Professional Documents
Culture Documents
Morgue Sokağı Cinayeti - Edgar Allan Poe
Morgue Sokağı Cinayeti - Edgar Allan Poe
Morgue Sokağı Cinayeti - Edgar Allan Poe
Çözümleme diye
adlandırdığımız düşünce gücünün
kendisi çözümlenmeye pek
elverişli değildir. Onu, sadece,
vardığı sonuçlarla
değerlendirebiliriz. Bildiğimiz bir
şey de şu: çözümleme gücüne
aşırı derecede sahip olmak,
insanoğlu için her zaman gerçek
bir tat kaynağıdır. Güçlü bir adam nasıl vücudu ile övünür,
adalelerini çalıştıran hareketlerden hoşlanırsa, çözümleyici de
karmakarışık şeylerin içinden çıkmaya çalışarak kafa
yormaktan hoşlanır. Yeteneğini göstermesine yarayacak en
saçma işlerden bile tat alır. Bilmecelere, bulmacalara,
anlaşılmaz yazılara pek düşkündür; bunları çözerken o derece
beceriklilik gösterir ki, alelade kimselere doğaüstü bir iş
yapıyormuş gibi gelir. Yöntemli düşünceyle vardığı
sonuçların havasında, gerçekten de, bir içe doğmuşluk vardır.
"Ah, hayır; onu burada tutmak için elverişli bir yerimiz yok.
Dubourg Sokağı'ndaki bir ahırda duruyor, hemen şurada.
Yarın sabah alırsınız. Malın sizin olduğunu da kanıtlarsınız
elbette?"
"Elbette, efendim."
Joseph Glanville
"Beni böyle sarsan yeni bir korku değil, içimde bir umudun
doğmasıydı. Bu umut yarı hatırlama gücümün, yarı da
gördüğüm olayların etkisiyle oluşmuştu. Moskoe-ström'ün
içine düşen, dışarı fırlatıldıktan sonra da, Lofoden kıyılarına
vuran çeşitli şeyleri hatırlamıştım. Bunların çoğu paramparça
olurdu –kuyunun dibinde öyle didiklenir, öyle hırpalanırlardı
ki üst üste yapıştırılmış kıymık kümelerine dönerlerdi– ama
buna karşılık, iyice hatırlıyorum, bazıları da hiç parçalanmaz,
biçimleri bile bozulmazdı. Bu olayı şöyle açıklıyordum:
parçalananlar kuyunun ta derinlerine inmiş, iyice yutulmuş
olanlardı –öbürleri ise burgaca geç girmişlerdi ya da herhangi
bir nedenle, girdikten sonra düşüşleri daha yavaş olmuştu; o
yüzden de dibe kadar inmelerine kalmadan, suların değişme
zamanı, durgunluk zamanı gelmişti. Her ikisi de olabilirdi;
burgaca geç girmek ya da düşüş hızının azlığı, parçalanmadan
suyun yüzüne çıkmaya neden olabilirdi. Bundan başka üç
önemli şeye daha dikkat etmiştim. Birincisi: genel olarak, bir
cisim ne kadar büyükse o kadar hızlı düşüyordu –ikincisi:
aynı büyüklükteki iki cisimden biri küre biçiminde ise,
öbürünün biçimi ne olursa olsun, küre daha hızlı düşüyordu –
üçüncüsü: aynı büyüklükteki iki cisimden biri silindir
biçiminde ise, öbürünün biçimi ne olursa olsun, silindir daha
yavaş düşüyordu. Kurtuluşumdan sonra, kasabamızdaki
ihtiyar bir öğretmenle, bu konu üzerinde, birkaç kere
konuşmuştuk; 'silindir' ve 'küre' kelimelerini ondan öğrendim.
Nasıl açıkladığını hatırlayamayacağım –ama bu gördüğüm
şeylerin, yüzen cisimlerin biçimlerinden doğan doğal
sonuçlar olduğunu söylemişti– sonra, bir burgaç içindeki
silindirin, biçimleri başka olan eşit büyüklükteki cisimlere
oranla neden emilmeye karşı daha fazla direnç gösterdiğini,
neden daha zor aşağı indiğini de anlatmıştı.[2]
İşte sorun bu. Siz beni deli sanıyorsunuz. Deliler hiçbir şey
bilmez. Bir de beni görmeliydiniz o zaman. İşimi nasıl
akıllıca yürüttüğümü – nasıl sakınarak – nasıl ileriyi görerek –
nasıl gizliden gizliye çalıştığımı görmeliydiniz! İhtiyar adama
hiçbir zaman, onu öldürmeden önce bütün bir hafta
davrandığım kadar iyi davranmamışımdır. Her gece, gece
yarısına doğru, kapısının tokmağını çeviriyor, kapıyı
açıyordum –ah, o kadar yavaş açıyordum ki! Sonra, başımın
geçeceği kadar aralanınca, karanlık bir fener uzatıyordum
içeri. İyice kısılmış, kapatılmış, öyle ki hiç ışık sızmıyordu,
sonra da başımı sokuyordum aralıktan. Ah, onu nasıl
kurnazca içeri soktuğumu görseydiniz, gülerdiniz! Yavaşça
kıpırdatıyordum –çok, çok yavaşça, ihtiyar adamın uykusunu
bozmamak için elimden geleni yapıyordum. Yatağında yatan
adamı görebilmek için başımın bütününü aralıktan içeri
sokmam tam bir saatimi alıyordu. Ya! –bir deli bu kadar akıllı
olabilir mi? Sonra başım iyice odaya girince, sakına sakına
feneri azıcık aralıyordum –ah, öyle sakınıyordum, öyle
sakınıyordum ki (çünkü gıcırdardı fenerin menteşeleri)– o
akbaba gözünün üzerine ince, bir tek ışık çizgisi düşürecek
kadar aralıyordum. Yedi uzun gece yaptım bunu –her gece
tam gece yarısında– ama hep kapalı buluyordum gözü; bu
yüzden de işe girişemiyordum; çünkü ihtiyar adam değildi
beni kızdıran, onun o kötü gözü kanıma dokunuyordu. Her
sabah, gün ışıyınca, hiç çekinmeden odasına gidiyor, hiç
korkmadan konuşuyordum onunla, içten gelen bir sesle adını
söylüyor, geceyi nasıl geçirmiş olduğunu soruyordum.
Görüyorsunuz, her gece, saat tam on ikide, gidip uyurken
kendisine baktığımdan kuşkulanması için, doğrusu, pek derin,
pek yaman bir ihtiyar olması gerekti.
"Amontillado!"
"Amontillado!"
"Haydi gidelim."
"Nereye?"
"Sizin mahzene."
"Fıçı?" dedi.
"Öhö! öhö! öhö! – öhö! öhö! öhö! – öhö! öhö! öhö! – öhö!
öhö! öhö! – öhö! öhö! öhö!"
"Armanızı unuttum."
"Mavi bir tarlada, kocaman, altın rengi bir insan ayağı; ayak
kızgın bir yılanı eziyor, yılan dişlerini topuğa geçirmiş."
"Güzel!" dedi.
Şaşkın şaşkın baktım ona. Hareketi tekrar etti –tuhaf bir şey
yapıyordu.
"Anlayamıyorsun?" dedi.
"Nasıl?"
"Mason değilsin."
"Ha! ha! ha! – he! he! – ne güzel bir şaka doğrusu – eşi
bulunmaz bir şaka. Köşke gidince kahkahalarla güleceğiz
buna – he! he! he! – hem şarap içer, hem güleriz – he! he!
he!"
"Amontillado!" dedim.
"Fortunato!"
"Fortunato!"