Professional Documents
Culture Documents
Principles of Gene Manipulations TR
Principles of Gene Manipulations TR
1
2. BÖLÜM
TEMEL TEKNİKLER
2
Giriş
İn vitro Gen manipulasyonu için ilk uygulamalar aşağıdaki tekniklerin gelişmesiyle birlikte 1970’li
yılların başlarında ortaya çıkmıştır.
• Escherichia coli’nin genetik transformasyonu
• DNA moleküllerinin kesilmesi ve yapıştırılması
• Kesme ve yapıştırma işlemlerinin görüntülenmesi
Bu gelişmelerin önemini daha iyi anlayabilmek için, öncelikle başarılı bir gen manipülasyon
prosedürünün can alıcı noktaları üzerinde yoğunlaşmalıyız.
3
(konak genomuna ait diziler) çevreleyen konak hücrenin DNA dizisini haritalamak için bir metod
gerekli olurdu.
Birçok Temel Teknik Çoğu Gen Klonlama Deneylerinde Yaygın Olarak Kullanılmaktır.
Eğer DNA fragmentleri replike olmamışsa, yapılacak en iyi şey onları uygun bir replikona
bağlamaktır. Böylesi replikonlar vektörler ya da klonlama araçları olarak bilinirler. Küçük plazmitler
ve bakteriyofajlar kendi replikasyon orjinlerine sahip oldukları için uygun vektörlerdir. Böylece
konak hücre genomuna entegre olmaya gerek duymazlar ve DNA’ları hiç kayıp olmaksızın kolayca
izole edilebilir. Farklı plazmitler ve fajlar; vektörler olarak kullanılırlar, Bölüm 4 ve 5’te detaylı
olarak üzerinde durulacaktır. Bu noktada şunu söylemek yeterlidir, vektör olarak uygun olan ve ilk
kullanılan plazmitler ve fajlar ilk olarak sadece E. coli’de bulunmuştur. Ayrıca konak hücreye
aktarılacak DNA’yı taşıması için bir vektörü kullanmakda çok önemli bir özelliktir: Yabancı DNA yı
taşıyan vektörleri transformasyon yapılmış konak hücresinden saflaştırmak için kullanışlı basit
metodlar vardır. Bu sayede vektör sadece replikon fonksiyonu sağlamaz, aynı zamanda konak hücre
DNA’sından aktardığımız DNA’nında kolaylıkla çok miktarda saflaştırılmasına izin verir.
Vektöre sokulan yabancı DNA’daki karmaşık moleküller bazen Mitoloji deki KİMERA yla
benzerliğinden dolayı DNA kimera’ları olarak isimlendirilir (KİMERA yılan kuyruğuna, aslan başına
ve insan vücuduna sahip olan yaratık). Böylesi bileşiklerin yapımı yani yapay rekombinant
moleküllerin yapımı, genetik mühendisliği veya gen manipülasyonu olarak isimlendirilir, çünkü
biyokimyasal araçlarla yeni genetik kombinasyonlar yaratmak için büyük bir potansiyele sahiptir. Bu
yöntem moleküler klonlama veya gen klonlanması olarak da isimlendirilmektedir, çünkü karışık
moleküllerden oluşan genetik olarak benzer organizmalar kolaylıkla büyütülebilir ve büyük
miktarlarda üretilebilirler, ayrıca karmaşık moleküllerin çoğaltılması ve herhangi bir gen ürününün
direk sentezi de yapılabilir.
Teorik olarak vektöre istediğimiz DNA’yı klonlamak çok basit gibi görünse de, bir vektör için
öncelikle aşağıdaki şartlar rahatlıkla sağlanmalıdır.
• Vektör DNA’sı saflaştırılabilmeli ve iç kısımlarından kolaylıkla kesilebilmeli
• İnsert DNA, yapay rekombinantlar oluşturması için vektör içine sokulabilmeli.
• DNA Ligasyon metodları başarıyla yapılabilmeli. (DNA moleküllerinin kesilmesi ve
birleştirilmesi için kullanılan metodlar çok karmaşıktır, bunlar ayrıntılı olarak Bölüm 3’te
anlatılacaktır).
• Kesme ve birleştirme reaksiyonları kolaylıkla görüntülenmelidir, bu da agaroz jel
elektroforeziyle gerçekleştirilir.
• Son olarak, yapay rekombinant DNA E .coli’ye veya diğer konak hücresine (transformasyon
ile) tanıtılmalı.
4
Jel elektroforez ve E. coli’nin transformasyonu için detaylı bilgi gelecek bölümde ele alınacaktır. İyi
bilindiği gibi, ilk olarak 1972 yılında yapılan gen klonlama deneyinde, gen klonlama deneylerinin hızlı
bir şekilde ilerlemesini sağlayan ve aynı zamanda kullanışlı olan zorunlu teknikler ortaya çıkmıştır.
Jel Elektroforezi Farklı Nükleik Asit Moleküllerini Boyutlarına Bağlı Olarak Ayırmak
İçin Kullanılır.
DNA moleküllerini kesme ve birleştirme işlemlerindeki ilk uygulamalar Sükroz Gradiyentinde
çökelme hızı kullanılarak görüntülendi. Fakat bu işlemlerin yerini Jel-Elektroforez tamamıyle aldı. Jel
Elektroforezi sadece analitik bir metod değil aynı zamanda rutin olarak spesifik DNA fragmentlerinin
saflaştırılmasındaki hazırlık aşamalarında da kullanılmaktadır. Kullanılan bu jel agarozdan ya da
poliakrilamidden oluşur. Agaroz jel-elektroforezi birkaç yüz bazdan 20 kilobaza kadar olan
boyutlardaki DNA fragmentlerini ayırmak için uygundur (Şekil 2.1). Poliakrilamid jel ise daha küçük
DNA fragmentlerini ayırmak için tercih edilir.
DNA moleküllerinin jel-elektroforezi esnasında moleküler boyutlarına göre ayrılmasından sorumlu
mekanizma tam olarak anlaşılamamıştır (Holmes and Stellwagwn 1990). DNA moleküllerinin
moleküler ağırlığa bağlı olarak yapılan ayırma yöntemlerinde; DNA’nın kullandığımız jelde oluşan
porlara olan göçünün önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir, çünkü serbest çözeltideki DNA’nın
elektroforetik hareketi moleküler ağırlıktan bağımsızdır. Bir Agaroz jel polimerik bileşiklerden
oluşmuş kompleks bir sistemdir ve bu polimerik bileşiklerin ortalama por boyutları kullanılan
agarozun konsantrasyonuna, tipine ve kullanılan tampona göre değişir. İlk başlarda DNA’nın jel
içerisindeki hareketinin bir yılan hareketine benzediği düşünülmüştü. Fakat jelden geçen boyanmış
moleküllerin gerçek-zamanlı floresans mikroskopisi incelendiğinde daha ince dinamiklerin olduğu
görüldü (Schwartz and Koval 1989). DNA molekülleri uygulanan alanın istikametindeki gerilmeyle
esnek bir hareket sergiliyorlar ve sonra yoğun küreler şeklinde büzülüyorlar. Daha büyük por
boyutuna sahip jelde daha büyük DNA küre şeklinde ilerleyebiliyor ve böylece daha büyük DNA
molekülleri ayrılabiliyor. Küre haline gelmiş DNA molekülleri porlardan geçebilirken, normal DNA
molekülleri sadece yılan hareketi yaparak geçebiliyorlar. Bu mekanizma yaklaşık 20 kilobaz boyuttaki
molekülleri ayırmak için kulanılır, daha büyük molekülleri ayırmak için Pulsed-Field Gel
Electroforesisi (PFGE) kullanılılır.
5
PFGE’de 10 megabaz büyüklükteki moleküller, agaroz jeller kullanılarak ayrılabilirler. Bu DNA’nın
belirli aralıklarla hareket yönünün değiştirilmesiyle sağlanır, bu değişiklikler jele göre elektrik
alanının oryantasyonundaki düzenli değişikliklerle yapılır. Elektrik alanın oryantosyanındaki her
değişiklikte, DNA’nın yeni yöne hareket etmeden önce kendi ekseninde tekrar toplanması gerekir.
Yönelim, yoğunluk ve uygulama süresi gibi elektrik alan parametreleri, farklı alanların her biri için
bağımsız olarak ayarlanır ve seçilir böylece DNA’nın net göçü jelde belirli olur. Her bir elektrik alanı
tarafından uyarılan hareketin yönü arasındaki farklılık Tekrar Yönelim Açısı olarak isimlendirilir ve
bu açıya bağlı olarak, başlatılan her elektrik alanı için DNA hareket yönünü değiştirerek dönmelidir.
PFGE’nin büyük bir dezavantajı, ilk başlarda tanımlandığı gibi, örneklerin düz bir çizgide
koşamamasıdır. Buda sonraki analizi zorlaştırır. Elektrik alan değişimi için iyileştirilmiş metodların
gelişmesiyle bu problemin üstesinden gelinmiştir. Bunlardan en popüleri CHEF (contour-clamped
homogenous electrical-field electroforesis) tir (Chu et al. 1986). İlk CHEF tipli sistemlerde tekrar
yönelim açısı 120° olarak belirlendi. Fakat daha yeni sistemlerde tekrar yönelim açısı değişkenlik
gösterebilir. Mesela tüm maya genomunun haritalanması için yapılan çalışmalarda 106° ‘ lik bir tekrar
yönelim açısı kullanılmış ve böyle bir açıyla hareketin çok daha hızlı olduğu bulunmuştur (Birren et
al. 1988). Yaklaşık 200-300 kilobazlık DNA fragmentleri genomik çalışmalarda rutin olarak
yürütülebilir ve bu fragmentler birkaç saat içerisinde 90° ‘lik veya daha az bir tekrar yönelim açısı
kullanılarak CHEF sistemleri ile ayrılabilirler (Biren and Lai 1994).
6
Aaij ve Borst (1972)’un belirttiğine göre DNA moleküllerin göç oranı molekül ağırlıklarının
logaritmasına ters orantılır. Sonuç olarak, Southern (1979 a.b) hesaplanan fragment uzunluğu veya
DNA’nın iki yönlü hareketine karşı moleküler ağırlığının, yarı-algoritmik bir alandan daha geniş bir
açı üzerindeyken düz bir çizgi verdiğini göstermiştir. Her halukarda, DNA fragmentleri boyutları
bilinen marker’larla yürütülürler. Bu marker’lar bizim bilinmeyen DNA’nımızın boyutunu
belirlememize yardım ederler. Jel elektroforezinin önemli bir avantajı da DNA bantlarının yüksek
duyarlılıkta kolaylıkla belirlenebilmesidir. Alışıldığı üzere, DNA bantları Etidyum bromür’ün
bazların arasına girerek hidrojen bağlarına bağlanmasıyla kolayca boyanır (Şekil 2.3) ve çok az
miktarda 0,05 µg DNA bile ultraviyole ışık altında rahatlıkla görüntülenebilir. Etidyum bromürün
önemli bir dezavantajı çeşitli laboratuar çalışmaları için mutajenik olmasıdır ve sonuç olarak
TM
potansiyel bir kanserojendir. Bu problemi çözmek için SYBR Safe denilen yeni bir boya
geliştirilmiştir.
Jel elektroforez, farklı boyutlardaki DNA fragmentlerini belirlemeye ek olarak bir DNA molekülünün
farklı moleküler konfigürasyonlarını ayırmak için de kullanılabilir. Bunun örnekleri 4. Bölümde
verilmiştir. Jel elektroforez, aynı zamanda jel reterdasyon (geciktirmesi) ve bant shift çalışmalarındaki
7
protein-nükleik asit etkileşimlerini araştırmak için kullanılabilir. Bu da genellikle elektroforetik
harekette azalmaya neden olan DNA fragmentlerine bağlanan bir proteinin incelenmesine dayanır.
Çalışma genellikle çift zincirli lineer DNA fragmentlerine proteinin eklenmesini, çıplak ve kompleks
DNA’nın ayrılmasını ve görüntülenmesini içerir. Elektriksel hareketin fiziksel temeli ve
uygulamalarına Lane et al. (1992) ın review in den ulaşabilirsiniz.
Şekil 2.4 Nükleik asit blotlama ve Şekil 2.5 Tipik kapillar blotlama cihazı
hibridizasyonun genel açıklaması.
Southern Blotlama DNA’nın bileşimlerini analiz edebilmek için agaroz jelden zarlara
transfer etmek için kullanılan bir metottur.
Blotlamanın orijinal metodu verilmiş bir RNA veya DNA sırasına tamamlayıcı olan bir agaroz
jelde fragmentleri tutmak için Southern (1975, 1979b) tarafından geliştirildi. Bu prosedürde agaroz jel
bir depo içindeki transfer tamponuna batırılır ve üzerine filtre kağıt ve ağırlık konur (Şekil 2.5).
Hibridizasyon membranı kağıt havlu yığını ile jel arasındadır. Kağıt havlular transfer tamponunu jel
boyunca tüp hareketiyle çekerler. DNA molekülleri zarda hareketsiz bırakılır ve tampondan jele
8
akarak taşınır. Kullanılan membran malzemesi nitroselülozdur fakat zarın fazla kırılgan olması
sakıncalıdır.
Büyük DNA fragmentleri kısa parçalardan daha fazla bir transfer zamanı gerektirir. Daha
büyük fragmentlerin diğerleriyle aynı zamanda transfer etmek için elektroferezlenmiş DNA’a
alkaliden sonra depürinasyon (0,25 mol/l HCl) yapılır böylece DNA fragmentleri kısalır.
Denatürasyonla bazlar açık hale gelir ve problar bazlara bağlanabilir. Sonunda jel blotlamadan önce
nötralizasyon solüsyonuna konulur. Alternatif bir metot pozitif yüklü naylon zar kullanımıdır.
Transferden sonra, 80ºC’lik fırında membran tutalarak nükleik asit bağlanır. Nitroselülozun
kolay tutuşma doğası yüzünden vakumlu fırınlar kullanılır. Alternatif tespit metodu çapraz birleştirme
ültraviyolesinden yararlanır. Bu metot naylon zarların yüzeyindeki pozitif yüklü amino grupları ve
DNA’daki timin tortularının küçük bir bölümü arasında çapraz bağlanmanın oluşmasına
dayanmaktadır. Optimal tespit periyodunu belirlemek için kalibrasyon deneyi yapılır..
Zar oligodeoksinükleoit tek iplikli DNA ya da etiketli RNA solüsyonuna yerleştirilir. Zardaki
DNA ile etiketlenmiş nükleik asitlerin hibridizasyonu için en uygun şartlar seçilir. Komplement
sekansı bulmak ve yerleştirmek için kullanılan etiketlenmiş nükleik aside prob denir. Hibridizasyon
reaksiyonundan sonra çözülmüş radyoaktivitenin uzaklaştırılması için zar yıkanır.Southern Blotlama
metodu oldukça hassastır. Kompleks genomdaki bir kopya gen sekansı etrafında haritalanmış
restriksiyon alanları için Southern Blotlama uygulanmaktadır (Şekil 2.6).
Northern Blotlama RNA analizi için kullanılan Southern Blotlamanın bir çeşididir.
Southern’in tekniği önemli fakat RNA‘nın nitroselüloza bağlanamadığı bulunduğundan beri
jel elekfrofeziyle ayrılmış RNA‘nın blot-transferi için direkt olarak uygulanamıyor. Alwine et al.
(1979) RNA bantlarının jelden kovalent bağlanabildikleri kimyasal reaktif kağıda transferi yöntemini
bulmuştur. Aminobenziloksimetil kağıdın diazotizasyonuyla reaktif kağıt hazırlanır.
Radyoetiketlenmiş DNA problu hibridizasyonda RNA görünür. Hibridizasyon bantları
otroradyografikte yerleştirilir. RNA bantları uygun şartlar altında nitroselüloz membranların
blotlanabilmektedir.
9
Şekil 2.6 Southern metoduyla toplam genomik DNA’da varsayılan bir gen sekansı etrafında
restriksiyon haritası yerleştirilmesi.
E. Coli’ye DNA Aktarımı, Birçok Gen Manipülasyon Deneyi İçin Zaruri Bir Önşarttır
E. coli’ye transformasyonu başarmak için yapılan ilk teşebbüsler başarısız olmuştur ve
genellikle E. coli’nin transformasyona karşı koyduğuna inanılmıştır. Bununla birlikte, Mandel ve Higa
10
(1970) E. coli hücrelerinin CaCl2 ile muamelesinden sonra bakteriyofaj lambda DNA’sını hücre
içerisine aldığını gösterdiler. Birkaç yıl sonra Cohen ve arkadaşları (1972) CaCl2 ile muamele edilmiş
E. coli hücrelerinin de plazmit DNA’sını verimli bir şekilde aldığını gösterdiler. Sadece recBC-
mutantlarına lineer bakteriyel DNA transformasyonu yapılacağı düşünülürken, hemen hemen bütün E.
coli suşlarına, verimlilik derecesi değişse de, plazmit DNA’nın aktarılabileceği anlaşılmıştır (Cosloy
and Oishi 1973). Sonraları Hoekstra ve arkadaşları (1980) recBC+ hücrelerine lineer DNA
aktarılabileceğini gösterdiler, fakat transformasyondaki verim recBC- hücrelerine göre sadece % 10
kadardı. recBC- hücrelerine lineer DNA nın transformasyonu tek bir koşulda mümkün olmaktadır, bu
da hücrelerde sbcA veya sbcB mutasyonları yapılarak hücrelerin rekombinasyon yeterliliğine sahip
olmaları ile sağlanır. recBC geninden oluşan proteinin bir ekzonükleaz olması recBC+ hücrelerdeki
halkasal ve lineer DNA’nın transformasyon verimliliğindeki farklılığı açıklar.
Gelecek bölümde de görüleceği üzere, çoğu bakteri, verimlilği ve transformasyonu etkileyen
restriksiyon sistemlerini içerir. Bu restriksiyon sistemlerinin tam fonksiyonu tam olarak bilinmemesine
rağmen, yabancı DNA’nın tanınmasında ve degredasyonunda bir rol oynadıkları düşünülüyor. Bunun
sonucu olarak restriksiyon sisteminden yoksun bir E. coli hücresi transformasyonda yaygın olarak
kullanılır.
E. coli’nin transformasyonu çoğu klonlama deneylerinde önemli bir adım olduğundan dolayı,
mümkün olduğunca bu işlemin etkili yapılabilmesi arzu edilir. Bu alanda çalışan birçok kişi
transformasyondaki verimliliği etkileyen faktörleri açıklamışlardır. Kalsiyum iyonlarının bulunduğu
bir ortamda ve düşük sıcaklıkta (0-5°C), E. coli hücrelerinin ve plazmit DNA’nın birbirlerini kuvvetli
bir şekilde etkiledikleri bulunmuştur. Son adım olarak, kesinlikle gerekli olmamasına rağmen, bir ısı
şoku (37-45 °C) transformasyon için önemlidir. Kalsiyum iyonlarına ek olarak bir çok diğer faktörün,
özellikle bazı metal iyonlarının transformasyonu pozitif yönde artırdığı gösterilmiştir.
Çok basit olarak izah edilecek olursa, E. coli ile yapılan kısmen verimli bir transformasyon
prosedüründe, hücreler log fazında iken yaklaşık 1010 hücre 50 mmol/l buz soğuğu kalsiyum klorür de
çözülür, ardından 30 dakika buz üzerinde tutulur. Daha sonra plazmit DNA (0,1 µg) tansformasyon
için kompetan (yetenekli) hale gelmiş olan küçük hacimlerdeki (0,2 ml) E. coli hücrelerine eklenir ve
30 dakika buz üzerinde inkübasyona bırakılır. Buzdan alınır alınmaz 2 dakika 42°C’de şok uygulanır.
Sonraki adımda hücreler genellikle besleyici bir ortama transfer edilir ve bir süre inkübasyona bırakılır
(30 dakika ila 1 saat arası) ki plazmitin ifade ettiği fenotipik özellikler ortaya çıksın. Bu fenotipik
özellik genellikle yaygın olarak kullanılan bir antibiyotik direncidir ve plazmit içeren hücreler için
seçiçi bir marker olarak kullanılır. Sonunda hücreler seçiçi bir ortama alınır. Böylesi bir
transformasyon prosedürünün neden etkili olduğu tam olarak anlaşılamamıştır (Huang and Reusch
1995). Bilinen şudur ki, CaCl2 hücre duvarını etkiler ve hücre yüzeyine DNA’nın bağlanmasından
sorumlu olarak işlev görür. DNA’nın hücre içine alınmasındaki asıl etki kısa ısı şokunun uygulandığı
evredir.
11
Hanahan (1983) transformasyonun verimliliğini etkileyen faktörleri tekrar gözden geçirmiştir,
ve birçok E. coli K12 suşuna uygulanabilen optimum verim için birtakım şartlar geliştirmiştir. Tipik
olarak, µg’da 107 ila 109 transforme edilmiş hücre verimi, kullanılan E. coli suşuna ve metoda göre
elde edilebilir (Liu and Rashidbaigi 1990). Gönül isterki, çok fazla miktarda kompetant hücre yapalım
ve bunları sonraki kullanımlar için dondurucuda saklayalım. Maalesef, Hanahan prosedürüne göre
yapılan kompetant hücreler depolandıkları zaman kompetant özelliklerini hızlı bir şekilde kaybederler.
Inoue ve arkadaşları (1990) kompetant hücre hazırlama şartlarını optimize etmişlerdir. Kompetan
hücreleri 40 günden fazla bir süre -70 °C de saklayabilmiş ve hücrelerden µg’da 1-5x109 verim elde
etmişlerdir. Aynı zamanda kompetantlık DNA hazırlanmasında ortaya çıkan tuzlardan en az düzeyde
etkilenmiştir.
E. coli’de homolog olmayan kaynaklardan alınan, DNA’yı degrede eden ve transformasyon
vermini azaltan birçok enzimatik aktivite vardır (Bölüm 3). Büyük boyutlu DNA’ların
transformasyonundaki verim küçük boyutlu DNA’lara göre daha azdır. Çok sayıda klon gerektiren gen
klonlama deneylerinde bile böylesine iyileştirilmiş transformasyon prosedürleri olsa da bu
prosedürlere pek de itimat edilemez. Transformasyon veriminin düşük olması sorunundan kaçmak için
kullanılan bir yaklaşımda rekombinant DNA’yı in vitro koşullarda virüs partikülleri içine
paketlemektir. Bu yaklaşımın dikkate değer bir uygulaması 5. Bölümde detaylı olarak anlatılacak olan
kosmidlerin kullanımıdır. Diğer bir yaklaşım ise aşağıda tanımlanan elektroporasyondur.
12
DNA moleküllerinden 106 cfu/ug verim almak mümkündür. Bu önemlidir, çünkü genom haritalama ve
sekanslama çalışmalarının çoğu büyük DNA fragmentleri kullanılarak yapılır (Bölüm 17).
13
Polimeraz Zincir Reaksiyonu, Biyologların DNA’yı Manipule Ettiği ve Analiz Ettiği
Önemli Bir Olaydır
PCR moleküler biyolojide oldukça önemlidir. Reaksiyon kolayca yapılır ve spesifik DNA
sekanslarını çoğaltmayı sağlar. Temel bir prensipten yola çıkarak gen teknolojisinde kullanılmak üzere
çeşitli teknikler geliştirildi. En önemlisi, PCR’da fetal doku örnekleri kullanılarak doğum öncesi tanı
sağlanabilmektedir. PCR’a dayalı prosedürlerin hassas olması nedeniyle adli tıpta DNA profil
çalışmalarında kullanılmaktadır. PCR’a benzer sonuçlar üreten birçok prosedür bulunmaktadır fakat
yaygın olarak kullanılmamaktadır.
14
Çift zincirli hedef
Döngü sayıları moleküllerin sayısı
1 0
2 0
3 2
4 4
5 8
6 16
7 32
8 64
9 128
10 256
11 512
12 1024
13 2048
14 4096
15 8192
16 16,384
17 32,768
18 65,536
19 31,072
20 262,144
21 524,288
22 1,048,576
23 2,097,152
24 4,194,304
25 8,388,608
26 16,777,216
27 33,554,432
28 67,108,864
29 134,217,728
30 268,435,456
15
oldukça önemlidir. PCR’ı etkileyen faktörler analiz etmek için Pavlov ve arkadaşlarının yaptığı
çalışmaya bakılmalıdır. Doğal örneklerde PCR’ı etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. Bu faktörleri
yok etmek için gerekli faktörler Bickley ve Hopkins tarafından yayınlanan bir makalede
belirtilmektedir.
Kutu 2.3. PCR Çok Basit Bir Şekilde Hedef Sırayı Çoğaltabilir
Reaksiyon tek bir tüpte gerçekleştirilir ve Thermal cycler’a yerleştirilir. İnsan genomik DNA’sını
çoğaltmak için gerekli bileşenler aşağıda verilmiştir. Reaksiyon 100μl’liktir.
Genomik DNA, 0.1-1 μg
Primer 1, 20 pmol
Primer 2, 20 pmol
20 mmol/l Tris-HCI, pH 8,3
1.5 mmol/l MgCI2
50 mmol/l dNTP
2unite Taq polimeraz
Böyle bir reaksiyon 2–3 saat sürebilir. Optimum bağlanma sıcaklığı kullanılan primerlere göre
değişir. Sıcaklık arttıkça Tris-HCI’nin pH’ı düşer. Thermal cycle sırasında pH 6,8–7,8 arasında değişir.
16
Şekil 2.9. Tek zincirli cDNA’nın sentezinin üç adımı. (a) Random primet: (b) oligo d(T) primer: (c)
sekans spesifik primer.
17
Bir PCR’ın başarısı, reaksiyonda kullanılacak değişkenlerin seçimine bağlıdır
PCR’ın spesifikliğini kullanılan primerler belirler. Etkili primerlerin seçiminde şu faktörler
önemlidir;
• Primerlerin uzunluğu 17-30 nükleotid arasında olmalıdır.
• Yaklaşık %50 GC içeriği idealdir. Uzun primer seçiminde yüksek GC içeriği istenir ki Tm
değeri de yüksek olsun.
• Tek bir nükleotidin uzun tekrarlar ( üç veya dörtten daha fazla) oluşturmasından kaçınılmalı.
• Sekonder yapılar oluşturan primerler istenilmez.
• İki primer birbirinin komplementeri olmamalıdır.
Optimal koşullarda bile primerlerin hepsi eşit etkinlikte olmamasına rağmen, istenilen bölgeye
hedeflenen primerlerin en önemli özelliği, çalışmalarda kullanılmak üzere oluşturulabilmeleridir.
Klasik PCR’da hot-start protokolü kullanılır. Bu protokol şu basamakları içerir: ilk döngünün
denatürasyon basamağından sonra DNA polimeraz ilave edilir ve ilk döngünün annealing (primer ve
kalıp hibritleşmesi) basamağı, ya annealing sıcaklığının üstünde ya tam annealing sıcaklığında ya da
annealing sıcaklığına çok yakın bir sıcaklıkta gerçekleştirilir. Hot-start PCR’da, nispeten düşük
sıcaklıklarda gerçekleştirilen PCR’larda oluşan problemlerden bazıları oluşmaz. Düşük sıcaklıklarda,
istenilen primer hibritasyon sıcaklığının altında (45-60ºC’nin altında), yanlış eşleşmiş primerler
oluşacak ve polimeraz muhtemelen DNA üzerinde herhangi bir yeri çoğaltacaktır. İlk çoğaltma
işleminde, yanlış eşleşen primerler hedeflenmeyen bölgede kararlıdırlar. İlk döngü boyunca çoğaltılan
DNA yanlış eşleşen primerlere benzer bölgelere sahipse, bu primerler sonraki döngülerde de etkili bir
şekilde hibritleşecek ve istenmeyen ürünlerin çoğaltılmasına sebep olacaktır.
Hot-start protokole alternatif bir yol, Taq polimeraz antikorlarının kullanılmasıdır. Bu
antikorlar Taq polimeraza bağlanarak inaktifleştirirler, yüksek sıcaklıklarda Taq polimerazdan
ayrılırlar ve polimeraz aktifleşir, modifiye edilmiş bir Taq polimeraz olan AmpliTaq-GoldTM 95ºC’
den sonra aktifleşir (Birch, 1996). SELEX metodu, Taq DNA polimerazı spesifik bir sıcaklıkta inaktif
eden başka bir metottur. Bu metotta polimeraz, polimeraza iyi bir substrat olmayan 70 monemerden
oluşan bir primerle geridönüşümlü olarak inaktif edilir (Dang & Jayasena 1996). İstenmeyen ürünlerin
çoğalmasını en aza indirmek için nested primerlerin kullanıldığı bir strateji geliştirildi. Bu stratejide ilk
PCR ürünleri, ikinci PCR için kalıp olarak kullanılır ve ilk PCR’da oluşan ürünün içerisine tekabül
eden primerler ikinci PCR için kullanılır. İlk PCR sonucu oluşan DNA’ya spesifik olan ikinci PCR da
kullanılan primerlere internal yani nested primer denir. Bundan dolayı bu nested primerler ilk PCR’da
oluşan DNA’nın içerisindeki bir bölgeyi seçici bir şekilde çoğaltır. Bundan dolayı, ikinci primerlerle
hibritleşebilen sekansları içeren istenmeyen ürün oluşma şansı çok düşüktür. Taq DNA polimeraz’ın
3’-5’ yönünde proofreading (düzeltme) ekzonükleaz aktivitesi yoktur. Bu eksiklik, PCR’la çoğaltılan
DNA’nın bazı yerlerinde nükleotidlerin yanlış eşleşmesi yüzünden, doğru olmayacağını gösterir
(Eckert & Kunkel 1990). Bu problemi kısmen de olsa çözebilmek için, sıcaklığa dayanıklı DNA
18
polimerazlar sentezlenen DNA sekansının doğruluğunu arttırmak için geliştirilmiştir. Fakat
günümüzde hala Taq DNA polimerazlar PCR’da en çok kullanımı olan enzimlerdir. Bazı
uygulamalarda özellikle çoğaltılmış cDNA klonlamalarında, PCR esnasında oluşabilecek mutasyonları
tespit etmek için, klonlanan ürünün nükleotid sekansını kontrol etmek önemlidir. Amplifikasyon
reaksiyonunun doğruluğu, birbirinden bağımsız aynı kalıp üzerinden çoğaltılan birkaç molekülü
klonlayıp, sekanslattıktan sonra birbiriyle karşılaştırarak tespit edilebilir.
Şekil.2.10 Real-time PCR ‘ın kullanılmasıyla elde edilen tipik DNA amlifikasyon çiziminin sistematik
gösterimi.
Üç aşamaya sahip reaksiyon profili Şekil 2.10’da gösterilmiştir. Birinci aşamada floresans
miktarının anahattın üzerine çıkmadığı sırada bir faz oluşturmuştur. İkinci basamakta, yeterli miktarda
ürün fazın üzerinde birikmiştir ve floresansda ürüne göre artmıştır. CT parametresi başlangıçta tayin
edilen miktar geçildiğinde döngü sayıları şeklinde ifade edilmiştir.
Yalnız CT varsayıldığında, amplifikasyon reaksiyonun denklemi;
Tn=TO(E)n
döngü→n, Tn→döngüdeki hedef dizinin miktarı, TO→başlangıçta bulunan hedef miktarı ve E ise
amplifikasyon etkinliğini göstermektedir. Son aşamada ise ürün birikiminin olmadığını gösterir.
CT değeri, hedef DNA’nın başlangıştaki konsantrasyonuna bağlıdır: Çoğu döngülerin düşük
konsantrasyonları değerin belli bir yere (thresholda) ulaşmasını sağlar. (Şekil 2.11). Eğer hedef
DNA’nın bir milyon kopyası ile reaksiyona başlanırsa, 1,9 reaksiyon etkinliğine sahip olur ve
yukarıda gösterilen denklemle sinyalin 14. döngüde olduğu görülebilir. Diğer bir taraftan reaksiyona
19
1000 kopya sayısı ile başlanırsa ilk sinyalin 25. döngüde olduğu hesaplanır. CT’ye karşı ilk hedef
kopya sayısının logaritmasıdır ve -1/log E’lik meyile sahiptir.
Şekil 2.11:Başlangıçtaki DNA konsantrasyon etkisi artan fluoresans aracılığla kontrol edilir.
Deneylerdeki C değerleri, kopya sayılarının hesaplanmasına izin verir ve reaksiyon
verimliliğini de gösterir. Eğer her PCR ürünü her döngüde replike olursa reaksiyondaki maksimum
etkinlik ikidir. Etkinlik önemlidir ve aşağıdaki sebepler etkinliği azaltır;
PCR inhibitörünün varlığı
DNA fragmentlerinin varlığı spesifik olmayan priming olaylara sebep olur.
Uygun olmayan amplikon, primer, ve probların seçimi
20
problarından kesilerek ayrılır ve buda üretilen kopya miktarıyla orantılı olarak floresansın
yoğunluğunu arttırır.
Floresans yoğunluğunu da ölçebilen PCR aletlerinin geliştirilmesi, PCR’ın ilerleyişini gerçek
zamanda gözleyebilmemizi mümkün kıldı. Bu olay, DNA’nın ölçülmesine dayalı PCR
yaklaşımlarında kökten değişikliklere yol açtı. Reaksiyonlar, döngü boyunca bir ürün çoğaltılmasının
ilk belirlendiği noktayla karakterize edilir. Hedef sekansın kopya sayısı ne kadar yüksekse, o kadar
kısa zamanda floresansta önemli bir artış meydana gelir. Eğer sırası bilinmeyen örneklerle çalışacaksa;
hedef sıranın miktarını belirlemek için, hedef sıranın farklı başlangıç kopya sayılarını kullanarak
standart bir eğrinin hazırlanması gerekmektedir.
Scorpion problar ve moleküler işaretler, TaqMan sistemine alternatif olarak geliştirilmiş iki
prob sistemidir. TaqMan’de, probun kırılmasıyla floresans oluşurken, bu yöntemler de ise probun
hibridize olması sonucunda floresans meydana gelmektedir. Moleküler işaretler, bir ucunda florophore
(floresans yayan kısım) ve diğer bir ucunda da floresans quencher (floresansı emen kısım) taşıyan
firkete şeklindeki oligonükleotitlerdir. Firkete yapısı mevcutken, floresans yayılamaz, ancak prob
hedef sekansa bağlanınca konformasyonel değişikliğe uğrar ve floresans yayılmaya başlar (Şekil 2.14).
Scorpion problarıda firkete yapısına sahip bir oligonükleotittir. Ancak Scorpion probları, moleküler
işaretlerden farklı olarak 3’ uçlarında tamamlayıcı bir sıraya sahiptirler. Bu 3’ tamamlayıcı sıra, primer
gibi davranarak PCR reaksiyonlarında uzatılır (Şekil 2.15). Denatürasyondan sonra, prob sekansı
hedef sekansa bağlanır ve floresans yayılması meydana gelir. Scorpion prob yönteminin, hızlı cycling
koşullarında yapılması daha iyi sonuçalar vermektedir. Çünkü, Scorpion prob bağlanması, birinci tür
kinetik çeşidiyken, moleküler işaretler ikinci tür kinetiğe uymaktadır.
Floresans poblarının en büyük avantajı, bu problar, her biri karakteristik bir renk oluşturan
çok çeşitli florophorler kullanılarak oluşturulabilirler. Bu sayede, bir karışımdaki iki hedef sekansının
nisbi miktarları belirlenebilir. (Şekil 2.16).
21
Şekil 2.14. Moleküler işaretlerinin mekanızması.
Hedef DNA’nın yokluğunda, florophore
(pembe), quencher’a (gri) yakın olduğu için
floresans meydana gelmez. Bu prob, hedef
sekansa bağlanınca, probun gövdesi çözülmeye
zorlanır. Bunun sonucunda, florophore ve
quencher uzamsal ayrılması gerçekleşir ve
floresans meydana gelir.
22
Şekil 2.16: Farklı fluoresans boyalarıyla işaretlenen spesifik probların kullanılarak iki DNA örneğinin
konsantrasyon ilişkisi belirtilmiştir.
23
MDA’da kalıp DNA, yer değiştiren zincirin senteziyle ortaya çıkan aşırı dallanma
mekanizmasıyla tekrar ve tekrar replike olur (Şekil 2.17). Yani, polimeraz yeni kopyaların ötelenmesi
ile eşzamanlı olarak kalıbın yeni kopyalarını oluşturur. MDA, bakteriyofaj Ф 29 dan elde edilen DNA
polimerazın 2 anahtar özelliğinin avantajını kullanan izotermik bir metotdur. Bu özelliklerden ilki, bu
polimerazın primere bağlanıp her seferinde 70.000 nükleotit eklemesidir, ve bu özellik MDA‘nın
neden uzun DNA ürünleri oluşturduğunu açıklar. İkincisi ise, sadece 106-107 de 1 hata oranı veren
aşırı derece yüksek doğruluklu bir polimeraz olmasıdır.
24
Tablo 2.2. Yaygın olarak kullanılmakta olan WGA methodunu kullanımının karakteristiklerileri
DNA miktarı
(her 100µl’de reaksiyon 80µg 40µg ND 1-6µg ND
Reaksiyonda ölçü-
lebilir hacim var yok yok yok yok
DNA ürününün uzunluğu 2000-≥100,000 100-1000 100-1000 100-1000 500->10,000
Lokuslar arası
amplifikasyon oranı <6-kat 103 ND 106 103
DNA polimerazın <10-6 3.10 -1.10 ~10-5
-4 -5
3.10-4 -10-5
hata yapma oranı
Tek hücrede gösterilen
amplifikasyon ND + + + ND
Parafin yerleştirilmiş
dokuda amplifikasyon
uygunluğu - o + + + ND
25
3. BÖLÜM
26
DNA moleküllerinin kesimi
1970 den önce, yeknesak noktalarda DNA'yı özel bir noktadan kesmek için herhangi bir metod
yoktu. Kullanılabilecek metotların hiçbiri spesifik değildi. Mevcut endonükleazlar çok az bir bölgeye
spesifikti ve kimyasal metodlar çok küçük DNA fragmentleri üretirdi. Her aşaması kontrol
edilebilecek tek metod ise DNA’nın mekanik kesiciler ile muamele edilmesidir. Uzun, zayıf
lif şeklinde uzantı oluşturan çift yönlü DNA molekülleri, solüsyon içinde güçlü kesiciler
tarafından rijid ve kolay bir şekilde kırılmıştır. Sonikasyonla DNA’yı yaklaşık 300 nükleotit
çifti uzunluğu kadar küçültebilir. Daha kontrollü kesme, blender ile yüksek hızda başarılabilir.
Tipik olarak, 30 dakikada 1500 rev/min hızda DNA yaklaşık 8 kilo baz büyüklükte parçalara
kesilir (Wensink ve arkadaşları 1974). Kırılma, DNA dizisi için rastgele bir yerde meydana
gelir. Kullanılan prosedüre bağlı olarak oluşan fragmentlerin uçları, kısa tek zincirli bölgeleri
içerir.
1960'larda, faj biyologları konak restriksiyon ve modifikasyonunun fenomeninin temel
biyokimyasını aydınlatmıştır. Bu çalışmanın sonucu, Meselson ve Yuan tarafından
Escherichia coli K12 restriksiyon endonükleazlarının saflaştırılması ile olmuştur (1968). Bu
endonükleazlar; büyük ve farklı fragmentlerde modifiye olmamış DNA'ları kestikleri için,bu
endonükleazlar tanınan hedef DNA'nın kesilmesine sebep olmuşlardır. Enzim belli bir tanıma
dizisine bağlandığında, kesim bu bölgenin birkaç kilobaz uzağında rastgele olarak meydana
gelir (Yuan ve arkadaşları 1980). Birçok araştırmadan sonra, çok basit davranan bir enzim
olan Hemophilus influenzae'nın enziminin keşfi ile 1970’de başarı ile elde edilmiştir (Kelly &
Smith 1970, Smith & Wilcox 1970). Yani, enzim bir çift yönlü DNA da belirli bir hedef diziyi
tanır ve tanımlanmış uzunlukta fragmentler ve diziler elde etmek için bu dizinin içerisinden
polinükleotit zinciri kırar.
Restriksiyon ve modifikasyon sistemlerinin bulunması iki ucu keskin bir kılıç gibidir.
Bir taraftan, DNA manipulasyonu için zengin kullanışlı enzim kaynağıdır. Diğer taraftan, bu
sistemler, klonlanılan konaklarda rekombinant DNA kazancını önemli bir derecede
etkileyebilir. Bu nedenle, restriksiyon ve modifikasyonun bazı bilgileri gereklidir.
27
Restriksiyon ve Modifikasyon (R-M) sistemlerinin 4 farklı tipi bilinir, fakat sadece bir
tanesi gen manipulasyonunda yaygın olarak kullanılır
R-M sisteminin en az 4 farklı çeşidi tanımlanmıştır: TipI, TipII, TipIII ve TipIIs.Tablo 3.1 de
aralarındaki önemli farklar özetlenmiştir.
ilk olarak TipI sistemİ karakterize edilmiştir ve bunun tipik örneği E.coli K12 suşudur. Aktif
enzim iki restriksiyon alt birim; iki modifikasyon ( metilasyon) altbirimi ve bir tanıma alt biriminden
oluşur. Bu alt birimler hsdR, hsdM, ve hsdS genlerinden oluşur. Hem metilasyon hem kesim
reaksiyonları için hem ATP ve hem de S-adenozilmetiyonin kofaktörüne ihtiyaç duyar. Tanıdıkları
dizi oldukça uzundur, fakat simetri gibi bir durum yoktur. Enzim modifiye olmamış DNA'yı, tanıma
dizisinin belirli bir mesafe ötesinden keser. Kesimi yapan aynı enzim, metilasyon da yaptığı için hedef
DNA kesilmeden öncede modifiye edilebilir. Bu özellikler nedeniyle gen manipulasyonları için TipI
sistemi çok az bir değere sahiptir (ayrıca 3.1 kutusuna bakınız).
28
R-M sistemlerinin TipI'den TipIII'e kadar olan sınıflandırılması uygundur, fakat yeni keşifler
gerektiren modifikasyonlara gerek duyabilir. Örneğin, Eco571 sistemi hem restriksiyon hem de
modifikasyon aktivitesine sahip tek bir polipeptitten oluşur (Petrusyte ve arkadaşları 1988). Diğer
restriksiyon sistemleri yukarıdaki sınıflandırmanın dışındadır. Örneğin mcr ve mrr sistemleri (bakınız
sayfa 43) ve homing endonükleazlar ya da sonraki intronlar veya inteinlerden orjinlemiş çift zincirli
deoksiribonükleazlar (DNaz'lar) (Belfort & Roberts 1977). Bunlar büyük asimetrik tanıma bölgelerine
sahiptirler ve standart endonükleazlardan farklı olarak tanıma bölgesindeki bazı dejenerat dizileri
tolere edebilirler.
29
birlikte (Murray ve arkadaşları 1973) DNA dizisi üzerinde kesilen dizileri belirleyen çalışmalar
başarısızdır (Eskin &Linn 1972, Murray ve arkadaşları 1973b).
Hamilton smith tarafından Hemophilus influenzae Rd’den restriksiyon endonükleazın ve T7
faj DNA’sının (Kelly & Smith 1970) kestiği dizinin nükleotit dizi sırasının açıklaması bir dönüm
noktası olmuştur. Bu enzim HindII olarak bilinir. Substrat olarak T7 DNA'nın seçimi iyidir, çünkü
bakteri bol olarak ikinci bir tipII restriksiyon enzimi olan HindIII de içerir. Şanslıdır ki, HindIII T7
DNA'yı kesemez ve bu yüzden saflaştırılırken HindIII kontaminasyonu olmuşsa HindII için herhangi
bir sorun olmaz (Old ve arkadaşları 1975). HindII’nin keşfinden sonra çeşitli diğer restriksiyon
endonükleazları karakterize edildi. EcoRI bunların arasında en önde gelendir (Hedgepeth ve
arkadaşları, 1972) ve bunlar çok hızlı bir şekilde DNA rekombinasyon deneylerinde kullanıldı.
1960'lara kadar ortalarında, restriksiyon ve modifikasyon sistemi bakteri genetiği (bak,
örneğin, Hayes 1968,) alanında önemli ve ilginç bir olay olarak bilindi, fakat biyolojide restriksiyon
enzimlerinin bu denli şaşırtan etkisini kim bilebilirdi.
Homing endonükleazlar benzer şekilde intronlar tarafından kodlanıyorsa "I" ön ekini alır ( örneğin,
I-CeuI ) intein endonükleazlar ise "PI-" ön ekine sahiptirler ( örneğin, PI-PspI ). Restriksiyon ve
metilasyon aktiviteleri arasında ayrım gerekiyorsa, sırasıyla "R" ve "M" ön eklerini alırlar.
Örneğin, R.SmaI ve M.SmaI.
30
Tanıdığı ve kestiği bölge
I-CeuI
PI-PspI
Restriksiyon enzimleri DNA'yı simetri bölgesinden keser ve farklı enzimler farklı
dizileri tanır
Tümünde olmamakla birlikte bir çok tipII restriksiyon endonükleazlar DNA'yı tanır ve
rotasyonel simetrili 4-8 bazdan oluşan nükleotit dizisinin belirli bir noktasından DNA’yı keser. Her iki
yönden de okunabilen bu gibi diziler palindromlar olarak adlandırılır. Örneğin, R.EcoRI ve M. EcoRI
restriksiyon ve modifikasyon enzimlerinin tanıma dizileri aşağıdaki gibidir:
5′-G A A: T T C-3′
3′-C T T: A A G-5′
Simetri ekseni
Enzimin kestiği nokta"/" işareti ile gösterilir ve nükleotitler genellikle yıldız (*) işaretiyle işaretlenen
yeri metillerler. EcoRI için, bunlar şu şekilde gösterilir:
5′-G/AA*T T C-3′
3′-C T T A*A/G-5′
Kolaylık için 5' 3' yönündeki tek zincir DNA ile bu diziler şu şekilde gösterilebilir:
5′-G 5′-AATTC-3′
3′-CTTAA-5′ G-5′
Bu DNA fragmentleri üst üste gelen 5' uçları arasındaki hidrojen bağı ile birleştirilebilir veya
bu fragmentler moleküller arası reaksiyon ile halka haline getirilebilir. Bu nedenle fragmentlere
yapışkan uçlar denir. Esas itibariyle, farklı kaynaklardan DNA fragmentleri yapışkan uçlar vasıtasıyla
birleştirilir.
TipII enzimlerin tümü hedef bölgelerini EcoRI gibi kesmez. Bazı PstI (CTGCA/G) gibi
endonükleazlar 3' sarkık fragmentler oluştururken, SmaI (CCC/GGG) gibi olan diğerleri küt ya da düz
uçlar oluşturur.
31
Şekil 3.2 EcoRI ile kesilen DNA’nın uçları yapışkan uçlardır.
32
Restriksiyon enzimleri ve onlarla ilgili metilazlar, kesim bölgeleri, ticari ulaşılabilirlik ve
literatür bilgisi gibi geniş kapsamlı verilere ulaşmak için New England Biolabs tarafından oluşturulan
web sitesine başvurulmalıdır (www.rebase.neb.com).
Gen sıraları farklı olan enzimler bulunmuştur, fakat çoğunun önceden bilinen enzimler ile aynı
spesifikliğe sahip olduğu ispat edilmiştir. Aynı spesifik bölgeyi, aynı yerden kesen enzimler
izoşizomerler olarak bilinir. Bilinen bölgeyi farklı noktalardan kesen enzimler de neoşizomerler
olarak adlandırılır. Bunlara örnek olarak SmaI (CCC/GGG) ve XbaI (C/CCGGG) neoşizomerleri
verilebilir.
Yüksek pH veya düşük iyon kuvveti gibi extrem koşullar altında; restriksiyon endonükleazlar
kesime meyilli benzer dizileri de keser. Spesifiklikteki bu bozulmuşluğa star aktivitesi denir. Örnek
olarak EcoRI* (EcoRI star aktivitesi) N/AATTN dizisini keser, N herhangi bir bazdır. Halbuki EcoRI
GAATTC dizisini keser.
Tablo 3.4 Farklı kaynaklardan farklı enzimler ile DNA tarafından ortalama boyutlarda fragmentler üretilmiştir.
33
Belirli restriksiyon endonükleazlar aynı DNA molekülünde bazı bölgelerin kesme öncelikleri
farklıdır.Örneğin λ faj DNA'sında 5 EcoRI bölgesi vardır, fakat bu bölgelerin kesim önceliği bir
diğerinden farklıdır ( Thomas & Davis 1975 ). Molekülün içindeki kesme bölgesi ucundaki bölgeye
göre 10 kat daha hızlı kesilir. λ DNA'sının içinde SacII için 4 bölge vardır, fakat molekülün
merkezindeki 3 bölge geri kalandan 50 kat daha hızlı kesilir. Üç restriksiyon enzim grubu vardır ve bu
restriksiyon enzim grupları daha da fazla dramatik bölge üstünlüğü gösterir. Bunlar NarI, NaeI ve
SacII dir. Bu enzimlerin DNA'yı kesmeden önce, onların tanıma bölgelerinin iki kopyası ile aynı anda
etkileşmeleri gerekir (Kruger 1988, Conrad & Topal, 1989 ). Bu nedenle NarI pBR322 plazmitinin 4
tanıma bölgesinin 2'sini hızlı bir şekilde keser, fakat geri kalan 2 bölgeyi nadiren keser.
Basit DNA manipulasyonları bir restriksiyon enziminin bir bölgesini başka bir enzim
bölgesine dönüştürebilir
DNA'nın iki fragmentinin birleştirilmesi için, aynı restriksiyon endonükleaz tarafından
kesilmeleri önemli değildir. Bir çok farklı restriksiyon endonükleaz bir diğeriyle uyumlu yapışkan
uçlar üretir. Örneğin, AgeI (A/CCGGT) ve AvaI (C/CCGGG) 5' sarkık ucu aynı olan moleküller
oluştururlar ve bunlar birbirleri ile yapıştırılabilir. Uyumlu yapışkan uçlu başka bir çok örnek vardır.
Buna ek olarak, eğer ligasyon ürünleri 6 baz tanıyan enzimlerin oluşturduğu yapışkan uçların
birleştirilmesi ile meydana gelmişse; ligasyon ürünleri çoğu kez 4 baz kesen endonükleazlar tarafından
yeniden kesilebilir. Bu örneğin, yukarıda belirtilen örnekteki ACCGGG hibrit bölgesi HpaII (C/CGG),
NciI (CC/GGG), veya ScrFI (CC/NGG) enzimleri tarafından kesilebilir.
Yeni restriksiyon bölgeleri, restriksiyon endonükleazlar tarafından oluşturulan sarkık uçlar
doldurulup yapıştırılarak oluşturulabilir. EcoRI tarafından üretilmiş yapışkan uçlar doldurulduktan
sonra Şekil 3.3'de gösterilmiştir. Ligasyon ürünlerinin restriksiyon bölgeleri diğer 4 enzim tarafından
tanınmıştır. Doldurulan ve yapıştırılarak oluşturulan yeni bir çok hedef bölge bilinmektedir.
Tekrar kesilebilir ligasyon ürünleri oluşturulan küt uçlu restriksiyon endonükleaz
kombinasyonlarına ait bir çok örnek vardır. Örneğin AluI (AG/CT) ile kesilerek üretilen molekül,
EcoRV (GAT/ATC) ile oluşturulan uçlarla birleştirildiği zaman ligasyon bölgelerinin bazıları GATCT
dizisine sahip olacaktır ve diğerleri AGATC dizisine sahip olmuş olacaktır. Her ikiside MboI (GATC)
ile kesilebilir.
34
Şekil 3.3 EcoRI endonükleazı tarafından üretilen tek zincir uzantılar doldurduktan ve ürünle yapıştırıldıktan
sonra 3 yeni restriksiyon endonükleaz tanıma bölgesi oluşur. Endonükleaz Tsp5091 için yeniden oluşturulmuş
molekülde, 4 bp ayrı, iki hedef bölgenin olduğuna dikkat edin.
Bir metiltransferaz, (M.SssI), ve iki nükleotitli CpG metilazı (Nur ve arkadaşları, 1985)
Spiroplasma’dan izole edilmiştir. Bu enzim, CG dizisi içeren in vitro restriksiyon endonükleaz
bölgelerini in vitro’da modifiye etmek için kullanılabilir. Diğeri endonükleaz bölünmeye hassas
olacakken, hedef dizilerin bazıları bu şekilde modifiye olmuş endonükleaz bölünme için dirençli
olacaktır. Örneğin CCGG dizisi SssI ile modifiye edilirse, HpaII'ye dirençli fakat MspI'e duyarlı
olacaktır.çünkü omurgalıları ve ekinodermleri içeren birçok hayvandan genomik DNA’danki metil
gruplarının % 90’ı CG dizisinde 5 metil sitozin olarak ortaya çıkar. M.sss vertebrat desenli diğer
kaynaklardan elde edilen DNA’ları mühürlemek için kullanılabilir.
35
Metilasyon DNA'nın restriksiyon endonükleazlar ile kesilme duyarlılığını ve DNA
transformasyonunun verimliliğini azaltabilir
E.coli nin çoğu laboratuar suşları başlıca 3 DNA metilaz içerir. İlki, metilaz dam geni
tarafından kodlanır. Bu gen GATC sekans dizisindeki adeninin N6 pozisyonuna S-
adenozilmetioninden bir metil grubu transfer eder. Dam GA*TC 256 baz da bir görünür. dcm geni
(Dcm metilaz önceden Mec metilaz olarak adlandırılırdı) tarafından kodlanan metilaz, CC*AGG ve
CC*TGG dizileri içinde içsel sitozin rezidülerini C5 pozisyonundan (Marinus ve arkadaşları 1983)
metiller. %50 GC içeren DNA içinde her 256-512 baz çiftinde iki metilleme meydana gelir. Üçüncü
metilaz, M.EcoKI'dir. Fakat bu enzimin metilleyebileceği bölge sayısı çok nadirdir ve aşağı yukarı her
8 kb de bir oluşur.
Bu enzimler iki nedenden dolayı ilginçtir. Birinci neden, ifade edilen Dcm ya da Dam metilaz
üretilen hücrelerden izole edilen DNA’ların bazı veya tüm endonükleaz bölgelerinin kesime dirençli
olması olabilir. Restriksiyon endonükleazların tanıma bölgelerinde belirli bazlar metillendiğinde bu
durum ortaya çıkar. Metilazın tanıdığı bölgeler, endonükleazın tanıdığı bölgelerle örtüşürse, ilgili
bazın E.coli metilazlardan biri tarafından metillenme ihtimali vardır. Örneğin, Dam+ E.coli 'den izole
edilen DNA Sau3AI olmasa da MboI tarafından kesilmeye tamamen dirençlidir, her ikisi de GATC
dizisini tanır. Benzer olarak, her ikisi de CCATGG dizisini tanımasına rağmen, bir Dcm+ suşundan
izole edilen DNA, EcoRII tarafından değil ama BstNI tarafından kesilir. Klonlamada kullanılan çoğu
E.coli suşunun Dam+ ve Dcm+ olduğunu belirtmekte yarar var ve fakat bu genlerin her ikisi açısından
da mutant suşların mevcut olduğunu ifade etmekte yarar var (Marinus ve arkadaşları 1983).
İkinci neden ise, plazmit DNA’sının modifikasyon durumunun özel bazı şartlarda
transformasyon frekansına etkili olabilmesidir. Dam ile modifiye edilmiş plazmit DNA’sı Dam-
E.coli’ye transfer edildiğinde veya dcm modifiye edilmiş plazmit DNA’sı diğer türlere transfer
edildiğinde transfer verimliliği düşer. DNA, E.coli’den başka bir türe transfer edilmek durumundaysa
dam veya dcm metilazı olmayan hücrelerde üretilmiş DNA’yı kullanmak en iyisidir. Daha sonra
görüleceği üzere kısa,doğru tekrarlı dizileri içeren DNA’ları kalıcı olarak klonlamak zordur.konak
hücre rekombinasyon kusurlu da olsa tekrar eden birimler DNA2dan kolayca çıkabilir.bununla birlikte
delesyon mekanizmasında DNA metilasyonu rol alıyor gibidir.çünkü dam mutantlarda delesyon
olmaz.
36
Rekombinant Dna İçin Konak Olarak Kullanılan E.coli Suşlarında, Restriksiyon
Sistemlerini Yok Etmek Önemlidir
Yabancı DNA bir E.coli konağı içine atılınca, o konak hücre içindeki restriksiyon sistemleri
buna saldırılabilir. Bu sistemlerin önemli bir özelliği; konağa giren DNA’nın akıbetinin DNA’nın
dizisine ve geçmişine bağlı olmasıdır. Buna bağlı olarak, DNA dizileri kesilebilir veya kesilmeyebilir.
DNA’nın replikasyon sonrası modifikasyonu genellikle hedef sıra içindeki adenin veya sitozinin
metilasyonu şeklindedir. DNA’nın metillenmesi, onu kendi konağının restriksiyon sistemlerine karşı
dayanıklı yaparken farklı restriksiyon sistemlerine karşı koruyamaz.
Restriksiyon sistemleri yabancı DNA tarafından istilaya karşı doğal bir savunma sağlar.
Bunun için, restriksiyon sistemi kusurlu E. coli K12 kullanmak gereklidir. Örneğin; memeli DNA’sı
bir plazmit vektör içine yapıştırılır, Eco K restriksiyon kusurlu konağa aktarılırsa gelen DNA
kesilmez; hatta Eco K nın kesebileceği modifiye edilmemiş bölgesi olsa bile kesemez. Eğer konak Eco
K açısından mutantsa ama modifikasyon yapabiliyorsa, gelen DNA kesilme yerine modifiye edilir ve
bu modifiye DNA aktif restriksiyon sistemi olan konağa aktarılsa bile artık kesilemez. Eco K1
restriksiyon sistemi hsdRMS geni tarafından kodlanır, hedef dizi modifikasyonlu (metilasyonlu)
değilse, o hedef diziyi keser. McrA, McrBC, Mrr endonükleazları özel yerlerden metillenmiş DNA’yı
keser. Bu üç endonükleaz CpC metilazı (M.SssI) ile modifiye olmuş DNA’yı keser ayrıca Mrr
endonükleaz özel dizilerdeki metiladeninli DNA’ya saldırabilir. Çoğu bakteri, bitki ve hayvandan elde
edilen DNA büyük oranda metillenmiştir ve eğer konağın restriksiyon aktivitesi yok edilmemişse
klonlama deneylerinde aktarılan DNA nın konaktan tekrar elde edilmesi çok düşük bir oranda
gerçekleşir. Saccharomyces cerevisiae ve Drosophila melanogaster den elde edilen DNA’da bir
problem yoktur, çünkü onların DNA’sındaki metilasyon çok azdır.
E.colide ki tüm restriksiyon sistemleri 14kb uzunluğundaki GÖÇ KONTROL BÖLGESİNDE
bulunur (Fig 3.4). Bazı suşlar bu genlerden birinde mutasyon taşır. Örneğin; DH1 ve DH5 suşlarının
hsdR geninde bir mutasyon vardır; bu yüzden bu suşlar EcoK1 endonükleaz bakımından kusurludur
ama hala DNA’da EcoK1 modifikasyonu yapabilirler. DP50 suşunun hsdS geninde bir mutasyon
vardır ve bu yüzden Eco K1 restriksiyon aktivitesine sahip değildirler. E.coli C gibi diğer suşlar ve
yaygın bir şekilde klonlamada kullanılan HB101 suşu, tüm mcrC-mrr bölgesinde delesyona sahiptir ve
bu nedenle tüm restriksiyon aktivitelerinden yoksundur.
37
Bir Klonlama Deneyinin Başarısı, Kritik Olarak Kullanılan Restriksiyon Enziminin
Niteliğine Bağlıdır
Restriksiyon enzimleri birçok farklı ticari kaynaktan elde edilebilir. Enzim satın alınırken
temin edilen enzimin kalitesini göz önünde tutmak önemlidir. Yüksek kaliteli enzimler ekzonükleaz ve
endonükleazlardan tamamen aridir ve saf ürünlerin rutin aralıklarda bir nükleaz kontaminasyonuna
sahip olup olmadığının anlaşılması için testler yapılır (QC). Ekzonükleazların bulunmaması, özellikle
önemlidir. Eğer ekzonükleaz varsa, hibritleşebilecek sarkık uçları yavaş yavaş keser, bu yüzden
rekombinant ürünlerini keserek azaltır ya da yok eder. Kontamine fosfatazlar ise uçtaki fosfatları
keserek ligasyonu engellerler. Bu mesaj açıktır; ucuz restriksiyon enzimlerinin satın alınması, paranın
israfı demektir.
Tipik bir kalite kontolünün adımları şöyledir; DNA fragmentleri; test edilen her bir RE ile
kesilir. Bu fragmentler daha sonra yapıştırılır ve aynı RE ile tekrar kesilir. Eğer DNA fragmentinde
herhangi bir kayıp yoksa sorun yok demektir. Yani RE ekzonükleaz ve fosfataz içermez.
Şekil 3.5 PstI enziminin kalite kontrolü. DNA, endonükleazla kesilip, parçalar birleştirildi ve tekrar kesildi. He
iki kesimin de agaroze jel elektroforez üzerinde benzer bantlar oluşturduğuna dikkat edin.
Diğer bir QC testi mavi-beyaz renk analizidir. Burada başlangıç materyali teste tabii tutulan
enzim için üzerinde sadece bir adet kesme bölgesi bulunan E.coli lac Z genini taşıyan bir plazmittir,
kesme bölgesi lac Z geni içinde olmalıdır. Plazmit restriksiyon enzimiyle kesilir, yeniden birleştirilir
ve E.coli lac Z- suşuna aktarılır. Bu transformantlar β-galaksidazın substratı olan X-gal li ortamda
büyütülür. Eğer lacZ geni kesim ve ligasyondan sonra bozulmamış kalırsa; mavi bir koloni ortaya
çıkaracaktır. Yoksa beyaz koloniler oluşur. Beyaz koloni oluşumu enzim kalitesinde sorunun
göstergesidir.
38
DNA ligazın kullanılmasıdır. İkinci yol ise T4 fajı ile infekte edilmiş E.coli den elde edilen DNA ligaz
ile küt uçlu fragmentleri yapıştırmaktır. Üçüncüsü; fragmentlerin sonuna homopolimerik 3‘ tek zincir
kuyruklarını sentezlemek için deoksinükleotidiltransferaz enziminin kullanılmasıdır.
39
Şekil 3.6 DNA ligaz aktivitesi. Enzim-AMP kompleksi 3’-OH ve 5’-P grubu arasında oluşan kırığa bağlanır.
AMP fosfat grubuyla tepkimeye girer. –OH grubu uzaklaştırılarak yeni fosfodiester bağı oluşturulur. Böylece
kırık tamir edilir.
DNA ligaz kırıkları yapıştırır. Bu reaksiyon saflaştırılmış DNA ligaz varlığında in vitroda
gerçekleşir. DNA ligaz, Şekil 3.7 de gösterildiği gibi pek çok gen manipulasyonu prosedürü için temel
unsurdur.
Şekil 3.7:EcoR1 ile oluşturulan yapışkan uçlarda kovalent birleşme için DNA ligaz kullanımı.
Tek zincir kırığı olan DNA’da ligasyon için optimum sıcaklık 37°C’dir. Fakat bu sıcaklıkta
yapışkan uçlar arasındaki H bağları kararlı değildir. EcoRI’in oluşturduğu uçlar sadece 4 AT baz çifti
ile birbirine tutunur ve böyle yüksek sıcaklıkta tutunamazlar. Enzim miktarı ve uçla olan ilişkisindeki
uygunluk nedeniyle, yapışkan uçlarda ligasyon için optimum sıcaklığın deneysel olarak 4-15°C olduğu
bulunmuştur.
Ligasyon işlemi istenilen rekombinant oluşuncaya kadar yapılmalıdır. DNA konsantrasyonu
yükseltilerek rekombinant sayısı arttırılabilir. DNA miktarı az olan seyreltik solüsyonlarda linear
fragmentlerin uçlarının birleşerek halka oluşturması, molekül içi reaksiyonlar arttığından sık rastlanan
40
bir durumdur. İkinci olarak, alkalin fosfataz muamelesiyle 5‘-P grubu uzaklaştırılarak linear hale
getirilmiş plazmit vektör DNAsı, hem kendi üzerine katlanarak halka oluşturamaz hem de plazmit
dimeri oluşturamaz (Şekil 3.8). Bu durumda vektörün yapışması sadece fosfataz muamelesine maruz
kalmamış yabancı DNA‘nın (her birleşmede 5’ ucunda P sağlar) ilavesiyle olur. Her birleşmede bir
kırık yapışmaz fakat konak bakteriye transformasyonundan sonra hücresel tamir mekanizmaları
sağlam çift zincir oluşturur.
Şekil 3.8. Plazmit vektöre, klonlanmadan önce halka oluşumunu engellemek için alkalin fosfataz uygulanması
Yapışkan uçlu DNA fragmentlerinin DNA ligaz ile yapıştırılması, rekombinant oluşturmak
için nispeten etkili bir yöntemdir. Bu işlemdeki bir değişiklik T4 DNA ligazın küt uçlu DNA
moleküllerini birleştirme yeteneğidir (Sgaramella 1972). E.coli DNA ligaz, makromolekülerin yoğun
olduğu özel reaksiyon koşulları haricinde küt uçların birleşmesini yapamaz (Zimmerman&Pheiffer
1983). Küt uç yapıştırmanın en yararlı uygulaması fragmentlerin küt uçları ile linker moleküllerin
yapıştırılmasıdır. Bunun ilk örneği de bir veya daha fazla endonükleaz kesim bölgesi olan, kendini
tamamlayan dekamerik oligonükleotitlerin sentezlenmesidir (Scheller ve ark. 1977). Böyle bir molekül
Şekil 3.9’da gösterilmiştir. Bu molekül klonlanacak olan yabancı DNA’nın her iki ucuna
birleştirilebilir ve daha sonra yapışkan uçlar oluşturmak için restriksiyon endonükleazla muamele
edilir. Yapışkan uçlarla birleşecek olan vektör de aynı restriksiyon endonükleazla kesilmelidir.
Linkerin eklenmesiyle yabancı DNA’nın her iki ucunda restriksiyon enzimi için hedef bölgeler oluşur
ve bu, konak bakteride klonlama ve amplifikasyon sonrasında yabancı DNA’nın birleştirilmesini ve
tekrar eldesini mümkün kılar.
41
Farklı Zincirleri Birbirine Bağlamakta Kullanılan Adaptör ve Linkerler, Çift Zincir
Kısa DNA Moleküllerdir
Linkerde yapışkan uçlar oluşturmak için yabancı DNA’yı içten kesecek restriksiyon enzimi
kullanılabilir. Bu durumda yabancı DNA iki ya da daha çok alt birime klonlanacaktır. Bu problem için
bir çözüm başka restriksiyon enzimini tercih etmektir. Fakat yabancı DNA büyük ve birden fazla
restriksiyon enzim içeriyorsa uygun bir tercih yapılamayabilir. Diğer bir çözüm ise uygun metilaz ile
restriksiyon enzim bölgesinin metillenmesidir. Bunun bir örneği Şekil 6.2’de açıklanmıştır. Alternatif
olarak, genel çözüm yapışkan uca sahip adaptör moleküllerin kimyasal olarak sentezlettirilmesidir
(Wu ve ark. 1978) . Üzerinde bir yerde BamH1 kesim bölgesi bulunan küt uçlu yabancı bir DNA
düşününüz. Bu yabancı DNA, BamH1 ile kesilmiş bir vektöre klonlanacak olsun (Şekil 3.10). BamH1
adaptör molekülü 5’-P grubu içeren bir küt uç ve fosforillenmemiş BamH1 yapışkan ucuna sahiptir.
Adaptor yabancı DNA uçlarıyla birleştirilebilir. Yabancı DNA adaptöre eklendikten sonra 5’ ucu
fosforillenir ve vektörün BamH1 bölgesine birleştirilir. Eğer yabancı DNA, BamH1 içeren
rekombinantlardan tekrar elde edilebilirse iki fragment görülür. Ayrıca adaptör, yabancı DNA’nın
sağlam olarak tekrar elde edilebilmesini mümkün kılan farklı iki restriksiyon bölgesi içerecek şekilde
dizayn edilebilir. Adaptör ve linker arasındaki tek fark; adaptörün yapışkan uçlu, linkerin küt uçlu
olmasıdır. Adaptörlerin büyük çoğunluğuna ticari olarak ulaşılabilmektedir.
42
Şekil3.10: BamH1 adaptörünün kullanımı. Sentetik adaptörün yabancı DNA’ya eklenmesi.
Şekil 3.11 İki DNA molekülüne komplementer homopolimer kuyruk eklemek için dana timusu terminal
deoksinükleotiltransferazının kullanılması
Timustan elde edilen terminal deoksinükleotit transferaz, benzeri bir polimerizasyon yapan
bir enzimdir ve ortamda tek deoksinükleotit trifosfat bulunduğunda sadece o nükleotiti DNA’ların 3’
ucuna ekleyecektir (Chang&Bollum 1971). DNA; λ fajı nükleazı ve Pst1 gibi enzimlerle muamele
edilerek sarkık 3’-OH uçları oluşturulduğunda, transferazlar için uygun hale gelir. Bunların yanında,
EcoRI ile oluşturulan yapışkan uçların uzatılmasını sağlayan koşullar da belirlenmiştir (Roychoudhury
43
ve ark 1976, Humphries ve ark. 1978). Terminal transferaz, detaylı bir şekilde incelenmiştir (Deng &
Wu 1981, Michelson & Orkin 1982).
Rekombinant molekül oluşturmada ilk örneklerinden birisi , λ DNA’sının bir parçasının
homopolimer kuyruk eklenerek SV40 viral DNA’sına eklenmesidir (Jackson ve ark.1972). Bu
deneyde her iki zincirin birleştikleri bölgede kalan boşlukların, in vitro’da, DNA polimeraz ve DNA
ligaz ile, kovalent bağlı halka yapı oluşabilmesi için tamir edilmiş olduğu bulunmuştur. Sonuç olarak
A-T veya G-C homopolimer metodu, E.coli’ye klonlanacak rekombinant plazmitlerin oluşturulması
işleminde yaygın olarak kullanıldı. Son dönemde çeşitli endonükleazlar ve diğer DNA’yı modife edici
enzimlerin eldesinin artışına paralel olarak, homopolimer kuyruk takma metodu da güncellenmektedir
ve bu yöntem hala cDNA klonlanmasında kullanılmaktadır.
Şekil 3.12 Tek timidilat uzantısı oluşturmak için vektör DNA’nın kesilmesi. (a) Restriksiyon endonükleaz Hph1
tanıma ve kesme bölgeleri. (b) Hph1 ile kesilen vektör sırası
Bir PCR primeri, DNA ile hibritleşebilmesi için 5’ ucunda ekstra sıralar içerecek şekilde
dizayn edilmelidir. Bu ekstra sıralar 1. hibridizasyon basamağında yer almaz. Çünkü ilk
hibridizasyona primerin sadece 3’ ucu katılır. Fakat sonradan DNA fragmentlerinin çoğaltılması
işlemine katılır (şekil 3.13) Çünkü bu ekstra sıralar deneyde esneklik sağlamak için seçilebilir.
Bu prensibin yaygın uygulaması çoğaltılan ürünün her iki ucuna restriksiyon bölgelerinin
konulmasıdır. Şekil 3.13, uçlara HindIII ve EcoRI bölgelerinin eklenmesini göstermektedir.
Restriksiyon bölgesinin restriksiyon endonükleazlar tarafından kesilebilmesini garanti etmek için,
restriksiyon enzimi bölgeleri arasına ve restriksiyon bölgesi ile primerin 5’ ucu (oluşacak PCR
44
fragmentinin ucu) arasına 4 baz yerleştirilmelidir. Restriksiyon bölgelerinin eklenmesi, çoğaltılmış
DNA fragmentlerinin klonlanabilmesini kolaylaştıran bir metottur.
45
kapsar (Şekil 3.13). Tüm bunlar çoğaltılan DNA nın vektöre klonlanması içindir (Şekil 3.14). Şu ana
kadar bu metodun iki versiyonu geliştirilmiştir. Orijinal versiyonunda rekombinasyonlar için λ
integraz (Int) kullanılır. Netice olarak insertlerin uçlarında orijinal kalıp molekülde bulunmayan diziler
bulunur. İkinci versiyonda, Flp rekombinaz kullanılır. Bu verisyonda, uç bölgeleri farklı dizi
içermeyen rekombinantlar oluşur.
Şekil 3.14:Bölge spesifik rekombinazla PCR ürününün klonlanması. Klonlanacak DNA, bölge spesifik
rekombinazın tanıma bölgelerini taşıyan primerle çoğaltılır. Amplifiye DNA, iki FRT bölgesi ve Flp rekombinaz
içeren bir vektörle karıştırılır (FRT:Flp rekombinaz bölgesi). Rekombinaz, amplifiye edilen DNA ile iki FRT
bölgesi arasındaki değişime aracılık eder.
46
Şekil 3.15 Klonlanmış DNA’yı bir vektörden diğerine aktarırken rekombinazların kullanılması
47
insersiyon gerçekleşir. Bunun en güzel örneği lizojenik dönemde λ fajının kromozomal insersiyonudur
(Şekil B3.1).
Şekil B3.1:Hedef bölge farklı DNA molekülleri üzerinde olduğunda rekombinaz aktivitesi sonuçları
Tanıma bölgesi aynı molekül üzerindeyse sonuç, DNA ların sıralanışlarına göre değişir. Eğer iki
bölge aynı yönde ise arada kalan bölge uzaklaştırılır. Zıt oryantasyonda olduklarında ise arada kalan
bölgenin yönü tersine döner (Şekil B3.2).
ŞekilB3.2:Hedef sekanslar aynı DNA üzerinde yer aldığında rekombinaz aktivitesi sonuçları.
Bölge spesifik rekombinazlar DNA değişimlerini iki farklı mekanizmayla katalizler; Int-Flp ve
resolvaz-invertaz mekanizmaları. Gen manipulasyonunda sadece, Int-Flp rekombinazlar kullanılır.
Yaygın kullanılanlar ise λ Int, Saccharomyces cerevisiae ‘den elde edilen Flp ve bakteriyofaj P1’in Cre
proteinidir. Cre ve Flp gibi rekombinazların rekombinasyon yaptıkları bölgeler (Şekil B3.3) benzerdir
ve hiçbir yardımcı protein olmadan da enzim aktiftir.
48
Şekil B3.3:Flp rekombinazların tanıma bölgesi (FRT). Bu bölge 13 bp lik üç simetrik elementten oluşur.
Bunlardan birisi (a) diğerlerinden (b ve c) farklı oryantasyonda yer alır. a ve b elementleri
rekombinasyon bölgesine ters 8 bp asimetrik sıra ile ayrılır. c elementi zorunlu değildir. Cre tanıma
bölgesi (lox P) FRT ile benzerdir. FRT’nin 13 bp’lik iki tekrarını birbirinden 8 bplik asimetrik bir bölge
ayırır.
Int gibi diğer rekombinazlarda ise, rekombinasyon bölgesinde bir homoloji vardır. Fakat bire
bir benzerlik ve aktivite için gerekli proteinler yoktur (Şekil B3.4). Ortak olarak hepsinde
karboksiterminal bölgeler vardır. Bu bölgelerde rekombinasyon boyunca protein-DNA kompleksini
oluşturan aktif tirosin sıraları bulunur. Rekombinasyonda korunmuş nükleotit kaybı veya kazanımı
görülmez.
Şekil B3.4:E.coli kromozomuna DNA integrasyonu. attP ve attB bölgeleri genel itibarıyla benzer değildir ve
sadece orta bölgedeki 15 baz benzerdir (küçük resim).
49
4. BÖLÜM
50
Plazmit biyolojisi ve basit plazmit vektörler
Plazmitler yaygın bir şekilde klonlama aracı olarak kullanılırlar. Plazmitlerin
kullanımlarını ele almadan önce temel özelliklerinden bazılarını yeniden inceleyelim. Plazmitler,
ekstrakromozomal bir halde sürekli kalıtsal olarak aktarılan replikondurlar. Plazmitlerin çoğu çift
zincir halka DNA molekülleri olarak meydana gelirler. Eğer her iki DNA zinciri sağlam halka
molekülleriyse, kovalent kapalı halka veya CCC DNA olarak tanımlanır. Sadece bir zincir sağlam ise,
açık halka veya OC DNA olarak tanımlanır. Hücrelerden izole edildiklerinde, süpersarmal yapısına
sahip olanlar gibi, kovalent kapalı halkaların çift zincirlerindeki dönüş sayısında bir azalma vardır.
Çift zincir dönüşlerinde sağa dönüşlerde bozulma vardır. Süpersarmalın enzimatik dönüşümü, CCC
DNA ve OC DNA arasındaki ilişki Şekil 4.1’de gösterilmiştir. Farklı yapısal konfigürasyonlarından
dolayı, süpersarmal ve OC DNA agaroz jel elektroforezinde ayrılır. (Şekil 4.2 ve 4.3) Etidyum bromür
gibi interkalasyon yapan ajanların
ilavesi, süpersarmal DNA plazmitin
açılmasına neden olur. Eğer aşırı
miktarda EB ilave edilirse, plazmit ters
yönde süpersarmal olacaktır. Bu
gerçek, plazmit DNA’nın
izolasyonunda kullanılır.
Plazmitlerin hepsi halkasal
molekül değildirler. Lineer plazmitler
Streptomyces ve Borrelia burgdarferi
gibi çeşitli bakterilerde bulunmuştur.
Nükleaz parçalanmasını önlemek için,
linear plazmitlerin uçlarının
korunmaya ihtiyacı vardır ve iki genel
mekanizma ile korunurlar; ya, terminal
DNA firkete yapılarında sekans sonu
tekrar (terminal tekrarlar) edilir.
(Borrelia) ya da uçlar bir proteinin
kovalent olarak bağlanmasıyla
korunur. (Streptomyces) Linear plazmitlerin daha fazla detayları için Hinnebusch ve Tilly’e
başvurabilir.
51
Plazmitler, prokaryotlarda yaygın olarak bulunur. 1x106 daltondan 200x106 daltona kadar
çeşitli boyutlardadır. Genel olarak ihmal edilebilir. Plazmitlerin bulundukları konaklara ekledikleri
fenotiplerin bazıları Tablo 4.1’ de listelenmiştir.
52
Tablo 4.1: Plazmitlerin bulundukları konaklara ekledikleri fenotipik özelliklerin bazıları
Antibiyotik dirençliliği Ağır metal direnci
Antibiyotik üretimi Bakteriyosin üretimi
Aromatik bileşiklerin degredasyonu Bitki tümörlerini indükleme
Hemolizin üretimi Hidrojen sülfid üretimi
Şeker fermantasyonu Konak kontrollü restriksiyon ve modifikasyon
Enterotoksin üretimi
53
Bir plazmitin konak seçiciliğine ori bölgesiyle karar verilir. Plazmit Col E1’den türevlenen
plazmitlerin ori bölgeleri konak seçiciliğinde bir sınırlamaya sahiptir: Bunlar sadece E.coli,
Salmonella vs. gibi enterik bakterilerde replike edebilirler. RF4 ve RSF1010’un da dâhil olduğu diğer
promiscuous (çok konaklı) plazmitler geniş bir konak spektrumuna sahiptirler. Konjugasyonla
kolaylıkla aktarılabilen RP4 tipi plazmitleri G(-) bakterilerin çoğunda replike olur. Bu tip promiscuous
plazmitler, klonlanmış DNA molekülünün genetik bilgisinin birçok konağa kolayca transfer
edilmesine imkân tanır. RSF1010 gibi plazmitler konjugatif değildir. Fakat kalıcı olarak muhafaza
edildikleri G(-) ve G(+) bakterilerin geniş bir çeşitliliğine aktarılabilirler. Ayrıca Staphylococcus
aureus’tan izole edilen plazmitlerin çoğu geniş bir konak spektrumuna sahiptir. Bunlar pek çok G(+)
bakterilerde replike edilebilirler. Geniş konak spekrumu olan plazmitlerin çoğu replikasyon için
gerekli olan proteinlerin hepsini olmasa da çoğunu kodlarlar. Bu genleri ekspres edebilirler. Bunlar,
çeşitli bakteri aileleri tarafından tanınabilmeleri için promotorlar ve bağlanma bölgeleri içermelidirler.
Şekil 4.4. Plazmidlerden türetilen Col E1’in replikasyonunun düzenlenmesi. İlk replikasyondan önce RNA II,
RNaz H ile muamele edilmelidir. “Origin” RNA primeri ve DNA arasındaki geçiş noktasını gösterir. Çoğu
zaman RNA I, RNA II’ye bağlanır ve işlemi engeller. Böylelikle kopya sayısını düzenler. PRNAI ve PRNA
IIsırasıyla RNA I ve RNA II transkripsiyonları için promotordurlar. RNA I soluk mor ve RNA II koyu mor renk
alır. Rop protein dimeri RNA I ve RNA II’nin başlangıçtaki eşleşmesini artırır.
birçok konağa kolayca transfer edilmesine olanak sağlar.
Bir hücrede bir plazmitin kopya sayısı diğer plazmitden farklıdır ve bu farklılık
replikasyonu kontrol eden düzenleme mekanizmaları tarafından belirlenir:
54
Bir plazmitin kopya sayısı plazmit replikasyonunun başlangıcının düzenlenmesiyle
belirlenir. Başlangıcı kontrol eden 2 ana mekanizma şöyle tanımlanır:
Antisens RNA düzenlemesi
Gerekli proteinlerin iteron denen tekrar dizilerine bağlanmasıyla yapılan
düzenleme.
Halihazırda kullanılan klonlama vektörlerinin çoğu Col E1 plazmitinden türevlenen bir ori
bölgesi taşır ve kopya sayısı kontrolü antisens RNA aracılığıyla yapılır. Bu tip plazmitte DNA
replikasyonu için gerekli primer, RNA II diye bilinen 555 bazlık replikasyon orijininde bir
RNA-DNA hibriti oluşturan bir ribonükleotitdir. RNA II, RNase H ile serbest bir 3’ OH
grubu bırakacak şekilde kesilmişse ancak o zaman bir primer olarak hareket edebilir. RNA II
bu şekilde işlem görmedikçe bir primer olarak fonksiyon görmeyecek ve replikasyon
gerçekleşmeyecektir. Ayrıca replikasyon kontrolüne RNA I olarak bilinen 108 bazlık küçük
RNA molekülü de aracılık eder. Bu RNA I, RNA II gibi DNA’nın aynı bölgesinden ama
komplementer zinciri tarafından kodlanır. Böylece RNA I ve RNA II birbirlerinin
komplementeridir ve çift zincirli RNA heliks formunu oluşturmak için hibridize olabilir,
dubleks oluşturur. Bu dubleks yapı RNase H ile RNA II’nin işlenmesini engeller ve böylece
replikasyon gerçekleşmez (Şekil 4.4). RNA I plazmit tarafından kodlandığı için plazmitin
kopya sayısı fazla olduğunda RNA I de fazla sayıda sentezlenecektir. Böylece konak hücre
büyürken ve bölünürken RNA I’in konsantrasyonu düşecek ve plazmit tekrar replike olmaya
başlayacaktır.
Kopya sayısının korunmasına, RNA I’e ek olarak Rop diye bilinen, plazmit tarafından
kodlanan bir protein de yardım eder. Bir dimer formu olan bu Rop proteini RNA I ve RNA
II’nin eşleşmesini artırır. Primer işlendiği için RNA II, RNA I’in nispeten düşük
konsantrasyonlarında bile inhibe edilebilir (Rop proteini primerin uçlardan kesilmesine engel
olur). ROP geninin delesyonu ya da RNA I’deki mutasyonlar sonucunda kopya sayısında artış
görülür.
pSC101 plazmiti ve geniş konak seçiciliği olan plazmitlerin çoğunun ori bölgeleri 17
ile 22 bp uzunluğundaki iteron sıralarının 3’ten 7 taneye kadar kopyasını taşırlar. pSC101
plazmitinin ori bölgesini yakın bir yerde Rep A proteinini kodlayan repA diye bilinen bir gen
vardır. Replikasyon için gerekli, sadece kodlanmış plazmit proteini olan bu Rep A proteini
iterona bağlanır ve DNA sentezini başlatır (Şekil 4.5).
Kopya sayısı kontrolü iki önemli mekanizmayla gösterilir. İlkinde, Rep A kendi
promotor bölgesine bağlanarak kendi gen transkripsiyonunu bloklar (tıkayarak) ve kendi
sentezini kendi baskılar. Eğer kopya sayısı yüksekse Rep A’nın sentezi baskılanacaktır. Hücre
55
bölünmesinden sonra ise Rep A’nın kopya sayısı ve konsantrasyonu düşeceğinden
replikasyon yeniden başlatılacaktır. Rep A proteinindeki mutasyonlar kopya sayısının
artmasına sebep olabilir. İkinci olarak Rep A iki plazmitin iteron bölgelerine bağlanarak bu
iki plazmiti birbirine bağlayabilir. Böylece onları replikasyonun başlangıcında engellemiş
olur. Handcuffing (kelepçeleme) olarak bilinen bu mekanizmaya göre iteron plazmitlerinin
replikasyonu hem Rep A proteininin konsantrasyonuna hem de plazmitlerin kendi
konsantrasyonlarına bağlı olacaktır.
Hücrede plazmitlerin kararlı bir şekilde muhafaza edilmesi özel bir paylaşım
mekanizmasını gerektirir
Kusurlu paylaşımdan dolayı plazmitlerin kaybı, bölünmeyle ilgili kararsızlık olarak
adlandırılır. Tabi olarak mevcut olan plazmitler kararlılıklarını sürdürürler. Çünkü onlar her hücre
bölünmesinde kararlılığı sağlayarak ortaya çıkan bir paylaşım fonksiyonu yani par bölgesi içerirler.
Düşük kopyalı plazmitlerin kararlılığı için bu par bölgesi zorunludur. Yüksek kopyalı plazmitlerden
olan Col E1’de par bölgesi içerir, fakat bu par bölgesi birçok Col E1’den elde edilen pBR322 koloni
vektörlerden silinip çıkartılırlar. pBR322 gibi vektörlerin kopya sayısı genellikle yüksek olmasına
rağmen, sınırlı besin ortamı ya da diğer stres şartları plazmitsiz hücrelerin oluşumuna sebep olabilir.
pSC101gibi bir plazmitteki par bölgesi pBR322’ye klonlanabilir, sonuç olarak plazmit stabilize edilir.
Paylaşım mekanizmasında DNA süpersarmallığı da yer alır. par lokusu olmayan pSC101
türevleri, yaban tip pSC101ile karşılaştırıldığında, süpersarmallık yoğunluğunda bir azalma görülür.
Paylaşım kusurlu pSC101 mutantları ve benzeri mutasyonul akraba olmayan plazmitler, negatif
süpersarmallığı arttıran top A mutasyonlu E. coli hücrelerinde kararlı hale getirilebilir. Aksine, DNA
giraz inhibitörleri ve DNA girazdaki mutasyonlar, par kusurlu pSC101 türevlerinin kayıp oranını
arttırır.
56
Plazmit kararsızlığı, plazmitin multimerik formlarının oluşumundan dolayı da artabilir.
Plazmitlerin kopya sayısını kontrol eden mekanizma, her bakteri sabit sayıda plazmit orijini
oluşmasını da garanti eder. Multimerik plazmitler içeren hücreler aynı plazmit orjin sayısına sahiptir
fakat plazmit sayısı daha azdır. Paylaştırma fonksiyonu bulunmuyorsa, az sayıdaki plazmit,
paylaşmada kararsızlığıa sebep olur. Bu multimerik formlar Col E1’de görülmez. Çünkü Col E1,
multimerlerin monomerlere hızlıca ayrıştığı doğal bir mekanizmaya sahiptir. Col E1 oldukça yüksek
bir rekombinejenik (cer) bölge içerir. Eğer bu cer bölgesi, bir plazmitte birden fazla ise, multimerde
olduğu gibi, konak hücrenin Xer proteini, rekombinasyonu teşvik eder ve süratle monomerleri yeniden
oluşturur.
57
CCC DNA molekülünün serbest uçları yoktur ve sadece belli bir dereceye kadar açılırlar. Bu nedenle
EtBr bağlanması sınırlıdır. Lineer DNA, kovalent halkalara oranla daha fazla EtBr bağlar. Çünkü
DNA-EtBr kopleksinin yoğunluğu, fazla EtBr bağlandığında azalır. Daha fazla EtBr, kovalent
halkadan daha çok lineer moleküle bağlanabiliği için kovalent halka, EtBr’ün doyrulmuş
konsantrasyonlarında daha yüksek yoğunluğa sahiptir. Böylece kovalent halkalar lineer kromozomal
DNA’dan ayrılır.
58
problem Charge Switch™ teknolojisi ile giderilebilir. Bu teknoloji pH’ya bağımlı, iyon anahtarları
olarak hareket eden materyalleri içermektedir. Düşük pH’da bu materyaller pozitif yüklüdür ve
DNA’ya seçici olarak bağlanırlar. pH yükseldiğinde materyaller yükünü kaybeder ve DNA diğer tüm
ajanlardan ayrılır.
Plazmitlerin izolasyonunun verimliği birkaç faktör tarafından etkilenir. Bunların ilki hücre
parçalandığı anda hücredeki kopya sayısıdır. Kopya sayısını kontrol eden sistemler önceden
tanımlanmıştır fakat verime etki eden faktörler yalnızca bunlar değildir. Kopya sayısı aynı zamanda
büyüme besiyerinden, büyüme safhalarından ve konak hücrenin genotipinden de etkilenir. İkinci ve en
önemli faktör temiz lizatın alınmasına dikkat edilmesi gereken adımdır. Sonuç olarak; wild-tip end A
genin konak hücresindeki varlığı plazmitin yenilenmesini etkileyebilir. End A genin ürünü
endonukleaz 1. substrastı çift sarmallı DNA olan periplazmik proteindir. endonukleaz 1 ‘nin
fonksiyonu tam anlaşılamamıştır. endA mutasyonlu suşların arttırılmış plazmit kararlılığı ve yüksek
plazmit veriminden başka, belirgin, ayırtedici bir fenotipi yoktur. taşıyan türlerin geliştirilen
kararlılıktan daha açık fenotipi yoktur ve onlardan plazmit ürünü elde edilir.
Çoğu klonlama vektörleri, düşük moleküler ağırlıkta olmasına rağmen, bazen çok büyük
konjugatif plazmitleir kullanılması gerekli olabilir. Bu yüksek moleküler ağırlıklı plazmitler,
tanımladığmız metotlarla izole edilebilir olmalarına rağmen, elde edilecek plazmit miktaları genellikle
düşüktür. Ya bunların büyük olmasından dolayı, hücrelerden salınımı azdır ya da fiziksel yıkım
basamakları nedeniyle oluşan çeşitli zorlamalardan dolayı, kırılabilirler. Birkaç alternatif yöntem
tanımlandıki bunların çoğu Eckhardt’ın çeşitlendirilmesiydi. Bakteri fikol ve lizozim karışımında
tutuldu ve hücre duvarı zayıflatıldı. Bu örnekler sonra agaroz jel’e konuldu ki orada hücreler deterjan
ilaveleri aracılıyla parçalandı. Plazmitler elektroforez sonucu agaroz jelden çıkartılıp alınır. Agaroz jel
düşük sıcaklıkta erir ve jelden plazmitin ekstre edilmesini kolaylaştırır,.
59
Bir yabancı DNA parçası bir vektöre insört edildikten sonra, oluşan kimerik moleküller uygun
alıcı içine transforme edilmelidir. Transformasyonunun yeterliliği düşük olmasından dolayı
kimeriklerin (rekombinantların) kolaylıkla ayırtedilebilir fenotiplere sahip olması gereklidir.
Genellikle bu antibiyotiğe direnç veya vektörün taşıdığı başka bir gen dolayısıyla ya da insert edilen
DNA‘nın da bu özelliği olabilir.
Klonlamanın ilk basamaklarından birinde vektör DNA kesilir ve benzer endonükleazla ya da
aynı uçla üretilen bir DNA fragmenti bu vektöre insert edilir. Eğer vektörün endonükleaz için birden
fazla bölgesi varsa birden fazla fragment üretilecektir. Kesilen DNA’nın iki örneği sonradan
karıştırıldığında ve yapıştırıldığında, oluşan kimeraların bazısında muhtemelen vektör
fragmentlerinden biri eksik olacaktır.
Endonükleaz bölgesi bir gen içinde bulunuyorsa, restriksiyon enzimi ile kesildiğinde bu genin
etkisini yitirdiği anlaşılacak ve bu şekilde kendi kendine yapışmış bir vektör ile kimera vektör
birbirinden ayrılabilecektir. Vektör veya insört, homopolimer kuyruklama metodu ile klonlanmış ise
veya insert belirgin bir fenotip meydana getiriyorsa, kolaylıkla belirlenebilir insersiyonal inaktivasyon
yapmak mecburi değildir.
Kutu 4:1 Seçilebilir belirteçler ve bakterial vektörler ile kullanılan reporter genler;
Klonlama vektöründe markırların mantıklı seçimi rekombinant klonların analizini ve seçimini kolaylaştırabilir.
Herhangi bir klonlama yönteminde anahtar basamak, istenilen rekombinant plazmiti taşıyan transformantların
seçimidir. Transformasyonun verimliliği düşük olmasından dolayı, transforme edilen nadir hücrelerin pozitif
seçimi gerekli olmaktadır. En yaygın seçilebilir markırlar; ampicilin, kloromfenikol, tetrasiklin, streptomisin ve
kinomisin gibi antibiyotiklere dirençliliktir. Pozitif seçimin diğer bir tipi okzotrofluğu ortadan kaldırmaktır.
örneğin; eğer his B+ geni vektöre klonlanırsa, o zaman transformantlar histidinsiz besiyerinde büyür ve his B
okzotrofu hücrelerde rekombinantların seçimi kolay olur. supE (glnV olarak bilinir.) ve supF (TyrT olarak bilinir)
genler konak hücre vektörünün temel genlerinde amber (UAG) mutasyonları yok eden tRNA molekülleri
kodlar. İnaktivasyonu pozitif olarak seçilebilen başka markırlar da vardır. Bunlardan ikisi;
sacB =sacB geni levansukrozu kodlar ve onun aktivitesi % 7 ‘lik sukroz içeren besiyeride büyüyen hücreleri
öldürür.
ccdB= Konak hücreler DNA giraz (gyrA) geni açısından mutant değillerse, ccdB geni konak hücreler için
öldürücüdür.
Reportır genler; petri üzerinde büyüyen genlerin fenotipik olarak ayırabilen özellik sağlar veya gen
expresyon oranını ölçmede kullanılır. Rekombinantların analizi sırasında en çok kullanılan reportır gen β-
galaktozidazı kodlayan lacZ genidir. β-galakzidaz aktivitesinin varlığı veya yokluğu kromogenik substrat X gal ‘ı
içeren besiyeri üzerinde büyüyen hücreler tarafından kolaylıkla bulunabilir.
Aktivitesi aynı yolla belirlenebilen diğer bir gen β-glukoronidazı kodlayan gus A genidir.
Bu enzim mavi pigmenti açığa çıkarmak için MUG ‘u keser.
60
pBR322, belli bir amaca yönelik olarak yapılmış ve yaygın olarak kullanılabilen vektörlere ilk
örneklerden biridir
İlk klonlama deneylerinde, klonlama vektörleri ColE1 ve pSC101 gibi doğal plazmitler
kullanıldı. Bu plazmitler küçüktür ve yaygın restriksiyon endonükleazlar için tek bir bölgeye sahip
olmasına karşın, seçici transformatlar için sınırlı genetik markerları vardır. Bu nedenden dolayı, in
vitro da superior klonlama vektörlerinin yapımına büyük emek sarfedildi. Bu amaçla yapılan
vektörlerden kullanımı en basit ve en yaygın olan pBR322 dir. Plazmit pBR32, pMB1’in replikasyon
elementlerini içeren Col E-1 benzeri kombine bir plazmittir. Sırasıyla RSF2124 ve pSC101 ‘in ApR ve
TcR genlerini içerir. pBR322 ‘nin orjini ve onun progenitörü pBR313’tür.
Şekil 4.7 Plasmid pBR322 nin orjinleri. (a) RS72124 ve PMB1,PSC101 arasındaki sınırlar. sayılar eşsiz
EcoRI bölgelerindeki birleşme pozisyonlarını gösteriyor.(b)plasmid PBR322, R7268 nin moleküler
orjinleri 1963 de londurada izole edilmişti. ve R1 sonra yeniden isimlendirilmiştir.1,A varyasyonda
eş transfer için deprese edilmiş R1drd19 izole edildi. bu plasmidden Tn3, transposan ApR pMB3.3
den Pmb1 transpose edildi. bu plasmid küçük plasmidin şeklini yeniden düzenleyecek EcoRI
tarafından büyüklüğü azaltılır. Pmb8, sadece kolsişin immuniteyi taşır.EcoRI eşsiz EcoRI bölgesinde
pMBS ile birleşir.sonuç olarak chimeric molekuller Pmb9 ürünlerini aktive edecek EcoRI tarafından
yeniden düzenlenir.R1drd19 in Tn3 ‘ü Psf2124 şekilllendirecek colE1 transpose edecektir.Tn3
elementi pbr312 ‘i şekillendirecek pmb9 ‘u transpose eder.
Plazmit pBR322'nin baz dizisi tamamen belirlenmiştir. Yayınlanan orjinal sekans 4362 bp
uzunluğundadır.(Stutcliffie 1979). Baz dizisindeki sıfır (0) pozisyonunun EcoR1 tanıma
sekansının(GAATTC) A ve T bazları arasında olduğu kabul edilmiştir. Sekans, pozisyon 526 daki
ekstra CG bazının hesaba katılmasıyla yeniden düzenlenmiştir Böylece plazmitin büyüklüğü 4363
bp'ne çıkmıştır. Watson daha sonra yeniden düzenlemiştir.1893 ve 1915 dizilerindeki baz çiftlerinin
elimine edilmesiyle 4361 bp olduğuna karar vermiştir. pBR322 DNA’sının en kullanışlı görünümü,
restriksiyon bölgeleri bakımından karakterize edilmiş halidir. Böylece her fragmentin tam uzunluğu
hesaplanabilir. Bu fragmentler plazmit DNA’sında diğer büyüklükleri belli olmayan fragmentler için
61
DNA markerı olarak kullanılabilir.
pBR322 genomu üzerinde tek kesim bölgesine sahip 40'tan fazla enzim vardır. Bu enzimlerin
11’inin hedef bölgeleri tetraciklin dirençlilik geni içindedir (TcR) ve genin promotoru içinde iki tane
daha kesme bölgesi vardır (Cla1 ve HindIII). Ampisilin dirençlilik geni içinde 6 enzim için tek kesim
bölgesi vardır. Bu nedenle, pBR322 nin bu 19 enzimden herhangi biriyle klonlanması, ApR ya da TcR
markerlarının insertional inaktivasyonuna neden olur. Ancak diğer tek kesim bölgelerine klonlama
kolay rekombinant seçimine izin vermez. Çünkü diğer bölgelerin kesilmesi antibiyotik direnç genlerini
inaktive etmez.
Bundan sonraki manipulasyon in vitro’da olur, plazmitler E. coli hücrelerine transform edilir.
İnsersiyonlar TcR geni içerisine yapılırsa, rekombinant vektörlerin kendi üzerine yapışmış vektörlerden
ayırımı kolay olur çünkü kendi kendine yapışmış vektörler hem ApR hem de TcR dirençlidirler fakat
rekombinat vektörler ise sadece ApR dirençlidirler ve tetrasikline duyarlıdılar. Pratikte transformantlar
Ap dirençliliği ile seçilirler ve daha sonra TcS'leri tanımlamak için, Tc- içeren ortam üzerinde replica-
plating yapılır. ApR geni içerisinde insersiyon içeren türevler böylelikle kolayca seçilebilirler.
Tanımlama, ApR hücreleri tarafından üretilen β laktamaz'ın yeteneğine bağlıdır, ApR hücreleri
penisilini penilioik aside dönüştürür. Transformantlar çözünebilir nişasta ve Tc içeren zengin ortamlar
üzerinde seçilebilir. Kolonilerin olduğu petriye, iyodin ve penisilin indikatör solusyonu dökülünce, β
laktamaz üreten koloniler indikatör solusyonun rengini açarken, ApS koloniler bunu yapmaz.
ApR geni içindeki pstI bölgesi özellikle yararlıdır, çünkü kesimde oluşan 3' tetranücleotit
uzantılar terminal transferazlar için ideal subsrattırlar. Bu nedenle, bu bölge homopolymer tailing
metoduyla klonlama için mükemmel bir bölgedir. Eğer oligo(dG-dC)kuyruğu kullanılırsa, PstI bölgesi
yeniden üretilir ve insert bu enzimle kesilebilir.
Plazmit pBR322 yaygın bir biçimde klonlama aracı olarak kullanılır. Buna ilaveten
prokaryotik transkripsiyon ve translasyonu çalışmaları için kullanılan model sistemleri kullanmada da
yaygın biçimde kullanılır. Bunun yanı sıra DNA konformasyonundaki topolojik değişimlerin etkisini
araştırmada da kullanılır. pBR322’nin popularitesi yapı ve fonksiyonlarındaki bilginin
kullanılabilirliğinin sonucudur. Yapısal özellikler hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler Balbas
et al.(1986)’ya başvurabilirler.
62
Plazmit
63
HindIII bölgesi, Pribnow kutusu içinde olmasına rağmen, kutu yabancı DNA’nın
insersiyonuyla yeniden oluşturulur. Bu yüzden insersiyonal aktivasyon olduğu zaman, -13’ten -40’a
kadar olan bölgenin modifiye olmuş olan bölge olması beklenir.
64
65
Bakteriyofaj λ
Şekil 4.10- Yaban tip bakteriyofaj λ’nın tüm DNA’sı üzerindeki bazı genlerin fiziksel durumunu
gösteren λ kromozom haritasıdır.
66
Kutu 4.2 Bakteriyofaj λ: moleküler biyoloji ve rekombinant DNA
teknolojilerinde önemli bir yeri vardır.
1950’lerin başında, Bacillus megaterium ile ilgili yapılan bazı çalışmalardan sonra,
Pasteur enstitüsünde Andre Lwoff ve arkadaşları E.coli deki lizojeni fenomenini
tanımladılar. Lizojeni, bilinen E.coli suşlarında belirlenmiştir. Fajın lizojenik enfeksiyonla
enfekte ettiği bu bakteriler, λ fajı için konaktır, faj aktif değildir bu haldeki faja “profaj” denir. Lizojenik bakteri
normal bir şekilde büyür ve lizojenik olduğu kolayca fark edilmeyebilir. Buna rağmen, Lwoff bakterileri orta
dozda ultraviyoleye maruz bırakıldığında bakterilerin büyümeleri durdu ve bakteri lizatları yaklaşık 90 dakika
inkübasyonundan sonra, bir çok faj besiyeriye salındı. Salınan fajlar λ fajıyla enfekte olmuş bakterileri enfekte
edemezler (Birden fazla fajın aynı konağı enfekte edememesi), fakat lizojenik olmayan bakteriler başka bir
virüs grubuyla enfekte olabilir.
1950’lerin ortalarına doğru profajın, E.coli kromozomuna entegre olmuş λ faj genomu içerdiği farkedildi.
Virüsün litik ve lizojenik hayat döngüleri arasındaki geçişi de Lwoff’un arkadaşları olan Jacob ve Monod tespit
etti. Bu, gen regülasyonuna artan bir dikkat kazandırmıştır.
Özellikle 1960 ve 1970’lerdeki, fajın yoğun genetik ve moleküler biyoloji analizleri, virüsleri iyi bir şekilde
anlamayı sağlamıştır. Profajın uyku halini sürdüren ve süper enfeksiyonu (birden fazla fajın aynı konağı enfekte
etmesi) engelleyen anahtar molekül fajın cI geni ürünü olan faj repressörüdür. 1967'de Mark Ptashne faj
repressörünü izole etti (Ptashne 1967a,b). Vektör olarak geliştirilmesinde moleküler genetikteki avantajları fajı
iyi bir seçenek yaptı. 1970’lerde başlayan ve bugüne kadar gelen vektörlerin geliştirilmesindeki önemli bir
gerçek, faj genomunun büyük bir kısmının enfektif döngü için gerekli olmayan fonksiyonları kodlamasıdır. In
vitro da virüs partiküllerine rekombinant DNA fajını paketleyebilme yeteneği, kütüphanelerin oluşturulması
için önemli bir gelişmedir (Hohn ve Murray 1977).
Moleküler biyolojide önemli bir dönüm noktasına, λ faj genomunun tüm sekansı yapıldığı zaman ulaşıldı. λ
faj genomu 48 502 bp’dir ve Fred Sanger ve arkadaşları tarafından belirlenmiştir (Sanger et al. 1982).
67
konağı enfekte etmesini engeller. Enfeksiyonun erken safhasında, PL den başlayan transkripsiyon tL
de PR den başlayan tR1 de sonlanır. tR1 de sonlanamayan herhangi bir transkript tR2 de sonlanır. λ anti-
terminasyonla erken transkripsiyondan orta transkripsiyona geçer. PL den üretilen N gen ürünü bu
geçişi yönetir. Bu ürün RNA polimerazla etkileşir ve konak terminasyon proteini ρ’nun aktivitesini
durdurur ve PR ve PL transkriptleri (red geni gibi) genlerin içine ilerlesin diye dur sinyallerinin
gözardı edilmesini sağlar. O ve P orta safha için gereklidir. Erken ve orta transkriptler ve ekspresyon
tipleri çakışırlar. cro ürünü yeterli olduğu zaman biriktirilir ve PR ve PL den transkripsiyonu durdurur.
Q geni uzayan PR transkriptinin uzak bir bölümünde ekspres edilir ve enfeksiyonun orta safhasından
geç safhasına geçişten sorumludur. Bu anti terminasyonlada düzenlenir. Q ürünü özellikle kısa PR
transkriptlerin terminasyonunu engelleyerek cos bölgesine bitişik geç genlerin transkripsiyonunu
sağlar, bu sayede birçok olgun faj partikülü tamamen üretilir.
68
N ve Q nun her ikisi de pozitif regülasyonda fajın büyümesi ve plak oluşumu için önemli rol
oynar. Fakat, λ N- nin de olduğu gibi, tR2 terminasyon bölgesi nin (N-bağımsız) denilen küçük bir
delesyonla kaldırılırsa, N- bir faj, küçük bir plak üretebilir.
69
Geliştirilmiş özellikleriyle birçok λ faj vektörü tanımlanmıştır
Plazmit vektörler gibi gelişmiş özellikli faj vektörleri geliştirildi. Bunun birçok amacı vardır.
Bunlar;
1. Vektörlerin alabileceği yabancı DNA fragmentlerinin büyüklüğünü ve klonlanabilecek
fragmentleri hazırlarken ve klonlarken kullanılabilecek enzim sayısını arttırmak,
2. Rekombinantları pozitif olarak seçmeyi sağlayabilecek metotlar geliştirmek,
3. RNA problarının yabancı DNA insertlerinin transkripsiyonuyla kolaylıkla hazırlanabilmesini
sağlamak. Bu kromozom walking yöntemiyle kütüphanelerin taranmasını kolaylaştırır. Bu özelliğe
sahip bir vektör, λ ZAP’tır.
4. Ökaryotik cDNA insersiyonu için vektörler geliştirmek. β-galaktosidaz füzyonu olarak
cDNA’nın ekspresyonu, E.coli’de gerçekleştirilebilir. Bu tip ekspresyon vektörleri, antikor taraması
için kullanışlıdır. Böyle bir vektör örneği λgt11’dir
Burada ilk iki durum tartışılacaktır. Diğer iki durum bölüm 6’da ele alınacaktır.
λ faj türevleri maksimum kapasitesine sadece replacement tip vektörlerle ulaşır. Bunun için stuffer
(ara) fragmenti uzaklaştırmadan rekombinant pozitif klonları seçebilmek için başarılı metotlar
geliştirilmiştir. Hatta stuffer fragment fiziksel saflaştırma aracılığıyla çıkarılsa bile kontamine edici
çok az bir miktar kalabilir. Böylece rekombinantların seçimi için genetik seçim uygulanır. Bu seçimi
başarmak için kullanılan yaygın metod Spi- fenotipine bakılarak ayrım yapmaktır
Yaban tip λ, P2 fajı bakımından lizojenik olan E.coli suşlarında büyüyemez. Diğer bir deyişle, λ
fajı Spi+’dır (P2 inhibisyonuna duyarlı). λ’nın fiziksel haritasının % 64- 69’luk bir bölgesinde bulunan
red ve gam genlerinin ürünleri P2 lizojeninde büyümeyi inhibe etmekten sorumludur. Bu sebepten
stuffer fragmentinin yabancı DNA ile yer değiştirildiği rekombinantlar, fenotipik olarak Spi- dir ve P2
lizojeninde de ekim yapılarak seçilebilirler.
gam geni delesyonunun başka sonuçları da vardır. gam ürünü, λ DNA replikasyonunda çift
yönlü moddan, yuvarlanan halka moduna geçiş için bir anahtardır (Şekil 4.11). gam- faj, normalde faj
başlarına paketlenen konkatemerik linear DNA üretemez. Ancak gam- faj plaklar oluşturur; çünkü rec
ve red rekombinasyon sistemleri, dairesel DNA molekülleri üzerinde çalışarak, paketlenebilen
multimer formları oluşturabilir. gam- red- fajlar, rec+ bakterilerde plak oluşumu için tamamen rec
bağımlı değişime (rec-mediated exchance) bağımlıdır. λ DNA’sı bu rec bağımlı değişim için zayıf bir
substrattır. Bu yüzden, böyle fajlar, chi (cross over hot spot instigtor) olarak adlandırılan, rec aracılığı
ile mübadeleyi teşvik eden, bir veya daha fazla kısa DNA dizisi içermezse, küçük plaklar oluştururlar.
Yaygın replacement vektörleri’nin çoğu red- gam- klonları oluştururlar ve çünkü fajın çıkarılmayan
(değiştirilmeyen) parçası üzerinde bir chi bölges ile inşaa edilmişlerdir.
λ vektörlerinin son nesilleri (generasyonları), EMBL3 ve EMBL4’tür (Şekil 4.13). Bu vektörler
9-23 kb büyüklüğünde DNA kapasitesine sahiptir. chi+ olmalarının yanı sıra bu λ vektörleri,
kütüphane yapımını kolaylaştırmak için stuffer fragmentlerinin yanında olan polilinkerlere sahiptir.
İnsertleri olan bu fajlar, spi- fenotipi esasına göre seçilir, fakat bir farklılık vardır. Vektör, BamHI ile
70
üretilen yabancı DNA fragmentlerinin ligasyonundan önce BamHI ve EcoRI ile kesilir. Eğer küçük
BamHI-EcoRI fragmentleri polilinkerden uzaklaştırılırsa, stuffer fragment yeniden birleştirilemez.
Şekil 4.13- Bakteriyofaj λ’nın klonlama vektörleri olan EMBL3 ve EMBL4’ün yapısı. Bu iki vektörde polilinker
sıraları karşılıklı olarak sunulmuştur.
71
şekilde E geni amber mutasyonu yapılmış oldukça konsantre olan iki lizogen karışımından oluşan lizat
içerisinde çok etkili bir şekilde meydana getirilir (Hohn ve Murray 1977). Bu lizat karışımında,
genetik komplementasyon meydana gelir ve dış kaynaklı DNA paketlenir (Şekil 4.15). Konkatemerik
DNA’nın paketlenecek substrat olması gerekmesine rağmen, tüp içerisinde paketleme sistemi ile
kovelent olarak bağlı olmayan konkatemer olan monomerik DNA paketlenecektir (kovalent bağlı
konkatemerler, genlerin λ’nın yapışkan uçlarına bitişik klonlanmasıyla olur).
72
Şekil 4.15 Konkatamer oluşturmuş λ DNA’sının in vitro paketlenmesi
73
problemin, rekombinasyon yeteneği kusurlu lizogenlerin (red-, rec-) kullanılmasıyla ve lizatın UV ile
muamele edilmiş hücrelerden hazırlanmasıyla üstesinden gelinebilir. Böylece dış kaynaklı DNA’nın
biyolojik aktivitesi engellenmiş olur (Hohn ve Murray 1977).
74
DNA gerekir. Tek zincirli formdaki vektörlerin kullanılması, çift zincirli olan DNA’nın ayrılması,
klonlama ve amplifikasyonun birleştirilmesi gibi işlemler için çok ilgi çekicidir.
Filamentli fajlar tek zincirli vektörler olduklarından bazı avantajlara sahiptirler. Birincisi, faj
DNA’sının replikasyonu çift zincirli halkasal DNA (RF) aracılığıyla olur. Bu RF saflaştırılabilir ve
invitroda plasmid gibi manipüle edilebilir. İkincisi, RF ve tek zincirli DNA’nın her ikisi de uygulanan
metoda bağlı olarak, ya enfekte koloniler ya da plak oluşumuna sebep olan alıcı E.coli hücresini
transfekte edecektir. Üçüncüsü, faj partikülünün büyüklüğü viral DNA büyüklüğü tarafından kontrol
edilir ve bu yüzden paketlemede zorlanma olmaz. Gerçekte, M13 DNA’sının büyüklüğünün altı kat
fazlası kadar viral DNA paketlenmektedir (Messing vd. 1981). Sonuç olarak, bu fajlar ile klonlanacak
parçanın oryantasyonunun belirlenmesi çok kolaydır. İlgilenilen oryantasyon RF’nin restriksiyon
analizi ile belirlenebilmesine rağmen, daha kolay bir metod vardır (Barnes 1980). Eğer iki klonda
klonlanan parçayı zıt yönlerde taşıyorsa, bu tek zincirli DNA’lar aralarında hibridleşeceklerdir ve bu
agoroz jel elektroforezi ile kolayca belirlenebilir. Kültürden 0.1 ml kadar alınarak elde edilen fajlar bu
tür deneylerde kullanılabilir ve kolayca kültürün yoğunluğu belirlenir.
Özet olarak, vektör olarak filamentli fajlar, kolayca elde edilebilen tek zincirli DNA’lar içeren
partiküller üretir ve plazmidlerin sahip olduğu tüm avantajlara sahiptirler.
75
Messing, tek bir baz çifti değiştirmek için in vitro mutasyon yaptı ve lac bölgesi içinde tek bir EcoRI
bölgesi oluşturdu. Bu varyant M13mp2 olarak adlandırıldı. Bu faj türevi lac α-fragmentinin
yukarısında polilinkere sahip türevler oluşturmak için daha fazla modifiye edildi (Şekil 4.17). Bu
türevler (mp7-mp11, mp18, mp19) pUC plazmitinin Şekil 4.9’da gösterilen bütün M13 ile ilgili
kopyasıdır.
76
Şekil 4.17- Klonlama vektörü olan M13mp18’in restriksiyon haritası. M13mp18 ve M13mp19 fajı, 7249 baz
uzunluktadır ve sadece polilinker taşıyan 54. bazın oryantasyonunda farklılık vardır. Harita, restriksiyon
enzimlerinin molekülü bir veya iki kez kestiğini gösterir.
77
[Metni yazın]
5. BÖLÜM
78
[Metni yazın]
Giriş
1970’lerde rekombinant DNA teknolojisi ilk gelişmeye başladığında sınırlı sayıda vektör vardı.
Sonraları DNA sekanslamayı kolaylaştırmak için özel bir vektör olan M13 fajı geliştirildi. Bunu
takiben en iyi örneği pBR322 olan belli bir amaç için özel yapılmış vektörler geliştirildi. Zamanla bir
seri özel vektör yapılmıştır ve bunların her birinin belirli amacı vardır. Bu zaman boyunca plazmit ve
faj vektörlerinin faydalarına dair birçok tartışmalar olmuştur. Bugün, moleküler biyologlar için birçok
vektör bulunmaktadır ve bunlar üç sebepten dolayı dikkate değerdir.
• Hem plazmit hem de faj’dan parçalar içeriyorsa phasmid, ayrıca M13 ori bölgesi içeriyorsa
phagemid olarak adlandırılırlar. Fajmitlerin en çok kullanılan tiplerinden biri cDNA
klonlaması için kullanılan λZAP vektör serisidir.
• Klonlamayı ve ekspresyonu kolaylaştıran birçok özellik bir vektörde birleştirilmiş olabilir.
• Saflaştırılmış DNA vektörleri ve bunlarla ilişkili malzemeler satın alınabilir.
Moleküler biyoloji kataloğunu açan bir biyolog, her firmanın farklı bir öneride bulunduğu, değişik
vektörlerle karşılaşır. Her bir vektörün kullanımındaki yararı açık olarak belirtilmekle birlikte,
dezavantajları nadiren belirtilir.
Klonlama vektörlerinin genel olarak iki kullanım amacı vardır: büyük DNA parçalarını
klonlamak ve genleri manipüle etmektir. Haritalama yaparken ve genomu sekanslarken çalışmayı
kolaylaştırmak için yapılacak ilk adım genomu küçük alt kısımlara ayırmaktır. Parçalar ne kadar
büyük olursa, sonuç elde etmek o kadar kolaylaşır (Bölüm 17). Bu yüzden klonlama yapılırken büyük
DNA parçaları kullanılmalıdır. Bir geni izole etmek için ve genom üzerinde yürünebilmesi için de
büyük fragmentlere ihtiyaç duyulur ve bu konu bölüm 6’da tartışılacaktır. Genellikle, istenilen genin
izole edilmesi kısmen kolaydır ve basit bir klonlama vektörü kullanılabilir. Klonlamanın ardından, bu
gen, prob ve ya protein olarak ekspres ettirilebilir, bu genin sekansı yapılabilir ve ya in vitroda
mutasyona uğratabilir. Tüm bu uygulamalar için, küçük vektörler kullanılabilir.
79
[Metni yazın]
konağı enfekte etmek için kullanılacaktır. Rekombinat kozmit DNA, faj DNA’sı gibi enjekte edilir
ama normal bir plazmit gibi replike olur (faj fonksiyonlarının ekspresyonu olmadan). Transforme olan
hücreler vektörün ilaç dirençlilik geni kullanılarak seçilir.
Kozmitler, yabancı DNA’nın büyük parçalar halinde klonlanmasını sağlar. Kozmitler
ökaryotik genom fragmenlerinden kütüphane
oluşturmak için ilgi çeken vektörlerdir çünkü büyük
DNA kapasitesine sahiptirler. Bir restriksiyon
endonükleazla kısmi kesim işlemi elverişli
büyüklükte fragmentler oluşturur. Ancak kısmi
kesimle ilgili potansiyel bir sorun vardır. Bu da iki ya
da daha fazla genom fragmentinin ligasyon sırasında
bir araya gelmesiyle oluşur. Bu bize kromozomal
organizasyonun yanlış resmini gösterir. Kısmi
kesimleri boyutlarına göre fraksiyonlara ayırarak bu
problemin üstesinden gelinebilir.
DNA’yı boyutlarına göre ayırmış olsak bile yine de
komşu olmayan DNA fragmentleri bir birleşerek tek
bir insert yapabilir. Bu problem yabancı DNA
fragmentlerinin bir araya gelip yapışmasını
engellemek amacıyla defosforillenmesiyle çözülebilir.
Bu yöntem çok hassastır çünkü vektör–vektör
ligasyonu olabilir. Duplike olan vektör kararlı
değildir ve konak hücre içinde bozulur.
80
[Metni yazın]
81
[Metni yazın]
Şekil 5.2 Ish-Horowicz ve Burke’nin kozmit klonlama şeması (1981). (a) pJB8 kozmitinin haritası. (b) Sau3A ile
kısmi kesim yapılarak oluşturulan genomik kütüphane. Bu restriksiyon endonükleazın dört nükleotitlik bir
tanıma bölgesi vardır ve BamHI ile aynı yapışkan uçları üretir.
82
[Metni yazın]
Başka vektör sistemyleri de vardır. Örneğin, pWE ve sCos serileri (Wahl vd 1987, Evans vd 1989)
gibi modern kozmid vektörler şöyle özelliklere sahiptir:
• büyüklüğüne göre seçilmemiş DNA fregmentinin basit olarak klonlanabileceği bir çoklu
klonlama bölgesi içerirler
• klonlama bölgesine bitişik faj promotorları vardır.
• klonlanan genin vektörden tek parça ayrılması için gerekli ve klonlama bölgesine bitişik olan
NotI, SacII, ve ya SfiI (nadir kesiciler, bölüm 17) bölgeleri içerirler, bu da vektörden
insertlerin kolay uzaklaştırılmasına izin verir.
Dominant seçici işaretleri kodlayan modüllerin memelilerde ekspresyonu, memeli hücrelerine
gen aktarımı için eğer isteniyorsa vektörde bulunması arzu edilir.
83
[Metni yazın]
ve E.coli konağına enjekte edildikten sonra paketlenen DNA’nın dairesel hale gelmesine sebep olur
(Şekil 5.4). Klonlar E.coli içinde kanamisin direncine göre seçilerek düşük kopya sayılı plazmitler
şeklinde devam ettirilirler. Yüksek kopya sayısı P1 litik replikonundan faydalanılarak indüklenebilir.
Bu P1 sistemi fare, insan ve Drosophila DNA’sından genomik kütüphane yapmak için
kullanılmaktadır.
84
[Metni yazın]
bölgelerini içerir. Klonlama bölgesi ayrıca RNA probları oluşturmak için T7 ve SP6 promotorları
tarafından kuşatılmıştır. Bu BAC, etkili bir biçimde E.coli’ye transforme edilebilir, bu şekilde de P1
sistemi için gerekli olan paketleme extractlarından da kaçınılmış olur. BAC’lar 300 kb’den daha
büyük insan ve bitki genomik fragmentlerini yüksek derecede kararlılıkla 100 nesilden fazla devam
ettirme kapasitesine sahiptir ve ortalama ekleme boyutu 125 kb olan genom kütüphaneleri yapmak için
kullanılmaktadır. Akabinde, Ioannou et al. (1994) P1 ve F-faktör sistemlerinin özelliklerini
birleştirerek P1’den türetilmiş yapay kromozom (PAC) geliştirdiler. Bu PAC vektörleri 100-300 kb
aralığında fragmentlerin klonlanabilmesine olanak sağlayabilmektedirler.
İlk BAC vektörü, pBAC108L, rekombinantlar için seçici bir belirteçden (marker) yoksundur.
Bu nedenle klonlar koloni hibridizasyonuyla tanımlanıyordu. Bir zamanlar bu gen manipulasyonunda
standart bir işlem iken, bugün zahmetli olduğu düşünülmektedir. Yaygın olarak kullanılan iki BAC
vektörü, pBeloBAC11 ve pECBAC1, orijinal klonlama bölgesi, içinde çoklu klonlama bölgesi taşıyan
lacZ geni ile yer değiştirilmiş pBAC108L’den türetilmiştir. pBeloBAC11, biri lacZ geninin içinde biri
de CMR geninin içinde olan iki EcoRI kesim bölgesine sahiptir. Oysa, pECBAC1 sadece lacZ geninin
içinde bulunan bir EcoRI kesim bölgesine sahiptir. BAC’lardaki daha ileri gelişmeler lacZ geninin
sacB geniyle yer değiştirilmesiyle yapılmıştır. sacB geninin inaktivasyonu konak hücrenin sükroz
içeren ortamda büyümesine izin verir (pozitif seleksiyon). Frangen et al. (1999) bu BAC’lara bir
transpozon için insersiyon bölgesi dahil ederek daha da geliştirmişlerdir. Bu da genoma sokulan ek
dizilerin klonlandıktan sonra bakteride modifiye edilmesine olanak sağlar, bu prosedür retrofitting
olarak bilinir. Retrofitting’in başlıca kullanımı basitleştirilmiş delesyonlar ve raportör genlerin
eklenmesidir. Örneğin, Al-Hasani et al.(2003) ve Magin-Lachmann et al. (2003) transfeksiyonu
kolaylaştırmak, epizomal koruma ve ökaryotik hücrelerdeki büyük genomik fragmentlerin fonksiyon
analizini yapmak için retrofittingi kullanarak BAC’ları geliştirmişlerdir.
85
[Metni yazın]
86
[Metni yazın]
Büyük uzunluktaki DNA fragmentlerini klonlamada vektör seçimi bir takım faktörlere
bağlıdır
İnsertin olabilecek maksimum boyutu, değişik vektörlerde farklılık gösterir (tablo 5.1’de
gösterilmiştir). Önemli olan sadece insertin boyutu değildir. Kimeraların yokluğu ve delesyonlar bazen
daha da önemlidir. Pratikte bazı YAC’larda, insertler yapısal kararsızlık gösterirler veya bir klonda
birden fazla DNA parçası içerebilirler. YAC’lar (maya yapay kromozomu) haritalama ve DNA dizin
analizleri için uygun değildir ve bunları belirlemek çok zahmetlidir. Kozmitte de aynı hatalar
geçerlidir ama bunlardaki en büyük problem klonlanan DNA ardışık tekrarlar içeriyorsa ortaya
çıkmaktadır. Ardışık tekrarlar kozmite sokulabilecek insertin boyutundan birkaç kat büyükse, problem
şiddetli olur.
BAC ve PAC sistemlerinin YAC’lara göre bazı avantajları vardır. Bu avantajlar; istenmeyen kimerik
yapıların az olması, kolay kütüphane oluşturulabilmesi, manipulasyon ve insert DNA’nın
izolasyonunu kolay olması olarak sıralanabilir. BAC klonları, YAC ve kozmidlere göre insan
DNA’sının anlaşılmasında daha kullanışlıdır. Rastgele sekanslama için mükemmel substratlardır ve
doğru DNA dizin bilgileri sağlar. Dolayısıyla büyük DNA’ları BAC’lar üzerinden sekans etmek daha
güvenilirdir.
Tablo 5.1 Farklı klonlama vektörleriyle kullanılabilecek maksimum DNA insertleri. YAC’lar 213.sayfada
tartışılmıştır.
Vektör Konak İnsertin boyutu
λ faj E.coli 5-25 kb
λ kozmit E.coli 35-45 kb
P1 faj E.coli 70-100 kb
PAC E.coli 100-300 kb
BAC E.coli ≤300 kb
YAC Saccharomyces 200-2000 kb
cerevisiae
_________________________________________________________________________
87
[Metni yazın]
M13 orijinli vektörler sekanslama için uygun olan tek zincirli DNA yapmak için
kullanılabilir
Yeni bir gen klonlandığında kimerik molekülün bir kısmını veya tamamını sekanslayarak teyit
etmek gerekir. İleride görüleceği gibi, Sanger sekanslama metodu başlangıç materyali olarak tek
zincirli DNA’ya ihtiyaç duyar. M13 vektörüne ilgilenilen geni klonlayarak tek zincirli DNA elde
edilmiştir. Bugün, ilgilenilen bölgeyi, M13 ori bölgesi ve pUC (Col E1) replikasyon orijinini içeren
fajmid vektöre klonlamak daha yaygındır. Bunun gibi vektörler normalde çift zincirli moleküller
olarak hücre içinde replike olurlar. Sekanslama için tek zincirli DNA, M13K07 gibi yardımcı bir faj
kültüre enfekte edilerek üretilebilir. Bu yardımcı faj; P15A replikasyon orijinine ve M13 ori bölgesine
sokulan kanamisin dirençlilik genine sahiptir ve gII geninde bir mutasyon taşır. M13K07 kendi
kendine replike olabilir. Bununla birlikte yaban tip replikasyon orijini taşıyan fajmid varlığında, tek
zincirli fajmid paketlenir ve fajmid DNA’sı sekanslama için kullanılır.
88
[Metni yazın]
ark. 1986, Keilty & Rosenberg 1987). -35 ve -10 bölgeleri arasındaki mesafe de önemlidir. Denenmiş
bütün durumlarda, 17 bp’den uzun veya kısa mesafelerin promotoru zayıflattığı görülmüştür.
Bir kere RNA polimeraz transkripsiyonu başlatırsa, DNA üzerinde transkripsiyon terminasyon
bölgesini bulana kadar ribonükleotit zinciri uzatacaktır. Bakteri DNA’sı iki tip transkripsiyon
terminasyon bölgesine sahiptir; faktöre bağımlı ve faktöre bağımlı olmayan. İsimlerinden de
anlaşılacağı gibi faktöre bağımlı olmayan, sadece RNA polimeraz ve DNA ile çalışır. Transkripsiyonu
sonlandırmak için başka faktöre ihtiyaç duyanlar, faktör bağımlıdır. Faktör bağımlı olmayan
transkripsiyon terminatörlerini tanımak kolaydır çünkü ortak dizilere sahiptirler. Transkripsiyon A
bazının tekrarlarının (şekil 5.8) olduğu yerde sonlanır ve mRNA’nın 3’ ucunda U baz tekrarları
görünür. Faktör bağımlı transkripsiyon terminatörleri arasındaki dizilerde çok fazla ortaklık yoktur.
Terminasyon, E.coli’nin bilinen üç terminasyon faktöründen biri ile etkileşimle gerçekleştirilir. Bu
faktörler; Rho (ρ), Tau (τ), NusA’dır. Bir çok ekspresyon vektöründe genin klonlanacağı bölgenin
arkasında faktör bağımlı olmayan terminasyon dizileri vardır.
89
[Metni yazın]
transkripsiyon terminatörü gerekli değildir çünkü RNA polimeraz, linear plazmitin sonuna ulaşınca
DNA’dan düşer.
Şekil 5.9 Faj SP6 promotoru ve SP6 RNA polimerazı kullanarak klonlanmış bir DNA molekülünden RNA
problarının üretimi.
Faj promotoru kullanmanın üç sebebi vardır. Birincisi, bunun gibi promotorlar çok güçlüdür,
in vitro’da yüksek miktarda RNA yapabilmeyi mümkün kılarlar. İkincisi, faj promotoru E.coli RNA
polimerazı tarafından tanınmaz ve bu yüzden hücrenin içinde transkripsiyona uğramaz. Üçüncüsü,
RNA polimerazlar SP6, T7 ve T3 fajlar tarafından kodlanır. Bu RNA polimerazlar, tek bir popipeptit
olduğundan, E.coli RNA polimerazına göre çalışması daha basittir.
Eğer tek zincir DNA sırası veya RNA prob olarak planlanmışsa; o insertin her iki zincirine
karşılık gelen RNA probları hazırlamak gereklidir. Bunu yapmanın bir yolu da insertin iki
oryantasyonuna uygun iki farklı klon elde etmektir. Bir alternatif metod ise; insertin çoklu klonlama
sırasına bitişik olan iki farklı ve zıt faj promotorları arasına yerleştirildiği bir klonlama vektörü
kullanmaktır. Bu iki promotorun her biri farklı bir RNA polimeraz tarafından tanındığından dolayı,
transkripsiyonun yönünü kullanılan polimeraz belirler.
Evans et al. (1995) plazmiti daha da geliştirdi. LITMUS vektörlerinin polilinker bölgelerinin
iki yanında modifiye T7 RNA polimeraz promotor bölgesi vardır. Her bir uçtaki T7 promotoru içinde
kendine özgü ustaca düzenlenmiş bir yeknesak restriksiyon bölgesi (Bir T7 promotoru içinde SpeI or
digerinde AflII) içerir. Ustaca düzenlenmiş bu bölgelerin varlığına rağmen her iki promotor da aktiftir.
90
[Metni yazın]
Tek yönlü transkripsiyon, sağlam olan (aktif) diğer promotor tarafından başarılır (Şekil 5.10). RNA
problarının etkili bir şekilde üretilmesi ve etiketlenmesi kalıbın transkripsiyonundan önce linearize
edilmesini gerektirdiği için istenmeyen promotorun içindeki bölgenin kesimi bir adımda her iki
fonksiyonu çalıştırır. Araya giren klonlanmış parça ya bir SpeI ya da bir AflII bölgesi içerir.
Çalıştırılmak istenmeyen promotor, üzerinde kendine has r. E. bölgesinden kesilerek, etkisiz hale
getirilebilir.
91
[Metni yazın]
RNA interferens (RNAi), bir geni post-transkripsiyonel olarak sessizleştirme işidir. Çift zincir
bir RNA hücre içine atılır, bu RNA hücredeki komplementeri mRNA’ya bağlanarak, komplementeri
RNA’nın degrede edilmesine sebep olur. Bu uygulamanın detayları sayfa 318’de tartışılmıştır. Çift
zincir RNA yapmanın en kolay yolu LITMUS gibi vektörleri kullanmaktır. Bu durumda ilgilenilen
hedef klonu içeren vektörlerden biri SpeI ve diğeri AflIII ile kesilir. Bu kesim ile üretilen DNA’lar
RNA üretiminde kalıp olarak kullanılırlar. Eğer üretilen RNA’lar in vitro da karşılaştırılırsa, çift zincir
RNA üretilmiş olur.
92
[Metni yazın]
klonlanmış geni daha düşük ekspres edenler veya hiç ekspres edemeyen varyantlar seçilebilir. Çünkü
bu varyantlar, ekspres edenlere göre daha hızlı büyüyeceklerdir. Yüksek seviyeli ekspresyonla ilişkili
problemleri azaltmak için kontrol edilebilen bir promotorun kontrolü altında olan klonlanmış genin
vektörü kullanılmalıdır. Problemleri aşmak için genin altına klonlanan promotor kontrol edilebilir
olmalıdır.
Klonlanan genlerin ekspresyonunu düzenlemek için bir çok farklı vektör yapılmıştır fakat hali
hazırda mevcut olanların çoğu aşağıdaki kontrol edilebilir promotorları içerir; λ, PL, T7, trc (tac) veya
BAD. Tablo 5.3, bu üç promotordan birinin kontrolü altına chloramphenicol transacetylase (CAT)
geni konulup ekspres edildiğinde, gerçekleşen ekspresyon seviyeleri görülmektedir.
Tablo 5.3 E.coli’de chloramfenicol acetyltransferaz (CAT) expresyonunun üç farklı promotor tarafından
kontrolü. CAT’nin düzeyi µg/mg toplam protein olarak ifade edilmiştir.
__________________________________________________________________________
Promotor İndüklenmemiş CAT seviyesi İndüklenmiş CAT seviyesi Oran
__________________________________________________________________________
λPL 0.0275 28.18 1025
trc 1.10 5.15 4.7
T7 1.14 15.40 13.5
_________________________________________________________________________
trc ve tac, promotorları lac ve trp promotorlarından türetilmiş hibrid promotorlardır (Brosius
1984). Bunlar her iki ebeveyn promotordan daha güçlüdür çünkü onların sekansları ortak sekansa daha
çok benzer. lac promotoru gibi, trc ve tac promotorları da laktoz ve IPTG tarafından indüklenebilir.
Bu promotorları kullanan vektörler lacO ve repressörü kodlayan lacI genini de taşır.
pET vektörleri klonlanmış gen ürünlerinin sentezini düzenlemek için faj T7 promotorlarını
kullanan ekspresyon vektörlerinin bir grubudur (Studier et al. 1990). Bir pET vektörü kullanmak için
genel strateji Şekil 5.11’de gösterilmiştir. Faj T7 RNA polimerazı üretmek için, fajın gen1 bölgesini
taşıyan E.coli suşu yapılır. Faj polimerazının sadece IPTG indüksiyonu ile sentezlemesi için bu gen
lac promotorunun downstrem bölgesine klonlanır. Yeni sentezlenen T7 polimerazı, pET plazmitindeki
yabancı geni transkribe eder. Eğer klonlanan genin ürünü toksik olursa T7 RNA polimerazın etkisini
minimize etmek mümkündür. Öncelikle pET vektör ile uyumlu (compatible) bir plazmit seçilir ve T7
lysS geni ona klonlanır. pET plazmitini taşıyan bir konak hücreye, pLysS plazmiti aktarıldığında, LysS
gen ürünü, hücre içinde çok az miktarda da bulunsa, bulunan T7 RNA polimerazına bağlanır (Studier
1991, Zhang & Studier 1997). Eğer lac operatörü, T7 promotoru ile klonlanmış gen arasına
yerleştirilirse, bu IPTG’nin yokluğunda araya giren genin expresyonunu büyük ölçüde düşürecektir.
Heterolog protein ürününün miktarındaki artış, bazen seçilmiş farklı konak hücreler kullanılarak
başarılır (Miroux & Walker 1996).
λ PL promotor sistemi, çok sıkı transkripsiyon kontrolü ile yüksek gen ekspresyonununu bir
arada bulunduran bir sistemdir. Bu, λ PL promotoru E.coli konağında bir λ cI reprössörünün kontrolü
altındadır. λ cI geninin kendisi ise, triptofan (trp) promotorunun kontrolü altındadır (Şekil 5.12).
93
[Metni yazın]
Harici triptofan yokluğunda cI geni transkribe edilir ve cI repressörü PL promotoruna bağlanır. Böylece
klonlanmış genin expresyonu engellenir. Triptofan varlığında trp repressörü cI genine bağlanır ve cI
repressörünün sentezi engellenir. cI repressörünün yokluğunda çok güçlü PL promotorundan yüksek
düzeyde expresyon vardır.
Konak hücre
Şekil 5.11 pET vektörüne klonlanmış bir genin ekspresyonun düzenlenme stratejisi. T7 RNA polimerazı için
gen (gen 1) E.coli’nin kromozomuna sokulur ve lac promotorundan transkribe edilir; böylece bu gen, sadece
teşvik edici IPTG eklenirse expres edilir. T7 RNA polimeraz sonra pET vektöründe klonlanmış geni transkribe
edecektir. Eğer klonlanan genin protein ürünü toksik ise teşvikten önce klonlanmış genin transkripsiyonunun
düşürülmesi gerekebilir. T7 lizozim, uyumlu bir plazmit olan pLysS tarafından kodlanır, herhangi bir kalıntı T7
RNA polimeraza bağlanacak ve onu etkisiz duruma düşürecektir. T7 promotoru ve klonlanmış gen arasında lac
operatörünün varlığında, klonlanmış genin transkripsiyonu IPTG teşvikçisinin yokluğunda indirgenecektir.
94
[Metni yazın]
pBAD vektöründe, PL promotoru gibi, klonlanmış genin ekspresyonu çok sıkı kontrol altındadır
(Guzman et al. 1995). pBAD vektörü, araBAD (arabinoz) operonunun promotorunu ve bu
promotorun negatif regülatörünü, araC, taşır.
araC L-arabinoz ile komplex formda olan bir transkripsiyon regülatörüdür. Arabinozun
yokluğunda, araC O2’ye ve araBAD operonunun 210 bp’lik DNA halkasından (loop) oluşmuş I1 yarı
bölgesine bağlanır ve böylece transkripsiyonu engeller (Şekil 5.13). Besiyerinde büyüme için arabinoz
eklendikçe araC’ye bağlanır böylece O2 bölgesi serbest kalır. Bu DNA halkasını serbest bırakır ve
transkripsiyonun başlamasına izin verir. araC’nin I1 ve I2‘ye bağlanması, aktivatör proteini (CAP) ve
siklik adenozin monofosfat (cAMP) varlığında aktifleştirilir. Eğer besiyerine büyüme için glukoz
eklenirse, bu cAMP sentezinin represyonuna sebep olur. Bu yüzden araBAD promotorundan
expresyon azalır (Şekil 5.13). Guzman et al. (1995)’a göre pBAD vektörleri gen expresyonuna ince
ayar yapılmasına müsaade eder. Gerekli olan tek şey, besiyerinin şeker kompozisyonun
değiştirmesidir. Bununla birlikte, bazı bilim adamları buna karşı çıkar (Siegele & Hu 1997,
Hashemzadeh-Bonehi et al. 1998).
Yüksek düzeyde expresyon için dizayn edilmiş vektörlerin çoğu, E.coli expresyonu için
optimize edilmiş
translasyon başlama
sinyallerini de taşır (Kutu
5.1’e bak.).
95
[Metni yazın]
96
[Metni yazın]
tRNAnın göreceli bolluğunu ölçtü ve tRNA bolluğu ile kodon seçimi arasında güçlü bir ilişki buldu.
Sonra Ikemura (1981b) E.coli’de en yüksek expres edilen genlerin, hücrede bolca bulunan tRNA lar
karşılığı olan kodonları içerdiğine dikkat çekti. Aksine az expres edilen genler daha çok
suboptimal(yetersiz) kodonlar kullanır. Forman et al. (1998) E.coli’de aşırı ekspres edilen bir gende,
nadir AGA konu bulunduğu zaman, (arjinin yerine) yanlışlıkla lisinin proteine girdiğine dikkat çekti.
UAA yüksek düzeyde ekspreslene genlerce tercih edilen bir kodondur. Oysaki UAG ve UGA, düşük
seviyede ekspreslenen genlerce tercih edilir, düşük seviyede ekspreslenen genlerde daha çok
bulunur.
Tranlasyonu incelemek için okuyucu Kozak (1999)’a başvurabilir.
Splicing
verilmiştir. Yazar daha fazla detay için La Vallie ve McCoy tarafından yazılan makalelere
başvurulmasını öneriyor.
Saflaştırmada bir polihistidin birleştirme kullanmak için, ilk olarak proteolitik kesim bölgesi
ve altı histidin birimini bağlayan bölgeyi içeren genin vektör içine yerleştirilmesi gerekir. Şekil
5.14’deki örnek entrokinaz için bir kesim bölgesini gösterir. Birleşme proteinlerinin sentezi
gerçekleştikten sonra hücre parçalanır. Nükleazla muamele edilerek lizatın visikozitesi azaltılır. Sonra
lizat, seçici olarak polihistidin kuyruk bağlayan iki değerlikli hareketsizleştirilmiş nikel içeren bir
sütuna uygulanır. Kontamine olmuş herhangi bir protein yıkanıp uzaklaştırıldıktan sütundan birleşme
proteinleri ayrılır ve enterokinaz ile muamele edilerek klonlanmış gen ürünü salınır.
Sekil.5.14 Bir polihistidin dizisi içeren bağama proteini olarak klonlanan genin ekspresyonu için dizayn edilen
bir vektörün yapısı. Üç farklı varyant(A,B,C) herbirinin farklı translasyonuna sebep olur. Gölgeli diziler, üç
vektörün herbirinde yer değiştiren temel diziyi gösterir. Gölgesiz diziler (AGATCT) polilinkerlerin Bg1II kesim
bölgesini gösterir.
Klonlanladığımız genin doğru bir şekilde ifade edebilebilmesi için, translasyonun doğru okuma
çerçevesinden başlaması gerekir. Bu da üç farklı vektör kullanılarak sağlanır. Bu vektörlerin her biri
98
[Metni yazın]
farklı okuma çerçevesine sahip olan Polilinker bölgelerine sahiptir (Şekil 5.14). Enterokinaz, (asp)4lys
dizisini tanır ve lizin amino asitinden hemen sonra keser. Bu kesimin sonucu olarak, klonlanmış
genden ekspres edilen protein N terminalinde fazladan birkaç aminoasite sahip olacaktır. Eğer arzu
edilirse, kesim bölgesi ve polihistidinler ekspres edilen proteinin C terminalinde de sentezlenebilir.
Eğer klonladığımız
gen ürünü kendinde
bir enterokinaz bölgesi
içerecek olursa, o
zaman da farklı bir
kesim bölgesine sahip olan trombin ya da
faktör Xa gibi alternatif proteazlar
kullanılabilir.
Füzyon protein çalışmalarında kolaylık
sağlaması için, kısa antikor tanıma dizileri
kullanılabilir. Bu diziler, proteaz kesim
bölgesi ile afinite gösterdiği bölge arasında
bulunacak bir kuyruk içinde DNA dizisine
sokulabilirler. Bazı tanınabilir epitoplar Tablo
5.4 de verilmiştir. Bu antikorlar Western Blot
kullanılarak, uygun epitopları taşıyan füzyon
proteinlerini saptamak için kullanılabilir. C
terminalinde oluşacak bir histidin kuyruğunun
hem çalışma hem de saflaştırma aşamaları için
bazı etkilerinin olacağına da dikkat etmek
gerekir.
99
[Metni yazın]
reaksiyonla, biotin kovalent olarak bağlanır. Ekspres edilen füzyon proteini Streptavidin Affinity
Kromatografisi kullanılarak saflaştırılabilir ( Şekil 5.15).
E. coli hücre içinde biotinlenen tek bir protein ekspres eder. Bu protein rekombinant füzyon
proteinlerinin affinite saflaştırılmasında çok iyi bir şekilde kullanılır, fakat doğal yapısındayken
streptavidini bağlamaz. Füzyon proteinlerinde biotin bulunmasının ek bir avantajı vardır. Bu avantaj
biotinin streptavidine bağlanan enzimlerle belirlenebilmesidir.
Yukarıda tanımlanan affinite saflaştırma sistemleri önemli bir dezavantaja sahiptir. Bu dezavantaj son
aşamada hedef proteini affinite kuyruktan ayırmak için bir proteazın gerekli olmasıdır, ayrıca bu işlem
yapıldıktan sonra da kullandığımız bu proteazı solüsyondan uzaklaştırmamız gerekir. Chong ve
arkadaşları (1997, 1998) bu dezavantajları içermeyen tek bir saflaştırma sistemi tanımlamışlardır
Bu sistem Saccharomyces cerevisae VMA1 geninden elde edilen bir protein splaysing elementini yani
bir intein kullanır (Kutu 5.2). İntein, β-Merkaptoetanol, Sistein veya Ditiyotreitol gibi tiyoller
varlığında ve düşük sıcaklıkta N terminal ucunda kendi kendini kesmesi için modifiye edilir. Hedef
proteini kodlayan gen bir vektörün çoklu klonlama bölgesi (MCS) içerine yerleştirilir, böylece inteini
kodlayan genin N terminali ile hedef proteinin C terminali arasında bir füzyon oluşturulur. Bacillus
circulans’ın küçük kitine bağlanan domain proteinini kodlayan (5 kDa) DNA dizisi, affiniti
saflaştırması için inteinin C terminus tarafına eklenir (Şekil 5.16).
100
[Metni yazın]
Yukarıda bahsedilen sistem IPTG ile indüklenebilen bir T7 promotörünün altına yerleştirilir.
İndüklenen hücrelerden elde edilen ham ekstraktlar bir Kitin Kolonundan geçirildiğinde, füzyon
proteinleri kolona bağlanırken bütün kontamine proteinler kolondan yıkanarak uzaklaştırılır. Daha
sonra füzyon proteini bir tiyolle inkübe edilir ve içine kesim bölgesi yerleştirilmiş inteinin tiyolle
etkileşimi sağlanır. Böylece kitin bağlı intein domaini kolona bağlı kalırken hedef protein kolondan
serbest bırakılır.
101
[Metni yazın]
102
[Metni yazın]
inhibitör şartlar altında hücrelerin büyümesine izin vermenin yanında, aynı zamanda doğru katlanmış
rekombinant proteinlerin üretimi için de periplazmik bir ortam oluşturur.
Sitoplazmik proteine takılan bir sinyal dizisi, onu taşınım yoluna yönlendirir.
Doğal olarak ortaya çıkan salgı proteinlerinden elde edilen çoğu sinyal dizisi (örneğin: OmpA, OmpT,
PelB, β-lactamase, alkaline phosphatase, and phage M13 gIII) amino uçlarıyla birleştikleri zaman
heterolog peptitlerin iç membrana doğru etkili bir şekilde hareket etmesini sağlarlar. Fakat bazı
durumlarda preproteinler kolayca taşınmazlar, ya öncü inklüzyon body’ler içinde biriktirilip iç
membranda sıkıştırılarak toplanırlar ya da çabucak sitoplâzmada parçalanırlar. Uygulamada, birkaç
sinyal dizisini denemek gerekebilir (Berges ve ark. 1996) ya da belirli bir heterolog proteinin yer
değiştirmesini optimize etmek için farklı şaperonların aşırı üretimi gerekli olabilir. Yapılacak
çalışmalarda, ilk adım olarak çoğu moleküler biyoloji firması tarafından önerilen salgılama
vektörlerini denemek olmalıdır ve genelde bu vektörler yukarıda bahsedilen vektörlerin değişik
çeşitleridir.
Dış membrana taşınabilen ve büyüme ortamına salgılanabilen proteinler yapmak mümkündür.
Bu işlem, tip 1 Sec-Bağımlı Salgılama Sistemi kulanılarak başarılır. Tip 1 sisitemin ilk örneği
hemolizin taşıma sisteimidir. Bu sistem kısa bir Karboksi-Terminal Salgılama Sistemi, iki translokatör
(HlyB ve D) ve TolC adında bir dış membran proteini gerektirir. Eğer ilgili protein tip-1-salgılama
proteinin karboksi terminal salgılama sinyaline birleştirilirse, bu protein HlyB, HlyD, ve TolC
proteinlerinin sentezlenmesiyle oluşan büyüme ortamına salgılanacaktır (Spreng e ark. 2000).
Rekombinant proteinlerin oluştuğunun alternatif bir gösterimi de çok sayıda bulunan taşıyıcı
proteinlerden herhangi birini kullanarak bakteri hücre yüzeyinde onları ekspres etmektir.
103
[Metni yazın]
Gateway sistemi lambda fajı bölgeye-özgü (site-specific) rekombinazlar (Kutu 3.3 Syf:51)
kullanarak bütün bu adımları basit iki prosedürlük bir adım haline getirmek için tasarlanır
(Şekil 5.18).
Gateway sistemini kullanmak için, klonlama yapacağımız gen klasik yöntemler kullanılarak
Gateway Entry Vektörüne klonlanır. Bu bölge lambda site-spesific rekombinaz tarafından tanınan
iki tane att bölgesi taşır ve klonladığımız gen bu iki bölge arasına klonlanmış olmalıdır.
Klonladığımız bu geni başka bir vektöre (hedef vektör (destination vector) taşımak çok basittir.
104
[Metni yazın]
Klonlanmış geni içeren entry vektör’ü lambda rekombinaz ve destination vektör’ü ile in vitro da
karıştırılır. Kısa bir inkübasyondan sonra istenilen plazmitler transformasyonla seçilir (Şekil 5.18).
Gateway sisteminin güzel tarafı, birinci entry klonu yapıldıktan sonra ilgilendiğimiz genin başka
birçok vektöre transfer edilebilmesidir (Şekil 5.19). Aynı zamanda bu sistemde genin
oryantasyonun korunması ve translasyonun doğru okuma çerçevesinden başlamasında yüksek
derecede verim vardır (> %99).
105
[Metni yazın]
• Vektörler hem pUC hem de M13 ori bölgeleri içerirler. Normal şartlar altında vektör
kendini çift zincirli olarak replike eder fakat yardımcı faj (M13K07) ile enfekte
edildiğinde tek zincirli DNA oluşur ve faj proteini içerisine paketlenir.
• Yardımcı faj üzerinde üretilen tek zincirli moleküller DNA dizisi için gerekli olan bütün
özelliklere sahiptir ( Bak syf:81).
• Vektörler küçüktürler (< 3 kb) ve yüksek kopya sayısına sahip olan pUC ori bölgeleri
vardır.
106
[Metni yazın]
Bu vektörlerde eksik olan şey M13 replikasyon orijinin olmamasıdır. M13 replikasyon orijini DNA
sekanslama yapılırken kullanılan tek zincirli DNA’ların sentezininde büyük kolaylık sağlar.
107
[Metni yazın]
6. BÖLÜM
108
[Metni yazın]
Giriş
Gen klonlamanın moleküler biyolojide hala önemli olmasının birçok sebebi vardır. Genel bir
sebep hala daha gen haritası ve gen sekansı bilinmeyen canlıların olmasıdır. Örneğin bir araştırmacı
kutup ayısının özel bir geniyle çalışmak istiyorsa onu klonlamadan başka çaresi yoktur. Ek olarak
yüksek organizmalarda cDNA sekansı splice isoformları, onların farklı dokularda bolluğu ve gelişim
düzeyleri hakkında faydalı bilgiler sağlar. Daha ileri bir sebep klonlama stratejileri ekspresyon profili
ve biyokimyasal fonksiyonlar gibi gen hakkında ekstra bilgiler verir. Fonksiyonel olarak genomların
sınıflandırması hakkında bir boşluk vardır. Ve bu bakımdan genlerin fonksiyonlarını ortaya çıkarmak
için klonlama stratejilerini kullanmak gerekir.
Sekanslama projeleri ve genom haritalama sonuçlarının belirtildiği yayınlar şimdi ortalama 15
günde bir bilimsel literatürde ortaya konuluyor. Ve bu kitap yayınlanıncaya kadar 200 üzerinde
genomun tamamının sekanslanmassı ve eklenmesi meydana geliyor.şimdiden klonlama genleri ‘ off-
the-shelf ‘ ve bizim en önemli organizmalarımızın çoğu için cDNAs eldesi mümkün oldu.örnek
olarak,tablo 6.1 memeli BAC kütüphanelerini listeler insanların yanı sıra ,bu laboratuar hayvanlarını ,
çoğu evcil memeliyi ve filogenetik analizleri kolaylaştıracak çalışmalarda kullanılan diğer memeli
türleri içerir.
Artık single genleri klonlamak için çaba harcamak gereklimidir yoksa buna değermi sorusunu
akla getirir. Tek gen klonlamanın birkaç nedeni hala moleküler biyolojinin bir parçası olarak
önemlidir. En sıradan neden orada pek çok genom durmaktadırki kutup ayısından spesifik geni
klonlamayı isteyen araştırmacı sekanslamayı ve haritalamasını henüz yapmıştır. Örneğin , tek gen
seviyesinde çalışmaktan başka seçeneği yoksa , daha önemlisi , genom sekansları verilen gen için var
olan bilginin sadece bir parçasını açığa çıkarırken.aksine mRNA ‘dan reverse transkrib edilen cDNA
sekansları farklı tip hücrelerde ve eksternal uyarıcıları stimule eden deneysel veya naturel cevaplarda
eksperesyon profillerini açığa çıkar. İlaveten, yüksek organizmalar için, cDNA sekansları gelişen
safhalarda ve farklı dokularda splikizoformlar ve onların varlığı hakkında yararlı bilgiler sağlar.
bundan başka bir neden varki , çoğu klonlama stratejileri genler hakkında ekstra fonksiyonel bilgileri
ortaya koyar. Örneğin; eksperesyon profilleri yada biyokimyasal fonksiyonlar fonksiyonel genomların
görevleri daima yapısal annotation fazlardan ve gen klonlama stratejilerinden geri kalır. Buyüzden gen
fonksiyonun açıklanması için değerlendirme yapılmalıdır.
Bölüm 2–5 de biz DNA kesimini ve bağlayıcı teknikleri ve DNA molekül klonlanması için
gerekli olan farklı tip vektörleri tartıştık. İlk bölümlerde klonlama için DNA ‘nın bu segmentlerinin
nasıl elde edildiği gözden kaçan bir sorunduki; Subklonlama prosedürlerinde, kiorada DNA
fragmentleri bir vektörden çıkarıldı ve bir diğerine sokuldu, hedef DNA kaynak vektörün bir
parçasında bulunabilir.
Bizim göz önünde tutmamız gereken donor DNA kaynağının çok kompleks zamanına ne sebep
olduğudur.
109
[Metni yazın]
Mısır genomundan yada insan genomundan tek geni izole etmek isteyebiliriz. Böyle durumda;
Hedef sekanslar istenmeyen genomik DNA ve diğer genler aracılıyla milyon-fold dilue edilebilir.
Bizim partiküler hedeflerin saptayacağı istenmeyen sekansların büyük miktarlaına rağmen bizim
hızlıca incelemelerimizi yapmamız gerekmektedir.
cDNA yada genomik DNA gibi kompleks kaynaklardan sekansların izolasyonu için iki büyük
yaklaşım vardır. Ancak her klonlama stratejisi Fig 6.1 gösterildiği gibi dört safhaya bölünmüştür. İlki,
hücre temelli klonlama stratejisi ,her klon ve fragment başarılı şekilde DNA içine sokulabilinecektir.
Böyle klonlama türleri, tüm başlama populasyon örnek kütüphaneleri olarak bilinir. Böyle
prosedürlerin bir çoğu sonraki bölümlerde tartışılacaktır. İkinci strateji PCR ‘da kullanılan DNA ‘dan
direkt olarak hedef sekanslar seçilecektir ve sonra her fragment klonlanacaktır. Kütüphane
110
[Metni yazın]
yaklaşımında ; tüm kaynak DNA populasyonu rastgele klonlanmıştı. Tersine, PCR yaklaşımında,
sadece bu seçilen fragmentleri klonlamak için, tarama basamağı prosedürün ilk safhasında yapılmıştır.
Bu bölümde cDNA kütühaneleri ve genomik görüntülemeler ve PCR temelli tekniklerle izole edilecek
genler için karşılaştırıcı kütüphaneleri düşünmeliyiz.
111
[Metni yazın]
Resim 6.1 Klonlama stratejilerine genel bir bakış. Yukarıda oklarla gösterilen şemaya göre klonlama
stratejilerini genel olarak ele alın. Hücreye dayalı klonlama stratejilerine dikkat edin. DNA
fragmentleri önce üretilir ve spesifik olmayan bişekilde klonlanır, böylece istenilen klon bu süreç
sonunda görülebilir. DNA fragmentleri PCR ile yada direkt kimyasal sentezle elde edildiği zaman
ilave bir görüntülemeye(screening) ihtiyaç yoktur.
ln (1 – P) ln (1 – 0,95)
N= N=
112
[Metni yazın]
1 1
ln ( 1– ) ln ( 1 – )
n 1,4x105
%99 ihtimale ulaşmak için rekombinantların çok daha yüksek sayılarına ihtiyaç duyulur. Burası için
N=6,5x105 dir.
DNA parçalarını nasıl elde edebiliriz? Bunun için birçok metot vardır. Mekanik olarak
tesadüfi kırma uygundur. Çünkü ortalama fragment boyutu kontrol edilebilir fakat elde edilen
fragmentleri vektöre sokma ek modifikasyon basamaklarını gerektirir. Daha genel kullanımı olan
prosedürde restriksiyon endonükleazları kullanmak gerekir. Maniatis et al. (1978) (Şekil 6.2)
tarafından geliştirilen bu yöntemde hedef DNA iki restriksiyon enzim karışımıyla sindirilir. Bu
enzimler tetranükleotit tanıma bölgelerine sahiptir ve tam bir double sindirimde ortalama 1 kb’dan
daha kısa fragmentler oluşturur. Bununla birlikte kısmi restriksiyon uygulanırsa daha büyük
fragmentler (10–30 kb ) elde edilir. Mevcut olan her iki restriksiyon bölgesini kesilme şansı hemen
hemen eşittir. Yaklaşık 20 kb’lık fragmentlerin rastgele populasyonunu tayin etmek için jel
elektroforezden yararlanılabilir. İn vitro paketleme (sh. 70) bağımsız rekombinantların büyük oranda
saklanmasını garanti altına alır.
Şekil 6.2. Maniatis yöntemi ile örnek bir gen kütüphanesinin üretimi
113
[Metni yazın]
Resim 6.3. Lamda faj vektörü EMBL 3A’yı kullanarak genomik DNA kütüphanesi oluşturma.
114
[Metni yazın]
Yüksek moleküler ağırlıklı genomik DNA Sau 3AI ile kesilir.Fragmentler 5’fosfat grupları
uzaklaştırılarak fosfataz ile muamele edilir.Vectör BamH1 ve EcoR1 ile polylinker bölgeleri içinden
kesilir.Küçük BamH1 ve EcoR1 polylinker fragmentleri izopropanol presipitasyonu ile çıkarılır veya
alternatif olarak vektör kolları agaroz jel elektroforezi ile polylinkerdan arındırılır.Ardından vektör
kolları kısmi olarak kesilmiş genomik DNA ile birleştirilir.Fosfataz muamelesi genomik DNA
fragmentlerinin birbirleriyle ligasyonunu önler.Rekombinant olmayan vectörler düzeltilemez çünkü
küçük polylinker fragmentler çıkarılmıştır.Sadece paketlenebilir moleküller rekombinant fajlardır.
Bunlar P2 plakları üzerindeki lizojen sup- E.coli ler den elde edilirler. Spi- seleksiyonu red ve gam
genlerinden yoksun fajların geri alınmasını sağlar.Bir sup+ konak gereklidir çünkü bu örnekte vektör
A ve B genlerinde amber mutasyonları taşır.Bu mutasyonlar biyolojik hassasiyeti artırır ve sup+geni
ilave edilmiş DNA veya rekombinasyonel seleksiyon gibi seleksiyon prosedürlerine
başvurulabilir.Sonuçta yabancı DNA polylinkerdaki Sa1 bölgeleri yüzünden vektörden
çıkarılır.Gösterildiği üzere EMBL 3 polylinker orjinal olarak tanımlanamamıştır. Önceden açıklanmış
bir PstI bölgesi ile ekstra bir dizi içerir.Bu bir vektör olarak kullanılmasını etkilemez.
Bu yöntemin uygunluğu ve verimliliğinden dolayı lambda EMBL vektör serisi genomik
kütüphane oluşturmada yaygın olarak kullanılmaktadır. λEMBL vektörleri dolgu fragmentlerinde red
ve gam genlerini ve vektör kollarının birinde bir chi bölgesi taşırlar. Bunlar Spi fenotipinin pozitif
seçimine olanak sağlar (sh.67). λ2001 (Karn et al. 1984), λDASH ve λFIX (Sorge 19 88) vektörleri
dahil çoğu λ vektörleri bu esas üzerine genomik kütüphane oluşturmak için kullanılır. λDASH ve
λFIX türevleri oldukça kullanışlıdır. Çünkü dolgu fragmentinin uçlarından birinde T3 ve diğerinde T7
RNA polimeraz promotoru vardır. Rekombinant vektör restriksiyon endonükleaz ile parçalanırsa
insert DNA’nın sadece kısa fragmentleri bu promotorlara bağlanacaktır. Bu herhangi bir genomik
parçaya karşılık gelen RNA probu üretir. Bu üst üste çakışan klonları belirlemek için kütüphaneyi
araştırmada idealdir. Ayrıca bu işi doğrudan vektörlerden yapması da büyük bir avantajdır. λDASH ve
λFIX’in vektör haritaları şekil 6.4’de gösterilmiştir. λFIX , λDASH’a benzerdir. Fakat λFIX dolgu
fragmentinin yan tarafında XhoI bölgesi içerir. Vektörün XhoI ile kesimi vektörün yeniden ligasyonu
engellenerek yapışkan uçların kısmen doldurulması ile takip edilir. Fakat Sau3AI yapışkan uçlarının
kısmi doldurulması (yapışkan uçtaki 4 nükleotitin 2’sinin polimerazla doldurulması gibi) XhoI
uçlarının kısmi doldurulması ile uyumludur. Bu strateji genomik DNA olmadan vektör kollarının
ligasyonunu ve çoklu fragmentlerin insersiyonunu engeller.
115
[Metni yazın]
Şekil 6.4: λDASH ve λFIX vektörlerinin yer değiştirilmesi. Lamda DASH ve Lamda FIX yeniden inşa edilen
vektörlerdir.Bakteriyofaj T3 ve T7 RNA polymerazları için promotorlar klonlanacak bölgeye yakın bir yere
yerleştirilir ve insertün sonuna uygun problar üretilebilir.
Yüksek yapılı ökaryotlar için genomik kütüphane, genelde yüksek kapasiteli vektörler
kullanılarak oluşturulur
λ fajının türevleri yerine şimdi kosmitler, BAClar, PAClar ve YAClar gibi yüksek kapasiteli
vektörler genomik kütüphane oluşturmak için kullanılmaktadır. Bu gibi vektörlerin avantajı λ fajından
daha büyük gen bölgeleri ilave etmeleridir. Bu yüzden bu tip vektörler büyük genoma sahip canlıların
genomik kütüphanesini oluşturmak için kullanılır.
Genellikle kütüphane oluşturmak için kullanılan stratejiler Maniatis metoduna benzemektedir.
Tek farklılık kısmi restriksiyon sindirim şartları, daha büyük fragmentler için optimize edilmiştir ve
büyüklük ayrımı 30 kb üzerinde ayrım sağlayabilen özel elektroforezle önceden belirlenmelidir.
Modern vektörlerin geliştirilmesi ile kütüphane oluşturmak kolaylaştı. Bununla birlikte ticari
kütüphaneler de mevcuttur. Bu kütüphaneler genelde yüksek kalitededir ve gittikçe popüler
olmaktadırlar. Yüksek kapasiteli vektörler kütüphane oluşturmak için idealdir. Çünkü çok geniş
bölgeler sokabilirler. Fakat böyle kütühaneler oluşturmak zordur. BAC, PAC ve YAC
kütüphanelerinin temel uygulamaları, genom haritalaması ve baz dizisi belirlenmesidir.
116
[Metni yazın]
çıkabilir. Bu durum Taq polimeraz gibi PCR enzimlerinin düşük baz eklemesini ve proofreading
aktivitelerini olmadığını göstermektedir. Bu her iki eksiklik özellikle kalıp uzunsa enzimin kalıptan
ayrılma ihtimalini artırmaktadır. Uzun kalıpların oluşabilmesi için PCR ekstrem reaksiyon şartlarına
ihtiyaç duymaktadır.
Long PCR uzun DNA kalıplarını çoğaltmak için enzim karışımları kullanır
Reaksiyon sıcaklığının düşürülmesi ve pH’nın artırılması ile reaksiyon şartlarının
modifikasyonu polimerazın baz ekleme özelliğini artırır. Böylece kalıp parçalanmadan korunmuş olur
(Foord & Rose 1994). Bu şartlar iki DNA polimerazın kullanılmasıyla sağlanır. Bunlardan biri
proofreading aktivitesine sahiptir (Barnes 1994, Cheng et al. 1994a). Asıl gelişme Taq polimeraz gibi
enzimlerin DNA zincirini uzatırken yanlış baz eklemelerini düzelten proofreading enzimlerinin
kullanılmasından doğmuştur. Normal şartlar altında Taq polimerazın aktivitesi zorlama olunca
yavaşlar. Ayrıca proofreading aktivitesi yoktur. Bu sebeplerden dolayı uzama reaksiyonu sonlanır.
Bunun gibi enzim karışımlarını kullanarak insan genomik DNA’sından 22kb’ın üzerinde
fragmentleri, insanın bütün mitokondri genomunu ve çoğu virüsün bütün genomunu veya tamamına
yakınını elde etmek mümkündür (Cheng et al. 1994a, b). Şimdi birçok ticari şirket long PCR için
uygun enzim karışımları satmaktadır. Örneğin Taq plus long PCR sistemi Stratagene tarafından
pazarlanmaktadır. Long PCR tekniği insan genlerinin yapısal analizinde (e.g. Ruzzo et al. 1998,
Bochmann et al. 1999) ve HIV dahil viral genomlara uygulanmıştır (Dittmar et al. 1997). Long PCR
özellikle Friedreich ataxia (kas koordinasyon bozukluğu) gibi triplet tekrar bozuklukların teşhisinde
kullanılır (Lamont et al. 1997). Bununla birlikte long PCR, halihazırda sekansı belli genlerin
izolasyonu için kullanılırken genomik kütüphanelerin yerine kullanılması pek mümkün değildir.
Aslında long PCR ile gen izolasyonu için genomik kütüphaneler total genomik DNA yerine başlangıç
noktası olarak kullanılabilir.
117
[Metni yazın]
118
[Metni yazın]
klonları içerir. Ayrıca bir gen farklı şekillerde birbirine bağlandığında bir cDNA kütüphanesi alternatif
bağlantı değişkenlerini oluşturan farklı klonları içerecektir.
Tablo 6.2 iki örnek dokulardaki mRNA'ların farklı sınıflarının miktarlarını gösterir. Genel
olarak mRNA'lar biraz, çok veya az olarak tanımlanabilir. Tavuk ovidüktünde bildirildiği gibi bir
mRNA tipi aşırı miktardadır.Bu major yumurta akı proteini olan ovalbuminini kodlar. Bu yüzden
başlangıç populasyonu bir kütüphanenin kullanımı olmaksızın elde edilebilen ovalbumin cDNA'sından
izole edilen ovalbuminin mRNA'sında doğal bir biçimde zenginleştirilmiştir. Böyle çok cDNA'ları
elde etmek için uygun bir strateji, M13mp8 gibi bir M13 vektöründe onları direkt olarak klonlamaktır.
Klonların bir kısmı sonradan hızlı bir şekilde dizilebilir ve her bir kodlanan polipeptidin temelinde
tanıtılır. Bu stratejinin başarılı bir demostrasyonu kas cDNA klonlarında rastgele seçilen 178 DNA
dizilerini belirleyen Putney ve arkadaşları (1983) tarafından rapor edilmiştir. Miktarı yüksek 19 kas
özel proteini için uygun olan amino asit dizilerine temel alır. Onlar birçok farklı protein değişkenleri
içeren bu 19 proteinin 13'ü tanımlanabildi.
Orta ve düşük miktar sınıflardaki cDNA klonlarının izolasyonu için bir cDNA kütüphanesi
oluşturmak genellikle gereklidir. Çok sayıda cDNA klonları elde etmek için λ faj vektörleri yapılır. in
vitro paketleme, yüksek verimle elde edilmiştir. En yaygın kullanılan vektörlerin bazıları ve cDNA
klonlaması için λ insersiyon vektörleri özellikle uygundur. Kutu 6.1'de tartışılmıştır.
Çoğu hücre tipinden düşük miktardaki mRNA'ların izolasyonu için 105 klon yeterlidir, yani
her hücrede 15 molekül veya yukarısı mevcuttur. Bununla beraber, bazı mRNA'lar bundan daha az
sayıdadır ve onlar özel bir dokudaki sadece birkaç özel hücrede ekspres edilirse, daha fazla
seyreltilmiş durumdadır. Bu şartlar altında, kütüphane yapımından önce mRNA preparasyonu değer
kazandırılabilir, yani istenilen molekülün varlığı için fraksiyonları test etme ve boyut fraksiyonlama.
Bunu başarabilmenin yolu, ilgili protenin üretimi için onları test etme ve Xenopus oocytes içine
mRNA fraksiyonlarını enjekte etmektir. Sayfa 122'de substraksiyon klonlamasının tartışmasını gör.
Tablo 6.2 Tipik mRNA Populasyonlarının Bolluk Sınıflandırılması
9 12000
Fare Karaciğer sitoplazmik Poli (A)+ 700 300
11500 15
1 100000
Tavuk Rahmi Polizomal Poli (A)+ 7 4000
12500 5
Referans: Fare ( Young ve ark. 1976); tavuk Rahmi (Axel ve ark. 1976).
119
[Metni yazın]
KUTU 6.1 cDNA klonlaması ve ekspresyonu için λ faj vektörleri λgt10 ve λgt11
Önceden cDNA kütüphaneleri plazmit vektörleri kullanılarak yapılırdı ve bunları uzun süre
muhafaza etmek ve saklamak zordu. λ faj kütüphaneleri tarafından büyük ölçüde değiştirildi. λ faj
kütüphaneleri süresiz saklanabilir ve çok yüksek titreler için hazırlanabilir. λgt10 ve λgt11 yaklaşık
1990'a kadar, cDNA klonlamak için standart vektörlerdi. Hem λgt10 hem de λgt11 insersiyon
vektörlerdir ve sırasıyla yabancı DNA'nın yaklaşık 7.2kb ve 7.6 kb'nı kabul eder. Her durumda,
yabancı DNA bir tek EcoRI klonlama bölgesine klonlanır. λgt10 hibridizasyon ile gösterilen
kütüphaneleri yapmak için kullanılır. EcoRI bölgesi plak morfolojisinin temelinde seçmeyi sağlayan
faj cl genini keser. λgt11 lac promotörü tarafından çalıştırılan E.coli lac Z genini içerir. Eğer doğru
şekilde ve okuma çerçevesinde insört olmuşsa, cDNA dizileri β-galaktozidaz füzyon proteinleri gibi
ekspres olabilen bu vektörlerde klonlanmıştır ve immünolojik tarama veya diğer ligandlar ile
taramayla saptanabilir( bakınız sayfa 117)., yüksek titreleri mümkün olduğu için λgt10 bu tarama
stratejisi için daha uygun olmasına rağmen, λgt11 kütüphaneleri hibridizasyon ile de gösterilebilir.
λ ZAP serileri
λ faj vektörleri daha iyi kütüphaneleri üretmek ile birlikte, onlar plazmit vektörleri gibi rahat
kullanımları yoktur. Bu nedenle, faj klonları daha fazla analiz için plazmitler içine subclonin
yapılmalıdır. Geleneksel λ faj vektörlerinin bu sınırlaması hibridlerin gelişmesiyle aşılmıştır.bu
hibritler fajmitler olarak adlandırılırlar. Fajmidler hem λ bakteriyofajların hem de plazmitlerin en iyi
özelliklerine sahiptir (bakınız bölüm 5). cDNA klonlaması için şimdiki en popüler vektörler hiç
kuşkusuz λZAP serisinin çoğu Stratagene tarafından pazarlanmıştır( Short ve arkadaşları 1988).
Orjinal λZAP vektörünün bir haritası şekil.b6.1’de gösterilmiştir. Bu vektörün özelliklerinin
avantajları : (i) yabancı DNA'nın 10 kb'ı kadar klonlam mümkündür. Çoğu cDNA'yı içine almak için
yeterince büyüktür. (ii) çok yönlü klonlamayı arttıran ve altı kendine özgü restriksiyon bölgesi ile bir
polilinkerın bulunması direkt olarak klonlamaya da izin verir. (iii) polilinkerın iki tarafında T3 ve T7
RNA polimeraz promotorlarının bulunması insörtten sens ve antisens RNA transkripsiyonuna imkan
sağlar. Hepsinden önemlisi bütün bu özellikleri taşıyan ve genomuna entegre olabilen pBluescript
denilen bir plazmit vektör içinde vardır. Bu klon yüksek kopya sayılı plazmitler gibi herhangi bir alt
kopyaya ihtiyaç duymadan bakteri içinde çoğaltılabilir.bakteri iççinde çoğaltılabilmesi için bu klonun
pBluescriptin entegre olarak bulunduğu hücreyi yardımcı F1 fajı ile koinfekte etmek
gerekir.koenfeksiyon plazmit λZAP vektörünü plazmitin uçlarından keserek genomdan ayrılmasını
kolaylaştırır. nedenle cDNA klonu fajdan kurtarılabilir ve kesmeyi kolaylaştıran ve plazmitlerin
yanlarındaki λ ZAP vektörünü çentikleyen yardımcı f1 fajı ile bakteriyi bulaştırması ile basit bir
şekilde herhangi bir alt klonlama yapmaksızın bir yüksek kopya sayısı plazmit olarak çoğaltabilir. Bu
serinin diğer üyesi olan λ ZAP Express insan sitomegalovirus promotörü ve SV40 terminatörü içerir.
Bu yüzden, füzyon proteinleri bakteri gibi memelilerde ekspres edilebilirler. Bu nedenle, cDNA
120
[Metni yazın]
Şekil B6.1 Prototip λ ZAP vektörünün lineer faj haritası ile kesilmiş pBluescript'in halkasal haritası
gösterilmiştir.
cDNA kütüphane yapımının ilk aşaması mRNA'nın kalıp olarak kullanılarak çift zincir
DNA'nın sentezidir.
Bir klonlama vektörü içine insersiyon için uygun çift zincir cDNA'nın sentezi 3 ana adım
içerir: (1) kalıp mRNA üzerinde birinci DNA zinciri oluşturmak revers transkriptaz enzimi ile yapılır.
(2) kalıp RNA'nın uzaklaştırılması ve (3) birinci DNA zincirini kalıp olarak kullanılarak ikinci DNA
zincirin sentezi E.coli DNA polimeraz I gibi DNA'ya bağımlı DNA polimeraz ile yapılır. Bütün DNA
polimerazlar ya DNA ya da RNA'yı kalıp olarak kullanırlar DNA sentezini başlatabilmesi için bir
primere ihtiyaç var.
ilk cDNA klonlamaların raporları 1970'in ortalarında yayınlanmıştır ve homopolimer kuyruğu
tekniği ile yapılmıştır. Bu teknik 3. bölümde kısaca anlatılmıştır. Bu alternatif metodlardan en populer
olanı Maniatis ve arkadaşlarının yayınladığıdır(1976). Bu metod mRNA'nın poliadenilat kuyruğu bir
oligo-dT primerleri ile yapıştırılarak cDNA sentezinin ilk zincirini içerir ve ilk cDNA zincirinin geçici
olarak hairpin loop şeklinde geriye doğru katlanmaya meğilli olmasından faydalanılır.ikinci zincirin
kendiliğinden hazırlanması ile sonuçlanır.örneğin S1 nükleaz , klonlama vektöründe araya girmesine
izin verir(Şekil 6.5).
121
[Metni yazın]
Şekil 6.5 İlk zamanlarda kullanılan bir cDNA klonlama stratejisi: hairpin oluşumuyla ikinci zincir sentezi ve
vektöre cDNA’yı klonlayabilmek için homopoliper kuyruklama
11500 15
12500 5
122
[Metni yazın]
Firkete metodunun önemli bir dezavantajı klonun 5’ucundaki dizinin belirli bir miktarının
kaybolmasındaki S1 nükleaz sonuçları ile kesilmesidir. Bu yüzden, bu strateji ikinci zincir sentezinin
başka bir primerle yapılmasıyla ortadan kaldırılmıştır. En basit stratejilerden biri Şekil 6.6'da
gösterilmiştir.(Land ve arkadaşları 1981) Genel olarak oligo-dT primeri ile yapılan ilk zincir
sentezlendikten sonra, cDNA terminal transferaz enzimini kullanarak sistin kuyruğu yapılır. ikinci
zincirin sentezine izin verirken, bu suni oligo-dC kuyruğu sentetik oligo-dG primeri için yapışma
bölgesi olarak kullanılır. bu metod kullanılırken Land ve arkadaşları(1981) tavuk lizozim geni için
karşılık gelen bir tam boy cDNA izole edilebildi. bununla birlikte, verimlilik diğer cDNA'lar için daha
düşük olabilir.(ör. Cooke ve arkadaşları 1980)
Şekil 6.6 cDNA klonlaması için geliştirilen metot, ilk zincire oligo(dC) kuruğu takılır, bir oligo(dG) primeri
kullanılarak ikinci zincirin başlatılmasına izin verilir.
123
[Metni yazın]
çünkü bir RNA-DNA hibrit molekül ilk iplikçik sentez sonucu, bir terminal transferaz reaksiyonu için
substrattır. İkincisi, ikinci zincir sentez basamağı RNaz H ile çoklu klonlama bölgesinde RNA
kesilmesi ile primer yapılır. ikinci zincir sentezinden dolayı yüksek verimli çentik-translasyon
reaksiyon tipi ile meydana gelir. İkinci zincirin tekrardan sentezini içeren daha basit cDNA klonlama
stratejileri yaygın olarak kullanılmaktadır. Yaygın adıyla bilinen Gubbler-Hoffman reaksiyonu Şekil
6.8'de gösterilmiştir.
Şekil 6.7 Doğru oryantasyonlu cDNA klonlama metodu. (a) ilk stratefi; firkete oluşturmuş cDNA’nın açık ucuna
spesifik bir linker (örneğin SalI için kesim bölgesi bulunan) takılır. Bu ligasyonu takiben S1 nükleaz ile firkete
yapı kesilir ve her iki uca EcoRI kesim bölgeli linkerlar takılır. EcoRI ve SalI ile kesim sonucu fragmentler
124
[Metni yazın]
üretilir. Aynı enzimlerle doğru bölgeleri kesilen vektöre insert doğru oryantasyonda klonlanmış olur. (b) benzer
bir strateji; fakat ikinci zincir sentezi rastgele primerler kullanılarak sentezlenir. Oligo-dT primeri SalI için kesim
bölgesi taşır. İkinci zincirin senteziyle çift zincir SalI kesim bölgeli linker oluşmuş olur. cDNA’nın doğru
oryantasyonda klonlanabilmesi için yukarıdaki gibi EcoRI linkerleri her iki uca eklenir. (c) Okayama & Berg
(1982) stratejisi; mRNA, cDNA sentezinden önce plazmid klonlama vektörüyle tek yönlü birleştirilir.
Şekil 6.8 Gubbler-Hoffman metodu, metodu klonlama yönünün dikkate alınmadığı basit ve genel bir metod. İlk
zincir sentezi oligo-dT primerleri kullanarak yapılır. İlk zincir sentezi tamamlandığı zaman, RNA, RNaz H ile
uzaklaştırılır ve ikinci zincire rastgele primerler takılır ve DNA polimeraz I ile ikinci zincir sentezlenir. Vektöre
klonlamadan önce oluşan cDNA’nın uçlarının küt olduğundan emin olmak için T4 DNA polimeraz kullanılır.
olmayan bölgelerde olduğu gibi. Bu sebepten, reaksiyon RNA’da oluşan katlanmaları engellemek için
genellikle 50ºC’de yapılır
Reverse transkriptazların geliştirilmesine rağmen büyük mRNA’lardan geliştirilen tam
uzunluktaki cDNA klonlarının üretilmesi bir problem olarak kalmıştır. Bu 5’ uçları tam olan
mRNA’ların seçimini içeren cDNA klonlama stratejilerinin geliştirilmesiyle açıklanmıştır. Hemen
hemen bütün ökaryotik mRNA’lar özelleşmiş bir 5’ şapka metilenmiş guanin bazlarına sahiptir ve bu
5’ şapka protein sentezini başlatabilmesi için ribozomun tanıma bölgesidir. Nükleaz uygulaması ve
şapka seçiminin birlikte kullanılmasıyla, tam-uzunluk ilk zincir cDNA’ların seçilmesi mümkündür ve
bu yüzden üretilen kütüphaneler fazla miktarda tam uzun klonlarla zenginleştirilir.
Edery ve arkadaşları (1995) tarafından açıklanan yukarıdaki bu örneğe bir örnek: (Şekil 6.9)
bu stratejide, ilk zincir cDNA sentezi oligo dT primerleri kullanarak başlatılır. Sentez reaksiyonundan
sonra hibrid molekül (RNA:cDNA) sadece tek zincir RNA’yı parçalayan RNaz A ile muamele edilir.
DNA:RNA hibridleri bundan dolayı tam olarak kalırlar. Eğer ilk zincir cDNA tam uzunluktaysa,
mRNA’nın 5’ şapka kısmına kadar sentezlenmiştir ve bu yüzden mRNA RNaz A tarafından
parçalanmaktan korunmuştur. Buna rağmen, kısmi uzunluktaki cDNA’lar enzimle kesilip
uzaklaştırılmış şapka ve çift zincir bölgenin ucu arasında kalan korunmayan tek zincir RNA’lardan
ayrılacaktır. Bu posedürün sonraki basamağında ökaryotik translasyonun başlangıç faktörlerinden eIF-
4E tam uzun molekülleri affinite ile izole etmek için kullanılır. Kırık kalıplar üzerinden sentezlenen
tamamlanmamış cDNA’lar ve cDNA’larında şapka olmayanlar tutunamayacaktırlar. mRNA’nın
biyotinlenmesine dayanan benzer bir metot
rapor edilmiştir (Caminci ve arkadaşları
1996). Buna rağmen, her iki yöntemle de
oluşturulan bir kütüphanede, klonların %10’u
kadar olabilen, ilk zincir sentezinde yanlış
primerleşme sonucu oluşan cDNA’lar da
saflaştırılır.
126
[Metni yazın]
Oligo-capping denilen alternatif bir metot RNA safhasında seçimle bu problemi çözer
(Maruyama &Sugano 1994, Suzuki ve arkadaşları 1997, Suzuki ve arkadaşları 2000: şekil 6.10).
metodun temeli RNA’nın alkalin fosfataz ve asid pirofosfatazla muamele edilmesine dayanır. İlk
enzim şapkalı olmayan mRNA moleküllerinin 5’ ucundan fosfat grubunu uzaklaştırır; fakat 5’ şapkası
olan tam uzunluktaki moleküller de etkili değildir. İkinci enzim 5’ uç kısımlarda bir fosfat grubu
bırakarak tam uzun RNA’lardan şapkayı uzaklaştırır. Tam uzun moleküller spesifik bir
oligonükleotidle yapıştırılabilir; fakat kırılmış veya parçalanmış moleküller yapışamaz. Sonuç birden
çok şapkaya sahip olan tam uzun mRNA’ların bir
populasyonudur. Bu seçilen populasyonun oligo dT
primerleri kullanılarak reverse transkripsiyonu
yapılır. Daha sonra ikinci zincir sentezi ve klonlama,
oligo dT primeri ve bir primerin oligonükleotid
şapkayla hibritleşmesi kullanılarak PCR’la
gerçekleştirilir. Sadece primerlerin her ikisiyle
hibritleşen tam uzunluktaki cDNA’lar çoğaltılacaktır,
bundan dolayı kırık veya parçalanmış RNAlar
tamamlanmamış ilk cDNA zincirleri (5’ primer
bağlanma bölgesi olmayan) ve yanlış primerleşmiş
cDNA’lar (3’ primer bağlanma bölgesi olmayanlar)
elimine olacaktır.
127
[Metni yazın]
olarak cDNA klonlamada kullanılan poli(A) kuyruklu RNA’dan ziyade total RNA kullanmak daha
anlamlıdır. Total RNA mRNA’dan başka tRNA ve rRNA’yı da içerir.
RT-PCR çabuk sonuç verdiğinden klonlamada gerekli olan cDNA sekansını oluşturmada etkili
bir yaklaşımdır. cDNA kütüphanesi oluşturmak oldukça zahmetli bir iştir. Zahmetli olmasının dışında
cDNA kütüphanesi çok uzun kodlama bölgesi içeren bir cDNA klonu içermez, çünkü böyle bir cDNA
klonu oluşturmak teknik olarak zordur. Böyle zor oluşturulan cDNA özel cDNA kütüphanesinde çok
nadir bulunur. Bu, cDNA kütüphanelerinin kaybolmaya yüz tuttuğu anlamına mı geliyor? RT-PCR’ın
avantajlarına rağmen cDNA kütüphanesi oluşturmanın çeşitli sebepleri vardır. Birincisi, başlangıç
materyalinin mevcudiyeti ve kütüphanenin kalıcılığıdır. Zor bulunan bir mRNA çok az miktarda insan
dokusundan elde edilebilir. Kaliteli bir cDNA kütüphanesi bu mRNA’dan oluşturulabilir. Gerçekten
de PCR ile oluşturulan cDNA kütüphane için kaynak olarak kullanılabilir. İkincisi, hibridleşme
stratejileri ile ilgilidir. PCR’a dayalı yaklaşımlar spesifik primerlere bağlıdır.
Genomik kütüphanelerle ilgili yukarıda anlatıldığı gibi PCR, geleneksel yaklaşımlar için uygun
kaynak olmadığında, kütüphane yapımında DNA sağlamak amacıyla kullanılabilir. Gen spesifik
primerlerin yerine bütün mRNA’ların amplifikasyonunu sağlayan universal primerler kullanılabilir.
cDNA kütüphanesi yaparken PCR’ı kullanmanın dezavantajı, PCR’da kullanılan DNA polimerazların
çift zincir sentezinde kullanılan DNA polimerazlardan daha fazla hata oranına sahip olmasıdır. Bu
yüzden kütüphane çok sayıda hata içerebilir.
RT-PCR’daki temel problem, kontamine olan genomik sekansların amplifikasyonundan
kaynaklanır. Az miktarda genomik DNA bile çoğaltılabilir. Ökaryotik mRNA’ları çalışırken farklı
ekzonlara bağlanabilen primerler seçilir. Bu mümkün değilse RNA DNazlarla muamele edilerek
herhangi bir DNA kontaminantı yok edilir.
128
[Metni yazın]
Şekil 6.11 cDNA uçlarının hızlı amplifikasyonu (RACE) (Frohman et. al 1988).
3’ protokol: mRNA oligo(dT) primer kullanılarak reverse transkriplenir. Bu primer 5’ ucunda 17
nükleotidlik bir sıraya sahiptir. Bu sıra restriksiyon bölgeleri içerecek şekilde dizayn edilir.
Amplifikasyon 17 nükleotidlik primer kullanılarak yapılır. 5’ Protocol: mRNA spesifik primerden
reverse transkriplenir. Oluşan cDNA’nın 3’ ucuna terminal transferaz enzimi ile poli (dA) kuyruğu
takılır. Amplifikasyonn 3’ protokolde yapıldığı gibi yapılır. Açık renk kutular yeni sentezlenen
DNA’yı gösterir. Renkli kutular bir önceki basamakta sentezlenen DNA’yı gösterir.
129
[Metni yazın]
Şekil 6.11 cDNA uçlarının hızlı amplifikasyonu (RACE) (Frohman et. al 1988).
3’ protokol: mRNA oligo(dT) primer kullanılarak reverse transkriplenir. Bu primer 5’ ucunda 17 nükleotitlik bir
sıraya sahiptir. Bu sıra restriksiyon bölgeleri içerecek şekilde dizayn edilir. Amplifikasyon 17 nükleotitlik primer
kullanılarak yapılır. 5’ Protocol: mRNA spesifik primerden reverse transkriplenir. Oluşan cDNA’nın 3’ ucuna
terminal transferaz enzimi ile poli (dA) kuyruğu takılır. Amplifikasyonn 3’ protokolde yapıldığı gibi yapılır.
Açık renk kutular yeni sentezlenen DNA’yı gösterir. Renkli kutular bir önceki basamakta sentezlenen DNA’yı
gösterir.
kuyruğuna hibridize olan primerler kullanılarak ya da tek zincir cDNA’nın 5’ ucuna eklenen sentetik
poli (dA) ile hibridize olan primerler kullanılarak gerçekleştirilir (Şekil 6.11). Sonuçta,
amplifikasyondan sonra çakışan RACE ürünleri uzun cDNA oluşturmak için birleştirilebilir.
RACE prensip olarak basittir. Ancak normal cDNA klonlama prosedürünü etkileyen
sınırlamalar RACE’de de vardır. Örneğin 5’ RACE’de reverse transkriptaz mRNA’nın 5’ ucuna
varamayabilir; fakat bütün tek zincir cDNA’lara daha sonraki reaksiyonlarda kuyruk eklenir. RACE
protokollerinde spesifik primerler kullanıldığı için amplifikasyonun spesifikliği çok yüksek
olmayabilir. Bu sorunun üstesinden gelebilmek için nested primerler kullanılabilir.
131
[Metni yazın]
edilir. Bu hibridizasyon sonucu otoradyografi ile görüntülenir. Otoradyografi sonucunda DNA izi
pozitif çıkan koloni, ilk başta işaretlenen kolonilerle karşılaştırılarak ilgili koloni çıkarılır (şekil 6.12).
Bu yöntem faj plaklarına da uygulanabilir. ( Jones ve Murray 1975). Benton ve Davis (1977)
de “plak lift” denen bir metod geliştirdiler. Bu yöntemde, nitroselüloz membran agar yüzeyinde oluşan
plaklar üzerine konulur. Bu plaklar yüksek miktarda paketlenmemiş rekombinant DNA içerdiği gibi
faj partiküllerini de içerir. Faj ve paketlenmemiş DNA filtreye bağlanır, denatüre ve fiske edilir. Sonra
hibridizasyon yapılır. Bu yöntemin avantajı, bir petriyle birkaç kere yapılabilmesidir. Bu durum
güvenilirliği artırır. Plak lift yöntemi iki veya daha fazla probla tek bir yerdeki rekombinantların
taranmasına izin verir. Benton ve Devis prosedürü en çok başvurulan kütüphane tarama metodudur.
Nükleik asit hibridizasyonu, rekombinant fajların izolasyonu için binlerce laboratuarda başarılı bir
şekilde uygulanmıştır. Buna rağmen kütüphane hazırlama ve taramaları gittikçe artan bir şekilde
otomatik olarak yapılmaktadır. Okuma parçası 6.2’ de gredded kütüphanelerinin avantajları
anlatılmıştır.
RNA problarının yerine, DNA veya sentetik oligonükleotid problar kullanılabilir. Radyoaktif
probların kullanımından kaçınmak için alternatif işaretleme metodları da mevcuttur. Ayrıca bu
metodlar, digoksigenin ve biotin gibi kimyasallarla işaretli problarla da yapılabilir.
Şekil 6.12. koloni hibridizasyonuyla rekombinant kolonileri belirlemek için Grunstein- Hogness
metodu
132
[Metni yazın]
T
T T T
5’ CA TT CCCTT ATG 3’
C C A C
G
Bu 32 farklı sıra karakteristik bir şekilde sentezlenemez. Çünkü bu 32 farklı sekansda sadece
bir tanesi bizim hedef sekansımıza uygundur. Bu karışımda bulunan primerlerin uçları tek bir izotopla
işaretlenir veya alternatif olarak işaretli nükleotidler kullanılır. Bu mix prob metodu, orijinal olarak
Wallace ve arkadaşları tarafından geliştirilmiştir. Başarılı bir şekilde tüm kodon olasılıklarını
sağlayabilmek için 64 veya 256’nın katları şeklindeki dejeneratlıkla çalışılır. Güvenilir bir
hibridizasyon için ne kadar uzunlukta oligonükleotid gereklidir? Southern blot analizinde 11
133
[Metni yazın]
nükleotidlik bir prob yeterliyken, daha iyi bir koloni veya plak hibridizasyonu için daha uzun problara
ihtiyaç vardır. Tipik olarak 16 nükleotidlik problar uygun olmasına rağmen 14 nükleotidlik mix-
problar da başarılıdır.
Alternatif bir strateji ise, 40-60 nükleotidden oluşan daha uzun bir prob kullanılmasıdır.
Burada her kodondaki belirsizlik göz ardı edilir ve onun yerine prob uzunluğu artırılarak güvenilirlik
sağlanır. Bu tüp problar, çoğunlukla hedef türdeki en yaygın türleri temsil etmek için tasarlanırlar ve
kesin olmayan birçok bölgelerde birçok bazla eşleşebilen, inozin bazını içerirler. Çünkü inozin;
mevcut 4 bazla da eşleşebilir. Bazen bu tarz problar, guessmers olarak adlandırılırlar. Bu yanlış
eşleşmeyi sağlayacak strateji teorik olarak Lathe tarafından denenmiştir ve bu strateji insan faktör VIII
ve insan insülinini kodlayan sekansa uygulanmıştır.
134
[Metni yazın]
135
[Metni yazın]
125
absorblayan antikorları kullanır ve IgG antikorları in vitro’da I ile kolayca işaretlenebilir. Her
zamanki gibi transform edilen hücreler petrilere alınır ve kolonilerin oluşması beklenir. Pozitif
klonlardan antijeni serbest bırakmak için koloniler mesela kloroform buharı kullanılarak ya da virülent
fajın sprey tüpüyle püskürtülmesiyle parçalanır (nüsha bir tabaka gereklidir. Çünkü bu işlem
bakterileri öldürür) Uygun antikorla kaplanan bir polivinil yaprağı antijen-antikor komplekslerinin
şekillenmesine izin veren tabakanın yüzeyine kaplanır. Sonra polivinil yaprak uzaklaştırılır ve
antijenin yüzeyinde farklı bir belirleyiciye spesifik 125I ile işaretlenmiş IgG’ye maruz bırakılır (antikor
kaplanılan yaprağa antijenin başlangıçta bağlanmasına karışmayan bir belirleyici Şekil 6.14’de
gösterildi). Sonra yaprak yıkanır ve X-ray filmine maruz bırakılır. Bu prosedürde belirlenen klonlar
sonradan kopyası yapılan petriden izole edilir.
Bu “sandwich” tekniğinin sadece aynı proteinin farklı belirleyicilerini tanıyan iki antikor mevcut
olduğunda uygulanabilir olduğuna dikkat et. Ama protein bir füzyon protein olarak ekspres edilirse
füzyonun her bir bileşenine bağlanabilen antikorlar kullanılabilir. Böylece bu rekombinant
moleküllerinin hızlı ve verimli bir şekilde seçilmesini sağlar.
Plazmid kütüphaneleri ekspresyon taraması için yararlı olmasına karşın plazmid kütüphaneleri
λ bakterifaj insertion vektörlerini kullanmak için çok daha uygundur. Çünkü bunlar daha yüksek bir
kapasiteye sahiptir ve in vitro‘da verimli paketleme çok sayıdaki rekombinantın hazırlanıp
taranmasına izin verir. λ faj cDNA kütüphaneleriyle immünolojik tarama, lac promotorunun kontrolü
altındaki beta galaktosidaz ile füzyon proteinlerini üreten λgt11 ekspresyon vektörünü kullanan Young
& Davies (1983) tarafından takdim edildi (λgt11 ve λZAP gibi benzer füzyon vektörlerinin tartışıldığı
kutu 6.1’e bak).
Orijinal teknikte, tarama, teşvik edilmiş lizogenik bakteri kolonilerini kullanarak yürütüldü, ki
bu üstte olduğu gibi kopya petrilerin üretilmesini gerektirdi. Rekombinant faj plaklarının direkt olarak
taranmasıyla metodun basitleştirilmesi olasıdır. Bu prosedürde (şekil 6.15) kütüphane konak olarak
E.coli Y1090 suşu ile ılımlı olarak hayli yoğun (her 9cm2 tabaka başına 5x104 plağa kadar) kaplandı.
137
[Metni yazın]
Bu E.coli türü lac repressörünü aşırı üretti ve teşvik edici IPTG infekte hücrelere takdim edilene kadar
klonlanmış sıraların (bu sıralar konağa zararlı olabilir) ekspresyonlarının olmadığını garanti eder.
Ayrıca Y1090 lon proteaz içinde yetersizdir. Bu yüzden rekombinant füzyon proteinlerinin kararlılığı
artar. Plaklarda ekspres edilen füzyon proteinleri nitroselüloz membran katmanına absorblanır ve bu
membran antikor taraması için bir takım işlemlere tabi tutulur. Membranda pozitif bir sinyal
belirlendiğinde pozitif plak orijinal agar tabakasından devşirilir (bir nüsha gerekli değildir) ve
rekombinant faj izole edilebilir.
İodinlenmiş antikorları kullanan orijinal belirleme metodunun yerini izotopik olmayan
işaretleri kullanan daha uygun metodlar almıştır. Ayrıca bu metodlar daha hassastır ve spesifik
olmayan sinyallerin daha düşük bir kirli arka zemin yarattığı görülür. Genellikle bunlar polipeptid
ilgisine karşı yönetilen işaretlenmemiş birincil antikorların kullanımını kapsar, ki bu enzimatik bir
işaret taşıyan ikincil antikorlar tarafından tanınan değişimdir. İzotoplar için gerekli eliminasyon için
ayrıca bu tür metodlar bir amplifikasyon basamağı içerir. Çünkü iki ya da daha çok antikor birincil
antikora bağlanır. Tipik olarak ikincil antikor birincil antikorun türe spesifik sabit bölgesini tanır veya
yaban turpu peroksidaz ya da alkalin fosfataz ile birleştirilir. Bu enzimlerin her bir nitroselüloz filtrede
direkt olarak yürütülen basit bir kolorometrik analiz kullanarak belirlenebilir. Onlar ayrıca ekspresyon
konağındaki proteinlere karşı tepki gösterebilmelerine rağmen birçok farklı epitopu tanıyan poliklonal
antikorlar, immünolojik tarama için çok hassas bir prob tedarik eder. Sadece tek bir epitop tanındığı
için bu tür reagentların duyarlılığı azaltılmasına rağmen ayrıca monoklonal antikorlar ve klonlanmış
antikor fragmentleri kullanılır.
138
[Metni yazın]
yada DNA problarını tanımayan multimerik komplekslerin bir parçası olarak şekillenmesini sağlaması
ve karşılık gelen cDNA’ların izole edilmemesi gibi. Açıkcası, bu teknik bir bağlama proteini ekspres
edildiğinde, transkripsyon faktörünün yalnızca fonksyonel olduğu durumlarda başarıyla sonuçlanır.
Aynı zamanda spesifik DNA dizisi için polipeptit afinitesi yüksek olmalıdır. Bu transkripsyon faktör
tiplerinin öncelikli olarak izalasyonunu sağlar. Yakınlarda, spesifik RNA bağlama dizilerini de izole
etmek için benzer bir teknik kullanıldı ve northwestern olarak adlandırıldı.
Southwestern ve northwestern’nin her ikiside multimerik formda bağlanma dizileri içeren
oligonükleotitler kullanıldığında başarıyla sonuçlanır. Bu birkaç bağlanma polipeptitinin filtre
üzerindeki herhangi bir proba bağlanabileceği anlamına gelir ve ortalama olarak ayrılma sürecini
oldukça arttırır. Spesifik olmayan bağlanmayı en aza indirmek için işaretlenmemiş çift zincirli büyük
bir DNA, spesifik bir probla muamele edilir. Fakat bu spesifik olmayan DNA genellikle, spesifik
oligonükleotit probların kullanıdığı ikinci raundda bağlanma spesifikliğini kanıtlamak için gereklidir.
DNA ve RNA’nın yanısıra bağlanma polipeptitlerinin tespiti için alternatif olarak “ligand”
larda kullanılabilirler. Bu teknik çok yaygın olarak kullanılmaz. Çünkü ligandlar genellikle düşük
hassasiyete sahiptir ve onların başarısı bir nitroseliloz filtre üzerinde bulunan protein domainlerinin
uygun olarak etkileşimlerinin muhafaza edilmesine bağlıdır. Daha fazlası bölüm 23’de tartışıldı. Maya
ikili hibrid sistemi ve türevleri, protein-protein etkileşiminin bazı spesifik tipleri için çok yönlü sayım
formatlarını sağlar. Bu etkileşimler canlı hücrelerde test edilerek protein içerenlerin daha fazla
fonksyonel etkileşim domainlerine sahip olduğu bulundu.
140
[Metni yazın]
fonksiyonu korunmuş ise, memeli proteinlerinin bakteri ve mayaya klonlanması mümkündür. Böylece,
mayada tamamlama, birçok memeli metabolik enziminin (Botstein & Fink 1988), bazı korunmuş
transkripsiyon faktörlerinin (Becker vd. 1991), bitkilerdeki mayoz düzenleyici genlerin (Hirayama vd.
1992) cDNA’larını izole etmek için kullanıldı. Bu yaklaşım, Fanconi anemisinin grup C
tamamlanmasından sorumlu FACC genini izole eden Strathdee vd. (1992)’ın yaptığı gibi memeli
hücrelerinde de kullanılabilir. Genel olarak hücrelerin, 100.000 kadar klonu içeren kompleks bir
karışım ile transfekte edilmesini sağlayacak bir havuz sistemi oluşturulmalıdır. Mutant fenotipi
tamamlamada başarılı olan havuzlar, daha sonra bu havuzların asıl klonu taşıyıp taşımadığının
doğrulanması için tekrar transfekte edilerek alt gruplara ayrılır ve bu prosedür bireysel cDNA’yı izole
edinceye kadar tekrarlanır.
Fonksiyonel tamamlama transgenik hayvanlarda ve bitkilerde de yapılmaktadır. Bu şekilde,
Probst vd. (1998), farede sağırlıktan sorumlu Shaker-2 genini ve onun insan homoloğu olan DFNB3
genlerini klonlamayı başardı (Şekil 6.16). Öncelikle, Shaker-2 mutasyonu, insan sağırlık
bozukluğundan sorumlu bölgeye sentetik (benzer sıra) olan fare genomundaki bölge esas alınarak
haritalandı. Daha sonra, yaban tip farelerden bu bölgeye ait BAC klonları hazırlandı ve
mikroenjeksiyonla Shaker-2 mutantı yumurtalara aktarıldılar. Bu transgenik fareler, fonksiyonel
Shaker-2 genini alarak normal duyma fenotipini kazanmasına göre tarandı. Klonlanan bu genin
sitoiskeletal miyozin geni proteini kodladığı görüldü. Bu yol, daha sonra, benzer insan genlerinin
karakterizasyonunda, insan genomik kütüphanesi yapmakta kullanıldı. Bu tarama prosedürü için
hiçbir sekans bilgisine gerek yoktur ve bitişik işaretten başlayarak kromozom üzerinde yürüme dışında
ne insan ne de fare genini karekterize etmek için fonksiyon testi haricinde bir yöntem yoktur. Bitkiler
için geliştirilen yüksek kapasiteli transformasyon vektörleri benzer şekilde bitki genlerinin
karakterizasyonu için kullanılmaktadır (Sawa vd. 1999, Kubo & Kakimoto 2001).
Tamamlama analizleri, sadece uygun ekspresyon mutant konağı varsa yapılabilir. Birçok
durumda, hedef genin fonksiyonunu çalışmak için kullanılan tekniklerde genin klonlanacağı bakteri ya
da maya konağı ve hatta yüksek ökaryotik sistemler bu gen için çok spesifik olmalıdır, yani konağın
bu kayıp fonksiyonunun konağın sahip olduğu bir başka gen veya genlerle kısmen veya tamamen
telafi edilmemelidir. Alternatif olarak, klonun karakterizasyonu, konak hücrenin sahip olmadığı bir
fonksiyonu konağa kazandırarak yapılabilir. Bazı durumlarda, kazandırılan bu fonksiyonun ortaya
koyduğu fenotip sayesinde klon pozitif olarak seçilebilir. Örneğin, E. coli’de memeli geninin
ekspresletildiği bir çalışmada, Chang vd. (1978) fare mRNA’larını parçalamadan oluşturdukları cDNA
içeren rekombinant plazmidlerin oluşturduğu bir popülasyon inşa ettiler. Bu mRNA’lardan birinin
dihidrofolat redüktaz (DHFR) olması bekleniyordu. Fare DHFR’si trimethoprim ilacına karşı E.
coli’den daha hassasdır ve dolayısıyla ilacı içeren büyüme ortamı sadece fare dhfr cDNA’sına sahip
hücrelerin seçilmesini sağlayacaktır.
142
[Metni yazın]
Şekil 6.16 Transgenik farede Shaker–2 izole etmek için fonksiyonel klonlama. Shaker–2 geni
homozigot olan döllemiş fare yumurtalarına, Shaker–2 geninin yaban tipinden sorumlu bölge BAC
vektörü ile aktarıldı. Doğan bireyin yaban tipe sahip olup olmadığı tarandı. Bunun için Shaker–2
geninden sorumlu BAC karakterize edilmeye çalışıldı. Bu klon sonra sekans edildi ve insan sağırlık
geni DFN3’e göre haritalandı.
Diğer bir durumda da, klona kazandırılan fenotip seçici olmaz fakat gözle görülebilen bir
değişiklik sayesinde belirlenebilir. Örneğin, memeli hücrelerinde klonlar, hücresel onkogenlerin, hem
kültür ortamında hem de tüysüz fareye transplante edildiği zaman, quiescent fare 3T3 fibroblast
hücrelerinin çoğalmalarını teşvik etme özelliği sayesinde belirlendi (Brady vd.1985). Gen ürününün
fonksiyonunu belirleyebilmek için cDNA’ların fonksiyonel klonlamasını sağlayan çeşitli metodlar
geliştirilmiştir. Örneğin, Xenopus melanophores G-protein çifti reseptörlerinin fonksiyonel
klonlanması için kullanıldı. Melanoforlar, çeşitli pigmentleri içeren melanozom denilen organellere
sahip koyu hücrelerdir. Bu organelin en büyük karakteristik özelliği, adenil siklaz veya fosfolipaz C
enzimleri aktifken etrafa dağılmaları, bu enzimlerin inhibe olduğu zaman ise çökmeleridir. Bu yüzden,
tirozin kinaz ve G-protein çifti reseptörlerini kodlayan cDNA’ların ekspresyonları, pigmentlerin hücre
143
[Metni yazın]
Hakkında biyolojik bilgi olmayan bir gen için, bölgesel (pozisyonel) klonlama kullanılır;
bu gen ilişkili diğer genlerle veya markıerlarla haritalanabilir.
Bir gen ürünü hakkında biyolojik bir bilgi yaksa (çoğunlukla insanlardaki hastalık genleri
böyledir) bölgesel klonlama denilen bir yaklaşım kullanılabilir. Bu yaklaşımda bilgi olarak sadece
genin haritalanan bölgelerine (restriksiyon enzimleriyle kesilen fragmentlerine) ihtiyaç vardır
(Parimoo ve ark., 1995). Bu bilgilerle, araştırıcılar en yakın fiziksel markerları bulabilir ve ondan
sonra “kromozom walk” denilen yönteme başlayabilir. Bu teknikte, tespit edilecek genin peşpeşe
gelen parçalarını içeren klonlar tespit edilir. Bunun için her başarılı klon prob olarak geliştirilir ve bir
sonraki gen parçasını bulabilmek için kullanılır. Bu yüzden, bir gen parçası, yanındaki markerla tespit
edilip diğer yanındaki parçayı bulabilmek için kullanılır. Kromozom walking teoride basittir; fakat
teknik olarak zordur. BAC ve YAC gibi büyük kapasiteli vektörlerle oluşturulmuş kütüphaneleri
kullanmak işlem sayısını azlatması bakımından kullanışlıdır. Böyle kütüphaneler oluşturulmadan
önce, bazı kullanışlı stratejiler işlem sayısını azaltmak için kullanılırdı. Bu teknolojinin ilk
uygulamalarından birinde, Hogness ve ark. (Bender ve ark. 1983) Ace ve rosy lokuslarını ve
Drosophila’daki homeotik Bithorax gen kompleksini klonladılar. Spesifik kromozom bölgelerinin çok
iyi tanımlanmış translokasyon ve inversiyonlarını taşıyan bir çok suşun belirlenmesiyle basamak sayısı
en aza indirgendi. İnsan genlerine uygulanan kromozom walking metoduna bir örnek okuma parçası
6.3’te bahsedilmiştir. Bazı genomik uygulamaların tartışıldığı 25. bölümde bu konuya tekrar
değinilmiştir.
144
[Metni yazın]
Kutu 6.3 önemli bir yayın: kromozom walking ve jumping metoduyla sistik fibrosis geninin
tanımlanması
Sistik fibrosis (SF), çok yaygın otomozomal resesif bir hastalıktır. SF geni klonlanana kadar,
primer genetik eksiklikler hakkında çok az kesin bilgi vardı. SF geninin klonlanması, hastalıkların
biyokimyasının çalışılması için (anormal klor kanal fonksiyonu), doğum öncesi teşhis ve bunun gibi
şeyler için bir gelişme olmuştur. Burada bahsedilen bu yayın (Rommence ve ark., 1989) özellikle genel
klonlama stratejisi açısından önemlidir. SF geni hakkında herhangi bir fonksiyonel bilgi yokluğunda
genin kromozomal bölgesi klonlama stratejisinin dayanak noktası oldu. Bağlantı analiziyle
tanımlanan, 7. kromozom üzerinde bulunan SF bölgesine yakın olan markerlardan başlayarak
toplamda yaklaşık 500 kb kromozom walking ve jumpingle tanımlanmıştır. Bu çalışmada, çok sayıda
klon, birçok farlı faj ve kozmid genomik kütüphalerinde tespit edildi. Bu kütüphanelerden biri
λCharon 4A vektörü kullanılarak Manniatis stratejisiyle hazırlandı, ve birkaç tanesi de insan genomik
DNA’sı Sau3 AI ile kısmi parçalandıktan sonra λDASH ve λFIX vektörleri kullanılarak hazırlandı.
Klonlanan bölgeler SF bölgelerindeki genom haritasıyla belirlendi, Pulse-field jel elektroforezi ve NotI
gibi nadir kesim yapan enzim kompleksleri kullanılarak tespit edildi. Gerçek SF geni açık okuma
bölgelerinin tanımlanması, genomik klonlarla hibritleşen cDNAların tespiti, diğer türlerle kros
hibridizasyon sekanslarının tespiti, ve memelilerde bulunan bir çok genin 5’ ucunda olduğu bilinen
CpG bölgelerinin varlığı gibi bir çok kriterle klonlanan bölgelerde tespit edildi.
Kütüphane esaslı yaklaşımlar, farklı tarama tekniklerini veya farklı klonları temsil eden
zenginleştirilmiş kütüphaneler oluşturmayı içerebilir
Farklı klonlamalara ilk yaklaşım, orta miktarda bulunan ekspreslenmiş farklı cDNA’ların
tanımlanmasında kullanışlı, normal hibridizasyona dayalı kütüphaneleri tarama protokolünün basit bir
şekli olan farklı taramadır (Dworkin & Dawid, 1980). Örnek olarak Xenopus kurbağasının gastrula
safhasındaki embriyoda çok miktarda bulunan; fakat yumurtada hiç olmayan yada çok az olan
mRNA’lardan sentezlenen cDNA’ların izolasyonu verilebilir. Gastrula mRNA’sından bir cDNA
kütüphanesi oluşturulur. Daha sonra rekombinant klonları taşıyan replika filtreler hazırlanır. Bu
filtrelerden biri, gastrula embriyosundan geliştirilen 32P işaretli mRNA (veya cDNA) problarıyla ve
yumurtadan geliştirilen 32P işaretli mRNA(veya cDNA) problarıyla muamele edilir. Bazı koloniler
her iki problada pozitif sinyal verecektir. Bunlar gelişmenin her safhasında bol miktarda bulunan
mRNA’lardan oluşmuş cDNA’ları gösterir. Bazı koloniler bu problardan hiçbiriyle pozitif sinyal
vermeyecektir. Bu durumdan da her iki dokuda da tespit edilemeyecek kadar düşük yoğunlukta olan
mRNA’lar sorumludur. Bu, tek bir molekül yerine mRNA populasyonundan oluşan kompleks
probların kullanılmasının bir özelliğidir: problarda sadece çok miktarda ya da orta düzeydeki
sekanların işaretlenme oranının yüksek olduğunu ve hibridizasyonda etkili olduğunu gösterir. Önemli
145
[Metni yazın]
olarak bazı klonlar gastrula problarıyla pozitif sinyal verirken yumurta problarıyla vermez. Bu görsel
olarak tanımlanabilir ve farklı ekspreslenen sekanslardan kaynaklanmalıdır.
Farklı taramanın popularitesine son bir katkı DNA mikroarraylarinin gelişmesidir (Schena ve
ark., 1955). Bu teknikte, cDNA klonları yoğun bir grid şeklinde küçük katı bir faza transfer edilir ve
farklı floresan renk vermesi için işaretlenen iki kaynaktan geliştirilen kompleks problarla taranır. Her
iki dokuda da ekspreslenen klonlar her iki rengi de gösterirken, farklı ekspreslenen klonlar problardan
birinin sinyaline daha yakın bir renk verecektir. Benzer bir teknikte, oligonükleotidleri içeren DNA
çipleri kullanılır. cDNA mikroarray teknolojisinin uygulama ve gelişmeleri 20. bölümde anlatılmıştır.
Farklı taramaya alternatif bir yolda, iki kaynakta da yaygın olan sekansların uzaklaştırılmasıyla, farklı
genleri ekspresleyen klonlarla zenginleştirilen bir kütüphane üretilir. Bu (substracted) çıkarılan cDNA
kütüphanesi olarak adlandırılır ve nadir bulunan cDNA’ların izolasyonuna çok büyük katkıda bulunur.
Yukarıdaki gibi benzer bir örnek kullanırsak, deneyin amacı gastrula spesifik mRNA’lardan
oluşturulan cDNA’larla zenginleştirilmiş bir kütüphane üretmek olacaktır. Bu, Xenopus oositlerinde
aşırı derecede bulunan mRNAlarla, gastrula mRNAlarından hazırlanmış ilk zincir cDNAların
hibridizasyonuyla başarılacaktır. Eğer oluşturulan populasyon, bu karışık populasyondan çıkarılmayı
sağlayacak herhangi bir yolla işaretlenirse, sadece gastrulaya spesifik cDNA’lar kalacaktır. Uygun bir
işaretleme metodu, tüm oosit mRNAlarına biotin ilave etmek olacaktır, böylece bu oosit/gastrula
RNA/cDNA hibridizasyonları gerçekleşecek ve aşırı miktarda bulunan oosit mRNA’ları streptavidine
bağlanma özellikleriyle ayırt edilecektir, streptavidinin biotine çok yüksek bir affinitesi vardır (Duguid
ve ark., 1988, Rubinstein ve ark., 1990). Farklı sekansları tanımlamak için genomik kütüphanelerle
kullanılan substractive klonlamalara birkaç örnek vardır. Belkide bu yaklaşımın en dikkat çekici
örneği , insan kas distrofin geninin klonlanmasıdır. Bu klonlama normal DNA ve DMD genine kadar
uzanan bir delesyonlu DNA kullanarak substractive klonlama ile yapılmıştır. Bu durum, okuma
parçası 6.4’te bahsedildi.
Farklı olarak (Diferansiyal) expres edilen genler, aynı zamanda PCR-tabanlı metodlar
kullanılarak tanımlanabilir
Beklendiği gibi, farklı klonlama içn PCR’a dayalı metotlar daha hassastır ve kütüphaneye
dayalı metotlardan dah kısa sürelidir ve başlama materyalinin küçük miktarıyla uygulanabilmektedir.
Kısmi cDNA sekanslarının havuzlarını çoğaltmak için kısa rastgele primer çiftleri kullanılarak 2
benzer metot tanımlanmıştır. Eğer iki farklı dokudan cDNA’ları çoğaltmak için aynı primer
kombinasyonları kullanılırs, ürünler bir sekanslama jelinde yan yana yürütülebilir ve oluşmuş
bantlardaki farklılıklar, mRNA parmak izi ve farklı şekillerde ekspres edilmiş genler gözlenebilir. İki
teknik arasındaki fark özellikle, ilk zincir cDNA sentezi için kullanılan primerle ilgilidir.
Aslında iki teknik arasındaki fark tek zincir cDNA sentezi için kullanılan primer ile ilgilidir.
Bu nedenle mRNA’nın 3’ ucuna bağlanabilmektedir. Aksine rastgele seçilmiş primerler içeren PCR
146
[Metni yazın]
metodunda antisense primer rastgeledir ve mRNA’nın herhengi bir yerine bağlanabilir. Her durumda,
yüzlerce mRNA molekülü havuzundan kısmi cDNA’ları çoğaltmaya izin veren, rastgele anlamlı bir
(sense) primer kullanılır. Elektroforezi takiben farklı şekilde ekspres edilmiş cDNA’lar jelden
kesilebilir ve ileri aşamada genellikle onların farklı biçimli ekspresyonunu doğrulamak için karakterize
edilebilir.
Kutu 6.4 İnsan Duchenne Möuscular Dystrophy (DMD) Geninin Eksiltme-Klonlama Tekniği
İle İlgili Kısa Bir Yayın
Çoğu eksltme-klonlama deneyleri cDNA’ları gerektirir. Bu yayın raporu eksiltilmiş bir genomik
kütüphane kullanılarak bir geni izole etmek için birkaç başarılı girişimden biridir. çalışmaX
kromozomuna bağlı 4 kusurdan sıkıntı çeken erkek bir çocuğun BB olarak tanımlanmasıyla başladı.
Sitogenetik analizler erkeğin Xp21 nolu kromozomu üzerinde DMD lokusu olarak bilinen bir
kromozom delesyonuna sahip olduğunu gösterdi. Bir eksiltme- klonlama prosedürü BB genindeki
delesyona uğramış DNA sekanslarını izole etmek için tasrlandı (Kunkel, 1986). Genomik DNA BB’den
izole edildi ve ardışık olarak paylaştırıldı. Küt ve spesifik olmayan yapışkan uçlu fragmentler
oluşturuldu. Üstelik DNA 4 normal X kromozomundan anöploid bir hücre soyundan izole edildi. Bu
DNA Mbo1 restriksiyon enzimiyle kesildi. Klonlama için uygun yapışkan uçlar oluşturuldu. Mbo1
fragmentleri ardışık BB den büyük miktarda kırık DNA fragmentleriyle karıştırıldı ve karışım
dentürasyona tabi tutuldu. Sonra fenol saflaştırması için kullanılarak tekrar yoğunlaştırılarak
yapıştırıldı. Stratejinin arkasında yatan temel, ardışık olarak kesilmiş DNA içersinden fazlalıkları
ayırmaktır.Buna rağmen bu sekanslar Mbo1 fragmentleri arasında yer alır. Fakat sadece hücre
soyundan komplementer zincirlerle birleşebilenler delesyon nedeniyle BB’nin DNA’sından
yoksundur.Böyle zincirler Mbo1 yapışkan uçlarına alındı ve bu nedenle uygun bir klonlama vektörüne
ligasyonla yapıştırıldı. Bu strateji kullanılarak Kunkel ve ark. B’deki delesyona karşılık gelen
fragmentler için ileri derecede zenginleştirilmiş bir genomik kütüphane oluşturuldu. Kütüphanedeki
alt klonlar, delesyon haritasının çıkarılması için normal DNA ve BB DNA’sına karşı hibridizasyon
yoluyla test edildi. Geninue DMD geninin izole edildiğini teyit etmek için, pozitif subklonlar DMD’li
diğer çoğu hastadan alınan DNA’ya karşı test edildi ve benzer delesyon oranı %6.5 olarak bulundu.
Bu gösterim tekniğinin problematik ve oldukça fazla sayıda pozitif gibi görünen yanlış
sonuçlar verdiği bilinmesine rağmen, kaydadeğer önemli başarlar da elde edilmiştir. Liang &
Pardee’nin orijinal kaydına göre teknik, normal hücreler ve tümör hücreleri arasındaki farlılıkları
çalışmak için kullanıldı ve kanserin başlamasıyla ilgili bir dizi genin tanımlanmasıyla sonuçlandı
(Liang et al, 1992). Ileri aşamada farklı gösterim tekniğidiğer gruplar tarafından kullanılarak kanserle
ilgili gen ürünleri keşfedildi (Sager et al 1993, Okamoto & Beach 1994). Teknik ayrıca gelişimsel
147
[Metni yazın]
açıdan düzenleyici genlerin (Adati et al, 1995) ve hormon tedavisiyle teşvik edilmiş genlerin (Nitsche
et al, 1996) tanımlanmasında da başarılı şekilde kullanıldı. Gösterim tekniğinin aşırı azaltılmış
kütüphanelerdeki bir avantajı, aynı gen ailesinde yer alan ilişkili mRNA’lardaki değişikliklerin
belirlenebilmesini sağlamasıdır. Azaltma (eksiltme)- klonlama prosedürlerine, bu gibi farklılıklar
çoğunlukla gözardı edilir çünkü sürücü (driver) DNA’nın fazlası bu gibi sekansları elimine edebilir.
Şekil 6-17: Farklı mRNA gösterim tekniğinin özeti. a) 12 oligo(dT) farklı primerlerinin her biri ile iki baz
ilavesi olan bir grub sentez edilir: bu primer grubu için genetik işaretleme NVTTTTTTTTT ‘dir. N her
nükleotitte ve V ise T hariç her nükleotittedir. b) iki kaynaktan elde edilen farklı mRNA’lar bu primerler
kulanılarak cDNA’ya dönüştürülür. Her bir kaynaktan gelen cDNA’lardan oluşan birbiri ile çakışmayan 12 tane
ilk zincir cDNA havuzu oluşturulur. Daha sonra uygun oligo (dt ) primerleri kullanılarak PCR yapılır. Bu 9
merslik primerler cDNA’da herhangi bir yere bağlanabilir.bu, cDNA’ların amplifikasyonunu kolaylaştırır.
Ekspres edilmiş sekans kuyrukları ile aynı şekilde olur. Farklı ekspres edilmiş kaynaklardan elde edilen
Cdna’lardan elde edilen PCR ürünleri yanyana yürütülür. Bir hatta varken; diğerinde olmayan PCR primeri farklı
olan gendir. Farklı olan bantlar jelden kesilir. c) cDNA’ların havuzlarının çoğalmasını kolaylaştırır, alternatif
mRNA kaynaklarından elde edilir, fakat primerlerin aynı çiftiyle çoğaltılanlar daha sonra sekanslama jeli
üzerinde yan yana karşılaştırılır. Bir şeritte bantlar mevcuttur, fakat diğerinden mevcut olmayan farklı olarak
expres edilen genlerin temsili muhtemeldir. Uygun bantlar sekanslama jelinden kesilerek alınır ve PCR ürünleri
subklonlanır. Sekans annotationuna izin verilir ve diferansiyel expresyonu doğrulamak için in situ
hibridizasyonla veya northern blotla expresyon analiz edilir.
148
[Metni yazın]
Şekil 6-18 : cDNA esaslı temsili farklılık analizi için temel strateji
149
[Metni yazın]
7. BÖLÜM
PYROSEQUENCİNG
150
[Metni yazın]
134. sayfa
151
[Metni yazın]
8. BÖLÜM
GENLERİN DEĞİŞTİRİLMESİ:
BÖLGE-HEDEFLİ MUTAGENEZ VE
PROTEİN MÜHENDİSLİĞİ
152
[Metni yazın]
Giriş
Mutantların oluşumu ve karakterizasyonu, yapı ve işlev ilişkileri herhangi bir çalışmanın
parçası değildir. Proteinin üç boyutlu yapısı, RNA türleri ya da DNA düzenleyici elementler (ör:
promotor), mutantların fonksiyonları ile ilgili ipucu sağlayabilir fakat doğru mekanizma nükleotit ya
da aminoasit değişikliklerinin mutasyon analizleriyle açıklığa kavuşturulabilir.
Klasik olarak, mutantların değiştirilmiş DNA’sı kimyasal ve fiziksel ajanlı deney organizmalarla
(mutajen) muamele edilerek meydana getirilir. Mutagenezin bu metodu oldukça başarılıdır, moleküler
biyolojinin gelişimi ve fonksiyonel genomların gelişimine neden olmuştur fakat birkaç dezavantajdan
dolayı sorun meydana gelmiştir.
1) Organizmadaki herhangi bir gen mutasyona uğrayabilir ya da ilgili gendeki mutasyonun
sıklığı çok düşük olabilir. Bunun anlamı, seçilim stratejileri geliştirilmelidir.
2) Hatta istenen fenotipteki mutantlar izole edildiğinde, mutasyonun istenen gende olmuş
olmasının garantisi yoktur.
3) Önceki gen klonlama ve dizilenmesi tekniklerinde, gendeki tek baz değişiminin meydana
gelmesinin, DNA’ ya eklenme ve silinme gibi gendeki mutasyonun nerede olduğunu bilmenin
bir yolu yoktur.
Moleküler biyoloji tekniklerinin gelişmesi ile, tek bir genin izolasyonu ve çalışılması sadece mümkün
olmadı ayrıca mutagenez de geliştirildi. Bugün birçok hücre ve organizmanın mutasyonu, binlerce
milyonlarca dölden istenilen mutantın izolasyonunun yapılmasındansa, klonlanan DNA dizisinde her
hangi bir baz kaybı olmadan bir değişiklik yapmak mümkün olabilmektedir. Bu teknik Bölge-hedefli
mutagenez olarak bilinmektedir.
Geçmişte oldukça beceri isteyen ve zor bir iş olan gen manipilasyonunun temel aracı haline gelmiş,
DNA manipilasyonunu basitleştirmiştir.
Bölge-hedefli mutagenezin önemi, gen yapısı ve işlevinin ötesinde, teknik değerli özellikteki mutant
proteinlerin oluşturulmasına imkan sağlamasıdır (protein mühendisliği). Yalnız bu tür mutant
proteinler, sadece küçük değişikliklere sahip olmuş olabilir fakat tüm alanın silinmesi ya da yeni alan
eklenmesi alışılagelmiş bir durum değildir.
Bölge spesifik mutasyon için primeri uzatma (tek primer metodu) kolay bir metoddur.
Bölge spesifik mutasyon için geliştirilen ilk metod tek primer metodudur. Bu metod in vitroda
DNA’nın komplementer sekansına uyumlu olmayan ama bağlanabilen bazlar içeren kimyasal
oligonükleotitlerle sentezlenmesidir. Metod kısaca mutasyona uğratılacak tek zincir DNA ve bu genin
M13 vektörüne klonlanmasını kapsar. Bunun yanında DNA plasmide klonlanır ve kısmen uygun tek
zincire dönüşen çift zincir DNA elde edilir.
153
[Metni yazın]
Şekil 8.1 Oligonükleotit hedefli mutagenez. Yıldız işareti yanlış eşleşen bazları göstermektedir.
Aslında DNA polimeraz’ın Klenow fragmenti kullanılmıştır, ama şuanda çoğunlukla T7 polimeraz ile
yer değiştirmiştir.
154
[Metni yazın]
Şekil 8.2 Oligonükleotide dayalı mutagenez, çok noktalı mutasyon, insertion mutasyon ve
delesyon mutasyon için kullanılır.
155
[Metni yazın]
uzamasından sonra, mutant plazmit E.coli ye transform edilir. Ve mutant plazmit antibiyotikli ortamda
çoğalır. Antibiyotikli ortamda çoğalan plazmitler daima hedef mutant geni taşıyabilir. Bu prosedürün
çeşitleri, vektör 2 antibiyotik direnç belirleyicileri(ampisilin ve tetrasiklin) var.Ama bunlardan bir
tanesi (ampisilin) mutasyon taşır.Tekrardan 2 primer kullanılır.Ve bir tanesi hedef gende bulunan
mutasyonu taşır.Diğeri ampisilin dirençliliğini düzenler.In vitro mutasyon basamağından sonra
plazmit E.coli ye transform edilir.Ve ampisilin dirençliliği seçilir. Eğer hücre ampisilinli ortamda da
büyüyebiliyorsa sizin istediğiniz hücre vardır.
Şekil 8.3. GeneEditorTM sisteminde yüksek sıklıkta mutasyon oluşturmak için bölge hedefli
mutagenezin kullanılması
Bu süreci basitleştirmek ve seçilmiş bölgede tüm olası aminoasit değişikliği için metodlar
geliştirilmiştir.
Bölge-hedefli mutagenez kullanılarak, iki ya da üç birleşik nükleotiti değiştirmek mümkündür
böylece istenilen alanda uygun aminoasit dizisi elde edilebilir. Bu ürünler; 19 farklı mutagenik
oligonükleotitin sadece tek bir kodonun herbir yer değiştirmesi için gereklidir. Tek aminoasidi diğer
bütün alternatiflere değiştirmenin diğer bir yolu, kaset mutagenezdir.
Bu yöntem gen fragmentlerinin istenen kodon değişikliklerinin içeren diğer fragmentlerle yer
değiştirmesini içerir. Mutagenezin etkili ve %100’e yakın olması için basit bir yöntemdir. Fakat eğer
iki alanda istenen aminoasit değişikliği varsa, 400 farklı oligos ya da fragment gereklidir. Yöntem
sorgulanabilir hale gelir..Bu problemi çözmenin bir çözümü inosinli oligonükleotidlerin kullanımıdır.
(Şekil 8.4)
156
[Metni yazın]
Şekil 8.4 Katkılı oligonükleotidler yoluyla mutagenez. Oligonükleotidin üst iplikçiği sentezlenirken, N
pozisyonunda dört nükleotidin bir karışımı kullanılır. Zayıf zincir sentezlenirken, gösterilen
pozisyonda inosin (I) eklenir. İnosin sadece G ile eşleşmez. Çift zincirli oligonükleotid vektörün ilgili
pozisyonunun içine sokulur.
157
[Metni yazın]
Şekil 8.5. PCR aracılığıyla yapılan bölge spesifik mutasyon. Diyagram, basit bir PCR mutasyon metodunu
gösteriyor. Şeklin üst yarısında DNA molekülünün ortasına mutasyonun nasıl ilerlediğini göstermektedir.
Primerler koyu gösterilmiştir. A ve A' primerleri birbirinin komplementeridir.
158
[Metni yazın]
Şekil 8.6. PCR ile mutant oluşturmak için ExsiteTM metodu kullanılır. Hedef geni taşıyan ebeveyn
plazmit, E.coli’nin restriksiyon sistemi olan bir suşundan geliştirilmiştir ve böylece metillenmiştir. Bu onu DpnI
endonükleaz enzimine duyarlı yapar. Bu nedenle son PCR karışımından elde edilmiş olabilir.
GeneTailorTM metodu (Fig. 8.7) hedef DNA mutasyona uğramadan önce in vitro ortamda
metillenir ve üst üste binmiş primerler kullanılır. İstenilen mutasyonu taşıyan linear amplikonlar bunda
da üretilir fakat bu methodda linear amplikonlar direkt E.coli’ye transform edilir. McrBC endonükleaz,
metillenmemiş mutasyona uğramamış parçayı bırakıp metilenmiş kalıp DNA’yı keserken konak tamir
enzimleri linear mutasyonlu DNA’ya dönüştürür.
159
[Metni yazın]
Şekil 8.7. PCR kullanılarak mutantları oluşturmak için GeneTailorTM metodu kullanılır.
Bir Genin Üzerinde Rastgele Mutasyon Yapılmasına Olanak Sağlayan Metotlar Vardır
Genin içerisine belirli mutasyonlara olanak veren metodlar önceki konuda bildirmiştir. Bu
metotlar yapı-aktivite ilişkilerinin de belirlenmesinde rol oynar. Bununla birlikte çalışmanın amacı
değiştirilmiş ve/ve ya geliştirilmiş özellikteki mutantları seçmekse, geni rastgele değiştirmek daha iyi
bir yaklaşımdır. Klonlanan genlerin rastgele mutasyon yapı ile ilgili metotlar bu bölümde anlatılmıştır.
Polimeraz zincir reaksiyonu(PCR) ın hataya meyilli olması ve amplikonlaradaki baz
değişikliklerinin yüksek oranda olmaları ihtimalleri vardır. Bununla birlikte Taq polimerazın düşük
orandaki affinitesiyle de mutasyon yapılabilir. Yine de yanlış olan bileşimlerin oranlarını arttırmak bu
yollardan biridir. En geçerli yollardan birisi, tampondan Mg+2 yerine Mn+2 kullanımı ve diğer iki
nükeleotide oranla daha çok dGTP ve dTTP ilave etmektir. Bu yolla her kilobazdaki bir nükleotitin
yanlış yerleştirilmesi mümkündür(Caldwell & Joyce 1994, Cirino et al.) Hatta nükleosit trifosfat
analogları kullanımı ile yüksek oranda mutasyon gerçekleştirilir(Zaccolo ve arkadaşları 1996).
160
[Metni yazın]
Hataya yatkın PCR metotlarında polimeraz, büyümekte olan zincire ya yanlış baz ilave eder ya
da enzimin proofreading aktivitesi yoktur. Mutant kütüphanelerinin rastgele mutasyonlar sonucu
oluşması beklenir, ancak çeşitli faktörler de bunda etkilidir. Bunlardan:
birincisi; DNA polimerazdan kaynaklanır. Bazı hata tipleri diğerlerine göre daha çok olur
(Cirino ve arkadaşları 2003).
İkincisi, genetik koddan kaynaklanır. Örneğin Valin kodonundaki tek bazın değişimi;
fenilalanin, lösin, izolösin, alanin, aspartat ve glisin gibi aminoasitlerin kodlanmasına yol açarken
ardışık iki ya da üç baz değişimi diğer bütün amino asitlerin kodlanmasına neden olur.
Üçüncü olarak da, amplifikasyon sürecinden kaynaklanır. PCR da ilk adımda olan mutasyon
diğer döngülerde de görülecektir fakat onuncu döngüdeki mutasyon birinci adımda olan mutasyona
göre daha az görülecektir. Bunun için hatayı azaltmak için döngü sayısını az tutmak gerekir.
Hataya yatkın PCR yöntemi, bir amino asiti, son proteindeki içindeki başka bir amino asite
dönüştürmede verimli bir araçtır. Bununla birlikte bazen bazı amino asitlerin delesyon ve
insersiyonları da mümkündür. Bu, Murakami ve arkadaşları tarafından (2002,2003) tasarlananan bir
yöntemdir (RID). Metodun esası insörtü rastgele bir bölgeye yapıştırmak ya da çıkarmaktır.
• tRNA hiçbir endojen E.coli sentetazın substratı değildir ama protein translasyonunda
etkili bir şekilde iş görürler.
• Ortogonal sentetaz, amber (UAG) ya da opal (UGA) stop kodonunu tanımlayacak
şekilde modifiye edilen ortogonal tRNA yı aminoaçiller (yükler).
• Sentetaz, E.coli‘nin hiçbir endojen tRNA sını aminoaçillemez.
161
[Metni yazın]
Amber ve opal kodonlarının tanınması için tRNA daki antikodonların modifiye edilmeleri diğerlerine
göre daha kolaydır. Bununla birlikte doğal olmayan aminoasitlerin normal amino asitlere göre daha
etkili bir şekilde tRNA ya yükleyebilecek şekilde bir sentetaz da modifiye edilmelidir. Bu yaklaşımla
Methanococcus jannaschii’nin tirozin-tRNA sentetazı, tirozin ve fenilaleninin O-alliltrozin, p-asetil-
fenilalenin, p-benzol-fenilalenin gibi türevlerinin proteine sokulmasını sağlamak için modifiye
edilmiştir. Bu modifiye amino asitler in vitro da proteinin kimyasal modifikasyonu için (örneğin
floresan etiket olarak kullanılabilme gibi) kullanılabilir (Chin ve arkadaşları 2003, Link ve arkadaşları
2003).
Yukarıdaki teknikte iki önemli gelişme vardır. Birincisinde Zhang ve arkadaşları (2003)
proteinlerin invitro’da olduğu gibi invivo’da da modifiye edilebileceğini göstermişlerdir. Örneğin m-
asetilfenilalanin, protein Z’nin sitoplazmik biriminin 7. Lys ve dış zar proteini LamB’nin 200.
Arg’inin yerine konulmuştur. Hücrelere zardan geçen bir boyanın ilave edilmesi ile modifiye
proteinler işaretlenmiş olacaktır. Hücrenin modifiye LamB türevlerini sentezlediği durumlarda, zardan
geçemeyen ve floresan ışık yayan türevlerin belirlenmesi mümkün olmuştur.
İkinci gelişme, ortogonal tRNA’ları glikozillenmiş amino asitlerle yüklemektir. Örneğin,
Zhang ve arkadaşları (2004), E.coli içerisinde, β-N-glikozilamin (GlcNAc) içeren bir miyoglobin
türevi sentezlemeyi başarmışlardır. Bu GlcNAc bir sakkaroz bağlama proteini tarafından tanınır ve
galaktoziltransferaz tarafından modifiye edilebilir.
Orjinal Faj metodunun, dezavantajlarından birisi de polipeptid insertlerinin protein kılıf fonksiyonun
kodlayan kısmın 10 katı kadar olması durumunda verimliliğini kaybetmesidir. Bu problem fajmid
aracılığıyla çözümlenmiştir (Bass ve ark, 1990). Bu sistemde, plazmid M13 ori bölgesi ile M13’ten P3
ve P8 genlerinin tek kopyasını taşımaktadır (bak. S. 75). Önce ki bölümlerde de belirtildiği gibi
istenilen DNA parçası P3 veya P8 geninin aşağasında sinyal peptidinin öncesindeki bölgeye
yerleştirilir ve oluşturulan fajmid E.coli’ye aktarılır. Faj yardımıyla transforme edilen hücreler
yerleştirilen DNA sırasına uygun amino asit sırası gösterirler. Oluşan fajlar karışık fenotipte ve
yüzeyleri normal kılıf proteini ile füzyon proteini yapısındadır.
Özel amaçlar için dizayn edilen fajmidler vektör özelliğindedir. Örneğin dizayn edilen
fajmidler, yerleştirilen DNA sırasından önce ve P3 veya P8 den önce zincir terminasyon kodonu
(amber) bulundururlar. Rekombinant plazmid baskılayıcı faktör içermeyen E. coli kültürüne transfer
edildiğinde insert edilen yabancı DNA tarafından kodlanan bölge amber kodonu vasıtasıyla ortama
salınır. Eğer fajmid, amber kodonunu baskılayacak bir hücrenin içine atılırsa, füzyon proteinin tamamı
sentezlenir ve oluşan faj partikülü yüzeylerinde görülür (Winter ve ark.,1994).
163
[Metni yazın]
beraber, füzyon proteini (taşıyıcı) olarak kullanmaktadır. Yolcu veya taşıyıcı proteinlerin özelliklerine
bağlı olarak , yolcu protein N terminal, c terminal vaya sandwich olarak üretilir.
Hücre yüzey proteinleri başarılı bir taşıyıcı olduğu için, dört ihtiyaç için memnuniyet vericidir.
Birincisi iç zardan füzyon proteinin geçebilmesi için etkili bir sinyal peptide sahip olması, ikincisi
füzyon proteinin hücre yüzeyine bağlı kalması için kuvvetli bir demirleme yapısına sahip olması,
üçüncüsü füzyon stabil bir yapıya sahip olmadığından yolcu proteinine uygun olmalı, son olarak
büyüme ortamı ya da periplazmik ortamdaki proteazlara karşı dirençli olmalı. E. coli gibi gram negatif
bakterilerde pek çok taşıyıcı protein çeşitleri mevcuttur. Bunlar temelde iki gruba ayrılırlar; dış
memran proteinleri (örneğin adhezin, OmpC ve TraT proteini), pili ve flagella gibi ek yapı proteinleri.
Dış memran proteinleri taşıyıcı olarak kullanıldığında, hangi kısmının yüzeyde kaldığı bilinmelidir.
Çünkü yolcu proteinin insersiyon bölgesinin bilinmesini gerektirir. Yolcu proteinin gösterilmesi,
seçilme uygulamalarını gerektirir fakat bu proteinlerin özellikleri translokasyon işlemlerini gösterme
prosedürlerinin verimliliğini etkilemektedir. Örneğin dış membran bölgede disülfid köprülerinin
oluşumu translokasyon verimliliğini etkiler. Çok fazla yükün veya hidrofilik yapının olması eksik bir
salınmaya sebebiyet verebilir. Böylece bu teknoloji sayesinde, pozitif veya negatif seçimle rastgele
mutasyonlarla oluşturulmuş varyantların taranmasıyla, translokasyon verimliliğini etkileyen faktörler
bulunabilir.
Protein Mühendisliği
Rekombinant DNA teknolojisinin en heyecan verici yönlerinden birisi, proteinlerin dizaynına,
geliştirilmesine, izolasyonuna ve hatta tam kompleks bir proteinin oluşturulmasına izin vermesidir.
Bunun çalışma prensibi, genin farklı ya da rastgele bölgelerinde mutasyon yapılması ve daha sonra
istenilen özellikteki proteinlerin seçilmesi esasına dayanır. Geliştirilen bu protein daha çok mutasyonla
daha da geliştirilerek seçilebilir ki bu işlem directed evolution(yönlendirilmiş mutasyon) olarak bilinir.
Bu yaklaşıma bir örnek olarak subtilisin enzimi gösterilebilir. Bu serin proteazın kataliz oranı, substrat
spesifikliği, pH oranı, oksidatif stabilitesi, sıcaklık ve alkalin inaktivasyonu gibi her özelliği
değiştirilmiştir (Bryan 2000).
Yönlendirilmiş mutasyonun diğer bir alternatif yaklaşımı da gen shuffling metodudur. Gen
shuffling metodu için 3 kaynak vardır. Bunlardan birincisi, ilgilenilen genin farklı polimorfizmleri bir
organizmada doğal olarak bulunabilir ya da in vitro da rastgele mutasyonlarla oluşturulmuş olabilir.
İkinci olarak, aynı protein aynı enzim aktivitesiyle farklı organizmalarda bulunabilir fakat gen ve
protein sırası farklıdır. Gen shuffling metodunda üçüncü kaynak ise ilgi duyulan protein farklı bir
protein ailesine ait ama benzer aktiviteye sahip olabilir.
Gen shuffling çalışmalarına güzel bir örnek olarak, Ness ve arkadaşlarının subtilisin
üzerindeki yaptığı çalışmalar verilebilir (1999). Bunlar, subtilisin ailesine ait 26 üye ile çalışmalara
başlamışlardır ve bir kimerik proteaz kütüphanesi oluşturmuşlardır. Enzim dört farklı özellik açısından
164
[Metni yazın]
tarandığında orijinal enzimden daha iyi özelliğe sahip oldukları anlaşılmıştır. Benzer bir şekilde
Lehmann ve arkadaşları(2000) amino asit sırası belirlenmiş olan mezofilik fitaz ailesi ile çalışmalara
başlamışlardır. Oluşturulan enzim, orijinal enzime göre ısıya dayanıklı olduğu anlaşılmıştır.
Çözünme enerjisini azaltılmak için yüzey değişimlerinin en aza indirilmesi, hidrofobik ve polar
etkileşimlerin arttırılması, protein denatürasyonu için konformasyonel sınırlandırmaların azaltılması
gibi değişimler yapılabilir. Bu değişiklikleri yapmak için enzimin yapı ve fonksiyonları ile ilgili geniş
kapsamlı bir bilgi gerektirir. Chen ve Arnold (1991,1993) farklı bir yaklaşım geliştirdiler. Ortamda
166
[Metni yazın]
substrat olarak kazein ve çözücü olarak dimetil formamid varsa rastgele mutasyonlar sonucu daha
fazla proteolizis yapabilen proteinler oluşmuştur.
Subtilisin çalışmaları bir adım daha götürülerek, sulu çözücelerde dahi sentez özelliklerinin
hidoriz geneline oranla daha fazla olması şeklinde değiştirilebilmiştir. Bu durum enzimin aktif
bölgesindeki serin amino asitinin sisteine dönüştürülmesiyle başarılmıştır (Abrahmsen ve arkadaşları
1991). Bu artışın nedeni, affinitenin artışından ve acyl intermediate reaksiyonundan (8.3)
kaynaklanır.
Şekil B 8.3 Bir asetilaz proteaz aracılığıyla oluşturulan aminolisiz (sentez) ve hidroliz reaksiyonları.
167
[Metni yazın]
Fig. 8.10. Orijinal gen shuffing metodu. İki homolog geni fragmentlere ayırdıktan sonra (fragmentasyon)
döngüde denatürasyon, birleşme ve uzama işlemleri tam bir gen oluşuncaya kadar devam eder ve bu jel
elektroforezi ile belirlenebilir.
Diğer bir alternatif metod zigzaglı uzatma işlemidir (StEP, Zhao ve arkadaşları 1998). Bu metod
gende varyasyonlar yapmak için erime, bağlanma ve uzama döngüsüne dayanır. Bu yöntemde metot
tam uzunluktaki gensürece tam bir gen karışımları ile başlar, bu karışım denatüre edilir ve
komplementer zincirin sentezine başlanır (Fig. 8. 11). Kısa bir primer uzama sürecinden sonra, DNA
erime, bağlanma ve uzama işlemlerine maruz bırakılır. Uzayan primerlerden bazıları farklı baz
dizisindeki bölgelere bağlanır ve ileri ki uzamalar kimeraları üretir. Erime, bağlanma ve uzama
döngüsü arttıkça ürün çeşitliliği de artar.
168
[Metni yazın]
Fig. 8.11 Hibrit proteinleri oluşturmak için StEP metodu. Örnek gösterimde, bir hibrit gen iki homolog
genden oluşturulabilir. Hibrit genin klonlaması bir hibrit proteinin üretiminde sonuçlanabilir. Sadece
her genin bir zinciri, başlangıç denaturasyon basamağından sonra gösterilir..
RACHITT, orijinal DNA shuffling metoduna benzer ancak daha fazla sayıda kimeralar
oluşturmak için tasarlanmıştır (Coco ve arkadaşları 2001, Coco 2003). Bu metotta fragmentler
ebeveyn DNA ların bir zinciri dışındaki diğer zincirden oluşturulur (Fig. 8. 12). Bu fragmentler daha
sonra karşı zincire (kesilmemiş olana) dayanılarak tekrar oluşturulur. Bu fragmentlerdeki uyumsuz
bölgeleri kaldırmak için kesilir, uzatılır ve ardından tüm uzunluktaki geni oluşturmak için yapıştırılır.
Son olarak çift zincir DNA daki kalıp zincir yapıştırılarak oluşturulan DNA dan ayrılması için
parçalanır.
169
[Metni yazın]
170
[Metni yazın]
Şekil 8.13. İki benzer proteinden ITCHY metoduyla hibrit oluşturulması. Bu benzer proteinler gen1 ve gen2
tarafından kodlanırlar. Sonuçta gen1 in 5’ ucu gen 2’in 3’ucu ile hibrid geni oluşturulur.
Orijinal ITCHY sürecinde ekzonükleaz kesimleri ile kademeli kısaltma yapılır. Pratikte bu
kesimleri kontrol etmek zordur. Bunun için daha kolay bir yol geliştirilmiştir. Buna göre gen boyunca
rastgele yerlere phosphorothioate bağları içeren kalıplar konmuştur (Lutz ve arkadaşları 2001).
171
[Metni yazın]
172
[Metni yazın]
173
[Metni yazın]
of the extended primers will anneal to templates with a different base sequence and on further
extension will generate chimeras. The more cycles of extension, melting, and annealing the
greater the variability that can be produced.
7) Describe the method of gene shufflig.
In the original method of gene shuffling, one starts by purifying the different genes that will
provide the source of variation. These genes are digested with DNase to generate the
fragments that will be recombined. The fragments from the different sources are mixed
together and subjected to repeated rounds of melting, annealing, and extension (Fig. 8.10).
Eventually a full-length gene should be synthesized and this can be amplified by the PCR and
cloned. The smaller the fragments that are produced in the initial step the greater the number
of single site variations that can be incorporated in the final product. However, the smaller the
fragments the greater the number of cycles needed to reassemble a complete gene.
8) What is the resource of the gene shuffling method?
First, different polymorphisms of the gene of interest might exist naturally in a single
organism or might have been created by random in vitro mutagenesis.
Second, the same protein with the same activity may be found in other organisms but
the gene and protein sequences will be different.
Third, the protein of interest might belong to a protein family where the different
members have different but related activities.
174
[Metni yazın]
10. BÖLÜM
Escherichia coli HARİCİNDEKİ
BAKTERİLERE KLONLAMA
175
[Metni yazın]
Giriş
Çoğu deneylerde ökaryot ve prokaryotlardan klonlanan genler için alıcı olarak E.coli’yi
kullanmak uygundur. Transformasyon kolay ve bunun için yüksek gen ekspresyonu gibi özelliklere
sahip geniş kapsamlı kolay kullanımlı vektörler var. E.coli’yi kullanmak her zaman pratik değildir
çünkü aromatik bileşiklerin degredasyonu, antibiyotik sentezi, patojenite ve sporulasyon gibi bazı
biyokimyasal yollardan yoksundur. Bazı özel durumlarda genin alındığı organizmaya benzer
organizmalara klonlamak gerekir. Örneğin Clostridium’dan alınan gen Bacillus’a klonlanabilir.
Genleri yeni bir konağa klonlamak için üç ön şart vardır.
• DNA’yı aktarmak için bir metoda ihtiyaç vardır (transformasyon, konjugasyon,
elektroporasyon).
• Aktarılan DNA orada kalıcı olmalı (kendi başına bir replikon olmalı ya da bir hücrenin
kromozomuna entegre olmalı)
• Klonlanmış genlerin içeri alınması ve muhafaza edilmesi eğer bu genler ekspres edilirse
belirlenebilir
Klonlanmış bir genin belirlenememesi; hücreye aktarılmaması, muhafaza edilmemesi ya da ekspres
edilmemesi gibi nedenlerden biri veya birkaçı olabilir.
Diğer türlerle çalışmak için elektroporasyon, verimliliği düşük olmakla birlikte oldukça basit
alternatif bir yoldur.
Bazı model organizmaların genetik analizleri gram pozitif ve gram negatif bakterilerde DNA’nın
içeri alınış mekanizmasının korunmuş olduğunu göstermiştir. Fakat kompotentliğin regülasyonu
farklıdır ve birbirinden farklı mekanizmalar belirlenmiştir. Model organizma kullanarak DNA’nın içeri
alınması için bazı homolog proteinleri kodlayan genleri bulmak mümkündür. Çeşitli bioinformatik
araçları kullanarak genomu tamamen belirlenmiş bu organizmada bu genler araştırılabilir.
Bazı enterik olmayan bakterilerde plazmit transformasyonunun zor olduğu şartlarda konjugasyon
bir alternatif yoldur. Kendi kendine birçok gram negatif bakteriye transforme olabilen ve bu
hücrelerde kararlı olarak kalabilen plazmitlere promiscuous plazmit denir. Bunlara en iyi örnekler 60
kb büyüklüğünde olan RP4, RP1, RK2,… gibi IncP alfa plazmitleridir.
Kendi kendine transforme olabilen plazmitler konjugasyon aparatını kodlayan tra (transfer)
genlerini taşımaktadırlar. IncP plazmitleri kendilerini transfer ederken yanındaki diğer plazmitleride
hareketlendirerek onlarında transferini başlatabilir. Örneğin RSF1010 gibi IncQ plazmitlerini mobilize
edebilirler. Daha da önemlisi transfer E.coli ve gram pozitif bakteriler arasında da olabilir.
Farklı gram pozitif cinsler arasında kendi kendine transfer olabilen birçok plazmit bulunmuştur.
Bu plazmitlerin transfer bölgesi gram negatiflerdeki plazmitlerden çok daha küçüktür. Bu farklılığın
sebebi gram pozitif bakterilerin hücre duvarı yapısının çok daha basit olmasıdır. Kendi kendine
transfer olabilen bu gram pozitif plazmitlerin çoğu promiscuous plazmittir. Örneğin pAMβ1 plazmiti
orijinal olarak Enterecoccus faecalis’ten izole edilmiştir. Ama Stafilococcus, Streptococcus, Bacilli ve
hatta bir gram negatif bakteri olan E.coli’ye transfer edilebilir.
Gram pozitif bakterilerin kendi kendine başka bakteriye aktarılan plazmit tipleri gram negatiflerde
olduğu gibi kendi kopyasını aktarırken bir başka plazmitin kopyasını da aktarabilir. Kendi kendini
aktaramayan plazmitler konjugatif transpozonlarla aktarılabilir.
Dikkat edilmelidir ki konjugasyon transformasyonun yerine geçebilen bir şey değildir. Eğer DNA in
vitro’da manipule ediliyorsa bir aşamada mutlaka bir konağa transfer edilmelidir. Çoğu durumda bu
konak E.coli’dir ve transfer için transformasyon prosedürü kullanılır.
177
[Metni yazın]
Protoplast transformasyonu
B.subtilis’e plazmit DNA transformasyonunda üçüncü bir yöntem protoplast transformasyonudur.
Bu yöntemde pelietilen glikol (PEG) içerir ve DNA’nın protoplasttan içeri alınmasını indükler. Bu
prosedür oldukça etkilidir ve %80 oranında transformant oluşturur. Yüksek verimlilikte plazmit
taşıyan transformantlar oluşturmasına rağmen bu metot geleneksel yöntemden iki açıdan farklılık
içerir.
178
[Metni yazın]
Rikombinant DNA replike olmalı veya yeni konağın kromozomuna entegre olmalıdır
:::::::::::::::::::::::::::::
179
[Metni yazın]
11. BÖLÜM
180
[Metni yazın]
11. BÖLÜM
OUESTIONSAND ANSWERS
1. Give an example method to transform an exogenous DNA into to yeast? And explain.
2. What kinds of plasmits are there in yeast? Explain one of them.
3. Drew a eukoryotic ekspressıon vector and show the control regions on it?
4. What are the ars sequences? What are the functions of them?
5. What are the common features of plasmits in yeast?
6. What is the difference of yeast promotor than bacteria? Explain structure of promoter.
7. What are the proporties of strong (ideal) promotor?Give an example.
8. Explain the structure and functıon of Aga1 and Aga2 protein in yeast?
9. Which plasmit can be used to clone very large fragments of DNA in yeast? Explain
why?
10. The calcium phosphate co-precibitate method is used to chemical transform into the
animals cells. Explain the mechanism.
ANSWERS
1. Like E. coli, fungi are not naturally transformable and artificial means have to be used
for introducing foreign DNA. One method involves the use of spheroplasts (i.e. wall
less cells) and was first developed for S. cerevisiae (Hinnen et al. 1978). In this
method, the cell wall is removed enzymically and the resulting spheroplasts are fused
with ethylene glycol in the presence of DNA and CaCl2. The spheroplasts are then
allowed to generate new cell walls in a stabilizing medium containing 3% agar. This
latter step makes subsequent retrieval of cells inconvenient. Electroporation provides
a simpler and more convenient alternative to the use of spheroplasts. Cells
transformed by electroporation can be selected on the surface of solid media, thus
facilitating subsequent manipulation. Both the spheroplast technique and
electroporation have been applied to a wide range of yeasts and filamentous fungi.
DNA can also be introduced into yeasts and filamentous fungi by conjugation.
Heinemann & Sprague (1989) and Sikorski et al. (1990) found that enterobacterial
plasmids, such as R751 (IncPβ) and F (IncF), could facilitate plasmid transfer from E.
Coli to S. cerevisiae and Schizosaccharomyces pombe. The bacterial plant pathogen
Agrobacterium tumefaciens contains a large plasmid, the Ti plasmid, and part of this
plasmid (the transferred DNA (T-DNA)) can be conjugally transferred to protoplasts of
181
[Metni yazın]
S. Cerevisiae (Bundock et al. 1995) and a range of filamentous fungi (De Groot et al.
1998). T-DNA can also be transferred to hyphae and conidia.
2. Four types of plasmid vector have been developed: yeast episomal plasmids (YEps),
yeast replicating plasmids (YRps), yeast centromere plasmids (YCps), and yeast
artificial chromosomes (YACs).
3.
elements ha been elucidate and shown to be a short (~100 bp) AT-rich sequence
with the 17-bp core consensus WWWWTTTAYRTTTWGT where W = A or T, Y = C,
and R = A o G (Theis & Newlon 1997) Although plasmids containing an ars transfor
yeast very efficiently, the resulting transformant are exceedingly unstable. For
unknown reasons YRps tend to remain associated with the mother cell and are not
efficiently distributed to the daughter cell (Note: S. cerevisiae does not undergo
binary fissio but off daughter cells instead.) Occasional stable transformants are
found and these appear t be cases in which the entire YRp has integrated int a
homologous region on a chromosome in a manne identical to that of YIps
5.
► First, they all contain unique target sites for a number of restriction
endonucleases.
► Secondly, they can all replicate in E. coli, often at high copy number. This is
important, because for many experiments it is necessary to amplify the vector
DNA in E. coli before transformation of the ultimate yeast recipient.
► Finally, they all employ markers that can be selected readily in yeast and
which will often complement the corresponding mutations in E. coli as well.
► The four most widely used markers are His3, Leu2, Trp1, and Ura3. Mutations
in the cognate chromosomal markers are recessive, and non-revertin mutants
are available.
sequences located within the gene itself and which are referred to as downstream
activating sequences DASs). Noted that, when usin the phosphoglycerate kinase
(PGK) promoter, severa heterologous proteins accumulate to 1–2% o total cell
protein, whereas phosphoglycerate kinas itself accumulates to over 50%. These
disappointin amounts of heterologous protein reflect the level of mRNA which were
due to a lower level of initiatio rather than a reduced mRNA half-life Addition of
downstream PGK sequence restored the rate o mRNA transcription, indicatin the
presence of a DAS. Evidence for these DASs has been found in a number of other
genes.
7. The ideal promoter is one that is tightly regulate so that the growth phase can be
separated from th induction phase. This minimizes the selection of non-expressing
cells and can permit the expression of proteins normally toxic to the cell. The ideal
promoter will also have a high induction ratio. One promoter which has these
characteristics and which is now the most widely used is that from the GAL1 gene.
Galactose regulation in yeast is now extremely well studied and has become a model
system for eukaryotic transcriptional regulation
The first overexpression systems developed wer for S. cerevisiae and used
promoters from gene encoding abundant glycolytic enzymes, e.g. alcoho
dehydrogenase (ADH1), PGK or glyceraldehyde-3 phosphate dehydrogenase (GAP).
These are stron promoters and mRNA transcribed from them ca accumulate up to
5% of total. They were at firs thought to be constitutive but later were shown to be
induced by glucose .
The 69-residue binding subunit (Aga2p) is linked to Aga1p by two disulfide bonds. To
achieve surface display, the appropriate gene is inserted at the C terminus of a
vector-borne Aga2p gene under the control of the GAL1 promoter. The construct is
then transformed into a yeast strain carrying a chromosomal copy of the Aga1p gene,
also under the control of the GAL1 promoter. If the cloned gene has been inserted in
184
[Metni yazın]
the correct translational reading frame, its gene product will be synthesized as a
fusion with the Aga2p subunit. The fusion product will associate with the Aga1p
subunit within the secretory pathway and be exported to the cell In practice, the gene
fusion is somewhat more complicated. Usually the cloned gene product is
sandwiched between two simple epitopes to permit quantitation of the number of
fusion proteins per cell and to determine the accessibility of different domains of the
fusion protein.
9. Yeast artificial chromosomes can be used toclone very large fragments of DNA
When the first YACs were developed it was found that their segregative stability was
determined by their size. If the size of the YAC was less than 20 kb then centromere
function was impaired whereas much larger YACs segregated normally. Burke et al.
(1987) made use of this fact in developing a vector (Fig. 11.3) for cloning large DNA
molecules. One problem with large DNA molecules is that they are difficult to
manipulate in the liquid phase prior to transformation and keeping them intact is
verydifficult. Thus, many of the early YAC libraries had average insert sizes of only
50–100 kb. By removing small DNA fragments by PFGE fractionation prior to
cloning, Anand et al. (1990) were able to increase the average insert size to 350 kb.
By including polyamines to prevent DNA degradation, Larin et al. (1991) were able to
construct YAC libraries from mouse and human DNA with average insert sizes of 700
and 620 kb, respectively. Later, constructed a human library with an average insert
size of 810 kb and with some inserts as large as 1800 kb. The ability of YACs to
accept such large inserts means that, in principle, it should be possible for them to
carry the very large genes (>1 Mb) found in higher eukaryotes.
10. The precipitate must be formed freshly at the time of transfection. It is thought
that small granules of calcium phosphate associated with DNA are taken up by
endocytosis. The DNA then escapes and some reaches the nucleus and can be
185
[Metni yazın]
Expressed. The technique became generally accepted after used calcium phosphate
to increase the infectivity of adenovirus DNA. It is now established as a general
method for the introduction of DNA into a wide range of cell types in culture.
However, since the precipitate must coat the cells, this method is suitable for cells
growing in monolayers or in suspension, but not those growing as clumps. A variant
of the technique, using a different buffer system, allows the precipitate to form slowly
over a number of hours, and this can increase stable transformation efficiency by up
186
[Metni yazın]
13. BÖLÜM
HAYVANLARDA GENETİK
MODİFİKASYONLAR
187
[Metni yazın]
188
[Metni yazın]
Şekil 13.6 Transgenik fare, fare büyüme hormonu genine eklenen fare metalotionein promotoru içerir.
Bu fotoğraf yaklaşık 10 haftalık 2 erkek fareyi gösteriyor. Soldaki fare MGH geni ve 44g ağırlık
189
[Metni yazın]
içeriyor; geni olmayan diğer fare 29g ağırlığındadır. Genellikle, gen ekspreslenen fare kontrollere göre
2 ya da 3 kat hızlı büyür ve benzerlerinin 2 katı büyüklüğe ulaşır.
promotoru tarafından ekspreslenen, insan -globin geni taşıyan transgenik fare düşük sıklıkla
ekspresyon gösterir ve transgen ekspres yapan bu farelerde yalnızca mRNA da düşük seviyede
üretilir. (Magram ve ark.1985, Townes ve ark.1985). Ancak, ekspresyon yapısında LCR olması
pozisyon bağımsız ekspresyonu ve yüksek seviyesini doğrular (Grosweld ve ark 1987). Uzak
mesafelerde tekrar düzenlenen kromatini uyaran LCRs buna kanıttır. Örneğin, mürin immünoglobulin
190
[Metni yazın]
ağır zincir LCR, c-myc genine bağlı histon asetilasyonuna neden olduğu gösterilmiştir (Madisen ve ark.
1998). Transgen entegrasyon bölgesinde açık ökromatini heterokromatine çevirerek pozisyon
etkilerine karşı LCRs’in koruyucu olabildiği araştırılır (Festenstein ve ark.1996, Milot ve ark.1996).
ilgilenen okuyucular LCR araştırmalarında birkaç kapsamlı değerlendirmeye danışabilir (Bonifer 1999,
Grosveld 1999, Li ve ark.1999).
191
[Metni yazın]
için çok duyarlıdırlar. Diğer genler immünoglobulin ve elastaz gibi maddelere az duyarlı olduğu
görülür (Storb ve ark. 1984, Swift ve ark. 1984, Davis & MacDonald 1988). Bunun açık bir sebebi
olmamasına rağmen, az duyarlı transgenler bir şekilde kromatini tanımlamak ya da uyarmak için
kabul edilir. Bazı durumlarda, bu diziler iki transgeni aynı anda getirerek negatif pozisyon etkisine
duyarlı transgenleri korumak için kullanılmıştır (Clark ve ark.1992).
Bölge özel entegrasyon
Eğer rekombinaz için bir hedef bölge lokusa eklenebilirse, bölge özel rekombinasyon sistemleri
negatif pozisyon etkisini azaltmak için bilinen bölgeye transgeni ekleyerek kullanılabilir. Cre-loxP
sistemi memeli hücrelerinde bu etkiler için kullanılabilir (Fukushige & Sauer 1992).
193
[Metni yazın]
daha azında transgenik hayvanlara sebep olur. Donör hayvanlardan yumurtaların canlanması ve
taşıyıcı annelere transfer edilen yumurtaların reimplantasyonu daha az etkili bir prosedürdür ve alıcılar
ve donörleri çok sayıda olması gerekir. Yumurtalar kendilerini yönlendirmeleri oldukça zordur. Onlar
çok hassas olup opak olma eğilimindedirler. Pronüklei görmek için sık sık yumurtaları santrifüj etmek
gereklidir. Tavuklarda erkek ve dişi pronüklei bulunduğu yer germinal diskin stoplazması içine hassas
enjekte edilen DNA ve fertilizasyondan hemen sonra yumurtaların uzaklaştırılması mümkündür.
Bununla birlikte taşıyıcı anneye transgenik yumurtaların tekrar verilmesi mümkün değildir, bu yüzden
in vitro kültür edilmelidir. Bu prosedürü kullanarak, Love ve arkadaşları (1994) seksüel olgunluğa
ulaşan enjekte yumurtaların yaklaşık %5’ine eşit yedi civciv elde edildi. Yavru horoz transgen
integrasyonu için mozaik olarak belirtilen yavrularının bir kısmına transgenleri aktardı.
Transgenik tavuklar üretmek için retrovirüslerin kullanımı Bosselman ve arkadaşları tarafından
(1989) rapor edildi. Bu araştırmacılar yumurtalardaki neo genine taşınan replikasyon kusurlu
rekombinant retiküloendoteliosis virüs enjekte etti ve erkek kuşlara aktarılan vektör dizilerini yaklaşık
%8’inde buldu. Transgen bu kuşların bir kısmında germ hattına doğru taşındı ve 20 transgenik hat
ekspreslendi. 12. konuda tartışıldığı gibi, oncoretroviral vektörleri yalnızca bölünen hücreleri enfekte
edebilir, çünkü onlar yalnızca çekirdek zarı bozulduğunda çekirdeğe giriş kazanabilirler. Mitozis gibi
mayozis süresince nüklear zarf bozulduğunda Chan ve arkadaşları (1998) sığır oositlerinden izole
edilen perivitelin boşluğa replikasyon kusurlu retrovirüs vektörleri enjekte edilmesini takiben
transgenik sığır üretebildiler. Retroviral eklenme transgenik yavruların üretimi ile sonuçlanan, ikinci
mayotik bölünme süresince oldu. Aynı teknik sonra ilk primatı yani ANDİ2 olarak adlandırılan bir
rhesus maymunu üretmek için kullanıldı (Chan ve arkadaşları 2001),fakat teknik çok yetersizdi: 224
oosit, transgenik bir maymun üretmek için enjekte edildi; fazla sayıda transgenik fetüs sayısı başarısız
oldu. Nüklear bölünmeleri bağımlılığının yanı sıra, ontoretroviral vektörler de novo kayıplarına ve
transgen ekspresyon kayıplarına neden oldular. Bu problemler bölünmeyen hücrelere enfekte olabilen
lentivirüs vektörlerinin gelişimini daha çok ortaya çıkardı(sayfa 245). Bazı vektörler transgenik fare,
tavşan, sığır, domuz üretmek için kullanıldı (Louis ve arkadaşları 2002, Pfeifer ve arkadaşları 2002,
Hoffman ve arkadaşları 2003, 2004; Pfeifer 2004).
Araştırmalar yaklaşık 20 yıl sonra, fareler dışında hiçbir yerli memeliden ES hücrelerini elde
etmenin imkansız olduğunu kanıtlamıştır (ES hücreleri tavuklardan elde edilmesiyle birlikte kuşlar
için transgenik stratejiler geliştirmek için kullanıldı; Pain ve arkadaşları1999, Prelle ve arkadaşları
1999). Bir alternatif hedef olarak, bazı araştırmacılar primordial germ hücresi (PGCs), gametleri
oluşturan embriyonik hücreler elde etmek için çalışmışlardır. Bu morfolojik olarak ES hücrelerine çok
benzer olan embriyonik germ (EG) hücreleri olarak kültür edildi yada direk olarak transfer edildi ve
germ hattına doğrudan transformasyonu için bir yol sağladı (Resnick ve arkadaşları 1992). Tavuk
PGCs’i transgenik yavru üreten kimerik kuların gelişimine neden olan embriyodan çıkarılmış ve
rokombinant retrovirüsle enfekte olan germinal hilalden izole edildi (Vick ve arkadaşları 1993). Konak
194
[Metni yazın]
hayvana eklenen germ hattına sebep olan hücrelere uyum sağlamak zor olmasına rağmen, PGCs fare,
tavşan, sığır, domuzdan izole ve transforme edildi (Brinster2002). Son zamanlarda geliştirilen benzer
bir teknik, erkek PGCs’e transfeksiyon öncesi spermatogonia’nın(olgunlaşmamış sperm hücreleri)
olgunlaşmasına izin verdi. Bu hücreler transgenik spermin meydana geldiği testis içine yeniden
uygulanabildi. Bu metod başarılı şekilde transgenik fare ve domuz üretmek için kullanılmaktadır (Kim
ve arkadaşları 1997, Honaramooz ve arkadaşları 2003).
195
[Metni yazın]
Tavşanlar, koyun, domuz, sığır gibi çiftlik hayvanlarında farelere göre sürecin daha uygun
olmasına rağmen, memelilerde nüklear transfer son 10 yılda başarı ile uygulandı. İlk durumda donör
nüklei morula yada blastosist evresindeki embriyo ve transfekte yumurta ya da pipet ile nukleusu
uzaklaştırılmış oositten elde edilmiştir(Smith & Wilmut 1989, Willadsen 1989, Collas & Robl 1990,
McLaughlin ve arkadaşları 1990). Donör nukleus, somatik hücre ve yumurta arasında birleşme ile
sağlanabilir. Bunu başarabilmek için kalsiyum iyonları hareketliliği sağlayarak embriyonik gelişim
aktifleştirilirken, kısa elektrik titreşimleri uygulandı.
Megan ve Morag (şekil 13.7) adlı iki canlı kuzu kültür edilmiş hücrelerden nüklear transferle
üretildiği zaman 1995’te büyük ilerleme yapıldı (Campbell ve arkadaşları 1996). Bu kültür edilmiş
hücre kullanılarak memelilere nüklear tranferin mümkün olduğunu ortaya koymuştur. Yetişkin bir
memelinin epitelyum hücresinden nüklear transferi takiben, aynı grup daha sonra Dolly’nin (şekil13.8)
doğumunu bildirdi (Wilmut ve arkadaşları 1997). Bu farklılaşmış yetişkin hücreden nüklear transferle
üretilebilecek ilk memeliydi ve insan klonlama olasılığı halk ve araştırmacılar arasında çokça
tartışmaya yol açtı(Johnson1998). Verici ve alıcı hücre arasında senkronizasyonu sağlayan kültürdeki
hücrelerin hareketsizliği deneylerin başarısında kritik faktör oldu (Wilmut ve arkadaşları tarafından
yayınlandı 2002). Dolly’nin üretimi için, büyüme faktörlerinin eksikliğinden dolayı hücre
döngüsünden çekilmeye neden olan bu hücreler kültür ortamında serumun seviyesini düşürerek
başarılı oldular. Bununla birlikte, başarı oranı çok düşüktü: transplantasyonu takiben olan nüklear
tekrar programlama olayının anlaşılmasındaki temel eksikliğin sonucu, 250 deneyin yalnızca birinde
yaşayan bir kuzu üretilebildi (Shi ve arkadaşları 2003). Benzer transfer deneyleri Wilmut ve
arkadaşları tarafından gelişen çeşitli transfer metodlarıyla fare, inek, domuz, keçi, kedi, köpek, tavşan,
katır ve sıçan da yapılmıştır (Cibelli ve arkadaşları 1998, Wakayama ve arkadaşları 1998, Baguisi ve
arkadaşları 1999, Polejaeva ve arkadaşları 2000, Shin ve arkadaşları 2002, Chesne ve arkadaşları
2002, Galli ve arkadaşları. 2003, Woods ve arkadaşları 2003, Zhou ve arkadaşları 2003, Lee ve
arkadaşları 2005; Denning & Priddle 2003, Edwards ve arkadaşları 2003). Ilk olarak klonlanmış bir
insan üretildi diye kanıtlanmamış iddialar ortaya koyan çeşitli kişilere, uluslara, dini mezheplere
rağmen, şimdiye kadar klonlanmış bir primat üretimi başarısız oldu. Vahşi soyu tükenmiş olan türleri
temsil eden hayvanları ve kopyalanan nadir hayvanların fizibilitelerine bakılarak birçok proje devam
etmektedir. Örneğin, enfeksiyondan aynı gün ölmesine rağmen, 2001’de klonlanmış guar (Asya’da
nesli tükenmekte olan yerli bir tür öküz) taşıyıcı bir inekte doğdu.
Yerli memelilere nüklear transfer transgenik hayvanların üretilmesi için yeni bir yol sağlar.
Bu nüklear transfer için donör nükleinin kaynağı olarak kullanılan kültür hücresine DNA girişini
içerir. Nüklear transfer aşamasından önce yüksek seviyede transgen ekspresyonu için transforme
hücrelerin taranabilmesini içeren mikroenjeksiyon gibi, hücre temelli strateji geleneksel tekniklerden
çok daha fazla avantajlıdır. Transfer yapılmış hücre hattından nüklear transferle transgenil memelinin
üretimini ilk olarak Schnieke ve arkadaşları (1997) başardı ve onlar fetal koyun fibroblastlarına insan
196
[Metni yazın]
faktör 9 geni ekleyen ve tanımlanan yumurtalara nüklei transfer etmişlerdir. Sonuç olarak üretilen
koyun olan Polly’nin sütünde rekombinant protein üretilir ve biyoreaktör olarak kullanılabilir(ünite
26). McCreath ve arkadaşları (2000) somatik hücreden, hedef gen tarafından değişikliğe uğratılmış
genom nüklear transferle transgenik koyun üretmeyi başardı. Yabancı gen, kuzuya COL1A1 bölgesine
eklendi ve yüksek seviyede ekspreslendi. Nüklear transfer fareden başka gen knockout üretmek için
ilkin memelilerde kullanıldı: Denning ve arkadaşları (2001) klonlanmış kuzular ürettiler. Bunu
maymun, kuzu ve domuz gibi hayvanlardan organların transplantasyonu, xenoplantasyona engel
sorundan biri insan immün sistemi uyandıran proteine karbonhidrat grupları eklenerek bir enzim
kodlayan GGTA1 geni ya da öncül protein kodlayan PRP geninin bozulması hedeflenerek yapıldı.
2002’de iki bağımsız çalışan grup tarafından domuzlarda GGTA1 geninin hedeflenen bozulmasını
bildirildi (Dai ve arkadaşları 2002, Lai ve arkadaşları 2002). Bu raporların her birinde otozomal hedef
genlerin yalnızca bir aleli bozuldu. İlk homozigot GGTA1 knockout domuzlar, ilk klonlanan
domuzlardan elde edilen heterozigot hücreler kullanılarak Phelps ve arkadaşları tarafından (2003)
üretildi. Deneyin amacı hedef gen tarafından ikinci GGTA1 alelini bozmaktı ve sonra seçilen hücreler
bir mantar toksin kullanılarak eksiltildi. Bununla birlikte, diğer analizlerde GGTA1 geninin
kendiliğinden nokta mutasyonuyla ikinci aleli ürettiği açıklandı, bu yüzden domuzların iki aleli
olmamasına rağmen domuzlar heterezigottu.
Şekil13.7 Megan ve Morag, ilk koyun kültür edilmiş hücrelerden nüklear transferle üretilmiştir. Roslin
enstitüsü, Edinburgh izni ile üretilmiştir.
197
[Metni yazın]
Şekil13.8 Dolly ve onun kuzusu Bonnie. Dolly yetişkin hücreden nüklear transferle oluşturulabilen ilk
memelidir. Roslin enstitüsü, Edinburgh izni ile üretilmiştir.
198
[Metni yazın]
199
[Metni yazın]
200
[Metni yazın]
Şekil13.9 Heterolog ekspresyon sistemi olarak Xenopus oocytes kullanarak fonksiyonel ekspresyon
klonlama için yöntem
201
[Metni yazın]
replikasyonu saklanan maternal gen üretimlerine dayanır, bu yüzden kromatin birleştirme proteinleri
ve replikasyon enzimleri stoğudur. Xenopus yumurtalarına enjekte edilen ekzojen DNA sebebiyle
kromatin içine hemen eklenir ve nükleusta olan hızlı DNA sentezi ile uyumlu replikasyon geçirir
(Leno & Laskey 1991). Etkin ve arkadaşları (1987) Xenopus embriyolarına enjekte edilen DNA’ların
çeşitlerinin replikasyonlarını analiz ettiler. Çeşitli plazmitler farklı uzunluklarda arttığı bulunmuştur.
Bu basit bir plazmitin boyutu ile ilgili de değildir, inhibe edilen replikasyon dizilerinin varlığını
yansıtır. Replikasyon enjekte moleküllerin konformasyonuna ve sayısına bağlı olduğu da bulunmuştur
(marini ve arkadaşları 1989).
Balığa gen transferi genellikle mikroenjeksiyonla taşındı, fakat başka metotlar ortaya
çıkıyor
Balık transgenesisi örneğin zebra balığı (Danio rerio), medaka (Oryzias latipes) gibi model
türlerin gen fonksiyonlarını ve regülasyonlarını çalışmak için, somon ve alabalık gibi ticari olarak
önemli türlerin özelliklerini geliştirmek için kullanılabilir. Balıklarda gen transfer teknolojisi, ağırlıklı
olarak transgen ekspresyonu kontrol etmek için uygun regülatör elementin eksikliğinden dolayı,
memelilerin gerisinde kalmıştır. İlk transgenik balık memeli ya da viral düzenleyici elementlerle
hareket eden transgenler taşıdı ve onların performansları önemli ölçüde değişti. Örnek olarak,
alabalıkta büyüme hormon genleri ekspresyonu için girişimler başlangıçta küçük başarılar ile
karşılaşıldı ve bu memeli intronlarını doğru işlemek için, balık hücrelerinin yetersizliği nedeniyle
olmuş olabilir (Betancourt ve ark. 1993). Bununla birlikte, balık döllenme ve gelişme dış ortamda
olmasından, haploid ve tek aileli diploid embriyolar üretebilme kolaylığı ve kendi doğurganlığı dahil
birçok nedenden avantajlı deney sistemleridir (Ihssen ve ark.1990). Kurbağa benzeri, balık
yumurtalarına ve erken embriyolara DNA’nın enjeksiyonu geçici replikasyona ve entegre olmayan
transgenlerden ekspresyona yol açar, böylece balıklar kurbağa benzeridir ve kısa süreli ekspresyon
deneyleri için kullanılabilir (Vielkind 1992). DNA’nın bir kısmı germ hattına taşınımı ve transgenik
balık hatlarının üretiminden dolayı genoma entegre olur ( Iyengar ve ark.1996, Zbikowska 2003).
Balığa DNA entegrasyonunu arttırmak için entegre DNA elementlerinden saflaştırılmış enzimlerin
kullanılmasına dayanan yeni metotların geliştirilmesinde son zamanlarda ilerleme olmuştur (örnek
olarak transpozonlar ve retrovirüsler). Zebra balığı embriyolarına ekzojen genlerin başarılı transferi
için hibrid tekniğin gelişmesini takiben Retroviral vektörler kullanılıyor. Bu hibrid teknikte
entegrasyon verimliliğini önemli ölçüde arttıran ve erken transgen entegrasyonu ile sonuçlanan
saflaştırılmış retroviral integraz ile zebra balığı embriyolarına DNA enjekte edilmiştir . Bu aynı
fonksiyonu gerçekleştirebilen doğal balık enzimleri için araştırmayı harekete geçirdi, fakat maalesef
tüm balık transpozonları enzim aktivitesi tahrip olan diğer mutasyonlar veya delesyon içerenlerden
izole edildi. Bu problem birçok balık transpozon dizileri toplanarak ve Sleeping beauty olarak bilinen
sentetik transpozon sistemiyle sonuçlanan teorik ideal dizilerden kaynaklanarak ele alındı. Zebra
balığına gen transfer vektörü olarak bilinen Sleeping beauty’nin kullanımı 20 kat daha transgen
entegrasyonunun verimliliğini arttırır ve diğer balık türleri içinde kullanımı uygun olabilecektir
(Zbikowska 2003). Son zamanlarda, elektroporasyon ya da parçacık bombardımanı gibi metotlar ve
sperm aracılığıyla gen aktarımı balık transgenesisi için başarı ile kullanılabilir. Yeni teknik amfibiler
203
[Metni yazın]
için açıklanan REMI tekniğine benzer bir prosedür olan sperm aracılığıyla DNA transferini takiben
plazmit DNA ile spermin elektroporasyonu uygulandı.
204
[Metni yazın]
arka kutbuna mikroenjekte edildi. Sitoplazma henüz hücrelere bölünmediğinde, embriyolar sinsityal
blastoderm aşamada enjekte edildi( şekil 13.10). Arka kutup seçildi, çünkü burası germ hattının
kaynağıdır ve bu bölgede P element DNA germ hücrelerinin bir kısmında genoma eklenebilmesi
umulur.
Döl hatlarının bölmeleri P elementinin politen kromozomlara in situ hibridizasyonla açığa
kavuşan 5 büyük kolda çeşitli bölgelere entegre olduğunu gösterdi. P element entegrasyonu
transpozisyonla oldu, entegrasyon rastgele değildir. Bu sınırlı DNA southern blotla incelenerek ispat
edildi ve rekombinant plazmitte varolan pBR322 DNA entegre P elementi ile yandaş olmadığı
gösterildi (Spradling & Rubin 1982). Enjekte plazmit DNA transposaz üretmek için entegrasyondan
önce bazı seviyelerde ekspreslenmiş olmalıdır.
Bu deney germ hücrelerinin kromozomlarında çeşitli bölgelere enjekte plazmitlerden yüksek
etki ile taşınabilen P elementi olduğunu gösterdi. Her dölde entegre P elementlerinin en az biri M
sitotip yumurtalara sonraki çaprazlamada yüksek mutasyon olabilmesinin nedeni olarak fonksiyonel
kaldı.
sineklerde her yerde rosy ekspreslenir. Seçilebilir işaretler transforme sinekleri tanımlamak için
görünür işaretlerin yerine kullanıldı. Bunlar alkol dehidrogenaz geni adh ve neo içerirler. Diğer göz
renkleri beyaz ve parlak kırmızı gibi alternatif görülebilir işaretler kullanıldı.
Şekil 13.11 de basit P element vektörü gösterildi(Rubin&Spradling 1983). bakteriyal vektör
pUC8de klonlanan P elementini içerir. P elementinin çoğu rosy geni tarafından değiştirildi, fakat
transposizyon için özellikle uç tekrarlar muhafaza edildi. Vektör, eklenen yabancı diziler için
polylinker’lar içerir. Enjekte edilen larvanın genomuna rekombinant vektörün transpozisyonu in trans
transposaz sağlayan fakat korunmuş uç tekrarların birindeki delesyondan dolayı kendisi aktarılamayan
yardımcı P elementi ile birlikte enjekte edilerek verildi. Böyle bir eleman kesik uçlu kanatlar olarak
adlandılır (Karess & Rubin 1984). Alternatif bir strateji saflaştırılmış transposaz proteinlerini enjekte
etmektir (Kaufman & Rio 1991). Rekombinant elementin içerdiği boyut transpozisyon sıklığını
azalttığı görülmesine rağmen P element vektörünün kapasitesi büyüktür.40 kb ın üzerinde diziler
sineklere başarıyla tanıtıldı ve bu P elementleri kullanılarak (klonlanan vektör gibi kullanılan hibrid
plazmit) cosmid kütüphaneler kuruldu.
206
[Metni yazın]
Şekil 13.10 Drosophila’nın erken embriyogenezi. DNA germline hücreleri içinde birleştirilen havuz
hücre şeklinde posteriora ve öncül embriyoya enjekte edildi.
207
[Metni yazın]
208
[Metni yazın]
diziler ve işaretleyiciler FRT bölgesini çevreler (şekil 13.12a). Aynı sinekte 3 elementin hepsi olduğu
zaman, sinekler ısı şoku olur. FLP enzimi işaretleyici gen, homolog bölge ve basit FRT bölge içeren
halkasal element olarak donör molekülleri alır. Aynı anda, I-Sce1 enzimi şekil 13.4de gösterilen
insersiyon tip elemente anolog bir yapı gibi üretilerek homolog bölgeli donör moleküllere ayrılır.
Donör diziler hedefleri ile sıralanır ve endogen genin hedeflenen tahribatı ile sonuçlanan homolog
rekombinasyona uğrar.(şekil 13.12b)
Şekil 13.12 Drosophila’da hedef gen. Bu örnekte, hedef lokus X kromozomundadır ve mor kutularla
açıklanmıştır (sol panelde). 3 P elementi ile sinekler bağımsız transforme çizgiler kullanılarak yapıldı.
bu örnekte, element, diğer otozom bulunan donör diziler içerirken (A)(sağ alt panel), elementler aynı
otozomda bulunan I-Sce1 ve flp transgenleri içerir(A)(sağdaki panel). (a) I-Sce1 ve flp transgenlerin
ekspresyonu (b) donör yapıda görev alan cevap oluşturan enzimlerin üretilmesini sağlar (c) donör
molekülleri lineerleştirerek üretir. Sol alt panelde, (d) bu hedef lokusla ve hedef geni çoğaltan
rekombinasyonla sinapsisleri gösterir.(e) Hedef gen, işaretleyiciler ve FRP bölgesiyle kesilir. Halka
FLP enzimidir, ok FRP bölgesidir, üçgen I-Sce1dir, mor çubuk I-Sce1 hedef bölgesidir.
Hedeflenen olayları kurtarmak için, ısı şoklanan sinekler doğal suşlara eşleştirildi. Bu
melezlemede çoğu dölde işaretli genler kayboldu çünkü FLP kesilip alınan donör molekül, genellikle
kayboldu. Ancak, hedefleme nerede başarılı olduysa, işaretler yavrularda olacaktır ve ilgili fenotipi
gösterecektir. Hedeflenen sürecin her evresi farklı şekillerde doğrulanabilir. Donör sekanslarının
kesilip alınması FLP ekspresyonu ile doğrulanabilir, yalnızca bozulmamış donör element iki FRT
bölgesine bağlı işaretleyici gene sahiptir. Bununla birlikte, işaretleyiciler homolog rekombinasyon gibi
rastgele entegrasyon yoluyla kesilip alınma FLP aracılığıyla hayatta kalmaktadır. Bu nedenle,
hedeflenen olaylar Southern blot hibridizasyon ve PCR gibi moleküler analiz ve genetik bağlantılı
analizle bağlantılı olmalıdır. Memelilerde hedeflenen gibi, Drosophila’da hedeflenen etki lokus
bağımlı ve homolog bölgenin uzunluğu ile ilgilidir. Memelilerde durumun aksine, transfeksiyonla
209
[Metni yazın]
memeli hücrelerine eklenen yüz ya da binlerce hücrede (eğer hücre G2de ise) en fazla iki donör
molekül vardır. Bu araştırmalar, In vivo donörler homolog rekombinasyon için egzojen olarak verilen
DNA’dan daha etkili substratları olduğunu gösteriyor.
Farelerde hedef gen için olduğu gibi, Drosophila hedefleme stratejisi homolog bölgenin
kopyalanmasına yol açar. Ancak, Drosophila genleri, tüm gen bulunması gereken durumlarda etkili
rekombinasyonu kolaylaştırmak için yeterli benzerlik, memelilerdekine kıyasla küçük olabilir. Tüm
geni kapsayan homolog bölgede hedef lokusun mutasyonu sağlamak için çeşitli şekiller gösterilmiştir.
Şekil 13.13’te I-Sce1bölgesinin her iki bölgesinde iki nokta mutasyonunun oluşması gösterilir. Bu
farklı mutasyonlar saklayan her bir kopya işaretleyicilerle ayrılan tüm hedef genin ardışık
çoğaltılmasını üretir.
Şekil 13.13 Drosophila’ da hedeflenen mutasyonlar oluşturmak için şekil. Hedeflenen yapı I-
Sce1bölgesinin diğer yanında nokta mutasyonu içerir, bu yüzden homolog rekombinasyonla insersiyon
farklı mutasyonlar içeren hedef genin iki kopyasını içerir. iki mutasyonun varlığı yaban tipe
dönüşmeyi önlemesine rağmen, duplikasyonları çözmek için spontan intrakoromozomal
rekombinasyon Drosophila’ da gözlenmemiştir.
210
[Metni yazın]
Independently derived transgenic animals and plants carrying the same expression construct often
show variable levels and patterns of transgene expression. In many cases, such variation is dependent
on the site of transgene integration, and this phenomenon has been termed the position effect. Position
effects result from the influence of local regulatory elements on the transgene, as well as the
architecture of the surrounding chromatin.
2)How can use yeast artificial chromosome (YAC) in transgenic mice? Describe one method that only.
The transfer of large DNA segments to the mouse genome has been achieved by transformation with
yeast artificial chromosome (YAC) vectors. Scientists
were the first to report transformation of ES cells with a YAC vector, via fusion with yeast
spheroplasts. The vector contained the entire human HPRT locus, nearly 700 kb in length. The
disadvantage of this method is that the endogenous yeast chromosomes were co-introduced with the
vector.
It is also possible to introduce chromosomes and chromosome fragments into ES cells using a
technique called microcell-mediated fusion. This involves the prolonged mitotic arrest of cultured
human cells, using an inhibitor such as colchicine. Eventually, the nucleus breaks up into vesicles
containing individual chromosomes, which can be rescued as microcells comprising a nuclear vesicle
surrounded by a small amount of cytoplasm and a plasma membrane.
Homologous recombination has also been used to exchange the coding region of one gene for that of
another, a strategy described as “gene knock-in”. This has been used, for example, to test the ability of
the transcription factors Engrailed-1
and Engrailed-2 to compensate for each other’s functions. Scientists replaced the coding region of the
engrailed-1 gene with that of engrailed-2, and showed that the engrailed-1 mutant phenotype could be
rescued. A more applied use of gene knock-in is the replacement of parts of the murine
immunoglobulin genes with their human counterparts, resulting in the production of humanized
antibodies in transgenic mice.
The injection of sperm heads directly into the cytoplasm of the egg can overcome infertility in
humans. It has been shown that sperm heads bind spontaneously to naked plasmid DNA in vitro,
suggesting that sperm injections could be used to achieve transformation. This was demonstrated by
scientists, who mixed mouse sperm with plasmid DNA carrying the gene for green fluorescent protein
(GFP). These sperm were injected into unfertilized oocytes, and a remarkable 94% of the resulting
embryos showed GFP activity.
211
[Metni yazın]
One of the early successes in transgenic mouse methodology was the expression
of rat growth hormone, resulting in transgenic mice up to twice the size of their non-transgenic
siblings. The role of growth hormone in amphibian metamorphosis has now been examined by
expressing Xenopus growth hormone in transgenic frogs. The transgenic tadpoles developed at the
same rate as control tadpoles, but typically grew to twice the normal size. After metamorphosis, the
transgenic frogs also grew much more quickly than controls and showed skeletal defects.
8)What is the fundamental difference between animals and plants in tissue cultures?
A fundamental difference between animals and plants is that organized, differentiated plant tissue
shows a high degree of developmental plasticity. Depending on the species, isolated stem segments
leaf disks, or seed-derived callus tissue may be able to regenerate an entire new plant under
appropriate culture conditions.
9)What is the tissue culture? Which tissues use generally for tissue culture?
Tissue culture is the process whereby small pieces of living tissue (explants) are isolated from an
organism and grown aseptically for indefinite periods on a nutrient medium. The usual explants are
buds, root tips, nodal stem segments or germinating seeds, and these are placed on suitable culture
media where they
grow into an undifferentiated mass known as a callus.
Protoplasts are very useful for genetic manipulation for two reasons: first, several transformation
protocols have been developed that work specifically with protoplasts; and second, because under
certain conditions, protoplasts from similar or contrasting cell types can be fused to yield somatic
hybrids, a process known as protoplast fusion.
11)What is callus and which parts of plants can be used to form callus?
Callus is an undifferentiated mass derived from plant tissue. The usual explants are buds, root tips,
nodal stem segments or germinating seeds, and these are placed on suitable culture media where they
grow into an undifferentiated mass known as a callus.
12)What is the hormone, carbon source, organic sources in plant tissue cultures?
There are five main classes of plant hormones: auxins, cytokinins, gibberellins, abscisic acid, and
ethylene. Organic nutrients such as casein hydrolysate, coconut water or yeast extract may also be
required. Organic nitrogen source(one or more amino acids), and sucrose as a carbon source.
212
[Metni yazın]
14. BÖLÜM
213
[Metni yazın]
Giriş
Bitkiler yararlı ürünlerin birçok çeşidini insana sağlarlar: gıda ve hayvan yemi, elyaf ve
yapısal malzemeler, ilaç, aroma ve reklendirici olarak kullanılabilen küçük moleküller. Tarihin ilk
çağlarından itibaren bu ürünler için bitkiler yetiştirilmektedir ve o zamandan beri insanlar birçok
yararlı çeşidini ve daha iyi performanslı olanları seçerek ve onları üreterek bitkileri geliştirmek için
çalışmışlardır. Bu yaklaşımın bir engeli, türlerin cinsel uyumlu grupla ya da tüm türlerde mevcut gen
havuzunu sınırlandıran yetiştiricilerdir. Bu engeli aşmak için, bitkilere gen transfer çalışmalarının
gelişmesi gereklidir. 1960 ve 1970ler süresince bitki dokularına DNA transfer etmek için birçok
deneme kaydedildi fakat kararlı bir transformasyon sağlanamadı (Stroun ve ark.1966, Coe ve Straker
1966). Transgenik tütün bitkileri toprak bakterisi Agrobacterium tumefaciens kullanılarak
transformasyonla üretildikleri zaman, 1981’de germ hattı’na doğru kararlı iletimle bir bitkiye yabancı
DNA’nın eklenmesi sağlandı (Otten ve ark. 1981). Bu çalışmaları takip eden 25 yılda, yabancı
genleri, hem bitki hücre ve dokularına doğrudan DNA transferini içeren alternatif stratejileri, hem de
A. tumefaciens kullanılarak 100’ün üzerinde bitki türüne ekleyebildiler. Ayrıca, bitki virüsleri yüksek
seviyede gen ekspresyonuna izin vermesi için çok amaçlı epizomal vektörler olarak geliştirildi. Bu
araştırma beslenme özelliklerinin iyileştirilmesi, strese toleransı geliştirmek, hastalıklara ve pestlere
onları dirençli yapmak ve hatta tedavi edici proteinler ve endüstriyel enzimler üreten fabrikalar gibi
davranan bitkilerin düzenlendiği tarımsal biyoteknoloji endüstrisi kuruldu (ünite 16).
Hayvanlar ve bitkiler arasında temel farklılık; farklılaşmış bitki dokularında, gelişimsel
plastisitenin yani şekil alabilirliğin yüksek seviyelerini göstererek organize edilir. Türlerine bağlı
olarak, izole edilen gövde parçaları, yaprak diskleri veya tohum kaynaklı kallus dokusu (organize
olmamış şekilsiz dokular topluluğu) uygun kültür koşulları altında yeni bir bitkide rejenere olabilir.
Birçok bitki türleri için, doku kültür adımının bazı çeşitleri transgenik bitkilerin başarılı bir şekilde
üretilmesi için bu yüzden gereklidir. Doku kültürü için ihtiyaç minimize edilmede ve elemede
bitkilerin transformasyon stratejilerinin kullanılması bu günlerde artarak ilgilenildiği unutulmamalıdır.
oluşturan bitki hücreleri için, farklılaşmamış evrede muhafaza edilen hücreler için bitki hormonlarının
(fitohormon) dengeli miktarını içeren besleyici ortam esastır. Bitki hormonlarının 5 ana sınıfı vardır:
sitokininler, oksinler, giberellinler, absisik asit ve etilen (şekil14.2). Oksin ve sitokininin doğru miktarı
kallus kültürü için çok önemlidir ve tüm türler ve eksplant tipler için uygun miktarların tespit edilmesi
gereklidir. Düşük oksin/sitokinin oranı kökün formasyonunu yüksek oranda desteklerken filiz
oluşumuna yol açar. Diğer hormonlar için şartlar türlere ve eksplantlara göre değişir. Absisik asit
somatik embriyogenes gibi belirli gelişimsel olayları korumak için kullanılmasıyla ilgiliyken, bazı
explantlar devam eden büyüme için GA3 gibi giberellinlerin varlığına gerek duyar. Hücre büyümesi
inhibe edilen kültür hücreleri tarafından doğal olarak bazı zamanlar üretilen etilene rağmen, etilen
doku kültüründe nadir olarak kullanılır. Yaygın olarak kullanılan besiyerlerin çoğu inorganik tuzlar
makroelementler ve mikroelementler gibi eser metaller, tiamin ve miyoinositol gibi esansiyel
vitaminler, organik nitrojen kaynakları (genellikle bir ya da daha fazla amino asit) ve karbon kaynağı
olarak sukroz içerirler. Kazein hidrolizat, hindistan cevizi suyu ve maya özü gibi daha kompleks
organik besinlere de gereksinim duyulabilir. Birçok bitki kültürü besiyeri jel ajanları içerir ve bu
yüzden bitkiler besiyer yüzeyinde tıpkı toprakta olduğu gibi büyür ve kök salarlar.
215
[Metni yazın]
216
[Metni yazın]
Şekil 14.2 Bitki büyüme regülatörleri, fitohormonlarına ait bazı kimyasal yapılar
217
[Metni yazın]
kültürde yıkandı ve sukroz tamponuyla flotasyonla (ayırma yöntemi) hücre artıkları sağlam
hücrelerden ayrıldı (14.3). Besin ortamına konulduğunda, protoplastlar 5-10 gün içinde yeni hücre
duvarını sentezleyecektir ve sonra hücre bölünmesi başlayabilir.
218
[Metni yazın]
Independently derived transgenic animals and plants carrying the same expression construct often
show variable levels and patterns of transgene expression. In many cases, such variation is dependent
on the site of transgene integration, and this phenomenon has been termed the position effect. Position
effects result from the influence of local regulatory elements on the transgene, as well as the
architecture of the surrounding chromatin.
2)How can use yeast artificial chromosome (YAC) in transgenic mice? Describe one method that only.
The transfer of large DNA segments to the mouse genome has been achieved by transformation with
yeast artificial chromosome (YAC) vectors. Scientists
were the first to report transformation of ES cells with a YAC vector, via fusion with yeast
spheroplasts. The vector contained the entire human HPRT locus, nearly 700 kb in length. The
disadvantage of this method is that the endogenous yeast chromosomes were co-introduced with the
vector.
It is also possible to introduce chromosomes and chromosome fragments into ES cells using a
technique called microcell-mediated fusion. This involves the prolonged mitotic arrest of cultured
human cells, using an inhibitor such as colchicine. Eventually, the nucleus breaks up into vesicles
containing individual chromosomes, which can be rescued as microcells comprising a nuclear vesicle
surrounded by a small amount of cytoplasm and a plasma membrane.
Homologous recombination has also been used to exchange the coding region of one gene for that of
another, a strategy described as “gene knock-in”. This has been used, for example, to test the ability of
the transcription factors Engrailed-1
and Engrailed-2 to compensate for each other’s functions. Scientists replaced the coding region of the
engrailed-1 gene with that of engrailed-2, and showed that the engrailed-1 mutant phenotype could be
rescued. A more applied use of gene knock-in is the replacement of parts of the murine
immunoglobulin genes with their human counterparts, resulting in the production of humanized
antibodies in transgenic mice.
The injection of sperm heads directly into the cytoplasm of the egg can overcome infertility in
humans. It has been shown that sperm heads bind spontaneously to naked plasmid DNA in vitro,
suggesting that sperm injections could be used to achieve transformation. This was demonstrated by
scientists, who mixed mouse sperm with plasmid DNA carrying the gene for green fluorescent protein
(GFP). These sperm were injected into unfertilized oocytes, and a remarkable 94% of the resulting
embryos showed GFP activity.
219
[Metni yazın]
One of the early successes in transgenic mouse methodology was the expression
of rat growth hormone, resulting in transgenic mice up to twice the size of their non-transgenic
siblings. The role of growth hormone in amphibian metamorphosis has now been examined by
expressing Xenopus growth hormone in transgenic frogs. The transgenic tadpoles developed at the
same rate as control tadpoles, but typically grew to twice the normal size. After metamorphosis, the
transgenic frogs also grew much more quickly than controls and showed skeletal defects.
8)What is the fundamental difference between animals and plants in tissue cultures?
A fundamental difference between animals and plants is that organized, differentiated plant tissue
shows a high degree of developmental plasticity. Depending on the species, isolated stem segments
leaf disks, or seed-derived callus tissue may be able to regenerate an entire new plant under
appropriate culture conditions.
9)What is the tissue culture? Which tissues use generally for tissue culture?
Tissue culture is the process whereby small pieces of living tissue (explants) are isolated from an
organism and grown aseptically for indefinite periods on a nutrient medium. The usual explants are
buds, root tips, nodal stem segments or germinating seeds, and these are placed on suitable culture
media where they
grow into an undifferentiated mass known as a callus.
Protoplasts are very useful for genetic manipulation for two reasons: first, several transformation
protocols have been developed that work specifically with protoplasts; and second, because under
certain conditions, protoplasts from similar or contrasting cell types can be fused to yield somatic
hybrids, a process known as protoplast fusion.
11)What is callus and which parts of plants can be used to form callus?
Callus is an undifferentiated mass derived from plant tissue. The usual explants are buds, root tips,
nodal stem segments or germinating seeds, and these are placed on suitable culture media where they
grow into an undifferentiated mass known as a callus.
12)What is the hormone, carbon source, organic sources in plant tissue cultures?
There are five main classes of plant hormones: auxins, cytokinins, gibberellins, abscisic acid, and
ethylene. Organic nutrients such as casein hydrolysate, coconut water or yeast extract may also be
required. Organic nitrogen source(one or more amino acids), and sucrose as a carbon source.
220
[Metni yazın]
221
[Metni yazın]
DNA, hücre kültürü, kallus, protoplast, doku eksplantları, gametler, tohumlar, zigot, embriyo,
veyahut da organlar bitkinin tamamına aktarılabilir ve DNA transfer sürecinin kendisinden ziyade
bu materyallerden tekrar fertil bitkinin oluşturulması, bitki genetik mühendisliğini sınırlayan bir
adımdır. Aynı zamanda hayvan hücre kültürlerinde olduğu gibi, rekombinant protein veya
metabolitlerin üretildiği transforme edilmiş bitki hücre hatlarının ya da dokularının oluşturulması,
ticari olarak önemli ürünler elde etmek için biyoreaktör olarak kullanılabilir.
222
[Metni yazın]
223
[Metni yazın]
Tümör oluşturma özellikleri sağlıklı bir bitkiye aktarıldığında, doku kültüründeki kallusta,
normal hücrelerin in-vitro büyümesi için gerekli olan fitohormonların yokluğunda bile,
sınırlanamayan bir büyüme kapasitesi vardır. Bazı a.a kalıntıları, oktopin, nopalin gibi opinlerin
sentezi, normal bitki dokularında bulunmaz.
224
[Metni yazın]
Opin metabolizması taç tümörü hastalığının merkezi düzenleyicisidir. Bitki hücresinin Agro
ile muamele olması üzerine bitkide, opin sentezi başlar. Üretilen opinin tipi, konak bitki ile değil,
bakteriyal suş ile alakalıdır. Genellikle bakteri, opini karbon ve nitrojen kaynağı olarak kullanır.
Böylelikle, tümör oluşturmak için oktopin kullanan bakteri oktopin, nopalin kullanan bakteri ise
nopalin sentezi yapar.
225
[Metni yazın]
nopalin grubuna ait olan diğerleri, birbirlerinden oldukça farklıdır. Gruplar arasında, tümör
oluşumunun dışında diğer sorumlu genleri içeren, homoloji gösteren dört bölge vardır.
Ti plazmid DNA’sının tamamı değil, fakat yaklaşık 23 kbç’lik bir kısmı bitkinin tümör
hücrelerindeki nüklear DNA’nın rastgele herhangi bir kısmına entegre olur. Bu DNA parçası “T-
DNA” (transfer DNA) olarak isimlendirilir ve transformasyonu gerçekleştirilen dokuda hem opin
sentezleme hem de kontrolsüz büyüme yeteneği sunan genler taşır.
Fakat bu genler, gen transferi için zorunlu değildir ve yabancı DNA parçası ile değiştirilebilirler.
Nopalin tipi plazmid T-DNA sekanslarının yapısı ve organizasyonu genellikle basittir. Tek bir
bütünleşik segmentleri vardır. Tam tersi oktopin tipi T-DNA ise, tümör oluşumu için gerekli
genler (TL), ve opin sentezi için gerekli genler (TR) olmak üzere iki segmentten oluşur. Bu iki
segment bitki genomuna bağımsız olarak aktarılır ve aktarım genomda çoklu kopyalar şeklinde var
Ti plazmidinde T-DNA bölgesi 25 bç’lik çok mükemmel olmayan tekrar dizileri ile çevrilidir ve
bu tekrarlar sınır sekanslar olarak bilinir. Oktopin ve nopalin plazmidlerinin her iki tipinde de bu
bölgeler korunmuştur. Sınır sekanslar, bitki genomuna bozulmadan aktarılmaz fakat transfer
sürecinde yer alırlar. İzole edilen bitki genomik DNA’sındaki bağlantı bölgelerinin analizi T-DNA
226
[Metni yazın]
entegrasyonunun sınır bölgelerin arasında son bulduğunu göstermiştir. Sağ sınır daha tam ve
kararlı olmasına rağmen sol bağlantı sınırı yaklaşık yüz nükleotid değişebilir.
Sağ sınırdaki tekrar dizilerinin delesyonu T-DNA transferini sekteye uğratır. Fakat sol sınırla
alakalı bu tip bir durum olmadığından, şaşırtıcı şekilde bu kısmın çok da zorunlu olmadığı
anlaşılır. Sağ sınırdaki tekrar dizilerin yalnız başına kullanıldığı deneylerde bu kısımların bir
enhancer olarak davrandığı gösterilmiş ve “overdrive sekans” olarak isimlendirilen tekrar diziye
göre daha dışta yer alan bu sekansın yüksek etkinlikte transfer için de gerektiği saptanmıştır. Sol
sınır tekrar dizisi ise yalnız başına düşük transfer aktivitesi sergiler.
T-DNA transferinden sorumlu genler Ti plazmidinde, virülans bölge olarak adlandırılan bir
bölgede yer alırlar. Bu genlerden virA ve virG, bazal seviyede sürekli ekspreslenir ve bitki
tarafından uyarılabilecek diğer vir genlerinin aktivasyonunu kontrol ederler. VirA bakteriyal
membranın iç kısmında köprü kurmuş bir kinazdır ve bitki yaralandığı durumda, o bölgeden
salınan bazı fenolik bileşikler için reseptör molekül olarak hareket eder. Ti plazmidinde bulunan
bu bileşenlerin birçoğu karakterize edilmiştir, fakat özellikle asetosringon, laboratuvar
çalışmalarında vir gen ekspresyonunu uyarmak için en yaygın kullanılan bileşendir.
Asetosringon gibi fenolik bileşikler, bakteriyi yaralanmış bitki hücrelerine doğru çekmez.
Buna nazaran bakteri, a.a’lar veya şeker gibi basit moleküllere cevap verir ve bakterinin bitki
hücrelerine tutunmalarından sonra vir genleri uyarılır. Birçok şeker molekülü vir gen
ekspresyonunu arttırmak için fenolik sinyallerin hareketi üzerinde sinerjistik bir etki oluşturur.
Aktive olan virA, diğer vir genlerinin transkripsiyonel aktivatörü olan virG proteinini fosforile
eder. virA ve virG proteinleri bakteride yaygın olan iki bileşenli regülatör sistemleri ile benzerlik
gösterir. VirG’ye ek olarak, bakteriyal kromozom üzerindeki bazı genler de vir gen ekspresyonunu
düzenleyen transkripsiyon faktörlerini (TF) kodlar.
227
[Metni yazın]
228
[Metni yazın]
229
[Metni yazın]
Ti-plazmidinin, genetik mühendisliği yapılmış bitki hücreleri için doğal bir vektör olduğunu,
çünkü T-DNA’sını bakteriden bitki genomuna aktarabildiğini gördük. Fakat yabani tip Ti-
plazmidleri, genelde vektör adayı olmaya uygun değillerdir, çünkü T-DNA’nın içerdiği
onkogenler, transformasyon için hazırlanan bitki hücrelerinin büyümesinde organizasyon
bozukluklarına yol açar.
Bitkileri etkili bir biçimde yeniden elde edebilmek için, non-onkogenik olarak manipüle
edilmiş vektörler kullanılmalıdır. Bu basitçe T-DNA bölgesindeki tüm onkogenler silinerek
başarılabilir. Örneğin; Zambryski ve ark., pTiC58 plazmidinin T-DNA bölgesinin neredeyse
tamamını (sağ-sol sınırlar ve NOS bölgesi hariç) pBR322 sekansı ile yer değiştirdiler ve oluşan
yapıyı pGV3850 olarak adlandırdılar.
230
[Metni yazın]
Bu şekilde T-DNA’sı modifiye edilmiş plazmidi taşıyan Agro bitkiye transfer edildiğinde
beklenildiği gibi hiç tümör hücresi oluşmadı, fakat gerçek şu ki hücreler nopalin üretimi
bakımından taranıp pozitif bulunduğunda transfer kanıtlanmış oldu. Eğer uygun fitohormonlar
sağlanabilirse kallus dokusu bu nopalin pozitif hücrelerden kültüre edilebilir ve gelişmiş fertil
bitkiler bitkiciklerin hormon muamelesi ile elde edilmiş olur.
T-DNA’nın modifiye edilmesi ciddi bir adımdır. Fakat transfer sonucu tümör oluşumunun
meydana gelmemesi, gen aktarılmış bitkilerin teşhisi için alternatif metotlar kullanmayı gerekli
kılmıştır. Yukarıda bahsedilen deneyde opin sentezi taranabilir bir fenotip olarak kullanılmış ve
bundan sonra oktopin ve nopalin sentaz genleri taranabilen markerlar olarak kullanılmaya
başlanmıştır.
Fakat; sistemle alakalı özellikle potansiyel transformantlar üzerinde enzimatik deneylerin
gerçekleştirilebilmesi bakımından pek çok kısıtlama vardır. Trans gen aktarılmış bitki hücrelerinin
tespitini kolaylaştırmak adına, T-DNA bölgesine dominant selektif markerlar insert edilir. Böylece
bitkiler herbisit veya ilaç direnci bakımından seçilir.
onların in-vitro manipülasyonlarını kısıtlamaktadır. Ayrıca, T-DNA üzerinde tek bir restriksiyon
endonükleaz bölgesi yoktur. Başlangıçta bu problem “co-integrate” vektörlerin yapılandırılması
ile çözülmeye çalışıldı. Atasal bir Ti plazmidinden elde edilmiş T-DNA daha kolay bir
manipülasyon için geleneksel bir E. coli plazmidine sub-klonlama yapıldı ve aracı vektör
dediğimiz bir yapı oluşturuldu.
Bu vektörler Agro’da replike olabilme yeteneğinden ve konjugasyon özelliğinden
yoksundular. Transfer, üç farklı bakteriyel suş karıştırılarak “triparental eşleşme” yöntemi ile
başarıldı. Bunlar;
a) Aracı vektörü trans şeklinde yerleştirecek olan, yardımcı bir plazmid taşıyan E.coli suşu.
b) Rekombinant aracı vektörü taşıyan E.coli suşu.
c) Ti plazmidi taşıyan Agrobacterium.
Yardımcı plazmidi taşıyan E.coli, aracı vektörün taşıyıcısı olan E.coli suşuna konjugasyon ile
transfer edildi. Ardından homolog rekombinasyon ile oluşan mobilize vektör de konjugasyon ile
Agrobacterium suşuna transfer edildi. Ti plazmidinin T-DNA’sı ile aracı vektör arasında meydana
gelen homolog rekombinasyon büyük bir “co-integrate” plazmid oluşturdu ve bu plazmid
vasıtasıyla T-DNA bitki genomuna aktarıldı.
232
[Metni yazın]
plazmidinde olduğu gibi iki plazmid arasındaki homoloji yüksek ise rekombinasyonun kalitesi
arttırılabilir.
Aracı moleküller sıklıkla kullanılmasına rağmen; yüksek orandaki co-entegrasyonlar
transformasyonlar için gerekli değildir. Ti plazmidinin vir genleri, trans fonksiyon gösterir ve
aynı hücredeki herhangi bir T-DNA sekansı üzerine etki eder. Bu sebeple vir genleri ve trans geni
taşıyan modifiye edilmiş T-DNA, ayrı plazmidlerde yer alır. Bu durum, binary verktörlerin temel
prensibini oluşturur.
T-DNA kolay manipüle edilebilmesi için küçük bir E.coli plazmidine sub-klonlama
yapılabilir. “mini-Ti” veya “micro-Ti” olarak isimlendirilen bu plazmid, T-DNA bölgesi
uzaklaştırılmış bir Ti plazmid taşıyan Agro suşuna aktarılabilir. Trans organizasyonda yerleşen vir
genleri, rekombinant T-DNA’yı bitki genomuna aktarmada fonksiyon gösterir T-DNA’yı taşıyan
plazmid Agro’ya ya triparental eşleşme ile veya elektroporasyon gibi daha basit bir prosedür ile
aktarılabilir.
Birçok modern Ti plazmid transformasyon sistemi binary vektör prensibine dayanır. Bu
sistemde T-DNA, hem Agro’da hem E.coli’de fonksiyon gösterebilen RK2 vektörü gibi geniş
konak spektrumlu replikasyon orjinine sahip bir vektörde veya, her tür için ayrı replikasyon orjini
olan shuttle vektörlerde yer alır. Bağımsız biçimde replike olabilen bir vektör avantajlıdır, çünkü
T-DNA’nın stabilizasyonu rekombinasyona bağımlı değildir ve transformantların tespitini daha
kolay kılan binary vektörün kopya sayısı Ti plazmidi tarafından belirlenmez.
Bakteriyel klonlama plazmidlerinin tüm kolaylıkları binary vektörlere bahşedilmiştir: Örneğin;
sub-klonlama yapabilmek için T-DNA bölgesindeki çoklu RE kesim bölgeleri, mavi-beyaz koloni
seleksiyonu için lac-Z geni, cosmid kütüphaneleri hazırlamak için ƛ cos bölgesi.
233
[Metni yazın]
Bu plazmid 5 kbç’den daha küçük bir ebattadır ve T-DNA bölgesi içinde 18 farklı RE bölgesi
bulunur. Çünkü T-DNA tamamen sentetiktir. Rekombinantların seçimi için bir lacZ geni taşır ve
hem bakteri hem de gen aktarılmış bitkide kullanılabilecek seçici bir marker taşır. Plazmidin
ebatındaki küçülme, Agro’da replike olabilmek için gerekli genlerin uzaklaştırılmasını ve bu
genlerin bakterinin genomuna veyahut da yardımcı bir plazmide aktarılmasını mümkün kılacaktır.
Örneğin pGreen plazmidi, daha geleneksel olan Ri ve RK2 plazmidlerinin replikasyon orjininden
daha küçük bir replikasyon orjini içerir. Dahası, bakteri içindeki pSoup olarak isimlendirilen
ikinci bir plazmid replikaz geni taşır ve tüm konjugasyon fonksiyonları uzaklaştırıldığı için bu
plazmid Agro’ya yalnızca transformasyon ile aktarılabilir.
Birçok Dikot Organizmada Basit Bir Deneysel Protokol İle Agrobacterium Aracılı
Transformasyon Gerçekleştirilebilir
Modifiye edilmiş ve istenen tipte seçilebilen T-DNA vektörlerinin bulunmasından sonra bitkilere
DNA transfer metotlarında bir patlama olmuştur. Özellikle dikot bitkilere gen transferinde Horsch
ve ark., basit genel bir protokolü, üzerinde minör değişiklikler yaparak kullanmıştır.
234
[Metni yazın]
Orijinal prosedürde, yapraklardan kesilen birkaç mm çapındaki küçük diskler sterilize edilir ve
rekombinant T-DNA’nın bulunduğu Agro ihtiva eden besiyerine aktarılır. Kimerik neomisin
fosfotransferaz genini bulunduran yabancı DNA, kanamisin antibiyotiğine direnç sağlar. Diskler
iki gün boyunca kültür edilir, neomisin genini seçmek ve Agrobacterium’u öldürmek için
sırasıyla kanamisin ve karbenisilin içeren besiyerine aktarılır. 2-4 hafta sonra gelişen sürgünler
kallustan kesilir ve kök oluşumunu tetikleyen besiyerine transfer edilir. İnökülasyondan 4-7 hafta
sonra, köklenen bitkicikler toprağa aktarılır.
Bu metod, basit ve diğer metodlara kıyasla hızlı olması bakımından avantajlıdır ve protoplast
kökenli kallustan rejenerasyonu sağlayan önceki metodlardan daha üstündür. Her türe özgü
optimum eksplantlar belirlenmiş olmasına rağmen, Solanaceae familyasından birçok bitki için
modern Agro-aracılı transformasyon, yaprak-disk protokolünde küçük varyasyonlar yapılarak
gerçekleştirilir.
235
[Metni yazın]
iken dikotlarda hücre bölünmesi sıklıkla yaralanma ile uyarılır. Bu leaf disk metodu gibi
geleneksel metodların monokotlarda neden yetersiz olduğunu açıklar. Hiei ve ark., Agro ve pirinç
embriyolarının 100 Mm asetosringon varlığında co-kültivasyonunun başarılı bir transformasyon
için kritik faktör olduğunu ortaya koymuşlardır. Ayrıca fonksiyonları arttırılmış vektörlerin
kullanımıyla, transformasyonun etkinliği, daha da arttırılabilir.
VirG ve/veya virE1 gibi T-DNA transferini sınırlayan en önemli faktörlerin ekspresyonunun
arttırılması ile Agrobacterium’un arttırılan virülansı sayesinde AGL-1 gibi süpervirülant olarak
isimlendirilen bakteriyal suşlar oluşturulur. Komari ve ark., süper virülant suş A281’in Ti-
plazmidinin virülans bölgesinin bir parçasını T-DNA taşıyan bir plazmide transfer etmiş ve süper
binary vektör olarak adlandırılan yeni bir vektör oluşturmak gibi farklı bir strateji izlemişlerdir.
Bu sonraki tekniğin avantajı süper binary vektörün herhangi bir Agro suşunda kullanılabilir
olmasıdır.
Binary Vektörler Büyük DNA Parçalarını Bitki Genomuna Aktarmak İçin Modifiye
Edilmişlerdir
DNA transferindeki parça büyüklüğünün üst limiti tam olarak tespit edilememiştir. 50 kbç’lik
fragmentler transfer edilebilir. Fakat standart vektörler kullanılarak 30 kbç’den büyük insertlerin
transferi zordur. Çünkü bu fragmentlerin bakteriyal konaktaki stabilizasyonları güçtür. Çok büyük
genlerin analizi veya bir metabolik yolun enzimleri gibi aktif sekansları kodlayan çoklu genlerin
transferi E.coli’de kullanılan yapay kromozom vektörlerine dayalı yüksek aktarım kapasitesine
sahip vektörlerin geliştirilmesi ile başarılabilmektedir.
Bunlardan ilk tanımlanan BIBAC2’idi. Bu vektör F plazmid replikasyon orjini taşır ve BAC
üzerinde modellenmiştir. Vektör, tütüne yüksek etkinlikte transforme edilmiş fakat büyük insert
kullanıldığından transformasyonun etkinliği oldukça düşmüştür. Bu deneyde vektör, T-DNA
sınırları ile çevrili 150kbç’lik insan DNA’sının tütün bitkisine aktarılmasında kullanılmıştır.
P1 yapay kromozomu üzerinde modellenmiş P1 replikasyon orijini taşıyan alternatif bir vektör
(PAC) Liu ve ark., tarafından oluşturulmuştur. Bu transformasyon için kompetent olan bakteriyal
yapay kromozom (TAC) 80 kbç’ye kadar olan genomik DNA’nın Arabidopsis’e aktarılmasında
kullanıldı ve büyük insertler aktarılırken bir etkinlik kaybı olmasına rağmen birçok transgenik
bitki oluşturulabildi. Tüm vektörler bakteride kullanılmak üzere bir kanamisin direnç geni ve
transgenik bitkilerin seçiliminde kullanılmak üzere bir higromisin geni taşıyorlardı.
Yüksek kapasiteli binary vektörlerin pozisyonel gen klonlanmasındaki en cazip
kullanımlarından biri mutasyonla tanımlanmıştır. Büyük DNA segmentlerinin etkili bir şekilde
bitki genomuna aktarılabilmeleri, genetik haritalama ve sekanslama arasındaki boşlukta köprü
görevi görür. Mutant genlerin aralarındaki boşluk tamamlanarak daraltılmış olur. Birçok bitki için
236
[Metni yazın]
BIBAC2 ve TAC vektörleri kullanılarak genomik kütüphaneler oluşturulmuş ve çok sayıda yeni
gen izole edilmiştir.
237
[Metni yazın]
238
[Metni yazın]
239
[Metni yazın]
Bunların arasında “partikül girişli tabanca” olarak isimlendirilen sıkıştırılmış helyum gazını
kullanan ve hava ile çalışan bir cihaz da vardır.
240
[Metni yazın]
rekombinasyon çok etkisiz bir süreçtir. Şu ana kadar yalnızca bir yosun türünde etkili homolog
rekombinasyon gözlenmiştir.
Yüksek bitkilerden bazı dikotlarda frekansı 10-3 ile 10-6 arasında değişen oranlarda gen
hedefleme başarılabilmiştir. Fakat daha umut verici sonuçlar güçlü bir seçici marker ile kombine
edilmiş uzun homoloji bölgesi ihtiva eden T-DNA aracılı gen hedefleme yöntemi ile pirinçte elde
edilmiş ve bu sistemle hedefleme frekansı %1 oranında arttırılabilmiştir.
Bitki transformasyonu, genellikle transgenik bitki jenerasyonlarını oluşturmak için gereken
doku kültürü adımlarını minimize veyahut da elimine eder.
Prosedür, aktarılan genin bitkinin yaşam döngüsüne uygun bir zamanda (genellikle
fertilizasyon, ya da erken embriyonik dönem evresinde) direkt germ hücre hattına katılabilmesi
şeklinde gerçekleştirilir. Bitki transformasyon metodları genellikle çok düşük etkinlikte
gerçekleşir fakat; Arabidopsis’in küçük ebatı ve bitki başına 10.000 tohum üretebilme kabiliyeti,
transformasyon açısından onu avantajlı kılar.
Metod basitçe fertilizasyon evresinde Arabidopsis çiçeklerini bakteriyal bir süspansiyon ile
muamele etme şeklindedir. Oluşan bitkiler kimeriktir fakat; bitki başına 10 döl şeklinde çok az
sayıda transgenik döl verirler.
Direkt DNA transferi kullanılarak diğer bitki türlerine gen transferi için benzer yaklaşımlar
denenmiştir. Fakat germ hücre hattı transformasyonu tekrarlanabilir değildir. Örneğin; çavdar
bitkisinin sürgünlerine enjekte edilmiş çıplak DNA, veya pamuk bitkilerinden transgenik bitkiler
oluşturulabilmiş, yine benzer şekilde, tütün polenlerine partikül bombardımanı sonrasında,
transgenik tütün bitkileri elde edilebilmiştir.
241
[Metni yazın]
2-Are there any integrative virus for stable DNA transformation into plans?
no known plant viruses integrate their genetic material into the plant genome as part of the natural
infection cycle. Therefore, plant viruses are used as episomal vectors rather than for stable
transformation.
3-What are the properties of A. tumefaciens and which plants can be infected by Agro and how?
Gene transfer from bacteria to plants occurs naturally and is responsible for crown gall disease. This
is a plant tumor that can be induced in a wide variety of gymnosperms and dicotyledonous
angiosperms (dicots) by inoculation of wound sites with the Gram-negative soil bacterium A.
tumefaciens.
4- How opins synthesized by plants after Agro infections and what are the roles of opins in
tumorogenesis?
Opine synthesis is a property conferred upon the plant cell when it is colonized by A. tumefaciens .
The bacterium induces the synthesis of an opine that it can catabolize and use as its sole carbon and
nitrogen source and the metabolism of opines is a central feature of crown gall disease.
5-What are the properties of T-DNA and its effect on the transform plants? Are these genes on
T-DNA essential for transfer?
Complete Ti-plasmid DNA is not found in plant tumor cells but a small, specific segment of the
plasmid, about 23 kbp in size, is found integrated in the plant nuclear DNA at an apparently random
site.This DNA segment is called T-DNA (transferred DNA) and carries genes that confer both
unregulated growth and the ability to synthesize opines upon the transformed plant tissue. However,
these genes are non-essential for transfer and can be replaced with foreign DNA.
6-Where the nucleus stands while cell wall is wounded and does it provide an advantage for T-
DNA in transformation?
It has been observed that the nucleus of wounded plant cells often becomes associated with the
cytosolic membrane close to the wound site, suggesting that the T-DNA could be transferred directly
to the nucleus without extensive exposure to the cytosol.
242
[Metni yazın]
9- Please explain why don’t you need drug resistance of marker gene in Ri-plasmid
transformation?
The Ri-plasmid induces hairy-root disease in Arabidopsis cells, serving as a transformation marker for
the co-transferred recombinant T-DNA, and allowing regeneration of intact plants. That is why no
drug resistance marker on the T-DNA is necessary with this plasmid combination.
10- Why protoplast is suitable for genetic manipulation? What is the limitation of protoplast
transformation and the advantage of regenerable ones from protoplast?
They are very useful for genetic manipulation for two reasons: first, When plated onto nutrient
medium, protoplasts will synthesize new cell walls within 5 –10 days and then initiate cell division;
and second, because under certain conditions, protoplasts from similar or contrasting cell types can be
fused to yield somatic hybrids, a process known as protoplast fusion. The major limitation of
protoplast transformation is the ability of the host species to regenerate from protoplasts..In species
where regeneration is possible (especially dicots), an advantage of the technique is that protoplasts can
be cryopreserved and retain their regenerative potential.
243
[Metni yazın]
Küçük ve basit genomları sebebiyle ilk bitki viral vektörleri DNA virüsleri
tabanlıdır
Bitki virüslerinin büyük bir çoğunluğu RNA genomuna sahiptirler. Bununla beraber
caulimovirüs ve geminivirüs bitkileri enfekte eden DNA virüsleridir ve basit ve küçük DNA
genomlarına sahip olmaları sebebiyle ilk geliştirilen vektörlerdir.
Cauliflower mosaic virüs (CaMV) Caulimovirüslerin tipik bir üyesi’dir. Bazı izolatlarının 8 kb
büyüklükteki dsDNA genomu tamamiyle sekans edilmiştir. CaMV genomunun bir haritası şekil 14.15
‘de gösterilmiştir. 8 tane sıkı paketlenmiş gen bulunmaktadır ve bu genler 35S RNA ve 19S RNA
olarak bilinen iki büyük transkript olarak ifade edilirler. Önceki kısımda tartışıldığı gibi her iki
transkript için promotor ve terminatör diziler bitki ekspresyon vektörlerinde kullanılmıştır. CaMV
genomunda yalnızca iki gen (gen II ve VII) elzem değildir ve CaMV ikozahedral bir kapsite sahip
olduğu için genomun boyutunu paketlenmenin tesirinden etkilenmeksizin artırmak mümkün değildir.
CaMV kapsitinin maksimum kapasitesi 8.3 kb olarak belirlenmiştir ve elzem olmayan genler
çıkarıldığında bu 1 kb den daha az bir maksimum insert büyüklüğünü temsil eder (Daubert et al.
1983). Yabancı DNA için bu kapasitedeki bir kısıtlama CaMV vektörleri için büyük bir
sınırlandırmayı gösterir. Şimdiye kadar çok küçük transgenlerin ekspresyonu mümkün olmuştur.
Bunlara örnek olarak 240-bp bacterial dhfr geni (Brisson et al.1984), 200-bp murine metallothionein
cDNA (Lefebvre et al. 1987) ve 500 bp insan interferon cDNA’sı verilebilir. (de Zoeten et al. 1989).
Bölüm 12 de replikasyon vektörleri ve yardımcı virüsler geliştirerek veya transdaki temel
fonksiyonları sağlayan tamamlayıcı hücre kültürleri sayesinde bu gibi benzer kısıtlamaların üstesinden
nasıl gelindiğini açıkladık. Maalesef bu yaklaşım CaMV ile mümkün değildir ve bu durum yabancı
DNA nın hızlı bir şekilde kesilip çıkarılmasına sebep verir. (Gronenborn & Matzeit 1989).
244
[Metni yazın]
Şekil 14.15 cauliflower mozaik virüsü genom haritası. Sekiz kodlama bölgeleri kalın gri oklarla
gösterilmiştir ve farklı okuma çerçeveleri radyal pozisyonda ile belirtilmiştir. Merkezdeki ince çizgiler
üç kesikli DNA zincirini (artı ve eksi) belirtmektedir. 19S ve 35S dışarıda gösterilmiştir.
Geminivirusler ikiz virionları ile karekterize edilirler ve bunlar kısmi olarak kaynaşmış
ikozahedral kapsitleri içerir. Küçük tek zincir DNA genomu daireseldir ve bazı türlerde iki segmente
bölünür. Bunlar DNA A ve DNA B olarak adlandırılır. Geminivirus vektör gelişimine olan ilgi bu
virüslerin bir DNA replikatif intermediate kullanmalarının keşfiyle kamçılanmıştır ve bu durum
Geminiviruslerin CaMV lerden daha stabil olduğunu gösterirmiştir ve CaMV‘nin RNA-bağımlı
replikasyon çevrimi oldukça hata eğilimli ‘dir (Stenger et al. 1991). Geminivirüslerin üç generasından
ikisi vektör olarak geliştirilmiştir. Begomovirusler iki parçalı genoma sahip olup whitefly Bemisia
tabaci tarafından taşınırlar ve dicotları enfekte ederler. Vektör olarak geliştirilen türleri African
cassava mosaic virus (ACMV) ve tomato golden mosaic virus (TGMV)’leri içerir. Mastrevirusler tek
parçalı genomlara sahiptirler ve leafhopper’lar (yaprak pireleri) tarafından taşınırlar ve hakim bir
şekilde monocotları enfekte ederler. Vektör olarak geliştirilen türleri maize streak virus (MSV) ve
wheat dwarf virus (WDV) içerir. Bu iki genera arasındaki önemli bir farlılık ise mastreviruslerin
mekaniksel olarak transfer edilememeleridir. Örnek olarak; MSV hiçbir zaman doğal veya klonlanmış
DNA olarak bitkilere başarılı bir şekilde sokulamamıştır. Grimsley et al. (1987) Agrobacterium
kullanarak bu problemin üstesinden gelebilmiştir ve agroenfeksiyon prensibini ilk gösteren kişi
olmuştur. Bu araştırmacılar MSV genomunun ardışık dimerini içeren bir plazmit oluşturmuşlardır. Bu
dimer binary vektöre yerleştirilmiş ve darı bitkisi rekombinant T-DNA içeren A. tumefaciens ile
enfekte edilmiştir. Viral semptomlar inokülasyonun ikinci haftasında gözükmüştür. Agroenfeksiyon
farklı virüslerin bazı genomlarının bitkilere sokulmasında kullanılmıştır. Eğer T-DNA kısmi ya da tam
duplike olmuş genomlar içerirse, genomun tekli kopyaları kaçar ve enfeksiyonu başlatır. Buna
homolog rekombinasyon veya replikatif bir mekanizma aracılık edilir (Stenger et al. 1991). Grimsley
245
[Metni yazın]
et al. (1987) tarafından yapılan çalışmada Agrobacterium T-DNA’sının darıya transfer edebileceğine
dair ilk bulgulara rastlanılmıştır. Virüs enfeksiyonundaki kalıtsal amplikasyonlar ve görülebilir
semptomlardan dolayı, Agroinfection bitki hücrelerine, enfeksiyon için çok hassas bir denemedir.
Viral replikasyonun bir fonksiyonu olarak yüksek seviyede rekombinant protein ekspresyonuna
ulaşma olasılığından dolayı çok sayıda geminivirusler ekspresyon vektörleri olarak geliştirilmiştir
(reviewed by Stanley 1993, Timmermans et al. 1994, Palmer & Rybicki 1997). Diğer kullanışlı bir
strateji de kılıf proteinin yer değiştirilmesidir. Çünkü bu gen replikasyon için gerekli değildir ve güçlü
bir promotor olduğundan dolayı transgen ekspresyonu için kullanılabilir. İki parçalı genoma sahip olan
begomovirüslerde ise kılıf protein geni DNA üzerinde yerleşmiştir (DNA replikasyonu için gerekli
bütün fonksiyonlarla beraber). Dolayısıyla DNA A tabanlı replikonlar protoplastlarda bağımsız
replikasyona muktedirdirler (e.g. Townsend et al. 1986). Geminivirüs replikon vektörleri
protoplastlarda yabancı genlerin yüksek seviyede ekspresyonunu kolaylaştırabilirler.
Genel olarak mastrevirus replikonları begomovirüs esaslı replikonlara oranla protoplastlarda
daha fazla kopya sayısına ulaşabilirler. E. coli ve bitkilerin her ikisinde de replike olabilen bir WDV
shuttle vektörünün kültüre edilmiş darı endosper hücrelerinden türetilen protoplastlarda 3x104 ‘den
daha fazla bir kopya sayısına ulaştığı gösterilmiştir (Timmermans et al. 1992). Buna karşılık tütün
protoplastlarındaki TGMV replikonları tarafından ulaşılan kopya sayısı 1000’den daha azdır
(Kanevski et al. 1992). Bu durum vektörlerin kendilerine has verimliliklerinden ziyade konak
hücrelerin farklılıklarını yansıtır.
Ayrıca geminivirüsler tüm bitkilerde bir ekspresyon vektörü olarak değerlidir. Mastrevirüslerde
ise bütün viral genler sistemik bir enfeksiyon için elzemdir, dolayısıyla kılıf protein replacement
vektörleri olarak kullanılamazlar. Aksine ACMV ve TGMV’nin kılıf protein genleri sistemik
enfeksiyon için elzem değildir fakat bunlar böcek transmisyonu için gereklidir (Briddon et al. 1990).
Dolayısıyla bu virüsleri esas alan replikon vektörleri transient ekspresyon sistemi içeren bir in planta
sağlar. Viral hareket fonksiyonlarının DNA B tarafından sağlandığını yani sistemik enfeksiyonun
ancak DNA B’nin bitkide varolması durumunda gerçekleşeceğine dikkat edilmelidir.
Ward et al. (1988) ACMV AV1 genlerinin çoğunu cat raporter geni ile değiştirmişler. Enfekte
olmuş tütün bitkisinde dört haftaya kadar yüksek seviyede CAT aktivitesi tespit edilmiş. Kılıf protein
genlerindeki delesyonun bitkilerde enfektivite kaybına sebep olduğunu bulmuşlar. Fakat bu durum cat
ile yer değiştirilmesi ile tamir edilmiş oldu ki cat silinen gen ile yaklaşık olarak aynı büyüklükteydi.
Bu ve takip eden pek çok çalışma protoplastlarda replikon vektörlerin ebatına herhangi bir gerçek limit
olmadığını, sistemik infeksiyonun wild-type DNA A kompenentinin boyutunun korunmasına bağlı
olduğunu göstermiştir. Bu sistemde daha ileri bir kısıtlama ise, rekombinant genlerin
paketlenmemelerinden dolayı nakillerinin zayıf olmasıdır. Buna yönelik bir çalışma ise her bir
hücresinde rekombinant proteinlerin üretileceği transgenik bitkilerin üretilmesidir. Bu kısmen
çoğaltılmış viral genom içeren bir DNA’ya sahip transform bitkiler oluşturularak başarılabilir (Meyer
246
[Metni yazın]
et al. 1992). Tam replikonlar aktarılan transgenden aynı yolla çıkarılabilir ki burada agroenfeksiyon
esnasında kaçan ve bağımsız bir şekilde replike olan MSV genomları tespit edilebilir. Entegre DNA B
kopyası taşıyan transgenik tütün bitkileri üretilmiştir (Hayes et al. 1988, 1989). DNA A ve DNA B
dizisi tarafından sağlanan replikasyon fonksiyonları transgenden geri alınır ve epizomal olarak
çoğaltılabilir. Böylece DNA B DNA A’ya hareket fonksiyonu sağlayabilir ve vektörün sistemik
yayılımına imkan verir.
DNA virüslerinden daha fazla transgen kabul edebildikleri için çoğu bitki ekspresyon
vektörleri RNA virüs tabanlıdır
Çoğu bitki RNA virüsleri flamentli bir yapıya sahiptir ve bu yüzden CaMV gibi DNA
virüslerinin kullanımını etkileyen paketlemedeki sınırlama bu virüslerden vektör geliştirilmesinde bir
kısıtlama oluşturmaz. Buna mukabil, RNA virüslerinin vektör olarak kullanımındaki araştırmalar
DNA virüsleri üzerindeki araştırmaların gerisinde kalmıştır, (RNA genomlarının manipulasyonları için
güçlü tekniklerin gelmesi beklenmektedir.)
1984 yılında brome mosaic virüs (BMS) genomunun tam genom klonlaması ile ilgili bir çalışma
yapılmıştır. Enfektif RNA in-vitro olarak cDNA’ dan üretildilmiştir (Ahlquist & Janda 1984, Ahlquist
et al.1984). BMV genomu RNA1, RNA2, RNA3 olmak üzere üç segmentten oluşmaktadır. Yalnız
RNA1 ve RNA2 replikasyon için gereklidir. Disistronik olan RNA3 viral kılıf ve hareket proteinlerini
kodlar. BMV enfeksiyonu esnasında RNA3’den sentezlenen ve yalnız kılıf protein genini ihtiva eden
subgenomik bir RNA fragmenti sentezlenir. Dolayısıyla kılıf protein genini yabancı DNA geni ile yer
değiştirmek ve verimli bir enfeksiyon oluşturmak mümkündür (Ahlquist et al. 1987). 1986’da French
ve arkadaşları kılıf protein geni ile cat raporter geninin yer değiştirilmesini içeren bir deney
yapmışlardır. Rekombinant RNA3, elzem RNA1 ve RNA2 segmentleri ile birlikte arpa
protoplastlarının içine sokulmuş ve ardından yüksek seviyeli CAT aktivitesine ulaşılmıştır.
Bu deney brome mosaic virüs (BMS)’ün yabancı gen ekspresyonu için potansiyel kullanışlı bir
vektör olduğunu göstermiştir. Mamafih şu ana dek BMV sadece diğer bitki virüsü genlerinin
fonksiyonel analizi çalışmalarında kullanılagelmiştir. Enfektiv BMV RNA’nın in-vitro transkripsiyon
ile üretilebileceğinin gösterilmesinin ardından, pekçok RNA virüs genomları cDNA kopyaları halinde
hazırlanmıştır. Bu virüslerin bazıları yaygın bir şekilde yabancı gen ekspresyonu için vektör olarak
geliştirilmiştir (Scholthof et al. 1996, Porta & Lomonossoff 2001). Buna iki örnek aşağıda verilmiştir.
Tütün mozaik virüsü (TMV) üzerinde yaygın bir şekilde araştırma yapılan bitki virüslerinden
birisidir ve bu yüzden vektör geliştirilmesi için doğal bir tercihtir. Bu virüs 6.5 kb’lik tek zincir RNA
genomuna sahiptir. Dört polipeptid üretilir ve bunlar subgenomik RNA’lardan translasyona uğrayan
hareket ve kılıf protienleridir (şekil 14.16). TMV’nin vektör olarak ilk kullanımı Takamatsu ve
arkadaşları tarafından (1987) rapor edilmiştir. Bu araştırmacılar kılıf protein geni ile cat geninin yer
değişimini gerçekleştirip, enfeksiyon bölgesinde yüksek seviyeli CAT aktivitesi gösteren enfekte
247
[Metni yazın]
edilmiş bitkiler elde etmişler. Ancak sistemik enfeksiyon için kılıf proteini gerekli olduğundan
rekombinant virüs tüm bitkiye yayılamamıştır.
248
[Metni yazın]
Ziegler et al. 2000) ve bitki fizyolojisini etkileyen genlerin ekspresyonu için kullanılmıştır (e.g. the
fungal avirulence gene avr9, Hammond Kosack et al. 1995).
xPVX genomunun cDNA kopyalarının bitkilere stabil tansformasyonu yüksek seviyeli transgen
ekspresyonu için potansiyel bir strateji sağlar. Çünkü viral replikasyon döngüsü esnasında transkriptler
yüksek kopya sayısına amplifiye edilmek zorundadırlar. Ancak bu strateji yüksek seviyeli ekspresyon
yerine, hem etkili ve tutarlı bir şekilde transgen susturulmasına hem de viral enfeksiyona dirence yol
açar (English et al. 1996, English & Baulcombe 1997). Bu fenomenin temeli ve bitkilerde transgen
ekspresyonu için etkileri bölüm 15’de detaylı olarak tartışılmıştır. Ancak vektör geliştirme açısından
dikkate değer olan PVX esaslı vektörlerin virüs-indüklenmiş gen susturulmasında ve ilgili fenomenleri
araştırmak için ve homolog bitki genlerinin indüklenmesi için geniş ölçüde kullanılmasıdır.
249
[Metni yazın]
QUESTİONS
1-What is PVX virus? What is the advantage of it in various applications? (page 298)
2-Give examples endogenous chemically inducible promoters have also been used to control
transgene expression in plants. Explain the advantage of these systems. (page 300)
3-What are the limitations in usage of endogenous inducible promoters? (page 300)
4- What are the properties of recombinant inducible system? What are the purposes of the
current system? (page 300)
5-What is the disadvantage of repressor-based systems? How to address these problems and
why is tet system used in mammalian cells? (page 302)
6-What are the advantages of steroid hormone regulated inducible expression system? Give
an example. (page 303)
7-Why are the post-translational level inducible systems used? Give an example. (page 306)
8- What are the differences between site-spesific recombination and homolog recombination?
(page 306-307)
9- Please list areas of site-spesific recombination is used. Give an example. (page 307)
10- Please list the visible marker genes. Where are they? What is the properties of GFP,
where is green fluorescent protein used? (page 310-311)
ANSWERS
1- Potato virus X (PVX) is the type member of the Potexvirus family. Like TMV, it has a
monopartite RNA genome of approximately 6.5 kb which is packaged in a filamentous
particle. The stable transformation of plants with cDNA copies of the PVX genome
potentially provides a strategy for extremely high-level transgene expression, because
transcripts should be amplified to a high copy number during the viral replication cycle. In
terms of vector development, however, it is notable that PVX-based vectors are probably most
widely used to study virus-induced gene silencing and related phenomena and to deliberately
induce silencing of homologous plant genes.
2- Endogenous chemically inducible promoters have also been used to control transgene
expression in plants. Two systems have been widely employed: the PR-1a promoter, which is
induced by pathogen infection and by chemical elicitors such as benzothiadiazole, and the
maize In2–2 (Inducible gene 2–2) promoter, which is induced by benzenesulfonamide
250
[Metni yazın]
safeners (agrochemicals that are used to increase the tolerance of plants to herbicides; De
Veylder et al. 1997). The advantage of these systems is that neither inducer is toxic to plants
so they can be applied safely in the field as well as under laboratory conditions.
3- There are several limitations associated with the use of endogenous inducible promoters
which limit their usefulness. First, they tend to be somewhat leaky, i.e. there is a low to
moderate level of background transcription in the absence of induction. Second, the level of
stimulation achieved by induction (the induction ratio) is often quite low, typically less than
10-fold. Third, there are often unwanted side effects caused by the activation of other
endogenous genes that respond to the same inductive stimulus. The inducers used with many
of these endogenous promoters are also toxic or damaging if contact is prolonged. Finally, the
kinetics of induction are generally not ideal. For example, in transgenic animals and plants,
there may be differential uptake of the inducer into different cell types and it may be
eliminated slowly. For these reasons, there has been great interest in the development of
alternative inducible expression systems.
4- All recombinant inducible expression systems are based on a two-component principle in
which the transgenic organism is transformed with a transgene encoding a transcription factor
whose activity is controlled by the external stimulus or chemical, as well as a transgene
regulated by that transcription factor. Because the components are heterologous, there should
be no coincidental activation of other endogenous genes in the transgenic organism. For the
same reason, the inducer itself should be non-toxic, because it does not interfere with any
endogenous processes.
Current systems aspire to the ideal in which the inducing agent is taken up rapidly and
evenly, but has a short half-life, allowing rapid switching between induced and non-induced
states.
5- A disadvantage of repressor-based systems is that, in order to function effectively, high-
level constitutive expression of repressor molecules is required to suppress background
transgene activity. However, both the LacI and TetR proteins are cytotoxic at high levels.
To address these problems, TetR and LacI have been converted into activators by generating
fusion proteins, in which the repressor is joined to the herpes simplex virus (HSV) VP16
transactivator In these systems, only the DNA-binding specificity of the repressor proteins is
exploited. The binding of the modified bacterial proteins to operator sites within the transgene
leads to transcriptional activation, because the VP16 protein acts positively on the
251
[Metni yazın]
transcriptional apparatus. The operator sites have effectively become enhancers and the
inducers (IPTG and tetracycline) have effectively become repressors.
The tet transactivator (tTA) system has been more widely used than the equivalent lac
system, because very high levels of IPTG are required to inhibit LacI binding in mammalian
cells and this is toxic.
6- Steroid hormones are lipophilic molecules that penetrate cells rapidly and are eliminated
within a few hours. The use of heterologous steroids for inducible transgene expression is
advantageous because, in addition to their favorable kinetics, such molecules should not
activate endogenous signaling pathways in the expression host and should therefore have
limited toxicity.
Ecdysone is a steroid hormone found only in insects and is responsible for the extensive
morphological changes that occur during molting. As with other steroid-like signaling
molecules, the hormone acts through a heterodimeric transcription factor of the nuclear
receptor family. In Drosophila, this receptor comprises the products of the genes ecdysone
receptor (ecr) and ultraspiracle (usp). The hormone and its signaling pathway are not found in
mammalian cells. Therefore, transgenes including an ecdysone response element in the
promoter can be induced by exogenously supplied ecdysone or its analog, muristerone A, in
cells or transgenic animals expressing the components of the Drosophila receptor.
7- The inducible expression systems are all regulated at the level of transcription, such that there is
often a significant delay between induction and response and between removal of induction and return
to the basal state. Where a rapid response to induction is critical, inducible systems that operate
at the post-translational level can be utilized.
For example, the mammalian estrogen receptor exists in an inert state in the absence of
estrogen, because the hormone-binding domain interacts with heat-shock protein 90 (Hsp90)
to form an inactive complex. When estrogen is present, it binds to its receptor, causing a
conformational change that releases the receptor from Hsp90. The receptor is then free to
dimerize and interact with DNA
8- Site-specific recombination differs from homologous recombination in several important
respects. In terms of gene manipulation, the most important differences between these
processes concern the availability of the recombinase and the size and specificity of its target
sequence. Homologous recombination is a ubiquitous process that relies on endogenous
recombinase enzymes present in every cell, whereas site-specific recombination systems are
very specialized and different systems are found in different organisms. Homologous
252
[Metni yazın]
recombination occurs between DNA sequences with long regions of homology but no
particular sequence specificity, whereas site-specific recombination occurs at short, specific
recognition sites. This means that target sites for site-specific recombination can be
introduced easily and unobtrusively into transgenes, but recombination will only occur in a
heterologous cell if a source of recombinase is also supplied. The power of site-specific
recombination as a tool for genome manipulation thus relies on the ability of the experimenter
to supply the recombinase enzyme on a conditional basis.
9- Site-specific recombination can be used to delete unwanted transgenes
Site-specific recombination can be used to activate transgene expression or switch between
alternative transgenes
Site-specific recombination can facilitate precise transgene integration
Site-specific recombination can facilitate chromosome engineering
For example; Site-specific recombination can be used to delete unwanted transgenes
If two loxP sites are arranged as direct repeats, the recombinase will delete any intervening
DNA, leaving a single loxP site remaining in the genome. If the loxP sites are arranged as
inverted repeats, the intervening DNA segment is inverted. Both reactions are reversible.
However, when the loxP sites are arranged in the same orientation, excision is favored over
reintegration, because the excised DNA fragment is rapidly degraded. The ability of flanking
loxP sites to delineate any sequence of interest for site-specific deletion has numerous
applications. The most obvious of these is the deletion of unwanted sequences, such as marker
genes.
10- β-galactosidase and β-glucuronidase; The E. coli lacZ gene encodes β-galactosidase, an
enzyme and the E. coli gusA gene, which encodes the enzyme β-glucuronidase (GUS)
Luciferase; The original marker gene, luc, was isolated from the North American firefly
Photinus pyralis .
Green fluorescent protein; green fluorescent protein(GFP) is isolated from the jellyfish
Aequoria victoria
GFP is a bioluminescent marker that causes cells to emit bright green fluorescence when
exposed to blue or ultraviolet light. However, unlike luciferase, GFP has no substrate
requirements and can therefore be used as a vital marker to assay cellular processes in real
time. Other advantages of the molecule include the fact that it is non-toxic, it does not
interfere with normal cellular activity and it is stable even under harsh conditions
253
[Metni yazın]
15. BÖLÜM
İLERİ TRANSGENİK TEKNOLOJİSİ
254
[Metni yazın]
Giriş
Hayvan ve bitkilerdeki gen transfer deneyleri, hedef genomların içerisine ilave DNA dizileri
yerleştirme gibi basit proseslerin çok ötesinde bir gelişme göstermiştir. Günümüzde DNA transferi pek
çok tür için rutin olmaya başlamıştır ve dikkatler daha çok sofistike yaklaşımlara yönlenmektedir. Bu
yaklaşımlar transgenlerin ve endojen genlerin hem yapıları hem de ekspresyonu cinsinden kusursuz
kontrolünü kapsamaktadır. Hayvan ve bitki biyoteknolojisindeki paralel gelişmeler, transgenlerin dış
regülasyonuna imkan sağlayan indüklenebilir ekspresyon sistemlerinin gelişmesi sayesinde ve hedef
dizilere insersiyon ve modifikasyon yapmak için bölge-spesifik rekombinant sistemlerin kullanılması
sayesinde meydana gelmiştir. Transgenik teknoloji özellikle farede geliştirilmiştir ki burada hedef gen
kombinasyonları, bölge-spesifik rekombinasyonu ve indüklenebilir transgen ekspresyonu hem
transgenleri hem endojen genleri aktif ve inaktif yapmayı mümkün kılar.
Şartlı gen susturulması için başka yollar da araştırılmıştır. Bunlar hedef genin modifikasyonunu
direkt olarak kapsamaz, aksine ürünleri hedef ekspresyon ile çatışan inhibitör genlerin ekspresyonunu
kapsar. Örneğin, antisens RNA, ribozomlar, interfering antikorlar ve dominant negatif mutant gibi pek
çok stratejiler geliştirildiyse de özelilkle bir yaklaşım bu alana hakim olmak için ön plana çıkmıştır.
Oldukça muğlak başlangıçlardan sonra RNA interferens fenomonu (RNAi) moleküler biyolojide en
heyecan verici gelişmelerden biri olarak ortaya çıkmıştır ve yakın gelecek zamanda laboratuvarlardan
kliniklere geçiş yapabilir.
255
[Metni yazın]
256
[Metni yazın]
(HMGR2) geninden alınan bir yara indüklenebilir promotoru, MeGA-PharM (Mechanical Gene
Activation Postharvest Manufacturing) olarak adlandırılan bir ticari indüklenebilir promotor sisteme
esas teşkil edecek şekilde kullanılmıştır ve bu sistem bitkilerde eczacılığa ait proteinleri kodlayan
transgenlerin, yapraklar hasat edildikten ve dilimlendikten sonra açılmasına izin verir (Ma et al. 2003,
Fischer et al. 2004).
Maalesef, endojen indüklenebilir promotorların kullanımı ile ilişkili birkaç sınırlama mevcuttur.
İlk olarak bu promotorlar bir miktar sızdırma eğilimindedirler yani indüksiyon yokluğunda
transkripsiyon seviyesini ölçülü tutmak için düşük seviyede bulunurlar. İkinci olarak, indüksiyon ile
ulaşılan stimülasyon seviyesi (indüksiyon oranı) 10 katından daha az olacak şekilde çoğu kez oldukça
düşüktür. Üçüncüsü, aynı indükleyiciye tepki veren diğer hücresel (endojen) genlerin aktivasyonuna
sebep olduğu istenmeyen yan etkiler sıkça mevcuttur. Ayrıca bu endojen promotorların pek çoğu ile
birlikte kullanılan indükleyiciler temas uzatıldığı takdirde toksik ya da zarar vericidir. Son olarak,
indüklemenin kinetiği ideal değildir. Örneğin, trangenik hayvan ve bitkilerde farklı hücre türleri
içerisine indükleyicinin farklı alınımı olabilir ve yavaş yavaş elimine edilebilir. Bu nedenlerden dolayı,
alternatif indüklenebilir ekspresyon sistemlerin geliştirilmesine muazzam bir ilgi vardır.
257
[Metni yazın]
uzanır ve böylece transkripsiyonel başlangıcı inhibe eder. Laktozun mevcudiyeti veya isopropyl-β-d-
thiogalactoside (IPTG) gibi uygun bir analog durumunda lac represörü konformasyonel bir değişime
uğrar ve bu onun operatör bölgelerinden salıverilmesine sebep olur ve transkripsiyonun başlamasına
izin verilir.
Şekil 15.1 E. coli’de indüklenebilir tabanlı lac ve tet represör sistemlerinin özeti.
Hu & Davison (1987) lac sistemini ökaryotik sistemlerde kullanmak için lacI genine, ökaryotik
bir başlangıç kodonu ilave ederek modifiye etmişler ve sonra Rous Sarcoma virus (RSV) LTR
promotoru tarafından çalıştırılan bir gen ile hibrit yapı oluşturmuşlardır. Bu yapı fare fibroblastlarının
içine sokulmuş ve lac represör proteinini yapısal olarak ifade eden bir hücre soyu şeçilmiştir. Bu hücre
soyu modifiye edilmiş bir Simian Virus 40 (SV40) promotoru tarafından çalıştırılan cat raportör genini
içeren bir dizi plazmitler ile geçici olarak transfekte edilmiş. Bu plazmitlerin her biri ekspresyon
yapısının içerisinde herhangi bir yerde lac operatör bölgesi içerirler. Araştırmacılar, operatör
bölgelerinin promotor bölgesi içine yerleştirildiği takdirde raportör yapısındaki transkripsiyonun bloke
edilebileceğini bulmuşlardır. Ancak IPTG ile desteklenen hücreler tarafından transkripsiyon derepres
edilebilir ki bu kuvvetli chloramphenicol transacetylase (CAT) aktivitesine sebep olur.
E. coli tetracycline operonunu temel alan benzer bir sistem tütün bitkileri için geliştirilmiştir
(Gatz & Quail 1988). tet operonu tetrasiklin antibiyotik dirençliliği veren bakteriyal bir transpozona
taşınır. lac sistemine benzer şekilde tet operonu tetR geni tarafından kodlanan ve promotor etrafındaki
operatör bölgelere bağlanıp transkripsiyonel başlangıcı inhibe eden represör protein ile kapatılır.
Tetrasiklin bu represör proteini kendisi bağlar ve tet operonunu baskıdan kurtaran konformasyonel
değişime sebep verir. Tetrasiklin bakteriyi çok düşük konsantrasyonlarda inhibe ettiği için tet
258
[Metni yazın]
represörü antibiyotikler için sadece birkaç molekülün varlığında derepresyona izin veren çok yüksek
bir bağlayıcılığa sahiptir. tet represörü kendi operatör bölgeleri için de çok yüksek bir afiniteye
sahiptir. Bu nedenle TetR’yi ekspres eden tütün bitkileri ve hücre kültürleri üç tet operatör bölgesiyle
çevrelenmiş cauliflower mosaic virüs (CaMV) 35S promotorundan raportör gen ekspresyonunu inhibe
etmeye muktedir olmuştur. Bu baskılanmış durum tetrasiklin uygulanarak çabucak kaldırılabilir (Gatz
et al. 1991).
Lac ve tet sistemlerinin her ikisi de uygun represör proteinin varlığında minimal transkripsiyon
gösterir ve bundan dolayı yüksek bir indüksiyon oranı mümkündür. lac sisteminde maksimum
indüksiyon oranı yaklaşık 50’dir, buna mukabil tet sisteminde 500 kata kadar indüksiyona ulaşılmıştır
(Figge et al. 1988, Gatz et al. 1992). Prokaryot ve ökaryotlar arasında transkripsiyonel kontrol
mekanizmasında farklılıklar olmasına rağmen dikkate değer bir şekilde bakteriyel represör proteinler,
ökaryotik transkripsiyonel aygıtlarla karşılıklı etkileşime ve bakterilerdeki gibi fonksiyonelliğe gayet
duyarlı gözükmektedirler.
Orijinal tet sisteminin bazı kısıtlamalarının üstesinden gelmek için tet aktivatör ve
reverse aktivatör sistemleri geliştirilmiştir
Represör esaslı sistemlerin bir dezavantajı şudur; etkili bir şekilde işlevlerini yerine getirmek
için yani temel düzeydeki transgen aktivitesini baskılamak için represör moleküllerin yüksek seviyede
ekspresyonu gereklidir. Mamafiğ, LacI ve TetR proteinlerinin her ikisi de yüksek seviyelerde
sitotoksiktir.
Bu sorunları gidermek için, LacI ve TetR, füzyon proteinlerin üretilmesiyle aktivatörlere
dönüştürülürler. Burada füzyon proteinler represörün herpes simplex virüs (HSV) VP16
transaktivatörüyle birleştirilmesiyle oluşturulmuştur (Labow et al. 1990, Gossen & Bujard 1992). Bu
sistemlerde, yalnızca represör proteinlerin DNA-bağlayıcı özgüllüğünden yararlanılır. Modifiye
edilmiş bakteriyal proteinleri transgen içindeki operatör bölgesine bağlamak transkripsiyonel
aktiviteye yol açar, çünkü VP16 proteini transkripsiyonel aparatus üzerine pozitif etki yapar. Operatör
bölgesi, etkin bir şekilde enhansırlar ve indükleyiciler de (IPTG ve tetracycline) etkin bir şekilde
represör olurlar (şekil. 15.2). tet transaktivatör (tTA) sistemi, ona eşdeğer lac sistemine kıyasla daha
geniş ölçüde kullanılmaktadır, çünkü memeli hücrelerinde LacI bağlayıcısını inhibe etmek için çok
yüksek seviyelerde IPTC’ye gereksinim duyulur ve bu hücre için toksiktir (Figge et al.1988). Pek çok
farklı proteinler özellikle sitotoksik proteinler tTA sistemi kullanılarak memeli hücre kültürlerinde
üretilmiştir ki bunların yapısal ekspresyonu, hızlı bir şekilde hücre ölümüne yol açar (Wu & Chiang
1996). Hücrelerde temel düzeyde bir aktivitesi rapor edilmiştir ve yaklaşık 105 indükleme oranına
ulaşılmıştır. Ancak transgenik hayvanlarda uzun süreli tetrasikline maruz kalmanın toksik etkileri
rapor edilmiştir. Bunun yanısıra tetrasiklinin farklı organlara farklı miktarlarda alınımı temel
259
[Metni yazın]
transkripsiyon seviyesinin dalgalanmasına ve hücre-spesifik etkilere yol açar (reviewed by Saez et al.
1997).
tet sisteminde bir diğer modifikasyon dikkat çekici ilerlemelere öncülük etmiştir. tTA
proteininin mutasyona uğramış bir şekli üretilmiştir ki bunun DNA-bağlayıcı aktivitesi
tetrasiklin tarafından ortadan kaldırılmaktan ziyade, bilakis tetrasikline bağımlıdır (Gossen et
al. 1995). Bu protein revers tTA (rtTA) olarak adlandırılmıştır ve tetrasiklin mevcudiyetinde
bir aktivatör olmaktadır. Bu sistem de, antibiyotik bir kez daha indükleyicidir, fakat uzun
süreli maruz kalmaya gereksinim yoktur (şekil 15. 3). Bu sistemin ilk kullanımlarına bir örnek
Bohl et al. (1997) tarafından tanımlanmıştır. Burada erythropoietin cDNA, bir tetrasiklin-
indüklenebilir promotorunun kontrolü altında bir retroviral vektör yerleştirilmiş ve
myoblastlar rtTA sistemi ile transforme edilmiştir. Bu hücreler fareye yerleştirilmiş (implant)
ve eritropoetin sekresyonu, daha kısa bir yarılanma ömrüne sahip tetrasiklinin bir türevi olan
doxycyclinin farelere yedirilmesiyle kontrol edilmiştir. Bu hormonun salgılanmasının uzun-
vadede kontrolünün mümkün olması gen terapide indüklenebilir ekspresyon sistemlerinin
kullanılmasına etki etmiştir. Maalesef, doxycyclinin etkilerini tersine çeviren mutasyonlar
onun bağlayıcı aktivitesini azaltmıştır. Şöyle ki inhibe tTA’ya kıyasla rtTA’yı aktive etmek
için 10 kez daha fazla antibiyotiğe gereksinim vardır. Yakın zamanda, rtTA’nın yeni
versiyonları geliştirilmiştir. Bu versiyonlarda doxycyclin bağlayıcıyı etkilemeyen farklı
bölgelerde mutasyonlar mevcuttur (Urlinger et al. 2000, Lamartina et al. 2002). Orijinal rtTA
sisteminin diğer bir kısıtlaması şudur; doksisiklin yokluğunda, regülatör, tet operatörüne
260
[Metni yazın]
önemli bir rezidual bağlanma gösterir. Fakat antibiyotik mevcut olduğunda bağlanmaya
muktedir olmaz. Ancak bunlar, rtTA ile fiziksel etkileşime girmezler (Zhu et al. 2001).
Yaklaşık olarak 104 indüksiyon oranına sahip bir revers-transaktivatör lac sistemi
geliştirilmiştir (Baim et al. 1991). Pristinamycin (Pip) operonuna dayalı streptogramin
ailesinin antibiyotikleri tarafından indüklenen standart ve revers formatında diğer bir sistem
de mevcuttur (Fussenegger et al. 2000). Farklı sistemlerin mevcudiyeti multipl transgenlerin
farklı indükleyiciler tarafından bağımsız bir şekilde kontrol edilmesine imkan verir.
261
[Metni yazın]
Kimyasal olarak indüklenmiş dimerizasyon iki proteini birbirine bağlamak için divalent
ligand yeneğini kullanır
İndüklenebilir transgen regülasyonu için maya two-hibrit sistemiyle hemen hemen aynı
prensiplere dayanan daha ileri bir strateji geliştirilmiştir (s. 459). Kimyasal olarak indüklenmiş
dimerizasyon olarak adlandırılan bu teknik, fonksiyonel bir transkripsiyon faktörü üretmek için ayrık
haldeki DNA-binding ve transaktivasyon domainlerini eş zamanlı bağlamak ve bir araya getirmek
için, sentetik divalent ligand kullanımını kapsar. Başlangıç sistemi, immunosuppressant ilaç olan FK-
506’dan yararlanır. Bu yüksek bir özgüllükle FKBP12 olarak adlandırılan bir immünosüpresan
proteinini bağlar. FKBP12 T hücrelerinin olgunlaşmasını engelleyerek immün sistemi baskılayan bir
kompleks oluşturur. (reviewed by Schreiber 1991). Transgen indüksiyonu için, iki immunophilin
domainini eş zamanlı olarak bağlayabilecek FK-506’nın yapay bir homodimeri oluşturulmuştur.
Dolayısıyla GAL4 DNA-bağlanma domaini ve VP16 transaktivatörünün herbirinin bağlandığı füzyon
proteinleri ekspres eder. Sentetik homodimer fonksiyonel bir hibrit transkripsiyon faktörünü
kuvvetlendirebilir ki bu transkripsiyon faktörü GAL4 tanıma elementlerini taşıyan herhangi bir
transgeni aktive edebilmeye muktedirdir (Belshaw et al. 1996).
Bu homodimer, verimsiz kombinasyonları kuvvetlendirebileceği için (örn. iki GAL4
füzyonları), iki farklı immünosüpresanın spesifik yapay bir heterodimer olarak kullanıldığı ileri bir
262
[Metni yazın]
sistem geliştirilmiştir ( Belshaw et al. 1996). Bu durumda FK506 belirgin bir hedefe bağlanabilen bir
ilaç olan cyclosporin A ya bağlanmıştır. Heterodimerin, FKBP12-GAL4 füzyonu ve cyclophilin-VP16
füzyonunu kapsayan bir transkripsiyon faktörünü etkin bir şekilde birleştirdiği gösterilmiştir ve bu
memeli hücrelerinde bir raportör geninin kuvvetli ve spesifik aktivasyonu ile sonuçlanmıştır (şekil
15.4). Rapamisin olarak bilinen diğer bir immunosupressant ilacın kabiliyetini kullanan çok yönlü bir
sistem geliştirilmiştir ve bu sistem FKBP12’nin heterodimerizasyonuna aracılık eder ve FRAP olarak
bilinir (Rivera et al. 1996). Bu sistemde, FKBP12 ve FRAP’ın her biri fonksiyonel bir transkripsiyon
faktörünün kompenentleri ile birlikte füzyon olarak ekspres edilir. Rapamisin yokluğunda füzyonlar
arasında herhangi bir interaksiyon yoktur, ancak ilaç sağlandığı zaman bunlar transgen ekspresyonunu
aktive edebilen bir hibrit transkripsiyon faktörü içinde birleşirler. CID-regulated promotoruyla kotrol
edilen büyüme hormonu geni içeren transgenik bir fare indükleyici yokluğunda herhangi bir
ekspresyon göstermemiştir. Ancak rapamisin ile indüksiyon sonrası 24 saat içinde insan büyüme
hormonunun yüksek seviyedeki ekspresyonu gerçekleşmiştir (Magari et al. 1997). Bu sistemin
avantajı şudur; rapamisin in-vivo hücreler tarafından hızlı bir şekilde alınır ve yine hızlı bir şekilde
parçalanır. Bir kimyasal dimerizasyon indükleyicisi olarak immunosupresant ilaçların farmakolojik
yan etkilerinin olması önemli bir dezavantajdır. Bu yüzden rapamisinin önemli farmokolojik etkileri
olmayan çeşitli analogları geliştirilmiştir. En iyi sistemler artık endogenus FKBP ve FRAP’a
bağlanmayan, fakat sadece CID sistemleri için geliştirilen modifiye edilmiş türevlerle ilişkiye giren
rapologları kullanmaktadır. Rapologların diğer avantajları oral alınımı takiben uzun süreli
biyoyararlılığını ve kan-beyin bariyerini geçebilme kabiliyetini kapsar. Sistemin en çok popüler olan
versiyonunda (şekil 15.5), FKBP’nin üç kopyası bir çift çinko parmak ve homedomain ihtiva eden
sentetik bir DNA-bağlanma domainine katılır, halbuki FRAP’ın FKBP-rapamisin bağlanma domaini
NF-κB’nin alt ünitesi olan p65 aktivasyon domainine katılır. Genelde hibrit kompenentlerin her ikisi
de, internal bir ribozomun giriş bölgesini kullanan tek bir transkripsiyon ünitesinden ekspres edilir.
Hedef promotor, TATA kutusunu takiben hedef bölgenin 12 kopyasını ihtiva eder (Auicchio et al.
2002 a,b, Chong et al. 2002).
263
[Metni yazın]
Şekil 15.4 Sentetik FK-506 siklosporin A çifti ile immünosüpresanlar ve siklosporin domainler içeren füzyon proteinler
arasındaki kimyasal yolla oluşan dimerleşme Dimerleşme gal4 cevap elemanları ile bir promotoru etkinleştirebilen
fonksiyonel bir transkripsiyon faktörünü birleştirir.
Şekil 15.5 (a) İçinde insan FKBP’sinin üç ardışık kopyası bir sentetik DNA-binding domaini ile füzyon
edilmiş ve FRAP p65 DNA aktivasyon domaini füzyon edilmiş rapamisin sisteminin sık kullanılan
konfigürasyonu. Rapamisin fonksiyonel transkripsiyon faktörünün oluşumunu sağlayan FKBP ve FRAP
arasındaki etkileşimi kolaylaştırır. (b) FKBP ve sentetik DNA-binding domaini ZFHD1 (zinc finger
homeodomain 1)’nin üç kopyasını kodlayan yapının ayrıntılı yapısı. ECMV-IRES encephalomyocarditis
virüsün internal ribozom giriş bölgesidir. (c) ZFHD1- binding bölgesini 12 ardışık kopyasını gösteren tipik
bir hedef gen yapısı. 264
[Metni yazın]
266
[Metni yazın]
8bp’lik merkezi bir elemanı kuşatan, bir çift 13bp tekrar dizilerini kapsayan 34 bp’lik bölgeyi
(sırasıyla loxP and FRP olarak adlandırılan) tanır. Her ne kadar rekombinasyon için gereksiz olduğu
gösterilmişse de FRP 13bp’lık tekrar sekansının ilave bir kopyasına sahiptir. Cre rekombinaz optimum
37°C’de çalıştığı için büyük ölçüde memelilerde kullanılmıştır. Ancak multiple sistemler eş-zamanlı
olarak kullanıldığında büyük avantajları görülür ki bu marker-free transgenik bitkilerin geliştirilmesi
için bir strateji olarak sunulmuştur.
Şekil 15.7 Farklı oryantasyonlarda düzenlenmiş Cre rekombinaz tarafından katalizlenen reaksiyonlar ve
loxP bölgelerinin yapısı.
Bölge-spesifik delesyon için herhangi bir ilgilenilen sekansı belirginleştirmek için loxP askı
bölgelerinin becerisi sayısız uygulamalara sahiptir. Bunların en aşikâr olanı marker genler gibi
istenmeyen sekansların delesyonudur. Örneğin; bu yaklaşım basitleştirilmiş bir strateji olarak nokta
mutasyonlar içeren mutant fareler oluşturmak için kullanılmıştır. Farelerde subtle mutantların
çoğaltılması için embriyonik kök hücrelerdeki homolog rekombinasyonun iki bölümden oluştuğunu
bölüm 13’ten hatırlayalım. Homolog rekombinasyon nadir bir olay olduğu için bu gibi stratejiler çok
267
[Metni yazın]
verimsizdir. Ancak Cre rekombinaz-tabanlı yaklaşım da homolog rekombinasyonun ikinci bir roundu
gereksizdir (Kilby et al. 1993). Şekil 15. 8’de gösterildiği gibi gen hedefleme endogenus bir genin
yabani tip alleliyle nokta mutasyonu içeren bir allelinin yer değiştirilmesi için ve eş zamanlı olarak
marker genlerin sokulması için kullanılır. Pozitif ve negatif seleksiyon için neo ve Tk gibi marker
genler kullanılır. Homolog bölge içindeki pozitif-negatif seleksiyon işaretleyicileri loxP bölgeleri
tarafından kuşatılmıştır. İkinci bir negatif marker (örn. Difteria toksin geni gibi) rastgele bir
integrasyon olayını belirlemek için homolog bölgenin dışına ilave edilir. Difteria-toksin genlerini
kaybetmiş ve neo için hayatını devam ettiren hücreler muhtemelen özgün hedefleme olaylarını temsil
ederler. Bu hücreler daha sonra, Cre rekombinazı ifade eden bir plazmid ile transfekte edilir ki bu arta
kalan işaretleyicilerin eksizyonunu katalizler, sadece bir intronda arta kalan loxP bölgesi haricinde
hiçbir acemilik delili olmayan temiz bir nokta mutasyonu bırakır. Negatif seleksiyon ganciclovir ya da
1-(2-deoxy-2-fluoro-β-d-arabinofuranosyl)-5 iodouracil (FIAU) kullanılarak Tk’ya karşı
işaretleyicilerini kaybetmiş hücreleri tespit eder.
Şekil 15.8 Cre rekombinaz tarafından katalizlenen marker eksizyonu ile gen hedeflemenin takibi. Başlangıçta, loxP
siteler ile çevrili pozitif ve negatif işaretliyiciler (neo ve Tk), homolog rekombinasyon ile sokulmuştur. G418
üzerindeki neonun seçimini takiben, Cre rekombinaz genomun içinde tek bir loxP bölgesi bırakarak, her iki
işaretleyiciyi çıkarmak için kullanılmıştır. Eksizyon olayı gansiklovir veya FIAU kullanılarak, Tk’nın yokluğunun
belirlenmesiyle tespit edilebilir. Asteriks mutasyonu gösterir.
Benzer stratejiler bitkilerden marker genleri uzaklaştırmak için kullanılabilir ve ilk olarak Dale
& Ow (1991) tarafından gösterilmiştir. Bu araştırmacılar, tütün yaprak eksplantlarını bir CaMV 35S-
luciferase reporter yapısı ile trasforme etmek için Agrobacterium kullanmışlar. Transfer DNA (T-
DNA) loxP bölgesi ile çevrili hygromycin direnci için seçilebilir bir marker da ihtiva ediyordu.
Transgenik bitkiler hygromycin seleksiyonunun altında yeniden üretilmiş ve bu bitkilerin yaprak
268
[Metni yazın]
eksplantları ikinci bir yapı ile transforme edilmiş ki burada Cre rekombinaz CaMV 35S promotoru ile
çalıştırılmıştır. Bu yapı ayrıca nptII genini ihtiva ediyordu ve ikinci-round transgenik bitkiler
kanamisin üzerinden seçilmiştir. Test edilen 11 bitkiden 10’u her ne kadar lusiferaz ekspresyonunu
devam ettirseler de hygromycin duyarlı bulunmuştur ki bu orijinal işaretleyicinin eksize edildiğini
gösterir. cre/nptII yapısı ayrı ayrı sokulduğu için orijinal T-DNA’ya bağlı değildi ve yalnızca lusiferaz
transgenini ihtiva eden ‘’temiz’’ transgenik bitkiler bırakacak şekilde, gelecek generasyonlar için ayrı
tutulmuştur.
Şekil. 15.9 Rekombinaz-aktive gen ekspresyon stratejisine (RAGE) genel bakış. Bir poliadenilasyon sinyali
ekspresyonu bloke etmek için hedef gen ve promotoru arasına yerleştirilir. Bununla birlikte, bu sinyal loxP
siteleri tarafından kuşatıldığı takdirde, Cre rekombinaz bloklamayı kaldırmak için kullanılabilir böylece gen
ve promotoru yan yana kaynaştırılır ve gen ekspresyonu aktive edilir
Her iki deneyin en önemli özelliği iki ayrı transgenik soyun kullanılmasıydı. Bunlardan birisi Cre
rekombinazı düzenlenmiş bir şekilde ekspres eder, diğeri ise hedef geni içerir. Bu soylar arasındaki
çaprazlamalar, her iki transgeni hibrid dölde bir araya getirir ki bu Cre ekspresyon profilini esas alan
transgenin koşullu aktivasyonu ile sonuçlanır. Bu oldukça çok yönlü ve geniş ölçüde kullanılan bir
stratejidir, çünkü farklı Cre transgeniği ile responder arasında “mix and match’’( karıştırma ve
birleştirme)’e izin verir. Aşağıda bu konuya dönülecektir.
270
[Metni yazın]
sokularak iki round gen hedefleme vasıtasıyla çoğaltılabilir (Ramirez-Solis et al. 1995, Li et al. 1996).
Bitkilerde gen hedefleme çok verimsizdir, ancak dahice bir plan geliştirilmiştir ki burada loxP
bölgeleri biri Ds transpozon içinde, diğeri dışında olmak üzere bir transformasyon yapı üzerinde art
arda düzenlenmiştir. Transpozon bir marker gen ile promotoru arasına yerleştirilmiştir. Bu yapı bir
transposas kaynağı sağlamak için otonom transpozon Ac içeren tütün bitkilerine tatbik edildiği zaman,
tıpkı marker-gen ekspresyonu tarafından ifşaa edildiği gibi Ds elemanı transgenden eksiz edilebilir.
Çoğu heterolog bitkilerde Ac-Ds elemanları orijinal konuma bağlanmış bir pozisyonda yeniden
birleşebilirler. Her ne kadar yeniden birleşme bölgesi kotrol edilemese de, bu yine de Cre-rekombinaz
tarafından eksize edilebilen geniş bir kromozomal segmenti tanımlar (Medberry et al. 1995, Osbourne
et al. 1995). İnterkromozomal bölge-spesifik rekombinasyon verimsiz olduğu için translokasyonları
düzenlemek daha zordur ve istenen ürünlerin belirlenmesi için orijinal seleksiyon stratejilerine ihtiyaç
vardır Qin et al. 1994, Smith et al. 1995, Van Deursen et al. 1995).
271
[Metni yazın]
Cre rekombinazı ekspres etmek için interferon ile bölge-spesifik rekombinasyon indüksiyonuna izin
veren metallothionein promotorunu kullandılar. Başarılı olmasına rağmen bu deney, indüklenebilir
promotorların pek çok yetersizliklerini vurgulamıştır. Farklı dokularda eksizyon verimliliğinde
muhtemelen indükleyici diferansiyel alımını yansıtan bariz varyasyonlar vardır. Ayrıca dalakta
muhtemelen endogenus interferonlar varlığı nedeniyle indüksiyon yokluğunda gen segmentinin
çıkarılması ile sonuçlanan Cre’nin yüksek seviyeli background aktivitesi gözlemlenmiş. tTA sistemi,
Cre ekspresyonunu tetrasiklin yönetiminin kontrolü altına vermek için kullanılmıştır. Her ne kadar
yüksek-seviyeli bir backround aktivitesi gözlemlenmişse de, hedef genin indüksiyon öncesi
eksizyonuyla sonuçlanmıştır (St Ogne et al. 1996). Post-translasyonel indüksiyon kullanılarak daha
sıkı kontrol mümkündür. Örneğin; Cre, östrojen reseptörünün ligand-binding domaini ile birlikte bir
füzyon olarak ekspres edildi (Fiel et al. 1996). Bu transgen uygun bir responder suşa aktarıldığı zaman
backround eksizyon minimal düzeyde olup Cre, Tamoxifen tarafından kuvvetli bir şekilde
indüklenmiştir. Şu anda Cre farenin pek çok suşunda mevcuttur ve onlarda Tamoxifen- veya RU486-
indüklenmiş bölge-spesifik rekombinasyonun oldukça verimli olduğu gösterilmiştir (Brocard et al.
1997, Wang et al. 1997a, Schwenk et al. 1998). Koşullu mutantlar oluşturmanın yanı sıra,
indüklenebilir bölge-spesifik rekombinasyon transgen eksizyonunu haricen kontrol etmek için de
kullanılabilir. Bölümün başında tartışılan sistemlerden birini kullanarak, bitkilerde indüklenebilir
kontrol altında ekspresyon edilen Cre veya FLP rekombinaz ile ilgili bir dizi rapor yayımlanmıştır. Bu,
rekombinaz genin gelişim safhasına kadar (ki burada işaretleyicinin uzaklaştırılması gerekir) inaktif
bir durumda korunmasına müsaade eder. Üstelik bu strateji vejetatif olarak çoğalan bitkiler için de
uygundur. Tipik strateji, bir floxed gen içeren bitkiler ile koşullu ekspresyon edilmiş Cre genini içeren
bitkileri çaprazlamaktır. Bu eşeyli üremeyen bitkilerde mümkün değildir. Ancak, Cre geni
indüklenebilir bir kontrol altına yerleştirilerek floxed transgenin ve Cre geninin her ikisi de aynı
zamanda taktim edilebilir.
β-galactosidase ve β-glucuronidase
E. coli lacZ geni çeşitli sentetik analogların yanı sıra β-Dgalactopyranosides’leri (laktoz gibi)
hidrolize eden β-galactosidase’ı kodlar. Her ne kadar testlerin non-radyoaktif olma dezavantajı olsa da
CAT gibi β-galactosidase aktivitesi de invitro’da test edilebilir. Örneğin; hücre lizatları kromojenik
substrat ONPG kullanarak spektrofotometrik olarak test edilebilir ki bu çözünebilir sarı bir bileşik
272
[Metni yazın]
oluşmasına sebep olur. Alternatif olarak, daha hassas olarak florometrik test MUG substratı
kullanılarak yapılabilir. Histolojik boyama için Xgal substratı hücreleri parlakça işaretleyen bir
çözünemez mavi çökeltiye sebep olur. Hall ve arkadaşları (1983) tarafından ilk olarak lacZ geni
transfeksiyonu doğrulamak için memeli hücrelerinde ekspres edilmiştir. Bu deneyler için gen SV40
erken promotoruna ve fare meme tümör virüsü (MMTV) LTR promotoruna eklendi. Ayrıca hsp70
promotor ve lacZ arasında füzyonlar oluşturuldu ve Drosophila’da ısı-şok-indüklenebilir β-
galactosidase ekspresyonunu çalıştırdığı gösterildi (Lis et al. 1983). İşaretleyici olarak lacZ’nin bir
dezavantajı şudur: Belirli bir memeli hücreleri ve pek çok bitki yüksek seviyede bir endogenus β-
galactosidase aktivitesi gösterir bu da kimerik genlerin analizini örtbas edebilir (Helmer et al. 1984).
β-glucuronidase (GUS) enzimini kodlayan E. coli gusA geni bir alternatiftir ( Jefferson et al. 1986). Bu
marker endogenus enzimin minimum background aktivitesi bitkilerde tercih edilir. Ancak hayvanlarda
da başarılı bir şekilde kullanılmaktadır. β-galactosidase için tanımlanmış olanlara benzer invitro ve
histolojik test formatları GUS için de mevcuttur. Örneğin; bir histokimyasal substrat olan X-gluc
çözünmez mavi bir çökeltiye sebep olur.
Lusiferaz
CAT, GUS ve β-galactosidase stabil proteinlerdir ki bunlar kendilerini ifade eden hücrelerde
kalıcıdırlar. Stabil raportör proteinler ile ilgili bir problem şudur: Gen aktivasyonu faydalı
işaretleyiciler sağlamalarına rağmen bunlar gen aktivitesindeki hızlı değişimleri veya transkripsiyonel
baskılanma testleri için daha az kullanışlıdırlar. Lusiferaz, 1986’da hem hayvan (De Wet et al. 1987)
hem de bitkilerde (Ow et al. 1986) kullanılabilecek yeni bir raportör gen olarak tanıtılmıştır. Orijinal
işaretleme geni olan luc Kuzey Amerika ateşböceği olan Photinus pyralis’den izole edilmiştir ve 550
amino asitlik tek bir polipeptiti kodlar. Enzim lusiferin oksidasyonunu katalizler (oksijen gerektiren
bir reaksiyonunda, ATP ve magnezyum iyonlarının varlığında). İlave substrat sağlandığında mevcut
enzim miktarıyla orantılı bir ışık yayılır. Bu ışınım bir luminometre veya fotografik bir film
kullanılarak tespit edilebilir (Wood & DeLuca 1987). Lusiferaz sistemlerinin önemli avantajları
şunlardır; lacZ’ye göre 100 kat daha fazla olan yüksek hassasiyeti ve ışık emisyonunun hızlıca
zayıflamasıdır. Lusiferaz bu nedenle Drosophila period geni gibi salınan ekspresyon profilli genlerin
aktivitesini analiz etmek için kullanılmaktadır (Brandes et al. 1996). Lusiferaz sisteminin
yükümlülüğü, diğer organizmalardan alternatif lusiferazların izolasyonu vasıtasıyla genişletilmiştir ki
bunlar farklı renklerde biyoluminezlerdir (Thompson et al. 1990). Bir bakteriyal lusiferaz olan LuxA
geni transgenik bitkilerde bir işaretleyici olarak kullanılmıştır.
273
[Metni yazın]
en beceriklilerden biri olarak ortaya çıkmıştır. Giderek artan bir çeşitlilikte bakteri, maya, hayvan ve
bitkilerdeki biyolojik proseslerin araştırılmasında kullanılmaktadır (reviewed by Tsien 1998, Haseloff
et al. 1999, Ikawa et al. 1999, Naylor 1999). GFP biyoluminesant işaretleyicidir ve hücrelerin mavi
veya ultraviyole ışığa maruz kaldıklarında parlak yeşil floresan yaymalarına sebep verir. Ancak,
lusiferazın aksine GFP herhangi bir substrata ihtiyaç duymaz, dolayısıyla gerçek zamanlı olarak test
etmek için canlı bir marker olarak kullanılabilir. Molekülün diğer avantajları ise toksik olmaması,
normal hücresel aktiviteyi engellememesi ve zor koşullar altında bile stabil olmasıdır (Ward
&Bokman 1982).
GFP ilk olarak heterolog bir işaretleyici olarak Caenorhabditis elegans’larda kullanılmştır
(Chalfie et al. 1994). Ancak, Drosophila (Wang & Hazelrigg 1994), memeli hücre soyları (Marshall
et al. 1995) ve bitkileri (Haseloff & Amos 1995, Hu & Chen 1995, Sheen et al. 1995) içeren GFP
ekspresyonu ile yapılan ilk deneyler, gfp geninin heterolog ekspresyonundaki bir dizi zorlukları tespit
etmiştir. Bazı bitkilerde güçlü GFP ekspresyonu için modifikasyonlar gerekli olmuştur. Örneğin;
Arabidopsis’de orijinal gfp geni, anormal splayzing nedeniyle çok zayıf bir şekilde ekspres edilir. Bu
problem, bu bitkide tanınan şifreli bir splayz bölgesinin çıkartılması ile çözülmüştür (Haseloff et al.
1997). Orijinal gfp, proteinin uyarma ve emüsyon dalga boyları gibi çeşitli özelliklerini değiştirmek
için geniş ölçüde modifiye edilmiştir (Heim & Tsein 1996, Zolotukhin et al. 1996, Cormack et al.
1997). Sonuç olarak şu anda proteinin dual etiketleme için kullanılabilen sarı floresan proteini (YFP)
ve mavi floresan proteini (CFP) gibi çeşitli varyasyonları mevcuttur (Tsien& Miyawaki 1998;
reviewed by Ellenberg et al. 1999).Pek çoğu mercan resif organizmalarından elde edilen diğer
renklerin floresan proteinleri de mevcuttur. Örneğin; DsRed, AmCyn ve ZsYellow proteinlerinin hepsi
mercan türevli floresan proteinleridir. Anthoza’dan (Matz et al. 1999) alınan bir kırmızı floresan
proteininin mutant formu zamanla yeşilden kırmızı floresana dönüşür ki bu onun geçici gen
ekspresyon modellerini karakterize etmek için kullanılmasına olanak sağlar (Terskikh et al. 2000).
GFP özellikle hücrede rekombinant proteinleri lokalize etmek için bir etiket sağlar. Bu yüzden
füzyon proteinleri için kullanışlıdır. Bu özellik hücre içi protein trafiğinin ve hatta hücreler arası
protein taşınımının incelenmesini kolaylaştırır. Bu uygulamaya ilk örnek Drosophila’da oogenesis
esnasında ribonükleoproteininin hareketini gözlemlemek için GFP’nin kullanılmasıdır (Wang &
Hazelrigg 1994). Kohler ve arkadaşları (1997) bitki organelleri arasındaki moleküllerin taşınmasını
çalışmak için GFP’yi kullandılar buna karşın Wacker ve arkadaşları (1997) salgı yolu boyunca bir
GFP-kuyruklu bir proteinin taşınmasını araştırdılar. Bitkilerde sistemik bir viral enfeksiyonunun
gerçek zamanlı dinamiğini çalışmak için GFP’nin kullanımı Padgett ve arkadaşları (1996) tarafından
tanımlanmıştır.
274
[Metni yazın]
Gen aktivasyonu için pek çok strateji hedef genin direkt modifikasyonuna ihtiyaç
duymaz
Geleneksel gen transferi stratejileri genoma transgen tarafından sağlanan bir gain-of-function
fenotip ile sonuçlanan yeni genetik bilgiler eklemektedir. Gen hedefleme ve bölge-spesifik
rekombinasyon halen bize, fare genomunun spesifik parçalarını bozmak veya silmek için beceri sağlar;
loss-of-function fenotiplerin araştırılmasına müsaade eder. Fakat bu yaklaşım diğer bitki ve
hayvanlarda rutin olarak kullanılamaz. Bu sebepten ötürü gen inhibisyonu için geniş ölçüde
uygulanabilir bir dizi alternatif transgen stratejileri geliştirilmiştir. Bu stratejiler genoma yeni genetik
bilgilerin takdim edilmesini kapsar. Ancak, bir fonksiyon kazancı yerine, transgen, bir endogenus gen
ekspresyonunu ya RNA ya da protein seviyesinde engeller. Gerçek hedef gen etkilenmez. loss-of-
function etkileri functional knockouts veya phenocopies olarak adlandırılır.
275
[Metni yazın]
ters çevrilmiş bir cDNA kullanmışlar ve endogenus mRNA seviyesini normalin %2’sine
indirgemiştirler. Diğer taraftan her ne kadar antisens RNA’nın varlığı doğrulansa da, Munir ve
arkadaşları (1990) fare Hprt geninin ilk egzon ve intronuna karşılık gelen antisens RNA üretmek için
bir yapı dizayn ettiler ve endogenus mRNA seviyesinde hiçbir azalma olmadığını gözlemlediler.
Anlaşılan o ki, inhibisyonun seviyesi antisens RNA’nın boyutuna ya da tamamlayıcı olduğu
endogenus gen parçasına bağlı değildir. Örneğin; Moxham ve arkadaşları (1993) genin 5’ translate
edilmemiş bölgesinin sadece 39 bp’sine karşılık gelen antisens RNA’nın ekspresyonu sayesinde Gαi2
protein seviyesinde %95 azalmayı başarmışlardır.
Koşullu gen susturma, antisens yapıları indüklenebilir bir promotorun kontrolü altına
yerleştirerek başarılabilir. MMTV LTR promotorunun kontrolü altındaki antisens c-myc ekspresyonu,
indüksiyon yokluğunda transforme edilen hücrelerin normal büyümesi ile sonuçlanmıştır. Ancak
dexamethasone mevcudiyetinde neredeyse tam büyüme inhibisyonuyla sonuçlanmıştır (Sklar et al.
1991). Bitkilerde antisens ekspresyonunu kontrol etmek için tTA sisteminin kullanıldığı deneyler de
rapor edilmiştir (Kumar et al.1995).
276
[Metni yazın]
ekspresyonuda rapor edilmiştir. Glukokinaz mRNA’sına karşı hedef ribozim pankreasta endojen gen
spesifik inhibisyonu ile sonuçlanan insülin promotorunun kontrolü altında transgenik farelere eksprese
edildi (Efrat ve ark 1994). Son zamanlarda, tavuk embriyolarının içine antineurogulin riboziminin
retroviral salınımı rapor edilmiştir (Zhao&Lemke 1998). Neurogulin ekspresyonunun inhibisyonu
farelerde ekuilavelent (eş) homozigot null mutasyonuna çok yakın başlangıç yaşı faktörü üreten
embriyonik öldürücülük ile sonuçlanmıştır.
Kosupresyon Homolog Sense Transgenin Varlığı İle Endojen Bir Genin İnhibisyonur
Kosupresyon homolog endojen genin ekspresyonunun baskılanması için sense transgen
özelliğine başvurur. Bu şaşırtıcı fenomen ilk olarak bitkilerde ilgili genin ekstra kopyalarını
içermesiyle endojen proteininin seviyesini arttırmak için tasarlanan bir dizi deneyle gösterilmiştir.
Petunya çiçeklerinde sentezlenen pigment miktarını arttırmak için bir girişim olarak, Napoli ve ark
(1990) chalcone sentaz (chs) geninin birden fazla kopyasını taşıyan transgenik petunya bitkileri
ürettiler. Bu antisiyanin öncüsü chalcone içinde coumaroyl-CoA ve 3-malonyl-CoA’yı dönüştüren bir
enzim kodlar. Çoklu transgen kopyalarının varlığının enzimin seviyesini yükseltmesi ve derin bir
pigmentasyon sonucu beklendi. Ancak, deneyden çıkarılan bitkilerin yaklaşık %50’sinde tam ters etki
gözlenmiştir, örneğin, çiçekler ya saf beyaz ya da beyaz-mor alacalı renklerdeydi. Benzer bulgular
başka pigment biyosentez enzimi dihidroflavonol-4-redüktaz kodlayan transgen kullanan Van der Krol
ve ark (1988) tarafından bildirilmiştir. Her iki durumda da homolog endojen genlerin kosupresyonu ve
bazı ya da tüm transgenlerin baskılanmasına yol açan transgenin çok kopyalarının entegrasyonu
olduğu görüldü.
Yüksek transgen ekspresyonu düzeyleri ile bitki hatları üretimi sıkıntılı olsada, kosupresyonda
spesifik gen inaktivasyonu için bir araç olarak kullanılabilir. Bu nitelikte pek çok rapor bulunmaktadır.
Örneğin, anlamlı oryantasyonda pg geninin kısmi bir kopyasını içeren transgenik domatesler imal
edilmiştir (Smith ve ark 1990). Aynı grup tarafından (yukarıya bakınız) daha önce oluşturulan
antisense pg transgenik bitkiler olduğu gibi, endojen genin güçlü inhibisyonu raf ömrü uzun bir meyve
ile sonuçlanarak başarılmıştır. Kosupresyon hayvanlarda da gösterilmiştir (Pal-Bhadra ve ark 1997,
Bahramian&Zabl 1999, Dernberg ve ark 2000) ve mantarlarda belirlenen quelling olarak adlandırılan
benzer durumla ilişkilidir (Selker 1997,1999 tarafından yorumlandı).
Bitkilerde kosupresyon mekanizması karmaşıktır ve transkripsiyonel ya da post-
transkripsiyonel düzeylerde susturulmayı içerebilir (detay için kutu 15.2 ye bakınız). Post-
transkripsiyonel gen susuturulmasının en dikkat çekici yönlerinden biri (PTGS) yayılabilir sinyal
katkısı olduğunu düşündüren sistemik bir fenomen olduğudur. Bu susturuculu transgenik konaklar
üzerine susturucu olmayan transgenik aşılama ile ortaya konulabilir. Susuturma etkisini aşı içine
yaymak mümkündür ve 2 transgenik dokunun yabani tip kökten 30 cm kadar yukarısında bile sistemik
etkiyle çalıştığı görülmüştür (Palauqui ve ark 1997, Vionnet ve ark 1998).
277
[Metni yazın]
Bitkilerde PTGS virüs genomu ve entegre gen arasında homoloji bölgeleri var olduğu sürece,
sadece entegre gen tarafından değil aynı zamanda RNA virüsleri tarafından da uyarılabilir. Örneğin,
virüs endojen gen ya da konak genomu içine entegre olmuş transgen için homolog bir dizi taşıyabilir.
Angell&Baulcombe (1997) tarafından kanıtlandığı gibi, eğer bitki virüs genomunun bir kısmına
karşılık gelen bir cDNA ile transforme edilirse etkiside çalışır. Bu deney arkasındaki mantık gus A
raportör genini içeren kimerik patates X virüsü (PVX) genomuna karşılık gelen cDNA yapısı ile
transform bitki oluşturmaktı. Transgenin transkripsiyonundan sonra sonuçta elde edilen viral RNA
virüsünün kendi replikasyonunda çoğalacağından dolayı transgen ekspresyonuyla çok yüksek
seviyelerde β-glukuronidaz (GUS) aktivitesi umulmaktaydı. Ancak, hayal kırıklığı oldu, transgenik
bitkilerin tümü viral RNA ve GUS aktivitesini çok düşük düzeyde üretti. Bitkilerde aynı zamanda
PVX semptomlarının yokluğu gösterildi ve PVX enfeksiyonuna direnç bulunmuştur. Virüsten
kaynaklı susuturma etkisi sadece susuturma için tetikleyici viral replikasyonlar içeren çift zincirli
RNA (dsRNA) yı düşündüren kompotent replikasyon vektörü kullanılarak çalışıldı (Kutu 15.2’ye
bakınız).
PVX RNA verimliliği bitkilerde fonksiyonel knock-out oluşturmak için çok başarılı bir
şekilde kullanılır, PVX vektörleri bitki genomunda homolog genlerin susturulması içinde böyledir
(Baulcome 1999). Örneğin, Burton ve ark (2000) olduğu varsayılan bir selüloz sentazını kodlayan bir
cDNA sekansı içeren PVX vektörleri ile tütün bitkilerinin enfeksiyonunu belirtti. Aşılanmış bitkiler
cüce bir fenotip gösterdi ve etkilenen yapraklarda selülozun düzeyi %25 oranında azaldı. Bu kanıtlara
dayanarak, araştırmacılar cDNA’nın gerçekten böyle bir enzimi kodladığı ve endojen selüloz sentaz
geninin kosupresyon yeteneğine sahip olduğu sonucuna vardılar.
278
[Metni yazın]
RNA Susturulması
RNA susturulmasının tüm formları (örneğin bitkilerde PTGS ve VIGS, kosupresyon, RNAi,
mantarlarda quelling) çift zincirli RNA’nın varlığına şu veya bu şekilde bağlı olduğu görülmektedir.
dsRNA’nın biogenezisi birçok yoldan meydana gelebilir, örneğin, RNAi’de hücrelerde komplementer
RNA’nın ekspresyonu ya da kasten girişi ile, PTGS’de kompleks transgenlerden anormal dsRNA’ların
üretimi ya da VIGS’de viral replikasyon ara ürünlerinin üretimi. dsRNA bir kez, kısa dubleks 21-25kb
uzunluğunda çıkıntıları indirgeyen Dicer adlı bir nükleazın substratı olacak forma sahip olur. Bu
dubleksler küçük müdahaleci RNA’lar (siRNA) olarak bilinir. Bunlar RNA kaynaklı susturma
kompleksi (RISC) olarak bilinen endonükleotik kompleksler içinde hedef komplementer mRNA ve
onların yarılması için siRNA’nın bir iplikçiğini kullanan Argonaute ailesinin birine dahil olan çeşitli
proteinler topluluğudur. RISC güçlü susturma ile sonuçlandığından etkilidir (Tıjsterman&Plasterk
2004). Birçok organizmada (fakat memeliler hariç) susturulma etkisinin kuvvetini artırmak için RNA
bağımlı RNA polimeraz tarafından siRNA’nın çoğaltılması vardır. siRNA molekülleri RNAi ve diğer
RNA susturma olgularının sistemik nedenlerini açıklayarak aynı zamanda hücreler arasında hareket
edebilir.
279
[Metni yazın]
RNA için engelli hayvanlar transpozon mobilizasyonunun artan oranlarını gösterir oysa PTGS için
engelli bitkiler viral enfeksiyon için çok daha duyarlıdır. İlginçtir, benzer gen ürünleri PTGS ve RNAi
arasında bir bağlantı için daha fazla kanıt sağlayacak şekilde farklı organizmalarda tespit edilmiştir.
Araştırmanın bu heyecan verici yeni alanın kapsamlı tartışması bu kitabın kapsamı dışındadır, ancak
ilgilenen okuyucular pek çok mükemmel yorumlara ulaşabilir (Plasterk&Ketting 2000, Hammond ve
ark 2001).
280
[Metni yazın]
susturulmanın RNA-bağımlı başlaması) olarak bilinen kompleksler ve Dicer ile bölünebilir (Xie ve ark
2004).
İnterferens RNA, Hücreye Çift Zincirli RNA’nın Doğrudan Girişinin Neden Olduğu
Susturulmanın Güçlü Bir Şeklidir
RNA interferens (RNAi) çift-zincirli RNA’nın varlığı nedeniyle özel gen susturulması
olgusudur. Süreç sense veya antisense RNA homolog genin ekspresyonunu baskıladığı zaman
nematod solucanı C. elegans’da gen susturulması üzerine çalışan araştırmacılar tarafından
keşfedilmiştir. Bu Fire ve ark (1998) ilk olarak solucanlar içinde sense ve antisense RNA’ların kasıtlı
girişini ve aynı zamanda tek iplikli RNA’nın yaklaşık 10 kat daha spesifik inhibitör etkisine neden
olduğunu gösterdi. Bunlar kontamine dsRNA’nın varlığı nedeniyle önceki deneylerde görülen
susturucu etkinin varlığıyla doğrulanmıştır. C. elegans’da keşfedilmesine rağmen, bitkilerde
kosupresyon ve virüs-kaynaklı gen susturulması dsRNA’nın (sırasıyla, anormal transgen ekspresyonu
ve viral replikasyon nedeniyle) üretimini içerdiği düşünülmesinin yanında, RNAi’nin ilkesi bundan
çokta eskilere dayanıyor.
İlk araştırmalar, dsRNA’nın sadece birkaç molekülü sitokiyometrikten daha katalitik olan
ribozim benzeri RNAi’yi düşündüren C. elegans’da RNAi indüklemesi için gerekli olduğunu gösterdi.
İnterferens post-transkripsiyonel süreci olduğunu belirten hedef genin ekzonları için dsRNA’nın
281
[Metni yazın]
homologu olduğu takdirde elde edilebilir. RNAi olgusu oldukça genel olarak görülür ve Drosophila
(Kennerdall&Carthew 2000), fareler (Wianny&Zernicka-Goetz 2000) ve bitkiler (Waterhouse ve ark
1998, Chuang&Meyerowit 2000) dahil olmak üzere birçok diğer organizmalar gen susturulma
deneyleri için kullanılmıştır. Gerçektende, RNAi basitliği, spesifikliği ve potansiyeli nedeniyle bu
organizmalarda büyük ölçekli fonksiyonel analizler için hızlı bir seçim yönetimi haline gelir
(Hammond ve ark 2001, Hannon 2002). Biz bölüm 19’da büyük ölçekli RNAi konusuna döneceğiz.
C. elegans’da mikroenjeksiyon RNAi’yi indüklemek için en tutarlı etki yapan yoldur. Tipik
olarak, in vitro sentezlenen dsRNA erişkin solucanların hücre hattı içine enjekte edilir ve soy RNAi
bağımlı fenokopyalar için taranır. Ancak, RNAi sistemik bir fenomen olduğundan, mikroenjeksiyon
bunun elde edilebildiği tek yol değildir. RNAi indüklemesi için teknik olarak kolay yollar;
solucanların sıvı besiyerlerine dsRNA eklenmesi ya da dsRNA’nın ekspresi için tasarlanmış olan
bakteriler üzerinden solucanların beslenmesini içermektedir (Maeda ve ark 2001, Fraser ve ark 2000).
Daha yakın zamanlarda, RNAi elde etmek için transgenik stratejiler popüler olmuştur. Çift karşıt
promotorlar ile tekli transgen (Wang ve ark 2000) ya da firkete (hairpin) RNA üreten bitişik sense
veya antisense transgen içeren (örneğin Chuang&Meyerowitz 2000, Tavernarakis ve ark 2000)
yapıların kullanımı dsRNA’nın stabil kaynağını ve dolayısıyla kalıcı gen inaktivasyonu için potansiyel
sağlar.
2001 yılına kadar, RNAi 30bp uzunluğundan daha uzun dsRNA’nın ve herhangi bir özel etkisi
olmayan maskelerin varlığında protein sentezi kapatılırdı bu ‘’interferon cevap’’ olarak adlandırılır, bu
alakasız olgu nedeniyle memelilerde mümkün değildi. Ancak, RNAi’nin mekanizması hakkında daha
fazlası öğrenildi. Kutu 15.2’de görüldüğü gibi, RNAi kısa interfer RNA’lar (siRNA) olarak bilinen 2nt
çıkıntılar ile 21 ya da 22bp uzunluğunda dsRNA’yı kısa fragmentler halinde kıran Dicer adlı enzim
tarafından ortaya çıkar. 2 grup arasındaki bağımsızlık gösterdi ki memeli hücrelerine transfekte
kimyasal olarak sentezlenen siRNA’lar interferon cevabı indüklemeden spesifik RNAi etkisini
uyarabilir olduğunu gösterdi (Elbashır ve ark 2001, Caplen ve ark 2001), daha fazla deney yapılmış
olmasına rağmen, RNAi tarafından indüklenen interferon cevabın bazı örnekleri rapor edilmiştir
(Bridge ve ark 2003, Sledz ve ark 2003). Memeli hücrelerinde RNAi’nin diğer bir problemi RNAi
yolunun bir kısmının eksik görülmesidir. Diğer organizmalarda, ancak memelilerde değil, etkiyi
uzatan ve daha etkili yapan tetikleyici RNA’nın intrinsik (içsel) çoğalmasının bazı formları vardır. C.
elegans’da, örneğin, yetişkin solucanlar içine dsRNA’nın etkisi enjekte solucanların yavrularında da
devam edebilir!! Memeli hücrelerinde çoğalmanın olmaması nedeniyle, siRNA’nın ekspresyonu için
transgenik sistemlerin geliştirilmesi büyük ilgi alanı olmuştur. Transgen ekspresyonu için geleneksel
stratejiler siRNA genlerinin çok kısa olması nedeniyle kullanılmaz. Bunun yerine, ekspresyon
kasetleri memeli genomunda kısa RNA genlerinin doğal olarak meydana gelmesini sağlayan
transkripsiyon enzimi RNA polimeraz III tarafından transkripsiyonu tasarlanmıştır. Bir yaklaşımda,
siRNA ipliklerinin her birini üreten, ardışık 2 pol III transkripsiyon ünitesi içeren plazmit inşa
282
[Metni yazın]
edilmiştir. Ayrı ipliklerin in vivo siRNA dubleksine kendiliğinden toplandığı düşünülmektedir. Çok
benzer ikinci yaklaşım, pol III transkripsiyon birimleri ayrı vektör üzerinde temin edilmektedir.
Bireysel RNA iplikleri aynı şekilde monte edilir. Üçüncü bir strateji olarak, kendini eşleştirme
tarafından siRNA içine toplanarak hairpin (saç tokası) RNA plazmitte üretilir. Ya RNA pol II ya da
RNA pol III hairpin siRNA’ların üretimi için kullanılabilir çünkü transgen uzundur. Bu gelişmeler
nedeniyle, birçok RNAi deneyi memeli hücrelerinde yapılmıştır (Tuschl&Borkhardt 2002, Mİttal
2004) ve ilk raporlar eş mutant fenotipleri yansıtan bazı durumlar fare ve sıçanlarda siRNA
transgeninin eşey hücre hattı transmisyonu ile ilgili olduğunu gösteriyor (Carmell ve ark 2003,
Hasuwa ve ark 2002, Kunath ve ark 2003). Başka deneyler, minumum fenotip sonuçlarıyla fare
organları içine nasıl in vivo siRNA transfeksiyonu yapıldığını göstermiştir (McCaffrey ve ark 2002).
RNAi’nin tıbbi uygulamaları potansiyel olarak çok heyecan vericidir ve bölüm 26’da tartışılmıştır.
RNAi aynı zamanda bitki biyoteknolojisinde uygulanır ve son raporlarda RNAi transgenleri
kullanılarak geliştirilen kültür bitkileriyle yapılan çeşitli deneyler tartışılmaktadır. Örnekler,
poliploidilerde genetik çoklukları aşmak için RNAi kullanımı (Lawrence&Pikaard 2003), giberellin
metabolizmasına müdahale ile pirinçle bitki boyunun değiştirlmesi (Sakamato ve ark 2003), pirinç
tanelerinin glutein içeriğinin değişimi (Kusaha ve ark 2003) ve pamuk tohumunun yağ içeriğinin
değişimi (Liu ve ark 2002) ve yaprakların gelişiminin kontrolünü (Palatnik ve ark 2003) içerir. En
ilginç gelişme kafein biyosentezini bastırmak için RNAi kullanarak kafeinsiz kahve yapımı için kahve
bitkilerinin üretimidir (Ogita ve ark 2003).
283
[Metni yazın]
ER içinde yarı ömrü uzun olması nedeniyle, intrasellüler antikorlar plazma membranına
giderken bu bölmelerden geçmesine yardım eden hücre yüzey reseptörlerinin inhibisyonu için
özellikle yararlı olmuştur. Örneğin, fonksiyonel interlökin-2 (IL-2) reseptörünün hücre yüzey sunumu
dışsal olarak uygulanan IL-2’ye karşı duyarsız kalan hücrelerin ER’de anti IL-2Ra scFv fragmentinin
Jurkat hücrelerinde stabil ekspresyonu tamamen kaldırılmıştır (Richardson ve ark 1998). Hücre içi
antikorlar onkogenlerin aktivitesini kaldırmak için (Beerli ve ark 1994, Cochet ve ark 1998, Caron de
Fromental ve ark 1989) ve inhibe replikasyon ile virüs direncini tanımak için kullanılmıştır
(Rondon&Marasco 1997). Fonksiyonel antikorlar tam-boyutlu immunoglobülinler ve fragmentler aynı
zamanda bitkilerde ekspres edilebilirler. Hiatt ve ark (1989) bitki rekombinant antikorlarının
ekspresyonu, adlandırılan bitki gövdelerinde ilk defa gösterildi ve daha sonraki deneylerde hedef
spesifik viral proteinler ile viral hastalıklarda mücadele etmek için hayvan hücrelerinde olduğu gibi bu
stratejinin kullanıldığı gösterildi (Conrad&Fiedler 1998). Bitkilerde antikor ekspresyonu aynı zamanda
bitkilerde fizyolojik süreçler ile etkileşim için kullanılmıştır; örneğin, absisik asite karşı antikorlar
tütünde bu hormon tarafından sinyal bozmak için kullanılmıştır (Artsaenko ve ark 1995). Ekspres
284
[Metni yazın]
aptamerin bazı örnekleri (intramer olarakta bilinir) aynı zamanda protein aktivitesini baskılamak
içinde kullanılmıştır (örneğin Good ve ark 1997, Konopka ve ark 2000, Thomas ve ark 1997, Shi ve
ark 1999a). siRNA’da olduğu gibi, intramerin ekspresyonu genellikle pol III ekspresyon kaseti
gerektirir (Famulok&Verma 2002).
285
[Metni yazın]
286
[Metni yazın]
Once the dsRNA has formed, it becomes the substrate of a nuclease called Dicer, which
reduces it to short duplexes, 21–25 bp in length with overhangs. These duplexes are known as
small interfering RNAs (siRNAs). Small RNA molecules are also involved in gene regulation,
and the structure of these endogenous regulators is very similar to that of the siRNAs
produced during RNA interference experiments. These so-called microRNAs (miRNAs) are
produced not through the cleavage of longer dsRNA precursors, but are the direct transcripts
of small miRNA genes that generate hairpin RNA precursors. RNA interference (RNAi) is a
sequence-specific gene silencing phenomenon caused by the presence of double-stranded
RNA. The process was discovered by researchers working on gene silencing in the nematode
worm C. elegans, when they observe that either sense or antisense RNA could suppress the
expression of a homologous gene.
287
[Metni yazın]
tobacco, and rice. Overall, there is a remarkable similarity in size and organization. The
differences in size are accounted for by differences in length of introns and intergenic regions
and the number of genes. A general feature of ctDNA is a 10–24 kb sequence that is present
in two identical copies as an inverted repeat. The proportion of the genome that is represented
by introns can be very high, e.g. in Euglena it is 38%.
288
[Metni yazın]
289
[Metni yazın]
16. BÖLÜM
290
[Metni yazın]
Giriş
Tüm hücreli organizmaları kıyasladığımızda, genom yapılarında büyük çeşitlilik olduğu
görülmektedir. Örneğin, bakteriyal genom sadece kodlanan genlerden oluşurken, yüksek yapılı
ökaryotlarda DNA’nın kodlanmayan kısımlarını büyük bir denize benzetecek olursak, genlerde bu
deniz içindeki küçük bir ada kadardır. Evrimsel ağaca bakıldığında genlerin bile yapısal olarak daha
kompleks oldukları görülebilmektedir. Bütün genom seviyesinde, bakteri, virüs ve organel genomları
arasında anahtar farklılıklar vardır. Ökaryotlar arasında da, sekans sırasında, DNA miktarında ve
kromozom sayılarında farklılıklar mevcuttur.
291
[Metni yazın]
Kutu 16.1 Genom Karmaşıklığı Tekrar Birleşme Kinetiği Kullanılarak Analiz Edilebilir
Bir solüsyonun içerisindeki çift zincirli DNA ısıtıldığı zaman, denatüre olarak (eriyerek)
komplementar tek zincirler oluşur. Eğer solüsyon hızlıca soğutulursa DNA tek zincirli olarak kalır.
Ancak, solüsyon yavaşça soğutulursa zincirler yeniden birleşir. Pratikte, yeniden birleşme için
optimum sıcaklık, dubleksin %50’sinin ayrılması için gerekli olan erime sıcaklığının (Tm) 25°C’nin
aşağısındadır. Ayrıca, inkübasyon zamanı ve DNA konsantrasyonu, DNA’nın yeniden birleşmesini
sağlayacak çakışmaların olması için uygun olmalıdır. DNA fragmentlerinin büyüklüğü yeniden
birleşme oranını etkiler ve bu yüzden DNA kontrollü olarak küçük fragmentlere bölünmelidir.
Komplementar zincirlerin yeniden birleşmesi çakışmaların sonucudur ve bu yüzden oran
konsantrasyonlara bağlıdır. Çünkü iki zincir, ikinci sıradaki kinetiği takip eden işlemlere tabi tutulur.
Böylece t zamanında C değeri tek zincirli DNA konsantrasyonunu ifade ederse k de tekrar birleşme
oranı sabitini ifade eder.
292
[Metni yazın]
C, t zamanındaki tek zincir DNA’yı temsil ederse, k’da yeniden birleşme oranı sabitidir. Eğer Co t =
0’da ki tek zincir DNA’nın başlangıç konsantrasyonu ise, yukarıdaki eşitliğe göre şu eşitlik meydana
gelir;
Yeniden birleşmenin yarısı tamamlanınca, C/C0 = 0.5 ve yukarıda ki eşitlik şu şekilde özetlenebilir;
Buna göre, C0t1/2 değeri ne kadar büyükse, DNA’nın o konsantrasyondaki reaksiyonu o kadar yavaştır.
Daha da önemlisi, DNA’nın o konsantrasyonundaki yeniden birleşme oranı farklı fragmentlerin
sayısına bağlıdır (Britten & Kohne 1968). Bu tablo B16.1 incelendiğinde daha iyi anlaşılacaktır.
Çünkü yeniden birleşme oranı komplementar zincirlerin konsantrasyonuna bağlıdır. B organizmasının
C0t1/2 değerine göre yeniden birleşme A organizmasından 200 kat daha hızlıdır.
Deneysel olarak da tekrar birleşmenin oranının gerçektende genom büyüklüğünün oranına
bağlı olduğu gösterildi ( Şekil B16.1). Bununla birlikte, bu orantı tekrarlı dizilerin yokluğunda sadece
doğrudur.
293
[Metni yazın]
Şekil B16.1 Çeşitli kaynaklandan elde edilen çift zincir nükleik asidlerin yeniden birleşmesi (Oxford
University Press izniyle Lewin tarfından 1994 yılında yeniden çizilmiştir.).
294
[Metni yazın]
Dana timus DNA’sının yeniden birleşmesinin ilk çalışıldığı zaman, kinematik analizler iki
bileşenin varlığına işaret ettiler (Şekil B16.2). DNA’nın yaklaşık %40’ının C0t1/2 değeri 0.03 iken,
%60’ının C0t1/2 değeri 3000’di. Hızlı birleşen DNA’nın konsantrasyonu, yavaş birleşenden 100.000
kez daha fazlaydı. Yavaş birleşmede bir parçanın birleştiği sürede hızlı birleşmede ortalama 100.000
parça birleşmektedir. Bu sebeple, C0t1/2 değeri DNA’nın sekans kompleksitesini belirlemek için
kullanılabilir. Farklı kaynaklardan hazırlanan DNA’ların karşılaştırmalı analizleri tekrarlanan sıraların
ökaryotlarda sıkça raslandığını gösterdi (Davidson &Britten 1973) ve farklı tipde birçok tekrar
bulunmaktadır. Şekil B16.3’deki örnekte gösterildiği gibi, hızlı birleşme ve aracı birleşme bileşenleri,
eşsiz veya tekrarlanmayan DNA olabilen yavaş bileşenlerinin aksine fark edilebilir ve bu bileşenler
farklı sayıda olabilmektedir (sırasıyla 500.000 ve 350).
295
[Metni yazın]
Şekil 16.4 Ökaryotlarda DNA’nın iki tipi bulunur; dağınık tekrarlar (şeklin üst kısmında),
tandem tekrarlar (şeklin alt kısmında). Mor kutular tekrarlı DNA’nın temsilcisidir ve ince siyah
çizgiler genomun geri kalanını temsil eder.
296
[Metni yazın]
genler mozaik olarak görünürler. Bunun sebebi farklı genlerdeki karakteristik ekzon kopyalarının
birlikte yapıştırılmasıdır ve bu fenomen ekzon shuffling (ekzon karışıklığı) olarak bilinir. Şunu
belirtmek gerekir:
protein domainleri ve ekzon yapıları arasında güçlü bir ilişki olmasına rağmen, özellikle
metazoada, bunlar arasında her zaman bir ilişki yoktur.
İntron içeren genlerden kaynaklanan kompleksliliğin ikinci bir özelliği vardır. İntron içeren
genler transkripsiyona uğradıktan sonra intronlar çıkarılır ve 145 farklı proteinden oluşan splicesome
ve snRNA tarafından ekzonlar yapıştırılır. Bir gende bulunan intronların sayısına bağlı olarak, pre-
mRNA (splice olmamış mRNA)’nın farklı yollarla splice’a uğraması mümkündür (Thanaraj ve ark.,
2004). Bu alternatif splicing olarak bilinir ve bu mekanizma az sayıdaki genlerden, çok çeşitli
proteinlerin üretilmesini sağlar (bazı basit örnekler için okuma parçası 16.2’ye bakınız). Drosophila
dscam geni 108 ekzon içerir ve teorik olarak alternatif splicing 38016 farlı protein üretebilir!
297
[Metni yazın]
Şekil 16.6: Globulin süper ailesinin farklı üyelerdeki intron yerleşimi. İntronların baz çifti
büyüklükleri üçgenlerin içinde gösterilmiştir. Her polipeptitin büyüklüğü ve intronların farklılıkları
arasındaki ilişki tutarlıdır.
bir yolla, genlerin zorunlu benzer bölgeler içerdiği bulunmuştur (Cole & Saint Girons 1994). oriC
lokusu, ribozomal RNA operonuna bağlı gyrB (DNA girazın B altbirimi) genleri veya dnaA için bir
bölge (cDNA başlangıç) olarak tanımlanır.
Bir çok bakteriyal ve viral genom halkasaldır veya replikasyon amaçlı halkasal bir
konformasyona uyum sağlayabilir. Buna rağmen, lineer konformasyonda olan, bu viral ve bakteriyal
genomlar kromozom uçlarını replike etmek için özel bir mekanizmaya ihtiyaç duyarlar (Okuma
parçası 16.3). Virüsler lineer moleküllerin uçlarını replike etmek için bir çok farklı stratejiler
gösterirler (Dimmock ve ark., 2001); fakat bakterilerde bunun için iki ana mekanizma vardır (Volff &
Altenbuchner 2000). Borrelia’ da, kromozomlar uç kısımlarında kovalent bağlarla kapalı hairpin
(firkete) yapısındadır. Böylesi yapılar Borreli plazmitlerinde, Escherichia coli faj N15’de,
poxvirüslerde, ve Williopsis ve Pichia mayalarındaki lineer mitokondriyal DNA moleküllerinde de
bulunmuştur. Bu hairpin yapıların molekül uçlarının replikasyonunu nasıl kolaylaştırdığı bilinmiyor.
Bunun aksine, Streptomyces’lerde, lineer moleküller DNA’nın 5’ uçlarına bağlı proteinlere sahiptir ve
bu proteinler adenovirüslerde, birçok bakteriyofaj, fungus ve bitki mitokondriyal plazmitlerinde de
bulunmuştur. Bu terminal proteinler muhtemelen replikasyonun tamamlanmasında görevlidirler.
Bununla birlikte, Streptomyces lineer replikonları, uç kısımlarda palindromik sekanslara ve zıt yönlü
tekrarlara (inverted repeat) sahiptir.
Tamamı sekans edilmiş bakteriyal genomların büyüklükleri 0,6 – 9,1 Mb arasındadır. En
küçük ve en büyüğünün boyutlarındaki farklılık intronların bir sonucu değildir, çünkü prokaryotlarda
intronlar çok nadir bulunurlar (Edgell ve ark., 2000; Martinez –Abarca & Toro 2000). Bu aynı
zamanda tekrarlayan DNA sekansları yüzünden de değildir. Denatüre olmuş bakteriyal DNA’nın
renatürasyon kinetik analizleri E.coli’de tekrarlayan DNA sekanslarının varlığını göstermez (Britten &
Kohne 1968) ve sekans edilmiş tüm bakteriyal genomlarda sadece küçük bir miktar belirlenmiştir.
Mycoplasma genitalium (0,58 Mb) ve E.coli (4,6 Mb) genomlarının yaklaşık %90’ı protein kodlayan
genlerden oluşmuştur. Bundan dolayı büyüklükler arasındaki farklar taşıdıkları gen sayılarını yansıtır.
299
[Metni yazın]
Şekil B16.4 İmmunoglobulin sentezinde alternatif splising. Şeklin üst bölümü bir IgM
immunuglobulininin ağır zincir yapısını göstermektedir. Ekzon kutularla intron çizgilerle
gösterilmiştir. Bu gen pre-mRNA ‘dan transmembran bağlanma bölgeleri şeklinde ya da zara bağlanan
antikor şeklinde üretilir.
300
[Metni yazın]
Şekil B16.5 Alternatif splising aracılığı ile Drosophila’da cinsiyet tayini. Pre-mRNA şeklin
ortasında, dişi splising başta ve erkek splising sonda gösterilmiştir. İki ekzon sxl’nin 3 numarası ve
tra’nın iki numarası kesilmiş ve etkin olmayan proteinlerin üretilmesiyle sonuçlanan stop kodonlarına
sahip messengerları ürettiğini unutmayınız.
primer yapısına neden olur (Maier ve ark 1985). Bu düzenleme aminoasit sekanslarındaki dönüşümü
zor olan kloroplast nükleotit sekanslarının gen ürünlerine karşılık gelmesini sağlar.
Astasia longa, Euglena gracilis ile yakından ilişkili renksiz hetetrofik flagellattır. Euglena’dan
gelen ctDNA’nın büyüklüğünün yarısı 73kb uzunluğunda plastid DNA’sı içerir. Bu plastid DNA
‘sının sekansı ribuloz 1-5 bifosfat karboksilazın büyük alt birim kodlayan olması dışında fotosentezle
ilişkili bütün proteinler için tüm kloroplast genlerinin eksik olduğunu göstermektedir
(Gockel&Hachtel 2000).
302
[Metni yazın]
arasında değişir. Çok küçük mtDNA genomunun kodlama kapasitesi sınırlanmıştır ama gen sayısı
ve boyutu arasındaki ilşkiye bağlı olarak genom büyüklüğü arttıkça, kodladığı gen sayısı da
artar. Aksine, mtDNA’sı genomu boyutundaki farklılıklar, çoğunlukla intergenik bölgelerin
uzunluklarından ve içerdikleri ard arda tekrarlardan kaynaklanır. Çoğu hayvanların mitokondrial
genomları çok yoğundur. Ve daha küçük intergenik bölgere sahiptir ve intronları yoktur.
İntronlar mtDNA’nın genel bir özelliğidir ama alışılmadık gen yapıları da tanımlanmıştır.
Örneğin, bazı genler, DNA’nın her iki zinciri üzerinde yer alan 8 bölüme ayrılmıştır. Bu subgenic
bölümlerin ayrı ayrı transkripsiyonu farklı RNA parçalarının üretir.
Şekil 16.8 protistlerde bulunan bazı ender mtDNA yapılarının insan mtDNA’sı ile karşılaştırılması.
303
[Metni yazın]
bandları AT bakımından zengin olabilir ve açık G bandları, GC bakımından zengindir. Bu durum diğer
metodlarla da doğrulanmıştır (Zoubak ve ark, 1996; Saccone ve ark,1999).
CpG adaları kimyasal kompozisyonel heterojenliğin farklı formlarını temsil eder. Onlar orjinalinde
restriksiyon endonükleaz HpaII için birçok bölge içermesi nedeniyle başlangıçta HpaII Tiny Fragment
(HTF) adaları olarak anılan memeli DNA’sının kısa bölgeleri olarak belirlendi. Bu DNA adası memeli
genomunun yaklaşık %2’sinden sorumlu 1-2kb’lık kısa bölgelerde bulunur. Genomun geri kalanı
DNA ile karşılaştırıldığında burası ayırt edici özelliklere sahiptir. Metillenmeyen, GC ce zengin ve
dinükleotit CpG’nin herhangi bir baskılanmasını göstermez. Bunun aksine, yığın genomik DNA daha
düşük CpG metilli ve CpG dinükleotidi baz kompozisyonundan tahmin edileceğinden daha düşük bir
frekansta mevcuttur ve daha düşük GC içeriğine sahiptir. CpG adaları tüm housekeeping genlerin ve
ekspresyonun doku-sınırlı deseni ile genlerin büyük bir kısmının 5’ ucunda bulunmaktadır
(Craig&Bickmore 1994).
304
[Metni yazın]
terminal transferaz olarak adlandırılır, RNA bileşeninin tek zincirli telomerin ucuna bağlanmasını
sağlayan ribonükleoprotein enzimidir.
Reverse transkriptaz aktivitesi ile ilişkili şekil 16.11 de gösterilen mekanizma ile telomerin
yapısı ve uzunluğu muhafaza edilebilmektedir. Telomer mekanizmasının ayrıntıları için Shore’nin
(2001) yazısına danışabilirsiniz.
305
[Metni yazın]
boyunca sınırsız büyüme potansiyelini ve telomeraz aktivitelerini korurlar (inceleme için Krupp ve ark
2000).
Kanser hücreleri doku kültüründe sınırsız olarak bölünür ve böylece ölümsüz olurlar.
Telomeraz normal hücrelerden 10 ile 20 kat daha büyük aktiviteyle kanser hücrelerinde tespit
edilmiştir. Telomerazın bu mevcudiyeti kanser hücrelerinde seçici bir büyüme avantajı sağlar ve
kontrolsüz büyümeye izin verir. Bu enzim tümörler içerisinde aktif fakat çoğu normal hücrede inaktif
olduğundan, telomeraz kemoterapi için ideal bir hedeftir.
Rekombinant DNA teknolojisi, hücre kültüründe korunan insan somatik hücrelerini telomeraz
ile ekspres etmek için kullanılırsa, yaşlanma engellenir ve hücre ölümsüz hale gelir. Bu ölümsüzleşme
genellikle birçok kanser hücre hattında görülen seviyeler için c-myc onkogenin ekspresyonunun
artması ile olur.
Telomerler içeren kromozomların yeniden düzenlenmesi insan genetik hastalıklarının önemli
bir nedeni olarak ortaya çıkmaktadır (Knight&Flint 2000). Telomer spesifik klonlar konvansiyonel
sitogenetik analizleriyle anormalliklerin tespit edilmesi için floresan in situ hibridizasyonu ile birlikte
(FISH, sayfa 353 bakınız) kullanılmaktadır.
Ökaryotik DNA’lar bu şekilde santrifüj edildiğinde genomun ortalama G:C içeriğine tekabül eden
yoğunlukta bir merkezde toplanırlar. Sıkça bir ya da daha küçük satellit bantları şekil 16.12’de
gösterildi. Yoğunluk gradient santrifügasyonunda satellit DNA’sının davranışı satellitin baz bileşimi
kimyasal araçlarla belirlendiğinde yoğunluğu tahmin edildiğinden oldukça farklıdır. Bunun bir sebebi
de metilenmiş olmasıdır. Bu onun yüzen yoğunluğunu değiştirir.
306
[Metni yazın]
Şekil 16.11 Telomer replikasyonun diyagramı ve telomerazın rolü. (a) insan kromozomlarında
telomerlerin ucunda hekzamerik tekrar sıraları bulundu. (b) ve (c) telomeri çoğaltmak için ilerleyen bir
replikasyon çatalı. Okazaki fragmenti (mor ok) izci zincirin çoğu son kısımlarından başka bütün
replikasyona izin verir. (d) ve (e) Kendi RNA kalıbını (5’-CUAACCCUAAC-3’) taşıyan telomeraz
kromozomun ucundaki izci zinciri uzatır ve replikasyona izin verir.
307
[Metni yazın]
için bulunur. Satellitlere homolog olan RNA sadece nadiren bulunduğu için heterokromatik DNA
kuvvetli ihtimalle kodlanmamıştır.
Satellit DNA restriksiyon endonüklez sindirimine uğrarken bir ya da birkaç farklı düşük
moleküler ağırlıklı bant takibindeki elektroforezde gözlemlendi. Bu farklı bantlar ard arda tekrar eden
sıraların bir göstergesidir. Bunun sebebi (şekil 16.13) ard arda tekrar eden bir sıranın her bir tekrarının
içinde özel bir restriksiyon endonükleaz alanının olmasıdır. Sonra sıra, bu enzim tarafınan
fragmentlere ayrılır.
DNA esas bandı
HinfI kesimi
DNA miktarı
Elektroforez
308
[Metni yazın]
DNA bant jelden izole edildikten sonra ya direkt olarak ya da klonlandıkdan sonra sekans
analizleri için kullanılabilir. Ama elde edilen sıra consensus bir sıradır ve herhangi bir özel tekrar
sırasına gerek yoktur. Çünkü sekans ayrılması kolayca yapılabilir. Bu tür sekans ayrılmalarının tekrar
eden birimlerde restriksiyon endonükleaz kesim alanı içinde meydana gelip gelmediğine dikkat et. Bu
durumda enzimle kesme, tekrar birimlerinin multimerlerini üretecektir (Daha yüksek derecede düzenli
tekrarlar) (şekil 16. 13).
genidir. Bu gen 52 exon içerir, uzunluğu 80–2000 bp arasında değişiklik gösterir. Bununla beraber
bütün exon sekansları 9 bp ya da 9 bp’nin katları şeklindedir ve çoğunluğu 54 ya da 108 bp
uzunluğundadır. Bu durum üçüncü pozisyonunda glisin bulunan ve yüksek miktarda prolin ve lisin
içeren kollajen için geçerlidir.
310
[Metni yazın]
profiline dönüştürme olasılığıdır. Bu olasılıklar bir veri bankasının kurulmasını ve tüm yeni profillerin
bu veriler ile karşılaştırılmasına olanak sağlar. Polis, bazı durumlarda örneğim; çözülmemiş cinayet
veya tecavüz olaylarında suçlunun DNA örneklerini veri bankasındaki örneklerle karşılaştırır.
Dağınık tekrar eden diziler transpozal elementlerin iki tipinin çoklu kopyalarını oluştururlar
Ökaryotik genomlarının her yerinde bulunan dağınıklık transpozal elementlerin çoklu kopyasıdır. Bu
nedenle bu elementler dağınık tekrara eden dizilerdir. Kinetikle ilgili çalışmalarda bu transpozal
elementler tekrarlamalı DNA olarak karakterize edilmiştir. Ökaryotik transpozal elementler iki sınıfa
ayrılır. Sınıf 1 elementleri, elementler tarafından kodlanan Mrna’dan oluşur. Bu elementler
retrovirüslere benzetildiğinden beri onlar genellikle retrotranspozonlar olarak adlandırılır. Sınıf 2
elementleri DNA transpozonlarıdır. Transpozonların her iki sınıfıda otonom ve otonom olmayan
elementlere ayrılır. Otonom elementler transpozisyon için istenen gen ürünlerini kodlar. Otonom
olmayan elementler ise özel bir kodlama kapasitesine sahip değillerdir. Fakat transpozisyon için
gerekli DNA dizilerini bulundururlar. Transpozonları bütünleşmesi genellikle ilave bölgesindeki kısa
genomik dizilerin kopyalanmasıyla oluşur. Bu kopyaları dizisi ve büyüklüğü çeşitli transpozon aileleri
arasında değişir.
311
[Metni yazın]
312
[Metni yazın]
Resim 16.18. Temel retroelement
tipleri.(a) bir retrovirüsün tüm
organizasyonu, avian lökosis virüs;
(b) bir transpozon, maya TY1
elementi; (c) LTR(Long Terminel
Repeat) olmayan bir
retrotranspozon Drosophila 1
faktörü. Open Reading Frame’ler
(ORF) mor kutularla
tanımlanmıştır. gag geni, virion
çekirdek proteinlerini kodlayan
gendir, bir nükleik asit bağlama
proteini içerir; env geni yapısal
zarf proteinini kodlar, hücreden
hücreye taşıma için gereklidir;
prot, primer translasyon ürünlerinin kesimi için gerekli bir proteazdır. Rt; reverse transkriptaz; RnazH,
ribonükleaz; endo, konak genomuna entegrasyon için gerekli endonükleaz; LTR, transkripsiyonun
başlama ve sonlanması için sinyaller içeren uzun terminal tekrarlar; 5’- TG………..CA-3’tipik olarak
sonlanan kısa ters tekrarlar (IRs), PBS, konak tRNA’sının 3’ ucuna komplementer primer bağlama
bölgesidir ve ilk (-) DNA zincirinin sentezi için kullanılır; PPT, ikinci (+) DNA zincirinin sentezi için
kullanılan poliürin parçası; DR, konak hedef DNA’sının kısa doğru tekrarı, insersiyonu
gerçekleştirmek için.
Non-LTR transpozonlar uzun ara nükleer elementler (LINEs) ve kısa ara nükleer elementler
(SINEs) olarak ikiye ayrılmaktadır. LINE’ler üç protein üretmektedirler; ORF1, gag benzeri bir
protein, bir endonükleaz ve reverse transkriptaz. LINE ve SINE’lerin her ikisi de basit bir sekans
tekrarıyla sonlanmaktadır ve bu dizi genellikle poli A’dır. SINE’lerin iyi çalışılmış bir grubu eski
dünya primatlarında bulunan Alu ailesidir (Batzer & Deninger, 2002). Bu aile, tipik bir Alu
restriksiyon endonükleaz bölge sekansının ismidir. Alu elementleri intronlardan yoksun olan
280nükleotid sekansına sahiptir ( Fig. 16.19.) ve insan genomunda onlardan en az 1 milyon kopya
bulunmaktadır. Bu bölgeler transkribe olur, fakat translasyona uğramazlar çünkü açık okuma bölgeleri
(ORF) bulunmamaktadır.
Şekil 16.19. Direkt tekrarlara yapışabilen 282 bp lik Alu elementinin tipik bir yapısı Alu
elementinin kendisinde, A nükleotidince zengin bir ara bölgenin iki monomer birimini birbirinden
ayrılmasıyla hatalı duplikasyon oluşmaktadır. Sağ monomer 30 bp lik ilave bir sekans içerir, yani sol
monomerde bulunmayan . korunmuş sekans genellikle poliA kuyruğuna benzeyen A’ ca zengin bir
bölgeyle takip edilmektedir.
313
[Metni yazın]
314
[Metni yazın]
hedefleme yoluyla bu duruma karşı koymaktadır (Bushman, 2003). Fare ve insan DNA’sı içinde L1
LINE’lar gen açısından AT’ce zengin bölgeleri tercih eder halbuki Alu SINE’lar GC ve gence zengin
bölgeler içine yerleşmiştir. Benzer şekilde tahıl genomları arasında, LTR retrotranspozonları,
çoğunlukla intergenik bölgelerde bulunmaktadır. Oysaki MITES’ler az kopyalı gen sekansları
içersinde yer almaktadır. Diğer ökaryotlarda ise tekrarlar, genomun yaklaşık %10’dan daha azını
oluşturmaktadır ve tekrarlar heterokromatik bölgeler içersinde yerleşmiş olarak bulunmaktadır.
Ökromatik bölgelerde daha az olarak yer alırlar. Bir organizma içinde tekrar sekanslarının dağılımında
çok büyük varyasyonlar görülebilir. Insan genomunun bazı bölgeleri, olağanüstü yoğunlukta tekrarlar
içerir, oysaki diğer bölgeler neredeyse bu tekrarlardan yoksundur. Örneğin X kromozomunun kısa
koolunun 11. segmentindeki (Xp11) 525 kb’lık bir bölge % 89 oranında tümüyle transpoze olmuş
elment yoğunluğuna sahiptir. Ve bu bölge, % 98’lik bir yoğunlukla 200 kb’lık bir segment içerir.
Aksine dört homeobox kümelerinde bu oran, %2’den daha azdır.
315
[Metni yazın]
316
[Metni yazın]
317
[Metni yazın]
318
[Metni yazın]
319
[Metni yazın]
320
[Metni yazın]
17. BÖLÜM
GENOMLARIN
HARİTALANMASI VE DİZİLENMESİ
321
[Metni yazın]
322
[Metni yazın]
Şekil 17.9 : SNP‘leri tanımlamak için kilit problarının kullanılması.(a) PCR’la kilit probların sentezi.
PCR primerlerinin 5’ ucu (koyu mor ve açık mor) kilit problarının yapısında bulunan iki hedef
323
[Metni yazın]
tamamlayıcı sekansın tanımlanması. 5’ fosfat(P) ucuna sahip bir primer diğer 5’ ucuna sahip
biyotin(B)le ligasyonuna izin verir ki bu zincir katı bir destek üzerinde tutularak taşımak için
kullanılır. Siyah noktalar PCR boyunca dahil edilen işaretlenmiş nükleotidleri uzaklaştırır.(b) Hedef
DNA sekansı için(mor) kilit probunun hibridizasyonu(siyah ve gri). Kilit prob bir ligaz tarafından bir
daireye dönüştürülebilir (solda) eğer probun ucu hedef bölgeyle eşleşmezse ve prob linear
kalırsa(sağ) ligasyonu inhibe edilir. (c) Doğrudan aktif bir probun bulunduran hedef dizinin
zincirleme serisi. (Reprinted from Baner et al. 2001 by permission of Elsevier Science).
324
[Metni yazın]
(Giacolone ve ark. 2000). Son zamanlarda, bu methodda DNA tutulması için agaroza kıyasla bir
mikro-akışkan cihaz daha uygundur (Jendrejeck ve ark. 2003).
325
[Metni yazın]
326
[Metni yazın]
Şekil 17.10 : Optikal haritalamanın şematik gösterimi. (Reprinted from Z. Lai et al. 1999 by
permission of Nature Publishing Group, New York.)
327
[Metni yazın]
Şekil 17. 11: İnsan Y kromozomunun DAZ bölgesinin haritalanmasının optikal haritayla üretimi.
Restriksiyon enzim bölgeleri şu şekilde gösterilmiştir: x, XhoI; b, BamHI; n, NheI; e, EagI; m, MluI.
(Giacolone ve ark. 2000 den izin alınarak tekrar çizilmiştir.)
Radyasyon hibrit taraması (RH) spesifik markırlar için DNA’nın tesadüfen kırılan
fragmentlerinin taramasını içerir
RH haritalaması insan genom haritalamasını kolaylaştırmak için geliştirilmiştir. Bu methodda,
insan kromozomlarını fragmentlerine parçalamak için yüksek dozda X- Ray ışınları kullanılır ve bu
fragmentler kemirgen hücrelerindeki somatik hücre hibritlerini kullanarak iyileştirirler. (Kutu 17.2).
Kemirgen–insan hibrit klonları izole edilir ve özel insan DNA markırlarının varlığını yada yokluğunu
incelemekte kullanılır. Kromozom üzerindeki birbirinden uzak iki markırın arasındaki kromozomları
parçalamak için muhtemelen daha çok radyasyon verilmesi gerekir, iki ayrı kromozomal fragment
üzerine markırler yerleştirmek için. Kırılma frekansı tahmin edilerek, markırlar arasındaki uzaklık
geleneksel miyotik haritalamayla analog olan bir tutumla onların sıralarını belirlemek mümkündür.
Radyasyon hibrit haritalamasının geleneksel genetik (miyotik ) haritalamadan birçok avantajı
vardır. İlki, kromozomların kırılması rastgeledir ve rekombinasyonla birlikte görülen sorunlu bölgeler,
328
[Metni yazın]
engelleme yada cinsiyete bağlı farklılıklar yoktur. İkinci olarak, daha yüksek bir çözünürlük
sağlanabilir, örneğin radyasyon haritalamasında 100-500 kb , buna karşılık genetik haritalama da 1-3
Mb kullanılır ve çözünürlük radyasyon dozuna göre değişiklik gösterebilir. Sonuç olarak, polimorfik
markırların kullanılması zorunlu değildir, STS gibi monomorfik markırlar çok daha iyi sonuçlar
verebilir.
Bir radyasyon hibrit haritalama deneyinin olası sonuçları şekil 17.12’ de şematik olarak
gösterilmektedir. Bu şekilde, P tutma (koruma ) olasılığı, özel bir DNA segmenti içeren klonların
miktarı ya da bir RH klonunda bulunan DNA segmentinin bulunma olasılığıdır. P değeri radyasyon
dozunun işlevidir ve hücre hatları kullanılır ve genellikle P = %50 olduğu zaman haritalama gücü
%10-50 arasında maksimumdur. P değerinin küçük bir bölge üzerinde ya da kromozomun tamamında
sabit olduğu varsayılır ve bu segmentler birbirinden bağımsız olarak kaybolur ya da tutulur.
Kırılma olasılığı (θ), bir markırın bir ya da iki kırılmayla ayrılma olasılığıdır. İki markır
arasında bağlantı varsa, θ değeri sıfıra yakındır oysa bağlantısız markırlarda bu değer 1’dir. Burada
kırılma olasılığının radyasyon dozunun bir fonksiyonu olduğu dikkat çeker ve hücre hatları kullanılır.
Somatik hücre melezlerindeki hücre hatları bir türün kromozomlarının tamamını ama sadece
bir ya da ikinci kromozomların sayısının sınırlandığı kromozomlar içerir. Onlar iki farklı türün
hücrelerini eriterek ve iki donor hücreye seçilmiş koşullar uygulayarak bunu sağlarlar.
Kaynaklardan biri belki özel bir ilaca hassas olabilir ve öteki kaynak büyümek için özel şartlar
isteyebilir, örneğin, timidin kinaz negatif hücreler hipoksantin, aminopterin yada
timidin(HAT)de büyümezler. Ortamda HAT yada ilaç olduğu zaman, sadece fonksiyonel bir
timidin kinaz geni içeren melez hücreler büyüyebilir. Eğer hibrit hücreleri ilk seçilimden sonra
seçici olmayan şartlar altında büyürse, kaynakların biri kromozomlarını daha az yada daha çok
kaybetme eğiliminde olurlar tesadüfü olarak. İnsan- kemirgen birleşmesi durumunda, ki bu
çok yaygındır, insan kromozomları tercihen kaybedilir. Sonuç olarak, bir kaynaktan sadece bir
yada birkaç kromozom aynı kalır. Bu yolla kemirgen hücre hatları bir yada iki insan
kromozomu içerir ve bunlar insan kromozomlarını -FAC-gibi ayrı halde izole etmede
kullanılabilir.
329
[Metni yazın]
Radyasyon hibrit haritalama uzaklıkları Ray yada santiRay ile ifade edilir, 1 cR %1 lik
kırılma frekansına eşittir. Uzaklıklar şu ifadeyle ölçülür:
Harita uzaklığı(D) = -loge(1- θ) Rays
Ve D’yle bir Poisson dağılımındaki kırılmaların sayısı tanımlanır. Bu değer genetik
haritalama için kullanılan Haldane’nin harita fonksiyonuyla analogtur. Yukarıdaki eşitlikte , eğer θ 0.1
ise uzaklık 11 cR ve θ 0.3 ise uzaklık 36 cR’ dır. Eğer herhangi iki markır arasındaki fiziksel uzaklık
biliniyorsa, fiziksel uzaklıklar radyasyon hibrit haritalamasına dönüştürülerek mesafeler
tanımlanabilir. Örneğin, insanın 11. kromozomunun q kolu 86 Mb ve 1618 cR dir. Bu yüzden, 1 cR 53
kb‘ye eşittir. Ayrıca, harita uzaklığının radyasyon doz uygulamasıyla olan ilişkisi Tablo 17.2 ‘de
verilmiştir.
Radyasyon hibrit haritalaması insan genomunu incelemek için geliştirilmiştir, ayrıca diğer
omurgalı genomları içeren fare, sıçan, köpek, domuz, at, babun ve zebra balığı gibi canlılar içinde
kullanılabilir(refererans için Geisler ve ark. 1999). Bir radyasyon hibrit paneli hazır olur olmaz,
herhangi bir fiziksel markırla( STS, EST, Basit sekans uzunluğu polimorfizmi(SSLP) vb.) harita
üzerindeki mevcut markırların bağlantısına bakılarak harita oluşturulabilir.
330
[Metni yazın]
331
[Metni yazın]
332
[Metni yazın]
Şekil 17.13 : HAPPY haritalamasının ilkeleri ve markır tiplemesi. (a) genel görünüş, DNA’ nın
taşıdığı STS markırları (A, B,Z) hücrelerden çıkarılır (1) ve bir fragment havuzu oluşturmak için
rasgele parçalanır(2). Haritalama panelindeki bir seri örnek seyreltmeyi sınırlayıcı dağıtılır(3). Panel
bir tablo oluşturmak için PCR la taranır(4) bu tablo her örneğin markır içeriğini gösterir. Bağlı
markırlar(A,B) birlikte ayrılmış şekilde bulundu; ayrı markırlar ise böyle değildi(B,Z). Birlikte
ayrılma frekansları markır-markır arasındaki uzaklığı yansıtır, böylece bir harita oluşturulabilir(5). (b)
Markırların yayılmış görüntüsü üç aşamalı bir PCR kullanılarak taranır. Buradaki protokol harita
panelindeki bir örneği gösterir. Örnekteki tüm DNA’ların ilk ön-uygulaması primerlerin PCR
kullanılarak uzamasından 100 kat büyüktür(PEP). Bu madde seyreltilir ve taramanın çok kere
tamamlanması için altparçalarına ayrılır. Bir altparça çok sayıda markırın olduğu çoklu bir PCR da
uygulanır(faz I). Bu reaksiyonun ürünleri sulandırılır ve tekrar bölünür, ve dönüşte ayrı
markırlar(A,B,Z) yarı-içiçe geçmiş primerler kullanılarak taranır(Faz II). Sonuçlar jelde gösterilir,
böylece örneğin markır içeriği tanımlanır.
333
[Metni yazın]
Tablo 17.3 : Haritaların kategorizasyonu. (Cox ve ark. 1994 izniyle yayımlanmıştır, ©American
Association fort he Advancement of Science.)
Genom kırılma noktalarından bölünür, kırılma noktaları arasındaki bölgelere karşılık gelen
kutularda. Haritalama sürecinin değerlendirilmesindeki ilk aşamayı kutuların sayısı tanımlar, kutular
markırlar tarafından tutulur ve markırların dağılımı her kutu için olur. Bazı araştırmacıların harita
yapımı için sadece markırların toplam sayısının kullanılmasını söylemelerine rağmen, işgal edilen
kutuların sayısı gelişmelerin ölçülmesini sağlar. Kutu başına markırların sayısının dağılımı önemlidir
çünkü amaç tam olarak markırları yerleştirmektir yada en azından tesadüfen kümelenmeden ziyade
yayılmalarını sağlamaktır.
Gelişimi değerlendirmenin ikinci aşaması bunların işgal ettiği kutuları tanımlamaktır, kutular
bir diğeriyle ilişki halindedir ve düzenlemenin doğruluğunu tahmin eder. Unutmayın ki kutulardaki
markırların işaretlenmesi bir haritalama proje süresince devam etmelidir ama kutuların sırası sadece
tamamlanmış bir proje olduğunda mümkün olabilir. Bu sıralama tamamlanmanın derecesini göstermek
için iyi bir yoldur. Son olarak, bir haritadaki sıralı markırlar arasındaki uzaklığı ölçmek için
kilobazlara ihtiyaç vardır.
Tablo 17.3 ‘te söylendiği gibi, farklı deneysel kaynaklar farklı harita çeşitleri yapmak içi
kullanılır. Eğer uyum sağlanırsa sonra bunu farklı grupların benzer deneysel materyalleri kullanması
takip eder. Böylece haritalamanın anahtar bir kısmı genomik kütüphanelerin oluşmasını sağlar ve
hücre hatları bir araştırma grubu tarafından herkesin ihtiyacının karşılanmasını sağlar. Bu büyük bir
maliyet ve lojistik bir problemdir. Ayrıca, bazı kütüphaneler ve hücre hatları önceden yapılmıştır.
Örneğin, Osoegawa ve ark. (2000, 2001) evrensel referans materyalleriyle insan ve fare genomlarının
BAC kütüphanelerini oluşturmuşlardır. Benzer olarak, BAC‘lar insan genomunun sitogenetik
haritalanması (Cheung ve ark. 2001) için kullanılır ve çeşitli stok merkezlerinden de elde edilebilir.
Kaynakların durumuna bakıldığında, insan polimorfizm d’Etude du merkezinin(CEPH)
çalışmaları özel bir söylemi hak ediyor. Bu organizasyon insan genetiği üzerinde yapılan çalışmalar
için bir referans kaynak olmuştur. İnsanlardaki kabul edilebilir olmayan çiftleşmeleri engellemek için
referans bir kaynağa ihtiyaç vardı, çünkü insan üreme döngüsü deneysel olarak kullanmak için çok
334
[Metni yazın]
uzundu. Sonuç olarak, CEPH üç kuşak insan ailelerin hücre hatlarını saklayabilir, dört büyük ailenin
çoğu durumda, iki ailenin ve 8 çocuğun ortalamasını oluşturur(Dausset ve ark. 1990). Aslında 40
aileden alınan hücre hatları tutuldu ama sayıları şimdi çok daha fazla durumda. Bazı aileler genetik
haritalama için idealdir çünkü hangi aileden hangi alelin kalıtımla aktarıldığı sonucunu çıkarmak
muhtemeldir( Şekil 17.3’teki örneğe bakınız). CEPH bu ailelerin DNA’larının dağıtımı için dünyanın
her yerindeki araştırmacılarla işbirliği içindedir.
Genomların Sekanslanması
335
[Metni yazın]
336
[Metni yazın]
Contig : Kaynak genomun bitişik bir segmentine benzemek için sekans ya da klon dizilerinin
üst üste binerek okunması.
Coverage : Okunan sekans yada klon koleksiyonlarında genomik parçanın ortalama sayısını
ifade eder. Coverage , gereksiz çokluk-ihtiyaç fazlasıyla sinonimdir.
Minimal tiling path: Çakışan klonların küçük bir dizisi, birlikte bir genomik bölge karşısında
coverage sağlar.
Sequence ready map: Bakteriyal klon haritasındaki bir çakışmada gereksiz klon coverage’nın
, sekanslama için klonların rasyonel seçimine izin verir.
Finished sequence : Bir genom yada klonun sekansının tamamı, diğer bir ifadeyle doğruluk
yada yakınlık seviyesi.
Full- shutgun sequence : Sekansın bitmesi için okunan yeterli coverage’ ın yapılmasıyla
önceden bitmiş bir sekans çeşidi.
Prefinished sequence : Bir shutgun sekans projesi boyunca ön bir montajdan kaynaklanan
sekans.
Working draft sequence : Sekansın bitmesi için okunan yeterli coverage ın (8-10 katlanma)
yapılmasıyla önceden bitmiş bir sekans çeşidi.
337
[Metni yazın]
338
[Metni yazın]
harita yapmaksızın tüm insan genomunun sekanslanması için bir method teklif etti. Maya yapay
kromozomlarını(YAC) ve kosmitleri kullanmaktansa, uzunluğu 350 kb den fazla gen sokulmasına izin
verebilen bakteriyal yapay kromozomları kullanıldı(Şekil 17.14). Bir BAC kütüphanesi ortalama 150
kb büyüklüğüne sahip ve genomun 15 defa katlanmasıyla hazırlandı. Kütüphaneyi oluşturan ayrı
klonlar mikrotiter kuyularda dizilerek manipülasyon kolaylığı sağlar. Vektör giriş noktalarındaki
başlangıç ve her BAC klonunun ucu, her uçtan 500 baz oluşturmak için sekans edilir. Bu BAC ucu
sekansları genomun her 5 kblik uzunluğunda doğrudan dağıtılacaktır ve sekansların %10 nunu
oluşturur. Bu sekans sarkık uçları (STC) ler her bir BAC klonunun yaklaşık 30 klonla ilişki kurmasına
izin verecektir. Gerçekte, STC’ ler STS’lere göre daha basittir.(syf. 348)
339
[Metni yazın]
Restriksiyon enzimi parmakizinin prensipi aslında nematod Caenorhabditis elegans (Coulson ve ark.
1986) ve maya (Olson ve ark.1986) dan geliştirildi. Bunun orijinal formatında başlangıç materyali
kosmidlerden yapılmış bir genomik kütüphaneydi. Her kozmid klonu bir hekzanükleotit tanıma sekansıyla ve
bir restriksiyon endonükleazla sindirilir ve uçlar çakışmayacak şekilde düzenlenerk ayrılır, örneğin HindIII.
Fragmentlerin uçları radyoaktif bir nükleosit trifosfat varlığında reverse transkriptazla uç bölgeler
işaretlendi. HindIII ısıyla yok edildi ve fragmentler tekrar bir hekzanükleotit tanıma sekansıyla ve bir
restriksiyon endonükleazla ayrıldı, örneğin Sau3Al. Fragmentler yüksek çözünürlüklü bir jelde ayrıştı ve
otoradyografiyle incelendi, bir klonun parmak izi böyle üretildi(Şekil B17.2). Söylendiği gibi parmak izi
restriksiyon bölgelerinin bir basamağı değildir ; daha doğrusu bu olay klonların örtüşme olasılıklarındaki bant
kümelerinin oluşmasına dayanır.
Restriksiyon enzim parmak izine rağmen bunlar Drosophila (Siden-Kiamos ve ark. 1990),
Arabidopsis (Hauge ve ark. 1991), ve insan genomu (Bellané-Chantelot ve ark. 1992, Trask ve ark. 1992) gibi
bazı genomlar kullanıldı, bu method genellikle mikrobiyal genomlar dışında kullanılmaya uygun değildir(
Cole & Saint Girons 1994, Fonstein & Haselkorn 1995). Bu nedenler iki yönlüdür. İlki, kozmidler ortalama 40
kb‘lik bir giriş sekansıyla her tekli restriksiyon endonükleazı için birkaç bölgeye sahiptir. Bunun anlamı,
örtüşen önemli eşleşmelere istatiksel olarak izin vererek gerekli fragment sayılarını oluşturur ve bu
radyoaktif işaretleme ve çift seçimi kullanmak için gereklidir. Bu metodoloji tekrar üretilemez, büyük ölçekli
haritalama çalışmaları için uygun değildir (Marra ve ark. 1997, Little 2001). İkincisi , parmak izi
şablonlarından çakışmasında ortaya çıkan problemler katlanarak büyür, genomun boyutu haritada büyür.
Şekil B17.2 : Restriksiyon fragment parmakizinin prensibi. (a) işaretlenmiş restriksiyon fragmentlerinin
üretimi. (b) dört farklı klonun gelişim şablonu. 1, 2 ve 3 klonları arasında paylaşılan tüm bantlar gösteriyor ki
bu klonlar yakın durumdadır oysa klon 4 yakın değildir ve diğer 3 klonda birkaç bant ortaktır. (c) kontig
harita üretimi b deki verilerden gösteriliyor (Coulson ve ark. 1986’ dan izinle tekrar çizilmiş ve uyarlanmıştır).
340
[Metni yazın]
Restriksiyon enzimi parmak izinde güçlenme durumunu iki gelişme takip eder. Bunların ilki, büyük
girişli klonlar kullanılarak parmak izi methodun yüksek verimlilik elde edildi.(Marra ve ark. 1997). Bu
methodda bakteriyal yapay kromozomu (BAC) ve P1- kaynaklı yapay kromozom(PAC) klonları Coulson ve
ark.(1986) tarafından kullanılarak yerine konuldu. Çünkü bu klonlar 150 kb lik giriş büyüklüğüne sahip ve onlar
tekli bir restriksiyon enzimiyle sindiriminde fragmentler çok kolay ortaya çıkarılabilir(Şekil B 17.3).
Fragmentlerin bağıl hareketliliği ölçülerek,her klonun parmak izi gelişimi mümkündür ve diğer klonlar için de
aynı bağıl hareketlilik kullanılarak fragmentlerin geniş bir miktarı paylaşılabilir. Bu yolla kontig oluşturmak ve
klonların örtüşmesi mümkündür. Bu methodun iki diğer özelliği söylenmeye değerdir. İlki, çünkü sadece tekli
sindirim içerir, radyoaktif olmayan hasar methodları kullanılabilir. Bununla birlikte, DNA nın küçük miktarda
olması sebebiyle düşük kopya sayılı vektörlerle elde edilebilir, BAC ve PAC gibi, yüksek duyarlılık gösteren
hasarlar gereklidir. Bu floresans boylar ve yüksek hassaslıktaki floresans görüntüleyiciler kullanılarak
yapılabilir. İkinci, bu method her restriksiyon fragment boyutuna uygundur ve her klon kullanılabilir. Bu
özellikle sekans stratejileri dizayn edildiği zaman kullanışlıdır.
Restriksiyon fragment haritalaması ikinci aşamasını canlanma takip eder, parmak izi kontig(FPC)
olarak bilinen güçlü bir yazılımın yaratılması farklı klonların parmak izleri karşılaştırılarak ve örtüşenlerden
birinin incelenmesiyle büyük bir görev başarılmış olur. (Sounderlan ve ark. 2000). FPC yazılımı Marra ve ark.
(1997) nın metodolojisiyle bağlantılı olarak kullanılır. Eğer iki klonun çakışması incelenirse, paylaşılan
bantların sayısı sayılabilir, buradaki iki bant aynı büyüklükte olursa tolerans gösterilerek paylaşıldığı düşünülür.
Paylaşılan bantların sayısı tesadüfü olarak hesaplanır ve eğer bu sonuç kullanıcının belirtilen kesimin
aşağıdaysa, klonlar çakıştığı düşünülür. Bu yazılım test edildiğinde büyük kontig yapıları 9534 klondan oluşur.
Bazı kontigler manuel olarak oluşturulmaz. FPC yazılımını ek bir yararı ise sekans sarkık bölgeleri(STSler) vb.
gibi fiziksel markırların kullanılması yerleştirilmesini sağlar.
Şekil B17.3 : P1- kaynaklı yapay kromozomları(PAC) nın HindIII enzimiyle parçalanması tipik bir agaroz jel
haritasında gösteriliyor. Klonlar çapraz kontaminasyon olasılığı kontrolü için ve yayma sırasında stabilitesini
sağlamak için üç kopya halinde bulunur. DNA büyüklük standartları her 5. şeritte mevcuttur( Dr.M. Marra
tarafından verilmiştir.)
341
[Metni yazın]
Her BAC klonu giriş büyüklüğünü sağlamak için bir restriksiyon enzimi kullanarak parmak
izini sağlar ve çakışan klonların parmak izlerini karşılaştırarak artifakt klonları inceler. Merak edilen
BAC’ ların kaynağı sekans edilir ve STC’leri tanımlamak için BAC klonlarındaki 30 çakışma
veritabanı kullanılarak kontrol edilir. İki BAC klonu parmakizleri arasında iç bağlılık gösterir ve her
uçtaki minimal çakışma sekans edilir. Bu yolla insan genomunun tamamı 20.000 BAC klonu
kullanılarak sekans edilebilir. Bu öneri evrensel olarak kabul edilmedi fakat daha sonra Arabidopsis
thaliana (Lin ve ark. 1999b) ve insan genomunun (Uluslararası İnsan Genom Sekanslama
Konsorsiyumu) 2. Kromozomu (19.6 Mb) bu şekilde sekans edildi.
Oysa Venter ve ark. (1996) sekans uçlarında kullanılacak(STC) hiyerarşik bir shut gun
yöntemi önererek genom karşısında geniş alanlı süreklilik sağlamasında kullanıldı. Weber ve Myers
(1997) insan genomunun sekanslanması için total bir shutgun yaklaşımı önerdiler. Bu yaklaşımda,
DNA kesilir ve büyüklük seçilmeden önce E. coli klonlanır. Klonlama girişleri iki sınıfta toplanır: 5-
20 kb büyüklüğündeki uzun girişler ve 0.4-1.2 kb büyüklüğündeki kısa girişler. Sekans okuma
uzunluklarının yeterli büyüklükte olması iki sekansın kısa girişlerinin ucundan okunarak üst üste
getirilir. Uzun girişlerin iki ucu da sekans edilir çünkü girişlerin boşlukları ve oryantasyonu bilinir,
toplanabilen kısa sekanslar üzerinde bir yapı oluşturabilmek için kullanılabilir. Bu yaklaşım çok iyi
algılanmadı (Green 1997, Marshall & Pennisi 1998) ama Myers ve ark. (2000) , Drosophila
melanogaster genomunun 120 Mb’ lık ökromatik bir parçasına bu yöntemi uygulayarak yaklaşımın
doğruluğunu gösterebildiler. Bununla birlikte, her iki durumda da sekans uçları BAC tan sağlanan
yardımcı bir yapı bilgisiyle 50 kb’lik girişler tanımlandı. Bir de, insan sekanslanmasında her sekans
sarkık bölgeleri (STS), fragmentlerin yerleşmesine yardımcı oldu, ayrıntılı bir STS haritasında. Bu
yolla insan genomunun sekanslanmasında adam başına düşen görev, Tablo 17.4 teki veriler göz
önünde tutularak elde edilebilir.
Tablo 17.4 : Venter ve ark. tarafından(2001) hazırlanan insan genomunun shutgun sekanslaması için
istatiksel sekanslar. Buradaki DNA sekansları 5 farklı ayrı sekanstan kaynaklanır(A,B,C,DveE).
342
[Metni yazın]
Şekil 17.15: Yeni oluşturulan bir genomun dizilimini belirleme stratejisi.(a) eBACların oluşumu. Bir
BAC tan ılımlı sekans koverajı(yaklaşık 1-8 katlanma) bir genomun aynı bölgesinden okunan tüm
genom sekansları yakalarken yem olarak kullanılır. Bu okumalar ve onların eş bazları, bir eBAC formu
oluşturmak için Phrap kullanılarak birleştirilir. Bu sıkı lokal montajı yakalanması %95 oranında tutulur.
(b) yüksek düzenli yapının oluşturulması. Çoklu eBAC lar sekansların örtüşmesinden kaynaklanan
bactiglere montaj edilir. Bactigler büyük klon eş baz bilgisiyle süperbactiglerde katılır(en az iki
bağlantı), ek bilgi kullanılarak ultrabactigler genişletilir(tekli bağlantılar, kontigler, markırlar, sinteni) ve
tamamlayıcı bir montaj oluşturmak için genom haritalama verisi en sonunda hizalanır(radyasyon hibrit
ve fiziksel harita).
344
[Metni yazın]
345
[Metni yazın]
Şekil 17.17 : Fleischmann ve ark. (1995) tarafından sekanslanmasında fiziksel boşlukları kapatmak için
kullanılan üç method. Her durumda kontiglerin ucundaki sekanslar dalgalı çizgiler olarak gösterilmiştir
ve ayrı sekanslara ayrı numaralar verilmiştir. Kontigler büyük harflerle gösterilmiştir. (b) deki ayrı
haldeki amino asitler standart tekli harf koduyla gösterilmiştir. Her methodun içeriğiyle ilgili detaylar
metinde mevcuttur.
346
[Metni yazın]
özellikler ifade edilir. Daha önce bahsedildiği gibi, her ökaryotik genom, klonlama yada sekanslama
zorluğu olan bölgelere sahiptir. Bu bölge çeşitliliğinin farklı türlerde farklı şekildedir ve her sekanslama
konsorsiyumu pragmatik kararlar uygularlar, yayın için bu coverage lerin ne zaman yeterli düzeye
gelecekleri gibi(Tablo 17.5). Daha sonra fazla çalışılarak boşluklar elimine edildi. İnsan genomunu ele
aldığımızda, 24 kromozomun tamamının sekanslanmasının bitmesi 2004 ortalarını buldu.
347
[Metni yazın]
The disadvantages of the method are that it cannot be used to generate reliable
measurements of the distances between signals nor can it be used to localize unknown
sequences on a chromosome.This is because the stretching of individual chromosomes is
highly variable.
The classic cytogenetic map gives visual reality to other maps and to the chromosome itself.
Because it does not rely on the cloning of DNA fragments it avoids the pitfalls that this
procedure can introduce, particularly with YACs. As with cytogenetic maps, linkage maps
examine chromosomes as they are in cells.
Cytogenetic can lead to errors, they nevertheless are used as gold standards against which the
physical maps are judged. Where genetic markers have been located on the cytogenetic map
by in situ hybridization they also can be positioned on the physical map.
348
[Metni yazın]
6) What is the HAPPY method and which has the advantages of HAPPY
method? Explain.
HAPPY mapping represents an easy and generic alternative to RH mapping and has been
used to map the human genome, animal genomes and the Arabidopsis genome.
The principle of HAPPY mapping involves breaking genomic DNA randomly by irradiation
or shearing followed by an optional size fractionation step. Markers then are segregated by
diluting the resulting fragments to give aliquots containing one haploid genome equivalent.
Markers are detected using the PCR and linked markers tend to be found together in an
aliquot. The map order of markers, and the distance between them, are deduced from the
frequency with which they co-segregate.
349
[Metni yazın]
10) What are the methods used to close the gaps in sequences?
No matter what sequencing strategy is used there always are gaps at the assembly stage.
These gaps fall into two categories: sequence gaps where a template exists and physical gaps
where no template occurs. Sequence gaps can be closed using a primer directed walking
strategy.
Physical gaps are much harder to close. In the case of the shotgun sequencing of the H.
influenzae genome, a number of techniques were used.
Another method for closing gaps is to use representational difference analysis. In this
technique one undertakes a subtractive hybridization of the library DNA from the total
genomic DNA. In this way, were able to close 11 out of 13 gaps in the sequence of the
bacterium Xylella fastidiosa. Although this method is useful for isolating sequences that fall
within gaps, any sequences isolated will not be useful if the sequences cannot be assembled
into a contig that is anchored on at least one end of the gap.
350
[Metni yazın]
18. BÖLÜM
KARŞILAŞTIRMALI GENOMİKS
351
[Metni yazın]
Giriş
Karşılaştırmalı genomiks, değişik organizmaların genom yapıları ve organizasyonlarındaki
farklılık ve benzerliklerin çalışılmasıdır. Örneğin, insan ve diğer organizmalar arasındaki farklar
genomumuza nasıl yansır? İnsan, meyva sineği, kurt, bitki, maya ve bakteri gibi çeşitli canlılarda
protein tip ve sayıları birbirine ne kadar benzerlik gösterir? Esasında karşılaştırmalı genomiks,
biyoinformatik metodların, 9. Bölümde açıklanan biyolojik prensiplerin tanımlanması amacıyla
yapılan tüm genom dizi analizlerine uygulanmasından daha başka bir şey değildir. Okuyucunun
yakında anlayacağı gibi, karşılaştırmalı genomiks, çok güçlü bir tekniktir ve başka bir yolla elde
edilmesi mümkün olmayacak bir biyolojik yeteneğe imkan sağlar.
Karşılıklı genomiks çalışmalarını sürükleyen iki güç vardır. Birincisi,evrim sürecini temel
seviyede, daha detaylı bir şekilde anlayabilma arzusudur(organizmaların temel sınıflarının kökeni) ve
lokalde de (akraba türleri birbirinden farklı kılan nedir?)
İkincisi, DNA dizilerindeki bilgilerin, belli görevleri yürüten proteinlere dönüşümünün anlaşılması
ihtiyacıdır. Buradaki temel mantık, gereksiz gereksiz fonksiyonları kodlayan diziler ve kodlama
yapmayan dizilere göre, önemli hücresel fonksiyonlardan sorumlu dizilerin, canlılar arasında
korunmuş olma ihtimalinin daha yüksek olmasıdır.
Son zamanlara kadar, karşılaştırması yapılacak ideal türlerin, mümkün olduğunca birbirlerine şekil,
fizyoloji ve davranış olarak benzer olanlar olduğu düşünülüyordu ve bunlar, fonksiyonu olmayan
dizilerin birbirinden uzaklaşmasına imkan tanıyacak kadar zaman geçerek, etkili bir şekilde
evrimleşmişlerdi. Daha sonraları Botelli (2004), genom kıyaslamaları ile göstermiştir ki, birbirine çok
uzak olan memeli ve balık gibi canlılarda, çok önemli vazifesi olduğu düşünülen korunmuş dizilerin
tespit edilmesi mümkündür.
Bununla beraber, görevce özdeş proteinlerin ne dizi benzerliğine ne de hatta ortak üç boyutlu
katlanmalara ihtiyaç duymadığı ile ilgili artan deliller ortaya konmaktadır (Galperin et al. 1998,
Huynen et al. 1999).
Farklı organizmalarda benzer fonksiyondan sorumlu iki veya daha fazla ayrı ortolog setinin
varlığı non-orthologous gene displacement olarak adlandırılır. Şimdiye kadar 200’ e yakın farklı
genom sekans edilmiştir ve açıkça görülmüştür ki gene displacement çoğu temel gende meydana gelir.
Böylece, her hücre gereksinimi için, en az iki biyokimyasal çözümün olduğu görülür.
Şimdiye kadar sadece gene displacement olayının gözlemlenmediği 60 kadar gen tanımlanmıştır.
Bunların çoğu da transkripsiyon ve translasyon sistemlerinin bileşenlerini kodlamaktadırlar ( Koonin
2003 ).
353
[Metni yazın]
Şekil 18.1 Kan pıhtılaşması ve fibrinoliz, inaktif zimojenlerin aktif enzimlere dönüştüğü çok kademeli
enzimatik bir süreçtir. Bu zimojenler, serin proteaz ailesine dahildirler ve aktive olmaları, belli
sayıdaki peptid bağlarının proteolizi ile sağlanmaktadır. Homeostatik proteazlar ve tripsin gibi arketip
model proteazların aminoasit dizilerinin karşılaştırılması, asıl olanın, geniş N-terminal uzantılara sahip
olduğunu gösterir. Bu uzantılar, substratı tanıma, kofaktöre bağlanma gibi çeşitli vazifeleri olan farklı
domainlerden oluşmaktadır. Farklı domainler, kodlayıcı genlerin ekzon yapısı ile güçlü bir bağlantı
gösterir.
Mozaik proteinler, başlıca metazoada (çok hücrelilerde) olmakla beraber, bir hücrelilerde de
bulunmaktadırlar. Archae, Eubacteria ve Eukarya ya ait mikrobiyal genom analizleri bu durumu
göstermiştir. Bu verilerden yola çıkarak, domainlerin evrimsel hareketini tespit etmek mümkün
olabilir. Wolf isimli araştırmacı, 2000 yılında, 15 bakteri, 4 arkea ve bir ökaryot genomunu
incelemiştir. 37 tane native domainleri oluşturan protein ve bir tane horizantal olarak edinilmiş
yabancı (alien) domain bulmuştur.
354
[Metni yazın]
355
[Metni yazın]
tam olmaktan uzaktı. Bazı gen displacement ları organizmaların temel metabolik yollarındaki
eksikliklerden anlaşılabilir. Bu yolla, Mushegian ( 1999) minimal protein setini 256 gene çıkardı.
Yukarıdaki yaklaşımla alakalı bir problem olarak, eğer ortologların oluşturan iki protein
arasındaki benzerlik derecesinin tanımlanması çok kısıtlı ise, o zaman minimal protein seti değerinin
altında hesaplanabilir. Yukarıdaki metodun bir varyasyonu, ortolog gruplarının tanımlanmasıdır.
Örnek olarak; ortologları içeren gen grupları, ek olarak gen duplikasyonunu takiben gen kaybı
meydana gelen paraloglar. Bu yaklaşım 4dört eubakteri, bir arkebakteri ve bir mayaya uygulanmış ve
816 ortog grup demeti ( COGs ) tanımlanmıştır. Bunların 327 si üç alemin de temsilcisini kapsamıştır
( Mushegian 1999). Bu 327 protein setine dayanarak tüm biyosentetik adımları yeniden oluşturmak
mümkündür. Ek üç arkebakteri ve 12 eubakteriden elde edilen sekans verileri de eklenip analizler
tekrarlanınca, minimal protein set içeriği 322 COGs a kadar az da olsa düşmüştür.
Şekil 18.1 Genomları tamamen sekanslanmış archaeabacteria, bazı eubacteria lar ve bir ökaryotun
genom büyüklükleri.
356
[Metni yazın]
Büyük mikrobiyal genomlar, küçük olanlara kıyasla daha fazla paralog içerirler.
P. aeruginosa (6.3 Mb) ve E. coli (4.5 Mb) genomlarının karşılaştırması, P. Aeruginosa nın
büyük genoma sahip olmasının, genom organizasyonundaki farklılıktan değil de büyük genetik
kompleksliğinden kaynaklandığını gösterir. Open-reading frame (ORF) boyutları ve inter-ORF
boşlukları neredeyse her iki genomda da aynıdır.
357
[Metni yazın]
Eğer daha büyük genomu olan P. aeruginosa bunu sonradan bir gen duplikasyonu ile
sağladıysa, beklenen bu canlının diğer büyük genoma sahip canlılarınki kadar benzer sayıda paraloğa
ve daha çok sayıda ORF ye sahip olmasıdır. Gerçekten, Pseudomonasdaki paralog grupların ORFleri
diğer genomlardakine benzemektedir. Bu yüzden çevresel değişkenlik seçimi, genetik kapasiteyi
arttırarak, farklı fonksiyonları kodlayan çok sayıda küçük paralog gen ailelerinin gelişimine imkan
tanımıştır.
Genel bir kural olarak, prokaryotik genom büyüklüğünün artışı ile birlikte, paralog sayısının artışı
da beklenebilir ve gözlemlenen de budur ( Tablo 18.1 )
Dahası, paraloglardaki bu biyokimyasal durum konak organizma biyolojisini yansıtır ( Kutu 18.2 )
Bugüne kadar analiz edilen prokaryotik genom sekansları, merak uyandırıcı iki gözlemi ortaya
koymuştur.
Birincisi, tanımlanan ORF lerin neredeyse yarısı, bilinmeyen biyolojik fonksiyonlarla ilgilidir. Bu
da alışılmışın dışında bir dizi biyokimyasal yolun aydınlatılmayı beklediğini gösterir.
İkincisi, tamımlanan tüm ORF lerin yaklaşık % 25 i, diğer mevcut hiçbir proteinin sekansı ile bariz
bir benzerlik göstermez. Bu da bakteriler arasında gözlemlenen inanılmaz biyolojik çeşitliliği
destekler.
Daha da önemlisi, bu durum, daha keşfedilmeyi bekleyen ( örneğin Bacillus subtilis, E. Coli, ve
Deinococcus radiodurans ın herbirindeki 1000 in üzerindeki proteinler) çok sayıda yeni protein
ailelerinin bulunduğuna işaret eder.
Çünkü, DNA ve protein databankaları günlük olarak güncellenir. Zaman zaman onları,
tanımlanmamış bir proteinin homoloğu tespit edilmiş mi öğrenmek için, tekrar ziyaret etmede fayda
vardır. Aynı zamanda bunlar, sekans bilgilerini yeniden analiz etmek için kullanılabilir. Hem yeni hem
de daha sofistike biyoinformatik araçlar geliştirilmiştir. Bunun faydası Robibson’un ( 1994)
çalışmasından anlaşılabilir. Onlar 18 Mb prokaryotik DNA sekansını yeniden incelemişlerdir ve daha
önce gözden kaçan 450 den fazla geni ortaya çıkarmışlardır. Daha spesifik bir örnek Dandekar’ınkidir
( 2000). Mycoplasma pneumoniaenın sekans bilgileri üzerinde yeniden çalışmıştır. Onlar ek 12
ORFs tanımlamışlardır. Ayrıca daha önce tanımlananlardan birini elemişler ve ilave üç RNA geni
bulmuşlardır. Ayrıca, sekiz protein okuma çerçevesini kısaltmış, diğer 16 tanesini de uzatmışlardır.
358
[Metni yazın]
Horizontal gen transferi, evrime yönlendirici kayda değer bir güç olabilir ancak bunu
tespit etmek çok kolay değildir.
Horizontal veya lateral gen transferi farklı soylar arasındaki genetik değişikliktir. Horizontal gen
transferinin meydana geldiği genellikle farkedilebilse de meydana gelirken ki büyüklüğü hakkında
hatırısayılır tartışmalar da vardır. Örneğin, Gogarten ( 2002 ), şimdiye kadar tanımlanandan daha çok
meydana geldiğini söylerken, Kurland ( 2003 ), bunun genom filojenisi üzerinde çok az bir etkisi
olduğunu düşünmektedir. Şimdilerde o kadar çok mikrobiyal genom analizi yapılmıştır ki, lateral gen
transferinin tespitinin çok kolay olduğu düşünülebilir ancak bunun tespitinde kullanılan bazı
metodların geçerliliği hakkında bazı şüpheler vardır.
Temel olarak tartışmalı olsa da iki metod kullanılmaktadır.
Birincisi, olağandışı nükleotid kompozisyonu sekanslarının tespiti ve yakın türler içinde tamamıyla
kaybolmuş bir fonksiyondan sorumlu gen veya genlerin tespitidir.
Örneğin, iki bakteriyal termofilin genom analizi, genlerinin % 20-25 inin Eubacteria’dan ziyade
Archaeabacteria ya benzer olduğunu göstermiştir ( Aravind 1998, Nelson 1999 ).
Bu arkevari genler, genomdaki özel bölgelerde bulunurlar ve kayda değer farklı nükleotid
kompozisyonuna sahiptirler. Bu durumun, horizontal gen transferinden kaynaklandığı düşünülür.
Garcia ve Valve de 2000 yılında, bir genin horizontal olarak mı edinildiğini tespit etmek için,
istatistiki bir prosedür geliştirmiştir.
Bu prosedür, G + C içeriği, kodon kullanımı, aminoasit kullanımı ve gen pozisyon analizlerine
dayanır.
Bu metod, 24 adet sekansı çıkarılmış genoma uygulanınca, genlerin % 1,5 – 14,5 unun horizontal
transfer edildiği ve bu genlerin çoğunun sadece bir veya iki soyda bulunduğu iddaa edilmiştir.
Bununla beraber Koski ( 2001 ), codon bias ları ve baz kompozisyonlarının horizontal gen transferi
tahmininde kullanımında temkinli olunması uyarısını yapmıştır. E. Coli ve Salmonella typhi gibi,
tahminen 100 milyon yıl önce farklılaşmış, iki yakın bakterinin ORFlerini, kıyaslamışlardır. E. Coli
genlerinin normal kompozisyonunun S. Typhide karşılığının olmadığını bulmuşlardır. Tersi olarak, E.
359
[Metni yazın]
360
[Metni yazın]
Daha sonraki bir analizde, Shigella flexneri ( dizanteriye sebep olur)nin E. Coli ile aynı genom
yapısına sahip olduğu görülmüştür. Hatta farklı bir cins olarak anılmasındansa, E. Coli nin farklı bir
suşu olarak tanımlanmasının daha iyi olacağı düşünülmüştür ( Wei 2003 ).
Daha önce belirtildiği gibi, ayırtedici kodon kullanımı, horizontal gen transferi için bir indikatör
olarak düşünülür. Değişik E. coli genomlarının analizleri göstermiştirki, adalar oldukça uzak farklı
kodon kullanımına sahiptir ve 3 - 4,5 kat daha yüksek belli nadir kodon kullanılmıştır. Patojenlerde
bulunan adalardaki genlerin yaklaşık 2000 tanesinin sadece % 10 u paylaşılmıştır. Bununla beraber,
paylaşılan bu genlerin çoğu bakteriyofajlarla veya insersiyon sekansları ile bağlantı kuran genlerle
ilişkilidir. Bu durum, bunların horizontal gen transferi olayında rol aldığını gösterir. Diğerlerinin çoğu,
payşlaşılmayan ada genleri, bilinen patojenite determinantlarını kodlar. Farklı üropatojenik suşlar
karşılaştırıldığında, örneğin, cystisis, pyelonephritis ve ürosepsisden sorumlu olanlar, ada genlerinin
çoğunun bir suşa özgü olduğu da görülür. Bu sonuç, E. colinin hem patojenik olan hem de patojenik
olmayan suşlarının kompleks bir süreç ile evrimleştiğini ortaya koyar. E. coliyi tanımlayan atasal
omurga genleri dikey edinilmiş sekans değişikliklerinin yavaş birikimine uğramışlardır. Fakat bu
genlerin geri kalanı çok sayıda horizontal gen transferi oluşu ile oluşmuştur.
E. coli ye yakın akraba olduğu düşünülen Salmonella türlerinin ve iki serovar ( S. typhi ve S.
typhimurium) ın tam sekans analizleri yapılmış ve çok miktarda aynı gen sırasına sahip oldukları, E.
coli genomu ( şekil 18.2 ) ile kıyaslanmışlardır (McClelland 2001, Parkhill 2001).
Beklendiği gibi, S. typhi ve S. typhimurium birbirine, S.typhi ve E. coli ye oranla çok daha yakın
çıkmıştır. Tabii arada bariz farklar da vardır.
S. Typhimurium a kıyasla 601 (%13.1) gen S.typhi ye özeldir. 479 (%10,9) gen de S.typhi ye kıyasla
S. typhimurium a özgüdür.
Bunun tersi olarak, 1505 (%32,7) gen E. coli ye göre S. typhi ye özelken, 1220 (%28,4) gen de
S.typhi ye göre E. coli ye özgüdür. S. typhi ve S. typhimurium arasındaki diğer bir fark da ilkinde 204,
ikincisinde de 39 pseudogenin varlığıdır. Çoğu durumda bunlar sonradan ortaya çıkmıştır çünkü
bunlar tek bir çerçeve kayması veya stop kodon sebebi ile oluşmuşlardır. Yakın akraba türlerin genom
çalışmalarının tamamlanmasının pseudogenlerin tespitini kolaylaştırdığını kayda değer bir bilgidir.
Çünkü bir çerçeve kayması veya prematüre bir stop kodon, diğer bir genomda ancak fonksiyonel bir
homolog genle eşdeğer ise tanımlanabilir. İki Salmonella serovarı arasındaki diğer bir biyolojik fark
da; S. typhi nin sadece insanları enfekte ederken, S. typhimuriumun çok çeşitli türde memelileri
enfekte edebilmesidir. Bu durum pseudogen içeriğindeki faklılıklardan kaynaklanıyor olabilir. Çünkü
S. typhideki bir çok pseudogen housekeeping vazifesindedir ve virulans kompenentleridir.
361
[Metni yazın]
Bacillus anthracis bakterisi, anthraxa sebep olması nedeniyle günümüzde çok ilgi
çekmektedir. Bu canlı biyoterorizm ajanı olarak kullanılmaktadır. Bu canlının çok uzun süredir gıda
zehirlenmesine sebep olan B. cereus ve bazı sineklerde patojen olan B. thuringiensis ile yakın akraba
olduğu düşünülmektedir. Bu üç suş üzerine yapılan karşılaştırmalı genom analizleri, bunların
kromozom omurgaları yüzünden farklı olmalarına rağmen patojenilerindeki asıl farkın plasmid –
borne genlerden kaynaklandığını ortaya koymuştur ( Radnedge 2003, Rasko 2004 ). Esasında B.
cereusun, PxO1 ve PXO2 plazmidleri gibi, öldürücü toksin kompleksleri ve poli –gama-glutamik asit
gibi virulans faktörlerini kodlayan plazmidlerden yoksun olduğu düşünülüyordu. Bununla beraber,
benzer plazmidler B. cereusun patojenik olmayan suşlarında bulundu. Bu benzer plazmidler, B.
anthracisinkilerden sadece çeşitli toksin genleri içeren patojenite adalarının eksik olması ile
ayrılıyordu.
Mycobacteriumların değişik türleri üzerinde yapılmış bir dizi karşılaştırmalar da
bulunmaktadır. Bunlardan en ilginç olanı tüberkülaz ve cüzzama sebap olan M. tuberculosis ve
M.leprae üzerine yapılan çalışmadır ( Tablo 18.2 ). M. lepraedeki 1604 ORF nin 1439 unun M.
tuberculosisde homoloğu vardır. 1116 pseudogenin çoğu translasyonel olarak durağandır fakat M.
tuberculsiste fonksiyonel olarak karşılığı vardır. Yine de, leprosy basillerinde büyük bir gen azalması
vardır. Oksidatif solunum zinciri ile alakalı bölümler kayıptır ayrıca mikroaerofilik ve anaerobik
olanlarda çeşitli katabolik sistemlerde bu kayıplara rastlanır. Bu kayıplar muhtemelen
mikrobiyologların M. lapraeyi hayvan vücudu dışında kültüre etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Genom organizasyonu seviyesinde, 65 segment aynı gen sırasındadır. Fakat akraba sırası ve
dağılımda farklılık gösterirler. Bu dizideki kırık, genellikle yayılmış tekrarlar, tRNA genleri, veya gen
362
[Metni yazın]
363
[Metni yazın]
gözlemlenen fizyolojik fenotipi tatminkar bir şekilde açıklamaya yetmemektedir(18.2 kutu, sayfa
377).
Poblemin bir yönü, karşılaştırma yapmak için aynı derece radyasyon direnci gösteren bir başka
organizmanın olmamasıdır. Bununla beraber, Makarova(2003) hipertermofilliğin anlaşılmasında
ilerleme göstermiştir. Bu bağlamda, hipertermofillik, 75 C yi aşan sıcaklıklarda gelişim gösterebilme
kabiliyeti iken, termofillik 55-75 C sıcaklık aralığında gelişim gösterebilmektir. Altı farklı soydan
sekiz arkea ve ayrı şubelerden üç bakteriyi içeren 11 hipertermofilin tamamlanmış genom sekansları
mevcuttur. 14 termofilin de sekansları mevcuttur. Başlangıç olarak COGs için yapılan bir araştırma
aşağıdaki kriterleri ortaya koymuştur:
1. COG proteinleri kodlamalıdır ve en az üç hipertermofilde bulunmalıdır.
2. Belirli COG a sahip hipertermofil sayısı, mezofillerin sayısından çok olmalıdır.
3. Belirli bir COG a sahip organizmaların % 50 den fazlası termofil olmalıdır.
290 COG birlikte yukarıdaki kriterleri sergiler fakat çoğu arkeal hipertermofillerde bulunur. Bundan
dolayı, araştırma derinleştirildi böylece en az bir eubakteriyal hipertermofil, her bir COG yi
kodlamalıydı. Bu yolla, 58 COG, hipertermofilik fenotiple alakalı olarak tanımlandı. Bu COG ler, bir
dizi farklı hücresel fonksiyonu kodlarlar (Şekil 18.3) ve daha önceki karakterize edilmemiş protein
ailelerini içerirler.
364
[Metni yazın]
Şekil 18.4 Mitokondriyal genomun boyut ve gen içeriği yönünden Alfa- proteobakteriyal (Rickettsia)
genomu ile karşılaştırılması. Daireler ve düz çizgiler, sırasıyla, halkasal ve lineer genomları temsil
etmektedir ( Gray 1999 ).
Hayvan ve mantar mitokondriyal DNAları oldukça küçük olmalarına rağmen (15-20 kb), bitkilerin
ki oldukça büyüktür (200-2000 kb). Bitki mitokondrisi, büyüklükte ökaryotik nukleusla yarışır,
özellikle bitki nukleusu ile. Bu bağlamda karşımıza yine C- değeri paradoksu çıkar:
Örneğin; daha büyük bitki mitokondrileri daha küçük olanlardan daha fazla gen içermezler fakat
daha fazla spacer DNAları vardır. Bitki mitokondrileri kloroplast, nukleus, virüs ve diğer bilinmeyen
kaynaklardan türemiş bol miktarda DNA içerirler. Bu süreç muhtemelen aktif, transmembran bağımlı
bir DNA alım mekanizmasının varlığı ile kolaylaştırılmıştır ( Koulintchenko 2003 ).
C- değeri paradoksu bitki ve hayvan kıyaslamalarında da karşımıza çıkar:
Arabidopsis (çiçekli bir bitki) mitokondriyal DNAsı, insan mtDNAsından 20 kez daha büyüktür
ama iki kat daha az gen içerir ( Şekil 18.5). Hatta, tek bir cinste, bu durumda, Schizosaccharomyces
maya mantarının farklı türlerinde , kodlama yapmayan DNA miktarında dört kat çeşitlilik olabilir (
Bullerwell 2003 ).
365
[Metni yazın]
Sürekli olarak yeni sekans bilgilerinin toplanmasının bir sonucu olarak, mtDNAların, iki temel
tipten meydana geldiği anlaşılmaktadır. Bunlar ‘atadan kalma ’ ve ‘ türevlenmiş ’ şekilde dizayn
edilmiştir ( Gray 1999 ) ve bunların karakteristiği Tablo 18.3 te özetlenmiştir.
366
[Metni yazın]
Atasal mtDNA
1.Hayvan mtDNAsına kıyasla çok sayıda ekstra gen
2. rRNA kodlayan genleri eubakterilerdeki gibi: 23S, 16S ve 55 rRNAlar
3. Tam yada tama yakın tRNA gen setleri
4. Az sayıda veya hiç intronsuz sıkı genetik bilginin paketlenmesi
5. Eubakteriyel gen kümeleri
6. Standart genetik kod kullanımı
Türevlenmiş mtDNA
1.Yoğun gen kaybı
2. rDNA ve rRNA yapılarında bariz ıraksama
3. Hem protein kodlayan hem de rRNA genlerinde artmış sekans ıraksama hızı
4. Hayli etkilenmiş kodon kullanımı, bazı durumlarda, belli kodonların elimine edilmesi
5. Standart olmayan kodon görevlerinin bulunması
Genellikle mitokondrilerin, nukleus içeren bir hücre ile endosimbiyant ilişki kurmuş bir bakterinin
soyundan geldiğine inanılır. Böylece mitokondriyal genom, bu öbakteriyel atasının bir kalıntısıdır.
mtDNAlar için bir prototip miras olarak Reclinomonas americana ( kamçılı heterotrof bir protozoon)
nınki verilebilir. Bu organizmanın mtDNAsı 97 gen içerir ve bunlar diğer tüm sekanslanmış
mtDNAlarda bulunan protein kodlayan genleri kapsarlar.Türevlenmiş, değişikliğe uğramış
mitokondriyal genomlar ise atalardan kalanlardan bariz bir şekilde ayırtedilebilirler. Hayvanlarda ve
çoğu protistlerde, bu durum, kendini boyut ve gen içeriğinde var olan azalma ile ortaya koyar.
Bitkilerde ve özellikle angiospermlerde, yoğun bir gen kaybı vardır ama kloroplast ve nukleustan dizi
alımları ve DNAnın sık duplikasyonu sonucunda boyut artmıştır ( Marienfeld 1999 ).
367
[Metni yazın]
Eğer mitokondriler bakterilerden kökenlenmişse, o ata bakteriye en yakın akraba tür, bugün var olanlar
içerisinde hangisidir?
Şu anki mevcut görüşe göre Rickettsiya prowazekiidir(tifüse sebep olan bir organizma). Bu
organizma hücre içi yaşam sitili ile mitokondrilerin endosimbiyotik evrimini başlatmış olabilir.
R. prowazekiinin genomu sekanslanmış ve genlerinin fonksiyonel profili mitokondrilere benzerlik
göstermiştir ( Anderson 1998 ). Bakterinin yapı, organizasyon ve gen içeriği en çok Reclinomonas
americananın mtDNAsına benzemektedir.
368
[Metni yazın]
devam etmektedir( Palmer 2000 ). 25 farklı legümün analizi ile bazılarının mitokondrilerinde,
bazılarının nukleusunda bazılarının da her iki genomunda cox 2 geni yer alan farklı generalar
tanımlanmıştır. Genin her iki kopyasının bulunduğu çoğu durumda, genlerden sadece biri
transkripsiyonel olarak aktiftir. Ancak her iki genin de transkribe olduğu en az bir genera vardır.
Adams (2000), 277 angiospermde rps 10 geninin dağılımı üzerinde çalışmış ve mtDNAdan gen
kaybının yaşandığı 26 olay tanımlamıştır. Bu kayıp soyların 16 sında, nuklear gen ayrıntılı olarak
karakterize edilmiştir. Nukleusta aktif olmak için, mtDNA dan edinilen bir gen, olgun bir transle
olabilen mRNAnın üretildiği şekilde nukleus genomuna sokulmalıdır. Dahası, protein ürünü
sitoplazmada yapılır. Bu protein hedeflenmeli ve mitokondriye alınmalıdır. Bu durumdan ortaya
çıkan; bazı durumlarda, önceden var olan diğer nukleus genlerinin kopyalarının rps 10 kodlama dizisi
ile parazitize olduğudur. Bir çok örnekte, bir mitokondriyal hedef sekansının, RPS10 proteininin
mitokondriye dönüşünü sağlamak için bulunduğu görülür. Fakat farklı nuklear genler bu diziyi temin
eder, farklı bitkilerde. Diğer durumlarda, RPS10 proteini, bariz bir hedef sekans olmaksızın transfer
edilmiştir. Bu sonuçlar ve diğer mitokondriyal genler için benzeri bulgular (Adams 2001), nuklear
transferin halen devam ettiğini ve geçmişte çok sayıda ayrı olayda meydana geldiğini doğrulamaktadır.
Nuklear transferin mitokondriyal genler için sınırlı olmadığını düşünen Millen (2001) kloroplast
genleri ile benzer gözlemler yapmıştır. Henze ve Martin (2000) bu transferin nerede gerçekleştiği ile
ilgili bir makale yazmıştır.
369
[Metni yazın]
370
[Metni yazın]
ortak atasında bulunan elementleri bulmak için olduğu kadar hexapod, arthropod ve metazoanın
biribirinden farklılaşmasından önce bir zaman bulundukları yerde tespit edilmede de kullanılabilir
(Şekil 18.7).
Dar bir kapsamda karşılaştırmalı analize bir örnek olarak, S. cerevisiae ve üç farklı Saccharomyces
in ganomik karşılaştırmaları verilebilir (Kellis 2003). Gen analizi, S. cerevisiae nin gen kataloğununun
yeniden gözden geçirilmesi için temelden etki yaptı. Tüm genlerin % 15’i, toplam rakam 500 gen
kadar düştü ve 43 yeni küçük ORF tanımlandı( 50-99 aminoasitlik). Bu sonra elde edilen bulgu,
özellikle kayda değer derecede önemlidir. Çünkü, küçük ORF ler, fonksiyon yokluğundaki olası
genler veya farklı türlerdeki korunum olarak olarak düşünülüyordu. Daha çok ıraksamaya uğramış iki
canlının karşılaştırmalı analizi için kirpi balığı ( Fugu rubripes) ve insanın genomları kullanılabilir
(Aparicio 2002). Bu çalışma insan genom sekansı ile alakalı daha önce yayınlanmış iki raporda yer
almayan olası 1000 gen tanımlanmıştır.
Düzenleyici genlerin direkt tanımlanması, kısa olmaları (6-15 bp), belli düzeyde sekans
değişikliklerini tolere etmeleri, çalışma prensiplerinin tam bilinmemesi nedeniyle çok zordur. Bilinen
gen setleri ile birleşmiş promotorlar gibi düzenleyici elementlerin tanımlanmasında, genomun
bilişimsel analizi başarıyla kullanılmaktadır. Bununla beraber, bu yaklaşım göreceli olarak, gen
ekspresyonunda (enhancer lar ve silencer lar) ve kromatin organizasyonunda (insulatörler, matriks
tutunma bölgeleri) rol alan düzenleyici elementlerin tanımlanmasında, küçük bir değere sahiptir.
Aşağıda verilen örneklerin de göstereceği gibi, karşılaştırmalı analizler çok daha fazla faydalıdır.
Dar bir kapsamda yapılacak karşılaştırmalar, neredeyse tüm genomun düzenleyici bölgeler için
taranmasına izin verdiğinden ötürü oldukça faydalıdır. Bu yolla Kellis (2003), zaten bilinen 42 tane
düzenleyici protein motifine ek olarak, 9 tane daha tanımlayabilmiştir.
Enhancer lar, transkripsiyonal aktivatörlerin sekans spesifik bölgeleri ile gen ekspresyonunu
düzenleyen, düzenleyici elementlerdir. Enhancer la, yüzlerce kilobazlık hedef genlerinin içinde
bulunmalarına rağmen, pozisyon ve oryantasyondan bağımsız fonnksiyon fonksiyon görürler.
Karşılaştırmalı analiz kullanarak, Spitz (2003) memeliler ve Fugu arasında korunmuş bir dizi enhancer
element bulmuştur. Bu enhancer lar Hoxd genleri ve evrimsel olarak akraba olmayan yakın genler
arasındaki ekspresyonu koordine ederler.
Silencer lar, transkripsiyonu baskılama kabiliyetine sahipelementlerdir. Çoğu, uygun
promotorlarınınyakınında bulunur fakat diğer tipler de vardır. CD4 tavuk geninin sekanslanması
göstermiştir ki; bu gen memeli CD4 geni ile benzerdir ve fonksiyonel insan silencer ına sahiptir
(Koskinen 2002). Bu derece uzak muhafaza olayı, bu silencer ın, gen ekspresyonunun kontrolünde
temel role sahip olduğunu gösterir.
İnsulator elementler, kromatin içindeki domaşnleri ayıran, düzenleyici elementlerin uygun
hedeflerine etkilerini sınırlayanbariyerlerdir. Yakındaki bölgelerden, kromatin yoğunlaşmalarının
yayılmasının önlenmesini sağladıkları gibi, enhancer ların aktivitelerini de bloklayabilirler. Farell
371
[Metni yazın]
(2002), fare ve insanda, Beta-globin locuslarının yanında yer alan korunmuş genomik bölgeler
keşfetmiştir. Bu bölgeler, CTFC için bağlanma bölgeleri içerir. CTFC, enhancer bloklayıcı insulatör
aktivitesinde önemli bir proteindir.
Matriks tutunma bölgeleri (MARs), nüklear matrikse bağlanmada işlevi olan DNA bölgeleridir.
Glazko (2003), fare ve insanın intergenik sekaslarını dizilemiş ve korunmuş bir kısım tespit etmiştir.
Daha sonraki analizler de göstermiştir ki bunların % 11’i MAR için karakteristik sekans motiflerine
sahiptir ve bunların çoğu genlerin 5’ uçlarından önde yer alır. Bu sonraki gözlem, transkripsiyonun
düzenlenmesinde bir rolleri olduğuna işaret etmektedir.
372
[Metni yazın]
Şekil 18.8
Proteinlerin KOG ler için görevlendirilen bir bölümü genom büyüklüğünün artışı ile birlikte
azalma eğilimindedir. Bu durum için, zorunlu parazit E. cuniculi bir istisnadır. Buna karşın, paralog
grupların soya özgü yayılımları, en gelişmiş ökaryotlarda en büyük sayılarda olmaları ile zıt bir trend
göstermektedir. Sadece KOGların az bir kısmının kolayca tespit edilebilen prokaryotik emsalleri
vardır.
Toplam 131 KOG yedi genomun her birinde tek bir gen ile temsil edilir. Bu KOG lerin E.
cuniculi nin minimal genomunda bulunmasından dolayı, bunlar temel biyolojik fonksiyonları
kodlamalıdır sonucunu çıkarabiliriz. Bunların neredeyse tamamı multiprotein komplekslerinin alt
ünitelerini kodlarlar ve bunların çoğu rRNA sürecinde, ribozom birlikteliğinde, intron splicing inde,
transkripsiyonda, protein birlikteliğinde ve trafiğinde rol alır.
Tablo 18.4 S. cerevisiae ile kıyaslandığında üç maya türünün genomik yeniden düzenlemesi
Gen düzeyinde, beş gen S. paradoxus a, sekiz gen S. mikatae ye, 19 gen S. bayanus a
özgüdür. Bunların çoğu şeker metabolizması veya gen regülasyonu ile ilişkili fonksiyonları
kodlar. Bu özel genlerin ekseriyeti (%86) bir telomer veya Ty elementinin yakınına
konumlanmıştır. Bu lokasyonlar hızlı genom evrimi ile uyumludur. Çok hızlı evrimleştiği
düşünülen bir gen tanımlanmıştır. Bu gen, dört türe de geçmiş, % 32 nükleotid özdeşliği ve %
13 aminoasit özdeşliği göstermiştir. İşlevsel olarak, mayanın üremesi esnasında bir evre olan
sporulasyonda işlevi olduğu görülmektedir. Bu bakımdan, bu durum diğer organizmalardaki
pozitif seleksiyonun en iyi çalışılmış örneklerinin gamet fonksiyonu ile alakalı genler olduğu
gözlemi ile uyumludur. Aminoasit ve nükleotid düzeyinde kusursuz % 100 koruma gösteren
bir gen de tamımlanmıştır. Bu ikinci çalışma çok alışılmadıktır. Çünkü genetik kodun fazlalığı
görülmektedir. Bu durum genin antisense RNA kodlamış olabileceğini gösterir.
Çift kanatlı böcek genomu analizleri çok hücreli organizmaların evrimini analiz etmeye
imkan tanır
Meyve sineği Drosophila ve sıtmaya sebep olan sivrisinek Anapheles gambiae nin her ikisi de
yüksek derecede adapte olmuşlardır. Başarılı difteri türleri 250 milyon yıl kadar önce birbirinden
farklılaşmışlardır. Bunlar benzer bir vücut planını ve dikkate değer sayıda diğer özellikleri paylaşırlar.
Fakat ekoloji, morfoloji ve yaşam sitilleri ile birbirleri arasında farklılık gösterirler. Örneğin,
Drosophila çürümüş meyveler ile beslenirken, Anopheles belli konakların kanı ile beslenir. Belli
sayıda bariz farkı tüm genom seviyesinde (Tablo 15) görebilirsiniz. Fakat bu evrimsel süreci anlamaya
çok az katkı sağlar.
374
[Metni yazın]
İki genom protein seviyesinde karşılaştırılırsa (Zdobnow, 2002) beş sınıf protein tanımlanabilir
(Şekil 18.9). Toplam 6089 ortolog iki türde tanımlanmıştır ve bunların ortalama sekans benzerliği %
56 dır. Bunun tersi olarak, 450 milyon yıl önce farklılaşmış olan, kirpi balığı ve insan arasında
ortologların % 61 sekans özdeşliği vardır. Bu durum, böcek proteinlerinin omurgalı proteinlerine göre
daha yüksek bir hızda farklılaştığını gösterir. Bunun sebebi böceklerin daha kısa bir yaşam döngüsüne
sahip olması ve farklı seçici baskılara maruz kalmaları olabilir. Ortologlar gen ontolojisine göre
sınıflandırıldığında, bağışıklıkla ilgili proteinlerin en fazla farklılığı gösterdiğini ve yapısal
proteinlerin de en fazla korunduğunu görmek sürpriz olmaz.
‘Many –to- many’ ortologları şekil 18.9 da görülüyor. Bunlar farklılaşmadan sonra bir veya her iki
türde meydana gelmiş olan gen duplikasyonlarındaki gen gruplarını temsil eder. Örneğin paraloji.
Bunlar ve homologlar muhtemelen hücresel ve fenotipik özelliklerdeki değişikliklere sebep olan,
çevresel faktörlere ve yaşam stratejilerine adaptasyonları temsil ederler. Örneğin, Drosophilada
karşılığı olmayan dört Anopheles paraloğu, leukotriene B4 12-hydroxy dehydrogenase
(proinflammatory leukotrine B4 ü inaktif eden bir enzim) ı kodlayan insan genine benzerdir. Anofel
türü sivrisinek bu geni kan içerikli besininialımı kolaylaştırmak için edinmiş olabilir. Toplam 579
ortolog Anpheles ve Drosophila için sınırlıdır. Ve hatta genomu sekanslanmış diğer organizmalarda
tanımlanmış proteinlerle ortak domainleri yoktur. Bunların çoğu kodlanan spesifik tad ve koku
reseptörlerini, kütikül proteinlerini, feromon ve feromon-bağlı proteinleri ve böceklere özel savunma
molekülerini açıklayabilir.
Gen evriminin dinamikleri, 1:1 ortologlarının intron ve ekzon yapılarının karşılaştırılması ile analiz
edilebilir. Örneğin, Drosophila daki eşdeğer intronlar Anopheles dekilerin uzunluğunun yarısına sahip
iken ekzon boyları ve intron frekansları kabaca benzerdir. 1:1 ortologlarındaki Anpheles intronlarının
yaklaşık %55’i, Drosophila’da eşdeğer pozisyona sahiptir fakat iki tür arasında neredeyse 1000 intron
kaybolmuştur ya da kazanılmıştır. İntronların kaybedilmesi veya kazanılmasının hızı her 125 milyon
yılda bir gen için bir olarak hesaplanmaktadır.
375
[Metni yazın]
Şekil 18.9 Anopheles gambiae (Ag) ve Drosophila melanogaster (Dm) in proteom analizi
Üzerinde çalışılan iki kanatlıların 250 milyon yıl önce farklılaştığı tahmin edilmektedir.
İntron/ekzon yapılarındaki değişikliklere ilave olarak genom yapısında da bariz varyasyonların
bulunması beklenir. Gerçekten, 1:1 ortologlarının gen sırası çok kısa uzaklıklarda sürmektedir ve bu
mikrosynteny yeişaret eder. Bununla beraber, makro düzeyde, kromozomal kollar iki tür arasında bariz
homoloji kalıntıları sergiler ve gen sırasının başlıca kollar arası transferleri ve kollar içi devşirimi
tespit edilebilir (Şekil 18.10).
376
[Metni yazın]
377
[Metni yazın]
378
[Metni yazın]
edilmiştir.Kemiricilerin olağan atası ve insan arasında 250 kadar büyük yeni düzenlemeler vardır. Bu
ata ile sıçan arasında 50 kadar yine bu ata ile fare arasında da 50 kadar yeni düzenleme vardır.
Fare,sıçan ve insan genomları benzer sayıda gen kodlar. Ve ekseriyeti ortak atadan beri delesyon ve
duplikasyonsuz sürüp gitmektedir. Genlerin yaklaşık % 90’ı, üç genomda da sıkı ortologlara sahiptir.
Fakat insanlara nazaran kemiriciler, üreme, bağışıklık, koklama…vb. ile ilişkili fonksiyonlar için
genişlemiş gen ailelerine sahiplerdir. İnsanlarda hastalığa sebep olan neredeyse tüm genlerin, fare ve
sıçan genomlarında ortoloğu vardır. Fakat şaşırtıcı bir bulgu vardır: İnsanlarda hastalıklara sebep olan
çoğu SNPler(Single Nucleotide Polymorphism) farelerde de bulunur ancak fareler fenotipik olarak
normaldir.
Tüm genom kıyaslamaları içinde, insanın şempanze ile kıyaslanması belki de en ilginç olanıdır.
Çünkü şempanze bize en yakın tür çıkar. Temelde, karşılaştırmalı analizler, kavrama, iki ayak üstünde
yürüme ve konuşmanın genetik temellerini ortaya koymaya yardım eder. Bu kitap yazılırken
şempanzenin daha tüm genomu çıkarılmamıştı. Fakat 33,3 Mblık 22. Kromozomunun dizi analizi
tamamlanmıştı ( Uluslararası Şempanze 22. Kromozomu konsorsiyumu, 2004 ). İnsandaki eşdeğeri
(21. kromozom) ile kıyaslandığında, % 1.5luk baz farklılığı, bunun yanında 68000 insersiyon veya
delesyonlar tespit edilmiştir. Bu farklılıklar 231 kodlama yapan dizinin çoğunda değişiklik
oluşturmada yeterlidir. Ek olarak, belli bazı transpozon alt aileleri, farklı soylarda farklı yayılım
göstermektedirler. Bu durum, şempanze ve insan evriminde retrotranspozisyonların farklı etkileri
olduğunu düşündürmektedir. Bu değişikliklerin araştırılması gerekmektedir.
380
[Metni yazın]
Koonin E.V. (2003) Comparative genomics, minimal gene-sets and the last universal common
ancestor. Nature Reviews Microbiology 1, 127–36.
Eugene Koonin probably knows more than anyone about extracting evolutionary information from
sequence databases. The two papers cited above are but a tiny sample of his analyses.
Koonin E.V. (2005) Virology: Gulliver among the Lilliputians. Current Biology 15, R167–9.
An analysis of the genome of a virus that is much bigger than many parasitic bacteria.
381
[Metni yazın]
Pedulla M.L., Ford M.E., Houtz J.M., et al. (2003) Origins of highly mosaic mycobacteriophage
genomes. Cell 113, 171–82.
http://colibase.bham.ac.uk
Bu web sitesi coliBASE içindir. E. coli ve onun yakın akrabalarının karşılaştırmalı genomiksi için
online bir databasedir. Şu ana kadar E. colinin bir dizi farklı suşunun tamamen sekansı yapılmıştır.
Açıkça görülmüştür ki beklendiğinden çok fazla genomik heterojenite vardır.
382
[Metni yazın]
7. If mitochondria are derived from a bacterium, what is the closest relative of that bacterium
that exists today?
The current view is that it is Rickettsia prowazekii, the causative agent of epidemic typhus. This
organism favors an intracellular lifestyle that could have initiated the endosymbiotic evolution of the
mitochondrion.
383
[Metni yazın]
8. Although functional transfer of mitochondrial genes to the nucleus has stopped in animals, it
continues in plants and protists. Explain this situation.
Functional transfer of mitochondrial genes to the nucleus has stopped in animals, hence their
consistency in size.
Part of the reason for this is that further transfer is blocked by changes in the mitochondrial genetic
code.
However, this gene transfer continues to occur in plants and protists because there is no genetic code
barrier to transfer.
10. What are the genomics events leading to the formation of the new gene jingwei?
This gene arose in the common ancestor of two Drosophila species. The starting point was the yellow
emperor gene that duplicated to give the yellow emperor and yande genes. Whereas yellow emperor
maintained its original functions, yande underwent modification. In particular, mRNA of the alcohol
dehydrogenase gene retroposed into the third intron of yande as a fused exon and recombined with the
first three yande exons. This formed jingwei, a gene that is translated into a chimeric protein.
384
[Metni yazın]
26. BÖLÜM
385
[Metni yazın]
386
[Metni yazın]
kısmı sekonder metabolitlerin karmaşıklığıdır. Tüm bir yol tek bir hücrede tamamlanmaz, fakat
sıklıkla farklı hücre tiplerinde, hücreler arası ara mekik yöntemi ile ayrılmıştır. Hücreyle birlikte,
metabolik yolun farklı basamakları ayrıca bölümlenmiştir böylece ara ürünler organeller arası transfer
olmaktadır. Bakterilerde olduğu gibi, hedef biyosentetik yolun bilgisi bu nedenle metabolik
mühendislik için temeldir, fakat bitkilerde sadece birkaç sekonder yol tüm detayları ile anlaşılmıştır.
Örnekler, fitoaleksinler (antimikrobiyal maddeler) ve antosiyaninler (bitki pigmentleri) sağlayan,
fenilpropanoid ve flavonoid içeren, vinkristin ve binblastin gibi önemli alkoloidler indol alkoloidler
yapan biyosentetik yollardır. Daha fazla genomlar sekanslandıkça, bizler bunun gibi metabolik yollar
hakkında daha fazla bilgiler öğreneceğiz.
Tüm terpen alkoloidleri sitriktosidin olarak isimlendirilen tek bir evrensel öncüden köken alır. Bu
terpenoid (triptaminde yüksek olan) ve iridoid (sekologaninde yüksek olan) yollar olan iki metabolik
yolun birleşmesi ile oluşmuştur. Striktosidin, striktosidin sentaz ile katalizlenen sekologanin ve
triptaminin kondensasyonu ile oluşur ve değerli alt alkoloidleri üretmek için sonraki basamaklarda
daha sonra modifiye edilir (şekil 26.7). Triptofandan triptamine dönüşüm terpenoid yolda bir oran
limitleyen basamaktır, ve bu C. roseus hücre süspansiyon kültürlerinde aşırı enzim triptofan
dekarboksilaz üretiminde belirtilmiştir. Fakat, transform olmuş hücreler yüksek seviyelerde triptamin
ürettiğinde hiçbir alt alkoloidler sentezlenmemiştir (Goddijn et al. 1995, Canel et al. 1998). Bazı
kültürlerde, yoldaki bir sonraki enzim olan striktosidin sentazın eş zamanlı aşırı sentezi kullanışlı bir
yatıştırıcı olan alkoloid ajmalisinin seviyesini yükseltmedi, fakat vinblastin yada vinkristinin
senteziyle sonuçlanmadı (Canel et al. 1998).
Şekil 26.7: Triptofan karboksilaz enzimi ile triptofanın triptamine dönüşümünü, tritamin ve
sekologaninin striktosidine kondenzasyonunu ve son basamakta vindolin, ajmalisine dönüşümünü
gösteren terpen indol alkoloid biyosentezi
387
[Metni yazın]
Bu yüzden tek basamaklı mühendislik bir sonraki pozisyonu açığa çıkarmak için sadece
bilinen tıkanıklığı ortadan kaldırır. Tek gen yaklaşımlarının limitli başarısı, transkripsiyon faktörlerini
kullanarak tüm metabolik yolun regülasyonunun koordinasyonu için alternatif stratejilerin
geliştirilmesiyle sonuçlanmıştır. ORCA2 olarak isimlendirilen maya bir-hibrid sistemi kullanan bir
transkripsiyon faktör; aynı yolda enzim kodlayan birçok diğer farklı genler ile striktosidin sentaz,
triptofan dekarboksilaz için genlerde cevap elementlerine bağlandığı belirlendi. İlgili bir protein,
ORCA3, kendi entegrasyon bölgesine bitişik genleri aktive eden insersiyonel vektörler kullanılarak
tanımlandı. Deneyci kontrolü altında bunun gibi transkripsiyon faktörlerinin ekspresyonunu getiren
tüm metabolik yolları haricen kontrol edilebilmektedir (bakınız, yayınlandı Memelink et al. 2000).
Tahıldaki vitamin A’nın Üretimi Genişleyen Endojen Metabolik Yolun Bir Örneğidir
Vitamin sentezi için metabolik yollar bitkilerde mikroplardakilerden daha fazla şekilde
aydınlatılamamasına rağmen, hızlandırılmış vitamin sentezi için bitkilerin mühendisliği şuanda
oldukça dikkat çekmiştir (Herbers 2003). Vitamin A, ya da 11-cis retinal, tüm insan hücrelerinde
gerekli olan bir diyet maddedir fakat özellikle görme pigmenti opsinin bir lipid prostetik grubu olarak
fonksiyonu gözde önemlidir. Vitamin A eksikliği gelişen dünyada önemli bir sağlık tehditidir, ve
gelişen ülkelerde körlüğün (önlenebilir) yaygın sebebidir. İnsanlar genellikle vitamin A’yı direk olarak
hayvansal kaynaklardan alırlar, fakat bazı sebzelerde ve meyvelerde yüksek seviyede mevcut olan
provitamin A (β-karoten), kendi ara metaboliti sağlanırsa sentezlenebilir. Vitamin A’nın önerilen
günlük toleransı retinol eşdeğer olarak eksprese edilmiştir ve bu günlük 6 mg β-karotene eşittir. Bu
oldukça az bir miktardır ve dünyanın en fakir insanlarının çoğu için temel diyet olan β-karoten tahıl
ürünlerinde vardır.
Bitkilerdeki karotenin sentezi öncü fitoene oluşturmak için 2 geranil geranil difosfat moleküllerinin
bağlanması ile başlar (Şekil 26.8). Fitoene’nin β-karotene dönüşümü bundan başka 3 farklı enzimatik
basamağa ihtiyaç duyar. Tüm dört basamak tahıl endosperm dokusunda yoktur, bu yüzden tahıl
ürünleri geranil geranil difosfat biriktirir fakat yolda alt metabolitler yoktur. Tahıllardaki β-karoten
sentezi bu nedenle metabolik yolların bir örneği olan yeni enzimatik aktivitelerin bitkide başlatıldığı
ve kendisi endojen olan ve noktalarının ötesinde yolu uzatmak için endosperm içinde ekspress edildiği
genişletmeyi sunmaktadır. Tahıl tanelerinde β-karoten sentez yolundaki 4 enzimin aktiviteleri kayıptır.
Bunlar fitoene sentaz, fitoene desaturaz, ζ-karoten deasturaz ve likopen β-siklazdır (şekil 26.8). İlk ana
buluş, fitoene biriktiren pirinç tanelerinin geliştirilmesidir. Burkhardt et al. (1997) bu ara metabolitleri
yüksek seviyelerde biriktiren daffodil fitoene sentaz (Narcissus pseudonarcissus) geni ile transform
olmuş pirinç bitkilerini açıklamıştır. Aynı grupla yapılan ileriki çalışmalar (Ye et al. 2000) fitoene
sentaz ve likopin β-siklaz kodlayan, ve hem ζ-karoten desaturaz hemde fitoene desaturaz aktivitesi
gösteren enzimi kodlayan Erwinia uredovora bakterisinden crtI geni ve daffodil genleri ekspres eden
transgenik pirinçler üretmişlerdir. Daffodil genleri endoderm spesifik olan glutelin-1 promotoru
kontrolü altında ekspres ediliyorken, bakteriyal gen temel cauliflower moszaik virüs (CaMV) 35S
388
[Metni yazın]
promotoru ile kontrol edilirler. Bu çığır açan çoklu gen mühendislik yaklaşımı vitamin A için
RDA’nın yaklaşık %10’unu sunan 100g orta pirinç öğünü olduğu durumda, β-karotenin 2µg/g’a kadar
olduğu altın renkli pirinç taneleri ile sonuçlanmıştır. Enterasan şekilde, benzer sonuçlar fitoene sentaz
ve bakteryal crtI geni içeren fakat likopin β-siklaz içermeyen pirinç bitkilerinde de gerçekleşmiştir
(Beyer et al. 2002). Bu, ya pirinç tanelerinin bir artık endojen likopin β-siklaz aktivitesi içerdiğini
yada endojen enzimin yaban tip tanelerde dormant fakat ara metabolitlerin yüksek seviyesi ile
transgenik tanelerde uyarılmış olduğunu göstermiştir.
Şekil 26.8: Tahıl tanelerinde eksik olan β-karoten biyosentezindeki metabolik ürünler ve enzimatik
basamaklar
Altın pirinç projesi sadece teknolojik şekilde çığır açmamıştır ayrıca besin güvensizliğini adres
gösteren diğer ürünlerin geliştirilmesi için bir örnek sağlayan insancıl bilimin bir modeli olmuştur.
Başlangıçtan beri, proje organizatörlerinin açık amacı kullanma özgürlüğü sağlamak ve gelişen
ülkelerdeki yaşamını sürdürecek kadar kazanan çiftilere ücretsiz şekilde bu teknolojiyi sağlamaktır ve
başarı için 100’den fazla entellektüel ile ve teknik özellik hakları için dikkatli tartışmalar yapılmalıdır.
Altın pirinç kriterleri acil gereklidir; bu vitamin A eksikliği için geleneksel müdahalelerin
tamamlayıcısıdır ve önemli bir dünya sağlık problemini vurgulamak için gerçek bir fırsattır. Bu
fakirlere ve avantajsızlara yarar sağlamak için geliştirilmiştir, ve gerekli çiftçilere sabit durumlar
olmadan verilecektir. Bunlar diğer pirinç varyeteleri ile karşılaştırıldığında ek bir ihtiyaç gereksinimi
duymaz. Biyogüvenlik endişelerini uzaklaştırmak için, altın pirinç sıraları, seçilim için herbisidler ve
antibiyotiklerin kullanımını uzaklaştıran ve sadece karbon kaynağı mannoz olduğu zaman bitki
oluşumunu sağlayan mpi zararsız metabolik seçilim markırı ile oluşturulmuştur.
Pirinçlerdeki β-karoten sentezi sağlık problemleri ve gerçek besin güvenliğini gösteren
muhteşem potansiyele sahiptir. Diğer bitkilerdeki çalışmalar, bu önemli metabolik yollar hakkında
ileri derecede kullanışlı bilgileri göstermiştir. Arabidopsis thalinana’dan β-siklaz geni kadar (Rosati et
389
[Metni yazın]
al. 2000) crtI (Romer et al. 2000) ve E.uredovora fiton sentaz (crtB) (Fraser et al.2000) ekspresleyen
transgenik domatesler anlatılmıştır. İlk durumda, crtB’nin meyve spesifik ekspresyonu, domates fiton
sentaz-1 transit dizisi kullanan kromoplastlara yönlendirilen rekombinant protein ve domates
poligalakturonaz promotoru kullanılarak meydana çıkarıldı. Toplam meyve karotenoidleri yaban tip
bitkilerden 2 ila 4 kat daha fazla olduğu bulundu. Romer et al. (2000) CaMV 35S promotor kontrolü
altında yapısal olarak ekspres edildi. Bu beklenmedik şekilde yaklaşık %50 oranında toplam karoten
miktarını azalttı. Fakat, β-karotenin seviyesi kuru ağırlıkta 520 µg/g olarak arttı. Bu büyük ihtimalle,
farklı bazı seviyelerde rol alan kompleks geri besleme mekanizmasının varlığını etkilediği Giuliano et
al.tarafından belirtilmiştir (2000). Rosati et al. (2000) meyvelere özgü olan domates fiton desaturaz
promotorunu A. Thaliana’da β-likopen siklaz genini sentezletmek için kullanmıştır ve transgenik
bitkilerde β-karoten seviyesi 60µg/g taze ağırlığa kadar yükselmiştir. Çalışmalar β-karoten metabolik
yolunun nasıl regüle edildiğini belirlemek ve geri besleme mekanizmasını düzenlemek için hangi
basamakların çıkarılmasının gerektiği üzerinde devam etmektedir.
Daha Fazla Vitamin E Üretmek İçin Bitkilerin Geliştirilmesi Ve Tercih Edilen Yönde
Akış Yönlendirmesi ve Bazı Metabolik Yolların Dengelenmesinin Bir Örneğidir
Vitamin E aslında sekiz hidrofobik bileşenin bir grubudur: α-, β-, γ- ve δ-tokoferol ve doymamış
eşdeğerlikleri α-, β-, γ- ve δ-tokotrienol’dur. Beslenmeye ait olan vitamin E temelde tohumlardan
alınır ve vücuttaki fonksiyonu ise doymamış yağ asitlerinin polimerizasyonu ve oksidasyonunu
engellemektir. Eksikliği ise, genellikle karaciğer deformasyonuna ve kısırlığa sebep olur. α-, β-, γ-, ve
δ-türevleri şekil 26.9’da gösterildiği gibi kroman halkasının etrafındaki metil gruplarının pozisyonuna
ve numaralarına göre farklılık gösterir. En güçlü vitamer RRR-α-tokoferoldür, fakat doğal vitamin
E’nin soya yağı gibi yaygın besin kaynakları α-tokoferolün %10 aktivitesini gösteren γ-tokoferolce
daha zenginken, α-tokoferolün kendisi sadece küçük bir bileşendir. Toplam vitamin E piyasasının
%10-15’ini oluşturan doğal vitamin destekleri γ-tokoferolün kimyasal yollarla α-tokoferole
çevrilmesiyle soya yağından üretilmektedir.
390
[Metni yazın]
Şekil 26.9: Vitamin E’nin yapısı.α-türevleri için R1,2 ve 3; β-türevleri için R1 ve 3; γ-türevleri için R2
ve 3; δ-türevleri için sadece R3 metillenmiştir.
391
[Metni yazın]
392
[Metni yazın]
393
[Metni yazın]
Glifosfat, bakteri ve bitkilerde aromatik amino asidlerin biyosentezi için anahtar enzim olan
5-enol-prüvilşikimeyt-3-fosfat sentaz (EPSP) enzimini inhibe eden bir seçilmeyen herbisittir. Bir
glifosfat toleranslı Petunia hybrida hücre suşu gen çoğaltmasının sonucu olan EPSP üretimi için
glifosfat dirençli olarak seçilirler. Enzimi kodlayan bir gen izole edilir ve petunya bitkisine CaMV
promotorunun kontrolünde aktarılır. Transgenik bitkiler ekspresyon ile glifosfata önemli derecede
toleranslı olurlar ve EPSP sentaz seviyesini arttırırlar (Shah et al. 1986). Glifosfat dirençliliğine
alternatif bir yaklaşım ise, mutant bir ESPS sentaz kodlayan geni aktarmaktır. Bu mutant enzim kendi
spesifik aktivitesini korur fakat herbisitler için affinitesinde azalma meydana gelmektedir. Bir opin
promtorunun kontrolü altında bu geni ekspresleyen transgenik domatesler ayrıca glifosfat toleranslı
olmuşlardır (Comai et al. 1985). Bu araştırmalardan sonra, bazı şirketler ticari olarak pamuk ve soya
fasülyesi ile bazı mahsülleri glisfoasfat toleranslı şekilde satışa çıkarmışlardır (Padgette et al.et al.
1996, Nida et al. 1996). Şuanda, dünyadaki tüm transgenik bitkilerin yüzde 75’i glifosfata karşı
dirençlidir (James 2004).
Fosfinotrisin (PPT) bitkilerde ve bakterilerde geri dönüşümsüz şekilde glutamin sentazı inhibe
etmektedir. Bialaphos, iki alanin amino asidi ve PPT’den oluşur ve Streptomyces hygroscopicus
tarafından üretilir. Bu amino asidler bir peptidaz ile ortadan kaldırılırsa herbisit olan PPT salınır.
Büyüme sırasında kendini inhibe etmesinden kaçınmak için bialaphos üreten suşlar ayrıca
fosfinotrosin asetil transferaz (PAT) üretirler ki buda asetilasyonla PPT aktivitesini durdurur. Asetilaz
kodlayan bar geni Agrobacterium’la birlikte patatese, tütüne ve domates hücrelerine aktarılmıştır.
Ortaya çıkan bitkiler saha çalışmalarında (De Greef et al.1989) ve laboratuar çalışmalarında (DeBlock
et al. 1987) (Şekil 26.11) bialaphos ve PPT’nin ticari çeşitlerine karşı dirençli olmuşlardır. Son
çalışmalarda, bialaphos dirençli transgenik pirinç bitkileri hastalığa sebeb olan fungus ile enfekte
olmalarına rağmen hem herbisite karşı hemde enfeksiyona karşı tam bir koruma sağlandığı
gösterilmiştir (Uchimiya et al. 1993). Bu tarımsal açıdan önemli olan sonuç bialaphosun herbisit
olarak funguslara karşı toksik olduğunun gözlenmesine dayanmaktadır. PPT dirençliliği geniş çapta
bitkilerde seçici marker olarak kullanılmaktadır (bkz. Syf. 284), fakat pirinç ve şeker kamışının içinde
bulunduğu bitkilere zararlı kontrolü için aktarılmıştır (Gallo-Meagher ve Irvine 1996, Oard et
al.1996).
Şekil 26.11: Fosfofinotrisin dirençli tütün bitkilerinin saha çalışmaları. (a) Transform olmamış kontrol
bitkileri, (b) Transgenik bitkiler. (Fotograflar, Dr.J. Botterman ve Biotechnology’nin editörü)
394
[Metni yazın]
Herbisit dirençli transgenik bitkilerin yararları, yaban tiplerle karşılaştırıldığında yüksek ürün
verimi ve tohum kalitesi ile elemine olmuştur. Fakat, çevreye ciddi derecede zararı olan herbisit
kullanımının artmasının zararları ile ilgili endişeler vardı. Bu tahminlerin aksine, herbisit dirençli
bitkilerin üretimi gerçekten herbisit kullanımını bazı alanlarda %80 oranında azltmıştır. Herbisit
toleransı için oluşturulan transgenlerin diğer bir riski ise, süper zararlıların oluşumudur (Kling 1996).
Bunun bir problem olduğunu söylemek için oldukça erken olacaktır. Herbisitdirençli bitkilerin yüksek
çoğunluğu test edilmiş olmalarına rağmen hala ticari olarak glifosfat ve bromoksynil’e dirençli olan
bitkiler ticari olarak satılmaktadır. Herbisit dirençli bitkilerin yararları ve zararları yayınlanmıştır
(Gressel 1999, 2000). Zararlı kontrolü için herbsit direnci yaygın bir strateji olmasına rağmen, kendi
inhibitör maddelerini üreten bitkilerin modifiye edilmesi başka bir yaklaşımdır (Duke et al. 2002
tarafından yayınlandı). Tipik olarak, ilk ürünler modifikasyonun hedefidir fakat, bu yaklaşımlar ilk
bitki dikilmeden önce zaralıları inhibe eden agresif kaplama bitkilerin üretimi içinde kullanılabilir.
Son zamanlardaki ilginç çalışmalar ise, yılın doğru zamanında kendisini parçalamasına neden olan
kaplama bitkilerini uyarmak için intihar genlerinin fotoperiyot veya ısı ile uyarılması üzerinde
yoğunlaşmıştır (Stanilaus ve Cheng 2002). Tercihen zararlılara saldırabilen mikrobiyal patojenleri de
modifiye etmek ayrıca mümkündür (e.g. Amsellum et al. 2002).
395
[Metni yazın]
Lindbo ve Dougherty tarafından zarf protein geni taşıyan fakat fonksiyonel bir ürün üretmeyen
transgenik bitkiler yapılarak kanıtlandı. Transgen RNA belliki viral replikasyona müdahale etmektedir
(bu fenomon RNA-kolaylaştırılmış viral direnç isimlidir). Bu transgen ve hedef gen arasında bir
homoloji ve post-transkripsiyonel gen susturulmasına benzer özellikler, düşük seviyede transkript
birikimi fakat yüksek seviyede ise transgen transkripsiyonu gerektirir (syf.314).
Bitki virüs enfeksiyonun etkilerini azaltan diğer bir method Gehrlach et al. tarafından geliştirildi
(1987). Bilim insanları tütün rigspot virüsünün satellit RNA’larını sentezleyen bitkiler ürettiler ve
bunun gibi bitkiler bu virüsün enfeksiyonlarına karşı dirençli olmuştur. Transgenik bitkilerde antiviral
proteinlerin üretimi virüslere karşı direnç methodlarından bir başkasıdır. Bir bitki, ribozom inaktif
edici özelliğe sahip olan dianthrin olarak isimlendirilen antiviral protein üretmektedir. Bu protein için
cDNA tütüne klonlanıp ekspres edilirse (Lin et al. 1991), Afrika cassava mozaik virüsüne (ACMV)
karşı direnç sağlanacaktır (Hong et al. 1996). Bu deneyde enteresan olarak, ACMV promotoru
kontrolü altında dianthrin ekspres edilmiştir. Bu şekilde antiviral protein sadece viral enfeksiyon
sırasında üretilecektir. Bir manada, transgen ekspresyonunun toksik etkisi ortadan kaldırılmıştır.
Viral olmayan genlerin ürünlerinin bazı sınıfları virüslere karşı spesifik korumayı sağlamada
kullanılabilir. Örneğin, protein sentezini bloklayan (Moons et al.1997, Tumer et al. 1997) ribozom
inaktif edici proteinler, virüs genomunu parçalayan (Watanabe et al. 1995) ribonükleazlar,
replikasyona müdahale eden (Ogawa et al. 196) 2’-5’ oligoadenilat sentazlar ve viral genomun
hücresel enzimlerle (de Feyter et al. 1996, Kwon et al. 1997) degrede olmasını sağlayan ribozimlerdir.
Virion proteinler için spesifik antikorlar virüslerden bitkileri korumak için kullanılmıştır. Bu
yaklaşımın ilk gösterisi, Tavladoraki et al. (1993) transgenik N. Benthamiana ‘da ACMV için bir tek
zincir Fv fragmentinin spesifik olarak üretilmesiydi. Diğer gruplar enfektiviteyi azaltacak şekilde,
tütün mozaik virüsü için spesifik antikolar ekspres eden trasgenik tütün bitkileri şeklinde oluşturuldu.
Voss et al. (1995) tam boyutlu IgG immunoglobulinler sentezlerken, Zimmerman et al. (1998) scFv
fragmenlerini sentezlemiştir. Plazma membranını hedef alan scFv fragmentleri ayrıca virüs
enfeksiyonuna karşı korumada sağlamıştır (Schillberg et al. 2001).
396
[Metni yazın]
hem kitinaz hemde glukonazı aynı anda sentezleyecek şekilde oluşturulmuşlardır ve bu bitkiler iki
enzimin sinerjik çalışmasıyla muazzam bir fungal dirençlilik göstermişlerdir (van den Elzen et al.
1993, Zhu et al. 1994, Jongedijk et al. 1995).
Bitkiler ayrıca defensin adında anti-fungal peptidler sentezlerler. Transgenik bitkilerde fazla şekilde
sentezlenince patojenlere karşı dirençlilik sağlayan diğer anti-fungal proteinler gösterilmiştir (Cary et
al. 2000, Osusky et al. 2000, Li et al. 2001); bunlardan bazıları saha çalışmaları sonucunda koruma
sağladığı gösterilmiştir (Gao et al. 2000). Bu proteinlerin bir çoğu için bu genler, transgenik bitkilerde
sürekli şekilde sentezlenen ve artış gösteren sayılarında klonlanmış ve karakterize edilmiştir (Punja
2001). Örneğin, tütün ozmotin Phytophthora infestans’a karşı direnç için patatese aktarılmıştır ve aynı
şekilde R. Solani’ye karşı transgenik pirinçte direnç oluşumuna neden olmuştur (Lin et al. 1995).
Direkt koruma için proteinlerin kullanılması yerine metabolikmühendislik stratejileri
kullanılabilmektedir. Fitoaleksinler antifungal aktiviteye sahip alkoloidlerdir. Ve biyosentetik
genlerin transgenik bitkiye aktarılması sonucu kendi sentezleri artmıştır. Hain et al. (1993) stilbene
sentaz için üzüm geni sentezleyen domates bitkileri oluşturmuştur ve bu bitkiler Botrytis cinerea
tarafından oluşturulan enfeksiyona karşı direncin arttığını göstermiştir. Üzüm stilbene sentaz geni
diğer bir çok bitkilerde bu şekilde kullanılmış ve fungal patojenlere karşı geniş çaplı bir koruma
sağladığı belirlenmiştir (Stark-Lonzen et al. 1997, Thomzik et al. 1997, Leckband&Lorz 1998,
Fettig&Hess 1999).
Antifungal proteinlerin veya metabolitlerin alternatif bir kullanımı saldıran patojenleri durdurmak
için bitkiler tarafından kullanılan fizikososyal defans mekanizması olan hiperduyarlılık cevabının
kullanılmasıdır. Direnç patojendeki avirülans genine (avr) cevap olarak bir direnç geni taşıyan bitkide
meydana gelir. Patojenler tarafından salınan sinyal proteinleri bir tarafından defans cevapları
oluşturarak tanınır. Önemli olarak, hiperduyarlılık sistematiktir, bu yüzden, komşu hücreler patojen
işgaline birleşirler. Son geliştirilen stratejiler patojenden bir virülans geninin bir patojen-uyarıcı
promotor kontrolü altında bitkiye aktarılması şeklindedir. Bu, Clasopsporium fulvum’dan avr9 geni ile
transforme eilmiş domates bitkilerinde fungal, bakteriyal ve viral hastalıklara karşı dirençlilik
olduğunu göstermiştir ( Keller et al. 1999, Melchers ve Stuiver 2000 yayınlandı).
Küfe Karşı Dirençlilik Bitkilerin Bakteriyel Patojenlere Karşı Nasıl Korunduğunun Bir
Örneğidir
Bakteriyal hastalıklar bitki ürünlerinde önemli kayıplara sebep olmaktadırlar ve birçok farklı
transgenik stratejiler bazı semptomları ortadan kaldırmak veya enfeksiyonu uzaklaştırmak için
geliştirilmiştir (Herrara-Estrella&Simpson 1995, Mourges et al. 1998, Punja 2001). Pirinçte bulunan
baktariyal hastalıklardan en yaygın olanı Asya’da tek başına 250 milyon dolarlık kayba sebep olan
bakteriyal küftür. Bu hastalık, O. Longistaminata’nın yaban türlerindeki bir direnç geni kompleksinin
keşfinden dolayı dikkatleri üzerine çekmiştir. Deneme, IR-24 pirinç suşunda gerçekleştirildi,
Hindistan ve Filipinler’deki küf patojeni Xanthomonas oryzae pv. Oryzae’nin bilinen bütün
397
[Metni yazın]
izolatlarına karşı dirençlilik oluştuğu gösterildi (Khush et al. 1990). Direnç geninin ileri çalışmaları
ise, reseptör tirozin kinaz kodlayan Xa21 isminde bir genin izolasyonuyla sonuçlanmıştır (Song et al.
1995). Duyarlı pirinç suşlarını bu genin transferi ise bitki suşlarının patojenin büyük bir çoğunluğuna
karşı güçlü bir dirençlilik oluşturması ile sonuçlanmıştır (Whang et al. 1996, Tu et al. 1998, Zhang et
al.1998). Xa21 geni, böcek zararlılarının büyük bir bölümünü ve bakteriyal küflenmeye dirençli pirinç
suşları üretmek için böcek dirençliliği için 2 gen ile birleştirilmiştir. Ve bu yakın gelecekte Çin’de
ticari olarak dağıtılacaktır (Huang et al. 2002a). Böcek dirençlilik geni ile birlikte, tek bir direnç
faktörü taşıyan transgenik bitkilerin geniş çaplı kullanımı farklı durumlara kendilerini uyarlayabilen
yeni patojenlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Bu yüzden, diğer küf-dirençlilik transgenleri Xa21 ile
oluşabilecek kombinasyonları ve tek başına kullanılabilirlikleri test edilmektedir. Örneğin, Tang et al.
Bir ferrodoksin benzeri protein sentezleyen pirinç bitkileri üretti ve sonraki çalışmalarda ise,
Pseudomonas syringae pv. syringae ‘ye karşı olan hiperduyarlılık cevabının geciktirildiği
gösterilmiştir. X.oryzae ile yapılan inokülasyon testleri ve tüm transgenik bitkiler patojene karşı
gelişmiş direnç göstermiştir.
398
[Metni yazın]
Bt toksinleri 1930’lardan beridir güncel insektisitler olarak kullanıldılar, fakat asla geniş çapta
kullanım kazanmadı çünkü, gün ışığı ile etkileştiği zaman etkisiz olmaktaydı. Bu yüzden, mevsimlerin
bazı zamanları uygulanabilir olmaktaydı. Ek olarak, sadece foliar uygulama yapılmış bitkilerin
yüzeylerine maruz kalan böcekler ölmektedir. Bu problem kristal proteinlerinin transgenik bitkilerde
ekspres edilmesini ortaya koymuştur. Bt genleri başlangıçta domatese (Fishhoff et al. 1987), tütüne
(Vaeck et al. 1987, Barton et al.1987) ve pamuğa ( Perlak et al. 1990) aktarılmıştır. Bu çalışma
sonucunda ise, böcek istilalarından bitkilerin insektisidal proteinlerin üretilmesiyle korunduğu
gösterilmiştir. Fakat, bu bitkilerin saha çalışmaları ticari manada kullanışlı bitkiler elde etmek için bu
toksinlerin bitki dokularına yüksek seviyelerde üretilmesi gerekmekte olduğunu göstermiştir
(Delannay et al. 1989). Bitkilerde, farklı promotor, füzyon proteini, ve lider dizi kullanımı ile toksin
geninin ekspresyonunun arttırılmasına dair teşebbüsler başarız olmuşlardır. Fakat, bakteriyal cry1Ab
ve cry1Ac genlerinin incelenmesi bir çok bakımdan bitki genlerinden önemli derecede farklı
olduklarını göstermiştir (Perlak et al. 1991). Örneğin, bitki intronlarına benzeyen AT zengin bölgeleri,
potansiyel bitki adenilasyon sinyal dizileri, mRNA’yı kararsız kılan ATTTA dizileri ve nadir olan
bitki kodonları bulunmuştur. Konak türleriyle kodon kullanımı yapılan suşu getirmek için
modifikasyonlar ve istenmeyen dizilerin eleminasyonu insektisidal toksinlerin oldukça gelişmiş
şekilde ekspresyonu ile ve saha denemelerinde transgenik bitkilerin güçlü böcek dirençliliği ile
sonuçlanmıştır (Koziel et al. 1993). Bu geliştirmeleri ilerleterek, Perlak ve arkadaşları Colorado
böceğine karşı dirençlilik sağlamak için cry3A genini patates içine aktarıp modifiye etmişlerdir (Perlak
et al. 1993). 1995’te, bu ürün Monsanto tarafından ticari olarak üretilen ilk transgenik dirençli bitki
olarak NewLeaf ismi ile piyasaya sürülmüştür. Aynı şirket, bu şekilde modifiye edilmiş olan mısır,
pamuk bitkisinin varyetelerinide ticari olarak piyasaya sürmüştür. Çoğu diğer biyoteknoloji şirketleri,
çoğu böceğe karşı dirençli Bt-transgenik bitkileri üretmektedirler (Schuler et al. 1998, de Maagd et al.
1999, Hilder-Boulter 1999, Llewellyn-Higgins 2002). Bunlardan bazıları ise oldukça başarılı olmuştur.
Örneğin, Tu et al. cry1Ab ekspres edebilen bir Bt ticari hibrid varyetesini yaban tiplere oranla %28
fazla ürün alarak Çin’de üretmiştir.
Son zamanlarda Bt-transgenik bitkilerin marketleri domine etmesine rağmen, insektisidal proteinler
için bir çok araştırma yapılmaktadır. Proteinlerin iki tipi özellikle çalışılmıştır: böcek bağırsağında
sindirici enzimleri inhibe edenler ve lektinler. Bu alternatif araştırmalar, bilinen Bt-toksinleriyle
etkilenmemiş olan böcekler üzerinde sürdürülmektedir. çoğunlukla özsuyu emen çekirgeler gibi
homopteran böcekler bu kategoriye girmektedirler, fakat Galanthus nivalis agglutinin (GNA) gibi
lektinlere duyarlı olduğu gösterilmiştir. Bu lektin patates (Shi et al. 1994, Gatehouse et al. 1996),
pirinç (Bano-Maqbool&Christou 1999), dometes ve tütün (Schuler et al. 1996) gibi çoğu bitkilerde
sentezlenmektedir.
399
[Metni yazın]
Abiyotik Streslere Karşı Bitkilerin Nasıl Korunduğu Kuraklık Dirençliliğine Güzel Bir
Örnektir
Zararlılar ve hastalıklardan sonra tercih edilmeyen çevre koşulları (abiotik stres) ürün
üretimindeki bir sonraki temel sınırlayıcılardır. Bu koşullardan en yaygın olanı kuraklıktır, ve
kuraklığa dirençli transgenik mahsüllerin geliştirilmesi besinlerin global üretimini %30 arttırabilir.
Çoğu bitkiler artan tuzluluğa ve kuraklığa karşı çok kolay çözülebilen ve küçük olan betainler,
şekerler, amino asidler ve poliaminler gibi moleküller ile cevap verirler. Bunlar ozmotik çözücüler
olarak isimlendirilirler ve bitkideki osmotik potansiyeli arttırırlar, bu yüzden uzun zamanlı olarak iyon
dengesinin ve kısa zamanlı olarakda su kaybını önlerler (Yancey et al. 1982). Ozmotik çözücüler
yüksek konsantrasyonlarda bile toksik etki yaratmazlar ve bu yüzden, bir strateji bu maddelerin bitkide
fazla şekilde birikmesini sağlamaktır (Chen&Murata 2002, Serrj&Sinclair 2002). Örneğin bazı türler,
yüksek seviyede betain ve glisin üretmesi için modifiye edilmiştir fakat, normal tuz stresi altındaki
bitkiden taze ağırlıktan 5-40 µmol/g daha az madde birikmesi sağlanabilmiştir (Sakamoto&Murata
2000,2001). Fakat, bu maddelerin metabolik yolunun anahtar enzimi olan BADH (betain aldehit
dehidrogenaz) transgenik pirinç bitkilerinde yaklaşık 5µmol/g birikim sağlanmıştır (Sakamoto et al.
1998). Çinde, BADH ekspres yapabilen transgenik pirinç bitkileri abiyotik strese karşı ticari satışa
sunulan ilk üründür ve küçük çaplıda olsa çiftçilere ve büyük üreticilere ulaşmıştır (Huang et al.
2002b). Ozmotik çözücüler kadar, bitkiler ayrıca tuz ve kuraklık stresine karşı dehidrinler olarak
isimlendirilen ozmo koruyucu proteinler de üretirler. Bu proteinleri fazla sentezi sonucu kuraklık
toleranslı ürünler üretmek için başka bir strateji ortaya çıkmaktadır. Xu et al. (1996) transgenik
pirinçte arpa HVA1 dehidrinini sentezletti, ve transgenik bitkiler tuz ve su yoksunluğu streslerine
dirençli oldukları gözlemlendi. Son çalışmalarda, buğday dehidrinleri kuruma toleransını arttırmak
için, transgenik pirinçlerde ekspres edildi (Cheng et al. 2001,2002).
Bitkiler Fakir Toprak Kalitesi İle Başa Çıkması İçin Modifiye Edilebilir
Dünya’nın ekilebilir topraklarının %65’i yüksek toksik metal iyonlarına (Marshner 1995)
sahip, sınırlı mineral ve aşırı pH içeren verimsiz topraklardan oluşmaktadır. % 40’ı ekilebilir olan
asitli topraklar düşük demir ve fosfor seviyesine sahiptir fakat yüksek aluminyum seviyesine de
sahiptir. Asidik bir çevrede, hem demir hemde alüminyum fosforu ya çözülebilir verimsiz
moleküllere ayırır veya çözünmez kılmaktadır. Alüminyum, kendi başına oldukça toksiktir, ana etkisi
ise kök gelişiminin inhibisyonudur. Ekilebilir toprakların %25’i alkali topraklardır. Alkali
topraklardaki ana problem, yüksek seviyedeki kalsiyum ve magnesyum iyonlarının fosforu çözünmez
yada az çözünebilir yapmasıdır. Kalsiyum bitkilerde ana sinyalizasyonda temel moleküldür ve bu
metal iyonunun yüksek seviyeleri normal bir bitkinin büyümesine ve metabolizmasına müdahale
etmektedir. Bu problemlerin aksine, çoğu bitki verimsiz topraklarda büyümeye adapte olmuştur ve
bazı tolerans çeşitlilikleri ise geleneksel bakımla ve mutasyonla oluşturulmaktadır. Bu toleranslı
bitkiler arasındaki en yaygın faktör kökteki okasalat, malat ve sitrat gibi organik asitlerin seviyesinin
400
[Metni yazın]
artmasıdır. Bu maddeler rizosferde bulunurlar ve birkaç koruma etkileri vardır (Lopez-Bucio et al.
2000b). Transgenik bitkilerin üretimi yüksek seviyede organik asitlerin dışarı salınması için modifiye
edilmiştir ve bu yüzden, verimsiz toprakların kullanımı arttırmak için etkileyici bir stratejidir. Bazı
türler, fakir toprakların toleransını uyarmak için baktariyel ve bitki sitrat sentaz geni ile modifiye
edilmişlerdir (de la Fuenete&Herrera-Estrella 1997, Koyoma et al. 2000, Lopez-Bucio 2000a). HPLC
ile yapılan kök eksratlarının analizleri, sitrat seviyesinin normalden 10 kat fazla olduğu ve daha
önemlisi kök salgılarındaki kaydedilen sitratın 4 kez daha fazla olduğu gösterilmiştir. Bu bitkiler,
normal bitkilerin büyümesini engellemek için gerekli olan konsantrasyondan 10 kat daha fazla
alüminyum seviyesi varlığında büyüdükleri ortaya konulmuştur, ve kök zararları yapan alüminyum
kanıtları bulunmamıştır. Transgenik bitkiler, ayrıca alkali topraklarda daha iyi büyürler. Normal
şekilde büyür, çiçek açar ve tohum verirlerken, kontrol bitkileri bunları gerçekleştirememiştir (Lopez-
Bucio et al. 2000a). Transgenik bitkilerin köklerindeki fitaz salınımı organik maddelerde
kilitlenmiştir, çünkü organik fosforun bir çoğu fitaz olarak mevcuttur (Hayes et al. 1999). Fitaz
salgılayan Arabidopsis’le yapılan başlangıç çalışmaları fitat besiyerinde kontrol gruplarından daha
iyidir. organik asidler ve fitaz sentezleyen mahsül bitkilerinin geliştirilmesi bu yüzden gelecek için
önemli bir amaçtır.
401
[Metni yazın]
aktivitesinin manüplasyonlarını içeren stratejiler uygulanmıştır (Paul et al. 2001). Şekerin nişastaya
dönüşümünü arttıran transgenik yaklaşımlar ilk başta plastidiyal nişasta sentezi yolunun
manuplasyonuna odaklanmıştır. Örneğin, transgenik patateslerdeki plastidiyal adenilat kinazın
inhibisyonu adenilat seviyesinde önemli bir artış sağlamıştır ve tüber mahsüllerinde %40, nişasta
seviyesinde ise %60 bir seviye artışı gözlenmiştir (Regierer et al. 2002).
Diğer stratejiler ise, kaynakları elde edilebilir ürünlere çevirmek için bitki mimarisinin
modifikasyonlarıdır. Pirinçte, bir mutant arabidobsis GAI geninin fazla ekspres yapılmasıyla giberillin
metabolik yolunun manuplasyonu bir yarı-rozet dominant fenotipini uyarmak için yeterliydi.
Gelişimsel genler mısırda başakların sayısını arttırmak için ekspres edilirken (Cacharron et al. 1999)
diğer araştırmacılar her yıl hasatlanabilir ürün miktarını ve erken çiçeklenmeyi uyarmak için gün
ışığına veya mevsimsel olaylara karşı oluşan cevap yollarını modifiye etmişlerdir.
402
[Metni yazın]
2000), prematür yaşlanma hastalığı için gösterilen baskın negatif allellerin neden olduğu hastalıkları
modellemede ayrıca kullanılmıştır.
Çekinik olarak aktarılan hastalıklar genellikle işlev kayıplarına sebep olurlar ve bunlar gen
knockout ile oluşturulur. Bu stratejinin ilk bildirileri, HRPT için bir genin bozulması ile oluşturulan,
HRPT eksikliği için oluşturulan model fareydi (Kuehn et al. 1987). Sistik fibrosis (CF) (Snouwaert et
al. 1992, Dorin et al. 1992), fragile-X sendromu (Dutch-Belgian Fragile X Consortium 1994), β-
talesemi (Skoe et at. 1983, Ciavatti et al. 1995) ve mitokondriyal kardiyomiyopati’nin (Li et al. 2000)
bulunduğu genlerin bir çoğu, bu şekilde modellenmiştir. Gen hedefleme, RB1 ve TP53 gibi tümör
baskılayıcı genlerin inaktivasyonu sonucu meydana gelen insan kanserlerinin modellenmesinde geniş
çaplı olarak kullanılmıştır (Ghebranious&Donehower 1998, Macleod&Jacks 1999).
Çalışmalar, insanlardaki tek gen bozukluklarının modellerini sağlarken, dikkatler çoklu genler
içeren daha karmaşık hastalıkların modellenmesine doğru kaymaktadır. Bu araştırmanın büyüleyici
alanıdır fakat, cesaretlendiren erken başarılarda vardır. Bazı durumlarda, farklı modifiye olmuş fare
suşlarının çaprazlanması, ilginç buluşlara neden olmaktadır. Örneğin, transkripsiyon faktörü Pax-
1’den yoksun dalgalı mutant fare ve yamalı mutant fare büyüme faktörü geninden köken alan
pulcukların hiçbir alleli için heterozigot değildirler. Bu iki suşun çiftleşmesiden elde edilen hibrid
döller insanlarda doğumdan sonra kalan spina bifida occulta hastalığı için model oldukları
gösterilmiştir (Helwig et al.1995). Başka bir durumda, bunun gibi yapılan çaprazlamalar yeni
terapilerin mümkün olduğunu göstermiştir. Örneğin, insan α-globinini fazla sentezleyen transgenik
fareler ve polimerizasyonu yürüten insan α-globin geninin bir mutant formu hücre anemisi için güzel
bir model sağlamaktadır (Trudel et al. 1991). Fakat, erginken insan fetal hemoglobin ekspres etmesi
için çaprazlanmış olan bu fareler, transgenik hibridlerde hastalık semptomlarının farkedilebilir
düşüşünü göstermiştir (Blouin et al. 2000). Benzer şekilde, yavaş retinal degredasyonu gösteren rds
mutantları ile Bcl-2 anti-apoptotik proteinini aşırı sentezleyen transgenik farelerin çaprazlanması ile
oluşan yeni hibridlerde bu degredasyonun çarpıcı şekilde azaldığı gözlenmiştir. Bu insan retinal
degredasyon sendromunu (Nir et al. 2000) tedavi etmek için gen terapisinde Bcl-2’nin kullanılabilir
olduğunu göstermiştir.
Bir çok geni içeren en karmaşık hastalıklar ve transgenik modelleri oluşturmak çok zordur. Fakat,
en sık rastlanan durum, çeşitli etkilerle majör genlerin bir kısmı ile minör genlerin büyük bir kısmı
azaltılabilir. Böylece, kromozom 21’in üç kopyasının varlığı ile ortaya çıkan down sendromunun fare
modellemesini yaratmak mümkündür. Eşdeğer fare 16. kromozomu için trizomi verimsiz bir modeldir
çünkü, iki kromozomda aynı genlerin tümünü içermezler. Fakat, down sendromu için kritik bir bölge
kromozom 21 duplikasyonlarıyla down hastalarının çalışılmasıyla belirlenmiştir. Bu temel bölgeyi
taşıyan YAC transgenik farelerin oluşturulması hastalığın kullanışlı bir modelini sağlamaktadır ve
hastalığa eşlik eden, öğrenilen kusurların önemli maddeleri olarak Dyrk1a (minik beyin) geninin
403
[Metni yazın]
• Kayıp gen ürününün değiştirilmesi amacıyla DNA’nın eklendiği gen arttırma terapisi (GAT)
• Doğru mutant allelleri hedef alan genler
• Baskın rol oynayan hastalıkları tedavi etmek için antisense RNA ekpresyonu veya hücre içi
antikor gibi tekniklerin kullanıldığı gen inhibisyon terapisi
• Özel bölgenin hedeflenip çıkartılması.
Terapötik gen transferi etkin bir biçimde transgenik insan hücresi kolonileri oluşturur ve bu yüzden
sadece somatik hücreler bu hedef için kullanılmaktadır. Germ hücrelerinin kullanılması etik endişeler
404
[Metni yazın]
405
[Metni yazın]
406
[Metni yazın]
tedavisi uygun vericiden alınan kemik iliği naklini içermektedir. Temel olarak, gen terapisi için
kullanılan prosedür gibi aynıdır fakat, kemik iliği hücreleri hastanın kendisinden köken alır ve ex vivo
genetik olarak modifiye edilebilirler (Şekil 26.14). hastadan alınan lökosit ve mononüklear hücreler
izole edilirler. Bunlar T-lenfosit aktivasyonunu uyaran koşullar altında kültürde büyütülür ve
büyüyenler normal ADA geni taşıyan (neomisin dahil) retroviral bir taşıyıcı ile hastaya aktarılır. Bu
modifye hücrelerin infüzyonuna müteakip hem bu hasta hemde ikincisi in vivo ve in vitro
çalışmalarda tatmin edici klinik sonuçlar vermişlerdir (Anderson 1992). Fakat, bu hastalarda
rekombinant ADA üretimi geçicidir, bu yüzden rekombinant T-lenfositlerin düzenli infüzyonu devam
etmelidir. Araştırmalar, doğru hücrelerin kalıcı desteğini sağlayabilen kemik iliği kök hücrelerinin
transformasyonu için prosedürler üzerinde devam etmektedir.
Şekil 26.14: ADA eksikliğinin tedavisini temel alan ex vivo gen terapisinin prosedürü
Çekinik tek gen hastalıklarının küçük bir kısmı için gen arttırma terapisi şuan klinik
çalışmaları devam etmektedir. Sistik Fibrosis bir örnek olarak düşünülebilmektedir (Davies et al.
2001). CF pankreası, akciğeri ve karaciğeri etkileyen bir hastalıktır. Hastalık cAMP bağımlı klor
membran kanallarının kaybı sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu solunumun durmasına sebeb olan mukus
birikmesine ve elektrolit dengesizliği ile sonuçlanmaktadır. CF genin fonksiyonel bir kopyasının
aktarılmasıyla doğrulanan fonksiyon kaybına sebeb olan çekinik bir hastalıktır. Gerçekten, CF
hastalarından izole edilen epitel hücreleri klonlanmış sistik fibrosis transmembran düzenleyicisinin
cDNA’sının aktarılmasıyla normale döndürülmüştür. ADA eksikliğinin aksine, CF tarafından
etkilenmiş hücreler kültüre edilemezler ve hastaya yeniden aktarılamazlar. Bu yüzden in vivo
seçenekler kabul edilmiştir. Etkilenmiş hücrelere CFTR cDNA’sının aktarılması hedefi solunum
sistemindeki epitel hücrelere doğal olarak afinitesi olan adenoviral vektörler kullanılarak başarılmıştır.
CFTR cDNA’sı taşıyan rekombinant virüsler solunum yoluyla hastaya aktarılmıştır (Zabner et al.
1993, Hay et al. 1995, Knowles et al. 1995). CFTR cDNA’sı lipozom kullanılarak da aktarılmıştır
407
[Metni yazın]
(Caplen et al. 1995). Fakat ne nasal epitel dokuda nede CF semptomlarının azalmasında bir kayda
değer başarı gözlenmemiştir.
408
[Metni yazın]
6. What are the Bt toxins? What are their functions in insect resistant?
Bt toxins consist of protoxins called crystal proteins that are 130 kDa. These crystal
proteins are produced by Basillus thuringiensis during sporulation. These proteins are
potent and highly spesific insectisides. The specificity reflects interactions between the
crystal proteins and receptors in the insect midgut. Their functions are so important for
avoiding insect from the plants. In susceptable species, ingested crystals dissolve in the
409
[Metni yazın]
alkaline conditions of the gut and the protoxins are activated by gut proteases. The active
toxins bind to receptors on midgut epithelial cells, become inserted into the plasma
membrane, and form pores that lead to cell death. So when the gene that encodes Bt toxins
inserted any targeted plant, it would be insect resistant by overexpressing these toxins.
7. What are the strategies to provide resistant plants against abiotic stresses?
Many plant respond to drought and increased salinity by synthesizing small, very soluble
molecules such as betaines, sugars, amino asids, and polyamines. These molecules are
termed compatible solutes. These molecules stabilize plant’s osmotic pressure. If some
genes that encodes these soluble molecules introduce into plants to provide resistant
against abiotic stress. First strategy is to maintain accummulation of these molecules in
plants. Another is; overexpressing compatible solutes to response drought and salinity
stress.
8. What are the strategies of gene therapy? Explain each one shortly. Please define your
concerns about gene therapy.
Strategies are:
• Gene augmentation therapy (GAT), where DNA is added to the genome with the
aim of replacing a missing gene product;
• Gene targeting to correct mutant alleles;
• Gene inhibition therapy using techniques such as antisense RNA expression or the
expression of inracelluler antibodies to treat dominantly acting diseases;
• The targeted ablation of specific cells
First of all; gene therapy is used for clinical treatments. But in these experiments, only
somatic cells are used because somatic cells are not transferred to next offsprings. But if
the germ-line cells are used for his treatment, these cells can transfer to next generation.
Because of this, mutations are occurred reluctantly. But in the future, these cells will be
used for his aim via new technologic developments.
9. What does DNA vaccine mean? And what are the advantages of them?
The introduction of DNA into animals does not generate an immune response against the
DNA molecule, but, if that DNA is expressed to yield a protein, that protein can stimulate
the immune system. So if these DNA is transferred by using liposome or viral vectors,
proteins will be produced which stimulate the immus system to generate antibodies. This
case is termed DNA vaccine.
• Certain bacterial DNA sequences have the innate ability to stimulate the immune
system.
• Other genes encoding proteins influencing the function of the immune response
can be co-introduced along with the vaccine.
• DNA vaccination can be used to treat diseases that are already established as a
chronic infection.
10. What does ex vivo- in vivo gene therapy mean? Give an example for each one.
Ex vivo gene therapy: target cells isolated from the patient and is grown in culture under
conditions that stimulated some features of the cells and the transduced with a retroviral
410
[Metni yazın]
vector a normal gene. This technique first is used for Ashanti DeSilva who suffers from
ADA deficiency, resulting from the absence of the enzyme adenosine deaminase (ADA).
In vivo gene therapy: isolating cells are not used in this technique. Viral vectors,
liposomes and biolistic gene guns are used for transfering DNA to patient. This prosedure
first is used for Cystic Fibrosis. CF patients restored to normal by transfecting them with
th cloned cystic fibrosis trasmembrane regulator (CFTR) cDNA.
411
[Metni yazın]
Topic:Transgenic animals and plans can also be used as bioreactors to produce recombinant
proteins
Yapay tatlandırıcı üretiminde en fazla kullanılan kimyasal fenilalanindir. Bu madde kimyasal olarak
sentezlenebilir ama çok pahalıya mal olmaktadır. 1980’lerde geleneksel ıslah yöntemleri kullanarak
fazla fenilalanin üreten suşlar belirlenip iyileştirildi. Aynı dönemde farklı araştırmacılar bir suş
geliştirdiler. Suşu geliştirmek için Krosismatın fenilalanine dönüşmesini engelliyen biyokimyasal
yolun engellemeyi başardılar. Bunu, fenilalanin analoğuna dirençli suşlar seçilerek başardılarr. 2.
aşamada gerek duyulmayan proteinlerin (tirozin ve triptofan) sentezini englellediler. Bunun için
412
[Metni yazın]
oksostrof hale getirilirler. Stabil oksostrof bireyler ilgili genin tamamının yada bir kısmının
silinmesiyle elde edildi. Bu sayede fenilalanin üretimi için kullanılabilecek daha fazla serbest karbon
atomu ortaya çıkmış olur.
Topic:Metabolic engineering can also be achieved in plants and plant cells to produce diverse
chemical structures (550)
Bitkilerce üretilen çoğu ürün ikincil metabolittir ve sentezlenen maddeler hücreye gerekli olan
maddeler değildir. Bu maddeler daha kompleks yapıda ve ekstra fonksiyonu olan maddelerdir. Mesela
pestisistlere ve pathojenlere direnç örnek olarak verilebilir. Çoğu durumda ikincil metobolitler ilaç
sanayinde kullanılır. Bunlardan en iyi bilinen örnekler kokain, morfin ve nikotindir.
Bahsi geçen kimyasallar kansere karşı kullanılabilcek potansiyel ilaç hammaddeleridir. Bu maddeler
sadece madagaskardaki bir bitki tarafından üretilmektedir. Üretim miktarı çok düşüktür, 1 hektarlık
alandan sadece 1 -2 gram civarında ürün elde edilmektedir ve bununda ticari değeri yaklaşık 1 milyon
dolar kadardır. Bu ve benzeri ilaçları bitki kültür hücresi içeren fermantörde üretmek daha uygun
olacaktır. Bu yöntem bazı bileşenlerin üretimi için başarılmıştır (Paslitaksel ve şikonin). Ama hücre
kültürleri genellikle ana bitklinin üretebildiği downstream ürünleri üretememekjtedir. Bunada örnek
vinblastin ve vinkristindir. Bunlarla birlikte morfin, kodein içinde durum aynıdır. Bunun sebeplerinden
biri ikincil metabolitlerin kompleksliğidir. Bütün üretim işlemi tek bir hücrede gerçekleşmemekte,
birden fazla farklı hücre işlemde görev almaktadır.
Bitkilerde Beta karoten sentezi 2 geranil geranil difosfat molekülünün fitona dönüşmesiyle başlar.
Fitonun beta karotene dönüşmesi için 3 enzimatik basamak gerekmektedir. Bahsedilen bu 3
basamağın hiçbiri tahılların endosperminde yoktur. Yanı tahıllar geranilgeranil difosfatı bünyesinde
barındırır ama bundan beta karoten üretemez. Mısırda olmayan 4 enzimatik yol; fitone sentaz, fiton
denatüraz, karoten denatüraz ve lizofin beta siklazdır. Konuyla ilgili ilk gelişlim prinçte fiton
birikiminin sağlanmasıytla başlamıştır. Pirince aktarılan nergiz çiçeğinin fiton sentetaz geni fiton ara
ürünün üretilmesini sağlamıştır. İlerleyen aşamada fiton sentetaz ve lizofin beta siklazı ifade eden
genler pirince aktarılmıştır daha sonra r. uredovora adındaki bakteriden alınan crtI geni de
aktalışmıştır (fiton desatüraz ve karoten desatüraz ı kodlayan gen). Nergiz çiçeğinin genleri pirinç
endospermine özgü olan glutelin-1 promotoru altında ekspreslenmeye başlamıştır. Bakteriden alınan
413
[Metni yazın]
gen ise CaMV 25s promotoru altında ekspreslenmektedir. İşlemler sonucunda gramda 2 mikrograma
kadar beta karoten üretebilen pirinç elde edilmiştir.
İki yolla elde edilebilmektedir. İlkinde hücredeki hedef molekül hassaslaştırılır yada aşırı miktarda
ürettirilir. Diğerinde ise bitkiye verilen herbisisit indirgenir yada detoksifiye edilir.
Virüsler tarım ürünlerine her yıl ciddi zararlar vermektedir. Çapraz koruma denilen bir yöntemle
bitkiye bir virüs verilerek diğer bir virüse karşı direnç sağlanmaktadır. Çapraz korumanın
mekanizması tam olarak bilinmemekte fakat viral kılıf proteinlerden kaynaklandığoına
inanılmaktadır. Araştırmacılar TMV virüsünün kılıf proteinini üreten transgenik bir bitki üretmeyi
başarmışlardır ve virüsten kaynaklı hastalık belirtileri ciddi miktarda azalmıştır. Yapılan bu
gözlemden sonra kılıf protein ekspresyonu bir çok bitkiye aktarılmıştır. TMV ye karşı direnç
geliştirilmesinde , kılıf proteileri epidermis ve dolaşım sisteminde expreslenmelidir çünkü sistematik
olarak virüs buralara yayılır.
414