Atatürk'ün Düşünce Yapısı

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 288

TARİHTE TÜRK, TÜRKLÜK VE TÜRK KÜLTÜRÜ (TÜRKİYE

CUMHURİYETİ’NİN TARİHÎ TEMELLERİ)


Prof. Dr. Salim KOCA*
“Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir. Bu
düşünce bizi elbette altı, yedi asırlık Osmanlı
Türklüğünden Selçuklu Türklerine ve ondan
evvel bu devirlerin her birine eşit olan Büyük
Türk Devleti’ne kavuşturur.”
Kemal ATATÜRK
Giriş
Tarihin tanıdığı en eski ve en köklü milletlerden biri olan Türkler,
muhtelif zamanlarda, muhtelif adlar altında ve muhtelif coğrafyalarda
yaşamışlardır. Buna rağmen Türk toplulukları arasında, daima dil ve kültür
birliği mevcut olmuştur. Fakat, birkaç istisna durum dışında Türk
topluluklarının hepsi hiçbir zaman aynı ad altında anılmamıştır. Onlar, tarihin
belirli dönemlerinde “Saka (İskit), Hun, Avar, Tabgaç, Türk, Türgiş, Uygur,
Kırgız, Sabar (Sabir / Sibir), Bulgar, Hazar, Oğuz (Türkmen), Karluk, Kimek,
Kıpçak (Kuman), Peçenek, Halaç, Yakut (Saha / Saka), Çuvaş, Türkmen,
Azeri, Kazak, Özbek, Başkurt ve Tatar” gibi çok çeşitli adlar taşımışlardır.
Bunlardan sadece “Hun ve Türk” adları, Hun ve Göktürk devletlerini
meydana getiren Türk topluluklarının siyasi adı olarak, yaygın bir şekilde
kullanılmıştır. Öte yandan, “Kırgız, Uygur, Yakut ve Çuvaş Türkleri” de kendi
topluluk adlarını hiçbir zaman terk etmeyerek, günümüze kadar koruyup
gelmişlerdir.
Tarihin hemen hemen her devrinde büyük Türk hükümdarlarının
başlıca gayesi, Türk soyundan olan ve Türkçe konuşan toplulukları bir devlet
çatısı altında toplamak olmuştur. Tarihî kayıtlara göre, bu büyük gaye, ilk
defa büyük Hun hükümdarı Mete (Bagatır / Batur, M.Ö. 209-174) tarafından
büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse,
Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan topluluklara ilk defa millî kimliklerini
sezdiren ve onlara büyük bir millet olduklarını öğreten lider, Mete’dir. Mete,
komşu devletleri birer birer yenip baskı altına aldıktan sonra, bütün güç ve
enerjisini Hun siyasi birliğini kurma faaliyeti üzerinde toplamıştır. Bunun için
25 yıl mücadele eden Mete, 26 kadar büyüklü küçüklü devleti ortadan
kaldırmak suretiyle bunları Hun Devleti çatısı altında birleştirmiş, yani Hun
siyasi birliğini kurmuştur. Mete, M.Ö. 176 tarihli bir belgede, bu faaliyetinin
sonucunu, amacına ulaşmış bir liderin mutluluğu içinde “Ok ve yay gerebilen
bütün toplulukları bir aile gibi birleştirdim; şimdi onlar Hun oldu.”1 şeklinde bir
ifade ile açıklamıştır. Görüldüğü gibi, Mete, Türk siyasi birliğini kurmakla

*
Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
1
Ssu Ma-Ch’ien; 1989, s. 406-408. De Groot; 1921, s. 76.
1
kalmamış, bir devlet çatısı altında birleştirdiği topluluklara “Hun olma bilinci”,
yani “millet olma bilinci” de kazandırmıştır. “Hun olma bilinci”, Mete’den
sonra gelen hükümdarların Hun siyasi birliğini koruyamamaları yüzünden
gittikçe zayıflamış, yerini yavaş yavaş “kabile (boy) bilinci” almaya
başlamıştır. Aynı şekilde Hun adı da Hun Devleti’nin yıkılmasından sonra
bütün Türk topluluklarının siyasi adı olmaktan çıkmış, yerini kabile adlarına
bırakmıştır.
Türk soyundan olan ve Türkçe konuşan topluluklar ikinci defa “Türk”
siyasi adı ile Göktürk Devleti çatısı altında bir araya getirilmiştir. Fakat, Türk
adı, Hun adında olduğu gibi Göktürk Devleti’nin yıkılmasından sonra silinip
gitmemiştir. Aksine, Türk adı, Göktürklerin Türk dünyası üzerindeki derin ve
kalıcı siyasi, askerî ve kültürel etkileri sayesinde gittikçe yaygınlık kazanarak,
Türk soyundan olan, Türkçe konuşan ve Türk kültürünü temsil eden
toplulukların genel adı olarak kullanılmaya ve yerleşmeye başlamıştır. Bu
gelişmenin sonunda Türk topluluklarının büyük bir kısmı kendi boy ve soy
adlarını bırakarak, Göktürkler yoluyla Türk adını almışlardır.
1. Türk Adının Aslı ve Anlamı
Türk sözü, ilk defa Göktürk Devleti’ni kuran topluluğun adı olarak
Göktürk Yazıtları’nda görülmektedir. Bu yazıtlarda Türk adı bazen “Türük”
şeklinde çift heceli, bazen de “Türk” şeklinde tek heceli olarak yazılmıştır.2
Bu söz, aynı yazıtların sadece bir yerinde özel bir ifade olarak, “Kök Türük”
(Göktürk = Semavi Türk) şeklinde geçmektedir.3
Türk sözünün aslına ve anlamına dair Çin ve Arap kaynaklarında bazı
açıklamalar yapılmıştır. Hemen belirtelim ki bu açıklamaların hepsi uydurma
halk etimolojilerine dayanmaktadır. Bundan dolayı, hiçbir ilmî değeri olmayan
bu açıklamaları, burada tekrar etmeyi lüzumlu ve faydalı bulmuyoruz.4
Türk sözünün ilk defa ilmî izahını yapan Macar bilim adamı H.
Vambéry’dir. Vambéry’ye göre, “Türk” sözü, Türkçe “törü-mek” fiilinden
çıkmış bir isimdir. Nasıl “yörü-mek” fiilinden “yörük=yürük, “börü-mek”
fiilinden “börük=börk” kelimelerinin çıktığı gibi, “törü-mek” fiilinden de “törük”
sözü çıkmıştır. “Törük” sözündeki “ö” sesi kısa sürede “ü”ye dönüşerek,
kelime “türük” şeklini almıştır5. “Türük” sözündeki ikinci sesli harf, yani “ü”

2
Türk sözü, Köl-tigin ve Bilge Kağan Yazıtları’nda çift heceli (Türük), Ton Yukuk, Ongin ve Köl-
İç-Çor Yazıtları’nda ise, tek heceli (Türk) olarak yazılmıştır. Bu durum, bu sözün aynı devirde iki
şeklinin de birden kullanılmış olduğunu göstermektedir.
3
Orhun Abideleri; 1973, s. 67, 77.
4
Bu hususta bilgi almak için bk. Kafesoğlu; 1966, s. 315 vd. Orkun; 1934, s. 197. Kurat; 1952,
s. 3 vd. Németh; 1927, c. II, s. 4. Munkacsi; 1967, c. I, s. 59 vd.
5
G. Németh, “törü-mek” fiilindeki “ö” sesinin Osmanlı devrinde “ü” sesine dönüştüğünü ileri
sürerek, haklı olarak bu izah tarzına itirazda bulunmuştur. Németh; s. 4, 278. Fakat, şunu
unutmamak gerekir ki günlük hayatta çok sık kullanılan kelimelerdeki ses değişimi az kullanılan
kelimelere göre daha kısa zamanda gerçekleşmektedir. Türk sözünde “ö” ile “ü” değişmesinde
2
sesi de zamanla düşerek, geriye “Türk” kelimesi kalmıştır. Zira, Türk dilinin
gelişmesine paralel olarak kelime yapısında da zaman zaman ses değişmesi
ve düşmesi meydana gelmektedir. Mesela, “erk” (güç, kuvvet), “ark” (su
kanalı) ve “börk” (kalpak) gibi kelimeler, başlangıçta iki heceli, yani “erik”,
“arık” ve “börük” şeklindeydi. Ancak, “i”, “ı” ve “ü” sesli harflerinin
düşmesinden sonra bu kelimeler “erk, ark ve börk” şekline dönüşmüşlerdir.6
Bu açıklamadan sonra burada şu hükme varıyoruz: Türk sözü,
“törümek” (törü-mek = törük = türük = türk) fiilinden çıkmış bir isimdir.
Öyleyse bu söz, “türemiş, yaratılmış, doğmuş, yaratık, adam” gibi anlamlara
gelmektedir.7
Türk sözünün, “törümek” fiilinden çıkmış bir isim olduğuna ve bu fiille
ilgili bir anlam taşıdığına göre, bu isim ile Göktürklerin tarih sahnesine
çıkışlarını anlatan “Göktürk Türeyiş veya Ergenekon Destanı”ndaki olaylar
arasında bir bağ bulunup bulunmadığını da göstermek gerekmektedir.
Gerçekten de destana bakıldığı zaman bu bağ hemen dikkati çekmektedir:
Destana göre, Göktürklerin ataları olan Aşina (cınga = dişi kurt) aileleri
düşmanları tarafından ağır bir katliama uğratılmıştır. Bu katliamdan geriye
sadece bir çocuk kalmıştır. Bu çocuğun da ayakları, elleri kesilmek suretiyle
bir bataklığa atılmıştır. Buradan dişi bir kurt tarafından kurtarılan çocuk, önce
bir mağaraya, sonra da gizli bir geçitten Ergenekon vadisine götürülmüştür.
Burada çocuğun kurtla çiftleşmesi sonucunda on erkek çocuk dünyaya
gelmiştir. Bu çocuklar büyüyüp yetiştikleri zaman dışarıdan kendilerine birer
kız almak suretiyle yeni birer aile oluşturmuşlardır. Bu on aile de aradan
geçen dört yüz sene içinde çoğalıp, büyük bir kavim hâline gelmiştir.
Böylece, yeniden türeyip çoğalan Aşina aileleri, kendilerine dar gelmeye
başlayan Ergenekon vadisinden çıkıp, Orta Asya’ya yayılmışlardır.
Burada hemen belirtelim ki Göktürk Türeyiş Destanı’nda anlatılan olay
tamamen hayal mahsulü uydurma bir olay değildir; aksine tarihî gerçek bir
olaya dayanmaktadır. Yazılı kaynakların bildirdiğine göre, Göktürk Türeyiş
Destanı’nın temel konusunu oluşturan bu tarihî olay şöyle cereyan etmiştir:
Çin’in başlıca amacı, kendisi için tehlike olarak gördüğü Hun Devleti’nin
siyasi varlığına son vermekti. M. S. 216 yılında Güney Hun Devleti’nin siyasi
varlığına son vererek bu amacına ulaşan Çin, Hun boylarını birbirinden
ayırarak, her birini bir yere yerleştirmiş ve başlarına da birer Çinli vali tayin
etmiştir. Böylece Çin, uzun süre rahat bir nefes alabilmiştir. Sayıları 19’u
bulan Hun boyları, bir asır sakin ve hareketsiz bir hayat yaşadıktan sonra IV.
yüzyılın başlarından itibaren Çin’de çıkan karışıklıklardan da yararlanarak,
yeni Hun devletleri kurmaya başlamışlardır. Bunlardan biri de Kansu

böyle bir durumun olduğu kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan, “törütmek = yaratmak” fiili, XI.
yüzyılda “türütmek” şeklinde söyleniyordu. Kaşgarlı Mahmûd; 1940, c. II, s. 303.
6
Bazin; 1994, s. 176.
7
Vambéry; 1879, s. 52.
3
bölgesinde kurulan Kuzey Liang Devleti’dir (401-439). İşte, Göktürk Devleti’ni
kuracak olan “Aşina aileleri” de Kuzey Liang Devleti’ne bağlı boylar arasında
yer alıyordu.8 Çin’in Ordos bölgesine hâkim Tabgaç Türk Devleti (338-557),
439 yılında korkunç bir darbe ile Kuzey Liang Devleti’ne son verince, Aşina
ailelerinin bu darbeden kurtulabilen fertleri kaçarak, Orta Asya’nın en büyük
devletine sahip olan Avarlara sığınmışlardır. Çin yıllıklarının kayıtlarına göre,
katliam şeklinde gerçekleşen Tabgaç darbesinden “500 Aşina ailesi”
kurtulabilmiştir.9
Altay (Altın) dağlarının doğu eteklerine yerleştirilen Aşina aileleri,
burada uzun süre demircilik yapmışlar ve egemenlikleri altında bulundukları
Avarlara silah imal etmişlerdir. Onlar burada, sadece demircilik yapmakla
yetinmemişler; Çin ile ticaret yaparak, bir asır içinde güçlü bir kavim hâline
gelmişlerdir. Katliam şeklinde olan “Tabgaç darbesi”, uzun yıllar Aşina
ailelerinin hafızasından silinmemiş, biraz yukarıda özetlediğimiz Göktürk
Türeyiş Destanı’na konu olmuştur.
Görüldüğü gibi, Vambéry’nin yaptığı ve birçok bilim adamının kabul
ettiği açıklamayı, Göktürk Türeyiş Destanı’na konu olan olaylar da (Tabgaç
darbesi, kaçış ve Avarlara sığınış) desteklemektedir. Türk sözünün
anlamında olduğu gibi, Tabgaç darbesiyle büyük kısmı imha edilmiş olan
Aşina ailelerinin yeniden türemesi, doğması ve çoğalması söz konusudur.
Aşina aileleri, başlarına gelen felaketten sonra tekrar türeyip, güçlü bir kavim
hâline geldiklerine göre, bu durum ile ilgili bir isim almaları ve kullanmaları
gayet normaldir.
Fransız bilim adamı L. Bazin, Vambéry’nin yaptığı açıklamayı doğru
bulmasına rağmen yeterli görmemiştir. Bazin, Türk sözünün yapısında
meydana gelen değişmeye ve gelişmeye (törü-mek = törük = türük = türk)
paralel olarak, anlamında da bir değişmenin ve gelişmenin olduğunu ileri
sürmüştür. Ona göre, Türk sözü “törük” şeklinde iken “var olmuş, şekil
kazanmış” gibi bir anlama gelmekteydi. Sonra, bu söz Kaşgarlı Mahmûd’un
belirttiği gibi “gelişmiş, olgunlaşmış (développé)” şeklinde bir anlam taşımaya
başlamıştır. “Türk” şeklini alınca da “tamamen gelişmiş, olgunlaşmış
(pleinement développé)” veya “güç, kuvvet (fort)” gibi yeni bir anlam
kazanmıştır.10
Türk sözü, Uygur belgelerinde de müstakil bir kelime olarak
geçmektedir. Bu metinlerde Türk sözü, Türkçe “güç, kuvvet” anlamına gelen
“erk” kelimesiyle birlikte “erk türk” şeklinde eş anlamlı (sinonim) bir kelime

8
Liu Mau-tsai; 1958, c. I, s. 40.
9
a.g.e.; s. 5, 40.
10
Bazin; 1994, s. 176, 179. Kaşgarlı Mahmûd, Türk sözünü “olgunluk çağı” şeklinde
açıklamaktadır. Kaşgarlı Mahmûd; 1939, c. I, s. 353.
4
olarak kullanılmıştır. 11 Bu duruma göre, Türk sözü, tıpkı “erk” gibi “güç,
kuvvet, kudret, güçlü, kuvvetli, kudretli” anlamlarını ifade eden bir kelimedir.
Bu açıklamayı destekleyen daha başka deliller de vardır. Mesela, batı
kaynaklarının birinde, Türk topluluklarından birinin adı “Türk - Hun” şeklinde
zikredilmiştir. Buradaki, “Türk” kelimesi, Hun adının önünde “güçlü, kuvvetli,
kudretli” anlamında kullanılmış bir sıfattır. Bundan da anlaşılıyor ki bu Türk
topluluğunun adı “güçlü, kuvvetli, kudretli Hun” şeklinde belirtilmiştir.12
Aynı şekilde, Türk kelimesi Uygur belgelerinde de “yiğit” kelimesiyle
birlikte sıfat olarak kullanılmıştır. Uygur belgelerinde “Türk yiğit” şeklinde
geçen bu söz, “güçlü, kuvvetli, kudretli yiğit” anlamına gelmektedir.13 Aynı
deyim, Kaşgarlı Mahmûd’un Divanı’nda, “gençlik çağının ortası” şeklinde bir
ifade ile açıklanmıştır.14 Gençlik çağının ortası da hiç şüphesiz, insanın her
bakımdan en güçlü olduğu zamandır.
Alman Bilgini Le Coq, Uygur belgelerinde görülen Türk kelimesinin,
Göktürk Devleti’ni kuran topluluğun adı olan “Türk” sözü ile anlam
bakımından aynı olduğunu ileri sürmüştür. Göktürk Yazıtları’nı çözen
Danimarkalı büyük Türkolog W. Thomsen de Le Coq’un bu isabetli görüşünü
hiç tereddüt etmeden kabul etmiştir.15 Macar Bilgini Gy. Németh ise, “Türk”
adının “güç, kuvvet, kudret” anlamına geldiğini, bazı Türk topluluklarının da
benzer anlamda adlar aldıklarını (mesela Kayı, Kangar, Karan, Kınık)
göstermek suretiyle ispat etmeye çalışmıştır.16
Buraya kadar verdiğimiz bilgiden çıkan sonucu şu şekilde özetlemek
mümkündür: “Türk” sözü, Türkçe “törümek” fiilinden çıkmış bir isimdir.
Kelimenin ilk şekli “Törük” olmalıdır. Fakat, Türk kelimesinin bu şekilde
yazılmış hâline Türkçe kaynakların hiçbirinde rastgelinmemiştir. Bilindiği gibi,
bu kelime önce “Türük” şekline dönüşmüş, sonra da “Türk” hâlini almıştır. Bu
duruma göre, Türk kelimesinin ilk anlamı “türemiş, yaratılmış, yaratık, insan”
demektir. Türk dil bilgisi kurallarına uygun olarak yapılan bu açıklamayı,
destani ve tarihî olaylar da desteklemektedir. Fakat, kelimenin anlamı bu
şekilde kalmamıştır. Kelimenin ses yapısında olduğu gibi zamanla
anlamında da bir değişme ve gelişme meydana gelmiştir. Bu değişme ve
gelişme sonucunda Türk sözü “güç, kuvvet, kudret, güçlü, kuvvetli, kudretli”
gibi yeni bir anlam kazanmıştır. Kanaatimizce, kelimenin ses yapısı ile
anlamındaki bu gelişme, Göktürk devrinde tamamlanmıştır. Artık, bundan
böyle Türk adı, bütün kaynaklarda “güç, kuvvet, kudret” anlamında bir kelime
olarak zikredilmiştir.

11
Müller; 1911, c. II, s. 10, 15, 97, 108. Caferoğlu; 1968, s. 259. Ögel; 1982, s. 278 vd.
12
Altheim; 1959, c. I, s. 39 vd.
13
Gabain; 1988, s. 125. Ögel; 1982, s. 278.
14
Kaşgarlı Mahmûd; 1939, c. I, s. 353.
15
Kafesoğlu; 1966, s. 317. Thomsen; 1935, c. III, s. 82.
16
Németh; 1927, 2 / 4, s. 279-281.
5
2. Türk Dehasının Medeniyet Kurmada ve Geliştirme Gösterdiği
Başarı
Dünya medeniyet tarihinde rol oynayan bazı büyük milletler vardır.
Bunlardan biri de hiç şüphesiz Türklerdir. Türkler, dünya medeniyet tarihinde
iki hususta rol oynayarak, dehalarını göstermişler ve temasta bulundukları
milletlerin kültürleri etkilemişlerdir. Bunlardan biri, 1- İlk yurtları Orta Asya’nın
son derece elverişsiz çevre ve iklim şartlarının gerektirdiği “atlı-göçebe hayat
tarzı”nı gerçekleştirmiş olmaları; diğeri ise, 2- Yasalara ve törelere göre
düzenli işleyen büyük devletler kurmaları.17 Türk dehasının ürünü olan bu iki
başarıyı ayrı ayrı ele alarak değerlendirelim:
a. Türk Karakteri ve “Atlı-Göçebe Hayat Tarzı”
Türkler, yurt olarak kendilerine Orta Asya’nın son derece elverişsiz,
sert ve acımasız bir tabiat ve iklim bölgesini seçmişler; olağanüstü bir sebat
ve azim göstererek, bu tabiata ve iklime kendilerini uydurmuşlar; daha da
önemlisi bu tabiat ve iklime hükmederek, burada yaşamayı ve yüksek bir
kültür yaratmayı başarmışlardır. Fakat bu başarı kolay elde edilmemiştir;
Türkler, bu ekolojik düşmana karşı devamlı ve amansız bir mücadele vermek
zorunda kalmışlardır. Onlar, bu mücadeleyi, 1- Ancak burada tabiat ve iklim
kadar sert ve sağlam bir karaktere sahip olmak ve 2- İçinde yaşadıkları
çevreye uygun bir hayat tarzı bulmak ve geliştirmek suretiyle
kazanabilmişlerdir.
Türklerin içinde bulundukları coğrafyada ve iklimde yaşayabilmeleri ve
varlıklarını devam ettirebilmeleri için, her şeyden önce onların kendilerini
Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartlarına uydurmaları, yani onun kadar sert ve
güçlü olmaları gerekmiştir. Bunun için onlar, son derece sert ve acımasız
tabiat ve iklim şartlarına karşı cesaretle meydan okumuşlar ve ona en uygun
tepkiyi göstermişlerdir. Bu tepki, yılmadan, bezmeden, gevşemeden, her şeyi
göze alarak sürdürülen mücadeledir. Bu mücadelenin sonucunda, “maddi ve
manevi dayanıklılık, demir gibi irade, kendine güvenmek, disiplinli olmak,
kararlılık, ileri görüşlülük, kanaatkârlık, özgürlük ve bağımsızlık”, onların
karakterinin başlıca özelliği olmuştur. Ayrıca, iç dayanışmanın icabı olarak
“fedakârlık, sadakat, dostluk, minnettarlık, vefa, samimiyet, mertlik,
dürüstlük, cömertlik, konukseverlik, yardımlaşma, yarışma” gibi meziyetler ve
davranışlar da onlarda pek erken çağlarda gelişmiş ve yerleşmiştir.18
Burada hemen belirtelim ki bu yüksek karakter özellikleri ve
meziyetler, Türk milletini asırlarca ayakta tutan değerler olmuştur. Daha da
önemlisi, bu üstün nitelikler, Türk’ün manevi gücünü son derece artırmış ve

17
Köymen; 1989, s. 18. Rasonyi; 1970, s. 4. Koca; 2003, s. 56. Viyana ekoluna mensup bilim
adamı Menghin’e göre, Türkler iki sahada dünya medeniyet tarihinde önemli rol oynamışlardır:
1- İktisadî alan hayvan yetiştirmeyi geliştirme, 2- Sosyal alan ise, olağanüstü devlet kurma
yeteneği.”
18
Koca; 2003, s. 17.
6
ona tartışma götürmez bir üstünlük ve değer sağlamıştır. Zira, manevi gücü
meydana getiren sayı değil, üstün niteliklerdir. Böylece Türkler, tarihte
sayılarıyla orantılı olmayacak kadar büyük işler başarmışlardır.19
Türklerin asıl başarıları, içinde yaşadıkları çevreye (tabiat) ve iklime
uygun hayat tarzını gerçekleştirmiş olmalarıdır. Bu, “atlı-göçebe (horse
nomad)” veya “konar-göçer” hayat tarzıdır.
Orta Asya’daki tabiat ve iklim, etkisini en fazla eski Türk hayatı
üzerinde göstermiştir. Diyebiliriz ki Türk’ü “göçer evli” yapan Orta Asya’nın
tabiat ve iklim şartlarıdır. Çünkü, Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları,
besiciliğe olduğu kadar tarıma imkân vermemiştir. Besicilik de Türkleri
göçebe bir hayat sürmeye zorlamış ve bu hayata alıştırmıştır. 20 Böylece,
Türk “atlı-göçebe hayatı” doğmuş ve gelişmiştir.
Orta Asya’da “at ve koyun”, Türk göçebe hayatının iki temel unsuru idi.
Her iki hayvan da sürüler hâlinde beslenmekteydi. Sürülerine her mevsimde
taze ot ve su bulabilmek ve böylece verimi artırabilmek için göçebenin
devamlı yer değiştirmesi gerekiyordu. Bunun için eski Orta Asya Türk’ünün
hayatında daima iki önemli mevsim ve iki önemli yer olmuştur. Mevsim
olarak “kış ve yaz”. Yer olarak da kışın geçirildiği “kışlak” ve yazın geçirildiği
“yaylak”.
Türk’ün hayatı, “kışlak” ve “yaylak” arasında düzenli gidip gelme
şeklinde geçmekteydi. Esasen Türk göçebe hayatı, “hareket ve sürat”
üzerine kurulmuştur. Zira, Türk’ü, uzun süre aynı mekânda ve aynı işle
meşgul görmek mümkün değildi. O, ya sürü ve av peşinde dolaşmakta ya
savaş eğitimiyle meşgul olmakta ya da akın ve savaşlarda doyumluk
(ganimet) peşinde koşmaktaydı.
Türkler, hiçbir zaman ziraat yapan topluluklar gibi kendilerini tabiat
kuvvetlerinin elinde esir olarak hissetmemişlerdir. Konar-göçer hayat tarzı,
onlara “cesaret, kuvvet ve büyük bir dinamizm” kazandırmıştır. Ufuklarını da
son derece genişletmiştir. Daha da önemlisi, onlarda yeni ülkeler fethetme,
yeni ülkelere ve otlaklara sahip olma arzusu uyandırmıştır. Atın sağladığı
sürat ve üstünlük duygusu da onların bu arzularına büyük ölçüde yardımcı
olmuştur. Böylece Türkler, at sayesinde hayret verici bir çabuklukla geniş
fetih ve göç hareketinde bulunabilmişlerdir.21

19
a.g.e.; s. 17 vd.
20
Eski Türkler için en makbul hayat, “konar-göçer” hayat idi. Oğuzlar, X. yüzyılda yerleşik
hayata geçmiş olan soydaşlarına “yatuk”, yani “tembel” diyerek, onları küçümsüyorlardı. Türk
topluluklarının İslâm dini ve medeniyetine girmelerinden sonra yerleşik hayata geçmeleri bir
hayli hızlanmıştır. Fakat onlar, “konar-göçer” hayata duydukları özlemi hiçbir zaman içlerinden
söküp atamamışlardır. Bugün, Anadolu köylüleri arasında söylenen şu dörtlük, bu özlemin hâlâ
devam ettiğini göstermektedir: “-Ekin ekme eğlenirsin, -Bahçe dikme bağlanırsın, -Sür atını, çek
deveni, -Günden güne beğlenirsin (bey olursun).”
21
Koca; 2003, c. II, s. 31.
7
Burada özellikle, “göçebelik” kavramını açıklamamız gerekmektedir.
Çünkü, göçebelik denince, akla ilk olarak, ilkel bir kültürü temsil eden ilkel bir
hayat gelmektedir. Hâlbuki, atlı-göçebeliğin ilkel göçebelikle hiçbir ilgisi
bulunmamaktadır. Bunlar, birbirinden tamamen farklı birer hayatı ve kültürü
temsil etmektedirler. Burada her iki hayat ve kültür arasında yapılacak küçük
bir karşılaştırma, bu farkı açık bir şekilde gösterecektir: İlkel göçebelikte
üreticiliğe dayanan ekonomik faaliyet hemen hemen yoktur. İlkel göçebe
sadece toplayıcılıkla geçinmektedir. Hâlbuki, atlı-göçebelikte ekonomi,
hayvancılık gibi sağlam bir temele ve kaynağa dayanmaktadır. Atlı-göçebe
üreticidir. Beslediği hayvanlardan hem kendi ihtiyacını sağlamakta hem de
ihtiyaç fazlası mallarını satarak (değiş tokuş yaparak), ekonomisinin eksiğini
tamamlamaktadır. Öte yanda, ilkel göçebelikte vatan, millet ve devlet fikri hiç
yoktur. Atlı-göçebelikte ise, vatan, millet ve devlet fikri pek erken çağlarda
doğmuş ve gelişmiştir. Zira, Orta Asya’nın alabildiğine elverişsiz tabiat ve
iklim şartları, Türk’ü sıkı bir iş birliğine, dayanışmaya ve teşkilatlanmaya
zorlamıştır. Ayrıca, büyük sürülerin sevk ve idaresi, Türk’ü teşkilat, emretme
ve hâkimiyet fikrine hazırlamış, ona bu hususta son derece önemli bilgiler ve
beceriler kazandırmıştır. Böylece, Türkler, pek erken çağlarda Orta Asya’ya
hükmeden büyük devletler kurarak, tarih sahnesine çıkmışlardır. Hatta onlar
bununla da kalmamışlar; Orta Asya’nın dışında göç ettikleri ve yayıldıkları
yerlerde de teşkilatçılık yeteneklerini göstermişler; yerli halklar üzerinde
hâkimiyet kurarak, yeni yeni siyasi teşekküller meydana getirmişlerdir. Daha
da önemlisi, hâkimiyetleri altına aldıkları topluluklara, “vatan, millet ve
teşkilat” fikri aşılamışlardır. Mesela Slavlar, Türklerle karşılaşıncaya kadar
vatan, millet, teşkilat fikrinden mahrum son derece ilkel bir topluluk idiler.
Slavlara teşkilatlanmayı ve kendilerini korumayı öğreten Bulgar Türkleridir.22
Eski kültürleri ve medeniyetleri inceleyen büyük İngiliz Tarihçisi Arnold
Toynbee’nin atlı-göçebe hayat hakkında verdiği hüküm şudur: “Göçebenin
hayatı, hiç şüphesiz insan maharetinin bir zaferidir.”23 Viyana tarih ekolünün
en büyük temsilcisi olan Wilhelm Koppers de bu hususta aynı hükme
varmıştır: “Vatanı İç Asya olan Türklüğe, atın ilk ehlileştirilmesi ve bununla
ilgili olarak karakteristik bir çoban kültürünün yaratılması kâfi emniyetle
atfedilebilir. Bunun manası: insanlık tarihinde ilk defa olmuş bir başarıdır.
(Bu) öyle bir başarıdır ki kavimlerin ve kültürlerin gelişmesinde kendisine
özgü sonuçlar doğurmuştur.”24
Görüldüğü gibi, “atlı-göçebe hayat”, zamanına göre, yüksek ve ileri bir
kültürü temsil etmektedir. Atlı-göçebe hayat yaşayan Türklerin Orta Asya’da,
bugünkü medeni milletlerin daha ortaya çıkmadıkları bir çağda arka arkaya
devlet kurarak, geniş Orta Asya topraklarını teşkilata kavuşturmaları, onların,
şüphesiz yüksek bir kültür seviyesine ulaşmış olduklarının en belirgin

22
a.g.e.; s. 5.
23
Rasonyi; 1970, s. 5. “The Nomad’s life is indeed a triumph of human skill.”
24
Koppers; 1941, s. 471, 522.
8
göstergesidir. Zira devlet, yüksek ve ileri kültürlerin ürünüdür. İlkel ve geri
kültürlerde devlet ve teşkilat hemen hemen hiç olmamıştır.25
b. Türklerde Devlet Fikri
Bilindiği gibi, insan kitlelerinin belirli bir kültür etrafında bir araya
gelmesiyle meydan gelen en büyük topluluk millettir. Öte yandan, insan
topluluklarının kurdukları en büyük müessese ise, devlettir.
Türkler, millete “kün”, “budun” veya “él / il” demekteydiler. Bunlardan
“budun”, “boy” (bod) sözünün çoğulu olup boylar birliği anlamını
taşımaktaydı. Çünkü, “budun”, akraba boyların bir teşkilat etrafında
toplanması ve bir pota içinde erimesiyle meydana gelmekteydi. Yine bir
başkan tarafından “budunlar”ın bir araya getirilmesiyle de “Türk devleti” (Türk
eli) ortaya çıkmaktaydı. Mesela, Göktürk Devleti, “Türk budun”u tarafından
“Dokuz Oğuz, On-ok, Töles, Tarduş, Karluk, Türgiş, Ediz, İzgil, Çik, Az,
Soğdak” gibi budunların bir araya getirilmesiyle oluşmuştur.
Türkler, devlete de “él” veya “il” adını veriyorlardı. Devlet kurmayı
“illemek”, devlet idare etmeyi “il tutmak”, devletten yoksun kalmayı da
“ilsiremek” gibi deyimlerle ifade ediyorlardı.
Türklerde siyasi teşkilatlanma ve devlet kurma düşüncesi, hayati bir
ihtiyaç ve zaruret sonucunda ortaya çıkmıştır: Eski Türk ana yurdu olan Orta
Asya’da tarıma elverişli saha hemen hemen yok denecek kadar az idi. Tıpkı
toprak gibi iklim de tarıma müsait değildi. Üstelik burada tarımda
kullanılabilecek su da pek az idi. Bu topraklarda ne meyve ve ne de sebze
yetişmekteydi. Orta Asya toprakları, sadece hayvancılığa imkân
vermekteydi. Eski Türkler, büyük hayvan sürüleri beslemelerine ve bu
sürülerden çok çeşitli yiyecek maddeleri üretmelerine rağmen, bu ürünler
onların bir sene geçinmeleri için yetmiyordu. Üstelik onlar, sık sık kitle
hâlinde hayvan kırımları (yud) gibi bütün ekonomik varlıklarını kaybettikleri
büyük felaketlerle karşı karşıya gelmekteydiler. Daha da kötüsü, onlar, sık
sık doğal afet ve düşman saldırılarına maruz kalmaktaydılar. İşte Türkler,
böyle durumlarda yağma ve çapulu önleyecek, düzeni ve iç barışı
sağlayacak, daha da önemlisi, kendilerini koruyacak ve varlıklarını devam
ettirtecek çareler aramışlardır. Bu arayış sonucunda siyasi ve askerî
teşkilatın önemini fark etmişlerdir. Özellikle büyük sürülerin sevk ve idaresi,
otlakların önceden bulunup korunması gibi faaliyetler, onları dayanışmaya, iş
birliğine, daha önemlisi hükmetmeye ve emretmeye hazırlamış,
teşkilatlanmalarında büyük kolaylıklar sağlamıştır. Böylece, idari teşkilatlar
kurmuşlar, büyük ordular meydana getirmişlerdir. Kahramanlığı en büyük
değer yaparak yüceltmişlerdir (kahramanlık kültü).26 Savaş yeteneklerini ve

25
Koca; s. 5 vd.
26
Her kültür, kendisini yaşatacak ve devam ettirecek insan tipini yetiştirmeye çalışır. Atlı-göçebe
kültürün ideal insan tipi, “cesur” (yüreglig) ve “kahraman” (alp) insandır. Zira, atlı-göçebe bir
hayat yaşayan eski Türk toplumu, tehlikeler ve güçlüklerle dolu doğal bir çevre içinde yaşıyordu.
9
güçlerini yükseltmişlerdir. Bu yeteneklerini ve güçlerini, varlıklarını koruyacak
ve devam ettirecek faaliyetlerde kullanmışlardır. Böylece, yasalara göre
düzenli işleyen büyük teşkilatlar ortaya çıkmıştır.
Türklerde devlet fikri ve devlet kurma faaliyeti, evrenin yaratılışına
kadar geriye gitmektedir. Bilge Kağan (716-734), Göktürk Yazıtları’nda
atalarının faaliyetlerinden bahsederken bu hususta şöyle demiştir: “Üstte
mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğlu
yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine (de) atam Bumin Kağan ve İstemi Kağan
(hükümdar olarak tahta) oturmuş. (Tahta) oturarak, Türk milletinin devletini
(ve) töresini yönetivermiş, düzenleyivermiş.” Anlaşılacağı üzere bu sözler,
sadece bir dönemin faaliyetini değil, kökü ve başlangıcı evrenin, yani “gök
(uzay), yer ve kişioğlu”nun yaratılışına kadar uzanan binlerce yıllık bir
faaliyetin ve çabanın özünü ifade etmektedir.27
Türkler, Orta Asya’ya bütünüyle hükmeden devletler kurdukları gibi,
zaman zaman Orta Asya dışına taşarak, gittikleri yerlerde de yeni yeni siyasi
teşekküller meydana getirmişlerdir. Eski Çin, Mezopotamya, İran, Hindistan
ve Anadolu medeniyetleri üzerinde yapılan araştırmalarda belirgin şekilde
Türk kültürünün izine rastlanması, 28 Türklerin pek eski zamanlarda bu
yerlere göç etmiş ve bu yerlerdeki yerli halka hükmederek, devletler kurmuş
olduklarına dair bize önemli ipuçları vermektedir. Hatta nerede büyük devlet
kurulmuşsa, orada Türk kültürünün izine rast gelmek mümkündür. 29 Bu
durum, bilim adamlarını ister istemez, Sümer, Anadolu, Çin, İran gibi yerleşik
medeniyetlerin atlı-göçebe kavimlerle yakından ilgili olduğu, onların teşkilatçı
kabiliyetleri olmadan bu medeniyetlerin ulaştıkları yüksek seviyeye asla
varmayacakları düşüncesine sevk etmiştir. 30 Öte yandan, özellikle eski
medeniyetlerden kalan dil örnekleri (mesela Sümerce), bu medeniyetleri
yaratan kavimlerin Orta Asya (Turanî) kökenlerine dair sağlam deliller

Üstelik bu hayat tarzında savaşlar ve akınlar, hayatta kalabilmek ve hayatı devam ettirebilmek
için âdeta zorunlu, hatta kaçınılmaz bir faaliyet idi. Hâl böyle olunca, hem toplum hayatında,
hem de devlet hayatında cesur ve kahraman insanlara son derece ihtiyaç duyulmaktaydı.
Çünkü, tehlikeler ve güçlükler, ancak onların cesareti ve kahramanlığı sayesinde alt
edilebilmekteydi. Akınların ve savaşların zafere ulaşması da ancak onların cesareti ve
kahramanlığı sayesinde mümkün olabilmekteydi. Kısaca söylemek gerekirse, toplumun ve
devletin kaderi, büyük ölçüde kahramanların başarılarına bağlıydı. (Daha geniş bilgi almak için
bk. Koca; s. 71).
27
Kaplan; 1984, s. 1.
28
Koppers; 1941, s. 444-447, 488-492.
29
Krş. Rasonyi; 1970, s. 5, 65. “… Nerede kudretli ve sürekli bir devlet kurulmuş ise, orada
muhakkak hayvan yetiştiren unsurlar vardır. Bunun kökü araştırılırsa, neticede Ural-Altay
kavimlerinin tesirleri ile ilgisi görülür.”
30
Deér; 1954, s. 166. Koppers; 1941, s. 447 / 492. Koppers, bu hususta yaptığı bir araştırmanın
sonucunu şu şekilde belirtmiştir: “Eski Türklüğün eski doğu kültürünün temellendirilmesine, daha
doğrusu gelişmesine muhtemel bir iştiraki, bazen inanıldığı ve ifade edildiği kadar hayret
edilecek bir fikir değildir.”
10
oluşturmaktadır. 31 Fakat, Türklüğün eski çağına ait araştırmalar henüz
tamamlanmış ve bir sonuca ulaştırılmış değildir.
Yazılı belgelerin bildirdiğine göre, tarihte teşkilatlı ilk Türk devleti
Büyük Hun Devleti’dir. Hunlardan itibaren Türklerin günümüze kadar
kurdukları devlet sayısı 100’ün çok üzerindedir. Bu sayıya hiçbir millet
ulaşamamıştır. Diyebiliriz ki Türkler, tarihin hiçbir devrinde devletsiz
kalmamışlardır. Çünkü onlar, devletin, millî varlığı koruyan, yaşatan ve
geliştiren vazgeçilmez bir müessese olduğunun daima farkında ve bilincinde
olmuşlardır.
Türklerde devlet, idareci unsur ile işbirliği yapan geniş halk kitlelerinin
gayretleri ve katkıları sonucunda gerçekleşmekteydi.32 Daha doğrusu, halk
devletin hem kurucu hem de temel unsuru idi. Başka bir deyişle, halk,
devletin gerçek sahibiydi. Bundan dolayı, devletin yıkılması ve istiklalin
kaybedilmesi, Türk toplulukları arasında elem dolu yakınmalara ve
dövünmelere sebep olmaktaydı. Mesela, 630 yılında devletini ve istiklalini
kaybeden Türk milletinin feryatları, Göktürk yazıtlarına “İlli (devleti olan)
millet idim, ilim (devletim) şimdi hani, kime il (devlet) kazandırıyorum der imiş
(…)” şeklinde ifadelerle yansımıştır.33
Türklerde, “devlet ile hukuk” (il ve töre) birbirinden ayrılmayan, birbirini
tamamlayan, daha da önemlisi birbirinin varlık sebebi olan iki temel unsur idi.
Başka bir deyişle, Türkler devleti, daima “töre” (il ve törü) ile birlikte
düşünmekteydiler. Daha doğrusu, Türklerde töresiz devlet olmamaktaydı.34
Türklüğün ve Türk kültürünün en büyük temsilcisi olan Bilge Kağan, hem
Türk devletinin hem de Türk töresinin ölmezliğine inanmaktaydı. O, bu
inancını ve düşüncesini, “Üstte gök basmasa, altta yer delinmese (yani
kıyamet kopmasa), Türk milleti, devletini ve töreni kim bozabilir.” şeklinde bir
ifade ile ortaya koymuştur. Fakat, Bilge Kağan, bu inancında ve
düşüncesinde kısmen yanılmıştır. Zira, ölümsüzlüğüne inandığı Göktürk
Devleti, onun ölümünden kısa bir süre sonra yıkılmıştır. 35 Hâlbuki, Türk
milletinin bu husustaki inancı ve düşüncesi ise, daha gerçekçi ve doğru
olmuştur. Türk halkının düşüncesine göre, devlet yıkılabilmekteydi. Töre ise,
kalıcı idi.36 Gerçekten de Türk devletleri zaman zaman çöker ve yıkılırken,

31
Örnekler için bk. Tuna; 1990. Németh; 1940, 304 vd. Tosun; 1973, s. 147-168. Danişmend;
1964, 10 vd. Ercilasun; 2004, s. 35-57.
32
Kafesoğlu; 1977, s. 218.
33
Orhun Abideleri; 1973, s. 21, 78. “Türk kara kamag bodun anca tirmiş: İllig bodun ertim, ilim
amtı kanı, kimke ilig kazganur men tir imiş.”
34
Orhun Abideleri; s. 20, 22, 24, 33, 34, 38, 67, 69, 70, 77, 80. Giraud; 1999, s. 109 vd.
35
Bilge Kağan’ın düşüncesini ve inancını geniş anlamda ele alırsak, onun bu hususta da
yanılmadığını söylemek mümkündür. Zira, Türk milleti tarihin hiçbir devrinde devletsiz
kalmamıştır. Bir Türk devleti çöker ve yıkılırken onun yerini daima başka bir Türk devleti almıştır.
Böylece Türk devletler silsilesi Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar devam etmiştir.
36
Kaşgarlı Mahmûd; 1940, c. II, s. 25. “El kaldı, törü kalmaz (=Devlet gider töre kalır).”
11
Türk töresinin sağlam ve sağlıklı bir şekilde ayakta tuttuğu Türk toplulukları,
daima varlıklarını korumakta ve yeni yeni devletler kurabilmekteydiler.
Türkler, “toprak” ve “istiklal”i devlet için vazgeçilmez iki temel değer
olarak kabul etmişlerdir: Pek erken çağlarda toprağın devlet için değerini ve
önemini kavramış olan Türkler, onu daima terk ve feda edilmez kutsal bir
değer olarak görmüşlerdir. Onlar, sahip oldukları ve üzerinde yaşadıkları
topraklara “ülke, ulus37 veya yurt” gibi adlar vermişlerdir. Bunlardan “ulus”,
toprak ile halkı ifade eden bir kelimedir. “Yurt” ise, daha çok “vatan” kavramı
gibi kutsal bir anlam taşımaktadır. Türkler için yurt, sadece üzerinde yaşanan
ve geçim temin edilen bir toprak parçası değildi; aynı zamanda kendilerini
koruyan ata ruhlarının üzerinde yaşadıkları kutsal bir mekân idi.
Türkler, üzerinde ancak özgür olarak yaşadıkları ve hükümranlık
haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullandıkları toprakları “yurt” olarak
kabul ediyorlardı. Daha doğrusu, onlar için yurt, üzerinde Türk tuğlarının ve
bayraklarının dalgalandığı kutsal bir ata yadigârı idi.38
Türk devlet başkanları daima, toprağı devletin temeli sayan bir anlayış
içinde olmuşlardır. Bundan dolayı da vatan toprağını korumayı ve savunmayı
kendilerine başlıca görev edinmişlerdir. Daha da önemlisi, şartlar ne olursa
olsun, bu hususta en küçük bir tavize bile yanaşmamışlardır. Özellikle, büyük
Hun hükümdarı Mete’nin toprak konusunda Çin yıllıklarına yansıyan taviz
vermez tutumu, sadece Türk tarihinde değil, dünya tarihinde bile emsalsiz bir
örnek teşkil etmektedir: Hun tahtına çıktığında komşu T’ung-hu kavminin ağır
siyasi baskısına maruz kalan Mete, Hun devlet meclisinin muhalefetine
rağmen şahsına ait bazı malları bu kavme vermekte bir mahsur görmemiştir.
Fakat, istenen taviz, şahsi olmaktan çıkıp, devlete ait bir toprak parçası
olunca, bu hususta verdiği cevap, “Devletin temeli olan toprağı kimse
veremez.” şeklinde olmuştur. Bu da gösteriyor ki dünyada pek çok toplumun
devlet fikrinden habersiz oldukları bir çağda, Türkler, sağlam, köklü ve
gelişmiş bir devlet fikrine ulaşmış bulunuyorlardı. Zira, onların gözünde,
büyük Hun hükümdarı Mete’nin dediği gibi, toprak devletin temeli idi.
Devletin temeli olan toprak da sebep ne olursa olsun, terk ve feda edilemez
idi.39
Türkler için gerek fert gerek toplum gerekse devlet hayatında en
önemli değerlerden biri de istiklal (tam bağımsızlık) idi. Türkler,
özgürlüklerine ve istiklallerine fazlaca düşkün bir millet idiler. Özgürlük ve
istiklal, onların âdeta varlıklarının temel şartı idi. Daha açık bir ifade ile
söylemek gerekirse, onlar, özgürlüğe ve istiklale sahip iseler, kendilerini var,

37
Türkçe “ulus” kavramı Moğolcaya “ulus” şeklinde geçmiştir. Bugün bu kavram, Moğolcaya
geçmiş şekliyle alınıp, Arapça kökenli “millet” kelimesinin yerine kullanılmıştır.
38
Kafesoğlu; 1977, s. 209.
39
Geniş bilgi almak için bk. Koca; s. 59-61.
12
yoksa “ölmüş” kabul ediyorlardı. 40 Bundan dolayı, hiçbir şekilde ve şart
altında özgürlüklerini ve istiklallerini feda etmeye yanaşmıyorlardı. Hatta
hayatlarında en çetin ve en ağır mücadeleyi de özgürlüklerini, istiklallerini
korumak ve devam ettirmek için veriyorlardı. Daha da önemlisi, bu iki
değerin hafife alınması veya önemsenmemesi bile, Türkler arasında sert
tartışmalara ve çarpışmalara yol açıyordu.
Böyle tartışmalardan biri de M.Ö. 58 yılında “Hun Devlet Meclisi”nde
meydana gelmiştir: İç ve dış baskılara karşı koyamayan Hun hükümdarı Ho-
han-yeh, vezirinin de tavsiyesi üzerine Çin hâkimiyeti altına girerek,
durumunu kurtarmak istemiştir. Fakat, bu durum tepkisiz kalmamıştır; Hun
devlet meclisinde sert tartışmalara yol açmıştır. Bu tartışmaların sonucunda
Hunlar, istiklali feda edenler ve etmeyenler olarak iki kısma ayrılmışlardır.41
İstiklali feda etmek istemeyenlerin başında Ho-han-yeh’in kardeşi Çi-çi
bulunuyordu.
İstiklali feda etmek isteyen Ho-han-yeh ve taraftarları, yaptıkları tercih
ve seçim için şu gerekçeyi ileri sürmüşlerdir: “Bu olmamalı! (Devletlerin de)
hem güçlü hem de zayıf zamanları olur. Şimdi Çin, ezici bir güce sahip. Şehir
devletleri ile Vu-sunlar, tıpkı bir cariye gibi hep Çin’e bağlandılar. Şan-yü
Tse-t’e-ho zamanından beri devlet -bir daha birleşmeyecek şekilde-
bölünüyor. Bundan dolayı, Çin’in üstün gücü karşısında boyun eğmek
gerekir. Aksi takdirde tek bir gün bile rahat yüzü görülemez. Ancak, Çin’in
yüksek hâkimiyeti altında barış ve sükûnet bulunabilir. Yoksa tehlikeler
içinde batıp gidilir. Acaba bundan daha iyi öğüt verilebilir mi?”42
Ho-han-yeh ve taraftarlarının bu sözleri, maddeten ve manen çöküş
hâlini yaşayan insanların psikolojisini yansıtmaktadır. Gerek millet hayatında
olsun gerek fert hayatında olsun, maddi çöküş, manevi çöküşü de
beraberinde getirmektedir. Bu hâli yaşayan insanların, hem kendilerine hem
de milletlerine güvenleri kalmaz. Kurtuluşu da kendi güçlerinde değil,
başkalarının destek ve himayelerinde görürler. Onlar, güçlükler karşısında
hemen pes eden ve teslimiyetçi bir ruh ve karakter yapısına sahiptirler. İşte,
Ho-han-yeh ve taraftarlarının hâli bu idi.
Çi-çi ve taraftarları ise, kurtuluşu başka bir devletin desteğinde ve
himayesinde değil, kendi güçlerinde görmekteydiler. Daha doğrusu onlar,

40
Görüldüğü gibi, bu anlayış, Mustafa Kemal’in “Ya istiklal ya ölüm.” fikrinin tarihî temelini
oluşturmaktadır. Bk. Orhun Abideleri; s. 52, 91. Göktürk Yazıtları’na göre, istiklali kaybetmek
Türk milleti için şu sonuçları ortaya çıkarıyordu. 1-) “İlsizleşmek” (ilsiremiş=devleti kaybetmek),
2-) “Kağansızlaşmak” (kagansıramış), 3-) (Kadınlar için) “cariye olmak” (küng edmiş), 4-)
(Erkekler için) “kul olmak” (kul admış), 5-) “Türk töresini bırakmak” (Türk törüsin ıcgınmış).
(Orhun Abideleri; s. 22, 36, 69, 79).
41
Türklerin, istiklal gibi önemli bir konuda ikiye ayrılmaları, sadece Hun dönemine mahsus bir
olay değildir. Göktürk, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri’nin bunalım ve çöküş dönemlerinde de
daima tekrarlanmış utanç verici bir olaydır. Örnekler için bk. Koca; 1983, s. 7-13.
42
De Groot; 1921, s. 215. Koca; 2003, c. II, s. 261 vd.
13
hem kendilerine hem milletlerine güvenmekteydiler. Fikirleri de hak ve
davalarından vazgeçmeyecek kadar güçlü idi. Türklerin istiklale verdikleri
değeri göstermesi bakımından Çi-çi ve taraftarlarının Çin yıllıklarına
yansımış olan fikirlerini aynen buraya alıyoruz: “Hunlar, cesareti ve kuvveti
takdir ederler; bağımlı olmak ve kölelik onlara en adi bir şey olarak gelir. At
sırtında savaşmak ve mücadele etmek suretiyle devlet kuruldu; kavimler
arasında kuvvet ve otorite kazanıldı. Yiğit savaşçılar ölünceye kadar
savaşmalı ki varlığımızı devam ettirebilelim. Şimdi iki kardeş taht için
mücadele etmektedir. Sonunda ya büyüğü ya küçüğü devlete sahip
olacaktır. O, (yani istiklali savunan) ölse de onun itibarı öyle artacak ki
oğulları ve torunları (ileride) daima devletin sahibi olacaklar. Gerçi, şimdi Çin
bizden daha güçlü; fakat (bu durumda bile) Hun ülkesini ilhak edemez! Niçin,
kendimizi Çin’e bağımlı kılalım? Atalarımızın devletini Çinlilere devredelim?
Evet, bu suretle, (yani Çin’e bağlanmakla) sükûnet tekrar tesis edilebilse bile,
kavimler arasında yeniden üstünlüğümüzü elde edebilir miyiz? Biz ölsek de
kahramanlığımızın şöhreti artacak, oğullarımız ve torunlarımız daima
devletin hâkimi olacaklar.”43
Bundan sonra Çi-çi ve taraftarları, girdikleri istiklal mücadelesini
hayatlarıyla birlikte kaybettiler; fakat onlar, gelecek nesillere ölmez bir ideal
ve örnek bıraktılar. 44 Çünkü, Türk istiklalinin bu eşsiz kahramanları, daha
mücadeleye girmeden önce, “oğullarının ve torunlarının daima devletin
hâkimleri olacakları” inancını taşıyorlardı. Gerçekten de onlar, istiklal ve
devletleri uğruna hayatlarını kaybetmişler; fakat inançlarını yaşatmayı
başarmışlardır. Zira, bir süre sonra oğullarının ve torunlarının ruhunda istiklal
fikri tekrar uyanmış, babalarının ve dedelerinin uğrunda hayatlarını
kaybettikleri devlete ve istiklale tekrar kavuşmuşlardır.
c. Türk Devlet Başkanı
Türklerde devlet başkanı, hem bütün devlet teşkilatının başı hem de
toplumun lideri durumundaydı. O, sadece içinde yaşadığı zamandan değil,

43
De Groot; 1921, s. 214. Koca; 2003, c. II, s. 262.
44
Bir Türk devleti çökerken veya istiklalini kaybederken, gelecek nesillere bir ideal ve hedef
gösterme anlayışı, bütün Türk tarihi boyunca devam etmiştir. Bu anlayışın son örneği, Osmanlı
Devleti çökerken yayınlanan “Misakımillî” deklarasyonunda görmekteyiz: Osmanlı Devleti’nin
temellerinin çökmüş olduğu gerçeği ile hareket eden ve faaliyetlerinin devamını imkânsız gören
son Osmanlı Parlamentosu Meclisi Mebusan, 28 Ocak 1920 tarihinde kendisini feshederken,
Misakımillî deklarasyonu ile Türk milletine, uzun tarihinden gelen engin devlet tecrübesine
dayanarak, yeni bir hedef ve ülkü göstermiştir. Bu hedef ve ülkü, hiç şüphesiz, Türk ordusunun
genç kurmayı Mustafa Kemal’in de daha hayata atıldığı sırada zihninde şekillenmeye başlayıp,
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılmadan az önce kesinleşmiş olan “Yeni bir Türk Devleti”
kurma fikri idi. Burada hemen belirtelim ki çöken bir Türk devletinin yerine yeni Türk devleti
kurma fikri, XX. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir fikir değildir. Zira, Türk tarihinde bu fikrin
yüzlerce fiilî tezahürünü görmek mümkündür. Gerçekten de bir Türk devleti tarih sahnesinden
çekilirken, onun yerine aynı coğrafyalarda bir veya birkaç Türk devleti birden kuruluyordu. Hatta
yeni kurulan Türk devleti veya devletleri, önceki Türk devletinin mirasına sahip çıkıyor, onun
görev ve sorumluluklarını bütünüyle üstleniyordu. Bazen durum, sadece iktidar değişikliğinden
ibaret kalıyordu.
14
aynı zamanda devletin ve toplumun geleceğinden de sorumluydu.
Dolayısıyla Türk devlet başkanının, bazı yüksek vasıflara sahip olması
gerekmekteydi. Bunların başında “cesur (yüreglig), kahraman (alp), bilge ve
erdemli olma” gibi önemli özellikler gelmekteydi. 45 Çünkü, Türk devlet
başkanı, “Türk topluluklarını bir devlet çatısı altında toplamak, isyan eden
toplulukları itaat altına almak, düzeni ve iç barışı sağlamak, doğru kanunlar
(köni törü) koymak ve onu adaletle uygulamak, ekonomik tedbirlerle maddi
refah yaratmak, akın ve savaşları zafere ulaştırmak, istiklali ve Türk
kültürünü korumak” gibi devlet ve toplum hayatında son derece önemli ve
büyük işleri başarmak zorundaydı. Kısaca söylemek gerekirse, devletin ve
toplumun kaderi, büyük ölçüde devlet başkanının yeteneklerine ve
göstereceği başarılara bağlıydı.
Biraz yukarıda belirlediğimiz Türk devlet başkanının görev ve
sorumluklarından bazılarını burada açıklayarak, bu konuyu tamamlayalım:
Türk devlet başkanının en önemli görevlerinden biri, Türkçe konuşan ve Türk
soyundan olan bütün toplulukları bir devlet çatısı altında toplamak idi. Bu,
ancak kuvvet, yani silah gücü ile yapılabilmekteydi. Bunun için Türk devlet
başkanı, “ordular sevk ederek savaşmak, direnen güçleri bertaraf etmek,
Türk topluluklarını itaat altına almak, birlik ve bütünlüğü sağlamak”
durumundaydı. Bu durum Göktürk Yazıtları’nda “İlliyi (devleti olanı)
ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık, dizliye diz çöktürdük, başlıya baş
eğdirdik (itaat altına aldık)”46 şeklinde ifade ediliyordu.
Türk devlet başkanı, sadece Türk topluluklarını değil, yabancı soydan
ve kültürden kavimleri de bir devlet çatısı altında toplamayı kendilerine gaye
edinmişlerdir. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, o, daima dünya
hâkimiyeti davası gütmüştür. Çünkü, Türk devlet başkanı, dünya
hâkimiyetinin Tanrı tarafından bir görev olarak kendisine verildiğine
inanmaktaydı. İdeal bir devlet başkanı olan Bilge Kağan (716-734), bu
hususta Göktürk Yazıtları’nda âdeta dünya hâkimiyetini gerçekleştirmiş bir
hükümdar gibi konuşmaktadır: “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün
ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki
millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum.”47 Bu sözler, hiç
şüphesiz ulaşılmış bir hedefi değil, ulaşılmak istenen bir hedefi
göstermektedir.
Türk devlet başkanı, devlete ait işlerde kararları tek başına almazdı.
Eski Türk devletlerinde siyasi, askerî, ekonomik, sosyal ve kültürel
konulardaki sorunların tartışıldığı ve izlenecek politikaların belirlenip karar
bağlandığı meclisler vardı. Bu meclislere “toy, kengeş, térnek (dernek) ve

45
Bu hususlarda geniş bilgi almak için bk. Koca; 2003, c. II, s. 71-75.
46
Orhun Abideleri; s. 23, 70.
47
Orhun Abideleri; s. 17. Türkler, dünyayı dört köşe olarak düşünüyorlardı. Dört taraftaki milleti
hâkimiyet altına almakla da kendilerini cihan hâkimiyetine ulaşmış kabul ediyorlardı.
15
kurultay” gibi adlar verilmekteydi.48 Meclis üyelerine “toygun” denmekteydi.
Devlet meclisine, doğal olarak devlet başkanı başkanlık ederdi. Devlet
başkanı bulunmadığı zamanlarda ise, meclis, “aygucı” veya “üge” unvanıyla
anılan devlet danışmanının başkanlığında toplanırdı. Devlet meclisinin
üyeleri, başta “hatun, tiginler (şehzadeler), hükümdarın kardeşleri” olmak
üzere boy başkanları arasından seçimle belirlenmekteydi.49
Türk devletlerinde, kanunsuz ve hükümdarın şahsi iradesine bağlı
keyfî idare şekli hiçbir zaman mevcut olmamıştır. 50 Fakat, Türk devleti,
bazen idarede yetersiz kalan hükümdarlar zamanında zaafa düşmekte,
devlet ve toplum düzeni sarsılmakta, töre bozulmaktaydı. Böyle zamanlarda
töreyi yeniden düzenlemek ve kanun hâkimiyetini sağlamak, Türk devlet
başkanına düşmekteydi. Hatta o, bununla da kalmamaktaydı; doğru
kanunlar koymak ve onu adaletle uygulamak durumundaydı. Zira, Türklerde
adaleti, devletin temeli sayan bir hukuk anlayışı hâkimdi. Bu anlayış, ünlü
siyaset kitabı Kutadgu Bilig’de, “Beyliğin temeli adalettir.”51 şeklinde bir ifade
ile ortaya konmuştur. “Adil ve doğru kanun”a “köni törü” denmekteydi.
Kutadgu Bilig’de köni törüyü de hükümdar Kün-toğdı (Güneş-doğdu) temsil
etmiştir. 52 Görüldüğü gibi, Türk devlet başkanı bu eserde güneşe
benzetilmiştir. Çünkü güneş, ışığını ve ısısını bütün canlılara eşit olarak
ulaştırmaktadır.53 Devlet başkanının da herkese eşit davranabilmesi için, hiç
kimsenin soyuna, mevkisine ve servetine bakmaması gerekmektedir.54
Türklerde, “halk devlet için değil, devlet halk için vardı”. Bu anlayışın
doğal sonucu olarak, Türk devlet başkanı, halkı iktisadi bakımdan bütünüyle
refaha ulaştırmayı ve refah içinde yaşatmayı, kendisine başlıca gaye
edinmekteydi. Bilge Kağan, Göktürk Yazıtları’nda “Tanrı buyurduğu için,
kendim devletli olduğum için, kağan (olarak) oturdum. Kağan (olarak) oturup,
aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, fakir milleti zengin, az milleti çok
kıldım.” derken, bu gayeyi gerçekleştirmiş ilk Türk devlet başkanı olarak
karşımıza çıkmaktadır. Burada hemen belirtelim ki Bilge Kağanın bu gayeyi
gerçekleştirmesi pek kolay olmamıştır; onun kardeşi Köl-tigin ile birlikte,
“gündüz oturmadan, gece uyumadan ölesiye bitesiye çalışması”
gerekmiştir.55

48
Demokrasinin temel kurumlarından olan meclis, hemen hemen bütün Türk devletlerinde vardı.
Türkler, bu kurumu batı toplumu gibi geliştirip, bir sisteme bağlayarak, parlamentoya
dönüştürememişlerdir. Dolayısıyla onlar, bu kurumu batıdan almak zorunda kalmışlılardır.
49
Daha fazla bilgi için bk. Kafesoğlu; 1980, s. 207. Köymen; 1977, s. 11-15. Danişmend; 1964.
Koca; 2003, c. II, s. 78 vd.
50
Kafesoğlu; 1970, s. 17.
51
Yusuf Has Hacib;, 1947, 1974; b. 819, 821.
52
a.g.e.; b. 68, 355, 800, 809, 2015, 5172, 5285, 5903-5907, 5944. Genç; 1981, s. 107.
53
Yusuf Has Hacib; 1947, 1974: b. 415, 824, 827, 831.
54
a.g.e.; b. 809, 817, 818.
55
Orhun Abideleri; 1973: 25, 39. b. 2025, 2053. Bu hususta bir Göktürk beyi de şöyle demiştir:
“Mes tribus vivent dans l’abondance; cela me suffit = Boylarım bolluk içinde yaşıyor; bu bana
yeter.” Chavannes; 1900, s. 174. Chan Jen-t’ang; 1968, s. 176.
16
Halkı bütünüyle refaha ulaştırmak ve refah içinde yaşatmak şeklinde
olan Türk devlet anlayışı, İslami dönemde de değişmemiş, aynen
korunmuştur: Karahanlılar devrinin ünlü siyaset kitabı Kutadgu Bilig’de, Türk
devlet anlayışının bir gereği olarak Türk devlet başkanına, “vur, al ve dağıt”56
yani düşman ile savaş, onun birikmiş servetini elinden al ve halka dağıt
tavsiyesi yapılmaktadır. Hatta bu da yeterli bulunmamakta, “sağ elin kılıç
sallar ve vururken, sol elin ile mal dağıt”57 denilerek, bu faaliyetin devamlı
olması istenmektedir. Aynı eserin başka yerinde de “Hükümdar kuldan
fakirlik adını kaldıramazsa, o nasıl bey olur.”58 şeklinde bir ifade ile, görev ve
sorumluluğunu yerine getiremeyen devlet başkanının yerini
koruyamayacağına işaret edilmektedir. Türk devlet başkanı, tıpkı Bilge
Kağan gibi, “çıplak olanlı giydirmeli, aç olanı doyurmalı, fakir olanı
zenginleştirmelidir.”59 Bunun için devlet başkanı, sadece savaş gücü ile elde
ettiklerini değil, aynı zamanda hazinesini (şahsi malını da) de kendisine bir
şey kalmayıncaya kadar halka dağıtmalıdır. Hatta onun, “Altın vere vere eli
nasır tutmalıdır.” 60 Çünkü, “Halkın zenginliği beyin zenginliği demektir.” 61
Bundan dolayı, Türk devlet başkanı, kendi çıkarlarını değil, halkın çıkarlarını
her şeyin üzerinde tutmalıdır. Zira, “Hükümdarın çıkarı, halkın çıkarının
içindedir.”62
3. Türk Kültürünün Kudreti
Türk kültür tarihi üzerinde bir tayin ve tespit yapılacak olursa, ortaya
şöyle bir durum çıkmaktadır: Türk milleti, uzun tarihi boyunca bir defa yurt,
bir defa din, iki defa da medeniyet değiştirmiştir. Bugünkü Türkiye Türklerinin
ataları olan Türk toplulukları, XI. yüzyıl içinde Orta Asya’yı tamamen terk
edip, İslam ülkeleri üzerinden Anadolu’ya gelerek, bu ülkeyi tamamen
fethetmek suretiyle kendilerine ebedî bir vatan yapmışlardır. Aynı Türk
toplulukları, X. yüzyıldan itibaren “Gök Tanrı inancı” ile “atlı-göçebe Türk
medeniyeti”nden ayrılarak, “İslam dini ve medeniyeti”, XIX. yüzyıldan itibaren
de Müslüman kalmak suretiyle “batı medeniyeti” dairesi içine girmişlerdir.
Bunlardan atlı-göçebe Türk medeniyetini Hunlar, Göktürkler, Uygurlar; İslam
medeniyetini Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Memlûkler, Osmanlılar;
batı medeniyetini Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk milleti temsil etmiştir.63
Burada hemen belirtelim ki Türk milletinin hayatında meydana gelen
bu tarihî gelişmenin ve değişmenin içinde temelleri ve özü daima korunan bir
değerler bütünü var olmuştur. Bu, temelleri ve özü daima korunan değerler
bütünü ise, “Türk millî kültürü”dür. Millî kültür derken, Türk milletinin sadece

56
Yusuf Has Hacib; b. 2025, 2053.
57
a.g.e.; b. 2069.
58
a.g.e.; b. 2983.
59
a.g.e.; b. 2982, 5513.
60
a.g.e.; b. 3042.
61
a.g.e.; b. 5545.
62
a.g.e.; b. 5353. Genç; 1981, s. 100 vd.
63
Koca; 2003, c. II, s. 1.
17
kendine has özelliklerini ve değerlerini değil, onun uzun tarihi boyunca çeşitli
kaynaklardan alarak kendisine mal ettiği bütün özellikleri ve değerleri de
kastediyoruz. Milletlerin maddeten ve manen yükselmelerinde ve
ilerlemelerinde başlıca etkenlerden biri de topluluklar arası kültür
alışverişleridir. Burada hemen belirtelim ki milletler için kültür alışverişleri,
kuvvetli dış etkiler altında ezilmemek şartıyla daima faydalıdır.
Türk milleti, Türk millî kültürünü yaratmıştır; Türk millî kültürü de Türk
millî varlığını ve kimliğini günümüze kadar korumuştur. Başka bir ifade ile
söylemek gerekirse, Türk milleti ve Türk millî kültürü, birbirinin devamlı varlık
sebebi ve hayat kaynağı olmuştur. 64 Buradan da şu hükme varmak
mümkündür: Milletler için millî kültür daima hayati bir önem taşımıştır. Zira,
uzun bir tarih içerisinden günümüze ulaşabilmiş her millet, bunu ancak millî
kültürü sayesinde gerçekleştirebilmiştir.
Bir milletin tıpkı geçmişi gibi geleceği de millî kültüre bağlı olacaktır.
Zira, gelecekte var olmak azminde ve kararında her millet, bunu ancak millî
kültürü sayesinde yapabilecektir. Bu da ancak millî kültürün bilinçli bir şekilde
benimsenmesi, korunması, geliştirilmesi ve gelecek nesillere aktarılmasıyla
mümkün olacaktır. 65 Aksi takdirde, millî kültürüne sırt çeviren ve millî
kültürünü korumakta gevşeklik ve ihmal gösteren her millet, tarihte olduğu
gibi gelecekte de yok olmaktan kendisini kurtaramayacaktır. Zira, bir milletin
başına gelebilecek en büyük felaket, onun millî kültürünü tamamen
kaybetmesidir. Beş bin yıllık yazılı tarih şu gerçeği açık bir şekilde
göstermiştir ki bir millet, ne bir savaşta yenilgi ne ülkesinin işgali ne de
ekonomik çöküntü sonucunda millî varlığını yitirmiştir; ancak millî kültürünü
kaybetmekle tarihten silinmiştir.66
Bir millet kültürüne sarıldıkça yükselir ve yücelir, millî kültüründen
uzaklaştıkça da manevi kuvvetini kaybeder ve zayıflar. Zira, millî kültürüne
sırt çeviren milletlerin yabancı kültürlerin tesirine kapılması, kendini
kaybetmesi ve yabancı milletlere köle olması çok kolaydır. Tarih, bu durumu
gösteren örneklerle doludur.
Millî hayatın devamı bakımından en büyük tehlike, hiç kuşkusuz, millet
bütünlüğünün çözülmesi, dağılması ve parçalanmasıdır. Bundan dolayı millî
kültür, millî birliğin de temelidir. Daha doğrusu, millet varlığını ayakta tutan ve
millî bütünlüğü temin eden en önemli unsur, millî kültürdür. Özellikle, millî
kültür değerleri, fert ile millet arasında sağlam bağlar kurar. Bu bağlar
birleştirici, bütünleştirici bir rol oynar; toplumdaki çözülmeleri, dağılmaları ve
kopmaları önler; millet bütünlüğünü daima korur. Zira, aynı bilgiye sahip olan

64
Krş. Kafesoğlu; 1969, s. 1.
65
14. 06. 1973 tarihinde yayınlanan “Millî Eğitim Temel Kanunu”nun ikinci maddesinde, Türk
millî eğitiminin amacı, “Türk milletinin bütün fertlerini (…), Türk milletinin kültürel değerlerini
benimseyen, koruyan ve geliştiren yurttaşlar olarak yetiştirmek”, şeklinde belirlenmiştir.
66
Koca; 2003, c. II, s. 2.
18
fertler değil, aynı kültür değerlerini paylaşan fertler, ancak birbiriyle
anlaşabilir ve bütünleşebilir.
Türk milletinin tarihteki en büyük başarısı, hiç şüphesiz, millî kültürünü
günümüze kadar bütünüyle koruyup gelmiş olmasıdır. Biraz yukarıda
belirttiğimiz gibi, Türk milleti, tarihin belirli dönemlerinde yurdunu, dinini ve
medeniyetini değiştirmiş olduğu hâlde, varlığının ve istiklalinin temeli olan
millî kültürünü daima korumasını bilmiştir. Bu başarıda Türk milletinin millî
kültürüne son derece bağlılığının yanı sıra, hiç kuşkusuz, Türk millî
kültürünün sağlam temellere ve ölmez değerlere sahip olmasının da başlıca
rolü olmuştur.
Türk kültür hayatını, birbirini takip eden üç safhaya ayırmak
mümkündür: 1) Atlı-göçebe Türk kültürü (Buna Bozkır kültürü de denir.),
2) İslami dönem Türk kültürü, 3) Batı medeniyeti dairesi içinde Türk kültürü.
(Bunu, Çağdaş Türk kültürü şeklinde de söylemek mümkündür.)
Türk kültürünün temelleri, Türklerin Orta Asya’da “atlı-göçebe” bir
hayat yaşadıkları uzun tarihî dönemde atılmıştır. Daha da önemlisi, bu
dönemde, Türk varlığını ebediyen ayakta tutabilecek ölmez değerler
yaratılmıştır. Türk’ü Türk yapan bu temel değerler, hem İslam medeniyetinin
içinde hem de batı medeniyetinin içinde korunmuştur. Türk millî kültürünün
yeni medeniyetler içinde yeni şekiller alması ise, kültür hayatının yeni
şartlara uydurulmasından ve yenilenmesinden ibarettir. Mesela, eski Türk
hayatının en önemli tiplerinden olan “kamlar (şamanlar)”, İslami dönemde
“evliya veya baba”, “alpler” de “gazi” kılığına girerek, asli özelliklerini ve
fonksiyonlarını yeni medeniyet içinde de korumuşlardır.
Kültürün yeni şartlara uydurulmasına ve yenilenmesine ilmî literatürde
“kültür değişmesi” denmektedir. Fakat, kültür değişmesini, bir milletin kendi
kültürünü tamamen bırakarak, yabancı bir kültürü alması şeklinde
anlamamak gerekir. Zira, kültürün özünü ve temelini oluşturan değerler hiçbir
zaman değişmez.67
Türk millî kültürünün en önemli özelliği, onun son derece dinamik bir
kültür olmasıdır. Dolayısıyla bu kültürü yaratan eski Türk toplumu da son
derece canlı, hareketli ve dinamik bir topluluk idi. Eski Türk toplumuna
dinamizm kazandıran husus, “yardımlaşma ve yarışma”68 anlayışı idi.
Bunlardan “yardımlaşma”, toplumu daima birlik ve dayanışma içinde
tutmaktaydı. Öyle ki bütün Türk toplulukları, ihtiyaç hâlinde birbirine yardım

67
a.g.e.; s. 3 vd.
68
Kaşgarlı Mahmûd’un Türkçe Divanı’nda yardımlaşma ile ilgili 46, yarışma ile ilgili 31,
yardımlaşma ve yarışma ile 114 tane olmak üzere 191 kelime bulunmaktadır. Fakat bu
kelimelerin hemen hemen hiçbiri bugünkü Türkçe sözlüğümüzde yer almamaktadır. Bunun
sebebi, yardımlaşma ve yarışma geleneğinin terk edilmesidir. Geleneğin terk edilmesiyle bu
kelimeler de birer birer ölüp gitmiştir.
19
eden bir aile gibiydi. Esasen eski Türk toplumunda, maddeten zayıf olduğu
için ezilen veya köle durumuna düşen insan, hemen hemen yoktu.
Yarışma ise, aynı toplumun bütünüyle ilerlemesini sağlamaktaydı.
Çünkü, “yarışma”nın itici gücünü, üstün gelme ile hâkim olma düşüncesi ve
anlayışı oluşturmaktadır. Bu düşünce ve anlayışa sahip olan fertler ve
milletler, daima canlı, hareketli ve dinamiktirler. Bu düşünce ve anlayıştan
yoksun olan fertler ve milletler ise, durgun (statik), hareketsiz, tembel ve
pasiftirler. Yarışma içinde olan fertler ve milletler, sahip oldukları ile hiçbir
zaman yetinmezler; daima üretici ve yaratıcıdırlar; bir yenilikten diğer bir
yeniliğe, bir başarıdan diğer bir başarıya, bir rekordan diğer bir rekora
koşarlar. İşte Türklerin eski hayatı da böyle idi.69
“Yardımlaşma ve yarışma” anlayışı, tamamen hayata hâkim olunca,
ortaya daima canlı, hareketli, dinamik bir toplum çıkmaktaydı. İşte Türk
toplumunun her devirde canlı, hareketli, dinamik, güçlü ve sağlıklı olmasının
sırrı bu idi.
Burada, temeli Orta Asya’da atılan Türk kültürünün kudretine dair
birkaç örnek vererek, sözlerimize son vermek istiyoruz: Türk kültürü, tarih
boyunca üstünlüğünü ve gücünü daima göstermiş, komşu kavimlerin
kültürlerini etkilemiştir. Mesela, Çin’in en eski ve uzun ömürlü devletlerinden
biri olan Chou (Cov hanedanı: M.Ö. 1050-247) Devleti’ni bir Türk topluluğu
kurmuştur. Türkler, Chou hanedanı zamanında Çin’e Türk kültürünün en
önemli unsurlarından olan “atı, arabayı, tuncu, 12 hayvanlı Türk takvimi ve
Gök Tanrı inancını” sokmuşlardır. Daha da önemlisi, M.Ö. IV. yüzyılın son
çeyreğinde, Chou (Cav) Devleti zamanında Çin ordusunun giyim ve
silâhlarında köklü bir reform yapılarak, Hun Türklerinin süvari usulü
benimsenmiş, elbise ve silahları aynen alınmıştır. Böylece, Çin ordusunun
askerlerine, bugünkü medeni kıyafete çok yakın olan “Hun börk’ü, ceketi,
pantolonu ve çizmesi” giydirilmiş, Hun silahlarıyla Hun usulünde eğitimler
yaptırılmıştır. Çinliler, ancak bu reformdan sonra Hun Türklerini sınırlarda
durdurabilmişler ve onların yenilmezliği fikrini yıkabilmişlerdir.70
Türk kültürü, sadece Çin kültürü üzerinde değil, Türklerin Avrupa
istikametinde yayılmaları ile batı kültürleri üzerinde de etkisini göstermiştir.

69
Gerçekten de eski Türk toplumunun her faaliyetinde yarışma vardı. Türklerde yarışmalar,
esasen yeteneklerin gösterildiği ve sergilendiği bir ortam olmaktaydı. Yarışma sonucunda
başarılı ve yetenekli insanlar ön plana çıkmaktaydı. Bu insanlar, Türk toplumunun nezdinde
birer kahraman sayılmakta, her zaman el ve baş üstünde tutulmaktaydı. Başka bir ifade ile
söylemek gerekirse, başarılı ve yetenekli insanlar, Türk toplumundan daima saygı ve itibar
görmekteydi. Hatta onlar için, daha sağlıklarında başarılarını öven şiirler ve kahramanlık
destanları düzülmekteydi. Bu şiirler ve destanlar düğünlerde, bayramlarda ve şölenlerde ozanlar
tarafından kopuz eşliğinde terennüm edilmekteydi. Bundan maksat, hem başarılı olan kişileri
onurlandırmak hem de toplumda yeni yeteneklerin çıkmasını özendirmekti. Çünkü, eski Türk
ailesinde her anne ve baba, çocuklarını yetiştirirken, idealini bu başarılı kişilerin şahsında
görmekte ve onları çocuklarına hep örnek göstermekteydi.
70
Koca; 2003, c. II, s. 6. 22 vd. 228.
20
Özellikle Romalılarda iç çamaşırının bilinmediği bir zamanda, Hun Türkleri
“yün gömlekler” giymekteydiler. 71 Yine batı toplulukları, Türklerle temasa
gelinceye kadar süvari tekniğinde binicinin dengesini sağlayarak, manevra
kabiliyetini artıran “üzengi”yi tanımıyorlardı. “İç çamaşırını, binit takımlarını,
ince uzun ve hafif kavisli Türk kılıçlarını, Türk yaylarını ve oklarını, müstakil
gruplar hâlinde uzaktan savaş sistemini” batı ve Orta Doğu topluluklarına
öğreten Hun Türkleridir. Üzengiyi Avrupa’ya getiren Avar Türkleridir.72 Her
biri birer Türk buluşu olan “çifte kaval”ı, “kopuz”u, “yoğurt”u, “konserve eti” ve
“pastırma”yı dünyaya tanıtan Türkler olmuştur.73 Bu örnekleri daha artırmak
her zaman mümkündür.
Kaynaklar
ALTHEIM, Franz; Geschichte der Hunnen, I, Berlin, 1959.
BAŞTAV, Şerif; Avar İmparatorluğu, Tarihte Türk Devletleri, I, Ankara
1987.
BAZIN, Louis; Les Turcs des Mots, des Hommes, Notes sur les mots
“Oğuz” et “Türk” Budapest, 1994.
CAFEROĞLU, Ahmet; Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul, 1968.
CHANG, Jen-t’ang; T’ang Devrindeki Doğu Göktürkleri Hakkında Yeni
Belgeler, Tapei, 1968.
CHAVANNES, Edouard; Documents sur le Tou-kiue Occidentaux,
Paris, 1900.
DANİŞMEND, İsmail Hami; Garp Membalarına Göre: Eski Türk
Demokrasisi, İstanbul, 1964.
DANİŞMEND, İsmail Hami; Türklük Meseleleri, İstanbul, 1966.
DE GROOT, J. J. M.; Die Hunnen der vorchristlichen Zeit, Berlin-
Leipzig, 1921.
DEÉR, Jozsef; İstep Kültürü, Çeviren: Ş. Baştav, Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi Dergisi, XII, 1954.
ERCİLASUN, Ahmet Bican; Türk Dili Tarihi, Ankara, 2004.
GABAIN, Anna Marie Von; Eski Türkçenin Grameri, Çeviren: M.
Akalın, Ankara, 1988.
GENÇ, Reşat; Karahanlı Devlet Teşkilatı, İstanbul, 1981.
GIRAUD, René; Göktürk İmparatorluğu, Çeviren: İ. Mangaltepe,
İstanbul, 1999.

71
Grenard; 1992, s. 17.
72
Baştav; 1987, c. I, s. 195.
73
Koca; 2003, c. II, s. 6.
21
GRENARD, Fernand; Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü, Çeviren: O.
Yüksel, İstanbul, 1972.
KAFESOĞLU, İbrahim; Eski Türklerde Devlet Meclisi (Toy), I. Millî
Türkoloji Kongresi, İstanbul, 1980.
KAFESOĞLU, İbrahim; Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, İÜ,
EF, Tarih Enstitüsü Dergisi, 1, 1970.
KAFESOĞLU, İbrahim; Millî Kültürün Kudreti, Türk Kültürü, 70, 1969.
KAFESOĞLU, İbrahim; Tarihte “Türk” Adı, Reşid Rahmeti Arat İçin,
Ankara, 1966.
KAFESOĞLU, İbrahim; Türk Millî Kültürü, Ankara, 1977.
KAPLAN, Mehmet; Orhun Abidelerinde Mekân-İnsan Münasebeti,
Türklük Araştırmaları Dergisi, 1, 1984.
KAPLAN, Mehmet; Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Ankara, 1987.
KAŞGARLI, Mahmûd; Divanü’l-Lugati’t-Türk, I-III, Çeviren: B. Atalay,
Ankara, 1939-41.
KOCA, Salim; Türk Kültürünün Temelleri, II, Ankara, 2003.
KOCA, Salim; Türk Tarihinde İstiklal Mücadeleleri, ATATÜRK’te
“İstiklali Tam” fikrinin Tarihî Temelleri, Millî Kültür, 42, 1983.
KOPPERS, Wilhelm; İlk Türklük ve İlk İndo-Germenlik, Alm.
Urtürkentum und Urindogermanentum, Belleten, V, 1941.
KÖYMEN, Mehmet Altay; Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, I,
Ankara, 1989.
KÖYMEN, Mehmet Altay; Türkler ve Demokrasi, Millî Kültür, 6, 1977.
KURAT, Akdes Nimet; Göktürk Kağanlığı, Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Dergisi, X/1-2, 1952.
LIU Mau-tsai; Die Chinesischen Nachricten zur Geschichte der Ost-
Türken (T’u-küe), I, Wiesbaden, 1958.
MUNKACSİ, Bernhard; Die Bedeutung des Namens der Türken,
Körösi Csoma Archivum, I, 1967.
MÜLLER, Friedrich Wilhelm Karl; Uigurica, II, Berlin 1911.
NÉMETH, Gyula; Der Volksname Türk, Körösi Csoma Archivum, II/4,
1927.
NÉMETH, Gyula; Türklüğün Eski Çağı, Ülkü, XV/87, 1940.
Orhun Abideleri; Haz. M. Ergin, İstanbul, 1973.

22
ORKUN, Hüseyin Namık; Türk Adı, Ülkü, III/15, 1934.
ÖGEL, Bahaeddin; Türklerde Devlet Anlayışı, Ankara, 1982.
RASONYİ, Laszlo; Tarihte Türklük, Ankara, 1970.
SSU Ma-Ch’ien; Shih-chi, Urumçi, 1989, 110. Bölüm.
THOMSEN, Wilhelm; Moğolistan’daki Türkçe Kitabeler, Türkiyat
Mecmuası, III, 1935.
TOSUN, M.; Sümer Dili ve Türk Dilleri Arasında Karşılaştırma,
ATATÜRK Konferansları, IV, Ankara, 1973.
TUNA, Osman Nedim; Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi İle Türk
Dilinin Yaşı Meselesi, Ankara, 1980.
VAMBÉRY, Hermann; Die Primitive Culture des Turko-Tatarischen
Volks, Leipzig, 1879.
Yusuf Has Hacib; Kutadgu Bilig, Yayımlayan ve Çeviren: R. R. Arat,
İstanbul, 1947; Ankara, 1974.

23
T.C.
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI
ANKARA

ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE YAPISI


VE
TÜRKİYE

(Seçilmiş Makaleler)

ATATÜRK’ÜN DOĞUMUNUN 125’İNCİ YILI ARMAĞANI

Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları

ANKARA 2006
ATATÜRK VE CUMHURİYET
Prof. Dr. Hamza EROĞLU
Cumhuriyet’in Anlamı
Cumhuriyet kelimesi Arapça, “cumhur” kelimesinden gelmiştir. Halk,
ahali, büyük kalabalık anlamına gelir. Cumhur, toplu bir hâlde bulunan kavim
yahut millet demektir. Cumhur-i devlet veya sadece cumhuriyet iktidarın
millet topluluğuna, umuma ait olduğunu öngören devlet şekli demektir.
Cumhuriyet kelimesinin Fransızca karşılığı, “la republique”, İngilizce
karşılığı ise “the republic”dir. Kelime Latince kökenlidir, ve “res publica”
kelimesinden gelmektedir. “res publica” kamuya ait şey, kamu malı anlamına
gelir. “Res publica” deyimi, siyasal ve tarihsel gelişimin etkisi altında,
demokratik bir rejimde kamu ve halk hizmetlerinin görüldüğü bir devlet
yönetimini belirlemek için kullanılmıştır.
Cumhuriyette esas kural seçimdir. Cumhuriyet, en büyüğünden en
küçüğüne kadar devlet hizmetlerinin hepsinde veraset usulünü kesin olarak
reddeder, bu usul yerine seçim ve tayin usulünü koyar.
Cumhuriyet devlet reisliğinde yalnız veraseti değil, kaydı hayat şartını
da reddeder. İktidara seçimle gelmiş olsa bile devlet reisinin bütün ömrü
boyunca devlet başkanlığı makamında kalması şartı, cumhuriyet rejiminin
mantığı ile bağdaşamaz.
Cumhuriyet dar ve geniş anlamda kullanılır. Geniş anlamda
cumhuriyette, egemenlik topluluğun bütününe, millete aittir. Dar anlamda
cumhuriyette ise sadece devlet başkanının doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak halk tarafından belirli bir süre için seçilmesi anlaşılır.
Cumhuriyet bir devlet veya hükûmet şekli olarak da ifade edilebilir.
1921 Anayasamızın 29 Ekim 1923’te yapılan değişikliğinde, “cumhuriyet” bir
hükûmet şekli olarak ifade edildiği hâlde, 1924 ve 1961 Anayasalarımızda,
“cumhuriyet” bir devlet şekli olarak belirlenmiştir.
Devlet şekli olarak cumhuriyette egemenlik dar veya geniş bir kitleye
aittir ve devlet başkanı da bu kitle içinden seçilir. Egemenliğin sahibi kitle,
muayyen bir sınıf ise bu tür cumhuriyetlere, “aristokratik cumhuriyet” veya
başka bir deyimle “seçkinler cumhuriyeti” denilir. Kitle, egemenliğe sahip
topluluk, halk dediğimiz geniş ve dar kapsamlı bir topluluk ise buna da
demokratik cumhuriyet adı verilir.1
Modern anlamda cumhuriyet demokrasinin en gelişmiş şeklidir.
ATATÜRK’e göre “Demokrasi prensibinin en asri ve mantıki tatbikini temin
eden hükûmet şekli, cumhuriyettir.”2

1
Ali Fuad Başgil; Esas Teşkilat Hukuku, c. I, Türkiye Siyasi Rejimi ve Anayasa Prensipleri,
Fasikül 1, İstanbul, 1960, s. 216-217.
2
A. Afet İnan; Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara, 1969, s. 32.
25
Cumhuriyette esas kural, devlet başkanının ve kamu hizmeti
görenlerin seçimle belirli süreler için iş başına gelmesi veya tayinle hizmete
alınmasıdır.
Demokrasi ile cumhuriyetin yakın ilgisi vardır. Her demokratik rejim,
cumhuriyet olmamakla beraber, demokrasinin en gelişmiş şekli, en ileri
hüviyeti ile görünümü cumhuriyetle sağlanır. Demokrasi, devletin en yüksek
organından en aşağı basamaklarına kadar halk iradesinin egemenliğine
dayanır. Cumhuriyeti yaşatacak ve ayakta tutacak tek kuvvet ise yurttaşın
siyasal olgunluğuna ve ahlaki değerine dayanan kamu yararı düşüncesidir.
Bu yönü ile cumhuriyet bir kişi veya zümre yararına değil, kamu yararına
dayanan ve kamu yararına göre yönetilen devlet şeklidir.
Cumhuriyet Fikri Hazırlığı - ATATÜRK ve Cumhuriyet
Yerli ve yabancı yazarlar, ATATÜRK’ün Cumhuriyet’in ilanından önce,
cumhuriyete nerede ve ne zaman karar verdiği sorunu sık sık dile
getirmişlerdir.
Souvenirs du Gazi Mustafa Kemal Pasha adlı incelemesinin ön
sözünde Jean Deny, “Mustafa Kemal acaba, saltanatın ve arkasından
halifeliğin sona erişini ve cumhuriyet rejiminin kurulmasını her vakit
düşünmüş müdür?” sorusunu sorar.3
Aynı soru, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ulus’ta yayımladığı bir
makalesinin de konusu olmuştur: “Genç Harbiyeli Mustafa Kemal
cumhuriyetçiliği kimden öğrenmiştir?”4
Türk devrim tarihi dersi hocalarından Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt
ATATÜRK’ün Cumhuriyet’i emanet ettiği Türk gençliğine, cumhuriyete kadar
yol veren millet hâkimiyetçiliğinin gelişmelerinin gençliğe okutulması ve
anlatılması gereği ile, ATATÜRK’ün yaveri Mazhar Müfit Kansu’dan
31. 03. 1934 tarihli bir mektupla bu gelişmeleri sormaktadır.5
Gotthard Jaeschke, bu soruların sorulma nedenleri üzerinde durarak,
Hıyaneti Vataniye Kanunu’nun TBMM’nin amacını belirten hükmü üzerinde
durmaktadır. Kanun TBMM’nin esas hedefinin “hilafet ve saltanat makamı ile
ülkeyi yabancı boyunduruğundan kurtarmak olduğunu” belirtmiştir. Esas
amaç bu olduğuna göre, Cumhuriyet’in ilanında Ankara’da bulunanlar,
İstiklal Mücadelesi’ne başından itibaren katılanlar için bile, Cumhuriyet’in
ilanının ne kadar şaşırtıcı olduğunu belirtmektedir.6
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, kurucusu Büyük ATATÜRK ile yakından
ilgilidir. Ortaya güçle atılan ve gerçekleşen cumhuriyet fikri ATATÜRK’te ilk

3
Revue des études Islamiques; T. I, 1917, s. 119-136.
4
Yakup Kadri Karaosmanoğlu; Ulus, 13 Haziran 1961.
5
Mazhar Müfit Kansu; Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, c. I, Ankra 1966, s. 73-74.
6
Gotthard Jaeschke; Mustafa Kemal et la Proclamation de la Republique en Turquie, Orient,
No. 27, 1963.
26
defa nerede ve nasıl ortaya çıkmıştır? Cumhuriyet’in ilanından önce yeni
kurulan devletin cumhuriyete yöneleceğini ATATÜRK ne zaman
kararlaştırmıştır.
“Genç Harbiyeli Mustafa Kemal cumhuriyetçiliği kimden öğrenmişti?”
sorusuna cevap bulmaya çalışan Yakup Kadri Karaosmanoğlu cumhuriyetin
ATATÜRK’e özgü orijinalitesi üzerinde durmaktadır. Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, cumhuriyet fikrinin doğuşunda ATATÜRK üzerinde Fransız
İnkılabı’nın fikir hareketlerinin etkisi olduğu kanısındadır.7
Ali Fuat Cebesoy Sınıf Arkadaşım ATATÜRK adlı eserinde
ATATÜRK’ün 1902 yılında henüz Harp Akademisinin birinci sınıfında
bulunduğu sırada, Osman Nazmi Paşa ile Osmanlı Devleti’nin geleceği
üzerinde yapmış olduğu bir konuşmayı naklederek ATATÜRK’ün batılı
anlamda yönetimden bahsettiği, inkılap sözünü dile getirdiğini belirterek
dikkati çekmektedir.8
Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Ali Fuat Cebesoy’la yaptığı görüşmede,
ATATÜRK’ün Osman Nizâmi Paşa ile konuşmada sözü geçen batılı
anlamda yönetimle, ATATÜRK’ün maksadının yeni bir devlet düzeni
olduğunu, ifade etmiştir.9 Ayrıca Ali Fuat Cebesoy, yine Sınıf Arkadaşım
ATATÜRK adlı eserinde, ATATÜRK’ün topçu stajı yapmak üzere Şam’a
gitmeden önce 1905’te arkadaş çevresinde yaptığı bir toplantıda “Bu dava,
yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan bir Türk Devleti çıkarma
davasıdır.” dediğini yazmaktadır10
Ord. Prof. Enver Ziya Karal, yeni kurulacak devletin cumhuriyet
olacağı yolunda ATATÜRK’ün düşüncelerine temasla bunu tarihî gelişmeye
de uygun olarak açıklamaktadır.
ATATÜRK’ün en beğendiği devlet şekli olarak cumhuriyeti, 1906
yılında bir olay vesilesiyle dile getirdiğini, Münir Hayri Egeli kitabında
açıklamaktadır.
1906 yılında ATATÜRK Suriye’de bulunuyordu. Orada onun iki yakın
arkadaşı Mazhar Müfit Bey ile Halil Bey’di. Halil Bey ATATÜRK’ün
cumhuriyet ile ilgili hatırasını şöyle nakletmektedir.
“Ya culusu hurmayun veya veladeti humayun şenlikleri yapılıyordu.
Mustafa Kemal ile beraber donanmayı seyretmeye çıkmıştık. Birden kolumu
tuttu:
‘Halil’ dedi, bir adam için böyle donanma yapmak budalalık, değil mi?
Bu millet kendi kurtuluşu için şenlik yapabilir. Nihayet, kendisine pek büyük

7
Karaosmanoğlu; Ulus, 13 Haziran 1961.
8
Ali Fuat Cebesoy; Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967, s. 108.
9
Enver Ziya Karal; Atatürk ve Cumhuriyet’in Duyurulması, Türk Dili, S. 278, Kasım 1974,
s. 837-883.
10
Cebesoy; s. 108.
27
hizmetler etmiş olan bir adam için şenlik yapabilir, diyelim. Fakat Hanedanı
Ali Osman için de kazara bazıları bu memlekete hizmet etti diye onun
nesline neden donanma yapılsın. Padişah dünyaya gelmekle memlekete
hayırlar mı geldi? Padişah da kim oluyormuş? Padişahlık da ne demekmiş?
Halil bu soruya şu cevabı veriyor:
- Peki memleketi nasıl idare edeceğiz? Sultan Hamit fenadır. Seninle
beraberim. Ama o giderse gene bir padişah lazım, diyecek oldum. Buna fena
hâlde kızdı.
- Neden mutlaka padişah fikrine saplanıyorsun Halil, diye bağırdı.
Cumhuriyet yaparız.”11
1906 yılında cereyan eden bu olaydan iki yıl sonra Meşrutiyet’in ilanını
izleyen günlerde buna benzer bir hatıra da Selanik’te cereyan etmiştir.
Mustafa Kemal’in İvan Manolef’a Meşrutiyet’ten önce Selanik’te söyledikleri
de dikkat çekicidir:
“Bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün inkılapları
başaracağım. Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Saltanat yıkılmalıdır.
Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, şarktan benliğimiz ayrılarak batı
medeniyetine aktarmalıyız. Kadın ve erkek üzerindeki farklar silinerek yeni
bir içtimai nizam kurmalıyız. Garp medeniyetine girmemize mani olan yazıyı
atarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar her
şeyimizle garplılara uymalıyız.”12
Selanik’te Beyazkule karşısında askerî bir kulüpte verilen bir
konferanstan sonra, Mustafa Kemal ve bazı arkadaşları kulüp lokantasında
konuşmaya dalmışlardı. Konferansçının genç Mustafa Kemal hakkındaki
konuşmaları kendisini çok duygulandırmıştır ve coşturmuştur. Mustafa
Kemal;
“İnkılabı ikmal etmek lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben bunu
yapacağım... Evet, inkılap yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılap kafi
sayılmaz. Fazlasını yapacağız.”
Daha sonra arkadaşlarına devlet hizmetleri veren genç Erkanıharp
Kolağası Mustafa Kemal arkadaşlarının bütün bu işlerin içinde “Sen ne
olacaksın?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Ben mi? Ben de bu sözleri o
makamlara koyabilen olacağım.”13
Bu konuşmalar 1937 yılında Çankaya’da ATATÜRK’ten naklen Prof.
Dr. A. Afet İnan tarafından kaleme alınmıştır. Bu hatıralarda dikkatimizi
çeken 1908 tarihinde yapılan meşrutiyet inkılabının genç kolağası Mustafa
Kemal’i tatmin etmediği ve inkılabı bizzat kendisinin tamamlayacağını ifade

11
Münir Hayri Egeli; Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbul, 1954, s. 34-35.
12
Sadi Borak; Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, İstanbul, s. 22.
13
A. Afet İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, II. Baskı, Ankara, 1968, s. 75-76.
28
etmesidir. Önemli bir diğer nokta da bu konuşmalarda devlet başkanlığı
vazifesini üzerine alacağını belirtmesidir. O günün şartları içinde bu
konuşmalardan çıkaracağımız neticeler meşruti idarenin yeterli olmadığını
“inkılap yapacağız, daha fazlasını yapacağız”, derken meşruti monarşinin
ötesinde ondan daha ileri, cumhuriyetin kastedildiği anlaşılmaktadır.
Ord. Prof. Enver Ziya Karal’ın da değindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı
sırasında ATATÜRK’ün yaverliğini yapmış olan Şükrü Tezer’in anılarında yer
alan bir görüşme de dikkati çekmektedir.
Şükrü Tezer, ATATÜRK’ün Birinci Dünya Savaşı sırasında, devlet
rejimi değişikliği üzerine Levazımatı Umumiye Reisi Topal İsmail Hakkı Paşa
ile bir görüşme yapmıştır. İsmail Hakkı Paşa’nın bir törenden sonra kendi
isteği üzerine yapılan bu görüşmede genel durum söz konusu edilmiş ve söz
arasında İsmail Hakkı Paşa sözü saltanatın kaldırılmasına getirerek yönetim
biçiminin cumhuriyet olacağını, yönetimin başına da gelecek kimse için de
“sen, ben ve örneğin Enver” demiştir.
ATATÜRK bunun üzerine, yurdun içinde bulunduğu koşulları
cumhuriyet kurulmasına elverişli olmadığını, ancak günün birinde bunun
kesinlikle gerçekleşeceğine Hakkı Paşa’nın inanmasını istemişti.14
Ord. Prof. Enver Ziya Karal’a göre, Saltanatçı ve Halifeci olan Enver
Paşa’nın yakın arkadaşı Topal İsmail Hakkı Paşa’nın ATATÜRK’ü
cumhuriyet kurulması konusunda konuşturması olsa olsa devrimci tanıdığı
ATATÜRK’ün ağzını aramak gibi bir girişime bağlanabilir. Enver Ziya Karal,
bu görüşmede asıl dikkati çeken noktanın, ATATÜRK’ün günün birinde
saltanatın kaldırılacağı ve cumhuriyetin kurulacağı ile ilgili düşüncesini
belirtmesidir.15
Birinci Cihan Harbi sonunda, Mustafa Kemal Paşa artık cumhuriyetçi
fikirleri ile tanınan ve yakınları arasında bilinen kişidir. Nitekim 1951’de
Londra’da Sultan Vahdettin’in yeğeni Prens Sami’nin Haluk Yusuf
Şahsuvaroğlu’na anlattığına göre, Samsun ve havalisinde bozulan asayişi
iade etmek üzere bir kumandanın oraya tayini bahis konusu olduğunda,
Vahdettin Harbiye Nezareti’nden bir liste istemiştir. İçlerinde Mahmut Muhtar
Paşa’nın isminin de bulunduğu kumandanlar listesini Sadrazam Ferit Paşa
Vahdettin’e arz etmiş, hükümdar listeyi tetkik edip, parmağını Mustafa Kemal
Paşa’nın isminin hizasına koymuş, ve “Mustafa Kemal gitmelidir.” demiş.
Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın isminin yanında, “cumhuriyetçidir”, diye bir
sarahat bulunuyormuş. Sadrazam hükümdara bu meşruhatı göstermiş
olmasına rağmen, Padişah Vahdettin buna önem vermeyip, “Mevcut
kumandanlarımızın en liyakatlisidir, Çanakkale’deki muvaffakiyetini bilirsiniz.

14
Şükrü Tezer; Atatürk’ün Hatıra Defteri, Ankara, 1972, s. 131-133.
15
Karal; s. 838.
29
Almanya seyahatinde de kendisini yakından tanıdım. Anadolu’da vaziyeti
düzeltecek en muktedir kumandanımız odur ve o gitmelidir.” demiş.16
Burada dikkatimizi çeken nokta, Mustafa Kemal’in resmî devlet
arşivlerinde mevcut dosyasında “cumhuriyetçi” olduğuna dair bir kaydın
bulunuşudur. Padişah Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’yı cumhuriyetçi
olmasına rağmen tayinine gelince o günün şartları içinde cumhuriyetçi olmak
imparatorluk için bir yakın tehlike teşkil etmiyordu. Önemli devlet
hizmetlerine atanmada, “İttihatçı” olup olmamak önem arz ediyordu. Özellikle
bu vazife içinde liyakat ve disiplinli olmak gibi nitelikler aranıyordu.
Birinci Dünya Harbi sonunda ülkede ümitsizlik pek yaygındır. İstanbul
çeşitli söylentilerin çalkalandığı bir şehirdir.
Fransız Edgar Peck, “Les Allies et la Turguie” adlı incelemesinde,
daha 1919 Şubat ayında, İstanbul’da bazı “Genç Türkler”in cumhuriyet ilan
edecekleri söylentisinin yaygın olduğunu yazmaktadır. Kaynağı
açıklanmamakla beraber böylece bir fikrin İstanbul’da aydınlar arasında
yayılmış olması, kurtuluş için çare arandığının, Sultan halifeden bir şey
beklemenin mümkün olmadığının belirtisidir.17
19 Mayıs 1919’a gelinceye kadar cumhuriyet bir siyasi rejim olarak
açıkça savunulmamış, bazı Osmanlı düşünürleri sadece cumhuriyeti telaffuz
etmekle yetinmişlerdir.
Yeni Türk Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa ise 19 Mayıs
1919’da Samsun’a çıkarken, Cumhuriyet Yeni Türkiye’nin siyasi rejimi olarak
onun idealinde yer almıştır. 19 Mayıs 1919’dan itibaren Mustafa Kemal
Paşa, cumhuriyeti açıkça telaffuz etmeden, cumhuriyeti millî egemenlik
prensibine dayandırarak, gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Cumhuriyeti Gerçekleştirme Çabaları ve Cumhuriyet’in İlanı
ATATÜRK’ün Samsun’a çıkmasından sonra cumhuriyet ile ilgili fikirleri
daha belirli ve daha sistemli bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Ancak bu fikirler,
siyasi edebiyatımızda, “millî egemenlik” formülü ile dile getirilmiş, Amasya
Tamimi’nde, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarında yer almıştır. Bu
arada, ATATÜRK’ün cumhuriyet ile ilgili yakınlarına yaptığı açıklamalar
münferit olaylar olarak dikkatimizi çekmektedir. Cumhuriyet’in devletin niteliği
ve şekli olarak resmen açıklanması, Cumhuriyet’in ilanı tarihi olan 29 Ekim
1923’e kadar yapılmamıştır.
ATATÜRK, Millî Bağımsızlık Mücadelesi’nin başarıya ulaşabilmesi için
yegâne olumlu çözüm yolunu seçerek milletin azim ve kararını, milletin
egemenliğini, milletin iradesini dikkate almış ve onu yeni kurulan devletin
temel dayanağı yapmıştır. Aslında, Türkiye’de millî egemenlik, menşeini ilahi

16
Halûk Yusuf Şehsuvaroğlu; Cumhuriyet, 6 Temmuz 1960. Ayrıca Gotthard Jaeschke
tarafından da zikredilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Atatürk; s. 556.
17
Edgar Peck; Les Alliés et La Turquie, Paris, 1925, s. 35.
30
iradede bulan ve millet haklarını gasp eden Osmanlı Devleti’nin sultan
halifesine karşı bir tepki olarak doğmuştur. Egemenliğin padişaha değil,
kayıtsız şartsız ve doğrudan doğruya Türk milletine ait olduğu zihniyetini
devlet hayatımıza kazandıran Büyük ATATÜRK olmuştur. ATATÜRK,
Amasya Tamimi ile “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı
kurtaracaktır.” formülü ile millet egemenliği davasını dile getirmiştir. Erzurum
ve Sivas Kongreleri millî iradeyi hâkim kılmışlardır.
Ancak Erzurum Kongresi sırasında cumhuriyetle ilgili bir konuşma, o
günün şartları gereği gizli kalmakla beraber çok dikkat çekicidir.
Bu toplantıların birinde Mazhar Müfit Kansu ATATÜRK’e şu soruyu
sormuştur: “Bu mücadeleye tabii muvaffak olmak azim ve iradesi ile girmiş
bulunuyoruz. Muvaffakiyet ve zafere ulaştığımız takdirde hükûmet şekli ne
olacak; bu hususta sarih bir şey söylemediniz?” Mustafa Kemal Paşa’nın
Mazhar Müfit Kansu’ya: “Ne olmasını tasavvur buyuruyorsunuz?” demesi
üzerine Mazhar Müfit Kansu uzun bir düşünceye dalmıştır. Mazhar Müfit’e
göre, Mustafa Kemal Paşa, padişahlıktan, padişah ve hilafet müessesinden
bahsetmemiş, bu bahisleri kapalı geçmiş, sadece, Hâkimiyeti Milliye’ye
müstenit kayıtsız ve şartsız müstakil bir Türk Devleti’nden bahsetmiştir. Bu
ne demektir? Benim anlayışıma göre bu cumhuriyetten başka bir şey değildi.
Mazhar Müfit’in uzun bir düşünceye daldığını müşahede eden Mustafa
Kemal Paşa, konuşmaya şöyle devam etmiş ve şu açıklamayı yapmıştır:
“Azizim Mazhar Müfit Bey, bu mesele hakkında şimdiden bir şey
söylemek istemem. Hatta, mevzubahis etmemek doğru olur. Bu bahsi
münakaşa etmenin zamanı gelmemiştir. Gelince, görüşürüz. Karar verilen
her şeyin tatbiki için vakit ve zamanı beklemek ve o zamanın geldiğini bilmek
lazımdır. Şimdi, sadece düşman tazyiki altında bulunan padişahı ve
muhasım kuvvetlerin işgal istilasına uğramış olan vatanımızı kurtarmak için
çalıştığımızı ifade etmekte fayda vardır. Bugünün ve içinde bulunduğumuz
şartların icabı budur.”18
Erzurum Kongresi henüz açılmamıştır. Kongrenin hazırlık çalışmaları
yapılmaktadır. Hazırlık çalışmaları sırasında, Mazhar Müfit bir kez daha
ATATÜRK’e, başarı sağlandığında, bundan hiç şüphesi olmayarak, hükûmet
şekli ne olacak? diye sormuştur. Soruya cevap veren ATATÜRK, bu defa
açıkça cumhuriyetin hükûmet şekli olacağını şöyle ifade etmiştir:
“Muhakkak ki mevcut hükûmet şekli bu memleketin refah, saadet ve
terakkisine kafi gelmeyecektir. Başka bir hükûmet şekli arayıp bulmamız
lazım geldiği kanaatindeyim. Açıkça söyleyeyim, şekli hükûmet zamanı
gelince cumhuriyet olacaktır.”
Erzurum Kongresi sonunda alınan kararlar Mustafa Kemal Paşa’yı
memnun etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, bilhassa, iradei milliye prensibi

18
Mazhar Müfit Kansu; Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, c. I, s. 30-31.
31
üzerinde çok durmuştur. Mazhar Müfit Bey ve Süreyya Bey’le olan gece
sohbeti geç vakte kadar devam etmektedir.
Mustafa Kemal Paşa Mazhar Müfit’e gizli kalması şartı ile gelecekle
ilgili çok önemli hususları not ettirmiştir:
“Zaferden sonra hükûmet şekli cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha
önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir, iki padişah ve
haneden hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç
tesettür19 kalkacaktır. Dört, fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka
giyilecektir... Beş, Latin harfleri kabul edilecek...”
Ve sonunda konuşmasını şöyle bağladı: “Cumhuriyet ilanına muvaffak
olalım da üst tarafı yeter.”20
Anadolu’da olup bitenleri batlı ülkeler daha geniş ve yaygın bir
biçimde ele almakta, yeni bir devletin kuruluşuna yönelen bir devrim hareketi
olarak görmekte idiler.
Erzurum Kongresi’nden sonraki devrede, Paris’te yayımlanan 24
Ağustos 1919 tarihli Le Temps’in haberi batılı kaynaklar bakımından
Cumhuriyet’in ilk müjdecisi olmuştur. Gazetede yayımlanan haber şöyledir:
Mustafa Kemal geçen gün İstanbul’a çektiği bir telgrafta, “Ulusal
kuvvetlere karşı asker gönderilecek olursa, Anadolu’da bağımsız cumhuriyet
ilan edilecektir.” demiştir.21
Sivas Kongresi’nden sonra, Millî Mücadele hareketi Anadolu’da güç
kazanmıştır. Milliyetçiler artık İstanbul Hükûmetini dinlememektedir. İngiliz
Amirali de Robeck, 17 Eylül 1919’da Lord Curzon’a gönderdiği raporda,
Türkiye’deki gelişmelerin bir cumhuriyete doğru yönelmiş olduğunu
açıklamaktadır:
“Alınan bütün haberlere göre Millî Hareket, Anadolu’da bir
cumhuriyete doğru gelişmektedir. Bu hareket, İstanbul’dan bilhassa, Harbiye
Nezaretinden, desteklenmektedir. Bu yeni milliyetçi parti bugünkü Damat
Ferit Hükûmetinden ziyade halk efkârını temsil etmektedir.”22
Sivas Kongresi’nden sonra, Sivas Kongresi kararlarının etkisiyle
İstanbul’da Damat Ferit Paşa Kabinesi istifa etmiştir. Yeni kabineyi Ali Rıza
Paşa kurmuştur. Ali Rıza Paşa Millî Teşkilatla anlaşmak zorunda kalmıştır.
Ancak, Ali Rıza Paşa Anadolu’da cereyan eden olaylardan şikâyetçidir. Ali
Rıza Paşa, Ahmet İzzet Paşa ile yaptığı bir konuşmada Mustafa Kemal Paşa

19
Tesettürün kelime anlamı kadınların saklanması demektir. Geniş anlamı ile tesettürün
kaldırılması kadınların erkekler gibi toplum hayatında yerini alması, kadınların insan haklarını
eşitlik ilkelerine uygun olarak kullanması demektir.
20
Kansu; s. 72-75
21
Karal; 1974.
22
Tevfik Bıyıklıoğlu; Atatürk Anadolu’da, Ankara, 1959, s. 54, not 77.
32
hakkında yersiz sözler söyledikten sonra, “Cumhuriyet yapacaklar,
cumhuriyet!...” diye bağırmıştır.23
İstanbul ve onun Hükûmeti Anadolu’daki hareketin cumhuriyete doğru
yöneldiği kanısındadır ve bu tür propaganda ile padişahı tahrike
yönelmektedirler.
Millî iradeyi gerekleştiren ilk Meclis 23 Nisan 1920’de Ankara’da
toplanmıştır. Erzurum Kongresi kararlarında yer alan, “Kuvay-ı Milliye’yi amil
ve millî iradeyi hâkim kılmak” temel ilkesine dayanan bu yeni Meclis millî bir
Meclis idi ve Mustafa Kemal Paşa’nın Heyeti Temsiliye sıfatı ile 19 Mart
1920 tarihli bildirisi ile açıklandığı esaslara uygun olarak seçim yolu ile iş
başına gelen bir Meclis idi.
Yeni kurulan Meclis milletin tek temsilcisi sıfatı ile kuvvetler birliği
sistemini benimsemişti. Meclis hem yasama hem de yürütme yetkisini
kullanmaktaydı. Meclis başkanı aynı zamanda hükûmetin de başkanı idi.
Ayrıca devlet başkanlığı diye bir makam mevcut değildi. Meclis başkanı aynı
zamanda devlet başkanlığı vazifesini de yerine getirmekteydi. TBMM’yi
yasama ve yürütme yetkisini, herhangi bir kayıt ve sınırlamaya tabi olmadan
kullanıyordu. Meclisten ayrılacak bir heyet de Meclise vekâleten hükûmet
işlerini görüyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya göre “Böyle bir hükûmet,
hakimiyet-i milliye esasına müstenit halk hükûmetidir, cumhuriyetidir.”24
Samet Ağaoğlu’nun belirttiğine göre, koyu saltanatçı ve hilafetçi olan
Trabzon Mebusu Ali Şükrü, ATATÜRK’ün TBMM’nin açıldığı günlerde
yaptığı konuşmalarda devletin gelecekteki şeklini sezinleyerek “Fakat bu
cumhuriyettir.” diyerek reaksiyonunu göstermiştir.
Diğer bir taraftan Afyonkarahisar Mebusu Mehmet Şükrü’nün
TBMM’de söylediği sözle de dikkat çekicidir.
“Anadolu’da hakikaten fena propagandalardan birisi hükûmet-i
muvakkate teşekkül edecek ve bunun riyasetine Mustafa Kemal Paşa tayin
edilecek, yok reisicumhur olacak.”25
Bu konu ile ilgili Naşit H. Uluğ’un açıklaması ise şöyledir: Meclisin
kuruluşundan iki gün sonra, Afyon mebusu dava vekili ve gazeteci Mehmet
Şükrü’den (Koç) şöyle bir telgraf almıştı:
“Anadolu’da Mustafa Kemal’in cumhuriyet kurmak ve cumhurbaşkanı
olmak niyetinde olduğu yolunda cidden iğrenç bir şayia dolaşmaktadır.”26
TBMM açıldıktan sonra, 24 Nisan 1920 günlü ATATÜRK’ün
önergesinin kabulü ile, TBMM millet egemenliğini kabul etmekle,

23
Atatürk; Nutuk, c. I, İstanbul, 1961, s. 233.
24
a.g.e.; s. 438.
25
TBMM, Zabıt Ceridesi; II. Baskı, c. I, s. 53.
26
Naşit H. Uluğ; Siyasi Yönleriyle Kurtuluş Savaşı, İstanbul, 1973, s. 224.
33
İstanbul’daki sultan halife iktidarına gerçekte son vermekteydi. Önergenin
“hatıra” diye adlandırılan kısmı, padişaha atıf yaparak durumun gelecekte
tayinini öngörmekle TBMM’de bulunan tutucu sınıfa, dinci zümreye taviz
vermekte fakat, aynı zamanda da padişahın kaderinin TBMM’nin elinde
olduğu ifade edilmekte idi. Artık bundan böyle TBMM sultan halifenin kaderi
üzerinde söz söyleyebilecek, karar alabilecekti. O günlerin şartları
cumhuriyet idaresini telaffuza imkân vermiyordu. Asıl mücadele, Anadolu’yu
işgal altında bulunduran düşman kuvvetlerinden Anadolu’nun
temizlenmesiydi
TBMM’nin Ankara’da toplanmasından iki ay sonra, Hâkimiyeti Milliye
gazetesini çıkaran matbaada geçen bir olay Mustafa Kemal Paşa’nın
cumhuriyete karşı duygusal dahi olsa içten bağlılığını dile getirmektedir.
Hâkimiyeti Milliye gazetesinin geç çıkarılışından şikâyet olunmaktadır.
Harfler eski ve bozuk, aynı zamanda da yeterli değildir. Mustafa Kemal
Paşa, bir gün matbaaya gelir ve bunun sebebini yerinde görmek ister.
Başmürettip yetişmiş yaşlı bir kişidir. Gözlerinin feri sönmüş istediği harfleri
bulamamaktan şikâyetçidir. Başmürettip, çerçeve içinde bir gazeteyi
göstererek açıklama yapar: “Bu gazeteyi ben kasadaki harflerle hürriyet ilan
edildiği zaman dizmiştim. Üstündeki, o kocaman, ‘Yaşasın Hürriyet’
serlevhasını dizdiğim harflerdir hâlâ bu kasadakiler.” Bu defa Mustafa Kemal
Paşa, kendisi bu eski harflerle, “Yaşasın Cumhuriyet”i yazmış ve baş
mürettibe göndererek şöyle seslenmiştir: “Ya... gördün mü Ustam? Harfler
hiç de sandığım kadar eskimemiş. Bak ne yeni şeyler dizilebiliyormuş
bunlarla.”27
23 Nisan 1920’de toplanan TBMM, 20 Ocak 1921 tarihine kadar
anayasasız ancak bir anayasa düzeni içinde, anayasa niteliğindeki genel
kurullarla devleti yönetmiştir. Kurucu Meclis niteliğini de taşıyan TBMM 20
Ocak 1921 tarihinde kabul ettiği Anayasa ile, yeni kurulan devletin ilk
anayasasını yürürlüğe koymuştur. 20 Ocak 1921 Anayasası hilafet ve
saltanattan hiç bahsetmeksizin Türk Devleti adını kullanmıştır. Bu
anayasada egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Halkın kendi kaderini
kendisi tayin etmek hakkına sahiptir. Yasama ve yürütme yetkileri TBMM’de
toplanmıştır. 20 Ocak 1921 Anayasası’nın arz ettiği özellikler nedeniyle, Ord.
Prof. Ali Fuat Başgil, “1921 Anayasası reisicumhursuz bir cumhuriyet
kurmuştur.”28 demiştir.
TBMM, 1 Kasım 1922’de aldığı tarihi kararlarla saltanata son
vermekte, Osmanlı Devleti’nin 16 Mart 1920’den itibaren ebedî olarak tarihe
intikalini ilan etmekte idi.
Bu tarihi kararında açık bir belirtisi olarak, 1921 Anayasası ile
kurulmuş siyasi rejim Prof. Dr. Tahsin Bekirbalta’nın deyimi ile geniş anlamı

27
Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu; Bilinmeyen Taraflarıyla Atatürk, İstanbul, 1959, s. 46-49.
28
Ali Fuad Başgil; Esas Teşkilat ve Siyasi Rejim, Milletlerin Hukuki Hayatı (Kolektif Eser),
İstanbul, 1940, s. 12.
34
ile cumhuriyetten başka bir şey değildi.29 Ancak, cumhuriyet resmen ilan
edilmemiş ve devlet başsız bir devlet olarak kurulmuştu.
23 Nisan 1920’de toplanan Birinci TBMM Millî Mücadele’nin zaferle
sona ermesiyle tarihî görevini yapmış, cumhuriyeti resmen ilan etmemekle
beraber, geniş anlamı ile cumhuriyetin yerleşmesine imkân hazırlamıştır.
TBMM, 1 Nisan 1923’te seçiminin yenilenmesine karar vererek
dağıldıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa yeni Meclis toplanıncaya kadar
yetiştirilmek üzere bir kısım uzman arkadaşlarını yeni bir anayasa tasarısı
hazırlamakla görevlendirmiş ve zaman zaman toplantılara başkanlık ederek
bu yoldaki çalışmaları kendi düşünce ve direktifleri ile aydınlatmıştır. Özellikle
konuşmalarında Millî Hükûmetin mahiyetinin cumhuriyet olduğu hâlde onu
kesin olarak ifade ve ilan etmemenin devlet idaresinde zaaf olduğunu, ilk
fırsatta cumhuriyeti ilan ederek bu zaafı ortadan kaldırmanın gereğini
belirtmiştir.30
11 Ağustos 1923’te toplanan ikinci TBMM 24 Temmuz 1923’te
imzalanan Lozan Barış Anlaşması’nı tasdik ettikten sonra cumhuriyetin ilan
hazırlıklarına süratle yönelmiştir.
Lozan Barış Anlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra Rauf Bey
(Orbay), Vekiller Heyeti reisliğinden çekilirken, ATATÜRK’ten “Devlet Reisliği
makamını takviye ediniz.” diye rica etmiştir.
ATATÜRK Rauf Bey’e “Dediğinizi yapacağıma katiyen emin olunuz.”
cevabını vermiştir. ATATÜRK, Rauf Bey’in ne demek istediğini pek güzel
anladığını belirterek gerekli açıklamayı yapmaktadır:
“Rauf Bey, devlet reisliği makamı olarak hilafet makamını düşünüyor
ve o makama kuvvet ve salahiyet teminini benden rica ediyor... Rauf Bey’in
benim müspet cevabımın medlulünü anlayıp anlamadığı meşkûktür
(şüpheli)... Bilahare cumhuriyet ilanından sonra kendisi ile Ankara’da vuku
bulan bir mülakatımızda, ne için muarız olduğunu, yapılmış olan şeyin,
Ankara’dan müfareket ederken (ayrılırken) benden yapılmasını rica ettiği ve
benim söz verdiğim meseleden başka bir şey olmadığını söylediğim ‘Ben’,
demişti, ‘Devlet reisliği makamını takviye ediniz derken asla cumhuriyet
ilanını tasavvur ve kastetmemiştim.’ Hâlbuki efendiler, benim verdiğim
cevabın medlulü tamamen o idi. Filhakika, bence devlet siyaseti ile TBMM
makamını memzuç (karışık) bulundurmak millî hükûmetimizin mahiyeti,
Cumhuriyet Hükûmeti olduğu hâlde onu kati olarak ifade ve ilan etmemek bir
zaaf teşkil etmekteydi. İlk fırsatta resmen cumhuriyeti ilan etmek ve devlet
reisliğini, cumhurreisliği makamında temsil ederek, kuvvetli bir vaziyet
vücuda getirmek elzem idi. Rauf Bey’e bunu yapacağıma katiyen söz

29
Tahsin Bekir Balta; Türkiye’de Yasama Yürütme Münasebeti, İncelemeler, Ankara, 1960, s.
18.
30
İslam Ansiklopedisi; 10. cüz, Atatürk maddesi, s. 772.
35
vermiştim. Eğer maksadıma intikal edememişse, zannederim, noksan bende
değildir...”31
Bir önemli olay da Mustafa Kemal Paşa’nın bir Viyana gazetesi
muhabiri Lazar’a 22 Eylül 1923’te verdiği demeçtir. Bu demeç gerek ülkede
ve gerekse dışarıda büyük yankılar uyandırmıştı. Mustafa Kemal Paşa bu
beyanatında ilk defa, “cumhuriyet” kelimesini açıkça ortaya atmış
bulunuyordu. O sırada Ankara’da bulunan İkdam gazetesi muhabiri Mecdi
Sayman da demecin doğruluğunu görüşme sırasında orada hazır bulunan
Hamdullah Suphi Tanrıöver’e doğrulatmış, Tanrıöver’in haberin
yayımlanmasında sakınca görmesine rağmen, hemen gazetesine bildirmişti.
Demecin bir özeti Türkçe ilk olarak İkdam gazetesinde yayımlanmıştı.32
Viyanalı gazeteci Lazar’ın sorusuna Mustafa Kemal Paşa’nın
Cumhuriyet’in ilanı ile ilgili cevabı çok kesindi:
“Yeni Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini tekrar
edeceğim: ‘Hakimyet bilâ-kayd’ü şart milletindir. İcra kudreti, teşrii salahiyeti
milletin yegâne hakikî müessili olan Mecliste tecelli ve temerküz etmiştir.’ Bu
iki kelimeyi bir kelimede hülasa etmek kabildir; ‘Cumhuriyet’. Yeni Türkiye’nin
emr-i teceddüdü daha nihayet bulamamıştır. Harpten sonra Türk Teşkilatı
Esasiyesi’nin inkişafı henüz kati bir şekil almış addedilemez... Tadilat ve
tashihat yapmak ve daha mükemmel bir hâle getirmek elzemdir. İkmaline
başlanılan bu iş henüz bitmemiştir. Kısa bir zaman zarfında Türkiye’nin
bugün fiilen almış bulunduğu şekil kanunen de tespit edilecektir. Yakın bir
atide bu meseleye ait hükûmet teklifatı Meclise arz edilecektir. Bu teklifatın
bütün mevadde Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun inkişaf ve ikmaline ait
bulunacaktır. Bütün Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetler nasıl esas
itibarıyla yekdiğerinden ayrı değilse, aralarındaki fark yalnız şekle ait
bulunuyorsa, Türkiye’nin de bu cumhuriyetlerden farkı sırf bir şekil
meselesidir. Diğer cumhuriyet usulü ile idare edilen memleketlerde olduğu
gibi bizim de hâkimiyete malik bir parlamentomuz vardır. Yalnız bizde Büyük
Millet Meclisi hem teşrii hem de icrai salahiyete maliktir. Başka yerde olduğu
gibi bizde de vekiller kendi vekâletlerine ait işlerden mesuldürler. Başka
yerlerde yeni Türkiye Devleti icra vekillerinin Millet Meclisinin elinde oyuncak
olduğu zannediliyor. Bu hatadır, vekillerin mesuliyetine ve vazifesine ait
meselede, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda yapılacak tadilat ile tespit edilmiş
olacaktır. Netice itibarıyla reis-i cumhurdan, reis-i hükûmetten ve mes’ul
vekillerden müteşekkil bir hükûmet teşkil edeceğiz.
Yeni Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince, bunun cevabı
kendiliğinden zahi olur. Ankara Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.”33
Mustafa Kemal Paşa’nın demecinin içeride ve dışarıda tepkisi çok
yaygın olmuştur. Fransa’nın tanınmış gazetesi, Le Temps, “Fransa, kendi

31
Atatürk; c. II, s. 793-794.
32
Hakimiyeti Milliye; 27. IX. 1923.
33
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. III, II. Baskı, Ankara, 1961, s. 63-64.
36
görüşlerini kimseye zorla telkin etmek istemezse de Türkler cumhuriyet ilan
ettikleri zaman önce, onları Fransızlar kutlayacaklardır.”34
Cumhuriyet’in ilanına öncelik eden olay Bakanlar Kurulunun 27 Ekim
1923’te istifasıdır. Yeni bir Bakanlar Kurulu kurulmasındaki güçlük, anayasa
değişikliğini ve cumhuriyeti zorunlu kılmıştır. 28 Ekim 1923 akşamı
Çankaya’da İsmet Paşa (İnönü), Fethi Bey (Okyar), Kazım Paşa (Özalp),
Kemalettin Sami Paşa, Halit Paşa, Rize Mebusu Fuat ve Afyonkarahisar
Mebusu Ruşen Eşref Beylerin Mustafa Kemal Paşa’nın misafirleri olarak
akşam yemeğine davetli oldukları görülmüştür. Kabine bunalımından
çıkmanın yolunu Mustafa Kemal Paşa yemek esnasında da “Yarın
Cumhuriyet’i ilan edeceğiz.” diyerek göstermiştir. Orada bulunanlar derhâl bu
fikre katılmışlardır. Yemekten sonra Çankaya’da misafir kalan İsmet Paşa
(İnönü) ile birlikte bir kanun tasarısı hazırlanmıştır. ATATÜRK’ün söylediği ve
İsmet Paşa’nın kaleme aldığı müsvedde, 20 Ocak 1921 Teşkilatı Esasiye
Kanunu’nun bazı maddelerinin değiştirilmesini öngörüyordu. ATATÜRK
Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesine “Türkiye Devleti’nin şekli
hükûmeti cumhuriyettir.” cümlesinin eklenmesini uygun görüyor ve diğer
maddelerde de cumhuriyet idaresinin gereği yapılan değişikliklere yer
veriyordu.
ATATÜRK’ün dikte ettirdiği bu değişikliklere Encümen ve TBMM
Umumi Heyetinde din ve dille ilgili hükümler eklenmiş ve Cumhuriyet 29
Ekim 1923 tarihinde Pazartesi günü ilan edilmiştir.
Türkiye’de cumhuriyetin tarihî bir gelişmenin tabii bir sonucu olduğunu
ve TBMM hükûmet idaresinin aslında cumhuriyet demek olduğunu İsmet
İnönü de belirtmektedir.
Gazeteci Abdi İpekçi’nin Millî Mücadele’de idare şeklinin “cumhuriyet”
olacağının düşünülüp düşünülmediği sorusuna İsmet İnönü şu cevabı
vermiştir:
“Fesada yer verilmemek için bundan bahsedilmedi. Esasen ihtiyaç da
yoktu... Millet Meclisi bütün kuvvetlere sahip olarak işbaşında idi.
Kumandanlar aynı zamanda Millet Meclisi azası idiler. ATATÜRK Millet
Meclisinin başında bütün kuvvetlere sahipti Bu, o zaman bize çok tabii
görünen bir hayat tarzı idi... Aslında bunun cumhuriyet demek olduğunu
sonradan bir günde, bir saatte derhâl kendini gösterdi. O da şöyle oldu:
Lozan’dan sonra bütün devletler bizimle münasebet kurmadan önce, ‘Dur
bakalım, devletin şekli ne olacak?’ diye bekler bir vaziyet aldılar. Bu durumda
Millet Meclisi iktidarı ve idaresinin devam edemeyeceğini, bir devlet şekli
seçmenin zaruri olduğunu daha kesin surette anladık. Mevcut hayat tarzı
esasen cumhuriyet olduğuna göre mesele işin adını koymaktan ibaretti. Yani
olmuş, bitmiş her şeyi ilan etmek gibi bir şey.”35

34
Uluğ; s. 360.
35
İnönü; Atatürk’ü Anlatıyor, Hazırlayan: Abdi İpekçi, İstanbul, 1968, s. 18-19.
37
Norbert Von Bischoff’a göre de “İhtilal, üç buçuk yıldan beri gebe
olduğu cumhuriyeti doğurmuştur.”36
“ATATÜRK, hâkimiyet tabirini istimal ederken onu hudutsuz ve en
üstün bir kuvvet ve kudret olarak kabul etmiş ve TBMM’ni, milletin yegâne
temsilcisi olarak bu üstün kuvvet ve kudretle mücehhez cumhuriyet rejimini
ikame edebilmek maksadıyla tek çare olarak görmüştü.”37
Büyük ATATÜRK, “Hâkimiyeti Milliye”, esasını işlemekle ve onu yeni
Türk Devleti’nin temel taşı yapmakla, yeni devletin devlet ve hükûmet şeklini
de tayin ve tespit etmiş oluyor, cumhuriyet rejiminin tohumunu atmış
bulunuyordu.
Gerçekten millî hâkimiyet esasının tabii ve tam bir şekilde tahakkuku
ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyet’te bütün hakimiyet, daha
doğrusu hâkimiyeti gerçekleştiren bütün kuvvetler milletin elindedir ve millet
bu kuvvetleri kullanarak organları seçer.
Cumhuriyet’in kurulması ile halk idaresi gerçekleşmiştir. Halk reaya
olmaktan kurtulmuş, kendi kendini idare edecekleri seçmeye hazırlanan
efendi olmuştur. ATATÜRK bu hususu bir konuşmasında açıklamıştır.
“İdare-i devlet’i cumhuriyetten bahsetmeksizin, hâkimiyeti milliye
esasatı dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen şekilde temerküz
ettirmeye çalışıyorduk.”38
ATATÜRK’ün Cumhuriyet Anlayışı
1. Devlet kurucusu ATATÜRK’ün cumhuriyeti devletin siyasi rejimi
olarak seçmesinin bir nedeni, çok uzun süren bir dönemden beri
cumhuriyetin özlemini duyduğu siyasi rejim olmasındandır. ATATÜRK’ün
daha gençlik çağında, Türkiye’yi modernleştirme fikirlerine cevap veren tek
siyasi rejim cumhuriyettir.
1908 İnkılabı ile tatmin olmayan genç kolağası Mustafa Kemal
“inkılabı bizzat kendisinin tamamlayacağını” ifade etmiştir.
2. Cumhuriyet ATATÜRK’ün karakterine uygundur. ATATÜRK’ün
belirttiği gibi,
“Hürriyet ve istiklal karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın
bu kıymetli mirasından olan istiklal ile yaratılmış bir insanım. Benim
yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple
millî istiklal bence bir hayat meselesidir.”40

36
Norbert Von Bischoff; Ankara, Türkiye’deki Yeni Oluşun Bir İzahı (Çeviren: Burhan Belge),
Ankara, 1936, s. 204.
37
İhsan Arsel; Türk Anayasa Hukukunun Umumi Esasları, Ankara, 1962, s. 42.
38
Karal; Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, 1969, s.39.
40
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Cilt III, s. 24.
38
ATATÜRK’e göre, “Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun idare,
cumhuriyet idaresidir.”
Keza ATATÜRK’e göre,
“Asri bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını
bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.”41
3. ATATÜRK’ü cumhuriyete yönelten bir değer sebep de cumhuriyetin
en ileri devlet ve hükûmet şekli olmasındandır.
ATATÜRK’e göre, “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile
devlet şekli demektir.”
Cumhuriyet millet egemenliğini belirleyen ve millet egemenliği ile
bağdaşabilen tek rejimdir.
ATATÜRK, egemenliğin millete ait olduğu görüşünü işlemekle ve bu
görüşü yeni Türk Devleti’nin temel taşı yapmakla, millî devletin, devlet ve
hükûmet şeklinin ve cumhuriyet olacağını ortaya koyuyordu.
Egemenliğin kayıtsız ve şartsız doğrudan doğruya Türk milletine ait
olduğu zihniyetini devlet hayatımıza kazandıran ATATÜRK olmuştur. Türk
fikir ve siyasi hayatında ilk defa devlet şekli olarak cumhuriyeti cesaretle
telaffuz eden, dile getiren, savunan ATATÜRK olmuştur.
4. Cumhuriyet, Türk devrimini de ifade eder. En ileri ve en gelişmiş
devlet şeklidir.
ATATÜRK Cumhuriyet’in Onuncu Yılı’nı kutlarken,
“Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli
Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”42
Türkiye’de cumhuriyet, tarihî, sosyal, kültürel nedenlerle kurulmuştur.
ATATÜRK’ün açıkladığı gibi, “Cumhuriyet yeni ve sağlam esaslarıyla,
Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde
ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi
olmuştur.”
5. Türkiye’de cumhuriyet fazilet ve adaletle eş anlamda kullanılmıştır.
ATATÜRK’e göre,
“Cumhuriyet, fazileti ahlakiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet
fazilettir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.”43

41
a.g.e.; s. 74
42
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Cilt II, II. Baskı, Ankara, 1959, s. 231-275.
43
Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1961, s. 58.
39
6. XX. yüzyılın en büyük ve en güçlü insanı ATATÜRK, Türk milletinin
kaderini Cumhuriyet’le çizerken, ileri ve medeni bir toplum olmanın gereğini
de ortaya koymuştur.
ATATÜRK’ün Cumhuriyet’i barışçı, insancıl nitelikleri ile insan
kişiliğine değer veren yönü ile geleceğin örnek siyasi rejimi olmuştur.
Sonuç
1. Cumhuriyet devletin siyasi rejimi olarak 23 Nisan 1920’de
kurulmuştur. 29 Ekim 1923’te sadece devlet şekli olarak ilan edilmiştir. 29
Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanını öngören kanun, “Teşkilatı Esasiye
Kanunu’nun bazı maddelerinin tavzihan tadiline dair kanun”dur. Kanun
başlığından da anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet’in ilanı, devletin siyasi
rejimine vuzuh, açıklık getirmek amacı ile TBMM’ce kabul edilmiştir. Eski
kurulu düzen Cumhuriyet’in ilanı ile açıklığa kavuşmuştur.
2. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanı tarihî bir gelişmenin tabii sonucudur.
Millî egemenlik ilkesinin devletin siyasi rejiminin temel direği olması, bütün
gelişmeleri, cumhuriyete yöneltmiştir.
3. Türkiye’de cumhuriyet, demokratik rejime yönelik, demokratik
cumhuriyet olmuştur. Böylece de diktatöryel cumhuriyetlerden ayrılmıştır.
4. Türkiye’de cumhuriyet batılı anlamda modern cumhuriyet niteliğini
taşıyabilecek şekilde gelişmiştir. Cumhuriyet ırk, din, dil ve cinsiyet farkı
gözetmeksizin, bütün vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasi
rejimin adı olmuştur. Eşitlik ilkesi, herkesin kanun önünde eşitliği, Türk
Cumhuriyeti’nin bir özelliğini teşkil etmiştir. Nüfusun yarısını teşkil eden
kadınlarımıza toplum hayatında eşit haklar sağlama, seçme ve seçilme
hakkını eşit şartlarda kullanma Türkiye Cumhuriyeti’nin bir özelliğidir.
5. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanı, doğulu olduğu gibi batılı devletlere
de öncülük etmiş, en modern devlet şeklinin ve siyasi rejimin cumhuriyet
olduğunu göstermiştir.
Amerika’da yayımlanan “The Washington Post” Gazetesi 7 Ekim 1923
tarihli, “Editorial Society-Second Part” kısmında, yakında Türkiye’de
Cumhuriyet’in ilan edileceği haberini vermekte ve bu kararı sağduyunun bir
zaferi olarak değerlendirmektedir. Aynı yazıda Türk örneğinin diğer Avrupa
ülkelerince de izlenmesini dilemektedir.
Aynı gazete 1 Kasım 1923 tarihli sayısında, “Türkiye’deki
Cumhuriyet’in ilanı Avrupa’daki politik gelişmelere ters düşüyor. Türkiye’de
diktatörlükten demokrasiye gidiliyor.” diye övgüde bulunmuştur.
6. Türkiye’de cumhuriyet istikrarlı bir siyasi rejimin yerleşmesine
neden olmuş, barış ve güvenlik, devlet politikasının esasını teşkil etmiştir.
‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ parolası, bir devlet politikası olduğu kadar,
cumhuriyet siyasi rejimin bir niteliği olmuştur.

40
7. Cumhuriyet en gelişmiş ve en ileri devlet şekli olarak birtakım
nitelikleri içerir. Bu özellikleri ile cumhuriyet Türk devriminin hem ürünüdür
hem de başarısıdır.
Kaynaklar
AĞAOĞLU, Samet; Kuvayı Milliye Ruhu, Birinci Büyük Millet Meclisi,
3. baskı, İstanbul, 1964.
ARSEL, İlhan; Türk Anayasa Hukukunun Umumi Esasları, Ankara,
1962.
ATATÜRK; Nutuk, c. I, İstanbul, 1960.
ATATÜRK; Nutuk, c. II.
BALTA, Tahsin Bekir; Türkiye’de Yasama Yürütme Münasebetleri,
İncelemeleri, Ankara, 1960.
BAŞGİL, Ali Fuat; Esas Teşkilat Hukuku, c. I, Türkiye Siyasi Rejimi ve
Anayasa Prensipleri, F. 1, İstanbul, 1960.
BIYIKOĞLU, Tevfik; ATATÜRK Anadolu’da, Ankara, 1959.
Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası ATATÜRK Konferansı Tebliğleri;
10-11 Kasım 1980, c. I, Boğaziçi Üniversitesi Yayını, 1981.
BORAK, Sadi; Bilinmeyen Yönleriyle ATATÜRK, İstanbul, 1966.
CEBESOY, Ali Fuat; Sınıf Arkadaşım ATATÜRK, İstanbul, 1967.
EGELİ, Münir Hayri; ATATÜRK’ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbul
1954.
GOTHARD, Jaschke; Revue des Etudes Islamiques, T.1, 1927.
GOTHARD, Jaschke; Mustafa Kemal et la proclamation de la
Republique en Turquie, Orient, No. 27, 1963.
GOTHARD, Jaschke; Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu ATATÜRK,
Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1967.
İNAN, A. Afet; ATATÜRK Hakkında Hatıralar ve Belgeler, II. Baskı,
Ankara, 1968.
İNAN, A. Afet; Medeni Bilgiler ve M. Kemal ATATÜRK’ün El Yazıları,
Ankara, 1969.
KANSU, Mazhar Müfit; Erzurum’dan Ölümüne Kadar ATATÜRK’le
Beraber, c. I, Ankara, 1966.
KARAL, Enver Ziya; ATATÜRK ve Cumhuriyet’in Duyurulması, Türk
Dili, Sayı 278, Kasım 1974.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri; Ulus, 13 Haziran 1961.
41
KOCATÜRK, Utkan; ATATÜRK’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1961.
PECK, Edgar; Les Allies et la Turquie, Paris, 1925.
ŞEHSUVAROĞLU, Haluk Yusuf; Cumhuriyet, 6 Temmuz 1960,
(Ayrıca Gotthard Jaschke tarafından zikredilmiştir) Türkiye Cumhuriyeti’nin
Kurucusu ATATÜRK.
TEPEDELENLİ, Nizamettin Nazif; Bilinmeyen Taraflarıyla ATATÜRK,
İstanbul, 1955.
TEZER, Şükrü; ATATÜRK’ün Hatıra Defteri, Ankara, 1972.
ULUĞ, Naşit H.; Siyasi Yönleriyle Kurtuluş Savaşı, İstanbul, 1973.
VON BISCHOFF, Norbert; Ankara, Türkiye’deki Yeni Oluşun Bir İzahı,
(Çeviren: Burhan Belge), Ankara, 1936.

42
ISBN: 975-409-376-8

NSN:

YAYIN KURULU BAŞKANI


Korg. Eyüp KAPTAN

YAYIN KURULU
Top. Kur. Alb. Ramazan KONUK
Prof. Dr. Reşat GENÇ
Prof. Dr. Gülnihal BOZKURT
Prof. Dr. M. Cihat ÖZÖNDER
Doç. Dr. Yusuf SARINAY
Dr. Öğ. Alb. Yavuz ÖZGÜLDÜR
Dr. Öğ. Yb. Zekeriya TÜRKMEN

DÜZELTİ
Redaksiyon Uzm. Melek ALKA

GENELKURMAY BASIMEVİ
YAYIN NUMARASI :
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
(AİLESİ, YETİŞMESİ, EĞİTİMİ, FİKİR VE DÜŞÜNCELERİ)

Dr. Öğ. Yb. Ali GÜLER*


I. Giriş
Dünyada XX. yüzyıla damgasını vuran birkaç “dönüştürücü
(transformational)” liderden1 birisi, hatta en önemlisi olan Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün yetişme sürecinin incelenmesi, onun dar anlamda “kişilik
özellikleri”, geniş anlamda “liderlik özellikleri”nin ortaya konulabilmesi
bakımından önemlidir.
Bir liderin kişiliğinin oluşmasında, yetişmesinde şüphesiz, içinde
yaşadığı “çevre” etkin rol oynamaktadır. Liderin çevresi ise ailesi, okuduğu
okullar, meslek ortamı, yaptığı görevler, okuduğu kitaplar, yazdığı kitap ve
makaleler ile insanlık idealleri ve birikimlerinden oluşur. “Okul” veya “eğitim
öğrenim” ortamı da bu çevrenin ve yetişme sürecinin önemli bir bölümünü,
kesitini meydana getirir.2
Bir dönüştürücü lider olarak ATATÜRK’ün yetişmesinde de aldığı
eğitimin önemli bir etkisi ve katkısı vardır. Bu süreçte aile çevresi,
ilköğrenimi, Mülki ve Askerî Rüştiye, Manastır Askeri İdadisi, Harp Okulu ve
Harp Akademisindeki eğitim ve öğrenimleri bilgi birikiminin oluşmasında ve
kişiliğinin şekillenmesinde şüphesiz, tartışılmaz etkiler yapmıştır. Esasen
Mustafa Kemal’in bir lider olarak düşünce yapısının oluşması ve ileriye
dönük fikirlerinin şekillenmesi, ilerde gerçekleştireceği önemli işlerle ilgili
bilinçli bir fikri altyapının oluşması da bu yıllardan başlayarak gerçekleşmiştir.
Bu bakımdan, aile çevresi ve çocukluğu da dikkate alındığında
1881’den Harp Akademisini bitirdiği 1905 yılına kadar olan dönem önem
taşımaktadır. Bu dönem bir bakıma “hazırlık dönemi” olarak da
isimlendirilebilir. Yaklaşık 25 yıllık bu zaman diliminde dış çevre olarak,
çocukluğunun geçtiği değişik mekânlar, okullar, Manastır ve Selanik şehirleri
söz konusudur. İç çevre açısından ise, genç Mustafa Kemal’i etkileyen
arkadaşları, dersler, öğretmen ve yöneticiler, olaylar, düşünürler, şairler,
yazarlar, okuduğu kitaplar birikim ve kişiliğin kaynaklarıdır. Bütün bunların
yanında, genç Mustafa Kemal’in bilinçli öğrenme isteği ve çabaları ile üstün

*
Askeri Müze Ve Kültür Sitesi Komutanlığı Müze Kısım Amiri, aliguler@lycos.com
1
Bu kavram ve Atatürk’ün dönüştürücü liderliği hakkında bakınız: A. Güler, “Dönüştürücü
(Transformational) Liderlik Kavramı ve Dönüştürücü Lider Olarak Atatürk”, Atatürk Haftası
Armağanı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2000, s. 15-22.
2
Güler; “Mustafa Kemal’i Atatürk Yapan Süreçte Aile Çevresi ile İlk ve Ortaöğrenim
Yaşantısının Rolü”, 12-13 Ekim 1998 tarihlerinde Manastır / Makedonya’da düzenlenen “Atatürk
ve Manastır” konulu sempozyuma sunulan bildiri metni, Atatürk Haftası Armağanı Gnkur.
ATASE Başkanlığı (10 Kasım 1998), s. 53.
43
kavrayış, algı ve sezgi gücü, kitap okuma alışkanlığı ve kitap sevgisi liderlik
oluşumunu etkileyen temel kişilik özellikleridir.
Mustafa Kemal’in bu 25 yıllık süreçteki askerî eğitim ve öğrenim
yaşantısının; onun başarılı bir asker, komutan, devlet adamı, inkılapçı ve
düşünce adamı kısaca, dünya çapında “vizyon” sahibi başarılı bir
dönüştürücü lider olmasına doğrudan etki yaptığı görülmektedir.
ATATÜRK’ün söyledikleri ve gerçekleştirdiklerinin daha iyi anlaşılıp,
anlatılmasında bu sürecin çok iyi bilinmesinin önemli olduğu ortadadır.
Mustafa Kemal’in kişiliğinin gelişmesi bakımından ikinci olarak 1905 -
1938 dönemi önem taşımaktadır. Harp Akademisini bitirerek, genç bir
kurmay yüzbaşı olarak göreve başladığı 1905’ten, ölüm tarihi olan 1938’e
kadar geçen yaklaşık 33 yıllık bu dönem onun hayatındaki “olgunluk
dönemi”dir. Mustafa Kemal’den ATATÜRK’e giden bu dönem, mevcut
birikimini hayata aktardığı, meslek hayatında yeni birikimler edindiği, çeviriler
yaptığı, kitaplar yazdığı, gazetecilikle uğraştığı ve nihayet bütün bu birikimleri
yeni bir Türk devleti kurmak yolunda kullandığı, âdeta bir milleti yeniden
şekillendirdiği bir dönemdir.
II. Aile Çevresi
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 (Rumi 1296) yılında Selanik’te Koca
Kasım Mahallesi Islahhane Caddesi’nde bugün müze olan üç katlı bir evde
dünyaya geldi. Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, Annesi
Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi, ilkokul öğretmeni olan Kızıl
Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi ise, Sofu-zade (Sofi-zade)
Feyzullah Efendi’dir.
Mustafa Kemal’in hem baba hem de anne tarafından soyu “Evlad-ı
Fatihan”, yani Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için
Anadolu’dan göçürülerek, iskân edilen “Yörük” veya “Türkmenler”dendir.
Baba soyu, Karaman’dan gelerek Manastır vilayetinin Debre-i Balâ
sancağına bağlı Kocacık köyüne yerleştiler. Aile sonradan 1830’larda
Selanik’e göç etmiştir. Ali Rıza Efendi 1839’da Selanik’te dünyaya gelmiştir.
Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet’in taşıdığı “kızıl” lakabı ve
yerleştikleri nahiyenin adı olan “Kocacık”ın da gösterdiği üzere; Mustafa
Kemal’in baba tarafından soyu Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller
oynayan “Kızıl-Oğuz Türkmenleri”nden gelmektedir.
Anne soyu da Fatih Sultan Mehmet döneminde Konya, Karaman
civarından Rumeli’ye göçürülüp, iskân edilmiş olan Yörüklerdendir. Bu
sebeple aileye “Konyarlar”da denilmektedir. Tamamen Türk olan Vodina
sancağına bağlı Sarıgöl nahiyesine yerleşen aile, sonradan Selanik
yakınlarındaki Lankaza’ya geçmiştir.3

3
Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Güler; Karaman’dan Kocacık’a Kızıloğuzlar: Atatürk’ün
Soyu, Gök İletişim Yayınları, Ankara, 2001, I-XII., s. 1-147.
44
Rumeli’yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından çocuk
yaşlarında ölmüşlerdir. En küçükleri Naciye on iki yaşında gözlerini kapadı.
ATATÜRK, Selanik Askerî Rüştiyesinden itibaren hayatı boyunca dostlukları
ve arkadaşlıkları devam etmiş olan Fuat Bulca’ya bir gün şöyle demişti:
“Kardeşlerim arasında en sevdiğim Naciye’ydi. Çocuk yaşının üstünde hisli,
duygulu ve öğrenmeye meraklıydı. Ben Harbiyeye giderken kitaplarımı
istemişti. Annemden onu okutmasını istemiştim. Ne ablam Fatma’yı ne
ağabeylerim Ahmet ve Ömer’i hatırlıyorum. Son ikisi aynı yıl, 1883’te ben iki
yaşında iken ölmüşler. Naciye, annem gibi sarışın, mavi gözlü, duru beyaz
tenli idi. Tipik bir Yörük kızıydı. Makbule’ye hiç benzemezdi.”4
ATATÜRK’ün babası Ali Rıza Efendi, yakalandığı “bağırsak veremi”
hastalığından kurtulamayarak vefat edince, Mustafa için çiftlik günleri
başlayacaktır. Genç yaşta üç çocuğu ile dul kalan Zübeyde Hanım, oğlu
Mustafa’yı Askerî Rüştiyeye verdikten sonra, özellikle ekonomik yönden zor
günler yaşamaya başlar. Çocuklarla birlikte kendisine bağlanan iki
mecidiyelik maaş ailenin geçimini sağlamaktan çok uzaktır. O sıralarda,
Yunanistan’a terk edilen Teselya’nın merkezi Larisa (Yenişehir)’dan göç
edenlerden Reji idaresi memurlarından Ragıp Efendi, kendisine talip olur.
Ragıp Efendi de hanımını kaybetmiş dört çocuklu bir duldur. Zübeyde
Hanım, Kılıçoğlu Hakkı Bey’in kayınpederi Şeyh Rıfat Efendi tarafından
Ragıp Efendi ile evlendirilir. Varlıklı bir kimse olmasına rağmen, Ragıp
Efendi Zübeyde Hanım’ın evine gelerek yerleşir.
Şüphesiz, evin en büyük erkek evladı olarak Mustafa bu evliliği
onaylamaz ve evi terk ederek, Horhor Mahallesi’nde oturan öz halası Emine
Hanım’ın evine yerleşir. Manastır İdadisine gidinceye kadar da eve nadiren
uğrar. Ragıp Bey esasında çok kibar ve iyi kalpli bir insandır. Mustafa Kemal,
yıllar sonra Afet İnan’a üvey babası ile ilgili olarak şunları söyleyecektir: “...
Fakat sonradan o asil beyle dost oldum. Bana iyi bir eğitici oldu. Anamın da
genç yaşında böyle bir aile bağı yapmış olmasını takdir ettim. Ancak
çocukluk duygum benim babamı kaybetmiş olmama karşı bir isyandan
ibaretti.” Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy’a da Ragıp Efendi ile ilgili olarak,
“Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. Nazik
ve kibar insandı.” demiştir.5
III. Manastır İdadisine Kadar Öğrenimi
1887’de Mustafa Kemal, altı yaşını tamamlar ve yedisine girer.
İlkokula gidecektir. Babasının istememesine rağmen, Zübeyde Hanım’ın

4
A. Güler - S. Yalçın; Atatürk, Hayatı, Düşünceleri ve Kişiliği, c. I. (1881 Selanik-1918 İstanbul),
Berikan Yayıncılık, Ankara, 2000, s. 52.
5
Ragıp Bey’in bir oğlu Süreyya Bey (Toyran), diğeri şimendifer memuru Hakkı Bey’dir.
Kızlarının birisinin adı Rukiye’dir. Fuat Bulca akrabalarıdır. Çocukluğu Mustafa Kemal’le birlikte
geçen ve “ağabey” diye hitap ettiği M. Kemal’e sonradan delice aşık olan ve bu yüzden de
intihar eden Fikriye Hanım da Ragıp Bey’in kardeşi Miralay Hüsamettin Bey’in üç çocuğundan
birisi idi. Yani Fikriye Ragıp Bey’in yeğeni idi. Ragıp Efendi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Selanik’te vefat etmiştir. Bu konuda bakınız: Güler – Yalçın; s. 40-41.
45
ısrarları üzerine önce Koca Kasım Mahallesi’ndeki Mahalle Mektebi’ne
törenle giren Mustafa, kısa bir süre sonra Selanik’in şöhretli
öğretmenlerinden ve eğitimcilerinden Şemsi Efendi’nin yeni yöntemlerle
elifba öğretimi yaptığı özel okula yazdırılmış ve esas öğrenimine burada
başlamıştır. Mustafa okuyup yazmayı burada öğrenmiş, babasının ölümüne
kadar, sonradan birleştiği “Feyziye” okulu ile sekiz sınıflı bir hâle gelen ve
Rüştiye kısmını da ihtiva eden bu okulun sınıflarını düzenli olarak takip
etmiştir.6
Babası Ali Rıza Efendi’nin ölümü (28 Kasım 1893) üzerine, Zübeyde
Hanım’ın çocuklarını alarak kardeşinin Lankaza’daki çiftliğine gidişi,
Mustafa’nın öğrenim hayatına bir ara vermiştir. Onu burada civardaki Rum
Kilise okuluna yollamayı düşünmüşler, istememiş; çiftliğin Arnavut yazıcısı
Kamil Efendi’nin ve komşuları Hatice Hanım’ın derslerinden memnun
kalmamıştır. Öğrenmek ve yetişmek imkânlarından mahrumiyetin verdiği
huzursuzlukla âdeta bunaldığı görülen bu kabiliyetli ve yaratıcı çocuğu,
annesi nihayet okula devam etmek üzere Selanik’teki teyzesinin yanına
yollamak zorunluluğu duymuştur.
Böylece, altı ay kadar süren çiftlik hayatından sonra Selanik’e gelen
Mustafa, Mülkiye Rüştiyesi (Ortaokulu)ne başladı. Burada müdür muavinliği
de yapan ve “Kaymak Hafız” diye anılan Matematik öğretmeni Hüseyin
Efendi’nin, bir sınıf disiplinsizliğine sebep olduğu ve haksızlığa baş eğmediği
için Mustafa’yı dövmesi, bunu gururuna yediremeyen Mustafa’nın büyük
annesi Ayşe Hanım tarafından okuldan çıkarılmasına sebep olmuştur.
Çocukluğundan itibaren askerliğe büyük bir ilgi duyan Mustafa, asker
olmak istiyordu. Hatıralarında kendisinin anlattıklarına göre, üniformalı olarak
Askerî Rüştiye (Ortaokula)ye giden komşularından Kadri Bey’in oğlu Ahmet
ve sokaklarda gördüğü üniformalı subaylar onun askerlikle ilgili heveslerini
kamçılıyordu. Nihayet asker olmasını istemeyen annesine haber vermeden
Selanik Askerî Rüştiyesinin sınavlarına girerek başarılı oldu. Daha önceden
dört yıl olarak eğitim yapan Askerî Rüştiyelerin, o yıl birinci sınıflarının
lağvedilerek üç yıla indirilmesi üzerine, Mustafa Nisan 1894’te Selanik Askerî
Rüştiyesinin ikinci sınıfından öğrenimine başladı.
Bu dönemde sivil ortaokullar çekiciliği az olan okullardı. Askerî
Rüştiyeler ise, Türkçeye daha çok önem vermekte, yabancı dile iki yıl erken
başlamaktaydılar. Fransızca ders olarak okutulmaktadır. Bu okullarda spor
salonları da bulunmaktadır. Sivil Rüştiyelerde ise, Kuran’ın usulüne göre
okunmasına ve Arapça derslerine daha fazla yer verilmektedir. Yine Askerî

6
Şemsi Efendi ve okulu hakkında şu ayrıntılı araştırmalara bakınız: Ö. Mert; “Atatürk’ün İlk
Öğretmeni Şemsi Efendi (1852-1917)”, Atatürk Araştırma Merkezi D., c. VII., S. 20, (Mart 1991),
s. 331-346. C. Sönmez; Atatürk’ün Yetişmesi ve Öğretmenleri, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayını, Ankara, 2004, s. 16-42. Ayrıca, Şemsi Efendi ile ilgili son yapılan şu müstakil çalışmaya
bakınız: A. Koçak; Atatürk’ün İlk Öğretmeni Şemsi Efendi, İstanbul, 2000, s. 1-144. Bu eserde
dönemin Selanik’i hakkında doyurucu bilgiler de bulunmaktadır.
46
Rüştiyelerde öğrenciler, yetenekleri ve durumlarına göre yükselebiliyorlardı.
Tüm bunların yanı sıra bu okulları bitirenler, orduya girdiklerinde gezme ve
geniş Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak köşelerindeki insanların yaşayışlarını
görüp, öğrenmek fırsatını bulabiliyorlardı. Bu sivil okulların kolay kolay elde
edemedikleri bir başka imkândı.
Mustafa’nın bu okulu, Selanik Askerî Rüştiyesi, Mithat Paşa
Caddesi’nde, yeni ve oldukça güzel bir binaya sahip bulunan, düzenli ve
disiplinli bir okuldu. Dersleri ihtisas esasına göre okutan ve çoğunluğunu
subaylar teşkil eden bir öğretim ve yönetim kadrosuna sahipti. İlk gençlik
çağındaki iki yüz civarında üniformalı subay adayı, tam bir disiplin içinde orta
öğrenimle birlikte ilk askerlik eğitimlerini de burada görmekte idiler. Mustafa,
çok kısa sürede öğretmenlerin ve komutanlarının dikkatlerini çeken seçkin
bir öğrenci olarak kendisini çevresine tanıttı. Kendi hatıralarında anlattığına
göre Mustafa, Rüştiyede matematik dersine merak sardırdı. Bu derste sınıfın
“müzakerecileri” arasına girdi. Çok sevdiği bu dersin öğretmeni Yüzbaşı
Üsküplü Mustafa Sabri Bey (Harp Okulu 1297 / 1882 yılı mezunlarından),
onun yetenek, yaratıcılık ve olgunluğunu teşhis ederek, ona “Kemal” adını
verdi. Böylece, yarının ATATÜRK’ü, Mustafa Kemal olarak tarihe mal
oluyordu. Mustafa Kemal, 1895 yılı sonu veya 1896 yılı Ocak ayında, on beş
yaşında, Askerî Rüştiyenin kırk (veya kırk üç) kişilik olan son sınıfını, bütün
derslerden geçme tam notu olan 45 alarak (43 aldığı biri hariç) dördüncü
bitirdi.7
IV. Bu Dönemde Kişiliğini Etkileyen Olaylar ve İnsanlar
Çocukluğu ve eğitim ve öğrenim sürecinde (1881 - 1905) şüphesizdir
ki Mustafa’yı etkileyen insanların başında babası ve annesi gelmektedir. Ali
Rıza Efendi, bir öğretmen çocuğudur ve yıllarca Gümrük, Evkaf
memurluklarında bulunmuştur. Boş zamanlarında askerlik mesleği ile
ilgilenmiş, gönüllü askerlere talim yaptırmıştır. Selanik’te kurulan “Gönüllüler
Taburu”nun da kurucuları arasında bulunmuştur. Memuriyeti bırakarak,
kereste ticaretine başlayan Ali Rıza Efendi, bu işi sırasında haraç isteyen
çetelerle de çatışmayı göze alabilecek yapıda bir insandı. Oğlu Mustafa’ya
“Adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır. Başka çare yoktur.” diyen Ali
Rıza Efendi, geniş görüşlü, modern düşünceli, yeniliklere açık aydın bir
insandı. Mustafa’yı Mahalle Mektebinden alarak, çağdaş bir eğitim kurumu
olan Şemsi Efendi Okuluna vermesi de onun yenilikçi, parlak kişiliğini
göstermektedir.8
Zübeyde Hanım ise, Ali Rıza Efendi’ye göre daha muhafazakâr bir
insandı. Fakat aydın, bilge bir Türk anasıydı. Çocukları çok sever ve onların
üzerine titrerdi. Zübeyde Hanım, doğuştan akıllı bir kadındır. Oğlu Mustafa,
7
Güler; Askerî Öğrenci Mustafa Kemal’in Notları (Arşiv Belgelerinin Işığında), Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları, Ankara, 2001, s. 9-11. Burada, dersleri ve aldığı notlar verilmektedir.
8
A. Rıza Efendi’nin hayatı ve kişiliği için bakınız: Güler - S. Yalçın; Atatürk, Hayatı, Düşünceleri
ve Kişiliği, c. I. (1881 Selanik-1918 İstanbul), s. 20-25.
47
annesinin üzerindeki etkisini, fedakârlığını her zaman saygıyla anacaktır.
Zübeyde Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu kadar, güçlü bir
iradeye de sahipti. Yeterince eğitim görmemiş, ama okumayı yazmayı
öğrenmişti. “Bilge” kişiliklerinden dolayı annesine “Molla Hanım”, kendisine
de “Molla Zübeyde” denilirdi.9
Genç Mustafa Kemal’in kişiliği bakımından üzerinde durulması
gereken bir nokta da daha 12 yaşında babasını kaybederek “yetim” kalmış
olmasıdır. Psikolojik açıdan, kendi geleceği hakkında yine kendisinin
bağımsız, özgürce karar vermesinde yetim oluşunun rolü bilim adamlarınca
kabul edilmektedir. “Yetim çocuklarda gelişen ‘güçlenme içgüdüsü’ çoğu kez
onları amaçlarına ulaştırmaktadır.” diyen, İsviçreli bilim adamı psiko-analizci
Dr. Pierre Retchnick, şu tespitte bulunmaktadır: “Bu konuda en güzel örnek
çocuk yaşta babasını yitiren Mustafa Kemal ATATÜRK’tür. Kendini ülkenin
yararlarına adayan ATATÜRK’ün bu çapta bir kişi olmasının en büyük
etkenlerinden biri, babasının o küçük yaştayken ölmesidir.” Mustafa Kemal’in
sonradan çocuklara çok büyük sevgi duymasının ve ilgi göstermesinin
temelinde de küçük yaşta babasız kalması yatmaktadır. Mustafa Kemal,
yaşamı boyunca çocuklarla yakından ilgilenecektir. Özellikle yetim, yoksul
çocuklara olduğu gibi, diğer çocuklar için de çocuklara açılan bir sevgi
kucağı olacaktır. Kimilerini ödüllendirecek, kimilerini de manevi evlat olarak
koruması altına alacaktır. Türk çocuklarının eğitim öğretimleriyle de
ilgilenecek, her gittiği yerde okulları ziyaret edecektir.
Mustafa Kemal’in kişiliğinin şekillenmesinde rol oynayan dönemlerden
biri de onun dayısının çiftliğinde geçirdiği yaklaşık altı aylık süredir. Çiftlikte
geçen bazı olayları bir pedagog gözüyle değerlendiren Prof. Dr. İsmail Hakkı
Baltacıoğlu, ATATÜRK’teki “yaratıcılık, ağaç ve hayvan sevgisi”nin çocukken
yaşadığı bu “yaratıcı çevre”nin eseri olduğu kanaatindedir: “Yaratıcılığın var
olmasında en büyük etken çocukluk çağındaki çalışmalardır. Eğer çocuk
daha küçük yaşta iken yaratıcı bir çevre içinde yaşar, kendine göre oynama,
deneme, yaratma olurlukları bulursa, onda yaratıcılık doğar zamanla da
gelişir. Sonunda da sosyal randımanlar verir. Bence bu yaratıcılık bir kalıt
(genetik) şekli olmayıp kişideki dirim enerjisinin sosyal randıman şeklinde
oluşmasıdır... İşte ATATÜRK’ün çocukluk hayatında böyle bir yapıcılık,
yaratıcılık devri olduğunu öğreniyoruz... Mustafa’nın çocukluk, ilk gençlik
hayatında ellerle yapılan işleri ne kadar çok merak ettiğini gördük...
ATATÜRK’ün çocukluğunda, gençliğinde ele aldığı işler hep faydalı işler,
sosyal randıman verici işlerdir, kafa işleri, gönül işleridir. Marangozluk,
çiçekçilik, hayvancılık hep böyledir. Sosyal kişiliğin var olmasına yarayan
işler işte bu gibi işlerdir...”10

9
Zübeyde Hanım’ın hayatı ve kişiliği için bakınız: Güler - Yalçın; Atatürk, Hayatı, Düşünceleri ve
Kişiliği, c. I. (1881 Selanik-1918 İstanbul), s. 30-39. C. Sönmez; Atatürk’ün Annesi Zübeyde
Hanım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Genişletilmiş 2. Baskı, Ankara, 1998, s. 1-136
10
İ. H. Baltacıoğlu; Atatürk Yetişmesi, Kişiliği ve Devrimleri, Erzurum, 1973, s. 12.
48
Bu dönemde, ATATÜRK’ün kişiliğinin oluşumunda onu yetiştiren
öğretmenler de önemli bir yer tutar. Mustafa Kemal hayatının her
döneminde, mesleğinde başarılı, mesleğinin gerektirdiği özellikleri taşıyan,
nitelikli öğretmenlere sahip olmuştur. Bu hem kendisi hem de Türk milleti için
büyük bir mutluluktur. Öğretmenleri onu çok değişik biçimlerde etkilemiş, ona
çok yararlı bir rehberlik yapmışlardır. Şüphesiz, onu olumsuz manada
etkileyen öğretmenleri de vardır. Bunlar arasında geleneksel eğitimin
yapıldığı Mahalle Mektebi ve buradaki “Hüsnühat” öğretmeni Çopur Hafız
Emin Efendi ile Mülkiye Rüştiyesinde Matematik öğretmeni ve müdür
yardımcısı olan ve “Kaymak Hafız” diye anılan Hüseyin Efendi sayılabilir. Bu
öğretmenlerinden ilki, çocukları yere oturtarak, dizlerinin üzerinde yazı
yazdırdığı için; ikincisi de genç Mustafa’yı haksız yere dövdüğü için onu
olumsuz yönde etkilemiş olmalıdırlar. Bunların, ATATÜRK’ün yaptığı çağdaş
atılımları “kötü bir örnek” olarak etkilediklerini ve yine Mustafa Kemal’i benzer
eğitim kurumlarının kaldırılması yönünde yönlendirmiş olduğunu düşünmek
mümkündür. Nitekim yıllar sonra Mustafa Kemal kurmay subay olarak
Selanik’te bulunduğu sırada okuduğu Şemsi Efendi İlkokulu ile Mahalle
Mektebini ziyaret etmiş; Hafız Mehmet Efendi’nin Mahalle Mektebinin
kapısında koca bir kilit asılı olduğunu görmüş, “kapanması isabet olmuş”
demiştir. Yine Harp Okulunda öğrenci iken, Kaymak Hafız Hüseyin Efendi ile
ilgili olarak da “Kendisini çoktan affettim. Mülkiye Rüştiyesinden ayrılmamda
bu kaba ve insafsız hareketi başlıca rol oynamıştır.” diyecektir.11
Bu dönemde Mustafa Kemal’i olumlu yönde etkileyen ve onun
ATATÜRK hâline gelmesinde çok büyük katkıları olan öğretmenlerinin
başında şüphesizdir ki Şemsi Efendi gelmektedir. Yukarıda kısaca
değindiğimiz gibi Şemsi Efendi, eğitim tarihimizde yeni pedagojik yöntem ve
uygulamaları ilk deneyenlerdendir. Öğrencileri bir üst düzey olan Rüştiyedeki
öğrencilerden daha bilgili yetişiyorlardı. ATATÜRK’ün dinde bağnazlığa karşı
görüşlerinde, yenilikçi fikirlerinde, disiplin duygularının gelişmesinde Şemsi
Efendi’nin öğretim ve uygulamalarının önemli bir payı vardır. Mesela,
ATATÜRK’ün Harf İnkılabı sırasında takip etmiş olduğu yöntemler ve verdiği
mesajlar, Şemsi Efendi’nin ilkokulda kendilerine alfabe öğretirken kullandığı
“heceleme ve okuma” yöntemindeki yenilikleri hatırlatmaktadır.12
Yüzbaşı Mustafa Bey, ATATÜRK’ün Selanik Askeri Rüştiyesinde
Matematik öğretmenidir. Öğrencisinin yeteneklerini sezip, ona “Kemal” adını
vermiştir. Böylece onun kendisinden ve arkadaşlarından farklı ve üstün
durumunu tespit etmiş, ona, daha iyiye, daha güzele doğru gitmek için
sürekli bir teşvik nedeni sağlamıştır. Prof. Dr. Yahya Akyüz’ün ifadesiyle, “bu

11
Y. Akyüz; “Atatürk’ü Yetiştiren Öğretmenlerden Birkaçı”, Atatürk Devrimleri ve Eğitim
Sempozyumu (9-10 Nisan 1981) Bildirileri, Ankara, 1981, s. 109, not: 2.
12
Şemsi Efendi’nin Atatürk üzerinde etkileri için bakınız: Sönmez; Atatürk’ün Yetişmesi ve
Öğretmenleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2004, s. 43-44. Y. Akyüz; “Atatürk’ün
Eğitim Düşüncesinin Kökenleri”, AAMD., c. VIII., S. 23, Mart 1992, s. 234-236.
49
çok önemli tarihi olayı, M. Kemal ATATÜRK’ü sürekli, daha büyük başarı ve
faziletler peşinde koşmaya iten bir destek olarak değerlendirmek gerekir.”
Ayrıca Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bir lider olarak “akılcı” ve “hesap-kitap
adamı” olmasında doğrudan rol oynayan bir faktör olarak matematik sevgisi
kabul edilecek olursa -ki bu dönemde sevdiği derslerin başında matematik
gelmektedir- Yüzbaşı Mustafa Bey’in üzerindeki yönlendirici etkisi daha da
önem kazanır.
Selanik Askerî Rüştiyesinde Mustafa Kemal’e özel ilgi gösteren
öğretmenlerinden birisi de Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Bey’dir.
ATATÜRK, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerin verdiği bir çayda
Nakiyüddin Bey’le karşılaşmış ve onun hakkında şunları söylemiştir: “...
Bununla beraber hatırlamak gerekir ki gerçek ve fedakâr öğretmenler,
eğitimciler eksik değildi. Onların bize verdikleri feyiz elbette esersiz
kalmamıştır. Şimdi burada bir yüce kişiye rastladım. O, benim Rüştiye birinci
sınıfında öğretmenim idi. Bana henüz ilk bilgileri öğretirken gelecek için ilk
fikirleri de vermişti. Demek istiyorum ki ilk ilham ana baba kucağından sonra
okuldaki eğitimcinin dilinden, vicdanından, terbiyesinden alınır...” Selanik
Askerî Rüştiyesinde 1908’e kadar 20 yıl Fransızca öğretmenliği yapan
Nakiyüddin Bey, genç M. Kemal’e bir taraftan geleceğe ilişkin fikirler verirken
bir taraftan da “Sen bu Fransızcanın peşini bırakma.” öğüdünde
bulunmuştur. Sonradan Mustafa Kemal’in Şam’da kurduğu Vatan ve Hürriyet
Cemiyetinin Selanik Şubesinin kuruluşunda, 31 Mart hadisesinin
bastırılmasında öğrencisi M. Kemal ile birlikte çalışan Nakiyüddin Bey,
Cumhuriyet döneminde ATATÜRK’ün isteği ile milletvekili adayı gösterilmiş
ve üç dönem milletvekili de seçilmiştir.13
Hayatının sonuna kadar yanından ayrılmayacak olan Nuri (Conker),
Salih (Bozok) ve Fuat (Bulca) ile arkadaşlıklarının da geliştiği Selanik Askerî
Rüştiyesinde genç Mustafa Kemal, sadece okul çalışmalarıyla da
yetinmemiştir. Onun bilgisini genişletmek, kültür seviyesini yükseltmek için o
günün şartları içinde, çevresinde çıkan yayımları takip ettiği, yarışmalara
katıldığı da görülmektedir. O tarihlerde Selanik’te ileri fikirli birkaç öğretmen
ve yazar “Çocuklara Rehber” isimli haftalık bir dergi çıkarmaktadırlar. Arı
Türkçe davasının öncülerinden olan bu derginin birçok sayısında fen ve
matematik konularında yapılan yarışmaları başaranların başında Askerî
Rüştiye son sınıf öğrencilerinden Mustafa Kemal ismi görülmektedir. Bu
onun, geniş kültürünün ve sonsuz okumak ve öğrenmek aşkının, daha çocuk
denebilecek yaşlarda dahi var olduğunu göstermektedir. Sonradan Türk dilini
öz benliğine kavuşturmak için yaptığı çalışmaların ilhamını ilk defa bu
dergideki yazılardan almış olabileceği düşünülebilir.

13
Atatürk’ün öğretmenleri ile ilgili olarak şu yayınlara bakınız: Sönmez; Atatürk’ün Yetişmesi ve
Öğretmenleri.
50
V. Manastır Askerî İdadisi Öğrenimi ve Burada Kişiliğini Etkileyen
Olaylar, İnsanlar
Mustafa Kemal, Askerî Rüştiyeyi bitirirken idadi (lise) eğitimine
İstanbul’da Kuleli Askerî Lisesinde devam etmek ister. Onun böyle bir karar
almasında, annesinin ikinci evliliğinin, yani evde bir üvey baba bulunmasının
rolü büyüktür. Böylece ana evinden ve Rumeli’den uzaklaşacaktır. Fakat
vatansever bir kurmay subay olan Hasan Bey, onu bu kararından
vazgeçirecektir. Hasan Bey, birçok defa Rüştiyeye mümeyyiz (gözetmen)
olarak gelen ve sınavlarda M. Kemal’i tanıyıp seven bir komutanıdır. Hasan
Bey, o günlerde bir münasebetle genç öğrencisine idadi, lise eğitimine
nerede devam edeceğini sorar ve niyetinin İstanbul’a gitmek olduğunu
anlayınca da şu tavsiyede bulunur: “Bundan vazgeçiniz oğlum. Manastır’a
gidiniz, orada daha iyi yetişirsiniz.” Mustafa Kemal, Hasan Bey’in bu
tavsiyesini dinleyecektir.
1896 yılı Mart ayının ortalarına kadar Selanik’te tatilini geçiren Mustafa
Kemal, tatil bitiminde Selanik’ten trenle Manastır’a yolcu edilir. İdadide yatılı
ve daha üstün dereceli bir okulun hayat ve öğretim şartlarına kısa sürede
intibak eden genç M. Kemal için, artık ömrünün sonuna kadar sürecek olan
“aile yuvası dışındaki hayat” başlıyordu. Bundan sonra ev yaşantısı sadece
izin ve tatillerde kısa süreli olabilecektir. Askerlik mesleğinin meşakkatli ve
zorlu özelliklerinden de kaynaklanan bu durum, biraz da onun “bağımsız
yaşama” karakterine uygun düşecektir.
Manastır’da sınıf arkadaşları sadece Selanik Rüştiyesindekiler
değildir. Manastır bölgesine bağlı olan, Üsküp, İpek, İşkodra, Yanya ve
Manastır Askerî Rüştiyelerinden gelen gençler de vardır. Bu ortam içinde
çeşitli karakter, mizaç ve seviyede genç insanlarla tanışmak, anlaşmak ve
onlara kendini kabul ettirmek hususunda M. Kemal’in üstün vasıflarının
burada da büyük bir rol oynadığı şüphesizdir.
Manastır İdadisinde Mustafa Kemal, matematikten yine çok başarılı,
Fransızcadan ise biraz zayıftır. Kendi hatıralarında bunu söyle
anlatmaktadır: “Askerî Rüştiyeyi ikmal ettiğim zaman, merakım epeyce ileri
gitmişti. Manastır Askerî İdadisinde riyaziye (matematik) pek kolay geldi.
Bununla meşgul olmaya devam ettim. Fakat Fransızcada geri idim. Muallim
benimle çok meşgul olmuyor, acı ihtarlarda bulunuyordu.”
Burada Mustafa Kemal’i en çok etkileyen arkadaşlarından biri olan
Ömer Naci, ona edebiyat ve şiir merakı aşılayacaktır. Sonradan İttihat ve
Terakki’nin hatibi olacak olan ve genç yaşta Birinci Dünya Harbi sırasında
hayatını kaybeden Ömer Naci, Bursa İdadisinden kovularak, Manastır
İdadisine yollanmıştı. M. Kemal hatıralarında şunları anlatıyor: “O zamana
kadar edebiyatla çok temasım yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisinden
kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak
kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın,

51
kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat olduğuna
o zaman muttali oldum. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü.
Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat beni şiirle iştigalden men etti. ‘Bu
tarz iştigal seni askerlikten uzaklaştırır’ dedi. Ne var ki güzel yazmak hevesi
ben de baki kaldı.” Bu ikazı yapan Kitabet öğretmeni Alay Emini Mehmet
Asım Efendidir. Aynı olayı M. Kemal, daha sonraları Ali Fuat Paşa’ya şöyle
anlatır: “Eğer Kitabet hocamız imdadıma yetişmeseydi, ben de şair olup
çıkacaktım. Çünkü hevesim vardı. Asım Efendi bir gün beni çağırdı. ‘Bak
oğlum Mustafa!’ dedi, ‘Şiiri filan bırak. Bu iş senin iyi asker olmana mani olur.
Diğer hocalarınla da konuştum. Onlar da benim gibi düşünüyorlar. Sen
Naci’ye bakma, o hayalperest bir çocuk. İleride belki iyi bir şair ve hatip
olabilir; fakat askerlik mesleğinde katiyen yükselemez.’ Hocamın ne kadar
haklı olduğunu hadiseler ispat etti. Çok arzu ettiği hâlde Naci, Erkânıharp
(kurmay) zabiti olamadı.”
Bu ikaz ve yönlendirmenin ATATÜRK’ün hayatını ve kaderini
doğrudan etkilediğine şüphe yoktur. Fakat Ömer Naci’nin de Mustafa
Kemal’in fikrî altyapısının oluşmasında diğer faktörlerle birlikte önemli bir rol
oynadığı da kesindir. Nitekim genç Mustafa Kemal’in dönemin “vatan ve
hürriyet” şairi Namık Kemal ile “Türkçü” şairi Mehmet Emin Yurdakul’un
şiirleri ile tanışmasında Ömer Naci’nin etkili olduğu bilinmektedir. İdadide,
Namık Kemal’i tanımak, duymak, onun gizlice elden ele dolaşan vatan
şiirlerini bulmak, okumak işini Hatip Ömer Naci sağlamıştır. ATATÜRK,
sonradan 14 Eylül 1931’de yaptığı bir konuşmada Mehmet Emin Yurdakul ile
ilgili şunları söylemiştir: “... Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk kez Manastır
Askerî İdadisinde öğrenciyken okuduğum ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim
uludur.’ dizeleriyle başlayan manzumesinde bana ulusal benliğimin gururunu
tattıran ilk anlatımı bulmuştum...”
Tarih öğretmenleri Mehmet Tevfik (Bilge) Bey’in de etkileriyle, gençler
Fransız İhtilali’nin temel ilkelerinden biri olan “hürriyet” kavramı ile de burada
tanışacaklardır. Topçu Kolağası Mehmet Tevfik Bey, o dönemin dar Osmanlı
tarihçiliği görüşünden uzak, Türk tarihini bütün genişliği ve eskiliği ile
kavramış ve öğrencilerine dersini sevdirerek, esaslı tarih bilinci ve kültürü
veren bir öğretmendi. Ali Fuat Cebesoy’un, “Değerli ve milliyetçi bir Türk
subayıydı. Türk tarihini iyi biliyor ve öğrencilerine tarih zevkini veriyordu.
ATATÜRK, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan
hocasından daima saygı ile söz etmiştir. Bir gün bana: ‘Tevfik Bey’e minnet
borcum vardır. Bana yeni bir ufuk açtı.’ demiştir.” şeklinde tanıttığı Kolağası
Mehmet Tevfik Bey (1865 - 1945)’in ATATÜRK’ün derin tarih bilgisi ve
bilincinin oluşmasında baş mimar olduğu kesindir. ATATÜRK, bu değerli
öğretmenine beslediği şükran ve minnete, onu milletvekili adayı göstererek
ve Beşinci Dönem Diyarbakır milletvekili olarak Meclise girmesini sağlayarak
karşılık vermiştir.
Manastır İdadisinin ikinci sınıfına geçen Mustafa Kemal, 1897 yılının
ilk günlerinde sıla iznini geçirmek üzere trenle Selanik’e döner. Martın ilk

52
günlerine kadar devam edecek izinden faydalanarak Fransızcasını
kuvvetlendirmeyi düşünür ve 1888’de kurulmuş olan Tophane semtindeki
“College des Freres de Salle (Frerler Okulu)”in özel kurlarına kaydını
yaptırarak dersleri düzenli olarak takip eder. Birinci sınıfta kendisini ikaz
eden Fransızca öğretmeninin “acı ihtarlarına” yeniden muhatap olmak
istemez. Kendi hatıralarında, “İki üç ay gizlice Frerler Mektebinin hususi
sınıfına devam ettim. Böylece mektep derslerine nispetle fazla derecede
Fransızca öğrendim.” demektedir. Bu özel derslerde Mustafa Kemal’in
öğretmenlerinden biri Frere Rodriquez (1849 - 1941)’dir. Bunun anlattığına
göre, Mustafa Kemal gayet ciddi, zeki ve çalışkan, elinde daima kitap
bulunan bir gençti ve subay olduktan sonra da zaman zaman kendisinden
ders almaya geliyordu. Mustafa Kemal, gerçekten İdadiden başlayarak
gençlik yıllarında Fransızca öğrenmeye büyük önem vermiştir. O, “Bir
kurmay subay mutlaka yabancı dil bilmelidir, bunun aksini düşünmek büyük
hatadır.” diyordu.
Manastır Askerî İdadisinde Mustafa Kemal’in ilk seneye ait öğrencilik
hayatı hakkında resmî bir belgeye sahip değiliz. Fakat 1897 Aralık ayında
ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçerken yalnız, Kitabet ve Fransızcadan 45
üzerinden birer not eksiği ile 44 aldığını ve 52 mevcutlu sınıfı üçüncü olarak
bitirdiğini biliyoruz. Bu seneki durumunu M. Kemal sonradan şöyle anlatıyor:
“İdadide iken muannidane (inatla) bir surette çalışıyordum. Sınıfta birinci,
ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret vardı.”
Bu çalışmanın ve başarılı bir askerî lise eğitiminin ardından Mustafa
Kemal, Aralık 1898’in ilk yarısında son bulan sınavların sonucunda her
dersten tam not (45 ve 20) alarak 54 mevcutlu üçüncü sınıfı ikinci olarak
bitirip, diplomasını alır. Aslında, Not Defteri incelendiğinde görülmektedir ki
sınıfın iki birincisi vardır. Listede birinci gösterilen “Selanikli Ahmet Tevfik
Efendi” ile ikinci sırada yer alan Mustafa Kemal’in notları aynıdır. Her ikisi de
“beher dersin tam numarası” olan 420 toplam not ile mezun olmuşlardır.
VI. Harbiye Öğrenimi ve Burada Kişiliğini Etkileyen Olaylar,
İnsanlar
1898 yılı Aralık ayının ortalarından, 1899 yılının Mart ayı ortalarına
kadar Selanik’te tatilini geçiren Mustafa Kemal, İstanbul Pangaltı’daki
Harbiye Mektebinde yükseköğrenimine devam etmek için Selanik’ten vapura
biner ve İstanbul’a, payitahta hareket eder. Böylece bütün çocukluğu ve ilk
gençlik yıllarının geçtiği Makedonya’dan ilk defa ayrılır. Birikimi ile yeni bir
hayata atılacağı, kişiliği ve düşüncelerinin daha da olgunlaşacağı Harp
Okuluna girişi (duhulü) 1 Mart 1315/13 Mart 1899, apolet numarası 1283’tür.
“Harbiyeli Mustafa Kemal”, buradaki “1315 Duhullülere Mahsus Künye
Defteri”ne “Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük memurlarından
müteveffa Ali Rıza Efendinin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa

53
Kemal Efendi Selanik 96” olarak, 1282 Selanikli Ahmet Tevfik Efendi (96) ile
1284 Manastırlı Recep Fahri Efendi (95) arasına kaydedilecektir.
Mustafa Kemal’in Harbiye’deki arkadaşları öncelikle Manastır
İdadisinden gelenlerdi. Bunlar arasında, Ahmet Tevfik ilk sırayı almaktadır.
Çocukluk arkadaşı, Rüştiye ve İdadide de birlikte okuduğu Mustafa Nuri
(Conker), Lütfi Müfit (Özdeş), Ali Fuat (Cebesoy), Arif (Ayıcı), Hayri
(Tırnovacık), Kazım (Karabekir), Ömer Naci, İsmail Hakkı (Pars), Kazım
(İnanç), Kazım (Özalp), Ali Fethi (Okyar), onu takip eden arkadaşlarıydı.
Bunların bazıları kendi devresi, bazıları da kendisinden önce veya sonraki
devrenin öğrencileri idi.
Hayri Paşa (Tırnovacık), anılarında gazeteci Naci Sadullah’ın “Sınıfta,
en fazla kimlerle samimi konuşurlardı Paşam?” sorusuna şu cevabı vermiştir:
“Manastır İdadisinden kendileriyle birlikte gelen Tevfik Bey’le -ki bu kıymetli
arkadaşı mektepten mezun olduğumuz sene kaybettik- sonra şimdi Kırşehir
mebusu bulunan Müfit Bey de samimi dostlarındandı...”
Mustafa Kemal Harbiye’de öğretime başladığı sırada, okul komutanı
24 yıl (1884 - 1908) bu kutsal yuvaya komutanlık yapmış olan Mustafa Zeki
Paşa; öğretim başkanı, o zamanki ismi ile “ders nazırı”, daha sonra
Çanakkale’de kendisine kolordu komutanlığı yapacak olan Esat Paşa’dır.
Mustafa Kemal’in Harp Okulundaki öğretmenleri arasında, onun
kişiliğini etkileyen ve onu hayata hazırlayan çok değerli öğretmenleri
olduğunu görüyoruz. Bunlar arasında; sonradan İstanbul Üniversitesinde
Profesör olan, Türk Tarih Kurumu kurucu üyesi ve milletvekili olan Fransızca
Öğretmeni Necip Asım (Yazıksız) Bey (1861 - 1935), Talim Öğretmeni
Rahmi Paşa ve onun maiyetindeki Binbaşı Fazıl Bey, sonra Korgeneral ve
milletvekili olan Yüzbaşı Naci (İldeniz) Bey ve Teğmen Osman Efendi
bulunuyordu.
Ali Fuat Cebesoy öğretmenleri hakkında şunları anlatmıştır:
“Hocalarımızdan memnunduk. Talim öğretmenlerimizin başında öğrenimini
Almanya’da yapmış olan Rahmi Paşa bulunuyordu. Maiyetinde Birinci Dünya
Savaşı’nda ölen, hünkâr yaverlerinden Binbaşı Fazıl Bey, Yüzbaşı Naci
(Rahmetli Korgeneral ve Milletvekili Naci Eldeniz) ve Teğmen Erzurumlu
Osman Efendi vardı. Osman Efendi talim yaptırırken: “Birinci mangadan
sağdan itibaren beş kişi kop da gel!” diye bizleri çağırırdı. Bundan dolayı
kendisine Kopdagel adını vermiştik. Daha sonra bu lakabı kendisi de
beğenmiş olacak ki soyadı olarak almıştır.
Mustafa Kemal en ziyade Yüzbaşı Naci Bey’i sayar ve severdi.
Hatırımda yanlış kalmadıysa, Manastır’dan tanışıyorlardı. Bu saygı ölünceye
kadar devam etti. Çok yıllar önce Naci Paşa Kolordu kumandanıyken bir
münasebetle ATATÜRK’ü ziyaret etmişti. Ben de oradaydım. Kendisine çok
itibar etti. “Buyurunuz hocam.” diye yer gösterdi ve sonra bana döndü : “Naci
Paşa Hazretleri’nin”, dedi, “İkimizin üzerinde de emeği vardır.” “Ben, okula
54
geldikten on beş gün kadar sonra ders nazırlığına Yanyalı Esat Paşa atandı.
O zaman rütbesi albaydı. Taşkentli Mehmet Kaçın’ın sülalesinden olan Esat
Paşa vatanperver ve bilgili bir askerdi. Harp Okulunda ve Harp
Akademisinde birçok ıslahat yapmıştır. Bu kişi Balkan Savaşı’nda Yanya
Savunması’nda benim kumandanımdı. Onun kolordusunun kurmay
başkanlığını yaptım, yine onun emri altında 23 ncü Tümen kumandan vekili
olarak Pasita ve Pizani mevkilerini müdafaa ettim. Yaralandığım zaman çok
üzülmüştü.”
Esat Paşa, Çanakkale Savaşları’nda ATATÜRK’e de kumandanlık
etmiştir. ATATÜRK’ün meşhur 19 ncu Tümeni Esat Paşa’nın
kumandasındaki 3 ncü Kolordunun kuruluşu içindeydi.”
Mustafa Kemal Harp Okulu birinci sınıfında 635 mevcutlu piyade
sınıfında bütün derslerden 484 not almış ve 9 uncu olarak ikinci sınıfa
geçmiştir.
Mustafa kemal ikinci sınıfta ise 420 arkadaşı arasında toplam 522 not
alarak ve 11’inci olarak üçüncü sınıfa geçmiştir.
Mustafa Kemal, üçüncü sınıfta, 459 arkadaşı arasında üç yıllık
notlarının toplamı üzerinden Harp Okulunu sekizinci olarak bitirmiştir.
Okul arkadaşlarının anlattıklarından Harbiyeli Mustafa Kemal’in, bu
dönemde hem Fransızcasını geliştirdiği hem de memleket meseleleri
üzerindeki düşüncelerinin daha da olgunlaştığı görülmektedir. Onun nasıl bir
öğrenci olduğunu ve ileriye dönük hangi düşüncelere sahip olduğunu
göstermek için Harbiye öğrenciliği ile ilgili bazı anıları buraya aynen alıyoruz.
En samimi arkadaşlarından Lütfi Müfit (Özdeş)’e göre Harbiyeli
Mustafa Kemal:
“Daha o zaman mektepte iken, şuursuz, düşüncesiz kötü bir idareye
karşı vicdan ve ruhundan fışkıran inkılapçı düşünceleri bilhassa kayda
şayandır. Her okuduğu ders, her mütalaa ettiği ilim ve fenni dikkatle tahlil
ederek neticeyi alırdı. Bütün talebe arkadaşlarının ders müşküllerini makul
ve mukni cevaplarla izah ederdi. Erkânıharbiyede mesleğe ait ihtisas
derslerinde en iyi notu Büyük Şef almıştır.” Lütfü Müfit Bey Gazi Hazretlerinin
istibdat devrinde mektepteki hatıralarını anlatırken onun gazete çıkararak
talebe arkadaşlarını aydınlattığını kaydetmiş ve şöyle devam etmişti:
“Büyük Şef, şuursuz idareden o derece ıstırap duymuştu ki daha
mektepte iken o zamanki idareye karşı arkadaşları ile hasbihâller, tenkitlere
başlamış ve hatta büyük tehlikelere rağmen haftada bir iki defa gizli olarak
gazete bile çıkarmışlardır.
Daha o zaman evladı bulunduğu asil Türk milletine ileride ne büyük
hizmetler yapmaya namzet olduğunu pek güzel anlatıyordu. Onun her hâline

55
olduğu gibi dürüst düşüncelerine meftun olan ve candan inanan arkadaşları
o büyük adamın etrafına toplanmışlardı.”
Hayri Paşa (Tırnovacık) Gazeteci Naci Sadullah’a anlatıyor: “… Gazi
Hazretleri sınıfın en zeki talebesiydi. Hâllerinden, yaşlarından umulmayan bir
olgunluk vardı. Çok kuvvetli bir ikna kabiliyetine sahipti Herhangi kavgaya tek
defa olsun karıştığını hatırlamıyorum.
Mekteplerde, intikal kabiliyetinin ve zekâlarının kıtlığını, zorlamalarla
telafiye çalışan bedbaht talebeler vardır. Bu zorlamalardan müstağni olan
Gazi Hazretlerinin kitaplar üzerinde mütemadiyen kafa patlatan ezberciler
gibi de çalıştığını hatırlamıyorum. Bilhassa merak ettikleri derslerle fazla
meşgul olurlardı. Riyaziye (matematik) ve edebiyata karşı fazla düşkünlüğü
vardı. En çok okudukları Tevfik Fikret’in bilhassa Sis manzumesini
beğenirlerdi. Namık Kemal’i, Abdülhak Hamit’i okumaktan da zevk
duyarlardı.
En fazla meşgul oldukları şeylerden biri de zamanın felsefesi ve fikrî
cereyanları idi. Toplumun henüz halledilmemiş davalarıyla dimağlarını
meşgul ederlerdi.
- Sınıftaki durumu, davranışları nasıldı?
- Gazi Hazretleri, sınıfımızın en yakışıklı, en şık, en temiz giyinen
talebesiydi. Kendisi, muasır hayatın İstanbul’dan evvel yer bulduğu
Selanik’te bulundukları için cemiyetin ince muaşeret kaidelerine hepimizden
fazla vakıftı.
- Sınıfta en fazla kimlerle konuşurlardı Paşam?
- Manastır İdadisinden kendileriyle beraber gelen Tevfik Bey’le ki bu
kıymetli arkadaşı mektepten mezun olduğu zaman kaybettik.
Sonra şimdi Kırşehir mebusu bulunan Müfit Bey de samimi
dostlarındandı…”
Harp Okulu’nda Mustafa Kemal’den bir devre önce olan (1900-Piyade-
2) fakat, okulu bitirdiğinde bir sene “tebdili hava (hava değişimi)” raporu
alarak memleketine giden ve Harp Akademisine bir yıl sonra başlayan Asım
Gündüz, orada Mustafa Kemal’le birlikte aynı sınıfları okumuştur. Anılarında
Harbiyeli Mustafa Kemal’i şöyle anlatmaktadır:
“Gerek Harbiye’de gerek Harp Akademisinde bir şey dikkatimi
çekmişti. Doğu illerinden ve Anadolu’dan gelen arkadaşlar, İstanbullular gibi,
yalnız dersleriyle meşguldüler. Sadece Manastır İdadisinden gelen
arkadaşlarımız daha çok uyanık, daha çok batıya dönüktüler. Onlar
derslerinin dışında memleketin meselelerini de tartışıyorlar, bu konularda
fikirler ileri sürüyorlardı. Mustafa Kemal de bunlardandı.

56
Beni, Mustafa Kemal’le ilk tanıştıran eski arkadaşım Fethi Bey (Okyar)
olmuştu. Mustafa Kemal, çok güzel giyinir, çok güzel konuşur, kimseyi
kırmaz, terbiyeli bir çocuktu. Doğup büyüdüğü Selanik’in batıyla daha çok
bağlantılı bulunması sebebiyle olacak, dikkati çeken fikirleri vardı. Etrafına
topladığı arkadaşlarla cesaretle konuşuyor, onları güzel konuşmasıyla kısa
zamanda tesiri altına alıyordu. Bizlerin okumadığımız birçok vatan şiirlerini
sık sık tekrarlıyordu. Namık Kemal’in bütün şiirlerini bir defterde toplamıştı.
Bu şiirleri kısa zamanda bütün arkadaşlar defterlerimize yazmış ve
ezberlemiştik. Mustafa Kemal ‘Milletleri uyandıracak olan fikir adamları,
devlet adamlarıdır.’ diyordu. Yabancı lisana karşı büyük bir hevesi vardı. Bu
maksatla Beyoğlu’nda bir Fransız madamına pansiyoner olmuştu. Bu
Fransız kadın, Fransız sefareti kuryeleriyle, ittihatçıların Paris’te
yayımladıkları gazeteleri getirtiyor ve Mustafa Kemal’e veriyordu. Fransız
kadın aynı zamanda Mustafa Kemal’e Fransızca dersi veriyordu. Bizler,
vatan, millet ve Türklük fikirlerini ilk defa, Harp Akademisi sıralarında ondan
duymuştuk. Bizim sınıfta en iyi Fransızca bilen Ali Fuat (Cebesoy)’tı. Çünkü
Ali Fuat Fransız okulundan Harbiye’ye gelmişti. Onu takiben de Mustafa
Kemal iyi Fransızca bilirdi. Mustafa Kemal, Harbiye’de iken her tatilde
Selanik’te bir Fransız okulunun tatil kurslarına devam ederek lisanını
ilerlettiğini söylerdi.”
Bütün bu anlatılanlardan anlaşılmaktadır ki Harp Okulu eğitimi ve
öğrenimi dönemi, Mustafa Kemal’in hem “vatan, millet, Türklük” fikirlerinin
olgunlaşmasında hem de batıya dönük “çağdaşlaşma” düşüncelerinin
gelişmesinde önemli bir dönem olmuştur. Ayrıca bu fikirlerini arkadaşlarına
da anlatması, okula bu fikirleri yaymak için bir gazete çıkarma girişiminde
bulunması, onun daha o dönemde liderlik özelliklerinin gelişmeye başladığını
da göstermektedir. O, yine bu dönemde özellikle ilk sınıfta İstanbul’un sosyal
hayatı içinde kendisini bulmuş görünmektedir. “İçki” ve “dans” konusunda da
bazı ilk deneyimlerin burada yaşandığı bilinmektedir.
VII. Harp Akademisi Öğrenimi ve Burada Kişiliğini Etkileyen
İnsanlar, Olaylar
Mustafa Kemal’in Harp Okulundan “neşet” tarihi olan 28 Kanunusani
1317, yani 10 Şubat 1902 Pazartesi tarihi, Harp Akademisine girdiği tarihtir.
Kara Harp Okulu Arşivindeki “1315 Duhullülere Mahsus Künye Defteri”nde
Ahmet Tevfik, Mustafa Kemal, Recep Fahri ve Ali Şevket’in yer aldığı
sayfanın başında, “Manastır Mekteb-i İdadisinden vürud eden şakirdan”
başlığının devamında “duhul” ve “neşet” tarihleri yazılıdır. Ayrıca Mustafa
Kemal’in “çiçek künyesi”nin üzerinde “3 ncü Ordu Erkânıharbiye Birinci Sene
Namzetliğine” yazılmıştır. Aynı ibareler, Ahmet Tevfik ve Ali Şevket’in
künyelerinin üzerinde de bulunmaktadır.
1848 yılında Harp Okulu içinde “Erkânıharbiye Sınıfları” adı ile kurulan
Harp Akademisi, Esat Paşa’nın Harp Okulu öğretim başkanlığına atanması
(1899)ndan sonra, yani Mustafa Kemal’in Harp Okulunda öğrenime başladığı
57
sırada yeni bazı düzenlemeler yapılmıştır. O zamana kadar Harp Okulundan
“Erkânıharp sınıfları”na geçen öğrencilere “erkânıharp (kurmay)” deniliyordu.
Esat Paşa, bunu değiştirmiş, “erkânıharp namzedi (kurmay adayı)” şekline
çevirmiştir. Bundan sonra Harp Akademisi öğrencileri kısaca “namzet (aday)”
olarak anılmaya başlanmıştır. O zamana kadar Harp Akademisinin 15 kişiyi
geçmeyen öğrenci sayısı, yine Esat Paşa’nın çabalarıyla kırka kadar
yükseltilmiştir. Fakat bu öğrencilerden ordunun ihtiyaç fazlası kısmına
kurmaylık hakkı verilmemiş, bunlar “mümtaz” adı altında ve yüzbaşı
rütbesiyle kıtalara çıkarılmışlardır.
Bu uygulamanın 1902 yılından itibaren başladığı görülmektedir. Bu
yıldan itibaren Erkânıharbiye sınıflarından “çok iyi” derecede başarı
sağlayanlara “kurmay”, ve “iyi” derecede bitirenlere “mümtaz” unvanı
verilmeye başlanmıştır. Bu usul, 1909 yılına kadar devam etmiştir.
Mümtazlar arasında “kurmay” ihtiyacını karşılamak üzere sonradan
“kurmaylıkları” onananlar da çoktur. Bu dönemde, Erkânıharp sınıfı
öğrencileri, “kurmay yüzbaşı” olarak mezun olmuşlar ve iki yıl sonra da
“kıdemli yüzbaşılığa” yükselmişlerdir.
Mustafa Kemal Akademiye başladığı yıl sınıf mevcudu, topçu ve
süvari okullarından gelenler ve değişik sebepler dolayısıyla bir üst sınıftan
kalanlar ile birlikte 43 kişidir. Mustafa Kemal ilk yılını 1922’de yayımlanan
anılarında şöyle anlatır: “Erkânıharp sınıflarına geçtik. Mutad olan derslere
çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak ben de ve bazı arkadaşlarda
yeni fikirler peyda oldu. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar
olduğunu keşfetmeye başladık...”
Kara Harp Okulu Arşivindeki elle yazılmış (matbuu olmayan) 16
numaralı Numara Defteri’ne göre ATATÜRK’ün Harp Akademisinde okuduğu
dersleri, notları ve buradaki ders başarısı şu şekildedir:
Sınıf mevcudu kırk iki kişi olan Akademi birinci sınıfta, toplam 580 olan
ders notlarından Mustafa Kemal, toplam 479 not almıştır ve başarı sırası
8’dir.
Mustafa Kemal’in, Akademi ikinci sınıfında kırk kişilik sınıf mevcudu
içinde toplam 480 puan aldığı görülmektedir ve 6. sıradadır.
Mustafa Kemal kurmay yüzbaşı olarak yeminini 8 Teşrinievvel 1320
(Hicri: 11 Şaban 1322), Miladi 21 Ekim 1904 Cuma günü eder. Mustafa
Kemal 29 Kanunuevvel 1320, yani 11 Ocak 1905 Çarşamba günü
“Erkânıharbiye yüzbaşılığı ile mektepten neşet ederek sunuf-u selasede
bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5 nci Orduya memur
buyrulmuştur.”
57’nci Dönem Akademi mezunu toplam 37 kişidir. Bunların 13’ü
“kurmay”, 27’si de “mümtaz” olmuşlardır. Mevcut bilgi ve belgelere göre
Mustafa Kemal kurmay olarak Akademiyi bitiren 13 kişi arasında 5’inci

58
olmuştur. Dönemin birincisi Ali İhsan Sabis, ikincisi Asım Gündüz, üçüncüsü
Ahmet Sedat Doğruer, dördüncüsü Ahmet Tevfik, altıncısı Mehmet Hayri
Turhan, yedincisi Mustafa İzzet Yavuzer, sekizincisi Ali Seydi Uğur,
dokuzuncusu Ali Fuat Cebesoy’dur. Diğer üç kurmay da sırasıyla şunlardır:
Süleyman Şevket Demirhan, Kemal Ohri, M. Şevki (kurmaylığı geri
alınmıştır).
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Akademideki öğretmenleri arasında
kendisini derinden etkileten öğretmenler vardı. Bu öğretmenler ve girdikleri
dersler şunlardır: Topçu Feriki (Tümgeneral), Ahmet Muhtar (Eski Osmanlı
Seferleri Tarihi), Kurmay Binbaşı Refik Bey (Napolyon Vesair Savaşlar),
Kurmay Yarbay Nuri Bey (Tabiye), Pertev Paşa (Demirhan), (kurmay
görevleriyle 1866 ve 1871 Prusya-Avusturya, Prusya-Fransa Savaşları),
Kurmay Albay Hasan Rıza Bey (Pertev Demirhan’dan sonra), Kurmay Albay
Zeki Bey, Kurmay Yarbay Fevzi Bey.
Sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal’in öğretmenlerinden
Nuri Bey ile ilişkileri konusunda şunları anlatmaktadır: “Mustafa Kemal ve
ben yeni öğretmenlerimiz içinde en çok Trabzonlu Nuri Bey’i sayıyor ve
takdir ediyorduk. Nuri Bey gerçekten geniş kültürlü, çağına göre aydın
düşünceli, stratejide üstat sayılan bir kurmay yarbaydı. Tabiye okutuyordu.
Aradaki uzaklığı korumakla beraber öğrencilerine karşı içten ve ağabeyce
davranıyordu. Yalnız ders vermekle yetinmiyor, genç kurmay adaylarının
çeşitli sorularını da yanıtlamaktan zevk duyuyordu.
‘Bir erkânıharp zabiti, askerlik dışında kalan bilgilerle de donanmış
olmalıdır. Yarın hepiniz birer kumandan olacak, sorumluluk yükleneceksiniz.’
diyordu. Nuri Bey, Birinci Dünya Savaşı seferberliğinde Kolordu kumandanı
olmuş; fakat savaşa girmeden önce bir kaza sonucunda ölmüştür.
Şimdi, Mustafa Kemal’in hayatında etkisi olan bir olaydan söz etmek
istiyorum.
Yarbay Nuri Bey, bir gün Tabiye dersinde gerilladan genişçe bir
şekilde söz etti. ‘Gerilla nedir, ne değildir?’ konusu üzerinde uzun uzun
durdu. Açıklamada bulundu ve bir ara: ‘Arkadaşlar,’ dedi. ‘Gerilla olmak ne
kadar güçse, onu bastırmak da o oranda güçtür.’
Arkadaşlar, kendisinden birkaç örnek vermesini rica ettiler. Mustafa
Kemal ise konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, olayın ülkenin herhangi bir
yerinde olmuş gibi açıklanmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Onu
arkadaşım Tevfik Selanik de destekledi. Bunun üzerine Nuri Bey: ‘Öyle ise,
Boğaz’a ait haritalarınızı açın.’ emrini verdi.
Dersten sonra Mustafa Kemal, Nuri Bey’in arkasından gitti:
‘Efendim bu söylediğiniz gerilla gerçek olabilir, değil mi?’ Nuri Bey
kendine özgü olan ve her zaman kullandığı ‘nev’ima’ sözcüğünü de
ekleyerek:
59
‘Olabilir.’ dedi. ‘Fakat artık bu kadarı yeterli.’
Bu olaydan Mustafa Kemal çok söz etmiştir. Sayın Profesör Afet İnan,
kendisinden dinleyerek edebî bir üslupla kaleme almıştır. Benim bu
yazdıklarım, yalnızca belleğimde kalan keskin çizgilerdir.
Mustafa Kemal, bu Tabiye dersinin ilk uygulama alanını Trablusgarp
Savaşları’nda buldu. Bana Tobruk’tan yolladığı bir mektupta, Kurmay Yarbay
Nuri Bey’in gerilla metotlarını başarıyla uyguladığını yazıyordu.”
Gerek kendisinin gerekse arkadaşlarının anılarından öğrendiğimize
göre Mustafa Kemal Akademide kültürel çalışmalara çok önem veriyordu.
Gazete çıkarmak işi burada Harbiye’den daha düzenli bir şekilde yürütülüyor,
kürsüden “konferans” niteliğinde konuşmalar yapıyor ve bunların metinlerini
arkadaşlarına dağıtıyordu.
Mustafa Kemal, 26 Haziran 1902 Perşembe günü Kuzguncuk’ta Ali
Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa’nın Kuzguncuk’taki köşkünde
misafir ediliyor. O gece orada kalıyor, ertesi 27 Haziran Cuma günü köşke
gelen Osman Nizami Paşa ile tanıştırılıyor. Osman Nizami Fransızca ve
Almancayı -edebiyatı dâhil- ana dili gibi bilmekte, İngilizceyi de yanlışsız
konuşabilmektedir. O gün tanışıp görüşüyorlar. Osman Nizami Paşa, II.
Abdülhamit’in baskı rejimini yumuşatacağına dair hiçbir belirti olmadığına
işaret ettikten sonra şöyle diyor:
“İstibdat idaresi, bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine batılı
manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır?
Ben buna inanmıyorum.”
Mustafa Kemal kuşkuludur. Nizami Paşa Abdülhamit’in adamlarından
biri olabilir mi? Kendisinin ağzını arayan bir hafiye midir? M. Kemal, bu
olasılıklara karşın gene de düşüncelerini cesaretle söylemeye kararlıdır.
Diyor ki:
“Paşa Hazretleri! Garplı manadaki idareler de zamanla gelişmişlerdir.
Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat
bir inkılap vukuunda bugün iş başında olanlar yerlerini muhafaza etmeye
kalkarlarsa o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lazım getir. Yeni nesiller
içerisinde her hususta itimada layık insanlar çıkacaktır.”
Osman Nizami Paşa susuyor, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap
vermiyor. Aynı günün akşamı ayrılmak üzere veda eden Mustafa Kemal’e
şunları söyler:
“Mustafa Kemal Efendi oğlum, sen, bizler gibi yalnız Erkânıharp zabiti
olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin
memleketin geleceği üzerinde müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman
olarak alma. Sende, memleketin başına gelen büyük adamların daha

60
gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri
görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.”
Osman Nizami Paşa yanılmamıştır. Çünkü Mustafa Kemal, gençlik
çağlarından beri geleceğin ATATÜRK’ünden belirtiler ve ışıklar vermiştir.
VIII. Yabancı Dil Öğrenme Gayretleri ve Bildiği Diller
M. Kemal, yetişme sürecinde yabancı dil öğrenmeye büyük bir önem
ve öncelik vermiştir. Bu önceliği de sınıf ve sıra arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a,
“Bir kurmay subay muhakkak lisan bilmelidir. Bunun aksini düşünmek büyük
hatadır.” diye açıklamıştır.
Öğrenim hayatı ve gördüğü dersler ile notları incelendiğinde Mustafa
Kemal’in, Selanik Askerî Rüştiyesi ve Manastır İdadisinde Fransızca, Harp
Okulu ve Harp Akademisinde buna ilaveten ikinci yabancı dil olarak da
Almanca eğitimi aldığını görüyoruz. Bu derslerden ya tam not alarak ya da
tam nota yakın notlar alarak geçmiştir.14
Prof. Dr. Şerafettin Turan, şu ana kadar ATATÜRK hakkında yapılmış
en iyi biyografi çalışması olan yeni eserinde, M. Kemal’in Almancası ile ilgili
bilgileri verdikten sonra; “Mustafa Kemal Almancanın dışında ikinci bir
yabancı dil daha öğrenmeyi gerekli görmüştü. Doğal olarak da yaygın olduğu
kadar Osmanlı dünyasını her yönden çok etkilemiş olan Fransızcayı
seçmişti.” diyerek15 Almancanın esas dili ikinci yabancı dilinin de Fransızca
olduğunu ifade etmektedir. Sayın Turan’ın, dönemin Türk-Alman
yakınlaşmasına bakarak bu yargıya vardığı anlaşılmaktadır: “II. Abdülhamit
döneminde orduyu Alman askeri uzmanlarının önerilerine göre düzenlemeye
ve eğitmeye yönelindiğinden açılan okullarda ve özellikle askerî okullarda
Almanca öğretimine önem verilmişti. Mustafa Kemal de Selanik
Rüştiyesinden başlayarak okullarda Almanca öğrenimi görmüştü…”16
Hâlbuki arşiv belgeleri incelendiği zaman bu yargının yanlış olduğu
görülmektedir. Bir defa, not çizelgelerine göre; M. Kemal’in öğrencilik
yıllarında Selanik Askerî Rüştiyesi ve Manastır Askeri Lisesinde Fransızca
dersi (hem de iki ayrı ders olarak: Fransızca ve Hatt-ı Fransevî) asli derstir
ve Almanca dersi yoktur. Harp Okulu ve Harp Akademisinde de bu durum
devam etmiş, Lisan-ı Fransevi (veya Fransızca) asıl yabancı dil; Almanca
veya Rusça bu isimle ikinci yabancı dil dersi olarak okutulmuştur.17
Fransızca öğrenimi konusunda Mustafa Kemal’e ilk yönlendirmeyi
Selanik Askerî Rüştiyesinde Fransızca öğretmeni olan Yüzbaşı Nakiyüddin

14
Bu konuda bakınız: Güler; Askerî Öğrenci Mustafa Kemal’in Notları (Arşiv Belgelerinin
Işığında), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2001, s. 1-82.
15
Ş. Turan; Mustafa Kemal Atatürk Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Bilgi Yayınevi, Ankara,
2004, s. 51.
16
a. g. e.; aynı yerler.
17
Bu konuda ayrıntılı bilgi için 14 numaralı dipnotta zikredilen eserimize bakılabilir.
61
Yücekök’ün yaptığını yukarıda söylemiştik. Yine yukarıda belirttiğimiz gibi,
onun yaz tatillerinde Manastır’dan Selanik’e geldiğinde 1888’de kurulmuş
olan College des Frere de la Salle’ın (Frerler Mektebi) özel kurslarına devam
ettiğini biliyoruz.
M. Kemal, Harp Okulunda Fransızcasını St. Joseph Fransız Lisesi
mezunu olan arkadaşı Ali Fuat Cebesoy ile birlikte ilerletmeye çalışmıştı.
Kendisi Ali Fuat’a teknik derslerde yardım etmeyi üstlenmiş, onun da
Fransızcasından faydalanmak istemişti: “Birbirimize yardımcı olacağız.
Merak ettiğim bazı Fransızca eserleri okumam için sık sık lügate müracaat
ediyorum. Bundan sonra sizden faydalanmaya çalışacağım.”
Akademiden arkadaşı Asım Gündüz’ün belirttiğine göre M. Kemal,
Harp Akademisine başladığında Beyoğlu’nda bir Fransız bayana pansiyoner
olmuştu. Ev sahibesi ona Fransızca dersler verdiği gibi onun için Fransız
elçiliği kuryeleri aracılığıyla İttihat ve Terakki üyesi Türklerin Paris’te
yayımladıkları gazeteleri de getiriyordu. Bu sırada tarihe merak sarmış olan
M. Kemal Osmanlı tarihine ilişkin Fransızca kitaplar okumaya da başlamıştı.
O, öğrenimini bitirdikten sonra da her vesileyle Fransızcasını
geliştirmeye, yeniden dersler almaya çalışmıştır. Balkan Savaşları yıllarından
başlayarak Mütareke dönemine kadar devam ettiği Madam Corinne’in evi
ona başkentin tanınmış kültür adamları ile tanışması, çok sesli müziğe ilgi
duyması yanında Fransızca konuşması yönünden de büyük bir imkân
sağlamıştır.18 Corinne, 1909’da M. Kemal’in arkadaşı Yüzbaşı Ömer Lütfi ile
evlenmişti. Ömer Lütfi, M. Kemal Hareket Ordusu ile İstanbul’a geldiği
zaman Corinne onu ailesi ile tanıştırmıştı. Şiire ve edebiyata eğilimli olan M.
Kemal bundan sonra İstanbul’a gelişlerinde Corinne ailesini ziyaret etmeyi
ihmal etmemiştir.
Yüzbaşı Ömer Lütfi, Balkan Savaşları sırasında şehit düşünce dul
kalan Corinne Lütfi, Beyoğlu Bursa Sokaktaki (bugün Sadri Alışık Sokağı) 4
katlı, 36 odalı konağı bir kulüp hâline getirmişti. Her Cumartesi orada “salon
günleri” düzenliyordu. Klasik müzik ağırlıklı olan, şiir ve edebiyat söyleşilerini
de içeren bu toplantılarda Corinne, piyano çalıyor, Namık Kemal’in torunu
Cezmi de kemanıyla ona eşlik ediyordu. Selim Sırrı Tarcan gibi kimi genç
aydınlar ile Şairi Azam Abdülhak Hamit Tarhan ve eşi Lüsien de salon
günlerine devam edenler arasındaydı.
Mustafa Kemal, Corinne’in ricasıyla bu toplantılara ancak iki
arkadaşını götürebiliyordu. O her seferinde Rauf Orbay’ı yanına almış, bir
keresinde de Halide Edip’i götürmüştü. M. Kemal böylece Fransızcasını

18
Corinne, İtalyan asıllı idi. Büyükbabası Gregorie Osmanlı Sarayı’nda tercüman olarak görev
almıştı. Onun oğlu Luigi (Luis) Tıbbiyeyi İstanbul’da bitirmiş ve hekim olarak albaylığa kadar
yükselmişti. Corinne, Luigi ailesinin üç çocuğundan biri olup 1883’te doğmuştu. Güzel sanatlara
eğilimli olduğundan Paris Konservatuarına yazılmış ve onun piyano ve şan bölümlerini bitirmişti.
Küçük kız kardeşi Edith de beş dil öğrenmişti. Ş. Turan; s. 52.
62
ilerletirken, giderek Corinne Lütfi ile de dost olmuşlardı. Corinne’in yeğeni
olan Melda Özverim bunu, “düşündüklerini dürüstçe birbirine ifade etmekten
çekinmeyen iki insan arasındaki gerçek dostluk” diye nitelemektedir. İkisi
arasındaki bu ilişki 1917 yılına kadar mektuplaşmalarla sürdürülmüştür. Bu
sırada M. Kemal mektuplarını Fransızca yazıyordu. Ancak bazı
mektuplarının, yazım kuralları yönünden Corinne tarafından düzeltildiği de
anlaşılmaktadır.
Sofya’dan dönen M. Kemal, oradaki ev sahibesi Hilda Christianus’a
gönderdiği mektupları da Fransızca yazmıştı. Tedavi için gittiği Karlsbad’da
da Almanca’nın yanında Fransızca dersler almıştı. Almanca öğretmeni onu
İsviçreli Mm. Heinriche ile tanıştırmıştı. “Gözleri tatlı bir mavilikte” olduğu için
âmâ olduğu anlaşılmayan bu öğretmenle haftalığı 100 krona anlaşmışlardı.
Derslere 13 Temmuz 1918’de başlanılmıştı. M. Kemal yanında götürdüğü
Balzac’ın ünlü “Le Peau de Chagrin” adlı kitabından bazı bölümler okuyarak
öğretmeninden telaffuz yanlışları varsa düzeltmesini istemişti. Mm. Heinriche
buna şu cevabı vermişti: “Beyefendi, düzelteceğiniz hiçbir şey yok.
Fransızcayı güzel telaffuz ediyorsunuz. Bilmediğiniz kelimeler için de lügate
bakınız!”
Bu dersler fazla sürmemişti. Ancak Mustafa Kemal’in Mm.
Heinriche’den aldığı cesaretle Karlsbad’daki anılarının bir kısmını Fransızca
yazdığı görülmektedir.
Fransızcasını kişisel çabasıyla ilerleten M. Kemal, yabancı
konuklarıyla görüşmelerinde bu dili kullanmaya başlamıştı. Kurtuluş Savaşı
yıllarında Ankara’ya gelen Fransız gazeteci Berthe Gaulis’ten başlayarak
yabancı ziyaretçileriyle Fransızca konuşmuştur. 1922 sonlarında Ankara’da
M. Kemal ile birçok kez görüşen İngiliz gazeteci Grace Elison, onun
Fransızcayı seçkin sözcüklerle kullandığını belirtmektedir. Bununla birlikte
Mustafa Kemal, çok önemli gördüğü konular tartışılırken Türkçe konuşmakta,
tercüman kullanmaktadır. ABD Büyükelçisi C. Sherril, bu konuda şunları
söylüyor: “İlk görüşmede âdet olduğu üzere sadece Türkçe konuşur. Eğer
konu ile ilgilenirse, nefis bir Fransızca ile devam eder.”
M. Kemal’in, katıldığı bazı uluslararası toplantılarda Fransızca
konuştuğu bilinmektedir. Mesela, 25 Ekim 1931’de İstanbul’da toplanan
İkinci Balkan Konferansı’nın son oturumuna katılarak Fransızca bir konuşma
yapmıştır.19
Mustafa Kemal, ikinci yabancı dil olarak aldığı Almanca derslerini
zaman içinde geliştirmiş, çeviri yapabilecek ve konuşulanları anlayabilecek
bir seviyeye getirmiştir. Aşağıda değerlendireceğimiz gibi, 1907’de
yayımlanan “Bölüğün Muharebe Talimi” ve 1908’de yayımlanan “Takımın
Muharebe Talimi” isimli askerliğe dair iki eseri General Litzman’dan çeviridir.

19
M. Kemal’in Fransızcası hakkındaki bu toplu bilgiler için bakınız: Ş. Turan; s. 51 vd.
63
M. Kemal ataşemiliter olarak atandığı Bulgaristan’ın Sofya şehrinde
1913 sonlarında evlerini kiraladığı Alman asıllı Christianus’un eşi Hilda’dan
(Hildegrad) Almanca dersi almıştır. Sofya’dan döndükten sonra Çanakkale
Savaşları sırasında Maydos Karargâhı’ndan Madam Hilda’ya yazdığı 6
Haziran 1915 günlü mektupta bu derslerden şu şekilde söz etmişti: “Sizin
bana verdiğiniz Almanca derslerini asla unutmadım. Sizi temin ederim ki top
gürültüleri ve mermi yağmuru altındaki mühim muharebe günlerinde dahi
hayatımın en güzel hatıraları bu güzel ve dost saatlerdi.”
O, daha sonraki yıllarda da Almancasını ilerletmek için fırsat buldukça
özel dersler almayı ihmal etmemişti. 1918’de tedavi için gittiği Karlsbad’da bir
öğretmen tutmuştu. Ancak ders veren bayan öğretmenin öğretme şeklini
beğenmediği için bu dersler fazla sürmemişti. Anılarında bu durumu şu
şekilde açıklamaktadır: “15-20 Temmuz 1918: 6 günlük sergüzeşti günü
gününe yazmak müyesser olmadı. Bu günler zarfında Almanca dersine
hitam (son) verildi.”
Bütün bu gayretler sonucunda M. Kemal, Almanca kitapları okuyup
anlayacak, kendi alanıyla ilgili olanlardan çeviriler yapacak ve günlük
konuşmaları izleyecek düzeye gelmişti. Veliaht Vahdettin’e eşlik ederek
Almanya’ya gittiğinde Kaiser Wilhem ile ilk karşılaşmalarında Kaiser’in
Almanca konuşmasına Fransızca cevap vermiştir: “Veliaht beni İmparator’a
takdim etti. Bir eli göğsü üzerinde düğmelere sokulmuş olan İmparator, öteki
eliyle elimi tuttu, çok yüksek sesle Almanca olarak:
- 16 ncı Kolordu Anafarta, dedi. Hazır bulunanlar imparatorun ihtarı
üzerine bana döndüler.
Ben Kayzer’in ne demek istediğini anladığım için biraz sıkıldım,
önüme baktım. İmparator, benim bu mahçup ve mütevazı hâlimden
şüphelenerek, yanlış bir şey söylemiş olması ihtimalini düşünmüş olsa gerek
ki bana sordu:
- Siz 16 ncı Kolordu Komutanlığı ve Anafartalar’ı yapmış olan Mustafa
Kemal değil misiniz?
Almanca sorulan suale Fransızca cevap verdim:
- Evet ekselans.”
Daha sonra Kaiser’in verdiği ziyafette General Ludendorf’a onu
göstererek “Sağdaki adamla konuş!” diye uyarıda bulunmuştu. M. Kemal bu
anısını anlatırken, “Bittabi bu konuşmaları anlayacak kadar Almanca bildiğim
için imparatorun ihtarına ve Ludendorf’un cevabına intikal etmiştim
(anlamıştım).” demiştir. Fakat daha iyi bildiği Fransızca konuşmayı tercih
etmiştir.20

20
M. Kemal’in Almancası hakkındaki bu toplu bilgiler için bakınız: Turan; s. 51. Bu Almanya
seyahati hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: M. Önder; Atatürk’ün Almanya Gezisi 15 Aralık
1917-4 Ocak 1918, Ankara, 1981, s. 1-120.
64
IX. Okuma Sevgisi
Yapılan bütün araştırmaların ortaya koyduğu üzere, ATATÜRK
inkılapları, sosyal muhtevaları ve Türk milletini hedefleyen karar ve
uygulamaları yönünden kesinlikle, uzun ve derin düşünce, analiz ve sentezin
sonucudur. Bu bakımdan felsefi, fikrî ve ilmî bir temelin olmaması mümkün
değildir. Bu nedenle ATATÜRK karşımıza güçlü bir fikir adamı, düşünce
adamı olarak çıkmaktadır. ATATÜRK bizzat, “Kumandanlar astlarından
yüksek ve âlim olmalıdırlar.” diyerek bir devlet adamı veya yönetici için fikrî
veya kültürel birikimin, olgunluğun önemini ifade etmiştir.
ATATÜRK bakımından bu birikimin oluşmasında öncelikle “okuma
tutkusu”nun etkili olduğunu söylemek mümkündür. Prof. Dr. Ş. Turan bu
konuda şunları söylemektedir: “Mustafa Kemal’in iyi bir kurmay subay olarak
yetişmesinin ötesinde, ülkesinin geleceğini düşünen bir aydın, ona
bağımsızlığını kazandıracak ulusal bir savaşın lideri, bilim ve tekniğin son
verilerine dayalı yeni bir devletin kurucusu ve her alanda çağdaşlaşmaya
yönelik bir devrimin planlayıcısı ve uygulayıcısı, özetle ATATÜRK olmasını
sağlayan etkenler arasında en büyük payı, okul sıralarında başlayarak son
nefesini verinceye kadar sürdürdüğü okuma tutkusu almaktadır. Bu tutkuda
onun yalnızca eline aldığı sayfaları okuyup tüketen biri değil, kendisinin
kültür tanımında vurguladığı gibi, okuduklarını değerlendiren, onları daha
önce okudukları ile bütünleştirip senteze ulaşabilen ve zekâsını eğiten bir
düşünür olduğu dikkati çekmektedir.”21
Elbette ATATÜRK bir bilim adamı değildir. Fakat o bilimi “en hakiki yol
gösterici” kabul ederek okuyan, araştıran, düşünen ve sentezlere varan,
bunları pratik olaylara uygulayarak problemlerin çözümünü gösteren bir fikir,
bir düşünce adamıdır. Onun bu özelliği diğer bütün niteliklerini etkisi altına
alır. O güçlü bir düşünce adamı olduğu için, kuvvetli bir devlet adamı, lider,
asker ve inkılapçıdır. Önderliğinde gerçekleştirilen Türk inkılabının her
sahada başarıya ulaşması ve milli sınırlarımızı aşarak uluslararası bir
görünüm kazanması da, onun ve hareketinin düşünce gücü ile ilgilidir.22
ATATÜRK’ün düşünce yapısının temelinde, “düşüncenin”, “fikrin”
kişisel yönden olduğu kadar toplum yaşamında ve insanların yönetiminde
çok büyük bir yer tuttuğunun da belirtilmesi gerekir. O, Sofya ataşemiliteri
iken arkadaşı Nuri Conker’in kitabı üzerine yazdığı, fakat 1918’de
yayımlanan Zabit ve Kumandanla Hasbihâl adlı kitabında “düşüncenin”
önemi üzerinde durmuştur. Musa ve İsa peygamberlerin, Napolyon gibi
kahraman öncülerin, içinde yaşadıkları toplumların düşünce ve özlemlerinin
temsilcisi olduklarını belirttikten sonra, düşüncenin önce sezişe arkasından
inanışa dönüşerek kişi ve toplum hayatını etkilediğini öne sürmüştür:

21
Turan; s. 60.
22
Güler; Atatürk ve Cumhuriyet, Türk Metal Sendikası Türk-Ar Yayınları, Ankara, 2003, s. 173.
65
“Özetle, insanları istediği gibi kullanan kuvvet, düşünceler ve bu
düşünceleri sezinleyen ve genelleştiren kimselerdir. Düşüncenin özelliği de,
hiçbir itirazın bozamayacağı bir kesin biçimle kendini kabul ettirmektir. Bu
ise, düşüncenin yavaş yavaş seziş biçiminde değişerek inanışa
dönüşmesiyle mümkündür ve öyle olduktan sonradır ki onu sarsmak için
bütün başka mantıkların, başka akıl yürütmelerin hükmü olamaz.”
M. Kemal, 20 Mart 1923’te Konya Türk Ocağında gençlere seslenirken
ülkenin geri kalmışlığının başlıca nedeninin yanlış düşünce biçimi olduğunda
ısrar ederek şunları söylemiştir: “Düşünüş biçimi zayıf, çürük, yanlış, sefih
olan bir sosyal topluluğun bütün çabası boşunadır. İtiraf etmek zorundayız ki
bütün İslam dünyasının sosyal toplumlarında hep yanlış düşünce biçimleri
egemen olduğu için, doğudan batıya kadar İslâm memleketleri, düşmanların
ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine girmiştir…”
Toplum olarak yalnızca askerliğe, savaşmaya önem vererek dünyada
bilim, teknoloji ve sanat alanlarındaki gelişmeleri yok saymanın ve onları
küçümsemenin çok yanlış olduğunu belirten M. Kemal, bu davranışın, geri
kalmanın önemli bir başka nedeni oluşturduğunu söylemiştir. Bundan
kurtulabilmek için aydınlarla halkın düşünceleri arasında bir uyum
sağlamanın zorunlu olduğunu ve aydınların batı taklitçiliğine kaçmaksızın
milletin tarihini, ruhunu ve geleneklerini doğru biçimde belirleyip halka
yaklaşması, halkın da aydınlara güven duyarak “yürümesini çabuklaştırması”
gerektiğini vurgulamıştır.
Bu nedenlerle o, yaşamı boyunca Türk bireyini, düşünen, bugünü ve
geleceği ile ilgilenen bir vatandaş düzeyine çıkarmaya çalışmıştır. Kendisinin
olayları bütün boyutlarıyla değerlendirme düzeyine yükselmesinde en büyük
etken de (diğer etkenlerle birlikte) düşünürler, yazarlar ve kitaplar olmuştu.
Onun Manastır Askerî Lisesinden başlayarak son günlerine kadar devam
eden tutku derecesindeki okuma sevgisi artık günlük bir alışkanlık hâline
gelmiştir. Özel kütüphanesi, anı defterlerine yazdığı notlar ve yaptığı kitap
siparişleri bunu somut olarak göstermektedir.23
Bu nedenle günümüzde eğitim bilimcilerin “beyin teknolojisini
geliştirme” kavramı ile ifade ettikleri “okuma yazma” faaliyetinin, M. Kemal’i
“ATATÜRK” yapan en önemli etken olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Öğrenim hayatı boyunca özellikle Manastır Askerî Lisesi yıllarında
biraz da arkadaşı Ömer Naci’nin etkisiyle bilinçli bir okuma faaliyetine
başladığını yukarıda ayrıntılı bir şekilde anlattığımız Mustafa Kemal’in okuma
sevgisi, ilerleyen yıllarda artarak devam edecektir. Manastır’da Mehmet
Emin Yurdakul, Namık Kemal gibi dönemin güçlü Türk şairleri ile tanışan
genç Mustafa, Harp Akademisi yıllarında özellikle ünlü Alman ve Japon
komutanların hayatlarına ilişkin kitapları okumaya başlamıştır. 1903’te
1870 - 1871 Alman-Fransız Savaşı’na ait bir kitabı kendisini o komutanların
23
Turan; s. 62.
66
yerine koyarak okuduğunu not defterlerinde şu şekilde anlatıyor: “İstifadeli
olabilmek için roman gibi okumayacağım. Kendimizi başkomutan yerine
vazederek (koyarak) onların o zaman edindikleri malumatı söyleyeceğim.”
Büyük bir ihtimalle bir konferans için okuduğu bu kitapta24 Başkomutan
Moltke ile aralarında anlaşmazlık bulunan 2 nci Ordu Komutanı Friderich
Karl’ı “muktedir, doğru kararlar veren” biri olarak övmektedir.
İlk görev aldığı Şam’da birlikte Vatan ve Hürriyet Cemiyetini kurdukları
Tıbbiyeden atılma Dr. Mustafa Cantekin’in dükkânındaki felsefeye,
sosyalizme ve devrime ilişkin Fransızca kitapları okumuştu.
O savaş alanlarında bile kitap okuma alışkanlığından vazgeçmemişti.
Çanakkale Savaşları sırasında Maydos’tan İstanbul’daki yakın tanıdığı
Madam Corinne’e yazdığı 20 Temmuz 1915 günlü mektupta, oraya giden
karargâh kâtiplerinden Hulki Efendi’ye satın alınması birkaç roman adı
vermesini rica etmişti. Bir süre sonra Corinne ona başka kitaplar gönderince
kendisine teşekkür etmiştir.
Kolordu ve ordu komutanı olarak Doğu Anadolu’da bulunduğu
dönemde ise birçok Türk ve yabancı yazarla birlikte Avrupa’daki son
gelişmelere ilişkin kitapları okuduğu görülmektedir. Mesela, 16 ncı Kolordu
komutanı olarak Silvan-Bitlis yöresinde bulunurken 7 Kasım - 25 Aralık 1916
günlerini içeren 49 günlük sürede şu yedi kitabı okumuştur:
1. Namık Kemal; Tarih-i Osmanî, İstanbul, 1889.
2. Namık Kemal; Makalât-ı Siyasiye ve Edebiyye, İstanbul, 1327,
(1911).
3. Mehmet Emin Yurdakul; Türkçe Şiirler, İstanbul, 1316 (1900).
4. Tevfik Fikret; Rübab-ı Şikeste, İstanbul, 1316 (1900).
5. Ahmet Hilmi - Şehbenderzade Filibeli; Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?
İstanbul, 1327 (1911).
6. Georges Forsengrive; Mebadi-i Felsefeden Birinci Kitap: İlmünnefs,
Çeviren: Ahmet Naim, İstanbul, 1331 (1915).
7. Alphonse Daudet, Sopho, Moeurs Parisienne.
Ordu Komutanı iken 1917’de okuduğu kitaplar arasında değişik
yönlerden önemli şu üç yabancı eser dikkat çekmektedir:

24
Yukarıda değinildiği gibi, Akademide kürsüden arkadaşlarına konferanslar vermekteydi.
Bunların bazılarının metinleri Akademiden sınıf arkadaşı Asım Gündüz Paşa’nın anılarında
(Hatıralarım; Hazırlayan: İ. Ilgar, İstanbul, 1973) verilmektedir. Zaten bu savaşları Akademide
ders olarak da incelemekte idiler: Kurmay görevleriyle 1866 ve 1871 Prusya-Avusturya, Prusya-
Fransa Savaşları, önce Pertev Paşa (Demirhan), sonra da Kurmay Albay Hasan Rıza Bey
tarafından anlatılmıştır.
67
1. Gustav Le Bon; Desequilibre du Monde (Cihan Muvazenesinin
Bozulması), 2 Cilt, Çeviren: Ali Reşat, Galip Ataç, İstanbul, 1340 (1924).
2. Enseignement Psycologiques de la guerre Europeenne (Avrupa
Harbinden Alınan Dersler); Çeviren: Abdullah Cevdet, İstanbul, 1918.
3. Louis Bohner; Madde ve Kuvvet.
Mustafa Kemal, tedavi için gittiği Karlsbad’da boş saatlerini hep
okuyarak geçirmiştir. Almanca ve Fransızca dersler aldığı için daha çok
yabancı dillerdeki kitapları okuduğu anlaşılmaktadır. O günlerde tuttuğu anı
defterinde gece uyumadan önce ya da sabah kahvaltısından sonra saat
08.00 - 10.00 arasında kitap okuduğunu belirtmektedir. Okuduğu kitaplar
arasında; Balzac’ın Le Peau Chagrin’i, Andre Baumier’in Revolte’u
(Ayaklanma), Marcel Prevaurt’un aşk ve evliliğe ilişkin bir eseri ile
Sosyalizmden ve Karl Marks’tan söz eden bir kitap bulunmaktadır. Bunun
Fransızcaya çevrilen Le Capital’in bir eleştirisi olduğu anlaşılmaktadır.
Mustafa Kemal, Karlsbad’dan Viyana’ya döndüğü zaman, Baron
Batz’ın Vers l’echafand; François Rauxs’nun Les Origines de l’expedition
d’egypte (Mısır Seferi’nin Başlangıcı) adlı kitaplarını ve J. Patouilletz’un Rus
dramatik yazarı Alexandre Ostrovsky’yi anlatan kitabını satın almıştı. Fakat
anılarında, “Geçen gece yeni aldığım Fransızca kitaplardan birine başlamak
istedim. Hemen hepsinin başından birkaç sayfa okudum; fakat devam için
hiçbiri üzerinde karar veremedim.” diyerek bunları pek zevkle okumadığını
da belirtmektedir.
Mustafa Kemal’in cephe de bile kitap okuma tutkusunun Millî
Mücadele sırasında da devam ettiğini biliyoruz. Mesela 1922 Mart ayına
ilişkin notlarında şu satırlar okunmaktadır:
“9 Mart: Saat 7’de kalktım. Biraz kitap okudum.
10 Mart, Aziziye: İsmet Paşa ve beraberindekiler saat 10’da gittiler.
Ben notlarımı yazıyorum. Biraz kitap okuduktan sonra yatacağım.
11 Mart: Yalnız kaldım bu notları yazdım. Biraz kitap okuyacağım.
18 Mart: Banyo almıştım. Yatakta biraz kitap okuduktan sonra
hazırlandım. Çalışma odasına geçtim; kitap okudum.”
Binbaşı Mahmut Bey’in anılarından Başkomutan’ın Büyük Taarruz
öncesinde Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanını okuduğunu ve çok beğendiğini
öğreniyoruz: “Bugün (21 Ağustos 1922) Akşehir’deyiz. İki gündür Paşa
Çalıkuşu romanını okuyor. Öyle beğendi ve sevdi ki…”
TBMM. Başkanı Mustafa Kemal’in kitap sevgisi onu tanıyan
yabancıların da dikkatini çekmiştir. Kendisini birkaç kez ziyaret etmiş olan
Fransız Gazeteci Berthe Gaulis, ikinci kez Türkiye’ye gelmeden önce
Fransa’nın Fas Genel Valisi Mareşal Lyautey’e gönderdiği mektupta (26

68
Eylül 1922); “Yakında Ankara’ya dönüş hediyesi olmak üzere yanımda küçük
bir bavul kitap götüreceğim. Çünkü orada tehalükle aranan şey budur.” diye
yazmıştır. Sonraki yıllarda da kendisini yakından tanıyan ya da onun bilim ve
sanatla ilgilendiğini öğrenen birçok yabancı yazar ve bilim adamı eserlerini
ona sunmak için âdeta birbirleri ile yarışmışlardır. Mesela, Kurtuluş Savaşı
yıllarında onunla görüşmüş olan İngiliz gazeteci Grace M. Elison, bu
izlenimlerini anlattığı Turkey To-Day adlı eserini 1 Ekim 1928’de, “Türkiye
Cumhurbaşkanı Son Ekselans Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya - Dostu
olduğum Türk ulusuna ilişkin büyük anı!” diye imzalayarak sunmuştur.25
X. Nasıl Okurdu, Nasıl Çalışırdı?
Okumayı başlıca uğraş, kitabı da arkadaş edinen Mustafa Kemal
ATATÜRK, saatlerini hatta günlerini okumakla geçiren bir insandı. M. Kemal
ATATÜRK’ün okuma tutkusu, çocukluğunda oyundan daha çok zamanını
alan, askerî okullarda dönemin baskılarına karşın uykusuz yatakhane
gecelerini dolduran, savaşın en yoğun olduğu cephelerde bile etkinliğini
sürdüren bir büyük tutkuydu. Kütüphanesinde okumakla geçen nice
gecelerin sabaha uykusuz vardığına, birer akademik toplantı olan sofra
görüşmelerinden, Boğaz’da yapılan motor gezilerine kadar çoğu
konuşmalarının kitapla ve okuma ile ilgili olduğuna yakın çevresinde
bulunanlar şahittir.
ATATÜRK’ün kitap okumadaki belirgin özelliklerinden biri, incelediği
konuya ilişkin ya da ilgisini çeken konulardaki kitapları, sürekli bir okuma ile
bitirmeden bırakmamasıdır. ATATÜRK’ün bu özelliğine değinen Falih Rıfkı
Atay, “Bir kitabı merak edince, koskoca bir cilt de olsa bitirmeden uyuyamaz
veya pek az uyku aralaması ile okumaya devam ederdi.” derken, Afet İnan,
“O, herhangi bir kitaba başladığı zaman, kitap hacmi ne olursa olsun,
bitirmeden elinden bırakmamıştır. Bir insan için normal addedilen çalışma
saatlerini çok aşan bir zamana tahammülü daima olmuştur.” diyerek bu
özelliğini vurgulamışlardır.
ATATÜRK’ün kütüphanesindeki kitaplardan birçoğunu elden
geçirdiğini belirten Uluğ İğdemir, “ATATÜRK bu kitapları bir süs olsun diye
toplamamıştır. Çoğunu okumuş ve kenarlarına çeşitli işaretler koymuştur.
ATATÜRK çok çabuk okuyan, okuduğu üzerine düşünen bir insandı.
Rahmetli Aka Gündüz ‘Dikmen Kızı’ adlı romanını ATATÜRK’ün bir gecede
okuduğunu kendisine söylediğini bize anlatmıştı.” diyerek ekliyor: “48 saat
uyumadan çalışabilen ATATÜRK’ün ilgi duyduğu bir eseri uyumadan bir
hamlede bitirmesini doğal saymak gerekir.”
Bu konuda Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri olarak uzun yıllar
ATATÜRK’ün en yakınında bulunan Hasan Rıza Soyak şunları anlatıyor:
“Okumayı çok severdi; genel bilgisini sürekli olarak artırmaya çalışırdı.

25
Kitabın Türkçesi için bakınız: Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuvayi Milliye Ankara’sı, Çeviren, İ.
Türek, Milliyet Yayınları, 1973. Turan; s. 62 vd.
69
Zengin bir kütüphanesi vardı. Okuması da çalışması gibiydi; eline aldığı
kitabı, eğer ilginç buldu ise bitirmeden bırakmazdı.
Okuduğu kitaplarda, ileri sürülen temel fikirlerle güdülen hedefleri
açıklık ve isabetle tespit eder ve gayet iyi özetlerdi.
Bir geziden Ankara’ya dönüyordum. Sabahleyin trenden iner inmez
doğru Köşk’e gitmiş, özel hizmete bakanlara ne durumda olduğunu
sormuştum; ‘İki gün, iki gecedir ki durmadan kitap okuyor; yalnız birkaç kere
banyo yaptı ve koltuğunda dinlendi.’ dediler.
İzin alıp yatak odasına girdim; beyaz keten gecelik entarisi ile, geniş
koltuğuna bağdaş kurmuş, dinleniyordu; elinde bitirmek üzere bulunduğu
kitap vardı, bana:
‘Hoş geldin, otur bakalım… Elime bir tarih kitabı geçti… Bilmem ne
zamandan beri okuyorum.’ dedi, hayretle sordum:
‘Yorulmadınız mı Paşam?’
‘Hayır; yalnız gözlerim yaşarıyor; fakat onun da çaresini buldum.
Birkaç metre tülbent aldırdım, işte gördüğün gibi parça parça kestirdim; ara
sıra bunlarla gözlerimi kuruluyorum.’ ”
Bu konudaki bir başka anıyı da “ATATÜRK’ün Uşağı İdim” adlı
kitabında Cemal Granda şöyle anlatıyor: “Üçüncü gecedir ki ATATÜRK
gözünü kırpmıyordu. Kütüphanede yere serili ayı postunun üstüne uzanıyor
ve çalışıyordu. Notlarının arasına gömülmüştü. Yerler tarih kitaplarıyla
doluydu. Sadece duş yapıyor, kurulanıp tekrar odaya kapanıyordu. Yemeğini
bile kütüphaneye getiriyorduk.”
Bu çalışma temposu, gerçekte bunca büyük işleri başaran Mustafa
Kemal ATATÜRK’ün genel çalışma temposu idi. Afet İnan’ın da belirttiği gibi,
“ATATÜRK çalışma hayatında yorulmaz bir kudrete maliktir.” Zaten, birçok
insanı bugün hayrete düşüren “57 yıllık bir ömre bu kadar çok işi nasıl
sığdırabildiği” sorusunun cevabını da işte bu çalışma temposunda aramak
lazımdır.
Uluğ İğdemir, ATATÜRK’ün yoğun okuma ve çalışmalarından bir
örnek olarak, bir kongre öncesi çalışmalarını şu şekilde anlatıyor: “1937
İkinci Tarih Kongresi, bu kongreye çağrılan 25 kadar yabancı bilginin de
katılmasıyla milletlerarası bir kongre karakterini kazanmıştı. Kongreye yerli
ve yabancı 90 kadar bilim adamı bildiri sunmuştu. Kongreden önce
gönderilen bu bildirilerin tümünü ATATÜRK okumuş ve hepsi hakkındaki
düşüncelerini ayrı ayrı bildirilerin altına yazarak Kuruma geri göndermiştir.
Bunlardan 10-15 bildiriyi bir gecede okuduğuna şahit olmuşuzdur. ATATÜRK
konulara böyle sarılır ve bu güçle çalışırdı.”
Falih Rıfkı Atay’ın da belirttiği gibi; ATATÜRK’ün “Kitap okuyuşu da
nutkunu yazışı gibiydi. Başladı mı, eser kaç cilt olsa bitirirdi… Erişmek
70
ihtirası ile yanar, bu yanış onda bütün tabii insanlık zaaflarını silip
süpürürdü.”
ATATÜRK’ün kitap okumada dikkat çeken önemli bir özelliği de
okuduğu kitabın önemli bulduğu yerlerini kendine özgü işaretlerle
belirlemesi, satır altlarını çizmesi ve sayfa kenarlarına notlar almasıdır. Afet
İnan bu konuda şunları söylüyor:
“ATATÜRK kitapları mutlaka masa başında okumuş, elinde kırmızı
mavi uçlu kalemle, bazen kitap üzerine çizgi ve işaretler yapmış, bazen de
kurşun kalemle kağıtlara notlar almıştır. Yeni köşkte kütüphanesindeki yazı
masasında oturduğu pek nadirdir. Daha ziyade orta yerdeki uzun ve geniş
masanın üzerine çeşitli kitap ve lügatleri dizdirir, karşısında saat, yanında
sigara kutusu bulunurdu. Sık sık içtiği kahve, uzun çalışmalarına biraz fasıla
verdirebilirdi. Çalıştığı yerdeki kitapların yerleri değişmemeliydi.
Kitap, lügat ve broşürlerin hemen her gece taşındığı bir yer daha
vardır: Köşkün yemek salonu. Yemek salonunun demirbaş eşyalarından biri,
bilhassa 1935’ten sonra, elektrikle döner geniş bir kara tahtadır. Bu gece
toplantılarında, konuşulan mevzuun mahiyetine göre kütüphaneden kitaplar
gelir, pasajlar okunurdu.
Velhasıl kitap hangi konuda olursa olsun ATATÜRK’ün fikir ve hayatı
için değerli bir varlık mahiyetindeydi. ATATÜRK’ün hayatında iyi ve öğretici
kitabın yeri daima büyük olmuştur.
Bu çalışmalar yanında mesela hükûmetin iktisadi meseleleri üzerinde
titizlikle durduğu, onları okuyarak ilgililerden izahat aldığı ve yazılar üzerinde
işaretler yaparak mütalaasını söylediği olmuştur.”
Yine Afet İnan, ekonomik konularla çok yakından ilgilenen ve bu
konuyu devletin başlıca ödevlerinden biri olarak değerlendiren ATATÜRK’ün,
1933 tarihli Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı raporlarını okurken yaptığı
işaretlemeleri, “… Soru işaretleri, dikkat demek olan ‘D’ harfi ve bazen de bir
iki kelime” olarak tanımlamaktadır.
Afet İnan’ın belirttiğine göre, “Onun dikkatle okuduğu kitapları, siz
okuyacak olsanız işaretlemiş olduğu şekilleri bilmiş olursanız, kitabın bütün
enteresan taraflarının belirtildiği meydana çıkar.”
ATATÜRK’ün genellikle kırmızı ve mavi renkli kalemlerle, “metin
kenarını işaretlemek adeti olduğu için, kitapları nasıl dikkatle okumuş
olduğunu bu renkli işaretlerden” anlamak mümkündür. Onun kitap okurken
koyduğu işaretler ve bunların anlamları şu şekildedir:
Cümlelerin altını bazen kırmızı bazen de mavi kalemle çizmiştir.
Kırmızı kalemle çizdikleri, fikri kuvvetli bulduğu ve kendisinin de katıldığı;
mavi kalemle çizdikleri ise o fikri beğenmediği anlamına gelir.26

26
Atatürk’ün çalışma ve okuma şekli ile ilgili bilgiler şu iki eserden alınmıştır: Y. Vurkaç; Atatürk
ve Kitap, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1985, s. 81-85. S. Borak; Atatürk ve Edebiyat, Kırmızı
71
XI. Özel Kütüphanesi
Okumaya bu kadar düşkün olan ve güçlü bir düşünce adamı, fikir
adamı olarak kendi ve milletinin hayatını şekillendiren Mustafa Kemal
ATATÜRK, çok önemli bir özel kitaplığa veya özel kütüphaneye sahipti.
Onun görev yaptığı cephelere giderken bavullarla kitap taşıdığını, düzenli bir
ev hayatı yaşarken de aynı zamanda bir çalışma odası olarak kullandığı
mutlaka iyi bir kütüphane odası hazırlattığı, nihayet yurt gezilerine çıktığı
zaman o şehirlerin kütüphanelerinden kitaplar getirterek okuduğunu
biliyoruz.
Kitaba olan ilgisi nedeniyle Çankaya’da pembe boyalı yeni köşk
yapılırken Afet İnan’ın belirttiğine göre, mimarlardan iki şey istemişti: Büyük
ve ferah bir yemek odası; üzerine büyük haritaların serileceği geniş bir
masanın da konulacağı büyük bir kütüphane. Çünkü bu bölümlerin onun
günlük hayatında çok önemli yeri vardı. “Çankaya sofrası” veya “Çankaya
fikir sofrası” olarak anılan yemek esnasında çok değişik meseleleri yetkililer,
uzmanlar ya da çağrılan bilim, sanat adamları ile görüşüp tartışmasına
elverişli geniş bir yemek salonu gerekliydi. Öte yandan kendisi günün büyük
bölümünü kütüphanede okuyarak ve çalışarak geçirmekteydi. Fakat eski
Kuleli Köşk mevcut kitapları almaz olmuştu. Böylece yeni köşkte rafları
tavana kadar yükselen 2 bölmeli büyük bir kütüphane salonu yapılmıştı. Bu
bölüm gül bahçesine baktığından, okuma zevkini artıran bir özellik de
taşımaktaydı.
ATATÜRK’ün oluşturduğu özel kitaplığındaki kitapların sayısı 4289’u,
bibliyografik künye de 10.000’i bulmuştu. Süreli yayınlar dışında bunların
değişik bilim dallarındaki dağılımı da onun ne kadar geniş bir yelpazede bilgi
edinmek ve böylece kendisini sürekli yenilemek istediğini göstermektedir.
1973’te yayımlanan ATATÜRK’ün Özel Kütüphanesinin Kataloğu (Millî
Kütüphane Yayını)’na göre kitapların bilim dallarına göre dağılımı Tablo:
1’de verilmiştir.27
ATATÜRK’ün özel kütüphanesinde yer alan kitapların sayıca durumu
aynı zamanda onun ilgi alanı veya uğraştığı konuların önem derecesini de
göstermektedir. Bu anlamda bakıldığı zaman, “tarih” ön planda, bunun içinde
de “Türk dünyası tarihi” ilk sırada yer almaktadır. Bu sıralama Tablo: 2’de
gösterilmiştir.
ATATÜRK’ün Özel Kütüphanesi Kataloğu’nda 106 konu başlığı
altında toplanan (ve 102 konu başlığında künye sayısı alan) kitapların

Beyaz Yayınları, İstanbul, 2004, s. 164-165. Atatürk’ün okuduğu kitaplara koyduğu işaret ve
notlar Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesinde görülebilir. Bunlar Anıtkabir Derneğinin
yayımladığı, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar isimli yayında da bulunmaktadır.
27
Düzenleme onlu Dewey sistemine göre yapılmıştır. Yüzde değerleri, grubun, toplam kitap
sayısı geneline olan oranıdır. Tabloda alt konular, kitap sayısının fazlalığına göre sıralanmıştır.
Bu konuda bakınız: Vurkaç; s. 67-68.
72
bütünü dikkate alındığında, Tablo: 2’de kitap sayıları belirtilen konuların
kütüphane genelindeki ağırlıkları, ATATÜRK’ün yaşamı boyunca ve yeni
Türkiye’nin kuruluşundaki yüce çabaları içinde hangi konulara ağırlık
verdiğinin bir göstergesi de olmaktadır. Bu dökümün ortaya koyduğu ilginç
bir sonuç da edebiyat alanındaki kitapların, ATATÜRK’ün temel ilgi ve
inceleme alanına giren kitapları izleyen bir çoklukla, kütüphanede yer almış
olduğudur.
Tablo: 2’deki döküme alınmayan ve kütüphanenin yaklaşık % 37’sini
oluşturan 1576 kitap ise, 82 konu başlığına dağılarak kütüphanede yer
almaktadır.28
ATATÜRK’ün Özel Kütüphanesinin Kataloğu’nda verilen bilgilerden
biri de kitaplar üzerinde bulunan işaret ve notların ayrıntılı olarak dökümüdür.
Yukarıda “Nasıl okurdu?” sorusuna cevap ararken de belirtildiği gibi,
çoğunun ATATÜRK tarafından konulduğunu bildiğimiz bu işaret ve notlara
göre yapılan bir tasnif ise, ATATÜRK’ün okurken hangi konulardaki kitaplar
üzerinde ve o kitaplardaki hangi bölümler üzerinde önemle durduğunu
belirlemek açısından yararlı olacaktır.
Katalogtaki bilgiler veri olarak alındığında, ATATÜRK’ün
kütüphanesinde 194’ü işaretli, 9’u notlu ve 101’i işaretli-notlu olmak üzere,
304 işaretlenmiş kitap bulunmaktadır. Bu kitaplardan 192’si Fransızca, 91’i
Türkçe, 9’u İngilizce ve 12’si Almanca, başta olmak üzere diğer yabancı
dillerde basılmıştır. Fransızca kitapların çoğu yalnızca işaretlenmiş iken,
Türkçe kitaplarda notlu ve işaretli kitap sayısının daha çok olduğu görülüyor.
Bu şekilde olan 304 kitabın dökümü Tablo: 3’te verilmiştir.
Tablo: 3’te “Değişik Konular 1” ve “Değişik Konular 2” olarak gösterilen
kitapların konuları, dilleri ve sayıları da şu şekildedir: Eğitim, ders kitapları,
psikoloji, genel dil bilimi, Türk tiyatrosu, başka diller edebiyatı, biyografi,
Latince, Hristiyan olmayan dinler ve mühendislik konularında, 11’i Fransızca
ve 9’u Türkçe olmak üzere her konuda ikişer kitaptan 20 kitap ve kamu
yönetimi, sosyal refah, karşılaştırmalı dil bilimi, din, felsefe sistemleri,
metafizik, estetik, kütüphanecilik, heykeltıraşlık, müzik, güzel sanatlar,
dinlenme ve eğlence, edebiyat, Türk romanı ve hikâyesi, Türk edebiyatından
çeşitli eserler, Türk edebiyatı tarihi, İngiliz edebiyatı, Afrika tarihi ve kimya
konularında 5’i Türkçe, 10’u Fransızca ve 4’ü öbür dillerde olmak üzere,
belirtilen her konudan birer kitaptan 19 kitap daha işaretli ve veya notlu
kitaplar içinde yer almaktadır.29

28
Vurkaç; s. 69-70.
29
Atatürk’ün okurken işaret ve not koyduğu bu kitapların listesi için bakınız: Vurkaç; s. 72-79.
Anıtkabir Derneği tarafından yayınlanan Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar (1-24 Cilt, Ankara, 2001)
isimli eser konuyla ilgili olarak son yıllarda yapılan önemli bir çalışmadır. Bu çalışmada,
Atatürk’ün okuyup satır altlarını çizdiği, sayfa kenarlarına notlar aldığı, özel işaretler koyduğu,
açıklamalar yaptığı kitap ve dergilerin bu bölümlerinin tamamı çevrilerek, fotokopileriyle birlikte
yayımlanmıştır. Eser yayınlanırken, Atatürk’ün okuduğu kitaplar ve yazarları hakkında yeri
73
ATATÜRK’ün özel kütüphanesinde dikkat çeken bir diğer husus da
imzalı hediye kitapların varlığıdır. Kütüphanede her dilden, çoğu yazarı,
çevirmeni ya da yayıncısı tarafından armağan edilen çok sayıda kitap
bulunmaktadır. Bunlar arasında; Finlandiya Hükûmetinin armağanı olan bir
kitap, İngiliz kralının ithafı ve çevirmen imzalı bir kitap, F. von der Goltz
imzalı bir kitap ile İsmet Paşa ve Fevzi Çakmak imzalı kitaplar da
bulunmaktadır. Ayrıca, yukarıda bir vesile ile bahsettiğimiz, Fransız Kadın
Gazeteci Berthe Georges-Gaulis imzalı dört kitap ile, İngiliz Kadın Gazeteci
Grace M. Ellison imzalı bir kitap vardır.30
XII. ATATÜRK’ün Gazeteci Kimliği ve Başyazıları
Mustafa Kemal ATATÜRK, daha Harbiye’deki öğrencilik yıllarından
başlayarak “gazetecilik” merakı olan ve zaman zaman “başyazarlığa” uzanan
bir çizgide düşüncelerini önce yakın çevresindekilere, sonra da kamuoyuna
ulaştırmaya çalışan bir insandı. Onun bu konudaki çalışmalarını, yetişmesi
ve kişiliğinin şekillenmesi çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir.
Öğrencilik yıllarında güzel yazı yazma ve konuşmaya eğilim gösteren
Mustafa Kemal, “gazetecilik ve yazarlığın içinde ikinci bir meslek gibi
yeşermiş ve dalgalanmış” olduğunu söylemiştir. Yazmış olduğu Anafartalar
Savaşı’na ilişkin bir tarihçeyi Sabiha Gökçen’e verirken bu konuyu şu şekilde
açıklamıştır:
“Doğrusu, yazmak, yazabilmek ve görüşlerini başkalarına, geniş
okuyucu kitlelerine iletmek ne kadar güzel bir şeydir kim bilir? Bunun içindir
ki ben yazarları, gazetecileri, sanatçıları çok ama pek çok sever ve takdir
ederim.
Çocukluğumda henüz ilkokul sıralarında öyküler karalamaya niyet
ettim; ama olmadı. Daha sonraları askerî okulda gazeteciliğe iyiden iyiye
merak sardım. Diyebilirim ki gazetecilik ve yazarlık içimde bir ikinci meslek
gibi yeşermiş, dalgalanmıştı.
Şimdi bir soru gelebilir Gökçen aklına, klasik bir soru: Asker
olmasaydınız, devlet adamı olmasaydınız, gazeteci ya da yazar olur
muydunuz? Hiç şüphen olmasın, bu mesleğe girerdim. Üstelik yazarlık da
gazetecilik de bir asker kadar, bir devlet adamı kadar, bir eğitimci kadar
sorumluluk isteyen kutsal mesleklerden biridir. Fikirlerdir ki insanları ya
karanlığa ya da aydınlığa götürürler. Üstelik bir yaratma mevzubahistir.
Buna, mesleğin kendine özgü heyecanını da eklersen, bana hak verirsin.”31

geldikçe genel bir değerlendirme yapılsa idi, daha faydalı olabilirdi. Bu 24 ciltlik önemli eser
üzerinde ciddi bilimsel çalışmalar yapılarak, Atatürk’ün düşünce yapısının kaynakları daha
ayrıntılı bir şekilde tespit edilebilir.
30
Vurkaç; s. 79-80.
31
Turan; s. 694.
74
M. Kemal henüz genç bir Harbiye öğrencisi iken, bazı arkadaşları ile
birlikte bir el gazetesi çıkarmış, bu gazete ile istibdat yönetimine karşı savaş
açmıştır. Bu gazete okulun dört duvarı arasında kalacaktı; ama pek kısa bir
süre sonra imparatorluğun her köşesine yayılacak olan subay adaylarına
özgürlük fikrini aşılayacaktı. Bu görevi başta M. Kemal olmak üzere Ömer
Naci, Ali Fuat (Cebesoy), İsmail Hakkı (Muhittin Baha Pars’ın ağabeyi) ve
diğer birkaç arkadaş üzerlerine almışlardı.
Harp Okulunda çekirdeği atılan bu duvar gazetesi ancak üç sayı kadar
çıkarılabilmiştir. Harp Okulunda M. Kemal’in liderliğinde çıkarılan bu el
gazetesi aynı amaçla Harp Akademisinde de çıkarılmaya devam edilmiştir.
Lider yine M. Kemal’dir. Gazete, Harp Akademisi birinci sınıfının yanında
veteriner subaylarına ayrılmış bulunan odada (veteriner dershanesi) gizlice
hazırlanmıştır. Gazetenin amacı edebi olmaktan çok, siyasidir ve orduda
önemli görevler alacak olan kurmay subayları muhatap almaktadır. Harbiye
ve Akademi aynı bina içinde olduğu için de Harbiyelilere de dağıtılmaktadır.
Fakat bir gün gazeteyi hazırlayan ekip, Okul Nazırı Ali Rıza Paşa tarafından
suçüstü yakalanmıştı. Namuslu ve vicdanlı bir insan olan Ali Rıza Paşa
öğrencilere nasihat etmiş, ceza vermemiştir.32
Mustafa Kemal’in “gazeteciliği” ile ilgili önemli bir anı da Trablusgarp’a
gidişleri ve oradan dönüşleri sırasında yaşanmıştır. İtalyanların 28/29 Eylül
1911’de Trablusgarp’a saldırmaları üzerine, Osmanlı Devleti müdahale
imkânı bulamayınca, vatansever bazı subayların gönderilmesine ve yerel
aşiretlerin örgütlenerek İtalyanlara karşı mücadele edilmesine karar
verilmişti. Teşkilatı Mahsusa tarafından gizlice Trablusgarp’a götürülen M.
Kemal ve arkadaşlarına başka kimlikler ve meslekler bulunmuştu. Mustafa
Kemal giderken ve dönerken pasaportunun “meslek” hanesine “gazeteci”,
adını da “Mustafa Şerif” yazdırtmıştır.
M. Kemal, gidişi sırasında 17 Ekim 1911 (İskenderiye)’de İstanbul’daki
Fuat Bulca’ya; 15 ve 28 Kasım 1911 (İskenderiye)’de Selanik’teki Salih
Bozok’a yazdığı mektuplarda Mustafa Şerif takma ismini kullanmıştır. Yine
İskenderiye’de bulunan Nuri Conker de Selanik’teki Salih Bozok’a yazdığı 15
Kasım 1911 tarihli mektupta Mustafa Kemal’den “bizim Şerif” diye
bahsetmekte idi.33
Derne’de gözlerinden rahatsızlanan M. Kemal, çocukluk arkadaşı ve
akrabası aynı zamanda Trablusgarp’ta birlikte görev yaptığı Fuat Bulca ile
Viyana’ya dönecekti. Grup Komutanı Binbaşı Enver Bey (Enver Paşa)
pasaport ve para meselelerini halletmekle Teşkilatı Mahsusa lideri Eşref
Bey’i (Sencer Kuşçubaşı) görevlendirdi. Eşref Bey’in “Hangi mesleği tercih

32
S. Borak; Atatürk ve Edebiyat, s. 87-90. Bu olayla ilgili anıları Ali Fuat Cebesoy ünlü
anılarında ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır.
33
Bu mektuplar için bakınız: U. Kocatürk; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk
Günlüğü, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, s. 13-14. Borak; Atatürk’ün Özel Mektupları,
Kırmızı Beyaz Yayınları, İstanbul, 2004, s. 28-31 ve 44 vd.
75
edersiniz? Pasaportta ne olduğunu kaydettireyim?” sorusu üzerine, Eşref
Bey’in çadırında yatağa uzanmış olan M. Kemal, düşünmeden “gazeteciliği”
cevabını verdi. F. Bulca bu sahnenin devamını anılarında şu şekilde
anlatıyor:
“Bu onun gerçekten sevdiği bir işti: Güzel yazar, güzel konuşurdu…
Fakat hemen ilave etti:
Eşref Bey pasaporta böyle bir meslek yazdırtmayı muvafık görürse…
Eşref Bey hemen cevap verdi:
- Ne demek. Elbette muvafık görürüm. Lisan bilirsiniz, güzel yazar
güzel konuşursunuz. Her hâlde bizim Babıali mensuplarını aratmazsınız.
Hep beraber güldük ve ikimiz de Viyana yolculuğunda birer ‘gazeteci’
idik. Anlaşılan o devirde, gazeteci demek kâfi geliyordu. Çünkü
pasaportumuzda hangi gazetenin mensubu olduğumuz kayıtlı değildi amma,
yolda Mustafa Kemal böyle bir sual karşısında kalırsak ne cevap
vereceğimizi de düşündü. Beğendiği gazetenin adını söyleyip bir
münakaşaya vesile olmak istemem. Fakat bu beğenilen isimde, hür ve
serbest ruhunun izlerine rastlanabilir.”34
Mustafa Kemal’in gazetecilik merakı Minber gazetesi ortaklığı ile daha
ciddi bir merhaleye taşınmıştır. M. Kemal Paşa, Ali Fethi (Okyar) Bey ile
birlikte bu gazetenin ortakları arasındadır. 1 Kasım 1918’de yayım hayatına
başlayan Minber gazetesinin imtiyaz sahibi İstanbul Milletvekili Ali Fethi
(Okyar) Bey; mesul müdürü de Dr. Rasim Ferit idi. Sonradan milletvekili olan
Dr. Rasim Ferit, M. Kemal’in İstanbul’da bulunduğu sıralarda sık sık
görüştüğü bir arkadaşı idi. Gazetenin çıkış hazırlıkları 1917 yılı içinde
başlamıştır. Aynı yılın 7 Ekiminde, 7 nci Ordudan istifa ederek İstanbul’a
dönen Mustafa Kemal, Cemal Paşa tarafından Halep’te satılan taylarının
satışından elde ettiği para ile Minber gazetesine ortak olmuştur.
Minber gazetesi, hemen her sayısında özgür kuruluşları, adalet,
özgürlük ve eşitlik ilkelerini savunmakta, özellikle basın özgürlüğü üzerinde
önemle durmaktadır. Gazetede “Mustafa Kemal” imzalı hiçbir yazı yoktur.
Fakat Mustafa Kemal’e ait birçok aktüel haber, röportaj, kendi
mektuplarından aktarmalar vardır.
Ali Fethi Okyar, anılarında gazeteyi çıkarma fikrinin Mustafa Kemal
tarafından kendisine telkin edildiğini; gazetenin “Minber” (Kürsü) ismini de M.
Kemal’in bulduğunu anlatmaktadır. Mustafa Kemal’in, arkadaşı Nuri
Conker’in “Zabit ve Kumandan” ismiyle yazdığı kitaptan hareketle 1914’te
tamamladığı “Zabit ve Kumandan İle Hasbihâl” isimli kitabı da 1918’de
Minber gazetesinin matbaasında basılmıştır.

34
Çok fazla bilinmeyen bu anekdot için bakınız: C. Kutay; Trablusgarp’ta Bir Avuç Kahraman,
Tarih Yayınları Müessesesi, İstanbul, 1963, s. 59-60.
76
Minber gazetesi, 1 Kasım 1918’den itibaren 22 Aralık 1918 gününe
kadar 51 sayı çıktıktan sonra kapanmıştır.35
M. Kemal ATATÜRK, gazete işinin peşini bırakmayacak, Sivas’ta Millî
Mücadele’nin sesi olacak bir gazete çıkartacaktır: İradei Milliye. Bu gazete,
Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya gelmesinden sonra da Hâkimiyeti Milliye
ismiyle yayın hayatına devam edecektir. Anlaşılacağı gibi, her iki gazetenin
adı da ATATÜRK’ün “demokrasi” özlemi ve inancını yansıtmaktadır.
ATATÜRK’ün gazeteci kimliği ve merakı konusunda üzerinde
durulması gereken bir diğer husus da yazdığı veya “dikte ettirdiği baş
makaleler”dir. ATATÜRK, cumhurbaşkanlığı döneminde çözmeye çalıştığı
dış diplomatik meselelere ilişkin görüşlerini gazete makaleleri biçiminde
kaleme almış; fakat bunlar başka yazar ya da gazetecilerin imzasıyla
çıkmıştır.
“Boğazlar” konusunda Montreux görüşmeleri sürerken Pravda
gazetesinde çıkan eleştirilere cevaben yazdığı makale, Yunus Nadi’nin
imzası ile Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır (10 Temmuz 1936).
“Hatay meselesi” sırasında yazdığı makaleler ise Cumhuriyet ve Vakit
gazetelerinde çıkmıştır. “İskenderun Sancağı”na verdiği “Hatay” adına ilişkin
yazısı “Tarihten Bir Yaprak: Bir Türk Camiasının Adı” başlığı ve İsmail
Müştak Mayokan imzasıyla Cumhuriyet’te (10 Ekim 1936) yayımlanmıştır.36
Mustafa Kemal ATATÜRK, önce adı “Kurun”, olan “Vakit” gazetesinde
de “Asım Us” imzasıyla beş adet başyazı yayımlamıştır. O tarihte aynı
gazetenin yazı işlerinde çalışan Hikmet Münir Ebcioğlu ve Niyazi Ahmet
Banoğlu “dikte” olayının tanıklarıdır. Banoğlu, bu olaya ilk kez 1949 yılında
günlük bir gazetede yayımladığı “ATATÜRK ve Hususi Hayatı” adlı tefrikada
değinmiştir. Sonradan, ATATÜRK’ün dikte ettiği bu başmakalelerden beşini
Asım Us’la birlikte koleksiyonlardan tespit ederek bir kitapta toplamıştır. 22-
27 Ocak 1937’de yayımlanan bu makalelerin hepsinde ATATÜRK’ün “Hatay
Meselesi”ni konu edindiği ve Fransızların davranışlarını eleştirdiği
görülmektedir.37
XIII. M. Kemal ATATÜRK’ün Eserleri
Tutku derecesinde büyük bir okuma sevgisine ve devlet adamı olarak
döneminde ve bugün örneğine rastlanmayacak büyüklükte bir özel
kütüphaneye sahip olan Mustafa Kemal ATATÜRK’ün eser vermemesi, kitap
yazmaması düşünülemezdi. Çünkü bu tutku ve birikim, yani gelişmiş “beyin

35
Minber gazetesi hakkında bakınız: F. Tevetoğlu; “Atatürk’le Okyar’ın Çıkardıkları Gazete:
Minber”, Atatürk Araştırma Merkezi D., c. V., S. 13 (Kasım 1988), s. 183-193. S. Borak;
Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları (1899-16 Mayıs 1919), Kırmızı Beyaz Yayınları, İstanbul,
2004, s. 179-184.
36
Turan; s. 699-700.
37
Borak; Atatürk ve Edebiyat, s. 105-118. Burada makalelerin metinleri de yer almaktadır.
77
teknolojisi” doğal olarak bir ürün ya da birçok ürün verecekti. Nitekim öyle
olmuş, ATATÜRK değişik dönemlerde başta “Büyük Nutuk” olmak üzere pek
çok eser yazmıştır.
Yazdığı veya çevirdiği eserlerden yalnızca askerliğe dair olan 7 kitap
ile Nutuk, onun adını taşımakta; diğerlerinde ismi bulunmamaktadır. Ders
kitabı olarak yazdığı “Geometri” kitabında yazar adı belirtilmemiş, büyük
kısmını yazdığı “Medeni Bilgiler”de Afet İnan’ın adı kullanılmış, bir
bölümünün yazımını üstlendiği “Tarih” kitapları da Tarih Kurumu yayını
olarak çıkmıştır. Çeşitli konuşma, demeç, telgraf ve mektupları da
derlemeciler tarafından yayımlanmıştır.
ATATÜRK’ün eserleri Sayın Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın yaptığı
tasnife göre şu şekilde sıralanabilir:38
A. Askerliğe İlişkin Eserleri
1. Bölüğün Muharebe Talimi; General Litzman’dan Çeviri, Tab’ı ve
naşiri: İbrahim Hilmi, İstanbul, 1323 (1907), 46 s.
2. Takımın Muharebe Talimi; General Litzman’dan Çeviri, Asır
Matbaası, Selanik, 1324 (1908), 64 s.
3. Cumalı Ordugâhı, Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları;
Selanik, 1325 (1909), 41 s.
4. Tabiye Tatbikat Seyahati; Selanik, 1327 (1911), 40 s.
5. Tabiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Suret-i Tahririne Dair Nesayih;
Edirne Sanayi Mektebi Matbaası, 1331 (1916).
6. Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl; Minber Matbaası, İstanbul, 1334,
32 s.
7. Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe: Yayımlayan; U. İğdemir,
Ankara, 1962, I.-XXV., 1-88 s.
8. Arıburnu Muharebeleri Raporu; Yayımlayan: U. İğdemir, Ankara,
1968, I.-VIII., 1-200 s.
B. Söylev ve Demeçleri ile Meclis Konuşmaları
1. Nutuk; 2 Cilt, Eski harflerle özgün baskı, Türk Hava Kurumu
Yayınları, İstanbul, 1927.
2. ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri; 3 Cilt, Derleyen: N. Unan
(Arsan), MEB Yayınları, Ankara, 1945-1954.

38
Bu listede eserlerin ilk yayım tarihlerindeki künye bilgileri verilecektir. Sayın Turan’ın eserinde
eserlerin sonraki baskıları ve içerikleri hakkında derli toplu bilgiler vardır. Bakınız: Ş. Turan;
Mustafa Kemal Atatürk Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Ek: XI: Atatürk’ün Yapıtları, s. 695-
699.
78
3. ATATÜRK’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri-IV.; Derleyen: N.
Arsan, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü (TİTE) Yayınları, Ankara, 1964.
4. ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri-Tamim ve Telgrafları-V.;
Derleyen: S. Borak, U. Kocatürk, TİTE Yayınları, Ankara, 1972.
5. ATATÜRK’ün Resmî Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma
ve Söyleşileri; Hazırlayan: S. Borak, Ankara, 1980.
6. ATATÜRK’ün Hatıra Defterine Yazdıkları; Derleyen: U. Kocatürk,
Ankara, 1971.
7. ATATÜRK’ün Toplanmamış Telgrafları; Derleyen: U. Kocatürk,
Ankara, 1971.
8. ATATÜRK’ün Sohbetleri; Derleyen: U. Kocatürk, Ankara, 1971.
9. ATATÜRK’ün Yazdırdıkları; Derleyen: U. Kocatürk, Ankara, 1971.
10. ATATÜRK’ün İzmit Basın Toplantısı; Hazırlayan: İ. Arar, İstanbul,
1969.
11. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 1923 Eskişehir-İzmit
Konuşmaları: Hazırlayan: A. İnan, Ankara, 1982.
12. M. Kemal ATATÜRK’ten Yazdıklarım; Afet İnan, Ankara, 1969.
13. Gizli Oturumlarda ATATÜRK’ün Konuşmaları; Hazırlayan: S.
Borak, İstanbul, 1977.
14. ATATÜRK’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları; 2
Cilt, Hazırlayan: K. Öztürk, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990.
15. ATATÜRK’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları; 2 Cilt, Hazırlayan: M.
Onar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1995.
C. Ders Kitapları
1. Medeni Bilgiler; İstanbul, 1931. A. İnan; Medeni Bilgiler ve M. Kemal
ATATÜRK’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1969.
2. Tarih C. II., IV.; Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1931. Bu
kitapları gözden geçiren ATATÜRK, İkinci Cildin, “Selçuklular, Timur,
Peygamber Muhammed’in Yaşamı ve Halifelik” gibi bazı bölümlerini kendisi
yazmıştır.
3. Geometri; MEB Yayınları, Ankara, 1937. Türk Dil Kurumu Yayınları;
Ankara, 1971, 1981.
D. Anı, Günlük ve Mektuplar
1. ATATÜRK’ün Anıları; Yayına Hazırlayan: İ. Görgülü, Bilgi Yayınevi,
Ankara, 1997. ATATÜRK’ün 15 Mayıs 1919’da Samsun’a gitmek için
İstanbul’dan ayrıldığı güne kadar olan anılarıdır. Bir bakıma 19 Mayıs
79
1919’da başlayan Büyük Nutuk’un öncesinin anlatıldığı bu anılar, önce
ATATÜRK’ün sağlığında Vakit, Hâkimiyeti Milliye, Milliyet ve Cumhuriyet
gazetelerinde (1922, 1926) yayımlanmıştır. Bu anılar zaman içinde kitap
olarak değişik isimlerle ve farklı yayınevlerinde yayınlanmıştır.
2. ATATÜRK’ün Hatıra Defteri; Hazırlayan: Ş. Tezer, Türk Tarih
Kurumu Yayını, Ankara, 1972.
3. M. Kemal ATATÜRK’ün Karlsbad Hatıraları; Yayına Hazırlayan: A.
İnan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983.
4. ATATÜRK’ün Not Defterleri; İnceleme: A. M. İnan, Ankara, 1996.
ATASE Başkanlığındaki ATATÜRK Özel Arşivinde M. Kemal’in Harp
Akademisindeki öğrencilik döneminden (üsteğmenliğinden) başlayarak
tuttuğu günlük notları içeren 24, Anıtkabir ATATÜRK ve Kurtuluş Savaşı
Müzesinde ise 9 adet küçük defter bulunmaktadır. ATATÜRK’ün biyografisi
ve düşüncelerinin anlaşılabilmesi için çok önemli kaynaklar durumunda
bulunan bu defterlerin tamamı TSK ATATÜRK Araştırma ve Eğitim Merkezi
Genel Sekreterliği tarafından yayına hazırlanmaktadır.
5. ATATÜRK’ün Özel Mektupları; Derleyen: S. Borak, Varlık Yayınları,
İstanbul, 1961.
6. ATATÜRK’ten Mektuplar; Yayına Hazırlayan: A. İnan, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara, 1981.
7. Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü-Bir Dostluğun Öyküsü; Yayınlayan:
M. Özverim, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1998.
XIV. ATATÜRK’ün Etkilendiği Şair, Yazar ve Düşünce Adamları
Bu araştırmanın girişinde belirtildiği gibi, insanların kişiliğinin
oluşmasında birçok etkenle birlikte, yaşadığı çevre ile dönemin derin
düşünce akımları, şairleri, yazarları ve düşünce adamları belirleyici etkiler
yapmaktadır. Mustafa Kemal’in kişiliğinin ve düşüncelerinin oluşmasında da
yaşadığı döneme damgasını vuran bazı olayların ve insanların temel bir etki
yaptığı görülmektedir.
M. Kemal, tarihî bir dönemeçte dünyaya gelmiştir. O süreci iki büyük
olgu belirliyordu: Fransız Büyük Devrimi’nin temel ilkeleri olan “insan
hakları”, “özgürlük”, “bağımsızlık” ve “milliyetçilik” gibi kavramların
Avrupa’dan sonra Asya’da yayılıp etkilerini artırması ve yüzyılların gerisinden
gelen Osmanlı Devleti’nin parçalanıp çöküşünün hızlanması. Artık çok
milletli, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli imparatorluklar yıkılıyor, tek millete
dayanan millî devletler kuruluyordu. Sanayi devrimi ile birlikte akılcılığa,
pozitif bilimlere dayalı yeni bir bilim felsefesi gelişiyordu. Tarım toplumu
yıkılıyor, yerine sanayi toplumu oluşuyordu.
M. Kemal, yönetimin tüm yasaklarına rağmen öğrencilik yıllarında
Fransız Devrimi ve yaydığı fikirler hakkında ilk bilgileri edinmiş (İdadideki
80
tarih öğretmeni Mehmet Tevfik Bilge’nin etkisi), sonraları ilgi alanının
genişliği, okuma zevki ve öğrendiği yabancı dil sayesinde dünyada olup
bitenleri, döneminin bütün düşünce akımlarını ana çizgileriyle de olsa takip
etme imkânını bulmuştur. Öte yandan, değişik şehirlerde tamamladığı
(Selanik, Manastır, İstanbul) öğreniminden sonra genç bir subay olarak
başka başka bölgelerde ve koşullarda aldığı görevler nedeniyle, görünüşte
kocaman olan imparatorluğun nasıl çöktüğünü gözleriyle görmüştür.
Çağın etkisinin imparatorluk içerisinde en belirgin olduğu Rumeli’de
geçen öğrencilik yıllarından sonra, 1910’da askerî manevralara katılmak için
gittiği Fransa’daki günler ve özellikle bağımsızlığına yeni kavuşan
Bulgaristan’ın başkentindeki ataşemiliterlik yılları, M. Kemal’in batıyı,
Avrupa’yı oldukça yakından tanımasını sağlamıştı. Trablusgarp’ta da bu
uygar görünüşün “sömürgeci” öteki yüzüyle karşı karşıya gelmiş, vatan
savunmasının ilk uygulamalarını orada yapmıştı. Şam’da geçen günlerde
Balkan bozgunu ise imparatorluğu kurtarmanın artık mümkün olamayacağını
göstermişti.
İşte bu tarihî dönemeç, Mustafa Kemal’in çökmekte olan Osmanlı
İmparatorluğu’nun yerine, millî değerlere ve çağdaş ilkelere dayanan, Türk
çoğunluğunu esas alan yeni bir Türkiye’nin kurulmasını düşünmeye sevk
etmiş ve onun düşüncelerinin “mayasını” oluşturmuştur.39
A. Türk Şair, Yazar ve Düşünce Adamları
M. Kemal ATATÜRK’ün biyografisi ve özel kütüphanesi incelendiğinde
en çok okuduğu ve etkilendiği 3 büyük Türk şairinin isimleri ile karşılaşıyoruz:
“Osmanlılık” yerine “Türklüğü, Türkçülüğü” ve “Türklük duygusunu” dile
getiren Türkçü şair Mehmet Emin Yurdakul; “vatan” ve “hürriyet” kavramlarını
yeni kuşaklara aşılamış olan Namık Kemal ve baskıya karşı direnen,
insanlığa yükselmeye yönelen ve “çağdaşlaşma”yı hedefleyen Tevfik Fikret.
ATATÜRK daha öğrencilik yıllarından itibaren bu şairlerden
etkilenmiştir. Bu konuda onu etkileyen de arkadaşı Ömer Naci’dir. Ömer
Naci’nin Mustafa Kemal’in fikrî altyapısının oluşmasında diğer faktörlerle
birlikte önemli bir rol oynadığı kesindir. Nitekim genç Mustafa Kemal’in
dönemin “vatan ve hürriyet” şairi Namık Kemal ile “Türkçü” şairi Mehmet
Emin Yurdakul’un şiirleri ile tanışmasında Ömer Naci’nin etkili olduğu
bilinmektedir. İdadide, Namık Kemal’i tanımak, duymak, onun gizlice elden
ele dolaşan vatan şiirlerini bulmak, okumak işini Hatip Ömer Naci
sağlamıştır.40

39
Ş. Turan; Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, 3. Baskı,
Ankara, 1999, s. 3.
40
Ş. S. Aydemir; Tek Adam, c. I., İstanbul, 1981, s. 72. A. Güler; Atatürk’te Cumhuriyet ve
İnkılap Fikrinin Gelişmesi, K.H.O. Basımevi, Ankara, 1997, s. 2. Atatürk’te Ömer Naci sevgisini
ve etkisini gösteren bir başka olay da onun, Ziya Gökalp tarafından 24 Ağustos 1916’da yazılan
“Ömer Naci” isimli şiiri “Hatıra Defteri”ne yazmış olmasıdır. Bakınız: C. Sönmez; Atatürk ve
Okuma Sevgisi, Ankara, 1993, s. 25-26.
81
1. Mehmet Emin Yurdakul (1869, İstanbul - 14 Ocak 1944,
İstanbul)
Millî edebiyat ve Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan
ve “Osmanlıcılık” ve “İslamcılık” akımlarına karşı “Türkçülük” fikrini savunan
M. Emin Yurdakul ile Manastır İdadisinde öğrenci iken tanışan ATATÜRK,
sonradan 14 Eylül 1931’de yaptığı bir konuşmada, Mehmet Emin Yurdakul
ile ilgili şunları söylemiştir: “... Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk kez
Manastır Askeri İdadisinde öğrenciyken okuduğum ‘Ben bir Türk’üm, dinim,
cinsim uludur.’ dizeleriyle başlayan manzumesinde bana ulusal benliğimin
gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum...”41
ATATÜRK’ün burada bahsettiği şiir, Mehmet Emin’in 1897 Türk-
Yunan Harbi’nden hemen önce başlayarak temiz bir Türkçe ile kaleme aldığı
ve “Türkçe Şiirler” başlığı altında topladığı dokuz manzumeden en çok
beğenilip sevilmiş olan şiirdir. Şiir; “Anadolu’dan Bir Ses Yahut Cenge
Giderken” adını taşıyordu.
ATATÜRK Özel Kitaplığı’nda, M. Emin’in 3 eseri bulunmaktadır.
Bunlar, “Türkçe Şiirler (Çoban Armağanı Çam Sakızı), Zafer Yolunda, Kral
Corc’a” isimli eserlerdir.
2. Namık Kemal (21 Aralık 1840, Tekirdağ - 2 Aralık 1888, Sakız)
Namık Kemal, Türk milliyetçi hareketini ve Jön Türkleri etkilemiş, Türk
edebiyatının batılılaşmasına önemli katkılar yapmış bir şair ve yazardır.
Vatan ve hürriyet fikirlerini, bütün yurttaşların yasalar karşısında eşitliğini
savunmuştur. Bunu gerçekleştirmek için istibdat yönetiminin yıkılarak halkın
çıkarlarını koruyacak bir “meşrutiyet” yönetiminin kurulması yolunda
çalışmıştır.
ATATÜRK’ün daha öğrencilik yıllarından başlayarak Namık Kemal’den
etkilenmiş ve eserlerini gizlice okumuş olduğunu biliyoruz. Asım Gündüz ve
Ali Fuat Cebesoy anılarında M. Kemal’in Namık Kemal’i, “Türk milletinin
yüzyıllardan beri beklediği sesi” olarak değerlendirdiğini anlatmaktadırlar.
Silvan’da Hatıra Defteri’ne yazdıkları, M. Kemal’in Namık Kemal’in
eserlerini sonraki yıllarda da sık sık okuduğunu kanıtlamaktadır. Özellikle
onun, “Şark Meselesi, Hürriyet-i Efkâr” ve “Usul-i Meşveret Hakkında
Mektuplar” gibi N. Kemal’in doğu sorunu, düşünce özgürlüğü ve Meşrutiyet
sistemi hakkındaki görüşlerini içeren “Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye”sini bir
savaş döneminde ve uzak, küçük bir Anadolu kasabasında okuması,
Mustafa Kemal’in söz konusu kitapları yanında taşıdığı izlenimini
vermektedir.
M. Kemal, Kurtuluş Savaşı yıllarında Namık Kemal’in düşüncelerini ve
şiirlerini TBMM kürsüsünden bile dile getirecek, Birinci İnönü Zaferi’nden

41
S. Turhan; Atatürk’te Konular Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993, s. 529.
82
sonra yaptığı bir konuşmayı, vatan şairi Namık Kemal’in ünlü dizeleri,
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini - Bulunur kurtaracak baht-ı kara
maderini” biçiminde değiştirerek bitirecektir.
Şurasını da vurgulamak gerekir ki Namık Kemal’i çok seven ve ondan
etkilenen Mustafa Kemal, onun “romantizmini” asla benimsememiş ve tam
bir “akılcı”, “gerçekçi” olarak vatan ve hürriyet şairinden apayrı bir yol
tutmuştur. Yine belirtmemiz gerekir ki “Osmanlı Devleti’nin sınırları”
anlamında bir “vatansever” olan N. Kemal’in tersine Mustafa Kemal, daha
kurmay yüzbaşılığından itibaren daima “Türk çoğunluğuna dayalı” bir
vatandan ve orada “yeni bir Türk devleti kurmaktan” bahsetmiştir.
ATATÜRK Özel Kitaplığı’nda Namık Kemal’in 7 ayrı kitabı
bulunmaktadır. Bunlar: “Osmanlı Tarihi (2 Cilt), İmtizac-ı Akvam ve Vaka-i
Ahd, Renan Müdafaanamesi, Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye, Eş’ar-ı Kemal,
Kara Bela ve Tarih-i Harabat” isimli eserlerdir.
3. Tevfik Fikret (26 Aralık 1867, İstanbul - 19 Ağustos 1915,
İstanbul)
Edebiyat-ı Cedide’nin en önemli temsilcilerinden olan Tevfik Fikret,
öğrencilik yıllarından itibaren Mustafa Kemal ATATÜRK’ü etkilemiş olan
şairlerden biridir. Toplumsal içerikli şiirlerinden dolayı ilerici düşünenlerin
simgesi hâline gelmiş, Türkiye’de batılı sanat anlayışının yerleşmesinde
büyük rol oynamıştır. İstibdada karşı mücadele etmiş ve İkinci Meşrutiyet’in
ateşli savunucuları arasında yer almıştır.
M. Kemal’in inkılapçı ve çağdaşlaşmacı kişiliğinin Tevfik Fikret’in
şiirlerinden etkilendiği, onun özellikle “Sis, Ferda, Rücu ve hatta Zangoç”
isimli şiirlerini çok sevdiğini ve zaman zaman ezbere okuduğunu biliyoruz.
Mustafa Kemal 19 Ağustos 1918’de arkadaşları ile birlikte Aşiyan’a giderek
oradaki deftere yazdığı şu sözler; “Tavaf-ı tahatturunda bulunmakla mübâhi
perestişkâran-ı Fikret” (Anma ziyaretinde bulunmakla kıvanç duyan Fikret
dostları) ondaki Fikret sevgisini çok açık bir şekilde göstermektedir.
Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır’ın Tevfik Fikret’in el yazısı ile
yazılmış olan “Eş’ar-ı Kemal” adlı derlemeyi M. Kemal’e armağan etmesi ve
bunun ATATÜRK’ün özel kitaplığında N. Kemal ve T. Fikret’in kitaplarının
yanı başında yer alması da ayrı bir önem ve özellik taşımaktadır.
ATATÜRK’ün yaşantısı süresince özel sohbetlerinde ve meclislerinde
edebiyat konusu ve bunların içinde de Fikret konusu sık sık gündeme
gelmiştir. Bir Karadeniz vapur gezisinde sohbet konusu yine Fikret’tir. Orada
bulunan Ragıp Şevki’nin anlatımı ile; “Bir aralık ATATÜRK etrafına bütün
gençleri toplamış, onlara Fikret’e olan hayranlığını anlatıyor: ‘Onu biz mektep
sıralarında okurduk. Ondaki heybet, ondaki vakur ahenk hiçbir şairimizde
yok!’ diyor. Sonra gençlerden Fikret’in bir şiirini istiyor. Bir genç gür sesle:
‘Ben Ferda’sını söyleyebilirim Atam!’ diyor. ATATÜRK’ün yüzünde tatlı
çizgiler belirdi: ‘Ferda’yı mı? Ah, delikanlı, benim en çok sevdiğim şiirdir o…
83
Onu sana söyletmeyeceğim… Kendim söyleyeceğim ve ATATÜRK gür bir
sesle, gençlerin yüzüne bakarak okumaya başladı:
Ferda senin senin bu teceddüt, bu inkılap
Her şey senin değil mi zaten? Ey şebap.”
Yine ATATÜRK’ün çocukluk arkadaşlarından Asaf İlbay’ın anlattığı bir
anekdot da şu şekildedir: “16 Ocak 1937. Yüksek Ticaret Okulu Mezunları
mutat toplantılarını Perapalas salonlarında yapmıştı… Bir aralık söz
edebiyata geçti. ATATÜRK Tevfik Fikret’i çok sevdiğini ve onun edebî
kıymetinin çok yüksek olduğunu ve bilhassa Fikret’in inkılapçılığını çok
beğendiğini ilave etti… İsmail Müştak Mayokan’ı çağırarak, Fikret’in
Ferda’sını sahneye çıkarak okumasını emretti. Arkadan Sis ve Rücu okundu.
Rücu’dan sonra ATATÜRK güldü, çok neşelendi ve etrafına dönerek: ‘Hangi
Türk şairi böyle inkılapçı şiirler yazmıştır? dedi.”
ATATÜRK Özel Kitaplığı’nda Tevfik Fikret’in iki eseri bulunmaktadır.
Bunlar, “Rübab-ı Şikeste ve Haluk’un Defteri” isimli eserlerdir.
4. Ziya Gökalp (23 Mart 1876, Diyarbakır - 25 Ekim 1924, İstanbul)
“Türkçülük” düşüncesini sistemli bir hâle getiren, İkinci Meşrutiyet ve
Cumhuriyet dönemlerinde düşünce ve siyaset alanlarına önemli etkiler
yapmış olan Ziya Gökalp’in M. Kemal’in düşünce ve uygulamaları üzerinde
derin etkileri olduğu bilinmektedir. Bu anlamda bakıldığında, Cumhuriyet
öncesinde ve Cumhuriyet’in oluşmasında Ziya Gökalp’in sosyolog ve
mütefekkir olarak çok özel ve önemli bir yeri olduğu görülür.
ATATÜRK’ün bazı düşünceleri ile Gökalp’in düşünceleri arasında bazı
ayrılıklar bulunmasına rağmen; Türk tarihine bütünlülük ve devamlılık içinde
bakış, halkçılık ilkesi, Tevhidi Tedrisat (eğitim ve öğretimin birleştirilmesi),
laiklik ve Türk kimliğini koruyarak çağdaşlaşma modeli gibi Türk inkılabının
temelini oluşturan pek çok konuda Ziya Gökalp’in etkileri açıktır.
Z. Gökalp, dönemin ünlü sosyoloğu E. Durkheim ekolünün güçlü bir
temsilcisi idi. ATATÜRK, E. Durkheim’in fikirlerini sadece Gökalp aracılığı ile
öğrenmemiş; onun iki eserini MEB Yayınlarında Türkçeye çevirterek
yayımlatmış ve 1932’de İstanbul Dolmabahçe’de iken onun bir eserini
kütüphaneden getirterek Fransızca aslından okumuştur.
ATATÜRK Özel Kitaplığı’nda Ziya Gökalp’in üç önemli eseri
bulunmaktadır. Bunlar, “Türk Medeniyeti Tarihi, Türk Töresi ve Altın Işık”
isimli eserlerdir.
5. Şehbender-Zade Filibeli Ahmet Hilmi (1865, Filibe - 17 Ekim
1914, İstanbul)
ATATÜRK’ün “toplumsal, özgürlükçü ve devrimci” görüşlerinin
oluşmasında etkili olan düşünür ve yazarlar arasında Şehbender-zade
Ahmet Hilmi’nin ayrı bir yeri vardır. Cemiyeti İslamiye (1861’de kurulan ve
Mecmua-i Fünun adıyla ülkemizde ilk bilim dergisini çıkaran dernek)
84
üyelerinden, Tasvir gazetesi yazarlarından ve Hikmet gazetesinin de sahibi
olan A. Hilmi’nin özellikle “Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?” ve “İslam Tarihi”
eserlerinin ATATÜRK’ü çok etkilediği görülmektedir.
Bu iki eserdeki görüşlerin özellikle laiklik ilkesi bakımından
ATATÜRK’e etki yaptığı kabul edilmektedir. Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?
kitabında Osmanlı toplumunun Orta Çağ hayatından çağdaş yaşama
geçmek zorunda olduğunu öne süren ve bu konuda yavaş yavaş bir
ilerlemeyi değil hızlı bir değişimi, ilerlemeyi yani bir nevi devrimi zorunlu
gören A. Hilmi, aynı zamanda ateşli bir “özgürlükçü” olup, özgürlüğü,
“insanlığın temel koşullarından biri” olarak değerlendiriyordu.
1911’de basılmış olan Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? kitabını Silvan’da
görevli iken 3 gün içinde dikkatlice okuduğunu bildiğimiz ATATÜRK’ün, Özel
Kitaplığı’nda Şehbender-zade Filibeli Ahmet Hilmi’nin “Tarih-i İslam” isimli
eseri bulunmaktadır.
B. Yabancı Yazar ve Düşünce Adamları
Yukarıda değinildiği gibi, M. Kemal ATATÜRK’ün düşünce sistemi ve
kurduğu millî, laik, tam bağımsız ve millî egemenliği esas alan Türkiye
Cumhuriyeti döneme derin etkiler yapan mesela Fransız İhtilali gibi büyük
gelişmelerden önemli oranda etkilenmiştir. Bu anlamda bakıldığı zaman
ATATÜRK’ün fikrî altyapısının oluşmasında, Fransız İhtilali’nin de fikrî
altyapısını oluşturan yazar ve düşünürlerin etkilerinin olduğu görülmektedir.
ATATÜRK’ün düşüncelerinde ve gerçekleştirdiği Türk İnkılabı’nda
“akılcılık” (rasyonalizm) ve “olguculuk (pozitivizm)”un izleri bulunmaktadır.
Aklı ve bilimi kılavuz edinen ve hurafelere karşı çıkan ATATÜRK’te belirgin
bir akılcılık ile gerçekçiliğin temel kişilik özelliklerinden olduğu görülmektedir.
Bu nedenle onun bu konuda etkilendiği düşünürlerin başında akılcılığın
büyük temsilcisi “Descartes” ve yine bu akımın ünlü temsilcisi “Kant”
gelmektedir.
Fransız İhtilali’nin yalnızca akılcı yönlerini benimseyerek gelişen
“Auguste Comte” olguculuğu, o dönemdeki Türk aydınları arasında da
yayılmış, özellikle Ahmet Rıza Bey’in yayınları ve çabaları ile İttihat ve
Terakki çevrelerinde etkili olmuştur. M. Kemal’in gençlik yılları, olguculuğun
Türkiye’de etkili olduğu bir döneme rastlamıştı. Ancak “Hayatta en gerçek yol
gösterici bilimdir.” diyen ATATÜRK’ün olguculuk anlayışı; Comte’un basit bir
takipçiliği şeklinde değil, insan düşüncesinin eriştiği bir aşama olarak ortaya
çıkar.
ATATÜRK’ün, Fransız İhtilali’nin fikri hazırlayıcıları arasında üzerinde
en çok durduğu, eserlerini okuduğu ve kendi düşünce hayatının
oluşmasında en çok yararlandığı düşünürlerden biri şüphesiz “J. J.
Rousseau”dur. Türk aydınlarının daha Yeni Osmanlılar hareketinden itibaren
bilip, tanıdığı Rousseau ile M. Kemal daha öğrencilik yıllarında tanışmıştır.

85
Bu düşünürün en çok, kişi için “özgürlükçü”, toplumda siyasal rejim olarak da
“cumhuriyetçi” yönü M. Kemal’i etkilemiştir. M. Kemal J. J. Rousseau’nun
bütün eserlerini incelediğini TBMM kürsüsünden biraz da övünerek
açıklamıştır. Onun, Rousseau’nun “Contrat Social (Toplum Sözleşmesi)”inin
1913’te yapılan Türkçe çevirisini çok dikkatle okuyup, işaretlediğini biliyoruz.
Bundan başka M. Kemal’in esasen bir “monarşi” yanlısı olan
“Montesquieu”nün “De l’esprit de Lois (Kanunların Ruhu)” eserini de
okuduğunu biliyoruz. M. Kemal bu kitapta daha çok “cumhuriyet” ile ilgili
kısımların üzerinde durmuş ve “cumhuriyet rejiminin erdem rejimi” olduğunun
anlatıldığı satırların altını çizmiştir.
M. Kemal’in “özgürlük” anlayışı konusunda ise “J. J. Rousseau” ve
“Fransız Yurrtaş ve İnsan Hakları Bildirisi”ndeki hükümlerden etkilendiği;
Hüseyin Cahit Yalçın tarafından dilimize çevrilen “Leon Mariller” ve “Stuart
Mill”in eserlerinin de onun “özgürlük” düşünce ve anlayışını geliştirdiği
bilinmektedir.
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” diyen M. Kemal’de
özgürlük kavramı, Fransız İhtilali’nden sonra kazandığı anlamla, düşünce ve
siyasal alandaki özgürlükler kadar “vicdan özgürlüğü”nü de içerir. O,
toplumda değişik düşüncelerin ve değişik inançların bulunmasını,
özgürlüğün doğal bir sonucu olarak kabul etmekte, dahası, tek tip düşünce
ve inancın toplum için tehlikeli bir durum, bir ölüm belirtisi olduğunu
söylemektedir. ATATÜRK’ün bu konudaki fikirlerinin temelinde N. Kemal ve
Tevfik Fikret gibi Türk şairlerinin de etkisi bulunmaktadır.
M. Kemal ATATÜRK’ün toplumsal olayları değerlendirişinde ve dünya
görüşünde, “tarih”in önemli, yönlendirici bir etkisi olduğunu biliyoruz.
Yukarıda kütüphanesinden bahsederken de belirtildiği gibi, kitaplarının konu
yüzdesi içinde “tarih”le ilgili olanlar birinci sırayı almakta idi. Tarihî olayları
aralarındaki “sebep sonuç ilişkisi”ni kavrayarak değerlendiren ATATÜRK’teki
tarih bilinci, olayları tarihsel gelişimi içerisinde görecek ve
değerlendirebilecek bir tarih kültürüne dönüşmüştür. Bu kültür, kurduğu Türk
unsuruna ve Türk milliyetçiliğine dayanan millî, laik ve demokratik karakterli
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihsel dayanaklarını ortaya çıkarmayı,
Türklere yönelik ön yargıları ortadan kaldırmayı amaçlayan “tarih tezi”ne ve
tarih çalışmalarına yol açmıştır.
Bu anlamda ATATÜRK’ün etkilendiği veya eserlerini üzerlerinde
önemle durarak okuduğu yabancı isimler ve ATATÜRK’e örneklik teşkil eden
tarih görüşleri ise şunlardır:
Mustafa Celâlettin (Leon Cahun): Türk tarihinin eskiliği,
Deguignes: Türk tarihini ve uygarlığını bir bütün olarak ele alma,
Leone Caetani: İslam tarihini değişik bir açıdan yorumlama ve hilafet
meselesi,
86
H. G. Wells: Dünya tarihini bir bütün olarak değerlendirme,
uluslararası iş birliği, bölgesel antlaşmalar ve bir Dünya Federasyonu
konuları,
E. Pittard, Gobineau, A. Cort Haddon ve George Montandon: Türklerin
ırki özellikleri ve yetenekleri ile uygarlıkları sorunu,
Edouard Driault, Albert Sorel, M. Sılberschmidt, P. Sadyk, K. Marx, T.
Sınclair ve L. Halphen: Batıdan kaynaklanan “Doğu Sorunu (Şark Meselesi)”,
Max Beer: Sosyal mücadelelerin tarihi.42

42
Atatürk’ün etkilendiği yerli ve yabancı şairler, yazarlar ve düşünürler ile bunların görüşleri
hakkında Sayın Prof. Dr. Şerafettin Turan tarafından ayrıntılı bir çalışma yapılmıştır: Atatürk’ün
Düşünce yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, s. 1-74. Sayın Turan’ın bu çalışması; kitap olarak yayımlandığı 1982 yılından itibaren
yaklaşık 23 yıl gibi uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen henüz aşılamayan bir eser
durumundadır. Araştırmanın bu bölümünde verdiğimiz bilgiler de büyük ölçüde bu eserden
alınmıştır. Bu konuda ayrıca bakınız: S. Borak; Atatürk ve Edebiyat, Kırmızı Beyaz Yayınları,
İstanbul, 2004, s. 75-84, 149 vd. G. Kazdağlı; Atatürk ve Bilim, 2. Baskı, TÜBİTAK Yayınları,
Ankara, 2003, s. 87-92. İ. Çelikoğlu - B. Öncü - S. Saraç; Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen
Yazar ve Düşünürler, Yayınlanmamış Bilgi Notu, Ankara, 2005, s. 1-13.
87
Tablo 1
Kitapların Konulara Göre Sayıca Dağılımı

Sıra Konu Adet % Alt Konular Adet


Çeşitli kentlerde çıkan 45
gazete dizileri
Genel olarak dergiler 18
1 Genel 115 2,7 Toplanmış genel 18
denemeler
Genel ansiklopediler 14
Diğerleri 20
Yeni Çağ Felsefesi 29
Psikolojinin alanları 20
2 Felsefe 121 2,8 Genel olarak felsefe ve 18
estetik
Psikoloji 17
Diğerleri 37
İslam dini 111
Hristiyanlık 22
3 Din 161 3,8 Hristiyan olmayan dinler 12
Genel olarak din 10
Diğerleri 6
Askerlik 261
Siyasal bilimler 204
4 Sosyal 1168 27,3 Hukuk 150
Bilimler Ekonomi 145
Diğerleri 408
Türk dili 119
Alman dili 61
5 Dil Bilimleri 387 9 İngiliz dili 61
Fransız dili 58
Diğerleri 88
Biyolojik bilimler (yaşam 36
bilimleri, arkeoloji)
6 Teorik 152 3,5 Matematik 27
Bilimler Jeoloji bilimleri 26
Diğerleri 63
Tıp bilimleri 99
Tarım, hayvan yetiştirme, 38
7 Uygulamalı 198 4,7 veterinerlik
Bilimler Mühendislik 25
Diğerleri 36

88
Müzik 79
8 Güzel 212 4,9 Mimari 25
Sanatlar ve Fotoğraflar ve Albümler 25
Eğlence Diğerleri 83
Türk Şiiri 127
Fransız edebiyatı 121
9 Edebiyat 544 12,7 Türk tiyatrosu 46
Türk romanı ve hikayesi 42
Genel olarak edebiyat 33
Diğerleri 175
Türk dünyası tarihi ve 399
Yakın Doğu
Tarih, Coğrafya ve turizm 194
10 Coğrafya ve 1233 28,7 Harita ve atlaslar 127
Biyografi Eski Çağ ve Dünya tarihi 102
Genel olarak tarih 50
Diğerleri 361

89
Tablo 2
Kitapların Konular Açısından Önem Sıralaması

Sıra Konu Adet %


1 Türk dünyası tarihi ve Yakın Doğu 399 9,3
2 Avrupa tarihi 266 6,2
3 Askerlik 261 6,1
4 Siyasal bilgiler 204 4,7
5 Coğrafya ve turizm 194 4,5
6 Hukuk 150 3,5
7 Ekonomi 145 3,4
8 Türk şiiri 127 2,9
9 Harita ve atlaslar 127 2,9
10 Fransız edebiyatı 121 2,8
11 Türk dili 119 2,7
12 İslam dini 111 2,6
13 Tıp bilimleri 99 2,3
14 Müzik 79 1,8
15 Alman dili 61 1,4
16 İngiliz dili 61 1,4
17 Fransız dili 58 1,3
18 Türk tiyatrosu 46 1,1
19 Gazeteler dizisi 45 1,1
20 Türk romanı ve hikâyesi 42 1,0

90
Tablo 3
ATATÜRK’ün İşaretlediği Kitapların Dillere Göre Dökümü

Sıra Konusu Türkçe Fransızca İngilizce Diğer Toplam


1 Türk dünyası 16 18 - 2 36
tarihi ve
Yakın Doğu
2 Avrupa tarihi 3 25 - 1 29
3 Eski Çağ - 28 - - 28
tarihi
4 Siyasal 9 10 - - 19
bilimler
5 Türk dili 12 3 - 2 17
6 Sosyoloji 3 11 2 1 17
7 Coğrafya ve 1 12 1 2 16
turizm
8 Askerlik 4 11 - - 15
9 Yaşam 5 7 1 - 13
bilimleri,
Arkeoloji
10 Hukuk 5 5 1 - 11
11 Asya tarihi 1 10 - - 11
12 Harita ve 4 1 1 2 8
atlaslar
13 Genel olarak 2 5 - - 7
tarih
14 Fransız - 6 - - 6
edebiyatı
15 Yeni Çağ - 5 - - 5
felsefesi
16 Fransız dili - 5 - - 5
17 İslam dini 2 2 - - 4
18 Türk şiiri 4 - - - 4
19 Tıp bilimleri 3 1 - - 4
20 Başka diller - 3 - 1 4
21 Ekonomi - 3 - - 4
22 Örf ve 1 2 - - 3
âdetler
23 Değişik 9 11 - - 20
konular 1
24 Değişik 5 10 - 4 19
konular 2

91
92
SUNUŞ
XIX. yüzyıl Avrupa’nın ekonomi, hukuk ve eğitim alanlarında büyük
atılımlar yaptığı bir yüzyıldır. Bu yüzyıl aynı zamanda Avrupa’nın sanayi ve
demokratikleşme süreçleri konusunda, uyanış ve değişim yılı olup millîleşme
süreci içinde, kendi kimliklerine sahip çıkan toplumlar ve devletler oluşturma
sürecinin başlangıcıdır. XIX. yüzyıldaki bu büyük değişim hareketinden
Osmanlı Devleti de etkilenmiştir. Bu etkileşimin sonunda başlatılan
yenileşme hareketleri, sağlam fikri temellere oturtulamadığından başarılı
olamamış, her alanda köklü değişim gerçekleştirilememiştir.
İşte bu yüzyılın sonunda doğan Mustafa Kemal ATATÜRK, XIX.
yüzyılın en bunalımlı döneminde yetişmiş, Avrupa’nın önlenemez yükselişi
karşısında Türk milletinin varlığını nasıl sürdürmesi gerektiği konusunu
zihninde sorgulamıştır. 1919’da başlattığı Millî Mücadele Türk çağdaşlaşma
hareketinin de başlangıcını oluşturmuştur.
Mustafa Kemal ATATÜRK, Meclisin ilk toplantısından, Cumhuriyet’in
ilan edildiği zamana kadar, Türk toplumunda, millet olma bilincini
oluşturmaya çalışmıştır. Millî Mücadele’nin bittiği günlerde de öncelikle millî
benliğe ve millîleşme sürecine işaret ederek çağın gereği olan yenileşme
hareketlerini uygulamaya koyarak bunu çıktığı yurt gezileri ile vatandaşlarıyla
paylaşmıştır.
Ulusal birliği sağlayarak başarıyla sonuçlandırdığı Millî Mücadele ve
kurduğu Cumhuriyet ile ulusumuzu çağ dışılıktan ve geri kalmışlıktan
kurtaran ATATÜRK, yaşama geçirdiği inkılaplarla da Türk insanını çağdaş
dünyanın kavram ve değerleriyle buluşturduğu gibi başka uluslara da örnek
olmasını sağlamıştır. Bu özellikleri ile ATATÜRK, dünya tarihine damgasını
vurmuş, tüm dünyada saygınlık kazanmış, büyük ve evrensel bir liderdir.
ATATÜRK’ü büyük kılan yalnızca yaşamı boyunca Türk milleti için
gerçekleştirdiği inkılaplar değil; tüm insanlığa ışık tutabilecek olan hümanist
evrensel düşünce sistemidir. Atatürkçü düşünce sisteminin benimsenmesi ve
yaşatılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişmesinin, her alanda güçlenerek
aydınlık yarınlara ulaşmasının en büyük güvencesidir.
ATATÜRK, Cumhuriyet’le, devletin ve toplumun geleceğinden kendini
sorumlu tutma bilincine erişmiş, bağnazlıktan ve dogmalardan uzak, akılcı ve
yaratıcı düşünen, gerçekçi bilgiler ışığında ileriye bakabilen özgür bireylerin
oluştuğu çağdaş bir toplum yaratmaya çalışmıştır.
Bugün bizlere düşen görev, Atatürkçülüğü aklın ve bilimin
öncülüğünde geliştirerek geleceğe taşımak, Cumhuriyet’i yüceltecek
atılımları gerçekleştirmek ve ulusal değerlerimizle birlikte çağdaş uygarlığa
katkıda bulunmaktır. Bu konuda en büyük güvencemiz ATATÜRK’ün de
belirttiği gibi “Türk Gençliği”dir. Çağdaşlığı bir yaşam biçimi olarak
özümsemiş, Türkiye’nin geleceği için hiçbir özveriden kaçınmayan,
ATATÜRK ilke ve inkılaplarını yol gösterici olarak kabul eden gençlik,
ülkemizin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmasının önünde
duran tüm engelleri kaldıracaktır.
Bu düşünceden hareketle gençler için Atatürkçü düşünce sistemini
açıklayan makalelerin derlenmesinden oluşan ATATÜRK’ün Düşünce Yapısı
ve Türkiye adlı kitap, TSK ATATÜRK Araştırma ve Eğitim Merkezi üyeleri ile
konunun uzmanları tarafından yazılmış; ATAREM Genel Sekreterliği
tarafından yayıma hazırlanmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetlerine askerlik görevini yapmak üzere katılan
üniversite mezunu kesime yönelik olarak verilecek derslerde kaynak olarak
kullanılmak üzere yayımlanan bu eserin hazırlanmasında emeği geçenlere,
ATAREM Genel Sekreterliği ile Yayım Şubesi Müdürlüğü personeline
teşekkür ederim.

Eyüp KAPTAN
Korgeneral
ATASE Başkanı
ATATÜRK’ÜN DEVLETÇİLİK ANLAYIŞI VE UYGULAMALARI
Prof. Dr. Mustafa A. AYSAN
ATATÜRK’ün Ekonomi Politikasının Temel Kavramları
ATATÜRK’ün ekonomi politikası, çok sevdiği ulusunun çağdaş
uygarlık düzeyine ulaştırılması hedefine yöneliktir. Bu uygarlık düzeyi,
zamanın Batı Avrupa toplumlarında örnekleri görülen bir ekonomik refah
düzeyidir. Ancak, bu Kemalist ekonomik kalkınma modeli, dünyanın ezilen
uluslarına örnek teşkil edecek özellikler taşımaktadır. Aynen siyasal
bağımsızlık konusunda dünyanın ezilen uluslarına verdiği örnek gibi...
1. ATATÜRK Ekonomik Kalkınmayı “Sistem Yaklaşımı” ile ele
almıştır
Çağdaş anlamda bir “model”in bütün unsurlarını taşıyan ATATÜRK’ün
ekonomi politikasının, belirli ve ölçülebilir amaçları vardır; bu amaçlara uygun
araçları vardır; araçların topluca amaçlara yönetilmesini sağlayan bir sistem
yaklaşımı vardır; ekonomik sistemin bütün alt sistemler ile belirlenebilen ve
ölçülebilen sonuçları vardır ve bu sonuçların amaçlarla karşılaştırılmasından
sonra ulaşılacak yargılara göre düzeltilmesini sağlayacak bir geri besleme
düzeni vardır. Bu özellikleri olan ekonomik kalkınma politikası ile ATATÜRK,
askerî stratejide uyguladığı o eksiksiz “sistem yaklaşımı”,1 amaçladığı
toplumsal kalkınma sisteminin bir alt sistemi olan ekonomiye de
uygulamıştır. Aşağıda bu sistem yaklaşımının türlü yönleri açıklanacaktır.
ATATÜRK, Türk toplumunun ekonomik ve sosyal kalkınmasına yaptığı
sistem yaklaşımını, 1937’de şöyle ifade etmiştir:
“Şimdi arkadaşlar, ekonomi hayatımızı gözden geçireceğim. Derhâl
bildirmeliyim ki ben ekonomik hayat denince, ziraat, ticaret, sanayi
faaliyetlerini ve bütün nafia (bayındırlık) işlerini birbirinden ayrı düşünülmesi
doğru olmayan bir kül (bütün) sayarım. Bu vesile ile şunu da hatırlatmalıyım
ki bir millete müstakil (bağımsız) hüviyet ve kıymet veren siyasî varlık
makinesinde, devlet, fikir ve ekonomik hayat mekanizmaları, birbirine
tabidirler. O kadar ki cihazlar birbirine uyarak aynı ahenkte çalıştırılmazsa,
hükûmet makinesinin motris (önde gelen sürükleyici) kuvveti israf edilmiş
olur; ondan beklenen tam verim elde edilemez. Onun içindir ki bir milletin
kültür seviyesi üç sahada, devlet, fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet ve
başarılar neticelerinin hasılası ile ölçülür.”2
2. ATATÜRK’ün Ekonomi Doktrini, kendinden önce uygulanmış
ideolojilerden farklıdır
ATATÜRK’ün ekonomi alanında kendinden önce öne sürülmüş
ekonomik sistemlerle ilgili ideolojilerden hangisini benimsediği konusunda

1
M. Kemal Atatürk; Zabit ve Kumandan ile Hasbihâl, T. İş Bankası, İstanbul, 1973.
2
1 Kasım 1937 TBMM’yi Açış Konuşması’ndan, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Türk İnkılap
Tarihi Enstitüsü, Yayın No. I, Ankara, 1961, s. 394.
93
çok tartışma yapılmıştır. Oysa, ATATÜRK’ü sağ ya da sol ekonomik
ideolojilere kapılmış, ya da onları benimsemiş bir lider olarak göstermek,
onun anısına yapılmış büyük haksızlıklardan biri olsa gerektir. O, kendi
ekonomik ideolojisini zaman içinde oluşturmuş ve onu yıllarca uygulamıştır.
Burada bu gereksiz tartışmanın örneklerini vermek yerine, ekonomik
ideolojiyle ilgili olarak ne söylemiş, neyi yapmış; onun anlatılması daha
yararlı görülmüştür.
ATATÜRK’ün yarattığı ekonomik ideolojinin en özlü ifadesi, 1936
yılında yayımlanan İkinci Sanayi Planı’nın ön sözünde yazdığı şu sözlerin
içindedir:
“Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve
faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok
şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleketin iktisadiyatını devletin
eline almak.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri ferdî ve
hususi teşebbüslerde yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve
görüldüğü gibi kısa bir zamanda yapmaya muvaffak oldu. Bizim takip
ettiğimiz yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir sistemdir.”
Bu sözlerin İkinci Sanayi Planı’nın ön sözünde, üzerinde uzun süre
düşünülmeden, her kelimesi üzerinde titizlikle durulmadan bir önsezi ile
yazılmamış olduğu konusunda elimizde çok güçlü kanıtlar vardır:
1. ATATÜRK 1923’ten başlayarak ülkede alınan ekonomik önlemler,
uygulanan ekonomi politikası, uygulama sonuçları, yapılan planlar ve
yatırımlarla çok yakından ilgilenmiş, planlara, programlara ve yatırımlara çok
yararlı, zamanında ve yerinde müdahalelerde bulunmuştur. Zamanında yerli
ve yabancı uzmanlarca hazırlanan iki “Sanayi Planı”nı satır satır ve bazı
yerlerin altını çizerek, bazı yerlerinde düzeltmeler yaparak okuduğu,3
yatırımların başlaması, bitişleri ve uygulamalarını yakından izlediği ve
zamanında uygulanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın % 100 oranında
gerçekleştirilmesini sağladığı bilinmektedir.
2. ATATÜRK benzer görüşleri çok önceleri söylemiştir. 21 Nisan
1931’deki milletvekilleri seçimleri nedeni ile basına verdiği demecin konu ile
ilgili bölümü şöyledir:
“Ferdî iş faaliyetini esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az
zaman içinde milleti refaha, memleketi mamurluğa eriştirmek için, milletin
genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik
alanda devleti fiilen alakadar kılmak... prensibimizdir.”4

3
Afet İnan; Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı, 1933, Türk Tarih
Kurumu, Ankara, 1972.
4
50 Yılda Sanayi; Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ankara, 1973, s. 6.
94
3. ATATÜRK, 1935’te bu görüşünü iyice olgunlaştırmıştır. Görüş
1931’de söylenenden farklı değildir. İzmir Enternasyonal Fuarı’nın açılışı
nedeniyle bu tarihte İktisat Vekili olan Celal Bayar’a ATATÜRK tarafından
verilen bir notta şunlar vardır:
“Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi, XIX. asırdan beri sosyalizm
nazariyatçılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir
sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir
sistemdir. Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi faaliyetlerini
esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün
ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak memleket
iktisadiyatını devletin eline almak.”5
Bu ilke (devletçilik) 5 Şubat 1937 tarih ve 3115 sayılı kanunla
Anayasa’ya girmiştir. CHP programındaki ifade de yukarıdakine
benzemektedir.6
4. ATATÜRK devletin ekonomiye müdahaleleriyle birlikte, kişisel
özgürlüklerin korunmasına büyük önem vermektedir. Profesör Afet İnan’a ve
sekreterine dikte ettirmek ya da kendi el yazısı ile yazmak suretiyle
yayımlattığı, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında7 önceki ekonomik
ideolojiler hakkında yazdıkları, ATATÜRK’ün ekonomik ideolojisinin kendi
eseri olduğunu açıkça göstermektedir.
“Demokrasinin bu kişisel özgürlüklerle ilgili mefhumu, bazı
nazariyelerin hücumuna maruz bulunmaktadır:
I. Bolşevik nazariyesi,
II. İhtilalci siyasi sendikalizm nazariyesi,
III. Menfaatlerin temsili nazariyesi.”
Bütün bu nazariyelerin (kuramların) demokrasinin yaşaması için
tehlikeli olduğunu söyledikten sonra ATATÜRK, şu sonuca ulaşmıştır:

5
Haldun Derin; Türkiye’de Devletçilik, İstanbul, 1940, s. 3.
6
CHP parti programında bu ilke şu sözlerle ifade edilmiştir: “Hususi mesai ve faaliyeti esas
tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi
mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde,
bilhassa iktisadi sahada devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır.” “İktisat işlerinde
devletin alakası, fiilen yapımcılık olduğu kadar hususi teşebbüsleri teşvik ve murakabe de
etmektedir.” a.g.e.; s. 6-7.
7
İnan; Vatandaş İçin Medeni Bilgiler ve Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu,
Ankara, 1969, s. 40-41. Kitabın ilk baskısı 1930’da İstanbul’da basılmış ve 1931 ve 1932
yıllarında yeniden basılmış ve orta okullarda uzun süre ders kitabı olarak okutulmuştur. Afet
İnan’ın kitap hakkındaki sözleri şöyledir: “Bu kitaplar benim ismimle çıkmış olmasına rağmen
Atatürk’ün fikirleri ve telkinlerinden mülhem olduğunu ve üslubun tamamen kendisine ait
olduğunu, tarihî hakikatleri belirtmek bakımından bana düşen bir ödev telakki ediyorum. Bu
kitabımı Atatürk’ün çalışmaları ve fikirleri olarak yayımlarken, onun el yazılarını da birer belge
olarak koymak istedim.”, s. 7.
95
“İşte bu sebeplerden dolayıdır ki biz bu ve bundan evvelki nazariyetleri
memleket ve milletimiz için muvafık görmüyoruz. Biz, memleket halkı
fertlerinin ve muhtelif sınıf mensuplarının yekdiğerine yardımlarını aynı
kıymet ve mahiyette görürüz; hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı
müsavatperverlik (eşitlik) hissiyle teminine çalışmak isteriz. Bu tarz, milletin
umumi refahı, devlet bünyesinin kuvvetlenmesi için daha muvafık olduğu
kanaatindeyiz.
Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, doktor
velhasıl herhangi bir içtimai müessesede faal bir vatandaşın hak, menfaat ve
hürriyeti müsavidir. Devlete, bu telakki ile azami faydalı olmak ve milletin
emniyet ve iradesini, mahalline sarf edebilmek bizce, bizim anladığımız
manada, halk hükûmeti idaresi ile mümkün olur.”
5. ATATÜRK, “Medeni Bilgiler”de kendi yarattığı bu ekonomik
ideolojiyi, fertle devlet arasında korunması gereken bir denge üzerine
kurmuştur:
“... Milletin kurduğu devletin ve hükûmet teşkilatının vatandaşlara karşı
mükellef olduğu vazifeleri ve salahiyetleri ile ilgili olarak şöyle bir sıra
yapılabilir:
a. Memleket içinde asayişi ve adaleti tesis ve idame ederek,
vatandaşların, her nevi hürriyetlerini masun bulundurmak,
b. Harici siyaset ve diğer milletlerle münasebetleri, iyi idare ederek ve
dahilde her nevi müdafaa kuvvetlerini, daima hazır bulundurarak milletin
istiklalini emin ve mahfuz bulundurmak...
Bu iki nevi vazife devletin esaslı vazifelerindendir. Denebilir ki devlet
teşkilinden maksat, bu iki vazifenin ifasını temin etmektir. Çünkü bu vazifeler,
vatandaşların fert olarak yapmaya muktedir olamayacakları işlerdir. Hatta
vatandaşların bu vazifeleri, kısmen dahi yapmaya kalkışmaları caiz değildir.
Zira, o zaman anarşi olur, devlet kalmaz.”8
“Bu iki nevi vazifeden başka devletin alakadar olduğu işaret ettiğimiz
vazifeleri de başlattığımız sıra içinde söyleyelim:9
c. Yollar, demir yolları vs. gibi nafia işleri,
ç. Maarif işleri.

8
a.g.e.; s. 44, “Vatandaşa Karşı Devletin Vazifeleri”.
9
Atatürk’ün devletin işlevlerindeki öncelik sırası hemen bütün TBMM’yi açış konuşmalarında
vardır. Bu konudaki kesin seçimi, örnek olarak, 13 Ağustos 1923’teki konuşmasında şöyle ifade
etmiştir: “... Hükûmetin hikmet-i vücudu (varlık nedeni) memleketin asayişini, milletin huzur ve
rahatını temin eylemektir. Millet vâsi’ (geniş) bir huzur ve emniyet içinde müsterih bulunmalıdır.
Memleketimizin herhangi bir köşesinde halkın emniyetini, devletin vahdet (birlik) ve asayişini
ihlâle tasaddi (bozmaya teşebbüs) edenler devletin bütün kuvvetlerini karşılarında bulmalıdırlar.”
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Türk İnkılap Enstitüsü Yayınları, No.1, Ankara, 1961, s. 319.
96
d. Sıhhiye işleri,
e. İçtimai muavenet işleri,
f. Ziraat, ticaret, zanaata ait iktisadi işler.
Bu son söylediğimiz işleri, devletin yapmaması, fertlere terk etmesi
lazım geldiği iddiasında bulunanlar vardır. Bu nazariyeyi tasvip ve takip
edenlere ‘ferdiyetçi’ derler.
Milletin umumî ve müşterek menfaatlerine ait siyasî, fikrî işlerde
olduğu gibi, iktisadi her nevi işlerin dahi, fertlere bırakılmayıp devlet
tarafından yapılması daha muvafık olacağı nazariyesini müdafaa eden
Devletçiler de vardır.
Biz devletimizce tatbiki münasip olan prensibi tespit için, ferdiyetçi ve
devletçilerin istinat ettikleri noktaları ve bir de demokrasinin bazı vasıflarını
göz önünde tutarak kısa bir muhakeme yapalım:
Malumdur ki Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi esasına müstenit bir
devlettir. Demokrasi ise, esas itibarıyla, siyasi mahiyettedir, fikrîdir; ferdîdir;
müsavatperverdir.
Demokrasinin bu esas noktalarına göre, vatandaşın siyasi hürriyeti ve
mesaisini temin etmek; vatandaşın ilmî, içtimai, sanat, ahlak gibi fikrî
sahalarda inkişafını temin ile alakadar olmak ve vatandaşın millî hâkimiyete
usulü dairesinde iştirak hakkını ve bütün vatandaşların aynı siyasi hakları
haiz olmalarını temin eylemekten ibaret olan noktalar, devletin vatandaşa
karşı başlıca vazifelerinin hududunu gösteren işaretlerdir.
O hâlde demokrasi esasına müstenit bir devlet, içtimai muavenet
sistemi veyahut bir iktisadi teşkilat sistemi değildir.
Bunun için bu sahalara ait işlere, devletin karışmaması, bütün bu
mahiyetteki işleri fertlere veya fertlerden mürekkep şirketlere bırakması
mümkündür. Bu imkânın derecesini anlamak için, devletin millete ve
memlekete karşı ifasına mecbur olduğu esaslı vazifelerinin ikinci derecede
görülen vazifelerle münasebet ve irtibatları ile düşünmek lazımdır.
Bu saydığımız sahalardaki işlerden iktisadi olanlar, doğrudan doğruya,
devletin zaruri vazifelerinden görünmemekle beraber, o vazifelerin ifasında,
müessirdirler. Bu sahalardaki işleri, fertlere veya şirketlere tamamen
bırakabilmek için bu işlerin, devlet müdahalesi ve muaveneti olmadığı hâlde,
devleti esas vazifelerini ifade müşkülata uğratmayacağına emin olmak
lazımdır.
Görülüyor ki iktisadi ve içtimai işler, bir taraftan fertlerin menfaatleri ile
alakadardır. Bunun içindir ki ferdiyetçiler, bu işlere devletin karışmasını şahsi
hürriyete tecavüz gibi görürler. Fakat bu işler içinde, dolayısı ile bütün

97
milletin müşterek menfaatine temas ve taalluk eden noktalar da vardır. Bu
sebeple, devletçilerin haklı oldukları noktaları kabul etmek muvafık olur.
Hususi menfaat, ekseriya, umumi menfaatle, tezat hâlinde bulunur.
Bir de hususi menfaatler en nihayet, rekabete istinat eder. Hâlbuki
yalnız bununla iktisadi nizam tesis olunamaz. Bu zanda bulunanlar,
kendilerini, bir serap karşısında aldatılmaya terk edenlerdir.
Fertler, şirketler, devlet teşkilatına nazaran zayıftırlar. Serbest
rekabetin, içtimai mahzurları da vardır; zayıflarla kuvvetlileri müsabakada
karşı karşıya bırakmak gibi... ve nihayet fertler bazı büyük müşterek
menfaatleri tatmine muktedir olamazlar.
Herhâlde devletin siyasi ve fikrî hususlarda olduğu gibi, bazı iktisadi
işlerde de nazımlığını prensip olarak kabul etmek caiz görülmelidir. Bu
takdirde, karşı karşıya kalınacak mesele şudur: Devlet ile ferdin karşılıklı
faaliyet sahalarını ayırmak...
Devletin, bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu hususta istinat
edeceği kaideleri tespit etmek, diğer taraftan vatandaşın ferdî teşebbüs ve
faaliyet hürriyetini tahdit etmemiş olmak, devleti idareye salahiyettar
kılınanların düşünüp tayin etmesi lazım gelen meselelerdir.
Prensip olarak, devlet, ferdin yerine kaim olmamalıdır. Fakat ferdin
inkişafı için umumi şartları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de ferdin şahsi
faaliyeti, iktisadi terakkinin esas menbaı olarak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına
mâni olmamak, onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa iktisadi
sahadaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde devlet kendi faaliyeti ile bir mâni
vücuda getirmemek, demokrasi prensibinin en10 mühim esasıdır.
O hâlde, diyebiliriz ki ferdiyet inkişafının mâni karşısında kalmaya
başladığı nokta, devlet faaliyetinin hududunu teşkil eder. Buna nazaran,
umumiyetle, zaman ve mekânda, daima bir hususi vasıf gösteren iktisadi bir
işi devlet üzerine alabilir. Mesela, bir iş ki büyük ve muntazam bir idareyi icap
ettirir ve hususi fertler elinde inhisara duçar olmak tehlikesini gösterir
veyahut umumi bir ihtiyaca tekabül eder, o işi devlet üzerine alabilir.
Madenlerin, ormanların, kanalların, demir yollarının, deniz seyrisefer
şirketlerinin devlet tarafından idaresi ve para ihraç eden bankaların
millileştirilmesi, kezalik su, gaz, elektrik ve saireye ait işlerin mahallî idareler
tarafından yapılması yukarıda izah ettiğimiz neviden işlerdir.
Bu izah ettiğimiz mana ve telakkide, devletçilik, bilhassa içtimai, ahlaki
ve millîdir. Millî servetin tevziinde daha mükemmel bir adalet ve emek sarf
edenlerin daha yüksek refahı, millî birliğin muhafazası için şarttır. Bu şartı

10
Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabı, 1930’da MEB tarafından ortaokul ders kitabı olarak
yayımlanırken bu “en” sözcüğü metinden çıkarılmıştır. Yukarıdaki parça, Atatürk’ün el
yazmalarından aktarılmıştır.
98
daima, göz önünde tutmak, millî birliğin mümessili olan devletin mühim
vazifesidir.
Memlekette her nevi istihalinin ziyadeleşmesi için, ferdî teşebbüsün
devletçe elzem olduğunu ehemmiyetle kaydettikten sonra, beyan etmeliyiz ki
devlet ve fert birbirine muarız değil, birbirinin mütemmimidir.
Bizim takibini muvafık gördüğümüz (mutedil devletçilik) prensibi bütün
istihsal ve tevzi vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar
dâhilinde tanzim etmek gayesini takip eden ve hususi ve ferdî iktisadi
teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan sosyalizm prensibine müstenit
kolektivizm, komünizm gibi bir sistem değildir.
“Hülasa, bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdî mesai ve faaliyeti esas
tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve
memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek
menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde, bilhassa iktisadi sahada, devleti fiilen
alakadar etmektir.”
Prof. Dr. Afet İnan’ın yukarıda sözü geçen “Medeni Bilgiler ve M.
Kemal ATATÜRK’ün EI Yazıları” kitabının 351.-358. sayfalarında verilen el
yazıları kısmında ATATÜRK’ün “mutedil devletçilik” terimini tercih ettiği
anlaşılmaktadır.11 Bu el yazmalarında aynı terimi parantez içinde ve iki kez
kullandığı hâlde “Millî Eğitim Bakanlığının ortaokullara ders kitabı olarak 7
Eylül 1931 tarihli kararı ile basılan ‘Vatandaş İçin Medeni Bilgiler’ adını
taşıyan bu kitabın 59’uncu sayfasında mutedil kelimesi kaldırılmış”tır.12
Ancak, bu mutedil (ılımlı) kelimesinin ATATÜRK’ün el yazısı ile yazıya kasıtlı
biçimde eklendiği ve ekleme amacının, katı bir devlet kapitalizmine ya da
sistemin sosyalist bir ekonomik kalkınma modeline dönüşmesini önlemek
için konulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ATATÜRK’ün devletçilik ilkesini bir
parti ve hükûmet politikası hâline getirmeden yerli ve yabancı uzmanlarla
uzun süre tartıştığı13 ve Başbakan İsmet İnönü’nün, hükûmetin çalışmalarını
eleştirenlere cevap özelliğindeki ünlü Sivas konuşmasında14 aynı terimin
kullanıldığı görülmektedir. Aslında İnönü’ye göre, ATATÜRK’ün ekonomik
modeli, hep kişisel girişime (ferdî teşebbüse) öncelik vermiş, koyu bir
devletçilik uygulamasını önlemeye çalışmıştır.15

11
a.g.e.; s. 449.
12
İnan; Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı, 1933, s. 23.
12
a.g.e.; s. 23.
13
Feridun Ergin; K. Atatürk, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İstanbul, 1978, s. 194.
14
İlhan Tekeli ve Selim İlkin; 1929 Dünya Buhranı’nda Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları,
ODTÜ, Ankara, 1977, s. 164.
15
Emre Kongar; “Devletçilik ve Günümüzdeki Sonuçları”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve
Toplumsal Sorunları, 1923-1938, İTA, İstanbul, 1977, s. 141-163. Aynı yazar bu makalesinde
İnönü’nün Adi İpekçi ile 1968 yılında yaptığı bir sohbetteki şu sözlerini aktarmaktadır: “Atatürk
başından itibaren özel teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.”,
s. 154.
99
Yukarıdaki söz ve görüşlerin ATATÜRK tarafından ekonomik alanda
yapılan uzun görüşme, tartışma ve düşüncelerin ürünü olduğu bilinmektedir.
İkinci Sanayi Planı’nın ön sözüne yazdığı, 1930’da Prof. Afet İnan’ın imzası
ile yayımladığı Medeni Bilgiler kitabında bulunan ve 1931’de milletvekili
seçimleri nedeniyle yayımladığı bildiride bulunan sözlü sözlerin uzun bir
düşünce hazırlığına dayandığı kabul edilmelidir.16
ATATÜRK’ün yukarıda kendi sözleriyle ifade edilen ekonomik
kalkınma anlayışı, ek açıklamaları gerektirmeyecek biçimde kesin çizgilerle
anlatılmıştır.
3. Bu kalkınma modelinin amaçları, çağdaş kalkınma planlarının
amaçlarından farklı değildir
ATATÜRK’ün söz ve eylemlerinden anlaşıldığına göre, Kemalist
Ekonomik Kalkınma Modeli’nin amaçları şöyle özetlenebilmektedir:
a. Tam çalışma,
b. Hızlı ve dengeli sermaye birikimi,
c. Dış ödemeler ve dış ticaret dengesinin sağlanması,
ç. Dengeli gelir dağılımı,
d. Enflasyonsuz hızlı kalkınma,
e. Bölgeler arası dengeli kalkınma,
f. Özel girişimin geliştirilmesi,
g. Yabancı sermaye ile iş birliği.
Ekonomik kalkınmanın yukarıdaki amaçları, ATATÜRK tarafından
yazılan veya söylenen bir tek kaynakta toplanmış değildir. Ancak ekonomi ile
sosyal kalkınma arasındaki ilişkileri belirten ATATÜRK 1923-1938 arasında
bu amaçları sürekli olarak göz önünde bulundurmuş ve hükûmet üyelerini
sürekli bu amaçlar yönünde aydınlatmıştır.
Bu amaçların en belirgin biçimde ortaya konulduğu belgeler,
ATATÜRK’ün görev başındaki hükûmete direktiflerini ve milletvekillerine
temel telkinlerini içinde bulunduran yıllık TBMM’yi açış konuşmalarıdır.17
ATATÜRK, ömrü boyunca yaptığı TBMM açış konuşmasında, ekonomik

16
Bu düşüncelerin oluşması sırasında, Atatürk, zamanının ekonomi doktrinlerini Alman, Fransız,
Rus, İngiliz ve ABD’li iktisatçıların yayımlarından okumuş, onları özenle incelemiş ve kitapları
işaretleyerek görüşlerini oluşturmuştur. Atatürk’ün Özel Kütüphanesi’nin Kataloğu, Başbakanlık,
1973, s. 119-139.
17
491 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun (Anayasa’nın) 36’ncı maddesi ile kurumlaştırılmış
bulunan ve Atatürk’ün ölümünden sonra da uzun yıllar boyunca uygulanan cumhurbaşkanlarının
TBMM’yi Açış Konuşmaları, 1960’tan sonraki siyasal kargaşa içinde unutulmuştur. Cumhuriyet
tarihimizde 20’si Atatürk’e, 11’i İnönü’ye, 10’u Bayar’a ve biri de Gürsel’e ait olmak üzere 42
Açış Nutku vardır. 1961 Anayasası, bu çok değerli kurumu ortadan kaldırmıştır.
100
sorunlara ve ekonomik kalkınmanın amaçlarına gittikçe artan önem ve yer
vermiştir. İlgili okuyucu, bu konuşmaların tümüne başvurmalıdır. Aşağıda,
ATATÜRK’ün ekonomi politikalarının uygulama biçim ve yöntemleri
uygulanırken, bu açış konuşmalarından sık sık aktarmalar yapılacaktır.
Tekrarları önlemek için burada amaçlarla ilgili aktarmalar yapılmamıştır.18
ATATÜRK’ün Ekonomik Stratejileri
Askerî alanda olduğu gibi ekonomi alanında da ATATÜRK, “bir amaca
varmak için eylem birliği sağlama ve düzenleme sanatı”19 biçiminde
tanımlanan “strateji” sanatının güzel bir örneğini vermiştir. Yukarıdaki
amaçlara ulaşmak için, yukarıda kendi sözleriyle açıklanmış olan sistem
yaklaşımı ile, toplumda eylem birliğini sağlayabilmek için bütün yönleriyle
düşünülmüş aşağıdaki strateji uygulanacaktır:
1. Refahın sağlanması açısından toplumun kesimleri arasında
imtiyazlı kişi, grup, zümre ya da sınıfların oluşması önlenmeli; kalkınmanın
sonuçları bütün kesimlere eşit dağıtılmalıdır. Bu konuda ATATÜRK şöyle
diyor:
“... Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, doktor,
velhasıl herhangi bir içtimai (sosyal) müessesede (kurumda) faal bir
vatandaşın, hak, menfaat ve hürriyeti müsavidir...”20
2. Ekonomi, pazar ekonomisinin kurallarına göre işletilmeli; pazarları
denetlerken, yönlendirirken ve doğrudan endüstri ve ticaret işleri yaparken
devlet, pazar ekonomisinin kurallarına uymalıdır.
ATATÜRK’ün aşağıdaki sözleri, ekonomi stratejilerinin bu yönünü
açıkça göstermektedir:
“İç ticarete gelince, bunda en önde gördüğümüz esas, teşkilatlandırma
ve muayyen tipler üzerinde işleme ve rasyonel çalışmadır.”
“Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılamaz; bununla beraber
hiçbir piyasa da başıboş değildir.”21
3. Kişisel girişim gücü korunmalı ve desteklenmelidir.
Ekonomik kalkınmanın temelinde kendi deyimiyle “ferdi teşebbüs ve
menfaatin bulunması” doğaldır ve bunun böylece kabul edilmesi, demokratik
rejimin temel koşulu ve kalkınmayı hızlandırmanın en etkin yoludur.

18
Atatürk’ün TBMM’yi Açış Konuşmalarının tümü için bk. 1) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,
c. 1, 2. Av. Kâzım Öztürk; Cumhurbaşkanlarının TBMM’yi Açış Nutukları, Ak Yayınları, İstanbul
1969.
19
Meydan Larousse; c. II, s. 566.
20
Bu sözlerin tam metni yukarıda verilmiştir. Bunu söylerken ele aldığı konu, “ekonomik
kalkınma” nazariyeleridir.
21
1 Kasım 1937 Açış Konuşması; s. 396.
101
ATATÜRK’ün bu konudaki sözleri, yukarıda verildiği için burada
tekrarlanmayacaktır. Aslında T. İş Bankası ile T.C. Merkez Bankasının
kuruluşunda halkın sermaye iştirakinin sağlanması ile ATATÜRK bu alanda
iki de örnek göstermiştir.
4. Devlet, özel girişim alanını izlemeli, denetlemeli ve temel ekonomik
amaçlara yöneltmek için teşvik etmelidir.
Devletin bu denetim ve yönelmeyi etkinleştirebilmesi için, ekonomik
faaliyete, doğrudan yatırımlar yaparak katılması ve özel girişimcilere öncülük
etmesi gerekir. Ancak, devletin bu tür faaliyetinin, kişisel girişim gücünü
engelleme noktasına getirilmesi önlenmelidir. Ona göre:
“... ferdin şahsi faaliyeti, iktisadi terakkinin esas menbaı (temel
kaynağı) olarak kalmalıdır. Fertlerin inkişafına (gelişmesine, ilerlemesine)
mâni (engel) olmamak, onların her noktai nazardan olduğu gibi, bilhassa
iktisadi sahadaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde devlet kendi faaliyeti ile bir
mâni vücuda getirmemek, demokrasi prensibinin en mühim esasıdır.”
5. Kişisel girişimin engellenmesini önlemek için devletin doğrudan
yatırımlarına ve devlet işletmesinin ekonomi içindeki rol ve önemine sınırlar
çizilmesi çok önemlidir.
Bu sınırlar, ekonomik hayatın dinamizmi içinde katı ve değişmez
olmaz. Hükûmetlerin temel görevlerinden biri, zaman içinde bu sınırları sık
sık gözden geçirerek yeniden saptamak olmalıdır. Hükûmetler, bu görevi
aksattıkları takdirde “ılımlı devletçilik politikası”, katı ve verimsiz bir “devlet
kapitalizmi”ne dönüşecek ve ideolojik biçimler alacaktır. Bu tehlikeden
kaçınabilmek için hükûmetler, devletin girişiminde bulunduğu alan ve
bölgeler geliştikçe, bu alan ve bölgelerde halk girişimcileri ve yöneticileri
yetiştikçe, işletmelerdeki devlet mülkiyetinin halka devredilmesini
sağlamalıdır. Bu suretle halkın sağlanacak fonlarla, gelişmemiş alan ve
bölgelerde yeni devlet yatırımları yapılmalıdır. Diğer deyişle, belirli
işletmelerdeki devlet mülkiyeti geçici, ama “devletçilik” sistemi kalıcı
olmalıdır.
ATATÜRK’ün bu konudaki uygulama ile ilgili sözleri de yukarda
verilmiştir; burada tekrarlanmayacaktır. Ona göre:
“Devletin bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu hususta istinat
edeceği kaideleri tespit etmek, diğer taraftan vatandaşın ferdî teşebbüs ve
faaliyet hürriyetini tahdit etmemiş olmak, devleti idareye salahiyettar (yetkili)
kılınanların düşünüp tayin etmesi lazım gelen meselelerdir.”
6. Devlet yatırım ve işletmeleri için en uygun alanlar, altyapı
yatırımlarıdır ve bu tür yatırımlar, devlet için en yüksek önceliğe sahip
olmalıdır. Devletçe yatırım harcamaları yaparlarken, devletin temel işlevleri
ile ilgili öncelikler unutulmamalıdır. Devletin harcama politikasının temelini
oluşturan bu harcama öncelikleri, ATATÜRK tarafından yazılmış olan
102
“Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında sıralanmıştır. Yukarda
ATATÜRK’ün el yazmalarından aktarmalarla sıralanan bu öncelikler, özetle
şöyledir:
1. Ülkede asayiş ve huzurun sağlanması,
2. Ulusal savunma ve dış işleri,
3. Ulaştırma,
4. Millî eğitim,
5. Sağlık,
6. Sosyal güvenlik,
7. Ziraat, ticaret, zanaata ait iktisadi işler.
Görüldüğü gibi ATATÜRK’ün iktisadi stratejisinde’ ‘iktisadi işler” devlet
işlevlerinin görülmesi açısından son sırada bulunmaktadır. Bu öncelik
sırasının doğal sonucu olarak, devlet harcamaları, önce devletin temel
işlevlerinin gerçekleştirilmesine ve ulaştırma, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik
gibi altyapı yatırım ve hizmetlerinin gerçekleştirilmesi için yapılacak, daha
sonra devlet hazinesinin harcama imkânı kalırsa iktisadi işlere harcama
yapılacaktır. Devletin iktisadi işlere harcama yapabilmesi için, ancak devlet
bütçesi fazlalarından, devlet tekellerinin ve işletmelerinin yarattığı fonlardan
ve iç ve dış borçlanmadan elde edilen harcama imkânlarından
yararlanılmalıdır. ATATÜRK’ün çok önemli olan bu stratejinin uygulama
biçimlerinden oluşan “bütçe politikası”, “maliye politikası”, “para politikası”,
“yatırım politikası” gibi politikalar incelenirken bu konu yeniden ele
alınacaktır.
7. İktisadi işler için yukarıda sayılan sağlıklı kaynaklardan elde
edilecek fonlarda bir öncelik sırasıyla harcanmalıdır. Bu önceliklerde şöyle
sıralanmalıdır:
a. Bayındırlık,
b. Tarım ve öncelikle sulama projeleri,
c. Tarımsal endüstri,
ç. Ağır sanayi,
d. Hafif sanayi, ticaret, hizmetler.
Bu öncelik sırası, halkın kendi gücü ile yapabileceği yatırımlar ile
ticaret ve hizmetler alanlarına devletin fazla yatırım yapmasının gerekli
olmadığını ifade etmektedir.
Kemalist Ekonomik Kalkınma Modelinin Temel Politikaları
Yukarıda listesi verilen amaçlara, yine yukarıdaki stratejilerle
ulaşabilmek için, hızlı, dengeli ve planlı bir ekonomik kalkınma modelinin

103
uygulamaya konması gerekmiştir. Bu tür bir ekonomik kalkınmanın
uygulama araçlarından olan özel girişim işletmeleriyle devlet işletme ve
faaliyetlerinin tümü, ortak bir strateji çerçevesinde ekonomik kalkınmaya
yöneltilmelidir. ATATÜRK’ün tayin ettiği ekonomi politikaları böyle bir temel
anlayıştan kaynaklanmıştır. Kuşkusuz ATATÜRK, bu politikaları, bizim şimdi
böyle bütün yönleriyle yazdığımız gibi tek bir metinde ve ayrıntıları ile ortaya
koymamıştır. Ancak, 1922-1938 arasında ekonomik politikalarla ilgili söylev
ve demeçleri, uygulamaları ve davranış biçimleri üst üste konup incelenince,
insana hayranlık veren bir sistem yaklaşımı içinde bütün politikaların
çelişmez biçimde yan yana geldikleri ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında
“mazlum milletler” için ortaya konan “Kalkınma Ekonomisi” politikalarına
benzer olgunlukta bir kalkınma modeli ortaya çıkmaktadır. Şimdiye kadar bu
üst üste koymanın yapılmamış olması, milletimize ve diğer “mazlum
milletler”e çok zaman kaybettirmiştir. Aşağıda ATATÜRK’ün bu temel
ekonomik politikasının temel özellikleri açıklanacaktır:
1. Bütçe ve maliye politikası,
2. Para politikası,
3. Dış ekonomik ilişkiler politikası,
4. Yatırım politikası.
ATATÜRK’ün Maliye Politikası
Yukarıdaki ekonomik kalkınma amaçlarına ve temel stratejilere uygun
olarak ATATÜRK’ün maliye politikasının temel amacı, halka işkence
etmeden devlet bütçesi dengesinin sağlanmasıdır. Hatta, kurduğu yeni Türk
Devleti’nin hızla kalkınması gerektiği için, devlet bütçelerinin, yatırımlara
tahsis edilmek üzere fazlaları vermesi de sağlanmalıdır. Şu sözler onundur:
“Binaenaleyh, usul-ü malîmiz (maliye yönetimimiz) halkı tazyik ve izrar
etmekten içtinap (halka baskı yapmaktan ve ona zarar vermekten kaçınmak)
ile beraber mümkün olduğu kadar harice arz-ı ihtiyaç ve iftikâr etmeden
(ihtiyaç ve yokluklar için dışarıya muhtaç olmadan) varidat-ı kâfiye (yeterli
gelir) temin etmek esasına müstenittir (sağlamak temeline
dayanmaktadır).”22
“Cumhuriyet bütçelerinin taayyün eden (belirlenen) ve daima
kuvvetlenmesi gereken müşterek hususiyetleri (ortak özellikleri), yalnız
denkli oluşları değil, aynı zamanda, koruyucu, kurucu ve verici işlere her
defasında daha fazla pay ayırmakta olmalarıdır.”23

22
1 Mart 1922 Açış Konuşması’ndan, Atatürk buna benzer sözleri, sonradan çok söylemiş ve bu
görüşten hiç sapmamıştır. Buna benzer diğer sözleri için bk. M. A. Aysan; Atatürk’ün Ekonomi
Politikası.
23
1 Kasım 1937 Açış Konuşması; s. 399.
104
ATATÜRK’ün maliye politikasında devlet bütçesinin açık vermesi,
kesinlikle yasaktır. Bütçeler, yıl başlarında denk olarak hazırlanmalı, kesin
hesaplar da denk olarak kapatılmalıdır. Yıl içinde ek ödeneklerle bütçe
denkliğinin bozulmasına izin verilmemelidir. Denklikten anlaşılan devletin
normal gelirleri (vergi gelirleri ve vergi dışı normal gelirler) ile normal
harcamaları (yukarıdaki önceliklere uygun olarak tespit edilecek devletin
temel işlevleri ile ilgili hizmetler için yapılan harcamalar) arasında denkliğin
sağlanmasıdır. İç ve dış borçlanmadan sağlanan devlet gelirleri ile bütçe
denkliğinin sağlanması kabul edilemez.
ATATÜRK’ün bütçe dengesi üzerinde bu ölçülere varan titizlikle
durmasının temel nedeni, devlet hazinesinin yurt içinde ve yurt dışında güçlü
ve güvenilir olmasını zorunlu görmesidir. Ona göre, ekonomik bağımsızlığı
sağlamanın başka yolu yoktur:
“Açık bir bütçenin, hesapsız mahzurlarını iyi bilen Büyük Millet
Meclisinin muvazene yolunda kati karar sahibi bulunması, devletin mali ve
hatta umumi siyaseti için en büyük teminattır.”24
Bu anlayışla ve ATATÜRK’ün yakın ilgisi ile yapılan 1924-1938 (1919-
1922 yıllarında bütçe yapılmamış, ülke Türkiye Büyük Millet Meclisinden ayrı
ayrı alınan ödeneklerle yönetilmiştir.) arasındaki 11 bütçenin kesin hesabı
denk bağlanmış, 3’ü fazla vermiş, sadece 1’i açıkla (içinde aşar vergisinin
kaldırıldığı 1925 yılı) kapanmıştır.
ATATÜRK’ün maliye politikası, devlet hazinesinin yurt içinde ve
dışında güçlü olması temel amacını gütmektedir. Ancak, bu amacı
gerçekleştirirken vergilerin, halk için işkenceye dönüşmesi önlenmelidir.
Bunun için, vergi artışlarının halkın gelir düzeyi artışları ile oranlı olması
sağlanmalıdır. Çağdaş maliye politikasının temel amacı olarak gösterilen bu
ilke, ATATÜRK’ün konu ile ilgili konuşmalarında açık ve seçik olarak ortaya
çıkmaktadır. Nitekim, ATATÜRK döneminde halka ağır gelen ve sosyal
zararları çok olan bütün vergi, resim ve harçlar kaldırılmış; onlar yerine
halkın gelir düzeyine göre ayarlanabilen vergiler getirilmiştir.
Aşağıdaki sözler, ATATÜRK’ün yukarıdaki maliye politikaları ile elde
edilen sonuçlarla ilgili olarak duyduğu mutluluğu ifade ediyor:
“Son iki sene zarfında hayvanlar, tuz, şeker, çimento, petrol ve benzin,
elektrik, iptidai maddeler resim ve vergilerinde yapılan ve her biri 30-50
nispetinde bir vergi indirilmesini ifade eden tahfiflerin (hafifletmelerin),
istihsalin teşviki bakımından, vatandaş ve memleket için müspet ve hayırlı
neticeler verdiğini görmekteyiz.”25

24
a.g.e.; s. 374.
25
a.g.e.; s. 401.
105
Çağdaş maliye politikalarının amaçları arasında, şimdi açık ve seçik
olarak ortaya konmuş olan, “vergilerin ekonomik etkilerinin üretimi
azaltmasının önlenmesi” ilkesi de Kemalist maliye politikasının temellerinden
biridir. Onun yönetiminde ekonomi ve özellikle üretim üzerindeki etkileri
olumsuz olan hemen bütün vergi, resim ve harçlar kaldırılmıştır.
ATATÜRK’ün Para Politikası
ATATÜRK’ün para politikasının temel amacı, devlet harcamaları ile
kaynaklar arasında sürekli bir dengenin korunması suretiyle enflasyonun
önlenmesidir.
ATATÜRK’ün enflasyon karşısındaki tutumunu en iyi ifade eden İsmet
İnönü’nün şu sözlerinin burada tekrarlanmasında yarar vardır: “Hükûmet
olarak yılda iki kez ödeme yapamayacak duruma düştüğümüz olurdu. Gider
konuşurdum. Birkaç milyon liralık emisyonun bizi ferahlatacağını anlatmaya
çalışırdım. Bir defa bile ‘evet’ dedirtemedim.”26
Ona göre çok muhtaç durumda bulunan halkın refahını arttırmak için
yatırımları hızlandırmak gerekliydi. Ancak, yatırımları hızlandırmak amacı ile,
devletin sağlıklı yollardan sağladığı gelirlerden fazla harcama yapması
önlenmeliydi. Bunu önleyebilmek için bütçe fazlası, devlet tekelleri ile
işletmelerinin gelir fazlaları ile iç ve dış borçlanmadan sağlanan fonlar
tutarından fazla yatırım harcaması yapılmamalıydı ve T.C. Merkez
Bankasının emisyonu arttırması (yani para basması) yolundan sağlanan
kaynaklarla yatırım yapılması kesinlikle engellenmeliydi.
ATATÜRK döneminin kaynak ve harcama rakamları ile ilgili olarak
elde edilen bilgiler, bu ilkenin de eksiksiz uygulandığını göstermektedir.
Onun yönetimindeki 15 yılda ortalama yıllık % 4-6 oranında reel büyüme hızı
elde edildiği hâlde enflasyon yoktur.1929’da çeşitli nedenlerle ortaya çıkan
dengesizlik, alınan tedbirlerle, 1930 yılı sonunda giderilmiştir.27 Türkiye’nin ilk
“istikrar programı” olan 1929 istikrar programı ile devlet harcamalarının
kısılması ve gelirlerinin artırılması, yabancı ülkeler borsalarında Türk lirası
değerinin desteklenmesi yolundan, onun deyimi ile “Millî Para Buhranı”, 1930
yılı sonuna kadar kontrol altına alınmıştır.
ATATÜRK, enflasyonun en önemli nedeni olarak, T.C. Merkez
Bankasının emisyon artırmasını (yani para basmasını) görmektedir. En
önemli yurt ihtiyaçları için olsa bile T.C. Merkez Bankasından finansman
yapılmasına, kesin tutumu sayesinde, 1919’da Osmanlı İmparatorluğu’ndan
158 milyon TL olarak devralınan banknot hacmi, 20 yılda (1938’e kadar)

26
Feridun Ergin; “Atatürk Zamanında Para Politikası”, Uluslararası Atatürk Konferansı, 10-11
Kasım 1980, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul.
27
1923’ten 1929’a kadar sürekli olarak açık veren ve son yılda 101 milyon TL’sine (ihracatın
60’ına) yükselmiş olan dış ticaret açığı ile dayanılmaz boyutlara ulaşmış olan olumsuz dış ticaret
dengesini sağlamak üzere 1929’da alınan tedbirler, 1930’da sonuç vermiş, bu yıl sonunda dış
ticaret dengesini 4 milyon TL fazlaya dönüştürülmüştür.
106
ancak % 20 oranında artmış ve 194 milyon TL’ye yükselmiştir. Yaklaşık
% 20 oranında bir yıllık artışı ifade eden bu banknot artışı, ekonominin % 4-6
düzeyinde bir ortalama reel büyüme hızına ulaştığı bir dönemde, aslında,
deflasyonist bir para politikasını ifade etmektedir.
ATATÜRK’ün para değerinin düşmesine karşı gösterdiği özenin en
önemli göstergesi, 1919-1938 arasındaki % 23 oranındaki banknot hacmi
artışının, hemen tamamının 1938’de ortaya çıkmış olmasıdır. Bu % 23
oranındaki artışın % 15’lik kısmı, 1938 yılının son yarısında ortaya çıkmıştır.
1938 yılının son yarısında ATATÜRK, devlet işleri ile ilgilenemeyecek kadar
ağır hastadır. Nitekim, bir yıl sonra gelecek İkinci Dünya Savaşı’nın da
etkisiyle sonraki yıllarda banknot hacmi hızla yükselecektir.28
Ona göre paranın iç değeri ile dış değeri arasında çok yakın bir ilişki
vardır. Ülkede enflasyonu önlemenin temel gerekçelerinden biri de
yurtdışında Türk lirasının ve Hazinenin itibarını ve gücünü korumaktır.
Devletin iç ve dış harcama ve gelirleri arasındaki önemli dengelerin paranın
dış değeri üzerindeki etkileri konusunda derin bir anlayışı ifade eden yine
odur:
“Samimi bir bütçeye ve hakiki bir tediye muvazenesine (ödemeler
dengesine) dayanan paramızın fiilî istikrar vaziyetini kesin suretle muhafaza
edeceğiz.”29
Yeni Türk Devleti Hazinesinin ve Türk lirasının dış pazarlardaki
gücünü ve itibarını yükseltmek kolay olmamış, “Düyunu Umumiye”
taksitlerinin yükü ve Lozan Antlaşması’nın 1929’a kadar gümrükleri
sınırlayan hükümleri Türk lirasının dış değerini 1929’a kadar düşürmüş,
1929’da bu gidiş bir “Millî Para Buhranı” biçimine dönüşmüş, yani düşüş
hızlanmıştır. Ancak 1929’u izleyen yıllarda alınan önlemlerle Türk lirasının
İngiliz sterlingi karşısındaki değeri 1921’de ortalama 620 kuruş iken, 1929’da
1032 kuruşa kadar düşmüş ama 1938’de yeniden 620 kuruş düzeyine
yükseltilmiştir. Bu başarıda ATATÜRK’ün enflasyon karşısındaki tutumunun,
yukarıda özellikleri açıklanan maliye politikasının ve aşağıda özellikleri
açıklanacak dış ekonomik ilişkiler politikasının önemli etkileri vardır. Bütün
bu yıllarda alınan temel ekonomik kararlarda ATATÜRK’ün bazı hâllerde
ince ayrıntılara inen müdahaleleri vardır.
Ancak ATATÜRK’ün bu konudaki asıl katkısı, TBMM ve Hükûmete
karşı sık sık tekrarladığı, kesin kararlılığıdır:

28
Ayrıntılar için bk. Güngör Çelebican; “Atatürk Döneminde Para-Kredi Siyaseti ve Kurumlaşma
Hareketi”, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesi, AÜSBF,
Ankara, 1983, s. 30-32 ve Gülten Kazgan, “Türk Ekonomisinde 1927-35 Depresyonu, Kapital
Birikimi ve Örgütleşmeler”, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları, İstanbul, İTİA,
İstanbul, 1977, s. 243.
29
1 Kasım 1937 Açış Konuşması; s. 400.
107
“Şüphe yoktur ki bahusus devletçi ve halkçı olan bir idare ve ekonomi
hayatında Hazinenin kudret ve intizamı, başlıca mesnettir (dayanaktır).
Cumhuriyet’in kudreti de her sahada ve millî müdafaa sahasında,
ihtiyaçlarını karşılayan Hazinenin intizamındadır. Gelecek yıllar içinde
Hazinenin kudretini muhafaza etmek, sizin en mühim işiniz olacaktır. Millî
paramızın fiilen müstekar olan kıymeti, muhafaza olunacaktır.30”
ATATÜRK, Türk para piyasasının Türklerin yönetiminde ve Türklerin
elinde olmasını istemiş ve ekonomiyi bu amaca ulaştırmıştır. 1930’da T.C.
Merkez Bankasını kurarken danıştığı dünyanın iki ünlü Merkez Bankacısının
(Almanya’yı korkunç “Weimar enflasyonu”ndan kurtaran ve bu hizmeti
nedeniyle “Malî Sihirbaz” unvanı verilen zamanın Alman Merkez Bankası
Başkanı Dr. Hjalmar Schacht ve yardımcısı Karl Müller’in) olumsuz
görüşlerine rağmen Türk Emisyon Bankasını kurmuştur.31 Bu iki ünlü Merkez
Bankası uzmanı, ülkemizde belirli bazı iktisadi ve mali tedbirler alınarak para
istikrarının sağlanması güven altına alınmadan bir emisyon bankasının
kurulmasını “mevsimsiz” bulmuşlardır.32 1930’da verilen bu raporlara göre,
T.C. Merkez Bankası, gelecek 5 yıl içinde, tedavüldeki banknotların % 30’u
oranında altın, % 10’u oranında döviz mevcutları, devlet bütçesi ve dış
ödemeler dengesi sağlandıktan ve ekonomi, bu mevcut ve dengeleri zaman
içinde koruyacak kadar güçlendirildikten sonra kurulabilir. Bu şartlar yerine
getirilmeden kurulabilecek bir Merkez Bankası, ülkede para istikrarını
bozabilir ve bunun çok olumsuz sonuçları olacaktır.
Millî paranın Türklerin yönetimine geçmesini isteyen ATATÜRK,
1930’da T.C. Merkez Bankasını kurmuş, bankanın hisselerini de Türk
bankaları ile devlet memurlarına dağıtmıştır. Ancak 1930’dan sonra yabancı
uzmanların önerilerine uygun olarak 1931’de 6127 kilo olan T.C. Merkez
Bankası altın mevcudunu 1938’de 26190 kiloya ulaştırmış, Düyunu
Umumiye borçlarının, 1933’te ulaşılan anlaşmaya uygun olarak ödenmesini
sürdürmüş, ödemeler dengesi ile devlet bütçesi dengesini kurarak
korunmasını sağlamış ve fiyat istikrarının bozulmasını da kesin kararlarla
önlemiştir.33
ATATÜRK’ün görüşüne göre, Türk bankacılığı da Türklerin
yönetiminde ve mülkiyetinde olmalıdır. O, yabancı bankaların Türkiye’de
çalışmasına karşı değildir. Ancak, Türk mevduatının büyük çoğunluğunun
yabancı bankalar elinde olmasını da uygun görmemektedir. Ona göre

30
1 Kasım 1936 Açış Konuşmasından; s. 390.
31
İlhan Tekeli ve Selim İlkin; 1929 Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, ODTÜ,
Ankara, 1977 (Bu eserin sonunda ülkemizde 5 hafta etüd yapan Karl Müller’in raporu ve Dr.
Schact’ın sunuş yazısının tam metinleri de vardır).
32
İbrahim Ülkem; “T. İş Bankası ve T.C. Merkez Bankasının Kurulmasında Atatürk’ün Rolü” İ. Ü.
İşletme Fakültesi, Devlet İşletmeciliği Enstitüsünün 17 Nisan 1981’de düzenlediği “Atatürk’ün
Ekonomik Kalkınma Politikası ve Devlet İşletmeciliği Konferansı”na sunulan bildiri.
33
Haldun Derin; Türkiye’de Devletçilik, İstanbul, 1940, s. 154.
108
1920’de % 68’i yabancı bankalar elinde bulunan mevduatın % 32’sinin millî
bankalar elinde bulunması uygun değildir.
ATATÜRK’ün Türk bankacılığını millîleştirme karar ve düşüncesinin bir
sonucu olarak 1924’te kendi kurduğu T. İş Bankası da dâhil olmak üzere millî
bankalarımız, 1937’de mevduatın % 81’ini elde edebilmişler, aynı yılda
yabancı bankaların payının % 19’a inmesi sağlanabilmiştir. 1920-1937 yılları
arasındaki dönemde 6 katına yükselmiş bankalardaki mevduat toplamı,
ATATÜRK’ün tasarrufu teşvik yönündeki önderliğinin bir sonucu olarak, bu
dönemdeki kalkınmanın finansmanında da önemli katkıda bulunmuştur.
Ona göre, enflasyona gitmeden yatırımların hızlandırılabilmesi için,
halkın tasarrufa yöneltilmesi ve halk tasarruflarının büyük yatırımları
gerçekleştirebilmek için birleştirilmesini sağlayan bir mali yapının kurulması
gereklidir. ATATÜRK’ün kararı ile başlatılan “Millî İktisat ve Tasarruf
Hamlesi” ve “Yerli Mallar Haftaları” ile T. İş Bankasının kurulması, bu amaca
yönelik uygulamalardır.34
ATATÜRK’ün Bankacılık Devrimi
Cumhuriyet kurulduktan sonra ATATÜRK’ün para ve sermaye
piyasalarının geliştirilmesi yönünde çok güçlü ve etkili adımlar attığı
görülmektedir. Bu önemli adımlardan birincisi 17-24 Şubat 1923’te İzmir’de
toplanan İktisat Kongresi’nde alınan kararlara uygun olarak ATATÜRK’ün
kişisel girişimi ile kurulan Türkiye İş Bankasıdır. Bu konuda atılan çok önemli
ikinci adım, uzun süren bir etüt ve araştırma döneminden sonra 11 Haziran
1930 tarihli ve 1715 sayılı kanunla kurulmuş olan ve 3 Ekim 1931’de
faaliyete geçen T.C. Merkez Bankası olmuştur. Bir önceki bölümde bu
tedbirlerle para piyasasında elde edilen büyük sonuçlarla ilgili bilgiler
sunulmuştur. Bu bölümde, T. İş Bankasının kuruluşu ve ilk gelişme
yıllarındaki gelişmelerle ilgili olarak ek bilgiler sunulacak ve ATATÜRK’ün bu
gelişmeler içindeki tayin edici karar ve çalışmaları belirlenmeye çalışılacaktır.
T. İş Bankası 26 Ağustos 1924’te 1 milyon TL sermayeli bir anonim
şirket şeklinde ve Bakanlar Kurulu kararıyla kurulmuş,35 sermayenin tamamı
ATATÜRK tarafından taahhüt edilmiştir. Bankanın isim babası da
ATATÜRK’tür.36 ATATÜRK tarafından ödenen sermayenin ilk % 25’lik
kısmını temsil eden 250.000 TL hemen ödenmiş ve ilk banka şubesi, 30
Ağustos 1924’te törenle faaliyete başlamıştır. Sermayenin geride kalan kısmı
için, Ankara, İzmir, İstanbul, Samsun ve Bursa piyasalarında nominal değeri
10 TL olan hisse senetlerinin satılması suretiyle 160.000 TL daha sağlanmış
ve ilk yıl içinde ödenmiş sermaye 410.000 TL’ye ulaşmıştır. Böylece
ATATÜRK’ten başka 35 kurucu ortak daha T. İş Bankasına katılmıştır.37

34
Ayrıntılar için bk. Tekeli ve İlkin; s. 92-95.
35
Türkiye İş Bankası 50’nci Yıl Kitabı; 174, s. 31 ve 79-84.
36
Ana Sözleşmeyi Onaylayan Bakanlar Kurulu Kararı, 20.08.1924 tarihlidir.
37
Kurucu ortakların 1924 tarihli şirket ana sözleşmesinden çıkarılmış tam listesi, Sayın İbrahim
Ülkem’in yukarıda adı geçen bildirisinde vardır.
109
T. İş Bankasının Ulus’taki ilk işyerinin (hâlen T. İş Bankasının Ulus
Şubesi aynı iş yerindedir) o sırada inşaat henüz tamamlanmış evkaf
evlerinden birinin kiralanması suretiyle elde edildiği ve ATATÜRK’ün
sermaye olarak koyduğu 250.000 TL’nin çuvalla Çankaya’dan bu işyerine
taşındığı görülmektedir.38 ATATÜRK’ün bu ilk ödemesini oluşturan paranın
onun şahsi hesabından geldiği anlaşılmaktadır.39
ATATÜRK, bankanın kuruluşu ile ilgili kararı, Çankaya’da toplanan
İcra Vekilleri Heyetine Mayıs 1924’te şu sözlerle getirmiştir:
“Vatanı kurtaracak ve yükseltecek tedbirlerin başında olarak halkın
doğrudan doğruya itibar ve itimadından doğup meydana gelen tam
manasıyla modern ve millî bir banka kurmak...”
T. İş Bankasının sermayesi 1926’da 2 milyon TL’ye yükseltilmiş,
1927’de sermayesi 2 milyon TL olan Osmanlı İtibarı Millî Bankası da T. İş
Bankasına katılınca sermaye 4 milyon TL’ye yükselmiştir. Daha sonra
1956’da bankanın sermayesi 10 milyon TL’ye, 1964’te 20 milyon TL’ye,
1974’te 40 milyon TL’ye ve 12 Eylül 1980’den sonra 30 milyar TL’ye
yükselmiştir. 31 Aralık 1983’te sermaye ve öz kaynakları toplam 64 milyar
TL’ye, mevduat toplamı 743 milyar TL’ye ulaşmış olan T. İş Bankası, T.
Ziraat Bankasından sonra ülkemizin en büyük bankası olma özelliğini
korumaktadır.
Bankanın 20.08.1924’te Bakanlar Kurulu kararı ile onaylanan ana
sözleşmesi (nizamnamesi) içinde gösterilen 35 kurucu ortağı bulmak kolay
olmamıştı. Bankanın ilk genel müdürü Sayın Bayar, ATATÜRK’ün bankaya
kurucu ortak bulma işini kendisine bıraktığını ve kurucu ortaklarının
Anadolu’nun varlıklı kişilerinden ve zamanın ünlü politika adamlarından biraz
da zorlayarak seçilmiş olduğunu belirtmiştir40.
ATATÜRK bankanın ilk genel müdüründen sonra, yönetim kurulunu
da en yakın dostları ve o günlerin en güvenilir kişileri arasından şahsen
seçmişti. İlk yönetim kurulu Mahmut (Soydan) Bey’in başkanlığında şu
üyelerden oluşmuştur: Dr. Fikret Bey, Fuat (Bulca) Bey, İhsan Bey, Ali (Kılıç)
Bey, Mahmut Celâl (Bayar) Bey (Genel müdür), Rahmi (Köken) Bey, Rasim
(Başara) Bey, Salih (Bozok) Bey ve Şakir (Kuracı) Bey.
1921-1924 yıllarında Mübadele ve İmar İskân bakanı olan Sayın
Bayar, 8 yıl genel müdürlük yaptıktan sonra 9 Eylül 1932’de İktisat vekili
olarak yeniden Bakanlar Kuruluna atanmıştır. Bu tarihten bir yıl sonra (30
Ağustos 1933) T. İş Bankası kuruluşunun dokuzuncu yıl dönümü dolayısıyla

38
Cemal Kutay; Celal Bayar, c. I, İstanbul, 1939, s. 25-26.
39
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda Hint Müslümanlarından gelen ve tutarı çeşitli kaynaklara göre
500-600 bin TL olarak belirtilen parayı Kurtuluş Savaşı’nda millî ihtiyaçlar için kullanıldığı ve
bunlardan tasarruf edebildiği tutarlardan T. İş Bankasına ilk ödemeyi yaptığı anlaşılmaktadır.
40
Kurucu ortakların tam listesi, Sayın İbrahim Ülkem’in yukarıda adı geçen bildirisinde vardır, s.
50.
110
Yalova’da ATATÜRK’e saygılarını sunmaya giden banka heyetine
ATATÜRK’ün söylediği şu sözler, aynı zamanda, başarıya ulaştırılmış bir
girişimi nedeniyle onun duyduğu büyük mutluluğun bir ifadesidir:
“İş Bankasının dokuzuncu yıl dönümünü bütün mensuplarına tebrik
ederim. İş Bankası mütevazı bir sermaye ile işe başlamıştı. Mütevazı olan
ancak maddi sermayesi idi. Fakat manevi sermayesi çok büyüktü. Çünkü işin
başında gayet kıymetli, haluk ve sebatlı Celâl Bey ve onun yanında birkaç
kişiyi geçmeyen güzide arkadaşları bulunuyordu. Bu maddi sermayenin
yüzlerce misli ile işe başlamış ve hiçbir muvaffakiyet göstermeden batmış
nice müesseseler tanırız. Demek ki bir müessesenin yaşaması, inkişaf
etmesi, muvaffak olması, o müessesenin başına geçenlerin haluk (ahlaklı,
temiz huylu), dürüst ve imanlı zatlar (kişiler) olmasına bağlıdır.”
“Banka, memleketimizin iktisadiyatına çok nafi (yararlı) hizmetler ifa
etmiştir. Bence bütün bu hizmetlerin fevkinde daha büyük olan bir hizmet de
bankacılığa gençlerimizi yetiştirmiş olmasıdır. En çok bununla iftihar ederiz.”
“Celal Bey’in İş Bankasını tesisinde ve onun inkişafında gösterdiği
muvaffakiyeti şimdi başında bulunduğu İktisat Vekaletinde de göstereceğine
şüphem yoktur. Bankanın yıl dönümünde bu münasebetle Celal Bey’in adını
anmayı bir borç bilirim. İş Bankasına yeni ve daha parlak muvaffakiyetler
dilerim.”41
T. İş Bankasına ilk ana sözleşmeyle verilen görevler, her türlü ticaret
bankacılığı işlemleri yapmakla birlikte, doğrudan yatırım yaparak iştirakler
oluşturmak şeklinde özetlenebilecektir. O sıralarda Fransa’da hem ticaret,
hem yatırım bankacılığı yapan bu tür karma bankalara verilen (Banque
d’Affaire) teriminden esinlenen Ulu Önder bu yeni Türk Bankasına T. İş
Bankası adını vermiştir. İlk ana sözleşmenin ikinci maddesi, bu görevleri
şöylece tespit etmiştir:42
a. Her türlü banka muamelelerini yapmak,
b. Ziraate, sanayiye, madenlere, enerji istihsali ve tevziine, nafia
işlerine, nakliyeciliğe, sigortacılığa, turizme, ihracata müteallik her nevi
teşebbüsler kurmak veya bu gibi teşebbüslere iştirak etmek,
c. Her türlü eşya veya levazımın istihsal, imal ve tedariki için şirketler
kurmak veya bu işlerle uğraşan teşekküllere iştirak etmek,
ç. Her türlü sınai ve ticari muameleleri gerek kendi namı ve hesabına
ve gerek yerli ve ecnebi müesseseler ile müştereken veyahut bu
müesseseler nam ve hesabına deruhte ve ifa etmek.”

41
Kutay; s. 27-28.
42
Banka statüsünde birçok değişiklik yapılmış olmakla birlikte bankanın bu temel uğraşı alanları
değiştirilmeden korunmuş bulunmaktadır.
111
ATATÜRK kuruluş nedeniyle verilen yemekte Yönetim Kuruluna şu
direktifi vermiştir:
“Bu müesseseyi muvaffak kılmanızı temenni ederim. Böylelikle millî
vasıflarımıza bir yenisini ekleyeceksiniz. Çalışmalarınızı dikkat ve
hassasiyetle takip edeceğim. Endişe etmeyiniz; zekâ, dikkat, iffet en büyük
muvaffakiyet amilinizdir.”
Bir milyon TL tutarındaki ilk banka sermayesinin % 25’ini ödemekle
birlikte, ATATÜRK’ün sonraki artırımlara katılmadığı ve ölümü sırasında
banka sermayesindeki ATATÜRK hisselerinin toplam kayıtlı sermayeye
oranının % 27,56’ya düştüğü görülmektedir. 1981’e kadar yapılan sonraki
sermaye artırımları ihtiyatlardan aktarma biçiminde gerçekleştirildiğinden
ATATÜRK’ün hisselerinin oranı günümüzde hemen hemen aynı düzeydedir.
Sadece Hazinenin ATATÜRK’ün hisselerine ek olarak satın aldığı 24,310
adet B tertibi hisse senetleri nedeniyle ATATÜRK’ün hisselerinin oranı
% 28,38’e yükselmiştir.43
Türkiye İş Bankasının yukarıda verilen kısa tarihçesi ATATÜRK’ün
banka hisselerinin küçük partilerde çok sayıda özel kişiler arasında
dağılmasını istediğini göstermektedir. Uzun yıllar sermaye artışı yapamamış
Bankanın son yıllardaki enflasyon karşısında gelişmesini önleyen küçük
kayıtlı sermaye sorunu bir çözüme kavuşturulmuştur. Gelecek yıllarda
Hazinenin mülkiyetinde ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin
idaresinde bulunan hisselerden büyük bir parçanın küçük tasarruf
sahiplerine satışının planlanması ve gerçekleştirilmesi Ulu Önder’in aziz
anısına saygılı bir davranış biçimi olacaktır. Bu değişikliklerden sonra Banka
statüsü özel şirket yapısını korumaktadır. ATATÜRK, zamanında kurulan
KİT’lerin dahi, zaman içinde halka satılmasını isteyen bir görüşe sahip
olmuştur. Onun bu niyet ve isteklerinin T. İş Bankasının uzun süreli
yararlarına da uygun olacağı kuşkusuzdur.
ATATÜRK’ün Dış Ekonomik İlişkiler Politikası
ATATÜRK’ün dış ekonomik ilişkiler politikasının amacı, Türk lirasının
yabancı paralar karşısındaki değerinin düşmesini önlemek ve Türk
Hazinesinin uluslararası pazarlama itibarını yükseltmektir. Bu amaca
ulaşabilmek için, yukarıda özetlenen maliye ve para politikalarına uygun
olarak dış ödemeler dengesi de sağlanmalı; yabancı devletlere karşı girişilen
ödeme taahhütleri, gecikmesiz ve eksiksiz yerine getirilmelidir. Ona göre bu
ilke, tam bağımsızlığın temel koşuludur.
“... İstiklaliyetin (bağımsızlığın) tamamiyeti ise ancak, istiklal-i mali
(malî bağımsızlık) ile mümkündür. Bir devletin maliyesi istiklalden mahrum

43
Atatürk hisselerinin kâr payları hâlen 11.8.1983 tarih ve 2876 sayılı kanunla kurulan Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna bırakılmıştır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. M. A. Aysan;
Ekonomik Görüşüyle Atatürk, Mustafa Kemal Derneği, Yayın No: 5, s. 68 vd.
112
olunca o devletin bütün şuabat-ı hayatiyesinde (hayat kısımlarında) istiklal
mefluçtur (felç olmuştur). Çünkü her uzv-u devlet (devlet organı) ancak
kuvve-i maliye (mali kudretle) ile yaşar. İstiklal-i malînin mahfuziyeti
(korunması) için şart-ı evvel (ilk şart) bütçenin bünye-i iktisadiye (ekonomik
yapı) ile mütenasip (uyumlu) ve mütevazin (denk) olmasıdır. Binaenaleyh,
bünye-i devleti yaşatmak için harice müracaat etmeksizin memleketin
menba-ı varidatıyla (gelir kaynaklarıyla) temin-i idare (yönetim sağlanması)
çare ve tedbirlerini bulmak lazımdır ve mümkündür.”44
ATATÜRK’e göre ödemeler dengesinin temelinde dış ticaret dengesi
vardır:
“Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensip, muvazenemizin (dengemizin)
aktif (fazla veren) karakterini muhafaza etmektir. Çünkü Türkiye tediye
muvazenesinin en mühim esasını bu teşkil eder.”45
Bu denge sağlanmalı ve yatırımları hızlandırabilmek, Hazinenin altın
ve döviz mevcutlarını arttırabilmek ve Düyunu Umumiye borçlarını
ödeyebilmek için Dış Ticaret Dengesi’nin “fazla”larla kapanması
sağlanabilmelidir. Ona göre hatta toplam ithalat ve ihracat arasında denge
sağlanması yeterli değildir; ülkeler itibarıyla dengeye ulaşmak da dış ticaret
politikasının temel amaçlarından biri olmalıdır. Yabancı sermaye ve dış
borçlanmadan, sağlanacak kaynaklar, ödemeler dengesinin sağlanması
açısından, tali önemi olan faktörlerdir:
“... İhracatımızın kolaylaştırıldığı yerde ithalatın artmasından
sakınmıyoruz. Bu ithalatı arttırmaya ve kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Bu
dürüst politika üç seneden beri ticaretimiz hacmini muntazaman
arttırmıştır.”46
Bu sağlam dış ekonomik ilişkiler politikası özellikle 1929’dan sonra
amaca uygun sonuçlarını yaratmıştır.
ATATÜRK’ün Yatırım Politikası
ATATÜRK’ün yatırım politikasının temel amacı, sağlam kaynaklarla
finanse etmek şartıyla en kısa zamanda ülkenin bütün faaliyet alanlarının ve
bütün bölgelerinin kalkındırılmasıdır.
Yukarıda özetlenmiş ekonomik kalkınma amaçları ve daha önce
açıklanmış bulunan temel stratejilere uygun olarak ATATÜRK’ün yatırım
politikasının temelinde kendi deyimi ile “ılımlı devletçilik” ilkesi vardır.47

44
1 Mart 1922 Açış Konuşması; s. 229.
45
1 Kasım 1937 Açış Konuşması; s. 396.
46
1 Kasım 1936 Açış Konuşması; s. 389.
47
İnan; “Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı”. Ayrıca bk. M. Aysan;
“Atatürk Devletçiliği ve Sonraki Uygulamalar” Türkiye Odalar Birliğinin 1981’de yayımlayacağı
“100’üncü Doğum Yıl Dönümü” kitabı için hazırlanmış bildiri.
113
1930’dan başlayarak her fırsatta tekrarladığı ve her ekonomik girişimde
hatırlattığı bu “ılımlı devletçilik” politikası devletin özel kesim işletmelerine
denetleyici, yönlendirici ve teşvik edici öncülüğünü öngörmektedir. Buna ek
olarak özel kesimdeki girişim, sermaye ve yönetim gücü eksiklikleri
nedeniyle, halkın ve kişilerin yapamadıkları ve işletme yönetemedikleri iş
dalları ve bölgelerde, bu öncülük işlevi, devletin doğrudan yatırım yapması
ve yatırımla doğan işletmeyi doğrudan yönetmesini de kapsamına
almaktadır. Ekonomiye temel mal ve hizmetlerin sağlanması için, yukarıda
belirlenen stratejik önceliklere göre yapılacak alt yapı yatırımlarında devletin
doğrudan işletme yönetmesi, olağan ve sürekli olabilir. Ancak ekonomide
temel mal ve hizmetlerden başka tüketim mal ve hizmetlerine duyulan türlü
nedenlerle geliştiremediği alan ve bölgelerde üst yapı yatırımlarının
doğrudan devletçe yapılması ve yönetilmesi de ekonomik kalkınma amaçları
için gerekli bulunacaktır. Bu tür üstyapı mal ve hizmetleri üreten ve satan
devlet işletmelerinin, piyasa ekonomisinin kurallarına göre kurulması,
işletilmesi ve yönetilmesi gereklidir.
Üstyapı alanında çalışan devlet işletmelerinin özel kesim işletmeleriyle
kıyasıya bir rekabete girişmesi söz konusu olamaz. Bu alanlarda devletin
görevi, öncülük yapmakla sınırlı olmalıdır ve hükûmetlerin en önemli
sorumluluğu, özel kesim işletmeleriyle devlet işletmeleri arasında
gelişebilecek yıkıcı bir verimsiz rekabetin gelişmesini önlemek olmalıdır.
Kemalist ekonomik kalkınma modelinin bu özelliği, onu zamanın kalkınma
modellerinden ayırmaktadır.
Bu noktada ATATÜRK’ün şu sözlerini tekrarlamakta yarar vardır:48
“Memlekette her nevi istihsal ziyadeleşmesi için ferdî teşebbüsün
devletçe elzem olduğunu ehemmiyetle kaydettikten sonra beyan etmeyiniz ki
devlet ve fert birbirine muarız (birbiriyle savaşan) değil birbirinin
mütemmimidirler (tamamlayıcısıdırlar).”
“Bizim takibini muvafık (uygun) gördüğümüz ‘mutedil devletçilik’
prensibi, bütün istihsal (üretim) ve tevzi (dağıtım) vasıtalarını (araçlarını)
fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dâhilinde tanzim etmek
gayesini takip eden ve hususi ve ferdî iktisadi teşebbüs ve faaliyete meydan
bırakmayan sosyalizm prensibine müstenit kolektivizm, komünizm gibi bir
sistem değildir.”49
Bu amaca ulaşabilmek için devletin üstyapı mal ve hizmetleri üreten
kuruluşların geliştikçe halka devredilmesini sağlayacak bir yönetimin
uygulanması gereklidir. Devletin tüketim malı üreten üstyapı işletmelerinin
çalıştığı alanlar geliştikçe bu alanlarda halk sermayeleri biriktikçe ve
işletmeleri yönetecek yönetim yetenekleri geliştikçe, bu işletmelerin hisseleri
halka satılmalıdır. Bu hisse satışından sonra da işletmelerdeki devlet

48
Yukarıda Atatürk’ün bu sözleri destekleyen gerekçeleri verilmiştir (Bk. s. 14).
49
İnan; Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, s. 449.
114
yönetimi bir süre daha sürdürülebilir; ancak, devlet bu işletmeleri tümüyle
devretme fırsatını buldukça, bu alanlardan çekilmeli, bu hisse satışlarından
elde edilecek fonlar, gelişmemiş diğer alanlarda ve bölgelerde yeni devlet
yatırımlarının yapılması için kullanılmalıdır.50
Sonuç
Kemalist ekonomik kalkınma modelinin bu dörtlü dengesi şöylece
özetlenebilir:
- Devlet bütçesi dengesi,
- Kaynak - harcamalar dengesi,
- Dış ödemeler dengesi
- Devlet işletmesi - özel işletme dengesi.
Bu dengeler korunmadığı süreler boyunca Türk ekonomisine neler
olduğunu, 1938’den bu yana uygulanan ekonomik kalkınma uygulamalarımız
açıkça göstermektedir. Cumhuriyet’in 63 yıllık uygulamasında onun
yönetimindeki 15 yıllık ATATÜRK dönemi, ekonominin en istikrarlı gelişme
dönemidir. Ama, ondan sonra yaklaşık her 10 yılda bir ekonomimiz çıkmaza
girmiştir.
Ekonominin kalkınma modelinin bu özelliklerini dünyaya
anlatabildiğimiz ölçüde, dünyanın bütün “mazlum milletleri” de ona şükran
duyacaktır.
Kaynak
ATATÜRK Araştırma Merkezi Dergisi; Sayı: 6, 1986.

50
Devletin kurduğu üstyapı işletmelerin halka katılması konusunda Atatürk’ün görüşleri, çok
kesindir. Başlangıç bölümünde bu görüşler verilmiştir. Yine yukarıda belirtildiği gibi Atatürk, bu
alanda iki de örnek vermiştir.
115
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ
İÇİNDEKİLER ........................................................................................ III
1. Tarihte Türk; Türklük ve Türk Kültürü (Türkiye Cumhuriyeti’nin Tarihî
Temelleri)
Prof. Dr. Salim KOCA ............................................................................ 1
2. ATATÜRK ve Cumhuriyet
Prof. Dr. Hamza EROĞLU ..................................................................... 25
3. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Beyin Teknolojisi (Yetişmesi ve
Kişiliğini Etkileyen İnsanlar, Olaylar, Düşünceler)
Dr. (E) Öğ. Alb. Ali GÜLER .................................................................... 43
4. ATATÜRK’ün Devletçilik Anlayışı ve Uygulamaları
Prof. Dr. Mustafa A. AYSAN .................................................................. 93
5. ATATÜRK ve Halkçılık
Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA ........................................................................ 117
6. ATATÜRK ve Milliyetçilik
Prof. Dr. Turhan FEYZİOĞLU ............................................................... 125
7. ATATÜRK, Din ve Laiklik
Prof. Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI ............................................................... 143
8. ATATÜRK ve Çağdaşlaşma
Dr. Öğ. Kd. Alb. Yavuz ÖZGÜLDÜR ..................................................... 155
9. ATATÜRK ve Millî Kültür
Doç. Dr. Ömer TURAN .......................................................................... 165
10. Atatürkçü Düşüncede Türk Dilinin Yeri
Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ ................................................................. 179
11. ATATÜRK’ün Evrenselliği
Prof. Dr. Ergün AYBARS ....................................................................... 199
12. ATATÜRK ve Millî Birlik
Bekir TÜNAY ......................................................................................... 207
13. ATATÜRK ve Gençlik
Dr. Öğ. Yb. Zekeriya TÜRKMEN ........................................................... 217
14. Asker ve Devlet Adamı ATATÜRK
Dr. Hv. Öğ. Yb. Hülya ŞAHİN ................................................................ 233
15. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Uzanan Süreçte Türkiye’de Azınlıklar
Prof. Dr. Gülnihal BOZKURT ................................................................. 255
16. Atatürkçülüğe Dışarıdan Saldırılar
J. Öğ. Kd. Alb. Dr. M. Hidayet VAHAPOĞLU ........................................ 271
17. Dünyanın Gözünde ATATÜRK
Prof. Dr. Mustafa YILMAZ ..................................................................... 277
ATATÜRK VE HALKÇILIK
Prof. Dr. Yücel ÖZKAYA
Halkçılık konusuna girmeden önce kısaca millet ve halk kavramlarının
ne olduğuna değinmekte yarar vardır. Millet ya da ulus deyince, genellikle
aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, duygu, ülkü, gelenek ve
görenek birliği olan insan topluluğu anlaşılır. Milliyetçilik deyince millet ve
ülke çıkarlarını her şeyden üstün tutma akla gelir. Milliyetçilik düşüncesi XIX.
yüzyıldan beri mevcuttu. Renan ve Gobineaux gibi yazarlar bu kavramın
öncülüğünü yapmışlardı.
Başta Türk Dil Kurumu Sözlüğü olmak üzere çeşitli sözlüklere
baktığımızda, halk kavramının tek değil, pek çok tanımının olduğunu
görürüz. Örneğin, Yahudi halkı gibi aynı soydan gelen, ayrı ülkelerin uyruğu
olarak yaşayan insan topluluğuna halk dendiği gibi, Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’ndeki gibi ülke içinde yaşayan değişik soylardan oluşan
insan topluluklarının her biri halk olarak vasıflandırılabilir. Ancak, bizim
anladığımız Türk halkını, sözlüklerde de belirtildiği üzere, aynı ülkede oturan
ve diğer ortak özelliklere sahip, ortak çıkarları ve değer sistemlerini
paylaştığı insanların tümünü oluşturur.
Milliyetçilik kavramının XIX. yüzyılda var olmasına karşılık, halkçılık
kavramının ortaya çıkması ve tartışılmaya başlaması yenidir.
Halkçılık, bireyler arasında hiçbir fark ayrılığı görmemek, topluluk
içinde ayrıcalık kabul etmemek, halk adı verilen tek ve eşit bir varlık tanımak
görüş ve tutumu olarak tanımlanmaktadır. Halkçılık, halk devleti, halk
yönetimi, halkın kendi geleceğine egemen olması, yani siyasi demokrasi
olarak kabul edilir.
ATATÜRK, Amerikan ve Fransız inkılaplarının özgürlük, adalet, eşitlik,
güvenlik kavramlarından yararlanmış ve Türkiye yönetimine halkçı bir boyut
kazandırmıştır. Halkçılık düşüncesi ATATÜRK’ün kafasında Ulusal
Bağımsızlık Savaşı yıllarının ilk senelerinde bile mevcuttu. Halka doğru
adımların atılması ATATÜRK’ten daha önce 1877 Meclisinde bile
görülmüştü. Millet Meclisinde (Meclisi Mebusanda) milletvekilleri kaba
Türkçe denilen öz Türkçe ile konuşmakta ve halk ile bütünleşmeyi ön planda
tutmaktaydılar. Gerçi İstanbul milletvekilleri gene ağdalı bir dil kullanmakta
ise de taşradan gelen milletvekilleri öz Türkçeyi konuşmaktaydılar. XIX.
yüzyılın başlarında ise Türkçülük akımı ile Anadolu halkı ile aydınlar
arasında iletişim yaygınlaşmaya başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında
aydınlar arasında doğan halkçılık-köycülük düşüncesinden halkın “mesut” bir
netice beklediği, halka doğru akımın bütün canlılığı ve hızıyla sürdüğü
görülmekteydi.
24 Nisan 1920 tarihli Meclis tartışmaları sırasında ATATÜRK’ün
takririnde halk hükûmeti tabiri mevcuttur. Ancak, günün koşulları gereği bu

117
düşünce açıklanmıştır. ATATÜRK bu kaçınmanın nedenlerini açıklarken,
İzmit basın toplantısında şöyle demiştir: “Hissiyatımı önceden daha fazla
izaha kalkışsam, çoğu beni bırakır giderdi.”1
1920 yılında ülkenin yeni bir siyasal yönetime doğru gittiği
görülüyordu. 1920 Haziran sonlarında Fevzi Paşa, olayların kendilerini
“halkçılığa” sürüklediğini söylerken ATATÜRK de “Bugünkü
mevcudiyetimizin mahiyet-i asliyyesini milletin genel eğilimi ispat etmiştir, o
da halkçılıktır ve halk hükûmetidir. Hükûmetlerin halkın eline geçmesidir.”
diyerek siyasi sistemi bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. ATATÜRK, bu
konuda yeni görüşlerini en kısa zamanda ortaya koyacağını duyurduktan
sonra, 14 Ağustos 1920’de Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin yeni sistemi
konusundaki düşüncesinin “kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idarenin”
doğrudan doğruya halka verilmesini kapsayan halkçılık sistemi olduğunu
açıklamıştır.2
ATATÜRK, Büyük Nutku’ndan “İlk Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuza
kaynak teşkil eden 13 Eylül 1920 tarihli bir programı Meclise takdim
etmiştim. Meclisin açılmasından sonra okunan ve kabul olunan takririmi
(önerge) de bu kısımla beraber Halkçılık Programı ismi altında tab’
(bastırmış) ve neşretmiştim (yayımlatmıştım).” demektedir.3 13 Eylül 1920’de
halkçılık tabiri artık açık açık ifade edildiği gibi, ATATÜRK tarafından sunulan
Halkçılık Programı’nın 4., 6. ve 8. maddelerinde de yer almaktadır.4
Üç bölüm ve 31 maddeden oluşan Halkçılık Programı’nın amaç ve
öğreti kısmında Büyük Millet Meclisinin ulusal sınırlar içinde bağımsız
yaşamak hilafet ve saltanat kurumlarını kurtarmak amacıyla oluşturulduğu,
hükûmetin amacının halkın özgürlüğünü sağlamaktan başka, onu
emperyalizm ve kapitalizmin baskı ve zulmünden de kurtarmak, egemenliğin
tek sahibi yapmak olduğu vurgulanmıştı.
Programın temel maddeleri bölümünde ise, yeni Türk Devleti’nin siyasi
yapısını belirleyen kurallar yer almaktaydı. Egemenliğin kayıtsız, şartsız
millete ait olması, yönetim biçimini halkın saptaması, “halk hükûmeti”nin
Büyük Millet Meclisince yönetileceği gibi ilkeler bu bölümde yer almaktaydı.
Yenigün gazetesi halk hükûmetinin kurulması yolunda propaganda
yaparken, Öğüt de bu yolda yayın yapıyordu. Program 18 Eylülde
incelenmek üzere özel komisyona gönderildi. Özel komisyon, programı ikiye
ayırarak, amaç ve öğreti bölümünü Meclisin Bildirisi, öteki bölümünü de
Teşkilatı Esasiye Kanunu olarak düzenlemeyi yeğlemiştir. Bu beyannameye

1
İhsan Güneş; Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin Düşünsel Yapısı (1920-1923), Eskişehir,
1985, s. 156.
2
a.g.e.; s. 157.
3
Mustafa Kemal; Nutuk, Ankara, 1927, s. 424; Ergun Özbudun; Türkiye Büyük Millet Meclisinin
Hukuki Niteliği, Ankara, 1986, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. I, S. 2, s. 498. Şevket
Süreyya Aydemir; Tek Adam, İstanbul, 1966, c. 3, s. 449. Atatürkçülük; YÖK Yayını, s. 56.
4
Aydemir; Tek Adam, s. 450.
118
göre, Büyük Millet Meclisi, halkın öteden beri yüz yüze bulunduğu
yoksulluğun nedenlerini yeni teşkilat ve araçlarla kaldırarak yerine mutluluğu
getirmeyi amaç olarak benimsemiştir.5
ATATÜRK’ün Halkçılık Programı’ndan arzuladığı husus, Türk halkının
ekonomik ve sosyal çıkarlarından güç alan bir toplumsal inkılabı
gerçekleştirmekti. ATATÜRK, bu programı aynı zamanda millîleştirme
doğrultusunda da uygulamak istiyordu. Nitekim, 1 Mayıs 1920’de yaptığı
konuşmada şöyle demekteydi: “Burada maksut olan (istenen) Meclis-i âlinizi
teşkil eden zevak yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt
değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden oluşan İslam unsurlarıdır,
hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir
unsur-u İslam’a münhasır değildir. İslam unsurlarından mürekkep bir kitleye
aittir.”6 ATATÜRK Türk halkını tanımlarken şunları da ilave etmiştir: “Irken,
dinen, kültür bakımından birbirlerine karşı saygılı ve özveri duygularıyla dolu
ve geleceği ve çıkarları ortak olan bir toplumsal heyettir.”7
Halkçılık Programı’na göre, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti “halk
hükûmeti” olacak ve egemenlik kayıtsız, şartsız milletin olacaktır.
ATATÜRK, bütün sınıfların birbirlerine yardımlarını, hepsinin çıkarının
aynı derecede eşit olmasını, sınıflar arasında fark olmaması gerektiğini çok
açık bir şekilde ifade etmiştir: “Biz, memleket halkı efrat ve muhtelif sınıf
mensuplarının, yekdiğerine yardımlarını, aynı kıymet ve mahiyette görürüz,
hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı müsavatperverlik (eşitliği
seven) hissiyle teminine çalışmak isteriz. Bu tarz milletin umumi refahı,
devlet bünyesinin tarsini (sağlamlığı) için, daha muvafık olduğu
kanaatindeyiz. Bizim nazarımızda çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr,
asker, doktor, velhasıl herhangi bir içtimai müessesede faal bir vatandaşın
hak, menfaat ve hürriyeti müsavidir (eşittir). Devlete bu telakki ile azami nafi
olmak (faydalı) ve milletin emniyet ve iradesini, mahalline sarf edebilmek,
bizce, bizim anladığımız manada, halk hükûmeti idaresiyle mümkün olur.
Milleti temsil ve idare eden, Büyük Millet Meclisinin ve Hükûmetin istinat
ettiği (dayandığı) fırka da bu esası prensip dâhilinde, tefriksiz bütün Türkiye
halkına şamil, milletin umumi menfaatiyle alakadar, Cumhuriyet Halk
Fırkasıdır. Fırka millete, vekillerinin intihabında (seçilmesinde), delalet etmek
(yol gösterme) ve fikrî ve amelî (pratik) hayatta, fikrî umumiyetle millî
terbiyede halkçılık şuuru ve harsını (kültür) inkişaf ettirmek (meydana
çıkartmak) suretiyle, pek büyük vazife ifa etmektedir (yerine getirmektedir).”8
20 Ocak 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye’nin I. maddesi egemenliğin
kayıtsız, şartsız millete ait olduğunu öne sürdüğü gibi “İdare usulü halkın

5
Güneş; s. 159-160.
6
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Ankara, 1961, c. I, s. 73.
7
a.g.e.; s. 74.
8
Afet İnan; Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara, 1969, s. 425-428.
119
mukadderatını bizzat ve bilfiil idare esasına dayalı”dır diyerek halkçılık
ilkesini ön plana çıkarır. 1 Mart 1921’de ise ATATÜRK “Siyaset-i
dahiliyemizde olan halkçılık yani milleti kendi mukadderatına hâkim kılmak
esası Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’muzda tespit edilmiştir.” diyerek halkçılığın
devlet için önemini vurgulamıştır.9
Halkçılığın ana unsuru sınıf farkını ortadan kaldırmak olarak görülür.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı da Türkiye’deki insanların birliğini, bütünlüğünü,
ortak çıkarlarını korumak amacıyla yapılmış, birbirinden kopuk “halklar”ın
ortaya konmasını hiç amaçlamamıştır. Cumhuriyet’in dayandığı ana unsur
ATATÜRK’ün de belirttiği gibi sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle
düşüncesidir.10 Cumhuriyet Türkiyesi’nde sınıf imtiyazı yoktur. Ekonomik
düzendeki tutarsızlıklar yüzünden bazı imtiyazlı zümrelerin zaman zaman
ortaya çıktığı söylenebilir. Ancak, bunların ortadan kaldırılması amacıyla
sosyal reformların yapılması sürmektedir. Örneğin 1925 Aşar Vergisi’nin
kaldırılması, 1929-1939 arasında topraksız köylüye toprak dağıtımı ve buna
benzer hareketlerle imtiyazsız sınıf yaratılma yoluna gidilmiştir. Amaç
herkesi refaha ulaştırmaktır.
Belli bir ekonomik yaşam düzeni içerisindeki halkın şüphesiz sorunları
vardır. Sorunlar yöresel, bölgesel ya da ulusal olabilir. Bu sorunları
gidermek, eşitliği sağlamak, rahat ve refah bir hayat düzeyini ortaya koymak
devletin görevidir.
Halk, toplumun ekonomik düzeyi ile yakından ilgilidir. Halkçılık her
şeyden önce halkın tüm olanakları ile ekonomiye katılması, yaratılan
ekonomik ve sosyal değerlerden de hakkı olan payı alabilmesi anlamını
taşır. Dengeli ekonomik düzenin yaratılmasında halkın ve devletin birbirine
güvenmesi, birbirine destek olması şarttır. Halkın devletten, devletin halktan
kopması son derece tehlikelidir. Ekonomide kararlı bir gelişme için halk ve
devletin iş birliği içinde olması önem taşımaktadır. Gerek halkın gerekse
devletin ekonomik kamu düzeninde tekelci bir yapı oluşturmasını ve böylece
ulusun bir kesiminin zarar görmesini önlemek gerekir.
Halkçılık ilkesinin ekonomideki üretim ile ilişkisini incelediğimizde,
halkın elinde bulundurduğu kaynakları, olanakları, kendi emeği, sermayesi
ile girişim özgürlüğünü ve yönetimini ekonomik üretim eylemine getirmesi
anlamı çıkar.11 Devletin yapıcılığı, geliştiriciliği yanı sıra, büyük ve küçük
girişimcilerin birbiriyle rekabeti ve denetim de esastır. Çalışma yapıcı bir
şekilde yönlendirilmelidir. Bunun için çok çalışmak şarttır. ATATÜRK, bunu 1
Aralık 1921’de Mecliste yaptığı bir konuşmada açık bir şekilde açıklamıştır:
“Çalışmak sayesinde her hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve

9
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; s. 166.
10
Cem Aşkun İnal; Türkiye’nin Ekonomik Kamu Düzeni Kavramına Bağlı Örgütsel Yönetimin
Atatürkçü Düşünce ve Kişilik Temelinde Konumuna İlişkin Bir İnceleme (I), Ankara, 1991,
Atatürk Yolu Dergisi (Ankara Üniversitesi Yayını), S. 7, s. 435-436.
11
a.g.e.; s. 436-437.
120
hayatını çalışmadan geçirmek isteyen insanların bizim heyet-i içtimaiyemiz
(kurulumuz) içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur. O hâlde ifade ediniz ki
efendiler halkçılık toplumsal düzenin çalışmasına, hukukuna dayanmak
isteyen bir meslek-i içtimaiyedir.”12
1927’de Halk Fırkası Kongresi’nde Halkçılık Programı yer almakta ve
1931’deki parti programında da bunun esasları şöylece açıklanmaktadır:
‘‘İrade ve hâkimiyet kaynağı millettir. Bu irade ve hâkimiyetin, devletin
vatandaşa ve vatandaşın devlete vazifelerini tamamıyla yerine getirmek için
kullanılması, partinin başlıca prensiplerindendir. Kanunlar önünde mutlak bir
eşitlik kabul eden, hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate
imtiyaz tanımayan yurttaşları, halktan ve halkçı olarak kabul ederiz. Türkiye
Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil, fakat ferdî ve içtimai
hayat için iş bölümü bakımından türlü hizmetlere ayrılmış bir cemaat saymak
esas prensiplerimizdendir. Partinin bu prensipte göz önünde tuttuğu gaye,
sınıf kavgaları yerine içtimai nizam ve sosyal düzen birliği elde etmek ve
menfaatler arasında birbirine zıt olmayacak surette ahenk yaratmaktır.13
Halkçılığın üç önemli unsuru vardır. Birincisi halk yönetimi (siyasi
demokrasi), ikincisi eşitlik, üçüncüsü sınıf mücadelesinin kabul
edilmeyişidir.14
ATATÜRK’ün halkçılıktan anladığı husus hürriyetçi, siyasi
demokrasidir. Ancak, onun anlayışına göre bu hürriyet sonsuz değildir. Bunu
kendisi şöyle ifade eder: “Ferdin birinci hakkı, tabii yeteneklerini serbestçe
geliştirebilmesidir. Bu gelişmeyi temin için ise, en iyi vasıta, ferde
başkalarının benzer haklarına zarar vermemeksizin, tehlike ve zarar kendine
ait olmak üzere, ona kendi kendini istediği gibi sevk ve idare etmeye
müsaade etmektir. İşte bu serbest gelişmeyi sağlamak, ferdî hakların
oluşturduğu çeşitli hürriyetlerin tüm amacıdır. Bu haklara hürmet etmeyen
siyasi cemiyet esas vazifesinde kusur etmiş olur ve devlet varlığının sebebini
ve manasını kaybeder. Çağdaş demokraside ferdî hürriyetler, özel bir değer
ve önem almıştır; artık ferdî hürriyetlere devletin ve kimsenin müdahaleleri
söz konusu değildir...15
ATATÜRK’ün hürriyet hakkındaki düşüncelerinin oluşmasında
okuduğu yabancı kitapların etkisi muhakkak fazladır. Örneğin, Jean Jacques
Rousseau’nun Contrate Sociale (Sosyal Anlaşma) adlı kitabını okuyan
ATATÜRK kitabın içinde “kanun”, “kanun koyucu”, “halk”, “kanunların
taksimi... kuvvet-i hâkimiyeti nasıl muhafaza ve idame eder... umumî irade”
gibi ifadeleri yazmıştır.16

12
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; s. 196. İnan; s. 76-77.
13
Aydemir; s. 450-451.
14
a.g.e.; s. 451.
15
İnan; s. 52-54, 458-464. Özbudun; Atatürk ve Devlet Hayatı, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi;
YÖK Yayını, Ankara, 1986.
16
Cahit Tanyol; Atatürk ve Halkçılık, Ankara, 1981, s. 183.
121
Hürriyetlerin neler olduğunu ve korunmasını ATATÜRK şu şekilde
açıklamaktadır: ‘‘Mevzubahis olan hürriyet, içtimai ve medeni insan
hürriyetidir. Bu sebeple ferdî hürriyeti düşünürken, her ferdin ve nihayet
bütün milletin müşterek menfaati ve devlet mevcudiyeti göz önünde
bulundurulmak lazımdır. Diğerinin hak ve hürriyeti ve milletin müşterek
menfaati ferdî hürriyeti sınırlar. Ferdî hürriyeti sınırlama devletin de âdeta
esası ve vazifesidir. Çünkü, devlet ferdî hürriyeti temin eden bir teşkilat
olmakla beraber, aynı zamanda bütün hususi faaliyetleri, umumi ve millî
maksatlar için birleştirmekle yükümlüdür. Hürriyet başkasına zararlı
olmayacak her türlü tasarrufta bulunmaktır denildiği zaman, vatandaş
hürriyetinin, yalnız bunu gaye olduğu, devletin bu gayeyi temin için bir vasıta
telakki edildiği ifade edilmiş olur. Fakat bu vasıtadır ki milletin umumi
menfaat ve gayesini muhafaza edecektir.”17 ATATÜRK, 1 Mart 1923’te yine
hürriyetin sonsuz olmadığına şu şekilde dikkati çekmiştir: “Nihayetsiz bir
hürriyet düşünülemez, hakların en büyüğü olan hakk-ı hayat bile mutlak
değildir.”18 Çok açık bir şekilde bir kişi devletin ve milletin amacına aykırı
hareket ederse, onun bu hürriyeti elinden alınacaktır. Hürriyet bir başkasına
zarar vermeden kullanılmalıdır. Demokratik düzende bu şekil her zaman
geçerlidir. Şahıslar hürriyetlerinin bir kısmını seve seve devlete vermişlerdir.
ATATÜRK, bunu daha açık bir şekilde 15 Şubat 1931’de yaptığı konuşmada
şöyle dile getirmiştir: ‘‘Vatandaşlar bilmelidir ki vicdani ve fikrî hürriyet vardır.
Fakat, nihayet bunlar sınırsız değildir. Ferdî hürriyet karşısında fertlerin
heyet-i umumiyesinin kurduğu ve dayandığı bir de devlet vardır. O devletin
iradesi ve hâkimiyeti vardır... Vatandaş olan fertler kendi hürriyetlerinin bir
kısmını seve seve, lüzumlu görerek devlete zaten devretmişlerdir.”19 Devletin
güvenliği için hürriyetlerin zaman zaman kısıtlanabileceğini belirtmiştik.
Doğudaki Şeyh Sait İsyanı nedeni ile 1925’te Takrir-i Sükûn Yasası çıkarılıp
ve İstiklal Mahkemeleri kurulunca, bazıları bunu istibdat aracı olarak
göstermeye kalkmıştır. Oysa, bunlar devletin devamlılığı ve bağımsızlığı için
kurulan, sosyal gelişmelerin sağlanması için yapılan hizmetlerdi. ATATÜRK
bunu çok açık bir şekilde dile getirmişti: “Biz olağanüstü kabul edilen ve fakat
kanuni olan tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir surette kanunun üzerine çıkmak
için vasıta olarak kullanmadık; aksine, memlekette sükûn ve asayiş tesisi için
tatbik ettik; devletin hayat ve bağımsızlığını temin için kullandık. Biz o
tedbirleri, milletin medeni ve sosyal gelişmesinde faydalı kıldık... Aldığımız
fevkalade tedbirlerin tatbikine lüzum kalmadığı görüldükçe, onların
tatbikinden vazgeçmekte tereddüt gösterilmemiştir.”20 Nitekim, şartlar
oluştuğunda çok partili seçime gidilmiştir.

17
İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İş Bankası Yayını, Ankara, 1968, s. 291.
18
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; s. 309.
19
Taha Toros; Atatürk’ün Adana Seyahatleri, Adana, 1939, s. 59-60. Arı İnan; s.114-115.
20
Nutuk II; Türk Devrim Tarihi Estitüsü Yayını, İstanbul, 1960, c. 2, s. 894. Özbudun;
Atatürkçülük, YÖK Yayını, s. 60-61.
122
Eşitlik konusu 1923 tarihli tüzük ile Halk Fırkasının esaslı
prensiplerinden birisi olmuştur. Tüzüğün 2. maddesinde şöyle denilmektedir:
“Halk Fırkası nazarında halk kavramı, herhangi bir sınıfa ait değildir. Hiçbir
imtiyaz iddiasında bulunmayan ve umumiyetle kanun nazarında mutlak bir
eşitliği kabul eden bütün fertler halktandır. Halkçılar, hiçbir ailenin, hiçbir
sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarını kabul etmeyen ve kanunları
uygulamadaki mutlak hürriyet ve istiklali tanıyan fertlerdir.”21 Daha önce de
bahsettiğimiz üzere yasaların önünde imtiyazsız kişilerin halk olarak kabul
edildiği 1927 ve 1931 tarihlerinde Halk Fırkasının programlarında yer almıştı.
Halkçılık sınıf mücadelesini de kabul etmemektedir. ATATÜRK, Birinci
Büyük Millet Meclisinde Meclisin sefaleti ortadan kaldıracağını, refah ve
saadeti sağlayacağını belirtmekte ve “Bundan dolayı toprak, eğitim, adalet,
maliye, iktisat ve evkaf işlerinde ve diğer meselelerde içtimai sosyal kardeşlik
dayanışma ve yardımlaşmayı hâkim kılarak, halkın ihtiyaçlarına göre
yenilikleri ve kuruluşları meydana getirmeye çalışacaktır. Bunun içinde siyasi
ve içtimai ilkelerini milletin ruhundan almak ve uygulamada milletin
eğilimlerini ve geleneklerini gözetmek fikrindedir.” diyerek eşitliğin
sağlanacağını ifade etmekteydi.22
Atatürkçü halkçılık anlayışı, toplumun bütün kesimlerini iktisadi
bakımdan eşit seviyeye, en azından refaha ulaştırmayı hedeflemektedir.
ATATÜRK, 1 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada
köylüye verilen önemi vurgulayarak, köylünün çalışmasının sonucunun
alınması gerektiğini, bunun içinde çağdaş ekonomik tedbirlerin artırılacağını
açıklamaktadır.23
Atatürkçü halkçılık anlayışı sosyal adalete, sosyal güvenliğe,
ekonomik haksızlıkların giderilmesine, yani adaletli gelir dağılımına önem
verir. Eğer bunlar gerçekleştirilirse sınıf mücadelesi de kendiliğinden ortadan
kalkacaktır. ATATÜRK, kendi halkçılık anlayışının komünizm ile hiçbir
ilişkisinin bulunmadığını 14 Ağustos 1920’de yaptığı konuşmasında şöylece
açıklamıştı: “... Bizim görüşlerimiz, bizim prensiplerimiz cümlece malumdur ki
Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul
ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık.
Bizim inancımıza göre, milletimizin hayatını ve yükselmesini sağlayacak
olan, kendi hazım kabiliyetiyle uyumlu olan görüşlerdir... Bizim görüşlerimiz
-ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, idarenin doğrudan doğruya
halka verilmesidir. Yine şüphe yok ki bu, dünyanın en kuvvetli bir esası, bir
prensibidir.”24
ATATÜRK, halkçılık hakkındaki düşüncelerini Halk Fırkasını kurarak
gerçekleştirmek istemektedir. Nitekim, 16 Ocak 1923’te İstanbul
gazetelerinin temsilcilerine halk adı altında bütün milleti birleştirmek ve

21
Atatürkçülük; Genelkurmay Yayını, 3. kitap, İstanbul, 1984, s. 40. Özbudun; s. 64.
22
Özbudun; s. 65.
23
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; s. 205.
24
a.g.e.; s. 101.
123
refaha kavuşturmak istediğini açıklamıştır.25 Çünkü, Türkiye’de sınıf yoktur.
O, bu düşüncesini 27 Ocak 1923’te İzmir’de halka şöylece açıklamıştır:
“Bence bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bu
itibarla birbiriyle mücadele hâlinde buluna gelen çeşitli sınıflara sahip
değildir. Mevcut sınıflar, birbirlerine ihtiyaç duyan ve kendilerine ihtiyaç
duyulan mahiyettedir. Dolayısıyla Halk Fırkası bütün sınıfların haklarını,
ilerleme ve saadet yollarını sağlamakla uğraşabilir.”26 ATATÜRK’e göre,
Türkiye’de sınıflar olmadığına göre Halk Fırkasına bütün millet dâhil olmuş
olacaktır.27
1931 Halk Fırkasının programında da belirtildiği üzere sınıflar yoktur,
ancak çalışma grupları vardır. Bunlarda küçük çiftçiler, sanayiciler ve esnaf,
amele, işçi, serbest meslek sahipleri, büyük arazi ve iş sahipleri ile
tüccarlardır. ATATÜRK’ün de düşündüğü gibi, fazlaca çalışanın daha fazla
gözetilmesi olağandır. Nitekim o, “Millî servetin dağıtımında, daha
mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha yüksek refaha ulaşması
millî birliğin muhafazası için şarttır.” demektedir.28 Bu da halkçılığın doğal
niteliklerinden birisi olarak görülmelidir.

25
a.g.e.; c. II, s. 60.
26
a.g.e.; c. II, s. 82.
27
a.g.e.; c. II, s. 97; İnan; s. 427.
28
İnan; Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 48, 444.
124
ATATÜRK VE MİLLİYETÇİLİK
Prof. Dr. Turhan FEYZİOĞLU
Giriş
Milliyetçilik, Atatürkçü düşünce sisteminin başlıca ilkelerinden biridir.
Öteki ATATÜRK ilkelerinden ayrılamaz.
Millî Mücadele, Türk milliyetçiliğine ve Türk milletinin bağımsız
yaşama azmine dayanılarak kazanılmıştır.
ATATÜRK’ün kurduğu ve genç kuşaklara emanet ettiği Türkiye
Cumhuriyeti’nin anayasaları milliyetçiliğe önemli bir yer vermiştir. 1924
Anayasası’na 1937 yılında yapılan ilaveler sırasında, milliyetçilik, diğer
ilkelerle birlikte, devletin temel ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir.
Cumhuriyet döneminin öteki anayasalarında da milliyetçilik, temel ilke olarak
yer almıştır.
Tam anlamıyla inançlı bir milliyetçi olan ATATÜRK, fikir ve devlet
adamı olarak, acı günler yaşayan Türk milletini yeniden güven duygusuna
kavuşturmuş; Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemlerinde bir kısım yarı
aydınların yüreğini kaplayan aşağılık duygusunu yok edip bütün millete Türk
olmanın mutluluğunu ve gururunu duyurmuş; Türk milliyetçiliğini
şahlandırmış ve doğru bir çizgiye yerleştirmiş olan önderdir.
ATATÜRK’ün birleştirici, toplayıcı, yüceltici, çağdaş ve medeni
milliyetçilik anlayışı, bugün de millî beraberlik ve bütünlüğümüzü her türlü
saldırıya karşı korumak, Atatürkçülüğe aykırı çeşitli totaliter ideolojiler
karşısında ve başka milletlerle ilişkilerimizde doğru yolu bulmak için sağlam
bir rehberdir.
Hemen belirtelim ki bazı yabancı dillerden farklı olarak, Türkçemizde
“milliyetçilik” sözcüğü daima olumlu bir anlam taşır. Milletini canından aziz
bilmek ve yüce bir duygu, asil bir davranıştır. Milliyetçi olmak, değerler
hiyerarşisinde, millet gerçeğine ve milleti oluşturan unsurlara gereken yüksek
yeri vermektedir. Çağımızın en büyük gerçeklerinden biri olan “millet”
gerçeğini reddetmeye kalkışan, millî bilinci ve beraberliği yok edip onun
yerine sadece sınıf bilincini ve sınıf kavgasını geçirmek isteyen, milliyetçiliğin
asil anlamını çarpıtıp, bu kelimeye aşırı ve ters anlamlar yüklemeye
uğraşanlar vardır. İlerde ayrıntılı şekilde belirteceğimiz gibi, ATATÜRK’ün
temel ilkelerinden biri olan “milliyetçilik”, Türk dilinde taşıdığı olumlu ve güzel
anlamıyla, “bütün başka milletleri hor görmek, millet bağı dışındaki bütün
manevi, ahlaki ve insani değerleri hiç saymak, aşırı şovenliğe kapılmak,
saldırgan olmak” gibi çarpık yorumlara elverişli değildir.
Millî Devletlerin Doğuşu
Batıda dine dayanan geniş imparatorlukların çözülmesi sonucunda
önce ortaya krallıklar çıkmış; zamanla, bu krallıkların tebaası aynı vatanda,
125
aynı devlete bağlı olarak yaşamanın, ayin siyasi kurumlara sahip olmanın,
aynı acıları, sevinçleri ve ülküleri paylaşmanın ve ortak kültürlerini devamlı
surette geliştirmenin sonucu olarak millet hâline gelmeyi başarmışlardır. Batı
Avrupa’da “millet” olma çabasında ilk başarılar İngiltere ile Fransa’da
görülmüştür. Bu ülkelerde, millet olma yolunda aşılan mesafe ile medeniyet,
ilim ve teknoloji alanındaki gelişmenin paralel gittiğini görüyoruz. Bu gözleme
dayanarak, Prof. Dr. Mümtaz Turhan, “Medeni bir cemiyet olmakla, millet
olmak arasında hiçbir fark yoktur.” diyor.1
Osmanlı Devleti’nde Milliyetçiliğin Etkileri ve Türk Milliyetçiliğinin
Uyanışında Gecikme
Osmanlı Devleti ilim ve teknoloji alanlarında (bunun sonucu olarak da
ekonomi ve askerlikte) geri kalıp zayıflamanın sonuçlarını yaşarken, Fransız
İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik akımı da çok çeşitli kavimlerin ve dinlerin iç içe
yaşadığı imparatorluğu etkilemeye başlamıştı.
Önce imparatorluğun Hristiyan unsurları arasında, yabancı devletlerin
de kışkırtma ve destekleriyle uyanan ve güçlenen milliyetçilik akımları, daha
sonraları -yine dıştan gelen bölücü kışkırtmaların eklenmesiyle- Osmanlı
sınırları içindeki bazı Müslüman kavimler arasında da etkisini gösterdi.
Selçuklu ve Osmanlı devlet ve medeniyetlerinin kurucu ve yönetici
unsuru olan Türk unsuru, ne yazık ki çağdaş anlamda bir “millet” olma fikir ve
bilincine kavuşturulmamıştı. Bu bilincin geliştirilmemiş olması yüzünden,
zamanla, Türk unsuru âdeta kendi devletinin sınırları içinde bir azınlık
durumuna düşürülmüştü. ATATÜRK’ten önce “vatan” üzerine çok yazı
yazılmış; fakat Türk unsurunun millî menfaatini üstün tutan, gerçek bir “ana
vatan” anlayışı bir türlü gelişmemişti.
Millî uyanıştaki bu gecikmenin Türk milletine ne kadar pahalıya mal
olduğunu, ATATÜRK, 1923’te, şu sözlerle açıklamıştır:
“Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş
bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız... Çünkü,
tarih, hadiseler ve müşahedeler, insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin
hâkim olduğunu göstermiştir...”
“Özellikle bizim milletimiz, milliyetini ihmal edişinin çok acı cezalarını
çekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çok çeşitli toplumlar hep millî
inançlara sarılarak, milliyetçilik idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz
ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu, sopa
ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve
hakir gördüler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş.
Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize
ve milliyetimize bu hürmeti; hissî, fikrî ve fiilî olarak bütün davranış ve

1
Mümtaz Turhan; Atatürk İlkeleri ve Kalkınma, Bütün Eserleri: 1, s. 401-404.
126
hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka
milletlerin avıdır.”2
Türk Milliyetçiliğinin Uyanışı
Türk milliyetçiliği, kısmen yerli ve yabancı fikir adamlarının yazılarıyla,
fakat, daha çok millî bilinçlerine kavuşmuş kavimlerin birbiri ardından
Osmanlı Devleti’ne indirdikleri darbelerden alınan acı derslerin etkisiyle
uyandı.
Türk milliyetçiliğinin ilk belirtileri edebiyat alanında görüldü. Şinasi,
1845’te, yalnız Türkçe kelimeler kullanarak mısralar yazmayı denedi. Ziya
Paşa, Türklerin asıl şiirini taşrada canlı şekilde yaşayan hak edebiyatında
aramak gerektiğini yazdı. Ahmet Vefik Paşa, Türkçenin zenginliklerini belirtti.
Ali Suavi, bazı yayınlarında, açıkça Türklükten bahsetti. Devletin kurucu
unsuruna dikkati çekti.
XIX. yüzyıl sonlarında ve XX. yüzyıl başlarında, Rusya’dan Türkiye’ye
eğitim düzeyleri yüksek birçok aydın göç etti. Bunlar Rusya’daki Türkoloji
çalışmalarını yakından izlemiş, batı kültürü ile temas ederek milliyetçiliğin
önemini iyi kavramış kimselerdi.
Gaspıralı İsmail, Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali
bu konuda ilk akla gelen isimlerdir (Daha sonraki yıllarda da yurt dışındaki
Türkler arasından Türkiye’ye göçmüş ve üniversitelerimizin çeşitli
kürsülerinde görev yapmış olan birçok değerli bilim adamının milliyetçilik
düşüncesine katkıları olmuştur).
Bu dönemde, Türk Derneğinin kuruluşuna, Türk Yurdu dergisinin etkili
yayınlarına ve nihayet 1912’de faaliyete geçen Türk Ocağının doğuşuna
şahit oluyoruz. Bu dernek ve dergilerin amacı, Türklerin geçmişteki ve
bugünkü başarılarını ve faaliyetlerini araştırmak, millî kültürü geliştirmek,
Türklerin fikrî, sosyal ve ekonomik düzeyini yükseltmek, Türk dilinin
gelişmesine hizmet etmek tarzında özetleniyordu.
ATATÜRK ve Millî Şahlanış
Mütareke yıllarında bezginlik ve yılgınlık o derecede yaygın idi ki daha
sonra her biri bir gazetenin sahibi ve başyazarı olarak hizmetler yapan pek
çok aydın, 1918 çöküntüsünün ezikliği altında, ABD başkanına bir mektup
göndererek, Türkiye’yi, bakanlık ve il teşkilatları, polisi ve jandarması,
adaleti, maliyesi, tarımı, sanayii, bayındırlık işleri ve eğitimiyle Amerikalı
müsteşarların ve uzmanların yönetimine vermeyi öngören bir “manda”

2
Atatürk’ün 20 Mart 1923’te Konyalı gençlere hitaben yaptığı ve 26 Mart 1923 tarihli Hâkimiyeti
Milliye’de yayımlanan önemli konuşması. Konuşmanın tam metni için, bk. Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri II; 2. baskı, Ankara, 1959, s. 137-146. (Bk. Atatürkçülük, Birinci Kitap: Atatürk’ün
Görüş ve Direktifleri, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1983, s. 59. Utkan Kocatürk; Atatürk’ün
Fikir ve Düşünceleri, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara, 1984, s. 181.)
127
idaresi kurulmasını önermişlerdi.3 Görebildikleri tek kurtuluş yolu bu idi.
sonraları, Bağımsızlık Savaşı’nda büyük kahramanlık gösterecek olanlardan
bazıları bile, başlangıçta, bir umutsuzluk içinde, aynı fikre sarılmışlardı.
Sevr Anlaşması tartışılmadan imzalanmak üzere İstanbul Hükûmetinin
delegelerine verilirken, Müttefikler adına konuşan Clemenceau, güçlü
döneminde büyük medeni hasletlerini ve tarihin en hoşgörülü milleti
olduğunu ispatlamış olan asil Türk milletine hakaretler yağdırmaktan kendini
alamamıştı.
Bu büyük millet, çeşitli akımlar arasında bir uçtan bir uca
savrulmaktan, horlanmaktan, ezilmekten, hatta yok olmaktan, Bağımsızlık
Savaşı sayesinde kurtuldu. ATATÜRK’ün önderliğinde, yalnız kurtuluşun
değil, yükselişin de yolunu buldu.
Büyük Önder, ilk adımını atarken, nereye gideceğini biliyordu. Millî
Mücadele iki temel üzerine kurulacaktı: “Türk milliyetçiliği” ve “millet
egemenliği”
28 Mayıs 1919’da, Havza’da Kolordu komutanlarına gönderdiği
yazıda, Mustafa Kemal Paşa:
“... Milletin esaretten kurtuluşu, egemen ve bağımsız olarak
topraklarımızda yaşayabilmesi, ancak azimkâr ve namuslu ellerin milleti kısa
ve doğru yoldan haklarını korumaya ve bağımsızlığa sevki ile kabil olacaktır.”
diyordu.4
22 Haziran 1919 tarihini taşıyan ünlü Amasya Tamimi’nde, aynı fikir
bıçak gibi keskin bir ifade ile tekrarlanacaktı:
“Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
Millî Mücadele dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları,
milliyetçilik inancının somut bir vatan anlayışı ile bütünleştiği dönemdir. Millet
kavramı ile “sınırları belli bir vatan” kavramı arasında ilişki kurulması önemli
ve zorunlu bir yenilikti. Türk milliyetçiliği vatan kavramı ile birleşince açıklık
ve güç kazandı.
İkinci önemli adım, egemenliğin bir şahsa, bir hükümdara değil, millete
ait olduğu gerçeğinin açıkça ilan edilmesiydi.
Türk milliyetçiliğinin şahlanışı ile yepyeni bir devir başlamıştır. Bu devir
yalnız Türk vatanının kurtuluşunu değil, bütün ezilen Asya ve Afrika
milletlerinin kurtuluşunu müjdelemiştir.
Prof. Dankwart A. Rustoş, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın “Türk
milliyetçiliğine” dayandığını gören ve belirten yabancı ilim adamlarından

3
İmzalar, metin ve kaynağı için, bk. Falih Rıfkı Atay; Çankaya, İstanbul, 1980, s. 141-143.
4
Kocatürk; s. 48 ve zikrettiği iki kaynak.
128
biridir. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya’nın kendisine dikte edilen
Versay Anlaşması’nı kabule mecbur edildiğini; Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nu parçalayan Sen-Jermen ve Trianon Anlaşmalarının da
tartışmasız kabul ettirildiğini hatırlatan Prof. Rustow, Türk milletinin kendine
dikte edilmek istenen Sevr Anlaşması’nı yırttığını; Birinci Dünya Savaşı’nı
kaybeden milletler içinde, yalnız Türklerin, Bağımsızlık Savaşı sayesinde,
empoze edilmiş bir barış anlaşması yerine, “müzakere” sonucu taraflarca
kabul edilmiş bir anlaşma imzalamayı başardıklarını belirtir. Prof. Dankwart
A. Rustow’a göre, III. Selim’le başlayan, Tanzimat’la devam eden reformlar
sırasında, askerî zorunlulukların gerekli kıldığı ölçüde ıslahat adımları
atılmış; fakat Avrupa’ya hâkim olan ideolojiden, özellikle milliyetçilikten uzak
durulmaya çalışılmıştı; bu fikrin, ayrılıkçı cereyanları körüklemesinden
korkulmuştu; 1918’de, yarım tedbirle batıya yetişmenin kâbil olmadığı
anlaşılmış “Bağımsızlık Savaşı’nda, Mustafa Kemal, imparatorluktan geri
kalanı, Türk milliyetçiliği temelinden kuvvet alarak kurtarmıştır.5
Siyasi ideolojisini merak eden yabancılara ATATÜRK’ün daima
tekrarladığı söz şu idi: “Biz milliyetperveriz.” Bunun ardından da
demokrasiye, millet egemenliğine bağlılığını belirtiyordu.6
Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışının Özellikleri
ATATÜRK’ün milliyetçilik anlayışı, bu yazının girişinde de belirtildiği
gibi, diğer ilkeleriyle bağlantılıdır ve o ilkelerin ışığında açıklanmalıdır.
ATATÜRK’ün milliyetçilik anlayışı akılcı, çağdaş, medeni, ileriye
dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, yüceltici, insani ve barışçıdır.
Böyle bir milliyetçilik anlayışı, milliyetçilikle taban tabana zıt olan
komünizmle yan yana gelemeyeceği gibi, ırkçılıkla, totaliter faşizmle,
şovenizmle, teokratik düzen savunuculuğuyla da bağdaşmaz.
Millet gerçeği, çağımızın reddedilmez sosyal ve siyasi gerçeklerinden
biridir. Bu gerçek ne “proletaryanın milletlerarası tesanüdü” edebiyatıyla ne
kozmopolit görüşlerle ortadan kaldırılabilir. Materyalist görüşlerin ileri
sürdüğü gibi, millet, “burjuvazinin gelişmesinden doğan bir geçiş cemiyeti”
değildir. Millet fikrini reddedip her siyaset ve toplum olayına sınıf açısından
bakan totaliter doktrinlerin uygulandığı ülkelerde bile, millî duygular ortadan
kaldırılamamaktadır. Çin milliyetçiliği, Rus milliyetçiliği, Rumen veya Polonya
milliyetçiliği, bu ülkelerdeki siyasi rejim ne olursa olsun, derinden derine
sürüp gitmektedir.
Milliyet duygusu ve millet gerçeği, milleti inkâr eden ideolojilerden
daha güçlüdür. Bunun sayısız örneği ortadadır.

5
a.g.e.; s. 59.
6
Bk. Kocatürk; s. 187. Atatürk, 1926’da yaptığı bir konuşmada şöyle demiştir: “Biz doğrudan
doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. V,
hazırlayanlar: Sadi Borak-Utkan Kocatürk, Ankara, 1972, s. 114.)
129
Milliyetçiliği ırkçılıkla, totaliter faşizmle, saldırganlık veya şovenizmle
bir tutarak kötülemek, milliyetçiliğin anlamını saptırmaktır. Bugünkü
dünyamızda, milliyet duygusu ve millet gerçeği, inkârı kabil olmayan
olgulardır; hem de manevi değerleri güçlendiren, insanları yüceltip
kaynaştıran, kültürü geliştiren, çeşitli millî kültürlerle dünyayı zenginleştiren,
ilerlemeyi ve çağdaşlaşmayı hızlandıran, hürriyeti koruyan ve demokrasiyi
mümkün kılan yararlı olgular...
Çağdaş milliyetçilik akılcı ve gerçekçidir. Prof. Sadri Maksudî Arsal’ın
deyimiyle “Bugünkü milliyetçilik sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır; kan
tahlili ile uğraşmaz, kafataslarının şekliyle de ilgilenmez. Belli bir millete
bağlılık hissi bugünkü milliyetçiliğin esasıdır.”7
ATATÜRK’ün yaptığı kısa bir tanıma göre “Millet, dil, kültür ve ideal
birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi ve içtimai
heyettir.”8 ATATÜRK, her milletin, diğer milletlere oranla, tabii veya sonradan
kazanılmış özel karaktere sahip olduğunu belirtmiş; ancak bütün milletlerin
mutlaka aynı şartların etkisi altında oluşmadıklarına da dikkat çekmiştir.9
Yine ATATÜRK’e göre milletin en kısa tanımı şudur: “Aynı harstan
(kültürden) olan insanlardan oluşan topluma millet denir.”10 Gerçekten, ortak
kültür, millet olma açısından hayati unsurdur. Tarih gösteriyor ki bazen ortak
bir millî kültür etrafında toplanan bir sosyal grup milleti ve devleti oluşturmuş;
bazen de önce bir devlet çatısı altında toplanma vuku bulmuş, ortak millî
kültür bundan sonra adım adım gelişmiştir. Her iki hâlde de milletin varlığını
ve bütünlüğünü koruyup sürdürebilmesi açısından, millî kültür hayati önem
taşır. Polonyalılar, İsrailliler, Osmanlı İmparatorluğu’ndan veya Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu’ndan ayrılan birçok millet, yüzyıllarca kendi
devletlerinden yoksun yaşadıkları hâlde, bağımsızlıklarına kavuşunca
kolayca millet hâline gelebilmelerini millî kültürlerini koruyabilmiş olmalarına
borçludurlar.
ATATÜRK milleti oluşturan şartları incelerken, bir toplumun millet
olabilmesi için bunlardan hiç değilse bir kısmının bir araya gelmesi
gerekeceğini öne sürmüş; ancak her millet için şartların hepsinin bir arada
bulunmasının mutlaka gerekli olmadığını da haklı olarak vurgulamıştır.11

7
Sadri Maksudî Arsal; s. 191. Prof. Mümtaz Turhan da aynı görüştedir: “... Millet her şeyden
önce sosyolojik bir birlik, sosyopsikolojik bir vakıa olduğuna göre...” a.g.e.; s. 406. Bu görüş,
Ernest Renan’ın ünlü “Quest-ce qu’une Nation” adlı incelemesindeki millet tanımına uygundur.
8
A. Afetinan; Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara, 1969, s. 8 ve 18.
9
a.g.e.; s. 371-376.
10
a.g.e.; s. 24.
11
a.g.e.; s. 372-373. Leonard Tivey’in editörlüğünü yaptığı The Nation-State (Oxford, 1981)
başlıklı eserde yer alan “A Future For The Nation-State” başlıklı incelemesinde Gordon Smith,
ortak kültür, ortak kök, ortak dil gibi unsurların milleti oluşturmakta payı bulunabileceğini, fakat
bunlardan hiçbirinin mutlaka gerekli olmadığını “bir milletin devleti yaratabileceğini, fakat aynı
şekilde bir devletin de milleti yaratabileceğini” belirtir (s. 198).
130
Mesela İsviçre kök birliği veya dil birliği olmadığı hâlde, aynı siyasi çatı
altında toplanan, aynı yurtta yaşayan, ortak bir tarihî mirası paylaşan,
beraber yaşamak hususunda ortak iradeye sahip olan, ortak amaçları
bulunan insanların millet olabildiklerini gösteren bir örnektir. Önemli olan, şu
veya bu şekilde, ortak değerlerin, ortak inanç ve ideallerin, ortak millî
kültürün ve özellikle aynı devlete ve aynı millete mensup olma duygusunun
korunması ve durmadan geliştirilmesidir. Şüphesiz, millet olabilmek ve millet
olarak kalabilmek için, ortak bir millî kültürün geliştirilmesi büyük önem taşır.
Ortak millî kültürün oluşmasında, ortak bir vatanda aynı devlete
sadakatle bağlı yurttaşlar olarak birlikte yaşamının,12 ortak zaferlerin ve
hatıraları mirasının, birlikte sevinip birlikte acılara ve fedakârlıklara
katlanmanın, geleceğe dönük ortak ümitlerin, ortak millî ahlakın önemini
hatırlatan ATATÜRK, millî birlik ve beraberliğin korunup güçlendirilmesinin
önemi üzerinde ısrarla durmuştur.13
ATATÜRK, ayrıca, ancak hür bir toplumun millet sıfatına layık
olacağını belirterek, millet ile hürriyet ve bağımsızlık arasındaki ilişkiye de
dikkati çekmiştir.14
Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Ülke ve Millet Bütünlüğüne Önem
Verir
Millî birlik ve beraberlik duygusu, aralarındaki bütün ayrılıklara
rağmen, millet fertlerini birbirlerine sımsıkı bağlar.
Milleti teşkil eden birimlerin doğum yerleri, büyüdükleri yurt köşeleri,
eğitim düzeyleri, meslekleri, mezhepleri, siyasi parti rozetleri ayrı olabilir.
Fakat, doğum yerleri ayrı da olsa, vatan birdir. Parti bayrakları ayrı da olsa,
ay yıldızlı bayrak birdir. Meslekler, mezhepler ayrı da olsa, millet birdir.
Yüzyıllar boyunca aynı bayrak altında, aynı inançları paylaşarak
yaşamış, ortak vatanlarını omuz omuza savunmuş, “kaderde, kıvançta ve
tasada ortak olmuş”, aynı büyük milletin şerefli evlatları olarak yaşamaya
kararlı insanlar arasına ayrılık tohumları ekilmeğe çalışılması ATATÜRK’ün
toplayıcı, birleştirici Türk milliyetçiliği anlayışıyla bağdaşmaz.15
Aşağıda ayrıca üzerinde durulacağı gibi, ırkçı olmayan, laiklik
esasından ayrılmayan, sınıf kavgasını değil sosyal dayanışmayı (içtimaî
tesanüdü) hedef tutan Atatürkçü milliyetçilik anlayışı, büyük Türk milletini ırk,
mezhep, sınıf kavgalarıyla bölmeğe kalkışacak olanlara karşı en sağlam

12
Türk vatandaşlığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün anayasalarında, en toplayıcı ifade ile vatana
ve devlete bağlılık şeklinde tanımlanmıştır. 1924 Anayasası, Madde 88: “Türkiye ahalisine, din
ve ırk farkı olmaksızın, vatandaşlık itibarıyla Türk itlâk olunur.” 1961 Anayasası, Madde 54:
“Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” 1982 Anayasası, Madde 82:
“Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”
13
Atatürkçülük, I. Kitap; Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Ankara, 1983, s. 47 ve s. 73-77.
14
a.g.e.; s. 81.
15
Turhan Feyzioğlu; Millet Yolunda, İstanbul, 1975, s. 243-250.
131
savunma aracıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlete sadakatle, millete
sevgiyle bağlı bütün yurttaşları, rahatlıkla ve içtenlikle, “Ben Türk’üm.”
diyebilmelidir.
Van’dan Diyarbakır’dan, Trakya’dan, Karadeniz’den Akdeniz’e kadar
yurdumuzun her köşesindeki memleket evlatlarını “hep aynı cevherin
damarları”16 olarak vasıflandıran ATATÜRK, ırk, mezhep, sınıf ayrılıklarını
körükleyenlere karşı çıkmış; millî birlik ve bütünlüğü sarsmaya çalışanların,
“düşmana alet olmuş beyinsizler” dışında, kimseyi etkileri altına
alamayacaklarını söylemiştir.17 Tarih potasında kaynaşmış, birlikte sevinip
birlikte ağlamış insanları ırk veya mezhep kavgalarını körükleyerek birbirine
düşürmek ihanettir. Türkiye’de “Türkiye halkları” değil, bir millet vardır.
Millî birlik ve bütünlüğü gerçekleştirip güçlendirmekte, millî eğitimin
payı ve görevi büyüktür.
Bu hususu ATATÜRK çok açık bir dille anlatmıştır:
“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitimin sınırları
ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına,
kendi benliğine, millî geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele
etmek gereği öğretilmelidir.
Dünyada, milletlerarası duruma göre böyle bir mücadelenin
gerektirdiği manevi unsurlara sahip olmayan kişilere ve bu nitelikte kişilerden
oluşan toplumlara, hayat ve bağımsızlık yoktur.
Çocuklarımızı aynı eğitim derecesinden geçirerek yetiştireceğiz.
Kesinlikle bilmeliyiz ki iki parça hâlinde yaşayan milletler zayıftır...”18
Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Irkçılığı Reddeder
Türk milliyetçiliği, kafataslarıyla uğraşmaz. Çağdaş bilimin reddettiği
“üstün ırk, aşağı ırk” nazariyeleriyle ilgisi yoktur. Anayasa’ya “Milliyetçilik”
ilkesi eklenirken İçişleri eski Bakanı Şükrü Kaya’nın belirttiği gibi: “Bizim
millîci ilkemiz dar ve tekelci değildir.”19
Aynı gün konuşan Recep Peker ise, bizim milliyetçiliğimizin “kan ve ırk
milliyetçiliği”nden farklı olduğunu belirtmiştir.20

16
Kadri Kemal Kop; Atatürk Diyarbakır’da, 1938, s. 4 (Nakleden H. Eroğlu, s. 163).
17
A. Afetinan; s. 376-378.
18
Atatürkçülük, Atatürkçü Düşünce Sistemi, III. Kitap, Ankara 1983, s. 30-31.
19
5 Şubat 1937 tarihli TBMM Tutanağı, s. 60.
20
a.g.e.; s. 66. Çağdaş milliyetçiliğin kan tahlili ve kafatası ile uğraşmadığı, sosyolojik ve
psikolojik esaslara dayandığı hakkında Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal ve Prof. Mümtaz Turhan’ın
görüşleri için not 7’ye bakınız. Prof. Dr. Erol Güngör de “Hakikatte milliyetçilik, bir kültür hareketi
olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olarak da otoriter idare sistemlerini
reddeder.” diyor. (Bk. Türk Kültürü ve Milliyetçilik; Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1978, s. 117.) Prof.
Dr. Mehmet Kaplan da “Yeni Türk Milliyetçiliği” başlıklı yazısında, “yeni milliyetçiliğin ... ırkçı
olmadığını belirtmek lazımdır” demiştir (Nesillerin Ruhu; 4. baskı, İstanbul, 1978, s. 40).
132
Dünyanın pek çok bölgesinde ırkların az veya çok birbirine karıştığı
gerçeği bir yana, ayın vatanda, aynı devletin yurttaşları olarak, o vatana ve o
devlete sadakatle bağlanarak, yüzyıllar boyunca aynı bayrak altında omuz
omuza o vatanı savunarak, zaferleri, sevinçleri, acıları ve geleceği ait ümitleri
paylaşarak kökleşen millî duygu ve ortak millî kültür, ırk unsurundan elbette
daha önemlidir. Irk ayrımcılığını millet bütünlüğünü yıkmak için bilerek
körüklemek ise, mensup olduğu topluma karşı işlenmiş bir suçtur.
Irkçılığın ilkelliği, insanlığa aykırı sonuçları, zararlı etkileri
tartışılmayacak kadar açıktır. Medeni dünyada ırkçılığın yeri yoktur.
Atatürkçü Türk Milliyetçiliği Çağdaşlaşmayı Amaçlar,
Medeniyetçidir
ATATÜRK, Meşrutiyet döneminin sadece bir fikir akımı hâlinde kalan
milliyetçiliğini önderliğini yaptığı siyasi hareketin ekseni hâline getirmiştir.
Meşrutiyet döneminde, “Türkçülük” ile “batıcılık” akımları arasında bir
ölçüde çatışma vardı: Milliyetçiler “batılılaşma”yı ya temelden reddediyorlar,
ya da sınırlı tutmaya çalışıyorlardı. Dünyanın pek çok ülkesinde, özellikle
sömürgeci devletlerin pençesi altına düşmüş Asya ve Afrika ülkelerinde,
milliyetçilik akımı batıya ve onun temsil ettiği medeniyete karşı bir tepki ve
baş kaldırma şeklinde doğmuştur. ATATÜRK Türkiyesi’nde ise, “batı
medeniyetinden yararlanma ve çağdaşlaşma” ile “milliyetçilik” birbirine karşı
değil, birbirine paralel olarak gelişmiştir.21
Hiçbir zaman bağımsızlığını yitirmemiş, daima kendi devletine sahip
olmuş Türk milleti için, milliyetçilik, sadece başka bir millete karşı düşmanlık
tarzında beliren “olumsuz bir tepki milliyetçiliği”nden ibaret kalmamıştır;
Atatürkçü milliyetçilik, Türk milletinin yüceltilip ilerletilmesini amaçlayan,
olumlu ve ileriye dönük bir milliyetçiliktir.
Milliyetçilik elbette, bir millete mensup fertlerin, kendi tarihlerinden, o
tarihi dolduran parlak başarılarından, geçirilen felaket ve ıstıraplardan
süzülüp gelen ortak kıvançlara, ortak tasalara, ortak değerlere dayanır.
Bununla beraber Sadri Maksudi Arsal’ın “Milliyet Duygusunun Sosyolojik
Esasları” adlı eserinde belirttiği gibi, “Milliyetçilik, milliyet duygusu, ancak
maziye, mazideki şeylere bağlılıktan ibaret değildir. Milliyet hissinin tecelli
ettiği diğer bir saha vardır. O da istikbale (geleceğe) yönelmiş emel, gaye ve
düşünceler sahasıdır.”

21
Bernard Lewis; s. 478. Ömer Seyfetin, Türklük Mefkûresi adlı eserinde: “Cahil milletler
toplanamaz. Birlik yapamaz... Türkler de okuyup bilgi ve fen öğrenmezlerse milletlerini anlayıp
terakki edemezler.” diyor. (İstanbul, 1977 baskısı, s. 34.) Bk. keza Yaşar Nabi; Tek yol Atatürk
Yolu, Dördüncü Basılış, İstanbul, 1980, s. 46 ve 49-50. Atatürkçü Türk milliyetçiliğinin özellikleri,
bu arada çağdaşlaşma ile ilişkisi konusunda, Prof. Dr. Suna Kili’nin tahlillerine bakınız, Atatürk
Devrimi; Bir Çağdaşlaşma Modeli, Ankara, 1981, s. 206-220.
133
Atatürkçülüğü, “modernleştirici milliyetçilik” veya “millî bir çağdaşlaşma
ideolojisi” olarak özetleyen bilim adamlarımızın önemli bir gerçeğe parmak
bastıklarını belirtmek isteriz.22 Türk milletini, kökleri tarihin derinliklerinde,
dalları göklerde ulu bir çınar ağacına benzetebiliriz. Bu çınar ağacı, kökleri ile
şanlı tarihimizden beslenirken, dalları ile daima daha yükseklere uzanacaktır.
Çağdaşlaşmak, ışığa, aydınlığa, uygarlığa doğru ilerlemek, millî
benliğimizden uzaklaşmak demek değildir. Türk milleti, ATATÜRK’ün
önderliğinde, hem “çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne yükselme” amacına
erişmek için atılımlara girişmiş hem de millî benliğine kavuşarak Türk
olmanın sevinç ve öğüncünü duymuştur.
Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Laiklik İlkesiyle Bağlantılıdır, Her
Türlü Mezhep Ayrımcılığını Reddeder
Atatürkçü Türk milliyetçiliği anlayışı, milletin oluşmasında ortak tarihin,
ortak inançların, ortak kültürün rolünü kabul eder; fakat milleti ümmetle
karıştırmaz. Teokratik devlet anlayışına kapalıdır.
Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı büyük eserinde “Türkçülük
hiçbir zaman klerikalizmle, teokrasi ile, istibdatla bağdaşmaz.” demekte
haklıdır.23
“Millet” sözü, yüzyıllarca, bugünkü anlamında değil, “dinî cemaat”
anlamında kullanılmıştır. Osmanlı döneminde uzun süre, devletin Hristiyan
veya Musevi tebaasına “millet” sıfatı verilmiştir. Bugün de “millet” veya “millî”
sözünü, Arapçadaki köküne uygun olarak, sadece dinî anlamda
yorumlamaya kalkışanlar vardır.
Tarih ve sosyoloji ilminin ışığında, dinî inanç birliğinin, bazen
milletlerin yoğruluşunda ve doğuşunda önemli bir rol oynadığı ileri sürülebilir.
Ancak dinî inanç beraberliği tek başına millet bağının yerine geçemez. Öte
yandan, Atatürkçü milliyetçilik anlayışı, hiçbir şekilde, insanın dinî inancından
uzaklaşmasını gerektirmez.
Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Laiklik elbette dinin reddi, inanç
ve ibadet hürriyetinin tanınmaması, dinî inançlara saygı duyulmaması
anlamına gelmez24. Ancak laik bir devlette, mezhep ayrılıklarının yurttaşlar
arasında nifak yaratmak için sömürülmesine göz yumulamaz. Din veya
mezhep ayrılığını sömürerek, millî beraberlik ve bütünlüğü parçalamaya

22
İsmet Giritli; Kemalizm İdeolojisi, (Turhan Feyzioğlu, Mustafa Aysan, Hamza Eroğlu, Mehmet
Gönlübol ile birlikte yazdığı Atatürk Yolu adlı ortak eser, İstanbul, 1981, s. 285 ve 290. Kili;
s. 192 ve 210. Nabi; s. 33 ve devamı.
23
Türkçülüğün Esasları; “Siyasi Türkçülük” bölümü, Kültür Bakanlığı Yayını, Hazırlayan Mehmet
Kaplan, İstanbul, 1976, s. 177.
24
Laiklik ilkesiyle ilgili görüşlerimiz “Türk İnkılabının Temel Taşı: Laiklik” başlıklı başka bir
incelememizde etraflıca açıklanmıştır (Bk. Atatürk Yolu adlı ortak eser; s. 168-226 ve bu
incelemenin sonundaki bibliyografya.)
134
çalışmak, laiklik ilkesine olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve
kanunlarından açık hükümlerine de aykırıdır.
Hiç şüphe yoktur ki laik düzenin ülkemizde sağladığı en hayırlı
sonuçlardan biri, aynı büyük milletin öz evlatları arasındaki mezhep
çatışmalarına kökünden son vermiş olmasıdır.
Atatürkçü Milliyetçilik Anlayışı Sınıf Kavgasını Reddeder; Millî
Dayanışma ve Sosyal Adaletten Yanadır
Atatürkçü milliyetçilik, Türk milletinin sosyal adalet içinde kalkınmasını
sınıf kavgasında görmez. ATATÜRK, Türk toplumunu teşkil eden köylü,
çiftçi, işçi, esnaf, sanatkâr, sanayici, tüccar, serbest meslek mensubu,
memur gibi her çeşit meslek ve zümrelerin, aynı millî toplumun birer unsuru
olarak, sosyal adalete uygun esaslar içinde, ahenkli bir tarzda iş birliği
yapmalarını; bunlar arasında çıkabilecek uyuşmazlıkların, millet yararını her
şeyin üstünde tutarak uzlaştırılmasını ve bağdaştırılmasını öngören bir temel
görüşe sahiptir.
Atatürkçülüğün, “milliyetçi bir çağdaşlaşma ideolojisi” olduğunu birçok
incelemesinde belirtmiş olan Prof. Dr. İsmet Giritli, bu ideolojinin “özgürlük ve
bağımsızlığı tehlikeye girmiş bir ülkenin sınıfsal değil, ulusal bir başkaldırısı
neticesinde” doğduğuna dikkati çeker.25 Sınıf bilincinin geliştirilmesi ve
sınıflar arasında kavganın körüklenmesi esasına dayanan Marksist - Leninist
anlayışın aksine, Atatürkçülük, millî bilinci uyandırılması, millî birlik ve
beraberliğin güçlendirilmesi, sınıf kavgasının önlenmesi esasına dayanır.
ATATÜRK, sosyal dayanışma, millî dayanışma yanlısı idi. 1931
seçimleri sırasında millete kendi imzası ile yayımladığı beyannamede, bu
konudaki görüşlerini çok açık bir şekilde ortaya koymuştu: “Sınıf çatışması
yok, sosyal dayanışma var.” diyordu.
ATATÜRK, her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da iş
bölümünden zorunlu şekilde mevcut olduğunu kabul ediyor, ancak çeşitli
işlerde çalışan yurttaşlar arasında sınıf kavgasının bilerek körüklenmesine
karşı çıkıyordu.
ATATÜRK dönemi, Türkiye’de ilk önemli sosyal kanunların kabul
edildiği dönemdir. Birinci BMM’nin kabul ettiği ilk kanunlardan biri, kömür
havzasında çalışan işçilerin sosyal hakları ve güvenlikleri ile ilgiliydi.
Bağımsızlık Savaşı’nın en çetin günlerinde, Anadolu bozkırında toplanan
yeni Meclis, bu sosyal konuya eğilmişti. Sosyal haklar ve sosyal güvenlik
açısından, ATATÜRK döneminde çıkarılan en önemli kanunlardan biri de İş
Kanunu’dur.

25
İsmet Giritli; Kemalizm İdeolojisi (Atatürkçülük, II. Kitap; Atatürk ve Atatürkçülüğe İlişkin
Makaleler, Ankara, 1938), s. 60.
135
Şüphesiz, ülkenin ekonomik gücü geliştikçe, sosyal haklar da
genişleyecektir. Nitekim öyle oldu.
Atatürkçülük, sosyal dertlere karşı kayıtsız kalınmasını ve de millî
bütünlüğün sınıf kavgası kışkırtmalarıyla parçalanmasını kabul etmez.
Atatürkçü milliyetçilik, komünizmle ve sınıf kavgası kışkırtmacılığı ile
bağdaşmaz; ama sosyal adalete ve sosyal güvenliğe önem verilmesini
gerektirir. Türkiye’de Cumhuriyet döneminin başından beri adım adım
gerçekleştirilen sosyal adalet ve sosyal güvenlik tedbirleri, sınıf kavgası ve
kanlı çatışmalar yoluyla elde edilmiş sonuçlar değildir. Bu tedbirler, devletin,
Atatürkçü bir milliyetçilik anlayışı ile, Türk milletini kaynaşmış ve bağdaşmış
hâle getirme yolundaki bilinçli çabalarından doğmuştur.
Atatürkçü Türk Milliyetçiliği Vatan Kavramı ile Bağlantılıdır ve
Gerçekçidir
Millet ve milliyetçilik konusu incelenirken, bir gerçek unutulmamalıdır:
Her millet, kendi ülke bütünlüğünü, millî birlik ve beraberliğini en iyi
koruyacak olan tanımlar hangileri ise, onları tercih eder.
Fransız milletinin doğuşunda önemli yeri olan dil birliği İsviçre’de
geçerli değildir. İsviçre, ortak vatan, ortak tarih ve ortak siyasi kurumlara
önem verir. Amerika, anayasaya sadakati ve Amerikalılık ideallerine bağlılığı
ön plana geçirmeye çalışır. İsrail ise, dünyanın dört bucağından toplanmış
ırkları, renkleri, dilleri, yaşama tarzları, kültürlerinin önemli unsurları
birbirinden çok farklı insanları, sadece din bağı ile birleştirerek -ve İbranice
öğretmeye çalışarak- bir millet oluşturma yolundadır.
Türk milletini birleştiren bağlar çok çeşitli, köklü ve güçlüdür. Ortak
devlet, ortak tarih, ortak kader, ortak kültür, ortak manevi inançlar, ortak dil,
geleceğe dönük ortak idealler gibi pek çok bağ yanında, her karışı birlikte
savunulmuş ve savunulacak olan “bölünmez ortak vatan” unsuru da Türk
milliyetçiliğinin dokusunda son derece önemli bir yer tutar.
Atatürkçü milliyetçilik anlayışı gerçekçidir; yakın tarihimizin acı
derslerini gözden kaçırmaz; ana vatanı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tehlikeye
atacak maceracı, hayalci yollara sapmaz.
ATATÜRK, Türk milletinin varlığının ve hayati menfaatlerinin
Panislamizm, Panturanizm veya “federal imparatorluk” gibi uzak hayallere
feda edilmemesi gerektiğini, daha Millî Mücadele yıllarında ısrarla
vurgulamıştır. İzlenebilecek gerçekçi ve akılcı yolun, sınırları belli bir vatan
üzerinde, millî bir Türk Devleti kurmak olduğunu anlamıştır ve anlatmıştır.
Dünyanın milliyetler çağına girdiği bir dönemde, Kuzey Afrika’dan Yemen’e
kadar uzanan, birçoğu Osmanlı Devleti’ne karşı yabancı devletlerle iş birliği
içine girmiş, kendi aralarında bile rekabet ve çekişmeyi sürdüren bazı
kavimleri zorla İmparatorluk sınırları içinde tutmaya çalışan, Türk çocuklarını

136
uzak Yemen çöllerinde kırdırıp ana vatanı tehlikeye atmanın çıkar yol
olmadığını, ATATÜRK Millî Mücadele’den önce görmüştü.
Türk Devleti’nin, gerçekte, Panislamizm veya Panturanizm yapacak
güce artık sahip olmadığı bir dönemde, sanki bu çeşit politikalar
güdülüyormuş gibi ciddiyetten uzak propagandalara kalkışması, gereksiz
yere devletimize karşı düşmanlıkların artmasına sebep olmuştu. Ciddiyetten
ve gerçeklikten uzak hevesler, Türk milletine fayda sağlamamış, sadece
düşmanlarımızın Türk Devleti’ni tarihten ve coğrafyadan silmek üzere el ele
vermelerine yol açmıştı.
Yukarıda, “vatan” kavramı ile “millet” kavramı arasındaki ilişkiden
bahsederken, ATATÜRK’ün, sınırları belli, somut ve bölünmez bir “vatan”
anlayışına verdiği öneme değinmiştik.
Türk vatanı kumara, hayale ve maceraya feda edilmemelidir. Her
dönemde ve her şart altında, nelerin yapılabileceği ve nelerin
yapılamayacağı iyice değerlendirilmelidir.
ATATÜRK, 1930 yılında, bu konuya değinmiş ve Türkiye dışındaki
Türklerin kültür sorunları ile ilgilendiğimizi, “büyük Türk tarihine, Türk dilinin
kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem verdiğimizi”, en
uzaktaki Türklerin dil ve kültürlerini bile ihmal etmediğimizi söylemiştir. Aynı
konuşmasında ATATÜRK şöyle diyor:
“Milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde düşünülmemeli
ve savunulmamalıdır. Milliyet davası... şuurlu bir ideal meselesidir. Şuurlu
ideal demek, müspet ilimlere, ilmî usullere dayandırılmış bir hedef ve amaç
demektir... Hareketlerin imkân sınırları ve öncelikleri mutlaka hesaba
katılmalıdır.26
1918 çöküntüsüne kadar, Türk milliyetçileri, Osmanlı
İmparatorluğu’nun parçalanmasını elbette içlerine kolay kolay
sindiremiyorlardı. Hiç kimse, ağır suçlamalara uğramadan, Osmanlı ülkesinin
küçülmesine yol açabilecek görüşleri ileri süremezdi. Bu sebeple, gerçekçi
ve ana vatana dönük bir milliyetçilik anlayışını savunmak, o dönemde, bir
hayli zordu. O günün şartlarında, akılcı ve ana vatancı bir milliyetçilik anlayışı
ile kamuoyunun önüne çıkamayan aydınları bir ölçüde mazur görmek
gerekir. Ziya Gökalp bile, ancak imparatorluk dağıldıktan sonra, Millî
Mücadele yıllarında ve sonrasında, “Türkiyeci” bir milliyetçiliği açıkça
savunabilmiştir.27

26
a.g.e.; s. 28-29. Atatürkçü Türk milliyetçiliğinin gerçekçi karakteri hakkında, Hamza Eroğlu;
Atatürkçülük, Ankara, 1981, s. 84.
27
Remzi Oğuz Arık; Ziya Gökalp’in Türkçülüğüne Dair Meseleler, İstanbul, 1974, s. 133.
137
Atatürkçü Türk Milliyetçiliği Demokrasiye Yöneliktir; Millet
Egemenliği İlkesiyle Bağlantılıdır
Millî Mücadele’nin temelinde, Türk milliyetçiliği ile birlikte, egemenliğin
bir şahsa, padişaha değil, millete ait olduğu ilkesi de yer almıştır. Atatürkçü
düşünce sisteminde, bu iki ilke birbirinden ayrılamaz.
1921 Anayasası’ndan başlayarak, Ankara’da kurulan yeni Türk
Devleti’nin bütün anayasalarında milletin egemenliği esastır.
Fransız İhtilali’nin, milliyetçilikle birlikte demokratik inançların da
yaygınlaşmasına yol açtığına yukarıda değinmiştik. Milliyetçilik ile insan hak
ve hürriyetlerine saygılı demokratik rejimin, tarih sahnesine, birlikte
doğmaları bir rastlantı değildir.
ATATÜRK Sivas’a ayak basar basmaz orada kurduğu gazeteye
“İrade-i Millîye (Millî İrade)” adını verir. Ankara’ya ulaşınca bir gazete daha
kurar. Adı “Hâkimiyet-i Millîye (Millî Egemenlik)”dir. ATATÜRK’ün kurduğu
gazetelere verdiği bu adlar da. Hiç şüphesiz rastlantı değildir.
Millî Mücadele’yi güçlü ve meşru bir temele, “millî egemenlik” temeline
oturtmak, ATATÜRK’ün büyük başarısı olmuştur. Halife-sultan, işgal
altındaki şehirde âdeta yabancıların esiri idi. Millet adına konuşabilecek
durumda değildi. Tek çare milletin kendi kaderini eline almasıydı. Daha ilk
kongrelerde “Kuvay-ı Millîyeyi âmil ve irade-i millîyeyi hâkim kılmak” kararı
alınmıştı. Saltanat tacından artık bir şey beklenemezdi. Millet taç giyecekti.
ATATÜRK askerî alandaki dehasına eş bir siyasi deha ile TBMM’yi
kurup, milletin şahlanışına demokratik bir kurumun meşruluk ve hukukiliğini
kazandırmıştır. TBMM’nin kuruluşu, Millî Mücadele’yi, içte olduğu gibi dışta
da güçlendirmiştir. Bağımsızlık Savaşı, millî egemenlik ilkesinden güç
alınarak, her konuda hesap soran, kıyasıya eleştiren, milletin haklarına
titizlikle sahip çıkan bir Meclisle kazanılmıştır. Büyük bir savaşın, millet
adına, bir parlamento tarafından yönetilip yürütülmesi, dünya tarihi açısından
da üzerinde durulmaya değer bir olaydır.
ATATÜRK döneminde, halkçılık ilkesinin millet egemenliği ve
demokratik rejimin fikrini içerdiği belirtilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu, sağlı, sollu totaliter dikta ideolojilerinin hepsine daima karşı
çıkmıştır. ATATÜRK, Stalin’le, Hitler’le, Mussolini ile çağdaştı. Yukarıda,
Markçı-Leninci sınıf diktası görüşünü nasıl kökünden reddettiğini gördük.
Hitler ve Mussoli’nin temsil ettikleri demokrasi düşmanı, millet egemenliği ile
bağdaşmaz, totaliter devlet anlayışlarını da ATATÜRK temelinden yanlış
bulmuş ve reddetmiştir.
Atatürkçü Milliyetçilik Saldırgan Değil, Barışçı ve İnsancıldır
Milliyetçiliğin bir ilke olarak anayasaya girmesini savunurken,
ATATÜRK’ün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şöyle diyordu:
138
“Millîci olmak bizim zaruri şiarımızdır. Fakat bizim millîci şiarımız dar
ve inhisarcı (tekelci) değildir. Bizim millîciliğimiz, medeni insanlık içinde,
onun esaslı bir unsuru olarak, insanlığın yücelip yükselmesine ve bütün
dünyayı mutluluk ve refah içinde yaşatmaya yönelmiş bir millîciliktir.”28
Bu sözler, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, o yıllarda barışı tehdit
etmekte olan Nazizm ve faşizmden çok farklı bir dünya görüşünü ve medeni
bir milliyetçilik anlayışını benimsediğini gösteriyordu.
ATATÜRK, milliyetçiliği reddeden teori ve görüşlere karşı idi. Fakat,
bütün başka milletleri hor gören, aşağılayan, saldırgan, savaşçı bir
milliyetçiliği de benimsememişti.
ATATÜRK, her ülkenin yöneticilerinin asıl sorumluluklarının elbette,
kendi milletlerine karşı olduğunu belirtmiş; Türk milletinin şerefi, hakları,
yararları söz konusu olduğunda, bunların tam bir dikkat ve titizlikle
korunmasını görevlerin en kutsalı saymıştır. Ancak, engin milliyetçiliğinin
özünden ve amacından hiçbir şekilde uzaklaşmaksızın, şu gerçeği de
gözden kaçırmamıştır. Hiçbir millet bu dünyada tek başına yaşamamaktadır.
Görmüştür ki “Dünyada ve dünya milletleri arasında huzur, anlaşma ve iyi
geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan yoksun
kalır.”29
Hemen belirtelim ki düşman güçlere boyun eğmeye hazır, teslimiyetçi,
dünya gerçeklerinden habersiz, hayalci “pasifist”lerin tutumu ile
ATATÜRK’ün barışçılığı arasında derin bir uçurum vardır. Ne yazık ki
çağımızda da hâlâ, milletlerarası ilişkilerde, kuvvetli olan hakkı ve haklıyı
ezebilmektedir. Bu gerçeği görmezlikten gelmek mümkün değildir. Hakkın ve
haklının ezilmeyeceği bir milletlerarası hukuk düzeninin kurulmasını istemek
ve bu yolda içtenlikle çaba göstermek başka şey, kendi arzularını gerçek
sanan, var olmayanı varmış farz eden ütopyacılık başka şeydir.
ATATÜRK, bir milletin barış içinde yaşayabilmek için kendini
savunacak güce ve iradeye sahip olması gerektiğini çok açık şekilde
anlatmıştır.
“Bugün vardığımız barışın ebedî barış olacağına inanmak, safdillik
olur. Bu o kadar önemli bir gerçektir ki ondan bir an bile gaflet, milletin
hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz, hukukumuza, şeref ve haysiyetimize
saygı gösterildikçe, mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz. Fakat, ne çare
ki zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu veya hiç saygı

28
TBMM Tutanağı; 5 Şubat 1937, s. 60. Mehmet Kaplan: “Biz asla başka milletlere tahakküm
etmek gayesini taşımayan bir milliyetçilik fikri gödüyoruz.” a.g.e.; s. 97. “İnsanlığı ancak
milliyetçilik kurtarabilir. Fakat mütecaviz milliyetçilik değil, kendi varlığı kadar başkalarınınkine
de hürmet eden bir milliyetçilik...” diyor. a.g.e.; s. 101.
29
Atatürkçülük, 3. Kitap; Atatürkçü Düşünce Sistemi, Ankara, 1983, s. 35.
139
gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için her türlü ihtimallerin
gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikmeyeceğiz.”30
ATATÜRK, pek çok savaş felaketi geçirmiş olan Türkiye’nin barış
ihtiyacının büyük olduğunu belirtirken, barışın ancak güçlü olmakla
korunabileceğine, tarafsızlıkları bütün dünyaca kabul edilmiş ülkelerin bile
ordularına ve savunmalarına büyük önem verdiklerini dikkati çekmeden geri
kalmamıştır.31 Ancak ATATÜRK, savaşın facialarını herkesten iyi biliyordu:
“Ben harpçi olamam. Çünkü harbin acıklı hallerini herkesten iyi
bilirim.”32
“Harp zaruri ve hayati olmalı... Öldüreceğiz diyenlere karşı,
ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Lakin, millet hayatı tehlikeye
uğramadıkça, harp bir cinayettir.”33
ATATÜRK’e göre, “İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine
boğazlatmak insani olmayan ve son derece üzücü olan bir sistemdir.”34
ATATÜRK, milliyetçi olmayı, diğer bütün milletlere düşman olmak
şeklinde anlayan dar bir görüşün sahibi değildi:
“... Biz öyle milliyetçileriz ki bizimle iş birliği yapan bütün milletlere
saygı duyar ve riayet ederiz.”
“Türk milleti insanlık âleminin samimi bir ailesidir.”35
Henüz Birleşmiş Milletlerin, UNESCO’nun, UNCTAD’ın ve benzeri
kuruluşların ortada olmadığı, gelişme hâlindeki ülkelerin kalkınmasının
dünya ülkelerinin tümü için taşıdığı önemin bilinmediği, kuzey-güney
diyalogundan bahsedilmediği, evren içinde küçük bir zerreden ibaret olan
dünyamızdaki bütün insanların çeşitli yönlerden kader birliği içinde
bulunduklarının yeterince anlaşılmadığı, Avrupa’da “üstün ırk” şovenizminin
kol gezdiği ve sömürgeciliğin dünyanın yarısına egemen olduğu bir
dönemde, ATATÜRK, büyük bir ileri görüşlülük ve seziş gücü ile şunları
söylüyordu:
“İnsanları mutlu etmenin tek yolu, onları birbirine yaklaştırarak, onları
birbirine sevdirmektir.”36

30
Nakleden Mehmet Gönlübol; Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler başlıklı inceleme (T.
Feyzioğlu, M. Aysan, H. Eroğlu ve İ. Giritli ile birlikte yazdığı Atatürk Yolu adlı ortak eser,
s. 276).
31
İzmir’de, 22 Şubat 1924’te ordu mensuplarına hitabı, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. II, 2.
baskı, Ankara, 1959, s. 170-171.
32
Yakup Kadri Karaosmanoğlu; Atatürk, Ankara, 1980, s. 110.
33
16 Mart 1923’te Adana’da yaptığı konuşmadan, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; s. 124.
34
Balkan Konferansı üyelerinin Ankara’da, TBMM binasında yaptıkları toplantıdaki konuşması,
25 Ekim 1931, s. 273.
35
Gürbüz D. Tüfekçi; Ankara, 1981, s. 55.
36
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, 2. baskı, Ankara 1959, s.273.
140
“Şuna da inanıyorum ki eğer devamlı barış isteniyorsa, kütlelerin
vaziyetlerini iyileştirecek milletlerarası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın
bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları,
kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”37
Dünyanın bir ucundaki rahatsızlığın bile hepimizi ilgilendirmesi
gerektiğini, en uzakta sandığımız bir olayın bile bizi bir gün etkileyebileceğini;
sömürgeciliğin yeryüzünden er geç silineceğini, bütün “mazlum milletlerin”
mutlaka kurtulacağını belirten “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle geleceğe
ışık tutan ATATÜRK, çağının ilerisinde bir liderdi.
Birleşmiş Milletler, Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO),
doğumunun 100. yıl dönümünde, ATATÜRK’ü anma kararı alırken şöyle
diyordu:
“Kemal ATATÜRK, sömürgecilik ve emperyalizme karşı girişilen ilk
kurtuluş mücadelelerinden birinin lideridir.”
“Kemal ATATÜRK, dünya milletleri arasında devamlı barış ülkesinin
ve karşılıklı anlayış ruhunun olağanüstü bir öncüsüdür; bütün hayatı
boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımı tanımayan bir ahenk
ve iş birliği çağının açılması uğrunda çalışmıştır.”
Daha 1938 yılında, bugünkü Birleşmiş Milletler Teşkilatının öncüsü
olan “Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam)”, ATATÜRK hakkında “barışın
dâhi hadimi” deyimini kullanmıştır. 1981’de, New York’ta, Birleşmiş Milletler
binasında yapılan anma toplantısında, o günkü Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri Dr. Kurt Waldheim’ın ATATÜRK hakkında kullandığı sözler
şunlardır: “Millî kurtuluş kahramanı ve barış mimarı.”
Sonuç
Ölümünden bunca yıl sonra, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın pek çok
ülkesinde araştırmalara, bilimsel yayınlara konu olan ATATÜRK’ün kurtarıcı,
yüceltici, çağdaşlaştırıcı milliyetçilik anlayışı, hem sınırsız bir sevgi ve
güvenle bağlı olduğu Türk milletine hem başka milletlere ışık tutmaya devam
edecektir.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün her biri kendisini şükranla anmamıza
yetecek olan saygısız başarıları ve eserleri vardır. Milletimizin en umutsuz
günlerinde Türk milliyetçiliğini şahlandırması, milliyetçilik duygularıyla dolu,
Türk olmanın bilincine ermiş, bunun gururunu duyan, milletinin geçmişiyle
öğünüp geleceğine güvenle bakan kuşaklar yetiştirmiş olması bunlardan
sadece biridir.
Türk milliyetçiliği Atatürkçü ideolojinin ayrılmaz unsurlarından biridir.
Milliyetçiliği dergi ve kitap sayfalarında kalmaktan kurtarıp, hayat geçiren,

37
Kocatürk; s. 316.
141
Millî Mücadele’nin ve kurduğu Cumhuriyet’in temel ilkelerinden biri yapan
ATATÜRK’e, her Türk milliyetçisinin şükran duyması gerekir. Tıpkı bunun
gibi, “Atatürkçüyüm.” diyen her Türk’ün, onun inançlı milliyetçiliğini anlamış
ve benimsemiş olması beklenir. ATATÜRK ilkelerinden bazılarını görüp
bazılarını yok farz ederek veya bu ilkeleri çarpıtarak Atatürkçü düşünceye
hizmet edilemez.
ATATÜRK’ün milliyetçilik anlayışı, hem çağdaşlaşmayı ve uygarlığı,
hem de kendi millî benliğimize ve kişiliğimize sahip çıkmamızı gerektirir.
Kendi millî benliğine sahip çıkmakla çağdaşlaşmak, millet hâline gelmekle
uygar hâle gelmek, birbirine zıt değildir; birbirini tamamlayıcıdır. Ne tarihî
köklerinden kopmak ne de geçmişe saplanıp kalmak... Atatürkçü milliyetçilik
anlayışı, kendi milletinin tarihini, kültürünü iyi bilmeyi, ondan güç alarak
yeniye, ileriye doğru koşmayı, çağımızın bilim ve teknolojisine erişmeyi,
çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne yükselmeyi emreder.
ATATÜRK’ün anladığı ve hayatı boyunca savunduğu Türk
milliyetçiliği, kalkınmaya, ilerlemeye engel değildir; bunları hızlandırır. Sosyal
adalete ve sosyal güvenliğe engel değildir, bunların gerçekleşmesini
kolaylaştırır. Bölücü ve dağıtıcı değildir; ırk, mezhep, sınıf farklarını bile millî
beraberlik duygusu içinde eritir, bütün yurttaşları kaynaştırır, bütünleştirir. Bu
milliyetçilik anlayışı, Türk vatanına göz dikecek, milletimizi bölmeye, tarihten
ve coğrafyadan silmeye yeltenecek, bizi totaliter bir esaret rejiminin kölesi
hâline getirmeye, sömürmeye veya sadece zayıflatmaya kalkışacak her
düşmana karşı en güçlü, en yenilmez silahımızdır.
ATATÜRK’ü örnek alan hiç kimse, Türk milletine içten ve dıştan
yönelen hiçbir tehdit karşısında gevşek ve ihmalci davranamaz. Millî birlik ve
bütünlüğümüzü tehlikeye düşüren hiçbir davranışı destekleyemez. Milletin
yararlarını hiçe sayan, onun kalkınmasına, refahına, mutluluğuna zarar
veren haksız, yolsuz bir davranış karşısında kayıtsız kalamaz. ATATÜRK’ün
izinde olan her Türk milliyetçisi, Türk milletinin bağımsızlığını, hürriyetini,
bütünlüğünü korumayı, onu durmadan güçlendirip yüceltmek için çalışmayı
kutsal bir görev sayar. ATATÜRK’ün milliyetçilik anlayışını benimsemiş her
Türk, kolunun, kafasının, gönlünün bütün imkânlarıyla milletine yararlı
olmaya çalışır. Kendi mesleğinde, kendi çalışma alanında daha iyiye, daha
güzele ulaşmayı amaç bilir.
ATATÜRK, kendisinden sonra gelen Türk kuşaklarına, dinamik ve
ilerleyen bir Cumhuriyet, dinamik bir ideal devretmiştir. “Ne mutlu Türk’üm
diyene!” inancıyla yetişen ve yetişecek kuşaklar, onun ilkelerinden güç
alarak, bu Cumhuriyet’i yaşatacak ve yükselteceklerdir. Çünkü ATATÜRK,
ebedî dünyasından onlara seslenmektedir. “Yüksel Türk!... Senin için
yüksekliğin sınırı yoktur.”

142
ATATÜRK, DİN VE LAİKLİK
Prof. Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI
ATATÜRK’ün görüş ve inkılapları arasında en çok istismar edileni,
yanlış yönlere çekilerek mahiyetlerinden saptırılanı, bize göre, onun din ve
laiklik hakkındaki görüşleridir. Öyle ki bir tarafta ATATÜRK’ü din ile ilgisiz,
dini hiçe sayan ve hatta dini toplum hayatından söküp atmayı amaçlamış bir
önder olduğunu ileri süren art niyetliler; öteki tarafta da bu kasıtlı ve yanlış
propagandaya kapılan ve ATATÜRK’ün laikliğini dinsizlik sayan bazıları,
onun İslam dini hakkındaki müspet ve ıslah edici tavırla gerçek anlamda
araştırmaya ve anlamaya yanaşmamışlardır.
ATATÜRK’ün din konusundaki görüşlerini tanımak için, her şeyden
önce, sosyolojik ve psikolojik bir gerçeğin kabulü şarttır. Bu da bir kişinin dinî
duyguları ve dinî kültürü ile içinde doğup büyüdüğü, terbiyesini aldığı aile
çevresi ve okul arasında çok sıkı bir ilişki olduğudur.
Bu açıdan yaklaşıldığında ATATÜRK, döneminin din kültürüne
oldukça üst seviyede sahip Müslüman ve dindar bir ana babadan
doğmuştur. İlk dinî bilgilerini de onlardan, özellikle annesinden almış ve onun
tarafından yetiştirilmiştir. İlköğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve
daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, devrinin şartları içinde ciddi
dinî bilgiler veren öğretim kuruluşlarıydı. Hatta daha sonra girdiği Selanik
Askerî Rüştiyesi de Manastır Askerî İdadisi de programlarında aynı ciddiyet
ve seviyede din kültürü veren müesseselerdir. Esasen ATATÜRK’ün din
kültürünün seviyesini görmek ve göstermek için, onun bu saha ile ilgili olarak
tetkik ettiği Caetanî’nin İslam Tarihi, Corci Zeydan’ın Medeniyeti İslamiye
Tarihi gibi bugün ancak bu sahanın mütehassıslarınca takip olunabilen
eserleri söylemek bile kâfidir. Ayrıca onun, Kur’an-ı Kerim’i tercüme ve tefsir
edebilecek ölçüde Arapça bilgisine sahip olduğu da bilinmektedir.1 Görülüyor
ki ATATÜRK’ün dinî kültürü, gerek seviye gerek mahiyeti itibarıyla dikkati
çekecek derecede ileridir.
Diğer taraftan onun, İslam kültürü üzerindeki bu derin bilgilerinin
yanında, samimiyetle inanan bir şahıs olduğu, gerek sözlerinden gerek
tavırlarından vuzuhla tespit olunabilmektedir. Nitekim Millî Kurtuluş
Hareketleri’ne girişmek için Samsun’a çıkacağı günün gecesi, anne ve kız
kardeşinin hayır dualarını alarak yola çıkan ATATÜRK, Erzurum
Kongresi’nde irad ettiği (söylediği) nutukta, sözlerini şöyle bitiriyordu: “En son
olarak niyaz ederim ki Cenab-ı Vahibü’l Amâl Hazretleri, Habib-i Ekrem
hürmetine, necib milletimizi muvaffak buyursun! Amin.”2 Hacı Bayram
türbesinde edilen dualardan sonra Büyük Millet Meclisinin açılışında da yine
dualar edilir ve Mustafa Kemal, ilk hükümetin kuruluşunu müteakip yaptığı
konuşmada: “... Cenabıhakk’ın avn-ü-inâyeti bizimledir.” diyerek, ihlasını

1
Sadi Borak; Atatürk ve Din, İstanbul, 1962, s. 6, 68-9, 72-3.
2
Neda Armaner; Atatürk ve Din (10. 11. 1971’de A.Ü. İlahiyat Fakültesinde yapılan konuşma
metni), s. 2.
143
göstermiş olur. Onun, Kocatepe’deki hâlini anlatan yaveri Muzaffer Kılıç: “28
Ağustosta Kocatepe’de bizim topçu ateşimiz başladığı zaman, Mustafa
Kemal: ‘Ya Rabbi! Sen Türk ordusunu muzaffer et... Türklüğün,
Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına
müsaade etme!’ dedi. O anda gözlerinden birkaç damla yaşın süzüldüğünü
gördüm.” der. Zafer kazanıldıktan sonra da Eylül 1922’de, “Büyük Asil Türk
Milleti” hitabıyla başlayan tamiminde,3 “... Türkiye Büyük Millet Meclisi
ordularının şecâati, sürati, tevfikât-ı Sübhâniyeye vesile-i tecelli oldu...
Milletimizin istikbali emindir ve nusret-i mevûdeyi ordularımızın istihsal
etmesi muhakkaktır.” şeklindeki sözleriyle, salabeti imaniyesini (imanının
sağlamlığını) ifade etmiş olur.
Bunun böyle olması da tabiidir; çünkü milletlerin tarihinde “büyük”
sıfatını kazanmış önderler ve kahramanların hepsi de mensup oldukları
milletin sahip olduğu maddi ve manevi bütün değerleri ile bütünleşmenin
sırrını yakalamış ve bunları, hayatlarında, bizatihi (kendiliğinden) tecelli
ettirebilmiş insanlardır. ATATÜRK de tarihin kaydettiği büyük insanların ön
sıralarında yer aldığına göre, elbette mensubu olmakla daima iftihar ettiği
Yüce Türk milletinin bütün maddi ve manevi değerleri ile, özellikle milletimizi
asırlardır yoğurmuş, ruh ve şekil vermiş manevi değerlerin en önemli
unsurlarından biri olan dinimizle bütünleşmiş ve ona olan inancını, hayatının
her safhasında vicdanının en mütena (seçkin) yerinde muhafaza etmiştir.
Esasen ATATÜRK’ün din aleyhine veya dinle ilgisizlik anlamına
gelebilecek herhangi bir söz ve tavrına rastlamak şöyle dursun, her
davranışında ve sözünde, ihlasla inandığı İslam dinine ve değerlerine
kuvvetle sahip çıktığını ve üzerine titrediğini müşahede ederiz (görürüz).
Mesela o, 1 Kasım 1922’de saltanatı milliyenin tahakkukuna dair Büyük
Millet Meclisinde cereyan eden tarihî celsede şunları söylüyordu: “Ey
Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür... Allah kullarının gerekli olgunluğa
ulaşmasına kadar içlerinden seçtiği aracılarla dahi kullarıyla ilgilenmeyi
Tanrılık gereklerinden saymıştır. Onlara Hazret-i Âdem Aleyhisselam’dan
itibaren bilinen bilinmeyen ve sayısız denecek kadar çok nebiler,
peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en
son din ve uygarlık gerçeklerini verdikten sonra artık insanoğlu ile aracılarla
temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. İnsanlığın anlayış derecesi,
aydınlanma ve olgunlaşması, her kulun, Tanrı’nın kendisine verdiği ilhamla
doğrudan doğruya ilişki kurmak yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur ve
bu sebepledir ki Cenabı Peygamber, hâtemü’l-enbiya (sonuncu peygamber)
olmuştur ve kitabı, Kitabı ekmeldir (en üstün kitaptır).”4
Ayrıca o, 7 Şubat 1923’te Balıkesir Paşa Camisi’ndeki meşhur Türkçe
hutbesine de şu sözlerle başlıyordu: “Ey Millet! Allah birdir, şanı büyüktür.
Allah’ın selameti, âtıfeti (sevgisi) ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz

3
Atatürk; 1000 Temel Eser Dizisi, İstanbul, 1970, s. 162-3.
4
Kemal Atatürk; Nutuk, İstanbul, 1961, III, s. 1241.
144
Efendimiz Hazretleri, Cenabıhak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe
memur ve resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malûmdur ki
Kur’an-ı Azimüşşan’daki nusûstur. İnsanlara feyz ve ruh vermiş olan dinimiz
son dindir, ekmel (en olgun) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve hakikate
tamamen uyar. Eğer akla, mantığa, hakikate uymamış olsaydı, bununla diğer
ilahî ve tabii kanunlar arasında tezat olması icap ederdi. Çünkü bütün evren
kanunlarını (âlemin maddi ve manevi ilkelerini) yapan Cenabıhak’tır...”5
ATATÜRK, Hz. Muhammed’i cezbeye tutulmuş sönük bir derviş
şeklinde gösteren bir eser hakkında: “... Bu gibi cahil adamlar, onun yüksek
şahsiyetini ve başarılarını, asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok
uzak görünüyorlar...”6 “O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde
bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonuca
kadar o, ölümsüzdür (1926).”7 diyordu.
Din ve peygamberi hakkındaki bu samimi inancı sebebiyledir ki o,
birtakım safsatalar, hurafeler ve çıkar hesaplarıyla dinin saf ve temiz
cevherini karartan, İslam’ın özünde ve temelinde mevcut olan canlı, yaratıcı,
yapıcı ve hamleci ruhunu faydasız laf kalabalığına boğan, en önemlisi, dini,
bilhassa siyasi veya dünyevi bir menfaat vasıtası olarak kullanmak isteyen
zihniyetin mümessilleri ile amansız bir mücadeleye girmiştir. Onun bu
davranışı aslında, gerçekçiliğin ve dinimizin tarihî macerasını gayet iyi
bilişinin bir tezahürüdür. Çünkü en az 200 seneden beri, dini, temel
prensiplerin ışığı altında tefsir edecek ve yeniden kuracak ciddi çalışmalar
yerine, birtakım tekrarlar yapılır olmuş ve Müslümanlığı sadece şekilde
gören, dindarlığı sakalda, giyim kuşamda arayan bir zümre doğmuştur. Oysa
dinin, ilk devirlerindeki canlı ve aktif hüviyetine kavuşturulması, cemiyet
bünyesi içinde çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek sağlam bilgi ve anlayışla
mücehhez kılınması (donanması), yine dinin ve hitap ettiği kitlelerin zaruret
duyduğu bir iştir. Sanıyorum ki ATATÜRK’ün bu gerçeği derinden yakalamış
bir insan olduğu, şu sözlerinden gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır:
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân
yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Mutaassıp
İslamcıların din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat
temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete muhalifiz ve buna
müsaade etmiyoruz...(1930)”8
“Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi
iyi, fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç
yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok
yabancı unsur -tefsirler (yorumlar), hurafeler (boş inançlar)- binayı daha fazla

5
Sadeleştirerek nakleden Borak; s.29.
6
Şemseddin Günaltay; Ülkü dergisi, c. 9, S. 100, 1945, s. 3’ten Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir
ve Düşünceleri, Ankara, 1971, s. 206.
7
Ali Rıza Ünal; “Atatürk Hakkındaki Anılarım”, Türkiye Harp Malûlü Gaziler Dergisi, s. 158,
1969, s. 23’ten Kocatürk, a.g.e., s. 208.
8
Kılıç Ali; Atatürk’ün Hususiyetleri, Ankara, 1930, s. 116.
145
hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak
zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina
kurmak lüzumu hasıl olacaktır...”9
“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir ve ancak bundan
dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve
mantığa tetabuk etmesi (uygun gelmesi) lazımdır. Bizim dinimiz bunlara
tamamen mutabıktır (uygundur)...”10
“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar
olmalıdır, demek istiyorum. Dinimize, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam,
buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı ilerlemeye mâni hiçbir şey ihtiva
etmiyor... (1923)”11
“Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir
kuvvet, milletimizin kalbi ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.
(1923)”12
“İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde mazi mahsulü olan sakim (yanlış)
âdetler bir zaman için kendini göstermeye, nüfuz ikaına (vukuuna) muktedir
(gücü) olmamışsa da biraz sonra İslam hakayıkına (hakikatına) temessük
(sarılma), İslam esaslarına tevfik-ı hareket etmekten ziyade (uymaktan
ziyade) mazinin miraslarından olan âdet ve itikatları, dine karıştırmaya
başlamışlardır. Bu yüzden İslam cemiyetlerine dahil birtakım kavimler, İslam
oldukları hâlde sukûta (düşmeye), sefalete, inhitata (aşağılanmaya) maruz
kaldılar. Mazilerinin batıl itiyat (alışkanlık) ve itikatlarıyla İslamiyet’i teşviş
(karmakarışık) ettikleri ve bu suretle hakikat-ı İslamiye’den uzaklaştıkları için,
kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar...”13
“Bunca asırlar da olduğu gibi, bugün dahi, akvamın (kavmin)
cehlinden (cahilliğinden) ve taassubundan istifade ederek bin bir türlü siyasi
ve şahsi maksat ve menfaat temini için dini alet ve vasıta olarak kullanmak
teşebbüsünde bulunanların, memleket içinde ve dışında mevcudiyeti, bizi bu
konuda söz söylemekten alıkoyamıyor. İnsanlık dünyasında, din hakkındaki
ihtisas (uzmanlık) ve vukûf (derin bilgi), her türlü hurafelerden arınarak,
hakiki ulum (bilim) ve funun (tekniğin) nurlarıyla (ışıklarıyla) musaffa
(tertemiz) ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde
tesadüf olunacaktır. (1927)”14
“Bizim dinimiz milletimize aşağılık, miskin ve hor görülmeyi tavsiye
etmez. Aksine Allah da Peygamber de insanları ve milletlerin yücelik ve
şereflerini muhafaza etmelerini emreder (1923).”15

9
Asaf İlbay Anlatıyor; Yakınlarından Hatıralar, s. 102-203’ten Kocatürk; a.g.e., s. 206.
10
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1959, 2. baskı, s. 90.
11
a.g.e.; III, s. 70.
12
a.g.e.; II, s. 66-7.
13
Borak; s. 36-7.
14
Nutuk; II, s. 708.
15
Atatürk Diyor ki; İstanbul, 1980, MEB, s. 62.
146
ATATÜRK’ün İslam dini ve bu dine inancı hakkındaki sadece birkaçını
naklettiğimiz bu sözlerinden sonra, onun, biraz evvel ifade ettiğimiz, dini asli
hüviyetine kavuşturma yolundaki icraatını ana hatlarıyla değerlendirmeye
çalışalım. Görülüyor ki ATATÜRK’ün en hassas olduğu hususların başında
dinin istismar edilerek yüceliğinin zedelenmesi, “hakikat-ı İslamiye’den”
uzaklaşıldığı için, şarktan garba kadar İslam memleketlerinin düşmanların
ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların esaret zincirine geçmiş olması
gelmektedir.16
Nitekim ATATÜRK, 1 Mart 1924’te Büyük Millet Meclisinin 2. Dönem
ilk toplantısını açarken şunları söylüyordu: “İntisab (bağlı) ile mutmain
(şüphesiz) ve mes’ud bulunduğumuz Diyanet-i İslamiye’yi, asırlardan beri
muteamil olduğu gibi bir siyaset, vasıtası mevkiinden tenzih (indirmek) ve ilâ
etmek elzem olduğu hakikatını müşahade ediyoruz. Mukaddes ve lâhutî
(ilahi) olan vicdaniyatımızı, muğlak (kapalı) ve mütelevvin (renkli) olan her
türlü menfaat ve ihtiraslara tecelli sahnesi olan siyasetten ve siyasetin bütün
uzviyatından (organlarından) bir an evvel ve kat’iyen kurtarmak, milletin
dünyevî ve uhrevî saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle,
Diyanet-i İslamiye’nin yüksekliği tecelli eder.”
Bu amacın gerçekleştirilmesi için bazı adımlar atılmalıydı. Nitekim 3
Mart 1924 tarihinde, arka arkaya teklif olunan üç kanunla hilâfet kaldırılmış
(Kanun No. 431); Şeriye ve Evkaf ve Erkânıharbiyeiumumiye Vekâletleri ilga
edilerek (Kanun No. 429) “Türkiye Cumhuriyeti’nde muâmelât-ı nasa dair
olan ahkâmın teşrî ve infazı TBMM ile onun teşkil ettiği hükümete ait olup
din-i mübîn-i İslam’ın (İslam dini) bundan ma’da (başka) itikadat ve ibadata
dair bütün ahkâm ve mesalihinin (işlerin) tedvini (divan şekline sokma) ve
müessesat-ı dinîyenin idaresi için Cumhuriyet’in makarrında (merkezinde) bir
Diyanet İşleri Reisliği makamı tesis edilmiş.”17 ve nihayet “Türkiye dâhilindeki
bütün müessesat-ı ilmiye ve tedrisiye... bilcümle medreseler Maarif
Vekâletine devir ve raptedilerek”18 tevhidi tedrisat (Kanun No: 430)
getirilmiştir.
Bu kanunlar yan yana getirildiğinde, dinin siyasete alet edilmemesinin,
dinin layık olduğu önem içinde ele alınması öngörüldüğü anlaşılır. Esasen
inkılabın hassasiyetle üzerinde durduğu husus, “efkâr ve îtikât-ı diniyeye
hürmetkâr” olmaktı.19 Bunun yolu da fikir, vicdan ve din hürriyetine sahip
olmakla başlar. Nitekim 1924 Anayasası’nın 70. maddesinde fikir ve vicdan
hürriyeti getirilmiş; 75. maddesinde din ve ibadet hürriyeti teminat altına
alınmış; 80. maddesinde ise, “Hükûmetin nezaret ve murakabesi (denetimi)
altında ve kanun dairesinde her türlü tedrisat serbesttir.” hükmü yer almıştır.
Bu anayasa, bilindiği gibi, 1961 Anayasası’nın kabulüne kadar yürürlükte

16
Bora; s. 35.
17
Zabıt Ceridesi; c. 7, s. 23-26. Nutuk; II, s. 849-50.
18
Nutuk; II, s. 850.
19
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III; s. 78.
147
kalmıştır. Bu hususlar, ATATÜRK’ün ifadeleriyle şöylece tebarüz ettirilmiştir
(belirtilmiştir):
“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta
serbesttir. Biz, dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre (fikirlere) muhalif
değiliz...”20
“Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse,
hiçbir kimseyi ne bir din ne de bir mezhep kabulüne icbar edebilir
(zorlanabilir). Din ve mezhep, hiçbir zaman politika aleti olarak
kullanılamaz.”21
“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus
siyasi bir fikre malik olmak, intihap ettiği bir dinin icaplarını yapmak veya
yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim
olunamaz. Vicdan hürriyeti, mutlak ve taarruz edilmez. Ferdin tabii haklarının
en mühimlerinden tanınmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit dinini
intahabda hür olduğu gibi, bu dinin merasimi de serbesttir; yani ayin hürriyeti
masundur (dokunulmazdır). Tabiatıyla ayinler, asayiş ve umumi adaba
mugayir olamaz; siyasi nümayiş (gösteriş) şeklinde de yapılamaz. Mazide
çok görülmüş olan bu gibi hâllere, artık Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül
edemez.”22
“Türkiye Cumhuriyeti’nde, herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç
kimseye dinî fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz...”23
Aslında din ve vicdan hürriyeti, İslamiyet’in vazgeçilmez düsturlarının
başında gelir. Mesela Kur’an-ı Kerim’de, “Dinde zorlama yoktur.”24
buyurulduktan başka, “Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde
bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi
zorlayacaksın?”25 buyurulur ve daha pek çok yerde, “Peygambere düşen
sadece tebliğ etmektir...”26 hükmü yer alır.
İşte gerek 1924 Anayasası’nda gerek 9 Nisan 1928’de kabul edilen ve
Anayasa’nın 2. maddesindeki “Türkiye devletinin dini, Din-i İslam’dır.”
hükmünün kaldırılmasından sonraki durumda, değişiklik teklifinde “Din ile
devletin ayrılma prensibi, devlet ve hükümetin dinsizliğin tervici (desteklediği)
manasını tazammun etmemelidir (içermemelidir). Din ve devlet işlerinin
birbirinden ayrılması, dinlerin, devleti idare edenlerle edecekler elinde bir alet

20
Borak; s. 57.
21
Kılıç Ali; s. 57.
22
A. Afet İnan; M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s. 85-6.
23
Aynı eser, s.98.
24
Kur’an: Bakara (2), 256.
25
Kur’an: Yunus (10), 99.
26
Kur’an: Maide (5), 99. Âli İmrân (3), 20; Nahl (16), 35, 82; Nur (24), 54; Ankebut (29), 18;
Gaşiye (88), 21-22.

148
olmaktan kurtuluş teminatıdır... Bu sebepledir ki beşeriyetin manevi
saadetlerini deruhte eden (üstüne alan) din, ağyar (yabancı) eli değmeyen
vicdanlarda bülend mevkiini ihraz ederek (alma) Allah ile fert arasında
mukaddes bir temas vasıtası hâline girmiş bulunacaktır...”27 şeklinde ifade
edilen anlayışa göre hareket edilmiştir.
Kaldı ki medreselerin kapatılmasından sonra ve memlekette dinî
kültürün, birtakım cahil ve mutaassıp din adamlarının istismarından
kurtarılarak layık olduğu hakiki mevkie oturtulmasının ve ciddi bir tedris
(okuma) zaruretinin icap ettiğini gören ATATÜRK, bu konuda şöyle diyordu:
“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak
öğrenmeye mecburuz. Her fert, dinini, din işlerini, imanını öğrenmek için bir
yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”28
“Milletimizin, memleketimizin kültür alanları bir olmalıdır. Bütün
memleket evladı, kadın erkek aynı surette, oradan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki
her hususta ali (yüksek) meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lazım ise,
dinimizin gerçek felsefesini inceleyerek, araştıracak, bilimsel ve teknik olarak
telkin kudretine sahip olacak seçkin ve gerçek din bilimi adamlarını da
yetiştirecek yüksek öğrenim kurumlarına sahip olmalıyız.”29
ATATÜRK’ün din eğitim ve öğretimini en ciddi şekilde ele almanın
zaruretini ifade eden bu sözlerinden iki sene sonra, 1925 yılında, Başbakan
İnönü, laiklik ve tevhidi tedrisatı dinsizlik telakki edip tenkit edenlere cevaben
şöyle diyordu: “... Yaptığımız işi dine münafi (aykırı) görmek, yapılan işi
görmemektir. Biz şu kanaatteyiz ki yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti
yoktur. Bu sistemde başarılı olalım, on yıl azimle ve başarı ile tuttuğumuz bu
yolda yürüyelim, on sene sonra, bütün dünya ve şimdi bize muarız (karşı)
olanlar, yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki
Müslümanlığın en asıl, en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli
etmiştir...”30 Ne var ki bu görüş, devrin siyasi şartları, halkı idareye karşı
kışkırtıcı bazı softaların faaliyetleri, Şeyh Said isyanı, Menemen vakası,
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının hakikatı henüz layıkı veçhile takip
edebilmek imkânlarından mahrum kitleleri tahrik edercesine “Fırka efkâr ve
itikâdât-ı dinîyeye hürmetkârdır.” gibi sloganlarla faaliyete girişmesi ve
nihayet tekke ve zaviyelerin kapatılması ile gayrimemnunlar safına eklenmiş
olan bazı tarikat müntesiplerinin (ilgisi olanların) kıpırdanışları, devletin ve
siyasetin dinin tesirinden tamamen kurtarılması ve hatta dinin eğitim ve
sosyal hayattan uzaklaştırılması gerektiği yolundaki katı laik anlayışa zemin
hazırlamıştır.
Aslında burada üzerinde durulması ve açıklığa kavuşturulması
gereken konu, laikliğin ne olup olmadığı ve ATATÜRK’ün laiklikle neyi
hedeflediğidir.

27
Zabıt Ceridesi, Devre: III, s. 3’ten Çetin Özek; Türkiye’de Laiklik, İstanbul, 1962, s. 40.
28
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II; s. 90.
29
a.g.e.; aynı yer.
30
Muallimler Birliği Mecmuası, Yıl: 1, S. 4’ten Beyza Bilgin; Türkiye’de Din Eğitimi, Ankara,
1980, s. 45.
149
Görülmektedir ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bu
yana 72 yıl geçmiş olmasına rağmen laiklik, “nedense her zaman tartışma
konusu olmuştur ve hâlen tartışma konusu olmakta devam etmektedir.
Ancak pozitif bir değer olmasına rağmen, laikliğin bugüne dek bir tanımı
yapılamadığından, tartışmaların birçoğu pek fazla işe yaramamış, dolayısıyla
bu kavramın ne olduğu, kapsamı ve sınırlarının neden ibaret bulunduğu
konusu yeterince açıklığa kavuşturulamamıştır.”31
Ülkemizde yapılmış olan çalışmalarda laiklik, ana hatlarıyla ya din
işleriyle devlet işlerinin ayrılması olarak32 ya devletin ülkede maruf ve
müesses dinlere karşı tarafsızlığı, herhangi bir din ve mezhebin iç düzenine,
ibadet, ahkâm ve erkânına müdahale etmemesi olarak33 yahut da devletin
bütün vatandaşların din akidelerine izin vermesi, fakat hiçbir dini diğer
dinlere tercih etmemesi, her dine karşı aynı muameleyi yapması, din ve
inanç alanını kişilerin özel işi telakki ettiği için dinî zümrelerin din işlerine
karışmaması, hiçbir dini yasaklamadığı gibi hiçbir dine hiçbir şekilde yardım
etmemesi, dinlere karşı tarafsız kalması olarak34 tanımlanmaktadır. Ancak
bu ve benzeri tanımlar, Zeki Hafızoğulları’nın isabetli tespitiyle, “laikliğin
esasında ne olduğu değil, olsa olsa kapsam ve sınırlarının neden ibaret
olduğunu veya olması gerektiğini” açıklamaktadır.35
O halde işe “laik” kelimesi ile başlamak gerekir; çünkü kelimeler,
kendilerine yüklenen anlamlara göre biçim kazanır ve değişir.
Laik kelimesi, dilimize Fransızcadan geçmişse de aslında bu kelime
Latince laicus’dan, o da Grekçe laikos sıfatından gelmektedir.36 Grekçede
laos halk; laikos din adamlığı sıfat ve yetkisini taşımayan ya da dinle ilgili
olmayan, halkla ilgili olan anlamlarında kullanılmıştır. Buna göre laik kimse,
halktan olan, ruhban sınıfına mensup olmayan kimse demektir.37
Fransızcada, isim olarak, Hristiyan toplumunun, yani dinî düzene tabii
bir toplumda toplumun ruhban olmayan üyesini ifade eden “laik” kelimesi,
XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar da sadece bu anlamı ifade etmiştir.
Nitekim Hristiyanlıkta kilise adamlarına clerici, bunun dışındaki mü’minler
topluluğuna da laici denmiştir. Aynı duruma Yahudilikte de rastlanır.38 Buna
göre laicus kelimesinin karşıtı olarak, rahip, din adamı ve ruhban sınıfını
anlatan kelimeler de yani clericus/claricatus, Fransızcada clere/clerge’dir.
Böylece Hristiyan dünyasın da laicus/clericus yani halk/ruhban ayrımı ortaya

31
Zeki Hafızoğulları; “Laiklik”, Erdem, 7/20 (Ocak 1991), s. 349-350.
32
T.C. Anayasası; Başlangıç.
33
Ali Fuat Başgil; Din ve Laiklik, İstanbul, 1962, s. 14.
34
S. M. Arsal; “Teokratik Devlet ve Laik Devlet”, Tanzimat I, İstanbul, 1940, s. 83.
35
Hafızoğulları; n.8, s. 350.
36
S. Sinanoğlu; “Layik Kelimesinin Etynomu ve Anlamları”, Laiklik I, İstanbul, 1954, s. 1.
37
B. Daver; Türkiye Cumhuriyeti’nde Laiklik, Ankara, 1955, s. 3.
38
Sinanoğlu; s. 2.
150
çıkmıştır. Oysa İslam’da Allah adına hareket eden ve onun yetkileri ile
donatılmış bir ruhban sınıfı yoktur.
Sıfat olarak ise “laik” kelimesi, devletin, bireyin ya da varlıkların ve
beşerî ilişkilerin dinî normlara bağlı olmayan niteliklerini belirtmektedir ve
sözcük bu anlamda XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kullanılmaya
başlanmıştır.39 “Laik okul”, “laik toplum”, “laik devlet” gibi.
“Laik” kelimesinin etimolojisi hakkında bu kısa açıklama da aslında bu
kelimenin dinsizlik, din aleyhtarlığı ve din düşmanlığı ile hiçbir ilgisinin
bulunmadığını, tam tersine isim olarak dinî düzene tabi bir toplumda, sadece
din adamları dışında kalan kimseleri anlatmak için kullanıldığını
göstermektedir. XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar, özellikle Fransa’da
Hristiyan mü’minler topluluğu ile kilisenin karşılıklı tutumunu belirlemek için
kullanılan bu kelime, o tarihten itibaren iktidar olgusuna dayalı olarak
toplumun ve devletin niteliğini gösteren bir felsefi, siyasi ve hukuki kavrama
dönüşmüştür. Şüphesiz bunda, bütünüyle, Fransız tarihinde yaşanmış olan
ruhbanların yönetimindeki Katolik kilisesi ile devlet arasında siyasi iktidarın
kaynağı, kullanılması ve düzenlenmesinden doğan çalışma etkili olmuştur.
Artık XX. yüzyıl başlarında pozitif hukuk kurallarına bağlanan bir hukuki
statünün adı hâline gelen “laiklik”, bu statüyü benimseyen toplumların
yapılarına ve değer yargılarına göre gelişme kaydetmiş ve anlam
kazanmıştır.
Ancak XX. yüzyıl başlarında pozitif hukuk kurallarına bağlandığını ve
bir hukuki statünün adı hâline geldiğini söylediğimiz laikliğin ne olduğu,
içeriği ve kapsamı hakkında ta baştan itibaren herkesçe benimsenen ortak
bir anlayışa varmak, bugüne kadar mümkün olamamıştır. Laiklik teriminin
tarifinde karşılaşılan güçlüklerin önemli bir kısmı, bu konudaki yazarların
kavramın belirli bir noktasını ya da eğilimlerini tercih etmelerinden
kaynaklanmaktadır.
Nitekim Aguste Comte, Durkheim ve Marx gibi düşünürlerin hararetle
savundukları anlayışa göre laiklik, “insana, insan aklına, beşerin ebedî
tekâmülüne iman”40 etme dinidir. Bu türlü laiklik telâkkisinin ışığında devlet,
dinde hiçbir hakikat payı bulamaz ve insanla birlikte devleti ve toplumu da
dinden soyutlamaya ve uzaklaştırmaya çalışır. “Laik olan devlet kiliseye
karşıdır. Bu iki değer birbirlerine zıt bir kutuptur. Bu şekilde laiklik anlayışını
benimseyip kabul edenler olduğu gibi laikliğe aynı manayı verip dinsizlik
olarak vasıflandıranlar da vardır. Bunlara göre devletin dine karşı oluşu ile
bitaraf oluşu arasında bir fark yoktur ve hepsi dinsizlik demektir.”41

39
H. Yazıcıoğlu; Bir Din Politikası Laiklik, İstanbul, 1993, s. 150.
40
Daver; s. 5.
41
Çetin Özek; Türkiye’de Laiklik, İstanbul, 1962, s. 2.
151
Hemen şunu ifade etmek gerekir ki laikliği din aleyhtarlığı olarak gören
görüşler, meseleyi hukuki yönden değil, ideolojik ve dar felsefi açıdan
kavramaktadır. Bunun sonucu olarak da laiklik ve laisizm terimleri birbiriyle
karıştırılmaktadır.
Fransızcaya 1842’de giren laisizm teriminin iki anlamı vardır. Birincisi
ve eski anlamı, kilise hükûmetlerinde laiklere yer verme eğilimini yansıtan bir
anlayıştır. Yeni ve çağdaş anlamında ise, devletin, kurumların, kesinlikle
laikleştirilmesini savunma, yani dinin bütünüyle hayattan ve toplumdan
uzaklaştırılması anlayışı vardır. Başka bir ifadeyle “laisizm, bireyin, toplumun
ve devletin tüm faaliyet alanlarını her türlü dinî etkiden arındırmaktan din
düşmanlığına kadar uzanan bir fikir”42 ve siyasi akımdır. Laiklik ise, doğrudan
egemenliğin kaynağı ile ilgili bir kavramdır43 ve bir toplumun siyasal
örgütlenmesinin ifadesi devletin temel unsuru olan iktidarın/devlet
kudretinin/egemenliğin kaynağının beşerî irade olmasıdır.44 Bu anlayış
sonucu devlet için laiklik, dinlerin yerini alacak yeni bir dogmalar sistemi,
vatandaşlar için kabulü zorunlu bir iman sistemi olamaz, olmamalıdır da. Laik
devletin resmî bir dini bulunmadığı gibi, benimseyeceği ve yayacağı felsefî
bir akidesi de yoktur. Ancak devletin, benimsediği laiklik anlayışı gereği, ülke
içinde yurttaşların vicdan, din ve ibadet özgürlüğünü sağlama ve koruma
sorumluluğu vardır; çünkü egemenliğin kaynağının beşerî irade olmasının
zorunlu bir sonucu, kanun önünde eşitliktir... Kanun önünde eşitlik, her
şeyden önce din ve vicdan hürriyetini zorunlu kılmaktadır.45
Buna göre laiklik, ortak bir tanımla ve egemenliğin kaynağının beşerî
irade oluşundan hareketle, dinî ve dünyevi otoritelerin birbirinden tamamen
ayrılmasını; devletin ülkede mevcut maruf ve müesses dinleri tanımasını;
bunlara ve mensuplarına karşı tamamen tarafsız olmasını; kamu düzenine,
genel adaba ve erkâna aykırı olmamak kaydıyla her dine mensup kişilerin
kendi dinlerini serbestçe öğrenmelerini, yaymalarını, ibadet ve ahkâmını
yerine getirmelerini, böylece din hürriyetinin sağlanmasını; buna karşılık
ülkedeki maruf (belli) ve müesses dinlerin, bu dinlerin teşkilatlarının, inanış
ve yaşayış biçimlerinin de hiçbir şekilde, devlet ve dünya işlerine, siyasete
karışmamalarını ve karıştırılmamalarını; teokratik devlet eğilimlerine yer
verilmemesini gerektiren bir kuraldır.
Bu anlayışın gerçekleştirildiği toplumlarda, hem laik devlet hem de
müesses din kendi sınırlarını çok iyi bilmektedir. Bundan dolayı da bu
toplumlarda laiklik ve din ihlallerine artık rastlanmamakta, başka bir ifadeyle
ne devlet maruf ve müesses dinlere karşı düşman olmakta ve onları yok

42
Yazıcıoğlu; s. 151.
43
Toktamış Ateş; Laiklik - Dünyada ve Türkiye’de, Ankara, 1994, s. 33.
44
Hafızoğulları; s. 354.
45
a.g.m.; s. 363-64.
152
etmeye çalışmakta ne de dinî otorite devlete siyaseten egemen olmaya
uğraşmaktadır; ne “beşerî irade ilahi iradeyi” ne de “ilahi irade beşerî iradeyi”
ortadan kaldırmaktadır.
Ancak bu noktada bir hususu belirtmek gerekir. Devlet, ülkedeki maruf
ve müesses dinlere karşı tarafsızdır derken, burada kullanılan tarafsızlığın
anlamı ve sınırları üzerinde iyice anlaşmak gerekir. Bir kere laik düzende,
devletin kamu hukukunu ve dini düzenlemek gibi temel bir hakkı vardır.
Elbette bu düzenleme, ülkelerin tarihî, siyasi ve içtimai tecrübeleriyle
yakından ve hatta doğrudan bağlantılıdır. Bu icraatın en çarpıcı örneğini de
ülkemiz sergilemektedir.
Nitekim Türkiye’de devlet, ülkede bilinen yaygın dinleri tanımaktadır;
ancak bunların antlaşmalardan doğan yükümlülükler hariç,
müesseseleşmesine, yani cemaatlara bırakılarak kamusallık kazanmalarına
izin vermemektedir. Fertler, kamu düzenine aykırı olmadığı sürece “ferdî
toplumsal bir kurum” olarak dinlerinin emirlerini serbestçe icra
edebilmektedirler. Din hizmetleri, dinin eğitim, öğretim ve benzeri işleri, bir
kamu hizmeti olarak devlet eliyle yürütülmektedir. Din ve vicdan hürriyeti,
anayasaya göre, temel hak ve hürriyetler arasında sayılmıştır.
Din hürriyeti, insanlığın uğrunda asırlar boyunca mücadele ettiği ve
tarifsiz zulüm ve kıyımlardan sonra nihayet laik devletle birlikte
gerçekleştirdiği temel bir hak olmuştur.
Din hürriyeti, insanlık için vazgeçilemeyecek tabii hakların başında
gelir. Bununla beraber, Türk inkılabı, hurafelere ve batıl itikatlara dayanan,
asırlarca dar kalıplar içinde bunalıp kalmış bir Orta Çağ toplumundan, hayata
bakan, hakikati arayan, ışığa koşan modern bir Türk toplumu yaratabilmek
için, din hürriyetine bazı noktalarda sınırlamalar getirmek zorunda kalmıştır.
Bu mecburiyeti derinden hissetmiştir. Bunu inkâr edemeyiz, etmemeliyiz.
Fakat şurası da ayrıca muhakkaktır ki eğer bu sınırlamalar getirilmemiş
olsaydı ATATÜRK’ün deyişiyle, “eğer birtakım zararlı, köhnemiş telakkilerin,
çağdaş devlet içerisinde yaşamasına imkân verilmiş olsaydı, akla, hakikate,
ilme, tecrübeye, hürriyete dayanan yeni bir Türk devlet ve toplum sistemi”
kurmak ve yaşatmak imkânsız olurdu. Türkiye’de din hürriyetinin sınırlarını
çizen inkılap kanunları, her şeyden evvel bu hayati zarurete dayanır. İşaret
edilmesi lazım gelen diğer bir önemli husus da şudur. İnkılap kanunlarımızın
hemen hiçbirisi inanmaya ve inanmamaya, ibadet etmeye veya etmemeye,
kısacası din hürriyetinin aslına, cevherine, özüne dokunan yasaklar
getirmemiştir. Bu itibarla bazı din düşmanı memleketlerde takip olunan din
aleyhtarı, din düşmanı bir politikaya ve dini kökünden kazımak isteyen kaba,
materyalist bir akıma ATATÜRK inkılabı yer vermemiştir. ATATÜRK’e göre,
laiklik, ilmî olmaktır. Dini, devlet işlerine ve siyasete karıştırmamaktır. Dinin
birtakım siyasetçiler veya softalar ve din simsarları elinde bir çıkar aracı
olmasına kesinlikle engel olmaktır. Kimseyi inançlarından dolayı
kınamamaktır. Kimseyi inanmaya ve ibadete zorlamamaktır. “Umumi adaba
ve ahlaka mugayir” olmamak şartıyla, kimsenin ibadetini engellememek ve
153
yasaklamamaktır. Nitekim ATATÜRK der ki “Laiklik asla dinsizlik olmadığı
gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için hakiki
dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak
isteyenler, terakkinin ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde
kalkmamış şark kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz.”46

46
Sadi Borak; Atatürk ve Din, İstanbul, 1962, s. 82.
154
ATATÜRK VE ÇAĞDAŞLAŞMA
Dr. Öğ. Kd. Alb.Yavuz ÖZGÜLDÜR*

1. Giriş
Türk milletinin kurtarıcısı, Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu,
eşsiz kahraman Mustafa Kemal ATATÜRK, yalnızca imkânsız diye
nitelendirilen bir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ni kazanmakla kalmamış, ayrıca
geri kalmış bir toplumdan çağdaş bir milletin ve uygar bir devletin de
yaratıcısı olmuştur.
ATATÜRK, umudun yitirildiği, direnme gücünün tükendiği zannedilen
bir ortamda, korkusuzca ortaya atılmış, Birinci Dünya Savaşı’nın galip
devletlerine ve onun desteklediği devletlere karşı, Türk milletinin bağımsız
yaşama iradesine ve vatan sevgisine güvenerek, Ulusal Kurtuluş
Mücadelesi’ni üstün sevk ve idare yetenekleriyle yönetmiştir. O, bitip
tükenmeyen enerjisi, doğru ve hesaplı adımları, ileriyi görme ve sezme
yeteneği, deha ürünü komutanlık ve teşkilatçılık vasıfları, hayallere yer
vermeyen gerçekçi tutumu, zaman, yer ve imkân faktörlerini mükemmel
değerlendiren yetenekleriyle, Türk milletini ve Türk vatanını yok olmaktan
kurtarmış millî bir kahramandır.
ATATÜRK, kendisinden önce gelen diğer bazı zafer kazanan
komutanlar gibi, muharebeyi kazandıktan sonra zafer sarhoşluğuna
kapılmayıp, durulacak yeri ve zamanı isabetle kestirmiş, barış hedeflerine
ölçülü ve dikkatli bir biçimde yaklaşmıştır. Lozan’da Misakımillî hedefleri
doğrultusunda bağımsız bir vatan ve millet yaratılmasına özen göstermiştir.
Çünkü o, üstün komuta vasıflarının yanında, kalıcı bir barışın ancak bu
şekilde tesis edilebileceğini görebilecek siyasi bir deha sahibiydi. Ancak,
ATATÜRK’ün eserini yücelten sadece vatan kurtarıcılığı ve tam bağımsızlığa
sahip bir devlet kuruculuğu da değildir. Onu ölümsüzleştiren olayların belki
de en önemlisi, yeniden kurduğu devletin sonsuzluğa kadar bağımsızlığını
koruyabilmesi için almış olduğu tedbirlerdir ki buna “Türk İnkılabı” ve “Türk
Çağdaşlaşma Hareketi”1 denilmektedir. Çağdaşlaşma denilince,
ATATÜRK’ün Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak
için yapmış olduğu inkılapların tümü kastedilmektedir.
ATATÜRK’ün önderlik ettiği Türk çağdaşlaşma hareketini en doğru
biçimiyle değerlendirebilmek için, onu etkileyen fikir ve düşünce kaynaklarını
incelemeliyiz. Bu kaynakların ATATÜRK’ün kişiliğini nasıl etkilediği, çağdaş
medeniyete yönelmeyi neden zorunlu gördüğü, yürüttüğü çağdaşlaşma
hareketinin temel ilkelerinin neler olduğunu sırasıyla ele alalım.

*
Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi Genel Sekreteri
1
Abdurrahman Çaycı; “Atatürk ve Çağdaşlaşma”, Ankara, 1992, s. 642.
155
2. ATATÜRK’ü Etkileyen Fikir ve Düşünce Kaynakları
ATATÜRK’ü fikir ve düşünce yönünden etkileyen ilk mekân Selanik’tir.
Selanik, çeşitli din, mezhep ve ırk mensuplarının beraber yaşadıkları
kozmopolit bir yerdi. İşlek limanı, Avrupa ile bağlantılı demir yolu, önemli bir
ticaret merkezi olması, şehirde batı tesirine açık, çeşitli fikir akımlarının
yaşamasına elverişli bir ortam yaratmıştır. Dolayısıyla Mustafa Kemal daha
çok genç yaşta, değişik yaşam biçimlerini yakından tanımış ve her türlü yeni
fikre açık bir ortamda yetişmiştir.2
ATATÜRK’ün öğrenim gördüğü okulların ve bazı öğretmenlerinin,
fikirlerinin oluşmasında büyük etkileri olduğunu biliyoruz. Öyle ki
ilköğrenimini yaptığı Şemsi Efendi Okulu, o zamanda yeni metotlar
uygulayan örnek bir okul niteliği taşıyordu. Daha sonra devam ettiği Selanik
Askerî Rüştiyesi ile Manastır Askerî İdadisi, Harp Okulu ve Harp Akademisi
zamanın en iyi öğretim kurumlarıydı. Dersler uzmanlık sahibi öğretmenler
tarafından verilmekte, pozitif düşünceli, olayları objektif olarak
yorumlayabilen öğrenciler yetiştirilmekteydi.3
ATATÜRK’ün fikir yapısında etkili olan bir diğer husus da okuduğu
kitaplardır. Öğrencilik yıllarından başlayarak gelişen ve zamanla bir tutku
hâline gelen okuma sevgisi, yaşamının her döneminde onu etkilemiştir.
İnsanlık tarihinin gördüğü en çetin savaşların içinde yer alarak, üstün sevk ve
idaresiyle destanlar yazarken dahi, bir yandan savaşları kaleme almakta öte
yandan ciddi felsefi eserler okumaktadır. Cumhurbaşkanı olduktan sonra,
Çankaya’da 4000 ciltlik bir kitaplık oluşturduğu, aldığı kitabı bitirinceye kadar
elden bırakmadığı, kitapları incelerken, önemli gördüğü yerleri renkli
kalemlerle işaretleyip not düştüğü görülmektedir.
ATATÜRK’ün fikir kaynakları sadece okuduğu kitaplar değildir. Çöken
bir imparatorluğun çeşitli bölgelerinde almış olduğu görevler sırasında
edindiği izlenimler, yaşadığı olaylar, dönemin fikir akımları ve aydınlarının
görüşlerinden de etkilenmiştir.4
Bütün bu saydığımız faktörler ATATÜRK’ün fikir yapısını oluşturmakla
beraber o, peşin yargılara, kalıplaşmış model ve teorilere asla iltifat etmemiş;
ancak bunları kendi mantık süzgecinden dikkatle geçirdikten sonra,
kararlarında ülkenin gerçekleri ve ihtiyaçlarını dikkate alan, akılcı ve faydacı
bir yol izlemiştir. Bu davranışta bağımsızlık fikir yapısının yanı sıra, ülkenin
coğrafyasından ve geçirdiği tarihî süreçten gelen derin sebeplerin
bulunduğuna dair şüphe yoktur.5

2
a.g.e.; s. 642.
3
Şerafettin Turan; ”Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar”,
Ankara, 1982, s. 38
4
Düşüncelerinden etkilendiği aydınlardan bazıları: Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp,
Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı, Şehbenderzade Hilmi... vd. Çaycı; “Atatürk ve
Çağdaşlaşma”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. VI, Kasım 1989, Sayı: 16, s. 49.
5
Suat İlhan; ”Türk Çağdaşlaşması”, Atatürkçü Düşünce, Ankara, 1992, s. 629.
156
3. ATATÜRK’ten Önce Yapılan Yenileşme Hareketleri
Osmanlı Duraklama Döneminde, Kanuni dönemi kurumlarının
bozulmasından ve yozlaşmasından kaynaklanan ciddi sıkıntılar yaşanmış,
bu durumu ıslah edebilmek için, Genç Osman, Kuyucu Murat Paşa, IV.
Murat ve Köprülüler tarafından yürütülen çalışmalar neticesiz kalmıştır.
Aydınlanma Çağı, Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali gibi insanlığın
gelişiminde çok önemli sayılabilecek adımları atan Avrupa, kısa sürede
üstün teknoloji sahibi modern orduları ve güçlü endüstrileri kurarak büyük bir
gelişme göstermiştir. Batı ile arasındaki seviyenin giderek açıldığını gören
Osmanlı devlet adamları, askerî teknolojiyi bilen ve kullanabilen “fen
subayları” yetiştirebilmek için, askerî mühendislik okulları kurmuşlardır.6
Yabancı dil öğreniminin, bilimin ve teknolojinin transferindeki yeri ve önemi
anlaşılıp bu yönde çalışmalar başlatılmıştır. Bu gelişmelerin ışığında III.
Selim, devleti çöküntüden kurtarabilmek için sadece modern bir ordu
kurmanın yeterli olamayacağını görerek yeni bir devlet düzeni aramaya
yönelmişse de başarı sağlayamamıştır. Ancak II. Mahmut, yenileşme
hareketlerini köstekleyen Yeniçeri Ocağını 1826’da kaldırarak yenileşme
yolunu açmıştır. Kurulan yeni ordu, onu destekleyecek öğretim kurumlarını
gerektirmektedir. Bu itibarla 1827’de Tıbbiye ve 1834’te Harbiye açılmıştır.
Bu tarihlerden sonra, askerî okullardan mezun olanlar, Türk toplumunun
çağdaşlaşmasına öncülük etmişlerdir. Özellikle Harbiye, halk ile idarenin
bütünleşmesinde önemli rol oynamıştır.
Bu dönemde batı medeniyetinin, üstün teknolojinin bir eseri,
teknolojinin de bilimin ürünü olduğu ve bunları eğitim yoluyla, devlet
aracılığıyla uygulamanın mümkün olduğu anlaşılmıştır. Tanzimat’la yeni bir
düzenlemeye gidilerek kanun koyucu sürekli meclisler oluşturulmuştur.
Böylece askerî reformların başarısı için gerekli alt yapıyı oluşturmak
maksadıyla idari, hukuki ve iktisadi alanda yenilikleri gerçekleştirecek
kurumlar meydana getirilmiştir. Çağın ihtiyaçlarına cevap vermek maksadıyla
batıdan esinlenerek Ticaret ve Ceza Kanunları gibi yeni kanunlar çıkarılmış
ve bu kanunlara göre çalışan mahkemeler kurulmuştur. Meslek sahibi
memurlar yetiştirmek amacıyla, Darülmuallimin, Darülmuallimat ve Mülkiye
gibi yeni okullar açılmıştır.7
Bütün bu gelişmeler batılılaşabilmek için, çarenin parlamenter rejim
olduğu fikrini güçlendirmiştir.1876’da açılan fakat kısa bir süre faaliyet
gösteren parlamento 1878’de kapatılmıştır. 1908’de ordunun genç
subaylarının gayretiyle anayasalı rejim tekrar yürürlüğe girmiştir.
Ancak bu 200 yıllık çoğu defa birbirinden kopuk sistemsiz gayretler,
istenilen sonucu vermemiştir. Bu hareket Osmanlı Devleti’nde İslam ve
şeriat, şeyhülislam ve ulemalarla, onların düzeyiyle ağır mücadelede
gelişmiştir. Bu süreçte yenileşme, batıllılaşma hareketleri Osmanlı Devlet
6
Halil İnalcık; “Türkiye’nin Modernleşmesi”, Atatürkçü Düşünce, Ankara, 1992, s. 623.
7
Çaycı; “Atatürk ve Çağdaşlaşma”, s. 647.
157
düzeninde mevcut olan Türklerin geleneksel etnik örf ve âdetlerinden yardım
ve destek bulmuştur.8
Devlet, mali, iktisadi ve kültürel bakımdan çağa ayak uyduramamış,
devletin bütünlüğünü, devamını sağlayamamış ve 1918 kasımında tarihten
silinme tehlikesinin eşiğine gelmiştir. Osmanlıda batılılaşma hareketlerinin
başarısızlığa uğramasının sebeplerini kısaca şöyle sıralayabiliriz: Birincisi,
sürekli savaş hâlinde olan Osmanlı, devletin tüm kaynaklarını bu savaşlarda
tüketmiş, barış ve huzur ortamı içinde yatırımlara yönelememiştir. Bu
noktada ATATÜRK’ün çağdaşlaşma hamlesinde “Yurtta barış, dünyada
barış.” politikasının ne denli önemli bir yer tuttuğunu belirtmek isteriz. İkincisi,
Osmanlı Devleti’ni yöneten idareci elit tabakanın halktan kopuk bir biçimde
yapmaya çalıştığı reform hareketleri havada kalmış, halka inememiş ve
yaşam biçimi hâline gelememiştir. Bu da toplumu Avrupa’ya göre çağdışı
durumuna düşürmüştür. Üçüncüsü, devletin monarşik yapısı ve şeriat
yönetimi gerekli güçte ve etkide yenileşme hareketlerinin yapılmasına engel
olmuştur. Bu yapı sistemli ve köklü tedbirler alınmasına engel olmuş,
yapılmak istenen yenileşme, daima “çok geç” ve “çok az dozda”
gerçekleşmiştir.
ATATÜRK’ün çağdaşlaşma fikri geleneksel batılılaşma ve
Avrupalılaşma gibi yorumlardan kesinlikle farklıdır. Atatürkçü çağdaşlaşma
Türkiye Cumhuriyeti’nin de temelini oluşturan çağdaş ilkeler ve hürriyet
fikrine dayanmaktadır. Çağdaşlaşma hareketinde batınının etkisi olabilir;
ama körü körüne bir taklitçiliği kabul etmez. Esas olan Türk milletinin daha
rahat daha huzurlu yaşamasını sağlayacak, onun kültürel özelliklerine
uyumlu çağa uygun bir sosyal, kültürel, demokratik bir yapının
oluşturulmasıdır. İnkılapçılık ilkesi çağdaşlaşmanın içinde kendini
göstermektedir. Bugün çağdaş ülke batı ise yarın bir başkası olabilir. Amaç
batıyı taklit etmek değil, kim uygarsa onun uygarlığını sağlayan unsurlardan
Türk milletinin de yararlanmasını sağlamaktır.
4. ATATÜRK’ün Çağdaş Medeniyete Yönelmesi
ATATÜRK, her şeyin bittiği sanılan, umutsuz ve karanlık bir ortamda,
cesaretle, kahramanca ortaya atılmış, gönülleri ateşlemiş, geniş kitleleri
harekete geçirmiş, bitmez ve tükenmez bir enerji ile onları örgütlemiş,
yönetmiş ve inanılmazı gerçekleştirerek süper güçlerin desteklediği istilacı
güçleri, Mehmetçiğin süngüsü ile yurttan kovmuş, ölüm yatağındaki “hasta
adam”dan genç, dinamik bir devlet yaratmıştır; ancak yeni Türkiye’nin
oluşması, kurtuluşun sonunu değil, fakat başlangıcını teşkil ediyordu.
ATATÜRK’ün temel amacı, Türkiye’nin bir daha aynı duruma düşmemesi ve
her zaman için ulusal bağımsızlığını koruyabilmesidir. Bu ise ancak çağdaş
medeniyeti bütünüyle benimsemekle mümkün olabilecektir.9 Bu nedenle

8
Tarık Zafer Tunaya; Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul, 1960,
s. 10-11.
9
Çaycı; “Atatürk ve Çağdaşlaşma”, s. 650.
158
çağdaşlaşmak ATATÜRK için bir amaç değil; fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin
sonsuza kadar yaşayabilmesi için vazgeçilmez bir araç niteliğini
taşımaktadır.
Jeopolitik konumu itibarıyla dünyanın en önemli bölgelerinden birini
oluşturan Türkiye’nin sonsuza kadar varlığını koruyabilmesi çağdaşlaşmaya
bağlıdır. Türkiye’nin hızla çağdaşlaşması gerektiği, Lozan Barış Anlaşması
sırasında yabancı ülkelerin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tutumlarının
incelenmesiyle çok güzel ortaya çıkmaktadır. 1922 Lozan Konferansı’na
delegelerimiz eşsiz bir zafer ile gittiler. Fakat orada müzakereler açıldığında
batılı devletler Türkiye’ye eşitlik hakkı tanımak istemiyorlar, bilhassa
Türkiye’nin geri bir memleket olduğu noktasında duruyorlardı.
Kapitülasyonların kaldırılması için Ryan,”Medeni kanun İslam mevzuatından
alınmalıdır.” Galli ise “Kanun-i Esasi, kanunların daima fıkıh hükümlerine
uygun olmasını ister. Muhtelif mahkemelerde bile mecelleye ihtiyaç
olunuyor.” diyordu. Baş delegemiz İsmet Paşa, Türk adliyesini övdüğü
zaman da Curzon, “Yazık ki bütün âlemin bildiği üzere mesele böyle
değildir.” diye bunu istihza ile karşılıyordu.10
ATATÜRK, Avrupa’nın yüzyıllardır Türkleri benimsemeyip, dışladığını
ve kıtanın dışına atmaya çalıştığını bildiğinden Türkiye’nin çağdaş bir yapı
kazanmasını bir nevi güvenlik ihtiyacı olarak düşünmektedir. Bu nedenle
çağdaşlaşma, ATATÜRK Türkiyesi’nin temel dış politika hedefi olmuştur.
Ayrıca olaylar göstermişti ki uygar ülkeler uygar olmayanları sömürü amaçla
kullanmakta, kendilerine bağımlı hâle getirerek her bakımdan etkileri altına
almaktadır. Bundan kurtulmak tam bağımsız olabilmek için kendi
kaynaklarını kendi kullanabilecek uygarlığa, bilime, tekniğe ve eğitim
düzeyine ulaşmak gerekli olduğu bilincinde olan Mustafa Kemal ATATÜRK,
Türkiye’nin hızla çağdaşlaşması gerektiğini konuşmalarında sık sık
vurgulamıştır. “Memleket behemehal asri, medeni ve müreffeh olacaktır.
Bizim için bir hayat davasıdır.” demiştir.11 Yine bir konuşmasında: “Uygarlığın
bir fırtına gibi esen esintisi karşı koymak boşunadır, değişmeyen, Orta Çağ
kanun, düşünce ve davranışlarını koruyan toplumlar ölüme ve tutsak olmaya
mahkûmdurlar.” diyen12 Mustafa Kemal ATATÜRK, çağdaşlaşmanın gerekli
olduğunu şöyle özetlemektedir: “Gözlerimizi kapayıp yalnız yaşadığımızı farz
edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile alakasız
yaşayamayız. Bilakis ileri, medeni bir millet olarak uygarlık sahasının
üzerinde yaşayacağız. Bu hayat, ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede
ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için
kayıt ve şart yoktur.”13 Bu nedenle ATATÜRK devrinde Türk toplumunun
çeşitli kurum ve kuruluşlarında yapılan her inkılap, temelde, düşüncelerde

10
Halil İnalcık; “Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi”, Belleten Özel Sayı, c. III, S. 204, Kasım
1988, s. 985.
11
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Ankara, 1954, c. III, s. 71.
12
a.g.e.; s. 115.
13
Utkan Kocatürk; “Türk Toplumunda Çağdaşlaşma Gereği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
c. 1, Mart 1985, S. 2, s. 328.
159
yapılan inkılaba dayanmaktadır. ATATÜRK inkılabı, aslında bir “düşünce
inkılabı”, bir “zihniyet inkılabı”dır. Topluma hâkim olan fikirlerin, görüşlerin ve
davranışların dogmalardan kurtularak akıl ve mantık çizgisinde yön
değiştirme inkılabıdır. Ayrıca yapılan bütün inkılaplar veya bütün işler
birbiriyle bağlantılı ve biri diğerinin zorunlu sonucudur. İnkılapların temelinde
özgür düşünce ve laiklik vardır.
Çağdaşlaşma sürecini etkileyen tarihî safhalar bulunmaktadır. Bunlar:
İktidar değişikliği (Başlangıç tarihi 22 Haziran 1919), Kurtuluş Savaşı
(Başlangıç tarihi 15 Mayıs 1919), İnkılaplar. Siyasi iktidar değişikliğini ön
gören Amasya Tamimi siyasi inkılap dolayısı ile inkılapların başlangıcıdır.
Hepsi birbirinin içine girmiş biri diğerini tetikleyen ve Türkiye’nin
çağdaşlaşmasına yardımcı olan adımlardır. Görüldüğü gibi ilk adım tam
bağımsızlığın sağlanması daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza
kadar yaşaması için gerekli yeniliklerin yapılmasıdır.
Çağdaşlaşma olgusu hem devletin ve hem de toplumun geniş çapta
dinamizmini, dinamikleşmesini öngörür. Çağdaşlaşma sadece sanayileşme
değildir. Ayrıca toplumsal psikolojik ve siyasal değişmeyi içermektedir.14
Çağdaş medeniyete yönelmenin nedenlerinden biri de ülke
insanlarına, çağdaş dünyanın sunduğu nimetlerden yararlanma imkânını
vermektir. Çağdaş medeniyet, tüm insanlığın ortak katkılarıyla oluşan,
rasyonel düşünceye ve laik bir dünya görüşüne dayalı ortak bir eserdir.15 Bu
nedenle, çağdaş medeniyete yönelmekten güdülen amaçlardan biri de kendi
öz kültürümüzü bilimsel metotlarla geliştirmek, onu öz kaynağı olan halk
kaynağından besleyerek çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmaktır.16
Özetleyecek olursak ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği çağdaşlaşma olayı,
bir batı taklitçiliği veya Avrupa’ya benzeme özentisi değildir. Bu, ülkenin
jeopolitik konumunun ve geçirmiş olduğu tarihi sürecin Türkiye’ye çizmiş
olduğu yoldur. Bu, yüzyıllarca bağımsız yaşamış, köklü devlet geleneği olan
bir milletin değişen ve gelişen dünyada hak ettiği yeri alması ve onu
muhafaza etmesi davasıdır. Bu, iki yüz yıl süreyle bölük pörçük devam eden,
fakat yanlış teşhis yüzünden olumlu sonuç alınamayan, tarihî bir gelişmenin
kesin çözüme kavuşturulması olayıdır.
ATATÜRK, çağdaş medeniyete geçişi, Türkiye için bir ölüm kalım
meselesi olarak algılamış, çağdaşlaşmada eski denemelerin ve kendi
gözlemlerinin ışığında farklı bir metot uygulamıştır. Ona göre çağdaş
medeniyetin ortağı olmak, bu medeniyetin bir bütün olarak alınmasıyla
mümkündür. Çünkü daha önce askerlik ve eğitim başta olmak üzere çeşitli
alanlarda yapılan iyileştirmeler, tek tek yapılan düzenlemeler, topluma taze
kan vermeye yeterli olmamış ve devleti kurtaramamıştır. ATATÜRK’e göre
çağdaşlaşmanın tek yolu vardır. O da çağa hâkim damgasını vuran ve

14
Suna Kili; Atatürk Devrimi: Bir Çağdaşlaşma Modeli, Ankara, 1983, s. 215.
15
Suat İlhan; ”Türk Çağdaşlaşması”, Atatürkçü Düşünce, s. 638.
16
Halil İnalcık; “Türkiye’nin Modernleşmesi”, Atatürkçü Düşünce, s. 625.
160
rakipsiz olan batı medeniyetini, ilmî kültürünü, teknolojisi ile birlikte top yekûn
almaktır. Bunu gerçekleştirmek için de ilim ve fenni rehber edinmek yeterlidir,
görüşünü esas olarak benimsemiştir 17
ATATÜRK inkılapları, kısa bir zaman süreci içinde enerji ve kararlılıkla
yürütülmüş radikal inkılaplardır. Batı dünyasının yüzyıllar boyu devam eden
bir süreç içinde elde ettiği, Rönesans, Reform, Fransız İhtilali, Sanayi
Devrimi gibi değerli birikimler, on beş yıl gibi, millet hayatı içinde çok kısa
sayılabilecek bir zaman süreci içinde, artık geriye dönülemeyecek şekilde
Türk toplumuna mal edilmiştir.18 Bu suretle yüzyılların yarattığı açık, bir an
önce doldurularak mümkün olduğu kadar çabuk çağı yakalama yolu
tutulmuştur.
Türk çağdaşlaşması, her hangi bir dış baskıdan kaynaklanmadığı gibi,
tam aksine “batıya rağmen, batılılaşmak” şeklinde vücut bulmuştur. Türk
çağdaşlaşması, tarihin derinliklerinden gelen tecrübelerin, Türk toplumunun
beklentileri ve ülkenin ihtiyaçları ışığında şekillenmiştir. Temel dayanağı
akılcılıktır. ATATÜRK bunu “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”
sözleriyle hayata geçirmiş ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin her türlü faaliyetine
aklın ve bilimin h1kim olmasını temel ilke olarak” benimsemiştir.
ATATÜRK batı medeniyetinin tekniğini, kurumlarını veya ilmini alırken
taklitçilik yoluna gitmemiştir. Bu konuda şu sözleri çok anlamlıdır: “Biz batı
medeniyetini taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak
gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyeti
seviyesinde benimsiyoruz”19 demiştir. Cumhuriyet’in yedinci yıl dönümü
şerefine, 29 Ekim 1930 gecesi Ankara Türk Ocağında tertiplenen baloda
Associated Press Muhabiri Miss Ring’in ATATÜRK’e Türkiye’nin hangi
bakımlardan Amerikanlaşmasının düşünüldüğü sorması üzerine ATATÜRK,
şu cevabı vermiştir. “Türkiye bir maymun değildir ve hiçbir milleti taklit
etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de batılılaşacaktır, o sadece
özleşecektir.”20
Çağdaş medeniyeti, “özgür düşünce ve laik ortam” yaratmıştır. Bu ise,
her şeyden önce devletin laik bir yapıya sahip olmasıyla etkinlik
kazanmaktadır. Dolayısıyla Atatürkçülükte Laiklik “bütün inkılapların temel
taşı ve ön şartı ve güvencesi” niteliğini taşımaktadır.
Çağdaşlaşma ile millî kimliğin belirginleşmesi, Türk kültürünün halk
kaynağından beslenerek kendi değer ve özellikleri ile çağdaş medeniyet
içinde layık olduğu yeri alması gayesi takip edilmiştir. Bu maksatla öğretimin
birleştirilmesi ile millî eğitim bakanlığı bünyesi içinde eğitimin millî hedeflere
yönelik bir biçime sokulmuş, alfabe değişikliği ve dilde sadeleşme ile millî
kültür tabana yayılmış, millî kültürün çağdaş metotlarla işlenebilmesi için

17
Mustafa Kemal Atatürk; “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, c. V, Ankara, 1972, s. 203.
18
Çaycı; “Atatürk ve Çağdaşlaşma”, s. 654.
19
Afet İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s. 176.
20
Ercüment Kuran; Atatürkçülük Üzerine Denemeler, Ankara, 1981, s. 199.
161
Türk Tarih ve Türk Dil kurumları ile yeni üniversiteler açılmış ve çağdaş
standartlara kavuşturulmuştur.21
Kıyafet inkılabı, kadın hakları, uluslararası takvim ve ölçü değişikliği ve
soyadı kanunu gibi uygulamalar, Türkiye’de yeni sosyal düzen yaratma
amacını güden Atatürkçü çağdaşlaşmanın somut örnekleridir.
Bu konuda özellikle yüzyıllarca geri plana itilen, toplum hayatından
soyutlanan Türk kadınına, erkekle eşit haklar tanınması çağının ölçüleri
içinde bile ileri bir adım olmuştur. Bu suretle siyasi hayata katılım tabanı
genişletilmiş, katılım yasalarla teminat altına alınmıştır. Bu altyapı sayesinde
Türkiye’de iktidarı demokratik yoldan değiştirme ve katılımcı demokrasiyi
gerçekleştirmek mümkün olmuştur.
Fakat sosyal alanda en önemli çağdaşlaşma hareketi ülkemizde
gerçekleştirilen ve yerleştirilen yeni hukuk düzenidir. Laik Cumhuriyet’e
uygun zamanın ihtiyaçlarına karşılık verebilecek akıl ve mantığa dayalı, tüm
vatandaşları için eşit bir şekilde uygulanabilir hukuk sisteminin kabul
edilmesi, Türklerle birlikte yaşayan etnik azınlıkların da ihtiyaçlarını
karşıladığından, farklı uygulamaların ortadan kalkmasını sağlayarak
toplumsal bir bütünlük sağlamıştır. İsviçre medeni kanunu kısa bir sürede
ulusallaşmış, Türk hâkimi bu kanuna kendi ruhunu vermekte çok usta
davranmıştır.22
Dil, tarih, din, sanat, folklor, devlet anlayışı ve devlet yapısı gibi
alanlar, ATATÜRK’ün uğraş konularını oluşturmuştur. Bu yol, yani
entelektüel yapılanma yolu, sivil topluma geçişin de önemli ve vazgeçilmez
atılımlarından birisidir. Ülkenin sivil topluma ulaşma sürecini de
başlatmıştır.23
Yeni Türk devletinde çağdaşlaşma devlet eliyle gerçekleştirilmekle
beraber, inkılaplar halka benimsetilerek onların inkılaplara sahip çıkmaları ve
siyasi yapıya katılım sağlamaları için özel gayret gösterilmiş, zamanında
demokratik uygulamaya geçebilmek için gerekli alt yapı hazırlanmıştır.
ATATÜRK inkılaplarının ürünü olan sosyal değişmeler toplumun içinden az
miktarda tepki ve direnç görerek hemen hayata geçmiş ve sosyal
değişmelerin varlığını sürdürebilmesi bakımından az miktarda cebre, kuvvete
ve yasaklamalara başvurmayı gerektirmiştir. Bu yasaklamaların çok önemli
bir kısmı da zaman içersinde gereksiz hâle gelmiş bulunmaktadır.24
Türk çağdaşlaşmasının bir diğer özelliği de ATATÜRK’ün psikolojik
yaklaşımından kaynaklanmaktadır. ATATÜRK, vatan kurtarıcılığı ve devlet

21
Niyazi Berkes; “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Ankara, 1973, s. 247.
22
Utkan Kocatürk; “Türk Toplumunda Çağdaşlaşma Gereği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
c. 1, Mart 1985, S. 2, s. 336.
23
Suat İlhan; “Türk Çağdaşlaşması”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. VII, Kasım 1990, S.
19, s. 18.
24
Sulhi Dönmezer; “Sosyal Değişmede Atatürk Stratejisi”, Üçüncü Uluslararası Atatürk
Sempozyumu, c. I, Ankara, 1988, s. 396.
162
kuruculuğunun sağladığı emsalsiz itibar ve milletine verdiği sonsuz güven
duyguları içinde çağdaşlaşmayı yürütmüş, zayıf ve güçsüz Osmanlı
Devleti’nden, güçlü ve kararlı bir biçimde gelişmekte kararlı bir devlet
yaratmıştır. Cumhuriyetin yaratıcı, emperyalist güçleri dize getirmenin verdiği
güven havası içinde hareket etmiş, Türk milletinde başarılarıyla, köklü
kültürü ve zengin tarihi ile kendine ve geleceğine güven duygusunu yeniden
uyandırmış, ona yeni bir heyecan ve hayatiyet kazandırmış ve Türk milletini
çağın medeniyetinin bir ortağı hâline getirmiştir.
Çağdaşlaşma sürekli bir yeniliği gerektirmektedir. Bunu ATATÜRK
1933 yılında söylediği nutkunda söyle ifade etmektedir. ”Yaptıklarımızı asla
yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak
mecburiyetinde ve azmindeyiz... Bunun için bizce zaman ölçüsü de geçmiş
asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket
kavramına göre düşünülmelidir. Geçen zamana oranla, daha çok
çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız.”
ATATÜRK aynı nutkunda çağdaşlaşmanın hedefine ulaşması için
“Milletimizin yüksek karakterini, yorgunluk bilmeyen çalışkanlığını,
yaratılıştan sahip olduğu zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini,
millî birlik duygusunu geliştirmek millî idealimizdir.” diyerek çağdaşlaşmanın
yolunu çizmiştir.
Çağdaşlaşma hareketini, toplumumuzda yapılan hem Rönesans hem
reform hem de bir hümanizm hareketi olarak kabul edebiliriz. Bu hareketin,
akılcı ve insancıl değerlere dayanan ve zihin özgürlüğü ile insan onurundan
esinlenen akılcı, laik ve hümanist bir ahlak ve zihniyeti gerektirmektedir.
ATATÜRK’ün “Türk, öğün, çalış, güven.” sözü fikir ve hareketi birlikte
içermekte olup Türk insanının ve toplumunun en medeni ve en müreffeh
seviyeye yani dinamik ideale ulaşmak için yapacaklarını özetlemektedir. Kısa
ama tüm öz bu söz, öncelikle Türk milletinin kendisine güvenmesini
öngörmektedir. Türkler tarihin en eski devirlerinden beri dünyada bir millet
olarak bulunmakta ve uygarlığa büyük katkılarda bulunmaktadır. Kendini
diğer devletler yanında küçük, aciz ve başarısız bir millet olarak görmeyerek
tarihten gelen kendi gücüne güvenmesini anlatmakta ve bu uygarlık
savaşında kazanmak için ise çok çalışması gerektiğini vurgulamaktadır.
Güven sözünü kendine güvenmek olarak algılayacağımız gibi, aynı
zamanda Türk milletinin huzurla çalışması için devleti oluşturan güçlere
güvenmesi gerektiğini de belirtmektedir.
Daima daha güçlü, daha medeni ve daha müreffeh bir Türkiye’yi
öngören Atatürkçü çağdaşlaşma, uygarlık ve refaha, millî birlik ve
beraberliğe, barışa ve insanlığa yöneliktir. Bu özellikleri ile millî, sosyal ve
evrenseldir.
5. Sonuç
Anadolu Türk birliğini parçalamaya, Türk vatanını bölmeye gelen
istilacı güçlere karşı yürütülen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi eşi benzeri
görülmemiş bir zafere dönüşmüş, bağımsız bir cumhuriyet, demokratik ve
163
laik bir devlet ve çağdaş bir toplum yaratılmıştır. İşte büyük ATATÜRK’ün
yarattığı Türk çağdaşlaşması, bu birbirinden ayrılamayan unsurların bir
arada icrasıyla gerçekleştirilmiştir. ATATÜRK çağdaşlaşmayı sınırlı bir
alanda tutmamış bir bütün olarak ele almış ve laik bir zemin üzerinde geniş
bir tabanı hedef alarak sistemli, sürekli ve kararlılıkla yürüterek modern
Türkiye’yi yaratmıştır. Üstelik Türk çağdaşlaşması, sadece emperyalist
güçlere karşı bağımsızlık savaşı verenlere karşı bir örnek oluşturmakla
kalmamış, Orta Çağın skolastik düşünce tarzına karşı akılcılığın,
medeniyetçiliğin, hümanizmin, İslam âlemindeki öncülüğünü yapması
bakımından da çok etkili olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, hümanist
düşünceyi Hristiyan batının dışına taşıyan tek ülke olmuştur.
Türk çağdaşlaşması, batılı olmayan toplumların gelişmelerinde
evrensel bir yer tutmuştur. Türk çağdaşlaşması batı kültür çevresi ile diğer
kültür çevrelerinin uyumunu gerçekleştirecek yol ve yöntemi vermektedir.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Türk tarihinin bir safhası olmaktan
çıkıp, yeni bağımsızlığını kazanan ülkeler için, politik sistem olarak doğu ve
batı rejimleri arasında önemli bir alternatif olarak değerlendirilmiştir. Bu
niteliği ile Türk çağdaşlaşması, Türkiye sınırlarını aşmış, kıtalara mal olmuş
evrensel bir nitelik taşımaktadır. Bağımsız olmak ve kalmak isteyen milletler
için, paha biçilmez bir ışıklı yol niteliğindedir.

164
ATATÜRK VE MİLLÎ KÜLTÜR

Doç. Dr. Ömer TURAN*


1789 yılında Fransa’da gerçekleşen büyük ihtilalin meyvelerinden biri
olan milliyetçilik fikri, kısa bir süre içerisinde dalga dalga bütün Avrupa’ya
yayılmıştır. Milliyetçilik fikri XIX. yüzyılda coşkun bir sel gibi Rusya,
Avusturya gibi imparatorlukların sonunu hazırlamıştır. Osmanlı
İmparatorluğu da bu dalgadan etkilenmiştir. Balkanlar’daki topraklarında
başlayan milliyetçilik hareketleri diğer pek çok sebeple birlikte Osmanlının
sonunu getirmiştir. Bu yıllarda birtakım aydınlar ısrarla Türklüğü geri plana
atmak pahasına Osmanlılık ve Osmanlıcılık tezini işleyerek imparatorluğun
varlığını sürdürebileceklerini düşünmüşlerdir. Mustafa Kemal ATATÜRK, o
dönemin havasını şöyle anlatmaktadır: “Bizim neslin gençlik yıllarına
Osmanlılık telkin ve tesirleri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren
Türk’ten başka uluslara... özel bir değer veriliyor... memleketin sahibi ve
devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları
sayılıyordu.”1
ATATÜRK, 1923 yılındaki bir konuşmasında, Osmanlı
İmparatorluğu’nda yaşayan çeşitli milletlerin milliyetçilik fikrini benimsemeleri
ve Türklere karşı tavır alışlarının sonucunda Türklerin de uyandıklarını,
milliyet ülküsünde önemli bir gücün yer aldığını, milliyetini unutmanın bir
millet için büyük bir suç olduğunu şu cümlelerle anlatır: “Biz milliyet fikirlerini
tatbikte çok gecikmiş ve çok tekasül göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını
fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki milliyet nazariyesini, millet
mefkuresini inhilale sai olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyeti tatbikiyesi
bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat hep insanlar ve
milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet
prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet
hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. Bahusus
bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edişinin çok acı cezalarını gördü.
Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvam-ı muhtelife hep millî akidelerine
sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne
olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile
içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir,
tezlil ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın
bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve
milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün efal ve harekâtımızla
gösterelim: Bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin
şikârıdır.”2

*
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Tarih Bölümü
1
Müjgan Cunbur; “Atatürk Milliyetçiliği”, Türk Yurdu, c. XX, S. 160, Aralık 2000, s. 124.
2
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; (Bundan sonra ASD), c. II, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü,
Ankara, 1981, s. 142-143.
165
XIX. asrın bu son yıllarında milliyetçilik ve ayrılıkçılık hareketlerinin en
yoğun yaşandığı Manastır’da Askerî Liseyi okumakta olan Mustafa Kemal,
Türklük kavramı ile tanışmasını da şöyle anlatır: “Şair Mehmet Emin
Yurdakul’un ilk defa Manastır Askerî İdadisinde öğrenci iken okuduğum ‘Ben
Bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur.’ mısrası ile başlayan manzumesinde, bana
millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl
bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında
gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven
kaynağım, en engin övünç kaynağım oldu... Kendimi hiçbir zaman
Osmanlılığın telkin ettiği, başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören
eksiklik duygusuna kaptırmadım. Türk aydınları kendi kendini bilmeli, başka
uluslarda üstünlük var sayarak kendini aşağı görüp nefsine olan güvenini
yitirmemelidir. Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak gerekir. O
andan beri inandığım bu gerçeği bütün Türklerin inanmasını, bununla
övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.”3
ATATÜRK’ün yukarıda gösterdiğimiz 1923 yılındaki konuşmasında da
anlattığı gibi, insanlık ailesi milletlerden oluşur. İnsanlık tarihi boyunca bazı
milletlerin kimliklerine sahip çıkmadıkları için yok oldukları görülmüştür; ama
milletlerin tamamen yok oldukları görülmemiştir. Adına ister rekabet ister
mücadele diyelim milletler bir yarış içindedirler. ATATÜRK, farklı milletlerin
doğuştan gelen veya sonradan kazanılmış farklı özelliklere sahip olmaları
keyfiyetini “milliyetler prensibi” olarak adlandırmıştır ve şöyle tanımlamıştır:
“Bir milletin diğer milletlere nispetle tabii veya müktesep hususi karakterler
sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, ekseriya
onlardan ayrı olarak, onlara muvazi inkişafa sai bulunması keyfiyetine
milliyet prensibi denir.”4
Burada millet kavramı üzerinde de durmak gerekir. Milliyetler
prensibinin olmazsa olmaz unsuru millettir. Milletleri ve millî kimlikleri
şekillendiren unsurlar milletten millete değişir, en azından ağırlıkları değişir.
Almanlarda ırk, Fransızlarda dil ve ülke, Balkanlar’da din, İsviçrelilerde
birlikte yaşama arzusu milliyetin birinci unsurudur.5 Büyük bir kısmını
ATATÜRK’ün bizzat yazdığı, kalan kısımlarını da kendisinin dikte ettirerek
Afet İnan’a yazdırdığı, her halükarda ATATÜRK’ün görüş ve düşüncelerinin
bir ürünü olan ve Afet İnan’ın ismiyle yayımlanan Medeni Bilgiler isimli
kitapta, ATATÜRK’ün milliyet anlayışının ırk esasına değil, ortak geçmiş,
tarih, ahlak ve hukuka dayandığı görülür. ATATÜRK, en genel anlamda
milleti tarif ederken tarih, kader ve ülkü birliği yani birlikte yaşama arzusu
üzerinde durmaktadır: “a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,

3
Cunbur; s. 124.
4
A. Afet İnan; Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, (Bundan sonra MB), Türk
Tarih Kurumu, II. Baskı, Ankara, 1988, s. 24.
5
Belli başlı milliyetçilik tanımlamaları ve tasnifleri için bk. Louis L. Snyder, Varieties of
Nationalism: A Comparative Study, The Dryedn Press, Hinsdala, Illinois, 1976. Antony D. Smith;
Theories of Nationalism, İkinci Baskı, Duckworth, Londra, 1983.
166
b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan,
c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda
iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete
‘millet’ namı verilir.”6
Türk vatandaşlarını din ve etnik kökenlerine göre ayırmayan
ATATÜRK, Türk milletini “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk
milleti denir.” şeklinde tanımlar. Bu görüşlerin bir yansıması olan 1924
Anayasası’nın 88. maddesi, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın
vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur.” şeklindedir.7 Görüldüğü gibi
ATATÜRK’ün milliyetçilik anlayışı tarih ve kültür esasına dayalıdır.8
Mensubiyet şuuru birinci plandadır. Diğer milliyetleri yok saymak veya yok
etmeye çalışmak yoktur. İnsanidir, ahlakidir. ATATÜRK bir başka
konuşmasında “Vakıa bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle
milliyetperveranızdır ki bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve
riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim
milliyetperverliğimiz herhâlde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik
değildir.”9 cümleleriyle milliyetçiliği bir böbürlenme ve diğer milliyetlere
üstünlük taslama olarak anlamadığını belirtmiştir.10
ATATÜRK’ün milliyetçilik anlayışında saldırganlık yoktur. Diğer
milletlere gösterilen ilgi kadar kendi milletine mensup başka ülkelerde
yaşayan insanlara da ilgi gösterilecektir. Bu ilgi siyasi olmaktan ziyade
kültüreldir. 1930 yılındaki bir konuşmasında, dış Türklere gösterilecek ilginin
nasıl insani ve kültürel olması gerektiğini ortaya koymuştur: “Türk milleti
İstiklal Savaşı’ndan beri, hatta bu savaşa atılırken bile mahkûm milletlerin
hürriyet ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi
benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve
bağımsızlıklarına kayıtsız davranması elbette uygun görülemez. Fakat
milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa ve müdafaa
edilmemelidir. Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce
şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek, müspet ilme, ilmî usullere
dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O hâlde propagandalarla müspet
usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve sıraları
mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür
meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet
ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına,

6
MB; s. 23-24.
7
Suna Kili - A. Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa Metinleri, Senedi İttifak’tan Günümüze, Türkiye
İş Bankası, Ankara, 1985, s. 128.
8
Bozkurt Güvenç; Türk Kimliği, İkinci Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995, s. 225.
9
ASD; c. I, s. 101.
10
Atatürk’ün bu konulardaki görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Turhan Fevzioğlu;
Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1987. Yusuf Sarınay; Atatürk’ün
Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, Millî Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1999. Mustafa Keskin, Atatürk’ün
Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999.
167
zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki
Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.”11
Cumhuriyet’in ilanının onuncu yıl dönümü kutlamaları esnasında genç
bir doktor, saltanatın ve hilafetin kaldırıldığını, Cumhuriyet’in kurulduğunu ve
devrimlerin gerçekleştirildiklerini, dolayısıyla bunların artık ideal olmaktan
çıktıklarını, hâlbuki milletlerin babadan oğula geçen ideallerinin olması
gerektiğini söyleyerek ATATÜRK’e Türk milletinin idealini sorar. ATATÜRK,
kalabalığın içerisinde gence hitaben “Bu nokta önemlidir. Fakat bunlar
konuşulmaz, yaşanır.” dedikten sonra kendisiyle özel olarak görüşür.
Sovyetler Birliği’nin bir gün dağılabileceğini, idaresi altında soydaşlarımızın
olduğunu, onlara sahip çıkmaya hazır olmamız gerektiğini, hazır olmanın o
anı susup beklemek olmadığını; dil, tarih, inanç ve folklor bağlarının
kurularak hazırlanılabileceği, bunun için çalıştıklarını, bunların açıktan
yapılamayacağını söyler.12 Burada idealizm, gerçekçilik, uzak görüşlülük ve
uzun vadeli hazırlıklar yapmak iç içedir.
ATATÜRK “Bir harstan olan insanlardan mürekkep cemiyete millet
denir.”13 diyerek, milleti tek bir unsura dayandırmaktadır, o da kültürdür.
Kültür kelimesinin ilk anlamı ekip biçmedir. Daha sonraki yıllarda ilk anlamı
unutulmuş, yaşama tarzı anlamında kullanılmıştır. Emre Kongar, bir milletin
doğaya ek olarak ürettiği bütün maddi ve manevi değerleri millî kültür olarak
adlandırmaktadır.14 Herhâlde millî kültürü tanımlarken onu diğer kültürlerden
ayırt eden özellikler üzerinde durmak gerekir. Bu bakımdan, millî kültürü, bir
milleti diğerlerinden ayırt eden, kendine mahsus kurumlar ve değerler olarak
da tanımlayabiliriz. Tarih, dil, müzik, folklor, sanatlar, gelenekler ve değerler,
millî kültürün önemli unsurlarıdır. Bu unsurların her birini incelemek, işlemek
ve geliştirmek, millî kültüre büyük bir hizmettir. Milletinin yaşama tarzının
kalitesini yükseltmek de böyledir. Millîlik ısrarla yerel kalmak, evrenselden
kaçınmak demek değildir. Kendine mahsus yerel unsurları almak, işlemek ve
evrensele hitap edebilecek formda ve kalitede geliştirmek ve insanlığa
katkıda bulunmak demektir. ATATÜRK bağımsızlığı kazandıktan sonra
vefatına kadar bunun için çalışmıştır.
ATATÜRK Millî Mücadele’yi kazanıp vatanın bağımsızlığını elde
ettikten sonra Türk milletini muasır medeniyet seviyesine ulaştırmayı
hedefleyen bir dizi devrim gerçekleştirdi. Saltanatın ve halifeliğin kaldırılması,
Cumhuriyet’in ilanı, laikliğin benimsenmesi, Latin alfabesinin ve İsviçre
Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi, yeni devletin yörüngesini ve bu
yörüngeye uygun bir şekilde temel kurumları ortaya koymuştur. Hedef Türk
milletini muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmaktır. Bunun yolu da

11
Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999,
s. 152.
12
İsmet Bozdağ; Atatürk’ün Sofrası, Emre Yayınları, İstanbul, 1995, s. 11-26.
13
MB; s. 24.
14
Emre Kongar; Kültür Üzerine, Dördüncü Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1994, s. 18.
168
batılılaşmadan geçmektedir. Bunun için yukarıda işaret edilen batılı kurumlar
benimsenmiştir. Ancak batılı kurumların ve hayata tarzının benimsenmesi
demek millî kimliğin ve millî kültürün ihmal edilmesini gerektirmemektedir.
1930’lu yılların başlarında ATATÜRK’ün bilhassa kültürel konularla
ilgilendiğini görüyoruz. ATATÜRK, Cumhuriyet’in 10. Yıl Nutku’nda, Türk
kültürünü Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olarak nitelemektedir: “Az zamanda
çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve
yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”15 ATATÜRK, Türk
milletinin yüksek bir kültüre sahip olduğuna inanıyordu. Bilinebilen tarihi
boyunca Türk milletinin hür ve bağımsız yaşamasını, yüksek bir kültüre sahip
olmasının bir sonucu olarak görüyordu.
ATATÜRK, 1930’lu yıllarda Türk kültürünün her anlamda incelenmesi
ve işlenerek geliştirilmesi için çok önemli çalışmalar başlatmıştır. Tarih ve dil
millî kültürün en önemli iki unsurudur. ATATÜRK, bu iki temel hususa işaret
ederek “Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu
işlerin başında da Türk tarihini, doğru temeller üstüne kurmak; öz Türk diline
değeri olan genişliği vermek için candan çalışmakta olduğumu
söylemeliyim.” demiştir. Türk Tarih Kurumunun ve Türk Dil Kurumunun bu
yıllarda açılması tesadüf değildir. ATATÜRK, 1 Kasım 1932 tarihinde
TBMM’nin dördüncü dönemi ikinci toplanma yılını açarken yapmış olduğu
konuşmada “Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk
Cumhuriyeti’nin temel dileği olarak temin edeceğiz.”,16 ertesi yıl vermiş
olduğu Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Nutku’nda “Millî kültürümüzü muasır
medeniyet seviyesinin üzerine çıkaracağız.”17 derken bu şuurlu tercihe
işarette bulunmaktadır.
ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği devrimlerde Ziya Gökalp ve Abdullah
Cevdet’in etkisi belirgindir. ATATÜRK’ün millet ve milliyetçilik konularındaki
görüşleri Ziya Gökalp’in görüşleri ile aynı olduğu hâlde kültür ve medeniyet
kavramları ve bu kavramlar arasındaki ilişkilere dair değerlendirmeleri
farklıdır. Bilindiği gibi Ziya Gökalp kültür ve medeniyeti birbirinden ayırır.
ATATÜRK ise bu hususta şunları söyler: “Medeniyeti harstan ayırmak güçtür
ve lüzumsuzdur... Bazı milletler yüksek ve şamil harsa medeniyet diyorlar.
Avrupa medeniyeti, asr-ı hazır medeniyeti gibi.”18 Bunu millî kültürün belli bir
seviyede işlenmesi sonucunda medeniyete ulaşılabilir şeklinde anlamak da
mümkündür.19
ATATÜRK milletine bağlıdır, milletine güvenir ve kendisini bu milletin
bir çocuğu olarak görür. Bu milletin nice ATATÜRK’ler çıkaracağını, Türk
analarının nice Mustafa Kemaller doğuracaklarını belirtir. “Benim

15
ASD; c. II, s. 275.
16
ASD; c. I, s. 372.
17
ASD; c. II, s. 275.
18
İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1969, s. 267.
19
Kongar; s. 13.
169
yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, o da Türk olarak dünyaya
gelişimdir.” diyen ATATÜRK, eski Türk büyüklerinin isimlerinin çocuklara
konulmasını ister. Yakın silah arkadaşı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı Orgeneral Kazım Özalp’ın oğlu İlter’in ismini değiştirmek
maksadıyla 16 Nisan 1931 günü akşamı evine ziyarete gider. Burada Türk
milletinin kökenlerini ve tarihini belirten bir konuşma yapar.
İlkokul birinci sınıf öğrencisi İlter’i karşısına alan ATATÜRK, Asya Türk
Hun İmparatorluğu’nun kuruluşunu, Teoman’ın Milattan önce III. asrın
başında yaşamış büyük bir kahraman olduğunu, Teoman’ın büyük Türk
kahramanlarının neslinden geldiğini, Teoman’ın oğlu Mete’nin meşhur
olduğunu, Mete’nin Kadırga dağlarından Hazer denizine, Sibirya’dan
Himalaya eteklerine kadar geniş bir imparatorluk teşkil ettiğini, Mete’nin Çin
ordularını yendiğini, Çin İmparatoru’nu sığındığı kalede kıstırdığını, ancak
karısının şefaatiyle vergi vermesi ve tabiiyetini kabul etmesi şartıyla
salıverdiğini yazdırdıktan sonra küçük İlter’in Teoman ya da Mete
isimlerinden birini seçmesini ister.
Mete’nin, bütün Türk tarihinde Oğuz efsanesinin atıf ve isnad
olunabileceği çok büyük bir adam olduğunu, fakat Teoman’ın ondan daha
büyük olduğunu çünkü her şeyi onun hazırladığını belirtir, aynı şekilde Filip’in
İskender’e, Nurettin’in Selahaddin Eyyubi’ye zemin hazırladığını belirttikten
sonra metni “Şimdi çocuğum sen bu babalarla oğullarını mukayese et de,
kendin için, sevebileceğin bir ismi ayırt et. Ondan sonra kendi hüviyetinin
maddi ve manevi şahsiyetini ifade edecek olan bu unvan içerisinde
yüksekliğini, senden daima daha yüksek olan ve onun yüksekliği içinde
kendini daima hiç sayacağın milletine göster.” cümleleriyle bitirir ve imzalar.
Kazım Özalp’ın oğlu kendisine teklif edilen iki isim arasından Teoman’ı
seçtiğini söyleyince de, ATATÜRK “O zaman ilerde oğlun olursa ona Mete
ismini koyarsın.” der20
Millî Kütüphane Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ATATÜRK’ün
Özel Kütüphanesinin Kataloğu 4289 bibliyografik künyede 10.000 cilde yakın
eseri içerir. Bunların içerisinde tarih, askerlik ve hukukla ilgili kitaplar -ki
sayıları 885’tir- birinci sırayı oluştururlar. İkinci sırada dil ve dinle ilgili kitaplar
yer alır. Diğerleri, çeşitli dillerde ansiklopediler, sözlükler, eğitim, edebiyat ve
felsefe ile ilgili kitaplardır.21 Kütüphanesindeki kitaplara ilaveten diğer
kütüphanelerden de kitapları ödünç aldırmış, okumuş, incelemiş ve iade
ettirmiştir. İstanbul’da bulunduğu yıllarda İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesi’nden ödünç aldırttığı kitapların önemli bir kısmı da tarih
alanındadır22.

20
Kazım Özalp - Teoman Özalp; Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası, 1992, Ankara, s. 83-85.
21
Atatürk’ün okuduğu, altını çizdiği ve yanlarına yorumlar yazdığı kitaplar Anıtkabir Derneğinin
bir çalışması sonucunda 24 ciltlik bir koleksiyon şeklinde basılmıştır. Bk. Atatürk’ün Okuduğu
Kitaplar; Altını Çizdiği Satırları, Özel İşaretleri, Uyarıları, Düştüğü Notlar ve Kitap İçerisindeki
Özel Yazıları İle, c. I-24, Anıtkabir Derneği, Ankara, 2001.
22
Ali Güler - Suat Akgül; Atatürk’ün Düşünce Dünyası, Ocak Yayınları, Ankara, 1998, s. 69-70.
170
ATATÜRK’ün tarih alanındaki okumaları sadece bilgi sahibi olmaya
yönelik değildir. Edinilen bilgilerden dersler çıkarılır. ATATÜRK’ün
konuşmalarında İslamiyet öncesi, İslamiyet sonrası, XIX. yüzyıl vs... Türk
tarihinin çeşitli dönemlerinden bol bol örnekler, değerlendirmeler vardır.
ATATÜRK devrimlerini bütün Türk tarihine dayar, yaslar; oradan ilham ve
kuvvet alır. 1937 yılındaki bir konuşmasında “Şuna emin olabilirsiniz ki dünya
üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında ruhen demokrat doğan
yegâne millet Türklerdir.” diyerek demokrasinin Türk milletinin özünde yer
aldığına işaret eder. Bilindiği gibi, Türkler, tarih boyunca sınıfsız bir toplum
yapısına sahip olan nadir milletlerdendir.23
ATATÜRK’e göre, Timur dünyanın en büyük askeridir. Timur hakkında
kendi el yazısıyla yazdığı ve Afet İnan’a söyleyerek yazdırdığı metinler,
döneminin lise tarih kitaplarında yer almıştır. Bu metinler ATATÜRK’ün
konuyu oldukça ayrıntılı olarak bildiğini ortaya koymaktadır.24 ATATÜRK,
kendisini Fatih Sultan Mehmet ile karşılaştırır. Fatih’i büyük adam olarak
niteler. Fatih’in karşısında kaldığı problemlerde kendisinin de aynı şekilde
hareket edebileceğini düşündüğünü, fakat kendisinin karşı karşıya kaldığı
problemlerde Fatih’in nasıl hareket edeceğini bilemediğini söyler. ATATÜRK,
Napolyon’u taç ve macera peşinde koşan, Bismark’ı ise tacidara hizmet
eden bir insan olarak niteler.
Gerek XIX. yüzyıl boyunca gerekse Birinci Dünya Savaşı yıllarında,
batıda, Türklerin Müslüman olmayan toplulukları kötü yönettikleri işlenmiştir.
Hristiyan teba lehine ıslahat istemek Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine
karışmanın vasıtası olmuştur. Rusya, “masum Bulgarları zalim Türklerin
elinden kurtarmak” için Osmanlı İmparatorluğu’na karşı 1877-1878 Savaşı’nı
başlattığını ilan etmiştir. İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri’ni Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı kendi yanında Birinci Dünya Savaşı’na sokabilmek
için Ermenilere soy kırım yapıldığı propagandasını yapmıştır. Emperyalist
devletler, Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkaslar tamamen Türk hâkimiyetinden
çıktıktan sonra, Anadolu’yu işgal ederek Türkleri Anadolu’dan da atabilmek
için Türklerin yönetme kabiliyetinden mahrum ve barbar bir millet olduklarını,
değil Müslüman olmayan toplulukları, kendi kendilerini bile yönetemediklerini
ve yönetemeyeceklerini iddia etmişlerdir. Bu şartlarda her türlü imkânsızlığa
rağmen yedi düvele karşı savaşılarak düşmanlar yurttan atılmış ve Türk
vatanının bağımsızlığı korunmuştur.
ATATÜRK, 1931 yılında Türk Tarih Kurumunu kurdurur. Ertesi yıl
Ankara’da Birinci Türk Tarih Kongresi yapılır. ATATÜRK’ün yakından takip
ettiği ve yönlendirdiği bu kongrede, Türkleri ilkel ve sarı ırka mensup bir
millet olarak göstermeye çalışan batılı bilim çevrelerinin iddialarını çürütmek

23
İbrahim Kafesoğlu - Mehmet Saray; Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihî Temeller, Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1983, s. 26-28.
24
Atatürk’ün kendi el yazısıyla kaleme aldığı söz konusu metinler için bk. Bilim ve Ütopya;
“Atatürk’ün El Yazılarıyla Timur”, S. 131, Mayıs 2005, s. 10-16.
171
amaçlanmıştır. ATATÜRK’ün Türk tarihine bakışında öncekilere nazaran
zaman ve mekân anlayışında önemli bir genişleme dikkati çeker. Türk tarihi
bir bütündür. Türk milletinin tarihi Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türklerin
İslamiyet’i kabul etmelerinden önceki dönemleri de kapsar. İslami dönemdeki
coğrafya Çin Seddi’nden Avrupa ortalarına kadar genişler. Bu bütünlüğü
ATATÜRK şöyle ifade eder: “Bizim milletimiz derin bir geçmişe maliktir. Bu
düşünce bizi elbette altı yedi yüzyıllık Osmanlı Türklüğünden Selçuklu
Türklerine ve ondan evvel bu dönemlerin her birine eşit olan büyük Türk
devletlerine kavuşturur.” Türk tarih tezi, Türklerin, tarihin en eski ve en
medeni milletlerinden biri olduğu ve gittiği her yere medeniyet götürdüğü
esasına dayanır.25 Modern Türk tarihçiliğinin kurucusu Fuad Köprülü’dür.
Köprülü’nün ve öğrencilerinin yapmış olduğu çalışmalar sonucunda Türk
tarihinin M.Ö. II. yüzyıla kadar olan kısmı, yani 2200 yıllık bir kesimi
kesintisiz bir bütün olarak ortaya konabilmiştir. Türk tarihinin daha önceki
dönemlerine ait çalışmalar geliştirilmeyi beklemektedir.
ATATÜRK Türk tarih bilgisinin ve şuurunun Türk gençlerine
kazandırılması konusunda çok hassastır. Galatasaray Lisesinin orta kısmının
son sınıf bitirme imtihanlarına ATATÜRK de gelir. Bir öğrencinin, annesi Türk
olduğundan dolayı Abbasi Halifesi Mutasım’ın Türkler için Samarra şehrini
kurdurduğunu söylemesine bilhassa memnun olur.26 Tarih I-IV ATATÜRK
döneminin tarih anlayışının bir yansımasıdır. Dört ciltlik kitabın II. cildinde,
Tarık Bin Ziyad, Türk asıllı olarak gösterilmektedir. III. cildi Osmanlı ve Yeni
Çağ Avrupa tarihine aittir. Türkiye Cumhuriyeti tarihine ayrılan IV. ciltte Millî
Mücadele’ye çok az yer verilmiştir; Türkiye’nin batı medeniyetine geçiş
hamleleri kitabın büyük bir kısmını oluşturur.
Millî kültürün tarihten sonra gelen ikinci unsuru dildir. Türkçenin yerini
ve değerini ATATÜRK şu sözlerle anlatmıştır: “Türk milletinin dili, Türkçedir.
Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun
için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Çünkü Türk
milleti geçirdiği nihayetsiz badireler içinde, ahlakının, ananelerinin,
hatıralarının, menfaatlerinin, elhasıl bugün kendi milliyetini yapan her şeyin
dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin
kalbidir; zihnidir.”27 “Millî şuurun ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için
dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.”28 diyen ATATÜRK, Tarih
Kurumundan bir yıl sonra, 1932 yılında, Türk Dil Kurumunu kurdurur, aynı

25
Afet İnan; “Atatürk ve Tarih Tezi”, Belleten, c. III, S. 10, Nisan 1939, s. 243-246. Bekir Sıtkı
Baykal; “Atatürk ve Tarih”, Belleten, c. XXXV, S. 140, Ekim 1971, s. 531-540. Utkan Kocatürk;
“Atatürk’ün Tarih Tezi: Bir Uygarlık Beşiği Olarak Orta Asya”, Atatürk Araştırmaları Merkezi
Dergisi, c. III, S. 9, Temmuz 1987, s. 503-507. Enver Ziya Karal; “Atatürk’ün Türk Tarihi Tezi”,
Atatürk ve Devrim, METU Press, Ankara, 1998, s. 85-91.
26
İlhan Postacıoğlu; Atatürk Önünde Tarih Bakalaryası, Atatürk Devrimleri Araştırma Enstitüsü,
İstanbul, 1979, s. 21-33.
27
MB; s. 19.
28
Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 111.
172
yılın Eylül ayında da ilk Türk Dil Kurultayı yapılır. Millî tarih ve millî dil
çalışmaları bir vücudu taşıyan birbirinden ayrılamaz iki ayak gibidir. Bunların
birindeki aksama bütün vücudun dengesini bozar. Afet İnan’ın ifadesine
göre, ATATÜRK’ün Türk Dil Kurumu için hedefi iki cephelidir: “Türk dilinin
sadeleştirilmesi, halkın konuşma dili ile yazı dili arasında bir birlik ve ahenk
kurulması. Konuşma, edebiyat ve ilim dilimizin kesin kurallarla tespit edilerek
tarihî metinlerden ve yaşayan halk lehçelerinden taramalar, derlemeler
yaparak bir kelime ve terim hazinesi vücuda getirilmesi ... Tarihî
araştırmalarda belge değeri olan ölü ve eski dillerin metotlu bir şekilde
incelenmesi ve mukayeseler yapılması.”29
Dilde sadeleştirme çalışmaları çerçevesinde 1930’lu yılların ilk
yarısında Öztürkçecilik çalışmaları başlatılmışsa da bu çalışmaların, yeni bir
aydın dili yaratmaya ve halktan kopmaya doğru gittiğinin görülmesi üzerine,
daha sonraki yıllarda Güneş Dil Teorisi benimsenmiş ve yaşayan Türkçeye
dönülmüştür.30 Viyanalı Dr. Herman F. Kıvergiç’in görüşlerinden ilham
alınarak geliştirilen Güneş Dil Teorisi, Türkçenin en eski bir dil olduğunu,
dolayısıyla tarih boyunca başka dillere kelimeler vermiş olabileceğini
araştırarak, Türkçeden o dillere giden kelimelerin daha sonraki dönemlerde
yeniden Türkçeye dönmeleri hâlinde kullanılmalarında bir mahzur olmadığı
sonucuna çıkar. Böylece Türkçede bulunan yabancı kökenli kelimeler
muhafaza edileceklerdir.31
Güzel sanatlar millî kültürün önemli bir dalıdır. Güzel sanatlar ihmal
edilerek millî kültür geliştirilemez. Bundan dolayıdır ki ATATÜRK, Türk
milletinin olumlu vasıflarını sıralarken güzel sanatlara da değinir: “Yüksek bir
insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da güzel sanatları sevmek
ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki milletimizin yüksek karakterini,
yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar
sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü tetkiklerle
besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür.”32
Güzel sanatlar, resimden tiyatroya, mimariden heykeltıraşlığa sanatın
pek çok dalını içine alır. Bunların içerisinde müziğin yeri ayrıdır. Yeni millî
kültür politikasının ilk uygulamaları müzik alanında yapılacaktır. ATATÜRK
1934 yılı TBMM açılış konuşmasında bu hususa işaret ederek şunları söyler:
“Güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi
bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak, bunda en çabuk, en önde götürülmesi
gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide
değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletmeye yeltenilen musiki
yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmekteyiz. Ulusal,

29
İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s. 208-209.
30
Falih Rıfkı Atay; Çankaya, Bateş, İstanbul, 1980, s. 477.
31
Zeynep Korkmaz; Atatürk ve Türk Dili Belgeler, Türk Dil Kurumu, Ankara, 1992, s. 223-240,
369.
32
Enver Ziya Karal; Atatürk’ten Düşünceler, Millî Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1986, s. 99.
173
ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak,
onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir.
Ancak, bu düzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini
alabilir.”33
ATATÜRK gerek batı gerekse geleneksel Türk müziğinin bütün
imkânlarının kullanılarak Türk müziğinin geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi
için önemli çalışmalar başlatmıştır.34 Bu çerçevede klasik Türk müziğinin
önemli eserlerinin bilimsel esaslarla tespit ve tasnifinin yapılarak
yayımlanması için Alaturka Musiki Tasnif ve Tespit Heyeti kurulmuştur. Rauf
Yekta Bey’in başkanlığına yaptığı heyet, yüzlerce eseri tespit ve tasnif
ederek Türk müziği repertuarının kaybolmasını önlemiştir. Tamamen sözlü
kültüre dayalı olarak ortaya çıkan ve gelişen Türk halk müziğinin ve
folklorunun zengin ürünlerinin bilinmesi ve işlenmesi için Darül-Elhan yani
İstanbul Konservatuarı ve Millî Eğitim Bakanlığı bütün Anadolu sathında
tarama çalışmaları yaptırmıştır. Seyfettin Asal ve Mehmet Sezai kardeşler
1925 yılında Batı Anadolu’da derlemeler yapmışlardır. Yusuf Ziya
Demircioğlu, Rauf Yekta, Ekrem Besim ve Dürri Turan, Adana, Gaziantep,
Urfa, Niğde, Kayseri ve Sivas’ta 250 civarında türkü derlemişlerdir. Yusuf
Ziya, Ekrem Besim, Ferruh Arsunar ve Muhittin Sadak’tan oluşan bir ekip
1927 yılında Konya, Karaman, Ereğli, Manisa, Alaşehir, Aydın ve Ödemiş’te
250 civarında türkü derlemişlerdir. Aynı ekip ertesi yıl Bursa, Eskişehir,
Kütahya, Çankırı, Kastamonu ve İnebolu’da 200 civarında türkü
derlemişlerdir. Yusuf Ziya, Mahmut Ragıp Gazimihal, Ferruh Arsunar,
Abdülkadir İnan ve Remzi Bey’den oluşan bir ekip 1929 yılında Erzurum,
Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Rize, Trabzon, Sinop ve Giresun’da 300
civarında türkü derlemişlerdir. Yusuf Ziya, Hikmet Turan Dağlıoğlu ve
Mehmet Halit Bayrı’dan oluşan bir ekip 1932 yılında Balıkesir’de derlemeler
yapmıştır35.
Tamamen batı müziği eğitimi vermek üzere 1924 yılında Ankara’da
Musiki Muallim Mektebi kurulmuştur. Söz konusu okul 1936 yılında Devlet
Konservatuarı hâline getirilmiştir. Devlet Konservatuarı ve Millî Eğitim
Bakanlığı Anadolu’da yeni bir derleme çalışması başlatmıştır. Ferit Alnar,
Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Halil Bedii Yönetken, Muzaffer
Sarısözen ve Arif Etikan, 1937 yılında Sivas, Elazığ, Erzincan, Erzurum,
Gümüşhane, Trabzon ve Rize’den 588 ezgi derlemiştir. Ferit Alnar, Cevat
Menduh Altar, Halil Bedii Yönetken ve Tahsin Banguoğlu, Kütahya, Afyon,
Denizli, Aydın, İzmir, Manisa ve Balıkesir’de 603 türkü; Ulvi Cemal Erkin,

33
ASD; c. I, s. 378.
34
Sadi Yaver Ataman; Atatürk ve Türk Musikisi, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1991.
35
M. Şakir Ülkütaşır; Cumhuriyet’le Birlikte Türkiye’de Folklor ve Etnografya Çalışmaları,
Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1973, s. 32-33.
174
Muzaffer Sarısözen, Nurullah Taşkıran ve Arif Etikan, Malatya, Diyarbakır,
Urfa, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Adana’da 797 türkü derlemiştir.36
Derleme çalışmalarının dışında, ATATÜRK döneminde Türk müziği
alanında yapılan kayda değer bir çalışma da Bela Bartok tarafından
gerçekleştirilmiştir. Macar Müzikolog Bela Bartok, 1936 yılında konferans
vermek üzere Ankara Halkevi tarafından davet edilir. Bartok, Ulvi Cemal
Erkin, Necil Kazım Akses ve Ahmet Adnan Saygun’dan oluşan bir ekiple
Türkmenlerin ve yörüklerin yaşadıkları Adana’da, Ankara ve Çorum’da alan
araştırmaları yapar. Bu araştırmaların sonucunda Türk müziğinin ve Macar
müziğinin kökenlerinin Türk müziğine dayandığı sonucuna varılır.37
ATATÜRK opera gibi batı toplumlarında doğmuş ve gelişmiş kültürel
ürünleri Türk toplumuna mal etmeye çalışırken de millî bir çizgi takip etmiştir.
Millî tarih ve efsanelerden konusunu alan yerli bir opera geleneği kurmak
istemiştir. İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti için konusunu
Şehname’den alan Türklerin ve İranlıların tarihî dostluğunu konu alan bir
opera yapılmasını ister. Münir Hayri Egeli librettoyu yazar, Ahmet Adnan
Saygun besteyi yapar. Bütün eser bir ay gibi kısa bir sürede hazırlanır ve
başarıyla sahnelenir. ATATÜRK döneminde hazırlanmış Necil Kazım’ın
Bayönder, Adnan Saygun’un Taşbebek, Ulvi Cemal Erkin’in Ülkü Yolu gibi
operaların hepsinde konular yerlidir. Daha sonraki yıllarda bu yerli ve millî
çizginin sürdürülemediği görülmektedir.
ATATÜRK çağdaşlaşma ve medenileşmeyi basit bir batı hayranlığı ve
taklitçilik olarak da anlamamaktadır. Her şey millet içindir. Yeni nesillerin millî
değerlere bağlı, tarihini bilen, kültürüne sahip çıkan bir anlayışla yetiştirilmesi
ATATÜRK’ün üzerinde çok durduğu bir husustur. Bu konularda çalışmalar
yapılması maksadıyla 1935 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulur.
Türk milletinin insanlık ailesi içerisinde layık olduğu en şerefli yere
oturmasının yolu eğitimdir. Bundan dolayıdır ki ATATÜRK kendisine sorulan
“Cumhurbaşkanı olmasaydınız ne olmak isterdiniz?” sorusuna “Maarif Vekili
olarak millî kültürü yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir.” cevabını
vererek eğitime ve millî kültüre ne kadar önem verdiğini ortaya koymuştur.
Eğitimin seviyesi ne olursa olsun, öğrencilere devletin bağımsızlığı, millî
benlik ve millî gelenekler öğretilecektir: “Efendiler, yetişecek çocuklarımıza
ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her
şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, ananat-ı milliyesine
düşman olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.
Beynelmilel vaziyet-i cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasır-ı

36
Ülkütaşır; s. 33-34. Armağan Elçi; “Atatürk Dönemi Belli Başlı Halk Müziği Araştırmacıları,
Sanatçıları ve Kaynak Kişiler”, Uluslararası Atatürk ve Güzel Sanatlar Sempozyumu Bildirileri,
26-27 Ekim 2001, Ankara, Yayına Hazırlayanlar: Nail Tan - Hayrettin İvgin, Cumhuriyet, Kültür
ve Tanıtım Vakfı Yayınları, Ankara, 2005, s. 35.
37
Bela Bartok; Halk Müziği Hakkında Üç Konferans, Receb Ulusoğlu Matbaası, 1937.
175
ruhiye ile mücehhez olmıyan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep
cemiyetlere hayat ve istiklal yoktur.”38
ATATÜRK’ün bağımsızlık anlayışının içerisinde kültürel bağımsızlık da
vardır. ATATÜRK bunun için Tevhidi Tedrisat Kanunu ve diğer kanun, tüzük
ve uygulamalar ile yabancı okulların ve misyoner okullarının Türk çocuklarını
gayri millî fikirlerle eğitmelerine mani olmuştur.39
Millî kültürün kaynağı halktır, onu geliştirecek olanlarsa aydınlardır.
Aydınların kendi öz kültürüne yabancı olması bir milletin yaşayabileceği en
büyük talihsizliklerden biridir. ATATÜRK, 20. 03. 1923 tarihinde Konya
gençlerine yaptığı konuşmasında milletinden kopuk, onun değerlerinden ve
hassasiyetlerinden habersiz aydınları tenkit eder. “Münevverlerimiz içinde
çok iyi düşünenler vardır. Fakat umumiyet itibarıyla şu hatamız da vardır ki
tetkikat ve tetebbuatımıza zemin olarak alelekser kendi memleketimizi, kendi
tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı
almayız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, diğer bütün milletleri tanır; lakin
kendimizi bilmeyiz. Münevverlerimiz milletimi en mesut millet yapayım der.
Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin
düşünmeliyiz ki böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir
millet için saadet olan bir şey diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebep ve
şerait birini mesut ettiği hâlde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete
gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından,
terakkiyatından istifade edelim, lakin unutmıyalım ki asıl temeli kendi
içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.” ATATÜRK’e göre, “Sınıf-ı
münevveranın halka telkin edeceği mefkureler, halkın ruh ve vicdanından
alınmış olmalıdır.”40 Böyle olursa halk aydınına itibar eder. Sözlerini dinler.
Gösterdiği istikamette yürür.
Millî kültürü benimseme ve geliştirme hiçbir zaman içe kapanma ve
dışarıdan gelen her şeyi reddetme şeklinde de anlaşılmamalıdır. ATATÜRK
döneminde Hitler rejiminin Almanya’dan kaçmak zorunda bıraktığı değerli
bilim adamlarına Türkiye’nin kapılarını açması örneği unutulmamalıdır. Söz
konusu bilim adamları verdikleri dersler, yetiştirdikleri öğrenciler ve
yayımladıkları eserler ile hukuktan mühendisliğe dinler tarihinden mimariye
mühendisliğe kadar pek çok alanda Türk kültürünün gelişmesine ve
yükselmesine değerli katkılarda bulunmuşlardır.
Millî kültür, evrensel olan düşünce ve kurumlara da kendi tarzını
yükleyebilmek demektir. Örneğin evrensel olan demokrasinin işleyiş tarzı

38
ASD; c. I, s. 231.
39
Ayten Sezer; Atatürk Döneminde Yabancı Okullar (1923-1938), Türk Tarih Kurumu, Ankara,
1999, s. 20-54. Hidayet Vahaboğlu; Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları
(Yönetimleri Açısından), Boğaziçi Yayınları, Ankara, 1990, s. 149-170. Ömer Turan; Avrasya’da
Misyonerlik, ASAM, Ankara, 2002, s. 29-68.
40
ASD; c. II, s. 140-141.
176
ülkeden ülkeye değişiklikler arz eder. Bir Fransız demokrasisi ile İngiliz
demokrasisi aynı değildir.
ATATÜRK, 1928 yılında bir gazeteciye beyanatında “Türk demokrasisi
Fransa İhtilali’nin açtığı yolu takip etmiş; fakat kendisine has vasf-ı
mümeyyizle inkişaf etmiştir. Zira her millet inkılâbını içtimai muhitinin tazyikat
ve ihtiyacına tabi olan ve hal ve vaziyetine ve bu ihtilâl ve inkılabın zaman-ı
vukuuna göre yapar.”41 derken bizim demokrasiyi benimseyiş ve geliştiriş
tarzımızın kendimize mahsus olduğunu anlatmıştır.
ATATÜRK’ün ölümünden sonra millî kültürü yaşatmaya ve
geliştirmeye yönelik çalışmalar kesintiye uğramıştır. Türk hükûmetlerinin
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün gayretlerini iktisadi alanda gelişmeye
yöneltmeleri sonucunda millî kültür ihmal edilmiştir. Çok partili hükûmetler
döneminde millî kültürün ele alınış ve anlaşılış tarzında da farklılıklar ortaya
çıkmıştır. Millî kültürü yaşatmak ve geliştirmek maksadıyla 1970’li yıllarda
Kültür Bakanlığı kurulmuştur. İlk Kültür bakanı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni
Orkestrası Konser Salonu’nda Dede Efendi Konseri verdirmek istediği için
oluşan tepkiden dolayı istifa etmek zorunda kalmış, bir diğer Kültür Bakanı
ise Fransız kültürüyle büyüdüğü için övünerek bakanlığı yönetmiştir. Bu iki
örnek bile kültür alanında ülkemizin içerisinde bulunduğu durumu
göstermeye yeterlidir.42

41
ASD; c. III, s. 81
42
Atatürk’ten günümüze Türkiye’nin kültür politikaları konusunda farklı açılardan yapılan
değerlendirmeler için bk. Yeni Türkiye; Cumhuriyet Özel Sayısı, S. 23-24, c. IV, Eylül-Aralık
1998, s. 2417-2529.
177
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEDE TÜRK DİLİNİN YERİ
Prof. Dr. Zeynep KORKMAZ
ATATÜRK’ün Devlet Anlayışı ile İnkılaplar Arasındaki İlke
Paralelliği
1- ATATÜRK’ün Türk dilini yönlendirme doğrultusundaki görüş ve
uygulamalarının tam olarak ortaya konabilmesi için konuya, onun devlet ve
cumhuriyet anlayışı ile sosyal yapıyı yönlendiren ve “inkılaplar” diye
adlandırılan yenileşme hareketleri arasındaki paralelliğe işaret ederek girmek
istiyoruz:
1919-1922 yılları arasındaki çetin ve başarılı savaşlardan sonra, 1923
yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Mustafa Kemal ATATÜRK,
bilindiği gibi yalnız bir devlet kurucusu değildir. O, kurduğu devleti Türk
milletinin tarihî ve sosyal şartlarının gerekli kıldığı geliştirici sağlam temellere
oturtmayı da ön planda tutmuş olan bir inkılapçıdır. Yaptığı inkılapların
dayandığı temel ilke, Türkiye Cumhuriyeti’ni siyasi yapısı bakımından olduğu
kadar sosyal yapısını şekillendiren kültür değerleri bakımından da çağdaş bir
devlet hâline getirmektir. ATATÜRK’ün kendi demeç ve konuşmalarında
“asri”, “medeni” veya “muasır medeniyet seviyesi” deyimleri ile dile getirdiği
çağdaşlaşma, toplum düzeninde artık işlevsel (fonksiyonel) değerini ve
geliştiricilik özelliğini kaybederek, geçmişten intikal eden ve kalıplaşmış
şekiller olarak süregelen sosyal değerlerin, gelişmiş dünya şartlarına ve
çağın gereklerine ayak uydurabilecek biçimde yenileştirilmesi demektir.
Daha gençlik yıllarından başlayarak Osmanlı Devleti’nin içinde
bulunduğu siyasi ve sosyal şartlar ile geçirdiği felaketler dizisini yakından
izlemiş olan Mustafa Kemal, imparatorluğun yıkılışının büyük çapta kökleri
sosyal temellere dayanan çöküntülerden ileri geldiğini biliyordu. Avrupa,
barutun topta kullanılması, pusula ve matbaanın icadı ile teknik alanda,
Rönesans ve reform hareketleriyle fikir alanında büyük inkılaplar
gerçekleştirirken, Osmanlı Devleti, bağlı bulunduğu dogmatik şeriat düzeni
yüzünden kendi içine kapandığı ve o çağın gelişmelerine ayak uyduramadığı
için, XVI. yüzyıldan sonra hızla gerileme sürecine girmiş bulunuyordu.
Nitekim, III. Selim ve “Tanzimat” devrinden beri yapılagelen ve “Islahat” diye
adlandırılan düzeltme denemeleri olumlu sonuç vermemişti. Esasen 1839
yılında gerçekleştirilen “Tanzimat” hareketi de batıdaki fikir inkılabının bizdeki
gecikmiş bir yankısından ibaretti.1 Yapılan bu düzeltme denemeleriyle çözüm
bekleyen sosyal problemlere kısmi çareler aranmış; ancak, bunları sosyal
realite ile bağdaştıracak ve toplum yapısına sindirecek köklü tedbirler
üzerinde durulmadığı için, beklenen sonuçlara ulaşılamamıştı.2 Bu nedenle

1
Sadi Irmak; “Atatürkçülüğün İlkeleri-İnkılapların Fikir Temelleri”, Atatürkçü Düşünce, AKDTYK
Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 1992, s. 8.
2
Zeynep Korkmaz; “Dil İnkılabının Sadeleşme ve Türkçeleşme Akımları Arasındaki Yeri”, Türk
Dili, c. XLIX, s. 401 (Mayıs 1985), s. 14.
179
ATATÜRK, Türk milleti ve devletinin bağımsızlığını bir bütün olarak ele almış
ve sosyal yenileşme niteliğindeki inkılapları da bu bağımsızlık bütününün
birbirine geçmiş halkaları olarak kabul etmiştir. Bu bakımdan Türkiye
Cumhuriyeti’nin dayandığı devlet felsefesi ile inkılapların dayandığı fikir
temeli arasında tam bir paralellik vardır. Bu da demektir ki Türkiye
Cumhuriyeti’ni şekillendiren devlet felsefesi iki ana boyutludur. Bunlardan
birincisi tam bağımsız bir Türk Devleti anlayışıdır. ATATÜRK bunu büyük
Nutku’nda “istiklal-i tam (tam bağımsızlık)”, “kayıtsız şartsız millî hâkimiyete
dayanan, bağımsız bir Türk devleti kurma”3 ilkesi ve “ya istiklal ya ölüm”4
parolası ile dile getirmiştir. İkincisi de millet ve devlet varlığını dünya
durdukça yaşatacak ve ölümsüzlüğe götürecek, rejiminde güvencesi olacak
sağlam sosyal temeller üzerinde oturtma anlayışıdır. Bu anlayış ifadesini, her
biri başlı başına bir kültür davası olan ve “ATATÜRK inkılapları” diye
adlandırdığımız köklü yenileşme hareketlerinde bulmuştur. ATATÜRK,
gerçekleştirdiği inkılapların hedefini: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana
ve eşkaliyle (tam anlamıyla) medeni (çağdaş) bir hey’et-i içtimaiye hâline isal
etmektir (getirmektir). İnkılabımızın umde-i asliyesi (temel ilkesi) budur...”5
sözleriyle dile getirmiştir.
Görülüyor ki ATATÜRK’ün Türk milleti için tuttuğu yol ve çizdiği hedef,
onu her yönü ile çağdaş değerlere sahip bir millet hâline getirebilmektir.
2- Cumhuriyet’in ve inkılapların temelinde yatan bu ilkeler,
ATATÜRK’ün teorik olarak ortaya koyduğu dogmatik fikir kalıpları değildir.
Bütün icraatında akılcılığı ön plânda tutmuş ve “... dünyada her şey için,
hayat için, muvaffakiyet için en hakikî mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin
haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.”6 sözleri ile bilime
büyük değer vermiş bir önderin basma kalıp teorileri benimsemesi elbette
düşünülemezdi. Dayandığı temel ilkeler, doğrudan doğruya Türk toplumunun
tarihî süreçlerden geçerek beliren sosyal ihtiyaçlarının, ATATÜRK’ün
düşünce sisteminde somut birer görüş hâline şekillenmesinin ürünüydü.
ATATÜRK’ün: “Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük
gelişme kabiliyetini bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey bütün
bir topluma uygulatmak mecburiyetinde idim.”7 sözleri ile “Hakikî inkılapçılar
onlardır ki terakki (gelişme) ve teceddüd (yenileşme) inkılabına sevk etmek
(yöneltmek) istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayül-i hakikiye
(gerçek eğilime) nüfuz etmesini bilirler.” sözleri, bu durumu dile
getirmektedir. Nitekim çeşitli inkılapları teker teker ele alıp incelediğimizde

3
Mustafa Kemal Atatürk; Nutuk (bugünkü dille yayını, Zeynep Korkmaz), 3. baskı, Ankara,
1994, s. 9. Benim kararım
4
Nutuk; s. 10.
5
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.I-II AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara
1989, 2. cilt, s. 224.
6
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 2. cilt, s. 202.
7
Nutuk, (Zeynep Korkmaz yay.), s.11: Millî Sır.

180
görüldüğü üzere, bu inkılapları gerekli kılan sebepler, Osmanlı
İmparatorluğu’nun siyasal ve sosyal yapısını şekillendiren değer ölçülerinin
yetersizliğinden, imparatorluğun asıl unsuru durumundaki Türk’ün geri plana
itilerek kendi değerlerine yabancılaştırılmış olmasından kaynaklanıyordu.
Devletin ana yapısını oluşturan Türk unsuru, kendi benliğinin bilincine
varamıyor, imparatorluğun birlik ve bütünlüğü uğruna bir azınlık derekesine
düşürülmüş bulunuyordu. Bu bakımdan, inkılapları, sözleri itibarıyla çağdaş
değerler içinde kendi benliğimizi bulma mücadelesi olarak da
nitelendirebiliriz.
Dil İnkılabının Temel Dayanağı ve Beliren İhtiyaçlar
3- ATATÜRK’ün millî devlet anlayışı nasıl XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla
uzanan milliyetçilik akımının kendi tarihî ve sosyal ihtiyaçlarımızla
bütünleşmiş ve bilinçleşmiş bir ifadesi ise, Türk diline bakışı da devlet
varlığının devamını ve gelişmesini sağlayan ‘millî kültür’ değerlerine dönüşen
bir ifadesidir. Bu bakımdan dil inkılabı millî devlet politikasına bağlı bir millî dil
anlayışına dayanmaktadır.
Dil inkılabını doğuran ana sebep, Osmanlı İmparatorluğu’nda millî bir
dil anlayışının bulunmaması, Türk ulusu gibi Türk dilinin de yüzyıllar boyunca
kösteklene kösteklene, horlana horlana kendi benliğini yitirmiş olmasıdır. O
hâlde, dilin kendi benliğini bulabilmesi, kendi kendini geliştirerek çağdaş
ihtiyaçlara cevap verebilecek bir işleklik ve zenginlik kazanabilmesi için, ona
yönlendirici bir müdahalenin yapılması gerekiyordu. Dilimizin özellikle
Anadolu bölgesindeki tarihî değişme ve gelişme safhalarının konumuzla ilgili
noktalarına şöyle bir kuş bakışı ile eğildiğimizde, böyle bir yönlendirme
hareketinin ne kadar gerekli olduğu daha açık olarak ortaya çıkmaktadır.
4- Yazılı metinlerin VIII. yüzyıldan beri izleye geldiğimiz Türk dili,
İslamlık öncesi dönemde çeşitli din ve kültürler ile iç içe olduğu hâlde kelime
hazinesi ve dil yapısı bakımından kişiliğini koruyarak tertemiz kalabilmiştir.
Ancak, İslamlığın kabulünden sonraki devirlerde doğuda ve batıda durum
peyderpey hayli değişmiştir. Arap ve İranlılar ile birlikte ortak İslam
medeniyeti alanını temsil eden Türk devletleri, bir yandan bu ortak
medeniyete büyük hizmetler verirken, bir yandan da daha önceki kültür
değişmelerinden farklı olarak yakın ilişkide bulundukları Arap, Fars kültür ve
dillerinin yoğun etkisi altına girmişlerdir. Hatta bu etki batıda Horasan, İran ve
Anadolu’da Oğuzlara dayalı müstakil birer devlet kurmuş olan Büyük
Selçuklu Devleti ile Anadolu Selçuklularında; din dili, bilim dili ve dış
yazışmalar dili olarak Arapçanın, çok işlenmiş ve itibarlı bir edebiyat ve divan
dili olarak da Farsçanın resmî dil niteliği kazanmasına yol açmıştır. Bu devir
Anadolusu’nda Arap ve Fars dillerinin hâkim duruma geçerek böyle resmî bir
nitelik kazanmalarında elbette daha başka etkenler de söz konusudur.
Bunda bir dereceye kadar, İran’daki Fars unsurlarının ve Farsçanın
hâkimiyetine karşı, Oğuzların daha önceden Oğuzcaya dayalı bağımsız bir
181
yazı diline sahip olamayışlarının da önemli rolü vardır.8 Nitekim XIII. yüzyıl
Anadolusu’nda, Türkçe yalnız halka seslenen, din ve tasavvuf ilkelerini halka
yaymak için kaleme alınmış bulunan basit içerikli eserlerin dili
durumundadır.9
Ancak, XIII. yüzyıl sonunda ve XIV. yüzyıl başında, Selçukluların
parçalanması ile ortaya çıkan Anadolu Beylikleri devrinde, Oğuzca bir
şahlanma dönemine girmiştir. Bir yandan Arapça ve Farsçaya karşı koyma
mücadelesi verirken bir yandan da konuşma dilinden yazı diline geçme
yolundaki mücadelesinde büyük bir başarı sağlamıştır. Arap ve Fars
kültürüne pek aşina olmayan veya onu benimsemeyen Türkmen beylerinin
millî geleneklere ve Türkçeye verdikleri değer, şair ve yazarları koruma
bakımından gösterdikleri duyarlık, beylik saraylarında kurdukları bilim ve
edebiyat meclisleri, beylik merkezlerini birer kültür merkezi hâline getirdiği
gibi, Türkçenin yazı dili hâline geçişini de kolaylaştırmış; telif ve tercüme
yüzlerce eserin ortaya konmasını sağlamıştır.10 XIII.-XV. yüzyıllar arasını
kaplayan ve Eski Anadolu Türkçesi diye adlandırdığımız bu dönemin dili,
bazı Arapça, Farsça kelimelerin ve dinî terimlerin varlığına rağmen, gramer
şekilleri, kelime hazinesi ve cümle kuruluşu bakımından, genellikle Türkçeye
dayalı dupduru bir özellik taşır.11 Yunus Emre’nin şiirleri, Gülşehrî’nin
Mantıku’t-tayr’ı, Âşık Paşa’nın Garipname’si, Hoca Mes’ud’un Süheyl ü
Nevbahar’ı, Kısasü’l-enbiya ve Tezkiretü’l-evliya tercümeleri ile Süleyman
Çelebi’nin Mevlid’i ve Dede Korkut Hikâyeleri bu dönemi temsil eden
yığınlarca manzum ve mensur eserden ilk akla gelen örneklerdir. XV. yüzyıl
ortalarında Osmanlı Devleti’nin sınırlarının genişlemesi ve siyasi birliğinin
kurulması ile artık Anadolu’da bir yazı dili birliği de kurulmuş oluyordu.
Ne var ki bu mutlu dönem uzun sürmemiştir. Osmanlı Devleti’nin
sınırlarını genişletip bir imparatorluk hâline geçişi ile birlikte, saray ve
aydınlar çevresinde Arap ve Fars kültürü yeniden önem ve itibar kazanmaya
başlamıştır. Bu durumun tabii bir sonucu olarak medrese öğrenimine Arapça
ve Farsça eserler öncülük etmiş; Türk saraylarında yabancı şair ve ediplere
daha çok değer verilmiştir. Osmanlı toplum düzeninde teokratik siyasi yapıya

8
Oğuzcaya dayalı Anadolu yazı dilinin kuruluş devrindeki durum ve özellikleri için bk. Zeynep
Korkmaz, “Die Periode des Ubergans von der alten Türkischen Schriftspache zu neuen Schrift-
sprachen und ihre Besonderheit” Ural-Altaische Jahrbücher, Bd. X (1992), s. 80-90.
9
Bu konuda geniş bilgi için bk. Zeynep Korkmaz; “Selçuklular Çağı Türkçesinin Genel Yapısı”,
Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, 1972, s. 17-34. “Das Oghusische im XII. und XIII.
Jahrhundert als Schriftsprache”, Central Asiatic Journal, Vol. XVII/2-4, (August 1972), s. 294-
303.
10
Bk. Zeynep Korkmaz, Sadrü’d-din Seyhoğlu, Marzubân-nâme Tercümesi: A.Ü. DTCF Yay.,
s. 13-57. “Anadolu Yazı Dilinin Tarihî Gelişmesinde Beylikler Devri Türkçesinin Yeri”; VIII. Türk
Tarih Kongresi, (Ankara 11-15 Ekim 1976) Kongreye Sunulan Bildiriler, 2. Cilt, TTK Yay.,
Ankara, 1981, s. 583-589. “Anadolu Beylikleri Devrinde Türk Dili ve Karamanlıoğlu Mehmed
Bey”; Millî Kültür, c. II/3-5 (Ağustos-Ekim 1980), s. 9-13. “Anadolu’da Türkçenin Yazı Dili Oluşu
ve İlk Öncüleri”, Türk Dili, s. 390-391 (Haziran-Temmuz 1984), s. 272-278.
11
Geniş bilgi için bk. Korkmaz; “Türkiye Türkçesi: I-Eski Anadolu Türkçesi”, Türk Ansiklopedisi,
c. XXXII/fasikül 261, MEB, Ankara, 1982, s. 395-404.
182
bağlı İslami bir dünya görüşü hâkim olduğundan, bu durum milliyet bilincini
gittikçe zayıflatmış; saray erkânı ve aydınlar arasında koyu bir Osmanlı-
İslam sisteminin yer almasına yol açmıştır. Hatta bu durum Farsçanın
işlenmişliği ve edebiyata elverişliliği karşısında, bazı şair ve ediplerce
Türkçenin yetersiz sayılarak horlanmasına bile yol açmıştır. Süheyl ü
Nevbahar mütercimi Hoca Mes’ud, Hurşidnâme sahibi Mustafa Şeyhoğlu,
Vikaye mütercimi Devletoğlu Yusuf, ünlü Tazarruat sahibi Sinan Paşa ve
Selâtin-nâme yazarı Sarıca Kemal gibi edebî şahsiyetleri, manzum ve
mensur güçlü eserler ortaya koydukları hâlde, eserlerini Türkçe yazdıkları
için utanç duyma derecesinde özür dilemeleri veya Türkçenin
yetersizliğinden söz etmeleri, dil tarihimize geçmiş acı gerçeklerdir.
İşte bu tutum, XVI. ve XVII. yüzyıllarda, Osmanlı yazı ve edebiyat
diline sayısız Arapça ve Farsça kelimeler ile bu dillerin gramer kurallarının da
girmesine yol açmıştır. Böylece, her biri ayrı bir dil ailesinden gelen ve
Osmanlı Türkçesi diye adlandırılan üçlü melez bir yazı dili oluşturulmuştur.12
Gerçi, Osmanlı Türkçesi, o devrin kültür şartları içinde çok işlenmiş, sanatlı
ve güçlü bir medeniyet dili hâline getirilmiştir. Ancak bu dilin Türkçe yanı
gittikçe eriyip zayıfladığı için, zamanla halkın dilinden de koparak yüksek
zümreye özgü bir yapma dil niteliği kazanmıştır. Hatta, türlü kelime ve sanat
oyunlarıyla, anlamı söyleyişe feda etmeye başlayan nesir dili bile hayli
ağırlaşmıştır.
Konuyu Türk dilinin kendi gelişme şartları açısından
değerlendirdiğimizde, gerçekten sorun hâline gelmiş bir durumla
karşılaşılmaktadır.
5- Daha sonra, Tanzimat ve Servet-i Fünûn devirlerinde kendini
gösteren dili sadeleştirme yönündeki hareketler, böyle bir ihtiyacın sonucu
olarak ortaya çıkmıştır.
1839 Tanzimat hareketi ile başlayan batıya yönelme döneminde,
toplum yeni birtakım ihtiyaçlar ile karşı karşıya gelince, ağır yapıdaki
Osmanlı Türkçesinde ıslahat ihtiyacı doğmuş ve sadeleşme hareketi
şeklinde bir dil davası ortaya atılmıştır. Batı dünyasından, özellikle
Fransa’dan alınan yeni düşüncelerin ve bununla ilgili kavramların geniş halk
kitlesine yayılabilmesi için kitap ve gazete yayınlarında daha sade ve
anlaşılır bir dil kullanma gereği doğmuştur. Fransızcadan yapılan çevirilerde,
dili gereksiz şekil ve süs kalabalığından kurtararak düşünceye ağırlık verme
ihtiyacı belirmiştir. Fikir hayatının ilerlemesi ve millî eğitimin yayılması da
ancak anlamı söyleyişe kurban etmeyen sade bir dille gerçekleştirilebilirdi.
Bu devirde dil konusu bilinçli bir düşünce olarak ele alınmıştır. N.
Kemal, Ali Suavî, Ziya Paşa, Ahmed Midhat, Şemseddin Sami, Süleyman

12
Osmanlıcanın genel dil yapısı için bk. Korkmaz, “Türkiye Türkçesi: II. Osmanlıca”, Türk
Ansiklopedisi, c. XXXII/fasikül 261, MEB, Ankara, 1982, s. 404-411.
183
Paşa sadeleşme konusunda önemli görüş ve tedbirler ileri süren Tanzimat
yazarlarıdır.
Tanzimat devrindeki (1860-1896) bu düşünce ve görüşler, daha
sonraki edebî dönemleri temsil eden Servet-i Fünûn (1896-1901) ve Fecr-i Âtî
(1901-1908) devirlerinde de ateşli bir fikir mücadelesi hâlinde süregelmiştir.
Yalnız, dil konusundaki görüşler bir çatallanmaya uğramıştır. Bir yanda ağır
Osmanlı Türkçesini savunan Fesahatçılar yer alırken, bunların karşısında da
dili yabancı kelimelerden tamamıyla arıtma amacı güden Tasfiyecilik akımı13
yer almış bulunuyordu. Sonuç olarak da gösterilen bütün çabalar,
Osmanlıcayı yine Osmanlıca temelinde daha sade bir Osmanlı Türkçesi
yapma hedefinden ileri geçememiştir. Osmanlı yazarları, geleneksel Osmanlı
yazı diline yaptıkları bütün eleştirilere rağmen, yine eski şekillere bağlı
kalmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Ayrıca, Tanzimat’la girişilen batıya
yöneliş hareketi, yeni kavram ve terimleri gerektirdiği, dil de bunları
karşılayabilecek nitelikle olmadığı için, bu kez de Osmanlıca kapılarını batı
dillerine, özellikle Fransızcaya açmıştır. Böylece bu devrin belirgin bir özelliği
olan kültür ikileşmesi dilde de kendini göstermiştir.
Tanzimat sonrasından II. Meşrutiyet’e kadar uzanan dönemlerde
Fesahatçıların ve Tasfiyecilerin temsil ettikleri iki yönlü sunilik ve aşırılık,
ancak 1911-1923 yılları arasını kaplayan Yeni Lisan akımı ile
frenlenebilmiştir.
6- 1908-1923 yılları arasını kaplayan II. Meşrutiyet devri, siyasi
bakımdan büyük bir çöküntü manzarası gösterdiği hâlde, dilde ve edebiyatta
milliyetçiliğin ağır bastığı bir dönemdir. Gerçi, bu devirde de yine bir yandan
Servet-i Fünun ve Fecr-i Âtî temsilcilerinin kendi sanat ve üslup anlayışlarına
bağlı tutumları devam ederken, bir yandan da 1909’da çıkmaya başlayan
Türk Derneği dergisi etrafında toplanarak, dili yüzde yüz özleştirme davası
güden Tasfiyecilerin gayretleri süregelmiştir. Ancak, döneme asıl damgasını
vuran bilinçli hareket, Yeni Lisan akımıdır. 1911 yılında Selanik’te çıkmaya
başlayan Genç Kalemler dergisi etrafında toplanan Ali Canip, Ömer
Seyfeddin, Ziya Gökalp, Kâzım Nami, Âkil Koyuncu gibi gençler; millî bir
edebiyatın millî bir dille yaratılacağı görüşünden hareket ederek, yazılarını
“Yeni Lisan” başlığı altında yazdıkları için, Yeni Lisancılar diye tanındılar.
İsabetli bir teşhisle, dildeki hastalığın, dilin her tarafını sarmış olan yabancı
kurallardan geldiğini ileri sürdüler. Dayandıkları temel ilkeler: Dilimizdeki
Arapça ve Farsçaya ait gramer kurallarının dilden atılması, yeni isim ve sıfat
tamlamalarında Türkçenin kurallarının işletilmesi, Arapça ve Farsça
kelimelerin Türkçede söylendikleri gibi yazılmaları, bilim terimleri için yine
Arapça kelimelerin kullanılmasına devam edilmesi, öteki Türk lehçelerinden
kelime alınmaması, İstanbul Türkçesine dayalı canlı bir yazı dilinin

13
Geniş bilgi için bk. Korkmaz; “Tasfiyecilik” mad., Türk Ansiklopedisi, c. XXX, MEB Yay.,
Ankara, 1981, s. 473-475.
184
oluşturulması, dil ve edebiyatın doğu ve batı taklitçiliğinden kurtarılarak millî
bir dil ve edebiyata dönüştürülmesi noktalarında özetlenebilir.14
Bu dönemin en belirgin özelliği, dilimizi “fesahatçılık” ve “tasfiyecilik”
gibi birbirine zıt fikir çarpışmalarının aşırılıklarından arındırarak Cumhuriyet
devrindeki gelişmelere elverişli bir ortam hazırlamış olmasıdır.
Cumhuriyet Devrinde Türk Dili
Dil İnkılabının Dayandığı Ana İlkeler
7- Cumhuriyet devrine girildiği zaman dilimizin içinde bulunduğu genel
durum buydu. Yukarıda belirtildiği üzere, dildeki sadeleşme hareketlerinin
hiçbiri de planlı ve programlı bir devlet politikasına bağlanmış değildi.
Yalnızca edebî görüş ve tutumların ürünü idi. Gerçi, planlı ve programlı Yeni
Lisan hareketiyle, Türkçe millîleşme bakımından epey yol almış sayılabilirdi.
Ancak, devrin fikriyatını yapan Ziya Gökalp ve Ömer Seyfeddin’in ısrarla
belirttikleri gibi, daha dilde Türkçenin yapı ve işleyişine ters düşen yabancı
kalıplı kelimeler, yabancı ekler, yabancı kelime, ek ve edatlar ile kurulmuş
isim ve sıfat tamlamaları, çokluk şekilleri, birleşik sıfat ve zarfların sayısı
hayli kabarık ve düzeltilmeye muhtaçtı. Genel dil dışında; bilim dili, kanun dili
ve terimler bakımından yapılacak çok şey vardı. Dilimize Tanzimat’tan beri
girmeye başlamış olan batı kaynaklı kelimelerin durumu da tedirginlik
veriyordu. O güne kadar dili bir dil bilimi yöntemi ile inceleyen eserlerden söz
etmek de mümkün değildi. Oysa, dil inkılabı öteki inkılaplara paralel olarak,
özü itibarıyla, çağdaş değerler içinde kendi benliğine dönüş şeklinde bir
kültür davası olarak ele alınmalıydı. Davanın gerçekleştirilmesi içinde
bilimsel temelde çok yönlü ve kapsamlı bir programa bağlanması
gerekiyordu. Bu bakımdan dil inkılabının dayandığı fikir temelini:
1. Yabancı etkiler altında benliğini kaybetmiş olan dilimizin
millîleştirilmesi; ona kendi yapı ve işleyişine uygun bir gelişme yolunun
çizilmesi,
2. Bilimsel yollar ile incelenerek aslındaki güzelliğin ve tarihî
zenginliğinin ortaya konması,
3. Türkçemize, kelime türetme ve terim yapma imkânları bakımından
işleklik kazandırılarak, uzun vadede zengin bir kültür dili durumuna
getirilmesi, şeklinde üç ana ilkede özetleyebiliriz.
Şüphesiz bu ilkelerin gerçekleştirilmesi yoluyla, sonuçta:

14
Dilimizin tarihî gelişme devirlerindeki durumu ve çeşitli dil akımları hakkında daha geniş bilgi
için bk. Korkmaz; Türk Dilinin Tarihî Akışı İçinde Atatürk ve Dil Devrimi, A.Ü. DTCF yay.,
Ankara, 1963, s. 1-30. Cumhuriyet Döneminde Türk Dili; A.Ü. DTCF Yay., Ankara 1974, s. 1-37.
“Dil İnkılabının Sadeleşme ve Türkçeleşme Akımları Arasındaki Yeri”, Türk Dili, c. XLIX, s. 401
Mayıs 1985, s. 1-13. “Ömer Seyfettin ve Yeni Lisan”; Millî Kültür, c. XI, S. 11 (Haziran 1980),
s. 6-11. “Ziya Gökalp’ın Kültür Tarihimizdeki Yeri ve Türk Dili”; Ziya Gökalp Sempozyumu (24-26
Mart 1986), Dicle Üni. Yay., Diyarbakır, 1987, s. 3-13.
185
a) Aydınların dili ile halkın dili, konuşma dili ile yazı dili arasında,
Osmanlı Türkçesi dolayısıyla ortaya çıkan açıklığın kapatılması,
b) Dile millet varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik
kazandırılması,
c) Aydınlar ile halk arasındaki, dil ayrılığından kaynaklanan kültür
kopukluğunun giderilerek kültürün tabana yayılması,
ç) Türkiye Cumhuriyeti’ndeki eğitim ve öğretim birliğinin gerekli kıldığı
bir eğitim diline ulaşılması,
d) Bilim teknik ve sanat alanlarında Türkçeye dayalı bir terim
sistemine sahip olunması, gibi diğer sosyal ve kültürel hedeflere de ulaşılmış
olacaktı.
Eğer yukarıdaki ilkelere dikkat edilecek olursa, bunlar içinde aynı
zamanda dilin sosyal yapı ve kültür ile olan bağlantıları da yer almış
bulunmaktadır. Gerçekten de ATATÜRK Türk dilini yönlendirmek üzere
verdiği direktiflerde, sosyoloji ve dil gerçeğinden hareket ederek dil ile millet
ve dil ile kültür arasındaki bağı hep ön planda tutmuştur. Çünkü, dil ile
toplum ve o toplumun belirli ölçüler ile şekillenmesi demek olan millet
arasında çok sıkı bir manevi bağ vardı. Bir topluluğun millet niteliğini
kazanabilmesi, her şeyden önce o millete has gelişmiş millî bir dilin varlığına
bağlıydı. Dil bir milletin duygu ve düşünce tarzı, tarihî ve toplumsal akışı ile
birlikte yol aldığından, o milletin ayrılmaz bir parçası durumundaydı. Millî
birlik ve beraberlik de ancak toplum bireylerini birbirine perçinleyen dille
sağlanabilir. Millet bütünlüğünün geleceği de yine dille güvence altına
alınabilirdi. Bu gerçekler ATATÜRK tarafından şu veciz sözlerle dile
getirilmiştir: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve
zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir (etkendir). Türk dili
dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin!”
“Ülkesini yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”15
Yukarıda konuya giriş yaparken işaret edildiği üzere, ATATÜRK’ün
düşünce sisteminde kültürün önemli bir yeri vardır. Çünkü Türk milletinin
bağımsızlığını ayakta tutacak ve varlığını sonsuza ulaştıracak olan değerler,
kültür değerleridir. Onun bu görüşü de en veciz ifadesini, çeşitli vesilelerle
dile getirdiği: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” ve “Millî kültür en
yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”16 sözlerinde bulmuştur. Konu millî kültüre
gelince, dil ile millî kültür arasında da çok sıkı bir bağ olduğu şüphesizdir.
Çünkü dil millî kültürün temel direklerinden biridir. İnsan dil ile düşünebildiği
ve düşüncesinin en iyi anlatım aracı dil olduğu için, dil kültürün yaratıcısı ve

15
Sadri Maksudi Arsal; Türk Dili İçin, Türk Ocakları İlim ve San’at Neşriyatı, 1930, iç kapak
sayfası; Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili: Belgeler, Belge 88, TDK Yay., Ankara, 1992, s.
190.
16
Afet İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara, 1959, s. 261.
186
geliştiricisidir. Kendi dillerinde ilerleme yapabilen milletler gerçek birer kültür
yaratıcısı olabilmektedir. Ayrıca bir toplumda sosyal yapıyı şekillendiren
bütün değerler dil hazinesine aktarıldığı için bir milletin kültürü onun dilinde
yaşamaktadır. Bu ortak değerler, bir kuşaktan ötekine de ancak dil yolu ile
geçirilebildiği için, dil aynı zamanda bir kültür taşıyıcısıdır. Görülüyor ki dil ile
sosyal yapı ve o sosyal yapıyı şekillendiren kültür arasında ayrılmaz bir bağ
vardır. Kısacası, bir milletin kültürü onun dilinde yaşamaktadır. Bundan
dolayı da dil, sosyal yapının ve kültürün sadık bir aynası durumundadır. Dil
ile sosyal yapı ve kültür arasındaki bu bağda ATATÜRK tarafından şu
sözlerle dile getirilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk
milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için
kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde
ahlakının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi
milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor.
Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”17
Dil inkılabının kendi içindeki basamaklanması şöyledir:
1. Dil inkılabını millî eğitim temeline oturtacak yazı inkılabının
yapılması,
2. Arapça, Farsça derslerinin öğretimden kaldırılarak yeni kelime
ihtiyacı için bu dillere başvurma yolunun kapatılması,
3. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kurularak Türk dili çalışmalarına
başlanması,
4. Türk dili konusundaki çalışmaları bilim temeline oturtacak tedbirlerin
alınması.
Bu basamaklanmada,1923-1928 arası yıllar, yazı ve dil inkılabı için
gerekli ortamı hazırlayacak ve bunlara köprü vazifesi görecek bir hazırlık
dönemi niteliğindedir. Daha 1924 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde,
Arap harfleri konusunda yapılan tartışmalar, ATATÜRK’ün aynı yıl Samsun
ve Kastamonu’da; bilim, fen, millî eğitim, inkılaplar ve topluma kazandırılacak
değerler konusunda ki konuşmaları, bu hazırlık döneminin fikir yönleridir.18
3 Mart 1924’te çıkarılan Tevhidi Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi)
Kanunu, 26 Aralık 1925’te İslam takvimi yerine uluslararası takvim ve saat
ölçülerinin getirilmesi, 20 Mayıs 1928’de Arap harfli rakamlar yerine Latin
esaslı uluslararası rakamların kabulü ve 1927 yılında bizzat ATATÜRK
tarafından yazı inkılabı ile ilgili fikir çalışmalarının yapılması, bu inkılaplara
öncülük eden gelişmelerdir.

17
İnan; Medeni Belgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK Yay., Ankara, 1969, s. 18.
“Milliyete Temel Olan Dil Birliği”; Türk Dili, s. 182 (Kasım 1966), s. 90. Korkmaz; Atatürk ve Türk
Dili: Belgeler, TDK Yay., Ankara, 1992, s. 191.
18
Belgeler için bk. Korkmaz; s. 13-23.
187
Yazı İnkılabı
9- ATATÜRK’ün Türk toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini
benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyet’ten önceki yıllara kadar
uzanır. Daha II. Meşrutiyet öncesinde, Selanik’te Bulgar doğu bilimcisi İvan
Manolov ile yaptığı görüşmede, Arap yazısının batı kültürüne girmemize
engel olduğunu belirtmesi,19 Birinci Dünya Savaşı yıllarında ünlü Macar
Türkoloğu Gyula Németh’in, Türkische Grammatik adlı eserinde, Türkçe
metinler için kullandığı transkripsiyon alfabesini Türk yazısı için fazla ayrıntılı
bulması20, 1916 yılında Tevfik Fikret’in Rubab-ı Şikestesi ile Mehmet Emin’in
şiirlerini okurken, her ikisinde de aynı derecede Arapça, Farsça kelimeler
bulunduğunu işaret etmesi,21 1922 yılında Halide Edip (Adıvar)’in de
bulunduğu bir gece toplantısında Latin harflerinin kabul edilebileceğinden
söz açması,22 bu düşüncenin eskiliğine işaret eden tanıklardır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, çeşitli güçlüklerine rağmen, bu görüş
gittikçe netleşmiş ve Türk toplumunun ihtiyacı olan en büyük inkılaplardan
biri gerçekleştirilmiştir.
ATATÜRK’ün yazı inkılabı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin
ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını
karşılayamaması, bunun sonucu olan okuyup yazma güçlüğünün, sosyal ve
kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır.
Gerçekten de Arap yazısı Türk dilinin ses yapısına uygun bir yazı
değildi. Eğer bir alfabe sistemi o sistemi benimsemiş olan topluluğun
konuştuğu dil yapısına aykırılık taşıyor ise, o zaman dil de yazımla ilgili çeşitli
sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu konudaki en büyük sıkıntı, Sami
diller ailesine bağlı olan Arapçanın bükümlü (tasrifli) bir dil, Altay dil
ailesinden gelen Türkçenin de eklemeli (iltisaklı) bir dil oluşundan
kaynaklanıyordu. Bu iki dil arasındaki yapı ayrılığı sistemde çeşitli güçlükler
doğuruyordu. Nitekim Arapçada ünsüzler (konsonantlar) hâkim durumdadır.
Bunlarda, konuşma organlarındaki çıkış noktalarına göre çeşitlenen bir bolluk
vardır. Bu durum, yazıda ayrı ayrı harfler ile belli edilmiştir. Söz gelişi, “ha”, “hı”
ve “he” diye adlandırılan üç ayrı “h”, “kaf”, “kef” diye adlandırılan iki ayrı “k”,
“sin”, “sat” ve “se” diye adlandırılan üç ayrı “s” ve “ze”, “zel”, “zı”, “dat” diye
adlandırılan dört türlü z harfi vardır. Buna karşılık bu ünsüzlerin hece ve kelime
hâline dönüşmelerini sağlayan ünlü (vokal) işareti yalnız üç tanedir ve çok
yerde yazılmamaktadır. Bu durum kelimelerin yazılışını belirli vezin ve
kalıplara bağlı bir klişe yazısı hâline getirdiğinden, Arap ve Fars gramer
kurallarını ve kelimelerin anlamlarını bilmeden yazıyı öğrenmek ve okumak
mümkün değildir. Söz gelişi kvrk ( ) harfleri ile yazılan bir kelimenin kürk

19
a.g.e.; belge 1, s. 5.
20
Agop Dilâçar, “Atatürk ve Türk Dili”, Türk Dili, c. XXXIV, s. 302 (1976), s. 646-647. Korkmaz;
Belge 61, s. 120-121,.
21
Korkmaz, belge 4, s. 6.
22
a.g.e.; belge 7, s. 11, bu konuda diğer bilgi ve ayrıntılar için bk. belge 6, s. 7 ve Cumhuriyet
Döneminde Türk Dili; s. 49-50.
188
mü, kürek mi, gevrek mi, yoksa görün! mü okunacağı ancak anlam
yakıştırmasına bağlı kalmaktadır. Oysa, Türk dili ses yapısı bakımından
Arapçanın aksine ünlülere ağırlık veren bir dildir. Bu nedenle ünsüzlerin, çıkış
noktalarına göre ayrı ayrı harflerle gösterilmesine gerek yoktur. Türkçedeki
ünlü uyumu kuralı; “anlamak, bulmak, işleklik, gözlük” örneklerinde görüldüğü
üzere, kalın ve ince sıradan ünsüzleri, ünlülerin incelik ve kalınlığı ile
ayarladığı için, Arap yazısındaki birçok ünsüz, Türkçe için gereksiz bir yük
oluyordu. Hele ses değeri bakımından hem ünsüz hem ünlü işlevi gören
“ayn”( ) harfi ile, “kesme” vazifesi gören (me’mur, te’lif gibi) “hemze” ( )nin
varlığı ve Farsçadan girme hvab (=hâb: uyku), hviş (=hîş: kendi) gibi yazılıp da
okunmayan harfler Türkçenin imlasını güçleştiren diğer pürüzlerdir. Bunlara
daha başkaları da eklenebilir.23
İşte Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem
ayrılığından kaynaklanan bu uyuşmazlık yüzünden, Türk dili Arap alfabesine
ayak uyduramamış ve imlanın kelime kalıpları hâlinde klasikleştiği devirden
başlayarak gittikçe çetrefilleşen sorunlar ortaya çıkmıştır. Tanzimat
devrinden başlayarak Cumhuriyet’e kadar uzanan 80 yıllık dönemde, imla
konusunda ileri sürülen görüşler ve yapılan tartışmalar da yaraya merhem
olamamıştır.24 Oysa çağdaşlaşmanın ve ileri dünya milletleri arasında yer
alabilmenin ilk şartı, kültür ve medeniyette ileri düzeyde bir varlık
gösterebilmektedir. ATATÜRK konuşma ve demeçlerinin çoğunda bu
hususları açıklıkla dile getiriyor ve diyor ki “Dünyada her kavmin mevcudiyeti,
kıymeti, hürriyet ve istiklal hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle
mütenasiptir, orantılıdır. Medeni eser meydana getirme kabiliyetinden
mahrum (yoksun) olan kavimler, hürriyet ve istiklallerinden soyunmaya
mahkûmdurlar.” “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki önce kayıtsız olanları
yakar ve mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde layık
olduğumuz mevkii (yeri) bulacak onu muhafaza edeceğiz. Refah, saadet ve
insanlık buradadır.”25
Latin alfabesinin kabulü konusundaki ilk teşebbüsler 1923’te başladı.
Ancak, her şeyden yüce toplumun bu yeniliğe hazır duruma getirilmesi
gerekir. Bu bakımdan 1924-1928 yılları arasındaki devre, bu konuda Türkiye
Büyük Millet Meclisinde ve basında yer alan tartışmalarla, yeni Türk
alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama devresidir.26
Artık bu konuya da el atma zamanı geldiğinde, ATATÜRK’ün direktifi
ve Bakanlar Kurulunun kararı ile 26 Haziran 1928 tarihinde resmen

23
Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Korkmaz, “Türk Dili ve Arap Alfabesi”, Dil ve Alfabe
Üzerine Görüşler, s. 11-19. Mertol Tulum; “Allfabe ve Eski Alfabemiz Üzerine”, s. 23-27. Hamza
Zülfikar; “Arap Harflerinden Yeni Türk Harflerine”, s. 29-39.
24
Bu konuda bk., Cumhuriyet Devrinde Türk Dili; s. 52-53.
25
Herbert Melzig; Atatürk’ün Başlıca Nutukları, s. 85. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. II,
Ankara, 1961, s. 210.
26
Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 5 Mart 1923: “Latin Harflerini Kabul Edemeyiz” başlıklı yazı. Fatih
Rıfkı Atay; “Harf Devriminin 25. Yılını Kutlarken”, Türk Dili, c. II, s. 23 (Ağustos 1953), s. 718.
189
çalışmaya başlayan Dil Encümeni,27 Latin alfabesi temelinde fakat her yönü
ile Türkçenin ses yapısına uygun bir millî Türk alfabesi hazırlama görevini
yüklenmiş bulunuyordu.
Encümen tarafından hazırlanan tasarıda Arap alfabesindeki harfler
dikkate alınmadığı gibi, Avrupa milletlerinin yazılarında görülen ch, sch, tsch
gibi ikili, üçlü ve dörtlü harflere de yer verilmemiştir. c, ç, s, j, ğ gibi harfler de
başka dillerin alfabesinden alındığı hâlde, ses değerleri bakımından kendi
dilimize göre ayarlanmıştır. Çalışmalar sırasında komisyon güçlükle
karşılaştıkça, ATATÜRK devreye giriyor ve bu güçlükleri keskin görüşü ile
aydınlığa kavuşturuyordu.28 Bundan sonra sıra, hazırlanan alfabeyi halka
benimsetip en kısa sürede öğrenilmesini sağlamaya gelmişti.
ATATÜRK, yazı inkılabını 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında
halka yaptığı tarihî konuşması ile açıklamıştır. Bu konuşmasında, Arap
yazısından gelen güçlüğü, halkın bütün emeklerini kısırlaştıran çorak bir
yolda yürümeye benzeterek, içinde bulunulan olumsuz durumu şu sözlerle
dile getirmiştir: “... Bir milletin, bir hey’et-i içtimaiyenin yüzde onu okuma
yazma bilir, yüzde sekseni bilmez, bundan insan olanlar utanmak lazımdır.
Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için
yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde
sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün seviyesini
anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin
(geçmişin) hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih
edeceğiz (düzelteceğiz).”29
Yazı inkılabı dolayısıyla daha sonraki günler ve haftalar, başöğretmen
sıfatı ile bizzat ATATÜRK’ün öncülük ettiği Anadolu seyahatleri ve eğitim
seferberliği ile geçmiştir. Kabulü ile Türk dil ve kültür tarihinde bir dönüm
noktası oluşturan Latin harfleri temelinde ki Türk alfabesi, 1 Kasım 1928
tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.30
Dil İnkılabı
10- Latin alfabesi temelindeki Türk alfabesinin kabulü ve 1 Eylül 1929
tarihinde Arapça-Farsça derslerinin okullardan kaldırılması ile Arapça ve
Farsça kelimeler en büyük desteğini kaybetmiştir. Yazı yazanlar ellerinden
geldiğince bu iki dilin kelimelerinden kaçınmak istiyorlardı. Ancak, ortada
Türkçe kelimeler için başvurabilecekleri bir sözlük yoktu. Bu durum dil
konularını su yüzüne çıkarmış ve hemen bir sözlüğün hazırlanmasına ihtiyaç

27
Komisyon üyeleri şunlardır: Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref
(Ünaydın), Ahmet Cevat (Emre), Ragıp Hulusî (Özdem) Fazıl Ahmet (Aykaç), Mehmet Emin
(Erişirgil), İhsan (Sungu).
28
Alfabe raporu ve ayrıntıları için bk. Atatürk ve Türk Dili; Belgeler, s. 53, belge 35: Elifba
Raporu.
29
Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri, Maarif Vekâleti Ana Programa Hazırlıklar Serisi, No. 1,
İstanbul, 1939, s. 28; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. II, Ankara, 1959, s. 253.
30
Alfabe konusundaki gelişmelerin ayrıntıları için bk. Korkmaz; Cumhuriyet Devrinde Türk Dili,
s. 51-58. Atatürk ve Türk Dili; Belgeler, s. 32-179: Bölüm 3-6, belge no: 17-83.
190
duyurmuştur. Daha önce Latin alfabesi üzerinde çalışan ve dağılmamış
bulunan Dil Encümeni adlı komisyon, bu defa yeni üyelerle takviye edilerek
sözlük hazırlama işiyle görevlendirildi. Yalnız, komisyon üyeleri, Türk dili
üzerinde özel hazırlığı olan kimseler değillerdi. Bu işe görev duygusu ve dil
sevgisi ile katılmış idealist şair ve ediplerdi. Ayrıca, yapılacak işin niteliği
bakımından üyeler arasında bazı görüş ayrılıkları da vardı. Bu nedenle,
komisyon çalışmalarını verimli bir sonuca ulaştıramadan 1931 yılında
dağıldı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu dönemdeki çalışmaları “metotsuz,
ilmî bir mesnedi olmayan çalışmalar” olarak nitelendirmiştir.31 Bu durum
karşısında dil işlerini düzene sokacak sürekli bir organizasyona ihtiyaç vardı.
İmla, gramer, sözlük ve terim konuları ivedilikle çözüm yolları bekliyordu.
ATATÜRK de 1929 yılından beri tarih ve dil konuları ile daha yakından
ilgileniyordu. Tarihin dile, dilin de tarihe yön vereceği görüşünde idi.
Medeniyeti incelenen Türk kavimlerinin dil hazinesi ihmal edilemezdi.32 Bu
düşünce ile Türk Tarih Kongresi kapandığı akşam, Çankaya köşkünde
yapılan görüşmeler sırasında, orada bulunanlara: “Dil işlerini düşünecek
zaman geldi, ne dersiniz?” sorusunu ortaya atarak Türk Tarihi Tetkik
Cemiyetine kardeş bir de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (daha sonraki adı ile Türk
Dil Kurumu) kurulması kararını vermiştir. Böylece, 12 Temmuz 1932
tarihinde bu cemiyetin kurulması ile dil inkılabı resmî olarak başlatılmış oldu.
Türk Dili Tetkik Cemiyetinin ilk taslağını da 11 Temmuz gecesi (1932)
yine ATATÜRK çizmiştir. Bu taslağa göre Cemiyette “sözlük-terim”, “gramer-
sentaks”, “etimoloji” ve “dil bilimi” çalışmaları yapılacaktı. Hazırlanan tüzükte,
Cemiyetin amacı: “Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya
dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek “olarak belirtilmiştir. Dil
konusunun çeşitli katkılarla olgunlaştırılabilmesi ve dil davasının halka mal
edilebilmesi için belirli aralıklarla dil kurultaylarının toplanması da kabul
edilmişti. 26 Eylül 1932 tarihleri arasında toplanmış olan 1. Türk Dili
Kurultayı’ndan sonra Türk dili üzerindeki çalışmaları yönlendirecek
mükemmel bir ana program da hazırlanmıştı. Kurultayca seçilen yeni
Yönetim Kurulunun 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde,33 gerçekleştirilecek
ilkeler şöyle sıralanmıştır:
1. “Türk dilini millî kültürümüzün eksiksiz ifade vasıtası hâline
getirmek; Türkçeyi muasır (çağdaş) medeniyetin önümüze koyduğu bütün
ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmeliyete erdirmek”
2. “Yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış unsurları atmak; halkçı bir
idarenin istediği şekilde halk ile münevverler (aydınlar) arasında birbirinden
mahiyetçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak ve temel unsurları öz Türkçe
olan millî bir dil yaratmak.

31
“Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Harf ve Dil Devrimlerini Anlatıyor”, Türk Dili, c. XII, s. 134
(Kasım 1962), s. 92.
32
Bk. Afet İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s. 185.
33
Türk Dili Kurultayı Müzakere Zabıtları; s. 455-456. Türk Dili Belleten, 1933, s. 3.
191
11- ATATÜRK devrindeki Türk dili çalışmaları, dil inkılâbı ile ilgili
çalışmalar ve bilimsel çalışmalar olmak üzere ikiye ayrılabilir. Dili özleştirme
konusundaki çalışmaları, taşıdıkları bazı özellik ve ayrılıklar dolayısıyla, 1)
1932-1934, 2) 1934-1936, 3) 1936-1938 dönemi çalışmaları olarak
değerlendirmek uygun olur:
Dil inkılâbının 1932-1934 yılları arasındaki dönemi, yukarıda belirtilen
ilkelerin gerçekleştirilmesi, dildeki Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe
karşılıklarının ortaya konması için bir dil seferberliğinin başlatıldığı dönemdir.
Bu dönemde, bir yandan halk dilindeki kelimeler derlenirken bir yandan da
eski eserler, yazılı kaynaklar ve sözlükler taranarak Türk dilinin kendi kelime
hazinesi ortaya konmak isteniyordu. Yalnız, belirtmek gerekir ki bu dönem,
dil inkılabının uygulama şartları bakımından daha bir hazırlık dönemi
durumundadır. Elde, 1. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra hazırlanmış mükemmel
bir çalışma programı olduğu hâlde, Kurumda bu işleri yürütecek bir bilim
kadrosu bulunmadığı için, çalışmalar ve başlatılan “dil seferberliği” yurdun
her köşesindeki gönüllü aydınlarla yürütülüyordu. Tarama yoluyla elde edilen
dil malzemesi, 1934 yılında 2 cilt hâlinde Osmanlıcadan Türkçeye Söz
Karşılıkları Tarama Dergisi (kısa adıyla Tarama Dergisi) adıyla
yayımlanmıştır.
Tarama ve derleme işleri ile ilgili çalışmalar sürdürülürken bir yandan
da dile hangi ölçüler ile el atılacağı konusu tartışılıyor ve çeşitli teklifler
ortaya atılıyordu. Bu arada, Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı
olmadığı görüşünde direnenler de vardı. 1932 yılından sonra, inkılap
heyecanı içinde, niteliğine daha önce işaret ettiğimiz “tasfiyecilik” görüşü ağır
basmış ve ön plana geçmiştir. Eğer Türkçe hiçbir yabancı dilden kelime
almayı gerektirmeyecek zenginlikte ise, halk ağızlarından ve yazılı
kaynaklardan yapılacak derleme ve taramalarla yabancı kelimelerin yerlerini
doldurmak mümkünse, elbette bu yol tercih edilebilirdi. Denemeden
çekinmeyen bir inkılapçı olan ATATÜRK, bu görüşü uygulamaya aldırdı.
Ancak, elde edilen sonuç bekleneni vermedi. Derleme ve tarama yolu ile
Tarama Dergisi’nde toplanmış olan malzeme, dilcilik açısından ciddi bir
değerlendirme ve sınıflandırmadan geçirilmediği için, başta ATATÜRK olmak
üzere hiç kimse için doyurucu olmamış ve bir dil kargaşasına yol açmıştır.
Bu kargaşanın sebepleri iki önemli noktada özetlenebilir:
a- Tarama Dergisi’nde toplanmış olan Osmanlıcadan Türkçeye söz
karşılıkları, yalnız Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi ve Türkmence gibi
Oğuz Türk lehçeleri grubundan olan kelimeleri içine almıyordu. Tarihî
gelişme şartları bakımından birbirinden çok önce ayrılmış ve dil yapıları
bakımından da farklı gelişme yolları izlemiş bulunan Çağatay, Kıpçak, Altay
vb. lehçe gruplarından gelen kelimeleri de kapsıyordu. Böylece, Türkiye
Türkçesine has kelimeler ile onun yapı ve işleyişiyle bağdaştırılamayan
kelime ve şekillerin sözlükte iç içe girmiş olması, herkesçe yadırganıyor ve
dili ister istemez bir keşmekeşe sürüklüyordu.
192
b- Tarama Dergisi’nde Osmanlıca bir kelime için çok defa üç beşten
başlayıp on beş yirmiye kadar uzanan karşılıklar yer alıyor ve bunların hiçbiri
daha önceki yazı dilimizde bulunmuyordu. Yazarların, gazetecilerin ve
memurların; yazılarında bu kelimelere gelişigüzel yer vermiş; bunların seçim
ve kullanılışlarında bir birliğin gözetilmemiş olması, dil seferberliğini bir
çıkmaza doğru sürüklüyordu. Nitekim her yazar, yazısını önce eski dil ve
üslupla yazıyor, sonra da Tarama Dergisi’nden aldığı karşılıklar ile
değiştirmeye çalışıyordu. Burada keyfi bir seçim söz konusu olduğundan,
söz gelişi bir kanun kelimesinin yerine cosun, coşuk, çozal, nom, öndü,
salım, tere, tozak, tuzak, töre, tura, tutum, türük, tüzük, ülgü, yargu, yasa,
yasak, yosun gibi pek çeşitli karşılıklar geçebiliyor ve yazılanları kimse
anlamıyordu. Bu durum, uygulamanın, bilgi ve yöntem bakımından hazırlıklı
kimseler elinde yürütülmemesinden kaynaklanan bir aksaklığın ifadesi idi.
Bu yolun doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir
çıkmaza doğru sürüklediğini gören ATATÜRK, tasfiyecilik yönündeki
denemelerin önünü kesmiş, bu yoldaki görüşünü: “Türkçenin hiçbir yabancı
kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir
çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı
dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım.”34 sözleri ile
açıklamıştır.
12- Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki döneminde, bir önceki
dönemin tarama ve derlemeleri bir ayıklamadan geçirilmiştir. Kurulan bir
komisyonla, Tarama Dergisi’ndeki Türkçe karşılıklar bir Osmanlı kelimeye tek
bir Türkçe karşılık bırakılacak şekilde elenmiştir. Türkçe karşılıkları
bulunmayan Arapça Farsça kelimeler de olduğu gibi bırakılmıştır. Bu
çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu ve Türkçeden
Osmanlıcaya Cep Kılavuzu adlı iki küçük kılavuzda toplanmıştır. Ayrıca kelime
türetme işine de girilerek Türkçe kök ve eklerden yeni kelimeler yapılmıştır. Bu
dönem birinci dönemdeki aşırılığın bir dereceye kadar dizgine alınabildiği ılımlı
özleştirmecilik dönemidir. Ancak, bu dönem çalışmaları da ATATÜRK için
sevindirici olmuştur denemez. Çünkü kılavuzda aslında Türkçe olmayıp da
Türkçe gibi gösterilen veya yabancı kelimelerden gelişigüzel değiştirilen
şekiller vardı. Ayrıca, yayın hayatında yer alan devir, devlet, hatıra, hükûmet,
kitap, kalem, kanun, millet, sabah gibi artık dilin yapısına sinmiş ve
Türkçeleşmiş olan Osmanlıca kelimeleri atmak da kolay değildi. ATATÜRK,
bunlardan fedakarlık edilmemesi gerektiğini; çıkarılan cep kılavuzlarının aşırı
özleştirmenin yol açtığı karışıklığı gereğince dizginleyemediğini görüyordu.
Kılavuzda yer alan 8000 kelimelik bir dil malzemesi ile konuşmak ve yazmak
elbette mümkün değildi. Bu konudaki görüşünü de Komisyon Başkanı Falih
Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini,
yazarlarını bir komisyon hâlinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir

34
Falih Rıfkı Atay; Çankaya (Atatürk Devri Hatıraları), İstanbul, 1961, s. 451-452; İstanbul, 1969
baskısı, s. 477.
193
küçük lügatten ibaret. Bu tarama dergileri cep kılavuzları ile bu dil işi yürümez
Falih Bey, biz Osmanlıcadan ve batı dillerinden istifadeye mecburuz.”35 Sonuç
olarak ATATÜRK, yabancı kökenli oldukları hâlde, artık Türkçeleşerek dilin
malı olmuş sayılan kelimelerin dilden atılamayacağı görüşünde idi. Dili
özleştirme hareketi bir bilim ve kültür işiydi. Onun için kısa vadeli temelsiz
tedbirler ile gerçekleştirilemezdi. Önce, bilimsel hazırlığın yapılması ve dilin
potasında eritilerek Türkçeleşmiş olan yabancı kelimeler ile daha dile
sindirilememiş ve yabancılık damgasını üzerinden atamamış olan kelimelerin
birbirinden ayrılması gerekiyordu. Özleştirme çalışmalarında sonuncular
üzerinde durulmalıydı. Bu sebeple ATATÜRK 1936 yılından sonra tasfiyecilik
yönündeki uygulamalara iltifat etmemiştir. Güneş-Dil Teorisi ile bu yolu
tıkamıştır.
Güneş-Dil Teorisi
13- 1934-1936 yılları arasındaki dönemin özelliklerinden biri de
ATATÜRK’ün, Türkçenin ve öteki dünya dillerinin kökenine eğilme yönündeki
çalışmalara gösterdiği yakın ilgidir. Bu dönemin en belirgin olayı da Güneş-
Dil Teorisi’dir. Güneş-Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliği ve başka dillere
kaynaklık ettiği görüşünün dil bilimi temellerine dayandırılabileceği
düşüncesinden kaynaklanmıştır. İlham kaynağı Viyanalı Dr. Hermann F.
Kıvergitsch’nin ATATÜRK’e gönderdiği 41 sayfalık basılmamış bir
incelemesidir.
Bilindiği üzere, dillerin nasıl doğduğu ve bugünkü dünya dillerinin
başlangıçta tek bir dile bağlanıp bağlanamayacağı hususu, bir kısım dil
bilimcileri öteden beri meşgul eden bir araştırma konusudur. Bazı dil bilimciler,
ilk insanın konuşmaya başlamasını, onların çeşitli tabiat olayları karşısındaki
duygularını anlatma veya o olaylardan çıkan sesleri taklit etme eğilimine
bağlarken, bazı dil bilimciler de bu yoldan ayrılarak sosyoloji ve antropoloji
yöntemine başvurmuşlardır. Viyana Üniversitesinde yetişmiş olan Kıvergitsch,
sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde ettiği bilgileri, S. Freud’un psikanaliz
görüşleri ile birleştirerek dil akrabalıklarının araştırılmasında kullanmak
istemiştir. Bu konu da hazırlamış olduğu La Psychologie de quel ques
éléments des Langues Turques (Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi)
adlı Fransızca incelemesinde,36 bulduğu metodu; Türk, Moğol, Mançu,
Tunguz, Fin, Macar, Japon, Hitit gibi dillere uygulayarak, bu diller arasındaki
akrabalığı ortaya koyacak kanıtlar aramıştır. Broşürde güneş adının
geçmemesine rağmen, Güneş-Dil Teorisi’nin temel kavramlarına
rastlanmaktadır. İşte, ATATÜRK tarafından bir not olarak hazırlanmış olan
Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili37 adlı kitapçığın 7.
sayfasında bu eserden yararlanıldığı kaydedilmiştir.

35
Komisyon çalışmalarının ayrıntıları için bk. Falih Rıfkı Atay; Çankaya, İstanbul, 1961 baskısı,
s. 452-454; İstanbul, 1946, s. 478.
36
Bk. A. Dilâçar; “Atatürk ve Türkçe”, Atatürk ve Türk Dili, TDK Yay., Ankara, 1963, s. 46-49.
37
Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili; Notlar, Ankara, Ulus Basımevi, 1935, s. 68.
194
Güneş-Dil Teorisi, insana kendi benliğini güneşin tanıtmış olması
temel düşüncesine dayanan bir köken teorisidir. Bu teoriye göre insan dış
alandan gelen etkiler altındadır ve ilk düşünme güneşle ilgilidir. O hâlde
dillerin doğuşu da güneşe bağlanmalıdır. Güneş saçtığı ışık, verdiği aydınlık
ve parlaklık, taşıdığı güç, kudret vb. sayısız nitelikleri ile düşünen insanın
kafasında çok yönlü bir kavram olarak belirmiştir. Bu yüzden ilk insanlar
bütün maddi ve manevi kavramları birbirlerine güneşe verdikleri tek ad ile
anlatmışlardır. Güneş karşısında insanoğlunun ağzından çıkan ilk kelime,
Türk dilinin kökü olan ağ biçiminde çok anlamlı bir sestir. Aradan zaman
geçtikçe, ses ile anlam arasındaki sembolizme dayanan ağ kavramı
parçalanıp yeni ses ve kelimelerle anlatılan yeni kavramların doğmasına yol
açmıştır. Böyle bir teorinin oluşmasında ATATÜRK’ün çeşitli dil bilim
eserlerinden elde ettiği görüş ve sonuçların da etkisi olmuştur.38
Güneş-Dil Teorisi pratik bakımdan Türk tarih ve dil tezlerini
beslemiştir. Türk tarih tezine göre, Akdeniz çevresindeki eski kültürler,
buralara Orta Asya’dan yayılmıştır. Türk dil tezine göre de Akdeniz
çevresindeki kültür dillerine Türkçe öncülük etmiştir. Gerçi Güneş-Dil
Teorisi’nin bilimsel bir değeri yoktur. Ancak, böyle bir görüşle beslenmiş olan
bu teori, Türk dilinin tarihten önceki çağlara kadar uzanan eskiliğini ortaya
koyarak, Türk milletine eski köklü tarihi ile olduğu kadar dili ile de öğünmeyi
aşılamak istemiştir. ATATÜRK, Güneş Dil Teorisi’nin dili yüzyıllarca
horlanarak küçük görülmüş olan Türk milletine manevi bir güç kaynağı
olacağı, onda derinlemesine bir tarih bilinci uyandıracağı görüşünde idi.
1932-1934-1935 yılları arasındaki dili özleştirme çalışmaları bir
çıkmaza doğru sürüklenince, ATATÜRK, bu teoriden pratik bir maksatla da
yararlanmak istemiştir. Mademki Türkçe öteki dillere de kaynaklık etmiş bir
dildi; o hâlde dilimize girerek benimsenmiş ve Türkçeleşmiş olan yabancı
asıllı kelimelerin de artık dilden atılmalarına gerek kalmamıştır. ATATÜRK,
1936 yılında dil konusundaki bir sohbet sırasında yanındakilere: “Yeni
Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları
Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat
Bey’e söyledim: ‘ketebe’, ‘yektübü’, Arap’ındır; ‘kâtip’, ‘mektup’ Türk’ündür.”39
diyordu. O, bu sözleriyle asla artık tarihî görevini tamamlamış olan
Osmanlıcaya dönüşü kastetmemiştir. Çok açık bir şekilde, halkın diline
girmiş ve herkes tarafından benimsenmiş olan kelimeler değil, daha dile
sindirilememiş ve üzerindeki yabancılık damgasını atamamış bulunan
kelimeler ile dilde karşılığı bulunmayan yabancı kelimeler üzerinde durulması
gereğine işaret etmiştir. Bu görüş dilcilik açısından da yerinde ve geçerli bir
görüştür.

38
Belli başlı dünya dillerinde akrabalık ve köken konusundaki önemli bazı araştırmaları için bk.
Korkmaz; Cumhuriyet Döneminde Türk Dili, s. 76-77.
39
Abdülkadir İnan; “Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra”, Türk Kültürü, s. 85 (Ankara, 1969), s. 21.
195
3- Dil inkılabının 1936-1938 yılları arasındaki dönemi, aşırı özleştirme
çalışmalarının genellikle normal dil çalışmalarına dönüştüğü bir dönemdir.
Bu dönemde terimler, özellikle okul terimleri üzerinde durulmuş; çeşitli bilim
dallarına giren orta öğretim terimleri için yoğun çalışmalar yapılmıştır. Bu
çalışmalar sonunda matematikten başlayarak fizik, kimya, biyoloji, zooloji,
botanik vb. müspet bilim dallarına başarılı Türkçe terimler kazandırılmıştır.
Hatta ATATÜRK bu konuda da çalışmalara öncülük ederek terimleri de
kendisine ait olan 48 sayfalık küçük bir geometri kitabı hazırlamıştır.40
Hazırlanan terimler 1938 yılında okul kitaplarına geçmiştir. Böylece, Osmanlı
Türkçesinden gelen müstatil, müselles, müselles-i mütesaviyü’l-adla, zaviye,
zaviye-i kaime, zû-kesîrü’l-vücûh gibi Arapça ve Farsça kurallarla örgülü,
öğrenilmesi çok güç olan terimlerin yerini kare, dikdörtgen, üçgen, eşkenar
üçgen, açı, iç ters açılar, teğet, yay, kiriş gibi, bugün de beğenerek
kullandığımız Türkçe terimler almıştır. Bunlar içinde eğri, doğru, çap, alan,
yamuk, çevre, çember, yay, taban gibi sonradan terim kavramı kazanmış
olanlar da vardır. ATATÜRK 1938 yılının Meclisi açış konuşmasında okunan
yazısında, o yıl öğretime Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlanmış
olmasını kültür tarihimiz için önemli bir olay olarak kaydetmiştir.41
Bu dönemde 24 Eylül 1936 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda açılan
III. Türk Dil Kurultayı’nın son toplantısında, Kurumun adı da Türk Dil
Kurumuna çevrilmiştir.
14- ATATÜRK 1932-1936 yılları arasındaki başlangıç devri
çalışmalarının yeterince başarıya ulaşamamış olduğunu biliyor ve görüyordu.
Bunun başlıca sebebi çalışmaların bilim kaynağından beslenmemiş
olmasıydı. Ancak, o dil inkılabını başlatmak için yıllarca uzmanların
yetişmesini de bekleyemezdi. O günün şartları içindeki birbirine bağlı
gelişmeler, bu önemli kültür davasına da bir an önce el atmayı gerekli
kılıyordu. İşte bu sebepledir ki ATATÜRK, yukarıda da belirtildiği üzere
çevresinde bu türlü çalışmalara hazırlıklı yetişmiş eleman sayısının birkaçı
geçmeyecek kadar az olmasına rağmen işe koyulmakta gecikmemiştir.
Dolayısıyla, o günkü dil çalışmaları, Türk Dil Kurumunun öncülüğünde,
devrin yürekleri bu davaya hizmet aşkı ile çarpan ünlü edip, yazar ve
gazetecileri ile gönüllü aydınların iş birliği sayesinde yürütüle gelmiştir. Ne
var ki dil çalışmalarında öncülük görevini yüklenmiş olan ekip, ülkenin
sağlam temellere dayanan geliştirilmiş bir Türkçeye sahip olabilmesi için
nelerin gerekli olduğunu biliyordu. l. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra mükemmel
bir çalışma programının hazırlanmış olması bunun tanığıdır. Ancak, böyle bir
programın gerçekleştirilebilmesi oldukça uzun bir süreyi ve yeterince bilimsel
hazırlığı gerekli kılıyordu. Esasen ATATÜRK de bir ülkede dil alanında
inkılap yapmanın ve yüzyılların umursamazlığına bırakılan bir dilden kısa
zamanda yüksek düzeyde bir Türk diline ulaşmanın güçlüğünü çok iyi

40
Geometri; İstanbul, 1937, 2. baskı, TDK Yay., Ankara, 1981, s. 48
41
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. I, 2. baskı, s. 411; Atatürk Araştırma Merkezi baskısı,
Ankara, 1989, c. I, s. 429.
196
biliyordu. Bunun için çalışmaların planlı ve programlı bir bilim temeline
yerleştirilmesi gerekiyordu. Bu gereği dikkate alan ATATÜRK,1932-1936
yılları arasında bir yandan dil ve tarih alanındaki çalışmalar süregelirken, bir
yandan da dil ve tarih çalışmalarını köklü bilim temellerine dayandıracak bir
yol arıyordu. İşte Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin kuruluşu bu
sağlam düşüncenin eseridir. ATATÜRK batı dünyasından getirdiği ünlü bilim
adamları ile güçlendirerek, 9 Ocak 1936’da öğretime açtığı bu fakültenin
adını da kendisi koymuştur. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi onun tarafından
herhangi bir edebiyat fakültesi olarak tasarlanmamıştır. Adından da
anlaşılacağı üzere bu fakülte, Türk dilini, Türk tarihini, Türk coğrafyasını
kaynaklarına inerek ve yan dalları ile de beslenerek araştıracak ve
araştırıcılık için gerekli eleman ve bilim adamlarını yetiştirecek bir fakülte
olarak düşünülmüştür. Ayrıca, Dil ve Tarih Kurumlarını besleyecek
elemanların yetişmesine de kaynaklık edecektir. ATATÜRK her alanda
bilimin öncülüğüne verdiği değer dolayısıyladır ki daha sonra 1936 yılının
Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında da, “Dil ve Tarih
Kurumlarının az zaman içinde millî akademiler hâline dönüşmesini” isteyerek
“Türk dili çalışmalarının Kurum içinde de bilim rayına oturtulması gereğine”42
işaret etmiştir.
Taşıdığı özellik bakımından 1936-1938 arasındaki 3. dönemi, Türk dili
çalışmalarını bilim temeline yerleştirecek tedbirlerin getirildiği bir dönem
olarak nitelendirebiliriz. ATATÜRK’ün Dil ve Tarih Kurumlarına ilişkin bu
arzusu, ne yazık ki ölümünden sonra uzun yıllar ihmal edilmiş ve ancak 1983
yılında, 2876 sayılı kanunla devlet himayesinde bir akademik kuruluşa
dönüştürülerek gerçekleştirilebilmiştir.
15- ATATÜRK’ün dil konusundaki icraatının ve dil inkılabının genel bir
değerlendirmesini yaparsak, ulaştığı sonuçlar bakımından şu noktalar da
özetleyebiliriz:
a) İlk defa Cumhuriyet devrinde dile devlet eli uzanmış ve millî kültür
politikasına paralel bir millî dil politikası izlenmiştir.
b) Eski yazılı kaynaklardan ve halk ağızlarından kelime almak veyahut
da Türkçenin türetme ve birleştirme yollarından yararlanarak yeni kelimeler
yapılmak suretiyle, dilimiz kendi yapı ve işleyişine uygun pek çok Türkçe
kelimeye sahip olabilmiştir.
c) Bu yolla, Türkçeye daha önceki devirlerde Arap ve Fars dillerinden
kendi kalıp ve kuralları ile girmiş bulunan pek çok yabancı kelime saf dışı
edilmiş; yeni Doğulu kelimelere dilin kapısı kapatılmıştır.
ç) Dil inkılabı halka mal edilmiş, halkta ana dili sevgisi uyandırılmıştır.
d) Aydınlarımızın dili ile halkın dili, konuşma dili ile yazı dili arasındaki
Osmanlı Türkçesi dolayısıyla ortaya çıkan kopukluk giderilmiştir. Dilimiz

42
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. I, s. 194; Atatürk Araştırma Merkezi Baskısı, c. I, s. 420.
197
anlatım bakımından dolambaçsız, daha kısa ve daha açık bir üsluba
yönelmiştir. Böylece kültürü halk tabanına yayma imkânı doğmuş; dile millet
varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir özellik kazandırılabilmiştir.
e) Batıda 100-150 yıllık bir geçmişi olan Türk dili çalışmaları bizde
ancak Cumhuriyet devresinde bilinçli olarak yerini bulmuş ve üniversitelere
girmiştir.
f) Türk dilinin kaynak eserlerine değer verilmiş, birçok eser
yayımlanmıştır.
g) Bilim ve teknik alanlarında Türkçeye dayalı bir terim sistemine sahip
kalınması bakımından epey yol alınmıştır.
ğ) ATATÜRK’ün kendi şahsî mirasının gelirini de Dil ve Tarih
Kurumlarına vakfetmiş olması, onun millî kültürün temel taşları durumundaki
dil ve tarih konularına ne kadar büyük bir değer verdiğinin açık göstergesi
olmuştur.
h) Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, dil inkılabının ATATÜRK’ten
sonraki uygulama safhalarında kendini gösteren ve birbirinden farklı
sebeplere bağlanabilecek olan çeşitli aksaklıklar yüzünden bugün yine
çözüm bekleyen önemli birtakım sorunlarla karşı karşıya bulunmaktayız.
Bunları; imla, telaffuz, anlatım yetersizliği, kelime hazinesindeki daralma,
terimler, ana dili bilincindeki körelme ve dilimize batı kökenli pek çok kelime
ve terimlerin akın etmiş olması gibi noktalarda toplayabiliriz. Ancak, bu
sorunlar ve çözüm yolları ATATÜRK’ten sonraki döneme girdiğinden konu ile
ilgili değerlendirmemizi burada kesmeyi uygun buluyoruz.43

43
Dilimizin Atatürk’ten sonraki dönemini ilgilendiren sorunlar için bk. Korkmaz; “Dilimizin Dünkü
ve Bugünkü Sorunları ve Çözüm Yolları”, Türk Dili, s. 500 (Ağustos, 1993), s. 165-175.
198
ATATÜRK’ÜN EVRENSELLİĞİ
Prof. Dr. Ergün AYBARS

Evren, mükemmel ahenk ve denge içinde kurulu sonsuz bir düzeni


ifade eder. Galaksileri, güneş sistemleri ve üzerinde yaşadığımız dünyadaki
yaşamın düzen ve ahengi, düşünürlere ve tüm insanlığa felsefî, dinî ve ilmî
alanda daima en güzel olanı ilham etmiştir. Evrensel veya eski deyişle,
cihanşümul, İngilizce “Universal” deyimi, tüm insanlık için, yararlı, güzel,
doğru, mükemmel olan ve her zaman ve her yerde geçerli olanı ifade eder.
Bu terim daha çok son yüz elli yıllık dönemde kullanılmaya başlandı, giderek
anlamı güçlendi ve yaygınlaştı. XIX. yüzyılda yalnızca Batı dünyasında bir
anlam ve amaç ifade eden bu kavram XX. yüzyılda özellikle Birinci Dünya
Savaşı sonrası giderek yaygınlaştı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası ise etkin
bir anlam ve güç kazandı. Barış ve özgürlük, insanlığın mutluluğu gibi
kavramlar yaygınlık kazanırken, savaş ve savaşa yol açan ideolojilere karşı
da tepki arttı.
Amerikan ve Fransız insan haklan bildirilerinin çok daha yaygın bir
şekilde yerleşmesi, emperyalizm ve totaliter ideolojilerin sebep olduğu
savaşları ortadan kaldırmak ve barışı sağlamak için Birleşmiş Milletler
kurularak, 1948 yılında, “İnsan Haklan Evrensel Bildirisi” yayımlandı. “Nobel
Barış Ödülü” daha büyük değer ve anlam kazandı. Uzak Doğu ve Orta Doğu
savaşları, dünyanın birçok yerinde insanların artık ortak sorunları, barış ve
mutluluk ortak amacı oldu. Günümüzde “Doğu Bloku”nun siyasi ve ideolojik
dağılışı ve soğuk savaşın sona erişi, doğanın korunması için ortak çalışma
programları, yüzyılın en olumlu aşaması olarak kabul ediliyor.
Günümüz dünyasını etkileyen ve ona biçim veren ilmî, ideolojik,
sosyal, ekonomik, siyasi, sanatsal, hemen tüm akımlar, düşünceler ve
kurumlar “Hümanizm-Rönesans” sonrası Avrupa’nın geçirdiği aşamalar
sonucunda ortaya çıkmıştır. İnsan aklının özgürlüğü, ilimin yaşamda her
alanda insan toplumları için esas ölçü olması, aydınlanma çağı ve Fransız
Devrimi, Sanayi Devrimi ve bunlara bağlı olarak XX. yüzyılın iki büyük savaşı
insanlığın bugününü hazırlamıştır. Günümüze dek olan bu gelişmelerde
çağdaş uygarlık veya başka bir deyişle batı uygarlığı ve onun içinden yetişen
ilim adamları, düşünürler, sanatkârlar, devlet adamları vb. ön planda yer
aldılar. Bu isimler içinde insanlığa hizmeti geçen ve saygıyla anılanlar
bulunduğu gibi, insanlığa felaket getiren tarihe kötü anılar bırakanlar da
bulunuyordu. “Nobel” barış ödülü konurken, düşünülen insanlığın barış
içinde mutlu yaşamasına hizmet edenlerin örnek alınması idi. Batıdan değil
de doğudan yetişen ama yetişmesinde batının temel değerleri de bulunan bir
insan düşünce ve eylemiyle tarihe, insanlığa yaptığı büyük hizmetle ilk örnek
olarak geçti. Düşüncesi ve eseri evrensel olan bu insan Mustafa Kemal
ATATÜRK’tür.

199
ATATÜRK’ün evrenselliğini incelerken, onun düşüncelerinin
evrenselliği ve insanlık üzerindeki etkisi ile eserinin, yani Türk Devrimi ile
kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir örnek olarak insanlık üzerindeki etkisini
ortaya koymak gerekir. Çünkü, ATATÜRK gerek düşünceleriyle gerekse bu
düşünceye dayanan eseriyle evrensel etkinliği olan ve XX. yüzyılın en önemli
büyük insanlarından birisidir.
Modern Türkiye’nin Doğuşu büyük bir inkılabın eseridir. Türk
inkılabının gerçekleştirdiği yeni Türkiye, ATATÜRK’ün eseridir. ATATÜRK
yeni Türkiye’nin kurucusudur.1 Bunu başaran ATATÜRK’ün kendisi Türk
toplumu için yeni bir insan tipidir. Bütün eserleriyle, fikirleriyle, kişiliği ile
erişilemeyecek kadar yeni bir insandır. Onu hâlâ erişilmez bir insan yapan
kişiliğini daha gençliğinden görüyoruz. Suriye’de bulunduğu 1908 yılında
arkadaşı Müfid’e “Bugünün adamı mı olmak, yarının adamı mı olmak
istiyorsun?” der. ATATÜRK, hâlâ yarının adamıdır. Yalnız Türkiye için değil,
bütün mazlum uluslar ve insanlık için yarının adamıdır. Onu yarının adamı
yapan yüksek insan nitelikleri idi.2 ATATÜRK evrensel kişiliği sebebi ile
UNESCO tarafından 1963 yılında ve 1981’de insanlığa örnek insan olarak
gösterilerek anıldı.3
1981 yılında İstanbul’da yapılan uluslararası ATATÜRK
Sempozyumu’nda, daha sonra bugün ABD Genelkurmay başkanı olan o gün
NATO Güney Kanadı Komutanı olan Amiral William Crowe, “Doğumunun
yüzüncü yıl dönümünde bütün dünya ATATÜRK’ü anıyorsa o insanda tüm
dünyayı etkileyen, örnek alınacak bir şey var.” diyor ve “yalnızca askerlik
yönünü işleyebilecek durumda olduğunu” belirtiyordu. Yunan filozofu
Platon’un “krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtına otursaydı” dileğinin
iki bin yıl sonra ATATÜRK’le gerçekleşeceğini söyleyen Prof. Herbert
Melzig4 de onu insanlığa örnek gösteriyordu.
Türk ulusunun kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu
evrensel boyutlarda büyük insan ATATÜRK’ün sayısız hizmetlerinden ve
başarılarından yalnız biri bile ona tarihte çok şerefli bir yer sağlayabilirdi.
ATATÜRK, savaşlardaki başarılarıyla büyük bir asker, büyük bir devlet
kurucusu olduğu kadar, görüşlerindeki sağlamlık, doğruluk, gerçekçilik,
uluslararası ilişkilerde güvenirlilik, kararlılık, barış ve insan severlik değerleri
ile de evrensel bir liderdir. O, emperyalizmi yenerek, millî, tam bağımsız bir
Türk Devleti kuran, kurduğu bu devleti çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma
savaşını başaran liderdir.
Bir bütün olarak ele aldığımızda Atatürkçülük yeni bir devlet
sisteminin, toplum anlayışının, yaşam biçiminin, ahlak anlayışının, daha açık

1
Bernard Levis; Modern Türkiye’nin Doğuşu.
2
Enver Ziya Karal; Atatürk ve Devrim, İnsan Olarak Atatürk, 1980, s. 159.
3
UNESCO, prensip olarak, ölüm için 50.; doğum için 100’üncü yılları anma yılı olarak kabul
etmişken, ilk kez Atatürk için bu prensibini bozdu ve ölümünün 25. yılı olan 1963’te onun
anılmasına karar aldı.
4
Herbert Melzig; Atatürk dedi ki, Ankara, 1943, s. 3.
200
bir deyişle, yeni bir dünya görüşünün ve Millî Mücadele ile kazanılmış
insanlık ve ulusal onura dayalı bir politika, uluslararası ilişkilerde tüm mazlum
uluslara ışık olan bir ülkü, tüm dünyaya barış, insan severlik anlayışının
ifadesidir.
Kin ve nefret, tüm hayatında ATATÜRK’ün duygularında etkili
olmamıştır. 30 Ağustos 1922 akşamı Dumlupınar’da muharebe meydanını
gezerken Yunan cesetleriyle dolu manzarayı göstererek, “Bu manzara
insanlık için bir utanç manzarasıdır. Fakat biz burada vatanımızı koruyoruz.”
demiş, ileriki yıllarda ise “Vatan savunması dışında savaş vahşettir.” diyerek
bu görüşünü kuvvetlendirmiştir. İzmir’e girdiği gün ayağının altına serilen
Yunan bayrağını, hem de Yunan kralının Türk bayrağını çiğnediği
hatırlatılmasına rağmen, “Bayrak bir ulusun şerefidir, çiğnenmez.” diyerek
reddeden ATATÜRK, uluslararası ilişkilerde barışı “Yurtta sulh, cihanda
sulh.” cümlesi ile bir ülkü hâline getirmiştir.
Çağdaşlaşmanın başarısı, yaşamda, devlet sisteminde ve değerlerde
aklın ve ilmin üstün olmasına bağlıdır. Çağdaş uygarlığın oluşmasında ilmin
yol göstericiliğinin esas olduğunu bilen ATATÜRK, Türkiye’de bu yeni
kavramı açık bir biçimde ortaya koyarken, onu bir ülkü olarak gösteriyordu.
Binlerce yıl gerçeğin din kuralları (dogma) içinde arandığı bir toplumda, hatta
tüm doğu dünyasında ilk kez bir lider “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.
İlmin ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir” diyor, her
bilgiye bilimsel yöntemle, aklın yoluyla ulaşmak gerektiğini öğretiyor ve laik
düşünce ve sistemi de bunun temeli yapıyordu.
İnsan, vatan, ulus sevgisi ve hürriyet aşkı onda her şeyin üstündedir.
Şam’da kurduğu cemiyete verdiği isim “Vatan ve Hürriyet”tir. 1912’de
Derne’den arkadaşına (Salih Bozok) yazdığı mektupta “Biz vatana borçlu
olduğumuz fedakarlık derecesini düşündükçe, bugüne kadar yapılan hizmeti
pek küçük buluyoruz...” “Vatan mutlaka selâmet bulacaktır, millet mesut
olacaktır. Çünkü kendi selametini, memleketin ve milletin saadet ve selameti
için feda edebilen vatan evlatları çoktur.”5 diyerek vatan ve ulus değerlerinin
yüceliğini dile getirmektedir. “Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri,
fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde
etmek gibi maddi emellerin tatminine bağlı değildir. Ben bu ihtiraslarımın
gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak bana da liyakatle ifa
edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında
arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona çocuk yaşımda sahip
oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza edeceğim.”6 sözleri; hayatta
tam zevk ve mutluluğu, ancak gelecek kuşakların şerefli varlığı ve mutluluğu
için çalışmakta gören7 ATATÜRK’ün bu yüksek ahlak anlayışı, tüm insanlığın
örnek alması gereken bir yönüdür. Nutuk’ta Türk gençliğine Türkiye

5
Sadi Borak;, Atatürk’ün Özel Mektupları, İstanbul, 1961, s. 14.
6
a.g.e.; s. 22.
7
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. II, Ankara, 1959, s. 81.
201
Cumhuriyeti’ni emanet ederken, içinde bulunulan imkânsızlık altında nasıl
mücadele edileceğini ve hangi güce ve inanca dayanılacağını gösterirken,
kendisinin 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastıktan sonraki kendi azim ve
iradesini anlatmaktadır. Başardığı çok büyük işlere rağmen, büyük insan
kime denir sorusuna şöyle karşılık vermektedir:
“Büyüklük odur ki kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi
aldatmayacaksın, memleket için hakiki mefkûre ne ise onu görecek, o
hedefe yürüyeceksin, herkes senin aleyhinde bulunacaktır herkes seni
yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemetli olacaksın.
Önünde namütenai manialar yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük,
vasıtasız, hiç telakki ederek kimseden yardım gelmeyeceğine kani olarak bu
maniaları aşacaksın, ondan sonra sana büyüksün derlerse bu diyenlere
güleceksin.” Bu sözler onun hayatını anlatmakla değil midir? Millî
Mücadele’nin zaferini ve Türk inkılabının başarısını Türk ulusuna mal eden
ATATÜRK, kendisini değil daima ulusunun yüceliğini belirtir.
Ankara’da meclis toplamaya çalışırken, önce ordu kurun sonra meclis
toplarsınız diyenlere “Öyle bir devre eriştik ki onda her şey meşru olmalıdır.
Ordu demek servet ve insan demektir. Buna da ancak milletin iradesi karar
verir. Önce meclis sonra ordu.” yanıtını verirken yani devletin nasıl bir
meşruiyet düşüncesinin eseri olduğunu gösteriyordu. “Ben istese idim derhal
askerî bir diktatörlük kurardım ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat
ben istedim ki milletim için modern bir devlet kurayım.” sözü de bunun bir
başka ifadesidir. ATATÜRK yeni devlet yapısında bireyi “kul” olan bir toplum
anlayışından, bireyini “vatandaş” anlayışına yükselten, egemenliğin
kaynağını tanrı hakları sisteminden alan bir sisteminden, egemenliği ulus
idaresinden alan yeni bir sisteme geçişi esas aldı. “Kuvvetin, kudretin,
egemenliğin, iradenin doğrudan doğruya halka verilmesi, halkın elinde
bulundurulması”8 demek olan 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması yine
ATATÜRK’ün deyişiyle “Türkiye halkının, husumet dünyasına karşı
gösterdiği harikayı ifade etmektedir.”
“Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti’dir” diyen ATATÜRK,
yeni rejimin devlet tanımında “demokrasi”yi vazgeçilmez bir sistem ve amaç
olarak kabul ediyordu. “İrade ve egemenlik ulusun tümüne aittir. Demokrasi
prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan
bireylerin o ulus içinde her çeşit özgürlüğü; yaşamak özgürlüğü, düşünce
özgürlüğü ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır. Ulusa efendilik
yoktur. Hadimlik vardır. Bu ulusa hizmet eden onun efendisi olur.”9 sözleri
Türkiye’de yeni rejimin hangi amaçla kurulduğunu belirtmektedir.
“Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketlerimizin hesabını verecek bir
vaziyette olmalıyız” sözleriyle ATATÜRK, vicdan, tarih ve kamuoyundan

8
TBMM Zabıt Ceridesi; c. III, 14 Ağustos 1920, s. 189.
9
Karal; Atatürk’ten Düşünceler, s. 63. Mart 1937’de Atatürk’ün Konuşması.
202
oluşan yüksek bir mahkeme anlayışını10 devlet adamlığı anlayışının ahlaki
ve hukuki vasfı olarak belirtir. Alkışlayanları değil, eleştirenleri yanınıza alınız
sözleriyle de bu anlayışını kuvvetlendirmektedir. Kırbaçla değil, kalpleri
fethederek yönetmek anlayışı onun ahlaki bir anlayışıdır.
Hak ve adalet kavramları özgür ulusların sosyal ve siyasal yapısına
biçim verdiğine göre, ATATÜRK, iktidarı “hak ve adalet” olarak
tanımlamaktadır. “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir.”, “Hürriyet olmayan
bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası
hürriyettir.”11 sözleri, ATATÜRK’ün eseri olarak kurulan rejimin Türkiye’de
demokrasi ve ulusu bu yönde eğitmeye yönelik amacını ve inancını
göstermektedir. “Cumhuriyet rejimi erdemlilik ahlakıdır. Korku ve tehdide
dayanan sultanlık ise zelil, sefil insanlar yetiştirir.”12 sözleriyle ATATÜRK,
Türkiye’de yetişen yeni nesillerin özgürlük içinde yetişmesini istiyordu. Bu
sebeple yetişecek Türk çocuklarına her şeyden önce ulusal benliğin
verilmesini, ulusal ahlakımızın uygarlık ilkeleriyle ve özgür düşünceyle
güçlendirilmesi gereğini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin insanının “fikri hür,
vicdanı hür, irfanı hür” olmasını öğretmene bir ülkü olarak gösteriyordu.
ATATÜRK’ün sosyal hayatımıza getirdiği yeni ahlak anlayışı millî ve laik
olduğu kadar hümanist ve barışçıdır. O, ahlakı ahlak kitaplarında tanımladığı
veya birtakım ahlak hocalarının tavsiye ettiği şeylerden önce, çalışmak
olarak tanımlıyor. Çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını çalışmak
hakkını kutsal hakların başında görmektedir. Onun ahlaki anlayışının
kaynağı “cemiyettir, millettir”.
ATATÜRK, Türk gençliğinin eğitimi için 1930’lu yıllarda Türkiye’de
ortaokul ve liselerde okutulan Medeni Bilgiler kitabını bizzat kendisi yazdı. Bu
kitapta demokrasi, insan hakları, hürriyet, parlamenter sistemin işleyişi ve
kurumları, vatandaşın ve devletin görevlerini ve yükümlülüklerini anlatmakta,
hürriyetlerin başına vicdan hürriyetini, düşünce hürriyetini koyarak insanlığın
binlerce yılda ulaştığı çağdaş düzeyi Türkiye’ye dinamik bir ideal olarak
göstermektedir. Bu sebeple siyasi partileri siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru
olarak görür. Ancak partiden amacın memleketi bölmek ve sınıf çıkarları
sağlamak olmayıp, halkın bütününü refaha ulaştırmak olduğunu belirtir,
iktidar, muhalefet arasında karşılıklı saygıya dayanmanın önemini vurgular.
İnsancıl bir anlayışla yorumladığı millîyetçilikle Türk İstiklal Savaşı’nı
kazanan ATATÜRK, çağdaşlaşmanın dinamik gücü olarak laiklik ilkesini yeni
Türkiye’nin devlet yapısının, sosyal yapısının temeli yapıyordu. Laiklik
yalnızca ulusal egemenlik, ulusal birlik yönünden değil, insan aklının özgür
gelişiminin ve hayattaki tüm gerçeklerin ilimde ve fende olduğunu gösteren
çağdaşlaşma ülküsünü ve çağdaş devlet biçimini Türkiye’nin kuruluş
felsefesi olarak biçimliyordu. Demokrasinin de vazgeçilmez bir ilkesi olan

10
Karal; Atatürk ve Devrim, s. 161.
11
a.g.e.; s. 148.
12
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. III, s. 231.
203
laiklik, bu sebeple ATATÜRK ilkelerinin vazgeçilmez ve taviz verilmeyecek
en önemli yönüdür. Bu köklü değişimin Türk inkılabı ile gerçekleştiğini asla
unutmamalıyız. Millî ve laik Cumhuriyet sistemi, özgürlükçü demokrasi,
ulusal ve laik ahlak, akıl ve ilmin üstünlüğüne dayanan bu yeni dünya görüşü
büyük bir inkılapta gerçekleşti.
Amerikan demokrasisi, Fransız ve İngiliz demokrasilerinin de
inkılaplarla gerçekleşmiş olduklarını ve Türk demokrasisinin de bunlardan
örnek aldığını hatırlattıktan sonra şunu belirtmek isterim; özgürlük ve
demokrasi için inkılap yapılır; fakat demokrasi içinde inkılap yapılamaz. Türk
inkılabı Türk demokrasisini hazırlamıştır. ATATÜRK bunu şöyle tanımlıyor:
“Fransız İhtilali bütün cihana hürriyet fikrini nefh eylemiştir ve bu fikrin
hâlen esas menbaı bulunmaktadır. Fakat o tarihten beri beşeriyet terakki
etmiştir. Türk demokrasisi, Fransız İhtilali’nin açtığı yolu takip etmiş, lakin
kendisine has vasf-ı mümeyyizi ile inkişaf etmiştir. Zira her millet inkılabını
içtimai muhitinin tazyikatı ve ihtiyacına tâbi olan hâl ve vaziyetine ve bu ihtilal
ve inkılabın zaman-ı vukuuna göre yapar.”
Mazlum Uluslar ve ATATÜRK
İstiklal Savaşı’nın emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı başarısının,
tüm sömürge uluslarını etkilemesi kaçınılmazdı. Bu savaş, ulusal benliğini
kazanan bir toplumun “Türk mucizesi” olarak tanımlanan harikayı
yaratmasıydı. Bu tarihte dünyada yaşayan üç yüz milyon Müslüman
sömürge hâlindedir. Buna Müslüman olmayanlar da katılınca, dünya
nüfusunun üçte ikisi sömürgedir. Bunun da tek sebebini, bu toplulukların
ulusal benlikten yoksun olmalarında gören ATATÜRK,13 “Anadolu bu
müdafaasıyla yalnız kendi hayatına ait görevi yerine getirmiyor, belki bütün
doğuya yönelik saldırılara bir set çekiyor. Efendiler, bu saldırılar elbette
kırılacaktır. Bütün bu saldırılar mutlaka son bulacaktır. İşte o zaman batıda,
bütün dünyada gerçek sükûn, gerçek refah ve mutluluk hüküm sürecektir.”
sözleriyle bu savaşın anlamını vurguluyordu. Bu savaşın, yalnızca
Türkiye’nin değil, tüm mazlum ulusların da savaşı olduğunu, çünkü
Türkiye’nin savunduğu davanın, bütün mazlum ulusların davası olduğunu
Temmuz 1922’de belirten ATATÜRK14 için, ulusal bağımsızlık Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunda olduğu gibi tüm mazlum ulusların da en doğal
hakkıdır.15 ATATÜRK’ün dış politikası yalnızca Türkiye’nin çıkarlarına göre
biçimlenmiş, bencil bir politika değildir.16 Tüm mazlum ulusların kurtuluşunu
istemektedir. Mart 1933’te yaptığı konuşmadaki şu sözleri bunu açıkça
göstermektedir:
“Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün
ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün şark milletlerinin de uyanışlarını

13
Afet İnan; Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 196.
14
Karal; Atatürk’ten Düşünceler, s. 17.
15
a.g.e.; s. 11 (4 Nisan 1926 Wilson prensipleri ile ilgili konuşması).
16
Karal, Atatürk ve Devrim, s. 68.
204
öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan, çok kardeş millet
vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha müteveccih
vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve engellere rağmen muzaffer
olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır: Müstemlekecilik ve
emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir
renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve iş birliği çağı hâkim
olacaktır.”17
Hindistan’da Gandi, Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah,
Tunus’ta Burgiba, Cezayir milliyetçileri, Afrika ve Asya’nın mazlum ulusları
için ATATÜRK bayrak olacaktır. Bütün mazlum uluslara, ulusal
bağımsızlıklarının başarılmasının örneği olan ATATÜRK, kuşkusuz yalnız
Türkiye için değil, tüm dünyanın kabul ettiği evrensel boyutlara ulaşmış bir
insandır. O, hem mazlum ulusları sömürge yapanlara karşı “İstiklal Savaşı”
verirken hem de doğu uluslarının kafasındaki esaret zincirini parçalayan bir
liderdir. Mazlum uluslar bağımsızlık savaşı örneği olarak, Atatürkçü
düşünceyi benimsemede ve ATATÜRK’ü kendilerine bayrak yapmada
gösterdikleri başarıyı, ne yazık ki Türk inkılabı ile çağdaşlaşan Türkiye’nin
atılımlarını ve özellikle insan aklının özgürlüğünü getiren laikleşmedeki
başarısını örnek alamamışlardır. Bu konuda ATATÜRK’ün yolunda gitmeye
cesaret edememişlerdir. Denemeye kalkışan birçoğu da tahtını, hatta
hayatını yitirmiştir. Tüm dünyada İslam ulusları içinde laikleşmeyi
başarabilen tek ülkenin Türkiye olması, bunun önemini daha da
büyütmektedir.
ATATÜRK ve Uluslararası İlişkiler
Bir ideal düşünce ve gerçek olarak, ATATÜRK’ün dünya olaylarına
bakışı ve değerlendirişi, getirdiği ilkeler, bugün hâlâ geçerliliğini devam
ettiriyor.
Bütün dünya uluslarını akraba kabul eden ATATÜRK, yalnızca ait
olduğu ulusun refahını değil, tüm ulusların refahının birlikte düşünülmesi
gerektiğini, insan vücudundaki bir organın rahatsızlığının bütün vücudu
rahatsız ettiği gibi dünyanın bir yerindeki rahatsızlığın da bütün dünyayı
ilgilendirdiğini ileri sürmektedir. Çeşitli bölgeler ve ülkeler arasında var olan
yaşam koşullarındaki uçurumun, yavaş yavaş, fakat mutlaka yok edilmesi
inancındadır. Dünyanın açlar ve zenginler diye ikiye bölünmüş olmasına
karşı çıkmakta, bunun önünün nasıl alınabileceğini, bugünkü kuşaklar için
bile geçerli olacak şekilde öğretmektedir. Dünyada bütün ulusların malı olan
bir tek uygarlığın var olduğunu ve bütün ulusları bu uygarlığa, insanlığa ve
bu yoldaki gelişmelere katılmayı çağıran ATATÜRK, ulusların gerçek ve
kalıcı mutluluğa, başka uluslar üzerinde egemenlik kurarak değil, birbirleriyle
anlaşarak, çıkarlarını bağdaştırma yollarını bulup, zengin uluslar ile yoksul
uluslar arasındaki yaşam koşullarındaki uçurumun kapatılmasıyla

17
Karal; Atatürk’ten Düşünceler, s. 17.
205
ulaşılabileceğini söylüyor. Bu düşünceyi daha iyi anlayabilmek için onun bazı
sözlerini aynen aktarmakla yetineceğim:
“Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı tasfiyeye ve hislerimizi
ulvileştirmeye yardım edecek kadar yükselmiştir. İnsanları mesut edeceğim
diye onları birbirine boğazlatmak insanlık dışı ve son derece teessüfe şayan
bir sistemdir. İnsanları mesut edecek yegâne vasıta onları birbirlerine
sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket
ve enerjidir. Dünya barışı içinde beşeriyetin hakiki saadeti ancak bu yüksek
ideal yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla olacaktır.”18
“Eğer devamlı barış isteniyorsa, kitlelerin durumunu iyileştirecek,
uluslararası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve
baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden
uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.”19
Tüm insanlığı, insan severlik duygusunda ve inancında birleştirmeyi
amaçlayan ATATÜRK’ün bu ideal düşünceleri, bugünkü dünya sorunları için
hâlâ önemini korumuyor mu? Hayatta en büyük zevk ve saadeti gelecek
nesillerin varlığı, şerefi ve saadeti için hizmette gören ATATÜRK, 1937
yılında bir konuşmasında bir düşüncesini şöyle belirtiyor:
“Bir insan böyle hareket ederken, benden sonra gelecekler acaba
böyle bir ruhla çalıştığımı fark ederler mi diye bile düşünmemelidir. Hatta en
mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek
karakterde bulunanlardır.”

18
Söylev ve Demeçler; c. II, s. 273 (25 Ekim 1931’de Balkan Konferansı üyelerine yaptığı
konuşma).
19
Karal; Atatürk’ten Düşünceler, s. 131.
206
ATATÜRK VE MİLLÎ BİRLİK
Bekir TÜNAY
Atatürkçü Düşünce Sistemi
Konuya girmeden önce, kısaca da olsa, Atatürkçülükten söz etmek
istiyorum. Kısa ve açık anlamı ile, ATATÜRK ilke ve inkılaplarına,
Atatürkçülük diyebiliriz. Bu ilke ve inkılaplar, yalnız milletimize değil, dünya
milletlerine de yön verebilecek nitelik ve güçtedir. Elbette, bir çırpıda,
anlatılamaz. Ancak kısa ve kalın çizgilerle belirlenebilir. Biz de onu
yapacağız.
Çok iyi bilindiği üzere, ATATÜRK zor işlerin yapıcı ve güçlü adamıdır.
Zor günlerin yaratıcı büyük insanıdır. Bu yapıcılık ve yaratıcılık
Atatürkçülüğün temel felsefesini oluşturur. Bu nedenle, Atatürkçü düşünce
sistemini kavramak, düşünce ile hareketi birleştiren yapıcı ve yaratıcı gücü
kavramakla mümkün olur. Atatürkçü olmanın ilk ve en önemli şartı,
ATATÜRK’ü tanımak, bilmek ve sevmektir. Sonra da akıl ve bilim yolu ile
onun temel görüşlerini anlamaya çalışmaktır. Nihayet, her yönü ile tam ve
mükemmel bir bütün olan ATATÜRK ilke ve inkılapları içinde, bütün heybeti
ile ATATÜRK’ü bulmak mümkün olur. Atatürkçü düşünce sisteminin de
bilincine ulaşılır.
ATATÜRK En Büyük Güç Kaynağı
Bugün, çok daha iyi, anlayabiliyorum. Bizim kuşak, ATATÜRK
adından, daima, büyük bir güç alırdı. Erişilmez bir kuvvetin sahibi olurdu.
Büyük bir cesaret duyardı. Her birimiz, bükülmez birer bileğin sahipleri
olduğumuza inanırdık. Kutsal bir inanç ve heyecanla, yüz binlere karşı
koyabileceğimiz imanı ile yaşardık. Kendimize ve milletimize sonsuz bir
güven beslerdik. Onun yolunda olmayı, her türlü başarının temel şartı
sayardık. ATATÜRK, yapıcı ve yaratıcı en büyük gücümüzdü. Anladıkça
büyüyen kuvvet kaynağımızdı. Ama, bu kaynaktan yeterince ne içebildik ne
de bir parça olsun içebilenlerimiz, sonraki kuşaklara, içebildikleri kadarını
içirebildiler.
Hiç şüphesiz ATATÜRK ilke ve inkılapları, devletimize ve milletimize
şekil, ruh ve yön veren temel kurallardır. Aynı zamanda, dünya üzerinde
çağdaşlaşmayı amaç edinen, her ülke için de geçerlidir. Milletimizi, çağdaş
uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu büyük istek, bütün
dünya ülkelerinin de idealidir. İlerlemeye son yoktur. Bugünkü düzeye
ulaşmış olanlar da son noktaya gelmiş değillerdir. Çünkü, ilerlemeye bir sınır
çizilememektedir. Atatürkçülük ise, devamlı bir ilerleme ve hareketliliktir.
Onda, donmuş düşüncelere ve kalıplaşmalara, asla yer yoktur.
ATATÜRK’ü tanımlamak gerekirse, onun tam ve gerçek anlamı ile bir
hayat felsefesi olduğunu düşünmek yeterlidir. Bu felsefe fert olarak, toplum
ve millet olarak; haysiyetli, onurlu ve ahlaklı yaşamanın vazgeçilmez şartıdır.
207
Hayal değil, gerçektir. Meçhule, karanlıklara değil, insanoğlunun aklına,
bilgisine hitap eder. Çünkü, akıl ile girişilen işlere, er ya da geç, bilim hâkim
olur. Doğruları ve gerçekleri ise, daima bilim araştırır, bulur.
ATATÜRK ve Atatürkçülük
ATATÜRK, çağdaşlaşma demektir. Uygarlık demektir. Bağımsızlık ve
özgürlük demektir. İnsan sevgisi demektir. Her zaman ve her yerde, ahlak,
doğruluk, iyilik ve güzellik demektir. Bu nedenledir ki Atatürkçülükte zorlama
yoktur. Dikta yoktur. Halkın ve milletin istek ve niyetleri vardır. İnsan ve
insanlık sevgisi vardır. Hak vardır. Çünkü ATATÜRK, haktan daha güçlü
hiçbir şeye inanmaz. Onun için, Atatürkçü düşünce sisteminde meşruluk
esastır. Halk ve millet iradesinden daha güçlü hiçbir kuvvet yoktur. Bu
sebeple de hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir. Bu düşünce iledir ki
ATATÜRK, konuşmasında:
“... Biz ilhamlarımızı gökten, gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan
almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt,
bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve
ıstırap dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”1der.
Atatürkçülük, milliyetçi temele dayanır. Bu milliyetçilik ne ırkçılığa
ulaşan bir anlayışa yer verir ne teokratik devleti arzular ne de faşizmi önerir.
Bu, toplayıcı, birleştirici bütünleştirici ve yüceltici bir milliyetçiliktir. Bencil
değil, insancıldır. Millî düşünceyi insani düşünce ile birlikte yürütmeyi esas
kabul eder. Bu nedenledir ki ATATÜRK:
“... Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki bizimle iş
birliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün
milliyetlerinin gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz, her hâlde bencil ve
gururlu bir milliyetçilik değildir.”2der...
Millî Birlik ve Beraberlik
Atatürkçü düşünce sisteminin amaçlarından biri, belki de birincisi, millî
birlik ve beraberliği yaratma ve yaşatmasıdır. Millî birliğin temeli
milliyetçiliktir. Milliyetçilik, millet hayatında sonsuz bir güç kaynağıdır. Nitekim
ATATÜRK’ün günlük yaşantısından irili ufaklı yurt gezilerine, çeşitli yer ve
zamanlardaki sohbetlerinden nutuklarına kadar milliyetçilik hâkim unsurdur.
Çok defa millî ruh, millî şuur, millî ahlak, millî ekonomi deyimlerini ruh, mana
ve hareket olarak kullanmıştır. Millî vicdanın üzerine titremiştir. Millî
hâkimiyet, millî güç iliklerine kadar işleyen, güçlü varlıklardır.
ATATÜRK; Millî Mücadele’nin ilk adımında, Samsun’a çıktığı vakit,
milliyetçilik ateşinde kavrulmuştu. Cayır cayır yanmakta idi. Bu yangını,

1
Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 189-190.
2
a.g.e.; s. 182.
208
milliyetini millî birlik ve beraberlik çatısı altında toplamak içindi. Millette bir
millî ruh yaratmak istiyordu. İnanıyordu ki en büyük güç; millî birlik ve
beraberlikten doğacaktır. Nitekim, o günler için şöyle konuşuyordu:
“... 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığım vakit, benim elimde maddi
hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız, milletimin asaletinden doğan ve benim vicdanımı
dolduran manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu kuvvete ve Türk milletine
dayanarak işe başladım.”3
Bu milliyetçi ateş, Samsun’dan dalga dalga yayılan “Ya istiklal ya
ölüm!”4 aleviydi. Amasya’ya vardığı zaman; “Milleti, yine milletin azim ve
kararı kurtaracaktır.”5 meşalesi olarak parladı. Erzurum Kongresi’nde; “Millî
gücü müessir ve millî iradeyi hâkim kılmak...”6 şeklinde boy verdi. Sivas’ta,
millî birlik ve beraberlik köklerini güçlendirdi. Ankara’da Millet Meclisi olarak
en büyük meyvesini verdi. Bu sebepledir ki Büyük ATATÜRK; daha 1920’li
yıllarda: “Milletimizin kavi, mesut ve müstakar yaşayabilmesi için, devletin
tamamen millî bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin dâhilî teşkilatımıza
tamamen uyması lazımdır.”7 diyordu.
Milliyetçilik, ATATÜRK düşünce sisteminin temel direğidir. ATATÜRK
milliyetçilikle milletimize bir millî ruh vermek istedi. Bununla millî benliğimize
kavuşmamızı amaçladı. Bizlere, birer kimlik kazandırmayı düşündü. Bizleri
güçlü bir bünyeye sahip kılmak için, bitmez tükenmez çaba harcadı. Hepsi
de millî birlik ve beraberlik içindi. Çünkü en büyük güç,; millî birlik ve
beraberlik idi. İşte bu sebepledir ki “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk
halkına Türk milleti denir. Dünya yüzünde ondan daha eski bir yurt, ondan
daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir.”8
diyordu.
Bir başka konuşmasında ise, “Bugün içimizde bulunan Hristiyan,
Musevi vatandaşlar geleceklerini ve talihlerini Türk milletine, içten gelen bir
istekle bağladıktan sonra, kendilerine yan gözle, bir yabancıya
bakıyormuşçasına bakmak, uygar Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir
mi?”9 demektedir. Hiç şüphesizdir ki beklenemez. Beklenmemelidir de.
Çünkü, Atatürkçü düşünce sistemine göre, bu ülkede, “Ben Türk’üm” diyen
herkes Türk’tür. Ayrı ve gayrı yoktur. Ayrılık ve gayrılık yaratmaya çalışanlar,
bizden değildir. Bir başka açıdan Türklüklerini, şerefli tarihlerini inkâr
edenlerdir.

3
a.g.e.; s. 1.
4
Atatürk; Nutuk, c. I, TTK, s. 19.
5
a.g.e.; s. 43.
6
a.g.e.; s. 89.
7
Turhan Feyzioğlu; Atatürk ve Milliyetçilik, s. 69.
8
Afet İnan; Medeni Bilgiler ve M. K. Atatürk’ün El Yazıları, TTK, 1969, s. 18.
9
a.g.e.; s. 376-378.
209
ATATÜRK Milliyetçiliği
ATATÜRK’e göre milliyet meselesi; “... Kişisel ve müşterek hürriyet
meselesidir.”10 Bu hürriyet ise sosyal ve medeni insan hürriyetidir. Bu
sebepledir ki Atatürkçülükte milliyet, hiçbir art düşünceye dayanmaz. Ne
kafatasçılığa yer verir ne de üstün ırk düşüncesine bağlanır. Bu ise, medeni
bir dünyada, medeni ülkelerin milliyetçiliklerine saygıyı ifade eder. Onun için
de ATATÜRK diyor ki “Türk çocuğu, ecdadını tanıdıkça daha büyük işler
yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”11 Millî benliğimizin bilincine
ulaşmamızı istiyor. Nitekim, bir başka konuşmasında da “... Dünyanın bize
hürmet etmesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu
hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün iş ve hareketlerimizde gösterelim. Bilelim
ki millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin avıdır.”12 diyordu.
Milliyetçilik, kendini ve tarihini iyi bilmekle başlar. ATATÜRK bize, bizi,
kendimizi öğretti. Kendimizi tanıttı. Millî benliğimizi kazandırdı. Ceplerimize
kimlik kartlarımızı koydu. Şimdi bütün iş tarihimize dayanarak milletimize
sahip çıkmaktadır. Her düşüncenin üstünde, millî çıkar ve yararlara yer
vermektir. Bunun biricik yolu, ATATÜRK ilke ve inkılaplarına olanca
gücümüzle sarılmaktır. Özellikle her işin güç kaynağının milliyetçilik olduğu
inancı ile yola çıkmaktır. Bize göre her Türk için milliyetçilik hayat şartıdır.
Bilelim ki ulaşılan her mutlu son, milliyetçi tutum ve davranışların eseridir. Bu
sebeple de ATATÜRK milliyetçiliğini çok iyi kavramak gerekir. Bu bir örnek
milliyetçiliktir. Saygılı ve insancıl bir milliyetçiliktir. Gurura ve hodbinliğe asla
yer yoktur. İnsanlık dünyasına hizmeti şeref bilir. Hak ve hukuka saygılıdır.
Bu nedenledir ki ATATÜRK şöyle konuşur:
“Bir milletin diğer milletlere oranla doğal veya sonradan kazanılmış,
özel karakter sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir özellik göstermesi,
genellikle onlardan ayrı olarak, onlara paralel gelişmeye çalışması niteliğine
Milliyetler Prensibi denir. Bu prensibe göre her kişi ve her millet kendi
hakkında iyi niyet, topraklarına bizzat, kayıtsız sahip çıkmayı istemek
hakkına ve bu hakkın kullanılmasını önleyen veya sınırlayan engelleri
ortadan kaldırmak hak ve hürriyetine sahiptir... Bu prensip bize hangi
milletlerin hür, hangilerinin hürriyetten şu veya bu şekilde yoksun olduklarını,
yani millet adını taşımaya lâyık olmadıklarını gösterir.”13
Hiç şüphe edilmesin ki ATATÜRK bizi bizden çok iyi bilmektedir. Türk
milletini çok iyi tanımaktadır. Hem de tarihi ile, coğrafyası ile bilmektedir.
Karakteri, arzu ve istekleriyle bilmektedir. Bu sebeple de milleti, her
düşünceden önce, milliyetçilik anlayışında yetiştirmek ve birleştirmek için,
âdeta çırpınmıştır.

10
a.g.e.; s. 385.
11
Kocatürk; s. 148.
12
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. II, s. 143.
13
İnan; s. 381-382.
210
ATATÜRK’e göre milliyetçilik, devletin ayrılmaz bir parçasıdır. Milleti
birlik ve beraberlik çatısı altında birleştirir. Bütünleştirir... ve yüceltir. Onun
içindir ki ATATÜRK; “Siyasi kuvvet, millî irade ve hâkimiyet milletin bir bütün
hâlinde, ortak kişiliğine aittir. Birdir, bütündür, bölünmez, ayrılmaz ve
devredilmez.”14 der. Sonra da 22 Mayıs 1919’da, yani Millî Mücadele’nin
başlarında, “Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul
etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır.”15 der.
Görüyoruz ki millet kavramının temelinde milleti teşkil eden kişilerin
hürriyetleri vardır. Onun içindir ki her Türk hür doğar. İşte bu karşılıklı
ihtiyaçlar, hürriyetin sınırını çizer.
Millet ve Milliyetçilik
İnsanlar bir araya gelerek bir milleti meydana getirir. Milletlerin
teşekkülünde milliyetçilik, ilk ve en sağlam temeli oluşturur. Atatürkçü
düşünce sisteminde milliyetçilik; gerçekçi düşünceye, akli ve bilimsel
hareketlere dayanır. Bunun da bir sınırı vardır. Bu sınır, başkalarının hürriyet
sınırı ile, milletin genel çıkarlarının başladığı noktadır. ATATÜRK
milliyetçiliği, insan sevgisini, insanlığa saygıyı bünyesinde taşır. Bunlara
dayanan bir dünya düzenini önerir. Bu öyle bir düzen ki bütün insanlık
geleceğine huzur ve güvenle bakabilsin. Kendi refahına hizmet ederken,
insanlık dünyasını da birlikte düşünsün. Irk, sınıf ve zümre hâkimiyeti yerine,
hak ve sevgi hâkim olsun. Hürriyet ve adalet haklarına saygı duyulsun.
ATATÜRK milliyetçiliği, hırslara, ihtiraslara, duygulara dayanan bir
milliyetçilik değildir. “Milliyetçiliği ırkçılıkla, totaliter faşizmle, saldırganlık veya
şovenizmle bir tutarak kötülemek, milliyetçiliğin anlamını saptırmaktır.
Bugünkü dünyamızda, milliyet duygusu ve millet gerçeği inkârı kabil olmayan
olgulardır. Hem de manevi değerleri güçlendiren, insanları yüceltip
kaynaştıran, kültürlerle geliştiren, çeşitli millî kültürle dünyayı zenginleştiren,
ilerlemeyi ve çağdaşlaşmayı hızlandıran, her şeyi koruyan ve demokrasiyi
mümkün kılan yararlı olgulardır.”16
ATATÜRK iliklerine kadar Türk milliyetçisi idi. Çünkü, her vesile ile “Bu
memleket tarihte Türk’tü hâlâ Türk’tür ve ebediyen Türk olarak
yaşayacaktır.”17 diye haykırmıştır. Türk’ü insanlık dünyasının haysiyetli,
şerefli bir uzvu sayan ATATÜRK, gelmiş, geçmiş en büyük milliyetçidir.
Milliyetçilik, onun, ruhu, benliği, daha doğrusu bütün varlığı idi. Milliyetçilik,
onda bütünleşmiş, onda anlamını bulmuştur. Nitekim, “Benim hayatta
yegâne şerefim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.”18 demek
suretiyle de bunu, hayatı boyunca yaşamış ve yaşatmıştır.

14
a.g.e.; s. 557.
15
Tevfik Bıyıklıoğlu; Atatürk Anadolu’da, Ankara, 1959, s. 50.
16
Feyzioğlu; s. 36.
17
Taha Toros; Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 23.
18
Mahmut Esad Bozkurt; Yakınlarından Hatıralar, s. 95.
211
Atatürkçü düşünce sisteminde milliyetçilik, medeni dünyanın medeni
bir üyesi olmaktır. İnsanlığın yükselmesine çalışmaktır. Bütün milletlerin
mutlu, huzurlu ve zengin olmasını amaçlayan örnek ve şerefli bir
milliyetçiliktir. Bu nedenle de ATATÜRK, milletinin şeref ve haysiyetinin
üzerine titrerdi. Türk milliyetçiliğine aykırı, milletin inanç ve kültürüne aykırı
olan her çeşit akımlarla mücadele ederdi. Bu konuda, gençlerin
yetiştirilmesinde, herkesi ve devleti sorumlu tutardı. Bunun içindir ki yürek
dolusu bir haykırışla; “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti
çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlik
içinde güçlükleri yenmesini bilmiştir ve çünkü Türk milletinin yürütmekte
olduğu gelişme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale
müspet ilimdir.”19 diyordu.
ATATÜRK, düşüncesiyle de tutum ve davranışları ile de her zaman ve
her yerdeki tavrı ile de milliyetçi idi. Ayrı, gayrı tanımazdı. Aslolan, millî birlik
ve beraberlikti. Ona göre bütün bu hasletler, Türk milletinin doğuştan
getirdiği, eşsiz niteliklerdi. Hiçbir bölücü düşünceye yer vermemesi de
bundandır. Hiç unutmayalım ki milliyetçilikte esas, millî birlik ve beraberliği
sağlamaktır. Yani, millet fertlerini birbirine en kutsal duygularla bağlamaktır.
Bir kez millî birlik ve beraberlik yaratılınca milletin aşamayacağı, hiçbir engel
kalmaz. ATATÜRK; “Türk milleti, kendini ve memleketinin yüksek
menfaatlerinin aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, vatansız ve milliyetsiz
beyinlerin saçmalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak bir topluluk
değildir.”20
Millî birlik ve beraberlik, Türk milletinin paha biçilmez, en değerli
varlığıdır. Bu sebepledir ki büyük ATATÜRK; “Yetişecek çocuklarımıza ve
gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her
şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, millî geleneklerine
düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir.”
“Dünyada uluslararası duruma göre böyle bir mücadelenin gerektirdiği
manevi unsurlara sahip olmayan kişiler ve bu nitelikte kişilerden oluşan
toplumlara hayat ve bağımsızlık yoktur. Çocuklarımızı aynı eğitim
derecesinden geçirerek yetiştireceğiz. Kesinlikle bilmeliyiz ki iki parça
hâlinde yaşayan milletler zayıftır; hastadır.”21
Millî Mücadele’yi düşünelim. Millî Mücadele, tam ve doğru anlamı ile
millî birlik ve beraberliğin eseridir. Milletimizin hür ve bağımsız yaşama azim
ve iradesinin zaferidir. Onun içindir ki milletin birlik ve beraberliğini bölmeye
çalışmak, bu vatana ve bu millete yapılacak en büyük hıyanettir. Aslında, bu
yolda düşünenler, milliyetçiliğe düşman olanlardır. Çünkü milliyetçilik

19
Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutku; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. II, s. 272.
20
Atatürkçülük; 1. kitap, Millî Eğitim Basımevi, s. 75.
21
a.g.e.; III. kitap, s. 32.
212
toplayıcıdır. Birleştiricidir. Bütünleştiricidir. Milletin fertlerini, millî çıkarlar için
birbirine kenetler. Milletine ve kendine güveni sağlar. İşte, Millî
Mücadele’miz, böyle bir kenetlemenin eşsiz destanıdır. Onun içindir ki Millî
Mücadele’nin hemen ardından ATATÜRK şöyle seslenmektedir:
“Bir milletin başarısı, mutlaka bütün millî güçlerin bir istikamette
oluşması ile mümkündür. Bu nedenle, bilelim ki elde ettiğimiz başarı, milletin
güç birliği etmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı başarı ve zaferleri gelecekte
de tekrarlamak istiyorsak, aynı esasa dayanalım. Aynı şekilde yürüyelim.”22
En Değerli Varlık
ATATÜRK, daima birlikten kuvvet doğacağına inanmıştır. Bu yüzden
de hemen her yerde, milletin birlik ve beraberliğinden söz etmiştir ve “Bir
yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve
çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur. Millet varlığını korumak
için bütün yurttaşların canlarını ve her şeylerini derhâl ortaya koymaya karar
vermiş olmaları; bir milletin en yenilmez silah ve korunma vasıtasıdır. Bu
sebeple, Türk milletinin idaresinde ve korunmasında, millî birlik, millî duygu,
millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”23
ATATÜRK, millî birliğin temelinde insan sevgisinin yattığını hiçbir
zaman, unutmamıştır. Ne gözünden ne de gönlünden uzak tutmuştur.
İnsanların, kendileri için değil, daha çok milletleri için çalışmaları gereğini
öne sürmüştür. Bunun ise, gelecek günlerin en büyük güvencesi olduğunu
her tavrı ile, apaçık göstermiştir. Nitekim, bu konuşması ile, bunu şöyle dile
getirmiştir. “Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur. Kurtuluş Savaşı’nda,
benim de milletime ettiğim birtakım hizmetler olmuştur, zannederim. Fakat,
bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanın hepsi milletin eseridir,
dedim. Aranacak olursa doğrusu da budur. Mazide sayısız medeniyet
kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için, yapmamız
lazım gelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz. Bugüne ve yarına
bırakılmış daha birçok büyük işlerimiz vardır. İlmî araştırmalar da bunlar
arasındadır. Benim arkadaşlarıma tavsiyem şudur; şahsınız için değil, fakat
mensup olduğunuz millet için el birliği ile çalışalım. Çalışmaların en büyüğü
budur.”24
ATATÜRK’e göre millî varlığın yükselmesine çalışmak, millî
sorumluluğun bilincine ulaşmaktır. Çünkü, milletini sevmeyen hiçbir şeyi,
hatta anasını, babasını bile sevemez. Sevgilerin en içteni, en yücesi,
duyguların en incesi millet içindir. Bir millet şerefli ve haysiyetli olarak
yaşıyorsa, yaşayacaksa ancak ferdin ve toplumun şerefi ve haysiyeti
korunabiliyor demektir. Onun içindir ki vatan ve millet sevgisinden üstün

22
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; 1959, s. 77.
23
Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri; s. 573.
24
Muzaffer Göker; Belleten, c. III, s. 10, s. 388.
213
sevgi olamaz. Aslında; millî birlik de beraberlik de milliyetçilik de bu eşsiz
sevgiden kaynaklanır. Şunu iyi bilelim ki millî birlik ve beraberliğini
sağlayamayan milletler için dünya her gün biraz daha kararmaktadır.
Vatan kurtarıcısı ve devlet kurucu, büyük ATATÜRK’ün en güçlü yanı,
millî birlik ve beraberlik tutkusudur. Küçük yaşından itibaren kökleşen bu
tutku, onu vatan kurtarıcı ve devlet kurucusu mertebesine yükseltmiştir.
Şöyle etrafımıza bakınalım; herhâlde milliyetçilikten uzak kalmanın kötü
neticelerini, çok açık, görebiliriz. Aramızda, acı acı, yakınanlar az değildir.
Bunu iliklerine kadar duyan ATATÜRK, bizi şöyle uyarıyor:
“Millet ve biz yok; birlik hâlinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler
değiliz ve şunu kesin olarak söyleyeyim ki bir millet varlığı ve bağımsızlığı
için her şeye girişir ve bu gaye uğrunda her fedakârlığı yaparsa muvaffak
olmaması mümkün değildir. Elbette muvaffak olur. Muvaffak olmaz ise, o
millet ölmüş demektir. Şu hâlde, millet yaşadıkça ve her türlü fedakârlıkta
bulundukça muvaffak olmaması hatıra gelmez ve böyle bir şey söz konusu
olamaz.”25
Ahlak Değerleri
“... Millî mevcudiyetin temelini, millî şuurda ve millî birlikte
görmekteyiz.”26 diyen ATATÜRK, millî ahlak üzerinde de dikkatle durmuştur.
Ahlak değerlerimize değinmiştir. Ahlak anlayışını ve ahlak değerlerini millet
yararına geliştirmek istemiştir. Her türlü millî görevin yerine getirilmesini de
millî ahlaka bağlamıştır. Onun içindir ki konuşmalarının birinde: “Gerçekten
de ahlakiyet özel fertlerden ayrı ve bunların üstünde, ancak toplumsal, millî
olabilir. Milletin toplumsal düzen ve sükûnu, hâl ve gelecekte refahı,
mutluluğu, selameti ve dokunulmazlığı, uygarlıkta ilerlemesi, yükselmesi için
insanlardan her konuda bilgi, gayret, nefsin feragatini, gerektiği zaman seve
seve nefsin fedasını talep eden millî ahlaktır. Mükemmel bir millete millî
ahlakın gerekleri, o millet fertleri tarafından, âdeta muhakeme edilmeksizin,
vicdani, duygusal bir nedenle yapılır. En büyük millî duygu, millî heyecan işte
budur.
“Millet analarının, millet babalarının, millet öğretmenlerinin ve millet
büyüklerinin; evde, mektepte, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet
çocuklarına, milletin her ferdine bıkmaksızın ve mütemadiyen verecekleri
millî terbiyenin amacı, işte bu yüksek millî duyguyu sağlamlaştırmak
olmalıdır.
“Ahlakın millî, toplumsal olduğunu söylemek ve maşeri vicdanın bir
ifadesidir demek, aynı zamanda ahlakın kutsal sıfatını da tanımaktır.”27

25
Mazhar Müfit; Atatürk’le Beraber, c. II, s. 346.
26
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. I, s. 372.
27
İnan; s. 361-362.
214
“Atatürkçülüğü ‘modernleştirici milliyetçilik’ veya ‘millî bir çağdaşlaşma
ideolojisi’ olarak özetleyen bilim adamlarımızın önemli bir gerçeğe parmak
bastıklarını belirtmek isteriz.”28 diyenlere katılmamak mümkün değildir.
Atatürkçülük, Sınıf Kavgacılığını Reddeder
Milleti daima bölünmez bir bütün sayan ATATÜRK, hiçbir zaman sınıf
kavgacılığından yana olmamıştır. Nitekim, bu düşüncesini, daha 1923’lü
yıllarda şöyle ifade etmiştir: “Bütün sınıfları birbirleri için ayrılması imkânsız
unsur olan, çünkü menfaatleri de birbiri ile çatışmayan halkımızın ortak ve
genel olan yararlarını ve mutluluğunu sağlamak için halk fırkası adı altında
bir fırka kurulması düşünülmektedir. Bu sözlerle beyan edilmek istenen
şudur ki ismi fırka olan kurtuluştan maksat, milletin bir kısmının, ahali
sınıflarından bazılarının, öteki evlat ve sınıfların zararına olarak menfaatlerini
sağlamak değildir. Birbirinden ayrı ve hariç olmayıp, halk adı altında bulunan
milleti, ortak ve birleşmiş şekilde; ortak ve genel olan gerçek refaha
ulaştırmak için faaliyete getirmektir.”29
ATATÜRK, daima huzur, güven ve refahı getirmek için çaba
harcamıştır. Bunu da gerçekleştirmenin, en hızlı ve en güvenilir yolunu millî
birlik ve beraberlikte görmüştür. Bütün bu görüş ve çırpınışlar karşısında,
Türk çocuğu, kendisine düşen yüce görevin bilinci içerisinde olmalıdır. Bu
bilinci yaratacak yegâne güç ise, ATATÜRK ilke ve inkılaplarıdır. Özellikle,
milliyetçiliğinin yüce bilincine ulaşmaktır. Bu sebeple ATATÜRK’ün şu sözleri
dimağımıza işlemelidir. ATATÜRK diyor ki “Beni, şerefli Türklüğüme
kavuşturanları ölünceye kadar hatırlayacağım ve hatırlatacağım. Bu şerefli
Türklük, yalnız askerî zaferle değil, inkılaplarla ve her millî hayat kolunda
kalkınma ile kazanılmıştır.”30
Büyük ATATÜRK, sınıf kavgacılığının bölücü ve parçalayıcı sonuçları
doğuracağını çok iyi bilmekteydi. O nedenle de milletimizi birlik ve beraberlik
içinde güçlendirecek yolları bir bir göstermiştir. Mesleklerin birbirlerini
desteklemesi gerektiğini vurgulamıştır. Sosyal adalet ve sosyal güvenliği,
daima ön görmüştür. Sosyal adalet ve güvenliğin sağlanması ile millî birliğin
güçleneceğini işaret etmiştir. Nitekim, bir konuşmasında şöyle demektedir:
“Millî servetin dağıtımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarf
edenlerin daha yüksek refahı, millî birliğin korunması için şarttır. Bu şartı
daima göz önünde tutmak, millî birliğin temsilcisi olan devletin önemli
görevidir.”31
Lâiklik Birleştirici Bir İlkedir
ATATÜRK milliyetçiliğinin bir büyük birleştirici özelliği de lâiklik
ilkesinden gelmektedir. Çünkü, hiçbir zaman, hiçbir alanda insanı dinî
inançlardan uzaklaştırmaz. Aksine dinin kutsallığını apaçık ortaya koyar.

28
Feyzioğlu; s. 49.
29
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. II, s. 60.
30
Fatih Rıfkı Atay; Geriden Bakınca, Dünya gazetesi, 24 Kasım 1961.
31
İnan; s. 444.
215
ATATÜRK milliyetçiliği insan sevgisine dayanır. Din de bir yanı ile sevgiyi
esas kabul eder. Bu yakınlık dünya işleri ile ahiret işlerinin belirginliğini
noktalar. Dinî inançları insani duygularla güçlendirir. Laiklik, mezhep
ayrılıklarını ortadan kaldırır. Birlik ve beraberliğin oluşmasına hizmet eder.
Böylece laiklik anlayışı milliyetçilikle bütünleşerek, millî ve güçlü devleti
meydana getirir. Bu da ATATÜRK’ün ebediyete kadar yaşamasını istediği
Türk Devleti’nin sağlam harcı olur.
Özet olarak konuyu şöyle bağlayabiliriz: Bu topraklarda yaşayan, ben
Türk’üm diyen, her insan Türk’tür. Bu ülke insanlarının ilk ve en büyük görevi
de ülkeye ve millete hizmettir. Kendisinin, ailesinin ve yakınlarının çıkarları
ikinci plandadır. Belki de bu büyük bir fedakârlıktır. Ama bilelim ki vatanına
ve milletine yapılacak her çeşit fedakârlık da kutsaldır. Bugün üzerinde,
haysiyetli ve gururla yaşayabildiğimiz toprak, şerefimizdir. Ancak her çeşit
çıkar ve yararlarımızdan önce onu düşündüğümüz zaman, haysiyet ve
şereflerimizi düşünmüş ve korumuş oluruz. Ayrıca da vatanın ve milletin
geleceği olan nesillere, bir yandan örnek verirken öte yandan da millete
ebedîlik idealini aşılamış oluruz.
Kaynaklar
ATATÜRK Araştırma Merkezi Dergisi; S. 8, 1987.

216
ATATÜRK VE GENÇLİK
Dr. Öğ. Yb. Zekeriya TÜRKMEN*
“Gençler! Cesaretimizi takviye ve devam ettiren sizsiniz.
Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültürle,
insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin,
fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz.
Cumhuriyet’i biz tesis ettik;
onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
Bugüne kadar çeşitli sosyal bilimleri tarafından, özellikle de psikoloji
bilimi tarafından gençlikle ile ilgili olarak çeşitli araştırmalar ve tanımlar
yapılmıştır. Gençlik, psikoloji biliminde önemli çalışmalar yapmış olan bir
bilim adamımıza göre; “Dün ile bugün arasında köprü kurarak, istikbalde
millet ve devletin geleceğini elinde bulunduracak olan kesimdir.”1 Bir ülke
düşünün ki hangi rejimle idare edilirse edilsin, rejiminin ve geleceğinin
teminat unsurlarının başında, o milletin gençliği gelmektedir. Gençlik
geleceğin aynasıdır. Bugünden yarını görebilirsiniz onların yüzlerinde,
davranışlarında ve sözlerinde. Ama öyle bir ayna ki sizin istediğinizi yapar,
siz biçim verirsiniz ona.
Her milletin gençliği, kendi ülkesinin fikir, ideal ve ruh yapısını temsil
ettiği kadar, tarihî süreç içinde o milletin doğacak yarınının yükünü taşır.
Milletlerin yarınları, gençlerin müspet rolleriyle aydınlanır veya olumsuz
tesirleriyle kararır, parlar yahut söner.2 Bu itibarla, bir milleti yüceltmek
isteyen vatanseverler ile alçaltmak ve yok etmek isteyen vatan hainlerinin
herkesten önce gençleri hedef seçmelerinin sebebi budur. Bu düşünceden
hareketle gençlik, devletin bilgisi ve kontrolü altında, aile, çevre, okul, iş yeri,
basın yayın iş birliği içinde, bütün yönleriyle millî kültürü, millî eğitimi, millî
tarih bilincini aklın ve bilimin ışığında almaya yönelmiş; bedenen, ruhen
sağlam ve fikren bilinçli olarak, devlet ve millet hizmetini devralmak için
sabırla bekleyen yarının büyükleridir.
Dünya tarihine bakıldığında insanlık bugüne kadar kuşkusuz birçok
büyük adam yetiştirmiştir. Ancak, millî egemenlik ve bağımsızlık
mücadelesini aynı anda yürüten ve başarıya ulaştırdıktan sonra da “millî
birlik duygusunu sürekli olarak ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek”3
toplumsal uyanışa süreklilik ve hareketlilik kazandıran tek insan, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ebedî başkomutan ATATÜRK olmuştur.

*
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd (ATASE) Başkanlığı, Atatürk Araştırma ve Eğitim
Merkezi (ATAREM) Genel Sekreter Vekili
1
Recep Doksat; Gençlik Psikolojisi ve Kültür İntikali, İstanbul 1980, s. 87.
2
Fethi Tevetoğlu; “Rejimlerin Teminatı Gençlik ve Atatürk”, Türk Kültürü, IV/43, s. 5-6.
3
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (ASD); c. II, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara, 1952,
s. 272.
217
ATATÜRK’e bu gücü ve cesareti veren gerçek nedir? Bu kutsal silkiniş ve
dirilişin kaynağı nerededir. Ona ilham veren düşünce, ondaki inancı yaşatan
kuvvet, kanaatimizce Türk milletine ve özellikle de “Türk Gençliği”ne olan
büyük sevgi ve güvenidir.
Mustafa Kemal ATATÜRK, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk gençliğine
emanet etmiştir. Emaneti “muhafaza ve müdafaa edecek” ve “ilelebet, yani
sonsuza kadar” omuzlayacak gençlikten, büyük bir milletin tarihine yön
vermiş, Millî Mücadele’nin kahraman önderinin beklediklerini özlü bir şekilde
açıklamakta büyük yarar vardır. ATATÜRK’e göre, “Genç fikirli demek,
doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir. Milletin egemen
amaçlarının görüş noktası budur. Hepimiz ona uymak zorundayız.” “Türk
istiklal ve Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar koruyacak ve savunacak” olan Türk
gençliğine büyük önem veren ATATÜRK, aynı zamanda millî kültüre de
“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” diyerek değer vermiş ve gençlik
ile millî kültürü devlet ve millet hayatının esası olarak kabul etmişlerdir. O,
Türk gençliğini, Türk insanının en hareketli (dinamik) unsuru olarak görmüş
ve bu gücün birlik ve bütünlüğünü, millî birlik ve bütünlük olarak
yorumlamıştır. Gerçekten de milletlerin geçmişten geleceğe doğru akıp giden
hayat seyirlerini, uzun zaman ve büyük bir devinimle etkileyecek,
egemenliklerini uzun süre devam ettirecek millî güç gençliktedir.
Öncelikle, ATATÜRK’ün Cumhuriyeti’ni emanet ettiği gençliği, çağın
en modern teknik ve usulleriyle eğitmek zorundayız. Verilecek olan bu
eğitimde, her şeyden evvel gençlerde güzel şeylere karşı sevgi ve bağlılık
uyandırmalı; onlara, Türk ulusuna ait olan tüm değerleri tanıtmalı, sevmeyi
öğretmeli, kendi millî değerlerine bağlı bireyler olarak yetişmelerini
sağlamalıyız. Bu sevgi ise içten gelmeli, özellikle gençlere bizim olanı
sevmeyi öğretmeliyiz. Bugün eğitim sistemimizdeki yanlış uygulamalardan
dolayı haddinden fazla veya gerekli gereksiz ayrımı yapmadan pek çok
bilgiyi gençlerimizin körpe beyinlerine yığıyoruz. Türk milletini millet yapan
değerleri de öğretiyoruz; ama, acaba sevdirebiliyor muyuz? Onlara aidiyet
duygusunu verebiliyor muyuz? Bizden öncekiler gençliğe bu duyguları nasıl
verdiler biliyor muyuz? Türk milletini çağdaş uluslar düzeyine çıkaran
ATATÜRK bu mücadeleyi nasıl başardı? Onun bu mücadelesinde gençliğin
rolü ne idi, gençlikten neler bekledi, onlara neler öğütledi? İşte bunların Türk
gençliğine aktarılması önem arz etmektedir.
Dünya tarihinde önemli olayların, toplumsal değişikliklerin
oluşmasında iradesinin kuvveti, zekâsı, basireti ve bilgisi ile önder
şahsiyetler etkili olmaktadır. Yaşadıkları bölgeye etki eden üstün kişiler,
özellikle milletlerin yeniden var olma mücadelesinde gerçekleştirdikleri ile
tarihte silinmez izler bırakırlar. Tarihte silinmez izler bırakmış önderlerden biri
de hiç şüphe yok ki Mustafa Kemal ATATÜRK’tür. Şimdi hep birlikte onun
Türk milletiyle birlikte yürüttüğü mücadeleyi nasıl başardığını takip edelim.
ATATÜRK, tarih sayfalarından silinmeye mahkûm edilmek istenen
milletimizi ve vatanımızı, askerî ve siyasi dehasıyla, acımasız bir istilanın
218
pençesinden çekip kurtarmış; insan onuruna en yakışan yönetim şekli olan
cumhuriyet idaresini kurarak, içinde yaşanılan dönemde kolay kolay
kimsenin cesaret dahi edemeyeceği büyük ve köklü yenilikleri, tükenmeyen
azim, inanç ve kararlılıkla gerçekleştirmiştir.
Büyük adamları yücelten birtakım özellikler vardır. Türk Kurtuluş
Savaşının eşsiz önderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türk
çağdaşlaşma hareketinin baş öğretmeni ATATÜRK, her bakımdan üstün bir
kişilik yapısına sahipti. ATATÜRK, Türk milleti hakkında 30 Ekim 1918
tarihinde verilen esaret ve daha sonraki idam kararlarına karşı gelerek,
milletini peşinden sürüklemiş ve 1919 yılındaki bunalımlı ve buhranlı
günlerden 1922 yılındaki parlak zaferlere ulaşmıştır. O, bu başarıları
şüphesiz üstün kişiliği ve önderliği, kuvvetli azim ve iradesi ile
gerçekleştirmiştir. Komutanlık ve devlet adamlığı yanında, seçkin bir fikir
adamı olan ATATÜRK, her zaman çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine
çıkmayı bizlere hedef olarak göstermiştir.
Her toplum, sıkıntılı zamanlarında, ferdî iradeleri bir tek hedef
etrafında toplayarak dayanışma duygusu ile hareket etme mecburiyetini
duyar. Bu, toplumların kendi özgürlüğünü savunma ihtiyacının bir sonucudur.
Böyle bir dayanışma mecburiyeti ile kendiliğinden harekete geçen toplumun
birleşik iradesi, çok defa enerjisi, bilgisi, ileri görüşü, sevk ve idari kabiliyeti
önder bir şahsiyette sembolleşir. Türk milleti, 1919 yılında millî iradesinin
sembolünü Mustafa Kemal Paşa’da bulmuş, Türk Kurtuluş Savaşı’nda
kaderini onun kudretli ellerine teslim etmiştir.
Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra, işgale uğramış vatanı
kurtarmak için askerî zaferleri kazanmak, kazanmak için de orduyu
kurmaktan başka çare yoktu. Onun için Mustafa Kemal Paşa, önce orduyu
yeniden kurmak ve yeniden yapılandırmak mecburiyetinde idi.4 Çünkü yalnız
Türk yurdu ve Türk milleti için başlatılan dava, mutlaka silahlı mücadele ile
kazanılacaktı.5 Nitekim, ATATÜRK, Türk milletini seferber hâle getirirken,
neden ve niçin harp edildiğini, başkomutan olarak millete açıklarken, kendini
halkına inandıran bir siyasetçi ve devlet adamı olarak da görev üstlenmiştir.
Bizzat onun planlayıp idare ettiği büyük taarruz harekâtı ise beklemeyi bilen,
zamanı seçmekte mahir olan, düşmanı uyguladığı psikolojik harple
yanıltmayı başaran bir başkomutanın eseridir. Büyük taarruz harekâtından
yaklaşık iki ay kadar önce ünlü Fransız devlet adamı Claude Farrere, kaleme
aldığı “Yeniden Dirilen Türkiye” adlı eserinde ATATÜRK için şöyle yazmıştır:
“Öyle sanıyorum ki memleketini yeniden dirilten insandır. Onun sayesinde
Türkiye, pek yakında büyük bir memleket olacaktır.”6

4
Mütareke döneminden Millî Mücadele dönemine geçerken Mustafa Kemal Paşa orduyu
yeniden kurmak için büyük çabalar harcadı. Kurulan millî ordu kısa sürede personel bakımından
ve lojistik açıdan teçhiz edilerek cepheye sürüldü ve zaferler kazanmaya ant içmiş bir ordu
hüviyetine büründürüldü. Bilgi için bk. Zekeriya Türkmen; Mütareke Döneminde Ordunun
Durumu ve Yeniden Yapılanması (1918-1920), TTK Yay., Ankara, 2001.
5
Herbert Melzig; Atatürk, İstanbul, Tarihsiz, s. 87.
6
Orhan Akdoğan; “Atatürk ve Devrimleri”, 10 Kasım Atatürk Haftası Armağanı Dergisi, S. 28,
Ankara, 2001, s. 286.
219
ATATÜRK, tarihin kaydettiği en büyük zaferlere ve başarılara,
milletine olan inancı ile kavuşmuştur. Hiçbir mücadelesini milletine
inanmadan, milletine güvenmeden yapmamıştır. ATATÜRK önderliğinde
gerçekleştirilen Türk mucizesi, milletine inanan ve güvenen bir dehanın,
milletine inanç ve güven telkin edebilmesi sayesinde meydana gelmiştir. O,
1927 yılında bu konuda Nutuk adlı eserinin başında şunları belirtmiştir:
“Ben 1919 senesi Mayısının 19’da Samsun’a çıktığım gün elimde
hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim
vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben, bu millî
kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım.”
Aslında 19 Mayıs 1919, Türk milletinin bağımsızlık uğruna başlattığı,
ölümü hiçe sayan Kurtuluş Savaşı’nın temelinin atıldığı büyük bir tarihi
gündür. 19 Mayısın derin anlamını basmakalıp sözlerden uzaklaşarak
çocuklarımıza, gençlerimize ve bütün halkımıza yeniden hatırlatmalıyız.7
Mütareke dönemi havasını burada hatırlatmak gerekirse, Türk milletinin
köleleştirilmek istendiği bir dönemdi... Adları Türk olan birçok aydın
geçinenin köleliğe övgüler dizdikleri bir dönemdi… Zayıf ruhların, küresel
güçlerden korktukları ve sindikleri bir dönemdi… Amerika’ya teslim olmanın
çıkar yol göründüğü bir dönemdi… En önemlisi de sömürgecilerin,
istilacıların Türklüğü yok etmek için saldırdıkları bir dönemdi… İşte böyle bir
dönemde Türk milletinin bağrından çıkan akıllı, yürekli ve kararlı bir adam 19
Mayıs 1919’da Samsun’dan o kutlu savaşı başlattı. Bu kutlu günü de 20
Haziran 1938’de TBMM’de onaylanan 3466 sayılı kanunla Gençlik ve Spor
Bayramı olarak Türk milletine armağan etti.8
Türk Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren ATATÜRK, Millî Mücadele
döneminin gençliği ile fikir birliği içinde idi. Örnek verecek olursak Sivas
Kongresi’ne (4-11 Eylül 1919) gençliğin temsilcisi olarak katılan Hikmet
ismindeki Askerî Tıbbiye öğrencisi, kongre başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya
şöyle seslenir: Paşam, elçisi bulunduğum tıbbiyeliler, beni buraya istiklal
davamızı başarmak yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler.
Mandayı (himayeyi) kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar
her kim olursa olsun şiddetle ret ve takbih ederiz (kınarız). Farzı muhal
(varsayımı güç) manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa
Kemal Paşa’yı “vatan kurtarıcı değil, vatan batırıcı” olarak adlandırır ve tel’in
ederiz.” Mustafa Kemal Paşa, çok hislendiğini her hâlinden belli eden bir
tavırla gençlik temsilcisine şu cevabı vermiştir: “Arkadaşlar gençliğe bakın!
Türk millî yapısındaki soylu kanın ifadesine dikkat edin!” der ve şöyle devam
7
Atatürk’ün Samsun’a gidişi ve meydana gelen gelişmeler hakkında ayrıntılı bilgi için bk.
Türkmen; Yeni Devletin Şafağında Mustafa Kemal (Ekim 1918-Ocak 1920), Ankara, 2002.
8
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın teklifi ile 15 Aralık 1936’da açılışı yapılan Ankara’daki stadyuma
19 Mayıs adı verilmesi teklif edildi. 19 Mayısın üzerinden 19 yıl geçtikten sonra 20 Haziran
1938’de TBMM’de oylanan 3466 sayılı yasa ile 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı olarak kabul
edilmiştir. Aradan 43 yıl geçtikten sonra Mart 1981’de 2429 sayılı yasa ile 19 Mayıs Gazi
Mustafa Kemal Paşa ile özdeşleştirilerek Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı olarak
kutlanmaya başlanmıştır.
220
eder: “Evlat, müsterih ol! Gençlikle övünüyorum ve gençliğe güveniyorum.
Biz azınlıkta olsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız, tektir ve
değişmez: Ya istiklal ya ölüm!” Gençlik temsilcisinin bu sözlere karşılığı “Var
ol Paşam!” olmuştur. Bilindiği gibi Sivas Kongresi, yapılan uzun
görüşmelerden sonra Amerikan mandasını o zamanki dille “muhil-i istiklal
(istiklali zedeleyici)” bulmuş ve reddetmişti.9
ATATÜRK, kendi ülkesinde olduğu kadar, uluslararası alanda da bir
barış ortamının tesisinden yana idi. Daha açık bir ifade ile belirtmek
gerekirse, o yalnız kendi milletinin değil, bütün insanlığın mutluluğa
kavuşmasını istiyordu. 1922 yılında söylediği şu sözler bu isteğini açıkça
ortaya koyar: “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve
hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve çabuk bitebilirdi.
Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün
mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye
kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber
yürüyeceğinden emindir. Türkiye şimdiye kadar mevcut tarih kitaplarının
icabatını değil, tarihin hakiki icabatını takip edecektir.”
Doğu sorununu çözümlemek amacıyla, 1919 yılında Anadolu’yu
Yunan ordularına istila ettirmek üzere her türlü destek ve katkıyı sağlayan
İngiltere, 26 Ağustos 1922’yi takip eden Büyük Zafer’den sonra siyasi iflasın
eşiğine doğru sürüklenmiştir. İngiltere Parlamentosu Büyük Zafer’i takip eden
günlerde bir toplantı yapmış, İşçi Partisi lideri Mc Donald kürsüye gelerek
şöyle seslenmiştir: “Nerede başvekil Lloyd George? Bize ne söz verdi, netice
ne oldu? Hazineden boş yere para alarak bizi masraflara sürükledi. Hani
boğazlar bizim olacak, Anadolu taksim edilecekti? Heyhat bunun hiçbiri
olmadı, bize hesap versin!” Bu tenkitler üzerine mahcup bir edayla kürsüye
gelen İngiltere Başbakanı Lloyd George, şöyle karşılık vermiştir: “Arkadaşlar!
Asırlar pek nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük
dâhiyi asrımızda Türk milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal’in dehasına karşı
elden ne gelir!” Nitekim L. George bir süre sonra da İngiltere Hükûmeti
başbakanlığından istifa etmek zorunda kalmıştır.10
Mustafa Kemal ATATÜRK, yorulmak bilmeyen iradesi, tükenmeyen
azmi ile Türk milletini medeni dünyada insani hedeflere ulaştırmanın
savaşını şerefle başarmıştır. Bu irade, aslında dehanın bir vasfıdır. Ünlü
sosyal bilimcilerden Albert Sarruat’a göre Mustafa Kemal, “askerî
kahramanlıkla, siyasi dehayı tek bir kişilikte birleştiren” önderlerdendi.11
Herbert Melzig’e göre, Mustafa Kemal’i diğer komutanlardan üstün kılan
ayrıcalıkları vardı.12 Türkiye’nin İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye göre

9
Mazhar Müfit Kansu; Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, c. I, Ankara, 1966, s.
247-248. Ayrıca bk. Nurettin Tarakçıoğlu; “Atatürk ve Gençlik”, 10 Kasım 1986 Atatürk Haftası
Armağanı, Gnkur. ATASE Başkanlığı Yayını, Ankara, 1986, s. 36.
10
Enver Behnan Şapolyo; Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, İstanbul, 1958, s. 508.
11
Jean Denny; Yeni Türkiye, Ankara, 1960, s. 9.
12
Herbert Melzig; Atatürk, İstanbul, s. 82.
221
ATATÜRK, ümitsizlik anlarını yenmiş, imkânsızlık unsurlarını tesirsiz
bırakarak başarı kazanmış bir dâhi başkomutan idi.13
Mensubu olduğu milletin hâlde ve gelecekte her zaman umut ışığı
olma özelliğini taşıyan Türk gençliğine büyük ümitler bağlayan ATATÜRK,
gençliğin eğitiminde de hassas davranılmasını öğütler. ATATÜRK’e göre
gençlerin görecekleri eğitim, onları Türk milleti ve devletinin her türlü
düşmanları karşısında uyanık ve bilinçli olmalarını sağlayıcı, gençlere, sinsi
düşmanları mutlaka öğretici olmalıdır. ATATÜRK bu konuda 1 Mart 1922’de
TBMM’yi açış konuşmasının bir yerinde şunları söylemiştir: “Yetişecek
çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri eğitimin sınırı ne olursa olsun, en
önce ve her şeyden önce Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine ve millî
menfaatlerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu
öğretilmelidir. Milletlerarası cihan vaziyetine göre böyle bir mücadelenin
gerektirdiği ruhi unsurlar ile donanmış olmayan kişiler ve bu mahiyette
fertlerden kurulu olmayan toplumlara hayat yoktur.”14
Ülkemiz coğrafi ve stratejik yeri itibarıyla, içten ve dıştan gelebilecek
tehditlere en yakın ve en açık olan bir ülkedir; ayrıca da dünya siyasi
coğrafyasını etkileyebilecek bir yerdedir. Bundan dolayı Türk devletini,
Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar, tarih içinde
olduğu gibi, bugün de hedef olarak uzun vadede gençliği seçmişlerdir.
Özellikle ülkemizin AB’ye giriş sürecinde, Türkiye’yi ilgilendiren çeşitli
iç ve dış konulardaki dayatmalar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve
yöneticilerimizi hızla bir açmaza doğru sürüklemektedir. AB konusundaki
gelişmeleri takip ederken, zamanımızdan 165 yıl önce Tanzimat
dönemindeki uygulamalar ile geçen yüzyılın başında Türk milletine reva
görülen benzer olayları hatırdan uzak tutmamamız gerekir. Bakın büyük
ATATÜRK sanki Millî Mücadele’nin en çetin günlerinde, bugünleri görerek
Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri hakkında TBMM’nin 6 Mart 1922 tarihindeki
gizli oturumunda şu ibret verici açıklamalarda bulunmuştur: “... Efendiler,
düşmanlarımızın ne mahiyette olduklarını ve düşmanların Türkiye üzerindeki
hırslarının ne kadar ezelî olduğunu nazar-ı âlînizde tavzih edebilmek için
müsaadenizle buna dair birkaç söz söyleyeceğim. Cümlemizce malumdur ki
Avrupa’nın en mühim devletleri Türkiye’nin zararı ile, Türkiye’nin tedennisiyle
teşekkül etmişlerdir... efendiler bir şeyin zararıyla bir şeyin imhasıyla
yükselen şeyler bittabi o şeylerden mutazarrır olanı alçaltır ve filhakika
Avrupa’nın bütün terakkisine, tealisine ve temeddününe mukabil Türkiye
bilakis tedenni etmiş ve sükût vadisinde yuvarlana durmuştur. Türkiye’yi
imhaya müteşebbis olanlar Türkiye’nin imhasında menafii tevzin ederek
ittihat ve ittifak etmişlerdir. Bunun neticesi olarak birçok zekalar, hisler, fikirler
Türkiye’nin imhası noktasında tekasüf ettirilmiştir...Türkiye’nin hayat ve
mevcudiyeti üzerinde tatbikat-ı mütemadiye neticesi olarak en nihayet
Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi temdin etmek gibi birtakım zahirî
13
İsmet İnönü; Aziz Atatürk, MEB. Yay., Ankara, 1963, s. 6.
14
TBMM ZC.; 1.3. 1922, c. XVIII, Ankara, 1959, s. 8.
222
vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin hayat-ı dahiliyesine, idare-i dahiliyesine
hülûl ve nüfuz etmişlerdir. Böyle bir zemin-i müsait hazırlamak kudretini,
kuvvetini ihraz etmişlerdir... Artık hayat bulmak için, ıslah-ı hal etmek için,
insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak bütün işleri Avrupa’nın
âmâline göre tedvir etmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım
zihniyetler küşâyiş buldu. Hâlbuki hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nesâyihi
ile ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise
kaydetmemiştir. Tarih böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunan
meraretengiz netayiçle karşılaşmıştır. İşte Türkiye de bu galat-ı fikirle, bu
galat-ı zihniyetle malûl olan birtakım ricalin yüzünden her saat, her gün, her
asır biraz daha çok tedenni ve daha çok sükût etmiştir. Efendiler, bu sükût,
bu tedenni yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Maateessüf
Türkiye ve Türkiye halkı ahlâkı, ahlâken sükût ediyor...”15
Türk milletinin ve devletinin parçalanması ve yıkılması üzerine kurulan
planların sahneye konulduğu ve binlerce insanımızın şehit olmasına sebep
olan kanlı terör örgütlerinin eylem ve amaçlarının bugün daha açık bir
şekilde ortaya çıkması; Büyük ATATÜRK’ün 1922’de TBMM’de yaptığı
uyarının bir kez daha haklılığını ve onun uzak görüşlülüğünü ortaya
koymuştur. ATATÜRK’ün işaret ettiği gibi gençlerimiz, bağımsızlığımızı ve
benliğimizi oluşturan değerler ve millî menfaatlerimizle donatılmalıdır.
Üzerinde yaşadığımız güzel yurdumuzun sahip olduğu jeopolitik ve
jeostratejik konumu bizi buna zorunlu kılmaktadır. Bunun için gençlerimizi
öncelikle tarih bilinci, millet ve yurt sevgisiyle donatmalıyız. Geçmişimiz
hakkında doğru bilgi ve bilinç, bize mutlaka ATATÜRK’ün istediği mücadeleci
ruhu kazandıracaktır. ATATÜRK bu düşünceden hareketle “Türk çocuğu
ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde güç ve kuvvet
bulacaktır.” demiştir.
Başkomutan Meydan Muharebesi’nin ikinci yıl dönümü dolayısıyla,
zaferin kazanıldığı yerde 30 Ağustos 1924’te yaptığı konuşmada, ATATÜRK
gençlere şöyle seslenmiştir: “Efendiler, son sözlerimi münhasıran
memleketimizin gençlerine tevcih etmek istiyorum. Gençler, cesaretimizi
takviye ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültürle,
insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali
olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyet’i biz kurduk;
onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.”16
ATATÜRK kendisini takip edecek olan gençliğin yılmadan,
yorulmadan hedefe yürümeleri gereğini de bakın şu sözleriyle belirtiyordu:
“Yorgunluk her insan için tabi bir hâldir. Fakat insanda yorgunluğu
yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki işte bu kuvvet yorulanları
dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları,
yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar

15
TBMM GCZ.; c. 3, celse nu: 2, İş Bankası Yay., Ankara 1985, s. 6.
16
A.S.D.; c. II, s. 184. Ayrıca bk. Atatürkçülük I. Kitap: Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Ankara,
Genelkurmay Basımevi, 1982, s. 128.
223
verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek
idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.”17
Türk milleti kendisine inanan bir önderin yön vericiliğiyle işgali,
topyekûn bir mücadeleyle büyük bir zafere dönüştürdükten sonra, her alanda
yine önderinin yol göstericiliğiyle çağdaşlaşma atılımlarına girişti. Özellikle
gençlerimiz ve tüm halkımız tarafından çok sevilen bir marşımız vardır.
Hepimiz bu marşın melodisini biliriz, duyduğumuzda da mutlaka isteyerek
bunu mırıldanmışızdır. Müziğini bildiğimiz, tanıdığımız, sevdiğimiz bu
marşımızın dizelerinde çok anlamlı ifadeler yer almaktadır: “Çıktık açık alınla
on yılda her savaştan / On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan /
Başta bütün dünyanın saydığı baş kumandan / Demir ağlarla ördük ana
yurdu dört baştan.” Bu güzel marşın sözlerine baktığımızda Cumhuriyet’in ilk
on yılında yapılanlar sanki özetlenmiş gibidir.
Kuruluş sürecindeki Türkiye Cumhuriyeti devletinin 1923-1938
yıllarında her alanda çok hızlı bir gelişim gösterdiği bilinmektedir. O zaman
ülkenin içinde bulunduğu manzarayı çok kısa olarak, ana hatları ile ortaya
koymak, bugün ulaştığımız seviyenin anlaşılması bakımından büyük önem
arz etmektedir. Bilindiği üzere, Türk Kurtuluş Savaşı’nın ardından Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran ATATÜRK ve arkadaşlarının devraldıkları miras her
bakımdan olumsuzluklarla dolu idi. zamanın manzarasını kısaca özetlemek
gerekirse, nüfusumuz uzun süren savaşlardan dolayı giderek azalmıştı. 1927
sayımında 13 milyon olarak tespit edilmişti. Türkiye nüfusunun % 90’ı yoksul
ve köylerde yaşamakta idi. Sanayi yoktu. Makine, elektrik, yol, vb. modern
teknoloji için gerekli şeyler yoktu. Ticaret, bankacılık, sigortacılık ve ulaştırma
alanlarında hizmet veren ve tespitlere göre 85 civarındaki şirketin tamamı ise
yabancıların elinde idi. Bugünkü anlamda bir devlet bütçesi yoktu. Okuma
yazma oranı sadece % 6 idi. Kadınların okuma yazma oranı yok denecek
kadar azdı ve en önemlisi de kadınlarımız pek çok haklardan mahrum
bırakılmışlardı.
Cumhuriyet’in ilanından sonra gerçekleştirilenler yani, 1923-1938
arasında geçen 15 yıllık dönemde yapılan işler olağanüstü düzeydedir.
Siyasal, toplumsal alanda gerçekleştirilen yeniliklerle Türk insanı medeni
dünyada hak ettiği yere ulaştırılmış oldu. Eğitim yaygınlaştırıldı ve parasız
hâle getirildi; ülkenin her yanında çağdaş eğitim öğretim kurumları açıldı.
Yönetim ve hukuk alanlarında pek çok yenilikler yapıldı. Köylüye büyük yük
getiren aşar vergisi, aslında bütçe gelirlerinin 1/3’ünü karşılamasına rağmen
kaldırıldı; toprak reformu gerçekleştirildi. Kooperatifçilik yaygınlaştırıldı.
Ulaşım için kullanılan kara yollarının ıslahına çalışıldı; ülke dört bir yandan
demir ağlarla örüldü. Kendi kara sularımızda serbestçe dolaşım hakkını, yani
kabotaj hakkını elde ettik. Sümerbank ve Etibank gibi bankalar kurularak
ülkedeki sanayi üretimine gereken önem verildi.18 ATATÜRK döneminde

17
A.S.D.; c. II, s. 280. Ayrıca bk. Peyami Safa; Türk İnkılabına Bakışlar, Ankara, 1938, s. 80.
18
1926 yılına kadar 27.850 km’lik kara yolu ıslah çalışması tamamlandı. 1933 yılına kadar 2212
km demir yolu yapıldı. 1923-1932 yılları arasında pamuklu dokuma üretimi % 280, maden
224
karşılıksız hiç para basılmadığı gibi sürekli denk bütçe yapıldı. 1938 yılında
devlet hazinesinde 26 ton altın ve 36 milyon dolarlık döviz stoku vardı.
Bugün en genç insanımızdan en yaşlı insanımıza varıncaya kadar enflasyon
tabirini bilmeyen yok gibidir. 1925-1927 yıllarında Türkiye’de yıllık enflasyon
% 1 idi. Üstelik Türk lirası diğer ülke paraları karşısında oldukça değerli
durumda idi.
ATATÜRK, bu ekonomik atılımı gerçekleştirme yolundaki azim ve
kararlılığını daha Kurtuluş Savaşı yıllarında “top, tüfek ve süngü ile kazanılan
zaferi ekonomik zaferle taçlandıracağını” ifade etmiş ve bunu büyük bir
kararlılıkla 17 Şubat 1923 tarihinde gerçekleştirdiği İzmir İktisat
Kongresi’nden sonra safha safha uygulamaya koymuştur. İzmir İktisat
Kongresi’nde alınan kararlar, tam bağımsızlık için ekonomik bağımsızlığın ne
kadar elzem olduğunu ortaya koymakta idi. 80. yılını idrak ettiğimiz
Cumhuriyet’imizin bu günlerine baktığımız zaman, alınan dış borçlar ve IMF
kredilerinde dikte ettirilen gizli-açık şartları çoğumuz bilmiyoruz veya
umursamıyoruz. Ne yazık ki bunların sırtımıza yüklediği kamburu ancak iş
işten geçtikten sonra hissediyoruz. Bütün bunlardan sonra acaba
ATATÜRK’ün neden önce ekonomik bağımsızlık dediğini idrak edebiliyor
muyuz?
Özetle belirtmek gerekirse, Türk milleti ATATÜRK’ün önderliğinde 15
yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirilen “Türk mucizesi” ile uluslararası alanda
hakkettiği saygın yere kavuşmuş oldu.
Millî birlik ve beraberlik duygusuyla perçinleyip peşinden sürüklediği
Türk milletiyle, Kurtuluş Savaşı’nı sonuçlandırdıktan sonra bu başarıyı
ekonomik zaferlerle taçlandıran ATATÜRK, Türk milletinin her zaman birlik
ve beraberlik içerisinde bulunmasını istemiştir. Çünkü onun, Cumhuriyet’in
Onuncu Yıl Nutku’nda da ifade ettiği gibi “Türk milleti, birlik ve beraberlik
duygusu ile her türlü zorlukları yenmesini” bilmiştir.
XXI. yüzyıla adım attığımız şu zamanda etkinliği kalmayan
ideolojilerini terk ederek, geleceği belirsiz bir yeniden yapılanma dönemi
başlatan bazı devletlerin gerçekleştirmeye çalıştığı fakat bir türlü başarı
sağlayamayan uygulamaları, ATATÜRK daha yüzyılın başında âdeta “şok bir
uygulama” yaparak gerçekleştirmiştir. Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti,
devlet hayatı açısından çok kısa sayılabilecek sürede yozlaşmış bir devlet ve
toplum yapısından modern, batılı ve çağdaş bir yapıya yönelmiştir. Yine bu
sebepledir ki ATATÜRK’ün Türk tarihi içerisindeki yeri ve onun akıl ve bilime
dayalı düşünce sisteminin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Türk
milletinin düşünce ve davranışları üzerindeki etkisi her geçen gün daha

kömürü üretimi % 250, çimento üretimi % 630, yünlü mensucat üretimi % 500, şeker hiç
üretilmezken 27.549 ton üretilmiştir. Cumhuriyet’in ilanından itibaren geçen on yıllık sürede ana
gıda maddeleri ile diğer temel ihtiyaç maddeleri konusunda Türkiye kendi kendine yeten bir ülke
konumuna geldi. Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923 yılında dış ticaret 36,1 milyon dolar açık
vermişken, 1936 yılında 20,1 milyon dolarlık dış ticaret fazlası elde edilmiştir.
225
belirgin olarak ortaya çıkmakta, bu katkının ve etkinin büyüklüğü çoğu
zaman olayın içerisinde yaşayanların değerlendirmelerini aşmaktadır.
Bugün ATATÜRK’ün Türk gençliğine emanet ettiği ve bizim de
muhafaza etmek için yemin ettiğimiz “Türk istiklal ve Cumhuriyeti’ne
kasteden, dahilî ve haricî düşmanların” çok yönlü olarak saldırılarına maruz
kaldığımız bir dönemde yaşıyoruz. ATATÜRK’ün “Gençliğe Hitabesi”nin
özellikle içinde bulunduğumuz bugünler dikkate alınarak çok iyi tahlil
edilmesi, değerlendirilmesi, yorumlanması tekrar tekrar okunarak özellikle
gençlerin beyinlerine nakşedilmesi gerekmektedir. Gençliğe Hitabe’de
ATATÜRK; “Bir gün istiklal ve Cumhuriyet’i müdafaa mecburiyetine
düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve
şerâitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerâit daha na-müsait bir mahiyette
tezâhür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyet’ine kastedecek düşmanlar, bütün
dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve
hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş,
bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şerâitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin
dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve delalet ve hatta hıyanet içinde
bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin
siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet fakr ü zaruret içinde harap ve bitap
düşmüş olabilir.” diyerek, acaba içinde bulunduğumuz bugünlere mi işaret
ediyordu?
ATATÜRK, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da toplanan
İkinci CHP Kurultayında 36,5 saat süren konuşmasının sonunda Gençliğe
Hitabesi’nde bunları söylerken, aslında Türk tarihinden edindiği tecrübelere
dayanarak ileriye yönelik kestirimler yapıyordu. Onun hayatını
incelediğimizde, büyük mücadeleler içinde geçtiğini, Osmanlı Devleti’nin
yıkılış sürecinde yaşanan tüm olumsuzlukları iliklerine kadar hissettiğini,
bütün bu sıkıntılara rağmen içindeki ümit ışığını hiçbir zaman yitirmediğini
görürüz. Bu eser, yalnız geçmiş bir devrin hikayesi olarak dünümüzü
anlatmakla kalmamakta, yakın tarihimizden alınan ibret dolu tecrübelerle,
millî varlığımızın bugününe de yarınına da ışık tutabilen yüksek bir değer
taşımaktadır. Çünkü Nutuk, tarihin akışını değiştirme gücüne sahip bir
önderin, varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milleti, temelleri çökmüş, ömrü
tamamlanmış olan bir devletin yıkıntıları arasından çekip çıkararak çağdaş
ve millî bir devlet hâline getirebildiğinin belgelere dayanan hikayesidir. Nutuk
aynı zamanda Türk hitabet sanatının da doruğuna yükselmiş ve bir şaheser
olmuştur19. ATATÜRK, Büyük Nutku’nu tamamlarken bakınız Türk gençliğine
şöyle seslenmiştir:
“Efendiler, bu beyanatımla, millî hayatı hitam bulmuş farz edilen büyük
bir milletin; istiklalini nasıl kazandığını, ilim ve fennin en son esaslarına
müstenit, millî ve asrî bir devleti nasıl kurduğunu ifadeye çalıştım. Bugün
vasıl olduğumuz netice asırlardan beri çekilen millî musibetlerin intihabı ve

19
Kemal ATATÜRK; Nutuk 1919-1927, (Prof. Dr. Zeynep Kerman neşri), (Atatürk Araştırma
Merkezi Yayını), Ön Söz, Ankara, 1991, s. XIX-XXI.
226
aziz vatanın, her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi Türk
gençliğine emanet ediyorum.” Bu ifadelerin ardından Türk gençliğine, Türk
tarihinden aldığı ilhamla seslenirken, millî vasiyetini de şu cümlede
toplamıştı: “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk
Cumhuriyeti’ni ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve
istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir.” Ve
son cümlede de “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda
mevcuttur.” ifadesiyle bitirmiştir. Bu başlangıç ve bitiş cümleleri, hitabenin
özünü teşkil ettiği gibi, ATATÜRK İlkelerinin hepsi, bu iki veciz cümle ile
özetlenebilir. Gençliğe Hitabe’nin kendisi Nutuk’un özetidir. Gençliğin,
ATATÜRK’ün Gençliğe Hitabesi’ni içlerine sindirerek, her kelimesinin
üzerinde durarak okumalarında büyük yarar vardır. Nitekim, Gençliğe
Hitabe’nin her kelimesi bir ciltlik bir kitabı dolduracak içeriktedir. Birlik ve
beraberliğimizin yolu, devlet ve milletimizin var olma sebebi bu hitabede
açıkça gösterilmiştir.
ATATÜRK, “Ey Türk Gençliği!” diye seslenirken kafasında şekillenen
ve kendine muhatap aldığı gençlik, Atatürkçü düşüncenin ilkeleri ışığında
eğitimini tamamlamış “cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, laik, devletçi ve
inkılapçı” bir gençliktir; ayrıca kendisine emanet edilen ağır görevin
sorumluluğunu kavrayabilmiş ve bu yönde bilinçlendirilmiş bir gençliktir.
Gençliği küresel güçlerin etkisiyle kültürel yönden sömürgeleştirilmiş olan bir
millet yok olmaya mahkûmdur. Gençlerin içinde bulundukları durum bir yerde
o milletin gelecekteki aynası gibidir. Nitekim, bir milletin geleceğini o ülkedeki
gençlerin fikir yapısından, kavrayış ve anlayışlarından, yetişme tarzından
anlamak da mümkündür.
O büyük insan, her zaman Türk gençliğiyle birlikte olmuştur, onların
gösterdiği çaba ve gelişmeyi kendi diktiği körpe bir fidanın boy atıp
serpilmesi gibi gururla izlemiştir. ATATÜRK, her fırsatta bir öğretmen gibi
iyiyi, doğruyu, gerçeği Türk gençliğine anlatmaktan büyük zevk alan bir
önderdir. ATATÜRK ve gençlik ebediyen ayrılmaz bir bütündür. Gençliğin
görev ve sorumluluklarının neler olacağını, çeşitli zamanlarda ve zeminlerde
yaptığı konuşma ve değerlendirmelerle bizlere sunan ATATÜRK, her alanda
Türk gençliğini uyarmış; özellikle “Gençliğe Hitabesi”nde devleti idare
edenlerin bile hıyanet içinde olabileceklerini belirterek, gençliğin her zaman
uyanık ve hassas olması gerektiğini hatırlatmıştır
ATATÜRK’ün en önemli direktiflerinden birisi gençliğe millî bir eğitim
verilmesi hususu idi. Bu konuda o şöyle diyordu: “Genç beyinlere kültürünü,
insanlığa, millet ve memleket yararına kullanmayı, hür ve şerefle egemen
yaşamayı, karanlık günleri geri getirmeyecek yabancı ideolojilere kapılmama
bilgisini, benliğini yabancılar için kullanmamayı cumhuriyet okulları öğretir.”
Cumhuriyet okulları, gençliği dil birliğine, duygu ve düşünce birliğine
ulaştırmayı hedeflemiş ve bu yolda eğitimine devam etmiştir. Büyük Önder,
yeni Türk alfabesini başöğretmen tavrıyla öğretme ihtiyacını, dil birliğinin millî
birlik ilkesinin özünü oluşturduğu önemden dolayı benimsemişti. Dilde birlik

227
ve bütünlük, ATATÜRK’ün birlik içinde Türk milleti idealinin yorumu ve
özüdür. Devlet ve devletin bütün müesseseleri olarak, çocuklarımıza ve
gençlerimize, dünden bugüne Türk milletinin her türlü faaliyetlerini; askerî,
siyasi, idari, bilimsel, toplumsal, ekonomik ve kültürel yönden çok ciddi bir
şekilde ele almak zorundayız. Bunu yaptığımızda ATATÜRK’ün ifadesiyle:
“Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.
Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya
gelmemdir.” diyebilen, “Ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapabilmek için
kendinde kuvvet bulabilen” ve dostunu, düşmanını çok iyi seçebilen bir
gençlik yetişecektir. İşte böyle bir gençlik, içerde ve dışarıda millî çıkarlara
zarar verecek her türlü hareket ve davranışları reddederek: ‘Ne mutlu
Türk’üm diyene.’ ilkesi içinde sonsuza kadar uzanacaktır.”20
ATATÜRK, geleceğin Türkiye’sini sağlam temellere oturtmak ve daima
ileriye, yeniye ve güzele gidişini sağlamak için, bağnazlığa, yobazlığa karşı
çıkarak, bugünkü çağdaş Türkiye’nin kurulmasını ve gelişmesini sağlamıştır.
ATATÜRK, Türk milletinin ve devletinin kalkınıp, gelişmesi için bir ideolojiyi
önermemiş; ama bir düşünce sistemi oluşturmuştur. Bu sistemin çerçevesini
temel ilkeler çizerken, sistemin asli gücü akıl ve bilim esasına
dayandırılmıştır. Atatürkçü düşünce sistemi bu açıdan bakılırsa, akıl ve bilim
demektir. Aklın ve bilimin rehberliğinde çağdaş uygarlık düzeyine varmak,
çağı yakalamak, bütün problemleri akıl ve bilim ile çözmeyi bilmek demektir.
Bakın o bir sözünde şöyle diyordu: “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet,
hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim
manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda
olduğumuz çetin ve köklü zorlukların önünde, belki amacımıza tamamen
ulaşamadığımızı, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber
edindiğimizi tasdik edeceklerdir.” Yine ATATÜRK, “akıl ve bilim yolunu takip
edenlerin manevi mirasçısı olacağını” ifade ederken, bilimsel düşüncenin
ülkemizde her alanda yaygınlaşması gereğini vurgulamak istemiştir.
ATATÜRK’ün bu düşüncelerinden hareketle önümüzdeki yüzyılda dünyanın
en gelişmiş ülkeleri arasında yer almak için hızla ilerleyen Türkiye
Cumhuriyeti’nin, -uluslararası sistemdeki bütün engellemelere rağmen- aklın
ve bilimin rehberliğinde çağı yakalayacağına ve bütün sorunlarını akıl ve
bilim ışığında çözeceğine olan inancımız tamdır.
ATATÜRK, Kurtuluş Savaşı’nda nasıl elindeki tek önemli kaynak
olarak Türk milletini, onun engin tarihî tecrübesini, bu tecrübe ile yoğrulmuş
ileriye dönük başarma azim ve iradesini görmüş ise, biz de halkımızla, millî
birlik ve beraberlik içinde bütünleşerek XXI. yüzyılda bir kere daha “Türk
mucizesi” yaratabiliriz.
Türk gençliğine bir öğretmen tavrı ile yaklaşan ATATÜRK, bu eğiticilik
vasfından dolayı Türk eğitim tarihinde de önemli bir yere sahiptir. Burada
ATATÜRK’ün ileri görüşü ve çağlar ötesine ışık tutan, yön verici sözlerini de
20
Kemal Göde; “Millî Kültür ve Gençlik”, 10 Kasım 1986 Atatürk Haftası Armağanı, Gnkur.
ATASE Başkanlığı, Ankara, 1986, s. 210.
228
kısaca belirtmek gerekir. Cumhuriyet’in güvencesi olarak gördüğü Türk
gençliğinin irfan ocağı, okullardan söz eden bir konuşmasında Büyük Önder
şöyle seslenir: “Türk toplumunun asıl düşmanı bilgisizliktir, cehalettir,
tembelliktir. Bundan dolayıdır ki eğitim, bizi karanlıktan çıkaracak en güçlü
ışıktır. Ülkeyi, ulusu kurtarmak isteyenler çok çalışmak ve özverili olmak
zorundadır.” ATATÜRK, “geleceğin ışığı” olarak tanımladığı gençliğin son
derece modern bir eğitimden geçirilmesi gerektiğini her konuşmasında ifade
etmiştir. Eğitimle ilgili gözlemleri, teşhisleri, eğitim tarihimizden çıkardığı
dersler onu âdeta bir eğitimci hâline getirmiştir. Mustafa Kemal’i, ATATÜRK
yapan en önemli süreç eğitim ve öğrenim sürecidir. ATATÜRK eğiticilik
yönünün vurgulanmasından büyük haz duyardı. 1936 yılında yiğitliğini,
zaferlerini, yaptığı devrimleri anlatan bir şiir yazan şair Behçet Kemal
Çağlar’a ATATÜRK, “Olmamış.” der, “Benim asıl bir niteliğim var ki onu
yazmamışsın. Benim asıl kişiliğim öğretmenliğimdir, ben milletimin
öğretmeniyim, onu yazmamışsın.” ATATÜRK gerçekten Kurtuluş Savaşı’nı
ve inkılapları hep bu sabırla, ikna edici, güven verici, bilgili öğretmenliği
sayesinde başarmıştır. Bu yüzden kendisine 24 Kasım 1928’de başöğretmen
unvanı verilmişti. ATATÜRK bu yönü ile kendisinden bin yıl önce yaşamış
olan büyük Türk filozofu Farabi (870-950)’yi hatırlatır. Farabi’ye göre ideal
devlette, devlet başkanı milletinin eğiticisi olmalıdır. İşte ATATÜRK,
tarihimizde pek çok yöneticinin ihmal ettiği bu eğiticilik görevini de en iyi
şekilde başarmıştır.
ATATÜRK’e göre Cumhuriyet’i yüceltecek ve yükseltecek olanlar
gençlerdi. 9 Ağustos 1929 günü İstanbul’a gittiğinde, kendisini görmek için
sabaha kadar beklemeye azimli olan gençlerin arasına girerek; “Beni görmek
için zahmet ediyorsunuz. Bundan mahcup oluyorum. Beni görmek demek
behemehal yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim
duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeter.” demiş ve ilave
etmiştir: “Fikri hür, vicdanı hür, vatan ve milletini her şeyin üzerinde tutan,
cumhuriyet prensiplerine bağlı gençler olarak yetişmeniz en büyük
emelimdir.”21
Eğitim insan hayatında doğumundan itibaren başlayan bir süreçtir.
Nitekim gençlerimizi eğitirken onlara, Türkiye’nin sorunlarını çözerken anarşi
yaratacak, millî birlik ve beraberliği ortadan kaldıracak yolları kullanmaktan
kaçınmalarının önemini idrak etmelerini sağlamalı, kişi hak ve hürriyetlerinin
demokrasinin vazgeçilemez unsurları olduğunu bilincini aşılamalıyız.
Unutmamalıyız ki bizler bunu sağladığımız ölçüde bölgemizde etkili bir güç,
sözü geçen bir devlet konumuna yükseliriz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olarak, ülkemizi bölmek ve parçalamak isteyen iç ve dış kaynaklı yıkıcı,
bölücü ve irticai örgütlerin propagandalarına engel olmak için elimizden
geleni yapmalı, eğittiğimiz gençliğimizi her bakımdan bilinçlendirmeliyiz.
Tarih geçmişin muhasebesidir ve tarih ders alındığı zaman ancak ibrettir. Bu

21
Mehmet Önder; Atatürk’ün Millî Kültür Politikasında Gençliğin Yeri”, Selçuk Üniversitesi I. Millî
Gençlik Kongresi 6-8 Kasım 1985, Konya 1987, s. 44.
229
bakımdan Türk tarihini gençliğe çok iyi anlatmalı ve dersler çıkarmalarını
sağlamalıyız. Yeni fikir çığırları açmak ve yeni idealler yaratmak isteyen
bütün düşünürler genç kuşaklara hitap ettikleri gibi, milletleri içerden
çökertmek amacını güdenler doğrudan doğruya gençliği seçerler ve
yabancılar kendi siyasi amaçları uğruna, millet düşmanları da şahsi çıkarları
hesabına gençliği benliğinden uzaklaştırmak hususunda hiçbir emeği
esirgemezler. Çünkü sahte fikir ve aldatıcı iddialarla ektikleri felaket
tohumlarının mutlaka filizleneceğinden emindirler.
ATATÜRK’ün direktifleri doğrultusunda yarının büyüklerini yani
gençleri yetiştirmekte en büyük görev ise biz öğretmenlere düşmektedir.
Nitekim O, 25 Ağustos 1924’te Ankara’da toplanan Muallimler Birliği
Kongresi’nde bu görevi şöyle açıklamıştı: “Öğretmenler, yeni kuşağı,
Cumhuriyet’in fedakâr öğretmen ve eğitimcileri olan sizler yetiştireceksiniz,
yeni kuşak sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin beceriniz ve
özverinizin derecesi ile orantılı olacaktır. Cumhuriyet ilmen, fikren, fenne,
bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni kuşağı bu nitelik
ve yetenekle yetiştirmek sizin elinizdedir. Seçkin görevinizin yerine
getirilmesine yüksek yardımlarla katkıda bulunacağınıza asla şüphem
yoktur.”22
Gençlik, milletlerin en hareketli unsurudur. Bir yerde milletlerin
devamlılığını, yani can damarını oluşturur. Millî hedeflerin gerçekleşmesi,
milletlerin başarılarının devamı, gençliğin millî duygu ve düşünceler
çerçevesinde yetiştirilmesine bağlıdır. Türk milletinin birlik ve bütünlüğünün,
devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün muhafazası, gençlere
verilen eğitim öğretim, millî terbiye ve bunların sonucu olarak millî birlik ve
bütünlük ruhu ile mümkündür. Bu insan toplumuna millet vasfını veren unsur,
millî kültürdür. Millî kültür, milletlere şahsiyetini, millî kimliğini veren maddi
manevi değerlerin bütünüdür. Çocuklarımıza daha ana sınıfı çağından
itibaren millî hedefler ve millî heyecanlar verilmeli, Türk Devleti’nin, milletinin
büyük şerefli bir toplum olarak yaşaması, ülkesi ve milleti ile bölünmez
bütünlüğü, her Türk gencinin millî hedefi, hayat sebebi sayılmalıdır.
ATATÜRK’ün Cumhuriyet’i ebediyen kendisine emanet ettiği gençlik, işte
böyle bir Türk gençliğidir. Bu gençliği yetiştirebilmek için millî eğitim
sistemimizde Atatürkçü düşünce ışığında millî, köklü, kalıcı ve gerekli
düzenlemeleri yapabilirsek ancak, çağa ayak uydurmamız mümkün
olabilecektir.
Türkiye Cumhuriyeti ulusal bir devlettir ve Türklük bu millet fertlerini bir
araya getiren, onları kopmaz bağlarla perçinleyen ortak addır. Bu kimliği
parçalayacak boyuttaki gelişmelere Türk milletinin tahammülü yoktur, bu
kimliğin parçalanması demek millî varlığın sona ermesi anlamına
gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, millet esasına oturtulmuş millî bir

22
Atatürkçülük III ncü Kitap; s. 141, 161, 162.
230
devlettir. İmparatorluktan millî devlete geçerken, Misakımillî sınırlarımızın
belirlenmesinde Türk soylu insanların yoğunluğunu dikkate almıştır.
Lozan Antlaşması ile ülkemizdeki azınlıkların statüsü belirlenmiştir.
Yaklaşık son 20 yıldır, “Alt kimlikleri tanıma”, “mozaik”, “siyasi çözüm”,
“federasyon”, “Bu insanlar kendilerini sizden kabul etmiyorlarsa, buna hakları
vardır.” laf ve tartışmalarıyla çok tehlikeli bir çığır açılmış, Cumhuriyet ile
soyutlanamayacak şekilde kaynaşmış millî varlık ve değerlerimize bir saldırı
başlatılmıştır. Günümüzde, Türkiye’nin bölgesinde önemli bir güç olmasını
istemeyen kimi Avrupa ülkeleri ile birtakım uluslararası kuruluşlar Türkiye’de
sanki etnik bir sorun varmış gibi propagandalarını sürdürmekte zaman
zaman milletvekillerini de gözlemci olarak göndermektedirler. Ne hazindir ki
ülkemizde de bunların sözcüsü konumunda olan siyasileri görmek
mümkündür. Ülkemizde Lozan Antlaşması’yla durumları belirlenen ve diğer
akit ülkelere de kabul ettirilen Ermeni, Rum ve Musevi azınlık dışında bir
azınlık bulunmamaktadır.23 Türk milletinin birlik ve beraberliğini bozmak için
öncelikle gençlikten başlayarak, gençliği anarşinin içine itmeye çalışanlar her
türlü yolu deneyerek, Türkiye’de “azınlık, federasyon, mozaik, anayasal
vatandaşlık” lafı edenlere, Anadolu’daki Türk varlığını bin yıl ile
donduranlara, “Türk’üm demekten kaçınan, onun yerine Türkiyeliyim.”
diyenlere karşı bakın devletimizin kurucusu ATATÜRK, ülkemiz insanının
birlik harcını şu veciz sözü ile noktalamıştır: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Sevgili gençler! İlerlemenin sırrı, çırağın ustayı geçmesiyle
mümkündür. Bizlere düşen görev ise geçmişi bilmek, bunları size doğru
olarak aktarmak ve geleceğimizin teminatı olan sizlere bilinçli yatırım
yapmaktır. En isabetli ve en akıllı yatırım ise, sizleri Türkiye Cumhuriyetinin
çağdaş okullarında, çağın en modern teknik ve usulleriyle donatarak
eğitmek, yetiştirmektir. Bu, millet olarak varlığımız için gereklidir. Çünkü;
doğadaki her canlı varlık devamı için amansız bir mücadele içindedir.
ATATÜRK bu konuda bakın şöyle der: “Hayat mücadeleden ibarettir.
Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Galip olmak, mağlup olmak.
Size, Türk gençliğine terk ve tevdi ettiğimiz vicdani görev yalnız ve daima
galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız.” O Büyük Önder Türk
gençliğine her zaman güvenmişti; bizler de geleceğimizin teminatı olan
sizlere güveniyoruz ve inanıyoruz. Düşmanların çok yönlü saldırılarına
rağmen, Türk gençliğinin metin bir şekilde bunlara karşı koymaktaki direnci
bizim geleceğe güvenle bakmamızı sağlamaktadır. Sonuç olarak belirtmek
gerekirse, gelecek gençlerindir. Türkiye Cumhuriyeti’ni çağdaş uygarlık
düzeyinin üzerine çıkarmak, sonsuza kadar yaşatmak ve yükseltmek azmi
ve inancıyla özveriyle çalışan siz genç arkadaşlarımı saygıyla selamlarken,
başarılarınız devamını diliyorum.

23
Örnek vermek gerekirse, Fransa’da millî azınlık konumunda 17 grup (% 19,8) vardır, resmî dil
Fransızcadır. İngiltere’de 13 azınlık grup vardır, resmî dil İngilizcedir. Hollanda’da millî azınlık 4
grup olup nüfusun % 19,5 ini oluşturur. İspanya’da dört millî azınlık vardır ve nüfusun % 15’ini
oluşturmaktadır. Dil ise İspanyolcadır.
231
ASKER VE DEVLET ADAMI ATATÜRK
Dr. Hv. Öğ. Yb. Hülya ŞAHİN
1. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Askerî Biyografisi ve Türk
Kurtuluş Savaşı
İmparatorlukların parçalanarak ulusal devletlerin oluştuğu, güç
kavgalarının en üst düzeye çıktığı XX. yüzyılda yetişen önderlerden biri olan
Mustafa Kemal ATATÜRK, ulusallaşma sürecinde ülkesini emperyalist
güçlere karşı savunan komutan, devlet kurucusu, devlet adamı, devrimci ve
evrensel nitelikleri ile çok yönlü bir lider ve devlet adamıdır.
Mustafa Kemal ATATÜRK, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Cumhuriyet onun önderliğinde kısa bir sürede
gelişerek siyasal, toplumsal ve ekonomik yapıya kavuşmuştur.Türk milletini
çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracak inkılapları gerçekleştiren Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün yaşam hikayesi; 1881 yılında Selanik’te başlar. Ortaokul ve
liseyi askerî okulda okuduktan sonra Harp Okulunu ve Harp Akademisini
bitirmiştir.1 1905 yılında kurmaylık stajı için merkezi Şam’da bulunan 5 nci
Orduya atanan Mustafa Kemal ATATÜRK, burada görevli iken Vatan ve
Hürriyet Cemiyetini kurmuştur.2 1907 yılında merkezi Manastır’da bulunan
3 ncü Ordu Karargâhına atanan Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurmuş
olduğu cemiyet Osmanlı Devleti’ne Meşrutiyet idaresini getirme mücadelesi
veren İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşmiştir. Mustafa Kemal ATATÜRK,
31 Mart 1909 tarihinde II. Meşrutiyet’e karşı çıkarılan irtica ayaklanmasını
bastırmak üzere gönderilen Hareket Ordusunun kurmay subaylığını
yapmıştır. 5 Ekim 1911 tarihinde İtalyanların Trablusgarp’a saldırması
üzerine, Mustafa Kemal ATATÜRK, binbaşıyken gönüllü olarak Kuzey
Afrika’daki bu savaşa katılmıştır. Tobruk ve Derne bölgelerinde gönüllü
mahallî kuvvetlerin başında bulunmuştur.3 1912 yılının Ekim ayında Balkan
Savaşı’nın başlamasıyla birlikte İstanbul’a dönen Mustafa Kemal ATATÜRK,
orduda aktif görev alarak Edirne’nin düşmandan geri alınmasında etkinlik
göstermiştir.4
Balkan Savaşı’ndan sonra Sofya’ya askerî ataşe olarak atanan
Mustafa Kemal ATATÜRK, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine aktif
görev isteğinde bulunmuş ve 1915 yılında Gelibolu yarımadasında teşkil
edilen 19 ncu Tümen Komutanlığına atanmıştır.5 18 Mart 1915’te Çanakkale
Boğazı’nı denizden geçemeyen İtilaf devletleri bu sefer kara harekâtına

1
Bk. Cihat Akçakayalıoğlu; Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
c. IX, S. 25, Ankara, 1992, s. 37-66.
2
Afet İnan; “Vatan ve Hürriyet”, Belleten, c. 1, s. 289-298.
3
Bk. Yılmaz Altuğ; Modern Bir Devlet Yaratıcısı Olarak Atatürk, c. III, S. 9, Ankara, 1887,
s. 519-535.
4
Askeri Yönüyle Atatürk; Ankara, 1981, s. 21
5
H. Fahri Çeliker; “Çanakkale Muharebeleri ve Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. X,
Kasım1994, S. 30, s.690.
233
başlayınca karşılarında Mustafa Kemal ATATÜRK’ün birliklerini
bulmuşlardır.6 Çanakkale cephesinden sonra sırasıyla 2 nci Ordu
Komutanlığı, 7 nci Ordu Komutanlığı ve Yıldırım Ordular Grup Komutanlığı
görevlerini başarıyla yürütmüştür.
Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’ni
imzalayarak Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmesinden sonra anlaşmanın
şartlarına göre Türk orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi yabancılar
tarafından işgal edilmeye başlanmıştır. Osmanlı Hükûmetinin teslimiyetçi
tavrına karşılık Türk milleti, Millî Müdafaa Cemiyetlerinin ve askerlerin
önderliğinde yurdun çeşitli bölgelerinde örgütlenerek işgallere direnmeye
başlamıştır. Bu sırada İstanbul’da bulunan Mustafa Kemal ATATÜRK,
ülkede çok büyük bir kesimin her şeyin bittiği sandığı, karamsarlığın,
ümitsizliğin, teslimiyetin hüküm sürdüğü bir dönemde “ya istiklal ya ölüm”
parolasıyla 9 ncu Ordu müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a
çıkmıştır.7
Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal ATATÜRK’ün planı, Millî
Mücadele hareketini başlatacak zemini oluşturmaktır. Bu çerçevede önce
Anadolu’daki komutanlarla Kurtuluş Mücadelesi’yle ilgili olarak fikir birliğinde
bulunmuş ve onların kendine bağlılığını teyit etmiştir. 22 Haziran 1919
tarihinde yayımladığı Amasya Genelgesi’nde yer alan “Milletin istiklalini yine
milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” sözleriyle Millî Mücadele’nin fiilen
başladığını tüm dünyaya ilan etmiştir.
Amasya Genelgesi (21-22 Haziran 1919), Erzurum Kongresi (23
Temmuz-7 Ağustos 1919) ve Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) ulusun sivil
ve asker tüm gücünün toplanmasını sağlayan birer adımlardır. Kongreler
sonunda oluşturulan Heyeti Temsiliyenin başkanlığına Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün getirilmesi, Kurtuluş Savaşı boyunca ordu - millet iş birliğinin
en iyi şekilde yürütülmesini sağlamıştır.8 Bu amaçla Mustafa Kemal
ATATÜRK başkanlığında düzenlenen “Heyeti Temsiliyenin Millî Mücadele
Planı” 9 Ocak 1920’de kolordulara gönderilmiştir.9 Genelgeyi incelediğimizde
kolorduların görev bölgeleri ve komuta kademesinin belirlenmesi sonucunda
millî ordu teşkilatının ilk çekirdeğinin ortaya çıkarılmış olduğunu görürüz.
Daha sonra ise kolordu ve bazı sivil kuruluşlara “Millî Ordu Teşkilatı Planı”
ismiyle gönderilen genelgede ordu kıtalarının millî kuvvetleri kendi emrine
alıp, harekâtı yönetip uygulamasının sevk ve idarede başarılı olunmak için
gerekli olduğu açıklanmış ve Kuvayı Millîyenin askerî birlikler içinde nasıl
teşkilatlandırılması gerektiği belirtilmiştir. Örneğin her bucak merkezî bir

6
Suat İlhan; “Çanakkale Muharebeleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. X, Kasım: 1994,
S. 30, s. 673-685. Abdurrahman Çaycı; “Çanakkale ve Gelibolu Yarımadasının Atatürk’ün
Askeri Kariyerindeki Yeri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. VII, Kasım 1990, S. 19, s. 38.
7
Mustafa Kemal Atatürk; Nutuk, Hazırlayan: Zeynep Korkmaz, Ankara, 1980, s. 1
8
Ayferi Göze; İnkılap Tarihimiz ve Atatürk İlkeleri, İstanbul, 1985, s. 25-56.
9
Türk İstiklal Harbi Batı Cephesi; Gnkur. ATASE Başkanlığı Yayını, c. II, 2’nci Kısım, 1945,
s. 137-143.
234
bölük, her ilçe merkezi (il veya liva merkezleri dâhil) bir tabur teşkil edecektir.
Ayrıca, cami ve öğretmenleri olan her köy ve mahallelerin birer piyade takımı
oluşturması, köy öğretmenleri ile imam ve müezzinlerin komutanlık yapması
istenmektedir.10
Böylece ülkenin savunması yurdun en ücra köşelerini içine alacak
şekilde bir askerî teşkilatlanmayla bireye kadar inmiş, her bölgedeki millî
kuvvetler bölgelerindeki komutanlar ve diğer subayların emir ve komutası
altında faaliyette bulunmak zorunda kalmıştır. Görüldüğü gibi Mustafa Kemal
ATATÜRK, Samsun’a çıktığından itibaren güç birliğini sağlamak ve bunu bir
siyasi otoriteye bağlamak için büyük gayret göstermiştir. Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün, Kurtuluş Mücadelesi’ni tek bir kişiye veya herhangi bir gruba
dayandırmaması zaferi sağlamıştır. ATATÜRK, 27. 01. 1923’te İzmir
Hükûmet Konağı’nda yaptığı konuşmasında; güç birliğini oluşturmada millî
birlik ve beraberliğin önemini şöyle vurgulamaktadır: “Bir milletin
muvaffakiyeti demek mutlaka millî gücün bir istikamette toplanmasıyla
teşekkül etmesiyle mümkündür. Binaenaleyh bilelim ki elde ettiğimiz başarı,
milletin gücünü birleştirmesinden, iş birliği yapmasından ileri gelmiştir. Eğer
aynı başarıyı ve zaferi gelecekte de elde etmek istiyorsak, aynı esasa istinat
edelim ve aynı suretle yürüyelim.”11
ATATÜRK yine zaferin kazanılmasında ordu-millet iş birliğini şu
sözleriyle belirtmektedir. “Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin,
bütün milletin vücuda getirdiği cephedir.
Zahiri cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı
cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilenebilir. Fakat bu hâl hiçbir
vakit bir memleketi mahvedemez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan,
milleti esir ettiren iç cephenin düşmesidir.”12
Anadolu’daki bütün bu gelişmeler üzerine harekete geçen İtilaf
devletleri birlikleri 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ederek Osmanlı Mebusan
Meclisini dağıtmış ve bazı milletvekillerini tutuklamıştır.
İstanbul’un işgali üzerine Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın
önderliğinde Türk milletini temsil edecek olan Türkiye Büyük Millet Meclisi 23
Nisan 1920 tarihinde açılmış ve Meclis, Millî Mücadele’nin tek temsilcisi
olarak kabul edilmiştir.13
TBMM milletin tek ve gerçek temsilcisi olarak, millet adına egemenlik
hakkını kullanmaya başlamış ve Millî Mücadele’nin, en zor günlerinde bile
tüm sivil ve askerî kararlar Mecliste alınmıştır. (1876 Anayasası’na ek bir
yasa niteliğini taşıyan 1921 Anayasası ile egemenlik kayıtsız şartsız millete
bırakılmıştır.) Askerî kararların dahi Mecliste alınmasına büyük özen

10
Gnkur. ATASE Başkanlığı Arşivi; Klasör 325, Dosya 15, Fihrist 115.
11
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. I, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1949, s. 75-81.
12
Nutuk; s. 433.
13
a.g.e.; s. 297-301.
235
gösteren Mustafa Kemal ATATÜRK, millî iradeye daima saygılı olmuş, devlet
ve milletin geleceğine millî iradenin etken ve hâkim olduğunu ordunun bu
millî iradenin emrinde ve hizmetinde bulunduğunu çeşitli vesilelerle Mecliste
vurgulamıştır.
Türk milletinin desteğini alan Mustafa Kemal ATATÜRK, düzenli bir
ordu oluşturmuştur. Anadolu’yu istila etmiş emperyalist düşman ordusuna
karşı son hesaplaşmalar Sakarya ve onun ardından yapılan Başkomutanlık
Meydan Muharebesi’yle gerçekleşmiş ve 9 Eylül 1922’de İzmir’den karaya
çıkarak Anadolu içlerine kadar sokulan düşman kuvvetleri yurttan atılmıştır.
Ordu - millet bütünlüğü içinde, topyekûn harbin tüm özelliklerini yansıtan Millî
Mücadele bir milletin yeniden doğuşudur.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Millî Mücadele’deki rolü, Türk ulusunun
bu büyük mücadelesini yönlendirmek ve askerî dehasıyla savaşı zaferle
sonuçlandırmaktır. ATATÜRK, askerî harekâtı uygulayan ve harbin yönetimi
ile ilgili düşüncelerini uygulamaya koyan kişidir. Düşünce ve uygulamanın
aynı şahısta görülmesinin tarihte örnekleri vardır. Fakat bunlardan hiçbirisi,
askerliğin hemen her konusuna, askerî harekâtın hemen her türüne
ATATÜRK gibi örnek vermiş ve aynı zamanda düşünce üretmemişler, sınırlı
konularda, sınırlı alanlarda kalmışlardır. Baba ve Oğul Moltke’lerde
uygulama sınırlı, Clausewitz, Schlieffen ve Mahan’da kuram büyük ölçüde
egemendir. İkinci Dünya Harbi’nin önde gelen askerleri olan Eisenhower,
Marshall, Mac Arthur, Rundstedt, Rommel, Montgomery, Guderian büyük
ölçüde yalnız uygulayıcıdır. De Gaulelle mahdut alanda, yalnız zırhlı birlikler
konusunda düşünce üretmiştir, uygulaması sınırlıdır. Bu askerlerin tamamı
harp yönetiminin sorumluluğunu üstlenmemişler, yalnız askerî harekâtın
sorumluluğunu taşımışlar ve askerî harekâtı yönetmişlerdir.
İkinci Dünya Harbi’nin başarılı harp yöneticiler olan Churchill ve
Roosevelt ise, asker kökenli olmadıkları için doğal olarak askerî harekât
yönetiminde görev ve sorumluluk almamışlardır.14
Mustafa Kemal ATATÜRK, Kurtuluş Savaşı’nda cephe ve cephe
gerisindeki hazırlıklarla ilgilenmiş, ülkenin kaderiyle ilgili her türlü iç ve dış
sorunu görerek tedbirler almış, politik sorunlar ile savaşın yönetimi
dolayısıyla çıkan Meclis içi tartışma ve çekişmelerin olumlu yönde gelişerek
sonuca bağlanmasına çalışmıştır. Bütün bu fedakârca, insanüstü gayretlerle
yapılan çalışmalar sonucunda bile Büyük Taarruz’un arifesinde cepheden
gelen bir raporda top ve piyade cephanesine çok ihtiyaç olduğu, obüs
bataryalarının ihtimalen altı gün içinde top başına 250 atım olabileceği,
esasında 1000 atım olması gerektiği, bunun için Fransa’dan cephane alım
işinin sonuçlandırılması, erlerin çarık ihtiyacının had safhaya vardığı ve
hayvanların beslenmesinde zorluklarla karşılaşıldığı belirtilmektedir. 16
Ağustos 192215 tarihli bu rapor ordunun Büyük Taarruz öncesinde bile

14
Suat İlhan; Atatürk ve Askerlik, s. 18.
15
Akçakayalıoğlu; Atatürk ve Türk Kurtuluş Savaşı, s. 390.
236
önemli acil ihtiyaçlar içinde olduğunu, zaferin Türk ordusunun üstün yetenek
ve fedâkarlıklarına bağlı olduğunu açıkça göstermektedir. Düşman
karşısında ne personel ne de harp silah, araç ve gereçler yönünden üstünlük
sağlanamadan, sınırlı olanaklarla çok kısa sayılabilecek bir zamanda
gerçekleştirilen Büyük Taarruz, aynı zamanda bir Türk mucizesidir. Birinci
Dünya Harbi’nin silahları ve düşünce ortamı içerisinde yapılmış olmasına
rağmen Kurtuluş Savaşı’nın askerî harekâtı, 600 - 700 km derinlik, gidiş geliş
olarak 1500 km mesafe içerisinde siper harbine dönüştürülmeden
sonuçlandırılmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nda süvari birliklerinin bir komuta altında toplanarak
kitle hâlinde kullanılması hareket harbi için uygun şartları yaratmıştır. Bu
kullanma yöntemini İkinci Dünya Harbi zırhlı birlik yönetim konseptinde bir
öğreti olarak görüyoruz.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Büyük Taarruz’dan sonra Batı Cephesi
Komutanlığına, orduya yayımlanmak üzere verdiği genelgenin başında,
orduya Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları! diye hitap etmesi, ordu - millet
bütünlüğünü ve ordunun milletin iradesini temsil ettiği anlayışını bize gösterir.
Genelgede ordunun büyük ve asil ulusumuzun özverisine layık olduğunu
belirterek sahibiniz olan Türk ulusu, geleceğinden güven duymada haklıdır,
demiştir.16
Kazanılan zaferin büyüklüğünü ve milletin istiklalini kazanmak için
gösterdiği azmi Mustafa Kemal ATATÜRK Nutuk’ta ise şu sözleriyle
özetlemektedir:17
“Her safhası ile düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle
sonuçlandırılmış olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve komuta
heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren
muazzam bir eserdir.
Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir
abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı
olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.”
Ordu - millet dayanışması içinde ve bilinçli olarak ulusal hedefe
yönelebilmenin doğal bir sonucu olarak, kazanılan kesin sonuçlu büyük
askerî zaferi, siyasi bir zafer olan Lozan Antlaşması izlemiştir.
2. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Askerî Yönünün Oluşmasındaki
Etkenler
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün askerî yönünün oluşması üzerinde
çeşitli etkenlerin önemli bir yeri vardır. Bunlar, yetiştiği kültür çevresi ve aldığı
askerî eğitim, kişisel özelliklerinin askerliğe ve olaylara uygunluğudur,
katıldığı muharebeler ve muharebelerde elde ettiği deney birikimidir.

16
Türk İstiklal Harbi Batı Cephesi; Büyük Taarruz, 6’ncı Kısım, 2’nci Kitap, s. 283.
17
Nutuk; s. 459.
237
a. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Yetiştiği Kültür Çevresi ve Aldığı
Askerî Eğitim
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yaşadığı çevrenin onun kişiliği ve fikirleri
üzerinde etkili olduğunu daha sonraki yaşamında ve yaptığı inkılaplarda
görebilmekteyiz. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün doğum yeri olan Selanik
Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasında bir geçit yeridir. O yıllarda
Makedonya diye anılan bu yer ve dolayları Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki
son topraklarıdır. Aynı zamanda burası İstanbul’un batıya açılan bir kapısı
niteliğini taşımaktadır. Bu bölgenin etnik yapısına baktığımızda çok çeşitli
milletleri farklı kültürleri ahenkli bir biçimde içinde bulundurduğunu
söyleyebiliriz. Mustafa Kemal ATATÜRK de bu farklı yaşam tarzını görerek
yetişmiştir. Çocukluk yıllarında Selanik’te hemen hemen bütün çevreyi
dolaşmış ve tanımış, büyüdükçe de doğulu ile batılı arasındaki farkı
görmüştür. İlk tutuculuk ve laiklik kavramlarına ilişkin bilgilerini yine bu
şehirde edinmiştir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün askerî yönünü oluşturan
diğer bir etken şüphesiz ki gördüğü eğitimdir. Selanik o zamanın en büyük ve
modern şehirlerinden biri olması nedeniyle Osmanlı Devleti’nde din
kurallarına göre eğitim yapan okulların yanında çağdaş eğitim ve öğretim
veren okulların açıldığı ilk yerde Selanik olmuştur. Mustafa Kemal ATATÜRK
ilk eğitimine annesinin arzusuyla mahalle mektebine giderek başlamış daha
sonra ise kendi ve babasının istediği doğrultusunda Selanik’teki bu çağdaş
eğitim veren okullardan biri olan Şemsi Efendi Okuluna gitmiştir. Burada
aldığı eğitim geleceğini şekillendirmiştir. Modern Türkiye’nin temellerini
atmasında gördüğü bu ilk eğitiminin ve daha sonraki yine çağdaş bir eğitim
yapan askerî okulların etkisi büyüktür. Askerî Rüştiyeden sonra Manastır
Askerî İdadi Okuluna giden Mustafa Kemal ATATÜRK,18 sadece okuldaki
derslerle yetinmeyerek kendisini yetiştirmiş ve zamanın geçerli yabancı dili
olan Fransızcayı öğrenmeye ayrı bir önem vermiştir. Manastır İdadisinde
oluşmaya başlayan hürriyet fikirleri ve memleket meselelerine karşı olan
ilgisi Harp Okulu sıralarında da devam etmiştir. Harp Okulundan sonra Harp
Akademisine giden Mustafa Kemal ATATÜRK Akademiden 1905 yılında
kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuştur.
b. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Kişisel Özellikleri ve Kişisel
özelliklerinin Askerlik Mesleğine Uygunluğu
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kişisel özellikleri ile askerlik mesleği
bağdaşmıştır. ATATÜRK kendisi de bunu “Ben asker olarak doğmuşum.”
sözüyle belirtmektedir. Doğuştan asker terimi, bir bakıma, “askerî deha
sahibi” anlamını taşımaktadır. Çünkü, genel olarak “deha” özellikle “askerî
deha”, kişinin özünde vardır. Mustafa Kemal ATATÜRK de bu müstesna
kişilerdendir.

18
Faik Reşit Unat; “Atatürk’ün Öğrenim Hayatı ve Yetiştiği Devrin Millî Eğitim Sistemi”, Türk
Tarih Kurumu Atatürk Konferansları, c. 1, Ankara, 1964, s. 84.
238
Mustafa Kemal ATATÜRK hiç kuşkusuz, bir askerî dahiyi simgeleyen
“Uzağı görüş, gerçekçilik, kararlılık, inisiyatif, sorumluluğu benimseme,
esneklik, yaratıcılık, uyum sağlama yeteneği, adalet, güvenilirlik, kendini
düşünmeme, dayanıklılık ve özgünlük” ve bunun gibi birçok üstün özelliğe
sahiptir.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün uzak görüşlülüğü askerî alanda her
zaman ortaya çıkan bir özelliğidir. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı
duran Fransızların Marn Muharebeleri’nde yenilmelerinden önce, arkadaşı
Doktor Tevfik Rüştü Aras’a savaşın uzun sürmeyeceğini Osmanlı Devleti’nin
savaşa geç girmesinin daha yararlı olacağı ve Fransız ordularının
yığınağının daha yararlı olacağı ve Fransız ordularının yığınağının daha
güneyde olduğundan durumu düzeltebileceklerini söylemesi; Çanakkale’de
düşman askerlerinin Kabatepe ve Arıburnu arasında çıkarma yapacağını
bilerek Alman generali Limon von Sanders’in, Saros bölgesine çıkarma
yapılacağı fikrine karşı çıkması, Kurtuluş Savaşı başladığında İtilaf
devletlerinin sosyoekonomik ve siyasi durumlarını değerlendirerek, Türk
milletinin karşısında yalnız Yunan ordusunun kalacağını arkadaşlarına
söylemesi, sömürge devletlerinin yakın bir gelecekte bağımsızlıklarını
kazanacaklarını bildirmesi; ATATÜRK’ün uzağı görüş özelliğine
verebileceğimiz en çarpıcı örneklerdendir.
Çanakkale Muharebeleri’nde Mustafa Kemal ATATÜRK, ileri
görüşlülük, inisiyatif ve sorumluluğu üzerine alma gibi üstün liderlik nitelikleri
ile, hiç kuşkusuz tarihî bir rol oynamıştır.
Mustafa Kemal ATATÜRK en önemli askerî strateji uygulamalarından
birisini Çanakkale’de gerçekleştirmiştir.
Çanakkale’de karada yapılan bir kıyı savunmasıdır. Gelibolu
yarımadası coğrafi olarak derinliği az olduğundan konuşlanmada, yani
birliklerin yerleştirme şeklinde fazla bir alternatif vermemektedir.
Yarımadanın ortasını kat eden yüksekliği elinde bulunduran taraf, her iki
kıyıyı da kontrol altına alacağı için taktik duruma egemen olabilir.19
Bu nedenle Mustafa Kemal ATATÜRK düşmanın Gelibolu’ya çıkarma
yapacağını öğrenince birliklerini yarımadanın ortasından geçen yüksekliğin
en önemli kesimine sevk etmiş ve bu sırtların düşman eline geçmesi hâlinde
çok şeyin kaybedileceğini, kaybedilenlerin ise tekrar geri alınmasının
mümkün olamayacağını, en azından büyük zayiatı gerektireceğini
görmüştür. “Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum.” emrini, burada
vererek stratejik önemi çok büyük olan bu bölgenin düşman eline geçmesini
önlemiştir. Böylece Mustafa Kemal ATATÜRK, Gelibolu yarımadasının
ortasından geçen ve yarımadanın kuzeyden güneye omurgası değerindeki
kesimini elinde tutmuş, bu kesim tehlikeye düşünce en zor şartlarda dahi

19
Bk. Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi V. Cilt.Çanakkale Cephesi Harekâtı 1’inci, 2’nci ve
3’üncü kitapların özetlenmiş tarihi, İkinci Baskı, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 2002
239
taarruz kararı almış ve uygulamıştır. Askerlerine “Size taarruzu değil, ölmeyi
emrediyorum.” diyebilen bir komutan yoktur. Ölme emrini tereddütsüz yerine
getiren Türk askerinden başka bir asker de bulunamaz.20
Gerçek liderler yalınlığı, açık yürekliliği, tutumluluğu, kısa konuşmayı
severler. Konuşmaları doğal ve etkileyicidir. Sözcükleri ne boşa harcar ne de
esirgerler. Gerçeğin değerine inanırlar. ATATÜRK’ün de bu özelliklere sahip
olduğunu Çanakkale Muharebeleri sırasında Yarbay Mustafa Kemal’in
tümeniyle karışmış olan kendi tümenini geri almak için cepheye giden Albay
Karnengiesser şu sözleriyle belirtmektedir: “Başkalarından ne yardım ne de
destek beklemeksizin her meseleyi kendi kendine ölçüye vuruyor ve kendi
başına karar veriyordu. Yerinde ama az konuşuyordu. İnatçı enerjisi
sayesinde hem emrindekilere hem de kendi kendine tamamıyla hâkim
olduğu belli idi.”
Çanakkale Muharebeleri’nin bir diğer stratejik özelliği de mevzi
savunmasının başarıyla uygulanmasıdır. Mustafa Kemal ATATÜRK, mevzi
savunması taraftarı olmamasına rağmen düşman karşısında Türk tarafının
başka alternatifi olmadığından bunu uygulamıştır. Çanakkale’de 19 ncu
Tümen birliklerine tahkimatla ilgili olarak verdiği emir, ATATÜRK’ün
savunmanın nasıl yapılması gerektiğini açıklayan ilginç bir örnektir. “Herkes
ve bütün erler iyi bilmelidir ki siperler yalnız savunma için değildir. Saldırıyı
sağlamayan siperler iyileştirilip düzenlenecek ve tahkimat yalnız düşman
ateşinden korunup az zayiat vermek görüşüne dayanmayıp, düşmanı ezecek
ve saldırıyı kolaylaştırabilecek mükemmel şekle sokulacaktır.”21 Mustafa
Kemal ATATÜRK, sık sık yaptığı taarruzlarla bu muharebe türüne de kendi
damgasını vurarak şekillendirmiştir.
Çanakkale Muharebeleri, bir askerî dehanın ve yurt sevgisiyle
yücelmiş, anıtlaşmış askerlerin, ulusunun ve dünyanın kaderini
değiştirmesinin emsalsiz örneğidir. Çanakkale Savaşı için İtilaf devletleri
dünyanın dört bir tarafından büyük sayılarda insan, silah ve malzeme
toplamış, uzun ve pahalı hazırlıklar yapmış; fakat Türk askerinin direnme
iradesine yenik düşmüştür. Çanakkale Savaşı’nın Türkler tarafından
kazanılması Birinci Dünya Harbi’nin sonunu ve kökleşmiş, asırlaşmış Çarlık
Rusya gibi bir imparatorluğun kaderini etkilemiştir.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün uzağı görüş ve derin seziş kabiliyetine
General Mac Arthur büyük bir hayranlık duymuştur. 1932 yılında
ATATÜRK’le yaptığı bir görüşme sırasında ATATÜRK, Almanya’nın bütün
Avrupa’yı işgal edeceğini, savaşın 1940-1945 yıllarından daha sonraya
kalmayacağı, İtalya’nın savaşa gireceğini, Amerika’nın savaşa girmesiyle
Almanya’nın yenileceğini, savaşı kazanan tarafın ise Rusya olacağını
söylemiştir.22

20
İlhan Akşit ve Hayati Tezel; Mustafa Kemal ve Çanakkale 1915, İstanbul, Güzel Sanatlar
Matbaası, 1982, s. 115
21
Utkan Kocatürk; Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Ankara, 1988, s. 37.
22
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. III, s. 133-135. Lord Kinross; Atatürk, Bir Milletin Yeniden
Doğuşu, Çev. Ayhan Tezel, İstanbul, 1972, s. 698.
240
Askerlikte muharebedeki durum ve şartlara göre inisiyatifini kullanarak
kesin karar verebilme çok önemlidir. Mustafa Kemal ATATÜRK, inisiyatifi en
iyi şekilde kullanmasını bilen bir askerdir. Bir komutanın verdiği emirler içinde
en zor olanı, “geri çekilme” emridir. Hiçbir komutan geri çekilme emrini kolay
kolay veremez. Fakat çeşitli ihtimaller hesaplanarak yapılan bir geri çekilme
harekâtı ilerde yapılabilecek taarruz harekâtına gerekli olacak insan ve
malzemenin ana kaynağını teşkil edebilir. Buna ve Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün inisiyatifini kullanarak yaptığı en güzel geri çekilme
harekâtından birisini Suriye Cephesi’nde uygulamıştır. Mustafa Kemal
ATATÜRK verdiği geri çekilme emriyle Anadolu’nun güneyden geçiş yolu
olan Toros dağları geçitlerine ulaşan yolların kapatılmasını sağlayarak
düşman kuvvetlerinin Anadolu içlerine girmesini önlediği gibi Yıldırım Ordular
Grubunun savaş malzemelerinin ilerde Adana, Antep, Maraş
savunmalarında kullanılmasını sağlamıştır.
İkincisi örnek ise Kurtuluş Savaşı’nda Kütahya-Eskişehir
Muharebeleri’nden sonra ordunun 150 km geride, Sakarya doğusuna
çekilme kararıdır. ATATÜRK’ün verdiği emir büyük bir geri çekilmeyi
gerektiren zor bir karardır. Karardaki güçlük, bu kadar büyük bir geri
çekilmenin askerî gereklerini Türkiye Büyük Millet Meclisinde anlatabilme
zorluğu, mukavemetin ve harbin asıl kaynağı olan millette yaratacağı düş
kırıklığından, Yunanlara ve diğer devletleri güç ve umut verilmesinden ve
TBMM Hükûmetinin dış ülkelerle müzakere gücünün zayıflamış olmasından
kaynaklanıyordu. Ayrıca bu yurt parçasının düşmana bırakılmasının maddi
kayıpları da olacaktı.
Bütün bu olumsuzluklara karşılık, askerî zorunluluklarla bu kararı
almak zorunda kalmış ve askerî şartları Türk ordusu yararına düzeltmiştir.
Liderlik risk ve sorumluluk üstlenmeyi gerektirir. ATATÜRK,
sorumluluk konusunda en yakın arkadaşlarından en sade vatandaşa kadar
daima örnek olmuştur. Ona göre sorumluluğun idrakinde akıl vardır. Gerçek
vardır. Sağlam bir mantık, engin bir bilinç vardır. “Komutanlık vazife ve
sorumluluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve özellikle dimağlarında güç
bulunmayanların acıklı sonuçlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır.” diyen
ATATÜRK’ün hareketlerinde ve kararlarında büyük bir cesaret ve
soğukkanlılık görülür. ATATÜRK, Sakarya’da üstün bir düşman karşısında
cepheyi zayıf kuvvetle tutmuş, kuvvetin çoğunu elinde ihtiyat olarak
bulundurmuştur. Cephe yarıldığında da soğukkanlığını kaybetmeyerek “Hattı
müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” diyerek
yaratıcı zekâsıyla taarruz gücü üstün düşmanı durdurabilmiştir. Nutuk’ta
bunu şöyle ifade etmektedir: “Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun
kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği
teorisini çürütmek için memleket savunmasını başka türlü ifade etmeyi ve bu
ifademde direnerek şiddet göstermeyi yararlı ve etkili buldum.”23

23
Nutuk; s. 419.
241
ATATÜRK, büyük strateji ve taktik ustasıdır. Stratejinin zaman,
mekân, imkân taktiğinde; sürat, şiddet, cüret faktörlerini çok iyi bilir ve büyük
bir ustalıkla uygulardı. Sakarya Muharebesi’nden sonra “Harp ve muharebe
demek yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün mevcudiyeti ile karşı karşıya
gelmesi ve birbirleriyle vuruşması demektir.” diyen ATATÜRK 1935’te
Ludendorf’un ortaya attığı ileri sürülen topyekûn harp teorisinin ilk
uygulayıcısıdır.
Kurtuluş Savaşı kadın, erkek, çoluk çocuk, yaşlı ve genç bütün insan
gücü ile topluca yönetilen, bütün ekonomik kaynakların bir elden kullanıldığı
bir savaştır. Topyekûn savaş kadın ve erkeği bir düzeyde görür ve kullanır.
Kurtuluş Savaşı’nda Türk kadını cephe gerisindeki bütün cephane
yaralı ve hasta, ikmal maddelerinin taşınmasında görev yaptığı gibi elinde
silah çeşitli cephelerde çarpışmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda kendisi ile fikir
arkadaşlığı yapan, karargâhında vazife alan Halide Edip Adıvar’a askerliğin
ilk basamaktaki rütbesini onbaşılığı tevcih eder. Bu olayın da Silahlı
Kuvvetlerimiz için tarihî bir önemi vardır. Türk kadının askerliği ve ordu
bünyesinde hizmeti bir ATATÜRK direktifi ve ilkesidir.
ATATÜRK, ordunun insan, taşıt, araç ve gereç bakımından kuvvetini
artırmak, yiyecek ve giyeceğini sağlamak maksadıyla 7-8 Ağustos 1921
tarihinde “Tekâlifi Milliye” emri adı altında emirler çıkarttırmıştır. Bu emirle
Türk milletini vatan savunmasında can vermenin yanı sıra maddi olarak da
üzerine düşen görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çağırmıştır. Bu emir bir
savaşın kazanılması için ufak şeylerin bile göz önünde tutulması gerektiğini
gösteren bir belgedir. Örneğin her ailenin birer kat çamaşır, birer çorap ve
ayakkabı vermesi, taşıt aracı sahiplerinin ayda bir defa olmak üzere yüz
kilometrelik parasız askerî nakliyat yapması gibi emirler vatanın kurtuluşu
için halk tarafından yapılması istenen fedakârlıklardır.24
Türk milletinin maddi olanaksızlıklarına rağmen yaptığı bu
fedakârlıklarını takdir eden ve ATATÜRK’ün dehasına hayran kalan Amerika
Birleşik Devletleri Genelkurmay Başkanı Amiral Growe 26 Aralık 1988’de
yapılan bir röportajda Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yüzyılımızın en büyük
askeri olduğunu söylemiş ve değerlendirmesini şu gerekçelere
dayandırmıştır:
“Savaşın tozu dumanı ardında belirgin olmayan çok şey vardır. Ben
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün güçlü bir hayranıyım. Muazzam kaynaklar ve
üretim yeteneği ile desteklenen generallerin harbi kazanması olağandır.
Ancak, çok az kaynağa sahip olmasına karşılık Mustafa Kemal ATATÜRK
Türkiye’nin kontrolünü padişahlardan söküp almış ve Yunanları
memleketinden atmıştır. Yüzyılın en büyük askeri olarak benim adayım
Mustafa Kemal ATATÜRK’tür.” şeklinde ifade etmiştir.

24
Mehmet Kayıran; Tekâlifi Milliye Emirleri ve Uygulanışı, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
c. V, S. 15, Ankara, 1989, s. 639-664.
242
Gerçekten de ATATÜRK’ün, Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için
Samsun’a çıktığında elinde maddi hiçbir kuvvet yoktur. Ordu mevcut değildir.
Buna rağmen orduların varlığını ve gücünü para ile kıyaslamadığından
yeniden bir ordu oluşturmuştur.
Elde kullanılmaya hazır askerî güç olmamakla beraber askerî,
ekonomik ve sosyal güçlerin potansiyel değerleri mevcuttur. Potansiyel
değerlerin hazırlanmasını ve gelişmesini sağlayacak uygun bir millî
politikanın aynı zamanda millî hedefleri ve kesin hareket tarzlarını da tespit
etmesi gerekmektedir.25 Mustafa Kemal ATATÜRK bu işi üstlenerek millî
hedefi ve hareket tarzlarını tespit etmiştir. Millî hedef “Kayıtsız şartsız
bağımsız bir Türk Devleti kurmaktı.” Bu millî hedefe ulaşmak iki aşamada
olacaktır. İlk önce işgal kuvvetleri yurttan atılacaktır. Bunu gerçekleştirecek
asıl güç ise askerî güçtür. Bu amaçla Kurtuluş Savaşı’nda bütün kaynaklar
askerî güce tahsis edilmiştir. İkinci aşamada ise, düşman işgalinden kurtulan
topraklar üzerinde yeni bir devlet Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmak
hedef alınmıştır. Her ikisinin de başarıya ulaşması tek bir güce “millete”
bağlıdır. Yani millî hedeflere ulaşmak için millî egemenlik sağlanmalı, savaş
kazanılmalı ve bunun için ordu-millet iş birliği olmalıdır.
ATATÜRK, her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünen, tesadüfe yer
bırakmayarak planlar yapan, karar veren ve bu kararlarının yerine getirilmesi
için tüm enerjisini harcayan bir komutandır. Milletin evlatlarının bir sürü gibi
değil, şanlı şerefli insanlar olarak şan ve şerefle yönetilmesi gerektiğini
düşündüğünden, emir vermek için emir vermez. Verdiği emirler, gerekli ve
uygulanabilir niteliktedir. ATATÜRK, emir verirken daima verilen emri yerine
getirecek kişinin yerine kendini koymuş ve emrin nasıl yerine getirileceğini
düşünerek emirlerini vermiştir.
ATATÜRK’ün, birçok komutanın hesaba kattığı “talih” elemanına
hayatında ve savaş alanında yer vermediğini görürüz. Ona göre talih denilen
şeyin esası, uygulanması mümkün olan sorunlarda etraflı olarak
düşündükten sonra işe başlamaktır. Komutan olan kimsenin fırsatları elden
çıkarmaması gerekir; aynı zamanda akla uygun şeyleri izlemesi lazımdır. Bu
genel düşüncelerini uygulama düzeyinde şöyle belirtmektedir: “Savaş
sırasında komutan, düşmanın mevzileri, kuvveti ve psikolojisi hakkında açık
bilgi sahibi olmalıdır. Gelen istihbarat raporlarından bu hususlar kesin olarak
anlaşılmalı ve her şeyden önce düşmanın maksadının ne olduğunu
keşfetmelidir. Bu son nokta özellikle önemlidir. Çünkü komutanın vereceği
emirlerin uygulanabilirliği buna bağlıdır.”
Karar verebilmek, cesaret, bilgi ve olayları tahlil ederek en doğruyu
bulabilmek büyük bir karakter ve irade sahibi olmak, sarsılmaz bir azme,
sorumlulukları tereddütsüz yüklenebilme özelliklerine sahip olmakla
mümkündür. Bu özellikleri kendinde toplayan ATATÜRK, Türk milletine

25
Suat İlhan; Harp Yönetimi ve Atatürk, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayını,
Ankara, 1987, s. 16.
243
güvenerek savunduğu özgürlük davası uğrunda kendini feda etmeyi göze
alarak Millî Mücadele’ye başlamış ve bu savaşta askerî dehasını göstererek
askerî harekâtın tüm manevra şekillerini (hedef, sıklet merkezi, manevra ve
baskın vb.) başarı ile uygulamıştır. Mustafa Kemal ATATÜRK, bu askeri
manevraların birçoğunu Birinci Dünya Harbi’nde bulunduğu cephelerde de
kullanmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın bunlardan farkı ise, bu hareketlerin bir
strateji kitabının başlıklarını teşkil edecek kadar mantıki bir sıra içerisinde
yapılmış olmasıdır.
İzmir’de İngiliz donanmasının desteğinde yapılan Yunan
çıkarmasından Birinci İnönü Muharebesi’ne kadar, gerektiğinde geri çekilip
kuvvet kaptırmamak ve aynı zamanda zaman kazanarak hazırlıkları
tamamlama amacına yönelik oyalama muharebesi taktiği uygulanmıştır. Bu
dönemlerde yerel ulusal kuvvetlerle birlikte, bölgedeki askerî güçler
teşkilatlandırmış, Anadolu içerisinde ulusal, askerî, sosyal, ekonomik ve
politik bütünlük oluşturulmaya çalışılmıştır.
Daha sonra da Birinci İnönü Muharebesi’nden Sakarya Meydan
Muharebesi’nin sonuna kadar stratejik savunma ve sonrasında stratejik
taarruz manevrası uygulanmıştır.26 Millî Mücadele’de ATATÜRK Sakarya
Meydan Muharebesi’ne kadar askerî harekâtta komutan olarak fiilen görev
almamış, diğer arkadaşlarını görevlendirmiş, askerî harekâtı ve askerî
hazırlıkları harbin amacına uygun olarak yönlendirmiş, Sakarya Meydan
Muharebesi’nden itibaren ise fiilen başkomutanlığı devir almış ve Millî
Mücadele’nin sonuna kadar harp yönetiminin ve askerî harekât yönetiminin
sorumluluğunu aynı zamanda taşımıştır.
Mustafa Kemal ATATÜRK, müsamahasız bir disiplin kurucu ve
otoriterdir. O otoritesini cebir ve şiddete değil, bilgi, karakter ve ruhları
fetheden saygı dolu sevgiye dayatmıştır. Türk milletinin sevgisinden başka
bir şey istemeyen ve yaptığı her işi milletine mal etmeyi prensip edinen
ATATÜRK asker olmasına rağmen savaşı sevmez. Çağının liderleri gibi
ülkeler fethetme isteği onda yoktur. Mussolini’ye göre savaş, insan enerjisini
en yüksek düzeye çıkartır. Savaş kendisine göz kırpmayan başka uluslara
bir esaret damgası vurmaktadır. Hitler de fazileti savaşta gören, savaşçı
felsefelerin ateşli taraftarlarındandır. Buna karşılık ATATÜRK:
“Harpçi olamam; çünkü harbin zorluğunu,yıkımını herkesten iyi bilirim.”
“Harp zorunlu ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlike ile karşılaşmadıkça
harp bir cinayettir.” sözleri ile savaş taraftarı olmadığını göstermektedir. Ona
göre savaşı haklı bir düzeye yükselten tek etken, ulus hak ve hayatın
savunulması için yapılandır. Bu konu ile ilgili düşüncesini şöyle ifade
etmektedir: “Behemahal şu veya bu nedenler için milleti savaşa sürüklemek
taraflısı değilim. Savaş zorunlu ve hayat için olmalıdır. Gerçek kanım şudur

26
Türk İstiklal Harbi, Batı Cephesi; c. II, Ks. 6, İkinci Kitap, Ankara, 1968, s. 179.
244
ki milleti savaşa götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. Öldüreceğim
diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz.”27 ATATÜRK’ün bu
sözünde, Millî Mücadele’nin felsefesini bulabiliriz.
Çok zeki, süratli karar verebilen ve itikat sahibi, hadiseleri en ince
teferruatına kadar görerek inceleyen, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan bir
komutan olarak ATATÜRK kendi birliklerini ve düşman birliklerini çok iyi
tanır, onların muharebe gücü hakkında doğru kararlar verirdi.
Sabırlı, temkinli, insan psikolojisini çok iyi bilen, meslek aşkına sahip,
mesleğinin gereklerini yerine getiren ve daima okuyan, yenilikleri takip eden
bir asker olan ATATÜRK aynı zamanda genç bir subayken askerlikle ilgili
kitaplar da yazmıştır. Örneğin, Anafartalar Muharebeleri’ne ait raporlarından;
Çanakkale Muharebeleri’yle ilgili detaylı bilgi edinebilirken “Zabit ve
Kumandan ile Hasbihâl” kitabından askerlik ve komutanlık niteliklerini
öğrenebiliriz. “Nutuk” ise Millî Mücadele’nin belgelerle gelecek kuşaklara
aktarımının yanı sıra Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Millî Mücadele’de
karşılaştığı tüm engelleri yok etmesinde uyguladığı taktikleri onun azmi ve
kararını gösteren bir eserdir.28
ATATÜRK en güç ve tehlikeli durumlarda iradesi, cesareti ve başarma
azmi ile olayları kendi lehine çevirmesini bilir ve etrafında bulunanlara
umutsuzluğa düşmüş insanlara güç verirdi. Dinamiktir ve çalışma saati
yoktur. Görev, ona göre insanın bırakamayacağı, kendinden bir tutkudur.
ATATÜRK bir asker olarak çok hırslıdır; ancak ATATÜRK’ün hırsı,
ölçülü, mantıklı ve yüksek bir gayeye hizmet edici olup, kendi ülkesinin
özgürlüğü içindir. Milletinin yararına kullandığı bu hırsını şovenliğe
kaçmadan kontrol edebilmiştir. Hükûmet teşkilatına kanuna ve millet
egemenliğine olan inancı nedeniyle diktatör olabilecek güce sahipken
cumhuriyet rejimini benimsemiştir. Asker olmasına rağmen militarist rejimlere
daima karşı çıkmıştır. Kendisi de bu hırsının vatanı için olduğunu 1914
yılında şu sözlerle ifade etmektedir. “Benim ihtiraslarım var: Hem de pek
büyüktür. Fakat bu ihtiraslar yüksek mevkilere geçmek ve çok paralar
kazanmak gibi adi emellere ilişkin değildir. Ben bu emellerin
gerçekleşmesini, yurduna büyük faydaları dokunacak bunu da yararlılıkla
yerine getirilmiş bir görevin canlı iç rahatlığını verecek başarısında arıyorum.
Bütün hayatımın ilkesi bu olmuştur. Bu büyük fikre genç yaşımda sahip
oldum ve son nefesime kadar onu korumaktan geri kalmayacağım.”
Bu sözler ATATÜRK’ün başarılarının sırrını çözmek için ışık tutucu
niteliktedir. Onun vicdanı ile yapmış olduğu onurlu bir sözleşmedir.

27
Söylev ve Demeçler; c. II, s. 128.
28
Mustafa Kemal Atatürk’ün yazdığı eserlerin isimleri: Zabit ve Kumandanla Hasbihâl, General
Litzman’ın Takımın ve Bölüğün Muharebe Talimi Çevirileri, Tabiye ve Tatbikat Seyahati, Cumalı
Ordugâhı, Nutuk. Nusret Baycan; Atatürk ve Askerlik Sanatı, Ankara, 1985, s. 100-101.
245
c. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Katıldığı Muharebeler ve
Muharebelerden Edindiği Askerî Tecrübeler
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün askerî kişiliğinin oluşması üzerinde etkili
olan etkenden sonuncusu katıldığı muharebeler ve muharebelerde elde ettiği
deney birikimidir. Mustafa Kemal ATATÜRK askerî harekâtın bütün türlerini
muharebe alanlarında uygulamıştır. Trablusgarp’ta kıyı savunması, çölde
muharebe İkinci Balkan Savaşı’nda çıkarma ve taarruz Çanakkale’de kıyı
savunması, siper harbi; Bitlis ve Muş bölgesinde dağlarda, geçitlerde, derin
karda, şiddetli soğuklarda muharebe; Kurtuluş Savaşı’nda, başlangıçta
oyalama muharebesi; Birinci İnönü Muharebesi’nden Sakarya Meydan
Muharebesi’nin sonuna kadar stratejik savunma; 26 Ağustos 1922’den
itibaren de stratejik taarruz takip ve başarıdan faydalanma harekâtı
uygulanmıştır. Mustafa Kemal ATATÜRK, bütün muharebe türlerinde
komutanlık yapmış, rütbelerinin tamamına yakınını muharebe meydanlarında
almış, komuta ettiği birlikleri muharebe meydanlarında teslim almış ve
muharebe meydanlarında teslim etmiş, böylece örneğinin bulunması çok güç
olan büyük bir deney birikimine ulaşmıştır.29
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün stratejik uygulamalarında klasik askerî
harekâtın her tür örneği vardır. Mustafa Kemal ATATÜRK katıldığı her
muharebede askerî strateji ve taktiğin her seviyede en güzel örneklerini
vermiş, askerî öğretiyi ve kuramları muharebe alanlarında muntazam
çizgilerle işlemiştir. ATATÜRK’ün strateji uygulamalarında ön planda tuttuğu
prensip, amaç-araç arasında dengeli bir uyum sağlamadır. Kendisi bu
prensibi şu sözlerle dile getirir: “Alınan görev ve harcanacak askerî çaba
arasında ciddi bir bağlantı vardır. Bu nedenle, görev verenlerin, görev
alanların kullanacağı araçları ve askerî çabayı tayinde tereddüde
düşmelerine yol açmamaları gerekir.”30
Birinci Dünya Harbi’nde siperler önünde kilitlenerek mevzi
muharebelerine dönüşen askerî harekât Kurtuluş Savaşı’nda taarruzi
karakter kazanmıştır ve kesin sonuç alınması böylece mümkün olabilmiştir.
ATATÜRK, Maginot gibi savunma hatlarının faydalı olacağına inanmamıştır.
Tahkimli mevzilerin en fazla rağbette olduğu dönemde böyle bir görüşe sahip
olan ATATÜRK’ü fikirlerinde ne kadar isabetli olduğunu olaylar doğrulamıştır.
ATATÜRK bu fikrini söyle dile getirmektedir. “Geçen gün bana zırhlı
müdafaa hatlarından bahsediyorlardı. Faraza Maginot’dan benim görüşüm
belki biraz aykırı düşecek ama ısrar ederim ki bu hatların faydasına
inanmıyorum. Zira harbi insan yapar. Bunun için insanın toprak üstünde
bulunması gerekir. Köstebek gibi toprak altında beton borularda veya zırhlı
kalelerde oturacak bir kuvvet, evvelden harp dışı edilmiş bir kuvvet
sayılmalıdır. Manevra kabiliyetini kendi kendisine yok eden bir ordu harpte
mağlubiyetten başka ne kazanabilir bilmem.”31 Mustafa Kemal ATATÜRK,

29
Suat İlhan; Atatürk ve Askerlik, s. 34.
30
Atatürk ve Strateji; Harp Akademileri Yayını, İstanbul,1976, s. 20.
31
Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1984, s. 305- 306.
246
harekata verdiği değer ile yıpratma yerine manevra ile daha az zayiatla ve
süratle sonuç arama ve sonuç alma yöntemine öncelik vermiş ve 8 Kasım
1920’de düzenli ordu kurulması ile ilgili olarak verdiği ilk emirde: “Süratle
düzenli ve süvari birliklerinin meydana getirilmesini” istemiştir.
ATATÜRK’ün askerî dehası; tanrı vergisi nitelikleri, tarihî birikimi,
yetiştiği çevre, gördüğü sistemli eğitim ve harp meydanlarındaki deneyimleri
ile gelişmiştir. Yüksek sorumluluk bilinci ona, her zaman başarı kapılarını
açmıştır. Bilinçli bilgi birikiminden kaynaklanan cesareti ise, bütün bunların
devamlılığını sağlamıştır. Şahsından çok vatanı için çalışması, özgürlük ve
bağımsızlığı ilke edinmesi, ulusunu yok olmaktan kurtarması, katıldığı
savaşlardan galip çıkması üstün askerlik özelliklerine sahip olduğunu bize
göstermektedir.
Winston Churchill’in deyişi ile o, “savaşçı prens”tir.32 Türk milletine
göre ise, Türk ulusunun “özgürlük savaşçısı” “barış güvercini” ve Türklüğün
yeniden doğuşunu sağlayan atası “ATATÜRK”üdür. ATATÜRK’ün askerlik
nitelikleri gerçekten yüksektir; ama siyasi niteliklerinin de en az askerî dehası
kadar olduğu görülür
3. Mustafa Kemal ATATÜRK ve Çağdaş Türk Cumhuriyeti’nin
Oluşturulması
ATATÜRK’e göre “Dünya sınav alanıdır. Yaşam ise uğraşma ve
çarpışma yani mücadele demektir. Yaşamda başarı, yüzde yüz uğraşmayla
başarıyla elde edilebilir. Bu da maddi ve manevi güce dayanır.” ATATÜRK
bu düşünce ile karşılaştığı tüm olayları büyük bir özveriyle çalışarak
çözümlemiştir. İşin ağırlığı oranında iradesi, tehlikenin büyüklüğü oranında
cesurca atılımları artmıştır. ATATÜRK’ün ikinci cesur adımı Cumhuriyet’i ilan
etmesidir. ATATÜRK, yeni bir Türk devleti kurarak Türk milletini çağdaş
uygarlık düzeyine ulaştırmak kararlılığı içinde yola çıkmıştır. Türkiye
Cumhuriyeti ile sosyal demokratik ve laik bir devlet düzeninin temellerini
atmıştır. Devletin laik olması yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılması demek olmayıp, düşüncenin,dünya görüşünün ve günlük hayatın
dinsel baskılardan arındırılması ve dine dayalı hukuk ile eğitim öğretimin de
laikleşmesi demektir.
ATATÜRK, yaptığı devrimlerle geri kalmış köhne bir ülkeyi kısa
zamanda çok ileri seviyelere getirmiştir. Hristiyan devletlerin kilisenin
etkisinden kurtulmak için yaklaşık olarak 400 yıl boyunca verdiği mücadeleyi
o, laiklik ilkesi ile kısa bir zamanda başarmış ve tüm dünyanın takdirini
kazanmıştır.
ATATÜRK, dünyada “Kemalizm”, ”Atatürkçülük” veya “Türk inkılabı”
olarak tanınmış sosyal ve siyasal hareketi yönlendirmede ortaya yeni ilkeler
atmış ve kaynağını hayat gerçeğinden alan uygulamalarda bulunmuştur. Bu

32
Lord Kinross; Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Çev. Ayhan Tezel, İstanbul Matbaası,
1967, s. 3
247
uygulamalardan bazıları onun sağlığında gerçekleşmiş, bazıları da bir amaç
veya hedef olarak belirtilmiştir. Bunlar ATATÜRK ilkeleri olarak yeni Türkiye
Devleti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturmaktadır.
Türk devriminin gerçekleştirildiği 1923-1938 dönemi, Türk toplumunun
aydınlanma çağıdır.
Türk devrimleri, sömürge ya da yarı sömürge olarak büyük devletlerin
egemenliği altında bulunan dünya uluslarına, emperyalizmin yenilebilirliğini
göstermiş ve onlara örnek olmuştur. Batı, Türk devriminden sonra, denizaşırı
ülkelere yönelik politikasını değiştirmek zorunda kalmıştır. Askerî işgale
dayalı sömürgecilik dönemi sona ermiş, o güne dek sömürge ilişkileriyle
baskı altında tutulan yoksul uluslar teker teker bu bağlardan kurtulmuşlardır.
Ulusal Kurtuluş hareketleri XX. yüzyılın büyük bölümünde, dünya siyasetini
etkileri altına almışlardır.
ATATÜRK çağımızın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biridir.
İleri görüşlüdür. Gerektiğinde süratli ve kesin, gerektiğinde yapacağı işi
günlerce, bazen aylarca önceden düşünerek fikren hazırlayan, ama her iki
durumda da daima en isabetli karar ve çözüm yolunu bulan bir lider, akılcı,
gerçekçi ve güçlü bir devlet adamıdır.
ATATÜRK, dil ve tarih çalışmaları ile Türk milletinde öz güven
yaratmıştır. Benim hayatta yegâne onur kaynağım, servetim, Türklükten
başka bir şey değildir, diyecek kadar milletini seven onun için hizmet, hatta
fedakârlıkta bulunan ATATÜRK, üzerine aldığı sorumluluğu en iyi şekilde
daima yerine getirmiş, güvenilirliğini kaybetmemiştir. Hakların ve
özgürlüklerin korkusuz savunucu olmuş bir barışseverdir. Türkiye
Cumhuriyeti’ni çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için hayatı boyunca
çalışmıştır, her alanda devrimler yapmıştır.
Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk toplumunun değer yargılarını,
geleneklerini, göreneklerini, bunların toplumdaki etkinliğini, geçerliliğini,
topluma yön verme, kamuoyu oluşturma durumundaki seçkinlerin bu değer
yargıları karşısındaki davranışlarını, toplumun değişmeye yönelik eğilimlerini
göz önünde tutarak devrimleri buna göre gerekli zaman ve zemini
oluşturduktan sonra yapmıştır. Yapılan bu devrimler ulusal niteliktedir.
ATATÜRK devrimleri, anamalcı ya da Marksist gelişme modellerinin kopyası
değildir. ATATÜRK devrimlerinin iki yönü bulunmaktadır. Birincisi çağdaş bir
devlet kurulmasını ve gelişmesini sağlayan yapıların, kurumların
oluşturulması, diğeri de toplumsal ve ekinsel değişmeyi sağlayan, ekonomik
kalkınmayı amaçlayan yönüdür.33
ATATÜRK, devrimi sömürgelerdeki bağımsızlaşma eylemlerinden ve
diğer kurtuluş savaşlarından farklı bir özelliğe sahiptir. Çünkü Türk toplumu
köklü bir devlet geleneğine, deneyimine, devlet olma bilincine sahiptir ve
tarih boyunca çeşitli adlar altında devletler kurmuştur. ATATÜRK’ün kurduğu

33
Suna Kili; Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli, Ankara, 1983, s. 112.
248
siyasal yapı, siyasal kurumlaşma batının siyasal yapısı ile geçmişten gelen
devlet idaresinin Türk toplumuna kazandırdıklarının bileşimidir. ATATÜRK,
devletin temelini laiklik üzerine oturtarak ülkede cumhuriyetçi, demokratik,
özgürlükçü, eşitlikçi bir düzen kurmayı amaçlamıştır. Devletin yapısı, nasıl
işleyeceği ve devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkilerin nasıl düzenleneceği
Anayasa ile saptanmıştır.
ATATÜRK her şeyden önce devletin hukuksal bir kavram olduğu
gerçeğinden hareketle devlet hayatında egemenliğin halkta olduğunu ve
ulusal egemenliği temel edinmenin bir demokrasi prensibi olduğunu
vurgulamıştır. ATATÜRK, “Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıklı
uygulamasını yapan hükûmet biçimi cumhuriyettir.”34 diyerek Yeni Türk
devletinin siyasi rejimini cumhuriyet olarak belirlemiştir. Cumhurbaşkanı
olarak yaptığı yenilikleri daima halkına bizzat anlatmış ve tüm yenilikleri
halkın eseri olarak göstermiştir. Onda benlik duygusu yoktur. Daima Türk
milletini düşünmüş ve konuşmalarında “Ben” yerine “Biz”, “Türk milleti”
tabirini kullanmıştır.
ATATÜRK, hiçbir zaman XIV. Louis’ye addedildiği gibi “Devlet benim”
dememiştir. Tam tersine, “Paşam! size diktatör diyorlar bu doğru mu?” diye
soran bir üniversite öğrencisine “Eğer öyle olsaydım, bana bunu sorabilir
miydin?” yanıtını vermiştir. Bu, onun monarşik bir lider olmamasının doğal
sonucudur.
Mustafa Kemal ATATÜRK, bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın gerçek
anlamıyla başarılı olabilmesi için öncelikle ekonomik kalkınmaya önem
vermiştir. Böylece siyasal sisteme süreklilik, işlerlik kazandırmayı onu
sağlamlaştırmayı düşünmüştür.
Mustafa Kemal ATATÜRK, üretim ilişkilerinin düzenlenmesinde ülke
ve ulus gerçeklerini, koşullarını göz önünde tutarak sınıf çatışması yerine
sınıflar arası uyumu, karşılıklı yardımı ve sınıflar arası dengeleşmeyi
öngörmüş ve bunu halkçılık ilkesiyle adlandırmıştır. ATATÜRK, toplumsal
sorunları kavrayarak bunları halkın bilincine yerleştirmiş; bu sorunları
kişilere, sınıflara göre değil ulusun ve gelecek kuşakların yararına
uzmanların görüşünü alarak çözmüştür.
Ekonomik girişimlerde devleti, toplumu ve kişiyi, özel girişimi görevli
kabul etmiş, yabancı sermayeye ulusu ve bireylerini tutsaklaştırmasını
önleyecek yasalar çerçevesinde, yatırım yapabilmelerine olanak sağlayarak
Türkiye’ye özgü devletçilik sistemini oluşturmuştur.
Mustafa Kemal ATATÜRK, siyasetinde ve her eyleminde yasal olmayı
titizlikle savunmuş, Millî Mücadele’nin başından itibaren uygulamalarında
yasal yolları tercih etmiştir. Millî Mücadele’nin bir millet meclisi kurularak
onunla beraber yürütülmesi son derece güç, fakat olağanüstü isabetli bir
karar olmuştur. Askerî sahada, idari sahada, iç ve dış siyaset sahasında bir

34
Atatürkçülük; Birinci Kitap, Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, İstanbul, 1998, s. 43.
249
kişiye değil milletin egemenliğine dayalı bir otoritenin mevcut olması
mücadelenin devamlılığını sağlamak açısından da büyük bir başarıdır.
ATATÜRK döneminde siyasal yaşam hem ilerici hem de istikrarlıdır. Bu
durum önemli ölçüde önder kadronun dinamizminden, ulusallığından,
karalılığından, tutarlılığından kaynaklanmaktadır.
ATATÜRK, Millî Mücadele’nin başında 28 Aralık 1919’da Ankara’da
yaptığı bir konuşmada, gerçek başarıyı kişinin, toplumun devlet yönetiminde
katılan duruma gelmesinde görmüştür. Yukarıdan aşağıya gelen istek ve
yönlendirmelerin geçiciliğini vurgulamış; aşağıdan yukarıya etkinliğin
yönlendirmenin bir amaç olduğunu belirtmiştir: Bu amaçla toplumun
gelişmesine öncelik veren ATATÜRK, halkevleri, halk mekteplerinin
açılmasını sağlamıştır. Öğrenilmesi kolay yeni Türk alfabesinin kabulü, dilde
Türkçeleşme çabaları, ulusal tarihin kaynaklarının araştırılıp Türk tarihinin
ortaya çıkarılması ulusallaşmayı sağlamıştır. Ulusal siyasada kişisel görüşler
ve eğilimler yerine milletin çıkarlarının gözetildiği ve ulusal sınırlar içinde tüm
ulusun ve yurdun gerçek mutluluğunu sağlamaya çalışan, dışta da
gerçekleşemeyecek gelişigüzel istekler peşinde koşmayıp ulusu zarara
uğramaktan alıkoyan bir siyasa demektir. Bu siyasa giderek “Yurtta barış
dünyada barış” diye çok çarpıcı bir ilkeye dönüşmüştür.
Türkiye ATATÜRK döneminde, uluslararası sorunlarını silahlı
yöntemlerle çözmek yoluna gitmemiştir. Örneğin, Musul, Hatay ve Boğazlar
sorunları vb. konularda uluslararası hukuka uygun hareket etmiştir.35
ATATÜRK, barıştan yanadır ve devletler arasında bu yönde ilişkiler
kurulması özlemiyle ve o günkü siyasal olaylardan çıkardığı strateji ile Lozan
Anlaşması’yla yetinmemiş, Türkiye’nin başta komşuları olmak üzere, tüm
devletlerle dostça ilişkiler sürdürmesi için bir dizi anlaşmalar yapmıştır. 1925-
1930 döneminde dostluk anlaşması yapılan ülkeler Sovyetler Birliği,
Bulgaristan, Fransa, İtalya, Yunanistan’dır.36 Yine bu dönemde Türkiye
silahsızlanma konferanslarına katılmış, uluslararası barışı korumaya yönelik
anlaşmaları desteklenmiştir. Türkiye, Milletler Cemiyetine üye olarak, barış
konusunda içtenliğini kanıtlamıştır.37
ATATÜRK’ün bu barışçı çalışmaları dünya tarafından ancak kırk yıl
sonra idrak edilebilmiş ve UNESCO Genel Konferansı sırasında (27 Kasım
1978’de) kabul ettiği karar suretinde, ATATÜRK’ün “Dünya ulusları arasında
karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü
bir örnek oluşturduğunu ve eylemlerinin her zaman barış, uluslararası
anlayış ve insan haklarına saygı yönünden” gerçekleştiğini beyan etmiştir.
Kendi kendini sınırlayabilme, gücü adalet ve özgürlük uğruna
kullanma, yayılmacı amaçları olmama, daha büyük ve daha güçlü bir Türk
Devleti, Türk ulusu yaratma ATATÜRK’ün önderliğinin özellikleridir

35
Hikmet Bayur; Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, İstanbul, 1938, s.175-176. Tevfik Rüştü Aras;
Görüşlerim, İstanbul, 1945, s. 122-126.
36
Elif Aydın; “Atatürk’ün Barışçı Politikası”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. XV, S. 44,
Temmuz 1999, s. 752.
37
Ahmet Şükrü Esmer; Siyasi Tarih, Ankara, 1953, s. 218.
250
ATATÜRK, mensup olduğu Türk milletiyle övünmüş ve onun maddi ve
manevi olarak kalkınmasına çalışmıştır. Bunun yanında tüm insanların özgür
ve insanca yaşaması gerektiği fikrindedir. O, milletleri, işgal ettikleri toprağın
gerçek sahibi saymakla birlikte, o yerde bütün insan türü adına bulundukları
kanısındadır. İnsanlığı milletten, milleti kişiden birer bıçak sırtı uzaklıkta
görür. Bunu şu sözleriyle açıklamaktadır:
“Bugün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmaya
uğraşmaktadırlar. Bu yüzden insan, bağlı bulunduğu milletin varlık ve
mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını
düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ve varlığına ne kadar değer
veriyorsa tüm dünya milletlerinin mutluluğuna hizmet etmeye de elinden
geldiğince çalışmalıdır... Bir vücudun parmağı ucundaki acıdan, bütün
organlar etkilenir. Dünyanın herhangi bir yerinde bir rahatsızlık varsa, tıpkı
kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay, ne kadar uzakta
oluşursa oluşsun, bu temelden şaşmamak gerekir. İşte bu düşünüş;
insanları, milletleri ve hükûmetleri bencillikten kurtarır. Kişisel olsun, millî
olsun bencillik hep kötü telakki edilmelidir.”38
Sürekli bir barışın koşullarını 1923’te “kitlelerin durumunu iyileştirecek
uluslararası tedbirler alınmasında, bütün insanlık refahının da açlık ve
baskının yerine geçmesinde ve bütün dünya yurttaşlarının kıskançlık, aç
gözlülük ve hınçtan uzaklaşacak gibi” eğitilmesinde bulur. Bunlar
günümüzde milletlerarası çeşitli yardımlaşmaların gereğini, daha o
zamanlardan gösteren uyarılardır. Lakin dünya milletleri bu düşüncelere
ancak İkinci Dünya Harbi’nin facialarını gördükten sonra sahip olmuşlardır.
The Saturdey Evening Post dergisi yazarlarından Isaac F.
Marcosson’un “Devlet yönetiminde ideal nedir? Başka bir deyişle
Panislamizm ve Pan Turanizm fikirlerine inanıyor musunuz?” dair sorusuna
ATATÜRK’ün verdiği cevap emperyalist fikirlere sahip değil hümanist
düşüncelere sahip olduğunu göstermesi açısından önem arz etmektedir.
ATATÜRK bu konuda şöyle demiştir: “... Her ikisi de yanlıştır; çünkü
kuvvet ve emperyalizm anlamına gelen fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun
yıllar emperyalizm Avrupa’ya egemen oldu. Ancak emperyalizm ölüme
mahkûmdur... Demokrasi, insan ırkının ümididir... Biz zor kullanma ve fetih
istemiyoruz... Türklere ait bir Türkiye istiyoruz. Bu millîyetçilik demektir; ama
bizim millîyetçiliğimiz, ticarette açık kapıyı, ekonominin yeniden
canlandırılmasını, bir vatanda beliren gerçek anlamda ülkesel bir
vatanseverliği ifade eder.”39
ATATÜRK’ün sözlerinde ifade ettiği gibi Türk milliyetçiliğinde şovenlik
veya ırkçılık yoktur. Amaç Türk milletini insanlık aleminin bir üyesi olarak
yüceltmeyi hedef edinmiştir. İnsanlığın ancak barış içinde mutlu olabileceğini

38
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; c. II, Ankara, 1952, s. 278.
39
Isaac F. Marcosson; “Kemal Paşa”, Çev. Ergun Özbudun, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
c. 1, S. 1, s. 167-194.
251
düşünen ATATÜRK elini tüm insanlığa uzatarak dünya milletlerinin iş birliği
içinde olmasını istemektedir. ATATÜRK, “Eğer devamlı sulh isteniyorsa,
insan kitlelerinin vaziyetlerini iyileştirecek uluslararası tedbirler alınmalıdır.
İnsanlığın tümünün refahı, açlık ve tazyikin yerine geçmelidir. Dünya
vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye
edilmelidir.”demiştir.40
Çanakkale’de ölen Anzaklar için söyledikleri onun hümanist yapısını
ortaya koymaktadır. “Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve
sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun
koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar,
gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler
ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını
verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Antiemperyalist bir önder olan ATATÜRK’ün, emperyalizm ve
sömürgecilik konusundaki öngörülerinden bir bölümü günümüzde
gerçekleşmiştir. Bu gidişatı 1922 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle dile
getirmiştir: “Doğudan şimdi doğacak güneşe bakınız. Bugün, günün
ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu uluslarının da uyanışlarını
öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğe kavuşacak çok kardeş ulus
vardır.”41
Mustafa Kemal ATATÜRK, özlemini duyduğu dünya düzeni bütün
insanların mutluluğunu hedef tutan bir temele dayanmaktadır. Bunu şu
sözleriyle belirtmektedir: “Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok
olacak ve yerlerine, uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen
yeni bir uyum ve iş birliği çağı egemen olacaktır.”42 Günümüzde daha iyi
yaşanabilir bir dünyanın kurulması doğrultusunda, dünya uluslarının
ekonomik, siyasal ve toplumsal sorunlarda ve konularda iş birliği etmesi
yolundaki girişimleri, ATATÜRK’ün özlemini dünya görüşüne bütünüyle
uygundur. Ancak günümüzde neo emperyalistlerin, az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelere dayattıkları model, Atatürkçü düşünce ile taban
tabana zıttır.
ATATÜRK’ü diğer liderlerden ayıran ön büyük farklardan birisi onun
yaşamı boyunca yaptığı çalışmalarda kişisel çıkar göz etmemiş olmasıdır.
Bir nirvana ve ütopya yaratıp milletine sözde bir vaat edilmiş ülkeye
ulaştırabilmek için yalan söylememiştir. Daima memleketin, milletin ve
ordunun adına ve yararına çalışmıştır Başkalarının gözlerini kamaştıracak
büyük ve eşsiz başarılar, servetler, unvanlar elde etme fırsatları peşinde
koşmak yerine önemli gelişmeler yaratmaya sürekli çaba göstermiştir. Hiçbir
zaman şahsının sivrilmesi ve yükselmesini göz önüne almamıştır. Bütün
insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamların mutsuz olduğunu, o

40
Atatürkçülük I; s. 379.
41
Enver Ziya Karal; Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul, 1981, s. 17-18.
42
a.g.e.; s. 18.
252
kişinin insan olarak yok olacağını, bir kişinin yaşamı boyunca mutlu ve
memnun olması için kendinden sonra gelecek nesiller için çalışması
gerektiğini söyleyen ATATÜRK, bu sözüyle insan olmanın temel prensibini
belirtmiştir.43
Mustafa Kemal ATATÜRK, Anadolu’da kurduğu yeni Türk devletini,
adım adım laik bir devlet olmaya yöneltmiştir. Önce egemenliğin temelini
laikleştirmiş daha sonra hukuk, eğitim alanlarını laikleştirerek tüm
yurttaşlarının eşit haklara sahip olmasını sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin Osmanlı Devleti gibi teokratik bir devlet olmasını engelleyerek
ATATÜRK emsalsiz bir işi başarmıştır. Günümüzde bile Türkiye gibi yüzü
çağdaş medeniyete dönük ve laik başka bir İslam ülkesi yoktur.
ATATÜRK’ü sevmek bir insanı sevmek demektir. ATATÜRK, temelde
insanın iyiliğine inanmış onun gerçek değerlerini ortaya çıkararak öncelikle
kendine dolaylı olarak da Türkiye Cumhuriyeti’ne yararlı olmasını
sağlamıştır. Söylevleri ve demeçlerinin de hep bu düşüncenin izlerine
rastlarsınız. Yaşantısı boyunca emir veren bir insan, bir komutan ve bir
devlet adamı olmasına karşın, bir halk adamı olmakla övünmüş,
düşündüklerini ve yapacaklarını hep halkın önünde söylemiş ve başarmıştır.
O, insancıl ve bağışlayıcıdır.
ATATÜRK yaptıklarıyla biten insan değildir. Her devirde, her zaman,
her çağda yaşayan insandır. Çünkü o, yaşadığı zamandan çok sonra
gelecekleri sezebilen, yalnız “ufku değil, ufkun arkasını da gören” bir dahidir.
ATATÜRK, eşsiz bir devrimci, değişim ve yenilik ustasıdır. Akıl, ilim ve
fen onun rehberidir. ATATÜRK, XX. asrın sonunda teknoloji çağının
yaşanacağını, XXI. yüzyılın bilgi çağı olacağını görerek icraat ve teorilerine
bunları yansıtan bir liderdir.

43
Atatürkçülük I; Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, s. 321.
253
OSMANLIDAN CUMHURİYET’E UZANAN SÜREÇTE TÜRKİYE’DE
AZINLIKLAR
Prof. Dr. Gülnihal BOZKURT*
I. Genel Olarak Azınlık Kavramı ve Uluslararası Hukukta Gelişimi
Azınlıklar bir ülkede sayıca azınlıkta olan, din, dil ve etnik köken
açılarından kendilerini o ülkede yaşayan çoğunluktan farklı hisseden, bu
nedenle devletten özel himaye talep eden gruplardır.
Azınlıklar tarih boyunca her zaman var olmuşlar, çoğunluğu teşkil
eden gruplarla birlikte aynı devletin vatandaşlığını taşımalarına rağmen çoğu
zaman bazı haklardan mahrum bırakılmışlardır.
Bu nedenle azınlıklar, haklardan yararlanmada çoğunluk grubuyla
eşitlik, din ve kültürlerini koruma konusunda özgürlük ve bazen de
bağımsızlık istemişlerdir.
Devletler Hukuku açısından azınlıkların korunma süreci XVI. yy.da
Katolik-Protestan “din savaşları” sonunda imzalanan 1648 Vestefalya
Anlaşması ile dinî özgürlüklerin teminat altına alınmasıyla başlamıştır. XVII.
yy.dan itibaren başka devletlere devredilen topraklarda yaşayan halkların din
özgürlükleri tanınırken, 1789 Fransız Devrimi’nin “ulusçuluk” ilkesi giderek
dinsel azınlıkların yanında “ulusal azınlıkların”, bunların dinî, siyasi ve
medeni haklarının ve ulus-devlet kavramının gelişmesine de yol açtı.
1812 Bükreş Anlaşması’nın 8. maddesi ile Osmanlı Devleti, Sırplara
Akdeniz’deki adaları ve diğer yerlerdeki gayrimüslim uyruklarına tanınan
imtiyazları vermeyi kabul etti.1 1814 Viyana Konferansı’nda Hollanda-
Belçika’yı birleştirerek Niederland’ı kuran Protokol ile, “tüm vatandaşlara
inanç özgürlüğü ve medeni haklarda” eşitlik garantisi verildi. Bu Kongre’de
bir ulusal devlet birliği içinde Polonyalıların ulus olarak tanınması “ulusal
azınlıkların himayesi”nin ilk örneğini oluşturdu.2
Azınlıkların korunması ile ilgili en geniş uluslararası düzenlemeler
Osmanlı Devleti ile ilgili olarak kabul edilmiştir. 1774 Küçük Kaynarca
Anlaşması ile Osmanlı Devleti Hristiyanları ve kiliselerini koruma
sorumluluğunu üstlenmiş; devraldığı Hristiyanların dinine müdahale ve
taarruz edilmeyeceği ve kiliselerin yapımı ve onarımını engellemeyeceği
taahhüdünü üstlenmiştir.3 1830 Londra Protokolü’nde Yunanistan’a bırakılan
topraklarda kalan Müslümanlarla ilgili düzenlemeler vardır.
Osmanlı vatandaşı olan Katolikleri koruyan Fransa ve Ortodoksları
koruyan Rusya arasındaki, ayrıcalıklarını arttırmak isteyen siyasi rekabet ve

*
A.Ü. Hukuk Fakültesi Türk Hukuk Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı
1
Fahir Armaoğlu; XIX. Yüzyıl Siyasi Tarihi, (1783-1914), TTK, Ankara, 1997, s. 97.
2
Füsun Arsava; Azınlık Kavramı ve Azınlık Haklarının Uluslararası Belgeler ve Özellikle Medeni
ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 27. Maddesi Işığında İncelenmesi, AÜSBF Yay., Ankara, 1993,
s. 2 vd.
3
Reşat Ekrem; Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülasyonlar, İstanbul, 1934, s. 103, s. 235.
255
kutsal yerler nedeniyle 1853-1856’da çıkan Kırım Savaşı sırasında, 1854’te
Viyana’da Osmanlı Devleti Küçük Kaynarca ve Edirne Anlaşmaları’nda yer
alan, Hristiyan dininin korunmasına dair maddenin lafzına ve ruhuna bağlı
kalacağını kabul ederken, hiçbir devletin Osmanlı uyrukları üzerinde koruma
hakkı iddia edemeyeceği, ama büyük devletlerin sultanın egemenlik hakkına
dokunmaksızın Hristiyan uyrukların ayrıcalıklarını sürdürmesini
sağlayacakları da belirtilmiştir. Savaş sonunda imzalanan 1856 Paris Barış
Antlaşması’nda kanun önünde eşitliği tanıyan ve her din ve mezhepte
bulunan tüm uyruklara güvenceler tanıyan Islahat Fermanı’na değinilmiştir.
Osmanlı Devleti, bu fermanın metninin antlaşma içinde yer almasını ve
“garanti” ya da “taahhüt” şeklinde bahsedilmesini, böylece iç işlerine
karışılmamasını istemiştir. 1878 Berlin Antlaşması’na, Osmanlı topraklarında
yaşayan gayrimüslim azınlığın haklarının korunmasına ilişkin hükümler
konmuştur. 4
1881 yılında Osmanlı Devleti ile büyük devletler arasında
Yunanistan’a bırakılacak topraklardaki Müslümanların din özgürlüğü ve dinî
mahkemelere sahip olma hakları düzenlenmiş; 1913’te Bulgaristan-Osmanlı
Devleti arasında yapılan İstanbul Antlaşması’nda iki ülkede yaşayan
Müslüman ve Bulgar azınlıklara medeni, siyasi haklardan yararlanma hakkı,
geleneklerine saygı ve din özgürlüğü tanımış; 1913 Osmanlı Devleti-
Yunanistan arasında yapılan antlaşmada da yine Yunan topraklarında kalan
Müslümanların hakları belirlenmiştir.5
Tüm bu anlaşmalarda belli dinlere mensup olanların çeşitli hakları
garanti altına alınırken “azınlık” kelimesi kullanılmamıştır. 1914’te
Yunanistan’a bırakılan topraklardaki Müslümanların himayesi istenirken, yine
1914’te Sırbistan’a verilen bölgelerdeki Müslüman okullarında Sırpçanın
zorunlu dil olacağı, ana derslerin Türkçe verilmesi kabul edilmiştir.6 Sırp
Hükûmeti müftü yetiştirecek bir kurum kuracak, Sırp müfettişlerle birlikte
başmüftü ve diğer müftülerin de kurumu denetleme hakları olacaktır.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar yapılan bu düzenlemeler, savaş
sonunda haritalarda oluşan büyük değişiklikler ile ortaya çıkan yeni azınlık
grupları için de gündeme gelmiştir. Wilson İlkeleri’nden olan “her halkın kendi
devletini kurması” ilkesinin gerçekleştirilemeyeceği kısa zamanda
anlaşılmıştır. Milliyetler ilkesine uyularak sınırların düzeltilmesi, devletlerin
güvenliği açısından şüpheli, belirsiz durumlar yaratabilirdi. Wilson İlkeleri’ne
aykırı olsa bile, sağlam, emin sınırların saptanması isteği pek çok devletçe

4
Berlin Antlaşması’na göre, “Babıali ayin ve mezhep serbestisini koruma ve yenileme arzusunu
beyan ediyordu. Devletin her tarafında din ve mezhep, hiç kimse için mülki ve siyasi haklardan
istifadede, umumi devlet hizmetinde kullanılmasında, nerede olursa olsun sanat icra ve ticaret
etmesinde mani bir sebep addolunmayacaktı. Din ve mezhebe bakılmaksızın mahkeme
huzurunda tamamının şahitliği kabul edilecek; cemaat ruhani şefleriyle ilişkilerde hiçbir engel
çıkarılmayacak; konsoloslar din ve hayır kurumlarını himaye hakkına sahip olacaktı.” Ekrem;
s. 229.
5
a.g.e.; s. 249-251. Armaoğlu; s. 689.
6
Ekrem; s. 252.
256
dile getirildi.7 Savaş sonrası kurulan Milletler Cemiyeti Misakı’nda azınlıkların
himayesi yer almadı. Bu konu Milletler Cemiyeti önünde ilgili devletlerle İtilaf
devletleri arasında yapılan deklarasyonlarla düzenlendi. Irk, dil, din
azınlıklarına çeşitli haklar tanındı.
İkinci Dünya Savaşı öncesi yükselen ırkçı politikalar, savaş sırasında
insanlık dışı uygulamalara yol açınca, artık “insan hakları” kavramı gündeme
geldi. Irk, dil, cinsiyet, din ayırımı gözetilmeksizin herkes için “insan hakları”
gerçekleştirilecekti. Birleşmiş Milletler (BM) bu kavramı uluslararası hukuk
ilkesi hâline dönüştürdü (BM Şartı 13/b).
1948’de BM’in hazırladığı İnsan Hakları Genel Bildirisi’ne, “azınlıkların
himayesine ilişkin bir düzenleme” alınması önerisi, ABD, İngiltere, Fransa
gibi devletlerin karşı çıkması nedeniyle gerçekleşmedi.8 Ancak her iki
belgede de herhangi bir kıstasla insanlar arasında ayırım yapmayarak eşitliği
sağlama amaç ve esası vardır.
1950’den itibaren “azınlık” konusu yeniden gündeme gelirken9 Sovyet
Rusya’nın çöküşü yeni azınlık sorunlarına ve çözüm arayışlarına yol açtı.
Bugün azınlık haklarını bir bütün olarak düzenleyen uluslararası bir
belge mevcut olmamakla birlikte, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal
Haklar Uluslararası Paktı’nın (BMMSHUAP) 27. maddesi evrensel bir
devletler hukuku düzenlemesi olarak kabul edilmektedir:
“Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların mevcut olduğu devletlerde, bu
azınlıklara ait olan kişiler, grupların öteki üyeleri ile birlikte, kendilerine özgü
kültürel yaşama sahip olmak, kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmek
veya kendi dillerini kolayca kullanmak hakkından yoksun kılınamazlar.”
1976’da yürürlüğe giren bu paktı Türkiye 15 Ağustos 2000’de
imzaladı.
Azınlık haklarını düzenleyen diğer ana belgeler 1990 AGİK Kopenhag
Belgesi, Paris Şartı (1990), Ulusal ya da Etnik Dinsel ve Dilsel Azınlıklara
Mensup Kişi Hakları BM Bildirgesi (1992) ve Avrupa Konseyinin kabul ettiği
Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’dir (1994).10
Tüm bu metinlerde bireysel haklara -insan hakları, medeni haklar,
temel özgürlükler- ağırlık verildiği, ayrımcılığın önlenmesinin yanı sıra
azınlıkların korunmasının da amaçlandığı görülmektedir. Bireylerin kanun
önünde eşitliği, siyasal hak eşitliği, din özgürlüğü, ayırımcılık yasağı gibi

7
Murat Sarıca; Birinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Avrupa’da Barışı Kurma ve Sürdürme Çabaları
(1919-1929), İÜSBF. Yay., 1982, s. 5-10. Arsava; s. 15 vd.
8
Arsava; s. 17.
9
BM Alt Komisyonunda 1950 yılında “ırk” kelimesi yerine, biyolojik, kültürel ve tarihî özellikleri
de kapsayan “etnik” kelimesi eklendi. Arsava; s. 54.
10
İbrahim Kaboğlu; “İnsan Hakları, Azınlık Hakları ve Türkiye”, Ulusal, Ulusal Üstü ve
Uluslararası Hukukta Azınlık Hakları, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi, İstanbul, 2002,
s. 17-27.
257
haklar “negatif haklar”, sadece azınlıklar için getirilecek bazı ek hak ve
olanaklar ise “pozitif haklar” olarak adlandırılmaktadır.
Avrupa Konseyinin Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve
Sözleşmesi’nde azınlık himayesi düzenlenmektedir:
“Ulusal azınlıkların ve bu azınlıklara mensup kişilerin hak ve
özgürlüklerinin korunması insan haklarının uluslararası korunmasının
ayrılmaz bir parçasını oluşturur...” (m. 1).
“Her birey, ulusal bir azınlığa ait olup olmama konusunda serbest
tercih hakkına sahiptir.” (m. 3/1). “Ulusal azınlıklara mensup kişiler, hem
bireysel olarak hem de başkalarıyla birlikte topluca, bu çerçeve sözleşmede
yer alan ilkelerden kaynaklanan hakları kullanabilir ve özgürlüklerden
yararlanabilirler.” (m. 3/2).11
Azınlıkların yükümlülükleri hakkındaki 20.-21. m.ler ise şöyledir:
“Ulusal azınlığa mensup kişiler, ulusal mevzuata ve başkalarının
haklarına saygı göstermelidirler.” (m. 20).
“Bu sözleşmenin hiçbir hükmü, hiç kimse için, uluslararası hukukun
temel ilkelerine ve özelliklerine, devletlerin eşit egemenliğine, coğrafi
bütünlüğüne ve politik bağımsızlığına aykırı bir faaliyete girişmeye veya
işlemde bulunmaya hak verir şeklinde yorumlanamaz.” (m. 21). O hâlde tüm
vatandaşlar gibi azınlıklar da doğal olarak sadakat mükellefiyetine tabidir. Bu
hakları kötüye kullanamazlar.
Avrupa dış politikasında mevcut devletlerin sınırlarının dokunulmazlığı
(status quo) en üstün ilkedir.12 Azınlıklara ayrılma, mevcut devletlerin
sınırlarını değiştirme hakkı vermez. Devletlerin egemenliğine, ülke
bütünlüğüne saygı prensibini koyar. BMGK, 1970 tarihli “devletler arasında iş
birliği ve dostça ilişkiler” bildirisinde, “devletlerin, halklarının hak eşitliğini
gözettikleri ölçüde bölünme ve ayrılmalarına karşı kendilerini koruma
hakkına sahip olduklarını” vurgulamıştır.
Çerçeve Sözleşme’nin girişinde de “ulusal azınlıklarla bu azınlıklardan
kişilerin hak ve özgürlüklerinin yasalar çerçevesinde etkin biçimde
korunurken, devletlerin toprak bütünlüğüne ve ulusal egemenlik haklarına
saygı gösterileceği” temel ilke olarak belirlenmiştir. “Bu sözleşmenin hiçbir
hükmünün uluslararası hukukun temel ilkelerine ve özellikle de devletin
egemenliği, ülkesel bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığına aykırı herhangi bir
harekette bulunma ya da herhangi bir eylem yapma hakkını tanıyacak
şekilde yorumlanamayacağı” da 21. m.de yer almaktadır.13

11
a.g.e.; s. 23-24.
12
Arsava; s. 73-74.
13
Aynı husus 1966 BM Şartı ve 1992 Bölge ve Azınlık Dilleri Şartı’nda (Bu şart, Avrupa’nın
kültürel zenginliğini geliştirmek ve korumak için bölgesel ya da azınlık dillerinin korunmasını
258
1992 tarihli BM Ulusal, Etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıklara Mensup
Kişilerin Hakları Bildirgesi de “bu bildirgedeki hiçbir şeyin devletlerin birebir
eşitliği, toprak bütünlüğü ve politik bağımsızlığı dâhil olmak üzere, Birleşmiş
Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı herhangi bir faaliyete izin verdiği şeklinde
yorumlanamayacağını” (8/4) belirtir.
Tüm bu devletler hukuku düzenlemelerinde, azınlıkların ve devletlerin
çıkarları dengede tutulmaya çalışılmıştır. Bu konudaki ana sorun,14
yükümlülüklerin sınırlarının tayinidir ki toplumsal barış ve huzur için çok
önemlidir.
II. Osmanlı Hukukunda Azınlıklar
Osmanlı hukukunda azınlıkların statüleri esas itibarıyla İslam
hukukundan gelen “zimmet” kavramı ile düzenlenmiş; gelişim sürecinde yeni
şartlara uygun biçimde bu konuda farklı kurallar konmuştur.
A. İslam Hukukunda “Zimmet” Kavramı
İslamiyet yalnız bir din değil, aynı zamanda bir hukuk sistemidir. İslam
hukuku düzenlemelerine göre, İslam devletinde yaşayan insanlar
Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar olarak ikiye ayrılırlar. Müslümanlara
İslam Hukuku uygulanırken, İslam Devleti’nin koruması altında olan
gayrimüslimlere “Zimmî” adı verilir.15 Zimmî ile devlet arasında yapılan ya da
yapılmış varsayılan “zimmet” sözleşmesi, Kur’an, sünnet hükümlerine
dayanarak ve ilk halifelerce yapılan zimmet anlaşmaları ile geliştirilerek
düzenlenmiştir.
Zimmet Sözleşmesi ile gayrimüslimler, “Zimmî” adıyla, İslam devletinin
her türlü güvencesi altında İslam topraklarında yaşama hakkını kazanırlar.
Can, mal, ırz, konut dokunulmazlıkları, din özgürlükleri sağlanırken,
evlenme, boşanma, miras, ticaret gibi özel hukuk ilişkilerini kendi dinî hukuk
kurallarına göre düzenlemeye ve yürütmeye devam ederler. Bu konularda
aralarında çıkan çekişmeleri, kendi bünyelerinde kurdukları “Cemaat
Mahkemeleri”nde, kendi dinî hukuk kurallarına göre çözerler. Kamu hukuku
alanında (ceza ve vergi hukuku gibi) ise İslam hukukuna tabidirler.
Müslümanlarla olan uyuşmazlıklarda zorunlu olarak ve kendi aralarındaki
uyuşmazlıkta ihtiyari olarak kadı mahkemelerine giderler.
Zimmîlere tanınan bu haklara karşılık bazı hukuksal kısıtlamalar
mevcuttur.
Zimmîler Müslüman kadınlarla evlenemezler. Müslümanlarla
birbirlerine mirasçı olamazlar. Onlarla girdikleri borç ve ticaret ilişkilerinde

amaçlar) yer almaktadır. Bu belgede, azınlık haklarının ulusal dil ve ulusal kültürü dışlar biçimde
kullanılamayacağı da belirtilmiştir (14/2. madde).
14
Arsava; s. 37.
15
G. Bozkurt; “İslam Hukukunda Zimmîlerin Hukukî Statüleri”, Kudret Ayıter’e Armağan, Ankara,
1988, s. 115-155.
259
Müslümanlara yasaklanan sözleşmeler yapamazlar (faiz şartı, içki, domuz eti
satışı gibi). Müslümanlarla Zimmîler mahkemede birbirlerine karşı tanıklık
edemezler. Zimmîler sadece bu tür hukuki değil, aynı zamanda bazı sosyal
ve dinî kısıtlamalara da uyruk tutulmuşlardır. Askerlik ve diğer kamu
hizmetlerine alınmazlar, ata binip silah taşımaları, yasaktır. Dinsel bina
yapımı veya onarımı için izin almaları gerekir. Bunlar ve benzeri sosyal ve
dinî kısıtlamalar16 dışında Zimmîler tüm İslam devletlerinde, özellikle
Osmanlı Devleti’nde çok rahat bir yaşam sürmüşlerdir. Benzer bir hoşgörü
batı dünyasında çok geç dönemlerde ortaya çıkmıştır.
B. Osmanlı Hukukunda Azınlıklar
Teokratik Osmanlı Devleti’nin temelinde İslam hukuku kuralları vardır.
İslam hukukuna uygun olarak din, toprak veya etnik köken esasından daha
önde gelir; vatandaşlıkta kıstas, dindir. Bu devletin sınırları içinde ırk, dil, din
bakımından birbirinden çok farklı insan toplulukları yaşıyor olsa da
vatandaşlar iki ana gruba ayrılırdı: Müslümanlar ve Zimmîler. Müslümanlar
İslam hukukuna tabi olup, ana ayrıcalıkları devlet hizmetine girebilmektir. Din
değiştirme özgürlükleri olmazken, Müslüman uyruklar arasında etnik köken
farkı gözetilmemiştir.
Zimmîler ise yukarda özetlenen İslam hukukundaki kurallara uygun
biçimde yaşamışlardır.17 Nüfusun yarısına yakın bölümünü oluşturan bu
uyruklar dinsel baskıdan uzak, özel hukuk alanında kendi dinî hukuklarına
tabi biçimde yaşamışlardır.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra Osmanlı Zimmîlerini
din ve mezheplerine göre, Rum milleti (Ortodokslar), Ermeni milleti
(Gregoryenler, Süryani, Habeş ve Kıpti kiliseleri) ve Yahudi milleti adı altında
üç ana grupta toplamıştır. Ortodoks Kilisesine bağlı olanlar, Fener
Patrikhanesinde bulunan patriğin dinî ve idari otoritesine bağlı olarak Rum
milletini oluşturdu. Fatih, Rum Ortodokslarının dinî şefi olarak Gennadios’u
onaylayarak, onun kendisinden önceki patriklerin yetkilerine sahip olduğunu,
Ortodoksların davalarının eskisi gibi Ruhani Mecliste görülebileceğini, bu
hakların kendi destek ve güvencesinde bulunduğunu belirtir bir ferman
yayımladı.18 Sonradan diğer padişahlar da aynı içerikli fermanlarla bu
ayrıcalıkları hep teyit ettiler. Böylece Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan tüm
Ortodokslar (Rum, Bulgar, Sırp ve diğerleri) etnik köken farkı gözetmeksizin
patrik aracılığıyla tek elden denetleniyor, aynı çatı altında dinî işlerini, özel
hukuk ilişkilerini, eğitimlerini, cemaat mahkemelerini yürütüyorlardı. Rum
patriğini kilise ileri gelenleri seçer, veziriazam bu seçimi onaylardı.

16
Bu kısıtlamalarla ilgili geniş bilgi için bk. Bozkurt; Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi
Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu, TTK
Basımevi, Ankara, 1989, s. 8 vd.
17
Osmanlı Ceza Hukukunda, İslam Hukukundan farklı olarak, suç işleyen Zimmîlere,
Müslümanlara verilen cezanın yarısı verilmiştir. Kanunî kanunnamesi: “... eğer bu zikrolunan
kazaya kafirden sâdır olsa, veçh-i mesfur üzere Müslüman cereminin nısfı alına...”
18
Bozkurt; Alman-İngiliz..., s. 9-10.
260
Fatih bu imtiyazları, İstanbul’da kuruduğu Ermeni Gregoryen
Patrikhanesinin başındaki patriğe de tanımış, onları “Ermeni milleti” olarak
tanımlamıştır.
Yahudiler de kendisine Rum ve Ermeni milletleri patriklerine tanınan
yetkilerin verildiği hahambaşının başkanlığında “millet” olarak düzenlendiler.
Orhan Bey, Yahudilere Bursa’da bir sinagog ve mahalle yapımı izni vermiş;
I. Murat ise Edirne’yi fethettiğinde Edirne hahambaşısını tüm Rumeli’deki
Yahudiler üzerinde yetkili kılmıştı. Fatih’ten önceki ve sonraki dönemlerde
çeşitli ülkelerdeki katliamlardan ve dinî baskılardan kaçan Yahudiler Osmanlı
topraklarına sığındılar, dinî binalarını inşa ettiler.
Ermeni, Rum patrikleri ve hahambaşı topluluklarını yönetebilmek için
vergi toplama hakkına sahiplerdi. Millet gruplarının din, yargı, maliye, eğitim
örgütleri vardı. Osmanlı Devleti nazarında hepsi Osmanlı uyruğu olan
Zimmîler ve Müslümanlar yan yana ama farklı hukuk alanlarında farklı
düzenlemelere tabi biçimde yaşadılar. Bir yandan dinî baskı yapılmadı; diğer
yandan bu gruplar “ayrı” tutularak dinî hassasiyet korundu.
Devletin güçlü dönemlerinde uyruklar huzur ve barış içinde yaşadılar.
Ancak millet sistemi yüzlerce yıl Zimmîlerin kültür ve geleneklerini muhafaza
etmelerine de yardımcı olmuştu. 1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği “ulusçuluk”
akımı onları da etkiledi. Kapitülasyonlar yüzünden sanayileşemeyen, toprak
rejimi bozulan iç ve dış pek çok nedenle zayıf düşen “hasta adam” Osmanlı
Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştirmek isteyen büyük devletler, bu
grupları kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmekte araç olarak
kullandılar.
Onlar için “eşitlik” isterken, onları ulusal devletlerini kurmaları yolunda
kışkırttılar, yardım ettiler. Kapitülasyonlarla kendi vatandaşlarına tanınmış
olan imtiyazlardan Zimmîleri de yararlandırma çabaları, Osmanlı gayrimüslim
uyruklarını kendi vatandaşlıklarına almaya kadar ileri götürüldü. Osmanlı
Devleti, uyrukları üzerindeki egemenlik hakkını kullanmasını engelleyen bu
durumu kontrol altına almak için çeşitli düzenlemeler yaparken,19 Rusya
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’na dayanarak Ortodokslar, Fransa
Katolikler, İngiltere ve Amerika ise Protestanlar üzerinde hak ve koruma
iddia ediyorlardı. Yaratılan sorun, Osmanlının iç sorunu olmaktan çıkmış;
artık uluslararası bir düzeye çıkartılmıştı. XIX. yüzyıla kadar salt “dinî”
karakter taşıyan millet grupları, artık “ulus” idealleriyle bölünmüşlerdi. Sırp ve
Yunan ayaklanmalarını, 1870 yılında Bulgar Eksarklığı’nın ayrılması izledi.
Bulgar Eksarklığı’nın ayrılma mücadelesi Osmanlı Devleti’ne değil, Rum
Patrikhanesine karşı verilmiş olsa da bu ayrılmada “Bulgarlık” bilinci büyük
rol oynamıştı.20 Böylece yüzlerce yıl farklı dinden olan uyruklarına çağdaşı

19
Bozkurt; “ABD Vatandaşlığı İddiasında Bulunan Osmanlı Vatandaşlarına Dair Bazı Amerikan
Belgeleri”, Prof. Dr. Jale G. Akipek’e Armağan, Konya, 1991, s. 177-190.
20
Bozkurt; “II. Meşrutiyet Osmanlı Meclis Zabıtlarında Bulgar Azınlıkların Kilise ve Okul
Sorunları” AÜ. OTAM, S. 4, Ankara, 1993, s. 99-119. Osmanlı Devleti, Rum Patrikhanesi ile
261
tüm devletlerden çok ileri bir hoşgörü ile yaklaşan Osmanlı Devleti, onları bir
potada eritmeyip kendi dinî, kültürel, hukukî organizasyonları içinde
yaşatmanın bedelini ağır ödüyordu. “Zimmîler” yerini azınlıklara, “millet
grupları” yerini uluslara bırakıyordu.
Din farkı gözetmeksizin tüm uyrukları yasa önünde eşit kılan 1839
Tanzimat Fermanı’nı, 1856 Islahat Fermanı bir yandan teyit ederken, bir
yandan da bu eşitliği bozuyordu: “Tanzimat Fermanı’ndaki ilkelerin her din ve
mezhepteki vatandaşa uygulanacağı” belirtilirken, bir diğer maddede
“Zimmîlere eskiden beri tanınmış hakların aynen sürdüğü” yazılıydı.21
Bu fermanlar, ne çıkartılmalarında doğrudan ya da dolaylı etkileri olan
büyük devletlerin istek ve müdahalelerine ne de Osmanlı uyruklarının
huzursuzluklarına son verebildiler. Zimmet kurumunun kalkmasıyla kamu
hizmetine, askerî okullara girebilen azınlıklar, eşitliğin kendi ayrıcalıklarını
zedelemesine izin vermediler. Onlar, ayrıcalıklarıyla baltaladıkları “eşitliği”
sağlayamayan Osmanlı Devleti’ni sürekli şikâyet ettikleri büyük devletleri
“ulus-devletleri”ni kurma sürecinde yardıma çağırıyorlar, diğer yandan
Müslümanlar reformlara tepkiler gösteriyorlardı. Osmanlı devlet adamları ise
sonuna kadar, din farkı gözetmeksizin aynı haklara sahip bir Osmanlı ulusu
teşkil ederek devleti parçalanmaktan kurtarmaya, azınlıkları devlete
bağlamaya gayret ettiler. Müslüman / gayrimüslim ayırımı yapılmaksızın
herkese eşitlik nasıl sağlanabilirdi? Gayrimüslimlere İslam hukuku
uygulanamayacağına göre, Müslüman olan / olmayan herkese uygulanabilir
yeni yasalar çıkartma yoluna bu nedenle gidildi. Teokratik Osmanlı
Devleti’nin şeri nitelik taşımayan kanunlarla bu sorunu aşabileceği
düşünüldü. Büyük devletlerin baskıları da böylece sona erecekti. Osmanlı
Devleti bu amaçla 1862-1865 tarihleri arasında “millet”ler için yeni

Bulgar Eksarkhanesi arasındaki sorunu çözmek için olağanüstü çaba sarf etti. 1910 yılında
çıkartılan bir kanunla kilise ve okulların iki grup arasında bölüştürülme şekli ve gerekli nakdî
yardımlar düzenlenirken, 1910 yılı bütçesine yeni kilise ve mektepler yapılması için 4 milyon
kuruş kondu.
Kanunun Meclis-i Ayan’daki tartışmaları sırasında Ulah asıllı Besarya Efendi’nin şu sözleri çok
önemlidir: “yapılacak en az 100-200 yeni kilise için Hristiyanlardan hiçbir fedakârlık istenmiyor.
Bu fedakârlığı Osmanlı Hükûmeti üstleniyor. Bu Hristiyanlık açısından zarar mıdır? Kazanç mı?
Hükûmet memleketin iyiliği için Hristiyanlara kilise yaptırıyor, Kiliseleri ekseriyete veriyor; ama
azınlığı mahzun bırakmıyor. Bunun yalnız Osmanlı Devleti için değil, tüm Avrupa için önemi her
türlü takdirin üzerindedir.” Meclis-i Ayan Zabıt Ceridesi; Devre 1, İçtima Senesi 1, c. 2. (1910);
94, 14 Haziran 1326, celse 2, sh.607.
21
Tanzimat Fermanı “... tebaayı saltanat-ı seniyemizden olan ehli islam ve mileli saire (öbür
milletler, cemaatler) bu müsaadatı şahanemize bila istisna mazhar olmak üzere can ve ırz ve
namus ve mal maddelerinden... kaffei (tüm) memalik-i mahrusamız ahalisine taraf-ı
şahanemizden emniyet-i kâmile (tam güvence) verilmiştir.” Islahat Fermanı ise, dinsel
toplulukların kendilerini yönetebilmek için cemaat meclisleri oluşturabilmeleri, ibadet yeri, okul
açabilmeleri, din, vicdan, ibadet özgürlüklerinin kesinlikle korunması, Hristiyanların da eyalet
meclisleri, Meclis-i Valay’ı Ahkam-ı Adliye’ye, tüm okullara, askerî hizmete girebilmeleri,
Müslümanlarla olan davalarına karma mahkemelerde bakılması gibi pek çok esası içerir.
262
nizamnameler kabul etti. Her millet için laik üyelerin de katıldığı genel
meclisler ve eyaletlerde bölgesel meclisler kuruldu.22
Öte yandan batıya yönelinerek, din farkı gözetilmeksizin herkese
uygulanacak kanunlar kabul edildi. Ceza, Ceza Usul, Ticaret, Hukuk
Muhakemeleri Usulü Kanunları ve 1869 Tabiiyet Nizamnamesi bu amaçla,
genellikle Fransız asıllarının hemen aynen tercümesi ile “teokratik” devletin
“laik” kanunları olarak yürürlüğe girdiler.23 Reformist devlet adamları, bu
kanunlarla sağlanacak eşitlik ve adaletle azınlıkların milliyetçi duygularının
önüne geçileceğini umuyorlardı. Ancak devletin temelini oluşturan şeri hukuk
tamamen bırakılamazdı. Eski ve yeni hukuk kuralları bir arada muhafaza
edildi. Müslüman olan ve olmayan Osmanlı uyruklarına aile, miras hukuku
alanlarında kendi dinî hukuk kuralları, dinî mahkemelerinde uygulanmaya
devam ediyordu. Sonuç olarak, ne kanun önünde eşitlik sağlanabilmiş ne de
azınlık imtiyazları kaldırılabilmişti. Devlet adamları, yine de bu konuda
çalışmaya devam ettiler.
1876 tarihli Kanunuesasi ile, “Tebaa-i Devlet-i Osmaniye’nin Hukuk-u
Umumiyesi” başlığı altında uyruklara tanınan hak ve özgürlükleri şöyle
düzenlendi:
Osmanlı uyruğu olan herkes, din ve mezhebi ne olursa olsun, Osmanlı
sayılır (m. 8). Bunlar kanun önünde hak ve o devlet bakımından eşittirler (m.
17). Osmanlılar kişi özgürlüğü ve dokunulmazlığına sahiptirler (m. 10). Din
özgürlükleri vardır (m. 11). Genel ve özel öğretim hakkı (m. 15) tanınırken,
okullar devlet gözetim ve denetimi altına alınmıştır (m. 16).
Devletin resmî dili Türkçedir (m. 18). Türkçe bilmek koşuluyla herkes
kendi yeteneklerine göre devlet işlerine, memuriyete girebilir (m. 18, 19).
Seçme ve seçilme hakları, “her elli bin erkeğe bir mebus seçilmesi”
cümlesiyle tanınmıştır (m. 65).
Seçimi düzenleyen Talimat-ı Muvakkate ise, 130 mebustan (Meclisi
Mebusan) 80 Müslüman, 50 gayrimüslim seçileceğini belirtiyordu.
Parlamentoda Müslüman olmayanlar 1/3’ün üzerinde temsil olanağı
buldular.24 İnsan hakları, siyasal haklarda eşitlik, yönetime katılma,
Kanunuesasi’nin getirdiği çok önemli yenilikler olmuştur. Bu milletvekilleri
Mecliste devlete karşı en sert eleştirileri getirebilmiş; kendi milletlerinin
çıkarlarını büyük bir özgürlük içinde koruyabilmişlerdir.25
Anayasada 1909’da yapılan değişikliklerle kişi güvenliğini yok eden
ünlü 113. m. kaldırılırken, basın özgürlüğü, toplanma ve dernek kurma
hakları tanındı. Ancak gayrimüslim unsurlardaki ayrılıkçı eğilimler de giderek

22
1862 Rum Patrikliği Nizamatı, 1850 Protestan Cemaati Nizamnamesi, 1863 Ermeni Patrikliği
Nizamatı, 1865 Hahamhane Nizamatı gibi. Bu konuda geniş bilgi için bk. Bozkurt; “Alman-
İngiliz..., s. 170-194.
23
Geniş bilgi için bk. Bozkurt; Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, TTK, Ankara, 1996.
24
Bülent Tanör; Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul, 1992, s. 121 vd.
25
Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan zabıt cerideleri bu konudaki tüm örnekleri içermektedirler.
263
artıyordu. Bir yandan Balkan Savaşları ile toprak kaybedilirken, diğer yandan
Arap milliyetçiliği gelişiyordu. “Osmanlıcılık” gibi, “İslamcılık” da bu çok uluslu
devleti parçalanmaktan kurtaramamıştı. Bu durum, “ulusçuluk” ideolojisini
hızla yükseltti.
İttihat ve Terakki’nin Almanya ile Birinci Dünya Savaşı’na girmesi
devletin sonunu getirdi. Savaş sırasında, azınlıklarla ilgili iki ana düzenleme
yapıldı: 1916 tarihli Ermeni Nizamnamesi ve 1917 Hukuku Aile Kararnamesi.
1916 tarihli Ermeni Patrikliği Nizamnamesi’yle patriğin, ruhani meclis ve
karma meclisin yetkileri, dinî ve sosyal kurumlarının yönetimi ve harcamaları
belirleniyordu. 11 Ağustos 1916 tarihli Tanin gazetesi ise, “azınlıkların iç
yönetimlerini düzenleyen nizamnamelere” karşı çıkarken, “bu
nizamnamelerle azınlıklara tanınan haklarla, azınlık meclislerinin birer siyasi
kuruluş olarak çalışmaya başladıklarını” belirtiyor ve Hükûmeti, “azınlıkları
devlete karşı örgütlendirmekle” suçluyordu.26
Savaş sırasındaki ikinci düzenleme, kadının sosyal ve ekonomik
hayattaki rolünün zorunlu olarak ön plana çıkmasıyla kadının hukuki
durumunu biraz daha düzeltmek ve aile hukuku alanındaki boşluğu
doldurmak amacıyla yapıldı. 1917’de hazırlanan Hukuku Aile
Kararnamesi’nin Esbabı Mucibe Layihası’nda, “Müslüman ve gayrimüslim
tebaanın ayrı kanun hükümlerine tabi olmalarının sakıncaları” anlatılarak,
“her iki gruba da hitap edecek bir kanun hazırlanmasının uygun görüldüğü,
ortak kurallarla bu kanunun hazırlanacağı” belirtildi ise de bu alanda
yüzyıllardır süregelen farklı dinî hukuk uygulaması aşılamadı ve sonunda
aynı kanun içinde Müslüman, Hristiyan ve Yahudi uyruklara uygulanacak dinî
kurallar alt alta sıralandı.27 Ancak kanunun aile hukukuna ilişkin davalarda
kaza birliği sağlamak amacıyla gayrimüslimlerin evlenme, boşanma, nafaka,
drahoma ve cihaz davaları için de kadı mahkemelerini yetkili kılması,
cemaatlerce tepkiyle karşılandı. Cemaatler bu durumu yüzyıllardır bu alanda
sahip oldukları imtiyazlara aykırı gördüler.28 Kararname İşgal Kuvvetleri
Yüksek Komiserliğinin isteğiyle 19 Haziran 1919’da lağvedildi.29
Görülmektedir ki Osmanlı Devleti bir yandan Müslüman olan ve
olmayanları her alanda, siyasetten askerliğe, eğitime kadar eşit kılmaya
çalışmış, diğer yandan özellikle dış baskılarla, onları daha ayrıcalıklı, eski
imtiyazlarını sürdürebilir, iddia edebilir bir konumda tutmak zorunda kalmıştır.
Devlet ne uyruklarını ne de bu uyrukların bir kısmını siyasi ve ekonomik

26
Bozkurt; Türk Hukuk Tarihi’nde Azınlıklar, AÜHFD, 1994, Ankara, s. 50-59
27
Bozkurt; Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara, 1996, s. 172 vd.
28
Kararname Meclis-i Mebusan’da görüşülürken Aydın Mebusu Emmanuelidi Efendi,
Kararname’nin, Kanun-u Esasi’nin imparatorluktaki muhtelif dinî cemaatlerin dinî haklarıyla ilgili
maddesine aykırı olduğunu, bu kanunla 600 senelik, “gayrimüslimlerin ahval-i şahsiyelerine
karışılmaması geleneğinin bozulduğunu” belirtmiştir. MMZC; 3. Devre-i İntihabiyye, 4. İçtima, 5.
İnikad, s. 26-28.
29
Kararnameye tutucu Müslümanlardan da yenilikçi içeriği nedeniyle itirazlar gelmiş;
kararnamenin ilgasına dair Şuray-ı Devlet Tanzimat Dairesi mazbatasında, “Kararnamenin fıkıh
kitaplarına aykırı hükümler taşıdığı için Müslümanlar için dahi yürürlükte kalmasının sakıncalı
olacağı” belirtilmiştir.
264
amaçları için kullanan büyük devletleri mutlu edebilmiştir. Azınlıklar
meselesi, tarihte benzeri görülmemiş şekilde bir devleti parçalamak için silah
olarak kullanılmıştır. Büyük devletler önce azınlıkların hukuki statülerini,
sonra egemenlik haklarını bahane ederek, bu konudaki çabalarını Birinci
Dünya Savaşı sırasındaki gizli antlaşmalar, Mondros Ateşkesi, Sevres Barış
Anlaşması metinlerinde ve nihayet Lozan müzakerelerinde ısrarla
sürdürmüşlerdir.
Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren antlaşmalarda azınlıkların korunması ile
ilgili hükümler yer alırken, yenik düşmüş Osmanlı Devleti için savaşı bitiren
Sevres Anlaşması’na da azınlıklarla ilgili özel bir bölüm kondu:
Sevres Anlaşması’nın IV. bölümünde 140-151. maddeleri arasında
azınlıklara çok geniş imtiyazlar tanınıyordu. Osmanlı Devleti bu maddelere
ilişkin olarak, ne fermanlarla ne de diğer yasal düzenlemelerle değişiklik
yapacaktı. Anlaşmada Osmanlı Devleti’nde 1 Kasım 1914’ten beri bir tedhiş
rejiminin (terrorist regime) geçerli olduğu, din değiştirip Müslüman olan
azınlıkların artık özgürlüklerine kavuştukları için daha önceki din
değişikliklerinin tanınmayacağı gibi inanılmaz, kabul edilemez ve Osmanlı
Devleti’ni hiç hakketmediği suçlamalar (terör rejimi, din baskısı gibi) altına
sokan hükümler vardı. Osmanlı Devleti Hristiyan ve Yahudi uyruklarına
saldırı sayılabilecek bir eylemi yapmamayı da kabul etmişti. Bu hükümlerin
yerine getirilmesini güvence altına almak için ne gibi önlemler alınacağını
Milletler Cemiyeti Konseyi ve İtilaf devletleri birlikte saptayacaklardı. Osmanlı
Hükûmeti bu konuda alınacak tüm kararları önceden kabul ettiğini
bildiriyordu.
Türk halkını köleleştirmeyi öngören, devleti, “bağımsızlık” unsurunu
elinden alarak yok eden Sevres Anlaşması’nı, Anadolu’da dört ay önce
kurulmuş TBMM Hükûmeti tanımadı ve anlaşmayı imzalayanları vatan haini
ilan etti. Büyük ATATÜRK önderliğinde sürdürülen Kurtuluş Savaşı zaferle
bitti ve 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı.
1. Lozan’da Azınlıklar
Lozan’da azınlıklar konusunda Türk Hükûmetinin iki vazgeçilmez
esası vardır: azınlık haklarının karşılıklılığı ve azınlıkların korunmasının
Türkiye’nin varlık ve bütünlüğüne karşı saldırılarda bulunmak için bir bahane
olarak kullanılmaması.
Lozan Konferansı’nda, azınlıklar konusunda Türk topraklarında kalan
Rumların korunması, ülkeye dönmek isteyen Ermenilerin durumu, özellikle
İngiltere tarafından ısrarla savunulan, Hristiyan Asurî ve Keldanilerin ve
Hristiyanlar dışındaki dil ve etnik köken farklılıklarının da azınlık tanımına
girmesi konuları çok tartışılmıştır.
Konferansta bu konu ilk kez, 12 Aralık 1922’de, Lord Curzon’un
“Hristiyan azınlıkların (Türk Heyeti sonradan bu sözlere dayanarak sadece
dinî azınlıkları kabul edecek ve ettirecektir) Asya’da ve Müslüman

265
azınlıkların Avrupa’da korunmasının zorunlu olduğunu, azınlıkların varlık ve
güvenliği konusunda garanti verilmesine kimsenin itiraz edemeyeceği ve
savaş sonrası yapılmış antlaşmaların çoğunda olduğu gibi, bu antlaşmada
da bu ilkelerin korunmasının tartışma konusu yapılamayacağı” sözleri ile
gündeme gelmiştir.
Yüzyıllardır Osmanlı Devleti’ni kapitülasyonlar ve Hristiyan azınlıklar
konularında baskı altında tutan büyük devletler Lozan’da azınlık
ayrıcalıklarının devamını önermişler30 ve bu konuda çok uzun tartışmalar
yaşanmıştır.31 Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde yaşanan tecrübeler ise
ATATÜRK ve İsmet İnönü’yü bu konuda çok hassas davranmaya itmiştir.32
Lozan’a giden heyete azınlıklar konusunda verilen talimat, “Esas
mübadeledir.” İnanılmaz fedakârlıklarla gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı
sonunda kurulan yeni devletin “üniter” özelliği asla tehlikeye atılamazdı.
Lozan barış görüşmeleri devam ederken Cenevre Yahudileri 10 Aralık
1922’de İsmet Paşa’yı davet ettiler ve Hahambaşı yaptığı konuşmada,
“dünyanın katliamından kurtulan Yahudilerin Türklerden gördüğü hüsnü
kabul ve şükranlarını” belirtti. Yahudilerin Filistin mandasının Türk Devleti’ne
verilmesi teklifleri ise Türk tarafınca reddedildi.
İsmet Paşa, Osmanlı Devleti’ndeki azınlık sorununu iki nedene
dayandırmıştır: Bazı devletlerin azınlıkları kışkırtmaları ve destekten cesaret
alan azınlıkların bağımsız devletler kurma amacıyla harekete geçmeleri.
İsmet Paşa bu nedenlerle, azınlıkları koruma bahanesiyle Türk Devleti’nin
egemenliğine (bu nedenle azınlık hakları konusunda İstanbul ya da
Yunanistan’da çalışacak bir komisyonun kurulması reddedilmiştir) ve
azınlıklara her türlü müdahaleye izin verilmeyeceğini, Türk yasalarının
korunması dışında başka bir siyasi korumaya ve her azınlık grubun ayrı bir
toprak parçası elde etmek için Türkiye’nin bölünmesine yol açacak iddialarda
bulunmalarına ve askerlikten muaf tutulmalarına karşı çıkacaklarını
savunmuştur. Türk Hükûmeti azınlıkların haklarını ancak Avrupa’da yapılmış
olan anlaşmalarda belirtilen esaslar üzerinden ve komşu ülkelerdeki
Müslümanların da aynı haklardan yararlanmaları şartıyla kabul edecektir.
Türkiye için diğer devletlerden daha farklı ya da özel kurallar kabul
edilmeyecektir.33
Türk Heyeti Lozan’da sadece “dinî azınlıkları” kabul etmiş, soy ya da
dil azınlığını kabul etmemiştir. Türk Heyeti’nin “doğum, ulusal özellik, dil, soy,
din ayırımı gözetmeksizin herkese yaşam ve diğer özgürlükleri bakımından
tam bir koruma verileceğini” belirtmesi üzerine bu konuda Müttefik devletlerle
anlaşma sağlanmıştır. Türk Heyeti Müslüman unsurlar arasında hiçbir ayırım

30
Seha Meray; Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Ankara, 1972, I., 1/1, s. 40-41,
s. 121 vd.
31
Azınlıklar sorunu Birinci Komisyonun beş ve Azınlıklar Alt Komisyonunun on altı toplantısında
görüşülmüştür.
32
Bilâl Şimşir; Lozan Telgrafları, I, s. 198, Nu. 81 ve s. 321, Nu. 198.
33
Lozan Tutanakları; c. I, s. 181 vd. ve 14 Aralık 1922, s. 222-223.
266
gözetilmediğini ısrarla vurgulamıştır. Azınlık kavramına kimlerin alınacağı en
büyük tartışmayı yaratmış ise de sonunda, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler
dinsel azınlık statüsüne alınmışlardır.34 Lord Curzon “azınlık haklarından
yararlanacak halkların hangileri olacağı konusunda ulaşılan sonucu” büyük
bir taviz” olarak nitelendirmiştir. Çünkü Alt Komisyonda bütün etnik
azınlıkların, Kürtler, Çerkezler, Araplar gibi Müslüman azınlıkların da koruma
önlemlerinden yararlanmasını istemiştir. İsmet Paşa azınlık teriminin
gayrimüslimlerle sınırlandırılmasının bir taviz olarak belirtilmesini kesinlikle
kabul etmemiştir. Türkiye’de Müslüman azınlık olmadığını, çünkü ne teoride
ne uygulamada Müslümanlar arasında ayırım gözetildiğini, aile hukuku,
siyasi haklar, yurttaşlık hakları ve diğer haklar bakımından hiçbir ayırım
yapılmadığını, yönetime ve hükûmete tam bir eşitlik içinde katıldıklarını,
yasaları birlikte çıkardıklarını açıklamıştır.35 Sevr Anlaşması’nda bir
Kürdistan kurulması önerisine karşın, TBMM’de Lozan’a gidecek delegelerin
seçimi sonrası Kürt kökenli milletvekilleri, “tarihten o güne Türklük, Kürtlük
savaşı olmadığını, nasıl karışmış olduklarını, herkesin bir ve kardeş
olduğunu, düşmanların onları Türklerle birbirine saldırtmak için tuzak
kurduklarını, birbirleriyle iftihar ettiklerini, Sevr paçavrası ile Avrupa’nın
verdiği tüm hakları ayakları ile çiğnediklerini, Türklerle birlikte savaşıp kan
döktüklerini, onlardan ayrılmak istemediklerini” belirtmişlerdir.36
Lozan Antlaşması’nın “Azınlıkların Korunması” başlığını taşıyan 37-
45. maddeleri, gayrimüslim azınlıkların siyasi, dinî, medeni haklarını
düzenler. Antlaşmanın 39. maddesinde, “Gayrimüslim azınlıklara mensup
Türk tebaası, Müslümanların istifade ettikleri aynı hukuku medeniye ve
siyasiyeden istifade edeceklerdir. Türkiye’nin bütün halkı, din ayırımı
yapılmaksızın kanun önünde eşit olacaklardır.” denir.
Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde
kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri açısında bir sınır konmayacaktır
(m. 39).
40. m.ye göre, gayrimüslim azınlıklara mensup Türk tebaası her türlü
hayır kurumları, dinî, sosyal kurumlar, eğitim, öğretim kurumları kurmak,
yönetmek, denetlemek, buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak, dinsel
ayinlerini yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır.
41. m.ye göre, Türkiye, Müslüman olmayan uyrukların önemli oranda
oturdukları il ve ilçelerde ilkokullarda kendi dilleriyle eğitim görmeleri için
uygun olan kolaylıkları gösterecek; ancak bu hüküm, bu okullarda Türk
Hükûmetinin Türkçe eğitimini zorunlu kılmasına engel olmayacaktır.
42. madde uzun tartışmalar sonucu kabul edilmiştir. Azınlıkların kişi ve
aile hukukuna ilişkin eski imtiyazlarını sürdürme istekleri, “bu azınlıklar için
devlet içinde bir devlet meydana getirmenin imkânsız olduğu, yargı, siyaset

34
a.g.e.; c. II, s. 152 vd.
35
a.g.e.; c. I, s. 296-297.
36
Bu konuda geniş bilgi için bk. Levent Ürer; Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, s. 214 vd.
267
ve yönetim işleri dışında yalnız dinsel görevlerin söz konusu olabileceği”
belirtilerek reddedilmiştir. 42. madde ile bu sorunların azınlıkların gelenek-
göreneklerine göre çözülmesi için gerekli düzenlemelerin yapılacağı ve
kilise, havra, mezarlık ve diğer dinî kurumlarına tam koruma sağlanacağı;
vakıf, din ve hayır kurumlarına her türlü kolaylık ve izin sağlanacağı
belirtilmiştir.
43. m. din özgürlüklerini düzenlerken 44. m. ile Türkiye azınlıklara ait
bu hükümlerin Milletler Cemiyetinin kefaleti altına konmasını kabul etmiştir.
45. m.de Türkiye’deki Müslüman olmayan azınlıklara verilen hakların
Yunanistan tarafından da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa
tanındığı belirtilmiştir.
Türkiye Müslüman olmayan azınlıklarla ilgili maddelerin uluslararası
yükümlülük oluşturduğunu ve Milletler Cemiyetinin garantisi altına
konduğunu kabul etmiştir (m. 44/1). Bir denetim mekanizması ise kabul
edilmemiştir.
2. Türkiye Açısından Azınlıklar
1925 yılında, önce Yahudiler, sonra Ermeniler Adalet Bakanlığına
başvurarak Lozan’la kişi ve aile hukuku alanında tanınan ayrıcalığa gerek
duymadıklarını açıklamışlar; 1926 yılında Türk Medeni Kanununun kabulü ile
bu Kanun’a tâbi olmaya başlamışlardır. Türk Medeni Kanununun Esbabı
Mucibe Layihası’nda, neden laik bir düzenleme getirildiği de şu cümlelerle
açıklanır: “... Muhtelif dinlere mensup uyrukları ihtiva eden devletlerde tek bir
kanunun tüm camiada uygulanabilmesi için bunun din ile münasebeti
kesmesi millî egemenlik için de bir zarurettir. Çünkü kanunlar dine dayalı
olursa, vicdan hürriyetini kabul etmek zorunda olan devlette, muhtelif dinlere
mensup tebaası için ayrı ayrı kanun yapmak icap eder. Bu hâl, çağdaş
devletlerde şart olan siyasi, sosyal millî birliğe tamamen aykırıdır.... Fatih
Sultan Mehmet devrinden son zamanlara kadar gayrimüslim tebaa hakkında
uygulanan istisnai kurallara da bu dinî durum sebep olmuştur.”
Gerçekten de Türk Heyeti Lozan görüşmelerinde eski hukukun
muhafazasında ısrar eden, (böylece azınlık imtiyazları ve kapitülasyonların
devamını amaçlayan) büyük devletlere sürekli olarak din ayırımı gözetmeyen
laik kanunların kabul edileceği gerekçesiyle cevap vermiştir.37 O hâlde,
yüzyıllardır azınlıkların kişi/aile hukukunda farklı hukuki düzenlemelere tabi
olma ayrıcalıkları sona ermiştir.
Azınlıkların hukuki statüleri yaşadıkları ülkenin hukuk istemiyle
belirlenir. Türkiye, Lozan Antlaşması ile üç gayrimüslim azınlık grubunu
tanımıştır. Uluslararası nitelikteki bu hükümler, Milletler Cemiyetinin
güvencesi altına alınmıştır. Bu nedenle Türkiye, imzaladığı uluslararası
sözleşmelerde “Anayasasının ve Lozan Barış Antlaşması ve eklerinin hüküm

37
Bu konuda geniş bilgi için bk. Bozkurt; Türkiye’de Batı Hukukunun Benimsenmesi, TTK
Yayınları, Ankara ve Bozkurt; Azınlık İmtiyazlarından...
268
ve usullerine göre... bu antlaşma maddelerini uygulama hakkını saklı
tutacağı” çekincesini koymaktadır. Yani, uluslararası yükümlülükleri, bu
gayrimüslim azınlıklarla ilgili olduğu ölçüde üstlenmektedir.
1982 Anayasası’nın 3/1 maddesiyle “devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütün olduğu” vurgulanırken, madde 66/1’de ise, “Türk
Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” denilerek Türk
vatandaşlığı, dil, din, etnik köken gibi herhangi bir kıstasa bağlanmamıştır.
Bu maddedeki Türk sözcüğü doğal olarak devletin tüm vatandaşlarını
kapsamaktadır. Bu cümle, etnik bir kökene işaret etmez. Ayırımcı değil,
bütünleştiricidir.
AB Uyum Paketleri doğrultusunda anayasada yer alan düşünce ve
ifade özgürlüklerinin sınırları genişletilirken, çeşitli kanunlarla da azınlıklarla
ilgili yeni düzenlemeler yapılmış ve yapılmaktadır.
Türkiye için hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgesi ise kökenlerine
bakılmaksızın tüm vatandaşlar için kültürel hakların güvence altına alınması
ve kültürel çeşitliliğin sağlanmasını orta vadeli hedef olarak göstermektedir.
Türkiye, Fransa gibi38 vatandaşları arasında eşitliği sağladığını, ayırım
yapmadığını vurgulamaktadır.
Sonuç
Türkiye’nin azınlıklara ilişkin Lozan’dan kaynaklanan yükümlülükleri
konusunda, özellikle de Lozan’la düzenlenen üç dinî azınlığın dışındaki
gayrimüslim vatandaşların ve onların yanı sıra, çeşitli etnik kökenlere
mensup Müslüman Türk vatandaşlarının da azınlık statüsüne alınması
hususunda son yıllarda iç ve dış bazı eleştiri ve baskılar gelmektedir.
Yeni Türk Devleti’nin Lozan’da azınlıkları üç gayrimüslim grupla
sınırlandırmasının çok haklı tarihsel gerekçeleri vardır. Osmanlı Devleti’ndeki
“millet” sisteminin geleneksel etkisinden daha da önemli olan en büyük
neden, kapitülasyonlarla ekonomik olarak çökertilen Osmanlı Devleti’nin
mirasına el koymak isteyen büyük devletlerin, imparatorluğun son yüzyılını
kapsayan dönemde, siyasi, mali, hukuki sorunlardan ülkedeki herkes aynı
biçimde etkilenmekteyken, ulusçuluk emellerini gerçekleştirmek isteyen
unsurları sistemli ve planlı biçimde kışkırtan, bağımsızlıkları için yol gösterip
cesaretlendiren ve iç işlerine bu konuda mümkün olan her alanda ve fırsatta

38
Fransa Cumhurbaşkanı J. Chirac, 17 Aralık 2003’te laiklik ilkesi üzerine yaptığı konuşmada,
“her bireyin farklılıkları ile saygı gördüğünü, çünkü bu bireylerin ortak kanuna saygı gösterdiğini,
Fransız halkının çeşitlilik açısından zengin olduğunu, bu Fransa’yı zor duruma sokmaktan
ziyade onun için ne yapabileceklerini kendi kendilerine sormak gerektiğini, Cumhuriyet’in ayıran,
bölen, dışlayan her şeye karşı çıkacağını, kuralın eşitlik olduğunu, çünkü insanları cinsiyetlerine,
kökenlerine, renklerine, dinlerine göre ayırmayı reddettiğini” belirtir. Fransa, azınlıklar
konusunda da “üniter yapısını” ve “tek ulus” kavramını ön plana çıkartmakta, “etnik özelliklere
dayanan hiçbir ayrımı kabul etmeyeceğini, her türlü azınlık kavramını reddettiğini” sürekli
savunmaktadır.
269
müdahale ederek devletin parçalanmasını kolaylaştırma çabalarından alınan
derstir.
Osmanlı Devleti, bir yandan Tanzimat Fermanı’ndan Vatandaşlık
Nizamnamesi’ne, 1876 Anayasası’na kadar yaptığı pek çok düzenleme ile
teokratik devlet yapısının getirdiği Müslüman-Gayrimüslim (Zimmî) ayırımı
yerine, tüm uyruklarını eşit kılmak isterken, bir yandan da büyük devletlerin
ve onlara her fırsatta şikâyetlerini ileten azınlıkların baskısı ile “zimmet” ve
“millet” sistemlerinden gelen tüm eski imtiyazları sürekli teyit etmek ve
sürdürmek zorunda bırakılmıştır. Bu konudaki baskılar, Sevr metninde ve
Lozan tartışmalarında önemli ölçüde yer almaktadır. Yani sorunun
temelinde, iddia edildiği gibi geleneksel “millet” sistemi ayırımından gelen
alışkanlık olmayıp, azınlık imtiyazlarının devleti parçalamak için bahane
olarak kullanılmasına izin vermeme iradesi yatmaktadır.
Büyük devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaptıkları gizli
anlaşmaların açığa çıkışı, yenilgi ve Mondros’la gelen işgal, Osmanlı
topraklarında en son olarak Türk ulusçuluğunun doğumuna yol açmıştır.39
Kurtuluş Savaşı’nda bu toprakları canları pahasına savunan farklı etnik
köken, dil ve dindeki herkes, yine bazı iddiaların tersine, kana, ırka
dayanmayan bir ulus oluşturmuştur. ATATÜRK’e göre, “Ulus zengin bir anı
mirasına sahip, birlikte yaşamak konusunda ortak ve içten bir istek gösteren,
malik olunan mirası korumada iradeleri birleşen insan topluluğudur.”40 Yani,
aynı yurtta beraber yaşamak, yaşamak hususunda ortak irade ve amaçları
olan insanları “ulus” kabul eder. Karizmatik liderliğiyle üniter bir devlet
kurulmasını sağlayan ATATÜRK’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene.” sözü, tüm
bu unsurları, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamını kapsar.
Lozan’da azınlıkların hukuk alanındaki imtiyazlarını sürdürebilmek için İtilaf
devletleri temsilcileri tarafından yapılan tüm baskılara rağmen, Türkiye
Cumhuriyeti’nde çok parçalı hukuk değil, tüm vatandaşlar için hiçbir kıstasla
ayırım yapılmaksızın geçerli olan, genel, tek, demokratik ve laik bir hukuk
sistemi uygulanmaktadır.
Öte yandan bir toplumdaki farklılıkların sürekli ön plana çıkartılması,
alt kimliklerin vurgulanarak gündemde tutulması, o devletin siyasi ve hukuki
yapısının değişmesi için tartışmalara yol açabilir. Geçmişten alınan ağır
dersle, “toprak bütünlüğü” ve “ulus kimliği”nin çeşitli yeni bahanelerle siyasal
oyunlara konu edilmesi istenmemektedir. Devletin üniter yapısını ve temel
esaslarını tartışma konusu yapmadan korumak, vatanı ve vatandaşları
bütünleştirici politikayı demokratik biçimde sürdürmek, her devletin olduğu
gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de hakkı ve ödevidir.

39
Maarif Nezareti, 2 Temmuz 1918’de, “bazı öğretmenlerin okullarda Türk bayrağı, Türk devleti,
Türk padişahı” deyimlerini kullandıklarını, bunun çok sakıncalı olduğu, “Osmanlı bayrağı,
Osmanlı Devleti, Osmanlı padişahı” olarak söylenmesi gerektiğini” açıklamıştır.
40
Afet İnan A.; M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara, 1969, s. 12.
270
ATATÜRKÇÜLÜĞE DIŞARIDAN SALDIRILAR
Dr. Öğ. Kd. Alb. M. Hidayet VAHAPOĞLU
Küreselleşme yaklaşık 15 yıldır dünya gündemini oluşturan; ekonomik,
sosyal ve siyasi ilişkileri, bazı durumlarda ülke güvenliklerini doğrudan
ilgilendiren bir olgu hâline gelmiştir. Tek yanlı bilgilendirme, özenti, modaya
uyma ve teslimiyetçi – kolaycı yaklaşımlar sonucu ne olduğu tam
kavranamamış bir hedef hâline getirilen kavram ve bu kavram paralelindeki
gelişmeler lokal, bölgesel ve küresel etkisiyle bireyleri, ekonomileri, sosyal
hayatı, siyasal rejimleri ve hatta ülkelerin topyekûn geleceğini
etkileyebilmektedir.
Küreselleşmenin anlaşılması kadar sosyal, siyasi, ekonomik ve hatta
askerî etkilerinin tahmini de önemlidir. Küreselleşme ya da başka bir ifade ile
globalleşme siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlu bir kavramdır. Dünyanın
tek kutuplu hâle geldiği 1990’lardan sonraki yıllarda küreselleşmenin siyasal
yönü, küresel egemenliğin tek devletin kontrolüne bırakılması bir başka ifade
ile Amerika Birleşik Devletleri’nin tek hâkim ve dolayısıyla tek belirleyici
olduğu bir dönemi yaratmıştır. Uluslararası siyasi ve güvenlik otoritesini
temsil eden organların dahi dışlandığı veya dikkate alınmadığı ya da
etkilenerek yönlendirildiği bir döneme girilmiştir. Bu durum Sovyetler
Birliği’nin dağılması sonucunda oluşmuş gibi gözükse de Sovyetler’in
dağılmasını gerektiren koşulların henüz tam netlik kazanmamış olması da
neyin neye sebep olduğunu düşündürecek özelliktedir. Yani bir planın
parçası olarak mı Sovyetler dağılmış veya dağıtılmıştır? Ya da Sovyetler’in
dağılması bugünkü tek kutuplu dünyayı mı yaratmıştır?
Küreselleşmenin ikinci önemli boyutunu ekonomi oluşturmaktadır.
Özde uluslararası sermayenin egemenliğine işaret eden bu boyut,
sermayeyi, ülke yönetimlerinde yasama, yürütme ve yargının doğrudan
etkilendiği hatta bazı hâllerde onlardan daha önemli bir konuma getirmiştir.
Günümüz ülkelerinde, sermayenin yasama, yürütme ve yargı üzerindeki
etkileme gücü inkâr edilemez bir hâl almıştır. Özellikle yazılı ve görsel
medyanın da kontrolünü elinde bulunduran sermayenin ulaştığı güç, ulusal
dengeleri bozacak şekilde çıkarcı bir yapı kazanmıştır. Özellikle tahkim
yasalarıyla tartışmasız güç hâline gelen uluslararası sermayenin ülkelerin
yönetimleri üzerinde ciddi bir etkileme gücü oluşturduğu, gereği hâlinde
hedef ülkelere her türlü baskıyı yaratabilecek bir yapı kazandığı
tartışmasızdır. Gelinen noktada milletin tamamı yerine bazı menfaat
gruplarının çıkarlarına göre ulusal ve uluslararası dengelerin oluşturulması
ya da bazı ülkelerin güdümündeki uluslararası sermayenin taleplerine uygun
duruş geliştirilmesi gerekmektedir. Kendine has mantığı içindeki uluslararası
sermaye dünyayı, ülkeleri, grupları ve tüm insanları etkileyebilmektedir.
Ekonomik boyutun doğal uzantısı olan rekabet gücü gerekli alt yapı ve
donanıma sahip olmayan ekonomiler için ciddi kaygılar yaratacak özellikler
taşımaktadır. Nitekim rekabet gücü olmayan ekonomiler küçülen ve hatta

271
cüceleşen devletleri, buna karşılık uluslararası sermayeyi kontrol eden
grupların ise küresel üretimi ya da kaynakları sömüren ve devleşen sermaye
ile tartışmasız egemen devletleri yaratacağı kesindir.
Küreselleşmenin kültürel boyutu, sonucu siyasi olan ve özellikle ulus
devlet modelleri için açık ve gizli hedefleri içermektedir. Kültürel boyutun en
önemli etkisi mikro milliyetçiliği tahrik şeklinde gözükmektedir. Globalleşen
sermaye ve siyasal eğilimler kendi lehlerine olan bütünleştirici özelliklerine
aykırı olarak hedef ülkelerde ayrılıkçılıkları tahrik etmekte ve mikro milliyetçi
akımları –eğer maksatlarına hizmet edecekse– desteklemektedirler. Bunun
somut örneğini ülkemizde, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’da yaşanan
olaylarda görmekteyiz. Ülkemizin yaklaşık 22 yıl yaşadığı PKK / KADEK
KONGRA GEL terörü ile Yugoslavya örneği yanında Kafkaslar’daki ardı
kesilmeyen huzursuzluklar ile Orta Doğu’daki durum bu konuda ayrı bir veya
birkaç incelemeye konu olacak önem taşımaktadır.
Uluslararası sermaye ve siyasete hükmeden ülkelerin kendi sosyal ve
siyasal yapılarını korumada gösterdikleri titizliğe rağmen hedef ülkelerdeki
yaraları kaşıyarak kangren hâline getirilme çabalarının insani sonuçlarını
sanırım bizden sonraki nesil daha iyi analiz edecek ve değerlendirecektir.
Küreselleşmenin kültürel boyutunun bir diğer etkisi tüketici
davranışlarını yani tercih ve taleplerini etkilemek, yeni alışkanlıklar yaratarak
bunları markalara yönlendirip denetlemek ve kendi ekonomik çıkarlarına
uygun, kontrolü mümkün bir kültürel kimlik yaratmaktır. Mikromilliyetçilik ile
çelişiyor gibi gözüken bu durum aslında milletlerin kültürel kimlikleri ile
siyasal geleceklerinin ipotek altına alınması anlamındadır. Nitekim
mikromilliyetçiliğin yürütülebilmesi için temel ihtiyaç olan siyasi ve ekonomik
destek rüşveti, bir süre sonra, bu rüşveti alan kitle ve bu kitlelere liderlik
yapanları emir alan konumuna getirecektir.
Küreselleşme kavramını geliştirip uygulayan hatta bir yeni sanal din
hâline getirenler ile ne getirip ne götürdüğünün farkına varmadan belki bunu
düşünme zahmetine dahi katlanamayanların teslimiyetçi tavrına karşılık bu
kavramın ardındaki gerçek, ulus devletin bitirilmesi, bölünme ya da millî
kimliğin benzeşme yoluyla yok olmasıdır. Üniter yapının bozulmasıdır. Tek
bayrak, tek devlet, tek millet, tek dil, tek vatan gerçeğinin ve idealinin
erozyona uğratılıp kolay yönlendirilip yönetilen kukla toplumlar
oluşturulmasıdır. Bu gerçekten hareketle Türkiye’ye bakmak zorundayız. Bir
imparatorluğun hızla çöküşüne, bir zamanlar sulh ve sükûn içinde yaşayan
toplumun muhtelif kesimlerinin birbirini boğazlamasına, ülkesini parçalamak
üzere işgal edenlerle iş birliği yapanlara şahit olmuş bir kadronun
tecrübesine dikkat etmek zorundayız. Bu kadronun önderi ve
cumhuriyetimizin hem kurucusu hem de felsefi temellerinin sahibi ATATÜRK
“Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Ne
kadar zengin ve müreffeh olurlarsa olsun, istiklalinden mahrum bir millet
medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye
liyakat kazanamaz.” diyordu. Buradaki ölçü hem fert hem de grup (millet)
272
olarak sahip olunabilecek en kutsal değer olan fert ve toplum-devlet olarak
hür ve bağımsız olabilmektir. ATATÜRK düşünce sisteminde toplumu
oluşturan kesimler farklı veya birbirinden ayrı görülmemiş, Türk adı Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran halkın adı olarak mütalaa edilmiş ve Erzurumlusu,
Edirnelisi, Diyarbakırlısı, Trabzonlusu ile her yörenin insanı bir damarın
dalları olarak mütalaa edilmiştir. Bu bütüncül-üniter yaklaşım devlet
sistemine hâkim kılınarak herkes kabiliyet ve niteliklerine göre
değerlendirilerek imtiyazlı zümre yaratılmamıştır. ATATÜRK “Türkiye’nin
bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı daha kısa daha
az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf
ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın
davasıdır.”1 sözü ile ifade ettiği gibi hedefi emperyalist maksatlı değil bilakis
diğer milletlere de örnek olarak onların hürriyetlerine öncülük etmektir.
Nitekim işgal altında yıllarca yaşamış ve mazlum olarak tanınan çok sayıdaki
millet, Anadolu’da yakılan meşalenin ışığında aydınlanmış, yön ve moral
bularak bağımsızlıklarını elde etmişlerdir.
Küreselleşmenin bir diğer derin çelişki noktasını, Atatürkçülüğün
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesine karşılık küreselleşme fikrinin
egemenliği uluslararası sermayenin ipoteğine terk eden tavrı
oluşturmaktadır. Böylece ulus devlet küresel sermayenin insafına ve yok
olmaya terk edilirken aynı zamanda mikromilliyetçilik tahrik edilmekte, etnik
özellikli ayrılıkçı hareketlere siyasal ve ekonomik destek sağlanmakta, sonu
belirsiz ancak uzun yıllar etkisi gitmeyecek bir husumet yaratılarak üniter
yapıların birleştirici unsurları bozulmaktadır. Bu oyuna gelmiş toplumlarda
onları birbirine benzeten ana ve hâkim unsurlar unutturulmakta, toplumu
oluşturan fert ve grupları birbirinden farklı kılan özellikler ön plana
çıkarılmaktadır. Böylece kazandırılan farklı millet olma bilinci ve devlet kurma
ideali o ülke içinde uzun süreli bir anlaşmazlığın kaynağını oluştururken aynı
zamanda bu küçük ve millet olabilmek için gerekli sosyolojik altyapıyı
oluşturamamış halkları iradelerine ipotek konulmuş oyuncaklar hâline
getirebilecektir.
ATATÜRK, emperyalizmin hedeflerini doğru belirlemiş ve öncelikli
çelişkiyi sömüren ve sömürülen milletler arasındaki dengesizlikte görmüştür.
ATATÜRK’ün dünya milletler ve devletler ailesi için önerdiği sistem, sömüren
ve sömürülen değil, kimliğini koruyan, bağımsız ulus devletlerin uyum ve
barış içinde yaşadıkları bir düzendir.
Küreselleşme ile ilgili bu değerlendirmelerle birlikte diğer bir konu
Avrupa Birliği kurumları ile bazı Avrupalı güç merkezlerinin Atatürkçülüğe
yönelik saldırılarıdır. Şu birkaç gerçeğin altını çizerek konunun irdelenmesi
gerekmektedir. Ülkemizde görünür durumda AB’ye karşı ve ciddi oy
potansiyeline sahip bir siyasal parti ya da grup bulunmamaktadır. Türk insanı

1
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
1989, 4. Baskı, Cilt: 2, s. 44.
273
“muasır medeniyeti” hedeflemiştir ve muasır medeniyetin kaynağı olarak
Tanzimat döneminden itibaren Avrupa’yı hedef almıştır. Bu konudaki temel
endişesi AB’ye girişten çok AB’ye giriş için istenilenler ya da konulan
hedeflere ulaşılabilmesi için Cumhuriyet’in kuruluş hedeflerinden ne kadar
uzaklaşılacağı ya da taviz verileceği konusudur. Bu konuların altını kabaca
çizdikten sonra AB’den gelen eleştiri ya da değerlendirmelere pasajlar
hâlinde bakalım ve cevaplayalım.
Alman Süddeutsche Zeitung gazetesinin 19 Ocak 1998 tarihli
nüshasında yer alan bir haberde “Ülkelerinin sınır ötesine bir göz atmakta
Türklerin başını döndürecektir. Türkiye’nin yakın komşusu ve en azından
Türklerin kendi Kemalist modelleri kadar sürekli bir yapı olduğu sanılan üç
sistem, on yıl zarfında sessiz sedasız yok oldu. İran’da Şah Monarşisi;
Sovyetler Birliği’nde politbüro komünizmi ve Yugoslavya’daki Balkan tarzı
federal model. Her üç devlette etnik ya da dinsel tezatlar yüzünden yok oldu
ve Türkiye’de her ikisi de mevcut. Sonra her üç devlette de reformlar yeni
egemenler tarafından ve halka rağmen, yukarıdan bir fermanla
gerçekleştirildi. Lenin’in devleti 73 yaşında vefat etti, Güney Slavlarınki 74
sene yaşadı, ATATÜRK’ün Cumhuriyet’i ise hayli kritik 75 yaşına erdi. Bu
yazıya en kestirme cevabı Hürriyet gazetesindeki 29 Ekim 1998 tarihli yazısı
ile Oktay Ekşi vermekte ve “Gördüğünüz gibi bir kısım dostlarımız (!)
düpedüz gün sayıyor. Ama bize kalırsa değil kendileri, torunlarının torunları
dahi boşa bekler.” demektedir. Bu duygu ve düşünceye aynen katılmakla
birlikte birkaç sözde biz söylemek isteriz. Birincisi Türk Devleti’nin felsefi
temelleri ile işleyişini totaliter devlet ya da rejimlerle aynı görme cehaleti
içindeki Alman gazetesine verilecek en güzel cevap Türk Devletleri’nin şanlı
tarihidir. Çünkü devlet geleneğimizde sömürme, ikinci üçüncü sınıf vatandaş
olarak görme ya da halkı sopa ile bir arada tutma geleneğimiz olmadığı için
en heterojen toplum yapısında olduğumuz dönemlerde dahi her kesim
yönetime katılmış, herkes nitelik ve yetenekleri doğrultusunda devlet ve
toplum hayatında yerini bularak tatmin olmuştur. Hiçbir kitle asimile
edilmemiş ya da kültürel haklarının yaşanması veya devam ettirilmesinde
engellenmemiştir. İran Şahı, Tito veya Lenin ile aynı dönemde yaşamalarına
rağmen ATATÜRK totaliter yapıyı benimsememiş, bilakis sağlığında çok
partili demokrasiyi kurmaya çalışmıştır. ATATÜRK ve mesai arkadaşlarının
kurdukları sistem bir millî mutabakat sistemidir. Anadolu halkı yeni devlet
sisteminde yukarıdan dayatmalarla karşılaşmamış, bilakis hazır oldukları
reformları kısa sürede özümseyerek yaşanır hâle getirmişlerdir. Sosyolojik
anlamda değiştirme değil hızlı bir değişim yaşanmıştır. Bu durum halkın
önderine güveni ve yeniliğe açık olmasının sonucudur.
Anadolu’da Avrupa tarihinde yaşanan ve yüz binlerce insanın canına
mal olan din kavgaları yaşanmamıştır. Özellikle 1965’ten sonra gençlik ve
işçi hareketleri daha sonra Kürtçülük olarak sokulmak istenilen nifak, geniş
halk kitlelerinden itibar görmemiş, sosyal gruplar arasında kavga
yaşanmamıştır ve yaşanmayacaktır. Çünkü sosyal yapıyı meydana getiren
274
unsurlar bir zorlamanın değil bir tarihî tecrübe ve mutabakatın sonucu
bütünleşmişlerdir.
Bir diğer dikkat çeken konu Avrupa Parlamentosu Raportörü Arie M.
Oostlander’in 2003 yılı Türkiye Raporu’nun 12 Mart 2003 tarihli taslağında
yer alan iddialardır. Bu iddiaların bir kısmı 2004 tarihli nihai rapordan
çıkarılmış olmakla birlikte temel mantığı yansıtması açısından incelenmekte
yarar görülmüştür. Başlıca iddialar raporda yer aldığı hâliyle aşağıda verilmiş
ve değerlendirilmiştir.
Türkiye Devleti’nin temel felsefesi olan Kemalizmin Türk Devleti’nin
bölünmesi konusunda abartılmış bir korkuyu içerdiği, Türk kültürünün
homojenliğini vurguladığı, devletçiliği savunduğu, Orduya güçlü bir rol
verdiği, dine karşı çok katı bir tutum benimsediği, bu felsefenin AB yolunda
engel oluşturduğu” (F maddesi) vurgulanmakta, böylece Kemalizm ve
Cumhuriyet’in temel ilkelerinin katılım kriterleriyle tam olarak uyuşmadığı
iddiası ortaya atılmaktadır.
Tüm devletlerin kuruluş felsefeleri farklıdır. Bu durum demokrasi ya da
totaliter sistemle yönetilmelerine bakılmaksızın aynı özelliği gösterir. AB’yi
oluşturan devletler için de aynı şey söz konusudur. Ayrıca milletlerin
hafızaları da farklıdır ve bu nedenle kendi ihtiyaçlarını kendi bünyelerine
uygun şekilde belirlemişler ve devlet sistemlerine yansıtmışlardır. Türk milleti
kurtarıcısı ve devletinin kurucusu tarafından belirlenmiş felsefeyi rehber
olarak görmüş onu bir hayat felsefesi olarak benimsemiştir. Anadolu insanı
bin yıldan fazla bir süredir birlikte yaşamanın tarihî ve kültürel mirasına
sahiptir. Bu tarihî birlikteliğin doğal bir sonucu olarak homojen bir yapıdadır.
Sömürgeci ve ayrımcı gözle bakılıp tespit edildiği sanılan farklı özellikler ile
benzeşen ya da aynı olan özellikler karşılaştırıldığında, ayıran değil
bütünleştiren faktörlerin daha fazla olduğu görülecektir.
Atatürkçü anlayışta devletçilik Marksist anlayıştaki devletçilikle bir ve
benzer değildir. ATATÜRK devletçiliği özel mülkiyeti engelleyen, özel
teşebbüsü yasaklayan, özel sermayeye karşı olan ya da üretim ve tüketimi
merkezî olarak planlayan bir devletçilik hedeflememiştir. Nitekim bu şekilde
de uygulanmamıştır. ATATÜRK devletçiliği, devletin örnek ve öncü olduğu,
yeterli sermaye birikimi sağlanana kadar millî gelirlerin yatırıma yöneltildiği,
okul özelliği ve istihdam yaratma maksatlı bir uygulamadır. Nitekim
hedeflerine ulaşmıştır. Bunun en somut delili bugün birçok sektörde dünya
ile boy ölçüşen yatırımlarımız ve dünyanın en büyük 17’nci üretim ve yatırım
gücü olmamızdır.
Milletlerin tarihinde belirleyici rol oynayan bazı kurumları vardır. Türk
tarihinde belirleyici rolü oynayan başat kurum Türk ordusudur. Dolayısıyla
ordumuzun devlet hayatında oynadığı rol ondan beklenilen roldür. Nitekim
tüm yıpratma gayretlerine ve sistemli-planlı saldırılara rağmen halkın en
güvendiği kurumlar sıralamasında sürekli olarak birinci gösterilmesi, halkın
güven ve beklentilerinin bir sonucudur. Bu durumun yadırganması ya da AB

275
yolunda engel olarak takdim edilmesi iyi niyetli bir yaklaşım olarak görülecek
bir durum değildir.
Laik sistemin korunması konusunda gösterilen hassasiyetin katı tavır
olarak değerlendirilmesi de devlet yapımızın tam olarak anlaşılamadığının bir
göstergesi olsa gerekir. Üniter yapının bir gereği olarak devlet sistemi laiklik
esasına göre düzenlenmiştir. Dolayısıyla din, ferdin vicdanına terk edilmiş,
devlet işleri pozitif bilim ve aklın oluşturacağı ilkeler doğrultusunda dizayn
edilmiştir. ATATÜRK laik sistem ve düşünceyi, ulusal hukuka dayalı bir
devlet kurmanın ön şartı olarak görmenin yanında geçmişte dogmalarla
hareket eden kitlelerin sebep olduğu şartların bir daha yaşanmaması için
özgür düşünebilen ve üretebilen bir toplum yaratmanın ön koşulu olarak
görmüştür. Bugünkü şartlarda bunu gerektirmektedir. Pozitif düşüncenin
temel şartı dogmalardan bağımsız hareket edebilmektir.
Bu tenkit ve değerlendirmelerin yanında özellikle ATATÜRK
döneminde üzerinde hassasiyetle durulan Lozan Antlaşması’nda yer alan
bazı hüküm ve bu hükümlere göre yapılan uygulamaların eleştirildiği ve
değiştirilmesinin istenildiği görülmektedir. Bunların içinde en önemli konu
azınlıklarla ilgili hususlar ve yeni azınlık yaratma gayretleridir. Lozan
Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin temelidir. Üzerinde kurulu olduğu
zemindir. Tartışması ve yeniden yorumlanması istenemez. Konuya bu
açıdan bakmak ve 85 yıldır unuttuğumuz acıları yeniden yaşamamak için
bizim olan bazı şeyleri kıskançlıkla saklamak ve kimseye dokundurtmamak
zorundayız. Bunlardan biri ATATÜRK sistemi diğeri ise Lozan
Antlaşması’dır.

276
DÜNYANIN GÖZÜNDE ATATÜRK
Prof. Dr. Mustafa YILMAZ*
Bilindiği gibi ATATÜRK ile ilgili birçok dilde yayın yapılmıştır.
ATATÜRK önderliğinde verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı ve sonrasında
kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye dışında, özellikle de bağımsızlık
savaşı veren ve batılı anlamda bir toplum oluşturma uğraşısı içinde olan
ulusların ilgisini hep çekmiştir ve çekmeye de devam etmektedir.
ATATÜRK ile ilgili makale ve kitaplar yanında ansiklopedilerde bilgi
bulmak ve onun asker ve devlet adamlığı üzerine doğu ve batı ülkelerinin
kütüphanelerinde ve arşivlerinde malzeme bulmak mümkündür.
Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Anadolu’da başlatılan Millî
Mücadele bilindiği gibi 1919 tarihinde yayınlanan Amasya Genelgesi ile iç ve
dış kamuoyuna hareketin temel özelliklerini duyurmuştu. Daha sonra
Erzurum ve Sivas Kongreleri ile hareketin esasları formüle edilmiş ve son
Osmanlı Meclisi Mebusanınca onaylanarak “Misakımillî” adı ile Millî
Mücadele’nin temelini oluşturmuştu.
Bu aşamada dünyada özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası statükoyu
belirleyen ülke konumundaki İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından
Anadolu’da başlatılan Millî Mücadele’nin nasıl algılandığı önemlidir.
Bu bağlamda Anadolu’daki İtalyan irtibat subayı Albay Vitelli’nin 1920
yılı Nisanında hükûmetine gönderdiği gizli bir raporda Anadolu’daki harekete
ilişkin tespitleri şunlardır:
“Türkiye’de önem verilecek tek oluşum, Mustafa Kemal’in hareketidir;
çünkü Anadolu’da yabancı entrika ve etkisinden uzak olan bu hareket ulusça
desteklenmektedir. Kemalistler, kendilerini Türk ulusal ülküsünü
gerçekleştirmeye adamışlardır… Uyanan ulusal bilincin bozulabileceğini
sanmak büyük yanılgıdır. Hiç olmazsa Mustafa Kemal’le yarı yolda buluşup
görüşmek önerilir. Ona önem vermemek çok ciddi sonuçlara yol açabilir…”
denilmekteydi.1
Benzeri bir biçimde başlangıçta Mustafa Kemal Paşa’nın
önderliğindeki hareketin önemini ve gücünü kavrayamayan Fransa, 1920 yılı
itibarıyla hareketi ve onun liderinin ciddiyetini anlayarak Mustafa Kemal
Paşa’nın bir önder olarak yeteneklerine dikkat çekiyor2 ve Mustafa Kemal

*
Hacettepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü
1
Salahi Ramadan Sonyel; “Kurtuluş Savaşı Döneminde Mustafa Kemal Atatürk’ün Evrenselliği”,
Atatürk Araştırma Merkezi Üçüncü Uluslararası Atatürk Sempozyumu, 3-6 Ekim 1998, c. I,
Ankara, 1998. s. 37. Millî Mücadele döneminde Türk İtalyan İlişkileri için bk. Mevlüt Çelebi; Türk
İtalyan İlişkileri, Ankara, 1999. Ayrıca bk. Nuri Köstüklü; “Türk Arşiv Belgeleri Işığında Atatürk
Dönemi Türk İtalyan İlişkilerine Dair Bazı Düşünceler”, Atatürk Araştırma Merkezi Atatürk 4.
Uluslararası Kongresi, c. 2. Ankara, 1999.
2
Sonyel; s.39. Yine bu konuda geniş bilgi için bk. Ünsal Yavuz; “Fransa Resmî Belgelerinde
Mustafa Kemal ve Ulusal Bağımsızlık Savaşı (1919-1922)”, XI. Türk Tarih Kongresi, c. VI, 5-9
Eylül 1990.
277
Paşa’nın amacının yabancı egemenliğine karşı Müslümanları ayaklandırmak
olduğuna işaret ediyordu.3
Nitekim kısa süre sonra Fransa’nın Mustafa Kemal Paşa’nın
Misakımillî’yi gerçekleştirme konusundaki kararlılığını ve bağımsızlığın ne
pahasına olursa olsun elde edilmesi yolundaki çabaları gördüğünü
anlıyoruz.4
İngiltere müttefiki olan Fransa ve İtalya’nın Anadolu’daki hareket ile
ilgili tanımlamalarından ve kendi bilgisi dışında Ankara ile temaslarından
duyduğu rahatsızlığı her alanda dile getiriyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya
karşı ortak hareket etmek konusunda özellikle Fransa’yı sık sık uyaran İngiliz
basını, İslam dünyası nezdinde batı medeniyetinin birlikteliğini göstermesinin
önemine vurgu yaparak, birlikte hareket edilmediğinin, Avrupa’nın kendi
içinde bir bütünlük oluşturmamasının doğulularca fark edilmesinin İngiliz ve
Fransız idaresi altında yaşayan Müslüman halk nezdinde huzursuzluklar
doğurabileceği konusunun altını çiziyordu.5
İngiltere’nin Mustafa Kemal Paşa ve onun hareketini anlama
konusunda geç kaldığı ve yanlış değerlendirdiği söylenebilir. Başlangıçta
Mustafa Kemal Paşa’yı ittihatçılığın devamı ve “asi bir general” olarak
tanımlayıp, Anadolu’daki hareketi maceracılık olarak gören İngiltere, Mustafa
Kemal Paşa’yı İrlandalı Ulusçuların, Alman Spartakistlerin, Rus Bolşeviklerin,
Genç Türklerin, Gandi ve Tilak’ın varisi olarak görüyor, komplo ve ihtilal
akımlarından çekiniyorlardı.6
Ama daha sonra bu belirsizlik ortadan kalkıyor ve İngiliz raporlarında
Mustafa Kemal Paşa, “Yüce Türk” olarak anılıyor ve onunla temas kuranlar
Mustafa Kemal Paşa’nın çarpıcı kişiliğinin altında kalırlar denilerek, Mustafa
Kemal Paşa’yı Türklerin uluslararası alanlarda yeri olması gerektiğine dair
kesin ve pratik görüşleri olan, oldukça güçlü karaktere sahip bir kişilik olarak
veriyorlardı. Yine raporda, Mustafa Kemal Paşa kişisel saygınlık ve yükseliş
aramıyor; ciddi bir güven duygusuna sahip, dolayısıyla tüm öteki ülkelerin
çıkarlarına onunla kendi ülkesinin çıkarlarına öncelik tanır deniliyordu. Bu tür
tanımların örnekleri çoğaltılabilir. Mustafa Kemal Paşa’nın bir Türk Lenin’i
olduğu ve Lenin’den daha çok pratik yeteneğe sahip, imparatorluk yerine
millî bir devlet kurmayı hedeflediği ve çok zeki olduğu, yiğit, iyi bir asker ve
lider, yetenekli bir devlet adamı olduğu şeklinde değerlendirmelere doğru
giden bir algılama vardı.7

3
Sonyel; s. 35. Bu bağlamda, yani Anadolu’daki hareketin diğer Müslüman uluslar nezdinde
yaptığı etki için bk. Bige Yavuz; Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk - Fransa İlişkileri, 1919-1922,
Ankara, 1999.
4
Chantal Lemercier Quelqvejay; “Atatürk Dönemi Türk - Fransa Münasebetleri 1921-1938”,
Atatürk Araştırma Merkezi Üçüncü Uluslararası Atatürk Sempozyumu, c. II. s. 93.
5
Times; 7 Ocak 1922, s. 11.
6
Sonyel; s. 40.
7
Artık Mustafa Kemal Paşa’nın hareketinin bir bağımsızlık hareketi ve Misakımillî’yi
gerçekleştirmenin hedef olduğu vurgulanıyordu. bk. Sonyel; s. 41-49.
278
Şüphesiz bu tür değerlendirmeler Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki
hareketi anlamaya ve onun liderinin özeliklerini kavramaya başlayış yanında
onun ve hareketinin diğer mazlum uluslar özellikle de Müslüman uluslar için
örnek bir lider olmasının doğuracağı tehlikenin altı çiziliyordu.
Bu önemli bir saptama idi. Çünkü Mustafa Kemal Paşa liderliğinde
emperyalizme karşı verilen Millî Mücadele ile batıya ve onun güçlerine karşı
konulamaz diyenlerin politikaları iflas ediyor ve iktidarlarını kaydediyorlardı.
Diğer yandan kazanılan bu zaferin yankıları Türkiye’nin sınırlarını aşıyor ve
dünyanın her yanında aynı mücadeleyi verecek olanlara örnek teşkil
ediyordu. Bu zaten İslam’ın Hristiyanlığa, doğunun batıya, Asya’nın
Avrupa’ya ve ulusçu Türkiye’nin emperyalist Britanya’ya karşı zaferi olarak
algılanıyordu. Bu bir bağımsızlık savaşı idi ve her ne pahasına olursa olsun
bağımsızlık esas ülkü idi.8
Amerika Birleşik Devleti Anadolu’daki harekete diğer batılı ülkelerden
farklı bir yaklaşım sergilemiştir. Şüphesiz bu Amerika Birleşik Devletleri’nin
Birinci Dünya Savaşı sonrası yürüttüğü izolasyon politikasının bir
yansımasıdır. Ama 1921 yılına gelindiğinde “Türkiye’nin siyasal ve ekonomik
bağımsızlığının tanınması ve kapitülasyonların da kaldırılması şartı ile”
ilişkilerin yeniden kurulması yönündeki teklifi resmî olarak karşılık bulmasa
da ABD Millî Mücadele’nin önder kadrosu ile temaslar kurmuştur. Nitekim
ABD Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Duiles, Anadolu’daki hareketi ve onun
liderini “Amerika’nın desteğine layık ulusal, halis diriliş” olarak nitelemiştir.
Benzeri görüş ABD siyasi çevrelerinde egemen olmuştu. ABD İtilaf
devletlerini özelikle İngiltere’nin Anadolu’daki harekâta ilişkin politikalarını
onaylamamıştır.9
ABD’nin Millî Mücadele döneminde Anadolu’ya ilişkin tavrında, uzun
vadeli ekonomik çıkarlarını gözeten ve geri kalmış ülkelerini olabildiğince
barışçı yollarla kendisine bağımlı ekonomik birimler hâline getiren “Açık kapı”
politikasını uyguladığını görüyoruz. Şüphesiz burada diğer batılı ülkeler de
görmeye alışık olduğumuz Türkiye’de çıkarlarının tehlikeye düşmesi, Türkiye
ve Türkler ile ilgili değerlendirmelerinin temel taşı konumundadır. Bu tespiti
doğrulayan ise İtilaf devletlerinin hiçbirinin başından sonuna kadar Mustafa
Kemal Paşa’nın hareketini desteklemedikleri olayların gelişimi ve çıkar
ilişkisine göre İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD’nin politikalarında değişimin
yaşanmasıdır.
Şüphesiz bunu çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa çok yönlü bir dış
politika ile farklı devletlerin kamuoylarını ve sömürgelerini etkileyebilmiştir.10

8
Anadolu’daki zaferin Araplar, Hindistan, Afganistan, Hırvatlar ve Bulgarlar arasında yarattığı
sevinç için bk. Sonyel; s. 45-48.
9
Fahir Armaoğlu; “Atatürk ve Amerika Birleşik Devletleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Üçüncü
Uluslararası Atatürk Sempozyumu, s. 73-74.
10
Osman Ulugay; Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, İstanbul, 1974, s. 16.
279
Diğer farklı bir tavır Almanya’dan gelmiştir. Almanya, 12 Şubat 1921
tarihli “Ham Burger Nachrichten” de yer alan haberde; “Millî duygular ile
donatılmış bir halkın vereceği savaş karşısında her ordu çaresiz kalır.”
diyerek, Mustafa Kemal Paşa’nın hareketini desteklemiş ve Türklerin
kesinlikle başarı sağlayacağını not etmiştir.11
Aynı türden haberlere 3 Mayıs 1921 tarihli, “Kölnische Wolkszeitung”ta
rastlamak mümkündür. Mustafa Kemal Paşa’nın ne denli yetenekli bir asker
olduğunu cephelerde özelikle Çanakkale Cephesi’nde gösterdiğini ve
“Mustafa Kemal Paşa’nın aniden bir meteor gibi gökten düşen tanınmamış
bir kişi” olmadığını duyuruyordu.12
Yine Mütareke sonrası yaşanan olumsuzluklara ve ülkenin İtilaf
devletleri tarafından paylaşılması ile ilgili olarak, “Münchener Neuste
Nachrichten”, “Büyük güçlükler altında insanüstü başarılar elde eden,
halkına kendisine ve geleceğine inanmayı tekrar öğreten, Türk halkına en
zor anında Tanrı tarafından gönderilen bu insanın adı Mustafa Kemal
Paşa’dır.” denilerek aynı türden olumlu vurgular yineleniyordu.13
Alman basınının genelde, kendileri açısından Birinci Dünya Savaşı’na
son veren Versay Antlaşması’nın ağır şartlar içeren hükümlerinin benzeri bir
antlaşma olarak gördükleri Sevr Anlaşması’nın Mustafa Kemal Paşa
önderliğinde verilen Millî Mücadele ile değiştirilmesinden dolayı
memnuniyetlerini her fırsatta yansıttıkları görülmektedir.14
Batı dışı toplumlarda Mustafa Kemal Paşa ve onun mücadelesi ise
çok farklı yaklaşım ve çağrıştırmaları beraberinde getirmiştir.
Hintli Müslümanların gözünde 1920’li yıllarda Mustafa Kemal Paşa,
batıya karşı savaşan bir kahraman olarak görülmüştür. Bu durum o dönemde
yazılan şiirlere yansımıştır.15
Mustafa Kemal Paşa’nın millî egemenlik ilkesine bağlı millî bir devlet
kurmak için Birinci Dünya Savaşı’nın galip ülkelerine karşı yürüttüğü
bağımsızlık savaşı ve kazandığı zafer şüphesiz batılı büyük güçlerin
sömürgelerindeki prestijlerini sarsmıştır. Bundan başka ulusal kurtuluş
hareketleri için doğulu ve Müslüman bir ülkenin ve onun liderlerinin bu
başkaldırısı ve zaferi örnek alınmıştır denilebilir.16

11
S. Eriş Ülger; Alman Basınında Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti 1910-1944, Ankara, 1995,
s. 123-124.
12
a.g.e.; s. 127-128.
13
a.g.e.; s. 129. Benzeri değerlendirmelerden diğer örnekler için bk. a.g.e.; s. 130 vd.
14
a.g.e.; s. 181. Özellikle Türkiye’nin Sevr’den Lozan’a atmış olduğu dev adım olarak nitelenen
Kurtuluş Mücadelesi ve Türkiye’nin eriştiği sonuç Almanlarda hayranlık uyandırıyordu bk. a.g.e.;
s. 186.
15
M. Naem Qureşhi; “Images of Atatürk and Turkey in Urdu Literaure” Atatürk Araştırma
Merkezi Üçüncü Uluslararası Atatürk Sempozyumu, s. 264-65.
16
Zekeriya Türkmen; “Atatürkçü Düşünce Sisteminin Kafkasya, Türkistan ve Güneydoğu
Asya’daki Ulusların Bağımsızlık Mücadelesine Yansıması ve Günümüzdeki Etkileri” Atatürk
Araştırma Merkezi 4. Uluslararası Kongresi, s. 308.
280
Doğulu ülke liderlerinin ve aydınlarının ortak değerlendirmesi;
Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa’nın mücadelesinin onlar için model
alınması gerektiğidir. Hareketin liderlerinin vasıflarına yapılan vurgu Mustafa
Kemal Paşa’nın tartışılmaz üstün niteliğidir. Onlarda aynı yolda yürümelidir.17
Batılı olmayan ülkelere ilişkin ise Bulgaristan, Tunus ve Kuzey Afrika
ve Libya örnek verilebilir. Bu ülkelerde hem bağımsızlık hem de devlet
kuruluculuğu ve bir dönüşüm projesi olarak ATATÜRK’ün Türkiyesi’nin örnek
alınışını görmekteyiz.18
Yine aynı bağlamda bu tür etkileşime başka bir örnek ülke Libya’dır.
Libya’da özellikle aydınlar arasında sömürgeci güçlerin yenilebileceğine,
onlara karşı konulamaz düşüncesinin yanlışlığına örnek olması açısından
Türkiye’deki gelişmelerin önemine vurgu yapılıyordu. Aydınlar arasında
Anadolu hareketi ve onun lideri Mustafa Kemal Paşa lehine takınılan tavır
basına yansıyordu.19
Bu tür etkinin yine canlı yaşandığı bir başka ülke ise Bangaldeş’ti
Bangaldeş’te Mustafa Kemal Paşa; sosyal, siyasi ve kültürel açıdan bir
örnekti, o bir kahramandı, o bir devlet kurucusu ve o bir devrimci idi.20
Buraya kadar olan kısım genel olarak batılı ve doğulu toplumların
Mustafa Kemal Paşa ve onun önderliğinde başlatılan Millî Mücadele’nin nasıl
algılandığı üzerine idi. Şimdi yürütülen hareketin başarısı yani zafer ve
sonrasında yaşananların nasıl yansıdığına bakabiliriz.
Başta İngiltere’nin Mustafa Kemal Paşa ve Türkiye ile ilgili
değerlendirmelerinde başlangıç ile kıyaslanamayacak bir değişim
yaşanmıştır. Türkiye’nin, Mustafa Kemal Paşa ile yürüttüğü bağımsızlık
Savaşı’nın zafer ve imzalanan Lozan Antlaşması ile tanımlanması; Türk
tarihinde yeni bir sayfa açarak daha önce dünyada asla elde etmediği bir
kanun elde etti diyen “Times”, bu yeni kanununun Türkiye’nin diğer
Müslüman ülkeler arasındaki saygınlığını da artırdığı ve pekiştirdiğine
inancını duyuruyordu.21
Amerika Birleşik Devletleri başkanlarından Franklin D. Roosevelt,
ATATÜRK’ün Amerika’da sempati ile izlendiğini ve yapılan reformların
harikulade önemli olduğunu söylüyordu.22

17
Bu tür değerlendirmelerden örnekler için bk. Türkmen; s. 310-314. Ayrıca bk. Hayati Oğuz;
“Atatürk, Balkanlar ve Kuzey Afrika”, Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk 4. Uluslararası
Kongresi, s. 322-323.
18
Oğuz; s. 326-332. Ayrıca Bulgaristan’da Atatürk döneminin yansımaları için bk. “Atatürk ve
Stamboliyski Türk - Bulgar İlişkileri Üzerine”; Ulusal Stratejik Araştırmalar Merkezi, Sofya, 2001.
19
Qasim kh. Jumaily; “Libyan Intelligentsia and the Kemalist Movement”, Atatürk Araştırma
Merkezi, Atatürk 4. Uluslararası Kongresi, s. 336-337.
20
Bk. Mohammad Nurul Huda; “Atatürk’s Influence in the Independence Struggles of
Subcontınent and Its Later Effects in Bangladesh”, Atatürk Araştırma Merkezi Atatürk 4.
Uluslararası Kongresi, s. 382 - 385.
21
Times; 5 Eylül 1923, s. 9.
22
Bilal N. Şimşir; Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanları, c. I. Ankara, 1993, s. 15.
281
Şüphesiz burada Mustafa Kemal Paşa’nın rolü yine ön plandaydı.
Onunla görüşen ve onu ziyaret eden herkese, yeni Türkiye’nin imajını
tanıtma konusunda çok başarılı idi. Yine ATATÜRK kendini ziyaret edenlere
uygun tarihsel ve kültürel referansları öne çıkaran bir söylemde hitap etmeyi
çok iyi başaranlardandı.23
Bu bağlamda Türkiye’yi ziyaret eden Afganistan Kralı Amanullah
Han’ın Türkiye’de gördüklerinden ve ATATÜRK’ten etkilenmesinden söz
edilebilir. Nitekim bu etki Amanullah Han sonrası onun yerine geçen,
Mehmet Nadir Şah ve Zahir Şah’ta devam etmiştir.24
Yine Prof. Dr. Emile Ludwig’in Türkiye ziyareti sonrası “Le Millîett”te
çıkan yazısında; “aynı zamanda düşünen ve faaliyete girişen insanlar” diye
tanımladığı Ankara ve onun mimarı ATATÜRK’ün büyük bir fikir adamı
olduğunu ve ATATÜRK’ü Mussolini ile kıyaslamanın yanlış oluğu
söylüyordu.25
Aynı türden değerlendirmelere Alman Başbakan Yardımcısı Von
Papen’de katılmış ve tarihte kendini korumak zorunda kalan halklar içinde
hiçbirisinin Türk halkının gösterdiği özellikleri ve özveriyi gösteremediğine
işaret etmiştir. Papen, bu yeniden varoluşta Mustafa Kemal Paşa’nın
enerjisine duyduğu hayranlığı dile getirmiştir. Papen’in, zafer sonrası ikinci
aşama diye tanımladığı süreci ise; “yıllardan beri halkın karakterine ters etki
yapan Türk olmayan her şeyden ayrılmak” olarak tanımlamıştır.26
Yine Almanya benzer bir şekilde 16 Ocak 1937 tarihli “Baster Zeitung”
gazetesinde çıkan haberde “İsyancılıktan Gaziliğe” başlığı altında bir
zamanlar Türkiyesi’ndeki işgaller ve Kurtuluş Mücadelesi’nden bahisle yeni
Türkiye’nin modernleşme çabalarına değinilerek “Türkiye, galip gelen
devletlerin, dünya savaşından yenik çıkan ülkeler üzerindeki etkisini ortadan
kaldıran ilk ülke oluyor.” diyerek önceki sayfalarda bahsettiğimiz gibi Türk
başarısına ayrıca bir vurgu yapılıyordu. Öte yandan Türk modernleşmesinin
farklı alanlarda başarı ile yürütülmesi yanında özellikle yeniden inşa edilen
Ankara’dan övgü ile bahsediliyordu.27
Doğulu ve batılı herkesin ittifak ettiği konulardan birisi de şüphesiz
askerî alanda elde edilen başarının devamı olan hatta ondan çok daha zor
olan diğer alanlarda yeniden yapılanma köklü ve radikal değişim idi. Mustafa
Kemal Paşa’nın gerçekleştirdiği inkılaplar ile ilgili olarak İngiltere’nin bakışına
birkaç noktadan örnek verebiliriz. Ünlü İngiliz tarihçisi Toynbee “Mustafa
Kemal Paşa liderliğindeki Türkiye doğu ve batı medeniyeti ayırımında batı

23
Jeun - Louis Bacgue Grammont; “Türkiye Cumhuriyeti İlk Döneminde İmaj ve İmaj Tanıtması:
La Turguie Kemaliste Dergisi Hakkında”, Atatürk Araştırma Merkezi Atatürk 4. Uluslararası
Kongresi, s. 197.
24
Şimşir; s. 10.
25
Ülger; s. 198.
26
a.g.e.; s. 205-209.
27
a.g.e.; s. 221-223. Yine benzeri örnekler için bk. s. 237 vd.
282
medeniyetini seçmişti. Türkler doğu ve batı medeniyetlerinin kendilerine has
bir karışımını üreteceklerdi.” diyordu.28
İnkılaplardan biri olan halifeliğin kaldırılması ile ilgili olarak Mustafa
Kemal Paşa’nın kararlılığının altı çizilmiştir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa
halkının nabzını tutmada büyük bir ustalığa sahipti. Değişim geçmişte
uygulanan yöntemlerden çok daha farklı yöntemlerle uygulanıyordu diyen
“Manchester Guardian”, yenilik için uygun zaman, bir önceki değişimin
benimsenmesi, değişimin anlatılıp temas ve ikna ile halledilmesini örnek
veriyordu.29
“Türk batılılaşmasının ihtiyatlı bir batılılaşma ve kendi öz karakterini
muhafaza eden bir yönü vardı.” diyen “Times” gazetesi, burada ölçünün
modernleşmek olduğunu, maddi gelişimin esas alındığını ve akıl ve bilim
dışında kalan başka bir inanca yer vermemek üzerine kurgulandığını
yazıyordu.30
Nitekim “Times”a göre bu anlayışla yaşanan devrim Rusya hariç
başka bir ülkede bu kadar güçlü ve bağlı olmamıştı.31 Özellikle laiklik ile ilgili
inkılaplarda sadece batılı yazarların değil örneğin Hintli yazarların da görüşü,
laiklik ile uygulamaların zannedildiği gibi dine karşı bir tavır olmayıp tam
tersine dini korumaya yönelik olduğu ve bütün bu değişimin modernleşmenin
bir parçası olarak değerlendirildiği ve kendilerinin de örnek alabileceği
değişimlerin olduğu yönündedir.32
Batı dünyasının ATATÜRK’ün Türkiyesi’nde yaşanan değişimden
etkilendikleri alanlardan biri de Türk kadınının elde ettiği haklar ve Türk
kadının toplumsal hayatta edindiği yeni konumudur. Bu bağlamda 22 Nisan
1935 tarihinde İstanbul Belediyesinde toplanan seçme, seçilme ve eşit
vatandaşlık için Uluslararası Kadınlar Birliğinin Kongresi’nde konuşan Naney
Witchen Astor (Viscountess Astor); “Bundan 15 yıl önce tamamıyla köle
konumunda olan Türk kadınlarının içinden çıkan milletvekillerini burada
görmekten gurur duyuyorum.” diyerek Türk kadınının batılı hemcinslerinden
ileri bir konumda olduğunu söylemiştir.33
Türkiye’de yaşanan bu her alanda değişim projesinin diğer doğulu
uluslara örnek olabileceğine işaret edilmekle birlikte, Arapça konuşan
ülkelerde bu değişimin gerçekleşmesinin imkânsızlığının da altı çizilmiştir.34

28
A.J. Toynbee; “Angora and the Biritish Empire in the East”, Contemporary Review, c. 123,
Haziran 1923, s. 689-691.
29
Manchester Guardian; 7 Aralık 1925, s. 16.
30
Times; 7 Nisan 1927, s. 17; 28 Nisan 1928, s. 12.
31
Times; 9 Mayıs 1930, s. 17.
32
Qureshi, s. 272-280.
33
Manchester Guardian; 23 Nisan 1935, s. 13.
34
Spectator; 25 Haziran 1937, s. 1181-1182.
283
Türk inkılabının sıkça karşılaştırıldığı Rus inkılabına nazaran daha
kısa süreçte yapıldığı ve Türk inkılabının Türk toplumunda yer bulduğunun
altı çiziliyordu.35
Sonuçta diğer devrimler ile kıyaslandığında Türk devrimi ve onun
liderine özel bir önem atfedilmiştir. Türkiye doğu batı sentezi olarak
görülmüştür.
Yeni Türkiye’nin yürüttüğü dış politikanın yansımaları ile ilgili olarak
İngiltere’nin değerlendirmeleri ilginçtir. Türkiye ile sorunlarını halleden
İngiltere; 1930’lu yıllardan itibaren Türkiye’nin o günlerde dış politikasını, eski
dostlarına kıyasla eski düşmanlarının dış politikasına yakın buluyor ve
Türkiye’yi antirevizyonist, milletler cemiyeti yanlısı, milletlerin muhalif
kamplara ve bloklara bölünmesinden rahatsız, uluslararası iş birliğini
savunan ve çatışma ve sürtüşmelerin azaltılmasını isteyen bir ülke olarak
tanımlıyordu.36
İnsanlığa katkı ve barışın korunması yolunda bütün Avrupa’nın yeni bir
savaş hazırlığı içinde bulunduğu bir dönemde, Türkiye’nin barışın
korunmasını sözle değil eylemleriyle kanıtlayan bir ülke olarak örnek
verildiğini görüyoruz.
Nitekim İngiliz basını, Türkiye’nin Lozan’da halledemediği konuları
Avrupalı devletlerle görüşmeler yolu ile halletmesinin onun Avrupa’da ve
dünyada prestijini artırdığını söylüyor ve örnek olarak, Boğazlar ile ilgili
statükonun değiştirilmesi ve yine görüşmeler yoluyla halledilen Hatay sorunu
veriliyordu.
Bu tavır şüphesiz Türkiye’yi Avrupa’nın en barışçı ülkesi olarak
tanımlamaya götürüyordu.37 Türkiye bölgesinde barışı sağlama yönünde
kurduğu ittifaklarla (Balkan Paktı ve Sadabat Paktı vb.) Asya ile Avrupa
arasında bir köprü olmaktan öte gerçek barışın temin edilmesine katkı yapan
önemli bir ülke konumundadır deniliyordu. Böylece Türkiye, Orta Doğu’da,
Asya’nın batısında ve Balkan yarımadasında güvenliğin ve barışın
sürekliliğinin temel taşı olan bir ülke olarak anılıyordu.38 Şüphesiz bütün bu
tarz yorumlar ATATÜRK’ün yürüttüğü akılcı, kararlı ve barışçı dış politikanın
bir sonucuydu.
Dünyanın gözünde ATATÜRK’ün ifadesi olan onun fikir ve
düşüncelerinin kendi kamuoylarına yansımasında bir kanal olan kitaplardan
örnekler vererek konuyu açıklamaya devam edelim.
Ünlü devlet adamı ve yazar, Edouard Herriot ATATÜRK ile ilgili olarak
“Orient” adlı eserinde; “ATATÜRK’e yaklaşmış ve görüşmüş olanlar onun

35
Daily Herald; 5 Mayıs 1936, s. 8.
36
Mustafa Yılmaz; İngiliz Basını ve Atatürk’ün Türkiyesi, Ankara, 2002, s. 110-174.
37
Kenneth Williams; “The Emergence of Turkey”, Fortnightly Review, c. 191, Mart 1937, s. 328-
329.
38
Spectator; 3 Haziran 1938, 3-1003. Times; 9 Ağustos 1938, s. 13.
284
bakışının gücünü, söylediklerinin doğruluğunu, kişiliğinden doğan enerjiyi,
bilgisinin zenginliğini ve evrende çok az örneği olan bir şahsiyetle karşı
karşıya olduğunu hemen anlar.” diyerek ATATÜRK’ün bir barış mimarı
olduğu, yüzyılımızın en büyük devlet adamı olduğu, “hasta adam” yerine
genç dinamik Türkiye Cumhuriyeti’ni savunduğunu yazmıştır.39
Fransız kamuoyuna, Türkiye’de 1922-1928 arasında yaşananları
Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde gözlemlerine dayanarak görevli olduğu
gazetesine (Temps) aktaran Fransız Yazar Paul Gentizon, “Mustafa Kemal
ve Uyanan Doğu” adlı kitabında Türkiye’de yaşanan değişimin dünyada
benzerinin olmadığını ve Müslüman Türk halkının Avrupa uygarlığı ile
kaynaştığını ifade etmektedir. Öte yandan yazar bu değişim projesinin İran,
Afganistan, Mısır ve diğer doğulular için model olabileceğine işaret etmiştir.40
Almanya’dan ilk örnek Karl Klinghardts’ın 1924 yılında yayımlanan,
“Ankara - İstanbul Güreşen Güçler” adlı kitabıdır. Yazar kitabında Mustafa
Kemal Paşa’nın yönetimine halkı katması ve halk tipi yönetimi ile Türkiye
Cumhuriyeti’nin geleceğinin uzun ve parlak olduğuna işaret etmiştir.41
Yine Herbert Melzig “Kemal ATATÜRK Türkiye’nin Çöküşü ve
Yükselişi” adlı kitabında ATATÜRK’ün bilinçli olarak izlediği politikalarda,
kendinden emin kişiliğine vurgu yaparak bütün bu yapılanları bir “Türk
Mucizesi” diye açıklamaktaydı.42
Gheorghe Diagos, 1935 yılında yayımlanan “Kemal ATATÜRK Hayatı
ve Eseri” adlı kitabında; “Türkiye’nin uyanışı ATATÜRK’ün önderliğinde
gerçekleşmiştir.” diyen yazar, ATATÜRK’ün bir asker ve devlet adamı olarak
yaptıklarının yanında, inkılapçılığı ve fikir adamı oluşu üzerinde durarak,
“ATATÜRK’ün fikir ve hareketleri Türk milletinin bağımsızlığını, Türk
milletinin çağdaşlaşma hareketinin esasını oluşturmuştur demektedir.43
İngiltere’de ATATÜRK’ün sağlığında yayımlanan kitaplardan örnekler
verecek olursak bunlardan ilki J. A. Spender’in “The Changing East” adlı
kitabıdır. Spender, Mustafa Kemal Paşa’yı doğu, batı karışımı bir lider olarak
tanımlıyordu.44

39
Mehlika Aktok Kaşgarlı; “Kurtuluş Savaşı’nda Türk - Fransız İlişkileri ve Mustafa Kemal
Atatürk’ü en iyi Anlayan ve Tanıyan Fransız Devlet Adamı Edouard Herriot”, Atatürk Araştırma
Merkezi, Atatürk 4. Uluslararası Kongresi, s. 192-193.
40
Paul Gentijon; Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Ankara, 1983, s. 9-10.
41
Ülger; s. 203.
42
a.g.e.; s. 227.
43
Nedret Mağmud; ”Romanya’da Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi Üçüncü Uluslararası
Kongresi, s. 155. Benzer biçimde Sabin Opreanu; “Atatürk’ün Türkiyesi’nde” adlı makalede ve
Petre Ghiat’a “Bozkurt Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Buhranlı Hayatı” adlı eser ve aynı
yazarın “Atatürk Monografik Etüdü” adlı çalışmalarda Atatürk’ün bağımsızlık savaşı ve kurduğu
yeni Türkiye Cumhuriyeti’nden övgü ile bahsedilmiş ve Atatürk gibi usta bir harp yöneticisi ve
usta bir politikacının tarihte görülmediği yazılmıştır. Bk. Mağmud; s.168-169.
44
Yılmaz; s. 181. Burada verilmeyen 1923-1938 arasında İngiltere’de yayımlanan kitaplarda
Atatürk ve dönemi için yazılanlarla ilgili olarak Yılmaz’ın kitabına bakılabilir.
285
Bir diğer önemli eser J. A. Toynbee ve Kirkwood’un “Turkey” adlı
kitaplarından yazarlar Ankara’daki yeni Türk hareketini özelikle 1920’den
1923’e kadar batı medeniyetine Fransız Devrimi’nin gözü ile bakan bir
oluşum olarak görüyorlardı.45
Count Leon Ostrorog ise “The Angora Reform” adlı eserinde, İslam
âleminde şimdiye değin asla gerçekleşmeyen bir devrimi yeni Türkiye’nin
liderinin gerçekleştirdiğine inandığını yazıyordu. Ostrorog, Türkiye’de İslam’a
ilişkin neyin korunduğu şeklindeki bir soruyu ise, yeni bir anlayış veya daha
doğrusu, doğu için yeni bir inanış, anlayış diye cevap veriyordu. Yazara göre
Türk reformcuları gerçekte kanunları ve yargıyı laikleştirmek istiyorlardı ve
bu durum Türkiye’de İslam’ı muhtemelen İngiltere ve Fransa’da hukukun ve
yargının laikleşmesinin Hristiyanlığı yok etmesinden daha fazla yok
etmeyecekti ve kökünden söküp atmayacaktı.46
Türkiye’de bulunmuş ve ATATÜRK’le görüşmüş olan Grace Ellison ise
“Turkey - To - Day” adlı kitabında, Türkiye’nin yaratıcısı olan Mustafa Kemal
Paşa’ya referans vermeden, onu anmadan Türkiye ile ilgili tek satır
yazılamayacağına işaret ettikten sonra, Mustafa Kemal Paşa’yı “büyük bir
yaratıcı ve usta bir düşünür” olarak tanımlıyordu.47
ATATÜRK’ün sağlığında yazılan bu kitaplar ve diğerlerinde ortak tavır
Mustafa Kemal Paşa’nın tartışılmaz liderliği ve halk nazarında sarsılmaz yeri
idi. Yani halkına mal olmuş ve onların gözünde ülkenin kurtarıcısı büyük
asker ve devlet adamıdır.
Doğulu yazar N. Akmal Ayyubi’nin “Çağdaş düşüncenin ışığında
ATATÜRK” adlı (ayrı basım, İstanbul, 1983) eserinde; “Avrupa’nın ‘hasta
adamı’nın geçirdiği ameliyat modern dönem tarihinin en önemli
ameliyatlarından biridir, bu ameliyat hastayı mezara götürmekten kurtarmış,
toplumsal düzenin her alanını sarıcı değişiklikler biçiminde ortaya çıkan
sağlık verici perhizler ile güven yaratmış ve Mustafa Kemal ATATÜRK’ün
becerikli kılavuzluğuyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri arasından Türk
ulusu yeniden doğmuştur.” diyerek giriş yaptığı makalesinde, ATATÜRK’ü
Asya açısından dinamik bir kişilik olarak tanımlayarak, ATATÜRK’ün
milliyetçilik, halkçılık ve laiklik ilkeleri ile doğuda reformizmin, modernizmin
ve laikliğin tartışılmaz önderi olduğunu ve ATATÜRK önderliğinde
Türkiye’deki başarıların Asyalılar için ulusal ilerleme ve özgürlüğün simgesi
olduğunu vurgulamıştır.48
Ayyubi Türkiye ve ATATÜRK dönemine ilişkin yazılarında,
ATATÜRK’ün Asya kıtasında batı uygarlığının başlıca temsilcilerinden birisi

45
a.g.e.; s. 182.
46
a.g.e.; s. 185-186.
47
a.g.e.; s. 186.
48
N. Akmal Ayyubi; Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, Ayrı Basım İstanbul, 1983, s. 559.
Ayrıca Ayyubi; Turkey, Aligarh Urdu Book, 1963. “Hint Kültürü üzerine Müslüman Türk
Tesisleri”; İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, c. II, 1959/60, s. 3-4. Aligarh; Kemal Atatürk, 1981’e
bakılabilir.
286
olduğuna işaret ederek; “Eşine az rastlanan bir gerçekçiliği dinamik bir
kişilikle birleştirerek, Mustafa Kemal Hint alt kıtasındaki aydınların da hayal
gücünü kuvvetlendirmiştir.” diyordu. ATATÜRK’ün Hintli aydınları dolaylı
veya dolaysız olarak etkilediğini ve özelikle kurduğu modern, Laik
Cumhuriyet’in bunda etkili olduğunu vurgulamaktadır.49
Ayyubi, şüphesiz ATATÜRK’ün eğitimde, dilde ve diğer alanlarda
gerçekleştirdiği devrimlerin örnek alındığını belirterek özellikle doğulular için
en önemli olanının kendi ulusal bağımsızlıkları için ATATÜRK’ü ve onun
kişiliğini örnek almalarıdır diyordu. ATATÜRK’ün Hintli aydınlardan Pandit
Zawaharlal Nehru, Mevlana Abdul Kalam Azat ve benzerleri üzerinde etkisi
dışında, Mustafa Kemal Paşa adının, bir özgürlük savaşçısı, büyük bir
cesaret ve derin bir görüş sahibi bir insan olarak Hindistan’da her evde
tanınan bir şahsiyet olduğu belirtiliyordu.50
Ayyubi, Modern çağda İslam ülkelerinde, kişiliğinin ve başarılarının
gücüyle halklarının hayal güçlerini böylesine ardı sıra sürükleyen, bu kadar
yaygın saygı ve hayranlık duyguları uyandıran, ATATÜRK’ten başka bir
politik önder bulunamaz diyordu. Yazar son olarak; “Mustafa Kemal
ATATÜRK’ün esin verici kılavuzluğunda, Asya ülkelerinin de giderek
kendilerini modern ve demokratik ilkelere adayabileceklerini, laik devletler
olabileceklerini, hızlı bir ekonomik gelişme sürecine güçlü bir biçimde
gidebileceklerini, bütün yurttaşlarına eğitim fırsatı sağlayıp, kadınlara eşit
haklar verebileceklerini, kendi kimliklerini ve kültürlerini yok etmeksizin, batı
uygarlığının ortaya koyduğu sorunları çözebileceklerini ve gelişmekte olan
tüm ülkelerin böylece teknoloji ve kültürün sürekli ilerlediği bir altyapıyı
gerçekleştirebileceklerini beklemek hiç de yanlış olmayacaktır diyordu.51
Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti ile ismi özdeşleşen ve birlikte anılan
ATATÜRK, millî egemenlik ilkesine dayalı yürüttüğü bağımsızlık savaşı ile
örnek olmuştur.
Yine ATATÜRK devraldığı mirasın kötü olmasına karşın yeni Türkiye
Cumhuriyeti’ni bir ulus devlet yapmak ve yeniden millet ve devlet inşa etmek
adına gerçekleştirdiği radikal devrimler ile dünyada örnek alınan bir model
ortaya çıkartmıştır. Türk milletine kazandırılan özgüven ile onun
“yeteneksizliğine inandırılarak sömürgeleştirme” sürecine dur denilmiştir.52
Mazlum milletlerin geleceğine inanç ve güven duymasında doğulu
ulusların ona şüphesiz ilgisi büyüktür. Asya’nın Avrupa’ya karşı kazandığı
zaferin komutanı olarak üçüncü dünya ülkelerinin bağımsızlık hareketlerine
örnek teşkil etmiştir. Özellikle Hindistan’da bunun etkili olduğunu biliyorum
diye Feroz Ahmad; “Hindistan’da, Arap dünyasında birçok çocuğa Mustafa

49
Ayyubi; s. 562-563.
50
a.g.e.; s. 564-565.
51
a.g.e.; s. 568-569.
52
Orhan Koloğlu; Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk Devrimi, Ankara, s. 72-73.
287
Kemal adı verildi.” diyerek İkinci Dünya Savaşı sonrası kazanılan
bağımsızlıklarda hep Türkiye’nin model alındığını söylüyordu.53
Diğer yandan ATATÜRK çağdaşı olan diğer liderlerle karşılaştırılmış
ve o dönemin en büyüğü olarak görülmüştür. ATATÜRK’ü döneminin diğer
liderlerinden daha yapıcı ve yaratıcı bulmuşlardır. Askerlikteki başarısı,
ülkesini yabancı işgalden kurtarması, yorulmak bilmeden başarı ile değişimi
uygulaması ve diplomasi de Türkiye’yi Avrupa’daki saygın bir ülke konumuna
getirmesi sayılmıştır.

53
Özer Ozankaya; Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyet, İstanbul, 2000, s. 45-51.
Atatürk’ün millî egemenlik, bağımsızlık, modern bir toplum yaratma konularında örnek alınışı ile
ilgili geniş bilgi için farklı ülkelerden düşünürlerin görüşlerine Ozankaya’nın eserinde bakılabilir,
s. 68 vd. Bu konuda Hintli önderleri Atatürk ve onun Türkiyesi’nin Hindistan’daki yansımaları için
bk. Koloğlu; s. 82 vd.
288

You might also like