Professional Documents
Culture Documents
280 Mizah Ezrail - Nasil - Rushvet - Yedi Muzeffer - Izqu 1986 201s
280 Mizah Ezrail - Nasil - Rushvet - Yedi Muzeffer - Izqu 1986 201s
muzaffer
.__ i�_
Azrail Nasıl Rüsvet Yedi? ·
· .....
flı.
.....
R
�
�.....
Birinci Basım
Eylül 1986
BiLGI YAYlNEVI
Meşrutiyet Cad. 46/ A
Telf 31 B1 22 - 31 16 65
Yenişehir - Ankara
BİLGİ YAYINEVİ
kapak düzeni fahrl karagözoğlu
5
GöZ öNüNDEKi UZUN HIDAYET
7
açıldı mıydı hakkında??? Okuldaki dosya ne ki, mü
dür yazar, öğretmen yazar, akıllıdır, çevresiyle iyi
geçinir, müziğe karşı eğilimi vardır, büyüklerine
saygılıdır, dır dır dır... Sonra nolur bu dosya, hiiç,
ilkokul ortaokula aktarır, ortaokul llseye aktarır, li
se de kapağını kaldırmadan Odacı Hıdır yar
dımıyla bodruma aktarır...
Ya polis dosyası? Benzer mi hiç pasaport dos
yasına, içinde kimliğin olsun, mahalle muhtarından
oturma belgesi olsun, altı tane fotoğrafın olsun...
Polis dosyası bu, polis!
Ne yazacak ki dava dosyana mahkeme yazma
nı, yargıcın söylediklerini yazacak, davacı şunu de
di, davalı bunu dedi, tanıklar şunu dedi ve bitti.
Ya polis dosyası, ı ılı hiç bitmez, hiç bodrum ka
tına gitmez, ömür biter, polis dosyası bitmez. Ola ki
sen öldükten sonra kızın oğlun iş aradı, eh görev
verildi, «Arayın hele şu kızın oğlanın inciğini cinci
ğini... Bulun bakalım şu soyadı, bulun gelin baka
lım dosyayı ... » «Hıııım , hııım da hım, yahu bu adam
zamanında çok da bırnmış hım, onun için hım, kızı
na oğluna da bulaşmıştır hım, bu bakımdan devlet
kuruluşlarında çalışamaz hım ... Kendisine iki satırla
bildirin, hım... »
Belki çocuklar sövmezler babalarına, ama to
runlar mutlaka ilerde söverler, «Yani benim babam
var ya, salt dedıemin yüzünden adam olamamış, ne
ye elini atsa kurutmuş, çünkü benim dedem zama
nında azılıymış ki, ne azılıymış, poliste dosyası var
mış böyle kabarıkmış, dosyaya göre dedemin kökü
dışardaymış... Lan dede, adam olup da onca yıl niye
kökünü içeri alanıadın da, bizim de başımızı yak
tın!..»
Yıllar sonra torunlar böyle söverler sayarlar,
ama o zaman sen ölüsün, yoksun, hiçbir şeyi duy
maz, hiçbir şeyi görmezsin, üzülmezsin ...
Ama sağken, bir de poliste dosyan varken...
Bu mahkeme dosyası değil ki, dosya Yargıtay'a
gidince orada bitiversin. Bu polis dosyası. Her gelen
üst, her gelen ast, bu dosyanın içine bir şeyler koy-
8
mazsa olur mu hiç, yeni bir müdür mü atanmış şu
benin başına ...
«Hııım, getirin bakalım bana şu azılıların dos
yalarını ... »
«Bu kim, haaa o muu, bilirim, bu kim şu mu,
haaa bilirim ... Ya bu, bunun niye dosyası böyle
şey... »
«Beyefendi o şimdi biraz uslandı da... »
«Demek uslandı ha, demek uslandı ha, bunlar
uslanmazlar arkadaş, işte şunlar şunlar şunlar, çok
daha sıkı izlenmeye alınsın ve bana da haftada bir
rapor verilsin.»
«Baş üstüne beyefendL.»
Bu demektir ki, yeni müdür, yeni şef, senin
dosyanı beğenmemiştir, kim bilir şu anda sen ne
ler neler yapıyorsun da, kimlerle türlü çeşitli iliş
kiler kurarak, ülkenin kökünü kurutmak için ça
lışıyorsundur, hangi maskeyle ortalıkta dolaşarak
polisi aldatmaya çalışıyorsundur. Kolay mı hiç po
lisi aldatmak?
Gerçekten öyledir, peşini bırakınışlardır, artık
yolda belde yürürken şöyle ardına baktığında seni
izleyen gevrekçi, dilenci, lahmacuncu, baloncu gör
müyorsun, aslan gibi baloncular, babayiğit lahma
cuncular, palabıyıklı dilenciler... «Oh, diyorsun, ar
tık izlemekten vazgeçtiler galiba, sanırım bundan
sonra eve de baskın yapmazlar, arama marama da
yapmazlar.»
Yeni dostlann oluyor, yeni arkadaşların olu
yor, hatta bazı geceler evinizde birlikte toplanıp,
şundan bundan... Ama çok geçmiyor, hop bir gece
eve bir baskın, ondan sonra dosya şişiyor:
«Falan gün, falan gece evinize gelen uzun boy
lu adam kimdi? O adam niçin gece yansı evinizi
terk etti? Niçin perdeletinizi sıkı sıkı kapadınız o
adam gelince? Kitaplanruzı , hazırladığınız bildirile
ri bu adam aracılığıyla mı bir yere sakladınız? ör
gütü diriltıneye ne zaman başladınız?»
Ah ne zordur olmayan şeylere yanıt vermek?
Ama olsun, yamt vereceksiniz; vereceksiniz ki, dos-
9
yaıuz kabarsın, dosyanız kabardıkça müdür mutlu
olacak, şef mutlu olacak. Dosyanızı kabartmak sizin
elinizde. Hiç böyle hafifçecik dosyalarla azılı olamaz
sınız ki . .. Ne zaman dosyanız iyice su içmiş kurbağa
gibi şişti, tamam artık ondan so�a bülbül gibi konuş
ınanızın zamanı gelmiştir.
Yeni dostlar, yeni konuklar bir zaman sonra
öğreniverirler sizin kim olduğunuzu. Yine el ayak
çekilir evinizden, kapıyı çalanınız olmaz, polisten
başka?
Ne zaman kapı çalınsa, çocukların tümü bir
den bağnşırlar kapıya üşüşerek,
«Polistir yine» diyerekten. Gerçekten poliı.tir,
ya yine dosya gözden geçirilmiştir, veya yeni bir
müdür, şef gelmiştir.
«Eee ne yapıyorsunuz bakalım?»
«Hiç geçinip gidiyoruz işte gördüğünüz gibi... >>
(<Demek geçinip gidiyorsunuz, gelin de bizimle
merkeze kadar, nasıl geçinip gittiğinizi anlayalım!»
Alışkındır çocuklar, kalın paltoyu tutuşturur
lar, gözaltı soğuktur, kalın palto yataktır, yorgan
dır. Hanım bisküvi, mide ilaçlarını tutuşturur. Ço
cuklar hiç üzülmezler babanın merdivende ayak ses
leri uzaklaşırken, oyunda nerde kalmıştık? Ha
nım da bulaşığının başına döner.
Kıenti terk et! .. İyi bir fikir değil mi?
Dosya oradayken nereye gidiyorsun ki, en teh
lik.elisi bu, dosya orada duracak, sen kenti terk ede
ceksin, başka bir kente yerleşeoeksin, sonra da ken
di kendine, «Oh kurtuldum, artık bundan sonra
gece yanlan polis evimi aramaya gelmeyecek, be
ni alıp götürmeyeoek» diyeceksin, öyle mi?
Daha beteri olur ki, daha beteri...
Eğer bir damlacık usun varsa, ki vardır, kaç
yılın eski tüfeğisin sen, ühü kaç gece sabahlamış
smdır gözaltılarda, neler neler düşlemiş düşüıirnüş
sündür .bu yalnızlıklarında, işte o zaman polisin gö
zünün önünden hiç eksik olmayacaksın. Ayna gi
bi böyle, ayan beyan eski deyimle. Seni izleyen
leri nasıl olsa sen çok iyi tanır, bilirsin, onun ·için
10
sen tutup onları izleyeceksin, yani şöyle ki, böyle,
hani atlı kannca gibi, polis önde, sen arkada, sen
önde polis arkada, dön baba dönelim hacılara gi
delim.
Ah kafa ah, şimdi bunlan burada böyle söylü
yorum ama, kaç yılın deneyiminden sonra, aklını
sıra tutup hep kaçmaya çalışırdını, sanki beni bula
mayacaklarmış gibi, gözlerine görünrnemeye çalışır
dım, sanki yakalayamazlarmış gibi... Ama sonra
dan işin ayırdina vardım, kafam dank etti. Daha
doğrusu ettirdiler, ne zaman birazcık gözden yit
ınişsem, harıl harıl beni arıyorlardı, buldukları za
man da, «Aha belki dosyaya yeni yeni şeyler gi
ren> diyerekten sorguladıkça sorguluyorlardı.
öyle yapmaya başladım ki, böyle yavaş yavaş,
önce oturduğum mahallenin karakolunun önünden
geçmeye başladım, bir, iki, üç, dört, beş... «Kiralık
ev mi arıyorsun, karakoldan çıkacak birini mi bek
liyorsun, niçin kaçtır buradan geçiyorsun?)) Ah
kapıdaki polisler beni tanımıyorlar ki, «Söyleyin
korniserinize, Hidayet, Uzun Hidayet deyin bilir,
hep buradan geçiyor deyin, bir şey söylemez... » Ko
miser çıktı kapıya, kaçıncı �işimdi, halimi hatı
rımı sordu, «İyi iyi, çok iyi böyle göz önünde bu
lunrn�ız, bizim d e işleriınizi kolaylaştırır» dedi.
Sonra işi daha öteye götürdüm. Bu kez şimdi
mahalle karakolunun önünde beş altı tur attım de
ğil mi, haydi otobüse atlıyor, emniyet müdürlüğü
nün olduğu yapının oraya gidiyordurn. Dolanıyor
dum müdürlük yapısının yanını yöresini. Tabü ar
dımdan da beni izLeyen siviller. 1lkin birbirimizi
taruya taruya, sanki tanımıyormuş gibi yapının yö
rıesini fırıl fırıl döndük, benden kuşkulamyorlar
belli, acaba yapının bir yanına patlayıcı falan mı
yerleştireceğim, baktılar öyle bir şey yok, sonunda
tersten izlemeye başladılar beni, böyle böyLe yapının
köşe başına geliyor, orada iki siville karşılaşıyorduk.
Bir gülümsememiz eksik, tanış gibi, dost gibi bakışı
yoruz.
ll
Ben işi daha ilerlettim, bu kez yapının içine
girmeye başladım. Gerçi izlendiğim şubenin katına
dek çıkamıyorum, ama olsun, alt katl ar örneğin pa
,
12
«Beyefendi beyefendi, daha ben ne yapayım,
hep göz önünde olmak için aranızdan çıktığım yok»
dedim... Yanıt verdi şef :
«Ya geceleri, geceleri gözümüzün önünde mi
sin?»
Y oo, bu yaşımda geceleri de gelip aynı kane
penin üzerinde kestiremezdim, ama şans bana gü
lüverdi bu kez, karakolun tam karşısındaki ev bo
şalıverdi, ucuz pahalı demedim, hemen kiralayıver
dim. Pencerem komiserin penceresine bakıyor ki,
böyle karşı karşıya, ben onun masasını görüyorum,
o benim yatağıını görüyor, ne pencerede tül var, ne
de perde. Geceleri yatarken ister görsün, ister gör
mesin, komisere elimi sallıyor, «İyi gecelen> diyo
rum. Karım da geliyor yanıma yatıyor. Işığı bile
söndürmüyorum. Benim yüksek demir karyola nah
burada, komiserin masası da n ah şurada...
13
RAMBO CONAN KiM OLUYORMUŞ?
14
Genç bir bayan hizmetçi, içki sunuyordu.
«Efendim nasıl oldu?»
«Ne nasıl oldu?»
«Şey yani nasıl keşfedildiniz, şimdi sanının ge
çen yıl bu zamanlar yazar değildiniz?»
«Değildim efendim. Zaten ben yazmadım da
aslına bakarsınız.»
«Ne diyorsunuz, yani şimdi bu kocaman kita
bı siz yazrnadınız mı?»
<<Yo ben anlattım efendim, ben anlattım, on
lar yazdılar.»
«Hiçbir şey anlamıyorum efendim. Sayın ya
zar galiba şaka ediyorsunuz?>>
«Yo şakayı hiç sevrnem, gerçekten doğru söy
lüyorum. Şimdi ben anlattım, onlar yazdılar diyor
sam, doğrudur. Zaten ben bunları yıllar önce an
latmıştım, bakayım, evet evet, on altı yıl önce.»
«Demek on altı yıl önceki çalışmaruz, ancak
şimdi kitap oldu?»
«Ben şimdi o zaman bu anlattık.larımın kitap
olacağını bilmiyordum efendim, nereden bilebitir
dim ki?»
«A elbette, kitabın tutulup tutulmayacağını,
konuların sevilip sevilmeyeceğini?»
«Yo öyle değil, ben anlattıklarımı kitap olsun
diye aniatmadım ki.»
Gülümsedim, gerçekten çok garip bir yazann
karşısındaydım. Söyledim :
«Sayın yazar, sizinle yapılan söyleşinin başlı
ğını, sanınm 'Çok Garip Bir Yazar' koyacağım,
gerçekten çok garipsiniz.»
«Hiç de değil,» dedi, içkisini içti, ayağa fırla
dı, iki volta attı, tespihini şakırdattı, geldi koltuğa
oturdu.
«Başından anlatayım,» dedi. <<Efıendlln. beni
gözaltına aldılar.»
«Anlamadım, ne zaman efendim?»
«Eh, on altı yıl, şöyle bir hesap, on altı yıl,
üç ay önce... Evet evet, tastamam üç ay gözaltın
da kaldım. Böyle gÖzaltı.»
15
«Evet gözalt ı efendim anlıyorum, alıp götürü
yorlar, bir odaya koyuyorlar, odada her şey var,
yatak, yorgan, tertemiz havlular, g�teler kitaplar,
sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği, salt
bir özgür olamadığıniZ şey, evinize gidemiyorsu
nuz, bir de yemeklerinizi kendiniz seçemiyorsu
nuz?»
«Evet sayın gazeteci bey, tamamen öyle. Bir
de banyo konusu var, o da sizin isteğinize göre ol
muyor, onlar istedikleri zaman banyo yapabiliyor
sunuz. Siz örneğin i kindiüzeri banyo yapmak isti
yorsunuz, bir bakıyorsunuz zamanını geçirmişler,
ta akşamüzeri, 'Falanca bey buyrun banyoya' di
yorlar. İşte ben de bunlardan şikayetçiydim. Bir de
gözaltındasınız ya, hep sizi gözlüyorlar. Bir kişi de
vamlı olarak sizi pencerenin deliğinden gözlüyor.
Şimdi ortaya şu durum çıkıyor, o kişi sizi gözledi
ği için, siz de devamlı onu gözlüyorsunuz. Sonra şu
düşünce gelip kafamza yerleşiyor, acaba ben mi
gözaltındayım, yoksa şu delikten beni gözetleyen
adam mı diyorsunuz? İşte bundan sonra içiniz ra
batlıyor, o adamı gözetlenen yerine koyup rahat
ediyorsunuz. Ha bir de şu var, nasıl olsa şunun şu
rasında gözaltındayım, ne olacak yani, ya bir ay,
ya iki ay, ondan sonra gelsin hapishane diyorsu
nuz, rahatlıyorsunuz.»
«Evet efendim gözaltındasınız? Anlıyorum,
orada düşündünüz kitabınızın, pardon ünlü kitabı
nızın konusunu?»
«Yo hiçbir şey düşünmedirn. Zaten daha ilk
başından, niçin gözaltına alındığırnı bile bilmiyor
dum.»
«Bilmiyordunuz, ama...»
«Evet evet, düşünüyordum ilk günler, böyle
sabah kahvaltılarında rafadan yumurtalan, öğle ye
meklerinde taskebaplarını yerken düşünüyordum.
beni niçin gözaltına aldılar? Kendi kendime bir ne
deni olmalı, diyordum, ama bilmiyordum. Usuma
birçok şey geliyordu, şu mu, bu mu, ha öteki mi.
aman canım sen de hiç bunlardan ötürü insanı göz
altına alıp da böyle beslerler mi, diyordum.»
16
«Demek sizi besliyorlardı?»
«Nasıl besleme efendim, hepimizi besliyorlar
dJ. Sabahları bir doktor geliyor, iştahımız olup ol
madığını, moralimizin bozuk olup olmadığını soru
yordu.»
«Yoksa, bozuksa?»
«Yoksa iştah şurupları efendim... Buradan za
yıflayıp çıkılmaz, prensipleri bu, kilo alınır çıkılır
ama, zayıflanıp çıkılmaz. Şayet moralimiz bozuk
sa, hemen bir psikolog geliyor, moralinizin düzd
ınesine çalışıyordu.>>
«Aman ne güzel!>>
<<Ne diyorsunuz sayın gazeteci bey, psikolog
da moralinizi diizıeltemezse bahçede geziyorsunuz,
gerektiğinde gözaltında dışarı çıkarılıyorsunuz, eğ
lendiriliyorsunuz, boyuna sorguya çekiliyorsunuz,
'Moraliniz düzeldi mi, moraliniz düzeldi mi?' So
nunda moraliniz düzeliyor, bir geliyorsunuz oh,
mis gibi banyo hazır, doktorun moral düzelten
ilaç.lan hazır, içip yatıyorsunuz, sabahleyin turp
gibi.»
«Demek sayın yazar, bu çok iyi koşullarda, bu
değerli ve hacimli romanınızı yazdınız ve bitirdiniz?
Şey acaba, şimdi efendim yazardan yazara değişi
yor, gerçi çok klasik bir soru ama, hani bir yazar
varmış, böyle tutar ayaklarını sıcak su dolu bir le
ğenin içerisine koyarmış, öyle yazarmış, bir yazar
varmış, yanında içi tepeleme ateş dolu bir manga!
olmadan dünyada yazamazmış. Yazann biri de ka
ğıdını kalemini alır, ağacın başına kuş gibi tüner,
öyle yazarmış, acaba siz nasıl yazardınız efendim,
sizin de bu yazarlar gibi bir tuhaflığınız var mıydı,
şey pardon yani tuhaflık değil de, şey, böyle ...>>
«Vardı vardı, çok tuhaf yazardım ben de, şim
di böyle gece yarısı olunca sırtım kaşınırdı... >>
«Ah sayın yazanm, şimdi usuma geldi, ah di
limin ucunda, işte şey, şu ırmakları anlatan yazar,
tüm olayları ımıaklann üzerinde anlatan yazar, bu
yazar ma�nın başına oturdu muydu, hizmetçisi de
vamlı sırtını kaşırmış. Siz de )>
...
17
«Ah benim .::anım şey istiyordu, sopa»
Güldüm, anlamadım, evet evet, koskoca baş
lık yazının başına, «Sopayla Yazan Yazar»...
«Anlamadım sayın yazanm, sopa?»
«Evet, şimdi gece yarısı benim sırtım kaşınma
ya başlıyordu.»
«BöyLe esin gelince, ah şaşılacak şey, hiç duy
mamıştım... »
«Böyle sıkıntılar, sırtımda bir kaşınrna bir ka
şınrna, canım bir cop istiyor, bir cop istiyor ki, ya
ni o copları yemezsem duramayacağım.»
«Yani yazarnayacaksınız?»
«Tamamen öyle efendim, şimdi elbette benim
bu isteğime karşı duramıyorlar.»
«Çok nazikler?»
«Ne diyorsunuz efendim turşuluk hıyar gibi,
böyle olur kibarlık, naziklik, alıp beni götürüyor
lar, genel istek üzerine, şey yani benim isteğirn
üzerine döve döve bir ediyor, bir yandan da 'Konuş
lan, konuş lan!' diyorlar.»
(<Yani yaz? diyorlar.»
«Evet evet, öyle diyorlar. Şimdi ben bir yığın
inıen kalkan coptan sonra konuşmaya başlıyorurn...
Konuşuyorum, konuşuyorum, hemen duronca cop
lar yine kalkıp iniyor, yine 'Konuş lan konuş lan!'
diye bağırıyorlar. »
«Genel istek üzerine, romana devam edesiniz
diye?»
«Elbette, ben hemen ara vermeden romana de
vam ediyorum.>>
«Çünkü konsantre olmuşsunuz.»
(<Evet konsevre olrnuşurn. .. Başlıyordu m yine
billbül gibi ötrneye... Anlıyorum, onlar beni copla
rnazlarken sigara içiyorlar, aralarında konuşuyor
lar, 'Oh oh çok iyi gidiyor' diyorlar. Ha söylerneyi
unutturn, insanın gözlerini bağlıyorlar, çok kibar
adamlar, dedim ya, göz göre göre, hani böyle göz
ler birbirine baka baka insana cop vurmak iste
rniyorlar. »
«Dernek böylece yazdınız ve romanı bitirdiniz?»
18
«Hayır efendim, kolay mı şu romanı yazmak?»
Yazar, yapıtını eline aldı, sayfalarını kanştır
dıktan sonra,
«İçinden üç oyun, iki film çıkartılan bir ro
man öyle kolaycacık yazılır mı? Bazı günler canım
hiç konuşmak istemiyordu,» dedi.
«Yani yazmak istemiyordu.>>
«Evet ... işte o günler öyle bir şeyler oluyordu
ki bende, carum elektrik istiyordu.»
«Anlarnadım, elektrik ışığı mı sayın yazar?»
«Yo efendim, elektriğin kendisi... Şöyle içimıe
elektrik girsin, böyle parmak uçlarımdan, kollarırn-
dan, boynurndan dolansın, ah elektrik, ah elek
trik ...»
«Böyle istiyordunuz?»
«Evet istiyordum.»
«Ve kibar adamlar, veriyorlardı?»
«Veriyorlardı ıelbette... Ama öyle çok vermi-
yorlardı, birkaç saniye... Oh, o birkaç saniye bana
yetiyordu, on on beş sayfa döktürüveriyordum...
Hop yine akım veriyorlardı, on beş yinni sayfa da
ha... Mutlu oluyorlardı, aralarında, 'Çok iyi gidi
yor, çok iyi' diyorlardı. Şimdi elektrikten sonra çok
hızlı yazdığım için bir süre ne onlar, ne ben romanı
unutuyorduk, ama bazen de onların akıllanna ge
liyor, beni gıdıklayarak, okşayarak,
'Nasıl devam edelim mi?' diyorlardı.
Ben, canımın istemediğini söyleyince, bayağı
üzülüyor, canlan sıkılıyordu. Kim bilir, belki de
böyle güzel bir romanın yarım bırakılınasını iste
miyorlardı. Yanıma gelip,
'Beyefendi, acaba bacağınızda k arnınızda siga
ra söndürsek, romana devam edebilir misiniz, acaba
tırnaklarınızı çeksek biraz daha yazabilir misiniz?'
diyorlardı. Ben, cık cık cık dedi.kçe, onlar da cık
cıklıyorlar,
'Vah yazık olacak, güzelim roman yarım ka
lacak,' diyorlardı.»
«Ama sizin gönlünüz romanı y arım bırakmak
istemiyordu değil mi?» diye sordum.
19
Yazar, kalktı, bir volta attıktan sonra geldi kol-
tuğa oturdu:
«Romanı bana zorla yazdırmak istiyorlardı.»
«Kabalaşmışlar mıydı?» diye sordum.
«Ülkenin bu romana kavuşmasını istiyorlardı.
'Doğur ulan doğur!' diyorlardı. Kollarımı geriden
kıvırmış, ikisi karnımın üzerine çıkmış, biri de ıkın
dırmış, saçlarımı çeken biri boyuna, 'Doğur ulan
doğur' diye bağırıyordu. Doğuruyordum.»
«Romanınızı?»
«Evet romanımı... Ben doğurdukça onlar, 'Haa
güzel, haa güzel, şu bölümü de, bu bölümü de' di
yorlardı.»
«Ha şu romanınızdaki ana başlıklı bölümler,
başlıkları siz mi koyuyordunuz, yoksa onlar mı?»
«Onlar başlıklannı koyuyorlardı, ben yazdırı
yordurn. Arada çok kalın bir ses duyuyordum, bu
her zaman orada olmayan biri, belli ki romansever
sanatsever kişi, 'Nasıl gidiyor, neler oluyor?' diye
soruyordu. Yazdırdığım romanı sanının bu kalın
seslinin önüne sürüyariardı bizim arkadaşlar, sonra
kalın ses, 'Ooo çok iyi, ooo çok güzel, bravooo, çok
iyi gidiyor' diyor; 'Devam edin harika!' diye ekli
yordu.»
«Siz devam ediyordunuz?»
«Evet, doksan gün... Bazen canım yazdırmak
istemiyordu, o zaman beni baş aşağı asıyorlardı,
bazı zaman kafaını duvara çarpıyorlardı, bazıları
falaleaya yatırıyorlardı... Sonunda roman bitti.))
«Sonra efendim?»
«Roman bitince beni gözaltından alıp hapse
attılar.»
«Yattınız ve çıktınız.»
«Evet çıktım efendim.»
«Pekiyi sayın yazar, yıllar sonra bu romanını
zı yayımlamale nerden aklınıza geldi.»
«Efendim tamamen koşullardan, daha doğrusu
rastlantılardan diyebilirim. Şimdi ben sinemalarda
Rambo'lan, Conan'ları, Rocky'leri izledim, hani
belki siz de izlemişsinizdir, bir insan, bir başına ne-
20
ler yapıyor, akıllar durur ... i şte o zaman kafamda
bir şimşek çaktı, yahu ben bunu yıllar önce yazmı
şını da haberim yok, hem Rambo'larm, Conan'la
rın yap tıkl an ne ki, benim ifademde, şey yani ro
m anı m da öyle bölümler, öyle şeyler var ki, neleri
yıkınıyorum ben neleri, bir başıma böyle Sylvester
Stallone halt etmiş benim yanımda. Yakıyorum, yı
k.ıyorum, patlatıyorum, k.ınyorum, yok ediyorum.. .
Sonucu görüyorsunuz.. . >>
«Evet, onlardan daha çok beğeniimiş olmalı ki,
yılın en çok satan kitabı oldu, bir Amerikalı, bir
Avrupalı şirket yeni Conan'lar, Rocky'ler yapmak
için kitaptan film yapma hakkını satın al dılar. »
Yazara sordum :
«Galiba bir de mahkemeniz var sayın yazar?»
Yazar kalktı, odada bir volta atıp, tespihini
havada üç kez şakırdattıktan sonra yanıma oturdu :
«Evet», dedi, «şu işkencecilerden biri, şey ya
ni arkadaşlardan biri, işte o romanı okumuş, roma
nın çok para getirdiğini de ö�nince, 'Bu roma
nın yarısını ben yazdım,' diye beni mahkemeye
vermiş. Tanık olarak da öteki arkadaşları göster
miş, öteki işkenceci şey pardon yani öteki arkadaş
lar da kitabı okuyup, 'A valiahi şu bölümü ben yaz
mıştım, bu bölümü ben yazmıştım' diye topu bir
den beni mahkemeye vermişler. Sonradan devreye
kalın sesli de girmiş, benim de emeğim var demiş,
kazanırsanız, ben yüzde onumu alının, demiş. Bu
kalın sesli sonradan kuruluşlarda yüzde onla çalış
maya alıştığı içi n, hep yüzde on istermiş.)>
21
BiRiNCi GELEN öCO
22
feridir, çıkardığı ışıklardır, insanın bir yığın zama
nını alıyormuş, ama kim böyle elektronikle donatıl
mış bir hayalet görürse, mutlaka altına kaçınyor
muş.
Sahneden bir inişi var Danimarkalının, utku
işaretini şimdiden veriyor taraftarlanna ... Taraftar
ları da, salondakiletin sararmış yüzünden güç alarak
bir alkışlıyorlar ki yarışmacılannı, «Sen salondakileri
bile korkuttuktan sonra, birincilik ödülü senindin>
diye bağıran bir Danimarkah inek bile vardı.
Varsın bağırsın, ödül benimdir, bir sıra gelsin
hele bana ...
Şu Fransızın anlattığına bak, yok anlatması
na gerek yok zaten, kendisi hortlak gibi ... Belki
de onun için katılmış bu yarışmaya. Adam horda
ğa benziyor, salondakileri hortlakla korkutmaya ça
lışıyor. Yani korkutmaya çalışmıyor da, ülkesinde
ki korkuyu anlatıyor. Kim kimi korkutmak istese,
hemen usuna hortlakla korkutmak gelirmiş Fransa'
da. Ne de olsa teknolojisi gelişmiş ülke, onlarda da
Danimarka gibi gelişmiş bir hortlakçıbk varmış.
Işıkta yanan sönen fosforlu boyalardan tutun da,
mezarlık efektine dek hepsinden yararlanılırmış.
Mezarlık efekti deyip geçmemeliymişiz, böyle kü
rek sesleri, çam hışırtısı, papazın sesi, arada bir
baykuşun sesi puuuu diye girdi miydi efektin içine,
işte hordağı gören o anda edermiş şeyinin içine.
Hele bir de hortlak birden böyle donuk donuk ta
butun içinden doğrulup kalkmaya başlarsa, o za
man bunu gören kişinin ödü hopuna karışırmış ...
«Şimdi gözlerinizin önüne getiriniz sayın dinleyici
ler, önünüzde bir tabut, yolun ortasında, böyle bir
denbire önünüze çıkıveriyor ve sonra yava5 yavaş
tabutun kapağı aralamyor, içinden bir hordak ya
vaş yavaş doğruluyor, sonra alev alev yanan göz
lerini size dikiyor, düşünün ne olursunuz. »
..
23
o tutuşturmalığın kilosunun benim ülkernde kaça
olduğundan haberi yok.
Bilmem dinleyicileri ama, ben hiç korkmadım
Fransızın anlattıklarmdan. Ama o da taraftarları
nın alkışlarıyla çok böbürlendi, çok umutlandı,
hatta sahneden inerken oradakilere önerdi, «Siz de
birini korkutmak istiyorsanız, mutlaka hortlakla
korkutun.»
Olur beyim, emredersin...
Şu Maltalının anlattıklarına bak, çuvalla kor
kuturlarmış birbirlerini, kim kimi korkutmak isti
yorsa, girermiş çuvalın içine, olurmuş bir eciş bü
cüş, yalnız çuval kara olacakmış, kara olunca şey
tanı andırırmış, zaten korkunun adı «Şeytan Kor
kusm)ymuş, Böyle kara çuvallıyı görenin dili tutu
lur, çok sonra açıldığında «Önüme şeytan çıktD)
dermiş, ama ancak kimi üç günde, kimi bir hafta
da bunu diyebilirmiş, çünkü gecenin karanlığında
kara çuvallıyı görmek çok korkunç olurmuş, hele
adamının elinde. örneğin çuvalın içine giren balet,
balerin yeteneğindeyıoe, eh artık korkutulan kişinin
hapı yutması işten bile değilmiş... Kara çuval yer
lerde eğiliyor, bükülüyor, kıvnlıyor, kısalıyor, uzu
yor... Görenin kanı donar, yüz derecelik kaynamış
suyu başından aşağı dökserriz kanı çözülmez, yılan
görmüş eşekler gibi zınk diye durur, ne bir adım ileri,
ne bir adım geri gidebilirmiş. Ola ki, korkutan insafa
gıele de, yumak yumak oradan uzaklaşa... Adamın
tansiyonunu da, yürek atışını da yükseltirmiş bu kor
kutma... işteymiş ... Hemen ışıklar söndü, bir gösteri
ci perdede kara şeytanı göstermeye başladı, aman
ha korkınayaymışız, izleyicilerin içinde hamile ka
dın var mıymış, yok muymuş, bu kara şeytan as
iında şeytan değil, kara çuvala girmiş, ülkenin en
ünlü balerini Susan'mış mış mış...
Şu denli k.orktuysam; besbelli çuval, içinde de
kıvra.k mı kıvrak, civelek mi civelek bir kadın var,
nerden anladım, çuvalın kıvrımlanndan ... Ah önü
me böyle bir kara çuval çıkıverse şu gurbet elde
tuttuğum gibi a}sam omzuma, «Ah anam şeytan
daha önceleri neredeydin?)) desenı ve ...
24
Maltah alktŞlar arasında indi. Taraftarları al
kışa boğdu Ma!talıyı. Maltah öyle ş.ımardı ki, yeri
ne otururken, az önceki çuvallı gibi devindi, tomba
laklar attı, hopladı zıpladı. Son sözü de, «Kara Şey
tanla korkuturr siz de insanları» oldu.
Hintli çıktı, «Yalancı Yılanlan>dan söz etti.
öyleki, orada da teknoloji hayli gelişmiş, öyle yı
lanlar yapılıyormuş ki korkutmak için, bir sokması
eksik, çıngırağı, hışırtısı, ıslığı, kıvrılması, açılması,
yaylar çize çize kaçması, hatta soğukluğu bile...
Kim kimi korkutmak istiyorsa, şöyle geçerken uzak
tan boynuna yalancı yılanı atıverdi miydi, arbk o
kişi tamam, böyle yüreği selanik, beyni şok ve pa
nik, hemen dili damağı kurur, olduğu yerde kıvran
rnaya başlarmış, yılan ha soktu ha sokacak ...
Öyleki, teknoloji ilerleyince şimdi bu yılanların
uzaktan kumandalıları bile yapılıyormuş... Salıve
riyormuşsun kapının altından, yeterki sen korkut
mak istediğin kişinin ev yapısını bil, uzaktan kurnan
dalı yılan rnerdivenleri çıkıyorrnuş, kapılarda bek
liyormuş, zamanı gelince yatak odasına dalıp hanı
rnın veya beyin koynuna giriyorrnuş... Eh o zamanı
şöyLe bir gözümüzün önüne getirrneliymişiz, karı ko
ca rnışıl rn.ışıl uyuyorlar, yılan yavaş yavaş karyola
ya tırrnanıyor, kadının sıcacık ayaklarına bumbuz
gövdesiyle yapışıyor, sarılıyor, sıkmaya başlıyor...
«İmdaaat! » önümdeki bir kadın bağırdı, yahu
yoksa birinciliği bu Hintli hınzır mı alacak, yılan
anlatrnıyor, yatak odasında, zifaf gecesi anlatıyor,
bir de ballandınyor ki, bir de meddalı yetenekli ki ...
Bir de alkış aldı ki, bir de taraftarları adamı omuz
larına aldılar ki ...
Yoksa bizim birincilik gitti mi?
Yok canım, daha sen aniatmadın ki... Ama
hak ver oğlum, bu Hintli gibi anlatamazsın, çünkü
ondaki yetenek sende yok.
tkinci anlattığı «Yeni Evliler ve Yılan>> sahne
si çok etkiledi dinleyicileri ve seçici kurulu...
Ama hayır, birinciliği ben alacağım, belki ikin
ciliği bu Hintli alır, birincilik benim. Ah biraz da
25
taraftar olsa, şöyle sahneden inıerken beni alkışla
salar, bir kişi bile yok ki, oracıkta, bir başıma ül
kemi temsil ediyorum. Ama evelallah birinciliği hiç
kimseye kaptınnayacağım, ülkemin alnına leke sür
dürmeyeceğim... Ulan hangi pehlivan demişti, «Ben
her güreşimde ardımda milletimi düşünürüm)) diye?
Neyse boş ver, pehlivanın biri demişti işte ...
İngiliz çıktı, uuu bumbuz... Aniattıklarından
bizim altı yaşındakiler bile korkmazlar; adam ken
di anlatırken kendi korkuyor, rludakları titriyordu...
Yo, adamın anlattıklarını bile baştan anlatmaya
değmez.
İtalyan çıktı, öh hööö... Havada uçan kazık
nuş da, bu kazık uçarmış da, bu kazık çok korkunç
bir kazıknuş da, kazıkiarın elektronikleri varmış
da, yok beyim yok, biz korkmayız ondan bundan...
işte artık sıra bana geliyor; bir kişi kaldı önüm
de, vızvız mı vızvız, vezvez mi vezvez, ah be bitir
be, yeter be, yeter sıra bana gelsin be!.. Adam uzat
tıkç a uzatıyor, yo yo uzatsın, iyi, onun ardından
benim, şöyle birkaç cümle ile aniatmam, iyi iyi...
Aman anlat dayı anlat, hay senin o kır saçlarını
seveyim, anlat neşemizi bulalım...
Çıt çıt, pıt pıt... Böyle adama, böyle anlatı
ma, böyle korkuya, böyle alkış işte, havada iki si
nek çarpışnuş gibi, çok bile ...
Sıra bende... Mikrofona yapıştım, adamlar se
lama saygıya öyle doymuşlar ki benden öncekiler
selamlamışlar da selamlamışlar, hemen söze girdim:
«Baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi
korkutmak isterse, sabaha karşı, ama özellikle da
ha gün ağarmamışken kapısının ziline basar. Kimin
kapısının o saatte ziline basılmışsa, o evdeki yaşlJ
kalp krizi geçirir, ilkokuldaki kızın dili tutulur, an
nenin nabzı iki yüzü bulur, baba beyin şoku geçi
rir, evde genç varsa, beşinci kattan kendini sokağa
atar.))
Salonda homurtular ki, salon değil aslan kafe
si, ham hum bom... «Nasıl olur yahu, niye yahu,
kapının ziline basınakla yahu, zil fobisi mi var ya-
26
hu, zehirli zil mi yahu, elektrornanyetik dalgalarla
insanları etkileyen yeni buluş mu yahu?))
Yahu yahu yahu, yaaa!. .. Patlarnayın, söyleye
ceğiz nedenini, niye gün doğmadan olduğunu, niye
karanlıkta olduğunu ...
«Baylar bayanlar, çünkü o saatte ülkernde an
cak polisler kapı çalar.>>
Aauuuu, yaaaayuuuu, buuuu buuuu!. . .
Noldu, yani polis istediği saatte insanın kapısı
nı çalamaz ını, çalar...
«0 saatte ülkernde kimse kimseye konukluğa
gitmez, o saatte zil butonuna dokunan el, ancak
polis eli olabilir... ))
Vaaa yaaaa şaaaa baaaa!...
Şaştınız değil mi, hiç korkunç değil, değil mi,
yo yo korkunç değil ya, niye korkunç olsun ki, o
saatta polis kapınızın zilini çalmışsa, size herkesten
önce günaydın demek içindir ... Bayılır bizim polis
Ierimiz herkesten önce birisine günaydın demeye...
«Söylüyorum baylar bayanlar, bizde polisin göz
altı süresi bellisizdir, sizi alıp götürdü müydü, ne
zaman bırakacağı belli olmaz, bilinmez. .. Dayak ata
bilir, elektriğe tutturabilir, başınızı suyun içine so
kabilir, sizi baş aşağı ipe asıp sallandırabilir, tuzlu
suyun üzerinde parçalanmış ayakla yürütebilir ... ))
Aaa aaaa aaaa aaaa!
Tarzan mı kıesildiniz, yaa işte, öyle yılan mılan,
hortlak mortlak, hayalet mayalet, çuval muval ne
ki?
«Onun için baylar bayanlar, bizim ülkemizde
kim kimi korkutmak istiyorsa, sabaha karşı gider
onun kapısının ziline üç kez sert sert basar. Hele
kapının önünde ayakkabısının topuklarını da takur
tukur ettirdi miydi üç beş kez, anasının karnındaki
çocuk bile korkar, oradan şap diye düşıer, çıkar. .. ))
ilkin bir iki alkış, ardından aman ne alkış, ne
alkış, selam üzerine selam çakıyorum, alkışlar dur
muyar ki, başımı sallıyoruro alkış, kolumu kaldırı
yorum alkış...
27
Birinciyim... Ah, _bir de taraftariarım olsaydı
ya, birincilik ödülünü aldım, amma boynum bükük,
hiç olmazsa bir tane taraftar ... Amanın, bir el, om
zuma dolandı, aha dilimden konuştu, aha kara kaş
kara göz, benim gibi, amma niye kutlanuyor beni,
niye kaşları çatık öyle, ben ülkemin yüzünü ağart
tım, birinci oldum ... Aboov, adamın kaşları çatıldık
ça çatılıyor, adam oluyor ekşi koruk, sıkmış ki
kolumu, mengene, homurdanıyor, «Seninle ülkeye
geldiğinde görüşürüz!» diyor böyl e hornur homur.
28
SORUŞTURMA
29
kaşlarının birinin kalktığını, birinin indiğini, soru
ları art arda sıralarlığını görünce korkmadım de
sem yalan olur. Amma sorulanların hiçbiri de be
nimle ilgili değildi, sizinle ilgiliydi Zihni Bey.»
«Anıarıın>>, dedi Zihni Bey, <<benimle ilgiliydi
ha, yahu ben! . . .»
Zihrıi Bey akşamüzeri dairede işini bitirdikten
soıırıı, yine hiçbir yere uğramadan, önüne baka ba
ka cviııiıı yolunu tutmuştu. Zaten Zihni Bey ne
�ııcylıaııc bilirdi, ne birahane, yudum içki içmezdi.
(,'ok �·ok bazen yol üzerindeki kahveye takılır, o da
ayda yılda bir iki üç tanıdığıyla birkaç el kağıt oy
,
30
Hıh, sanki tanıdık öyle biri olsa, nıçın gıtsın
Bakkal Musa'yı bulsundu? Sorar belki bakkala, öğ
renir evini, gider kapısını çalardı. Ama Musa bun
ları alıştırmak için soruyordu.
<<Hakkında bir şoruşturma falan var mı Zihni
Bey?»
Hoppala, adama bak, bir denetmen bir müdür
gibi soruyordu. Ama o dakika anlamıştı Zihni Bey
ardından kötü bir şeylerin geleceğini, çünkü Bak
kal Musa'yı hiç böyle ciddi görmemişti, ciddi ve üz
gün ... Bir şeyler olmuş amma, belli ki Bakkal Mu
sa ağzında geveleyip duruyor... Ama öyle üstüne
alınır gibi de birdenbire üzerine gitmek olmazdı,
önemsizmiş gibi,
«Eee, söylesene Musa, bir şey mi var?» diye
sordu Zihni Bey.
Zihni Beyin aklı yitmiş gitmişti zaten Bakkal
Musa'nın «Hakkınızda bir soruşturma var mı?» so
ıusundan sonra. Soruşturma yok olmasına yok am
ma... Hiç... Bu zamanda... Ah kör şeytan...
«Bir polis» dedi Bakkal Musa ...
Bakkal Musa «Bir poliS)) dedikten sonra Zihni
Beyin gözünün önüne karakollar geldi, ıslak göze
tim yerleri geldi, mahkemeler, savcılar, yargıçlar,
hapishane, tıraşlı başı... ,
«Vay başım)) dedi içinden. Hele Bakkal Musa'
nın «Gelen sivildi)) demesinden sonra Zihni Bey iki
eliyle başıru yakaladı, bir süre öyle durdu, hiçbir şey
düşünemedi; ancak Bakkal Musa'nın kendisine uzat
tığı sigarayla kendine !'}elebildi, «Ah, dedi içinden,
nedir bu durumum, şimdi Bakkal Musa ne diye
cek, suçlu ki böyle başını elleri arasına aldı, kara
kara düşünmeye başladı» diyecek.
Sigarasını yaktı, umursamaz bir tavırla,
«Canım benim neyim var ki polis beni arasın,
hem ararsa arasın, ne olacakmış yani?)) dedi. Bir
şey olduğu yoktu, şimdiden Zihni Beyin elleri titri
yor, dudağı titriyor, içi ka�ıp gidiyor, ayakları yer
den kesiliyordu. Sandalyeye oturuverdi. O sıra bir
çocuk yoğurt almaya geldi. Allahım, yarım kilo
31
yoğurdun tas darası, kendi, parasının alınması, üs
tünün verilmesi, yıl geldi Zihni Beye.
«Evet?» diye gözlerinin içine baktı Bakkal Mu
sa'nın.
<<Seni sordu, kimlerle görüşür, kimler evine
gider gelir, nasıl bir insandır. Yo ben anlattım, iyi
dir dedim, kimseye zaran olmaz dedim, ama evine
geleni gideni bilmem dedim, şimdi gündüz gelmez
amma, gece gelebilir, dedim, hem kim gelir, kim
gider bilmem, dedim. »
Zihni Bey oracıkta yemin üstüne yemin edi
verdi.
«Vallahi billahi taHahi benim evim e geceleri
kimse gelmez, niye böyle demedin Musa Efendi?»
Bakkal Musa kendini çok haklı olaraktan sa
vundu :
_ «Zihni Bey», dedi, «bu araştırma soruşturma
polis araştırması soruşturması, hiç şakaya gelir mi,
ben nerden bileyim, şimdi değil mi ya, sizin apart
manın kapıcısı değilim bir, kapınızın nöbetçisi deği
lim iki, kaldı ki kapıcı bile bilmez. Gerçi sizin apart
manın kapıcısı da yok ya.. . Şimdi hak ver bana,
ya polis bir şeyler saptamış da benim ağzımı arıyor
sa, sonra polisi şaşırtmaktan, haydi, hem de bu za
manda. . . »
Zihni Bey, Bakkal Musa her şeyi bir çırpıda
anıatsın istiyordu ama, ah o araya girenler, «İki yüz
elli gram zeytin» «İki yüz gram helva» «Bir
cokocik Musa amca», diyenler...
«Kapıcınız olsaymış ona soracakmış, aparıman
yöneticisini sordu, ben de bilmiyorum dedim, doğ
ru dedim, gerçekten bilmiyorum, sizin apartmanın
kavgası hiç bitmiyor ki, herkes birbiriyle kavgal ı . »
«Ben değilim>> dedi Zihni Bey.
«Kapıdan çıkarken, evet evet, bakacağız, evet
evet, bakacağız evet, dedi hep. Ne sigararnı aldı,
n e de şuradan bir şeker, böyle eliyle itti, görevde
yim alarnam der gibi. »
Birden dükkan doldu, Zihni Beyin d e içi dol
du, sanki dükkan Zihni Beyin içinde, konserve ku-
32
tuları, ekmekler, tekerlek peynirler, bir çuval pi
rinç, yanm çuval şeker, bir sele kara zeytin . . . Bey
n i dağılmış gitntiş, yerine sanki kakaolu tahin hel
vası gelmişti. Yıkilmaya hazır patates çuvalı gibi
bir süre ayakta durdu, Bakkal Musa'ya selam ver
di mi, vennedi mi, yo vennedi, evinin yolunu tut
tu. Yol, Zihni Beyi tanıyordu, aldı onu evine dek
götürdü, kapı da tanıdı, merdivenler de tanıdı, salt
karısı tanıyamadı, Zihni Beyi.
«Zihniii, noldu sana böyle?» dedi.
içerden kızı koştu geldi,
«Babaa! » dedi.
Oğlu koştu geldi,
«Baba! >> dedi.
işte o sıra kendine geliverdi Zihni Be y, neydi
bu panik, ortada fol yoktu, yumurta yoktu, bir si
vil polis aranuşsa aramıştı kendisini, n e olmuştu
yani, idama mahkum edip, mahkemedeki iyi halin
den ötürü cezasını sürekli hapse çevirmemişlerdi ya!
«Yok bir şey» dedi, ama sesinde bir şeyler var
dı. Kızı sordu, oğlu sordu, karısı Nuriyanım sordu.. .
«Şefle mi yine, vatandaşla mı, odacıyla mı, oto
büs sürücüsüyle mi?»
Cık cık cıkladı Zihni Bey.
«Tansiyonum yahu, körolasıca tansiyonum» de-
di.
Tansiyon Hacını içti hiç yoktan, iki ılılarnur iç
ti hiç yoktan, karısının pişirdiği mantıyı yiyemedi
tansiyonu çıkar diye hiç yoktan. Ama içi içini,
yedi bitirdi . Her rengi zehir yeşili gönneye başla
mıştı, koyu, kapkara, kuzgun bir yeşil. . . Bir ara
Nuriyanırom gözlerini bile zehir yeşili gibi gördü.
Ya uyku .. . Yeşiller içinde albastı Zihni Beyi,
�eri bile yeşil yeşil aktı. Tastamam iki kez yataktan
fırladı kalktı, bir kez de niye bilinmez Nuriyanınun
kafasını tutup içini kanştırır gibi salladı. Bir uyku
lıapı, bir tansiyon hapı daha yutturdu Nuriyanım,
ondan sonra uyuyabildi Zihni Bey, yo uyumadı da
daldı. Sabahın er saatinde gece içkiliyken suç işle
miş de, k endine gelince işin ayırdına varmış gi�i o
33
denli suçlu duyumsadı ki kendisini, şayet yorgan
betondan olsa, biri de üzerine örtüverse, altından
hiç çıkmayacak, oracıkta kalacaktı. Ama karısı Nu
riyanım, ona acıyarak bakıyor,
« Ah ah hiç u yumadı n gece, kafamı iki kez tuz
kabağı gibi salladın,» diyordu, «tansiyonun verdiği
sıkıntıdan mutlaka. Bana kalırsa sen yine doktora
git. >>
Hiç konuşmadı Zihni Bey . . . Demek sivil çı
k arken bakkalın kapısından «Evet evet, bakacağız,
evet evet, bakacağız>> dedi öyle mi? Neye bakacak
bu adam, elbette <<Çaresine bakacağız» demezdi ki.
demek şimdilik kanıtları topluyor. . . İyi ama neyin
kanıtım?
Sokağa çıktı, apartmanın bir bu yanına baktı,
bir öteki yanına, mutlaka ardına bir polisin takıla·
cağını biliyordu; belki de o zehir yeşili gözlü takıla
caktı . . . Sol yanına baktı, sokak bomboş, sağ yanına
baktı, işte orada biri, eğilmiş ayakkabıs.ının iplerini
bağlıyor, <<Tamam işte o, bana numara yapıyor, de
mek n e zamandan beri beni bekliyor, yoksa yeşil
gözlü mü, yürü Zihni, hızlı yürü.»
Adam da yürüyor, Zihni Bey yürüyor. . . iyice
hızlandı Zihni bey, sonra birden «Nedenh diye du
ruverdi, zınk . . . Adam yanından geçti gitti. Yeşil
gözlü değildi. <<Elbette», dedi Zihni Bey, «yeşil göz
lüsü şef, hiç şef izler mi, bunlara izletecek. »
Ama adam çekti gitti, ilk otobüse bindi hem
de. . .
Demek o değilmiş. . . Ama saptamışlardır ca
n ı m benim bu duraktan otobüse bindiğimi, hiç ze
hir yeşili göz bilmez m i benim nereden otobüse
bindiğimi? Mutlaka buralarda bir yerdedir. . . Yoksa
şu kalabalığın arasında m ı ? Şu simitçinin yanında
ki, değil, yeşil gözlü değil . . . Şu karşıdan koşa koşa
gelen mi, hiç koşar m ı canım? Yok . . . Belki de bin
diğim saati biliyor, otobüsün içinde gelecek . . . İşte
geldi otobüs, acaba içinde mi, binmemi mi bekliyor?
Binmiyorum işte . . . Binmiyorum. . .
Binmedi Zihni Bey. Ondan sonra gelen o tobü
se bindi, biner binmez daha biletini yeni atmıştı ki.
34
sürücünün yanında dinelmekte olan adam, kırk yaş
larında, tıknazca, gözleri de, yeşil yeşil, evet yeşil. . .
O işte. . . Adam a dikti gözlerini, yeşilin yeşilini arı
yordu, bakalım zehir yeşili mi, ne menem yeşildi ki
o öyLe zehir yeşili, ömründe görmemiştİ.
Adam, Zihni Beyin bakışlarından rahatsız ol
du, başını çevirdi, ama Zihni Bey dönüverdi o ya
na, yin e dikti adama gözlerini. . . Adam yüz seksen
dereceden üç yüz altmışa geçti, o daracık yerde
Zihni Bey de fırt diy.e dönüverdi, adamla burun
buruna geldi.
«Bir yerden tanışıyoruz galiba arkadaş?>>
«Yo, dedi Zihni Bey, tanışmıyoruz, ben şey . . . ))
Kendine geldi Zihni Bey, başını çevirivcrd i .
Evet, b u gözler z.ehir yeşili değildi, hayır Zihni Bey
zehir yeşilini bilmiyordu ama, hangi gözd e görse
o yeşili, şıp diye tanıyacağına inanıyordu .
35
da mı, değil mi? Zırt bir zil, çağırın bana Zihni Be
yi. . . Müdür odasında zehir yeşili, haydi Zihni Be
yin kolundan, a rkadaşlarının arasından tereyağından
kıl çeker gibi böyle . . .
dyi de ben n e yaptım yahu?»
Bundan sonra kahve yok, konuşmak yok, hiç
konuşmak yok, gazete almak da yok. Arkadı1-5lar
bir şı..,-y sorarlarsa, <<Büyüklerimiz bilin>den bı1-5ka
bir şey yok.
İyi ama Zihni sen insan değil misin, bu ülke
nin vatandaşı değil misin? Fikrin yok mu?
Yok yok yok . . .
Yok gibi çıktı dairenin m erdivenlerini, k i m bi
lir, kendisine «Günaydın» diyenler oldu mutlaka,
o duymadı, yeşil düşlerin içinde masasına gitti otur
du. Bir süre az ötedeki masadaki Nurten Hanımın
açık yeşil gözlerine baktı durdu. Kırk beşlik dul Nur
ten, önce sırıttı Zihni Beye, sonra o donuk bakış
lar karşısında korktu, başını bı1-5ka yana ç.evirdi ,
ama biliyordu Zihni Beyin bakışlarının üzerinde ol
duğunu, kaçamak baktı. Zihni Bey ok gibi bakıyor,
baktı, bakıyor. Masayı çevirmek istedi, gücü yet
medi, kalktı, tuvalete gitti, ama Zihni Beyin ma
sasının çok uzağından geçerek.
Az sonra başka kadm gözleri Ziıh ni Beyıe dikil
di. Birkaç da erkek arkadaşının . . . Hangi yana bak
sa, hop kendisine bakan başlar başka yana çevrili
yordu. Demek hepsinin haberi vardı, zehir yeşili
demek şu anda müdürün odasındaydı. N e zaman
odacı ona doğru böyle s.eğirtip gelirse, işte o za
man . . . Hatta bir kezinde Odacı Yusuf kendine doğ
ru hızla gelince, «Ne o, ne bee» diye ayağa fırla
dı . Odacı, «Yok bi r şey ağabey, Nurten Hanım
masasına mürekkep dökmüş de ona koşuyom» de
di .
Zihni Bey o günü önüne evrak uzatanların bi
le polis olduğundan kuşkulandı. Akşama doğru yi
ne gözlerini Nurten Hanıma dikti, Nurten Hanım
müdürden nasıl izin aldı, ne söyledi bilinmez, pay
dostan bir saat önce çıktı gitti.
36
Tersine, sıkıntısından hiç sigara içmemişti Zih
ni Bey o günü dairede. Yanm paketten daha çok
vardı cebinde, ama Bakkal Musa'ya uğradı, bir pa
ket sigara istedi, ardından «Ne haber?» diye sordu .
«İyilik» dedi Bakkal Musa.
«Başka bir şey yok mu?»
«Yok» .
Demek polis şimdilik pusuda. Zamanını bek
l iyor . . . Zamanı gelince. . . O birkaç adımda, birkaç
merdivende, işinden atıldığını, hapislerde çürüdüğü
nü, karısının çocuklarının perişanlığıru gördü. Böy
l ece kapıdan girer girmez, yirmi dört yıllık evli Zih
ni Bey yeni ıevli gibi karısının boynuna dolanıver
di. Kadın, «Hiş, yavaş çocuklar görecekler)) dedi
Ama Zihni Bey, karısını bıraktı, kızının, oğlunun
boynuna sarıldı, ağlamaya başladı. Nuriyanım da,
«Amanin yoksa kanser mi Zihni?» diye bu kez
kendisi kocasının boynuna dolandı .
Yok, kanser falan değilmiş, amma bu tansiyon
iyi de değilmiş, çok dikkat etmesi gerekliymiş, yok
sa bir gece uyur, tamam o uyuyuş olurmuş.
Oysaki Zihni Bey ne doktora gitmişti, ne de
bir şey. Zaten yarın Bakkal Musa'yı uyaracaktı, bu
zehir yeşili gözlüden hiç karısina söz etmesindi.
Bakkal Musa,
«Hiç eder miyiz canım?» dedi.
Ama Zihni Bey, bir başına her gece zehir ye
şiliyle uğraşıyordu. Düşünde onu görüyordu, tuva
Iete giderken onu görüyordu, tuvalette onu görü
yordu. Zehir yeşili gözlü, boyuna yazılar yazıyor,
yazdıklarını telli dosyada bi r bir biriktiriyordu. Zih
ni Bey her gece tuvalete çıktığında dosyasının bir
gün önceden daha fazla kabarmış olduğunu görü
yordu . Sonunda dosyası tuvalet denli oldu. O gün
den sonra zehir yeşili gözlüyü görmedi .
Bir de tatlı tatlı konuşmuştu ki Nurten Ha
nım,
(<Ay valiahi şimdi çok iyisiniz Zihni Bey, di
yordu, neydi o haliniz? V allahi bakışlannızdan kork
muştum, niye öyl e bakıyordunuz, aaa. .. »
37
Zihni Bey kem küm etmişti, «Yeşil, zehir ye
-şili, o yeşil» falan demişti, ama söylediklerinden hiç
bir şey anlaşılmanuştı.
Zihni Bey olayı unutur gibi olmuştu. Ama ah,
Nurten Hanım onu bir öğle paydosunda öyle bi r
sarsış sarstı ki.
«Zihni Bey», dedi fısıldar gibi, «sizi biri aradı! >)
«Hm>, dedi Zihni Bey, dizlerinin bağı çözülür
_gibi oldu, midesi bulandı, beşı döndü, elini göğ
süne attı, hırıldar gibi konuştu, Nurten Hanım an
lamadı.
Oysaki Zihni Bey yeşili anlatıyordu, «Böyle
zehir yeşili mi?)> diye soruyordu. «Kuzguni yeşil?>>
Nurten başını sallıyordu, sanki baş sallaması
Ja sözsüz oyun gibi .
Nurten Hanım fısıltıyla soruyordu
«Ev sahibi mi?»
Zihni Bey hayır anlamında başını sallıyordu
«Bir alacaklı mıh
«1-ıh .. . »
«Mafia mı yoksa?)>
Zihni Bey,
<<Yok», dedi, «polis ... »
«Aaaa, polis mi? Benzetmiştim, ben de polise
henzetmiştim, aay hiiiş! Niye arıyor ki sizi?»
öyle bir bakış baktı ki Zihni Bey Nurten Ranı
ma, sanki bir hücrenin başı, bir hırsız çetesinin re
i si, kentin babalarının babası . . . Artık Nurten Ha
nım ne anladıysa. .. Ama onun ardından başı öyle
bir öne düştü ki Zihni Beyin, onun yerine Nurten
Hanım «Ahh» dedi.
Sormadı bile Nurten Hanıma zehir yeşili göz
lünün neler sorduğu nu, o da hiçbir şey söylemedi,
polis olduğunu öğrendikten sonra.
O günü yine Zihni Bey daireden çıkınca her
ardına düşen i polis belledi. Nerden gördü otobüs
süriicüsünün gözlerini, dikiz aynasında dikti gözle
rini adama, ama sürücü onun ayırdında değildi.
Bakkaldan sigarasını aldı, <<Söyleyeyim» diye
�eçirdi içinden Musa'ya, ama caydı. Bakkaldan çık-
38
t ı , şöyle bir apartmanlarına baktı, evine bak tı. De
mek günü yavaş yavaş doluyordu. Dosyası kaban
yordu. Birkaç . gün sonra, kim bilir belki de yarın
evine gidemeyecekti, o kapıs.ının dindon öten zilini
çalamayacaktı, bir soğuk, bir ıslak gözetim yerin
de, taşın üzerinde . ..
Maaşını da keserler miydi? Elbette, hiç maa':'
kalır mı? Ah Nuriyanım, ah çocuklarım... Gözle
ri yaşlı girdi kapıdan, yin e dülanıverdi karısının
boynuna.
«Ah Nuriyeee! »
<<Doktora mı gitti n yine?»
Ne desindi Zihni? .. . Bereket çocuklar .t:vde yok
l ardı.
«Zayıflıyorsun Zihni, iştahın yok, yoksa baş
ka hastalık mı?»
«Bilmiyorum , doktor da bilemedi.»
Daha yeni yeni iştahı açılmıştı kaç gündür.
Yine iştahı kapandı Zihni Beyin... Durup durup.
«Ah bir suçumu bilsem>> diyordu.
Bilmediği suçlarını yin e zehir yeşili gözlü ge
oeleri tuvalete kalktığında, yatağında, soluna yatar
ken, sağına dönerken, doldurup duruyordu. Koca
man kocaman telli dosyalar... Tuvalet doluncaya
dek Zihni Beyin uykusu çakal uykusu oldu . . .
Aradan o n be ş gün geçti, on altı gün geçti ...
«Galiba hiçbir şey bulamadılar... Ama ya o
şey?»
«Ne???>>
Merdivenlcri rahat çıkıyordu Zihni Bey. Az
sonra yarım battaniyesine kavuşacak, elinde adaça
yı, sırtını yastığa dayamış.. .
Karşı dairenin Hasan Beyini duvara dayanmış
buldu.
«Komşu, dedi, sizi pencereden gördüm, söyle
yeyim dedim, bugün biri bizim kapıya geldi, si7J ...»
Zihni Beyin yüreği hırp etti, midesi ağzına gd
di, sesi uçtu gitti, sinek vızıltısı oldu,
«Zehir yeşili gözlü müydü?» diye sordu.
«Evet», dedi Hasan Bey, «ama ben tanımadı-
39
ğım, bilmediğim adamlarla konuşmam, izninizle,
dedim ve kapıyı kapattım.>>
Zihni Beyin dudaktanndan döküldü
«Polisti.. .»
«Hıı?»
Hasan Bey çat diye kapıyı kapattı. Daire ka
pısından daire kapısına gıelinceye dek Zihni Bey
kendini yine idarna mahkum ettirdi, ama mahke
mede iyi hali görüldüğünden yaşarn boyu hapse çe
viriverdi cezasını. Nuriyanını perişan, üniversite
deki oğlu perişan, kızı perişan . . .
Sarıldı yine kapıda karısına.
«Yok,» dedi, «artık dayanarnayacağırn! »
Dayandı Zihni Bey, hiçbir şey söylemedi ka-
rısına. Ama neye baktıysa hep zehir yeşili gördü ve
uykusu bitti Zihni Beyin. iki uyku hapı alıyor, an
cak gecede iki saat zor uyuyabiliyordu, ondan son
ra gözleri açık böyle, dikmiş gözlerini zehir yeşili
gözlerle, sabahı ediyordu. öyleki, bu zehir yeşili
gözler, bu tıknaz gövde Nuriyanınıla arasına giri
yor, sabaha dek horul horul uyuyor, ama Zihni
Beyi, «Bak ben buradayım ha» dereesine uyutmu-
yordu. .
Bir haftada on saat ya u y umuştu Zihni Bey,
ya u yumamıştı, «Bir kavuşsam yarım battaniyerne»
diyordu. Karısı onu kapıda karşıladı,
«Zihni,» dedi, <<öğlen haber verdiler, koş biraz
kuru pasta al gel, akşam kıza görücü gelecekıniş.»
içinde ak kuşlar uçtu Zihni Beyin, yüreği bir
hafiflcdi, hiç olmazsa kızı kurtul uyordu , belki da
m at çok i yi bir insan olur, yarın bir gün tutuklan
dığında, annesine, sonra oğlan kardeşine. . .
Kuru pastanın en iyisinden aldı. Bir coşkulu ,
hir mutlu oldu ki, hepsini unuttu o akşam, evde
bayramdan kalma zehir )'ieşili nane liköründen iki
kadeh üstüste içti .
Gece dokuza doğru kapı çalındı. Nuriyanını bir
yanda, Zihni Bey bir yanda kapıyı açtılar. Bir ka
dın girdi ellilik, hoş yüzlü; bir adam girdi elli beş
l i k , tatlı bakışlı . .. Tıknaz biri gird i kırklık, zeh i r
40
yeşili gözlü . . . Bir zehir, bir yeşil, bir tıknaz, bir ba
kış. . . Bu o. . . Her gün her gece birlikte yattıkları
adam, Zihni Beyle tuvalete giden adam, dosyalar
dolusu yazılar yazan adam . O, bu o! . . . Zihni Be
. .
yin bir anda her yanı titredi, her yanı kaşındı, ken
dini yitirdi, adarnın yakasına yapıştı :
«Şu», dedi, «Bakkal Musa'ya, sonra Nurten
Hanırna, karşı komşuya ? ? ? Hı lan? ?»
Zehir yeşili gözlü adaını n yüzü kıpkırrnızı ol
muş, bir yandan başını sallıyor, bir yandan boğuk
boğuk,
«Ben Fuat'ın dayısıyırn, ben Fuat'ın dayısıyırn,
hakkınızda soruşturma??.»
Gerisini söyleyemedi damat adayı Fuat'ın da
yısı . . . Zor kaptılar elinden dayıyı , bir yandan da
mat adayı, bir yandan damat adayının babası çekiş
tiriyorlardı Zihni Beyi. Nuriyanırn, Zihni Beyin kı
zı, damadın annesi ünleri yettiğince bağınyorlardı.
Dayı, boynunu ovuşturuyor, Zihni Bey kapıyı
açmış, hiç ağıza alınmayacak sözLerle, kız isterne
ye gelenleri kap1 dışarı ediyordu.
«Ulan sülalesini, ulan sinsilesini.. . »
Zihni Bey taze kurabiyeleri çatur çutur yer
ken, oğlu annesinin kulağına,
<<Babamı mutlaka bir ruh doktoruna götürelirn»
diyordu.
Zihni Bey şişede kalan zehir yeşili likörü başı
na dikiyordu, lıkır lıkır. . .
41
AZR A iL NASIL RüŞVET YEDi'!
42
türlüsünü biliyor idi. Yaşiıda nasıl ağlarur, gençte
nasıl çırpınılır, çocukta nasıl dövünülür, hepsini
görmüş ve de yakından duymuş idi.
Bir gecekondu idi, gecekonduda ceylan gibi
bir kız idi, üç gün sonra düğünü olacak idi. Fab
rikadan izin almış, düğün hazırlıklarını yapıyor idi.
İşte bunun canını alacak i di , ah nas.ıl alsın idi. kız
dal, bakışlar ahu, boy fidan idi. Ama bir neden
gerekli idi, bugün olmazsa, yarın, daha yarın ola
bilir idi, bu güzel kız azıcık daha ya.5asın idi, ama
olanağ ı yok, Azrail canını alacak idi. «Eoel gelmiş
cihana, baş ağrısı bahane», bunu biliyor i di. İğneyi
kızın eline batırdı, tam da yastık yüzünün son iğ
nesini kumaştan çekerken. Kan da akmamış idi, hat
ta kız parmağının delindiğinin ayırdına varmamış
idi, ama tetenos mikrobu derler, humma yapar,
onun mikrobu kandan içeri girmiş i di. üç gün
sonra Azrail uğrayacak, kızın canını alacak idi.
Aldı . . . Amma çok üzülmüş idi, öyle denk gel
miş idi, tam düğün günü, genç kız ölmüş idi.
Nişanlısına bahçeden gül koparan aslan gibi
bir delikanlının da bu nedenle canını almış idi, onun
da parmağına gül dikenini batırmış, oradan mikro
bu içeri yollamış, birkaç gün sonra gelmiş canını
almış idi. Bu olaya da çok üzillmüş idi, hatta bir
ara, «Ah bu görevin çekilecek yanı yok» demiş idi.
Düğün günü canını aldığı genç kız için de gün
lerce üzülmüş idi. üzüntüsünden o ara birçok yaş
lının canını almış idi. Yaşlılar hiç önemli değil idi.
Şunun nedeni prostat idi, zaten çişini falan tuta
mıyor, evd e çoluğa çocuğa çok eziyet ediyor, karı
sını o yaştan sonra pek çok kıskanmaya başlamış.
komşuya bile salmıyor idi. Bu yaşlının canını al
dığında evde bir feryat figan olmuş, kadın «Koca
cığım, benim sevgili kocacığım>> diye bağırmış, ço
cuklar «Babacığım» diye yaşlar dökmüşlerdi ama,
Azrail çok iyi biliyordu ki, ardından kendine dua
etmişlerdi, «Aman oh öldü de kurtulduk» demiş
ler idi.
Ya şu çenesi düşük kocakarı, onca malın mül-
43
kün üzerine oturmuş, kimseye zımık koklatmıyor
du. Eh bu kadının böbreğini n çalışmaması, üresi
nin yükselmesi gerekliydi. üre yükseldikten sonra
Azrail görevini bilir idi.
Şu moruğa enfarktüs uygun idi.
Bunun kanseriyse, ch yeter artık, beş yıl izin
v erdik, tamam bunun da yüneğinin durması ge
rekli idi.
Ama şu gençlerin canını almak yok mu, Azra
i l i çok üzüyor i di.
Ama. . .
Azrailin katı olması gerek değil m i idi? öyle
idi . Azrail bir ara böyle düşünüyor, o günü tırpa
. .
44
n una hazırlan, sıkıştırma operasyonuna hazırlan» d i-·
ye sesLeniyor idi.
Başka birisi, elindeki makineyle döne döne ge
liyor, «Şimdi beyefendinin kapısında, dokuz nu
maralı kapı, dokuz numaralı kapı)) diyor idi.
Ve dahi Azrail baktığında gerçekten dokuz nu
maralı kapının önünde olduğunu görmüş idi . Azra
i l yürüdükte, ardından önünden birileri geliyor, ma
kineleri boyuna işletiyor, «Yaklaşıyoruz yaklaşıyo
ruz)) diye konuşuyorlar idi.
Azrail sonunda canını alacağı konağın beye
fendisinin kapısına gelmiş idi. işte tam bu sırada
birisi, «Kızılötesi, beta, gama)) diye bağırıyor idi ve
Azrail bir cisim gibi ortaya çıkmış idi, beyefendi
nin sekreteri elini Azraile uzatıyor,
«Hoş geldiniz, buyurun, yalnız beyefendi bi
raz rahatsızlar, sanıyorum randevusuz geldiniz, adı
nızı defterde görmedim)) diyor idi, Azrail bu kızın
konuştuklarından hiçbir şey anlarnamış idi . Boyu
na «Randevusuz giremezsiniz)) diye bağırıyor idi.
Oysaki sekreter hanım her şeyden habersiz idi,
merkez gelenin Azrail olduğunu çoktan anlamış,
beyefendiye telefonla,
«Siz Azraili oyalayadurun, pazarlık müdürü
müz yola çıktı beyefendi)) diye söylemiş idi. Ama
beydendi gripli yatağında korkudan sapsarı olmuş
i di. Azraile korktuğunu hiç belii etmemesi gerekli
idi. Ne zamanın işadamı olduğundan bu konulan
çok iyi biliyor idi. Canını Azrail i flas masasına oturt
muş, bu iflastan mutlaka kurtulmak gerekli idi ve
onun için önce cesaret gerekli idi.
Azrail kapıdan girerken, beyefendinin telefo
nu çalıyor, heyecanlı bir ses, «Pazarlık müdürüyle
birlikte, rüşvet m üdürümüz ve inandınna müdü
rümüz de yola çıktılar beyefendi, siz beş dakika za
man kazanabilirseniz. . . Ama soğukkanlı olun be
yefendi, çok doğal karşılayın)) demiş idi.
Azrail içeriye girdiğinde beyefendi ayağa kalk
mış,
«Buyurun efendim, ben de sizi bekliyordum»
demiş idi.
45
Azrail böylelerini çok iyi bilir idi, bunlar ha
zır idi, bir neden gerekli idi, güçlü bir öksürü.k,
güçlü bir tıksırık, işte o anda Azrail canım alır gi
derdi . Azrail, « Acaba öksürükle mi, yoksa tıksınk
la mı bunun canını alsarn ? » diye düşünüyor idi. Ki
birden beyefendinin boynuna sarılmış, kendisini şa
pur şupur öpüyor görmüş idi. Noluyor idi? Beye
fendi bağırıyor, «Biz sizin hayranınızız. iş alemi
size hayrandır, yo olmaz buraya oturun, yo orası
olmaz şuraya buyurun» diyor idi. Bu ne idi? Az
rail hiç böyle karşılanmaya alışık değil idi, hele bu
adamiann aygıtlarıyla ayan beyan görünmek, Az
railin hiç hoşuna gitmiyor idi. Şimdi göz göre gö
re bu adamın boğazına el atıp, onun canını almak
nasıl olacak idi? Adam sarılmış kendisini öpüyor,
kucaklıyor, durmadan, <<Biz size hayranız, iş alemi
size hayran» diyor idi.
«Duygusallığın yeri yok, adam sarılsın seni
öpsün, senin görevin onun canını almaktır. » Azra
il kendi kendine böyle diyor idi.
Öyleki beyefendi, Azrailin boynuna doladığı kol
larını hiç çözmüyor, Azrailin kollarının açılmasına
böylece izin vermemiş oluyor idi .
Ama bir yandan Azrailin boğazı i yice sıkılı
yor idi. Ve Azrail, «Breh, yoksa beyefendi bizim
defterim izi m i dürmeye çalışıyor, amma boşuna
çalışın> diyor idi.
Beyefendi, Azrail'in boynundan pazarlık mü
dürü, rüşvet müdürü, inandırma müdürü gelince
ye dek kollarını hiç çözmemiş idi, öpmüş durmuş
ve dahi, «Biz sizin hayranınızız, iş alemi size hay
randır,» demiş idi.
Ve dahi adamlarını kapıda gördükte, içinden
derin bir oh çekmiş, Azrailin boğazını bırakmış idi.
Gözleri adamlarına sert sert bakıyor, sanki «Nere
de kaldınız'!» diyor, ayrıca bakışlarından şimşek
ler çıkararak, «Haydi bakalım, ben sizleri böyle
ölüm kalım günleri için besliyoru m , gösterin hü
nerinizi» diyor idi.
tnandırma müdürü, işe otelden başlamış idi.
Azrailin kalacağı otelin beş yddızlı olduğunu anla-
46
tıyor, her türlü eğlencenin isterse odasına bile ge
tirilebilcceğini söylüyor idi.
Rüşvet müdürü, ödemenin burada mı, yoksa
oteldc mi yapılacağını Azraile soruyor i di.
Pazarlık müdürü, Azraile elini uzatıyor, pa
zarlığa hazı r olduklarını, beyefendinin canına kar
şılık istenen fidyenin, şey pardon, paranın ne den
li olduğunu bir an önce öğrenmek istediklerini söy
lüyor idi .
İnandırma müdürü sözü alıyor, ülkede altı y ıl
dızlı otelin olmadığını, ama isterlerse bir deniz kı
yısında, en iyi tatil kasabalannın birinde. . . di
yor idi.
Rüşvet müdürü, ödemenin sahil kasabalann
dan birinde de yapılabileceğini, bunun kendileri için
hiç önemli olmadığını söylüyor idi.
Pazarlık müdürü duruyor, rakamlar söylüyor,
Azrailin ağzının açılmasını bekliyor idi . Beyefendi
nin canına karşılık m ilyariar ve m ilyarlar ve mil
yarlar . . . diyor idi.
tnandırma müdürü, milyarlar milyarlar mil
yarlar, diyor. ekliyor idi, ((Elinizde tırpanınızdan
başka neyiniz var, ama düşünün bankada milyar
larınız olacak, en iyi otellerde, en büyük villalar
da, konaklarda, yanınızda yörenizde size hizmet et
mek için çırpınan binlerce insan . »
..
yor idi.
Sözü pazarlık müdürü alıyor idi:
«Milyarlar yetmedi mi, size beyefendinin ora
daki fabrikasını veririz. . . Bakın, bir fabrika daha
veririz . »
. .
tnandırma müdürü ,
((Fabrikalarınız, diyor idi, sanki fabrikalar ken
disinin olmuş gibi, çok sevinçli çok h eyecanlı, in
sanın iki fabrikası olduktan sonra sırtı hiçbir zaman
yere gelmez, çünkü sırtınızda devLet olacaktır, eh
47
sırtında devlet olan batmaz. Bir yanda bankanız
olacak, bir yanda fabrikalarınız, Azrail Bey daha
ne duruyorsunuz verin elinizi hadi hadi hadi» di
yor Azrailin elini tutmuş ha babam sallıyor idi .
Rüşvet müdürü söz almış,
«Beyefendinin fabrikalardaki hisseleri yüzde
doksan ikidir, doksan iki üzerinden fabrikaların
kaydını üzerinize geçiririz. İsterseniz siz milyarla
rınızla yüzde sekizlik bölümü de alabilirsiniz. Fab
rikaların mülkiyeti sizin olunca, kurulduğu saha da
sizin olacaktır» diyor idi.
Pazarlık müdürü,
«Bir yalı. . . İki yalı . . . Bir apartman . . . İki apart
man . . . Bir i şhanı, iki işhanm diyor idi.
İnandırma müdürü,
«Allah, mala bak mala, yüz artık, paranın için
de yüz» diyor idi.
RüŞvet müdürü,
«Bizim muhasebeci anasının gözüdür, devir
teslim işlerinde bir kuruş vergi verdirtmez size» di
yor idi.
üç el birden Azraile uzanmış idi. üçü birden,
«Hı hı hD> diye bağırıyorlar idi.
Azrail,
dyi, amma işadamı olursam benim adımı sev
mezlen> diye konuşmuş idi.
ötekiler,
«Amanın, demişler idi , bundan kolay ne var,
adınızı Erzail Bey yaparız?»
Azrail tekrar konuşmuş idi:
«İyi amma, ben can almadan duramam ki.
alışmışım bir kez?»
Ve dahi buna pazarlık müdürü ve dahi inan
dırma müdürü ve dahi rüşvet müdürü kahkaba
larta gül müşlıer,
(<Bundan kolay ne vardır Erzail Beyefendi, fab
rikala rınızda grev yaptırmazsınız, toplu sözleşme
yaptırmazsınız, ücret artırmazsınız, olur biter. . . >> de
mişler idi.
48
PiPO SEVER DOSTUMUZ
49
O günü çok mu hızlı gittim içkievindıe, anım
sıyorum, dört kişiydik, birbirimizi bildik, yo yanı
Iıyorsun, beş kişiydiniz, beşinci sonradan geldi, dört
kişi birbirinizi bildik ama, beşincisi bildik değil. Tam
senin karşındakinin yanına oturuverdi, onlar tanı
şıyorlar ama, o da soğuk davrandı ona, o beşinci
kişiye. Ama beşinci kişi yüzsüz m ü yüzsüz, oturu
verdi oraya, servis de aldı, başladı o da sizinle iç
meye. Karşındakinin çocukluk arkadaşıymış, hiç
konuşmadı, hiç söze karışmadı, boyuna dinledi.
Ama canım siz o gece bir şey konuşmadınız
ki, cstetizm konuştunuz, biraz da hukuktan ve ka
dın haklarından. . . Sen ne konuştun, elbette anım
sayamazsın, üç dubleden sonra konuşmaman ge
rektiğini, kendine kaç kez aynanın önünde söz ver
din ve ne dedin , «Bir daha üç dubleden sonra iç
kievinde konuşursam bu yüzüm senin önünde kı
zarsın>> dedin ama konuştun . Kadın haklan üze
..
50
yanımda oturana, o bir ara benim polis sandığım
kişiyle konuştu, yanımd a jeton, var. . .
Girdim kulübeye, jetonu attım, arkadaşıının
ilk numarasın ı çevirdim, şöyle bir yanıma yöreme
baktım, yok gitmiş beni izleyen.
Kurtuldum mu?
Şimdi ne soracağım arkadaşıma, bir, o gece ya
nımıza oturan beşinci adam kimdi, iki, o gece ben
hangi konuda konuştum, kadın hakları mı, yoksa
·egosantrizm mi, kaç duble içtim, sonra o gece da
ğılırken o adam hangimizle birlikte gitti, veya na
sıl ayrıldı bizim yanımızdan?
Son numarayı çevirdim, arkadaşıının zili çalı
yar.
Tık diye kapattım telefonu, jetonum düştü,
hem de ikisi birden, hem telefon jetonum, hem ka
fa jetonum, ah ben ne aptalım, n e ahmağım, sen
sanıyorsun, yalnız seni izliyorlar ha! Aptal, arka
daşlarını da izliyorlardır. Ve izlendiğinize göre te
lefonlarınız da mutlaka dinleniyordur. O seni iz
leyen nereye gitti, şu karşıdaki tatlıcıdan telefon
etmeye, �<Dikkat merkez, bir yer� telefon ediyor>>
demeye. Veya telsizini çıkarmaya, köşenin ardına,
önünde çıkaracak değil ya . . . Sen in yanında caaas
caaas, evet tamam, adam telefon ediyor tamam,
caaas caaas tamam, diyecek değil ya. . .
İyi k i son anda usuma geldi . . .
Çıktım telefon kulübesinden, hop bitiverdi ya
nımda, nasıl oldu, nerede n çıktı, yah ut nereye giz
lenmişti, bitiverdi, bitki gibi, şıp . . . Çok yaman bun
lar, evet evet, teknik çok gelişmiş, hayır hayır ışın
layamazlar kendi kendilerini onu demek istemiyo
rum, ama bu adamı da izleyen biri olmalı, bir ekip
olmalı, örneğin bir araba, o arabanın içine girip
beklemiştir.
öyle ya, araba olmalı, beni kolurodan yakala
dığı anda alıp öyle götürecek dt'ği l , tam yakaladı
ğında yanında bir ar:ıba zınk diye duracak, hop
beni içine atacaklar. . . Ah o sürücü, öyl e işinin us
tası ki, nereye götüreceğini bilir, arabadaki hiç kim-
51
�. «Şuraya çek, buraya sür» demez, o görevini
bilir. . .
Yanımda, burnumun dibinde, kaldırırnda bir
l ikteyiz. . . Çat çat çat. . .
Geri dönsem, bugün işe gitrnesern, evden te
lefon ederim, «Çok rahatsızım)) derim. Sonra bir
uroarına bakanın, ne bileyirn, bir yerlere telefon,
hanımın bir akrabası var, hangi zaman söylemişti,
yoksa karım mı demişti, okkalı biriymiş, demiş ki,
«Başınız sıkışırsa bana telefon edin)) demiş .
Ama hangi anlamda söylemiş, para bakırnın
dan mı, okkalı bir adam, zengin, «Başınız sıkışırsa)) . . .
Şimdi b u olay baş sıkışrnası değil mi? Ardımda po
lis, yo yo ardımda değil, eve doğru döndüm, bu kez
sağıma g.eçti, sağ yanımdan yürüyor, niçin sağ ya
nımdan yürüyor, belli değil mi, kaçmamanu sağla
mak için, yola doğru kaçmaya çalışırsam hemen
yakalayacak . . .
Yo, ondan olmayabilir, belki sol kolu daha
güçlüdür, solaktır, sağırnda yürüdüğüne göre, beni
yakalamaya karar verdiğinde sol kolunu kerpeten
gibi bileğime yapıştıracak, «Yürü bakalım)) diye
cek.
Hayır, bu da değil, yakalamaları an meselesi,
çünkü bu yanıma geçtiğine göre, araba yaklaşmak
ta, araba yanımıza yaklaşacak, hop sağ bileğimden
yakalayacak hemen arabanın içine, arkaya, iki ki
şinin arasına . . .
Bir dakika sonra mı?
İki dakika sonra mı?
Çok iyi bilirim dakikalık zamanları, ama şu
andaki dakikalar n e uzun! ..
Bileğime o el yapıştı yapışacak . . .
Hanınun o «Başınız şıkışırsa)) dediği akraba
sının bürosu neredeydi? Şimdi o yana doğru dön
sem, bir koşu . . . Ama arabaları var, hem beni iz
leyen aynı benim boyda, benim yapımda, benim
gibi hacakları uzun uzun, yakalayıverir beni.
Ama hiçbir şey yokmuş gibi, yavaşçaClk o ya
na dönersem, yo yo kurtarır beni, beni değil canım
52
karımı, karımın babasının dostuymuş, hem de ya
kın dostu, yolda mı karşılaşmışlar bizim hanımla,
nerde, bildim, bizim hanımı arabasına almış, eve
dek bırakmış yol üzeri olduğu i çin, i şte o zaman
söylemiş, «Sık.ılma gel bana, telefon et» demiş.
iyi ki karım bürosunun olduğu yeri söylemiş
bana, oraya yöneldim, ardımda, evet evet bu kez
sağırndan ardıma geçti . Dibimde . . .
Çok fena. . . Ardıma geçmekle amacı n e olabi
lir ki? . .
Alı, kafam karmakarışık! . .
Karıştırma o denli kafanı, içme bir daha iki
dulıleden fazla. . .
Ne balıktı o balık, ya piyaz. . . Piyaza n e de
meli?
Canım hiçbir şey istemiyor şu anda, içki d e is
temiyor, şu ardımdakinden kurtulmak istiyorum.
Bin bir arabaya, özel tut istersen, yo özel tut
ma, h alkın bindiği olsun, daha iyi, orada seni ya
kalayamaz, sıkış tepiş, nasıl yakalayacak otobüsün
içinde? Yakalar, inince yakalar, ama aracı özel tu
tarsan, hem bir anda o karımın akrabasının bü
rosuna varırsın, hem de tuttuğun özel arabaya bi
nemeyeceği için, belki de bir anda gözden yiter,
uçarsın . . .
E n iyis i özel araç tutmam . . .
Taksi ! . .
Oh! . . Nasıl da. . . Evet nasıl da . . . Ah, daha ön
ce nasıl usuma gelmemiş, eve dönecekmişim, san
ki kapıdan girince ardın sıra gelip yakalayamazlaı
mı?
Oh, ne güzel izlenmeden, böyle . . . Aracın için
deki müzik ne güzel değil mi? Yo, sen sevmezsin
böyle araba müziklerini ama, şimdi kulağına o den
li hoş geliyor ki, yok canım bu müziğin de kendi
ne göre güzel yanları varmış, gerçi adam ağlıyor
gibi söylüyor ama, uf bana nesi, evet evet sana
nesi, gill ü mse bakalım sürücüye, gülümse, çünkü
geriye baktın, hiç kuşkulu bir araba yok, çok uzak
ta iki minibüs var, bir de hantal otobüs, minibüsler
53
birbirlıeriyle yarışıyorlar, istersen sen de katıl mü
ziğe bilir bilmez, zaten bu şarkılan bilmeye gerek
yok, mınldanırsın, olur biter. . .
Bak nasıl gülümsüyor sürücü sana, saf temiz
bir Anadolu çocuğu, sor istersen işler nasıl diye. . .
Sor sor. . .
Berbatmış . . .
«Bu aslında bir düzen sorunu olup. . . hık»
Tamam, o gece konuşmuşsundur sen, mutla-
ka, bir dilin çözülür ki ikinci dubleden sonra. Bi
rinci dublede rakının tadına vanrsın, ikinci duble
neşelendirir seni, üçe dek dinlersin, üçüncüde
başlarsın konuşmaya, dördüncüde kimse seni sus
turamaz. . .
Yoo, o a k saçlı usta, balık tavayı çok güzel
yapıyor, unla kızartıyor, piyazının üzerine yok, mut
laka fasulyesi değişilc.
tki yıldır elind e taşıdığın çantanın bu denli gü
zel tatlı bir rengi olduğunu da hiç görmemişsin,
ne güzel bir tonu var kahverenginin . . .
B u akşam eve giderken balık almalı, hanıma
sürpriz yapmalı, o daha i şten gelmeden ayıklamalı
hamsilıeri, sonra buğulama. . . Biraz da erik almalı,
iri yeşil eriklerden, rakıyla çok güzel gider, içmeli
bu akşam hanımla . . . Pikaba da sırasıyla Bach'ın sol
minör sonatını koymalı, sonra 4 Prelüd, Schosta
kowıtsch'nin . . . Sol majör sonat, op % Beethoven . . .
Beethoven'den şaşma. . .
Yakın mı buraya bizim hanımın okkalı akra
basının bürosu?
Hayır, gerek kalmadı, seni izleyen falan yok,
tamam, sürücüye sağa çekmesini söyle ve bir da
ha da ağzından çıkanı kulağın duysun, tamam mı,
iki dubleden fazla yok. . .
inebilir miyim?
inersin elbette, para senin gönül senin, oh ne
giiul yaşam, bu gönül sözcüğü de ne tatlı? Bu ak
şam karımın gönlünü almalıyım, balığı ben buğu-
lamalı . . ...
.
55
Bey, aslında bu akşam eve giderken bir kilo hamsi
almayı, buğulama yapmayı düşünüyordum, bizzat
yapıp, böyle karımın önüne.. . Arkama düşülünce,
şimdi ben buraya Şey Bey . . . »
Şey Beyin bürosunun olduğu han karşıda . . .
Bir karşıya geçebilsem . . .
Adam yanımda, hay Allah kahretsin bunca
aracı, hiç bunca araç olur mu? Yol versenize be,
yol versenize be . . . Yol vermiyorsunuz ha, ben de
canımı dişime takar karşıya geçerim, sizin dat dat
lannız, vat vatlannız bana vız gelir, çünkü izlem
yorum, bir an önce Şey Beyin bürosuna varmalıyım,
asansöre kendimi atmalıyım.
Fırladım, o da fırladı, frenler, kornalar, o da be
nimle birlikte kendini karşı kaldınma attı . . . Koş
turn, koştu, hana girdim, yok oldu . . .
Şey Beye bir güzel anlattım, ne severmiş me
ğer benim kayınbabamı . . .
«Dikkatli olun, dedi, gerekeni yapacağım» de
di. . .
Yaptı ki, hemen . . . Çıktım asansörden, yöreme
bakındım, sokağa çıktım, bir yağmur . . .
Yok, beni izleyen yok . . . Ohh ! . .
Bir kilo hamsi, buğularna, rakı, pikapta Beet
hoven. . . Yağmur ıslatmıyor beni, kanrnı çok sevi
yorum. . .
56
APOLLON'UN ŞEYi
t ı . Telefonda,
«Baş üstüne vali beyim,)) dedikten sonra önün
deki yazıyı okumaya başladı yine :
«İlçeniz Yukarı Mahallesi, Gül Sokak, 26 nolu
evde oturur Ramazan Kaytan eski ese r kaçakçısı
olup, burada yakalanmıştır. Oteldc yapılan araş
t ı rmada bir adet Apollon heykeli bulunmuştur. Hey
kcl müzeler m üdürlüğü tarafından incelendiğinde
çok değerli olduğu anlaşılmıştır. Yalnız, heykelin
erkeklik organının koparılmış olduğu teknik uzman
ların raporlarıyla saptanmıştır. Ad ı geçen kişinin
evinde bu organın aranması, orada bulunmadığı tak
dirde, bu paha biçilmez eseri n gerçek değerine kavu
şabilmesi için tüm olanakların kullanılarak soruş
turmanın derinleştirilmesini, organın mutla�a ve
ivedi olarak bulunmasının teminini . . . . . . Not: Orga-
n ı n on santimetre olduğu sanılmaktadır. »
57
Komiser Zihni, pofladı, kağıdı bir kez daha
okudu, bir sigara yaktıktan sonra,
«Al başına sırmalı heybeyi,» dedi. «Koskoca ka
sahada Apolion'un on santimlik şeyini ara, tabi bu
labilirsen . . . »
Arkadaşlarını çağırdı, onlara da durumu an
lattı, yazıyı okudu. Gülrnek mi gerek, ağlamak mı
gerek, bilernediler. Gerçek olan bir şey varsa, kasa
ba taranacak ve ne yapıp edilecek Apolion'un şeyi
bulunacaktı. Hele hel e val i biLe telefonu açıp da bu
işle ilgilendikten sonra . . . Ya bakana ne demeli ? ? ?
Komiser Zihni, yargıçtan aldığı arama izniyle
Ramazan Kaytan'ın Yukarı Mahalledeki evinin ka
pısına dayandı. Kapıyı genç bir kız açtı.
<<Ne istiyorsunuz?» diye sordu.
<<Arama yapacağız,» dedi Komiser Zihni.
<<Neyi arayacaksınız?»
Hey Allahım, şimdi nasıl söylesindi Komisa
Zihni bu genç kıza, neyi arayacağını? Onun için,
<<Babam çağır kızım,» dedi.
<<Babam evde yok, annem var.>>
<<Öyleyse anneni çağır.»
Yaşlı bir kadın kapıya yaklaşırken, Komiser Zih
ni çoktan içeriye dalmıştı, kadın,
<<Hayrola polis bey,» dedi, <me arıyorsunuz evi m -
de?»
Komiser Zihni sordu :
<<Sizin Ramazan adında bir oğlunuz var m ı ? »
«Var . . . )>
«Pekiyi, buraya hiç Apolion'un şeyin i bırakt ı
ını ? »
«Neyini?»
Gel de söyle şimdi? Komiser Zihni başını öbür
yana çevirerek,
(<Sizin oğlunuz kaçak olarak topraktan çıkard ı-
ğı heykelin şeyini buraya saklamış.>>
Kadın saf saf sordu :
«Neyini? »
«Hani şeyi işte, bamyasını , yani senin aniaya-
cağın sünnet edilen şeyini.>>
58
«Tövbe,» dedi kadın, «bu da mı gele<:ekti ba5ı-
mıza?»
Genç kız sordu :
«Neyi arayacaklannış anne, neyi?»
«Sen sus kız! diye yaşlı kadın payiadı onu. Val
Iahi polis bey, Ramazan evi t•erk edeli tam bir yıl
oluyor, bu bir yıl içinde adımını atmadı buraya. »
Komiser Zihni, arkadaşlarıyla evin orasını bu-
rasını iyice aradıktan sonra,
«Kusura bakma hemşire, ne yaparsınız, gö
rev . . . » dedi.
O günün akşamı vali yine açtı telefonu ,
«Nas.ıl , buldunuz mu Apolion'un şeyini?» diye
sordu.
<<Arıyoruz efendim,» dedi Korniser Zihni.
Vali köpürdü :
«Bana bakın, böyle önem verilen bir şey masa
başında oturarak aranmaz, kıpırdayın biraz. . . Tüm
örgütünü görevlendir, bu Apollon'un şeyini, an
ladın mı?>>
Ne desindi Komiser Zihni ,
«Baş üstüne vali beyim, bulacağız vali beyim,>>
dedi.
Telefon kapandı, ama komiser uzun siire telc
fonun almacını öylece elinde tuttu.
«Ah ulan, ne güzel yaşayıp gidiyorduk şura
da, nerden çıktı bu Apolion'un şeyi. diye mırıl dan
dı. Cinayet değil ki çözesin, hırsız değil ki yakala
yasın, uğursuz değil ki karakolda sabahlatasın, Apol
Ion'un şeyi , hem de on santimlik şey, pof. . . »
Bekçilere varıncaya dek görevlendirdi. Hepsi
dört koldan kasabayı tarayacakl ar, Ramazan'ın ko
nuştuğu kişileri sorguya çekeceklerdi.
Sorguya çekilenlerden biri
«Vallaha ben Ramazan'ın arkadaşı Bahri'nin
elinde ona benzer bir şey görmüştüm , ama Apol
Ion'un �eyi midi r, başka birinin bişeyi midi r, bile
mem,» deyince, komiser, Bekç i Hıdır'ı h emen Bah
ri'nin evine saldı.
Bekçi Hıdır, kapıyı açan yaşlı kadına,
59
«Bahri .evde mi ki, lııı?» diye sordu.
«Yok, dedi yaşlı kadın, ne yapacaktın?»
«Komiserim çağırıyordu da.»
«Ne yapacakmıs komiscr benim oğlu mu'!»
«Apullon'un kamısı sizin ·e vdeymiş de. »
<<Hangi Apullon'un?»
«Ne bileyim deyzeciğim, komiscrim öyle Jc
diydi de, her y.eri aradık, kamış sizin evdcymiş. »
<<Bizim evde kamış çook,>> dedi yaşlı kadııı ,
geri dönerek, «dur istersen sana bi r kucak getirc
yim . »
Bekçi Hıdır,
«Cık,» dedi, «bu kamış ba�ka kamış, ApuJlon'
un şeyi olur ya han i şeyi, canım olur ya erkekl.:!
rin . . . »
· Bekçi Hıdır işaret eder etmez, yaşlı kadının
tepesi atıverdi,
«Bana bak bckçibaşı,» dedi, «Sıcn burayı kötü
evierden biri mi sandın ha, Allahın gitvurunun şe
yi benim evimde ne arıyormuş bakalım hı, git de
sen onu turistik otellerden ara.>>
«Amanın ne kızıyarsun deyzeciğim, görev ve
rildi, görev olduğu i çin soruyorum, hem sen yan
l ı ş anladın, bu kamış taştan kamışmış.>>
Yaşlı kadın güler gibi oldu,
«Hadi hadi,» dedi, «hiç taştan kamış olur m u y
muş?»
Bekçi pofladı
«Ben de bilmiyorum ki deyze,>> dedi, «ne halt
bir şeydir, komiserim taştan diyor, koparmışlar di
yor, heykclin o yanı eksik kalmış, diyor. »
«Tepem atmadan git,» dedi yaşlı kadın, «git
burada öyle bir şey yok. >>
«Kızma deyzem, bu taş öyle kıymetli ki, valisi
Ankarası telefon açıp duruyorlar. »
Bekçi Hıdır uzaklaştı, yaşlı kadın kapıyı çar
parak kapattı.
Bahri, yarım saat sonra kahvenin biri nde oyun
oynarken yakalandı, karakala getirildi. üzerinden
Eskişehir taşıyla yapılmış kocaman bir ağızlık çıktı.
Du rum böyl:cce anlaşıl dı, Bahri serbest bırakıldı.
60
O gece Komiser Zihni karabasanlar içerisinde
uyudu. Düşünde hep kamışlar gördü, böyle taştan ,
binlerce Apolion kamışı. . . Gece yarısı uyandı, bir
daha gözüne uyku girmedi.
Karısı, ofa pofa,
«Hayrola Zihni?» dedi.
<<Sorma hanım, dert büyük, >> dedi Komiscr.
«Apollon'un şeyini bulamadık.»
«Hangi Apollon'un şeyini?»
«Heykel heykel, işte onun bamyasını bulama
dık.»
Kadın kıkırdar gibi güldü
«Ay Zihni, hiç heykel bamyası için uyku ka
ç ırılı r mı?>>
«Kaçırılır ya, vali bugün üç kez telefon etti,
noldu, buldunuz mu diye. . . >>
«Pekiyi, kim çekmiş koparmış Apolion'un şe
yini?»
<<Uf,» dedi Komiser Zihni.
öyLe olur olmadık şeyleri anlatmazdı karısına.
Ancak çok sıkıldığı zamanlar, bir işi çözemediği
zamanlar, sıkıntısına ortak arard.ı.
«Bakan bile bu işin üzerindeymiş. »
«Bakan ha! » dedi kadın.
«Bulamazsam, hop başka birine buldururlar. »
«Anlamadım,» dedi kadın, korkulu .
«Bizi buradan alır başka yere verirler, anla
mıyor musun, belki de çok uzak bir ilçeye, tuh
yahu şurada emekliliğime ne kalmıştı ki, bir Apol
Ion'un şeyi yüzünden . . . »
O dakikadan sonra kadının da gözüne uyku
girmedi.
Sabahleyin yine sorgular başladı, yine kaçak
kazının yapıldığı yer arandı, Ramazan'ın ilişki kur
duğu kişiler bir bir sorguya çekildi, hatta eskiden
antikacılık yapan birinin evi de arandı . . .
Yok . . . yok. . . yok . . .
Ne gören vardı, ne d e bilen. Apolion'un şeyi
yer yarılmış içine girmişti. Zaten Komiser Zihni,
durup durup,
61
((Hay yere giresice,» diyordu .
Öğleden sonra vali yine kıza köpüre arayınca,
Komiser Zihni'nin etekleri iyice tutuştu.
(<Aman arkadaşlar siz bilirsiniz,>> dedi polisle
rine .
«Vallahi arnirim aramadık yer bırakmadık,»
dedi polisler.
Komiser Zihni o gece eve sendele)lerek gitti.
Karısı,
(<Noldu, bulamadınız mı?» diye sordu .
«Yok,» diye iniedi komiser.
Karı koca yemek bile yıemediler. Uyku zama
nı çokta n gdmişti, ama kadın da komiser de derin
62
«Al gönder şimdi,>> dedi, ((alasından Apolion'un
şeyi oldu ki ne şey. . . »
Korniser Zihni eski antikacıdan öğrendiği şe
kilde merrneri toza, çarnura boyayıp, toprak altın
da uzun yıllar kalmış görünümü verdirdi.
Açtı valiye telefonu,
<(Beyirn bulduk,» dedi.
<(Yaa, » dedi vali, <(elbette bulacaksınız, kutla
rını sizi.))
<<Ah asıl kutlanacak Huriyıe ama» diye için-
den geçirdi korniser.
<(Hemen gönderin,» dedi vali.
«Baş üstüne sayın vali beyirn. >>
Paket yapıldı, bir yazı yazıldı
«Apollon'un şeyi, kaçak kazının yapıldığı yer
den yüz ell i metre doğudaki bir çınar ağacının di
binde, tepesi yukarı gelmiş dururnda bulunmuş
tur. Saygıyla sunulur.»
Bu paketin gönderilmesinden bir hafta sonra,
Korniser Zihni gazetelerde şu yazıyı okudu :
«Yeni bulunan Apollon heykelinin sünnetli olu
�u. arkeologları derin derin düşündürmektedir. »
fj J
VATANDAŞLIK ONAYI
64
«Hem valiaha hem billaha, bundan sonra bize
vatandaş işlemi yapılacakmış, çünkü bu ülkenin has
adamı bizınişiz, gazı tuzu ekmeği artık hiç düşünme
yecekmişiz . >>
. .
65
üstlerincieki giysiler eskidi, beklediler, evdeki bul
gur tükendi, beklediler, gaz tuz bez bitti, beklediler.
Un çorbası yine kaynamaya başladı tencerede, tat
sız tuzsuz. . .
«Yahu bizim vatandaşlık???»
«Canım beklesinler hele, şu seçimi de alalım! »
Musa bakıp bakıp sıntıyordu Osmanlara,
«Ne haber vatandaşlar?» diyordu, «keyfiniz
şavkınız yerinde mi?»
Kös kös dinliyordu Osmanlar.
«Hele hele, umut hele, dağın ardından bi r gün
çıkar gelir,» diyorlardı.
Ama o dağın ardından çok güneşler hattı, bu
dağın ardından çok güneşler doğdu . . . Umut mu,
hiç başını göstermedi.
Unuttu yine vatandaş Osmanlar vatandaşlıkla
rını . Ha tarla, ha hayır, ha Adana Ovası, ha Söke
Ovası, koşuşup durdular, bir lokrna ekrneğe, bir
yudum suya ve bir dam altına. ..
Amma bir gün radyolar öttü, marşlar söylendi.
«Hey,>> dedi, bir Osman, öteki Osman'a, <mlan
haberin var mı devrim oldu. »
«E olduysa nolacak?»
«Eşşek kafanı çalıştırsana, sen ben vatandaş
olacağız. »
«Ulan dime?»
«Vallaha, bu adamlar vatandaşı vatandaş yap
madıkları için alaşağı ıedilmişler, şimdi bu yeniler
var ya, bizi vatandaş edecekierrniş.»
Osmanlar yine koşuştular evlerine, Osman Ja
koştu evine . . .
«Elif Elif! » diye bağırdı karşıdan, «şimdikiler
var ya, kızmışlar ötekilere, niye Osman'nan Elif'i
vatandaş yapmadınız diye, tuttuklan gibi onları kol
tuktan indirmişler, şimdi bunlar var ya, bizi tez
günden vatandaş yapacaklarrnış . »
«Amanın ne güzel, amanm n e iyi! . . »
Elif oynadı sevinçten, Osman el çırptı, Elif gö
bek attı, Osman'ın kanı kaynadı, altıncıdan sonra
yedinciye hamile kaldı Elif. . . Varsın olsun, aha şur-
66
da ne kaldı ki vatandaşlık onayına, belki de çıkmış
yolda, ondan sonra çocuklar okuyacak misler gibi,
hastanede döşeklerde yatacaklar misler gibi , yediğin
önünde yemediğin ardında olacak, misler gibi.
«E lan Musa, şimdi ne yapacaksın ki, biz artık
vatandaş oluyoruz, çatla patla e mi?»
Ah şu Kör Musa, pis Musa, pis pis smttı. . .
Musa'nın yine n e hainliği kaldı, n e namussuzluğu,
«Lan Musa şimdi yani sen inanmıyorsun bizim
vatandaş olacağımıza, ha, canım yani vatandaşız
da, böyle hani şey gibi vatandaşlar gibi olacağımıza
inanmıyorsun ha? .. Hay gözün çıka, hay toprak ba.
şma ola, hay kara )lere giresieel »
Yuhlar çektiler Musa'ya, köyün içinde bir o
yana, bir bu yana dolandılar, varsıl konaklarının
yanında daha çok bağırdılar.
Çok geçmedi aradan, ne Osman anladı ne oJ.
duğunu, ne de Osmanlar. . . Bir koalisyon mu ne·
dir, o çalındı kulaklarına, amma şunu da kulakJa.
rıyla duydular ve birbirlerine anlatıp baş salladı·
lar,
«Uian valiaha bu koalisyon dedikleri şey bizim
içinmiş, bizi vatandaş yapmak içinmiş. . . Hele accık
daha dişimizi sıkıp beklersek, bu koalisyon bizim
vatandaşlık onayımızı gönderecekmiş, ilkin işler
bir düzene konacak, sonra bizimkine sıra gelecek·
miş, aha ne ki yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. »
Osman'ın bir işi ırgatlıksa, öteki işi beklemek,
gelsin İstanbul taşı toprağı altın, gelsin Ankara,
çünkü emmioğlu orada. . .
Osmanların kulak kabartmaları uzun sürmedi:
«Lan bu koalisyon mu, kualisyon mu dedikleri
var ya, karman çorman bir şeymiş, bu hiçbir iş ya·
pamazmış, çünkü iki uçlu çatalmış, aha batır bat·
mazmış, asıl işi yapacak olan sandığın i çindeymiş,
ha çaba de çaba gösterıeymişiz ki, bu sandığın için·
dekini dışarıya çıkaraymışız, işte o çıkacak olan
bizi vatandaş edecekmiş . . . >> dediler.
Osman da dedi :
«Kız Elif, böyleyken böyle. >>
67
«Böyleyken böyle amma herif, oğlanlar öyley
ken öyle, işleri yoktur, eşleri yoktur. . . )>
<<Kız dur hele, yüzdük yüzdük kuyruğuna gel
dik . ))
Yine köye gelenler oldu, Osman'ı mikrofonun
yanına buyur edenler oldu, Osman'ın çapa tutan
nasırlı ellerine yumuşacık elleriyle sanlanlar oldu,
«Benim sevgili vatandaşım, işte öpülesi nasırh
eller, Osman, bu ülkenin gerçek sahibi sensin Os
man . . . )> diyenler oldu.
«Ben miyim?�
«Sensin ya . »
«E i ş güç, gaz tuz bez, gurbet, Almanya, Hollan
da?»
«Sık dişini, gör bak vatandaş. . . Beni sandıktan
çıkar, gerisine kanşma hadi aslan Osman'ım gö
reyim seni.»
Osmanlar yine bir tuhaf oldular,
«Ulan işte bu kez tamam, niye tamam, san
dıktan çıkacak olan adam eskiden çobanmış. . . Sen
Yırık: Osman, sen nesin?»
«Çobanım.»
«Sen Daldaş Osman?»
«Ben de çobanrm. »
«Ya sen Cıbıl Osman?»
«Ben de çobanım. )>
«E işte ulan demek oluyor ki bu adam biz
den, biz bunu sandıktan çıkarırsak o da bizi vatan
daşlık rütbesine çıkanr, ondan sonra adam gibi ya
şa ki yaşa, anladınız mı şimdi?»-
Osmanlar başiarım salladılar.
O adam çıktı sandıktan. . . Eee, düşman Kör
Musa . . . Koşun ulan Kör Musa'nın yanına. . .
Vay namussuz yine sırıtıyor, e vallaha kesme
li bu Kör Musa'yı, yo yo böyle dilim dilim doğra
malı, ne ister ki ulan bu Kör Musa haini bizden?
Pis Musa, sıntadursun, az kalmış Osmanların
da sırıtmalarına, çünkü pangnotlar Ankara'dan çık
mış yola, yeni giysiler, çörekler, börekler, yakın
da buradaymış. Oğlanlar iş bulacak, kızlar eş bu
lacakmış.
68
«Vay be! .. »
«Musa haklı mı çıktı be! .. »
«Musa'nın önünde yine kafamız yerde mi be! )>
Amma bir gün öğle üzeri kahve yanında otu-
ran Osmanlar hop oturup hop kalkmışlar.
«Ulan bu radyo ne der ki?»
«Anayasanın öngördüğü reformların yapılma
mış olması yüzünden . . . »
«Vallaha bizi vatandaş yapacaklar, gız Elif duy
dun mu?))
«Dünyada kandıraman beni Osman, bu yaştan
sonra çocuk doğuramam. ))
«Gız bi haklar, bi hukuklar verilecekmiş ki bi
ze. . . >>
«Hak hukuk, ulan ben oğlanlara iş, tenceremi
ze aş i stiyorum.»
«Eh işte radyo da onu dedi ya! »
«Öte dur öte, elin deyse hamile kalıyorurn, ge
ri dur Osman . . . ))
Osmanlar geri durdular, hep Musa haklı çıkı
yordu, ondan da geri durdular, amma yine de Mu
sa'ya yan yan bakmaktan geri duramadılar. Ah
ulan şu Musa, yine pis pis sıntıyordu.
69
SARI tSMAtL
70
nı gözünden, hançerlediğini yüreğinden vurduğu
nu mu anlatsak.? Aha bir el Sarı İsmail'de, sanki
iki yaba, iki kol kaba kaba, bir de güçlü ki hınzır,
öküzün ikisi tanımış bilmiş, San İsmail'ıe yol ver
miş. öküz öküzken bilmiş de Sarı İsmail'i, köy na
sıl bilmez İsmali'i? ? Zaten bildiklerinden ya ne
gelmişse gelmiş başlarına, o günden sonra bi r ağn
oturmuş kaşlarına. İsmail gitmez ki ağrı gitsin, ağ
n gitsin de bu gavathk bitsin . . . «Ah, dermiş yaşh
iar, ulan bir gün gelir San İsmail de gider, amma
ya bu bizim gavatlığımız, soydan soya anlatılır da
bizden sonrakiLer yerin dibine batar utanır . . . »
Neysıe, biz Sarı İsmail'den önce, Kara Hasan'ı
anlatalım ki, bilinsin, suç kimde, köylüde mi, Ka
ra Hasan'da mı, yoksa yoksa masalı anlatanda mı?
İşt e bu Kara Hasan, ne domuzrnuş, n e hain,
sanki köyün üstüne tünemiş bir şahin. Vurduğunu
vururmuş, tokatı patıattığını susta durdururmuş.
Bayıhrmış adam dövmeye. Para istermiş, verirl.er
miş, yine döv;ermiş; at istermiş alırmış, yine sahi
bin i kara eşek sudan gelinceye dek patak.larrnış.
önceleri iyiymiş hoşmuş, köylü hiç olmazsa
ayda bir dayak yermiş, köy bilirmiş , <<Aha Kara Ha
san ya bugün, ya yarın gelir» dermiş . Sırtını duvar
da kaşıyan, gözünü dikermiş yazıdüzüne, oradan bir
karaltı gözüktü müydü yel gibi, işte o Kara Hasan'
mı ş, dti an, değneği ıeline al>>mış. . . Olası mıymış
ele değnek almak, olası mıymış Kara Hasan'a yan
bakmak . . . Yan baksan ne ki, düz baksan ne ki, ge
len Hasan, yak çubuğunu derdine yan.
«Heeey ulan hazır mı paralar! Paralanın para
larım paralarım! >>
Yok, parası hazır edildiğinde, paralanıazmış
Kara Hasan, salt konuştururmuş yaba gibi ellerini,
dizermiş köylüyü tespih gibi, bu yandan bir başlar
mış, bir şapşaplamaya o yana vanrmış, o yandan
başlarmış böğür dürtıneye bu yandan çıkarmış.
Amma velakin Kara Hasan azıtmış i şi, bir olu
yormuş gidişiyle gelişi . . . ilkin razıymış köylü, <<Aha
ne ki, ayda bir dayak» diyormuş, amma başlamış
71
Kara Hasan on beşte bir gelmeye, haracını isteme
ye. Köylü canım, on beşe de razı olmuş, sırtı ayda
değil, on beşte bir kaşınır olmuş, amma Kara Ha
san h afta hafta gelmeye başlayınca, işte o zaman
köylü mor mor düşünmeye başlamış Kara Hasan'ı.
Ne zaman mı düşünmüş köylü kara kara, Kara Ha-
5an'ı? Kara Hasan gün aşırı aşar olmuş yandaki
dağdan, artık gözü dönmüş ne dinliyormuş, ne edi
yormuş, demiyormuş yaradan . . . Basıyormuş sopayı,
topluyormuş parsayı, parsa yoksa Kara Hasan'da
dayak çok. Ver ediyormuş nıereniz ister, nereniz is
temez, ben bilirim her bir yeriniz ister. . .
Bir gün, o n gün, elli gün, köylü düşünmüş ta
şınmış, Kara Hasan'a sır vermeden. . . Olmalı bu
nun bir uman, biz iyice verdik Kara Hasan'a yu
ları, bu Hasan yuları ele almış, ha bizi karabasan
lar basmış . . . Nasıl çıkacağız bu karabasandan, Al
lah kurtarsın bizi Kara Hasan'dan. . .
Dualan m ı tutmuş ne olmuş, bir gün biri çık
mış gelmiş köye, gelen amma öyle biri değil, çam
yarması desen değil, sanki minare kınğı, boyu ka
vak desen değil, ama kollan çınar, öyle gözler var
adamda nereye baksa orayı yakar. Adam öyleki el
tapan, ayak tapan, kafa koca bir kazan, eh çık gel
gayrı Kara Hasan ?
İyi de, kurtaracak mı bakalım bizi Sarı İsma
il? Yoksa şöyLe bir uğramış, dutun altında yatmış
l ardan mı, kalıcı mı, gidici mi? Eh ne dururuz köy
lüler, bir varalım hele, bir soralım hele, adını söy
lemiştir. Sarı İsmail, kalıcı mısın İsmail, gidici mi
sin İsmail, Kara Hasan'ı bilin mi İsmail?
Iııh, bilmezmiş Sarı İsmail, Kara Hasan'ı. . .
Amma neymiş ki bir Kara Hasan, isterse olsun on
Kara Hasan, onunu birden bir eliyle pataklayıve
rirmiş de nerde gerisi d ermiş . . .
Amanın, köylü bir dil oldu, bir gönül, öttü Sa
rı İsmail'e bülbül gibi, şöyleyken şöyle Sarı İsmail,
böyleyken böyle. . . ((Kurtar bizi San İsmail, kurtar
bizi! »
Köyün Ağırbaşlı'sı ((Hele köylüler, hele» dedi . . .
Dedi amma, alkışlar arasında yitti gitti sesi . . .
72
Amanında amanın, yamanın da yamanın, .e ı
bebe gül bebe Sarı İsmail, aman bir yiyor, bir içi
yor İsmail. . . Bir gün sonra Kara Hasan aşacak dağ
dan, Sarı İsmail güçlü olsun, kavi olsun, bir tutuş
ta Kara Hasan'ı boğsun. Ondan sonra canını ye
sin köylünü n.
«Yi İsmail, yut İsmail, tut İsmail! »
İsmail tutmuş, yutmuş, yemiş.
Göründü Kara Hasan yamaçta, bakalım ne
olacak bu maçta?
Eh anlattığımız masal, belli değil mi ne olacak,
böyle olacak ki, masal akıp yol bulacak. Köylü at·
dında Sarı İsmail'in, kavga bir anda başlıyor, sesi
çıkıyor, göğün yerin. . . Amma çok fazla sürmemiş,
bir bakmışlar ki Kara Hasan ufukta bir nokta, tu
tuvermiş San İsmail, bir sallamış, bir sallamış, fır
latmış atrruş Kara Hasan'ı uzaklara. . . Yitmiş git
miş Kara Hasan . . .
Oh, onlar ermiş muradına, biz çıkalım kereve
tine.
Cık, onlar muratlarına ermemişler, biz d e ke
revete çıkmamışız, kerevete Sarı İsmail çıkmış. Hem
de nasıl oturma, i ki yanından tutuvermiş kerevetin,
bir sallamış kereveti, «Ahacık gayn burası benim,
çünkü sizi ben kurtardım>> demiş. Bir alkışlamt5
köylü ki, eller olmuş kızıl et, şakşak da şakşak, şak·
ş ak da şakşak. . . «Ah senin adın İsmail değil, Hızır
olmalıydn>, «Yok yok, adın ı Kurtaran koyalım)),
«Yo. Kurtaran değil, Yaşatan koyalım, bilelim sa�
yesinde yaşadığımızı . . . Hızır olsun, Kurtaran olsun,
Yaşatan olsun . . . Olsun olsun . . . Olmasın olmasın . . .
E n iyisi babamız· olsun. . . Evet evet en iyisi baba
mız, BABA. . . Babaların babası, köyüroüzün has ı ,
başımızın tacı, dile bizden ne dilersin.>>
Aş mı, helal olsun sana! . .
Ekmek mi, hel al olsun sana! . .
Şerbet m i , i çtiğin kan, yediğin e t olsun! . .
«Sizi kim kurtardııı?»
«Sen babamııız! »
«0 zaman kesin bakalım bir koyun.»
73
«Koyun ne ki sana, hepsi helal babamız, iki ko-
yun keselim, üç koyun keselim . »
«Ya Kara Hasan gelirse?»
«Allah korusun babamız . . . »
«0 zaman kesin tavuklan yiyeyim! »
«Helal olsun babamıza. »
Tavuklar kesilmiş, koyunlar kesilmiş, keçidir,
düvedir, bu hal nicedir, yer de yermiş San İsmail,
yedikçe semirir, semirdikçe bağınrmış,
«Ulan sizi ben kurtardım, heeeeyt, ya gelirse
K ara Hasan?»
«Aman Allah korusun babamız! »
«Eh o zaman getirin köyün en güzel kadınını
bana! »
«Neee?>>
«Vlan ben sizin babanız değil miyim, babalar ne
yapar ha, ne yapar?»
«Şey yapar da , yani şey de şey yapar . >>
Amanın bir tekm e yemiş öndeki, bir yumruk
yıemiş berideki, bir tokat yemiş yandaki . . . Kara Ha
san'ın tokatı ne ki, Kara Hasan'ın yumruğu tekme
si ne ki? Karnını tutan koşmuş eve, «Vlan kan»
demiş, «tez yetiş, babamız azdı işimiz iş???»
«Ne hal azdı ki bire herif?»
«Babamızı görünce anlarsın . >>
Bir bağırıyormuş, bir kükrüyormuş San İsma-
il,
«Ulan sizi kim kurtardı Kara Hasan'dan?»
«Siz babaaamız» yanıtını alınca, hemen ardın-
dan uluyormuş,
«Koyun sırası kimde, kan sırası kimde?»
«Bende baba, bende. . . >>
«Ulan iyi yıkayın, iyi sabunlayın haa, mis kok
sun ananız. >>
Sarı İsmail, ne ete doyuyormuş, ne kadına, yi
yor, içiyor, kerevett e yan gelip yatıyor, arada bir,
«Sizi ben kurtarmadım mı ulan, ya K ara Hasan
gelirse ulan» diye bağınyormuş...
Köylü de fısıldaşıyormuş, <<Hiç olmazsa Kara
Hasan'ın zamanında gavat değildik, Sarı tsrnail bi-
74
zi gavat da etti, acaba ne yapsak ki, bu Sarı tsrna
il'den nasıl kurtulsak ki . . . »
«Yeni bir kurtarıcı mı bulsak ki?»
Köyün Ağırbaşlı'sı,
«Ah, demiş, o zaman ben söyleyecektim, al
kışlarla sözümü ağzıma tıktınız. Ben bunun böyle
olacağını biliyordum. Şimdi siz bir kurtarıcı daha
bulacaksınız, Sarı İsmail'den kurtulacaksınız, peki
yi, o yeni kurtaneının elinden sizi kim kurtaracak?>>
«E ne yapalım?» diye köylü sormuş. Ağırbaş-
lı,
«Kendinizi kendiniz kurtaracaksınız», demiş,
amma dinleyen kim? Salt dinlememekle kalsalar
ya, yetiştirmişler Sarı ismail'e, Ağırbaşlı senin için
böyle böyle, diyor diyerekten . . . «Haaa, öyle mi di
yor?» demiş . Yakalamış kolundan Ağırbaşlı'yr, kı
vırmış kıvırmış fırlatmış atmış uzaklara. Dönmüş
köylüye yine,
«Sizi kim kurtardı?» diye sormuş.
«Siiiz! >>
«Ben sizin neyinizim?»
«Babamız! »
«Hani nerde ulan ananız?»
Masal burada bitmiş . . .
Bitmiş mi?
Ninıem annern e böyle anlatmış masalı. Ama
annem bana böyle anlatmadı, sonunu böyle bitir
ınedi masalın. Başka türlü bitirdi.
Haydin şimdilik uykuya, yarın akşam masalı
annem gibi bitireceğim . . . Yo, belki ben de değişti
receğim, evet evet değiştireceğim . . .
75
TEMEL ATMA
76
sam, yo yo rahmetli İsmet Paşa zamanı ya, kim gel
miş bucağa, hangi büyük gelmiş ilk temeli atmış
gitmiş şimdi bilmiyorum, Yusuf emmi burada olsa
o bilirdi ya, neyse beyim, temel atılm:ış gitmişler,
Amma n e varkim bizim fabrikadan hiçbir ses yok,
millet yine işsiz, bizim temel yine oracıkta temel.
Arkadaşlar onca zaman geçtikten sonra arala
rında konuşmuşlar,
- Yahu ki yahu, bir haber salalım hele, yo-
ğusam unuttular mı attıkları bu temeli?
Salmışlar haberi, yanıt gelmiş,
- Hangi temel?
Yine yazmışlar, haberi salmışlar :
- Gübre temeli.
Yanıt gelmiş,
- Kayıtlarda görülmedi öyle bir temel, ma
dem öyle hazır var bir temel, isterseniz onun üze
rine bir şeker temeli atalım.
Şeker temeli, yani ki şeker fabrikası temeli.
Bizimkiler yine yazmışlar
- Temel dediysek, öyle temel değil, iki kay
rak taşı, üç kova harç . . .
Yanıt gelmiş
- İyi koruyun temeli, yakında büyü�müz ge
lip, onu n yanın a bir temel daha atacak.
Almış bizim bucaklıyı kara bir düşünce.
- Ulan aman, hiç koskoca büyük, katır sır
tında gelir mi buraya temel atmaya, yol yok yolak
yok.
Aradan ik i ay geçmemiş, bir gece sabaha kar
şı, dağ inlemiş, taş inlemiş, kocaman burunlu yol
düzerler düz ederlenniş dağı taşı.
- Ulan aman, büyüğe yol açılıyor, essahtan
gelecek abooov vallaha.
Aradan on beş gün geçmemiş, dolmuş araba
lar kasabaya, amanın cip zor çıkar gelir, yazın ya
bir aycık, ya bir buçuk aycık, ondan sonra bizim
kasabanın yolu Allah'a emanet, yo yo katıra ema
net, de bire kahırlı katır, tek aracımız, elimiz aya
ğunız, yerine göre anarnız babamız.
77
Bir davul bir zurna bucak yerinde, sonarn ar
kasından büyüğümüz bir bağırmış, bir çığırmış ki,
'Allah'ın izniyle temelinizi atıyorum. (Bucağı
mızın adını da yanlış söylemiş, neyse) Amma biiz,
önceki temel yerini beğenmedik, onun yüz metre
doğusuna atıyoruz. Hem mutlu, hem de kutlu ol·
ması dileğiynen...'
78
zerleri görünce. tki gün sonra yine otomobiller sö
kün ettiler bucağa. Geldi büyük.
- Gösterin bakalım eski temelleri? dedi.
Çok malıcup olduk, çok utandık, gerçi şeke
rinkini kazdık çıkardık ortaya amma gübreninkim
o denli aradık bulamadık. Gübrenin temeli yok ol
muştu, aha çiğnene çiğnene, belki de çocuklar mo
cuklar oyun e d e e de. . .
Büyük,
- Yaa gördünüz mü? dedi, amma ben size
öyle bir temel atacağım kiiü . . .
Bağırdık bir ağızdan :
- Sen bilirsin büyüğümüz!
Davarı kurban edip dokumanın temelini attık.
Bizim emekli Bekçi Kadir Çavuş bu işleri çok iyi
bildiğinden daha makineler yolu açmaya başlar baş
lamaz, alır katırlan varır ilçe yanına, yükler katır
Iara çimento, kireç neyim, ki büyük gelince temel
malzemesi hazır olsun diyerekten .
İşte o büyük de bir çukurun içine biraz çimen
to harcını, birkaç taş parçasını döktü gitti. Şim
di malıcup olmuşuz değil mi, gübrenin temelini yi
tirmişiz, bucak için ne ayıp ki, çok ayıp, artık bun
dan sonra karar verdik, 'Arkadaşlar temeller koru
nacak. ' Kararımız kesin, kimse temellere yaklaş
mayacak, çocuklar temel yanlannda oyun oyna
mayacak, hele hel e hiç kimse çukuru buldum diye
rekten içine girip yestehlemeyecek. Var ya işi sıkı
tutmuşuz, bu kez bir de yazı diktik başına, 'Aha
bu gübre temelidir', 'Aha bu dokuma temelidir'
diyerekten.
Eh, yolumuz yoldu yine, sağ olsun büyükleri
miz, kim bilir kaç yıl bu yol bizi idare ederdi, ola
ki yola bir göçük olmasın, ola ki çaylar i yicene ta
şıp da yolun yarısını alıp gitmesin. Çok şükür ilçe
ye rahatçana varıp geliyoruz, hastamız loğusamız
için bir dert yok.
Haa, öteki büyüklerimize ayıp olmasın diye
rekten bu arada çok ince çalışmalar yaparaktan,
79
'Ha şurdadır, ha burda, ha şu taşın altında'
diyerekten gübrenin temelini aradık, çok şükür onu
da bulduk. Bulur bulmaz, bir daha yitiririz falan
korkusuyla onun da başına yazısını diktik, 'Gübre
T.emelidir' diyerekten.
Ah beyim ah, dört yıl iyi gitti, beşinci y1l çay
alıp gitmesin mi yolun yarısını? Aha öteki yandan
da bir göçük olmasın mı, göçük neyse ne, dalanıve
ririz biraz fazla, ama ya çayın alıp gittiği nolacak,
yol geliyor geliyor, hop bir kayanın dibinde bitiyor
du.
Kurul toplandık yine :
- Arkadaşlar yazalım mı?
- Niye toplandık ki buraya?
- Elbette yazmağa.
- E öyleyse yazalım.
Yazdrk. . .
- Sayın büyüklerimiz noldu bizim temel?
Yanıt geldi hemencecik :
- Ne temeli?
Yanıt verdik :
- Burda üç temel var, gübre, şeker, sonuncu
su dokuma.
Yanıt geldi
- Gübreniz, şekeriniz, dokumanız varmış ma
dem, biz size çimento atalım.
Yanıt vercl,ik :
- Allah sizleri başımızdan eksik etmesin, ge
lin atın.
Bir sabah yine dağ taş inledi, yoldüzerler yolu
düzıeltiyorlar ki, bucakta sanki düğün bayram var.
Kad ir Çavuş yine katırları kattı önüne, temellik
malzemeleri aldı geldi kasabaya; hazırız, otomobil.
leri n gelmesini bekliyoruz, ha bugün, ha yarın bü·
yüklerimiz gelirler.
Geldi büyüğümüz. Attı temeli.
'Hayırlı uğurlu olsun! '
- Alialı razı olsun beyim, Allah sizi başımız
dan eksik etmesin beyim! . .
Gazeteci bey başını a�ntmayayım, bıi yol çok
dayanmadı, fena bir göçük oldu iki yıl sonra, bu·
80
cakta başladı yine bir yol kaygısı. Allah ne diyim
beyim, insanı gördüğünden geri koymasın, biz val
Iaha yola iyicene alıştık Şimdi insanın şöyle ilçe
ye uzanan bir yolu oldu muydu, sonra da bu yol
kapandı mıydı, mümkünatı yok yolsuz durulamı
yor. Hiç ilçıeyle i şi olmayan yaşlılar bile kara ka
ra düşünüyorlar ki, bu yol i şi ne olacak diye.
Eh yapacak başka bir şey var mı, canımız ci
ğerimiz ve de tek kurtarıcılarımız, temellerimiz.
Yazdık Ankara'ya, dedik :
- N'oldu bizim temel?
Yanıt geldi :
- Ne temeli?
Yanıt verdik :
- Gübre temeli, şeker temeli, dokuma teme
li, çimento temeli.
Yanıt geldi :
- Madem bu temelleriniz var, biz size kon
seeve temeli atalım.
Beyim konservenin ne olduğunu bilmeyiz ki
!:liz, amma umurumuzda mı ki, bizim isteğimiz yol,
yolumuz olsun da.
Köyümüz bir temel daha kazandı, ama yolu
muz; yine kaymak oldu.
Beyim, nah işte şu gördüğünüz kocaman ara
ziyi bucağın temelliği diye ayırdık, paftalarını, par
selini çıkanp bucak odasında korumaya aldık. Gör
sen, ne temeller var onun içinde, ne temelLer. Fab
rika adı tükense bile, bizim plana göre daha çoook
fabrika temeli var. Sonra bizim aklımıza gelmeyen
fabrika adları Ankara'nın aklına geliyor, böylece
bizim yol sağ olsun büyüklerimizin dört mevsim vı
zır vızır işliyor.�
81
KASABAYA BiR KIZ GELDi
82
Otobüs uzaktan göründüğünde bil e hiçbirimiz
de hiçbir kıpırdanma olmadı. Biliyorduk çünkü, oto
büsün içinden n e çıkacağını, ilk kez sürücü Mesu t
Ağa atıardı aşağıya her yanı toz içinde, sonra yar
dımcısı Reco, o da toza toprağa bulanmış, sonra
yolcular, kül banyosundan çıkmış, yorgun argın . . .
O gün de aynı öteki günler gibi oldu, ilkin sürücü
Mesut Ağa atladı aşağıya, ardından yardımcısı Re
co. . . Amma bugün bir değişiklik vardı, yardımcı
Reco elinde kıpkırrnızı bir çanta tutuyordu, üstelik
saatlerdir orada beklemekte olan mal müdürüne gü
lüyordu. Mal müdürü hızla otobüsün kapısına yak
l aşarak,
«Şencaaan! » diye bağırdı.
Aman Allah, öyle bir şen, öyle bir can indi ki
otobüsten, bir anda kahvedeki tavla takırtısı, do
mino şıkırtısı, kahve gürültüsü kesiliverdi. . . Kıpkır
mızı bir yırtmaçlı etek, tozla daha aklaşmış yırt
maçtan görünen apak bacak, arnanın kemerin sık
tığı incecik bel, belin üzerinde san bir buluz, bu
luzun altında eh eh, mavi mavi gözler, kalın kalın
dudaklar ve adı gibi şen bir kah kaha. . .
«Enişteee! .. >>
Yok efendi yok, o boğazdan insan sesi çıkma
dı, keman sesi çıktı, bir yay ki gıyt gıyt etti, bi
zim yürekleri titretti, ne mutlu sana enişte olana,
uh! . .
Değil tavlalar, değil dominolar, değil darnalar,
kahvenin yüreği durdu bir anda, küt! . .
Biz kasaba gençleri yırtmaçlı eteği ancak ga
zetelerde görrnüşüz ki, aha bu canlısı, Allah pis ne
feslerden esirgesin , bıngıl bıngıl. . . Hepimizin ağzt
bir karış açık, baktık kaldık Şencan'a. A h kasaba
kasaba değil ki, ah bizim dedelerimiz ah ah, bu ço
cuklar ilerde televizyon falan izlemesinler diye öy
lıe bir çukurun içine gelip kondurmuşlar ki kasaba
yı, ne yüks elticiler, ne radyo onancısı Şahap, kim
se gösteremedi televizyonu bize kasabada, dağlara
çıktık, dağlardan indik, direkler, aynalar, teller,
aküler, daha neler neler, televizyonun ekranında,
83
kınnaplar sicimler, bir de inierne ki, yürekler da
yanmaz, ı ılı vazgeçtik olmaz olsun, gözlerimiz her
yanı ip ip görmeye başladı, artık açmaz olduk üç
beş televizyonun düğmesini... Ama ya Şencan, aha
işte geldi canlı televizyon ki, al ıeteği, san buluzu,
ya o gözler, ya o dudaklar, aman aman o ses ...
«Lan yazık eteği yırtılmış, kim bilir otoposun
neresine takıldı?»
«Cüş ayı, ona yırtmaç derler, eteğe d e yırtmaç-
lı etek derler, görmediysen gör.>>
«Uf anam, demek mahsus yırtıyorlar ha?»
«Heye, böyle cart diye! »
«Biz görelim diye?»
Yok canım Şencan konuşmuyor, kahvenin
önünde keman çalınıyor, gıygıy da gıygıy, gıyg ıy da
gıygıy. . .
«Ay aman enişte yol ne berbatmış, il e gelin
ceye dek rahattı, ama ilden buraya uh aman
aman . . . »
Bir, «Aman aman» deyişi var, türkü gibi,
((Aman amam> derken, şöyle bir yakasına dokunu
şu var, ah o parmaklar, kar beyazı dan . . .
Çıt çıkmıyor kahveden, tüm gözler bir göz ol
muş, Şencan'ın dudaklarına bakıyoruz, o rludaklar
dan 11ıe çıkıyorsa müzik, dinleyici istekleri, hani
Şencan bize bakıp d a, «Ay ne o öyle ayı gibi bakı
yorsunuz?>> dese, o ayı sözcüğü bile bizim için mü
zik . . .
«Ablam nasıl enişte ablam?»
A sı da güzel bu kızın, be si de, ne si de . . .
«İyi çok iyi . »
Yardımcı Reco yaklaştı yanlarına, çantayı gös
terdi. Çantayı mal müdürü aldı, yürüyüp gittiler,
çıt film koptu, yo yo bitti.
Herkes masasına oturdu, ama zarı kim kaç
kaç atmış, pulu kim nereye sürmüş, kimin elindey
di dominonun şeşbeşi, bir bilen varsa söylesi n . Kü
pe tası batırıp içen içene, of yandı ki yüreğimiz, ke
bap oldu kebap, ne su söndürür şu ateşi, n e de ga
zoz. . . Ulan yetiş gel hele Reco, anlat şu Şencan'ı
84
bize, anlat canlar canını ki, film koptuğu yerden
başlasın. . . Ulan yere giresice, elbette ayranlar çay
lar bizden, sen yeter ki anlat hele şu Şencan'ı bize. . .
<<Yaa, valiaha ben d e şaştım, lan dedim kendi
kendime, yoksa otoposun içine gökten bir yıldız mı
düştü, dedim. .. Dinime Allah'ıma kaç yıldır şu oto
posta çalışırım, böyle bir kız binmemiştir benim oto
posa, efendi siz onu Beşoluk'ta molada görecekti
niz, o ete�inin yırtığı! . . >>
«Ha ayı, ona yırtmaç derler, yııırtmaç... >>
«Neyse işte efendi, orda öyle bir açıldı ki! . . »
«Eee lan Reco?»
«Öyle bir açıldı ki efendi. >>
..
85
yıkıyor . . . Yok yok, bu sahne bizim bu gece düşle
rimize girer, hem de renkli olaraktan.
Velet Reco bir de demesin mi bize,
«Şimdi bu gece va r ya, ben, Şencan'ın oturdu
ğu koltuğun üzerinde uyuyacağını diye?»
Fırladık çıktık kahveden gecenin karanlığın-
da, girdik otobüsün içine,
«Lan hangi koltuktu Şencan'ınki?»
«Aha şu! . . »
Obooov, oturan oturana, kalkan kalkana, san
ki Reco'nun namusuna dokunmuşuz gibi,
«Kalkın lan kalkın, orası benim kalkın,» di
yordu.
Gerçekten yardımcı Reco, o gece, o koltuğun
üzerinde yattı, tosbağa gibi kıvrılıp.
işte o günden sonra kasahada tavla zarları
Şencan'ın şansına atılmaya, domino taşları Şencan'
ın şansına konmaya, dama taşlan Şencan'ın şansı
na sürülmeye başlandı. öyleki, biz gençlerin iki sö
zünden biri mutlaka Şencan.
«Lan haberiniz var mı, Şencan bugün kabak
yiyor. »
«Atma atma, n erden biliyorsun?»
«Biliyorum, çünkü mal müdürünü kabak alır
ken gördüm. ))
O günden s onra hangimiz yolda mal müdürü
nü görsek, ühüü, kaymakam n eymiş ki, jandarma
çavuşu neymiş ki, mal müdürü be, boru mu, he
men önümüzü ilikliyor, bir adım yana çekiliyor,
belimizi kıraraktan selam veriyorduk.
Eb, inandık mı, inanalım mı, güya Sarı Fe
ti, pazarda bir kapmış mal müdürünün sepetini,
hop eve dek taşımış, mal müdürüne olan büyük
saygısındanmış, adam devletin parasının pulunun
sahibiymiş kasaba yerinde ha ya, ne sandın. . . Ama
sepeti elinden evde kim almış biliyor musunuz?
Şencan . . .
Şencan'ın üzerinde n e varmış?
içini gösteren gecelikler v armış ya, ondan var
mış . .
.
86
«Atma lan atma! »
«Babam ölsün, anarn ölsün, san inek ölsün ya
lansam . . . Eli de bi sıcaktı ki, aha alaf gibi, işte bu
elirne deydi eli . . . »
«Öp lan o eli, alaf boşa gitmesin. Hadi lan ge
risini anlatsana. . . Lan kahveci getir bir ayran Sa
rı Feti'ye. »
«Sonra efendi, dur gitme, dedi. »
«Abooov! . . »
«Çıktı merdivenleri, abov ki abov, elinde bir
şekerlik indi, zahmet oldu size, dedi, şim d i böyle
bana şekerliği uzatırken eğilince böyle bağrı. . . ))
«Lan anlat gerisini de hele. )>
«Yo orta kahvern gelsin hele.»
((Lan Veysel, yap hele şu hayvana bir orta kah
veı.»
Evet ıevet, ilk anlatılanlar gerçekti, ama sonra
yavaş yavaş hepsi düş ürünü olmaya başladı Şen
can öykülerinin. Anlat da, anlattığının içinde Şen
can olsun da; dinleniliyordu, hem de ağzı açık ay
ran delisi gibi, aaa! . . .
Bilmeyiz öykü, bilmeyiz doğru, ş u Sarı Feti,
saf rnaf amma, işte o pazar günü kafası çalışıver
miş birden, bir bakrnış ki mal müdürünün bir elin
de bir sıepet, bir elinde çul, ossat kafası şak etmiş
beş yüz rnumluk ampul gibi, ((Ulan vallaha bunlar
Yankkaya'ya pikniğe gidiyorlar, şimdi tutup ona
buna haber versern orası panayır yerin e döner, en
iyisi sen geriden geriden izle, bir başına oğlum
Feti, sonra döner arkadaşianna anlatırsın, onlar da
ne yenilmiş, ne içilrniş, Şencan ne yanına dönmüş,
hangi fistanını giymiş bir bir öğrenirler, sen de bu
arada ayranını gazozunu, ortanı şekeriini içersin»
demiş. Sarı Feti için yollar ne ki önünde Şencan ol
duktan sonra, Şencan yürüsün gitsin, Sarı Feti kul
köle, dünyayı dolanır on kez, yüz kez. . . Amma
akıllılık etmiş, daha onlar Yankkaya'ya varmaz
dan arkadan dolanmış Feti, çıkmış ağacın birinin
tepesine, sinmiş daUann yaprakların arasına, bir
dua edermiş ki, «Allah'ırn ahacık bu ağacın altına
87
otursun Şencan, bu olmazsa öteki ağacın, daha uzak
olmasın, sonra ben burada böyle kanadı kırık ley
lek gibi . . . » Şans, gelmişler, bakınmışlar, Sarı Feti'
nin yüreği tıp tıp, Şencan çulu serivermiş tam ağa
cın altına, Fıeti öyl e bir oh çekmiş ki , mal müdürü
havaya bakmış, bereket puhu kuşu sanmış . . .
Sarı Feti rapor tutmuş sanki . . .
ilkin başlanmış yumurta yenmiş, Şencan bir
buçuk tane yemiş.
Ardından köfte yenmiş, Şencan dokuz tane
yemiş, bir de taze soğan .
Onun ardından çay pişirmişler, işte Şencan
ikinci çayını içerken,
«Enişte ben suya gireceğim, kimsecikler yok
burada,>> demiş.
Eniştesi sağa bakmış, sola bakrnış, sonra ka
fasını sallamış, «Olur.» işte o anda Sarı Feti sıkı
sıkı tutmuş dalı düşmernek için. Şencan çayını içip
bitirmiş, sonra elinde küçük bir n aylon torbayla
yandaki çalının ardına geçmiş. Feti tibili kuşu san
ki, hırt, dönüvermiş o yana. .. Amanın . . . Soyunuyor
muş Şencan. Yüreğine kavi ol Feti, yüreğine kavi
ol Feti! . . Sarı Feti hep böyle diyormuş, bir titri
yormuş ki, sanki ağaç kocakarı fırtınasına tutul
muş. Şencan soyunmuş, o elindeki torbadan mavi
bir mayo çıkarmış, onu giymiş, koşmuş suya, cup at
Jamış, işte Allah'tan Feti o sırada cup diye düşme
miş mal müdürünün kabak kafasının üzerine.
«Uuu enişte su çok soğuk,» demiş Şencan.
Dıdılaması Feti'ye düşmüş, mayo bikiniymiş,
sıkıymış, Şencan maşallah genişmiş . Bir batmış, bir
daha batrnış, bir daha çıkmış, ablası,
«Hemen çık Şencan, bu su deniz suyuna ben
zemez, sonra bir gelen gider olur,» demiş.
Şencan bir iki kez daha batıp çıkmış, sonra
'Buuu' diyerek çalının ardına koşmuş. . . Mayosunu
çıkarmış, giysisini giymiş, Sarı Feti siz sağ olun o
günden sonra yatağa düşmüş, Şencan'ın yerine o
üşütmüş, sağlıkçının dediğine göre Sarı Feti ciğe
rinden değil, kafasından üşütmüş.
88
İşte kasabanın ilk kurbanı, Şencan kurbanı,
ama kurbanla birlikte birkaç kişi biliyoruz Sarı Fe
ti'nin öyle bir noktaya bakıp derin derin düşünüşü
nün nedenini arada bir «Off anam of» diyerek, «0
ağacın altını şimdi anıyor musun» diye yanık ya
nık bağırdığını.
tkinci kurban mutlaka şu Fadıl olacak, evet
evet o olacak, oğlan çünkü öyle olmayacak şeyler
anlatıyordu ki. . . Ulan yakışıklısın makışıklısın an
ladık da, amma sen kim, Şencan kim? Sen bir ga
rip serçe, o ise muhabbet kuşu oğlum, serçe bile
değilsin, hani sazlık kuşlan olur ya, kara sarı, sen
o'sun işte. . .
Fadıl'ın anlattıkları m ı ? t t kılı post al bağı. . .
Ama olsun, dinliyoruz, yakışıklı ya it, posta posta
anlatıyor, i çiyor çayı, gazozu, ayranı, anlatıyor.
«Üç gün üstüste mal müdürünün evinin önün
tien geçtim. üçüncü günü tam evin önünde n geçi
yordum ki, hop önüme bir taş düşüverdi, taşa sarılı
bir kağıt, anladım bu kağıt değil, bana Şencan ta
rafından gönderilmiş bir mektup. . . »
Eh yenilir yutulur gibi palavra değil, ş'aap ş'aap
i pe diz, ama ne yapalım dinliyoruz. . .
Mektubun içinde aynısı şöyle yazılıymış :
«Ben yaşamımda senin gibi yakışıklısını gör
medim, gece on ikiden sonra arka bahçeye gel, ora
da armut ağacının altında konuşalım. »
İyi mi, böyle d e kuru sıkı dinleni r mi? Dinli
yoruz.
Fadıl, kağıdı sokmuş cebine, amma düşünme
ye başlamış, öyle ya kasaba yerinde bu oğlan niye
zırt vırt geçer evimizin önünden, «Yaz kız Şencan şu
oğlana bir mektup, çağır arka bahçeye, ona orada
şöyle eşek sudan gelinceye dek bir dayak. . . » Ve
yine düşünmüş bizim yakışıklı Fadıl, koskoca mal
müdürü niçin böyle bir şey yapsınmış, söylermiş
ka-rakol çavuşuna, ondan sonra, «Gel bakalım ya
kışıklı Fadıl karakola, seni biraz daha yakışıklı ya
palım>> ; tamam, oldu bitti.
89
Ne olursa olsun Fadıl kararını vermiş, kız ça·
ğırıyor, hayır kız değil düşlerin meleği Şencan, o
çağıracak da gitmeyecek ha, inekler güler adamın
durumuna, eşekler ağlar aiü aiü diyerekten. . .
Gece o n ikide arka çiti aşmış, girmiş bahçeye,
bulmuş armut ağacını, çökmüş altına, beklerneye
baş-lamış . Az sonra mal müdürünün arka kapısı
açılmış, evet o geliyor, Şencan geliyor, düş değil,
gerçek, ay bir doğmuş ki o gece, salt Şencan için ,
Şencan'ın ay yüzünü aydınlatmak i çin . . .
Bir öpüşmüşler kiii. . .
Bir öpüşmüşler kii i. . .
Bir değil, iki değil, Fadıl tam bir hafta gitmiş
o armut ağacının altına, armutlann dili olsa da an
latsalarmış, ancak armut armutluğunu bilir, onlar
öpüşürlerken olgunlan kafalarına şapır şapır düşer
miş, Şencan bir gülermiş, bir gülermiş kii. . .
iyi d e şimdi niye gitmiyormuş bizim yakışıklı
Fadıl? Fadıl'da palavra çok, dedik ya ş'aap ş'aap
diz ipe, efendim mal müdürlerinin tabancaları olur
muş, bunu mal müdürünün odacısından öğrenmiş.
hem mal müdürünün izinli tabaneası öyLe bir ta
bancaymış ki, sineği gözünden vururmuş . . . Ya gö
rürseymiş, ya bahçemde bu yabancı da kim, desey
miş, ondan sonra dan dan dan, yoo üç dandana da
gerek yokmuş, bir dan yetermiş yakışıklı Fadıl'a.
Şencan uğruna öteki dünyayı boylarmış, gerçi Şen
can için değermiş ama, ah işte can daha tatlıymış,
oysaki kız ölüyormuş, mal müdürünün odacısının
kızıyla da haber göndermiş, <<Gelsin>> demiş, ekle
miş, «Fena olur sonra» demiş.
inandık mı, yok canım, amma dinlemesi çok
heyecanlı olduğu için tüm gençler bir daha, bir da
ha dinliyorduk Fadıl'ı .
«Hele anlat Fadıl ilk �eceyi???»
«Hele anlat Fadıl son geceyi???»
Kaç gün geçti aradan, üç mü, dört mü, bir gün
bir baktık mal müdürü kahvenin önünde, böyle
işaretparmağını kaldırmış, gel gel yapıyordu Fa
dıl'a . . . Fadıl, salhaneye giden danalar gibi, başını
önüne eğdi ve gitti. Dedik ki,
90
«Ulan bu oğlan kurduğu düşleri ona buna an
latırken gitti işte mal müdürünün kulağına, şimdi
bizim yakışıklı ayıklasın bakalım pir:incin taşını! »
Bir gün sonra kasahada yer yerinden oynadı.
«Şencan Fadıl'la evleniyor. »
Ve bilmeyiz doğru, bilmeyiz yalan, mal müdü
rü de, karısı da diyesilermiş ki,
«Şencan bir hatadır ıetmiş, Fadıl'la evlenmek
zorunda, evlensin, üzerinden nikah geçsin, biz son
ra kızımızı beylerle paşalada evlendiririz. »
91
BENiM SEVGiLi ööRETMENiM
92
«Birkaç veli milli eğitim müdürüne gitmişler,
sizi şikayet etmişler. Az önce müdür bey telefon
etti . . . Şimdi siz dersinizi anlatırken . . . »
Yok canım, aslında okul müdürü çok iyi bir
insandı. O da öğretmendi, ilkokul müdürü olmak
için ayrı bir okul bitirmeye, kurs görmeye, eğitim
görmeye gerek yoktu ki, ilkokul öğretmenlerinin
içinden, i steklilerinden, müdürlüğe uygun birisi yö
netimce onaylanarak müdür yapılıveri r bir gün için
de. Şimdi üst de öğretmen, ast da öğretmen, hem
Veli Öğretmenin suçu da o denli büyük değil ki. . .
Yok büyük değil ama, veliler korkuyorlarmış.
Hele bir Vasfiye Hanım varmış ki, şikayet eden ve
iilerin içinde, Veli Öğretmeni korkunç biri gibi an
latıyormuş, korkunç da değil, sapıtmış veya saptt
mak üzere. Kendi gibi şişman kızı Yasemin okul
dan dönünceye dek gözü hep yolda, kulağı dindon
zilinde kalıyormuş . Zil dindon diye öttüğünde dün
yalar onun oluyormuş, «Oh» diyormuş. «Anlat ba ·
93
pıklığını görmemiş, beş yıl okumuş, şimdi bile üç
çocuklu kadın olmuş, gider emekli öğretmeninin
hiç olmazsa yılda bir kez elini öpermiş. Öğretmene
saygı en başta getirmiş. . .
«Atatürk bile n e demiş müdür bey, öğretmen
ler, yeni nesil sizin eseriniz olacak demiş. Bu Veli
Beyin yetiştireceği nesil mi, yani soy mu, biz öğ
retmene saygı gösteririz, ama Veli Öğretmene na
sıl saygı gösterilir müdür beyciğim rica ederim so
rarım sizıe, girin bir tarih dersini, bilmem coğrafya
dersini, n e bileyim Türkçe dersini nasıl anlattığını
görün. . . Beden eğitimi dersinde bile, şimdi yani
çocuklar kendilerini zor tutuyorlarmış, ben yani
kendim şikayetçiyim, bu gidişle çok kötü şeyLer ola
cak, bana kalsa kızımı şimdi hemen bu okuldan al
mak isterim ama, kızım öğretmenini ve arkadaşla
rını bırakmak istemiyor. Evet, resmen şikayetçiyim
müdür bey, gerekirs.e milli eğitim müdürüne gide
ceğim, valiye çıkacağını, Ankara'ya yazacağım . . . »
Birçok veli, bazen bir günde birkaç veli birden
gelmişler, bazı günler bir iki veli gelmiş şikayete,
ama gerçekten yukarıya şikayet eden mutlaka bu
dudakları titreye titreye konuşan, daha şimdiden
kızını yarın ilerde karşısında ak gömlekli bir dok
tor olarak görmek isteyen Selma Hanım olsa ge
rek. Çünkü kadın durup durup, «Temel» diyor
Til l15, sanki kızı İpek, on iki katlı Kaya Apartma
n ı yınış gibi, <<Tıemel olmazsa ilerde kızım nasıl
tıhbı kazanır müdür bey, bakın benim ternelim çok
iyiydi, doktor da olabilirdim, niçin olabilirdim,
çünkü temel sağlam, ama ev kadını oldum, önem
li değil, ipek doktor olacak. Doktor olacağı için
şimdi burada söylemeye utanıyorum, şey yani sa
pıtan Veli Öğretmenin öğrettikLeriyle mi olacak?>>
Veliler coşmuşlar, birkaç kişiynıişler o gün,
bell i ki aynı apartmandan, veya bitişik apartman
dan . . .
«Sapık, sapkın, sapıtmış, fıttınk» diyenler ol
muş.
En son İbrahim Bey konuşmuş, kesin,
94
«Bu öğretmen buradan gidecek müdür bey! »
işte bu İbrahi m Bey de yukarıya şikayet et
miş olabilir.
Çok kolay, bir dilekçe, pulu yok, bir şeyi yok,
elinle yaz, altını imzala, adresini ekle, ister dinle
götür ver, ister postala. . . Böyle bir kağıt hemen iş
lemeye başlamış. . . Dilekçe işlemeye başlamış ha,
hangi yerlere verilen hangi dilekçeler uyur da uyur,
yıllar y1lı çoluğa çocuğa toruna kanşır sumen al
tında unutulur, hiç verilen dilekçe hemen işleme
ye başlar mı? Yo başlar. . . Konu öğretmen olunca
Veli öğretmen de öğretmen olduğuna göre, hemen
işlemiş kağıt.
Hukuk işleri müdürü mü, yoksa başka biri mi,
valinin yerine dilekçelere imza atan biri, kendini
hep vali sanarak, kaşlarını çata çata, kaLemin ucu
nu kıvıra kıvıra, bir yandan tıslaya tıslaya, dilekçe
yi getirenin hiç yüzüne bakmaksızın yazıvermiş al�
tına, «Miil i Eğitim Müdürlüğüne. >> Bir de tarih at
mış, cazcız imzalamış. . . Kağıt gelmiş milli ·eğitimin
kalemine. . . Altı yere taksit borcu olan Yazman
Suat almış kağıdı, kaydını yapmış, başını ya salla
mış, ya sallamamış. . . Kağıt iki gün bile durmamış
Suat'ın masasında, hop gitmiş milli eğitim müdü�
rünün masasına «Ki müdür öyle (hassas)mış ki,
öğretmenler hakkında yapılan şikayetler konusun
da, mutlaka kendisi ilgilenirmiş.
ilgilenmiş. . . Okumuş dilekçeyi . . .
«Vaaay, yaaaa, haaa, şuna bak sen, haaaaa! »
Zile basmış, zııır. .. Girmiş odacı i çeriye. Oda-
cı beklerken müdür yazmış koyu koyu, «Denetleme
Kurulu Ba�kanına» . . . Uzatrnış odacıya, «Götür bu
nu denetmenler odasına.>>
Başdenetmen yazıyı okumuş, telefonu çalmış
o anda, karşısında müdürü,
«Hemen bugün bir arkadaşı gönderiven> de-
miş.
Başden etmen,
«Baş üstüne»yi çekmiş.
Hemen telefon edilmiş ilkokul müdürüne. Bu-
95
gün öğleden sonra Veli Bey okulda mı? Evet okul
da. Çünkü Veli öğretmen öğleci. . .
<<Kendisine haber vermeyin, öğleden sonra bir
denetmen arkadaş gelecek ve dersine girecek. >>
«Baş üstüne efendim! »
«Ah,» diyordu okul müdürü, «bana haber ver
me dediler ama, haber vereyim Veli Bey kardeşim,
planın falan tamam olsun, bir denetmen geliyor.
dersine girecek. »
Denetmen geldi, şöyle başı biraz yukarıda,
omuzları da yukarıda, elinde de kara çanta. tilcin
m üdür beyin odası, bir sıcak çay veya bir kalıve,
ama hayır, Veli Bey çok daha önemli bugün . . .
«Haydi müdür bey birlikte dersine girelim. »
G ürp sınıf ayakta. . . 5-A sınıfına hem mü ·
dür giriyor, hem de denetmen, sınıf nasıl gür p
lemesin? Pekiyi ders ne, hangi dersi işliyor 1/eli
Öğretmen?
«Dersiniz Veli Bey?»
«Efendim Sosyal Bilgiler, konumuz da Fa
tih'in İstanbul'u alışı. »
«Buyrun işleyin . . . »
Tahtada harita hazır, Veli Öğretmen tahtamn
boş kalan yanına aynca Haliç'i, Anadolu Hisarı'nı
gösteren krokilıer çizmiş. Krokide bir yanda da Ru
meli Hisarı var. Edirn e tarafında da top resimleri
var. Böyle karadan Haliç'e indirilen gemi resimleri
de yapılmış. Çocukların önlerinde de tarih atlas
lan açılmış, defterlerine tahtadaki kroki kopye edil
miş.
Çok iyi, tam bir denetmenin istediği şeyler.
Hele Veli Öğretmenin planı öyle ince ayrıntıianna
dek yazılmış ki, öyle olur. Plan da uygun işleniyor.
O denli güzel hazırlanmış ki, çocuklar birbirlerine
sorular soruyorlar, yanıtlarını alıyorlar, krokiye
işaretler yapıyorlar, haritada olayın yerini göste
riyorlar.
Denetmen mutlu okul müdürünün gözlerine
bakıyor, yani diyor ki, «Niçin şikayet etmişler Veli
Öğretmeni, işte ne güzel dersini işliyor.»
96
Veli Öğretmen ilk on beş dakika salt yönetti,
tam bizim gemiler Haliç'teki zincirleri kırıyordu ki,
bunu o şişman veli Vasfiye'nin tombul kızı Yase
min anlatıyordu, Veli Öğretmen, birkaç kez «Haliç
Haliç Haliç» dedi, sonra <<Hayde balık, derya ku
zusu bunlar, hayde balık, derya kuzusu bunlar» di
ye bağırmaya başladı. Şişko Yasemin'in önüne di
kilmiş, sanki elinde beş kiloluk bir balık varmış gi
bi, «Şuna bak şuna, derya kuzusu mübarek derya
kuzusu» diye ününün yettiğince bağırıyordu.
Denetmen şaşkın şaşkın, okul müdürünün yü
züne baktı, müdür «Ne yapayım>> der gibi yere bak
tı. Çocuklar hiçbir şey yapmadılar, öğretmenlerinin
bağırmasının bitmesini beklediler. Yasemin yerine
oturdu. Suna kalktı, Suna gemileri Galata yanla
rından böyle kalasların üzerine zeytinyağlar döke
rek denize indiriyorrlu ki, Veli Öğretmen yine ba
ğırmaya başladı,
«Zeytinyağının halisi burada, zeytinyağının ba
Hsi burada. . . Koş vatandaş koş, çöpe atacağın te
nekenin parasın ı yağ olarak verme, gel yağı bizden
al, hayd e zeytinyağına gıel, şişen yoksa merak et
me, şişesi bizden, haydee altın gibi zeytinyağı . . . >>
Çocuklar yine sustular. Denetmen pancar gibi
oldu. Okul müdürü yine yere baktı. 4 1 3 Hakan bu
kez tahta başında topların olduğu yeri göstererek
topları patiattı ki, Vel i Öğretmen yine kendini yi
tirdi bağırmaya başladı:
«Balonlar, hanımlar balonlar, patlamaz balon
lar, çocuğunu sevindir bayan, kedili balonlar, ho
rozlu balonlar, hayde balonlar, sıkıp sıkıp patıa
tana bir balon da benden . . . Balona gel balonaa . . . >>
Veli Öğretmen susar susmaz, Hakan kaldığı
yerden sürdürdü anlatmasını. Sonra Fatih'in askeri
İstanbul'a girdi. Itır, o anda İstanbul'un karışıklı
ğını anlatmaya başladı . «Rumlar Ayasofya Kilise
sinin içine yığınla dolmuşlar», bu tümceyi söyler
söylemez Veli Öğretmen hemen oradan çocuklar
dan birkaçının defterini üstüste koyup eline aldık
tan sonra hızla, «Buy a guide - book. Ladres, centle-
97
men onlya dollar» (*) diyerek sıra aralarında dolaş
maya başladı.
Ders bitti. Müdür odasına gittiler, çaylar geldi.
Ne denetmen bir şey söyledi, ne müdür, zaten mü
dür biliyordu. Ya Veli öğretmen, hiç, tatlı tatlı ça
yını içiyor, arada bir denetmene, müdüre gülüm-
süyordu sevecen sevecen. .
«Şimdiki dersiniz ne?» diye denetmen Veli öğ-
retmene sordu.
«Matematik. . . »
«Eh, siz derse başlaym, ben geliyorum.»
«Hayhay denetmen bey ... »
Denetmen, Veli Öğretmenin henüz sınıfının ka
pısına varmıştı ki, şöyle bir yanına yöresine b�kın
dı, Acaba yanlışlıkla manav dükkiinına mı dalmış
tı, yoksa pazar yerinin ortasına mı? Veli Öğretmen
sağ elini terazi tutar gibi havaya kaldırmış, bangır
bangır bağırıyordu:
«Hayde domatese gel, kaya gibi domat, tıen
cereyi boyayan don.at! » diye bağınyordu.
Tahtada bir manav hesabı yapılıyordu. Veli Öğ
retmenio olanı uygun, dersin akışı uygundu .
O dersin sonuna dek Veli Öğretmen başka hiç
bir şey satmadı, ama tam dersin sonunda 564 Can,
karenin alanını anlatırken, Veli öğretmen birden
bire Can'ın karşısına dikilerek, «Olmaz valiaha
abi, ben bu karonun metre karesini iki bine döşe
yemem, yooo haklıs.ın belki döşeyen olur, ama be
nim döşeyeceğim karo. . . Bak son olarak iki bin iki
yüze olur, bu da senin gül hatırın için. Geceleri ge
lir döşerim» dedi ve Can'ın ıelini sıktı, «Anlaştık ı ı ı ı ,
anlaştık mı?» diye bağırdı. Can, sevecen gözıerle
baktı öğretmenin·e. basını salladı, sesi fısıltı gibi
çıktı, «Anlaştık . . »
.
98
Son ders beden eğitimi dersiydi. Denetmen
şöyLe bir dersin başında bulunup gerisini izlemeye
cekti. Bahçeye indi, öğrenciler eşofmanlarıyla ip gi
bi dizilmişlerdi. Veli Öğretmen ortada yoktu.
Denetmen,
«Öğretmeniniz nerede çocuklar?» diye sordu.
Tüm çocuklar, suskun, başlarını okul yapısının
köşesine çevirdiLer. Az sonra Veli Öğretmen eski
miş eşofmanı üzerinde yıldırım hızıyla yapının köşe
sinden çıktı . . . Sağ kolunu yukarıya kaldırmıştı, aynı
hızla çocukların yanına dek geldi. Denetmeni gör
ınemiştİ bile. .. Hızlı hızlı,
«Belediye çavuşu gitti mi, gitti mi?» diye sor-
du .
Sorusuna kendisi yanıt verdi,
dşte geliyor,» dedi...
Yapının köşesinden koşa koşa yiterken, «Ta
ze simiiit» diye bağırıyordu Veli öğretmen.
Denetmen, çocuklar, dondurulmuş bir filmin
sahnesi gibi hiç kıpırdamaksızın Veli Öğretmenin
gittiği kö�eye bakıyorlardı.
99
ÖGRETMENLER GüNü
Yılın Öğretmeni . ..
Yılın Öğrencisi. . .
Bunlar seçilir, her yıl duyurulur, işte efendim
üniversiteye giriş sınavlarında en yüksek dereceyi
tutturan falanca filanca... Falanca filancayla bir
söyleşi gazetelerde, «Efendim hep ders çalışırım,
efendim kurstan kursa koşarım, gece kalkar prob
lem çözerim, sabaha karşı test uygulanm. >> (Oğlum
Ahmet, sen bu yolda devam ·et) Neyse bu bizim ko
numuz değil.
ilin öğretmeni seçilir, kırk beş yıllık mı, yok
sa elli yıllık m ı öğretmendir, çoğu zaman da ilk
okul müdürüdür bu yılın öğretmeni, çalıştığı okul
eskimiştir, kendisi eskimemiştir, eski okulun ye
rine yeni okul yapılmıştır, ama ilin (çok deneyli)
eski başöğretmen i koltuğundan kıpırdamaz, «Haydi
şuna bir ilin öğretmeni unvanını verelim, bakalım
koltuğunu bırakır mı?» diye düşünürler, nerde tam
tersi olur, «Demek bende daha iş varmış ki, ilin
öğretmeni seçtilen> der, kırık çatlak sesiyle göre
ve devam, bilhassa bayan öğretmeniere nazik ve
kibar olaraktan dört koliunun ilkokul kapısından
girmesini bekler.
Neyse, bizim konumuz bu da değil .
Tüm illerin öğretmenlerinin arasından seçilen
yılın öğretmeni mi, o da bizi ilgilendirmez, ne su
ya dokunmuştur adam ne sabuna, öğretmen olmuş,
o okula atanmıştır, başını sallamış sınıfına dalmış
tır, o gün bugün· aynı okuldadır, okula gidip �lir
ken her günkü yolunu bile değiştirmemiştir. Ken
disi de hiç değişmemiştir, Allah nazardan saklasın
yılın öğretmeni olmuştur.
100
Yooo, tümü de böyle değil elbette. Canım za
ten biz başka bir şeyi anlatacaktık, başka «Yılın»
bir şeyini, «Yılın Sınıfı». . . Evet evet, Yılın Sınıfı . . .
Şimdi diyeceksiniz; hiç «Yılın Sınıfm olur mu?
Bu da nerden çıktı? Yoo, o kıentteki o ilkokulun
4-A sınıfı da yaptıkları şeyle «Yılın Sınıfm se
çileceklerini uslarının kıyıcığından bil e gıeçirme
mişlerdi. Nasıl geçirsinler ki!
Şimdi bu çocuklann tümü o yıl, karnelerinde,
ama iki karnelerinde de her derslerinden en yük
sek notu alarak mı «Yılın Sınıfı» seçilmişlerdir?
Yok efendim yok. . .
Pekiyi, bu sınıf uluslararası yarışılan bir halk
oyununda ülkemizi mi temsil ederek en iyi dere
ceyi almışlardır?
Hayır efendim, o da değil.
Pekiyi bu çocuklar açılan herhangi bir dev
let sınavında en büyük başanyı göstererek, hepsi
d e sınav mı kazanmışlardır?
Yo, o da değil ...
öyleyse koskoca b i r sınıf, hem de hiçbir bireyi
eksiksiz ol araktan nasıl «Yılın Sınıfı» seçilmişler
dir.
«4�A Sınıfı, Yılı n Sınıfı seçilmiştir. Ku tlarız»
tmza mı?
İmza da var elbette, hem de ne okkalı imza.
O kentin, o semtindıeki, o ilkokulun 4-A sını
fı, n asıl «Yılın Sınıfm oldu? ŞöyLe oldu.
Her şey 24 Kasım tarihinden bir hafta önce
gelişti, 4-A sınıfının başkanı İnci'nin başının al
tından çıktı. Salt İnci'nin başının altından çıktığı
cia söylenemez, çünkü İnci'nin en yakın arkadaş
l arı Ceylan var, Şule var, Nuray var. Mutlaka bu
nun dördü bir yerdeyken içlerinden biri atmıştır
konuyu ortaya, ondan sonra da konuyu İnci alıp
getirmiştir sınıfa, arkadaşlarına. Ama kırk dört ki
şilik sınıfta bu konu, öğretmenlerinin yanında ko
nuşulmaz ki. Soluklanmalar derseniz, tam soluk
l anma, çift öğretim olduğu için, dışanya çıkan
öğrenci ancak bir bobmis diye soluk alıyor, daha
101
soluğunu pohlamadan zil çalıyor, haydi içeri. in
ci'si, Ceylan'ı, Şule'si, Nuray'ı buncacık zamanda
öteki arkadaşlarıyla neyi nasıl konuşsunlar ki? üs
telik koca sirniti yalayıp yutmak saniyelerle sınırlı,
hel e bir de çiş varsa, çişe mi boş ver, simite mi
boş ver, yo ikisi bir arada olacaksa, o zaman uya
rılar öğütler bir yana, bir elde sirnit bir yanda
çiş . . . Evdeki büyükanne «Elinde yiyecekle tuva
Iete gidersen çarpılırsım> demiş. Eb, cinler acıyor
çocuklara, çarpmıyorlar.
inci, Ceylan, Şule, Nuray kıvranıyorlar. Oğ
lanlardan Erol, Tan da konuyu biliyorlar, onlar da
kıvranıyorlar, ama nasıl iletecekler tüm sınıfa, tasta
mam kendileri çıktıktan sonra otuz sekiz kişiyle,
birer birer, tartışarak, konuşarak . . .
Oh, öyle bir olanak doğdu.
Hüsam öğretmen, dokuz yıllık deve tüyü renk
li zamanın modası .kalın yakalı paltosuyla sınıfa gi
rip de, bir yandan çenesini tutarak, bir yandan da,
«Çocuklar dişim çok fena, şimdi ben hastane-
ye . . . »
Hem diş, hem de hastane, hem de Hüsam Öğ
retmenin elinde (Meşhuuur) sevk kağıdı . . . Oh bel
li ki artık Hüsam Öğretmen bugün hiçbir derse
koşsa da uçsa da yetişemez, belki yarın da gele
mez, çünkü diş bu, hastane bu, Hüsam Öğretmen
gitti gider.
«Arkadaşlar,>> diye söze başladı inci, «bu olana
ğı bulmak için kaç gündür çırpınıyoruz. öğretme
nimize geçmiş olsun. Şayet dişinden rahatsız olup
da hastaneye gitmeseydi, arkadaşlarla son kararı
mız, dersten sonra grup grup birimizin evinde top
lanarak konuyu konuşacak ve bir karara bağla
yacaktık.
Arkadaşlar, biliyorsunuz, 24 Kasım Öğretmen-
ler Günü . . . Her yıl olduğu gibi.. . . . . . . . >>
Sınıf hep bir ağızdan bağınverdi
«Öğretmenimize hediye alacağız. .. »
«Evet,» dedi İnci, «Öğretmenimize hediye ala
cağız . . . »
102
Arka sıradan Ekrem,
«Hemen bir arkadaş liste yapsın, herkes ne
denli para verecekse ... >>
« Yoo, dedi Selim, önce öğretmenimize hangi
hediyıeyi alacağımıza karar verelim, ona göre para
sını toplayalım.»
Başkan inci'den önce, Tan bağırdı
«Yo arkadaşlar, bu yıl böyle olmayacak» de-
di.
Dündar sordu :
«Ya nasıl olacak?»
İnci yanıtladı :
«Arkadaşlar, geçen yıl öğretmenimize ne al-
mıştık?»
Suzan bağırdı :
«En iyisinden dolmakalem.»
«Önceki yıl ne almıştık arkadaşlar?>>
Yunus kekeledi :
«Kol saati.»
«Pekiyi arkadaşlar, kol saatini, dolmakalemi
öğretmenimiz kullanırken hiç gördük mü?»
«Yooo» dedi çocukların tümü. Yalnız Ayşe
«Belki çocuğuna vermiştir, hanımına vermiş
tir. . . » dedi.
İnci, sıraların yanına iyice yaklaşarak konuştu :
«Arkadaşlar, bu yıl değişik bir şey olacak, 24
Kasım Öğretmenler Gününde öğretmenirniZie ba5-
ka şey vereceğiz, yani daha başka hediyeler alaca
ğız. >>
İnci, Ceylan'a baktı. Ceylan elinde bir listeyle
ortaya çıktı.
«Arkadaşlar,» dedi, «şimdi listedekileri okuya
cağım, okunan şeyin karşısına isteyen arkadaş adı
nı yazdırabilir. Aynı şeyi iki veya üç arkadaş bölü
şebilirler. . . Okuyorum, on kilo pirinç. . . »
Sınıf uğuldadı, «Anlamadık» diyenler oldu. İn
ci açıkladı :
«Pirinç arkadaşlar pirinç, hani annemiz pilav
yapar, dolmaya koyar ya, işte o pirinçten.»
103
«Aaa,» dedi Mine, «öğretmenimixe pınnç mi
alacağız, yani on kilo pirinci torbaya doldurup ge
tireceğiz, tıslaya tıslaya sınıfa sokup öğretmen ma
�asının dibine koyacağız, buyur öğretmenim afi
yetle pilav yap ye mi diyeceğiz?»
«Hayır,» dedi Ceylan, «tüm alınanlar okula
en yakın ev olan bizim evde toplanacak. Herkes ge
tirdiğini oraya bırakacak, yani bizim ev depo ola
cak . Tüm toplananlar 24 Kasım günü bir arabaya
daldurularak öğretmenimizin evine götürülecek.
Evet şimdi anlaşıldı sanırım, tekrar okuyorum, on
kilo pirinç . . . »
tki el birden kalktı, Hakan, ünal, «Ben ben,
beşer kilo. »
«Tamam,» dedi Ceylan, «karşısına yazıyorum.
Otuz kilo bulgur.»
«Ben,» dedi Naci, alkışlanılı.
«Dört kişi aralannda bölüşmek üzere yüz yu-
murta. . . »
«Ben, ben, ben, ben . . . »
«Kuru fasulye, on kilo . . . >>
«Ben, ben, ben ! »
«Çorba, on beş pak·et, iki arkadaş adı istiyo
rum.>>
«Ben, ben . . . >>
«Arkadaşlar bu çok gerekli , margarin, on kilo,
dört arkadaş aralarında anlaşabilirler, isterseniz beş
kişi olsun. >>
«Ben,» dedi İlhan, «bir başıma, on kilo aldır
tırım.>>
Sınıf alkışladı. İnci sus işareti yaptı,
«Şimdi müdür gelir, gürültü oluyor diye, onun
için lütfen arkadaşlar gürültü yapmadan i şimizi bi
tirelim. >>
Ceylan okudu :
«On kilo toz şeker, iki arkadaş adı?»
«Ben, ben. »
«Dört paket kesme şeker, iki arkadaş adı?»
«Ben, ben.>>
«Arkadaşlar, un, on beş kilo, üç arkadaş adı
lütfen.»
104
«Ben, ben, ben.»
Yazıldı, yazıldı ... Et işi konuşuldu, dört ki�İ
üzerine aldı bu işi. İçlerinden biri kuzu pirzolası
yaptıracak bir buçuk kilo, birisi iki kilo dana kıy
ınası çektirecek kuyruk yağlı mis gibi dolmahk,
köftelik, birisi iki kilo kuşbaşı dana doğratacak yah
nilik, bol soğanlı nohutlu, birisi bir kuzu budu ala
cak, artık Hüsam Öğretmen şiş mi yapar, yoksa
kapama mı yapar, yoksa olduğu gibi haşlar da ço
çocuklannın önüne sürer, «Yiyin ulan bumunuz
hata hata» der? Yalnız etler 23 Kasım günü alına
cak, Ceylanların buzdolabına konacak, bir gün bek
letilecek .
Patates işini altı kişi yüklendiler, şöyle yarım
çuval, soğanı da Hasan aldı, evlerinde çok varmış�
istiyorlarsa on beş kilo bile getirebilirmiş.
Bünyamin,
«Ah ah, öğretmenimizin canı nasıl ciğer iste
mez, nasıl unutursunuz arkadaşlar ciğeri?•) dedi ve
tam takım bir ciğer alma görevini üstleniverdi.
Ferit,
«Yani öğretmenimizin canı tavuk istemez rni?)>
dedi, listeyi eksik yapanları ayıpladı, hemen tavuk
işini üzerine aldı, hem de tavuk köy tavuğu ola
caktı, nah böyle tuz çuvalı gibi.
Beş kiloluk salça mı olsun, yoksa ayn ayrı iki
kiloluk salça mı olsun, çok fazla tartışılmadı, Se
her üç kutu salça alacağını söyledi, kiloluk . . .
Bekir geriden, «Çerez,» diye bağırdı, «yani öğ
retmenimizin canı hiç fındık fıstık istemez mi, onun
ki de can değil mi, ben kanşık çerez yaptıracağırn.
bir buçuk kilo . . . »
Serkan, öğretmenlerinin ağzını tattandırmak
tan söz etti, bakiava veya kadayıf, bunlardan han
gisi? üzerinde duruldu ve karara bağlandı, «Kim
bilir öğretmenimiz ne zamandır bakiava yememiş
tir, onun için öğretmenimiz bakiava yesin, iki ki
lo olsun, kabul mü arkadaşlar?»
«Kabul. . . »
«Pekiyi iki kilo bak:lavayı kim alacak, ama hin
distancevizli olacak.))
105
«Ben . . . Ayrıca öğretmenime vergi iadesi için
fiş getireceğim. »
«Ben de. . . Ben de. . . Ben de . »
..
106
rak çok teşekkü r eder, kampanyaya katkıları olan
öğrencilerin tümünü candan kutlar, diğer okullara
ve sınıfiara örnek olması bakımından okulunuz
4-A sınıfını (Yılın Sınıfı) seçtiğimizi duyurur, 4-A
sınıfının başarılarının devarnını dileriz . » İmza? . .
. .
107
HAtNLERE öLüM
108
tane Odacı Esat amca var, her gün biri beklerler
devleti, biri kazma kürekle yanaştı mıydı, bir ıslık
karakola, hop polisler yakalarlar. . . Ya işte, nasıl
biliyorum...
I ıh, bilmiyor muşum, öğretmenim anlattı, dev
let demek o her gün benim önünden gelip geçtiğim
Ulus Parkının önündeki yapı değilmiş, orası hükü
met konağıymış, asıl devlet, kocamanmış, böyle çok
kocaman, işte kocaman yurt, hani biz üzerinde otu
ruyoruz ya, canım işte öğretmen gösterdi ya, tahta
daki harita, kocaman dağları var, denizleri var,
ovaları var, yollan var, sonra komşuları var... işte
bunu yıkmak istiyormuşlar.. . Kimler? Onlar. . .
Yaaa. . . cık. . .
«Öğretmenim, böyle koskocaman, işte bizim
ilimiz, evet değil mi öğretmenim?»
«Evet çocuğum. »
«Şimdi bizim ilimiz gıbi altmış yedi tane, dağ
lar göller ovalar, şimdi bunu nasıl yıkacaklar, Ege
Denizinden kaldınp, bu yana doğru mu devirecek
ler, yoksa, Karadeniz tarafından kaldınp, bu yana
doğru mu yıkacaklar?»
Öğretmenim güldü, geldi saçımı okşad1:
«Ufaksın sen daha bilmezsin,» dedi. «Şunu ka
fana sok çocuğum, olanak bulduklan an devleti
yıkmaya çalışır bu hainler ... »
«Kim bu hainler öğretmenim?»
«Hainler işte çocuğum. »
«Şimdi bu hainler hiç görünmezler mi öğret
menim?»
«Yeraltındadırlar çocuğum, böyle köstebek gi-
bi hep yeraltında çalışırlar.»
«Böyle böcek midirler öğretmenim?»
«İlerde öğrenirsin ... »
Uf, demek böyle yeraltında kurtçuklar dolu,
hain kurtçuklar, böyle eşeleyip duruyorlar altımı
zı... Ah anacığım ah, eşeleye eşeleye bir gün nola
cak, altımız boşalacak, altımız boşalınca, koskoca
devletimiz ne olacak, gümbür gümbür yıkılacak.
O günden sonra hain aramaya başladım, ay
nldım arkadaşlanmdan, oyundan alandan, topra-
/09
ğı kazınaya başladım. Hiç keser çapa elimden düş
müyordu, yeri kazıyor, kazıyor, yakaladığım haini
keserle, çapayla parça parça ediyordum. Ama ah,
yalnızca benim çabam yeterli olmuyordu ki, bir
tek arkadaşım yeraltındaki hainlere inanıyor, on
lan benim gibi yok etmeye çalışıyordu, ama hiç
bir zaman yeterli değildi. O arkadaşlarım orada,
koskoca devletin bir gün bu hainler yüzünden güm
bür gümbür yıkılacağını bilmiyorlarmış gibi top
tan uçurtmaya, uçurtmadan topaca koşuyorlar
dı.
Ortaokulda tarih öğretmenimiz anlattı, en çok
o durdu üzerinde. . . Bir güldüm bir güldüm ki, öğ
retmenim beni bir güzel azarladı.
«Gül sen gül,» dedi, «devlet yıkıldıktan sonra
da böyle gülersin, bakalım hainler başardıkları za
man da böyle gülebilecek misin?>�
Ah, diyemedirn ki öğretmenime, «Öğretmenim
ben hainler diye yeraltındaki kurtçukları, solucanla
rı biliyordum. Meğer bu hainler de sizin benim gi
bi insanlarmış.))
Hem insan, hem de devletini yıkacak, devleti
yıkılınca nolacak, kendi de altında kalacak. Ders
ten çıkarken hemen öğretmenimin yanına koştum,
e\l.erine sarıldım, öptüm, alnıma koydum, öğretme
nim çok sevindi, affetti, ona sordum, söyledi. Bun
lar, üzülerek söylermiş ki öğretmenim, evet ger
çekten insanlarmış, ama kandırılmışnuş, beyinleri
yıkanmışmış. . .
Beyin nası l yıkanır? İnsan yapısını biliyorum,
baş, gövde ve hacakl ar. . . İşte beyin bu başın içinde
kıvrım kıvrım, böyle bıngıl bıngıl suyun içinde. De
mek onu oradan çıkartıp, böyle üzerine tarih öğ
retmenimizin söyl.ediği sudan dökerek, şıpır şıpır . . .
Yaa, demek insanları böyle hain yapıyorlar. insan
hainleşince de tutturuyor, «Ben bu devleti yıkaca
ğım» diye . . .
Bir gülücük d e lisede attım, lise birinci sınıf
ta, beden eğitimi dersi öğretmenimiz, anlattı da
anlattı; ama ne zaman anlattı, hava yağrnurluydu,
110
beden eğitimi dersi yaparnadığırnız için sınıfta otur
duk. öğretmenimiz bize devleti yıkmak isteyen ha
inleri anlattı, yağmu r hıziandıkça öğretmenimiz hız
landı, böyle arkadaş gibi yanaşırlarrnış, el uzatırlar
rnış, tatlı dil döker kandırmaya çalıŞJrlarrnış, «Sa
kın ha»yrnış, onlar gibi vatan hainlerine kanlT!arna
lıyrnışız, sonra güzel devletimiz böyle gürnbür gürn
bür . . . Hele, matematik öğretmenimiz varmış, aman
aman dikkat kesilelirnrniş, beynirnizi ytkarnayay
rnış. . .
İşte o günü, o derste beyin yıkarnanın n e ol
duğunu öğrendim. Matematik öğretmenini de o
günden sonra hain olarak görmeye başladım. Öğ
retmen bu, elbette derslerini dinliyor, verdiği ödev
leri yapıyor, dersinden de on . alıyordurn, amma o
bir haindi, olanağını bulduğu anda koskoca devleti
böyle gürnbür gürnbür yıkacaktı. Çünkü gözlerin
deki bakışlar haindi, böyle hain hain bakıyordu pen
cereden dışarıya . . . Yo derslerinde hiç konuşrnuyor
du, beden eğitimi dersi öğretmenimiz gibi ama, ba
kışları, deftere irnzayı atışı, böyle tahtada iksleri
yeleri çizişi hep haindi. En hain yanı kravatıydı,
sanki hiç başka renk yokmuş gibi hep kırmızı kra
vat takıyordu. Beden öğretmenimiz hainterin renk
lerini söylemişti bize . . .
B u rnat:ıernatik öğretmeninin e n yakın arkada
şı kirndi? Resim öğretmeni, dernek o da hain, evet
evet ufacık boyuyla hain, utanmıyor, sıkılrnıyor,
1arnba carnı boyuyla bu güzelim devleti yıkmaya
çalışıyordu. Kahrolsun hainler! .. Evlerine · dek iz
ledirn ikisini de, evleri de haindi. Ve, matematik
öğretmenimizin pencerelerinin perdesi de kravatı gi
bi kırrnızıydı. Resim öğretrneninki bordoydu, de-
rnek ki hainlik sırasında birinciliği matematik öğ
retmeni alıyordu. Okula yeni gelen yabancı dil öğ
retmeni de onlarla bazı bazı bir oluyordu, dernek
o da . . . Yoksa yabancı dil öğretmeninin beynini mi
yıkıyorrlu bizim matematik öğretmeni? Ah n asıl
yaklaşsarn yanına yabancı dil öğretrneninin, benim
yabancı dilim e gıelrniyor ki... Yazık, hain olacak.
lll
Ama, bir olanağını buldum, yaruna yaklaştım.
«Öğretmenim,>> dedim, «sakın hain olmayın,
beyninizi yıkatmaym.»
«Sen ne diyorsun?» dedi. Fısıltıyla,
«Bu devleti yıkınayın öğretmenim,» dedim.
ilk kez o mu söyledi, evet evet, ilk kez o öğ
retmenimin, yo yo benim öğretmenim değildi, o
söyledi, yüzüme şöyle baktı baktı masmavi göz
leriyle,
«Seni baban bir doktora götürsün oğlum,» de-
di.
Ben doktora, onlar devleti yıkmaya ha, yağ
ma yok. . . Ben adamı öyle bir izlerim ki, bir düşe
rim ki peşine? Yabancı dil öğretmeni okuldan çık
tı, bakkala uğradı, sigjlra aldı, bir dükkana girdi,
elinde bir paket, yoksa bu dükkan sahibi de mi ha
in? Ah evet, kapıdaki tabelasının zemin i kı rmızı ,
kıpkırınızı . . . Fişledim seni d.e tuhafiyeci, bundan
sonra elimden zor kurtulursun . . . Biliyorum yaban
cı dil öğretmenine verdiklerini . . . Hele bir şunu iz
leyeyiın . . . izleyeyim izleyeyim . . . Beden eğitimi öğret
menimden başka ne diyor okul müdürümüz, «Kan
ınayıri, aldanmayın çocuklar, hainler sizi kanduma
sınlar, onların amaçlan bu devleti yıkmaktır. » Ko
caman kafası var okul müdürümüzün, belli ki çok
akıllı...
izledim yabancı dil öğretmenini, bir naylon
kova aldı, al kırmızı . Babarn beni bir doktora, gö
türsün ha. . . Sen kova nı bile yeşil alma, mavi alma.
babarn beni bir doktora götürsün. .. İşte evi, zemin
katta oturuyor, gerideki ağaç ardından izliyorum,
kapıyı iki tıklattı, girdi içeriye. . . Yaklaştım, perde
ler kırmızı değil, ama üzerindeki şekiller, böyl e ya
nm yuvarlağımsı, değirmi değirmi şeyler, rengini
alarnamış hain, ama şeklini almış, belki bu perdeci
de, yooo perdeciler hain olamaz, belki bu perde
başka bir yerden gelmiştir. . . Hain yabancı dil öğ
retmeni, hainler kahrolsun! . . Sen de kahrol tuha
fiyecil . . Giriverdim dükkana. Şöyle bakındırn, ka
dın iç çamaşırlan koymuş, al.. . Çorap neyse, yün
112
neyse, toka neyse, pekiyi ya kadın iç çamaşırlan,
hiç kıpkırrnızı olur mu, kadının donu kıpkırrn ızı
olur mu, ben annemde görmedim ki, komşumda
görmedim ki, demek bu tuhafiyeci de düpedüz ha
in, belki de başkan, üst başkan değil, komite baş
kanı. . . Matematik öğretmenimiz, resim ci, yabancı
dil öğretmeni bu hücreye bağlılar demek ki. . . Kur
tulamazsın elimden tuhafiyeci, bu devleti sana
yıktırrnam . . . Girdim dükkana, çektim adamı bir
kenara, «Bana bak, izieniyorsun bunu bil, bu dev
leti sana yıktırrn am bunu da bil» dedim ve çıktım
dillekandan . . . Ardımdan dışarı çıkmış sesleniyor
du
((Hey baksana, hey baksana! >>
Allah'ım, bu hainterin sesleri de birbirlerine
benziyor, tıpkısı bizim matematik öğretmeninin se
si. . . Demek beyinleri yıkanırk en, bunlann ses telleri
de yıkanıyor. . .
Yıkacaklar devletirnizi.. . Hainler, namussuz
lar! . . Ben varken biraz zor . .
.
113
lum sen şöyle bir medik.ososyale git, orada psiko
log falanca var, benim arkadaşımdır, selamımı söy
le, hoca gönderdi de, şöyle seni biraz dinleyip. » . .
114
NE StH1RD1R NE KERAMET
115
öğretecektin. . . Razıydım... Hazırdım. . . Senden son
ra en ünlü ben olaydım, bildiklerin seninle gömüte
gitmemeliydi ustacığım . . .
Sağ ol, nur içinde yat, razı olmuştun. . .
Tastamam ü ç yıl ayak işlerinde koşmuştum,
kentten kente, üç yıl sonra asistanın olmuştum o
zayıf kızla birlikte ...
Artık yavaş yavaş hilesini öğreniyordum. Sen
ote1de yatarken, ben eşyalarımız çalınmasın, kurca
lanmasın diye soğuk sinema sahnelerinde yatıyor,
ama gece )'artları, murn ışığında senin yaptıkları
nı yinelemeye çalışıyordam ustacığım. . .
Başarıyordum. . .
Tastamam o n bir y.ıl sonra bana,
••Tamam artık oğul, ben iyice yaşlandım, al
sandıklarımı, aygıtlarımı, hepsi senin olsun, bun
dan sonra bu işi sen sürdür, elin çabuk, izleyicin
bol olsun,» dedin. Ah canım ustacığım...
Toprağın bol olsun, yalan söyleyemem, sayen
de çok paralar kazandım, o al mendiller, yeşil men
diller, sarı mendiller, güvercinler, ördekler bana
çok paralar kazandırdı. . . O ufak, kar yumağı tav
şanın bana kazandırdıklannı unutamam, en çok al
kışı, onu şapkamın içinden çıkardığımda alırdım...
Hele çocuklar elleri patlayıncaya dek alkışlarlar
dı. tki yanımda iki kız asistan, ben böyle ak giysi
ler içinde elirnde sihirbaz değneğirnle sahneye çık
tıktmda, salon alkıştan yıkılırdı. Çok basit numa
ralardan başlardım senin gibi, sopanun içinden men
diller çıkarmak, ağzımdan kurdeleler çıkarmak, son
ra bir sürahiden bardakiara sular boşaltarak onlara
türlü renkler vermek, ama bardakları geri sürahiye
boşalttığırnda yine su yapmak...
Sonra ağır nurnaralara geçerdim, örneğin asis
tanımın birini ortadan ikiye keserdim, kız kesilirken
bile kıkır kıkır gülerdi. öteki asistan kızı uyutur,
boşlukta tutardım . . . Aman bir alkış alırdım bir alkış
alırdım ki . . O zaman beni alkışiayan izleyiciye sus
.
116
ses k:ıesilirdi. . . Ama az sonra kızı boşluktan alıp ha
kalaçi makalaçi diyerek ayılttığımda, az önceki alkış
da eklenirdi bu alkışın üzerine, salon çınlardı.
Şimdi öldü bu meslek ...
Evet evet, öldü.
Ah nerden bilebilirdİm anacığım ülkenin böyle
olacağını. . .
Ah ustacığım, n ur içind e yat, iyi ki görmedi
gözlerin, iyi ki duymadı kulakların, sen ki mesle
ğine toz kondurmaz, «Bu iş eliçabuklann işidir, eli
ağır olanlar gitsinler harnal olsunlar» derdin
Ah ustacığım, "şimdiden sonra ben harnallık
yapamam ki. . . Yo yo , elim de ağırlaşmadı. Yıl
ların verdiği alışkanlıkla elim bir daha çabuk, bir
daha hızlı. . . Ama benden daha eli çabuklar türe
diği için !lkede artık benim mesleğime ne saygı kal
dı, ne de sevgi . . .
Evet ustam evet, resmen domates falan atıyor
artık izleyici.
Hani siz elinize sihi:rbaz değneğinj alır da, kar
şınıza aldığınız kişiye değDeği uzata uzata, bir şey
ler söyleye söyleye uyuturdunuz ya, tam uyurken
de hipnotize ettiğinizi yakalardıruz ya, şimdi ben
bu numarayı yapamıyonım, ah ustacığım ah, dün
yada yapamıyonım. Şimdi uyutulacak adamı alı
yorum karşıma ustacığım, başlıyorum elimdeki
değneği sallamaya, bir yandan da sizin yaptığın ız
gibi konuşmaya. . . Şimdi hem sıntacağmı, hem de
adamın gözlerinin içine baka baka konuşacalJm,
bir yandan da değneği sallayacağıın. İşte o zaman
şap suratıının şu yanında bir şey patlayıveriyor,
«Hey biz o numarayı her ay televizyondan izli
yoruz, yapacaksan başka şey yaP» diyor kalın bir
ses. . .
A h ustacığım, hemen siz geliyorsunuz o an
da usuma, siz ustam, sizıe böyle bir şey yapılsaydı, ah
ah! . O sizin sürahi, su numaranız, daha sürahiden
.
117
gazoz rnazoz, şekersu yaşarnsu hep aynı numara,
sen bize göstereceksen başka elçabukluğu göster! >>
Nur içinde yat ustacığırn, iyi ki görmedin bugün
leri, yoksa senin o çok duyarlı yüreğin nasıl daya
nırdı buna? Hani bir nurnaran vardı rahmetli us
tacığırn, bir külahın içine leepek koyardın da ho
kus pokus kepeği ketenhelvası yapıverirdin . . . inan
ınazsın ustacığırn, bu nurnarada bile, sonu tatlıyla
biten nurnarada bile yuhalıyorlar, suratıma paçal
kırmızı biber atıyorlar, böyle şap diye. . . Bir ses
bağırıyor, «V1an daha yeni okuduk gazetelerde,
falanca zenginin oğlunun yakalattığı esrar mahke
meye gelinceye dek kına olmadı nu, başka numara
ya geç başka nurnaraya. . . »
Hani ustam bir nurnaran vardı ya, sahneye
bir çocuk çağınr, göbeğinden işetirdin... Basit bir
numaraydı ama, izleyiciyi eğlendirdiği, güldürdü
ğü için numaradan hoşlanılırdı. Şimdi bu numarayı
bile yapmıyorum. içine ısiatılmış pamuk konan hu
niyi elime alıyorum, daha çocuğun göbeğine daya
madan, yuhlarla birlikte sahneye bir yığın koca
man kocaman adam. dolup, hemen pantolon fer
muarlarıru çözüp, «!şeyim mi lan göbeğimden ha,
işeyim mi? diye bağırıyorlar, bu hayat pahalılığın·
da herkes göbeğinden işiyor, seninki de numara mı
yani?» diyorlar.
Ya ustacığırn o senin para numaraları ...
Ah ah, en çok bu numaralan tutardı izleyici
biliyor musun ustacığım.
Ne oyunlardı onlar?
Bir kutunun içine para koyardın... Ah bili
yorsun değil mi ustacığım numarayı, numaranın adı
darphaneydi. . . Kutuya on parayı koyduktan sonra
kapağını kapatır, hakalaçi makalaçi yapar, kutuyu
bir açardın, on para, yüz para olmuş. Hakalaçi ma
kalaçi, yüz para, beş kuruş olurdu, beş kuru�
yirmi beş kuruş olurdu, yirmi beşlik lira
olurdu, lira beş lira olurdu, beşlik onluk olur
du, onluk ellilik. . . Elliliği kutuya koyardın ustacı
ğım, hakalaçi rnakalaçi yüzlük olurdu, yüzlükten
118
büyüğü yoktu elde avuçta çünkü. On paranın yüz
lira olduğunu gören izleyici isterik isterik alkışiar
dı seni. . . Ya şimdi ustacığım, ufak para yok, kağıt
yüzlükten başlıyorum. hop beş yüzlük, hop binlik,
hop beş binlik, hop on binlik ... Ondan sonra numa
rayı yutturabilirsen yuttur millete, ayağa k alkıp
bağırıyorlar, «Hani lan milyon, hani lan milyar, dı
şardaki gözbağcılar bu numarayı milyarlarla yapı
yorlar, beyim kalkmış burada bizi on binlikle uyut
maya çalışıyor, uyan lan sihirbaz bozuntusu uyan,
ülkede serbest ekonomi kurallan var. »
Numaranın bu kez tersini yapmaya çalışıyo
rum, çalışıyorum diyorum, hiç o bırgür arasında
bu numaralar yapılır mı, ah ne yaparsın ki ekmek
parası ustaciğım yapmaya çalışıyorum. On binliği
hakalaçi makalaçi beş bin yapıyorum, beş bini bin . . .
Bin lirayı beş yüz yapmadan başlıyorlar, ta karşı
dan anama avradıma sövmeye, «Lan bu numara
nın alası dışarda, senin 24 OCAK numarasından
haberin yok mu eşşoğl_u eşek» diyorlar. . .
Dayak da yiyorum ustacığım . . . Evet, bunu sa
na söylerken gözlerim doluyor, ama dayak yediğim
gerçek . . . Valiahi billahi gerçek ustacığım. Hiç usu
na gelir miydi, o çılgınca alkışların, o birbirine vu
ran elierin bir gün senin kafana vuracağım. . . Ah
ustacığım, o dayağı yerken hep senin ak saçiann
gözümün önüne geliyor, o ak saçların altında ma
vi gözlerini görüyorum, nemli, ağlayan. . . inanmı
yor gibisin ustacığım, ama inan . . . Hani bilirsin,
paranın birinin numarasını alırdın, hep de bu yüz
lük olurdu, cebinden çıkardığın yüzlüğün numara
sını, hemen sahne önünde oturan izleyicilere sap
tatırdın, onların eline bir kağıt kalem vererek yüz
lüğün numarasını aldırtırdın, sonra yüzlüğü bir ku
tunun içine koyar, hakaliçi makalaçi, yuk eder
din. . . Ondan sonra sahneden inip izleyicilerin ara
sına dalardın. Dolaşırdın, bakınırdın, bir ileri, bir
geri giderdin, sonunda bir adamın iç cebine elini
daldınp yüzlüğü çıkarır, numarasını okuturdun,
aynı para. .. Ah ustacığım, işte bu numarayı şim-
119
di yapabilirsen yap, izleyicinin arasında olduğun
için tekmelıerin arasından şu sözleri duyuyorsun . . .
Tekme inyor suratının ortasına, kalın bir ses:
«Ulan adi herif, bu numaranın en kıyağını ya-
pan var. »
Tekme iniyor belinin üzerine, küt, ince bir ses:
«Zamlardan haberi yok galiba bu hıyarın.>>
Tekme iniyar böğrüne, gıcırtılı bir ses, hornur
hornur :
«Bu serseri yöneticileri tanımıyor galiba?»
Tam göğsünün üzerine kocaman bir popo otur
muş loğtaşı gibi, eziyor eziyor, bir yandan kulaklan
nı tutmuş kafanı ha bire yere çalıyor, öfkeden gözü
dönmüş, çıngırak gibi bir ses :
«Düdük, ellerini hiç ceplerimizden çıkardıkları
yok ki, paranın numarasını almadan yapıyorlar o nu
marayı, sen de geçmiş burada bize numara diye yut
turmaya kalkıyorsun ... Ulan sen de sihirbaz mısın,
ulan sen de hakkabaz mısın, ulan biz senin gibi hok
kabazın . . . >>
İşte böyle ustacığım, bir kez yedim bu dayağı,
ikinci kez yedim, üçüncQ.sünü yemeden bıraktım
mesleği . . .
Süğüm süğüm gözyaşiarım gömütünü ısiatıyor
ustacığım, ah şuramda bir ateş, ben ağlamayayım da
kimler ağlasın ustacığım, piyasa hokkabazlarla, si
hirbazlarla, gözbağcılarla dolmuş da benim haberim
yok. Bizim yaptığımız her numarayı hiç de ellerini
çabuk tutmadan, kara kaplı kitaplara uydura uydura
yapıyorlar ustacığım. .. Ah ah, «Ne sihird:ir ne kera
met, elçabukluğu marifet»çiler yığınla ustam, yı
ğınla . . .
120
KAÇ DELi tSTERSiN
121
ne ya, baktın altında Deli Sadullah dikiliyor, çekil,
gir içeri, o gitsin, ondan sonra işini yürüt. . . Yo, bi
zim Deli Sadullah'ı kovmaya kalkmış. Yok canım
öyle bağırtılı azarlamalı kovmaklardan değil, gülü
yormuş Şadiyanım,
«Hadi Sadullah git, hadi canım çekil oradan,
bak ben bu camı silm·ek zorundaynn. Hem ayıp de
ğil mi öyle altuna geçmiş bakıyorsun, haydi Sa
dullahcığım, haydi canım» demiş.
Hiç Sadullah çekilip gider mi? Pencerenin al
tında dikili ağaç olmuş, gözlerini hiç ayırmamış Şa
diyanımın bacaklarından... Sonra Şadiyanımı bir
gülme krizi tutmuş, kriz Deli Sadullah'a geçmiş,
Şadiyanun yukandan kahkahalar atarken, Deli Sa
dullah altta kıkır kıkır kıkırdarken, iş bitmiş, cam
silinmiş. . . Şadiyanımın son sözü,
«Doydun mu baka baka» demek olmuş . . .
Deli Sadullah d a başını hı anlamında sallamış.
Sonra Sadullah kahveye varmış, başlamış Şadiyanı
mın çamaşırlarını anlatmaya, ki, ha ha ha ha, hi hi
hi hi. Kimse de kızmamış Deli Sadullah'a, «U1an
niye baktın kadının arasına burasına?» diye. Niye
kızmamışlar, çünkü Sadullah mahallenin gülü . . .
Onu n he r yaptığı hoş görülür. . . Hem de Allah ko
rusun, ya Deli Sadullah bir gün kızıp da mahalleden
çekip giderse, han i nerede deli, kolay mı bir dıeli
bulmak? . .
Yo yo, Deli Sadullah hi ç d e ırz düşmanı falan
değildir, o gün caru Şadiyanımı izlemek istemiştir,
hepsi bu, yoksa aradan bir gün geçse de Şadiyanım
soruverse yolda yakalayıp,
«Hiç utanmadın mı dün sen beni pencerenin
altından izlemeye?» dese, Sadullah şaşar da şaşar,
iki buçuk aklı bir buçuğa iner, « Yo, ben bakma
dım, ben yapmadım» der. Dedikten sonra da baş
lar ki bir oynamaya, aman ne oynama . . . Hani tür
külerde şarkılarda ondan ona geçiyorlar, birinden
birine, adı da bir şey, işte bizim Deli Sadullah da
onun gibi yapar, oyundan oyuna geçer, izle, ne der
din kalır, ne sıkıntın...
122
Bumunu kaval gibi kullanır, çalar Deli Sadul
lah . Göğsünü davul gibi kullanır, parmaklarını kol
tuğunun altına koyup, kolunu kaldınp indirerek öy
le sesler çıkarttırır ki Deli Sadullah, en deneyli
efektçiler bile o sesleri buJup çıkaramazlar en elek
tronik aygıtlarda. Maskeler takar Sadullah, uydur
ma sakallar bıyıklar takar, peruklar takar. . . Bir
bakmışsınız büyük bir kumandan gibi her yanını
konserve kapaklarından, gazoz kapaklanndan ma
dalyalarla doldurur .. Yılda bir mi, yoksa iki mi, si
n emaya gider Deli Sadullah, ondan sonra filmdeki
oğlan kesilir mahallenin başına. . . Bir de güzel sesi
vardır Del i Sadullah'ın, canı ister gece yansı bile
elini kulağına atar. . . Mahallenin bekçisinin bile
gülüdür bizim Sadullah . . .
Hele bir gün görünmesin Sadullah!
Hele bir gün sesi duyulmasın Sadullah'ın! . .
Bizim Sadullah'ımız çok şükür hiç hastalanmaz,
ama hastalansa bile, mahalledeki onca arabalar ne
güne duruyor, Eczacı Metin bile, «Yahu şu Sa
dullah'a bir ilacım nasip olmadı» diyor, yani ki
ilacı da bedava Sadullah'ın . . .
Ama Sadullah çaptan düştü.
ö yl e şap diye birdenbire düşmerli canım, şu
so n yıllarda oldu bu. . . Yo yo öyle kimsenin namu
suna ırzına hiçbir şıey yapmadı, yapmaz zaten . . .
Hırsızlık mı? Hiç hırsızlığı yoktur ki Sadullah'ın,
zaten yapmasına gerek yok; bakkala girer istediğini
aılp yer, manava girer, istediğini alır yer. Eh, belki
azınıştır Deli Sadullah, ona buna zarar vermeye
başlamıştır, taşlar atmış, camlar kırmış, yoldan ge
lip geçenin önüne çıkmıştır. . . Yo değil, yalvarsan
yakarsan yapmaz Deli Sadullah. . . Bir şeye kızar
o, o zaman bağırır, üzerine su dökerlerse, başka bi r
şeye kızmaz. . . Kimse de su dökmez Sadullah'ın üze
rine.
Pekiyi Sadullah'ın değeri niçin düşüverdi ma
hallede?
Çünkü yeni deliler çıktı ortaya.
Yeni deli ki, mahalleli alışmış artık Deli Sa-
123
duJiah'a, biliyorlar, Deli Sadullah iyi oynar, iyi
şarkı söyler, kılıktan kılığa girer, ama bakalım ye
ni delinin marifetleri neler?
Hayır, bu deli dışardan gelmedi mahallemi
ze, içimizden çıktı. Gerçi Deli Sadullah da içimiz
den çıkmaydı, amma bu deli çiçeği burnunda deli.
Kim mi Emekli Hulusi Bey, o çıldırdı. Hem val
lahi, hem billahi, mahallede herkes çıldırır deselıer,
herkes inanırdı da, emekli Hulusi Beyin çıldıraca
ğına kimse inanmazdL
Karısının dediğine göre bir gece yansı uyan
mış emekli Hulusi Bey, yani şimdiki mahallenin
Deli Hulusi'si, bir ezan okumuş ki, ne yats.ı, ne d e
sabah, inietmiş ortalığı, kansı «Aman Hulusİ, ya
man Hulusİ» demiş amm a, Deli Hulusi dellenmiş
bir kez, bitirmiş ezanı, sonra açmış pencerenin ca
mını, söylemesi ayıp çıkarmış şeyini, başlamış ora
dan aşağıya işemeye, hem de gecenin ayazında. . .
«Ben böyle dünyanın üzerine işerim lan, ben böy
le yaşamın üzerine işerim lan ! » diye bağırıyormuş . . .
Konu komşu, apar topar doktor moktor, hastane
mastane, hiçbir şey olumlu etki yapmadı Hulusi
Beyde, pardon Deli Hulusi'dıe, onca ilaçlar, sözler
mözler ve deliendi Hulusi Bey. . . üç çocuklu, sekiz
torunlu Hulus.i Bey dellendi.
«Evde kalmış kızından ötürü dellendi» dediler.
«Yaşam pahalıhğındam) dediler.
Karısı da yeminler üstüne yerninler etti,
«0 günü süpermarkette zaten ileri geri konuş
muş,>> dedi. «Sonra o gece de televizyondan zamla
rı duydu . . . ))
Eh sonu belli, deli birk:en iki oldu mahallede,
Deli Sadullah'ın pabucu dama yavaş yavaş atılma
ya başlandı, çünkü mahalleli Deli Hulusİ'ye ısındı,
Deli Hulusi de deliliğin içine yavaş yavaş daldı.
Ah, nerdeyrnişsin sen Hulusi Beyamca şimdiye
dek, nerde? Maşallah ı var Deli Hulusi'nin, ne rad
yo dinle, ne televizyon izle, lideriere bir öykünü
yar ki, tıpkısı onlar.. . Onlar gibi konuşuyor, onlar
gibi hareketler yapıyor, ama sözü bittiğinde, hadi
124
söylemeyeyim, o terbiyeli, o ağırbaşlı adam, bir sö
vüyor, bir sövüyor ki!
Kahvede Deli Hulusİ...
Yolda Deli Hulusi ...
Evlerde Deli Hulusİ. . .
Ah canım, Deli Sadullah'ın boynu nasıl da
bükük. Yo yo, yine şarkılar türküler söylüyor, kol
lar oynuyor, göbekler atıyor ama, o eski iştahı yok
Deli Sadullah'ın, sanki içinde çok gizl i bir yerinde
bir yara varmış gibi . . .
A m a Deli Hulusi'nin maşallahı var, n e enerji
varmış meğer Hulusi Beyamcada, bu kahvedeki se
ansını bitiriyor, haydi öbür kahveye gösteriye ye
tişiyor. Memurluktan emekli olduğu için öyle me
mur, öyle müdür, öyle şef oluyor ki, saniyenin
içinde, kahve gülrnekten kırılıyor.
Hepimiz, evet hepimiz, çok pek çok acıdık am
ma, ne yapalım, deliendi oğlan bir kez Nimet ab
lanın oğlu, üniversiteyi bitirmiş Okan da bir gece
nin içinde delleniverdi . Ne üzüldük, ne üzüldük,
babayiğit oğlan, akıllı oğlan, okkalı oğlan, sözü
dinlenir oğlan, amma bir gecenin içinde, yok canım
bir gıecenin içinde değil, bir öğleden sonra delleni
vermiş . . . Kimileri karasevda dedi. . . Dedi amma hiç
inanılır mı, bu çağda karasevda ha, olunmaz ki,
bilgisayarların bilgi saydığı bir zamanda karasev
da olacak adam mı kaldı? Doğrusu Nimet ab
l anın dediği . . . Okan, o sabah yin e her zaman ol
duğu gibi, anasının <<Rasgele»siyle, sanki balığa
çıkıyormuş gibi ayrıl nu ş evden, iş aramaya. . . Ta
ikindiüzeri eve gelmiş, ama Okan bir tuhafmış . . .
Nimet abianın dediğine göre Okan'ın yüzü sapsa
rıymış. Anasından makas i stemiş, vermiş Nimet
ablacık:. . . Okan tutmuş bir güzel diplomasını ince
ince doğramış anası aman zaman demeden... Bir
güzel rülo yapmış diplomayı, özenle, götürmüş tu
valıete asmış, «Ancak bu işe yararsın ulan» demiş.
Ondan sonra mutfaktakileri yere dökmüş, pence
re camlannı yerle bir etmiş, konu komşu apar to
par, yine doktor moktor, hastane mastane, ı ılı,
125
mahalle bir deliye daha kavuştu, yine içimizden,
yine bağrımızdan çıkma, Deli Okan. . .
A h , Deli Okan deliliğinin ayırdında değil, en
çok Nimet abla üzülüyor, kahroluyordu, «Bunca
akıllı, bunca çalışkan çocuk deli olsun ha, bir yıl
bile takrnadı üniversitede, bir bir geçti sınıflarını ...
Amma iş bularnadı kuzum, iş bulamadı. .. » diyordu.
Deli Okan da bir iki ay içinde mahallenin gülü
oluverdi. Gerç i Deli Hulusi şimdilik iki nurnaraya
düşmüştü &mma, baren Deli Okan'ı sollayıp geçi
yordu. Fakat birinci Deli Okan'dı. üniversitelerin
en üst kurulunu kuruyor, onun da başkanı kendisi
oluyor, ülkeye yeni yeni fakülteler kazandırıyordu.
«Simitçilik Fakültesi, Çelik Tabanlı Tencere
Fakültesi, Lirnonculuk Fakültesi, işportacılık Fa
kültesi, Lahmacunculuk Fakültesi>> hep onun bu
luşlarıydı. Diyelim yolda Şadan Beyin şişko kızını
gördü, hemen onu dakikasında «Çelik Tencere Fa
kültesi»ne yerleştiriyordu. Şermin Hanımın sıska
oğlu mu, onu «Simitçilik Fakültesi»nıe uygun görü
yordu. «Belediye çavuşu kovalarlığında iyi kaçarsın»
diyordu. Sevda Hanırnın kızı oynak Itır'ı, «Fahişeler
Fakülteshm e yolluyordu.
Günde en az üç kez evlerine doğru koşuyor,
«İş buldum anne, iş buldum anne» diye bağınyor
du. Tam kapıya vardığında da, «Ne işi sorsana, ne
işi sorsana, yaaa, deve kıçı yağlayacakmışırn» di
yordu.
Delilerin arasına bir deli daha karıştı, yine içi
mizden, yine bağrımızdan; hem bu kez kadın. Kır
kında, aklı başında, üç çocuk sahibi, ev kadını Gül
ten .. . Yok efendim kocası dayak atıyormuş da, yok
efendim kadın günlük eve bırakılan parayla üç ço
cuğa y.etişerniyorrnuş da, yok geçen yıl annesi öl
müş de. . . Değil değil, yan komşu tanık, ev sahip
leri gelmiş Gültenlerin, «Ya çıkın, ya da istediğim
parayı verin, bu son, kocana söyle kanşmarn» de
miş. İşte ondan sonra bu aklı başında kadın evin
crasına burasına şeyini yapıp, göğsünü yırtarak hal
kona çıkıp bağırmış. Kocasını çağırmışlar Gülten-
126
cegızın, ne yapsın ki Mıemur Hakkı Bey, _karısının
hasta sevk kağıdını hazırlatmış, doktor moktor, has
tane mastane, al mahalleye bir deli daha . Hem de
izleyicisi ne bol bir deli .. Sadullah bitti zaten, Deli
Hulusi yine geçerli ama, o denli değil, en yenisi
Deli Okan, e n son iş bulma ve üniversiteye yerleş
tirme numaralarıyla insanı kırıp geçiriyor, ama Gül
ten'in dansiarına diyecek yok . . . Gültenceğiz dansöz
müş de mahallenin haberi yokmuş-. . . Bir kadifeden
kesesi oynuyor ki, gören bayılır, bu ne kıvrak v ü
cut . . . «Bu şunun için, bu bunun i çin, bu onun için,
ılı . ılı ılı, lök lök lök» . . . Bunun için onun için dedik
l eri hep devlet büyükleri, göbekleri onlar için atı
yor Deli Gülten. Sonra «Şişgöbekler şişgöbeklen>
diye bağırıyordu.
Altı ay nu geçti, yoksa biraz fazla mı, Manav
Hilm i çıldırdı mahallede. O da içimizden, bağnınız
dan çıkma, mahallenin çocuğu . . . Vah vah, muzla
nn, elmalann, portakalların arasında bir akşam
namazı sırasında çıldırıvermiş. Elmayı, portakah
kasa kasa dökmüş yola, sonra bıçağı kapmış, asıl
mış boğazına, «Gırtlağıma dek borcun içindeyim,
bırakın ulan keseyim ben şu gırtlağı» diye feryat
etmiş . . . Haydi cankurtaran gelmiş, doktor mok
tor, hastane mastane, derken Hilmi terelelli. . .
Şu Hilmi'den güzel ağlayanını bir daha gör
memiştir mahalleli, belki de koca kent. . . Eh ağla
mak bu denli güzel olur. Bir oturuyor eski dükka
nının önüne, bir başlıyor ağlamaya, yürekler da
yanmaz. . .
Şimdi türlü çeşitli nedenlerle herkesin bir bir
sıkıntısı var ya, var elbette ... Ama herkes Deli Hil
mi mi, ağıtların en güzeliyl e ağlayabilsin, o ağıt De
l i Hilmi'ye vergi . . . Ağlayamayan millet gidiyo r De
li Hilmi'nin önüne, onun ağlayışını izLeyip, kendi
ağlamış gibi boşalıyor. Onun için son günlerin en
gözde delisi Hilmi oldu .
Hilmi'yi Şencan geçti. . . Şencan da kim? Me
lek abianın kızı . . . Daha dört ay olmuştu evleneli,
ona para, buna para, yetiştirememişler, yetiştire-
127
meyince kavga etmeye başlamışlar, sonra mahke
melik olmuşlar, boşanmışlar. Şencan boşandığınm
haftasında yine bağrınuzdan çıkarak mahallenin
delisi oldu . . . Evierden uzak zırdeli oldu. Deli Sa
dullah'ın koluna girerek, onunla eveilik oynamaya
kalkıştı.
Ama Allahı var, Deli Sadullah, Hilmi Beyam
ca denendikten bu yana gün geçtikçe akıllanmaya
başladı, doğru dürüst sözler etmeye başladı, inan
mazsınız korkmaya başladı, kahve yanında, onun
bunun kulağına fısıldıyormuş,
«Yahu yakında ben de dellenir miyim acaba?»
diyor, korkulu gözlerle yaruna yöresine bakmıyor
muş. . .
128
HOVARDA MEMUR
129
kir'in giysilerini kıskanırdık. Hatta babasının duru
mu, benim babanun durumundan i yi olduğu için ben
de kıskanırdım. Ama şimdi ben okumuş, koskoca
denetmen olmuştum. Bekir'se sıtma savaşın kim bi
lir hangi odacığırun kara kahverengi masasının ar
dında ufacık bir memurdu . . .
Sordu :
«Hayrola, bu kente niye geldin?»
«Bir bankayı denetlerneye geldi m. »
«Demek buradasın birkaç gün?»
«Buradayım. »
Sevindi, hemen koluma girerek,
«Haydi öyleyse, hemen bir lokantaya gidelim,»
dedi.
Kaçak Bekir eski alışkanlığından hiçbir şey yi
tirmemişti, yine ortaokulda olduğu zamanlar gibi
şık giyinmişti. üzerinde koyu mavi bir takım, boy
nunda da son zamanlarda moda olan dallı güllü kra
vatlardan vardı.
İçimden,
«Zavallı arkadaşım, kim bilir bu iyi giyinme
alışkanlığını sürdürebilmek için çoluğunun çocuğu
nun nafakasından nasıl kesiyordur?» diye düşün
düm .
Sordum
<<Çoluk çocuk Bekir?»
«Nişanlandım, yeni nişanlandım, biliyorum bi
raz geç kaldım ama, eb işte, yakında düğün olacak,
ha sana çağrı yollanm, adresini alınm,» dedi.
İçimden yine Kaçak Bekir'in evlendiğini dü
şünmeye başladım. Ben şurda bilmem ne denli ma
aş ·alıyordum, yolluğum var, primirn var, yine de
bazı aylar sıkışıyorum, borç takıyorum, ya bu ço
cuk, kim bilir memur aylığı olarak kaç lira alıyordu
ki, bunca yıl bekar kalmaya razı olmuş, bir kızca
ğızın başını yakmak istememişti, ama bıçak kemi
ğe, yalnızlık yüreğe dayanınca. . .
N e denli yürürlÜk bilmiyorum, bu koca kentin
yabancısıyım, Kaçak Bekir bir lokantayı göstere
rek,
130
«Tamam, işte şurada oturup, hem yiyebiliriz,
hem de içebiliriz,» dedi.
Beni kapısından içeri soktuğu lokanta, çok
lükstü. Ama aldırmadım, nasıl olsa parasını ben ve
reoektim, elbette ben koskoca denetmenim, ınaaşım
kaç, primim kaç, oysa Bekir, kim bilir hangi ka
demenin hangi derecesinde, zavallı.
Bekir, garsonu çağırdı ve bana dönerek,
«Yahu canım bir beyin salata istiyor ki,» dedi.
Vah çocukcağız vah, demek özlerniş beyin sa-
latayı.
«Elbette,» dedim, «yiyebiliriz.»
Garsona buyurdu, elindeki yemek listesini gös
terir kara kaplı defteri masanın üzerine bıraka
rak,
«Bize şöyle, bonfile, biftek, ciğer samıa, böb
rek, falan . . . »
İçim cız etti, kim bilir çocukcağız kaç yıldır
bunları ağzına koyrnuyordu ve bu özLem içinde bü
yüdükçe büyüyordu; y e Bekir, y e kardeşim, helal
olsun, ye!
«Rakı içeriz değil mi?» diye sordu.
«Elbette,>> diye okkalı okkalı bağırrnışım.
Garsona bunları ısmarladıktan sonra, biraz da
pancar salatası istedi.
«Çoktandır yemeelim de,>> dedi.
Ye kardeşim ye, bugün burada canın ne isti
yorsa yiyeceksin Bekir kardeşim, insanlık ölmedi
daha.
«Sen de sever misin pancar salatasını?» diye
bana sordu.
Yine dolu dolu,
<<Elbette elbette,» dedim.
Biraz sonra garson, kayık tabağın içerisinde
karışık ızgarayı aldı geldi ve biz başladık Kaçak
Bekir'le yemeye içmeye ...
«Yahu Bekir be,» dedim, <mkuyacaktın yahu,
insan bunun sıkıntısını sonra çekiyor, ne kafa var
dı sende, ne kafa ! »
131
«Boş ven> der gibi kafas!nı salladı. rakısından
uzun bir yudum aldı.
dçsene. >>
«Ya, ya, içelim içelim... >>
Geçmiş günlerden, okul yaşamından, san saç
lı Ayten'den, oğlanlarm ardından koşarak onları
dövmeye çalışan Nuran'dan konuştuk. Yandan,
ayağındaki çorabı gördüm, topuk tarafı delinmişti,
kocaman... Vııtı arkadaşım vah ... Vah ama, bu
topuğu delik çorabı saran ayakkabı o denli şıktı ki,
kim bilir kaç liraydı?
Ne denli çok oturduk o lokantada, tam kalka-
cağımiZ zaman, garsonu çağırdı.
«Hesap,)) dedi.
Hemen kendi cüzdanıma davrandım.
«Ne o?>> diye sordu.
«Ben ödeyecıeğim,)) dedim.
<<Asla olmaz,)) dedi.
Olurdu, olmazdı... Garsona seslendi m:
«Sakın alma ! »
Kaçak Bekir parayı tutuşturdu bile garsona.
Hemen kalktım oturdoğum yerden, garsonun eline
yapıştım; dünyada, kadernesi bilmem kaç, derecesi
bilmem kaç olan bu memurcuk arkadaşıma bunca
hesabı verdirtmezdim. Ama Kaçak Bekir de kalk
tı yerinden, o da yapıştı garsqnun eline, hatta bir
ara öyle oldu ki, ben garsonu iterkıen, Bekir garso
nu çekerken, l okantadaki öteki müşteriler bize bak
maya başladılar. Sonunda utkuyu Bekir kazandı,
çünkü az önce garsona uzatmış olduğum para av
cumun içinde duruyordu . Bekir kızgın,
«Sen ne yapıyorsun yahu,» dedi, «konuğum
sun sen benim, hem de çocukluk arkadaşım, okul
arkadaşımsın. »
Ah, işte o anda kızıverdim kendime, ne vardı
sanki son anda garsona koç yumurtası ısmarlaya
cak, bu kışın ortasında cacık, üstüne üstlük bir
porsiyon da kavurma isteyecek, kim bilir bunlar
Bekirceğizin h�abını nasıl şişirmişti, böyle bal on
gibi. Hay yemez olaydım da, boğazımda düğüm dü-
132
ğüm kalaydı. öyle oldu gerçekten, az önce yalamış
yutmuş olduğum yemek şimdi boğazımda kalıyor
du Bekir'e baktıkça, oysa o gillmeye çalışıyordu.
Zavallı çocuk, belki de aylığının yarısını buraya bı
rakmıştı. Ay başında boynunu kırıp varacaktı bak
kalın yanına,
«Kusura bakma bakkal bey,>> diyecekti, «bir
görgüsüz arkadaşımı yemeğe götürdüm, sanki her
öğün koç yumurtası yermiş gibi koç yumurtası ye
di, her öğün cacık zıkkımlanırmış gibi cacık zık
kımlandı, şişgöbek bir de kavurma istemesin mi
onca karışık ızgaranın üzerine, ocağıma ineiri dikti,
maruzalım bu kadar, affımza sığınının bakkal bey. . >>
.
133
Güldü, elimi tuttu :
«Hele bir akşam olsun,» dedi.
Caddede gezerken gözü bir vitrine ilişti, bir
kravat iğnıesi görmüştü, ah şık giyinınek, Bekir'de
tutku, basıverdi onca parayı, alıverdi kravat iğnesi
ni. . .
Acıkmamıştık, orada burada dolaştığımız hal
de, ama ben boyuna,
«Şu lokanta nasıl, bu lokanta nasıl, şuraya gi
relim mi, buraya girelim mi?» deyip duruyordum.
Sonunda dayanamadı,
«Acıktıysan hayhay, bu lokanta iyidir, girelim,»
dedi.
Girdik lokantaya, ama masaya oturmazdan ön
ce telefona gitti, bir yerlere telefon etti. Bir yerler
de neresi, mutlaka nişanhsıydı, beni aniatmıştı ona,
gözünde büyüte büyüte, «Koskoca denetmen, ya be
nim arkadaşım işte» diye övüne övüne. . .
Sofrayı donattık. . . Öğlenki lokanta ve pastane,
ondan aşağı kalmamalıydım, her şey istedim masa
mıza garsondan . . .
Ah, lokanta çıkışı yine b ir felaket oldu, tuvalete
gitme bahanesiyle hesabı ödemişti bizim Bekir. Kız
dım, dellendim, ama ne yaran var ki, Bekir bana
lokantanın kapısını gösteriyordu, «Haydi çıkalım»
diye.
«Pavyona gidiyoruz şimdi,» dedi.
«Aaaaa! . . »
Tarzan gibi bağırmışım, bu oğlan fazla oluyor,
ki ne fazla. Ama yoo dur hele, evet evet, dur hele...
Çocuk, «Öğle akşam şölen benden, ama pavyon sen
den . >> Evet evet benden, ye iç olmaz, katlanacaksın,
pavyon masrafını da sen yükleneceksin . . . İyi ama ce
bindeki para yeter mi pavyona, bilmezsin, gitmez
sin, kim bilir bir içki orada kaç liradır? Yandın mı
şimdi tlhami? Gör arkadaşının kurnazlığını, en bü
yük masrafı senin üzerine yıkacak, hem de hiç pav
yon bar sevmediğin halde. . . Ama yedin içti n, gide
ceksin şimdi, hem de tıpış tıpış...
Girdik bir pavyona, ışıklı mışıklı bir kapıdan.
134
Daha masaya oturur oturmaz iki kadın çağırdı ma
saya, bize arkadaş olacaklarmış. . . Ondan sonra gel
sin şampanya, gitsin viski . . .
Bekir eğlenirken, hoplaya zıplaya kadınlarla
dans ederken, ben soğuk terler döküyordum, c ü.i
danımı, cüzdanıının gözlerini gözümün önüne getir
meye çalışıyor, paraları topluyor, bölüyor, çıkarı
yordum, sonunda kendimi de Bekir'i de dünyanın
dayağını yemiş olarak pavyon kapısının önünde gö
rüyordum.
Keratanın, bir de omzuma vura vura,
«Eğlensene yahu, eğlensene yahu,» demesi yok
mu, gündüz acıdığım Bekir'e şimdi kızınaya başla
mıştım. Hiç insan Kaçak Bekir'in ipiyle kuyuya iner
mi? Bu oğlanın ne olduğu okul yJllanndan belli de
ğil miydi, hiç huylu huyundan vazgeçer miydi? İyi
de sen şimdi ne yapacaksın İlhami? Bir d e pavyon
fedaileri s-eni dövdükten sonra gazetecinin biri gö
rür, resmini çekerse, bir de gazetede, ondan sonra se
nin denetmenliğin . . . Ah kafa ah, o gidiyor işine, sen
gidiyorsun işine, sen seslenmesen, o seni gönneye
cekti bile, dilin mi şişti noldu, yoksa bankacılıktan
başka sözler mi duymak istedin? Eb duy şimdi fe
dailerden, adamlar böğrüne böğrüne yumruğu sal
layıp da, «Ulan madem paranız çıkışmayacaktı da,
niye içersiniz onca şampanyayı, viskiyi ha, al sana
al sana.>> Bu adamlar insanın ceketini de alırlar pan
tolonunu da alırlar, don gömlek kapının önünıe ko
yarlar. İster misin öyle don gömlek gazetede resmin,
sonra çocukların, karın??? Çıkabilirsen çık işin için
den ilhami. . .
«Of be rastlamışım ki bugün çocukluk arkada
şıma.»
Hay rastlamaz olaydım, hay gözlerim kör olay
dı da görmez olaydım . . .
Gecenin yarısının yarısı mı, garsonu çağırd ı Be
kir,
«Hesap,» dedi.
Hani bir şarkı vardır ya, <<Bittim, eridim, kül
135
oldum.» Tamam ben öyle oldum, yüreğim pilini bi
tirdi, yağiarım gığıl gığıl eridi, bet beniz, meşe külü. . .
Gözüm hep garsonda, işte hesap pusulasını bir
tabağa koyuyor, işte bize bakıyor, işte yürüyor, işte
son masayı da geçti, işte yaklaşıyor, işte masamızın
başında, işte hesap. .. M eşe külü ne ki, o rakamı
görünce, benim yüz oldu köy yumurtasının sarısı. . .
Bekir umursamaz, hesap pusulasını kapıverdi,
bir demet parayı uzatıverdi garsona, ben,
«Şimdi Bekir, yani çok ayıp Bekir, ben öde
yecektim Bekir,» diyorum, bir yandan da yüzüm,
sarılıktan yumurta akma dönüyor, sonra yüz ren
gini alıyordu . . . Ay yüreğim de varmış, çarpıyordu,
amanın oramda buramda yağ da varmış, elime geli
yordu.
«Yahu Bekir vallahi olmadu>
«Oldu oldu.>>
Olanlar oğlanın evlenme parasına oldu. İyi de
bu oğlan biriktirdiği parayı hep böyle yanında mı
gezdiriyordu? Ulan yoksa bu velet sıtma savaştan
bir şeyler mi çalıp satıyordu?
İyi de sıtma savaşın nesini satıyordu, sinekle
rini mi? Yo ben iyice sarhoş oldum galiba, hiç si
nek satılır mı ulan?
«Bekir!>>
«Buyur arkadaşım!..>>
Bir taksinin içindeydik, yanımızda iki kadın
vardı, o pavyondaki kadınlar, esrneri benim yanım
daydı.
«Yahu Bekir.>>
«Eğleniyoruz arkadaşım. »
«Şimdi sıtma savaş, sen sinekleri . . . >>
Esmer kadın sarılınıştı belime .
«Nereye gidiyoruz Bekir?»
«Benim eve.»
«Yahu sıtma savaş ...»
Araba yağ gibi kayıyordu, ışıklar dönüp du
ruyordu, kavşaklar yanıp sönüyordu. Lüks lüks
apartmanlar, yo Bekir bunların hiçbirinde otura
maz.
136
«Yahu Bekir sı tma savaş, böyle sivrisinekler
iyi para ediyor ga ga ga . >>
..
gindeymiş. . .
137
SlCAK AiLE YUVASI
138
mıştı, «Eldeki makinelerin onartılaraktam> diyerek.
Oysaki makineler o denli eskimiştİ ki, şaryolarının
çıkması, harflerinin uçması, şeritlerinin düğüm ol
ması günlük makine cilvelerindendi. Bazı günler Eş
ref Bey, sanki yazı makinesi onancısı gibi akşama
dek, lehimlerLe havyalarla makineleri onarırdı.
Müdür bey durup durup,
«Ah ah senin gibi makineli memuru nereden
bulmalı? Çok şanslıymışız,» diyordu.
Halim Bey çok alçakgönüllüydü. Müdürünün bu
sevgi ve övgülerinin karşısında bile ciddiliğini hiç
bozmaz, o yüz komik durumundan ötürü sırıtıyor
gibi görünse bile H8.lim Bey hiç sıntmazdı.
«Siz sağ olun müdür beyim, arkadaşlarım sağ
olsunlar, n e önemi var,» derdi.
Aradan birkaç gün geçti, bir baktık H8.lim Be
yin koltuğunun altında başka bir makine, aaa o da
nesi, hani şu kollu car car öten, tıkır tılar tuşlarına
basılan hesap makineleri vardır ya, işte onlardan bir
tane.. . Ama hemen görmedik makineyi, H8.lim Bey
çantasıyla getirdi hesap makinesini, aynı ilk günkü
gibi, çantayı masanın üzerine koydu, kılıfını çıkardı,
hesap makinesi ortaya çıktı, bizim de ağzımızdan,
«Aaaaa! . . >> çıktı.
Bayan memurlar bir anda Halim Beyin masa-
sının başına toplanıverdiler.
«Aaa, bu hesap makinesi de mi sizin?» dediler.
Halim Bey başını salladı :
«Kayınpederden kalma,» dıedi. «Bakkal dükkanı
varmış da.>>
«Kocaman bir bakkaliye mi?» diye sorduk.
<<Yo,)) dedi, «ufacık bakkaliye, ama kayınpeder
meraklıynuş, kafasında hep bu h esap makinesi var
mış, müşteri bir şey alınca bu makineyle hesaplıya
cakrruş, ondan almış koymuş dükkA.nına.)>-
Yazı makinesini de toptancılar için koymuş, top
tancılara mektup yazacakmış bu makineyle, bir de
kart tutacakmış müşterileri için, kara defter yerine
kart, diyelim Nuri Bey veresiye bir şey aldı, hop N
harfinden Nu'yu bulacak, oradan Nuri Beyin kartını
139
ç.ekecek, hemen yazı makinesine geçirecek, gunun
tarihini, alınan malın cinsini ve ederini yazacakmış.
«Yazabilmiş mi?» diye sorduk, çünkü yazı ma
kinesi de, hesap makinesi de çok az kullanılmıştı.
Öğrendik. Top atmış kayınbabası veresiyeter
yüzünden, ama evd e de boş durmamış, hıesap ma
kinesini işletmiş, alacaklarının hesabını çıkarmış
kuruşu kuruşuna; yazı makinesiyle de mektuplar
yazmış, zarflar yazmış Nuri Beylere, Nurten Hanım
lara, borçlarını ödesinler diye. Ha.Iim Beyin kayın
babasına hiç borç ödeyen olmamış ama, evde yazı
makinesi hesap makinesi var ya, durmamış kayın
baba, borçların faizlerini çıkarmış yıl yıl, yine yazı
makinesinde mektuplar döşenmiş alacaklı oldukla
rına. Sonra ölüvermiş kayınbaba, makineler Ha.Iim
Beye kalmış.
Hesap makinesi en çok Remziye Hanımın işine
yaradı. Durup durup Halim Beye teşekkür ediyor: .
«Ay beni rakamlarla boğuşmaktan kurtardınız,
kaç kez müdür beyden böyle bir makine istedim de,
'Yazı makinemiz yok Remziyanım, hiç bakanlık he
sap makinesi yollar mı?' dedi beni başından savdı,»
diyordu.
Necati Bey bağırdı :
«Öyleyse çaylar kahveler Remziye Hanım dan! . . »
«Yoo,» dedi Halim Bey, «benden olacak.»
«Aman Ha.Iim Bey hiç sizden olur mu?>>
<<Olur canım olur, bundan önceki çalıştığını yer
lerde de bu iki makine çalıştı durdu, ikisi de sağlam,
top gibi, ne aşınır ne bir şey olur, güle güle kuBa
nın.>>
Müdür, makineyi görünce yine başladı :
«Ah Halim Bey, sizi bize Allah gönderdi,» de
meye.
Ah şu müdürler yok mu, hemen her şeyden
kuşkulanıverirler, yok yine de günahını almayalım
müdürün, belki de kuşkulanmadan sordu, öyle işte,
hani «Laf olsun» diye derler ya. . .
«Kuzum Halim Bey, memur maaşıyla, böyle ma
kineleri nasıl alıyorsunuz?»
140
Yani ki müdür soruyor, «İşin içinde rüşvet var
mı, yoksa çalıştığın yerden mi yürüttün bunları, şa
yet öyle bir şey varsa, yann bir gün kokusu çıkar
bunun Ha.Iim Bey.»
Halim Bey, başını yere ıeğrniş, müdüre de kayın
babasını anlattı. Müdür güldükçe Ha.Iirn Bey ciddi
ciddi kayınbabasını anlatmaya devarn etti. Zamanına
göre en iyi terazinin kayınbabasında olduğunu söy
ledi. Teraziye dairede gereksinme olsa, hemen yük
lenip gelecekmiş Hftlirn Bey, çok hassasrnış, gramı
bile ölçerrniş.
Ha.Iirn Bey, hem yaşuun gereği, hem de daire
ye iki makine koyduğu için aramızda çok saygınlığı
olan bir kişiydi. Müdür bile ona ayn bir gözle bakı
yor, hiçbir zaman görevliyle çağırtrnıyor, ya sabah
odasın a girerken çağınyor, ya da bizim yanımıza uğ
ramış gibi yapıyor, tam giderken,
«Ha Ha.Iirn Bey, sizinle bir şey konuşacaktım da,
biraz gelir misiniz?» diyordu.
Sonra bir gün, bir baktık, koltuğunun altında
kocaman bir paketLe çıkageldi Ha! im Bey. . . Paketin
ipini bizim şaşkın bakışlarımız arasında çözdükten
sonra,
«Gerçi bazılarınızın hoşuna gidecek, bazılannı
Zin hoşuna gitmeyecek ama, elde olanı getirdim,
umarım bu rengi beğenirsiniz! » dedi.
Pemb e perdelikler getirmişti Halim Bey pence
relerimize.
Şaştık kaldık, donduk kaldık. Şunca yıldır şu
dairenin şu odasında otururduk, aramızda da onca
bayan, birimizin usuna gelmemişti şu kara san per
deleri değiştirmek. Yer yer solrnui, yer yer üzülrnüş,
rengi yitrniş perdeyi görmezdik bile . . .
O günü takınadı perdeleri Halim Bey. Aniaya
madık nedenini, sonnarlık da.
Hafta tatili geçti, pazartesi oldu, daireye gele
nin ağzı bir karış açık kaldı. Hftlirn Bey hafta tati
linde göreviiyi yanına almış mavinin en güzel tonuy
Ia oturduğumuz odayı bir güzel badana etmiş, pern
be perdeleri de asmıştı ki, sanki pencerelerden ya
141
güneş doğuyor, ne güzel, ya batıyor, yine ne gü
zel!
Hafta tatilini burada geçirmiş, perdeyi evinden
getirmiş, bir de titizce perdeyi ortalarından yanlara
tutturmuş, onca emeğine çabasına karşın, önümüz
de, o utangaç haliyle duruyor, sanki suç işlemiş gibi,
«Nasıl beğendiniz mi arkadaşlar, hoşunuza git
ti mi?>> diye soruyordu.
«Ah nasıl beğenmeyiz Halim Bey, elierinize
sağlık,» diyorduk.
O mınldanır gibi konuşuyor,
«insanın çalıştığı yer evine benzemeli, zaten
ben nereye gitmişsem, daire havasını kaldırnuş, ora
sını sıcak bir aile yuvası şekline sokmuşumdur,» di
yordu.
Yo, müdür de sevdi,
«Ooo bu ne güzellik?» dedi.
Hepimiz Halim Beye baktık. Müdür yavaş ya
vaş Halim Beyin yanına yaklaştı,
«Biliyorum biliyorum Halim Beyin işi,» dedi.
Müdür bey kendisinden genç olsa, belki de elini
Halim Beyin omzuna atacaktı. Yanında durdu,
«Çok iyi bir insansınız, daİrenizi eviniz denli
seviyorsunuz, her memur sizin gibi değildir,» dedi.
«Her memur sizin gibi değildin demekle biri
lerine kızgınlığıru da belirtmiş oluyordu, ama Renı
ziye Hanıma, ama Altan Beye.
Sonra Hruim Bey her gün bir saksı getirmeye
başladı daireye.
«Bu boncuklu . . . »
«Bu cilveli. . . »
«Bu on bir ay çiçeği. . . »
«Bu hükümet çiçeği . . . »
«Bu dalbastı . . . »
«Bu kırkdolaşır. . . »
Kırkdolaşırlar kırk dolaşıyordu dairenin içinde,
dalbastılar masalara ·b asıyordu . Devetabanlan, koca
koca kaktüsler, sürmeli sarmaşıklar, ellemeküserirn
ler, begonyalar, sardunyalar, her masada açelyalar,
arpazambakları, pencerelerde filağızları, kordon çi-
142
çekleri, kapının iki yanında iki kocaman yediveren
limon, odanın içi balta girmemiş ormaniara dönü
verdi üç ay içerisinde. Dışardan gelen bir vatandaş,
işini yapacak memuru bulabilmek için, dallann, çi
çeklerin arasından sokuluyor, elindeki kağıdını gös
teriyor, arada bir de Reınziye Hanımın,
«Ayyyy dala bastın, aaay çiçeği ezdin, ayyy dal
bastıyı kopardını .. » sözüyle karşılaşıyordu.
Odanın içi çiçekten, daldan geçilmiyor, Ha.Iim
Bey ha bire,
«Bir daire, sıcak bir aile yuvasına benzemeli,
hem çalışan memur için iyidir, hem de vatandaş ken
disini evindeymiş gibi sanır,» diyordu amma, ne
müdür memnunrlu bu durumdan, ne de biz. Çünkü
birbirimizi n yüzünü göremiyorduk, yağışlı günlerde
bir seranın mı içindeydik, yoksa devlet dairesinin mi
bilemiyorduk.
Ama ne biz, ne de müdür bey, Halim Beye hiç
bir şey diyemiyorduk.
Halim Bey,
«Nasıl, benzedi sıcak bir aile yuvasına değil mi?»
diye sorduğunda hepimiz birden baş sallıyorduk,
«Sayenizde Ha.Iim Bey,» diyorduk.
Odanın içinde çiçek koyacak yer kalmayınca
bir gün Halim Bey bir sepetle çıkageldi . Sabırsızlıkla
sepetin içinden ne çıkacağını merak ediyorduk, ki
hokus pokus, Halim Bey ufacık bir Tekir çıkanver
di.
«Nasıl arkadaşlar?» diye sordu.
((Aaa, bir o eksikti Halim Bey,» dedik.
Biliyorduk kedinin bu devlet dairesinde durma-
yacağını, burası ne kasap dükkanıydı, ne de bakkal
dükkanı. Tekir bir gün duracak, ik i gün duracak,
ondan sonra gidecekti. Ama öyle olmadı, Tekir dai
rede kaldı hem de bayan memurların masa altların
dan hacaklanna sürünüp, onları tarzan gibi bağırta
rak. Ah, hiç gider mi Tekir, niye gitsin ki, Halim Bey
her gün kıymasını, ciğerini alıp getiriyordu . Kedi
uyuyacağı zaman Halim Beyin masasının üzerinde
uyuyor, işte o zaman Halim Bey zevkten dörtköşe
143
oluyor, kediyi uyandıracağından korkarak, fısıltıyla,
«Ah tam aile yuvası, tastamam sıcak bir aile
yuvası gibi,» diyordu.
Sıcak aile yuvasının kuşlan eksikti, onlan da
tamamladı Halim Bey. Yo para vermemiş kuşlara,
evdeki kuşlan almış gelmiş, biri muhabbetkuşu, bi
risi kanarya. Birini odanın bu başına astı, birini öte
ki başına.
Ah ah, muhabbetkuşu nerede görmüş bunca
ağacı, çiçeği?
Kanarya nerde görmüş bunca çalıyı, ormanı?
Bir başladilar ötmeye, durdurabilene aşkolsun.
Muhabbetkuşu soluklanırken kanarya başlıyordu öt
meye, kanarya soluklanınca, muhabbetkuşu başlıyor
du.
Halim Bey mi? ölüyordu zevkten, kuşlar ötme
ye başlayınca, bir eliyle sus işareti çekiyordu, ne biz
ler, ne de vatandaş, tısımız çık.nuyordu, kanarya sesi
dinliyorduk.
Halim Bey zaten dairede hiçbir iş görmüyordu.
Akşama dek ya limonun solmuş yapraklarını ayıklı
yor, ya kauçuğun dallarını siliyor, ya kırkdolaşırlar
seksen dolaşsınlar diye buduyor, saksıların dibini ka
zıyor, kuşların suyunu değiştiriyor, kafeslerini te
mizliyor, masasının üzerinde Tekir'e kıyma yediri
yordu.
Duvarlar da nasibini alıyordu Halim Beyden,
hani şöyle manzara resmi falan assa ya ilk baştan,
yooo, bir sabah bir girdik ki içeriye duvarda, koca
man palabıyıklı bir adamın resmi, çerçeveli, bize
sert sert bakıp duruyor.
«Aman Halim Bey, bu kim?»
«Babam çocuklar babam, demesin mi?»
<<Ay, ya sıcak aile yuvası hiç anasız olur mu?»
deyiverdi Remziye Hanım, gözü çıkmayasıca ... Dev
risi günü Halim Bey, başörtülü anasının resmini de
getirdi asıverdi duvara...
«Birer hafta arayla rahmetli oldular, yani öteki
dünyaya da birlikte gitti sayılırlar, şimdi burada da
bir arada... »
144
«Ya ya Allah rahmet eylesin, duvara pek ya
Joştılar,)) dedik.
«Arkadaşlar,)) dedi, «bakın şu duvarlar boş, siz
de babalannızın annelerinizin resimlerini getirin
asm.))
«Kimse senin gibi kafadan çatlak değil Halim
Bey)) diyemedik ki. Müdür de diyemedi. Halim Beyin
o kaşları çatık. babasıyla, fare görmüş korkulu yüzlü
anasmın resmi yan yana oracıkta kaldı. Eh, biz du
varlara bir şey koymadık ya, duvarlar da boş ya, bir
baktık Halim Bey yine merdivenin üzerinde, bu kez
evden getirmiş olduğu bir duvar halısını asıyor, halı
nın üzerinde koca boynuzlu bir geyik böyle Remziye
Hanıma doğru ha atladı, ha atlayacak. Bu duvara
da üzerine at işlenmiş bir halı getirdi astı. Aslında
olanağını bulsa demek ki Halim Bey bu hayvaniann
canlılarını getirip odanın içine salacak amma...
Her işinin sonunda da sormuyor mu,
«Nasıl çocuklar, tam sıcak bir aile yuvası gibi
değil mi?)) diye, işte o zaman iyice delleniyor,
«0 denli sıcak ki, nerdeyse tutuşacak Halim
Bey)) diyemiyorduk.
tnanın müdür bey de bir şey diyemiyordu. Salt
bazen cıkcıklıyor, ama Halim Bey bu cıkcıktan hiç
bir şey anlamıyordu.
Bir gün, bir denetmen geldi dairemize. Adam
içeriye girer girmez,
«Yahu ben yanlışlıkla hayvanat bahçesine mi,
yoksa üretme çiftliğine mi geldim?)) dedi.
Biz hepimiz gözlerimizi Halim Beye diktik...
O günden sonra Halim Bey, bir başka Halim
Bey oldu. Sanki birdenbire o parlayan yanakları solu
verdi, yüzünün kanı çekilmiş gibi, gözlerinin ışıkları
söndü, pili bitmiş gibi, omuzlan çöktü, biri üzerin
den bastırıyormuş gibi. Her saksıyı yüklenip eve gi
dişinde, biraz daha eridi Halim Bey.
Kuşlar gitti, duvar halıları gitti, Tekir gitti, ma
sası gitti, koltuğu gitti, yazı makinesi, hesap makinesi
gitti, bir bir hepsi geldiği gibi gitti. Her gün bir şey
yüklendi götürdü Halim Bey. Ondan sonra da hiç
145
kimseyle konuşmadı, ne çay içti ne kahve; masasm
da bir Buda heykeli gibi durdu kaldı.
Sonra onu masasında da göremedik. Uzunca bir
rapor vermiş doktor.
Raporunu, müdüre verirken demiş ki Halim
Bey,
«İşte, ben böyleyim müdür bey, gittiğim yerde
iki yıldan fazla duramıyorum. Bakalım şimdi bize
kısmet neresi, nerede o sıcak aile yuvasını kuraca
ğım! . . ))
H1lim Beyin ardından hepimiz konuştuk. Ki
mimiz,
«Hiç çocuklan olmamış da ondan,)) dedik. Ki
mimiz,
«Hanımını yitirince,)) dedik. . .
Dedik dedik. . . Ama Halim Beyi hiç unutmadık.
O, anasının babasının yanına asmış olduğu hanımı
nın resmiyle arada bir konuştu�nu hiç mi hiç unut
madık . . .
146
UYKU 1LACI
147
uyumak için kentler arası otobüse bineceğim, pekiyi
evim, sabahleyin işim, ekmek parası? Galiba adam
bana kentler arası otobüs sürücüsü ol, bu yaştan
sonra bol bol uyursun, diyordu. Hem uyursun, hem
de tüm otobüs yolcusunu bir daha uyanmamak üze
re uyutursun böyle otobüsü uçurumlara d.erelere
uçuraraktan . . .
Sen derdini söyle yeter k i bu ülkede, herkes bir
akıl verir, çünkü maşallah herkeste akıl futbol topu
gibi . . . kocaman beyin, kocaman akıl.
«Yattığın yatak sert olsun . . . »
«Yoo yumuşacık olsun . . . »
insanın yumruğu indiresi geliyor,
«Pekiyi içindeki kadın nasıl olsun?>>
Yo yo, bu öğüdü de verenler var, yeniden
evleneymişinı, «Hanım yenisi yorgan yenisiymip>
Böyle yeni hanım olunca insan o dakika uykuya
dalarrnış.
Ne sıcak, ne soğuk, ılık bir duş . . .
Eh, işin ne Basri, ısıt bir tencere su, dök ko
·
148
sokakta koşayım dedim, gece on bir on i ki suların
da, polisler, devriye arabalan, sirenli trafik araç
ları ardıma düştüler,
«Dur vururuz, dur kaçma! »
Gül yoluna Niyazi olur muyum, bal gibi olu
rum.
Koşmaktan vazgeçip kendimi evde yormaya baş
ladım. Çok umurumda sanki konu komşu, hem yo
rulayım, hem de bir işe yarayayım? Halıları mı yıka
mıyorum, taşları mı fırçalamı yorum, gecenin birin
de camları mı silmiyorum, yani kırılacak odun bul
sam, ikinci katta baltayla patır kütür kıracağırn, tek
yorulayım, rahat uyuyayım, diye. Rahmetli anacı
ğım, çamaşır yıkadığı günler ayrı bir mutluluk du
yardı,
«Oh şimdi bu gece ben öyle bir derin uyurum
ki» derdi. Nerde anacığım nerde, dağlar taşlar gibi
çamaşın yıkıyorum, gece saatin üçünde bitiriyorum ,
yormuşum.
«Basri lütfen bir doktora! »
Yüzükoyun, sırtüstü, sağ yana, sol yana, duva
rın yanına, karyola boşluğuna yatıyorum, halılann
üzerinde yatıyorum, yok uyku . . .
Yine bir akıl, akıl veren çok dedik ya.
Mutfakta birkaç sandalyeyi yan yana koyup
onların üzerinde uyuyaymışım, yer ve hava ne denli
rahatsız edici olursa, o denli çabuk uykum geli rm iş. . .
Yo uykum gelmiyordu, çabuk çabuk iştahım gel iyo r
du. üç sandalyenin üzerine uzanıyor, biraz buzdola
bının sesini dinliyor, sonra kalkıyor, kapağını açı
yor, iki dolma yuvarlıyorduın. Biraz uyuyor; kalkı
yor, bu kez dolaptan hanımın yaptığı turşulardan
149
atıştırıyordum . Yo yararı vardı, uykusuzluk yüzün
den verdiğim kilolan mutfakta şunu bunu atıştır
ınakla alabiliyordum amma, o sand�yelerin kalkar
ken yatarken takur tukur etmeleri yok mu, mutfa
ğın yanında yatmakta olan büyük kızımı rahatsız
etmiş, «Aman baba,» dedi, <<kendin uykusuz kalıyor
sun, alıştın da buna, ama bizim uykumuza engel
olma ! »
Kış günü, çoluğu çocuğu battaniyeye hasret bı
rakıp hepsini topladım, halkonda yattım. Bu aklı da
dairedeki Hicri Bey verdi; içerde çocukların, balkon
da benim dişlerim takırdadı, onca açıkhava, onca
soğuk uyutınadı beni. üstelik az daha ciğerler elden
gidiyordu.
«Doktora da doktora». . . Sabah akşam karım
böyle diyordu. Gittim, ama istemeye i stemıeye . . . Hat
ta doktorun ne diyeceğini çok iyi biliyordum.
«İçini rahat tut, hiçbir şeyi kafana takma! »
«Oh aman oh n e iyi, içimi rahat tutacakmışım,
kafama hiçbir şey takmayacakmışım . . . Ot muyum
be ben?»
Dört yüze dek sayaymışım, bu sayma sırasında
kendimi bir köy evinde sanaymışım, ama köy evini
isteme�m, bu bir kayık olabilirmiş, şöyle hafif dal
galı bir denizin üzerindeki; ben bu kayığın içindeyim,
uzanmışım, dalga tıp tıp tıp. . . Biraz sonra ben de
tıpmışım . . .
Adam aklı parayla veriyor, şimdi ilaç yazacak
belli, onun da bir bölümünü kendi paramla alaca
ğım, onun için diniiyoruz ne yapalım, dinle Basri,
kafa salla Basri . . . Salla ki hamının da mutlu olsun,
doktor da mutlu olsun. Ama ah ah, o dilren yastık
seni bilir, sen diken yastığı. . .
Yeşil hapı yuttum, sarı hapı yuttum.
Girdim yatağa. . . Köy evindeyim, amanın dışar
da da bir yel esİyor ki, buuu buuu, sayıyorum, dört
yüz, bin dört yüz, on bin dört yüz, acep sabaha dek
hangi sayıya varınm, gözlerim tavanda, dudağım kı
pır kıpır.
Hak getire uyku . . .
150
ikinci gece denizdeki kayık. . .
Hak getire uyku. . .
İşte o günlerde rasladım bizim Necati'ye.
«Yahu bu ne hal?» dedi.
«Sorma Necati, uykusuzluk,» dedim.
«Gece çalışması mı?»
«Yok arkadaşım, uyuyamıyorum, hiç uyuya
mıyorum. »
«Benim hastalıktan,» demesin mi velet? . .
Biz ona okuldayken Velet Necati derdik,
şimdi yine velet... Makine gibi konuşurdu, yine ma
ldne gibi konuşuyor.
«Şimdi sen gece yatağa yatınca, o günkü olay
lan getiriyorsun gözünün önüne, ondan sonra uyu
yamıyorsun, değil mi?»
Yahu, bu oğlanın tıp eğitimi yaptığını falan
duymadım, ama olur ki . . .
«Necati doktor falan mı oldun?»
«Yok be kardeşim, biraz insan kendinin dok
toru olacak. . . Şimdi sen bu gündüz olaylarını aklına
getirince, kaçıp gidiyor uykun, tamam mı değil
mi?»
«Galiba.»
«Galibası yok bunun, hiç uyuyamıyorsun değil
mi?»
«Hiç. . . >>
«Aynısın ın tıpkısı benim hastalıktan. . . Oğlum,
kolay kurtulursun, beni iyi dinle.>>
Al bakalım bir akıl da bizim Vel et Necati'
den. . .
Makine gibi anlatıyordu, hızlı hızlı, yürümesi
de öyl e hızlı hızlı, sanki bir yere yetişecekmiş gi
bi. . . Bağıra bağı ra,
«Böyle biliyor musun ben, gece yatağa yat
tığımda o yanıma dönüyor verip veriştiriyordum,
bu yanıma dönüyor verip veriştiriyordum, gözlerim
açık. Amma öyle gece yansına dek değil, sabaha
dek versen veriştirsen insarun içi rahat etmiyor ki.
tasanın içi rahat edecek ki, derin uykuya dalsın.
Yoksa dünyada dalamazsın, uyuyamazsın. Uyuya-
151
mayınca ne yapacaksın, kalkıp dolaşıyordum, oda
da bir o yana, bir bu yana, duvarlara verip veriş
tiriyordum, zavallı yeşil badanalı duvarlar gecenin
bir yarısında bana bakıyorlardı, ben de onlara,
şöyle duvarlar bir canlansa, ah ah o istediğim in
sanların şeklin e bir girseler, ben de ağzıma geleni
söylesem, hiç duvar canlanır mı?
Şöyle kafanı azıcık çevir, kıymanın yarısını
kelle eti doldurur kasap, kesekağıdının içine iki ta
ne çürük domates atmazsa şanından şerefinden yi
tirir manav . . . Ne o elektrik parası, ne o su parası?
Uyunur mu lan hiç uyunur mu?»
«Vallahi uyunmaz Necati,» dedim.
Gören bizi kavga ediyor sanacak.
dşte böyle Basri. . . Bir gece fırlayıverdim ya
taktan, gecenin biri mi, üçü mü, hanım fırladı kalk
tı, çocuklar kalktılar, ben giyiniyorum.
'Nereye?' diye soran sorana. Karımın yaşlı
annesi, 'Kız bırakmayın, belki uyurgezer oldu,
şimdi gider taksilerin altında kalır' diyordu. Ço
cuklar yalvarıyorlardı, 'Babam babam,' karım yal
varıyordu, 'Kocacığım kocacığım'... Arkadaşım
o benim ilk işimdi, yani ilk uyku ilacımdı. Mana
vın evini biliyordum, gecenin üç buçu�unda da
yandım kapısına, bastım zile, manavdan başka kim
çıkacak, mor çizgili pijamasıyla çıktı hergele, uyku
sersemi ki, tren çarpmış gibi.
'Ulan, dedim, utanmadın mı o iki çürük do
matesi kesekağıdının dibine koymaya, benim aylı
ğırnı n kaç lira olduğunu biliyor musun ulan? Na
mussuz herif, adi herif, üçk!ğıtçı, sıntkan kö
pek! . . '
Adam kendini topadayamadan uçuverdim
merdivenlerden, oh be arkadaşım Basri, üzerimden
bir yük kalkmış, amanın gözkapaklarım yolda ağır
laşıyor, uyudum uyuyacağım, yatağa dar attım ken
dimi, bir mışıl mışıl ki, nurtopu bebekler öyle uyu
yamazlar.
Sabahleyin karım zor uyandırdı,
'Kalk işe gecikiyorsun' diye. Kaç günün uy-
152
kusuzluğu, bir almışım uykumu, bir almışım uy
kumu . . .
Çakı gibi gittim daireye, müdür beni karşısına
almaz mı,
'Niye geciktin Necati?' diye . . .
Ben Necati ki, altı aydır herkesten önce geliyo
rum daiııeye, odacılardan önce, çünkü uyku yok
durak yok, yatağın içinde kıvranıp n e yapacak
sın, git dairene, otur erkenden masanın başına, tü
ket işlerini, kendininkileri, arkadaşlarınınkileri.
Bunları anlatamazsın adama. Niye geç kalmışım???
O iki tan e bayan memur var, biri dul galiba,
işte onlar, onun ikisi de �ç kalsa değil, o günü
hiç gelmeseler, ağzını bile açmaz, ama biz her gün
bir saat erken geldiğimiz halde, bir gün geç gelin
cc .
. Şunun söylediğine bak :
.
153
Kimi ayakkabırnı, kimi ceketimi saklamaya ça
lışıyor. Sanki alarnarn, kaptım aldım. Çıktım so
kağa vardım caddeye, şansırndan bir d e gece ya
rısı dolrnuşu rastlamasın mı, dönüşte de rastlar mı
böyle bir dolmuş, ondan sonra oh uyu uyu yat
uyu!
Çaldım müdürün kapısını, yaşlı bir kadın aç-
ti,
•Aman çok acele, dairede yangın çıktı, müdür
bey kapıya dek gelsin' dedim.
Müdür geldi ki, süper sersem, uyku serserni
ayn, yangın sersemi ayrı. . .
'Necati! '
'Utanrnaz ahlaksız herif, sen Ayten Harunıla
kırıştırrnıyor musun ulan, Filiz Hanırnla uçup uçup
gitmiyor musunuz ulan, kapıyı kapatıp kapıda oda
cıyı bek1etrniyor musunuz ulan?'
'Necati, yangın . . '
.
154
Yani adam diyor ki, benim Ayten'i, Filiz'i oda
ma çekmem, kapıya odacıyı dikmem, bu ailenin
gizidir, sen bu gizi sakla, oh ne iyi . . . Dur bakalım
hele müdür bey, sen bana, arkadaşlarıma iyi dav
ranma da göreyim seni, gece yanlan kapına da
yanmazsam, 'Makam odasında yangın var! ' diye
rek ten, bana da Necati demesinler. . .
Kardeşim Basri, o günden sonra uykumu kim
kaçırmışsa, dayandım gece yansı kapısına, ondan
sonra kurtuldum bu hastalıktan . . »
.
Ayrıldık Necati'den . . .
Çocuk yerden göğe dek haklıydı ve gerçekten
hastalığımı, hastalığımın umarım çok iyi bilmişti.
Evet, aynen dediği gibi, ben de Necati gibi yapabil
sem, şöyle bir yakalarma yapışabilsem, bir sövebil
sem, ama karşı karşıya, yüz yüze . . .
A h Necati ah, müdüre varabiliyorsun, mana
va varabiliyorsun . . . Kasaba varırsın, bakkala va
rırsın, ahacık oradadır evi, gecenin ikisinde üçünde
çalarsın zilini, açılıverir kapı ve karşında buluve
rirsin ipek pijamalı müdürünü, mor pijamalı ma
navını, ak donlu bakkalını. . .
Ama ya benim sövmek istediklerim? . .
Hıı, kolay senin işin, tıpış tıpış çıkarsın apart
manın merdivenlerini, hop karşında on sekiz nu
mara, oturt üstüste okkal ı şöyle zıuır zııır iki kez,
kapı şak diye açılsın . . .
Y a ben Necati, ben n e yapayım, ben nasıl sö
veyim, nasıl varayım, onların kapıları şak diye açıl
maz ki, tak diye onların yanına varılmaz ki, ben ne
yapayım?
Kasaba, bakkala, manava sövmek kolay da
Necati ! . . . Asıl sövüleceklere nasıl söveoeksin Ne
·cati?
155
ZAM FALI
156
Gerçekten öğle haberlerinde ne duysak beğe
nirsiniz,
«Akaryakıt maddelerine yüzde yirmi beş zam
yapılmıştır. ikinci bir emre kadar akaryakıt satış
ları durdurulmuştur. »
Al sana, iyi mi, habere bak sen! Babam nere
den bilir bunu yahu? Yok canım yok, düpedüz ras
lantı , eh çoktandır akaryakıta zam olmuyordu, ba
bam ne yapsın, can sıkıntısından atıverdi, «Gaza
benzine zam olacak» diye. Attı ve tuttu .
O gece babamın havasından, yanından geçil
miyordu, iki sözcüğünün biri,
<<Ben size demedim mi?>> oluyordu. «Beni din
l emediniz. Dinleseniz de bidonu doldurtsaydınız,
şimdi ne denli karlı çıkacalhık, ama bizi dinleyen
kim! .. »
Hem övünüyor, hem de yakınıyordu babam .
«Babacığım, şey acaba, bir yerden duymuş ol
mayasın?»
«Nereden duyarım ki oğlum?»
«0 zaman, hani çoktandır gaza benzine zam
olmayınca. . . »
«Haaa, babam attı ve tuttu , diyorsun, öyle
mi?»
Babam kızmıştı , alttan aldım:
«Ben hiç öyle bir şey söyledim mi babacığı m ? »
dedim.
Annem aramıza girdi :
«A çok alıngan oldun sen,» dedi, . babama.
Ama babam söyleniyordu:
«Sanki hükümet üyelerinin içind e çok yakı
nun olan biri varmış gibi, konuşuyorsunuz, hiç
bana söylerler mi, kendi yakınlarına söylerler,» di
yordu .
Yok, gerçekten babam yaşlanınca alıngan ol
muştu. Böyle ufacık bir şeyden alınıyor, iki üç gün
evin içinde kimseyle, hatta annemle bile koniışmu
yor, sonradan bir şey olmamış gibi, bir yemek za
manı veya bir sabah herkesle konuşmaya başlıyor
du.
157
Ama bu kez bir hafta konuşmadı kimseyle, en
küçük torun dışında. Haftasıydı, o kitap elinde yi
ne, yin e çay içiyoruz, yine akşam yemeği sonrası,
«Aaaaaa! » diye bağırdı.
Ellerimizdeki çay bardakları şapur şupur oldu
babamın aa'sından.
«Yahu çocuklar aman hazırlıklı olun yarın şe-
kere zam yapacaklar.»
«Aman baba, lım >>
...
158
Babam hiç konuşmuyordu amma, konuşsa bun
dan daha iyiydi; öyle bir bakıyordu ki bize, dünya
nın gelmiş geçmiş en büyük falcısı gibi . . . Hem ba
bamın söyleyip de tutturduğu fal öyle, bu yıl şu
ölecek, bu kalacak, falan falanla evlenecek gibi
şeyler değildi ki. Falan falanla evlenirse evlensin,
falan doğsun falan ölsün, bu faldan bize ne, ama
babam nah şuracıktan, boğazdan geçenin falını bi
liyordu . . .
A h babacığım öyl e durma, nolur fazla öyle ka
sılma, boyun kemiklerinde kireçlenme var, sonra
öyle boynun dik kaz gibi, Allah korusun . . .
«Tamam, ben inandım babama, y a sen hanım,
ya siz çocuklar?»
Bunu böyle açıktan soramazdım elbette, ha
nımdan çocuklardan yanıtı aynı benim şu andaki
dilimle almıştım. Kaşla gözle, tamam, «İnandık biz
de» diyorlardı.
İyi de bu nasıl olurdu, kocaman kara kaplı bir
kitap, içind e bilmediğimiz Arapça harfler. Babam
okuyup okuyup, bize «Şekere zam olacak» diyor
du? Bu nasıl oluyordu?
«Baba, herhalde bizi merakta koymak istemez
sin, söylesene nasıl biliyorsun?» diye sordum.
Uh, babam yanıt verecek ha, maşallah boynu
böyle, kafasını kum kekliği gibi atmış geriye. Belli
ki falın ın tadını çıkarıyor, bizi inanmadık diye hem
aşağılıyor, hem suçluyor.
Torunlar giriştiler:
«Dede, hı?» diye.
«Fal,» dedi salt, kitabı gösterdi, «fal bakıyo
rum, zam falı ��
...
159
Bir hafta sonra babama bu kez biz yalvarma.
ya başladık.
<�Baba, niye hiç zam fabna bakmıyorsun?» di
ye. .
«Zamanı var,» diyordu. «Çünkü bugünlerde
zam yıldızlan sönük . . . »
«Allah Allah, demek zam yıldızlan da var?»
«Hiç zam yıldızlan olmaz mı, onlar olmasa,
onlara bakılınasa hiç fal doğru çıkar mı?»
«Yani yarın için bir zam yok? »
<<Yok. »
«Hafta içinde?»
«Yok.>>
Dairede arkadaşlara hemen söylüyordum,
«Arkadaşlar, babam söyledi, bugün zam yok,
bu hafta içinde hiç zam yokmuş.»
Arkadaşlar gülüyorlardı . Siz gülün bakalım,
şuracıkta bir zam oluversin, o zaman ben size gü
lerim, hem de nasıl?
«Baba bugünlerde zam?»
«Yok oğlum. »
«Ama iki hafta oldu baba.>>
«Zam yıldızları oğlum ... »
On sekizinci gün müydü, yo yo, on dokuz, ba
bam kara kaplı kitabı aldı eline yemekten sonra,
çayını yudumlamaya başladı, bizim yüreğimiz tıp
tıp, ha zam dedi, ha diyecek . . . Çaylarımızın fırt fırt
sesi duyuluyor, tıs yok, babam başını kitaptan ha
kaldırdı, ha kaldıracak, bakalım neye zam olacak?
Annem ellerini göğe açmış, mınl mıni,
«Yağa ıekmeğe zam olmaz inşallah,» diyordu.
Babam kitabını kapattı, hepimiz bir göz bir so-
luk olmuşuz, onun ağzından çıkacak olan söze ba
kıyoruz,
«Çocuklar. . . >>
«Hı baba! ! »
«Yarın çimentoya zam var. . . »
Hepimiz birden,
«Ohhh,» çekivetdik
160
öyle ya, ne yapsatçıydık, ne de başınuzı soka
cak ev yapıyorduk. Varsın çimentoya zam olsundu,
bize nesiydi.
Çalıştığını yerdeki arkadaşlarıma söyledim,
kimse _ aldırmadı, inanmadı, eşimin oradakiler de
inanmamışlar. Ama bizde çalışan Halit Bey o sıra
kansının babasından kalan arsanın üzerine ev yap
tırıyordu, bir o inanır gibi oldu, inanır gibi oldu di
yorum, çünkü oturdu epeyce hesaplar kitaplar yap
tıktan sonra izin istedi . Gitmiş elli torba çimento
almış..
«Babanızın falı ya çıknıazsa?» diyordu. <<Ney
se canım, almış olduk, boş ver, ben zaten sizin ba
banızın falının üzerine gidip almadım, bir hafta
sonra da alsarn olurdu, hasır beton dökeceğiz de... ��
Dairede kıs kıs gülenler, duyacağırn şekilde,
«Palavraya bak,» diyenler,
«Eh yaşlı olunca kimse kendini dinlemiyor, o
da ne yapsın böyle falla malla yutturuyor,» diyorlar
dı.
O akşam haberleri sabırsızlıkla bekliyorum. Ha
berlerde ikinci haber değil mi, çimentoya zam, hem
de öyle az buz değil, yüzde otuz iki zam. . .
Fırlayıverdim havaya,
«Oh zamma bak zamma!..�>
Kanm da aynı şekilde hopladı,
«Oh zamma bak seen! » diye.
Sanki karı koca çalışan iki memur değil, stok
çu çimento tüccanyız.
Yo babam gururlanmakta haklı, artık ona alış
tık, hatta babama başka bir gözle bakar olduk. Na
sıl söyleyeyim, sanki bilinmeyen şeylerden, çok öte
lerden haber veren insan gibi. . . O babanın oğlu ola
raktan gururlanmak benim de hakkım değil miy
di? Hakkımdı.
Bir giriş girdim ki arkadaşların çalıştıkları bö
lüme, maşallah, katılmış, kazıkiaşmış çimento tor
bası gibi, bumum havada, «İnanmamıştınız baba
ma, şimdi nasıl inandınız mı, haberleri dinlerken
ağzınız bir karış açık kaldı mı?»
161
Çirnentoya yüzde otuz iki zam müdür beyin
kulağına bile gitmiş. Çağırttı. beni.
«Aşkolsun yani aşkolsun, benim kayınbabamın
yapsatçı olduğundan haberiniz yok herhalde? . . » de
di.
Sonra aşağıdan aldı:
«Nerden bileceksiniz?» diye, ekledi, «bundan
sonra değerli babanız bu konuda herhangi bir şey
söylerse mutlaka bana da iletiniz Naci Bey! »
«Elbette müdür bey,» dedim.
Bilmem, müdür, babamın zam falına inanıyor
du, bilmem babamın hükümet üyelerinden bir ya
kmı var sanıyordu. Ki böylesi daha önemliydi, bir
anda müdürün yanında değerim artıvennişti.
Artık ben, daireye girer girmez, daha hiçbiri
«Günaydın» demeden, «Nasıl, babanızın falında her
hangi bir zam görünüyor mu bugün için?» diye so
ruyorlardı. Ben, «Yok>> deyince, rahat rahat işle
rinin başına oturuyorlardı.
Ama ben kıvranıyordum, şu günLerde müdürü
ilgilendiren bir zam olsa da örneğin, demire, ke
resteye, koşup müdüre hemen haber versem???
«Baba, kerestıeye, demire zam yok mu?»
«Yok oğlum.>>
«Çimentoya olur da, onlara nasıl olmaz?>>
«Yok işte, zorla olacak değil ya! »
«Aman baba, gözünü seveyim, aman atlama
ha, hele hele demir, kereste. . . >>
Bir akşam yemekten sonra babamda bir tu
haflık, kara kitabı elinde, anladık zam var, var da
in�allah keresteye, demire. . .
Annemin rludakları yine kıpır kıpır,
•<Allah'ım yağa, ekmeğe zam olmasa bari. . »
.
162
Koştu geldi müdür bey kapıya,
«Aman Naci Bey, hoş geldiniz kuzum, keres-
teye demire yoksaa???»
«Yok rakıya, sigaraya müdür bey. »
«Aman demir denli, kereste denli önemli . . . >>
Bilmem artık o gece müdür bey kaç şişe rakı
topladı bakkallardan, kaç paket de sigara. Duydu
ğuma göre karısı da içermiş.
Yerin kulağı mı ne, yoksa bizim müdür bey
yardımcısına telefo n mu etmiş, eb zam olacak ya,
ben de onun müjdesini arkadaşlara vereceğim ya,
bu konuda müdürden de yüzlüyüm ya, daireye geç
gittim; millet rakı ve sigara topluyor. Bir yerlerden
borç alıp, depolayıp, yarın içkievlerine satmak is
teyenler de var içimizde . . .
Nasıl olmuş, nasıl duyulmuş, öteki daireler de.
oranın memurları da, çıkmışlar sokaklara, bakkal
bakkal tarıyorlar, «Sigara ver, rakı ver.»
Salt memurlar mı akıllı yani, sanki bakkallann
aklı ermez, bakkaldan o anda iki yüz elli gram
turşu alan Nazmiyanımın aklı ermez, «Var bu işin
içinde bir iş» diyen diyene ve bakkallardan sigara
toplayan toplayana.
Ve o akşam ilk haber: «Tekel ürünle rine
Zam . . . »
p
S iker sayıyor, şu sigara şuna, bu sigara buna . . .
Şu rakının ufağı şu lira, bu rakının büyüğü bu lira.
«Çaya zam yok.>>
Bravo b e baba, bunca ayrıntıyı bilmek. Babam
çaya zam olmayacağını söylemişti, kimse bir gram
çay almamıştı. İşte bu ufacık ayrıntı babamı bü
yüttü de büyüttü. Salt bizim arkadaşıann arasında
değil, koskoca mahallede, koskoca kentte, büyü
yüverd i babam. Kulaktan kulağa, öğreniverdi halk:
Zam Falcısı Zihni Baba'nın evini.
İşte şey camisi var ya, işte o sokağın içinde,
kime desen neresi Zam Falcısı Zihni Baba'nın evi ,
diye, sana şıp diye gösterirler, zaten arayıp sorma
na gerek yok, sokağa girince kalabalığı görüp an�
larsın!
163
Sokağımız kalabalık olmuştu, her sabah bir
yığın halk, ellerine torbalarını, filelerini, boş mu
kavva kutularını almış gelmişler, bizim pencereye
bakıyorlardı. Saat dokuza doğru babam pencereye
çıkıyor:
«Yarın hiçbir şeye zam yok ey ahali,» diyor
du, kalabalık da�yordu.
Ama babam,
«Hey duyduk duymadık demeyin, yarın mar
garine zam var! » diye bağırırsa halk, yuvasına çöp
sokulmuş arılar gibi dağılıyor, oradan buradan mar
garin toplamaya çalışıyorlardı.
Ortaya Zam Falcısı Zihni Baba diye biri çıkar
da hiç gazeteler, gazeteciler es geçerler mi bu ha
beri, olayı. Gazetecinin biri gelip biri gidiyordu, ba
bamın poz poz resimleri ve manşette sözleri . . .
«Zam Falcısı Zihni Baba bu hafta içerisinde
hiçbir şeye zam olmayacak dedi. »
«Dikkat dikkat, Zam Falcısı Zihni Baba zam
var diyor .. Zam yapılacak mal, un, zam tutarı, yüz
de on dört . . . Zam yapılacak mal, demir, zam tu
tarı yüzde on beş. . . »
Un zammı, margarin zammı, kaput bezi zam
mı halkı yakından ilgilendiriyordu; böyle zamlar
da kent deviniyordu, kıpır kıpır, başka zamlarda
da başkalan deviniyordu fı.k.ır fı.k.ır. . .
Eb, bunca halkın devinmesi, toplanması, gaze
telerin haberleri, işin içine polis de giriverdi. Ba
bam bunları nereden biliyordu? Babamın söyledik
leri tıpkısı çıkıyordu. Babam «akaryakıta yine zam
olacak» diyordu. Haydi gazeteler bunu manşete çı
karıyorlar, «Zihni Baba akaryakıta ikinci zam var
dedi», yöneticiler babamın inadına, «Hayır, böyle
bir şey yoktur, akaryakıta zam olmayacaktır» di
yorlar, ama iki gün zor dayanıyorlar, ardından hop
haberlerde akaryakıt satışlarının durdurulduğu, gaz
yağma şu denli zam, süpere şu denli, normale bu
denli zam yapıldığı yurttan sesler gibi okunuyor
du.
164
P'IT ücretlerine zam, kağıda zam, demiryolla
rına zam, uçağa zam, gazeteciler günü gününe ba
bamdan gelip haberleri alıyorlardı. Zam haberleri
nin tek kaynağı babam olmuştu .
PIT'nin okkalı ilgilisi mi, gülüyor gazetede,
<<Zihni zam dedi ha, yalandır, PTT hizmetlerine
zam yoktur. >>
I ıh, babam diyecek de onlar dayanabilecek
ler ha, kaç gün dayanabilirsiniz ki, babamın kara
kaplı kitabı öyle diyorsa öyledir. Haydi bakıyor
duk PTf hizmetlerine yüzde otuz zam. . .
B i r yetkili ne zaman ki babam için,
«Malum çevrelerin adamı olarak halkı kışkırtıp
galeyana getirerek zam haberleri uydurmakta olan»
diye konuşunca yetmiş beşlik babamın ardına po
lis düştü. Eh, babam on sekizlik delikanlı, kırklık
akıllıkanlı değil ki, adam evde oturduğu yerde otur
makta, çok çok günd e bir iki saat halkona sandal
ye atıp esnemekte. Hop polisler de orada, bakkalın
önünde babam ne yaparsa ilgileniyorlar. Eh geleni
miz gidenimiz yok ki dinlesinler. üç gün beş gün, al
tı gün, yedinci günü babam, «Ekmeğe Zam» deyin
oe, gerçekten ekmeğe zam olunca, o gece evimizi po
lis bastı, babamın kara kaplı kitabına el koydular,
babamı da alıp götürdüler. . .
inanmazsınız, o günü babamın gözaltına alın
dığını gazeteler yazınca, bizim evin önünd e topla
nanlardan, böyle sesleri kısılmış gibi, «Zam Falcısı
Zihni Babamızı isteriz» diyenler bile oldu.
Ama babam mahkemeye verildi. . . Bilirkişi ra
porunda kara kaplı defterde bir yığın yıldız, yıldız
Iann içerisine yerleştirilmiş, koç resimleri, saban
resimleri gördüklerini, bu işaretiere hiçbir anlam
veremediklerini belirtmiş.
Babam bir savundu ki kendini mahkemede, as
lanlar gibi:
«IMF'ye gücünüz yetmiyor, yetmiş beşlik Zih
ni'ye gücünüz yetiyor . Niçin IMF'yi mahkemeye
verip yargılamıyorsunuz, hangi söylediğim yalan
165
çıktı, hangi söylediğim zamma üç günden fazla da
yanabildiniz, her dediğime zam yapmadınız mi?))
Babama bak sen, savu-nmasının son sözünde
ne dese beğenirsiniz,
«İşte şurada söylüyorum, yarın şekere yüzde el
li zam var! ))
Mahkemedekiler dağılıverdiler bir anda, çil yav
rusu gibi. . .
166
iŞ BULDUM
Bağıracak hemen,
«Çocuklar, babanız iş bulmuş! »
Selma da, Senem de koşacaklar, boynuma sa
rılmak için zıplayacaklar,
«Babacığım babacığım, canım babacığım, ba
na şunu alacaksın artık değil mi, bunu alacaksın
değil mi?» diye sıralayacaklar.
167
Bir anda evin gerçek babası oluvereceğim. . .
Hani şu, akşamları işten yorgun argın dönen baba.
tçi huzurlu, akşama dek çalışmış, ekmeğini kazan
mış, ekmeğiyle birlikte saygınlığını da kazanmış.
Ama ben? . .. Kaç aydır? . .
Suç benim değildi, çalıştığım yer iflas edip
kapanınca, biz de kendimizi kapıda bulduk. lik za
manlar hiç önem vermedi Saime,
«Bulursun canım,» dedi, «öyle üzıne kendini.
sıkılırsak babamdan borç alınz, öderiz, sonra ince
mince ama iki tane de bileziğim var» demişti.
Hatta pofladığım zamanlar,
«Niçin pofluyorsun hayatım, bekle biraz, mut
laka bir yerde bir iş bul ursun . . . Hem böyle çok
düşünür çok poflarsan, hastalanırsın» diyordu.
Ama çok geçmedi, iki bileziği yiyip babasın
dan borç alınca bu kez Saime poflamaya başlad.L
Her gün pencerede yolumu gözlüyordu, daha
karşıdan anlıyorrlu iş bulamadığımı, kapıyı sornur
tuk bir yüzle açıyor,
«Bulamadın yine değil mi?» diye soruyordu.
Ben de konuşmadan, başımı sallıyordum, on
dan sonra, bir evde iki yabancı gibi oturuyorduk.
ÇocuR:lar bile bir tuhaf bakıyorlardı yüzüme. Artık
hep «Anne» diyorlardı, ney.e gereksinmeleri varsa,
annelerinden istiyorlardı. Biliyorlardı ki benim
cebimde hiç para yok. Ve yine biliyorlardı ki ,
otobüs parasını, sigara parasını annelerinden alı
yordum.
Saime'yle hiç tartışmıyorduk ama, gözlerimiz
kavga içindeydi, yo, daha doğrusu onun gözleri kav
ga içindeydi . Ben gözlerine yumuşak baksam bile,
göz göze geldik miydi, birden bakışlarını sertleşti
riyor, sonra başını ya başka yana çeviriyor, ya da
çocuklardan birini yanına çağırıyordu.
Ne zaman adını seslensem,
«Ne var?» diyordu.
Sabahleyin yalnızca bir bardak çay içiyordum
evde, ta akşama dek, dolaşıp duruyordum iş için,
168
«Gereksinmemiz yok, adresinizi alalım, gerek
li olursa biz siu yazanz» diyorlardı. Gazete duyu
rularıyla eleman arayanların yanına gittiğimde de
boyuma posuma bakıp, şöyle bir yukarıdan aşağı,
bir aşağıdan yukarı süzdükten sonra, aynı şeyi söy
lüyorlardı.
Koca kent kazan, ben kepçe, iş yoktu.
İşsizlikten yorgun eve döndüğümde, çok ça
lışmış da yorulmuş gibi, kendimi hemen divanm
üzıerine atıyordum.
Yemekte de hep aynı sözler :
«Babam daha ne zamana dek diyor, ne diye"
yim babama?»
Konuşabilirsen konuş Bülent, lokmayı yutabi
lirsen yut Bülent, çocukların gözlerine bakabilir
sen bak Bülent. . . Saime'ye hiç bakma, şimdi öyle
bi r yüz vardır ki onda, «Zehir zıkkım ye» der gibi.
«Televizyonu mu satalım, buzdolabını mı sa
talım, hangisini satalım, içeriye adamı sokalım, ko
camın işi yok, bunları satıyoruz, alıyor musun, di
yelim, ne diyorsun Bülent, öyle mi yapalım?»
Biliyor benden hiç yanıt alamayacağını, ama
öfkeli öfkeli konuşuyor. Şayet bir tek ikimiz ol
saymışız, şayet şu çocuklar olmasaymış, babası bir
kuruş borç vermezmiş, çocuklara acıyormuş, ama
Bülent ne yapıyormuş, hiç i şte aylak aylak geziyor
muş, niye geziyorrnuş, çünkü efendim kaç aydır tem
belliğe alışmış.
Yo, bunları Saime kendisi söylemiyorrnuş, ba
bası söylüyormuş. Saime'nin annesi de iki arada bir
derede kalmış, çünkü ne zaman paraya gereksinme
olsa, babaya anne iletiyorrnuş,
<<Saimegile biraz borç» diyormuş.
Ondan sonra evde kavga çıkıyorrnuş, yani ken
di yüzlerinden.
«İyi de Saime ben akşama dek it ayağı yemiş
gibi o işyeri, bu i şyeri . . . »
Yo yo, hiç dinlemez oldu Saime. Tavuk gibi,
hemen yatağa giriyor, çocuklarla birlikte, çocukla
rın yanında, onların odasında. . .
169
Televizyonu da açamıyo rum, elektrik parası,
gazete alaınıyorum para yok, yalnız sigararn, bili
yorum çok yakındır, bir gün bir sabah ya geleoek
hafta, ya öbür hafta aynanın önüne geceden bı
rakılmış o parayı da görerneyeceğim, belki bir not
bulacağını orada, «Babamın parasıyla sigara içe
mezsim>. .. Otobüs parası bile bırakmayacak . . .
Ama şimdi ben eve gitiğimde, daha kapıdan bir
bağırıvıerirsern,
«Saime iş buldum, Saime iş buldum! . . >> diye. .
170
Kim bilir karının dudaklarından o rakamlar
çıkınca sen nasıl gururlanırsın, nasıl okşarsın ço
cuklannın saçlarını, ya işte görün babanızı, ney
miş babanız, der gıbi. . .
Ama yo hayır, pozunu al , al da kapıyı kendi
anahtannla aç, buyurgan konuş, «Saime, gelsene
buraya» de . . . Yo yo, «Saime gel, sana müjdem
van> de. İstersen hiç Sairne'yi katma işin içine, san
ki çocuklarla konuşuyormuş gibi, onlara seslen,
«Çocuklar çok dolgun maaşla iş buldum)) de. Na
sıl olsa Saime koşar gelir, hemen sarılır sana. . .
Saime'nin sarılınası . . . nasıl özledim. ..
Kaç ay oldu? Yo yo, sayma, düşünme, düşün
dükçe sinirlerin bozuluyor.
Saime hemen fırlar gider mi annesigile, «Ko
cam iş buldu)) diye müjde vermeye? Evet gider,
çok uzak değil, bir mahalle ötede, ayağına çabuk,
iki nedenle gider, iş bulmanın şerefine et almak için,
vardır kıyıda köşede üç beş kuruş, bilir senin salçalı
eti sevdiğini. . . Yanına bir de kıvırcık, kırmızı turp. . .
Rakı d a alır mı?
Kaç aydır i çmiyorum ben?
Uf, uzun bardakta, bir duble de kendine doldur
Saim e. İçerdi eskiden, şimdi niye içmesin? Ne bü
yük mutluluk, kadehleri böyle şıngırdatıyoruz Sai
me'yle karşılıklı,
«Sağlığına hayatım! »
«Yeni işine kocactğım ! ))
Çın çın . . .
«Sevgimize bir tan em! >>
«Aşkımıza bir tan em! »
Böyle yine çatalın ucunda birazcık et, o bana
yediriyor, ben ona. . . Yo, hepsinden en güzeli, göz
lerimiz birbirine öyle sevecen bakıyor ki.. . Onun
yeşil gözleri bir ekin tarlası gibi rahatlatıcı, gitmiş o
kötü bakışlar. . .
Kötü bakışlar. . . çok kötü bakıyor Saime . . .
Saime hiç böyle bakmazdı, çok kötü bakıyor
son zamanlar . . .
171
Ama ben şimdi eve gittiğirnde, «İş buldum Sai
me>> dersem , bir de maaşımı söylersem?
Kaç zamandır içkievlerinin ,önünden geçemiyo
rum, canım bir içmek istiyor ki, yo öyle fıçıyla iç
mek değil, i çkinin tadını almak, onun tadını dişle
rimin arasında, damağımda duymak. . .
«Eee Saime, kutlamayacak mıyız bunu, niye
öyle duruyorsun, haydi bakalım, şu anda evin baba
sı yine sensin, ama yarından sonra . . . Haydi git bak
172
«Hep şeyden BüLent, babamgilden, böyle utana
rak . . . Yoksa ben seni öyle çok seviyorum ki . . »
.
173
garin gibi eridin, sonra tuttun kannın kollarından,
yo yo kucakladın, aldın gittin odanıza...
Eee kara bıyıklı Bülent, bir de bunun yanru
var, sabahı var.
Yann nolacak, sabah nolacak.?
Rakıyı içtin, eti yedin, karını kokladın, ço
cuklannı kucakladın, am a yann o sözünü ettiğin
para, sözünü ettiğin iş?
Hani iş Bülent, hani iş?
«Şimdi ben eve gidip de şöyle bir Saime iş bul
dum» diye müjdeyi verirsem???
Bu kolay oğlum bu kolay, o birkaç sözeüklü
tümceyi söylemek kolay, ama iş bulmak öyle ko
lay mı Bülent? .. İstersen aklını başına al, boş ver,
yine her zaman olduğu gibi, şöyle cılk diye usul
cacık açıver kiliti, ayaklarının ucuna basa basa geç
divana, uzan, baktın tabak çanak sesi, otur sofra
nın bir köşesine, hiç başını kaldırmadan iç çorba
nı, sonra çekil köşeciğine . . . Karın, çocukların uyu
yunca sen de ışığı söndür ve düşün, düşün, dü
şün ! . .
Ama kaç a y oldu, ben Saime'yi özledim, ço
cuklanmı özledim, rakı içmeyi özledim.
«Şimdi eve gidince Saime iş buldum)> diye :ıpüj
deyi verirsem . . .
Yann yuvan yıkılır Bülent. ..
Haydi karar ver, yaklaşıyorsun evine. Aylan
düşün, karının elinin eline değmediğini düşün .
Onun kokusunu düşün. Ve senin bu işte hiçbir
suçun olmadığını düşün ...
Ama bil ki yarın tüm suç senin olacaktır. Ya
lanın ortaya çıkınca Saime Selma'yla Senem'i al
dığı gibi babasının evine gidecektir. O zaman ne
yapacaksın Bülent Bey? Hiç olmazsa şimdi onlann
soluklan hemen bir duvar ötede, ya Saime baba
sının evine giderse?
Hem niçin yalan söylüyorsun, yoksa yavaş ya
vaş dejenere mi oluyorsun?
Ne dejeneresi canım? Patlayacak gibi oluyo
rum. Sekiz işyeri gezdim bugün, sekizi de «Adres
174
bırak» dediler . Biri de sormadı, kaç aydır işsizsin,
diye.
İşte sokağınız, karar ver!
Yoksa düşünmek için bu işi yarına mı bırak?
Hıı?
Ama söyleyeceksem , ha yarın söylemişim, ha
bugün, ne ayırdı var?
Çok kötü bakıyor Saime, bugün daha kötü
bakacaktır. Ama ben şimdi az sonra, üç dakika
sonra kapıdan girince,
«Saime koş, müjde, iş buldum» dersem???
O zaman?
Kapıdan giriyorsun Bülent, karar ver çabuk . . .
Haydi merdivenleri çıkıyorsun, çatı katı ama, na
sıl olsa varacaksın, işte üçüncü kata vardın bile. . .
Aaa, o da nesi, evet evet, dudaklarında bir ıs
lık. . . Uf ne ıslık, merdivenlerden otuz beşlik Bü
lent çıkmıyor, sınavda cebirden on almış lise öğren
cisi çıkıyor.
Omuzlar yavaş yavaş kalkıyor, sanki ceket ken
di kendine kabanyor, ay Bülent'in yüz kaslan gev
şiyor, ağzı içeri doğru gidiyor, birden yayılıyor,
anahtarını çıkarırken !al laaaaya başlıyor, Bülent
de şaşıyor,
«Bu ben miyim?»
Evet sensin, sen iş buldun, çok dolgun bir ma
aş, anlıyor musun, maaşm dolgun, şimdi müjdeyi
vereceksin, bu gece doya doya çocuklarını sevecek,
karım kucaklayacaksm ve rakı içeceksin, salçalı et,
salatalık turşusu yiyecek, kırmızı turp çiğneyecek
sin, yeter ki sırıt Bülent, sınt sınt, biraz daha sı
nt. . .
Şıkırt . . .
Efekti yükselt Bülent . . .
«Lal laaa, fii f i fiiii! »
Çok güzel, şimdi seslen. . .
Yo, kıs efekti, kır boynunu, kes yüzünün kas
lannı. yanru düşün Bülent. haydi kullan şu ufa
cık zamanı, sonra yarın çok geç olacak. . .
175
Yo hayır, efekti güçlendir Bülent, haydi daha
güçlü daha güçlü, bak işte odanız orada, doya do
ya koklayacaksın Saime'ni, kollarını çocuklannın
omzuna dolayacaksın, rakını içeceksin, mutlu aile
resmi oluşturacaksınız salçalı etin başında. . .
Ver müjdeyi ne duruyorsun, baksana Sairne ba
şını kaldırmış sana bakıyor, yo biliyor, içip gel
mezsin, çok iyi biliyor, çünkü beş kuruşun yok,
müjdeyi bekliyor, boynuna sarılmayı bekliyor, hay
di kadının sezgilerinin güçlü olduğunu göster ona . . .
Yo, kes ıslığı, lalalayı, otur köşene. . .
Yeşil gözler kötü bakmıyor, bir şeyler sezinle
di Bülent, haydi ver müjdeyi, ver ·ver, yann nolur
sa olsun . . .
«Saimee, müjdee, i ş buldum ! . . >>
Senin ağzından mı çıktı bu sözler, yo yo tanı
yamadın sesini, amma sen söyledin. Sen söyledin
ki, karın yeşi l gözlerini iri iri açmış sana doğru ko
şuyor, çocuklar da koşuyorlar.
«Ne diyorsun Saime, hem de öyle bir maaş ki . » .
Maaşı da söyledin.
İşte Saime'nin kolları boynuna dolanmış, işte
çocuklar ayaklarına yapışmış, işte Saime öpücükle
ri konduruyor, oynuyor, oynuyor, geliyor sana
sarılıyor. . . Aynı düşündü�ün gibi Bülent. . .
Evet düşündü�üm gibi...
«Bakkala uğrayacaktım da, böyle bir geceyi
kutlamak için, sana önce söyleyeyim de dedim, bor
ca bir ufak rakı alacaktım da, çünkü patron maa
şımı n yarısını yarın avans olarak verecek de » ...
«Babacı�m bana da . ». .
176
«Yarın yarım maaş avans verecek ha Bülent? >)
. .
177
PASTIRMA
178
pasarn bulurum ben o dükkanı, o vitrini. öyleki,
bir tazı benim gibi koku alamaz şu anda, çünkü o
denli bumum pastırmaya karşı uyanlmış. Belki de
o anda burnumu tazılar gibi uzatmışımdır öne,
tavşanlar gibi oynatıruşımdır bumumun üst yanı
nı . . Ve de şaar . . . Biliyordum bunun böyle olaca
.
179
ğil mi? Hain, insana düş bile kurdurtmayan eder,
elimde olsa seni alır kıvırır kıvırır da . . . Yok Necati,
durma artık burada, çek git vitrinin önünden, öy
le bir eder var ki, üzerinde düşünü bile kuramaz
sm. . . Midenin içi «Şaaar» mı, varsın olsun, ne de
di doktor, boş bırakma mideni, şuradan şimdi bir
sirnit alırsın olur biter.
«Ama benim canım pastırma istiyor. »
Hop hop, kim o yahu, kim o terbiyesiz? Sen
kimsin ulan, pastırma yemek kim? Kaçıncı dere
cedesin, yan ödemen kaç lira, yakacak zamının
kaç lira, hıyar, kendine gel . . . Hem o pasıırmalar
senin için yapılınıyor ki.,. . Şuna bak, canı pastırma
yemek istiyormuş. Oğlum ayağını yorganına göre
uzatacaksın, bak n e diyor büyüklerin, şunun şura
cığında birkaç yıl daha kaldı, sabret, sıkıntıya kat
lan, ondan sonra öyle pastırmalar sucuklar yiyecek
sin ki, ühüü.
«Ama benim canım şimdi istiyor. >>
Geri döndüm, nasıl çekiyor beni sarmısak ko
kusu, pastırma görüntüsü. Hayır, şu anda en ko
kulu leylak sarmısak gibi kokamaz, en güzel doğa
parçası, en güzel manzara pastırma gibi olamaz.
Bilmem hangi ressamın, bilmem ne tablosuymuş,
o tabioyu böyl e tutup da yumurtalı yapıp, şöyle ek
meği koparıp sarmısak kokusunu ciğerlerinde du
ya duya yağma banabiliyor musun? öyleyse ne ya
payım şimdi ben mavi yolculuğun en mavi köşe
sini, benim canım pastırma istiyor.
«Al da ye ulan Necati.»
«Çüş ... Kendine gel oğlum, kendine gel, hayd i
çek git, boş ver! »
Vitrinin önündeydim yine .
Ah canım ay parçaları . . . Şimdi giriversem içe
riye . . . Yo yo, vitrini izledikten sonra değil, şöyle
vitrinin başından ayrılıp, şöyle bir dönüp geri gel
dikten sonra. Dükkana hızl ı hızlı girersin, elinde
şöyle gösterirsin,
«Olanağı varsa, şu parçadan lütfen, iki yüz
elli gram. »
180
iki yüz elli gram yeter mi, bir bald.ız, üç ço
cuk, iki de biz, etti altı, adam başına kırk gram . . .
Yetsin canım . . . Kavga olur belli evde, çoluk. çocuk
birbirlerine girerler pasıırmanın başında, «Sen ban
dın, ben yandıın, sen yedin, ben yemedirn, baba bü
yüğünü kaptı, anne kocamanını ağzına attı.» Ama
olsun, sen de o arada nasıl olsa iki lokrna kaparsın.
Şöyle ekmeği koparırsın, kocaman bir lokrna, ama
el denli, kapatıverirsin yumurtaların, pasıırmaların
üzerine, bastıtırsın, oh sünger gibi yağı çeker, son
ra ekmeği şöyle bir kıvınp, sudaki balık gibi, bir
pastırma, biraz yumurta, tamam, ondan sonra is
terse pastırmanın başında kızılca kıyamet kopsun.
Sen atarsın koca lokrnanı ağzına, başlarsın gözleri
ni kısıp yavaş yavaş çiğn·emeye, böyle hepsini bir
den yutmaz, yudum yudum yutarsın lokmalarını.
Yuttuktan sonra sahanda kapacağın bir lokma da
ha kalmışsa ne iyi, kalmamışsa boş ver, ilk lokrna
nın tadı sana birkaç yıl yeter. . .
Evet, gerçekten kaç yıl oldu se n pastırma
yemeyeli? . .
Unuttum . . . Yıllardır . . .
«Çok pahalı değil mi arkadaş?>>
Adamın biri yanında durdu ve gitti. Ama ne
denli durdu, hiç ayırdında değildin, yalnız adamın
pastırma ederini çok pahalı bulduğunu söylediği za
man adama şöyle bir b�tın, ama adamı görınedin.
Zaten çok kızdın o adama. Sanki kendisi pahalı
olduğunu bilmiyor muydu? Biliyordu . O da pahalı
düş kuruyordu. iki yüz elli gramlık pastırm.a düşü.
Bir memur, hem de derecesi kaç, kadernesi kaç,
hiçbir zaman pasıırma düşü kurmaya hakkı olma
masına karşın, pastırma düşü kuruyordu. İşte bir
adam gelip bu düşü bozuyordu. Ulan pahalıysa pa
halı, sana nesi?
Biz nerede kalmıştık?
Evde kalmıştık. Şayet yumurtalı pastırrn a sa
hanından bir Iokrna daha kapabilirse. . .
Aa, yumurtalı olması ş art mı? Değil mi ya, yu
murtalı olmaz da fasulyeli olur. . . Allah, kuru fasul-
181
yenin içinde, iki yüz elli gram pastırma. . . Nasıl hel
melenmiş fasulye, nasıl pişmiş pastırma, tel tel ol
muş, fasulye içinde kadayıf gibi. Bir açıyor tence
renin kapağını Neriman, bir dağılıyor pastırmalı
kurufasulyenin kokusu odaya. . .
Al işte, mide yin e «Şaar». . . İyice şar olsun,
olsun. . . Yanına da Neriman'ın kendi elceğiziyle
yaptığı lahana turşusundan... Eh artık sen o zaman
çocukların hırıltılarını dinle, evet evet, evde n e za
man iyi bir yemek, etli bir yemek olsa, üçü de hır
layarak yiyorlardı. . . Ya ben, ben nasıl yerim. «Şöy
le suyundan bol koy Nerimam> derim. . . Band.ın
mıydı suyuna, kaşığın ucuna aldın mıydı pastırma
kokusu sinmiş fasulye tanelerini... Pasıırma en so
na, önce kaşığın üstüne, sonra ekmek arasına, pas
tırma özel yenmeli.
Yoksa yumurtatısı mı?
Karar ver Necati, ya yumurtalısı, ya fasulye
lisi...
Dur!
Noldu? Dur canım, bir de bunun kağıtta pi
şeni var. Kalın kağıda sararsın, atarsın fınna. Ne
fırını, bizde fırın ne arar? Evet evet en iyisi, en
iyisi???
En iyisi yumurtalısı'1 Adam başı birer yumur
ta kırdın mıydı içine, altı yumurta, iki yüz elli gram
pastırma, içine yarım paket de yağ. . .
He)rı dikkatli o l Necati, biri sana bakıyor, ga
liba elinle kolunla bir şeyler yiyor gibi yapıyorsun
sen, kendine gel, vitrinin önündesin, evde pastırma
salıanının önünde değil.
İki yüz gram alsarn '1
Adam başı tastamam otuz üç gram. .. Harika...
Elli gram eksik ama, o elli gram kaç lira, işte edıer
orada, hesapla, yaa bak. . . Sanki iki yüz gram diye
pastırmalı fasulye olmaz mı? Ay yine şaşırdım, o�
lum yumurtalı mı, fasulyeli mi? Ah, canım yumur
tahsını istiyor amma, ben fasulye olunca yemeğin
çoğalacağını. . . Anlıyorum anlıyorum ... Oğlum Ne
cati, ayda yılda, ne ayda yıldası, on yılda, on beş
182
yılda bir aldığın pastırınayla canın ne istiyorsa onu
yap ye. . . Canın yumurtalı istiyor, yumurtalı yap.
Haydi Necati, artık hiç düşünme, gir içeri,
«Çek ş urdan iki yüz gratn pastırına)) de. . . Yo öyle
şöyle bir dolanıp falan gelme, sonra cayarsın, uzun
hesaplara dalarsın, sonra, «Haydi boş ven> dersin.
Onun için hemen gir şimdi içeriye, çektir iki yüz
gram pastırmanı, tut evin yolunu . . .
Bir dakika!
Yüz elli gram alsana . Ne olacak yani, zaten
sen bunu doyum tokum yemiyorsun ki, tadımlık,
o zaman yüz elli gram yeter. Adam başına yirmi
183
pardon midesinde ancak bu denli güzel duygular
yeşerebilir.
«Buyrun .. . >>
Ah bana deniyor.
«Yüz gram lütfen, şundan olsun! »
Ay parçasının kardeşinden . . . Adam onu eline
aldı, doğruyor, işte bir dilim, karımın, işte ikinci
dilim Suna'nın, üçüncü dilim Sadık'ın, dördüncü
dilim Aycan'ın, beşinci dilim baldızımın, altıncı
dilim benim... Aaaa yedinci dilim, yedincisi de var,
cabası gibi, fazlası gibi... Biliyorum, bu yedinci di
lim Suna'nın olacak, çünkü evin en küçüğü, afi
yet olsun Suna'ma.
«Buyrun efendim, parayı kasaya lütfen ... »
Elimi cebime attım... Cüzdan. . . Pastırrna. . .
Kasa. . . Dükkan döndü, kasa döndü, adam döndü,
ben döndüm, vitrin döndü, sokak döndü, her ya
nımdan sarınısaklı terler boşandı, o kocaman pas
ıırma kalıpları kütük oldu, kafama indi küt küt,
boğuldum, rnorardım, bağırdım, sanki yıllardır bi
riktirmişim gibi bağırtımı:
«Cüzdanıııım, cüzdanıını çalmışlar! >>
Fırlarlım sokağa, kaldırım boyunca koşmaya
başladım. O adamı arıyordum, düşlerden beni uyan
dıran, «Çok pahalı değil mi arkadaş?» diyen ada
mı. O çekip götürrnüştü mutlaka cüzdanımı ... Yok
sa o da başka bir vitrinin önünde mi düş kurmuş
tu??
184
EN İYİ iLAÇ
185
«Yarın çok geç olacaktır. »
Hiç geç kalır mıyım? Daha genciz, evlenece
ğiz, çoluk çocuk sahibi olacağız, koştum gittim iç
hastalıklan uzmanının birine. Doktor, ötemi be
rimi bir güzel gözden ve kulaktan geçirdikten son
ra, ((Hııım» dedi, ardından «Yaaa» dedi, bende
şafak attı, ağlamaklı,
«Çok önemli mi doktor bey?» diye sordum.
«Önemli değil ama, olabilir,» dedi. «Sen şimdi
şu ilaçlan al, bir hafta kullan, görüşeceğiz.»
Başladı reçeteyi yazmaya.
Ah şu doktorlar, dinlerler, bakarlar, sonra da
kaşlarını çatarlar, hiçbir şey söylemezler, yahu da
lak benim dalağım, yürek benim yüreğim, söylese
ne bir şey, yoo, ilaçları kullanmalı bir hafta sonra
gelmeliymişim.
Olur . . .
Onca iğneyi vurdurdum, şurupları içtim, hap-
ları yuttum. . . Gittim yine bizim doktora.
((Ağrı geçti mi?» diye sordu.
«Hayır,>> dedim.
Altrludağını büzüp sarkıtlıktan sonra saçsız ka
fasını kaşıdı, başını yukarı kaldırdı, duvarlara bak
tı, galiba ben ölüyorum, benim ruhumu duvarlarda
görüyordu, böyle kanatlı mıyım, yoksa kanatsız mı
yım?
Demek durum çok kötü ki, doktor kara kara
dü.5ünüyordu.
«Röntgen,» dedi, birdenbire. ,
Ne diyebilirim ki, tek iyi olayım da. Bir arka
daşı varmış, bir mektup yazıverdi arkadaşına.
Ben bilirim, gün geçmiyor ki bu filmler paha
lılanmasın, aman aman bence dünyanın en pahalı
filmleri bu filmler. Bir tane çekse ya, üç tane bir
den çekti .
Geldim yine iç hastalıkları uzrnanına. Filmleri
ışıklı bir yere takıp inceledi. «Yaa yaaa>> . . . «Hım
hım» dedi, filmi ışıktan aldı, bana dönerek,
«Perhiz yapacaksınız,» dedi.
Sevdiğim şeyleri yasak, sevmediğim şeyleri öz--
186
gür bırakan bir yemek listesi uzattı. Ben de vizite
ücretini ödedim.
Eh, perbiz bu boru mu, hiç kabak başlaması
yenir mi, üzerin e çiğ mısırözü yağı dökülmüş; hiç
elma yenir mi, suda pişirilmiş, efendime söyleye
yim, hiç pirinç lapası yenir mi, böyle tatsız tuz
suz?
Bir ayın içinde iğne iplik oldum. Etlerle ke
mikler arasında bir iki milimetre kalınca, gittim
yine bizim iç hastalıkları uzmanına.
«Amma olmuşsun ha, maşallah tüy ıııklet,)) de
mesin mi?
Hiç koskoca doktora, «Sayenizde>> denir mi?
Demedim, yalnızca acı acı gülümsedim. Aman, bi
liyorum gülümsememi, şu hani Afrika'daki aç ço
cuklar gibi gülümser olmuştum, aynanın karşısına
geçiyor, gülümsüyor, kendi durumuma kendim acı
yar, ayna karşısında gülümseyerek ağlamaya baş
Iıyordum .
Doktor,
«Ağrın var mı?)) diye sordu.
«Eskisi gibi,)) dedim.
Şöyle yarım yamalak bir incelemeden sonra,
«En iyisi seni falanca beye göndereyim,)) de-
di. (Onca doktor gezmiş adamım nerden usumda
kalsın falanca beyin adı, hem çok mu önemli?) Ar
kadaş yeni bir aygıt aldı. Bu aygıt size kesin tanıyı
koyacaktır. ))
Vay bana, vaylar bana, demek daha bir buçuk
aydır tanı konmamış.
«Doktor bey, yoksa ben onulmaz bir hastal ı
ğa? ? ? ))
«Yok canım, siz neler söylüyorsunuz?))
Yeni aygıt alan, benim hastalığımı şıppadak
bilecek olan arkadaşına mektup yazıyordu. Yazı
yordu da, niye yine havaya duvarlara bakıyordu
bu adam, yo, mutlaka umarsız dertlerıe düştüğümü
biliyor, beni şimdiden ölmüş kabul ederek duvar
da ruhumu izliyordu.
Eh aygıtın maşallahı var, rafineri gibi, her ya-
187
nında teller, borular, bir tünele girer gibi girdim,
bir başka tür röntgen aygıtı . Başka tür röntgen ay
gıtı olduğu için parası da başka türlü . . Varsın ol
sun, tek iyi olayım da.
Onca paraya, yen i aygıtlı doktor, elime bir
mektup tutuşturdu. Gittim bizim iç hastalıklan uz
manının yanına; m ektubu okudu, yine <<yaaa»ladı,
yine «hım»ladı, sonunda üç kağıt kullanarak uzun
bir reçete yazdı.
«Sakın perhizi bozma,» diye de beni uyardı.
Galiba biz gidiciyiz. Çünkü yeni aygıt bunca
ilaç dedikten sonra? Eczacı yüzüme acıya acıya
baktı, koskoca bir torbaya ilaçlan doldurdu, dal
dururken bir de «<ııh» diye iç çekmez mi?
«Yani ki yakında ölecek olan bir adama bun
ca ilaç eziyeti niye ki?» der gibi.
Eczaneden kuş gibi çıktım, kuş gibi eve gel
dim .
Ah o ilaçlar hiç biter mi?
Leblebi gibi hap atıyor, su gibi şurup ıçıyor,
dikiş diktirir gibi iğne vurdurtuyordum. On ikide
iki hap mı, yoksa iki de on iki hap mı, hapların
sayılarını, saatlerini şaşırıyordum.
Böyle rüzgarlı havalarda dışarıya çıkamayacak
denli zayıflamıştım. Arkadaşlarım,
«Aman yahu öleceksin, nereden buldun o do k
toru, bu adam seni resmen öldürecek,» dediler.
Hatta daha ileri gittiler, bu doktorla herhan
gi bir kan davamız var m ı yok mu, onu da araştı r
mamı önerdiler, adam kan davası güttüğü için be
n i iğnelerle şuruplarla öteki dünyaya gön derecek
miş . . .
188
du, kahkahalar atıyordu ; arada bir ciddileşiyor, şap
şap dizlerine vurarak,
«Vah vah vaaah, vah vah vaaah! » diyordu.
Reçeteleri gülmece kitabı gibi okudu, sonra
ciddi ciddi oramı buramı yokladı, kafamın ardını,
göbeğimin üstünü de unutmadı.
«Yazık .etmişler,» dedi.
<dlem yazık, hem de ka.zık doktor bey,» de
dim ağlamaklı.
Kesin konuştu :
«Perhizi hemen bırak, öleceksin be! Sonra şu
yazacağıni ilaçları kullan, ilaçlar bitince gel ! »
Daktoru n yanından çıkar çıkmaz, turşucudan
turşu aldım, kebapçıya girdim, bol soğanlı kebap,
salatalık, biber turşusu, bir güzel kamımı doyur
dum. Yoo, perhizi bıraktım ama ilaçları bırakmak
yok, çünkü bu doktoru_mu çok sevdim. İlaçlar bi
ter bitmez doktorumun: yolunu tuttum.
«Nasıl ağn falan?» diye sordu.
«Var,» dedim, «ama biraz aşağıya kaydı. . . >>
«Haa, o zaman film çekeceğiz,» dedi.
Kim ne derse desin, bu doktorlar benim iç or
ganlarımın şekline meraklılar, acaba midem na
sıl, acaba kalbirn nasıl, acaba ciğerlerim nasıl?
«Sıkı tut soluğunu, soluk alma soluk alma. »
Şıkırt, çıktı bizim ciğerlerin filmi, ayna gibi .
Nah ayna gibi . . . öteki doktor bizi perbize çe-
kerken öldürmüş de haberimiz olmamış, biz ilaç
lan yutup yutup uyumuşuz. Bizim ciğer hapı yut
muş. Eb, amma doktorumun maşallahı var, de
neyli, babacan, kalemi işlek, yazıp duruyor reçete
leri . . .
«Şu şunun için, kınnızı bunun için, san ye
meklerden önce, yeşil yemek arasında, nah badem
şekeri gibi olanlar sekiz saatte. . . »
Yo ben uysal bir hastayım, yani doktorum,
«Haydi şu eczaneye gir, en baştaki ilaçtan başla
atıştınnaya» dese, hop gözümü kapar yaparım .
İyi de, bunca ilaçtan sonra şu göbeğimin iki ya
nındaki ağrı da ne oluyor?
/89
«Barsak büzülmesi. . . »
«Vah vah vah, ne dediniz doktor bey?»
«Barsak büzülmesi. »
öyle rahat söylüyor ki adam, barsak dolması,
kokoreç der gibi...
«Nolacak. doktor bey?»
«Edeceklerini etmişler, seni perhiz ettire ettire
batsaklarllll büzmüşler. »
Büzük barsak, tıstıslı bir yürek, hırlayan bir
akciğerle çıktım doktorun yanından ve de yine
upuzun bir reçeteyle.
Arkadaşlanm,
<<Alma bu ilaçları,» dediler. «Bu doktor öte
kinden de berbat. »
«Yahu asıl bunu araştır, bununla aranızda es
kiden bir kan davası falan olmasın,» dediler.
Diyen diyene, ama ben elden gidiyorum. Ger
çi son doktoruro reçeteyi yazarken duvarlara ba
kıp ruhumun kanatlı mı, yoksa kanatsız mı olaca
ğını düşünmüyordu ama, şu durumum da hiç iyi
değildi, yani şimdi gece yarısı birisi kulağıma,
«Eyyy adam, sen ölmüşsÜm) dese, İnanacak,
sabahleyin yataktan hiç kalkmayacaktım. Çünkü
ölüler yataktan kalkamazlar.
Yok ama, kalktım. Şimdi babacan doktorla
aramızda eski bir kan davası var mı yok mu, onu
araştıracak durumda değilim, sağlığım gidiyor şu
anda, ölüyorum.
Yeni bir doktor buldum. Yoo, yooo, çok iyi,
on numara, iyi para alıyor ama on numara, adam
Prof... Okkalı Prof, kalıp kilo yerinde, proflara ya
kışan hiç konuşmamazlık da yerinde. Ben ne so
rarsam sorayım, öhhö, sanki kapıya sesleniyorum,
soruma yanıt vermiyor amma,
«Ün beş gün sonra gel,)> diyordu.
Bölük pörçük öğrenebildim, bende çok inat
çı bir gaz varmış. Nasıl bir gazmış ki bu, sevnıiş
benim bedenimi hiç çıkıp gitmiyor, eh dursun ba
kalım durduğu yerde, patıatıp öldürmesin de. Ci
ğerlerdeki dumanmış, eh olur, havalar dumanlı na-
190
sıl olsa. Midemdeki de sininniş. Aslında her yanırn
sininniş, sırırn gibi.
Gittim «sinirci doç»a, geldim «iççi proba . . .
Gittim «sinirci doç»a, geldim «iççi prof»a. . .
Galiba adam beni şoka da soktu, bilmiyorum
veballeri günahları boyunlanna, yoksa gele gide ben
mi şoke oldum. öyleki, yirmi bir gün yumurta
ların üzerinde yatmış, yirmi birinci günü hepsi de
cılk çıkmış, kuluçka tavuk gibi serserne dönmüş
tüm.
Sinirci doç beni pek sevdi, hiç bırakmak iste
miyordu, çünkü söyleşimi çok seviyordu, konuşu
yor, sonra da vizite ücretini verip çıkıyordurn.
Sinir kesildim iyice. 1ççi prof,
«Sinirin midene vuruyor,» dedi.
Taşı eriten midem, makarnaya granit gözüy
le bakar olmuştu. Su içsem, sanki kemik yutmu
şum gibi midemin orasına burasına bıçak.lar sapla
nıyordu.
Beş film çekildi, mide sarkınası ve ülser. . .
Allah Allah ! . .
Mideyi iple yukarıya çekmek olası olmadığına
göre, gelsin yine ilaçlar ülser için ayrı, sarkınışı yu
karı kaldırmak için ayrı.
Ama solurodaki apandist olabilirrniş . . .
On ikiden vurdular, tamam apandist, aman ne
kolay, rafadan yumurta pişirmekten kolay, iyi de
bir de bana sorun.
Tam apandist ameliyatından bir hafta sonra
kan i şemeye başladım.
<<Normaldir,» dedi yeni doktorum, «bunca ilaç,
ne yapar insanın böbreklerini?»
Ah merak eder dururdum, yahu yoksa ben
böbreksiz miyim, diye? öyle ya onca hastalığın
yanında, ancak böbreks!z bir insanın böbrek ağ
rısı, hastalığı olmazdı.
Ah bu son doktor ah, ne ilaç yazıyordu, ne
de bir şey,
«At bu kafayı at,» diyordu.
«Doktorcuğum her yanımda sancılar? ? ? »
19 !
«At bu kafayı at! . . &
«Aman doktor, ilaç, film?&
«At bu kafayı ati . . &
A y pek sevdim bu daktorun yanında çalışan
hemşireyi. O da beni sevdi galiba. Bunca hastalık
lar içinde evleniverdik, daha doğrusu kendimi evli
buluverdim.
Doktor bu be! . . Hay Allah razı olsun benim
hanımdan. Şimdi de oram buram ağnmıyor mu,
ağrıyor, amma ben,
«Ah şuram,& dedim miydi, bizim hanım süpür
�yi kapıyor, orama orama,
«Vah buram,» dedim miydi, bizinıki yine sü
pürgeyi kapıyor, burama burama yapıştınyor. Sağ
olsun, öyle de iyi vuruyor ki, yaradana sığınıp sı
ğınıp.
Sağlığım mı? Yo yo iyi oluyorum galiba. Bu
gidişle bir iki aya inşallah hiçbir şeyciğim kalma
yacak, turp gibi olacağım, hanımıının elleri dert
görmesin. . .
192
üLKE YüRüYOR
193
Eb, durum böyle olunca, evde harunun annesi
babası, benim annem babam olunca, hiç öyle bir
evde tartışma eksik olur mu? Elbette olmaz.
Yine böyle, çocuklann «Açız açız! » efektiyle
biz karı koca kavga ediyorduk, kaynanam, kaym
babam karımdan yana, benim annem babam ben
den yana, karım bağınyordu:
<<Mantom yok, ayakkabun yok, hırkam yok! »
Ben bağırıyordum:
«Benim var mı, koskoca kışı yazlık pantolonla
geçirmedim mi?>>
Sanki bu bağırmalar çağırmalar, kan koca
birbirimizi kırmalar derdİmize umar olacakıruş gi
bi? Nerde olmuş, hangi ailede olmuş ki, bizde ol
sun.
«Ne yapabilirim ki, çalıştığım yerden ne çala
biiirim ki, kimden rüşvet alabilirim ki?»
Karun bağırdı:
«Yapamazsın elbette, bunları yapamazsın, ama
yürüyemez misin?»
Yumuşadun, sordum:
«Ne yürümesi?»
«Basbayağı yürüm e işte, yürürsün, olur biter ... »
Bu akıl, gerçekten kaynanarn haklı, benim ha-
nım okusaymış çok bir şeyler olurmuş, amma oku
mamış, olanak olmamış.
«Yaşşa karıcığım,» dedim, «elbette çok iyi dü
şündün, çok güzel bir akıl, yürüyeceğim, hem de
yanndan tezi yok hemen.»
Ama bir kişinin yürümesiyle kim ilgilenirdi
ki'! Sanırun ailenin öteki bireyleri de bunu düşün
müş olacaklar ki, kimse kimseyi çağırmadan, uyar
madan, adı yemek masası olan, ama üzeri ayda an
cak birkaç kez yemek gören masanın başmda top
lanıverdik Babam,
«Bir kişiyle olmaz bu iş, » dedi, «ben de bu
yaşlı halimle yanında yürüyeyim ki, bir şeye ben
zesin.»
<<Olmaz baba, yaşhsm,» dedim.
194
Adamcağız boş yemek masasının ortasına uzun
uzun bakıp, içini çektikten sonra,
«Yaşlıyırn ama oğlum, midem taşı bile eritir, •>
dedi.
Annem atıldı oradan:
«Ben kocarnı o ı pızsız yollarda bir başına koy-
mam, ben de geleceğim,» dedi.
Ondan sonra,
«Ben de,»
«Ben de,>> diye iki gönüllü daha çıktı.
Kayın:babam,
«Yahu toptan yürüsek ne dersiniz?» dedi.
<<Ben gitmem,» dedi kaynanam, «şuracığa var· ·
madan romatizmalarım tutuverir, sonra başınlZ2l
dert olurum.»
Karım,
«Kucağımdaki çocuğu sırayla taşırsanız, geli
rim,>> dedi.
Of, şu kadındaki özveriye bak, benim aslan
karıcığım, kalktım alnından öpüverdim.
«Seninle övünüyorum karıcığım! . . Şimdi aile
cek böyle, bir de kucakta çocuk, ah ah sonuncular
ikiz olsaydı, iki kucak çocuğuyla. . . >>
B u çok önemli buluşun sevinciyle o gece ço
luk çocuk, genç yaşlı çaldık, çığırdık, oynadık, gö
hek attık.
Sabah ola, hayır ola!
Oldu oldu, hayır oldu ki hem de nasıl hayır
oldu, atıadım dolmuşa, gittim gazete bürolarına,
hir bir hepsini dolaştım,
«Efendim biz yarın ail.ecek yürümeye başlıyo
ruz,» dedim.
«Niçin yürüyeceksiniz acaba, öğrenebilir mi
yiz?»
<<Açız da ondan efendim, ne doğru dürüst c t
yiyebiliyoruz, n e meyve yiyebiliyoruz, çocuklara
bir gazoz içiremedim daha, ne eğlencemiz var, ne
peynirimiz, yok, hiçbir şeyimiz yok. »
(<Aç olduğunuz için yürüyeceksirriz demek ? >>
«Evet efendim. >>
195
« Çok enteresan, tam bir haber. »
«Bir de kucakta çocuk var. . . »
« Çok ıenfes . . . »
« Yetmişlik iki adam, babam kayınbabam, alt-
mış sekizlik annem. çocuklarım, karım . . . »
«Harika, manşete geçeriz . . . »
«Sağ olun efendim . »
«Pekiyi, yürüyüşün adı ne olacak?»
«Vallahi efendim, Allah z;engine 'Yürü Ya
Kulum' demiş, onlar da yürümüşler, böylece zen
.
gin olmuşlar, biz de yürürsek, zengin olamayız
ama, belki bu açlıktan kurtuluruz, çünkü belki bir
ilgilenen bulunur, şu bizim ev kira, bakkal borç,
maaş borç'un umarına bakar. . . »
«Demek yürüyüşünüzün adı 'Yürü Ya Ku
lum' yürüyüşü, ama yo, biz buna başka bir ad bu
luruz, manşet e ayrı bir başlık, sonra onun altında da
ha ufak bir başlık, çok güzel çok güzel. . . >>
«Nereye dek yürüyeceksiniz?»
«Niyetimiz tüm ülkeyi dolaşmak, asfalt yollar
bitince toprak yollar, onlar biterse, köy yolları fa
lan, yani hakkımızı alıncaya dek. . . Baksamza be
yim ne üstte var, ne başta, ne yemek borusunda . . . »
Gazeteciler çok ilgilendiler, yanımıza muhabir
ler koyacaklannı da söylediler.
Saptanan saatte kaynanarn bizi evden uğurla
dı. Ah karıcığım, gözleri yaşarınıştı onca gazeteci
yi bir arada görünce, hele ana kızın ayrılması pek
acıklı oldu. «Kendinıe iyi bak»lar, «Hakkını hclal
eb>ler ve flaşlar flaşlar flaşlar. . .
Yaşamımda hiç böyle uğurlanmamıştım evden .
hiç böyle çıkmamıştım evden, hani kocaman adam
lar gibi, hep fotoğrafiarım çekiliyor, ağzıma mikro
fonlar dayanıyor. Hele bebeğimizin poz poz resim
lerini alıyordu gazeteciler. Karım konuşuyordu,
babam konuşuyordu, kayınbabam konuşuyordu,
annem konuşuyordu. Ve kafile yürüyordu .
«Açlar kafilesi yola çıktı.»
«Bu maaşla bunca insan geçinebilir mi ? »
«Yok mu bunlara acıyan?»
196
«Bu bebenin suçu ne?»
dlgililer neredesiniz?»
Bunlar, bir gün sonra çıkan ga.ZJete başlıkla
rıydı.
Ah, bunlar başlık değil, cankurtaranmış me
ğer. . . tik gecemizi bir benzinlikte peynir ekmek yi
yerek geçirmiş, üzerine de bol bol su içmiş, ben
zinliğin duvarının dibine kıvnlıp uyumuştuk. Ama
bu haber çıkınca,
«İşte, açiann en ufağı dün gece böyle uyuyor
du» diye benim bebenin resmini gösteren altyazılı
haber; tamam, o oldu artık, sabah kahvaltısını kö
yün birinde yaptık ki, uh aman breh aman, aman
ki ne aman . . . Köylüler okumuşlar haberi ve öğren
mişler ki, iki saat sonra yol üzerindeki köylerin
den geçeceğiz, «İnsanlık öldü mü?» Hiç insanlık
ölür mü? Yo ben yaşamımda öyle yoğurt kaymağı
yemedim, ben yaşamımda öyle terıeyağı hiç ağzıma
almadım, ben öyle lezzetli iki sarılı yumurta yeme
dim, zeytin parmak gibi, bal bin bir çiçek. Sanki
babam yemiş mi, annem yemiş mi, kayınbabam ye
miş mi, ya çocuklarım, ah canım yavrulanm be
nim, yiyin yiyin, topak topak et olsun, ye karıcı
ğım ye, ye ki süt olsun . . . Süt... Yo hayır, ben ya
şamımda böyle süt de içmedim.
Kayınbabama baktım, babama baktım, maşal
lah, sanki on sekizlik delikanlılar, maçtan gelmiş
veya koşmaktan gelmiş gibi bir yiyorlar ki, babam
bir şey değil maşallah yüreği sağlam ama, kayın
babamdan korkarım, bunca yedikten sonra, ama
ah işaret de edemem ki . . .
Bir gün sonraki gazetelerde yine resimlerimiz
çıktı, yine haberler :
«Açları sabah kahvaltısında yol üzerindeki Ye
niköy ağırladı. Yeniköy muhtarı çok olumlu bir iş
yaptıklarını söyledikten sonra, o üç yaşındaki çocu
ğun tereyeğlı ballı ekmek yiyişini hiç unutmayaca
ğım, dedi. Çocuk ballı ekmeği yerken gözlerini yum
muştu ve bir kedi gibi mırıltılı sesler çıkarıyordu.>>
<<Açlan öğle yeme�nde S. . . . . . . . . ilçesi doyurdu.
197
Tüm ilçe ana yola dökülmüş açları izlemişlerdi. He
men yol kavşağının yanındaki k.ahvede açiara su
nulan öğle yemeğinde, kızarmış tavuk, suböreği,
kuzu tandır, kadınbudu köfte, bakiava ve kadayıf
vardı. Açiardan yetmiş yaşındaki ömer Uçar ye
mekten sonra küçük bir kriz geçirdi, ilçe hükümet
doktoru bu kriz için, yorgunluktur, dedi.»
«Açlar, akşama N. . . . . . . . . ilçesine vardılar. Aç-
ların ilçeye geç vakit girmiş olmalarına karşın, il
çeti elinden geleni esirgemedi, onları en iyi şekilde
ağırladı . N. . . . . . . . . ilçesinin en ünlü yemekleri açia-
rın önüne kondu . »
ları . . .
198
«Ah canım kardeşim,» diyen,
«Yenge,» diyen,
«Hala,» diyen . . .
199
yordu, öyle her gün değil elbette, ama haftada en
az iki haber oluyorduk gazetelere. Yalnız şimdi baş
ka bir olay başlamıştı, yolüzeri hangi köyden geç
sek, hangi ilçeden geçsek, haydi köyü ilçeyi boşaltı
yorduk demeyeyim, abartma olur, ama köylerden ve
ilçelerden öyle insan seli takılıyordu ki ardımıza, bi
zim açiann bir başı buradaysa, öbür ucu beş klio
metre ötedeydi.
Gazeteler manşet atıyorlardı:
((Ülke Yürüyor! »
Hangi yol kavşağıydı şimdi bilmiyorum, işte
orada, bit baktık ki, diğer yollardan öyle bir insan
seli geliyor, öyle bir insan sel i geliyordu ki, zanne
dersiniz Haçlı Seferlerinin kara seferlerinden bi-
ri. . .
«lTian aman bunlar d a kim?))
Bir kanşış karıştık ki birbirimi.ze, değil kim ol
duklannı sormak çoluğu çocuğu da yitirdim o kar
gaşalıkta.
«Yahu kardeşim, bizim çocukları gördün mü?»
((Yoo, sen hangi kafiledensin ki?»
((Bu işe ilk başlayanlardan, baksana bana . . . »
«Haa tanıdım valiaha abi, çok memnun ol-
dum sizinle tanışmaktan, biz güneyden geldik abi,
bu kafilenin hepsi güneyden >> ...
KDV dah�
•