Professional Documents
Culture Documents
Hüseyin Rahmi Gürpınar Tesadüf
Hüseyin Rahmi Gürpınar Tesadüf
TESADÜF
MİLLÎ ROMAN
Basan ve yayan :
HİLMİ K İ T A B E V İ
İstanbul — Ankara Caddesi No. 62
1
MAHALLE KARILARI
2 ,
TUHAF BİR DOLANDIRICILIK )
Nefise Hanımın «Hoca» unvanına bakıp da kendini
m uallim elerden zannedenler aldanırlar. H arekeli yazılan
heceliye keçeliye biraz çıkarır. Âşık G arip nev’inden taş
basması hikâyelerin bazıları ezberinde gibidir. Bu* malû
m at ve m ahfuzatınm yardım ile gazete filân okumağa yel.
•tenir ama, kıraate uğraştığı ibarelerin hem en yüzde dok
sam benzetme, yakıştırıp da uydurm a sözlerdir. Meselâ
bir gazetede «Karnaval» kelimesini görse derhal (kar) m
önüne b ir (I) ilâve eder, (naval) m (L) sini (R) ye tah
vilde hiç beis görmez. Bu kelimeyi «Karı ne var?» su re
tinde okuyuverir. Bu nâkıs, gülünç, uydurm a okuyuşu ile
büsbütün kara cahil olan komşu kadınlara m alûm atfüruş.
luk eder. M ahallede âdeta allâme geçinir. £5u hocalık sı
fatı Nefisenin ilminden, fazlından ziyade püfçülüğünden
kinayedir. Baş ağrısına, sızıya, kulunca, ısıtmaya okur.
Püfçülük etm ek istiyenlerin ağızlarına tükürerek icrayı
san’ate icazet verir. Konuya komşuya kurşun döker. Bazı
sevda illetlerine püf eder. Şirinlik muskası verir. F akat
bu cihet biraz gizlidir. Ü creti de kulunç muskası gibi de.
ğildir; pahalıcadır. Biribirine g irift iki müselles çi
zer, fırıldak gibi bir şekil vücuda gelir. İçerisine L, M,
ve uzun kefler yazar. Şeklin ortasını birtakım rakam larla
doldurur. Kargacıklar, burgacıklar, ve çivi h attın a benzer
b ir şeyler resmeder. Bunun adı «Mührü Süleyman» dır
her şeye iyidir. F akat yarı belden aşağıda olan süflî ma.
razlar için ihtimal edilemez. Yedi k at m uşam baya sanl-
dıktan sonra bu m uskanın takılm a merasimi de tuhaftır:
Deniz kenanna gidilecek; kıbleye karşı durulacak; ağrı.
TESADÜF 29
Yoksa bir gece değil, k ırk gece süzse doğru meal istihraç
edebilmesi im kân haricindeydi.
O gece Hoca Hanım, o bırakılan şeyi ne süzdü; ne de
eledi; hattâ eline bile almadı. Çünkü o harekesiz satırları
okuyamayacağını biliyordu. F ak at Gülsümü kandırm ak
için tertibi lâzım gelen şeytanlığın kubbesini hazırladı.
O geceyi üzüntüler içinde geçiren Gülsüm, keyfiyeti an.
lam ak için sabahleyin erkenden Nefise Hanım ın evine
kendini dar atarak sordu:
— Hoca Hanımcığım, m eraktan çatlıyorum. O masalı
bizimki mi yazmış? O Gülsüm ¡ben miyim? Karısını ne
diye kötülemiş. Çabuk söyle...
— (Müteessirane) Zavallı Gülsüm, sana dün söyle,
medim mi? Masalı kocan Rıfkı Efendi yazmış. Ben söyle,
diğimde yanılır mıyım hiç?.. Dediğim noktası noktasına
geldi çıktı. Evet, kocan yazmış; bunun böyle olduğuna
beş parmağımı basarım. F akat kızım, sen şimdi işi mey.
dana vurm a; gizli tuit; kocanın niyeti bozuk. O evlenmek
üzere... Sözü kesmiş, işi pişirmiş; içim sana acıdı. Düşün,
düm, taşındım. Şu Gülsüme b ir analık edeyim, ¡dedim. İyi
saatte olsunlaı, onlarla görüştüm.
Gülsüm, Hoca Hanımın iki eline sarılıp şapır şapır
öperek:
— Görüştün mü anacığım? Ne diyorlar? İyi saatte
olsunlar; onlar da Gülsüme acıyorlar mı?
— Acıyorlar, acıyorlar.
— Hay öm ürlerine bereket. Eksik olmasınlar... Lâkin
Hoca Hanımcığım, kocam nerede evleniyor? Kimi alıyor?
— Dur; her şeyin yolu, erkânı var; sırasiyle hepsini
anlarsın. Acele etme.
— (Ağliyarak) Benim ne kabahatim varmış?.. Kocam
üstüm e niçin evleniyormuş?
— Senin hiç b ir kabahatin yok. Kocan para biriktir,
miş, çekmecesini doldurmuş. Onun için evleniyor. İnsanın
32 TESADÜF
parası bol olunca bir kürkü varken bir daiha almaz mı?
İşte bu da öyle.
— Parası pek çok muymuş? Ne kdar biriktirm iş?
— Tamam yüz seksen beş mecidiye...
— Hay gözünün bebeği sönüp de sürünesi herif!.. Ge.
çen günü b ir mecidiye ver de ayağıma b ir terlik, oğlana
da bir hırkalık alayım diye o kadar yalvardım . Param yok
dedi; seksen yemin etti. (Ayağını kaldırıp y ırtık terliği,
ni göstererek) Bak, evde bu, taşlıkta bu, komşuda, yaban,
lık, gündelik hep bu terlik. Bana yazık değil mi? Taba,
nım dan soğuk işliyor, sancılara uğruyorum...
— Kızım, sende kabahat. Al paraları da güzel güzel
giyin kuşan...
— Vermiyor, nasıl alayım ayol?..
— Nasıl vermiyor? Sen istemenin yolunu bilmiyor,
sun. Kendini naza çek; dirhem dirhem sat; akça pakça
genç kadınsın; yüzünü gözünü biraz derle topla; sözlerini
yapm am ak için birer bahane bul; herifi üz; yalvart. Bak
o zaman sana avuç avuç mecidiye vermeğe nasıl m ecbur
olur?..
— Bu dediklerin geçti Hoca Hanım. Evveli gerekti.
Biz herifle işte bildiğin gibi alıştık. Bundan sonra nazla
nırsam dinler mi?
— Öyleyse kabahatini bil de, kocam üstüm e evleni.
yor diye hiç yırtılm a, çırpınma...
— Bu yüz seksen beş mecidiyeyi nereye saklamış?
— Evvelâ Bedestene götürmüş. Sonra düğün m asrafı
etmek için oradan almış.
— Ay, evleniyor mu? Düğüne başlanm ış mı?
— A., alık karı; demindenberi sana söylediğim lâkır.
dıları nerene dinliyorsun? Sözü kesmiş, işi bitirm iş diye
bar bar bağırıyorum....
Gülsüm acıklı feryatlarla Hoca Hanım ın ayaklarına
kapanarak:
TESADÜF 33
3
ÇARDAKLI BAKICI
Bu acaip teehhül keyfiyetinin artık saklanm asına im
kân kalmaz. O akşam Rıfkı Efendi berm utad hizmetinden
evine avdet edince zevcesini, kayınvalidesini köpürmüş
birer hali feveranda bulur. O âne kadar cereyan eden ‘v u
kuattan, masaldan, hikâyeden külliyen bihaber ve zillinin,
de aile m aişetinden başka b ir düşüncesi bulunm ıyan o
masum adam, yemiş çıkını elinde, ekmeği koltuğunda,
her zamanki gibi gelir kapıyı vurur; evinden içeri girer.
Merdiven başından koparılan b ir acı kahkaha kulaklarını
tırm alar. Başını kaldırır bakar ki, zevcesi Gülsüm, ağla
madan şişmiş, kızarmış, morarm ış çehresiyle gülüyor.
TESADÜF 57
— Mâil...
(Mâil) ismini duyunca Nefise Hanım serapa bir râşe
geçirdi. Sabbek hem en koştu, anasının arkasını bir şeyler
m ırıldana m ırıldana sıvadı. Şöhret şaşırarak sordu:
— Hoca Hanıma ¡ne oldu?
Sabbek, gûya üzerinde bir ağırlık varm ış gibi esni.
yer ek:
— Ötekiler sarstılar...
Nefise nasıl sarsılmasın? Nasıl titrem esin? Mâil ismi
ni duyunca, sevincinden kabil -olsa ayağa kalkıp şıkır şıkır
oynıyacaktı. (Mâil), iki gün evvel oraya gelen Sâübe Ha
nımın kocası... Tuzağa küme ile şikâr düştü demek... Şim
di Şöhreti söyletip Şaibeyi yolmak, Sâibeyi ağlatıp Şöh
reti soymak işten bile değildi. H er ikisinin de ayni bakı
cıya m üracaatları «tesadüf» ü Nefise için âdeta tükenmez
b ir servet membaı demekti.
Hoca Hanım bir işaret etti. Sabbekle Hoşdem dışan
çıktılar. Habeş kız sofada çıngıraklı kedi gibi başını sal-
lıyarak Sabbeğe:
— Tesadüf olursa böyle olsun. K ısm et ananın ayağı,
na geliyor...
— Kız yavaş söyle... Ona gelen kısm et bize de d e
mektir.
— Karisiyle cânanesi arasında sıkıntıda kalan «Mâil»
Bey de buraya gelirse o zaman iş tam am olur...
— İnşallah...
Bu iki kadın koştular, diğer b ir odada hazırlanm ış du.
ran büyükçe beyzî bir yeşil tepsinin birer kulpundan tu
tarak odaya getirdiler. Tepsinin ortasında yine zümrüdî
içi su dolu eski maden iri b ir kâse, etrafında sapı kuşlu
bir gümüş kaşıkla içlerinde dövülmüş tarçına, kakuleye
benzer birtakım tozlar bulunan kenarları tirfilli ufak
ufak yeşil tabakçıklar vardı. Tepsiyi getirdiler, Hoca Ha
nımın önüne koydular.
76 TESADÜF
Sabbek: 1 I
— Anneciğim, söylemiyorlarsa zorlama... Bak ne hale
girdin!..
— Ha ha... Sa Şaibe... Safai Efendinin kızı... Mâilin ka.
rısı... Tü utanm az karı... N edir o kocana yaptığın büyü
ler?.. Ben onun hepsini bozarım. Herifi yanından ayırm a
m ak için düzen düşünüyor. Tombalakça orta yaşlı bir ka.
din var. Evi oralara yakın... Komşu, komşu; Sâiıbe ile iç
tikleri su ayrı, gitmiyor. Bu k arı onun kilidi küreği, eli
ayağı... Bak bak, Sarıgüzel taraflarında büyücü bir hoca,
ya gidip geliyorlar. Keçekülâhlı bir herif... Alimallah se
nin külâhım başına boynuna geçiririm. Büyüyü yaptılar,
afsunladılar... M uşam balara sardılar... Bak o tom balak
karı götürüyor. Bırak onu... A! Götürüyor. Götürüyor...
İşte işte, «Çarşamba» taraflarında ıbüyük b ir viraneye
girdi. A, a, mezarlığa yakın; ulu çitlem bik ağacının ya.
nmdaki battal kuyuya attı. Zavallı Şöhret! Mail Bey gel
medi diye dövünüyorsun... O çıkın kuyuda durdukça sev
gilin yanm a nasıl gelebilir?..
Şöhret m eraktan saçları ürperm iş b ir halde:
— Hoca Hanımcığım, bir kuyucu bulsak, inip oradan
çıkını alamaz mı?
Nefise: >
— A... Kah kah kah!.. İlahi cahil kız; güldürm e beni!
Hiç büyücünün attırdığı çikmı kuyucu bulabilir mi?
— Canım, kim bulabilirse o çıkarsın...
— Zor iş yavrum... H er yiğidin kârı değil... Bunu çı
karm ak için çıkının ağırlığınca para gider. Sâibe Hanım
bu büyüyü kaça yaptırtm ışsa şimdi zıddmı bulm ak iki
k at para sarfiyle olur. Mâil Beyin kullandığı çamaşırlar,
dan bir şey getirdiniz mi?
— Bir gecelik entarisi getirdik... »
— Pekâlâ, şuraya bırakınız...
78 TESADÜF
4
SÂİBE HANIM
Bu kadın «Ser» de yetiştirilen hasta, nazik b ir çiçek
gibi büyüdü. Anasının babasının bir tanesiydi. «Sakınılan
göze çöp batar» m eşhur meseli fehvasınca b ir ailenin ye.
gâne medarı inşirahı, saadet sermayesi addedilen bu za
yıf, çelimsiz, kansız; solgun kızın üstüne titredikçe, ser
pilip büyümesi için tıbbın bütün harikulâde keşfiyatm dan
İstifadeye uğraşıldıkça bundaki hayat usaresi sanki bütün
bütün soğuyor, çekiliyordu. Çocuk altı yaşm a kadar, m i
zacım kuvvetlendirm ek için bu güç işe tâyin kılm an dok
torları nevm it bırakacak bir zaaf, bir derm ansızlıkla bü
yüdü. Dokuz, on yaşm a doğru biraz kendini topladı; ser
pildi. K adm oldu. F akat o çocukluk zaafından kendinde
şiddetli bir hassasiyet, çabuk m üteessir olm ak gibi bazı
ahval kaldı. ■ ! | j
Sâibenin ilk kadınlık devresindeki b u asabiyeti, bu
elîm teessüratı annesiyle babasını çocukluk zamanındaki
hasta halinden ziyade meraka, telâşa düşürdü. Sairlerin.
TESADÜF 79
— Dadı, anlamıyorum?..
— Anlamıyacak bunda ne var ayol... A sker mİ olsun,
kâtip mi?
— Kimin için söylüyorsun?
— Sen niçün böyle vurdum duymaz kızlardan oldun?.
Hiç böyle şeyi insan anlamaz mı? Efendi babanla annen
konuşmuşlar. Seni kocaya verecekler. Bana: «Git kıza
sor; nasıl koca istiyorsa anla, bize haber ver» dediler. Bu.
nu sormıya lüzum yoktur. Elbette yanı kılıçlı ister, di
yecektim. Yine bir şey demedim. Çabuk söyle, nasıl is
tersin?.. i
Saiiibe fartı hicap ve teessüründen kıpkırm ızı kesildi,
iki avuciyle yüzünü kapıyarak:
— Dadı, o nasıl lâkırdı?..
— Nasıl olacak basbayağı lâkırdı... Öyle densiz densiz
sıkılmıya kalkma. Bu iş nazlanm a götürmez. İnsana bir
sorarlar, iki sorarlar... Sonra usanırlar, kocaya vermeyi-
verirler. N ihayet evde kalırsın. Bana kaç defa sordular.
Şaşkmgibi cevap vermeğe utandım da böyle kaldım işte...
Şimdi sorsalar cevabım hazır. F akat sormuyorlar. Bes
belli senin m ürüvvetini bekliyorlar; benimki de ondan
sonra olacak.
— Ben koca moca bilmem... Bana öyle şey sorma...
— A, a, a... Varmıyacak mısın?
— Varmayacağım...
— K arabaş mı olacaksın? Sen varmazsan beni de
vermezler. însan yaşlandıkça evvelden varm adığına piş
m an oluyor. Sizin halinizle halleşe halleşe, derdinizle dert-
leşe dertleşe baksana kurudum kira beygirlerine döndüm.
A, bana yazıktır. Ben de evimi bileyim. Bir bucağım ol
sun... Nazlanma kızım, üzerinde bu kadar hakkım var...
— Dadı sen varacaksan var; ıbeni işe karıştırm a...
— Ey, şimdi annene ne cevap vereyim ?
84 TESADÜF
5
ŞÖHRETLE MAİL
Macuncu taraflarında b ir belâhane, m enfur bir kârgeh
vardı ki, söndürdüğü bunca servetlere, bunca ailelere
pirev olarak nihayet kendi de söndü. Zabıta himmetiyle
sakafı rezaleti zirine indirildi. H âk ile yeksan edildi. F a
kat dillerde bıraktığı zahımlar, keselere açtığı rahneler
birçoklarınca elân unutulamadı.
İşte bu felâkethanenin alış veriş zam anında Mâilin
bekârlık arkadaşlarından birkaç «hovarda», tutkunluk
seyyiesiyle o dâmı ülfette bir leylei garam, bir bezmi sa~
fayı câm tertip ederler.
Bu gibi eğlencelerin mâyei aslîsi olan parayı tedarik
için beylerin kimi odacıya, kimi murabahacıya, kimi sar
rafa, kimi başka tarafa başvururlar. Bende ne var? Beş...
Sende ne var, on beş... Hepsi bir araya getirilir. Mecmu
neye baliğ oluyor? Şu kadara... Mevcut bu... M asraf ne
tutuyor?.. M üfredat üzere hepsi hesap edilir. Mevcut ak
çe m asarife tekabül etmez. Bir ikinci, üçüncü hesap daha
geçilir, şundan bundan kırpılır... Hayır, m üm kün değil,
iş uymaz. Bu beylerin içinde «Hayati» isminde bir bey
var. Ama nasıl bey? Uçarı bıçkın... Tam tosun... Vaktiyle
anası babası seksen mektep değiştirtmişler. Okumayı pek
sökememiş... Çakı buldukça kundurasını, elbisesini suhu
letle sökermiş... F ak at heceyi kolaylıkla sökemezmiş...
Çocuğun zihnini açmak için ebeveyni, Baba Caferin tü r
besine bıraktıkları okkalarla kuru üzümü kem ali ihti
mamla buna yedirirlermiş... İşte böyle kavunla, üzümle,
badem şekeriyle zihnine çeşni, lezzet verile verile çok
şüikür biraz sökmüş... Mahalle mektebinden alınmış, rüş
tiyeye verilmiş... H er akşam ya başında fes yok, ya kun
durasının teki eksik; yüzü gözü tırm ık, bere içinde öyle
gelirmiş. M ektepte hocasından, evinde babasından dayak
TESADÜF 107
Beylerden biri:
— Hayati, artık lâfa yekûn tut... İşimize bakalım
babam... Şimdi papağanın yahnisini de anlatusan, tuzlu
ya çok gelmiştir, ya az... İki saat sürer.
Bir diğeri:
— Mâil Bey de eğlenceye dahü oluyor mu? B eraber
gelecek mi?
Mâil ciddî bir tavırla:
— Yok, yok... Ben unum u eledim; eleğimi astım.
Benim gibi evli, çoluk çocuk sahibi adam lara öyle y er
lere gitmek yaraşır mı?
Diğer bir zat:
— Ben de evliyim a birader. Hem senden yaşlıyım...
Bir m üddet k a n koca âşık m aşuk gibi yaşadık. Sevgi
den, m uhabbetten iyice arzumuzu aldık. Evleneli on se
neyi geçti. Bacı ile kardeş olduk... Ben ona artık «abla»
diyorum...
Mâil:
— O da sana birader, yahut ağabey diyor mu?
—■Hayır, demiyor. Onun nazarında on sene evveli
ne idiysem yine oyum...
— O halde bu ettiğin vicdansızlık değil mi?
— Birader, tek kadınla sebat etmiş bir erkek göster,
alnını karışlıyayım... Yalnız ne var... Ettiğin hovardalığı
hanımdan saklamalı... M ümkün m ertebe gizlemeli. Onu
daima teminle bu hususta emniyetini kazanmalı. K adın
ların çoğu öyledir. Bir kere emniyetleri kazanıldı mı, iş
bitti. A rtık kocalarının zendostluklarmı gözleriyle görse
ler inanmazlar.
Bu bahis uzadı. Mâil, arkadaşlarının vaki tekliflerine
iştiraki evvelâ reddetti. Nihayet içlerinden kurnazın biri
dedi ki:
— Mâil Bey, eğlenceye bizimle beraber gel. Yalnız
seyirci sıfatiyle bulun. Hanıma olan sadakatine halel ge
8
114 TESADÜF
AŞK-I- Bİ AMAN
Bir hafta sonra yine görüşülmek karariyle Mâil, Şöh
rete veda etti. Sabahleyin hanesine avdet ettiği zaman
geçirdiği o şevkefza gecenin hum ariyle göz açamıyacak
kadar takatsiz b ir haldeydi. O gece vukua gelecek gaybu
TESADÜF 129
dan elini çekmeli, haftada bir iki defa eğlenmek için, bi
lâhare aile felâketine sebebiyet verecek ahvale cüretten
İçtinap etmelidir.
Bu ciheti kendi kendine muhakeme ederek tasdik
etti ve mucibince harekete karar verdi. Fakat bu ilk hiya-
netini zevcesine nasıl affettirm eli? Ahlâkının saffeti he
nüz türlü türlü yalanlarla lekelenmemiş bulunan Mâil,
bu noktayı da düşünüyor, ıbu ilk dalâletten m ütevellit bir
vicdan yükü ile ezilmek istemiyordu. Çok düşündü, lâ
kin zevcesine karşı böyle bir itirafa cesaret gösteremedi...
Bu ilk hatâsını, bundan sonra Sâibe hakkında izhar ede
ceği şedit m uhabbet ve m üebbet sadakatle ödemeğe ka
ra r verdi.
Zavallı delikanlı, m uhabbet denilen şeyin kalbde onun
husul veya zevali arzu edilmekle peyda veya zail olan
m uti bir his olmadığını bilmiyordu.
Filhakika kararım mevkii fiile koydu. Refakatleri
kendi için bir tehlike demek olan arkadaşlarının b ir müd
det yanlarına uğramadı. Bu zendostluk bahsini mânen,
m addeten kapadı. K onaktan kaleme, kalem den konağa
devama başladı. Sokakta etrafına bakınmağa bile korku
yordu. İki hafta kadar böyle geçti. F akat zevcesini, çocu
ğunu sevmek, onlarla ülfetten, eğlenmeden gayride zevk
aram am ak hususunda verdiği karara, nefsine karşı ettiği
ahde rağmen gönlünü mukavemeti kabil olmiyan b ir sı
kıntı istilâ ediyordu ki, karısını, evlâdını, gördükçe boğu
lu r gibi b ir iç sıkıntısına uğram aktan kendini kurtaram ı-
yordu. H ayat kendine yekrenk, âhenksiz geliyordu. K alem
den konağa, konaktan kaleme... Mâile «ömür nedir?» de
seler, devam ettiği daire ile konağın beynindeki mesafe
den ibaret olduğunu söyüyecekti. F akat zevcesiyle çocu
ğunun ne kabahati vardı? Onlardan neye sıkılıyordu? Bu
ikisi her halde mâsum idiler. Bir m üddet onların masumi
yetlerine kail oldu. Sonra her kabahati bu iki zavallıya
132 TESADÜF
ŞÖHRETTEN HABER ,
Hayati, Mâilde Şöhrete karşı gördüğü şiddetli iptiliâ-
dan cidden endişe ettiği için elinden geldiği kadar nasihat
verm ekten geri durmadı. F ak at delikanlıyı fikrinden, ıs
rarından çevirmek kabil olmadığını gördü. Zavallıyı ken
di haline bıraksa, olm adık hesapsız hareketlere, cüretle
vahim b ir derde, bir kazaya uğnyacağım anladı, Şöhreti
bulm aktan başka çare yoktu. A raştırm asında devam için
Mâilden bir hafta daha müsaade istedi. Şöhretin âşıkı, ken
di reyine, gönlünün isteğine kalsa bu müsaadeyi iki saat
ten ziyade uzatmayacaktı ama, ne yapsın, k a n meydanda
yok... j I | ; I I 'i ' I
O hafta da geçti. H ayatinin aram alarından bir netice
TESADÜF 153
8
ŞÖHRETİN KAÇIRILMASI
9
MAİLDE TELÂŞ
Mâil berm ûtad yine toır akşam kalemden konağa av
d et etti. O ıstırap haneye gireceği esnada yüreğini hale-
can alırdı. Bu teessürünün birinci sebebi, o geceyi Şöh
retten uzak geçirmek mecburiyeti, İkincisi harem e girer
girm ez kendini istikbal edecek zevcesi Sâibenin müessir
hüznü idi. Biçareyi öyle zayıf, uçuk, mağmum bir çehre
ile görmesi — bu, hale sebep kendi olduğunu bildiği için —
Mailin rikkatine dokunuyor. Kendi kendine:
— Zevcesi tarafından bu kadar şiddetle sevilmek de
bazan bir erkek için büyük bir bedbahtlık, âdeta bir fe^
lâket olacağını bilmezdim.
Derdi. O akşam içeri girdi. Merdiven başında boylu
boyunca pîşi teessürüne çıkan, b ir gam heykeli gibi diki
len zevcesinden eser görmedi. Taaccüp etti. ¡Şaibenin is
tikbale çıkamaması fevkalâde b ir hale delâlet ediyordu.
Evlendiklerindenberi zevcesinin sebepsiz böyle Ibir ihmali
hemen hiç görülmemişti. Delikanlı yine içinden:
— Hasta olmalı; hasta... F akat az buz b ir hastalıkla
da Sâibe bu ihm alde bulunmaz. Çok hasta olmalı...
Dedi. Dairesine girdi. A rkasından pardesüyü, başından
fesi attı. Bir (robdöşambr) giydi. Odanın içinde beş aşa
ğı beş yukarı gezinmeğe başladı. O aralık zevcesinin has
talığı Mâilin işini pek ‘b ozacaktı. Çünkü h er akşam ko
nağa gelmek lâzım... Zevcesi yatağın esiri iken beyin öyle
haftada birkaç gece gaybubeti, bu bapta ne kadar kuv
vetli ve meşru sebepler gösterse, ne kadar m uhik maze
retler icat etse yine ev halkınca fena tefsirlere, kötü telâk
TESADÜF 207
— Bilmem efendim...
— Haydi git halber ver. Bey geldi, sizi istiyor de...
Halayık çıktı. Beş, on dakika, bir çeyrek geçti. Sâibe
Hanımdan eser yok... Acaip kelimei istiğrabiyesini Mâil
asıl şimdi, hem de birkaç defa salıverdi. Yirmi dakika
sonra nihayet Sâibe geldi. Mâil:
— Bendeniz geleli b ir saati geçti. Nerede idiniz? G el
diğimi duymadınız mı? i ' ! t
— Duydum. F akat tavla oynuyordum da oyunu b ıra
kamadım.
— Sizi oyundan kaldırıp rahatsız ettiğim için affımzı
istirham ederim. Aşağı buyurunuz. Oyununuzun arası so
ğumasın...
Mâil, bu teklifinin şiddetle reddedileceğine intizarda
iken Sâibe:
— Peki... Ben gidiyorum. Gecelikleriniz orada, her
şeyin yerini ¡biliyorsunuz. Kendiniz soyununuz. İsterseniz
size yardım etmek için Gülendamı göndereyim...
Sözleriyle yürüdü, gitti. Bu muameleye karşı Mâil b ü
tün bütün şaşırdı. Afalladı. Gözlerine, kulaklarına inan-
mıyaaağı geliyordu. Şu hali bir hakaret sayarak ıbeş on
gün konağa gelmemek için bundan b ir münazaa vesilesi
çıkarm ak yolunu düşündü. Şöhretin muhabbeti şiddetlen
dikçe, diğer hissiyatına galip geldikçe .anası, babası, k a
rısı hakkm daki hürm eti, sevgisi azalıyor; daha doğrusu
onları göremez, düşünemez oluyordu. Evet, zevcesinden
gördüğü bugünkü muameleyi h akaret addederek beş on
gün konağa gelmemek... Bu gaybubet günlerini de sevgili
Şöhretinin yanında geçirmek... B unu çok düşündü ve m u
vafık bulmadı. Bu uzun gaybubeti ailesince m erakı davet
edip de oğullarının nerede bulunduğunu araştırm ağa kal
kışırlarsa, kapatm a keyfiyeti meydana çıkarsa, zavallının
işi bitikti. Çünkü Mailin pederi, gelini Sâibe Hanımı he
men oğlundan ziyade sevdiğinden, bu «Şöhret» beliyesi
14
210 TESADÜF
lanmş... Karı, Mâil ile yaşam adan bıkmış, sevda rab ıta
sını fekketm ek istiyor. Bu ağ’zlan kullanıyor... Beyinle
rinde nikâh akdi kabil olamıyacağmı bildiği için böyle b ir
teklifte bulunuyor.
Mâil bu kadını şiddetle sevdiği halde onunla rabıta
sını takviye için şimdiye kadar nedense nikâh cihetini ak
lına getirmemişti. İkisi arasında nikâh?.. Bu o kadar ih
timali güç bir husus m udur? Pederiyle, Sâibenin hiddet
lerine, nefretlerine karşı meydan okuduktan sonra, bu
nikâh keyfiyeti de pek olmaz bir şey değildi. F akat o hal
de gürültüsüzce yaşamak kabil iken m eydana böyle b ir
nikâh meselesi çıkararak birtakım rahatsızlıklara, hale-
canlara uğram ak akıl k â n mıdır?
Mâil b ir iki kadeh daha çaktıktan sonra olanca saf
fetiyle gönlünü sevgilisine dökmek üzere dedi ki:
— Şöhret Hanım, bu muameleyi, ¡bu sözleri sizden
hiç beklemez, fiç m e’m ul etmezdim. Hele ifadelerinizden
bazıları kurşun gibi beynime işledi. Ben m ert b ir deli
kanlıyım; her şeyi doğru söylerim. Ben sizi seviyorum.
Sizden ayrılamam. Ayrılm amak için tâ canımı fedaya ka
dar elimden ne gelirse icradan geri durmam . Öyle kolay
ca benden yakanızı kurtaramazsınız. M ademki kalbimi o
ağır sözlerle yaraladınız; siz de benim sözlerimin ağırlı
ğına katlanmalısınız. Haniya bazı iptilâlar vardır; insa
nın zihnine, âsabma, midesine fena tesir eder. İptilâ hâsıl
olan şeyin istimalinde devam edilirse tehlikeli neticeler
husule geleceğini doktorlar m üptelâlara anlatm aktan çe
kinmezler. F akat o zavallılar yine o itiyaddan kendilerini
alamazlar. İşte ben de sizi böyle b ir iptilâ ile seviyorum..
M azarratınızı bile bile seviyorum. Üzerimde sevda nüfu
zunuz o dereceye varm ıştır ki, ne arzu etseniz bana yap-
tırtabilirsiniz... Şimdi nikâh emrediyorsunuz. Pekâlâ, bun
dan kolay bir şey yok. Lâkin halde ve istikbalde nikâhla
tem in ediyorum zannettiğiniz m enfaatler hiç hükm ünde
TESADÜF 231
dir. Çünkü nikâh bir sözle akdedildiği .gibi, yine öyle bir
sözle feshedilebilir. Siz ancak vicdanıma m üracaatla ra
bıtanızı takviye edebilirsiniz ki, o da tabiî böyle süslenip
sokaklara çıkarak ezanlardan sonra avdetle bıraktım uy
gunsuz tavırlar göstermek, nâreva sözler söylemekle ol
maz. Hissimin sizden ayrılm am ak m ecburiyetine m ebni ıben
şimdi sizi nikâhla alırım. F akat bu aralık beni kızıştırıp
zâf m dan istifade etmek için yaptığınız şu uygunsuz
hareketler, kullandığınız bu münasebetsiz lisan içimde
birer ukde olur kalır. Bu sevda humması b ir m üd
det sonra elbette üzerimden zail olur. Çünkü mezara
süren m uhabbetler enderdir. O zaman sizi terkediveririm.
Nikâh azmime mâni olabilir mi? Sizin menfaatinize ©n
muvafık olan hareket, kendinizi bana müebbeden sevdi
recek sadakatkârane ef’alde ¡bulunmanızdır.
Şöhret birdenbire korkunç b ir şeye tesadüf etmiş gi
bi yerinden fırlayıp saçları kabarm ış b ir halde tevahhuş
la bir kaç adım geri geri çekilerek şahadet parm ağını du
daklarına götürüp:
— (Sus, sus beyefendi... Hepsini biliyorum. K arm ev
de zari zari inlerken, benimle burada nikâhsız filânsız se-
fihane yaşarken, rica ederim öyle insaniyetten, vicdan
dan, sadakatten dem vurmayınız. (Bir kahkaha salıvere
rek) Sana varan kim, a şaşkın?.. Ben nikâh sözünü seni
denemek için söylüyorum. Bana ayılıyorsun, bayılıyorsun
da, demek, iş nikâha gelince k ırk dereden su getiriyorsun.
Beni cidden sevmiş olsan nikâh deyince böyle kılı k ırk
yarmağa kendinde takat bulabilir miydin? Ben sana va
rıp da ne yapacağım? Daha gencim. Bende Mâil çok... A
zavallı; sen de git de kendine b ir başka Şöhret ara... Yaka
mı elinden ¡bırakmamak iddiasına da gülm eden başka ne
diyebilirim? Bunun ne kadar çocukça bir söz olduğunu
çok sürmez, anlarsın...
Şöhret sözünü bitirince hem en dışarı fırladı. Diğer bir
232 TESADÜF
duğu için H ayati ile ıbiraz kavga ettiler. Sonra yine ba
rıştılar. O aralık odacı, Mâil Beye bir zarf uzatarak:
— Bu m ektubu sizin için bıraktılar.
Mâil zarfı aldı, okudu. Filhakika kendi namına gön
derilmiş olduğunu gördü. M ektubu açtı. İmzaya bir göz
atınca benzi attı; kül gibi oldu. Dudakları titremeğe,
gözleri kararm ağa başladı. Arkadaşının yüzünün değiş
tiğini görünce Hayati telâşla sordu:
— Ne var? Ne oluyorsun?
— Mektup Şeydâ Beyden...
— İşin aynasızlığına bak sen şimdi... Bu aralık h er
şey tamamdı da yalnız bu m ektup eksikti. Avalin zoru
neymiş acaba? Ne istiyor?
Hayati, Mâilin omuzundan uzandı. İkisi de gözlerini
m ektuba diktiler. Aşağıdaki satırları m ırıl m ırıl okuma
ğa başladılar:
«Mâil Beyefendi!
«(Makam) zevcem Şöhret Hanımı evden «aşıran» siz
«imişsiniz deyu edilen tahkikatım dan olveçihile anla^l-v
«mıştır. Sizlerin kim olduğunu (tehâri) kılındıkta Mer-
«zuk Efendi zade oğlu ve (Safayı) Efendinin kızının ko-
«cası bulunduğunuz tebeyyün olup, zadeliğinize yakış-
«maz bu (belleriniz) çok ayıplanmıştır. Şöhret Hanımı
«nasıl aşırdınızsa yine öylece tarafım a göndermeniz be-
«yan kılm ur. Bu beyanımıza kulak asmazsanız (aşirenti)
«keyfiyeti pederiniz ve onunlan beraber kayınpederiniz
«efendilere böyle m ektupla ta tlı tuzlu anlatılacaktır.
«Çünkü (Samatya) daki haneniz malûmumuzdur. Hovar-
«dalıkta bir (ıkayide) vardır ki, kimsenin (gönülüne) do-
«kanulmaz. Şöhret Hanımdan (gönülünün) kimde oldu-
«ğunu sorarız. K a n (benim gönülüm (Mayii) Beydedir,
«deyu (iyfade) eylerse tarafımızdan ses çıkarılmaz. Sizi
«biribirinize (he diye) eyler çekiliriz. Yok, benim yanık-
TE S A DÜ F 237
NİKÂH
Îmlâsızlığı, ifadece bozukluğu bir tarafa bırakalım ;
238 TESADÜF
11
t
TESADÜF
Mâil o akşam Sâibenin nezdine avdet etti. Delikanlı
da garip bir hal peyda olmuştu. Şöhretin yanında bulun
duğu zaman kalbinde Sâibeye karşı bir nevi rikkat, mer
ham et hissediyor, ikinci zevcesinin m enfaat düşkünlüğü
ne, terbiye yoksulluğuna delâlet eden bazı halleri, sözleri
Mâil nazarında 'Şaibeyi yükseltiyor, kıymetini artırıyor;
Şöhret gibi âdi bir karıya öyle âli tabiatli bir kadını feda,
âdeta kurban ettiği için bin teessüf ve telehhüf izharından
kendini alamıyor, Sâibeyi görünce kalbini m üsterih ede
cek, gönlünü alacak sözlerle m uhabbet tem ininde bulun
mak için birçok cümleler hazırlıyordu. F akat zavallı ka
dınla karşı karşıya gelince iş değişiyor, onun hakkında
gıyabında hisseylediği bu m erham eti, m uhabbeti hiddete,
âdeta nefrete tahavvül ediveriyor, hele Sâibeyi üzme
mek için Şöhretin hanesine gidemediği zam anlar birinci
zevcesine olan gayzı istikrah derecesine varıyordu.
Bu hilkat zâfını düşünerek kendi kendine şaşıyordu.
O akşam Sâibenin yanm a avdet ettiği ve orada bulunm ak
mecbıriyetinden dolayı Şöhretle olacak m ülakat zevkin
den m ahrum iyete katlandığı için yine Sâibeye karşı, olan
rikkatine zaaf geldi. M erhameti âdeta n efret derecesini
buldu. Kendi kendine dedi ki:
— Ben Şöhreti seviyorum. ıSâibeden düzce nefret edi
yorum. F akat kendisini terke m erham etim m üsaade etmi
yor. Sevmediğim bir kadın yüzünden çektiğim bu elemler
TESADÜF 265