Büyük Selçuklu Ders Notu - 2

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 147

1

SELÇUKLULAR’IN KÖKENİ

Selçuklular, XI-XIV. yüzyıllarda Türkistan, Horasan, İran, Afganistan, Irak, Suriye


ve Anadolu’da şubeler halinde hüküm sürmüş olan devletin ve onu yöneten hanedanın
adıdır. Selçukluların bilinen ilk atası Dukak’dır. Yenikent yabgusunun hizmetinde sübaşı
olarak görev yapmakta idi. Usta savaşçılığı dolayısıyla “demir yaylı” unvanı taşıyordu.
Kaynakların yetersizliği sebebiyle onun ataları hakkında bilgi sahibi değiliz. Dukak’ın ölümü
üzerine yerine oğlu Selçuk sübaşı oldu. Selçuk adı kaynaklarda “Salcuk”,
“Salçuk”,”Selcük”, “Selçuk”, “Sarçuk” gibi farklı şekillerde yazılmıştır. Selçuk Bey’in
torunlarının kurduğu devlet devrin kaynakları tarafından, onun adına nispetle Selçukiyyan,
Selaçıka, Al-i Selçuk (Selçuklu ailesi) olarak kaydedilmiştir.
Selçuk Bey’in ailesi ve yakınlarına ilişkin olarak sadece Mikail, Arslan İsrail,
Musa İnanç, Yusuf Yınal ve Yunus adlı beş oğlunun varlığı tespit edilebilmiştir.
Selçuklular’ın Oğuzlar’ın Kınık boyundan geldiği ittifakla kabul edilmektedir. Ancak ne
Dukak’ın, ne de Selçuk Bey’in Kınık boyunun beyi olduklarına dair herhangi bir bilgiye sahip
değiliz. İkisinin de yalnızca Oğuz Yabguluğu’nda sübaşı olarak görev yaptıkları tespit
edilebilmektedir.

Selçuklular ve Oğuzlar

Oğuzlar geleneğe göre, Oğuz Kağan’ın iki ayrı eşinden dünyaya gelen altı oğlunun
neslinden gelmektedirler. 24 Oğuz boyunun, Bozoklar kolunu oluşturan Günhan, Ayhan,
Yıldızhan ve Üçoklar kolunu teşkil eden Gökhan, Dağhan, Denizhan’ın dörder oğlunun
torunları oldukları kabul edilmektedir. Bu bilgilere göre Selçuklular’ı atası olan
Kınık,Üçoklar’dan Denizhan’ın küçük oğludur. Osmanlılar ise Bozoklar’dan Günhan’ın
büyük oğlu Kaya’nın boyundan gelmektedirler. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it Türk
adlı eserinde o günün tanığı olarak Kınık boyunu, Selçuklular’ın siyaset sahnesindeki büyük
rolüne nazaran listenin başına koymuştur. Müslüman olmayan iki boyu ise listeye almamıştır.

Kuruluş Dönemi
Sübaşı, eski Türklerde ordu komutanı demek olup, Oğuzlar’da da önemli devlet
görevlilerindendir.

Oğuzlar, içlerinden Selçuklular ve Osmanlılar gibi iki önemli hanedan çıkararak


Türk Tarihinin XI. yüzyıldan günümüze kadar olan akışını değiştiren büyük Türk
topluluğudur. Bu bakımdan günümüzde de Türklüğün başlıca temsilcileri onların torunları
olan Türkiye Türkleridir. Oğuz boylarının çoğunluğu, Selçukluların tarih sahnesine çıktığı X.
yüzyılda, Orta Seyhun ile Aral-Hazar arasındaki bozkırlara kadar olan geniş bir bölgede
yaşamakta idiler. VIII. yüzyılın ilk yarısından itibaren önce, temelini oluşturdukları Göktürk,
sonra Uygur Kağanlığ’nın çökmesi üzerine meydana gelen göç dalgaları ile batıya
çekilmişlerdi. Oğuzlar X. yüz-yılda bir yabgu tarafından idare edilmekte idiler. Oğuz
Yabguluğu’nun başkent Yengikent’den başka Sabran, Sütkent, Karaçuk, Barçınlıgkent
ve Cend gibi şehirleri de varı. Yarı göçebe (konargöçer) bir hayatları olduğu için başlıca
üretim alanları hayvancılık (at, koyun, deve) ve kendilerine yetecek kadar ziraat idi. Bununla
birlikte şehirlerde zanaat ve ticaretin de yaygın olduğu bilinmektedir. Oğuz yabgularının
Hazar Kağanlığı veya Karahanlılar’a bağlı oldukları ileri sürülmektedir. Oğuzlar’ın
Hazarlar’la bazen mücadele, bazen de ittifak halinde bulundukları ve onlara paralel asker
olarak hizmet ettikleri de tespit edilmiştir. Selçukluların da Hazarlarla doğal olarak Oğuz
Yabguluğu mensupları olarak ilişkilerinin olduğu tahmin edilebilir. Selçuk Bey’in oğullarına
Mikail, İsrail, Musa, Yusuf ve Yunus gibi isimler verilmiş olması Yahudi Hazar Kağanlığı
2

ile kültürel etkileşim olduğu izlenimi vermektedir. 922 yılında İdil Bulgar hanına gitmekte
olan Abbasi halifesinin elçilik heyetinde bulunan İbn Fadlan, seyahatnâmesinde Oğuzlar’a
ilişkin önemli bilgiler verir. Bu tarihlerde aralarında Müslüman olanlar bulunmakla birlikte,
çoğunluğun henüz eski Türk dinine (Gök-Tanrı inancı) mensup oldukları anlaşılmaktadır.
X. yüzyılın ikinci yarısında, Kıtayların Moğolistan’dan sürülmesi Kıpçak boy
birliğinin dağılması sonucunu doğurdu. Oğuzlar kuzey komşuları olan Türk Boyları’nın
kaynaşması ve göçleri sebebiyle ciddi baskıya maruz kaldılar. Bu olayın meydana getirdiği
siyasi, sosyal ve ekonomik sarsıntılar, Oğuzlar’ı da yerlerinden oynatıp Onların bir kısmı
Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlara ve Doğu Avrupa’ya göç ettiler. Daha sonra
Selçukluların özünü teşkil edecek olan diğer Oğuz toplulukları ise, Hazar Denizi’nin
güneyine indiler. Bu sırada Horasan ve Maveraünnehir’de hüküm sürmekte olan
Sâmânoğulları Karahanlıların baskısı ile giderek zayıflamakta idi. Bu yönde göç eden Oğuzlar
İslamiyeti kabul ederek, Maveraünnehir’de toplanmaya başladılar.

Cend’e Göç
Daha önce de söylendiği gibi, X. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan söz konusu
olaylar, Oğuzlar’ı da yakından etkiledi. Sübaşı Selçuk Bey’in, bu sırada iyice güç kaybetmiş
olan Yabgu ile bir rivayete göre onun yerine geçmeyi planladığı şüphesiyle arası açıldı.
Selçuk Bey’in detayı bilinmeyen kısa hayat hikâyesi iyi incelendiğinde dahi, bunun çok da
yersiz bir iddia olmadığı tahmin edilebilir. Bununla birlikte Yabgu’yu zaafa uğratan diğer
sebepler de göz ardı edilemez. Ancak sebebi ne olursa olsun bu rekabet, Yabgu’ya göre daha
zayıf olduğu anlaşılan Selçuk’un yurdunu terk etmesiyle sonuçlandı. Selçuk Bey az sayıdaki
kaynağın verdiği müphem bilgiye göre, 960 veya 985 yılında, Yengikent’ten, yine Yabgu’ya
bağlı olan Cend şehrine geldi. Cend Seyhun’un güney kıyısında, yani İslâm medeniyet dairesi
içerisinde bulunuyordu. Yanında 100 kadar atlı ile buraya gelen Selçuk Bey, bölgenin
şartlarını kısa sürede analiz ederek Müslüman olmaya karar verdi. Bir gelecek inşası peşinde
olan Selçuk Bey’in bu kararı almasında, daha önce bölgeye göç etmiş olan soydaşlarının
kendisine katılmasını sağlamak arzusunun da önemli bir etken olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim bir kaç yılda etrafında büyük kuvvetlerin toplanmış olması, tercihinin ne kadar
isabetli olduğunu göstermektedir.

Samanoğulları ve Karahanlılar’la İlişkiler

Türkler, Maveraünnehr’in Emeviler tarafından fethinden itibaren yakın temasta


oldukları İslâm dinini Talas Savaşından sonra, artık kitleler halinde kabul etmeye
başlamışlardı. Ancak X. yüzyılın başları bu hususta bir dönüm noktası oldu. Önce İdil
Bulgarlar’ı, kısa bir süre sonra da Karahanlılar Müslümanlığı seçtiler. Karahanlılar böylece
Sâmânoğullarının Türkistan’da yürüttükleri cihad faaliyetlerinin önünü kesip, onların
Türkistan’daki askerî ve siyasî ilerleyişlerini durdurdular. Bir süre sonra ise doğrudan
Sâmânoğullar’nı hedef alan bir dış politika yürütmeye başladılar. Selçuk Bey’in, Oğuz
yabgusuna ait olmakla birlikte, adetâ bir Müslüman uç şehri olan Cend’de Müslümanlığı
kabulü onu, kısa bir zaman içerisinde Karahanlı-Sâmânoğulları mücadelesinin en önemli
taraflarından birisi haline getirdi. Onun Yabgu’nun Cend’e gelen vergi memurlarını kovması
bu çevredeki saygınlığını arttırdı. Selçuk Bey’in kaynaklarda gâzi unvanı ile anıldığına
bakarak, Müslüman olmayan soydaşlarına karşı cihad ettiği söylenebilir. Nitekim büyük oğlu
Mikail’in de böyle bir seferde şehit düştüğü anlaşılmaktadır. Karahanlı ailesinden batı
bölgesinin yöneticisi olan Kılıç Buğra Han Harun, Seyhun’un doğusundaki İsficab, Taşkent
gibi şehirleri aldıktan sonra 992 yılında Sâmânoğullar’ın başkenti olan Buhara’yı işgâl etti.
Selçuk Bey, Sâmânî emirinin yardım isteğine, oğlu Arslan Bey idaresinde kuvvet göndererek
cevap verdi. Buğra Han şehri terke mecbur olup ülkesine dönerken, Oğuzlar onun artçı
3

birliklerine çok zayiat verdirdiler. Sâmânoğullar emiri, bu yardım karşılığında Selçuklular’a


Buhara yakınlarındaki Nur kasabasını yurtluk olarak verdi. Oğuzlar’ın merkeze bu kadar
yakın bir yere davet edilmiş olmaları, çöküşün eşiğinde bulunan Sâmânoğullarının onlardan
daha etkili biçimde yararlanmak istediklerini göstermektedir. Nur bölgesine Oğuzlar’dan
sözkonusu yardıma kumanda eden Arslan Bey idaresindeki bir grubun göç ettiği tahmin
edilmektedir.
Bu sırada artık iyice yaşlanmış olan Selçuk Bey ise hâlâ Cend’de oturuyordu. Ailenin
ve onlara bağlı Oğuzlar’ın yönetimi hayattaki büyük oğlu Arslan’ın idaresinde gibi
görünüyordu. Ancak Selçuk Bey babaları Mikail bir gazada şehid düşmüş olan Çağrı ve
Tuğrul’u özel itina ile, adeta liderliğe hazırlayarak kendisi büyütmüştü. Selçuk Bey tahminen
1009 yılında 100 yaşları civarında öldü. Bundan sonra hayattaki büyük oğlu Arslan’ın
yabgu unvanı alarak ailenin başına geçtiği,Yusuf Yınal ve diğer kardeşlerinin de hiyerarşik
olarak onun hizmetinde olduğu tahmin edilmektedir. Nitekim Arslan ve Yusuf’un ölümünden
sonra Musa İnanç’ın yabgu unvanı aldığı görülecektir. Ancak Çağrı ve Tuğrul Beyler’in
amcalarının hizmetine girmek konusunda mesafeli bir tavır takındıkları anlaşılmaktadır.
Selçuk Bey’in kendilerine gösterdiği ihtimam ve babaları Mikail büyük oğul olduğu için
yöneticilik hakkının kendilerinde olduğu düşüncesiyle Cend bölgesinde kalmaya devam
ettiler. Oğuzlar bağlı bulundukları beylere nispetle, Yabgulular, Yinallular, Kızıllular gibi
adlarla anılmışlardır. İslâm kaynaklarında Müslüman Oğuzlar için Türkmen adı giderek
yaygınlaşırken devletin kurulmasından sonra da genellikle hanedanın adına göre Selçuklular
şeklinde zikredilmişlerdir. Bu arada Sâmânoğulları, Kılıç Buğra Han’ın yerine geçen Nasr
İlig Han tarafından 999’da ortadan kaldırıldı. Toprakları Ceyhun nehri sınır olmak üzere
Karahanlı ve Gazneliler arasında bölüşüldü. Ebû İbrahim İsmail adlı bir Sâmâni şehzadesi
ülkesini kurtarmak için onlara karşı büyük bir mücadele başlattı. Onun, beş yıl süren bu
beyhude macerada Arslan Bey idaresindeki Oğuzlar’ın yardım ettikleri anlaşılıyor.
Böylece Karahanlılar Maveraünnehir’e hâkim olunca, düşmanlarına yardım eden
Selçuklular onlarla karşı karşıya kaldılar. Karahanlılar hem bu sebeple hem de, aynı
müslüman Oğuz (Türkmen) kitleye hitap ettikleri için, kendilerine rakip olarak gördükleri
Selçuklular’dan pek hoşlanmıyorlardı. Çağrı ve Tuğrul Beyler bu sebeple yoğun baskıya
maruz kaldıkları Maveraünnehir’den çıkış yolu aradılar. İki kardeş bir kısım kuvvetleri ile
doğuya göçerek Karahanlı büyük kağan Togan Ahmed Han’ın hizmetine girdiler. Fakat
Selçuklular’ın arz ettiği tehdidin farkında olan Han, Tuğrul Bey’i yakalattı. Bunun üzerine
Karahanlılar’a karşı ihtiyatı elden bırakmayıp dışarıda kalan Çağrı Bey, bir baskınla kardeşini
kurtardıktan sonra, Maveraünnehir’e geri dönmek zorunda kaldılar. Karahanlılar’ın kendi
aralarındaki mücadeleler ve Nasr İlig Han’ın ölümü (1013)de, Selçuklular’ın durumunu
iyileştirmeye yetmedi. Karahanlı Ali Tegin b. Kılıç Buğra Han Maveraünnehir’i hâkimiyeti
altına almaya çalışırken askerî güç olarak Oğuzlar’dan yararlanmak mecburiyetinde olduğunu
görüyordu. Bunun için Selçuk Bey’in ölümünden sonra artık Yabgu unvanı taşıyan Arslan ile
işbirliği yaptı. Hattâ onun kızı ile evlenmek suretiyle akrabalık kurdu. Fakat Ali Tegin, Çağrı
ve Tuğrul Beyler idaresindeki Selçuklular’a düşmanca davranıyordu. Arslan Yabgu’nun da
kendisine mesafeli durarak, tam anlamıyla hizmetine girmeyen yeğenlerini onun karşısında
himaye etmediği anlaşılmaktadır.

Türkler’de ailenin, boyun veya devletin başına kimin geçeceği daima çatışma
konusu idi. Meselâ ölen hükümdarın yerine çoğunlukla büyük oğlun geçmesi fikrine
itibar edilmesine rağmen, savaşları önleyecek kuvvette bir veraset kanunu yoktu. Kut
inancı dolayısıyla, ailenin tüm erkek üyeleri tahtta/riyasette hak sahibi oldukları
inancıyla mücadeleye girebiliyorlardı. Arslan Yabgu ve Çağrı-Tuğrul Beyler ile sonraki
kuşaklar arasında devam eden mücadelenin başlıca sebebi de bu anlayış idi.
4

Türkmen adının anlamı ve ne zaman ortaya çıktığı konusunda farklı görüşler


bulunmaktadır. Ancak bu ad özellikle İslâm kaynaklarının, Müslüman olan Oğuzlar için
yaygın bir şekilde kullandıkları ve onların da bu adlandırmayı yabancılamadıkları
anlaşılmaktadır.

Çağrı Bey’in Doğu Anadolu Keşif Akını

Selçuklular bir yandan mevcut şartların etkisiyle askerî gücünü artırmakla birlikte;
Maveraünnehr’i henüz fethetmiş ve gücünün doruğunda bulunan Karahanlılar’a karşı
yeterince varlık gösteremiyorlardı. Bunun üzerine mevcut şartları değerlendiren Çağrı ve
Tuğrul Beyler, tehlikeli bir maceraya atılmak zorunda kaldılar. Aldıkları karar gereğince
Tuğrul Bey çöle çekilirken, Çağrı Bey, Rum (Anadolu) seferine çıkacaktı. Nitekim Çağrı Bey
yaklaşık 3 bin kişilik bir kuvvetle yola çıktı (1016). Karahanlılar ve Gazneli topraklarından
gizlice ve süratli bir şekilde Azerbaycan’a ulaştı. Burada hayatlarını geleneksel olarak Rum’a
gaza ederek geçirmekte olan soydaşlarının kendisine katılmasıyla güçlendi. Çağrı Bey ilk
olarak Van bölgesinde Bizans’a bağlı Vaspuragan Ermeni Prensliği topraklarına girdi. Türk
askerleri kılık-kıyafetleri, savaş usûlleri ve süratleri ile büyük şaşkınlığa sebep oldular.
Ermeni prens Senekherim onlarla savaşmaya dahi cesaret edemedi. Bölgeyi yağmalayan
Çağrı Bey pek çok esir ve ganimet alarak yoluna devam etti. Ani (Kars)’daki Ermeniler,
Arran’daki Şeddadoğulları ve Gürcistan topraklarına akınlarını sürdüren Çağrı Bey, 4-5 yıl
süren gazâ hayat›ndan sonra Türkistan’a geri döndü (1021). Çağrı Bey’in bu seferinin,
göçebelerin iktisadî hayatında çok önemli bir yer tutan ganimet gelirleri bakımından
başarıyla sonuçlandığı anlaşılıyor. Nitekim bu zenginlikten gelen güç ve itibar Türkmenler’in
Çağrı Bey’e katılmasını sağlarken, bu durum Arslan Yabgu’yu tedirgin ediyordu. Çağrı Bey
bu uzun seferin dönüşünde Buhara civarında Tuğrul Bey ile buluştuğunda, ganimet sevinci
yanında, Rum ülkesinin fethedilebilir olduğu müjdesini de paylaştılar. Yurt arayışı içerisinde
olan Oğuzlar’ın umutlarını yeşerten bu tespit, ileride şartlar elverdiğinde büyük mücadeleler
sonucunda gerçek olacaktır.

Çağrı Bey’in Anadolu seferi Bizans’ın Doğu Anadolu politikasını kökten


etkileyecektir. Zira küçük bir akında bile Türklerin karşısına çıkmayan Ermeniler bu
gerekçe ile, Bizans tarafından iç Anadolu bölgesine göç ettirilmişlerdir. Zira Bizans
zaten mezhep çatışmaları dolayısıyla çatışma hâlinde bulunduğu Ermenilere, muhtemel
bir Türk tehdidi karşında artık güvenemeyeceğini anlamış bulunuyordu. Bu sebeple
Van ve Kars hattındaki Ermeniler, 1021-1064 yılları arasında kendilerine iç Anadolu’da
verilen yerler karşılığında buralardan çıkarılmışlardır.

ARSLAN YABGU’NUN ESİR EDİLMESİ


Oğuzlar’ın nüfusu Maveraünnehir’de engellenemez bir şekilde artarken, bölge
hâkimleri arasındaki mücadelelerde önemli roller oynuyorlardı. Karahanlı büyük kağan
Togan Ahmed Han’ın vefatından sonra (1017) yerine geçen Mansur Arslan İlig 1024
yılında tahtı kendi arzusu ile Yusuf Kadır Han’a bırakmıştı. Ancak kardeşi Ali Tegin
onun hükümdarlığını tanımadı. Daha önce de söylendiği gibi, Ali Tegin bu hâkimiyet
mücadelesinde Arslan Yabgu’nun askerî gücüne dayanmaktaydı. Bu durum ayrıca
Gazneliler’in Ceyhun ötesi hedefleri için de engel teşkil ediyordu. Bu sebeple bölgenin iki
büyük hükümdarı, Yusuf Kadır Han ile Gazneli Sultan Mahmud, 1025 yılında
Semerkant yakınlarında buluştular. İran-Turan meselelerinin konuşulduğu bu görüşmede, Ali
Tegin ile Arslan Yabgu’nun bertaraf edilmesine karar verildi. Ali Tegin, Sultan
Mahmud’un ordusuyla Türkistan’a girdiğini duyunca çöle kaçtı. Fakat Arslan Yabgu,
Sultan’ın görüşme teklifini kabul ederek huzuruna çıktı. Sultan Mahmud, Oğuzlar’ın
5

Karahanlılar tarafından algılandıkları kadar büyük bir tehdit olup olmadığını anlamak üzere
yaptığı görüşmede o da aynı kanaâte vardı. Bu yüzden bir hile ile yakalanarak Hindistan’daki
Kâlincâr kalesinde hapsedilen Arslan Yabgu 1032 yılında ölene kadar orada kaldı. Arslan
Yabgu’ya bağlı oldukları için Yabgulular olarak anılan Oğuzlar’dan yaklaşık 4000 çadır
halkı, Sultan Mahmud tarafından söz konusu anlaşma gereğince Horasan’a nakledildi.
Yabgulular’ın Çağrı ve Tuğrul Beyler’e tâbi olmak istemeyerek göç ettiklerine dair iddialar
da vardır. Bununla birlikte esas sebebin, nüfusları giderek artmakta olan Oğuzlar’ın gücünün,
daha azaltılarak zayıflatılması olduğu anlaşılmaktadır. Zira birbirinin üzerine katlanarak gelen
göç dalgaları ile çoğalmakta olan Oğuzlar, Ceyhun bendini yıkıp bir sel gibi Horasan’a
girdikleri taktirde bu tahripkâr istilânın önünde durmak mümkün olamayacaktı. Kızıl,
Yağmur, Göktaş, Mansur gibi beyleri idaresinde Horasan’a geçen Yabgulu Oğuzlar,
kendilerine verilen yerlerde asayişsizliğe sebep oldukları için Sultan Mahmut tarafından
düzenlenen bir seferle bizzât cezalandırıldılar. 4.000 kadar öldürülen ve çok sayıda esir veren
Oğuzlar’dan kurtulanlar, Aral-Hazar arasındaki soydaşlarının yanına sığındılar (1029). Sultan
Mahmud öldükten sonra oğlu Mesud’un tahtı ele geçirmek için kendilerinden yardım istemesi
üzerine yeniden Horasan’a indiler. Fakat Mesud saltanatını güçlendirdikten sonra, devleti
bakımından tehlike arz ettiklerini düşünerek onları bertaraf etmeye girişti (1033). Beylerinin
bazıları öldürülen Oğuzlar, bunun üzerine Horasan şehirlerini yağmalayıp batıya doğru
çekildiler. Rey’i alıp oradan da Azerbaycan, el-Cezire ve Doğu Anadolu’ya girdiler. Bu
bölgeleri de yağma ve akınlara uğrattılar. Ancak Musul’un Arap emiri Karvaş tarafından ağır
bir yenilgiye uğratılıp çok kayıplar verdiler. Kalanları kendilerinden sonra bölgeye gelen
Selçuklularla karşılaştılar.

Çağrı ve Tuğrul Beyler’in Riyâseti


Arslan Yabgu’nun hapsedilmesi üzerine Selçuklu ailesi ile onlara bağlı Oğuzlar’ın
liderliğini, Çağrı ve Tuğrul kardeşlerin üstlendiği görülmektedir. Bu tarihte iki amcaları Musa
İnanç Yabgu ve Yusuf Yinal da hayatta idiler. Ancak onların dedeleri tarafından bu günler
için yetiştirilmiş olması ve güç şartlar içerisinde kendilerini defalarca kanıtlamaları
liderliklerinin nispeten kolay kabul edilmesini sağladı.
Daha önce de söylendiği gibi, Maveraünnehir’de bağımsız bir Karahanlı şubesi
oluşturmaya çalışan Ali Tegin, Arslan Yabgu’nun esareti ile kaybettiği askerî gücü yeni
Selçuklu liderlerinden sağlamayı plânlıyordu. Ancak Çağrı-Tuğrul Beylerin mesafeli duruşu
Ali Tegin’i başka tedbirler almaya sevk etti. Amcaları Yusuf Yinal’a yabgu unvanı verip
ailenin başına geçirmeyi; yani her şeye rağmen mücadeleye devam edecek güçleri bulunduğu
anlaşılan Selçuklu ailesini parçalamaya teşebbüs etti. Ali Tegin buna muvaffak olamayınca
üzerlerine ordu gönderdi. Selçuklular, Yusuf Yinal da dâhil olmak üzere çok kayıplar verdiler.
Ertesi sene (1030) büyük bir orduyla Ali Tegin’in üzerine yürüyen Çağrı ve Tuğrul Bey
intikamlarını almaya muvaffak oldular. Bir süre sonra şartların zorlamasıyla Ali Tegin ile olan
anlaşmazlık askıya alındı. Gazneliler’e bağlı Harizm valisi Altuntaş da, ihtiyaç hâlinde
askerî güçlerinden yararlanmak düşüncesiyle, Selçuklulara kendi topraklarında kışlaklar
verdi. Selçuklular artık yazları Buhara Nur civarında, kışları Harizm’de geçiriyorlardı.
Bununla birlikte Selçuklular, babasının ölümü üzerine tahta geçen (1031) Sultan Mesud’un,
Ali Tegin üzerine gönderdiği orduya kumanda eden Harizmşah Altuntaş’a karşı, Ali Tegin’in
saflarında yer almışlardır. Altuntaş Debusiye’de yapılan bu savaşta ölünce (1032) yerine
geçen oğlu Harun, Gazneliler’e karşı bağımsızlık hareketine girişti. Bunun için de
Gazneliler’in baş düşmanı Ali Tegin ve Oğuzlarla ittifak etti. Selçuklular Harun’la yaptıkları
anlaşma gereği Harizm’e göç ettiler. Ancak Ceyhun nehrini geçerlerken, kadim düşmanları,
Yenikent yabgusu Ali Han’ın oğlu ve Cend meliki olan Siyah Melik’in baskınına uğradılar
(Ekim-Kasım1034). 8.000 kadar ölü ve çok sayıda esir veren Selçuklular olaydan Harun’u
sorumlu tutarak Harizm’den ayrılmak istediler. Ancak kalkıştığı isyan hareketinde onlarsız
6

başarılı olması mümkün olmayan Harun Selçukluları dönmeye ikna etti. Fakat bundan çok
kısa bir zaman sonra Harun Gazneliler tarafından düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldü
(Nisan 1035). Ali Tegin de aynı yıl vefat ettikten sonra onun oğulları ile ittifakı sürdüremeyen
Selçuklular yeni bir çıkış yolu aramak zorunda kaldılar.

Çadır hâne olup, her hâne ortalama 5 kişi sayıldığına göre, bu Oğuzlar’ın
yaklaşık 20.000 kişilik olduğu tahmin edilebilir. Çağrı ve Tuğrul Beyler’in babası
Mikail bir savaşta şehit olunca anneleri, kayınbiraderi Yusuf Yinal ile evlenmiş
(leviratus geleneği), ondan da İbrahim Yinal adlı ana bir üvey kardeşleri doğmuştu.
Harizm genel hatları ile her taraftan Türk illeri ile çevrili, Amuderya (Ceyhun
Nehri)’nin Aral Gölü’ne döküldüğü yerin iki yakasını içine alan bölgeye denir. İki
başkenti Kâs ve Gürgenç’tir. İslâm medeniyetinin önemli merkezlerinden birisidir.

Horasan’a Göç ve Gazneliler’le Mücadele


Türkler’in batı yönündeki göçleri, Selçuklular’a kadar genellikle Hazar Denizi’nin
kuzeyinden, Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlara ve Doğu Avrupa yönünde olmuştur. Ancak
Türkler’in İslâm dinini kabul etmeleri göçlere ikinci bir istikamet kazandırdı. Bu güzergâhı
takip edenler Hazar Denizi’nin güneyinden, Ceyhun’u geçerek İran, Horasan ve Azerbaycan’a
kadar geliyor ve hattâ Anadolu’ya gazalar yapıyorlardı. Hatırlanacağı üzere, Çağrı Bey de
1016- 1021 yılları arasında böyle bir sefer icra etmişti. Nitekim Çağrı ve Tuğrul Beyler
idaresindeki Selçuklular, artık Harizm ve Maveraünnehir’de kalmanın dayanılmaz zorlukları
karşısında bu tecrübeyi hayata geçirerek Horasan’a göç ettiler (Mayıs 1035). Aslında dönemin
kaynaklarının ifadelerine göre, Horasan zaten Selçuklular’dan önce Türkmenlerle dolmuştu.
Ceyhun Nehri’ni 4.000 kişi civarında bir kuvvetle geçen Selçuklular Horasan’ın kuzeyinde
Nesâ, Ferave bölgesini istilâ ettiler. Bununla birlikte Gazneliler’in Horasan valisine bir
mektup göndererek, Harizm ve Maveraünnehir’de yaşama şansları kalmadığı için izinsiz
olarak Sultan’ın topraklarına girdiklerini bildirdiler. Musa Yabgu, Çağrı ve Tuğrul Bey adına
gönderildiği anlaşılan mektupta bundan dolayı özür beyan ediyor, Nesâ ve Ferave’nin
kendilerine verilmesi karşılığında içlerinden birisinin daima Sultan’ın yanında bulunacağını,
diğerlerinin de ona sadakâtle hizmet edeceklerini taahhüd ediyorlardı. Selçukluların
kendisinden Sultan Mesud nezdinde arabuluculuk yapmasını istedikleri Sahib-i divân-ı
risâlet ve vezir bu olay karşısında haklı olarak çok kaygılandılar. Gazneli vezir durumu, bu
yeni gelenlerin daha önceki koyun çobanlarına benzemediği, şimdi büyük dâvaları olan
kumandanlarla muhatap oldukları şeklinde açıkça ortaya koydu.

Nesâ Şavaşı

Gerçekten de Çağrı ve Tuğrul Beyler, her ne kadar Gazneliler’e karşı politik bir
nezaket gösterseler de hedeflerinin bundan daha fazlası olduğu anlaşılıyordu. Uzun yıllardır
yurt bulmak mecburiyeti ile oradan oraya göçen Oğuzlar Selçuklu ailesinin etrafında
toplanarak güçlerini giderek arttırmakta idiler. Buna rağmen Sultan Mesud, Selçuklu
başbuğlarının tekliflerini geri çevirdi. Oysa devlet ileri gelenleri, önceki olaylardan da ders
çıkarmış olarak Selçukluları tahrik etmemeyi öneriyorlardı Sultan Mesud, Beg-Toğdu adlı
komutan idaresinde 15.000 kişilik bir orduyu Selçukluların üzerine sevk etti. Horasan’a geleli
henüz bir ay olmasına rağmen 10.000 savaşçı çıkaracak bir güce erişen Selçuklular Gazne
ordusunu Nesâ’da meydana gelen savaşta hezimete uğrattılar (Haziran 1035).
Selçuklular bu zafere rağmen Gazneliler’e tekrar elçiler gönderdiler. Üzerlerine ordu sevk
edildiği için savaşmaya mecbur kaldıklarını, affedilmeleri hâlinde sultana hizmet edeceklerini
bildirdiler. Oğuzlar meselesi, iyi analiz edilmesi gereken bir konu olmakla beraber ok yaydan
çıkmıştı. Selçuklular’ın savaştan önce reddedilen teklifleri, şimdi Selçukluların hakkı olarak
7

kabul edilmek zorunda kalındı. Sultan Mesud tarafından hil’at, at, eğer takımı ve menşur gibi
hâkimiyet sembolleri gönderildikten başka Nesâ, Ferave ve Dihistan da onlara bırakıldı.
Selçuklular, Nesâ Tuğrul Bey’e, Dihistan Çağrı Bey’e, Ferave ise Musa Yabgu’ya
verilmek üzere toprakları aralarında bölüştüler.
Selçukluların buna rağmen sözlerinde durmalarını beklemek çok zordu. Çünkü
Horasan adetâ bir insan seline uğramış durumdaydı. Çünkü Aral-Hazar arasındaki Oğuz
yurtlarından, Harizm ve Maveraünnehir’den akıp gelen Türkmenler çoğunlukla Selçuklulara
tâbi oluyorlardı. Bunların yanı sıra bağımsız hareket eden gruplar da olduğu gibi, Selçuklu
liderlerinin, bağlı olanlar üzerinde dahi mutlak otorite sağlaması mümkün değildi. Ayrıca
çoğu yarı göçebe hayat sürmekte olan Oğuzların, yerleşikliğin hüküm sürdüğü Horasan’ı
yağma etmelerine engel olmak da bir o kadar imkânsızdı. Nitekim nüfuslarının giderek
artması üzerine kendilerine verilen yerlere sığmamaya başladılar. Selçuklu akınları
Cüzcan’dan Belh’e kadar genişledi. Sultan Mesud onları durdurmak üzere Hâcib Sübaşı
yönetiminde 15.000 kişilik bir orduyu Horasan’a gönderdi. Bunun üzerine daha fazla tepki
çekmek istemeyen Selçuklular, bu sırada Bust’da bulunan Sultan’a bir elçi gönderdiler. Artan
nüfusları yüzünden yaşadıkları yerlerin yetmediğini bildirerek, Merv, Serahs ve Baverd
şehirlerinin de kendilerine verilmesi karşılığında askerî hizmet teklif ediyorlardı (Kasım
1036). Gazne sultanı yağmalarıyla Horasan’ı kalbura çeviren Selçukluların tekliflerinde
samimi olmadıkları düşüncesiyle üzerlerine yeni bir ordu göndermeye karar verdi. Veziri ile
Hâcib Sübaşıyı Selçukluları Horasan’dan atmakla görevlendirdi. Selçuklular bu tedbirler
karşılığında işgâl ettikleri yerlerden Nesâ ve Ferave’ye çekildiler.

Sâhib-i Divân-ı Risâlet


Türkler’de tuğracı adı verilen, devletin iç ve dış yazılımlarını yapan kurumun
başındaki üst düzey görevlinin unvanıdır.

Serahs-Talhâb Savaşları ve Selçuklular’ın Devlet İlânı


Sultan Mesud durumdan haberdar olunca, meselenin çözüldüğünü düşünerek
Hindistan’a sefere çıktı (Ekim 1037). Selçuklular ise kışın bastırması üzerine Horasan’daki
Gazne ordusuna küçük saldırılar düzenleyerek yeniden karışıklıklar çıkardılar. Durumdan
haberdar olan Sultan, Hindistan’dan Hansi kalesini fethederek başarıyla dönmüş olmasına
rağmen, zaferinin tadını çıkaramadı. Sübaşı derhal saldırı emrini verdi. Selçuklular sayıca çok
ve donanım bakımından da ağır olan Gazne ordusunu, küçük hafif süvari birlikleri ile vurup
kaçarak hırpalıyorlardı. Ancak buna rağmen Gazne ordusundan korktukları için ağırlıklarını
Merv çölüne göndererek, yenilgi hâlinde çaresiz Rey’e çekilmeyi düşünüyorlardı. Fakat
Gazne ordusuna karşı Serahs’ta girdikleri ve bir gün boyunca süren savaşı ezici bir
üstünlükle kazandılar (Mayıs 1038).
Geleneklere göre toplanan kurultayda bu zaferi görüşen Selçuklular, toprakların
genişletmenin yanı sıra, bir devlet ilânı provası yapmak imkânı da buldular. Eski yerlere ilave
olarak Musa Yabgu Serahs’ı, Çağrı Bey Merv’i aldı. Üçlü yönetim görüntüsüne rağmen,
onları bu şehirlere Tuğrul Bey’in tayin etmesinden anlaşıldığına göre, ailenin ve kurulmakta
olan devletin başı odur. Horasan’ın merkezi olan Nişabur ise zaferden 12 gün sonra, İbrahim
Yinal tarafından Tuğrul Bey adına teslim aldı. Şehir ahalisi doğal olarak Selçuklular’a
direnmedi. İbrahim Yinal Cuma günü hutbeyi “es-Sultanü’l-Muazzam” unvanıyla Tuğrul Bey
adına okuttu. Daha sonra 3.000 kişilik seçme bir kuvvetle şehre gelen Tuğrul Bey burada
Sultan Mesud’un sarayında tahta oturarak “sultan” ilân edildi. Daha önce İbrahim Yinal,
sonra da Tuğrul Bey şehrin ileri gelenlerinin kaygı ve korkularını gidermeye yönelik sözler
verdiler. Savaş hâli dolayısıyla kaçınılmaz olan yağma ve talanın, artık bu topraklar
kendilerinin olduğuna göre yapılmayacağını vaat ettiler. Ayrıca yabancı oldukları, Tacikler
(İranlılar)’ın adetlerini bilmedikleri için ileri gelenlerin yardım ve tavsiyelerine muhtaç
8

olduklarını da vurguladılar. Bunun yanı sıra Abbasî Halifesine de zaferlerini bildirmek üzere
bir elçi gönderdiler.
Daha sonra Nişabur’a Tuğrul Bey’in yanına gelen Çağrı Bey’in, şehri askerlerine
yağma ettirmek istemesi üzerine iki kardeş arasında yaşanan mücadele, devlete geçiş
sürecinde yaşanan bünyevî rahatsızlıkları da ortaya koymaktadır. Tuğrul Bey, karşı
çıkmasına rağmen yağmalama konusunda ısrar eden Çağrı Bey’i ancak bıçağını çekerek,
sözünü dinlemezse intihar edeceğini söyleyerek durdurabilmişti. Tuğrul Bey yağmadan
vazgeçmesi karşılığında Çağrı Bey ve askerlerine 30.000 dinar vermek zorunda da kalmıştı.
Sultan Mahmud döneminden beri Oğuzlar meselesi hakkında bilgi ve tecrübesi olan; şimdi
bunu kendi döneminde yaşanan olaylarla pekiştiren Sultan Mesud, son olayla adetâ şok oldu.
Selçuklulara karşı onların eski düşmanları Cend meliki ile işbirliği yaptığı gibi, Herat ve
Merv’e de ordular yolladı. Kendisi de yine iyi donanımlı bir ordu ile Belh’e hareket etti (Ekim
1038). Çağrı Bey de bu arada, Sultan’ın ilerleyişine rağmen, büyük bir cesaretle Faryâb ve
Tâlekân’ı yağmalıyor, Belh’e doğru ilerliyordu. Sultan Mesud, Selçuklular’ı Horasan’dan
atmak kararı ile Serahs’a doğru hareket etti. Saldırılarına devam eden Çağrı Bey, yine
sultan da hayretler içerisinde bırakan bir cüretle Mesud’un ordugâhına baskın düzenleyerek
ona ait bir fili götürdü. Çağrı Bey çok öfkelenen Sultan’ın kendisini izlemesi üzerine Ulyâ-
âbâd denilen yerde Gazne ordusunun karşısına tek başına çıktı. Kuvvetlerini kademeli olarak
yenileyerek savaşa sokan Çağrı Bey, Sultan Mesud’un harbe doğrudan müdahalesiyle
yenilgiye uğradı (Nisan 1039). Sultan bununla birlikte çölde takibin zorluklarını düşünerek,
çekilmekte olan Selçuklular’ın arkasından gitmedi. Ancak Sultan Mesud 1039 yılı Mayıs ayı
sonlarında yeniden harekete geçti ve Serahs’a yöneldi. Gazne ordusunun gücünden endişeye
kapılan Selçuklu liderleri Serahs’ta toplanarak durumu müzakere ettiler. Tuğrul Bey Gazne
ordusunun takip edemeyeceği bir yere çekilmeyi önerdi. Fakat diğer Selçuklular ve Ulyâ-
âbâd’da yenilmiş olmasına rağmen Çağrı Bey bu fikre şiddetle karşı çıktılar. Horasan’dan
kıpırdamaları halinde başka bir yerde tutunmanın zorluklarını ve Gazne ordusunun zayıf
yönlerini ileri sürerek savaşmaya karar verdiler. Selçuklu ordusunun mevcudu 20.000 kadar
olup, Gazne ordusu ise hemen hemen üç katı ve fillerle desteklenmekteydi. İki ordu Talh-âb
denilen yerde karşılaştı. Küçük çaplı çatışmalar sürerken Sultan Mesud, Ramazan’da kan
dökmek istemediği için bayramı bekledi. Bayram namazı sırasında Selçukluların ok
yağmuruna tutulan Gazne ordusu, bizzât Mesud’un sevk ve komuta ettiği bir meydan savaşına
girdi. 27 Haziran 1039 tarihinde Selçuklu ordusu bir kere daha yenilgiye uğradı. Sultan
Mesud çöle çekilen Selçuklular’ı takip etmek yerine onların elinde bulunan şehirleri geri
almak için harekete geçti. Buna rağmen Gazne ordusu zaman zaman Türkmenlerin
baskınlarına uğramaktan da kurtulamıyordu. Selçuklular zaten yazın bastırması yüzünden
ağırlıklarını ve iaşe sıkıntısının bunalttığı düşmanı meydan savaşları yerine vur-kaç taktiği ile
hırpalamayı tercih ediyorlardı. Yeni bir saldırı için zamana ihtiyacı olan Sultan Mesud,
vezirinin önerisi ile Selçuklularla yeniden barış yaptı (Ağustos-Eylül 1039). Buna göre
Selçuklular Nesâ, Baverd ve Ferâve’ye çekilecek,yani Merv, Serahs ve Nişabur’u
boşaltacaklardı. Gazne sultanı da güvence olarak Herat’a çekildi. Her iki taraf da barışa
inanmıyor, dolayısıyla savaşa hazırlanıyorlardı. Sultan Mesud sonbaharda özellikle Tuğrul
Bey’i yakalamak niyetiyle çok süratli bir harekâta başladı. Selçuklular onun yaklaşması
üzerine çöle çekildiler. Sultan Mesud 16 Ocak 1040’da Nişabur’a girdi. Tuğrul Bey’in
oturduğu tahtı parçalatıp, atlarını bağladığı ahırları ateşe vermesi, Tuğrul Bey ile işbirliği
edenleri cezalandırması sinirlerin iyice gerildiğinin işaretleri sayılmalıdır. Horasan’da kıtlık
olması sebebiyle kış, her iki taraf için de çok zor geçti. Fakat Selçukluların ifadesiyle çöl
onların anası-babası idi. Onlar, sıcağa-soğuğa yokluğa alışık olduklarını, bu şartların daha çok
düşmanı hırpalayacağını hesap ediyorlardı. Nitekim bu süreçte Gazne ordusunun pek çok
hayvanı telef oldu.
9

Mart ortasında yeniden harekete geçen Sultan Mesud, kıtlığın devam ettiği
Horasan’da ordusu büyük sıkıntılar çekerek, Tus-Baverd üzerinden Mayıs ayı ortalarında
Serahs’a ulaştı. Gazne ve Selçuklu ordularının birbiri ardına şehre girişlerinden ve tahribattan
bunalan ahali şehrin kapılarını Sultan’a açmadı. Devlet ileri gelenlerinin Herat’a geri dönüp
ordunun toparlandıktan sonra sefer edilmesi teklifi Sultan Mesud’u çok kızdırdı. Aslında ne
sebeple çekilirse çekilsin bunun düşmanlarınca zaaf olarak algılanacağını bilen Sultan
Mesud, bazı ileri gelenleri de meselenin sürüncemede kalmasından yararlanmakla suçluyordu.
Bu durumda Selçuklularla sonucu belirleyecek bir harbe girmesi kaçınılmaz olacaktı.Nitekim
16 Mayıs’ta ordunun ihtiyaçlarını sağlamayı umarak Serahs’tan Merv’e doğru harekete geçti.
Selçuklular bunun üzerine, daima yaptıkları gibi, bir kurultay toplayarak durumu görüştüler.
Tuğrul Bey yine çöle çekilmeyi teklif etti.Ancak bunun peşin yenilgi olduğunu, oysa
savaşırlarsa kazanma şanslarının olduğunu düşünen Çağrı Bey’in ısrarı ve diğer Selçuklu
başbuğlarının da onu desteklemesi üzerine nihaî bir savaşa karar verdiler.

Dandânakân Savaşı
Ailelerini ve ağırlıklarını Balhan Dağları’ndaki soydaşlarının yanına gönderen
Selçuklular, Gazne ordusuna doğru harekete geçtiler. Onların maksadı kayıplar vermek ve
maneviyatı da büyük ölçüde çökmüş olan Gazne ordusunu çöle çekmekti. Selçuklular Gazne
ordusuna ani baskınlar düzenleyip kaçıyor, kaçarken de su kuyularını kullanılmaz hâle
getiriyorlardı. Aslında Sultan Mesud bu savaşa çıkarken Selçukluların savaş taktiğini anladığı,
kendisinin de buna uygun olarak, hareket kabiliyeti yüksek bir orduyla savaşacağını
söylüyordu. Ancak Sultan Mesud yine onların stratejisine tâbi olmak zorunda kalmıştı.
Selçukluların Horasan’a göç ettiği 1035 yılından beri sürekli alarm durumunda bulunan
Gazne ordusu bu süreçte adeta tükenmişti. Nihayet Dandânakân yakınlarında karşı karşıya
gelen iki ordu üç gün sürecek bir kader savaşına başladı. Selçuklular küçük birlikler hâlinde
yıpratma savaşı veriyorlardı. Gazne ordusunun dayanılmaz hâle gelen su ihtiyacını karşılamak
hayatî bir mesele idi. 23 Mayıs Cuma günü Dandanakan kalesine ulaşan Gazne ordusu, kale
kapıları kendilerine açılmamakla birlikte, ahalinin surlardan sarkıttığı su testileri ile bir miktar
ihtiyacını giderdi. Kale dışındaki dört kuyu Selçuklular tarafından neft atılarak kullanılmaz
hâle getirilmişti. Kuyuların açılması durumunda bile, ordudaki çok sayıda hayvanın ihtiyacını
karşılamayacağı açıktı. En yakın su kaynağına ise 5 fersah mesafede idi. Sultan Mesud
kuyuların temizlenmesi fikrini kabul etmeyip hareket emrini verdi. Ancak ordunun böyle bir
durumda ileride bulunan su kuyularına doğru harekete geçmesi felâketin başlangıcı oldu. 370
saray gulâmının geceleyin kaçarak daha önce anlaştıkları Selçuklu saflarında savaşla girmesi
de bardağı taşıran son damla oldu. Selçuklu ordusunun bu intizamsız kuvvetlere şiddetle
hücum etmesi Gazne ordusunu darmadağın etti. Sultan Mesud, ordusu neredeyse
savaşılmadan dağılmasına rağmen, 100 kadar adamıyla büyük bir cesaretle savaşla devam etti.
Ancak esir düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalınca Selçuklu saflarını yararak Merv yönünde
kaçmaya başladı. Ordusunun kalanları da yol boyunca ona katılmaya devam ederken Haziran
1040’da Gazne’ye vardı.
Böylece tarihin sayfalarında önemli dönüm noktalarından biri olarak yer alacak
büyük bir savaşla daha sona ermiş oldu. Selçuklular 16.000 kişilik ordularıyla kendilerinin
neredeyse beş katı olan bir orduyu hezimete uğratmışlardı. İki taraf için de hayatî önemi haiz
olan bu savaşı, orduların mevcutları arasındaki orantısızlığa rağmen Selçukluların
kazanmasının en önemli sebeplerinden birisi şüphesiz bu anın onlar için bir ölüm-kalım savaşı
olması idi. Bunun yanında orduların yapıları da bir o kadar mühim idi. Selçuklu ordusunun
vur-kaç taktiğine uygun hafif süvarilerden oluşması; buna karşılık Gazne ordusunun hareket
kabiliyetini kısıtlayan ağırlıklarının da bu sonuç üzerinde büyük etkisi vardı. Ancak bunlar
kadar mühim başka bir husus da, her iki ordunun terkibidir. Selçuklu ordusu bir devletin
kuruluşu için temel esas olan aynı soydan insanların kayıtsız-şartsız dayanışmasıyla, aynı
10

davaya baş koymuşlar, her şartta kazanmak mecburiyetinde olan savaşçıların ruh haliyle
hareket ediyordu. Gazneli ordusu ise, muhtelif milletler üzerinde hüküm süren bir iktidarın,
kaçınılmaz olarak bu milletlerden oluşturduğu, ortak menfaâtlerden çok şahsî çıkarın
gözetildiği ahenksiz bir kalabalıktı. Dolayısıyla birbirleriyle rekabet eden ve aldığı ücreti
biraz fazlasıyla her kim öderse ona hizmet etmeye, başka bir deyişle ihanete hazır
kimselerden meydana geliyordu.
Gazneliler bu yenilgi sonucunda en önemli eyaletlerinden olan Horasan ve Harizm’i
kaybettiler. Ancak Afganistan ve Kuzey Hindistan’da bulunan topraklarına çekilip 1187 yılına
kadar siyasî varlıklarını sürdürdüler.

DEVLETİN KURULUŞU VE YAPILANMASI


Zaferden sonra Selçuklular bir yandan Gazne ordusunu kararlı bir takibe uğratırken,
hemen bir kurultay topladılar ve devlet ilân ettiler. Ancak asıl büyük kurultayı bir ay
içerisinde Merv’de yaptılar. Tuğrul Bey bir kere daha sultan ilan edildi. Nişbur başkent olmak
üzere batıya gidecekti. Özellikle Selçuklu aile mensupları, bu büyük emeğin, fedakârlığın
hebâ olmaması için birlik hâlinde kalmaya and içtiler. Sonra ülke topraklarının yönetimini
paylaştılar. Çağrı Bey’e melik unvanıyla Merv merkez olmak üzere Horasan’ın doğusu;
Musa Yabgu’ya ise Herât’tan itibaren Afganistan yönünde zapt edeceği yerler verildi.
Hanedanın ileri gelenlerinden bir kısmına da, bu üç liderden birisine bağlı olmak kaydıyla
bazı yerler verildi. Çağrı Bey’in oğlu Kavurt Kirman’a tayin edilirken; diğer oğlu Alp
Sungur Yakutî, İbrahim Yinal ile Kutalmış doğrudan Tuğrul Bey’in hizmetine
verildiler.
Selçuklu Devleti’nin kuruluşu aşamasında yapılan bu iş bölümü, pek çok
araştırmacı tarafından Türk devlet geleneğine dayanan bir uygulama olarak
değerlendirilmekle birlikte; ilk olma özelliği taşıyan yönleri de vardı. Geleneğe göre
Türk Devleti’ni Tanrı tarafından kendisine kut verilmiş olan tek bir hükümdar
yönetirdi. Ülke toprakları yönetim bakımından hanedan mensupları arasında
bölüşülürdü. Ancak bu görevliler hükümdarın hükümranlık yetkisine ortak değillerdi
ve gerektiğinde idare alanları da değiştirilirdi. Yani ülke hanedanın ortak mülkü
değildi. Yönetim yetkisi, millet adına hükümdarın elinde ve hanedanın ortak
sorumluluğunda bulunurdu. Ancak Selçukluların söz konusu iş bölümü, bu anlamda
ülüşün sınırlarını aşan istisna durumlardandır.
Selçuklular Merv kurultayında Tuğrul Bey’i sultan kabul etmekle birlikte, Çağrı Bey
ve Musa Yabgu’ya tanınan haklar, geleneğin ötesine geçmiş bulunuyordu. Nitekim her ikisi
de kendi adlarına hutbe okutmak ve para bastırmak yetkisini hâiz oldukları gibi, onların
doğrudan tâbileri de vardı. Bu durum Türk devlet geleneğinin öngördüğünün aksine
merkeziyetçiliğe aykırı bir durum ortaya çıkarıyordu. Herhâlde bu kadar meşakkatli bir
süreçte büyük hizmetler etmiş olan diğer iki Selçuklu başbuğuna da bir nevi vefa göstergesi
olarak sağlanan bu imtiyazlar, ileride görüleceği üzere onların hayatlarıyla sınırlı kalacaktır.

Kut, Türk devlet geleneğine göre, Tanrı tarafından yeryüzünü idare etmekle
görevlendirilmiş olan Türk hükümdarına bahşedilmiş olan ilahî lütfun adıdır. Kut,
hükümdarı ilâhî nitelikli ve kutsal yapmaz. Çünkü Tanrı tarafından yetkilendirilmiş
sayılsa da hükümdar, töre (kanun) önünde sorumlu ve hesap sorulabilir durumdadır.

SELÇUKLU KÖKENİ
Selçuklular, Aral-Hazar arasından Orta Seyhun’a kadar uzanan yurtlarında
yaşamakta olan Oğuzlar’ın Kınık boyundan gelmekte idiler. Bilinen ilk ataları Dukak Bey de
Oğuz yabgusunun sübaşısı idi. Daha sonra Selçuk
11

Bey de aynı göreve getirilmiştir.

Selçukluların Göç Etmesi


Maveraünnehir’e göç ettikten sonra kendilerine katılan Oğuzlarla birlikte nüfusları
giderek artan Selçuklular, bölge hâkimleri arasındaki ilişkilerde rol almaya başladılar.
Karahanlılar’a karşı savaşlarında Sâmânoğullarının yanında yer aldılar. Ancak
Sâmânoğullarını yıkıp burayı ele geçiren Karahanlılar tarafından istenmediler. Baskıya maruz
kalan Çağrı Bey yeni yurtlar aramak, ganimet elde etmek ümidiyle bu sefere çıkı.

Selçuklu ve Gazneli Ordusu Arasındaki Fark


Gazneliler’in kendilerinden sayıca çok küçük olan Selçuklulara yenilmesinin başlıca
sebebi, iki ordu arasındaki mahiyet farkıdır. Selçuklu ordusu kazanmaktan başka çıkar yolu
olmayan, çöl savaşlarına uygun hafif süvarilerden oluşan bir ordu idi. Gazneliler ise fillerin de
önemli yer tutuğu ağır techizâtlı, dolayısıyla hareket kabiliyeti zayıf bir ordu idi. Diğer
yandan Selçuklu ordusu maddî-manevî tüm unsurları ile uyumlu, Gazne ordusu ise muhtelif
kökenlerden gûlamların oluşturduğu bozguna meyyâl bir ordu idi.

Devletin Mahiyeti ve İlk Fetihler


Dandânakân zaferini kazandıktan sonra Tuğrul Bey’i sultan ilân eden Selçuklular, bu
başarılarını birer zafernâme ile başta Karahanlılar olmak üzere, tüm komşularına duyurdular.
Bunun yanı sıra bir islâm devleti olarak onaylanmak isteği ile, Abbasî halifesi el-Kaim
Biemrillah’a da elçi gönderdiler. Tuğrul Bey adına kaleme alınan mektupta Gazneliler’in
zulümlerinden ve taht hak etmeyen köle soylarından, kendilerinin ise padişahzâde
olduklarından bahsediyor; âdil, dindar hükümdarlar olmayı vaat ederek saltanatlarının tasdik
edilmesini bekliyorlardı.
Daha önce söz edildiği gibi Dandânakân zaferinden sonra, fethedilen ve fethi
hedeflenen toprakların yönetimi hanedân mensupları arasında bölüşülmüştü. Tuğrul Bey
sultan olmakla birlikte; her birisinin kendi tâbileri bulunan Çağrı Bey ve Musa Yabgu da,
bağımsız birer hükümdar hüviyetiyle karşımıza çıkmaktadırlar. Gerçi onların bu yüksek
mevkilerine rağmen hiyerarşik bakımdan Tuğrul Bey’in üstünlüğünü kabul etmekte oldukları
anlaşılmaktadır.
Selçuklu Devleti’nin kuruluşu, hiç şüphesiz Türk-İslâm ve Dünya Tarihinin akışını
değiştirecek önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü henüz sadece Horasan’ı ele geçirmiş
bulunan Selçuklular, en yakından başlayarak Afganistan, İran, Azerbaycan ve hattâ Anadolu
yönünde topraklarını genişletmek siyaseti güdüyorlardı. En güçlü rakipleri Gazneliler’le sınır
mücadeleleri bundan sonra da sürüp gidecek olmasına rağmen, onlar artık ciddi bir tehdit
olmaktan çıkmışlardı. İran ise, tüm yakın doğuda olduğu gibi, Abbasî İmparatorluğu’nun
X.yüzyılda zayıflamasıyla ortaya çıkan, siyasî birlikten yoksun bir şekilde, mahallî
hanedanların idaresinde bulunuyordu.
Tuğrul Bey Horasan’a sahip olan kardeşi Çağrı Bey’le sınırdaş olarak kendisini
bir bakıma doğu istikametinde tamamen emniyette hissediyordu. Çağrı Bey ise Gazneli
topraklarında ilerlemeye devam ederek, Belh başta olmak üzere Toharistan ve Huttalân
bölgelerini süratle ele geçirdi. Musa Yabgu da Herat ve Sistan’ı alarak Gazneliler’e karşı
mücadeleyi sürdürdü. Sultan Mesud ölmeden önce, Harizmşâh İsmail isyan etmiş olduğu
için Harizm’i Cend emiri Siyâh Melik’e vermişti. Siyâh-Melik 40.000 kadar askerle
Harizm’e yürüyüp İsmail’i ağır bir yenilgiye uğratıp bölgeye hâkim oldu (1041). Çağrı Bey,
ordusunun mevcudundan da anlaşılacağı üzere, büyük bir Oğuz gücüne dayanmakta olan eski
düşmanları Siyâh-Melik’in arz ettiği tehlike karşısında ordusuyla hemen harekete geçti.
Bunun üzerine Cend meliki çekilmek zorunda kaldı. Ancak Çağrı Bey onun çekilmesini
12

yeterli görmeyerek, Taberistan seferinden henüz dönmüş olan Tuğrul Bey ile birleşerek
Siyah-Melik’in üzerine yürüdü. Baş şehir Ürgenç’te kuşatılan Siyâh-Melik, bir huruç hareketi
yapmak istediyse de yenildi. Gazneliler’e sığınmak üzere kaçarken İbrahim Yinal’ın kardeşi
Ertaş tarafından yakalandı ve hapsedildi. Böylece Selçukluların eski düşmanları tamamen
ortadan kaldırıldığı gibi, Harizm vilâyeti de Selçuklu idaresine girmiş oldu (1043). Bu
gelişme Oğuzlar’ın, artık rakipsiz görünen Selçuklular’a katılımını da iyice hızlandırmıştır.
Kirman eyaleti ise Çağrı Bey’in oğlu Kavurt Bey tarafından ele geçirildi ve Büyük
Selçuklulara bağlı olmak üzere, Kirman Selçuklu Melikliği kurulmuş oldu. Tuğrul Bey’in
Harizm seferinden döndükten sonra, Selçuklu ailesinin en şöhretli mensupları olan Kutalmış,
İbrahim Yinal ve Alp Sungur Yakutî de maiyetinde olarak Batı İran’a yönelmesi, devletin
daha çok bu tarafta genişleyeceğinin işaretlerini veriyordu. Merkezî bir yönetimden mahrum
olan bölge, çok kısa bir zaman zarfında Selçuklular tarafından kolaylıkla ele geçirildi. Tuğrul
Bey zaten daha önce, Hazar Denizi’nin güneyinde bulunan Taberistan ve Gürgân’i ele
geçirerek buradaki hanedanları kendisine bağlamış bulunuyordu (1042). İbrahim Yinal
1042’de Irak Oğuzları’nın elinde bulunan Rey şehrini ele geçirdi. Tuğrul Bey ertesi sene
başkentini Nişabur’dan Rey’e nakletti. Bunu Hemedân, Kazvîn, Zencân, Kirmanşâh ve
Hulvân gibi şehirlerin fethi takip etti (1045-1046). Tuğrul Bey bundan sonra İsfahan’a
yürüyüp Kâkûyeoğlu Ferâmurz’u tâbiyet altına aldı (1046-1047). Fakat Ferâmurz’un daha
sonra Rey’i istilâ teşebbüsü ve itaâtsizliği 1050 yılında İsfahân’ın Selçuklu topraklarına
katılması ile sonuçlandı. İsfahân’ı çok beğenen Tuğrul Bey imarı için gerekenleri de yaptı.
Bütün bu fetihlerle ve İbrahim Yinal’ın Sarmâc ve şehrizor’u almasıyla da Selçuklu
Devleti artık Azerbaycân ve Irak sınırlarına; yani Bizans ve Abbasî Halifeliği
hudutlarına dayanmış bulunuyordu.

TUĞRUL BEY ZAMANI

Halifelik aslında tam olarak devlet başkanlığı demek olup, İslâm siyaset
felsefesine göre halife,bütün Müslümanların emiri idi. Yani İslâm dünyasının
bir tek hükümdarı olabilirdi; o da halife idi. Ancak Abbasî Halifeliği, Harun Reşid ve
oğullarından sonra çeşitli sebeplerle güç kaybederken, merkeziyetçi yapısı da çözülmeye
başlamıştı. Bundan yararlanan pek çok yerel yönetici bulunduğu yerde bağımsızlığını ilân
etti. Abbasî halifeliği daha fazlasına gücü yetmediği için, kendi adına para bastırmak ve hutbe
okutmak kaydıyla bu emirliklerin varlığını onayladı. Böylece Batı İran ve Irak-ı Acem’de
Büveyhoğulları, Horasan ve Maveraünnehir’de Sâmânoğulları, Musul’da Hamdanoğulları,
Ukayloğulları, Azerbaycan’da Şeddadoğulları, Horasan’da Tahiroğulları, Mısır’da Fatımî
Halifeliği gibi hanedanlar ortaya çıktı. Bunların meşruiyeti ise sonuncusu hariç halifeden
alacakları onaya bağlı bulunuyordu.

Türk Akınları ve Bizans ile İlişkiler


Yukarıda Oğuz göçlerinin Kıpçak boy birliğinin dağılmasından kaynaklanan
sebeplerle, önemli ölçüde zorunluluktan kaynaklandığı ifade edilmişti. Oğuzlar, Selçuk
Bey’in Cend’e göçünden beri, neredeyse üç kuşaktır Maveraünnehir, Harizm ve
Horasan’da oradan oraya göçüp durmakta idiler. Selçuklular’ın kazandığı güç ve itibar
çerçevesinde etraflarında toplananların sayısı da giderek artıyordu. Bununla birlikte
Dandânakân zaferi Türk Milleti’nin kaderini değiştirecek bir dönüm noktası oldu. Bu zaferle
Ceyhun Nehri kıyılarında, Gazneliler tarafından engellenmekte olan Türkmen göçünün
önündeki set çöktü. Selçukluların devlet kurduğunu duyan Türkmenler akın akın Horasan’a
gelmeye başladılar. Bilge Kağan’ın adına diktiği âbideye kazıttığı “aç milletimi doyurdum,
çıplak milletimi giydirdim, az milletimi çoğalttım” sözlerinde karşılığını bulan “babalık” vasfı
13

gereği; göçebeler de devletin kapısına komaya baflladılar. Devrin kaynakları bu göçü bir
insan seli
olarak tarif ederler. Dönemin görgü şahidi olan Beyhâkî’nin eserinde anlattığı bir anekdot
göçün kapsamını ifade etmesi bakımından çok çarpıcıdır. Horasan’a akan insan yığınları
içerisinde bir şeyler aranmakta olan yaşlı ve sakat (acûze,âciz) bir kadına, bu hâlde neden
yollara düştüğü sorulunca; Selçuklular’ın devlet kurduğunu ve Gazneliler’in kaçarlarken yerin
altına gömdükleri hazinelerden hissesini almaya geldiğini söyler. Bu anlatım mübalağalı
sayılsa bile, yazarın dikkatimizi çekmek istediği husus, kendisini devletin mensubu/ hissedârı
sayan böyle bir kadın bile yollara düşmüş ise, geride neredeyse kimsenin kalmamış olduğu
gerçeğidir.
Selçuklular, Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olmak üzere bazı hanedanlar daha
kurmuşlardır.
Bunların ilki hemen Dandânakân’dan sonra Kavurt Bey’in fethettiği Kirman’da
kurduğu meliklik;
İkincisi Sultan Melikşah’ın 1078 tarihinde kardeşi Tutuş’u Şam (Suriye)’a tayin
etmesi üzerine kurulan SuriyeSelçuklu Melikliği;
Üçüncüsü Sultan Sancar’ın,1119’da yeğeni Mahmud’u Irak’a sultan
tayin etmesiyle kurulan Irak Selçukluları;
Sonuncusu ise Kutalmışoğlu Süleymanşâh’ın 1075 yılında İznik’i fethederek
Büyük Selçuklulardan bağımsız, onlarla rekabet hâlinde kurduğu Türkiye Selçukluları
hanedanıdır.
Daha önce Horasan’a gelmiş bulunan Yabgulular (Irak Oğuzları) Selçuklu Devleti’ne
tâbi olmak istemeyerek batıya Azerbaycân, Doğu Anadolu, el-Cezire ve Irak’a yönelirken her
tarafı yağmalıyorlardı. Ayrıca Horasan’a gelmiş ve henüz yerleştirilemeyen Oğuzlar da,
girdikleri yerlerde hayatlarını sürdürebilmek için aynı yolu takip ediyorlardı. Abbasî Hâlifesi
bu sebeple Tuğrul Bey’i olanlar konusunda ihtar etmek üzere bir mektup gönderdi. Halife
aldıkları yerlerle yetinmelerini, yağmalarla İslâm ahaliyi daha fazla incitmemelerini
bildiriyordu. Tuğrul Bey buna bir yandan bu faaliyetlere katılanların hepsinin kendi tâbileri
olmadığı, diğer yandan da insanlar aç kaldıkları için böyle yapıyorlarsa elinden bir şey
gelmeyeceği şeklinde cevap veriyordu. Gerçekten de Türk Devleti boylar birliği esası üzerine
teşkilâtlandığı için sultan, devlet nezdinde beyi tarafından temsil edilen boy mensupları
üzerinde doğrudan söz sâhibi değildi.
Bununla birlikte Selçuklu sultanları üzerine devlet oldukları Arap, Fars veya Türk ne
olursa olsun Müslüman ahâliyi incitmek hakkına sahip değillerdi. Ancak yıllardır bu devletin
kuruluşu için birlikte savaştıkları soydaşlarının ihtiyaçlarını da görmezden gelemezlerdi.
Çünkü aksi şekilde davranmaları varlık sebeplerine aykırı düşerdi. Bu zorunlulukla
Türkmenler’in iskânına ilişkin bir devlet politikası ortaya konuldu. Buna göre Türkmenler
Diyâr-ı Rum’a (Anadolu) sevk edilecek, bizzât Selçuklu sultanları ve hanedân mensupları da
bu seferlerin önünü açacak, destekleyeceklerdi.Böylece Türkmenler bir taraftan gayri
Müslimlerle Allah yolunda savaşarak gaza etmiş, diğer taraftan da kendileri için hayati ihtiyaç
olan bir yurt kazanmış olacaklardı.
İslâmiyetin yayıldığı ilk dönemlerde Suriye, Filistin, Kuzey Afrika ile Girit,
Sicilya ve Kıbrıs adalarını da kaybeden Bizans, Abbasîler’in duraklamasından sonra
toparlanarak, 950’lerden itibaren karşı taarruza geçti. Bu sayede Erzurum-Tarsus
hattına çekilmiş olan doğu sınırını yeniden Azerbaycan-Kafkasya’ya kadar
genişletirken; güneyde Haleb’e ulaştı. Bizans, Kıbrıs Adası’nı geri aldıktan sonra
Akdeniz’de de yeniden söz sahibi olmaya başladı. Yani Selçuklular İslâm Dünyasının
yeni liderleri olarak Yakındoğu’ya girdikleri sırada, Bizans Müslümanlar karşısında
karada ve denizde ilerleyiş hâlinde bulunuyordu.
14

Pasinler (Hasankale) Zaferi


Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos, Türkler’in Azerbaycân-Kafkasya
sınırlarına dayanması üzerine 1045 yılında büyük bir orduyu Şeddâdîler’in başşehri Düvin
üzerine gönderdi. Bu taarruzu haber alan Tuğrul Bey de, Kutalmış idaresinde bir ordu sevk
etti. 1045 yılında, Bizans’ın saldırısı üzerine meydana gelen bu ilk Selçuklu-Bizans savaşında,
Gürcü prensi Liparit’in kumanda ettiği Bizans ordusu ağır bir hezimete uğradı. Kutalmış,
Tuğrul Bey’e tıpkı 1021 yılında Çağrı Bey’in söylediği gibi, bu topraklarda kendilerine karşı
koyacak bir kuvvet bulunmadığını bildirdi. Bu arada Gence’yi muhasara eden Kutalmış’ın
harekâtına paralel olarak, başka bir Selçuklu şehzâdesi Musa Yabgu’nun oğlu Hasan
idaresindeki ordu da Erzurum Pasin ovasını istilâ ederek Van Gölü havzasına indi.
Ancak Büyük Zap suyu civarında Bizans kuvvetlerinin pususuna düşen Hasan pek çok
askeri ile birlikte şehit oldu. Tuğrul Bey çok sevdiği bu akrabasının intikamını almak için,
Bizans’a karşı hemen yeni bir sefer hazırlığına başladı.
Bu sırada İbrahim Yinal, yurt istemek için Nişabur’a kendisine gelen Oğuzlar’ı,
topraklarının yeterli olmadığını söyleyerek onları Anadolu’ya yönlendirmişti. Kendisi de
onlara verdiği söze uygun olarak, arkalarından harekete geçmiş bulunuyordu. Bu harekâttan
haberdar olan Tuğrul Bey, onu Bizans’a karşı savaşla görevlendirdi.
İbrahim Yinal komutasındaki Türkmenler Erzurum, Gümüşhâne, Ağrı, Erzen
havalisine yayıldılar. Bunun üzerine Türkler’i bertaraf etmek için harekete geçen Gürcü
prensi Liparites, 50.000 kişilik ordusuyla Pasinler (Hasankale) yakınlarında esas Bizans
ordusu ile birleşti. 18 Eylül 1048 Cumartesi günü meydana gelen şiddetli savaşta Türk
ordusu bir defa daha gâlip geldi. Bizans komutanının Cumartesi gününü uğursuz sayarak
hücuma geçmemesinin, Selçuklu ordusuna baskın imkânı verdiği anlaşılmaktadır. Kaynaklar
ordu komutanı Liparites de dâhil, 100.000 esir ve 10.000 araba yükü ganimet ele geçtiğini
yazarak ne denli büyük bir zafer kazanılmış olduğunu tasvir ederler. Rey’e Tuğrul Bey’in
nezdine götürülen esir ve ganimetlerden, Liparites de Sultan’ın payına düştü.
Selçuklu Devleti ve Bizans imparatorluğu arasındaki ilk diplomatik ilişkinin bu
olaydan sonra kurulduğu tahmin edilmektedir. IX. Monomakhos, ordu komutanı
Liparites ve bazı esirleri kurtarmak, daha önemlisi barış sağlamak üzere Tuğrul Bey’e bir elçi
ve değerli hediyeler gönderdi. Liparites’i fidye almadan serbest bırakan Sultan, imparatora
gönderdiği elçi vasıtası ile, İstanbul’da bulunan câmide Abbasî Halifesi ve kendi adına
hutbe okunmasını sağladı. Bu durum kuşkusuz Bizans’ın Mısır ile olan zengin ticaret
ilişkilerine zarar verecek bir gelişme olmasına rağmen, Selçukluların gücü karşısında boyun
eğmek zorunda kalınmıştır. Ancak Tuğrul Bey’in yıllık vergi isteğinin imparator tarafından
reddedilmesi önemli bir mesele idiyse de, hadisesinin arkasını takip etmek imkânı olmadı.
Zira devletin kuruluşu ve genişlemesinde çok büyük hizmetleri olan ve ileri
harekâtı ile daima Tuğrul Bey’in önünü açan kardeşi İbrahim Yinal da kendisine, Çağrı
Bey ve Musa Yabgu gibi müstakil bir hâkimiyet alanı kurmak istiyordu. Tuğrul Bey,
İbrahim Yinal’ın isyanı sebebiyle, Bizans meselesini askıya alarak onun üzerine yürümek
zorunda kaldı. Tuğrul Bey kardeşinden, Hemedân ve elinde tuttuğu diğer kaleleri geri aldığı
gibi, kendisini de Sarmâc kalesinde kuşatıp ele geçirdi. Tuğrul Bey, İbrahim Yinal’i affedip
pek çok ikta teklif etti ise de, İbrahim Yinal sultanın hizmetinde kalmayı tercih etti.

Tuğrul Bey’in Anadolu Seferi


Tuğrul Bey’in meşgul olduğu bu kısa ara, Bizans imparatoruna şeddâdî topraklarına
saldırı fırsatı sağladı. Hattâ imparator Monomakhos, Tuğrul Bey’in Mısır’a yapmayı
plânladığı sefer sırasında, Bizans topraklarından geçme isteğini de geri çevirdi. Bu arada bir
yılı aşkın süredir Gence’yi kuşatmakta olan Kutalmış ise Bizans atağı karşısında çekilmek
zorunda kalmıştı; bununla birlikte 1053 yılında Kars’ı alıp yağmalamıştı.
15

Tuğrul Bey bu olaylar üzerine, imparatorun taarruzu yüzünden Doğu Anadolu


sınırlarında birikip sıkıntı çekmekte olan soydaşlarının önünü açmak için Anadolu’ya bizzât
sefer etmeye karar verdi. 1054 yılı başında büyük bir orduyla yola çıkan Tuğrul Bey,
önce Azerbaycân’da Revvâdî emiri Vehsudan ile Şeddâdî emiri Ebû’l-Esvâr’ı kendisine
tâbi kılarak arkasını emniyete aldı. Yoluna devamla Doğu Anadolu bölgesine giren Sultan,
Van Gölü civarındaki Bargiri (Muradiye) ve Erciş kalelerini fethetti. Buradan Malazgirt’e
gelen Tuğrul Bey’in, üç kola ayırdığı ordusunun bir kısmı Canik’ten Kafkaslar’a,
Tercan’dan Oltu’ya kadar olan bölgeyi yağmaladı. Bayburt’a kadar ulaşan diğer bir kol,
ücretli Frank askerler tarafından püskürtüldüğü için daha ileri gidemedi. Selçuklu ordusunun
üçüncü kısmı ise, Vanand (Kars)’da Ermeni Gagik’in ordusuyla iki tarafın da ağır
kayıplar verdiği bir savaşa girdi. Tuğrul Bey bunun üzerine ordusunu toplayıp Malazgirt’e
döndü ve kaleyi muhasara etti. Vasil adlı bir komutan idaresinde müdafaa edilmekte olan
Malazgirt bir ay boyunca şiddetle muhasara edilmesine rağmen alınamadı. Tuğrul Bey,
Selçuklu ordusunun muhasara araçlarının yeterli olmaması ve kışın yaklaşması üzerine ertesi
yıl yeniden gelmek kararıyla Malazgirt’ten ayrılmak zorunda kaldı.
Tuğrul Bey bu sefer sonucunda her ne kadar istediği sonucu alamadı ise de, İran ve
Horasan’da kendilerine yurt bulamayarak, devlet tarafından zorunlu bir şekilde Anadolu’ya
sevk edilen Türkmenlerin önünü, devletin bu konudaki siyasetine uygun olarak açmış oldu.

Abbâsî Halifeliği ile İlişkiler


Selçuklu ileri gelenleri, daha 1038’de devlet kurmak teşebbüsünde bulunduklarında;
Dandânakân’da kesin olarak devletlerini kurduklarında da Abbâsî halifesi el-Kâim
Biemrillah’a elçiler göndererek saltanatlarının onaylanmasını istemişlerdi.Halife bu istekleri
olumlu karşılamış; fakat Tuğrul Bey’e Türkmenlerin İran, Kirman, Irak, el-Cezire ve
Azerbaycân’a yayılıp İslâm ülkelerini istilâ etmelerinden duyduğu rahatsızlığı da iletmişti.
Selçukluların bu ilerleyişi sırasında küçük mahallî hânedanlar dışında, bölgedeki en önemli
muhatabı Büveyhoğulları idi.
Büveyhoğulları, 932-1056 yılları arasında Fars, Hûzistan, Kirman, Cibâl ve Irak
bölgesinde hüküm sürmüş olan Deylemli, şiî inanışlı bir hanedandır. Büveyhî emiri
Ahmed, 19 Aralık 945’de, Abbasî halifesi Müstekfî tarafından, Bağdad’daki
karışıklıkları bastırmak için davet edilip, emirü’l-ümeralığa tayin edildi. Fakat Ahmed,
Müstekfî’nin gözlerine mil çektirip onun yerine Muti’ Lillah’ı halife ilân etti. Abbasîler
bundan sonra Büveyhoğulları’nın baskısı altında varlıklarını sürdürmek zorunda
kaldılar. Büveyhoğulları, şiî olmalarına rağmen, tamamen kendi siyasî çıkarları
doğrultusunda, sünnî halifeliğin varlığını sürdürmesi için çalışmışlardır. Nitekim
bölgedeki diğer emirliklere karşı ve onların üzerinde halifeliğin nüfuzunu kullanarak
üstünlük sağlamakta idiler.
Daha önce şubeler hâlinde bulunan Büveyhoğulları, 1044 yılında Ebû Kâlicâr’ın
idaresi altında birleştiler. Bağdad’da onun adına hutbe okundu. Ancak aynı tarihlerde
Selçuklular da Kirman, Orta ve Batı İran’da Büveyhoğullarıı’nın topraklarına girmiş
bulunuyorlardı. Ebû Kâlicâr, başkenti Şîraz’ı tahkim etmekle birlikte, tehlikenin ne denli
büyük olduğunun farkına vararak, savaşmaktansa Tuğrul Bey’e tâbi olmayı yeğledi. Bu arada
Abbâsî halifesi, meşhur âlim Maverdî’yi Tuğrul Bey’e elçi olarak göndererek iyi idare ile
ilgili bazı tavsiyelerin yanısıra, Büveyhoğullarının topraklarına girmemesi ricasında da
bulunuyordu. Halife’nin aslında tahakkümünden bıktığı Büveyhoğulları lehine arabuluculuk
teşebbüsünün arkasında, iki hükümdarı birbirine karşı kullanmak suretiyle, kendi durumunu
kuvvetlendirmek siyaseti yatmaktaydı. el-Kâim Biemrillah’ın isteklerine olumlu cevaplar
veren Tuğrul Bey ise, Ebû Kâlicâr’a bir elçi göndererek Halife’ye karşı daha saygılı
davranmasını bildiriyor ve o da bir nevi hilâfetin koruyuculuğu rolüne soyunuyordu. Bu arada
Ebû Kâlicâr 1048’de ölünce yerine oğlu Melikü’r-Rahîm Hüsrev Firûz geçti. Bağdad’da
16

adına hutbe okundu. Fakat Büveyhî emirinin giderek artan baskısı, Bağdad’daki Türk
askerleri komutanı Arslan Besâsirî’nin tahrikleri ile, şehirde meydana gelen şiî-sünnî
çatışması ve gerginlik had safhaya çıktı. Halife bunun üzerine, İslâm Dünyası’nın en büyük
gücü durumunda olan Tuğrul Bey’i Bağdad’a davet etti. Fakat Sultan, 1045’den 1052 yılına
kadar aralıklarla dört defa tekrarlanan bu çağrıya, zamanlama kendi açısından uygun olmadığı
için hemen karşılık vermedi. Çünkü bu sırada İbrahim Yinal’ın isyanını henüz bastırmış;
ancak bu isyandan yararlanıp taarruza geçen ve göçebe Türkler’in Anadolu’ya girişini
engellemekte olan Bizans’a karşı sefere çıkmak zorunda kalmıştı.

Tuğrul Bey’in Birinci Bağdad Seferi


Tuğrul Bey nihayet Anadolu seferinden sonra (1054), Halife’ye bir elçi göndererek;
1. Hacca gitmek, 2. Peygambere hizmetle şereflenmek, 3. Hac yollarını eşkıyalardan
temizlemek, 4. Suriye ve Mısır kaçkınları (Fatimîler) ile savaşmak üzere Bağdad’a geleceğini
bildirdi. Ancak hatırlanacağı üzere, Halife’nin Selçuklu sultanını defalarca davet etmiş
olmasına rağmen bu yolculuk sırasında, elçilerin karşılıklı gidip gelmelerinden haberin
Bağdad’da korku ve telaşla sebep olduğu anlaşılmaktadır.Tuğrul Bey Bağdad’a yaklaşırken
yukarıda sözü edilen vaatlerini ve halifenin emrine uyarak geldiğini, böylece diğer
hükümdarlar arasında daha itibarlı bir mevkiye yükselmeyi, halifenin düşmanlarından
intikamını almak istediğini tekrar bildirmek zorunda kaldı.
Tuğrul Bey’in gelişinden önce Bağdad’da adına hutbe okunsa da şiî ahaliyi ve
Besâsirî’nin askerlerini, onun iyi niyeti konusunda ikna etmek mümkün olmadı. Nahrevan’da
Halifenin veziri tarafından karşılanan Tuğrul Bey, 19 Aralık 1055 tarihinde Bağdad’a geldi.
Halifenin tavsiyesine uyan Büveyhî emiri Melikü’r-Rahim de itaâtini bildirdi ve askerlerini
Bağdad dışına çekerek sultanın güvenini kazanmaya çalıştı. Büyük merasimle karşılanan
Tuğrul Bey, Büveyhîler’in idare merkezi olan darü’l-memlekeye yerleşti. Selçuklu askerleri
ise Bağdad dışında kurulan karargâhta bulunuyorlardı. Ancak ertesi gün alıveriş için şehre
giren Selçuklu askerlerinin saldırıya uğraması büyük bir çatışmaya dönüştü. Bu duruma çok
kızan Tuğrul Bey, karışıklıkları bastırdıktan sonra, Halife’den olayın sorumlusu olarak
gördüğü Melikü’r-Rahim’i kendisine göndermesini istedi. Sultan onu yakalatıp hapse atarak
hem onların 110 yıllık Bağdad hâkimiyetine; hem de Büveyhoğulları’na son verdi. Ancak
Halife Kâim Biemrillah, kendi beklentisinin aksine güç dengesinin bozulduğunu görerek
Tuğrul Bey’i, Melikü’r-Rahim’i serbest bırakmazsa Bağdad’ı terk etmekle tehdit etti.
Halife’ye bağlı olduğunu bildiren Tuğrul Bey, geri adım atmadığı gibi, olaylardan sorumlu
tuttuğu gûlam Türk askerlerinin iktalarına da el koyup kendi askerlerine dağttı. Hattâ
halifeliğin hazinesini Selçuklu devlet hazinesine naklederken, Bağdad’a da bir şahne tayin
etti. Halife çaresiz kendisine maaşlı olarak taktir edilen ödeneği kabul etmeye mecbur kaldı.
Daha sonra Halife’nin gelirlerinin arttırılması ve Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ile
evlendirilmesi (Ekim 1056) gerginliğin biraz olsun azalmasını sağladı.
Tuğrul Bey’in Birinci Bağdad seferinden sonra, Abbâsî Halifeliği
Büveyhoğullarının baskısından kurtulmuş oldu. Bununla birlikte, onların yerini Selçuklular’ın
aldığı açıklıkla görülmektedir. Aslında Halife, Tuğrul Bey’i varlık sebebi olan siyasî ve askerî
gücünü yeniden kazanmak umuduyla Bağdad’a çağırmıştı. Ancak bu gücü daha kudretli
birisine kaptırdığını gören Kâim Biemrillah hayal kırıklığına uğradı. Tuğrul Bey ise hilâfet
makamının islâm siyaset felsefesindeki yerini idrak etmiş olarak, kuruma dokunmayıp onu
yerinde bırak›yor; fakat aslında halifenin tüm yetkilerini de üzerine almış bulunuyordu.
Nitekim Tuğrul Bey Bağdad’da Selçuklu Devleti’nin herhangi bir vilâyetindeki gibi, adına
para kestirirken;Bağdad ve çevresinde halifeye ait olan topraklar doğrudan Selçuklu idaresine
girmiş bulunuyordu.
17

Ancak Tuğrul Bey’in gelişi üzerine Bağdad’dan kaçan Türk kuvvetleri komutanı
Arslan Besâsirî, Fatımî halifesi ile bölgedeki bir kısım şiî Arap emirlerin desteğini alarak
Selçuklular’a karşı mücadeleye başladı. Tuğrul Bey bunun üzerine Kutalmış ile Musul emiri
Kureyş’i ona karşı sefere gönderdi. Ancak Sincar yakınlarında meydana gelen savaşta ağır
kayıplar veren Kutalmış yenilip çekilirken; yaralanan Kureyş, Besâsirî’nin ordusuna katıldı
(1057 başı). Sincar halkı mağlup olan Selçuklu askerlerine türlü işkenceler ettiler. Musul’da
Fatımîler adına hutbe okundu. Tuğrul Bey bu durumda bizzât sefere çıkmak zorunda kaldı.
Yakutî ve Hezaresb’i de yanına alarak Besâsirî’yi takibe koyuldu. Besâsirî, Selçuklu
kuvvetleri karşısında tutunamayarak Mısır’a kaçtı. Tuğrul Bey, 1050 yılından beri kendi adına
hutbe okuttuğu, sözde itaât arz ettiği hâlde, bu olaylar sırasında şiîler lehine tavır alan
Mervanî emirinin üzerine yürüdü. Selçuklu ordusu Meyyâfârikîn (Silvan)’e gelince, Amid
(Diyarbak›r)’a çekilen Nasruddevle pek çok hediye ve para gönderip af diledi. Onun teklifini
kabul eden Sultan, yoluna devamla Sincar’a geldi. Sincar ahâlisi surlardan Selçuklu ordusuna
geçen sene öldürüp sakladıkları Oğuzlar’ın kesilmiş kafalarını atarak tahrike devam ettiler.
Bunun üzerine Selçuklu ordusu Sincar’ı hücumla aldı. şehrin emiri ile bu işkencelere
karışanlar şiddetle cezalandırıldı. İbrahim Yinal, Musul valiliğine atandı (Ocak 1058).
Sultan Tuğrul Bey Musul seferinden Bağdad’a dönüşünde muhteşem bir törenle
karşılandı. Sultanın isteği üzerine halife ile ilk buluşma vukû buldu. Zira bundan önce bir yıl
kadar Bağdad’da kaldığı hâlde Halife ile görüşme olmamıştı. Bunun en önemli sebebi hiç
şüphesiz, Kâim Biemrillah’ın, Selçuklu sultanın kendisine tayin ettiği statüden duyduğu
rahatsızlık idi. Ancak Besâsirî tehlikesinin uzaklaştırılmış olmasından memnun olan Halife,
Tuğrul Bey’e bu parlak karşılama töreninde “Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı ”, “Dinin
direği ” ve “Halife’nin ortağı”gibi unvanlar vermenin yanında taç giydirip, altın kılıç
kuşatmak suretiyle de onurlandırıldı.

Arslan Besâsiri,
Büveyhîler’in son döneminde yaşamış olan Türk asıllı meşhur bir gûlam komutandı.
Büveyhî emiri Hüsrev Fîruz zamanında Bağdad askerî valiliğine tayin edilmişti. Tuğrul
Bey’in Bağdad seferi sırasında meydana gelen olaylarda
önemli roller oynadı ve bu uğurda hayatını kaybetti.
Şahne Selçukulular zamanında Bağdad başta olmak üzere, önemli şehirlere tayin
edilen, emrinde bir garnizon da bulunan askerî-merkez valisi idi. Daha sonraki dönemlerde
görev alan daralmakla birlikte, Selçuklular zamanında, özellikle de Bağdad şahneliği çok
önemli bir görevdi.

İkinci Bağdad Seferi


Ancak çok geçmeden İbrahim Yinal isyan düşüncesiyle, Cibâl’e gitmek üzere
Musul’dan ayrıldı. Bunu fırsat bilen Arslan Besâsirî ve Kureyş, Musul’u kuşattılar. Şehri dört
ay kadar savunan Erdem ve Aytekin, sonunda yiyecek kıtlığı sebebiyle Musul’u terk etmek
zorunda kaldılar. Tuğrul Bey yeniden Musul seferine çıktı. Kureyş ve Besâsirî karşı
koyamayacaklarını anlayıp şehri tahrip ederek kaçtılar. Sultan onları takip ederken, kardeşi
İbrahim Yinal’ın bir kere daha isyan etmiş olduğu haberi geldi. Fatımî halifesinin, Hemedan’ı
ele geçiren bu Selçuklu şehzâdesine daha Musul’da bulunduğu sırada, saltanatını onaylamayı
vaat ettiği kaydedilmektedir. Böylece Selçuklu kuvvetleri düşmanlarının plânlarına göre
bölünmüş oldu. Nitekim Tuğrul Bey’in İbrahim Yinal’ın arkasından gitmesi, Besâsirî ve
Kureyş’e Bağdad’ı istilâ etmek imkânı verdi (28 Aralık 1058). Beyaz şiî bayrakları ile şehre
girip, Fatımî halifesi adına para bastırıp hutbe okuttular. Selçuklu Devleti’nin Bağdad valisi
öldürüldü. Bu durum Irak’ta Selçuklu idaresinin çöktüğü anlamına geliyordu. Hattâ Halife el-
Kâim Biemrillah esir alındı. Kureyş onu bir yıllık esareti süresince el-Hadisâ’da gözetim
altında tuttu.
18

Tuğrul Bey, büyük sıkıntılara sebep olan İbrahim Yinal isyanını bastırdıktan sonra,
ikinci Bağdad seferi için yola çıktı. Daha yolda iken Kureyş’e bir mektup göndererek
Halife’nin serbest bırakılmasını, halifenin eşi Hatice Arslan Hatun’u da kendisine
göndermesini istedi. el-Kaim Biemrillah, Kureyş tarafından serbest bırakılınca karşılığında
Besâsirî’nin karısı ve çocukları Salıverildi. Sultan’ın yaklaşmakta olduğu haberi üzerine
Besâsirî hemen Bağdad’dan çekildi. Tuğrul Bey, Halifeyi Nahrevan’da karşıladıktan sonra,
Ocak 1060’da birlikte Bağdad’a girdiler. Tuğrul Bey’in büyük saygı gösterileri arasında
yeniden tahtına oturttuğu Halife ise, ona kendi kılıcını kuşandırarak minnettarlığını bildirdi.
Sultan, Bağdad’daki karışıklıkları bastırdıktan sonra büyük komutanlar idaresindeki
muazzam bir ordu ile Basâsirî’yi yakalamak için sefere çıktı. Şiddetle takip edilen Besâsirî,
Suriye’ye kaçacağı sırada vurulan atından düşerek yakalandı. Kendisi ve pek çok askeri
öldürüldü, kesilen başı Bağdad’da teşhir edildi. Tuğrul Bey böylece sünnî halifelik için büyük
bir tehdit oluşturan bu meseleyi halledip Bağdad’a döndüğünde, resmî olarak da, halk
tarafından da büyük sevgi ve saygı gösterileri ile karşılandı (Mart 1060). el-Kâim Biemrillah
ona hilatler giydirip onuruna büyük bir ziyafet düzenledi. Tuğrul Bey, Besâsirî’nin işgâli
sırasında ve sonraki çatımalarda büyük yıkım yaşayan Bağdad’ın imarını emretti. Irak
şehirlerine yeni yöneticiler tayin etti. Böylece bölgede Selçuklu idaresi yeniden ve daha güçlü
bir şekilde kurulmuş oldu.
Tuğrul Bey’in Halife’nin Kızı ile Evlenmesi
Bu devirde siyasi ilişki kurmanın veya mevcut ilişkileri güçlendirmenin başlıca
yollarından birisi, diplomatik evliliklerdi. Tuğrul Bey ve diğer hanedan mensupları
fethettikleri ülkelerin emirleri veya komşu hükümdarlarla bu tür evlilikler
gerçekleştirmişlerdir. Örneğin Tuğrul Bey Harizm’i fethettiklerinde, Harizmfşâh’ın dul karısı
Altuncân Hatun ile evlenmişti. Bağdad seferi sırasında Sultan’ın yanında bulunan bu Hatun,
ölümünden önce (1060 yılı sonu), Sultan’a “Dünya ve âhiret şerefine nail olması için”
Halife’nin kızı ile evlenmesini vasiyet etmişti. Tuğrul Bey, muhtemelen daha önceden
kararlaştırmış olduğu üzere, Rey kadısına Halife’ye elçi olarak gönderip kızıyla evlenmek
istediğini bildirdi. Fakat Abbâsoğulları kızlarının yabancılarla evlendirilmesi âdeti olmadığı
gerekçesiyle teklif reddedildi. Ancak Tuğrul Bey vazgeçmek niyetinde değildi. Veziri
Amidülmülk Kündürî başta olmak üzere, pek çok ileri gelen kimse Halife nezdinde, meseleyi
çözmek için elçilik görevinde bulundu. Hattâ din âlimleri de şeri bakımdan konuyu münakaşa
ettiler. Halife bir ara, sultanı oyalamak niyetiyle şartlı olarak olumlu cevap verdikten sonra
vazgeçti. Bunun üzerine Tuğrul Bey, fiilî hâkimiyetinin doğal sonucu olarak gördüğü bu
evliliğe razı gelmeyen halifenin ve adamlarının tüm iktalarına ve tahsisâtlarına el koydurdu.
Nihayet iki yıldan fazla süren bu gerginlik, halifenin çaresiz Tuğrul Bey’e boyun eğmesi ile
sona erdi. Nikâhı daha önce vekiller aracılığı ile Tebriz’de kıyılmış olan Sultan, 1063 yılı
başında düğün için Bağdad’a hareket etti. 18 şubat’ta başlayıp bir hafta süren bu muhteşem
Türk düğününün anısına, üzerinde Tuğrul Bey’in kabartma resminin ve hâkimiyet sembolü
olan ok ve yay işaretlerinin bulunduğu hatıra bir madalyon da basıldı. Gelini alıp Rey’e dönen
Tuğrul Bey, bu evlilik yoluyla halifelik kurumu üzerinde, el-Kâim Biemrillah’ın
kabullenmekte güçlük çektiği statüsünü pekiştirmiş oldu.

ŞEHZÂDE İSYANLARI
Yarı göçebe hayat tarzına uygun olarak örgütlenen Bozkırlı Türk Devleti’nin, sık sık
taht kavgaları ile sarsılıp hanedân değişikliklerine ve zaafa sebep olan bazı idarî gelenekleri
vardı. Bunlardan biri, arkalarında binlerce insan gücünün desteği olan boy beylerinin, boylar
birliği esasına göre kurulan devlet nezdindeki temsil güçleri dolayısıyla, mevcut birliği bozup
yenisini yapabilecek ağırlığa sahip olmaları idi. Bahsedilen yapının da beslediği ikinci bir
mesele ise, hanedanın bütün erkek mensuplarının tahtta hak sahibi oldukları anlayış idi. Bu
iddianın dayanağı ise, daha önce de söz edildiği gibi, Tanrı tarafından yeryüzünü idare
19

etmekle görevlendirilmiş olan Türk kağanına bu lütfun bir işareti olarak verildiği kabul edilen
“Kut” anlayışı idi. Tanrı tarafından kağana bahşedilmiş olan bu özel güç kaynağının, kan
yoluyla geçtiğine inanıldığı için, kağanın soyundan gelen her erkek fert böyle bir hak
iddiasında bulunabilmekteydi. Bu uğurda mücadeleye giren hanedân mensupları, ihtiyaç
duydukları askeri ise devleti teşkil eden boylardan sağlamakta idiler. Türk Devleti’nde ölen
hükümdarın yerine, büyük veya küçük oğlun geçmesi gibi bazı uygulamalar bulunmasına
rağmen, Kut inancı dolayısıyla iyi işleyen bir verâset hukuku oluşmamıştır. Sultan Melikşah
dönemine kadar, büyük ölçüde bozkırlı devlet özelliklerini yaşatan Selçuklular da, doğal
olarak aynı gelenekleri sürdürdüler. Bununla birlikte çok meşakkatli bir kuruluş serüveni
yaşamış olan Selçuklu ailesi, Dandânakân’dan sonra toplanan kurultayda bunun değerinin
farkında olarak aralarındaki dayanışmayı bozmamak üzere sözleşmişlerdi. Ancak aynı
kurultayda ortaya konulan yapılanma modeli, o gün değilse bile daha sonra emsâl
gösterilerek, yeni mücadelelere kapı aralayacak türden bir uygulama idi. Türk Tarihi’nde daha
önce örneği olmayan bir şekilde, Çağrı Bey ile Musa Yabgu’ya bugün kesin olarak
bilmediğimiz sebeplerden ötürü tanınan hükümranlık hakkı, bir ölçüde bu tür çatışmalara
zemin hazırlamıştır. Ancak bu mücadelelerin sebebinin, ülkenin hânedanın ortak malı
sayılması dolayısıyla, adetâ toprakların paylaştırılması olduğu şeklindeki yorumlar çok
isabetli değildir. Çünkü bu taht kavgalarına katılanların neredeyse tamamı, kendisi için ayrı
bir hâkimiyet alanı açmayı değil; doğrudan tahtı ele geçirmeyi hedeflemişlerdir. Nitekim
içlerinden bunu başarıp tahta geçenlerin hiç birisi ne ülkeyi birileri ile paylaşmıştı; ne de
kendisine karşı bir taht mücadelesi olduğunda “ülke hânedanın ortak malıdır” demeyip
böldürmemek için mücadele etmişlerdir. Zira Türk Devleti’nde Mete Han döneminden beri
merkeziyetçi bir yapı hedeflenmiştir. Siyasî ve idarî bazı zaafların etkisiyle zaman zaman ülke
toprakları ve siyasî iktidar parçalansa da, bölenin meşrû sayılmadığını, bunun olağan dışı bir
durum olduğunu unutmamak gerekir.
Türk Tarihinde örneği olmadığı daha önce de ifade edilen, Tuğrul Bey’in
saltanatı dışında Çağrı Bey ile Musa Yabgu’ya tanınan hakların, yani müstakil olarak
hüküm süreceği topraklar ve kendi adına para kestirmek, hutbe okutmak gibi yetkileri
hâiz bir idarî yapılanma örneği ile karşılaşmaktayız. Oysa Tuğrul Bey’in maiyetinde
kalarak batı yönünde devletin daima önünü açan fetihleri gerçekleştiren Kutalmış ile
İbrahim Yinal, benzer imtiyazlardan mahrum kalmışlardı.

İbrahim Yinal’ın İsyanları


İbrahim Yinal ilk kurultayda başka bazı hanedan mensupları ile birlikte, fetihlerin
genişletilmesi göreviyle Tuğrul Bey’in maiyetinde yer almıştı. Bu çerçevede devletin ilk iki
başşehri Nişabur ve Rey dâhil olmak üzere, Irak-ı Acem (Cibâl) bölgesi İbrahim Yinal
tarafından fethedilmişti. Ancak Tuğrul Bey bu fetihlerden sonra bu toprakları ona
bırakmamıştı. Bir yanda Çağrı Bey, Musa Yabgu ve Kavurt Bey örnekleri varken, İbrahim
Yinal ve Kutalmış gibi hanedan üyeleriyle ilgili tutumu, Tuğrul Bey’in hiç olmazsa kendi
sahasında kuvvetli bir merkeziyetçi yapı oluşturmak istemesi ile açıklanabilir. Ayrıca her
ikisinin de, tahta çok yakın kudretli şahsiyetler oldukları için kontrol altında tutulmak
istendiği söylenebilir. İbrahim Yinal bu uygulamadan duyduğu rahatsızlını, Pasinler
(Hasankale) Zaferi dönüşünde açıkça ortaya koydu. Sultan’ın bu büyük zafer için şükran
ifadesi olarak kendisine vermek istediği 400.000 dinarı kabul etmeyerek, fetih hakkı olarak
toprak istedi. Hemedan ve Cibâl’in diğer şehirlerini hâkimiyetine alma isteği, şüphesiz Tuğrul
Bey’in hedefleri ile çatışmakta idi. İbrahim Yinal’in bu şehirleri teslim etmesi yolundaki
talebi reddetmesi onu Sultan ile karşı karşıya getirdi. Bu arada kestirdiği iki parada Tuğrul
Bey’in adının olmaması bir başkaldırının işareti olmalıdır. Neticede Hemedan önünde
meydana gelen savaşta İbrahim Yinal ağabeyisine yenildi (1050). Tuğrul Bey devletin
kuruluşunda büyük hizmetleri olan kardeşini affetmekte tereddüt etmedi. Hattâ onu, ikta
20

edeceği yere gitmek veya yanında kalmak konusundaki seçimde serbest bıraktı. İbrahim Yinal
güven tazelemek ve daha fazla şüphe çekmemek için sultan’ın hizmetinde kalmayı yeğledi.
Bundan sonra bir dönem artık adı sık geçmeyen İbrahim Yinal, 1055 yılında Bağdad
seferi sırasında yeniden Tuğrul Bey’in hizmetinde sahneye çıkar. Bununla birlikte Besâsirî’ye
karşı yardıma çağırıldığnda ağır davrandığı ve ikta toprağı istediği de bilinmektedir. Tuğrul
Bey’in ona, Besâsirî’ye ait Rahbe’yi alırsa kendisine ikta edeceği vaadi İbrahim Yinal’ı
hoşnut etmedi. Nitekim Sultan böyle kritik bir zamanda mesele çıkmaması için ona Musul
valiliğini verdi. Yine de Tuğrul Bey Bağdad’a döndükten sonra Musul’dan ayrılıp Cibâl’e
gitmeye yeltendi. Halife ve Tuğrrul Bey’in araya girmesiyle geri döndü. Besâsirî-Fatimî
tehlikesine rağmen Musul’dan izinsiz ayrılmaya kalkışması isyan olarak algılanmıştır. Ancak
kritik şartlar düşünülerek üzerine gidilmedi ve kalmaya ikna edildi. Bu durum Besâsirî ile
Kureyş’in Musul’u kuşatmasına fırsat verdi ve dört ay sonra şehir düştü. Tuğrul Bey sefere
çıkarak ikinci defa Musul’u kurtardı. Fakat İbrahim Yinal’ın Fatımî halifesi ve Besâsirî ile
bağlantı halinde Cibâl’e gitmekte olduğunu haber alınca takipten vazgeçerek Hemedan’a
doğru yola çıktı. Cibâl’e varan İbrahim Yinal, durumunu güçlendirmek için Türkmenler’den
asker toplarken, kuvvetlerinin bir kısmını da şiî taarruzuna karşı Irak’ta bırakmış olan Tuğrul
Bey, daha az bir kuvvetle ondan önce Hemedan’a ulaştı. Fakat kardeşi Ertaş’ın oğulları
Ahmed ile Muhammed’in de desteğini alan İbrahim Yinal, Tuğru Bey’i Hemedan yakınında
yenilgiye uğrattı. İç kaleye çekilen ve dört ay kadar süren muhasara boyunca çok kritik günler
geçiren Sultan, Bağdad’a eşi Altuncân Hatun ve veziri Amidülmülk Kündürî’ye ve Çağrı
Bey’in oğullarına acil yardım çağrısında bulundu. Başta Hatun ve Çağrı Bey’in oğulları
Kavurt, Alp Arslan ve Alp Sungur Yakutî’nin yetişmesi üzerine İbrahim Yinal kuşatmayı
kaldırıp savaşarak çekilmek zorunda kaldı. Nihayet Rey şehri önlerinde meydana gelen son
savaşı kaybetti ve Alp Arslan tarafından yakalandı. İbrahim Yinal, bir yandan Tuğrul Bey ve
saltanatı için arz ettiği ciddi tehlike ve Selçuklular’ın takip ettiği sünnî siyasetin tersine
Fatımîler’le işbirliğine girişmesi sebebiyle bu defa affedilmeyip bertaraf edildi. İki yeğeni ile
birlikte yay kirişi ile boğdurulmak suretiyle öldürüldü (23 Temmuz 1059).
İbrahim Yinal ve daha sonra başka Selçuklu şehzâdelerinin de zaman zaman
Fatımî ve şiîlerle işbirliği teşebbüslerinin inanç tercihleri ile ilgili olduğuna dair bilgi
bulunmamaktadır. Bu durum Selçuklu sultanına ve dolayısıyla onun himayesinde
bulunan sünnî halifeye Karşı girişilen isyan hareketlerinde, siyasî şantaj ve restleşme
aracı olarak kullanılmıştır.

Kutalmış’ın İsyanı
Kutalmış hatırlanacağı üzere, Selçuk Bey’in Arslan Yabgu’dan olan torunu idi.
Babası Gazneli Mahmut tarafından Kalincâr kalesine hapsedildikten sonra, Yabgulu
Oğuzlar’ın aksine Çağrı ve Tuğrul Beyler’e katılmayı tercih etmişti. Devletin kuruluşu ve ilk
fetihler sırasında da yaptığı büyük hizmetlerle öne çıktı. O da İbrahim Yinal gibi, doğrudan
Sultan’ın maiyyetinde olup, kendine ait bir hâkimiyet alanı yoktu. Kutalmış da Bağdad seferi
sırasında Tuğrul Bey’in yanında bulunuyordu.Hattâ 1057 yılı başında Besâsirî’yle girdiği
savaşta yenilmiş bu yüzden sultan tarafından tekdir edilmişti. Tuğrul Bey’in bu yüzden Musul
seferine çıktığı aynı yıl içerisinde, Kutalmış’ın kardeşi Resûl Tegin Huzistân civarında bir
isyana kalkıştı. Ancak bu hareket kolaylıkla bastırıldı.
Kutalmış’ın bu olaydan sonra, 1058 yılı başında Bağdad’da Tuğrul Bey adına
yapılan törenler sırasında hâlâ onun yanında olduğu tespit edilmektedir. Kaynaklarda fazla
bilgi bulunmamakla birlikte, Kutalmış’ın da, kardeşi Resul Tegin’in de 1058 yılı sonunda
isyan eden İbrahim Yinal ile işbirliği hâlinde oldukları anlaşılmaktadır.Nitekim Çağrı Bey’in
oğulları dışındaki hanedân üyelerinin bir şekilde memnuniyetsizler tarafında yer aldıkları ve
zaman içerisinde etkisiz hâle getirildikleri görülecektir. İbrahim Yinal’ın öldürülmesinden
sonra da kardeşiyle birlikte mücadeleye devam eden Kutalmış, yenilince (Mayıs 1061)
21

Cibâl’de Girdkûh kalesine sığındı. Kutalmış bu sırada halifenin kızıyla evlenme meselesiyle
meşgûl olan Tuğrul Bey’in Humartekin komutasında gönderdiği kuvvetleri bozguna uğrattı.
Bunun üzerine meseleyi halletmek görevi vezir Amidülmülk Kündürî’ye verildi. İki yıla
yakın bir süre kuşatma altında kalan ama teslim de olmayan Kutalmış, sonunda anlaşma
istemeye mecbur kaldı (Haziran 1063). Ancak Tuğrul Bey’in ölüm haberi gelince vezir
aceleyle Rey’e döndü. Kutalmış bunun üzerine Tuğrul Bey’in yerine tahta geçmek amacıyla
mücadeleye devam etti.
Tanrı vergisi bir lütûf olan kut dolayısıyla, hanedan mensuplarının mukaddes sayılan
kanlarının akıtılması yasaktı. Bu yüzden şehzâdeler öldürülürken, hâkimiyet sembolü olan
kendi yaylarının kirişi ile boğdurulurlardı. Aynı gelenek Moğollar’da da mevcut idi. Kaynak:
Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Fuat Köprülü, “Türk ve Moğol Sülâlelerinde Hanedân
Âzasının idamında Kan Dökme Memnuiyeti”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, I (1944), 1-9.

DİĞER OLAYLAR
Burada kısaca Tuğrul Bey’in hâkimiyet alanı dışında, yani Çağrı Bey ve Musa
Yabgu’nun idaresinde kalan bölgelerde meydana gelen olaylar sözkonusu edilecektir. Devlet
kurulurken Merv’den Nişabur ve Herat sınırına kadar Horasan’ın önemli bir kısmı kendisine
verilen Çağrı Bey’in, büyük oğul olmasına rağmen; taht konusunda çok sevdiği ve çocuğu
olmayan kardeşi lehine fedakârlıkta bulunduğu söylenebilir. Tuğrul Bey’in yerine kendi
oğullarının geçeceği ve kurultayda elde ettiği imtiyazlı konum da bu kabulü kolaylaştırmış
olmalıdır. Çağrı Bey’in merkezi Belh şehri olan Toharistan’ı ele geçirmesinden sonraki en
önemli faaliyeti, 1043 yılında Tuğrul Bey’le birlikte Harizm’i zabt etmeleridir. Daha sonra
Toharistan meliki olan oğlu Alp Arslan ile Ceyhun’u alıp Tirmiz’i ele geçirince Karahanlılar
ile anlaşmazlığa düştüler. Karahanlı Tamgaç İbrahim Han, Halife nezdindeki şikâyetinden bir
sonuç alamadı. Çünkü Halife zaten Selçuklular’ın denetimi altında bulunuyordu. Çağrı Bey’in
başlıca rakibi Gazneliler idi. Dandânakân’dan sonra bir çırpıda büyük topraklar kaybedilmiş
olmasına rağmen; Sultan Mesud’un yerine geçen oğlu Mevdud’un kısa saltanatı zamanında
Gazneliler Selçuklular’a karşı oldukları yerde tutunma imkânı elde ettiler. Bundan sonraki
Selçuklu-Gazneli savaşları sonuçsuz sınır çatışmalarına dönüştü. 1059 yılında Gazne sultanı
İbrahim b. Mesud zamanında, Selçuklular’la Hindikuş Dağları’nı sınır kabul eden ve evlilik
yoluyla münasebetleri iyileştiren bir barış anlaşması imzalandı.
Çağrı Bey’in Kirman’a tayin edilen oğlu Kara Arslan Kavurt da, günümüze kadar
ulaşan paralarından anlaşıldığına göre, babasına tâbi bulunuyordu. 1059 yılında 70 yaşı
civarında vefat eden Çağrı Bey’in topraklarının idaresi oğlu Alp Arslan’a intikal etti. Ancak
Tuğrul Bey, İbrahim Yinal isyanını bastırdıktan sonra, onun oğulları ile ilgili tayinler yaptı ve
Alp Arslan’ı da doğrudan kendisine bağladı. Buradan da Tuğrul Bey’in Dandânakân’dan
sonra yapılan merkeziyetçiliğe aykırı bölüşümden ilk fırsatta geri dönmek istediği açıkça
anlaşılmaktadır.
Çağrı Bey’in münasebette bulunduğu diğer bir isim amcası Musa İnanç Yabgu idi.
Kuruluş sürecinde Selçuk Bey’in hayattaki en büyük oğlu olmak bakımından yeğenlerinden
daima saygı görmüştü. Kurultayda da Herat merkez olmak üzere Gazneliler’den zabt edeceği
toprakların hâkimiyetini ve kendi adına para basma hutbe okutma yetkilerini içeren imtiyazlı
bir konum elde etmişti. Nitekim Musa İnanç Yabgu önce Herat’, arkasından Sistân’ı ve
Büst’ü ele geçirdi. Oğlu Böri ile yeğeni Ertaş onun tâbileri idiler. Fakat yaşının ilerlemiş
olması onun hanedânın diğer mensuplarının, özellikle de Çağrı Bey kolunun baskısına
uğramasına sebep oldu. Nitekim 1056 yılında Çağrı Bey’in amcasının toprağı olan Sistân’a
girmesi, ancak Tuğrul Bey’in sert müdahalesi ile önlenebilmişti. Hâkimiyet alanı giderek
22

daralmakla birlikte, Tuğrul Bey öldüğünde hayatta olan Yabgu, taht mücadelesine girmekten
de geri kalmamıştır.
Tuğrul Bey’in Ölümü
Tuğrul Bey, uğrunda yıllarını harcadığı Halife’nin kızı Seyyide Hatun ile evlendikten
sonra, onu Bağdad’dan götürmeyeceğine dair söz vermiş olmasına rağmen, gelini de alarak
başkenti Rey’e döndü. Daha önce de öldüğü şeklinde dedikodulara sebep olacak kadar
hastalıklar geçirmiş olan Tuğrul Bey’in buna rağmen hiçbir ilaç kullanmadığı
kaydedilmektedir. Rey’e dönünce, son yıllardaki sürekli yorgunluk ve sıkıntıların da etkisiyle
yeniden hastalandı. Sürekli burnu kanayan Sultan, havasının iyi geleceği düşüncesiyle Rey’e
bağlı bir köye götürüldü. Ancak ağırlaşıncataht-ı revanla, Rey dışındaki yazlık saraya
nakledildi ve 4 Eylül 1063 Cuma günü 70 yaşında iken vefat etti.
Hastalığı ağırlaşınca, Çağrı Bey’in ölümünden sonra evlendiği onun dul hanımından
olan yeğeni ve üvey oğlu Süleyman’ı veliaht tayin etti. Geçici olarak saraya defnedilen Tuğrul
Bey, Alp Arslan tarafından Rey’de Künbed-i Tuğrul’a nakledildi. Kaynakların üstün
vasıflarıyla methettiği Tuğrul Bey, gerçekten de milletini bir boy teşkilâtından, belki dedesi
Selçuk Bey’in de hayali olan bir imparatorluğa yükseltti. Bundan daha da önemli olarak,
soydaşlarının en hayati ihtiyacı olan yeni bir yurdun kapılarını araladı. Tuğrul Bey şüphesiz
üstün askerî, siyasî ve insanî vasıfları ve hâlen yaşamakta olan büyük eseri ile tarihe mâl
olmuş eşsiz bir şahsiyetti. “Kendime bir saray yapar da yanına Allah’ın evini inşa etmezsem
utanırım” diyecek kadar dindar bir insan olan Tuğrul Bey, âlimlere de büyük saygı gösterirdi.
23 yıl süren yorucu saltanatı boyunca Bağdad’da Tuğrul Beg şehri, başka şehirlerde cami,
medrese, saray gibi pek çok eser de inşa etmiştir.
SELÇUKLU
ALP ARSLAN’IN TAHTA ÇIKMASI
Taht Mücadeleleri
Hatırlanacağı üzere Tuğrul Bey, 1063 yılında vefat ettiği zaman kendi çocuğu
olmadığından, annesiyle evli bulunduğu Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ı veliaht tayin etmişti.
Bu sırada Girdkûh’da Kutalmı’la savaşmakta olan vezir Amidülmülk Kündürî, sultanın
vefatını haber alır almaz Rey’e döndü. Süleyman’ı tahta çıkarıp adına hutbe okuttu. Askerin
yeni hükümdara itaâtini sağlayabilmek için onlara pek çok ihsanda bulundu. Ancak isyanı
henüz bastıramamış olan Kutalmış başta olmak üzere, büyük amcaları Musa Yabgu ve Çağrı
Bey’in diğer oğuları da taht uğrunda mücadeleye hazır idiler. Gerçekten de daha Sultan’ın
hastalığı ağırlaşıp öldüğü şayiaları yayıldığı zaman bile, Alp Arslan tahtı ele geçirmek üzere
harekete geçmişti. Tuğrul Bey’in hayatta olduğunu öğrenince geri dönmüştü. Vezir
Amidülmülk, Süleyman’ın başlıca rakibi olarak Alp Arslan’ı görüyordu. Nitekim Alp Arslan,
Toharistan meliki olarak babasının hizmetinde bulunduğu sırada, Karahanlı ve Gazneliler’e
karşı kazanılan başarılarda, İbrahim Yinal isyanında büyük hizmetlerde bulunmuştu. Çağrı
Bey de, daha sağlığında liyakâti dolayısıyla idareyi fiilî olarak ona bırakmıştı. Vezir Kündürî
bu durumun bilincinde olarak Alp Arslan’a, bir elçi ve kendi el yazısıyla bir mektup gönderdi.
Mektupta Süleyman’ın saltanatının Tuğrul Bey’in isteği olduğundan buna rıza göstermesi
gerektiğini, bu tarafa gelmesi hâlinde kendisine ait olan Horasan ve Harizm’in sahipsiz
kalacağını, eğer istiyorsa para gönderebileceğini; aksi takdirde üzerine kuvvet sevk edileceği
bildiriliyordu. Bu tehditleri ciddiye almayan Alp Arslan, bu karışıklardan yararlanıp isyan
eden Huttalân ve Çağaniyân emirleri üzerine sefere çıkarak onları bertaraf etti. Topraklarını
da doğrudan Selçuklu idaresine bağladı.
Alp Arslan, Kutalmış’ın hareketinden de haberdar olmakla birlikte önce, bu sırada
tahtı ele geçirmek için harekete geçen, büyük amcaları İnanç Yabgu’nun üzerine Herat’a
yürüdü. Yenilgiye uğratıp teslim aldığı Yabgu’yu, büyük hürmet göstermekle birlikte yerine
iade etmeyerek yanında alıkoydu. Böylelikle Alp Arslan daha tahta çıkmadan önce devletin
doğudaki topraklarını, asi emirleri ortadan kaldırıp, Yabgu’nun hâkimiyetine son vermek
23

suretiyle merkezi idareye bağlamış oluyordu. Diğer yandan Arslan Yabgu’nun oğlu olmak
hasebiyle, kendisini tahtta öncelikli hak sahibi olarak gören Kutalmış, kardeşi Resûl Tegin ve
kendilerine bağlı Türkmen kuvvetlerince desteklenen 50.000 kişilik ordusuyla, süratle Rey
üzerine hareket etti. Vezirin İnanç Bey komutasında üzerine gönderdiği kuvvetleri perişan
etti. Bundan sonra payitahta girip saltanatını ilân etti (Kasım 1063). İç kaleye sığınan vezir
Amidülmülk, Kutalmış’la ancak Alp Arslan’ın baş edebileceğine kanaât getirerek, ona acil
yardım çağrısında bulundu. Vezirden Rey’i terk etmemesini isteyen Alp Arslan, Musa Yabgu
meselesini hâlleder etmez Rey’e doğru harekete geçti. Bu sırada Yunus Yinal’ın oğulları
Erdem ve Erbasgan Kazvîn’de Alp Arslan adına hutbe okuttular. Kutalmış, Alp Arslan’ın
Nişabur’a vardğını öğrenince, iki ordu arasında kalmamak için Rey’den çıkarak ona doğru
ilerledi.
Kutalmış, Alp Arslan’ın kendisine bu mücadeleden vaz geçmesi için yaptığı çağrıyı,
saltanatın babasından dolayı öncelikle kendi hakkı olduğunu söyleyerek geri çevirdi. Bu
durumda savaş kaçınılmaz oldu.Damgân civarında Milh vadisinde iki Selçuklu flehzâdesinin
orduları karşı karşıya geldi. Kutalmış’ın Alp Arslan’ın ordusunun hareketini zorlaştımak için
bölgeyi bataklığa çevirmesi işe yaramadı. Bugünün kendisi için uğursuz olduğuna inanan
Kutalmış’ın savaşı geciktirmesi de mümkün olamadı. Sonunda iki ordu arasında vukû bulan
meydan savaşında Kutalmış yenildi ve hayatını kaybetti. Kardeşi, oğulları Süleymanşah ve
Mansur esir edildiler. Kutalmış’ın ölümüne ağlayıp üzülen ve yasını tutan Alp Arslan, onu
Rey’de Tuğrul Bey’in yanına defnettirdi. Kutalmış’ın bertaraf edilmesine bakan Süleyman
ise, ağabeyi Alp Arslan’a direnemeyeceğini anlayarak Şiraz’a çekildi. Vezir zaten Alp
Arslan’ın tarafına dönmüş bulunuyordu. Alp Arslan 23 Ocak 1064 tarihinde, başkent Rey’e
girip tahta oturdu. Kutalmış olayını göz önüne alarak mücadeleye girmeyen Kavurt Bey de,
geri dönerek Kirman’da Alp Arslan adına hutbe okuttu. Vezir Amidülmülk Kündürî, Alp
Arslan’ın melik iken de veziri olan Nizamülmülk’ün tahrikleri sonucunda önce azledildi.
Ardından taht mücadeleleri sırasında yaptığı harcamalar yüzünden suçlanarak malları
müsadere edildi. Bir süre sonra da idam edilmek suretiyle hayatını kaybetti.
Abbasî Hâlifesi ile İlişkiler
Tuğrul Bey’in öldüğü haberi Bağdad’a ulaştığında, Halife’nin veziri yas ilân edip
taziyeleri kabul etti. Bununla birlikte el-Kaim Biemrillah,Selçuklular’la yapılmış olan
anlaşmayı Tuğrul Bey’in hayatıyla sınırlı sayarak hutbeden onun adını çıkardı. Ayrıca
Selçuklu devletine tâbi olan bölge emirlerini, Selçuklu idaresinden kurtulmak konusunda
istişare etmek üzere Bağdad’a çağırdı. Halife bununla da yetinmeyerek, Selçuklular’ın Irak
umumî valisi (amîd) olan Ebû Said Kainî’ye, Tuğrul Bey öldüğüne göre görevinin sona
erdiğini bildirdi. Bunun üzerine Bağdad’da oturmakta olduğu sarayı surlarla tahkim eden
amîd, Selçuklu sarayı önünde nevbet çaldırmaya devam ederek, bir süre halifeye karşı
direndi. Selçuklu Devleti’nin diğer görevlileri de, kendilerini güvende hissetmedikleri için
onun etrafında toplandılar. Halife, Selçuklu idaresinden kurtulmak için, Irak’taki Selçuklu
görevlilerini kastederek,din adamlarından Müslümanların emirinin iradesine, yani halifeye
karşı koyanlarla savaşılması gerektiğine dair bir fetva aldı. Hattâ başlıca görevi vergi
toplamak olan amîdi tutuklayıp bu zaman içerisinde topladığı vergileri de geri aldı.
Bununla birlikte Halife, Ba¤dad’a gelen mahallî emirlerden umdu¤unu
bulamadı.Hattâ Musul emiri Müslim b. Kureyş’in Selçuklu sarayını ve Bağdad’ı istilâ
girişimi, ancak diğerlerinin karşı koyması ile önlenebildi (Aralık 1063). Müslim’in bu
teşebbüsü, siyasî ve askerî gücü büyük ölçüde zaafa uğramış olan halifeliğin bu tür
müdahalelere müsait hale geldiğini gösteriyordu. Yani Musul emiri de tıpkı Selçuklular gibi,
Halife’yi kendi denetimi altına almak istiyordu.
Nihayet Rey’de tahta oturan Sultan Alp Arslan, adına hutbe okutulması ve para kestirilmesi
isteği ile Bağdad’a bir heyet gönderdi. Halife el-Kaim Biemrillah, Müslim’in cüretine
bakarak, bu zamana kadar takip ettiği Selçuklu aleyhtarı politikanın aksine, hiç bir itirazda
24

bulunmadan Bağdad camilerinde Alp Arslan adına hutbe okuttu (27 Nisan 1064). Bağdad’da
Alp Arslan adına para kestirildi. Halife, Selçuklu elçisi ve devlet erkânının hazır bulunduğu
bir toplantıda, siyasî yetkilerini sultana bıraktığı malum anlaşmayı yenilemeye mecbur oldu.
Bununla ilgili menşur Sultan Alp Arslan’a gönderildi. Halife ayrıca hilatlar ve başka saltanat
alâmetleri ile birlikte Alp Arslan’a kuşandırılmak üzere bir kılıç gönderdi. Sultan da çok
değerli hediyelerle halifeye mukabelede bulundu. Sultan Alp Arslan tahta oturur oturmaz,
amcası Tuğrul Bey’in son günlerinde evlenip Rey’e getirdiği halifenin kızı Seyyide Hatun’u
da bu elçilik heyetiyle birlikte Bağdad’a babasına gönderdi. Selçuklu Devleti ile Abbâsî
Halifeliği ilişkileri, Alp Arslan zamanında devletin sarsılmaz kudreti ile orantılı olarak,
problemsiz bir şekilde yürütüldü. Alp Arslan kızını, ölümünden kısa bir süre önce, halifenin
torunu ve veliahdı ile evlendirerek (Haziran1072) halifelik kurumuyla bağlarını
güçlendirmeye çalışmıştır.

AZERBAYCÂN VE KAFKASYA SEFERİ


Alp Arslan böylece devlet otoritesini, taht davacılarına ve Halife’ye karşı tartışılmaz
bir şekilde hâkim kıldı. Sonra da amcası zamanında olduğu gibi, batı yönünde genişleme
siyaseti takip ederek, ilk olarak Rum gazasına çıktı. 1064 şubat’ında Rey’den çıkıp
Azerbaycan’a ulaşan Selçuklu ordusu, Tuğtegin adlı bir beyin kalabalık bir Türkmen
topluluğu ile hizmetine girmesiyle daha da güçlendi. Uzun zamandır bu bölgede akınlarda
bulunan Tuğtegin, tecrübeleri doğrultusunda Sultan’a tavsiyelerde bulundu. Gürcüler’i arkada
bırakarak Anadolu’ya gaza etmenin tehlikeli olacağına ikna ettiği Alp Arslan’a, kılavuzluk
etme görevini üstlendi. Sultan ordusunun bir kısmını veziri Nizamülmülk ve oğlu Melikşâh
idaresinde Nahcivan’da bıraktıktan sonra Gürcistan’a girdi. Tiflis-Çoruh arasında Şavşat’a
kadar pek çok kaleyi fethetti.
Gürcü kralı IV. Bagrat, Selçuklu ordusunun bu ilerleyişi karşısında canını güçlükle
kurtardı. Lori bölgesi Ermeni prensi, Alp Arslan’a kızını vermek suretiyle onun dostluğunu
kazandı. Bağlılığını bildirdikten sonra Sultan’ın izniyle ülkesine döndü. Selçuklu ordusu
harekâta devamla Ardahan’ın kuzeydoğusunda bulunan Ahalkelek’i fethetti. Bu arada
Melikşah ve Nizamülmülk de, Aras Nehri boyunca ilerleyerek önce Anberd’i, arkasından
Sürmeli’yi fethettiler. Henüz 12 yaşı civarında bulunan Melikşah komutasında ilerleyen
Selçuklu ordusu, Meryem-nişîn kalesini kuşattı. Burası sağlam surları ve göl kıyısında (Gökçe
Göl) bulunması dolayısıyla çok muhkem bir kale idi. Nizamülmülk gemiler ve kayıklar
yaptırarak kuşatmayı şiddetlendirdi. Selçuklu askerleri yanaştırılan merdivenlerle surlara
tırmandılar. Selçuklu ordusu çok kayıp vermesine rağmen sonunda, bir rivayete göre, gece
meydana gelen depremde yıkılan doğu surlarından şehre girmeye muvaffak oldu.
Bundan sonra Selçuklu ordusu birleşerek Sepidşehr ve Lal (Allaverdi) şehirlerini çok
şiddetli savaşlarla ele geçirdi. Gürcü meliki Gurgen sultana elçi yollayarak anlaşma istedi.
İsteği kabul edilerek Selçuklu Devleti’ne bağlandı.
Ani’nin Fethi
Selçuklu ordusu yoluna devamla Kars-Ani bölgesinden Anadolu’ya girdi. Alp Arslan
bu güzergâh üzerinde bulunan iki kale ahalisinin Müslümanlığı kabul etmesinden sonra, Ani
önüne gelerek şehri kuşattı. Vezir Nizamülmülk buradan Halife’ye bir fetihnâme göndererek,
Sultan’ın bu zamana kadarki başarılarını sayıp Bizans ucundaki Ani’nin kuşatıldığını bildirdi.
Ani, Bizans İmparatorluğu’nun Ermeniler’i iç bölgelere tehcir politikası çerçevesinde, Bizans
tarafından ilhâk edilmiş olup Bizanslı bir vali ve garnizon komutanı tarafından korunuyordu.
Son derece müstahkem bir flehir olan Ani üç taraftan Arpaçay Nehri, diğer taraftan ise her
birinin üzerinde kaleler bulunan dağlarla çevrili idi. Bu dağlık taraf ayrıca Arpaçay’dan
bağlanan sularla doldurulmuş bir hendekle de tahkim edilmişti. Sultan Alp Arslan şehrin
karşısında ordugâhını kurunca, ekinlerin ve su kanallarının korunması ile görevli Bizans
askerleri onları bölgeden çıkarmak istediler. Ancak savaşmaya cesaret edemeyerek çekildiler.
25

Bundan sonra şiddetli bir muhasara başladı. şehrin nisbeten alçak bir kesimine yanaştırılan
ahşap bir burçtan mancınık ve okçularla hücûm edilmesine rağmen başlangıçta bir gelişme
kaydedilemedi.
Hattâ geri çekilmek bile düşünülürken, Ani’nin savunmasından sorumlu
komutanların iç kaleye çekilmesi ahâlinin direncini kırdı. Yeniden saldırıya geçen Selçuklu
ordusu saman ve toprak çuvallarıyla hendeği doldurmak suretiyle Ani’ye girdi. On binlerce
insanın toplanmış olduğu ifade edilen şehirde pek çok esir ve ganimet alındı (16 Ağustos
1064). İç kale de çetin bir direniş göstermekle birlikte müdafiler, Sultan’ın bizzât kumanda
ettiği saldırılar sonucunda, çaresiz cizye ödemeyi kabul ederek teslim oldular. O çağda çok
sayıda kilisesi ile meşhur olan Ani’nin fethi İslâm Dünyası’nda büyük bir sevinç yarattı.
Halife bu vesile ile tebrik mektubu gönderdiği Alp Arslan’a Ebûlfeth (Fethin babası) unvanı
verdi. Alp Arslan şehri Şeddadî emiri Menuçehr’in idaresine bıraktı. Ani’nin savunma, imar
ve inşası için gerekli tedbirleri aldı; camiler inşa ettirdi. 20 Ağustos Cuma günü, Fethiye
adıyla camiye çevrilen katedralde Cuma namazını kılan Sultan, ertesi gün buradan ayrılarak
40 km. kadar batıda bulunan Kars önlerine geldi. Şehrin hâkimi Ermeni prensi Gagik,
Sultan’ın isteği üzerine huzuruna çıktı. Siyah elbiseler içerisinde gelen Gagik, “Tuğrul Bey
öldüğünden beri yas tutmakta olduğunu” beyan ederek Alp Arslan’ın gönlünü kazandı. Sultan
kendisine bağlılık bildiren Ermeni prensi Kars’a geri gönderdi. Ancak Ani örneğine bakarak
gelecek endişesine düşen Gagik, kısa bir süre sonra Kars’ı Kayseri çevresinde bazı yerler
karşılığında, Bizans İmparatorluğu’na terk etti.

ŞEHZÂDELERİN TAYİN EDİLMESİ VE MELİKŞAH’IN VELİAHT İLÂN


EDİLMESİ
Aslında Kafkasya ve Anadolu’da başarılı bir sefer yürütmekte olan Alp Arslan,
Kirman meliki olan kardeşi Kavurt’un isyan ettiği haberini aldı. Bunun üzerine aceleyle
Kars’tan ayrılmak zorunda kaldı. Gerçekten de amcazâdesi Erbasgan ile işbirliği yapan
Kavurt, Alp Arslan’a bağlı Şebânkâre emiri Fazlûya’yı mağlup edip Şiraz’ı işgâl etti. Sultan
bunun üzerine süratle Kirman üzerine yürüdü. Kavurt Bey’in sığındığı kaleden çıkarak af
dilemesi üzerine mesele çözülmüş oldu. Buradan Merv’e gelen Alp Arslan, komşu hükümdar
ve emirlerin de hazır bulunduğu muhteşem bir düğün töreni ile bazı çocuklarını evlendirdi
(Eylül 1065). Arslanşah’ı Gazne sultanı İbrahim’in kızı ve kendi kızını da İbrahim’in oğlu ile
evlendirdi. Ayrıca Alp Arslan’ın daha melik olduğu dönemde Karahanlı İbrahim Tamgaç
Han’la yaptığı anlaşmaya göre, oğlu Melikşah’ı Han’ın kızı Terken Hatun ile kendi kızını da
yine Han’ın oğlu Şemsülmülk Nasr ile evlendirdi. Söz konusu evlilikler diplomatik bakımdan
çok önemli idi. Bu düğünler vesilesi ile Merv şehri de baştanbaşa donatılmıştı.Sultan Alp
Arslan bu merasimden sonra, yine görkemli bir törenle oğlu Melikflah’ı veliaht tayin etti.
Veliahtının atının dizginini bizzât tutan Alp Arslan onu mücevherlerle işlenmiş altın bir tahta
oturttu. Orada hazır bulunan herkesten ona itaat konusunda yeminle söz aldı. Sultan daha
sonra oğlunun veliahtlığını Halife’ye de onaylattı. Melikşah’ın adının kendisinden sonra
hutbelerde okunmasını emretti.
Alp Arslan daha sonra bazı oğulları ile hanedan mensuplarını ülkenin çeşitli yerlerine
tayin etti. Daha önce Herat’ı elinden alıp özel statüsüne son verdiği büyük amcaları İnanç
Yabgu’yu Mazenderân’a, tahttan indirdiği kardeşi Süleyman’ı Belh’e, oğullarından İlyas’ı
Çağanıyan’a, Arslan Argun’u Harizm’e, Arslanşah’ı Merv’e, Ertaş (İbrahim Yinal’ın
kardeşi)’ın oğlu Mesud ve Mevdud’u da Bagşur ve İsfizar’a tayin etti. Bu hanedan
mensupları, kuruluşu sırasında Çağrı Bey’e, İnanç Yabgu’ya, hattâ Kavurt’a tanınan yetkilere
sahip olmadıkları için, merkeziyetçiliğe aykırı bir durum yoktu. Bu görevlendirmeler
yönetimde sorumluluk paylaşım (ülüş) geleneği çerçevesinde yapılmış olup, böylece
meliklerin idarî tecrübe kazanması amaçlanıyordu. şehzâdelerin çıkardığı isyanları, ülkenin
hanedanın ortak malı sayıldığı için bir nevi pay almaya yönelik girişimler olarak görmek
26

doğru değildir. Çünkü bunlar küçük bir alanda bağımsızlık kazanmayı de¤il, Selçuklu Devleti
tahtını ele geçirmeyi hedeflemişlerdir.
Cizye, İslâm devletlerinde Müslüman olmayan ahâliden alınan baş vergisine denir.

DEŞTİ KIPÇAK VE CEND SEFERİ


Sultan Alp Arslan bu merasim ve düzenlemeleri yaptıktan sonra, 1065 yılı sonunda
büyük bir ordu ile Ceyhun Nehri’ni geçip, Aral Gölü ve Hazar Denizi sahilinden dolaşarak
Oğuzlar’ın yurtlarından olan Mankışlağ’a girdi. Bu seferin amacı gayrı Müslim Türklerle
işbirliği ederek ticaret yollarının güvenliğini bozan Kıpçak ve Türkmenleri cezalandırmaktı.
Bu havalinin adil bölgesi ile bağlantılı canlı bir ticaret hayatı vardı. Bu akışın bozulması doğal
olarak Selçuklu Devleti’nin ekonomisini de olumsuz şekilde etkilemekte idi. Sultan Alp
Arslan, Kıpçak reisini mağlup edip itaât altına aldı. Buradan Aral’ın kuzeyine ve sonra
doğusuna yöneldi. Bu bölgelerde yaşayan göçebeleri de kendisine bağladıktan sonra ata yurdu
Cend’e vardı. Muhtemelen Kıpçaklar’dan olan Cend emiri Alp Arslan’ı hediyelerle
karşılayarak hürmet gösterdi,ona bağlılığnı bildirdi. Alp Arslan büyük dedesi Selçuk Bey’in
Cend’de bulunan mezarını da büyük bir saygıyla ziyaret etti. Artık Selçuklular’ın bir uç şehri
olan Cend’in hâkimiyetini oğlu Melikşah’a verdi. Böylece Selçuklular’a bağlı olan Harizm’in
doğu ve batısındaki yerler de topraklarına katılmış oldu. Bu seferle bölgenin ve ticaret
yollarının güvenliğini sağlayan Sultan Harizm’e, oradan da Merv’e döndü.
1067 yılında bir kez daha Kavurt Bey’in isyanıyla karşılaşan Alp Arslan yeniden
Kirman’a yürüdü. Kavurt Bey, Melikşah’ın veliahtlığını kabul etmediği için onun adını
hutbeden çıkarmıştı. Sultan Alp Arslan’ın Atabeg Çavlı komutasında gönderdiği öncü
kuvvetleri, Kavurt Bey’in Erbasgan idaresindeki ordusunu yendi. Kavurt bunun üzerine Ciruft
kalesine sığınıp bir kere daha af istedi. Kirman’ı,kendisine bağlı kalması şartıyla kardeşine
bırakan Alp Arslan, buradan ikinci Kafkasya seferine çıktı.
Kara Arslan Kavurt Bey daha Tuğrul Bey’in ölümünden sonra tahtı ele
geçirmek isteği ile İsfahân’a yürümüş, ancak Alp Arslan’ın duruma hâkim olduğunu
görerek Kirman’a dönmüştü. Ancak daha sonra 1065’te Sultan’ın Ani seferinde, şimdi
de Deşt-i Kıpçak’ta olmasından yararlanarak isyan eden (1067) Kavurt Bey, her
defasında özür dileyip affedilmesine rağmen, bu da onun son isyanı olmadı. 1069
yılında, Kuhistan sahibi Fazlûya ile ittifak hâlinde isyan edince, Sultan bizzât Kirman’a
yürüdü. Fazlûya Nizamülmülk tarafından mağlup edilince, Kavurt da affedilmesini
istedi. Ancak Alp Arslan’ın askerlerine vaatlerde bulunarak, uygun zamanda
saldırmayı plânladığı öğrenildi. Kavurt’la işbirliği yapanlardan tespit edilenler
öldürüldü. Ancak olayın boyutları tahmin edilenin üzerinde olunca Sultan geri
çekilmeye karar verdi. Sonra Kavurt’un oğlu Sultanşah’ı, bir ordu ile babasına karşı
gönderdi. Fakat onun yenilgiye uğraması ve Alp Arslan’ın Batı seferine çıkması üzerine
mesele sürüncemede kaldı.

Terken, bu Hatun’un özel ismi olmayıp, Karahanlı melikelerine verilen Türkçe bir
unvandır. Selçuklu hükümdarlaryla evlenen başka Karahanlı prensesleri de bulunmakla
birlikte,Melikflah’ın hanımı olan Terken Hatun meşhur olmuştur.

İKİNCİ KAFKASYA SEFERİ


Yakın doğu Türklüğü’nün belkemiğini oluşturan Müslüman Oğuzlar’ın Hazar
Denizi’nin güneyinden göçüne paralel olarak, gayrı müslim soydaşları da, kuzeyden göç
ediyorlardı. Peçenek, O¤uz ve Kıpçak boylarının kalabalık kitleler hâlinde gelişi, Kafkaslar ve
Karadeniz’in kuzeyinde, Balkanlar’da çalkantılara yol açmakta idi. Nitekim bu yüzden
Kafkaslar’dan güneye inen Kumuk ve Alanlar’la Hazarlar’ın kalıntıları Azerbaycân’da büyük
sarsıntı yarattılar. Buralarda Selçuklular’a bağlı olarak hüküm süren Şeddadî ve Şirvanşahlar
27

gibi emirlikler onlara karşı koyamadılar. Bu yüzden Gürcü/Abhaz meliki Bagrat, Şeki’yi istilâ
edip Berdaa’ya kadar ilerledi. Anadolu’ya giden göç yollarının kesilmesi gibi olumusuz bir
sonuç da doğuracak olan bu durum, Alp Arslan’ı yeni bir batı seferine mecbur etti.
Sultan 1067 yılı Kasım ayında Arrân’a gelince Şirvanşah ve Şeddadî emiri huzuruna
çıktılar. Selçuklu ordusu Aras’ı geçerek Gürcistan’a girdi. Şeki’yi geri aldı. Bagrat’ın Şeki’ye
tayin etmiş olduğu Agsartan adlı vali, değerli hediyelerle Sultan’ın huzuruna çıkıp bağlılığını
bildirdi ve onun eliyle Müslüman olmayı istedi. Gürcü kralı savaşmaya cesaret edemeyerek
kaçtı. Selçuklu ordusu güneş ışığının sızmadığı ormanlarda ancak neft makinaları ile çıkarılan
yangınlarla açılan yollardan ilerleyebiliyordu. Gürcistan’ın merkezi olan Kartli bölgesine
giren Alp Arslan birçok şehir ve kaleyi ele geçirdi. Çok şiddetli geçen kıştan muzdarip olan
Selçuklu ordusu bir müddet Kars’ta kaldıktan sonra Tiflis’e geldi. Şehri zapt eden Sultan,
burada bir cami yapılmasını emretti. Bagrat bunun üzerine Alp Arslan’a elçiler göndererek
yıllkk vergi ödemek kaydıyla tâbiyet arz etti. Kızını Selçuklu sultanı ile evlendirdi. Alp
Arslan Rustov ve Tiflis’in idaresini Şeddadî emiri Fazlûn’a bırakarak Horasan’a döndü.
Selçuklu ordusunun ayrılmasından sonra Kafkasya’da, aslında Selçuklu Devleti’ne karşı isyan
mahiyeti taşımayan bazı karışıklıklar çıktı. Bu havalideki fetihleri dolayısyyla bölgeyi iyi
tanıyan Emir Savtegin’in buraya gönderilmesi üzerine karışıklar giderildi.

SURiYE VE ANADOLU SEFERİ


Alp Arslan’a Kadar Anadolu Akınları
Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda büyük emek ve zahmetler çekmiş olan
Türkmenler, hâlâ bir yurt bulmak zorunluluğu ile göçmeye devam etmekte idiler. Bilindiği
gibi bu göçler, devlet politikası olarak Selçuklu sultanları ve hanedan üyelerinin de
rehberliğinde Anadolu’ya yönlendirilmekte idi. Nitekim Sultan Alp Arslan da 1064 ve 1067
yıllarında, Kafkasya ve Azerbaycan seferleri ile Türkmenler’in Anadolu’ya uzanan yollarının
güvenliğini sağlamış bulunuyordu. Ani-Kars bölgesini fethederek, yine bu sürece katkıda
bulunmuştu. Bununla birlikte Selçuklu sultanlarının, herhangi bir sebeple doğuda meşgûl
oldukları zamanlarda da fetihler durmuyor, Türkmen kumandanlar öncülüğünde doğal seyri
içerisinde ilerliyordu. Nitekim bu çerçevede fetihleri yürüten meşhur Sâlâr-ı Horasan,
Gümüştegin, Afşin, Ahmedşah ve Artuk gibi komutanlar, Selçuklular’a tâbi küçük Müslüman
emirliklerin topraklarını üs olarak kullanıp, güney ve iç Anadolu’ya kadar akınlar
düzenlemekte idiler. Ancak bu akınların başlıca amacı, savaşın en doğal kazancı olmakla
birlikte, yalnızca ganimet elde etmek değildi. Söz konusu akınların stratejisi iyi
incelendiğinde bu savaşların temel hedefinin askerî sefer yollarını ele geçirmek, güçlü Bizans
kalelerinin savunmasını zayıflatmak ve mümkün olduğunca az kayıpla işi bitirmek olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen, özellikle Selçuklu sultanlarının himayesinde
olmayan akınlar, zaman zaman Bizans kuvvetleri tarafından durdurulabiliyordu. Anadolu’nun
sarp fizikî coğrafyası, çok iyi tahkim edilmiş kale ve şehirlerine uygun kuşatma araçlarından
ve donanımdan yoksun olan Türkmenler bazen başarısız oluyorlardı. Düşman tarafından takip
edildiklerinde de, gidebildikleri son yere, Azerbaycan’a kadar çekilmek zorunda kalıyorlardı.
Fakat bu faaliyetleriyle her hâlükârda Anadolu’nun fethini kolaylaştıracak zemini de
hazırlıyorlardı. Öyle ki Anadolu fetihleri 1067 yılında Kayseri’ye kadar genişlemişti. Hattâ
Diogenes’in faal siyasetine rağmen, Sultan Alp Arslan’ın önünden kaçan akrabası Erbasgan’ı
yakalamakla görevlendirilen Afşin Bey, bu takip sırasında rahatlıkla Sakarya’yı aşıp Marmara
kıyılarına ulaşabilmişti (1070).
Diogenes’in Malazgirt’e Kadarki Faaliyetleri
Bizans İmparatorluğu da pek tabiî, giderek büyümekte olan Türk tehlikesinin
farkında idi. Bununla birlikte İstanbul’da yaşanan taht ve nüfuz mücadeleleri devleti zaafa
28

uğratmış bulunuyordu. Bu durum Türk fetihlerine zamanında müdahalede bulunmayı


engelliyordu. Eyaletlerdeki askerî kuvvetler oldukça güç kaybetmişti. İmparator Konstantinos
IX. Dukasının yetişkin bir varis bırakmadan ölümü üzerine karısı Eudokia, Romanos
Diogenes adlı komutan ile evlenerek onun tahta geçmesini sağladı. Artık yeni imparatorun
yegâne hedefi Türk tehlikesini bertaraf etmekti. Bu maksatla derhâl harekete geçti. 1068
baharında Bulgaristan ve Makedonya askerleri ile Uzlar (gayr› müslim Oğuzlar) ve Franklar
gibi muhtelif unsurlardan devşirilmiş ücretli ordusuyla yola çıktı. Türkmenler’in Niksar’ı ele
geçirdiklerini öğrenince güzergâhını değiştirip, Kayseri üzerinden Sivas’a geldi. Divriği
civarında karşılaşıp savaş girdiği bir Türk birliğini yenip çekilmeye mecbur etti. Sonra asıl
hedefine doğru güneye döndü ve Suriye’ye vardı. Halep yakınındaki Menbic’i ele geçirip
ahalisini esir ve katletti (Kasım 1068). Artah ve Azaz kalelerini de zapt edip, aynı şekilde
yağmaladı. Diogenes’in asıl hedefi Suriye’nin kapısı durumundaki Haleb’i ele geçirmekti.
Bununla birlikte ordusunun açlıkla karşı karşıya kalması onu dönmeye mecbur etti. Fakat
dönerken Türkler’in bu bölgeden Anadolu’ya girişini engelleyecek bir savunma tedbiri olarak,
Menbic’i tahkim etti. Ancak o daha Orta Anadolu’ya varmadan Türkmen komutanı Afşin,
Sakarya havzasına kadar girip Amorium’u zabt etti, pek çok esir ve ganimet ele geçirdi.
Bütün bu olanlar karşısında çaresiz kalan İmparator, ordusunu Türkler’e karşı savaşmak üzere
Anadolu’da dağıtarak İstanbul’a döndü. Hız kesmeyen Türk akınlarına karşı, ertesi yıl tekrar
sefere çıkan İmparator Diogenes’in şimdiki hedefi ise Türk akınlarının üssü olan Ahlat’tı.
Diogenes, Kayseri-Sivas üzerinden Palu’ya kadar geldi. Ancak Türk akıncılarının Konya’ya
girmeleri ve Malatya bölgesini korumakla görevli Ermeni Philaretos’un yenilip kaçması
üzerine İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. İmparator’un 1070 yılında bir kere daha sefere
çıkma girişimi ise muhalifleri tarafından engellendi. Bunun üzerine Türkler’e karşı
Malatya’ya Philaretos, Sivas’a da Manuel Komnenos komutasında iki ordu gönderdi.
Alp Arslan’ın amcasının oğlu olup Kavurt Bey’in isyanına destek veren ve
yenildikten sonra kaçan Erbasgan, Yabgulu Türkmenler’i ile Kafkasya bölgesinde
faaliyetlerde bulunuyordu. Alp Arslan’ın bu tarafa yönelmesi üzerine, onun önünden
çekilerek süratle Anadolu’ya girdi. Sultan tarafından kendisini takiple görevlendirilen
Afşin’in önünden kaçarken, Sivas yakınında karşılaşıp savaşmak zorunda kaldığı Manuel
Komnenos’u esir aldı. Fakat İstanbul’a gitmek niyetinde olduğunu anlatıp esirleri serbest
bırakınca bütün maiyyeti ve Manuel ile birlikte İstanbul’a giden Erbasgan Diogenes
tarafından çok iyi karşılandı. Onu takip ederek hiç bir engelle karşılaşmadan Marmara
kıyılarına ulaşan Afşin, İmparator’u Erbasan’ı iade etmemesi durumunda, mevcut anlaşmayı
bozarak ülkesini yağmalamakla tehdit etti. Nitekim İmparatordan red cevabı alan Afşin,
Honaz’a kadar akınlarda bulundu. Çok miktarda ganimetlerle birlikte dönerken ağır kış
şartları sebebiyle kayıplara uğradı. Yine de Türk akınlarının üssü olan Ahlat’a döndü.
Erbasgan meselesini ve Bizans’a karşı başarılarını, bu sırada Suriye seferinden dönmekte olan
Alp Arslan’a bir mektupla rapor etti.
Alp Arslan’ın Suriye Seferi
Bizans İmparatorluğu’nun ticarî çıkarları dolayısıyla, Fatımî Halifeliği ile yakın
ilişkileri bulunmaktaydı. Hatırlanacağı üzere, Tuğrul Bey zamanında yapılan anlaşma ile,
İstanbul’daki camide Fatımî halifesi yerine Abbasî halifesi adına hutbe okutulması kabul
edilmişti. Bu durum Fatımîler’le Bizans arasında kısa süreli bir soğukluğa sebep olsa da,
ilişkiler zaman içerisinde tabii seyrine girmiş bulunuyordu. Fatımîler’in Bizans ile ittifakları,
takip ettikleri dinî siyaset ve sünnî islâm dünyası için tehdit oluşturmaları Alp Arslan’ın
dikkatini bu yöne çekiyordu. Bu arada Fatımî Devleti’ndeki iç karışıklıklar, dönemin en
büyük gücü olan Selçuklu Devleti’nde yankı buldu. Fatımî veziri Ebû Cafer b. Hamdân, Alp
Arslan’ı anlaşmazlık hâlinde bulunduğu ordu komutanı Bedrülcemâli’ye karşı Mısır’a davet
etti (1070). Fatımîler’e tâbi olan Halep emiri de, sefere çıkması durumunda Sultan’a yardım
vaadinde bulunuyordu. Mısır seferine karar veren Sultan, hem Diogenes’le birlikte Türkler’e
29

karşı saldırıya geçen Bizans’a gözdağı vermek; hem de Suriye istikametinde ilerlerken
arkasında pürüz bırakmamak düşüncesiyle Anadolu’ya geldi (Temmuz 1070). Van Gölü’nün
kuzeyinden Malazgirt önlerine geldi. Önce Malazgirt’i, sonra Tuğrul Bey’in 1054’de aldığı,
fakat düştüğü anlaşılan Erciş kalelerini kolaylıkla ele geçirdi. Oradan güneye dönerek
Mervanî emirinin idaresindeki Amid (Diyarbak›r)’e geldi. İtaâtsiz tutumu sebebiyle
cezalandırmak istediği Emir Nizameddin’in yerine kardeşini atamaya karar verdi. Ancak
emirin af dilemesi ve pek çok hediyeler sunması üzerine yoluna devam etti. Siverek ve
Tulhum kalelerini aldıktan sonra Ekim 1070’de, Urfa’yı kuşatma altına aldı. Dönemin büyük
şehirlerinden olan Urfa, surları dolayısıyla çok iyi korunuyor; Bulgar Basil adlı bir komutan
tarafından müdafaa ediliyordu. Alp Arslan, bu sefere destek sözü vermiş olan Halep Mirdasî
emiri Mahmud’u da yardıma çağırdı ise de gelmedi. Daha fazla zaman kaybetmek istemeyen
Alp Arslan, iki ay kadar süren Urfa kuşatmasını 50.000 dinar haraç ödeme teklifini kabul
ederek kaldırdı. Alp Arslan bundan sonra Fırat Nehri’ni geçerek (20 Ocak 1071) Halep
yakınlarına geldi. Şehrin hâkimi Mirdasî emiri Mahmud, Fatımîlerle olan ilişkilerinin
etkisiyle itaâtsizlik gösteriyordu. Alp Arslan bunun üzerine şehre zarar vermek istemediği
halde Halep’i kuşatmaya karar verdi (Nisan 1071). Ancak Diogenes’in Suriye seferinde de
görüldüğü gibi, Bizans’ın da hedefinde olan bu uç şehrini kılıç zoruyla almayı ve İslâm
hududunu zayıflatmayı uygun bulmadı. Bir ay kadar süren kuşatma sonunda annesi ile birlikte
Alp Arslan’ın huzuruna çıkıp af isteyen Mahmud Abbâsî Halifeliği’ne ve Selçuklu Devleti’ne
bağlılık şartıyla görevine iade edildi.
Diogenes Yeniden Anadolu’da
Sultan Alp Arslan Haleb’den Mısır’a gitmeye hazırlandığı sırada gelen Bizans elçisi,
İmparator’un Ahlat, Erciş, Malazgirt ve Menbic kalelerinin iade edilmesini istediği, aksi
taktirde büyük bir orduyla geleceğini bildiriyordu. Diogenes’in sefere çıkmak yerine elçi
göndermesini, onun zayıflığına yoran Alp Arslan, elçiye sert bir üslûpla olumsuz cevap verdi.
Ancak 13 Mart’ta İstanbul’dan hareket eden İmparator’un büyük bir ordu ile Erzurum’a doğru
ilerlemekte olduğu haberi kendisine ulaşınca telaşla dönüş yoluna girdi. Kuvvetlerinin bir
kısmını, Fatımîler’e karşı Suriye’de bırakıp Fırat’ı geçti. Selçuklu ordusu nehri geçerken
hayvanlarının bir kısmı telef olduğu gibi, işin aciliyeti dolayısıyla hareket kaabiliyeti zayıf
birlikler de terhis edilince mevcudu bir hayli azalmış oldu.
Selçuklu ordusunun Suriye’den telaşla dönüşüne şahit olan Bizans elçisi, durumu
İmparatora bildirdi. Hattâ Alp Arslan’ın takviye kuvvetler toplamak üzere Urfa’dan Musul’a
gitmesi de, İmparator’dan korkup İran’a kaçtığı şeklinde rapor edildi. Diogenes’e gelince
Balkan ve Anadolu vilâyetlerinden, Ermeni, Slav, Bulgar,Gürcü, Alman, Frank, Peçenek, Uz
ve Kıpçak gibi çeşitli milletlerden topladığı ordusuyla Anadolu’ya girmiş bulunuyordu.
Bizans ordusunun ağırlıkları 3.000 araba ile çekilirken, 1.200 kişinin kullandığı ve 100
hayvanın çektiği devasa bir mancınıkları da vardı. Ayrıca ordunun çarkçı, lağımcı, arabacı,
mancınıkçı gibi teknik sınıfın toplamının 100.000’i, kumandan/subay sayısının 30.000’i
bulduğu kaydedilmektedir.
Rakamlar mübalağalı gibi görünse de, Bizans ordusunun mevcudunun Selçuklu
ordusu ile kıyaslanamayacak kadar çok olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu orduda yer alan
Uzlar’ın mevcudunun dahi 15.000 olduğu kaydedilmektedir. Netice olarak, 600.000 gibi çok
abartılı bazı rivayetlere rağmen Bizans ordusunun 200.000 civarında olduğu kuvvetle tahmin
edilmektedir. Alp Arslan ise, Azerbaycân/Hoy’da bir kısım kuvvetlerin katılmasını
bekledikten sonra Meyyâfarîkîn, Erzen ve Bitlis yoluyla Ahlat’a vardı. Savaşın ciddiyeti
dolayısıyla hatunu ve çocuklarını vezir ile birlikte Tebriz’e gönderirken, ölürse oğlu
Melikşah’ı yerine geçirmelerini istedi. Alp Arslan Ahlat’a geldiğinde huzuruna çıkan Afşin
Bey, Anadolu gazalarında ve özellikle Erbasgan’ı takibi sırasında yaşadıklarını ve Rumlar’ın
kendileriyle savaşacak kudrette olmadığını anlatarak onu ümitlendirdi. Anadolu gazaları ile
şöhret bulan Afşin, Sanduk, Artuk, Dilmaçoğlu, Mengücik, Danişmend, Çavlı ve Porsuk gibi
30

bey ve Mervanoğulları ile bir kısım mahallî müslüman kuvvetlerinin katılımıyla Selçuklu
ordusunun mevcudunun da 50-60.000 civarına ulaştığı anlaşılmaktadır.

Dikkat edilecek olursa Sultan Alp Arslan’ın Haleb’i kuşatması ve İmparator’un


büyük bir ordu ile İstanbul’dan yola çıkması aynı günlere rastlamaktadır. Oysa artık
bir imparatorluk hâline gelmiş olan Selçuklu Devleti’nin bu seferden, daha hazırlık
aşamasında haberdar olması gerekirdi. Vezir Nizamülmülk’ün Siyasetnâme adlı
eserinde naklettiği bilgi,
devletin gizli haber alma, bilgi toplama konusundaki eksikliğini açıkça ortaya
koymaktadır. Buna göre Alp Arslan’a istihbarât teşkilâtı kurulması teklif edildiğinde
“Dostlarımı düşman, düşmanlarımı dost gösterirler” endişesi ile reddetmişti.

MALAZGİRT ZAFERİ
Bizans ordusu Kapadokya’ya ulaştığında toplanan harp meclisi nasıl bir strateji
uygulanması gerektiği konusunu tartıştı. Bazıları Selçuklu ordusunu iç bölgelere, çekerek ve
iaşe imkânlarını yok ederek hırpalamayı önerdiler. Diğerleri ise değil Erzurum’da durmayı,
İran’a varıp tüm İslâm ülkelerini istilâ etmeyi, yani hücumu öneriyorlardı. İkinci görüşe uyan
Diogenes, yoluna devamla Erzurum’a geldi. Ordusundan 10.000 kişilik bir birliği, doğuda
güvenliği sağlamak ve ordusuna erzak sağlamak üzere Abhazya’ya gönderdi. 30.000 kişilik
bir kuvveti ise Türk asıllı Tarkhaniotes ve Frank Russel komutasında, yolların emniyetini
sağlamaları için Ahlat’a sevk etti. Alp Arslan’ın da tam Ahlât’a ulaştığı sırada, Selçuklu öncü
birlikleri, Sanduk Bey idaresinde Bizans kuvvetlerini baskına uğrattılar. Dağılan askerler
Malatya bölgesine kaçarlarken İmparator, Ermeni Basil idaresinde yeni bir kıta asker yolladı.
Basil, esas Selçuklu ordusunun henüz gelmediğini ve Bizans öncü birliklerini dağıtan
kuvvetlerin Ahlat garnizonu askerleri olduğunu zannediyordu. İmparatoru da bu şekilde
bilgilendiren Basil’in askerleri ölü veya esir olarak imha olduğundan geriye haber getirecek
bir kişi bile kurtulamadı.
Bu arada Diogenes, zayıf bir müfreze tarafından korunmakta olan Malazgirt’i alarak,
bağışlama sözü vermesine rağmen, müdafileri ve halktan kaçamayanları katletti. Sultan Alp
Arslan da bu sırada, yanında yukarıda sayılan kumandanlar
olduğu hâlde Malazgirt’e doğru ilerlemekte idi. Selçuklu ordusunun aniden gelişi karşısında
şaşkınlığa düşen Bizans ordusu, yürüyüşünü durdurup Malazgirt’e 10 km. kadar mesafede,
Rahva ovasında ordugâhını kurdu. Ancak karargâhını İmparator’dan önce hâkim tepelere
kuran Alp Arslan, 24 Ağustos günü ilerleyerek düşmanın bir fersah yakınına geldi. Sultan
yine de, kuvvet azlığı dolayısıyla bir meydan savaşına girmek konusunda tereddütlü idi. Bu
yüzden bir yandan da düşman hakkında bilgi toplamak ve İmparator’a barış önermek üzere bir
elçilik heyeti gönderdi. Abbâsî halifesinin sultana gönderdiği İbn Mühellebân ve Savtekin’den
oluşan heyet, Sultan’ın sulh teklifini Diogenes’e ilettiler. İmparator öncü birliklerinin
hezimete uğramasına ve ordusundaki itaâtsizlik emarelerine rağmen, sayısal üstünlüğün
verdiği gururla, teklifi çok kaba bir şekilde geri çevirdi. Selçuklu ordusu hakkında kendisine
verilen yanıltıcı bilgilerin de etkisiyle, barışın Rey’de yapılacağını, kendilerinin İsfahân’da,
hayvanlarının ise Hemedan’da kışlayacağını söyleyerek meydan okudu. Diogenes ayrıca bu
seferin, Bizans bakımından o güne kadarki Türk akınları ile yakın ilişkisini ortaya koyan,
kesin sonuç almaya yönelik bir intikam seferi olduğunu anlatan şu cümleleri sarf ediyordu:
“Rum (Roma) ülkesine yapı lanları, aynıyla İslâm ülkelerine yapmadıkça dönmeyeceğim. Bu
sefer için muazzam paralar sarf ettim. Nasıl dönerim?”
İmparator’un cevabı, mensup oldukları dine ve millete hizmet için, idealleri uğrunda
yalnızca kazanmaya odaklanmış, Selçuklu ordusu üzerinde olumsuz bir etki yapmadı. Abbâsî
Halifesi de, bu harbin İslâm Dünyası için arzettiği ehemmiyet dolayısıyla, hazırlattığı bir dua
metnini bütün İslâm ülkelerine göndererek Alp Arslan’ın ordusu için Allah’a yakarılmasını
31

istedi.İmamının tavsiyesiyle savaş müslümanlar için özel bir gün olan Cuma’ya bırakan Alp
Arslan, ordusunun maneviyatını yükseltecek tedbirler de alıyor, bu savaşın bir kader savaşı
olduğununun bilinci ile Cuma namazından sonra ordusuna şöyle hitap ediyordu: “Burada
Allah’tan başka sultan yoktur. Emir ve kader onun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte
savaşmak veya ayrılıp gitmek konusunda serbestsiniz.” Askerleri hiçbir şekilde
ayrılmayacaklarını beyan ederken üzerine beyaz bir elbise giyen Sultan, eski Türk âdetine
göre atının kuyruğunu bağladı. Göğüs göğüse harp edeceğinin işareti olarak, ok ve yayını atıp,
kılıç ve topuzunu aldı. “Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O
zaman ruhum göklere yükselecektir. Melikşah’ı yerime tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız.
Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacakır” sözleriyle artık savaşa hazır
olduğunu gösteriyordu.
Gece boyunca Türk askerlerinin boru, davul ve tekbir sesleri ile uykusuz bırakılan
Bizans ordusunda da, ertesi gün kendi adetlerince benzer törenler, ayinler yapıldı. Nihayet 26
Ağustos 1071 Cuma günü, öğle namazından sonra iki ordu harp düzeni aldı. Bizans
ordusunun merkezinde İmparator bulunuyor, sağ kanada Nikephoros Bryennios, sol kanada
Aleates, artçı kuvvetlere ise Andronikos Dukas kumanda ediyordu. Sultan Alp Arslan ise
ordusunu iki ana bölüme ayırmış bulunuyordu. Tarank adlı kumandanın emrine verilen ve
daha kalabalık olan ikinci kısım, dörde ayrılarak önceden savaş alanının yanlarındaki tepelere
pusuya yatırılmıştı. Bunların bir bölümü Bizans ordusunun gerisini tutacak ve keşif yapacak;
diğerleri ise sırası geldiğinde düşmanı kuşatıp ok yağmuruna tutacaklardı. Sultan Alp Arslan
komutasındaki birinci kısım ise, Diogenes’in karşısında yerini aldı. Savaş Murat suyunun bir
kolu üzerinde, Malazgirt önündeki Rahva ovasında cereyan ediyordu. Selçuklu askerlerinin
ok yağmuruna tutarak tahrik etmesi üzerine, Bizans ordusu çan sesleri eşliğinde harekete
geçti. Bizans ordusu, kendilerine oranla çok az olan bu kuvvetleri ezmek hevesiyle hücuma
kalktı. Selçuklu birlikleri taktik gere¤i, yenilmiş gibi yaparak ve sağa sola dağılarak geri
çekilmeye başladılar. Bu takip sırasında pusularından çıkan Türk askerleri düşmanın sağ
kanadını bozguna uğrattılar. Bu sırada Peçenek ve Uz askerleri de daha önce sözleştikleri gibi
Selçuklu saflarına geçtiler. Bizans ordusunda bulunan bu gayrı müslim Türkler’in, Selçuklu
ordusu çevresinde keşif yaparlarken, aynı dili konuştuklarını duyunca, savaş sırasında taraf
değiştirmek için anlaştıkları rivayet edilir. İmparator ordusunun sağ kanadının bozulması
üzerine, sol kanadı yardıma çağırdı. Ancak onlar da Bizans ordusunun arkasına sarkan Türk
askerlerince kuşatılıp yenilgiye uğratıldıkları için yardıma gelmeleri mümkün olamadı.
Ermeni kuvvetleriyse zaten savaş başladığında firar etmişlerdi.
Muharebeyi büyük bir ustalıkla yöneten Alp Arslan sahte ricat, turan taktiği veya
kurt oyunu denilen Türk savaş taktiğini uygulayarak kuvvet azlığının zaafa dönüşmesine
engel oldu. Diogenes nihayet, Türk birliklerini takip ederken pusuya düştüğünü anlayıp geri
çekilmeye karar verdi. Fakat daha savaşın sonucu belli olmadan, artçı kuvvetler komutanı
Andronikos, İmparator’un bozguna uğradığını ilan edip kaçtı. Bununla birlikte kuşatmanın
tam ortasında kalan Diogenes, esir düşene kadar kılıcıyla kahramanca savaştı. Nihayet elinden
yaralanan ve atı vurulunca yere düşen Diogenes esir edildi.3.1
Böylece akşama kadar süren muharebede Bizans ordusunun büyük kısmı imha edildi.
Başta İmparator olmak üzere, pek çok kişi de esir düştü. Selçuklu ordusunun elde ettiği
ganimetin haddi hesabı yoktu. Bu benzeri az görülmüş fevkelâde, inanılması zor bir olaydı.
Diogenes, Sultan’ın huzuruna zincire vurulmuş ve boynuna esaret nişanesi olan lale takılmış
olarak çıkarıldı. Diğer esirlerin ona gösterdiği saygı ve İbn Mühelleban’ın şahitliği ile teşhis
edildi.
Selçuklu sultanı, İmparator’u barış teklifini reddetmesi yüzünden tenkit etmenin
dışında, ona kötü muamelede bulunmadı. Hattâ onu “Üzülmeyiniz İmparator! insanların
maceraları böyledir” sözleri ile teselli etti. Diogenes’e hilat, kaftan ve külah giydirildi.
Üzerinde kelime-i şehadet bulunan bir sancak hediye edildi. sonra bir anlaşmaya varıldı.
32

Buna göre Bizans imparatoru şu hususları yerine getirmeyi taahhüt ediyordu.


• İmparator serbest bırakılması karşılığında 1,5 milyon dinar fidye verecek
• Bizans Devleti yıllık 360.000 dinar vergi ödeyecek • Selçuklu Sultan’ı talep ederse,
İmparator askerî yardımda bulunacak
• Tahtını muhafaza edebildiği takdirde, önceden müslümanların elinde olan
Antakya, Urfa, Malazgirt ve Ahlât’ı Selçuklular’a terk edecek
• Bizans ülkesindeki tüm müslüman esirler serbest bırakılacaktı.
Bu anlaşmadan çıkan en önemli sonuç, Bizans İmparatorluğu’nun Selçuklu Devleti’ne bağlı
duruma gelmiş olmasıdır. Nitekim vergi ve askeri yardım mükellefiyeti yanında imparatora
hilat giydirilmiş olması bunun açık delilleridir. Tarihçilerden anlaşmanın şartlarını zaferin
büyüklüğü ile uygun bulmayanlar olduğu gibi, bu vesile ile Alp Arslan’ın yüce gönüllülüğünü
öne çıkaranlar da vardır. Bir hafta kadar misafir edilen Diogenes, nihayet 200 kişilik bir Türk
müfrezesi eşliğinde,10.000 dinar da yol harçlığı verilerek, İstanbul’a gitmek üzere uğurlandı.
Bununla birlikte her iki hükümdar da, bu anlaşmanın uygulanabilmesinin İmparator’un
hayatta kalmasına bağlı olduğunu, Diogenes’in İstanbul’a dönemeden tahtı kaybedebileceği
öngörmüşlerdi. Nitekim Diogenes daha Sivas’a vardığında tahtının Mihail VII. Dukas
tarafından ele geçirildiğini öğrendi. Yine de Alp Arslan’ın yardımına da güvenerek
mücadeleye devam etti. Ancak yenilgiye uğradı. Manastıra kapanmaya söz verdi ise de,
Mihail Dukas onun gözlerine mil çektirerek acılar içerisinde ölümüne sebep oldu. Öte yandan
İslâm âleminde büyük sevince yol açan Malazgirt Zaferi, her tarafa fetihnâmeler gönderilerek
duyuruldu. Halife el-Kaim Biemrillah 12 Eylül günü Bağdad’a ulaşan fetihnâmeyi devlet
erkânının huzurunda merasimle okuttu. Halife, Alp Arslan’a bu vesile ile bir tebrik mesajı
gönderdi. Bağdad’da, halkın da coşkuyla katıldığı şenlikler yapıldı. Hatırlanacağı gibi,
Türkler Yakındoğu’ya girdiklerinde İslâm Dünyası’nın karşı karşıya olduğu en büyük dış
tehlike, atağa kalkmış olan Bizans İmparatorluğu idi. Selçuklular tarafından ilerleyişi
durdurulan Bizans’ın, bu kararlı ve son büyük girişiminin de boşa çıkması Müslümanlar’a
geniş bir nefes aldırmıştı. Diogenes’in tahtı kaybetmesi üzerine, Bizans ile yapılmış olan
anlaşma hükümsüz kaldı. Alp Arslan bunun üzerine, dostu imparatorun intikamını da bahane
ederek, komutanlarına Anadolu’nun fethini emretti. Bu anlaşmanın yürürlükte kalması
durumunda bile, Bizans topraklarına yapılan Türkmen akınlarının önünü kesileceğini iddia
etmek mümkün değildir. Zira Oğuzlar/Türkmenler, bir yurt bulmak mecburiyeti ile
Dandânakân savaşından beri, Selçuklu Devleti’nin politikaları çerçevesinde Anadolu’ya
akınlar yapmakta idiler. Öyle ki daha Malazgirt Savaşından önce Sakarya havzasına kadar
ulaşmışlardı. Ancak Bizans’ın henüz Türkler’e karşı koyacak ve onları takip edebilecek
kuvveti bulunmaktaydı. Bu yüzden Türkmenler, Bizans taarruza geçince gidebildikleri yere
kadar geri çekilmeye mecbur kalıyorlardı. Oysa Malazgirt yenilgisinden sonra Bizans,
neredeyse yüz yıl boyunca bir daha bu büyüklükte bir ordu toplayamayacak ağır bir darbe
yedi. Başka bir deyişle,bu zaferle Bizans’ın askerî gücü kırılınca Türkler, bundan böyle
güvenli bir şekilde Anadolu’ya yerleşmek imkânı bulmuşlardır. Malazgirt Zaferi bu bakımdan
Anadolu’nun yurt tutulması bahsinde tam anlamıyla bir dönüm noktası olmuştur. Nitekim çok
kısa bir süre içerisinde Doğu Anadolu bölgesinde Saltuklular, Mengücikler,Danişmendliler
gibi beylikler kuruldu. 1075 yılında Süleymanşah’ın İznik’i fethiyle kurulan Türkiye Selçuklu
Devleti ve Küçük Asya Anadolu’nun vatan haline gelmesi de şüphesiz bu zaferin eseridirler.
Fersah bir islâmî uzunluk birimi olup 3 mile eşittir. Bir mil yaklaşık 2 km. olduğuna
göre bir fersah da 6 km.dir.

Sahte ricat Türkler’in çok eski zamanlardan itibaren Malazgirt’te, Mohaç’ta hattâ
Preveze’de uyguladıkları bir harp taktiğidir. Düşmana saldıran askerler yenilmiş gibi yapıp
süratle geri çekilirken, yanlarda önceden pusuya yatırılmış olan birlikler çıkarak düşmanı
arkadan çevirir ve bir çember içerisinde kalan düşmanı imha ederlerdi.
33

ALP ARSLAN’IN TÜRKİSTAN SEFERİ VE ÖLÜMÜ


Bir yıldan uzun bir zamandır seferde bulunan Sultan Alp Arslan, Malazgirt
savaşından sonra İsfahan’a döndü. Burada zafer münasebetiyle tâbi emir ve hükümdarların ve
elçilerin tebriklerini kabul etti. Ancak bir süre sonra Türkistan’a sefere çıkmak zorunda kaldı.
Bilindiği gibi Maveraünnehir’de Çağaniyan ve Harizm’in hâkimiyeti konusu Gazneliler’le
Karahanlılar arasındaki bir mesele olarak Selçuklular’a miras kalmıştı.Karahanlılar’la, Alp
Arslan’ın Toharistan melikliği sırasında da eksik olmayan sınır çatışmaları, şimdi damadı
Şemsülmülk Nasr Han ile oğulları Ayaz ve İlyas arasında da sürüyordu. Nasr Han’ın doğuda
meşgul olmasından yararlanan Toharistan meliki Ayaz onun topraklarına saldırdı. Geri dönüp
Ayaz’ı yenilgiye uğratan Han, Selçuklu melikine ağır kayıplar verdirdi. Ayrıca Alp Arslan’ın
kızı olan eşini de, kardeşi lehine casusluk yaptığı suçlamasıyla döverek ölümüne sebep oldu.
Alp Arslan bu gelişmeler üzerine Karahanlı hükümdarını cezalandırmak için 200.000 kişilik
bir ordu ile sefere çıktı. Selçuklu ordusunun Ceyhun Nehri’nden geçişi bir ay sürdü. Sultan’ın
ilerleyişi Maveraünnehir sınırındaki Barzam kalesinin direnişiyle durakladı. Batınî inanışlı
olduğu söylenen Yusuf el-Harezmî adlı kale komutanı, daha fazla direnemeyeceğini anlayınca
teslim olmaya karar verdi. Ancak rivayete göre sırları ortaya çıkmasın diye karısı ve
çocuklarını kendi elleriyle öldüren Yusuf, bir suikast plânı yaptı. Sultan’ın huzuruna
çıkarıldığında çizmesinin koncuna sakladığı hançeri çıkarıp üzerine atıldı. Alp Arslan ve
komutanlarından Gevherâyin ağır şekilde yaralandılar. Yusuf, Sultan’ın adamları tarafından
hemen orada öldürüldü. Ancak Sultan Alp Arslan da aldığı yaraların tesiri ile dört gün sonra
25 Kasım 1072 tarihinde şehit oldu. Ölümü karışıklıkları önlemek düşüncesiyle bir müddet
gizli tutuldu.
Cenazesi daha sonra Merv’e getirilerek, orada babası Çağrı Bey’in yanına defnedildi.
Alp Arslan’ın saltanatı İbn-i Kemâl’in Yavuz Sultan Selim’in saltanatı için yaptığı
benzetmede olduğu gibi, ikindi güneşi gibi gölgesi uzun, fakat vakti kısa bir saltanat oldu.
Ancak diğer tüm olaylar yok sayılsa bile Türk, İslâm ve Dünya Tarihinde çok mühim bir yer
tutan, Anadolu’nun Türkiye olmasını sağlayan Malazgirt zaferi, onun ve askerlerinin ölümsüz
bir hizmeti olarak tarihe geçmiştir. Sultan Alp Arslan bunun yanı sıra, İslâm dünyasını
içeriden tehdit eden ve Fatmîler eliyle siyasallaşan aşırı şiîliğe karşı da, Nizâmiye adıyla
meşhur olan medreseler yaptırarak, fikir düzeyinde de sünnî islâma büyük hizmetler
yapmıştır.
Selçuklu Devleti’nin iç meselelerini tanımlayabilme
Çocuğu olmayan Tuğrul Bey’in 1063 yılında ölmesi üzerine, yerine veliahd tayin
ettiği, Çağrı Bey’in oğlu Süleyman tahta oturdu. Ancak daha Tuğrul Bey zamanında İbrahim
Yinal isyanına destek veren ve sonra kendisi isyan eden Kutalmış da, saltanatı ele geçirmek
üzere harekete geçti. Önce Süleyman’ın tahta geçmesi için gerekenleri yapan vezir
Amidülmülk Kündürî, Kutalmış karşısında tutunamadı. Bunun üzerine zaten tahtı ele
geçirmek üzere harekete geçmiş bulunan Alp Arslan’dan yardım istedi. Alp Arslan, saltanat
davasına kalkışan Musa Yabgu’yu etkisiz hâle getirdikten sonra, Kutalmış’ın üzerine yürüdü.
Yenilgiye uğrayan Kutalmış hayatını da kaybetti. Alp Arslan bundan sonra tahtı ele geçirdi.
Kardeşi Süleyman Şiraz’a çekildi. Ancak Alp Arslan’ın Kirman meliki olan kardeşi Kara
Arslan Kavurt Bey, başlangıçta mücadeleye girmeyip ülkesine döndü ise de daha sonra
defalarca ayaklandı. Kavurt’un isyanları bastırılsa da mesele tam olarak çözülemeyip
Melikşah zamanına intikal etmiştir. Alp Arslan döneminde çözülmesi gereken diğer önemli
bir mesele ise halifelikle ilgili idi. Çünkü Halife el-Kaim Biemrillah, Tuğrul Bey’in ölümü
üzerine Selçuklu sultanının adını hutbeden çıkarmıştı. Bununla da yetinmeyerek, Irak’daki
Selçuklu memurlarının yerine kendi adamlarını atamıştı.Bu durum Tuğrul Bey’in hilafet
kurumu üzerinde oluflturduğu statünün değişmesi anlamına geliyordu. Halife bu konuda
bölgedeki mahalli emirlerin yardımına başvurmayı denedi ise de sonuç alamadı. Alp Arslan
34

rakiplerini bertaraf ettikten sonra Bağdad’a bir heyet gönderip saltanatının onaylanmasını
istedi. Halife bu isteği yerine getirmek ve Tuğrul Bey zamanında yapılmış olan anlaşmayı
yenilemek zorunda kaldı. Alp Arslan’ın tayin ettiği Selçuklu memurlarının göreve
başlamasıyla Irak’da hâkimiyet yeniden kurulmuş oldu.

Selçuklu Devleti’nde bu dönem yaşanan siyasî ve askerî olaylar


Sultan Alp Arslan’ın ilk seferi, devletin batı siyaseti doğrultusunda 1064 yılında,
Azerbaycan ve Kafkasya üzerine oldu. Anadolu seferlerinin güvenliği için önce Gürcistan’a
girdi. Tiflis-Çoruh arasındaki birçok yer Şavşat’a kadar fethedildi. Gürcü kralı kaçarken bazı
yerel yöneticiler bağlılık bildirdiler. Şehzâde Melikşah da Nizamülmülk ile birlikte
Nahcivan’da önemli fetihler yaptı. Selçuklu ordusu Sepidşehr ve Lal’i aldı. Gürcü meliki
Gürgen Selçuklu Devleti’ne bağlandı. Alp Arslan yoluna devamla Anadolu’ya girdi. Bizans’a
tâbi Ermeni prensliğinin idaresinde iken Bizans imparatoru tarafından ilhâk edilmiş olan Ani
şehri kuşatıldı. Bu müstahkem şehir, şiddetli bir muhasara ile ele geçirildi (16 Ağustos 1064).
İslâm dünyasında da büyük sevinç yaratan bu olay üzerine Halife Sultan’ı tebrik ve taltif etti.
Sultan 1065 yılı sonunda, Deşt-i Kıpçak üzerine bir sefer düzenledi. Müslüman olmayan
Türkler’le işbirliği ederek bölge ticaretini sekteye uğratan Kıpçak ve Türkmenler’i kendisine
bağladı. Sözkonusu gayrı müslim Türkler, Hazar Denizi’nin kuzeyinden batıya göç ederken
Hazar-Karadeniz arasında da sıkışıklığa ve karışıklıklara sebep olmakta idiler. Onların güneye
inmeye zorladığı topluluklar Kafkasya’da Türkmenler’in Anadolu göç yollarını tıkamakta ve
tehdit etmekte idiler. Bu yüzden ikinci Kafkasya seferine çıkan Sultan Gürcistan’da Tiflis
dahil bir çok şehri zabt etti (1067 sonu). Gürcü meliki de yıllık vergi ödemeyi kabul etti. Bu
arada Bizans İmparatorluğu’nda İmparatoriçe Eudokia ile evlenerek tahta geçen Romanos
Diogenes, Türkler’i Anadolu’dan atmak üzere harekete geçti. Çünkü Türk istilâsı Sakarya
kıyılarına ulaşmış bulunuyordu. Her ne kadar Bizans orduları karşısında çekilmek zorunda
kalsalar da, Türkmenler yurt bulmak mecburiyeti ile ölüm pahasına mücadele etmekte idiler.
Diogenes Malazgirt’ten önce, biri Suriye’ye kadar uzanan iki sefere bizzât kumanda etmiş
olmasına rağmen netice alamadı.A
MAÇ
Alp Arslan ise 1070 yılında Erciş ve Malazgirt’i fethetti. Diyarbakır ve Urfa’yı
kuşatıp Bizans’a bir nevi gözdağı verdikten sonra Suriye’ye ilerledi. Amacı Sünnî ‹slâm
dünyas› için büyük tehlike oluşturan Fatımî halifeliğini cezalandırmaktı. Ancak Halep
emirinin itaâtsizliği sebebiyle bu şehri muhasara ettiği sırada Bizans imparatorunun
Erzurum’a doğru ilerlemekte olduğunu öğrenerek süratle geri döndü. Kısa süre içerisinde
ancak toplanabilen 50-60.000 kişilik ordusu ile yaklaşık dört misli ve ağır techizatlı Bizans
ordusuyla savaşmaya mecbur kaldı. Selçuklu ordusu, 26 Ağustos 1071 Cuma günü
Malazgirt’te meydana gelen savaşı kazandı. Esir düşen Bizans imparatoru yapılan anlaşmada
senelik vergi ödemeyi, Selçuklu Devleti’ne tâbiyeti kabul etti. Bu anlaşma Diogenes’in tahtı
kaybetmesi sebebiyle yürürlüğe giremedi. Ancak bu savaşta Bizans ordusunun bir daha
toparlanamayacak şekilde ezilmiş olması, Türkleri’in Anadolu’yu fethinin önündeki engelleri
kaldırmış oldu. Diogenes’in ölümü üzerine beylere Anadolu’nun fethini emreden Alp Arslan
İsfahan’a döndü. Bu sırada Belh meliki olan oğlu ile Karahanlı hükümdarı Şemsülmülk Nasr
arasındaki sınır çatışmaları had safhaya ulaşmıştı. Han’ın Alp Arslan’ın kızı olan eşini de
döverek öldürdüğü haberi üzerine Türkistan seferine çıktı.Ceyhun kıyısındaki Barzam kalesi
komutanı Selçuklu ordusuna bir hayli direndi. Alp Arslan’ın huzuruna çıktığında hançeriyle
onu yaraladı. Sultan aldığı yaranın etkisi ile dört gün sonra şehit oldu.
35

Devletin yapısı ve işleyişinde değişiklikler

Sultan Alp Arslan 1066 yılında Radgân’da düzenlenen bir törenle oğlu Melikşah’ı
veliaht tayin etti.Bununla veliahtlığın kurumlaşması ve saltanat kavgalarının önlenmesini
amaçlamış olmalıdır. Alp Arslan bundan başka oğullarını ve bazı hanedan munsuplarını da
ülkenin çeşitli bölgelerini idare etmekle görevlendirdi. Ancak bu tayinler Selçuklu Devleti’nin
kuruşu sırasında yapılan paylaşmadaki yetkilerden yoksun olduğu için, devletin
parçalanmasına sebebiyet verecek nitelikte değildi. İstisna olarak Çağrı Bey ve Musa
Yabgu’ya verilen imtiyazların, daha Tuğrul Bey zamanında kısıtlanması yoluna gidilmiştir.
Alp Arslan zamanında bu politika daha da yerleşerek, giderek daha merkeziyetçi bir yapı
ortaya çıkmıştır. Buna rağmen meydana gelen taht kavgaları ise kut inancından
kaynaklanmakta olup, bölünmeye değil, genellikle tahtı ele geçirmeye yönelik idi. Şehzâde
isyanlarına destek veren Türkmenler’in de şehzâdelerin bertaraf edilmelerine paralel olarak
idare mekanizmasının dışında Kaldıkları anlaşılmaktadır.
Romanos Diogenes Esir Olarak Sultan’ın Huzuruna Getirildiğinde Aralarında
Geçtiği Söylenen Konuşma
Sultan- “Dostluk kurmak üzere sana Halife’nin elçilerini gördermedim mi? Ama sen
dostluktan kaçındın. Sana düşmanlarımın geri verilmesi için (Erbasgan’ı kastediyor) Afşin’i
göndermedim mi? Fakat sen “ Para sarfettim, büyük bir ordu topladım, buralara kadar geldim,
aradığımı yakaladım. Ülkeme yapılanları İslâm ülkelerine yapmadıkça nasıl dönerim?” dedin.
Serkeşliğinin sonunu beğendin mi?”
İmparator- “Ülkelerini almak için türlü kavimlerden ordu topladım, paralar sarfettim.
Memleketim ve kaderim senin elindedir. Bu hâlimle (Ayaklarındaki zincir ve esirlik alâmeti
olarak boynuna takılan lâleyi kastederek) önündeyim.Nasihâti ve azarlamayı bırakıp ne
istiyorsan onu yap”
Sultan- “Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın?”
İmparator- “Sen böyle benim veya adamlarımın lütfuna terkedilmiş olsaydın, senin başını
kesmelerini veya bir darağacına asmalarını emrederdim”
Sultan- (Kendi kendine) “Vallahi doğru söyledi. Başka türlü konuşsaydı yalan söylemiş
olurdu. Bu adam akıllı ve mert birisi.Bu sebeple öldürülmesi doğru değildir. (Sonra yüksek
sesle) Sana ne yapacağımı sanıyorsun?”
İmparator- “Üç ihtimal vardır. Birincisi beni öldürtürsün ama bu kasap işidir. İkincisi beni
ülkende teşhir edersin, bu da sarraf işidir. Üçüncüsünü ise mümkün
olmadığından söylemeye gerek yoktur”
Sultan- “O nedir?”
İmparator- “Affedilmem, sunacağım paraları kabul etmen, aramızda dostluk kurulması, beni
kumandanlarından birisi ve Rum’da bir nâibin olarak ülkeme iade etmen. Zira beni
öldürmenin bir faydası olmaz çünkü benim yerime bir başkasını getirirler”.
Sultan- “Ben Allah’a, savaşı kazanırsam sana iyi davranacağıma dair yemin etmiştim. Allah
iyi düşünenlerin duasını kabul eder. Bu sebeple hakkında aftan başka bir şey düşünmedim,
kendini satın al”.
İmparator- “Sultan ne istediğini söylesin.”
Sultan- “10.000.000 dinar”
İmparator- “Hayatımı bağışlamakla benden bütün Rum ülkesini istesen de haklısın. Lâkin
başlarına geçtiğimden beri ordular sevk etmek savaşlar yapmak için Rum’un paralarını sarf
ettim, mallarını müsadere ettim, halkımı fakir düşürdüm.” Bundan sonra kan kardeşi olan iki
hükümdar, yukarıda şartları belirtilen anlaşmayı yaptılar (Köymen 1972, Turan 2010).
da devlet olman›n gere¤i olan idarî ve malî tedbirleri
aldı. Irak’ta Selçuklu görevlileri yerine valiler ve
vergileri toplamak üzere memurlar tayin etti.
36

Sultan Alp Arslan’ın şehzâdeleri çeşitli vilâyetlerin yönetimi ile görevlendirmesi,


devletin merkeziyetçi politikalarına aykırı bir durum değildi. Çünkü aslında kut inancına
dayanarak her zaman isyan edebilecek olan melikler, kuruluş dönemindekine göre epeyce
kısıtlanmış yetkilerle atanıyorlardı. Bu uygulamadan maksat şehzâdelerin idarî tecrübe
kazanmaları ve yönetimde sorumluluk paylaşımıdır.
Bizans ordusu Uz ve Peçenek gibi gayrı müslim Türkler, Ruslar, Franklar, Ermeniler,
Anadolulu ve Balkanlı muhtelif etnik unsurlardan, toplanmış ücretli bir ordu idi. Yani onları
bir araya getiren değer, ortak bir ideal değil para idi. Bizans ordusu bünyesi ve ülküsü
bakımından ne kadar uyumsuz ise, Türk ordusu bunun tam aksine, aynı ideal uğruna ölmeye
hazır, soy ve inanç birliğinin bir araya getirdiği ahenkli bir topluluk idi.
Bizans’ın Türkler’i Anadolu’dan atmak için, büyük fedakârlıklara katlanarak
hazırladığı ordusu bu savaşta imha oldu. Dolayısıyla Türk akınlarını durduracak ciddi bir güç
kalmayınca, Türkler Anadolu’ya güvenle yerleşmeye ve bu toprakları yurt tutmaya başladılar.

MELİKŞAH’IN TAHTA ÇIKMASI


Hatırlanacağı gibi Türkistan Seferi sırasında şehit edilen Alp Arslan, ölüm döşeğinde
iken asker ve kumandanlardan veliahdı Melikşah’ı tahta geçirmeleri konusunda söz almıştı.
Sultan’ın ani ölümü, karışıklıklara meydan vermemek için bir müddet saklı tutuldu. Sonra
devlet ileri gelenleri toplanarak Melikşâh’ı tahta oturttular (25 Kas›m 1072). Ordunun
bağlılığını sağlamak için kumandanlara çok miktarda hediyeler dağıtılıp, askerin maaşı
yükseltildi. Melikşâh babasının naaşını Merv’de dedesi Çağrı Bey’in yanına defnettikten
sonra Nişabur’a geldi. Bağdad şahnesi Gevherayin vasıtasıyla bildirilen taht değişikliği ve
Melikşâh’ın saltanatının onaylanması talebi, Halife el-Kaim Biemrillah tarafından tereddütsüz
yerine getirildi.Bunun nişânesi olan menşur ve sancak yine şahne aracılığı ile Selçuklu
başkentine gönderildi.
Melikşâh tahta geçmiş olmakla birlikte tüm meseleler çözülmüş değildi. Nitekim Alp
Arslan zamanında da bir kaç kere isyan etmiş olan Kavurt Bey, harekete geçmiş bulunuyordu.
Melikşâh amcasına oğul dururken kardeşe miras düşmeyeceğiini, mevcut iradeye boyun
eğmesi gerektiğini bildirdi ise de, onu durdurmak mümkün olmadı. Selçuklu ordusu içerisinde
taraftarları olduğu anlaşılan Kavurt, öncü birlikleri yenilmesine rağmen çekilmedi. Hemedan
civarında Nisan 1073 yılında meydana gelen savaşı, Nizamülmülk’ün başarılı sevk ve
idaresinin de katkısıyla Melikşâh kazandı. Savaşta iki oğlu ile birlikte esir edilen Kavurt Bey,
yay kirişi ile boğdurulmak suretiyle öldürüldü. Oğulları Sultanşâh ve Emirânşâh’ın gözlerine
mil çekildi. Asker içerisinde huzursuzluk çıkmaması düşüncesiyle yüzüğündeki zehiri içerek
intihar ettiği duyuruldu. Kavurt Bey’in Kirman’da yerine bıraktığı oğlu Kirmanşah’ın ve
sonra haleflerinin hüküm sürmesine, tâbiyet konusunda problem çıkarmadıkları sürece izin
verilmiştir. Gözlerine mil çekilmiş olmasına rağmen kaçarak, 1074 yılında tahta geçen
Sultanflâh üzerine sefere ç›kan Melikşâh, onun af dileğini kabul ederek geri döndü.Bu sırada
henüz 20 yaşı civarında bulunan Melikşâh’ın en büyük desteğinin Nizâmülmülk olduğu
anlaşılmaktadır. Nizâmülmülk, bu desteği ve Kavurt Bey isyanındaki hizmetleri dolayısıyla,
iktalarına memleketi olan Tus şehri de ilave edilerek, yeniden vezirlik makamına atandı.
Melikşâh, babası tarafından kendisine atabeg tayin edilmiş olan vezirin bu makamını da, ilig
ve hâce-i buzurg (Büyük Hoca) unvanlarıyla teyid etti.

BİRİNCİ TÜRKİSTAN SEFERİ


Sultan Alp Arslan’ın Türkistan seferi sırasında şehit düşmesi ve Melikflâh’ın Kavurt
isyanı ile meşgul olması, Batı Karahanlı hükümdarına Selçuklu sınırını tecavüz imkânı verdi.
Şemsülmülk Nasr Han önce Tirmiz’i ele geçirdi, arkasından Toharistan’ın merkezi olan
Belh’e saldırdı. Melik Ayaz bu sırada Gürgân’da bulunduğu için savunmasız kalan şehir düştü
(1073 başı). Melik Ayaz durumu haber al›nca harekete geçti ve Belh’i geri aldı. Bununla
37

birlikte Tirmiz üzerine düzenlediği seferde yenildi. Bir rivayete göre çok sayıda askeriyle
birlikte Ceyhun Nehri’nde boğularak hayatını kaybetti (Mart 1073). Bu karışıklıklar
Gazneliler’e de, Selçuklular’a karşı harekete geçme fırsatı verdi.Toharistan’a giren Gazneli
kuvvetleri, Sultan’ın amcası Melikülümerâ Osman’ı yenilgiye uğratıp esir aldılar. Sultan
Melikşâh, Kavurt meselesini hâlledip, Halife tarafından saltanatı da onaylandıktan sonra, bu
sınır ihlâllerine son vermek üzere ordusuyla yola çıktı. Selçuklu ordusu Belh’e ulaştığında,
Han’ın Melikşah’a gönderdiği elçi geldi. Han, Tirmiz’in Maveraünnehir’in bir parçası olması
dolayısıyla, eğer barış isteniyorsa şehrin kendilerine bırakılması gerektiğini bildiriyordu.
Ancak bu isteğe itibar etmeyen Melikşâh Ceyhun’u geçtikten sonra, Emir Savtegin
kumandasında gönderdiği kuvvetlerle Semerkant yolunu kesti. Daha sonra Han’ın kardeşinin
idaresinde bulunan Tirmiz’i kuşatıp aldı. Oradan Semerkant’a doğru ilerledi. Şemsülmülk
durumun ciddiyetini anlayınca af dileyip barış talep etti. Melikşâh da bu kadarını yeterli
görerek, eski sınır üzerinde anlaşma yapmaya râzı oldu. Melikşâh’ın harekâtından haberdar
olan Gazneli Sultan İbrahim de, erken davranarak, Sultan’ın esir tuttuğu amcasını serbest
bıraktı.
Bunun üzerine Gaznelilerle her hangi bir çatışma olmadı. Sultan buradan Rey’e
dönerken bölgenin güvenliğinin sağlanmasına yönelik bazı görevlendirmeler de yaptı. Kardeşi
Tekiş’i Toharistan’a, Böribars’ı Herat’a, Toganşâh’ı Hemedan’a, amcası Osman’ı Velvalic
(Kunduz)’ e tayin etti. Amcasına diğer meliklere nisbetle siyah çetr taşıma ve kapısında
nevbet çalma gibi ayrıcalıklar da tanıdı.

ANADOLU VE SURİYE SİYASETİ


Sultan Melikşâh bundan sonra devletin başkentini Rey’den İsfahân’a taşıdı. Şehir
yeni inşa edilen iki kale ile daha korunaklı hâle getirilirken cami, mescid, medrese ve hankâh
gibi eserlerle adetâ yeni bafltan imar edildi. Böylece doğu sınırlarını tahkim ve ülkesinin
işlerini tanzim eden Melikşâh, dikkatini batıdaki gelişmelere çevirdi. Başkentin naklinde bu
yöndeki olayları daha yakından izlemek düşüncesi de etken olmuştur. Zira Anadolu ve
Suriye’de, Selçuklu Devleti’ni yakından ilgilendiren gelişmeler yaşanmakta idi. Sultan,
Kafkasya’da meydana gelen karışıklar nedeniyle 1076 ve 1079 yıllarında bizzât
Kafkasya/Gürcistan üzerine sefere çıkarak bölgeyi itaât altına aldı. Ancak daha sonraki
tarihlerde de Gürcistan üzerine seferler düzenlenmek zorunda kalınmıştır.

Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu


Anadolu bilindiği gibi, Selçuklu Devletinin yürüttüğü fetih siyaseti doğrultusunda,
yurt tutmak düşüncesiyle devamlı Türkmenlerin akınlarına uğramakta idi. Bunun yanı sıra
çeşitli sebeplerle devlete küsen Türkmenler de bir sığınak olarak oraya iltica ediyorlardı. Son
olarak kardeşi Kavurt’un isyanına destek veren ve asi şehzâde Erbasgan’ın da eşi olan Gevher
Hatun, Anadolu istikametinde Yabgulu Türkmenlere katılmak üzere çekilirken bertaraf
edilmişti. Yabgulu Türkmenleri’nin Anadolu ve Suriye’de denetim dışı faaliyetleri Selçuklu
sultanlarını rahatsız etmekteydi. Onların en büyük başbuğlarından olan Kutalmış’ın oğulları,
Alp Arslan’a karşı girdiği taht mücadelesini kaybedince hapsedilmişlerdi. Olayların seyrine
bakılacak olursa Kutalmışoğulları, Melikşâh’ın tahta geçtiği sırada yaşanan karışıklıklardan
yararlanarak hapisten kaçmış veya kaçırılmışlardı. Nitekim Güney Anadolu bölgesinde kısa
bir süre faaliyette bulunduktan sonra, Suriye’de Büyük Selçuklu aleyhtarı bir mücadeleye
karıştılar. Bu olayda bir kardeşi yeniden hapse düşen Süleymanşâh, Halep-Antakya üzerinden
Bizans topraklarına doğru ilerledi. 1075 yılında Bizans’a ait İznik (Nikia)’i fethederek
kendisine merkez yaptı. Kutalmış’ın oğlu olma ayrıcalığı Süleymanşah’ı, kısa zamanda bir
cazibe merkezi ve dolayısıyla etkili bir güç hâline getirdi. Nitekim Süleymanşah 1078 yılında,
Erbasgan’ın arabuluculuğu ile Nikephoros Botaniates’e askerî yardımda bulunarak Bizans
tahtını ele geçirmesini sağladı. Anadolu’nun fethi konusunda bu tarihe kadar alınan yol, hiç
38

şüphesiz Büyük Selçuklular’ın eseri idi. Tabiî olarak bu toprakların tümüyle Türk yurdu
olmasnı istiyorlardı. Ancak kendilerine rağmen bir gelişmeye izin vermek istemedikleri için,
Melikşâh 1078 yılında, Anadolu’ya Emir Porsuk idaresinde bir ordu gönderdi. Süleymanşâh’ı
ona karşı gönderdiği kardeşi Mansur, bu savaşta hayatını kaybetti, fakat Porsuk amacına
ulaşamadı. Türkiye Selçukluları varlıklarını devam ettirdiler.

Tutuş’un Şam Melikliğine Tayini


Anadolu’dakine benzer bir gelişme de Suriye ve Filistin’de yaşanıyordu. Kınık
boyundan olan Atsız Bey, Alp Arslan’ın emri ile bölgede fetihlerde bulunmaktaydı. 1071
yılında Fatımîler’den Kudüs’ü, 1076’da ise Dımaşk (Şam)’ı aldı. Atsız Bey ertesi yıl Mısır
üzerine yürüdü, fakat Kahire yakınlarında ağır bir yenilgiye uğradı. Bundan cesaret alan
Fatımîler’in taarruzları Melikflâh’ın bölgeye müdahalesine yol açtı. Atsız’a dokunmaksızın
Suriye’yi, kardeşi Tacüddevle Tutuş’a ikta etti. Fakat Atsız Bey, Fatımîler’e karşı yardımına
başvurmak zorunda kaldığı Tutuş tarafından öldürüldü. Böylece 1078 yılında Suriye Selçuklu
Melikliği kurulmuş oldu. Tutuş’un, Melikşâh’a sadakâtini sonuna kadar koruduğu
görülmektedir. Fakat Tutuş Selçuklu’ya tâbi olmasına rağmen, Irak ve Suriye’de bir Arap
devleti kurmak isteyen Müslim b. Kureyş ile, şiddetli bir rekabet içerisinde olmuştur. Ayrıca
Suriye sınırlarını zorlamakta olan Kutalmışoğlu Süleymanşâh da onunla girdiği savaşta
hayatını kaybetti. Tutuş, Melikşah’ın ölümünden sonra Berkiyaruk’a karşı girdiği taht
davasında hayatını kaybetti. Oğulları Haleb ve Dımaşk’ta melikliklerini ilân ettiler.
Kafkasya Seferi
Sultan Alp Arslan zamanında tâbiyet altına alınan Gürcistan’da, Kral Bagrat’ın
yerine geçen II. Giorgi zamanında çıkan karışıklar, Melikşah’ı Kafkasya seferine çıkmaya
mecbur etti. Büyük bir ordu ile Kartli bölgesine girip bazı kaleleri fetheden Sultan, Kafkasya
seferinde Alp Arslan’a da mihmandarlık etmiş olan Emir Savtegin’i genel vali olarak atadı
(1076).Ancak Savtegin’in Gürcü kralına yenilmesi, Kars ve Anapa’nın düşmesine, hattâ
Ermeni Gagik’in Ani’yi ele geçirmeye yeltenmesine imkân verdi. Bunun üzerine Melikşah
1079’da bir kere daha Gürcistan seferine çıktı. Somkhet bölgesini fetheden Sultan, Gürcü
prensi İvane’yi esir aldı. Savtegin’i yeni kuvvetlerle takviye ettikten sonra İsfahan’a döndü.
Ancak Savtegin’in Gürcüler’in taarruzuna uğraması, Bizans’ın buradaki zayıf birliğine bile
hareket imkânı verdi. Kars ve Erzurum düştü. Sultan bu duruma son vermek için Emir Ahmet
idaresinde kuvvetli bir orduyu Gürcistan’a gönderdi. Kralı ard arda yenilgiye uğratan emir,
Kars ve Erzurum’u geri aldı. Ayrıca kendisiyle paralel harekât yürüten Türkmenler de
Karadeniz’e kadar yayıldılar (1080). Gürcü kralı topraklarının bir kısmını olsun kurtarabilmek
için İsfahan’a giderek Melikşah’ın huzuruna çıktı. Vergi ödemek ve asker vermek şartıyla
tahtına iade edildi. Kral ölene kadar Melikşah’a bağlı kaldı. Melikşah bölgede denetimi
sağlamak üzere, amcası Yakutî’nin oğlu İsmail’i Arran valiliğine tayin etti. 1086 yılı başında
Suriye seferinin hemen öncesinde, bizzât Kafkasya bölgesine giren Melikşah, bölgede
Selçuklu egemenliğini güçlendirdi.

DOĞU ARABİSTAN-HİCAZ-YEMEN VE ADEN’İN SELÇUKLULAR’A


BAĞLANMASI
el-Ahsa ve Bahreyn bölgesinde yaşanan sünniliğe muhalif hareketler, Melikflah’ın
bölgeye bir ordu göndermesine yol açtı. Nitekim meşhur Türkmen kumandanı Artuk Bey’i,
ikta sahası olan Hulvan’dan güneye inerek, bölgeyi itaât altına almakla görevlendirdi.
Bölgede ilerleyen Artuk Bey çöl yolculuğu için attan çok deveye ihtiyaçları olduğunu gördü.
Bu sebeple önce, Basra’dan develer ve ordunun zahire ihtiyacını temin etti. Harekâtın başında
el-Ahsa bölgesinde Katîf ele geçirildi. Buradan Bahreyn adalarına geçip, oradaki mahalli
güçleri itaât altına alan Selçuklu ordusu, el-Ahsa’ya dönerek Karmatîler’i cezalandırdı.
Ordusu sıcaklar yüzünden çok zorluk çeken Artuk Bey, mahalli emirlerden Karmatîler’e
39

düşman birisini, emrine iki bin Türkmen atlısı verip, Ahsa’nın koruması ile görevlendirdikten
sonra Hulvan’a döndü (1077). Karmatîler’e karşı kazanılan bu zaferleri Halife’ye de bildiren
Artuk Bey, onun tarafından bir tebrik mektubu ve çok değerli hediyelerle ödüllendirildi. Bu
arada Hicaz’da (Mekke-Medine), Sultan Alp Arslan zamanından beri (1068) sünnî hutbesi
okunmakta iken, Halife el-Kaim Biemrillah ölünce, şiî hutbesine dönüldüğü görülmektedir.
Fatımî Halifesinin baskısıyla buna mecbur olan Mekke emiri Melikşah tarafından gönderilen
Sâlâr-ı Horasan adlı kumandanın desteği ile hutbeyi yeniden Abbasî halifesi adına okuttu
(1077). Fatımîler, Selçuklular karşısında Suriye ve Filistin’de ağır yenilgiler almışlardı. Bu
sebeple Hicaz’da okunan hutbeyi, kendileri açısından bir saygınlık meselesi sayarak imkân
buldukça mücadeleye devam ettiler. Ancak bazı küçük kesintilere rağmen, 1080’den itibaren
Hicaz’da hutbe Selçuklu sultanı ve Abbasî halifesi adına okunmaya devam etti.
1092 yılında Bağdad’ı ziyareti sırasında tüm tâbi emir ve beylerini huzuruna kabul
eden Melikşah, yeni fetih planları çerçevesinde, Yemen ve Aden’in imparatorluğa
bağlanmasını emretti. Bunun için Türşek, Yorunkuş ve Çubuk gibi emirler görevlendirildiler.
Hicaz üzerinden Yemen’e inen Selçuklu ordusu kısa bir sürede Yemen ve Aden bölgesini
hâkimiyet altına almaya muvaffak oldu. Bundan sonra Melikşah Hicaz’a su yolları, sarnıçlar
ve ribatlar yaptırırken, hacılardan alınan vergileri de kaldırdı.

Karmatîler Abbasî Halifeliğine karşı 869 tarihinde başlayan Zenci isyanına destek
veren ve onunla özdeşlenen bir topluluk. Kûfe bölgesinden olan Karmatîler, Şiiânın İsmailiye
koluna mensup idiler. Söz konusu isyan X. yüzyılın başında bastırılsa da, zaman zaman
alevlenen hareket, takibat sonucu
Hindistan’a kadar yayılma imkânı bulmuştur.

DİYARBEKIR’IN SELÇUKLU TOPRAKLARINA


KATILMASI
Anadolu ve Suriye’de cereyan eden hadiseler, Büyük Selçuklu siyaseti bakımından
büyük önem arz ediyordu. Zira Türkiye Selçuklu sultanı Süleymanşah, 1081 yılında Bizans
ile bir barış anlaşması yaptıktan sonra, Doğu’ya yönelik bir siyaset takip etmeye başlamıştı.
Bu çerçevede Çukurova bölgesini fetheden Sultan’a bağlı bazı beyler de, Fırat havzasında
paralel bir harekât yürütmekte idiler. Süleymanşah’ın Büyük Selçuklu tahtı üzerindeki iddiası
hatırlanacak olursa, bu ilerleyişin Melikşah’ı rahatsız edeceği kuşkusuzdur. Bu yüzden daha
1078 yılında Emir Porsuk idaresinde Anadolu’ya ordu sevketmesi de, Süleymanşah’ı
durdurma düşüncesinden kaynaklanıyordu. Fakat yürüyüşünü sürdüren Süleymanşah, 1084
yılı sonunda Antakya’yı fethederek, Büyük Selçuklularla komşu olmuştu. Bu arada yine
Tuğrul Bey zamanından beri Selçuklular’a tâbi olan Musul’daki Ukayloğulları da sorun
meydana getirmekte idiler. Melikşah’ın halası ile de evli bulunan Musul valisi Müslim b.
Kureyş, Musul’dan Haleb’e kadar olan bölgede bir Arap devleti kurmak istiyordu. Kendisi de
şiî olan Müslim, maksadına ulaşmak amacıyla Fatımî halifesi ile temas kuruyor, açıkça
Selçuklu aleyhtarı politikalar takip ediyordu. Hattâ Suriye meliki Tutuş’un merkezi olan
Dimaşk’ı kuşatmaktan bile çekinmiyordu. Bununla birlikte bölge dengeleri içerisinde onu da
bir yere koyan Melikşah, Müslim’in elindeki yerlerden başka, vergi almak yoluyla Haleb’e
hâkim olmasını da onaylıyor, Tutuş’a da ona dokunmamasını bildiriyordu. Müslim bu sırada
Bizanslı bir valinin elinde bulunan Antakya’nın haracını da alıyordu. Fakat yukarı da
söylendiği gibi, Türkiye Selçuklu sultanı Antakya’yı fethetmiş bulunuyordu.
Bu durum Suriye hâkimiyeti konusunda ikisi birbiriyle kıyasıya rekabet eden Tutuş
ve Müslim’i, aynı zamanda Süleymanşah’la karşı karşıya getiriyordu. Melikşah bir yandan
Süleymanşah’ın ilerleyişini durdurmak, diğer yandan da Fatımîlerle bağlantıları olan
40

Mervanoğulları’nı cezalandırmak üzere Diyarbekir bölgesine bir sefer yapılmasına karar


verdi. Zira Mervanî emiri Nasruddevle Mansur da, varlığını sürdürebilmek için Selçuklu
aleyhtarı politikalar takip ediyordu. Ayrıca Mervanoğulları’nın ve Halife’nin eski veziri olan
Fahrüddevle b. Cüheyr de kendisine bir yönetim alanı bulmak üzere, Melikşah’ı bu konuda
teşvik ediyordu. Böylece Süleymanşah’ın güneyde yürüttüğü bu süratli harekâtın önü kesilmiş
olacaktı.
Selçuklu meliklerine has yetkilerle donatılan Fahrüddevle, emrine Gevherayin,
Altuntak, Dilmaçoğlu, Çubuk ve Artuk gibi meşhur kumandanlar verilerek Diyarbekir
seferine memur edildi. Selçuklu ordusu ilk olarak Âmid üzerine harekete geçti. Fakat Mervanî
emirinin kendisine bazı kaleler vereceğini vaad ederek yardım istediği Musul valisi Müslim
de, Selçuklu ordusundan önce Amid’e gelmiş bulunuyordu. Kendisi de aslen Musullu bir
Arap olan Fahrüddevle “Kendi eliyle Arapların başına belâ geleceği” kaygısıyla, Müslim’e
saldırmak istemedi. Bu durum emrindeki Türkmen komutanlarla arasının açılmasına sebep
oldu. Çubuk Bey idaresindeki Türkmenler, Fahrüddevle’nin haberi olmaksızın Müslim’in
karargâhına bir gece baskını düzenleyerek kuvvetlerini dağıtıp mallarını yağmaladılar.
Melikşah’ın bu olaylardan haberdar olmasından çekinen Fahrüddevle, Amid’e çekilen
Müslim’e saldırmaya karar verdi. Fakat Müslim, bu defa da Artuk Bey’le Fahrüddevle’nin
bilgisi dışında para karşılığı anlaştı. Nitekim onun açtığı güvenli yoldan Musul’a doğru yola
çıktı. Artuk Bey de Fahrüddevle’nin hizmetinde kalmak istemeyerek
buradan ayrıldı. Bunun üzerine Sultan Melikşah’tan korkan Fahrüddevle, Âmid muhasarasını
oğlu Zaimüddevle’ye bırakarak, süratli bir harekâtla Mardin, Siirt, Erzen ve Hısn Keyfâ’yı ele
geçirdi. Mervanî emiri bir kısım topraklarını kurtarmak düşüncesiyle İsfahan’a Sultan’ın
yanına gitti. Ancak kendisine yapılan teklifi, hıristiyan veziri Ebû Salim’in, on yıl dayanacak
güçleri olduğunu söyleyip yanıltması sebebiyle reddetti. Amid’de Vezirin himayesindeki
hıristiyanlar yiyecek depolarken, Müslümanlar kötü muamele görüyorlardı. Bu yüzden
ayaklanan müslüman ahâlinin Selçuklu ordusuna yardım etmesi üzerine şehir düştü (May›s
1085).Mervanoğulları’nın elinde ufak bir iki yer dışında sadece Meyyâfârikîn
kalmıştı.Nasrüddevle Melikflah’ın teklifini kabul ettiğini bildirdi ise de, dikkate alan
olmadı.Nihayet 1085 Ağustos sonunda Mervanîler’in başkenti de düştü ve hanedan tarihe
intikâl etti. Bu sefer sırasında ele geçirilen 1.000.000 dinar değerindeki ganimet İsfahan’a
gönderildi. Nasruddevle’ye Irak’ta bir kasaba ikta edildi.
Diyarbekir, genel hatları ile Dicle ve Fırat nehirleri arasında yer alan,Eskiçağda
Yukarı Mezopotamya, Ortaçağda el-Cezire adı verilen bölgenin bir bölümüdür. Arabistan’dan
göç eden Arap kabileler yerleştikten sonra, onların kabile adlarına nisbetle Diyârımudar (Urfa,
Harran,Rakka), Diyârırebîa (Musul, Nuseybin, Sincar) ve Diyarıbekr olarak üç idarî kısıma
ayrılmıştır. Bunlardan birisi olan Diyarbekir bölgesi ise Âmid,Mardin, Hısn Keyfâ ve
Meyyâfârikîn gibi önemli merkezlerden oluşuyordu.

Musul Seferi
Selçuklu ordusunun Âmid muhasarası sırasında, Musul valisi Müslim b. Kureyş’in,
Mervanî emirinin yardım çağrısına icabet ettiği ifade edilmişti. Nitekim Müslim kuvvetleri
baskına uğrayıp yenilince Artuk Bey ile anlaşıp Musul’a doğru çekilmişti. Ancak bu kulak
ardı edilecek bir olay değildi. Melikşah Ukayloğulları’na ait toprakları Fahrüddevle’nin
oğluna ikta ederken, bölgedeki Türkmen beylerine de ona katılmaları emrini verdi.
Kasimüddevle Aksungur ve Artuk Bey gibi komutanlar Musul’da toplandılar. Şehir kısa
sürede ele geçirildi. Ancak Müslim’in Rahbe’de iken Fatımîler’le yeniden işbirliğine teşebbüs
etmesi, Melikşah’ın da bizzât sefere çıkmasını gerektirdi. Selçuklu ordusu Musul’u aldığı
sırada Sultan da şehre ulaştı.Musul ileri gelenleri tarafından büyük saygyla karşılanan
Melikşah, bu sırada kardeşi Tekiş’in isyan etmiş olduğu haberini aldı. Bunun üzerine
41

Müslim’i huzuruna getirten Sultan, bölge dengelerini dikkate alarak, sahip olduğu yerlerin
tamamını kendisine verip, onu yerinde bırakmayı uygun buldu (Kasım 1085).
Tekiş’in İsyanı
Hatırlanacağı üzere Tekiş, Birinci Türkistan seferinden dönüşte, Melikşah tarafından
Toharistan melikliğine tayin edilmişti. Tekiş ilk olarak 1081’de Horasan’ın önemli
şehirlerinden Merv ve Nişabur’u ele geçirmeye kalkışıp isyan etmişti. Bir süre önce
disiplinsizlik sebebiyle ordudan atılan 7.000 kadar Ermeni de, bu isyan sırasında onu
desteklemişlerdi. Fakat Tekiş, Melikşah tarafından Tirmiz şehrinde kuşatılınca af dilemiş ve
isteği kabul edilmişti. Tekiş, Melikşah’ın Musul seferinde bulunmasından yararlanarak bir
kere daha isyan etti. Melikşah kardeşinin üzerine yürümek için kışın geçmesini bekledi.Sonra
isyanın çok tehditkâr bir şekil almasından dolayı emrinde Artuk, Porsuk, Bozan, Türşek,
Kumaç ve Ayaz gibi meşhur kumandanlar olduğu hâlde büyük bir orduyla harekete geçti.
Merv-i Rud’dan Serahs’a kadar olan bölgeyi kontrolü altına almış olan Tekiş, bu sırada
Serahs’ı kuşatmaktaydı. Nizâmülmülk idaresindeki Selçuklu ordusunun yaklaşmakta olduğu
şeklinde uydurma bir haberle yanıltılan melik, acele olarak kuşatmayı kaldırmak zorunda
kaldı. Önce Venec’e çekilen Tekiş, Melikşah tarafından takip edilerek Tirmiz’de bir kere daha
teslim alındı (1085). Yeniden isyana teşebbüs edememesi için gözlerine mil çekilerek hapse
atıldı. Tekiş’in yerine Toharistan melikliğine, ilginç bir şekilde onun oğlu Ahmed tayin edildi.
Bu durum isyan sırasında oğlunun Tekiş’i desteklemediğine işaret etmektedir.

SURİYE (ANTAKYA) SEFERİ


Diyarbekir seferinin başında söylendiği gibi, Türkiye Selçuklu hükümdarının
Antakya’yı fethedip Halep kapılarına dayanmış olması onu, Büyük Selçuklu Devleti’nin
bölgedeki iki temsilcisi ile karşı karşıya getirdi. Müslim b. Kureyş, Süleymanşah’tan Antakya
için kendisine haraç ödemesini istedi. Doğal olarak bu teklifi reddeden Süleymanşah ile
Müslim arasındaki gerginlik bir savaşla sonuçlandı. Kurzahil savaşında Müslim’in yanındaki
Türkmen askerlerinin Selçuklu sultanın saflarına geçmesi üzerine Müslim yenilip hayatını
kaybetti (Temmuz1085). Fakat Süleymanşah’ın Haleb’i kuşatmasına Suriye meliki Tutuş’un
sessiz kalması düşünülemezdi. Nitekim bu defa Tutuşla Süleymanşah arasında bir savaş oldu.
Müslim’in yenilmesine yol açan Türkmen kuvvetler bu defa Tutuş’un saflarına geçince,
Süleymanşah mağlûp oldu ve hayatını da kaybetti (Haziran 1086). Taraflar arasında bu
mücadeleler sürerken, Halep hâkimi de Sultan Melikşah’ı, şehri kendisine teslim etmek üzere
davet etmiş bulunuyordu. Müslim’in ölümü Selçuklular’ın Suriye hâkimiyetini güçlendirmek
konusunda bir fırsat oldu. Yine ülkesini ve saltanatını tehdit eden Süleymanşah’ın ölümü de
aynı şekilde, Melikşah’ı rahatlatan bir sonuçtu. Ancak diğer taraftan da, artık rakipsiz kalan
Tutuş’un, istenmeyen şekilde güçlenmesine fırsat verecek bir gelişme idi. Nitekim Tutuş bu
sırada Haleb’i kuşatmış bulunuyordu. Melikşah bu yüzden olayları kontrol altına almak üzere,
önce Kafkasya bölgesinde hızla bir harekâtta bulunduktan sonra, 1086 sonbaharında Musul
üzerinden Harran’a geldi. Emrindeki komutanlardan Bozan’ı Urfa’nın fethi ile görevlendirdi.
Bozan kısa bir süre sonra fethettiği Urfa’nın valiliğine atandı. Sultan kendisi Ca’ber ve
Menbic kalelerini aldı. Bu sırada Halep iç kalesini kuşatmakta olan Tutuş’un çekilmesi
üzerine şehre girdi ve valiliğine Kasimüddevle Aksungur’u tayin etti. Şeyzer emiri bağlılığını
bildirdi. Buradan Antakya’ya gelen Melikşah, Süleymanşah’ın vezirinden şehri teslim aldı.
Süleymanşah’ın vezirinin yanında bulunan oğullarını alıp İsfahan’da hapse gönderdi. Şehrin
valiliğine Türkmen beyi Yağısıyan’ı getirdi. Böylece valiliğine Çökermiş’i tayin ettiği
Musul’dan Halep’e kadar olan topraklar doğrudan Büyük Selçuklu idaresine bağlanmış oldu.
Türkiye Selçuklu sultanı bu mücadelede hayatını kaybedip oğulları da hapsedilmek suretiyle
devleti başsız bırakılırken, Kutalmışoğulları’nın güneye açılan kapıları kapanmış oldu.
Nitekim Melikşah hemen akabinde, İznik’te Süleymanflah’ın nâibi olan Ebû’l-Kasım üzerine
de, Bozan idaresinde bir ordu gönderdi. Melikşah’ın Bağdad Ziyareti Böylece Suriye’de
42

gerekli düzenlemeleri yapan Sultan Melikşah, Bağdad’ı ziyaret etmeye karar verdi. 12 Mart
1087 tarihinde geldiği Bağdad’da, ileri gelenler ve halk tarafından büyük gösterilerle
karşılandı. Melikşah Selçuklu sarayına inerken Nizâmülmülk, ordugâhta kalarak askerin halka
ve evlere rahatsızlık vermemesi için tedbirler aldı. Daha sonra İmam-ı Âzam Ebû Hanife, Hz.
Ali, Hasan ve Hüseyin’in türbelerini ziyaret eden Sultan, Fırat’tan Necef’e su kanalı
açılmasını emretti.Bu ziyaretlerden sonra Bağdad’a dönen Melikşah, Muktedî’nin gönderdiği
bir at ile hilafet sarayına gitti. Kabul töreninde Halife ile Sultan’ın adamlarını Nizâmülmülk
takdim etti. Halife Sultan’a iki kılıç kuşandırarak Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı ilân etti.
Hilatler giydirip, sancak, at ve altından bir taht hediye ettiği Sultan’ın yakınları ile Vezir’e de
pek çok hediyeler verdi (24 Nisan 1087). Selçuklu heyeti halifelik sarayından coşkulu bir
merasimle uğurlandı.Melikşah’ın Bağdad ziyaretinin bir sebebi de, kızı Mehmelek Hatun’un
Halife ile evlenecek olması idi. Emir Porsuk ve Gevherayin’in başında bulunduğu bir
kervanla Bağdad’a getirilen gelinin çeyizi 130 deve 74 katır ile taşınmakta idi. Bağdad bu
muhteşem düğün vesilesi ile süslenmiş, halk da bu düğüne katılmıştı. Gelin akşam 300 atlı ile
Selçuklu konağından alınarak Halife’nin sarayına götürüldü. Halife’nin, üç günlüğüne ava
çıkan Melikşah’ın Bağdad’a dönüşünde, onun şerefine verdiği ziyafet de, kaynaklarda bütün
ihtişamıyla akis bulmuştur. Melikşah nihayet Mayıs ayı ortalarında, İsfahan’a gitmek üzere
Bağdad’dan ayrıldı.

İKİNCİ TÜRKİSTAN SEFERİ


Ahmed Han döneminde Batı Karahanlılar’ın en önemli meselesi, Maveraünnehir’in
İranî geleneklere alışık yerel unsurlarının, Türk hükümdarı ile giriştikleri güç mücadelesi
oluşturuyordu. Yerli eşrâf ve ümerâ, Türk hükümdarının mutlakiyetçi olmayan hükümranlık
anlayışını bir zaaf olarak görüyorlardı. Bu yüzden Hakan’ın iktidar alanında ortaklık ve güç
paylaşımı mücadelesine giriyorlardı. Bu haksız mücadelelere karşı, hukukta siyaseten katl ve
müsadere gibi iki önemli ceza yer almakta idi. Maveraünnehr’in fethinden sonra Karahanlı
hükümdarları, yerli unsurların desteğini kazanabilmek için, içlerinde ulemânın da bulunduğu
ileri gelenlere,para basma gibi bazı imtiyazlar vermişlerdi. Devletin hâkimiyetinin gittikçe
güçlenmesi üzerine, bu tavizler geri alınmaya başlayınca hoşnutsuzluklar da artmaya başladı.
Ahmed Han’ın babası Hızır Han zamanında çekişme doruğa ulaştı. Her iki hakanda, bu türlü
adamların mallarını müsadere, kendilerini de hapsetmek veya öldürmek suretiyle
cezalandırma yoluna gittiler. Bunun üzerine Ebû Tahir b. Alik adlı bir şafiî din adamı, hac
bahanesiyle Semerkant’tan ayrılıp İsfahan’a geldi. Melikşah, devrin en büyük siyasî ve askerî
gücüne sahip bir Sultan olarak, tabiî ki bu tür şikâyetlerin adresi olacaktı. Adıgeçen fakih
Melikşah’a, Ahmed Han’ın zulmünden yakınıp halk ve ulemâ adına yardımını talip etti.
Sultan bunun üzerine 1088 yılı sonunda sefere çıktı.
Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un elçisi de tam bu sırada, yıllık haracı
ödemek üzere, İsfahan’a gelmiş bulunuyordu. Fakat Nizâmülmülk onu huzura
çıkarmayıp, Türkistan’a kadar beraberinde götürdü. Vezir’in bunu yapmaktan
maksadı, elçinin bizzât şâhit olacağı Selçuklu haşmetini imparatora anlatmasını
sağlamak ve Bizans’a gözdağı vermekti.
Melikşah muazzam bir orduyla Ceyhun Nehri’ni geçip Buhara’ya geldi. Burayı ele
geçirdikten sonra Semerkant’a ulaştı. Başlangıçta çok şiddetli bir direniş olmasına rağmen,
burçlardan birisini müdafaa eden komutanın Buhara’da esir düşmüş olan oğlunun
öldürülmesinden korkarak Selçuklu ordusuna yardım etmesi üzerine şehre girmeyi başardılar.
Buna rağmen sokak çatışmaları yaşanacak kadar ciddî bir mücadele devam etti. Ancak
Ahmed Han’ın, saklandığı evde yakalanması üzerine savaş sona erdi. Melikşah, eşi Terken
Hatun’un da yeğeni olan Ahmed Han’ı tahtına iade etmeyip İsfahan’a gönderip hapse attırdı.
Onun yerine bir nâib tayin ederek Batı Karahanlı topraklarını doğrudan Selçuklu Devleti’ne
bağladı. Bu kadarla yetinmeyen Sultan, Seyhun Nehri’ni geçip Doğu Karahanlı topraklarına
43

girdi. Sultan Özkent’e vardığında değerli hediyeler gönderip, huzuruna gelen Buğra Han,
Melikşah adına para kestirip hutbe okutmak kaydıyla bağlılığını arzetti. Böylece ikinci
Türkistan Seferi sonunda, Doğu Karahanlılar tâbi olarak, Batı Karahanlılar ise doğrudan
Büyük Selçuklu Devleti’ne katılmış oldu. Selçuklu Devleti’nin doğu sınırları Çin’e kadar
genişlemiş oldu. Sultan bundan sonra Horasan’a döndü.
Nizâmülmülk, bu sefer sırasında Selçuklu ordusunu Ceyhun Nehri’nden
geçiren gemicilerin 11.000 dinar tutarındaki ücretlerinin Antakya vergilerinden
ödenmesini emretmişti. Gemiciler ücretlerini alabilmek için elbette Antakya’ya kadar
gitmeyeceklerdi. Vezir’in de dediği gibi, Antakya’ya işaretten maksat, Selçuklu
ihtişâmının tarihe intikâl etmesine aracılık etmek, bu şekilde Devlet’in sınırlarına vurgu
yapmaktı.

ÜÇÜNCÜ TÜRKİSTAN SEFERİ


Melikşah ikinci Türkistan seferi ile, Batı Karahanlı ülkesini bir nâib idaresinde
doğrudan topraklarına katarak, ulamâ ile hakanlar arasındaki çekişmeyi, Türkistan’daki
huzursuzlukları sonlandırmayı hedeflemişti. Ancak kısa bir zaman sonra bunun mümkün
olamadığı anlaşıldı. Karahanlılar’a bağlı büyük boylardan Çiğiller ayaklandı. Selçuklu nâibi
olaylar karşısında aciz kalıp Harizm’e kaçtı. Bunun üzerine Kaşgar Hanı’nın kardeşi ve
Atbaşı şehrinin hâkimi Yakup Tegin Semerkant’a davet edildi. Ancak onun Çiğiller’in reisini
idam ettirerek işe başlaması isyanın büyümesine yol açtı. Bu durumda ülkenin hükümdarı
sıfatıyla, meseleyi hâlletmek bir kere daha Melikşah’a düştü. 1089 yılı sonunda üçüncü defa
Türkistan’a sefere çıktı. Yakup Tegin Selçuklu ordusunun yaklaşması üzerine, Semerkant’tan
süratle çekildi.Fakat Melikşah’ın kararlı takibi sonucunda, Kaşgar Han’ı tarafından
yakalanarak Sultan’a gönderildi. Ancak bu sırada Buğra Han başka bir hanedan mensubu
tarafından hapsedilince Melikşah, Doğu Karahanlı meselesini, yolda salıverilen Yakup
Tegin’le anlaşarak çözmeyi uygun buldu. Onu asi hanedan mensubuna karşı mücadele ile
görevlendirdi.Ancak Melikşah, karışık Türkistan hadiselerine doğrudan müdahil olmakla,
şöhret ve itibarının zedelenmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyordu. Bunun üzerine, Doğu
Karahanlılarla arasında bir tampon bölge olmasını da düşünerek,Batı Karahanlı hükümdarı
Ahmed Han’ı, bağlılıktan ayrılmayacağına dair söz aldıktan sonra tahtına iade etti.
Vezir Nizâmülmülk’e göre Çiğil ve Yağmalar’ın ayaklanmasının sebebi,
Türkistan’ı baştanbaşa geçen Selçuklu sultanının onlara, Türk töresinin gereği olan bir
ziyafet (Toy / Han-ı yağma) vermemiş olmasıydı. Zira Türk hükümdarlarının seferde
hazerde, geçtikleri yerlerde toylar düzenlemek suretiyle halkı hoşnut etmeleri örfi bir
kanundu. Kanuna uyulmaması halk isyan edebilirdi. Ziyafetten sonra kap kacağın
yağmalanması da âdettendi. Bu husus şüphesiz, Sultan’ın sofrasında bir kere yemek
yiyen ve âdet gereği birer tabak kaşık alıp götüren insanların, bir daha acıkmayacağı
anlamına gelmiyordu. Konu karın doyurmak değil, hükümdarın tebasını (ahaliyi)
dikkate alıp almadığı meselesi idi. Nitekim bu hususta Sultan’ı uyaran Vezir, ondan
önceki sultanların ve Karahanlı hükümdarlarının verdiği ziyafetleri örnek göstermiştir.
Bir cihân padişahı olan Melikşah’ın, cömertliğinin ve sofrasının genişliğinin de ona
uygun olması gerektiğini hatırlatmıştır.

DEVLETİN BÜNYESİNDE OLUŞAN SORUNLAR


Sultan Melikşah, Türkistan Seferlerinden sonra Bağdad’a ikinci ziyaretini
gerçekleştirdi (Kas›m 1091). Sultan burada her ne kadar şaşaalı törenlerle karşılandı ise de,
Halife Muktedî ile aralarında ciddî bir gerginlik vardı. Selçuklu Devleti’ne karşı siyasî kimlik
oluşturma mücadelesi veren Halife, bu tavrını Mehmelek Hatun’a da aksettirmişti.
Hatırlanacağı gibi Halife, 1087 yılında Melikşah’ın kızı ile evlenmişti. Bu evlilikten Cafer
adlı bir oğlu olan Mehmelek Hatun, Sultan’a kocasının kendisine ve yanındaki Türkler’e kötü
44

muamele ettiiinden şikayette bulundu. Melikşah bunun üzerine kızını ve torununu derhal
İsfahan’a getirtti. Ancak Mehmelek kısa bir süre sonra vefat etti. Melikşah bu hadiseyi Halife
ile bir hesaplaşma konusu olarak görüyordu.Daha önce söz edildiği gibi, Melikşah bu ziyaret
sırasında Suriye meliki Tutuş,Aksungur, Bozan ve Çubuk gibi beyleri huzuruna çağırıp, onları
Yemen-Aden ve Mısır istikametinde fetihlerle görevlendirmişti. Kendisi ise kış boyunca
kaldığı Bağdad’da Tuğrul Beg şehri’ni yeni baştan imar etti. Saraylar, köşkler, evler, çarşılar
inşa edilerek genişletilen şehirde bir de darbhâne yapılmaya başlandı. Bütün bu faaliyetler,
Bağdad’ın Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti olmaya hazırlandığının işaretleri idi. Bunun
yanısıra Nisan 1092’de İsfahan’a gitmek üzere yola çıkan, Sultan ve Nizâmülmülk arasındaki
soğukluk da giderek büyüyordu. Bunda özellikle sivil bürokraside zaten İranlılar’a dayanan
Selçuklu Devleti’nin bir nevi İranlı unsurların çatışma alanı hâline gelmiş olmasının da payı
vardı. Çünkü devletin üst düzey kadrolarında görev alan gûlam ümerâ, nüfuz alanlarını
genişletmek için birbirleriyle kıyasıya rekabet ediyorlardı. Nizâmülmülk’ün Amidülmülk
Kündürî’yi bertaraf edip vezir olması gibi, şimdi de başkaları yaşlı vezirin yerine adaylık
yarışı içerisinde bulunuyorlardı. Gerçi on iki oğlu, damatları, sayısız akraba ve azatlı köleleri
vasıtasıyla devlete her alanda nüfuz etmiş olan Vezir ile rekabet etmek çok kolay
görünmüyordu.Fakat Terken Hatun bu hususta Melikşah’ı etkileyebilecek konumda
bulunuyor ve Sultan’a kendi veziri Ebû’l-Ganaim’i tayin etmesi için telkinde bulunuyordu.
İranî geleneğin temsilcisi Nizamülmülk, hatunların Türk töresinden kaynaklanan güçlü
hukukundan rahatsız oluyor; bu sebeple Terken Hatun da Vezir’in muhalifleri arasında
bulunuyordu. Melikşah’ın, Terken Hatun’dan olan oğlu Mahmud’u veliaht tayin etmek,
Berkiyaruk tarafını tutan Nizâmülmülk’ün buna engel olmak istemesi, Hatun’la arasındaki
düşmanlığı artırıyordu. Melikşah’ın, Halifelikle ilgili plânları konusunda da Vezir ile ayrı
düştüğü görülüyor. Çünkü bir rivayete göre İsfahan’a bir halifelik sarayı inşa edip ileride
Cafer’i halife yapmayı düşünen Melikşah’ı, bu konuda Hatun ile onun veziri tahrik
ediyorlardı. Nizâmülmülk ise daha ölçülü, arabulucu bir tavır sergiliyordu. Ancak oğlu
Mahmud’u saltanat, torunu Cafer’i ise hilafet veliahtı tayin ettirmek isteyen Terken Hatun, bu
yolda engel olarak gördüğü Vezir’i azlettirip, onun yerine kendi vezirini tayin ettirmek
konusunda kararlı idi.Bunların yanında Vezir’in oğulları ve adamlarının fütûrsuz davranışları,
artık Melikşah’ı da son derece rahatsız etmekte idi. Zira Merv gibi önemli meliklik merkezi
olan şehirler bile, Nizâmülmülk’ün oğullarının idaresine geçmiş bulunuyordu.Sultan
tarafından buralara tayin edilen devlet adamları dahi onların saldırılarından
kurtulamıyorlardı.Sultan’ın huzurunda adamlarına hakaret etmekten sakınmıyorlar, hattâ
devlet aleyhine artan nüfuzları dolayısıyla, Sultan onlara karşı anında tepki göstermekten
imtina ediyordu. Melikşah ile vezirinin arasının tamamen açılmasında, böyle bir hadise
bardağı taşıran son damla oldu. Bu yüzden Melikşah’la veziri arasında bir yazışma vukû
buldu. Okuma parçasında detayı verilen mektuplaşma,normal şartlarda Vezir’in azledilmesini
gerektiren bir meydan okumayı açıkça ortaya koyuyor. Ancak Melikşah, Vezir’e cevap
vermeden ve onu görevinden almadan veya alamadan Ekim 1092’de Bağdad’a doğru yola
çıktı. Büyük Devlet adamı Nizamülmülk de her şeye rağmen, devlet terbiyesi gereği,
Sultan’ın arkasından yola çıktı. Ancak Nihavend yakınlarında arzuhâl vermek bahanesiyle
yanına gelen bir Batınî fedaisi tarafından şehit edildi. Devrin kaynaklarında Vezir’in katli ile
ilgili olarak Batınîler, Terken Hatun ve veziri, hattâ Melikşah suçlanmışlardır. Müsebbibi kim
olursa olsun, Nizâmülmülk’ün ölümü gerginliği azaltmadığı gibi, daha büyük çatışmaların da
sebebi oldu. Melikşah,Vezir’in adamlarının ordugâhta çıkardığı karışıklıkları güçlükle
yatıştırabildi. Bu durum aslında onlardan duyulan rahatsızlığın ne denli haklı sebeplere
dayandığını göstermektedir.
Nizâmülmülk’ün yerine, Hatun’un veziri Ebû’l-Ganaim atandı. Eski vezirin bir kısım
adamları hemen tasfiye edildi. Ancak bu durum, onları daha sonraki hamleleri için
güçlendirmekten başka bir işe yaramadı. Devlet’teki kamplaşma artarak devam etti.
45

MELİKŞAH’IN SON BAĞDAD ZİYARETİ VE ÖLÜMÜ


Sultan Melikşah, ülkesinin herhangi bir şehri olarak gördüğü Bağdad’a bu son
gelişinde, Halife Muktedî ile ilişkilerinde bir denge unsuru olan Nizamülmülk’ün varlığından
yoksun bulunuyordu (28 Ekim 1092). Ancak kızı Mehmelek Hatun’a yapılanların hesabını
sormak istiyordu. Zira ona revâ görülen muamele, aslında Melikşah’a karşı bir meydan
okuma anlamına geliyordu. Halifelik üzerindeki otoritesinin açıkça hissedilmesini isteyen
Sultan, torunu Cafer’i veliaht ilân etmeyi reddeden Halife Muktedî’ye, hemen Bağdad’ı terk
etmesini bildirdi. Halife, başka çaresi ve karşı koyacak kuvveti olmadığından, Bağdad’dan
ayrılacağının ama hazırlık yapmak üzere, kendisine on gün süre verilmesini istedi. İsteği
kabul edildi. Fakat Sultan Melikşah, Halife’ye verilen mühletin dokuzuncu gününde,av
etinden zehirlenmek suretiyle hayatını kaybetti (20 Kasım 1092). Bu sırada gücünün
doruğunda bulunan Sultan sadece 40 yaşı civarında idi. Kaynaklarda Sultan’ın ölümü ile ilgili
olarak farklı rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden Melikşah’ın bir suikaste kurban
gittiğini çıkarmak mümkün olmakla birlikte, faili tespit etmek kolay değildir. Terken Hatun
bile, beş yaşındaki oğlunu hükümdar yapmak istediği için Melikflah’ı öldürüdüğü töhmeti
altında kalmıştır.
Oysa bir Karahanlı melikesi ve Selçuklu imparatoriçesi olan Terken Hatun, bu yaşta
bir çocuğun tahta geçemeyeceğini herkesten daha iyi bilirdi. Oğlu tahta geçecek yaşa gelene
kadar da Melikşah’ın yaşlanmasını isterdi. Ancak Sultan’ın ölümünden sonra başlayan taht
kavgaları sırasında oynadığı aktif rol, kadının devlet hayatında olmasını yadırgayan anlayış
tarafından, bütün felâketlerin sebebi görülerek yaftalanmıştır. Oysa Melikşah’ın ölümünden,
bir terör şebekesi olan Batınîler kadar, Halife de sorumlu olabilir. Melikşah ölmeseydi,
Muktedî Bağdad’ı terk etmiş olacaktı. Bu bir siyasî çekişme olduğuna göre, halifeyi bunun
dışında tutmak mümkün değildir. Sultan Melikşah’ın 20 yıllık iktidarı, Selçuklu Devleti’nin
zirvesini oluşturmaktadır. Sınırlarını Çin’den Akdeniz’e kadar genişlettiği Devleti, bir cihan
imparatorluğuna dönüştürdü. Ülkenin her tarafı cami, medrese, köprü, su yolu gibi eserlerle
imar edildi. Sultan kendisinin de meraklı olduğu astronomi çalışmalarını teşvik için
rasathâneler yaptırdı. Kendi adıyla meşhur olan Takvim-i Celâlî, bilimsel bir çalışmanın
ürünü olup sonraki dönemlerde de kullanılmıştır. Sağlam, kuvvetli kişiliği sayesinde müslim,
gayrı müslim bütün tebası üzerinde adaletli bir yönetim kurmayı başarmıştır. Kaynakların
Melikşah’ın ölümüne dair verdiği bilgiler bunun en önemli göstergesidir. Ancak “Bir şey
yükseldiği yerden düşmeye başlar” kuralına uygun olarak düşüş o zaman başlamış, sebepleri
de onun içerisinde büyümüşr.Sultan’ın vefatı, karışıklıklara meydan vermemek düşüncesiyle,
Terken Hatun tarafından bir süre saklandı. Torunu Cafer’i Halife’ye gönderen Hatun, hutbeyi
oğlu Mahmud adına okutmaya başardı. Ordu mensuplarının bağlılığını sağlamak için büyük
sarfiyat yaptı. Sonra maiyyetiyle birlikte, oğlunu tahta oturtmak üzere İsfahan’a doğru yola
çıktı. İsfahan’a götürülen Melikşah’ın naaşı da, burada kendisinin yaptırdığı medreseye
defnedildi.

SULTAN BERKYARUK DEVRİ (1094-1105)


Terken Hatun İle İktidar Mücadelesi
Çin’den Akdeniz’e, Kafkaslar’dan Yemen’e kadar uzanan çok geniş topraklara
yayılmış bulunan Büyük Selçuklu İmparatorluğu, en görkemli devrini yaşarken önce
vezirinin, sonra Sultan Melikşah’ın beklenmedik ölümüyle sarsıntıya uğradı. Fetret dönemi
olan Berkyaruk’dan sonra Tapar zamanında kısmen toparlanmasına, Sancar’ın İkinci
İmparatorluk devrine rağmen de aslında sarsıntı tamamen atlatılamadı. Sultan’ın ani ölümü,
bir süredir merkezde yaşanan iktidar paylaşım mücadelesinin daha da şiddetlenmesine
ardından ortaya çıkan uzun taht mücadeleleri ile imparatorluğun önce parçalanmasına,
46

akabinde de çöküşüne giden sürecin başlangıcı olmuştur. “Fetret Devri” olarak adlandırılan
Berkyaruk dönemi, bu sürecin ilk evresini teşkil etmektedir.
Melikşah öldüğünde geride Berkyaruk, Muhammed Tapar, Sancar ve Mahmud adlı
dört oğul bırakmıştı. Babasının yerine en büyükleri olan ve o dönemde on iki yaşında bulunan
Berkyaruk’un tahta geçmesi bekleniyordu. Zira daha önce de temas edildiği üzere
Nizâmülmülk, Terken Hatun’un oğlu Mahmud’a karşı, Melikflah’ın amcası Yakutî’nin kızı
Zübeyde Hatun’dan olan oğlu Berkyaruk’u desteklemekteydi. Bazı kaynakların verdiği
bilgilere göre, Melikşah Berkyaruk’u veliaht tayin etti ise de, bunun saltanat mücadelelerini
engelleyecek bir kanun olmadığı bilinmektedir. Nitekim bu durumu fırsat bilen ve o sırada
Sultanın yanında Bağdat’ta bulunan Terken Hatun, henüz beş yaşında bulunan oğlu
Mahmud’u tahta geçirmek için harekete geçti. Bir taraftan zaman kazanmak üzere
Melikşah’ın ölümünü gizlerken, diğer taraftan da hazinenin ağzını açarak desteklerini almak
için ordu ve devlet adamlarına büyük ihsanlarda bulundu. Bu cömert girişimleri sayesinde de
pek çok emirin içerisinde bulunduğu büyük bir ordu kurmayı başardı.
Terken Hatun’un bu başarısı, hiç şüphesiz bolca yaptığı ihsanlar kadar, Karahanlı
soyundan bir prenses ve Selçuklu imparatoriçesi olarak Melikşah’ın sağlığındaki etkin
konumundan kaynaklanmaktaydı. Bu şekilde ordunun bağlılığını temin eden Terken Hatun,
bir taraftan da oğlunun saltanatı için tehlike olarak gördüğü ve bu olaylar sırasında İsfahan’da
bulunan veliaht Berkyaruk’u hapsetmek üzere Musul valisi Kürboğa’yı, Emir Üner ve Emir
Kamac ile birlikte İsfahan’a göndermişti. İsfahan’a gelen emirlerin Berkyaruk’u tutuklayarak
hapsetmelerinden sonra Terken Hatun, Abbasi halifesi Muktedî’den oğlu Mahmud adına
hutbe okutmasını istedi. Halife önceleri büyük âlim Gazzalî’nin fetvası doğrultusunda
Mahmud’un yaşının küçük olması, dolayısıyla devleti yönetemeyeceği gibi gerekçelerle bu
isteği reddetti. Ancak Terken Hatun’un, yanında tutuğu torunu ve Halife’nin de oğlu olan
Cafer üzerinden tehdide varan ısrarlarına daha fazla direnemedi. Cafer’in babasına
gönderilmesi kaydıyla, 26 Kasım 1092 yılında Bağdat’ta Mahmud adına hutbe okundu.
Böylece Terken Hatun, Melikşah’ın ölümden altı gün sonra oğlu Mahmud’u Bağdat’ta sultan
ilan ettirmeyi başarmıştı. Ardından da vezir Tacülmülk Ebû’l-Ganaim ve orduyla birlikte,
oğlu Mahmud’u tahta çıkarmak üzere Selçuklu payitahtı İsfahan’a doğru yola çıkı.

Berûcird ve Kerec Savaşları


Ancak Melikşah’ın ölüm haberini alan Nizamülmülk’ün adamları bir silah deposunu
yağmalayarak isyan etmiş ve Berkyaruk’u hapsedildiği yerden çıkararak tahta oturtup adına
hutbe okutmuşlardı. Terken Hatun’un İsfahan’a yaklaşması üzerine de Berkyaruk’u,
Nizamülmülk taraftarlarının hâkim olduğu Rey’e kaçırdılar. Bu arada pek çok emirle birlikte
Nizamülmülk’ün adamlarından Erkuş da askerleriyle onlara katılmıştı. Kaynaklar
Berkyaruk’un etrafında on binden fazla askerin toplandığını kaydetmektedir. Böylece taht
mücadelesi bir bakıma, eski vezir Nizamülmülk’ün adamları ile yeni vezir Tacülmülk
arasındaki bir hesaplaşmaya dönüşmüş bulunuyordu. Çünkü başta Erkuş olmak üzere, maktul
vezirin taraftarları, Tacûlmülk’ü Nizamülmülk’ün katili olmakla itham ediyorlardı. Bu
sebeple de, Berkyaruk’u desteklemek suretiyle eski vezirin intikamını almak istiyorlardı.Öte
yandan durumun aleyhine gelifltiğini gören ve Berkyaruk’un daha fazla güçlenmesini
engellemek isteyen Terken Hatun, yanında Kürboğa, Üner ve Kamaç gibi emirler olduğu
halde Rey’e hareket etti. Ancak Berûcird yakınlarında yapılan savaşta, ordusundan bazı
emirlerin askerleriyle Berkyaruk tarafına geçmesi üzerine yenilen Terken Hatun İsfahan’a
çekilmek zorunda kaldı (Ocak 1093).
Burada Berkyaruk tarafından kuşatılan ve zor durumda kalan Terken Hatun, bir
taraftan yanındaki emirlerin de telkiniyle kuşatmayı kaldırması için Berkyaruk ile anlaşma
yollarını ararken, diğer taraftan da oğlu Mahmud’u tahta çıkarma arzusundan vazgeçmeyerek
yeni çıkış yolları arıyordu. Nitekim bu amaçla Berkyaruk’un dayısı Azerbaycan meliki
47

İsmail’e haber göndererek kendisiyle evlenip, Mahmud’un saltanatına ortaklık teklif etti.
Selçuklu tahtına geçmek için bunu bir fırsat olarak gördüğü anlaşılan İsmail, bu teklifini
tereddütsüz kabul ederek, Hatun tarafından da takviye edilen ordusuyla yeğeni Berkyaruk
üzerine yürüdü. Ancak onun akıbeti de Terken Hatun’dan farklı olmadı. Zira Terken Hatun ile
evlenmesini hoş karşılamayan bazı komutanların Berkyaruk’un saflarına geçmesi ile Kerec
yakınlarında yapılan muharebeyi kaybeden İsmail İsfahan’a çekilmek zorunda kaldı (Şubat
1093).
Bu mağlubiyete rağmen her ne kadar Terken Hatun onu hürmetle karşılayıp, adına
para bastırıp, oğluyla müşterek hutbe okuttuysa da bir süre sonra Berkyaruk’un atabeyi
Gümüştekin tarafından öldürüldü.

Berkyaruk’un Terken Hatun’la yürüttüğü saltanat mücadelesindeki en önemli


destekçileri
Melik İsmail’in saf dışı kalması da Terken Hatun’un azmini kırmadı. O bu sefer de,
Melikşah’ın ölümünün ardından Suriye’de saltanatını ilan etmiş bulunan kayınbiraderi
Tacüddevle Tutuş’u aynı vaatlerle İsfahan’a çağırdı.

Berûcird/Burûcerd; Batı İran’da Hemedan’a 18 fersah uzaklıkta Selçuklu devrinin


önemli şehirlerinden olup günümüzde Luristan Eyaleti şehirleri arasında yer alır.
Kerec; Tahran/Rey’in 20 km batısında yer almakta olup günümüzde Elburz
Eyaletinin merkez şehridir.

Berkyaruk’un Tahta Çıkması ve Tutuş ile Rekabet


Suriye meliki olan Tutufl, ağabeyi Melikşah’a itaatini bildirmek ve teveccühünü
kazanmak için, Dımaşk’tan Bağdat’a gelmek üzere iken, Fırat kıyısındaki Hit kasabasında,
Sultanın öldüğü haberini almıştı. Hemen her hanedan üyesinin yapacağı gibi, kendini
saltanata en uygun kişi olarak gören Tutuş, daha burada iken adına hutbe okutmak suretiyle
sultanlığını ilan etti. Kaldı ki yaşlı, tecrübesi, konumu ve mevcut durum göz önünde
bulundurulduğunda, haksız da sayılmazdı. Selçuklu tahtını ele geçirmek üzere gerekli
hazırlıkları yapmak için Suriye’ye dönen Tutuş, buradan Halep valisi Aksungur, Antakya
valisi Yağısıyan ve Urfa valisi Bozan’a birer mektup yazarak; “Sultan Melikşah’ın ölümü
üzerine sultanlığını ilan ettiğini, bu sebeple de onun hâkim olduğu ülkelerde bu kez kendisinin
hâkim olmasını sağlamak için, kendisine itaat ile emirlerindeki kuvvetleriyle katılmalarını”
bildirdi. Tutuş karşı koyacak kuvveti bulunmayan Aksungur, Tutuş’a itaat ettiği gibi,
Yağısıyan ve Bozan’a da haber göndererek; “Melikşah’ın çocukları arasındaki mücadele
sonuçlanıncaya kadar Tutuş’a itaat etmelerinin yerinde olacağını” istedi. Onlar da bu teklifi
kabul edip hâkimiyet bölgelerinde hutbeyi Tutuş adına okuttular. Böylelikle Tutuş, adı geçen
emirlerin itaat etmesi üzerine hiçbir güçlükle karşılaşmaksızın kuzey Suriye’ye hâkim
olmuştu. Aslında daha önce anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, Melikşah öldüğünde
çocuklarının hepsi çocuk yaşta olduğundan Tutuş tahtın en güçlü adaylarından birisi
durumdaydı. Emirler Tutuş’a itaat ederek, onun tahtı ele geçirmesi halinde yerlerini korumuş
olacaklardı. Ancak kaynakların ifadesine göre Aksungur’un “Melikşah’ın çocukları
arasındaki mücadele sonuçlanıncaya kadar” diyerek itaatlerine bir anlamda şerh koyması
manidardır. Muhtemelen Aksungur, Tutuş gibi muktedir bir sultana tahakküm edemeyecekleri
veya Melikşah’a olan vefa duygusuyla, onun genç ve tecrübesiz oğullarından birisinin sultan
olmasını tercih ediyordu. Ancak o günün şartları gereği Tutuş’a itaat etmek zorunda idiler.
Nitekim daha sonraki gelişmeler bu durumu doğrulayacaktır.

Tutuş’un Berkyaruk’a Karşı İlk Teşebbüsü


48

Melikşah’ın bu üç ünlü komutanının kendisine katılmalarından kuvvet alan ve güçlü


bir ordu kuran Tutuş, yanında Aksungur ve Yağısıyan olduğu halde Rahbe’ye doğru harekete
geçti ve şubat 1093 yılında herhangi bir direnişle karşılaşmaksızın şehri teslim aldı. Bunu
Habur yöresi ile Fırat nehrinin sol kıyısında bulunan Rakka’nın teslimi takip etti. Tutuş bu iki
şehir halkına adil hükümdarlara yakışır tarzda davranıp, pek çok ihsanlarda bulundu. Bu
sırada daha önce itaatini arz etmiş olan Urfa valisi Bozan’ın da katılımıyla daha da güçlenen
Tutuş, Nusaybin üzerine yürüdü. şehrin direnişi üzerine hiddetlenen Tutuş, şiddetli bir taarruz
ile Mart 1093’de Nusaybin’e girdi ve yirmi kadar Arap emiri askerleriyle birlikte kılıçtan
geçirildi. Tutuş, Nusaybin’den sonra Musul üzerine yürüdü. Bu arada henüz Nusaybin’de
iken, şehrin Ukayli hâkimi İbrahim b. Kureyş’e haber yollayarak, hâkimiyetini tanımasını ve
adına hutbe okutmasını istemişti. Ancak İbrahim, Tutuş’un bu isteğini reddettiği gibi şehrin
dışında muharebe vaziyeti almıştır. Musul yakınlarındaki el-Mudayya’da gerçekleşen şiddetli
muharebe, İbrahim’in yenilmesi ve birçok Arap emiriyle birlikte öldürülmesi, Tutuş’un
muzaffer bir şekilde Musul’a girmesiyle sonuçlandı.
Böylece Tutuş, yanına aldığı önemli komutanları ile Rahbe, Rakka, Nusaybin ve
Musul’u peş peşe ele geçirerek, Suriye ve el-Cezire’nin önemli bir bölümünde hâkimiyetini
tesis ettiği gibi adına hutbe okutmayı başarmıştır. Bunun bir sonucu olarak Selçuklu tahtına
geçmeyi kendisi için bir hak sayan Tutuş, Büyük Selçuklu sultanı sıfatıyla Bağdat’ta adına
hutbe okunması için Abbasi halifesi el-Muktedi Biemrillah’a başvurdu. Halife ona, adına
hutbe okutabilmesi için Horasan ve Maşrık’ta hükümran olarak, İslam âlemine hâkim olması,
kardeşi çocukları içinden saltanat mücadelesinde kimsenin kendisine muhalefet etmemesi ve
başkent İsfahan’da imparatorluk hazinesine sahip bulunması gerektiğini ileri sürerek onun bu
talebini reddetti. Bu durum karşısında Selçuklu payitahtı olan İsfahan’ı ele geçirmek için
harekete geçen Tutuş, kendisine yapılan davet üzerine önce, henüz hâkimiyetine girmemiş
bulunan ve 1085’den beri Selçuklu merkezinden gönderilen valilerce yönetilen Diyarbekir’e
yöneldi. Bölgenin merkez şehirleri konumundaki Amid ve Meyyâfârikîn’in itaatlerini arz
etmesi üzerine buraya kendi yöneticilerini atadıktan sonra, Azerbaycan yönünde hareket etti.
Kaynakların ifadesine göre, yolu üzerinde bulunan bütün şehir ve kaleler kendisini sultan
olarak kabul ediyordu. Öte yandan bütün bunlar olurken Berkyaruk da boş durmamıştı. Rey
ve Hemedan başta olmak üzere hâkimiyet alanını genişleten Berkyaruk, her geçen gün artan
kuvvetiyle amcasıyla girişeceği saltanat mücadelesine hazır görünüyordu. Bu durum,
Tutuş’un ordusunda bulunan Melikşah’ın eski komutanlarından Aksungur ve Bozan’ı da
etkilemişti. Nitekim Aksungur, Bozan’a yazdığı mektupta “Biz bu adama(Tutuş’a)
efendimiz(Melikşah)’in çocuklaınn neler yapacağını görmek ve beklemek maksadı ile itaat
etmiştik, şimdi ise sultanın oğlu ortaya (taht iddiasıyla) çıktı. Biz şimdi onun safına geçmek
istiyoruz” diyerek onu Tutuş’tan ayrılmaya ikna etti. Nihayet iki ordunun birbirine yaklaştığı
sırada, her iki emirin askerleriyle Berkyaruk tarafına geçmesi, Tutuş’u zor durumda bıraktı.
Bu iki ünlü komutanın saf değiştirmesiyle asker sayısı iyice azalan ve savaşı göze alamayan
Tutuş, yeni kuvvetler tedarik etmek üzere, kendisine sadık kalan Yağısıyan ile birlikte
Suriye’ye dönmek zorunda kaldı (Aralık 1093). Ardından Aksungur ile Bozan da, Tutuş
sorununun kesinlikle ihmal edilmemesi, toparlanmasına fırsat verilmeden süratle üzerine
yürünmesi gerektiği hususunda Berkyaruk’u uyardıktan sonra, yanlarına verilen muhafız
birlikleriyle valisi bulundukları şehirlere döndüler. En güçlü rakibi olan amcası Tutuş’un Rey
civarında muharebe meydanından çekilip Suriye’ye dönmesi ile saltanat iddiası daha da
kuvvetlenen Berkyaruk, nihayet sultanlığını İslâm dünyasında da meşru kılmak maksad› ile
Bağdat’a gelerek halifeden adının hutbeye konulmasını istedi. Muktedî, Berkyaruk’un son
başarısını göz önünde bulundurarak adına hutbe okutup ona “Rükneddin” lakabını verdi (3
Şubat 1094).

Tutuş’un İkinci Teşebbüsü ve Ölümü


49

Diğer taraftan Berkyaruk Bağdat’ta sultan ilan edildiği sıada Tutuş da, kendisine
ihanet eden Aksungur ve Bozan’ın, Halep ve Urfa’da hutbeyi Berkyaruk adına okuttuklarını
öğrenmişti. İntikam için sabırsızlanan Tutuş, kışı geçirdiği Dımaşk’tan Mart 1094’te ayrılarak
topladığı kuvvetlerle Aksungur’un yönetimindeki Halep ve civarını yağmalamaya girişti.
Bunun üzerine uyarılarında haklı çıkan Aksungur, henüz Bağdat’tan ayrılmamış olan
Berkyaruk’tan acil yardım istedi. O da kendisine bağlı emirlerden, Musul valisi Kürboğa ile
Urfa hâkimi Bozan’ı yardıma gönderdi. Aynı maksatla Yusuf b. Abak’ı da iki bin beş yüz
kişilik süvari birliği ile Halep’e yönlendirildi. Mayıs 1094’te Tutuş üzerine yürüyen
Aksungur, Halep yakınlarında cereyan eden muharebede önce, Yusuf’un aman dileyerek
Tutuş tarafına geçmesi, ardından da Bozan ve Kürboğa’nın muharebeye tam olarak
katılamamaları üzerine mağlup olduğu gibi esir edilerek öldürüldü. Bozguna uğrayan
birliklerle Halep’e çekilen Bozan ile Kürboğa burada direnmeye çalışmışlarsa da çok
geçmeden Tutuş, şehre girmeyi başarmış ve her ikisini de esir almıştı. Bazı emirlerin ricasıyla
Kürboğa’nın canını bağışlayan Tutuş, kendisine ihanet eden Bozan yanında olduğu halde,
valisi olduğu Harran ve Urfa’ya gelerek müdafilerden teslim olmalarını istedi. Ret cevabı
alınca da Bozan’ı öldürterek başını Urfa ve Harran’a yolladı. Bu şiddet gösterisi, sadece bu iki
önemli şehrin değil Azerbaycan’a kadar bütün el-Cezire’nin Tutuş’a itaatini sağladı. Böylece
Tutuş, bir taraftan kendisine yapılan ihaneti cezalandırmak suretiyle Aksungur ve Bozan gibi
güçlü muhaliflerini ortadan kaldırmış, diğer taraftan da Selçuklu ülkesinin batısına yeniden
hâkim olmuş oluyordu.Ayrıca artık kendisine tahtı sağlayacak olan tedbirleri tatbik etmek;
İsfahan civarı na hâkim olan ve elinde zengin maddi kaynaklar bulunan Terken Hatun ile
mukadderatını birleştirmek zamanı da gelmiş bulunuyordu. Nitekim daha önce ifade edildiği
gibi Terken Hatun, oğlu Mahmud’u tahta çıkarmak için son çare olarak Tutuş’a müracaat
etmiş, ülkeyi birlikte yönetmek üzere evlenme vaadiyle İsfahan’a çağırmıştı. Bu maksatla,
İsfahan’a ulaşmak isteyen Tutuş, Diyarbekir’den hareketle Ahlat ve Azerbaycan üzerinden
Hemedan’a geldi. Burada Terken Hatun’la birleşerek Berkyaruk’a karşı ortak bir mücadele
başlatacaklardı. Ancak aynı maksatla İsfahan’dan Hemedan’a doğru yola çıkan Terken Hatun
yolda hastalanarak geri dönmek zorunda kaldı ve kısa bir süre sonra da öldü (Eylül-Ekim
1094). Terken Hatun’un ölümden sonra ona bağlı emirlerden bir kısmı Berkyaruk tarafına
geçerken büyük bir kısmı da Tutuş’a katımıştı.
Kaynakların ifadesine göre bu katılımlarla Tutuş’un ordusunun sayısı elli bini
bulmuştu. Bu yeni durum karşısında endişeye kapılan ve o sırada Musul’da bulunduğu
anlaşılan Berkyaruk, gelişmeleri kontrol altına alabilmek için derhal İsfahan’a hareket etti.
Ancak yolda Tutuş’un komutanlarından Abakoğlu Yakup’un baskınına uğradı. Beklemediği
bu baskın karşısında ordugâhı yağmalanan ve mağlup olan Berkyaruk, yanında Emir Porsuk,
Gümüştekin Candar ve Yaruktaş gibi birkaç önemli adamı olduğu halde, kardeşi Mahmud’un
hâkimiyetindeki başkent İsfahan’a sığınmak zorunda kaldı. Öte yandan Berkyaruk’un
mağlubiyet haberi Bağdat’a ulaşınca yeni Abbasi halifesi Müstazhir Billah hutbeyi Tutuş
adına okutmaya başladı (Ekim-Kasım 1094). Terken Hatun’un ölüm haberini alan adamları,
Berkyaruk’u önce şehre sokmak istememişlerse de daha sonra yakalayıp hapsettiler. Hatta bir
ara saltanat davasından tamamıyla bertaraf etmek için gözlerine mil çekilmesi bile
düşünüldüyse de Mahmud’un Berkyaruk’un gelişinin ikinci gününde çiçek hastalığına
yakalanması ve durumunun ciddileşmesi üzerine emirler, beklemenin daha uygun olacağı
kararına vardılar. Nitekim 1094 yılı Ekim ayı sonlarında Mahmud öldü. Talihi bir anda
değişen Berkyaruk, gözlerine mil çekmeyi düşünen emirlerce tahta oturtularak sultan ilan
edildi (Kasım 1094). Bu sırada Hemedan önlerine gelen Tutuş, şehrin direnmesi üzerine geri
döndü. Berkyaruk’un da hastalandığı haberini alınca, Rey’e hareket ederek burayı ele geçirdi
ve İsfahan üzerine yürümek için hazırlıklara başladı. Bütün bunlar olurken emirler henüz
kimin safında yer alacaklarına karar vermiş değillerdi. Zira Berkyaruk da kardeşi gibi ölümcül
çiçek hastalığına yakalanmıştı. Ancak Tutuş’un tavizsiz ve sert tabiatı onları Berkyaruk’un
50

yanında yer almaya itiyordu. Buna bir de halk ve ordu nezdinde hâlâ saygın bir hatırası olan
Nizamülmülk’ün, büyük nüfuz sahibi oğullarından Müeyyedülmülk’ün Berkyaruk’a vezir
olması eklenince durum onun lehine dönmeye başladı.
Nitekim iyileşmesinden hemen sonra Irak ve Horasan’dan gelen kuvvetlerle
ordusunun mevcudunu otuz bine çıkaran Berkyaruk, vakit kaybetmeden amcası Tutuş’un
üzerine Rey’e hareket etti. Tutuş ise yeni ele geçirdiği Rey halkına güvenmediğinden
Berkyaruk’u şehre altmış kilometre mesafedeki Daşilu (Taşlı) köyü yakınlarında karşıladı. İki
taraf 26 Şubat 1095’te şiddetli bir savaşa tutuştular. Berkyaruk babası Melikşah’ın sancağını
çıkarmıştı. Bunu gören askerlerin bir kısmının Berkyaruk’un tarafına geçmesi ve daha
önceden anlaştıkları gibi, emir Yağısıyan’ın pusudan çıkmaması Tutuş’un ordusunun
bozulmasına sebep oldu. Tutuş yanındakilerle birlikte bir süre daha kahramanca savaştıysa da,
atından düşürülerek öldürüldü. Tutuş’un yanında bulunan oğlu Dukak, yüz kadar atlı ile
kaçmayı başardıysa da ordusunun büyük bir kısmı ölü veya esir olarak yok oldu. Tutuş,
babası Alparslan’ın Merv’deki türbesine gömüldü. Berkyaruk böylece pek çok badireden
sonra, saltanat mücadelesindeki en güçlü rakibi olan amcası Tutuş’u bertaraf etmek suretiyle
Suriye ve el-Cezire üzerinde de hâkimiyetini tesis etmiş oluyordu. Ancak daha sonraki
gelişmelere bakılırsa bu durum Berkyaruk’un iktidarı için tehlikenin bittiği anlamına da
gelmeyecekti.

Arslan Argun’un İsyanı


Melikşah’ın diğer kardeşi Arslan Argun, babası zamanında Harizm bölgesi valiliğini
yürütüyordu. Kardeşi Melikşah’ın saltanatının ilk yıllarına kadar da bu bölgede kalmış; daha
sonra kendisine Hemedan ve Save bölgesinde yedi bin dinarlık ikta toprağı verilmişti.
Melikşah öldüğünde o da yanında Bağdat’ta bulunuyordu. Sultanın ölümü ile ortaya çıkan
otorite boşluğundan faydalanmak isteyen Arslan Argun, hemen Hemedan’a hareket etti.
Buradan bir grup askerin kendisine katılımıyla Nişabur üzerine yürüdüyse de direnişle
karşılaşınca Merv’e çekilmek zorunda kaldı. Merv şahnesi Emir Kodan ve Emir Yaruktaş
şehri ona teslim ettikleri gibi adamlarıyla emrine girdiler. Burada bir süre kalan Arslan Argun
daha sonra Belh’e hareket etti. Bu sırada Belh’de bulunan Berkyaruk taraftar› Fahrülmülk b.
Nizamülmülk, onunla mücadele edemeyeceğini anlayınca şehri terk etti. Böylece Belh ve
Tirmiz gibi şehirleri ele geçirip, Horasan’ın tamamına hâkim olan Arslan Argun, Berkyaruk’a
mektup göndererek, vaktiyle dedesi Çağrı Bey’in iktası olan Horasan’ın aynı şekilde
kendisine verilmesini istedi. Teklifinin kabul edilmesi halinde sultanlığını tanıyacağını ve
yüksek miktarlarda para gönderip saltanat için mücadeleye girmeyeceğini bildirdi. Berkyaruk,
ise bu sırada güçlü rakiplerinden amcası Tutuş ve kardeşi Mahmud ile uğraştığından onunla
ilgilenemediği gibi mektubuna da cevap verememişti. Aslında Arslan Argun’un mektubundan
da anlaşılacağı üzere, onun amacının Selçuklu tahtına oturmak değil iktalarını artırmak
olduğu açıkça görülmekteydi. Bunun yanında Berkyaruk, rakiplerini bertaraf ettikten sonra
Arslan Argun’un üzerine diğer amcası Böribars’ı göndererek onu cezalandırmak istedi. Emir
Altuntaş’ın da bulunduğu ordusuyla Horasan’a giren Böribars, burada yapılan ilk savaşta
kardeşi Arslan Argun’u bozguna uğratarak Horasan’ın büyük bir kısmına hâkim oldu. Ancak
mağlubiyet sonrası Belh’e çekilmek zorunda kalan Arslan Argun, 1095 yılı sonlarında
Böribars’la yaptığı ikinci savaşı kazandı. Esir düşen Böribars bir sene Tirmiz’de
Hapsedildikten sonra yayının kirişi ile boğdurularak öldürüldü. Arslan Argun bununla da
yetinmeyerek Horasan bölgesinin önemli kalelerini tahrip ettirdi.
Bunun üzerine Sultan Berkyaruk, amcasına karşı bu defa büyük bir orduyla kardeşi
Sancar’ı gönderdi ve kendisi de arkalarından hareket etti. Fakat yolda, Arslan Argun’un bir
kölesi tarafından öldürüldüğü haberini aldılar. Öte yandan Sancar, kendini bekleyen bir kısım
emirle birlikte Nişabur önüne gelip şehri sulh yolu ile teslim aldı (20 Nisan 1097).
51

Nişabur’dan sonra Horasan’ın birçok şehri de ona itaat etti. Bu başarısı üzerine Sultan
Berkyaruk kardeşi Sancar’ı, merkezi Merv olmak üzere Horasan melikliğine atadı. Böylelikle
Tutuş’tan sonra diğer amcası Arslan Argun tehlikesini de bertaraf eden Berkyaruk, birçok
yere yeni atamalar yaparak, yıllardır saltanat mücadelesiyle sarsılan devlet otoritesini yeniden
eski düzenine sokmaya çalıştı. Ancak bu nisbî istikrar fazla sürmedi. Zira Sultan Berkyaruk
bundan sonra da, iktidarını korumak için kardeşi Muhammed Tapar’la uzun bir mücadeleye
girmek zorunda kalacaktı.
Haçlılar ve Berkyaruk Dönemi Haçlılarla Savaşı
Berkyaruk’un saltanatını korumak için kardeşi ve amcalarıyla kıyasıya mücadele
ettiği; mücadelenin birinin bitip diğerinin başladığı bir ortamda, bu defa da Suriye ve Filistin
bölgesi için doğrudan hedef alan Haçlı Seferleri baflladı.
XI. yüzyıl sonlarına doğru Batı Avrupa’da, özellikle kilisenin yönlendirmesiyle,
güya Doğuda Müslümanların zulmü altında bulunan dindaşlarının ve Hz. İsa’nın
mezarının bulunduğu Kudüs’ün Müslümanların elinden kurtarılmasının Batı Hıristiyan
dünyası için yerine getirilmesi kaçınılmaz bir görev olduğu fikri uyanmıştı. Haçlı
Seferleri adı verilen bu büyük hareketin başlıca propoganda malzemesi din idi.
Gerçekten de İslamiyet’in, Hıristiyanlık aleyhine evrensel bir din haline gelmesi ve
dolayısıyla maddi sınırlarının doğu ve batı yönünde genişlemesi; böylece Hıristiyan
dünyasının adetâ bir hilal içerisinde kuşatılması önemli bir sebep idi. Ancak Malazgirt
savaşından sonra Selçukluların Bizans egemenliğinde bulunan Anadolu’da bir devlet
kurmaları ve ayrıca İzmir’de bir beylik kurarak kuvvetli bir donanma meydana getiren
Çaka Bey’in, Rumeli yönünde Bizans’ı ciddi şekilde tehdit eden Peçeneklerle işbirliğine
girilmesi ve nihayet Batı Avrupa’da yaşanan büyük ekonomik kriz gibi nedenlerin de,
bu hareketin hazırlanmasında büyük payı olduğu kabul edilmektedir. Kısaca bu
seferlere katılan tüm hiristiyanlar için mutlaka maddî ya da manevî bir hedef veya çıkar
söz konusu idi.
Bizans İmparatorları, Türk ilerleyişi karşısında ilki Malazgirt’ten sonra olmak üzere,
1095 yılına kadar üç defa Papalıktan yardım isteğinde bulunmuşlardı. Bu talebi fırsata
dönüştürmek isteyen Papa II. Urbanus, Kasım 1095 tarihinde toplanan Clermont Konsilinde
Haçlı Seferi çağrısında bulundu. Hedef olarak da Kutsal Toprakları ve Anadolu’yu gösterdi.
İki yüzyıl kadar sürecek olan Haçlı Seferleri tarihi böylece başlamış oldu. 1096’da Fransa’dan
ve Norman Kuzey İtalya’dan gelen örgütlenmiş şövalye orduları İstanbul’da buluştular. İslâm
dünyası, siyasî temsilcileri olan Selçukluların içerisinde bulunduğu karışıklıklar yüzünden
yaklaşmakta olan tehlikeyi ve mahiyetini çok iyi algılayamadı. Dolayısıyla bu büyük tehlike
karşısında tedbir de alınamadı. Türkiye Selçuklularının başkenti İznik ve Çukurova’yı zapt
eden Haçlılar, 1098 baharında Büyük Selçuklu sınırlarına dayanmış bulunuyorlardı.
Tutuş yeğeni Berkyaruk’la girdiği taht mücadelesini kaybedip Rey savaşında ölünce,
Suriye Selçuklu toprakları iki oğlu arasında bölünmüştü. Haleb’e hâkim olan Rıdvan ile
Dımaşk’ı ele geçiren Dukak birbiriyle mücadeleye girişmişlerdi. Gerçi her iki kardeş de
Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk’u metbû olarak tanıyorlardı. Öte yandan Haçlıların ilk
hedefini teşkil eden Hıristiyanlığın kutsal şehirlerinden Antakya, hâlâ Melikşah’ın vali olarak
tayin ettiği Yağısıyan’ın idaresinde bulunuyordu. Haçlı orduları daha Anadolu’da iken Suriye
ve Irak’ın Müslüman halkı büyük korku ve telaşa düşmüşlerdi. Fakat görünüşe göre mahalli
emir ve valiler, istilacılara pek aldırış etmiyorlardı. Esasen bu durumun başlıca sebebi, devrin
kaynaklarından anlaşıldığı üzere, Haçlıların kimliklerine ve maksatlarına dair herhangi bir
fikirleri yoktu. Melik Rıdvan bu sırada Yağısıyan ve Sökmen’le birlikte kardeşi Dukak’ın
üzerine yürümekte idi. Şeyzer’de iken Haçlılar’ın Antakya’ya yürümekte olduğunu öğrenince
derhâl Haleb’e döndü. Görünüşe göre tehlikeyi ilk fark eden yine Yağısıyan olmuştu. Zira
Antakya’ya dönen bu tecrübeli emir uzak yakın bütün emir ve melikliklere, bu arada Musul
valisi Kürboğa’ya, melik Dukak’a, Sultan Berkyaruk’a yardım etmeleri için başvurdu. Daha
52

sonra Haleb meliki Rıdvan’dan da yardım istedi. Önce Dukak ile müttefikleri, sonra Rıdvan
ve Sökmen, Haçlılara karşı girdikleri savaşta yenildiler (Aralık 1098). Bu yenilgi Haçlı
meselesinin Suriye Selçuklu meliklerinin güçlerinin üstünde olduğunu gösterdi. Bunun
üzerine Yağısıyan bütün ümidini doğuya, bilhassa Büyük Selçuklu hükümdarı Berkyaruk’a
bağlamıştı. Ancak taht mücadeleleri ile uğraşmakta olan Berkyaruk, kendisi doğrudan sefere
çıkacak durumda değildi. Sultan, Haçlılarla mücadele ve onları İslam topraklarından sürüp
çıkarma görevini, el-Cezire bölgesi emirlerini de emrine vermek suretiyle Musul Atabeyi
Kürboğa’ya havale etti. Buradan da anlaşılacağı üzere bu andan itibaren Haçlı meselesi vasal
Suriye Selçukluların meselesi olmaktan çıkarak, Büyük Selçuklu Devletinin meselesi haline
gelmişti.
Kürboğa’nın büyük bir kuvvetle harekete geçmesi Antakya’yı kuşatmakta olan
Haçlıları çok korkuttu. Ancak bu Selçuklu başkumandanının, Mart 1098 Urfa’da kurulmuş
olan ilk Haçlı kontluğunu ortadan kaldırmak için boşuna vakit kaybetmesi Antakya’yı
muhasara eden Haçlılar için büyük fırsat oldu. Nitekim çok zor günler geçirmelerine ve büyük
sıkıntılar çekmelerine rağmen; Firuz adlı bir Ermeni dönmesinin ihaneti ile şehre girmeye
muvaffak oldular. Kürboğa ise ancak Antakya’nın düşmesinden iki gün sonra şehir önlerine
gelebilmişti (3 Haziran 1098). Kürboğa emrindeki Selçuklu ordusu, Haçlılar’ın eline geçen
Antakya’yı dört bir taraftan kuşatma altına aldı. Antakya Haçlıların eline geçince Selçuklu
kuvvetlerine katılmak için şehirden çıkan Yağısıyan yolda öldürüldü. Ancak direnmeye
devam eden Antakya’nın iç kalesinin savunmasını oğlu şemsüddevle sürdürüyordu. Kürboğa,
şemsüddevle ona bağlılığını arz etmesine rağmen, iç kalenin komutasını ondan alarak
komutanlarından Ahmed b. Mervan’a verdi. Kürboğa’nın dışarıdan, Ahmed b. Mervan’ın
içeriden hücumları Haçlılara büyük kayıplar verdiriyordu. İki ateş arasında kalan ve had
safhada yiyecek sıkıntısı çekmekte olan Haçlılar, Kürboğa’ya haber göndererek yanlarına
erzaklarını almaları koşuluyla şehri terk etmeyi teklif ettilerse de, Kürboğa bunu kabul
etmedi. Selçuklu komuta kademesinde yaşanan çekişmeler; ve gerçek haçın bulunduğu gibi
maneviyatı artıran haberler üzerine Haçlılar, Selçuklu ordusu ile savaşmak için şehir dışında
mevzi aldılar (28 Haziran 1098). Kürboğa, bu savaşta büyük bir yenilgi aldı. Karargâhını ve
ordunun ağırlıklarını bırakıp çekilen Kürboğa Halep’e güçlükle ulaşabildi.
Anadolu’dan geçen Haçlılar Mart 1098’de Urfa’yı;Haziran 1098’de Antakya’yı ele
geçirdiler. 1099’da Kudüs düştü. On yıl sonra Tarblusşam’ın da ele geçirilmesiyle, hepsi de
Kudüs Krallığına bağlı olan Urfa Kontluğu, Antakya Prinkepsliği yanında Trablusşam
Kontluğu ortaya çıkmış oldu. Kudüs kuşatıldığı sırada Sultan Berkyaruk ve Muhammed
Tapar kıyasıya taht kavgası yapıyor, Suriye ve el-Cezire bölgesindeki melik ve emirler,
birbirlerinin aleyhine çalışıyorlardı. Haçlılar ise bu bölgede peş peşe birçok kaleyi ele
geçirdiler. Nihayetinde Kudüs önlerine gelen Haçlı orduları Fatımîlerin idaresinde bulunan
şehri 15 Temmuz 1099 yılında ele geçirdiler. Dönemin kaynaklar› Haçlıların şehirdeki
Müslüman,Yahudî, ve hattâ doğulu Hıristiyanlara karşı büyük vahşet sergilediklerini
belirtirler.

Muhammed Tapar ile Saltanat Mücadelesi


Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah vefat ettiği sırada hayatta kalan oğullarının büyüğü
Berkyaruk, ikincisi ise Muhammed Tapar idi. 21 Ocak 1082’de Seferiyye Hatun adlı bir
cariyeden dünyaya gelen Muhammed Tapar, Melikşah öldüğünde Bağdat’ta yanında
bulunmaktaydı. Daha sonra Terken Hatun ve kardeşi Mahmud ile birlikte Isfahan’a gitmiş;
Berkyaruk’un burada Terken Hatun ve kardeşi Mahmud’u muhasara ettiği sırada gizlice
ağabeyinin tarafına geçmişti. Berkyaruk 1094 yılında adına hutbe okutmak üzere Bağdat’a
giderken kardeşi Muhammed Tapar’ı da yanında götürmüş ve burada Gence ile çevresini ona
ikta etmişti. Ayrıca kardeşi Tapar’ı “melik” unvanı ile Gence’ye gönderirken Türk töresine
uygun olarak itimat ettiği adamlarından Emir Kutluğtekin’i de ona atabey tayin etmişti.
53

Muhammed Tapar, melik bulunduğu Gence’de muhtemelen çevresindekilerin;


özellikle de Berkyaruk’un azlettiği veziri Nizamülmülk’ün oğlu Müeyyedülmülk’ün
tahrikleriyle isyan etti. Sultan Berkyaruk bu sırada Suriye ve Filistin bölgesine yerleşmekte
olan Haçlılarla mücadeleye hazırlanmakta idi. İşe kendisine engel olacağını düşündüğü
atabeyi Kutluğtekin’i öldürmek ve Arran eyaletinde Berkyaruk adına okunan hutbeyi kesip
kendi adına okutmakla başladı.
Sefîdrûd ve Hemedan Savaşları
Durumu öğrenen ve müdahale etmek isteyen Sultan Berkyaruk Zencan şehrine doğru
yola ç›ktı. Bu sırada bazı emirler Sultan Berkyaruk’a haber gönderip müstevfî Mecdülmülk
el-Balâsânî’yi kendilerine teslim etmesini istediler. Sultan bu isteği kabul etmedi; emirleri
ikna edemeyince 200 kişiyle ordugâhtan ayrılmak zorunda kaldı. Mecdülmülk yüzünden
Sultan Berkyaruk’a muhalefet eden emirler Muhammed Tapar’a katıldılar. Muhammed
Tapar’ın Rey üzerine geldiği haberini alan Berkyaruk kardeşiyle savaşmayı göze alamayarak
önce İsfahan’a, halkın şehrin kapılarını açmaması üzerine de Hûzistan’a gitmek zorunda
kaldı. Muhammed Tapar 20 Eylül 1099’da Rey’e ulaştı. Bağdat şahnesi Gevherâyin, Musul
emiri Kürboğa ve el-Cezire emiri Çökürmüş gibi emirlerin kendisine katılmasıyla daha da
güçlendi. Gevherâyin’i Bağdat’a gönderip Halifeden kendi adına hutbe okutmasın istedi. Bu
isteğe uyan Halife Müstazhir, “Gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn” lakabını verdiği Muhammed
Tapar’ın sultanlığını tasdik ederek onun adına hutbe okuttu. Bunun üzerine Berkyaruk, adına
yeniden hutbe okutmak için harekete geçerek Huzistan’dan Vasıt’a geldi. Burada Hille emiri
Seyfüddevle Sadaka da ona katıldı.
Irak’taki Arap aşiretleri üzerinde etkili bir konumu olan bu emirin katılımı
Berkyaruk’un aleyhine bozulmuş olan dengeyi büyük oranda düzeltti. Nitekim kaynakların
ifadesine göre; Bağdat’a hareket eden Sultan Berkyaruk halkın coşkun sevgi gösterileri
arasında 2 Ocak 1100 günü şehre girmiş ve hutbeyi tekrar kendi adına okutmayı başarmıştı.
Daha sonra Berkyaruk, Gümüştekin Kaysarî’yi Bağdat’a şahne tayin etti. O sırada Bağdat’ta
bu görevi Muhammed Tapar taraftarı İlgazi b. Artuk yürütmekteydi Bunun üzerine
Muhammed Tapar’ın yanında olan Kürboğa gibi bazı emirler tekrar Berkyaruk’un safına
geçtiler. Kışı Bağdat’ta geçiren Sultan Berkyaruk çok sayıda Türkmen’in kendisine
katılımından sonra Muhammed Tapar üzerine yürüdü. 15 Mayıs 1100’de Hemedan
yakınlarındaki Sefîdrûd’da meydana gelen savaşta Berkyaruk başta üstünlük kurup karşı
tarafın karargâhına kadar sokulduysa da; savaşın sonuna doğru bozulan birliklerini
toparlayamayarak otuz kadar kişiyle savaş meydanını terk edip Rey’e çekilmek zorunda kaldı.
Vezir Müeyyedülmülk, Berkyaruk’un esir düşen veziri Ebûlmehâsin’i Bağdat’a gönderip
Halife’den hutbenin tekrar Muhammed Tapar adına okunmasını istedi. Halife de bu isteğe
uyarak 25 Mayıs 1100 Cuma günü hutbeyi Muhammed Tapar adına okuttu. Öte yandan
Sultan Berkyaruk, savaşın ardından emîr-i dâd Habeşî b. Altuntak ve diğer emirlerden
yardım sağlamak için çıkığı yolculukta Muhammed Tapar’ın öz kardeşi Horasan Meliki
Sencer’e yenilince Cürcân ve Damgan’a (Dâmegân) giderek yeni kuvvetler toplamaya çalıştı.
Bunun üzerine Muhammed Tapar, daha fazla kuvvetlenmesine fırsat vermeden Berkyaruk ile
savaşmak üzere Hemedan’a yürüdü.
5 Nisan 1101’de Hemedan’da yapılan savaş bu sefer Muhammed Tapar’ın yenilgisi
ve esir düşen veziri Müeyyidülmülk’ün idamıyla sonuçlandı. Muhammed Tapar bundan sonra
Melik Sancar’ın yanına gitti. Cürcân’dan Damgan’a gelen iki kardeş buradan Rey’e hareket
ettiler; Berkyaruk da Rey’e doğru yola çıktı. Zaferin ardından Berkyaruk’a katılanların sayısı
bir ara yüz bine ulaşmıştı. Ancak daha sonra bazı emirler, maddî sıkıntı çeken Berkyaruk’un
iaşelerini temin edememesi üzerine ayrılmaya başladılar. Tapar ile Sancar yeniden
toparlanmasına imkân vermeden Berkyaruk üzerine yürüdüler. Ümitsizliğe kapılan Berkyaruk
5000 kişilik bir kuvvetle 13 Eylül 1101’de Bağdat’a girdi. Muhammed Tapar ve Sancar
Berkyaruk’u takip ederek on gün sonra Bağdat’a ulaştılar.
54

Rûzrâver, Rey ve Hoy Savaşları


Sancar’ın Horasan’a dönmesinin ardından Bağdat’tan ayrılan Muhammed Tapar ile
onu takip eden Berkyaruk bu kez Nihavend yakınlarındaki Rûzrâver’de karşı karşıya geldiler
(27 Aralık 1101). Bazı küçük çarpışmalardan sonra taraflar arasında antlaşma sağlandı. Ülke
topraklarının resmen ikiye bölündüğü bu antlaşmaya göre Berkyaruk sultan; Tapar Gence
meliki olarak, kendisine bırakılan bölgelerde üç nevbet çaldıracak ve Sultan Berkyaruk’a
yılda 1.300.000 dinar vergi ödeyecekti. Ancak bu antlaşma uzun sürmedi. Muhammed Tapar
bir süre sonra kendisini barışa ikna eden emirlerden Besmel’i öldürttü, Emir Ay Tegin’in
gözlerine mil çektirdi. Ardından Rey’e gidip beş nevbet çaldırarak sultanlığını ilân etti. Bunun
üzerine sefere çıkan Berkyaruk, Rey yakınlarında cereyan eden savaşta Muhammed Tapar’ı
mağlûp etti. Tapar az sayıda taraftarıyla İsfahan’a kaçtı. Ancak Berkyaruk tarafından
kuşatılınca erzak sıkıntısı çekmeye başladı ve bin kadar süvari ile İsfahan’dan gizlice ayrıldı.
Kardeşinin Sâve istikametinde gittiğini öğrenen Berkyaruk’a bağlı kuvvetler onu takibe
koyuldular. Nihayet Hoy’da yapılan özellikle Berkyaruk’un maiyetindeki Emir Ayaz’ın
büyük rol oynadığı savaşta tekrar bozguna uğrayan Muhammed Tapar, Sökmen el-Kutbî’nin
ikta yeri bölgesi Ahlata’a doğru kaçarken, Berkyaruk da Zencan’a gitti. Yıllardan beri devam
eden iç savaşların devleti yıprattığını gören Berkyaruk ve Muhammed Tapar, ileri gelen
âlimlerin de teşvikiyle barış yapmaya karar verdiler.
Ocak 1104’de varılan antlaşmaya göre Sultan Berkyaruk, Muhammed Tapar’ın beş
nevbet çaldırmasına müdahale etmeyecek, Muhammed Tapar’ın payına düşen şehirlerde
Berkyaruk adına hutbe okunmayacak, aralarındaki yazışma vezirler vasıtasıyla yapılacak,
askerler diledikleri tarafa geçebileceklerdi. Cibal, Fars, İsfahan, Rey, Hemedan, Hûzistan ve
Bağdat Berkyaruk’un; Azerbaycan, Diyarbekir, el-Cezîre. Musul, Suriye ve Hille emiri
Seyfüddevle Sadaka’nın idaresindeki topraklar Tapar’ın hâkimiyetine bırakılacaktı. Ayrıca
Berkyaruk’tan sonra Tapar sultan olacak, Horasan meliki Sancar’ın durumunda herhangi bir
değişiklik yapılmayacak;Sancar, Muhammed Tapar’ı metbû tanımaya devam edecekti. Bu
antlaşma sayesinde Sultan Melikşah’ın ölümüyle başlayan taht kavgaları sona ermiş oluyordu.
Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasında cereyan eden uzun taht mücadelelerinin, Büyük
Selçuklu Devletinin bundan sonraki dönemini etkileyen pek çok olumsuz sonucu olmuştur.
Bunların bilinmesi, Melikflah’ın ölümüyle başlayan Büyük
Selçuklu İmparatorluğunu parçalanma ve çöküşe götüren süreci kavramak açısından
önemlidir:
1.İki kardeşin saltanat mücadelesi, devlet otoritesinin zayıflamasına ve emirlerin iktidar
boşluğundan yararlanp kendi hareket alanlarını genişletmelerine imkân vermiştir. Emirler süre
gelen savaş hâlini, sık sık taraf değiştirerek isteklerinin gerçekleşmesi için pazarlık konusu
yapmışlardır.

2. Berkyaruk ve Muhammed Tapar hâkimiyetleri altına aldıkları bölgelerde iktidar olmalarına


rağmen muktedir olamadıklarından vergiler düzenli bir şekilde toplanamamış, devletin mali
yapısı bozulmuştur.

3. Yapılan savaşlarda birçok değerli devlet adamı ve komutan öldürülmüş, bunun neticesinde
devlet yönetimi ehil olmayan kişilerin eline geçmiş; bu da
zamanla devletin zaafa düşmesine sebep olmuştur.

4. Bu dönemde İslam dünyasının en büyük devleti konumundaki Selçukluların iç


mücadelelerle uğraşması Haçlılara karşı yapılan cihada destek verememesine;
dolayısıyla Haçlıların Suriye ve Filistin’e yerleşmelerine zemin hazırlamıştır.
55

Berkyaruk’un Ölümü ve Şahsiyeti


Babası Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra Terken Hatun’la, amcaları, kardeşleri ve
ihtiraslı emirlerle sürekli mücadele eden, pek çok zorluklara katlanan Sultan Berkyaruk bütün
engellere rağmen; 12 yıl Büyük Selçuklu Devleti’ne hükümdarlık yaptı. Hatta bir keresinde
amcası Tutuş’a mağlup olup İsfahan’a sığınndığı zaman kardeşi Mahmud’un adamlarınca
yakalanıp gözlerine mil çekilmesinden şans eseri kurtularak son anda sultan ilan edilmişti.
Berkyaruk son olarak kardeşi Muhammed Tapar’la uzun bir saltanat mücadelesinden sonra
anlaşmış ve onun tarafından “Büyük Sultan” olarak tanınmıştı. Her ne kadar taht
mücadelelerinden fırsat bulup Haçlıların Suriye ve Filistin topraklarına yerleşmelerine engel
olamamışsa da o, çıkarcı ve entrikacı bir siyaset takip eden emirleri tamamen bastırarak
idaresi altına almayı başarmıştı.
İşlerinin düzene girdiği bir sırada vereme yakalanan Berkyaruk, bir sedye içinde
Bağdat istikametinde yola çıkarıldı. Terken Hatun’u yendiği Berûcird’e geldiğinde durumu
iyice ağırlaştı. Hayatından umut kesilince emirlerini yanına çağırarak beş yaşındaki oğlu
Melikşah’ı veliaht, Emir Ayaz’ı da ona atabey tayin etti. Emirlerinden Melikşah’a itaat
etmeleri ve onu düşmanlarına karşı korumalarını istedi.Sultan’ın talebini kabul eden emirler
Melikşah’ı desteklemek hususunda canlarını ve mallarını esirgemeyeceklerine dair yemin
ettiler. Bunun üzerine oğlu Melikflah’ı ve emirlerini Bağdat’a gönderdi. Kendisi de İsfahan’a
dönmek üzere burada kaldı. Fakat kafile Berûcird’den henüz uzaklaflmıştı ki, Berkyaruk, 22
Aralık 1104 tarihinde yirmi beş yaşında vefat etti. Devrin kaynakları onu, yumuşak huylu,
asil, cömert, sabırlı, iyi ahlaklı ve güçlü bir hükümdar olarak anarlar. O ayrıca
cezalandırmakta aşırıya gitmeyen merhametli bir sultandı.

SULTAN MUHAMMED TAPAR DEVRİ (1105-1118)


Muhammed Tapar’ın Tahta Çıkması
Atabey Emir Ayaz yolda Sultan Berkyaruk’un vefat haberini alınca veliaht şehzade
Melikşah için otağ, çetr gibi bir hükümdar için gerekli olan her şeyi hazırlattı. Bu sırada
yanlarında Sultan Berkyaruk’u Bağdat’a gitmeye teşvik etme düşüncesiyle İsfahan’a gelmiş
bulunan Bağdat şahnesi Emir İlgazi b. Artuk’da vardı ve yolculukta Melikşah’a refakat
ediyordu. 6 Ocak 1105 yılında Bağdat’a giren heyeti Halife Mustazhir’in veziri karşıladı.
İlgazi ve Emir Toğayürek derhal divanı toplayıp II. Melikşah adına hutbe okunmasını
istediler. Bunun üzerine 12 Ocak 1105 Perşembe günü divanda ertesi gün de camilerde hutbe
Büyük Selçuklu Sultanı olarak Melikşah b.Berkyaruk adına okundu ve ona dedesi Sultan
Melikşah’ın “Celalüddevle” lakabı verildi.
Bu sırada Muhammed Tapar ise, Berkyaruk’la yaptığı anlaşma gereği kendisine
bırakılan Musul’u kuşatmakla meşguldü. Zira şehrin hâkimi Çökürmüş, Muhammed Tapar’ın
bütün ısrarına; hatta şehri teslim ettiği ve kendisi adına hutbe okuttuğu takdirde burayı yine
ona vereceğini söylemesine rağmen Berkyaruk’tan böyle bir emir almadığı gerekçesi ile
Musul’u Tapar’a teslim etmiyordu. Kuşatmanın ve aynı oranda direnişin bütün şiddetiyle
sürdüğü bir sırada (28 Ocak 1105) Sultan Berkyaruk’un ölüm haberini alan Emir Çökürmüş
nihayet yapılan karşılıklı müzakereler neticesinde itaatini bildirerek Musul’u Muhammed
Tapar’a teslim etti. Şehri teslim alan Muhammed Tapar, yanında Sökmen el-Kutbî ve öteki
emirler olduğu halde vakit kaybetmeden Bağdat’a hareket etti. Bu arada Hille Arap Emiri
Seyfüddevle Sadaka da Muhammed Tapar’ın bir an önce Bağdat’a gelmesini bekliyordu.
Muhammed Tapar 10 şubat 1105 tarihinde Bağdat’a ulaştı ve şehrin batısında konaklayarak
burada adına hutbe okuttu. Doğu tarafında ise hutbe Melikşah b. Berkyaruk adına
okunuyordu. Öte yandan Melikşah’ın atabeyi Ayaz başta kendisine karşı harekete geçmeye
niyetlendiyse de askerlerinin Muhammed Tapar’ın safına geçeceğini düşünüp anlaşma yoluna
gitmeyi daha uygun buldu. Bunun için de Muhammed Tapar’dan Melikşah b. Berkyaruk ve
emirler için teminat istedi. Kaynakların ifadesine göre Muhammed Tapar da: “Melikşah
56

benim evladım gibidir. Onun için babası (Bekyaruk)ile benim aramda hiçbir fark yoktur”
demek suretiyle istenilen teminatı verdi. Bunun üzerine atabey Ayaz ve Seyfüddevle Sadaka
itaatlerini bildirmek için huzura gelerek af dilediler. Böylece Muhammed Tapar, Büyük
Selçuklu Devleti’nin tartışılmaz yegâne sultanı oldu (13 şubat 1105). Sultan Berkyaruk’un
hükümdarlık dönemini kapsayan ve Büyük Selçuklu Devletinin çöküşünün habercisi gibi
görünen taht mücadeleleriyle dolu “Fetret Devri”nde ibre Muhammed Tapar’ın cülûsu ile bir
nevi iyileşmeye doğru dönmüş oldu.
Devlet Otoritesinin Yeniden Güçlendirilmesi Çabaları
Sultan Muhammed Tapar, tahta geçince bütün bu mücadeleler süresince bozulan
devlet otoritesini yeniden sağlamak amacıyla yoğun bir mücadele başlattı. Bu çerçevede ilk
olarak, af dilemesi ve itaatini kabul etmesine rağmen tavırlarından rahatsız olduğu ve ileride
tehlike oluşturabileceğinden korktuğu Melikşah’ın atabeyi Ayaz’ı öldürttü. Ardından Selçuklu
hanedanından Mengübars’ın isyanını bastırdı (1105-1106).

Mengübars İsyanı
Selçuklu hanedanından daha önce adı geçen Böribars’ın oğlu Mengüpars İsfahan’da
bulunduğu sırada maddi sıkıntılarına çare bulmak için Nihavend şehrine gitmişti. Buranın
ahalisinden topladığı askerlerin yardımını aldıktan sonra adına hutbe okutup isyan etti. Kısa
bir süre sonra Nihavend’i işgâl yolu ile zapt etti. Bunun yanında Muhammed Tapar ile
husumeti bulunan Zengi b. Porsuk’a haber göndererek kendisine katılması teklifinde bulundu.
Hapiste bulunmasına rağmen Zengi b. Porsuk, kardeşlerine Mengüpars’a yardım etmemeleri
konusunda mektup gönderdi. Hile ile kendisine itaat ettiklerini söyleyen Porsuk’un adamları,
Mengüpars’ı Huzistan’da yakalayıp İsfahan’da Sultan Muhammed Tapar’a teslim
ettiler.Sultan da onu hapsetti (1105-1106). Ayrıca Zengi b. Porsuk’u da sadakatinden ötürü
serbest bıraktı ve Ahvaz ile Hemedan arasındaki iktalarından vazgeçmesine karşılık ona
Dinever ve başka yerler ikta etti.
Hille Emiri Sadaka’nın İsyanı ve Öldürülmesi
Melikü’l-Arab diye şöhret bulan Hille emiri Sadaka, Sultan Melikşah döneminden
beri Selçuklulara tabi olarak merkezi Irak’da hüküm süren Mezyedilerin emiri idi.Sultan
Melikşah’ın ölümünden sonra başlayan taht kavgaları sırasında daha önce işaret edildiği gibi,
Berkyaruk’un saflarında yer aldı. Ancak Berkyaruk’un veziri Ebülmehâsin’in, önceki yıllara
ait borçlarını istemesi ve ödemediği takdirde topraklarına yürüyeceği tehdidinde bulunması
üzerine, 1101’de Berkyaruk’a karşı kardeşi Muhammed Tapar’ı desteklemeye karar verdi.
1102’de Kerbela’nın yakınındaki Câmiayn flehrinin yerinde yaptırdığı Mezyedîler’in merkezi
Hille’de ve hâkimiyetindeki diğer şehirlerde onun adına hutbe okuttu. Bu süreçte Muhammed
Tapar’a önemli destekler sunduğu gibi Bekryaruk’a karşı düşmanlığını açığa vurmaktan da
çekinmedi. Muhammed Tapar da ona mükâfat olarak Vasıt’ı ikta etti. O zamana kadar Kûfe-
Hit arasındaki bölgede göçebe olarak yaşayan Mezyedîler bu tarihten itibaren Hille’yi merkez
edindiler. Seyfüddevle Sadaka, Berkyaruk ile Tapar arasındaki taht kavgalarından istifade
ederek hâkimiyetini bütün Irak topraklarına yaymaya çalıştı. Bu tavrını Sultan Muhamed
Tapar döneminde de sürdürmek istedi. Nitekim Şubat 1106’da Basra, Mart 1107’de Tîkrît’i
ele geçirdi. Sadaka’nın yayılmacı bir politika izlediğini, sadece Abbasî Halifesi Müstazhir
Billâh adına hutbe okuttuğunu ve kendisine muhalif emîrleri koruduğunu gören Sultan
Muhammed Tapar onu bertaraf etmeye karar verdi.Mart 1108’de, Hille-Vâsıt arasında
bulunan Nu’maniye’de meydana gelen savaşta Seyfüddevle Sadaka öldürüldü. Oğlu Dübeys
de esir düştü. Sultan Muhammed Tapar Dübeys’i Bağdat’a götürdü ve kendisine bağlı
kalacağına dair yemin ettirdikten sonra serbest bırakmakla birlikte Hille’ye dönmesine izin
vermedi. Dübeys, ancak Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra, oğlu Irak Selçuklu Sultanı
Mahmud zamanında Hille’ye gidebilirdi.
57

Türkiye Selçukluları ile Rekabet


Sultan Tapar tarafından Musul’daki görevinde bırakılan Çökürmüş, daha sonra
Sultan’a vaat ettiği hizmet ve mali yardımı yerine getirmedi. Sultan da onun elinde bulunan
Musul ve yöresini daha önce Huzistan ve Fars tarafındaki beldelere hâkim bulunan emir Çavlı
Sakavu’ya ikta etti (1106). Bu görev değişikliğinde daha çok, Çökürmüş’ün o sıralarda
Diyarbekir bölgesinde bulunan Türkiye Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan ile gizli bir anlaşma
yapmış olma ihtimali etkili olmuştu. Tapar, Suriye el-Cezire-Irak hattında son derece stratejik
bir konumunda yer alan Musul’u, sadakatinden şüphe duyduğu birisinin yönetiminde
bırakamazdı. Çavlı 31 Ekim 1106’da Bağdat’a geldi ve buradan ikta merkezi olan Musul’a
yöneldi. Yolu üzerindeki Bevazic’i ele geçirdikten sonra Erbil’e vardı. Çökürmüş ikta
bölgesini terk etme niyetinde olmadığından Çavlı’nın ilerleyişini duyunca çevre illere haber
yollayıp yardım istedi. Neticede iki bin kadar asker toplayan Çökürmüş, bin kişilik kuvveti
bulunan Çavlı karşısında yenilip esir düştü. Çökürmüş’ün mağlubiyet haberi Musul’a ulaşınca
adamları onun yerine oğlu Zengi’yi geçirdiler. Öte yandan Çökürmüş’ün memlûklerinden,
Musul kale muhafızı Guzoğlu başta olmak üzere şehir ileri gelenleri, Çavlı’ya karşı o
sıralarda Urfa’yı kuşatmakta olan Türkiye Selçuklu Sultan› I. Kılıç Arslan’dan yardım
istediler. Kılıç Arslan, Türkiye Selçuklularının ekonomik ve medenî gelişimi bakımından
büyük bir fırsat olarak gördüğü teklifi kabul etmekte tereddüt etmedi. Urfa kuşatmasını
bırakarak derhal Musul’a doğru harekete geçti. Bunun üzerine Çavlı, ortaya çıkan yeni durum
karşısında Musul’u kuşatmaktan vazgeçti. Bu sırada esaret altındaki Çökürmüş de ölmüştü.
Çavlı doğrudan Kılıç Arslan’ın üzerine yürümeyi tercih etti. Nusaybin’de meydana gelen
muharebede, Türkiye Selçuklu Sultanı karşı sında tutunamayan Çavlı mağlup olarak kaçtı.
Türkiye Selçukluları daha önce de söz edildiği gibi, kurulduktan itibaren Büyük
Selçuklularla rekabet içerisinde olmuşlardır. Bunun başlıca sebebi Büyük Selçuklu
tahtının kendi hakları olduğu iddiası yanında; Anadolu ve el-Cezire’nin jeomorfolojik
ve jeopolitik öneminden dolayı tarih boyunca, bölge güçleri arasında sürüp giden
mücadelenin, şimdi devrin hâkim güçleri olarak onların arasına intikal etmiş olmasıydı.
Nitekim Süleymanşah da bu yüzden Bizans’la barış yapıp Çukurova üzerinden Suriye
kapılarına dayanmış, fakat bu mücadelede hayatını kaybetmişti. Melikşah’ın önce
Diyarbekir’i, Süleymanşah’ın ölümünden sonra da Antakya ve Haleb’i alması, Türkiye
Selçuklularının Güney çıkış yolunu tamamen kapatmıştı. Kılıç Arslan’ın saltanatının ilk
yıllarında meydana gelen Haçlı seferinin sebep olduğu kayıplar, şimdi bu tecritten
kurtulmak zorunda olan Türkiye Selçukları için rekabet alanını Malatya üzerinden
Musul’a kaydırmıştı. Türkiye Selçuklu

Sultanı I. Kılıç Arslan’ın Musul Hâkimiyeti ve Ölümü


Muhammed Tapar’ın Büyük Selçuklu Sultanı olduğu 1105 yılında, Türkiye Selçuklu
Sultan› I. Kılıç Arslan da Danişmendliler’den Malatyayı almış, Doğu Anadolu’da Büyük
Selçuklulara bağlı olan bazı Türkmen beylerinin kendisine tâbi olmasıyla da hakimiyeti
altındaki toprakları genişletmiş bulunuyordu. 1101 yılı Haçlı ordularını yok eden, Antakya ve
Urfa’yı zabt etmek teşebbüsünde bulunan Kılıç Arslan, Haçlı seferinin yaralarını sarabilecek
gibi görünüyordu. Ancak ortaya çıkan bu yeni durum Büyük Selçuklular açısından, Kılıç
Arslan’la savaşı adeta kaçınılmaz hâle getiriyordu. Gerçekten de Çavlı’yı mağlup ettikten
sonra, 22 Mart 1107 tarihinde Musul’a giren Kılıç Arslan hutbeyi kendi adına okuttu. Çavlı
ise Halep’e giderek Melik Rıdvan ve Artukoğlu İlgazi’den sağladığı kuvvetlerle Selçuklu
sultanının üzerine yürüdü.
Bunun üzerine Musul’da oğlunu nâib olarak bırakan Kılıç Arslan Çavlı’ya doğru
harekete geçti. Aslında Bizans İmparatoruna yardıma gönderdiği askerleri gelene kadar savaşı
geciktirmek niyetindeydi. Çavlı, Kılıç Arslan’ın yardım almasını engellemek için hemen
saldırıya geçti. Daha önce kendisine katılan Türkmen beyleri, Çavlı’nın ordusunun kalabalık
58

olduğunu görerek onu terk ettiler. Bununla birlikte harbi kabule mecbur kalan Kılıç Arslan,
kahramanca çarpışmasına rağmen ordusunu yenilgiden kurtaramadı. Melikşah zamanında
geçirdiği altı yıllık esaret hayatını tekrar yaşamak istemeyen Kılıç Arslan, kaçmak için atını
Habur nehrine sürdü, fakat boğularak hayatını kaybetti (3 Haziran 1107). Bunun üzerine
Musul’a giden Çavlı, şehri ele geçirdiği gibi Kılıç Arslan’ın oğlu Şahinşah’ı yakalayıp
Tapar’ın nezdine gönderdi.

Bâtınîler (İsmailîler) İle Yapılan Mücadeleler


Şiia’nın bir koluna mensup olan Bâtınîliğin ortaya çıkışı sekizinci asrın sonlarına
tekabül eder. Hz. Ali’nin soyundan altıncı imam Cafer es-Sadık 765 yılında ölünce yerine
büyük oğlu İsmail’in geçmesi beklenirken, küçük oğlu olan Musa’nın geçirilmesi mensupları
arasında ihtilafa sebep olmuştur. İsmail’in yakın dostlarından Ebulhattab daha sonra İsmailiye
olarak anılacak olan bu ekolün temellerini atmıştır. Sünnilikle pek az bağlantısı bulunan bu
ekol Yakın Doğunun eski dinlerinden, bilhassa Yeni Eflatuncu felsefeden fazlasıyla
etkilenmiştir.
Haricî inanışlardan gelen bu fikirlerin büyük kısmı Bâtınî tevil yolu ile gelmiştir.
İsmailiye ekolünün bundan sonra ana esasları olacağından daha sonra onlara Bâtınî ismi
verilecektir. Bâtınilerin açık tarihi 1090 yılında Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesini ele
geçirmesiyle başlar. Selçuklu hâkimiyetine giren bölgelerde fetihlerin meydana getirdiği
çalkantılardan faydalanmak isteyen Bâtıniler, bu vesile ile hızla kendi propagandalarını
yapacak müritleri harekete geçirmişlerdir. Her ne kadar Bâtıni hareketleri Melikşah’ın son
dönemlerinde ortaya çıkmışsa da özellikle Berkyaruk devrinde yaşanan saltanat mücadeleleri
yüzünden herhangi bir tedbir alınamamıştır. Sadece kısa bir süre önce ele geçirdikleri Ebher
kalesi üzerine 1096 yılında başları bir sefer dışında bunlarla önemli bir mücadele
yaşanmamıştır. Bu sefer sırasında kale içindeki Bâtınilerin birçoğu öldürüldüyse de nüfuzları
kırılamadığı gibi yayılmaları da önlenememiştir. Muhammed Tapar’ı tahta çıkmasıyla birlikte
Bâtınîlerle mücadele etkinlik kazanmıştır. Zira Sultan Melikşah zamanından beri gizli bir
örgüt halinde faaliyette bulunan Bâtınîler’le mücadeleyi gayri Müslimlerle cihattan daha
önemli gören Sultan Muhammed Tapar, ilk olarak Şahdiz (Dizkûh) Kalesi’ne bir sefer
düzenledi. Kaleyi ele geçirip İsmâilî-Bâtınî reisi İbn Attâfl’› esir aldı ve birçok Bâtınîyi
öldürttü (25 Haziran 1107). Ayrıca devlet erkânı içerisinde Batınileri destekleyen kişileri
ortadan kaldırarak başta veziri Sadülmülk ve dört adamını, Batınilere destek verdikleri
gerekçesiyle İsfahan’da halkın gözü önünde astırdı. Sultan, Bâtınîler’e karşı ikinci seferi
Alamut üzerine tertip etti ancak kış bastırınca geri dönmek zorunda kaldı. Atabeg Anuş Tegin
Şiîrgîr, 1114’te Bâtınîler’e ait Bîre Kalesi’ni ele geçirdi. Muhammed Tapar, Selçuklu Meliki
Rıdvan devrinde Halep’te oldukça kuvvetlenen Bâtınîler’e karşı da bir harekât başlattı. Halep
Meliki Alparslan ile iş birliği içinde çok sayıda bâtınî öldürüldü (1113-14). Sultan, Alamut’a
son darbeyi indirmek üzere yine Atabeg Anuş Tegin Şiîrgîr’i görevlendirdi. Aylar süren
kuşatma Muhammed Tapar’ın ölüm haberinin gelmesiyle kaldırıldı.

Muhammed Tapar Devri Haçlı Mücadeleleri


Sultan Muhammed Tapar’ın tahta çıktıktan sonra ele aldığı başlıca meselelerden biri
de Haçlılar konusu idi. O, bu işi önce kumandanlarından Çavlı’ya havale etti. Musul merkez
olmak üzere el-Cezire ve Diyarbekir bölgesi valiliğine tayin ettiği bu kumandana Selçuklu
ülkelerini Haçlılardan geri alma vazifesini verdi. Esasen Musul Haçlılara karşı görevlendirilen
emirlerin vilayet merkeziydi. Sultan böylece, Haçlılara karşı başarıyla savaşan, fakat şimdi
hâkimiyetini kabul etmek istemeyen Çökürmiş’i de cezalandırmış olacaktı. Çavlı, daha önce
anlatıldığı üzere Çökürmiş’i cezalandırmakla kalmadı, bu sırada Büyük Selçuklu
İmparatorluğu ile mücadeleye girişen Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ı da bertaraf
etti. Fakat Çavlı da Haçlılarla mücadele edecek yerde Sultan’a itaatsizliğe başladı. Bunun
59

üzerine emir Mevdud’un başkumandanlığı altında üzerine gönderilen Selçuklu ordularına


karşı koyamayan Çavlı, bir ara Haçlılarla işbirliği yaptı; fakat sonunda sultan tarafından
affedildi ve tekrar hizmete alındı. Sultan Muhammed Tapar, Haçlılara karşı mücadele
vazifesini Çavlı’nın yerine Musul valiliğine tayin ettiği Mevdud’a verdi (1108). Birçok
kumandanlara, bu arada Zengi’ye ona katılmalarını emretti. Büyük Selçuklu
İmparatorluğunun Haçlılarla mücadelede en başarılı dönemi budur. Bu sefere, Haçlıların
bilhassa Trablusşam’ı almaları (1110) üzerine girişmişti. Haçlılara karşı her yıl sefer tertip
eden

Alamut Kalesi: İran’da Elbruz Dağları üzerinde, Kazvin’in kuzeydoğusunda yer


alan müstahkem bir kaledir. Ortaçağ’da Rûdbâr vadisinde bulunan elli kadar müstahkem
kalenin en meşhuru olup 2000 m. yükseklikteki yalçın kayalar üzerinde kurulmuştur. Nitekim
Alamut adı “Kartal yuvası” veya “Kartal eğitimi” anlamına gelmektedir. Kuruluşu eski
Deylem hükümdarları dönemine kadar gitmekteyse de asıl şöhretini İsmâilîliği siyasî bir
yapıya dönüştüren Hasan Sabbâh’a borçludur. Alamut Kalesi’ni 4 Eylül 1090 tarihinde ele
geçiren Hasan Sabbâh burayı Bâtınî karargâhı haline getirdi. Bu sebeple Selçuklu sultan ve
komutanları tarafından pek çok kez kuşatıldıysa da fethi mümkün olmadı. Uzun süre
Bâtınîler’in (İsmâilîler) elinde bulunan Alamut Kalesi nihayet 19 Kasım 1256’da Moğol hanı
Hülâgû’ya boyun eğmek zorunda kaldı. Mevdud, Haçlılar tarafından Haleb’de sıkıştırılan
Rıdvan’a yardım ettiği gibi, Dukak’ın ölümünden sonra Şam’da hüküm süren atabey
Toğtekin’e de destek vermekteydi. Mevdud yalnız Urfa kontluğu ile değil, Kudüs Krallığı ile
savaştı (1113). Bu onun Haçlıları dehşete düşüren son savaşı oldu ve Dımaşk’ta bir Batinî
tarafından öldürüldü. Bu suretle Haçlılar ilk defa karşılaştıkları büyük bir tehlikeden
kurtuldular. Selçuklu sarayı bu suikastten Toğtekini mesul tuttu. Bunun neticesi olarak
Selçuklu yardımından mahrum kalan Toğtekin bir süre sonra Haçlılarla mütareke hattâ ittifak
yaptı. Böylece Haçlılar karşısında meydana gelen birlik bozuldu ve yerini karşılıklı şüpheye
terk etti. Bununla beraber Sultan Muhammed Tapar savaşı bırakmadı; Haçlılara karşı cihat
vazifesini Musul valiliğiyle birlikte, Aksungur Porsukî’ye verdi. Diğer kumandanlara ona
itaat etmelerini emretti. Yine Zengi kendisine katıldı. Aksungur, Urfa kontluğuna karşı
başarılı savaşlar yaptı. Mardin Artuklu emiri İlgazi’nin rekabeti yüzünden yine netice
alınamadı. Hatta İlgazi bir savaşta Aksungur’u yendi (1114). Bunun üzerine Sultan
Muhammed Tapar’ın kendisini cezalandıracağından korkan İlgazi, Dımaşk hâkimi atabey
Toğtekin ile ittifak yapmayı tercih etti. İki müttefik Antakya Haçlı prinkepsi ile anlaştı (1115).
Bu suretle Türk cephesinde açılan gedik daha da büyümüş oldu. Nitekim Muhammed Tapar
hem İlgazi’nin bu hareketlerine hem de Mavdud’un öldürülmesinde etkisi olduğundan
şüphelendiği Toğtekin’in bu girişimlerine daha fazla sessiz kalmadı. Sultan bu iki emiri
cezalandırmak ve bunun yanında Haçlılara karşı yeni bir sefer düzenlemek amacıyla
Hemedan emiri Porsuk b. Porsuk’u görevlendirdi. Büyük bir orduyla harekete geçen Porsuk,
Urfa’yı tehdit ettikten sonra Haleb’i hareket üssü yapmak üzere yoluna devam etti. Fakat
Rıdvan’ın oğlu Alparslan’ın atabeyi Lülü, Haleb kapılarını açmadığı gibi İlgazi ile Toğtekin’i
yardımına çağırdı. Diğer taraftan bu sonuncunun daveti ile ilk defa haçlılarla ittifak eden
Türkler, Büyük Selçuklu İmparatorluğuna karşı müşterek cephe alıyorlardı. Karşı karşıya
gelen ordular arasında muhtemelen iki tarafın da hücuma cesaret edememesi yüzünden bir
savaş olmadı. Ancak Porsuk çekilirken Haçlılar tarafından tuzağa düşürülerek mağlup edildi
(1115).
Takip edilen ordu hemen hemen tamamıyla imha edildi. Kaynaklar, alınan
ganimetlerin taksiminin günlerce sürdüğünü belirtmektedir. Görüldüğü gibi, içinde bulunduğu
zor şartlara rağmen Muhammed Tapar, başında bulunduğu imparatorluğun meseleleri
arasında Haçlılara büyük bir yer vermiştir. Haçlılara karşı mücadelenin sürdürülmesinde,
kurtuluşunu Büyük Selçuklu imparatorluğunda gören Suriye halkının, mahalli emir ve
60

hükümdarların yardım taleplerinin büyük bir tesiri olmuştur. Nitekim Haçlılardan kaçan
Suriyelilerin Bağdat’ta karışıklıklar çıkardıkları, minberleri kırdıkları zikredilmektedir. Bir
ara Sultan Muhammed Tapar bizzat sefere çıkacağnı ilan etmişse de (1108) imparatorluk
içindeki meseleler ona bu imkânı vermemiş ve daha önce anlatıldığı üzere Emir Mevdud’u
göndermiştir.

Diğer Devletlerle Münasebetler


İç karışıklıklara, taht kavgalarına ve Haçlı istilalarına rağmen hem Sultan Berkyaruk
hem de Sultan Muhammed Tapar devirlerinde Büyük Selçuklu Devleti o devrin iki büyük
Türk devleti Gazneli ve Karahanlılar üzerindeki otoritesini devam ettirmiştir. Başka bir
deyişle Selçuklular merkez ve batı bölgelerinde çok ciddi siyasi kriz ve buhranlar yaşarken
doğudan kaynaklanan bir sorun neredeyse hiç yaşamamışlardı.
Muhammed Tapar devrinde Karahanlılar’la Selçuklular arasındaki ilişkiler zaman
zaman bozulmakla birlikte Karahanlılar, Muhammed Tapar’ı metbû tanımaya devam ettiler.
Gazneli Sultanı III. Mesud döneminde (1099-1115) Gazneli-Selçuklu ilişkilerine barışı hâkim
oldu ve siyasî evlilikler yoluyla dostluklar pekiştirildi. Daha sonraki yıllarda Muhammed
Tapar, Arslanşah ile Behramşah arasındaki taht kavgalarına kardeşi Melik Sancar aracılı ile
müdahale ederek Behramşah’ın sultan ilân edilmesini sağladı, böylece Gazneliler’i kendisine
tâbi kılı (1117). Yapılan antlaşmaya göre hutbede önce Muhammed Tapar’ın, ardından
Sancar’ın ve nihayet Behramşah’ın adı okunacak ve Gazneliler Selçuklulara yıllık vergi
ödeyeceklerdi. Gürcü Kralı II. David’in Kafkasya’daki Türkmenleri bölgeden uzaklaştırıp
Gence’ye kadar ilerlemesi üzerine Muhammed Tapar 1110 yılında gönderdiği orduyla
Gürcüleri mağlûp etti. Onun döneminde Abbasî halifeliğiyle ilişkiler de normal bir seyir takip
etmiştir. Melikşah’tan sonra Selçuklular arasındaki taht kavgaları sırasında tarafsız kalan
Abbasî Halifesi Müstazhir Billah, Bağdat’a kim hâkim olmuşsa hutbeyi onun adına
okutmuştur. Muhammed Tapar, gerek saltanat mücadelesinde gerekse tek başına Büyük
Selçuklu tahtına geçtikten sonra Abbasî halifesinin adını ve lakabını hutbelerde birinci sırada
zikretmeyi ihmal etmemiştir.
Sultan Muhammed Tapar’ın Ölümü ve Şahsiyeti
Bir süredir hasta olan Muhammed Tapar, 1118 yılı kurban bayramında Oğuz
töresince büyük bir toy düzenledi ve bu ziyafet sonunda sofrasını ve sarayını yağmalattı. Beş
oğlundan en büyüğü olan Mahmud’u yanına çağırarak artık ömrünün sonuna geldiğini
söyledi, tahta oturmasını ve devlet işlerine nezaret etmesini istedi.Emirlerden onun için biat
aldı. 18 Nisan 1118 tarihinde vefat eden Muhammed Tapar’ın cenazesi İsfahan’da yaptırdığı
medresenin hazîresine defnedildi. Bütün tarihçilerin ittifakla belirttiğine göre dedesi
Alparslan’ı örnek alan Muhammed Tapar dindar, dinî ilimlere vâkıf, âdil, merhametli,
aklıselim sahibi, cömert, ilim adamlarını himaye eden bir hükümdardı. Halkın işleriyle
yakından ilgilenir, kendisine sunulan her dilekçeyi okur, halka adalet, doğruluk ve insafla
muamele edilmesini isterdi. İç mücadelelerin bozduğu birliği yeniden kurarak Büyük Selçuklu
Devletine eski itibarını ve kudretini kazandıran Muhammed Tapar “es-Sultânü’1-a’zam Ebû
fiücâ’ Gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn Kasîmu emîri’l-müminîn” lakabıyla anılır ve kaynaklarda
“Selçuklular’ın güçlü adamı ve kusursuz insanı” olarak tanıtılır. Onun Bâtınîler ve Haçlılar’la
yaptığı mücadele İslâm dünyasında takdirle karşılanmış, meşlhur İslam âlimi Ebü’l-Berekât
el-Bağdâdî astronomiyle ilgili bir kitabını ona ithaf etmiştir. Bağdadî ayrıca sultanın bir
sorusuna cevap olarak Risale fî sebebi zuhûn’ikevâkibileyîen ve hafâhû nehâren adıyla bir
eser kaleme almış, İbnü’l-Belhî Farsnâme’yi onun emriyle yazmıştır. Muhammed Tapar imar
faaliyetleriyle de yakından ilgilenmiş, Melikşah’ın Bağdat’ta inşasını başlattığı Sultan
Camiini tamamlatmış, İsfahan’da bir medrese, Nizamiye Medresesi civarında da sûfîler için
bir ribât yaptırmış ve su kanalları açtırmıştır.
61

Selçuklu Merkezi otoritesini çöküşe götüren süreç


Nizamülmülk’e bağlı devlet adamlarının taşkınlıkları, rakip ve düşmanlarının
entrikaları ve özellikle Terken Hatun’un ihtirasları sebebiyle bozulan siyasi ahenk,
Nizamülmülk ve Melikşah’ın birbirini takiben yaklaşık bir ay içerisinde ölmelerine sebep
olmakla kalmamış; aynı zamanda muhteşem Selçuklu devletini sarsmış, buhranlara
sürüklemiştir. Sultan ve vezirin ölümlerinden hemen sonra başlayan ve uzun süre devam
edecek olan taht kavgalarıyla devlet otoritesi sarsılmış, ordu parçalanmıştır. Yönetim
kadrolarının yeteneksiz kişilerin eline geçmesi, emirlerin çıkarcı politikalar izlemesi ve
karışıklıklardan istifade eden Bâtınilerin giderek artan katliamları ve nihayet bu sırada
başlayan Haçlı seferleri devletin çöküşüne zemin hazırlamıştır.

Berkyaruk ve Muhammed Tapar dönemi siyasi olaylarını açıklayabilme


Melikşah’ın büyük oğlu Berkyaruk’un 1094 yılında zorlu bir sürecin sonunda tahta
çıkmasıyla başlayan ve onun ölümünden sonra yine Melikşah’ın bir diğer oğlu Muhammed
Tapar’ın 1118 yılındaki vefatıyla sona eren çeyrek asırlık bu süreç, Selçuklu tarihinin en
buhranlı devresini teşkil etmektedir.
Selçuklu taht mücadelesi ile Haçlıların Suriye ve Filistin’e yerleşmeleri
arasındaki ilişki
İslam âleminin, her geçen gün biraz daha kuvvetlenen Haçlılar karşısında bir ittifak
sağlayamamasının en önemli sebebi Yakındoğu’nun en güçlü devleti olan Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’nun Sultan Melikşah’ın ölümü ile sarsılan merkezi otoriteyi bir türlü tesis
edememiş olmasıdır. Sultan Berkyaruk o fırtınal hükümdarlık devrinde buna imkân
bulamazken; Sultan Muhammed Tapar da tahta oturduktan sonra sürdürdüğü gayretlere
rağmen ülkede merkezi otoriteyi tam olarak sağlayamamıştı. Nitekim Türkiye Selçuklu
Sultanı I. Kılıç Arslan’ın Büyük Selçuklu devletinin hâkimiyetindeki topraklarda kendi adına
hutbe okutması, Çökürmüş’ten sonra Çavlı’nın da Sultan Muhammed Tapar’a muhalefet
etmesi ve hatta Sultan ile mücadele halinde olan Seyfüddevle Sadaka ile işbirliği yapması
merkezi otoritenin1108 yılında bile sağlanamadığını göstermektedir.
Vezir Nizamülmülk ve adamlarıdır. Çünkü daha Melikşah’ın sağlığından başlayarak
Nizamülmülk Sultan üzerindeki etkisinden rahatsız olduğu Terken Hatun’un oğlu
Mahmud’un veliaht olmasını istemiyor; o da kendisinin adamı olması beklentisiyle veliahtlık
için Melikşah’a Berkyaruk’u telkin ediyordu.
Tacüddevle Tutuş, daha başından itibaren iyi bir asker ve güçlü bir şahsiyet olarak
ortaya çıkmasına rağmen, sert ve tavizsiz kişiliği sebebiyle emirler tarafından pek
sevilmiyordu. Ayrıca ele geçirdiği şehirlerde zaman zaman masum halka karşı gösterdiği
şiddet de onun bu olumsuz imajını pekiştirmekteydi.
Haçlı seferleri başladığında devrin en güçlü İslam devleti konumunda olan Büyük
Selçuklu İmparatorluğu, Melikşah’ın 1092 yılında ölümünü takiben merkezi otoritenin
çöküşüne sebep olan taht kavgalarıyla boğuşmaktaydı.Buna bir de bölge melik ve emirlerinin
şahsi ihtirasları eklenince Haçlılar Yakın Doğuda hiç ummadıkları müsait bir zemin
bulmuşlardı.
Selçuklu İmparatorluğunun uzun ve yıpratıcı taht kavgaları sebebiyle iktisadi ve
siyasi bakımdan zayıf düşmesi ve bu sırada imparatorluğu tehdit eden iç (Bâtıniler) ve dış
(Haçlılar) meselelere karşı etkili tedbirler alınamamasıdır.
Kılıç Arslan’ı Musul önlerine getiren başlıca sebeplerden birisi, Türkiye Selçuklu
sultanlarının Büyük Selçuklu tahtının kendi hakları olduğunu dava etmeleriydi. Bunun
yanında Süleymanşah’ın ölümü ve Birinci Haçlı Seferinde uğranılan kayıplar dolayısıyla,
ekonomik ve medenî gelişimi bakımından ulaşmak zorunda oldukları alanlarla bağlantıları
kesilmişti. Bizans Anadolusu ise bir Müslüman-Türk Devletinin böyle bir hamle için ihtiyaç
duyacağı alt yapıdan mahrum idi. Öyle olmasa bile kültürel kodlardaki farklılık, Türkiye
62

Selçuklu sultanlarını güney-güneydoğuya- soydaş ve dindaşlarının bulunduğu alanlara


ulaşmaya zorluyordu.

SANCAR’IN MELİKLİK DÖNEMİ


Sancar, Melikşah’ın Suriye seferi sırasında 5 Aralık 1086’da Sincar’da doğdu.
Adının da Türkçe sançımak/saplamak filinden türetilmiş bir isim olduğu veya doğduğu yer
olan Sincar’ın adından geldiği ileri sürülmektedir.Sultan Sancar’ın çok yoğun taht kavgaları
içerisinde geçen çocukluk devri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Kaynaklarda yüzü çok
güzel olmasına rağmen küçükken geçirdiği çiçek hastalığı sebebiyle çiçek bozuğu olduğu
kaydedilmektedir.Nitekim o devirde ölümcül olan bu hastalıktan, Terken Hatun’dan olan
kardeşi Mahmud ölmüş, Berkyaruk da ölümden dönmüştü. Çok küçük yaşlardan itibaren,
devlet yönetiminde aldığı› faal görevlerin ağır sorumluluğu altında geçen zor bir hayatta,
zengin bir tecrübe birikimi edindi. Meşhur İslâm âlimi Gazzalî, Nasihatü’l-Mülûk adlı
kitabını, devlet işlerinde yol göstermek üzere onun için kaleme almıştı.
Tarihi kaynaklara yansıyan bilgilere göre onun ilk siyasi faaliyeti, Horasan’da
bağımsızlığını ilân eden amcası Arslan Argun’un isyanını b astırmak amacıyla ağabeyi Sultan
Berkyaruk tarafından görevlendirilmesidir. Sancar henüz on yaşında bulunmasına rağmen
böyle kritik bir göreve memur edilmesi; Türkmenlerin ve ordu komutanlarının Melikşah’ın
oğlu olması bakımından, amcasına nispetle ona teveccüh edecekleri beklentisiyle ilgili
olmalıdır. Sancar, yanında Emir Kamaç olduğu halde ordusuyla harekete geçti. Bu sırada
Arslan Argun, daha önce üzerine gönderilen kardeşi Böri Bars’ı yenilgiye uğratıp öldürmüştü.
Ancak Melik Sancar,Damgan şehrine vardığında Argun’un da kendi kölelerinden birisi
tarafından öldürüldüğü haberini alıp geri döndü (1097). Sancar, Berkyaruk’la birleştikten
sonra, birlikte Nişabur ve Belh’e gittiler. Sancar burada ağabeyi Berkiyaruk tarafından,
merkezi Merv şehri olmak üzere, Horasan melikliğine tayin edildi. Emir Kamaç ise onun
atabeyliğine getirildi. Sancar, Horasan’ın bir kısmını elinde bulunduran emir-i dâd Habeşî ile
rekabete girdi. Sancar 1100 yılında, Habeşî’yi ve onun yardımına gelen Sultan Berkiyaruk’u
ağır bir yenilgiye uğrattı; hattâ Hâbeşî’yi öldürdü. Bütün saltanatı kardeşi Tapar’la taht
mücadeleleri içerisinde geçen Sultan Berkyaruk’un, bundan dolayı Sancar’la ilgili bir
güvensizlik yaşadığı anlaşılmaktadır. Ancak Sancar, öz kardeşi Tapar lehine bir defa taht
mücadelesine karışması hariç, genellikle olayların dışında kalarak, Sultan Berkyaruk’un
güvenini kazanmaya başlarmıştır. Tapar’la 1103 yılında meydana gelen ve Berkyaruk’un
galibiyetine rağmen devletin ikiye bölündüğü anlaşmaya göre, Horasan ve Maveraünnehir
hâkimi olarak kalan Sancar da, Tapar’ın tâbileri arasında bulunuyordu.

Sancar Dönemi
Melik Sancar’ın Karahanlı ve Gaznelilerle İlişkileri
İmparatorluğun dahilî olaylarına fazla karışmayan Sancar, melikliği döneminde
devletin doğusunu düzene koymak ve Karahanlılar’ın tâbi statüsünün sürdürülebilmesi için
bir hayli mücadele etti. Gerçekten de sözü edilen taht kavgaları sırasında Melik Sancar’ın
uzakta olmasından yararlanarak Horasan’ı işgale teşebbüs eden Karahanlılar’ın bu
girişimlerini sonuçsuz bıraktı. Nitekim 100.000 kişilik bir orduyla Horasan’a yürüyen Kadir
Han yakalanarak öldürüldü. Sancar, Berkyaruk’un da en zor günlerinde bile müdahale ettiği
Karahanlı tahtına, Muhammed Arslan Han’ı geçirip,Karahanlıların Selçuklu Devletine bağlı
kalmalarını sağladı (1102). Muhammed Arslan Han’ın Sancar’ın kız kardeşi, Sancar’ın da
Hanın kızı ile evli olduğuna bakılırsa, güvendiği birisini tahta geçirdiği anlaşılmaktadır. Melik
Sancar, daha sonra da, Arslan Han’a karşı ayaklanan saltanat davacılarına karşı, Han’ın
yardım istemesi üzerine Türkistan’a müdahale etti ve onun tahtında kalmasını sağladı.Bu
cümleden olarak Sancar’ın meliklik döneminin belki de en önemli başarısı, Karahanlılar’ı ve
Gazneliler’i sürekli olarak kontrol altında tutabilmiş olmasıdır. Zira Selçuklu Devleti bir
63

yandan taht kavgaları ile sarsılırken, diğer taraftan da batı tarafında Gürcü, Batınî ve Haçlılar
tarafından tehdit edilmekteydi. Hatırlanacağı üzere, Gazneliler, Dandânakân savaşıyla
Horasan ve İran’daki hâkimiyetlerine son verildikten sonra Afganistan ve Kuzey
Hindistan’daki topraklarına çekilmişlerdi.
1059 yılında Hindikuş Dağlarının sınır olarak belirlendiği barış anlaşmasına kadar da
taraflar arasında savaşlar devam etmişti. Sancar’ın meliklik devrinde Gazneliler için yeni bir
safhanın açıldığı görülmektedir. Gazne’de Sultan III. Mesud’un ölümünden sonra yerine
geçen ve Sancar’ın kız kardeşinin oğlu olan Arslanşah, kardeşlerini kendisine tehdit
oluşturmamaları için hapse atmıştı. Ancak hapisten kaçmayı başaran kardeşi Behramşah,
Sancar’ın huzuruna gelerek tahtı ele geçirmek konusunda yardım istedi.
Sancar’ın kendisine sağladığı askerî yardım sayesinde de Arslanşah’ı mağlup edip
tahtı ele geçirdi. 1117 yılı başlarında Gazne’ye giren Sancar, bu yardımın karşılığı olarak,
çeyrek asır süren savaşlarla alınamayan bir sonuç elde etti. Behramşah’la yapılan anlaşma
gereğince Selçuklu Devleti’ne tâbi olan Behramşah, hutbede sırası ile Halife, Sultan
Muhammed Tapar, Melik Sancar
ve son olarak da kendi adını okutacaktı. Ayrıca Selçuklu Devletine ödeyeceği yıllık 250.000
dinar vergiyi tahsil etmek için bir Selçuklu görevlisi Gazne’de oturacaktı. Bu durum
Behramşah adına iktidar için başkasına dayanmanın ağır bedeli olurken; Selçuklular
bakımından sınırların Hindistan’a kadar genişlemesi gibi parlak bir sonuç getirdi. Sancar,
daha sonra Gazne’yi ele geçiren Arslanşah’ı bertaraf edip, Behramşah’ın yeniden tahta
oturmasını sağladı. Böylece Melik Sancar, babası Sultan Melikşah’ın politikasını aynen
devam ettirerek,Büyük Selçuklu Devletinin doğu sınırının güvenliğini -geniş yetkili bir genel
vali ile idare edilen Harizm dışında -Karahanlı ve Gazneliler’i sıkı bir tâbiyet altında tutarak
sağlamıştır. Melik Sancar’ın ülkenin doğusunu başarılı bir şekilde yönetmesi sayesinde Sultan
Muhammed Tapar, batıdaki meselelerle daha fazla meşgul olma imkânı bulabilmiştir.
SANCAR’IN TAHTA ÇIKMASI VE DEVLETİN YENİDEN
YAPILANDIRILMASI
Sultan Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra (1118) yerine on dört yafl›ndaki oğlu
Mahmud sultan ilan edildi. Abbasi halifesi Müstazhir Billah da onun adına hutbe okutarak
saltanatını onayladı. Ancak Sancar bir yandan yeğeninin yaşının küçük olmasından ötürü
devlet için kaygılanan; diğer yandan da yıllardır edindiği idarî tecrübeye istinaden, saltanata
her bakımdan kendisini lâyık görüyordu. Nitekim Selçuklu hanedanının yaşça en büyük ve
özellikle en güçlü üyesi olan Sancar, yeğeni Mahmud’un sultanlığı tanımadı. İmparatorluğun
doğusunda kendisini Sultan ilan ettikten sonra yeğeni Mahmud’un üzerine yürüdü. Bir yandan
da Halifeden kendi adına hutbe okunmasını istedi. Sultan Mahmud da amcasına yaptığı barış
önerisinin reddedilmesi üzerine Rey’e çekilerek savaşı hazırlıklarına başladı. İki ordu Save’de
karşı karşıya geldi. Mahmud’un daha kalabalık olan askerine karşı 20.000 kişiyle savaşa giren
Sancar, ordusunda bulunan kırk filin sağladığı üstünlükle,yeğenini yenilgiye uğrattı (14
Ağustos 1119). Mahmud bunun üzerine İsfahan’a çekildi. Bu sırada henüz hilafet tahtına
oturan Müsterşid Billah da, Sancar adına hutbe okutmaya başladı. Böylece bu taht
mücadelesini kazanan Sancar, Hemedan’dan Rey’e giderken Mahmud’u da huzuruna çağırdı.
Artık Melikşah döneminden daha geniş sınırlara ulaşmış bir İmparatorluk olan Selçuklu
Devletinin, karşı karşıya olduğu meseleler de bir o kadar karmaşık hâle gelmiş bulunuyordu.
Bunun bilinciyle hareket eden Sultan Sancar devlette yeni bir idarî düzenlemeye
gitti. Mahmud’u “Sultanü’l-muazzam” (Büyük sultan) unvanıyla, Hemedan merkez olmak
üzere Irak’a tayin etti. Batıda Selçuklu idaresi altında bulunan diğer eyaletleri (Halifeliğe ait
Irak-ı Arab, Suriye, Azerbaycan ve Doğu Anadolu) onun idaresine bıraktı. Sultan Sancar
veliahd ilân ettiği Mahmud’u kızı Mahmelek, o vefat ettikten sonra da diğer kızı Gevher
Hatun ile evlendirdi. Kendisi “Sultanü’l-a’zam” (En büyük sultan) unvanı alan Sancar, diğer
yeğenleri Mesud, Tuğrul ve Selçukşah’a da Irak-ı Acem, Azerbaycan ve Huzistan’da bazı
64

yerler verdi. Rey ve Mazenderân başta olmak üzere, Irak’ta bazı yerleri, Mahmud’un
bağımsız hareket etmesini engellemeye yönelik bir tedbir olarak olarak kendisine bağladı.
Büyük Selçuklu Devleti’nin merkezini Merv’e taşıdı.
Kısaca özetlemek gerekirse, bu şekilde, Büyük Selçuklu Devleti’ne tâbi Irak
Selçuklu hanedanı (1119-1194) kurulmuş oldu. En Büyük Sultan olan Sancar; Gazneliler,
Harizmşahlar ve Karahanlılar gibi kendisine tâbi yerlerde, hutbede kendi adından sonra
Mahmud’un adının da zikredilmesini emretti. Ancak Sultan Mahmud da, Sancar’a sıkı tâbiyet
bağları ile bağlı bulunuyor; hutbe ve sikkede önce sultanın adını zikretmek, sadece üç defa
nevbet çalmak, Sancar’ın alâmeti olan renkleri kullanmak gibi vassalık yükümlülüklerini
yerine getirmek mecburiyetinde bulunuyordu. Onun sultan unvanı taşımasının ayrıcalığı
Sancar’a karşı değil, idaresine bırakılmış yerlerdeki vassalları ve Sancar’ın tâbileri olup
hutbede onun adını da okutmak zorunda olan hükümdarlar üzerindeki statüsü ile ortaya
çıkıyordu. Nitekim Mahmud’u olabildiğince sıkı bir şekilde kendisine bağlamak isteyen
Sancar,yeğeni Mahmud’un ordusunda kendisine karşı savaşan kumandanları da tasfiye
etti.Irak Selçuklu sultanının hizmetinde görev alacak devlet adamlarını da kendisi tayin
ettikten sonra başkenti Merv’e gitti.
Gazne sultanı Arslanşah, Sancar’ın Behramşah adına ordu sevk edeceğini
öğrenince, Sultan Tapar’a bir elçi göndererek, kardeşine mâni olmasını istemişti.
Rivayete göre Tapar kardeşine, Gazneliler’in işlerine karışmamasını telkin eden bir
mesaj gönderdi. Ancak elçiye, eğer kardeşim yola çıkmamış ise ona sözlerimi ilet. Lakin
yola koyulmuşsa ona engel olmak, kardeşimin iktidarını zedeleyeceğinden bunlardan hiç
söz etme diye tenbih etmişti.

SULTAN SANCAR’IN BATI SİYASETİ


Sancar’ın Irak Selçukluları ile İlişkileri
Sultan Sancar, batı bölgesinin idaresini Mahmud vasıtasıyla yürütmek kararına
rağmen; zaman içerisinde yaşanan olaylar, kendisinin de burada hiç azımsanmayacak bir
mesai harcamasını gerektirdi. Bir yandan Selçuklu şehzâdelerinin aralıksız taht kavgaları, bu
arada dolaylı ya da doğrudan kendi otoritesinin hedef alınması ve halifelerin bu olaylar
içerisindeki yeri, Sancar’ı batıda oldukça meşgul etmiştir. Nitekim Irak Selçuklu Sultanı
Mahmud’a karşı kardeşleri hemen taht kavgalarna başladılar. Mahmud’a karşı ilk olarak
Gence meliki olan kardeşi Mesud isyan etti.
Hille emiri II. Dübeys b. Sadaka ile ittifak etmiş olan Mesud, Aksungur Porsukî
idaresinde üzerine gönderilen orduya yenik düştü (1120). Mesud bununla birlikte Sultan
Mahmud tarafından affedildi. Ancak mücadeleye devam eden Dübeys, Bağdad şahnesi
Porsukî ve Halife Müsterşid’in kuvvetlerini mağlup etti. Müsterşid’le bir anlaşma yapan
Dübeys’in, onun vezirini azlettirmesine bakılacak olursa,Halifeliği kendi denetimi altına
almak istediği anlaşılmaktadır. Halife de aslında Dübeys’ten çok çekinmesine, Selçukluları
ona tercih etmesine rağmen bu anlaşma sayesinde kendisi siyasî rol üstlenmiş oluyordu.
Halifenin siyasî güç denemesi mahiyetindeki bu faaliyetlerinden rahatsız olan Sultan Sancar,
Mahmud aracılığı ile Halifeye yeni bir vezir tayin ettirdi. Ancak bu arada daha önce de isyan
etmiş olan Mahmud’un kardeşi Melik Tuğrul, halifeyle mücadeleye girdi yenilince de,
kendisine yardım eden Dübeys ile birlikte Sancar’a sığındı.
Mahmud’un kendi rızası hilafına gücünü arttırmasını istemeyen Sancar, yeğenleri
arasında buna uygun bir denge siyaseti izlediği için Tuğrul’u himaye etmekteydi. Bundan
rahatsız olan Mahmud ise Müsterşid ile işbirliği yaptı. Bu gelişmeler zaten mücadeleci bir
kişiliğe sahip olan Halifeyi, Selçuklularla arasındaki protokolü ihlâl edecek davranışlara sevk
etti. Bunun üzerine Sultan Mahmud’a bir elçi gönderen Sancar, onu Halifeyle olan işbirliğine
son vermesi hususunda uyardı ve Bağdad’a gitmesini emretti. Mahmud’un Bağdad’a
gelmekte olduğunu haber alan Müsterşid, kıtlığı gerekçe göstererek onun şehre girmesine
65

engel olmak istedi ve savunma tedbirleri aldı. Sultan Mahmud bunun üzerine Bağdad’a kılıç
zoruyla girmek zorunda kaldı (Ocak 1127). Buna rağmen Halifeye saygıda kusur etmeyen
Mahmud onunla bir miktar para ve mal karşılığında anlaşma yaptı. Bu şekilde bir anlaşma,
Halifenin siyasî rolünü onaylama anlamına da geliyordu. Sultan Sancar, Irak’ta yaşanan
gelişmeleri yakından takip edebilmek ve Mahmud’un Halife ile hâlâ işbirliği yapmakta
olduğu şeklindeki şikâyetleri denetlemek için Rey’e geldi (1128). Hemedan’da bulunan
yeğeni Sultan Mahmud’u da yanına çağırdı. Mahmud derhal Sultan Sancar’ın huzuruna
giderek itaatini arz etti. Sultan Sancar, Halifenin hareket alanını sınırlandırmak üzere, bir
süredir gözetim altında tuttuğu Dübeys’i serbest bıraktı. Mahmud’dan onu Halife ile
barıştırıp, Musul valiliğine tayin etmesini istedi. Sultan Mahmud, en büyük sultanın
isteklerinin ikinci kısmını yerine getirmediği için, Sancar’ın himayesinde kardeşi Mesud’un
ayaklanmasına muhatap oldu. Sultan Mahmud’un ölümü üzerine (Eylül 1131) vezir Dergüzinî
ve atabey Aksungur Ahmedil, onun oğlu Melik Davud’u Irak Selçuklu sultanı ilân ettiler. Bu
teşebbüs Sultan Sancar’ın izni dışında gerçekleştiği için gayrı meşru sayılarak Müsterşid
tarafından onaylanmadı.
Diğer taraftan Davud’un Azerbaycan meliki olan amcası Mesud da tahtı ele geçirmek
üzere harekete geçti. Mesud da Halifeye elçi göndererek adına hutbe okunmasını istedi. Bu
talebi de geri çeviren Halife, Davud’un diğer amcası Fars meliki Selçukşah’ın büyük bir
orduyla Bağdad’a gelmesi üzerine onunla anlaştı. Fakat hutbe okutma konusunu, Sancar’ın
iznine tâbi sayarak erteledi. Melik Mesud ise adına hutbe okunması talebi reddedildiği için,
Bağdad’ı kuşatmaya geldi. Müttefiki Musul valisi İmadeddin Zengi’nin kuvvetlerinin
baskına uğramasıyla onun desteğinden de mahrum kalan Mesud, Selçukşah’la girdiği savaşta
yenilgiye uğradı.
Bu ana kadar Sultan Sancar’a sadakatle bağlı olduğu izlenimini veren Müsterşid,
Sancar’ın bu tarafa gelmekte olduğu haberini alınca, Selçuklu melikleri ile anlaşarak, onun
aleyhinde bir ittifak yaptı. Buna göre Mesud’u sultan, Selçukşah’ı veliaht ilan eden Halife,
Irak’ı yönetmek üzere Mesud’u kendisine bir nevi vekil tayin ediyor ve Sancar’ın adını
hutbeden çıkarıyordu (Mart 1132). Mesud, daha sonra kendisinin de çok sıkıntı çekeceği
Halifenin siyasî nüfuz mücadelesi konusunda, saltanat ihtirasıyla verdiği bu tavizin ne
manaya geldiğini, o gün değilse bile sonradan çok net olarak anlamıştır.

Save: Irak-ı Acem’de Hemedan ile Rey yolunun ortasında bir şehir.

Dübeys b. Sadaka, Hille merkez olmak üzere 997-1163 yılları arasında, Irak’ta
hüküm sürmüş Mezyedoğulları hanedanına mensup emirlerdendir.
Mezyedoğulları’ından I. Dübeys, Tuğrul Bey’in Bağdad seferi sırasında fiiî olması
sebebiyle, Besâsirî ve Fatımîlerden yana siyaset izlemişti. Melikşah tarafından emirliği
onaylanan Sadaka b. Mansur zamanında, toprakları Dicle’nin sol kıyısını da içerisine
alacak kadar genişledi. Selçuklular’ın fetret döneminde Tapar tarafında yer alan
Sadaka, bu karışıklardan istifade ederek topraklarını genişletmeye başladı. Tıpkı
Müslim b. Kureyş gibi, Selçuklulara rağmen bir Arap Devleti kurmayı hayal ediyordu.
İsyankâr davranışlları dolayısıyla Tapar tarafından bir savaşta öldürüldü.
Sultana bağlı kalmak ve Hille’ye dönmemek şartıyla, yerine oğlu II. Dübeys
geçirildi. Ancak Tapar’ın ölümünden sonra saltanat kavgalarından yararlanarak
Hille’ye dönen Dübeys, Halifeyle de mücadeleye girdi. Sancar tarafından Halife’ye karşı
bir koz olarak kullanılan Dübeys, daha sonra Sultan Mesud tarafından, Halifenin
katlinden sorumlu tutularak öldürüldü. Hanedan 1163’e kadar varlığını sürdürmekle
birlikte eski gücünü kaybetti.
Dînever Savaşı ve Sancar’ın Duruma Hâkim Olması
66

Irak’taki bu gelişmeleri haber alan Sultan Sancar, önce Musul valisi Zengi’yi Bağdad
şahneliğine, Dübeys’i de Hille’ye tayin etti. Ardından büyük bir ordu ile harekete geçen
Sancar önce Rey’e geldi, sonra Irak Selçuklularının merkezi Hemedan’a girdi. Sancar’ın nihaî
hedefi şüphesiz Bağdad’a yürümekti. Ancak müttefikler de Sultanla savaşmak için hemen
harekete geçmiş bulunuyorlardı. Hattâ Halife Müsterşid de bizzât harbe katılacakken, Zengi
ve Dübeys’in Bağdad’a hareket etmesi üzerine geri döndü. Mesud bu gelişmeler üzerine
Sancar’la savaşmaya cesaret edemeyerek Azerbaycan’a doğru çekilmeye karar verdi. Ancak
Mesud’u yakalamak kararında olan Sultan çok süratli bir şekilde hareket ederek, dört günlük
takibin sonunda Dînever’de ona ulaştı. Sancar’ın 100.000 kişilik ordusu karşısında 30.000
civarındaki askeriyle harbi kabule mecbur olan Mesud’un, bir kısım kuvvetleri de kendisini
savaştan hemen önce terk edip Sancar’ın saflarına katıldılar. Mesud, çok şiddetli bir muharebe
yapmasına rağmen ağır bir yenilgiye uğradı. (May›s 1132).
Ordusundan çok sayıda kimse esir düşmekle birlikte Mesud kaçmayı başardı. Fakat
kısa zaman sonra Sultan’ın affına mazhar olup yeniden Gence’ye tayin edildi. Ancak Sancar
bütün bu olanlardan sorumlu tuttuğu atabey Karaca es-Saki’yi öldürttü, Selçukşah ise Fars’a
kaçtı. Dînever savaşından sonra batı ile ilgili yeni biri düzenleme yapan Sultan Sancar, bir
süreden beri yanında bulunan yeğeni Tuğrul’u, Irak Selçuklu Sultanlığı tahtına oturttu. Sultan
Sancar, Dergüzinî’yi Tuğrul’a vezir tayin ettikten sonra Horasan’a geri döndü. Sultanın her
nedense kendisiyle ilgili bir karar almadığı Halife ise, onun dönmesinden sonra Bağdad’ı
kuşatan Zengi ve Dübeys’i mağlub etmeyi başardı. Müsterşid bu başarısından dolayı
kendisine güveni bir hayli artmış olduğundan, Sancar’ın atadığı Tuğrul’un adına hutbe
okutmayı kabul etmedi. Sultan Tuğrul, teorik olarak 1134 yılında ölene kadar Irak Selçuklu
sultanı olarak kaldı. Ancak Sancar’ın dönmesinden sonra yeğeni Davud ve sonra kardeşi
Mesud, Sultan Tuğrul’a karşı; daha sonrada Davud, saltanatını ilan eden Mesud’a karşı
ayaklandılar. Halife de doğal olarak yine muhaliflerin yanında yer alarak, önce Davud, sonra
Mesud adına hutbe okutarak, Sancar’ın iradesine ve iktidarına karşı meydan okumaya devam
etti.
İmadeddin Zengi: 1127-1233 yılları arasında, Kuzey Irak ve Suriye’de Irak
Selçuklularına bağlı olarak hüküm sürmüş; atabeylik olarak adlandırılan Zengiler hanedanının
kurucusudur. Sultan Mahmud tarafından 1127’de Musul valiliğine ve yanı sıra oğlunun
atabeyliğine tayin edilmişti.

Sultan Sancar- Abbasî Halifeliği İlişkileri


Taht mücadeleleri devam ettiği sırada ölen Tuğrul’un yerine Irak Selçuklu tahtına
Mesud geçti (1134). Sancar da, her ne kadar kendisine rağmen olsa da, artık olayların istikrara
kavuşması adına onun saltanatını onayladı. Ancak Mesud’dan bu olayları kışkırtan bazı
emirlerin öldürülmesini istedi. Bu emirlerin Halifeye sığınmaları üzerine Sultan Mesud,
Halife Müsterşid ile ihtilafa düştü. Önceki ünitelerde de yeri geldiğinde belirtildiği gibi,
Tuğrul Bey tarafından Büveyhoğullarının sultasından kurtarılan Halife, bağımsız siyasî bir
güç olmayı beklerken, bundan sonra da Selçukluların himayesi altına girmişti. Bunu geçici ve
arızî bir durum olarak değerlendiren Halifeler, temel varlık sebebi olarak gördükleri siyasî
iktidarlarını yeniden kurmak için, en başından beri büyük bir mücadele vermekteydiler.
Devletin en muktedir olduğu zamanlarda, Tuğrul Bey’in ölümü üzerine Selçuklu sultanı adına
okunan hutbenin kesilmesi, Bağdad’dan Selçuklu memurlarının kovulması; Sultan Melikşah
zamanında üst seviyeye çıkan ihtilaflar bu rekabetin bazı safhaları olarak hatırlanabilir.
Selçuklu fetret döneminden ise bir toparlanma süreci olarak yararlanan Halifeler, ikinci
imparatorluk devri adı verilen Sancar zamanında ilginç bir şekilde açıkça savaşa tevessül eder
oldular. Bunda halifeliğin, Müslüman hükümdarların saltanatlarının meşruluğunun
onaylandığı makam olması dolayısıyla, bütün taht davacılarının onun kapısını çalmak zorunda
olmasının büyük bir etkisinin olduğunu unutmamak gerekir.
67

Ayrıca Halife-Sultanlar mücadelesinin bu aşamaya gelmesinde, Selçuklu Devletinin


zaafları kadar, hilafet tahtında oturan Müsterşid Billah’ın kişisel özelliklerinin de etkisi
bulunmaktadır. Buna rağmen iki hanedan arasında ilişkiler, evlilikler yoluyla iyileştirilmeye
çalışıyordu. Müsterşid bu çerçevede Sultan Sancar’ın kızı ile evlenmiş bulunuyordu. Daha
sonra Sultan Mesud ve Halife Muktefî arasında da karşılıklı evlilikler yapılmıştır.
Müsterşid, Irak Selçuklu şehzâdeleri arasındaki taht kavgalarından yararlanarak bir
taraftan kendisine ait bir ordu kurarken, diğer taraftan Sultan Mesud’a karşı olan komutanları
kendi yanına toplamaya uğraşıyordu. Irak’ta yaşanan gelişmeleri yakından takip eden Sultan
Sancar, bu hususta Irak Selçuklu sultanlarına uyarılarda bulunuyordu. Sultan Mahmud’un
Bağdad seferine memur edilmesi ve Sultan Sancar’ın adını hutbeden çıkaran Müsterşid’in
müttefiklerinin Dînever’de yenilgiye uğratılmaları da bu cümledendi.
Daha önce Halifenin ihtiraslarına alet olmakla birlikte,Mesud tahta geçince,
Müsterşid’in sultana muhalif emirleri koruması dolayısıyla, Selçuklu-Halifelik ilişkileri
kopma noktasına geldi. Bu olanlara kayıtsız kalması beklenmeyen Sultan Sancar ile Halife
arasında da bu vesile ile birbirini itham eden bazı yazışmalar vuku buldu. Sonunda Halife
Müsterşid, Sultan Mesud’un adını hutbeden çıkarıp, Davud ve Sancar’ın adlarını koydu.
Sonra da Mesud ile savaşmak üzere büyük bir orduyla harekete geçti. Halife savaşmak üzere
ilerlerken Kirmanşah’a vardığında okuduğu hutbede Selçukluları fâsık olarak nitelendirmesi
çatışmanın ulaştığı seviyeyi göstermesi bakımından mühimdir. Müsterşid savaş öncesinde bir
kısım kuvvetleri kendisini terk etmesine rağmen, Sultan Mesud ile Hemedan yakınlarında
harbe girdi. Savaşı kaybeden Halife esir düştü ve tüm ağırlıkları yağmalandı (Haziran 1135).
Sultan Mesud, metbû sultan Sancar’a durumu rapor ederek, bu husustaki emirlerini
beklediğini bildirdi. Bu arada Sultan Mesud’un, bir daha ordu toplamaması ve harp tazminatı
ödemesi kaydıyla anlaşma yaptığı Halife, Sancar’ın emri doğrultusunda tam Bağdad’a
gönderilecek iken, Sancar’ın elçilik heyetinin karşılanması sırasında Batınîler tarafından
öldürüldü. Dönemin Arap müellifleri Müsterşid’in ölümünden Sultan Sancar’ı ve Mesud’u
doğrudan sorumlu tutmuşllardır. Sancar’ın bu konuda Batınîlerle işbirliği yaptığı iddiaları,
Halife ile aralarındaki meselenin siyasî bir mevzu olmasına binaen çok da tuhaf
karşılanmamalıdır. Nitekim Sultan Melikşah’ın öldürülmesinden Halife Muktedî;
Müsterşid’in ölümünden de Sancar sorumlu tutulabilir. Hattâ Sancar’dan Mesud’a iki ayrı
mektup geldiği, birincide Halifeye saygı gösterip derhal Bağdad’a göndermesini isterken,
diğerinde kargaşa sırasında Halifeyi bertaraf etmediği için azarlandığı ifade edilmektedir.
Müsterşid öldürülünce yerine oğlu Raşid Billah geçti. Ancak yeni Halife babasının
Mesud’la yaptığı anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirmediği gibi, Selçuklu aleyhtarı
politikaları aynen sürdürmek niyetinde idi. Sultan Mesud gönderdiği elçi vasıtasıyla kendisine
biat ettiği hâlde, Bağdad’ı tahkim eden Raşid, Selçuklu şehzâdeleri ve ümerasıyla ittifak
ederek sultana kaşı ordu toplamaya başladı. Raşid Billah’ın en mühim kozu, yine saltanatının
onaylanmasını bekleyen melikler ve onları taht kavgalarına sürükleyen atabeyleri ile devamlı
taraf değiştiren gulâm ümerâ idi. Sultan Mesud, kendisine karşı 30.000 kişilik ordu toplayan
Halifenin üzerine yürüyüp Bağdad’ı muhasara etti. İki aya yakın süren kuşatmadan dolayı
sıkıntıya düşen ve ordusu dağılan Halife de, Bağdad’ı terk edip müttefiki Zengi ile Musul’a
gitti. Mesud’un derhal Bağdad’a dönmesi yolundaki çağrısını kabul etmeyen Halife, Sancar’ın
onayı ile azledilerek yerine Muktefî Liemrillah getirildi (Ağustos 1136). Sultan Mesud’a karşı
savaşmaya kararlı olan Raşid ise Melik Davud ve bazı gulâm emirlerle birleşip İsfahan’a
giderken Batınîler tarafından öldürüldü. Melik Davud da aynı şekilde bir suikastla ortadan
kaldırılı.
Yeni Halife, iki selefinin hayatına mal olan ve halifeler aleyhine neticelenen
mücadeleyi bir daha asker toplamamak, Türk gulâm edinmemek ve Bağdad’ı terk etmemek
şartlarıyla; yani statü konusunda en başa dönerek yaptığı anlaşma ile şimdilik sona erdirdi.
Savaş tazminatı olarak da halifeliğin pek çok malına el konuldu. Bu anlaşmaya Mesud’un
68

saltanatı boyunca önemli ölçüde uyuldu ise de, Büyük Sultan Sancar’ın doğudaki yoğun
meşguliyeti, Irak Selçukluları ve Halife ile daha fazla ilgilenmesine fırsat vermedi. Sancar’ın
ölümünden sonra, onun yüksek himayesinden mahrum kalan Irak Selçuklularının, iç
çekişmelerinden yararlanan halifeler yeniden ordular kurmak imkanı bulacaklardır.

SULTAN SANCAR’IN DOĞU SİYASETİ


Sultan Sancar’ın ülkesinin doğusunda ilişki içerisinde bulunduğu başlıca
hâkimiyetler Karahanlılar, Gazneliler, Gurlular, Karahıtaylar Harizmşahlar ve
Oğuzlardır.Selçuklu Devletinin bunlarla ilişkilerini kronolojik, yani tarih sırasına göre
anlatmak mümkün ve daha kolaydır. Ancak anlatılanların konu bütünlüğü esasına uymaması
halinde daha çok ezbere yönelten bir anlatım tarzı olacağı düşüncesiyle, bu bölüm konularına
göre, fakat kendi içerisinde kronolojik olarak incelenecektir.
Fâsık ilahî emirlere itaâtten ayrılıp asi olan mümin veya kâfirler için kullanılan
bir terimdir

Karahanlılarla İlişkiler
Türkistan Hanları olan Karahanlılarla, daha devlet kurmadan önce de yoğun temas
içerisinde bulunan Selçuklular, devlet kurduktan sonra da onlarla Ceyhun nehri sınır olmak
üzere komşu olmuşllardı. İki devletin ilişkileri çoğunlukla Selçuklular’ın üstünlüğüyle, ama
Sultan Alp Arslan’ın da talihsiz bir şekilde hayatını kaybettiği sınır çatışmaları içerisinde
geçti. Maveraünnehir’in yerel/İranî unsurları, mutlakiyetçi olmayan Bozkırı Türk
hükümranlık anlayışını istismar edilebilir bir alan olarak görmüşlerdir. Bu sebeple özellikle
Batı Türkistan’da ulemâ/sivil bürokratlar, hükümdarın egemenlik alanına girmek için devletle
çatışmakta idiler. Melikşah bu tür çatışmaların yoğunlaştığı dönemde yapılan davet üzerine
Türkistan’a iki sefer düzenlemiş Doğu ve Batı Karahanlı ülkesini tâbi devlet statüsünde
topraklarına bağlamıştı.
Selçuklu Devleti Melikşah’ın ölümüyle fetret dönemi yaşamasına rağmen; Sultan
Berkyaruk ve Horasan meliki Sancar’ın gayretleri ile Karahanlılar’ın statüyü değiştirmesine
imkân verilmemişti. Sancar, kız kardeşi ile evli bulunan ve aynı zamanda kayınpederi olan
Muhammed Arslan Han’ı, meliklik döneminde Karahanlı tahtına oturtmuştu. Otuz yıla yakın
bir süre sadakatte kusur etmeyen Muhammed Han, hasta ve felçli olduğu son yıllarında
yeterince aydınlatılamayan bazı olaylarla karşı karşıya kaldı. Hasta olduğu için kendisine bir
nevi vekil kağan tayin ettiği, ya da etmek zorunda kaldığı oğlu Nasr, ulemadan birisinin
önderlik ettiği bir isyan sonucu öldürüldü. Muhammed Han bunun üzerine bağlı olduğu
Sancar’a müracaat ederek yardım istedi. Ancak Sancar Maveraünnehr’e geldiği sırada, Han’ın
diğer oğlu Ahmed Han isyanı bastırmış bulunuyordu. Aslan Han, herhalde babasının yerine
geçmek için acele eden ve Selçuklu hâkimiyetinden kurtulmak isteyen Ahmed’in etkisiyle,
Sancar’a artık gelmesine gerek bulunmadığını bildirdi.
Bu muameleye çok kızan Sancar, o günlerde Muhammed Han veya belki oğlunun
kendisine karşı düzenlediği başarısız bir suikast girişimini ortaya çıkardı. Sancar bunun
üzerine Mart 1130’da Semerkant’ı ele geçirdi. Muhammed Han sultanın huzuruna hastalığı
dolayısıyla acınacak bir vaziyette çıkarıldı. Muhammed Han af dilediyse de tahttan indirildi.
Sancar’ın eşi olan kızı Terken Hatun’un yanına sürgüne gönderildi. Ahmed’in tahta
geçmesine müsaade etmeyen Sancar artarda tayin ettiği iki hükümdarın ölümünden sonra,
kendi kız kardeşinden olan ve sarayında büyüttüğü Muhammed Han’ın oğlu Mahmud’u,
Karahanlı hükümdarı tayin etti. Mahmud Arslan Han ölümüne kadar Sancar’a büyük bir
sadakatle bağlı kaldı. Ancak bu durum Sancar’ın Türkistan’daki hadiselerin içerisine,
gereğinden çok çekilmesine sebebiyet verdi.

Karahitaylar ve Katavan Savaşı


69

Liao imparatorluğu adıyla Kuzey Çin’de iki asra yakın (916-1125) hüküm
süren,Karahitaylar (Kitanlar), yaklaşık yüz yıl önce (1017) de Türkistan’ı istilâ girişiminde
bulunmuş ve Togan Ahmed Han tarafından sınırlarının dışına çıkarılmışlardı. 1125 yılında
Cürcenler tarafından buradaki hâkimiyetlerine son verilince, yeniden batıya doğru çekilmeye
mecbur kalan Karahıtaylar 1128 yılında yine Karahanlılarla karşılaştılar. Önce Ahmed Han
tarafından yenilgiye uğratılıp, Karahanlı devleti hudutlarını korumakla görevlendirildiler.
Ancak daha sonra iç çekişmeler dolayısıyla yardımına başvurulan Gürhan, bu vesile ile girdiği
Balasagun şehrini ve tüm Doğu Karahanlı topraklarını istilâ etti (1130).
Göçebe istilâlarının tabiatı icabı Karahitay istilasının burada durması beklenemezdi.
Nitekim Karahitaylar Fergana’yı işgâl edip Maveraünnehr’e yöneldiler. Karahitaylar’ın
ilerleyişini durdurmak üzere, Hocend’de karşılarına çıkan Mahmud Arslan Han yenilgiye
uğradı(1137). Bu sırada Han’ı meşgul eden en önemli meselelerden birisi de,
Maveraünnehir’in fethinden beri, yerleşik hayata geçirilmek istenen ama geçirilemeyen
Karlukların isyanlarıydı. Ancak doğudan batıya büyük bir göç dalgasının harekete geçtiğini
çok önceden gören Sancar’ın oluşturduğu hudut teşkilatına rağmen, Selçuklu ülkesinin de
bundan nasibini alması kaçınılmazdı. Çünkü göçlerin geriye döndürülmesi mümkün olmadığı
gibi, ses dalgaları gibi büyüyerek, birbirlerinin üzerine katlanıp çoğalarak yekdiğerini daha
batıya itmekte idiler. Bu çerçevede Sultan Sancar, Abbasi Halifesine gönderdiği bir mektupta
gayrimüslimlere karşı verdiği mücadeleyi anlatmış ve kendisinden destek istemiştir.
Mahmud Han 1137 yılında, Karahitay, Karluk, Yağma, Kanglı ve Oğuz boylarının
giderek artan baskıları karşısında Sultan Sancar’a yardım çağrısında bulundu. Bu dönemde
Türk-İslam Dünyasının koruyucusu durumunda olan Sultan Sancar, daha sonra anlatılacak
olan Harizm meselesi yüzünden yardım seferini biraz geciktirdi. Aslında Sancar’ın,
Karahitayların muhtemel Maveraünnehr istilalarına karşı, daha 1130’lardan itibaren,
Cend’den Mankışllağ’a kadar bir uç teşkilatı kurarak tedbirler aldığı ve siyasetini buna göre
düzenlediği bilinmektedir. Karahanlı hükümdarının isyancı Karlukları Maveraünnehr’den
çıkarma teşebbüsü, adetâ felaketin başlangıcı oldu. Devletin bir iç meselesi olmasına ve
Karahitay istilası halk arasında büyük bir korku yaratmış olmasına rağmen Karluklar,
Gürhan’ın himayesine girmekle işi uluslararası boyuta taşmış oldular. Karahitayların batıya
doğru yayılmalarını uzun bir süredir yakından takip eden Sultan Sancar, Karahitaylar üzerine
düzenleyeceği bir sefer için zaten hazırdı. Kendisine tâbi hükümdar ve emirlere bu sefere
katılmalarını bildirdi. Bu çerçevede Gazne, Sistan, Gur, ve Mâzenderân hâkimleri olan
tâbilerinin de yer aldığı yaklaşık yüz bin kişilik ordusuyla Türkistan’a hareket etti. Sultan
Sancar’ın sefere çıkarken, beraberinde çok kalabalık bir din adamı topluluğu götürmesi, bu
savaşa cihad rengi vermek istediğini göstermektedir. Semerkand’a varınca Mahmud Han,
Karluklardan şikâyet ederek Sultan Sancar’ı, önce onların cezalandırılması hususunda teşvik
etti.
Selçuklu emirlerinden bazıları da Karluklar konusunda Mahmud Han’la hemfikir
idiler. Sancar’ın Maveraünnehr’e geldiğini öğrenen Karluklar, ona elçi göndererek 50.000
koyun, 5.000 deve, 5.000 at vermeye ve hizmete hazır olduklarını bildirip affedilmelerini
istediler. Sultan Sancar bu teklifi kabul edecekken, Han’ın, onların sözlerinde durmayacağı
yolundaki telkinleri üzerine vaz geçti. Bunun üzerine Karluklar,Karahitay hükümdarı
Gürhan’a sığınarak yardım istediler.
Bu arada Harizm hâkimi Atsız da, bağımsızlık kazanmak ümidiyle, Sultan Sancar
aleyhinde olabilecek bütün teşebbüsleri desteklemekteydi. Gürhan, Karlukların affedilmesi
amacıyla Sultan nezdinde teşebbüste bulundu ise de, Sancar diplomatik nezaketin ötesine
geçerek; elçi ve mektup gönderdiği Gürhan’ı, tehditle İslamiyet’e davet etti. Gürhan’ın da
bekleneceği üzere, Selçuklu elçisini hakaretle geri çevirmesi, iki hükümdar arasında savaşı
kaçınılmaz hale getirdi. Karahitay ordusunun sayısı kum ve karınca miktarınca, sel suyu gibi
inen yedi yüz bin atlı gibi abartılı ifadelerle verilmesine rağmen, iki ordunun sayıca birbirine
70

yakın olduğu tahmin edilmektedir. Fakat Gürhan’ın saflarında savaşa katılan otuz-kırk bin
kadar Karluk askeri, o dönemin en mahir savaşçıları idi. Karahanlı Mahmud Han ise
ordusuyla Sancar’ın saflarında yer alıyordu. Gürhan, Sancar’la savaşmak üzere
Maveraünnehir’e doğru harekete geçmiş bulunuyordu. Nihayet ordular Semerkand’ın
kuzeydoğusunda Katavan mevkiinde karşılaştılar. Daha bozkırlı, dolayısıyla hareket
kabiliyeti de daha yüksek olan Karahitay ordusu, Selçuklu-Karahanlı kuvvetlerini kısa
zamanda muhasaraya aldı. Selçuklu ordusunun kuşatmayı kırmak üzere giriştiği merkezin geri
çekilmesi sırasında çok ağır kayıplar verildi.
Sultan Sancar üç yüz zırhlı süvarinin desteğinde kuşatmayı yarıp çıktığında,
neredeyse yalnız başına kalmıştı. Sonuç olarak Sultan Sancar ve Mahmud Han, Karahitay ve
Karluklara karşı büyük bir hezimete uğramışlardır. Sultan ancak bir Türkmen köylüsünün
rehberliği sayesinde Belh’e ulaşabildi. (14 Eylül 1141). Ordusunun bakiyesini burada
toplamaya çalıştı. Ancak Selçuklu ordusunun kayıpları on binlerle ifade ediliyordu. Katvan
Savaşındaki asker zayiatının çokluğunu delalet eden Sultan Sancar’a ait bir menşur çok dikkat
çekicidir. Sultan Sancar’ın, “Maveraünnehr seferinden sonra boş iktaların Divan-ı Hass’a
alınmasını ve fermansız olarak mahsulâtın kimseye verilmemesini” bildirmesi kayıpların
düzeyini gözler önüne sermektedir. Birçok büyük komutan ve Sancar’ın eşi Terken Hatun da
esirler arasındaydı. Esirler ancak ertesi yıl külliyetli miktarda fidyelerle kurtarılabildi.
Sultan Sancar’ın Karahitaylara yenilmesi İslam dünyasında geniş yankılar
uyandırmıştır. Katavan’dan sonra Maveraünnehir tabiatıyla Karahitayların istilâsına uğradı.
Böylece bütün Türkistan putperest bir kavmin idaresi altına girdi. Mahmud Han da Sancar’ın
arkasından Horasan’a kaçtığı için, Karahitaylar onun yerine kardeşi İbrahim Han’ı tahta
çıkardılar. Ancak bu mağlubiyetin Selçuklular bakımından, telafisi zor da olsa mümkün
olabilecek, asker ve toprak kayıplarının ötesinde ifade ettiği başka bir anlam vardır. Katavan
yenilgisinin hemen göze çarpan sonucu Ceyhun ötesindeki Selçuklu egemenliğinin sona
ermesidir. Fakat bundan daha önemlisi, Sancar’ın göçebe istilâlarına karşı kurduğu seddin
yıkılması ve göçebelerin adeta bir sel felâketi gibi Selçuklu ülkesini tahrip etmeleri ve
devletin de sonunu getiren olayları tetiklemiş olmasıdır. Sultan Sancar, Karahitayların istila
hareketlerine devam edeceklerini düşünerek derhal savunma tedbirleri almaya başlamış; fakat
gelişen olaylar yüzünden başkentine
ancak bir yıl sonra dönebilmiştir.

Karahitaylar: Orta Asya’da Hitay (Kitan)lar tarafından kurulan başkenti Balasagun


olan Moğol hanedanın adıdır. 1125 yılında Cürcenler tarafından yıkılan Liao hanedanı
mensuplarından Yeh-lü Taşli batıya hareket ederek Karahoca Uygur Hanlığı ile Doğu
Karahanlıları egemenliği altına alarak
Karahitay hanedanını kurmuştur. Karahitay hükümdarları Gürhan unvanı taşırlardı.

Sultan Sancar ve Harizmşah Atsız’ın Münasebetleri


Selçuklu sultanın güç kaybetmesinden istifade etmek isteyenler de ortaya çıktı.
Harizmşah Atsız, Selçuklular’ın yerine geçmek düşüncesiyle, Sancar’ın henüz vazıyet
edemediği Horasan’ı istila etmeye başladı. Harizm, hatırlanacağı gibi, Tuğrul ve Çağrı Beyler
zamanında, Cend melikini yenilgiye uğratmaları üzerine doğrudan Selçuklu idaresine
katılmıştı. Bölge eski dönemlerden beri ve Gazneliler zamanında da Harizmşah adı verilen
valiler tarafından idare edilir ve valilik çoğunlukla babadan oğula geçerdi. Daha sonra
Karahanlılarla da çekişme konusu olan Harizm’in, başlangıçta önemine binaen Selçuklu
meliklerinin idaresine bırakıldığı görülmektedir. Sultan Melikşah döneminde ise sultanın
taştdarı olan Anuştegin Harizm valiliğine tayin edilmişti. Anuştegin ve oğlu Muhammed
kayıtsız şartsız Selçuklular’a bağlı kalmışlardı. Bu çerçevede Sultan Sancar’ın Harizm Valisi
Muhammed (1097-1127) bağlılığını bildirmek için her yıl Sultan’a vergi ve hediyeler takdim
71

etmiştir. Muhammed’den sonra Sancar tarafından onun yerine tayin edilen oğlu Atsız ise
Selçuklu sarayında büyümüştü.
Birinci Harizm Seferi
Atsız, Harizm valiliğinin ilk yıllarda Sultan Sancar’a bağlı kaldı; Karahanlılarla
Gaznelilere karşı yapılan seferlerde ve Dînever savaşında da onun yanında yer aldı. Akılı ve
bilgili bir yönetici olan Atsız, gün geçtikçe siyasî nüfuzunu; komşu Oğuz gruplarını hizmetine
almak suretiyle de askerî gücünü arttırmaya başladı. Atsız’ın güçlenmesinden rahatsız olanlar
onun nüfuzunu kırmak için birtakım entrikalar çevirip Sancar’ın nezdindeki itibarını sarsmaya
çalışmışlardır. Atsız bu yüzden Gazne seferi dönüşünde Belh’e vardıklarında, Sultan’dan izin
alıp Harizm’e gitmiştir.
Sultana yakınlığı ile bilinen birçok kişinin kendi aleyhinde çalıştığının farkında olan
Atsız, eninde sonunda Sultanın bundan etkileneceğini düşünerek kendisini korumak amacıyla
bazı faaliyetlere girişmiştir. Bu çerçevede Cend ve Mankışlak’ı ele geçirip bağımsız olma
mücadelesine girdi. Harizm’in merkezi Gürgenç’deki Selçuklu memurlarını hapsedip
mallarını müsadere etti. Hezâresb’de ordugâhını kurarken, Sancar’ın Horasan’dan geliş
yollarını bataklığa çevirdi.Bunun üzerine Sancar, Atsız’ı Müslüman ülkelerinin sadık
muhafızları olup devamlı olarak kâfirlere karşı savaşmakta olan Cend ve Mankışlak’da,
Müslüman ahalinin kanını dökmekle suçlamıştır. Belh’te bulunan Sultan Sancar, bu açık isyan
karşısında Harizm seferine çıkmak zorunda kaldı. Çok zorlu bir harekâttan sonra Harizm’e
ulaşan Sultan Sancar, Atsız’ı ağır bir hezimete uğrattı (Kasım 1138). Kendisi savaş
meydanından kaçarken, esir düşen oğlu Atlı idam edildi. Ölü, yaralı ve esir olarak
kayıplarının sayısı 10.000 kişiye ulaştı. Sultan Sancar savaş meydanında bir hafta kaldıktan
sonra, Harizm’i yeğeni Süleymanşah’ın idaresine bıraktı.
Ayrıca ona vezir, hâcib ve atabey tayin edip Merv’e döndü. Fakat kısa bir zaman
sonra ahali, Sultan Sancar’ın atadığı memurların davranışlarından rahatsızlık duyduğu için
tekrar Atsız’ın etrafında toplanmaya başladı. Bundan cesaret alan ve oğlunun öldürülmesi
yüzünden Sancar’a kin besleyen Atsız, Harizm’i Süleymanşah’ın elinden aldı. Öte yandan
Atsız, Buhara valisi Zengi b. Ali’yi idam ettirerek şehrin kalesini de yıkırdı. Bu yaptıklarının
cezasız kalmayacağını bildiğinden, Sultan Sancar’ın öfkesini yatıştırmak niyetiyle yazılı bir
yemin belgesi ile bağlılığını bildirdi (1141).

Atsız’ın Sultan Sancar’a verdiği sevgendnâme denilen yemin belgesinin bazı


kısımları şöyledir:” Ben ki Atsız b. Mehmed’im...İşte Tanrı’ya karşı bağlandığım bu
ahde nasıl vefa ediyorsam, din ve dünyamın salâhını kendisinden bildiğim âlemin
efendisi İslâm Sultanına itaat etmeyi de bu cümleden addediyorum....ahdettim ki, ben
ben oldukça âlemin efendisi Sancar b. Melikşah’a muti olayım. Hiç bir zaman ona
itaatsizlik göstermeyeyim.... Tanrı’ya yemin ettim ki, ona asla muhalif olmayayım....Ona
herhangi bir şekilde muhalefet edecek olursam, yaya gitmek şartıyla on defa hac etmek,
on sene daimi oruç tutmak borcum olsun...Aldığım ve alacağım her nikahlı kadın
benden boş düşmüş olsun....Tanrı’ya, resulü Muhammed’i, bütün peygamber ve
melekleri, hazır olan maruf, muteber ve emin kimseleri bu ahid ve yeminler üzerine
isteyerek şahit gösteriyorum” (Köymen, 1991, 322-323).

Mankışlak: Hazar Denizi’nin doğu kıyısındaki yarımadanın adıdır. Bin


Kışlağ anlamına gelir. Burası Oğuzların yurtlarından olup, İdil’den Harizm’e uzanan canlı
ticaret yolunun da üzerindedir.

İkinci ve Üçüncü Harizm Seferleri


72

Yukarıda sadece bir kısmı alıntılanmış olan yeminlere rağmen, Sultan Sancar’ın
Katavan’da yenilgiye uğradığını haber alan ve fırsattan istifade etmek isteyen Harizm hâkimi
Atsız, Karahitaylarla gizlice irtibata geçti. Önce Serahs’ı ardından da Selçuklu başkenti
Merv’i işgal ederken bu arada haksız yere pek çok insanı öldürttü. Sultan Sancar’ın
hazinesine el koydu (Ekim 1141). Ertesi yıl tekrar Horasan’a gelen Atsız, Sancar’ın henüz
kayıplarını telafi edememesinden faydalanıp, bu defa Nişabur’u ele geçirdi. Sancar’ın adını
hutbeden çıkarıp kendi adını koydu. Bu husus ahalide rahatsızlığa sebep olunca hutbeyi
yeniden Sancar adına okuttu.
Bu arada büyük gayretlerle ordusunu toplamayı başaran Sultan Sancar, önce Merv’e
sonra Horasan’ın tamamına hâkim olmayı başardı (1142). Bundan sonra Atsız’ı takibe
koyuldu. Katavan yenilgisinden kısa bir süre sonra, Sultan Sancar’ın Harizm’e sefer
düzenleyecek kadar kuvvetlenmesi, devletin istinad ettiği dinamikleri göstermesi bakımından
önemlidir. Atsız, Sultan Sancar’a karşı savaşmaya cesaret edemeyip Gürgenç’te savunma
savaşı yapmayı tercih etti. Selçuklu ordusu da şehri bir müddet kuşattı fakat ele geçiremedi.
Sancar, Harizmşah’ın bağlılık arzetmesi ve yağmaladığı Selçuklu hazinesini iade etmesi
kaydıyla, anlaşma teklifini devletin içerisinde bulunduğu şartlar dolayısıyla kabule mecbur
oldu (1143).
Nitekim çok geçmeden, bu anlaşmanın hiçbir şeyi halletmemiş olduğu anlaşıldı. Zira
muhalefete ve isyana devam eden Atsız, Cend’i bir kere daha işgâl etti. Bunun üzerine Sultan
Sancar kendisine devrin meşhur edebeyiatçılarından Edib Sabir’i elçi olarak gönderdi. Atsız,
kendisinin Sultan Sancar’a karşı iki Bâtıni vasıtasıyla düzenlediği bir suikast teşebbüsünü
haber vermiş olan Edib Sabir’i öldürtünce, Selçuklu Sultanı, Harizm’e üçüncü kere sefer
düzenlemek zorunda kaldı (1147). Çünkü dokunulmazlıkları bulunan elçilere zeval olmaz,
olursa da savaş sebebi sayılırdı. Sultan Sancar, Hezaresb’i zabt edip Gürgenç’i kuşatınca,
Atsız alışıldığı üzere, af dilemek için elçi gönderdi. Sultan Sancar başka meseleler dolayısıyla,
seferin bir an önce bitmesini istediği için, Atsız’ın af talebini bir kere daha kabul etti (Haziran
1148). Atsız bu defa tâbiyet kurallarına göre, Sultanın huzurunda atından inmediği ve yer
öpmediği halde, artık bunları sorun sayacak gücü kalmayan Sancar da Merv’e döndü. Atsız
bundan sonra, öldüğü Temmuz 1156 tarihine kadar tâbiyet konusunda bir mesele çıkarmadı.

OĞUZLAR VE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETi’NIN SONU


Oğuzlar’ın Horasan’a Göçü
Fakat Sultan Sancar, kazandığı bu zafer ile yeniden elde ettiği haşmetini uzun
müddet muhafaza etmeyi baflaramamıştır. Kısa bir süre sonra ortaya çıkan “Oğuz isyanı”
hem kendisinin hem de devletin sonunu hazırlamıştırtır. Oğuzlar’ın bir kısmı Selçuklu
Devleti’nin kuruluşunda başlıca rolü oynarken;onlardan yüz yıl sonra Horasan’a göç eden
başka bir Oğuz topluluğu ise, tarih sahnesinden silinmesinin sebebi olmuştur. XI. yüzyılın
ortalarına doğru kurulan Büyük Selçuklu Devleti kısa zamanda Ceyhun’dan Akdeniz
kıyılarına dayanmış ve Oğuz göçleri neticesinde Anadolu, ikinci bir yurt olarak fethedilmiştir.
Esasen XI-XIII. yüzyıllarda Doğu İran’ın da bir Oğuz yurdu olduğu kabul edilmektedir.
Selçuklu Devletinin kuruluş yıllarından itibaren, soydaşlarının devlet kurduğunu duyan
Oğuzlar (Türkmenler), büyük kitleler halinde batıya göç ederek bu devletin himayesinde daha
güvenli bir şekilde yaşama imkanları aramışlardır. Oğuzların, Selçuklu hâkimiyetindeki
topraklarla komşu ve tâbi Müslüman ülkelere girmeleri bazı rahatsızlıklara sebep olmuşsa da
onların Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmesinde büyük rollerinin olduğuna şüphe yoktur.
Ancak Oğuzlar henüz tamamiyle göç etmemiş, son sözlerini söylememişlerdi.
Gerçekten de Sultan Sancar zamanında Maveraünnehr’de, Karahanlı Devleti’nin idaresinde
hâlâ mühim bir Oğuz topluluğu bulunmaktaydı.Katvan Savaşından sonra bilindiği üzere
Karahıtaylar, Maveraünnehr’i tamamen istila etmişlerdi. Ancak Karluklar ülkede huzursuzluk
73

yaratmaya devam ettikleri için Gürhan iki Karahanlı hükümdarını Karluklar’ı tedib etmekle
görevlendirmişti.
Karlukların bu çerçevede batıya çekilmeleri veya sürülmeleri sırasında, onların
önünde bulunan Oğuzlar da tabiî olarak harekete geçtiler. Karluklar’ın yarattığı baskı
neticesinde Ceyhun’u aşan Oğuzlar Maveraünnehir’den Horasan’a girdiler. Bozoklar ve
Üçoklar olarak boy beyleri idaresinde teşkilatlanmış olan Oğuzlar, Belh civarını yurt tutup
yıllık 24.000 koyun vermeyi taahhüt ederek, Sultan Sancar’a tâbi olmayı kabul ettiler. Konar-
göçer bir hayat tarzı benimsemiş olan Oğuzlar daha çok hayvancılıkla uğraşıyorlardı.
Selçuklu Devlet görevlileriyle anlaşmazlığa düşmeden önce Oğuzların, bu bölgelerde yerleşik
halka zarar vermeden ve saraya karşı olan mükellefiyetlerini yerine getirmek suretiyle sakin
bir hayat yaşadıkları görülmektedir.
Oğuz İsyanı
Fakat Oğuzlar/Türkmenlerle ilgili temel bir mesele olarak, devlet nezdinde boy
beyleri vasıtasıyla temsil edilmeleri dolayısıyla, bu varlıklı beylerin devlete karşı, orantısız bir
temsil güçlerinin olduğunu hatırlamak gerekir. Nitekim zamanla kendilerini doğrudan Sultan
Sancar’a bağlı sayarak, üzerlerine tayin edilen yöneticilerle sorunlar yaşamaya başladılar.
Yerleşik halka zulmetmeleri üzerine, Belh valisi Kamaç onları sıkıştırmaya başlamıştır. İlk
anlaşmazlık, sarayın mutfak nazırının bu iş için gönderdiği vergi memurunun koyunları tahsil
ederken, Oğuzlara güçlük çıkarması, kanunsuz hareket etmesi, onlara karşı kimsenin
söylemeye cesaret edemediği sözleri sarf etmesi ve hattâ rüşvet istemesi yüzünden çıkmıştır.
Bu olay tahsildarın hayatına mal olmuştur. Oğuzlar ile Selçuklu vergi memuru arasında
meydana gelen çatışma, Kamaç’ın onları sultana şikâyet etmesi üzerine daha da büyümüştür.
Vergi memurunun öldürülmesini bahane eden Kamaç, valiliğe ek olarak Türkmenler
üzerindeki şahnelik vazifesinin de kendisine verilmesini, karşılığında Sultan Sancar’a yılda
30.000 koyun vergi vermeyi teklif etmiştir. Oğuzlar (Türkmenler) üzerlerine Büyük Selçuklu
merkezinden tayin edilen şahneler vasıtasıyla yönetiliyordu. Bunların başlıca görevleri:
Devlet ile boy beyleri arasındaki irtibatı sağlayarak devleti onlar nezdinde temsil etmek; otlak
ve su kaynaklarını tayin etmek; yerleşiklere karşı uygunsuz hareketlerde bulunmalarını
önlemek ve vergilerini tahsil etmekti. Oğuzlar üzerine tayin edilen flahnelerin yetkilerinin,
söz konusu temsil usulü dolayısıyla, Oğuzlar lehine olmak üzere, başka vilayetlere atanan
şahnelerinkinden daha sınırlı olduğu bilinmektedir.
Oğuz (Türkmen) sorununu kesin bir şekilde çözme kararlılığında olan Sultan Sancar,
Kamaç’ın teklifini kabul etti. Belh’e dönen Kamaç, Oğuzlara bir şahne göndererek
öldürdükleri tahsildarın diyetini isteyerek gerilimi tırmandırdı. Oğuzlar, doğrudan sultana tâbi
olduklarını bildirerek şahneyi kovdular. Kamaç bir ordu ile üzerlerine yürüyünce Oğuz
beyleri Sultanın hazinesine hane başına 200 dirhem vererek otlaklarında eskisi gibi
yaşamalarına müsaade edilmesini istediler. Oğuzlar’ın bu teklifini kabul etmeyen Kamaç,
onlarla girdiği savaşta yenilgiye uğrayıp oğlu ile birlikte hayatını kaybetti (1153).
Bu durum devletin saygınlığına, sultanın otoritesine gölge düşürdüğünden Sultan
Sancar, büyük bir ordu ile Oğuzlara karşı bizzât harekete geçti. Nüfusları yaklaşık k 40.000
hane yani iki yüz bin civarnda olan Oğuzlar, 100.000 dinar para veya başka bir rivayete göre
200.000 dinar para, 200.000 koyun, 50.000 at ve deve, 100 köle vermeyi taahhüt edip
Sultan’dan af dilediler.
Oğuz İstilası ve Sancar’ın Ölümü
Böylece Sultan Sancar, Katvan hezimetinden sonra daha ağır bir bozguna uğramış
ve her fleyini kaybetmifltir. Kaynakların verdiği bilgilere göre, beklenmedik bir zafer kazanan
Oğuzlar görünürde Sultan Sancar’a hürmet etmifl ve ona sultana yakışır bir flekilde
davranmışlardır. Oğuzlar bakımından bu galibiyet başlangıçta Sultanı Selçuklu ümerasının
nüfuzundan kurtarmak ve kendi denetim veya himayeleri altına almaktan ibaretti. Mevcut
düzeni korumak ve dış müdahaleleri önlemek için siyaseten Sultan Sancar’ın hayatına
74

dokunmamayı ve ona bir hükümdara yakışır şekilde muamele etmeyi tercih etmişllerdi.
Varlıklarını korumak için meşru sultana karşı savaşmak zorunda kalan Oğuzlar,
beklemedikleri bu sonuçtan sonra kendilerini devletin başında bulmuşlardı. Ancak zamanla
güçlerine mağruren hem sultana hem de ahaliye karşı siyasetlerini değiştireceklerdir. Oğuzlar
yanlarında Sultan Sancar olduğu halde Merv’e dönmüşler ve şehri yağmalamışlardır.
Sancar’ın da başlangıçta içerisinde bulunduğu durumu tam olarak anlayamadığı
görülmektedir. Nitekim Oğuz reislerinden Bahtiyar, Merv şehri yakınlarındaki bir arazinin
kendisine ikta edilmesini istediğinde, Sultan’ın arazi hazineye ait olduğundan ıkta olarak
verilemeyeceğini söylemesi, beylerin kendisiyle alay etmesine sebep olmuştu. Demek ki
Oğuzlar Sancar’ı dilediklerini yaptıracakları bir onay makamı sayıyorlardı.
Esirlik hayatında, kendisine karşı görünüşte de olsa hareket ve davranışlarından,
Oğuz reislerinin Sultan Sancar’ın şahsında Selçuklu Devletini devam ettirdiklerini kabul
etmek mümkündür. içlerinden birisini hükümdar yapmayarak, esir sultan tahta oturtmaları
Oğuzların onun şekli hâkimiyeti altında Büyük Selçuklu Devletini devam ettirmek
istediklerinin kanıtıdır. Fakat onların bu düşünceleri ve ortaya çıkan yeni durum gerek Büyük
Selçuklu Devleti’nin ileri gelenleri ve gerekse tabi devletler tarafından kabul edilmemiştir.
Önce Sancar’ın yeğeni Süleymanşah Nişlabur’da sultan ilan edildi. Ancak idarî yetenekleri
sınırlı olan Süleymanşah, vezirinin ölümü üzerine Nişabur’u terk etti. Bunun üzerine devlet
ileri gelenleri, Katavan yenilgisinden beri Sancar’ın yanında bulunan ve yeğeni de olan
Karahanlı Mahmud Han’ı tahta çıkardılar (Aralık 1154). Onun zamanında Harizmşah Atsız
başta olmak üzere diğer tâbiler, Oğuzlarla ilgili olarak bazı görüşmeler yaptılarsa da bir netice
alınamadı.
Sultan Sancar’ın üç yıl süren esaret hayatı boyunca ölümü dileyecek kadar büyük
sıkıntılar çektiği; fakat eşi Terken Hatun da Oğuzlar’ın elinde bulunduğundan, o ölene kadar
kaçmaya teşebbüs etmediği rivayet edilmektedir. Haftada bir değiştirilen muhafız gurupları
tarafından korunmakta olan Sancar, gündüz tahta oturtuluyor,geceleri demir bir kafese
konuluyordu. Sultan Sancar, nihayet Kamaç’ın torunu Müeyyed Ayaba tarafından, bir grup
muhafıza sultan adına ihsanlar vaat etmek suretiyle Ekim 1156’da esaretten kurtarıldı. Bu
haberi duyan ve hâlâ hayatta bulunan bazı eski komutanlar Merv’e koşarak tekrar Sultanın
etrafında toplandılar. Fakat eski gücünden eser kalmayan Sultan Sancar’ın yapabileceği çok
fazla bir şey kalmamıştı. Yanına gelen ümera arasında eskisinden daha şiddetli bir nüfuz
mücadelesine şahit olan ihtiyar Sultan ömrünün sonunda bunun ızdırabını yaşad. Böylece bir
daha devletini toplama imkânı bulamadan özgür kalmasından altı ay sonra, 1157 yılı Nisan
ayının 18. günü 71 yaşında vefat etti. Naaşı sağlığında kendisi için “Ahiret evi=Dârülâhire”
veya “Devlethane” adı ile inşa ettirdiği muhteşem türbesine defn edildi.
SÜLEYMANŞAH DÖNEMİ
Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu
Büyük Selçuklu Tarihi dersinde görüldüğü gibi, Dandânakân savaşından (23 Mayıs 1040)
sonra Büyük Selçuklu Devleti kurulmuş, Tuğrul Bey Horasan sultanı ilanedilmişti. Ayrıca
Çağrı Bey ve Musa Yabgu’ya da, hükümdarlık yetkileriyle birlikte hüküm sürecekleri
topraklar verilmişti. Bazı hanedan üyelerine ise Sultan Tuğrul Bey, Çağrı Bey veya Musa
Yabgu’ya tâbi olmak kaydıyla bir kısım toprakların idaresiverilirken, birkaç hanedan üyesi bu
paylaşımın dışında kalmıştı. Nitekim Türkiye Selçuklu sultanlarının atası olan Kutalmış da,
fetihleri genişletmeküzere doğrudan Tuğrul Bey’in hizmetinde görevlendirilmiş bulunuyordu.
Kuruluş sürecinde sadakâtle hizmet etmiş olan Kutalmış, Anadolu’ya ilk sefer yapan
şehzâdelerden birisiydi (1045). Sultan Tuğrul Bey’in Bağdad seferi sırasında(1055-1058) da
onun yanında yer almış; kendisi gibi bu seferde hazır bulunan, ancak tahtı ele geçirmek için
isyan eden İbrahim Yinal’ı desteklemek üzere buradan ayrılmıştı. Sözkonusu isyan büyük
güçlüklerle bastırılmış; fakat hemen arkasından Kutalmış, Büyük Selçuklu tahtını ele
geçirmek maksadıyla harekete geçmişti.Esasen daha Selçuklu Devleti kurulmadan önce,
75

Selçuk Bey’in halefleri arasında,ailenin riyaseti konusunda çekişmeler başlamıştı. Selçuk


Bey’in bir savaşta şehitdüşen oğlu Mikail’in çocukları Çağrı ve Tuğrul Beyler’le, hayattaki
büyük oğluArslan Yabgu arasında bu konuda rekabet vardı. Ancak Yabgu’nun Gazneli
Mahmudtarafından bertaraf edilmesinden sonra, Çağrı ve Tuğrul Beyler tüm aileninreisi
durumuna yükselmiş, hattâ Yabgu’nun oğlu Kutalmış, tereddütsüz bir şekildeonların yanında
yer almıştı. Ancak bu büyük Selçuklu şehzâdesi, Tuğrul Bey’in saltanatının son zamanlarında
başlattığı ve bastırılamayan isyanını, Alp Arslan’a karşıda sürdürmüş; fakat onunla girdiği
savaşta hayatını kaybetmişti (1064). Bununüzerine savaşta yanında bulunan Süleymanşah ve
Mansur ile diğer iki oğlu Devletve Alp İlig yakalanarak hapse atılmışlardı.

Süleymanşah ve Kardeşlerinin Anadolu’ya Gelişi


Dandânakân galibiyeti sonucunda Gazneliler engelinin yıkılmasıyla,Ceyhun
kıyısında yığılmış olan ve yıllardır yurt arayışı içerisinde bulunan Oğuzlar/Türkmenler,
kitleler halinde Horasan’a göç etmeye başladılar. Bu durum Selçuklu
yöneticilerini bir çözüm bulmaya mecbur etmiş; Türkmenler bir yandan gazâetmeleri, diğer
yandan da bu toprakları fethedip yurt tutmaları düşüncesiyle,sistemli bir şekilde Anadolu’ya
yönlendirilmişlerdir.
Devletin kuruluşundan kısabir süre sonra, bu siyaset doğrultusunda birçok Selçuklu
şehzâdesi ve Türkmenbeyi önderliğinde Anadolu’ya akınlar düzenlenmiş, Malazgirt
zaferinden sonra buseferler bir hayli ivme kazanmıştı. Nitekim bu döneme ait kaynaklarda,
söz konususeferlere dair bir hayli malumat bulunmaktadır.Anadolu’ya yapılan Türk akınlarına
ve beylerine dair bilgi veren kaynaklar,Türkiye Selçukluları’nın atası Kutalmışoğulları’ndan,
ancak esaretlerinin üzerindenon yıl geçtikten sonra; 1073 yılında Urfa ve Suriye havâlisindeki
bazı olaylara karışmaları dolayısıyla söz etmektedirler. Bu haberlere göre Suriye’de
Selçuklularabağlı bulunan ve Kınık boyundan olan Atsız ile diğer bir Türkmen beyi
Şöklü’nünaraları açılmıştı. Şöklü bunun üzerine kaynakta adı verilmeyen Kutalmışoğlu’na
birmektup göndererek, Atsız’a karşı yardımını istedi. Atsız üzerinden Selçuklu-
AbbasîHalifeliği karşıtlığını, Mısır Fatımî Halifesini tanımak suretiyle iyice sertleştiren
Şöklü’nün davetini kabul eden Kutalmışoğlu, küçük kardeşi ve amcası Resul Tegin’inoğluyla
birlikte Suriye’ye indi. Özellikle Mısır Halifesine bağlılık konusu, BüyükSelçuklular’ın takip
ettiği dinî siyaset açısından kabul edilebilir bir durum değildi.
Bu yüzden hemen müttefiklerin üzerine yürüyen Atsız, onları 1074’de Taberiye’de
yenilgiye uğrattı. Esir düşen Kutalmışoğulları Melikşah’ın emriyle İsfahan’a gönderildiler. Bu
olaya karışan Kutalmışoğulları’nın adları belirtilmemiştir. Mansur ve Süleymanşah’ın,
müteakip yıllarda Anadolu’da fetihlerde bulundukları bilindiğinegöre, onların Alp İlig veya
Devlet’le birlikte adı bilinmeyen küçük kardeşleriolduğu tahmin edilebilir.
Kutalmışoğulları ile Şöklü’nün Fatımî Halifesine bağlanmalarının Selçukluların
yürüttüğü dinî siyaset açısından değerlendiririlmesi
Süleymanşah, Suriye’de bu olaylar yaşanırken Büyük Selçuklulara bağlı
Mirdasoğulları’nın merkezi Halep’i kuşatmaktaydı. Süleymanşah kardeşlerinin
serbestbırakılması için Atsız nezdindeki girişimlerinden bir sonuç alamadı.
BüyükSelçuklulara rağmen Suriye’de var olmanın zorluğunu görerek kuzeye döndü. Bizanslı
bir valinin elinde bulunan Antakya’yı kuşatıp yıllık vergiye bağladı.
Buradan Anadolu içlerine girerek Konya’dan İznik’e kadar birçok yeri ele geçirdi.
Bunların en önemlisi hiç şüphesiz başkent yaptığı İznik’in fethiydi. Konsiller şehri olmak
bakımından dinî öneminin yanı sıra; klasik sefer yolunun Anadolu’daki kilit mevkilerinden
birisi olması açısından da stratejik önemi haizdi.1075’te meydana gelen fetih, bu sırada
karışıklıklar içerisinde bulunması sebebiyle Bizans kaynaklarında akis bulmazken, ancak
İslâm kaynaklarının verdiği malumat sayesinde öğrenilebilmektedir.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kurulu şekli ve Tarihiyle İlgili Problemler
76

Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş şekli ve tarihine dair problemler günümüz


tarihçilerinin önemli tartışma konularını teşkil etmektedir. Bu tartışmalarla devletin Büyük
Selçuklular’a veya Bizans İmparatorluğu’na bağlı olarak mı, yoksa bağımsız bir şekilde mi
kurulduğu soruları cevaplandırılmaya çalışılmaktadır. Bu görüşlerin en çok münakaşa
edilenlerinden biri, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Büyük Selçuklulara bağlı olarak kurulduğu
şeklindedir.
Bu fikri savunanların başlıca dayanağı; Sultan Alp Arslan veya Sultan Melikşah
yaşarken, hükümranlığın (egemenlik) ortak kabul etmeyeceği ilkesine dayanarak, ikinci bir
sultanın değil,ancak tâbi bir melikin var olabileceği anlayışıdır. O halde Süleymanşah
Anadolu’ya büyük sultan tarafından tayin edilmiş olmalıdır. Bu husus teorik olarak doğru
olmaklabirlikte yukarıda işaret edildiği gibi, Kutalmış taht mücadelesini kaybettiğinde
yanında bulunan Mansur ve Süleymanşah ile diğer oğulları Alp Arslan tarafından hapse
atılmışlardı. Nitekim onlar hakkında 1073-1074 yıllarında Urfa civarında tarih sahnesine
çıktıkları döneme kadar, çağdaş kaynaklarında her hangi bir kayda rastlanmamaktadır. Hatta
bu sessizlik Malazgirt Savaşı sırasında da devam eder. Bu tarihlerde Anadolu’ya yapılan
akınlar dolayısıyla, pek çok hanedan mensubu ve Türkmen beyinden söz edilmesine rağmen
Kutalmışoğullarının adının geçmemesinin bu tarihlerde hapiste bulunduklarından başka bir
açıklamasının yapılması şimdilik mümkün değildir.
Eserini Malazgirt savaşından 100 yıl sonra yazan Süryani Mihail, Alp Arslan’ın
Anadolu’yu, savaşın akışını değiştiren kahramanlığı dolayısıyla, Süleymanşah’a verdiğini
yazmaktadır. Buna dayanarak Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Sultan Alp Arslan döneminde ve
ona tâbi olarak kurulduğunu kabul edenler bulunmaktadır. Oysa kardeşi Kavurt’un isyanına
destek veren eniştesi şehzâde Erbasgan’ı, Bizans sınırlarına kadar takip ettirip iadesini
isteyen Alp Arslan’ın, taht davasında çok daha kuvvetli iddia sahibi olan Kutalmışoğulları’nı
serbest bırakmasını izah edebilmek mümkün değildir. Kaynakların Alp Arslan’ın ölüm
tarihine kadar bilgi vermemesi de bu durumu teyid eder. Bunun yanı sıra Büyük Selçuklular’a
bağlılığı şart saymakla birlikte, çağdaş kaynakların on yıl boyunca bilgi vermediğini dikkate
alarak, tayin olayının daha sonraki dönemde yani, Melikşah zamanında olması gerektiğini
savunanlar da bulunmaktadır.
Buna göre Melikşah tahta geçtiğinde yaşanan mücadeler sırasında,
Kutalmışoğlurı’nın hapisteyken bile İsfahan’da tehdit oluşturdukları düşünülerek, adeta
sürgün şeklinde Anadolu’ya gönderildikleri iddia edilmektedir. I. Kılıç Arslan’ın sultan
unvanı alması da, Melikşah’ın ölümünden sonra olduğu için, bir nevi ikinci kuruluş ve
bağımsızlık ilanı olarak değerlendirilmekte; ancak Süleymanşah’ın daha önce sultan unvanını
kullandığı dikkatten kaçırılmaktadır. Ayrıca Kılıç Arslan Melikşah’ın ölümündensonra
Anadolu’ya dönebildiği için başka türlü olması da mümkün değildi. Melikşah’ın onları
merkezden uzak bir bölgeye tayin etmesi veya bertaraf olsunlar diye göndermesi akla uygun
düşmemektedir. Ayrıca Kutalmışoğulları’nın tarih sahnesine ilk adımlarını, Melikşah karşıtı
bir hadisede atmış olmaları da, tayin iddiasının açıklamasını zorlaştırmaktadır.
Nitekim Kutalmışoğulları’nın Suriye ve Filistin’de, Selçuklu Devleti’ne bağlı olarak
faaliyet gösteren iki Türkmen beyi arasında cereyan eden mücadelede, Selçuklu- Abbasi
Halifesi karşıtı blokta yer aldıkları ve iki kardeşin yeniden esir düştükleri daha önce ifade
edilmişti. O halde Melikşah tarafından görevlendirilmiş olsalardı böyle bir hadisenin içinde
bulunmamaları gerekirdi. Nitekim Melikşah, daha sonra siyasî olayların seyri içerisinde
anlatılacağı üzere, Kutalmışoğulları üzerine Anadolu’ya üç defa ordu göndermiş, onlara karşı
Bizansla anlaşma yaparak düşmanca bir politika izlemiştir. Buna karşılık Süleymanşahda
onlarla rekabetten kaçınmamış; hattâ şiîlerle işbirliği etmeyi bile denemiştir.
Adı Erbasan, Erbasgan veya Erişgen olarak okunan bu şehzâdenin, Selçuk Bey’in
küçük oğlu Yunus Yinal’ın oğlu olup, Alp Arslan’ın kız kardeşi Gevher Hatun ile evli
bulunduğu bilinmektedir. Destek verdiği Kavurt isyanının bastırılmasından sonra,
77

Azerbaycan, Anadolu istikametinde çekilmiş; kendisini yakalamakla görevlendirilen Afşin


Bey tarafından Bizans sınırına kadar kovalanmıştır. Bizans’a iltica eden şehzâdeye orada
Grekçe Hrisoskül adı verilmiştir. Bu durum onun din değiştirdiği anlamına gelebileceği gibi,
yalnızca bir unvan da olabilir. Erbasgan ileride Bizans tahtını ele geçirmek üzere harekete
geçen (1078)Nikephoros Botaniates’in yanında yeniden ortaya çıkacaktı.
Kısaca Büyük Selçuklu sultanlarının Türk Devlet anlayışı doğrultusunda kendilerini
tek meşru hükümdar olarak kabul ettikleri doğru olmakla birlikte; Kutalmışoğulları müstakil
bir ülkede gerçekleştirdikleri mücadeleyi, bağımsız bir devlet kurarak sonuçlandırmışlardır.
Bu parlak neticede Türkmenler nezdinde Kutalmışoğlu olmak gibi, karizmatik bir güce sahip
olmanın sağladığı bir tür meşruiyetinde önemli payı olduğu şüphesizdir. Bizans
imparatorluğu’na bağlı olarak kurulduğu iddialarından ilki, IX. Mihail Dukas’a karşı
ayaklanan Botaniates’in İstanbul’a yürürken, bu sırada İznik’te bulunan Süleymanşah’tan
sağladığı yardımla Bizans tahtını ele geçirdikten sonra, İznik’i anlaşma karşılığında
Süleymanşah’a bıraktığı şeklindedir (1078). Yani devletin kuruluşu için İznik’in
alındığı/verildiği tarih esas alınacaksa, 1078’de Botaniates’e bağlı olarak kurulmuştur
denilmektedir. Oysa Süleymanşah’ın bu sırada zaten İznik’i elinde tuttuğu, dolayısıyla
meselenin Bizans açısından vermekten ziyade, mevcut durumu kabullenmekten ibaret olduğu
görülmektedir.
Bizansla ilgli diğer görüş ise, Botaniates’in yerine tahta geçen Aleksios
Komnenos’un,Süleymanşah’la yaptığı Drakon Çayı Anlaşmasıyla (1081) bu çayın
doğusundakalan yerleri ona bırakırken kendisine tâbi kılıığışeklindedir. Bu da aynı şekilde
batıdan Norman saldırısına maruz kalan Aleksios’un, iki ateş arasında kalmamakiçin
Boğaziçi’nden çekilmesi kaydıyla, çayın doğusunda kalan toprakları,zaten fiili olarak elinde
bulunduran Süleymanşah’a terk etmesinden başka anlam taşımamaktadır. Süleymanşah’ın
Bizansla olan ilişkileri ve Drakon Çayı anlaşmasındaki statüsü Büyük Selçuklular’dan da
Bizans’tan da yeterince bağımsız olduğunu göstermektedir.
Keza Melikşah’ın Anadolu’ya üç defa ordu göndermesi, onlar aleyhinde Bizans
imparatoru ile anlaşma yapması, Süleymanşah’ın topraklarını fethettiği Ermeni Philaretos’u
koruması; buna karşılık Kutalmışoğuları’nın Şöklü olayında takındıkları tutum,
Süleymanşah’ın siyasi bir tehdit aracı olarak şiîlerle bağlantı kurmaya çalışması, Antakya’yı
aldıktan sonra Büyük Selçuklu alanına girerek mücadeleyi sürdürmesi, Büyük Selçuklular’a
bağlı olmadığını net bir şekilde açıklamaktadır.
Kuruluş tarihiyle ilgili tartışmalar da yukarıda sözü edilen olaylarla paralellik
göstermektedir. İleri sürülen tarihlerden 1078 ve 1081, Botaniates ve Aleksios’la yapılan
anlaşmalar ve tâbilik iddialarıyla ilgilidir. Melikşah’ın 1077’de Porsuk idaresinde
Süleymanşah’a yardım için Anadolu’ya gönderdiği ordunun Mansur’u öldürmesinin onun tek
başına hükümdar olmasını sağladığı ve bu tarihte kurulduğu ileri sürülmektedir. 1092 yılı ise
Melikşah’ın ölümü dolayısıyla artık saltanat ilanına bir engel bulunmadığı görüşüne dayanır.
Bugün en çok kabul gören tarih ise, İslâm kaynaklarının Süleymanşah’ın İznik’i fetih tarihi
olarak verdikleri 1075 yılıdır. Sonuç olarak bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere,
Süleymanşah devletini Büyük Selçuklularla rekabet ve Bizans’la mücadele halinde, onlara
rağmen ve bağımsız olarak, İznik’i fethettiği 1075 yılında kurmuştur.
Bizans İmparatorluğu ile ilişkiler
Süleymanşah’ın Bizansla ilişkileri 1074 yılında, bir Bizanslı valinin yönettiği
Antakya’yı kuşatıp haraca bağlamasıyla dolaylı olarak başlamış; 1075 yılında İznik’in fethi
ile artık sıcak temas noktasına ulaşılmıştır. Malazgirt yenilgisinden sonra içerisinde
bulunduğu çalkantılı durum dolayısıyla, konsiller şehri İznik’in düşüşünün Bizans
kaynaklarında akis bulmadığı anlaşılmaktadır.
Bizans’ın Anadolu topraklarında kalan ordularının komutanı olan Botaniates, 1078
yılında tahtı ele geçirmek üzere harekete geçip Kütahya’dan İznik’e yürürken, bu havaliyi
78

ellerinde tutan Türklerle karşılaştı. Türkmenlerin düzenlediği baskınlardan güçlükle kurtulan


Botaniates, yanında bulunan Selçuklu şehzâdesi Erbasgan’ı, bu sırada İznik’te bulunan
amcazâdesi Süleymanşah’a elçi olarak gönderdi. Ondan Bizans tahtını ele geçirmek üzere
askeri yardım talebinde bulundu. Şüphesiz Süleymanşah’ın elinde bulunan toprakların ona ait
olduğunu kabul eden bir anlaşmayla istediği yardımı sağlayan Botainates, İstanbul’a yürüyüp
tahtı ele geçirdi. Türk kuvvetleri diğer taht davacılarına karşı, imparatorun isteği üzerine
Üsküdar’da bir ordugâha yerleştirildiler.
Süleymanşah daha sonra kendisine Batı Anadolu’daki bazı toprakları
bırakanMelisennos’u desteklemeye karar verdi. Botaniates’in üzerlerine gönderdiği ordu
yenilgiye uğradı. Ancak bu arada Aleksios Komnenos tahtı ele geçirdi (1081 yılı başı). Meriç
kıyılarından Toroslar’a kadar yayılmış bulunan Türkler’in, Boğaziçi kıyılarını da ellerinde
tuttukları Bizanslı tarihçiler tarafından ifade edilmektedir.
Büyük Selçuklular’ın bu tavrı, hiç şüphesiz Anadolu ve Bizans’a ilişkin bir
hedeflerinin olmadığı manası taşımaz. Nitekim onların Anadolu’yu fethetme çabaları ve
Bizans’ı vergiye bağladıkları tarihen sabittir. Ancak bu topraklarda kendilerine muhalif veya
rakip bir siyasi teşekkülün kurulmasını istememişlerdir.
Büyük Selçuklu sultanı Melikşah 1078 yılında, Kutalmışoğulları’nın bağımsız
hareket etmeleriniengellemek üzere Anadolu’ya bir ordu yollamıştı. Ordu komutanı
Porsuk’un, Botaniates’tekendisine teslim etmesini istediği Mansur’un, Bizans’tan yardım için
gönderileniki bin kişilik kuvvete komuta ettiği, bu vesileyle İstanbul’da bulunduğu
anlaşılmaktadır. Ancak Mansur, Porsuk’a karşı girdiği savaşta hayatını kaybetti.

Drakon Çayı Anlaşması


Yeni imparator Aleksios Komnenos Türkler’i İstanbul kapılarından atmak için
üzerlerine ordu gönderdiyse de başarılı olamadı. Üstelik bu sırada Sicilya Norman kralı
Robert Guiscard da, İstanbul’u ele geçirmek üzere, Papanın desteğini almış olarak
ilerlemekteydi. İki düşman arasında sıkışmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Aleksios,
Normanlar’a karşı serbest kalabilmek için Süleymanşah’la anlaşmayı tercih etti. Anna
Komnena’nın anlattığına göre, imparator çok miktarda para ve değerli hediyeler göndererek
Türkler’i anlaşma yapmaya ikna etti. Süleymanşah’ın sultan unvanıyla imzaladığı (Nisan
1081) bu anlaşmanın en önemli tarafı, Drakon Çayı’nın doğusunda kalan ve zaten fiili olarak
Türkler’in elinde bulunan Anadolu topraklarının kendisine terk edilmiş olmasıydı.
Bu anlaşma Selçuklu Tarihi çalışmalarında sıkça tekrar edilen Miryokefalon
savaşıyla (1176) Anadolu’nun tapusunun alındığı şeklindeki yorumları da düzeltmektedir. Bir
tapu söz konusu ise, ondan 95 yıl önce Drakon Çayı anlaşmasıyla alındığı açıkça
görülmektedir. Büyük Selçuklu sultanı ve Halife’nin saltanatını onaylamadıkları
Süleymanşah, bu anlaşma ile uluslararası alanda kendisini kabul ettirmiş oldu. Yalnız
Süleymanşah söz konusu anlaşmayla sağladığı büyük avantaj karşısında bir de taviz verip,
Boğaziçi kıyılarından Drakon Çayı’nın doğusuna çekilmeyi kabul etmişti.
Burada izah edilmesi gereken en önemli mesele, Süleymanşah’ın Bizans karşısında
güçlü olduğu halde, taviz anlamına gelebilecek, Boğaziçi kıyılarından çekilmeyi neden kabul
ettiğidir. Anna Komnena, Bizans’ın anlaşma mecburiyetinin Norman saldırısından
kaynaklandığını açıkça ifade ederken; Türkler’in para ve hediyelere kandıklarına inanmış
görünmektedir.
Oysa Süleymanşah’ın ve haleflerinin Bizans siyaseti dikkatle incelendiğinde, bu
anlaşmayı gerekli kılan çok önemli hedeflerinin olduğu görülmektedir. Bunlar önem sırasına
göre şöyle sıralanabilir:
1. Süleymanşah beş yıl gibi kısa bir zaman zarfında Anadolu’yu çaprazlamasına
geçip Bizans kapılarına dayanırken; arkasında kalan topraklarda, Malazgirt Savaşından sonra
oluşan otorite boşlukları tamamiyle doldurulamamıştı. Bu yüzden de meselâ Philaretos adlı
79

bir Ermeni, Fırat havzasında Malatya’dan Antakya’ya kadar uzanan bir derebeylik kurmak
imkânı bulmuştu. Bu durumda çeşitli bölgelere dağılmış bulunan bütün Türk topluluklarının
tek idare altında birleştirilmesi ve bundan da öte Anadolu’da siyasi birliğin kurulması
gerekiyordu.
2. Bunun yanı sıra her devletin askeri ve siyasi kuruluşunu olgunlaştırdıktan sonra,
bunu uzun ömürlü kılacak medenî bir hamlenin yapılması gerektiği bilinmektedir. Devletin
yaşaya bilirliği açısından zorunlu olan bu hamlenin, yıllardır Bizans-Sasanî, Bizans-Arap ve
şimdi de Türkler’le savaşlar dolayısıyla tahrip olmuş, ticaret yollarının dışında kalarak
ekonomisi çökmüş ve idarî sistemi de iflas etmiş Bizans Anadolusu’nda gerçekleşmesi
mümkün değildi. Kaldı ki, tersi mümkün olsa bile kültürel kodların uyuşmadığı değerler
üzerinde gerçekleştirilecek bir hamle ancak mutasyonla sonuçlanabilirdi. O halde
Süleymanşah’ın bu medenî gelişim için ihtiyaç duyduğu kan naklini yapacağı soydaş ve
dindaşlarının bulunduğu büyük Selçuklu coğrafyasıyla bağlantı kurması kaçınılmaz bir
zorunluluktu.
3. Devletin kuruluş aşamasından beri hanedanın iki kolu arasında yaşanmakta olan
rekabet ve mücadele isteğinin de bu yön değişikliğinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim
ilk iki sultan Süleymanşah ve oğlu Kılıç Arslan bu uğurda Büyük Selçuklularla mücadelede
hayatlarını kaybedeceklerdir. Süleymanşah’ın Bizans’a arkasını döndükten sonra takip ettiği
fetih stratejisi bu tespitleri desteklemektedir.
Çukurova ve Antakya’nın Fethi
1082 yılında Kilikya (Çukurova) bölgesine inen Süleymanşah Adana, Anazarba,
Misis ve Tarsus’u fethetti. Kendisine tâbi Türkmen beyleri de Fırat havzasında Ermeniler’e
karşı paralel bir harekât yürütmekteydiler. Süleymanşah bu arada Trablusşam’ın kadı hâkimi
İbn Ammar’a elçi gönderip, inşa edeceği islâmî tesisler içindin adamı talebinde bulundu.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu teşebbüs Süleymanşah’ın inanç tercihiyle ilgili olmayıp,
saltanatını onaylamayan halifeye ve kendisine düşmanlık güden Sultan Melikşah’a karşı
siyasi bir santajdı. Nitekim İslâm dünyasına henüz katılan bu toprakların Mısır’a
bağlanabileceği kaygısıyla halifenin Süleymanşah’ın saltanatını onayladığı yolunda rivayetler
bulunmaktadır. Süleymanşah Philaretos’un zulmünden bıkan oğlu Barsam’ın daveti üzerine
karar verdiği Antakya seferi öncesinde, İznik’e dönerek bazı idari düzenlemeler yaptı. Yakın
bir akrabası olduğu tahmin edilen Ebulkasım’ı yerine nâib olarak bıraktıktan sonra harekete
geçti. Üç bin kişilik küçük bir orduyla sarp ve tenha yollar takip ederek Antakya önlerine
geldi.
Ordu gece surlardan giren Türk askerlerinin kale kapılarını açması üzerine şehre
girdi. Hıristiyan ahali önce heyecana kapıldı ise de, Süleymanşah’ın askerlerine halkın malına
ve canına dokunulmaması yolundaki emri durumu değiştirdi. Sultanın tavrını gören askerler
bile savaşmaktan vazgeçtiler. İç kalede kısa süreli bir direniş oldu ise de, canlarına
dokunulmayacağı teminatıyla Philaretos Urfa’da bulunduğu için olaya müdahale etme imkânı
bulamazken Antakya 1085 yılı başında fethedildi. Şehrin en büyük kilisesi camiye çevrildi.
Ancak Süleymanşah, Hıristiyan halka mezhep farkları dolayısıyla Bizans’tan gördükleri baskı
ve zulmü unutturacak adil bir idare sergiledi.
Bu gelişmeleri yakından takip eden Melikşah, Türkiye Selçuklu sultanının kendi
hâkimiyet sahasına doğru yayılışını gözden kaçırmadı. Bu yüzden de kendi tâbisi olmakla
birlikte zaman zaman şiîlerle işbirliği eden ve Selçuklu karşıtı ittifaklarda yer alan
Mervanoğulları’nın topraklarını fethe karar verdi. İbn Cüheyr komutasın da birçok Türkmen
emirinin de görev aldığı Büyük Selçuklu ordusu Diyar-ı Bekr bölgesine girdi. Bir buçuk yıl
süren kuşatmadan sonra Âmid, Hısn-ı Keyfâ, Mardin ve Meyyâfârikîn başta olmak üzere,
bölge Büyük Selçuklu egemenliğine geçti. Melikşah’ın zamanlamasının, Mervani emirlerinin
tutumları kadar, Süleymanşah’ın ilerleyişiyle bağlantılı ve onun yolunu kesmeye yönelik
olduğu açıkça görülmektedir.
80

Büyük Selçuklularla Rekabet ve Süleymanşah’ın Ölümü


Süleymanşah’ın Antakya’yı fethi onu Suriye’de Melikşah’ın tâbileri ile karşı karşıya
getirdi. Bunlardan birisi Musul’un Arap emiri Müslim b. Kureyşidi. Irak ve Suriye’de
birleşik bir Arap devleti kurmak isteyen Müslim bu uğurda Şam meliki Tutuş ile rekabetten
bile çekinmiyordu. Melikşah’ın halası ile evli olmasına rağmen, Selçuklu aleyhtarı
faaliyetlerde de bulunuyordu. Bu sebeple 1085 yılında Musul’u alan Melikşah, kardeşinin
isyanı dolayısıyla onu affedip Horasan’a dönmek zorunda kalmıştı.
Müslim bundan sonra Süleymanşah’tan Antakya için vergi ödemesi talebinde
bulundu. Türkiye Selçuklu sultanı bu isteği doğal olarak reddederken, anlaşmazlık bir savaşla
sonuçlandı. Kurzahil denilen yerde meydana gelen muharebede Türkmen beylerinden
Çubuk’un Süleymanşah’ın saflarına geçmesiyle Müslim yenilgiye uğrayıp hayatını kaybetti.
Süleymanşah’ın Müslim’i bertaraf etmesi Sultan Melikşah ve Şam meliki Tutuş’a da sonsuz
faydalar sağladı. Ancak bu defa önemli bir rakibinden kurtulmuş olan Tutuş, daha güçlenmiş
olarak Türkiye sultanının karşısına çıkma imkânı buldu. Süleymanşah’ın Suriye’nin kilit
noktalarından Halep önlerine gelmesi ve şehrin sahibi olan Mirdasi emirinin tutumu, iki
Selçuklu ordusunu karşı karşıya getirdi. Daha önce saf değiştirerek Süleymanşah’ın savaşı
kazanmasına vesile olan Çubuk Bey bu defa Tutuş’un tarafına geçti.
Süleymanşah, Ayn Salem mevkiinde vuku bulan savaşı ve hayatını kaybetti
(Temmuz 1086).Nasıruddevle Ebûlfevâris Rükneddin unvan ve lakaplarını taşıyan
Süleymanşah, Türkiye tarihinin abide şahsiyetlerinden birisidir. Büyük Selçuklu Devleti’nin
kuruluşundan itibaren batıya, Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Türkmenler burada hatırı
sayılır bir nüfus yoğunluğuna sahiplerdi. Bununla birlikte çok eski tarihlerden beri Hazar’ın
kuzeyinden göç eden gayrımüslim Türklerin Karadeniz’in kuzeyi ve Avrupa’daki akıbetleri
dikkate alındığında Anadolu’da bunları kucaklayan bir devletin kurulmasının önemi daha iyi
anlaşılacaktır. Bizans istikametinde ilerleyerek yayılma istidadı gösteren Türkmenler,
Süleymanşah’ın kurduğu devletin çatısı altında birleşmeleri sayesinde kuzeydeki
soydaşlarından farklı bir sonuca ulaşmışlardır. Devleti yaşatma azmi ve bilinci, buhran
dönemlerinde dahi Bizans ve Haçlı gibi büyük düşmanlarla baş etme gücü vermiştir. Bu
sayede yurt bulmak mecburiyeti ile bu topraklara iltica eden millet var olma savaşını
kazanmış ve gelecek kuşaklara kendi adıyla anılacak bir vatan bırakabilmiştir.

Süleymanşah’tan Sonra Türkiye Selçukluları


Melikşah, Halep emirinin şehri kendisine teslim edeceği yolundaki daveti ve
Süleymanşah’ın ölümü üzerine büyük bir ordu ile Suriye seferine çıktı (Eylül 1086).Tutuş bu
arada Halep’i almış olmakla birlikte, Sultan’ın gelmesiyle çekilmeye mecbur oldu. Diyar-ı
Bekr seferinden anlaşıldığı gibi, Türkiye Selçukluları’nın ilerleyişini önlemeye çalışan
Melikşah Antakya, Urfa ve Halep’i de kendi topraklarına katarak onların güneye iniş yollarını
tamamen kapatmış oldu. Yağısiyan’ı Antakaya’ya, Aksungur’u Halep’e, Bozan’ı Urfa’ya vali
tayin eden Melikşah, Musul’a da Müslim’in zayıf bir halefi yerine Çökermiş’i tayin ederek
bölgedeki hâkimiyetini iyice güçlendirmiş oldu. Melikşah Antakya’ya girdiğinde
Süleymanşah’ın burada bulunan iki oğlu Kılıç Arslan ve Kulan Arslan’ı yakalayarak
İsfahan’a hapse gönderdi. Bu durum on bir yıl gibi kısa bir zamanda büyük bir gelişme
göstermiş olan Türkiye Selçukluları için büyük bir sarsıntıya sebep olacaktır. Buna rağmen
Süleymanşah’ın Antakya seferine çıkarken yerine nâib olarak bıraktığı Ebulkasım, büyük bir
dirayetle devleti yaşatmaya çalıştı.
Ebulkasım, herhalde hanedandan birisi olmanın verdiği özgüvenle, bir emanetçi gibi
değil, gerçek bir hükümdar gibi davranıyordu. Nitekim bir yandan Marmara kıyısında
fethettiği Kios’ta bir donanma inşasına başlarken, diğer yandan Çaka Bey ve Peçeneklerle
81

ittifak ederek Bizans’ı düşürme planları yapıyordu. Ancak Melikşah Bizans imparatoru ile
onun aleyhinde anlaştıktan başka, Anadolu’ya Porsuk idaresinde yeni bir ordu gönderdi
(1087). Bu sırada Bizansla savaş halinde olan Ebulkasım, Porsuk’u yenilgiye uğratmakla
birlikte, İstanbul’a giderek imparator ile anlaşma yapmak zorunda kaldı. Sonra da meseleyi
çözmek için Melikşah’la görüşmek üzere İsfahan’a gitti. Sultan tarafından huzura kabul
edilmeyen Ebulkasım’a, muhatabının Anadolu umumi valisi Bozanolduğu bildirildi. Fakat
İznik’e dönerken Bozan tarafından yakalanıp kendi yayının kirişi ile boğduruldu. İsfahan’a
giderken yerine bıraktığı ve kardeşi olduğu tahmin edilen Ebulgazi, Bozan ve Selçuklu
ordusunun baskısına rağmen, Kılıç Arslan dönünceye kadar elde kalan Selçuklu mirasını
muhafaza etmeyi başardı.
I. KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ
Kılıç Arslan’ın Tahta Geçmesi
Yukarıda ifade edildiği gibi, Süleymanşah’ın iki oğlu Kılıç Arslan ve Kulan Arslan,
babalarının Tutuş’la girdiği savaşta ölmesi üzerine, Melikşah tarafından Antakya’da
yakalanıp İsfahan’da hapsedilmişlerdi. Süleymanşah’ın oğulları bundan ancak altı yıl sonra,
Melikşah’ın ölümüyle (Kasım 1092) başlayan şiddetli taht mücadeleleri sırasında kaçma
imkânı bulabildiler. Nitekim Kılıç Arslan ve kardeşi Yabgululardan oluşan kalabalık bir
orduyla İznik’e döndüler. Fakat Ebulgazi’nin Kılıç Arslan’a devredebildiği miras artık Bizans
tarafından kuşatılmış bulunan İznik ve çevresinden ibaret bulunuyordu. Kılıç Arslan hemen
giriştiği idari düzenlemeler çerçevesinde İlhan Muhammed’i, diğer valiler üzerine beylerbeyi
tayin ederek Bizans’a karşı taarruza geçti. Kılıç Arslan bu amaçla, Bizans’a karşı ittifak ettiği
Çaka Bey’in kızıyla da evlenmek suretiyle işbirliğini güçlendirdi.
Çaka Bey ve Bizans İmparatoruyla İlişkiler
Beylerbeyi Muhammed, Ulubat Gölü ve Kapıdağ yarımadası çevresini ele geçirdi.
Aleksios Komnenos’un gönderdiği kuvvetleri önce mağlup etti ise de sonra yenilerek esir
düştü. Bu sırada Basileous unvanı kullanan Çaka Bey de bir rivayete göre, İstanbul’da
kendisini gözden düşüren İmparator Aleksios’un tahtını ele geçirmeyi düşünüyordu. Bu
maksatla kendisi Çanakkale Boğazı’nın Abydos limanını kuşatırken, Peçeneklerle de işbirliği
yapıyordu. Bununla birlikte bu kudretli Türk beyinin, Bizans’a karşı olsa bile Marmara
bölgesinde genişlemesi, tabii olarak Kılıç Arslan’ın menfaatlerine aykırı düşüyordu. Aleksios
iyi gözlemlediği bu durum hakkında Selçuklu sultanına bir mektup göndererek, onu
kayınpederine karşı uyardı.
Aslında babası gibi Bizans istikametinde zaten tabii seyrindeyürüyen Türk yayılması
konusunda gereksiz güç sarfetmek yerine, güneydoğusiyasetini uygulamak isteyen Kılıç
Arslan, bu mesajı Bizansla barış yapmak içinbir vesile addetti. Zira Süleymanşah’ın ölümü ile
devletin yalnızca güneydoğuyaçıkış kapıları kapanmakla kalmamış; Anadolu’da siyasi birlik
de parçalanmıştı. Doğuya güvenle dönebilmesinin yolu Bizans’la barıştan geçtiği için
Aleksios’laanlaşma yapmakta tereddüt etmedi. Ancak arkasında Çaka Bey gibimuktedir
birisini bırakması da uygun olmayacağından onu bertaraf etti.Kılıç Arslan bundan sonra
Tokat, Niksar, Kayseri ve Sivas bölgesinde hükümsüren Danişmend Bey’in de hedefleri
arasında bulunan Malatya üzerine yürüdü.Her ne kadar teorik olarak Danişmendliler ve diğer
Türkmen beyleri Kılıç Arslan’ın tâbîleri idiyse de statü, sultanın gücünü ortaya koymasına
bağlı olarak yerleşecekti.Malatya ise Suriye kapısı (Antakya-Halep-Urfa çizgisinde) Büyük
Selçuklulartarafından tıkanmış bulunan Anadolu yaylasını el-Cezire’ye bağlayan
kilitnoktalardan biri olması bakımından stratejik önemi haizdi. Kılıç Arslan bu sebepleErmeni
Gabriel’in idaresinde bulunan şehri 1095 yılında kuşattı.
Malatya iyi tahkim edilmiş olduğu için şiddetle muhasara edilmesine, hatta birkısım
Hıristiyan ahalinin teslim olmak istemesine rağmen düşürülemedi. Sultan kuşatmayı
ağırlaştırarak sürdürmek istiyordu; fakat bu sırada Haçlı ordularının topraklarına girdiğini
haber aldı.
82

Birinci Haçlı Seferi


Haçlı Seferleri Büyük Selçuklu Tarihi dersinde de görüldüğü üzere, tarihin
seyrinideğiştiren ve Selçuklular’ı da her yönüyle doğrudan ilgilendiren bir hadiseydi. Haçlı
seferlerinin sebepleri kısaca şunlardı:
1. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine Avrupa’da giderek yaygınlaşan
feodalizminyol açtığı sosyal çöküntünün yanı sıra, kuraklık ve sel gibi doğalafetlerin de
derinleştirdiği ekonomik sorunlar had safhadaydı. Bu yüzdenbirbiriyle çatımakta olan
şovalyeleri, yeni hâkimiyet alanları bulabilecekleri İslâm dünyasına sevk etmek.
2. Malazgirt Savaşından sonra askeri gücü büyük ölçüde kırılmış olan Bizans’ın,
Türk ilerleyişini durdurmak için papalıktan defalarca yardım istemesi.
3. Papalığın artık Balkanlar’a geçmesi an meselesi olan Türkleri, kendisi içinde
tehdit olarak algılaması.
4. Arapların yüzyıllar içerisinde Suriye’den başlayarak, Mısır ve tüm Kuzey Afrikayı
ele geçirip islâmlaştırdıktan sonra, Endülüs (İspanya) üzerinden Pireneler’edayanmış
olmaları. Böylece bir hilal içerisinde kuşaılmış bulunanHıristiyan dünyasının, Selçukluların
Anadolu’yu fethiyle adetâ göğsündenvurulmuş olması.
5. Evrensel bir din haline gelen İslâmiyetin Hıristiyanlık karşısında insiyatifielinde
bulundurması; özellikle Endülüs’te temsil edilen İslam medeniyetiningiderek genişleyen etki
alanına Hıristiyan din adamlarının da girmesi; bu suretleyaşanacak bir İslamlaşma sürecinin
kiliseyi çökerteceği korkuları gerçekbir dini sebep olarak Haçlı seferlerinin düzenlenmesine
zemin hazırlamıştı. Bunun yanında sefere katılacak dindar Hıristiyanları
heyecanlandırmaküzere ortaya atılan, Hz. İsa’nın mezarının bulunduğu Kudüs’ün kurtarılması
da dini nedenler arasında sayılmaktadır.
Avrupa, feodalizme karşı başlayan köylü ayaklanmaları ve arpalık
fazlasışovalyeçatışmaları yüzünden, zaten bir iç savaş tehdidini bünyesinde
barındırmaktaydı.Bu sistemin güçlendirdiği tek kurum ise kiliseydi. Papa II. Urbanus bu
sebeplerle1095 yılında Clermont’da toplanan konsilde, haçlı seferi ilan edip Avrupa’yı yakıp-
yıkacak olan ateş topunu, kendi açısından son derece uygun bir zamandaTürk-İslâm
dünyasnın ortasına bıraktı.

İznik’in Düşmesi
Papa II. Urbanus’un görevlendirdiği din adamlarının yürüttüğü propoganda
çerçevesindekısa zamanda büyük kalabalıklar toplanmaya başladı. Konsilde orduların 1096
yılı Ağustos ayında hareket etmesi kararlaştırıldı ise de, özellikle sivil ahalininoluşturduğu
gruplar heyecana kapılarak vaktinden önce harekete geçtiler.Yol boyunca kendi Katolik
dindaşlarının nefretini mucip vahşetler gösterip Ağustosbaşında İstanbul önlerine ulaştılar.
Pierre l’Hermite adlı bir keşişin kumanda ettiği bu ordu, İstanbul’u yağma ve tahribattan
korumak isteyen Aleksios Komnenostarafından alelacele Yalova yakınlarında Anadolu
yakasına geçirildi.
Kendilerinedüzenli birlikleri beklemeleri salık verildi ise de, Türk topraklarında
gerçekleştirdikleriinsanlık dışı saldırılar üzerine, sultanın kardeşi Kulan Arslan tarafından
pusuya düşürülüp neredeyse tamamen yok edildiler. Halkın Haçlı Seferi adı verilenbu
teşebbüs tamamen sonuçsuz kaldı.

1096 yılı sonunda harekete geçen ve şövalyelerden müteşekkil nitelikli ordular,1097


yılı başından itibaren Anadolu’ya geçirilmeye başladılar. Bu ordunun ileri gelenleriGodefroi
de Bouillon, kardeşi Baudouin, Kont Raymond, Fransa kralınınkardeşi Hugue de Vermandois,
Sicilya Norman kontu Bohemond ve yeğeni Tankredgibi kimselerdi. Aslında asalet unvanları
dışında öncekilerden çok farklı olmayanbu gruplar da, İstanbul’da yaptıkları tahribatla büyük
83

korkuya sebebiyetverdiler. Aleksios Komnenos bunun üzerine haçlı ordularını olabildiğince


çabukbir şekilde Anadolu’ya geçirdi.
1097 İlkbaharında Anadolu yakasına geçirilen Haçlı ordularının ilk hedefi
tabiiolarak, klasik sefer yolunun da önemli noktalarından birisi olan İznik’ti. Şehrin 5km.
uzunluğunda, 11 m. yüksekliğindeki surları 144 kule ile çok iyi tahkim edilmiş olup, batı
tarafındaki surlar İznik Gölünün içerisinden yükseliyordu. Bu durumgölden iaşe temini
bakımından büyük kolaylık sağlıyordu.
Haçlılar Mayıs ayı başında İznik’i üç taraftan kuşattılar. Sultan Kılıç Arslan bu sırada
bilindiği gibi Malatya muhasarasıyla meşguldü. Müdafiler bir yandan sultanaacil yardım
çağrısında bulunurken diğer yandan şiddetle direniyorlardı. Ancak haçlıların Bizansın yardımı
olmadan başarılı olamayacaklarını hissetirmek için bir müddetbekleyen İmparator, daha sonra
gönderdiği kuvvetlerle ve göle indirilen küçükbir donanma ile kuşatmayı ağırlaştırdı. Artık
göl üzerinden yardım alamayan Türklerindurumu gittikçe zorlaşıyordu.
Kılıç Arslan bir ay süren zorlu bir yürüyüşle; ancakkuşatma başladıktan sonra İznik
önlerine ulaşabildi. Güney surlarından ani birbaskınla şehre girebilmek için şiddetli bir
saldırıya geçti. Haçlı birliklerine çok zayiatverdirmesine rağmen muvaffak olamadı.
Müdafilere bundan sonra teslim olmakya da savaşmak konusunda serbest olduklarını
bildirerek oradan uzaklaştı. Haçlıların Anadolu’ya geçtikten sonra ve İznik muhasarası
sırasında sergilediklerivahşet, Türkleri Bizansla anlaşmaya mecbur etti. Haçlılar ertesi gün
büyük birhücumla şehri almaya hazırlanırlarken, Manuel Butumutes idaresindeki Bizans
kuvvetleri, göl tarafından gece gizlice girip İznik’i teslim aldılar (18 Haziran 1097).
Düzenli ordular da yağma vevahşette öncekileriaratmadılar. İleri gelenleri
İstanbul’da ağırlandıkları sarayları tahrip ettiler.Geriye dönüşün mümkünolmadığını gören
İmparator,haçlı liderlerine feodal rejimdolayısıyla alışık oldukları anlayışa uygun
olarakvassalık yemini ettirdi. Bunagöre Haçlılar öncedenBizans’a ait olan yerleriTürkler’den
gerialdıklarında, bu yeminingereği olarak Bizans’a iadeedeceklerdi.
Bizansla yapılan anlaşmaya göre, ileri gelenler fidyelerini ödemek kaydıyla
İznik’tenayrıldılar. Bu durum yağma ve katliam şansını kaybeden Haçlılar’ın, Hristiyanların
düşmanlarına hayat hakkı tanıdığı için Bizans’ı tekfir (dinsiz saymak) etmelerinesebep oldu.
Ancak ele geçirilen ganimetlerden kendilerine üleştirilen küçükservetlere kavuşunca meseleyi
uzatmayıp yola devam kararı aldılar.
İmparator, Kılıç Arslan’ın tutsak alınan karısı ve çocuklarını ise Ege kıyılarını
Çaka’nın halefi olan Türkler’den kurtarmak üzere bir süre İstanbul’da tuttuktansonra sultana
gönderdi.
Roma ve İstanbul kiliseleriarasında yaşanan mezhepçatışmaları, 1054 yılında
ikikilisenin birbirini kâfir ilanetmesiyle neticelenmişti.Buna rağmen MalazgirtSavaşından
sonra çaresizkalan İmparator MihailDukas, Roma kilisesinin
üstünlüğünü de kabul etmekkaydıyla askeri yardımtalebinde bulunmuştu. Dahasonra
İmparator AleksiosKomnenos tarafından buçağrı iki defa yinelendi.Nitekim son çağrıyı
ulaştıranBizans elçileri ClermontKonsil’inde hazırbulunmuşlardı.
Eskişehir ve Ereğli Savaşları
Kılıç Arslan düşmana ağır kayıplar verdirmesine rağmen başkentini
kurtaramayıpgeri çekilirken, ülkenin sahibi sıfatıyla onları yürüyüş güzergâhları üzerinde
kendincede uygun bir yerde karşılamayı planlıyordu. Bu çerçevede Danişmendlilerbaşta
olmak üzere, etraftaki Türk beylerinden yardım istedi. Haçlılar ise güvenlikkaygısı ve yiyecek
ihtiyaçlarını kolay karşılayabilmek için, bir günlük mesafeyle,iki büyük grup halinde
ilerliyorlardı. Bohemond idaresindeki ordu Türk baskınlarıyla kayıplar vererek, klasik sefer
yolunun diğer önemli durağı Eskişehir’e geldi.Kılıç Arslan ordusunu Eskişehir’in kuzey
batısında Sarısu ovasında pusuya yatırmıştı.Bohemond idaresindeki haçlı ordusu, gece
karargâhlarını kurduktan sonrasabahın ilk ışıklarıyla beklenmedik bir kuşatmayla karşılaştılar.
84

Hazırlıksız yakalananhaçlılar ok ve mızrak yağmuru altında neredeyse imha olacaktı.Kılıç


Arslan bunun için canhıraşlı bir mücadele verirken, Bohemond’un acil yardım çağrısını alan
diğer haçlı ordusu cebri bir yürüyüşle öğlende bölgeye ulaştı.
Sultan o kadar büyük bir kuvveti kuflatmıştıki onları haçlıların tamamı
zannetmişti.Raymond idaresindeki ordunun gelişiyle sarılmak tehlikesiyle karşı karşıya kalan
Kılıç Arslan, kahramanca savaşmasına rağmen iki ordunun birleşmesini engelleyemedi.O
sırada kalabalık Haçlı orduları karşısında, her şeyden daha önemliolan insan kaybını en aza
indirmek için, ağırlıklarını savaş alanında bırakıp çekilmekzorunda kaldı (1Temmuz 1097).
Haçlılar önemli bir başarı kazanmışlardı fakat yaz sıcağı olması hasebiyle ağır zırhlı
ordular büyük sıkıntılar çekmekteydi. Konya yönünde ilerlemekte olan haçlılara karşı
yıpratmaya yönelik saldırılar devam ettiği gibi, ekinler ve su kaynakları datahrip edilerek iaşe
imkânları yok ediliyor ve şehirler boşaltılıyordu. Bununla birliktehaçlıların sayıca çok üstün
olmaları, Türkler’in alışık oldukları tarzda bir meydansavaşı yapmaya izin vermeyen; onların
en önemli silahı olan oku etkisizleştiren ağır zırhlı donanımları ve Bizans’ı dahi endişeye sevk
eden vahşiyane savaş usûlleri, cesaretleri;tüm zorluklara rağ men ilerlemelerine imkân
sağlıyordu.
Kılıç Arslan, sefer yolunu takiple Konya-Akşehir üzerinden ilerleyen haçlı
ordusunuEreğli’de bir kere daha karşıladı. Fakat bu teşebbüsü de başarılı olamadı.
Baudouinve Tankred idaresinde ana ordudan ayrılan haçlıların bir kısmı Gülek Boğazından
Çukurova (Kilikya)’ya indi. Bölge Adana, Tarsus ve Misis şehirleri dâhilolmak üzere
haçlıların eline düştü. Kayseri istikametinde ilerleyen ikinci grup da, bu bölgenin beyi Emir
Hasan’ın şiddetli mukavemetine rağmen Kayseri, Göksun ve Maraş üzerinden
ilerlemeyemuvaffak oldu. Daha sonra birleşen kuvvetler Antakya önlerine vardılar.
Haçlı ordularının sayılarıylailgili olarak devrinkaynaklarında birbirindenfarklı ve çok
abartılı rakamlar da verilmiştir.Buna rağmen 100.000 kadarsavaşçının yanı sıra, aileleride
hesaba katıldığındasayılarının birkaç yüzbinibulduğu tahmin edilebilir. İslâm kaynakları, baş
edilemeyen bu orduların nekadar çok olduğunuanlatmak; Latin kaynakları ise yüzbinlerce
Hıristiyanındinleri uğrunda ne kadarfedakârane mücadeleettiklerini göstermek içinabartılı
rakamlar vermiş olmalıdırlar.
Haçlı Seferinden Sonra Kılıç Arslan
Birinci Haçlı Seferinde en büyük zararı gören Türkiye Selçukluları oldu.
Başkentİznik’le birikte Ege-Marmara kıyıları Bizans’ın ele geçirmiş; Çukurova, daha
sonraBizans tarafından alınmakla birlikte haçlıların eline geçti. Bu sefer sırasında haçlılara
gönüllü yardım eden tek doğulu Hıristiyan grup olan Ermeniler, onların gölgesindeTorosların
sarp geçitlerini tuturak merkezi Sis (kozan) şehri olmak üzere,bir baronluk kurmaya muvaffak
oldular. Urfa-Antakya çevresi haçlılar tarafındantutulmuş bulunuyordu. Ayrıca Kılıç
Arslan’ın tâbisi sıfatıyla bu savaşlarda yer almış olmakla birlikte, herhangi kayba uğramayan
Danişmend beyi Gümüştegin, Sivas’tanMalatya’ya doğru topraklarını genişletmeye
koyulmuştu.
Bütün bunlarınsonucu olarak Türkiye Selçukluları Konya ve çevresinde sıkışıp
kalmışlardı. Kılıç Arslan’ın haçlıların gelişi sırasında kuşatmakta olduğu Malatya hakimiyeti
bu sarmaldançıkmak için hayati önemi haiz bulunuyordu. Ancak bu şartları
Selçuklularlarekabet için uygun bir fırsat olarak değerlendiren Gümüştegin Ahmed Gazi
de,Malatya’yı aynı gerekçelerle almak istiyordu.Nitekim Gümüştegin daha önce etrafını
defalarca yağmaladığışehri almaküzere 1100 yılı Ağustos ayında harekete geçti. Bunun
üzerine şehrin hâkimi ErmeniGabriel, Antakya haçlı prinkepsi Bohemond’dan yardım istedi,
hatta ona şehri teslim etmeyi vadetti. Bohemondmemnuniyetle ilerlerken birsöylentiye göre
Urfa’da Toros’un başına gelenleri hatırlayan Gabriel,yaptığına pişman olarak haçlı
reisininilerleyişini Danişmend beyineihbar etti. Nitekim Gümüştegin baskına uğrattığı ve
kuvvetlerinin tamamını imha ettiği Bohemond’u esir aldı.Türk beyi Urfa kontunun ilerleyişi
85

ve Malatya’nın savunması için askertakviyesi yapması üzerine kuzeyedoğru çekildi;


Bohemond’u Niksarkalesinde hapsetti.
Resim 2.1
HaçlılarınAnadolu’yailerleyişi veTürklerle savaşı
Haçlı kontlarından BaudouinÇukurova’da iken Urfa’dangelen bir davet
üzerine,Kudüs ve kutsal hedefleriniunutarak oraya gitti. Toros,Melikşah’ın ölümündensonra
işgal etttiği şehriTürkler’e karşı koruyabilmekiçin haçlıların desteğinialmak istiyordu.
Çocuğuolmayan Toros ve karısı merasimle Baudouin’i evlatedindiler. Ancak şehirdeertesi
gün çıkan bir isyandaToros feci şekilde öldürüldüve haçlı reisi kontluğunuilan etti (30 Mart
1098).
1101 Yılı Haçlıları
Birinci Haçlı Seferi Türk-İslâm dünyası için ne kadar tahripkâr oldu ise; savaşın
Hıristiyan tarafları, özellikle de haçlılar açısından kesin bir galibiyetle sonuçlanmıştı.Ancak
haçlılar bu yolculuk boyunca gerek savaşlarda, gerekse hastalık ve kıtlıkyüzünden çok
kayıplar vermişlerdi. Kudüs’e kadar varabilenlerin bir kısmı ise kutsalgörevlerini yerine
getirdiklerini söyleyip ülkelerine dönüyorlardı.
Bu gidişatYakındoğuda kurdukları siyasi teşekküllerin yaşayabilmesi açısından son
dereceolumsuz bir durumdu. Dolayısıyla bu seferin kazanımlarının korunabilmesi
yeniorduların sevk edilebilmesine bağlıydı. Nitekim bundan sonraki haçlı
seferlerinin(Dördüncü sefer dışında) hedefi, Outreme adı verilen Latin Doğu’nun
yaşatılmasını sağlamak olmuştur. Kudüs düştüğü sırada ölen Urbanus’un yerine geçen PapaII.
Paskalis, bu ihtiyaçla yeni bir sefer çağrısı yaptı. Sefere katılanlara önceki Papatarafından
verilen, günahlarının bağışllanması gibi imtiyazların aynen devam edeceği vadediliyordu.
Ancak ettikleri haçlı yemininin gereğini yapmayanlara da yoğun baskılar uygulanıyordu.
Bunun neticesi olarak birinci seferden daha fazla savaşçının katıldığı muazzam ordular
toplandı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden her
biri ikiyüzer bin kişiyi bulan üç ordu yola çıktı.
Merzifon Savaşı
1101 yılı ilkbaharında İstanbul önlerine ulaşan ilk ordu Aleksios Komnenos
tarafından İzmit yakınlarında Anadolu’ya çıkarıldı. Birinci seferin verdiği cesaretle,bunlar da
ülkeler zabt etmek, hatta Bağdad’ı da ele geçirmek niyetinde olduklarını söylüyorlardı. Bu
sırada Bohemond’un Niksar’da hapsedilmiş olduğunu öğreninceyollarını değiştirdiler.
Eskişehir- Ankara -Çankırı istikametinde ilerleyen haçlı ordusu, Niksar’a gitmek için
Türkler’in elinde bulunan Yahşıhan-Kırıkkkale-Çorumyerine, Kastamonu-Amasya
güzergâhını tercih etti. Ancak bu defa haçlılarıngelişinden haberdar olan Kılıç Arslan, artık
onlarla savaş konusunda da tecrübeliydi.Suriye ve Anadolu’daki Türk beylerine acil yardım
çağrısı yapan sultana ilk katılanlardan birisi de, Danişmendli topraklarının hedef alınması
dolayısıyla MelikGazi idi.
Haçlıların yolları üzerinde bulunan şehirler boşaltılıp, ekinler ve su kaynakları tahrip
edildi. Nitekim 2 Temmuz’da Çankırı’ya ulaşan haçlılarla nizamiharp, hatta Türk bölgesinin
içerisine çekilene kadar ciddi bir müdahale de yapılmıyordu. Ancak Selçuklu sultanı bu kadar
kısa bir sürede Artuklu Belek Gazi, HalepSelçuklu meliki Rıdvan ve diğerleriyle sadece
20.000 kişilik bir kuvvet toplayabilmişti.
Kılıç Arslan 200.000 kişilik haçlı ordusunun öncü ve artçı birlikleriyle,
yiyecekbulmak için dağılan gruplara ani saldırılar düzenleyip bir hayli zayiat verdirdi.Buna
rağmen 2 Ağustos günü Merzifon’a ulaşabilen haçlı ordusu, beklenmedik şekilde Türk ordusu
tarafından kuşatıldı. Ordugâhın etrafını araba ve eşyalardanyaptıkları siperle çevirip saflar
oluşturdular. Türkler ilk gün ok yağmuruyla iyicebunalttıkları düşmanın, ertesi gün yiyecek
aramaya çıkan üç bin kişilik bir birliğinipusuya düşürüp perişan ettiler. Sonra haçlı
karargâhını tamamen sarıp açlığamahkûm ettiler. Bu durumda savaş kabulden başka şansı
86

kalmayan haçlılar, 5Ağustos 1101 günü, kendilerinden çok küçük olan Türk ordusuyla
akşama kadargruplar halinde harb ettiler. Savaş sonuçlanmamış olmakla birlikte umutlarını
yitirenhaçlı askerleri, kadın, çocuk ve yayaları kaderlerine terk edip gece kaçmayabaşladılar.
Türk askerleri çok yorgun olmalarına rağmen, durumu haber alınca gün ışırken takibe
koyuldular. Karadeniz sahillerine ulaşan birkaç bin atlı dışında haçlı ordusunun önemli bir
kısmı imha edildi.
Haçlı Yemini günahlarınınbağışlanması karşılığındakutsal topraklara seferekatılmayı
taahhüt edenkimselerin ettikleri yeminolup, haçlılar bununsembolü olarak
elbiselerininyakalarına kırmızı çuhadanbir haç takarlardı. Yeminiyerine getirmemenin cezası
ise aforoz, yani dindençıkarılmaydı.

Konya ve Ereğli Savaşları


1101 yılı ordularının birinci kısmı Ankara’ya doğru ilerlerken, ikinci ordu da
Haziranortalarında İstanbul’a ulaşmıştı. Anadolu’ya geçip diğer orduya yetişmeyi
istiyorlardı.Ancak ilk ordunun akıbetine dair bilgi alamayınca, Kulu-Cihanbeyli
üzerindenKonya’ya doğru harekete geçtiler. Kılıç Arslan birinci orduyla savaşırken bu
durumdanhaberdar olmuştu. Nitekim Merzifon savaşından sonra sarp yollardan cebri
biryürüyüşle, sadece sekiz gün içerisinde, Konya yakınlarında bulunan düşmanı
yakalayarakkuşatma altına aldı. Yol boyunca Türkler’in saldırıları ve iaşe yokluğu
sebebiylezaten perişan durumda bulunan haçlıların bu ordusu da imha edildi.
Savaş henüz sürerken üçüncü haçlı ordusu da klasik sefer yolunu takiple
Türktopraklarına girdi. Sayıca az ve çok yorgun olan Türk ordusunun böyle bir
ordununkarşısına çıkması düşünülemezdi. Nitekim her zaman olduğu gibi, yıpratmataktikleri
ile zayiata uğratılan haçlı ordusu, boşaltılmışşehirleri yakıp yıkarak yolunadevam ediyordu.
Kılıç Arslan takviye kuvvetlerinin katılımını beklerken, haçlıların zorunlu olarak geçecekleri
Ereğli’de, Ereğli Çayı’nın da içinden aktığı Akgölovasında ordusunu pusuya yatırdı. 5 Eylül
günü susuzluktan mahvolmuş haldeEreğli kıyısına ulaşan haçlılar, gayrı nizami bir şekilde
suya hücum ettiler. Pusulardançıkan Türk askerlerinin ok yağmuru altında şaşkına döndüler.
Nihayet çemberiçerisine alınıp imha edilen bu ordudan da, birkaç yüz adamıyla birlikte savaş
meydanından kaçan komutanla dağlara sığınan bir avuç insan kurtulabildi.
Yukarıda ifade edldiği gibi, Birinci Haçlı Seferi tüm İslâm dünyası ve
TürkiyeSelçukluları bakımından bir felaketle sonuçlanmıştı. Yeni yurt edindiği bu
topraklardakurmaya çalıştığı siyasi birlik parçalanmış, Konya ve çevresine inhisar edenbir
kara beyliğine dönüşmüştü. Bu kazançlarını ebedi kılmak isteyen haçlılar ise,aralıksız ordular
sevk etmeye devam ediyorlardı. 1101 yılında gelen ve sayıları 500.000’i geçen bu haçlı
ordularının yenilmesi, Selçuklular’a kayıpların telafisi konusundakısa vadede bir fayda
sağlamadı. Bununla birlikte Latin Doğu ömrünüuzatacak bu muazzam destekten mahrum
kaldı. Bu galibiyetlerle özgüvenlerini tazeleyenTürkler ise, Anadolu’dan atılamayacaklarını
göstermiş oldular. Bu seferinen önemli sonuçlarından birisi de, sağanak gibi gelen haçlıların
uğradıkları hezimetin şokuyla 45 sene yeni bir sefer düzenleyememeleridir. Bu fasıla
Selçuklular’ın Orta Anadolu’daki tecrit sarmalından tedrici olarak çıkmalarına fırsat verdi.
Kılç Arslan’ın Musul Seferi ve Ölümü
Bizans İmparatorluğu ile Barış
1101 yılı haçlılarının imhası Kılıç Arslan’ı ve Türkiye Selçuklu Devletini bölgeninen
büyük gücü durumuna yükseltmiş bulunuyordu. Bizans, Birinci Haçlı Seferiyleelde ettiklerini
kaybetmek istemiyor idiyse de, özellikle Antakya prinkepsi Bohemond’un İstanbul’da ettiği
vassallık yeminini hiçe sayması, haçlılarla aralarındaolan hoşnutsuzlukları iyice su yüzüne
çıkarmıştı. Nitekim Aleksios, DanişmendGazi’ye Bohemond’u kendisine teslim etmesi için
büyük bir meblağ teklif etmişti.Ancak kendi topraklarını da tehdit eden haçlılara karşı Kılıç
87

Arslan’la gücünübirleştiren Danişmend beyi, onun bu denli güçlenmesini kendi menfaatlerine


aykırı buluyordu. Nitekim Gümüştegin Gazi, Sultan’ın Birinci Haçlı Seferi
başladığındakuşatıp alamadığı; ancak Türkiye Selçukluları için stratejik önemi haiz olan
Malatya’yı fethetti.
Kılıç Arslan ise Aleksios ile haçlılara karşı bir ittifak yaptı. Zira güneydoğu
politikasının olmazsa olmazı Bizansla barıştı. Haçlı seferinin kinini tutmazamanı değildi.
Sultanın bu anlaşmayla Bizans’ın ele geçirdiği topraklardaki varlığını kabul ettiği; ancak
Antakya, Urfa gibi haçlılardan ele geçireceği şehirlerin meseleyapılmayacağı, hatta donanma
desteği verilmesi gibi maddeler içerdiği tahminedilebilir. Nitekim önce Maraş, Elbistan
civarına bir sefer yapan Kılıç Arslan buradanAntakya’ya doğru hareket etti. İmparatorun
Akdenize çıkardığı donanma, Çukurova şehirlerinin haçlılardan alınması yanında adeta Kılıç
Arslan’a destek mahiyetindeydi.Halep meliki Rıdvan’a elçi gönderen sultan, haçlılara karşı
savaş içindestek istemiş; bu harekât Müslüman ahâli arasında büyük sevinç yaratmıştı
(Ağustos1103).
Antakya prinkepsi Bohemond ise 1104 yılında Avrupa’ya dönerek, Bizans’akarşı bir
ordu toplamaya girişmiş; Aleksios bu nazik durum karşısında Kılıç Arslan’danaskeri yardım
talebinde bulunmuştu.Anna Komnena’nın kaydından, imparatorunBohemond’a karşı savaşı
kazanmasına yetecek miktarda asker gönderildiği anlaşılıyor. Kılıç Arslan ise bölgede
hâkimiyetini tahkim etmek ve haçlıları buralardansöküp atmak için bu defa Urfa’yı kuşatmaya
karar verdi. Son yıllardaki başarıları, bölgede büyük Selçuklular’a bağlı olarak hüküm
sürmekte olan Türk beylerininonun tarafına geçmelerine zemin hazırladı. Böylece
Meyyâfârikîn (Silvan),Hani, Âmid (Diyarbak›r), Harput, Siirt ve Erzen Kılıç Arslan’ın
idaresine girdi. Sultan tâbiyetine giren beylerle birlikte 1106’da Urfa’yı kuşattı. Ancak
surlarının sağlam oluşu ve iyi tahkim edilmesi sebebiyle, daha kapsamlı ve ağır bir
muhasarayaihtiyaç vardı. Bu yüzden sefer sonuçsuz kaldı.
Büyük Selçuklular’la Rekabet ve Kılıç Arslan’ın Ölümü
Devletin kuruluş aşamasından beri Mikailoğulları (Çağrı-Tuğrul)’yla
Kutalmışoğulları arasında süren rekabet; haçlı seferinin yol açtığı olumsuzlukları bir ölçüde
halledipBizansla barış yapan Kılıç Arslan’ın, babası gibi güneydoğuya inmesiyle
yenidenalevlendi. Berkiyaruk’un yerine tahta geçen Muhammed Tapar bu olayları dikkatle
takip ederken, Kılıç Arslan’ın taraftarı olduğu düşüncesiyle Musul valisiÇökermiş’i azledip
yerine Çavlı’yı tayin etti. Yeni valiye karşı girdiği savaşta esiredilen Çökermiş öldürülünce,
ahali Çavlı’ya karşışehrin kapılarını kapattı.
Çökermiş’inadamlarının daveti üzerine Harran’ı alan Kılıç Arslan, daha sonra
yinelenençağrı üzerine Musul’a hareket etti. Nihayet 22 Mart 1107 tarihinde Musul’a giren
Kılıç Arslan, Sultan Tapar adına okunan hutbeyi kendi adına çevirdi. Şehirde bazı
tayinleryaptı; kaynakların ifadesine göre idaresinde bulunan her yerde olduğu gibi,Musul’da
da adaletle muamele etti.
Daha önce haçlılarla mücadelede, kendi menfaatleri de öyle gerektirdiği içinKılıç
Arslan’la birlikte hareket etmiş olan Halep Meliki Rıdvan, onun yükselişinitehlikeli bularak
bu defa Çavlı’nın yanında yer aldı. Keza Mardin ve çevresinde yenibir beylik kurmakta olan
Artuklu İlgazi de aynı kaygılarla Çavlı’nın tarafına geçti.Muhalifler iki ay kuşattıktan sonra
Kılıç Arslan’a ait Rahbe’yi aldılar. Sultan bugelişmeler sebebiyle Çavlı’nın üzerine yürümek
istiyor; fakat kuvvet azlığı yüzündensavaşı geciktirmek mecburiyetinde bulunuyordu.
Bizans’a yardım için gönderdiği askerlerinin kendisine katılımını beklerken ülkesinden de acil
olarak takviyekuvvetler istedi. Ancak destek kuvvetleri gelmeden savaşı kabule mecbur kaldı.
Ayrıca Harput ve Âmid beylerinin savaşa girmeden kendisini terk etmeleri,
KılıçArslan’ın durumunu daha da zorlaştırdı. Buna rağmen 13 Temmuz 1107
tarihindemeydana gelen savaşta kahramanca mücadele etti. Sonunda esir düşme tehlikesibaş
gösterince, atını kıyısında savaştıkları Habur nehrine sürdü. Melikşah zamanındakialtı yıllık
88

esaret hayatını yeniden yaşamak istememesinden daha doğal bir şeyyoktu. Musul takviye
kuvvetlerle birlikte, melik tayin ettiği oğlu 11 yaşındaki Şahinşah’ın idaresinde bulunuyordu.
Sultan, Musul’da Anadolu’dan yola çıkan kuvvetlerlebirleşip geri dönebilirdi. Ancak
kendisinin ve atının zırhlarının ağırlığı sudailerlemesine imkân vermedi ve boğularak hayatını
kaybetti. Birkaç gün sonrakıyıya vuran cesedi, Meyyâfârikîn valisi tayin etmiş olduğu atabeyi
Humartaş tarafından kendisi için yaptırılan ve Kubbetü’s-Sultan adı verilen türbeye
defnedildi.
Kılıç Arslan’ın Ölümünden Sonra Türkiye Selçukluları
Türkiye Selçukluları kuruluşundan itibaren, 30 yıllık bu kısa süreçte büyük
badireleratlatmışlardı. Süleymanşah’ın Tutuş’a yenilip ölmesi, Melikşah’ın oğullarını
hapsetsetmesi ve Anadolu’ya ordular gönderip naibi Ebulkasım’ı ortadan kaldırması; kısaca
tahtın altı yıl boş kalması önemli bir sarsıntıyaratmıştı. 1092 yılında hapistenkaçan Kılıç
Arslan çok kısa bir sürede duruma vaziyet ederek, kayıpları telafi etmişti.Ancak onun 1097’de
Malatya kuşatması sırasında Anadolu’ya giren haçlı orduları yeni bir krize neden olmuştu.
Nitekim İznik dâhil olmak üzere Ege ve Marmarasahillerini kaybeden Selçuklular, bu seferin
yol açtığışartlar yüzünden Konyave havalisine sıkıştılar.
Kılıç Arslan buna rağmen parlak zekâsı, cesareti ve dayandığı Türkmen kitleningücü
dolayısıyla kısa zamanda bu badireyi aşabileceğinin işaretlerini verdi. 1101yılında gelen üç
haçlı ordusunu imha ettiği gibi, Danişmendlilere rekabet fırsatı vermedi. Malatya’yı alması
Doğu Anadolu’daki Türk beylerinin ona itaat etmesinisağlarken, Musul’un yeni ve eski
valileri arasındaki çatışmaya taraf oldu. Fakat Musul’u alarak Büyük Selçuklulara açıkça
meydan okuması babası gibi hayatına maloldu.
Ancak Kılıç Arslan’ın kaybı, ne Süleymanşah’ın ölümü, ne de haçlı seferinin
yolaçtığı yıkını›yla kıyaslanamayacak şiddette bir sarsıntı yarattı. Çünkü Tuğrul Arslan,Arap,
Mesud ve Şahinşah adlı oğullarının en büyüğü olan 11 yaşındaki Şahinşahyakalanarak
İsfahan’da hapse atılırken, devlet bir kere daha başsız kalmıştı. Bu defa şartlar Türkiye
Selçukluları’nın etrafını çevirmiş bulunan Bizans, Ermeni, Danişmendli,Haçlı ve Büyük
Selçuklu barikatleri dolayısıyla, öncekilerle kıyaslanamayacakkadar ağırdı. Kılıç Arslan’ın eşi
küçük oğlu Tuğrul Arslan’ın Emir Bozmış’ınnezaretinde Malatya’ya getirerek sultan ilan etti.
Belki de bu yaşta bir çocuğunKonya’da kabul görmeyeceği gerçeğinden hareket edilmişti.
Daha önce İznik’tenâiblik yapan Ebûlgazi (Hasan)’nin; güneydoğu harekâtı öncesi
de Konya’da nâibolarak bırakıldığı, 1109-1110 yıllarında Bizans’la mücadelelerde onun
adının geçmesinebakılarak bu defa da nâib tayin edilmiş olduğu ileri sürülebilir.
ÖyleyseEbûlgazi Hasan’ın, yaşları küçük olduğu için Kılıç Arslan’ın oğullarının
Konya’yadönmesini engellediği söylenebilir.Öte taraftan Kılıç Arslan, Bizans’a yardıma
gönderdiği kuvvetler geciktiği için hayatını kaybetmiş olmasına rağmen; hiçbir vefa emaresi
göstermeyen Aleksios da, Türkler’e karşı saldırıya geçmiş bulunuyordu. Bohemond’a karşı
açık işbirliğine karşın Kılıç Arslan’ın ölümünden, haçlı seferinden kazandıklarını elinde
tumak ve genişletmekiçin yararlanmak istiyordu. Bunun yanı sıra Danişmendliler de
Sultan’ınölümünden sonra yeniden Türkiye Selçukluları ile rekabet imkânı bulmuşlardı.
Tuğrul Arslan’ı Konya’ya götüremeyen Hatun’un Sultan Tapar’la yaptığı
görüşmelersonucunda serbest bırakılan Şahinşah, nihayet 1110 yılında Anadolu’yadöndü.
Malatya’da Hatun’la görüştükten sonra, kardeşleri Arap ve Mesud’u hapsedipKonya’ya gitti.
Bir kaynağın amcazâdesini öldürüp tahta geçtiği şeklindekiifadesi, eğer nâib ise Ebûlgazi’nin
hanedan mensubu olduğunu açıkça göstermektedir.
Kubbetü’s-Sultan KılıçArslan’dan sonra, kızı SaideHatun dâhil olmak üzere hacvs.
vesilelerle yapılanyolculuklar sırasında vefateden hanedanmensuplarnın ve ileri gelenTürk
beyleriningömülmesiyle büyüyerekSultan Mahallesi adını almıştı. XIV. yüzyıla kadartürbenin
varlığı bilinmeklebirlikte, bugün hiçbir izibulunmamaktadır
Şahinşah’ın Saltanatı
89

Şahinşah 1110 yılında Konya’da tahtı ele geçirdiği zaman, anlaşmayı bozmuş olan
Bizans, Türkler’i Anadolu’dan atmak için taaruza geçmiş bulunuyordu. Buyüzden yeni
sultanın ilk işi Bizans’a savaş açmak oldu. Şahinşah, Alaşehir’dekiBizans karargâhına sevk
ettiği ordu yenilince, imparatora elçi göndererek onunlabarış yaptı.Bununla birlikte Türkmen
beyleri etraflarında topladıkları kuvvetlerle Bizans’akarşı saldırılara devam ettiler. Güney
Marmara kıyılarında ilerleyerekÇanakkale’ye kadar varan Türkler, imparatorun gönderdiği
birlikleri yenip kumandanını esir aldılar. Bunun üzerine bizzat harekete geçen Aleksios ciddi
birnetice alamadan İstanbul’a döndü (1113).
Bir süre Balkanlar’daki sorunlarla ilgilenmek zorunda kalan Aleksios,
Kafkaslar’dakiKıpçak baskısı ve Gürcü istilâsı dolayısıyla Anadolu’ya gelen
onbinlerceTürkmen’in Şahinşah’a sağladığıgücü görerek yeniden sefere çıkmak zorunda
kaldı.Konya’ya doğru ilerleyen, fakat Türkler’in iaşe imkânlarını yok etmesi yüzündensıkıntı
çeken Bizans ordusu, pusu ve ani baskınlarla yıpratılmaya devam edildi.Ancak Şahinşah
İmparatora karşı giriştiği nizami savaşta başarısız olup çekildi.Bizans ordusundan iltica eden
bir gayrımüslim Oğuz askerinin tavsiyesine uyarakdüşmana gece baskınları düzenleyen
Selçuklu sultanı insiyatifi ele geçirdi. Bizansordusu çekilirken yaptığı baskınlarla galip
durumda bulunan Şahinşah, İmparator’aelçi gönderip barış talebinde bulundu (1116).
Karahisar yakınında İmparatorla buluşarak onunla anlaşmaya vardı.
SULTAN I. MESUD DÖNEMİ
Tahtı Ele Geçirmesi ve Danişmendli Vesayeti
Şahinşah Aleksios Komnenos ile savaş halinde onu takip ederken; kardeşi
Mesud’unDanişmendli Emir Gazi ile birlikte üzerine gelmekte olduğunu öğrendi.
Bununüzerine imparatoru da şaşırtan bir barış teklifinde bulundu. Şahinşah,
Aleksios’undüşmanlarını birbirine kırdıırma siyasetine uygun olarak yaptğı askeri yardım
teklifini, belki durumun ciddiyetini fark edemediği için kabul etmedi. NitekimMelik Mesud
her nasılsa hapisten kurtulmuş ve kızıyla evlendiği Danişmendli EmirGazi’nin desteği ile tahtı
ele geçirmek amacıyla üzerine gelmekteydi. Şahinşah, Mesud’un durumunu öğrenmek için
gönderdiği öncü birliğinin taraf değiştirmesiyüzünden ihanete uğrayıp pusuya düştü.
Şahinşah kaybedeceğini anlayınca bir Bizanskalesine sığındı; fakat yine kendi
adamlarının ihaneti sonucu yakalanıp Mesud’ateslim edildi. Mesud önce ağabeyinin gözlerine
mil çektirip onu Konya’daeşine teslim ettiyse de, mil çekme işleminin tam yapılmadığı
kuşkusuyla yayınınkirişiyle boğdurdu. Kendisi Türkiye Selçuklu Devleti tahtına oturdu
(1116). Ancak Mesud bir yandan yaşının çok genç olması, diğer yandan da tahtını
DanişmendliEmir Gazi’ye borçlu bulunması dolayısıyla hükümdarlığı onun
gölgesindebaşladı. Her ne kadar Şahinşah dönemi çok parlak değildiyse de; her şeye
rağmenTürkiye Selçukluları adına bağmsız bir iradeyi temsil ediyordu. Oysa Mesud,
kendisinetahtı temin eden kayınpederinin üstünlüğünü kabul edip, onun vesayeti altına girmek
zorunda kaldı. Emir Gazi’nin öldüğü 1134 yılına kadarki dönem, SultanMesud’un 39 yıllık
uzun saltanatının birinci kısmını oluşturmaktadır.
Bizans’ın İlerleyişi
Bizans imparatoru, I. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra Türkiye Selçukluları’nın
uğradığı sarsıntıdan azami derecede istifade etmişti. Şahinşah’ın saldırılarını
durdurmakkonusunda, kısmen başarı sağlayan Aleksios’un ölümü üzerine yerine oğluIoannes
(1118-1143) geçmişti. Ancak Şahinşah’ın ölümünden hemen önce imparatorlayaptığı anlaşma
hükümsüz kalmış; Bizans’ın Çukurova’yla Suriye’yi kontrolü
açısından çok önemli olan Denizli ve Uluborlu şehirleri Türkler’in eline geçmişti. Ancak yeni
imparator da tıpkı babası gibi saltanatını neredeyse Türklerle mücadeleyehasredecektir. Buna
mukabil Sultan Mesud’un kayınpederinin gölgesinde, Konyaçevresiyle sınırlı
hükümdarlığı,Ioannes’in daha fazla ilerlemesine imkân veriyordu.
Sultan I. Mesud veII. Kılıç Arslan Dönemi
90

Vesayet, bir yetimin, yaşı küçük ya da ehliyeti olmayan


birisinin sahip olduğuservetin tayin edilen bir vâsieliyle yönetilmesidir. 1119 yılında orduyla
yola çıkan Ioannes, Alaşehir’e gelerek karargâhını kurdu. Hedefi Türkmen ilerleyişini
durdurmak üzere Denizli’yi geri almaktı. İmparator’un, Türk asıllı komutanlarından
Aksukhos idaresinde gönderdiği kuvvetler, Alpkaraadlı bir komutan idaresinde, küçük bir
müfrezenin koruduğu ve Sultan Mesud’unyardım edemediği Denizli’yi ele geçirdiler.Bununla
birlikte merkezi idare ne kadar zayıf olursa olsun, Türkmenlerin Bizansuçlarındaki ilerleyişi
kendi mecrasında devam ediyordu. Ioannes bu ilerleyişidurdurmak maksadıyla, 1121’de
yeniden Anadolu’ya girdi. Bu seferki hedefi yineBatı Anadolu’da Türkmenlerin üssü
konumundaki Uluborlu idi. Bu müstahkem şehirde, Türk kuvvetlerinin Bizans askerleri
tarafından pusuya düşürülüp ağır zayiatverdirilmesi sonucu düştü. Antalya’ya kadar ilerleyen
İmparator, Türklerin elinde
bulunan birçok yeri zapt etti.
Malatya’nın Danişmendlilerin Eline Geçmesi
Türkiye Selçukluları’nın güneydoğu siyaseti dolayısıyla Danişmendlilerle,
Malatyaüzerindeki rekabetinden daha önce de söz edilmişti. Önce Büyük Selçuklularla
çatışma, sonra Birinci Haçlı Seferinin yarattığışartlar dolayısıyla Suriye kapısı
tamamenkapanan Anadolu Türkleri için, el-Cezire’ye açılan tek kapı Malatya idi. İşte bu
sebeple Danişmendli beyinin Kılıç Arslan’ı hiçe sayarak şehri alması aralarındabir savaşa yol
açmış; sultan yenilgiye uğrayan Danişmend Gazi öldükten sonra burayı zapt etmişti (1105).
Kılıç Arslan Musul seferinde ölünce efşi, küçük oğlu Tuğrul Arslan’la
Malatya’yagelerek onu burada sultan ilan etmişti. Süryani Mihail’in “Malatya Sultanı”
ifadesi,onun hükümdarlığının sınırlarına işaret etmektedir. Tuğrul Arslan, annesinin
Harputhâkimi Artuklu Belek Gazi ile evlenip, onu atabeyliğine tayin etmesi dolayısıyla
güvende bulunuyordu. Nitekim Belek Gazi’nin, Haçlılar’a karşı kazandığı zaferlerdolayısıyla
İslâm dünyasında itibarlı bir mevkii vardı.Ancak Selçukluların Kılıç Arslan’ın ölümünden
sonra uğradığı sarsıntı, Danişmendlileregüç kazandırmıştı. Nitekim Emir Gazi damadı
Mesud’un zayıf durumundanyararlanıp onun aleyhine topraklarını genişletmeye başladı. İlk
hedefi ise,Belek Gazi’nin ölümü üzerine (1124) onun himayesinden mahrum kalan
Malatyaoldu.
Belek’in halefleri ile Tuğrul Arslan arasında onun mirası için cereyan
edençatışmalar Emir Gazi’ye fırsat verdi. Haziran 1124’de, Mesud’un da onayını almış olarak
Malatya’yı kuşattı. Şehrin etrafını yağmalayan Danişmendli beyi, Sultan Mesud’unMalatya
siyasetini ailesine ihanet olarak değerlendiren Melik Arab’ın, topraklarına saldırması
yüzünden buradan ayrılmak zorunda kaldı. Fakat kuşatmayı oğlu Muhammed’e devretti.
Dışaarıyla bağlantısı kesilen şehirde kıtlık baş gösterdi.Tuğrul Arslan’ın haçlılardan yardım
alma teşebbüsü sonuçsuz kaldı ve altı ay sürenbu zorlu kuşatmadan sonra,
Malatya’yıDanişmendlilere terk edip annesiylebirlikte Minşar kalesine çekildi.
Melik Arab’ın İsyanı
Sultan Mesud’un kardeşinin elinde bulunan Malatya’yı, bir bakıma
Danişmendlilereterk etmesi diğer kardeşinin isyanına sebep olmuştu. Ankara-Çankırı
civarınahâkim olduğu anlaşılan Melik Arab, 30.000 kişilik bir orduyla Mesud’un
üzerineyürüyüp onu yenilgiye uğrattı (1126). Mesud, Danişmend beyi bu sırada
Artuklular’lameşgul olduğu için, yardım almak üzere İstanbul’a gitti. Arab’ın Karadeniz
yönündeyayılışından rahatsız olan imparator, bu sebeple Mesud’a istediği yardımı
vermeklekalmadı; daha sonra bu iç çatışmalardan yararlanıp Kastamonu’yu da aldı.
İstanbul’dan dönen Mesud, Emir Gazi ile birlikte kardeşini yenilgiye uğratıponu
Çukurova’daki Ermenilere sığınmaya mecbur etti. Melik Arab 1127’de buradantopladığı
kuvvetlerle Danişmendli beyinin oğlu Muhammed’i, sonra onun oğlu Yunus’uesir alıp, diğer
91

oğlunu öldürmesine ve Emir Gazi’yi yenmesine rağmen, sonundaBizans’a iltica etmek


zorunda kaldı ve orada öldü. Onun hâkimiyetindekitopraklar da Danişmendlilerin eline geçti.
Sultan Mesud’un Danişmendli Vesayetinden Kurtulması
Emir Gazi’nin ölümüyle Sultan Mesud, saltanatının hükümran olamadığı
döneminitamamlamış oldu. Bu dönemde Mesud’un yardım veya onayıyla, kardeşleri
TuğrulArslan ve Arab’a ait Malatya, Ankara-Çankırı-Kastamonu çevreleri
Danişmendlilerineline geçmişti. Mesud, Emir Gazi’den bağımsız hareket edemediği gibi,
birçokseferde de onun yanında yer almıştı. Sultan Mesud’un iktidarını, kendi
meşruiyetininkaynağı olarak kullanan Emir Gazi, bu sayede topraklarını Fırat’tan
Sakaryahavzasına kadar genişletti. Bunun karşılığı olarak da yukarıda söylendiği gibi,bu
ülkedeki en büyük siyasi gücün sahibi olarak hâkimiyeti onaylandı. Emir Gazi’nin,yerine
geçen Muhammed’den başka Yağıbasan, Aynüddevle ve Yağan adlı üç oğlu daha vardı.
Melik Muhammed babas›na gönderilen meliklik alâmetlerini alarak tahta
geçti.Ancak ona karşı isyan eden kardeşi Yağan öldürülürken, Aynüddevle Malatya’yakaçtı.
Sultan Mesud’un da bu durumdan yararlanmak istemesi tabii idi. NitekimEmir Gazi
zamanında hareket kabiliyeti sınırlı olan Mesud, aynı zamanda kayınbiraderiolan
Muhammed’e karşı gücünün sınırlarını yoklamak istedi.
Bu maksatla, Çankırı ve Kastamonu’yu almak üzere harekete geçen Bizans
imparatoru ile ittifaketti (1135). Melik Muhammed, Sultan’a özellikle aynı soydan olmaları
sebebiyle işbirliği yapmaları gerektiğini bildiren bir mektup gönderdi. İkna olan Mesud’un
Bizans’ayardıma giden kuvvetlerini geri çağırıp Muhammed’le anlaştığı kaydedilmektedir.
Bununla birlikte Muhammed’in, kendi askeri gücünün de kaynağını oluşturan
Türkmenler üzerindeki etkisiyle, askerlerinin geri çekilerek Mesud’u anlaşmayazorladıkları
da ihtimal dışı değildir. Bu durum yine de Mesud’un artık Danişmendlilerlerekabet
edebileceğinin işaretiydi.

Sultan Mesud’un Bizans Taarruzu Karşısında Melik Muhammed’le İşbirliği


İmparator Ioannes, Sultan Mesud’dan beklediği yardım gelmediği için Çankırı
kuşatmasını kaldırmak zorunda kaldı. Kışı burada çok zor şartlarda geçiren
İmparator,Çankırıyı tekrar kuşatıp aldı. Bu kuşatmalarda Bizans ordusuyla doğrudan
savaşagirmeyen Türkler, onun çekilmesinden sonra kaybettikleri yerleri geri aldılar. Mesud ve
Melik Muhammed, Ioannes’in Kilikya’ya seferine çıkmasından (1137)faydalanıp Bizans
topraklarında fetihlerini genişlettiler.
Suriye’de İslâm beldelerinde büyük tahribat yapan İmparator, buna rağmen
İstanbul’a dönebilmek için Sultan Mesud’la anlaşmak zorunda kaldı (1138). Mesudbundan
sonra Maraş bölgesindeki haçlılara karşı düzenlediği seferde bölgeyi tahripedip pek çok esir
aldı. Melik Muhammed’in Ceyhan havzasında Ermenilere karşıyürüttüğü harekât da bununla
paralellik arz ediyordu. Türklerin Sakarya boylarına kadar yayılması, Trabzon hâkimi
Konstantinos Gabras’ın da onlarla işbirliğiyapmasıIoannes’i yeni bir sefer düzenlemeye
mecbur etti. İmparator Danişmendli şehirlerinden Niksar’ı kuşattı (1140). Türkmenlerin
taarruzları ve ağır kışşartları dolayısıyla zaten bir hayli yıpranmış olan imparator, yeğeni
Ioannes’in Sultan Mesud’ailtica etmesiyle zor duruma düştü. Bu durumda muhasarayı
kaldırıp çekilirken,Türk birliklerinin düzenlediği baskınlarda da zayiat vererek başarısız bir
şlekilde İstanbul’a döndü.Sultan Mesud bu müsait durumdan yararlanarak Uluborlu
(Sozopolis)’yu yenidentopraklarına katmak üzere sefere çıktı. Türk birliklerinin Antalya’ya
kadar ilerlemesi, İmparator’u harekete geçirdi (1141 baharı).
Selçuklu ordusu Uluborlu kuşatmasını kaldırıp çekilirken, Ioannes Antalya’ya vardı.
İstanbul-Antalya yolunungüvenliği bakımından, Beyşehir Gölü’ndeki adalarda yaşayan
Hıristiyan ahaliyi tâbiyetaltına almak istedi. Ancak Selçuklu idaresinden memnun olan halkın
direnişiylekarşılaştı. Adaları işgal edip bir söylentiye göre halkını Konya’ya süren
92

Ioannesyeniden Kilikya’ya indi. İmparatorun hedefi Antakya’yı almaktı; fakat bir yılkadar
süren bu uzun sefer, Antakya’ya karşı savaş hazırlıkları yaparken, av sırasındazehirli bir okla
yaralanıp ölmesiyle sona erdi (Nisan 1143). İmparatorluk döneminiAnadolu’da Selçuklu ve
Danişmendlilere, Ermenilere ve haçlılara karşı seferlerle geçiren Ioannes’in ölümü, başta
Sultan Mesud olmak üzere, onun tüm düşmanlarını rahatlattı.
Sultan Mesud’un Yükselişi
Sultan Mesud görüldüğü gibi, Ioannes’in takip ettiği aktif siyaset sebebiyle
insiyatifalamamıştı. Kısa bir zaman önce Melik Muhammed’in vefatıyla rahatlayan
SultanMesud’un önünde, Bizans imparatorunun ölümüyle geniş bir hareket alanı açılmış oldu.
Zira Danişmend beyinin tahtını bıraktığı Zünnûn ile Yunus ve İbrahimadlı oğullarından başka
kardeşleri Yağıbasan ve Aynüddevle arasında hâkimiyetmücadelesi başlamıştı.
Muhammed’in hanımı, kayınbiraderi Yağıbasan ile evlenerekZünnûn’u Kayseri’den attı.
Aynüddevle ile Yunus birleşerek Malatya’yı kuşattılar. Sultan Mesud ise damadı Zünnün’u
desteklemek üzere harekete geçti. Yağıbasan’ı Sivas’ı da terk etmeye mecbur eden Sultan,
Zünnun’un Kayseri’ye dönmesinisağladı. Bu arada Malatya’nın Aynüddevle’nin eline
geçmesiyle Danişmendlilerbölünmüş oldular.
Danişmendlilerin İtaat Altına Alınması
Sultan Mesud, Yağıbasan’a ait Sivas havalisini yağmaladıktan sonra Haziran
1143’deMalatya’yı kuşattı. Ancak sultanın yeğeni olan karısının arabuluculuk
teşebbüsünerağmen, Aynüddevle tâbiyeti kabul etmedi. Tam bu sırada Çukurova seferi
sırasındaölen Ioannes’in tahtını bıraktığı oğlu Manuel’in, Selçuklu topraklarından
izinsizgeçmekte olduğu haberi üzerine buradan ayrılmak zorunda kaldı. Ancak ertesi
yılAynüddevle’ye ait olan Ceyhan ve Elbistan bölgesini topraklarına kattı. Oğlu KılıçArslan’ı
Elbistan meliki tayin etti. İkinci kere Malatya’yı muhasara eden Mesud, Bizans
imparatorunun büyük birorduyla Selçuklu ülkesine ilerlemesi yüzünden Ağustos 1144’de yine
muhasarayı kaldırmak zorunda kaldı. Gerçi imparator da İznik-Eskişehir arasında
Türkmenler’e karşı yürüttüğü harekât sırasında hastalanıp İstanbul’a dönmek zorunda
kalmıştı.
Sultan Mesud İmparatorun Konya muhasarası,İkinci Haçlı Seferi ve Nureddin
Mahmud’la haçlılara karşı yaptığı savaşlardansonra, yeniden Malatya’yı hedef aldı. Aslında
bu son beş yıllık icraatı ve başarılarından sonra, Danişmendliler’e yönelmesi tabii idi. 1152’de
Aynüddevle’nin ölümüve yerine oğlu Zülkarneyn’in geçmesi uygun fırsat çıkarmıştı. Yeni
Malatya melikive kendi yeğeni olan Melikin annesinin, Yağıbasan’ın telkiniyle direnişe
geçtiklerinigören Mesud önce Sivas’a yürüdü. Yağıbasan itaâtini bildirmek zorunda
kaldı.Ardından Malatya önlerine gelen Mesud’un kuşatmayı ağırlaştırması üzerine,
direnemeyeceklerini anlayan Zülkarneyn ve annesi huzura çıkıp af dilediler.
Sultan Mesudkendisine tâbi olmasışartıyla, şehrin idaresini yine Zülkarneyn’e
bıraktı. BöyleceKayseri, Sivas ve Malatya’da hüküm süren Danişmendli melikleri kendisine
bağlayan Selçuklu sultanı, daha önce Emir Gazi’nin işgal ettiği Ankara, Çankırı ve
Kastamonubölgelerini de topraklarına katarak üstünlüğü tamamen eline geçirdi.

Bizans İmparatorunun Konya Seferi


Sultan Mesud ikinci Malatya kuşatmasından sonra, Manuel’in Balkanlar’da
meşgulolmasından faydalanarak, Bizans topraklarına da akınlarda bulunmuştu.
Manuelbabasının cenazesiyle birlikte tac giymek üzere aceleyle Selçuklu
topraklarındangeçerken, Türklerin taarruzuna uğramış ve kayıplar vermişti. Bu sebeplerle
zatenSelçuklu sultanıyla savaşmak kararında olan imparatoru, Mesud’un 1145
yılındaPrakana kalesini fethinden sonra, durduracak hiç bir kuvvet kalmamıştı.
Türkleri Anadolu’dan söküp atmak kararıyla büyük bir orduyla ilerleyen
Manuel,Ege-Marmara bölgelerinde Bizans topraklarına yayılmış olan Türkmenleri
93

yenilgiyeuğrattı. Fakat Kelbianus (Küçük Menderes) bölgesine başarılı yağma akınları


düzenleyen Türkmenlerin karşısına hiç kimse çıkamadı. İmparator süratle Karahisar’ı geçip
Akşehir’e ulaştı. Burada karşılaştığı Selçuklu birliklerini mağlup edipAkşehir’i yakıp yıkı.
Önünden çekilen Selçuklu birliklerini takiple Konya’ya doğru ilerledi. Sultan Mesud da
Akşehir yakınlarında, Üçhöyük’te ordugâhınıkurmuştu.Burada Selçuklu ve Bizans orduları
arasında meydana gelen çatışmalardan sonraSultan, düşman karşında kuvvet azlığını görerek
Konya’ya çekildi. Şehrin savunması için bir miktar asker bırakıp, savaşı dışarıda sürdürmek
üzere şehirdençıktı. İkiye ayırdığı ordusunun bir kısmını Konya’nın arkasında, kendisinin
komutaettiği kısmını ise şehrin batısında tabiye etti. İmparator, sultanın bulunduğu
tarafasaldırı emri verdi.
Türk askerlerinin sayıca azlığını fark eden Bizanslı komutanlar,pusu olabileceği
endişesiyle ihtiyatlı hareket etmek istiyorlardı. Fakat imparatorunisteğiyle hücuma geçildi.
Türk birlikleri sayı azlğını avantaja dönüştürmekiçin, geri çekilirken sağa sola dağılmaya
başladılar. Manuel bizzât onları takibe koyulurken,ordusunun ikinci kısmı saldırıya geçti.
Ancak arkadaki tepelerde pusuyayatmış olan Selçuklu askerlerinin tuzağına düştüler.
İmparator imha olmak üzereolan kuvvetlerine hemen takviye gönderdi. Sultan Mesud’un
öldüğü şayiasını çıkarıp Türk askerlerini şaşırttılar. Bu sayede kuşatmadan kurtulan Bizans
ordusu, ertesigün yeniden Konya’nın etrafını sarmaya başladı. Ancak yardımcı birliklerle
ordusunutakviye eden Sultan Mesud ile Konya müdafileri arasında sıkışmak
istemeyenManuel kuşatmayı kaldırdı. Fakat şehir çevresinde insanlık dışı yağma ve
katliamlaryaptı; Müslümanların mezarlıklarını tahrip edip yedi bin kadar insanışehid etti.
İmparator neticede Konya muhasarasında başarısız olup çekilirken, Türk akınlarıyla kayıplar
vermeye devam ediyordu. Sultan Mesud’u harp taktiği dolayısıyla korkaklıkla itham eden
Manuel, seneye tekrar geleceğini söyleyerek meydan okuyordu.
Prakana kalesiİsauria (İçel)eyaletinde olup, bugün yeritam olarak
tesbitedilememekle birlikte, Silifkeyakınlarında Bizansaçısından Çukurova veSuriye
bölgelerinin denetimibakımından önemli bir yerolduğu anlaşılmaktadır.
İkinci Haçlı Seferi
İmparator İstanbul’a dönerken ikinci HaçlI Seferinin başladığını öğrendi. Bu
durumdaSultan Mesud ile derhal anlaşma yoluna gitti. Mesud da Prakana’yıİmparator’aiade
ederek, haçlılara karşı onunla ittifak etti. Ülkesinin şehirlerini tahkim veyardım birlikleri
temin etmek suretiyle savaşa hazırlık yaptı. İstanbul’a daha önce gelen Konrad ve ordusu,
Bizanslı rehberlerle Anadolu’yageçirildi. Alman imparatoru Birinci Haçlı Seferi güzergâhını,
yani klasik sefer yolunutakip etmek istiyordu. Ancak Bizans arazisinden çıktıktan sonra haçlı
kaynaklarının söylediğine göre, rehberler tarafından sonunda Türklerin pususuna
düşeceklerisapa yollara yönlendirildiler. Rehberlerin kaçmasıyla kendi kaderleriyle baş başa
kalan haçlılar, 26 Ekim 1147 tarihinde Dorylaion (Eskişehir) yakınında, kendilerinitakip eden
ve saldırmak için uygun zamanı bekleyen Türklerin tuzağınadüştüler. Konrad, ordusunun
kıyımdan kurtulabilen onda biriyle savaş alanındankaçıp, yol boyunca baskınlara uğrayıp
kayıplar vererek İznik’e vardı.
Ekim ayı başında İstanbul’a ulaşan Fransız haçlılarıysa, Alman ordusunun Konya’yı
aldığı, Türkler’i hezimete uğrattığı yolundaki haberlerle heyecana kapıldılar.Ancak İznik’te
Alman ordusunun arta kalanlarıyla karşılaşınnca gerçeği öğrendiler. Bunun üzerine Sultan
Mesud’la yaptığı anlaşmanın bozulmasını istemeyen Manuel’intavsiyesine uyarak yollarını
değiştirip Bizans arazisinden Antalya’ya inmeyekarar verdiler. Balıkesir, Bergama, Efes,
Denizli yolunu izleyen haçlılar, burada daTürkler’in takibinden kurtulamıyor; Menderes
nehrini geçebilmek için iki gün boyuncaok yağmuru altında ağır zayiat vererek
ilerleyebiliyorlardı. Devrin kaynakları Bizanslılar’ın haçlılara, yardım yerine ihanet ettiklerini
söylemektedirler.
94

Rumlar’ın Denizli’den Antalya’ya ilerleyen Fransızlar’a erzak vermedikleri;


Türkler’inise haçlıların ilerleyişine paralel olarak çekilirken onlara yağmalayacak bir şey
bırakmadıkları anlaşılıyor. Antalya’ya ulaşabilen ve yolculuk için parası olan
haçlılargemilerle Filistin’e yol aldılar. Ancak Rumlar tarafından Antalya’dan çıkarılan veyaya
olarak Antakya’ya gitmeye çalışan diğerleriyse, Türkler ve Rumlar tarafındanneredeyse imha
edildiler.Böylece büyük umutlarla yola çıkan krallar idaresindeki ikinci haçlı orduları;Sultan
Mesud’un Bizans imparatoruyla yaptığı anlaşma, yaptığı hazırlıklar ve sayı azlığını avantaja
çeviren savaş taktiği sayesinde, vardıkları yerde hiçbir işe yaramayacakbiçimde zayiata
uğratıldılar.
Sultan Mesud’un Haçlılar’a Karşı Haleb Atabeyi Nureddin Mahmud’la İttifakı
Bizansla yaptığı barışın haçlıların Anadolu’dan ayrılmasından sonra da devam
etmesiSultan Mesud’a, devletin en önemli hedefi olan güneydoğu siyasetinin
sürdürülebilmesiiçin fırsat verdi. Bu tarafta Büyük Selçuklular’a bağlı bir hanedan
olarakortaya çıkan ve onların mirasını devralan Zengiler’le karşı karşıya bulunuyordu.Ancak
haçlı tehdidi Sultan Mesud’la Nureddin Mahmud’un ittifak yapmalarına zemin hazırladı.
Sultanın kızı Selçuka Hatun Nureddin’le evlendirilirken, Tell-Bâşir’in fethedilip Hatun’un
çeyizi olarak atabeye bırakılması kararlaştırıldı.
Atabey Antakya’ya karşı harekât yürütürken Haçlı ordularının gelişinden öncede
Maraş bölgesine akınlarda bulunan Sultan Mesud, bu işbirliği çerçevesinde Maraş’ı fethetti
(1149). Ertesi yıl yine bölgeye gelen sultan, Tell-Bâşir’i tazyik etti. Kontunkarısı kalan
arazisini Bizans imparatoruna satarak buradan ayrıldı. Bunun üzerine şehir atabeyin bir
komutanı tarafından fethedildi. Kontluğun diğer toprakları Göksun, Ayntab, Behisni, Raban,
Merzuban ve Dülûk Sultan Mesud tarafından elegeçirilince tümüyle tarihten silinmiş oldu
(1151). Böylece Türkiye Selçukluları yarım asırlık tecritten sonra yeniden Suriye’deki
soydaşlarıyla bağlantı kurmuş oluyorlardı.
Urfa’nın Zengi tarafından fethinden sonra Kont II. Joscelin, Fırat’ın batısında
bulunanTell-Bâşir’e çekilmiş; Ayntâb, Ravendân ve Maraş’tan ibaret topraklarını korumanın
yanı sıra Urfa’yı geri alma planları yapmaktaydı. Hattâ 1146’da Zengi şehit olunca,
Ermeniler’inyardımıyla yeniden şehre girmeye muvaffak olmuştu. Ancak bu isyan Zengi’nin
oğlu NureddinMahmud tarafından şiddetli bir şekilde bastırıldı. Joscelin bu defa kurtulduysa
da sonraTürkmenler tarafından yakalanıp, dokuz yıl hapiste kaldığı Haleb’de öldü (1159).
Ordusunun kılıç artıkları canhavliyle İstanbul’a kaçarken;Fransa kralının
gelişinibekleyen Konrad, bir müddetonun ordusunu takip etti.Fakat uğradığı yenilgi
vekayıplar dolayısıylaFransızların hakaretlerinedayanamayan Konrad,Manuel’den aldığı
davetüzerine İstanbul’a gitti. Burada çok iyi ağırlananAlman imparatoru ancakMart 1148’de,
bir Bizansfilosuyla Filistin’e doğru yolaçıkabildi.Bu sefer sırasında Fransakralının
ordusunda bulunuptarihini de yazan Odo deDeuil, Türklerin, Rumlarınihanetiyle perişan
olanhaçlılara acıyarak yardımettiklerini: “ Ey ihanettendaha acımasız olanmerhamet!
MüslümanlarHıristiyanların dinlerini,onlara ekmek vererek satınalıyorlardı. Ama Türkler
onları Müslüman yapmakiçin hiçbir zorlamadabulunmadılar” cümleleriyle3.000 kadar
haçlnın dindeğiştirdiğini esefle anlatır.
Kilikya (Çukurova) Seferleri ve Sultan Mesud’un Ölümü
Sultan Mesud, Malatya sahibi Aynüddevle’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu
Zülkarneyn’i tâbiyet altına almak için bir sefer daha yaptı. Sonra Çukurova
bölgesindekiErmeniler’e karşı harekâta girişti. Ermeni baronu Leon İstanbul’da
hapisteykenölmüş; oğlu Toros ise kaçıp ülkesine dönmüş ve Bizans’a ait Misis, Tarsus,
Anazarba gibi şehirleri zapt ettiği gibi, Türk topraklarına da tecavüz ediyordu. Bununüzerine
Çukurova’ya bir sefer yapacak gücü bulunmayan Manuel, sultana değerli hediyeler ve çok
miktarda para göndererek onu Ermeniler üzerine bir seferyapmaya teşvik etti.
95

Sultan Mesud yanında Danişmendli Yağıbasan da olduğu haldeÇukurova’ya girdi.


Toros Sultan’a tâbi olmayı kabul etmekle birlikte, Bizans’aait yerleri boşaltmayı kabul etmedi
(1153).Toros’un Çukurova’da güçlenmesi, aslında Türkiye Selçukluları’nın Suriye
yolunutehdit ettiği için, ama Bizans imparatorunun da ısrarlı tahrikleri üzerine SultanMesud
1154’de yeniden Ermeniler üzerine sefere çıktı.
Selçuklu ordusu Misisve Anazarba’yı kuşattı fakat alamadı. Bunun üzerine Tell-
Hamdun’a taarruz edildi;fakat ağaçları kökünden söken şiddetli bir fırtına ve dolu orduyu
duraklattı. Ayrca Antakya haçlıları üzerine gönderilen Yakup Bey idaresindeki Türk birlikleri
pusuyadüşürülüp imha edildiler. Orduda çıkan dabah (hayvan vebas›) salgını
yüzündenhayvan kayıpları askerleri güç durumda bıraktı. Bunun üzerine ağırlıklarını
dabırakarak çekilen Selçuklu ordusu, Ermeniler’in takibi sonunda da çok zayiat verdi.
Sultan Mesud ikinci Kilikya seferinden döndükten sonra hastalandı. On ay sonra
1155 baharında vefat etti. Ölmeden önce Elbistan meliki olan oğlu Kılıç Arslan’ı sultan ilan
edip ilk olarak da kendisi biat etti. Danişmendli tâbileri ile diğer oğullarına da, Kılıç Arslan’a
bağlı olmaları kaydıyla bazı toprakların idaresini bıraktı. Sultan Mesud, Birinci Haçlı Seferi
ve I. Kılıç Arslan’ın ölümü dolayısıyla neredeyseyok olmak tehlikesiyle karşı karşıya olan bir
devlet devralmıştı. Bir devletinistikrarı bakımından önemli olan 39 yıllık uzun saltanatının ilk
yıllarını, tahtını borçlu olduğu Danişmend beyinin baskısı altında geçirmişti. Bununla
birlikte1142’den itibaren Danişmendliler üzerinde üstünlük sağlayarak, Bizans ve Haçlı
tehlikelerini bertaraf ederek Türkiye Selçuklu Devleti’ni ihyâ etti. Bu dönemde biriki cami
inşası dışında imar faaliyetlerine pek imkân olmadığı anlaşılıyor.
II. KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ
Saltanatının İlk Yılları
Babasının sağlığında tahta çıkan Kılıç Arslan’ın Şahinşâh ve Devlet adlı iki kardeşi
daha vardı. Yeni sultanın tahtı için tehlike olarak gördüğü Devlet’i bertaraf etmesiAnkara,
Çankırı meliki olan Şahinşah’ın isyan etmesine yol açtı. Bu kargaşadan yararlanmak için ilk
harekete geçen ise Sivas’ta Danişmendli Yağıbasan oldu. ÖnceZünnûn’a ait Kayseri
bölgesine girdi; fakat II. Kılıç Arslan üzerine yürüyünce bölgedekiHıristiyan ahaliyi Sivas’a
sürgün ederek geri çekildi.
Bu olaydan sonra sultanla anlaşma yapmasına rağmen, kısa bir süre sonra
Selçuklular’a ait Elbistan’ı işgal etti. Kılıç Arslan’ın harekete geçtiğini öğrenince, bölgeden
yine onbinlerce insanı kendi topraklarına sürdükten sonra sultanla savaşmak için geri döndü.
Ancakdin adamlarının boş yere Müslüman kanıdökülmemesi için arabuluculuk yapmaları
üzerine anlaşma sağlandı (Eylül 1155).
Kilikya Ermenilerinin Maraş’ı zapt ve tahrip etmesi II. Kılıç Arslan’ın buraya
seferyapmasına neden oldu. Kendisinin meliklik merkezi olması hasebiyle iyi tanıdığı
bölgede, Ermeni yöneticilerin zulmettiği hıristiyan halka çok iyi muameleeden sultan, onların
topraklarına dönmelerine izin verdi. Sonunda Pertus kalesinikendisine teslim eden Toros ile
anlaşmaya vardı (1157).
Kılıç Arslan’ın güneydoğuda güçlenmesi, bu sırada haçlılara karşı mücadele
etmekteolan Nureddin Mahmud’u rahatsız etmekteydi. Kayınpederi Sultan Mesud’labölgesini
işgal etti. Kılıç ArslanAyntâb’ı geri alıp Rabân üzerine yürüdüğü sırada, haçlıların da
taarruzuna uğrayanNureddin Mahmud, işgal ettiği yerleri iade etmeye mecbur kaldı.Fakat
Selçuklular’ın güçlenmesi Nureddin Mahmud kadar Bizans imparatorunuda rahatsız
etmekteydi. Kendi tâbisi olarak gördüğü Kilikya Ermenilerini itaâte almakiçin düzenlediği
seferden dönerken, Türkmenler’in saldırılarıyla çok kayıpverdi. Ertesi yıl bunun intikamını
almak için çıktığı seferde de Türkmenler’in düzenlediği baskınlarla büyük zayiata uğradı.
II. Kılıç Arslan’ın İstanbul Ziyareti ve Bizans’la Barışı
Manuel Komnenos da, Birinci Haçlı Seferinin kazanımlarını yitirmemek için
büyükmücadele veren babası ve dedesinin siyasetini izlemekteydi. Bu yüzden de
96

tahtageçtiğinden beri Selçuklular’la devamlı mücadele halindeydi. Fakat bunca çabayarağmen


Anadolu’da tarihin akışının Türkler lehine kararlılık arzettiğini görünce, Selçuklular
aleyhinde oluşturacağı ittifaklarla sonuca gitmeye karar verdi. Bu ittifaktabaşta sultanın
kardeşiŞahinşah, Danişmendliler’in Kayseri meliki Zünnûn, Sivasmeliki Yağıbasan ve
Malatya’daki Zülkarneyn ve bazı Artuklu beyleri yer aldılar.
Haleb Atabeyi Nureddin Mahmud da, muhalifleri himaye edip Bizans’a
paralelsiyaset yürütmek suretiyle, Sultan Mesud döneminden tamamen farklı bir yol izliyordu.
Kılıç Arslan da buna karşılık atabeyin asi kardeşi Harran emiri Mirmirân’ı
himayeediyordu.Gelişmeleri yakından takip eden Kılıç Arslan imparatora yaptığı anlaşma
teklifininreddedilmesi üzerine; Ceyhan bölgesini Yağıbasan’a bırakarak bu ittifakı
kırmakiçin çok ciddi bir teşebbüste bulundu ancak bu da sonuçsuz kaldı. II. Kılıç Arslan
bunun üzerine tüm entrikaların kaynağı olarak gördüğü İstanbul’agitmeyi kararlaştırdı. 1162
yılında 80 gün sürecek uzun bir diplomatik ziyaretgerçekleştirdi. Selçuklu sultanı, ziyaret
sonunda, en önemli beklentisini gerçekleştirdi. Bazı tavizlerkarşılığında da olsa Bizans
imparatoruyla bir anlaşma imzalayıp, onu bu ittifaktanayırmayı başardı.
Anlaşmanın Bizans açısından en önemli tarafı Türkmenler’in, Bizanssınırındaki
ilerleyişinin durdurulmasını kabul ettirmiş olması ve Batı Anadolu’daişgal edilmiş olan bazı
yerlerin imparatorluğa iade edilmesiydi. Kılıç Arslanise imparatordan sağladığı ciddi para
yardımının yanı sıra; diğer düşmanlarıyla savaşırken onu saf dışı bırakarak büyük bir
diplomatik başarı sağlamışoldu. Bu anlaşmada yerine getirilmesi pek mümkün olmayan
Türkmen akınlarının durdurulması gibi; Kılıç Arslan’ın, Bizans’ın müttefikleri olan Şahinşah
ve Danişmendli meliklere saldırmayacağı hükmü de son derece manidardı.
Danişmendliler’inOrtadan Kaldırılması
Kılıç Arslan İstanbul’dan biraz onuru kırılmış, fakat barışı satın almış olarak
döndüğünde ilk işi, en büyük düşmanı Yağıbasan’ın üzerine yürümek oldu. Zira Yağıbasan
sultanın yokluğunda Artukluların elinde bulunan Harput’a girerek yağmalamış ve ahalisini
sürgün etmişti Kılıç Arslan 1163 yılında, güneyden Mardin Artukluve Erzen beylerinin destek
verdiği sefer sırasında Sivas’ı ele geçirdi. Yağıbasan,Kılıç Arslan’ın yerine tahta geçirmek
için ittifak halinde bulunduğu Şahinşah’ın yanına kaçtı ve bir süre sonra Çankırı’da eceliyle
öldü. Sivas’ta onun yerine kardeşininoğlu İsmail geçtiyse de, Yağıbasan’ın ölümü sultanı, çok
büyük bir düşmandankurtardığı için son derece rahatlattı.
Kılıç Arslan kendisine karşı Yağabasan’la birlikte hareket eden, ama onun
ölümüyleyalnız kalan Zünnûn’la barıştı. Bu karışıklardan istifadeyle Maraş bölgesiniistilâya
girişen Ermeni Toros’a karşı harekete geçip, Elbistan ve Ceyhan bölgesiniyeniden
topraklarına kattı. 1168’de aniden Kayseri’yi ele geçirip Zünnûn’un hâkimiyetineson verdi.
Böylece müttefiklerini tek tek kaybeden kardeşiŞahinşâh’danda Ankara-Çankır bölgesini aldı.
Şahinşâh ve Zünnûn, imparator batıda Macarlar’la mücadele ettiği,
dolayısıylakendilerine yardım etme şansı bulunmadığından Nureddin Mahmud’a iltica
ettiler.Ancak Kılıç Arslan güneydoğu siyasetinin öncelikli hedefi olan siyasi birliği
sağlamakkonusunda kararlıydı. Bu amaçla kardeşi Feridun tarafından Malatya’dan
atılanDanişmendli Muhammed’i himayesine alıp şehri kuşattı. Fakat Kılıç Arslan’ın budenli
güçlenmesi, Haleb atabeyini de neredeyse haçlılar kadar rahatsız ediyordu.Nitekim tüm
Danişmendli muhalifler, Mardin ve Hısn Keyfâ Artukluları, Şahinşâhve hattâ Ermeni prensi
Mleh, atabeyin teşvikiyle Kılıç Arslan’a karşı oluşturduğu ittifaka katıldılar. Nureddin
Mahmud müttefikleri bir orduyla Sivas’a, Danişmendli İsmail’in emrine gönderdi. Bunun
üzerine Kılıç Arslan kuşatmayı kaldırmakzorunda kalırken, Malatya civarından 12.000 kişiyi
kendi topraklarına sürüp Kayseri’yedöndü.
Nureddin Mahmud’un Selçuklu sultanına dayattığı Kayseri’nin Zünnûn’a verilmesi,
Şahinşah’ın oğullarının serbest bırakılması ve ona ait şehirlerin iadesi şeklindekiisteklerinin
yerine getirilmesi çok zordu. Fakat Kılıç Arslan zaman kazanmakiçin görüşmeleri bir süre
97

devam ettirdi. Fakat müttefik ordu şehirde büyük bir kıtığa yol açmıştı. Melik İsmail ve
hatunu kıtlık sebebiyle isyan eden halk tarafındanöldürüldüler. Zünnûn bu sırada Maraş,
Göksun, Raban ve Merzûban’ı işgal etmiş olan Nureddin’in desteğiyle Sivas’ı ele geçirdi.
Kılıç Arslan artık Nureddin Mahmud’lasavaşmak üzere ilerledi. Ancak tam bu sırada
Suriye’de haçlılar da saldırıyageçtikleri için zor durumda kalan atabey, işgal ettiği toprakları
iade etti. Kılıç Arslanise vardıkları anlaşma gereği Zünnun’un Sivas hâkimiyetini tanımak
zorunda kaldı.II. Kılıç Arslan bu kadar badireyi atlattıktan sonra, 1174’de Nureddin
Mahmud’unölümüyle büyük bir düşmandan daha kurtuldu. Malatya haricindeki
tümDanişmendli şehirlerini zabt etti. Bunun üzerine Zünnûn ve şahinşâh Bizans’a
ilticaederken, Malatya’yı ele geçiren Muhammed sultana bağlı kaldı. Bununla birlikte
1178’de şehri doğrudan topraklarına katan Kılıç Arslan, Danişmendoğulları’ndanhayatta
olanları Selçuklu hizmetinde uç beyi olarak istihdam etti.
Miryokefalon Zaferi ve Önemi
1162 Selçuklu-Bizans anlaşmasında yer alan, Bizans’ın müttefiki oldukları için
muhaliflerintopraklarını sahiplerine vermesi ve Türkmenlerin işgâl ettiği yerlerin iadesiyerine
getirilmesi zor şartlardı. Kaldı ki Manuel Komnenos da Balkanlardakimeşguliyetleri sebebiyle
Kılıç Arslan’la imzaladığı anlaşma şartlarının takibini yapamamıştı. Gerçi Kılıç Arslan
anlaşmadaki bir hüküm gereğince, imparatorun1167’de Macarlarla yaptığı savaşla asker
göndermişti. Fakat Manuel Komnenos Selçuklu sultanının, 1173’de Sivas’ı kuşatan
NureddinMahmud’la yaptığı anlaşmayı kendi aleyhinde bir ittifak sayarak, bir elçi
gönderipbir nevi protestoda bulunmuştu. Kılıç Arslan cevabında Bizansla yaptığı
muahedeyüzünden halife ve Müslümanların suçlamalarına maruz kaldığını, buna
rağmenanlaşma şartlarına riayet ettiğini ve anlaşmanın bundan sonra da devam
etmesiniistediğini bildirdi.
Bu arada Türkmenler, doğrudan Selçuklu sultanın emrinde olmamakla
birlikteEskişehir’i aşmış hattâ Kırkağaç, Bergama ve Edremit’e kadar yayılmış; bir
rivayetegöre bu akınlarda 100.000 esir alıp İslâm ülkelerinde satmışlardı. Bizans buna karşı
sözü edilen yerlerde yıkılan istihkâmları yenileyerek bir savunma hattı oluşturdu.Türkmenler
üzerine ordular sevk ederek onlarla mücadeleyi sürdürdü.Netice olarak imparator, Bizans
yönündeki fetihler durdurulmadığı ve Kılıç Arslan’ın barışşartlarını ihlâl ettiği gerekçesiyle
savaş ilan etti. Oysa gerçek nedenhaçlı seferinin yol açtığı tecridi kıran Türkiye
Selçukluları’nın, bu anlaşma sayesindekatettikleri mesafenin doğurduğu endişeydi. Başka bir
ifadeyle Bizans’ın büyükkülfetlere katlanarak organize ettiği haçlı seferlerinden elde
ettiklerini, neredeysetükenme noktasına getiren Selçuklu ilerleyişi engellenememişti.
Bizans imparatoru Macar, Frank, Sırp ve Peçenek gibi paralı askerlerle
mevcudu100.000’i bulan, ağırlıkları 5.000 araba ve hayvanlarla taşınmakta olan
ordusuylaharekete geçti. Öte yandan içlerinde Zünnûn’un da bulunduğu bir kuvveti
Niksar’asevk etti. Bu ordunun komutanı Vatatzes savaşta ölürken Zünnûn ihanet
şüphesiyletutuklandı. Bizans’ın sevk ettiği Şahinşâh da hezimete uğratıldı. Manuel
bugelişmeler üzerine işi bizzât bitirmeye karar verdi. II. Kılıç Arslan ise, Konya
yönündeilerleyen imparatora, bir elçi göndererek anlaşmanın yenilenmesini istedi.
Ancak Manuel, tıpkı Malazgirt öncesi Alp Arslan’a meydan okuyan Diogenes
gibi,barışın Konya’da yapılacağını bildirerek anlaşmayı reddetti.Kılıç Arslan harekâtını
dikkatle izlediği Bizans ordusunun iaşe imkânlarını yokederken; vur-kaç taktiğiyle 3-5 bin
kişilik guruplar halinde böldüğü Türkmenkuvvetlerine, düşmanı hırpalatıyordu. Selçuklu
sultanı imparatorun şaşırtma taktiklerinerağmen, Bizans ordusunun geçeceği güzergâhı
isabetle tespit edip kuvvetleriniona göre mevzilendirdi.
Nitekim Manuel, kurmaylarının ordunun yorgunolduğu ve Türkmenlerin savaş
güçleri konusunda yaptıkları uyarılara rağmen; Denizli’denHoma (Gümüşsu) yönüne dönüp
Miryokefelon (Myriokephalon) geçidinegirdi. Burası neredeyse ancak techizatlı tek bir
98

askerin yürümesine imkân veren,iki tarafı sarp uçurumlarla çevrili çok dar bir geçitti.Geçide
giren Bizans ordusunun öncü birliklerini, sağ ve sol kol kuvvetleri takipediyordu. Bunların
arkasında ise ordunun ağırlıklarını taşıyan araba ve hayvanlar; ensonda da merkez
kuvvetlerinin başında imparator ve artçı birlikleri geliyordu.
Bizansordusunun bu düzeni, ağırlıklarını Türkmenlerin baskınlarından korumakla
ilgili birtedbirdi. Neredeyse tek sıra halinde yürüyen ordu bu vadiden Çivril (Tzibritze)
geçidindeçıkabilecekti. Bizans ordusu geçide girdiği andan itibaren Türklerin ok yağmuru
altında yürüyüşüne devam etmek zorunda kaldı.
Ordunun bir kısmı büyükmüşkilatla Çivril geçidinin ağzına ulaştığında; uğradıkları
baskınla Türklerin pususunadüştüklerini anladılar. Öncü birliklerin çok az bir kısmı geçitten
çıkıp ilerideki birtepede toplanabilmelerine rağmen, sağ ve sol kol kuvvetleri tamamen imha
edildi. Geçidin ağzı ölüler, arkası manevra yapamayan yük arabaları ve hayvan ölüleri
tarafından tıkanmış olduğu için, buradaki askerlerin ölmekten başka şansları yoktu.
Durumunvehametini gören Manuel muhafız birliğiyle öne atılarak, ölüm kalım
mücadelesi veren askerlerine ulaşmayı denediyse de başaramadı. Kendisi de onlarca
gürz,mızrak ve kılıç darbesiyle yaralı olarak canını zorlukla kurtarıp öncü
birliklerininoluşturduğu küçük birliğe ulaştı. Türk kuvvetlerince sarılan düşman ordusunun
gerikalanlarına da ağır kayıplar verdirildi. Bu çarpışmalar sırasında çıkan toz fırtınası savaşı
daha mezbûhâne bir hale getirdi. Kimin kimi öldürdüğünün belli olmadığı buortamda her iki
taraf da kayıplara uğradı. (17 Eylül 1176).
Fırtına dinip karanlık basınca, iki taraf da nihai savaş için ertesi günü
beklemeyebaşladılar. Türkler Bizans ordugâhına yaklaşıp gayrımüslim soydaşlarına,
geçolmadan orayı terk etmeleri çağrısında bulunuyorlardı. Kurtuluş için başka hiçbirümidi
kalmayan imparator, gece Kılıç Arslan’a barış teklifinde bulundu. Aslında busavaşa girmeyi
hiç istememiş ve defalarca da sulh teklif etmiş olan Selçuklu sultanı öneriyi derhal kabul etti.
Anlaşmanın maddeleri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.
Bir Bizans kaynağı Manuel’in, Kılıç Arslan’ın elçisi aracılığıy bildirdiği şartları
tartışılmadan imzaladığını; Dorylaion ve Sublaion istihkâmlarının yıkılması ve 100.000 dinar
savaş tazminatı ödenmesi yanında, içeriğini açıklamadığı başkahükümlerin de olduğunu
yazmaktadır (Niketas 1995, 131) Gün ışıdığında henüzanlaşmadan haberdar olmayan Türk
askerleri, etrafını sardıkları Bizans ordusunazayiat verdirmeye devam ettiler.
Sonuç olarak anlaşmaya varıldıktan sonra imparator, ordusunun ancak canlarını
kurtarabilmiş kılıç artıklarıyla, hiçbir şey elde edememiş; geri dönüşünü de Kılıç Arslan’ın
görevlendirdiği Selçuklu müfrezesinin himayesine borçlu olarak yolaçıkarıldı. Manuel savaşın
meydana geldiği dağların, vadilerin, hendeklerin Bizansaskerlerinin ölüleriyle dolmuş olduğu
güzergâhtan içi kan ağlayarak geçti. Bozgunhalinde dönen Bizans ordusunu Türkmenlerin
saldırılarından korumak mümkünolmadığından kayıplar vermeye devam etti.
Manuel Komnenos, bizzât kendisinin Malazgirt yenilgisine benzettiği bu savaşı
kaybetmekle aslında tüm davasını da kaybetti. Bizans İmparatorluğu Miryokefalon’da,
Malazgirt’ten beri haçlı yardımları ve çeşitli entrikalarla yaşatmaya çalıştığı Anadolu’yu geri
alma hayalinden hakikat duvarına çarparak uyandı. Bundanböyle Anadolu’da Türklerle
birlikte yaşamak mecburiyetinde olduğu gerçekliğinianladı. Bu zaferden sonra Bizans’la
Selçuklular arasındaki savaşlar devlet düzeyindeneredeyse sona erdi. Taarruz güç ve
kaabileyetini bu savaşta tamamen yitirenBizanslılar, bundan sonra sürekli geri çekilirken
Türkler de o nisbette ve sürekliilerleyiş halinde olacaklardır.
Miryokefalon’dan Sonra Selçuklular
Miryokefalon Zaferi ve öncesinde kazanılan başarılar, Türkiye Selçukluları için
tambir dönüm noktası oldu. Bizans ve Danişmendlilerin devre dışı kalmaları, ülkedeistikrarın
oluşmasına önemli katkı sağlamıtır. Zaferden sonra ilk olarak hatırlanacağı üzere,
Danişmendlilerin Malatya şubesine son verilmişti. Sultan daha sonra kızına ihanet ettiği için,
99

damadı Hısn Keyfâ Artuklu beyi üzerineyürüdüğünde (1180), bu gelişmeyi kendisi için
tehlikeli bulan Selahaddin Eyyûbî, haçlılarla anlaşma yapıp Kılıç Arslan’ın karşısına çıktı.
Selçuklu sultanın vezirivasıtasıyla anlaşma sağlanıp Ermenilere karşı müşterek bir harekât
yapıldıysa da, tarihî sebeplerle anlaşılmazlığın tamamen bitmesi mümkün değildi.
1180’de Manuel Komnenos’un ölümünden sonra Bizans topraklarına akınlartüm
hızıyla devam etti. Eskişehir, Kütahya ve Uluborlu’nun yanı sıra, bir kaynağa göre 72 kale
fethedildi (1182-1183). Nihayet Bizans’ın içerisindebulunduğu saltanatmücadelelerinden
yararlanan Kılıç Arslan, 1185’de imparator II. İsaakios Angelos’uon yılık bir anlaşmayla
vergiye bağladı.
Devletin İdare Mekanizmasında Değişiklikler
1176 zaferiyle ülke askerî bakımdan sükûnete kavuşmuş, Anadolu’da Bizans
dahilbütün muhalifler bertaraf edilmiş; Kılıç Arslan’ın karşısında güneydoğu
ilerleyişininönünde tek engel olarak Selahaddin Eyyûbî kalmıştı. Ancak Türkiye
Selçukluları’nınkuruluşundan beri bir türlü istikrar bulmayan askerî, siyasî, dolayısıyla
ekonomik ve sosyal şartlar; yerleşik hayatın gerektirdiği kurumların teşekkülünü de
geciktirmişti.
Bunun yanı sıra devletin bünyesinde, iktidarın tabiatı gereği daha merkeziyetçibir
yapıya dönüşme hedefinin yarattığı sorunlar da açığa çıkmaya başlamıştı. Aslında
Türkistan’daki bütün Türk hanedanlarının da başlıca meselesi olan ve hanedanların sonunu
getiren bu husus, Türk devletinin yapısıyla ilgiliydi. Yer yer ifadeedildiği gibi boy birliği
esasına göre örgütlenen Devlet, temsil ettikleri nüfus nisbetindeboy beylerinin güç
gösterilerine sahne olabilmekteydi. Meselenin başlıca çözüm yolu göçebeleri yerleşik hayata
geçirmekti ve bu da devletin merkeziyetçileşmesianlamına geliyordu. Türkmenlerin muhtelif
bölgelere dağıtılarak yerleştirilmesiyle,devletle pazarlık güçlerini kaybecek olan Türkmen
beyleri ise örftenkaynaklanan bu rollerini terk etmeye yanaşmıyorlardı.
Devletin sadece Türkmenlere dayanan askerî yapısı, yerleşik bir ortaçağ
islâmdevletinin önündeki en büyük engeli oluşturuyordu. Gerçi Büyük Selçuklulardabir nevi
feodal parçalanmaya neden olan toprak dağıtım usûlü, Anadolu’da bu sakıncalarından büyük
ölçüde arındırılarak daha merkeziyetçi bir şekil almıştı. Bunarağmen Türkmenlerin devletteki
ağırlığı devam etmekteydi. Nitekim 1162 İstanbulAnlaşmasında, devletin sultanı sıfatıyla
Kılıç Arslan’ın taahhüdü yeterli bulunmayarak,beylerden de anlaşmanın yürürlüğü konusunda
garanti istenmesi bunun enaçık ifadesiydi. Bu durum açıkça devletin ve hükümdarın varlık
sebebi olan hükümranlığının zedelenmesi demekti. Kezâ Manuel Komnenos,
Miryokefalon’dansonra ülkesine dönerken, yanına verilmiş olan Selçuklu muhafız birliğine ve
sultanın emrine rağmen, anlaşmayı beğenmeyen Türkmenler’in saldırılarından
kurtulamamıştı.Başka örnekleri de bulunan bu durum Türkmenlerin yavaş yavaş sistemin
dışına çıkarılmasına yol açtı.
Askeri gailelerin geciktirdiği yetersizkurumlaşma, doğal olarak bir istihdam açığı da
yaratıyordu. Türkiye Selçuklularızaten en başından beri kendileriyle birlikte Anadolu’ya göç
eden İranlıları özellikle sivil bürokraside çalıştırmaktaydılar. İçlerinde Türklerin de
bulunduğumuhtelif unsurlardan oluşan; fakat gulam sisteminin kendileştirdiği bu zümreler,
sözkonusu değişim sürecinde mülkiye yanında askerî kadrolarda da daha fazla yerbulmaya
başladılar. Merkezî idarenin otoritesine boyun eğmeyen Türkmenler iseuçlara doğru
kayarak/kaydırılarak, buralarda hem fetihlere devam edecek, hem dekendi hayat tarzlarını
sürdürebileceklerdi.
II. Kılıç Arslan’ın Ülkeyi Oğulları Arasında Paylaştırması
Kaynakların ifadesine göre Kılıç Arslan’ın onbir oğlu bulunmaktaydı. Kendisininbu
tarihlerde otuz yılı bulmuş olan saltanat dönemi, sadece uzunluğu dolayısıylabile devlet için
başlı başına istikrar kaynağı olmuştu. Bu arada oğullarının hepsi deolgun bir yaşa gelmişlerdi.
Ancak bilindiği gibi devletin iyi işleyen bir veraset kurumuolmadığı gibi, kut anlayışına
100

istinaden hanedanın tüm erkek üyeleri de saltanatiddiasında bulunabiliyorlardı. Kılıç Arslan


şüphesiz bu kadar yetişkin şehzâdenin,kendi ölümünden sonra mukadder olan taht
kavgalarıyla devleti sarsıntıyauğratacaklarını biliyordu. Birisini veliaht ilân etmesi de
meseleyi halletmeyecekti.
Bu durumda belki kendi sağlığında görülecek aksaklıklara müdahale edebileceği
umuduyla; oğullarını ülkenin muhtelif yerlerine melik olarak tayin etti. Meliklersultana tâbi
olmak kaydıyla, kendi adlarına para kestirmek ve divanlarını (hükûmet)kurmak haklarına
sahip olacak; fakat yılda bir kere Konya’ya gelip Kılıç Arslan’a bağlılıklarını bildireceklerdi.
Bu uygulama daha önce de anlatıldığı gibi, toprakların mülkiyetinin değil; ülke yönetiminde
sorumluluk paylaşımı olarak algılanmalıdır.Böylece kendisine taht sırası gelmesini bekleyen
şehzâdelerin bir kısmı saltanatihtirasını meliklik müddetince tatmin ettikleri için taht
kavgalarına girmeyebilirlerdi.Bu paylaşımın bir nedeni de, bir süredir sınırlara doğru itilmekte
olan Türkmenlerin, uçlara tayin edilen meliklerin hizmetinde, kontrol altında tutulmak
istenmesiolabilir. Nitekim bu güce dayanan melikler Bizans hudutlarında fetihleri
genişletmeye devam etmişlerdir.
Üçüncü Haçlı Seferi ve Türkiye Selçukluları
Selahaddin Eyyûbî’nin 1187 yılında Kudüs’ü fethi üzerine Avrupa’da yeni bir haçlı
seferi heyecanı uyandı. Papa’nın ısrarlı propogandaları neticesinde yine krallaridaresinde bir
sefer düzenlendi. İngiltere ve Fransa kralları deniz yolunu tercihederken; 1101 yılı ve ikinci
haçlı seferleri dolayısıyla, bu yolun tehlikelerini gayetiyi bilen Alman imparatoru Friedrich
Barbarossa, daha sefer hazırlıklarını yaparkenSelçuklu sultanına elçi göndererek
topraklarından güvenle geçiş izni istedi. Bundanbir süre önce Selahaddin Eyyûbî’nin kendi
aleyhinde Bizans imparatoruylayaptığı anlaşmayı dikkate alan Kılıç Arslan da, Alman
imparatoruna ülkesindenserbestçe geçiş imkânı tanımakta sakınca görmedi.
Bizans imparatorunun karşı koyacak gücü olmadığı için geçiş izni vermek
zorundakaldığı Alman ordusu, 1190 baharında Alaşehir-Denizli üzerinden
Uluborlu’yagirdiğinde, kendilerini sultanın yaptığı anlaşmayla bağlı saymayan
Türkmenlerinsaldırısına uğradı. Türk elçileri durumu açıkmakla birlikte baskınlar devam
ettiği için, aldatıldığını düşünen Barbarossa Konya’ya doğru yürüyüşe geçti. Bu
sıradababasına karşı taht davasına girmiş bulunan Sivas meliki Melikşah, Ankara
melikiMesud ve muhtemelen Uluborlu meliki Keyhüsrev, Türkmen kuvvetleriyle
birlikteAkşehir’de haçlı ordusunun karşısına çıktılar. Çok zayiat verdirilmesine rağmen
sayıları yüzbine ulaşan haçlılar durdurulamadı. Son olarak Melikşah’ın Konyadışında yaptığı
savaşı da kaybetmesi üzerine haçlılar şehre girdiler. Burada yol boyuncaçektikleri sıkıntıları
unutturacak yağma ve katliamlar yaptılar.
II. Kılıç Arslan ülkesinin daha fazla zarar görmemesi için, anlaşmayı
Melikşah’ınbozduğu, dolayısıyla hadisede kendisinin dahli olmadığı mazeretini beyan
ederekAlman imparatoruyla yeni bir anlaşma yapmaya muvaffak oldu. Barbarossa’ya
yolboyunca Türkmenlerin saldırılarından korunabilmesi için, çok sayıda Türkmen beyirehine
olarak verildi. Haziran ayı ortalarında Lârende (Karaman) yönünde ilerleyenhaçlı ordusu,
imparator Silifke çayında boğulmasına rağmen Suriye’ye ulaştı.
Taht Kavgaları ve Kılıç Arslan’ın Ölümü
II. Kılıç Arslan artık yetmiş yaşını aşmış ve savaşlarda ata binemeyip, arabayla
gidecekkadar da vücutça sakat bir hâlde bulunuyordu. Herhalde ölümünün de yakın olduğunu
düşünüp, taht kavgalarıyla parçalanmaması için ülkeyi oğulları arasında taksim etmişti. Fakat
Sivas meliki olan oğlu Melikşah,babasına tahakküm etmeye başlamış ve Konya’ya gelerek
kendisini zorlaveliaht ilân ettirmişti. Ayrıca kendisini tutmayan ve gulam sisteminden gelen
sultanın yaşlı veziri İhtiyareddin Hasan’ı azlettirdi. Mekikşah Haçlı ordusunun ayrılmasından
sonra babasının iktidarını kullanarak kardeşlerinin topraklarına sahip olmakistedi.
101

Malatya’daki Kayserşah, Selahaddin Eyyûbî’nin himayesini sağlayıp yerindekalırken;


Melikşah babasını zorla yanına alarak Kayseri’deki Sultanşah’ı kuşattı.
Kılıç Arslan burada Sultanşah’a ettiyse de onun da amaçları için kendisini
kullanmakistediğini görerek, Uluborlu meliki Keyhüsrev’in yanına kaçtı. Bunu fırsatbilen
Melikşah Konya’ya girip tahtı ele geçirdi. Kılıç Arslan bunun üzerine
Keyhüsrev’inyardımıyla başkenti kurtarıp yeniden tahta oturdu ve bu oğlunu veliaht ilanetti.
Baba-oğul Aksaray’a çekilen Melikşah’ı muhasara ettiler. Ancak bu sırada yaşlı sultanın
hastalığıağırlaşınca Keyhüsrev onu Konya’ya götürdü; kısa bir süre sonrada vefat etti (Ağusos
1192). Sultan Mesud tarafından yaptırılmış olan caminin yanındaki türbeye defnedildi.Sultan
II. Kılıç Arslan Türkiye Selçuklu Devleti’ni, babasının getirdiği noktadandaha ileri götürerek
siyasî birlik ve güvenliği sağlamak bakımdan önemli mesafekatetti. Kaynaklar onun adaletli,
şefkatli bir hükümdar olmasının yanı sıra düşmanlarına karşı coşkun ve mücadeleci bir ruha
sahip olduğunu yazarlar.
Kılıç Arslandönemi mimari eserler ve diğer kurumlar bakımından da başlangıç
dönemini teşkileder. Bunların en önemlileri 1171 yılında yeni baştan inşa edilen Aksaray
şehriyleburaya çok yakın bir mesafede yaptırdığı kervansaraydır. İlk altın paranın bu
dönemde darbedilmiş olması da devrin iktisadî gelişiminin işareti sayılmalıdır.

I. GIYASEDDİN KEYHÜSREV’iN İLK SALTANATI


Kardeşler Arasındaki Taht Mücadeleleri
II. Kılıç Arslan’ın, onbir oğlunu ülkenin çeşitli yerlerine
melik olarak tayin etmesi, devletin henüz istikrara kavuştuğu bu dönemde dahilîbir buhrana
sebebiyet vermişti. Oğullarının bazıları daha sultanın sağlığınnda, kendileriniveliaht ilân
ettirmek için babalarına baskı yapmaya başlamışllardı. NitekimSivas-Aksaray meliki olan
Melikşah, bir rivayete göre kendisini zorla veliaht tayinettirdikten sonra, sınırdaş olduğu
kardeşlerinin topraklarını almak için mücadeleyebaşlamıştı. Malatya meliki Kayserşah, ancak
Eyyûbîler’e sığınmak suretiyle konumunumuhafaza edebilmişti. Melikşah, diğer kardeşi
Kayseri meliki Sultanşah’ı, babasını da zorla yanında götürmek suretiyle kuşatmış;
Melikşah’ın baskısındanyılgınlık gelen sultan bir fırsatını bulup Kayseri’deki oğlunun yanına
kaçmıştı. Ancakonun da diğerinden farklı olmadığını görerek, ondan da Uluborlu meliki
Keyhüsrev’esığınmıştı. Keyhüsrev, babasına gereken hürmeti göstermiş ve onu ağırladı.
Bu arada Melikşah da, Kılıç Arslan’ın kaçması üzerineKonya’ya girip kendisini
sultan ilan etti. Bunun üzerine Keyhüsrev babasını dayanına alıp, ordusuyla Melikşah’ın
üzerine yürüdü. Ağabeyini Konya’dan kaçmayamecbur ederek, babasını yeniden tahtına
oturttu. Kılıç Arslan bu hizmetlerinin karşılığında küçük oğlunu veliaht tayin edip, devlet
erkânından da ona biat edeceklerinedair söz aldı. Sonra yaşlı sultan Melikşah’ı cezalandırmak
amacıyla, yanındaveliahtı olduğu halde Aksaray’ı kuşattı. II. Kılıç Arslan kısa bir süre sonra
hastalandı. Keyhüsrev babasını Konya’ya götürmek üzere harekete geçti ama durumu
giderekağırlaşan sultan yolda vefat etti.
Keyhüsrev, babasının ölümünü kendisiyle mücadeleye girecek olan kardeşlerinefırsat
vermemek için, bir süre sakladı. Yaz sıcağı olduğu için de cesedi gizlicetahnit ettirdi.
Konya’ya döndükten sonra tahta oturan Keyhüsrev babasını defnettiripönce babasının yasını
tutup taziyeleri; sonra da cülusu için tebrikleri kabul etti(1192). I. Keyhüsrev’in, babalarının
ölümünden sonra iyice bağımsız kalan meliklerikendi idaresinde birleştirmesi ancak
mücadeleyle mümkün olabilecekti. Bununlabirlikte büyük ağabeyi dâhil olmak üzere
meliklerin, onun birinci sultanlık dönemindekestirdikleri para ve kitabe metinlerinde melik
unvanı kullanmaya devamettiklerine bakılırsa, kendisine tâbi olmasalar da saltanatına ortaklık
iddiasında dabulunmadıkları anlaşılmaktadır. Keyhüsrev’in de kendisine tâbi olamayan,
fakattahtını doğrudan hedef almayan kardeşlerine karşı herhangi bir harekete girişmediği
görülmektedir.Bu arada Melikşah’ın dikkatini Elbistan meliki Tuğrulşah ve Sultanşah
102

üzerinde teksif etmesi; hatta Sultanşah’ı bir hileyle yakalayıp öldürmesi ve topraklarını
elegeçirmesi, Keyhüsrev’e kendi bölgesinde bağımsız hareket etme imkânı verdi. Kısa bir
süre sonra Melikşah’ın hastalanıp ölmesi, onu görünürdeki en büyük tehlikedende kurtarmış
oldu.
Keyhüsrev’in Bizans’la İlişkileri
Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev özellikle Melikşah ve Sultanşah arasındaki
mücadelelerekarışmayarak, Bizans’a yönelik bir siyaset takip etmeyi tercih etti.
Meliklikdöneminde Uluborlu merkez olmak üzere, Kütahya’dan Antalya sınırlarına
kadaruzanan topraklarında Bizanslılarla hemhudut bulunuyordu. Keyhüsrev II. Isaakios’un
zayıf imparatorluk döneminden (1185-1195) yararlanarak topraklarını
fetihlerlegenişletiyordu. Bu arada Alaşehir (Philadelphia)’de imparatora karşı ayaklanıp
Türkmenler’den sağladığı kuvvetlerle Denizli Honas çevresinde tahribat yapanMankaphas
adlı Bizanslı bir asi, imparator tarafından takibata uğratılınca Keyhüsrev’e sığınmıştı.
Ancak İsaakios’un pek çok hediyeyle birlikte elçi gönderip buisyancıyı istemesi
üzerine, hayatına dokunulmamasışartıyla onu teslim etti. Buna rağmen Keyhüsrev’in kısa bir
müddet sonra, imparatorla ilişkileri bozulduğu gibi, savaşın eşiğine geldiler. Görünürde
Selçuklu sultanı, Mısır Eyyûbî hükümdarı Melik Adil’in Bizans imparatoruna hediye olarak
gönderdiği iki atı, uzunyolculuk sırasında çok hırpalandıkları için alıkoymuştu. Atların telef
olmaması içiniyi niyetle yapılmış olması mümkün ve özürle birlikte imparatora bildirilmiş
olankonu, iki devlet arasında kriz yarattı.
III. Aleksios Angelos’un da, buna karşılık Konya’dan İstanbul’a gitmekte olan bir
tüccar kafilesini yakalayıp mallarına el koyması, Keyhüsrev’in kendi tebası olan tüccarların
serbest bırakılması yolundaki teklifininreddedilmesi savaşa sebebiyet verdi. Keyhüsrev 1196
yılında ordusuyla Menderes havzasına girdi. Bölgedeki bir çokyer tahrip edilip ahalisi esir
alındı. Harekâta devam eden sultan, Ladik ve Honaz’ı da fethetti.Bu sefer sırasında pek çok
ganimetin yanı sıra 5.000 civarında esir ele geçirilmişti.
Selçuklu sultanı bu esirlerin hepsinin adlarını, geldikleri yerleri kayda geçirerek,
kendi topraklarına sürdü. Bu husus yeri geldiğinde bahsedildiği gibi, devletlerinekonomik
politikalarıyla ilgiliydi. Keyhüsrev bu ahaliyi, Manuel Komnenos’unKonya muhasarası
sırasında yaktığı ve ahalisini İzmit civarına sürdüğü Akşehir’egetirdi. Kendilerini köylere
yerleştirerek bedava çift, tohumluk ve hayvanverdiği gibi, beş yıl boyunca da vergiden muaf
tuttu.
Bir süre sonra imparatorla barış sağlandı. Bundan sonra ülkelerine dönüş serbestisi
tanınan Bizanslı ahali Selçuklutopraklarını terke yanaşmadı. Hatta bir Bizans kaynağının
veciz ifadesiyleesirlere karşı gösterilen bu insani tutum onlara vatanlarını unuttururken;
onların rahatına özenen başkalarının da gönüllü bir şekilde yurtlarını terk edip Selçuklu
ülkesinegöç etmesine, Bizans şehirlerinin boşalmasına yol açtı.
Keyhüsrev’in Tahtı Süleymanşah’a Terk Etmesi
Tokat meliki Süleymanşah, Kılıç Arslan’ın sağlığında Keyhüsrev’in velahtlığıyla
ilgiliolarak kendisini mücadeleye sevk etmek isteyenleri, babasının iradesine saygı göstermek
gerektiği, ayrıca kardeşinin saltanat için gerekli evsafı haiz olduğunusöyleyerek geri
çevirmişti. Süleymanşah, Melikşah’ın kardeşleriyle olan kavgalarına da taraf olmadığı gibi,
Karadeniz kıyılarında fetihlere devam ederek Samsun’utopraklarına kattı.. Ancak ağabeyi
Melikşah öldükten sonra, hiç vakit kaybetmedenharekete geçerek, Sivas, Kayseri ve
Aksaray’ı aldı. Bu yüzden adıgeçen şehirlerikendi topraklarına katmak isteyen Ankara meliki
Mesud ile karşı karşıya geldi. Fakatmüstahkem Ankara kalesini ele geçirmenin çok zaman
alacağını görerek, Ankara’ylabirlikte bazı yerleri ona bırakarak anlaşmaya vardı.
Süleymanşah bundansonra ordusuyla Konya önlerine gelip şehri kuşattı. Selçuklu
başkentinin sağlambir savunması vardı; nitekim kuşatma dört ay kadar sürdü. Belki bir
müddet dahadayanması mümkündü; fakat Keyhüsrev Konya halkının gittikçe daha fazla
103

sıkıntıya katlanmak zorunda kaldığını, durumun giderek ağırlaşmakta olduğunu


görerekağabeyine bir teklif iletti. Buna göre Süleymanşah çekilmeyi kabul ederse
kendisineçok miktarda para ve değerli hediyeler vererek sefer masraflarını karşılamayı önerdi.
Tek hedefi saltanat olan Süleymanşah’ın bu teklifi reddetmesi üzerine dekendisinin, ailesinin
ve maiyetinin canına dokunulmaması, istediği yere gitmesineizin verilmesi kaydıyla tahtı terk
edeceğini bildirdi. Konya halkı ve emirler Keyhüsrev’eKılıç Arslan’a verdikleri söz
gereğince, sonuna kadar mücadele edebileceklerinisöylediler. Fakat o, ahalinin daha fazla
sıkıntı çekmesini istemediği için Konya’yı terk etmeye karar verdi (Ekim 1196).
Süleymanşah bunun üzerine kardeşine canına-malına dokunulmayacağına dairbir
ahidnâme verdi. Süleymanşah, Keyhüsrev Konya’dan ayrıldıktan sonra şehregirip tahta
oturacaktı. Ancak kendisini emniyette hissetmeyen Keyhüsrev, oğulları Keykâvus ve
Keykubâd’ı bile beklemeden, Seyfeddin Ayaba ve Mübarizeddin Ertokuş adlı emirlerle
birlikte gece Konya’yı terk etti. Bu acele dolayısıyla yeni sultanın, güvenliğini sağlamak için
vermeyi vaad ettiği 3.000 kişilik müfrezenin korumasından da mahrum kaldı. Keyhüsrev’in
niyeti Akşehir yoluyla İstanbul’a iltica etmekti. Fakat Konya’nınLâdik köyüne geldiğinde
bura halkının saldırı ve hakaretlerine maruz kaldı, maiyyetinineşyaları yağmalandı.
Bunun üzerine daha güvenli olacağını düşünerek Larende(Karaman) istikametine
döndü. Keyhüsrev’in oğulları da, kendi istekleri üzerine, Süleymanşah tarafından yanlarına
adamlar verilerek, Kilikya sınırında beklemekte olan babalarının yanınagönderildiler.
Keyhüsrev, ilk olarak Kilikya’da II. Leon’un yanına gidip bir süreorada kaldı. Oradan izzet
ikram ve bir çok hediyeyle ayrıldıktan sonra, Elbistanmeliki olan ağabeyi Tuğrulşah’a uğradı.
Elbistan’dan ayrıldıktan sonra ziyaret ettiği Malatya meliki olan kardeşi Kayserşahda
samimi bir karşılamanın yanı sıra, arzu ederse Malatya’yı kendisine bırakabileceğini; ileride
talihi dönerse, kendisine iade edebileceği teklifinde bulundu.Ancak buradan da ayrılan
Keyhüsrev, Haleb Eyyûbi melikinin, Âmid Artuklu beyinin, sonra da Ahlatşah Bedreddin
Aksungur’un yanına gitti.
Her gittiği yerde hürmetlekarşılanıp ağırlanmasına, kendisine değerli hediyeler
verilmesine rağmen, evsahiplerinin II. Süleymanşah’ın düşmanlığını çekebilecekleri
endişesiyle buralardafazla kalamadı. Belki bu ziyaretleri sırasında ağabeyinden tahtı geri
alabilmek içinaskeri yardım sağlamayı da ummuştu. Ancak belli ki gittiği yerlerde buna dair
birumut ışığı belirmedi. Nihayet Samsun’a gelip bir müddet burada dinlenen
Keyhüsrev,kendisini hürmetle ağırlayan şehrin valisine İstanbul’a gitmek istediğini
bildirdi.Bunun üzerine valinin temin edip silah ve zahire takviyasi yaptığıgemiye binerek
İstanbul’a doğru yola koyuldu (1199/1200).
II. SÜLEYMANŞAH DÖNEMİ
SüleymanŞah’ın ilk İcraatları
I. Keyhüsrev’in Konya’yı terk etmesi üzerine devlet ileri gelenleri, Süleymanşah’ı
şehre davet ettiler. 3 Ekim 1196 günü Konya’ya giren Süleymanşah Türkiye SelçukluDevleti
tahtına oturdu. Bu durum başta Abbasi halifesi olmak üzere komşu hükümdarlarabildirildi.
Süleymanşah Tokat’tan kendisiyle birlikte gelen ümerayı önemli mevkilere yerleştirmekle
birlikte, söz verdiği üzere Keyhüsrev’in adamlarına ve ahaliye kötü muamelede bulunmadı.
Onlar da yeni sultana bağlıklarını arzettiler.
Devrin az sayıdaki kaynaklarının verdiği kısıtlı bilgilere göre, Süleymanşah’ıntahta
geçtikten sonra ilk icraatı, kardeşleri Berkyarukşah ve Argunşah’dan Niksarve Amasya’yı
almak oldu. Dikkat edilecek olursa, Süleymanşah Tokat meliki olduğu sırada, bu kardeşleriyle
sınırdaş olmasına rağmen onlara dokunmamış; fetihleriniKaradeniz’de Bizans istikametinde
yoğunlaştırmayı tercih etmişti. Bu husus saltanatmücadelesine girmeye hazırlanırken
dikkatleri üzerine çekmemek için başvurduğu bir tedbir gibi görünmektedir. Amasya ve
Niksar’ın düşmesinden sonra,Elbistan meliki Tuğrulşah’ın da II.Süleymanşah’a tâbiyetini
bildirdiği anlaşılmaktadır. Kaynaklarda Ermeni ucundaki Ereğli meliki Sancarşah ve Niğde
104

meliki Arslanşah’ın akıbetiyle ilgili bilgi bulunmamaktadır. Böylece Ankara meliki Mesud
veMalatya meliki Kayserşah dışında, kimi tasfiye edilerek, kiminin bağlılık arzetmesiüzerine,
kardeşlerin elinde bölünmüş olan ülke, büyük ölçüde yeniden birleştirilmiş oldu.
Bizans İmparatoruyla Anlaşma
Bu arada Bizans imparatoru III. Aleksios Angelos, Süleymanşah’ın saltanat
mücadelesive sonra da kardeşleriyle meşgul olmasından yararlanmak istedi. Bu
maksatla,Selçuklu sultanının daha melikken fethettiği Samsun limanını geri almak üzere,altı
gemiden müteşekkil bir donanma sevk etti. Konstantin Frankopulos adlı birkomutanın
kumanda ettiği bu küçük deniz kuvveti, güya Giresun limanında batanbir gemiyle ilgili
araştırma yapmakla görevlendirilmişti. Fakat esas görevi Samsunlimanını geri almak olan
Frankopulos, Karadeniz limanlarına gelen tüm gemilerivurup yağmalayarak, bölgenin ticaret
trafiğini felç etti. Bizans kaynağının söylediğine göre, bu soygunlardan canını kurtarabilen
Bizanslı tacirler, bizzat imparatorayaptıklarışikayetlerden hiçbir netice alamadılar. Fakat
Süleymanşah, Selçuklu tüccarların şikâyetlerini dikkate alarak, derhâl imparator nezdinde
girişimde bulundu.
II.Süleymanşah Bizans imparatorundan elindeki esirleri serbest bırakıp,
tüccarlarıngasp edilen mallarının iadesini istedi. İmparator, Karadeniz sahillerinde
meydanagelen bu olaylarla ilgisi bulunmadığını, sorumluluğun Frankopulos’a ait
olduğunusöylemekle birlikte, Selçuklu sultanıyla savaşacak güçten yoksun olduğu için
anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre Aleksios malları yağmalanan tüccarların
zararlarını tazmin etmeyi ve Selçuklu Devleti’ne yıllık vergi ödemeyi kabulediyordu.
II. Süleymanşah’ın Kilikya Seferi
Kaynakların kendilerinden hiç söz etmediği Niğde ve Ereğli meliklerinin
güçsüzlüğü; Elbistan meliki Tuğrulşah’ın ağabeyi Melikşah’ın baskısı karşısında Kilikya
ErmenihükümdarıII. Leon (1187-1219)’un himayesine girmesi, Türkiye SelçukluDevleti’nin
Ermeni ucunda zaaf içerisinde olduğunu gösteriyordu. Nitekim dahaMelikşah ve Sultanşah
arasındaki mücadeleler sırasında Ereğli’yi zabt eden Leon, Kayseri kuşatmasını da ancak
haraç almak karşılığında kaldırmayı kabul etmişti. Onun Ereğli’yi hangi melikten aldığı belli
değildir. Eğer Sancarşah ağabeyi tarafındanEreğli’den atılmış veya öldürülmüşse, her iki şehir
de bu sırada Sultanşah’a aitolmalıdır.
Sonuç olarak Kayseri kuşatmasını para karşılığında kaldıran Leon, buyerleri
sahibine iade etmişti. Dâhili meselelerini belli ölçüde çözmüş olan Sultan Süleymanşah,
Ermenilerinbu pervasızlığına son vermek üzere, 1199’da Kilikya seferine çıktı. Bu harekât
sırasında, Leon’la anlaşmazlığı olan Oşin adlı bir Ermeni reisiyle işbirliği yaptı. HattaLeon’un
daha sonra papaya yazdığı bir mektuptan anlaşıldığına göre, Antakyave Trablusşam haçlı
prensleri de, Selçuklu sultanını destekliyor ve Leon’a karşı onu kışkırtıyorlardı. Selçuklu
ordusu Oşin’in kuvvetleriyle birlikte, Ermeniler’i işgâlettikleri yerlerden Toroslar’ın ötesine
sürüp attı. Kilikya bölgesi Adana’ya kadar istilâedildi; pek çok ganimet ve esir ele geçirildi.
Ermeni kaynakları Oşin’in bu savaş sırasında kendi milletine çok zulmettiğini yazmaktadırlar.
Süleymanşah’a karşı bir müttefik de bulamayan Leon, bu durumda çaresiz barış istedi. Yıllık
vergi vermekve bir görüşe nazaran, Selçuklu sultanı adına para kestirmek şartıyla
SelçukluDevleti’ne tâbi olmayı kabul etti.

Saltukili (Erzurum)’nin Türkiye Selçuklu TopraklarınaKatılması


Saltukoğulları, Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’dakurulan ilk Türkmen
beyliklerinden birisiydi. Sınırları zaman içerisinde Ağrı’danKars’a kadar değişmekle birlikte
merkezi Erzurum ve çevresiydi. Doğu Anadolu’dakidiğer Türk beylikleri gibi, Anadolu’ya
göç eden soydaşlarının sevk ve iskânı başta olmak üzere, özellikle Gürcü istilâlarına karşı
sınrları müdafaa etmekteydiler. Ancak zaman içerisinde Büyük Selçuklu Devleti’nin gücünü
105

kaybetmesi veSancar’ın ölümüyle hanedanın sona ermesi, Gürcülerin Selçuklu


egemenliğindentamamen kurtulmasına fırsat verdi.
İslâm Dünyasının en büyük siyasî gücünü temsil eden II. Süleymanşah’ın bubüyük
tehlike karşısında sessiz kalması beklenemezdi. Ancak böyle büyük bir sefereçıkarken,
arkasında saltanatı için tehdit oluşturabilecek kimseleri de bırakmakistemiyordu. Bu yüzden
önce Eyyûbîler’e dayanarak kendisine itaati reddeden kardeşiMalatya hâkimi Kayserşah
üzerine yürüyüp Malatya’yı zabt etti (23 Haziran1201). Süleymanşah bundan sonra
Gürcistan’a yapacağı sefer için başta Erzincan Mengücekbeyi Behramşah, Saltuklu beyi
Melikşah ve kardeşleri olmak üzere bölgedekiemirleriyardıma çağıdı. Elbistan meliki
Tuğrulşah ve sultanın eniştesi de olanBehramşah derhâl Süleymanşah’a katıldılar.
Ancak bazı kaynakların ifadesine göre,Selçuklu sultanına güvenmeyen Saltuklu beyi
huzura gelmekte ayak sürüdü.Süleymanşah bunun üzerine Erzincan’dan Erzurum’a doğru
harekete geçti.Haziran 1202’de Erzurum’u alıp Saltuklu hanedanınason verdi. Burayı
Elbistan’ı kendisine bırakması karşılığında, kardeşi Tuğrulşah’ınidaresine verdi.
II. Süleymanşah’ın Gürcistan Seferi
Süleymanşah, Ankara meliki Mesud hâricinde, Selçuklu ülkesinde birliği kurmayı
başarmış ayrıca Bizans İmparatorluğu ve Kilikya Ermenileri’ni vergiye bağlamış; Harput
Artuklu, Erzincan ve Divriği Mengücek beylerinin tâbiyetleri devam ederkenSaltukili de ilhak
edilmişti. Bu durumda Süleymanşah’ın artık hemhudud olduğu Gürcistan’a bir sefer
yapmasının önünde hiçbir engel kalmamıştı. Böylece İslâm beldelerini tahrip edenGürcüleri
cezalandırmanın yanında; insiyatif alarak onların saldırılarını yavaşlatmakveya durdurmak da
mümkün olacaktı. Süleymanşah, Gürcistan’a karşı savaş hazırlığı içerisinde olmasına rağmen,
kraliçeye elçiler göndererek şimdilik bu niyetinisaklıyor ve bir yandan da düşmana dair bilgi
topluyordu. Selçuklu sultanı nihayet Kraliçe Thamara’ya bir elçi ve metni çok tehditkâr olan
bir mektup gönderdi.
Süleymanşah’ın savaş ilanını değerlendiren Gürcü kraliçesi telaşlanmakla
birlikte,hemen savaş hazırlıklarını tamamladı. Büyük komutanlar idaresinde hareketegeçen
Gürcü ordusu, Kars’ta bir gün kaldıktan sonra Erzurum istikametinde harekete geçti. Kraliçe
yanında tuttuğu Selçuklu elçisini, meydan okumak konusundaSüleymanşah’ınkinden aşağı
kalmayan bir mesajla sultana gönderdi. Erzurumve Kars’tan karşılıklı olarak ilerleyen iki
ordu, Pasinler-Sarıkamış arasında, Sarıkamış’a daha yakın bir mesafede bulunan Micingerd
kalesi önünde karşılaştılar.
Bazı kaynaklarda Selçuklu ordusunun, savaşa girmeden tedbirsizlik sonucu baskına
uğradığı rivayet edilmektedir. Bununla birlikte karşılıklı savaşın vukû bulduğu, Gürcü
ordusunun nedereyse yenilmek üzereyken Süleymanşah’ın çetrdârının düşmesinin bir anda
kargaşaya sebep olduğu anlaşılmaktadır. Atının ayağıtökezlediği için çetrdârının düşmesi
sultanın bir felakete uğradığışeklinde anlaşıldı. Çünkü savaşlarda sultanın bulunduğu yer ve
daha önemlisi, sultanın hayattaolduğu çetrden anlaşılıdı.
Bunun üzerine Selçuklu ordusu telâş içerisinde dağılmaya başladı. Bizzât sultan
komutanlarına isimleriyle seslenip, hayatta olduğunu duyurmaya çalıştıysa da orduyu
toplamak mümkün olamadı. Çok sayıdaölü ve esir veren Süleymanşah ordusunun
kalanlarıyla, fakat ağırlıklarını savaş meydanında bırakarak Erzurum’a doğru çekilmek
zorunda kaldı (1202). Esir düşenlerarasında, fedakârca bir hareketle düşman hakkında bilgi
toplamak amacıyla, Gürcü ordusunun çok yakınlarına kadar sokulmuş olan Mengücek
beyiBehramşah da bulunmaktaydı.
Bununla birlikte Thamara, Selçuklular kadar olmasa da büyük kayıplar verdiğinden
savaştan sonra Selçuklu topraklarını işgâle tevessül edemedi. Dolayısıylabu yenilgi
Süleymanşah’ın iktidarını sarsacak bir etki de yaratmadı. Bu hadiseüzerine Selçuklu
Devleti’ne tâbiyetten ayrılan olmadığı gibi, Hısn-ı Keyfâ ve ÂmidArtuklu beyi ile
106

Eyyûbîlerden Sümeysat hâkimi Melik Efdal bu tarihten sonra Süleymanşah’abağlılıklarını


bildirmişlerdi.
II. Süleymanşah’ın Ankara’yı Ele Geçirmesi
Melik Mesud sahip olduğu askerî güç ve özellikle Ankara’nın çok müstahkem
birkale olması sebebiyle Süleymanşah’ın en büyük rakibi durumundaydı. Sultan buyüzden
iktidarını yeterince güçlendirene kadar ona dokunmadı. Melik Mesud dabu süreçte
hizmetindeki Türkmenlerle Bizans’a karşı fetihlere devam etti. Ankara’danbaşka Çankırı,
Kastamonu, Bolu ve Eskişehir onun idaresinde bulunuyordu.Süleymanşah’ın Ankara seferini
bu kadar ertelemesinin bir nedeni de, bu güçlümelikin üzerine yürürken arkasında, meselâ
Gürcistan’ın istilâ edilmesi gibiprestijli bir galibiyetin bulunmasını arzu etmesiydi.
Süleymanşah’ın baflarıları birtarafa, Gürcü seferi tam bir hezimetti. O halde Melik Mesud bu
yenilgiden yararlanmayayeltenmeden, onun harekete geçmesine fırsat vermeden Ankara
kuşatılmalıydı.
Nitekim Melik Mesud, kaynakların farklı rivayetlerine rağmen, bir yıldan
fazlamuhasara altında kalan Ankara’da, iaşe sıkıntısı baş gösterince teslim olmak zorunda
kaldı (Temmuz 1204).
Süleymanşah onun oğullarıyla birlikte salimen Ankara’danayrılmasına izin verdi.
Fakat kardeşiyle yaptıkları anlaşmaya uymayıp, onuiki oğluyla birlikte, kendisine tahsis
edilen yere giderken yakalatıp öldürttü. Süleymanşah’ın Mesud’u bu şekilde tasfiye etmesi,
hiç kuşkusuz onun sahip olduğu büyükgüçle alâkalıydı. Fakat kaynaklar Süleymanşah’ın kısa
bir süre sonra ölümünü, kardeşini katlettiği için duyduğu üzüntü veya ettiğini bulma şeklinde
Melik Mesud’unvefatıyla ilişkilendirerek, hadisenin o devirde de hoş karşılanmadığını
aksettirmektedirler.
Dördüncü Haçlı Seferi ve Türkiye Selçukluları
Birinci Haçlı Seferi sonunda Yakındoğu’da birtakım siyasi teşekküller kuran haçlılar,
bunların yaşatılabilmesi için sürekli yardıma ihtiyaç duyuyorlardı. 1101 yılı ve İkinci Haçlı
seferlerinin tam bir fiyaskoyla neticelenmesi, beklenen yardımlarıngerçekleşememesi,
Kudüs’ün Müslümanlar tarafından geri alınmasına imkân vermişti.Bunun üzerine düzenlenen
ve üç Avrupalı kralın katıldığı üçüncü seferde bile,
Latin Doğu’yu Akkâ’da bir süre daha, ancak nekahat hâlinde yaşatabilecek sınırlı bir başarı
sağlanabilmişti. Üstelik Mısır’ın Nureddin Mahmud tarafından fethindenberi (1169) haçlılar,
Mısır’dan Suriye ve el-Cezire’ye uzanan bir hilalin kıskacında bulunuyorlardı.Bu
Müslümanların haçlıları Yakındoğu’dan silmek için uyguladıkları bir stratejiydi ve sonuçları
da alınmaya başlamıştı.
Kudüs Krallığını kurtarmak için yapılan çağrılara krallar iltifat etmese de, ordular
İtalya’da toplanmaya başlamıştı. Ancak bu seferin Mısır’a yapılacak olması, buülkeyle yoğun
ticaret ilişkileri olduğu için çıkarları zedelenecek olan Venediklilerirahatsız
etmekteydi.Haçlılar, Venediklilere taahhüt ettikleri gemi ücretlerini ödeyemedikleri için İtalya
kıyılarında bekletilmekteydiler. Bu sırada haçlılardan, Bizans’ta yaşanmaktaolan taht
kavgasına yardım etmelerinin istenmesi, seferin yönünü İstanbul’a çevirdi. Aleksios adlı
Bizanslı bir taht müddeisi, babasıİsaakios’la birlikte tahta geçmesidurumunda kiliselerin
birleştirilmesi, haçlı seferine para ve askeri yardım yapmavaadinde bulundu. Bunun üzerine
İstanbul önlerine gelen haçlı orduları, III. Aleksios’utahttan indirmek üzere şehri
kuşattılar.İmparator III.Aleksios, bu sırada Ankara kuşatmasıyla uğraşan
Süleymanşah’tanyardım istedi.
Fakat Selçuklu sultanı hem kendi meşgûliyeti hem de, imparatorun1201 yılında
kendisine karşı düzenlediği başarısız suikast girişimi sebebiyle onayardım etmedi. Önce III.
Aleksios (Temmuz 1203); sonra tahta geçirildiği halde taahhütleriniyerine getirmeyen IV.
Aleksios İmparatorluğu bırakıp kaçtılar. 13 Nisan1204’de de İstanbul düştü. Latinler
(Haçlılar) şehri emsali görülmemiş bir şekildeyağmalayıp tahrip ettikten sonra burada bir
107

Latin Krallığı kurdular. İstanbul’dankaçan hanedan mensupları muhtelif bölgelerde tutunarak


imparatorluğu yaşatmayaçalıştılar. Bunlardan III. Aleksios’un damadı olan Teodoros
Laskaris, İznik merkezolmak üzere Batı Anadolu’daki Bizans topraklarında hükümdarlığını
ilân etti.
Komnenoslardan Aleksios ve David kardeşler ise Trabzon’dan Sinop’a kadar
Karadenizkıyısını ele geçirdiler. Fakat birbirleriyle rakip olan İznik ve Trabzon
Rumları;Türkiye Selçukluları’yla sınırdaş olmaları bakımından, Selçuklu hükümdarlarını bu
rekabetten fayda sağlayacak yeni stratejiler ürtmeye sevk edecektir.Özellikle İznik’tekiler bir
yandan Latinlerle mücadele ettikleri için, Selçukluların hareket alanı genişlemiş gibi
görünüyordu. Ancak diğer yandan da Bizanslıların alternatifsiz bir şekilde burada yaşama
mecburiyeti, Laskaris’in beklenendendaha fazla direnç göstermesine, ölüm-kalım savaşı
vermesine yol açıyordu.
II. Süleymanşah’ın Ölümü ve Şahsiyeti
Süleymanşah, Ankara’yı alıp Melik Mesud’u bertaraf ettikten birkaç gün sonra, 6Temmuz
1204 tarihinde kulunç hastalığından vefat etti. Nerede öldüğünü kesinolarak tesbit etmek
mümkün olmamakla birlikte, Konya’da diğer sultanların gömüldüğü kümbedhânede
defnedildiği bilinmektedir. Bazı kaynaklarda ölüm sebebiolarak kardeşinin hayatına
dokunmayacağına dair yeminini bozmasıyüzündenilahî bir cezaya çarptırıldığı veya Gürcü
seferi sırasında uğradığı yenilgi sebebiyle,üzüntüden hastalanıp öldüğü söylenmektedir.Ölüm
sebebi her ne olursa olsun II. Süleymanşah, Sultan Alp Arslan’ın saltanatı gibi, süresi kısa
fakat gölgesi uzun, sekiz yıllık kısa hükümdarlık zamanıyla kıyaslanamayacakbüyük başarılar
sağladı. Kılıç Arslan’ın yaptığı görevlendirme neticesindedaha o ölmeden parçalanan ve
saltanat kavgalarıyla sarsılan Türkiye SelçukluDevleti’ni devraldığınndan çok daha ileri bir
noktaya taşıdı. Kılıç Arslan’ın sahip olduğu toprakları birleştirmekle kalmayıp sınırlarını
Gürcistan’a kadar genişletti.
Kaynakların güzel ahlâkı, adaleti, cömertliği, zekâsı dolayısıyla methettiği
Süleymanşah,kardeşleri gibi şehzâdeliği zamanında çok iyi bir eğitim almış;
meliklikbölgesinde ilim ve kültürün gelişmesine de imkân sağlamıştı. Aslında siyasî iktidarı
parçaladığı için, sadece olumsuz yönleriyle ön plâna çıkan bu dönemde melikler,birbirleriyle
rekabet içerisinde kendi hâkimiyet alanlarını cazibe merkezi yapmakiçin çalışırlarken; sadece
devletin merkezinin değil, ülkenin her tarafının gelişmesi sağlanmıştır. Süleymanşah haftada
iki gün, Ramazan ve üç aylarda oruç tutarve namaz kılardı. Bunun yanında kaynaklarda
felsefeye, filozofların sohbetlerinemeraklı olduğu kaydedilmiştir. Süleymanşah hükümdarlığı
sırasında Konya, Niğde ve Niksar’ın surlarını tamir ettirmiş, Kayseri-Kırşrhir arasında
Kızılırmak üzerindeTek-göz köprüyü yaptırmış; Kılıç Arslan zamanında Konya’da yapımına
başlanan İplikçi Medresesi de onun tarafından tamamlanmıştır.
Süleymanşah’ın yerine çocuk yaştaki oğlu Kılıç Arslan tahta geçirildi. III. Kılıç
Arslan olarak bir yıldan daha az bir süre tahtta kalan bu hükümdar döneminde, babası
zamanında devlete tâbi olanların durumunda bir değişiklik olmadığı, bu tahtdeğişikliğinin
devlette bir sarsıntıya sebebiyet vermediği anlaşılmaktadır. Hatta Ispartada bu dönemde
Selçuklu topraklarına katılmıştır. Ancak Bizans’ın DördüncüHaçlı Seferi dolayısıyla
içerisinde bulunduğu durum ve Anadolu’da oluşan yeni siyasidenklem, devletin bir çocuktan
daha fazlasına ihtiyaç duyduğunu gösteriyordu. Bu arada Malatya meliki olup Eyyûbi
kayınpederine sığınmış olan Kayserşahve Erzurum meliki Tuğrulşah da hayatta
bulunuyorlardı. Ancak ümeranın bir kısmı, özellikle Danişmendli uç beyleri, İstanbul’da
bulunan sâbık sultan Keyhüsrev’içağırmaya karar verdiler. Taht değişikliklerinde her
hükümdarın kendi yakın adamlarını önemli mevkilere ataması söz konusu olacağından
diğerlerinin yerlerindenolmak endişesi taşımaları doğaldı. Fakat henüz devletin önceliklerini
kendilerininkindenüstün tutan ümera, Keyhüsrev’in eski adamlarından Hâcib Zekeriya’yı
onuçağırmak üzere yola çıkardılar.
108

I.GIYASEDDİN KEYHÜSREV’İN İKİNCİ SALTANATI(1205-1211)


Keyhüsrev’in İstanbul’daki Gurbet Hayatı
Keyhüsrevtahtını ağabeyi Süleymanşah’a terk etmek zorunda kaldıktan sonra, iki
oğluyla birlikte neredeyse üç yıl boyunca muhtelif yerleridolaşıp, 1200 yılı başlarında
İstanbul’a ulaşmıştı.İmparator III. Aleksios Angelos, Keyhüsrev’i sultanlara yaraşır bir
şekilde karşılamış; kendisine değerli hediyeler veikta vermişti. Keyhüsrev de ona bazı değerli
hediyeler vermek suretiyle mukabeledebulunmuştu. Aleksios Keyhüsrev’i sık sık sarayında
misafir ediyor, ziyafetlerve eğlencelerle gönlünü hoş ediyordu. Fakat Keyhüsrev’in
imparatordan beklentisieğer askeri yardım temin edip tahtına kavuşmaksa, Bizans bu tür
faaliyetlere girebilecekgücünü kaybedeli epey zaman olmuştu.
Keyhüsrev’in bazen sıkıntıyadüşmekle birlikte; bir rivayete göre Bizanslı bir
prenses, başka bir rivayete göre de yalnızca Hıristiyan bir hanım olarak anılan annesi ve
dayıları dolayısıyla İstanbul’dazorluk çekmediği tahmin edilebilir. Ayrıca karısı tarafından
imparatorluk ailesiyleakrabalığı bulunan ve bir Rum ileri geleni olan Mavrozomes’in kızıyla
evlendi.Üçüncü oğlu Celâleddin Keyferidun bu hanımdan doğmuştur.
Ancak haçlıların İstanbul’u kuşatması, İmparator III. Aleksios’un da Keyhüsrev’inde
rahatını kaçırmıştı. Bir Selçuklu kaynağına göre, Keyhüsrev bir gün Aleksios’uziyareti
sırasında, saraya alacağını tahsil etmeye gelen bir Frank komutanı,imparatora ve kendisine
saygısızlık ettiği için, onu önce darb edip sonra düellodaöldürmüştü. Bu olayın Franklarla
düşmanlığına sebep olması üzerine Keyhüsrev’e, kayınpederi Mavrozomes’in yanına gitmesi
önerilmişti.
Mavrozomes İstanbul yaknlarında bir adanın sahibiydi. Keyhüsrev’in onun yanına
sığınmasının haçlıların İstanbul’u kuşatmasıyla ilgili olması da muhtemeldir. Neticede
Keyhüsrev’i davet etmek için yola çıkan Hâcib Zekeriya onu kayınpederininyanında buldu.
Keyhüsrev’e ağabeyinin öldüğü ve ümeranın tahtageçmek üzere kendisini davet
ettiklerini gizlice anlattı. Süleymanşah’ın ölümüdolayısıyla üç gün yas tutan Keyhüsrev,
kayınpederine yurduna dönmeye kararverdiğini bildirdi. Bunun üzerine hazırlıklarını yapan
Keyhüsrev oğulları ve maiyetiyle birlikte Anadolu’ya geçti. Fakat burada Sultan III. Kılıç
Arslan’la yaptığı anlaşmanın bozulmasından, dolayısıyla Latinler karşısında zor duruma
düşmektenkorkan Laskaris engeliyle karşılaştı. Görüşmeler neticesinde
Keyhüsrev’ingeçmesine izin verilmesi karşılığında, onun birinci saltanatı sırasında
Selçuklutopraklarına katılan Ladik ve Honaz çevresinin Laskaris’e iade edilmesi
kararlaştırıldı. Ayrıca bu yerlerin teslimi sağlanana kadar sultanın oğulları ve hâcib
Zekeriyada İznik’te rehin kalacaklardı.
II. Kılıç Arslan öldüğünde yerine geçen Gıyaseddin Keyhüsrev’in kardeşlerinin,
babasını zehirleyip öldürdüğü ve annesi Hıristiyan olduğu için onun tahta geçmeyi hak
etmediği gerekçesiylealeyhinde bulunduklarına dair rivayetler vardır.
Gıyaseddin Keyhüsrev İstanbul’a gittiğinde,üzerinde altın işlemeli birelbise, başında
sarık veayağında, Selçuklusultanlarının alâmeti olankırmızı çizme bulunuyordu.Rumca’yı çok
iyi bilen HâcibZekeriya, Laskaris’tenKeyhüsrev’in oğulları içingezi ve avlanma iznialdıktan
sonra, kendilerinitakiple görevlendirilenmuhafızları çeşitli vaadlerleikna ederek; bir av
sırasında şehzâdelerle birlikte kaçarakTürk topraklarına geçti. Bizans bölgesinden ayrılan
Keyhüsrev asker toplamak için doğrudan meliklikmerkezi Uluborlu’ya geldi (Ocak 1205).
Oğulları Keykâvus ve Keykubâd da bir süresonra kendisine katıldılar.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in İkinci Kere Tahta Oturması
Keyhüsrev, Uluborlu ve çevresinden topladığı orduyla Konya önlerine
geldiğinde,Konya halkının kendisine karşı ciddi bir hazırlık ve mukavemetiyle karşılaştı.
Budirenişdaha önce ağabeyine karşı kendisine gösterilen sadâkatin, şimdi de III. Kılıç
Arslan’a gösterilmesiyle ilgiliydi.
109

Devlet erkânı tarafından davet edildiği için bu kadar büyük bir güçlükle
karşılaşacağını beklemeyen Keyhüsrev, Konya’yı muhasara edip etrafını yağmaladıktansonra,
şehrin yakınlarında bir yere çekildi. Mevsimin kış olması sebebiyle yaşananzorluklar
Keyhüsrev’i şehir halkına karşı öfkelendiriyordu. Nihayet kuşatmanınsürmesi durumunda
şehrin düşmesinin mukadder olduğunu gören ileri gelenler, yeğeninin hayatına
dokunmamasını rica ederek, Konya’yı Keyhüsrev’e teslim ettiler(Mart 1205).
Keyhüsrev böylece sekiz yıl sonra yeniden Selçuklu tahtına oturdu. Kendisinekarşı
gösterilen direniş yüzünden sitemini ifade etmekle birlikte, ileri gelenlere iktalarverdi.
Huzuruna gelmekte olan yeğeni Kılıç Arslan’ı karşılamaya oğullarını çıkardı. Kılıç Arslan
adına babasının meliklik merkezi Tokat’a tayin menşuru yazıldıysa da, buraya doğru giderken
yakalanıp, Konya yakınlarındaki Gavale kalesindehapsedildi.
Kaynakların daha sonra kendisinden hiç söz etmemesi, hapisteykeneceliyle öldüğü
veya öldürüldüğü izlenimini vermektedir. Sultan I. Keyhüsrev, kendi aleyhinde fetva verdiği
söylenen kadı Tirmizî’yi idam ettirmişti.Keyhüsrev’in hükümdarlığı adet olduğu üzere bağlı
beyliklere ve komşu hükümdarlaraduyuruldu. Onlardan gelen tebrikler kabul edildi. Meliklik
dönemindehocası olup kendisi gibi gurbette bulunan hocasıMecdeddin İshak’ıŞam’dan
yanına davet etti. Onu Malatya meliki tayin ettiği oğlu Keykâvus’un hocalığına atadı.
Keykubâd’ı Tokat’a, diğer oğlu Keyferidun’u ise Koylu-Hisara melik olarak tayinetti. Ancak
bu tayinlerin Kılıç Arslan döneminde görülen uygulamayla ilgisi yoktur. Melikler sadece
bulundukları vilayetin yöneticisi olup, adlarına para kestirmeve hutbe okutma yetkileri
bulunmuyordu.Sultan Keyhüsrev’in ikinci saltanat döneminde, Süleymanşah zamanında
SelçukluDevleti’ne tâbi olan tüm hükümdar ve beyler bağlılıklarını sürdürmeye devam
ettiler.
Bu direnişte, devrin büyükâlimlerinden Kadı Tirmizîtarafından verildiği
rivayetedilen ve Keyhüsrev’in İstanbul’da iken İslâmaaykırı bir hayat sürdürdüğüiçin,
hükümdarlığının caizolmadığı yolundaki fetvanın rolü olduğu anlaşılıyor. Mecdeddin İshâk,
döneminbüyük mutasavvıf veâlimlerinden olup; vahdet-ivücut felsefesinin temsilcisi
Sardeddin Konevî’nin debabasıdır.Resim 4.3
Keyhüsrev’in İznik ve Trabzon’daki Bizanslılarla İlişkileri
Keyhüsrev İstanbul’dan dönüşünde, Anadolu’ya geçişine izin vermek
istemeyenLaskaris ile Denizli ve Honaz havalisini iade etmek şartıyla anlaşmış; ancak
rehinolarak tutulan oğullarının kaçıp kurtulmaları üzerine, bu anlaşmayı uygulamak içinbir
sebep kalmamıştı. Keyhüsrev bununla birlikte İznik istikametinden emin olmakistediği için,
meseleye kendince bir çözüm getirdi. Buna göre bir Bizanslı olduğuiçin Laskaris’ten tepki
görmeyeceğini ve bu vesileyle sözünü de yerine getirmiş olacağını düşünerek bu yerleri,
melik unvanıyla kayınpederinin idaresine verdi.
Mavrozomes Selçuklu sultanına bağlı olması hasebiyle, emrine verilen
Türkmenkuvvetleriyle birlikte bölgeyi idaresi altına alırken Laskaris’le çatışması
kaçınılmazdı.Laskaris buna rağmen rekabet hâlinde olduğu Trabzon’daki Komnenoslar
veLatinler karşısında zor durumda kalmamak için Keyhüsrev’le anlaşmak zorundakaldı. Latin
işgâli üzerine İstanbul’dan kaçan Aleksios ve David Komnenos kardeşler, anneleri tarafından
akraba oldukları Gürcü kraliçesinin de yardımıyla, Trabzon’danSinop’a kadar Karadeniz
sahillerinde yerleşmişlerdi.
Bizans’ın varisi sıfatıyla hareketeden Komnenoslar, bölgede Süleymanşah’ın
Samsun’u fethiyle başlayan Türkhâkimiyetini kırarken; onların Bizans’a ait toprakların
tümünü ele geçirmek maksadıyla Sinop’tan batıya ilerleyişleri Laskaris’i ciddi biçimde tehdit
ediyordu. Komnenosların Karadeniz limanlarındaki gemileri yağmalamaları,
Karadeniz’inkuzeyinden gelip Anadolu’ya geçen doğu- batı ve bununla Sivas’ta birleşen
kuzeygüneyticaret yollarını tamamen tıkamıştı. Tüccarlardan sermayesini kurtaranlar
kendisinikârlı addediyor; Selçuklu Devleti de büyük ekonomik kayıplara uğruyordu.
110

Sultan I. Keyhüsrev bu durumda Aleksios’la savaşmaya mecbur oldu.


Aleksios’uyenilgiye uğratıp, yolların emniyetini sağlayan Keyhüsrev bu kadarını yeterli
gördü. Bu sefer sırasında Samsun ve çevresinin geri alındığına dair bilgi yoktur.1214’de
Sinop fethedilip, Komnenoslar vergi vermek şartıyla Selçuklular’a bağlananakadar,
bazışehirlerin iki taraf arasında el değiştirdiği anlaşılmaktadır.Nitekim Laskaris de bu müsait
durumdan yararlanarak David Komnenos’a karşı yürüyüp onu mağlub etmiş; Sinop’tan batıya
ilerlemesini engellemeye muvaffakolmuştu. Bir Bizans kaynağının,İznik tahtını zabt etmek
istediğini söylediği Mavrozomesde, Laskaris karşısında tutunamayıp Konya’ya çekilmişti.
Antalya’nın Fethi (1207)
Daha önce de anlatıldığı üzere, haçlıların İstanbul’u zabtı ve Bizans topraklarını
Venediklilerle aralarında paylaştırmaları, Bizans’ın özellikle Anadolu’daki toprakları nda bir
otorite boşluğu ve kargaşaya yol açmıştı. Batı Anadolu ve Karadeniz bölgeleri, Laskaris’le
Komnenoslar tarafından tutulurken; Bizans’ı temsil eden güçlerindenetiminin dışında kalan
Akdeniz kıyısındaki şehirler ise, gözü pek bazı maceraperestlerineline geçiyordu. Nitekim
Anadolu ticaret trafiğinin güneydeki enmühim giriş-çıkış kapılarından biri olan Antalya’nın
idaresini, Aldobrandini adlı bir İtalyan ele geçirmişti. Aldobrandini’nin, tarih boyunca
özellikle zahire ihtiyacıdolayısıyla Anadolu’yla zorunlu bağları olan, Kıbrıs haçlıları
tarafından da desteklendiği anlaşılıyor.Hatırlanacağı üzere Kılıç Arslan Uluborlu’yu
fethettikten sonra, Antalya’yı dakuşatmış ama alamamıştı. Süleymanşah’ın ölümünden hemen
sonra, III. Kılıç ArslanAntalya’ya en yakın şehir olan Isparta’yı Selçuklu topraklarına
katmıştı. Bu hadiseömrü vefa etseydi Süleymanşah’ın hedefleri arasında Antalya’nın
bulunduğunuve hazırlıklarının da yapıldığını göstermektedir. Aldobrandini bu arada Mısır ve
Avrupa’dan gelen tüccar kafilelerini soyarakAnadolu’nun ekonomik hayatını sekteye
uğratıyordu.
Müdahale edilmemesi halindeAntalya ve civarının Kıbrıs haçlıların denetimine
girmesi de kaçınılmazdı. ÜstelikAntalya, Türkiye Selçukluları’nın Mısır’la ticaret ilişkileri
açısından vazgeçilmesimümkün olmayan bir limandı. Sultan I. Keyhüsrev bu meseleyi
halletmek üzere, ülkenin her tarafından asker toplayıp Antalya üzerine yürüdü. Muhasara
edilen şehrin kale burçları, onbeş günboyunca mancınıklarla dövülerek tahrip edildi. Fakat bu
arada Selçuklu ordusunungelmekte olduğunu haber alan Aldobrandini, Kıbrıs krallığından
yardım istemişti.Nitekim Antalya’nın yardımına, Kıbrıs kral nâibi Gauiter de Montbeliard
idaresindebir kuvvet gönderildi. Beklenmedik bir zamanda gelen haçlı yardımı,
Selçuklukuvvetlerinin kuşatmayı kaldırıp gerilere çekilmesine sebep oldu.
Deniz yoluylayardım alan bir şehrin denizden kuşatılmadan ve karadan tüm ikmâl
yolları kesilmeden düşürülmesi doğal olarak kolay değildi. Keyhüsrev de geriye
çekilerek,ablukaya aldğışehri teslim olmaya zorlamak istiyordu.Nitekim bir süre sonra şehri
koruyan haçlılarla yerli ahali arasında anlaşmazlıklar çıktı. Antalyalılar Selçuklu kuvvetlerine
haber göndererek şehri teslim edeceklerinibildirdiler. Bunun üzerine Selçuklu askerleri,
mancınıklarla dövülen Antalyasurlarına merdivenlerle tırmanıp şehre girmeye başladılar.
Haçlı askerleri kaleye çekilip direnmeye çalıştılasada başarılı olamadılar. Bu haçlı
birliklerinin akıbetlerihakkında hepsinin öldürüldükleri, esir alındıkları veya Kıbrıs’a
gitmelerine izin verildiği şeklinde farklı rivayetler vardır. 5 Mart 1207 tarihinde fethedilen
Antalya’nın valiliğine, sultanın mutemed adamlarından Mübarizeddin Ertokuş atandı.Artık bir
Müslüman şehri olduğunun gereği olarak cami yapılması, din adamı tayinivs. yanında; kalesi
de onarılıp erzak ve silah depoları takviye edildi.
Kıbrıs Haçlı Krallığıyla Yapılan Ticaret Anlaşması
Antalya’nın fethi Türkiye Selçukluları’nın askeri ve ekonomik hedefleri açısından
şüphesiz çok büyük bir başarıydı. Fakat Selçuklu sultanı bu kadarını yeterli görmeyip,
ticaret hayatını geliştirmeye yönelik tedbirler almaya devam etti. Keyhüsrev buamaçla son
olaylar yüzünden zarara uğrayan tüccarların mallarının ve kayıplarınıntesbit edilmesini ve
111

zararlarının devlet hazinesinden ödenmesi emretti. Tüccarlarhangi ülkeden gelirse gelsin,


ticaretten alınan vergileri kaldırdı. Bu husus bir yandankervansaray ağlarıyla donatılmakta
olan Anadolu’yu, yeniden ticaretin cazibemerkezlerinden biri hâline getirmek için takip edilen
iktisadî politikalarla ilgiliydi.
Sultan I. İzzeddin Keykâvus döneminde yapılanyazışmalardan anlaşıldığına göre;
Kıbrıs Haçlı Krallığıyla ilk anlaşmayı, Antalya’nınfethinden hemen sonra I. Keyhüsrev
yapmıştır.İki ülkenin tüccarlarınınbirbirlerinintopraklarında karşılıklık esasına göre serbestçe
ticaret yapabilmelerini ve gümrükvergilerini %2-3’lere indirmeyi hükme bağlayan bu
anlaşmanın metni günümüze kadar ulaşmamıştır. Sonraki yazışmalardan anlaşıldığına göre
Selçuklu sultanı Antalya’nın fethi sırasında savaşa girdiği Kıbrıs Krallığı’yla çekişmeye son
vererek, devletin çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapmıştır. Böylece Antalya’nın fethiyle
birtersaneye kavuşan, fakat henüz uluslararası sularda ticaret yapabilecek imkân vegeleneğe
sahip bulunmayan Selçuklular, Anadolu’yu bu anlaşmalarla dünya ticaretininönemli bir
parçası durumuna getirmişlerdir.
Sultan I. Keyhüsrev’in Kilikya Seferi
II. Süleymanşah’ın 1199 yılında düzenlediği sefer sonunda Selçuklu tâbiyetini
kabuleden Kral Leon, 1204’de onun ölümünden sonra meydana gelen iki taht değişikliğini
büyük bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Leon bu amaçla 1205’deGöksun ve etrafındaki
bazı yerleri alıp, çok sayıda esir ve ganimet ele geçirdi. Selçuklular’ın müttefiki olan Halep
Eyyûbi melikinin topraklarını yakıp yıktı. ArkasındanMaraş ve havalisinde bazı yerleri alıp
büyük tahribat yaptı. Burası Selçukluların Ceyhan havzasını kontrolü bakımından çok önemli
bir noktaydı. Maraş’tanElbistan önlerine gelen Leon, şehri kuşattıysa da başarılı olamadı.
Toprak kayıpları bir tarafa, onun bu faaliyetleri Anadolu-Suriye güzergâhındaki ticaret akışına
büyükzarar veriyordu.
Sultan Keyhüsrev bütün bu olayları yakından takip ediyordu. İstanbul’un
işgâlindensonra Karadeniz ve Akdeniz sahillerinde meydana gelen kargaşanın,
TürkiyeSelçukluları aleyhine şekillenmesine imkân vermeden olaylara tam
zamanındamüdahalede bulunması gerekiyordu. Bu çerçevede Trabzon Rumlarının
saldırılarını durdurup, Antalya’yı fethederek önemli başarılar kazandı Artık sıra tahta
çıktığından beri topraklarını yağmalayan Leon’u cezalandırmaya gelmişti. 1209 yılında
harekete geçen Selçuklu sultanı, önce Maraş’ı kuşatıp aldı. Bu aradaLeon’la mücadele
etmesine rağmen kesin bir sonuç alamayan Melik Zâhir’e dekendisine askeri yardımda
bulunması çağrısı yaptı. Eyyûbi ordusunun da katılmasıylagüçlenen Keyhüsrev, daha önce
fethedilmiş fakat el değiştirmiş olan Pertus kalesinigeri aldı. Ele geçirilen pek çok esir
arasında Leon’un oğlu Kirkor da bulunuyordu.Torosların ötesine geçilerek bir çok yerin
fethedildiği bu sefer, Leon’un barış istemesi ve kışın da bastırması üzerine tamamlandı.
Böylece Leon’un saldırıları yüzünden güvenliğini kaybeden Anadolu-Suriye yolu emniyete
kavuşmuş oldu.
Alaşehir Savaşı ve Keyhüsrev’in Şehit Düşmesi
Sultan Keyhüsrev bilindiği gibi, Bizans’ın mirasçısı olduğu iddiasıyla, Batı
Anadolu’dahâkimiyetini güçlendirmekte olan Laskaris’le, Karadeniz’deki Komnenoslarakarşı
anlaşma yapmıştı.İki hükümdar da bu anlaşmanın kendi açılarından yararlı sonuçlarını
görmüşlerdi. Nitekim Laskaris bu sayede Latinlerle mücadele edebilmiş ve başarılı olmuştu.
Hatta patrik tarafından taç giydirilmiş ve imparator unvanı kullanmayabaşlamıştı.Ancak
Keyhüsrev’in, Bizans’ın fiili hâkimiyeti söz konusu olmasa da, teorik olarakkendisine ait
saydığı Antalya’yı fethi Laskaris’i rahatsız etti. Ama Laskaris’in giderekgüçlenmesi de
Selçuklu sultanını kaygılandırıyordu. Bu arada Laskaris’in kayınpederi eski imparator III.
Aleksios da, İznik tahtını elde etmek için hareketegeçmiş bulunuyordu. Bunun için de
İstanbul’da vaktiyle kendisini bir mülteci olarakağırladığı Selçuklu sultanı Keyhüsrev’in
yanına geldi. Sultan, Aleksios’a Laskaris’iyıpratmak ve bu sayede topraklarını genişletmek
112

amacıyla olduğu kadar; İstanbul’dageçirdiği yılların kendisine yüklediği vefa duygusuyla da


yardım etmekistiyordu. Laskaris’in ödemekle mükellef olduğu yıllık vergiyi göndermemesi
de,doğal olarak savaş sebebi sayılıyordu.
Keyhüsrev sefere çıkmadan önce Laskaris’e bir elçiyle gönderdiği
mektupta,kayınpederi Aleksios’un gasp ettiği tahtını terk etmesini, zor yoluyla bunu
sağlayacağını bildiriyordu. İznik hükümdarının bu isteğe uyması elbette söz konusudeğildi,
dolayısıyla savaş da kaçınılmaz bir hâle gelmişti. Keyhüsrev ülkesininher tarafına haberler
göndererek büyük bir ordu topladı. III. Aleksios’u dayanına alarak İznik’e doğru yola
koyuldu. Bunu haber alan Laskaris de Kıpçak, Alan ve Germen askerleriyle takviye edilmiş
olan ordusuyla Selçuklu sultanınakarşı harekete geçti.Sultan Keyhüsrev ve Laskaris arasında
yapılan savaşın yeri ve cereyan tarzı hakkında, dönemin kaynakları birbirinden çok farklı
bilgiler verirler. Bir rivayete göreSelçuklu ordusu, bugün yeri tam olarak bilinmeyen
Antiochia kalesini almak üzereyken,Laskaris’in yetişmesiyle ordular burada karşılaşmıştı.
Başka bir rivayete görede Türk ordusu, Bizans sınır hattında bulunan Alaşehir
(Philadelphia)’e vardığı sırada Laskaris’in ordusuyla karşılaşmıştı. Mevcudu Selçuklu
ordusundan çok azolan Bizans ordusu paralı seçkin Frank askerlerle takviye edilmişti. Türk
kuvvetlerineilk saldırıyı yapan Frank askerleri bir hamlede Selçuklu ordusunun arka
saflaraulaşmalarına rağmen; bu ani saldırının şokunu üzerinden atan Türkler Frankbirliğini
imha ettiler. Sonra da düşman ordusuna hücum edip büyük kayıplar verdirdiler.
Bizans ordusu savaş meydanını terk edip kaçmaya başladığında, bir anönce sonuca
ulaşmak isteyen Selçuklu sultanı ağır gelen zırhını çıkarıp tedbirsizbir şekilde, bizzât harbe
girdi. İleri gelenler kendisine merkezde kalıp sadece harbi yönetmesi için yalvardlarsa da, 200
askerle düşman ordusunun merkezine saldırdı. Fiziki gücüne ve savaş kabiliyetine güvenen
Keyhüsrev, dağ gibi tasvir edilenve herkesinkinden daha yüksek olan atı üzerinde Laskaris’le
karşı karşıya geldi. Sultan onu bir gürz darbesiyle atından düşürdü, hatta aynı darbeyle atı da
yereyıkıldı. Sultanın adamları derhâl Laskaris’in etrafına toplanıp onu öldürmek istedilersede,
buna izin vermeyen Keyhüsrev onun atına bindirilmesini emretti.Bir anlatıma göre kılıcıyla
sultanın atının arka ayaklarını kesen Laskaris’in bu hamlesiylebir kulenin yere yıkılışı gibi
atından yere düşen Keyhüsrev, Laskaris tarafından başı gövdesinden ayrılmak suretiyle şehit
edildi. Sultanın kesik başı teşhir edilincebunu gören Selçuklu askerleri, gâlip durumda
olmalarına rağmen dehşete kapılıp kaçışmaya başladılar. Bunun üzerine geri dönen az
sayıdaki Bizans askeri, takipettiği Türk ordusuna ağır zayiat verdirdi. Bir çok esir arasında
büyük emirler debulunuyordu ki, bunlardan birisi de sultanın oğullarının atabeyi olan
SeyfeddinAyaba idi.Farklı bir anlatıma göre ise, Laskaris’i bir hamlede atından düşüren
Keyhüsrev onun öldürülmesine izin vermedi. şüphesiz düşmanının esir alınmasını istiyordu.
Bizans ordusu zaten ağır kayıplar vermiş, savaş meydanından firar etmeye
başlamışlardı.İşte bu sırada bir karışıklıklık meydana geldi. Selçuklu ordusu ve hatta
sultanıncandârları kaçanları kovalama ve ganimet toplama telâşına düşerek, sultanı savaş
meydanın ortasında yalnız bıraktılar. Bunu gören bir Frank askeri kendisinifark etmeyen
sultanı arkadan hançerleyerek şehit etti.
Frank askeri kaçmakta olanBizanslılara’a yetişerek durumu haber verdi. Bunun
üzerine mağlub Bizans askerleridönerek şaşkınlık içerisinde dağılan Selçuklu ordusunu takibe
koyuldular veağır kayıplar verdirdiler (Haziran 1211). Sultan Keyhüsrev’in naaşı Laskaris’in
izniyle, geçici olarak Alaşehir’deki Müslüman mezarlığında toprağa verildi.
Alaşehir Savaşının Değerlendirilmesi
Yukarıdaki anlatımların hangisi doğru olursa olsun sonuç olarak; Alaşehir
savaşındaüstün durumda bulunan Selçuklu ordusu, mağlub Bizans ordusunu
kovalamayagirişince, korumasız kalan Sultan I. Keyhüsrev’in şehid edildiği anlaşılıyor. Farklı
kaynakların verdiği malumât birleştirildiğinde ortaya çıkan gerçeklerden biri de,
Keyhüsrev’in gücüne mağruren zırhını çıkarıp, adetâ yalın kılıç düşman ordusununmerkezine
113

hücum etmesidir. Böyle bir durumda ortaya çıkabilecek en büyüktehlike, hükümdarın


öldürülmesi ve bozguna sebep olması ihtimalidir. Alaşehir savaşında yaşanan da bundan
başka bir şey deildir.Bu savaşı III. Aleksios’u İznik’te tahta geçirmek ve yıllık vergiyi
ödemeyenLaskaris’i cezalandırmak amacıyla Sultan Keyhüsrev başlatmıştı. Selçuklu
ordusune sebeple olursa olsun yenilgiye uğramış, sultan da savaş meydanında şehit düşmüştü.
Demek ki savaşı başlatan taraf hedefine ulaşamamıştı. Ancak talihin kendisine
gülmesi neticesinde, şans eseri gâlib gelen Laskaris de, bu başarıdan yararlanabilecekdurumda
değildi. Gerçekten de dönemin Bizans kaynakları, eğer sultanın ölümünden sonra Selçuklu
ordusu dağılmayıp harbe devam etseydi, zatençok ağır zayiata uğramış olan Laskaris’in bu
savaşı kazanmasına imkân olmadığını söylerler.
Nitekim Laskaris verdiği kayıplar yüzünden, Selçuklu ordusunu takip edip
toprakişgâline tevessül edemedi. Hatta babasının ölüm haberini alıp, tahtı ele geçirmekiçin
yola çıkan ve Malatya’dan Kayseri’ye gelmiş bulunan Keykâvus’a, baş sağlığı mesajı ve barış
teklifi içeren bir mektup gönderdi. Keykâvus, Laskaris’in serbestbırakıp kendisine elçi olarak
gönderdiği Seyfeddin Ayaba’nın ilettiği bu talebikabul etti. Yapılan anlaşmanın muhtevası
kaynaklarda çok net olarak verilmemiştir. Arada bir sınır değişikliği olmadığına göre savaş
öncesi şartlar üzerinde mutabakatavarıldığı söylenebilir.
İzzeddin Keykâvus’tan olumlu cevap gelmesi üzerine, şehid sultanın naşı Konya’ya
getirildi. Künbedhâne adı verilen ve Seçuklu sultanlarının medfun bulunduğu türbede
gömüldü. Kaynaklarda ağabeyi Süleymanşah gibi, uzun boyluve yakışıklı olarak tarif edilen
Keyhüsrev, devrin en büyük âlim ve mutasavvıflarından olan Mecdeddin İshâk tarafından
yetiştirilmişti.
Kısa ama çok başarılı geçenikinci saltanat döneminde, Antalya’nın fethinden sonra
yaptığı uluslararası ticaretanlaşmalarıyla, ülkesinin iktisadî gelişimine büyük bir ivme
kazandırdı. Bugelişimin göstergesi olan eserler de Sultan Keyhüsrev döneminde artmaya
başladı. Cami, hankâh, köprü gibi eserler yanında, Kayseri’de 1207 yılında kız kardeşiGevher
Nesibe adına yaptırdığı tıp medresesi, bütün ihtişamıyla günümüze kadargelmiştir.

Candâr Farsça silah tutananlamında; saray teşkilâtına


mensup, hükümdarın vesarayın güvenliğindensorumlu hâssaaskerlerine,muhafızlara verilen
addır.
Şehzâdeler arasındaki taht kavgalarının sebepolduğu bunalımı açıklayabilme
Sultan II. Kılıç Arslan, Türkiye Selçukluları’nınkuruluşundan beri örneği
görülmemiş bir şekilde, ülkenin yönetimini oğulları arasında taksimetti. Ancak bunu
babasının kendisini Elbistan, kardeşini Ankara-Çankırı meliki tayin ettiğindeolduğu gibi
değil; meliklerin yetkilerini genişletmek
suretiyle yaptı. Melikler, yılda bir kere Konya’yagelip itaat arz etmek kaydıyla, kendi adlarına
hutbe okutup para kestirme yetkilerine de sahiplerdi.
Sultanın bu sayede meliklerin saltanatihtiraslarını dizginlemeyi düşündüğü
uygulama, daha Kılıç Arslan’ın sağlığında iflas etmiş; bazı oğulları veliaht ilan edilmek
isteğiyle babalarıylave topraklarını genişletmek amacıyla birbirleriylemücadeleye
başlamışlardı. Bu parçalı durum sebebiyleilk zaaf, Üçüncü Haçlı seferi çerçevesinde
Anadolu’dan geçen Alman ordusu karşısında ortaya çıktı. Haçlılara zayiat verdirilmekle
birlikte, Konya da tahrip edilmekten kurtulamadı. Kilikya (Çukurova)’daki Ermeni kralı Leon
da, bu dönemde kardeşler arası çekişmelerden faydalanıp, Toroslar’ı aşarak Selçuklu ülkesine
saldırma fırsatı buldu. Leon Ereğli’yi alıp Kayseri’yi kuşattı. Bunların yanı sıra bir süredir
devamlı yukarı doğrugitmekte gelişme çizgisi bu sebeple durağanlaştı.
Mektubunda şöyle dediğini naklediyor: “ Gök kubbealtında bulunan hükümdarların
en büyüğü, Allah’ın peygamberininyardımcısı ben Süleymanşah, Gürcüler’inkraliçesi sen
Thamara’ya bildiririm ki, sen Gürcüler’ineline kılıç verip Allah’ın sevgili kulları olan
114

Müslümanları öldürmelerini emrettin. Benim hür milletimi tâbiyetvergisi vermeye zorladın.


Şimdi bizzât ben sana ve milletineİslâmın adaletini göstermek ve Allah’ın bizim
ellerimizeemanet olarak verdiği kılıcı, sizin bir daha kullanmamanız gerektiğini öğretmek
amacıyla geliyorum. Gelişimde ancak otağımın önünde diz çöken,
Muhammed’inpeygamberliğini kabul edip dinini bırakan, boşunaümit bağladığınız haçı
huzurumda kıran kimselerimükâfatlandıracağım. Bununla beraber kimseyi din değiştirmeye
zorlamayacak ve halka zarar vermeyeceğimve tâbiiyetimi kabul edenlerden başkasının
yaşamasınamüsaade etmeyeceğim”.Bu mektubu ileten Türk elçisinin “Eğer kraliçe
dinindendönerse, Sultan Süleymanşah onu nikâhına alacak aksitaktirde cariye yapacaktır”
demesi üzerine Gürcü komutanı Zakaria’nın elçiyi tokatladığı da ifade edilmektedir.
Kraliçe Thamara’nın, Süleymanşah’dan aşağı kalmayanmağrurane cevabı da
şöyledir: “Ey Süleymanşah! BizAllah’ın kudretine ve Meryem’e güveniyoruz.
Bizimumudumuz mukaddes haçtadır. Gökleri hiddetlendirenmektubunu okudum ve Allah’ın,
küstahlığından dolayı seni cezalandıracağının işaretlerini gördüm. Sen
askerlerinegüveniyorsun, nefretinden dolayı böyle yapıyorve ganimet için savaşıyorsun. Ben
ise ne zenginliğime, ne askerlerimin miktarına, ne de insanlara güveniyorum. Ben sadece
Allah’a (oğluna), ve senin hakaret ettiğin salibe (haça) güveniyorum ve Meryem’e dua
ediyorum.Sana İsa’nın askerlerini gönderiyorum. Bu askerlersana hürmet göstermeye değil,
gururunu kırmakiçin geliyor. Senin değil Allah’ın irade ve adaleti tecelliedecek ve bir daha
Allah’ın adına hakaret etmemeyiöğreneceksin. Tam zamanında yetiştirmek
gayesiyleadamlarından birisini sana gönderiyorum ki tedbirinialasın. Askerlerim de artık sana
doğru hareket etmiştir”.
SULTAN I. İZZEDDÎN KEYKÂVUS DÖNEMİ (1211-1220)
I. İzzeddîn Keykâvus’un Tahta Çıkışı ve Saltanatının İlkYılları
Taht Mücadelesi
Sultan I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in üç oğlundan en büyüğü olan I. İzzeddîn
Keykâvus’unçocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Süleymanşah’a karşı tahtını
kaybedenbabası ve kardeşi Keykubâd’la birlikte İstanbul’a (Bizans’a) gittiği bilinmektedir. I.
Gıyaseddîn Keyhüsrev sürgünden dönüp yeniden tahta oturunca (1205-1211) büyük oğlu
Keykâvus’u Malatya melikliğine tayin etti. Ayrıca vaktiyle kendihocası olan Mecdeddîn
İshak’ı da onu eğitimiyle görevlendirdi. Devrin kaynaklarında babasının ölümüne kadar süren
altı yıllık meliklik dönemine dair bilgi bulunmamaktadır. Gıyaseddîn Keyhüsrev 1211
Alaşehir savaşında ölünce, devlet erkânı I. İzzeddîn Keykâvus’u tahta çıkarma kararı aldılar.
Diğer taraftan babasınınşehit olduğu ve ağabeyi Keykâvus’un tahta çıkartıldığı haberini alan
Tokat Meliki Alâeddin Keykubâd isyan etti.
Erzurum meliki olan amcası Mugiseddîn Tuğrulşah, uç beyi Zahireddîn Ali ve
Kilikya Ermeni Kralı Leon’undesteği ile tahtı ele geçirmek üzere harekete geçti. Keykubat
Malatya’dan Kayseri’yegelen Keykâvus için cülus töreni düzenlendiği sırada şehri muhasara
etti. I. İzzeddîn Keykâvus önce çok zor durumda kaldı. Kayseri subaşısının Ermeni Kralı
Leon ile gizlice anlaşma yapıp ittifakı bozması üzerine, Alâaddîn Keykubâd muhasarayı
kaldırıp Ankara’ya çekilmek zorunda kaldı (1212). Böylece İzzeddîn KeykâvusKonya’ya
ulaştı. Bu sırada Alaşehir Savaşı’nın görünürdeki galibi Theodor Laskaris Konya’dakiolayları
yakından takip ediyordu. Çünkü yeni sultanın babasının intikamını almakistemesinden
çekiniyordu. Zaten Latinlerle mücadele halinde iken, diğer taraftanSelçuklular’la savaşıp iki
ateş arasında kalmaktan çekindiği için Konya ile uzlaşmayı tercih etti. Bu nedenle yeni
Türkiye Selçuklu sultanını tebrik etmek için pek çokhediyeyle elçiler gönderdiği gibi, sultanın
cenazesinin nakli için her türlü yardımahazır olduklarını bildirdi.Sultan I. İzzeddîn Keykâvus
da bir an önce babasının cenazesini nakledip, isyaneden kardeşi Alâaddîn Keykubâd’ı
tamamen etkisiz hale getirmek istiyordu.Bunun için Laskaris’in yıllık haracın dışında
115

30.000.000 dinar savaş tazminatı ödemesi ve Grekler ile Selçuklular arasındaki sınırların
aşılmamasışartıyla, 50 yıllık birbarış anlaşması imzalandı.
Bu uzlaşmanın ardından Keykâvus, Ankara’da saltanat iddiasında bulunan kardeşi
Alâeddin Keykubâd üzerine yürüdü (1212). Keykâvus yaklaşık bir yıl sürenmuhasara sonunda
kardeşini etkisiz hale getirmeyi başardı. Saltanatının ilk günlerindenitibaren kendisine zor
günler yaşatan kardeşi Alâeddin Keykubâd’ı Ankara’daesir etti. Önce Malatya yakınlarındaki
Minşar kalesinde hapsetti.I. İzzeddîn Keykâvus böylece gücünü ispatlamış ve mevkiini
sağlamlaştırmıştı.Bunun üzerine Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Kıbrıs Haçlı Krallığı ile
aktedilenmuahedeyi yenilediği gibi, 1214 yılı başlarında Venedikliler’le de ticaret anlaşması
yaptı. Buna göre:
1.)İki devletin tüccarları birbirlerinin ülkesinde serbestçe ticaret yapabilecek,
2.) Her iki ülkenin kıyılarında batan gemilerin ve ölen tüccarların malları, ait olduğu
ülkeye iade edilecek,
3.) Korsan saldırısına uğrayan tacirlere her iki ülkeye de sığınma hakkı tanınacak.
Sinop’un Fethi
Sultan I. İzzeddîn Keykâvus hâkimiyetini sağlamlaştırıp iç işlerini yoluna
koyduktansonra ilk seferini Karadeniz sahilinde önemli bir liman şehri olan Sinop
üzerinedüzenlemiştir. Zira 1204 yılında Haçlılar Bizans’ı işgal ettiğinde Anadolu’da biri İznik
diğeri Trabzon merkezli iki siyasî teşekkül oluşmuştu.Sultan tahta çıktığında uzlaşma
talebinde bulunan İznik Rum İmparatorluğu ile anlaşmayoluna gitmiş ve elli yıllık bir
barışanlaşması imzalamıştı. Fakat TrabzonRum hükümdarı Aleksios, Keykâvus’un kardeşi ile
meşgul olmasından yararlanaraksınırları ihlâl etti. Keykâvus hem Aleksios’u cezalandırmak,
hem de Anadolu’dangeçen milletleararası güney-kuzey ticaret yolunun kontrolünü sağlamak
içinsefer kararı aldı. Ayrıca İznik ve Trabzon Rumlarından birisinin diğerine
üstünlüksağlaması halinde Karadeniz’le irtibatı bütünüyle kesilebilirdi.
Keykâvus önce Sinop ve havalisi hakkında detaylı bilgi topladı. Üç tarafı
denizleçevrili olan bu şehrin kara ve denizden bağlantısını kesip, uzun süreli bir
kuşatmasonucu ele geçirilebileceğini düşünerek ona göre hazırlık yaptırdı. Diğer
taraftanTrabzon Rum hükümdarı Aleksios (1204-1222)’un durumunu tespit etmek
üzerecasuslar görevlendirdi. Edilinen bilgiye göre, Aleksios tedbirsiz bir şekilde 500adamı ile
ormanlık alanda avlanmakta ve eğlence meclisleri düzenlemekte idi. Buhaberi alan uç
emirleri derhal harekete geçerek, ani bir baskınla Aleksios’u esir aldılar. Sefere Sivas’ta
hazırlanmakta olan Keykâvus bu haberi alınca süratle Sinop’ahareket etti. Sultan, Aleksios’un
esaretini kullanarak kalenin bir an önce düşmesini sağlamaya çalıştı. Fakat kalenin denizden
irtibatı tam olarak kesilemediği için budurum ciddi bir baskı oluşturmuyordu. Nihayet bin
kişilik bir Selçuklu kuvveti sahiletaarruz edip Rumlara yardım taşıyan gemileri yaktı. Böylece
kaledeki sıkıntı gittikçe arttığı için, Aleksios’un serbest bırakılması ve kendilerine aman
verilmesi şartıyla teslim olmayı kabul ettiler. I. İzzeddin Keykâvus kaledekilerin isteğini
kabuletti ve 1 Kasım 1214 tarihinde Sinop surlarına sultanın sancağı dikildi. Aleksios’la
şuşartlarla bir anlaşma imzaladı:
1. Aleksios Canik ve çevresinde ikamet edecek,
2. Her yıl sultanın hazinesine 10.000 dinar, 5.000 baş at, 2.000 baş sığır, 10.000baş
koyun, 50 yük çeşitli hediyeler gönderecek,
3. Sultan istediği takdirde, tâbi hükümdar sıfatıyla asker gönderecekti.

Antalya’nın Geri Alınması


Hatırlanacağı üzere Antalya 1207 yılında I. Gıyaseddîn Keyhüsrev tarafından
fethedilmişti. Fakat sultanın ani ölümü ve oğulları arasındaki saltanat mücadelesinden
116

faydalanan Hristiyan ahali isyan etti. Kıbrıs haçlılarının yardımıyla şehri ele
geçiripMüslümanları kılıçtan geçirdiler. Ayrıca Selçuklu ordusu geldiğinde şehri KıbrısHaçlı
Krallığına teslim etme kararı aldılar. Akdeniz sahilinde böylesine önemli birlimanın elden
çıkmasının Selçuklular adına büyük zafiyete yol açacağı; dolayısıyladerhâl geri alınması
gerekiyordu.
Ancak Sinop’un fethinin öncelik kazanmasıve Ermeniler’in tenkil edilmesi şehrin
geri alınmasını geciktirmişti. Konya’nın Ruzbe Ovası’nda toplanan ordu hazırlıkların
tamamlanmasının ardından Antalya’ya doğru harekete geçti. Antalya halkı Sultan
Keykâvus’un büyükbir orduyla üzerlerine geldiğini haber alınca, durumu Kıbrıs Haçlı
Krallığına bildiripyardım istediler. Bunun üzerine Kıbrıs Haçlı Krallığından bir kaç gemiyle
birmiktar asker isyancıların yardımına geldi. Selçuklu ordusunun süvarileri kaleninönüne
varınca, sultan hemen karadan ve denizden kuşatma emri verdi. Ramazanayının ilk günü
başlayan muhasara yaklaşık bir ay sürdü. Kuşatmanın neticeyeulaşmasında okçuların yanı
sıra, sultanın talimatı ile yapılan on kişinin birden çıkabileceği genişlikteki merdivenlerin
büyük payı oldu. Bu merdivenler sayesindesurlardan içeri giren Selçuklu askerleri kale
kapısını açarak şehrin düşmesini sağladılar. İsyancılar ve onlara yardım eden haçlılar
tamamen etkisiz hale getirildiler.
Sultan Keykâvus 1216 yılı başında ikinci kez fethedilen Antalya’ya, belinde
hükümdarlık alâmetleri kemer, başında külah ve kolunda yay ile girdi. Şehrin valiline
Keyhüsrev zamanında bu göreve tayin edilen Mübarizeddin Ertokuş atandı. Sinop ve
Antalya’nın fethiyle Karadeniz ve Akdeniz sahilinde, kuzey-güney yolunungiriş-çıkış kapıları
olan iki önemli limana kavuşan Türkiye Selçukluları, nihayetkara devleti olmaktan kurtulup
uluslararası ticarette de etkili olabilecekleri şartları sağlamış oldular.

Abbasi Halifeliği İle İlişkiler


I. İzzeddîn Keykâvus tahta oturduğunda Abbasî Halifesi Nâs›r Lidînillâh (1180-
1225) hilafet tahtında bulunuyordu. İki taraf arasındaki diplomatik temas sultanın, hocası
Mecdeddîn İshak’ı Bağdad’a elçi olarak göndermesiyle başlamıştır. Heyetinhalifeye gidiş
tarihi 1212 veya 1214 olarak tahmin edilmektedir. Mecdeddîn İshakhalifeye çok miktarda
mücevher, altın sırmalı Rumî kumaşlar, atlaslar, Rus ketenleri,Kıbrıs malı kadın giysileri ve
örtüleri, çok sayıda kadın köle, iğdişler, Arap atları, rahvan merkepler ve bohtî develeri, altın
haçlar ve gümüş tabaklardan oluşanhediyeler sundu.
Halife Nasır Lidînillâh, Mecdeddîn İshak’ı çok iyi karşılayıp ağırladıktan sonra,
Keykâvus’a iletilmek üzere bir sarık, derviş cübbesi, hil’at, saltanat menşuru, kaftan,
sultanü’l-gâlib ünvanı ile birlikte on Hicaz yolcu devesi, Hicaz ve Şam diyarlarının kıymetli
eşyasından, Hint mamûlü mallardan meydana gelen çeşitli eşyalar, kıymetli elbiseler, altın
işlemeli İskenderiye kumaşı,döşemelikler, billur veakik taşlar, ince nefis örtüler, misk
kutuları, amber kaplarıyla dolu sandıklar, yabaneşeği, zürafa, kartal gibi hayvanların yanı sıra;
Şubat 1212 tarihli bir fütüvvetnâmegöndermiştir.
Arapça “genç, yiğit, cömert” anlamındaki “feta” kelimesinden gelen fütüvvet
“gençlik, kahramanlık, cömertlik” manasına gelmektedir. Kökeni Sâsâniler’e kadar uzanan
fütüvvetbaşlangıçta gençler arasındaki sosyal bir aktiviteyken zamanla tasavvufî bir boyut
kazanmıştır. Bazı mutasavvıfların telkini ile girdiği bu teflkilâtı yeniden düzenleyerek XIII.
Asırdaitibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî bir yapılanmaya dönüştüren Halife Nâsır
Lidinîllah’ınbaşta fütüvvete karşı olduğu bilinmektedir. Fütüvvetnâme ise fütüvveti konu alan
veya fütüvvetinâdâb ve erkânı hakkında bilgi veren eserlerin ortak adıdır.
Halife, Selçuklu elçilerinin Anadolu’ya dönüşünün ardından I. İzzeddîn
Keykâvus’unfütüvvet teşkilâtına kabulüyle ilgili merasimleri yerine getirmek üzere,meşhur
âlim Sühreverdî’yi (1145-1234) elçi olarak Türkiye’ye gönderdi. Fütüvvetteşkilâtının
nizamnâmesini hazırlamış olan Sühreverdi için Selçuklu sarayında sultan, devlet büyükleri ve
117

komutanların katıldığı bir tören düzenlendi. Bu merasimdeI. İzzeddîn Keykâvus’a fütüvvet


elbisesi giydirildi. Halifenin öncülüğünde yenidenörgütlenen bu teşkilât, böylece Anadolu’ya
girmiş oldu. Fütüvvet daha sonraAhîlik adı altında gelişerek bölgenin ekonomik ve kültürel
hayatında önemlirol oynayacaktır.
Hil’at hükümdarların taltifetmek istedikleri kimselere
giydirdikleri kıymetlielbise”dir.Saltanat menşuru halifetarafından Müslüman birhükümdarın
saltanatınınonaylandığını duyuran yazılı belgedir.
Anadolu-Suriye Yolunun Kontrolü İçin Mücadele
Ermeniler Üzerine Düzenlenen Seferler
I. İzzeddîn Keykâvus tahta oturduğunda, kendisine karşı
isyan eden Alâaddîn Keykubâd’ın müttefikleri arasında, Kilikya Ermeni hükümdarı II. Leon
(1198-1219) da bulunmaktaydı. Fakat Keykâvus ona para ve saldırmamayıvaadederek bu
ittifakı bozmayı başarmıştı. Sultan kardeşinin isyanı ve Sinop’un fethiyle uğraşırrken Lülüve
(Ulukışla), Ereğli, Larende (Karaman)kalelerini işgal eden Ermenilere karşı harekete
geçememişti. Bununla birlikteAntalya seferine giderken onları Toroslar’ın ötesine atması,
hemen arkasındanAntalya’nın Selçukluların eline geçmesi, Ermenilere iktisadî bakımdan
büyükbir darbe vurdu. Keykâvus’un giderek kuvvetlenmesi onları ciddi biçimde
tehditediyordu.
Leon, Haçlı prinkepsliğinin merkezi olan Antakya’yı işgal edip, Anadolu-
Suriyekervan yolunu tehdit etmeye başlamıştı. Bu tehdit Türkiye Selçukluları’nıniktisadî
politikalarını doğrudan etkiliyordu. Keykâvus Antalya’yı fethettiktensonra, Kilikya Ermeni
Krallığı üzerine sefere çıkmak zorunda kaldı. Çünkü I. Gıyaseddîn Keyhüsrev zamanından
itibaren imzalanan uluslararası ticaret anlaşmalarının en önemli maddesi tüccarların ve kervan
yollarının güvenliği için verilenteminatlardı. Güvenlik sağlanamadığı takdirde Türkiye
Selçuklu Devleti, sigorta kapsamında yüklü tazminatlar ödemek zorunda kalacağı gibi itibar
kaybına da uğrayacaktı. Sultan 1216 yazında ordunun Yabanlu Pazarında toplanması için
emir verdi. Eyyûbîlerden Haleb hâkimi Melik Zâhir ile temasa geçmişti. Amacı Anadolu-
Suriyeyolu üzerinde Ermeni saldırılarını sona erdirmekti.Bunun için kendisi Maraş üzerinden
Çukurova’ya doğru ilerlerken Melik Zâhir’inde Haleb’ten harekete geçerek Antakya’yı
kuşatmasını plânlıyordu. Taraflar arasında yapılan görüşmeler sonucunda Eyyûbî meliki,
Keykâvus ile müttefikolmayı kabul etti. Ancak Mısır hâkimi olan amcası Melik Adil (1200-
1218) ona,Keykâvus’un Suriye’ye girmesinin tehlikeli olacağını, anlaşmadan uzak durmasını
bildiriyordu.
Fakat Keykâvus, Melik Zâhir’in güvensizlik sergileyerek ağırdan almasından
rahatsız oluyordu. Müzakereler devam ederken bir miktar askerini Maraş Emiri
Nusreteddinkomutasında Ermenilerin yoğun olduğu, fakat Eyyûbîlerin idaresindekiBalat
üzerine sevk etti. Sultan, Melik Zâhir’e II. Leon’a yardım eden Ermenileri cezalandırmak
niyetinde olduğunu bildirildi. Fakat güven eksikliği ve çıkar çatışmaları sebebiyle, bu küçük
hadise Selçuklu-Eyyûbî ittifakının bozulmasına yetti. Ermeni meselesini halletmek ve
Anadolu-Suriye kervan yolunu emniyet altınaalma konusunda kararlı olan Sultan I. İzzeddîn
Keykâvus, biraz gecikmeli olarak1216 sonbaharında harekete geçti. Selçuklu ordusu önce
Çinçin kalesini muhasaraetti. Surların önünde kurulan mancınıklarla gece-gündüz, kale adeta
taş yağmurunatutuldu. Çaresiz kalan halk sultandan üç günlük ateşkes istedi. Sürenin
sonunakadar kendi aralarında müzakereler yaptılar ve sonunda canlarına dokunulmamak şartı
ile kaleyi teslim edeceklerini bildirdiler.
Keykâvus onların isteğini kabul edipkaleyi teslim aldı. Buradan Kançin Kalesi’ne
doğru ilerledi. Adı geçen kale kısa süredekuşatıldı ve şiddetli çarpışmalar sonucunda Selçuklu
askerleri surları aşıp kalekapılarını açmaya muavfak oldu.Çinçin ve Kançin kalelerinin bir biri
ardına ele geçirilmesinin ardından Keykâvusdoğrudan doğruya II. Leon üzerine yürüme kararı
aldı. Bu sırada oldukça yaşlanmış, nikris hastalığına yakalanan ve felç olan II. Leon,
118

ordusunun idaresini BaronKonstantin’e bırakmıştı. Selçuklu ordusunun ilerlediğini haber alan


baron ve kurmayları, Keban/Gabankalesi yakınlarında karargâh kurup beklemeye başladılar.
Sultan ise Ermeni ordusununyerini ve durumunu öğrenmek için seçkin üç bin askerini
görevlendirmişti. Gerekli bilgiler toplandıktan sonra Selçuklu ordusu, Ermeniler üzerine akın
etti.
Uzun süren şiddetli çarpışmalar sonucunda başta komutan Baron Konstantin
olmaküzere yakın adamlarından Oşin ve Noşin esir düştüğü için Ermeni ordusubozguna
uğradı. Böylece Keban kalesini de ele geçiren Keykâvus, Ermeni Kralı II. Leon’u yakalamak
için bir hafta kadar takibat yaptırdı ise de neticeye ulaşamadı.
Fakat Ermeni meselesini kökten halletme konusunda kararlı olan sultan kışı
Kayseri’degeçirdi. Fakat I. İzzeddîn Keykâvus’un kararlılığını gören II. Leon
sultanlauzlaşmak ve esirleri kurtarmak için temasa geçti. İki taraf arasında 1218 yılında
varılan anlaşmaya göre:
1. Maraş civarında 1216 yılında esir düşen Ermeni prensi serbest bırakılacak,
2. Ermeni Krallığı yıllık 20.000 dinar/altın vergi verecek,
3. Selçuklu sultanı istediğinde, kral 500 tam teçhizatlı asker gönderecekti.Bu anlaşma
sonucunda İzzeddîn Keykâvus, Anadolu-Suriye ticaret yolununAnadolu güzergâhının
kontrolünü sağlamış oldu.
Ahîlik XIII. YüzyıldaAnadolu’da yayılan veOsmanlı Devleti’ninkurulmasında önemli
roloynayan dinî ve sosyal birteşkilâttır. Arapça“kardeşim” anlamındaki“ahî” veya
Türkçe’deki“cömert” manâsına gelen“akı” kelimelerindentüretildiği kabuledilmektedir.
Yabanlu Pazarı, Selçuklularzamanında, Kayseri-Pınarbaşı mevkiinde(Pınarbaşı’na
yirmikilometre mesafede)
bugünki Pazar-ören’dekurulmaktaydı. Milletlerarası bir fuar niteliğinde olan bupazar, her yıl
Mayıs veHaziran ayları arasında tam40 gün devam ederdi.Komşu ülkelerin tüccarları bu
pazara çok rağbetederlerdi.

Fransızcası Goutte (damla),Osmanlı’da ki adı Nikris,günümüzde ise Gut


diyeadlandırılan bu hastalık,aşırı protein tüketiminebağlı olarak kandaki ürikasit miktarının
artarakeklemlerin içinde veçevresinde depolanmasıylatahribata yol açan birmetabolizma
rahatsızlığıdır.

Haleb Seferi
Eyyûbîler, Türkiye Selçuklularının güneydoğu politikalarını, kendileri için
tehditolarak görüyorlardı. Keykâvus’un Ermenilerle savaşından önceki ittifak teşebbüsü
de bu sebeple başarısız olmuştu. Bu sırada Melik Zahir vefat etmiş, yerine henüzüç yaşında
olan oğlu Melik Aziz (1216-1236) geçirilmişti. Yeni melikin nâibliğiniyapan annesi ve
ümeranın birbirleriyle olan rekabeti Haleb’te karışıklıklara yol açtı. Oradan kaçan bazı
emirler, I. İzzeddîn Keykâvus’u Haleb’e sefer yapmaya teşvikediyorlardı. Devlet erkânının
aksi kanaâtine rağmen sultan bu bir fırsatı değerlendirmekistiyordu. İzzeddîn Keykâvus,
Büyük Selçuklularla aralarındaki ezeli rekabete rağmen, birdönem onların idaresinde kalan bu
topraklar üzerinde miras hakkı iddia ediyordu.Ayrıca Haleb Türkiye topraklarına katıldığında
Anadolu-Suriye kervan yolunun güvenliğini sağlamış olacaktı. Bu nedenle devlet erkânı ile
yaptığı uzun münakaşalarsonunda sefer kararı alındı. Ancak devlet adamları seferin meşru bir
nedene dayanması ve başarıya ulaşması için Salâhaddîn Eyyûbî (1171-1193)’nin büyük
oğluSümeysat/Samsat hâkimi Melik Efdal (1193-1225)’le anlaşmayı tavsiye ettiler.
Haleb’teki muhalif ümerâ da kardeşleri ve yeğenleriyle anlaşmazlıkları olanMelik
Efdal’in etrafında toplanmıştı. Selçuklu sultanı Keykâvus adına kendisiyle yapılan
görüşmelerde Melik Efdal’e “babasının saltanatını kendisine iade etmek
istediklerini”bildirildi. Sonunda taraflar arasında Haleb ve çevresinin zabt edilip
119

MelikEfdal’e; yine bir Eyyûbi melikinin elinde bulunan Urfa ve Harran’ın ele geçirilip
Selçuklu sultanına bırakılmasışartıyla anlaşmaya varıldı. Bunun yanı sıra MelikEfdal,
Keykâvus’a tâbi olacaktı.
Müttefikler Haleb muhasarası için Ra’bân/Araban Kalesi önünde buluşmaküzere
harekete geçtiler. Sefer sırasında Elbistan, Merzubân, Ra’bân, Tell-bâşiryolunun takip
edilmesi kararlaştırıldı. Bu nedenle Elbistan ovasından geçerekMerzubân’a ulaşan Selçuklu
ordusu derhal kaleyi muhasara etti ve üç gün sonundateslim almayı başardı. Burada gerekli
düzenlemeler yapıldıktan sonra Ra’ban’adoğru harekete geçildi. Burada Melik Efdal’le
buluşan Selçuklu sultanının sancağını gören halk korku ve paniğe kapıldı. Kısa sürede
kuşatma için gerekli hazırlıklar tamamlanıp saldırılara başlandı.
I. İzzeddîn Keykâvus zor durumda kalanhalkın aman dileğini kabul etti; Melik
Efdal’le yapılan anlaşma gereği Ra’bân’ı ona bıraktı. Selçuklu ordusu nihayet Tell-bâşir’e
ulaştı. Ancak on üç günlük muhasarayarağmen kale inatla direniyordu. Sultan halkı yıldırmak
için kalenin çevresindekibağ ve bahçeleri tahrip ettirmeye başlayınca geçim kaynaklarının
daha fazla zararauğramaması için teslim olma kararı aldılar. İzzeddîn Keykâvus, daha önce
MelikEfdal ile yapılan anlaşmaya aykırı olarak, hutbeyi kendi adına okuttu.
Nitekim Melik Efdal daha önce Tell-bâşir’den sonra hemen Haleb’in kuşatılmasını
tavsiye ederken; sultanın şehri kendisine bırakmayacağı düşüncesiyle kararsızbir tutum
takındı. “Tell-bâşir’den sonra Menbic’i alalım böylece Haleb kanadı yolunmuş bir güvercine
benzer ve ele geçmesi daha kolay olur” telkini Keykâvus’ada cazip geldi. Nitekim ordu
Menbic’e sevk edilip şehir kolaylıkla alındı. AncakHaleb ileri gelenleri bu boşluğu
değerlendirerek, melikin el-Cezire’de hüküm sürendayısı Melik Eşref’ten yardım istediler.
Öte taraftan Haleb idarecilerinin ağzındanSelçuklu komutanlarına sahte mektuplar
yazıldı ve cevapları da güya bir tesadüfsonucu sultanın eline ulaştırıldı. Böylece Keykâvus
ümeranın ihanet ettiği düşüncesine kapıldı. Durumun iyice çetrefilli hale gelmesi üzerine
Melik Efdal sultanı terk ederek kardeşlerinin saflarına geçti.
Keykâvus buna rağmen geri çekilmemekte kararlıydı ve ordusuyla
Menbic’denHaleb’e doğru ilerledi. Emir-i Meclis Mübarezeddîn Behramşah ve Çaşnigîr
SeyfeddînAyaba komutasında dörder bin kişilik iki öncü birliğini harekete
geçirdi.Mübarezeddîn Behramşah komutasındaki öncü kuvvetler, Haleb ile Menbicarasındaki
Buza’a mevkiinde, Melik Eşref’in ordusu ile karşı karşıya geldi. İki taraf arasındaki
çarpışmadan galip çıkan Mübarizeddîn Behramşah oldu.
Melik Eşref dağılmış ordusu ile geri çekilirken, tesadüfen yakalanan bir Selçuklu
süvarisindenkarşısında yenildiği kuvvetlerin öncü olduğu, asıl ordunun daha Menbic
civarındabulunduğunu öğrendi. Derhal ordusunu toparlayıp karşı taarruza geçince
MübarezeddînBehramşah zor durumda kaldı. Diğer öncü birliğinden takviye kuvvet
istediysedebasit bir kıskançlık yüzünden yardım alamayınca yenilgiye uğrayıp MelikEşref’in
eline esir düştü.
Selçuklu askerleri kılıçtan geçirildi.Öncü kuvvetlerinin ağır yenilgiye uğramasının
yanı sıra değerli bir komutanın esir düştüğü haberini alan sultan hızla Melik Eşref’in üzerine
yürüdü. İki orduyine Buza’a mevkiinde karşı karşıya geldi. Bir taraftan çarpışmalar devam
ediyordu;fakat emirlerin tedirgin tutumu sultanı kararsızlığa sevk etti. Neredeyseümeranın
ihanet ettiğinden artık kuşkusu yoktu. Keykâvus bir sabah aniden askereElbistan’a doğru geri
çekilme emri verdi. Ordular henüz tüm kuvvetleriylesavaşa girmeden sultanın geri çekilmesi
Melik Eşref’i de çok şaşırtı.
Selçuklu ordusunutakip ederek Tell-bâşir, Ra’bân ve Merzubân kalelerini geri aldı.
Ra’bânhariç ele geçirdiği diğer yerleri yeğeni Haleb meliki Aziz’e bıraktı. Melik Eşref,
Mübarezeddîn Behramşah ve diğer Selçuklu esirleri, kendilerine ihsanlarda bulunarakserbest
bıraktı. Sultan Keykâvus ise, neredeyse savaşmadan uğradığı bu yenilgiyi içine
sindiremiyordu.Bu nedenle Elbistan’a döndüğünde, bu başarısızlıkta ihanetlerininpayı
120

olduğunu düşündüğü emirleri bir eve kapatarak yaktırdı. Herhangi bir savaşmış gibi görünen
bu olay aslında, elli yıl tecritte kalıp müteaddit düşmanlarlasavaşarak yeniden güneydoğu
siyasetlerini uygulamak fırsatı bulduklarını düşünenSelçuklular’la; daha önce ifade edilen jeo-
stratejik nedenlerle el-Cezire üzerindenAnadolu’ya yayılmak isteyen Eyyûbiler arasındaki
rekabetin doruğa ulaştığını göstermektedir.
Merzubân/Farsân Maraş yakınlarında; Ra’bân iseFırat bölgesinde
Sümeysat’ayakın Maraş ile Keysunarasında bir kaledir. Tellbâşirise Kuzey Suriye’deHaleb’e
iki günlük mesafedebir yerleşim yeridir.
Emir-i Meclis sultanıneğlence meclisi vetoplantılarının tertip vedüzenlenmesinden
sorumluolan saray görevlisidir. Çaşnigîr hükümdarınyiyeceği her yemeği, lezzetkontrolü ve
zehirlenmeihtimaline karşı, ondan öncetadan saray görevlisidir.
Ölümü ve Şahsiyeti
Sultan I. izzeddîn Keykâvus Haleb yenilgisinin intikamını almak için 1219
yılındaSivas’ta hazırlık yaptırdığı sırada, muzdarip olduğu verem hastalığından
kurtulamıyarak, 1220 yılı başında vefat etti. Sivas’da inşa ettirdiği darüşifadaki
türbesindedefnedildi. Ölümünden bir-iki sene önce Mengücek Bey’i Behramşah’ın kızı
SelçukîHatun’la evlenen sultanın yerine geçebilecek çocuğu bulunmuyordu. Dokuz yıllık kısa
saltanatı, Türkiye Selçukluları’nın en parlak devirlerindendir.
Kaynaklarda akıllı, vefalı, cömert; fakat biraz kindar ve şüpheci olarak
tanımlanansultanın şairlik yönü de kuvvetliydi. Saltanatı süresince 12 yapı inşa ettirmiştir.
Bunların içinde en önemlisi anıtsalyapı niteliğinde olan, 1218 tarihli kapsamlı bir vakfiyesi
bulunan ve 1220 tarihli türbesininde yer aldığı Sivas’taki 1217- 1218 tarihli
darüşifasıdır.Sultanın diğer önemli eseri Antalya-Burdur yolundaki 1213- 1214 tarihli
EvdirHan’dır. Harap durumdaki yapı, taç kapı süslemelerinin yanı sıra Selçuklu dönemindeaz
sayıda örneği görülen açık avlu tipinin anıtsal bir uygulamasıdır.
Malatya Hekim Han ve Malatya’nın Battal Gazi ilçesindeki ulu caminin de
I.Keykâvus’un eseri olduğu Malatya evkaf defterlerindeki bilgiden anlaşılmaktadır. I.
İzzeddin Keykâvus için Musul’dan, Emir Hüsameddin Salar’ın kızının 72 beyitlikbir kaside
kaleme alıp gönderdiği bilinmektedir. Ayrıca sultanın Sivas’taki darüşifasının vakfiyesinde
kadı ve kâtip olarak görev yapmış olan Anili Kadı BurhaneddinEbu Nasr’ın, Enis ul-kulûb
adlı Farsça manzum peygamberler ve İslâm tarihinikonu alan eserini, Malatyalı Mehmed’in
Berid ussâde isimli, peygamberin sohbetlerinive güzel sözlerini bir araya getirdiği kitabını,
Tuslu Ahmed’in de Kelile ve Dimneadlı Farsça manzum çalışmasını kendisine ithaf ettikleri
bilinmektedir.

SULTAN I. ALÂADDÎN KEYKUBÂD (1220-1237)


Meliklik Devri
Sultan I. Keyhüsrev’in ortanca oğlu olarak 1190 yılı civarında dünyaya gelen I.
AlâaddînKeykubâd’ın çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. I. Gıyaseddin Keyhüsrev 1197
yılında tahtını II. Süleyman şah’a bırakmak zorunda kaldığında, küçükyaştaki Keykubâd ve
ağabeyi Keykâvus da babaları ile birlikte Bizans’a iltica etmişlerdi. Ancak 1205’de
Keyhüsrev tekrar Türkiye Selçuklu tahtına çıkınca, Keykubâdiçin de sürgün hayatı sona ermiş
oldu. Bundan sonra Keykubâd’ın Tokat meliki olduğu bilinmekte ise de kaynaklarda(1205-
1211) bu döneme dair bilgi bulunmamaktadır. Keykubâd, 1211 yılındababası I. Gıyaseddîn
Keyhüsrev’in Alaşehir savaşında öldüğü ve tahta ağabeyiKeykâvus’un geçtiğini öğrenince,
Erzurum meliki olan amcası Mugîseddîn Tuğrul Şah ve Ermeni kralı II. Leon ile saltanatı ele
geçirmek üzere ittifak yaptı. Keykubâdmüttefiklerin desteğiyle, Kayseri’de tahta oturan ve
cülus töreninden sonraKonya’ya hareket etmeyi plânlayan Keykâvus’u muhasara etti.
Kardeşinin saldırısına hazırlıksız yakalanan I. İzzeddîn Keykâvus çok zor durumda kaldı.
Kayserisübaşısının tavsiyesiyle müttefiklerin arasını açmayı başardı.
121

Bunun üzerine AlâaddînKeykubâd Ankara kalesine çekilmek zorunda kaldı. Fakat


Keykâvus tahtı için hâlâ büyük bir tehlike oluşturan kardeşinin üzerine yürüyüp, 1212
ilkbaharında Ankara kalesini muhasara etti. İki kardeşi arasında bir yıl süren uzun ve şiddetli
çarpışmalar sonucunda şehir halkının çok fazla zarar görmesi nedeniyle Keykubâd1213
baharında kaleyi Sultan Keykâvus’a teslim etti; fakat hapse atılmaktankurtulamadı.

I. Alâaddin Keykubat’ın Tahta Çıkması ve İlk İcraatları


Sultan I. İzzeddîn Keykâvus Ocak 1220 yılında ölünce devlet erkânı Kezirpert
Kalesi’ndetutuklu bulunan melik Alâaddîn Keykubâd’ı tahta çıkarma kararı aldı.Alâeddin
Keykubâd 1220 yılında Türkiye Selçuklu tahtına oturduğunda ülkegerek siyasî, gerekse
iktisadî açıdan gayet istikrarlı bir durumdaydı. Özellikle kuzey-güney ticaret yolunun iki
önemli limanı Sinop ve Antalya’nın fethi, Selçuklular’a bölge ticaretinde büyük itibar ve
öncelik kazandırmıştı.
Ancak istikrarın sürdürülebilmesiiçin, bağlantılı başka limanların da fethedilerek
Antalya ve Sinop’untakviye edilmesi; ayrıca tüccarlara çeşitli teşvikler verilmesi
gerekmekteydi. I. AlâaddînKeykubâd bunun içindir ki, tahta çıkar çıkmaz ilk işi olarak
Venedik Dukalığı ile ticari bir antlaşma imzaladı.
Buna göre; Venedik Dukası ve onun yerine geçecek despotlarla, Suriye ve
başkayerlerdeki bütün Venedikli tüccarlarla, iki yıllık bir anlaşma yapıldı. Buna göreSelçuklu
ülkesinde Venedikli tüccarlardan yüzde iki (%2) den fazla vergi alınmayacağı gibi, kıymetli
taş ve inci, işlenmiş veya ham gümüş ile altından, zahiredengümrük vergisi alınmayacaktı.
Yine Venedik’e ait bir gemi Keykubâd’ın hâkimiyetindekisahillerde batacak veya saldırıya
uğrayacak olursa malları sahiplerine iadeedilecekti. Düşmanları tarafından takip edilen
Venedik gemilerinin Türkiye Selçuklulimanlarına sığınmasına da müsaade edilecekti.
I. Alâaddîn Keykubâd önceMalatya’daki Minşar dahasonra Kezirpert Kalesi’ndehaps
edilmiştir. Venedik Dukası’nıntemsilcisi Jacobus Teopuloile Sultan I. AlâaddînKeykubâd’ın
elçisi EmirSipehsâlâr ŞemseddînEmirü’l-Gâzi tarafındanimzalanan anlaşma, 8 Mart1220
tarihinde kırmızı harflerle yazılmış vesultanın altın mührü ilemühürlenmişti.
Anlaşmanınbirinci kısmında I. AlâaddînKeykubâd tarafındanVenedikliler’e; ikincikısmında
ise Venedikliler’in Selçuklular’a tanıdıkları imtiyazlar yer almaktaydı.Sultan Alâaddîn
Keykubâd Venedikliler’e tanıdığı bu imtiyazlar karşılığında onlardan: Tebasının
Venedikliler’in idaresindekiyerlere girdiklerinde selamlanmasını istemekteydi. Ayrıca
Venedik dukasının hâkimiyetindeki sahillerde sultanın tâbiyetindekigemilerden tehlikeye
düşen veya zarara uğrayan olursa gerekli yardım yapılıp malları iade edilecekti. Yine Sultan I.
Alâaddîn Keykubâd’ın tâbiyetindekikimselerden adı geçen yerlerde ölen olursa malları,
ortakları arayıncaya kadar muhafazaedilecek ve hiç bir güçlük çıkarılmadan teslim edilecekti.
Anlaşmanın Venediklileriçin bazı imtiyazlar içermesine rağmen, genelde mütekabiliyet
(karşılılık) esasına dayandğı görülmektedir.
Alâiyye’nin Fethi
Sultan Keykubâd, Kıbrıs krallığıyla yürürlükte olan anlaşmanın bir benzerini
Venedikliler’lede yaparak, Türkiyeli tüccarları bu ülkelerde güvence altına almış oldu.
Bundan sonra devletin ekonomi politikasının bir gereği olarak, ilk seferini Kalonoros’ayaptı
(1221 veya 1222 kışı). Burası Antalya’nın doğusunda, şehrin güvenliğiaçısından çok önemli
bir yerde bulunuyordu. Kir Vard adlı bir valinin elinde bulunanKalonoros, karadan ve
denizden kuşatılmasına rağmen iki ay boyunca sonuçalınamadı. Sultan sefere katılan
gönüllülere ve fakirlere 10.000 dirhem gümüş ile100 baş sığır ve 1000 baş koyun dağıtarak
askerinin maneviyatını yükseltti. Üçeayırdığı ordusunun bir kısmına kaleye tırmanma,
ikincisine denizden gelen yardımları önleme, üçüncü kısıma ise kaleyi deniz tarafından
kuşatma görevi verdi.
122

Sultan ayrıca büyük mancınıklarla surların dövülmesini emretti. Kir Vard bu


hücumlaradaha fazla dayanamayacağını anladı ve Antalya subaşısı Mübarezeddîn
Ertokuş’aelçi gönderip kendisine ikâmet edebileceği bir yer verilirse, kaleyi teslimedeceğini
bildirdi. Keykubat bu teklifi Kir Vard’ın kızıyla evlenme şartıyla kabul etti.Kısa bir süre sonra
Kir Vard’ın kardeşinin idaresinde bulunan Alara kalesi de elegeçirildi.Alâaddîn Keykubâd,
Akdeniz ticareti açısından son derece önemli olan Kalonoros’ufeth ettikten sonra, doğal
güzellikleri dolayısıyla çok beğendiği şehri imar ettirmiş ve kendi adına nisbetle Alâiyye ismi
verilmiştir.
Devlet Erkânını Tasfiye Etmesi ve Hükümranlığını Güçlendirmesi
I.Alâaddîn Keykubâd’ı saltanatının ilk yıllarında uğraştıran en önemli
meselelerdenbiri de, babası zamanından beri görev yapmakta olan ve hükümdar adına
devletetahakküm edecek kadar güçlenmiş bulunan ümerayla yaşadığı otorite
problemidir.Nitekim durumdan hoşnut olmayan sultan, emirlerin hiç değilse malî açıdan
güçlerinikırmak düşüncesiyle herbirine, Konya surlarının birer burcunu onarmak emriniverdi.
Emirlerin büyük külfet saydıkları onarım işinden sonra sultana karşı
düşmanlıklarının arttığı anlaşılıyor. Hatta Keykubâd’ın yerine küçük kardeşi Koylu Hisar
melikiKeyferidun’u geçirme hazırlıkları yapmaya başladılar. Fakat durumdan haberdarolan
Keykubâd da güvenilir birkaç adamıyla, ümerayı tasfiye etme planı yaptı. Bunagöre ümeraya,
sultanın huzuruna tek bir adamla ve silahsız olarak çıkmaları emredildi. Bu adet yerleştikten
bir müddet sonra da beyleri huzuruna çağırıp birer bireryakalattı.İçlerinde kendi atabeyi
Seyfeddin Ayaba’nın da bulunduğu ümeranın birkısmı idam, bir kısmı sürgün edilirken
malları da müsadere edildi (1223). Keykubâdböylece tahtın yegâne sahibi ve tek hükümran
olarak otoritesini tesis etti.
Kilikya Ermeni Krallığıile Mücadele
I. Alâaddîn Keykubâd, Keykâvus’a karşı isyan ettiğinde Ermenikralı da onun
müttefikleri arasında bulunuyordu. Fakat Keykubâd’ın tahta geçtiktensonra, Kilikya Ermeni
Krallığı ile sınır olan Kalonoros kalesinin fethi, TürkiyeSelçukluları’yla tâbileri olan Kilikya
Ermeniler’i arasındaki ilişkileri gerginleştirdi.Zira Akdeniz’den gelen ticarî emtia Antalya ve
Alâiye limanlarından Anadolu’yagiriyor, oradan da İstanbul’a ulaşıyordu. Bu iki limanın da
Selçukluların eline geçmesiylebölge ticaretinde Ermeniler’in payı büyük ölçüde azalmıştı.
Selçuklularıngüçlenmesine paralel olarak çıkarları zedelenen Kilikya Ermenileri,
Selçuklularınticaret faaliyetlerine darbe vurmak için, topraklarından geçen
kervanlarıyağmalamaktaydılar. Keykubâd kendisine şikayette bulunan tüccarların zararlarını
karşıladıktan sonra “Canlarını malları uğrunda tehlikeye atan tüccarlara saldırı
oluyorsabunu yapanların üzerlerine kuvvet göndermek gerekir” diyerek, MübarizeddînÇavlı
ve Emir Komnenos’u Ermeniler’e karşı görevlendirdi. Kıbrıs haçlılarından
gelebilecekyardımları engellemek için de, Antalya valisi Mübarizeddîn Ertokuş’u memuretti
(1225).
Ertokuş sahil boyunca ilerleyerek Manavgat ve Anamur’u fethetti. Selçuklu sınırı
böylece Silifke’ye kadar uzanmış oldu. Emir Çavlı ve Mavrozomes idaresindeki ordu ise
İasasuria (İçel) ve Silifke’yi aldı. Başka bir ifadeyle Ermeniler’in, güney sahilindeki Ayas ile
Korykos (Kız Kalesi) dışındaki tüm toprakları Selçuklular’ın eline geçti. Günümüzde
Ermenek olarakbilinen bu bölgeye Oğuzlar’ın Afşar boyuna mensup olan Karamanoğulları ile
SalurTürkmenler’i yerleştirildi.

Doğu Anadolu Beylerini Tâbiyet Altına Alması


Devletin çok önem verilen ekonomi politikaları yanında, Anadolu’da milli ve
siyasîbirliği sağlamak da başlıca hedefler arasında bulunuyordu. I.Alâaddîn Keykubâd,Doğu
Anadolu bölgesinde Selçuklular veya Eyyûbîlere tâbi olmak konusundakararsız davranan bazı
123

beyliklere karşı sefere çıktı. Çünkü bu beylikler TürkiyeSelçuklu Devleti’nin hızla


güçlenmesinden ve Eyyûbîlerden Ahlat sahibi Melik Eşref’inbölgedeki faaliyetlerinden
endişeye kapıldıları için, hutbeyi bazen Mısır EyyûbîSultanı Melik Kâmil veya Melik Eşref
adına, bazen de I. Alâaddîn Keykubâdadına okutup, bölgede Türkiye Selçukluları’nın
otoritesinin kurulmasını geciktiriyorlardı.Her yönüyle güçlü bir devlet kurmak isteyen
Keykubâd’ın onlara müsamahagöstermesi beklenemezdi.Önce 1226 yılında Hısn-ı Keyfâ ve
Âmid/Diyarbekir Artuklular’ı üzerine ordularsevk edildi. Adıyaman, Kâhta ve Çemişkezek
ele geçirildi.
Bu durum güneydoğu siyasetinin gerçekleşmesinin önündeki en büyük rakip olan
Eyyûbîler’le çatışmayı kaçınılmaz hale getiriyordu. Selçuklu sultanının müttefiki olmasına
rağmenMelik Eşref’in, Artuklu beyine yardım bahanesiyle ama aslında Selçuklu
ilerleyişinidurdurmak üzere gönderdiği ordu hezimete uğratıldı. Âmid Artuklu beyi
Mesud,Sultan Keykubâd’a değerli hediyelerle birlikte elçi göndererek balılığını
bildirdi.Keykubâd, Doğu’da Harizmşah ve onu izleyen Moğol tehlikeleri dolayısıyla bu
talebiolumlu karşıladı.
Hattâ aynı sebeplerle, Melik Adil’in kızıyla evlenmek suretiyleEyyûbîlerle dostluk
kurdu (1227).Tarihi iyi bildiği rivayet edilen Keykubâd, dehşet saçarak ilerlemekte olan
Moğol istilâsı karşısında ülkeyi tek elde kendi idaresi altında birleştirmek istiyordu.
II.Kılıç Arslan zamanından beri Selçuklulara tâbi olmalarına rağmen, yeni
Mengücekbeyi Davudşâh, bu büyük tehlike karşısında Keykubâd’a güven vermiyordu.
Türkistan’dansonra bütün islâm dünyasını sarsacak bu büyük istilâ karşısında kendiküçük
varlıklarını muhafaza endişesiyle, Erzurum Selçuklu melikiyle sultana karşı ittifak ediyordu.
Sultan bu sebeple 1228 yılında bizzat çıktığı seferde Erzincan veKemah’ı alıp, Divriği şubesi
hariç, Mengücük Beyliğine son verdi. Oğlu GıyaseddinKeyhüsrev’i, atabeyi Ertokuş’un
nezaretinde buraya melik tayin etti.
Suğdak Seferi
Suğdak, Karadeniz’in kuzeyindeki Kırım Yarımadası’nda ticarî açıdan son
dereceönemli bir liman şehriydi. Zira Anadolu, Suriye ve el-Cezireli Müslüman
tüccarlarpamuk, ipek ve baharattan oluşan yükleri ile Sivas’da buluşup Sinop’dan
gemilerebinerek Suğdak’da karaya çıkıyorlardı. Mallarını burada Kıpçaklar’a satıyor,
karşılığında kürk, sincap derisi, cariye vs. alıyorlardı.
Moğollar 1223 yılında Suğdak şehrini ele geçirince halkına olduğu kadar
bölgedeticaret yapan tüccarlara da zarar vermişlerdi. Moğollar bölgeden ayrıldıktansonra
burada karışıklıklıklar devam etti. Latinlerin İstanbul’u işlgal etmesinden sonra,Trabzon
Rumları Bizans’ın Kırım’daki limanlarında hakimiyet mücadelesi veriyorlardı.
Nitekim sultan Kayseri’de iken Rus, Bulgar ve Kıpçak diyarındaki zenginticaret
faaliyetlerinden yararlanmak için Karadeniz sahillerine giden; fakat saldırıya uğrayıp malları
gasp edilen bir tüccar huzura çıkıp şikayette bulunmuştu. SultanKeykubâd, Sinop üzerinden
Anadolu’ya giren-çıkan tüccarların güvenliğiniyok eden bu kargaşayı bitirmek üzere, 1225
yılında Suğdak’a bir sefer yapılmasını emretti.Suğdak’ın fethi için Kastamonu Uç Beylerbeyi
Hüsameddîn Çoban görevlendirildi.Sinop’tan gemilerle Suğdak’a çıkan Selçuklu ordusu şehri
aldı.
Kıpçakların veRusların buraya hakim olma teşebbüslerini de sonuçsuz bırakt.
Başarıyla neticelenen ve devletin ticarî saygınlığı açısındandan son derece önemli olan bu
denizaşırı seferintarihi kesin olarak bilinmemektedir.Keykubâd bundan sonra kendisine tâbi
olmakla birlikte, Sinop ve Samsun limanlarını yağmalayan ve Kırım limanlarını ele geçirmek
isteyen Trabzon Rumları üzerine de bir sefer düzenledi.
Celâleddin Harizmflah’la ilişkiler ve Yassıçimen Savaşı
Harizmşahlar, I. Alâaddîn Keykubâd döneminin en önemli meselelerinden
birisiydi.Harizmşah Celâleddîn Mengüberti ile Türkiye Selçuklu ilişkileri 1225 yılındaonun
124

dostluk ve ittifak öneren bir mektup göndermesi üzerine başladı. Aynı soyave dine mensup
oldukları vurgusuyla yapılan mektuplaşmalar sonucunda, iki hükümdarkafirlere karşıişbirliği
konusunda anlaştılar. Ancak Harizmşah’ın ordusuyaşamak için savaşmak zorunda olan bir
orduydu.
Harizmşahların akınları Gürcülerve Trabzon Rumları kadar; Doğu Anadolu’daki
beyleri ve Eyyûbileri de tehditediyordu. İki kuvvetli müttefik arasında yok olmaktan korkan
bu güçler, karmaşık ittifaklar yapıp tâbiyet değiştirip, her iki hükümdarı da kışkırtarak
ittifakın bozulmasına sebep oldular. Askerlerininetrafı yağmalamaları,Celaleddin’in
Moğolları bir yana bırakıp, Eyyûbîlerin hâkimiyetinde bulunan Ahlat’ışiddetli bir
muhasaraylazabt etmesi (1230) ve Erzurum Selçuklu meliki Cihanşâh’la ittifak ilişkileri
tamamenkopardı.
Keykubâd Ahlât düşüp ilişkiler kesildikten sonra, Harizmşah’ın artık
kendisinesaldıracağını öngörüyordu. Sultan bu nedenle derhal Eyyûbîlerle anlaşma
yolunagitti. Buna göre Ahlat’ı kaybeden Melik el-Eşref, 7.000 kişilik ordusu ile
Harran’ageldi. Selçuklu sultanı 12000 kişilik seçme bir kuvveti Erzincan’a gönderdi.Eyyûbi
ordusuyla Sivas’ta birleşen Sultan I. Alâaddîn Keykubâd Erzincan’a doğru harekete geçti.
Bunu öğrenen Celâleddîn Harizmşah da, Erzurum meliki Cihanşah’laHarput’ta birleşerek
Erzincan’a ulaştı.
Selçuklu öncü birliklerini imha edipSivas’a doğru ilerledi. iki ordu Erzincan
Akşehir’inde, Yassıçimen ovasında karşı karşıya geldi. Üç gün süren şiddetli çarpışmalar
sonunda Celâledîn Harizmşah, ordusunadoğru esen şiddetli rüzgârın da etkisiyle yenildi (10
Ağustos 1230). CelâleddînMengüberti küçük bir birlikle savaş meydanından kaçıp Harput-
Ahlat yoluylaAzerbaycan’a vardı.Bu savaşta esir düşen Cihanşah ise yoluna devam eden
Selçuklu ordusunun Erzurum’uzapt etmesine engel olamadı.Keykubâd, Yassıçimen Savaşını
kazanmakla birlikte, onbinlerce Türk askerininbeyhude kaybedilmesinden başka, Moğol
tehlikesi karşısında Harizmşah gibikuvvetli bir müttefikten de mahrum kaldı. Zira bu savaştan
sonra, aradaki Harizmşahengelinin kalkması sebebiyle Türkiye, Moğol tehlikesiyle karşı
karşıya kaldı. Bu galibiyetin Selçuklular açısından tek olumlu neticesi Erzurum’un ilhakı
olmuştur.
Gürcistan Seferi
Harizmşah’ın Yassıçimen’de yenildiğini öğrenen Moğollar, Harizimlileri takipederek
Selçuklu sınırlarına vardılar. Hatta Cormagon Noyan komutasında bir Moğol birliği, 1232
yılında Sivas’a kadar ilerledi. Bu beklenmedik saldırıyı haber alanKeykubâd, Kemaleddîn
Kâmyâr’ı mühim bir kuvvetle derhal Sivas’a gönderdi. Bölgeyegeldiğinde Moğolların
ayrıldığını gören Kâmyâr, buna rağmen Erzurum’a kadargitti. Moğolları Selçuklu topraklarnı
yağmalamaları için Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın tahrik ettiğini öğrendi. Kâmyâr ve
Erzurum’daki Selçuklu ordusunun komutanı Çavlı, yaklaşık bir hafta süren Gürcistan
seferinde kırk kadar kale ve bol ganimetele geçirdiler.
Daha önce Harizmşah tarafından kuvvetleri ezilmiş olan Rosudan,direnemeyeceğini
görerek barış istedi. Yapılan görüşmeler sonucunda ateşkessağlandı ve bu durum Kraliçe
Rosudan’ın kızı ile sultanın oğlu Keyhüsrev’inevlendirilmesi kararıyla teyid edildi.Ordusu
dağılan Harizmşah,Melik Eşref’ten yardımistemek üzere Meyyafarikin’edöndü.
Ahlatmuhasarasında kardeşini kaybeden bir aşiret beyitarafından öldürülen (1231)Celâleddin
Menüberti,burada Kubbetü’s-sultan’dadefnedildi. Başsız kalanHarizm beylerinin bir kısmı
ise Selçuklu ülkesindeiktalar verilerek hizmetealındı.
Eyyûbîlerle Rekabet
Daha önce de ifade edildiği gibi, Türkiye Selçukluları’nın güneydoğuda
BüyükSelçuklularla sürdürdükleri rekabet, bölgede onların yerini alan Zengiler ve
Eyyûbiler’eintikal etmişti. Eyyûbiler de güneydoğuda Artuklu beyliklerini tâbiyet altnaalmak
ve Ahlat’a kadar girmek, yani Anadolu’ya yayılmak suretiyle mücadeleyi iyice
125

şiddetlendirmişlerdi. Nitekim çatışma bu rekabetin ruhuna uygun olarak,


TürkiyeSelçukluları’nın en güçlü oldukları dönemde zirveye ulaşmıştı. Keykâvus’unHaleb
seferi dolayısıyla, Selçuklu-Eyyûbî ilişkileri iyice bozulmuştu. Melik el-Eşref’inesir Selçuklu
askerlerini serbest bırakması bile bir iyileşme sağlayamadı.
Alâaddîn Keykubâd tahta çıkınca gerginliği azaltmak için, Ahlat sahibi Melik
Eşref’ebir elçi göndererek onunla barış yaptı. Keykubâd, Eyyûbi meliklerinin
kendiaralarındaki mücadeleler ve Selçuklu karşıtı hareketlerine rağmen, bölgenin şartlarını
göz önünde tutarak, aralarındaki kırgınlığı gidermek ve dostluğu daha sağlamtemellere
oturtmak düşüncesiyle, Melik Adil’in kızıyla evlenip diplomatik bir atakyaptı. Fakat kendisi
aleyhinde Eyyûbîlerle işbirliği eden Erzurum meliki Cihanşah’ıntahrikleriyle, 1227 yıılnda
ilişkiler yine bozuldu. Harizmşah’ın Ahlat muhasarası Keykubâd’ı Eyyûbîlerle yeniden
anlaşmaya mecbur etti. Nitekim Yassıçimen zaferininardından dostluğu perçinlemek adına
Sultan Alâaddîn Keykubâd’ın Eyyûbi melikesindendoğan oğluyla, Melik Eşref’in kızının
nikâhı kıyıldı (1232).
Ancak Eyyûbiler’le barış uzun sürmedi. Çünkü Keykubâd’a Ahlat ve
çevresininMoğol saldırıları nedeniyle harap olduğu ve halkının göç ettiği haberleri geldi.
OysaAhlat, Yassıçimen savaşından sonra Melik Eşref’e iade edilmişti. Ancak o, tahripolduğu
için zenginliğini-cazibesini kaybeden şehri bırakıp gitmişti. Ahlat üstelik Harizmşah’ı takip
eden Moğollar tarafından da yamalanmıştı. Başıboş kalan Harizmlilerde etrafı talan edip
ahaliyi rahatsız ettikleri gibi ticarî faaliyetlerin aksamasınasebep oluyorlardı.
Alâaddîn Keykubâd bunun üzerine Kemâleddîn Kâmyâr’a Ahlatve Bitlis havalisini
Selçuklu sınırlarına katması emrini verdi. Kâmyâr Kayseri, Sivas,Erzincan ve Erzurum
yoluyla Ahlat’a ulaştı. Tamamen boşalan şehirde eşraftan birkaç kişi onu karşılayıp, hutbeyi I.
Alâaddîn Keykubâd adına okuttular (1232). Anadolu’yadoğudan girişin iki önemli kapısından
biri olan bu stratejik şehir, Selçukluidaresine katılırken bölgenin nüfus ve arazi tahriri yapıldı.
Kaleler tamir edilip, bedavatohumluk ve hayvan verilen çiftçiler vergiden muaf tutularak
bölge canlandırılmaya çalışıldı. Yassıçimen Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kalan ve bölgede
tahribatasebep olan Harizmli askerler de Selçuklu ordusunun hizmetine alındı.
Bu arada Eyyûbîlerden Melik Kâmil 26 Ekim 1232 tarihinde Amid’i, ona bağlı olan
şehir ve kasabaları mülküne katmıştı. Bunun üzerine doğudaki Eyyûbi meliklerininhepsi ona
itaat etmişlerdi. Fakat Artukluların Mardin beyi, Melik Kâmil’inMısır’a dönmesinden sonra
Keykubâd’ı bölgeye sefer yapmaya teşvik etti. Eyyûbihükümdarının Anadolu’yu hedef alan
yayılmacı siyasetini, kendi ülkesi açısındantehditkâr bulan Keykubâd, 1232-1233 yılı içinde
Mardin beyi Nâsıreddîn’le birlikteHarran, Rakka ve Urfa’yı muhasara edip el-Cezire
bölgesini yağmaladıktan sonrageri çekildi. Bu defa Melik Kâmil’in öncülüğünde 16 kadar
Eyyûbî meliki ve Eyyûbibaskısına karşı koyamayan Artuklular, Selçuklu ülkesini zapt edip
aralarındapaylaşmak üzere harekete geçtiler. Sayısının 100.000’i bulduğu söylenen
Eyyûbiordusu Göksu vadisi yoluyla Anadolu’ya girdi. Ancak Selçuklu ordusu geçitleri
tuttuğu için daha fazla ilerleyemeyip Harput istikametine döndüler. Selçuklu ordusununtakibi
neticesinde 1234 tarihinde Harput önünde vukûbulan savaşta Eyyûbîlerhezimete uğradı. Bir
kısım kuvvetler Harput kalesine sığınıp savunmaya geçtiler.24 gün boyunca mancınıklarla
dövülen kale, erzak sıkıntısı da baş gösterince teslimoldu.
Harput Artukluları’na son verilip toprakları Selçuklu ülkesine katıldı.
AlâaddînKeykubâd bundan sonra Eyyûbî topraklarına bir sefer daha düzenledi. Harran, Urfa
ve Rakka’yı ele geçirdi (1235 ilkbaharı). Bununla birlikte Taceddîn Pervane komutasında
Amid’i zapt etmekle görevlendirilenSelçuklu ordusu, kışın bastırması ve şehrin sağlam surları
karşısında sonuçalamadan geri döndü (1236). Fakat Eyyûbî hükümdarı Melik Kâmil kısa bir
süresonra bu yerleri geri alıp bölgede akıl almaz bir tahribat yaptı. Esir düşen
Selçukluaskerlerinden başka sivil ahali de, katliamdan payını aldı.
126

Selçuklu ülkesine gidenkervanlar bile yağmalandı. Alâaddin Keykubâd bahar


gelince bizzat sefere ç›k›p, Selçuklular’ın ilerleyişininönündeki tek engel olan Eyyûbi
meselesini kökten halletmeye karar verdi. Sultanın emriyle Kayseri’de büyük bir ordu
toplanmaya başladı. Bu seferin hayatî önemesahip olduğunu bilen Keykubâd, savaş öncesi
devlet yönetimiyle ilgili olarakbazı önemli kararlar aldı. Sivas valisi Fahreddîn Ayaz’ın
ölümü nedeniyle bu göreveHarizm’li Kır Han/Kayır Han’ı atadı.Sultan büyük oğlu
Gıyaseddîn Keyhüsrev’i, atabeyi Şemseddîn Altunaba’nınnezaretinde Erzincan melikliğinde
bıraktı. Eyyûbî melikesi Gaziye Hatun’dan olanküçük oğlu Kılıç Arslan’ı ise veliahd ilân
edip, devlet erkânından onun için biataldı (1237).
Ölümü ve Şahsiyeti
1237 baharında Kayseri ovasında sipahiler (iktalı) ve Türkmen askerleriyle
birlikte;Harizmli, Ermeni, Rum, Gürcü, Frank, Rus ve Kıpçak paralı askerlerden
mürekkepbüyük bir ordu toplanmış bulunuyordu.Muhtemelen Ramazan bayramını müteakip
çıkılacak Suriye seferinden önceAlâaddîn Keykubâd, çeşitli vesilelerle huzuruna gelen
elçilere bayramın üçüncügünü büyük bir ziyafet verdi. Ancak yemekte çaşnigir Nasreddîn
Ali’nin sunduğukızarmış kuş etinden zehirlendi. Keykubâdiye sarayına götürülen sultanın
durumugece ağırlaştı ve 30-31 Mayıs 1237 günü vefat etti. Sultanın ölümü hakkında devrin
kaynakları pek fazla bilgi vermezken sadeceAnonim Selçuknâme, açıkça Sultan Keykubâd’ın
4 Şevval Pazartesi günü, şehzadeGIyaseddîn Keyhüsrev ve onu destekleyen emirler
tarafIndan zehirlendiğini yazmaktadır.
Bu döneme dair araştırmaların hemen hepsinde Anonim Selçuknâme’dekibu bilgilere
dayanarak I. Alâaddîn Keykubâd’ın ani ölümününde, babasının vasiyetinihiçe sayarak yerine
geçen oğlu II. G›yaseddîn Keyhüsrev ile Saadeddîn Köpek’indahli olduğunu kabul
edilmektedir.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin ikbâl dönemini yansıtan özelliklerle yetişmiş,
çokvasıflı, akıllı, adâletli, faziletli ve dindar bir hükümdar olarak tarif edilen Sultan I.
Alâaddîn Keykubâd gayrımüslim tebasına da adaletle muamele ederdi.
Sultanın ilme değer vermesi, âlim ve sanatkârları himaye etmesi; devletin
ekonomikgücünün ve refahın yükselmesinin sunduğu cazibe yanında, Moğol istilâsının
dehşetinden kaçan âlimler Anadolu’ya akın etmelerine zemin hazırlıyordu. Bunların
içerisinde devrin büyük alim ve tasavvuf erbabı da bulunuyordu. Vahdetivücud anlayışıİslâm
ve Türk tasavvufunda derin izler bırakan İbnü’l-Arabî, Abdüllatifel-Bağdadî ve Necmeddîn
Dâye bunlardan bir kaçıdır.
1221’de Kayseri’deAlâaddîn Keykubâd ile görüşen Necmeddîn Dâye Anadolu’da
kaldığı süre içinde, tasavvufla ilgili olan Mirsâd el-İbâd min el-Mebde ila’l Ma’âd Tuhfaten
li’s-SultanKeykubâd adlı eserini 1223 yılında Sivas’da tamamlayıp sultana ithaf etmiştir.
Yineünlü âlim Sâd üz-Zencânî’ni de, Kitâbu’l Letâifü’l-Alâiyye fi’l-Fedâili’s Seniyye adlı
siyaset-name tarzında Arapça kaleme aldığı eserini sultana takdim etmişti (1228). İyi bir şair
olarak tanınan Ahmed b. Mahmud-i Tûsî, kendi ifadesine göre 1221 yılında Konya’ya
geldikten sonra altın mürekkeple otuz cilt ve yaklaşık üçyüz binbeyitten oluşan, ancak
günümüze intikal etmeyen bir Selçuknâme yazmıştır. SultanAlâaddîn Keykubâd zamanında
Anadolu’ya gelen Mevlana Celâleddîn-i Rumî’ninbabası Sultanü’l- ûlema Bahâeddîn Veled,
yine onun öğrencilerinden BurhaneddînHüseyin Tirmizî’nin, yanı sıra, asıl adıŞeyh
Nasîrüddîn Ebû’l-HakâyıkMahmud b. Ahmed el-Hoyî olan Ahi Evran de Anadolu’ya
gelmişlerdir.
Sultan I. Alâaddîn Keykubâd dönemine ait inşa faaliyetlerinin en önemlisi,1221’de
fethedilen ve sultanın adına nisbetle Alâiye adını alan Kalanoros’un yenibaştan imarıdır. Yine
Konya ve Sivas’ın kale ve surları Keykubâd dönemi eserleridir.Adı geçen kalelerdeki kapı
üstleri genellikle, dinen yasak kabul edilmesinerağmen hayvan ve insan motifleri ile
süslenmiştir. Keykubâd inşa tarihleri kesinolarak bilinmeyen iki saray daha yaptırmıştır.
127

Bunlar sultanın vefat ettiği Kayseriyakınındaki Keykubâdiye ve Konya-Beyşehir yolu


üzerindeki Kubâdâbad saraylarıdır. Alâaddîn Keykubâd, 1229 yılında Sultan Han adını
taşıyan bir kervansaray;1232 yılında da Konya-Antalya arasındaki Alara Hanı’nı inşa
ettirmiştir.
Ayrıca sultanın adına nisbetle böyle anılan Alâaddîn camileri vardır. 1223
yılındaZeyneddîn Başara b. Abdullah’ın Niğde’de, sultanın amcası Melik Mesud’un
Ankara’dayaptırdığı camiler bunlardandır.Türkiye Selçuklu Sultanı Alâaddîn Keykubâd devri
eserleri arasında, izleri günümüzeulaşmamış olmakla birlikte, Konya hastaneleri de yer
almaktadır.
BunlardanDarüşşifâ-i Alâiyye’yi, Osman Turan’ın Türkiye Selçuklularına Aid Resmî
Vesikalaradlı eserinde söz ettiği, Burhaneddîn Ebû Bekir adlı bir tabibin oraya tayini
münasebetiyleöğreniyoruz. Kazım İsmail Gürkan da “Selçuklu Hastaneleri” adlı
makalesinde,Vakıflar Arşivi’nde kayıtlı Sultan I. Alâaddîn Keykubâd’a ait bir hastane
vakfiyesininbulunduğunu bildirmektedir. Yine Konya’daki sağlık tesisleri arasında
SultanAlâaddîn Keykubâd tarafından 1236 yılında yaptırılmış bir ılıca da vardır. On yedi
buçuk yıllık saltanatı boyunca Türkiye Selçuklu Devleti’ni siyasî, iktisadîve kültürel açıdan
doruk noktasına çıkaran Sultan I. Alâaddîn Keykubâd, tarihebağımsız olarak ölen son Türkiye
Selçuklu sultanı olarak geçmiştir. Çünkü yerinegeçen oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev
bağımsız Türkiye Selçuklu Devleti’niMoğollara tâbi hale getirmiştir.
II. GIYASEDDİN KEYHÜSREV DÖNEMİ
Şehzâdelik Dönemi ve Tahta Geçmesi
II. Keyhüsrev’in çocukluk dönemine ait bilgiler çok yetersizdir. Doğum tarihi
bilinmediği gibi annesinin kim olduğu da tam olarak tesbit edilememektedir.
Keyhüsrev’inhükümdarlığı sırasında, İstanbul Latin imparatoruna gönderdiği bir
mektuptananlaşıldığına göre, annesi Hıristiyan bir hanımdı. Keykubâd öldüğünde henüzihtida
etmemiş olan bu hanımın, sultanın Alaiyye’yi fethettiğinde (1221/1222)evlendiği Kir
Vard’ın kızıolduğu tahmin edilmektedir.
Buna göre Keyhüsrev’in1223 yılında doğduğu söylenebilir. Alâaddin Keykubâd
1228 yılında Mengücekoğulları’ndan Erzincan’ı alınca, büyük oğlu Keyhüsrev’i buraya melik
tayin etti. Bu sırada henüz 6-7 yaş civarında olduğu anlaşılan Keyhüsrev’in atabeyliğine de
Antalya valisi MübarizeddinErtokuş atandı.
Keyhüsrev’in Erzincan meliklik dönemiyle ilgili tek bir olaydanbahsedilmektedir.
Buna göre Selçuklu Devleti’nin vassalı olan TrabzonRumları’nın Karadeniz ticaret yollarını
tehdit etmesi üzerine bir sefer düzenlendi.Kaynakların verdiği bilgiye göre Melik Keyhüsrev
adına düzenlenen bu sefere, Atabey Ertokuş kumanda etmişti. Çok çetin bir muharebe yürüten
Selçukluordusu, şiddetle muhasara ettiği Trabzon’u fethetmek üzereyken, çıkan fırtına ve
yağmur sebebiyle netice alamadan ve zayiât vererek çekilmek zorundakaldı
(1229).Keyhüsrev’in Erzincan melikliğinin ne kadar devam ettiği bilinmiyor.
Keykubâdbu şehri 1233 yılında, Selçuklu Devleti’nin hizmetine giren Harizmli
Kayır (Kır)Han’a vermişti. Keyhüsrev’in buradan nereye gittiğine dair malûmat yok ise
de;Keykubâd tarafından1237 yılında, Eyyûbî seferi öncesi yaptığı düzenlemeler çerçevesinde,
yeniden Erzincan melikliğine tayin edildiği görülmektedir. Keyhüsrev’inatabeyliğine bu defa
Şemseddin Altunaba getirilmişti. Keykubâd’ın o günlerde ölümü üzerine meydana gelen
gelişmeler,Keyhüsrev’e Erzincan yerine Selçuklu tahtının yolunu açtı.
Ancak Sultan Keykubâd bu kararları uygulama fırsatı bulamadan, yediği avetinden
zehirlenmek suretiyle hayatını kaybetti. Keykubâd’ın bu ani ve suikast neticesiolduğu
anlaşılan ölümü, devletin kaderini tersine çeviren bir gelişme oldu.Dönem hakkında bilgi
veren bazı kaynaklarda, büyük oğul Keyhüsrev ve onunlaişbirliği yapan emirler, sultanı
zehirleyip öldürmekle itham edilmektedirler.Sultan öldüğünde esasen oğullarının hiçbirisi
henüz reşit değildi.
128

Sadeddin Köpek,Taceddin Pervâne, Gürcüoğlu Zahîrüddevle ve atabeyi Şemseddin


Altunabaölen sultanın vasiyeti hilafına, Keyhüsrev’i tahta oturtmak için harekete
geçtiler.Reisleri Kayırhan ve diğer Harizmli emirler, Hüsameddin Kaymerî,
KemâleddinKâmyâr gibi emirler, veliaht Kılıç Arslan’ıtahta geçirmek istemelerine rağmen;
insiyatifalmakta gecikince, diğerleri Kayseri’ye götürdükleri Şehzâdeyi tahta çıkardılar.
Muhalif emirler durumu müzakere edip sonunda onlar da biat etmek zorundakaldılar. II.
Keyhüsrev babasının ölümü dolayısıyla üç gün yas tuttuktan sonra tebriklerikabul etmeye
başladı.
Keykubâd’ın ölümünden önce Kayseri-Keykubâdiyye’deki törenlersırasında,
sultanın huzuruna gelmiş bulunan yabancı elçiler de, yeni sultanabağlılıklarını bildirdiler.
Dımaşk ve Haleb Eyyûbî melikleri ve Artuklu beyleri de SultanII. Keyhüsrev’e tâbiyet
arzettiler. Böylece Mısır sultanı Melik Kâmil’e karşı güçlübir ittifak oluşurken; Keykubâd’ın
hazırlıklarını yaptığı Eyyûbî seferinin sebepleri dekısmen ortadan kalkmış oldu. Selçuklu
ülkesindeki Eyyûbî esirleri salıveren II. Keyhüsrev, Haleb melikinin kızkardeşiyle evlendi.
Kendi kız kardeşini de Haleb melikiyleevlendirerek aradaki gerginliği biraz daha azaltmış
oldu.Ülkede Keykubâd gibi büyük bir sultanın ölümüne rağmen, 16 yaşında genç
birhükümdarın tahta geçişinde beklenmeyecek olumlu bir hava estiği anlaşılıyor. Fakatdevleti
büyük sarsıntılara uğratacak olan bazı problemler de, eş zamanlı olaraksu yüzüne çıkmaya
başladı. Keyhüsrev’in tahta geçmesine karşı olan veya tereddütlüdavranan devlet adamları
biat etmiş olmakla birlikte, Sultan ve yakın çevresiylearalarında ciddi bir güven sorunu
bulunmaktaydı. Sultanın en yakınında bulunanemirlerden Sadeddin Köpek, onun bu
huzursuzluğunu kışkırtarak, süratle kendisininrekabet içerisinde bulunduğu emirleri ortadan
kaldırmaya girişti.
Gulâm Sistemi Meselesi
Devleti çöküşe götüren mesele, esasen I. Keykâvus’un Haleb seferi sırasında
ihanetettikleri şüphesiyle, ümerâyı ağır bir biçimde cezalandırması olayında ilk
tezâhürleriaçıkça görülen gulâm sistemiyle ilgiliydi. Gulâm sistemi, Büyük Selçuklularda
daolduğu gibi, devletin idare mekanizmasının önemli bir unsuruydu. Yeri
geldikçebahsedildiği üzere Türkiye Selçukluları da, Türk tarihindeki diğer örnekleri gibi,
boylar birliği esasına göre kurulmuştu. Bu sebeple boy beyleri temsil ettikleri binlerceinsan
gücü nisbetinde devlete askeri güç sağlarken, kendileri de bürokrasideüst düzey görevler
yapıyorlardı.
Fakat Türkistan’daki hanedanların tarihinde de görüldüğü gibi, iktidar bir müddet
sonra eşyanın tabiatı icabı, beylere kuruluş aşamasında tanıdığı geniş temsil durumundan
merkeziyetçi bir yapıya doğru dönüşmeyebaşlıyordu. Boy beylerinin iktidar üzerindeki
nüfuzunu kırarak iktidarın ömrünüuzatmayı hedefleyen bu değişim doğal olarak tepkilere yol
açıyordu.
II. Kılıç Arslan, zaman zaman hükümranlık hukukunuzedeleyen Türkmen beylerinin
bu gücünü, onları daha çok sınırlara doğru iterek,bir bakıma sistemin dışına çıkararak
sınırlandırmıştı. Ancak bu tedbir onlarıntasfiyesinden doğan boşlukların, başka unsurlarla
doldurulması zaruretini de beraberindegetiriyordu. Bu aşamada İslâm Dünyasında çok yaygın
olan, Büyük Selçukluların da uyguladığı gulâm sistemi devreye girmektedir. Satın alınmak
veyaesir edilmek suretiyle ele geçirilen ve gulâm adı verilen köleler, belli bir eğitim
sürecindengeçtikten sonra kişisel yeteneklerine göre, asker ve sivil devlet adamı ihtiyacını
karşılamak üzere devlet kadrolarında istihdam edilirlerdi. Böylece arkalarındaki kalabalıklara
dayanarak devlete kafa tutabilen beyler yerine; ailesi ve biravuç insandan oluşan
maiyyetinden başka kimsesi olmayan sadık hizmetkârlar sınıfı ortaya çıkıyordu.
Bulundukları mevkiyi ve her şeylerini efendilerine borçluolan gulâmlar, hizmette
kusur etmeleri halinde malları müsadere, kendileri de katledilmeksuretiyle itaat çizgisinde
tutuluyorlardı. Gulâmlar hükümdarın makro iktidar (hükümranlık) alanından, kendilerine
129

verilenyetki çerçevesinde, mikro düzeyde iktidarı temsil ederlerdi. Bu durum


kudretlihükümdarlar zamanında hiçbir sorun yaratmazdı.
Keykubâd’ın çok sayıdaemiri tasfiye etmesi ve ölümünden az önce oğlu Kılıç
Arslan’ın veliahtlığı için zorlabiat alması olayında görüldüğü gibi, hükümdar her şartta
duruma vaziyet edebilirdi.Ancak bu baskı da en basit haliyle ümerânın hükümdara karşı kin
tutup fırsatkollamasına, yine Keykubâd örneğinde olduğu gibi hükümdarın bertaraf
edilmesikadar kötü gelişmelere yol açabilmekteydi. Gulâmlar kaybetmemek için muhafız
birliklerinin sayılarını arttırıp, rekabetin sınırlarını zorlayan servetler biriktirerek, sistemin
boşluklarından yararlanmaya başlarlardı.
Gulâm emirler sultanla yaşanabilecekolumsuzluklardan başka, onun en yakınında
bulunabilmek için birbirleriylede kıyasıya mücadele ederlerdi. Muktedir hükümdar ümerânın
hem kendisi,hem de birbirleriyle olan ilişkilerinde dengeyi korumak suretiyle sistemin
zaafgöstermesine fırsat vermezdi. Bununla birlikte emirler sultanın hükümranlık alanından rol
çalarak kendi iktidar alanlarını genişletecek fırsatları kollarlardı.
Nitekimsultan, yaşının küçüklüğü ya da şahsiyeti itibariyle mevkiini
dolduramazsaderhâl sıkıntı baş gösterirdi. Devletin tepesinde, bir komployla tahttan
indirilmekaygısı taşıyan hükümdarla, muhalif olduğu için veya başka bir sebeple
giderilmekaygısıtaşıyan ümerâ arasında, bu kadar iğreti bir bağın kaldıramayacağı
kadargergin bir ilişki ortaya çıkardı. Neticede ister hükümdarın onayıyla, ister birbirleriyle
girdikleri çatışmalarda ümerânın tasfiye edilmesi, kaht-ı ricâle yol açardı.
Kaht-ı ricâl, bir ülkedenitelikli siyaset ve devletadamı yokluğu anlamındakullanılan
bir terimdir.
Sadeddin Köpek’in Tahakkümü
II. Keyhüsrev’in tahta geçirilmesinde başlıca rolü oynayan Sadeddin Köpek,
yukarıda anlatılanlara tam bir örnek olmak üzere, hem gulâm sisteminin tüm aksayanyönlerini
ortaya çıkaran, hem de devleti çöküntüye götüren süreci başlattı. Kendisinetahtı sağlayan bu
emire minnettâr olan sultanın verdiği yetkiyle, muhalif ümerâyı tasfiyeye başladı. Keykubâd
döneminde biraz da gulâm ümerâya nisbetle önplana çıkarılan Harizmli emirlerin reisi Kayır
Han, II.Keyhüsrev’in de onayıyla saraymescidinde pusuya düşürülerek yakalandı. Zamantı
kalesine gönderilen KayırHan kötü hapis şartlarına dayanamayıp hayatını kaybetti. Bu olay
diğer Hârizmlilerin isyanıyla sonuçlandı. Hükümdarın atabeyi Şemseddin Altunaba bu kötü
gidişi durdurmak amacıyla, Kâmyâr gibi güvendiği bazı emirlerle Köpek’in bertaraf edilmesi
gerektiğini dilegetirdi. Buna cesaret edilemediği bir tarafa düşüncesinin kurbanı oldu. Sultanı
atabeyinitasfiye etmek için ikna eden Köpek, onu meclis toplantısında yakalatıp şehirdışında
öldürttü. Sultan iki kardeşini Uluborlu’da, annelerini ise Ankara kalesindeönce hapsedip,
sonra yay kirişiyle boğdurmak suretiyle bertaraf etti (1238).
II.Keyhüsrev’in kendisinin üç farklı kadından oğlulları dünyaya geldikten sonra
hapistebulunan şehzâdeleri öldürttüğü anlaşılmaktadır.Sadeddin Köpek’in o zamana kadar en
yakın işbirlikçisi olan Taceddin Pervânede artık hayatından endişe ettiği için ikta merkezi
olan Ankara’ya çekilmişti. AncakKöpek’in takibinden kurtulamadı. Bir hanende (kadın
şarkıcı) ile gayrı meşrûilişkisi olduğu iddiasıyla yakalanıp hapsedildi. Malları müsadere edilen
Pervânetaşlanarak öldürüldü.
Artık ne sultan, ne de ümerâdan Sadeddin Köpek’e dur diyebilecek, onu yoketmeye
kalkışabilecek kimse yoktu. Kaynakların ifadesine göre ahaliye karşı sempati uyandıracak
kadar âdil davranmasına, halkı gözetmesine rağmen umumi efkârdazulmüne karşı bir
hoşnutsuzluk olduğunu da görüyordu. Halâ kurtulmak istediği birkaç nüfuzlu emir olmakla
birlikte aleyhindeki olumsuz havayı değiştirecekbir girişimde bulunmak ihtiyacı hissediyordu.
Bu maksatla şöhretini artıracakbir eylem olarak, Eyyûbîler’in elinde bulunan Sümeysat
(Samsat)’ı kuşatıp, TürkiyeSelçuklu topraklarına kattı (Temmuz 1238).
130

Bu sefer ona arzu ettiği gücü sağlamış olmalı ki, döner dönmez Kayseri’de
Hüsameddin Kaymerî’yi, sonra da KemâleddinKâmyâr’ı öldürttü. Celâleddin Karatay gibi
bazı emirler korkudan ortalıktançekilirken; Şemseddin İsfahanî’yi vezirlikten azledip
pervâneliğe tayin ettirdi. Vezirliğe ise Mühezibüddin Ali getirildi.Sadeddin Köpek,
tahakkümü altında bulunan sultan ve devlete tamamen hâkimolmuştu. Fakat sınırsız ihtirası
bu kadarla yetinmesine imkân vermiyordu. BirLatin kaynağının söylediğine göre tahtı ele
geçirmek isteyen Köpek, sultanı boğmak için yanında ip taşıyordu. Köpek’in Keyhüsrev’in
yanına destursuz, kılıçla veistediği gibi girip çıkması artık sultanı korkutur hâle gelmişti.
II. Keyhüsrev ondankurtulmak için çareler ararken, Köpek bu arada Sultan I.
Keyhüsrev’in gayrı meşruçocuğu olduğu şayiasını yaymaktaydı. Böylece kardeşleri bertaraf
edilmiş, oğulları henüz bebek olan II. Keyhüsrev’i öldürüp, gayrı meşru da olsa sultanın
amcası olarak onun yerine geçecekti.Keyhüsrev şimdi babası zamanından kalan değerli
emirleri yok etmiş olmaktanpişman ve çaresiz durumda; Köpek kendisine kastetmeden,
nihayet onu ortadan kaldırmaya karar verdi. Önceden hazırlanan bir tertip neticesinde, bir
işret meclisindensonra evine gitmek üzere kalkan Köpek, sultanın bu işle görevlendirdiği
Candâr Karacave adamlarının saldırısına uğradı.
Sarayın şaraphânesine kaçınca oradaki görevlilertarafından kılıç, bıçak ve sopa
darbeleriyle paramparça edilerek öldürüldü. Dahasonra parçaları bir kafese konularak teşhir
edildi (1239 yılı başları). Kaynaklar işlediği sayısız cinayetlerle devletin idare
mekanizmasında onulmaz yaralar açan Köpek’in,güç sahiplerine karşı ahaliyi himaye ettiği ve
bu hususta da çok sert bir politika takipettiğini söylemekle birlikte, kendisine usûl gereği bile
rahmet dilemişlerdir.Bütün bu cürümleri irtikâb eden Sadeddin Köpek’in bu cinayetleri
işlerkenhangi makamda bulunduğuna dair bilgi yoktur. Gerçi yaptıklarında bir
makamadayanmak ihtiyacı duymamıştı. Fakat Köpek öldürüldükten sonra saltanat nâibliğine
Şemseddin İsfahanî’nin atanması, onun son görevinin saltanat nâibliği olabileceği ihtimalini
düşündürmektedir.
II. Keyhüsrev bu badireyi atlattıktan sonra, babası zamanında yapılan Gürcü
seferisırasında kararlaştırıldığı gibi, Gürcü prensesiyle evlilik hazırlıklarına
başladı.Müstevfisini (maliye nâzırı) değerli hediyelerle gelini almak üzere gönderen sultan,
gelin alayı Erzincan’a varınca kendisi de karşılamak üzere Kayseri’ye geldi. Şehirsüslenerek
düğüne hazırlandı.Prenses evlenirken dinine dokunulmayacağı sözüne
uygun olarak, yanında papazıyla birlikte geldi. Kaynaklar Keyhüsrev’in bu hatuna çok düşkün
olduğu ve evlendikten sonra kendisini tamamen eğlenceye verdiğini söylemektedirler.
Hârizmliler Meselesi
Celâleddin Hârizmşah’ın Yassıçimen Savaşında yenilip ölmesi üzerine başı boş
kalanHârizmliler, Alâaddin Keykubâd tarafından Selçuklu Devleti’nin hizmetine alınmışlardı.
Moğol tehlikesi karşısında onlardan yararlanmak ve ülke için tehdit olmaktançıkarmayı
amaçlayan bu tasarruf, devletin üst düzey görevlileri arasındaonlara karşı bir husumet de
yaratmıştı. Çoğu İranî unsurlara dayanan gulâm ümerâyaalternatif oldukları anlaşılan
Hârizmliler, Keykubâd’ın vasiyetine uygun olarakKılıç Arslan’ı tahta geçirmeyi düşünürken,
mevcut konumlarını muhafaza edebilmeyide istiyorlardı. Nitekim Keyhüsrev’in tahta geçişi
sırasında muhalefet etmelerinerağmen bağlılıklarını sunmak zorunda kalmışlardı. Ancak
kendilerine güvenilmediği için reisleri Kayır Han, Sadeddin Köpek tarafından hapse atılınca,
aynı akibeteuğramaktan korkan diğer Hârizmliler, hemen toplanıp Türkiye sınırlarınıterk
etmek üzere harekete geçtiler. Mevcut geçim kaynaklarını yitirdikleri için yolları üzerindeki
yerleri yağmalayarak ilerliyorlardı.
Bu büyük kaynaşma karşısında Hârizmlilerigeri getirmek üzere Kemâleddin Kâmyâr
görevlendirildi. Fakat devletegüvenlerini yitiren ve dönmek istemeyen Hârizmliler üzerlerine
gönderilen Selçuklukuvvetlerini de yenilgiye uğratıp, Eyyûbî topraklarına geçtiler. Hısn-ı
Keyfâ melikitarafından kendilerine ikta edilen Diyar-ı Mudar’a yerleştiler.
131

Hârizmliler bununla birlikte Eyyûbî melikleri arasındaki ihtilaflarda taraf olarakveya


etrafı yağmalayarak asayişsizlik sebebi olmaya devam ediyorlardı. TürkiyeSelçukluları
açısından büyük sorun teşkil eden Babaîler’le de işbirliği yapıyorlardı. Nihayet Babaî
isyanının bastırılmasından sonra, üzerlerine yürüyen Selçuklu-Eyyûbîkuvvetlerinin yenilgiye
uğrattığı Hârizmliler, ağır kayıplar vererek Abbasî Halifeliği topraklarına girdiler.

Âmid (Diyarbekir)’in Fethi


Hârizmlilere karşı Eyyûbîlerle müşterek yürütülen harekât neticesinde, bir
kısımyerler de taksim edilmişti. Bu çerçevede Siverek ve Âmid Selçukluların payına
düşüyordu.1232 yılına kadar Artuklu idaresinde bulunan Âmid Eyyûbîlerin eline geçmişti.
Hârizmlilere karşı gönderilen Selçuklu kuvvetlerine Sivas ve Niksar sübaşıları idaresinde yeni
birliklerin eklenmesiyle Âmid muhasara edildi. Eyyûbî melikininHısn-ı Keyfâ’dan yönetmeye
çalıştığı savunma, nihayet içeriden Fahreddin Dinarîadlı bir emirin ihanetiyle, 400.000 dirhem
karşılığında Selçuklu askerlerinin gizliceiçeri alınmasıyla çöktü.
Yapılan görüşmeler sonunda şehir Selçuklu ordusuna teslimoldu. Varılan anlaşmaya
göre ahaliye bir çok vergi muafiyeti sağlandı. Siverek, Ergani ve Çermik gibi yerler de
Selçuklu topraklarına katıldı (1240). Şehrin sübaşılığına Mübarizeddin İsâ Candâr getirildi.
Ancak Selçuklu vassalı Meyyâfârikîn Eyyûbî meliki Şehâbeddin Gazi, Hârizmli
veGermiyanlılardan sağladığı kuvvetlerle Âmid’i almak için harekete geçti. Bunun üzerineII.
Keyhüsrev’in emriyle, Kayseri’de toplanan Selçuklu ordusu Meyyâfârikîn’ikuşattı.Şiddetli
çatışmalar Abbasi halifesinin Moğol tehlikesine işaret ederek, Müslümanların birlik olması
için tavassutta bulunması üzerine sona erdi (1241).
Babaîler Ayaklanması
Moğol istilâsının Türkiye sınırlarına varmadan yarattığı etkilerden biri,
Türkmenlerinbu felâketin önünden Türkistan, İran ve Azerbaycan’daki yurtlarını terk
ederekAnadolu’ya iltica etmeleriydi. Daha Alâaddin Keykubâd döneminde başlayangöçlerin,
devletin kudretli olduğu zamanda, Türkmenlere yurtlar tahsis edilereksoruna dönüşmesine
izin verilmemişti. Ancak şimdi bir yandan istilânın şiddetineparalel olarak göçerlerin sayısının
artması, diğer yandan göçerlerle yerleşiklerinhayat tarzları arasındaki farklılıklar, kaçınılmaz
olarak, bazı toplumsal meselelereyol açıyordu. Daha çok doğu-güneydoğu bölgelerinde
yığılan, yaylak ve kışlaklardahayat sürmeye alışmış, olmazsa yağmadan başka geçim kaynağı
bulunmayangöçebeler, doğal olarak yerleşik düzeni tehdit ediyorlardı. Devleti yönetenlerin
Türkmenleri iskân etmek yerine bir kargaşa sebebi olarakalgılamaları, aslında temel insanlık
ihtiyaçları olan barınma ve beslenme sorunları yüzünden huzursuzluk yaşayan bu
kalabalıkları amaçladıklarından çok başka yerleresürükledi. Gulâm kökenli devlet adamlarının
Farslılaşmış/kozmopolitleşmiş zihinselyapısı, Türkmenleri tahkir derecesinde aşağılıyordu.
Kaba, idrâksiz, cahilgibi sıfatlar yakıştırılan ve tüm olumsuzlukların kaynağı olarak görülen
Türkmenlerleyönetici kesim arasında bir uçurum açılmıştı.İşte bu uçurum devletin
kaderiniters yüz eden, Moğollar karşısında devleti zayıf düşüren ve Babaîlik olarak bilinenbir
Türkmen ayaklanmasına dönüştü.
Başlangıçta büyük ölçüde devlet tarafından iskân ve istihdam edilemeyen
konargöçerTürkmenlerin iktisadî sıkıntıları ve yönetimin baskıları çerçevesinde
şekillenenayaklanma, zamanla dinî bir karaktere büründü. Vefâiyye tarikatı mensubu Baba
İlyas’lahalifesi Baba İshak’ın önderlik ettiği bu isyanın başlıca hedefi, Allah yolundansaptığı
iddia edilen II. Gıyaseddin Keyhüsrev’i alaşağı etmekti. Mehdi olarak ortaya çıkan Baba
İlyas, peygamberlik iddiasında da bulunuyor ve müridlerince Resulullaholarak kabul
ediliyordu. Hadisenin bu rengi almasında kuşkusuz, Türkistan’ın üçyüzyıldır büyük göçlerle
sarsılmasının göçebe Türklerin munsubu olduklarıİslâmiyeti yeterinceözümsemesine imkân
vermemesi önemli bir rol oynuyordu.
132

Özünde yerleşikliği önceleyen İslâmiyet, malûm hayat şartlarında konar-göçerlerin


dinlerinde toptanbir değişim yerine, yeni inanç unsurlarının şifahi yolla eskilere
yamanmasışeklindeyer buluyordu. Dolayısıyla Müslüman olduklarını söyleyen bu kitleler
Baba İlyas’ınpeygamberliğine, yenilmezliğine, hatta ölümsüzlüğüne inanabiliyorlardı. Bu
konuyailişkin yapılmış olan araştırmalarda, isyanın başlıca Adıyaman-Kefersud-Maraş
bölgesindehıristiyanlığın muhtelif anlayışları, paganizmden kalan inançlar ve Batıniliğin
karışımıyla bambaşka bir inanç sentezi oluştuğu ifade edilmektedir.Amasya yakınlarında Çat
köyündeki tekkesinde yaşayan ve taraftar toplayan Babaİlyas, halifesi Baba İshak’ı isyanın
başlatılması için gerekli hazırlıkları yapmaküzere Adıyaman bölgesine gönderdi. Türkmenleri
bu zulüm idaresini yıkmak içinaçıkça isyana davet eden Baba İshak, Kefersud bölgesindeki
Türkmenleri silahlandırıp harekete geçti. Adıyaman, Kâhta ve Gerger’i alıp Malatya’ya
yürüdü.
Baba İshakbüyük tahribat yaparak ilerlerken üzerine gönderilen Selçuklu ordularını
iki defaağır yenilgiye uğrattı. Türkmenler Sivas’da da aynışekilde başarı kazanıp
Amasya’yayöneldiler. Bunu gören başka Türkmen guruplar da onlara katılarak güçlerini
artırıyorladı. Durumun vehâmeti II. Keyhüsrev’i acil tedbir almaya sevk etti.
MübarizeddinArmağanşah’ı Amasya sübaşılığına tayin ederek, isyanın elebaşının yok
edilmesiemrini verdi.
Baba İlyas yakalanıp öldürüldü ve cesedi kale burcunda teşhir edildi. Ancak Baba
İshak önderliğinde ilerlemekte olan isyancılar buraya vardıklarındaonun cesedini
bulamayınca, göğe çıkıp meleklerin yardımını temin edip geri geleceğini söyleyerek
direnmeye devam ettiler. Sonra intikam almak üzere devletin merkezineyöneldiler. Dehşete
kapılan sultan, Beyşehir yakınındaki Kubâdâbâd’a kaçtı.
II. Keyhüsrev, Moğol istilâsına karşı Erzurum’da bulundurulan ordunun
gelmesiniemretti. Sivas’ta donanımları takviye edilen ordu Kayseri üzerinden Kırşehir’in
kuzeydoğusundaki Malya ovasına ulaştı. İnançları bakımından etkilenmeleri sözkonusu olan
Selçuklu/Türk askerlerinin cesaretlerini artırmak ve karşı tarafa geçmeleriniönlemek için ön
saflara Gürcü ve Frank askerler yerleştirildi. Onlar bileBabaîler’in dini propogandalarının
etkisinde kalarak, alınlarına haç çizmek suretiylekendilerini yüreklendirmek ihtiyacı
duymuşlardı.
Fakat ilk çarpışmalarda ölümsüzdenilen Babaîler’in basbayağı öldüklerini gören
Selçuklu ordusu topyekün hücumageçti. Kaçabilen çok az sayıda insan, kadınlar ve küçük
çocuklar dışında, Baba İshak’la birlikte isyancıların tamamı kılıçtan geçirildi (1240).
Türkiye Selçuklu Devleti’nin en kudretli zamanında ortaya çıkan bu
Türkmenayaklanması zorla da olsa bastırılabilmiş; fakat idari, askeri, iktisadi ve sosyal tüm
aksaklıkları da gözler önüne sermişti. Bu isyanın en olumsuz sonuçlarından biri de, ogüne
kadar Türkiye hudutlarını aşmaya pek cesaret edemeyen Moğollar’ın hareketegeçmesine fırsat
vermesi olmuştur. İsyanı bastırmak için Erzurum’daki ordunun çekilmiş olması Moğollar’ın
daha ilk teşebbüslerinde başarı kazanmalarını sağladı.
Babaîlik bir tarikat adı olmayıp, diğer Türkmen dervişleri gibi Baba unvanı taşıyan
Baba İlyas ve Baba İshak’ın adına nisbetle böyle anılmıştır. Zaten her iki şeyhin de Vefâiyye
tarikati mensubu oldukları bilinmektedir.
MOĞOL İSTİLÂSI
Moğol istilâsı XIII. yüzyılda meydana gelen; bütün Türk-İslâm dünyası ve
hattadünya tarihi açısından en önemli olaydır.Sultan Keykubâd, Moğollarla arasındaki tampon
gücün yıkılması üzerine, bu göçebe istilâsının arzettiği tehlikelere vâkıf bir hükümdar olarak,
Moğol hanının iltutma teklifini kabul etti. Kendi ömrü vefa etmedi, fakat cevabı aynı siyaseti
takipeden II. Keyhüsrev gönderdi. 6.3
Moğollar kendilerini uzun zaman uğraştıran Celâleddin Hârizmşah’ı ortadankaldıran
Sultan Keykubâd’a büyük saygı duyuyorlardı. Bu yüzden de bütün Türkistan,Horasan, İran ve
133

Orta Avrupa’ya kadar, istilâ ettikleri yerleri ateşe verip kangölüne çeviren Moğollar, henüz
Türkiye hudutlarını geçmekte tereddüt ediyorlardı. Onlara bu cesareti Selçuklu Devleti’nin
Babaî ayaklanması sırasında gösterdiğizaaf verdi. Sultan Keyhüsrev, Moğolların Gürcistan-
Azerbaycan havalisini yağmalamaları üzerine tehlikeyi sezerek, Sinâneddin Yakut’u Erzurum
sübaşılığına tayinedip savunma tedbirleri almasını istedi.
Erzurum doğu-batı ticaret yolunun merkezlerindenve Anadolu’nun giriş kapısı
olması bakımından son derece stratejik birmevkideydi. Ancak anlaşıldığı kadarıyla yeterince
takviye edilemeyen şehir, 1242sonbaharında Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu
tarafından kuşatılıp alındı.şehirde büyük katliam yapan Baycu işlerine yarayabilecek
zenaatkârlar ve köleolarak kullanacakları çocuklar hariç, kadın erkek herkesi kılıçtan geçirip,
heryeriyağmaladıktan sonra surlarını tahrip edip yaktırdı. Baycu kışı yaklaştığı için dahaileri
gitmeyip Mugan’daki kışlağına döndü.
Kösedağ Savaşı
Moğollar Erzurum düştükten sonra Mugan’a çekilmiş olsalar da, bu zaferden
aldıkları cesaretle baharla birlikte Anadolu’ya geleceklerine şüphe yoktu. Bu arayı hazırlık
için fırsat sayan sultan, devlet adamlarını toplayarak durumu etraflıca müzakereetti. Bu
uğurda müttefikler bulabilmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan,Müslüman, Hıristiyan
tüm tâbilerinden yardım istenmesine karar verildi.
SelçukluDevleti zarar görürse kendilerinin de bu işten kurtulamayacağı hatırlatılarak
Meyyâfârikînmelikine Ahlat’ı, Mardin Artuklu beyine Resülayn’ı vermeyi teklif
ederken,hepsine çok miktarda paralar da verildi.Nihayet kış boyu hazırlanan ve mevcudu
70.000’i geçen Selçuklu ordusu Kayseri’detoplandı. Burada ordunun temelini oluşturan iktalı
askerler, sultan ve beylerinhassa kuvvetleri, Gürcü ve Frank paralı askerler vardı. Ayrıca
Kilikya Ermenileri ve Eyyûbîlerin yardım birlikleri beklenmekteydi. Nitekim ordu Sivas’ta
ikenHaleb melikinin 3.000 kişilik yardım kuvveti yetişti. Bu sırada Ermeni ve Gürcüler’inde
içerisinde bilindiği Moğol ordusunun harekete geçtiği haberi ulaştı.
Bununüzerine toplanan harp meclisi durumu müzakere etti. Tecrübeli devlet
adamları, Moğol ordusunun Sivas’ta beklenmesi, derbendler tutularak zayiat
verdirildiktensonra yorulan düşmanla Sivas’ta karşılaşmayı önerdiler. Ümerâ çekişmesi
buradada kendisini gösterdi ve hükümdarın çok yakınında bulunan bazı emirler, ihtiyatlı
davranmak isteyenleri korkaklıkla itham edip, Erzincan’ın tahribine göz yumulmaması
gerektiği, hatta Moğolları kendi karargâhlarında basmak gerektiğinisöyleyerek Keyhüsrev’i
de galeyana getirdiler.
Nihayet hükümdarın da muvafakatıyla Moğollara karşı harekete geçildi.
Kervanyolunu takip ederek ilerleyen Selçuklu ordusu Kösedağmevkiine gelince otlak vesulak
bir mevkide, arkası Kösedağ’a dayalı olarak uygun bir yerde ordugâh kurmaimkânı buldu.
Süratle Erzincan’ı geçip Sivas’a doğru ilerleyen Moğollar da Selçukluordusuna yakın Akşehir
ovasına ulaştılar.
Bunun üzerine emirlerden savaş tecrübesizayıf olanlar hemen saldırıya geçilmesini
isterken, diğerleri ordunun savunmayaelverişli konumunun bozulmamasını, düşman
saldırısının beklenmesi görüşünüileri sürüyorlardı. Fakat 20.000 kişilik Selçuklu öncü
birliğinin saldırıya geçmesinekarar verildi. Moğol ordusunun mevcudu Selçuklu ordusunun
belki yarısı kadardı. Fakat Moğol komutanı Baycu, Selçuklu öncü birliklerini, aslında
Türklerinbaşlıca harp taktiği olmasına rağmen, her nasılsa unuttukları sahte ricatle pusuya
düşürerek imha etti. Bir çok komutan hayatını kaybetti.
Bu sırada savaş alanınahenüz gelen 3.000 kişilik Kilikya Ermeni kuvvetleri savaşa
girmeden kaçtılar. Dağdaki ordugâhından savaşı izleyen sultanın bu beklenmedik bozgun
üzerine, mendiliniyüzüne kapatıp ağladığırivayet edilir. Mübarizeddin Çavlı kendisine ne
yapılması gerektiğini soran II. Keyhüsrev’e, bunun için vaktin geçtiğini, zamanındasözlerine
itibar edilmediğini söyleyip serzenişte bulundu. Bunun üzerine artık yapacakbir şey
134

kalmadığını gören sultan ağırlıklarının önemli bir kısmını ordugâhtabırakıp, Tokat’a doğru
kaçtı. Bir kısım Selçuklu askerleri sultanın gittiğinden habersiztepelerde bir müddet daha
Moğollara karşı koydular. Ancak durumu öğreninceonlar da bozgun halinde savaşı meydanını
terk ettiler (3 temmuz 1243). Moğollar ertesi gün terk edilmiş Selçuklu ordugâhına, tuzak
olabileceği ihtimâlinekarşı saldırmakta tereddüt ettiler.
Gerçeği anlayınca 3000 deve yükü ve bir ev dolusuolduğu rivayet edilen altın ve
gümüş ile ancak 40 arabayla taşınabilen zırhlarve ordugâhtaki her şey Moğolların eline
geçti.Kısaca Selçuklu ordusu öncü birliğinin yenilmesinden sonra savaşa bile
girmeyerek,hatta düzenli bir şekilde çekilmeyi dahi başaramadan tarihî bir hezimete uğradı.
II. Keyhüsrev’in saltanat dönemini doktora tezi olarak çalışan Nejat Kaymaz,
Kösedağ yenilgisininsebeplerinden biri olarak, gulâm sistemi çerçevesinde ordunun soyca
terkibiningittikçe gayrı mütecanis bir hâle gelmesi konusuna vurgu yapmaktadır. Nitekim bu
hususSelçukluların Gazneliler’le yaptıkları Dandânakân ve Bizansla yaptıkları Malazgirt
savaşlarında karşı tarafın dezavantajı olarak ifade edilmişti. Başka bir söyleyişle o
savaşlardakiSelçuklu ordusu terkibi ve idealleri bakımından son derece uyumlu olduğu için
avantajlı durumdaydı. Kösedağ’daki devşirme ordu ise tamamen başkalaşmış bir yapı
arzediyordu.
KösedağZara ve Suşehriarasında bir dağdır. Sivas’ınyaklaşık 80 km. doğusunda,
Yassıçimen’e çok yakın biryerdir.
Selçuklu Devleti’nin Moğollara Tâbi Olması
Kösedağ bozgunundan sonra herkesten önce canını kurtarma derdine düştüğü
anlaşılan Sultan II. Keyhüsrev, Tokat’tan Konya’ya dönmüş; başka bir rivayete görede
Alâiyye gitmiş, buradan İstanbul’a sığınmak için tedbirler almaktaydı. Oysa Moğollar
Kösedağ gâlibiyetiyle yetinmeyip, ilerlemeye devam ederek yolları üzerindeki Selçuklu
şehirlerini zabt etmeye koyulmuşlardı. Nitekim Baycu ordusuylaSivas’a geldiğinde şehrin
kadısı, vaktiyle Cengiz Han’dan aldığı bir yarlığıgösterip kıymetli hediyeler sunmak suretiyle
yakılıp yıkılmasını engelledi.
SelçukluTürkiyesi’nin doğu-batı, kuzey-güney ticaret yollarının kavşak noktası
olanve I. Keykâvus’un devlet merkezi olarak kullandığı bu mamur şehir, yine de üçgün
boyunca yağmalanmaktan kurtulamadı. Moğol ordusu buradan Kayseri’yi ilerledi. Şehir
Câmedâr Kaymaz ve Ayaz adlı emirler tarafından müdafaya hazırlandı. Kayseri’nin kuvvetli
bir garnizonu olduğu için Moğollar için kolay bir kuşatma olmadı.
Baycu, muhasaranın uzaması üzerine şehri almayı ertesi yıla ertelemeyi düşünürken,
Hacikoğlu adlı bir Ermenimühtedi hayatının bağışlanmasışartıyla içerideki durum hakkında
bilgi verdi. Şehrinmüdafası bu yüzden zayıflamaya başladığı; herkes Moğollara sığınarak
canını kurtarma derdine düştü. Mancınıklarla atılan taşlarla surlarda büyük gedikler açılırken
Moğollar müdafileri ok yağmuruna tutarak içeri girdiler. Moğolların adeti olduğu üzere,
bilhassa direnenler tamamen imha edilirken, işlerine yarayacak kadınve çocuklar esir edildi.
Selçuklu Türkiyesi’nin tıpkı Sivas ve Konya gibi büyük vezengin şehirlerinden olan Kayseri
yıkıma uğradı. Moğol ordusu buradan geri dönüş yoluna girdi. Kösedağ savaşından önce
gelirken uğradıkları ve sadece haraçaldıkları Erzincan’a girip burayı da tarumar ettiler.
Kösedağ Savaşından sonra Moğol istilâsnın dehşetinden Haleb istikametindekaçan
ahali Kilikya Ermenileri’nin baskınlarına uğrayıp kayıplar veriyor, Elbistanve Ayntâb
civarındaki Türkmenler de durumdan istifadeyle yolları kesiyorlardı. Malatya sübaşısı da
Kösedağ yenilgisi ve sultanın kaçması üzerine, şehirdeki hükümdarsarayının hazinelerini
yağmalayıp Haleb’e kaçmıştı. Sultanın Tokat’a doğru çekilirken yolda karşılaştığı Çaşnigir
Mübarizeddin Çavlı’yı, Malatya-Elbistan havalisinebeylerbeyi tayin etmesi bu olaylarla ilgili
gibi görünmektedir.Savaştan sonra Amasya’ya kaçmış olan vezir Mühezibüddin Ali ise,
Moğol istilâsının yayılma istidadı gösterdiğini ve tahribatın gittikçe büyüdüğünü dikkate
alarak, Moğollar’la anlaşma yapılması gerektiğine karar verdi. Değerli hediyeler hazırlayıp
135

Malatya kadısını da yanına alarak Moğol ordusunun ardına düşen vezir, Erzurumyakınlarında
Baycu’ya yetişip onunla birlikte Mugan’a gitti.
Selçuklu veziriBaycu’ya barış anlaşması yapmak istediklerini bildirdi. Yapılan
pazarlıklar neticesindeSelçuklu sultanın Moğollara her yıl 360.000 dirhem haraç, 10.000
koyun,1.000 sığır, 1.000 atdan başka deve, katır, av köpekleri, kıymetli kumaşlar göndermesi
şartıyla anlaşmaya varıldı. Kaynaklarda Vezir Mühezibüddin Ali’nin gururlubir şekilde
Selçukluların gücünden bahisle Moğolları anlaşmaya ikna ettiğindenbahsedilmektedir.Ancak
sonuç olarak Türkiye Selçuklu Devleti bu anlaşmayla Moğollar’a haraçvermek zorunda
kalarak bağımsızlığını yitirmiştir.
Üzerinde düşünülmesi gerekenhususlardan biri de, güya Selçuklu Devleti’nin
gücüne inanan ve en üst düzey makamlardanbirinde bulunan bu devlet görevlisinin,
Moğollara karşı mücadeleyi aklına bile getirmeyip, sultana danışılmadan bir tâbiyet anlaşması
yapmaya cüret etmiş olmasıdır.
Fakat vezirin dönüşü ve Moğollarla anlaşma yapabilmiş olması devlet
katındasevinçle karşılandı. Ancak bu anlaşmanın, galiba Baycu Noyan’ın tavsiyesiyle,
Moğolların batıdaki en büyük temsilcisi Altınorda hanı Batu’ya da onaylatılması
gerekmekteyti. Bu defa saltanat nâibi Şemseddin İsfahanî bu görevi üstlendi. İsfahanî, Batu
Han’a II. Keyhüsrev’in bağlılığını bildirdi; o da sultana tâbi hükümdarlaraverilen alâmetlerle
birlikte, tâbilik statüsünü gösteren bir yarlığı gönderdi.
Yarlığ Moğolhükümdarlarının, çeşitli vesilelerle tevcih ettikleri fermanlara verilen
addır.
Kilikya Seferi ve II. Keyhüsrev’in Ölümü
Ermeni kralı Hetum, Kösedağ savaşından önce kendisinden istenen ve
SelçukluDevletine tâbi olduğu için göndermekle mükellef olduğu askeri yardım
konusundaayak sürümüş, gecikmeli gönderilen Ermeni askerleri savaşa girmeden
kaçmışlardı.Bunun yanı sıra Şam (Suriye)’a ilticâ etmekte olan Müslüman ahali onların
sınırlarından geçerken malları yağmalanıp öldürülürken kral, senelik vergisini deödemeyip
Moğollara bağlılık arz etmişti. Hetum ayrıca Moğollar Kayseri’yi kuşattığında burada
bulunan ve kendisine ilticâ eden sultanın annesiyle kızını Moğollarateslim etmişti.
İsfahanî, Altınorda hanının yanından döndükten sonra, Ermeniler artık Moğollar’a
bağlandıkları için, muhtemelen hanın onayını almış olarak, Kilikya
Ermenileri’nicezalandırmak üzere bir sefer yapmaya memur edildi. Bu arada
MühezibüddinAli öldüğü için onun yerine vezirliğe tayin edilen İsfahanî, Ereğli
üzerindenÇukurova’ya girdi. Tarsus’a kadar her yeri fethetti. Bu şehri de kuşatma altına aldı.
Birkaç ay süren kuşatmadan sonra Tarsus düşmek üzereyken, II. Keyhüsrev’in
öldüğü haberi geldi. Vezir bu haberi saklayarak II. Hetum’a anlaşma teklif etti. Çokmüşkül
durumda bulunan kral birkaç küçük kaleyle birlikte Prakana’nın Selçuklularaiadesini; yıllık
vergiyi vermedikleriyle birlikte ödemeyi kabul etti.Bu sefer sırasında Alâiyye’de bulunan II.
Keyhüsrev 25 yaş civarında vefatetti. Kaynaklar onun devleti çok kısa bir sürede çöküntünün
eşiğine getiren hatalarını gençliğine, cahilliğine, kötü ahlâklı insanlarla düşüp kalkmasına ve
birazda aklının kıt olmasına bağlarlar. İçki ve sefahâte düşkün olduğu, vahşi
hayvanlarbesleyip onlarla oynadığı; hatta ölümünün de böyle bir yaralanmadankaynaklandığı
rivayeti vardır.
Türkiye Selçuklu Devleti, sistem odaklı bir idarîyapılanma gerçekleştirebilmiş
olsaydı, deli bir hükümdar dönemini bile sorunsuzolarak atlatabilirdi. Ayrıca dokuz yıllık
saltanatı süresince edindiği tecrübebile, böyle kritik bir zamanda devletin ihtiyaç duyacağı bir
husustu. Fakat devletmekanizmasının problemsiz işleyişinin güçlü bir hükümdarın varlığına
endeksliolması, devleti kemâlin zirvesindeyken çöküşe götürecek şartları da
içerisindebüyütecektir.
136

II. Keyhüsrev’in Oğulları Arasında Saltanat Kavgaları


Keyhüsrev öldüğünde oğullarının en büyüğü ve Rum bir papazın kızından doğmuş
olan İzzeddin Keykâvus bile ancak sekiz yaşında idi. Onun küçüğü ve yine Konyalı bir
Hıristiyan kadından dünyaya gelen Kılıç Arslan ile Gürcü Hatun’dan doğanAlâaddin
Keykubâd da beş-altı yaşlarında idiler. Keyhüsrev, Gürcü kraliçesinin kızı ve babası
tarafından da Selçuklu hanedanına mensub olmakla daha asil olan GürcüHatun’dan dünyaya
gelen Alâddin’i, daha doğduğunda veliaht tayin etmişti. Şimdi sultanın ölümü üzerine tahta
kimin geçeceği meselesi ortaya çıkmıştı.
Fakatmücadele sultanın çocuk yaştaki oğulları arasında değil; saltanat
değişikliklerindeartık yetişkin taht namzedlerinin bulunmamasından dolayı, çok daha
etkinrolleri olan ümera arasında cereyan ediyordu. Bu emirlerin en kudretlisi Batu
Hannezdinde tâbiyet anlaşmasını onaylatıp, kalem ve kılıç erbabı tüm devlet görevlilerinionun
emri altına sokan olağanüstü yetkilerle vezirlik makamına tayin edilen Şemseddin isfahanî
idi. Kişiliği itibariyle diğer emirler arasında üstünlüğü bulunanCelâleddin Karatay’ın da
destek vermesiyle veliaht Keykubad yerine, bu sıradaBurgulu meliki olan Keykâvus’un tahta
çıkarılmasına karar verildi. Vezir İsfahanimakamını korurken Karatay saltanat nâibi oldu.
Bu sıralarda yeni Selçuklu sultanının da, Güyük Han’ın Moğol İmparatorluğutahtına
çıkması vesilesiyle yapılacak törenlere katılması için ard arda elçiler gelmekteydi. Vezir
sultanın arkasında iki taht davacısını ve taraftarlarını bırakıp Karakurum’agitmesini
istemiyordu. Ayrıca Keyhüsrev’in vasiyetine aykırı yapılan saltanatdeğişikliğinin nelere mal
olacağı tahmin edilemezdi. Bu sebeple Ermeni veRumların saldırıları mazeret gösterilerek,
sultan yerine ortanca kardeşi Kılıç Arslan, atabeyi Bahaaddin Tercüman’la birlikte
Karakurum’a gönderildi.
Bu arada Moğol yetkililerle yapılan görüşmeler sonunda, Selçuklu
Devleti’ninödemek zorunda olduğu vergi üç katıoranında artırılmış; ilave hediyelerin
miktarıda o nisbette yükselmişti. Moğol yetkililere karşı sorumluluklar bununla da bitmiyor;
ülkeye sık sık gelen elçilerle maiyetlerinin ağırlanması, onları memnun etmekiçin birbirleriyle
yarışan devlet görevlilerinin, çoğunlukla halkı soyarak topladıkları servet değerindeki
rüşvetler de bunun cabasıydı.
Bu arada yanındaki heyetle Mo¤olistan’a varan Kılıç Arslan, Selçuklu
Devletinitemsilen hanın cülus törenine katılı. Kılıç Arslan’ın atabeyinin Güyük Han’a,
Keykâvus’untahtı kanunsuz ele geçirdiği bilgisini vermesi üzerine; han Keykâvus’unazli,
Kılıç Arslan’ın tahta oturması ve Şemseddin İsfahanî’nin öldürülmesi emriniverdi. Bunu
sağlamak için Kılıç Arslan’a 2.000 kişilik bir Moğol askeri de verildi.Kılıç Arslan Sivas’a
geldiklerinde sultan ilân edildi. İsfahanî Sultan Keykavus’la birlikteAlâiyye’ye çekilerek
isyan etmeyi plânladı. Fakat Moğol elçileriyle Konya’yagelen Bahaaddin Tercüman onu
yakalatıp idam ettirdi (1249). Olağanüstü servetimüsadere edilip saraya nakledildi. Böylece
Türkiye Selçuklu Devleti’nin idare mekanizmasnıMoğollara dayanmak suretiyle alt üst eden,
hükümdarın otorotesinielinde toplayan bu emir, kendisinin açtığı yoldan gidenlerin
Moğollardan aldığı yarlığla bertaraf edildi. Ne yazik ki bu durum nisbi olarak iyi
denilebilecek dönemlerdedahil olmak üzere, bir sarmal halinde devam etti.
Müşterek Saltanat Dönemi
Vezirin öldürülmesi üzerine onun tahakkümünden kurtulan nâib Celâleddiin Karatay,
şehzâdeler arasındaki bu sonuçsuz rekabeti bitirecek bir tedbir olarak, üçkardeşin bir arada
tahta oturtulması için harekete geçti. Vezir İsfahanî’nin zulmündendolayı taraftar toplamakta
zorluk çekmeyen Kılıç Arslan’ın adamları, önce bugörüşü kabul etmelerine rağmen sonra
vazgeçtiler. Sonunda iki kardeşin orduları Aksaray Hanı önünde karşılaştılar (14 Haziran
1249). Savaşı Keykâvus taraftarları kazandı ve Kılıç Arslan esir edildi. Devrin kaynaklarında
anlatıldığına göre, iki kardeş karşılaşınca birbirlerine sarılıp ağladılar. Karatay bunun üzerine
ortak hükümdarlık meselesini uygulamaya koyarak üç kardeşi birden tahta oturttu.
137

Kendisi“Atabeg-i Rum” unvanıyla hepsinin atabeyi oldu. Diğer makamlara da


çoğunluklaKaratay’la uyum içerisinde olan kimseler tayin edildi. Böylece nisbî bir
sükunetsağlanmış oldu. Hatta vezirliğe getirilen Nahcivanlı Kadı Necmeddin görevi
kabuletmek için “ Ülke yabancı boyunduruğu altında zillet içerisinde iken, devletten maaş
alan herkesin daha mütevazi bir hayat sürmesi” şartını koşmuştu.
Ancak bu sırada Batu Han’dan İsfahanî’nin ölümünü soruşturmak için elçiler
geldi.Vezirin ölüm emri Karakurum’dan geldiği için aslında soruşturma konusu olamazdı.
Ancak hanın bu vesileyle onun müsadere edilen servetinden pay almak istediğianlaşılıyor.
Bunun üzerine Tuğraî Şemseddin Mahmud ve Moğollardan mevki makamkapma sevdasında
olan İsfahanî’nin adamları Batu Han’ın huzuruna gittiler. Kendisinetakdim edilen değerli
hediyeler, hana eski vezirin servetini unutturdu. Bu hizmetiyerine getirenler, Batu Han’dan
aldıkları yarlığlarla önemli makamlara tayin edilerekdöndüler. Buna göre Tuğraî Şemseddin
Mahmud vezirliğe yükselirken, SücâeddinAbdullah, Karatay’In yerine nâib oluyordu. Diğer
tayin edilenlerin de hemen hepsi İranlılardı. Ancak Konya’ya döndüklerinde meşru hükûmete
karşı giriştikleri bu oldubitti yüzünden tepki çekince, çoğu ikta bölgelerine çekilmek zorunda
kaldılar.Bu arada Erzincan serleşkerliği için çekişen kıdemli emirlerden Seyfeddin
Torumtayile eski vezir Mühezibüddin Ali’nin oğlu Muineddin Pervâne, Baycu
Noyan’ınhuzuruna çıktılar.
Sultan artık bir sübaşının tayinini dahi yapamayacak kadar iktidarını yitirmişti.
Pervâne’nin Baycu’ya gittiğini öğrenen Tuğraî ona rakiplerini gammazlayanşifreli mektuplar
verdi. Fakat bu mektupların ele geçirilmesi üzerine KaratayTuğraî’yi hemen tutuklattı. Ancak
vezir, adamları vasıtasıyla durumundan haberdarettiği Baycu’nun emriyle serbest bırakıldı ve
onun yanına gitti. Bu arada Moğol kumandanların vergiler nizamî olarak ödenmesine rağmen,
soygun düzeyindeki istekleribitmiyordu. Bunun üzerine devlet adamları Emir-i dâd Fahreddin
Ali’yi, meseleyeçözüm bulması için Mengü Kağan’a gönderdiler. Nitekim daha sonraki
bilgilerdenSelçuklu yöneticilerinin isteklerine uygun bir yarlığ alındığı anlaşılmaktadır.Bu
sırada Batu Han, kendisinin atadığı kimselere görev yaptırılmamış olmasının kızgınlığıyla
Selçuklu sultanının bizzât gelmesi için sürekli elçiler gönderiyordu. Karatay bir Selçuklu
sultanın Moğol hanının önünde eğilmesini yakıştıramıyorve işi savsaklıyordu. Ancak Batu
Han’ın ülkeyi istilâ edeceği tehdidi üzerine SultanII. Keykâvus mecburen, devlete malî olarak
da büyük yük getirecek olan yolculuğa hazırlandı.
Sultan Moğol elçileriyle birlikte Sivas’a geldiğinde, atabeyi Karatay’ınölüm haberi
ulaştı (Kas›m 1254). Atabeyinin himayesinden mahrum olarak ülkedenayrılmasının
sonuçlarını düşünen ve yolculuktan vazgeçen Keykâvus, Moğolelçilerine özür beyan edip
hediyelerle uğurladıktan sonra geri döndü. Onun yerineküçük kardeşi ortak sultan II.Alâeddin
Keykubâd, önce Saray’a oradan da Karakurum’agitmek üzere yola çıkarıldı.
Keykubâd yolculuk sırasında, bir suikast neticesindehayatını kaybetti. Çeşitli
rivayetler olmasına rağmen, Alâaddin’in veliahdve Gürcü kraliçesinin torunu olması
hasebiyle, Moğol hanı nezdinde daha çok kabulgöreceği kaygısıyla, Keykâvus tarafından
zehirlenmiş olması muhtemeldir. Atabey Karatay, gulâm ümeranın çocuk yaştaki şehzadeleri,
taht kavgaları içinkışkırttmalarının önüne geçerek, beş yıl boyunca nisbî bir sükunet
sağlamıştı. Moğollar karşısında devletin saygınlığını zedeleyecek fiillerden uzak durduğu
gibi, aksine hareket edenleri de engellemeye çalışmıştı.
Bu büyük insanın gölgesindenmahrum kalan genç sultan, kaynakların ifadesine göre
Hıristiyan dayıları Kir Kedidve Kir Hâye’nin dalâletiyle, mübtezel insanlarla düşüp kalkmaya
başlamış, sefahatâlemine dalmıştı. Dayılarının etkisiyle tecrübeli ümerayı yanından
uzaklaştırıp, dahaçok Rum asıllı köleleri hizmetine alıyordu. Onun bu hali Kılıç Arslan’ın
taraftarlarının sayısını arttırmaktaydı. Keykâvus bunun üzerine Kılıç Arslan’ın
sultanlıkyetkilerini elinden alarak onu sarayda hapsetti.
138

Bu gidişattan hoşnut olmayan Kılıç Arslan’ın taraftarları onu Konya’dan kaçırıp,


Kayseri’de sultan ilân ettiler. II. Keykâvus ona ülkenin doğusunda hüküm sürmek, hatta
Kayseri ve Kırşehir’i de kendisine bırakmak şartıyla barış önerdi. Kılıç Arslanise
müzakerelerle zaman kazanarak savaşa hazırlandı ve tahtı ele geçirmek niyetiyleharekete
geçti. Kayseri-Kırşehir arasında Ahmet Hisar ovasında meydana gelensavaşta Kılıç Arslan bir
kere daha yenilip esir düştü. Keykâvus onu dayısı KirHaye’nin gözetiminde Borgulu
(Uluborlu) kalesinde hapse attı.
Baycu Noyan’ın İkinci Anadolu Seferi
Bu arada Moğol hükümdarı Mengü Kağan, Yakındoğu ve özellikle İslâm dünyasının
daha sağlam bir şekilde Moğol idaresine bağlanması düşüncesiyle, kardeşi Hulagü’yu,batı
bölgelerinin idaresiyle görevlendirmifl bulunuyordu.Hulagü ordusuyla birlikte
Moğolistan’dan hareket edince, Baycu Noyan’a habergöndererek, Mugan yaylağını kendi
ordusu için boşaltmasını istedi. Hulagü, Baycu’yubu kadar zamandır islâm ülkelerini tam
anlamıyla hâkimiyet altına alamadığı için azarlayıp, hemen Anadolu’ya girip kıyılara kadar
her tarafı ele geçirmesinive Bağdad’a düzenleyeceği seferden önce de ordusunun iaşesini
hazırlamasını emretti.Baycu mecburen batıya, Anadolu’ya doğru çekilmeye başladı.
Erzurum’a gelincede Sultan II. Keykâvus’a elçi göndererek, ordusu için yaylak ve kışlak
gösterilmesiniistedi.
Bunun gerçekleşmesi hâlinde tâbiyet sürecinde, Moğol ordularınınAnadolu’da
beslenmesi gibi, altından kalkılması zor mali yükler getiren yeni biraşamaya girilmiş olacaktı.
Bu yüzden Baycu’nun Hulagü’nun gözünden düşmüş olmasına güvenen devlet adamlarının
bir kısmı savaş kararı aldılar. Selçuklu ordusu,tecrübeli komutanlar Arslan-Doğmuş ve Yavtaş
ile vezir Kadıİzzeddin, beylerbeyiMihael Paleologos idaresinde Moğol ordusuna karşı
ilerledi.
Ordu, Konya-Aksaray arasına geldiğinde, ateşli bir savaş taraftarı olan Türkmen
şahne idaresinde,Türkmenlerden mütşekkil bir keşif birliği gönderildi. Baycu da
Keykâvus’unsavaş hazırlıklarını haber almış ve bin kişilik bir öncü kuvveti çıkarmıştı.
Selçuklubirliği Aksaray yakınlarında karşılaştığı Moğol öncüleri tarafından yok edildi
(Ekim1256). Ertesi gün Moğol ordusuyla yeniden savaşa giren Selçuklu ordusu,
Kösedağ’daki gibi yüz kızartıcı bir yenilgiye uğradı. Kumandanların bazıları
Keykâvus’tanincinmiş oldukları için bazıları da kendi aralarındaki çekişmeler
yüzündenvazifelerini yapmamışlardı. Vezir ve bir çok emirle birlikte Selçuklu askerin
çoğuMoğollar tarafından kılıçtan geçirildi.
Yenilgi haberini alan II.Keykâvus, hazinesini toplayıp Alâiyye’ye kaçarken,Baycu
Konya önlerine geldi. Konya ileri gelenleri, ahalinin canını kurtarabilmekiçin ellerinde ne
varsa toplayıp, rivayete göre dört katır yükü kırmızı dinarı Baycu’ya
verdiler. Moğol komutanı katliama izin vermediyse de şehir yağmalanmaktankurtulamadı.
Baycu Sultan Hanı düzlüğünü kışlak seçip oraya çekildi. Bu sırada Atabey Arslan-
Doğmuş Borgulu’ya gelerek Kılıç Arslan’ı hapisten çkarttı. IV. Kılıç Arslan burada toplanan
diğer ümeranın da onayıyla, Konya’ya getirilipSelçuklu sultanı ilân edildi. Arslan Doğmuş
atabey olarak kalırken, İranlı emirlerden Nizameddin Hurşid nâibliğe, Muineddin Süleyman
da pervaneliğe yükseldi. Fakat Kılıç Arslan’ın hükümdarlığını Baycu’ya onaylatmak kolay
olmadı. ZiraHulagü’nun emri gereği Anadolu’da otoritenin tam anlamıyla sağlanması
gerekiyordu.
Oysa II. Keykâvus Antalya-Alâiyye civarında bir tehdit olarak dolaşıyordu.Baycu,
Keykâvus’un ele geçirilmesini istediği için, Anadolu’dan ayrılıncaya kadarKılıç Arslan’ın
Konya’ya gitmesine izin vermedi ve Ilgın’a bağlı Kızıl-Viran’daoturmaya mecbur etti. Hatta
Kılıç Arslan’a, ağabeyini Baycu’nun huzuruna getirtebilmekiçin mektuplar yazdırıldı.
Bu vaadlere kanmayan ama kurtuluş ümidi de kalmayan Keykâvus,İznik Rum
hükümdarına sığındı. Gerçekten de II. Keykâvus’un kötü ahlâkı ve mübtezel yaşayışına,
139

hiçbir savaşa girmeye cesaret edememesine rağmen, sadeceMoğollar’la mücadeleyi teşvik


ettiği için, Moğol karşıtıcephenin umudu olabilmesi,durumun vehametini bütün açıklığıyla
ortaya koymaktadır.
Karatay gulâm kökenliümeranın özelliği halinegelen olumsuzlukların hiçbirisine
bulaşmamış değerlibir devlet adamıydı. Grekasılı olmakla birlikteMüslüman olup Türkleşmiş;
devletin menfaatlerini kendimenfaatleri üzerinde tutanistisna bir kişilikti. Kayseriyakınlarında
yaptırdığı muhteşem hanın açılışına, gurura kapılmaktan korkupgitmeyecek kadarmütedeyyin,
mütevazi birinsandı.
Pervâne Müineddin Süleyman Dönemi
IV. Kılıç Arslan’ın saltanatı döneminde Nizameddin Hurşid ve Muineddin
Pervânegibi İranlı ümera, zaten yok mevkiinde olan sultan adına devletin dizginlerini
tamamenellerine geçirdiler. Pervâne ve nâib, Baycu hem Aksaray kışlağındayken, hem
Bağdad seferi için Anadolu’dan ayrılırken ahaliyi soyup, canını çıkararak topladıklarıyla onun
iaşesini sağlamayı ihmâl etmediler. Fakat Baycu ayrıldıktan sonraAnadolu’da kalan Moğol
komutan Hoca Noyan, zulme varan icraâtları nedeniyle, Pervâne ve nâib Nizameddin Hurşid
tarafından gizlice zehirlendi. Moğollar tarafından yapılan soruşturma neticesinde nâib suçlu
görülerek öldürüldü.
Bundansonra Türkiye Selçukluları’nda, devletin yegâne hâkimi olan Pervâne
MuineddinSüleyman’ın tek başına iktidar olduğu dönem başladı. Pervânelikten sonra
vezirliğe de atanmasına rağmen, bu unvan tuhaf bir şekilde onun gücünü simgeleyen
vekendisiyle özdeşleşen bir isim haline geldi.
Ülkenin Yeniden Kardeşler Arasında Bölünmesi
II. Keykâvus, Baycu Noyan Anadolu’dan ayrılır ayrılmaz, yanına sığındığıİznik
İmparatoruMihael Paleologos’dan sağladığı 3.000 kişilik bir Frank kuvvetiyle tahtını geri
almak için harekete geçti. Pervâne bunun üzerine sultanı da yanına alıp, efendisindenyardım
almak üzere Konya’dan ayrıldı. Keykâvus ise sevinç gösterileriarasında başkente girdi (May›s
1257). Kılıç Arslan taraftarlarına karşı tasfiyeye girişenKeykâvus, ülkede hâkimiyetini
genişletmeye başladı.Pervâne ve Kılıç Arslan ise Hemedan’da Hulagü’nun huzuruna çıkarak
yardımistediler. Ondan IV. Kılıç Arslan’ı, Selçuklu Devleti tahtına tek başına atadığın dairbir
yarlığ almayı başardılar. Fakat Han Bağdad seferine gitmekte olduğu için askeriyardım
sonraya kaldı.
Pervâne ve Kılıç Arslan kışı çok zor şartlarda Erzincan’dageçirmek zorunda
kaldılar. Hulagü Bağdad’ı zabt ettikten sonra onlara1.000 kişilik bir yardım gönderdi.
Pervâne, sultanla birlikte kendi ikta merkezi Tokat’agitmeye karar verdi. Ancak Yıldızdağı
mevkiinde Keykâvus’un ordusuna yenildive Tokat düştü. Tekrar Moğol hanının katına varan
Pervâne bu defa 10.000 kişilik bir yardım almayı başardı. Ordu tam Konya üzerine
yürüyecekken; dört yıl önce II. Keykubâd’ı Batu Han ve Mengü Kağan’a götüren heyetin
ülkeye döndüğü haberi geldi. Keykâvus’unatabeyi Seyfeddin Torumtay ve vezir Şemseddin
Mahmud (Tuğraî)’un daiçerisinde bulunduğu bu heyet, Keykubâd öldükten sonra yoluna
devamla Karakurum’agitmiş; iki şehzâdenin taraftarları, kendi çıkar çatışmaları yüzünden
devletin itibarını beş paralık etmişlerdi. Nihayet Mengü Kağan, Moğollar’a karşı savaşı teşvik
ettiği için Keykâvus’a kızıp, Kılıç Arslan’ı tek başına Selçuklu tahtına tayinetti. Ancak
heyetin dönüşte yanına uğradığı Hulagü, bu yarlığıŞemseddin Tuğraî’ninelinden aldı; el-
Cezire ve Suriye’ye düzenleyeceği sefer öncesinde her iki hükümdarın da huzuruna gelmesini
istedi. Pervâne, vezir Şemseddin Mahmud (Tuğraî) ve Kılıç Arslan tarafından davet edilen
Keykâvus’la dolaylı olarak yapılan görüşmelersonunda, ülke Kızılırmak sınır olmak üzere
ikiye bölündü (1258).
Keykâvus bütün tehlikeleri göze alarak, diğerlerinden önce Irak’ta bulunan
Hulagü’nunyanına gitti. Onu haklı bulan Hulagü, hükümdarlığa onu atadı. Ancak
140

arkadanyetişen Kılıç Arslan’ın adamlarını, özellikle de Pervâne ve veziri dinleyenhan, bu defa


ülkeyi kardeşler arasında bölen bir yarlığ verdi.
Bu görüşmeler sırasında Selçukluların ödemek zorunda oldukları vergi arttırılmadıysa da, 16
yıldır postu soyulan, iliği-kemiği sömürülen; idarî-siyasî ve sosyaldüzeni alt üst olan devletin,
bu kadarını ödemeye bile gücü yoktu. Fakat dizginlerbir kere müstevlilerle onların maşalarına
kaptırılmıştı. Hulagü iki sultanı da Suriye,el-Cezire seferine katılmaya mecbur etti. Ayrıca
onları bu savaşların masrafları içinkendi hazinesinden 5.000.000 dirhem borçlandırdı.
Kısaca iki sultanın üstlendikleriyükümlülükler, elde ettikleri menfaatlerle
kıyaslanamayacak kadar ağırdı. 1259-1260 yıllarında iki Selçuklu hükümdarı, Pervâne ve
vezir; Moğollar adınaErmeni kralı II. Hetum ve Antakya Haçlı prinkepsiyle aynı saflarda,
Meyyâfârikîn, Halep ve Şam’ın zabtına katıldılar. Nihayet Mengü Kağan’ın ölümü üzerine
seferibırakan Hülagü, Selçuklu sultanlarına da ülkelerine dönüş izni verdi.
II. Keykâvus’un Ülkeden Ayrılması
Aynı sene her iki sultanın da veziri olan Şemseddin Tuğraî vefat edince,
Keykâvuskardeşiyle olan bağlarını kopardı. Hulagü’ya danışılmadan nâib Fahreddin Ali’yi
vezirliğe getirdi. Kılıç Arslan’ın vezirliğine ise Moğol hükümdarının takdiriyle,
MuineddinPervâne tayin edildi. Hulagü, vergilerin toplanması ve diğer yükümlülüklerinyerine
getirilmesini sağlamak üzere, bir İranlıyı vezir ve emir payesiyle Anadolu’yagönderdi. Bu
arada Pervâne, II. Keykâvus’tan kurtulmak için onu, Türkmenlerleişbirliği ettiği iddiasıyla
devamlı Moğollara ihbar ediyordu. Bu arada Altınorda Hanı Berke Müslüman olduğu için,
Hulagü ile arası açılmış, sonra Memlûklerle ittifak etmiş; hatta Hulagü’yu savaşta yenilgiye
uğratmıştı. Ayrıca Hulagü’nun Suriye seferinden dönerken, Ket Boğa idaresinde bölgede
bıraktığı ordu, Memlûk ordu komutanı Baybars tarafından Ayn-ı Câlût denilen yerde
hezimeteuğratıldı ( Eylül 1260). Bu Moğollar’ın Suriye’den sonra Mısır’ı da istilâ etme
emellerinin önüne set çekerken; İslâm dünyasında Moğollar’ın yenilmezliği efsanesini yok
etti.
Moğollar bundan sonra da, Suriye’de Memlûklerle girdikleri mücadelede kaybeden
taraf oldular. İlhanlıların bu durumundan cesaret alan II. Keykâvus yeniden isyan bayrağını
açtı. Sultan Kubâdâbâd’da iken Moğol görevliler gelerek yıllık vergiden payına düşenmiktarı,
Hulagü’dan aldığıborcun taksidini ve ölen vezirin borcunun yarısını ödemesini istediler.
Keykâvus önce merkezi Tokat’ta bulunan Kılıç Arslan’dan tahsilâtyapılmasını söyleyip
ödemeyi reddetti. Buna öfkelenen Hulagü’nün, huzurunagelmesi için yaptığı çağrıya uymak
konusunda tereddüt eden Keykâvus’un üzerine,Alıncak Noyan idaresinde 10.000 kişilik ordu
sevk edildi. Veziri Fahreddin Ali’yi orduyla onlara karşı gönderdiyse de, onun için artık çıkış
yolu kalmadığını düşünen vezir de Kılıç Arslan’ın tarafına geçti. Bunun üzerine Alâiyye’ye
kaçan II. Keykâvus,Memlûk sultanı Baybars’ın davetine rağmen, İstanbul’u tercih etti ve
Kırım’da1280’de ölümüyle bitecek olan maceralı sürgün hayatı başlamış oldu.
IV. Kılıç Arslan’ın Saltanatı
Keykâvus’un Konya’yı terk etmesi üzerine taraftarlarıyla şehre giren IV. Kılıç
Arslanyeniden tek başına hükümdar oldu (Ağustos 1261). Pervâne hükmetmek için makama
ihtiyacı bulunmadığından vezirliği, Keykâvus’u terk edip kendilerine katılan Fahreddin Ali’ye
verdi. Derhâl Keykâvus taraftarlarına karşı bir tasfiye hareketi başladı.Diğer taraftan eski
sultanın bazı adamları da kuvvet toplayarak yer yerisyanı sürdürüyorlardı.Anadolu’da
bulunan ve bir yandan Selçuklu yöneticileri denetleyen ve gerektiğinde yardım eden bir
Moğol tümeni (10.000) Selçuklu askerleriyle birlikte Türkmenler’itenkil ediyor; olaylar kısa
süre durulduktan sonra başkaldırılar yenidenalevleniyordu. Devletin tüm üst düzey kadrolarını
kendi adamlarına dağıtan Pervâne, sadeceMoğol hanına karşı sorumluluydu. Genç sultan
kendisine iktidarı sağlayan Pervâne’ye minnetar olmakla birlikte, onun özellikle ülke
topraklarını geniş iktalar vemülkler halinde kendi adamlarına dağıtmasından artık rahatsızlık
duyuyordu. Nitekimrahatsızlığını da göstermeye başlamıştı.
141

Kılıç Arslan 1265 yılında Pervâne’yle birlikte, tahta geçen Abaka’nın cülus töreni
için Tebriz’e gitti. Sultan ülkesine dönerken Pervâne bir müddet daha Abaka’nınyanında
kaldı. Onun güvenini kazanmayı başaran Pervâne, artık mutlak iktidarınınönünde engel olarak
gördüğü Kılıç Arslan’ın tasfiye edilmesi için izin aldı. Bunu yaparkende onu Baybars’la
işbirliğiyle itham etti. Bu sayede ona, gerekirse sultanı ortadankaldırmak için yetki verildi.
Pervâne, 1259 yılında Trabzon Rumları’nın işgâlettiği Selçuklu liman şehri Sinop’u
kurtarmak için de Abaka’dan bir yarlığ aldı.
1266 yılında karadan ve denizden kuşattığı Sinop’u fetheden Pervâne, sultandan
şehrin kendisine temlik edilmesini istedi. Kılıç Arslan istemediği halde temlik
menşurunugöndermek zorunda kaldı. Kısaca Pervâne sultanı hanedanın
meşruiyetindenyararlanabilmek için bir kukla olarak kullanıyor; bundan rahatsız olan Kılıç
Arslanda rahatsızlığını dile getirip, hatta Abaka’nın huzuruna şikâyete gideceğini
söylüyordu.Bu durum sultanın sonunu hazırladı. Handan gelen bir yarlığın görüşülmesiiçin
Aksaray’a çağrılan ve burada sözde muhakeme edilen Kılıç Arslan, suçlamaları reddetmesine
rağmen önce içkisine zehir katılmak suretiyle zehirlenmiş; darbedildiktensonra da yay
kirişiyle boğularak öldürülmüştür. Daha sonra Konya’ya götürülüpSultanlar Türbesine
gömülen Kılıç Arslan’ın içkiden öldüğü duyurulmuştur(Ağustos 1266). IV. Kılıç Arslan
kendisini salatanata kavuşturan Pervâne ve Moğollareliyle bu defa hayatını kaybetti. Gulâm
ümeranın devlete tam anlamıyla tasallutettiği dönemde ve çok küçük yaşlardan itibaren bazen
ölümün kıyısında, bazen tahtın üzerinde bir hayat geçiren Kılıç Arslan, herhalde içerisine
doğup büyüdüğübu entrika kazanında, atalarının şanına yakışır bir şahsiyet geliştiremedi.
Ayn-ı Câlût savaşışüphesizMoğollar’ın İslâmdünyasındaki ilerleyişinidurduran bir
dönümnoktasıdır. Fakat bu olaySuriye’de durdurulan veMısır yolu kapananMoğolların,
Türkiye’ye dahafazla yönelmelerine ve güçyığmalarına sebep olmuştur.
Pervâne’nin Tahakkümü Altında III. Gıyaseddin Keyhüsrev Dönemi
IV. Kılıç Arslan öldürüldükten sonra Pervâne, onun yerine henüz 2-3 yaşında
birbebek olan oğlu III. Keyhüsrev’i annesinin kucağından alıp tahta oturttu. Artıkönünde
herhangi bir engel bulunmayan Pervâne, II. Keyhüsrev’in dul eşi GürcüHatun’la evlenerek
iktidarını güçlendirdi. Bu şartlarda III. Keyhüsrev’in saltanatındansöz etmek mümkün değildi.
Kaynaklar Pervâne zamanını Moğollar baskısı sayesindeTürkmenleri ve muhalifleri
susturduğu ve asayiş sorunu yaşanmadığı içinçok huzurlu, müreffeh bir dönem olarak
anlatmaktadırlar. Oysa Pervâne o günekadar elde ettiği mevki, makam ve mal için, Moğollara
Anadolu’yu baştan başa çiğnetmişti. Şimdi de birkaç bin kişilik sembolik bir kuvvete
dönüşen, kendisinin de başındayer aldığı Selçuklu ordusunu, efendileri adına Ermeni ve
haçlılarla birlikte, İslâmdünyasının putperest Moğollara karşı umudu olan Memlûklerle
savaşlara sokuyordu.
Bu gidişat özellikle mevcut düzenleri bozulmayan yerleşikler arasındafazla tepki
çekmiyordu. Ancak özellikle uçlarda biriken Türkmenler için başlı başına isyan sebebiydi.
Moğol baskısından sıkılan Pervâne, 1274’de, Samagar Noyan ve hanın kardeşi Acay’,
Baybars’la temasta oldukları ithamıyla şikâyet etmiş ve Anadolu’dan alınmalarını sağlamıştı.
Moğollar’ın uydusu durumundaki ümeranın, her türlü rüşvetealışltırdığı idarecilerden birisi
olan Acay’ın, Pervâne’nin gücünü de aşan isteklerdebulunması böyle bir komplo kurmasına
sebep olmuştu. Fakat bir süre sonra, budefa Acay’ı dinleyen Abaka kardeşini görevine iade
etti. Pervâne onun şerrindenkorunmak için rüşvet vermeye devam etti. Ayrıca o güne kadar
kellesini almak istediklerineyönelttiği en büyük suçlama olmasına rağmen, Moğollar’a karşı
Baybars’laişbirliği yapmaya karar verdi.
1274 yılındaki ilk teşebbüsten sonra, 1275 ve1276’da iki kere daha kendisi ve
Keyhüsrev’in yerlerini korumasışartıyla, Moğolları Anadolu’dan atıp Anadolu’yu Baybars’ın
denetimine bırakmak vaadinde bulundu. Fakat Moğol ordusuyla birlikte Bire kuşatmasında
hazır bulunduğu sırada yaptığı son çağrıya, Baybars’ın verdiği cevap Moğollar tarafından ele
142

geçirilince efendilerinin güvenini yitirdi. Bu arada ülke Hatiroğlu ve Türkmen isyanlarıyla


çalkalanmaktaydı. Pervâne’nin Hatîroğlunu, Moğollar’ın şüphelerini gidermek için
isyanettirdiği ve sonra onu bertaraf ederek Moğol düşmanı olmadığını kanıtlamakistediği
rivayet edilmektedir.
Baybars’ın Anadolu Seferi ve Pervâne’nin Ölümü
Baybars nihayet 1277 baharında, Türkmen beylerinden ve Pervâne başta olmaküzere
Selçuklu devlet adamlarından aldığı davetler üzerine, Anadolu’daki tüm Moğol karşıtlarının
umudu olarak yola çıtığı Haleb ve Ayntâb üzerinden Elbistan ovasına geldi. Bunu haber alan
Moğollar derhâl Gürcü ve Selçuklu kuvvetlerini de alarakBaybars’ın üzerine yürüdüler.
Memlûk sultanı iki gün boyunca devam eden savaşta,kendisinden sayıca az olduğu anlaşılan
Moğol ordusunu ağır bir yenilgiyeuğrattı (15 Nisan 1277).
Moğol komutanların, savaşa girmeden önce ihanet edebilecekleri endişesiyle
Selçuklu birliklerini harbe sokmamaları ilginçtir. Savaş alanına Moğol ordusuyla birlikte
gelen Pervâne, sonucu görür görmez firar etti. Moğolordusunun ezildiğini görmesine rağmen,
mevcut şartlarda Baybars’ın Anadolu’dafazla kalamayacağını anladığından ona katılmadı.
Kayseri’ye gelince Moğolların intikam seferine çıkacaklarını düşünerek sultanı, karısını,
veziri ve birkaç devlet adamını daha alıp, kendi ikta bölgesi olan Tokat kalesine kaçtı.
Kayseri’ye doğru ilerleyenBaybars da 22 Nisan 1277’de, burada sultan ilân edildi. Ancak ev
sâhipleriortada görünmüyordu. Pervâne’nin annesi, oğlu ve torunu bir çok Moğol ve
Selçuklukumandanıyla birlikte esir edilmişti. Pervâne, Abaka’ya hemen bir elçi
gönderipdurumu bildirdi. Böylece Moğolları Memlûklere kırdırıp, tamamen serbest kalmayı
plânlamaktaydı. Fakat Baybars Selçuklu ümerasının kaypaklığından ve ordusunun iaşesinin
azalmasından dolayı, 25 Nisan’da ülkesine dönmek üzere harekete geçti.
Pervâne gönderdiği elçi vasıtasıyla, pişkin bir şekilde kalmasını rica etti.Baybars
Selçuklu devlet adamlarının içerisinde bulunduğu zilleti çok güzel anlatanbir cevap vererek
teklifi reddetti.Bu arada durumu öğrenen Abaka da Baybars’tan intikam almak niyetiyle,
30.000 kişilik bir orduyla Anadolu’ya geldi. Pervâne, III. Keyhüsrev’le birlikte Abaka’yı
önünde yer öperek karşıladı. Savaşın üzerinden iki ay geçmiş olmasına rağmen ova, vahşi
hayvanlarca parçalanmış Moğol askerlerinin cesetleriyle doluydu. Ölüler arasında Selçuklu
askerlerinin bulunmaması ve savaştan sonra bizzât gidipbilgi vermemesi, Pervâne’yi zan
altında bıraktı. Yaz olduğu için Memlûk seferinden vazgeçip, hırsını Anadolu’yu talan ederek
alan Abaka’nın, Anadolu’da 200.000insanı öldürttüğü söylenmektedir. Ordusunun bir kısmını
Karamanoğlu ve Siyavuş isyanını bastırmak için bırakan Abaka, Pervâne’yi maiyetiyle
birlikte, Van Gölü kuzeyindekiAladağ yaylağına götürdü. Burada muhakeme edilen Pervâne
ithamları reddeti ise de, Baybars’a gönderdiği mektupların önüne serilmesi üzerine
suçunukabul etmek zorunda kaldı. Pervâne otuzbeş kadar adamıyla birlikte, kılıçla boyunları
vurulmak suretiyle öldürüldü (2 Ağustos 1277). A
MOĞOL İSTİLÂSINA KARŞI TÜRKMEN İSYANLARI
İlk Türkmen Hareketleri
Önceki ünitede anlatıldığı gibi, XIII. asrın en önemli hadisesi hiç şüphesiz Asya
kıtasının büyük bir bölümüyle Orta Avrupa’ya kadar yayılan Moğol istilâsı idi.
TürkiyeSelçuklu Devleti de Kösedağ’da hezimete (1243) uğrayarak bu olaydan
nasibinialmıştı. Nitekim bu yenilginin ardından devleti yönetenlerin yetersizlikleri
vedüşmanla yapılan işbirlikleri nedeniyle, Anadolu kısa bir sürede Moğol istilâsına maruz
kaldı. Devletin önemli mevkilerinde bulunan görevliler, menfaatleri çerçevesindeMoğollara
hizmet etmekte birbirleriyle yarışırlarken; ilk tepkiler otoritenindaha az hissedildiği, ülkenin
daha ziyade kıyı bölgelerinde yaşayanlar başta olmaküzere Türkmenlerden gelmiştir.
Çünkü Moğol istilası nedeniyle artan vergiler, yaşanan şiddet ve Moğol istilâsı
nedeniyle gelen yeni göçlerden en çok yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda
kalanTürkmenler etkilenmişti. Türkmenler başlangıçta temel insanlık haklarını korumakiçin
143

hem Moğollara, hem onlarla işbirliği eden hükûmete karşı sadece isyanediyorlardı. Ancak
Moğolların önünden kaçıp Türkmenlerle birlikte Anadolu’yagelen Türkistanlı,İranlışeyh ve
dervişler bu isyanları yeni bir ruhla organize ettiler.
Moğollara duyulan nefreti ve savaş isteğini cihad mefhumuyla yoğurarak, dahaiyi
örgütlenmiş bir mücadele başlattılar. Nitekim hatırlanacağı gibi II. Keykâvus, 1258 yılında
Moğolların desteğiyle saltanatmücadelesine giren kardeşi IV. Kılıç Arslan’a karşı cihad ilan
etmiş; Türkmenlerdentopladığı yardımla başarıya ulaşmıştı.
Türkmenler bundan böyle Moğol aleyhtarı olaylarda daha sık görülmeye başladılar.
Zira II. Keykâvus tahtını korumak için, Sultan Baybars’la ittifak çabaları yanında, özellikle uç
Türkmenleri’ni Moğollara karşı seferber ediyordu. Bu kuvvetlerininen büyüklerinden biri,
Lâdik (Denizli), Honas ile Dalaman civarında oturan;Mehmet Bey, kardeşiİlyas Bey, damadı
Ali Bey, Sevinç ve Salur Beyler idaresindekiTürkmenlerin mevcudu 200.000 kadardı. Ayrıca
Kerimüddîn Karaman’a tâbi güney Türkmenleri de, Moğollar’a karşı mücadele ediyorlardı.
Mehmet Bey, II. Keykâvus’a yardım ettiği için, Selçuklu ve İlhanlı
kuvvetlerininbaskısına maruz kaldığında kuvvetleri yeterli bulmayarak, Moğollarla anlaşma
yolunagitti. Han’a gönderdiği elçi vasıtasıyla tâbiyetini bildirip kendisine menşur, sancak vs.
gönderilmesini istedi. Hûlâgû isteklerini kabul etmekle birlikte MehmetBey’den, bizzat
huzuruna çıkmasını istedi. Fakat kendini emniyette hissetemeyenMehmet Bey bu emre
uymayınca Hûlâgû, Kılıç Arslan’ı ve Alıncak Noyan idaresindekiMoğol askerlerini üzerine
sevk etti. Mehmet Bey, bu arada Moğollarla işbirliği eden damadı Ali Bey’in ihanetine
uğradı. Ali Bey kendi beyliğinin onaylanması karşılığında Moğol ordularına rehberlik etti.
Nitekim Dalaman Ovası’nda karşı karşıya gelen Selçuklu-İlhanlı ordusu karşısında Türkmen
kuvvetleri hezimete uğradı.
Mehmet Bey dağlara kaçıp kurtulduysa da; kardeşiİlyas Bey ve Salur Bey başta
olmaküzere birçok Türkmen esir düştü. Mehmet Bey daha sonra kendisine amânverilmesi
şartıyla itaat edeceğini bildirmiş; isteği kabul edilmekle birlikte, Konya’yagötürülürken IV.
Kılıç Arslan’ın emirleri tarafından Borgulu (Uluborlu)’da öldürülmüştür. II. Keykâvus 1261
yılında, İlhanlı ordusunun desteklediği kardeşine yenilipAnadolu’yu terk ettikten sonra, IV
Kılıç Arslan tek başına hükümdar oldu. Karamanlılar başta olmak üzere Türkmenler Çankırı,
Ankara, Kastamonu Amasya, Tokat,Niksar bölgelerinde saldırılara devam ettiler. Ancak
devletin kontrolünü elinegeçiren Muîneddîn Pervâne (1262-1277), Keykâvus’a yakınlığı ile
bilinen devlet adamlarını yönetimden uzaklaştırdı.
Daha sonra mevcut duruma boyun eğmeyen Türkmen beylerine karşı bazen şiddet
gösterilip, bazen de beylikleri onaylanarak asayişsağlanmaya çalışıldı. Fakat çok hırslı bir
devlet adamı olan Pervâne IV. Kılıç Arslan’ı Moğollara öldürtüp(1266) tahta onun çocuk
yaştaki oğlu III. Gıyaseddîn’i geçirdi. Aslında Selçuklu Devleti üzerindeki nüfuzunu
Moğollara borçlu olan Pervâne, onlardan dakurtulmak için çareler aramaya başlayınca yeni
sıkıntılar baş gösterdi.
Hatîroğlu İsyanı
Nitekim önceki ünitede de anlatıldığı gibi, Pervâne son hedefine ulaşmak için,
muhalifleriniBaybars’la işbirliği ithamıyla yok ederken, bu iddia üzerinden
MemlûklerleMoğolları da birbirine kırdırmak istiyordu. Hatta Anadolu’da görevli Moğol
şehzâdelerini bile aynışekilde suçluyor ve Abaka’dan onların Anadolu’dan alınmalarını talep
ediyordu. Pervâne, kendisine karşı güveni sarsılan Abaka’nın emri üzerineTebriz’e gitti.
Ancak Selçuklu devlet adamları Pervânede dâhil, Baybars’a yapılan davetler ve yazışmalar
yüzünden kendilerini emniyette hissetmiyorlardı. Bunun üzerine Pervâne’nin yola
çıkmasından sonra, Beylerbeyi Hatîroğlu Mesudve kardeşi Mahmud, Mikâil, Harput Subaşısı
Bicâr ve oğlu Diyarbekir subaşısı Bahadır gibi Selçuklu yöneticileri Baybars’la kesin olarak
anlaşma kararı aldılar. Ayrıca bunu yazılı olarak Memlûk sultanına bildirerek Anadolu’ya
davet ettiler(1276 baharı).
144

Baybars daveti kabul etmekle birlikte, mevsim şartları nedeniyle hemen


gelemiyeceğini biraz dayanmalarını bildirdi. Hatîroğlu Şerefeddîn ve diğer Selçuklu ileri
gelenleri III. Gıyaseddîn’in tahtta kalmasışartıyla Baybars ile tekrartemasa geçtiler.
Görüşmeler sürerken Baybars, Emir Bektut komutasında 6.000 kişilik bir Memlûk birliğini
keşif için Elbistan’a gönderdi. Bunun üzerine Baybars’ınordusuyla yakınlarda olduğunu
düşünerek ümitlenen Hatîroğlu Şerefeddîn, Moğollara karşı bir ayaklanma başlattı. Özellikle
Ermenek yöresindeki Karamanlılar ve uç Türkmenleri ile temas sağlandıktan sonra isyan
dalgası hızla yayıldı. Karamanlılar Ulukışla’da görevli küçük bir Moğol birliğini tamamen
imha ettiler.
Hatiroğlu, Selçuklu sultanını Niğde’ye götürdü, kardeşini de Baybars’a elçi olarak
gönderdi.Baybars cevabında “Pervâne’yle yıl sonunda gelmek için anlaştıklarını” bildirdi.
Anadolu’daki Moğol askerleri başlangıçta isyancıları kontrol altına almaktayetersiz kaldılar.
Bu arada büyük noyanlar idaresindeki 30.000 kişilik bir Moğolkuvvetiyle birlikte, Pervâne de
Anadolu’ya döndü. Baybars’ın henüz yola çıkmadığını öğrendikten sonra süratle durumu
hâkim oldular. Bu kadar büyük bir orduylasavaşmasının mümkün olmadığını anlayan
Hatîroğlu, Ulukışla kalesine sığınmakistedi fakat yakalandı. İsyana katılan elebaşıların
yargılandığı mahkemede öldürüleceğiini anlayan Hatîroğlu, Pervâne’nin de en az kendisi
kadar suçlu olduğunu
söyledi. Buna rağmen yine Pervâne’nin güya ikisini de ölümden kurtaracak ifadedeğişikliği
tavsiyesinin ardından Abaka, Hatîroğlu’nu idam ettirdi (1276). Pervâne bu olayda hayatını
kurtarmasına rağmen, Moğollar nezdinde ciddi güven kaybınauğradı.
Karamanoğulları ve Siyavuş (Cimri) Hadisesi
Hatîroğlu isyanı başarısızlıkla neticelenmesine rağmen Ermenek, Mut, Silifke
veAnamur civarında yaşayan Karamanlı Türkmenleri, Moğollara karşı başlatılan
isyandalgasını devam ettirdiler. Selçuklu devletine vergi vermeyi reddeden ve bağımsızlığını
ilan eden Karamanoğulları, üzerlerine gönderilen orduları mağlub edip, hâkimiyetalanlarını
sahillere kadar genişlettiler. Sultan Baybars 15 Nisan 1277’de, ElbistanOvası’nda Moğolları
hezimete uğrattıktan sonra Kayseri’ye geldiğinde, onukarşılayanlar arasında Karamanoğlu Ali
Bey de vardı. Baybars ona ve ağabeyiMehmet Bey’e beylik menşurları vermişti. Ancak bu
sefer sonunda kendisine verilensiyasi desteği yeterli bulmayan Baybars Anadolu’dan ayrıldı.
Bu durum Moğollardan kurtulmak için Memlûk sultanına umut bağlayan Türkmenleri
sarstıysa dadirenişe engel olmadı.
Karamanoğlu Mehmet Bey, bu hareketin ancak Moğol tahakkümünü reddedenbir
Selçuklu hanedan mensubunun tahta oturtulmasıyla başarıya ulaşabileceği kanaâtindeydi. Bu
nedenle II. Keykavus’un, Altınorda’ya giderken Bizans’ta kalançocuklarından birisini
getirterek, tahta çıkarmak gerektiğini söylemeye başladı. Bundan kısa bir süre sonra, Alâeddîn
Siyavuş adlı birisi Keykâvus’un oğlu olduğuiddiasıyla ortaya çıktı. Bu iddiayı ahaliye kabul
ettirebilmek için, Suğdak’dan kaçıp gelen Sivaslı Tâkîadlı birisinin şahitliğini öne sürdüler.
Siyavuş, Moğol karşıtlığı sebebiyle kısa süredeTürkmenler tarafından kabul gördü.
Karamanoğlu Mehmet Bey eline geçen bubüyük fırsatı değerlendirmek için Eşref ve Menteşe
Beyler’le birlikte Aksaray üzerineyürüdü. Sonra burada fazla oyalanmadan Konya’ya yöneldi.
Çünkü Baybars’ınElbistan Savaşı ve sonra yaşanan karışıklıklar nedeniyle payitahtta ciddi bir
askerikuvvet kalmamıştı. Karamanoğlu Mehmet Bey şehre yaklaşınca Selçuklu yetkilileriile
temasa geçti. Yanında II. Keykâvus’un oğlunun bulunduğunu; bunu isbatedebileceğini, ayrıca
bu Selçuklu melikini mutlaka tahta oturtacağını bildirdi. Bu istekleri reddedilen Mehmet Bey
ve Siyavuş kırmızı külahlı, çarıklı, siyah kilimliTürkmen kuvvetleriyle, Konya’yı kuşatıp 14
Mayıs 1277’de şehre girdiler. Siyavuş,Selçuklu tahtına oturtulup sultan ilân edildi. Konya
ileri gelenlerinden biatalınıp adına hutbe okundu ve para kesildi. Siyavuş’un vezirliğine
KaramanoğluMehmet Bey getirildi. Ardından toplanan Selçuklu Dîvânı’nda “Bundan sonra
145

dîvânda, dergâhta, bârgâhta (saray gibi izinle girilen yer), mecliste ve meydandaTürkçe’den
başka dil konuşulmaya” şeklinde bir karar alındı.
Mehmet Bey, Siyavuş’un durumunu kuvvetlendirmek için, onu IV. Kılıç Arslan’ın
kızıyla evlendirmek üzere harekete geçti. Fakat kızın annesi Gazalya (Guzâliye)Hâtun çeyiz
hazırlığı için dört aylık bir süre talep etti. Bu arada Mehmet Bey’in faaliyetlerinden haberdar
olan Selçuklu ileri gelenlerindenSâhip Ataoğulları, Karahisar-Develi’de asker toplayıp
Germiyân Türkmenleri’nide para ile tutarak Konya üzerine hareket ettiler. Bunu duyan
Mehmet Beyve Siyavuş, Türkmenlerle birlikte Akşehir yönünde ilerleyerek onları
karşıladılar. Bu orduyu yenip muzaffer olarak Konya’ya döndüler (Haziran 1277). Ancak
kısabir süre sonra İlhanlışehzâdesi Kongurtay’ın büyük bir orduyla ilerlediği haberinialdılar.
Siyavuş ve Mehmet Bey bu kadar büyük bir orduya karşı koyamayacaklarını görüp,
Konya’dan çıkıp Ermenek taraflarına çekildiler.
Bu arada Konya’yı terk eden Siyavuş ve Mehmet Bey, Selçuklu-Moğol
ordusununtakibinden kurtulamadılar. Kış dolayısıyla sefere ara verilmekle birlikte,
Türkmenlerintoplanmasına fırsat vermeden yeniden harekete geçen Selçuklu-
Moğolkuvvetleri, önce Mehmet Bey’i ve iki kardeşini yakalayıp öldürdüler. Herne
kadarSiyavuş bu baskından kurtulup Anadolu’nun batı ucunda etrafına topladığı
Türkmenlerlebir süre daha direnişini sürdürdüyse de, sonunda yakalanıp öldürüldü(1279).

TÜRKİYESELÇUKLU ANEDANININ SONU


Sâhib Ata Fahreddin Ali’nin Ölümüne Kadarki Dönem
Muineddîn Pervâne, Sultan IV. Kılıç Arslan’ı öldürüpyerine, küçük yaştaki oğlu
Keyhüsrev’i geçirmişti. Çocuk sultan, Pervâne’ninağır baskısı altında bulunuyordu. Ayrıca
ülke ve yönetim üzerindeki Moğol tahakümü ve bunlara karşı başlayan iç isyanlar (Hatîroğlu,
Karamanoğulları gibi) devletintüm kurumlarını ve ülkeyi bir çıkmaza sürüklemekteydi.
Bu arada Selçukluhanedanının kaderini de etkileyecek olan, amcasının oğlu Siyavuş
(Cimri)’un saltanat mücadelesi ile sarsıldı. Her ne kadar Siyavuş’un saltanatı kısa sürdüyse
de, bundan sonra Türkmen isyanları yanında şehzâde isyanlarının sayısı da giderekartmaya
başladı. Çünkü Keyhüsrev’in Kırım’da bulunan amcası II. Keykâvus’un çocukları birer-birer
önce Anadolu’ya, ardından da İlhanlı sarayına giderek tahtta hakiddiasında bulunmaya
başladılar. Nitekim sâbık Sultan II. Keykâvus’un ölümünün (1280-81) ardından
maiyetleriylebirlikte, oğullarından Kılıç Arslan Amasya’ya, Mesud Sinop’a geldiler.
GıyaseddînMesud kardeşine göre daha hızlı hareket ederek Çobanoğlu MuzaffereddînYavlak
Arslan aracılığı ile önce Moğolların Anadolu valisi Samagar’a, sonra da Abaka’yaulaşma
imkânı buldu.
Fakat tam bu sırada Abaka ölmüş (1282), Tekudâr İlhanlı hükümdarı olmuştu.
Müslüman olup Ahmed adını alan Tekudâr, daha önceHûlâgû’nun IV.Kılıç Arslan ve II.
Keykâvus için yaptığı gibi; Anadolu’yu III. Keyhüsrevile II. Mesud arasında taksim etti.
Ancak III. Keyhüsrev bu durumu kabuletmeye yanaşmayınca, Moğol valisi Kongurtay,
Selçuklu sultanıve vezir SâhibAta’yı yanına alarak Tebriz’e İlhanlı sarayına doğru hareket
etti. Ancak bu sırada İlhanlılar da taht kavgalarıyla uğraşmaktaydılar. Kanlı
mücadelelersonunda Kongurtay ve tahttan indirilen Ahmet Tekudar öldürülmüş, yerineArgun
tahta oturmuştu. Bu durum en çok Tebriz’de bulunan Gıyaseddîn Mesud’unişine yaradı.
Çünkü Argun Anadolu Selçuklu sultanlığına Mesud’u tayin etti. Keyhüsrev’i
ise, huzuruna gelmekte geciktiği ve kendisine muhalif olanlarla temastaolduğu için, önce
tutuklatıp ardından da yayının kirişi ile boğdurdu (1284).
Tebriz’den ayrılıop Anadoluya gelen Gıyaseddîn II. Mesud 1284 şubat’ında
Konya’datahta oturdu. Ancak III. Keyhüsrev’in annesi, küçük yaştaki torunlarının saltanata
ortaklığının sağlanması için Karamanoğlu Güneri Bey ile Eşrefoğlu HalilBey’den yardım
istedi.
146

Türkmen kuvvetlerine karşı koyamayacağını anlayan II.Mesud Konya’yı terk etti.


Gerçekten de IV. Kılıç Arslan’ın eşi ve III. Keyhüsrev’inannesi olan Hatun, Türkmen
beylerinden aldığı destekle, sözkonusu çocukları Konya’da tahta oturttu (1285). Fakat kısa
süre sonra Moğol şehzâde Geyhatu’nun, orduyla Anadolu’ya gelmekte olduğu haberi
Konya’ya ulaşınca, iki küçük şehzadeArgun Han’a gönderildi. Yapılan muhakeme
sonucunda, bu iki çocuğun III. Keyhüsrev’e ait olmadıkları gerekçesiyle idamına ve valide
sultanın da Sivrihisar’a gönderilmesinekarar verildi. Böylece II. Mesud tek başına tahta sahip
oldu (1284-1296); ancak Selçuklu Devleti’nin içerisinde bulunduğu vaziyet dolayısıyla,
Moğollar’dan aldığı emirleri uygulamanın dışında bir yetkisi yoktu. Nitekim tahtta
kalabilmekiçin Moğol askerleriyle birlikte Türkmenlere karşı çok sert askeri
müdahalelerdebulunduğu bilinmektedir. Bu nedenledir ki tahta çıkmasını sağlayan
Çobanoğulları’ndan Muzaffereddîn Yavlak Arslan ile de arası açılmış ve Kastamonu civarına
hâkim olan bu bey, artık onun kardeşi Kılıç Arslan’ın saflarına geçmişti.
Fahreddin Ali’nin Ölümü ve Doğrudan Moğol İdaresi Dönemi
Diğer taraftan kırk yılı aşkın bir süre emiri dâd, saltanat nâibi ve vezir olarak
Selçukluteşkilâtında görev yapan Sâhib Ata Fahreddîn Ali vefat etti (1288).
AnadoluPervâne’nin öldürülmesinden beri, artık merkezden gönderilen Moğol valilier
eliyleidare edilmekte, dolayısıyla daha fazla ezilmekteydi. Sâhib Ata bertaraf
edilmesimümkün görülmeyen Moğol istilâsı karşısında ahalinin daha fazla zulme uğramaması
için, onlarla mümkün olduğunca iyi ilişkilerin sürdürülmesine gayret etmişti. Yukarıda
söylendiği gibi, Pervâne’nin iftirası sebebiyle bir müddet görevindenazledildiyse de, ülkeyi
yönetmek için henüz yerli unsurlara ihtiyaç duyan Moğllar tarafından görevine iade edilmişti.
Pek çok hayratı ve mamuresi olan FahreddinAli’nin ölümüyle Moğol istilâsı yeni bir döneme
girmiştir. Türkiye Selçuklu Devleti, Kösedağ Savaşı’ndan bu tarihe kadar, hiç olmazsa
tâbidevlet statüsünü koruyabilmişti. Vergisini ödemek ve diğer tâbiyet şartlarını
yerinegetirmek kaydıyla; zaman zaman ağırlaşan baskılara rağmen devlet vasfını
bütünüyleyitirmemişti. 1243’den beri İlhanlı sarayından gelen emirlerle tayin edilenyüksek
zevat hiç olmazsa yerli ümeradan seçiliyordu. Pervâne hadisesinden sonradeğişen bu süreçte,
aslında bir Moğol memuru olmanın ötesine geçemeyen FahreddinAli, yine de kişisel
ihtirasları için ahaliyi sıkıntıya sokmayan adaletli, dürüst, hayırsever kişiliği sebebiyle, Moğol
tahakkümünün önünde kısmî bir engel oluşturabiliyordu.Anadolu idarî ve malî bakımdan
Fahreddin Kazvinî ile saltanat nâibi Emirşaharasında ikiye ayrıldı.
Bilhassa Kazvinî’nin payına düşen Kayseri’den uclara kadaruzanan batı bölgesinde
yağma, talan ve asayişsizlik alıp başını gitti. Germiyan veEşrefoğulları’nın başarısız isyan
hareketleri bastırıldı. Nihayet Fahreddin Kazvinî’niniki yıllık vezirliği, istismar ve zulmüne
dair yoğun şikâyetler üzerine azli ve öldürülmesiylesona erdi. Fakat Argun Han, Yahudî asıllı
veziri Sadüddevle’nin de tahrikiyle İslâm karşıtlığını had safhaya vardırmış bulunuyordu.
Hattâ bir Süryani müellifininsöylediğine göre İslâm dünyasının önde gelen büyüklerinin
isimlerini tesbitedip tasfiye etmeye girişmişti.
Sonunda Sadüddevle bu uygulamaların sebep olduğu Yahudi aleyhtarlığı yüzünden,
daha Argun Han’ın sağlığında bertaraf edildi.Bu arada genç yaşta hastalanıp ölen (1291)
Argun Han’ın yerine İlhanlı tahtınaoturan Geyhatu, ilk işi olarak Türkmen isyanlarını
bastırmak için Anadolu’ya geldi. Geyhatu, II. Mesud’u isyancıların safında yer alan kardeşi
Kılıç Arslan’ı cezalandırmaküzere görevlendirdi. II. Mesud, Yavlak Arslan’ın desteklediği
Rükneddîn KılıçArslan karşısında ilk başta yenilgiye uğradıysa da, Moğol askerlerinden gelen
destekile savaşı kazandı (1292). Karaman, Eşref ve Menteşeoğullarının toprakları Moğollar
tarafından yağma ve kıtale uğradı.
Ancak tüm baskılara rağmen Türkmen isyanları devam etti. Bütün bu kargaşaya bir
de, Anadolu’da merkeze karşı isyaneden Moğol komutanlarının meydana getirdiği tahribat
eklendi.Sonunda Geyhatu, Hulagû’nun torunu Baydu tarafından tahtından indirilip
147

öldürüldüve yerine oğlu Gazan, İlhanlı tahtına oturdu (1295-1304). Fakat GazanHan’a karşı
isyan eden Anadolu umumî valisi Baltu, II. Mesud’un tebrik için İlhanlı sarayına gitmesine
engel oldu. Ancak Baltu Anadolu’dan ayrıldıktan sonra Tebriz’egidebilen II. Mesud’un
mazereti kabul edilmediği için, Selçuklu tahtından indirilipHemedan’a sürüldü (1296). Bu
hadiseden sonra Selçuklu tahtı iki yıl boş kalırken, Anadolu merkezden tayin edilen görevliler
elinde dört mali bölgeye ayrıldı. Bu görevlere atanmak için iltizam usulüyle ağır yük altına
giren bu kişiler, kelimenintam anlamıyla zulüm ve işkencelerle soygunlar yaptılar.
Bundan sonra İlhanlı veziri Sadreddîn Hâlidî’nin tavsiyesiyle, Selçuklu sultanlığına
II. Mesud’unkardeşi Feramurz’un oğlu, Keykubâd tayin edildi. Kendisine vezir olarak atanan
Ahmed Lakuşî ile birlikte Anadolu’ya gelen yeni sultan III. Aladdîn Keykubad, 1298 de
Konya’da tahta oturdu. Bu arada Memlûklerüzerine sefer kararı alan Gazan Han, Sülemiş’den
Anadolu’da bulunan Moğolaskerleriyle birlikte Halep’e gelmesini istedi.
Fakat Gazan Han’a, Baltu isyanınınbastırılması ve tahta çıkmasında yardımcı olan
Sülemiş, Anadolu genel valiliğininkendisine verilmemesi nedeniyle ona kırgındı. Bu yüzden
Gazan Han’ın emrini yerine getirmediği gibi isyan etti (1299). Anadolu’yu Moğollara
kazandıran BaycuNoyan’ın torunu olan Sülemiş, bu topraklar üzerinde hakkı olduğunu
düşünüyordu.Amacı da Anadolu’da bağımsız bir devlet kurmaktı. Bunun üzerine Memlûk
seferiniiptal eden Gazan Han, Sülemiş’in isyanını bastırmak için harekete geçti. Sülemiş ise
bu sırada Karamanlı Türkmenleri’nden sağladığı yardımla Sivas’ı kuşatmıştı. Fakat yanındaki
Moğol askerleri Mulay idaresindeki Gazan Han’ın ordusunageçince zor duruma düştü;
mücadeleyi bırakıp Memlûkler’e sığındı. Sülemiş isyanı sırasında tarafsız kalabilen, belki de
taraf olmasına artık ihtiyaç duyulmayan III. Keykubâd, veziri Ahmed Lakuşî ve birkaç devlet
görevlisiyle GazanHan’ın huzuruna gidip bağlılığını yineledi.
Bu durumdan hoşnut kalan GazanHan, onu Hûlâgû’nun kızı ile evlendirdi. Daha
sonra III. Keykubâd dönüş iznini alarak İlhanlı sarayından ayrıldı. Fakat Selçuklu sultanının
Anadolu sınırından girdiktenKonya’ya varana kadar, halktan zorla para topladığı
kaydedilmektedir. Hattaonun bu muamelesi halk üzerinde olumsuz etki yaptığı için sultanı
Moğol kumandanı Abuşga’ya şikâyet ettiler. Bunun üzerine III. Keykubâd yargılanmak
üzereGazan Han’ın huzuruna götürüldü. Yapılan muhakemede idama mahkûm edildiysede
Hûlâgû’nun kızı olan eşi sayesinde ölümden kurtularak Isfahan’da sürgünegönderildi (1301-
1302). Bunun üzerine genel kabule göre Selçuklu taht›na,ikinci kez Hemedan’da bulunan II.
Mesud geçirilmiş (1302) ve 1308 de ölene kadar,sözde Selçuklu sultanı olarak hüküm
sürmüştür. Devrin kaynaklarının ifadelerinegöre, II. Mesud 1308 yılında Kayseri’de vefat
etmiş ve kız kardeşinin de gömülüolduğu Simre’de defnedilmiştir. Pek çok araştırmacı
Türkiye Selçuklu Devleti’ninII. Mesud’un ölümüyle sona erdiğini kabul etmektedir.

You might also like