abii son u n d a Akdeniz
kıyılarına gerçekten dönerlerse. Çünkü onun um udu, yolculuğu
güneye doğru sürdürmekti. Ne var ki daha güneydeki bölgelerle
ilgUi olarak taşıtlar ve oteller konusunda hiçbir veri bulunmadığı
için, gittikleri yerlerde karşılanna ç ± a c a k şeyler konusunda şans-
lanna güvenmek zorundaydılar. En iyi olasılıkla, her uğrakta, bir
sonraki kentle ilgili bir şeyler öğrenebilirlerdi. B unun nedeni, bu
taraflarda zaten hiçbir zaman pek fazla g elişem em iş olan tu
rizmin, savaşın etkisiyle duraklam ak bir tarafa, büsbütün yerle bir
olmuş olmasıydı. Her şeyi yeniden başlatacak turist de yoktu şim
dilik. Bir bakıma bu durum m em nun ediyordu P o rt’u; kendini
öncü gibi görmesine yol açıyordu. O zam an kendini büyük de
deleriyle daha çok özdeşleştirebiliyordu. B urada, çöllerde do
laşırken bunu yapmak, evde oturup pencereden C entral P ark’laki
su deposuna bakmaktan daha kolaydı am a aynı zam anda, seyahat
broşürlerinin bu tür öncülerin cesaretini kırm ak isteyen tutumunu
ne kadar ciddiye almak gerektiğini de bilem iyordu. “ Şu sıra gez
ginlerin Fransız Kuzey A frikası’nın içlerine, F ran sız Batı Af-
rikası’na ve Fransız Ekvator A frikası’na kara yolculuğu yap
mamasını hararetle öneririz. Bu yörelerdeki turistik koşullarla il
gili daha fazla bilgi derlendiğinde bu bilgiler halka açık
lanacaktır.” Port, A vrupa’ya değil de A frik a’ya gitme
konusundaki reklam kam panyasını yürütürken K it’e bu tür pa
92
ragrafları hiç gösterm em işti. O na gösterdikleri, dikkatle seçilmiş
birtakım fotoğraflardı. Bunları daha önceki yolculukları sırasında
derlemişti. V ahaların, pazarların görünüm leri, artık işletmeye açık
olmayan otellerin şık teraslan, lobileri ve bahçeleri. Şu ana kadar
Kit çok mantıklı davranm ış, kaldıklan yerlere bir kere bile itiraz
etmemişti ama Bayan L y le ’tn o ateşli uyanları P ort’u biraz kay-
gılandınyordu. K irli yataklarda uyum ak, ağza alınmaz yemekler
yemek, el yıkam ak için her seferinde bir saat beklemek, herhalde
uzun süre dayanılabilecek şeyler değildi.
Gece yavaş yavaş geçiyordu am a Port yolu seyrederken üze
rindeki etki tekdüze olm aktan çok, hipnotize ediciydi. Bilmediği
yerlere gidiyor olm asa, bu yolculuğu dayanılm az bulurdu. Her
geçen dakikayla birlikte Ç ö l’ün daha içlerine giriyor, tanıdığı her
şeyi geride bırakıyor olm ak, ona zevkli bir heyecan veriyordu.
Kit zaman zam an kıpu-dıyor, anlaşılm az bir şeyler mı
rıldanarak başını kaldırıyor, sonra yine P o rt’un omzuna düşmesine
izin veriyordu. B ir keresinde başı diğer tarafa, Tunner’ın omzuna
düştü, T unner uyanık olduğuna dair hiçbir belirti göstermedi. Port
hemen K it’in kolunu yakaladı, onu oturduğu yerde çevirdi, yine
kendi om zuna yaslanm asını sağladı. Şoförle ikisi hemen hemen
her saat başı birer sigara yakıyorlardı am a onun dışında, ara-
lannda hiç konuşm a geçm iyordu. B ir keresinde şoför ellerini iler
deki karanlığa doğru sallayarak, “G eçen yıl buralarda bir aslan
gördüklerini söylem işlerdi,” dedi. “Y ıllardır ilk kez. D iyorlar ki
sayısız koyun yem iş o aslan am a herhalde aslında panterdi.”
“Y akalam ışlar m ı?”
“Hayır. A slanlardan hepsi korkar.”
“Acaba ne oldu hay v an a?”
Şoför om uzlarını kaldırdı, daha önce hep yeğlediği sessizliğe
geri döndü. H ayvanın öldürülm ediğini duym ak P ort’u memnun et
mişti.
Şafak sökm eden hem en önce, yani gecenin en soğuk saatinde,
yine bir m ola yerine geldiler. R üzgârlı ovanın ortasında, kasvetli
ve sıkıcı bir yerdi. T ek kapısı açıldı, üçü birlikte, neredeyse uyur
durumda, sendeleyen adım larla içeri girdiler, otobüsün arka ta
rafından inmiş olan yerlileri izlediler. K oca avlu atlarla, ko-
yunlarla, insanlarla doluydu. B irkaç ateş yakılm ıştı. Kırmızı kı-
93
vıkımlar nlıgirda deli gibi uçuyordu.
Kahve servisi yapılan odanın giriş kapısına hemen bitişik ke
revette beş şahin vardı. Hepsinin kafasında birer deri maske göze
çarpıyordu. Her biri kerevetteki bir çiviye ayağından zarif bir zin
cirle bağlanmıştı. Sırayla tünemişler ve hiç kıpırdamıyorlardı.
Sanki içleri doldurulmuştu. Tunner onlan görünce bir hayli he
yecanlandı. koştu, kuşlann satılık olup olmadığını sordu. So
rularını nazik bakışiar yanıtladı. Sonunda Tunner kafası kanşmış
bir tavırla masaya geri döndü, otururken. “Kuşlann kime ait ol
duğunu kimse bilmiyor galiba.” dedi.
Port homurdandı. “Yanı demek istiyorsun ki senin ne dediğini
kimse anlamadı. Ne ıslıyorsun o kuşlardan zaten?"
Tunner bir an düşündü. Sonra güldü. “Bilmiyorum,'' dedi.
“Sevdim onlan, o kadar.“
Tekrar dışan çıktüdannda. ilk ışıklar ovanın gerisinde be
lirmeye başlamıştı. Bu kez kapı yanında oturma sırası Port'undu.
Mola yeri geride, küçük, beyaz bir nokta haline gelirken, Port
uyumuştu bile. Böylelikle de gecenin büyük finalini kaçırmış olu
yordu. Doğacak güneşin önü sıra gökyüzünde oynaşan, değişen
renkleri göremedi.
94
pişiyordu kondukları yere, elle tutup kaldırmak gerekiyordu ne-
redeyse onları. Son anda hızla uçuyor, ardından hemen aynı yere
tekrar iniş yapıyorlardı.
“Saldınya uğradık!” diye bağırdı Kit.
Tunner elindeki gazete parçasıyla onun yilzUnU yelpazelemeye
koyuldu. Port kapının yanında uyuklamaktaydı. Dudaklarının kö
şelerinde sinekler oynaşıyordu.
Şoför, “Hava serinken yapışırlar," dedi. “Sabahın erken sa
atlerinde onlardan kurtuluş yoktur.”
“Ama nereden geliyor bunlar?” diye sordu Kit.
Sesinin çileden çıkmış tonu şoförü güldürdü.
“Bu yine hiçbir şey değil,” diyerek elini havada salladı. “Siz
bir de kentte görün onlan. Siyah bir kar gibi, her şeyin üs
tündeler.”
“Bu kentten otobüs kaçta kalkıyor?” dedi bu kez Kit.
"Yani Boussif'e dönmek için mi? Ben yann dönüyorum.”
“Yo, hayır! Ben güneye giden otobüsü soruyorum.”
“Ha, o mu? Onu Ain Krorfa’da sormanız gerek. Ben yalnızca
Boussif servisini bilirim. Galiba Bou Noura'ya haftada bir sefer
var. Messad’a da istediğiniz zaman kamyonlarda yer bu
labilirsiniz.”
“Ah, ben oraya gitmek istemiyorum,” dedi Kit. Port’un bir ara
Messad için, ilginç değil, dediğini duymuştu.
Tunner İngilizce olarak, oldukça güçlü bir sesle, “Doğrusu ben
istiyorum,” dedi. “Böyle bir yerde bir hafta beklemek, ha? Ulu
Tannm, ölürüm o zamana kadar!”
“Heyecanlanma. Daha görmedin burayı. Belki de şoför. Bay
Lyle’ın deyimiyle, bizi işletiyordur. Hem herhalde Bou Noura
otobüsünün kalkması bir haftayı bulmaz. Belki yarına rastlıyor-
dur. Bugün bile olabilir tabii.”
“Hayır,” diye direndi Tunner inatla. “Dayanamadığım bir tek
şey varsa, o da pisliktir.”
“Evet, sen tam bir Amerikalısındır, biliyorum.” Kit başını çe
virip ona baktı, Tunner birdenbire Kit’in kendisiyle alay etmekte
olduğunu anladı. Yüzü kızarıverdi.
“Tam üstüne bastın.”
Port uyandı. İlk hareketi suratındaki sinekleri kovalamak oldu.
95
Gözlerini açıp pencereden, giderek sıklaşan bitki örtüsüne baklı.
Duvarların gerisinde yüksek palmiyelerin tepeleri görünüyordu,
Onlann altında, düzensiz bir biçimde sıralanm ış portakal, incir ve
nar ağaçlan vardı. Port pencereyi açtı, dışanya uzanıp havayı kok
ladı. Nane ve odun dumanı kokuyordu. İleride geniş bir ırmak ya
tağı gördü. Ortasında, akmakta olan birazcık su bile vardı. Ça-
tallanarak aynlan tüm diğer yollar gibi bu yolun da iki yanında içi
su dolu derin hendekler bulunmaktaydı. Bunlar Ain K rorfa’nın
gurur kaynağını oluşturuyordu. Port başını içeriye çekti, yol ar-
kadaşlanna “günaydın," dedi. Bir yandan m ekanik hareketlerle
yapışkan sinekleri kovalamaktaydı. KitTe T unnerTn da aynı şeyi
yapmakta olduklarını fark etmesi birkaç dakika sürdü. “Nereden
çıktı bunlar?” diye sordu.
Kit, Tunner’a bakıp güldü. Port ikisinin arasında bir sır ol
duğunu sezdi. Kit, “Farkına varman ne kadar sürecek diye merak
ediyordum,” dedi.
Bir kere daha smekleri konuştular. Tunner şoförden Ain Kror-
fa’daki sineklerin sayısı hakkında bir tahm inde bulunm asını is
tedi. Bunu Port duysun diye yapıyordu, çünkü M essad ’a kaçma
projesine katılacak birini aramaktaydı. Kit de, karar vermeden
önce kenti görmek gerektiğini yineledi. A frik a’ya geldiğinden
beri gördüğü en güzel yer gibi görünüyordu burası.
Ama bu iyi izlenim, otobüs hızla geçerken duvarların ardında
gördüğü bitki örtüsünden ileri gelmekteydi. K ente vardıklarında,
kent diye bir yerin hemen hemen bulunm adığını gördüler. Kit bu
ranın Boussif’e oldukça benzediğini görerek hayal kırıklığına uğ
radı. Tek ayrımı, çok daha küçük olm asıydı. G örebildiği ka
darıyla, tümüyle modem bir kentti. Geometrik biçim de düzenlen
mişti. Binalar beyaz yerine kahverengi olsa, ana caddenin kal-
dınm lan ikinci kat çıkmttlarınm gölgesi altında kalm ış olmasa,
kendini hâlâ bir önceki kentte sanabilirdi. G rand H o tel’in içini ilk
gördüğünde iyice siniri bozuldu ama yanında T unner vardı, Kit de
onu sızlanmakla suçlayan kişi olarak tavrını korum ak zorundaydı.
“Ulu Tannm, amma kargaşa!” diye bağırdı Kit. A slında bu söz,
adım attıklan verandayı tarif etmeye yetm ezdi. B asit biri olan
Tunner dehşete kaptimışlı. Yalntzca çevresine bakınıyor, gözüne
çarpan her ayrıntıyı aklına kazıyordu. P ort’a gelince, o pek bir şey
96
göremeyecek kadar uykuluydu. Kapı girişinde durmuş, sinekler
suratına konmasın diye kollarını yeldeğirmeni gibi çevirmekteydi.
Başlangıçta söm ürge yönetiminin bir devlet dairesi için ya
pılmış olan bina, kötü dönem lerde çaptan düşmüştü. Verandanın
oriasındaki zemine oturtulm uş olan fıskiyeli havuz artık yoktu...
Ama yalağı hâlâ duruyordu. Şimdi içinde leş kokan bir çöp yığını,
küçük bir dağ gibi durm aktaydı, yamaçlarında da avaz avaz ba
ğıran çıplak çocuklar oynuyordu. Yumuşak, biçimsiz vücutları
yara bere içindeydi. O çaresiz sefillikleri içinde, yine de insana
benziyorlardı ama, her nedense, yakındaki taş zemine uzanmış iki
pembe köpek kadar bile değil. Bu pembelik, tüylerini çoklan kay^
betmiş olm alanndan, duyarlı, pörsümüş derilerinin o sineklerin
öpücüklerine ve güneşe m aruz kalmasından ileri geliyordu. Bir ta
nesi başını derm ansız bir hareketle bir iki santim kaldırdı, solgun
sarı gözleriyle yeni gelenlere boş boş baktı. Öteki hiç kı
pırdamadı. Beri yanda, çardak oluşturan sütunların arkasında bir
kaç yararsız ve biçim siz mobilya parçası üst üste yığılmıştı. Or
tadaki havuzun yakınında kocaman, mavili beyazlı bir testi
duruyordu. V erandadaki onca çöpe rağmen, baskın koku yine de
lağım kokuşuydu. Ç ocuk ağlaması seslerini, tartışmakta olan ka-
dınlann tiz sesleri bastırıyor, daha geri planda da bir radyonun
boğuk uğultusu duyuluyordu. Kapıda kısa bir an için bir kadın be
lirdi. Sonra bir çığlık attı ve hemen gözden kayboldu. İç kısımdan
yine çığlıklar, kıkırdam alar geliyordu. Bir kadın, “Ya Mu
hammedi” diye bağırm aya başladı. Tunner olduğu yerde dönüp
sokağa çıktı, bagajlarla birlikte dışarıda bekleme talimatı almış
olaa hamalların yanında durdu. PortTa Kit sessizce beklediler. So
nunda Muhammed diye çağrılan adam çıkageldi. Upuzun, kırmızı
bir kuşağı beline sararak yaklaşıyordu. Kuşağın ucu hâlâ yerlerde
sürüklenmekleydi. O dalar konuşulurken, adam onlara üç yataklı
bir tek oda tutm aları için ısrar ediyordu. Hem onlara daha ucuza
geleceğini, hem de hizm etkârlara daha az iş çıkacağını ileri sür
mekteydi.
Kit içinden. “Buradan bir kurtulabilseydim,” diye düşündü.
"Port, adamla bir anlaşm aya varmadan önce kurtulabilseydim!”
Ama suçluluk duygusu da aynı anda kendini göstermişti. Dönüp
sokağa yürüyecek değildi, çünkü Tunner oradaydı. O zaman taraf
F70N/E,lrgeycıı nnkyüIU 97
tutm uş gibi gözükürdü. Birden o da, k eşke T u n n er yanım ızda ol
m asaydı, diye düşündü. O zam an kendi tercihlerin i ço k daha ser
bestçe açıklayabilirdi. Tam korktuğu gibi, P ort ad am la birlikte üst
kata çıktı, biraz sonra döndü ve odaların aslında hiç de o kadar
kötü olm adığını söyledi.
Üç pis kokulu oda tuttular. Ü çü de aynı m avi duvarlı avluya
bakıyordu. Avlunun ortasında ölü bir in cir ağacı vardı. Dallarına
dikenli teller dolanm ıştı. K it pencereden bakarken aç görünüşlü,
ufacık kafalı, koca kulaklı bir kedi, dikkatli ad ım larla avlunun bir
başından bir başına yürüdü. K it büyük p irinç k ary o lay a oturdu.
Yatağın yanına, yere bir çakal postu serilm işti. O dada başka mo
bilya da yoktu. TunnerTn daha baştan, od alara bak m ay ı bile red
dedişine hak veriyordu am a P o rt’un dediği gibi, insan her şeye alı
şırdı sonunda. T unner şu an için bu konudan rah atsız olsa bile,
akşam olm adan bu inanılm az ko k u lar k arışım ın a alışacak her
halde.
Boş, penceresiz, kuyu gibi bir odada öğle yem eğ in e oturdular.
Fısıldaşarak konuşuyorlardı, çünkü d u v arla r ağ ızd an çıkan her
sesi çarpıtarak yankılıyordu. Işık y aln ızca ana veran d ay a açılan
kapıdan gelm ekteydi. Port elektrik düğ m esin e bastı, h içb ir şey ol
madı. Yalınayaklı garson kız kıkırdadı. “Işık y o k ,” dedi çorbayı
masaya bu-akırken.
Tunner, “Pekâlâ, biz de v erandada y e riz ,” deyiverd i.
Garson kız odadan d ışa n koştu, y an ın d a M u h a m m e d ’le döndü.
M uharam ed’in k aşlan çatıktı am a yine de m asayı v e sandalyeleri
dışandaki kem erin altına taşım alarına yard ım etti.
Kit, “Çok şükür ki A rap bunlar, F ran sız d eğ il,” dedi. “ Yoksa
burada yemek, kurallara ay k ın o lurdu.”
Tunner, “Fransız olsalar içeride y iy e b ilird ik ,” d iy e karşılık
verdi ona.
Ara sma havuzdan güçlü dalgalar halinde gelen kok u y u alt ede
bilm ek am amyla birer sigara yaktılar. Ç o c u k lar gitm işti oradan,
bağırtılan içerideki bir odadan geliyordu.
Tunner çorbasını içm eyi kesip gözlerini ta b ağ ın a dikti. Sonra
sandalyesini arkaya itti ve peçetesini m asaya fırlattı. “T an n m , is
terse burası kentin tek oteli olsun, p azar yerin d e bile bundan iyi
yiyecek bulurum ,” dedi. “Şu çorbaya bakın! İçi ceset d o lu .”
98
Port onun kâsesini inceledi. “Kurt bunlar. Herhalde şehriyeler
kurtluydu.”
“Eh, artık çorbadalar ama. N eredeyse yem eğe dönüşmüş. Siz
isterseniz burada, C arrion T ow ers’da yiyin yem eğinizi:'B en bir
yerli lokantası aram aya gidiyorum .
“Eh, n ’apalım ,” dedi Port. T unner çıktı.
Bir saat sonra döndü. K avga eğilim i biraz azalmış, süngüsü
düşmüş bir hali vardı. PortT a K il hâlâ verandada, önlerinde kah
veleriyle oturuyor, elleriyle sinekleri kovalıyorlardı.
“Nasıldı? Bir şey bulabildin m i?” diye sordular.
“Yemek mi? B ayağı iyiydi.” T unner oturdu. “Ama bu yerden
nasıl gidilebileceğine dair bilgi edinem iyorum .”
Arkadaşının F ransızca bilgisini her zaman küçümseyen Port,
“Ya,” dem ekle yetindi. B irkaç dakika sonra kalktı, kente indi, böl
genin ulaşım durum uyla ilgili bilgileri kendisi derlem eye çalıştı.
Sıcak, bir felaketti. K arnı da tam doym am ıştı. Bütün bunlara rağ
men, ıssız kem erlerin altında ıslık çalarak yürüyordu, çünkü Tun-
ner’dan kurtulm a fikri ona anlaşılm az bir canlılık vermişti. Daha
şimdiden sinekleri daha az hissediyordu.
Akşama doğru otelin kapısına kocam an bir otom obil yanaştı.
LyleTarın M ercedes’iydi bu gelen. Bayan L yle konuşuyordu;
“Yapılabilecek her türlü budalalık arasından kalk da bunu seç!
Kimsenin adını sanını duym adığı yitik bir kasaba bul! Neredeyse
çayı kaçırtıyordun bana. H erhalde kaçırm am seni eğlendirirdi.
Şimdi şu sefil veletleri kovala da buraya gel.” “Yok! Yok!” diye
bağırarak, arabaya yaklaşan yerli gençlerin üzerine doğru koştu.
“Yok! Gidin!” Ç antasını tehdit eder gibi havaya kaldınyordu. Şa
şıran çocuklar yavaş yavaş gerileyip ondan uzaklaştılar.
Eric arabadan inip kapıyı çarparken, “O nlardan kurtulm ak için
gerekli sözü bulm am gerek ,” dedi. “Polisi çağmacağım demekle
bir şey olmaz. O nun ne d em ek olduğunu bilm iyor bunlar.”
“Ne saçma! P olism iş, hah! Y erlileri asla yerel yetkililerle kor
kutamazsın. U nutm a, biz buralarda Fransız egemenliğini ta
nımıyoruz.”
“Öf, o R if’deydi, anne. Z aten İspanyol egem enliğiydi söz ko
nusu olan.”
“Eric! Susar mısın sen? M adam G autier’nin bana ne dediğini
99
bilm iyor m uyum yani? N e d em ek istiyorsun s e n ? ” K em erin al
tındaki m asayı görünce durdu. M asanın ü stü n d e P o rt’la K it’ten
kalan kirli bulaşıklar hâlâ duruyordu. “H ey! B a şk a la rı d a gelm iş!”
B unu çok ilgili bir ses tonuyla söylüyordu. S u ç la y a n b ir ifadeyle
E ric ’e döndü. “D ışa n d a yiyebiliriz d em iştim sa n a. B iraz ısrar
etsen olurdu. Çay senin odanda. A şağ ıy a g e tirir m isin ? Ben şu
m utfaktaki ateşe bir bakayım . H a, şek eri de ç ık a r, b ir d e yeni bir
bisküvi paketi aç.” E ric elinde bir k u tu ça y la v e ra n d a d a yeniden
göründüğünde, Port da sokak kapısından g iriy o rd u .
“Bay M oresby!” diye bağırdı d elik an lı, “N e hoş b ir sü rp riz!”
Port keyfinin kaçtığını belli e tm em ey e ç a lış tı. “ M erhaba,”
dedi. “B urada ne işiniz var? A ra b an ız ta n ıd ık g ib i g e lm işti zaten.”
“Bir saniye. Şu çayı annem e v erm e m g ere k . M u tfa k ta bunu
bekliyor.” Eric yan kapıdan binaya d ald ı, k a p ın ın hem en ar-
dındaiki karanlıkta yatm akta olan ç ıp la k k ö p e k le rd e n b irin in üs
tüne bastı. H ayvan uzun uzun bağırdı. P o rt a c e le y le ü st k ata, K it’e
son haberi verm eye gitti. B ir d ak ik a so n ra E ric k a p ıy ı çalıyordu.
“Hey, on dakikaya kad ar on b ir n u m a ra lı o d a y a g e lin d e birlikte
çay içelim. Sizi görm ek ne g üzel. B a y an M o re s b y .”
On bir num aralı oda B ayan L y le ’ın o d a sıy d ı. D a h a u zu n ca bir
odaydı am a diğerlerinden d ah a iyi d ö şe n m iş d e ğ ild i. Ö n kapının
hemen üstündeydi. K adın çay ın ı iç erk en , sa n d a ly e siz lik te n her
kesin sıralanıp oturduğu yataktan h ab ire k a lk ıy o r, p e n c e re y e gidip
sokağa, "M osh! M o sh !" ’ diye se slen iy o rd u .
Port artık m erakını y enem ez d u ru m a g e lm işti. “ O söylediğiniz
acayip sözcük nedir. B ayan L y le ? ” d iy e so rd u .
“O hırsız veletleri arabam dan u z a ğ a k o v a lıy o ru m .”
“ Am a ne diyorsunuz onlara? A ra p ça m ı o ? ”
“F ransızca,” dedi kadın. “D efo lu n d e m e k .”
“A nlıyorum . Peki, on lar an lıy o r m u b u n u ? ”
“A nlasalar iyi ederler. B iraz d ah a ça y . B a y a n M o re s b y ? ”
Tunner özür d ileyip gelm em işti. K it’in E r ic ’i ta rif edişinden,
L y le’lan yeterince tanıdığı k an ısın d a y d ı. B a y a n L y le ’a g ö re Ain
K rorfa çok şirin bir kasabaydı. Ö z e llik le d e v e p a z a rı. Ö rad a bir
deve yavrusu vardı. O nun foto ğ rafın ı ç e k m e k şa rttı. B u sa b ah ken
disi birkaç poz çekm işti. “Ç ok şe k er b ir şe y ,” d ed i. E ric oturm uş,
KJO
gözleriyle P o rt’u y iy ip bitiriyordu. “Y ine para istiyor,” diye dü
şündü Port. K it de o n u n alışılm ad ık yüz ifadesini fark etti ama
başka türlü yorum ladı.
Çay bittikten so n ra v ed a ederlerken, konuşulabilecek tüm ko
nuları çoktan bitirm işlerd i. E ric, P o rt’a döndü. “Sizi akşam ye
meğinde g örem ezsem , d ah a so n ra odanıza uğrarım . K açta ya
tıyorsunuz?”
Port kesin bir şey sö y lem ed i. “ D oğrusu her saatte yatabilirim .
Bu gece herhalde d o la şm a y a çıkar, o ldukça geç dön eriz.”
Eric, “T am am ,” d iy e re k onun om zunu sevgiyle okşadı, sonra
kapıyı kapadı.
K it’in odasına d ö n d ü k le rin d e, K it pencerenin yanında durup
avludaki incir ağacı isk e le tin e baktı. “K eşke, İta ly a ’ya gitseydik,”
dedi. Port çabucak b aşın ı kald ırd ı. “B unu neden söyledin? O nlar
yüzünden m i? O tel y ü zü n d e n m i? ”
“Her şey y ü z ü n d e n .” K it g ü lü m sey erek ona döndü. “ A m a as
lında ciddi değilim . Ş u an tam d ışa rı çıkm a saati. H ay d i.”
Ain K rorfa g ü n eşin y o l a ç tığ ı gündüz uyuşukluğundan uyan
maya başlam ıştı. K en tin o rta y erin d en y ükselen k ayalık tepenin
üzerinde, cam iy e b itiş ik k a le n in ark a tarafında, sokaklar daha
gayriresmi bir h a v a y a g iriy o r, y erli m ahallelerinin rastgele kon
durulmuş b in a la n o rta y a çık ıy o rd u . F enerleri şim diden bir p ar
layıp bir sönen işp o rta ların çev resin d e , esrar dum anının kokusunu
havaya yayan açık h a v a k a h v e le rin d e , h atta gizli, palm iy eler al
tına saklı so k ak ların to z la rı ara sın d a, erk e k ler çöm elm iş, küçük
ateşleri y elpazeliyor, te n e k e le r iç in d ek i s u la n n ı kaynatıyor, çay-
lannı yapıp içiy o rlard ı.
“Çay saati!” d ed i K it. “ B u n la r aslın d a İn g iliz de, m askeli balo
için böyle g iy in m işle r!” P o rt’la ik isi ç o k y avaş yürüyorlardı. El
eleydiler. Y um uşak a k şa m ışık la rıy la m ükem m el b ir uyum için
deydiler. G izem lilik ten ço k , m is k in lik esin ley en bir akşam dı.
Bir nehir y a ta ğ ın a g eld ile r. B u rad a n ehir yatağı y aln ızca geniş
beyaz bir kum b irik in tisin d e n ib a re tti; alacak aran lığ ın altında se
rilmiş yatıyordu. O n u izled iler; so n u n d a kentin sesleri uzaklaştı.
Duvarlann gerisinde k ö p e k le r h av lıy o rd u am a duvarlar nehre bir
hayli uzaktı. İleride b ir ateş y an m ak ta y d ı; b aşın d a y alnız b ir adam
oturmuş kaval ça lıy o r ve g erisin d e, alevlerin yaydığı ışığın oy
101
naştığı alanda, bir düzine kadar deve çökm üş, y av aş yavaş geviş
getirerek dinleniyordu. O nlar geçerken adam o n la ra baktı ama ka
valını çalm ayı sürdürdü.
Post fısıltıyla, “Ne dersin, acaba burada m utlu o la b ilir misin?”
diye sordu.
Kit şaşırmıştı. “Mutlu mu? M utlu m u? N e d em ek istiyorsun?”
“Burada yaşam ak ister m isin?"
Kit sesinde bir sıkıntıyla, “B ilem iyorum !” d iy e k arşılık verdi.
“Nereden bilebilirim ? O nlann hayaüna sızm ak, ne düşündüklerini
bilm ek olanaksız bir şey.”
“Ben sana onu sorm adım ,” dedi Port. B ozulm uştu.
“Sorman gerekirdi. B uralarda önem li olan o .”
“Hiç de değil,” dedi Port. “B enim için değil. B an a sanki bu
kent, bu nehir, bu gökyüzü... H epsi onlara olduğu k ad ar .bana da
aitmiş gibi geliyor.”
K it’in içinden, “Eh, sen delisin,” dem ek g eld i am a yalnızca,
“Ne kadar garip,” dem ekle yerindi.
Bir daire çizerek dönüp yeniden kente doğru y o la koyuldular.
Bu kez bahçe duvarlan arasm dan geçen bir yolu seçm işlerdi.
Kit birdenbire, “Keşke bana böyle so ru lar sorm asan ,” dedi.
“Yanıtlayamıyorum. Sana nasıl, evet, A frik a ’d a m u tlu olabilirim
derim? Ain K rorfa’yı çok sevdim am a burada b ir ay k alm ak mı is
terim, yoksa yarm gitm ek m i, bilem em .”
“Yann gidemezsin bir kere. îstesen bile gid em ezsin , ancak ge
risin geri Boussif’e dönersin. O tobüsleri öğrendim . B ou N oura’ya
dört gün sonra kalkıyor. A y n ca şu sıra M esead ’a giden kam
yonlara binmek de yasak. Y olda askerler kontrol ediyorm uş. Şo
förlere çok fazla para cezası yazıyorlarm ış.”
“Yani Grand H otel’e çakılıp kaldık.”
“Tunner’la,” diye düşündü Port. Sonra y üksek sesle, “L yle’lar-
la,” dedi.
Kit, “Tann korusun,” diye m ınJdandı.
“Onlarla daha kaç kez çakışacağım ızı m erak ed iy o ru m . Keşke
önümüze geçip gitseler ya da biz öne geçsek de kurtu lsak .”
“Böyle şeylerin dikkatle ayarlanm ası g ere k ir,” d ed i Kit. O da
Tunner’ı düşünüyordu. Y em eklerde onunla karşı karşıya oturmak
zorunda kalmasa, çok rahatlayacakm ış gibi geliyordu ona. Ra-
102
Katlayıp o anı yaşayabilecekti. O an, P o rtü n da anıydı. Ne var ki
bir saat sonra suçluluk duygusunun canlı kanıtıyla yine kar
şılaşacağını bildiği sürece, bunu denem ek bile yararsızdı.
Otele döndüklerinde ortalık iyice kararmıştı. Yemeklerini bir
hayli geç yediler, yem ekten sonra da kimsenin canı dışan çıkmak
istemediği için, odalarına çıkıp yattılar. Bu işler normalden uzun
sürdü, çünkü bir tek m usluk taşıyla bir tek ibrik vardı, o da ko
ridorun sonundaki çatm ın üzerindeydi. Kent son derece sessizdi. Bir
kahve radyosu, A bdülvahabTn bir plağını çalmaktaydı. Mezarının
Babında A ğlıyorum adında popüler bir şarkı. Port elini yüzünü yı
karken, kulağına gelen m elankolik notalan dinledi, araya ya
kınlarda bir yerde havlayan köpeklerin sesi de karışıyordu.
Eric kapıyı tıkırdattığında, P ort yatağına girmişti bile. Ama ne
yazık ki henüz ışığını söndürm em işti. Işık kapının altından gö
zükür korkusuyla, uyum uş num arası yapm aya kalkışmadı. Eric’in
odaya ayaklannın ucuna basa basa, yüzünde komplocu bir ifa
deyle girmesi hiç hoşuna gitm edi. U zanıp bornozunu üzerine aldı.
“Ne var?” diye sordu. “K im se uyum uyor ki!”
“U m anm seni rahatsız etm iyorum dur, dostum .” Yine her za
manki gibi, sözlerini odanın köşelerine söylüyormuş gibi bir hali
vardı.
“Hayır, hayır am a iyi ki şim di geldin. Bir dakika daha geçse,
ışığımı söndürm üş olurdum .”
“Kann uyuyor m u?”
“Galiba kitap okuyor. U yum adan önce genellikle okur. Ne
den?”
"Bugün öğleden sonra bana söz verdiği o romanı alabilir mi
yim, diyordum .”
“Ne zam an... Ş im di m i?” E ric ’c bir sigara uzattı, kendi de bir
tane yaktı.
“Şey, onu rahatsız edecekse kalsın.”
Port onun yüzüne bakarak, “Yarın olsa daha iyi olur, sence de
öyle değil m i?” dedi.
“Haklısın. Benim asıl geliş nedenim para...” Kararsız gibiydi.
“Hangi para?”
“Bana borç verdiğin üç yüz frank. Onu sana geri vermek is
tiyorum.”
10.1
“Ziyanı yok.” diye gttida POrt. H İU E h c’in yOzüne bakıyonla.
Bir an ikisi de konaşmadıJar.
Port sonunda. ‘Tabii eğer islersen.'* dedi. Acaba bu delikanlıyı
yanbş tanımış olma olasılığım var mı, diye m a a k ediyor ama ne
dense hiç de yanlış tanımadığı konusundaki gOveni her zamankine
göre daha da artıyordu.
*^Ah. mükemmel,” diye mırıldandı Eric. Ceketinin cebinde
aranmaya başladı. “Böyle şeyleri vicdatumda taşımaktan hoş
lanmam.”
"Vicdanında taşımak zorunda değilsin, çünkü biliyorsun, ben
sana o parayı öylesine vermiştim. Yine de. eğer geri vermek is
tiyorsan, ubii bana göre hava hoş.”
Eric sonunda cebinden eskimiş, bin franklık bir kâğıt para çı
kardı, belli belirsiz, utangaç bir gülümsemeyle uzattı; “Umanm
bunu bozabilirsin,” dedi ve sonunda Port'un yüzüne bakmayı da
boşaldı... Ama bu ona büyük çabalara mal oluyormuş gibiydi. Port
bu anın önemli bir an olduğuıtu hisscttiyse de nedenini an
layamadı. “Bilemiyorum,” dedi, uzatılan parayı almadı. “Bir ba
kayım mı?”
“Zahmet olmazsa.” Sesi çok zayıf çıkıyordu. Port isteksizce
yataktan kalkıp parasıyla belgelerini koyduğu bavula doğru gi
derken Eric cesaret bulmuşa benziyordu.
“Gece yansı buraya gelip seni böyle rahatsız ettiğim için te
dirginim ama bu konuyu kafamdan atmak istedim. Aynca ve
receğin bozukluklara çok ihtiyacım var, otelde de bozukluk yok...
Üstelik, annemle yann sabah erkenden M essad'a doğru yola çı
kıyoruz, seni bir daha hiç göremem diye korktum .”
“Gidiyor musunuz?” Port ona döndü. Cüzdanı elindeydi. “Sahi
mi? Ulu Tannm! Dostumuz Bay Tunner da gitm eyi öyle çok is
tiyor ki!”
“Ya?" Eric yavaş yavaş ayağa kalktı. "Y a?” dedi yeniden. “Sa-
mnm alabiliriz onu.” Port’un yüzüne baktı, yüzünün aydmlan-
dığım gördü. “Ama biz gün doğarken yola çıkacağız. İsterseniz
hemen gidip ona söyleyin, saat altı buçukta aşağıda hazır olsun.
Çayı altıda ısmarladık. O da öyle yapsın.”
“Söylerim,” dedi Port. Bu arada cüzdanını da cebine koydu.
“Bozukluğu da ondan isterim. Bende yok görünüşe göre.”
>04
“tyi. İyi.” Eric gülümsüyordu. Yine yatağın kenarına olurdu.
Poft TunnerT çıplak buldu. Elinde bir DDT spreyiyle dalgın
dalgın dolaşıyordu odada. “Gel içeri.” dedi. "Bu ilaç işe ya
ramıyor.”
"Neye karşı?”
“Tahtakurusu var bir kere.”
“Dinle beni. Y ann sabah altı buçukta M essad'a gitmek ister
misin?”
“Bu gece on bir buçukta bile gitmek isterim. Neden?”
“LyleTar seni götürecek.”
“Ya sonra?”
Port o anda uydurdu. “Birkaç gün sonra buraya geri dö
necekler, sonra da durmaksızın, doğruca Bou Noura’ya gi
decekler. Seni de getirirler, biz de orada seni bekliyor oluruz.
Lyle şimdi benim odamda. Onunla konuşmak istiyor musun?”
“Hayu-.”
Bir sessizlik oldu. Elektrik birden söndü, sonra yandı ama am
pulün içinde turuncu bir kurt gibi yandığından, oda sanki kara
gözlükler ardından görünüyordu. Tunner dağılmış yatağına göz
attı, sonra omuz silkti. “Saat kaçta dem iştin?”
“Altı buçukta hareket ediyorlar.”
“Kapıda olacağımı söyle onlara.” Kaşlarını çatarak Port’a bak
tığında, gözlerinde belli belirsiz bir kuşku okunuyordu. “Ya siz?
Siz niye gelmiyorsunuz?”
“Bir tek kişi alabiliyorlar,"” diye yalan söyledi Port. “Hem
zaten... ben hoşlanıyorum buradan.”
“Yatağına yattığın anda artık hoşlanmadığını göreceksin.”
Tunner’ın sesi acıydı.
“Messad’da da tahtakurusu olacaktır herhalde,” dedi.
Port artık kendini güvende hissediyordu.
“Buradan sonra, herhangi bir otelde şansımı denemeye ra
zıyım.”
“Birkaç gün sonra Bou N oura’da seni aranz. Harem falan bas
maya kalkma.”
Kapıyı arkasından kapayıp çıktı, kendi odasına döndü. Eric ya
tağın kenarında, bıraktığı gibi oturuyordu ama bir sigara daha
yakmıştı.
105
“Bay Tunner çok sevindi, sizinle saat alu buçukta kapıda bu
luşacak. Ah, Allah kahretsin, ondan senin bozukluğu istemeyi
unuttum .” Tekrar dışan çıkacakm ış gibi bir kararsızlık gösterdi.
“Zahm et etm e lütfen. Y ann yolda bozar parayı... Eğer bana
bozukluk gerekirse.”
Port bir an, “Am a bana üç yüz frangı geri verm ek istiyorsun
sanmıştım,” diyecek oldu, sonra vazgeçti. A rtık sorun çözümlenmiş
olduğuna göre, birkaç frank için işleri k an ştırm ak doğru olmazdı.
Gülümsedi. “Tabii,” dedi. “Eh, geri döndüğünüzd e um anm gö
rüşürüz.”
“Evet, tabii,” diye gülüm sedi Eric, gözleri yine yerdeydi. Bir
denbire ayağa kalkıp kapıya yöneldi. “İyi g ec eler.”
“İyi geceler.”
Port onun arkasından kapıyı kilitledi, b ir an olduğu yerde
durup düşündü. E ric’in bu davranışı ona alışılm ad ık biçim de garip
gelmişti ama yine de bunun anlaşılabilir bir nedeni olduğunu se
ziyordu. Uykusu geldiği için ışığı hem en kapattı, y atağına girdi.
Köpekler koro halinde havlıyordu, kim i u zakta, k im i yakında,
ama Port’u hiçbir böcek rahatsız etm edi.
Geceyansı hıçkırarak uyandı. Benliği bin m il derinliğinde bir
kuyuydu; diplerden yukarılara doğru sonsuz b ir hüzün ve din
ginlik duygusu yükseliyordu am a gördüğü rüyayı anım sayam adı.
Tek bildiği, yüzü olmayan bir sesin fısıltısıydı: “R u h vücudun en
yorgun kısm ıdm ” Gece çok sessizdi. H afif bir rü zg âr dışarıdaki
incir ağacını sallıyor, ağaca takılm ış dik en li telleri ha
reketlendiriyordu, o kadar. T eller birbirine sürtünüy o r, h afif hafif
gıcudıyordu. Bir süre bu sesi dinledikten sonra uyku y a daldı.
108
misiniz? Bodur, kalın ağaçlardır. Ç ok hurm a verir ama hurmaları
bile iyi değildir Bou N oura’nın!” İçin için neşeyle güldü. “Bou Noura
halkının ne kadar budala olduğunu anlıyor m usunuz şim di?”
Rüzgâr eserken palm iyelerin gövdeleri de onunla birlikte kı
mıldıyor, gösterişli dalları yukarıda belli belirsiz daireler çi
ziyordu. Sarı türbanlı bir genç yaklaştı, onları ciddi bir tavırla se
lamladı, biraz daha geriye, halının ucuna oturdu. H armanisinin
içinden bir ud çıkardı, tellerine gelişigüzel vurm aya başladı. G öz
lerini ağaçların altından ötelere dikm iş, oradan hiç ayırm ıyordu.
Kit çayını sessizce içti, ara sıra B ay Ç a u i’nin sözlerine gülümsedi.
Bir ara P ort’dan İngilizce olarak bir sigara istedi am a Port kaş
larını çattı, Kit de bir kadının sigara içm esinin oradakileri çok şa
şırtacağını anladı. Ç ayını içm eyi sürdürdü, çevresinde gördükle
rinin ve duyduklarının gerçek olm adığını, gerçekse bile, ken
disinin aslında burada olm adığını hissediyordu. Işık artık so
luyordu; yavaş yavaş m angaldaki ateşler gözün odaklandığı nokta
olmaya başladı. U dun ezgileri de sürüp gidiyordu; am açsız ko
nuşmalara, m otifli bir fon. O notaları dinlem ek, rüzgârsız bir ha
vada sigara dum anının kıvrılarak yükselişini seyretm ek gibi bir
şeydi. K it’in canı kıpırdam ak istem iyor, konuşm ak istemiyor,
hatta düşünmek bile istem iyordu am a birdenbire üşüdü. Sohbeti
kesip bunu belirtti. B ay Çaui bunu duyduğuna memnun o l
mamıştı. H atta bunu inanılm az bir kabalık saym ıştı. G ülüm sedi,
“Ah, evet M adam sarışın,” dedi. “ S arışınlar tıpkı içinde su bu
lunmayan hendek gibidir. A raplar A in K ro rfa’nın hendeklerine
benzer. Ain K ro rfa’nın hendekleri her zam an doludur. Bizde çi
çekler vardır, m eyveler vardır, ağaçlar v ard ır.”
Port, “Y ine de Ain K rorfa hüzünlü bir yer diyorsunuz,” dedi.
Bay Çaui şaşmarak, “H üzünlü m ü ?” diye yineledi. “Ain Krorfa
hiçbir zaman hüzünlü değildir. Son derece sakin ve neşe doludur.
Bana yirmi m ilyon frankla bir de oturacak yer verseler, yine de
aynlmam kendi vatanım dan.”
“Tabii,” diye ona katıldı Port. S onra ev sahibinin artık sohbeti
sürdürmek niyetinde olm adığını görünce, “M adam üşüdüğüne
göre bizim gitm em iz gerek am a size binlerce kez teşekkür ede
riz,” dedi. “Bu nadide bahçeye gelm em ize izin verm eniz, bizim
için büyük bir ayrıcalık old u .”
109
Bay Çaui yerinden kalkmadı. B aşıyla selam verdi, elini uza
tarak, “Evet, evet. Gidin, madem ki soğuk,” dedi.
İki konuk, aynlışlan için tum turaklı özürler dilediler ama bun-
lann pek nezaketle karşılandığı söylenem ezdi. “E vet, evet, evet,”
dedi Bay Çaui. “Başka sefere belki daha sıcak o lu r.”
Port kabaran öfkesini tuttu. O öfke daha yeni belirirken bile
kendinden memnun değildi.
Kit birdenbire çocuksu bir ses tonuyla, “A u ’voir, cher man-
sieur,"' dedi. Port onun kolunu çim dikledi. B ay Ç aui bir acayiplik
hissetmemişti. Hatta bir kere daha yum uşayıp gülüm sedi. Mü
zisyen bir yandan udunu çalarken, bir yandan da onlara kapıya
kadar eşlik etti, ciddi bir sesle, "B ism illah," deyip kapıyı ar-
kalanndan kapadı.
Sokak hemen hemen kapkaranlıktı. H ızlı hızlı yürüm eye baş
ladılar.
Kit kendini savunur gibi, “U m anm bunun için beni suç-
lamazsm,” diye başlayacak oldu.
Port kolunu onun beline sardı, “S uçlam ak mı! N eden? Nasıl
suçlayabilirim? Hem ne fark eder ki zaten?”
‘T abii fark eder,” dedi Kit. “Fark etm ezse, o zam an adamı zi
yaret etmenin ne anlamı vardı ki?”
"Anlamı? Herhangi belli bir anlam ı olduğunu sanm ıyorum . Eğ
lenceli olur, diye düşünmüştüm. Y ine de eğ len c eli oldu bence.
Gittiğimize memnunum.”
“Bir bakıma ben de m em nunum . B uralarda sohbetlerin hangi
çizgi üzerinde akıp gideceği konusunda fikir ed in m iş oldum ... İna
nılmaz derecede yüzeysel olabileceği hak k ın d a.”
Port elini onun belinden çekti. “Aynı görüşte değilim . Bir duvar
süsünün yalnızca iki boyutu var diye ona yüzeysel diyem ezsin.”
“Dekorasyondan biraz daha anlam lı so h b etlere alışıksan, der
sin. Doğrusu ben sohbetleri duvar süsü olarak dü şü n m em .”
“Saçma! Bu yalnızca onlann farklı yaşam a b içim i... Tümüyle
farklı bir felsefe.”
“Onu biliyorum.” Kit durdu, pabucunu ç ık a n p içindeki kumu
silkeledi. Sadece benim için buna dayanm anın zo r olduğunu söy
lüyorum.”
‘ Fr. Allahaısmarladık sayın bayım, (ç.n.)
110
Port içini çekti. Çay partisi um duğunun tersi bir biçimde sona
ermişti. Kit onun kafasından geçenleri sezdi, hemen konuştu:
“Beni düşünme. N e olursa olsun. Ben senin yanındayken iyiyim.
Bu gecem zevkli geçti. G erçekten.” P o rt’un elini sıktı ama
Port’un istediği aslında bu değildi. Biraz gönülsüzce de olsa, o da
karısının elini sıktı.
Az sonra Port, “Y a o en sondaki küçük numaran neydi?” diye
sordu.
“Kendimi tutam adım . Ö yle gülünç davranıyordu ki?”
Port soğuk bir sesle, “Ev sahibiyle dalga geçm ek genellikle iyi
bir şey değildir,” dedi.
“Öf, aman! Belki farkına varm adın am a bayıldı o. Saygılı dav
ranıyorum sandı.”
Gece karanlığına göm ülm üş verandada yem eklerini sessizce
yediler. Ç öplerin çoğu toplanm ıştı am a lağım kokusu her za
mankinden beterdi. Y em ekten sonra odalarına çıktılar, okumaya
daldılar.
Ertesi sabah, P ort ona kahvaltıyı getirdiğinde, “Neredeyse
gece seni ziyarete g elecektim ,” dedi. “ Bir türlü uyku tutm adı ama
seni uyandırm aktan çekin d im .”
“Keşke duvara vursaydın,” diye karşılık verdi Kit. “Duyardım.
Herhalde ben de u y an ık ü m .”
Gün boyu P ort açıklam adığı bir sinirlilik içindeydi, bunu o
bahçede içtiği yedi bardak çaya yordu am a Kit de onun kadar çay
içtiği halde, hiç de sinirli görünm üyordu. Ö ğleden sonra Port neh
rin kıyısında bir yürüyüş yaptı, kusursuz beyaz atlan üzerinde
talim yapan sipahileri seyretti. M avi kepleri rüzgârla arkalarında
uçup duruyordu. Zam an geçtikçe tedirginliği azalacağı yerde art
tığı için, bu kez bu duygunun nedenini kaynağına kadar izleme
kararını verdi. Başını eğm iş yürüyor, kum lardan ve panidayan ça
kıllardan başka bir şey görm üyordu. T unner gitm işti. K it’le ikisi
yalnızdı. Artık her şey kendisine bağlıydı. Ya doğru ya da yanlış
hareketi yapacaktı am a hangisinin hangisi olduğunu önceden bi
lemeyecekti. D eneyleri ona, böyle bir durum da m antığa gü
venilemeyeceğini öğretm işti. H er zam an bir başka öğe daha vardı;
gizemli, pek ulaşılam ayan, hesaba katılm ası olanaksız bir öğe.
İnsan bilmek zorundaydı, akıl yürütm ekle olmazdı. Oysa ken
III
disi bilgiye sahip değildi. Başını kaldınp y u k an y a baktı. N ehir ya-
U ğı çok genişlem iş, bahçeler ve duvarlar g eride kalm ıştı. Bu
radaki tek ses, dünyanın bir ucundan diğerine yaptığı yolculuğuna
devam eden rüzgânn, kulaklarındaki uğultusuydu. Bilincinin ip
liği çözülüp dolaşüğında, biraz yalnız kalm ak onu yeniden yerine
sarardı. Sinirlilik durumunun çaresi vardı, çünkü bu zaten yalnızca
kendini ilgilendiriyordu; Kendi bilgisizliğinden korkmaktaydı.
Eğer sinirliliğin geçmesini istiyorsa, kendine o bilgisizliğin önem
li olmayacağı bir durum yaratm ak zorundaydı. K it’e sahip olması
ona herhangi bir sorun çıkarm ıyorm uş gibi davranm alıy d ı, hem de
hiçbir zaman. Belki o zaman, tam bir vurdum duym azlık so
nucunda, otomatik olarak her şey yoluna girerdi, am a şu andaki
esas kaygısı, sinirlilikten kurtulm ak gibi bencil bir şey mi ol
malıydı, yoksa buna karşın başlangıçtaki am acını y erin e getirmek
mi? “Acaba yine de korkağın biri m iyim b en ?” d iy e düşündü.
Korku konuştu, o dinledi ve kendisini ikna etm esin e izin verdi...
Her zamanki klasik süreç. Bu fikir ona hüzün veriyordu.
Biraz ileride, nehir yatağmm keskin kıvnm ınm bulunduğu hafif
yükseltide, küçük, yıkık bir bina vardı. D am ı yoktu. O kadar eski
bir şeydi ki içinden eğri büğrü bir ağaç büyüm üş, içerideki alanı
gölgesiyle örtmüştü. Y akınm dan geçerken içeriye baktığında, aşa
ğıdaki dallara bağlanmış yüzlerce paçavra ça rp tı gözüne. Ku
maşlardan ym üm ış, bir zam anlar beyaz olan paçav ralar. Rüzgâr
hepsini aynı tarafa doğru uçuruyordu. B elli belirsiz b ir merakla
yamacı tırmanarak orayı kolaçan etm eye gitti am a yaklaşırken, o
harabenin boş olmadığını anladı. Çok, çok ih tiy ar bir adam ağacın
altında oturmaktaydı. İncecik kahverengi k o lla rıy la bacakları,
eski püskü kumaşlara sanlıydı. A ğacın g övdesinin dibinde ken
dine bir de sığınak kurmuştu. B urada y aşadığı besbelliydi. Pon
uzun süre durup ona baktı am a adam başını kald ırm ad ı.
Port biraz yavaşlayarak yürüm esini sürdürdü. Y anına biraz
incir almıştı, çıkarıp onlan yedi. N ehir y atağ ın ın kıvrım ını sona
erene kadar izledikten sonra, batıya doğru, güneşi k arşısın a alarak
yürümüş olduğunu fark etti. Y um uşak eğim li iki çıp lak tepenin
arasından vadiye bakm aktaydı. D ip tarafta da k ızılım sı renkte
daha dik bir tepe, öte yanında koyu renk bir çık ın tı vardı. Ma
ğaraları severdi Port, içinden oraya gitm ek geldi am a buralarda
112
mesafeler aldatıcıydı; belki karanlık basm adan ulaşam azdı oraya.
Zaten içinde bu iş için gerekli olan enerjiyi de bulamıyordu.
“Yarın daha erken gelir, oraya çıkarım ,” dedi kendi kendine.
Durup vadinin y u k an larm a özlem dolu bakışlarla baktı, dili diş
lerinin arasındaki incir çekirdeklerini aradı; bu arada o küçük, ya
pışkan sinekler de habire dönüp dönüp yüzüne konuyordu. Birden,
kırlarda bir yürüyüş, öm rü yaşayıp bitirm enin bir çeşit özeli gibi
geldi ona. İnsan hiçbir zam an ayrıntıların tadına varam az, her se
ferinde, başka bir gün, derdi am a aslında her günün biricik ol
duğunu, son olduğunu, hiçbir zam an geriye dönüş olm adığım , bir
başka sefer diye bir şey olm adığını gizlice bilirdi.
Giydiği kalın güneş şapkasının altında başı terliyordu. Deri şe
ridi ıslanan m iğferi çıkardı, güneşin bir an için saçlarını ku
rutmasına izin verdi. Y ak ın d a güneş batacak, karanlık basacaktı.
O leş kokan otele, K it’in yan m a dönecekti am a daha önce hangi
yolu seçeceğine karar verm eliydi. D önüp gerisin geri kente doğru
yürümeye başladı. O yıkın tıy a y aklaştığında içeriye bir göz attı.
İhtiyar adam oradan kalk m ış, bir zam anlar kapı olan yerin hemen
iç tarafında oturuyordu şim di. B irden aklına adam da bir hastalık
olabileceği geldi. A dım larını h ızlandırdı, çok saçm a olm asına rağ
men, oradan iyice u zak laşın cay a kad ar soluğunu da tuttu. Serin
rüzgânn yeniden ciğ erlerin e d olm asına izin verdiğinde, ne yap
ması gerektiğini biliyordu. K it’le yeniden birlikte olm a dü
şüncesini geçici olarak b ir yana bırakm alıydı. Şu tedirgin du-
nımunda, yanlış d avranışları seçeceği kesindi. Belki de onu
büsbütün yitirirdi o zam an. D aha sonra, beklenm edik biçimde,
belki kendi kendine y o luna girerdi her şey. Y ürüyüşünün son bö
lümünü hızlı adım larla yaptı, A in K ro rfa’nın sokaklarına dön
düğünde ıslık çalm ay a başlam ıştı.
Yemek yiyorlardı. İçerideki yem ek salonunda yem ek yiyen bir
seyyar satıcı, y anında b ir transistörlü radyo getirm iş. Radyo Oran
istasyonunu açm ıştı. M utfakta sesi daha çok açılm ış bir radyoda
Mısır müziği çalıyordu.
Kit, “Bu tür bir şeye ancak bir süre dayanılır. Sonra çıldırır
insan,” dedi. Ö nündeki tavşan yahnisinin içinde hayvanın kür
künden parçalar bulm uş, üstelik verandanın o tarafında ışık ye
tersiz olduğundan, lokm ayı ağzına koyana kadar durum u fark ede
memişti.
FliÖN/Esifgeyen GükytlzU 113
“Biliyorum ,” dedi P ort dalgın bir sesle. “B en d e senin kadar
nefret ediyorum .”
“Hayır, etm iyorsun am a yanında ben o lm a sa y d ım ve acılan
senin yerine ben çekm eseydim , ederdin san ıy o ru m .”
“Bunu nasıl söylersin? Ö yle olm adığını b iliy o rsu n ? ” Karısının
eliyle oynuyordu. K arannı verdikten so n ra artık onun yanında
kendini rahat hissetm eye başlam ıştı am a K it b ek len m e d ik bir si
nirlilik gösteriyordu.
“Bunun gibi bir başka kent daha... b eni b itirm ey e y eter,” dedi
Kit. “C enova’ya ya da M arsily a’ya kalk an ilk g em iy e atlanm . Bu
otel bir kâbus, bir kâbus!” T u n n er’ın g id işin d en sonra, farkında ol
maksızın, ilişkilerinde biraz değ işik lik o lm a sın ı bek lem işti. Ama
T unner’ın yokluğunun getirdiği tek d eğ işik lik , şim d i K it’in daha
açık konuşabilm esi, taraf tutuyor gibi g ö rü n m ek ten korkmam ası
olmuştu. Sanki Kit, aralarında ç ık ab ilec ek g erilim le ri azaltmak
için çaba gösterm ek yerine, her k o n u d a u z la şm a z davranm aya
karar vermiş gibiydi. B eklenen b irleşm e ister şim d i, ister daha
sonra gelsin, baştan sona P o rt’un ça b asıy la g elm eliy d i. Çünkü ne
o, ne de Port düzenli bir hayat y aşam ışlard ı. H e r ikisi de, bi
lincinde olm aksızm , zam anı yok sa y m ak g ibi te h lik e li b ir hata iş
lemişlerdi. Y ıllar hep birbirine benziyordu. S o n u n d a h er şey ola
bilirdi.
114
Orta yerde, zay ıf b ir ışık veren tavan am pulünün altında M u
hammed, elinde k ocam an bir kasap bıçağıyla duruyordu. Bıçağın
ucu m asanın ta h tasın a saplanm ıştı. B attığı yerde bir ha
mamböceği göze çarpıyordu. B a ca k lan hâlâ hafif hafif kı-
pırdamaktaydı böceğin. M uham m ed böceği dikkatle inceliyor gi
biydi. Başını k a ld ın p baktı ve sın ttı.
“Bitti m i?” diye sordu.
“Ne bitti m i?” d edi P ort.
“Y em ek bitti m i? ”
“Ha, evet.”
“Ö yleyse yem ek o d asın ı k ilitley ey im .” Ç ıktı, P o rt’un masasını
yemek odasına çek ti, ışık la n söndürdü ve her iki kapıyı kilitledi.
Sonra m utfaktaki ışığ ı da söndürdü. P ort verandaya çıktı. “Y at
maya eve mi g id iy o rsu n ?” diye sordu çıkarken.
M uham m ed gülüm sedi.'^ “N eden bütün gün çalışıyorum sa
nıyorsun? E ve y atm ay a g itm ek için m i? G el benim le. Sana Ain
Krorfa’daki en güzel y eri g ö ste re y im .”
Port onunla b irlik te so k a ğ a çıktı, birkaç dakika konuştular ve
birlikte sokak b o y u n ca y ü rü m ey e başladılar.
Ev dediği aslında b irkaç evden oluşan bir yerdi. O rtak bir giriş
kapısıyla taş döşeli o rta k b ir avlu vardı. H er ev birkaç odahydı ve
hepsi de çok k üçüktü. Y aln ız giriş katındaki odalar genişti, on
ların da tabanları hep farklı hizalardan başlıyordu. Port avluda,
fener ışığıyla y ıld ızla rd a n gelen ışığın karışım ı olan loşlukta
durup baktığında, çev resin d e k i o parlak k u tu la n andıran odalar
birer fırın gibi g ö rü n ü y o rd u . Ç oğunun k ap ılan , pencereleri açıktı,
içleri erkek ve k ız larla doluydu. B u n lan n hepsi biröm ek gi
yinmişlerdi. Ü stlerin d e çiçe k li en tarile r vardı. N eşeli bir hava ege
mendi buraya. P ort b u n d an zev k aldt. B u yerin kesinlikle kötü bir
yer olmadığı duy g u su v ard ı içinde, oysa ilkin burayı öyle d e
ğerlendirmemişti.
Giriş kapısının k arşısın d ak i b ir odaya yürüdüler. M uham m ed
içeriye baktı, d u v a n n önün d ek i sedirde oturm uş erkeklerden ba
zılarını selam ladı. İçeri g irdi, P o rt’a da kendisini izlem esini işaret
etti. İçeridekiler o n la ra y er açtılar, on lar da ötekilerle birlikte yer
leşip oturdular. B ir ç o c u k çab u cak ikisinin çay siparişini aldı, ko
şarak odadan avluya çıktı. M uham m ed az sonra yanında oturan
115
adam la sohbete daldı. Port arkasına yaslandı, çay içip erkeklerle
çene çalan kızlan seyretm eye başladı. K arşı tarafa, yere otur
muşlardı. Port çirkin bir hareket görm eye, pis bakışların bir ima
sını sezmeye çalıştı am a hiçbirini bulam adı.
Onun anlayamadığı bir nedenle, ortalıkta bir yığın küçük
çocuk vardı. Sanki avlu bir genelevin değil de, b ir okulun av
lusuymuş gibi, loş avluda terbiyeli ve sessizce oynuyorlardı. Ba
zd an odalara giriyor, erkekler onlan k u ca k la n n a alıyor, sevgiyle
davranıyor, yanaklannı okşuyor, ara sıra o nlara kendi sigarala-
nndan bir nefes çektiriyorlardı. Ç ocuklann bu o rtak iyilik ha
vasına eğilimli olması, herhalde büyüklerin o n lara rahat ve iyi
davranmasuıdan, diye düşündü. K üçüklerden biri ağlam aya baş
larsa, erkekler gülüyor, ellerini sallayarak ona uzaklaşm asını söy
lüyor, o da hemen susuyordu.
Şişman, siyah bir polis köpeği salınarak bir odadan bir odaya
dolaşmakta, ayakkabılan koklam aktaydı. H erkes o n a hayranlık
dolu sözler yöneltiyordu. K öpek o nlann oturduğu o d anın kapısına
geldiğinde, M uhammed, “Ain K ro rfa’nın en g ü zel k ö p eğ i,” dedi.
“Albay Lefılleul’ün. D em ek o da burada bu ak şam .”
Çocuk elinde çaylarla gelirken, yanında ikinci b ir çocuk daha
vardı. On yaşmdan fazla olam azdı am a y aşlanm ış, yum uşak bir
yüzü vardı. Port, M uham m ed’e onu gösterdi, fısıld ay arak çocuğun
hasta gibi göründüğünü söyledi.
“Yo, hayır! O şarkıcı.” Ç ocuğa işaret etti, ço cu k senkoplu tem
poyla ellerini çırpm aya, üç nota üzerine kuru lu uzun, yi
nelemelerle dolu bir ağıt söylem eye başladı. P o rt’a in san lığ a daha
yeni katılmış bu üyenin bu kadar çocukluktan uzak, bu kadar bez
gin bir müzik üretmesi tüm üyle saçm a, hatta sk an d al sayılacak bir
şey gibi geldi. Çocuk şarkısını bitirm eden iki kız y aklaştı, Mu-
ham med’i selamladı. M uham m ed o n la n o tu rttu , çay ı onlara dol
durttu. Biri zayıf, iri burunlu, öteki biraz d ah a genç, elm a yanaklı
bir köylüydü. Her ikisinin de alınlannda, çe n elerin d e, m avi döv
meler vardı. Bütün kadınlar gibi onlar d a ağ ır kum aştan , kaftan
gibi elbiseler giymişlerdi. G iysiler, daha da ağ ır gü m ü ş takılarla
büsbütün aşağıya çekiliyor gibiydi. N edeni bilin m ez, ikisi de
Port’a çekici gelmedi. Bu kızlarda biraz işçi kız hav ası vardı. Gi-
zemlilikle en ufak bir alakaları yoktu. O rad ay d ılar işte. Marh-
116
nia’nın ne bulunm az bir inci olduğunu şim di daha iyi anlıyordu...
İhaneti bir yana. B uralarda onun yarısı kadar güzel, zarif birine
rastlamamıştı. Ç ocuk şarkıyı bitirip sustuğunda, M uham m ed ona
bozuk paralar verdi, çocuk beklenti dolu gözlerle P o rt’a baktı ama
Muhammed ona bağırdı, o da koşarak d ışa n kaçtı. B itişik odada
müzik çalınıyordu: T iz bir zu m a eşliğinde davulun o kuru sesi. İki
kız canını sıktığı için P ort özür dileyerek dinlem ek üzere avluya
çıktı.
Yandaki odanın orta yerinde, m üzisyenlerin önünde, bir kız
dans ediyordu... Y aptığı harek etlere dans denilebilirse tabii. İki
eliyle bir sopayı başının ark asın d a tutuyor, hareketleri yalnızca
boynuyla ve o m u z lan y la yapıyordu. G ülünç olm anın sınırlarını
zorlayan, zarif am a bir o k ad a r d a arsız ve edepsiz hareketler, ona
eşlik eden m üzik türünün tam bir k arşılığı gibiydi am a P o rt’u et
kileyen, dansın kendisi olm aktan çok, kızın uyurgezer haliydi.
Yüzündeki gülüm sem e pek durağandı. A klı sanki uzaklarda, var
lığını yalnız kendisinin b ildiği b ir şeye takılm ış, bir tek onu gö
rüyor gibiydi. G ö rm eyen gözlerinde, dudaklarının kıvnm m da,
kendini belli bir uzak lık ta tutan, k işiliğini işin içine katm ayan bir
hava vardı. Port se y rettik çe, o yüz giderek daha hayranlık uyan
dırıcı olm aya başladı. K u su rsu z çizgilerle oluşm uş bir yüzdü ama
güzelliği çizgilerin b ileşim in d en çok, genel havasının içindeki
gizli anlamdan kay n ak lan ıy o rd u . A nlam ... Y a da anlam ı giz
lemekten. Çünkü g erid e y atan d u yguları bu yüze bakarak anlam ak
olanaksızdı. K ız aslında, “ B ir d an s ediliy o r,” diyordu, “ Eden ben
değilim, çünkü ben b u rad a değilim , am a bu benim dansım .” Parça
sona erip m üzik durdu ğ u n d a, kız b ir an hareketsiz kaldı, sonra ba
şının arkasında tuttuğu sopayı y avaşça indirdi, birkaç dakika sü
reyle yavaş yavaş yere vu ru p tıkırdattı, dönüp m üzisyenlere bir
şeyler söyledi. Y üzündeki o dik k ate değer hava hiç değişm em işti.
Müzisyen ayağa kalktı, onun d a yere oturm ası için yanında yer
açtı. Oturmasına yardım ediş biçim i P o rt’a biraz garip geldi ve an
sızın kızın kör olduğunu anladı. Bunu anlam ak onu elektrik şo
kuna tutulmuş gibi sarstı. Y üreğinin yerinden oynadığını, başında
alevler tutuştuğunu hissetti.
Çabucak öteki odaya geçti, M u h am m ed ’e, yalnız konuşm ak is
tediğini söyledi. K ızlar F ransızca bilm eseler bile, onlann önünde
117
uzun uzun açıklam a yapm aktan k u rtu lm ak için avluya çı
kacaklarını um uyordu am a M uham m ed y erin d en kıpu-damaya ni
yetli değildi. “O turun, aziz d o stu m ,” d iy e re k P o rt’un ceketinin ko
lunu çekiştirdi. Port ise avm ı kaçırm aktan ço k k o rk tu ğ u için uygar
davranm aya falan m etelik verm iyordu. “N o n , non, n o n !"’ diye
bağırdı. “Viens vite!"” M uham m ed to z lara say g ı gösterm ek ni
yetiyle om uzlarını kaldırdı, yerinden kalk ıp o n u n la b irlik te avluya
çıkü, ışığm alünda, duv an n dibinde du rd u lar. P ort d an s edenJoz-
lann müsait olup olm adığını sordu. M u h a m m e d o k ızlan n ço
ğunun sevgilileri olduğunu söyleyince bozuldu. B ö y le durumlarda
kızlar bu binada yaüp kalkıyor, fahişe o la ra k k ay ıtlı bulunuyorlar
ama mesleği hiç uygulam ıyorlardı. T abii se v g ilisi o lanlardan her
kes uzak duruyordu. M uham m ed, “Püf! Ç a re yok! Böyle ne
denlerden insanın gırtlağı kesilir,” d iy e g ü ld ü , p arla k kırm ızı diş
etleri balmumundan yapılm ış dişçi m aketi g ib i p a n ld a d ı. Port işin
bu yönünü hiç düşünm em işti am a durum y in e d e k ara rlı bir çaba
gerektiriyordu. M uham m ed’i b itişik o d an ın k a p ısın a do ğ ru çekti,
orada oturmakta olan kızı gösterdi.
“Şurada oturanı öğren,” dedi, “T an ıy o r m u su n o n u ? ”
Muhammed baktı. S onunda, “H ay ır, ta n ım ıy o ru m ,” dedi. “Öğ
renirim. A yarlanabiliyorsa, ben k endim a y a rla rım , sen d e bana bin
frank verirsin. O para kız için. A y n c a d a b an a k a h v e v e kahvaltı
alacak kadar bir şey verirsin.”
Bu fiyat Ain K rorfa için çok y ü ksekti, bunu P o rt d a biliyordu
ama ona sanki zaman pazarlık etm eye uy g u n d e ğ ilm iş gibi geldi,
öneriyi kabul etti, M uham m ed’in ta lim a tm a u y u p ilk od ay a geri
döndü, iki sıkıcı k u la birlikte oturdu. K ızlar o ara b irb irleriy le ko
nuşmaya dalm ışlardı, onun gelişinin p ek fa rk ın a varmadılar.
Odada konuşmalar, gülüşm eler gırla g id iy o rd u . P o rt ark asın a yas
lanarak sesleri dinledi. S öylenenlerin te k sö z c ü ğ ü n ü bile an
lamadığı halde, bu dilin iniş ç ık ışla n m d in le m e k hoşuna gi
diyordu.
M uhammed epey uzun süre d ış a n d a k ald ı. V a k it g eç olmaya
başbyordu. O dadaki kalabalık azalm ay a b aşlad ı. İn sa n la r ya iç
118
odalara çekiliyor ya d a e v le rin e gidiy o rlard ı, tki kız hâlâ oturuyor,
konuşuyor, ara sıra g ü lü şü y o r, gü lerk en b irbirlerine tutunup sanki
destek alıyorlardı. P ort iç in d en , ac ab a çık ıp M u h am m ed ’i arasam
mı. diye düşündü. K ıp ırd am ad an o tu ru p bu yerin zam andışılığının
bir parçası olm ay a ça lıştı am a d u ru m bu tür hayal o y unlarına el
verişli değildi. S o n u n d a o nu a ra m ak için avlu y a çıktığında, karşı
odada olduğunu hem en g ö rd ü . B ir se d ire o turm uş, ark ad aşlan y la
esrar çubuğunu tü ttü rü y o rd u . P o rt k arşıy a yürüyüp ona seslendi.
Esrar odasının k u ra lla rın ı b ilm e d iğ i için içeriye girm em iş, avluda
durmayı yeğlem işti am a g ö rü n ü şe gö re kural falan yoktu.
M uham m ed k esk in k o k u lu d u m a n ların arasınd an , “G elsen e,”
dedi, “Bir çubuk iç.”
Port girdi, ö te k ile ri se la m la d ı, M u h a m m e d ’e alçak sesle, “ Ya
kız?” diye sordu.
M uham m ed b ir an o n a h iç b ir şey an lam am ış gibi baktı, sonra
güldü. “H a o m u? Ş an sın kö tü , do stu m . O nun nesi var, biliyor
musun? K ör z a v a llı.”
“Biliyorum , b iliy o ru m ,” d ed i P o rt sab ırsız bir sesle. T e
dirginliği g iderek artıy o rd u .
“Eh, istem ezsin h e rh a ld e o n u , d eğ il m i? K ız k ö r!”
Port tedbiri unuttu. “M a is bien s û r que j e la ve u x !"' diye b a
ğırdı. “Elbette! N e re d e o ? ”
M uham m ed te k d irse ğ in in ü ze rin d e b iraz doğruldu. “O f!” diye
homurdandı. “ Şu and a... b ilem em ! O tu r da bir çu buk iç. D ostlar
arasında yani.”
Port öfkeyle to p u k la rın ın ü z e rin d e d ö n ere k avlu y a çıktı, bütün
odaları birer b irer d o la şıp siste m li b ir biçim d e aram ay a başladı.
Kız gitm işti. Ö fk e le n m iş v e d ü ş k ırık lığ ın a u ğram ış durum da, ana
kapıdan karanlık so k a ğ a çık tı. K ap ın ın hem en d ışın d a b ir A rap as
keriyle bir kız d u rm u ş, a lç a k se sle k o n u şuyorlardı.Y an ların d an g e
çerken Port d ik k a tle k ız ın y ü z ü n e baktı. A sk er ateş saçan ba-
kışlannı ona dikti am a o k ad a r. K ız o d eğildi. İyi aydınlatılm am ış
sokağın sağına so lu n a b a k a n P o rt, sol tarafta, uzakta, beyaz en
tarili iki ya d a üç gö lg e seçeb ild i. Y ürüm eye başladı. Y oluna
çıkan taşları ö fk ey le te k m eliy o rd u . K ız artık gitm işti, o d a kendini
119
yalnızca birazcık eğlenceden y o k su n k a lm ış g ib i d eğ il, aşkı yi
tirm iş gibi görüyordu. T epeye tırm a n d ı, k a le n in d ib in e oturdu, sır
tını eski duvara dayadı. A şağ ıd a şeh rin ışık ları ve onun ötesinde
çölün kaçm ılm az ufku uzanıy o rd u . O k ız e lle rin i o n u n ceketinin
yakaJanna koyacak, tutuk h are k etle rle y ü z ü n e d o k u n ac ak , duyarlı
parm aklannı yavaşça d u d a k la ıın ın ü z e rin d e n g eç irecek ti. Saç-
lanndaki briyantini k o k lay acak , e lb ise le rin i d ik k a tle inceleye
cekti. Sonra yatakta, y atak tan ö te sin i g ö re m e y e c e ğ i için , tümüyle
orada var edecekti kendini, bir tu tsak o la ra k . P o rt onunla oy
nayabileceği küçük o y u n la n d ü şü n d ü , k e n d isi d e o rad a olduğu
halde nasıl yokm uş gibi o rtad a n k a y b o la b ile c e ğ in i geçirdi ak
imdan. Onun kendisine m innet d u y m a sın ı sa ğ la y a c a k nice yol dü
şündü. Bu hayallerinin b ir p a rç a sı o la ra k d a v a k u r, b elli belirsiz
som sorar gibi, m askeye b en z er y ü zü n ü a k lın d a n g eçird i. Birden
kendine acım a duygusu k ab ard ı iç in d e, n e re d e y se z e v k veren bir
duygu, içinde bulunduğu m h sa l d u m m u n tam b ir an latım ıy d ı bu.
Fiziksel bir ürpertiydi. Y aln ızd ı, te rk e d ilm iş, y o k lu ğ a savm im uş,
umutsuz... Ü stelik de üşüyordu; iç in d e n g e le n d e rin b ir soğuktu
bu. Onu hiçbir şey d eğ iştirem ezd i. B u b u z g ib i ö lü m hali onun
mutsuzluğunun tem eliydi am a y in e d e o d u y g u y a h e r zam an sa-
nlacaktı, çünkü varlığının çe k ird e ğ i o y d u ; tü m b en liğ in i onun
çevresine kurmuştu.
Ne var ki o anda vücudu da ü şü y o rd u ; bu g a rip ti, çü n k ü tepeyi
hızlı adım larla daha yeni tırm a n m ıştı v e h â lâ so lu k so lu ğ ay d ı. Ka
ranlıkta bilm ediği bir şeye d eğ m iş ç o c u k g ib i, an i b ir ko rk u sardı
içini. Y erinden fırladı, tepenin d o m ğ u ü z e rin d e n k o ştu , sonunda
jazar yerine inen patikaya vardı. K o şm a k k o rk u s u n u biraz ya-
ıştu m ıştı am a dum p pazar y erin d e k i h a lk a h a lk a ış ık la ra baktığı
taman soğuğu hâlâ içinde duyuy o rd u . S an k i b ir m e ta l p arçası var-
nış gibi. T epeden aşağı bir koşu tu ttu rd u . O te le g ire r, odasından
)ir şişe viskiyi alarak geneleve g eri g ö tü re b ilir, o ra d a sıcak çayla
an ştm ıp kendisine bir tür iksir y a p a b ilird i. V e ra n d a y a girerken,
şikte yatm akta olan bekçinin ü z e rin d e n a tla m a k z o ru n d a kaldı,
idam hafifçe doğm larak önce A rapça, s o n ra F ra n s ız c a “K im o?”
iye seslendi.
"N um éro vin g t!"' diye bağırdı P ort. K ö tü k o k u la r arasın d a ça-
Fr. Yirmi num ara! (ç.n.)
bucak ilerledi.
K it’in kapısının altın d a n ışık sızm ıyordu. K endi o d asına girip
bir şişe viski çık ard ı, sa a te b ak tı. T ed b irli dav ran m ak istem iş, kol
saatini başucu m a sasın ın ü ze rin d e bırak m ıştı. Ü ç buçuktu saat.
Hızlı yürürse ç a b u c a k g id ip d ö n eb ilec eğ in e, d ö rt b u çu k ta yine
odasında olabileceğine k ara r verdi, tabii ateşleri söndü rm em işlerse.
O sokağa çık ark en b ek ç i h o rlu y o rd u . P ort çok uzun adım larla
yürümeye çalıştı, b a c a k k a sla rı isy a n etti. Bu jim n astik , v ü
cudunun her yanını sa ra n so ğ u ğ u ö n ley em ed i. B ütün k en t uyuyor
gibiydi. E vin k a p ısın a y a k la ştığ ın d a m ü z ik sesi du y am ad ı. Avlu
tümüyle karanlıktı, o d a la rın ç o ğ u d a ö y ley d i am a b irkaçının k a
pısı hâlâ açıktı, iç e rid e d e ışık y an ıy o rd u . M u h am m ed oradaydı;
uzanmış, ark a d aşla rıy la k o n u şu y o rd u .
Port odaya g irin c e M u h a m m e d , “E e, bu ld u n mu o n u ?” diye
sordu. “N e taşıy o rsu n e lin d e ö y le ? ” P ort h afifçe g ü lü m sey erek şi
şeyi kaldırıp g österdi.
M uham m ed’in k a ş la rı ça tıld ı. “ O nu istiy o r olam azsın , dostum .
Çok kötü bir şey o .” B ir e liy le o lu m su z an lam a g elecek b ir jest
yaptı, ötekiyle P o r t’un e lin d e k i şişe y i alm ay a çalıştı. “ B enim le bir
çubuk iç,” diye ü ste le d i. “ D a h a iy id ir. O tu r şö y le .”
“Biraz daha ça y is tiy o ru m ,” d ed i P ort.
“Çok geç o ld u .” M u h a m m e d ’in sesi kesindi.
“N eden?” d iy e so rd u P o rt a p ta l gibi. “ İçm em g ere k .”
“Çok geç. A teş y o k ,” d iy e a ç ık la d ı M uham m ed . S esinde biraz
memnuniyet v ar g ib iy d i. “ B ir ç u b u k içtin m i çayı unutursun. H em
zaten çay içm iştin s e n .”
Port fırlayıp a v lu y a ç ık tı, e lle rin i o la n c a g ü cü y le çırptı. H içbir
şey olmadı. K ad ın ların o tu rm a k ta o ld u ğ u b ir o d ay a başını uzattı,
Fransızca k o n u şarak ç a y isted i. K a d ın la r o n a b ak m ak la yetindiler.
Port tutuk bir A ra p ç a ’y la so rm a y ı d en e d i. K ad ın ın biri, vaktin çok
geç olduğunu söyledi. “ Y ü z fra n k ,” d ed i P ort. E rkek ler aralarında
mırıldandılar. Y üz fra n k o ld u k ç a ilginç bir öneri gibi g ö
züküyordu am a aynı k ad ın , o rta y aşlı, to m b u lca olanı, “H ay ır,”
dedi yine. Port ö n erisin i iki k a tın a çık ard ı. K adın ay ağ a kalkarak
ona peşinden gelm esi için işa re t etti. P ort onun peşine takıldı, o d a
nın arka tarafına a sılm ış b ir p erd e n in ark asın a yürüdüler, birkaç
ufacık, karanlık h ü cre d en g eç tiler, so n u n d a yine yıld ızların altına
121
çıktılar. Kadın durdu, eliyle ona, yere o turup beklem esin i işaret
etti, birkaç adım ilerideki ayn bir k ulübeye g irip gözden kay
boldu. Port onun orada bir şeyler yaptığını duyabiliy o rd u . Daha
yakınında, karanlıkların içinde bir tür hayvan uyum ak tay d ı. Sesli
sesli soluk alıp veriyor, ara su a kıpırdam yordu. T o p ra k soğuktu.
Port titremeye başladı. D uvardaki çatlak ların ara sın d an bir ışık
gördü. Kadın içeride mum yakm ış, kuru d a lla n kırm aya ko
yulmuştu. Az sonra, yelpazeyi sallam aya b aşlad ığ ın d a, d allan n çı
tırdayarak alev aldığını duydu.
tik horoz öterken kadın da elinde b ir m a n g al ateşle ku
lübesinden çıktı. Öne düştü, m angaldan k ıv ılc ım la n u çu ra uçura,
demin geçtikleri karanlık odalardan b irine g ird i, o rad a mangalı
yere buakıp üzerine kaynam ası için suyu koydu. K öm ürlerin ale
vinden başka ışık yoktu burada. P ort ateşin ö n ü n e çöm eldi, el
lerini uzanp ısıtmaya çalışü. D erken çay h azır o ld u . K adın Port’u
yavaşça arkaya doğru itti, Port kendini b ir şilten in üzerin d e buldu.
Oturduğunda, burasının yerden daha sıcak o ld u ğ u n u gördü. Kadın
ona bir bardak uzatü. "M eziane, skhoun b ’z e f,’” d ed i gıcırtılı se
siyle. Solmakta olan ışıkta P o rt’un y ü zü n e b ak ıy o rd u . P ort bar
dağın yansını içti, sonra üzerini v iskiyle d o ld u rd u . B unu ikinci
kez yaptığında, daha iyiydi artık. B iraz ra h a tla d ı, so n ra bir tane
daha içti. Terlemekten korkarak, “B a r a k a ," " d ed i, birlikte er
keklerin çubuk içtiği odaya döndüler.
O nlan görünce M uham m ed g ülm eye b aşlad ı. “N eler ya
pıyorsun sen?” dedi suçlarcasına. G ö zle rin i d ev ire re k kadına
baktı. Port’un biraz uykusu gelm işti ve te k iste d iğ i, oteldeki ya
tağına dönmekti. Başını iki yana salladı. “ E v et, e v e t,” diye di
rendi Muhammed. Esprisini sürdürm ekte k ara rlıy d ı. “ B ilirim ben!
Geçen gün M essad’a giden genç İngiliz... O d a se n in gibiydi. Hep
masum numarası yapıyordu. O kadın an n e siy m iş g ib i, ona hiç
yaklaşmazmış gibi... A m a ben o n la n b irlik te y a k a la d ım .”
Port hemen karşılık verm edi. S onra y erin d e n sıç ra d ı, “Ne?”
diye bağırdı.
“Elbette! Odanın kapısını saat on b ird e aç tım , b ak tım ki ya-
taktalar. Tabii. O kadının annesi olduğunu sö y le d iğ in d e sen inan-
* Ar. Güzel, çok sıcak, (ç.n.)
“ Ar. Yeter, (ç.n.)
122
raiş m iydin?” B unu P o rt’un y ü z ü n d e k i o in an m az ifadeyi görünce
eklemişti. “ K apıyı a ç tığ ım d a g ö rd ü ğ ü m ü sen de görseydin keşke.
O zaman anlardın o g e n c in ne y alan c ı o lduğunu! K adın yaşlı diye
bu işlerden el etek ç e k e c e k d e ğ il ya. Y o. hayır! E rkek d e çekm ez,
işte ben de sana, o n u n la n e y a p tın d iy e so ru y o ru m , tam am m ı?”
Gülmesini sürdürdü.
Port gülüm sed i, k a d ın a p ara y ı v erd i, M u h a m m e d ’e döndü,
“Bak, görüyorsun, o n a iki y ü z fra n k verd im işte. Ç ay için o kadar
söz verm iştim . G ö rd ü n y a ? ”
M uham m ed d ah a d a y ü k se k b ir sesle gülm ey e başladı. “ Çaya
iki yüz frank ha? B ö y le b a y a t b ir ç a y için b ir hayli fazla! U m arım
üd bardak iç m işsin d ir hiç d e ğ ilse , d o stu m .”
Port odadaki h e rk e se to p ta n , “ İyi g e c e le r,” dedi, dön ü p sokağa
çıktı.
ikinci Kitap
no
yapımına ayırdığı iki haftalık sürenin bir yerinde... sorun da baş
ladı.
Sonın aslında ciddi bir şey değildi am a yine de işini en
gelliyordu. çünkü ihmal edilebilecek türden değildi. A ynca ken
disi etkin bir insan olduğu için, yatağa tutsak olmak çok sıkıyordu
onu. Oysa birkaç gündür yataktaydı işte. Aslında bir şanssızlıktı
bu iş. Başkasının, yerlilerden birinin, hatta kendi buyruğu al
tındaki askerlerden birinin başına gelse, pek fazla dikkat etmek
zorunda kalmazdı am a olay bir sabah, köylere hafu d a iki kere
yoptığı teftişlerden biri sırasında başlam ıştı. Bu nedenle de sonına
bir resmilik, bir önem lilik katılm ış oluyordu. Ighcrm surlarının
hemen dışındaydılar. T o lfa’dan sonra her seferinde oraya giderdi.
Mezarlıktan yaya olarak geçer, sonra tepeye tırmanırdı. Ighcrm ’in
büyük kapısından aşağıdaki vadi görünüyordu. Orada karargâhtan
bir asker, kam yonuyla onu alıp Beni Isguen’e götürmek üzere
beklerdi. İkinci köy yaya gidilem eyecek kadar uzaktı çünkü. Tam
kapıdan geçip köye gireceği sırada, dıkkaıi aslında normal sa
yılması gereken bir şeye lakılm ışu. Köpeğin biri, ağzında bir
§eyle koşuyordu oradan. İri. kuşku çekecek kadar pembe bir şeydi
bu, bir ucu da sürükleniyordu. Üsteğmen bakakalmışıı o şeye.
Sonra surun dışında kısa bir lur almış, iki başka köpeğin de ağ
zında benzer bu- avla kendisine doğru koştuğunu görmüş ve so
nunda aradığı şeyi karşısında bulmuşıu: Bir bebek... Görünüşe
göre o sabah öldürülm üş olmalıydı. L'E cho h'Alger in eski nüs
halarından birine sarılıp sarm alanm ış, küçük bir hendeğe atılmışa.
O sabah sur dışında bulunmuş bazı kimseleri sorguya çektikten
sonra, şafağın hemen ardından Yamına ben Rhaissa adlı bir ka
dının sur kapısından girerken görüldüğünü öğrenmişti. Bu öyle
her günkü olaylardan değildi. Yamina'yı bulması zor olmadı. An
nesiyle birlikle y a k ın la r^ bir yerde oturuyordu. Başlangıçta bu
suçla ilgili hiçbir bilgisi olmadığını söyleyip olayı isterik b u bi
çimde inkâr etm iş ama komutan onu evinden alıp köyün çıkışına
çektikten ve “m antıklı” saydığı bir biçimde beş dakika kadar ko
nuştuktan sonra, kız olan biteni sakin sakin anlatmışa. Olayın en
şaşılacak yanlarından biri de kızın gebeliğini annesinden sak
layabilmiş olması ya da teğmene öyle söylemesiydi. Üsteğmen
önce buna inanmak istememiş ama sonra, bu bölgede kadınlann
131
üst üste kaç kat çamaşır ve elbise giydiklerini düşünerek, kızın
doğru söylediğine karar vermişti. Sonunda kız bir bahaneyle an
nesini evden dışan yollamış, çocuğu doğurm uş, onu boğmuş, ga
zeteye sanp sur kapısının dışına bu^km ıştı. Annesi eve dön
düğünde, o yerleri siliyordu.
Görünüşe göre Y am ina’nın o sıra en çok ilgilendiği konu, üs
teğmenin kendisini bulmasına yardım eden kim selerin adlannı ö|-
renmekti. Üsteğmen bu ince noktayı hem en anlayınca kız et
kilenmiş, bunu kendisine de söylemişti. Bu ilkel davranış üsteğ
menin hoşuna gitmiş, on beş dakikasını, nasıl edip de bu kızla bir
gece geçirebileceğini düşünmeye ayırm ıştı. A m a kızın kendisiyle
birlikte tepeden aşağıya, kamyonun beklem ekte olduğu yere kadar
yürümesini sağladığında, deminki hayallerine kendisi bile şaş
maya başlamıştı. Beni Isguen’e ziyaretini iptal edip kızı dosdoğru
kendi karargâhma götürdü. Tam o sırada, ölen bebeği anımsadı.
Yamina’yı bir yere sıkıca kapatıp kilitledikten sonra, yanına bir
asker alıp çabucak yine köy surlarının dışına gitti, küçük gövdenin
kalan kısımlarını kanıt olarak topladı. Y am ina bu birkaç et parçası
sayesinde bölge cezaevine kapatıldı, yargılanm ak üzere Cezayir’e
gönderilmeyi beklemeye başladı. Ama m ahkem e hiçbir zaman ya
pılamadı. Kızın tutukluluğunun üçüncü gecesi, o hücrenin ta-
banmı oluşturan toprağın üzerinde ilerlemekte olan gri bir akrep,
bir köşede hiç beklemediği, kendisine çok hoş gelen bir sıcaklıkla
karşılaştı ve oraya sığındı. Yamina uykusunda kıpırdayınca da ka
çınılmaz şey oldu. Akrep kızm ensesini soktu. K ız bir daha uyan
madı. Ölümü kulaktan kulağa çabucak yayıldı, yalnız akrepten bir
aynntı olarak, pek söz edilm iyordu.'Sonunda öykünün yerli ve
resmi biçimi, üsteğmen de aralannda olmak üzere bütün gar
nizonun kıza tecavüz ettiği, sonra da suçlarını örtbas etm ek için
onu öldürdükleri yolunda oldu. Tabii bu öyküye herkes inanmış
değildi ama yine de kızın Fransızların erindeyken öldüğü ger
çeğinden kaçmak olanaksızdı. Yerliler neye inanıyor olursa olsun,
üsteğmenin saygınlığı kesin bir inişe geçmişti.
Popülerliğindeki bu düşüşün etkisi çabuk görüldü. Yeni sa
lonun yapımında çalışan işçiler bir sabah işe gelm eyiverdiler
Taşçı ustası geldi gerçi... Ama bütün sabah boyunca evin uşağı
Ahmet’le bahçede oturup çene çaldı, onu böyle bir canavarın hiz-
132
tnelinde bir gün daha kalm am a konusunda kandırm aya uğraştı ve
sonunda başardı da. Ü steğm en insanların sokakta bile kendisiyle
karşılaşmamak için yol değiştirdiklerini seziyor ve yanılmıyordu.
Özellikle kadınlar ondan korkar gibiydi. Onun yakınlarda bu
lunduğu haberi duyulur duyulm az sokaklar kendiliğinden bo
şalıyor, yolda giderken kulağına gelen tek ses kapılann içeriden
sürgülenme sesi oluyordu. Yanından geçen erkekler bakışlarını
kaçmyorlardı ondan. Bu olaylar, yönetici olarak saygınlığına bir
darbe olmasına darbeydi, am a onu daha çok sarsan, aynı gün kar
nında olağanüstü sancılarla, başı dönerek ve midesi bulanarak ya
tağa serilmesi, her nedense onu terk etm em iş olan aşçısının da Ya-
mina’nın birinci dereceden kuzeni olduğunu öğrenmesi oldu.
Cezayir’deki kom utanından gelen bir mektup da ona mutluluk
getirmedi. M ektupta, uyguladığı adaletten yana bir kuşku bu
lunmadığı belirtiliyor, yolladığı kanıtların hâlâ Bou Noura Tri-
bünali’nde, bir kavanozda, form aldehit içinde durduğuna, kızın da
itiraf etmiş olduğuna işaret' ediliyordu ama mektupta yine de üs
teğmenin ihmali eleştiriliyordu ki bu ona çok daha acı ver
mekteydi, çünkü bu durum onun “yerli psikolojisi”ni yönetme ye
teneğini sorgulam ak sayılırdı.
Yatağına yatıyor, tavana bakıyor, kendini çok mutsuz his
sediyordu. Jacqueline’in gelip öğlende yiyeceği çorbayı ha
zırlamasına az kalm ıştı (daha ilk sancılan hissettiğinde hemen aş
çıyı kovmuştu çünkü. Yerli psikolojisi konusunda o kadannı
biliyordu en azından). Jacqueline, Bou N oura’da, Arap bir ba
banın kızı olarak dünyaya gelmişti. En azından, belgelerinde öyle
yazılıydı ve kızın teninin rengiyle yüzünün hatları da zaten bunu
doğrular nitelikteydi. Annesi Fransız’dı ama onu doğurduktan kısa
bir süre sonra ölmüştü. Bir Fransız kadınının tek başına Bou
N oura’da ne işi olabileceğini kimsenin bildiği yoktu ama bunlar
artık geçm işte kalmıştı. Jacqueline'! misyonerler yanlarına alıp
kendi m erkezlerinde büyütmüşlerdi. Papazların çocuklara öğ
retmeye o kadar uğraştığı dinsel şarkıların hepsini bilirdi... As
lında bu şarkılan bilen bir tek o vardı. Şarkı söyleyip dua etmeyi
öğrenirken, yemek pişirmeyi de öğrenmişti. Onun bu son yeteneği
m isyonerler için büyük bir şans olmuştu, çünkü bahtsız papazlar
yıllar boyunca yerli yemekleriyle yaşamak zorunda kaldıkları için
hepsinin karaciğeri berbat durumdaydı. Peder Lebrun üsteğmenin
durumunu öğrenince, hemen Jacqueline’i ona, en azından iki
basit yemek hazırlaması için günde iki k e z yollam ayı önermişti.
İlk gün pederin kendisi gelmiş, üsteğm ene bir baktıktan sonra,
Jacqueline’i buraya yollamaktan bir tehlike gelm eyeceğine inan
mıştı. Hiç değilse birkaç gün için. H astanın iyileşm e durumunu
kendisine Jacqueline’in anlatacağına güveniyordu, çünkü ko
mutan iyileşmeye başladığında, ne yapacağı belli olmazdı. Peder
karmakarışık yatağında yatmakta olan hastaya bakarak, “Kızı
size, sizi de A llah’a emanet ediyorum ,” dem işti. Üsteğmen onun
ne demek istediğini anlayıp gülüm sem eye çalışm ışsa da derman
bulamamıştı ama hâlâ aklına geldikçe gülüm süyordu, çünkü Jac
queline onun gözünde hiç kimsenin iki kere bakm ayacağı, sıska
sefil bir şeydi.
O gün öğle yemeği için geç kalmıştı Jacqueline. Geldiğinde de
soluk soluğaydı, çünkü onbaşı D upeyrier onu Zaouia yakınlarında
durdurmuş, üsteğmene çok önemli bir mesaj yollam ıştı. Olay bir
yabancıyla, pasaportunu kaybeden bir A m erikalıyla ilgiliydi.
“Amerikalı m ı?” diye kadının sözünü yineledi üsteğmen. “Bou
Noura’da m ı?” Jacqueline, “Evet,” dedi. A dam buraya karısıyla
birlikte gelmişti. A bdülkadir’in pansiyonunda kalıyorlardı (zaten
başka yerde kalamazlardı, çünkü bölgede başka han, otel ya da
pansiyon yoktu) ve Bou N oura’ya geleli birkaç gün olmuştu.
Hatta Jacqueline görmüştü bile adamı: G enç biriydi.
“Eh,” dedi üsteğmen. “Benim karnım aç. Bugün biraz pilava
ne dersin? Yapacak kadar vaktin var m ı?”
“Ah, evet, efendim. Ama bana Amerikalıyı bugün görmenizin
çok önemli olduğu da söylendi.”
“Ne diyorsun sen? Ne diye görecekmişim onu? Pasaportunu
ona ben bulamam ki! Sen misyona dönerken postanenin oradan
geçiver. Onbaşı Dupeyrier’e söyle, Amerikalıya C ezayir’e gitmesi
gerektiğini bildirsin. Kendi konsolosuna. Ama bunu zaten bil
miyorsa...”
"Ah, ce n’est pas pour ç a f Adam, Bay Abdülkadir’i pa
s a p o r t u n u çalmakla suçluyormuş.”
134
Üsleğtnen. “Ne?” diye kükreyerek doğrulup oturdu.
“Evet. Dün gidip şikâyetini bildirmiş. Bay Abdülkadir de sizin
onu şikâyeti geri almaya zorlamanızı istiyor. Bu yüzden bugün
görmeniz gerek onu.” Jacqueline besbelli üsteğmenin tepki de
recesinden pek hoşlanmıştı. M utfağa geçti, kapkacağı gürültüyle
kullanmaya koyuldu. Kendi önemi başını döndürüyordu.
Üsteğmen kendini yeniden sırtüstü yatağa attı, kaygılanmaya
başlamıştı. Amerikalının şikâyetini geri alması şarttı. Yalnız Ab
dülkadir onun eski dostu olduğu ve herhangi bir şey çalacak tipte
biri olmadığı için değil, aynı zamanda Bou Noura’nın en ta
nınmış, en saygın kişilerinden biri olduğu için. Hancı olarak, böl
geden geçen tüm kamyon ve otobüslerin şoförleriyle yakın dost
luğu vardı; Sahra’da bu insanlar önemli kişi sayıludı. Tabii
içlerinde zaman zaman yemek ya da yatak için Abdülkadir’e borç
takmamış olanı yoktu, çoğu ondan borç para bile alırdı. Bir Arap
olduğu düşünülürse, doğrusu şaşılacak kadar güvenli, para ko
nusunda rahat bir adamdı. AvrupalIlara karşı da, kendi va
tandaşlarına karşı da. Herkes de onu severdi bu yüzden. Birinin
pasaportunu çalması akla gelecek şey olmadığı gibi, bu yüzden
hakkında resmi bir suçlama yapılması da olacak şey değildi. Bu
açıdan onbaşı haklıydı. Şikâyetin hemen geri alınması şarttı. “Bir
şanssızlık daha,” diye düşündü. “Adam Amerikalı olmak zorunda
mıydı?” Fransız olsa, tatsızlık çıkarmaksızın onu ikna etmenin yo
lunu bulurdu ama Amerikalı olunca! Gözünün önüne getire
biliyordu adamı. Goril gibi, irikıyım, kaşları öfkeyle çatık, du
dağının köşesinde bir puro, belki arka cebinde de bir otomatik.
Herhalde aralarındaki konuşmada hiç tam cümle kullanılma
yacak, çünkü ikisi de birbirinin dilini o kadar iyi anlamıyor ola
caktı. İngilizcesini anımsamaya uğraştı. “Bayım, sizden rica et
meliyim ki siz...” “Aziz bayım, işaret etmeme izin veriniz ki...”
Sonra birden aklı başına geldi, Amerikalıların zaten İngilizce ko-
ifuşmadığı söylenirdi, ancak kendi aralarında anlaşabilmelerini
sağlayan bir lehçeleri vardı onların. Üsteğmenin gözünde işin en
tatsız yanı, kendisinin yatakta, Amerikalının ise odada serbestçe
^olaşabilecek durumda olmasıydı. Bütün avantajların zevkini o
çıkaracaktı. Fiziksel olanların da, ahlaki olanların da.
Jacqueline’in getirdiği çorbayı içebilmek için homurdanarak
13.S
doğruldu. D i|an d a rüzgâr esiyor, göçebe kam pının köpekleri hav-
lıyordu. O sabah güneş bu kadar parlak olm asa, dışandaki pal-
miyenin dalları cam gibi panidam asa, bir an için gece yansı u-
nacaktı. Rüzgânn ve köpeklerin sesi gece de tıpkı böyle olurdu,
ö ğ le yemeğini yedi, Jacqueline gitm eye hazırlandığında ona ta
limat verdi: “Postaneye git. Onbaşı D upcyricr'yc söyle, Ame
rikalıyı saat üçte buraya getirsin. Unutma, kendisi getirsin.”
"Oui, oui,"' dedi kadın. Hâlâ büyük bir zevk içindeydi. Belki
bebek cinayetini kaçırmış olabilirdi ama en azından bu yeni skan
dalin başından beri içindeydi.
136
“Çalındığım biliyorum. Hep kilitli tattuğum bir valizdeydi.”
“O zaman o valizden nasıl çalınmış olabilir?” diye soıthı bs-
teğmen, bir zafer edasıyla gülerek. “Hep sözcüğü belki sizin an -
dığınu sözcük değil.”
Port sabırla anlaıu. “Çalınabilir, çünkü dün odamdan banyoya
giderken bir an için valizi açık bırakmıştım. Biliyorum, budalalık,
una yapmışım işle. Odama dönerken pansiyon sahibini kapımın
dişini buldum. Oğle yemeğinin hazır olduğunu bildirmek ıçın
gnpımı vurmakta olduğunu ilen sürdü. . Oysa hiçbir zaman bu ha-
ben kendisi gciırmc/dı Hep çocuklardan bin gelirdi. Onun al
dığından emin oluşumun ncdcm. valı/ı açık bırakıp odadan çık
tığım lek zamanın dun olması Bu an ıçın bile olsa. Bence durum
apaçık önada ”
■Fardım Bana pek açık gelmedi Hem de hiç açık gelmedi.
Şunu bir hafiye romanı haline dökelim mı? Sız pasaponunuzu en
son ne zaman gordunuz3 "
Port bir an duşundu. "Aın Krorfa ya geldiğim zaman." dedi
"Aha!" diye Kağırdı üsteğmen. "Aın Krorfa'da' Ama buna rağ
men Bay AhdülkadırT suçluyorsunuz- Hem de hiç duraksamadan.
Bunu nasıl açıklıyorsunuz pckı'"
"Evet, onu suçluyorum." dcdı Port inalla. ÜsıcğiTKnın sesi si
nirine dokunmuştu “Onu suçluyorum, çünkü manuk bana tek
olası hırsızın o olabileceğini gösterim Pasaporta ulaşabilecek
lek yerli kesinlikle o. Fiziksel olarak oou alabilecek lek yerli o."
Üsteğmen d'Armagnuc s-aiağında biraz daha yükseldi. "Peki,
neden ıllc hır yerli olmasında direniyorsunuz?"
Port hcllı belirsiz gülümsedi "Hırsızın m lı olduğunu var
saymak doğal değil mı? Başka hiç kimsenin o pasaportu alma fır
satını bulamadığını da hesaba katarsak, bu ışı bir yerlinin yaptığı
onaya çıkmıyor mu? Yanı... yerliler ne kadar sevimli olurlarsa ol
sunlar..."
“Hayır, bayım. Bana da bu iş tam da bir yerlinin yapmayacağı
bir iş gibi görünüyor."
Port şaşırmışu. “Ya. sahi mi?" dedi. “Neden peki? Neden öyle
diyorsunuz?"
Üsteğmen anlatu. "Ben uzun yıllardan beri Araplarla bir ara
dayım. Elbette hırsızlık yaparlar ama Fransızlar da hırsızlık yapar.
137
A m erika’da sizin de gangsterleriniz var sanırım , değil mi?” Ki.
birli kibirli gülümsedi.
P ort’un yüzü bir şey belli etm iyordu. “G angsterlerin dönemi
çok uzun zaman önceydi,” dedi.
Ama üsteğmenin cesareti k ınim am ıştı. “Evet, insanlar her
yerde çalarlar. Burada da, am a buradaki y erli...” D aha yavaş, söz
cükleri vurgulaya vurgulaya konuşuyordu, “...ancak ya para çalar,
ya da kendine istediği bir malı çalar. Pasaport kadar karmaşık bir
şeyi asla çalmaz.”
Port, “Ben am açlar peşinde değilim ,” dedi. “Niye aldığını
Tanrı bilir.”
Ev sahibi onun sözünü kesti. “Am a ben am acı bilm ek isterim,”
diye bağırdı. “Herhangi bir yerlinin sizin pasaportunuzu alma zah
metine girdiğine inanmak için de bir neden görem iyorum . Hele
Bou N oura’da kesinlikle olamaz. Ain K ro rfa’da olabileceğinden
de ciddi kuşkum var. Size bir tek konuda güvence verebilirim. Bay
Abdülkadir onu almış olamaz. Buna inanabilirsiniz.”
“Yaa!” dedi Port. Pek inanmış değildi.
“Asla. Onu yıllardu- tanırım .”
“Ama nasıl benim aldığına dair kanıtım yoksa, sizin de al
madığına dair kanıtınız yok!” diye bağırdı Port. Canı sıkılmıştı.
Ceketinin yakasını kaldırdı, sandalyesinde kıpırdandı.
Üsteğmen şaşkınlık içinde, “U m anm üşümüyorsunuzdur,”
dedi.
“Günlerdir üşüyorum,” diye karşılık verdi Port. Avuçlarını bir
birine sürtüyordu.
Üsteğmen bir an ona dikkatle baktı, sonra sözlerini sürdürdü.
“Ben size bü iyilik yaparsam, siz de bana bir iyilik yapar mı
sınız?”
“Herhalde. Nedir?”
“Bay Abdülkadir hakkındaki şikâyetinizi hemen, bugün geri
alırsanız, size büyük minnet duyarım. Ben de pasaportunuzu bu
labilmek için bir şey yapacağım. On ne sa it jam a is? ' Başarılı olur
belki. Eğer pasaportunuz iddia ettiğiniz gibi çalınmışsa, şu anda
mantıksal olarak bulunabileceği tek yer M essad’dır. M essad’a
I3H
telgraf çekerim. Fransız lejyonunun kışlalarında sıkı bir arama
yapsınlar."
Port hareketsiz oturuyor, dosdoğru önüne bakıyordu. “Messad
mı?” dedi.
“Siz oraya gitmemiştiniz, değil m i?”
“Hayu-, hayır!” Bir sessizlik oldu.
“Ee, bana bu iyiliği yapacak mısınız? Arama biter bitmez size
bilgi verebilecek durumda olurum.”
“Peki,” dedi Port. “Bugün giderim. Söylesenize bana, Mes
sad’da bu tür şeylerin bir piyasası mı var?”
“Kesinlikle. Pasaportlar lejyon kışlalarında çok para eder. Hele
Amerikan pasaportu! Oh, lâ lâ!" Üsteğmenin keyfi yerine ge
liyordu. Amacına ulaşmıştı. Bu durum, Yamina’nın saygınlığına
verdiği zararı en azından bir dereceye kadar giderebilirdi.
"Tenez,"' dedi, parmağıyla köşedeki dolabı gösterdi. “Siz üşü
yorsunuz. Şuradaki konyak şişesini verir misiniz bana? İkimiz de
birer yudum içelim .” Bu P ort’un pek de istediği bir şey değildi
ama böyle bir konukseverliği reddedemeyeceğini anlıyordu.
Hem zaten, ne istiyordu ki o? Emin değildi ama galiba islediği
sıcak, kapalı bir yerde sessizce, uzun süre oturmaktı. Güneş onu
daha da çok üşütüyor, başını bir ateş sarıyor, kendini çok şişmiş
gibi, başı ağır geliyormuş gibi hissediyordu. İştahı yine eskisi gibi
olmasa, hasta olduğuna inanacaktı. Konyağı yudumladı, acaba bu
beni ısıtabilir mi, diye düşündü. Yoksa pişman mı olacaktı iç
tiğine? Çünkü konyak zaman zaman kalbine bir yanma duygusu
verirdi. Üsteğmen onun düşüncelerini anlamışa benziyordu. “Eski,
iyi bir konyaktır,” dedi. “Size bir zarar vermez.”
“Çok güzel,” diye karşılık verdi Port. Adamın sözünün ikinci
y an sın ı duymamazlıktan gelmeyi seçmişti.
Üsteğm enin onunla ilgili düşüncesi, yani karşısındaki gencin
tüm ilgisinin sağlıksız bir biçimde sırf kendi kendine dönük ol
duğu düşüncesi, Porl’un bir sonraki cümlesiyle onaylanmış oldu.
“ G arip,” diye mırıldandı genç adam, ödün veren bir gülümse-
j^eyle- “Pasaportumun yok olduğunu anladığımdan beri kendimi
^f,cak yarı yarıya yaşıyor gibi hissedişim garip ama böyle bir
rp iT B a k ın . (ç.n.)
1.19
yerde insanın kûn olduğunun kanıtından yoksun kalması çok kötü,
bilirsiniz.”
Üsteğmen şişeyi ona uzattı, Port reddetti. “Belki Messad’daki
küçük soruşturmamdan sonra kim liğinizi yeniden kazanusınu,"
diye güldü Fransız. Eğer Amerikalı böyle itiraflarda bulunmak is
tiyorsa, şu an için o da dinlemeye hazırdı.
“Eşinizle birlikte mi geldiniz?” diye sordu. Port dalgın dalgın
başını salladı. Üsteğmen içinden. “İşte sorun bu,” dedi. “Kansıyla
sorunlan var. Zavallı!” Birden aklına, guartier’ye birlikte gi
debilecekleri geldi. Orayı yabancılara gösterm ekten büyük gurur
duyardı. Tam ağzını açıp “Bereket versin karım Fransa’da,” di
yeceği su-ada, Port’un Fransız olm adığını anımsadı. Bunu söy
lemek doğru olmazdı.
O bunu düşünürken Port ayağa kalktı, nezaketle izin istedi.
Gerçi biraz acele etmişti ama akşama kadar o yatağın başucunda
oturması da beklenemezdi. Hem yolda uğrayıp Abdülkadir’le il
gili şikâyetini geri alacağına da söz vermişti.
Port sokağın sıcağında Bou N oura surlarına doğru yürürken ba
şını eğmiş, tozlardan ve binlerce m inik taştan başka hiçbir şey
görmüyordu. Başını kaldırm ayışı, m anzaranın ne kad ar saçm a gö
rüneceğini bildiği içindi. H ayata bir anlam yüklem ek için enerji
gerekirdi insana. Şu anda onun enerjisi yoktu. G ördüğü şeylerin
nasıl ona çıplak, anlamı ufuklara doğru çekilm iş, kötü bir santfrüj
gücüne kurban gitmiş gibi geleceğini biliyordu. N e başının üze
rindeki o yoğun, gerçek olam ayacak kadar m avi gökyüzüyle, ne
uzakta her tarafa yayılmış pembe kanyon d uvarlanyla, ne kayalar
üzerine oturmuş piramide benzer kentle, ne de aşağıdaki kara be
neklere benzeyen vahalarla karşılaşm ak istiyordu. H epsi oradaydı
ve göze hoş gözüküyor olmalıydılar, am a Port içinde onlarla öz
deşleşecek gücü bulamıyordu. Birbiriyle de, kendisiyle de bağ-
daştıramazdı şu anda onlan. Görsel odağın dışında başka bir
odağa oturtamazdı hiçbirini. O yüzden de bakm ıyordu onlara.
Pansiyona döndüğünde, büro olarak kullanılan küçük odaya
uğradı, Abdülkadir’i divanın karanlık köşesine oturmuş, başı tür
banlı biriyle domino oynar buldu. “İyi günler efendim ,” dedi Port.
“Yolda yetkililere uğradım ve şikâyetimi geri aldım .”
Abdülkadir, “Ah, üsteğm enim ayarlamıştır bunu,” diye mı-
nldandı.
“Evet,” dedi Port, am a Ü steğm en d ’ArmagnacTn isteğini ye
rine getirdiği için kendisine hiç m innet duyulmamasına sıkılmıştı.
"Bon, m erci."' A bdülkadir bir daha başını kaldırmadı, Port da
yukanya, K it’in odasına çıktı.
Kit’in tüm bavullannı yukanya taşıttırmış, şimdi de onları aç
makla meşgul olduğunu gördü. Oda pazar yerine dönmüştü. Ya
lağın üzerinde sıra sıra pabuçlar, vitrine dizilmiş gibi gece giy
sileri, başucu m asasında m akyaj gereçleri ve parfümler.
“Ne yapıyorsun, T an n aşkına?” diye bağırdı.
“Eşyalartma bakıyorum ,” dedi Kit masum masum. “Çoktan
beri görmedim onlan. G em iden indiğimizden beri bir tek bavulun
içinde yaşıyorum. Bıktım artık. Öğle yemeğinden sonra şu pen
cereden baktığım da..,” B iraz daha canlanmış gibi, eliyle çölü
gören pencereyi gösterdi, “ ...çok geçmeden uygar bir şey gör
mezsem ölecekm işim gibi geldi. Yalnız o kadar da değil. Viski ıs
marladım, son sigara paketim i de açıyorum.”
“M oralin çok bozulm uş olmalı," dedi Port.
“Hiç de değil,” diye çıkıştı Kit, ama bunu biraz fazla çabuk ve
fazla enerjik söylem işti. “Bütün bunlara çarçabuk alışabilsem,
anormal sayılm am gerekirdi. Ne de olsa, hâlâ Amerikalıyım ben.
Başka bir şey olayım diye çaba falan da göstermiyorum.”
“Viski m i?” dedi Port. Yüksek sesle düşünüyordu. “Boussif’in
bu tarafında buz diye bir şey yok. Soda da yoktur, bahse girerim.”
“Ben sek istiyorum .” Kit mavi satenden, sırtı açık elbisesini
giydi, kapının arkasına asılmış aynaya yürüyüp makyaj yapmaya
koyuldu. Port onun suyuna gitmek gerektiğine karar verdi. Zaten
K it’in çölün ortasında, kendine acıklı bir Batı kalesi kurma ça
balarını seyretm ek eğlendiriyordu onu. Odanın ortasına, yere otur
du, karısının uğraşmalarını keyifle seyretti, kendine bilezik seçip
prova edişine baktı. Hizmetçi kapıyı vurduğunda Port kalkıp açtı,
tepsiyi adamın elinden aldı, şişeyi ve geri kalanları.
O kapıyı kapattığında Kit, “Neden içeriye girmesine izin ver
m edin?” diye sordu.
“Çünkü aşağıya koşup bu haberi yetiştirmesini islemedim.”
rpT T iy iT teşek k ü fler. (ç.n.)
141
Tepsiyi yere koyup yanına oturdu.
“Hangi haberi?” i
Port’un yanm belirginlikten uzaktı. “Bavulunda güzel giysiler,
mücevherler olduğu haberini. Böyle bir haber, bizim önümüz sıra t
her yere ulaşır buralarda. Hem zaten.” Gülümsedi. “Senin ne
kadar güzel olabileceğini görmelerini de istem em .”
“Daha neler, Port! Kararını ver artık. Senin korumak islediğin
ben miyim? Yoksa hesabı çıkarırken on frank fazla ya-
zacaklanndan mı korkuyorsun?”
“Buraya gel de şu berbat Fransız viskini iç. Sana bir şey söy
lemek istiyorum.”
“Olmaz. Sen kibar bir beyefendi gibi bana getir onu.” Kit ya
tağın üzerindekileri itiştirip yer açtı, oturdu.
“Peki.” Port bardağa bir hayli viski koydu, ona götürdü.
“Sen içmiyor musun?”
“Hayır, üsteğmenin evinde biraz konyak içtim, pek yaramadı.
Yine her zamanki kadar üşüyorum. Ama sana bir haberim var,
söylemek istediğim o asıl. Pasaportumu Eric L yle’ın çaldığından
hemen hiç kuşkum yok.” K it’e M essad’daki lejyonerlerin pasaport
piyasasını anlattı. Ain Krorfa’dan gelirken otobüste, ona Mu-
hammed’in anlattıklanm da söylemişti. Kit de hiç şaşkınlık be
lirtisi göstermeden, onlann pasaportunu gördüğünü, ana oğul ol
dukları konusunda hiçbir kuşku bulunm adığını söylemişti. Bu
sefer duyduklarına da şaşmıyordu. “Herhalde ben onların pa
saportlarını gördüğüme göre, kendisinin de şeninkini görmeye
hakkı olduğunu düşündü,” dedi. “Ama nasıl ele geçirdi onu? Ne
zaman aldı?”
“Ne zaman olduğunu biliyorum. Ain K rorfa’da odam a gelip
ona borç verdiğim parayı ödemek istediği gece. T unner’ı görm eye
gittiğimde valizi açık bırakmıştım, çünkü cüzdanım yanım daydı
ve o sersemin pasaportumun peşinde olduğu da aklım a gelm edi.
Ama onun aldığına hiç kuşku yok. Düşündükçe daha da em in o lu
yorum. Messad’da bir şey bulsalar da bulmasalar da, suçlunun
Lyle olduğuna inanıyorum. Sanırım beni ilk gördüğünde n i
yetlendi onu çalmaya. Zaten neden olmasın? Beleş para. A n n esi
dc ona hiç para vermiyor.”
"Bence veriyor,” dedi Kit. “Belli bazı koşullarla ve bence
142
çocuk da bütün bu olaydan nefret ediyor. Kaçıp kurtulma fırsatı
arıyor. Bunu yapmaktansa, kiminle olsa ilişki kurmayı, herhangi
bir şeyi yapmayı yeğler o. Bence kadın da bunun farkında. Onun
gideceğinden korkuyor. Herhangi bir kimseyle yakın olmasını en
gellemek için elinden geleni yapıyor. Sana oğlunun ‘mikrop kap
mış’ olduğunu söyleyişini hatırlasana."
Port sessizdi. Bir an sonra, “Tannm ! T unner’ı nasıl bir çirkefe
bulaştırdım ben!” dedi.
Kit güldü. “Ne dem ek istiyorsun? Ona bir şey olmaz. İyi bir
ders olur hatta. Hem ben onun ikisiyle de pek dostluk edeceğini
hiç sanmıyorum.”
“Doğru.” Port kendine biraz içki doldurdu. “Bunu yapmamam
gerek aslında,” dedi. “İçimi berbat edecek. Konyakla da ka
rışması... Ama senin karşım da oturup tek başına uçuşunu görmeye
dayanamam.”
“Yalnız olm am aya bayılınm , bilirsin, ama sana dokunmaz
mı?”
“Kendimi zaten berbat hissediyorum ,” diye haykırdı Port. “Her
an üşüdüğüm için sonsuza kadar önlem alıp duramam ya! Her
neyse. El G a’a ’ya vardığım ız anda kendimi daha iyi hissedece
ğimden eminim. O rası çok daha sıcak, biliyorsun.”
“Yine mi? D aha buraya yeni geldik.”
“Ama burada gecelerin hayli soğuk geçtiğini inkâr ede
mezsin.”
“Elbette inkâr ederim. Ama ziyanı yok. El G a’a’ya gitmemiz
gerekiyorsa, gidelim tabii, ama hemen gidelim ve orada bir süre
kalalım.”
“Ç öl’ün büyük kentlerinden biri orası.” Port sanki kenti ha
vaya kaldırıp kansına gösteriyormuş gibi konuşuyordu.
“Bana satışını yapmak zorunda değilsin. Hem yapsan bile,
öyle satılmaz. Biliyorsun, bunlar bana fazla bir şey söylemiyor. El
G a’a ’ymış, Tim buktu’ymuş, bana göre hepsi bir... Aşağı yukan.
Hepsi aynı derecede ilginç ama beni deli edecek bir şey yok ora
larda. Yine de, eğer sen orada daha mutlu olacaksan... yani daha
sağlıklı... Gitmemiz gerek kuşkusuz.” Kit eliyle sinirli bir hareket
yaptı, yapışkan bir sinekten kurtulmaya çalışıyordu.
“Hey! Sen benim şikâyetimi ruhsal sanıyorsun. ‘Daha mutlu’
143
diye bir söz kullandın.”
“Hiçbir şey sanmıyorum, çünkü bilm iyorum . Am a bir insanın
eylül ayında, Ç öl’de sürekli üşümesi bana çok garip geliyor.”
Port sıkkın bir sesle, “Eh, garip görünm esi doğal,” dedi, sonra
birden bağırdı. “Bu sineklerin pençeleri var! İnsanın dengesini tü
müyle bozmaya yeter bunlar. Ne istiyorlar, gırtlağım ızdan içeri
girmek mi?” Homurdandı, ayağa kalktı. Kit ona beklenti dolu ba
kışlarla baktı. “Bunlardan kurtulm am ızı sağlayacağım . Kalk
ayağa.” Port valize eğildi, oradan katlanm ış b ir cibinlik çıkardı.
Onun önerisi üzerine Kit yatağın üzerindeki giysileri kaldırdı,
Port cibinliği yatağın baş ve ayak tahtaları üzerinden geçirdi, siv
risinek cibinliğinin neden sinek cibinliği olarak da kul
lanılamayacağını hiç anlamadığını söyledi. H er yanını iyice ka
pattıktan sonra, şişeyi alıp dikkatlice içine süzüldüler, gün akşama
doğru kayarken orada sessizce yattılar. A lacakaranlık bas
tırdığında, iyice çakırkeyif olm uşlardı. C ibinliğin altından çık
mayı da canlan istemiyordu. Sohbetlerine yön veren, belki de
pencerenin kare çerçevesinden görünen yıldızlar oldu. Renk her
an koyulaşıyor, demin boş olan tasım lan yeni yıldızlar dol
duruyordu. Kit elbisesini çekip kalçaları üzerine gelen yeri dü
zeltti, “Ben gençken...” diye söze başladı.
“Ne kadar gençken?”
“Yirmi yaşımdan küçükken, dem ek istiyorum . H ayatı sürekli
hızlanan, hızını artıran bir şey sanırdım ; her yılla birlikte daha
zenginleşecek, daha derinleşecek bir şey. İnsan giderek daha çok
şey öğrenir, daha olgunlaşır, daha derin görüşler kazanır, ha
kikatin içine daha çok gü-er...” Sesine bir kararsızlık geldi.
Port birdenbire güldü. “Ve şimdi anlıyorsun ki hiç de öyle de
ğilmiş, ha? Daha çok, sigara içmeye benziyorm uş. İlk birkaç ne
fesin tadı harika. Sonuna doğru eskiyeceği, kötüleşeceği insanın
aklına bile gelmez. Sonra onu olağan kabul etm eye başlarsın. Bir
denbire bakarsın ki, neredeyse filtresine kadar gelmişsin. İşte acı
lığını o zaman hissedersin.”
"Ama ben sonun yaklaşmasındaki o kötü tadın her zam an far-
tandayımdır,” dedi Kit.
“Öyleyse sigarayı bırakman gerek.”
“Ne kadar adisin!” diye bağırdı Kit.
144
Port, “Adi değilim !” diye karşı çıktı. İçkisini içmek için dir
seğ in in üzerinde doğrulurken neredeyse bardağını düşürüyordu.
“Mantıklı geliyor, öyle değil mi? Y a da... bence yaşamak da si
gara içmek gibi bir alışkanlık. H ep vazgeçeceğim diyorsun ama
sürdürüp gidiyorsun.”
"Sen bırakmak niyetinde değilsin gördüğüm kadarıyla.”
“Neden olayım? Ben sürdürm ek istiyorum .”
“Ama her zaman öyle çok yakınıyorsun ki!”
“Yo, hayattan değil; yalnızca insanlardan.”
“İkisi birbirinden ayrılam az.”
“Ayrılır bal gibi. Biraz çaba yeterli. Çaba, çaba! Neden hiç
kimse çaba gösterm iyor? Ben bam başka bir dünya hayal ede
biliyorum. Y alnızca birkaç vurgunun yeri yanlış.”
Kit, “Ben bunları yıllardır dinledim ,” dedi. İyice bastıran
karanlığın içinde, doğruldu, oturup başını hafifçe yana eğdi,
“Dinle!” dedi.
Dışarıda bir yerde, hem de oldukça yakında, belki pazar ye
rinde, davullardan kurulu bir orkestra çalıyor, yavaş yavaş ritmik
gücün gevşek uçlarını topluyor, ağır seslerden oluşmuş, yet
kinlikten uzak bir tekerlek gibi dönüp duran, gecenin içinde döne
döne ilerleyen bir desene oturtuyordu. Port bir süre sessiz kaldı,
sonra fısıltıyla, “Ö rneğin şu,” dedi.
“Bilem iyorum ,” diye m ırıldandı Kit. Sabrisızlanmıştı. “O ra
daki o davulların bir parçası olmadığımı biliyorum... Çıkardıklan
ses ne kadar hoşum a giderse gitsin. Zaten onlann bir parçası ol
mayı istemem için de bir neden göremiyorum.” Böylesine açık bir
sözün tartışm ayı çabucak sona erdireceğini düşünüyordu ama
Port’un inatçılığı üstündeydi o gece.
“Ciddi konuşm ayı hiçbir zaman sevmediğini biliyorum,” dedi.
“Ama bir kerecik... Sana bir zarar vermez.”
K it küçüm sediğini belirtir biçimde gülümsedi. Onun bu bu
lanık genellem elerini uçarı gevezelik sayardı; duygulan için bir
araç. K it’e göre, böyle zamanlarda Port’un söylediği şeye ger
çekten inanıyor olup olmaması değildi sorun. Çünkü aslında ne
dediğini kendi de bilmezdi. Üstüne gitmeyi seçerdi. “Senin bu
yeni dünyanda para birimi nedir?”
P on hiç kararsızlık göstermedi: “Gözyaşı.”
“ Haksızlık bu,” diye karşı çıktı Kit. “ Bazı insanların bir damla
gözyaşı için bir hayli uğraşması gerekir. Bazılan da biraz düsünst
hemen ulaşır o düzeye.**
“Hangi para sistemi adil b ? ” diye bağırdı Poıt. Sesi gerçekten
sarhoş gibi çıkmıştı. “Zaten bu adalet kavramını da idm icaı
etmiş? Adalet düşüncesinden kurtulunca her şey çok daha basit
değil mi? Sen zevk ve acıların miktarının tüm insanlar için eşit ol
duğuna mı inanıyorsun? Sonunda her şeyin acısı çıkar diye mi dü
şünüyorsun? Sonunda her şey eşitleniyorsa, bunun tek nedeni, so
nucun sıfır olmasıdır.”
“Herhalde bu seni rahatlatıyor.” Kit bunu söylerken, bu ko
nuşma sürerse sonunda gerçekten kızacağını düşünüyordu.
“Hiç de değil. Deli misin? Son rakamın ne olacağını bilmek
beni hiç ilgilendirmiyor ama başlangıçtaki m iktar ne olursa olsun
sonunda mutlaka o sonuca varmayı ayarlayan karm aşık süreç il
gilendiriyor beni.”
“Şişenin sonu,” diye mınidandı Kit. “Belki de kusursuz bir
sıfu-, ulaşılmaya değer bir yerdir.”
“Hepsi mi bitti. Allah kahretsin. A m a oraya ulaşılm az ki! O
bize ulaşır. Aynı şey değil.”
“O gerçekten benden daha sarhoş,” diye düşündü Kit. Hak
lısın,” diye Port’un görüşüne kaüldı.
Port, “Tabii öyle,” deyip yatakta yüzükoyun dönm eye ça
lışıyordu. Kit ise hâlâ bu konuşmalann boşuna güç yitirilm esi ol
duğunu düşünüyor, Port’un kendini kurup duygusal bir bunalıma
girmesini nasıl engelleyebileceğini merak ediyordu.
Port ani bir öfke patlamasıyla, “Ah, iğreniyorum ve kendimi
çok sefil hissediyorum!” diye bağırdı. “A ğzım a tek dam lasım
koymamalıydım, çünkü beni her zaman yere serer. A m a bunun
nedeni, sende olduğu gibi zayıflık değil, hiç değilse. Senin iç
memek için kullandığın kararlılıktan fazlasını ben içebilm ek için
kullanmak zorundayım. Sonuçlarından nefret ediyorum ve nasıl
olacağmı da hep hatu-lıyorum.”
“O halde neden yapıyorsun? Kimse senden öyle bir şey is
temiyor ki!”
“Söyledim sana,” dedi Port. "Seninle birlikte olm ak istedim .
Hem zaten her seferinde, bir yerlerin içine nüfuz edebilecekm işim
gibi bir hayale kapılıyorum ama genellikle kenarlarda d o la şıy o r,
146
s o n m da oralarda kayboluyorum . B ence artık içine
lebilecek bir yer yok. İçki içenler, hepiniz koskoca bir haya ın
kurbanlarısınız. »» j j *
Kil kibirli bir tavırla, “ Bunu tartışm ayı reddediyorum , dedi.
Yataktan indi, yere kadar sarkan cibinliğin altından çıkm ak için
bir yol bulmaya uğraştı.
Port yerinde yuvarlandı, doğrulup oturdu.
"Neden tiksinti duyduğum u anladım ,” diye seslendi onun ar
kasından. “Yediğim bir şey yüzünden. On yıl önce.”
“Neden söz ettiğini anlam ıyorum . Y at da uyu.” Kit odadan
çıktı.
"Ben anlıyorum ,” diye m ırıldandı Port. Yataktan kalktı, gidip
pencerenin yanında durdu. K uru çöl havası yine akşam serinliğine
bürünüyor, davul sesleri de devam ediyordu. Dik vadinin ya-
maçlan sim siyah olm uştu artık. A ralara serpilm iş palm iyeler hiç
görünmüyordu. Işık yoktu. O danın penceresi kentten uzağa ba
kıyordu. Onun dem ek istediği de buydu. Pervazı kavrayıp dışarı
sarktığında, “N eden söz ettiğim i bilm iyor,” diye düşündü. “On yıl
önce yediğim bir şey. Yirmi yıl önce.” Manzara karşısındaydı ama
ona ulaşam ayacağını her zam ankinden bile daha çok duyum-
suyordu. Her yer kayalar ve gökyüzüyle kaplıydı, onu alıp yut
maya hazırdı ama o kendi engelini yine her zamanki gibi yanında
taşıyordu. O nlara baktıkça, kayalarla gökyüzünün kendileri ol
maktan çıktığını, onun bilincine girerken saflıklarını yitirdiğini
söyleyebilirdi. “ Ben onlardan güçlüyüm ,” diyebilmek aslında zü
ğürt tesellisiydi. T ekrar odaya döndüğünde, bir parlaklık dikkatini
dolabın kapağındaki aynaya çekti. Öbür pencereden görünen hilalin
yansımasıydı bu. Port yatağın kenanna oturup gülmeye başladı.
Port bundan sonraki iki günü hep El G a’a hakkında bilgi top-
lamaya çalışmakla geçirdi. Bou N oura’da oturanların orası
hakkında bu kadar az şey bilmesi şaşılacak şeydi. Bir kere, büyük
bir kent olduğunda herkes görüş birliği içindeydi. Saygıyla söz
ediyorlardı oradan. Çok uzakla olduğu, havanın orada daha sıcak,
147
fîy ad an n daha y ü k se k o ld u ğ u k o n u s u n d a d a h erk esin görüşü ay
nıydı, am a bunun ö te sin d e , k im s e o y e ri ta rif edem iyordu. Ne
P o rt’un konuştuğu o to b ü s şo fö rü ne d e m u tfa k ta k i aşçı. O kentle
ilgili birazcık d işe d o k u n u r bilgi v e re c e k b iri v arsa, o da Ab-
d ü lk ad ir’di, am a onun d a P o rt’la o la n iliş k is i, y a ln ız c a birbirlerini
tan ıdıklannı belirten h o m u rtu la r d ü z e y in e in m iş bulunuyordu.
P ort düşündükçe, ü zerinde k im liğ in in h iç b ir k a n ıtı olm aksızın bu
ücra, kim senin h akkında b ir şe y s ö y le y e m e d iğ i çö l k en tin e gitme
fikri hoşuna gidiyordu. B u ned en le, b ir g ü n so k a k ta O nbaşı Du-
peyrier’ye rastladığında, o n b aşı o n a, “ Ü ste ğ m e n d ’Armagnac
orada aylarca kaldı, size h er iste d iğ in iz i a n la ta b ilir,” dediğinde,
pek o kadar heveslenm edi. A slın d a E l G a ’a h a k k ın d a , kuş uçmaz
kervan geçm ez bir y er o ld u ğ u n u n d ışın d a p e k b ir şe y bilm ek is
tem ediğini işte o zam an anladı. O n u n asıl e m in o lm a k istediği, bu
kentin uzak, yalnız bir y e r oluşu, k im s e n in u ğ ra k y e ri olmayışıydı-
Ü steğm ene o kentten söz etm em ey e k a ra r v e rd i; e ttiğ i takdirde,
kentle ilgili önyargılarını k a y b e d ec eğ in d en k o rk u y o rd u .
Aynı gün öğleden sonra, ü ste ğ m e n in h iz m e tin e y e n id e n giten
Ahmet, pansiyonun k apısında b elird i, P o r t’u so rd u . Y atağında
okum akta olan Kit, h izm etkâra ço cuğu h a m a m a y o lla m a sın ı söy
ledi. Bu üşüme hissinden tem elli k u rtu lm a y ı u m an P o rt oraya,
buhar banyosu yapm aya gitm işti. O sıra d a k a ra n lık b ir odada,
sıcak, kaygan bir taşın üzerinde yatm ış, h em en h e m e n u y u r du
rumdaydı. Tellak çıkageldi, onu uyandırdı. P o rt ısla k b ir havluya
sannıp kapıya çıktı. A hm et orada k aşlarım ç a tm ış d u ru y o rd u ; iç
kısımlardan gelme, açık renk bir A ra p ’tı ve y ü z ü n d e , y an a k la rın ın
ortalannda, alev gibi kırm ızı lekeler vardı; insan ç o k g e n ç k e n , se
fahat onda sarkm alar, kırışıklıklar yerine bu tü r iz le r b ıra k ırd ı.
“Üsteğmen hem en sizi istiyor,” dedi A hm et.
Port gün ışığına karşı gözlerini kırp ıştırarak , “B ir s a a te k ad ar
»eleceğimi söyle,” diye karşılık verdi.
Ahmet inatla, “H em en,” diye tekrarladı. “B u rad a b e k liy o ru m .”
“Ya, em ir veriyor dem ek!” İçeri girdi, ü zerine b ir k o v a so ğ u k
u döktürtlü. Bir kova daha döktürm ek hoşuna g id e rd i a m a b u
llarda su pahalıydı. G iyinm eden önce bir de hızlı m asaj y a p tırd ı,
okağa çıktığında kendini biraz daha iyi hissediyorm uş g ib i g eld i,
hmet duvara dayanm ış, bir arkadaşıyla konuşuyordu, a n c a k P o rt
görününce hazırola geçti, ü ste ğ m e n in ev in e k ad a r hep onun birkaç
adım arkasından yürüdü.
Üsteğmen yapay ipekten, çirk in , şarap rengi bir sabahlık giy
miş, salonda sigara içm ek tey d i.
“Ayağa kalkm ayışım ı lütfen b a ğ ışla y ın ,” dedi. “G erçi bir hayli
daha iyiyim am a az h are k et ettiğ im zam an lar, kendim i en iyi his
settiğim zam anlar oluyor. O turun. B ir şeri, ko n y ak ya d a kahve
ister m isiniz?”
Port, kahvenin d ah a h o şu n a g ideceği yolunda bir şey mı-
nldandı. A hm et kahv e p işirm e y e gönderildi.
“Zam anınızı alm ak istem em M ö sy ö , am a size haberlerim var.
Pasaportunuz bulundu. Y ine pasaportunun kaybolduğunu fark eden
bir başka A m erikalı sayesin d e. B en M e ssad ’la tem as etmed.en
önce aram a zaten b aşlatılm ıştı. İki p asaport da lejyonerlere sa
tılmış. B ereket v e rsin ki ik isi d e b u lu n d u .” C ebini k a n ştın p bir
kâğıt parçası çıkardı. “ A dı T u n n er olan bu A m erikalı sizi ta
nıdığını, buraya, B ou N o u ra ’y a geleceğini söylem iş. Pasapor
tunuzu yanında g etirm ey i te k lif etm iş am a yetkililere evet d e
meden önce sizin rıza n ızı alm ak zorundayım . Bay T u n n er’ı ta
nıyor m usunuz?”
Port dalgın b ir sesle, “ E vet, evet,*’ dedi. Bu haber onu dehşete
düşürmüştü. T u n n e r’m geleceğini dUyurtcA; onunla bir daha kar
şılaşmayı hiç b ek lem ed iğ in i fark etm işti. “N e zam an geliyor?”
“Sanırım hem en. Sizin Bou N o u ra’dan ayrılm a konusunda bir
aceleniz yok, d eğ il m i?”
“H ayır,” dedi Port. Z ihni köşeye kıstırılm ış bir hayvan gibi
oraya b u raya saldırıyor, güneye giden otobüsün hangi gün kal
kacağını, bugünün günlerden ne olduğunu, T unner’ın M essad’dan
gelm esinin ne k ad a r süreceğini hesaplam aya çalışıyordu. “Hayır,
hayır, acelem y o k .” A ğzından çıkan bu kelim eler kulağa gülünç
geldi. A hm et, üzerinde dum anı tüten iki küçük teneke cezve olan
bir tepsiyle sessizce içeri girm işti. Ü steğm en her birinden birer
fincana kah v e doldurdu, birini P o rt’a uzattı. Port bir yudum alıp
arkasına yaslandı.
K endini tutam adan, “A m a eninde sonunda El G a ’a ’ya gitmeyi
u m uyorum ,” deyiverdi.
“H a, El G a ’a. Orayı çok etkileyici ve son derece pitoresk bu
149
lacaksınız... Ve çok da sıcak. Benim ilk çöl görevim oradaydı
Her sokağını bilirim. Çok büyük bir kenttir, düm düz bir arazi üze
rindedir. Fazla pis değildir ama oldukça karanlıktu-, çünkü so-
kaklan evlerin arasında tünel gibidir. G üvenli yerdir. Kannızlj
birlikte, nerede isterseniz orada dolaşabilirsiniz. Sudan’a kadaı
son büyük kent odur. Sudan ise tabii çok uzakta. Oh, la la!"
“Herhalde El G a’a ’da otel vardır, değil m i?”
“Otel mi? Eh, bir tür otel,” diye güldü üsteğm en. Yataklı oda
lar bulabilirsiniz orada. Tem iz de olabilir. Ç öl herkesin dediği
kadar pis değildir. Güneş çok etkili bir m ikrop kırıcıdır. Azıcık bir
temizlik önlemiyle insanlar burada sağlıklı kalabiliyor ama tabii
buralarda azıcık bile bir lüks. Bu da bizim şanssızlığım ız, ay
rıca.”
“Evet, çok yazık,” dedi Port. Kendini bu odaya, bu konuşmaya
veremiyordu. Otobüsün hemen o akşam kalkacağını şimdi ha
tırlamıştı. Sonra da bir hafta otobüs yoktu. O zam ana kadar Tun-
ner gelirdi buraya. Bunu anlayınca, k aran n ı otom atik olarak
verdi. Tabii aslında karar vermiş olduğunun farkında değildi ama
birdenbire rahatlamış, üsteğmene buradaki günlük yaşam ıyla, Bou
N oura’daki göreviyle ilgili sorular sorm aya başlam ıştı. Üsteğmen
memnun gibiydi; yavaş yavaş söm ürge görevlilerine özgü anılar,
hikâyeler birer birer ağzından dökülm eye başladı. H epsi de bir
sorun, bir kriz olaymdan kurtulm akla ilgiliydi. Kim i acıklı ama
çoğu komik. Komildikler uzlaşmaz ve uyuşm az iki kültürün karşı
karşıya gelmesinden doğan şeylerdi. Sonunda Port ayağa kalktı.
İçten bir tavu-la, “Ne yazık ki fazla kalam ayacağım ,” dedi.
“Ama birkaç gün daha buradasınız, değil m i? Y ola çıkmadan
önce sizi ve madamı mutlaka görm ek isterim. İki üç güne kadar
tümüyle iyileşmiş olurum herhalde. A hm et size davetim i iletir. O
halde M essad’a, pasaportunuzu Bay T unner’a teslim etmelerini
bildireceğim.” Ayağa kalkıp, elini uzattıktan sonra, Port çıktı.
Bodur palmiyelerle dolu bahçeyi geçip kapıdan tozlu yola adı
mını attı. Güneş batmış, gökyüzü hızla soğuyordu. Bir süre yu-
kanya bakarak durdu, dışarının soğuğu vücudunu sararken, o
hemen hemen gökyüzünün çatlam a sesini duym ayı bekliyor gi
biydi. Arkada kalan göçebe kam pından köpeklerin koro halinde
havlaması duyuluyordu. Port hızlı hızlı yürüm eye koyuldu. Bir an
150
önce köpeklerin havlam asını duym ayacağı bir yere varmak is
liyordu. Kahve nabız atışlannı aşın yükseltmişti. Belki de El
G a’a ’ya kalkan otobüsü kaçırm aktan korkuyordu. Kentin ka
pısından girince hem en sola döndü, boş sokaktan Ulaşım Genel
M erkezi’ne doğru yürüdü.
Büro ışıksız, boğucu bir yerdi. Loşluğun içinde, kontuann ar
kasında, Arap’ın biri bir yığın çuvalın üzerinde, yarı uyuklar du
rumdaydı. Port hem en, “El G a ’a otobüsü kaçta kalkıyor,” diye
sordu.
“Sekizde, m ösyö.”
“Hâlâ yer var m ı?”
“Yok. Bütün yerler üç gün önceden satıldı.”
"Ah, mon d ie u !" ' diye bağırdı Port; bağırsakları ağırlaşu-, aşa
ğıya sarkar gibi oldu, tezgâhın kenarına tutundu.
Arap ona baktı, yüzünde bir dereceye kadar ilgiyle, “Hasta mı
sınız?” dedi.
“H asta m ı?” diye düşündü Port. Sonra konuştu. “Hayu ama
karım çok hasta. Y arına kadar El G a’a ’ya varmak zorunda.”
A ra p ’ın yüzüne dikkatle bakıyor, bu kadar açık bir yalana ina
nacak mı diye m erak ediyordu. Besbelli buralarda hasta bir in
sanın uygarlıktan uzağa doğru gitmesi de, uygarlığa doğru gitmesi
k ad ar olağan bir şeydi, çünkü A rap’ın yüzünde yavaş yavaş bir an
layış belirm işti. Y ine de iki elini havaya kaldudı, yardım ede
b ilecek durum da olm adığını belirtti.
A m a Port çoktan cebinden bin franklık bir kâğıt para çıkarmış,
İcaraıh bir hareketle tezgâhın üzerine koymuştu.
“ Bu akşam için bize iki yer bulmak zorundasın,” dedi kesin bir
sesle. “Bu para sana. Yolculardan bazılannı gelecek hafta git-
n ıe leri için kandır.” Nezaket göstermiş, “yerlilerden ikisini kan-
j ı r ” dem em işti, ama durumun zaten öyle olacağını biliyordu. “El
j^ja’a ’ya otobüs bileti kaç para?” Yeni paralar çıkanyordu.
A rap ayağa kalktı, başındaki türbanı kaşımaya başladı. “Tanesi
yüz elli frank,” diye karşılık verdi “ama bilemiyorum...”
p o rt tezgâha bin iki yüz frank daha koyarak, “Şu dokuz yüz
fra n k ,” “Biletleri bulunca sana da ayrıca iki yüz elli.” Ada-
(ç.n.)
1.51
mın yüzünden, onun da k ararını v erm iş o lduğunu okudu. “Bayanı
saat sekizde g etiririm .”
“Yedi buçukta,” dedi A rap. “B a v u lla r v a r ç ü n k ü .”
Pansiyona döndüğünde, heyecanından K it’in odasına kapıyı
vurmadan daldı. Kit giyiniyordu, öfkeyle bağırdı:
“Daha neler! A klını mı k a y b e ttin ? ”
“Etmedim,” dedi Port. “ U m an m ü stündeki k ılık la yolculuk ya
pabilirsin.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Bu akşam sekizde otobüste y erle rim iz h a z ır.”
“Yo, olamaz! Ah, ulu T anrım ! N erey e? El G a ’a ’ya m ı?” Port
başını salladı, bir sessizlik oldu. S onunda K it, “Eh, p ekâlâ,” dedi.
“Bana göre hepsi bir. Sen ne istediğini b iliy o rsu n d u r ama saat
şimdi altı zaten. Bütün bu bavullar...”
“Ben sana yardım ederim .” P o rt’un d uyduğu hum m alı hevesi
Kit hemen fark etti. Onun dolaptaki elbiseleri askıların d an çabuk
çabuk çıkarışını seyretti; davranışını biraz g arip buluyordu ama
bir şey söylemedi. Port, K it’in odasında yapab ilecek lerin i yapıp
bitirdikten sonra kendi odasına geçti, v alizlerini on dakikada ha-
zuladı, sürükleyip koridora kendisi çıkardı. S onra koşarak aşağıya
indi. Kit onun oradaki çocuklarla heyecan içinde b ir şeyler ko
nuştuğunu duydu. Yediye çeyrek kala akşam yem eğ in e oturdular.
Port çorbasını göz açıp kapayana kadar bitiriverdi.
“Bu kadar çabuk yeme. H azım sızlığa uğray acak sın ,” diye
uyardı onu Kit.
“Yedi buçukta otobüsün orada olm am ız gerek.” P o rt bir yan
dan ikinci yemek için ellerini çırpıyordu.
“Yetişiriz... Ya da beklerler b izi.”
“Hayu-, hayır. Yerler konusunda sorun çıkar.”
Cornes de gazelle'lehni yerken, Port bir yandan otelin hesabını
istedi ve ödedi.
Port paranın üstünü beklerken Kit, “Ü steğm en d ’A rm agn ac’ı
gördün mü?” diye sordu.
“Ha, evet.”
“Pasaporttan haber yok mu?”
“Henüz yok.” Sonra ekledi. “Bence onu bulam ayacaklar zaten
Nasıl bulabilirler ki! Herhalde şim diye kadar C ezayir’e, T u n u s’a
152
falan kaçınlmışUr.”
"Bence yine de konsolosa buradan telgraf çekmen gerekirdi.”
“El Ga’a’dan mektup yazarım ona. B izi götüren otobüsle y o l
larım- Dönüş yolunda getirir. İki üç gün gecikir, o kadar.”
"Seni anlayâm ıyorum ,” dedi Kit.
“Neden?” Port’un sesi masumdu.
“Hiçbir şey anlam ıyorum . Bu ani kayıtsızlığını. Daha bu sabah
pasaportsuz kaldım diye çok bozuluyordun. Gören olsa, onsuz bir
gün daha yaşayam ayacağını sanırdı. O ysa şimdi, birkaç gün bile
vız geliyor sana. Bu iki ters davranış arasında bir fark olduğunu
kabul etmek zorundasın, değil m i?”
“Sen de bunun hiçbir şeyi değiştirm eyeceğini kabul etmek zo-
nındasın!”
“Etmem. D eğiştirebilir. H em de kolaylıkla. Zaten söylemek is
tediğim o değil. H iç değil... Sen de biliyorsun.”
“Şimdi önem li olan otobüse yetişm ek.” Port ayağa fırladı, Ab-
dülkadir’in para üstünü hazırlam akta olduğu yere koştu. Az sonra
Kit de onu izledi. Çocuklar, tavandan sarkan tellerin ucundaki
karpit fenerlerinin ışığında bavullan indiriyordu. Merdivenlerde bir
geçit töreni vardı sanki. Altı çocuk ve her birinin elinde bir bavul.
Mahallenin daha küçük çocuklarından kurulu bir ordu da dışarıda,
karanlığın içinde toplanm ıştı. Bavullardan birini otobüs ter
minaline kadar taşım a fırsatını kolluyorlardı.
Abdülkadir, “U m arım El G a’a ’yı seversiniz,” dedi.
“Evet, evet,” diye cevap verdi Port. Paranın üstünü alıp cep
lerine yerleştirdi. “Sorunlarım la sizi fazla rahatsız etmediğimi
umarım.”
Abdülkadir gözlerini kaçırdı. “Ah, şu m esele,” dedi. “O ko
nuyu açm asak daha iyi olur.” Böyle üstünkörü dilenen bir özrü
kabul edem ezdi.
Rüzgâr şiddetlenmişti artık. Üst katta pencereler, panjurlar çar
pıyordu. Fenerler ileri geri sallanm akta, ışıkları yükselip al-
çalmaktaydı.
Port, “ Belki dönüşte yine görüşürüz,” diye direndi.
A bdülkadir’in buna "İnşallah," diye cevap vermesi gerekirdi.
Bir an P ort’a baktığında, bakışlarında hüzünle birlikte anlayış da
vardı. Bir şey söyleyecekmiş gibi oldu ama sonra başım çevirdi.
15,3
"Beüd,” dedi sonunda. Yeniden yüzünü döndüğünde, dudaklannda
sabil bir gülümseme ifadesi vardı. Port’un kendisine olmadığını
hissettiği, kendisinin varlığını bile kabullenmeyen bir gülümse
yişti bu.
El sıkıştılar, sonra Port aceleyle Kit’in yanına döndü. Kit kapı
aralığında durmuş, tavandan sarkan ışığın altında dikkalle mak
yajını yapmaya çalışıyordu. Dışarıdaki meraklı küçük çehrelerin
hepsi ona dönmüş, o dudaklarına rujunu sürerken her harekelini
izliyorlardı.
“Çabuk," diye bağırdı Port. “Zaman yok.”
“Ben hazırım.” Kil hafif yan döndü, onun geçerken kendisine
çarpıp rujunu bulaştırmaması için önlem aldı. Ruju çantasının
içine attı, çantayı kapattı.
Çıktılar. Otobüs terminaline giden yol karanlıktı. Hilal fazla
ışık vermiyordu. Arkalarında mahalle çocuklarından birkaçı hâlâ
onları umutla izliyordu ama çoğu vazgeçmişti. Pansiyonda çalışan
bütün çocukların konukları geçirmek üzere yollara düştüğünü gö
rünce, umutlarını kesmiş, geri dönmüşlerdi.
“Rüzgâr olması kötü,” dedi Port. “Toz olacak dcmekiir.”
Kit’in toza aldırdığı yoklu. Cevap vermedi ama Port’un se
sindeki o alışılmadık heyecanı sezdi. Anlaşılmaz bir nedenle, çok
sevinçliydi Port.
Kil içinden, "Umarım dağlar aşmayız,” diye geçirdi. İtalya’ya
ya da sınırları olan daha büyük bir ülkeye gitmiş olma isteği bu
sefer daha kuvvetle içine saplandı. Köylerinde kilisesi bulunan, is
tasyonuna taksiyle ya da al arabasıyla gidilen, gün ışığında yol
culuk yapılabilen bü yere. Otelden dışarı adımını attığı her an
sahnedeymiş gibi seyredilmediği bir yere.
“Ah, Tanrım, unuttum!” diye bağırdı Port. “Sen çok hastasın.”
Sonra ona biletleri nasıl ayarlayabildiğin! anlattı. “Neredeyse gel
dik sayılır. Dur, kolumu beline sarayım. Sen sancın varmış gibi
yürü. Biraz sendele.”
Kil öfkeyle, “Gülünç bir şey bu,” dedi. “Arkamızdaki çocuklar
ne düşünür?”
“Onlar çok meşgul. Sen şu anda ayağım burktun. Haydi, aya
ğını sürü biraz. Bundan kolay bir şey var mı?” İlerlerken onu
çekip kendine yasladı.
“Ya yerini kaptığımız insanlar?”
“Onlar için bir hafla nedir ki? Zaman kavramı yok onlarda."
Otobüs oradaydı. Çevresi bağnşan erkekler ve erkek ço
cuklarla doluydu. Birlikte büroya girdiler, Kit gerçekten zorlukla
yürüyordu, çünkü Port onu kendine doğru fazla sıkı bastırmaklaydı.
"Canımı yakıyorsun, biraz gevşet,” diye fısıldadı ama o sıkı tut
mayı sürdürdü. Tezgâhın önüne vardılar. Biletleri ona satan Arap,
“Yerleriniz yirmi iki ve yirmi üç,” dedi. “Hemen binip oturun.
Ötekiler yerlerinden vazgeçmek islemiyor.”
Yerler oıobüsün arkasına yakındı. Sıkkın gözlerle birbirlerine
baktılar. Şoförün yanındaki yerleri ilk kez kaçırmışlardı.
Port, “Dayanabilir misin acaba?” diye sordu.
“Sen dayanırsan,” diye karşılık verdi Kil.
Port o sırada kır sakallı, sarı türbanlı, yaşlıca bir adamın pen
cereden içeriye gücenik bir ifadeyle baklığını gördü, “Lütfen ar
kana yaslanıp uzan, halsizmiş gibi yap.” dedi. “Bu numarayı so
nuna kadar sürdürmek zorundasın.”
Kil inançla, “Hilekârlıktan nefret ederim,” dedi. Sonra birden
gözlerini kapadı, çok hasıa gözükmeye çalışlı. TunnerT dü
şünüyordu. Ain Krorfa’dayken onu bekleyeceğine, kaıarlaşlırdıklan
gibi onunla buluşacağına dair verdiği kesin karara rağmen,
Port’un geride bir mesaj bile bırakmadan kendisini El Ga’a’ya sü
rüklemesine izin vermişli. Arlık davranışını değişlirmek için geç
kalmıştı ama kendisine böyle bir şey yapma izni vermiş olması
ona inanılmaz gelmekleydi. Bir saniye sonra başka bir düşünce
geldi aklına. Eğer bu yaptığı Tunner'a karşı bağışlanmaz bir al
datmaca sayılıyorsa, sadakatsizliğini Port'a söylemeyişi daha
ciddi bir aldatmacaydı. Birden, oradan aynima konusunda kendini
çok haklı gördü. Şu anda Port’un kendisinden isteyeceği hiçbir
şeyi reddedemezdi. Başının iyice öne sarkmasına izin verdi.
P o r t, “ Ç o k iy i,” d iy e o n u te şv ik e tti v e k o lu n u ç im d ik le d i. A ra
y o la y ığ ılm ış b a g a jla rın ü z e rin d e n a şıp o lo b ü s le n in d i, k e n d i b a
v u lla r ın ın h e p s in in te p e y e y ü k le n ip y ü k le n m e d iğ in i k o n tro l etli.
D ö n d ü ğ ü n d e , K il h â lâ a y n ı p o z isy o n d a y d ı.
H iç b ir z o rlu k o lm a d ı. M o to r ç a lıştığ ın d a P o rt p e n ce re d e n d i
a n b a k tı, y a ş lı a d a m ın d a h a g e n ç b ir a d a m la y a n y an a d u rm ak ta
o ld u ğ u n u g ö rd ü . İk isi d e p e n c e re y e y ak ın d u ru y o r, im renen ba-
I.VS
kışlarla içeriyi gözlüyorlardı. "İki çocuk gibi.” diye düşündü Pon.
“Aile pikniğine götürülmeyen iki çocuk sanki.”
Hareket ettiklerinde, Kit doğrulup dik oturdu, ıslık çalmaya
başladı. Port tedirgin bir hareketle onu düntü.
“Bitti artık,” dedi Kit. “Bütün yol boyunca hasta numarası yap
mamı beklemiyorsun herhaJde. Hem sen delisin. Kimsenin bize
zerre kadar dikkat eniği yok.” Bu doğruydu. Otobüsün içinde her
kes çene çalıyoıdu. Onlann varlığınm farkında bile değillerdi.
Yol çabucak kötüleşti. Her tümseği aştıklarında, Port kol
tuğundan aşağıya doğru kayıyordu. Kit onun kaymamak için hiç
bir çaba göstermediğini görünce sonunda, “Nereye gidiyorsun
öyle?” diye sordu. “Yere mi?" Port buna karşılık olarak yalr.ızca,
“Ne?” dedi. Sesi öyle garip çıktı ki Kit hemen dönüp onun yüzünü
görmeye çalıştı. Işık çok loşıu. Port’un yüz ifadesi belli ol
muyordu.
“Uyuyor musun?” diye sordu Kit.
“Hayır.”
“Bir şey mi oldu? Üşüyor musun? Neden ceketini üzerine ört
müyorsun?”
Bu sefer Pon cevap vermedi.
"Donmayı sürdür öyleyse,” dedi Kit. Dönüp gökyüzünden al-
çalmakta olan incecik aya doğru baktı.
Bir süre sonra otobüs hızını azalttı, binbir zorlukla tırmanışa
geçti. Egzozdan çıkan dumanlar çoğaldı, kokusu kötüleşti. Buna
bir de motorun artan uğultusu ve soğuğun keskinleşmesi ek
lenince, Kit içine gömüldüğü dalgınlıktan sıynidı. Tümüyle ayı
larak otobüsün içindeki bulanık loşluğa baktı. Yolcuların hepsi
uyuyor gibiydi. Olmayacak açılarda yaslanmış, harmanilerinin
içine kıvnlmışlardı. Bir tek parmaklan bile, hatta burunları bile
gözükmüyordu. Yanındaki belli belirsiz bir hareket, dönüp Port’a
bakmasına neden oldu. Koltuğunda öyle aşağıya kaymıştı ki, kol
tuğun kenanna omurgasıyla asılmış sayılırdı artık. Kit onu doğ
rultup oturtmaya karar verdi, omzunu sert sert düntü. Port’un tek
cevabı hafif bir inilti oldu.
“Doğrul,” dedi Kit tekrar dürterek, “Sırtını mahvedeceksin.”
Bu sefer Port, “Ah-h-h!” diye inledi.
“Port, Tann a şk ın a , d o ğ ru l d a o lu r," d e d i Kil s in irli bir s esle .
B aşın ı tu tu p ç e v irm e y e u ğ ra ş tı, o n u u y a n d ın p b ira z ç a b a g ö s-
156
lernıesini sağ la m a lıy d ı.
•Ah, Tannm!” dedi Pon. Yavaşça kayarak koltuğa doğru yük
seldi. Sonunda dik oluruncaya kadar. “Ah Tanrım!” diye lek-
mtladı. Kit’in başı onun başına yaklaşınca, Kit onun dişlerinin ta-
Ididadığını duydu.
“Soğuk almışsın,” dedi öfkeyle, ama aslında ona kızmaktan
çolc, kendine kızıyordu. “Üstünü ön demiştim sana. Sen ise budala
gibi oturdun öylece!”
port cevap vermedi. Sessizce oturmayı sürdürdü. Başı öne eğil-
nıiş, otobüsün sarsılışlanyla çenesi göğsüne vurup duruyordu. Kit
uzanıp onun ceketini çekti, yavaş yavaş kalçasının altından sıyırıp
almayı başardı. Oturmadan önce kolluğun üzerine atmıştı onu
Port. Sonra ceketi onun üzerine örttü, yanlannı araya iyice tı-
luşurdı. Zihninin yüzeyinde, kelimeler düzeyinde, “Tam ona göre,
lipik bir davranış,” diyordu. “Dünyanın farkında olmamak. Üs
telik de ben uyanıkken ve sıkılıyorken.” Ama bu kelimeler, altta
yatan korkuyu maskelemek içindi. Port’un gerçekten hasta ola
bileceği korkusu. Rüzgârın süpürdüğü boşluklara doğru baktı.
Hilal artık dünyanın keskin kenarının aşağısına kaymıştı. Kendini
bir masanın üzerindeymiş gibi hissetme, ufku bir mekânın kıyısı
gibi görme duygusu, çöldeyken denizde olduğundan bile daha
güçlüydü. Dünyanın yukarılarında, ayla dünyanın arasına rast
layan bir yerde, küp biçiminde bir gezegen hayal etti. Her nasılsa
o gezegene atlamışlardı. Öyle bir yerde de ışık tıpkı buradaki gibi
katı ve gerçekdışı olur, hava tıpkı buradaki gibi gergin bir kuruluk
taşır ve gözün gördüğü manzara, dünyanın o rahatlatıcı kıv-
nmlarından yoksun olurdu... Tıpkı bu uçsuz bucaksız bölgenin her
yerinde olduğu gibi. Sessizlik mutlak bir düzeyde olur, yalnızca
havanın harekelinin sesine pay tanırdı. Pencerenin pervazına do
kundu, soğuklu. Otobüs yaylanın yüksek kısımlarına tırmanmayı
sürdürürken hopluyor, sarsılıyordu.
160
Imnm yanlışını duydu. Çektiği acı lam bir bilmeceydi: Hem şid-
deıli bir sancı hem de giderek artan bir mide bulantısı, ikisi bir
mdı. Bir süre hareketsiz durdu, peş peşe yulkuiKİu, derin soluklar
ıldL İ d d e k i bOtün ışık, yod ek i dön köşe bir deliklen geUyoidu.
Ensesinde bir şeyin hızla koştuğunu hisseni. Duvaıdan uzaklaştı,
deliğin Özerine eğildi, elleriyle karşısındaki öbür duvara yaslandı.
Aşağıda kirli loprak ve taşlar vardı. Üzeri sinek doluydu. Göz
lerim yumdu, o beklenti dolu halde birkaç dakika kaldı, ara sıra
mkdL Otobüsün şoforu kornayı çalmaya başlamışu. Her nedense
bu ses Pon’un duyduğu can acısuıı daha anudı. "Ah. Tannm. kes
junu!" diye bağırdı, ardından hemen yine inledi ama koma sesi
devim etti, bir kısa bir u/.un. bir kısa bir uzun, sürüp gitti. So
nunda bir an geldi, sancı azalır gıhı oldu Port göılennı açu, ba-
pyla arkaya doğru ısıemdışı hır hareket yaptı, o anda karşısında
•levler gördüğünü sanmıştı. Aslında gördüğü, yeni doğan güneşin,
dlıaki pisliğe ve kayalara düşen ışıklarıydı. Kapıyı açlığında.
Kıt le genç Arap'ı orada bekler buldu. Ikısı bııdcn f^n'a yardım
edip onu bekleyen otobüse götürdüler
Gün ilerlerken manzara Kıl ın daha önce hiç görmediği türden
neşe vc yumuşaklık kazandı. Birden bunun, kayaların yerini
ölçüde kumların almasından kaynaklandığının 'farkına vardı.
Sağda solda dantel gibi ağaçlar vardı. Bunlar özellikle kulübelerin
toplu halde bulunduğu yerlerdeydi. Giderek böyle yerler daha da
develere binmiş esmer erkek gruplannın ya
nından geçtiler. Hepsi yularları gururla luluyotdu. Sürme çekilmiş
gözleri, yüzlcnm saklayan çıvıl rengi peçclenn yukansında alev
alevdi.
Kil ilk kez bir heyecan dalgası hissetti "Doğrusu bir bakıma...
harikulade." diye düşündü. "Atom çağında böyle insanların ya
nından geçiyor olmak!"
Port arkasına yaslanmış, gözlerini kapamıştı. Mola yerinden
ayrılırken, "Benim burada olduğumu unut." dedi. "O zaman ben
de daha kolay unutabilirim. Birkaç saat daha kaldı... Sonra yatak,
Tann’ya şükür."
Genç Arap'ın Frensızcası Kiı'le gerçek bir sohbete girecek dü
zeyde değildi. Görünüşe göre bir ismin ya da fiilin tek başına, ye-
lerince duyguyla söylenmesinin yeterli ciduğuna inanmakuydt
FMCKt0|r>«arAy«a« I6I
Kit de aynı kanıda gibiydi. Adam Arapların sıradan şeyleri ef
saneymiş gibi anlatma yeteneğini kullanarak. Kit’e El Ga'a'dan
söz etti, kentin koca surlarını, sur kapılarının güneş batarken ka
panışını. sakin, loş sokaklannı. Sudan’dan, hatta daha uzaklardan
gelen türlü türlü mallann satıldığı büyük pazarını anlattı. Neler
yoktu ki o pazarda: Tuz çubukları, devekuşu tüyleri, altın tozu, le
opar postlan... Adam hepsini sonu gelmez bir liste halinde sı-
rahyor, Fransızcasını bulamadığı şeyleri de rahatlıkla Arapça ola
rak söylüyordu. Kit onu büyük bir dikkatle dinlerken yüzünün ve
sesinin olağanüstü çekiciliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Aynı
zamanda anlattıklarının acayipliği de hayranlık uyandırıyordu
genç kadının içinde. Hele adamın bunlan söyleyiş biçimindeki o
gariplik!
Arazi artık kumlu bir düzlüğe dönüşmüştü. Orada burada
güdük, çalı gibi ağaçlar, güneşin altında eğri büğrü boy gös
teriyordu. tleride gökyüzünün mavisi beyaza dönmüş, Kit’in ola
bileceğini aklına bile getiremeyeceği bir aydınlıkla parlamak
taydı; burası tam kentin üzerindeydi. Daha Kit farkına varamadan,
otobüs gri kerpiç duvarların dibinden ilerlemeye başlamıştı. Ço
cuklar otobüse bağırırken sesleri parlak iğneler gibiydi. Port’un
gözleri hâlâ kapalıydı. Kit gidecekleri yere ulaşıncaya kadar onu
rahatsız etmemeye karar verdi. Birden sola doğru döndüler, bir
toz bulutu çıkararak koca bir kapıdan büyük bir açıklığa girdiler.
Burası kentin giriş sahanlığı gibi bir şeydi. Karşı tarafında il
kinden daha büyük bir kapı daha vardı. Onun öte tarafında, in
sanlar da, hayvanlar da, karanlığın içinde görünmez oluyordu
Otobüs zınk diye durdu, şoför hemen indi, artık o otobüsle bir iliş
kisi olmasma dayanamıyormuş gibi çabucak uzaklaştı. Yolcular
hâlâ uyuyor ya da esniyor, çevrelerine bakınıp eşyalannı arı
yorlardı. Eşyalann çoğu dün gece bıraktıklan yerde değildi artık.
Kit, Port’la ikisinin otobüsteki herkes ininceye kadar yer
lerinden kalkmayacaklannı sözle ve işaretle anlattı. Genç Arap bu
durumda kendisinin de öyle yapacağını, çünkü Port’u otele gö
türmek için Kit’in yardıma gerek duyacağını söyledi. Yavaş ha
reket eden yolculann inmesini bekleyip otururken, adam ona ote
lin buraya uzak, kentin öbür tarafında, kalenin yakınında
olduğunu anlattı. Bu otel yalnızca evi olmayan birkaç subayla me-
162
nıura hizmet vermekleydi. Otobüsle gelenlerden otele inen pek
ender çıkardı.
Kil kolluğunda arkasına yaslanarak, “Çok naziksiniz,” dedi.
“Evet, madam.” Yüzünde dostça ilgiden başka hiçbir gizli
anlamyoktu. Kit için için ona güvenmeye başlamışlı.
Sonunda otobüs boşalıp ortalıkla yalnızca nar kabuklarıyla
hurma pislikleri kaldığı zaman Aıap indi, oradaki bir grup adama
bavulları taşımaları için seslendi.
Kil yüksek sesle, “Geldik,” dedi. Port kımıldadı, gözlerini açtı,
“Sonunda uyuyabildim,” dedi. “Ne cehennemi bir yolculuk. Otel
nerede?”
“Oralarda bir yerde.” Kil sözü dolaştırmayı seçmişti. Ona ote
lin kentin öbür ucunda olduğunu söylemek içinden gelmiyordu.
Port yavaşça doğrulup olurdu. "Tanrım, inşallah yakındadır.
Uzaksa gidebileceğimi sanmıyorum. Kendimi berbat his
sediyorum. Gerçeklen, tam anlamıyla berbat hissediyorum.”
“Bize yardım eden bir Arap var şurada,” dedi Kit. "Bizi oraya
götürecek. Sanırım terminalin yakınında değilmiş otel.” Gerçeği
Arap'tan öğrense daha iyi olur, diye düşünüyordu. O zaman ken
disi konuya bulaşmamış olur, Port’un bu yüzden duyabileceği
öfke de Kit’e yönelmezdi.
Dışarıda, tozların arasında Afrika’nın karmaşası hüküm sü
rüyordu ama ilk kez bu karmaşaya, gözle görülür Avrupa etkileri
karışmamış gibiydi, bu nedenle karşılarındaki görünümün, diğer
kentlerde görmedikleri, kendine özgü bir saflığı vardı ve kaos
duygusu, altla yatan beklenmedik bir tamamlanmışlığın etkisiyle
hafiflemekteydi. Otobüsten yardımla indirilen Port bile buranın o
uyumlu niteliğini sezmişti. “Harika burası,” dedi. “En azından gö
rebildiğim kadarıyla.”
Kit, “Görebildiğim kadarıyla mı?” diye onun sözlerini yan
kıladı. “Gözlerinde bir şey mi var?”
“Başım dönüyor. Ateşten. Ancak o kadarını anlıyorum.”
Kil onun alnına dokundu, bir şey söylemedi. Yalnızca, “Eh,
güneşten çekilelim,” demekle yetindi.
Genç Arap, Porl’un solunda, Kit de sağında yürüyordu. İkisi de
kollarını ona sarmış, destek olmaya çalışıyorlardı. Hamallar
önden yürümekteydi.
163
Port acı bir sesle. "İlk doğru düriisl yer," dedi. “Aksi'gibi ben
¿e bu haldeyim.”
"Tümüyle iyileşene kadar yataktan çıkm ayacaksın. Sonra çev
reyi gezecek dünya kadar vaktimiz var nasılsa.”
O karşılık vermedi. İç kapıdan geçtiler, kendilerini uzun, e|ri
bir tünelde buldular. Gelip geçenler karanlıkla onlara değiyordu.
İki yana insanlar oturmuş, boğuk seslerle konuşmakta, uzun yi
nelemelerle dolu sözleri şarkı gibi söylem ekteydiler. Üç kişilik
grup çok geçmeden kendini bir kez daha güneşin altında buldu.
Onun ardından bir karanlık tünel daha geldi. Sokak birdenbire
kalın duvarlı evlerin arasına dalıveriyordu bu kentle.
“Otelin nerede olduğunu söylem edi mi sana? Buna daha fazla
dayanamayacağım.” Port bir kere bile Arap’a doğrudan bakarak
bir söz söylememişti.
“On, on beş dakika,” dedi genç Arap.
Port yine aldırmadı ona. “Olacak şey d eğ il,” dedi K iı'e, soluk
soluğaydı.
“Sevgili yavrum, yürümek zorundasın. Buraya, sokağa otu
racak değilsin herhalde.”
Onlann yüz ifadelerine bakmakla olan Arap, "Ne oluyor?"
diye sordu. Ne olduğu söylenince, yanından geçm ekte olan birini
çağırdı, onunla kısaca bir şeyler konuşlu. Sonra K iı'e dönüp par
mağıyla göstererek. “Şu larafla bir fonduk var." dedi. "İsterse
orada...” Elleriyle uyuma işareti yapmak için avuçlarını birleşiirip
yanağına dayadı ve Arapça sözcüklerle Fran.sızca sözcükleri bir
birine karışlırarak sürdürdü konuşmasını; “Sonra biz otele gi
derek, adamları très bien, rfed" ederiz!” Bu kez de Port’u ku
cağına alıp taşıma işareti yaptı.
“Yo, hayır!" diye bağırdı Kit. Onun Port’u hemen o onda ku
caklayacağını sanmıştı.
Adam güldü, Port'a, "Oraya giimek ister misiniz?” diye sordu.
“Evet.”
Döndüler, labirentin içlerine doğru yola koyuldular. Genç
Arap yine yoldan geçen biriyle konuştu, gülümseyerek onlara
döndü. “Son. Bir sonraki karanlık yer.”
164
Fonduk dediği, yolda mola verdikleri yerlere benzeyen, ama
hepsinden daha küçük, daha kalabalık ve daha pis bir yerdi. Tek
fada, oru yerinin güneşten korunmak için dallardan örülmüş bir
(ardaktan oluşmasıydı. İçeride hep birlikte yerlere uzanmış köy
lüler ve develer vardı. Onlar da girdiler, Arap oranın ba
kıcılarından biriyle konuştu. Bakıcı bir kenarda oturanlan yer
lerinden kaldırdı, köşeye taze saman atlı, Port'a yaucak yer
hazırladı. Hamallar avluda, bavulların üstüne oturup onlan bek
lemeye başladılar.
Kit çevresindeki pisliğe bakarak. "Buradan aynlamam ben."
dedi. “Elini çek!" Port’un eli bir deve pisliğinin üzerindeydi ama
o (ekmedi, “Gidin, lütfen. Şimdi." dedi Port. “Siz dönene kadar
dayanmm ama çabuk olun. Haydi!"
Kit ona acılı bir bakışla son bir kez baktı ve peşinde Arap’la
avluya çıktı. Sokakta hızlı yürüyebilmek onu rahatlatır gibi oldu.
Vite! Vite!"' diyordu Arap’a habıre. Makine gibi yineliyordu
bunu. Yürürken hızlı hızlı solumaya başladılar. Ağır hareket eden
kalabalığın arasında kendilerine yol açarak kentin içerilerine
doğru ilerlediler, sonunda kalenin bulunduğu tepeyi karşılarında
gördüler. Kentin bu kesimi, diğerleriiK göre daha açıklıktı. Burayı
çoğunlukla sokaklardan yüksek duvarlarla ayrılmış bahçeler oluş
turuyordu. Duvarlann üzerinden ara sıra ulu. kara bir servinin te
pesi görünmekteydi. Uzun bir ara yolun en sonunda, hemen
hemen hiç göze görünmeyen tahta bir levhaya boyayla Hotel du
Ksar diye yazılmış, yanına da sol tarafı gösteren bir ok resmi ya
pılmıştı. Kil. "Hah!" diye bağırdı. Kentin en dışı sayılan buraları
bile hâlS labirent gibiydi. Sokaklar öyle düzenlenmişti ki. her bir
sokak, sonunda duvar olan bir çıkmaz gibiydi. Üç kez geri dönüp
başka tarafa sapmak zorunda kaldılar. Ne kapı vardı, ne du
rabilecek bir yer... Gelip geçen bile yoktu, yalnızca güneşin al
tındaki o umursamaz pembe duvarlar.
Sonunda koca bir duvarın ortasında ufacık, ama sağlam sür
gülü bir kapıya varabildiler. Üzerindeki levhada Entrée de FHoıel
diye yazılıydı. Arap kapıya sertçe vurdu.
Uzun bir zaman geçti ama kapıyı açan olmadı. Kit’in boğazı
165
acı verecek kadar kurumuştu. Yüreği hâlâ gümbür gümbür atı
yordu. Gözlerini yumup dinledi. Hiçbir şey duyamadı.
“Bir daha vurun,” derken uzanıp kendisi de vurmaya çalıştı
ama ArapTn eli tokmağı bulmuştu bile. Eskisinden daha enerjik
bir biçimde vurdu tokmağı. Bu sefer arka bahçenin bir yerinden
bir köpek havlamaya başladı, ses yavaş yavaş yaklaştı, azar söz
cükleri havlamalara kanştı. “Sus! Sus!” diye öfkeyle bağırıyordu
bir kadın sesi ama hayvan havlamayı sürdürdü. Bir süre geçti, bu
arada yere aulan birtakım taşların sesi duyuldu, sonra köpek ses
sizleşti. Kit sabırsızlıkla ArapTn elini tokmağın üzerinden itti,
durmaksızın vurmaya başladı. Kadının sesi kapının öbür ya-
nmdan, “Echkoun? E c h ko u n ? "' diye sesleninceye kadar da kes
medi.
Genç Arap’la kadın uzun süren bir tartışmaya giriştiler. Genç
Arap kadından kapıyı açmasını isterken elleriyle gösterişli ha
reketler yapıyor, kadın da kapıyı açmayı reddediyordu. Sonunda
oradan çekilip gittiğini duydular. Terlik sesleri patikanın üzerinde
giderek uzaklaşıyordu. Derken köpek yine havlamaya başladı, ka
dının onu azarlayışı, ardından köpeğin tokat yerken çıkardığı
küçük çığlıklar duyuldu. Sonra da hiçbir şey duymaz oldular.
Kit çaresizlik içinde, “Ne oluyor?” diye sordu. "P ourquoi on
ne nous laisse p a s e n tr e r? " "
O gülümsedi, omuzlarını kaldırdı. “Madam geliyor,” dedi.
“Ah, ulu Tannm!” Kit bunu İngilizce söylemişti. Tokmağı ya
kalayıp olanca şiddetiyle vurmaya başladı, bir yandan da kapının
alt tarafına tekmeler indiriyordu. Kapı yerinden kıpırdamadı bile.
Arap hâlâ gülümseyerek başını ağır ağır iki yana sallayıp du
ruyordu. "Peut p a s, dedi. Kit ise yine de vurmayı sürdürdü.
Hiç hakkı olmadığını bildiği halde, bu adama kapıyı açtıramadığı
için ateş püskürüyordu. Az sonra durdu. İçinde bir baygınlık his
sediyor, yorgunluktan titriyordu. Ağzı kuntmuş, boğazı teneke
kaplı gibi olmuştu. Güneş çıplak toprağın üzerine boşalmaktaydı.
Bir santimetrekarelik bir gölge bile yoktu... Kendi ayaklarının di
bindeki küçük gölge dışında. Zihni yıllarca geriye gitti, çocukken
■ Ar. Kim o? Kim o? (ç.n.)
■ Fr. Neden içeri almıyorlar bizi? (ç.n.)
■ Fr, Yapamam, (ç.n.)
166
eline bir okuma gözlüğü alıp odağını çaresiz bir böceğin üzerine
düşürmeye çalıştığı günlere. Böcek deliler gibi kaçar, kendisi göz
lük camıyla onu izler, sonunda bir nokla halindeki ışığı onun üze
rine düşürmeyi başarırdı. O anda böcek büyülenmiş gibi koşmayı
keser, Kil de onun yavaş yavaş debelenmesini, dumanlar çı
karmaya başlamasını seyrederdi. Şu anda başını kaldırsa, güneşin
lepede büyümüş, dev boyutlara ulaşmış olduğunu görecekti. Du
vara dayanıp beklemeye başladı.
Sonunda bahçede ayak sesleri duyuldu. Kit o seslerin büyüyüp
netleşmesini dinledi. Sesler sonunda kapının arkasına kadar geldi.
Kit başını bir an bile çevirmeden kapının açılmasını bekledi ama
öyle bir şey olmadı.
Bir kadın sesi, "Q ui esi lâ ? " ‘ dedi.
Kit yine genç Arap’ın konuşmasından, belki de yerli ol
duğundan dolayı kapıdan geri çevrilmesinden korktuğu için tüm
gücünü toplayarak bağırdı: "V ous êtes la pro p riéta ire? ""
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Fransızcayı KorsikalI ya da îtal-
yân aksanıyla konuşan kadın yüksek sesle yalvarmaya başladı.
Ah, madame, allez vous en, je vous en supplie!... Vous ne pouvez
pos entrer ici!’" Üzgünüm! Israr etmenin yarari yok. Sizi içeri
alamam! Bir haftayı aşkın bir süredir otele ne kimse girdi, ne de
kimse çıktı! Çok üzgünüm ama giremezsiniz!.”
“Ama madam,” diye bağırdı Kit. Neredeyse hıçkırıklara gö
mülecekti. “Kocam çok hasta!”
"Ay!” Kadının sesi öyle tizleşti ki Kit onun bahçeye doğru iki
adım gerilemiş olması gerektiğini düşündü. Nitekim konuştu
ğunda sesi biraz daha uzaktan gelmeye başlayınca bu izleniminin
doğru olduğunu anladı. "Ah, m on d ie u !" " Gidin buradan! Ya
pabileceğim bir şey yok!”
“Ama nereye?” diye bağırdı Kil. “Nereye gidebilirim?”
Kadın bahçenin içinde dönüş yoluna koyulmuştu bile. Durup
seslendi. “ El G a’a’dan uzağa! Bu kentten çılan! Sizi içeri almamı
bekleyemezsiniz. Şu ana kadar salgın bize bulaşmadı. Olel henüz
temiz.”
* Fr. Kim var orada? (ç.n.)
•* Fr. Otel sahibi misiniz? (ç.n.)
•** Fr. Ah, madam, gidin yalvarırım... Buraya giremezsiniz, (ç.n.)
.... pr. Ah, Tanrımı (ç.nj
167
Genç Arap K it’i çekip uzaklaştırm aya çalışıyordu. Bu ko-
fiuştnaJardan tek anladığı, içeriye alınmayacaklarıydı. "Gelin.
Fonduk’u bulabm,” diyordu. Kit onun elinden kurtuldu, ellerini
boru gibi ağzının önüne tutarak bağırdı. “Madam, ne salgını bu?"
Ses bu sefer daha uzaklardan geldi. “Menenjit. Bilmiyor muy
dunuz? Mais oui, madame! Partez! P artez!"' Ayak sesleri uzak
laştı, sonra duyulmaz oldu. Yolun ucundan kör bir adam çıkmıştı
ortaya. Bir yandan eliyle duvan yoklayarak yavaş yavaş onlara
doğru ilerliyordu. Kit genç A rap’a baktı. Gözleri iri iri açılmıştı.
Kendi kendine, “Bu bir kriz,” dem ekteydi. “H ayatta bunlardan
ancak birkaç tanesiyle karşılaşır insan. Sakin olmalıyım... dü
şünmeliyim.” Arap onun dalgın gözlerini görüyor ama hiçbir şey
anlamıyordu, yine de elini avuturcasına onun omzuna koydu,
“Gelin,” dedi. Kit işitmedi bile, ama kör adam onlara ulaşmadan
Arap’ın kendisini duvardan uzaklaştırmasına izin verdi.
Genç adam onu bir kez daha kente doğru yöneltirken, o için
den hep, “Bu bir kriz,” diyordu. İlk girdikleri tünelin karanlığı,
kendi kendine yarattığı hipnoz etkisini kırdı. “N ereye gidiyoruz?"
diye sordu Arap’a. Bu soru adamı çok sevindirdi. Belli ki bu söz
lerden Kit’in kendisine olan güvenini okuyordu. “Fonduk,” diye
karşılık verdi ama kelimeyi söyleyişinde bir zafer edası olmalıydı,
çünkü Kit birden durdu, ondan bir adtm uzaklaştı. Yanı başından
bir ses, "Balak!"“ diye bağırdı, sırtında denk taşıyan bir adam
ona çarptı. Genç Arap uzandı, onu yavaşça kendine çekti. “Fon
duk mu?” diye sordu Kit dalgın bir sesle. “Ah, evet.” Yine yü
rümeye koyuldular.
Port o gürültülü ahırda uyuyor gibi görünüyordu. Eli hâlâ aynı
deve tersinin üzerindeydi. Hiç kıpırdatmamıştı onu. Am a yine de
onlann girdiğini duydu, geldiklerini anladığını gösterebilm ek için
yerinde biraz kıpırdadı. Kit onun yanına çömelip elini uzattı, saç-
lannı okşadı, düzeltti. Ona ne diyeceği konusunda en ufak bir fikri
yoktu. Tabii ne yapacaklannı da bilmiyordu. Yine de, ona yakın
olmaktan bir avuntu duymaktaydı. Uzun süre orada, çöm elm iş du
rumda kaldı, sonunda bu duruş biçimi ona acı vermeye başladı.
168
Ayağa kalktı. Genç Arap kapının önünde yere oturmuştu. “ Port
tek söz söylemedi,” diye düşündü Kit, “ ama otelin adamlarının
gelmesini, kendisini oraya taşımalarım bekliyor.” Şu anda Kit’ in
en önemli görevi, ona El G a’a’da kalabileceği bir yer bulunma
dığını söyleme zorunluğuydu ama bunu ona söylememeye karar
verdi. Aynı anda, nasıl davranacağını, ne yapacağını da kararlaş-
iırmış oldu. Evet, şimdi artık biliyordu ne yapması gerektiğini.
Hemen işe koyuldu. Genç Arap’ ı pazara yolladı. Herhangi bir
otomobil, kamyon, otobüs olabilir, demişti ona. Fiyatının da hiç
önemi yoktu. Kit’in bu son sözü, tam beklenebileceği gibi Arap’ ı
hiç etkilemedi. Pazarda bir saat boyunca, Sbâ diye bir yere gitmek
üzere öğleden sonra yola çıkacak bir kamyonun kasasında üç ki
şilik yer fiyatı için pazarlık yaptı. Sonunda geri döndüğünde, işleri
de ayarlamıştı. Kamyon yüklenince şoför Yeni Kapı’ya uğ
rayacaktı. Fonduk’a en yakın kapı orasıydı. Muavinini yollayıp
onlara geldiğini haber verecekti. Muavin, Port’u kamyona kadar
Ilıyacak adamları da bulacaktı. “ Şansımız varmış,” dedi genç
^ap. “Sbâ’ya ayda iki kere giderler.” Kit ona teşekkür etti.
ap ın yokluğu sırasında Port hiç kıpu-damamış, Kit de onu
uyandırmaya cesaret edememişti. Ancak şimdi çömeldi, du-
aklarını onun kulağına yaklaştırdı, düzenli aralıklarla, alçak
sesle onun adını söylemeye başladı. “Evet, Kit,” dedi Port so
nunda, sesi çok bitkindi. Kit, “ Nasılsın?” diye fısıldadı.
Port cevap vermeden önce uzun süre bekledi, sonunda, “Uy
kulu,” dedi.
Adamlar güneş batana kadar gelmedi. Bu arada genç Arap,
Kit’e bir kap yemek getirmeye gitmişti. Tüm iştahına rağmen Kit
onun getirdiği şeyi yutmakta güçlük çekti. Et dediği şey içyağında
kızartılmış birtakım tanımlanamaz organlardı. İkiye bölünmüş, ol
dukça sert ayvalar da zeytinyağında pişirilmişti. Adam ekmek de
getirmişti. Kit’in asıl iştahla yediği o oldu. Gün ışığı solmaya baş
ladığında, dış avludaki insanlar akşam yemeklerini hazu-lamaya
koyuldular. Tam o sırada kamyonun teknisyeni, yanında üç tane
aksi görünüşlü zenciyle çıkageldi. Hiçbiri Fransızca bilmiyordu.
Genç Arap onlardan birine Port’u gösterdi, üçü birlikte Port’u
saman yataktan hop diye kaldınp sokağa taşıdılar. Kit onun başına
olabildiğince yakın yürümeye çalışıyor, adamların başını fazla
169
sarkıtmalannı engellemek için hazır bekliyordu. Giderek ka
ranlıklaşan geçitlerden hızla ilerleyerek deve ve keçi pazarlanın
geçtiler, oralarda bile hayvanlann boynundaki zillerin sesinden
başka ses yoktu. Çok geçmeden kendilerini kent surlannın dışında
buldular. Bekleyen kamyonun farlan onlara ileride yatan karanlık
çölü gösterdi.
“Arkaya. A rkaya yatacak.” diye bilgi verdi genç Arap. Üç
adam ellerindeki yükü arkadaki patates ç u v a lla n n ın üzerine bı
raktılar. Kit, A rap’a biraz para vererek, ondan S udanlılann he
sabını görmesini istedi. Para yetm edi. Kit biraz dah a vermek zo
runda kaldı. Sonra yola koyuldular. Ş oför motoru hızla
çalıştırırken teknisyen ön kanepeye, onun yanına sıçradı, kapıyı
kapadı. Genç Arap, K it’in arkaya tırm anm asına yardım etti. Kil
şarap kasalarının üzerinden eğilerek onun yüzüne baktı. Arap bir
an onun yanına sıçrayacak gibi oldu, tam o sırada kam yon ha
rekete geçti. Genç Arap kam yonun peşinden koştu. Belli ki Kit’in
şoföre seslenip kamyonu durdurm asını bekliyordu. N iyetinin on
larla birlikte gitm ek olduğu ortadaydı am a K it deng esin i bulunca
bilinçli bir hareketle aşağıya çöm eldi, P o rt’un yanına, yerdeki çu
vallarla torbalann arasına uzandı. Ç ölün kilom etrelerce içine gi
rinceye kadar dışanya bakm adı. Sonra başını uzatıp korkuyla
baktı. Sanki adamın orada, soğuk kum ların üzerinde, hâlâ kam
yonun peşi su a koştuğunu görmeyi bekliyorm uş gibi çabucak bir
göz atmıştı.
Kamyon K it’in sandığından daha az sarsıntılıydı. N edeni belki
de yolun düzgün olm ası, pek viraj bulunm am asıydı. Sanki yol,
düm düz bir vadinin ortasından gidiyordu, iki yandaki kum ullar da
epey uzaktaydı. Kit aya baktı, hâlâ küçüktü am a dün gecekinden
bir hayli büyüktü. Biraz ürperdi, el çantasını göğsünün üzerine
koydu. Deri ve makyaj m alzem esi kokan o ufacık çantanın ayn
bir dünya gibi bu düşm an çevreyle vücudunun araşm a girmesi,
ona anlık bir zevk verdi. Çantanın küçük dünyasında hiçbir şey
değişm em işti. O sınırlı kaosun içinde hep aynı cisim ler birbirine
değiyordu. Mark Cross, Caron, Helena Rubinstein. Y üksek sesle,
“H elena Rubinstein,” dedi; bu onu güldürdü. “Biraz so n ra isteriye
kapılacağım ,” dedi kendi kendine. P ort’un kıpuTısız elini ya
kaladı, parm aklarını elinden geldiği kadar sıktı. S onra doğrulup
170
oiunlu. tüm dikkatini o eli yoğurup masaj yapmaya verdi. Bu
ly,slcı altında, elin biraz ısınacağını ummaktaydı. Benliğini bir
korku kaplamıştı. Elini Port’un göğsüne dayadı. Kalbi çarpıyordu
labii. ama üşüyormuş gibiydi. Kit tüm enerjisini kullanarak onun
gövdesini yan çevirdi, arkasına uzandı, onu elinden geldiğince
sarmaya çabaladı. Böylece onu ısıtmayı umuyordu. A z sonra gev
şediğinde, demin kendisinin de üşümüş olduğunu ama şimdi ra
hatladığım gördü. Port’ un yanında yatma isteğinin bilinçaltmdaki
nedeninin kendini ısıtmak istemesi olup olmadığını merak etti.
"Herhalde. Yoksa hiç aklıma gelmezdi.” Biraz uyudu.
Birden bir sarsıntıyla uyandı. Artık zihni boşalmış olduğuna
göre içinde bir korkunun uyanması doğaldı. Bu korkunun ne ola
cağını düşünm.emeye çalıştı. Port değil. Port’ un durumuna alış
mıştı artık. Yeni bir tehlike. Güneş ışığıyla, tozlarla ilgili bir şey...
Zihninin bu düşünceyi yakalamak üzere ilerlediğini anlayınca,
tüm gücünü kullanarak başka tarafa bakmaya çalıştı. Bir saniye
sonra, artık ne olduğunu bilme olanağı kalmayacaktı... ‘‘Hah! Me
nenjit!”
El Ga’ a’da salgın vardı ve kendisi de tehlikeye açık dakikalar
geçirmişti. O kapalı, karanlık tünellerde, zehirli havayı solumuştu.
Fonduk’un mikroplu samanlarına oturmuş, uzanmıştı. Virüs şim
diye kadar kesinlikle içine girmiş, çoğalmaya başlamış olmalıydı.
Bu aklına gelince sırtının gerildiğini hissetti ama Porl’un hastalığı
menenjit olamazdı. Ain Krorfa’dan beri üşüyordu o. Ateşi de Bou
Noura’daki ilk günlerde başlamış olmalıydı. O sırada kafalarını
kullanmış olsalar, farkına varırlardı. Kendini zorladı, yalnız me
nenjitin değil, diğer belli başlı bulaşıc; hastalıkların belirtileri ko
nusunda da neler bildiğini anımsamaya çalıştı. Difteri, anjinle
başlardı; kolera da ishalle, ama tifüs, tifo, veba, sıtma, sanlık,
kala azar... Bildiği kadarıyla bunların hepsi ateşle ve şu ya da bu
tür rahatsızlıklarla başlıyordu. Hangisinin olabileceği şansa kal
mıştı. “ Belki emoebik dizanterinin nükseden sıtmayla bileşimi
dir,” diye akıl yürüttü “ ama ne olursa olsun, o hastalık artık
Port’da var ve ben ne yaparsam yapayım sonucunu değişlire-
mem.” Hiçbir yönden sorumluluk duymak istemiyordu. Yoksa şu
anda dayanamayacağı kadar büyük olurdu sorumluluk duygusu.
Şimdilik iyi dayanıyor sayılırdı. Savaşla ilgili dehşet öykülerini
171
anımsadı. Bu öykülerin hepsinin anafikri, “İnsan baskıyla yüz
yüze gelinceye kadar esas yapısı belli olmaz, o zaman da en pı
sırık adam bile cesur kesilebilir,” şeklindeydi. Kendisinin cesur
davranıp davranmadığını merak etti. Yoksa kadere razı mı olu
yordu? Acaba korkaklık mı ediyorum , diye sordu kendi kendine.
O da mümkündü. Bilmeye de imkân yoktu. Port söyleyemezdi
ona... Çünkü o, durumu Kit kadar bile bilmiyordu. Eğer Kit ona
bakabilir, nesi varsa ondan kurtarabilirse, o zaman Port hiç kuş
kusuz ona cesur olduğunu söyleyecekti, bir kahraman... daha da
bir yığın başka şey, ama bunlan minnet duyduğu için söy
leyecekti. Sonra Kit, bunu neden bilmek istediğini merak etti. Şu
anda pek gereksiz bir şeydi bu konu.
Kamyon gidiyor, gidiyordu. Bereket versin arka kısmı tümüyle
açıktı, yoksa egzoz dum anlan çok rahatsız edici olabilirdi. Ara
sıra burnuna keskin bir koku gelse bile, bir an sonra soğuk gece
havasının içinde dağılıp gidiyordu kokular. Ay battı, yıldızlar
kaldı. Kil gecenin hangi vakti olduğunu bilemiyordu. Motorun
sesi, ön tarafta şoförle teknisyen arasında geçebilecek ko-
nuşmalann duyulmasını engelliyor, K it’in onlarla konuşmasına da
olanak vermiyordu. Kollannı P ort’un beline sardı, ısıtabilmek için
onu daha da sıkı kucakladı. “Nesi varsa, bunu bana yansıtmıyor,”
diye düşündü. Uyukladığında, bacaklannı sıcak tutabilm ek için
oradaki çuvalların arasına sokmaya çalışıyordu. Çuvallann ağır
lığı bazen onu uyandtnyordu ama Kit soğuklansa o basıncı yeğ
lemekteydi. Birkaç boş çuvalı da P ort’un bacakları üzerine ser
mişti. Upuzun bir geceydi o gece.
173
nesi iri, hüzünlü gözlerini ona dikip, “Ç alışıyor musun?” diye so
rardı. Port, “H ayır,” diye cevap verir, annesinin gözlerinin içine
hiç sıkılmadan, inatla bakardı. T aksiyle otele gelirken, Tunner
sefil sokaklara bakarak, "T am çirk e f çu k u ru !” dediğinde bile, Pon
içinden K it’in yazm a planına nasıl sevineceğini düşünmüştü.
Tabii gizli gizli yazm ak zorundaydı, başarabilm enin tek yolu
buydu ama otele yerleştikten sonra, E ckm ühl-N oiseaux’da o olay
sız seyreden kafe hayatına başlayınca, y azacak bir şey olmadığını
görmüştü. Günü dolduran saçm asapan a y n n tıla n , sözcükleri
kâğıda yazmak gibi ciddi bir işle bir türlü bağdaştıram ıyordu. Tü
müyle rahatlamasına belki de T u n n er’ın engel olduğu geliyordu
aklına. Tunner’ın varlığı onu az da olsa etkiliyor, gerekli saydığı o
düşüncelerin derinliğine dalm aktan alıkoyuyordu. Y aşıyor olduğu
sürece, hayatım yazamazdı. B unların biri bitince öbürü başlardı
ancak. Koşullar onun da yaşama birazcık katılm asını gerektirdiği
sürece, yazmak olanak dahilinde olam azdı am a ziyanı yoktu.
Zaten yazsa da iyi yazamaz, o zam an bu iş ona zevk de vermezdi.
Yazdığı şey iyi olsa bile, kaç kişi bilecekti ki onu? Evet, ar-
kasmda hiçbir iz bu-akmaksızın son hızla çöle doğru ilerlemenin
ziyanı yoktu.
Birden, El Ga’a'daki otele gitm ekte olduklarını anım sadı. Yine
gece olmuştu ve hâlâ gidecekleri yere varm ış değillerdi. B ir yerde
bir çelişki vardı, onun farkındaydı am a ne olduğunu arayacak
gücü yoktu. Ara sıra ateşinin yükselip kudurduğunu biliyordu. O
ateş de ayrı bir varlık gibiydi. P ort’un gözünün önüne, atışa ha
zırlanan beysbol oyuncusunun hayalini getiriyordu. Bu hayalde
kendisi toplu. Döne döne uçuyor, bir süre boşlukta yol alıyor,
uçarken de eriyip gidiyordu.
Tepesine dikilip duruyorlardı. U puzun, zorlu bir mücadele
olmuş, çok yorulmuştu. Biri Kit, öbürü de bir askerdi. Ko
nuşuyorlardı ama söyledikleri bir anlam taşım ıyordu. Port onları
orada, tepesine dikilmiş durumda bıraktı, geldiği yere döndü.
Asker, “Ha burada olmuş, ha Sidibel-Abbes’in herhangi bir ye
rinde,” diyordu. “Tifoda tek yapılabilecek şey, hastanede bile
olsa, ateşi elden geldiğince düşük tutmak ve beklemektir. Gerçi
Sbâ’da elimizde ilaç az ama bunlar...” Yalağın yanında ba.şaşağı
cdilmi.ş kutudan dökülen hapları işaret etli, “ ...ateşi düşürmeye
174
yeler. O da az şey değil!”
Kit ona bakmadı. “Y a peritonit?” diye sordu alçak sesle.
Yüzbaşı Broussard kaşlarını çattı. “K om plikasyon aramayın
madam,” dedi ciddi bir sesle. “O nsuz da yeterince kötüdür zaten
Evet, labii, peritonit, zatürree, kalbin durm ası... Kim nereden bi
lebilir? Üstelik siz de belki El G a ’a ’nm ünlü menenjitine ya
kalanmış olabilirsiniz. M adam L uccioni’nin sizi nezaketle uyar
dığı hastalığa. Bien sûr!’ H atta belki şu anda burada, Sbâ’da,
kolera mikrobu taşıyan elli hasta vardır. V arsa da size söy
lemezdim zaten.”
“Neden am a?” Kit sonunda başını kaldınp ona baktı.
“Hiç yararı olm az da ondan. Hem zaten moralinizi bozar. Yo,
hayır. Hastaları ayırıp karantinaya alırım , hastalığın yayılmaması
için önlem alu-ım, başka da bir şey yapm am. Elim izdekiler bize
her zaman yeter zaten. Burada tifolu bir adam var. Ateşini dü
şürmek zorundayız o kadar. Onun peritonit olasılığı, sizin me
nenjit olasılığınız, beni hiç ilgilendirm ez. Gerçekçi olmanız
gerek, madam. G erçeğin dışına çıktınız mı, herkese zararınız olur.
Yalnızca ona iki saatte bir bu ilaçlan vermekle yetineceğiz, içe
bildiği kadar çok çorba içirm eye çalışacağız. Aşçının adı Zina.
Ara sıra m utfağa, onun yanına gidip ateşin sönmediğinden, koca
bir tencere dolusu çorbanın her an hazır olduğundan emin olsanız,
fena olmaz. Z ina harikadır. On iki yıldır bize yemek pişirir ama
bütün yerlileri her zaman denetlem ek de iyi bir akıldır. Unutur
onlar. Evet... Şimdi madam, izninizle ben işimin başına dönmek
zorundayım. Adarnlardan biri öğleden sonra evime gidip size söz
verdiğim şilteyi getirecek. Fazla rahat olmayacaktır ama elden ne
gelir? Şu anda S bâ’dasınız, Paris’te değil.” Kapıya vardığında
durup döndü. "Enfin, maclame, soyez courageuse!"’’ diyerek yine
kaşlarım çattı, sonra çıktı.
Kit hiç kıpırdamaksızın durmuş, küçük, çıplak odaya ba
kıyordu. K apı bir yanda, pencere öbür yandaydı. Pori litrek bir
kamp yalağına yatırılmış, yüzünü duvara dönmüş, düzenli so
luklar alıp veriyordu. Çarşaf başının tepesine kadar çekilmişti.
■ F r . K u ş k u s u z l ( ç . n .)
■ F r . S o n u ç o l a r a k , m a d a m , c e s a r e t i ( ç. n .)
17.5
Burası tek odadan ibaret Sbâ hastanesiydi. K entin tek doğru dü
rüst, çarşaflı, battaniyeli yatağı buradaydı. P o rt’un o yatakta ola
bilmesinin nedeni de askeri kuvvetlerden kim senin şu sırada has
talanmamış olmasıydı. D ışarıdaki kerpiç bir duvarın üzerinden
gökyüzünün acı veren ışığı içeriye doluyordu. K it yüzbaşının ken
disi için verdiği fazla çarşafı aldı, katlayıp pencerenin boyunda
küçük bir dikdörtgen oluşturdu, P o rt’un valizinden bir kutu rap
tiye çıkardı, açık kısm ı kapattı. Pencerenin yanında dururken bile
kentin sessizliğinin farkındaydı. Binlerce kilom etre boyunca hiç
yaşayan canlı yok sanırdı insan. S ah ra’nm ünlü sessizliği. Acaba
günler geçerken de şimdiki gibi her aldığım soluğun sesini böyle
şiddetli bir biçimde duyabilecek m iyim diye m erak etti. Yut
kunurken tükürüğünün çıkardığı o gülünç sese alışabilecek miydi?
Hep bu kadar sık yutkunmak zorunda mı kalacaktı?
Yumuşacık bir sesle, “Port,” dedi. O kıpırdam adı. K it odadan
dışan, kum zeminli avlunun kör edici ışığına çıktı. Görünürlerde
kimsecikler yoktu. Alev saçıyormuş gibi görünen beyaz duvarlar
dan, ayaklarının altındaki kıpadam ayan kum lardan ve gök
yüzünün mavi derinliklerinden başka hiçbir şey yoktu. Birkaç
adım attı, kendini çok hasta hissetti, dönüp tekrar odaya girdi.
Oturacak sandalye yoktu. Bir tek o kam p yatağı, yanında da
küçük bir kutu. Kit valizlerden birinin üzerine oturdu. V alizin sa
pından bir etiket sallanıyordu. Üzerinde, "yolculukta gerekli" diye
yazılıydı. Bu oda tıpta bir depo odası gibi, alabildiğine ki
şiliksizdi. Bavullar orta yerde dururken, getirilecek şilteyi koy
maya bile yer kalmıyordu. B avullan köşeye çekip üst üste koy
mak, yüksek bir kule oluşturmak şarttı. K it ellerine, sonra lezar
botlar içindeki ayaklanna baktı. Odada ayna yoktu. B ir başka ba
vula uzanıp el çantasını kaptı, içinden pudriyerini ve rujunu çı
kardı. Pudriyeri açtığında, yüzünü o küçük aynada görebilecek
kadar ışık olmadığını anladı. Kapı aralığında durup yavaş yavaş,
dikkatle makyajını yaptı.
“Port,” dedi yine. Sesi deminki kadar hafifti. O solum ayı sür
dürdü. Kit el çantasını bavula koydu, kolundaki saate baktı, bir
kere daha parlak ışıklı avluya çıktı. Bu kez gözünde koyu renk
güneş gözlüğü vardı.
Kale, kente hâkim bir kum tepesinin üzerindeydi. Dış duvarın
176
bi, d,zi binadan olasuyordn. A y „ b i, k™>
rası. Çevredeki m anzaraya yabancı, sapına k a d ^ da askerdi. Kı
çıkarken, kapıdaki yerli nöbetçiler ona ilgiyle baktılar H er yan
kum renginde olan kent, tek k atlı, yassı dam lı evleriyle aşağıya
serilmiş, yatıyordu. K it öbür yana döndü, duvar boyunca yurudu,
kısa bir süre tırm andı, kendini tepenin doruğunda buldu. Sıcakla
ışık birl^şince başını döndürüyor, kum lar pabuçlarına doluyordu.
Çocuk sesleri, köpek havlam aları. Y erin gökle birleştiği yer her
yönde belli belirsiz, k ıp ır k ıp ır bir sisle kaplıydı.
"Sbâ,” dedi K it yüksek sesle. B u sözcük onun için hiçbir
anlam ifade etm iyor, aşağıdaki rastgele dizilm iş kulübelerden olu
şan biçimsiz küm eyi b ile çağ rıştu m ıy o rd u . O daya geri dön
düğünde, birinin o rta yere dev bir porselen oturak bu-akmış ol
duğunu gördü. P ort sırtüstü yatıyor, tavana bakıyordu. Üstündeki
örtüleri de atmıştı.
Kit hızla yatağa yürüyüp onun üstünü örttü. Ö rtülerin ke
narlarını sıkıştıracak b ir yer yoktu. S onra derece koyup onun ate
şine baktı. Biraz düşm üştü.
Birdenbire Port, “Y atak sırtım ı acıtıyor,” dedi. Sesi biraz soluk
soluğa çıkm ıştı. K it geri çekilip yatağı inceledi. O rta yeri iyice
çöküktü.
Az sonra o n arırız,” dedi. “Şim di sen uslu dur ve üstün kapalı
olsun.”
Port ona sitem dolu gözlerle baktı. “Benim le çocukm uşum gibi
konuşman gerekm ez,” dedi. “Ben hâlâ aynı insanım .”
Kit rahatsız bir sesle gülerek, “İçgüdüsel herhalde,” dedi.
“Hasta bir insanla konuşurken farkında olm adan oluyor. Özür d i
lerim.”
Şilte geldiğinde, K it getiren ArapT yollayıp bir kişi daha ça-
ğuttı. B irlikte P o rt’u yataktan kaldırdılar, yere serdikleri şilteye
yatırdılar. Sonra K it onlara, bavullardan bazılarını kam p yatağının
üzerine koym alarını söyledi. Bu iş bitince A raplar gitti.
“Sen nerede yatacaksın?” diye sordu Port.
“Y erde, senin yanı başında.”
Port başka bir şey söylemedi. Kit ilaçlarını verdi, “Şimdi uyu,”
dedi. Sonra kale kapısına çıktı, nöbetçilerle konuşmaya çalıştı.
A dam lar Fransızca bilm iyor, Kit işaretlerle laf anlatmaya ça-
17H
yanında duruyordu kadın. A vludan biri yaklaşm aktaydı. E linde ta
şınabilir bir karpit lam bası v ardı. K apıdan b ir erkek çocuk girdi,
lambayı yere bıraktı. K it başın ı kaldırdı, iri kem ikli kadını gördü.
Gözleri hâlâ çok güzeldi. B u Z ina o lm alı, diye düşündü, ona adıy
la seslendi. K adın g ülüm sedi, eğild i, tepsiyi yere, K it’in yatağının
yanına koydu, sonra da dön ü p çıktı.
Port’a yedirm ek kolay değildi. Ç orbanın çoğu çenesinden boy
nuna akıyordu. K it m e n d iliy le onun ağzını silerken,*“Belki yann
yemek için doğrulup o tu rab ilec ek kadar iyi hissedersin kendini,”
dedi. “Belki,” diye m ırıld an d ı Port.
“Ah, T anrım !” d iye bağ ırd ı K it birden. U yuyakalm ıştı. İlaç
ların saati çoklan geçm işti. O nları P o rt’a verdi, yutabilm esi için
biraz ılık su içirdi. P ort yüzünü buruşturdu. “ Su,” dedi. Kit sü
rahiyi kokladı. B uram buram klor kokuyordu. İlaç tabletlerinden
yanlışlıkla iki tane atm ıştı sürahiye. “ Sana bir zarar verm ez,”
dedi.
K endi yem eğini iştah la yedi. Z ina fena bir aşçı değildi. Bir
yandan yerken, b ir yandan P o rt’a bakıyordu. Onun yine uyumaya
başladığını gördü. H ap lar her seferinde bu etkiyi yapıyordu . Ye
mekten sonra kısa bir yürüyüş yapm ayı düşündü ama Yüzbaşı
B ro ussard’ın n öbetçilere onu geçirm em eleri için em ir vermiş ola
b ileceğinden korktu. A vluya çıktı, yıldızları seyrederek birkaç tur
attı. K alenin öbür u cunda b ir akordeon çalınıyordu. Sesi pek hafif
gelm ekteydi. O daya döndü, kapıyı kapadıktan sonra kilitledi, so
yunup P o rt’un yanındaki battaniyelerin üzerine uzandı ve lambayı
y ak ınına çekli. B öylelikle okuyabilecekti am a ışığın yeterince
güçlü olm ad ığ ın ı fark etti. Çok da hareketli, titreyen bir ışıktı
zaten. G özleri yanm aya başladı. Koku da tiksindiriyordu onu. İs
tem ey e islem eye lam bayı üfleyip söndürdü, oda koyu bir ka
ran lığ a göm üldü. U zanıp yatm asıyla sıçrayarak kalkması bir oldu.
Y erd e em ekleyip kibriti aram aya başladı. Lambayı yaktığında,
d em in k in d e n bile beter koktuğunu duydu. Kendi kendine, ama du
d a k la rın ı da kıpırdatarak, “H er iki saatte bir, her iki saatte bir,”
d iy e söylendi.
G ece hapşırarak uyandı. Önce bunu lambanın kokusuna yordu
ama elini yüzüne götürdüğünde tozları hissetti. Parmaklarını yaş
l ı ğ ı n üzerinde kaydırdı, oranın da tozla kaplı olduğunu anladı. D ı -
179
şa n d ak i rüzgânn sesini ancak o zam an fark edebildi. Deniz kük
rem esi gibi bir sesti. P o rt’u uyandırm aktan korkarak , yaklaşan bir
a k sın ğ ı bastum aya çalıştı am a başaram adı. A y ağ a kalktı. Oda
soğuk gibiydi. P o rt’un ro b d ö şam b n n ı buldu, g etirip onun üzerine
serdi. Bavuldan iki m endil çıkardı, birini yüzü n ü n alt kısmına
h aydutlann yaptığı gibi bağladı. Ö tekini P ort için çıkarmıştı.
O nunkini de ilaçlannı içirm ek için u y an d ırd ığ ı zam an bağlamaya
karar verdi. D aha yirm i dakika vardı. U zandı, battaniyeleri kı
pırdatınca çıkan toz yüzünden bir kere d ah a hapşırdı. Hiç kı
pırdam adan yattı, rüzgârın çıkardığı ö fk eli se sleri dinlem eye ko
yuldu.
“İşte, dehşetin tam orta yerin d ey im ,” d iy e düşündü. Durumu
abartm aya çalışıyor, artık en kötüsünün o lm u ş o ld u ğ u n a kendini
inandırm aya uğraşıyordu am a becerem edi. R ü zg ârın apansız çı
kışı da yeni bir işaretti. O işaret g elecek za m a n a dö n ü k tü . Kapının
altından üfürürken çıkardığı ses, kendine özgü, hayvan sesini an
d ırır bir sesti. K eşke aldırm ayabilse, kendini rah a t bıraksa, umut
kalm adığı gerçeğini görerek ona göre y aşay a b ilse y d i am a bil
m eye, em in olm aya, hiçbir zam an olanak y oktu. G ele ce k zamanın
bir tek değil, birkaç olası boyutu vardı. İnsan u m udu n d an bile vaz-
geçem iyordu. R üzgâr esecek, tozlar çö k ecek am a zam an yine de
bilinm ez bir biçim de, bir değişiklik daha g etirecek ti. O d a mut
laka korkunç bir değişiklik olacaktı. Ç ünkü g elecek zam an, şim
d ik i zam anın devam ı olm ayacaktı.
G ecenin geri kalanında hep uyanık kaldı, P o rt’a ilaçların ı dü
zenli olarak verdi, aralarda dinlenm eye çalıştı. P o rt’u her uyan-
d ın şın d a, o söz dinleyip kendinden istenen şeyleri y ap ıy o r, haplan
ve suyu hiç konuşm adan, hatta gözlerini bile açm adan yutuyordu.
Şafağın solgun, hasta ışığında, Kit onun hıçkırarak ağ lam ay a baş
ladığını duydu. Paniğe kapılarak doğruldu, onun başının bulundu
ğu köşeye baktı. Yüreği güm bür güm bür atıyor, tanım layam adığı
yabancı bir duygu, içinde kıpır kıpu- ediyordu. B ir sü re dinlendi,
hissettiği şeyin acım a duygusu olduğuna karar verdi, eğ ilip ona
yaklaştı. H ıçkırıklar m ekanik olarak çıkıyordu. D iyafram dan
gelen hıçkırm a gibiydi. Y avaş yavaş heyecan duygusu öldü ama
iCit oturur durum da, iki sesi dinlem eye devam etti... O danın için
deki hıçkırıkları ve dışındaki rüzgârı. Kişiliksiz iki doğal ses. K ısa
180
bir sessizlikten sonra P o rt’un apansız, net bir sesle, “K it, K it,” de
diğini duydu. G özleri iri iri açılarak, “E vet?” dedi am a Port kar
şılık vermedi. N eden sonra K it tek rar battaniyenin altına süzüldü,
bir süre uyukladı. U yandığında sabahtı. U zaklardaki güneşin alev
li ışıkları havadaki tan ecik lerle birlikte elekten geçirilm iş gibi dö
külüyordu; ısrarcı rüzgâr o zay ıf ışığı da süpürüp götürecekm iş gi
biydi.
Kit kalktı, soğuk o danın içinde kazık gibi dolaştı, tuvaletini
yaparken elden geld iğ in ce az toz kaldırm aya uğraştı am a her
şeyin üzerini kalın b ir toz tabakası kaplam ıştı. Kit kendi iş
lerliğinde bir kusur bulunduğunu fark etti. Zihni tam am en uyuş
muştu sanki. O rada b ir şeyin eksikliğini duyuyordu. İçinde kos
kocaman bir kör nokta vardı... A m a onun yferini saptayamıyordu.
Elleri cisim lere, g iy silere dokunurken, zihni o elleri çok uzak
lardan seyrederm iş gibiydi. “ B u n a bir son verilm eli,” dedi kendi
kendine. “ B unun bitm esi şart.” A m a tam ne dem ek istediğini bil
diği yoktu. H içbir şey b item ezdi; her şey her zam an sürüp giderdi.
Z ina geldi. T eped en tırn ağ a kocam an, beyaz bir battaniyeye
sannm ıştı. K apıyı arkasından çarparak kapayıp rüzgârın girmesini
engelledikten sonra, o battaniyenin kıvnm ları arasından, üzerinde
bir çaydanlıkla b ir b ard ak olan tepsiyi çıkardı. Eliyle gökyüzünü
işaret ed e rek "B onjour, m adam e. R 'm leh b z e f” dedi ve tepsiyi şil
tenin yanına, yere bıraktı.
S ıcak çay ona biraz güç verdi. K it hepsini içti, bir süre oturup
rü zg ân dinledi. B irdenbire, P ort için bir şey gelm ediğini fark etti.
Ç ay ona yetm ezdi. Z in a ’yı bulm aya, P ort’a süt vermek mümkün
m ü, d iy e sorm aya karar verdi. Çıkıp avluda durdu, rüzgârın öfkesi
k arşısın d a ç o k zayıf kalan bir sesle, “Zina! Z ina!” diye seslendi,
so luk alırken dişlerinin arasına kum lar doldu.
K im se görünm edi. K it duvara oyulmuş kovuklara benzeyen
b irk aç boş odaya girip çıktıktan sonra m utfeğa giden geçidi keş
fetti. Z in a oradaydı. Y ere çöm elm işti ama Kit ne istediğini ona
a n l a t a m a d ı . Y aşlı kadın birtakım el hareketleriyle ona, gidip Yüz
181
Öksüriiyor, gözlerinden, yüzünden kum lan silm eye çalışıyordu.
Port hâlâ uyanmamıştı.
Yüzbaşı odaya geldiğinde Kit hem en hemen uyuyor gibiydi.
Adam devetüyü gocuğunun kukuletasını başından indirdi, silkindi,
sonra kapıyı arkasından kapayıp gözlerini kısarak odanın "ka
ranlığında çevresine bakındı. Kit ayağa kalktı. Hastanın dununu
hakkında beklenen sorular ve açıklam alar sıralandı ama Kit süt is
teyince, adam ona acıyan gözlerle baktı. K onserve kutulanndaki
sütler hep vesikayla veriliyordu, üstelik ondan yalnızca emzikli
anneler yararlanabiliyordu. “Koyun sütü ise her zaman ekşi ve içi
lecek gibi değil," dedi adam. K iı'e sanki bu adam ın kendisine ba
kışında bir kuşku varmış. K il'in gizli am açlan olduğundan kuşku
duyuyormuş gibi geliyordu. Bu suçlayan bakışlar karşısında duy
duğu güceniklik, birdenbire kaybolan gerçeklik duygusunun bir
kısmını yeniden kazanmasına yaradı. “H erkese böyle bak
madığından eminim.“ diye geçirdi içinden. “O halde bana neden
böyle bakıyor? Allah belasını versin!” Ama adam a her bakımdan
öylesine bağımlıydı kı, bu tepkilerini ona belli etm eyi asla göze
alamazdı. Ümitsiz gözükmeye çalışarak durdu öylece. Sağ eli şef
kat duygusunu gösterircesine P ort’un başına uzanm ıştı. Böylelikle
yüzbaşının yüreğini yumuşatabilmeyi umuyordu. Bu adam isterse,
ona dünya kadar konserve süt bulabilirdi. Bu konuda hiç kuşkusu
yoktu Kit'in.
“Süt zaten kocanız için tümüyle yararsız bir şey. madam,”
dedi adam kuru bir sesle. “Yaptırdığım çorba yeterlidir, ayrıca
daha kolay sindirebileceği btr şeydir. Z ina’yla hemen bir kâse yol-
lalınm.” Yüzbaşı dışarı çıktığında, toz yüklü rüzgâr hâlâ uğul-
duyordu.
Kit günü okuyarak geçirdi, düzenli olarak P ori’un ilaçlarını
verdi, yemeklerini yedirdi. Port pek konuşmak niyetinde değildi.
Belki de konuşacak gücü yoktu. Kit okurken bazen içinde bu
lunduğu odayı, durumu birkaç dakika boyunca unutuyor, sonra ba
şını kaldırınca yeniden anımsıyordu. Yüzüne lokal yem iş gibi olu
yordu o zaman. Bir keresinde neredeyse gülecekti. Her şey o
kadar olmayacak gibi, o kadar gülünçlü ki! “Sbâ.” dedi kendi ken
dine. Tek ünlü harfi öylesine uzatmıştı ki .sesi kuzu m elem esine
benzemişti.
182
Akşama doğru kitabından usandı, Pori’u rahatsız etmemeye
jikkai ederek yalağına uzandı. Ona doğru döndüğünde, gözlerinin
açık olduğunu, birkaç santim uzaklan kendisine baktığını görünce
lalsız bir şaşkınlığa uğradı. Hatla bu duygu o kadar tatsız oldu ki
yerinden fırladı, gözlerini ona dikerek zorlama bir ilgiyle, “Nasıl
hissediyorsun?” diye sordu. Port kaşlannı hafifçe çattı, karşılık
vermedi. Kil tekleyerek devam elti. “Hapların yaran oluyor mu
sence? En azından, ateşi biraz düşürüyor gibi.” Bu sefer Port
alçak ama net bir sesle cevap vererek onu şaşırttı. “Çok has
tayım,” dedi yavaşça. “Geri dönebilir miyim, bilmiyorum.”
“Geri dönmek mi?” dedi Kit budala gibi. Sonra onun alnını ok
şadı, “İyileşeceksin,” derken ağzından çıkan bu sözler kendisini
bile tiksindirdi.
Birdenbire kararını verdi. Karanlık basmadan bu odadan çık
malıydı, birkaç dakikalığına bile olsa. Bir hava değişimi. Port
gözlerini kapayıncaya kadar bekledi. Sonra, o gözleri bir daha
görmekten korktuğu için P ort’a hiç bakmadan, çabucak yerinden
kalktı ve rüzgâra çıktı. Yönü biraz değişmiş gibiydi rüzgârın. Ha
vada daha az toz vardı. Yine de kumlann yanaklarına çarptığını
hissediyordu. Yüksek kerpiç duvardaki kapıdan hızla geçli, nö
betçilere hiç bakmadı, yola vardığında durmadı, dosdoğru yokuş
aşağı yoluna devam etti, sonunda pazara inen yolu buldu. Aşa
ğılarda rüzgâr daha az hissedilmekteydi. Sağda solda harmanisine
sarınmış hareketsiz yalan birkaç kişi dışında, yol bomboştu. Kit
sokağın yumuşak kum tabanı üzerinde ilerlerken, uzaklardaki
güneş hızla karşıdaki yassı tepenin ardına kaydı, duvarlar ve ke
merler alacakaranlığın o gülkurusu rengine büründü. Kil sinir bo
zukluğundan ileri gelen sabırsızlıkla o odadan kurtulmak islediği
için kendinden biraz utanıyordu. Bu duyguyu yenmek için kendi
kendine, hemşireler de tüm insanlar gibi ara sıra dinlenmek zo
rundadır, deyip durmaklaydı,
Pazar yerine vardı. Burası geniş, açık bir meydandı. Dört yanı
beyaz badanalı, kemerli geçitlerle doluydu. İnsan başını hangi
yana çevirse, sayısız kemerler tekdüze bir duygu yaratıyordu. Orta
yerde birkaç deve homurdanarak yalm,aktaydı. Sağda solda pal
miye dallarıyla yakılmış ateşler vardı ama pazarcılar mallarını
toplayıp gitmişti. O sırada kentin üç ayrı tarafından müezzinlerin
183
ezan okuyuşu duyuldu, Kit meydanda kalmış birkaç insanın
namaz için hazu-Janmaya başladığını gördü. Pazan geçip öbür ta
rafa vardı, akşam ışığında duvarları kızarmış toprak evlerin bu
lunduğu yan yollardan birine girdi. Küçük dükkânların kapılan
kapanmıştı artık. Bir teki açıktı. Kit o dükkânın önünde biraz du
rakladı, içeriye şöyle bir göz attı. Bere giymiş bir adam, dükkânın
orta yerine yakılmış bir ateşin başına çöm elm iş, parmaklarını aça
rak ellerini yelpaze gibi alevlere tutmaktaydı. Başını kaldınnca
Kit’i gördü, yerinden kalkarak kapıya yürüdü ve “Entrez, ma-
dame,”' diyerek abartılı bir selam verdi. Kit yapacak başka bir
şeyi olmadığı için bu söylenene uydu. Ufacık bir dükkândı. Loş
ışıkta raflara konmuş birkaç top beyaz kumaş gördü. Adam lam
bayı hazırladı, fitiline bü- kibrit tuttu, alevin yükselişine baktı.
“Davud Jozef,” diyerek elini uzattı. Kit biraz şaşalamıştı. Her ne
dense adamın Fransız olduğunu sanmıştı çünkü. Bir kere Sbâ’nın
yerlisi olmadığı kesindi. Kit adamın uzattığı tabureye oturdu, bir
kaç dakika konuştular. Adamın Fransızcası bayağı iyiydi. Yu
muşak bir sesle ve garip bir aksanla konuşuyordu. Kit birdenbire
onun Yahudi olduğunu anladı. Bunu ona sorduğunda, adam şa-
şumış gözüktü. Bir yandan da eğlenir gibi bir hali vardı. “Tabii,”
dedi, “namaz saatinde dükkânı açık tutarım. Çünkü namaz dönüşü
mutlaka bir üd müşteri uğrar.” Sbâ’da Yahudi olarak yaşamanın
zorluklanndan konuştular, sonra Kit ona kendi derdini anlatmaya
koyulduğunu fark etti. Askeri garnizonda tek başına yatmakta
olan Port’u anlattı. Adam tezgâha dayanmıştı. K it’e kara gözleri
sevecenük ve anlayışla parlıyormuş gibi geldi. Emin olmasa da bu
bir anlık sezgi bile, ona buralarda gördüğü insanların bu duygudan
ne kadar acımasızca yoksun olduğunu ilk kez anımsattı, ken
disinin de farkmda olmadan bu duyguyu nasıl özlediğini göz
lerinin önüne serdi. Bu yüzden konuşmayı sürdürdü, hatta be
lirtiler ve işaretlerle ilgili duygularından bile söz etti. Sonra
birden susarak adama biraz korkuyla baktı ve güldü. Oysa, adam
çok ciddiydi. Kit’i çok iyi anlıyormuş gibiydi. “Evet, evet,” di
yerek düşünceli bir tavırla sakalsız çenesini sıvazladı. “O ko
nuların tümünde haklısınız.”
Mantıksal olarak böyle bir söz K it’e güven vermemeliydi ama
adamın onunla aynı görüşte olması ona çok tatlı bir rahatlam a
' Fr. Buyrun, hanımefendi, (ç.n.)
184
duygusu verdi. Adam devam ediyordu. “Yaptığınız tek hata, kork
mak. O büyük bir haladır. İşareller bize kendi iyiliğimiz için gelir,
zarara uğrayalım diye değil. Ama korktuğunuz zaman onları yan
lış yorumlayabilirsiniz, iyi şeyler yapacağınız yerde kötü şeyler
yapabilirsiniz.”
“Ama korkuyorum ben,” dedi Kit. “Bunu nasıl değiştirebili
rim? Olanaksız.”
Adam ona bakıp başını iki yana salladı. “Yaşamanın yolu bu
değil,” dedi.
“Biliyorum.” Kit hüzünlenmişti.
Dükkâna bir Arap girdi, K iı’e iyi akşamlar diledi, bir paket si
gara aldı. Çıkarken döndü, kapının hemen içine tükürdü ve sonra
harmanisinin kukuletasını omzundan tiksintiyle savurarak yürüdü
gitti. Kil, Davud Jozef’e baktı.
Mahsus mu tükürdü?” diye sordu.
“Evet,” diye güldü adam. “Belki de hayır. Kim nereden bi
lebilir? Buraya öyle çok tükürüldü ki artık görmüyorum bile. An
lıyor musunuz? S bâ’da oturan bir Yahudi olsaydınız, korkmamayı
öğrenirdiniz! En azından, T anrı’dan korkmamayı öğrenirdiniz.
Tanrı’nın, en kötü halinde bile, asla insanlar gibi zalim ol
madığını anlardınız.”
Adamın söylediği şey birden K it’e çok saçma geldi. Ayağa
kalktı, eteğini düzeltti, gitmesi gerektiğini söyledi.
“Bir dakika.” Adam dipteki perdenin arka tarafına geçti, elin
de küçük bir paketle döndü. Tezgâhın arkasına geçtiğinde, ki
şiliğinden uzaklaşarak o dükkâncılara özgü havaya bürünmüştü.
Paketi K iı’e uzatırken alçak sesle, “Kocanıza süt vermek is
lediğinizi söylem iştiniz,” dedi. “Burada iki kutu süt var. Bizim
bebeğin vesikasıyla alınmıştı.” Elini kaldırıp Kit’in bir şey söy
lemesini engelledi. “Ama bebek ölü doğdu. Geçen hafta. Vak
tinden önce. Seneye bir bebeğimiz daha olursa yine süt alırız.”
K it’in acılı yüzünü görünce güldü. “Size söz veriyorum,” dedi.
“Karım haberi verir vermez kuponlar için başvuracağım. Sorun
çıkm az. Allons!’ Şimdi neden korkuyorsunuz?” Kit karşısında ha
reketsiz dururken paketi kaldırıp öyle kesin bir biçimde uzâltı ki,
Kit de otomatik olarak elini uzatıp aldı. İçinden, böyle du-
191
etmeyin.” Bu Amerikalıya karşı sıcak duygular besliyordu. İlkiyle
karşılaştınldığında, bu çok daha sevimliydi. İlk gelen sinsiydi,
ona belli belirsiz bir tedirginlik duygusu vermişti (ama belki de bu
kendisinin o sıradaki durumundan kaynaklanıyordu). Ne olursa
olsun, TunnerTn Bou Noura’dan ayrılma konusundaki gözle gö
rülür acelesine karşın, üsteğmen onu sevimli bir arkadaş olarak
görmekte, bir süre kalması için kandırabileceğini ummaktaydı.
“Yemeğe kalır mısınız?” diye sordu.
“Ah,” dedi Tunner tedirgin bir sesle. “Çok teşekkür ederim.”
194
¿evk verdi ama o zevk almak islemiyordu. İçinde bulunduğu ruh
sal durumdan ayrılmak, koparılmak istemiyordu. Hem yüzbaşının
kendisine her bakışında gözlerinde beliren o kuşku ışığını hâlâ gö
rebiliyordu. Adam olurup içkisini yudumladı, bir yandan da onun
yüzünü inceledi. Kil’in ilk başla sandığı gibi biri olmadığına karar
vermeye çok yaklaşmıştı. Belki bu kadın gerçekten hasta bir ada
mın karısıydı yalnızca.
“Garnizon komutanı olarak, Sbâ’dan geçen insanların kim
liğini denetlemek gibi bir sorumluluğumuz var,” dedi. “Aslında
kuşkusuz, buraya az kişi gelir. Sizi böyle bir zamanda rahatsız et
tiğim için tabii çok üzgünüm. Konu yalnızca kimlik belgelerinizi
görme konusu. Ali!” Barmen sessizce yaklaşıp bardakları yeniden
doldurdu. Kit bir an konuşmadı. Aperitif kamını müthiş acık-
lırmıştı.
“Benim pasaportum var.”
“Çok iyi. Yarm her iki pasaportu aldınnm, sonra bir saat için
de size geri yollatırım.”
“Kocam pasaportunu kaybetti. Size ancak benimkini ve
rebilirim.”
"Ah, ç a !"‘ diye bağırdı yüzbaşı. Durum onun sandığı gibiydi
demek. Çok öfkelenmişti. Aynı zamanda da ilk izleniminin doğru
çıkması karşısında bir memnuniyet duygusu hissediyordu. Küçük
rütbeli subaylarının bu kadınla ilgilenmesini yasaklamakla ne
kadar iyi etmişti! Tam böyle bir şey bekliyordu çünkü. Tek fark,
böyle durumlarda genellikle kaybolan, kadının belgeleri olurdu,
erkeğinkiler değil.
“Madam,” diyerek koltuğunda öne doğru eğildi. “Lütfen, şunu
anlamanızı istiyorum ki özel durumlara burnumu sokmaya me
raklı biri değilim. Bu yalnızca bir formalite, ama uygulanması
şart Her iki pasaportu da görmem gerek. İsimlerin ne olduğu beni
asla ilgilendirmez, ama iki kişi... iki pasaport, anlaşıldı mı? Tabii
eğer ortak bir pasaportunuz yoksa.”
Kit onun kendisini iyi işitmediğim duşundu. Kocamın pa
saportu A in K rorfa’da çalındı,” dedi
Y ü z b a ş ı bir kararsızlık g e ç ird i. Bunu ra p o r e tm e m g e re k e l-
Tpj^'^hTevet! (ç.n.)
195
betle. Bölge komutanına.” Ayağa kalktı. “Siz de olayı anında
rapor etmeliydiniz zaten." Hizmetkâra sofrada K ife de yer aç-
masım söylemişti ama artık onunla birlikte yemek yemek is-
temiyordu.
“Ama rapor ettik. Bou Noura'daki Üsteğmen d ’Armagnac her
şeyi biliyor.” Kit bunu söylerken bardağındaki içkiyi de bitirmişti.
“Bir sigara verebilir misiniz lütfen?” Yüzbaşı ona bir Chesterfıeld
uzatarak yaktı, içine çekişine baktı. “Sigaralarımın hepsi bitti."
Kit gülümsedi. Gözleri adamın elinde tutmakta olduğu sigara pa-
ketindeydi. Kendini daha iyi hissediyordu ama içindeki açlık duy
gusu pençelerini her dakika daha derine balırmaya başlamıştı.
Yüzbaşı hiçbir şey söylemedi. Kil devam etti. “Üsteğmen d’Ar
magnac kocamın pasaportunu Messad’dan geri getirtmek için her
şeyi yaptı.”
Yüzbaşı bu sözlerin bir tekine bile inanmadı, bunları güzel ha
zırlanmış yalanlar saydı. Bu kadının yalnızca bir serüvenci değil,
aynı zamanda kuşkulu bir tip olduğuna da artık iyice inanmıştı.
“Anlıyorum." derken bir yandan da ayaklarının dibindeki halıyı
inceliyordu. “Pekâlâ, madam. Sizi artık tutmayayım.”
Kit ayağa kalktı.
“Yann pasaponunuzu bana verirsiniz, ben raporumu ha-
zırlanm, ne olacağını görürüz.” Onu odaya kadar geri götürdü, ye
meğini tek başına yemek üzere döndü. Kendisini kandırmakta
ısrar ettiği için ona çok kızmıştı. Kit bir an karanlık odada, ayakta
durdu, kapıyı bir kere daha hafifçe araladı, adamın elindeki fe
nerin kumlara vuıan ışığının gözden yitişini seyretti. Sonra
Zina’yı aramaya gitti. Kadın ona mutfakta yemek verdi.
Yemeğini bitirince odaya dönüp lambayı yaktı. Port’un vü
cudu sarsıldı, gözleri bu ani ışığa itiraz etti. Kit lambayı köşeye,
bavulların aıkasma götürdü, bir süre odanın orta yerinde, hiçbir
şey düşünmeden durdu. Birkaç dakika sonra ceketini aldı, avluya
çıktı.
Kalenin damı kocaman, derme çatma, kerpiç bir terastı. Çeşitli
yüksekliklerdeki kısımları, alttaki arazinin engebelerinin yan
sıması gibiydi. Her binanın damını diğerine bağlayan rampalan,
merdivenleri karanlıkta görmek kolay değildi. Dış kenarların çev
resinde alçak bir duvar olmasına rağmen aşağıdaki sayısız avlu
196
hiıtr kuyu gibi görünüyordu. Kenarlardan dikkatli geçmek ge-
ıckiyordu. Yıldızlar Kit'i kazalardan korumaya yetecek kadar ışık
vennekıeydi. Derin soluklar aldı, kendini vapur güvertesindeymiş
gibi hissetmişti. Aşağıdaki kent hiç gözükmüyordu. Bir tek ışık
bile yoktu ama kuzeye doğru, çölün bembeyaz kumlan pa-
nldamaktaydı. Kocaman bir kum okyanusu, üzerinde de donmuş
donıklaı, hareketsiz bir sessizlik. Yavaşça olduğu yerde döndü,
ulku gözden geçirdi. Rüzgâr kesildiğinden beri iki kat sakinleşen
hava sanki felç olmuştu. Ne tarafa bakarsa baksın, manzara bir tek
şeyi getiriyordu aklına; Harekelin reddi, sürekliliğin askıya alın
ması, ama Kil orada kendi yarattığı boşluğun bir anlık bir parçası
olarak dururken, yavaş yavaş zihnine bir kuşku girmeye başladı.
Bu duygu önce zayıf, sonra güçlü bir biçimde kendini belli etti.
Manzaranın bir bölümü, kendisi bakarken bile kıpırdıyor, hareket
ediyordu. Yukanya bakıp yüzünü buruşturdu. Koskoca, yıldız
dolu gökyüzü onun gözleri önünde yan dönüyordu. Ölüm kadar
hareketsiz görünüyordu ama yine de hareket ediyordu. Her geçen
saniyeyle birlikte görünmez bir yıldız, dünyanın o taraftaki çiz
gisinin yukarısına çıkmakta, öbür taraftan da bir tanesi aşağıya
kaymaktaydı. Kit çekinerek öksürdü, yine yürümeye başladı, bir
yandan da Yüzbaşı Broussard’ı nasıl hiç sevmediğini anımsamaya
çalışıyordu. Kit açıkça söylediği halde, bir paket sigara bile ver
memişti ona. “ Ah, Tanrım,” dedi yüksek sesle. “Keşke Bou
Noura’da son Players paketini bitirmemiş olsaydım.”
199
tarafından kente doğru koşmaya başladı. Kamyon vahanın yüksek
duvarlı sokaklarından geçerken, bir hayli tangırtı çıkarıyordu. Kil
caminin karşısına vardığında, kamyonun burnu da kente tınnanan
son yokuşa dönmüştü. Pazar yerinin girişinde üstü başı dökülen
birkaç adam duruyordu. Koca araç kükreyerek geldi, durdu. Bunu
izleyen sessizlik yalnızca bir saniye sürdü, sonra bir anda he
yecanlı sesler duyulmaya başladı.
Kit geride duruyor, yerlilerin kam yondan telaşla inmesini,
sonra mallarını yavaşça indirmelerini seyrediyordu: Ay ışığında
parıldayan deve eyerleri, çizgili battaniyelere sarılmış kocaman,
biçimsiz bohçalar, sandık ve çuvallar, yürüyemeyecek kadar şiş
man iki kadın... Göğüsleri, kolları, bacakları, kilolar çekmesi ge
reken iri gümüş takılarla doluydu. Bütün bu mallar, sahipleriyle
birlikte kısa zamanda meydanı çevreleyen kemerli yollarda gö
rünmez oldu, sesleri söndü gitti. Kit bir iki adım attı, kamyonun
ön kısmını görmeye çalıştı. Şoför, teknisyen ve başka birkaç adam
duruyordu orada. Farların ışığı altında bir şeyler konuşmak
taydılar. Fransızca konuşulduğunu duydu Kit. Bir de Arapça.
Şoför sürücü kabinine uzandı, ışıklan söndürdü. Adamlar ağu
adımlarla pazar yerinin yukansına doğru yürümeye başladılar.
Hiçbiri ona dikkat etmiyor gibiydi. Kit bir an hareketsiz durarak
dinledi.
“Tunner!” diye bağırdı birdenbire.
Haimanili adamlardan biri durdu, koşarak geri döndü. Yak
laşırken bir yandan, “Kit!” diye bağınyordu. Kit de birkaç adım
koştu, öbür adamın bakmak üzere durduğunu gördü. Tunner onu
kucaklarken üzerindeki harmaninin soluğunu kestiğini hissetti.
Hiç bırakmayacak gibiydi Tunner onu. “Gerçekten buradasın
demek!” diyordu. Adamlardan ikisi yaklaşmışlardı. "Aradığınız
bayan bu mu?” diye sordu biri. Tunner, "Oui, oui!"' diye hay
kırdı, bü-birlerine iyi geceler dilediler.
Pazar yerinde ikisi yalnız duruyorlardı. “Ama bu harika bir
şey, Kit!” dedi Tunner. Kit konuşmak istiyordu ama konuşmaya
çalışırsa sözcüklerin hıçkınklara dönüşeceğinden korkuyordu. Bu
yüzden başım sallamakla yetindi, içgüdüsel olarak TunnerT çe-
200
kiştirmeye koyuldu, caminin yanındaki küçük bahçeye doğru gö-
liirdü. Kendini zayıf ve güçsüz hissediyor, oturmak istiyordu.
“Eşyalarım kamyona kilitlendi, bu gece orada kalacak. Nerede
yalabileceğimi bilemiyordum. Tanrım, Bou N oura’dan yaptığım
yolculuk bir cehennemdi! Yolda üç kere lastik patladı, bu may
munlar da lastik değiştirmeyi en azından iki saatlik bir iş sa
nıyorlar.” Sonra Tunner aynntılara girdi. Bahçenin girişine var
mışlardı. Mehtap soğuk, beyaz bir güneş gibi parlıyor, palmiye
dallarının mızrak gibi gölgesi kum lann üzerine kapkara vuruyor,
a Çe yolunda keskin, tekdüze desenler oluşturuyordu.
Hele sana bir bakalım !” Tunner onu tutup çevirdi, ay ışığı
İt m yüzüne vurdu. “Ah, zavallı Kit! Cehennem azabı çekmiş ol
ma ısın! diye mırıldandı. Kit gözlerini kısıp parlak ışıktan ko
runmaya çalışırken, yüz çizgileri de birdenbire taşan gözyaşlan
yüzünden çarpılmışı,.
uzu banka oturdular, Kit yüzünü onun kucağına gömüp
zun uzyj, ağladı, harmaninin kaba yünlü dokusuna yanaklarım
sıra ona avutucu sözler söylüyordu.
u ıgıni görünce koca harmaninin bir kanadını ona sardı. Kit
e tr - o yakıcı tuzluluğundan nefret ediyordu. En nefret
bekT Burada, bu durumda bulunmak ve Tunner’dan avuntu
^ emekti, ama kendini tutamıyor, tutamıyordu. Hıçkırmaya
^ vam ettikçe, durumun denetimi dışında olduğunu da daha kesin
n iyordu. Doğrulup oturamıyor, gözyaşlarını kurulayamıyor, çev
resinde örulmekte olduğunu sezdiği ilişkiden kendini sıyıramı-
yordu. Bir kere daha bulaşmak islemiyordu, çünkü suçluluk duy
gusu belleğinde hâlâ pek tazeydi. Ama ileriye baktığında tek gö-
rebildıği_ Tunner’ın komutayı ele almak için işaret bekleyen ira-
usiydı. Eninde sonunda verecekti o işareti. Bunu fark ettiği anda,
‘Çini bir rahatlama duygusu kapladı. Bu duyguya karşı mücadele
etmek mümkün değildi. Ne güzel şeydi sorumlu olmamak... Neler
olacağına karar vermemek! Umut olmadığını, kendi yapacağı ya
da yapmayacağı bir hareketin, sonucu azıcık bile değiştirme
yeceğini bilmek... Herhangi bir yanlış yapmanın olanaksız
lığından, bu nedenle de pişman olmanın olanaksızlığından, hep
sinden öle, suçluluk duyulamayacağından emin olmak. Sürekli
201
olarak böyle bir durumda olabilmeyi ummanın saçmalığını an-
byordu kuşkusuz, ama umut yine de yakasını bırakmıyordu işte.
204
seviyorum ki!” diye hıçkırdı, sımsıkı sarıldı. “Onu seviyorum!
Onu se v iy o ru m !”
Tunner ay ışığında gülümsedi.
O A Kit kapıyı açtı. Port garip bir biçimde yatıyordu. Yatak ör-
" ' tüleri bacaklarına sım sıkı dolanmıştı. Odanın o köşesi, ha
reketli görüntülerin akışı içinde birdenbire perdede patlayan ha
reketsiz bir fotoğraf gibiydi. Kit kapıyı yavaşça kapadı, kilitledi,
yine köşeye döndü, şilteye doğru yürüdü. Soluğunu tutarak eğildi,
anlamsız gözlerin içine baktı, ama biliyordu zaten; daha elini
onun çıplak göğsüne doğru uzatırken, hemen peşinden o ha
reketsiz göğse basınç uygularken, biliyordu. Elleri kendi yüzüne
doğru yükseldiğinde, “H ayır!” diye bağırdı; bir tek kere... Fazla
değil. Upuzun bir süre hareketsiz durdu. Başını kaldumış, duvara
bakıyordu. İçinde hiçbir şey kıpırdamıyordu o anda, ne dışarıdaki
ne de içerideki şeylerin farkındaydı. Zina kapıya gelmiş olsa, ka
pının tıku-datıldığını duyacağı bile kuşkuluydu, ama kimse gel
medi. Aşağıda, kentin pazar yerinden Alar’a hareket eden bir
kervan yola çıktı; vahanın içinden, develerin homurtuları ara
sında, önlerinde daha böyle yirmi gün ve gece olduğunu dü
şünerek sessizce yürüyordu sakallı adamlar. Ancak yirmi gün
sonra A lar’ın kayalar üzerindeki surlarını karşılarında gö
rebileceklerdi. Yüzbaşı Broussard birkaç yüz adım ilerideki yatak
odasında, sabah postasıyla gelen dergideki bir öyküyü baştan sona
okudu. Dün geceki kamyon getirmişti postayı. Ama odada... hiç-
20.S
bir şey olmadı o arada.
Sabahın çok daha geç saatlerinde Kit, belki de sırf yor
gunluğundan ötürü, odanın orta yerinde küçük bir yörünge çizerek
dolaşmaya başladı. Birkaç adım bir yana, birkaç adım öbür yana.
Kapının sertçe vurulması bu yürüyüşü yanda kesti. Kit hareketsiz
durarak kapıya doğru baktı. Sonra kapı bir daha vuruldu. Fısıluyla
konuşmaya dikkat eden Tunner. “Kit?" diye seslendi. Kit'in elleri
bir kere daha yükselerek yüzünü kapadı. Tunner dışanda bek
lerken, Kit de içeride öylece kaldı. Tunner kapıyı önce hafifçe
vurdu, sonra hızlı, sinirli; en sonunda da şiddetli darbeler in
dirmeye başladı. Sesler kesilince, Kit bir süre kendi yatağının ke
nanna oturdu, sonra sinüstü yattı, başını uyuyacakmış gibi yastığa
koydu ama gözleri açık kaldı, hemen hemen yanı başındaki gözler
kadar sabit bakışlarla yukanya bakmayı sürdürdü. Şu dakikalar
onun yeni varlığımn ilk dakikalanydı. İçinde, kendisini ku
caklayacak olan zamandışı bir şeyi daha şimdiden sezmeye baş
ladığı garip bir varlıktı bu. Trene yetişmek için çılgın gibi da-
kikalan sayan, telaşla istasyona vardığında, trenin uzaklaşmakta
olduğunu gören ve bü- sonraki trenin de saatler sonra kalkacağını
öğrenen insan da, zamanın tıpkı böyle askıya alındığını his
sederdi. Bir an için, tüketilemeyecek denli zenginleşen ve bol
laşan bir şeyin içinde boğuluyor gibi olmak, bu nedenle de artık o
şeyin anlamını yitirmesi, hatta yok olması. Dakikalar geçerken
K it’in içinden hiç kıpırdamak gelmiyordu. Düşünceler yanına bile
sokulamıyordu. Üdsi arasında birçok kez geçmiş olan ölümle ilgili
konuşmaların hiçbirini şu anda anımsamıyordu. Belki de ölümle
ilgili düşüncelerin, ölümün mevcudiyetiyle hiçbir ortak yanı ol-
mamasındandı bu. Kişinin her şey olabileceği, ama ölü ola
mayacağı konusunda nasıl görüş birliğine vardıklarını, bu Ud söz
cüğün bir arada tam bir karşıtlık içerdiğini nasıl ikisinin de kabul
eniğini anımsamıyordu. Bir zamanlar, Port kendisinden önce ölür
se onun öldüğüne asla inanmayacağını, Port’un yalnızca temelli
kalmak üzere kendi içine döneceğini, bir daha K it’in varlığının
asla farkında olmayacağını, bu yüzden de aslında varlığı son bu
lanın kendisi olacağını, en azından varlığının büyük ölçüde son
bulacağını düşünmüş olduğunu da anımsamıyordu. Bir ölçüde,
ölümün alanına giren kendisi olacaktı. Oysa Port, K it’in içinde bir
206
jıı. kıpalı kalmış bir kapı, kaçmış bir fırsat olarak varlığını yine
Jcsürdürecekti. Bir yılı biraz aşkın bir süre önceki o ağuslos ikin-
Jjsınde. meşe ağaçlarının gölgesinde oturup fırtınanın aşağıdaki
udiyi tarumar edişini seyretmişler, orada sadece ölümden bah-
sttmişlerdi. Ama Kit bunu da unutmuştu. Port o gün bir söz söy
lemişti: "Ölüm hep yolda, ama buraya ne zaman varacağını bil-
meyişimiz, hayatın sonluluğundan bir şeyler eksiltiyor. O korkunç
kesinlikten şiddetle nefret ediyoruz ama bilmediğimiz için, hayatı
dipsiz bir kuyu gibi görüyoruz. Ne var ki her şey ancak birkaç
e a oluyor, halta çok seyrek. Çocukluğunun bir öğle sonrasını
benli” ® öğle sonrası, benliğinde büyük iz bırakmış,
ıgının ayrılmaz bir parçası olmuş, onsuz olamayacağına inan-
208
doğru ilerledi. Güneş batm ıştı. D ünya hızla sönen ve kararan bir
ocağın ortasındaki yapayalnız bir am bere benziyordu. Vahadan
davul sesi geliyordu. H erhalde daha geç saatlerde bu bahçelerde
dans edilecekti. Şenlik m evsim i başlam ıştı. T epeden aşağı hızla
indi, çevresine hiç bakınm adan dosdoğru D avud Jozef’in
dükkânına yöneldi.
Dükkâna girdi. D avud Jozef solan ışığın altında, tezgâhın ge
risinde durmaktaydı. U zanıp onun elini sıktı.
“İyi akşamlar, m adam .”
“İyi akşam lar.”
“Valiziniz burada. T aşım ak için bir çocuk çağırayım m ı?”
“Hayır, hayır,” dedi K il. “ En azından şim di değil. Sizinle ko
nuşmaya geldim .” A rkasında kalan kapıya göz attı, adam farkına
varmadı.
“Çok sevindim ,” dedi. “ B ir dakika. Size bir sandalye ge
breyim, m adam .” K üçük, katlanan sandalyeyi tezgâhın ar
kasından önüne geçirdi, K it’in oturm ası için yere koydu.
Kit, “T eşekkür ed erim ,” dedi, am a ayakta durm ayı sürdürdü.
Sizinle S bâ’dan ayrılan kam yonlar konusunu konuşm ak is
tiyordum.”
‘Ha, El G a ’a ’ya. D üzenli bir servisim iz yok. Bir tanesi dün
gece geldi, bugün öğleden sonra yine dönüş yoluna koyuldu. Bir
sonrakinin ne zam an geleceğini hiç bilem eyiz ama Yüzbaşı Bro-
ussard’a her seferinde en azından bir gün önce haber verilir. Size
iyi bilgiyi ancak o verebilir.”
“Y üzbaşı Broussard. H a, anlıyorum .”
“Y a kocanız? D aha iyi mi? Süt hoşuna gitti m i?”
“ Süt m ü? E vet, çok iyi geldi,” dedi Kit yavaşça. İçin için de
sözcüklerin ağzından bu kadar doğal çıkışına şaştı.
“U m arım yakında iyileşir.”
“D ah a şim diden iyi.”
“ Ah, elham dülillah!’’
“ E vet.” Sonra Kit yeni baştan söze başladı. “Bay Davud Josef,
sizden bana bir iyilikte bulunm anızı rica edeceğim .”
“ A rzunuz em irdir, m adam ,” dedi adam şövalyece bir tavırla.
K il onun karanlıkta eğilip selam verdiğini sezdi.
“ B üyük bir iyilik,” diye uyardı Kil bu kez.
f|4 Ü N /E < itf'y tn C .(,k y u ,U 209
Davnd Jcmf omb bvOi dt (mmv para M»y«ce|ım d o ştm n k
lezfUUıı (Lccnadekı cfjnJtarta oyaaaiıya baylannyiı. "Ama nadn
lunnhita koaafayanu <hA- 'D ara», Omct Nr i|ik yakaynn '
“Hsytr* Lütfen!** dıy« hatwfa K a
'Ajim bifOınmuı gdreaayofiu '
Kıt etim omu Lotana «feyaık “Btlıyoram ama fattfcn bamtnyı
yakmayın. Si<nkn (w ıy ıtı|ı İM ica laıcyeceğuıı Bu geceyi nem
ve eyınızın yMinda feçveM tf anyun'*"
Davııd lo«ef hcpM afatlamış. bw yandan da hüyıık (Vlçıide ra-
hotJiBnı^n. *Bo gecryı im'**
“Eveı."
Kua bir « n u t ı k oldu
'Anlomanuı laıeran. madam Sm evimizde afırlam ak but
şeref vcrv ama raltat edemezsmu Bitiyorsunuz, yoksul ııuaniarm
evi öyle oteller, aaken farm joıılar kadar rahat olmaz. "
Kit «sinde ba «ı«ade. ~.kaıa nzden ben nca cnı|ım e göre,
demek kı aldırımyorum." dedi İtahathk bentm ıçın önemli im
somyorsunue ’ Ben SM da bagaae kadar bep yerde yauım .”
Davud totef bu «fer canlı bir »esle. “Eh. benim evimde böyle
bir şey yapmak lorunda kaimaısunz." de<h.
"Ama ben yerde yatauya razıyun. Sevme sevme. Nerede olur
sa olsun, öneau yok,"
“Yo. olamaz! Hay« madam' Yerde ohnaz! Q m u td-m A m tr'
diye İtiraz em. Tam lambayı yakmak üzere kıbntı çakuğında. Kıt
tekrar onun koluna dokundu
'Eı'omn. momstemr "" derken sesi sır venr gtbı kısılmıglı.
“Kocam beni anyor, ben de onun bem baimaainı latemiyorum
Aramızda bir anlaşmazlık v « B« gece onu görmek ıstemiyornm.
Olay çok basit. Saıanm eşmu anlayucaktır "
Duvud Joaef gfikhI "EA cttt' EnKtK!** Galmeye devam ede
rek sokağa açılan kapıyı kapadı, sürgüledi, kıhnu çakıp havada
tuttu. Elindeki kutudan çıkardiiı kibniten bver birer çakıp aomma
kadar yakarak Kıt’i karanhk ba arka odaya sokeı. aonra küçük bw
avludan geçirdi. Teşıede yddular v«d ı Kapıya vanaca durakladı
210
V M allınınız " Kapıyı açtı. ıçariye adımını allı Bir kibrit
(JatM çakntında. Kıl k a rş ıa ın ^ ufacık, dağınık b u oda gOrdil; or-
iMi çokmuy demir karyolada içinden pam uklan fırlamıy etki bir
şike vardı
K k. tam kibrit lOnmek üzereyken "Buraaı tıu n odanız değildir
amarım.' dedi.
Yo, hayır! Bizim odada bir yatak daha var Kanmla benim
ç ın .' dedi adam. Setinde gurur ac/ilıyordu. “Erkek kardefim Co-
lom b-B^har'dan geldiğinde burada yatar. Yılda bir kere, baru bir
ay misafir gelir, bazen daha uzun kalır Durun da hu lamba gc-
ureyım Çıkıp yürüdü. Kıt onun bir ba^ka odada biriyle ko-
nuştağunu duydu Az sonra adam elinde hır yağ kandili ve içi su
dolu bu teneke kovayla gen döndü.
İşık gelince, oda göze daha da zavallı görünmeye başlarniftı
Kn e sanki duvarlann sıva işi bitliğinden bu yana bu oda hiç sü
pürülmemiş gibi geldi. İnce sıvalar kurumuş, gece gündüz yerlere
uu gibi yağmıştı Başını kaldırıp adam a gülUmaedı.
“Kanm şchnyc acvcr m itiniz diye soruyor.” dedi Davud Jozef.
“Evet, cibeilc." Kıl kenardaki musluğun üzerinde asılı duran
»ulan dökülm üş aynaya bakm aya çalışıyordu, ffıçbir şey gö
remedi
"Bien ’ Biliyor m usunuz, kanm hiç Fransızca bilmez."
“Sahi mı? O halde sız henım çevirmenim olmak zorundasınız
demektir."
Dukk&nın krrçnsı tok bir sesle vuruldu. Davud Jozef özür di
leyerek avluya geçti. Kıl kapıyı kapadığında, anahtan olmadığını
gördü, o ra c ık u durup bekledi. Kaledeki nöbetçilerden buı ko
layca onu izlem iş olabilirdi ama o sıra akıllarına geleceğini pek
sanmıyordu. RahaUiz y au ğ ın kenanna ilişti, karşısındaki duvara
baktı K andilden acı kokulu dumanlar yükselmekteydi
Davud lo z e f in evindeki akşam yemeği inanılmayacak kadar
kötüydü. Kıl yağda kızartılıp soğuk olarak sofraya konan o bi
çimsiz ham ur topaklarını, sert ve kıkırdaklı et lokmalarını, ru
tubetlenm iş ekmeği zor yuttu, bu arada anlamsız iltifallar mı-
nkUncb Banlar sıcak duygularla kabul edildi ama bu sefer de ev
sahipleri ona daha fazla yemesi için u ra r ecmeye
Yemek sınsuıda Kit hffkaç kez saatine g ö t attı. Tunner }« anda
caminin yanındaki bahçede bekliyor olm alıydı. O n d a n aynimca
da yukanya, kaleye dönecekti. İşte o zam an bağlayacaktı soranlar.
Davud Jozef de olup bitenleri yann mOşterilerinden mutlaka da-
yacaktı.
Madam Davud Jozef. K it’e biraz daha yem esi için ısrarlı iba
retler yapıyordu. Parlak gözleri konuğunun u b a ğ ın a dikilmifti.
Kit ona baktı, gfilOmscdL
“Lütfen cbinize söyleyin. $inıdi biraz canım sıkkın, bu yüzden
de pek aç değilim,” d td i Davud J o z e f e. “A m a daha sonra yemek
üzere odama bir jey götürmek isterdim. B ir parça ekm ek yeter."
“Gayet ub ii, gayet u b ti,” dedi adam.
Kit odasına dönünce, ev sahibesi arkasından içi ekm ek par
çalarıyla dolu kocaman bir tabak getirdi. Kit ona teşekkür ederek
iyi geceler diledi ama ev sahibesianı gitm eye pek niyeti yoktu.
Kit’in seyahat çantasamı içini görm ek istediğini işaretlerle açıkça
anlattı. Kit çantayı onun önünde açm am akta kararlıydı; bin firank-
lık kâğıt paralar çok geçmeden S hâ’da bir efsane haline gelirdi.
Anlamamazlıktan geldi, çan u y ı cbylc pat pat yaparak okşadı, ba
şını salladı ve gülümsedi. Sonra yine dem ek tabağına baktı, te
şekkürlerini bir daha seslendirdi. Madam Davud J o z e fin gözleri
b&lâ valizden aynlınıyordu. Avhıda gıcırtıya benzer sesler ve
kanat çırpmaları duyuldu. Davud Jozef elinde besili bir tavukla
belirdi, uvttğu odanm ortaana, yere koydu.
Parmağıyla işaret ederek. “B ö cekkıe karşı,” dedi.
“Böcek mi?” diye yankıladı K it
“Yerin herhangi bir tarafında bir akrep belirecek olarsa, u v u k
hap diye yutar onu!”
"Ya!” Jüt yalandan esmyarmaş gibi yapö.
"Madam korkuyor, bihyonım. Dostumuz tavuk buradayken her
şey daha iyi olacaktır.”
lü t, “Bu akşMn öyle uykum var ki beni hiçbir şey kor-
k u ta t n ^ ” dedi.
Ciddiyetle el sıkışülar. Davud Jozef kansm ı kendi önü s ın
obadan dışany» itip kapıyı ardından k q » d ı. Tavuk b n süre ycr-
j g t i tozlan" üzerinde eşelendi, sonra lavabonun kenarına çıktı,
212
onda hareketsiz kaldı. Kit yatağın kenanna oturmuş, lambanın bir
parlayıp bir sönükleşen alevine bakıyordu. Odanın içi lambanın
çıkardığı dumanla dolmuştu. O anda hiçbir kaygı duymuyordu,
yalnızca bu saçma sapan dekoru bir an önce geride bırakmak, bi-
İıncinden silmek için yanıp tutuşuyordu. Kalktı, kulağını kapıya
dayayıp bekledi. Konuşmalar, ara sıra da uzaklan iki şeyin bir
birine çarpması gibi sesler geliyordu. Ceketini giydi, ceplerine
ekmek parçalanndan doldurdu, yine oturup beklemeye başladı.
Arada smıda defin derin içini çekiyordu. Bir keresinde kalkıp
lambanın fitilini kıstı. Saat onu gösterdiğinde tekrar kapıya yü
rüyüp dışanyı dinledi. Sonra kapıyı açtı. Avlu ay ışığının ay
dınlığı içindeydi. Yine içeri girip TunnerTn harmanisini kaptı, ya
tağın altına fırlattı. Kalkan toz bulutu neredeyse onu aksutacaktı.
El çantasıyla valizi alıp odadan çıktı, dönüp kapıyı arkasından
özenle kapattı. D ükkânın arka odasından geçerken bir şeye bastı,
az kalsın dengesini yitiriyordu. D aha yayaş adımlarla dükkânda
ilerledi. Bir yandan sol elinin parm ak uçlarını tezgâhın üzerinde
kaydırarak yolundan em in olm aya çalışıyordu. Kapının pek basit
bir sürgüsü vardı am a yine de onu zorlukla çekebildi, sonunda
sürgü ağır m etalik bir ses çıkararak açıldı. Kit çabucak kapının
kanadım açıp d ışan çıktı.
Ay ışığı çok parlaktı. Bem beyaz kesilmiş sokakta ilerlerken
güneşteymiş gibiydi. “Kim olsa görebilir beni.” Ama kimse yoktu.
Dosdoğru kentin dışına yürüdü. Orada vahanın ağaçlan evlerin
I>ahçclerine kadar uzanm ıştı. A şağıda, palm iye tepelerinin oluş
turduğu kara kitlenin orada hâlâ davullar çalınmaktaydı. Sesler
Ksar yönünden geliyordu. Orası vahanın orta yerindeki zenci kö
yüydü.
Kit iki yanı yüksek duvarlı, dümdüz, upuzun bir sokağa saptı.
D uvarlann gerisinden palm iyelerin rüzgârda çıkardığı ses du-
JöJİuyor, a k a n sulartn çağıltısı işitiliyordu. Ara sıra duvarlann di
binde kurum uş palm iye dallanndan beyaz bir küme göze çar
pıyordu. K it bunları her seferinde, ay ışığında oturmuş bir adam
»anıyordu. Yol o davul seslerine doğru kıvnlarak ilerlemekteydi,
sonunda kendini bir m eydanda buldu. Burası her yana dağılan bir
yığın kanal ve su kem erlerinin ana istasyonu gibi bir şeydi. Oyun
cak trenlerin karm aşık dem iryolu ağlannı anımsatıyordu. Buradan
213
birçok yol vahanın çc |itli yönlerine dağılm aktaydı. Kil en dar ola
nını MÇti. Bunun K.»ar'a gitm eyip çevresinden dolaşacağını dU-
ydnmllylll. tki duvarın arasından ilerlem eye bayladı. Yol bir sağa,
bir sola kıvnlıp duruyordu.
Davul sesleri daha da artmıyiı. İnsan seslerinin ritm ik bir ara-
nağmcyi yineleyip durduğunu da duyabiliyordu artık. Sözler hep
aynıydı. Bunlar erkek sesleriydi. O ldukça kalabalık gibiydiler.
Ara sıra, yoğun gölgelerin altına ulaştığında, dudaklarında an
laşılmaz bir gülüm.semcyle durup dinliyordu.
Küçük çanta ağır gelmeye ba.şlamıştı. Onu bir elinden diğerine
artık daha sık geçiriyor am a durup dinlenm ek i.sicmiyordu. Met
adımında geri dönmek, sonunda kendini K sarTn ortasında bulma
korkusuyla bir başka yol aram ak geliyordu içinden. MÜzık ol
dukça yakınlardaydı ama kıvrılan duvarlar ve nğaçlardan tam ola
rak nerede olduğunu kestirmek zordu. Bazen de .sanki kendisini o
kalabalıktan yalnızca bir duvar vc bunun g erisindeki birkaç met
relik bahçeler nyınyorm uş gibi iyice yakınlaşıyordu. Sonra tekrar
uzaklaşıyor, palmiyelerde hışırdayan rllzgflrın o kuru sesi daha
baskın çıkıyordu.
tki yandaki hendeklerde akıp duran suların .sesi. Kil forkınd«
olmasa bile, yine de etkisini gösterm ekteydi. B irdenbire su özlemi
duydu. Gerçi serin ay ışığıyla içinden geçm ekle olduğu o yu
muşak. kıpırdayıp duran gölgeler, bu duygunun dağılmasına
büyük bir katkı sağlıyordu ama yine de K it’e sanki çevresi sularla
çevrili olsa, mutluluğu lam olacakm ış gibi gelm ekleydi. Birden
duvardaki genişçe bir yarıktan bir bahçeye bakar buldu kendini.
Zarif palmiye gövdeleri, geniş bir havuzun iki yanından la göklere
yükseliyordu. Durdu, suyun o karanlık, kıpırtısız yüzeyine baktı.
Suya girme özlemi, o havuzu gördükten sonra m ı. yoksa gör
meden önce mi başlamıştı? Bilemiyordu. H angisi olursa olsun,
havuz karşısındaydı. D uvann yıkık yerine doğru uzandı, ayağının
altındaki moloz yığınına tırmanmadan önce çantasını yere koydu.
Bahçeye girdikten sonra, otomatik hareketlerle Ustündekileri çı
karırken buldu kendini. Hareketlerinin, bilincinin bu kadar ile
risine geçmesi onu biraz şaşırtıyordu. Yaptığı her hareket, ha-
nfliğin ve zarafetin kusursuz bir ifadesiydi. "D ikkatli o l." diyordu
benliğinin bir parçası, "A ğır git." Ama bu seslenen, fazla içki iç-
214
[i|i zanunlarda da seslenen bölüm dü. Şu anda an ık anlamsızdı
onun sesi. “Alışkanlık." diye düşündü. "N e zaman muilu olacak
gibi olsam, kendimi özgür bırakacak >Tnk. takılıp kalıyonım “
SandaJeticrîni birer tekm ede ayağından savurdu, gölgeler arasında
çmlçıplak durdu. İçinde g an p vc yoğun bir duygunun doğduğunu
hissediyordu. Sessiz bahçede çevresine bakınırken, çocukluğundan
bu yana ilk kez her şeyi çok net görm ekte olduğu duygusuna ka
pıldı Yaşam birdenbire oradaydı, kendisi onun içindeydi, ona bir
pencereden bakar durum da değildi Mayalın gucunun vc gör
keminin bir parçası olduğunu algılam aktan gelen gurur da gerçi
tamdık bir duyguydu am a yıllardan b en hıssctm cm ışit o d u şg u ıu
Adımını atıp ay ışığına çıktı, suların içinden havuzun orta şenrK
doğru yunklu H avuzun dibi, birikm iş kıl şü /u n d cn kaygandı
Orta yerde su beline kadar geliyordu N ucudunu suLann ıçınc b ı
raktığında aklına b u duşuiK c geldi ö u daha asla isteriye ka
pılmayacağım ” CİTKa gerilim , kendini o rn a önem sem e Anık
ömrü boyunca bu d u y g u lan bu daha o kadar yoğun hıs-
Ktmcyeccğını sc /ıy o n lu
Uzun urun yüzdü havuzda Tem ne değen ıc n n sular, içinde
şarkı söylem e isteği uyandırm ıştı B irleştirdiği avuçlonna su
iJmak ıçın her eğilişinde ağ randan soz.suz b u şarkı dökülüyordu
Aniden durup çevreyi dinledi Davul »eslcnnı duymuyordu anık,
yalnızca vücudundan Kavuza dam U vsn suların se.sını duyuyordu.
Banyosunu sevurJık içinde btiırdığınde içindeki o coşkun sevinç
doygusu sona erdi am a o hayal duygusu sönm edi "O geçmeyecek
»nık. diye m ırıldandı, havuzun kenarına doğru yrlrüdu Ceketini
havlu yerme kullandı K urulanırken üşüyor, zıplayıp duruyordu
Bir yandan giyinirken b u yandan da hafif hafif ıslık çalıyordu
tkıde b u durup b u saniye kadar, ses var mı. davullar yine çalmaya
başladı m ı. diye etrafı dinliyordu. Rüzgâr başının yrıkansmdan,
ağaçların tc p e lc n n d e n doğru esti. Yakında bir yerden hafif hafif
akan bir su sesi duyuldu. H epsi o kadar. Kıt birdenbire arkasında
bir şey ler döndüğü kuşkusuna kapıldı; sanki zaman ona bir oyan
oynam ışu. O havuzda birkaç dakika yerme birkaç saat geçirmiş de
farkına v arm am ışu sanki. K sar'daki şenlik sona cnnış, insanlar da-
ğılm ışu. O y sa kendisi davul seslerinin kesildiğinin bile faikına var-
m am ışu . B öyle saçm a sapan şeyler olurdu bazen. Kol saabni ahnak
215
üzere demin bınktığı taşa doğru eğikli. Saat orada yoktu, demek
artık zamanı da bücmeycccktı. Biraz arandı am a onu bir daha ala
bulamayacağındaı şimdiden emin gibiydi. Saatin ortadan yok ok
ması da kendisine oynanan oyunun bir parçasıydı işte. Hafif adım
larla duvarın yıkık yerme yürüdü, v alu ın ı eline aldı, ceketini ko
lunun üstüne anı. bahçeye doğru yüksek »esle. “Sanki umurumda
mı santyoraun?” dedi. Sonra gülerek duvara ürm andı ve sokağa al
ladı.
H uiı adımlarla ücrledi. zihnini yeniden ele geçirdiği o somut
sevinç duygusuna odakladı O duygunun orada var olduğunu hep
biliyordu zaten. Bir şcylenn hemen gen.sınde. ama ona hayatın
doğal bir durumu olarak sahip olam am aya çok uzun zaman önce
razı olmuştu. Var olmanın sevmemi yeniden bulunca, kendi ken
dine onu bu kez asla elden kaçırm ayacağını, ne kadar çok çaba
gerekine gereksin, feda etmeyeceğini söyledi. C eketinin cebinden
bir ekmek parçası çıkardı, onu iştahla yedi.
Yol genişliyor, duvarlar bitki örtüsü şendim izleyecek biçimde
geri çekiliyordu. İşte sonuna varmıştı yolun. Buradan sonra artık
karşısında dümdüz uzanan vadi vardı H er yanında küçük ku
mullar göze çarpıyordu. Birkaç yerde dallan yere sarkmış ta-
marisk ağaçlan, kumlann üzenndc gn bir dum an kütlesi gibi yük
selmekteydi. Hiç duraklamadan en yakın ağaca yöneldi, çantasını
yere koydu. Tüy gibi dallar, gövdenin her yanındaki kum lan sü
pürmüştü. Çadır gibiydi dallann içerisi. Ceketini giydi, emek
leyerek dallann öte tarafına geçti, valizini yanına çekti. Göz açıp
kapayana dek uykuya dalmıştı bile.
218
ninde onu kişileştirm em esi olanaksızdı. S essizliği, barındırdığı
yarı bilinçli varlığın suskun bir itirafı gibiydi. (Y üzbaşı B roussard
bir gece, konuşkanlığı üzerindeyken, T u n n er’a, askeri birlikle
Çöl’e çıkan Fransızların bile m utlaka serap gördüğünü, am a gu
rurlarının buna inanm alarına engel olduğunu söylem işti.) N eydi
bunun anlamı? B öyle şey ler hayal gücünün zaten var olanı yo
rumlamasının basit bir yo lu değil m iydi?
Ahmet şişeyi ve bardakları getirdi. B ir an sessizce içtiler,
sonra üsteğmen, biraz d a se ssiz liğ i b o zm ak için konuştu; “İşte
böyle. Hayat şaşırtıcı bir şey. H içb ir şey insanın hayal ettiği gibi
olmuyor. Bu da en çok b u rala rd a fark ediliyor. İnsanın tüm dü
şünce sistemi çöküyor. H e r d ö n em eç te karşısın a en beklem ediği
şey çıkıyor. A rkadaşınız p asap o rtu n u kaybedip buraya geldiğinde,
zavallı A bdülkadir’i su ç lad ığ ın d a, k ısacık bir süre sonra başına
böyle bir şeyin geleceğ in i kim n ereden b ile b ilird i?” Sonra akıl yü
rütme biçim inin y anlış a n laşılab ilec eğ in i düşünüp ekledi: “Ab-
dülkadir onun ölü m ü n ü d u y u n c a ço k üzüldü. O na kin bes
lemiyordu, anlıy o rsu n u z, d eğ il m i?”
Tunner d in le m iy o r gib iy d i. Ü steğ m en in düşünceleri başka ta
rafa yöneldi. S esi m e ra k ın d an ren k len erek , “ S öylesenize,” dedi,
... Y üzbaşı B ro u ssa rd T o b ay a n la ilgili kuşk u lan n ın yersiz ol
duğuna in a n d ırab ilm iş m iy d in iz sonunda? Y oksa hâlâ onların evli
olm adığına m ı in a n ıy o r? B a n a y az d ığ ı m ektupta bayanla ilgili
çok kaba şe y ler sö y lü y o rd u . O na B ay M o resb y ’nin pasaportunu
gösterm iş m iy d in iz ? ”
“E fe n d im ? ” T u n n e r, F ra n s ız c a ’d aki yetersizliğinin kendisini
zo rlayacağını b ile re k k o n u şm a y a başladı: “ Ha, evet. Pasaportu
ona, rap o ru n a e k le y ip C e z a y ir’d ek i konsolosuna yollasın diye ver
dim am a ev li o ld u k la rın a y in e de inanm adı, çünkü Bayan M o
resby o n a p asap o rtu n u v ere ceğ in e söz verdiği halde, kaçıp git
mişti. B u n ed e n le , y ü zb a şı onun g erçekte kim olduğundan emin
d e ğ ild i.”
“ A m a o n la r k a n k o c a y d ı,” d iye üsteledi üsteğm en alçak sesle.
T u n n e r sa b ırsızlık la, “ K u şkusuz, kuşkusuz,” dedi, bir yandan
d a b ö y le b ir k o n u şm a y a girm iş olm anın bile sadakatsizlik ol
d u ğ u n u d ü şü n ü y o rd u .
“ Z a te n ev li o lm a sa lar da ne fark ed er?” Ü steğm en her ikisine
219
birer içki daha doldurdu, konuğunun bu konuşm ayı sürdürmek is-
temediğini görünce, daha az acı yaratab ilecek bir başka konuya
döndü. Tunner yeni konuyu da aynı hevessizlikle karşıladı. Ha
yalinde Sbâ’daki o cenaze gününü yeni baştan yaşıyordu. Port’un
ölümü onun hayatının tek kabul edilm ez gerçeği olmuştu. Çok
büyük bir şeyler kaybettiğini, P o rt’un (eskiden anlayam am ış olsa
bile) aslında en yakın arkadaşı olduğunu, ancak zam an geçip de
onun öldüğünü kabul ettikten sonra kaybının ay n n tılan n ı dü
şünebileceğini geçiriyordu aklından.
Tunner duygusal bir insandı. Bu özelliği yüzünden de. Yüzbaşı
Broussard cenazede bir dereceye kadar dinsel tören yapılm ası ko
nusunda ısrar ettiğinde, daha şiddetli bir biçim de karşı çıkmamış
olduğu için, şimdi vicdanı sızlıyordu. Bu konuda korkaklık ettiği
duygusu vardı içinde. P o rt’un cenazede böyle saçmalıkla,- ya
pılmasından nefret edeceğinden, bunların o lm am ası için arkada
şının mücadele etmesini bekleyeceğinden em indi. P o rt’un Katolik
olmadığını en başta söylem işti yüzbaşıya tabii. H atta gerçek an
lamda Hıristiyan bile sayılam ayacağını da söylem işti. Bu nedenle,
onun bu tür törenlerden azat edilm esi gerektiğini ileri sürmüştü.
Ama Yüzbaşı Broussard heyecanla cevabı y apıştırm ıştı ona: “Bu
konuda bir tek sizin sözünüz var ortada, m ösyö. Siz de ölürken ya
nında değildiniz. O sıra neler düşünüyordu, son dileği neydi, bi
lemezsiniz. Siz bildiğinize inanarak böylesine bü y ü k bir so
rumluluğu üstlenmeye razı olsanız bile, ben bunu yap m an ıza asla
izin veremem. Ben Katoliğim , mösyö. A y n ca bu ranın da ko
mutanıyım.” Tunner da yelkenleri suya indirm işti. S onunda Port,
kendi tercihine uygun olarak isim siz bir ölü gibi sessiz bir bi
çimde vahaya ya da çöle göm üleceği yerde, resm i tö ren le kalenin
arkasındaki küçücük Hıristiyan m ezarlığına götürülm üş, Latince
dualar eşliğinde toprağa verilmişti. T u n n er’ın o duygusal kafasına
göre bu büyük bir haksızlıktı am a kendisinin bunu engellem eye
gücü yetmemişti. Şimdi kendini zayıf buluyor, sad ak atsizlik et
tiğini düşünüyordu. Geceleri uykusu kaçıp bu konuyu düşünürken,
aklından Sbâ’ya dönmek, uygun bir zam an kollayıp o k ü çük m e
zarlığa giderek P ort’un tepesine diktikleri o saçm a haçı kırm ak
bile geçmişti. Böyle bir hareket kesinlikle m em nun ederdi P o rt’u.
Ama Tunner bunu asla başaram ayacağını biliyordu.
220
Aslında bütün bunların yerine, pratik davranm alı, dedi kendi
kendine. Şu anda önem li olan K it’i bulm ak ve onu N ew Y o rk ’a
götürmekti. Başlangıçta kaybolm ası olayını karabasan türünden
bir şaka gibi almıştı. H afta sonuna kad ar K it elbette ortaya çıkar,
demişti kendi kendine, tıpkı ikisi trenle B o u ssif’e giderken olduğu
gibi. Oturup onun geri dönm esini beklem ekte kararlıydı, ama
zaman geçip hâlâ K it’den haber çıkm ayınca, bu bekleyişin b it
meyeceğini, gerekirse sonsuza kadar uzayacağını anlam ıştı.
Kadehini yanındaki sehpaya bıraktı, kafasından geçenleri ses
lendirerek konuştu: “Ben B ayan M oresby bulunun cay a kadar bu
rada kalacağım.” K endi kendine, neden bu konuda bu kadar inat
etliğini soruyordu. K it’in bulunm ası niçin böylesine bir saplantı
haline gelmişti onda? O zavallı kıza âşık olm adığı kesindi. O na o
kadar çok ilgi gösterm esi, biraz ona acıdığı için (çünkü o bir k a
dındı), biraz da kendi gururu y ü zündendi (çünkü kendi de bir e r
kekti). iki duygu birleşince, ödül av c ıla n n d a görülen o sahip olm a
arzusunu yaratm ıştı T u n n e r’da, hepsi o kadar. A slına bakılırsa, şu
anda fazla derin düşü n m ed iğ i sürece, K it’i ilk tanıdığı zam anki
gibi ele alıp aralarında geçen leri tüm üyle unutm a eğilim inde o l
duğunu görüyordu. P o rt’la ikisini ilk tanıdığında çok derinden et
kilenmiş, dünyada en çok yak ın olm ak istediği iki kişi olarak gör
müştü onları. B öyle d ü şü n m ek vicdanındaki yükü daha bir hafif
letiyordu. S b â ’da g eçirdikleri o çılgın günde, K it hasta odasının
kapısını açm ayı reddederken neler olup bittiğini defalarca sormuştu
kendine. A caba P o rt’a ihanetini söylem iş m iydi Kit? Söylem em iş
olduğunu heyecanla um du. B unu düşünm ek bile istem iyordu.
Ü steğm en d ’A rm agnac, “E v et,” dedi. “H erhalde New Y ork’a
dönüp de bütün dostların ızın size ‘B ayan M oresb y ’yi ne y aptın?’
diye sorm asını göze alam azsınız. Ç ok utanç verici bir durum
olur.”
T unner için için ürperdi. Yo, böyle bir şeyi göze alamazdı. Her
iki aileyi tan ıy an kim seler daha şim diden birbirlerine bu soruyu
soruyor o lm alıy d ılar (çünkü kendisi P o rt’un annesine üç gün aray
la iki te lg raf çekm iş, kötü haberleri peş peşe bildirm işti. O sıralar
henüz K it’in döneceğini um uyordu) am a o dostlar oradaydı, ken
disi ise h âlâ burada. “D em ek Port da, Kit de gitti!” dedikleri
zam an on larla yüz yüze olm ak zorunda değildi. Böyle bir şey hiç
221
bir zaman olam azdı, asla! K endisi b u rad a , B ou N o u ra ’da uzun
süre kalırsa, K it’in nasılsa so n u n d a o rta y a çık ac ağ ın ı biliyordu.
“Çok utanç verici,” diye y ü zb a şın ın g ö rü şü n e katıldı, te
dirginlikle güldü. B ir tek P o rt’un ö lü m ü n ü n h esab ın ı verm ek bile
kolay değildi. H erkes ona, “T a n n aşk ın a, onu b ir u çağ a atıp has
tanesi olan bir yere, en azından C e z a y ir’e g ö tü re m e z miydin?
Tifo o kadar da hızlı seyreden b ir h a sta lık d eğ ild ir, biliyorsun,”
derdi. O zam an T unner da o n lardan ay rıld ığ ın ı, b aşın ı alıp git
tiğini itiraf etm ek zorunda kalırdı. Ç ö l’e d ay a n am ad ığ ın ı söy
lemek zorunda kabrdı. Port yola ç ık m ad a n ö n ce g ere k li aşıları ol
mayı ihmal etm işti. A ncak b ir de K it’i k ay ıp d u ru m d a bırakıp
giderse, bunun hiçbir açıklam ası olm azdı.
Üsteğmen, A m erikalı kadının b u lu n d u ğ u n d a sap asağ lam ol
m ayabileceğini, birtakım k o m p lik a sy o n la ra m a ru z kalabileceğini
hatınna getirerek, T unner Bou N o u ra ’d a b e k le d iğ i için onu oraya
getireceklerini düşündü. C esaretini to p la y arak , “T ab ii ki sizin
bekleyip beklem em enizin onun b u lu n m a sın a h iç b ir etk isi ola
m az,” dedi. Bu sözlerin kendi ağ zından ç ık tığ ın ı d u y a r d u y m az da
utandı am a iş işten geçm işti! S öylenm işti artık b ir k ere.
Tunner heyecanla, “B iliyorum , biliy o ru m ,” dedi. “ A m a ben yine
de kalacağım .” Bu konuda sö y le n eb ilec ek b a şk a b ir şey yoktu.
Üsteğmen d ’A rm agnac da bu k o nuyu b ir d ah a a ç m a y a c a k tı zaten.
Bir süre daha konuştular. Ü steğm en b ir ak şam b irlik te “qu
artier réservé”yi ziyaret etm e o la n ağ m d a n sö z etti. T u n n e r is
teksiz bir sesle, “B ugünlerde bir ara ,” dedi.
“Biraz dinlenm eniz gerek. Ç ok faz la y as iyi d e ğ ild ir. B enim
tanıdığım tam size göre bir kız...” B irden sustu. Bu tü r a p a ç ık ö n e
rilerin genellikle yaratılm ak istenen ilgiyi bü sb ü tü n ö ld ü rd ü ğ ü n ü
hatu-lamıştı. H içbir avcı, avının b aşkası ta ra fın d an y a k a la n ıp hazır
getirilm esini, önüne atılm asını istem ezdi. A n ca k o sa y e d e vu
rabileceğini bilse bile, yine de istem ezdi.
Tunner dalgın bir sesle, “İyi, iyi,” dedi.
Çok geçm eden izin isteyip kalktı. Y arın sabah y in e g elecek ti.
Ertesi sabah da. D aha sonraki sabahlarda da. T a ki ü steğ m en k en
disini ışıl ışıl gözlerle kapıda karşılayana, "E nfin m o n a m i;' so
nunda müjdeyi aldık!” diyene kadar.
' Fr. G özünüz aydın, dostum, (ç.n.)
222
Bahçede başım e ğ ip o ç ıp la k , s ıc a k ta n k a v ru lm u ş to p ra ğ a
baktı. İri kırm ızı k a rın c a la r h ız la k o ş tu ru y o r, ö n b a c a k la rıy la d u
yargalarını hav ay a d o ğ ru ö fk e y le s a llıy o rd u . A h m e t b a h ç e k a
pısını onun ark a sın d an k a p a ttı, T u n n e r m e la n k o lik b ir h av a içinde
pansiyona doğru y ü rü d ü .
Mutfağın y a n ın d a k i o s ıc a k k ü ç ü k o d a d a ö ğ le y em eğ in i y i
yecek, o yem eği d a h a s in d irilir k ılm a k iç in d e b ir şişe ro z e şarab ın
hepsini içecekti. S o n ra ş a ra b ın v e sıc a ğ ın e tk isiy le se rse m le m iş
bir halde y u k a n y a , o d a s ın a ç ık a c a k , k e n d in i y a ta ğ a atacak , gü
neşin ışıklan g ü cü n ü b ira z k a y b e d in c e y e , ö ğ le v a k itle ri taştan to p
raktan fışkıran o z e h irli a y d ın lığ ın e n a z ın d a n b ira z ı k ay b o lu n -
caya kadar u y u y a c a k tı. K e n te in ip d o la ş m a k h o ştu . T ep e lerd e p a r
lak renkli Ig h e rm ’le r v a rd ı. B ü y ü k b ir k a b ile o la n B e n i Isg u e n ’ler
vadinin b iraz d a h a ile ris in d e y d i. B a lk o n lu p e m b e v e m avi ev
leriyle T a c m u t d a o ra d a y d ı. K e n tlile r k e n d ile rin e k ırm ız ı k er
piçten ve a ç ık re n k p a lm iy e k e re s te s in d e n o o y u n ca k b en zeri sa y
fiye sa ra y la n n ı y a p a r k e n , h e r y a n a p a lm iy e le r d ik m iş, k uyular
açm ışlardı. Y a k ın la rd a k i su k e m e rle rin d e g u ru ld a y a n su, toprağın
ve havanın o k o rk u n ç k u ru lu ğ u n u b ira z g id e riy o rd u . T u n n er bazen
Bou N o u ra ’nın iç in d e k i b ü y ü k p a z a r y e rin e y ü rü y o r, kem erlerin
altında g ö lg e b ir y e re o tu ru p so n u g e lm e z alışv erişi seyrediyordu.
Bu alışv e rişte a lıc ı d a , sa tıc ı d a, fiy a tı y ü k se ltm e k y a d a düşürm ek
>Çİn, g ö z y a şla rı d ış ın d a h e r tü rlü ik iy ü z lü nu m aray ı çekiyorlardı.
Bazen T u n n e r b u sa ç m a sa p a n in sa n la ra b ir m erh am et duyar, o n
ları g e rç e k d ışı b u lu r, d ü n y a sa k in le ri a ra sın d a say ılm am aları g e
rektiğini d ü şü n ü rd ü . Ö y le g ü n le rd e k en d isin i kolundan b acağın
dan ç e k iştire n , k a la b a lık s o k a k la rd a itiştiren k ü çü k ç o c u k la n n yu
m u şak e lle ri d e li e d e rd i onu. B a şla n g ıç ta o çocu k ları yankesici
san m ıştı. S o n ra la n , k a la b a lık ta d ah a hızlı ilerley eb ilm ek için k en
disin i b ilin ç s iz c e d e s te k o la ra k k u lla n m a y a ça lıştık la n n ı fark etti,
san k i k e n d isi b ir ağ a ç y a d a d u v arm ış gibi. O zam an d ah a da canı
sık ıld ı, o d a o n la rı h ırsla ilm ey e başladı. Ç o cukların hepsi bitliydi
ve ç o ğ u tü m ü y le k eld i. K afaları b ir yığın kabuk bağlam ış yara ve
ü z e rle rin d e d e sin e k le rd e n olu şan bir ta b ak ay la kaplıydı.
A m a T u n n e r ’m d ah a az sinirli olduğu günler de yok değildi.
Ö y le g ü n le rd e o tu ru r, p azar yerinde yavaş adım larla yürüyen
sa k in ih tiy a rla rı sey red er, kendisi o yaşa gelip de bu kadar gurura
22,1
ve özsaygıya sahip o la b ild iğ i ta k d ird e y a ş a m ın ın boşa geçmemiş
sayılabileceğini düşünürdü. O n la rd a k i g e n e l hav a, b ir gönül ra
hatlığı ve doyum duygusu y a n s ıtm a k ta y d ı. Z a m a n la , fazla derin
düşünm eksizin, hayatlarının y a ş a n m a y a d e ğ e r b ir hayat olarak
geçm iş olm ası gerektiği so n u c u n a v ard ı.
A kşam lan salonda o tu ru p A b d ü lk a d irT e sa tra n ç oynuyordu.
A bdülkadir ağırdı am a a z ım sa n a c a k b ir h asım d a d eğ ild i. Bu gece
sefaJan, ikisinin sıkı fıkı d o st o lm a sın ı s a ğ la m ıştı. Ç ocuklar bir
tek onlann satranç oy n ad ığ ı k ö şe d ek i la m b a d ışın d a bütün lam-
balan söndürdüğünde, k o ca binada y a ln ız ik isi u y a n ık kaldığında,
bazen karşılıklı birer P em o d iç erler, A b d ü lk a d ir y ü zü n d e komp
locu gülüm sem esiyle k alk ıp b a rd a k la rı k e n d i e liy le yıkar, kal-
dınrdı. A lkollü içki içtiğini k im se n in g ö rm e si d o ğ ru olmazdı
çünkü. T unner y u k an . y atm ay a çık ar, d erin b ir u y k u y a dalardı.
G üneş doğarken uyandığında, “ B elk i b u g ü n ...” d iy e düşünürdü
içinden. Saat sekizde şortunu g iy ip d am a, g ü n e ş le n m e y e çıkardı.
K ahvaltısını oraya g etirtir. F ra n sızc a fiille re ç a lış ırk e n , kahvesini
yudum lardı. N ihayet bir hab er o lu p o lm a d ığ ı m e ra k ı d ay an a
mayacağı kadar güçlenir, çık ıp sabah se fe rin i y a p m a s ı şa rt olurdu.
Beklenen şey oldu so nunda tabii. M e s s a d ’d a n ç e v re yörelere
sayısız küçük yolculu k lan n ı yap ıp bitiren L y le T a r B o u N o u ra ’ya
çıkageldiler. Aynı günün d ah a erk en sa a tle rin d e ise b ir g ru p F ran
sız, eskim iş bir askeri araçla gelm iş, p an siy o n u n o d a la rın a y er
leşmişlerdi. Tunner, M e rc ed e s’in o ta n ıd ık h o m u rtu su n u d u y
duğunda öğle yem eği yiyordu. Y üzünü b u ru ştu rd u . O ikisinin
buraya gelişi can sıkıcı bir şeydi. K en d in i te rb iy e li d a v ra n m a y a
zorlayacak halde değildi T unner. L y le ’la rla h iç b ir z a m a n sam im i
olmamıştı. Bunun bir nedeni, L y le ’ların o nu M e s s a d ’a g ö
türdükten iki gün sonra oradan a y n lm a la n , ik in ci n e d e n i d e T un-
ner’ın bu ilişkiyi bundan ileri götü rm ey i iste m e y işiy d i. B ayan
Lyle huysuz, şişko, geveze bir kadındı; E ric de o n u n , y aşı b ü
yüdüğü halde hâlâ şım arık ve arsız kalm ış oğlu. T u n n e r ’ın o n la ra
ilişkin duygulan böyleydi ve bu d u y g u la rın ı d e ğ iştire c e ğ in i de
pek sanmıyordu. E ric ’ie p asaport olayı ara sın d a b ir ilg i k u rm u ş
değildi. İki pasaportun birlikte, Ain K ro rfa ’da, y e rlile rd e n b iri ta
rafından çalınıp lejyonerlere satıldığını sanıy o rd u .
H olden E ric’in alçaltm aya çalıştığı sesini duyd u . “ A a, d a h a
224
neler! Anne! O T unner d en ilen ad am h âlâ b u ra la rd a .” B esb elli re
sepsiyon masasının ü ze rin d ek i m ü şte ri k a y ıt d efte rin e b ak ıyordu.
Annesi de tıslayarak ona çık ıştı: “ E ric! S en i budala! K es se sin i!”
Tunner kahvesini bitirdi, y an k ap ıd an y a k ıc ı güneş ışığ ın a çıktı,
onlarla karşılaşm adan k a ç m a y ı, o n la r ö ğ le y em eğ i y erk en o d asına
çıkabilmeyi um du. N ite k im bunu b a şa rd ı. Ö ğ le u y k u su n a d aldığı
sırada odasının kapısı v u ru ld u . T u n n e r ’m u y an m ası b iraz zam an
aldı. Kapıyı açtığında A b d ü lk a d ir’i g ö rd ü . Y ü zü n d e ö zü r diler
gibi bir gülüm sem e v ard ı.
"Odanızı d eğ iştirse k ç o k ra h a tsız o lu r m u su n u z a c ab a ?” diye
sordu.
Tunner bunun n ed e n in i b ilm e k istedi.
“Şu anda y aln ız sizin iki y a n ın ız d a k i o d alar boş. B ir İngiliz
hanım, oğluyla geldi. O ğ lu n u k e n d i o d asın ın y an ın d a b ir o d ay a is
tiyor. Y alnız k alm ak tan k o rk u y o rm u ş .”
A bdülkadir’in ç iz d iğ i bu B a y a n L y le tipi, T u n n e r’ın k a
fasındaki g ö rü n tü y e hiç u y m u y o rd u . “ P e k â lâ ,” diy e hom urdandı.
“Odalar b irb irin in ay n ı. Ç o c u k la rı y o lla d a e ş y a la n m ı taşısın lar.”
Abdülkadir onun o m z u n u se v g iy le o k şa d ı. Ç o c u k lar geldi, bitişik
ify odanın k a p ısın ı a ç tıla r, so n ra ta şım a işine başladılar. T am ta
şınma işinin o rta sın d a , E ric b o ş a ltılm a k ta olan od ay a girdi, Tun-
ner’ı görünce o ld u ğ u y e rd e ç a k ıld ı kaldı.
‘A ha!” d iy e b a ğ ırd ı. “ B u ra d a sa n a rastlay acağ ım ı hiç san-
ttıazdım, dostum ! Ş im d iy e k a d a r T im b u k tu ’ya varm ışsındu- diye
düşünüyordum .”
“M erhaba, L y le ,” d ed i T u n n er. E ric ’i birden k arşısın d a bul-
uıuştu. O n a b a k m a k v e to k a la ş m a k için elin i uzatm ak T u n n er’a
külfet g e liy o rd u . B u d e lik a n lın ın k en d isin i bu k adar tiksindirdi
ğini d ah a ö n c e fa rk etm e m işti.
“A n n em in a p ta lc a k a p risin i b a ğ ışla lütfen. Y olculuk yordu
onu, o k ad a r. M e s s a d ’d an b u ray a yol ço k berbat, onun da sinirleri
çok b o z u k .”
“V ah , v a h .”
“ S en i n ed e n o d ad a n çık a rd ığ ım ız ı an lıy o rsu n .”
“ E v et, e v e t.” T u n n e r bu sözün bu biçim de söylenm esine si
n irle n m işti. “ S iz g id in c e b en yine b u raya taşınırım .”
“ A , ta b ii. M o re s b y ’lerden hab er aldın mı son zam anlarda?”
Gökyüzü
B ir noktadan sonra artık
geriye dönüş yoktur. İşte
varılm ası gereken yer o noktadır.
KAFKA
Kit gözlerini açlığında nerede olduğunu hemen anladı. Ay
gökte alçalmıştı. Ceketini bacaklanna sardı, hiçbir şey dü
şünmüyor, yalnız biraz ürperiyordu. Zihninin sızlayan, dinlenmek
isteyen bir yanı vardı. Burada böylece yatmak, yalnızca var
olmak, hiç soru sormamak iyi geliyordu. İstediği anda, olup biten
her şeyi anunsamaya başlayacağından kuşkusu yoktu. Ufacık bir
çaba yeterdi ama burada, bu durumda rahattı o. Dünyayla arasına
inmiş olan o kalın perde rahatlatıyordu onu. O perdeyi kaldıran
kendisi olmayacak, dünün o dipsiz çukuruna kendisi bakmayacak,
o üzüntüleri, pişmanlıkları yeni baştan yaşamayacaktı. Geçmişte
yer almış şeyler şu an için bulanık, belirginlikten çok uzaktı. Zih
nini kararlı bir çabayla daha uzaklara çevirdi, onlan incelemeyi
23.S
reddederek tüm gücüyle, onlarla arasına güvenli bir engel dik
meye uğraştı. Kozasını daha kalın ve daha dayanıklı yapmaya ça
lışan bir bteek gibi, zihni giderek bu ince perdeyi güçlendirecek,
varlığının tehlikeli noktasını ondan uzak tutacaktı.
Sessizce yattı. Ayaklarını altına almışü. Kumlar yumuşaku
ama soğuğu giysilerinin içine işliyordu. Bu kadar titremeye artık
dayanamayacağına karar verdiğinde, kendisini koruyan ağacın al
tından emekleyerek çıktı, ısınmak için bir ileri bir geri dolaşmaya
başladı. Hava^ ölüm durgunluğu vardı; en ufak bir kıputı bile
yoktu. Soğuk da her geçen dakika biraz daha artmaktaydı. Gidip
gelmelerinin uzaklığını biraz daha artırdı, bir yandan da cebindeki
ekmekleri gevelemeye koyuldu. Ağacın yanına her dönüşünde,
yine dallann aluna girip uyumak geliyordu içinden ama şafağın
ilk ışıklan belirdiğinde, Kit artık iyice uyanmış ve ısınmıştı.
Çöl manzarası en çok şafağın ya da gurubun o yanm ışığı al-
ünda güzeldir. Mesafe duygusu yok olur o zaman. Yakındaki bir
dizi kaya, çok uzaklardaki sıradağlara dönüşür, her küçük ayrıntı,
bu engin diyann yinelenen temasmda çok önemli bir ezgisel
öğeyi oluşturur. Günün yaklaşması bir değişim vaadi taşu-, ancak
gün varlığım tamamen belli ettikten sonra, insan bunun yine hep
geri dönen aynı gün olduğunu anlamaya başlar. Uzun süreden beri
tekrar tekrar hep aynı gündür yaşanan. Zamanm lekeleyemcdiği,
gözleri kör edecek kadar parlak... aynı gün. Kit derin soluklar
aldı, çevresindeki küçük kumullann oluşturduğu yumuşak çiz
gileri gözden geçirdi, tepelerin ardından yükselen engin saf ışığa
döndü, palmiye onnammn hâlâ karanlıklar içinde kalmış rengine
baktı ve bunun aynı gün olmadığını hemen anladı. Ortalık tü
müyle aydınlandığı, koca güneş kendini gösterdiği, kumlar, ağaç
lar ve gökyüzü yavaş yavaş alışılmış gündelik görünümüne ka
vuştuğu zaman bile, bunun yeni ve çok farkb bir gün olduğundan
zerrece kuşku duymadı.
Sutlarına yün çuvallar yüklenmiş iki düzineyi aşkın deveden
oluşmuş bir kervan belirdi, vahadan K it’e doğru ilerliyordu. Hay
vanların yanında birkaç da adam yürümekteydi. En arkadan, de
velerine binmiş iki kişi geliyordu. Bu iki devenin burunlarındaki
halkalar, süslü koşumlan, onlan öndeki sıradan develerden daha
da kibirli gösteriyordu. Kit bu üd adamı gördüğü anda, kendisinin
236
■7'V .-
238
miyorlardı. Develer dinlenm ekten dolayı muUu, sırtlarındaki yük
ler indirildikten sonra da yatm ayı sürdürdüler. U şaklar denklerin
içinden kocaman halı parçalan, nikel bir çay servisi, kâğıt tor
balarda ekmek, hurma ve el çıkardılar. T ahta musluklu, siyah,
keçi derisinden bir tulum çıkarıldı; kervan sahipleriyle Kit ondan
su içtiler. Kuyu suyu develer ve uşaklar için yeterli görülüyordu.
Kil bir halının kenarına oturup sırlını palm iyenin gövdesine da
yadı, yemek hazırlıklarını izlem eye başladı. Sonra hazırlanan ye
meği iştahla yedi, her lokm asını çok lezzetli buldu ama yine de ev
sahipliğini üstlenmiş iki adam ın islediği kadar yiyemedi. Adamlar
o doyduktan çok sonra, hâlâ biraz daha yem esi için ısrar edip dur
dular.
“Smilsek? K u li!" ' diyorlardı ona. Lokm aları suratına doğru
uzatıyorlardı. H atta daha genç olanı, bir hurm ayı K iı’in dişlerinin
arasından ağzına sokm aya bile uğraştı am a Kit gülerek başını iki
yana salladı, hurm anın halıya düşm esine yol açmıştı. Bunun üze-
nne öbür adam uzanıp hem en onu kaptı ve yedi. Çuvallardan
odun çıkarıldı, ateş yakıldı, çay yapıldı. Çaylar içilip, yenisi dem
lenip, o da içildikten sonra, saat ikindinin ortalarını bulmuştu.
Güneş tepede hâlâ alev alevdi.
Bir halı daha çıkarıldı, iki süslü devenin yanına serildi; adam
lar K it’e o h alıya uzanm ası, hayvanların gölgesine yatması için
işaret ettiler. Kit denileni yaptı, onların gösterdiği yere uzandı. İki
adamın arasındaydı o yer. G enç olanı hem en K it’i yakaladı. Kit
bunun üzerine bir çığlık atıp doğrulm aya çalıştı ama adam onu bı
rakmıyordu. Ö teki adam arkadaşına sertçe bir şeyler söyleyerek
deve güdenleri işaret etti. A dam lann hepsi kuyunun çevresindeki
duvara oturm uş, gülm elerini tutm aya çalışıyorlardı.
"Luh, B elkassim ! E sb a r!" “ diye fısıldadı adam. Başım ayıplar
gibi iki yana salladı, kara sakalını sıvazladı. Belkassim pek hoşnut
değildi am a henüz kendi sakalı olm adığı için ötekinin sözüne
uym ak zo ru n d a kaldı. K il doğrulup oturdu, üstünü başını düzeltti,
adam ların y aşlıcasın a bakıp, “T eşekkür ederim ,” dedi. Sonra ada
mın ö b ü r yan ın a geçm eye çalıştı. Böylelikle daha yaşlı olan adam
B e lk a ssim ’Ie ikisinin arasında yatıyor olacaktı ama adam sert bir
* Ar. Y el Ye. (ç.n.)
•• Ar. G il, Belkassim I Sabret, (ç.n.)
hareketle onu eski yerine itti, başını salladı. "N assi,'” diyerek
uyumasını işaret etti. Kit gözlerini kapadı. S ıcak çay uykusunu ge
tirmişti. Belkassim de onu bir daha rahatsız edecekm iş gibi gö
rünmediğine göre, Kit kendini serbest bırakarak derin bir uykuya
daldı.
Üşüyordu. O rtalık kararm ıştı. S ırt ve bacak kaslarına ağnlar
girmişti. Doğrulup çevresine baktı, halının üzerinde yalnız ol
duğunu gördü. Ay henüz doğm am ıştı. D eve ço b an lan yakında bir
yerde ateş yakm aya çalışıyor, yükselen alevlerin üzerine palmiye
dallannı bütün bütün atıyorlardı. K it y ine yattı, yüzünü gök
yüzüne çevirdi, ateşe her yeni dal atılışında yüksek ağaçların kı
zıla boyanışını seyretti.
Bir ara, daha yaşlı olan adam halının yanına gelip durdu, ona
ayağa kalkması için işaret etti. K it kalktı, onun peşinden, daha
genç palmiyelerin ardında kalan hafif çukur yere doğru yürüdü.
Belkassim orada oturuyordu. Y ere serilm iş beyaz bir halının or
tasında kara bir leke gibiydi, yüzünü ayın az sonra doğacağı yere
dönmüştü. Uzanıp K it’in eteğini yakaladı, hızla çekip onu kendi
yanına oturttu. Kit yeniden kalkm a çabasına girişem eden, kendini
yine sımsıkı kucaklanm ış buldu. Başını arkaya atm ış durumda,
yukandaki kara boşlukta yıldızlar hızla hareket ederken, “Hayır,
hayır, hayır!” diye bağırdı am a adam çok sıkı kavram ıştı onu.
Ondan çok daha güçlü olduğu da ortadaydı. K it onun istemediği
hiçbir hareketi yapamaz durum da kalm ıştı. B aşlan g ıçta kaskatı
kesildi, kızgın kızgın soluyarak olanca gücüyle ona karşı koy
maya uğraştı... ama aslında savaş daha çok K it’in kendi içinde
olup bitiyordu. Sonra durum unun çaresizliğini anladı ve vazgeçti.
Adamın dudaklarını ve o dudakların arasından çıkan soluğu his
setti. Tath ve temiz bir kokusu vardı soluğunun. K it’in ço
cukluğundaki ilkbahar sabahlan gibi. K it’i tutuşunda hayvansı bir
nitelik vardı. Sert ama sevecen, duygulu am a tüm üyle m antıksız...
Hem yumuşak, hem de ölm eden aynim am aya kararlı gibi. K it bu
kocaman, tanınmaz dünyada yalnızdı am a sadece bir an için.
Hemen ardından, bu dostça cinsel varlığın da kendisiyle birlikte
olduğunu hissetti. Yavaş yavaş bu adam ın her yaptığını, kendisine
kumanda eden her davranışını, biraz sevecen bir bakış açısından
• Ar. Uyu (ç.n.)
240
g ö rm e y e başladı. Adamın hareketlerinde anlayışla şiddetin ku
su rsu z bir dengesi vardı. Bu K it’in hoşuna gitm işti. Ay doğdu ama
K it görmedi.
Bir ses sabırsızlıkla, "Ya B elkassim ?" diye seslendi. K it göz
lerini açtı. Öteki adam tepelerine dikilm iş, onlara bakıyordu. Ayın
ış ığ ı adamın kartala benzeyen suratına düşm üştü. M utsuz bir
254
tac i « k u B c lk w u m o n a b*r m m nem y tia a t a n tu K ta » . ftwto
de bcU cyccckii Üçtt bu «r*ta dûştaim oe l* * U w |ta rd i kta
I tta d a fO z k n n i yctd cn kaldtrm adM i o ca rw itak c tt. K.* « ta arm • -
r itj» ÖOİH ıta şâ flc c lm iu şın u b d c n u tc y c M ir o c d a B tfdne ha-
la ta . «yağa k a ik n u v a ça lıştı I k lk a M a n ocia t a n i a g e n itu
In y tn . tc a c i b a k a ta n ó l u u n karşı ta ra lin d a n >aklta>n. K a «b UMM
Ueşauaa ocacta». k w a k o ta n a o n a ia ra ra k . o n a «kataM ldki va>
Hitara mİ* :« «iayata K a Belkaı.tjm tn cudadan ç ık iı|ifu feinM.
lUrrtnr u iıl m ış otan (ecvlanlıkLofU hm şLarı hem en çık ard ı /r«K?
kaim onan clirtam n h a re k e tin i pEV rm em ışiı V tâcyı h ett o -m
Sa>âk k ıım ı kw a|i!f»ıla h tiikifw c K ıt c m lu ı karşad* caaran âç ka
Jta* (tffatiı (Jklaaakı k a d m la id a n N i K ağatı tiik ırk d ı Bı» kâic ko
şitrak bcikavAim I ç a |a m .a > k ( illi IkcSkaMcm çatoacai (rk ta. li u k
ö A rta n k ararm ıştı V h iır m«¿e'» IsrtVee k ım tc t l aarm rm ışıu
tk ç a ı üç kadım-j» örsternir. haîijtjır: »eerıualc d u n ite a d a (^yaıkı hu
«'•la borónk ' t . ejtkrf.ta ü». <,iav« t i h ' 4i%t e-mektanckırvâı '
kıt. Bcikaaiım in if-meT IscrViînî altaİm ı (Ardk. t<nnr» hep
«ma kcradı ı-oaknc çarpr koc »¿ .nıa 4aşıâ|âna davda
r>al*|t 1 arıimış.tı kan fıörtnek ona tm an ccahtatt.
aran «art <Hir ıe:*,ı.',s «at-ıj^ı Ş * isu « a m a n ğ ın farkaadaydı Venı
K ih rd an kaçırm anun r* m lo ta «raaıarc «aarm ailı | a ri w iy
ptaa Eğf» »cı br» Saîı-lârA» pT-trerkic o ram an <ta vaşataaRtatok
veta, ona otataM ¿iT»ce ffv.kiMWtfmm çarclerınt balm aktı EUHk
ta ra k c tu r oranŞof-ş ramnnı tim « ; oram <.ammı v a im ş e a d a / m a
kaitınm şışmar. k a r , f irî- it-öîe-«*ırrim b « kcrr daha K a e td ö ı
Bam ona ç« i ix *k b« Sıe-Aai ça> aram. Hr başiaM da ha tahak
takı önanc tatvj k ta r-i ısüv-ıor kadmiar ca fn ı «tacih »tarta
'bUlata* çı|lık T a rııU »ıa«>,ıw4ar>iı M arnlar kfç«tdi. hır(io|«
tattı, fala v ae ,ş e a» aş kar a r m a n başladı Krt ttmcı k a d m ya»-
im a rta av ukladı
Çok «cnra. k ^ a n lO d a d a n hakam ta mt rdrven» çdcarta ko
caman. pcndrh N r y atağa gınta. perxfcktr aMtenş ftaıel koktaa ot
tan kvtaUdı. arttaam dan BcttaKM m 'ta a | v aoM danm taıyda B d-
kwMm k o tu m u a t ı m ı . y a ia |a p n o c sa ı ç « o m yat gdtaenyertaı
Altta Krt u» gerçek a n ta m la «alnhı o U ^ V " davrumşlanfida
n m h ır vahşU ta. hır likr ö fte lı vatgcçtm şlta v a r* Y atta vahp bw
ik n u d ı K ıt onu» şataktm e. «epeden iK r m e bnşrfaa afw <W
155
p iİM rın iM M İM M ü c i k U a i f m > n « n t n
r e m r ıı
her v'VT T vek .y r^ c k < rrıru R V T > n *.k - k«<.1rfi ır t a r iıln ıa / N r y a v a ş ^ iıU a
ıv a ğ a k a lk ıv r e » H u k s o lu ğ a N u n u r d a f t a r it k k ( K « k a p tv < a y ıv c K ılu
v u R İu N e le W ı i a f ' « ır t v a r ;'« $ m ı ş k u / u y a ğ ı u y p a k U r ı g ib iy d i
K ıl y u k az s ıv o ı ly ız n u r t k ju ia r a lm a y a « e k iık le r ın t le tm u
h e m e n h e m e n v a ıg m ııy l! K a y u k v a iı/ ın ı g r l ı n m ı y i ı b u r a y a Y a
iu n n , p a rd ım u n u «ım io K ;v n lf r u y b i r t r a n k lık la ı y a m a d a n y a la ğ ın
■ .t ir a n , g ız r ın iı iK -s n c ir r g tb ıv c iı r u n t a r H e r h ır m ın u n u t u lm u ş b n
ş e y in u m g e s ı o ld u ğ u n u -ı c z ı v 'ir t iu K n la m la n m h a t ır la m a y ış ı o n u
h iç k e d e r le tH İıe m e v t ı B in r r a n k U k ta n b ir a r .ıy a t o p U y a r a k y a n
ta m n d ıb iM u ık c u . d iğ e r h e r ş e y i a z e rm e y e r le ş t ir d i v a liz i k a p a n ı
O a k ş a m B e ^ L a s n ım o n u n la b irlik te y e m e k y e d i. ış a r e ı.le o n a
ç e k ic iliğ in i v ıu r e c e k k a d « z a y d o ld u ğ u n u a n ia ıu k L a n « o n r a . v a ğ
to p a k la r ın d a n z c ır U v m iu r m a y a k a ik ü K ıt ı w a n e tti M ıd e v ın ı )> «
la n c b n y o rd u b u v ıv e t e k le r o m m -\ m a t a b u b e r z a m a n o k lu ğ u
g ib i, b « k e z d e B e ik a s « ım ın ıt e d ığ ın ı y a p m a k z o r u n d a k a s d ı t )
g ü n v e d l, e r t e .s ı i « n d e v e d ı, o n u u le v e n g ü n le r d e :1 e v e d ; F .le r k e t ı
25r
^ vrmehierdefi kuştıulanm a/ <»khi Kafasında gecelerle
(iwnlüifVr birbinwe kanşıvonfM. çunku Belkasaım l>azcn öğlenden
'■■W WH «u*ır* ona gelıyı», g eıe haaiınrkcn galiyur. sonra ge
ev«'sı peşındr »epst ıçHide y ıv etek ler taşıyan htr hı/m etkIrU
teliMveöu Ktt hep o p c tv e re str odada, genellikle de yatağın
^HnJevıiı /ıh n ı ve helleğt KvmNışiu. sadece BelkassımTn anısını
«siandiraı.ak ve onun gelmevmı bekleyecek kadar çalışıyordu O
.'•lağMi »nerclıvcBİerını çıkıp perdevı açarak yatağa gınnce. Kıl ın
pvMirfyfu çıkarma ayinine haşlam ak u /cre yanına otunıiKa, hiç-
•m yrç tapm adan hoş hoş oturduğu saatler dc hır anlam ka
•anışiadu Vayra o gidince, (allı yorgunluk duygusu u/un stnr
Jevam « h v o ı, K« duşunm ckM /ın gelen hır hoşnuduk içinde yarı
oanık yatıyordu Çok geçm eden bu durum u normal kabul etmeye
ıa»lad) sonra da tıpkı ilaç bağım lılığı gıhı. o n su / olam a/ oldu
Bir gece Belkassim hiç gelm edi Kıl yalağında o kadar urun
I«« ve o kadar şiddetle ıçını çekti, dondtı durdu kı, rencı ktolın
Maılaa çıku, otuı içinde sıcak, acayip, ekşi hır şey *>»r bardak
rriifd) Kh uyudu am a sabah olduğunda başı ağırlaşmış, ağrımaya
saştMmşiı O gün çok a / yemek yedi Bu sefer hı/m ctkirlar ona
Miavışii anlayışlı haklılar
Akşamüstü Belkassim göründü Kapıdan girip /.encı kadına
.Amasını işaret ettiğinde. Kıl yenndcn fırladı, koşup kendim is
en* Nr hiçim de onun u /c rın c atlı Belkassim gülümseyerek omı
vai^a taşıdı, d u /e n lı hareketlerle ürenndekı gıysıten ve mü-
.evherlerını çıkarm aya koyuldu Kıt hcm bcya/ teni, bulutlu göı-
envle karşısında yatarken o eğildi, kendi dışlennın arasından
»SB ağ/ına şekerler verm eye başladı Ku ara sıra şeken alırken
riMin dudaklannı da yakalam aya çalışıyor ama Belkassim hep
Jalu Mtk d avranıyor, başını çekıvenyordu Uzun sure böyle oy
nad) Kh Ic Sonunda Kıt upuzun, boğuk bir çığlık attı ve ba-
reketsız yattı B elkassim g özlen parlayarak şcktrien yana fırlattı,
-wun vücudunu öpücük yağm uruna tuttu. Kıt kendine geldiğinde
vvû kapkaranlıktı. B elkassim yanında denn denn uyuyonbı Bu
.Savdan sonra B elkassim b o /en ıkı gün boyunca uğramamaya haş
ladı Dönüşünde onunla u /u n u/un oynuyor, soramda Krt ba-
Jmyor. y um ruklanyla ona vuruyordu Aralarda geçen zamanlarda
Krt ıçiiıı kem iren hır heyecanla beklemekleydi Bu heyecan, bi-
_ 217
linçinden gelebilecek başka her türlü u y a rıy ı k o v u p uzak
laştırmaktaydı.
Sonunda bir akşam zenci kadın h iç b ir n ed e n i o lm a d an ona ekşi
içeceği getirdi, başında durup o içen e k a d a r se rt b ak ışla rla baktı.
Kit bardağı geri uzatırken y ü reğ i ez iliy o rd u . B elk assim gel
meyecekti demek. Ertesi gece de g elm ed i. A rt a rd a beş g ece K it’e
o iksirden verildi, ekşi tat her se fe rin d e b iraz d a h a g ü çlü gibiydi.
Gündüzlerini ateşli bir fırtına için d e g e ç iriy o r, y a ln ız c a yemek
geldiğinde doğruluyordu.
Ara SU3 kapının dışında k adınların sert se sle rin i d u y a r gibi olu
yor, bu sesler ona korkunun v arlığ ın ı a n ım sa tıy o rd u . B irkaç da
kikalığına ürperiyor, m utsuz o lu y o r a m a se s le r k esilin c e, onlan
duymaz olunca, hem en unutu v eriy o rd u h ep sin i. A ltın c ı gece bir
denbire Belkassim ’in artık hiç g e lm e y e c e ğ in e k a ra r verdi. Kup
kuru gözlerle sırtüstü yatıyor, k ad ın ın o tu rd u ğ u k ö şe d e yanan kar
pit lambasının loş ışığında, başının ü z e rin d e k i sa y v a n a , perdelerin
kıvnm lanna bakıyordu. K afasında k u rd u ğ u h a y a le göre, Bel
kassim kapıdan giriyor, yürüyor, y a ta ğ ın m e rd iv e n le rin i çıkıyor,
perdeyi açıyordu am a gelenin B e lk a ssim o lm a d ığ ın ı, tanımadık,
yabancı bir genç olduğunu gö rü n ce K it p e k şa şıy o rd u . İşte o
zaman, Belkassim ’e birazcık ben zey en h e rh a n g i b ir y aratığ ın ken
disini bir o kadar mutlu edebileceğ in i d ü şü n d ü . İlk k ez , o odanın
duvarlannın dışında, yakınlarda b ir y erd e , e v in iç in d e d eğ ilse bile
sokaklarda, bu tür pek çok y aratığın v a r o ld u ğ u n u d ü şü n d ü . O er
keklerden bazılan B elkassim k ad a r h a rik u la d e o lm a lıy d ı, K it’e
haz verecek yeteneklere ve istek le re sa h ip o lm a lıy d ılar. Bel
kassim ’in erkek kardeşlerinden birinin şu d u v a rın ard ın d ak i odada
yatıyor olabileceğini düşünm ek, içini b u rk u c u b ir ac ıy la doldurdu
ama içgüdüleri ona hareketsiz y atm asın ı sö y lü y o rd u . Y avaşça ol
duğu yerde döndü, uyuyorm uş gibi yaptı.
Az sonra hizm etkârlardan biri k ap ıy ı v u rd u . K it h e r gece içtiği
şurubun zenci kadına uzatıldığını anladı. N ite k im , işte zen ci kadın
yatağın perdesini açıyordu. H anım ın ın u y u m a k ta olduğunu gö
rünce bardağı en üst basam ağa b ırak tı, y in e k ap ın ın y anındaki ye
rine döndü. K it hiç kıpırdam am ıştı am a k a lb i a lışılm a d ık bir bi
çim de çarpıyordu. “Zehir bu,” dedi ken d i k en d in e. O nu yavaş
yavaş zehirliyorlardı. Z aten onu c e z a la n d ırm a y a bu yüzden gel
258
memişlerdi. Epey sonra, y avaşça dirseği üzerinde doğrulduğunda,
perdenin arasından bardağı gördü, ne kad ar yakında olduğuna
bakıp ürperdi. K adın horluyordu.
“Ç ıkm alıyım bu rad an ,” d iy e dü şü n d ü . K endini tu h af sayılacak
derecede zinde bulu y o rd u am a y atak ta n in d iğ i zam an pek güçsüz
olduğunu anladı. O danın o kuru to p rak kokusunu ilk defa du
yuyordu. Y akında d uran inek derisi sa n d ık tan B e lk assim ’in ken
disine verdiği m ü cev h erlerle ö b ü r üç k arısın d an gelenleri alarak
yatağın üzerine dizdi. S o n ra kendi v alizin i sandıktan çıkardı, ses
sizce kapıya doğru ilerled i. K adın h âlâ u yuyordu. K it anahtan k i
litte çevirirken öfk ey le, “ Z e h ir,” d iy e fısıld ad ı. K apıyı arkasından
yavaşça k apatm ayı b aşard ı. B u k ez k en d in i salt bir karanlığın
içinde bulm uştu. Z ay ıflık tan titre y erek , bir elind e çantası, öbür
eliyle duvarı y o k la y a y o k la y a ilerled i.
“Bir te lg raf çe k m e m g e re k ,” d iy e dü şü n d ü . “ O nlara ulaşm anın
en hızlı yolu bu. B u ra la rd a b ir te lg ra f ofisi olm ak zorunda.” Ama
önce sokağa çık m a sı g e re k iy o rd u . S o k ak ço k uzakta olabilirdi.
K aranlıkta so k a ğ a d o ğ ru ile rle rk e n b elk i de B elk assim ’le kar
şılaşırdı. Şu an d a hiç istem iy o rd u onu görm eyi. “ O senin kocan,”
diye fısıldadı k e n d i k en d in e. B ir an d e h ş e t içinde, olduğu yerde
durdu. Sonra k ık ır k ık ır gülm ek ten k endini alam adı. Bu kendi oy
nadığı gülünç o y u n u n b ir p a rç a sıy d ı yaln ızca. D işleri takırda
maya başladı. “ S o k a ğ a v a ra n a k a d a r k en d in i tutar m ısın lütfen?”
S olundaki d u v a r b ird e n b ire so n a erdi. K it iki tedbirli adım
daha attı, terliğ in in b u rn u n d a ze m in in y u m u şak kenarını hissetti.
“Yine o lan et o la sı p a rm a k lık sız m e rd iv en le rd e n biri,” diye dü
şündü. B ilin çli b ir h a re k e tle v a liz in i y ere koydu, döndü, yine du
varı buldu, onu y o k la y a y o k la y a g eld iğ i y o ld an geriye gitti, eli ka
pıya d eğ in ce d u rd u . K a p ıy ı se ssiz ce açtı, küçük teneke lambayı
aldı. K adın hiç k ıp ırd a m a m ıştı. K it kap ıy ı kazasız belasız k a
patmayı b aşard ı. E lin d e ışık o lu n c a, v alizin in ne kadar yakında ol
duğunu g ö rm e k şa şırttı onu. İn işin başında, m erdivene çok yakın
yerdeydi. O ra d a n a şa ğ ıy a d ü şse bile, fazla derine gitm eyeceği or
tadaydı. M e rd iv e n le rd e n y a v a şç a inerken, o yum uşak, eğri büğrü
basam aklarda b ile ğ in i b u rk m a m a y a dik k at etti. A şağıda kendini
dar bir k o rid o rd a b uldu. İki y an d a kapalı kapılar vardı. İleride ko
259
ridor sağa dönüyor, zeminine saAıan serilm iş b ir avlu y a çıkıyordu.
Tepede incecik bir ay, beyaz ışık verm ekteydi. İlerid e büyük ka
pıyı gördü, hemen yanındaki duvarın dib in d e uyuyan insanlar ol
duğunu anlayınca lambasını söndürüp yere bıraktı. K apıya var
dığında, o dev sürgüyü yerinden kıpırd atam ay acağ ı belli oldu.
“Kıpırdatmak zorundasın,” dedi kendine. A m a kendini zayıf
ve hasta hissediyordu. P arm aklan o soğ u k m ad en i boşuna itmeye
çabaladı. Valizini kaldırdı, onun d ibiyle sü rgüye b ir darb e indirdi,
biraz kıpırdatabildiğini sandı. A ynı anda y ak ın d ak i gölgelerden
biri kıpudandı.
“Echkoun?”’ diye seslendi bir erk ek sesi.
Kit hemen çöm eldi. orada duran çu v al y ığ ın ın ın ardına giz
lendi.
Ses daha sıkkın bir tonda, "E chkoun?" diye b ir dah a sordu. Bir
süre yanıt bekledikten sonra da adam y eniden uy k u y a daldı. Kit
bir daha denemeyi düşünüyordu am a şid d e tle titrem eye baş
lamıştı. Yüreği de deliler gibi çarpıyordu. Ç u v a lla ra dayandı, göz
lerini yumdu. Tam o sırada evin içlerinde b ir y erd e birisi davul
çalmaya başladı.
Kit birden sıçradı. “İşaret!” dedi. “H iç kuşk u yok. Ben gel
diğimde de çalıyordu.” Buradan kurtu lacağ ı kesindi. B ir an din
ledi, sonra kalktı, avluyu tekrar geçip sesin geldiği yöne doğru yü
rüdü. Davullar birken iki olm uştu bu arada. K it b ir kapıdan
geçtiğinde, kendini karanlıkta buldu. U puzun b ir koridorun so
nunda, yine ay ışığıyla aydınlanan b ir avlu vardı. O raya yak
laşırken kapılardan birinin altından s a n bir ışık gördü. A vluda bir
süre durup, iç odadan gelen o sinirli ritm i dinledi. D avul sesi ya
kınlardaki horozlan uyandm nış, hepsi b ir ağızdan ötm eye baş-
lamışü. Sonunda Kit kapıyı tıkırdattı. D av u llar hâlâ çalıyor, bir
kadın sesi kavgacı bir tonda şarkı söy ley erek o nlara eşlik edi
yordu. Kit yeniden vuracak cesareti bulabilm ek için uzun süre
bekledi, sonunda kapıya hızlı hızlı ve kararlılık la vurdu. Davullar
sustu, kapı ardına kadar açıldı. K it gözlerini kırpıştırarak odaya
adım ını attı. Yerdeki yastıklar arasında B e lk a ssim ’in üç kansı
oturuyordu. Gözleri fincan gibi açılm ış durum da, şaşkınlıkla Kit’e
' Ar. Kim o ? (ç.n.)
260
baktılar. Kit kazık gibi duruyordu. Sanki zehirli bir yılanla yüz
yüze gelmişti. Hizm etçi kız kapıyı itip kapadı, sırtını kanada da
yayarak öylece kaldı. K adınların üçü davullarını bıraktılar, el
leriyle hareketler yaparak, yukarıyı işaret ederek, bir ağızdan ko
nuşmaya başladılar. İçlerinden biri fırlayıp kalktı, K it’e
yaklaşarak beyaz cüppesinin k ıv n m la n n ın arasını yoklam aya ça
lıştı. Besbelli m ücevher arıyordu. C üppenin uzun kollarını yukarı
çekti, bileklerde bilezik var m ı diye baktı. Ö bür ikisi heyecanla
valizi işaret ettiler. K it hâlâ kıpırdam adan duruyor, kâbusun sona
ermesini bekliyordu. İte kaka, eğilip kilidin şifresini açmasını sağ
ladılar. Koşullar başka türlü olsa, o kilidin m ekanizm ası bile on
lann aklını başından alm aya yeterdi. A m a şu anda kuşkulu ve sa
bırsızdılar. V aliz açılınca üzerine atıldılar, her şeyi çıkanp yere
yığdılar. Kit bakıp duruyordu. Şansının bu kadar iyi olmasına ina
namamıştı. K it’den çok valizle ilgileniyorlardı. O nlar çantadan çı-
•kanları incelerken, K it de biraz kendini topladı, cesaretlendi, y^c-
laşıp bir tanesinin om zuna dokundu ve ona işaretle, mücevherlerin
yukanda olduğunu anlattı. H epsi inanm az bakışlarla baktılar,
sonra hizm etçi kızı y ukarıya yollayıp bunun doğruluk derecesini
anlamaya karar verdiler. H izm etçi kız odadan çıkacağı sırada Kit
korkuya kapıldı, ona engel o lm aya kalktı. Y ukarıdaki zenci kadını
uyandıracaktı. Ö tekiler öfk ey le yerlerinde tepindiler, bir kargaşa
çıktı. O rtalık yeniden yatışıp da hepsi soluk soluğa durunca, Kit
bir çaresizlik işareti yaptı, parm ağını dudaklarına götürdü, parmak
uçlarına basa basa birkaç adım yürüdü, hizm etçi kızı gösterdi,
sonra yanaklarını şişirip yukarıda uyuyan kadının taklidini yap
maya çalıştı. H epsi hem en anladılar, başlarını onaylama an
lamında ciddi ciddi salladılar. K om plo duygusu artık onlara da
bulaşmıştı. H izm etçi odadan çıkınca, K it’e sorular sormaya ça
lıştılar. “W en tim sh i? "' dediler ona. Seslerinde öfkeden çok
merak vardı. K it karşılık verem edi, um utsuz bakışlarla başını iki
yana salladı. K ız çok geçm eden döndü, bir şeyler söyledi. Besbelli
m ücevherlerin yatağın üstünde olduğunu, hem yalnız on
larınkilerin değil, daha başka nicelerinin de orada olduğunu söy-
261
Ittyordu. Kadmlann yüzicn şaşkın ama sevinçliydi. Kıt eşyalanm
yemden valize y n le^in n ck üzere ç ö m etd t|ın d e. tçlcrindcfi bm
dc onvn yanına çdmcldi. ona hiç dc di^m aıtca otm ayan bir sesle
bir şeyf^ söyledi. Kıt onun ne d ed t|in ı antam ıyonhı Kafası ko
caman fürgültl kapıya takılmış darum daydı. Kendi kendine. “Bu
radan çıkmam gerek, buradan çıkmam gerek.” diye yineleyip du
ruyordu. Ruk> yapılmış paralar, p ja m a la n y la birlikle yerde
yatıyordu. Onlara kımae dikkat etmemişti.
Bütün eşyalar yeniden valize konduğunda. Kit bir rujla küçük
bir el aynıuı çıkardı. ışığa dönerek Örenle m akyajını yaptı Çev
reden hayranlık çığlıkları yükseldi Kıl clındekıleri onlardan bi
rine uzam, aynı şeyi yapmasuıı işaretle anlattı. Ü çünün de du-
daklan kıpkırmızı olunca, aynada kendilerine baktılar, sonra da
birbirlerini seyremler Kit rupi hediye olarak bırakacağını işaret
etti ama buna karşıhk kcndimm sokağa çıkarm alannı istedi. Ka
dınların yüzünde heves ve kaygı okunuyordu. K iı’in evden git
mesini çok istiyorlardı ama B cftassim 'den de bir o kadar kor
kuyorlardı. Onlar aralarında tartışırlarken. Kit yere, valizinin
yanına oturup bekledi Onlan seyrediyor ama bu konuşmaların
kendisiyle bir ilgisi obnadığıın düşünüyordu. Aslında karar bu ka
dınların çok (faşında, onların tanışıp durduğu bu küçük odanın da
dışuıda verilmekteydi. Onlara bakmaktan vazgeçip gözlerim
Önüne dikti. Davullar çalındığına göre, buradan çıkabileceğine
emindi. Artık yalnızca o anı bekliyordu. Neden sonra kadınlar hiz
metçi kuı dışan yolladılar, kız az sonra yanında çok ihtiyar bir
zenciyle geri döndü. Adam üd büklüm yürüyordu. Titrek elinde
kocaman bir anahtar tutmaktaydı. Art arda itirazlar mırıldanıp du
ruyordu ama aklının çoktan yatmış olduğu da belliydi Kit ayağa
fırlayıp çantasını kaptı. O ayakta (fanurken kadınların üçü de ona
yaklaştılar, alnının ortasına ciddi birer öpücük kcmdurdular. Kit
ihtiyarın durmakta olduğu kapıya doğru birkaç adım attı, tkisi bir
likte avluyu geçtiler. Yolda giderken ihtiyar. K it’e birkaç söz söy
ledi ama Kit yanıt veremedi. Adam onu evin başka bir bölümüne
götürdü, küçük bir kapıyı açtı. Kit kendini sokağın sessizliği için
de tek başına buldu.
2«
Mo Kör edici denil orada, aşağıdaydı. GUrnOş rengi »abah ışı-
^ O ğ u ıd a pm l pm l parlıyordu. Kil kayanın dar bir yerinde yU-
ıttkoy» yatmış, başını aşağıya sarkıtarak ta uzaklardan, kıvrılan
afuk çugiainin gökle birleştiği yerden kendisine doğru gelen dal-
plan seyrediyordu. Tırnaklarını kayaya gömm eye çalışıyordu,
çünkü kaslannın tüm gücüyle tutunm azsa, düşeceğini kesinlikle
kıliyordu ama... burada, denizle göğün arasında asılı durumda,
böyle daha ne kadar kalabilirdi? Ü zerine yattığı kaya sürekli da-
lalıyordu. işte şimdi de göğsüne dayanm ış, soluk almasını zor-
laştumaya başlamıştı. Yoksa kendisi mi yavaş yavaş öne ka
yıyordu? Dirsekleri üzerinde doğrulduğu zamanlar, bedeni farkında
obnadan kenara birazcık daha mı yaklaşıyordu? Şu anda kayadan
o kadar sarkmıştı ki. aşağıda iki yanda yükselen kayalan gö
rebiliyordu. Üstünde gri kaktüslerin boy attığı prizma şeklinde ku
lelere benziyorlardı. T am altında dalgalar bir kaya duvarına ses
sizce çarpıyordu. G ece bu nemli havanın içindeydi ama şimdi artık
su yüzeyinin altına çekilm işti. Şu anda dengesi kusursuzdu K it’in.
Kenarda tahta gibi düm düz yatıyordu. U zaklardan yaklaşan bir
dalgaya gözlerini dikti. O dalga kayalara vardığında, başı düş
meye başlayacak, dengesi bozulacaktı. A m a dalga hareket et
miyordu.
“Uyan! U yan!" diye bağırdı.
Buuktı kendini.
Gözleri daha şim diden açıktı. Şafak söküyordu. Yaslandığı
kaya sırtını acıtm ıştı. İçini çekti, pozunu biraz değiştirdi. Kentin
(faşındaki bu kayalarda, günün bu saatinde her taraf çok sessizdi.
Gökyüzüne baktı, boşluğun renginin giderek açıldığını gördü. Bu
lunduğu yerde ilk duyulan sesler, sanki onlan oluşturan sessizliğin
çeşitlemeleriydi. Y akındaki kayalar vc daha ilerideki kent surlan
yavaş yavaş görünm ezlik âlem inden çıktılar ama a ltu yatan göl
geli derinliklerin yansım ası olm aktan öteye gidemediler. Duru
gökyüzü, K it'in yanındaki çalılar, ayaklannın dibindeki çakıllar...
Bunlann hepsi salt gecenin kuyusundan çıkmış şeyleıdi. Tıpkı
bunun gibi, bilincinin orta yerindeki o garip durgunluk, isteği dı
şında ikide bir ortaya çıkan o uçucu düşünceler de kendi var
lığının kesin olm ayan parçalanydı. Henüz pek soğumamış olan
bir uykunun hiçliğinde, korkunç birer hayal gibi beliriyorlardı. Bu
263
uyku, dönüp onu kollarına alabilecek güçte b ir uyk u y d u . Am a o
uyanık kaldı, gözlerinde rahatsız edici ışık lar o y n aşırk en , içinde
yine de hiçbir canlılık uyanm adı. N erede o ld u ğ u n a , kim olduğuna
ilişkin hiçbir duygusu yoktu.
Acıktığında ayağa kalktı, çantasını e lin e ald ı, k ay a la r ara
sındaki bir patikadan yürüm eye başladı. K e ç ile r g id e gele açmış
olmalıydı kent surlarına paralel giden bu patik ay ı. G ü n eş doğ
muştu. Kit onun sıcaklığını daha şim diden en se sin d e duyuyordu,
harmanisinin kukuletasını başına geçirdi. U za k tan k en te ait sesler
gelmeye başlamıştı. İnsanlar b ağınyor, k ö p ek ler hav lıy o rd u . D er
ken alçak kemerli kapıların birinden geçti, k en d in i b ir kez daha
kentte buldu. Kimse ona dikkat etm iyordu. P azar y eri b eyaz har
maniler giymiş zenci kadınlarla doluydu. K it k ad ın lard an birine
doğru yürüdü, elindeki bir kavanoz ayranı aldı. İçip bitirdiğinde
kadının para beklediğini gördü. K aşlarını çattı, ça n ta sın ı açmak
üzere eğildi. Birkaç kadın daha onu se y retm ek am ac ıy la durdular.
İçlerinden bazdan bebeklerini sırtla n n a b ağ lam ış, ö y le taşıyor
lardı. Kit desteden bir bin franklık çekti, u za ttı am a k ad ın paraya
bakarak ret işareti yaptı. Kit parayı hâlâ uzatıy o rd u . K arşısındaki
kadın kendisine başka türlü bir para v erilm ey e ce ğ in i anlayınca
korkunç bir çığlık attı, polis çağırm aya koyu ld u . Ç ev red ek i ka
dınlar gülüşerek yaklaştılar, birkaçı k âğ ıt p ara y ı K it’in elinden
alıp inceledi, sonra tekrar K it’e verdi. K o n u ştu k la rı d il yum uşak,
hiç bildik gelmeyen bir dildi. Y akınlarından b ey a z b ir at ge
çiyordu. Üzerinde haki üniform alı bir zenci vardı. Y ü zü n d e öyle
çok yara izi vardı ki, tahta oym a bir m askeye b en z iy o rd u . K it ka
dınların arasmdan sıynlarak iki elini o ad am a do ğ ru kaldırdı.
Onun kendisini abp ata bindirm esini bekliyordu. A m a adam ona
şöyle bir baktıktan sonra atını sürüp geçti gitti. S ey red en ler gru
buna şimdi birtakım erkekler de katılm ıştı. K ad ın lard an ayrı du
ruyor, sım ıyorlardı. İçlerinden bir tanesi K it’in elin d ek i parayı
gördü, yaklaştı, K it’i ve valizini giderek artan b ir d ikkatle in
celedi. O da ötekiler gibi uzun boylu, ince ve sim siy ah tı. Üzerine
eskimiş bir harmani alıvermişti am a altın a yerli şalv arı yerine,
eski, Avrupai kesimli bir pantolon giym işti. K it’in yan ın a geldi,
koluna dokundu, ona A rapça bir şe y ler sö y le d i. K it anlam adı.
264
Bu kez adam ço k b o zu k b ir F ra n s ız c a ’y la , “T o i p a r le s fra n -
çais?’” diye sordu. K it hiç k ıp ırd a m ıy o r, ne y ap acağ ın ı b i
lemiyordu. Sonunda, '‘O u i,”“ d iy e c e v a p v erd i.
‘‘Toi pay A ra b e ," “ ’ d iy e k a ra rın ı b ild ird i adam . K it’e dikkatle
bakıyordu. Sonra b ir zafer e d a sıy la k a la b a lığ a d ö n d ü , bu bayanın
Fransız olduğunu açık lad ı. H e rk e s b irk a ç adım g eriled i, adam la
Kit orta yerde y aln ız k ald ıla r. O ş u a d a k ad ın p ara y la ilg ili isteğini
yeniden seslendirdi. K it h âlâ h a re k e tsiz , bin fran g ı ö ne uzatm ış
durumdaydı.
Adam cebinden b o z u k p a ra ç ık a rd ı, sızlan an k ad ın a fırlattı,
kadın paralan saydı, so n ra ağ ır a ğ ır u za k la ştı. F ak at kalabalığın
dağılmaya niyeti y o k g ib iy d i. A ra p k ılığ ın d a b ir F ran sız kadını
görmek çok h o şla rın a g itm işti. A d am ise d u ru m d an pek hoşnut d e
ğildi. K ızarak o n la ra ç e k ip g itm e le rin i, k en d i işlerin e b ak m alan m
söyledi. K it’in k o lu n u tu tu p y a v a şç a çekti.
“Burası iyi d e ğ il,” d ed i. “ G e lin .” Y erd e duran valizi aldı. Kit
onun kendisini p az arın iç in d e n g eç irm esin e izin verdi. Y ığınla
sebzenin, tu zların , b a ğ ırıp ç a ğ ıra n satıc ıların arasından ilerlediler.
K adınların su d o ld u rd u ğ u ' k u y u b aşın a vardıklarında, Kit
adamdan k u rtu lm a y a ça lıştı. B ira z d ah a zam an geçerse, yaşam
acılı o lm aya b aşla y a c a k tı. S ö z c ü k le r geri geliyordu. O söz
cüklerin için e s a n h p sa rm a la n m ış d ü şü n celer de olm ak zo
rundaydı. S ıca k g ü n eş, so y a rd ı o sa rg ıla n . D üşüncelerin orada, k a
ranlıkta saklı k alm ası d ah a iy iy d i.
"N o n ! d iy e b a ğ ın p k o lu n u kurtarm ay a çalıştı.
“M a d a m e ,'' d ed i adam ay ıplayan bir sesle. “G elin de otu
run.”
K it b ir k ere d ah a onun k en d isin i yürütm esine izin verdi. Pa
zarın öbür u c u n a v a rın c a k em erlerin altına girdiler. G ölgeler ara
sında b ir k ap ı v ard ı. K o rid o ru n içi serindi. K areli elbise giymiş
şişm an b ir k ad ın , k o lla n n ı kavuşturm uş, dip tarafta duruyordu.
D aha y an ın a v arm a d an , kad ın tiz bir çığlık attı. “Amar! Buraya
266
yana olurdular. Fes giym iş bir zenci karşılarında durdu, her ikisine
birer fincan kahve verdi. ,
Kit çok ciddi bir sesle, “ A rtık hepsinin sona erm esini is
liyorum," dedi ikisine birden.
Amar onun om zunu okşayıp, "O ui, m a d a m e," ' diye karşılık
verdi.
Kit kahvesini içerken d uvara yaslandı, y a n kapalı gözleriyle
onlan süzdü. K arşılıklı konuşuyorlardı. Sonu'^ gelm iyordu ko-
nuşmalannın. Kit konunun ne olduğunu m erak etm edi. A m a Amar
ayağa kalkıp öteki adam la b irlik te dışarı çıkınca, K it bir an bek
ledi, onların sesi artık d uyulm az olduğu anda o da ayağa fırladı,
odanın öbür tarafındaki bir k apıdan çıktı. U facık bir merdiven
vardı orada. D am öyle sıcaktı ki soluğu boğazına tıkanacak gibi
oldu. Çevresinde u çuşan sineklerin v ızıltısı hem en hem en pazar
yerinin seslerini bile bastırıyordu. O turdu. A z sonra erim eye baş
layacaktı. G özlerini kap ad ı, sinekler hem en suratında yürümeye
koyuldular. B ir uçuyor, b ir konuyorlardı. G özlerini açtı, kenti her
yanında gördü. T eraslı d am lara ışık ça ğ la y an la n boşalm aktaydı.
Yavaş yavaş gözleri bu korkunç parlaldığa alıştı, çevresindeki
pislikleri görm eye başladı; P açavralar, acayip gri bir ker
tenkelenin k um m uş cesedi, solm uş, k ın lm ış kibrit kutulan, koyu
kanlarla birbirine y ap ışm ış b ey az tavuk tüyleri. G itm esi gereken
bir yer vardı. B irisi onu bekliyordu. İnsanlara geç kaldığını nasıl
haber verebilirdi? Ç ünkü hiç kuşku yoklu... oraya belirlenen gün
den çok daha geç v aracağı kesindi. B irden, telgrafı çekmemiş ol
duğunu anım sadı. O sırad a A m ar küçük kapıdan çıkageldi, ona
doğru yürüdü. K it d ebelenip ayağa kalktı. “Burada bekle,” di
yerek onu itip yan ın d an geçti, içeriye girdi. G üneş onu hasta edi
yordu çünkü. A dam bir kâğıda, bir ona baktı. “Bunu nereye gön
derm ek istiy o rsu n u z?” diye tekrarladı. Kit başını aptal gibi iki
yana salladı. A dam kâğıdı geri uzattı. Kit kendi el yazısıyla ya
zılmış sö zcükleri okudu: “G E R t DÖNEM İY ORU M .” Adam ona
bakıp d u m y o rd u . K it F ransızca olarak, “Tamam değil bu!” diye
bağırdı “B ir şey d ah a eklem ek istiyorum .” Ama adam ona bak
mayı sürdürüyordu. Ö fkeli değil, beklenti dolu bakışlarla bak
m aktaydı. K ü çü k bir bıyığı, mavi gözleri vardı. "Le deslınaiaıre,
■Fr Evet, madam , (ç.n.)
267
j'il vout ptab. "' dedi yıac. Ku kiğıdı bir kez daha ona uzaaı,
çünkü eklemek u ıed ijt sözcükler akim a gelm iyor, mesajın da
hemen gıımetiıti ıstıjmrdu. Oysa adam ın onu yotlamayacağını
çoktan anlamışu. Uzanıp adamm yüzüne dokundu, yanafını kı
saca okşadı. '7e mouj rn p n e. m oaneM z,'** dedi yalvararak. Aza-
Lınnda iczglh vatdı. Adam bir adım gcnledı. Kıt ona yetişemez
oldu. Dönüp koşarak sokağa fırtadı. Amar adlı zenciyi orada ken
disini bekler buldu Hiç durmadan "t^ab u k '" diye bağırdı. Amir
onun peşiıulen koşarak yctışn Yanında koşuyor, onu durdurmaya
çalışıyordu. "Maıiame'""“ diyordu durm adan am a tehlikeyi an-
lamıyofdu o Kıt de bir şeyler açıklam ak ıçın duram azdı. Böyle
şeylere vakti yoktu. Artık kendim ele verdiğine göre, öteki tarafla
ilişki kurduğuna göre, her dakikanın önem i vardı Onu bulmak
için hiçbir çabadan kalmazlardı Kıt in kendi elleriyle ördüğü
duvarı açar, oraya gömdüğü şeye bakmaya zorlarlardı onu. Mavi
gözlü adamın yüzünden, kendisini m ahvedecek mekanizmayı
kendi eliyle harekete gcçum ış olduğunu anlam ıştı. Şimdi artık
onu durduımak mümkün değildi İş işten geçmişti. “V ite ' V ite f.......
diye seslendi Amar'a. Adam onun yanı başında koşarken terliyor,
itiraz edip duruyordu. Yolun kenarında, nehre men açıklık bir yer
deydiler Yan çıplak birkaç dilenci sağda solda çöm elm ış, her biri
kendi kutsal foımülünü nunidanıyordu. Y ıldırım gibi geçtiler. Gö
rünürlerde başka hiç kimse yoktu.
Sonunda adam bu kere daha K ıt'e yetişti, om zunu yakaladı,
Kit de çabalannı ıkı katına çıkardı. Yine de, çok geçm eden ya
vaşlamak zorunda kaldı. Adam bu sefer onu sıkı sıkı tutarak dur
durdu. Kit dizustü çöktü, ıslak yüzünü elinin tersiyle sildi. Göz
lerindeki korku hâli çok güçlüydü. Amar onun yanına, tozlann
içine çömeldi, kolunu beceriksiz hareketlerle okşayarak onu avut
maya çalıştı.
"Nereye gıdiyorsunnz böyle?” diye sordu az so n ra “Ne oldu?”
Kit cevap vermedi. Sıcak bir rüzgâr esip geçti. U zak u , nehre
268
méeo cOiwUU yolun ilerisinde, bir adam iki ökUzU güderek yava;
ysva« geçiyordu. Amar hftlâ konugmakuydı: “O adam M öıyü Ge-
ofbey’di tyi adamdır. Ondan korkmanız gerekmez. B e) yıldır
Pusla T elgrafu ç a l ı y ı ^ .”
Bu ton sdzler K it'in etine batan birer iğne etkisi yaptı, onu ye-
rtndeo uçratb. “H ayır, yapam am i H ayır, hayır, hayırl” diye ağ
lamaya bayladı.
Amar, "Hem . biliyor m usunuz?” diye sürdürdü sözlerini, “Ona
vomek istediğiniz para buralarda geçm ez. C ezayir parası o. Tes-
galit'dc bile A.O.F. F ranktan gerekiyor. C ezayir parası ge-
çcTsiıdır.”
“Geçersiz." diye yankıladı Kil. Bu sözcük ona hiçbir şey an
latmıyordu.
“Défendu!''' diye güldü A m ar. Sonra onu ayağa kaldırmaya
çâlıytı. Güneş acı veriyordu, adam da terlem eye başlamıştı. Kit şu
anda hareket edem ezdi... Ç ok yorgundu. Amar biraz bekledi.
Kit’in başını örtm esine, sonra harm anisine sannıp yatmasına yar
dım etti. Rüzgâr şiddetleniyordu. D üz kara toprağın üzerinde
kumlar, yanlardan akan beyaz sular gibi aceleyle yol açıyordu
kendine.
Birdenbire Kit, “ Beni evine götür,” dedi. “Orada bulamazlar
beni.”
Ancak o bunu kabul etm edi, evinde yer olmadığını, ailesinin
çok kalabalık olduğunu söyledi. Onu az önce kahve içtikleri yere
götürebileceğini anlattı.
“Orası bir kahve,” diye itiraz etti Kit.
“Ama A tallah’ın odaları boldur. O na para verirsiniz. Cezayir
parası bile olsa olur. O bozdurur paralan. Sizde daha var mı o pa
radan?”
“Evet, evet. Ç antam da.” Ç evresine bakındı. “Nerede çantam?”
diye sordu cansız b ir sesle.
“A ta lla h 'd a bıraktınız. Size geri verecektir.” SınUı, tükürdü.
“Şim di biraz yürüyelim m i?”
Atallah dükkânındaydı. Köşede kuzeyden gelme bir grup tür
banlı tacir oturm uş, konuşuyorlardı. A m ar’Ia Atallah bir «öre kapı
270
“Seni seviyorum .” K il bunu söylerken parm aklarım onun du
dakları üzerinden kaydırdı am a aslın d a ona ulaşam ayacağını an
lıyordu.
Amar, “M oi a u ssi," ' d iye karşılık verdi, K it’in parm ağını ha
fifçe ısırdı.
Kit ağladı, birkaç dam la gözyaşının onun göğsüne düşm esine
izin verdi. A m ar ona m erakla baktı, ara sıra başını iki yana salladı
durdu.
“Yo, hayır,” dedi sonra. “ B iraz ağla am a uzun sürm esin. Az
ağlamak iyidir. U zunu k ötüdür. B itm iş bir şeyi asla düşünm em ek
gerekir.” Bu sözler K it’i avuttu. O ysa neyin bittiğini anım-
sayamıyordu. “K ad ın lar başlay an şey i düşü n m ek yerine hep biten
şeyi düşünürler. B izim b u ralard a, yaşam b ir dağdır, denir. İnsan
tırmanırken asla ark a sın a dö n ü p bak m am alı. İçi bulanu- sonra.”
Yumuşak ses kon u şm ay ı sürdürüyordu. S onunda Kit yine yattı.
Sonunun geldiğine, onu b u lm a la rın ın uzun sürm eyeceğine hâlâ
inanıyordu. O nu k o sk o c a b ir aynanın önüne götürecekler, “Bak!”
diyeceklerdi. O d a b ak m ak zo ru n d a kalacak tı ve o zam an her şey
bitecekti. K aran lık rü y a p ara m p arça olacaktı; korkunun ışığı sü
rekli olacaktı. K it’in ü ze rin e çe v rilecek ti o am ansız ışık. Acı da
yanılm ayacak g ibi v e so n su z olacaktı. A m ar’a sokulup yattı. O da
vücudunu o n a do ğ ru k ay d ırd ı, dön ü p onu sım sıkı kucakladı. Kit
bir daha g ö zlerin i aç tığ ın d a, o d a karanlıktı.
“B ir in sa n a ışık satın alacak parayı verm eyi asla reddede
m ezsin,” d ed i A m ar. B ir k ib rit çakıp havaya kaldırdı, tuttu.
A tallah, K it’in bin fra n k lık la rın ı birer birer sayarken, “Üstelik
sen zen g in sin ,” d iy e söylendi.
rp7"'BerTde. (ç.n.)
271
"Votre nom, modeme." Herhalde adınızı anımsıyoreunuzdur? ”
Kit aldınş etmedi; onlardan kurtulm anın tek yolu buydu.
"C'est inutile."" Ondan bir şey öğrenem ezsiniz.”
“Giysilerinin arasında kimlik gibi bir şey olm adığından emin
misiniz?”
“Yok, mon capiıaine.""’"
“AtallahTn yerine geri dön, biraz daha ara. Parası ve valizi ol
duğunu biliyoruz.”
Zaman zaman çatlak bir kilise çanının sesi duyuluyordu. Ra
hibe odada dolaştıkça giysileri hışır hışır ses çıkarm aktaydı.
“Katherine Moresby,” dedi rahibe. Bu adı yavaş yavaş, ama
yanlış telaffuz ediyordu. “C ’esi bien vous, n ’est-cepas?"""""
“Pasaportlan başka her şeyi alm ışlar, onu da bulabildiğim iz
için şanslıyız.”
“Gözlerinizi açın, madam.”
“İçin bunu. Soğuktur. Limonata. Size bir zarar verm ez.” Bir el
alnını okşadı.
“Hayır!” diye bağırdı Kit. “H ayır!”
“Sakin yatmaya çalışın.”
“Dakar’daki konsolos onu O tan’a geri yollam am ızı öneriyor.
Cezayir’den yanıt bekliyorum.”
“Sabah oldu.”
“Hayır, hayır, hayır,” diye inledi Kit. B ir yandan yastığın yü
zünü ısuiyordu. Bunlann hiçbirinin olm asına izin verm eyecekti.
“Ona bir şey yedirip içirmenin bu kadar uzun sürm esi, göz
lerini açmak istememesinden.”
Sürekli olarak gözlerinin kapalı olduğunu söylem elerindeki
amacı biliyordu. Onu tuzağa düşürm ek, “ B enim gözlerim açık,”
dedirtmek istiyorlardı. O zaman onlar da, “ Y a, dem ek gözlerin
açık, öyle mi? O halde... bak!” diyeceklerdi ve K it kendini, kor
kunç görüntü karşısında savunmasız bulacaktı. A cı da baş
layacaktı o zaman. Oysa böyleyken, kapının yanına bırakılmış
lambanm hafif ışığında Amar’ın ışıklı siyah vücudunu, geri kalan
272
zamanda da yalnızca odanın yum uşak karanlığını görüyordu. Ne
var ki, kıpırdamayan bir A m arTa durağan bir oda vardı karşısında.
Zaman dışarıdan oraya girem iyor, o vücudun duruşunu değiştire
miyor, Kit’i saran sessizliği parçalayam ıyordu,
“Ayarlandı. Konsolos onu T ransafricaine’le yollam ak için
bilet parasını vermeye razı oldu. D em ouveau yan n sabah Eslienne
ve Fouchel ile gidiyor.”
“Ama bu kadına bir koruyucu gerek.”
Anlamlı bir sessizlik oldu.
“Sakin oturacaktır, size güvence verebilirim .”
Kil kendi sesinin F ransızca konuştuğunu duydu. “Bereket ver
sin, Fransızca biliyorum . Bu kadar açık konuştuğunuz için te
şekkür ederim.” Böyle bir cüm lenin kendi dudaklarından çıkışı
ona çok gülünç geldi, gülm eye başladı. G ülm eyi kesm ek için hiç
bir neden göremedi. İyi geliyordu gülm ek ona. Vücudunun orta
yerinde karşı konulm az bir gıdıklanm a duygusu onu iki büklüm
ediyor, kahkahaları birbirini izliyordu. Onu sakinleştirm eleri uzun
zaman aldı, çünkü bu kadar doğal bir şeyi engellemeye kalk
maları K it’e dem inki kendi sözlerinden bile daha gülünç geldi.
Hepsi sona erip de K it kendini rahat ve uykulu hissettiği
zaman rahibe, “Y arın bir yolculuğa çıkacaksınız,” dedi. “Umanm
sizi benim giydirm em gerekm ez... B ana böyle bir zorluk ya
ratmazsınız. K endi kendinize giyinebileceğinizi biliyorum .”
Kit karşılık verm edi, çünkü bu yolculuğa inanmıyordu. Odada,
Amar’ın yanında uzanm ış durum da kalm ak niyetindeydi.
Rahibe onu doğrultup oturttu, kafasından sert bir giysi geçirdi.
Belli belirsiz bir çam aşır sabunu kokusu vardı giyside. Kadın
ikide bir konuşuyor, “ Şu ayakkabılara bir bakın,” diyordu. “Size
olur mu dersiniz?” Y a da, “Y eni giysinizin rengi hoşunuza gitti
mi?” K it karşılık verm iyordu. Bir erkek onu omuzlanndan tutmuş,
sarsm aktaydı.
Sert bir sesle, “ B ana bir iyilik yapıp gözlerinizi açar mısınız
m adam ?” dedi.
Rahibe, "V ous lui fa ite s m a l,"' diye uyardı adamı.
K it başka insanlarla birlikte, yankı yapan bir koridorda ağır
ağır ilerlem ekteydi. Ç atlak çan yine çaldı, yakınlarda bir horoz
279