Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 282

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

TESADÜF
MİLLÎ ROMAN

( Sadeleştirilmiş yeni tab )

Basan ve yayan :
HİLMİ K İ T A B E V İ
İstanbul — Ankara Caddesi No. 62
1

MAHALLE KARILARI

Zavallı Gülsüm Hanımın öfkeden her tarafı sapır sa­


pır titriyordu. Hemen çarşafı kavradı, eline tesadüf eden
ucunu başına çekti. Kendini böyle ye’se, halecana düşü­
ren kitabı koynuna soktu, merdiven basamaklarını dört
atlıya atlıya avluya indi, sokağa fırladı. Arkasından kay­
nanasının, annesinin:
— Kızım çıldırdın mı? Böyle yelyeperek, yelken kü­
rek, sağını solunu görmeden nereye gidiyorsun?
Yollu bağrışmalarına hiç ehemmiyet verm iyerek so­
kak kapısını var kuvvetiyle gümbedek kapadı. Acele aya­
ğına geçirdiği nalınlar burgula burgula, sendeliye sende-
liye köşebaşmı döndü. Binkaç adım sonra Hoca Nefise
Hanımın kapı tokmağına yapıştı. Çat, çat, çat, çat, bütün
m ünfeilâne bir asabiyetle fasılasız b ir çatırtı kopardl. Bir.
kaç saniye sonra evin içinden «perdesi» kadm la erkek
beyninde bir sada:
— Böyle kapı çalan iz’ansız kim dir bakayım? A! Yü­
reğim hoppadak yerinden oynadı. Camlar sarsılıyor, dur
ayol dur... Geliyorum...
Sözleriyle bu çatırtılara cevap verdi. Fakat Gülsüm
oralarda mı? A rtık onun ne gözü görüyor, ne kulağı işiti­
yordu. Bu tekdirlerin bir kelimesini bile duyamadı. Biraz
sonra evin içinde bir patırtı oldu. Onun arkasından demin,
ki sada, galizliği, perdesi birkaç derece yükselmiş olduğu
halde şöyle işitilmeğe başladı:
— İlâhi, o kapı çalan elceğizin vakm vakitte teneşir-
6 TESADÜF

lere gelsin, e mi?.. Sağlık selâm etle gelip kapımı çalamaz


olaydın... İşte düştüm. Kalçam boydan boya çürüdü. Be­
nim, yerinden zor kalkar bir kocakarı olduğumu bilmiyor
musunuz canım?.. Ama ben bizimkine bin defa söyledim:
Hacı, şu merdivenin üçüncü basamağı oynuyor. Şunu ken­
din m i mıhlarsın, bir dülgere mi mıhlatırsın... Çaktırıver.
Bunun üzerinden bir gün ya sen, ya ben yuvarlanacağız,
dedim. Kulağına artık söz girmiyor ki, aluk gibi bir şey
oldu. Şuraya o tu ru r uyuklar, kahveye gider uyuklar. (Üst
perdeden haykırarak) Aman, aman! Kaba etlerim e iğne­
ler saplanıyor a dostlar, ne etim kaldı ne ıbudum. Bitdim.
Kapı önündeki Gülsüm, içeriden gelen bu son fer­
yatları artık duyarak tokmağı bıraktı. Kulağını anahtar
deliğine verdi. Dinlemeğe başladı. Evdeki mütezallimane
yaygara şöyle devam ediyordu:
— Bir yanım simsiyah çürüdü zannederim. Ah bu
kimsesizlik ne zor!.. Sevabına bir ayna tutan olsa da gör­
sem... Mangal başında pastırm a diliyordum. Acı acı kapı
vurulunca neye uğradığımı bilemedim. Hemen fırladım.
Bu sabah da işte başıma bu kaza geldi. Verilmiş sadakala­
rım varmış. Yine Tanrım esirgedi. Ya m alt alığa kadar yu-
varlanaydım... A! Kedi pastırm aları yukarda bire kadar
yemiştir... Ya; kaldırmağa vaktim oldu mu? O canım pas­
tırm aları soğan zarı gibi ince ince dilmiştim... Geh.. pisi
pisi pisi... Sarman yavrum, geh, pisi pisi pisi, gel oğlum
gel... Pastırm alarım ı yeme sakın... Şimdi ciğerciden sana
manca alırım. Hû, Sarman... Sana gel diyorum...
Dışarıdan Gülsüm Hanım en müessir ve niyazkâr sa-
dasiyle:'
— Hoca Hanımcığım, kapıyı aç. Şimdi şuraya düşüp
b ayılıvereceğim...
— İlâhi geber... Beni bu hale soktuğun için her kim
isen oraya düş de kalkamaz ol... Benim, yerimden kımıl-
dıyacak halim olsa pastırm alarım a koşacağım... Şimdiye
TESADÜF 7

kadar kedi hepsini sömürmüştür... G eh pisi pisi, Sarm an


artık yediğin elverir. Biraz da hacı babana kalsın... Herif­
ten kaç gündür bucak bucak kaçırırken bugün pastırma-
cıklarımı kendi elceğizimle dildim dildim de kedinin önü­
ne koydum. Sarman, geh pisim gel, yavrum...
— Kadıncığım, aç ben geldim... Bilemedin mi? Kom­
şun Gülsüm...
— A... Gülsümüm, sen misin?
— Benim anacığım...
— A kız, senin öyle kapı çaldığın yoktu. Ne oldu
sana?..
— Ah, bana olanlar oldu...
— Ne oldu? Ansızın kaynanan mı vefat etti?
— Ah, ağzını öpeyim... Lâkin hani öyle şey... O gene
bildiğin gibi oturuyor, altına pösteki d ayandır amıyoruz...
Kaynanam sağ, fakat başıma geleni bilsen?..
O aralık Hoca Hanım canhıraş bir feryat kopararak:
— Gördün mü sen şimdi benim başıma geleni?.. Sar­
man, dilinmemiş büyük parçayı almış götürüyor. Seni gidi
sarı çiyan, damarsız kedi seni. Yediğin içine zehir zakkum
olsun inşallah... Bırak pastırmayı, şimdi seni gebertirim.
— Hoca Hanımcığım, uğradığım derdi bilsen; parm a­
ğın ağzında kalır...
Hoca Hanım gene hiddetle:
— Neme lâzım benim şimdi el derdi... Pastırm am ke­
dinin ağzında gidiyor... Zıkkım yiyesi, yediğini yemiş, ye­
mediğini götürüyor. Ağzında koskoca «kuş gönü» parça...
Ulan bırak pastırmayı... Bak söz dinliyor mu? Seni gidi
kahpenin kedisi seni...
Dışarıdan yalvarırcasına:
— A Nefise anacığım... Dilediğin pastırm a olsun... Sen
beni şu meraktan k urtar da sana bir okka pastırm a ada­
ğım olsun... Kapıyı aç, kapıyı...
— A Gülsüm, kapıyı nasıl açayım?.. Buraya yığıldım
8 TESADÜF

kaldım... Kalçam incindi... Sancısı belime doğru vuruyor.


Galiba aşığım yerinden çııktı.
— Şimdi bana kapıyı açamıyacak mısın?
Hoca Hanım avaz avaz:
— Kedi helâya atladı... Pastırm a da ağzında gidiyor.
İlâhi hayvan, seni Sarmanlar götürsün...
— Telâş etme canım... Elbette ağzından bir tarafa bı­
rakır. O kadar koca parçayı bitirecek değil a!.. Kalanı şart­
larsın, gene yenir.. Pastırm a bu... Ne olur?.. Köpek değil a
bu, kedi... Kedinin ağzı pis tutmaz...
— A a a., pencereye atladı..
— Canım sen kapıyı aç, ben onu tutar, ağzından pas­
tırm ayı alırım...
— Karı, yerimden kımıldanamıyorum diyorum sana...
Galiba kalçamda büyük damar, küçük damarın üstüne bin­
di... Ay, ay, ay!.. Sızısı yüreğime çöküyor.
— A Nefise Hanımcığım, ne yapacağız böyle?..
— Karı, bilir miyim ben?.. A Gülsümüm... İyi aklıma
geldi. Kahveye koş, hacı baban orada... Onun yanında
anahtarı var... Söyle, kendi de gelsin; bu ıkalçamm bir ça­
resine baksın... Haydi koş çabuk.. Kedi şimdi pencereden
imamecilerin tahtapoşuna atlarsa pastırm ayı hayvanın ağ­
zından alırlar... Dilerler dilerler, maşada kızdırıp kızdırıp
yerler... Biz kırk yıl pastırm a sorsak, dâva etsek, görme­
dik derler... O aç gözlü kız, o arsız «Seher» bu yaz ne as­
mamda koruk bıraktı, ne de duvarımda kiremit... Nasıl da
mide, bilmem ki kardeş... Okkalarla koruk yedi. Karnı
sirke fıçısına döndü... O ekşi şeyi (lâtilokum) şekeri gibi
yiyor... A, bana bak... Hû, kızım Gülsüm, orada mısın?..
Yoksa gittin mi?
— Buradayım...
— Hacı baban kahvede uyuyorsa sıkılma, uyandır. O
kaç zamandır orada uyumayı âdet edindi. Arkasını duvara
dayıyor, dizlerini dikiyor, gözlerini kapıyor. Kahvecinin
TESADÜF 9

kedisi «Mestan» bir köşede, Hacı öbür köşede uyuyorlar...


Sen (kahveye girmeğe sıkılırsan çırağa, o küçük Şabana
işaret ediver, uyandırsın... Anlat, kalçamın halini anlat...
E mi?..
— Peki...
— Çabuk ol kız, daha orada mısın?..
— Buradayım... Lâkırdın bitsin diye bekliyorum...
— Sen benim lâkırdıma bakma. O bitmez.. Ben kendi
kendime de söylenirim...
— Gidiyorum...
— A! Şey unuttum... Yavrum Gülsüm... Mestlerimi
dikiciye götürmüştü. H er abdestte ayaklarım ı yıkamadan,
karnım a sancı geldi. Eğer bitmişse onları da alsın gelsin
de artık mes vereyim... Ha, sahi iyi aklıma geldi Gülsüm...
A Gülsüm... (Bir iki saniye tevakkuftan sonra) karı sesin
¡kesildi, orada yok musun? Cehennem olup gittin mi? Hû
Gülsüüümmm... A, gitmiş... Beni bu hale koydu da sa­
vuştu... Bakalım ne diyeceğim, a «yelloz», iyice dinle de
öyle git. İz’an dedikçe bu k arılar uzanakalmışlar... Nerede
terbiye?.. Terbiye deyince nazlılarım, işkembeci dükkân,
larm da heriflerin çorba için çalkadıkları şeyi zanneder­
ler... Ne olacak, terlikçi kızı... Onu kenar mahalleden al­
dılar, getirdiler... Tâ kale dibi mahallelerinden... Zavallı
Rıfkmın başını nâre yaktılar. Sanki karı mı o?.. İşte bir
parça karaca ıkaş göz... O da hani şöyle görür görmez in­
sanı alır bir sima değil... Başka nesi var... Ama çene ama
çene, dikiş makinesi gibidir çır, çır, çır işler; edepsizdir,
şirrettir. Saracın görümcesi Mevhibe ile kavga ettiği gün
bütün mahalleyi susa durdurdu. A, unuttum , dur dur ba­
kayım ne dediydi?.. Şey, hemen dilimin ucuna geliyor...
Ha ha... «Senin gibi kirli karının süsü, incisi, at yelesine
benziyen saçlarındaki sirkelerdir» dediydi... A, hiç işitme­
diğim sözler... Karı lâkırdı ebesidir. Yakası kesilmedik
sözler bulur çıkarır. Yandı, yandı, Rıf kının başı ateşlere
10 TESADÜF

yandı. Geldiğinin senesinde kaynatası vefat etti. A tıf


Efendi, Allah rahm et eyleye, iyi adamdı. Gençliği için
öteberi söylerlerdi, neme lâzım, günahı üstünde kalsın ge­
ne... O adam öyle gürledi gitti. Çok geçmedi, kaynanasını
kıskıvrak kıvradı kötürüm etti, köşeye oturttu... Şimdi ka­
dıncağız verirlerse yiyor, vermezlerse oturuyor. Yerinden
kımıldıyamıyor ki... Kendi anasını oraya getirdi. Evin hep
kilidi küreği o kadının elinde... Ne de cibilliyetsiz... Ya, ne
olacak, terlikçi karısı... K enarına bak bezini al, anasına
bak kızını al... Zavallı kaynana, altında pösteki, öyle küs­
kütük köşede oturuyor. Biçareyi lâkırdıya bile karıştırm ı­
yorlar. Yanılıp da bir şey söyliyecek olsa, anası kızı, ikisi
birden karının üzerine kemçirerek: «Bunak, sen sus... H er
lâkırdıya karışma öyle... Senin o işe aklın ermez» diye
azarı basıyorlar. Geçen akşam evlerine gittim... Bir aralık
oda tenhalaştı. Zübeyde ile ikimiz kaldık... K ötürüm karı
melûl melûl yüzüme bakarak: «Nefiseciğim, bana ettikle­
rini bilsen şaşarsın... Onların ana kız ham am a gittikleri
bir gün gel de anlatayım» dedi. Sonra içeri giriverdiler.
Zavallı sustu. H aftalar geçermiş de Zübeyde, oğlunun yü­
zünü göremezmiş. Rıfkıyı anasının yanma sokmazlarmış
ki... O çıkın çıkın yemişler... O elmalar, portakallar, leble­
biler, fındıklar, üzümler, hep yukarıki dolaba taşınırmış...
Hep geline, hep o gelinin anasına... Hep o yum urcak oğla­
na Vefa Beye... Oh, beylik ne kadar uzak sana! Kaynana
alt kattan yemişlerin kokusunu duyarmış. «Vefa» büyük
anasının yanma yaklaştığı zaman kötürüm karı, torununa
hemen sarılır, cebinde, elinde armut, fındık ne bulursa
zorla alırmış. Oğlan, anası gibi şirret, hemen yaygarayı
basarmış. Sonra hep birden: «Çocuğun elinden yemişini
kapmıya utanmıyor musun? Nedir bu ettiğin?..» diye kay­
nananın üzerine hücum ederlermiş... Rıfkı adam evlâdıdır
ama, bilmem ki karısına niçin bu kadar yüz veriyor? On­
lara neden böyle kapılmış?.. Rıfkıyı babası iyi okuttu yaz­
TESADÜF 11
dırdı. On dört yaşına kadar burada mahalle mektebinde
tecvidi, karalamayı iyice pişirdi. A! İlm i pişkindir, neye
lâzım... Sonra hem rüştiyeye, hem cami dersine devam
etti. Pek derin okudu. Senelerle (Molla Kelâmî) yi okudu.
Bıyıklandı, sakallandı; gene o dersceğizini bırakm adı. Ya­
zısını sorarsan ona hiç uyar yok. Yazılarını ben heceleme­
den çıkarırım. Tıpkı Ahmedi Bican kitabının yazısına ben­
zer. Yalnız harekeleri eksiktir. Yoksa işte öyle ayandır.
Kaleme gitti, yazısını mümeyyizine beğendirdi. Aylığı
arttı, arttı, arttı; tamam dört yüz elli kuruş olu. Az para
mı? Daha yaşı ne, başı ne?.. Haydi olsun olsun da kırk bir,,
kırk iki yaşında olsun... Elimde büyüdü. Kaç defa bezini
değiştirdim. Benim evlâdım demek... Lâkin karısı biliyor
mu? İnce başörtüsiyle yanma çıkınca Gülsüm insana âdeta
surat ediyor. Haydi kepaze; o benim oğlum, hiç zihnime
fenalık gelir mi? Elimde büyüyen çocuğun karşısına da
yaşmak ferace ile «böcü» gibi çıkacak değilim ya!.. Geçen
gün Gülsüm yüzüme baktı baktı da: A Hoca Hanım, ne
güzel kaşların var, tıpk; rastıklı gibi duruyor.» dedi. A...
Aşiftenin zoruna bak! Rastık nedir, allık nedir ömrümde
öyle şeylere ben el vurmadım. Beni yaradan böyle yarat­
mış... Kaşlarım kudretten rastıklı gibi durur... Şimdiki ta­
zeler boyacı kedisine benziyorlar. Yüzlerini başıka, saçla­
rını başka, kaşlarım, yanaklarını, dudaklarını, hep başka
renklere boyuyorlar... Ay, ne de gudubet oluyorlar ya!..
Yanmış mısır püskülü, yahut safranı (zağfiran) ziyade
kaçmış zerde gibi bir sevimsiz renkte saçlar, m uhacirle­
rin tanesini on paraya sattığı, akide şekerine b atır1'İm1s,
değneğe geçirili elma gibi boralı yanaklar... Ya o başla­
rındaki topuz!.. Nedir o öyle, tepeli yaban ördeğine dönü­
yorlar. Geçen günü «Seher», döşekten biraz siyah yün çı­
karmış, onu ditti ditti, tepesine yerleştirdi. Üzerine saçım
doladı. «A kız nedir o maskaralık?.. Öyle döşek yününden
kokoroz mu olurmuş?» diye darıldım. «Hoca Hanımcığım,
12 TESADÜF

Çarşıya gidiyoruz. Şimdi çarşaflanacağım. Çarşafın altın­


dan onun yün olduğu belli olmaz.» dedi. A, kahpeye lâkır­
dı yetişiyor mu? Öyle tepelerini kabartıp da deve gibi bo­
yunlarını sallıya sallıya giden kadınlardan çoğunun o gu-
gurukları yapma. A., inan olsun yapma... Kendi saçları
değil ki... Onların içi ya eğreti saç, ya böyle yün, yahut
kırpıntı dolu... Aldanan erkeklere yazıklar olsun. Geçen
günü bizim Hacıya öyle dedim ya... «Şükret herif!.. Allah
sana öyle bir karı verdi ki, İstanbulu elek elek araşan bir
mislini daha bulamazsın. Bu yaşa geldim, rabbim göster­
mesin hiç bir tarafım a ne boya kullandım, ne yün, ne de
kırpıntı...
O aralık «Küüüttt!..» diye bir atlama olur. Hoca H a­
nım oturduğu yerden etrafa göz gezdirerek:
— Ay, tüh tüh., korktum. K üt eden nedir öyle?.. A,
yetişme kaltağın kedisi... Ne olacak, Sarman, imamecile.
rin tahtapoşuna atladı... Mis gibi pastırmacığım ellerin
boğazına kısmet olacak. Gitti, pastırmam, gitti. (Ellerini
koklıyarak) üzerine ne de güzel kokulu çemen vurm uşlar.
Pastırm am ı eller yesin, ben burada parm aklarım ı koklıya-
yım. Seher, kediyi öyle ağzında pastırm a ile gördü mü,
iş bitti. Hayvan k ırk damdan atlasa, vallahi peşini bırak­
maz. Onun küçüklüğü, maazallah, sekiz on yaşında iken
o kız, oğlan çocuklardan afacandı. Seher bu mahallede
kaç sakanın kırbasını deldi. Çeşme başında saka kırbasını
şöyle bir kenara bırakıp da biriyle lâkırdıya daldı mı, Se­
h er usulca gider, elinde gezdirdiği ucu keskin çivi ile k ır­
bayı deler. Alık saka farkında olmaz. Arkasından parm ak
gibi su aka aka gene su taşır... Âlemin küpü beş kırba ile
dolarken o günü sekiz kırba kâretmez. Herif kapının a r­
kasına üç (tebeşir) fazla çeker. Evin kadını elbette küpü­
nün daima kaç kırba su aldığını bilir. Sayar bakar ki saika
üç fazla yazmış. Haydi kavga başlar. Saka da haklı, hanım
da... Ortada büyük bir kabahat varsa o da o yumurcakta...
TESADÜF 13

(Etrafı koklıyarak) Burnuma pastırm a kokusu gibi bir


şey geliyor... (Soluk soluğa koklıyarak) İnanolsun pastır­
ma kokuyor... Aman rabbim esirgesin, ne çabuk kediyi
tuttular, pastırmayı, ateşe vurdular. Ay, haram olsun da
yarın âhirette beş pençem yakanızda olsun.. Saygısızlar...
Kedinin ağzında buldunuz bir kelepir, bâri kokutm adan
yeyiniz... Kokuyu aldıkça içime baygınlıklar geliyor.
(Avaz avaz haykırarak) Hacı neredesin; yetiş, kaç gündür
koklamıya bile kıyamadığımız o canım pastırm ayı eller
yiyor. Herif yetiş... Hepsi kör boğazlarına gitmeden belki
yarısını olsun kurtarabiliriz. (Gene etrafı daha kuvvetlice
koklıyarak) A, dayanamayacağım doğrusu, kalçam incin­
mek değil ya, küskütük kötürüm olsam yine kalkarım.
(İki eliyle tahtaya dayanıp kalkar. Biraz topallıyarak he­
men helanın penceresine k o şar):
— Hû, Seher, civan kızım... Sana diyorum... Kimse
yok mu orada?.. Fatma... Huriye... Hû, ayol hep neredesi­
niz? (Kendi kendine yavaşça) Nerede olacaklar? Küçüğü,
büyüğü hep pastırm anın başmdalar. İlâhi kör boğazınıza
kor düşsün... Ah pastırmam, ne tütüyor! Ne tütüyor!..
(Elini koklıyarak) Ta kendisi, işte benim pastırmam...
Tıpkı çemeni gibi kokuyor. Deminden dilerken kokusu eli­
me sinmiş... (Gene haykırarak) Kadınlar, hû! Hep birden
neredesiniz? Biriniz çıkın da bana cevap verin...
Komşudan bir şada:
— Ne var hoca hanım, ne haykırıyorsun?
— Sen misin yavrum, Seher?..
— Benim, çabuk söyle; işim var. Çığlığını duydum;
lokma ağzımda sofradan kalktım.
— Yemek mi yiyordunuz?
— Evet...
— Afiyet olsun... Şey kızım, bir şey soracağım... Bi­
zim Sarman oralarda mı?
— A, ne bileyim ben?.. Kedi için sofradan insan kal-
14 TESADÜF

d irilir mı kuzum?.. Deminden şurada geziniyordu. Şimdi


nereye gitti bilmem!..
— Ağzında bir şey yok muydu?
— Hoca Hanım, insanı zorla günaha sokarsın... Sor­
duğun şeye bak... O (mundar) m ağzında ne olur? Öyle
kedi yetişmesin... H er gün bu tahtapoşa atlar, ağzında
koskoca bir fare... Şuraya oturur, çıtır çıtır ziftlenir... Bü­
tün tahtaları kan eder. H er gün temizleriz. Komşu hatırı
bir, iki... Bu daima çekilir mi? Bir gün o kediyi yakalar­
sam imarete götürüp atacağım... Ağzımda nimet, beni söy­
letme şimdi...
— Ya sizin «tekir» in elinden ıben az mı çekiyorum?..
Kedi değil o, bir (canavar), iki defa tel dolabımı paraladı.
Benimki gene avcılıkla geçiniyor. Hoş, onu Hacı ciğersiz
bırakmaz ya... Hele Sarmanın bir kılma hatâ gelsin; val­
lahi Tekiri bir kaşık suda boğarım... İşte sana bir de ye­
min... Neyse, şimdi onları bırak... Bugün Sarmanın ağzın­
da bir şey görmediniz mi?
— Karı, beni öğürtecek misin sabahleyin?..
— Neye öğürtecekmişim?.. Sanki ben bilmiyor m u­
yum? Deminden hayvanı tuttunuz, ağzındakini aldınız.
Çoluk çocuk hepiniz şimdi kızartıp kızartıp yiyorsunuz!..
Boğazınızda kalsın.
Komşudan bir vaveylâ:
— Anne, abla; yetişiniz... Bakınız, komşu Nefise ne
diyor?.. Karı bozmuş... Biz her sabah Sarmanı tutar, ağ­
sındakini alır, kızartır kızartır da... Çoluk çocuk... Ay, içim
•döndü...
Seherin bu m üstekreh feryadı üzerine annesi, ablası
hep tahtapoşa koşarlar, henüz yutm ağa vakit bulamadık,
la n ağızlarındaki lokmalariyle ne dedikleri anlaşılmaz bir
yaygaradır başlar... Fakat o aralık Hoca Hanım sokak ka­
pısının çatır çatır anahtarla açılmakta olduğunu işitince,
hem en bu sövüp sayma mevkiini terk ile sofaya kadar
TESADÜF 15

koşar. Henüz kapı açılmadan boylu boyunca tahtaların


üstüne uzanıverir; derin derin inlemeğe başlar... Önde
Hacı, arkada Gülsüm içeri girerler.
Zavallı Hacı, zevcesi «Nefise» Hanımın nasıl bire on
katan mübalâğacılardan, bir tarafını pire ısırsa akrep sok­
tu diye haykıran şirretlerden olduğunu bilir. Bilir am a ne
yapsın?.. Kadın şuram sızlıyor, buram ağırıyor diye keyif­
sizlikten şikâyet ettiği zamanlarda haddi varsa herifceğiz
bu m artavallara kanmış görünmesin... Hastanın başından
ayrılsın. H er dakika hatırını sormasın... Sonra m uhterem
zevcesinden işitmediği sitem, çekmediği taham m ül edilmez
üzüntü kalmaz. Nefise, vücudunun ağrılarından bahsettikçe
sözlerini ehemmiyetle telâkki ederek acır görünmeli, tees.
süf izhar etmeli, teselli vermeli... Başı dırıltıdan kurtul­
mak için Hacı, bu müdahene yolundan başka selâm et yo.
lu bulamamıştı. Binaenaleyh şirret karısını öyle boylu bo­
yunca tahtalara serilmiş inler bir halde görünce câlî bir
telâşla:
— Vay hanımım, ne oldun?
— Ah, vah... Aman bittim... Hacı gel; bak karıcığının
halini gör... (Kalkmıya uğraşıp tek rar düşerek) Ay, ay...
Sızı yüreğime vuruyor... Ne mümkün; kalkamayacağım...
Taş kesilmişim. Hacı, acaba artık karm a kalkmak nasip
olmıyacak mı? Hekimler, hocalar eline mi kalacağım?..
— Canım m erak etme... Bir şey yok. Damar damara
binmiştir...
— Aman, şimdi damarına beni söyletirsin... Nasıl bir
şey yok?.. «Küt» dedi aşığım yerinden oynadı. Sonra ığıl
ığıl içimden bir âletim koptu, duydum. Ah talihsiz Nefi­
se!.. Anasının babasının bahtsız kızı... Hacı söylesene?..
A rtık yerimden kalkamayacak mıyım?.. Kalksam da kol­
tuk değnekleriyle mi yürüyeceğim?..
Gülsüm söze atılarak:
— A Nefise Hanım, çırpınma öyle... Sana yaraşır mı?
16 TESADÜF

Çok şükür yaşını başını -almış, okumuş kadınsın. Nen var


elhamdülillâh!.. Azıcık şöyle doğrul bakayım...
Ağlıyarak:
— Ne m üm kün kızım... Kalçamın sızısına can dayan­
mıyor... Hacı babanla beraber ayağımdan tutun da kuv­
vetlice bir silkin. Belki aşığım yerine oturur. Üzerine de
bir (havacıva muşambası) yapalım, çabucak sarıverelim.
Bakalım nasıl olur?..
Hacı ile Gülsüm, hastanın sağ ayağına yapışıp şid­
detle sarsarlar... Nefise hançeresinin olanca kuvvetiyle
ortalığı çınlatarak:
— A dostlar, bacağım bütün bütün kökünden oyna­
dı. Ne aşığım kaldı, ne kemiğim!.. Meğer evveli iyi imi-
şim. Asıl şimdi bittim... Hacı, bana garazın neydi?..
Diye bağırınca imamecilerin evinden gittikçe helânm
penceresine yaklaşan birkaç ses:
— Etinden et mi koparıyorlar, karı?.. Ne haykırıyor­
sun öyle?.. Şirret... Biz kedinin ağzından fareleri alır da
kızartırmışız, öyle mi? Haydi süpürge... Çok şükür bizim
soyumuz belli... Soyu sopu ne idüğü belirsizler... Büyücü
karı. Müşterisiz kaldıkça açlıktan fareleri, köstebekleri sen
yersin... Yaptığın büyülerle az karı kocayı birbirinden
ayırmadın. Şıpşıpın Zehra hâlâ ağlıyor. Gözünün yaşı
dinmiyor. K arının kocasını elinden aldın, başka bir kadı­
na verdin... İki mecidiyeye karıyı kocadan ayırırsın. İki
çeyreğe âşık kavuşturursun. Gelen m üşterilerden, perileri
davet edeceğim diye bensiz kara tavuk istersin... Gene gö­
tü rü r tavukçuya satarsın!.. Ya kör boğazınıza tıkınırsınız...
Hacı baba pencereye doğru giderek:
— Haydi karılar, defolun oradan... Zavallı Nefise şim­
di caniyle uğraşıyor... Yerinden kalkamıyor. Bir tarafın­
dan bir tarafına dönemiyor. Ne hayâsızsınız be...
Komşudan:
— Hay canı çıksın... Yerinden neye kalkamıyormuş
TESADÜF 17

bakayım?.. Hep dolap... Deminden tıpış tıpış bu pencere­


nin önüne kadar gelip de bağıran kimdi? Alık herif... O
düzenbaz, büyü tenceresi kafalı karının sözlerine inanıyor
musun?..
Nefise, komşunun bu tefevvühatm a cevap vermek
için artık bacağının sızısını unutarak, gayretine zevci H a­
cıyı, misafiri Gülsümü hayrette bırakacak bir metanetle
başını kaldırır, olanca m üteneffirane feryadı ile:
— Hoşt oradan kaltaklar, hoşt... Köpek yestehlemek­
le deniz m urdar olur mu? Yağlıkçıların güveysi kâtibe,
karısını boşattırıp kendi kızınızı verdirm ek için kaç defa
elimi ayağımı öptünüz ama, Allah göstermesin, ben o kö­
tülüğü irtikâp etmem yoksa... Kızınız geceleri arka kapı­
dan içeri misafir alırken siz ölü uykusunda mı yatıyorsu­
nuz?..
Bu kavga gide gide o kadar kızışır, iki tarafın biribi-
rine edepsizce taarruzları o m ertebeyi bulur ki, biraz ev.
vel aşığının yerinden oynadığını iddia eden Nefise Ha­
nımda ağrıdan sızıdan, topallam adan eser kalmaz. Besbelli
hiddetle hepsini unutur. M ütearrızlara karşı m uktedir
olabildiği müstehcen kelimeleri püskürm ek için hemen
yerinden kalkar, pencereye yapışır... İki taraf, birbirinin
ne dediğini anlamıyacak kulak yırtıcı b ir şem atet içinde £>
kadar bağrışırlar ki, Nefişenin de, hasım ları kadınların da
artık sesleri kısılır. Zavallı Hoca Hanım ın bir gayz har.
¡harası ve infial ile boğulmak tehlikelerine düştüğü bir sı­
rada ihtiyat mevkiinde duran bir m uavin kuvvet gibi Gül­
süm meydana çıkar. Nefiseyi pencere önünden çeker. Evin
tahta kaplamasına küt küt birkaç defa vurduktan sonra:
— O sizin yırtık kızınız düzgünleri sürüp sürüp de
köşe penceresinden göründü, göründü ama, onun yüzüne
bakan olmadı. Yoksa o Sulukule maşası kızınız kendi lâ­
yığını arasın...
Hücumiyle feryada girişince kavga başka bir zemine
2
18 TESADÜF

dökülür... M uhasımlar, h er .iki (taraf ailesinin bilinir bilin­


mez, görünür (görünmez n e (kadar ayıpları, vücudu olduk
olmadık ne kadar rezaili varsa pencereden tahtapoşa, tah.
tapoştan pencereye tükürerek, kaplam a tahtalarını yum ­
ruklayarak olanca lisan fezıahatleriyle saydılar. Birebirle­
rine karşı çirkin isnadatm her türlüsünde bulundular.
N ihayet levm ve teşni zemini darala darala şu mudhik
vadiye döküldü.
Gülsüm:
— Susun artık dilenci karılar... Kedinin komşudan
getirdiği pastırma ile geçinen aç gözlüler... Yok yoksul ke­
pazeler... Acaba neniz var? Nenize güvenip de böyle cıyak
cıyak bağrışıyorsunuz?.. Çamaşırsız karılar... Yazı kışı bir
gömlekle geçirenler... Tekne başında soyunup ip başında
giyinen zavallılar...
Birkaç ses birden:
— Oooh, kendini m i tarif ediyorsun a karı .. Çamaşır
yıkadığımız günü ¡gel de kör gözlerin görsün. Renk renk ça­
maşırlarımızla ipler donanıyor şöyle... Yok yoksul niçin
olalım?.. (Yumrukla kaplamaya vurarak) İşte koskoca ev
sahibiyim; işte işte işte... Senin gibi koca bucağına büzül­
müş sığıntı değiliz... Haydi evine git, kaynananın pösteki-
sini temizle... Kirletmiştir.
Hemen sesleri kısılmcıya kadar bu yaygaralar, bu m â­
nâsız teşniat, devam etti. Sövüp sayma ateşi iki tarafın
erkeklerine de sirayet eyledi. Onlar da biraz atıştılar. Niha­
yet mesele mahalle kahvesinde fasledilmek üzere mayna
oldu*. Bu kavgada Nefise H anım ı m üdafaa için Gülsüm
elhak, beş altı kadına karşı koyacak b ir küfür cerbeze­
sinde bulundu. Paydostan sonra Nefise, komişu'su Gülsü.
m ün bu ıgayretini takdiren birkaç defa yüzünden öperek:
— Gülsümcüğüm, soy karısın, bilirim. Ama ne fay­
dası var?.. Bir iyi kocaya, bir kadın kaynanaya düşemedin
ki... Onların elinden çekmediğin kalmıyor. Seni o eve ge-
TESADÜF 19

1in değil, sanki hizmetçi diye aldılar. O yatalağa bakmak


kolay mı? Aaa.. iki elim yanıma gelecek, doğrusunu her
zaman söylerim. Şu Gülsüm bulunmaz kızdır, derim. İşte
Hacı daima işitir. Değil mi koca?..
Hacı, Gülsümün gıyabında, Nefisenin ağzından m et­
he delâlet eder bir söz işitmek şöyle dursun, bulunduğu
zebandırazlıkları hatırlıyarak gülümsedi. Herif bu tebes-
sümiyle, ifaya davet olunduğu yalancı şahitliği yerine ge­
tirm iş oldu.
Kavga esnasında Nefise Hanım, kalçasının sızısını
unutarak arasıra pencereden Gülsümün omuzundan aşıp
aşıp haykırmış olduğundan, şamatanın hitam ında gene
küskütük topal kesilmek pek uyamıyacağını düşündü.
Sendeliye m endeliye yürüdü. Üçü de bahçe üstündeki kü.
çük odaya girdiler. H iddetlerinin bakiyesini teskin için
birer ikişer yudum su içtikten sonra mangala kahve cez­
velerini sürdüler. Dereden tepeden söze giriştiler. Öyle
kavgalarla uyuşmuş olmaları, halecan teskini emrinde
kendilerine bir nevi idm an vermişti. Çok bağrışırlar, yo­
ru lu rlar; fakat çabuk dinlenirler, h er şeyi tez unuturlardı.
Gülsüm çarşafını üzerinden attı. Oradan eline geçir­
diği bir başörtüsiyle ortada hizmete girişti. Kahveleri pi­
şirdi. Bir fincan Hacıya, bir de Nefiseye verdi. Üçüncü-
sünü de kendi aldı. Ufak m inderlerin üzerinde mangal ke­
narında bir sohbet sehpası teşkil ettiler. Söz arasında ima.
meciler ailesinin bir iki defa namı geçti. Nefise bu aile
hakkm daki gayz ve teessürünü birkaç geyirti ile defede­
rek:
— Bırakın şu süpürge karıların sözlerini.
İhtarında bulundu. Tuhaftır. Bu sınıfa mensup kadın­
ların m uhakkirane gayri mu'hakkirane bütün zarifane teş­
bihlerindeki benzerler hep ev eşyasına aittir. Meselâ
onların lisanmca süpürge, faraş, tandır, nev’i diğer
ördek, ibrik gibi kelimelerin malûm medlûlleri haricinde
20 TESADÜF

birer fesahat müeddaları vardır. Beğenmedikleri insanı


kuyu çıkırığma, kızdıkları kimseyi eski pabuca benzetive-
rirler.
Komşuları imamecilerin aleyhinde ibriğin, öıdeğin,
daha beliğ nevileri sayıldıktan sonra Gülsüm dedi ki:
— Vah anacığım Nefise... Ben buraya niçin geldim?..
Bak ne kavgalar çıktı! Hep benim talihsizliğimden..
— Sahi kız, nedir derdin? Başıma gelenleri duydun
mu diye deminden çırpınıp duruyordun?..
— Sus, sus Hoca Hanımcığım... Aklıma gelmiyen başı­
ma geldi.
Nefise entarisinin yakasını ısırarak:
— Tüh, tüh... Dostlar başından ırak... Beni korkutm a
öyle kız, ne geldi başma?..
— Ah bizimkinin ettikleri...
— Üstüne mi evlendi?
Ağlıyarak:
— Üzerime öyle şey yorma Hoca Hanımcığım.
— Eee, ne oldu ya?..
Gülsüm, entarisinin yeniyle gözlerini silerek:
— Dur anlatayım Nefise anacığım... Bugün sabah ye­
meğinden kalktık. Sofrayı topladım... (Birdenbire sözünü
kesip Hacıya dikkatli dikkatli baktıktan sonra Nefişenin
kulağına eğilerek) Anacığım, sana anlatacağım şey büyük
bir sırdır. Meydana çıkarsa sonra kepaze olurum. Hacı ba­
banın ağzı sıkı mıdır?..
— Taşdelen şişeleri gibi sıkıdır. Yumruklamayınca
açılmaz. Onu hiç m erak etme. Hem o şimdi uyur. Senin
dediğini baştan nihayete kadar dinliyemez ki... Aman din­
le diye yalvarsan gene aklında tutamaz. Geçenlerde onun­
la «Nafe» kürküm ü Çarşıya tam ire gönderdim de verdiği
dükkânı unuttu. K ürkü almağa gittiği zaman bir türlü he­
rifi bulamadı. Sonra Çarşıya gittim de ben buldum. Az
TESADÜF 21

daha ana baba mirası kürkçe ği2im elden gidiyordu. De­


ğil mi Hacı?
Hacı baba esniyerek:
— Benim ne kabahatim var? Kürkçü dükkânı değiş­
tirmiş...
— Acaba değiştirmeyeydi bulabilecek miydin? Bir
gün Fatihe gidiyorum diye Nuruosm aniyeye çıktığını bi­
liyorsun ya?.. Neyse kızım Gülsüm, sen derd in i.anlat...
Gülsüm, Hacmin esniye esniye nihayet gözlerinin kü­
çüldüğüne m em nuniyetle 'bakarak:
— Sahi anacığım, o şimdi uyuyacak...
— U yur canim. Uyumasa d a dinlediğini unutur.
Çıkrıkta ip kalmadı diye bir aydır söyliye söyliye dilimde
tü y bitti. Kapının önünde dinlediğini köşebaşmda un u tu ­
yor... Sen derdini anlat...
— Ha, ne diyordum ? Bu sabah yem ekten kalktık,
sofrayı topladım. B ulaşıkları m utfağa indirdim. Zaten
kalktım kalkalı gezin ha gezin vücudum hiç yer görme­
mişti. Allah eksik etmesin, ev işi bu; 'bitip tükeniyor mu?
Tanrının günü işte böyle didin ha didinmez misin? K ay­
nanam ın dırdırından k urtulm ak için sokak üstündeki cum.
balı küçük odaya çıktım; mangalı önüme çektim; cezveyi
sürdüm ; belimi şöyle erkân m inderinin yastığına daya­
dım. Oooh, dünya varmış, ra h a t varm ış, (biraz nefes ala­
yım, kahvemi içeyim derken sokaktan b ir satıcı sesi gel.
di. A hanım bilmem ki satıcıların da türlüsü çıktı. İğne­
den (sürme) ye kadar şimdi h er şey m ahalle arasında sa­
tılıyor. Bağıran herif kitapçıydı1; hani şu m ahut tulum ba­
cı bozması, kıvırcık saçlı, küçük fesli, zembilli herif; bi­
raz hım hım gibi haykırır; şöyle bağırıyordu:
«— Yeni çıkma rom anlar, hikâyeler, destanlar, tiyat.
rolar; şarkı mecmuaları... «Düştü gönlüm am an Allah be­
lâlısına» da var on paraya... K ışlık m angallarını satıp Kâ-
ğıthaneye giden kokorozlu 'hanım ların hikâyesi de var on
22 TESADÜF

paraya... Komşusuna 'gönül verip Şirket vapurundan ken„


dini denize atan zavallı kızın hikâyesi de var on paraya...
Yeyip içip m inder çürüterek kocasını ıborca sokan tem ­
bel, pasaklı Gülsüm Hanım ın (hikâyesi de var, on para,
ya...» ' (
H erifin bu son sözlerine iyice kulak kabarttım . Hele
m ıym ıntıya bak! Yeyip içip m inder çürüten pasaklı Gül­
süm Hanım kimmiş bakayım?.. Acaba benim hikâyemi
m i düzmüşler? Ben iş görmeden yanım ı belimi alamaz
bir hale geldim; gidi utanmazlar, kendi evceğinde kendi
yağiyle kavrujan b ir kadına bu iftirayı etm ek revayı hak
mıdır?.. A, dayanamadım; cum banın penceresini açtım;
kitapçı ile Şöyle konuştuk:
«— Hû, kitapçı, buraya gel herif bakayım!..
H erif sırıta sırıta başını yukarı kaldırarak:
«— Yeni notalarım da v a r hanım... Şiveli, şiveli, şiveli,
bu kantoyu ister misin?
«— Kaç şiveli bu? O nasl şey öyle?..
«— M eraklısı bunuj kitabından saymış. Tamam altı
defa şiveliymiş... Sonunda b ir de ah varmış...
«— Bana şivenin lüzum u yok... ,
«— Sabahtanlberi yirm i tan e sattım . Şimdi geçenler
bunlar, hanım... Uda da geliyor, piyanoya da... Pek ustası
kem ana da uyduruyormuş... «Güzel sevmekse kasdm, gel
beni sev ey civanım» o şarkıyı ister misin?
«— Aman sus zevzek! Ben öyle çalgıya şarkı koyan
kadınlardan değilim.
«— Ya sen mangala köm ür koyan hanım lardan mı­
sın? Öyleyse «Aşçı kadınla vekilharcın destanı» var. (Ma­
kam la okuyarak):
Nazlı civan gel etme sen naz
Âşıkma rahm eyle biraz
Acem kantosunu istemez misiniz? ,
TESADÜF 23

«— Aman öyle şeyler istemem. O, m inder çürüten,


kocasını borca sokan pasaklı Gülsüm H anım kimmiş ba.
kayım? Sen bana onu haber ver!..
«— Ha, o hikâye pek tuhaftır.
«— Ben tuhaflığını sormuyorum; o kadın kimmiş?
Neredeymiş?..
«— Ne bileyim, hanım?
«— Bilmediğin şeyi ne satıyorsun? O masalı kim düz.
müş? Kimin üzerine düzmüşler?
«— Pek iyi bilemiyorum hanım ama, galiba Gülsüm
Hanımın kocası düzmüş...
«— Düzemez olsun... Gülsüm Hanım ın kocası (...) da­
iresi kâtiplerinden miymiş?
«— Ha ha, işte öyle, işte öyle... K itabı okursan gül.
meden bayılırsın. B ir tane vereyim mi?
«— Bana öyle şeydn lüzumu yok.
«— On para bunun kemali, hanım...
«— Yazık değil mi onluğa? Ona vereceğime fındık
alır da çıtır çıtır yerim. Ekm ek-alır da kuçukuçulara doğ.
rarım... t
«— Ama hanım, hangi Gülsüm H anım ın hikâyesi ol.
duğunu içinde yazıyormuş. Şimdi aklıma geldi.
«— Kocasının da adı v ar mı?
«— O da var. Çocuklarmmki bile var.
«— Öyleyse bir tane ver...
Dedim; aşağıya indim; onluğu verdim; kitabı aldım.
Hanım, sardı beni b ir m erak; düşündüm, düşündüm; bir.
denbire aklıma geldi. Geçenlerde ihastalandımdı da evi
pek derleyip toplıyam adimdı; işte o aralık bizimki b ir
gün: «Bu evin hali nedir? Pasaklı karı! Biri bizim evin şu
m urdarlığını görse, rom an yapsa da satsa, p ara kazanır..»
diye haykırdıydı. Zahir para kazanm ak için bunuı kendisi
yaptı. Ben o evde kaç senedir kendimi kul, saçımı süpür,
ge ettim. Kocamın bana bu işde bulunm ası lâyık mıdır,
24 TESADÜF

hJoca hanımcığım? (Ağlıyarak) Kendinden işittiğim tek.


dirler, kaynanam dan çektiğim eziyetler yetişmiyormuş gi-
!bi, 'bir de kalkıp da bana böyle şeyler yapm ak günah değil
mi? Odadan çıktım; kederden ne hale geldiğimi tarif ede.
mem. Ben öyle, ne yapacağımı bilmez b ir halde dövünür,
ken karşıki odadan kaynanam :
«Yavrum gelinim! K apının önünden yem iş mi aldın?
Ölm üşlerinin canı için ıbiraz /da bana ta ttır; canım sıkılı,
yor, azıcık çenem oynarsa eğlenirim» dilenciliği ile ard.
sız arasız haykırm ağa başlamaz mı? Aman bu karının bo­
ğazı Nefise Hanımcığın b ir ibret... Mide değil o, süprün.
tü takatukasına benziyor; yemiş buldu mu soymadan yer;
nasıl eritiyor bilmem ki?.. A hoca hanımcığım, sana bir
şey daha soracağım; bizimkinin soyunda dilenci mi var.
dır? K aynanam insandan Ibir şey istiyeceği zaman hep
ölmüşlerinin, geçmişlerinin canı için ister.
Hoca hanım sırıtarak:
— Söz aramızda, kaynananın soyu Eyipte kurban di.
lenciliği ederlermiş... Onlar bizim gibi görmüş geçirmiş
soydan değildir.
Hacı baba, kurban sözünü işitince gözlerini açmağa
uğraşarak:
— Ne dedin? Eyipte kunban mı kesmişler? ZembiHi
alıp gideyim mi?
Nefise hiddetle:
— Aman sen uyu... Geçen hafta yüz dirhem et için
koca zembili parçalattın.
Hacı: , ı
— Ne yapayım? Bir dilenci karısı var, kedi gibi üstü­
m e atılarak: «Senin üstün başın temiz. O kurban payı bi­
zim hakkımızdır» diye beni parçalıyor.
Nfise:
— Sürünesinin zoruna bak. Biz kurban eti alıyorsak,
TESADÜF 25

muhtaçlığımızdan m ı alıyoruz? K urban eti yem ek sevap­


tır da onun için...
Gülsüm, m ahalle m ektebindeki çocuklar gibi iki ta ra ­
fına sallana sallana ağlıyarak:
— Nefise Hanım, sen okumuşsun; akıllısın; söyle, bu
işi kocam m ı yapm ıştır? Yapmışsa niçin yapm ıştır?
— A niçin olacak?.. Senin üstüne evlenmek istemiş­
tir. Bakm ıştır ki bir günahın, (bir kusurun yok. Evin için­
de pervane gibi dönüyorsun. Seni kötülem ek için bunu
yapmıştır... A onlar öyledir. Azıcık aylıkları kabardı mı,
ilk işleri evlenmek düşünme olur; cepleri şıkırdadıkça
eski karıları gözlerine çirkin görünmeğe başlar. En iyisi
benim Hacı değil mi? Tâ kaç sene evveli İzm irdeki hala­
sından yirm i lira miras yediği zam an üstüm e evlenmeğe
kalktiydı...
— Sonra sen nasıl vazgeçirttin?
— Nasıl vazgeçirteceğim? Hemen o p ara ile evi tam ir
ettirdim . O gün bugündür Hacının elinde çok para bulun­
durmam. Birkaç parası olduğunu anlayınca hem en bir
m asraf kapısı açarım... İnanolsun kocan Rıfkı evlenmeyi
kurm uştur da (bu işi yapm ıştır. Ya sen, alık kan! Sıkıntıyı
çektin çektin, kocana para b irik tirttin ; bilmez miyim?
Onun aylığı elli kuruşken eti kasap dükkânlannda kok­
lardınız; ayda m ayısta evinize ancak (birtakım dertli ciğer
girerdi; her sabah im aretten çorba getirir; içine bol tuzu
biberi 'basardınız; o kaynar çorbayı ağzınız burnunuz
haşlana haşlana fodla ile yerdiniz; evce hiç birinizin be.
tinde benzinde kan kalmadı; rahm etli görümcen kanlı
basurdan gitti; neyse siz yaşadınız. H erifin aylığı iki yüz,
üç yüz, dört yüz oldu. Elli daha arttı; hâlâ sofranızdan o
fodla, kâsenizden o çorba kalkmadı. Ne oluyorsunuz?
Kınk paraya âlâ francala gibi ekm ek veriyorlar; aldınn
b ir koyun başı; kaynatm ; söğüşünü yeyin; suyuna da ko.
yuca ıbir çorba yapın, azıcık yüzünüze renk gelsin. Nedir
26 TESADÜF v

o kuru fasulya! İçinde b ir avuç kırm ızı biber; yaz, kış o


adam ı ne yapar kızım? Böyle idare edeceğiz diye yem e­
diniz, içmediniz; herif aldığı aylığı biriktirdi; aldığını bi­
riktirdi; şimdi çkmecesi doldu; elbette evlenmeğe kalkar
zahir. Dört yüz elli kuruş bu! H er ıgün şeker yeseniz b it­
mez; hani, paranızda gözüm olduğu için söylemiyorum.
— Sahi! Hoca hanımcığım sahi! Meğer sen bana dost.
mşsun. Şimdiye kadar bana kimse böyle söylemediydi!..
(Herkesler) ,bana, kocanı idare e t; çek, çevir; bucağınızda
beş on paranız bulunsun dediler. K ül yedik, h am u r dedik;
ekimizi kimseye belli etmedik. Aşçı kadınlar, m uhacirler
arkalarına kadife hırkalar yapındılar; benim sırtım daha
öyle şey görmedi. (Kocasının yazdığı şeyi koynundan çı­
karıp hoca hanım a uzatarak) Al şunu bak, oku; kocam
bana neler yazmış? A talihsiz Gülsüm! dinle, dinle; koca­
nın yazdıklarını kulakcağızmla işit!
Hoca Hanım gözlerini kırpuştıra k ırp ıştıra sernam eyi
süzerek: ,
— Pa pa pa sak... Ay kızım, çıkaramıyorum. Orada
höcrede gözlüğüm var. V er bakayım... (Gözlüğü takarak
her kelimeyi kesik telâffuz ederek) Pasaklı G ül Gülsüm.
Gülsüm vaveylâ ile:
— Ah anacığım, şimdi orada Gülsüm m ü var?
— Evet yavrum! Ah, o senin hain kocan... Huda b ilir
onun yazısı... Ben Rıfkınm yazısını tanim az m iyim hiç?..
(Y azılan gözlüğe yaklaştırarak) İşte Gülsümün vavm a
ıbak. Başı kuş gözü gibi delik... Gülün (g) si de Ramazam
şerif m ahyalarındaki «Safa geldin» in (g) şine benziyor.
Hoca Hanım ın bu müdekkikane izahatını can kulağı
ile dinliyen Gülsüm:
— Oradaki Gülsümün ıgözü sakat mı anacığım? Öy­
leyse o ben değilim.
— S akat değil, delikli vav ile yazılmış... Kocanın ya.
TESADÜF 27

zısı öyledir. Hep yazdığı vavlarm başlarını güve yemiş


gibidir.
— Allah aşkına saklam a Hoca Hanımcığım. Şimdi
oradaki Gülsüm ben miyim?
Nefise Hanım kem ali ciddiyetle:
— İşte sana kefiyle vaviyle ispat ediyorum. Niçin
gizliyeyim? ,
Gülsm m akam la ağlıya ağlıya,: (
— Böyle kocanın yazdığı vavm da gözü kör olsun,
kendinin de... (Eliyle sinesini göstererek) Ah, buram a b ir
ateş yapıştı, a dostlar!..
Hacı baba, dirhen dirhem kestirdiği uykudan yine
gözlerini açarak:
— Acıklı b ir şey m i var? Ne bağrışıyorsunuz?
, O aralık içriye m ırıl m ırıl Sarm an girer. Nefise maşayı
alıp fırlatarak: , ,
— Gidi seni sürünesi m aym un seni!.. Pastırm am ı öyle
takım iyle imamecilere yedirdin de şimdi için rah at etti
mi? Al bakayım....
Gülsüm:
— Anacığım, şimdi Sarm anı bırak. Şunu bana anlat...
— Sarm anı nasıl bırakayım ? Bizim iki günlük nafa.
kamızı götürdü. Onun um urunda mı? K arnı acıkınca gi­
der, bir deliğin başında bekler, işini uydurur. Biz ne ya­
palım? Daha bakkala pastırm anın borcunu vermedik.
Hoca Hanım gönülsüzce yazılara bir göz gezdirerek:
— Kızım Gülsüm, beni şimdi nafile zorlama. Öfkeden
zihnim pek karışık... Ne okuduğum u anlıyabileceğim; ne
de sana anlatabileceğim. B unu şimdi bana bırak ır gider­
sin. Ben zihnimi topladıktan sonra şöyle dikkatli bir sü­
zerim. Kocan ne h altlar yemişse sana yarın, y ah u t öbür
gün ahlatırım . M ümkün değil, şimdi zihnim e bir şey gir­
miyor... ı (
28 TESADÜF

Gülsüm, aldığı v a’de intizardan başka çare olmadığını


görerek çekildi, evine gitti. ,

2 ,
TUHAF BİR DOLANDIRICILIK )
Nefise Hanımın «Hoca» unvanına bakıp da kendini
m uallim elerden zannedenler aldanırlar. H arekeli yazılan
heceliye keçeliye biraz çıkarır. Âşık G arip nev’inden taş
basması hikâyelerin bazıları ezberinde gibidir. Bu* malû­
m at ve m ahfuzatınm yardım ile gazete filân okumağa yel.
•tenir ama, kıraate uğraştığı ibarelerin hem en yüzde dok­
sam benzetme, yakıştırıp da uydurm a sözlerdir. Meselâ
bir gazetede «Karnaval» kelimesini görse derhal (kar) m
önüne b ir (I) ilâve eder, (naval) m (L) sini (R) ye tah ­
vilde hiç beis görmez. Bu kelimeyi «Karı ne var?» su re­
tinde okuyuverir. Bu nâkıs, gülünç, uydurm a okuyuşu ile
büsbütün kara cahil olan komşu kadınlara m alûm atfüruş.
luk eder. M ahallede âdeta allâme geçinir. £5u hocalık sı­
fatı Nefisenin ilminden, fazlından ziyade püfçülüğünden
kinayedir. Baş ağrısına, sızıya, kulunca, ısıtmaya okur.
Püfçülük etm ek istiyenlerin ağızlarına tükürerek icrayı
san’ate icazet verir. Konuya komşuya kurşun döker. Bazı
sevda illetlerine püf eder. Şirinlik muskası verir. F akat
bu cihet biraz gizlidir. Ü creti de kulunç muskası gibi de.
ğildir; pahalıcadır. Biribirine g irift iki müselles çi­
zer, fırıldak gibi bir şekil vücuda gelir. İçerisine L, M,
ve uzun kefler yazar. Şeklin ortasını birtakım rakam larla
doldurur. Kargacıklar, burgacıklar, ve çivi h attın a benzer
b ir şeyler resmeder. Bunun adı «Mührü Süleyman» dır
her şeye iyidir. F akat yarı belden aşağıda olan süflî ma.
razlar için ihtimal edilemez. Yedi k at m uşam baya sanl-
dıktan sonra bu m uskanın takılm a merasimi de tuhaftır:
Deniz kenanna gidilecek; kıbleye karşı durulacak; ağrı.
TESADÜF 29

yan uzvun üzerine muska asılacak; arkaya bakılmadan


geri dönülecek. Yolda b ir bildiğe tesadüf edilip de «nere­
den geliyorsun?» suali vârit olursa «Derya kenarına var.
dım; derdim i suya attım ; muskam ı taktım ; geliyorum.»
cevabı verilecek.
M uhabbet m uskalarının tılsım suretleri bü tü n bütün
başka: Gündüzden Hoca Hanıma okunulacak; o gece yine
nefeslenmiş şekerle hazırlanm ış şerbet içilecek; akşam la
yatsı arasında döşeğe girilecek. Muska baş yastığının al­
tına konularak sağ tarafa yatılacak; âlemi m ânada her ne
görülürse sabahleyin Hoca Hanıma anlatılacak. Hoca ka.
dm bu rüyadan m üşterinin vergisine, servetine nazaran
uzun yahut kısa ahkâm çıkaracak; zavallı safdili yolabil­
diği kadar yolacak...
Nefise böyle baş ağrısına okumadan başlıyarak m u­
habbet m uskaları tertibine kadar san’atinde terakki ve
istidat eseri göstermişti. Lâkin nam ı hayli senedir bulun­
duğu m ahallenin hududunu pek tecavüz edemiyordu. Bir
san’atin erbabı ne kadar çoğalırsa o işten edilecek kâr o
nisbette inkısama uğrıyacağmdan, Nuruosmaniye, Çarşi.
kapiısı gibi işlek m ahallerde birçok püfçü Hacı babaların
türem esi böyle Nefise Hanım nev’inden san’atini evinde
icra eden yerli üfürükçüleri kesada uğratm ıştı.
Zihninde halledilecek fbir müşkülü, kalbinde bir di­
leği bulunanlar, sokaktan, caddeden geçerken, av düşür­
mek için kurulm uş örümcek ağları gibi pencerelerine
tü rlü acip şekillerde «vefk» 1er, «Mührü Süleyman» 1ar
yapıştırılm ış üfürükçü dükkânlarını görerek haydi ora­
lara dalıyorlar; Nefise Hanım gibi hücra m ahalledekileri
aram ak külfetine pek lüzum kalmıyor. H acetleri olanlar
için İstanbul kaldırım larında bakla, iskambil falından tu­
tunuz da, divitleri bellerinde, çekmeceleri önlerinde rem-
m al efendilere kadar falcılığın (her nev’i (hazır. Onluğu ya.
h u t kuruşu toka et; o söylesin sen dinle... Hava tüfekleri
30 TESADÜF

ile bir atışı on paraya olan nişancı dükkânları gibi sözler


hedefe isabet etse de on paraya, etmese de... Asıl m aksat
m üşterilerin ne geçmişinde, ne de geleceğinde. O, onluğun
veya kuruşun başında... Bu em irde falcının, remmalm
baklalara, iskam billere yahut kâğıt üzerine çektiği çizik­
lere bakarak ve kırk dereden su getirerek yum urtladığı
bin mânalı incilere şaşm aktan ziyade lisanımızın en sade
beyan şivesinden haberi olmıyan ıbu Hintli, Mağrıplı herif­
lerin y a n anlaşılır garip cüm leleriyle safdil halkı kandı,
rarak nafaka celbine muvaffak oluşlarına taaccüp etme.
İldir. B unların içinde öyle dil bilmezleri, öyle lisan düş­
künleri var ki, Beyazıtta B akırcıların üsit tarafında otu.
ran, bal rengi yeldirmeli, şakağı lâdenli şişman falcı on­
lara nisfoet zamanın edilbesi gibi kalır.
Zavallı Nefise, kurşun dökmek, korku dam arına, ağrı,
ya sızıya okumakla karm doyuramıyordu. M uhabbet mus.
kalarına gelince, o mahalledeki kızlar, delikanlılar yek.
diğeriyle gönül alıp verm ekte Boca Hanım ın üfürüğüne
muhtaç görünmüyorlardı; hariçten, uzaklardan gelenler
de ender oluyordu. Son zam anlarda Hoca Hanımın mai.
seti o kadar daraldı ki, (Sadberk) S'abbek ismindeki ye.
tişkin kızını bir konağa beslemeliğe vermeğe m ecbur ol­
du. Zevci Hacı bir iş, güç sahibi değildi; karısı kazanır o
yerdi. Ekmek, peynir, pastırm a, sucuk, ne bulurlarsa
onunla iktifa ederek, işte öyle geçinip gidiyorlar,dı. F akat
Boca Hanımın eline şaşkın b ir av düşerse biçareyi o ka.
dar insafsızca yolardı ki, kıpkızıl kalmayınca bırakmaz,
dı. «Dostluk kantarla, alışveriş miskalle» darbım eseli Ne.
fise Hanım ın hareket düsturu edindiği hakim ane sözler,
den olduğu için Gülsümün gösterdiği hikâyeyi besbedava
okuyuverm edi. «Bu bende kalsın da iyice süzeyim, ne oldu­
ğunu sonra sana haber veririm» demesi, onu intifa vesi­
lesi etmek için vakit kazanm ak m aksadına mebni idi.
TESADÜF 31

Yoksa bir gece değil, k ırk gece süzse doğru meal istihraç
edebilmesi im kân haricindeydi.
O gece Hoca Hanım, o bırakılan şeyi ne süzdü; ne de
eledi; hattâ eline bile almadı. Çünkü o harekesiz satırları
okuyamayacağını biliyordu. F ak at Gülsümü kandırm ak
için tertibi lâzım gelen şeytanlığın kubbesini hazırladı.
O geceyi üzüntüler içinde geçiren Gülsüm, keyfiyeti an.
lam ak için sabahleyin erkenden Nefise Hanım ın evine
kendini dar atarak sordu:
— Hoca Hanımcığım, m eraktan çatlıyorum. O masalı
bizimki mi yazmış? O Gülsüm ¡ben miyim? Karısını ne
diye kötülemiş. Çabuk söyle...
— (Müteessirane) Zavallı Gülsüm, sana dün söyle,
medim mi? Masalı kocan Rıfkı Efendi yazmış. Ben söyle,
diğimde yanılır mıyım hiç?.. Dediğim noktası noktasına
geldi çıktı. Evet, kocan yazmış; bunun böyle olduğuna
beş parmağımı basarım. F akat kızım, sen şimdi işi mey.
dana vurm a; gizli tuit; kocanın niyeti bozuk. O evlenmek
üzere... Sözü kesmiş, işi pişirmiş; içim sana acıdı. Düşün,
düm, taşındım. Şu Gülsüme b ir analık edeyim, ¡dedim. İyi
saatte olsunlaı, onlarla görüştüm.
Gülsüm, Hoca Hanımın iki eline sarılıp şapır şapır
öperek:
— Görüştün mü anacığım? Ne diyorlar? İyi saatte
olsunlar; onlar da Gülsüme acıyorlar mı?
— Acıyorlar, acıyorlar.
— Hay öm ürlerine bereket. Eksik olmasınlar... Lâkin
Hoca Hanımcığım, kocam nerede evleniyor? Kimi alıyor?
— Dur; her şeyin yolu, erkânı var; sırasiyle hepsini
anlarsın. Acele etme.
— (Ağliyarak) Benim ne kabahatim varmış?.. Kocam
üstüm e niçin evleniyormuş?
— Senin hiç b ir kabahatin yok. Kocan para biriktir,
miş, çekmecesini doldurmuş. Onun için evleniyor. İnsanın
32 TESADÜF

parası bol olunca bir kürkü varken bir daiha almaz mı?
İşte bu da öyle.
— Parası pek çok muymuş? Ne kdar biriktirm iş?
— Tamam yüz seksen beş mecidiye...
— Hay gözünün bebeği sönüp de sürünesi herif!.. Ge.
çen günü b ir mecidiye ver de ayağıma b ir terlik, oğlana
da bir hırkalık alayım diye o kadar yalvardım . Param yok
dedi; seksen yemin etti. (Ayağını kaldırıp y ırtık terliği,
ni göstererek) Bak, evde bu, taşlıkta bu, komşuda, yaban,
lık, gündelik hep bu terlik. Bana yazık değil mi? Taba,
nım dan soğuk işliyor, sancılara uğruyorum...
— Kızım, sende kabahat. Al paraları da güzel güzel
giyin kuşan...
— Vermiyor, nasıl alayım ayol?..
— Nasıl vermiyor? Sen istemenin yolunu bilmiyor,
sun. Kendini naza çek; dirhem dirhem sat; akça pakça
genç kadınsın; yüzünü gözünü biraz derle topla; sözlerini
yapm am ak için birer bahane bul; herifi üz; yalvart. Bak
o zaman sana avuç avuç mecidiye vermeğe nasıl m ecbur
olur?..
— Bu dediklerin geçti Hoca Hanım. Evveli gerekti.
Biz herifle işte bildiğin gibi alıştık. Bundan sonra nazla­
nırsam dinler mi?
— Öyleyse kabahatini bil de, kocam üstüm e evleni.
yor diye hiç yırtılm a, çırpınma...
— Bu yüz seksen beş mecidiyeyi nereye saklamış?
— Evvelâ Bedestene götürmüş. Sonra düğün m asrafı
etmek için oradan almış.
— Ay, evleniyor mu? Düğüne başlanm ış mı?
— A., alık karı; demindenberi sana söylediğim lâkır.
dıları nerene dinliyorsun? Sözü kesmiş, işi bitirm iş diye
bar bar bağırıyorum....
Gülsüm acıklı feryatlarla Hoca Hanım ın ayaklarına
kapanarak:
TESADÜF 33

— Nefiseciğim, ne olursa senden olur!.. İyi saatte ol.


şunlara bu düğünü bozdurtamaz mısın?
— A kız, benim de uğraştığım niçin ya?.. Bozdurma,
ğa uğraşıyorum...
— Aman kulun, halayığın olayım Nefise... V akit ge.
çirmeden hemen işe başla...
— M ümkün olsa bu gece bozdururum...
— M ümkün olsa ne demek? M ümkün değil mi?
— Vakt - ü - halinizi biliyorum kızım; ben senden
kendim için on para almam. Neye alayım? Böyle sevaplı
b ir iş için kırk yıllık komşumdan ücret mi alacağım? Fa.
kat yavrum, ufak tefek nezirler var; onlar verilmeyince
işe başlanılmaz. :
— Onlar neyse söyle. Ne yapıp yapar, bulur buluştu­
ru r veririm . Ben herifi çok severim; üstüm e evlenirse
sonra aşkından çldırırim . ,Söyle, söyle ne kadar para lâ­
zım? Bu ufak tefek nezirler (on on beş kuruşla olmaz mı?
— A!.. On on beş kuruşla olsa ağzımı açıp da sana
para lâkırdısı bile etmem...
— Canım, ne kadar gider?
— Ufak tefek dediğime bakma, çokça gider kızım.
«Davet» yapacağım. Seninkinin gömleğini tütsüye koya­
cağım... ,
— Bunlar, çok m u yerler, içerler?
— (Münfeilâne) Kız sus, onları insanlara benzetme...
îy i saatte olsunlara en âdi bir davet beş altı liradan aşa.
ğıya olmaz...
— A Hoca Hanımcığım, kendimi satsam o kadar para
bulamam. Kaç kişi davet edeceksin? Sofrayı nereye ku ra­
caksın? Biz oğlanı m ektebe -başlattığımız günü iki yüz
kuruşla bütün mahalleliyi doyurduk. Senin perilerin ne
kadar boğazlarına düşkünmüşler...
— (Hiddetle) Kız sus, öyle bilir bilmez söylenme...
Başımı derde mi uğratacaksın? Bu akçanın içinden kendi.
3i TESADÜF

m e on para alacaksam on türlü yara çıkarayım. A!.. İyilik


yüzünden bazan insan maraza uğrarmış. İşte bu iş de
öyle... Kocan evlenecekse benim neme lâzım? Varsın ev­
lensin. Allah dirlik düzenlik versin...
— Ayaklarını öpeyim Hoca Hanım, öyle söyleme. He.
rif evlenirse benim halim ne olur? Bunca seneden sonra
sıcak aşıma soğuk su m u katılsın? Cahilliğime ver. Ayıp
değil ya, bilmiyorum; ondan bundan bazan perileri davet
lâkırdısını işitiyorum ama, kaç kişi gelirler? Ne yerler?
Sevdikleri yem ekler hangileridir? B unlara nasıl sofra ku.
rulur? Bilmiyorum.
— İşi öyle pek derin karıştırma... Onları davet için
tütsü yakm ak lâzım-. Amber yakacağım; am berin dirhem i
kaça oludğunu, bir davette ne kadar yakıldığım bilir mi­
sin?..
— Ne bileyim?
— En aşağıdan dört yüz kuruşluk am ber gider. Bana
inanmazsan git; kendin al...
— A, niçin inanmıyacağım Hoca Hanım!..
— Öyleyse evvelâ sen şu dört yüz kuruşun yolunu
bul. Öte tarafını da ondan sonra düşünelim...
— Benim için, fıkaradır, dört yüz kuruşluk am ber
yakamaz, desen olmaz mi?
— Onlara böyle şey söylenir mi ayol... Aman çılgın
karı, git başımdan. Başka b ir hoca bul da derdini ona an­
lat...
Gülsüm ye’sinden iki avuciyle yüzünü kapıyarak
oturduğu yerde sallana sallana:
— Ah, ¡ben dört yüz kuruşu nerede bulayım ?
— Hiç satılacak b ir şeyin yok mu?
— Var... Ufak tef eğim v ar ama, evden anam, kayna­
nam, kocam duyarlarsa bana ne derler?
— Mal senin değil mi? O nlar ne karışır? Hem ne var
ne yok anlam ak için her gün gelip de senin sandığım se­
TESADÜF 35

petini karıştıracak değiller ya? Satarsın da onlara haber


vermeyiverirsin... Kolay satılacak nen var, söyle baka,
yım?..
— İki tane gümüş bileziğim var. Vaktiyle beş meci­
diyeye almıştık...
— A kız, onlar ne tutacak? Haydi bugün tutsun tu t­
sun da üç mecidiye tutsun... Dört yüz olmak için altm ışın
üzerine daha çok para eklemek lâzım!.. Şöyle b ir iyice
düşün bakayım... P ara eder daha nen var?
— (Derin derin düşünerek) Bilmem?.. İki tane akik
yüzüğüm var...
— Mal diye haber verdiği şeylere bak! Onlar ne ede.
cek?.. O kırkar paralık yüzükleri geç... Şöyle sandığını,
dolabını, kocanın çekmecesini gözünün önüne getir de bir
etraflıca düşün bakayım... Öyle akik yüzükle, bilezikle iş
bitmez...
Gülsüm düşünür düşünür... B irdenbire bahada ağır
bir m al keşfettiğini imâ eyler b ir tavırla Hoca Hanım ın
boynuna sarılarak:
— Var, var!.. Daha var...
— Ne var?..
— Gümüşlü kem erim var!..
— Kaça almıştınız?
— Bilmem, kızlığımda onu bana babam almıştı.
— Epey ağırca mı?
— Ağırca... Kullandığım zam an belim ağınr...
— Haydi beş mecidiye de onu sayalım...
— A!.. Ziyade eder Hoca Hanımcığım...
— Canım nem e lâzım! Ziyade ederse fazlası senin...
Daha daha düşün...
Biçare Gülsüm yutkuna yutkuna düşünür. F akat boy.
le aceleyle yükte hafif pahada ağır başka b ir şey bula­
maz... Hoca Hanım, düşünmekte G ülsüm ü pek yalnız bı­
rakmaz. Birdenbire sorar: ?
36 TESADÜF

— Kız hani senin kum ru göğsü, yanar döner canfes­


ten paçalığın vardı; ne oldu o?
— Duru,yor...
— O nu da satsak olmaz mı?
— A, paçalığım ayol... Düğünümün yadigârı... Onu
kıyam adan nasıl satayım?..
— H ay alık hay... Kocan üstüne evlendikten sonra p
esvaıbı giyip de kim in karşısında salınacaksın?..
— A, öyle ya! Bak aklım v ar mı? Kocamı elimden
kaçırmıyayım da bana paçalık da o, kem er de o, para da
o, değil mi?
— Paçalığın acaba ne eder?
— Bilmem...
— Vaktiyle kaça çıktıydı?
— İyi aklımda kalmadı ama, galiba iki yüz elliye, üç
yüze doğru olacak...
— Eski biçim, tek etekli değil mi? Kaç senedir san­
dıkta dura dura buruşmuş, sandık lekesi de olm uştur.
Zenneciler şimdi ona çok para vermezler. Haydi onu da
yüz kuruş tutalım...
Gülsüm, dalgın dalgın: j ‘
— Hepsini hesapla bakalım, ne tutuyor? D ört yüzü,
dolduruyor m u? ! j
— Altmış kuruş bilezikler, beş mecidiye kem er, beş
de paçalık; hepsi iki yüz altmış kuruş tutuyor. Dört, beş
yüz olmiya hayli para lâzım... Daha düşün kızım, düşün.
Kocan elden gitmeden iyice düşün. Sonra dövünürsün
ha... Sana yedilik yapm adılar mıydı?
— Yapmadılardl.
— H ay m ürüvvetsiz koca hay!.. Yüz görümlüğün ne
oldu?
— Yüz görümlüğüm küçük b ir gül yüzüktü. Bizimki
paraca sıkıntıda kaldı; onu birkaç defa rehine koydu, çı­
kardı. Nihayet sattı...
TESADÜF 37

— O senin hakkın, niçin sattırdın? Gül yüzüğün du.


raydı, şimdi ne kadar işimize yarardı? Hayırsız kocan,
sende ıbir şey bırakm am ış ki... Şöyle elini şakağına koy
da adamakıllı b ir düşün bakayım... Sandığında, çekm ecen­
de, kıyında bucağında daha nelerin var? Kocan elden gi­
derse sonra kırk yıl düşünsen, dövünsen akça etmez...
Gülsüm hakikaten elini şakağına kor, sandığını sepe­
tin i gözü önünden birer b irer geçirerek düşünür. Niha­
y et gözleri parıldıyarak:
— Buldum. Buldum ama benim değil, annemin...
— A, annenin olsun... Ne zararı var? Ana kız arasında
teklif mi olur?.. Nedir o? Küpe mi, saat mi?
— Ne küpe, ne saat... Doğrudan doğruya para...
— Kız, paranız varm ış da dem indenberi niçin söyle­
miyorsun? Beni üzüyorsun!..
— Benim değil, Hoca Hanımcığım; annemin... Baka­
lım verir mi?
— Niçin vermesin? P ara bulunur ama, kızma bir aa-
ka Rıfkı gibi koca bulunmaz. Kaç kuruş? Çabuk söyle...
— Tamam dokuz mecidiye... Üç senede biriktirdi; ıbir
beze bağladı; iki düğüm yaptı; sonra o çıkını bir keseye
koydu; o kesenin ağzını da düğümledi; tek rar keseyi de
başka bir beze koydu; üzerine üç dört düğüm vurdu; san­
dığın dibine attı. Ölümlük dirim lik diye saklıyor. İki üç
mecidiyesini ver diye kaç kere yalvardım ; mümkün de.
ğil vermiyor; hastalık sağlık bizim içindir; hasta olunca
hekim, hoca parası edecek ekimizde bir mecidiye bulun,
muıyor, diyor...
— A, işte iyi ya! Bu da hoca parası kızım... Zevkimize
safamıza harcetmiyeceğiz. Eyüfbe giderek türbe bahçesinde
kuzu yeyip salıncak sallanmıyacağız ya?.. İki yüz altmış
kuruş, dokuz mecidiye daha, dur bakalım ne etti? İki yüz
altmışın üzerine dokuzun beş mecidiyesini koyduğumuz
gibi üç yüz altmış eder. Geriye ne kalır? Dokuzdan beş ek­
38 TESADÜF

silince (parmaklariyle sayarak) dokuzdan bir çıktı, sekiz


kaldı. ¡Sekizden de ibir çıktı. Yedi kaldı. Yediden de bir
çıktı; altı kaldı; altıdan ıbir çıktı; beş kaldı. Beşten b ir
çıktı. D ört kaldı. Tamam dört mecidiye kalır. Beş mecidi.
yemiz yüz eder. Yüzden tam am on, yirm i kuruş eksilirse
seksen kalır...
Hoca Hanım, /bir hayli uğraşarak, o tadat edilen eşya
satılır, Gülsümün annesinin sandığı dibinde dokuz düğüm
altında, fakir bir ailenin uğrıyabileceği bütün kaza belâ­
lara karşılık olarak üç senedir uyum akta olan o dokuz
mecidiyenin de münasip b ir su rette aşırılm asına m uvaf­
fakiyet hâsıl olursa mecmu paraların m iktarı dört yüz
kuruşa baliğ olacağını on parm ağı ile belki on defa he.
saplıyarak m eydana koydu. «Dört yüz kırk kuruş» Hoca
Hanım bu yekûnu üç dört defa tek rar etti. Azlığını imâ
ederek dudaklarım büke büke:
— Yetişmez ki...
G ülsüm ye’sinden kıpkırm ızı kızararak;
— Niçin yetişm iyor Nefise Hanım? D ört yüz kırk ku­
ruş az para mı?
— Gözlerini aça aça dört yüz k ırk kuruş deme öyle!
Kızım, cahilsin, akim ermiyor. İyi saatte olsunlardan mal
sakınüır mı? Gücenirlerse sonra yirmi lira da sarf etsen
davetine gelmezler...
Gülsüm ağlıyarak:
— Ben onlardan sakındığım İçin söylemiyorum. AL
lah gönlümü biliyor ya!.. F akat yok anacığım, yok... Yok
da onun için... Sen annemin dokuz mecidiyesini de hesa­
ba katıyorsun. Bakalım kendisi verm eğe razı olur mu?
— Sen anana şimdi hiç b ir şey söylemezsin; sandığa
bir anahtar filân uydurursun. P arayı oradan alırsın. Za.
ten üç senedir sandık dibinde öyle kapalı duruyormuş.
A nana b ir lüzumu olmamış; o p ara ile kocanı kurtarırız.
Sonra anan duyarsa duysun, ne diyecek? Rıfkıyı elden
TESADÜF 39

kaçırmamış olduğu için paranın gittiğine yerinmez, val­


lahi sevinir. Bize bir de Allah razı olsun der... F akat iş
orada değil... Bu para elvermez. Benim satacak bir şeyim
olsa komşu hatırı bu; ne olur? G ötürür satar, işini îbitiri.
veririm... Yok ki... A, iyi aklıma geldi. A nanın şalı! Kız,
anan:n şalı!.. Hani beline bağlardı, o eski şal., ne oldu?
— (İçini çekerek) Onu çoktan sattık Hoca Hanım...
— Vah, vah... Canım, böyle günlerinizi niçin düşün­
mediniz?..
— Hoca Hanım, siz bir daha hesaplayınız bakalım.
— A karı, dört yüz kırk kuruşun dönedöne nesini he-
saplıyayım? He mbakalım o kemerlere, bileziklere, entari­
lere bizim burada tahmin ettiğimiz fiyatları çarşıda vere­
cekler m i? Bakalım evdeki pazar çarşıya uyacak mı?
— A yaklarını öpeyim anacığım. O fiyatları verilmiş
gibi farzet de bu davet için daha ne lâzım, onu hesapla...
— Ben dört yüz kuruşluktan aşağı tütsü yakamam...
Çünkü gücenirler. Sonra gelmeyi verir ler. O birkaç ku­
ruşun da hefoâ olmuş olur. Bak ben sana her şeyin doğru­
sunu söylüyorum.
— (Boğulur gibi bir teessürle) Peki, dört yüz kuruş­
luk tütsü yakacaksın... Ondan sonra ne lâzım?..
— Yedi okka şeker...
— Tatlı mı yapacaksın? Yedi okka şeker çok değil
mi? Sokaktan hazır ekmek kadayıfı, baklava alsak olmaz
mı?
— Hayır, ta tlı yapacak değilim. Şerbetlik kırm ızı şe­
ker alacağım. Şerbet yapacağım. Bahçedeki büyük incir
ağacının altına dökeceğim.
— Haydi b ir mecidiyelik şeker diyelim... Daha ne lâ­
zım?..
— Bensiz düz siyah b ir horozla iki tavuk...
— Bir horozla iki tavuğu kaça verirler?
40 TESADÜF

— Bensizler pahalıdır. Tavukçu onları mahsus ayırır.


Onar kuruştan aşağıya ;alamayız.
— Yirmi kuruş şeker, onar da tavuklar, ne etti?
— (Parm ağı ile hesaplıyarak) Elli..
— Ah, yüreğim (hazal) yaprağı gibi titriyor. Daha
ne lâzım?..
— Yedi dolaptan yedi çekirdek fare tersi toplıyacak.
sın; yedi komşunun havanında döveceksin. Yedi çeşme­
den yedişer damla su alacak, o siyah tozu yuğuracaksm...
Gülsüm sevinerek:
— Oh, bu bedava... Öyle ya fare tersi de p ara ile ol.
maz ya?.. i
— Kız dur, acele etme... Bu ham ur, yedi fırında pişe,
cek... i ,
— Fırıncılar koca tepsi iböreği altmış paraya pişiri.
yorlar... (Eliyle göstererek) Bu( şu kadarcık fare tersi...
On paraya pişirirler. Ey, sonra?.. i
— Sonra bu ham ur yedi terazide tartılarak yedi bö­
lüğe ayrılacak... Her bölüğü ¡bir çeyrek mecidiye ile bir
arada ufak çıkınlara bağlanacak. Sabahleyin gün doğma,
dan yedi köşe başına bırakılacak...
— Çeyrek koymasak da kırkar para koysak olmaz
mı? i ■ ;
— Olmaz. En fıkaracası çeyrektir. Mecidiye koysan
olur... Lira daha âlâ uyar... F akat çeyrek mecidiyeden
aşağısı olamaz...
Gülsüm meyusane:
— Bu fare tersi işin içine karıştırılm asa da olur zan­
nederim... İyi saatte olsunlar öyle şeyi ne yapacaklar? O
sokaklardan sabahleyin en erken geçenler bu çıkınları
toplarlar. O (mundar) şeyleri atarlar, çeyrekleri safayı
hatırla harcederler...
— Bende kabahat ki sana her şeyi böyle bir bir söy.
Lüyorum. O fare terslerinin hassasını sen sonra görürsün;
TESADÜF 41

onlar kocanın alacağı öteki karıyı, yani sana ortak ola­


cak kadını çirkin göstermek içindir.
— Çıkınlara beraber sarılan çeyrekler ne içindir?
— Elinin körü içindir... Nezirsiz iş olur mu kız?
— Dört yüz kuruşluk tütsü... Yirmi kuruşluk şerbet...
Otuz kuruşluk horoz tavuk, şerbeti güle güle içsinler, ta.
vukları afiyetle yesinler. Bunlara o kadar kızmıyorum.
Lâkin o fare tersi ile 'bir araya bağlanan çeyreklere doğ­
rusu esmam yanıyor.
— Haydi kızım, haydi işine... Böyle ileri geri sözlerle
kendini de beni de iyi saatte olsunlarm hışm ına uğrata.
çaksın...
— Ne yapayım anacığım? Tütsüden tu t da tâ tavuk­
lara kadar hesap uyuyor. İlle bu fare terslerine para kal.
mıyor... Şimdi bunun için işimiz bozulacak. Kocam evle,
nece.k mi? (Baş parm ağının tırnağım dişine takıp çıtlata­
rak) işte artık bir param yok. Ne satacak var, ne alacak
var...
Bir müddet sükûtla geçer. Yekdiğerinin yüzüne derin
derin bakışm aktalar iken Hoca Hanım bir kahkaha kopa­
rarak:
— A postal, niçin yok!.. Hani oğlanın nazar takımı?
«Maşallah» lı altını?..
Hoca Hanımın bu son keşfi üzerine hiddetten Gülsü.
m ün yüzü gelincik gibi ateşîn bir renge girer. Deminden
beri .zihnini işgal edip de sakladığı, vücudunu bildirm ek
istemediği nazar takım ının Nefise tarafından iböyle keş.
fediliverdiğine çok kızar ama, iyi saatte olsunlardan mal
saklanılıyor mu? Onlardan gizlemek kabil olsa bile Hoca
Hanımın haris nazarından kurtarm ak m üm kün oluyor
mu?.. Karı eliyle koymuş gibi Gülsümün sandıklarındaki
eşyayı biliyor. Gûya Rıfkı Efendi ailesinin iflâs defterini
tanzim ediyormuş gibi h e r malın asıl fiyatını sonu
42 TESADÜF

yor, sonra yüzde k ırk elli tenzilâtla satış pazarına çıkarı­


yor...
Bin mücadele, bin hesapla davet masarifi, satılacak
eşya tutarı ile tekabül ettirilir. A rtık keyfiyet bu sayılan
şeylerin b ir bohçaya konularak evden çıkarılmasına, bir
de on düğüm altındaki dokuz mecidiyenin sandıktan aşı­
rılm asına kalır... Hoca Nefise Hanım ın kavlince o para
şimdilik gizlice alınacak, güveysinin evlenmekten kurta.
rılm asm a sarfedildiği için sonra bu sirkate Gülsümün
anası, «Allah razı olsun, iyi ettiniz de parayı sandıktan
aldınız, Rıfkıyı kurtardınız» diyecek!
Hoca Hanım işi bir kere bu neticeye getirdikten son.
ra hem en işi aceleye getirerek der ki:
— Haydi kzım Gülsüm, eve koş; bileziklerini, kem e,
rini, oğlanın nazar takım ını bir çıkına koy; paçalığınla
beraber hepsini bir bohçaya sıkıca bağla; dokuz mecidi­
yeyi de kimseye sezdirmeden al; gel. B uradan çıkalım;
beraber Çarşıya gidelim; satılacak şeyleri satalım ; alına­
cakları alalım; hatırına b ir şey gelmesin. Ne aldığımızı,
ne verdiğimizi hep gözlerinle gör; iböyle işde v akit geçir­
meğe gelmez. Bugün akşamdan seni tütsüliyeyim ; okun,
muş şeker vereyim; onu şerbet yap; yatarken İÇ- Daha
söyliyeceğim şeyleri tarifim gibi yerine getir. Bu gece
mümkünse kocanla bir odada yatma; ayrı b ir yere çekil.
Gece rüyanda kocanı, ortağın olacak karıyı, düğün yapı,
lacak evi, el’ane (an’ane) siyle hep görürsün. O eşyaları
sattığımıza, parayı sandıktan aldığımıza ne kadar isabet
ettiğimizi o zaman anlar, elimi ayağımı şapır şapır öyer.
sin. Ben de bu gece daveti yaparım... D üğünün önünü alı­
rız. H attâ düğün kurulm uş olsa bile kocana güvey girm ek
nasip olmaz. F akat yavrum , kocana, anana, kaynanana
hiç bir şey sezdirmeğe gelmez. Sakın ha; sonra çarpılır,,
kuyu çıkrığına döneriz.
TESADÜF 43

— (Taaccüple) Kocam evleneceğini masalda haber


veriyor da biz sanki niçin saklıyalım?
— O evleneceğini pek üstü kapalı h ab er veriyor; onu
yalnız ben anlıyabilirim. Bana tü rlü şey sorup durm a öy­
le; bu gece rüyanda hepsini göreceksin...
— Kocamı elden çıkarm am ak için, h er şeyi anlam ak
istiyorum.
— Sen işi bana havale et. Pek öyle ince eleyip sık do.
kuma... ,
— Pekâlâ, bildiğin gibi olsun.
Bu karar üzerine Gülsüm evine gider; paçalığını, bi.
¡eziklerini, kemerini, oğlunun nazar takım ını bir bohça,
ya kor.
Kaynanası zaten kötürüm , yerinden kalkıp da evin
içinde olanı biteni göremez; oğlu Vefa m ektepte bulunur.
Kendi annesini de:
— K ötürüm ü ben beklerim. Haydi anacığım, komşu
Sabire Hanıma git de iki çift lâkırdı edersin, için açılır...
Diye evden savar. Annesi, sandığının anahtarını ne.
reye sakladığını Gülsüm bildiğinden, gider orta kattaki
odada kerevetle ot m inderin arasında duran anahtarı alır;
sandığı açar; çıkım çıkarır; koynuna kor; kaynanasının:
— Oğlanın yemişinden biraz k u ru üzümle leblebi
varsa kuzum Gülsüm getir...
Diye haykırm asına hiç kulak vermeden sokağa çıkar.
Soluğu Nefise Hanımın evinde alır. Bir gün evvel kalçam
incindi, aşığım çıktı diye b ar b ar bağıran karıyı çarşaflan,
mış, m üheyya bulur.
Sokağa çıkarlar; doğru Çarşıya, m ezat yerine gider­
ler. Bohçadaki eşyayı beş aşağı üç yukarı satarlar. Hâsıl
olan esmana m âhut dokuz mecidiyeyi de ilâve ederler.
Hoca Hanım, Gülsümün gözü önünde tam am dört yüz
kuruşluk ak am ber alır. Gülsüm öyle ufak tefek kırıntı,
lara bu kadar para verildiğine h ay ret eder. Horozu, ta.
44 TESADÜF

vUıkları, şekeri o günü hep alırlar. Ertesi günü Hoca Ha­


nımın amberciye giderek bir mecidiyesini herife terketm ek
üzere üç yüz seksen kuruşu geri aldığından Gülsümün
haberi olmadığı cihetle m ahir b ir göz bağlayıcı gibi böy.
le her şeyi gözü önünde alan Nefise H anım ın hüsnüniye.
tinden, m uavenetinin doğruluğudan artık hiç şüphe etmez.
Nefise Hanım o akşam Gülsümü okur; üfler; şerbet,
lik şeker, başı altına konacak bir m uska verir. Daha bir
takım acaip nasihatlerle, uykuya yatırır... E rtesi günü
Gülsüm, Nefisenin evine koşar. Hoca kadın som urtkan
bir suratla sorar:
— Kızım, bu gece rüyanda ne gördün?
— Birtakım minasebetsiz, sıkıntılı şeyler...
— Gördüklerini tarif edemez misin?
— Korkuyorum...
— Niçin?..
— Çünkü bizimki, kemerimi, paçalığımı, bileziklerimi,
çocuğun nazar takım ını sattığımı, annem in sandığından
para çaldığımı haber almış!..
Hoca Hanım büyük bir telâşla:
— Kız sahiden mi haber almış?
— H ayır rüyada...
— Öyle söylesene ya!.. Sonra?..
— Sanki hep bunları duymuş.. Bir sopa yakalamış,
üstüme yürüyor. Ben kaçayım derken haydi ayağım kayı-
veriyor; m erdivenden taşlığa kadar yuvarlanıyorum...
A rkam dan hemen yetişiyor. Basıyor sopayı... Ben dayak
yerken kaynanam o kadar hoşlanıyor, o kadar gülüyor ki
tekm il üstünü başını, pöstekisini kirletiyor...
— Sonra ne oluyor?..
— Kocamdan yediğim dayaktan sonra kalkıyorum,
kaynanam ın üstünü başını soyuyorum... Sıkıntı içinde ka.
lıyorum. Derken annem:
— Utanmaz kahpe, sen benim sandığımdan param ı
TESADÜF 45

çalmışsın. İlâhi analık hakkım, emzirdiğim süt helâl ol.


masın... '
Feryadiyle üstüm e hücum ediyor. N ereye kaçacağımı
şaşırıyorum. Başı açık sokağa fırlarken oğlum Vefa etek,
lerim e sarılarak «anne, ben nazar takım ım ı isterim» diye
avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor... B u haller arasında
bir de uyanıyorum ki kan terlere batmışım.
Hoca Hanım çatkın b ir çehreyle:
— Sen kızım, içine şüphe getirmişsin; ötekiler b u ge.
ce beni de biraz hırpaladılar. Gülsüm gibi, özü doğru ol.
miyan bir kadının işine bizi niçin karıştırıyorsun? tekdi­
rinde bulundular...
— Şüphelenip de ne yaptım anacığım? Paçalığımı
verdim, kemerimi, bileziklerimi...
Nefise Hanım, Gülsümün sözünü keserek:
— Kız sus... Paçalığım, kem erim diye öyle sayıp dök.
me; onların gücüne gidiyor.
Dolandırılan eşyayı kale aldıkça tü rlü tekdirlere uğ.
n y a n zavallı Gülsüm, kocasının evlenmesine dair k at’î
m alûm at almak için bir hafta kadar Hoca Nefise Hanımın
evine gider, gelir. H er gün b ir başka suretle iğfal edilir;
her akşam rüyaya yatırılır. Ne yazık ki âlemi mânadaki
gördüklerinden, sadra şifa verecek b ir doğru haber zuhur
etmez; safdil Gülsüm, Nefiseye şöyle yalvarır:
— Hoca Hanımcığım, işte rüyam da doğru b ir şey gö.
remiyorum, bari sen gördüğünü, bildiğini söyle; m erak,
ta n kurtulayım .
Nefise kaşlarını çatarak:
— Bana izin yok. İlle sen kendin göreceksin. İçine
şüphe getirme. Özünü doğrult, görürsün.
Bir m üddet de öyle geçer. Nihayet Gülsüm b ir sabah
çırpm a çırpm a gelerek der ki:
— Gördüm Hoca Hanımcığım, bu gece gördüm. Ko.
cam evleniyor. Y erebatan taraflarında b ir eve güvey gir.
46 TESADÜF

meğe hazırlanıyor. Ağlıya ağlıya uyandım. H attâ bizimki


o hain herif, Gülsüm, ne oluyorsun? diye sordu; dayana,
mayıp hepsini söyliyecektim. F akat senin tem bihin akli­
m a geldi. İyi saatte olsunları gücendirmemek için bir şey
söylemedim; sancım tuttu, dedim.
— Söylemediğine iyi etmişsin kızım... Sonra işin bo.
zulurdu. Evet, bana da öyle ayan oldu...
— Sana da öyle ayan olduysa artık vakit geçirmeğe
gelmez; nasıl bozulacaksa şu düğünü bozalım...
— Yok... Bu iş öyle aceleye gelmez. Senin, benim de.
diğimiz olmıyacak; onların dediği olacak.
Hoca Hanım o mevhum evlenmeyi, düğünü daima
müphem bir şekilde bırakarak işin tam am iyle tezahürü
iki yüz kuruşun sarfına vabeste olduğunu, kalbine hiç
şüphe getirm eden bu paranın da tedariki lâzım geldiğini
GüLsüme anlatır; evinden yine öteberi çaldırır, sattırır,
îliklerini emercesine zavallı kadm ı iki yüz kuruş daha
vurur... Bu son vurgundan sonra Nefisenin verdiği acaip
haber şu olur: i
— Y erebatanda mı? Çukurbostanda m ı? Çukurha-
mamda mı? Yoksa Çukurçeşmede mi?.. İşte böyle çukur
bir'm ahallede kocan bu hafta evleniyor...
— İyi saatte olsunlar bu düğünü bozmiyacaklar mi?
— Bozacaklar, fakat acele etme... İşi bana bırak...
Gülsüm evine gider. A rtık kocasının he^ haline, tav.
rina, sözüne dikkat eder Filhakika kocasının evleneceği,
ni işrabeder bazı em arelere tesadüf eyler gibi olur. Ko­
cası ne h arekette bulunsa Gülsüm onu, herifin evlenmek
üzere bulunm asına bir alâm et olarak telâkki eder ve bu
zanlarm ı gitgide müz’iç bir hakikat şekline sokar. Niha­
yet Hoca Hanıma koşarak:
— Nefise, kocam elden gidiyor. D üğünü iyi saatte ol.
şunlara bozdurtacaksan bozdurt... H afta başına üç gün
TESADÜF 47
«
kaldı. Dayanamıyorum. Onlar bozmıyacaklarsa müsaade
etsinler, ben bozdurtacağım...
— Sakın ha!.. Kendi başına işe kalkışma, sonra üstü­
müze uğratırsın...
— Öyleyse sen bozdurtacaksan bozdurt... A rtık vakit
kalmadı...
— A., h er şeyin yolu erkânı var. Hoppadak o lur mu?
İçine misk karıştırıp bolca bir şerbet daha yapm ak lâzım.
En aşağıdan yüz kuruş gider...
Gülsüm dövünerek:
— Yüz kuruş değil ya, artık yüz para bile bulamam.
— A kız, bu kadar para sarfolundu. Yüzdük yüzdük de
kuyruğuna geldik... Şimdi yüz kuruş için bu iş geri mi
kalsın?..
— Bulamam; Hoca Hanım bulamam.. M ümkün de.
ğil... Satacak bir şeyimiz kalmadı. Konudan komşudan
hırsızlık m ı edeyim?
— Neye hırsızlık edeceksin? Koca evde yüz kuruş
edecek artık bir şey kalm adı mı?
— Kalmadı... M utfaktan liğeni, kazanı mı çalayım?
— A nanın saati ne oldu?
— Duruyor... Babamdan bergüzar b ir gümüş saat.
Annem onu hiç yanından ayırmaz. Gündüz koynunda ge­
ce baş yastığının altında durur.
— Bir tasım ına getir, .alıver. Evdir bu... Gelen giden
çok olur. Kimin aldığı belli olmaz ki... Senden şüphelen,
mek kimsenin aklına gelmez...
Uzun mücadelelerden sonra saati aşırm ağa Gülsüm
razı olur. Evine gider. Anasının etrafında dört döner. Bu
sirkati gündüz yapm ağa m uvaffak olamaz. Geceyi bekler.
Gece annesi uykuda iken elini yastığın altına sokar; ta­
mam çalacağı esnada kadın uyanır; yastığının altını niçin
karıştırdığını kızından sorar: «Bizimkinin saati durmuş,
onu düzeltmek için senin saate bakm ağa geldim» cevabını
48 TESADÜF

verir. Gülsüm odadan çıkar, para edecek bir şey bulm ak


maksadiyle m utfağa varm cıya kadar evin her tarafını
dolaşır, fakat bir şey bulamaz. Son meyusiyetle annesinin
odasına bir daha başvurur. Saati çalarken bu defa da ya.
kayı ele verir. Sirkat niyetini belli etm em ek için annesi­
ne .karşı bu hareketini birkaç suretle tevile kalkar. F akat
kadıncağız, kızının tavırlarındaki garabetten, halecandan
şüphelenerek Gülsümü bileğinden yakalar:
— Kız, senin halinde bir tuhaflık var; ne oluyorsun?
Hiç böyle gece yarısı gelip de yastığım ın altını karıştır­
dığın yoktu. Hem bu gece bu ikinci gelişin...
Sualini sorunca Gülsüm şaşalar. Kaç zamandır, der.
dini açmak için b ir sırdaş arayıp da Hoca Hanımın tehdit
belâsı buna mâni ola ola zavallı kadına son derecede bir
dolgunluk gelmiş olduğundan, artık ne sırrını saklamağa,
ne de göz yaşını zapta ta k at geftiremiyerek sel gibi göz
yaşlarını akıta akıta annesinin kucağına atılarak:
— Ah anacığım, anacığım... Kaç zamandır ben ne çe­
kiyorum, başıma gelenleri bilmiyorsun. Bizimki üstüme
evleniyor. îyi saatte olsunlara b u düğünü bozdurtm ak için
bu evden çalıp götürmediğim şey kalmadı.
Diye sızlanarak macerayı evvelinden âhırına kadar
anlatır. Annesi neye uğradığını bilemez. Hemen gidip da.
m adını uyandırarak bir âlâ donatmak ister. F akat Hoca
Hanımın k at’î tembihi, kendi izni olmaksızın b u sırrın
vaktinden evvel açığa vurulm am ası merkezinde olduğunu
m usırrane beyanla kadını bu fikrinden vazgeçirir. Gül­
süm söyler, ağlar. Hikâye tam am üç çıkın içinde düğüm,
lerle tılsımı dokuz mecidiyenin sandıktan çalındığın!
tafsiline gelince annesi de artık göz yaşlarını tutamaz.
Söyleşirler ağlaşırlar. Annesini kendinden ziyade teselli,
ye m uhtaç gören Gülsüm nihayet der ki:
— Anneciğim, artık ne söylemek para eder, ne de ağ­
lamak. İyi saatte olsunlara verdiğimizi verdik. Şimdi iş
TESADÜF 49

yüz kuruşa kaldı. Bu fedakârlığı da edebilecek miyiz?..


Bu uğura saatini de feda ediyor m usun? ,
— Dokuz mecidiyenin üstüne b ir de babandan bergü.
zar kalma kırk yıllık saati veremem. Ben nezirleri hep
iyi saatte olsunlarm isteyişlerine benzetem iyorum. Bu
işin içinde Hoca Nefise Hanım ın da arsızlığı var zanne­
derim.
— Aman anneciğim, içine şüphe getirme, sonra işimiz
bozulur.
— Bu saati de versek, yine bunun üzerine Nefise Ha.
nımın yüz kuruş daha istemiyeceğine emin misin?
— Bilmem...
— İşte bunu anlamalı.
Ertesi gün Gülsüm, Hoca Hanıma gider. Saati getir­
dikten sonra başka m asarif zuhur etm ek ihtim ali olup ol­
madığım sorar. Nefise Hanım b u m uhtem el masarif kapı,
sim bir türlü kapam ak istemiyerek:
— Buna dair kesen kes b ir söz söyliyemem ki...
Cevabını verir. Gülsüm bu haberi gizlice anasına ge.
tirir. Perşembeye, yani vukuu ihbar edilen düğüne de iki
gün kalır. Ana kız o gece hiç uyumazlar. Anası der ki:
— Kızım, aklını başına topla. Kocanın halinde ben
hiç evlenmeğe hazırlık alâmeti görmüyorum. Azıcık sab.
ret. Eğer bu cum artesi gecesi kocan h er zamanki gibi bu.
raya gelirse bu işin sırf yalan olduğu meydana çıkar. Ho­
ca Hanımın hilesi anlaşılır.
Gülsüm dövüne dövüne:
— Ya gelmeyiverirse?.. O zaman bana olur m u olan­
lar?.. Böyle bile bile herifi kendi keyfine bırakalım da
gitsin güvey mi girsin?..
Annesi, kızını sabır ve teenniye davet için çok uğra­
şır. Lâkin başa çıkamaz. Ya o yüz kuruşu bulup buluştu,
rarak Hoca Hanıma götürüp vermek, yahut diğer bir su­
4
50 TESADÜF

reti müessirede düğünün tehirine teşebbüs etm ek huşu,


sunda Gülsüm te r te r tepinir.
Üç senede biriktirdiği dokuz mecidiyenin bir tü rlü
acısını unutam ıyan kadın hiddetle kizna der ki:
— K alk çarşaflan. Önüme düş bakaym. Eğer bu ev­
lenm e oyununun aslı faslı varsa, kimseye on para verme,
den ben düğünü bugün bozarım...
— Nasıl olur anneciğim? Sonra Hoca Hanımı, dolayı,
siyle ötekileri gücendiriveririz.
— Onlar benim dokuz mecidiyemi aldırdıkları vakit
gücenip gücenmiyeceğimi düşündüler mi?
— O nlarla şaka olmaz anneciğim...
— Sen çarşaflan önüme düş. Ben kimse ile şakalaşa.
cak değilim. Dosdoğru bir iş göreceğim...
Bu sefer Gülsüm, annesini ziyade hiddetlendirm ekten
korkar. Nâçar çarşaflanır. Sokağa çıkarlar. Hoca Nefise
H anım ın dernek m ahalli olarak birer karışık surette ha.
b er verdiği çukur mahallelerden dolaşmak üzere Yereba.
tandan başlıyarak Çukurlbostan, Çukurçeşme, Çukurha.
m am m ahallelerini b irer birer gezerler. H er gittikleri m a­
hallenin bekçisini îbularak önlerindeki (perşembe) ye (o
mahallede düğün olup olmadığını sorarlar. Buı dört ma­
halleden yalnız Çukurçeşmenin bekçisi o h afta icra olun­
m ak için hazırlığı görülen yalnız bir düğün olduğunu ha.
b er verir. Zifafhane olacak evi bekçiden sağlık alırlar.
Hoca Hanım ın ıböyle keşfinin sabit olmasına ana kız
h ayrette kalırlar. M eraktan, halecandan G ülsüm ün eli
ayağı titrer. Neyse bin gayretle yürür. Sağlık aldıkları dü­
ğün evine kadar gelirler; kapıyı çalarlar. İçeri girer gir­
mez, daha taşlıkta Gülsüm düşer bayılıverir. Evdekiler
neye uğradıklarnı bilemezler. Düğün tedarikine, dikişine
yardım etmek için konudan komşudan genç, ihtiyar birta.
kim kadınlar oraya gelmiş olduklarından ev kalabalıkça
bulunur. Kimi elinden dikişini, kimi biçkisini, kimi na.
TESADÜF 51
kışını, kimi ütüsünü bırakarak taşlıkta bayılan bu ya­
bancı kadının başm a üşüşürler. H er taraftan sualler ya­
ğar. Gülsümün anası bar bar bağırarak:
— Ne olacak hanımlar?.. G aliba haftaya düğününüz
var?.. F akat niçin İyice araştırıp sormazsınız?.. Size da­
m at olacak herif evli... (Eliyle Gülsümü göstererek) İşte
karısı... Bir de n u r topu gibi oğlan var. Onu da evde bı­
raktık...
O rta yaşlı, oyalı yemenili b ir hanım:
—- Bu düğün için ayın son çarşam basında söz kesildi.
B ir gün geriye bırakın, bu işde b ir uğursuzluk olacak, de.
dim; kim selere söz anlatamadım...
Şişmanca bir hanım m erdivenin son basamağına otu.
rup alnından nohut tanesi giıbi te r dökerek:
— Ne bilelim a kardeş?.. G üvey olacak o herifin ma.
hailesinden yedi komşuya sorduk. Hepsi hüsnühaline şa­
hadet ettiler; ergendir dediler...
Gülsümün anası:
— Ah o komşularımız!.. Hepsi yere geçsin. Bize ga­
rezlerine size yanlış söylemişler... En iyisi Nefise değil
mi? Bu düğünü bize haber verm ek için tam am bin kuruşa
yakın param ızı aldı...
Bir habeş kadın telâşla ortaya çıkarak:
— Kız anası bayıldı. Eczacıya haber gönderin... Bir
doktor gelsin... Zavallı kadının fena çarpıntısı kalktı...
Şal örneği hırkalı bir hanım:
— A, bayılmaz m ı? Âleme kepaze oldular gitti. Y arın
çarşamba, öbür gün perşembe... Bu kadar 'hazırlık... Bu iş
ne olacak şimdi?.
M erdivenden paldır küldür pembe entarili b ir hiz­
m etçi kız inerek:
— Büyük hanım emrediyor. Güveyin burada çamaşır
bohçası, daha nesi varsa hepsi şimdi geri gitsin, diyor...
Diğer b ir sada:
52 TESADÜF

— Beyefendiye haber... M ehmet hem en kaleme koş.


sun...
Başka bir ses:
— Gelin hanım nerede ayol?.. O zavallı ne yapıyor?..
Neredeyse buılun. Belki biçare kendini pencereden filân
atıverir, dikkat edin...
Üşümek bahanesiyle gençlerin birinden iğreti alarak
omuzuna dantelâlı gümüşî bir pelerin örtm üş, kısa boylu
bir kocakarı, nevazilli gibi b ir sada ile:
— Gelin yukarıda... Hani onu süslemek için tutulan
m adam a yok mu? İşte onun karşısında... Önlerine kutu
kutu beyaz tozlar, m erhem ler koymuşlar. B unların frenk.
çesi krem e mi, karalam a mı? Ne -karın ağrısı ise işte birer
adları var. O süsçü baş .bağlayıcı madama işe üç gün evve­
linden başladı. Süsçü mü, tım arcı mı, o karı nasıl şey bil­
mem?.. Kızın yüzünü biraz temizleyiniz, diye madamaya
söyledim. Ellerini böyle sallıya sallıya reddetti. Al af ran.
gada yüz yolmak ayıpmış... Aman varsınlar dinlemesin,
ler... Zaten yapıştırma yok, bimem ne yok; şimdiki gelin­
ler hiç bir şeye benzem iyorlar ki... Yalnız yüzlerinde ya­
rım okka «kakarava» ile toz...
Kucağında memede çocuıkla *gezinen bir taze, bu çe.
nesi düşük kocakarıya hitaben:
— Aman Sabire Hanım, şimdi o sözlerin sırası mı?
Evin içini görmüyor musun, ne halde? Alan taran oldu!..
Güveyi evliymiş... Bunu, karısının üzerine alıyormuş...
— Evliyse ne yapalım?.. O rtak üzerine varanların ca­
nı, yok mu? (M uhatabasm ın kulağına eğilerek yavaşça)
Evde kalmış yirm i beş yaşında koskoca pepeme kızı da
başka kim alır? Kısmetim çıksın diye gitmediği ne Tez-
veren Dede kaldı, ne Elekli Dede kaldı!.. Birkaçına be­
raber gittim... Bu sene de varam ıyaydı, artık dama çıka,
çaktı... ı
TESADÜF 53

Yukarıdan, çenesi kıvrık diğer b ir kocakarı iner. Sa.


bir Hanım, bu yeni gelen hanim nineye: (
— Yukarıda gelin ne yapıyor?
— Ne yapacak? Süsçü kokona badanayı tatil etti. Ge­
lin yüzünü pencereye dönmüş, hazin hazin ağlıyor. Süs-
çüsü de düşünüyor...
Böyle her ağızdan bir tü rlü söz çıkm akta iken ne hal
ise evin erkeği yetişti. Bayılanların ayılmasına uğraşıldı.
Zavallı kız babası, Gülsüm Hanıma ibazı sualler iradiyle
keyfiyetin esasını ^anlamak, tetkik etm ek istedi. Fakat ne
mümkün?.. Gülsüm, sorulan tek suale cevap verm ek için
tâ Rıfkıya nasıl vardığından tbaşliyarak göz yaşı tufam
içinde zait tafsilâta girişiyor, meseleyi birtakım (kadın tâ.
birleriyle dolu haşviyata boğuyor, sözler b ir tü rlü anla­
şılır bir intizam a giremiyordu. Gülsümün annesinden her
ne .sorulsa alınacak cevap şundan ibaret oluyordu:
— Ben o dokuz mecidiyeyi sandığa koyduğum zaman
son düğümü bağlarken galiba besmele çekmeğe unutm u­
şum. İşte o n u n 'için m ecidiyeciklerim en sonunda Nefise,
nin perilerine kısmet oldu... Ya oğlanın nazar takımı? Al-
tını tam yirm i beş kuruş eksiğine bozdurmuşlar... Bugün
biz sizi bulamıyaydık, kül oluyorduk... Nefise bizi arka,
mızdaki gömleğe v arm a y a kadar soyacaktı. (Koynundan
saatini çıkarıp göstererek) Kocamın yadigârı gündüz koy-
numda, gece baş yastığımın altında durur. Dikiş kaldı, bu
saat de gidiyordu. Ya kızın paçalığım hiç sormaynız.
Kalpakçılarbaşm dan Andonakiden, hani sokak başındaki
o Geyikli dükkândan aldıktı. Arşını on beşe mi, on altıya
mı? İşte öyle, işte öyle bir şey... K um ru göğsü, m um gibi
yanar döner... Sekiz dokuz sene evveli... O zaman öyle ge.
çiyordu: Tentenesi, atlası, kurdelâsı; düğmesi; astan; fi­
lânı festekizi hep bizden; dişsiz K atinaya b ir avuıç para
verdik diktirdik. Karı dişsizdir ama, dikişine uy ar yok­
tur. Makinede çıtır çıtır üzerine hiç el vurulm am ış gibi
54 TESADÜF

öyle temiz dikti. Ya cuma günü kıza ne de yaraştıydı.. Ne


açtıydı hanım .. Bu canım esvabı kaça verseler beğenirsi­
niz?.. Seksen üçe mi ne? O savatlı bilezikler, kem erler
hep gitti. Ah, kız da, ben de içler acısı olduk...
Ev sahibi böyle lâkırdı fırtınası içinde kalarak sordu,
ğu suale muvazzah b ir cevap almağa m uvaffak olamayın­
ca, o m eyusiyetle yine Gülsüme h itap ta m uztar kalıyor,
bu sefer Rıfkm ın zevcesinden dinlediği' hikâye teranesi
şöyle başlıyordu:
— O gece şerbeti içtim. M uskayı başım ın altına koy.
dum. İlh... ,
Biçare kız babası saatlerle uğraşarak G ülsüm le anne­
sinin sadetten hariç irtibatsız, belki mânâsız sözleri için,
den m aceranın zübdesini biraz anlıyabildi. Sellemehüsse.
lâm evden içeriye girerek daha taşlıkta bayılan bu şaşkın
kadınlan temin, tatm in için dedi ki:
— Hanımlar, nafile telâş ediyorsunuz. Bu işde büyük
bir yanlışlık var. Nafile yere hem kendiniz üzüldünüz,
hem de bizim evin halkını fena halecanlara düşürdünüz*
Ben size ne sorarsam ona cevap veriniz. Fazla sözün lüzu­
mu yok. (Gülsümün annesine hitaben) Hanım, sen bu
taze kadının validesi misin?
— Evet...
— Sözlerime sen cevap ver, kızın sussun. Pek lâkırdı
kalabalığı oluyor. Biribirim izi anlıyamıyoruz. F akat şunu
da rica ederim ki, o dokuz mecidiyeyi artık bahse katma.
Nefise Hanım m ı almış, perilere mi verm iş? Orası bize
lâzım değil. Şimdi sözlerime iyi dikkat et. Evleniyor diye
telâşa düştüğünüz adam kim bakayım?
—■*Kızımın kocası, benim de güveyim... Evleniyor di­
ye Hoca Nefise Hanımın...
— (Telâşla) Kızının kocası, senin de güveyin.. İşte
orada dur. Lâkırdıyı budaklandırma... Güveyinin ismi ne­
dir?..
TESADÜF 55

— Rıfkı Efendi... Babasının evlâdı yaşamazmış, 'bu


beşincisi mi ne?.. Evvelâ ¡babası oğlunun adını Yaşar koy.
muş... Sonra mahallede çocuklar...
— Suuus, hanım ilerlem e rica ederim. Sorduğum su­
alde kal. Sizin Rıfkı Efendi esnaf mıdır, ketebeden mi?
— Esnaf değildir. Ketebeden de değildir. Kaleme gi.
der... i
— Hangi kaleme?..
— Ben o kalem in adını daima unutuıum . (Gülsüme
hitaben) Kız, ne kalemiydi o?
Gülsüm — Koçan kalemi!..
Efendi — Hangi dairenin koçan kalemi?
Gülsüm — A... şey... Hangi dairenin olacak? Kapısı­
nın üstünde koca tah ta var.
Efendi — Hangi semtte bu daire?
Gülsüm — Canım, Aksaraydan tram vaya bin... Beya.
zıltita in. Dön geri. Sonra orada bir sokak var, geceleri iki
keçeli gazlar yanıyor...
Efendi — (....) dairesinde mi?
Gülsüm — Ha ha, işte orada.
Efendi — Şimdi gördünüz m ü bir kere hatânızı? EV.
velâ benim kızımı alacak zatın ismi Rıfkı değil, Salim...
Saniyen bizimkinin m em uriyeti büsbütün başka yerde...
Kendisi henüz yirm i iki yaşından ziyade yok. Hem de er.
gen... Bu zatla sizin Rıfkı Efendi arasında tamamiyle ayrı­
lık var.
Henüz ayılarak aklını biraz başına toplamış olan kız
anası öteden haykırıp:
— A, beyefendi, adı Rıfkı olsun Salim olsun, ne olur,
sa olsun... Ben o adama artık kız vermem. Bu ne kadar
karışık iş? Hoca hanım lar, periler, paçalıklar, çıkın içinde
mecidiyeler; tütsüler... Bu kadar lâkırdı karıştıktan sonra
ben o herife kız mı veririm ? Esvap bohçasını filân zaten
tekm il gönderdim.
£6 TESADÜF

Efendi — (Hiddetle haykırarak) Vesselâm... Hanginize


lâkırdı anlatacağım? K arılar, beni çıldırtacak mısınız?..
Bize gelecek adamın ismi başka, m em uriyeti (başka, her
hâl-ü.şânı başka.... Bir hoca hanım bilmem ne halt etmiş,
bu kadın dokuz mecidiyesini çaldırmış. Öteki paçalığını
kaptırmışsa, ıbize güvey olacak zatta ne kabahat var? O
zavallının bu» tuhaflıklardan hiç haberi yok. Rıfkı Efendi­
nin evleneceğini karısı rüyasında görmüşse, bize gelecek
zata bundan b ir mesuliyet terettü p eder mi?
Kız anası:
— Efendi, ben şunu bunu bilmem. Kız yukarıda ha.
sırlarm üzerine uzanmış, «evliymiş, ıben o herifi istemem»
diye gövem gövem göveriyor. Her şeyden evvel bana ev­
lât lâzım.
Biçare adam, kadınlardan hiç birine söz anlatmak ka.
bil olmadığını görerek:
— Allah m üstahakkınızı versin. Ne yaparsanız yap:.
nız...
İnfialiyle sokağa fırlar.

3
ÇARDAKLI BAKICI
Bu acaip teehhül keyfiyetinin artık saklanm asına im­
kân kalmaz. O akşam Rıfkı Efendi berm utad hizmetinden
evine avdet edince zevcesini, kayınvalidesini köpürmüş
birer hali feveranda bulur. O âne kadar cereyan eden ‘v u­
kuattan, masaldan, hikâyeden külliyen bihaber ve zillinin,
de aile m aişetinden başka b ir düşüncesi bulunm ıyan o
masum adam, yemiş çıkını elinde, ekmeği koltuğunda,
her zamanki gibi gelir kapıyı vurur; evinden içeri girer.
Merdiven başından koparılan b ir acı kahkaha kulaklarını
tırm alar. Başını kaldırır bakar ki, zevcesi Gülsüm, ağla­
madan şişmiş, kızarmış, morarm ış çehresiyle gülüyor.
TESADÜF 57

Medit bir asabiyetle vücudu sarsıla sarsıla kahkahalar


salıveriyor. K arısının fou halini gören Rıfkı şaşırır. Biça.
renin aklına başka şeyler gelir. Alık alık sağma soluna ma-
kınıp vaziyeti izah edecek diğer b ir çehre ararken orta
odadan kaynanası başını uzatarak keskin, alaylı Ibir sada
ile:
— Buyurunuz bakalım Salim Beyefendi!.. ,
Deyince zavallı Rıfkı (bütün ıbüıtün şaşalar. «Salim
Beyefendi» kim? Bu akşam evdeki kadınlara ne olmuş?
«Acaba girdiğim hane evim değil mi?» istiğrabiyle etra.
fin a bakındığı esnada mangal üzerinde tencere kaynar
gibi inkıtasız fıkırtılar içinde göğsü kabarıp inen Gülsüm
der ki: •
— A, sahi, Salim Beyefendi buyurunuz... Ooohhh!..
İyi saatte olsunlara yedirdiğim p aralar âfiyet olsun. Öyle
adını değiştirmek değil a, ne yapsan nafile?.. Gittik, bul­
duk. Düğünü «bozduk ya! Adını değiştirmişsin, yaşını kü.
çültmüşsün, daireni başka tü rlü söylemişsin... Bu hilele­
rin para etti mi? Nefiseciğim eksik olmasın, iyi 'saatte ol.
şunlara bolca şerbet yaptı ama, gönderdiğin çamaşır boh­
çasını da, ağırlığım da başına attırdı!.. Yüz seksen beş
mecidiyeyi nerene sakladın bakayım?.. Oradan kovuldun,
kabul olunmadın da yine eski karm a mı geldin? ,
Bu saçmalara m uhatap olan Rıfkı şaşırdıkça şaşırıyor,
hayretten hayrete düşüyordu. Y ukarı çıktı. O şaşkınlıkla
annesinin odasına girdi. Zavallı kötürüm karı da koparı,
lan o kahkahalardan, işitilen sözlerden bir şey anlıyama-
dığından, istiğrapla etrafına bakınıp ¡bakınıp:
— Salim Bey kim? M isafir mi geldi? İyi saatte olsun,
lara 'bolca şerbetler içirmişsiniz de ıbir (bardak bana yok
mu a utanmazlar?.. Kaç gündür içim yanıyor...
İhtiyar kadın bu sualleri ıbeş on defa tek rar etti. Ce­
vap veren bulunm adığını görünce avazı çıktığı kadar:
— Onlar nasıl lâkırdılar öyle? Bana da anlatn...
58 TESADÜF

Feryadiyle haykırınca Gülsüm ayni avaızla:


— Anlıyacaksın da ne olacak? B ir karış boyun m u
uzayacak?.. Senin anliyacağm, oğlun evleniyormuş...
Kocakarı pöstekisi üzerinde sarsıla sarsıla gülerek:
— Oğlum evleniyor muymuş?.. B ir ana için evlâdının
ikinci m ürüvvetini görmek (birinciden daha ta tlı olurmuş
derler... Ooohhh... Evlerisin evlensin. İkinci gelinimi de
göreyim...
Gülsüm:
— İkinci gelinin kadar kafana taş düşsün, e mi...
Bu ikinci evlenmeye Züibeyde H anım şiddetli bir
memnuniyetle gülüp kendini salıverdikten sonra o akşam
gafletle unutularak kendi yanm a bırakılm ış olan yemiş
mendiline ıkıla sıkıla uzandı. Çıkını çekti. A rtık birinci
gelinini de unuttu, İkincisini de... Çıkından eline ne geçer­
se kabuğu ile indiriyordu. O aralık odaya Vefa geldi. Ço­
cuk da annesiyle babası arasındaki mücadeleye hiç kulak
vermeden çıkma yanaştı. Kocakarı mendili kucağına al.
mış, Vefanın taarruzundan kurtarm ak için yem işlerin
üzerine âdeta iki kat eğilerek cansiparane ıbir müdafaada
bulunuyor, oğlan şiddetli ham lelerle elini saldırarak el­
ma, arm ut ne yakaliyabilir.se alıyor, onu yeyinciye kadar
kadmnine, torun arasında m uvakkat ıbir sükûn hüküm sü­
rüyor, çocuğun elindeki bitince yine o ham leler yine o
gayyurane m üdafaalar başlıyordu. O nlar böyle meşgul­
ken beri taraftaki kavga ayyuka çıkıyordu. Rıfkı Efendi,
zevcesiyle kayınvalidesinin birtakım sitemli ve muhakki-
rane kelimelerle kendine anlattıkları mudhik, feci hikâ­
yeyi dinledi dinledi. Biraz ay ak lan suya erdi. Vak’am n
garabetini anladı. A rtık kendini zaptedemez bir hale
geldi:: <
— Durun ben size masalı, evlenmeyi, böyle evi soyar,
casına öteberi çalarak Nefise H anım a götürmeyi öğrete­
yim... !
TESADÜF 59

Tekdiriyle odunluğa iner; b ir meşe sopasiyle yukarı


çıkar; ne taraflarına raStgelirse karısına da kaynanasına
da yerleştireceği sırada oğlu Vefa çığlık çığlığa eteklerine
yapışarak: 1 ■ , ı :
— Babacığım, bak. H am innem boğuluyor. Ham b ir
muşmulayı çiğnemeden yuttu...
Diye bağırınca filhakika b ak arlar ki, gözleri büyüm üş,
yüzü morarmış, boynu uzamış kocakarı kıkır kıkır kıkır­
dayıp duruyor. Hemen sut yetiştirirler. Sem irtm ek için
tuğla parçalan yutturulan hindilere yapıldığı gibi boğa­
zını sıvaya sıvaya muşmulayı m ideye indirirler, ham in,
neyi hayata erdirirler.
Rıfkı Efendi, anasım m uşm uladan kurtard ık tan sonra
safdil zevcesiyle kaynanasına b ir iki odun aşkeder. Kesik
kesik feryatla zavallılar birer tarafa düşerler. Kendi so­
kağa fırlar. Doğru Nefise Hanımın evine...
K ıvrıldıkları yerlerde odunun acısiyle ana kız inledik,
çe kötürüm karı neş’esinden kahkahaları salıverir. Salı­
verdiği yalnız kahkahadan ibaret olsa ne ise ne...
1 Gülsüm, hiddetle kaynanasına:
— Haminne Igülme öyle... İşte sana yemin, gelip te­
mizlemem. K ir içinde üç gün yatarsın...
Kocakarı kahkahaları kesmiyerek:
— Gelip temizleme... Neme lâzım. Ben .sizin ana kız,
nasıl büyücü karılar olduğunuzu çoktan biliyorum'. O ho­
ca karıya gide gele beni böyle kötürüm ettiniz. Ben şimdi
yerinden kımıldıyamıyacak yaşta b ir karı mıyım?.. Bu il.
letimi. ebeye muayene ettirdiğim zaman, hanım senin her
tarafın sağlam; kocaya varsan doğurursun, dedi. Öyle yar
koca ekmeği meydan ekmeği; kocam ölünce hem en birine
var aydım; şimdi ben de evimin kadını olurdum. Yemiş
çıkınları doğruca odama gelirdi.
Gülsüm:
— Haminne bak saçın kaç renge girmiş. Böyle acaip
€0 TESADÜF

lâkırdılar söylemeğe utanm ıyor musun? A rtık senin ko­


caya varacak halin var mı?
Kocakarı:
— Paçalığım «Bitpazarı»nda mezada verip de kocana
büyü yapm ıya sen utanm ıyor musun? Ben de b ir hoca
bulsam, şu, belimi okutacağım... Azıcık ağrılarım geçsin,
bacaklarım a kuvvet gelsin hele, biraz ayağa kalkayım.
Görücü gezip oğlumu kendi elimle evlendireceğim. Oğlum
senin lâyığın mı? Sıska karı... Bir kere git de aynaya bak.
Oğlumu kıskanmadan neye dönmüşsün? H ırtlam ba su­
ratlı...
Gül'sümün validesi:
— Sus oradan kirli kukla, sen lâkırdıya ne karışıyor­
sun?.. İşte çıkın önünde duruyor. Hazır yemişler elinde
iken patlayıncıya kadar tıkın...-
— Tıkınırım zâhir... Tıkınırım ,zâhir... Oğlumun malı
değil mi, tıkınırım... Size ne, el karılan. Oğluma bir sözle
yakın, bir sözle uzaksınız. Ben rüyasını gördüm. Oğlum,
kızını boşayacak... Şöyle fıstık gibi on altı yaşında bir kız
alacak...
Gülsüm, anasına hitaben:
— Anne sus; bu karının çenesini açtırma... Şimdi onu
bırak, beni dinle... Rüyada gördüklerim bütün çıkıyor.
İşte sopaları yedik. Fakat bizimki öyle elinde odun, hid­
detle sokağa çıktı, nereye gitti?
— Nereye gidecek; Nefisenin evine...
— K arıyı döverse...
— Odunla insan okşanılmaz ya... Dövülür...
Filhakika Rıfkı, elinde odunla soluğu Nefisenin kapı­
sında almıştı. Hoca Hanım, Gülsüme ettiği iltifatı, hüsnü
kabulü kocasına göstermedi, ihtiyatlı davranarak kapıyı
açmadı. Lâkin Rıfkı Efendi sokakta o kadar bağırdı ça.
ğ’rdı ki, bütün mahalleli oraya birikti. İmamecilerin evin­
den birkaç başörtülü kadın kafesleri sürdüler. Şematetin
TESADÜF 61

tezyidi emrinde çığlık çığlığa Rıfkiya m uavenete girişti­


ler...
O gürültünün ertesi günü Rıfkı Efendi, makama aidi­
ne b ir istida takdimiyle Hoca Nefise Hanım aleyhine bir
dioiandırıcı dâvası açtı. M uhakemenin sureti cereyanını
bütün gazeteler aynen nakl ve neşrettiler.
Şehrim iz gazetelerinin bu madide hakkm daki m üte­
madi neşriyatı, Hoca Nefise Hanımın zararından ziyade
şöhretinin artm asına hizm et eyledi. Kadınlar arasında
şöhreti şâyi oldukça oldu. Kocasından şüphesi olan h a­
nım lar biribirine:
— Duydun mu kardeş, Cerrahpaşa taraflarında yaşlı
bir kadın hoca varmış. Komşusunun kocasının evlenece­
ğini haber vermiş; kadını göndermiş, düğünü bozdurmuş.
ıSönra herif hoca hanımın aleyhinde dâva açmış... Bana
Şekiıbe Hanım anlattı. Kocandan şüpheleniyorsan bir kere
bu hocaya başvursan... ,Sır aram ızda kardeşçiğim, bizim
komşu Vesile Hanım gizlice gitti. Onun kocası pek haşa­
rıdır, bilirsin ya?... Herifin Beyoğlunda «mantinota» sı
olduğunu, karım n ismiyle, evin num arasiyle haber ver­
miş. A şaştım. Şeytan bana da durma git, beyin hilesini,
hurdasını hep o bakıcıdan haber al, diyor... Bir mecidiye­
ye bakıyormuş. Adına Çardaklı Bakıcı diyorlar. Erkekle­
rinin hallerini anlam ak için gidenler, kocalarına müteal­
lik ya b ir mendil, ya bir gömlek götürüyorlarmış. Her
şeyi olduğu gibi tane tane söylüyormuş. Adam, bir meci­
diye nereye gitmez? Hiç olmazsa insan m eraktan k urtu­
lur...
M ahkûmiyete m üncer olan muhakemesinden sonra
Hoca Nefise Hanım iştihar etmiş, halkın buı k arı aleyhin­
deki lisanı teşnii âdeta büyük bir «reklâm» yerine geç­
mişti. Bazı hastalıkların tedavisinde ihtisasiyle nam alan
doktorlar gibi Nefise Hanım da karı koca meselelerinde
büyüsü, üfürüğü keskin bir mütehassıs tanındı. Karı koca
62 TESADÜF

imtizaçsizlığı en müzmin hastalık gibi, her evde az çok


vücudunu hissettiren bir aile hâilesi kabilinden olduğu
cihetle m üracaat edenlerin kesretine mebni marizleri nu.
m ara ,sırasiyle kabule m ecbur olan hâzik bir tabip m ua­
yenehanesini andırır derecede Nefisenin evi işlemeğe
başladı. < . i.
Cüret gösterdiği dolandırıcılık fiilinin m akûs bir ne­
ticesi olarak Nefisenin sanatince peyda ettiği bu revaç,
komşuları imamecileri ve sairlerini şiddetle iğzap eyle,
diğinden, Hoca Hanım aleyhinde ağıza alınamaz teşniler
başladı. Nefise, kom şularının b u dedikodularından kur­
tulm ak için semtini değiştirmeğe m ecbur oldu. M ahalle,
sini Edirnekapısı tarafından Cerrahpaşa tarafına tebdil
eyledi. Bahçe ortasında M arm araya nâzır bir ev satın aldı.
Bahçeye, set üzerine bir çardak yaptırdı. A ltını yan min­
derleriyle döşetti, üstünü yaseminler, hanımelleriyle süs.
ledi. Hacet ehlinin alelâdelerini bu çardağın altına kabul
eder, dileklerini dinler, suallerine cevap verirdi. Erbabı
m üracaattan mühim addedilenler evde ayrıca b ir odaya
çıkarılırdı. ı
Zincirlikuyu, Çıngıraklı bostan kabilinden bu çardak
da Nefise Hanıma alem oldu. A rtık Çardaklı Bakıcı na.
m iyle şöhret buldu. Çardağın altı her gün dolup dolup
boşalıyordu. ; ; !J j !
Kızı Sabbeği beslem elikten aldı. Kendine muavin
edindi. Ana kız her sahab kalkarlar, sürm eler çekinirler,
keskin kokular sürünürler. Miskyağcı dükkânları gibi
baş ağrısı verir, uzun m üddet yanlarında durulsa belki
baygınlık getirir sert rayihalar neşrederler.
Al, yeşil, acı sarı renklerinde mevsimine göre elma;
vaşak; samuır kürkler; kadife; canfes hırk alar giyerler.
Sürm eleri mineli, mücevherli altın saat kordonlarını bo­
yunlarına geçirirler, tü rlü boncuklar; nazar takım ları ile
karışık elmas iğneleri başlarına dizerler; boyunlarına, bi.
TESADÜF 63

leklerine, parm aklarına kehribardan; akikten, âdi mavi


boncuktan, beşpençeden, inciden, altından; sedeften; m er­
candan; şeytan m inaresinden tutunuz, da m ührelik katır
boncuğuna kadar dizip sallandırm adıkları acaip ziynet
kalmazdı.
Nefise; rastık, kına, defne çekirdeği ve saireden mü.
rekkep kendi istihzar ettiği b ir ıbıoya ile simsiyah k arart­
tığı saçlarını kuzıgun kanadm a andırır bir surette kulak,
larm ın yarısını örtecek kadar yüzüne doğru indirir, büyük
b ir «darbuka» şeklindeki kafasına oyalı yemeni ile mehip
b ir hotoz kurardı. Değirmi etli çehresi, iri yuvarlak göz­
leri Nefise ye kadın şekline girmiş kasvet verici bir bay.
kuş siması verdiğinden, kendisiyle başbaşa uzunca müd­
det m usahabette bulunanlara sıkıntılar basardı.
Kızı Sabbek, anasına m üşabih olan tuvaletine zami.
m eten esmer yüzüne çokça düzgün, pudra ve sair boya­
lar istimal eder. Hele sağ yanağı ile etli dudağının mün.
tehası arasına rastıkla kondurduğu yapm a iri bir benin
tâyininde hem en bir mühendis kadar m aharet gösterirdi.
Bu kız, boncukları incileri, m ereanlariyle validesine olan
m üşabehetinden başka, o koyuca yüz boyaları, (has ve
bakkam ) püskürm e benleriyle, s Yenicami taraflarında
gezinen sokak nazeninlerine benzemekle de başka bir le­
tafete malikti.
Annesinin üfürükçülükteki kuvvetini bilenler, kızının
tuvaletindeki bu itinayı görenler, iyi saatte olsunlarin dil-
nüvazlıkları sayesinde bu kızın yakında zengin bir adam la
nikâhlanacağmda şüphe göstermezlerdi.
Kendine m üracaat eden sadediller üzerinde eblehferi.
bane bir .tesir husule getirm ek için Nefise h er sabah böyle
çeyiz katırı gibi donanır, her koltuğunda b irer hizmetçi,
çardağa kemali edâ ile öyle inerdi.
Ana kız bakıcılık sanatinde çok tadilât icra ettüer.
İğfal defterinden artık fare tersi giibi müistekreh toz ilâç­
64 TESADÜF

lar tayyedildi. Lüzumuna göre şirinlik veya çirkinlik için


de badema hep altınla hemvezin ve itibar kıym etli dâru.
lar istimal ediliyor, Nefise Hanım tütsüleri gibi kendisini
de âleme dirhem dirhem, satıyordu.
Hoca Hanıma her m üracaat eden himmetini celbe
muvaffak olamıyordu. Gelenleri ana kız dikkatle nazarı
muayeneden geçiriyorlar, tuzaklarına, düşen av, tüyü tü-
sü çabuk yolunur semiz şikârlardan değilse:
— Ayol senin falm kapalı. Bakm ak için bize izin yok.
Başka hocaya m üracaat et...
Nağmei nazigânesiyle başlarından savıyorlardı. Mese­
lâ bir uşak, hizmet ettiği konaktaki besleme kıza gönül
kaptırmış; ne hal ise aylığından para arttırarak gözünü
yummuş, mecidiyeye kıymış... Dildâriyle olacak saadet
sevdalarına dair m alûm at almak merakiyle biçare cayır
cayır yanıyor. Bakıcıya mecidiyeyi veriyor ama, m uka­
bilinde sağlam b ir söz almadıkça yakasını bırakm ıyor.
Akşam geliyor, sabah geliyor; faldaki istihraçlar aynen
vaki olmazsa adamcağız hattâ bir sene sonra mecidiyeyi
geri talepten sıkılmıyor... Böyleleri için Nefisenin tefe’ül
defteri kapalıydı. Bunları «Haydi yavrum , senin falına
bakm ıya izin yok» sözleriyle def ederlerdi.
Nefisenin bu iştiharından sonra sem irenler, kibarla,
şanlar, o servetle nim etlenen yalnız hane halkı değildi.
«Sarman» onlardan ziyade semirmişti. A rtık fırsat düş­
tükçe pastırm a çalmak, kifafı nefs için delik başında fare
beklemek giıbi fıkara kedilerine m ünasebet alır arsızlık,
lardan elini çekmişti. H er gün Sarm anın önüne birkaç
tü rlü et yemeği uzatılır, bunlardan beğendiğini yer, yala­
narak çekilir gider, yum uşak mindere kıvrılır yatardı.
Nefise Hanım Sarm ana da bir bakıcı kedisi halâveti
vermek için boynuna mavi boncuklarla karışık türlü ziy­
net altınları taktıktan başka hayvanın kaşlarını rastık,
yanaklarını kına ile boyardı.
TESADÜF 65

Pek safdil hacet erbabı için iSarman bir tefe’ül vasıta­


sı oldu. Hoca Hanım, kedinin hadekaları uzanıp veya yu.
varlak olmasından tü rlü ahkâm çıkararak, bahçede kum.
lar üzerinde bıraktığı ayak izlerine birçok m ânalar vere,
rek hayli m üşteri savıyordu.
O mahallede b ir eve hırsız girer. Hayli eşya aşırır.
Zabıta bekçiyi epeyce tazyik eder. İcra olunan tahkikat
müsm ir olmaz. Hırsız bulunmaz. O yeisle bir gün m ahalle
bekçisinin Sarm ana yanaşarak kulağına eğilip de:
— Hırhız (hırsız) larm kim olduğun büüp de isimleri­
ni haber verirsen sana ciğer alırım.
Dediği m ahallece şâyi olmuş, garip bir vak’a hükm ünü
almıştı. Kahveci tâbii M ustafanm, Sarm anın boynundan
altın çalmak üzere cüretkârane elini uzattığı esnada çar­
pılarak kırk sekiz saat idrarı tutulduğu da bu hayvan
hakkm daki en garip rivayetler cümlesindendi.
Hacı babaya gelince, bu zavallı uykucu safdil adam,
ne evde, ne mahallede Sarm an kadar haysiyet ve itibar
sahibi değildi. A rtık Hacının çenesi düştüğünden, arasıra
mahalle kahvesinde- bakıcılığa dair ettiği mâsumane boş.
boğazlıklar Nefişenin pek canını sıkıyordu.
Hacet ehillerinden en m ühim lerinin falına bizzat Ne­
fise bakar; ikinci derecede bulunanların dileklerini Sab.
bek tetkik eyler, üçüncü derecede olanları da o evde kâh­
ya kadınlık hizm etini gören «Hoşdem» ismindeki bir Ha­
beş kadın idare ederdi.
Hoşdemin tuvaleti garabet bakımından hanım larm -
kinden baskındır. Çünkü bu nazlım, pudra m akam ında
gayet açık kavrulm uş, ince çekilmiş kahve istimal
ettikten başka altınlardan boncuklardan m üteşekkil ziy­
netlerine çıngırak da ilâve eder. Hoşdem, çıngır çıngır
reftar ettikçe evin içinde gezinen kadın mıd:r, kedi midir?
Yoksa tasm alı kuzu m udur? farkolunmaz.
Gelen m üşterilerin itibar dereceleri âtideki mikyas
66 TESADÜF

üzere tâyin edilirdi: Konak arabası ile gelenlerin hacet­


lerine Nefise bakar. K ira arabasından çıkanlar Sabbeğe
aittir. Yaya gelenler Hoşdıemin m üşterileridir.
Bir pazartesi günü ehemmiyetli ehemmiyetsiz birkaç
m üşteri savulduktan sonra kapının önüne mükemmel bir
konak arabası geldi durdu. İçinden yüzleri kalın peçeler,
le örtülü siyah gron çarşaflı iki hanım indi. Hemen Sab-
•bek, Hoşdem ve bir iki hizmetçi koştular; ¡bu birinci sınıf
m üşterileri tâzim at merasimi ile yukarıya odaya aldılar.
Çarşaflarını çıkarm alarım rica ettiler. M üşteriler yalnız
yüzlerini açarak çarşaf vermediler. İkram olunan kahve,
leri de birer nazikâne itizarla içmediler. Bu hanım lardan
biri tombalakça orta yaşlı; diğeri narin, nahif, uzun boylu
b ir taze idi.
M üşterileri hem en yirm i dakika kadar beklettikten
sonra Nefise, bir koltuğunda Sabbek, diğerinde Hoşdem,
acip bir edâ ile geldi, kendine mahsus olan koltuğa otur­
du. Ağır ağır, — kadın tâbirince— nâtıkalıca hal, h atır
sordu. F akat o ağırlığı, o taazzumu içinde keskin b ir na.
zarı tetkikle hanım ları süzmekten hâli kalm ıyordu. Genç
hanım ın teessür galebesiyle hafif hafif titrediğini gördü.
Fakat hiç bir şey görmemiş gibi derhal başka tarafa baktı.
Üç dört dakika geçti. M üşteriler gûya halecan izharından
korkuyorlarm ış gibi ağız açmağa cesaret edem iyorlar, lâ­
zım gelen suallerin iradım Hoca Hanım dan bekledikleri­
ni imâ edercesine etrafa m ütereddidana bakışıp duruyor­
lardı.
Nefise için o esnada vakit aynen nak it d em ek ti Bina­
enaleyh dört beş dakikanın konuşulmaksızm beyhude
geçmesi kendisince azîm b ir zıya olacağını işrap eder
gibi: >
— Bir hacetiniz mi var, efendim?
Sualini sordu. Bakıcıya karşı olacak sual ve cevabı
vaktiyle aralarında tertip edememiş olduklarına nedamet­
TESADÜF 67

lerini gösterir nevimâ b irer serzeniş tavriyle hanım lar


biribirlerine bakıştılar. Taze hanımdaki halecan â sa n git.
tikçe artıyordu. Bu gencin halindeki ketmi nâkabil tees-
sürata nazaran m addenin şiddetli bir sevda meselesi oldu­
ğuna Nefise intikal etti. F akat kadınlan açmak için başka
vâdiden söze girişerek:
— Bir kayıbmız mı, yoksa hastanız mı var?
Diye sordu..
Nefise, yeis ve keder envam ın bir çehre üzerinde pey­
da ettikleri teellüm eser ve şeklini artık biribirinden far.
kedecek kadar (ilmi sima) ya vukuf hâsıl etmişti. Bir ka-
yıbı yahut hastası olanların böyle sualden evvel tiril tiril
titrem iyeceklerini bilirdi. Evet, bu genç kadım sarsan ma­
raz, sevda ısıtmasıydı. F akat ne nevi sevda, nasıl muhab­
bet?.. Biçarenin halinde zerre kadar aşiftelik ta v rı yoktu.
O elîm irtiaşı, o şedit teessürü esnasında bile tem kinine
fevkalâde riayeti, gelişigüzel söze başlayıvermemesi, hü­
zün ve sükûnetini gösteriyordu. İnitaf eylediği noktalara
dikilip kalan iri siyah gözlerindeki o derin yeis mânası
ekseri kalbinin en derin boşluklarından mecruh. olan ka­
dınlarda, evet, kocalarım ümitsiz bir şiddetle kıskanan
em elleri kırılmış hanım larda görülür. Genç hanım ın za.
yıf siması, solgunluğu, gözlerinin altındaki m avim trak
kavisler, pek çok ıstıraplı geceler geçirdiğini gösteriyor­
du. Binaenaleyh bu m uhabbet m eşru b ir m uhabbet; fa­
k at Nefise için m uhabbetin m eşruu mezmumu yoktu; is­
tilâ ettiği insanı Hoca Hanım ın tükenm ez bir iradı haline
koyacak kadar şedit olması kâfi idi.
Nefişenin sorduğu suale o mahzun tazenin refikası,
tombalakça hanım cevap vererek:
— Efendim, ne hastam ız var, ne de kayıbımız... Biraz
başı havalanm ış bir genç erkeğimiz var, onum haline dair
bazı şeyler sorm ak istiyoruz...
Nefise Hanım yine yaşlıya hitaben:
68 TESADÜF

— (Taze hanım ı göstererek) B u hanım kızım sisin


neniz?..
— Komşumdur efendim. Kendisi gayet sıkılmış, size
gelmek istedi; bendeniz de refakat ettim . Fakat affeder,
siniz hoca hanım, sizin için sorm adan h er şeyi biliyor, de-
dilerdi...
— Yalan söylemişler efendim. Dâiyeniz, okumadan,
iyi saatte olsunlara sorm adan bir şey bilemem. Ben de si­
zin gibi bir insanım... İsminizi doğruca söylersiniz; suali­
nizi sorarsınız; kendi usulümce size cevabım veririm; fa.
k at rica ederim, söze hiç yalan katmayınız; benim için
beyhude yorgunluk olur. Kendinizi isminizle resminizle
haber verirseniz, cevabı da doğru alırsınız. Falınıza siz
mi baktıracaksınız? (Genci göstererek) Yoksa b u hanım
mı?..
M üşteri hanım lar isim ve resim leriyle kendilerini ba­
kıcı kadına anlatıverm ekteki m ahzurun derecesini tâyin
için istizahkârane biribirine bakıştılar...
Bu tereddütlere bir nihayet verm ek için Nefise:
— Efendim, çekinmeyiniz. B urada söylenen sözler
âdeta b ir kuyuya atılm ış demektir. Buradan lâkırdı çık­
maz. Yok, eğer emniyet edemezseniz b ir şey söylemeden
çıkıp gidebilirsiniz. Ona da gücenmeyiz. Çünkü her tü r­
lüsünü gördük.
Genç hanım:
— Estağfurullah efendim, emniyetsizlik değil... Böyle
şeylere alışmadık da efendim...
Nefise birdenbire gözlerini kapadı. Y um ruklarını sı.
karak gerine gerine hom urdanm ıya başladı. Karının etra­
fındaki o boncuklu, m ercanlı avenesi elleriyle m üşterilere
sükût işareti verdiler. Odada Nefişenin hafif iniltilerin­
den başka b ir ses kalmadı. Yirm i dakika sonra Hoca Ha­
nım gözlerini açtı. Çatkın b ir çehre, dik bir sada ile taze
hanıma hitaben: ,
TESADÜF 69

— Niyet sahibi sizsiniz... Aman, halinize acıdım. Çe­


kilir dert mi? Sabahlara kadar beyiniz için göz yaşı dö­
küyorsunuz. Kocanızı kıskanıyorsunuz. Hakkınız var; bir
fahişe, ayâlinizi zaptetmiş... Zavallı delikanlı, büyü için,
de sımsıkı bağlı.... Gözleri o karıdan başka bir şey görmü­
yor; vah hanımcığım vah!.. Ağlanmıyacak koca değil ki,
levent gibi b ir civan...
M uhabbet ye’siyle taham m ülün gayesine gelmiş o taze
hanım için bu kadarcık söz kâfi idi. Biçare kadın, göster,
m ek İstediği her türlü ihtiyata, ihtiraza rağmen nefsini
zapta artık m uvaffak olamıyarak şiddetli bir göz yaşıyle
kalktı; Hoca Hanım ın dizlerine kapandı. Nefiseyi, otur­
duğu, koltukta sarsa sarsa ağlıyordu.
Hoca Hanım, taze m üşterisinin yüzünde gördüğü yeis
ve nevmidî âsarmdan keder ve m uhabbetinin nev’ine in.
tikal ile fevkalâde bir cesaretle o hâtifane kelimeleri sa-
vurm uştu. Lâkin tetiği hemen sallapata çekilip hedefe
eren bir tüfek gibi sözleri noktası noktasına gidip hakika­
te çarpmıştı.
Taze hanım, nazik, zayıf ve yorgun sadasiyle:
— Hoca Hanım, derdimi anladınız; devasını da el­
bette bilirsiniz. Aman efendim, m erham et ediniz...
Nefise azametle boncuklu hizmetçilerine odadan çe­
kilmeleri için bir işaret verdi. Hepsi çıngır çıngır dışarı
çıktılar. Kendi m üşterileriyle yalnız kalınca dedi ki:
— Kzım, sen buraya kalbinde şüphe ile geldin. Şu
Çardaklı Bakıcıyı herkes methediyor; b ir de ona başvu-
ray:m, bakayım ne olur? JSTe hezeyan edecek göreyim?.,
dedin...
Taze hanım kızardı, önüne baktı. Nefise devamla:
— Kızım ayıp değil, cahilsin. Türlü tü rlü bakıcılar
var. Akla gelmez dolandırıcılıklar ediyorlar. B unların
doğrusunu eğrisinden ayırm ak müşkül... Ben öyle beşiibir
arada lirayı göz önünde mendile bağlayıp da tenekeye,
70 TESADÜF

kurşuna tahvil eden hokkabazlardan değilim. Bu hakikat­


leri her gelen hacetçilere anlatm am ha... Sana içim acıdı
da onujı için söylüyorum. Benim hilem hurdam yoktur;
canı istiyen baktırsın, istemiyen ¡baktırmasın; zaten bu
san’atten mem nun değilim. Lâkin baş alamıyorum ki...
Şimdi yavrum, hulûsla gönlünü, kalbini bana bağlıyacak,
içine şüphe getirm eden suallerim e cevap vereceksen ni­
yetine bakarm. Yok gönlüne b ir türlü inanma gelmiyorsa
nafile ne sen yorul, ne ben yorulayım. İşte bir daha söy­
lüyorum. Bu evde söylenen sözler ,tıpkı b ir kuyuya atıl­
mış gibidir. Dışarı çıkmaz... O ciheti hiç m erak etme...
Taze hanım, velehengiz olduğu kadar müsıterhimane
bir nazarla: .
— Efendim, söylemesem de zaten size h er şey m alûm
olduğunu işte görüyorum. İçimden şüphemi def, bütün
derunî sam im iyetim le size kalbimi raptettim . Sorunuz;
söyliyeyim efendim.
— İsminiz?..
— Sâibe...
,— Peder, validenizin isimleri?..
— 'Safai... Raika...
— Zevcinizinki?..
— Mâü...
— Beyiniz sizde iç güveysi midir?
— Evet...
— Çocuğunuz oldu mu?
— Üç yaşında b ir kızım var efendim.
— Allah bağışlasın... Mâil Beyin çam aşırlarından b ir
şey getirdiniz mi?
— (Beyaz ipekli mendile sarılı b ir şey uzatarak) FiL
dikos iç gömleğini getirdik efendim...
— Pekâlâ... Oraya, sandalyenin üzerine bırakınız...
Başka bir şey soracak değilim kızım; b ir hafta sonra yine
TESADÜF . 71

bugün teşrif ediniz. Size 'bir davet yapaym... Niyetinizi


söyliyeyim.
Hanım lar ayağa kalktılar. Genci yaşlıcasımn kulağına
eğilerek bir şey fısıldadı. Yaşlı hanm m ahçübane b ir sada
ile:
— Affedersiniz Hoca Hanımefendi, davet nezri ne ka­
dardır..
Nefise istiğnalı bir tavırla başını pencereden ?bahçe.
ye çevirerek:
— Kendimce ufak bir davet yapacağım... Tütsü filân
nezirleri beş lira...
Genç hanım hemen el çantasını açtı. Tanini samiane-
vazı cihanı m eşhur eden o m adenpareleri gevrek şıkırtı­
larla sayarak konsolum ucuna istenen nezri bıraktı. Nefise
o küçücük sarı yığm a göz kuyruğu ile bakarak; ;— bir ta­
leple bilâtereddüt beş lirayı sayıveren bu hanım ların bir.
kaç yüz liralarını almadıkça içi ra h a t etm iyeceğini— de-
runî birkaç defa tek rar etti.
Hanımlar, sofada etraflarını alan Saıbbeke, Hoşkade.
me birer mecidiye sıkıştırarak kapıdan çıktılar. Nefise
haykırarak:
— M utuşa söyleyin, arabanın arkasından gitsin, kona­
ğı öğrensin... Kızım Sabbek, sen de buraya gel; şu isim ler
aklımdan çıkmadan yazıver bakayım.
Sabbek küçük bir el defteri getirerek Nef işenin te f e ,
ül tuzağına düşmüş diğer zevatın isim leri altına yeni müş­
terileri kaydetm ek için kalemi yeşil b ir K ütahya hokka­
sına batırdı.
Nefise:
— Kendi adı Sâibe... Pederi, Safai, anası Raika, koca,
sı Mâil...
Sabbek bu isimleri şöyle! «Sayibe», «Safayi», «Rayi-
ka», «Mayii» şekillerinde yanlış imlâ ile kaydettikten
sonra sordu:
72 TESADÜF

— Başlangıç ne aldın anneciğim?


— Beş lira... Ne istedimse hiç söyletmeden tıkır tık ır
onu saydılar...
— Bunlardan ne um uyorsun?
— Doğrusu ben o tazeden birkaç yüz lira umuyorum.
K arı beyinin derdinden zayıflamış, (hayali fener) e dön.
müş... Bu kıskanç karılar olmasa biz bakıcılıkla kolay ge­
çinenleyiz. D eftere bak; evlendiklerinden bir iki sene
sonra ya kocalar karılarından, ya k arılar kocalarından
usanıyorlar. Haydi Nefiseye iş çıkıyor. Yıl yılma biribi.
rini sevenleri de var ama, pek ender, binde bir... Böylele.
rine yarım şar okka sarmısak aşmalı...
Hoşdem de bir yandan bu muihavereyi ağzı sulanarak
dinliyor, ustasının kazancını kıskanan bir çırak gibi ken.
disi de bir gün ayrıca bir bakıcı evi açarak böyle çokça
para kazanmıya m uvaffak olup olmıyacağmı derin derin
düşünüyordu.
Sâibe Hanımın ziyaretinden sonra o hafta Çardaklı
Bakıcıya pek çok ehli hacat geldi, gitti. Nefisenin çekme­
cesi para ile doldu. Bu ziyaretçiler meyamndan biri Hoca
Hanımı çıldırasıya mem nun edecek b ir istifade kapısı
açtı. K arı sevincinden birkaç gece uyku uyuyamadı.
Şaibenin geldiği günden iki gün sonra bakıcının ka­
pısı öünde bir araba durdu. Bu, öteki gibi m ükellef bir
konak arabası değildi; aylıkla icar edilir tem iz kira ara-
balarındandı. F akat içinden çıkan genç kadın o kadar şık,
o kadar vardakosta, o kadar etvarı serbest, edası cazi.
beli nazeninlerdendi ki, hizm etçiler tarafın d an kemali
rağbetle Nefisenin karşısına çıkarıldığı vakit Hoca Hanım
o fıkırdak tazenin çarşaftan taşm ış kıvır kıvır sarı saçlar
içindeki lâtif çehresine vâlihane b ir m eftuniyetle bakıp
bakıp da kendi kendine:
— Aman rabbim, neler yaratıyor!.. Vallahi bir içim
s u .. Bu sarıpapa kanarya, acaba hanki kafesten kaçmış?..
TESADÜF 73

Gördün mü yüzünden para kazanılacak müşteriyi?.. Bu­


nun arkasında kim bilir kaç yüz sevdalısı vardır?
Dedi. Bu taze yalm z değildi. Yanında, âlemin şüpheli
nazarlarına karşı iffet kefili olarak bu gibilerin yanları,
na katılm ası m ûtad olan yaşlıca kadınlardan biri vardı.
Bu güzel hanim asla çekinme, sıkılma eseri göster­
meksizin Hoca Hanımın elini aldı, şapır şapır öptü; Nefi­
se de bu mültefit, bu ruhnevaz m üşterinin boynuna sarı­
larak:
— Gel yavrum, ben de seni'öpeyim...
îltifatiyle alnına bir buse kondurduktan sonra sordu:
— Bir derdin mi var, iki gözüm bülbülüm?..
— Ah, dert de söz mü Hoca Hanımcığım .. (Göğsünü
yum ruklıyarak) Burada bir ateş var... Bu ateş sönmezse
ben helâk olurum.
— Vah gülüm; sana pek yazık... Öyle ateşe m ateşe
ehemmiyet verme, daha gençsin.. Şöyle bir göz gezdirsen
kendine bin m eftun bulursun. Bir kere git aynaya bak...
Yazık değil mi o vücuda?.. Dövünme öyle...
— Nasıl dövünmiyeyim kadınım?.. Üç gecedir gelmi­
yor. Yemek içmek, yum uşak döşekte yatm ak bana haram
oldu. Kederimden k u ru tahtalara uzanıp inliyorum. Gözü­
me bir şey gözükmüyor. Ev tuttu, döşedi, dayadı; hizmet­
çisi, aşçısı, işçisi; arabası hepsi mükemmel... Kendi gelme­
dikten sonra neme lâzım benim bunlar?.. Ama ben bili,
yorum. Karısı göndermiyor. O sıska, baston kıyafetli ka­
rısı... Çünkü onun adı hanım... Benim adım kapatma...
Söyle Hoca Hanım söyle... Daha gencim. Bu hakaretlerin
acısını ben onlarda bırakmam, değil mi? Sizi pek m ethet­
tiler. Derdimi anlatsam, kırk gün kırk gece bitmez. Be­
nim şimdi sizden istediğim bir nikâh... M ademki seviyor;
mademki o da benden geçemiyor. Bir nikâh etsin. Üze.
rim den o fena nam kalksın. Ben de öteki karısı gibi ha-
TESADÜF

m m olayım. Adım kötü, fakat ondan başka erkek yüzü


görüyorsam bu gözlerim sönsün...
— Hay rab'bim esirgesin; o güzel gözlerine öyle yemin
etme...
— Ederim, niçin etmiyeyim? Çiy yemiyorum ki kar.
nım ağrısın!.. Başka erkek görmüyorum. Zaten gözüme
cihan gözükmüyor. Seviyorum... Çıldırasıya, ölesiye se.
vi yorum. Karısını bırakamazmış. A ra yerde çocuk varmış.
Filân filânmış... Karısını bırakmasın. Bir kere bana ni.
kâh etsin... Ötesi bakalım ne olur?.. K arısında kalıp da
beni yalnız bıraktığı geceler benim nasıl inim inim inle­
diğimi bilseniz yüreğiniz parçalanır... Ben kendini bu ka,
dar sevdiğim halde ona bir başka kadın sahip olsun... Ben
böyle alargada âhü zarla kalayım?.. Bu revâ değildir.
•(Nefisenin ellerine sarılarak) Hanımcığım, seni canım
pek sevdi. Niyetime bak. Onun gönlü de benim kendine
olduğu gibi bana yar mı? Doğru söyle... Nikâhımıza him­
m et et. Benim adım da hanım olsun... Vallahi kazandığımı
getirir, avuçla önüne dökerim... , \
— Sen onu seviyorsun, o da seni seviyormuş. A rayer.
de ne eksik; bir nikâh değil mi? M erak etm e, yakm da o
da olur.
— Yardımınızla inşallah... ,
— Hay hay yosmam... Böyle hayırlı bir iş için çalış­
maz mıyım?.. İyi saatte olsunlar b ir sözümü iki etmezler.
Sen kalbinden neyetini tuit... Suallerim e güzel güzel ce.
vap ver... Adın ne güzelim bakayım?..
— Şöhret...
—Oh, çok yaşa... İsmin de kendin gibi şirin... Şöhret-
çiğimin niyeti hayrolsun. Babanın adı?..
— Abdullah...
— Ananınki?..
— Hacer...
— Sevgili beyinin iömi?
TESADÜF 75

— Mâil...
(Mâil) ismini duyunca Nefise Hanım serapa bir râşe
geçirdi. Sabbek hem en koştu, anasının arkasını bir şeyler
m ırıldana m ırıldana sıvadı. Şöhret şaşırarak sordu:
— Hoca Hanıma ¡ne oldu?
Sabbek, gûya üzerinde bir ağırlık varm ış gibi esni.
yer ek:
— Ötekiler sarstılar...
Nefise nasıl sarsılmasın? Nasıl titrem esin? Mâil ismi­
ni duyunca, sevincinden kabil -olsa ayağa kalkıp şıkır şıkır
oynıyacaktı. (Mâil), iki gün evvel oraya gelen Sâübe Ha­
nımın kocası... Tuzağa küme ile şikâr düştü demek... Şim­
di Şöhreti söyletip Şaibeyi yolmak, Sâibeyi ağlatıp Şöh­
reti soymak işten bile değildi. H er ikisinin de ayni bakı­
cıya m üracaatları «tesadüf» ü Nefise için âdeta tükenmez
b ir servet membaı demekti.
Hoca Hanım bir işaret etti. Sabbekle Hoşdem dışan
çıktılar. Habeş kız sofada çıngıraklı kedi gibi başını sal-
lıyarak Sabbeğe:
— Tesadüf olursa böyle olsun. K ısm et ananın ayağı,
na geliyor...
— Kız yavaş söyle... Ona gelen kısm et bize de d e­
mektir.
— Karisiyle cânanesi arasında sıkıntıda kalan «Mâil»
Bey de buraya gelirse o zaman iş tam am olur...
— İnşallah...
Bu iki kadın koştular, diğer b ir odada hazırlanm ış du.
ran büyükçe beyzî bir yeşil tepsinin birer kulpundan tu ­
tarak odaya getirdiler. Tepsinin ortasında yine zümrüdî
içi su dolu eski maden iri b ir kâse, etrafında sapı kuşlu
bir gümüş kaşıkla içlerinde dövülmüş tarçına, kakuleye
benzer birtakım tozlar bulunan kenarları tirfilli ufak
ufak yeşil tabakçıklar vardı. Tepsiyi getirdiler, Hoca Ha­
nımın önüne koydular.
76 TESADÜF

Şöhret gözlerini kâseye dikti. Bu sade suya çorbanın


kim lere ikram olunacağını bekliyerek ve garipsiyerek
bakıyordu.
Hoca Hanım küçük tabakların birinden bir tutam toz
alarak kâseye attı. Tarhana çorbası pişirir gibi kaşıkla
karıştırm ağa başladı. Suyu karıştırdıkça rengi yeşile ta-
havvül ediyordu. O esnada cezbe gelir gibi bir tavırla
dedi ki:
— Şöhretin neyse hâli, öylece görünsün fâli...
Yüzünde türlü işmizaz ve takallûsat ile kaşlarını göz­
lerini oynatarak bir şeyler homuirdana hom urdana kâh
gazap âsarı, kâh tebessüm göstere göstere üç dört dakika
kadar suyu karıştırdı. N ihayet bir ayna gibi suya baka
baka berveçhi âti cevher saçmağa başladı:
— Ben ne istiyorum, bak ne görünüyor? F atih taraf­
larında, bahçe içinde pem be boyalı b ir konak. İçi gıcır
gıcır yeni hasır döşeli... Bu konak kim in ayol söyleyiniz?
Ay, üzmeyiniz beni... Ha?.. Ne dediniz? Safalar mı getir,
diniz? Ay, yok yok... Saf saf Safai Efendi mi? Doğru söy­
leyin... Evet, Safai... (Şöhrete hitaben) Kızım, Safai Efen­
di kim?.
Şöhret, hayretten büyümüş gözleriyle Hoca Hantmı
süzerek:
— Kim olacak, Mâilin kayınpederi...
Şöhretin yanındaki yaşlı kadın fartı istiğrabmdan iki
tarafına sallanarak refikasının kulağına:
— Aman, hiç böyle keskinini görmedimdi!.. Yeriyle,
yurduyla, ismiyle söylüyor...
Nefise:
— Üst katta, mavi boyalı odada zayıf, uzun boylu,
irice kara gözlü bir kadm var? K im dir o? Bu kadın ki­
min nesi? Niçin öyle düşünüyor? Admı söyleyiniz. Söy­
leyiniz.... Söyleyiniz canım. (Nefisenin çehresi morarır,
ağzı köpürür) Rica ederim...
TESADÜF 77

Sabbek: 1 I
— Anneciğim, söylemiyorlarsa zorlama... Bak ne hale
girdin!..
— Ha ha... Sa Şaibe... Safai Efendinin kızı... Mâilin ka.
rısı... Tü utanm az karı... N edir o kocana yaptığın büyü­
ler?.. Ben onun hepsini bozarım. Herifi yanından ayırm a­
m ak için düzen düşünüyor. Tombalakça orta yaşlı bir ka.
din var. Evi oralara yakın... Komşu, komşu; Sâiıbe ile iç­
tikleri su ayrı, gitmiyor. Bu k arı onun kilidi küreği, eli
ayağı... Bak bak, Sarıgüzel taraflarında büyücü bir hoca,
ya gidip geliyorlar. Keçekülâhlı bir herif... Alimallah se­
nin külâhım başına boynuna geçiririm. Büyüyü yaptılar,
afsunladılar... M uşam balara sardılar... Bak o tom balak
karı götürüyor. Bırak onu... A! Götürüyor. Götürüyor...
İşte işte, «Çarşamba» taraflarında ıbüyük b ir viraneye
girdi. A, a, mezarlığa yakın; ulu çitlem bik ağacının ya.
nmdaki battal kuyuya attı. Zavallı Şöhret! Mail Bey gel­
medi diye dövünüyorsun... O çıkın kuyuda durdukça sev­
gilin yanm a nasıl gelebilir?..
Şöhret m eraktan saçları ürperm iş b ir halde:
— Hoca Hanımcığım, bir kuyucu bulsak, inip oradan
çıkını alamaz mı?
Nefise: >
— A... Kah kah kah!.. İlahi cahil kız; güldürm e beni!
Hiç büyücünün attırdığı çikmı kuyucu bulabilir mi?
— Canım, kim bulabilirse o çıkarsın...
— Zor iş yavrum... H er yiğidin kârı değil... Bunu çı­
karm ak için çıkının ağırlığınca para gider. Sâibe Hanım
bu büyüyü kaça yaptırtm ışsa şimdi zıddmı bulm ak iki
k at para sarfiyle olur. Mâil Beyin kullandığı çamaşırlar,
dan bir şey getirdiniz mi?
— Bir gecelik entarisi getirdik... »
— Pekâlâ, şuraya bırakınız...
78 TESADÜF

Nefise Hanım, Şöhreti gayet uıstalıkla isticvap etti.


Mâil Beyle olan sevdalarına, münasebetlerine; yaşayış
tarzlarına dair pek mühim m alûm at aldı. Bu tafsilâtı tel.
leyip pullıyarak bir iki gün sonra gelecek Sâibe Hanıma
falla keşfetmiş gibi satacaktı.
M ahut çıkını o akşam kuyudan çıkartacağını vaat ile
Ş öhretten on lira başlangıç aldı. Bir hafta sonra gelmek
üzere Mâil Beyin dildadesi reftarında can dayanmaz bir
edâ, kalbinde Hoca Hanımın keskinliğine büyük bir iti­
m atla çıktı, gitti.
Bu, güzel Şöhretin ikametgâhını öğrenmek için arka,
dan Mutuşu saldırm akta ihmal vaki olmadı.

4
SÂİBE HANIM
Bu kadın «Ser» de yetiştirilen hasta, nazik b ir çiçek
gibi büyüdü. Anasının babasının bir tanesiydi. «Sakınılan
göze çöp batar» m eşhur meseli fehvasınca b ir ailenin ye.
gâne medarı inşirahı, saadet sermayesi addedilen bu za­
yıf, çelimsiz, kansız; solgun kızın üstüne titredikçe, ser­
pilip büyümesi için tıbbın bütün harikulâde keşfiyatm dan
İstifadeye uğraşıldıkça bundaki hayat usaresi sanki bütün
bütün soğuyor, çekiliyordu. Çocuk altı yaşm a kadar, m i­
zacım kuvvetlendirm ek için bu güç işe tâyin kılm an dok­
torları nevm it bırakacak bir zaaf, bir derm ansızlıkla bü­
yüdü. Dokuz, on yaşm a doğru biraz kendini topladı; ser­
pildi. K adm oldu. F akat o çocukluk zaafından kendinde
şiddetli bir hassasiyet, çabuk m üteessir olm ak gibi bazı
ahval kaldı. ■ ! | j
Sâibenin ilk kadınlık devresindeki b u asabiyeti, bu
elîm teessüratı annesiyle babasını çocukluk zamanındaki
hasta halinden ziyade meraka, telâşa düşürdü. Sairlerin.
TESADÜF 79

ce ehemmiyetsiz görünen en ufak bir şeyden içlenir, der­


dini kimseye söylemez, oraya buraya çekilir, gizli gizli
ağlardı.
Annesi ile babası, kızlarını m üteessir etm em ek için
doya doya sevmeğe, okşamağa bile korkarlardı. Sâibe di­
ğer çocuklar gibi her arzusunu meydana koymaz, her is­
tediğini söylemezdi. Mahzunane bakışından, çehresinin
aldığı garip, m ânidar tarzdan maksadının keşfolunmasmı
beklerdi. Haline d ikkat eden olmaz, mânalı hüznü ile if.
ham etmek istediğini anliyan bulunmazsa m eyusiyeti art­
tıkça artar; nihayet gözlerinden birkaç k atra nevmidî göz
yaşının inmesi m aksadının husulü yerine kaim olurdu.
Meramı derhal keşfediliverse o zaman da yüzünü mah.
çubiyeti andırır bir kızıllık kaplar; fikrindeki şeyin an.
laşıldığma sanki sıkılırdı.
Peder ve validesi bu kızın meylini, inhimakini tetkik
ede ede büyüttüler. Tâ bebekle oynadığı zam anlarda Sâi.
bede ana olmak, bir aile teşkil etmek için şedit bir arzu
vardı. Bebeklerini büyük bir şefkat ve itina ile yatırıp
kaldırdıkça annesi, kızının mâsum kalbindeki kadınlık
cevher ve inhimakine bakarak:
— Bu kız büyürse kocasını, çocuklarını çıldırasıya bir
m uhabbetle sevecek; Allah vere de bir helâl süt ernmişe
düşeydi...
Demekten kendini alamazdı. Şaibenin ana ve baba­
sından olan en büyük ricaları bebekleri, bebeklerinin ço­
cukları hakkında onların her gün b irer lû tu flan m istir­
ham etmek olurdu. Meselâ büyük bebeğinin al canfes en­
tarisi varmış; küçük bebeğinkinin esvabı basmadanmiş...
O, öbürünü kıskanıyormuş. Binaenaleyh küçüğün kızı için
de bir canfes entari istirham ında bulunurdu.
Sâibe zekiydi. Fevkalâde hassasiyeti hasebiyle bazan
o yaşta b ir kızdan memul edilmiyecek feraset eseri göste­
rir; idrakinin derecesine ev halkını h ayran ederdi.
80 TESADÜF

Bu kızı kendi arzusu, meyli nisbetinde bir gayretle


okuttular, yazdırdılar. K adınlar arasında allâme kesilecek
bir m ertebede değil, fakat her şeyden b irer parça anlıya,
cak kadar tahsil gördü. Maahaza zekâsı, hassaslığı yardı-
miyle, Sâibe Hanım; sathî irfan ve m alûm atına güvenen
şöyle böyle erkekleri yaya bırakacak bir liyakat ibraz
edebilirdi.
Yaşı on yedi, on sekizi buldu; daha aile arasında bu
kızın evlendirme meselesi kale alınmıyor, bahis mevzuu
olmuyordu. Meselenin zorluğu, nezaketi onu düşünmeğe
babaya anaya cesaret vermiyordu. Safai Efendi zengin ol.
duğundan, servet tam ahı ile pek çok talip zuhur etti. Kız
müstesna bir güzelliğe m alik olmamakla /beraber çirkin
de değildi. Sâibenin bülent kam eti, nazik, solgun uzunca
siması; kirpikleri yanaklarına saye salan iri siyah gözleri,
biraz enli kaşları, hâsılı umum î heyetinden hilmiyet, rik­
k at ve şefkat akan çehresi; mesudiyeti zevciye. için bir
kadında vücudu lâzım olan evsafı bilen, tanıyan b ir er­
keğin rağbet nazarını celbetmiyecek gibi değildi.
Böyle ük ¿ağıza zuhur eden taliplerin çoğu, ne asalet,
n e servet; ne de ilim ve irfanca m eziyet sahibi olmayıp
sadece kara .kaşlarına, uçları kıvrık bıyıklarına, civanlık-
larına güvenerek zevce sayesinde ,refaha konmak istiyen
birtakım eli boş gençlerdi. Böylelerine kız değil, cevap
verm ek tenezzülünde bile bulunm uyorlardı. Lâkin el bu!
Başa çıkılır mı? Aynada kendini beğenen talih tecrübesi
nev’inden izdivaç talebine cüret gösteriyordu. Safai Efen­
diye küfüv addolunacak zevat da zuhur etm edi ıdeğil. Fa­
k at her birine birer bahane bulundu. B ir iki sene de böyle
geçti. Nihayet bir gün Şaibenin validesi zevci Safai Efen­
diden kızlarına zevç olacak zatın o şerefi ihraz edebilmesi
için ne yolda evsafı bergüzideye malikiyeti icap ettiğini
sordu. Efendiyi bir düşünme aldı. Doğru söylemek lâzım -
gelirse bu mühim suale vereceği cevabı k at’î bir şekilde
TESADÜF 81

kendi de bilmiyordu. Bu it ibarla o konağa gelecek zat


orta yaşlı mı, yoksa genç mi olsun? Çirkince mi veya gü­
zel mi bulunsun? Servet, tahsil ve dirayetçe ne kararlarda
olsun?.. Pek genç ve güzel olsa çapkınlığına, havapereşit­
liğe meyli ziyade bulunur. Yaşça biraz durmuş oturm uş
olsa veçhen pek revnakdar bulunm asına, bu takdirde de
kızm muhabbetini celbe m uvaffak olamaması ihti'mali
var... Zengin olsa zevcesine kendini biraz ağır satm ası
melhuz... Fakir bulunsa pespaye addolunur.
K an koca bu mühim cihetleri tâyine haftalarca, ay­
larca zihin sarfederek bir şeye k arar veremiyorlar, yek.
diğerinJi; ilzam için bir söz bulamayınca:
— Adam sen de, hayırlısı Allahtan...
Cümlei mütevekkilânesiyle bahsi kapatıyorlardı.
Yine karı koca bir akşam bu tezviç meselesini hal sa­
dedinde endişeli bir gece geçirm ekteler iken 'Safai Efendi'1-
dedi ki: ,
— Bu madde hakkında biz kızın kendi reyini hiç sor­
madık. Bir de onu istimzaç etsek bakahm ne der? Bizim
Sâ'lbeye olan fartı muhabbetimiz bu bapta b ir k arar vere,
bilmemize mâni oluyor. Kendi ne diyecek, onu da anlı-
yalım?..
Sâibenin annesi Raika Hanim bu suali zihninde evi­
rerek çevirerek düşündü, nihayet dedi ki:
— A efendi öyle şey olur mu? Sen, ben sağ d u ru r­
ken böyle meselede onum reyi sorulur mu? M eşhur m e­
seldi: r «kızı keyfine bıraksalar zurnacıya varır» derler...
Sâibe bu keyfiyeti bizim kadar ince düşünebilir mi? O
daha çocuk... Onun aklı erer mi hiç?..
Efendi ısrarla:
— Hanım sen b ir kere sor. Bakalım anlıyalım, kendi
meyli ne cihete?..
— A, inanolsun efendi, ben kıza öyle şey soramam...
6
82 TESADÜF

Hiç ıben ona gönlün nasıl koca ¡İstiyor? Ne biçim erkeğe


varacaksın, diyebilir miyim?
— Ben soramazsan, dadısına tem bih et. Bir münase­
bet düşürsün, o sorsun...
Ertesi günü Raika Hanım, kocasının bu .tembihini Şa­
ibenin dadısı Kbrukemana anlattı. Elbrukeman, çocuk
doğduğu zaman alınmıştı. Kendinin de çırak çıkması kü­
çük hanım ın evlendirilmesine bağlı bulunduğunu bildiğin­
den, dadı kalfa büyük bir beşaşetle:
— A, sorarım... Yirmi yaşma yaklaştı. Evde kalacak
değil ya!.. Bakalım asker mi, kâtip mi ister? Yanı kılıçlı
mı, yoksa eli bastonlu mu olsun diyecek?
Ebrukeman, böyle bir sualin evvelâ kendine iraded'il.
mediğine btiraz canı sıkılarak hanım ın yanından çıktıktan
sonra içinden şöyle söylendi:
— Ben koskoca büyük dadı idururken nasıl koca iste­
diği küçük hanım dan mı sorulur? Bir kere de bana sorul,
maz mı? Hangi koca iyi olduğunu Sâibe H anım ne bilir?
Dünkü çocuk... Erkeğin babayiğitinden anlar mı? Aman,
nasıl olursa olsun... Bir koca istesin de (bana da sıra düş­
sün. Küçük ham m kâtibe varırsa varsın... Benim kısme­
tim inşallah askerden çıkar.
«Anan baban soruyor. Nasıl koca istersin?» sualini
sorunca küçük hanımı pek ziyade sevinecek zanniyle Eb­
rukem an hem en koştu; kızı tenha b ir odaya çekip kapıyı
sürmeledi. Dadısının böyle esrarengiz telâşlarla kapıyı sür-
meleyişinden bir şey anlamayarak m ütehayyirane bakı­
nan Sâi'benin kulağına: ı
— Küçük hanım, duydun mu?
— Neyi?
— Sanki o suali sana değil, bana sormuşlar gibi yüre.
ğim hop hop içinde oynuyor...
— Hangi suali? I
— Kılıçlı mı? Bastonlu m u?
TESADÜF 83

— Dadı, anlamıyorum?..
— Anlamıyacak bunda ne var ayol... A sker mİ olsun,
kâtip mi?
— Kimin için söylüyorsun?
— Sen niçün böyle vurdum duymaz kızlardan oldun?.
Hiç böyle şeyi insan anlamaz mı? Efendi babanla annen
konuşmuşlar. Seni kocaya verecekler. Bana: «Git kıza
sor; nasıl koca istiyorsa anla, bize haber ver» dediler. Bu.
nu sormıya lüzum yoktur. Elbette yanı kılıçlı ister, di­
yecektim. Yine bir şey demedim. Çabuk söyle, nasıl is­
tersin?.. i
Saiiibe fartı hicap ve teessüründen kıpkırm ızı kesildi,
iki avuciyle yüzünü kapıyarak:
— Dadı, o nasıl lâkırdı?..
— Nasıl olacak basbayağı lâkırdı... Öyle densiz densiz
sıkılmıya kalkma. Bu iş nazlanm a götürmez. İnsana bir
sorarlar, iki sorarlar... Sonra usanırlar, kocaya vermeyi-
verirler. N ihayet evde kalırsın. Bana kaç defa sordular.
Şaşkmgibi cevap vermeğe utandım da böyle kaldım işte...
Şimdi sorsalar cevabım hazır. F akat sormuyorlar. Bes­
belli senin m ürüvvetini bekliyorlar; benimki de ondan
sonra olacak.
— Ben koca moca bilmem... Bana öyle şey sorma...
— A, a, a... Varmıyacak mısın?
— Varmayacağım...
— K arabaş mı olacaksın? Sen varmazsan beni de
vermezler. însan yaşlandıkça evvelden varm adığına piş­
m an oluyor. Sizin halinizle halleşe halleşe, derdinizle dert-
leşe dertleşe baksana kurudum kira beygirlerine döndüm.
A, bana yazıktır. Ben de evimi bileyim. Bir bucağım ol­
sun... Nazlanma kızım, üzerinde bu kadar hakkım var...
— Dadı sen varacaksan var; ıbeni işe karıştırm a...
— Ey, şimdi annene ne cevap vereyim ?
84 TESADÜF

— Canım, böyle meselede kızın reyi sorulup: m u? Pe.


derle valide nasıl tensip ederlerse öyle olur.
— Eh işte nazlanma... Sen de istiyorsun ya... Kızlık
hali bu... ¡Söylemeğe sıkılıyorsun. Annene giderim, «asL
k er dıstiyor» derim.
— Dadı, ayağını öpeyim. Öyle asker, kâtip karıştır,
ma; ayıptır.
— Ne olacak sonra?..
♦Dadısının bu son sualine cevap olarak Sâibe mendili­
ni çıkardı, hüngür hüngür ağlamıya başladı.
Ebrukem an da hanım ının bu densizliğine infial ile:
— Aman sade naz... Koca deyince böyle huysuzlanan
küçük hanım ları çok gördük. Sizinkisiı «istemem; yan ce.
bime koyuver» tarzında densizlik... Şimdi bu naz ağla­
ması bir şey değil... Sen asıl evde kaldığın v akit için ya­
n a yana ağlıyacaksm. Annenin ağzı yok değil ya; kızının
ne biçim koca istediğini gelsin kendi sorsun. Oh canım, ara
yerde bana ne oluyor?..
(Serzenişleriyle odadan çıktı.
İradolunan bu sual zavallı Sâibenin kalbinde, safde­
ru n dadı kalfanın hissen muhakeme edemiyeceği, hulkî
rikkatten m ahrum iyeti sebebiyle anlam ıyacağı bir fırtına
koparmıştı. Ebrukem anm koca hakkm daki düşüncesi, ta.
savvuru, tahayyülü kendi dediği gibi iboylu boslu bir as.
kerdi. İşte o kadar. Gece, hülyalarım neş’eliyen o kalbinin
perisine varm akla kendini bütün bakiyei hayatm ca eme­
line nail olmuş b ir b ahtiyar addediyordu.
Ebukem anm odadan çıkarken «sizinkisi istemem yan
cebime koyuver, tarzında densizlik» demesi de bütün bü­
tü n yabana atılacak b ir söz değildi. F ak at mesele Sâibe­
nin muhakemesince dadlnın zannettiğinden çok mühim,
çok nazikti. Kılıçlı, y ah u t bastonluya k arar vermekle iş
bitmiş olmuyordu. Bu hassas kız için koca lâfzında henüz
zevkini hissetmediği m uhayyel b ir lezzet, yanm a gidile.
TESADÜF 85

m iyerek ancak dilfirib eşkâl ve elvanına nazaran rayiha­


sı hakkında hüküm verilen b ir çiçeğin hayalî b ir saadet
kokusu vardı. Kadın olmak, kendi nasıl doğduysa aynen
öyle doğurarak ibraz edeceği validelik şerefiyle h ay at
vazifesini yerine getirm ek, cemiyeti beşeriyeye karışm ak
istiyordu. Tab’mdaki m uhabbet ve şefkat cevherini zev­
cine, evlâtlarına ibzal etmek, sevmek, sevilmek emelin,
de idi.
Geceleri odasına kapanıp da pencereden m ehtapta
bahçenin, üzerlerine eritilm iş gümüş serpilmiş zannolu-
nan cesim ağaçları, esrarengiz gölgeler içine gömülmüş
hiyabanları arasından nazarım tahayyüle sevkederken,
b ir bâkirin saffeti hayaliyle düşünürken bazan yanından,
tâ omuzu üzerinden âteşin bir nefha, yanaklarını, ızârı
mâsumanesini ısıtır gibi olurdu. Bu nazik hayal böyle
Sevdalı, m ünevver fakat hazin, sâkit gecelerde Sâibenin
ismet harim ine duhule cüret eden m üstakbel bir zevçti.
Bu m uhayyel âşık, kızın kulağına lâhutî bir sesle bin sev­
da teranesi okur, türlü müessir cümlelerle sadakat meva-
idinde bulunurken zavallı kız bir nazarı iştiîbahla etrafı­
na bakınır, o mevhum şahsın göz bebeklerine nasbi naza
ra uğraşarak sorardı:
— Sahi mi? Ey sevda perisi, doğru söyle: ¡Sen sevdi­
ğini ebedî bir m uhabbetle mi seversin? Bu tatlı tebes­
süm lerinde iğfal şemmesi yok m udur? K arı koca dâvala­
rında, romanlarda, tiyatrolarda gördüğümüz o aldatılan­
lar, bir başka cihanın leim eşhası mıdır? Senden korku­
yorum. Beni aldatma. Maksadın iğfal ise söyle. Sevdanın
derdine bulaşm adan ilelebet böyle bâkir kalayım.» derdi.
Sonra gönlüne, m ahiyetini tefsir edemediği b ir hüzün
çökerdi. Ağlar, ağlar, ağlardı. Derdini kimseye söylemez,
kalbinin derinliklerinde m edfun o zevç hayalini sanki
herkesten kıskanırdı.
Hep bunlar, bütün tezevvüç k ararı uzun boylu bir ko.
86 TESADÜF

cadan ibaret olan dadı kalfaya anlatılamıyacak ince his.


lerdendi.
!Sâibe, maddî ve m ânevi evsafı ancak kendi gibi hissi
de pâkize b ir kızın m ütehayyilesinde vücut bulm uş b ir
zevç, b ir ru h arkadaşı arıyordu. B ütün iştiyak gecelerini
böyle bir emel ankasm ı takiple geçiren kızlardan hem en
hiç birinin m aksada nail olam adıklarını, hayalin hakika­
te tatbiki nasıl bir m uhal iş olduğunu o acı tecrübeleriy­
le Sâibe daha bilmiyordu. F ak at fikir ve hayali bu zevç,
tezviç meselesine düştüğü zaman en em elpirâ tahayyülât.
tan sonra kalbine bir havf ve h cfas geliyor, sanki bir his.
si kablelvuku tezevvücünün m üstakbel m acerasını âsabı.
na tebliğ ediyor, ağlamadan kendini alamıyordu.
Konak halkınca kızın bu haline densizlik, şım arıklık
nam ı verildi. Bazı kim seler hüküm lerinde biraz daha
ileri vararak Sâibenin kocaya varmak istemediğini söyle­
diler. Keyfiyet bu merkezde iken, o zam ana kadar bahis
¡mevzuu olmıyan b ir mesele birdenbire başgösterdi. Safai
Efendinin, Merzuk efendi isminde bir dostu vardı. Büı iki
zat arasındaki m eveddet tâ çocukluk zam anından, m ektep
arkadaşlığındanberi berdevamdı. Beyinlerinde servet, asa­
let cihetinden b ir fark yok gibiydi. Safai Efendinin bir kızı
olmasına m ukabil ötekinin de bir oğlu vardı. Sâibe nasıl
anasının babasının b ir tanesi, kıym etlisi ise oğlan da öy­
le... A ralarında tabiat, his, terbiye noktai nazarından küllî
m utabakat vardı. Oğlan kızdan ancak iki yaş kadar bü­
yüktü. A ralarındaki kayde şayan fark yalnız Mâilin Şa­
ibeden daha yakışıklı olmasında idi.
O âne kadar Safai ve Merzuk Efendiler arasında bu
kerim e ile m ahdum un yekdiğeriyle evlendirilmesi emrin­
de söz geçmemesi mühim (bir sebepten ileri geliyordu..
K ıym et ve m uhabbet cihetinden kız ebeveyni nazarların­
d a h er neyse oğlan da öyle idi.
TESADÜF 87
Bunlar biribirine verilse kız mı dışarı gidecek, oğlan
m:? Her iki taraf da (böyle b ir iftiraka razı olamıyacağm.
dan bu tezviç ve tezevvüç vâdisine şevki kelâm edilemi­
yordu. F akat bir aralık Mâilin başı hav alan ır gibi oldu.
A rasıra konağa çakır keyif gelmek, belleri kuşaklı, vapur
dumanı fesli, sivri ökçeli, hâlü sanları şüpheyi davet edici
bazı ahbaplar peyda etmek, geceleri geç vakitlere kadar
baba evinden uzaklarda geçirdiği gaybubet saatlerinin
m ahal ve mekânı istimalini haber verem emek gibi hovar­
dalıklar başgösterince M erzuk Efendinin aklı başından
gitti. M uktedir olabildiği m ertebe Mâilin harekâtını tak ­
yide kalkıştı. H er ne sebeple olursa olsun uşaksız sokağa
çıkmayı, gece hariçte kalmayı, öyle kıyafeti, terbiyesi
kendi asaletleriyle m ünasebet alam ıyacak delikanlılarla
görüşmeyi katiyen meneyîcd:.
Mâil, kötü yaradılışla doğmuş bir çocuk değildi. Bu
ilk gençliğin dalâletinden kendini çabuk topladı. F akat
sıkılıyor, zayıflıyordu. Gençlerin ilk h ay at devrelerinde,
ki tehlikelerden bu çocuğu nasıl sakınmalı? Nasıl k u rtar­
malı?.. Pederle validenin bu hususta düşünebildikleri en
k a t’î çare teehhül oldu. Mâili evlendirmeğe k arar verildi.
Lâkin hangi kızı almalı?.. Gezdiler, aradılar, taradılar;
buldukları kızların hiç birini Mâile lâyık göremediler.
Yavaş yavaş düşünceleri Sâibeye teveccüh etti. Bu kızın
h er hali zaten m alûmlarıydı. Meselenin güçlüğü, yalnız
kızı içeri almak yahut oğlanı dışarı verm ekte kalıyordu.
Çocuğun başı havalanm adan, yahut oğullarına pek küfüv
olmıyacak bir kızl almadansa Mâili Safai Efendinin ya­
nına, yarı orada, yarı kendi nezdlerinde bulunm ak gibi
b ir şartla iç güveysi vermeğe razı oldular.
Şaibeyi zevceliğe isteyip istemediği delikanlıdan so­
ruldu. Kız pek güzel değildi. F ak at bunun ulvî mahzuni-
yeti, m ütefekkir iri siyah gözleri, hilkatindeki nezaket
küçüktenberi M âilin hoşuna giderdi. Binaenaleyh bu kızı
almakla bahtiyar olabileceğini ebeveynine söyledi.
88 TESADÜF

Sâibeden de istifsarı hal edildi. Kızın verdiği cevap


berm utad birkaç katra göz yaşı oldu. Kızda da oğlana kar­
şı çocukluk zam anındanberi b ir meyil, bir incizap var gi­
biydi F akat şimdiye kadar ona varm ak hakkında zi­
hin sarfeylememiş olduğundan, bu meyli nisyan külü
ile m estur kalmıştı. Böyle alınm a verilm e sözleri çıkınca
bu eski sevgisine bir inbisat geldi.
Nikâh, düğün oldu. H akikaten zevç zevce iki sene ka.
dar emsaline gıpta verecek bir hüsnü imtizaç ve saadet
ile vakit geçirdiler. Bir kız çocukları oldu. M akbule bir
yaşına geldi. Zevç ile zevce beynindeki rabıtayı da sağ.
lamladı.
Sâibe kızlığında pencereden m ehtaba karşı tahayyül
ettiği emelinin perisini bulmuştu. O muhayyel zevç işte
vücut bulmuş, -kendini almıştı.
Bu karı, koca, saadetlerinin tam am evci bahtiyarisin-
de iken en ceyid, en parlak, en açık havalarda şuradan bu­
radan ağır ağır peyda olan sehabpareler ğibi o tâbenâk, a
saf, sevda ve imtizaç ufuklarında yavaş yavaş keder alâ-
imi başgösterdi.
Bu duman, bu bulanıklık Mâile ân z olan b ir neş’e-
sizlikle başladı. Delikanlı o eski şetaretini kaybetti. Soh­
betinde evvelki revnakı, sofrada eski iştahı yoktu. Evvel,
ki gibi yemiyor, içmiyor, uyumuyordu. H er halinde bir
tebeddül vardı.
Sâibe, kocasının bu garabetini geçici bir asabiyet hali
farzederek aile arasına b ir telâş düşürm em ek için bir
m üddet kimseye haber vermedi. Yine m uhabbet semala­
rının musaffa bir hale gelmesini ve parlam asını birkaç
hafta beyhude bekledi. F akat zevcinin marazı hali eksil­
miyor, artıyordu. Bu nasıl hastalık? Bu m araz zaman geç­
tikçe eskir, kökleşir, korkusiyle âcil bir çareye başvurul­
m ak için valide ve pederine ağlıyarak gizlice beyanı hal
etti. D oktorlar celbolundu. Mâili m uayene eylediler.
TESADÜF 89

«Kordiyal» filân nev’inden hafif ilâçlar tertibiyle gittiler.


Marazın teşhisi emrinde sorulan suallere hafif sinir hali,
dem ekten başka bir cevap verilmiyordu.
Etibbanm gelip gittiği günün akşamı zevciyetleri müd-
detince ilk defa olarak Sâibe, kocasının haksiz bir tekdi.
rine uğradı. Mâil som urtarak bir köşeye çekilip oturm uş­
tu. Sâibe zevcini öyle m eyus görm ekten m ütevellit b ir
istizah tavrı, bir telâşla odada dört dönmekte iken deli,
kanlı kaşlarını çatıp azarlarcasm a soğuk bir tavırla:
— Öyle anana babana söyleyip de lüzumsuz buraya
doktor celbetmek gibi hareketlere b ir daha kalkışma. Be­
nim bir şeyim yok. İnsanın neş’eli günü olur, neş’esiz za.
manı olur. H er gece söylenip zevcesini eğlendirmeyi koca­
lığın aslî vazifelerinden zannediyorsan yanılıyorsun...
Bu ilk tekdir haftalarca ağlamak için zavallı Sâibeye
girye sermayesi oldu. F akat m utadı veçhile hep gizli gizli
ağlıyor, ye’sini, göz yaşlarını ebeveyninden son derece
ihtirazla saklıyor, kendi ile kocası beynindeki esrardan
ev içine bir şey sızıp da bilâhare Mâilin hatırını kırm ayı
mucip olur korkusiyle hep y e ’sinin kanını içine akıtıyor,
du.
Zevcine ne oldu böyle?. Her akşam som urtkan bir
çehre ile eve geliyor. Kendine b ir sual, bir hitap vukubul.
mazsa ağzını açmak, bir kelime sarfetm ek istemiyor.
İr ad olunan suallere de hendesede «hattı müstakim» tarifi
gibi iki söz beyninde kabil olabilen en kısa yolla cevap
veriyor. Sofraya iniyor, ne yediğini bilmez bir halde dal.
gm dalgın taam ediyor. Odaya çıktığı vakit artık kendi­
ne pek müz’iç gelen karisiyle m uhatabaya m âruz kalm a­
m ak için kitap, gazete bir şey buluyor, sûrî ,b ir m eşguliyet
arıyor. Gözleri satırlarda fak at zihninin başka yerde ol­
duğunu Sâibe görüyor, anlıyor. Kızı M akbule kucağına
verilse, çocuğa şöyle yalancıktan gönülsüzce b ir iki gü­
lüyor, hiş piş yapıyor... Sonra çabucak anasını çağırarak:
90 TESADÜF

— Al şunu. Çocuk kucağımda sıkıldı., yalanı ile kızı


yanından defediyor. ıSâibe, çocuğu babasının kucağından
alırken yavrucağın henüz baba nüvazişine kanmamış ol­
duğunu, baba kucağını terketm ek istememesinden, naza­
rinin mahzunluğundan, kollarını açıp da hep o tarafa
atılm asından anlıyarak y e’sinden erir, yüreğinin kanı ta­
şar, harice boşalır gibi olur; çocuğun o istiskale uğra.
yışı, analık şefkatini — m uhrik b ir seyyal hum m a gibi
vücudunu yakacak m erteb ed e— galeyana getiriyor. He­
m en hem en ağzım açarak:
— Beyefendi, validesine peyda ettiğiniz nefreti mâ-
suma niçin teşmil ediyorsunuz? O, henüz ifadei m erama
bile m uktedir değil... Bilmiyerek bir kabahatte bulun-
dumsa infialinizin cezası yalnız bana m ünhasır kalsın.
Çocuğunuzu seviniz. Bakınız onun nazarında size karşı
ne büyük m âsum ane bir m uhabbet var!..
Demek ister, fakat beyini büsbütün kızdırarak zaten
çekilmez (bir raddeye gelen imtizaçsızlıklarma külliyen
başka bir renk verm em ek için taham m ülü daha m uvafık
bulurdu.
Mâilin m ûtadı öğle yemeğini konakta yeyip sonra ka­
lemine gitmekti. Yavaş yavaş bu âdeti de bozuldu. Şimdi
sabah olunca hem en giyinerek kendini sokağa atmağa te ­
halük gösteriyorduu Beyefendi m ahalle kahvesine çık­
maz, gazinoya gitmez. Sıcak döşeğini terkeder etmez,
böyle aile yuvastndan firarını neye ham letm eli?
Sâibe bütün cesaretini toplıyarak b ir sabah sordu:
— B ir kahve içmeden, böyle gözünüzün çapağı ile ne­
reye gidiyorsunuz?
Mâil nazarını zevcesinin yüzünden diğer ıbir noktaya in­
hiraf ettirerek:
— Pedere!..
Cevabını verdi. M uhtasar, dürüşt fakat sıhhati meşkûk
b ir cevap. Genç kadın bu kısa cevaplarla kanaate artık
TESADÜF 91

alışmıştı. Zavallıyı en ziyade öldüren husus, peder ve va.


lidesiyle ev halkından çoğunun, Mailin bu değişen ahval
ve ahlâkı hakkında iştibahlı birtakım sualler iradına kal­
kışmalarıydı. Sâi'be h er şeyi örtmek, hiç birini sezdir­
memek için son m etanetini istim al ile zevcinin garip mu­
amelelerini hep birer suretle tevile uğraşıyordu. Lâkin
veçhindeki saklanması kalbil olmiyan yeis alâim i ve bun­
dan m ütevellit zaaf, solgunluk, Safai Efendi ile Raika
Hanımı pek ziyade m eraka düşürdüğünden, b ir iki defa
Sâibeden gizli Mâil Beyi odalarına celp ile kızlarındaki
o acaip teessürlere dair nazikâne istizahlarda bulunm uş­
lar, fakat delikanlıdan aldıkları cevap:
— Ben zevceme hürm ette zerre kadar kusur etmiyo­
rum . Benden gizli bir derdi varsa onu bilmem?., den iba­
re t olmuştur.
Kızlarını her ne zaman bu madde için sıkıştırsalar,
onun ifadeleri de hep Mâili kabahatten âri gösterm ekte
olduğundan, ne yapacaklarını, ne düşüneceklerini ikisi
de şaşırıp kalmışlardı.
Ana, baba böyle b ir h ay ret içinde iken Mâil ile Sâibe
arasındaki geçimsizlik diğer b ir fecaat devresine girdi.
'Sâibe evvelce m uhabbetinden, sadakatinden katiyen
emin bulunduğu beyinin haline, muamelesine o tebeddül
ârız olur olmaz bu tegayyüre ne mâna vereceğini birden­
bire tâyin edem iyerek b ir tereddüt deryası içinde hayli
m üddet bocalanıp durm uştu. F akat Mâilin m uam elâtta
gösterdiği burudet gittikçe tedenniye bedel terakki husu­
lü Sâibenin işe bir sevda meselesi karışmış olması em rin­
deki şüphesini takviye etti. Genç kadın olanca hassaslı­
ğını, kiyasetini zevcinin ahval ve harekâtını tetkika has-
reyledi. O, kadınca hiredsuz, inceden inceye dikkat ve
muhakematiyle, Mâilin gönlüne diğer b ir kadının biaman
sevdası girmiş olduğunu müsbet, h er gün yeniden yeniye
delâil keşfine başladı. Nazarında hakikat teeyyüt ettikçe,
92 TESADÜF

inkâr, tevil kabul etmez bir vuzuhla sabit oldukça b'çare


Sâilbenin teellümü, ıstırabı taham m ülün fevkine çıkıyor­
du. Dünyadaki bütün saadetlere tercihan zevcini çıldıra­
sıya bir şiddetle seven bir kadın için hunfeşan, en keskin
hançer uçlarından daha vecânâk b ir kıskançlık acısı içini
yiyor, eritiyor, zehirliyor, parçalıyordu.
Zevcesinin düştüğü bu sonsuz teellüm atı Mâil görüp
anlam akta çok teahhur etmedi. Sâibe h er saniye biraz
eriyen mum gibi bitiyor, tükeniyordu. A ralarında tahad.
düs eden burudete, mübayenete, o vahim zevciyet mese­
lesine dair şakkışefe etmeksizin yekdiğerinin halini, ıstı­
rabını biliyor gibiydiler. A ralarında sâkitane bir «dram»
başladı. Bazan' ikisinin de elem şerareleri nazarlarından
fışkırırken gözgöze gelirler, yine hem en m uztaribane bir
titreyişle nazarlarını tebdil ederlerdi. Bu bakışlarında
sanki bir gün yekdiğerine birer müthiş ifadede buluna­
caklarını anlatır bir ıztırar mânası vardı. F ak at o ik rar
gününün vürudundan pürtevahhuş kesildiklerini bildirir
birer isticalle yekdiğerinden kaçarak tehlikeyi d efe uğ­
raşırlardı.
Bir akşam yine böyle hirasân, lerzan karı koca gözgö­
ze geldiler. Mâilin gözleri büyüdü. Dudakları anlatılacak
mühim derdin dehşetinden titriye titriye ayağa kalktı.
Lâzım, gelen m etaneti iktisap için aktör ğiıbi b ir tav rı
m utazarrıanede kollarını açarak zevcesine doğru iki adım
attı. Besbelli ’ik rar dakikası hulûl etmişti. F ak at Sâibe,
avcı kurşununa m âruz kalmış bir kaplan (gibi gözleri dön­
müş, saçları ürperm iş bir halde hem en yerinden fırladı,
îk i eliyle zevcinin ağzını kapıyarak:
, — Bey! Allah aşkma sus!.. Bana bir revolver çek, tek
o anlatm ak istediğin şeyi söyleme... Yok, taham m ül ede­
mem, söyleme...
S'ayhasiyle oraya yığıldı. Kendini kaybetti.
K arı koca arasında cereyan eden bu facianın hane
TESADÜF 93

halkınca İşitilmesine m eydan verm em ek için Mâil oda ka­


pısını sürmeledi. Ruhlar, kolonya sulariyle zevcesini
ayıltm ağa uğraştı Sâibe aklını biraz topladığı zaman ken.
dini kocasının, sevgili Mâilinin kolları arasında buldu.
Bedbaht Sâibe kendini, hayli zam andır m uhabbetinin
sıcaklığından, nüvaziş hararetinden m ahrum kaldığı zev­
ciyle göğüs göğse bulunca, kânunusanide tebdili iklim ile
nisan güneşine m üsadif olan yaprağı ve sapı solmuş bir
çiçek gibi vücudunu ısıtan o sevda ateşi altında bir in-
bisat hissetti. ¡Sanki yüreği içinde büyüdü, büyüdü. Karı
koca yine göz göze bakıyorlardı. F akat Mâüin nazarından
biraz evvel o dehşetli mâna şimdi zail olmuş, bakışma
garip bir rikk at ve nedam et hali gelmişti. Zevcesinin al­
nından öperek m üsterhim ane bir sada ile:
— Sâibeciğim, ne oluyorsun?
Dedi. Her ikisinin göz bebekleri yine birbirine dikil­
di. Bu nazarların teatisinde m üz’iç fakat beliğ bir haki,
k at vardı. Onun acılığını örtm ek için Mâil son derece nef­
sini cebrederek te k ra r sordu:
— Hanımcığım... İki gözüm, ne oluyorsun?
Sâibe ne mi oluyordu? M âilin bu suali aynen zavallı,
nin yüreğine bir hançer soktuktan sonra hissettiği evcaı
sormak kabîlindendi. Genç kadın, yanaklarından aşağıya
sıcak dam lalar yuvarlana yuvarlana yürek delen hazin
b ir sada ile:
— Bana bir şey olm uyor Mâil!.. Ne oluyorsa sana
oluyor. F akat sormuyorum. Hayır... Anlamağa cesaretim
yok. Sen söylemek istesen bile, ben dinliyemem. Sükûtu,
nu rica ederim. Anladın mı?
— Hayır, bu bilmeceyi hiç anlıyamadım.
— Aramızdaki şey ne bilmecedir, ne muamma... O
b ir müthiş hakikattir. Mâil, istirham ederim. Ona dair
şakkışefe etmiyelim. Onu senin ağzından işitince ben ölü­
rüm. Zevçliğinin tahakküm ündeki saadetim i; evet, işte
94 TESADÜF

bu gördüğün elîm saadetim i m üm kün m ertebe uzatm ak


için seni kıskana kıskana her gün b irer parça ölerek fe-
nayap olmak istiyorum. M uhabbetini benden artık esir,
giyorsun... Söyle... Bu son ricam ı reddetmezsin, değil mi?
Evet, sana yem in ederim, böyle ölmek bana daha tatlı
geliyor...
Mâil ağzını açmak üzere iken Sâibe asabî bir lerzişle
yine zevcinin ağzını tutarak:
— Sus, güzelim sus... İhtiyatsız bir sözün bana bir
katil tane gibi tesir eder. Kanım a girdiğine belki sonra
nadim olursun. O sırrı daima kalbinde sakla...
Mâil ağzını karısının elinden ku rtararak :
— Elmasım, saçma söylüyorsun. Namusum üzerine
dünyada mukaddes bildiğim şeyler üzerine kasem ederim
ki saçma söylüyorsun. Beynimizde saklıyacak, gizliyecek
bir sır yoktur, Mâilin yine h er zamanki Mâilindir. F akat
m aatteessüf görüyorum ki sen eski Sâibe değilsin. N iç!n
böyle müvesvis oldun? Bu şüphelere ne lüzum var? De.
lilsiz niçin beni itham a kalkıyorsun? Ortada fol yok, yu.
m urta yok... Zihnini işgal eden madde nedir? Vallahi onu
bile bilmiyorum...
Yine göz göze geldiler. Mâil zevcesinin keskin nazar­
ları altında titriyordu. Sâibe derin bir şüphe nazariyle:
— Ben hiç ¡bir ,şey bilmiyorum, görmüyorum, seni katr
iyen bir hususla itham etmiyorum. F akat halindeki gara­
beti, kalbindeki tebeddülü hissediyorum. Evet, öyle şey­
ler hissediyorum ki...
— Saçma?... Seni tem in ederim ki saçma...
— Saçma m? Birkaç zam andır halinde büyük bir de.
ğişiklik peyda olmadığına yem in edebilir misin? Yemin
etsen de beni inandırm ak kâbil olabilir mi?
— Hâlimde b ir değişiklik var. O nu inkâr edemem.
— Ey, bu nedir? Onu anlat bakayım.
— Sinir hastalığı...
TESADÜF 95

— Sinir rahatsızlığına u ğ nyanlarm zevcelerinden, ço­


cuklarından m uhabbetleri kesilir mi? Onları gördükçe yı­
lan görmüşe mi dönerler?
— Bu rahatsızlığın envai vardır. Fakat hiyanet benim
senden, çocuğumdan ne vakit m uhabbetim kesildi?
— Mail, beni söyletme... Öyle hallerine, öyle zaman­
larına dikkat ett-m ki, hakikat tam vuzuhiyle nazarı deh.
şetime çarptı. Kalbinde fevkalâde bir tahavvül vukua
geldiğine ben de korkmaksızm yem in edebilirim.
— Kalbimde hiç bir tahavvül vukuibulmadı. Lâkin yü­
reğim bazı bazı o kadar ¡sıkılıyor ki... Sleni de, M akbuleyi
de göremiyecek bir hale geliyorum.
— Yüreğin niçin sıkılıyor? Bunun bir sebebi olmalı...
— Bilmem... Bir hastalık. Bunu bana değil, beni te.
davi eden doktora sormalısın.
— Bu hastalığını bana teşrih edebilirsen, belki endi,
şeli nazarların önünde ¡bazı hallerini tevile yol açmış,
evet belki, belki beni m üsterih edebilecek bir selâm et vâ-
disine isal etmiş olursun. Çünkü Mâilciğim, teselliye, sa.
na itim ada pek büyük ihtiyacım ,var.
— Pekâlâ ama, ne söyliyeyim? Nasıl meseleyi teşrih
edeyim, bilm iyorum ki?.. > y
— Sen teşrih etme. Yalnız benim sorduklarım a cevap
ver...
Mâil bu tehlikeli suale cevaben mucip olabileceği vaha­
m eti düşünerek 'sözü kısa kesmek için zihnen girizgâhlar
ararken Sâibe zevcinin elini keni elleri arasına aldı. Gû­
ya b ir tevbih maksadiyle sıktı sikti; v ar kuvvetiyle, diş.
leri birbirine geçecek bir tazyikle sıktı. N ihayet yorula.
rak gevşetti. Baygın, süzük, yorgun bir nazarla kocasına
baktı. Zevcinin elini tek rar yakahyarak çekti, tâ kalbi­
nin üzerine götürdü. B ütün halecanlarm a, bütün derunî
yaralarına müessir bir deva imiş gibi o eli yüreği üzerine
96 TESADÜF

şiddetle bastırdı. K irpiklerine dizilen elm aspareler arasın­


dan tarif olunmaz m ahzunane bir nazarla bakarak:
— Mâil; burada, kalbimde senin için nasıl sonsuz bir
m uhabbet olduğunu bilsen?.. Bana bir kelime yalaa söy­
lemenin ne büyük bir cinayet olduğunu anlasan?..
Mâil korkudan, teessürden titriyordu. Sâibe devamla:
— Yalan bazan işe yarar. Ben şimdi belki hakikat­
ten ziyade ona muhtacım. F akat derdine deva istemiyen,
İlâçtan iğrenen hastalar da olmaz mı? İşte ben de öyle,
yim. Fikir ve kararım işte yarım saatte birkaç şekle gi­
riyor. Ne düşüneceğimi bilemiyorum. A rtık söyliyecel­
sen doğru söyle, hakikati ketm edeceksen hiç söyleme...
Kaç zamandır bana gösterdiğin soğuk muam eleler ne­
dir?..
— Ne gibi?..
— Ne gibi mi? Bunu tafsile kalkışsam ciltler dolar.
Kıskanan bir kadının inceleyici nazarından hiç bir şey
kurtulmaz, Mâil... Gönlünde bana karşı öyle büyük bir
soğukluk var ki, bunu belli etmemeğe nefsini cebrettik­
çe halin daha acaip oluyor; ketmetmek istediğin şey da­
ha ziyade meydana çıkıyor. Seni ailenden nefrete düşü­
ren hal nedir?
— Hayır, kim seden n efret ettiğim yok.
— Niçin evde durm uyor m üm kün olabildiği kadar
vaktini hariçte geçirmeğe uğraşıyorsun?
— İçimde bir sıkıntı var Sâibeciğim, sinir hastalığı...
Kendimi evden sokağa atıyorum da, sanki gittiğim yer­
de durabiliyor muyum ? Oradan oraya dolaşıyorum. Za­
ten hekim de öyle söyledi. Durma dolaş, dedi.
— Hekim sana zevcenden kaç, çocuğundan sıkıl; böy­
le ne yaptığını bilmez bir halde serseriyane dolaş mı
dedi?..
■— Serseriyane dolaşıp da ne yapıyorum? Şimdiye
kadar bir gece hariçte kaldım mı?
TESADÜF 97

— Evet, kalmıyorsun. F akat belki işte o kalam adı­


ğın seni sıkıyor da bu hallere düşürüyor.
— Biraz da insafı elden bırakm a Sâibe...
Bir müddet derin bir sükûtla geçti. Bu mehip sükût
esnasında sanki ikisinin de teessür lisanları cesareti be­
yandan kalmış da birbirine yalnız kalblerinin daralbaniyle
ifadei hissiyata uğraşıyorlarmış gibi yekdiğerinin göğ­
sünden kopup gelen güm bürtülere kulak verdiler. H attâ
bir aralık Sâibe kulağını zevcinin göğsüne koyup içinin
tiktakm ı dinliyerek dedi ki:
— Bu «tıp ırtı» ların doktorluk fennince birer fasih
mânası var, değil mi? M uhabbet de dahilî em razdan de­
ğil midir? Onu anlamak için kalb lisanını o noktadan ni­
çin tetkik etmemişler? Fen bu cihetten de ilerlemiş olay­
dı, ben şimdi kulağımı şuraya koyunca işiteceğim dara-
battan bütün yalanlarını birer birer anlar, hakikati öğ­
renirdim...
Evvelden Sâibe, kocasının kendine itiraf edeceği ha­
kikati söyletmem ek için ağzını tu tar, o müthiş itirafta
bulunmamasını ona rica ederken şimdi Mâil isnadları
reddettikçe zevcesinde onu söyletmek arzusu bilâkis a r­
tıyordu.
Çektiği elemlerin can dayanamıyacak yorgunluğu ile
biçare kadında maddî mânevî bir aksülâmel husule
geldi.
Sâibe isticvabını o kadar uzattı, öyle ufak tefek nok­
talara getirdi ki, karı koca beynindeki bu esrarın bir ro­
m an sayfalarında ifşası birçok m ahzurları davet edeceği
için tafsüinden bilmecburiye sarfı nazar ediyoruz.
Mâil birçok mühim suallere cevap bulamadı, «¡kem
küm» ledi. İkna edici bir söz bulamayınca sinir hastalığı
nakaratını tekrar ediyor, halindeki bütün garabeti yal­
nız o terkibe yükletmeğe uğraşıyordu. «Yiğidin kalesi
inkârdır» sözünü zavallı delikanlı kendine hareket düs­
7
S8 TESADÜF

tu ru edindi. Fakat öyle inkâr ki, birkaç ay sonra bu in­


kârın külliyen tadı tuzu kaçtı. Çünkü yalnız lâfzan inkâr
ediyor, fiiliyatça karı koca beynindeki uygunsuzluk ev­
velkinden beter bir hale giriyordu. Mâil yavaş yavaş ak­
şam ları da gecikmeğe, sonra sonra bazı geceler de külli­
yen gaybubete başladı. Şimdi sinir illetinin âlâsı Sâibe-
yi yakaladı. Biçare kadının gözü, kocasından başka ciha­
nı, hiç kimseyi görmez oldu. Kıskandıkça nazarında Mâ-
ilin kıym eti artıyor, zevci gözüne dünya güzeli giıbi gözü­
küyordu. Her gün mücadele, her gece sual cevap; her
saat serzeniş... Bu karı kocalıktan, bu hayattan artık Mâ-
ile usanç geldi. Her ne suretle olursa olsun bu meseleye
bir nihayet vermek cihetlerini düşünmeğe girişti. Yine
bir gece gaybubetinden sonra ertesi akşam evine dönün­
ce zevcesi Sâibeyi ölü gibi beti benzi kaçmış, haline b ir
garabet, harekâtına bir sükûn gelmiş dalgın, korkunç bir
halde buldu. Yine karısından arkası gelmez serzenişlere,
mücadelelere girişeceğine intizarda iken ahval hiç me-
m ulü gibi cereyan etmedi. Dairelerine girdikten biraz
sonra Sâibe şakkışefe etmeksizin kapıyı kilitledi. Kocasını
nazikâne elinden tu ttu , salondan çıkardı. Y atak odasına
gönderdi.
Karyolanın başucundaki ufak dolabın üzerinde kü­
çük bir revolver görünce Mâilin zihni karıştı. Sâibe eliy­
le kocasına bir koltuk gösterdi. Delikanlı itiraz etmeksi­
zin gitti, işaret edilen yere oturdu. Sâibe kolunu uzattı,
revolveri aldı. Zevcesinin niyetinden artık Mâilin şüp­
hesi kalmıyarak idama mahkûm bir câni gibi gözlerini
kapadı. Silâhtan çıkacak kurşuna arzı vücutla öyle du r­
du. Yalnız o esnada dedi ki:
— Zaten çoktandır düşünmekte olduğum bir şeyi
beni o zahmetten ku rtararak sen ifaya karar vermiş ol­
duğun için teşek k ü r ederim...
— Hayır sevgili beyciğim, maksadımı anlıyamadmız.
TESADÜF

Gözlerinizi açın. Ölmeğe m üstahak siz değilsiniz, benim.


(Birkaç adım ilerleyip silâhı kocasına uzatarak) Bunu
alınız, sözlerime iyice kulak veriniz.
Azîm bir istiğrap içinde kalan Mâil revolveri aldı.
Hayretle gözlerini zevcesine dikti.
Sâibe ihtizazdan yarı anlaşılır b ir sada ile:
— İkimizden hangimiz daha ziyade merhamete şaya­
nız, orasını bilemem beyim... Bende artık tahammüle ta ­
kat kalmadı. Şu saatte ulüvvü cenabınıza sığınıyorum.
Sizde zerre kadar insaniyet eseri varsa, ya o İkaç zaman­
dır sizi yeyip bitiren sırrı bana söyler, yahut da ateş eder,
beni şuraya serersiniz. Evet, insanlık namına istihkak
iddia ediyorsanız bu ikiliğin (birini şimdi şu dakikada
benden esirgemezsiniz... Bakayım anlıyayım, sizi bu ser­
seriliklere, bu burudetlere düşüren, ailenizden, çocuğu­
nuzdan m üteneffir eden... (Göğsünü tutup boğulur gibi
yutkunarak) bazı gecelerinizi hariçte geçirmeğe sevkey-
liyen sebep nedir? Anlıyayım da, zevceniz olarak kalıp
kalamıyacağımı büeyim. H er şeyi bana anlatırsanız, siz
de can sıkıcı vicdan yükünden kurtulm uş olursunuz. Sizi
her kusurunuzla bile bile kabul edersem sizin için artık
inceden inceye vicdan endişelerine lüzum kalır mı? Be­
yim, bu ricam ı reddetme... Evet bu büyük lûtfu benden
esirgeme... Haydi, ya öyle, ya böyle... Bekliyorum.
Dedi. Bir mazlumiyet tavriyle boynunu büktü, göz­
lerini yumdu; kollarını iki tarafına salıverdi, kocasının
karşısında durdu. Mailden bir ses çıkmadı. Odayı kor­
kunç bir sükût kapladı. Bir iki dalkika geçti. Sâibenin o
elîm intizar halinde daha ziyade durmağa takati kalma­
dı. Titriye titriye dizleri üzerine eğildi. Yine boynu bü­
kük, yine gözleri kapalı olduğu halde yürek sızlatacak
hazin bir sesle:
— Mâil, beyim, iki gözüm... Ben senden hiç bir şey
saklamam. Cenabı H ak gönlümü biliyor... Ne yalan soy-*
100 TESADÜF

liyeyim, kulaklarım ağzından çıkacak o müthiş itirafa


bedel revolver tarrakasm a intizar ediyor. Bu ilkinci sada
benim daha ziyade ruhum u okşar.
Mâilin, zihninden pek mühim şeylere karar verdiği
veçhindeki işmiz azlardan, derin h u tu tu yeisle çatıjlmış
alnından, tane tane dökülen soğuk terlerden anlaşılıyor­
du. Biçare delikanlı o elim halecan haliyle kalktı, zevce­
sinin elinden tuttu, bir kanapeye oturttu. Kendi de yanı­
na oturdu. Dudakları titriyerek o m üthiş iftitah cümle­
sine girişmek istedi. Lâkin boğazı, hançeresi kurum uş,
tekmil sadrını sanki bir ateş sarmıştı. Boğulk, kısık bir
sada ile dedi ki:
— Sâibeciğim, ben senin lûtfuna, m erham etine m uh­
taç, hem de göstereceğin mürüvvete, inayete, ulüvvü ce­
naba lâyık bir kocayım. Cenabı Kibriyanm kudsî nam ına
yem in ediyorum, sözlerimde bir kelime hilâf yoktur. Ben»
ben...
Alt tarafını getiremedi. Ben, ben lâfızları içinde bo­
ğuluyor gibi bir seylâbı girye ile kalktı, diz çöktü. Başı­
nı zevcesinin kucağına koyarak hüngür hüngür, çocuk­
la r gibi haykıra haykıra ağladı. Sâibeden inen hazin ikat-
reler de bu ateşli göz yaşlarına karışıyordu. Bu ağlama
sadmeleri arasında nihayet diyebildi ki:
— Ben acınacak bir derde, söylenmez bir belâya gi­
riftar oldum. Beni bu vartadan ancak senin rahm ü şef­
katin, kızımız Makbulenin mâsumane muhabbeti kurta­
rabilir. Karıcığım, bana acırsın... Kocanın ziyama, mânen
belki de m addeten helâkine vicdanın razı olmaz, değil
mi?.. (Her ikisinin de gözleri kırpılmaksızın birbirine di­
kildi.) Of., hani revolver?.. Sâibe, bana sen acımazsan
b ir gün o silâhın kurtarıcı m uavenetine m üracaatte muz-
tar ¡kalacağım... Çünkü... Of, çünkü ben bir fahişe seviyo­
rum... Çıldırasıya, mahvolasıya seviyorum, seviyorum..
Benden evvel sevdasının tuzağına çok zavallıları düşür-
TESADÜF 101

müş olduğunu, bu gönül ticaretini kendine bir kazanç,


bir san’at edindiğini bilerek seviyorum. İhtiyarım hari­
cinde, arzum hilâfında seviyorum. Neye uğradığımı anla-
m ıyarak seviyorum. Hâsılı Sâibeciğim, işte ben ölüyo­
rum...
Bu sözler Şaibenin beyni içinde hakikaten bir silâh
patlayışından daha korkunç, daha m üthiş birer tarrak a
ile gümlüyordu...
Eir müddet sustular. Mâil o müşkül itirafın verdiği
takat götürmiyen yorgunluğu ile yarı baygın bir kaide
soluk soluğa dinleniyor, Sâibe meyus gözlerini karşıya,
duvara dikmiş, göğüs geçire geçire hazin hazin ağlıyor­
du. Kocasının yüzüne bakamıyor, yahut bakmak; istemi­
yor gibi, hayli müddet gözlerini aşağıya indirmedi. Ni­
hayet Mâil, mahkeme huzurunda son karara, beraet veya
mahkûmiyetine şiddetle intizar eder bir maznun gibi zev­
cesinin yüzüne baktı, elini avucu içine aldı, öpmek iste­
di. Fakat Sâibe çekerek:
— Mademki gönlünüz öyle kötü bir kadına düşmüş.
Mademki onu şiddetle, mahvolasıya seviyormuşsunuz...
Ben sizi öyle bir canavarın pençesinden nasıl k u rtarabi­
lirim?..
— Elini avucumdan çekme, Sâibe. Beni reddetme...
Ben o kadını kudsî bir aşkla sevmiyorum. Bu meylime
muhabbet denemez; buna geçici, m urdar bir heves denir.
Temizlenmesi müşkül bir gönül lekesi, m üstekreh bir ip-
tilâ... Hayatını, gençliğini, namusunu, izalesi kabil olmı-
yan bir leıke ile kirletmiş öyle bir karıya ebedî bir m u ­
habbetle m erbut kalabilir miyim? Hiç öyle b ir aşifte
gönlümde sana m uhtas olan yüksek ihtiram mevkiini
zaptedebilir mi? (Kalbini göstererek) Burada sen, daima
sen payidarsm... Câyi ihtiram ın gönlümdür, seninle onun
arasındaki farkı bilmiyecek, bir meleği bir şeytandan
ayıram ıyacak kadar bana körlük arız olmadı...
102 TESADÜF

— Ne demek istediğini anlıyamıyorum. Mademki be­


ni ona takdim en seviyorsun. Mademki kalbinin ihtiram
mevkii bana m uhtas imiş. M adem onun m üstekreh bir ka­
dın olduğunu biliyorsun... Gözünü yum; terkediver... Ben
de geçmişi unutayım ; eslki zevciyet saadetimize avdet
edelim...
— (İnliyerek) İşte bu kabil değil... Keyfiyet böyle
sade olsaydı, bu kadar zamandır seni üzer, kendim üzü­
lür, bu hallere gelir miydim? Sâibeciğim, beni dinle, ken­
dini benim zevceliğimden, o rabıtadan, o muhabbetten,,
kabilse o histen tecrit ederek beni bir hakem sıfatiyle
dinlemeğe gayret et. Ancak bu itibarla ne dediğimi biraz
anlıyabilirsin... (Zevcesinin elini kalbi üzerine getirerek)
Bak, ne kadar halecanda olduğumu anla... Bir uçurum un
kenarında dolaşıyorum. Senin yüksek m erham etin bana
işte bu noktalarda lâzım. Senden istirham ettiğim şeyin
belki icrası kabil değildir. H er fenalığıma zamimeten
belki bu da başkaca bir canavarlıktır. Fakat çare yok Sâ-
ibe, çare yok... Beni bu göz yaşlarımla, bu y e’simle, önüm­
deki felâket hafresine tepimivereceksin? Dinle, gözümün
nuru karıcığım dinle... Ben şimdi şiddetli bir humma sev­
dası geçiriyorum. Öyle bir maraz ki, gözlerime perde
çekmiş, her hissimi örtmüş, hiç bir şey göstermeden beni
saçları sarı bir karıya doğru çekip götürüyor. O saçların*
alevleri içinde yanıyorum. Bazı hastalıklar vardır ki, on­
ların nöbetlerini hiç bir deva tadil edemez. Hükümleri,
seyirleri her neden ibaretse tamamiyle icra ederler. Ben
de bu hastalığımın he,r seyrini geçireceğim. Bağıra çağı­
ra, evet, dilsûz feryatlarla geçireceğim... Buna ne senin
itirazların, ne anamın babamın tekdirleri, ne de kendi
metanetim, para eder... Bu m üthiş hakikati anla. Beni bu
yoldan, o karının rahı sevdasından çevirmek mümkün
olamıyacağmı bil... Bunun için nafile uğraşma, yorulma.
Beni, yine benim sana göstereceğim yolla kurtarm ıya
TESADÜF 103

çalış. Çünkü Sâibe... Aman nasıl anlatayım? Beni affet;


meleğim, beni affet... Bir zevceye, senin gibi iffetin, şef­
katin mücessemi bir zevceye, itirafı cinayet dem ek olan
şeyleri işte ben bîperva söylüyorum. Hep ulüvvü m er­
ham etine istinaden söylüyorum. Evet güzelim, beni o k a­
rının sevdasından m en’e, uğraşma... Nasihatle, tehditle,
istirhamla, her ne suretle olursa olsun, ondan vazgeçir­
meğe çalışma. Çünkü beyhudedir, faydasızdır, nafüedir,
boştur... Çünkü karıcığım, (Sâibenin ayaklarına kapana­
rak) çünkü... İşi bu derkeye getirmemek: için insan ta­
kati dahilinde ne yapılmak kabilse yaptım. Yanına git­
memek, davetlerine kulak vermemek, o kaltağı görmemek
için ne kadar beyhude mesaide bulunduğum u, ne can sı­
kıcı m etanetler ibrazına uğraştığımı bilsen, h er şeyi unu­
tur, yalnız benim bu husustaki bedbahtlığıma ağlarsın...
Fakat Sâibe, m üm kün olmadı. Tâ kutuplardaki miknatı-
sa tutulan titrek bir ibre gibi beni daima mukavemeti
nâkabil bir kuvvet, kim bilir belki bir sihir o karıya çez-
betti. İhtiyarım hilâfında sürükledi. Üç gün evvel bir m e­
sirede bulunsa, bir yoldan, bir sokaktan geçse aradan
m üruru nasıl olduğunu bilemediğim bir suretle sanki b a­
na münkeşif olur, teneffüs ettiği havada, oradaki mevcu­
diyetini bana ihsas edecek burun okşayıcı bir koku b ıra­
kırdı. H er şey nazarımda hiç oldu. Benim için kâinat on­
dan ibaret kaldı. Ah Sâibe, geceleri senin firaşı helâlm -
da öyle bir aşiftenin nâmeşru muhabbeti zahmiyle ağlar,
yastık örtüsünü ıslatırken irtikâp ettiğim cinayetin dere­
cesini tâyin için bir nam bulamadım. Kendi kendimi te l’in
ederdim. Bak ne kadar saffetle sana cinayetimi itiraf et­
tiğimi, her şeyi nasıl noktası noktasına söylediğimi görü­
yorsun. Seni samimiyetle sevmesem, halâsımı, saadetimi
senden beklemesem, seni kendime felâh m edarı addetme­
sem, nâmeşru, m urdar bir muhabbetle kavrularak âdeta
hissiz, evet, bu ateşten hariç olan şeyleri görmez, duy­
104 TESADÜF

maz bir hale geldiğim şu buhranlı halimde senin m erha­


metini, rikkatini celp için bu tazarrularda bulunur m u­
yum? Halâsımı senden bekliyorum Sâibe... Beni bu felâ­
ketten kurtaracak ancak senin sabır ve metanetindir... Bu
haince itiraflarım la yoruldum, bittim, seni de bitirdim.
Müsaade et, sözümü burada keseyim. O karıya nasıl gö­
nül kaptırdığım bahsini tafsile cesaretim yoik. Bu o ka­
dar fecidir ki... Of, susayım... Mezelleti ahlâkın o hafre-
leri, levsi hayatın açtığı, kemirdiği bu cerihalar... Evet,
bir fahişenin sefilâne sergüzeşti, iffet istikametinden
uzaklaşması keyfiyeti, rezalet destanı, bütün elîm vuku­
atı pek dilsûz olmakla beraber yine senin gibi nezih, afif,
pâk, yüksek vicdanlı bir kadının huzurunda hikâye edi­
lemez... Anladın mı güzelim? (Yine zevcesinin pâyi istir­
ham ına eğilerek) Feci neticemi şuraya getirm ek istiyo­
rum ki, bana her şeyi emret, icraya âmadeyim. İşte «re­
volver», onu beynine ,sık, de, sıkayım. Em rinin yerini
bulduğunu şimdi görürsün... Yalnız, o karıdan vazgeç,
onu terket, deme... Çünkü bu, gücüm, kudretim , ihtiya­
rım haricinde bir husustur. Emrinle ölmeğe hazırım. Fa­
kat onu terke muktedir değilim... Bu hevesim çok sür­
mez. Seni tem in ederim. Lâkin bu hastalığım ın hiç ol­
mazsa nekahet devrini beklemek lâzımdır. Yine Mailin
eski Mâildir. Şimdi beni kovarsan her türlü halâs ümidi­
mi, selâmetim için her ihtimali mahvetmiş olursun...
Sâibe iki eliyle yüzünü kapadı. A rtık oda, tavan hepsi
başı üzerinde fırıl fırıl dönüyordu. Uzun bir inleyişle de­
di ki:
— Beyefendi, bu uzun mukaddimelerle bana böyle
bir teklifte bulunacağınıza, söz yerine revolver istimal
etmiş, m antıkî iiknaata bedel b ir kurşunla, işi kısa kes­
miş olsaydınız, hakkımda daha büyük bir lütuf göstermiş
olurdunuz. Benden istediğiniz fedakârlığın derecesini zih­
nen tâyin ediyor musunuz? Yoksa her tarafınızı yakıp
TESADÜF 105

kavurduğunu söylediğiniz o karının ateşi sizde bunu te ­


fekküre kudret bırakmadı mı? Mâil, ben sizi severim.
Nihayetsiz bir muhabbetle severim. Bu hudutsuz m uhab­
betimin beni hangi müeliim derkeye sürükleyip götüre­
ceğini bilemem... Sizden ayrüm am ak için nelere katlana­
cağımı şimdiden tâyin edemem. Lâkin bey çiğim, bak h a­
lime, bir deri bir kemik kaldım. Ben tahammüle k arar
versem de buna vücudumda dayanabilecek kudret yok...
Sizin için, o karıdan geçmek kabil olmadığını söylüyor­
sunuz; bunu imkânsız görüyorsunuz. Bence de bu hale
tahammülün m üm kün olamayacağını niçin munsıfane tes­
lim etmiyor, niçin canı cana ölçmüyorsunuz? Sizin orada,
sevgilinizin firaşı sevrasinda p ü r şevk kaldığınız gece-:
leri benim burada yalnız başıma ne cangüdaz işkenceler­
le geçireceğimi niçin düşünmüyorsunuz?.. Benden talep
ettiğiniz fedakârlık, kudretim fevkindedir. İnsan b ir ara­
ba hayvanı, bir dolap beygiri alsa, çekeceği ağır yükün
tahammül derecesini anlamak için onu bir baytara gös­
terir. Siz de böyle yapınız. Beni bir doktora göstererek:
«Şu kadını muayene et, ben buna şu yolda eziyet edece­
ğim. Bu hale kaç ay dayanır?» diye sorunuz...
Yürek kabartıcı bu teklife Mâil câvap bulamadı. Yal­
nız sükûn ve şuurunun münselip olduğunu gösterir bir
savletle zevcesini kucakladı. Sâibenin hafif, nazik vücu­
du, Mâilin asabî tazyikinde ezilirken biçare kadının göz­
lerinden hüznün yaşlanmış ve katrelenm iş suretini gösterir
gibi sâkit, duru katreler tane tane yuvarlanıyordu. K arı
koca yine göz göze geldiler. Fakat bu son muvacehe pek
elimdir. A rtık ne Mailde ifadeye kudret, ne de Sâibede
dinlemeğe kuvvet kalmıştı.
106 TESADÜF

5
ŞÖHRETLE MAİL
Macuncu taraflarında b ir belâhane, m enfur bir kârgeh
vardı ki, söndürdüğü bunca servetlere, bunca ailelere
pirev olarak nihayet kendi de söndü. Zabıta himmetiyle
sakafı rezaleti zirine indirildi. H âk ile yeksan edildi. F a­
kat dillerde bıraktığı zahımlar, keselere açtığı rahneler
birçoklarınca elân unutulamadı.
İşte bu felâkethanenin alış veriş zam anında Mâilin
bekârlık arkadaşlarından birkaç «hovarda», tutkunluk
seyyiesiyle o dâmı ülfette bir leylei garam, bir bezmi sa~
fayı câm tertip ederler.
Bu gibi eğlencelerin mâyei aslîsi olan parayı tedarik
için beylerin kimi odacıya, kimi murabahacıya, kimi sar­
rafa, kimi başka tarafa başvururlar. Bende ne var? Beş...
Sende ne var, on beş... Hepsi bir araya getirilir. Mecmu
neye baliğ oluyor? Şu kadara... Mevcut bu... M asraf ne
tutuyor?.. M üfredat üzere hepsi hesap edilir. Mevcut ak­
çe m asarife tekabül etmez. Bir ikinci, üçüncü hesap daha
geçilir, şundan bundan kırpılır... Hayır, m üm kün değil,
iş uymaz. Bu beylerin içinde «Hayati» isminde bir bey
var. Ama nasıl bey? Uçarı bıçkın... Tam tosun... Vaktiyle
anası babası seksen mektep değiştirtmişler. Okumayı pek
sökememiş... Çakı buldukça kundurasını, elbisesini suhu­
letle sökermiş... F ak at heceyi kolaylıkla sökemezmiş...
Çocuğun zihnini açmak için ebeveyni, Baba Caferin tü r­
besine bıraktıkları okkalarla kuru üzümü kem ali ihti­
mamla buna yedirirlermiş... İşte böyle kavunla, üzümle,
badem şekeriyle zihnine çeşni, lezzet verile verile çok
şüikür biraz sökmüş... Mahalle mektebinden alınmış, rüş­
tiyeye verilmiş... H er akşam ya başında fes yok, ya kun­
durasının teki eksik; yüzü gözü tırm ık, bere içinde öyle
gelirmiş. M ektepte hocasından, evinde babasından dayak
TESADÜF 107

yiye yiye, dövüle dövüle, vücudu çelikleşmiş. Kendi tâbi-


rince: «Marize tâ beşikten idman peyda etmiş». İlm î mük-
tesibatm in neş’e verici ilk feyzini birkaç deftere, k ara­
göz, kukla m uhavereleri zapt ve tahririnde göstermiş...
Bir gün evde defteri önüne açıp sağ kolunu bükerek
yum ruğunu Karagözvari aşağı yukarı tahrik ederek k ı­
sık, boğuk bir sada ile:
— Karagöz Beyefendi yorgun mudur? Argın mıdır?
Dargın mıdır? Yoksa tavan arasında farelerle tavla m ı
oynuyor? B uraları hiç düşünmeden kapının önünde dar,
dar dar, car car car car, ne cana alıp alıp veremezsin be­
hey salyangoz suratlı herif!..
Diye söylendiğini gören validesi oğlunun evde ki*
tap açıp okuduğuna ilk defa tesadüf eden o kadın sevinç­
ten ağlıyarak:
— Ah yavrum, şükür yetiştirene !.. Nasıl da bülbül
gibi okuyor, kırk bir buçuk maşallah, tüh tüh...
Takdiri ile mem nuniyet tükrüğünü H ayatinin yü­
züne serptikten sonra çocuğa hem en çörekotu tütsüsü ve­
rir. Akşam babası gelince yine o sevinç ¡katreleriyle:
— Ah efendi, ah bilsen?.. Bizim oğlan kitaba bakı-«
yor da harıl harıl okuyor!.. Adam olacak, âhır ömrüm üz­
de ekmeğini yeyip safasını süreceğiz inşallah...
Müjdesini verir. Birkaç damla sevinç yaşı da koca­
sından akıtır. Ertesi günü babası oğlunu on kuruş nakdî
m ükâfat ile taltif eder. Bu parayı çocuk doğru götürür,
deve derisi bir Hacivatla Karagöz alır...
A rtık ondan sonra her akşam anasına babasına def­
terden veya ezberden okur. Birkaç zaman daha maşallah
tü tüye, çörekotu tütsüsüne devam olunur. O lunur ama
m ahtum bey sene başılarmda imtihanlardan fırıl fırıl dö­
ner. Acaip şey!.. Oğlan evde defterlerin, kitapların yüzün­
den gürül gürül okusun da imtihandan dönsün... Bunda
bir iş var... Maddenin hikmeti Hayatiden sorulur. Filân
108 TESADÜF

hocanın bana garezi var da, filân mümeyyiz im tihanda


haksız yere num aram ı kırdı da... Daha birçok da da... Ho­
calarla, mümeyyizlerle kavgaya gidilir. K eyfiyet hiç b ir
şeye benzetilemeyince:
— Öyle her sene muntazam im tihan verip mektep­
ten çıkanların tahsilleri pişkin olur mu hiç?.. H er dersi
döne döne okumalı ki pişsin...
Sözüyle teselliye yol ararlar. Pişsin ama, oğlan on
yedisini sürüyor. Hayatinin artık bıyıkları terlediğinden,
ondan yukarı sınıflarda bulunan bacak k ad ar çocuklar
beyimle alaya başlarlar. Koskoca herif daha ikinci sene­
yi bir türlü atlıyamıyor. Nasıl atlı yamıyor? Kaydırak, pa-
çapişti oyununda atladığı zaman dört metre birden sıçrı­
yor... H ayati bakar ki iktidarla m ektepten çıkmak kabil
değil... .Bir akşam evde anasına babasına:
— Ben artık rüştiyeye gitmem. Yazım iyi, imlâm
âlâ...
Sözleriyle şikâyete girişir... Öyle ya!.. Oğlan K aragö­
zü, Hacivadı bile deftere çektikten sonra, her istediğini
kaleme alamaz mı?
Hayatinin babası tanıdığı bazı zevatı iz’aca başlar:
— Aman şu oğlanın bir kaleme çırak buyurulması...
Seksen kapının halkasını aşındırarak, el etek öperek
oğlanı (.....) dairesinde (....) kalemine mülâzimeten kayıt
ve kabul ettirir. H ayati artık kaleme gider ‘g elir.
Hayatinin pederi etelk öpmeğe asıl şimdi germ i verir.
Öteyi beriyi o kadar rahatsız eder ki, iki buçuk sene mü-
lâzimetten sonra m ahdum unun elli kuruşla tavzifine m u­
vaffak olur... Hısım, akrabadan, konudan komşudan teb­
rikler yağar. Çırpıcı çayırında kuzu ziyafetleri, süruru
şadümânî kıyamet... Şükür yetiştirene, ¡eli ekmek tutm a­
ğa başladı. Uzaktan halalar, teyzeler:
— A, oğlan aylığa geçti; bize bakmıyacak mı?
TESADÜF 109

Sualleriyle üşüşürler... Hayati hangisine baksın? Önle­


rine kuru ekmek doğrasa yetişmez...
Üç sene de böyle elli kuruşla devam... Badehu yirm i
iki kuruş zam... Yine aile arasında bir sürür, bir âhenk...
Oğlan terakki ed iy o r..
Mahiye kazandığı yetm iş iki buçuk kuruşa m ukabil
H ayati kalemde ne iş görüyor? Bir de o ciheti anlıyalım.
Bu delikanlı rüştiye iikinci seneden kaleme çırak edilmiş
olduğundan, kendinden fünun, ulûm namına bir şey iste-
miyelim... K itabet filân da araştırmıyalım, çünkü öyle
şeyler hak getire... Bu çocuk etse etse bir kalemde mü-
beyyizlik edebilir. Şöyle biraz hüsnü hattına bakalım...
Daha doğrusu hüsnünü de kaldıralım da şöyle sadece
hattına bir nigâh endaz olalım... İşte kargacıktan burga­
cıktan biraz farklı cüız, kaidesiz, m ektepte iyi pişirüe-
memiş, çiy, tatsız bir yazı... Mümeyyiz efendi bunu k a­
lemde de pişirtmeğe m uvaffak olamaz. Adamcağızın her
gün kafası kazan gibi kaynar; fakat Hayatinin yazısı piş­
mez. Biçare adam her gün söylendiği halde Hayatiden
satırları baş aşağıya götürmek kusurunu b ir tü rlü gide­
remez. Haydi bundan sarfınazar... Ya satır atlaması, cüm ­
le yutması... Hileli kantar gibi kaleminden geçen şeylerde
bir humus, b ir r u ’b eksik zuhur eder. H er satırı, hem de
çarpık olmak üzere bir saatte yazar. Gözünü m üsvedde­
den ayırmaz... Dört satırlık bir tebyizde kan terlere ba­
tar... Yazdığı şey yine eksiktir. Yine çarpıktır. Bu tebyiz
mümeyyize gider. İade olunur. Mümeyyiz bu H ayatinin
elinden artık bidâd kalır.
Delikanlının kalemdeki kusuru bundan da ibaret de­
ğildir. Şekil ve kıyafeti hüsnü hattından ziyade calibi
muahazedir. Başta darca Beyoğlu siyah sıfır bir fes.
İpekli mintan üzerine camadan vari çifte kavuşturm alı
(kruvaze) bir yelek, sırtta caket, belde kuşak...
Bu kıyafetin kalem efendiliği sıfatına yaraşmıyacağı-
110 TESADÜF

m mümeyyiz birkaç defa nazikâne ihtar eder. H ayati bu


haklı tekdire karşı şöyle tosunvari bir avurt keserek çe­
kilir.
M ahut eğlentiye gitmek için ârifane hesabı tertip
edenler mey anında bu «Hayati» Efendi de vardı. ıBu nü-
muneye bakıp da ötekileri de böyle uçarı, külhani zan­
netmeyiniz. Onlar beyden, efendiden delikanlıljardı. Fa-’
kat muhribi servet öyle m ahallerin şiddetle müptelâsı
olduklarından, aylıklarından, iradlarm dan aldıkları para
ceplerinde yarım saat durmaz, hemen oralara boşaltılır­
dı. Bir insanın kesesinde para bulunm ası aylığın, iradın
çokluğundan değil, aldığını iyi idare sayesinde hâsıl olur
bir muvaffakiyettir. Binaenaleyh hesabı uydurm ağa uğ­
raştıklarını gördüğümüz zevat müflisinden değil, m üsri­
finden idiler. Onun için ekseriya dört ceplerinde dört pa­
ra bulunmazdı. Hayatiye gelince, maaş yetmiş iki buçuk;
fakat caka yolunda... Kendi tâbirince kocakarıdan, baba­
sından ne koparabilirse işte böyle zoraki yaşardı. Bu para
ile fes kalıplanır, potinler lostra edilir. Mahalle kahve­
sinde çekilen tebeşirler epey patırtı, bir daha o kahveye
adım atmıyacağı yeminleriyle sildirilir... Cömertliği tu ­
tarsa arasıra evdeki Ceylâna (kedi) ciğer de alınır... Eh,
insan hali bu!.. Bazan öteye beriye ufak asıntılar kalır...
Alâ külli hal h er şey olur, lâkin «aftos» m asarifi kalmaz.
O cihetten de hani konudan komşudan geçinir... Vaktini
hebâ etmez. Yalnız öyle külliyetli eğlencelerde ârifaneye
girişemez. Fakat paralıca beylere çatar. İşini uydurur;
çıtkırıldım birkaç zendostun arasında bir de öyle tosun,
kabadayı lâzım değil’ mi? Allah göstermesin, o gibi m a­
hallerde kavga gürültü, çıngar zuhur etm ek ihtimali var.
O zaman Hayati ortaya atılır. Tosunca raconu keser. Ya
döver, ya dayağı yer... Bu mühim vazifesinden dolayı
Hayati ârifaneden muaftır.
tBu Hayati de, heyeti ârifaneyi teşkil eden diğer ze»
T iı ö A D Ü i?1 111
vat da Mâilin bulunduğu dairede olduklarından, onlar
hesabı pişirirlerken beriki de bedbaht b ir tesadüf neticesi
olarak yanlarına gelir. Mâili görünce Hayati:
— Aman yetiş mirim!..
Tehalükiyle beyin ellerine yapışır... Ya nasıl yapışm a­
sın; Mâilde fülus kıtir... O da bezme dahil olursa hesa­
bın gediği ferah ferah kapanacak...
Hayati sevinçten çalpara süratiyle parm aklarım şı­
kırdatarak Karagöz başlangıcı gibi birkaç cif caf caf...
Cif caf caf, cif caf caf.. savurduktan sonra der ki:
— Mâil Bey evleneli eğlencelerimizin tadı kaçtı. Hu
imanım, içimizde hiç onun kadar dünyalık tu tan yok...
Mangiz deyince Allah için söylemeli ya, elini hangi cebi­
ne soksa çıkarır. Akarları yolundadır. Sam atyada bizim
de bir dükkân var, içinde tömbekici oturuyor. Sözüm ona
irad işte!.. Arada bir damlarım. «Hacı Mirza, dükkân k i­
rası...» dedik mi? Acem, suratı asar. Lâfa yanaşmaz. Ce­
vap yok... Tokur tokur, tokur nargileyi çeker. Öyle kafa
tutar ki biterim... Artık dayanamam: «Hacı, ben buraya
tokurtu dinlemeğe gelmedim. O Keşan tömbekisini son­
ra tütsülen» diye ufaktan «betelirim», bakar ki belâyım,
Mirza nihayet lâfa tenezzül gösterir. Kafasını sallıyarak:
— Bu kirayı dolan... Tâ ötekinde gel ki görefn...
Sözüyle bir defter çıkarır. Dam aktarması, kepenk
tamiri, odun beygirleri geçerken iki cam kırmışlar... Şuy­
du buydu, inç kadar m artaval okur. Hep bunlar defterde
gayet keskin tâlik hatla yazılıdır. îster inan ister inan­
ma... Birbirimize ağız dalaşma girişiriz. O bana farisiden
birkaç beyit okur, ben ona «şinanay» lisanından cevap
veririm. Çare yok, o kirayı dolanırım. Ö bür kirada küt,
tepesine yine damlarım... Hacıda surat b ir karış... Beni
beni görünce avalin neş’esi kaçar. Acem b ir minval bana
yine «dolan» der. A rtık takatim kalmaz. Bu sefer güzel bir
dolanırım... Ama nereye? Doğru Mirzanın gırtlağına... îş-
112 TESADÜF

te çıngar böyle çıkar... İkimizi birbirimizden ayırırlar


ama, ya onun kafasından, ya benim suratım dan ¡sızıntı
başlar... Sizin anlıyacağmız yaralı düşeriz. Ne Acem dük­
kânda rahat oturabilir, ne ben aldığım kiranın hayrını
görürüm... Mirzadan evvel dükkânda bir attar oturuyor­
du. O kirayı verirdi. Fakat ben ona kira işlemeden bete-
lenirdim. Meselâ on gün evveli damlardım, çok nazik
şeydi. Yok, demeğe sıkılırdı. Yok dese iş kolay: Elimi
atınca «kara halile», «zencefil», «keten tohumu», «öldür
kahır», «karnı yarık», «sinameki» kutularından hangisi
elime geçerse kavrar çıkardım. A ktar bizim dükkânda
çok oturamadı. Yerini beğenemedi. Çıktığı gün sordum:
Nereye dedim:
— Bu dükkânın faresi çok... Çirişle kola dayandıra-
mıyorum. Bu ikisini çok seviyorlar, dedi.
Acem taşınırken eski kiracımız aiktar beni ona m et­
hetmiş, demiş ki:
— Mirza, o dükkâna taşm masan iyi edersin...- D ük­
kân sahibi küçük bey biraz kiraya acele eder. Beş gün­
de bir damlar... Rahatsız olursun...
Acem ağır bir tebessümle:
— K ira işlemiyende m en b ir para vermezem...
Aktarın dediği oldu. Dayanamadım, Aceme de dam ­
ladım...
Kafa tuttu. Kira vakti geldi geçti. Ay baktım , yine
kafa tutuyor. İlk kirada çay semaverini yakaladığım gibi
zıvladım. İkincide papağanı çekiştik... Zavallı hayvan eli­
mizde guguk, m iyav miyav.. diye ıslık çala çala, haykıra
haykıra tüyleri yolundu; cascavlak kaldı. Eve getirdiğim
vakit valide:
«— Böyle soyulmuş, koca kafalı çirkin pilici nerede
buldun?»
Tekdiriyle niyeti Acemin o «şirin zeban» papağanını
yahni yapm ak olduğunu anlattı.
TESADÜF 113

Beylerden biri:
— Hayati, artık lâfa yekûn tut... İşimize bakalım
babam... Şimdi papağanın yahnisini de anlatusan, tuzlu
ya çok gelmiştir, ya az... İki saat sürer.
Bir diğeri:
— Mâil Bey de eğlenceye dahü oluyor mu? B eraber
gelecek mi?
Mâil ciddî bir tavırla:
— Yok, yok... Ben unum u eledim; eleğimi astım.
Benim gibi evli, çoluk çocuk sahibi adam lara öyle y er­
lere gitmek yaraşır mı?
Diğer bir zat:
— Ben de evliyim a birader. Hem senden yaşlıyım...
Bir m üddet k a n koca âşık m aşuk gibi yaşadık. Sevgi­
den, m uhabbetten iyice arzumuzu aldık. Evleneli on se­
neyi geçti. Bacı ile kardeş olduk... Ben ona artık «abla»
diyorum...
Mâil:
— O da sana birader, yahut ağabey diyor mu?
—■Hayır, demiyor. Onun nazarında on sene evveli
ne idiysem yine oyum...
— O halde bu ettiğin vicdansızlık değil mi?
— Birader, tek kadınla sebat etmiş bir erkek göster,
alnını karışlıyayım... Yalnız ne var... Ettiğin hovardalığı
hanımdan saklamalı... M ümkün m ertebe gizlemeli. Onu
daima teminle bu hususta emniyetini kazanmalı. K adın­
ların çoğu öyledir. Bir kere emniyetleri kazanıldı mı, iş
bitti. A rtık kocalarının zendostluklarmı gözleriyle görse­
ler inanmazlar.
Bu bahis uzadı. Mâil, arkadaşlarının vaki tekliflerine
iştiraki evvelâ reddetti. Nihayet içlerinden kurnazın biri
dedi ki:
— Mâil Bey, eğlenceye bizimle beraber gel. Yalnız
seyirci sıfatiyle bulun. Hanıma olan sadakatine halel ge­
8
114 TESADÜF

tirme. Bir eğlenelim, sen seyret. Hoşça vakit geçer, ne


var?.. Biz orada kalırız, sen saat üçte dörtte konağına
dönersin...
Hayati:
— Gördün mü raconu?.. Bizim Nebil Bey bazan lâfı
işte böyle (lâtilokum) şekeri gibi dört köşe tatlı keser...
Birkaç civan görürsün, için açılır...
Mâil bu teklife biraz yumuşadı. Teehhül müddeti
olan iki seneye yakın bir zam andanberi bazı gündüz m e­
sireleri istisna edilirse hem en konaktan kaleme, kalem­
den konağa gelip gitmeden başka «eğlenti» nam ına diğer
havailiklere kalkışmamış, bütün esbabı zevk ve sürürünü
ailesi arasında zevcesiyle, çocuğu ile bulm akta ciddî bir
saadet aramıştı. Diğer tarzda yaşamayı hatırına getirm e­
diğinden, bu sükûn perverane hayatından memnundu.
Binaenaleyh oyun bozanlık etmemek için arkadaşlariyle
öyle bir eğlence mahalline gitse bile orada sırf seyirci
sıfatiyle bulunacağı emrinde kendine tam bir itimadı var­
dı. Kendinden bu derece emin bulunan bir adam, arka­
daş hatırı için öyle bir yerde bir akşam, bir iki saatçik
ispatı vücut etse bundan ne vaham et doğabilir? Böyle
şeyden katiyen çekinm ek de kendi nefsine nev’imâ gü-
venememezlik değil midir?
N ihayet Mâili kandırdılar. O da ârifaneye dahil oldu,
hesap muvazenesini buldu.
H ayati hokkaıbazvâri fesini çarpıtıp gözlerini tavana
dikerek:
— Ala bir, bir daha... Ooohh... Cif caf caf, cif caf caf,
aman katakulli.. (Kendini göstererek) Fıkara (fukara) dır
efendim!., den tu tturarak maskaralığa girişti. Beyleri
hayli güldürdü, eğlendirdi.
O akşam arabalar tutuldu. Beyler m ahut mahalle
düştüler. Böyle bir «eğlenti» nin tasviri edebe hürm ette
m übalâtsızlıktır. Binaenaleyh biz şu sayfalarda yalnız
TESADÜF 115

bazı müteehhil gençlerin, seyirci sıfatiyle, yahut diğer


hüsnüniyete atfen veya hangi afifâne azimle olursa ol­
sun, o gibi belâlı yerlere gitm ekte gaflet gösterm eleri ne­
ticesinden zuhur eden elîm. ahvali göstermek için Mâilin
macerasından bahsedeceğiz, oranın halini tasvir değil...
Arkadaşları işret ve sohbete daldıkları sırada Mâil,
karşıdan müdekkik bir filozof nazariyle o ahvali m üte-
neffirane seyrediyor. Kendi ailesi nezdinde zevcesiyle,
çocuğu ile olan şevkü şetareti şu m urdar eğlenceye nis-
bet ederek neş’e ve safa namına bu gibi seyyiata heves
edenlerin haline acıyordu.
Arkadaşlarından bazıları yanaşarak:
— Canım Mâil Bey, öyle süt dökmüş kedi gibi ses­
siz, sadasız ne oturuyorsun? Bari bir teik olsun at...
Teklifleriyle Mâili işrete icbar ettiler, kabul eyleme­
di. Eğlenmek şöyle dursun, sıkılıyordu. Bu bir sürü çıl­
gının, bu, hava perestan zümresinin neşat âvazeleriyle do­
lan, kızışan odanın müfsit havası artık Mâili rahatsız et­
meğe başladı. Biraz nefes almak, o bezmi hâyi huydan
uzak, saf bir hava bulmak için bir aralık odadan dışarı
çıktı. Teessürle, istikrahla etrafına bakınarak gezinmekte
iken kulağına bir inilti, tazallüm nâlişine ben^iyen bir
enin geldi. Sesin geldiği tarafa doğru yavaş yavaş y ü rü ­
dü. Bir oda kapısının önünde durdu. Çünkü inilti bura­
dan geliyordu. Kapı kapalıydı. İçeriden o enine ilâveten
bazı m ırıltılar da işitiliyordu. Mukavemeti nâkabil bir
m erak ilcasiylekulağını kapının anahtar deliğine götürdü.
Üç dört sesin birden şu karışık m uhaveratını dinledi:
— Kız çılgın kalk... Yüzünü gözünü yıka, gözlerinin
kızartıları gitsin. Saçlarını tara... Pudranı düzgününü sür,
süsünü yap... O hayırsız herifin böyle gecelerle m atem i­
ni mi tutacaksın?.. Çok budala gördüm ama, senin gibi­
sine hiç rastgelmedim. Haydi derlen toplan...
Ağlama ile karışık nazik bir sada:
116 TESADÜF

— Bana bu gece ilişmeyiniz, ayaklarınızı öpeyim...


yok, yok, yok., ilişmeyiniz...
— Kız, budalalığın lüzum u yok... Senin şu inadın
yüzünden bu gece kaç lira kaybedeceğimi biliyor musun?
— Üstüme varma... Şimdi çarşaflanır, gözümün aldı­
ğı yere giderim...
Bu m uhavere o kadar kızıştı, öyle ağıza alınmaz ga­
liz bir vâdiye döküldü ki, Mâil hem en kapıyı açıp içeri
girmek istedi. Fakat her ne sebeple olursa olsun, öyle bir
mahalde gürültü çıkarmayı yine kendi haysiyetine m u­
vafık bulmadı. Yalnız mücadelenin mâbadini dinlemeğe
artık ta k at getirem iyerek birkaç «lahavle» ile oradan sa­
vuştu. Mahut «havra» odasına avdet etti. Biçare delikanlı
orada birkaç saat sanki cehennemde imiş gibi vakit ge­
çirdi.
Bütün arkadaşlarında artık ağız eğrilmiş, gözler şaşı-
lanmıştı. Hemen kalkıp bu rezalethaneden savuşmak üze­
re iken Hayati ile diğer bir zat beyninde cereyan eden
acip bir sohbet nazarı dikkatini celbetti. Biraz kulak
verdi. Hayati:
— Para bu be... Mangiz her işi yoluna kor... H erif
deminden m erdiven aralığında direktöre avuçlan sarı kız
gösteriyordu. Bir sarı kıza bir avuç lira verilir mi hiç?..
Bu akşam Şöhreti bana bul; bunların hepsi senin diyor­
du...
— Şöhret neredeymiş?.
— Nerede olacak; karşıki odaların birinde saklıydı...
— Şöhreti, bir mirasyediye tutulm uş diyorlar.
— Yok be sen de, mirasyedi değil, ipsizin biri... Şöh­
ret ona yediriyormuş diyorlar.
— İşte., işte Şöhret geliyor...
— Ne olacak ya?.. P araları aldılar, herifi sızdırdılar.
Şöhret bütün refikalarını küsufa uğratacak bir hıram ı
takatşikenle, dağınık sarı saçlarını dalgalandıra dalgalan-
TESADÜF 117

dıra odadan içeri girdi. Mâilin gözleri bu nazenine dikildi.


Deminden sadayi giryesini işitip yüzünü göremediği ka­
dın bu imiş ha?..
Etraftan vukubulan davetlere, zevzekliklere hiç k u ­
lak vermeksizin Şöhret, tenhaca bir köşeye çekildi, otur­
du.
Şuradan buradan hayli harfendazlıklar ve arsızlıklar
edildi. Kadın hiç aldırmadı;. B ir m üddet sonra herkes y i­
ne kendi eğlencesine daldı. Şöhret çeküdiği köşede u n u ­
tuldu. Odada Şöhretten gözünü ayıram ıyan yalnız Mâil
kaldı.
On sekiz, on dokuz yaşının taravetlediği o beyaz, mü-
cellâ, saf alma, hayatın soğuk rüzgârı üe henüz temasa
gelmemiş yeni açılmış bir koncanın m ahrem ane letafetini
andıran o dilfirib simaya sarı elâ baygın, sevdadan yorgun
m ahm ur gözlere bakm aktan kendini alamıyordu.
Mâil baktı baktı, kendi kendine:
— Kazarâ mezbeleye düşmüş, pürtaravet bir çiçek!..
Dedi. O sefaletgâhta yerini yadırgamış gibi duran bu
aşk perisine takarrüple bir iki lâkırdı söylemek isteri. Vehr
leten kendinde böyle bir arzu uyandı. B ütün arkadaşları
hâyü huy ile meşgul idiler. Mâü yavaş yavaş Şöhrete
yaklaştı. Bir mukaddimei kelâm bulm ak için hafif bir ha-
lecan hissetti. İlk sözü §u oldu:
— Hanımefendi, niçin böyle m ahzun mahzun yalnız
oturuyorsunuz?
Şöhret, Mâili dikkatle süzdü. B u suale verdiği müs-
tağniyane cevap, dudaklarını kıvırm aktan ibaret oldu.
Kızın nev’imâ ademi tenezzül tav rın a ıbenziyen şu mua­
melesine karşı Mâil biraz bozuldu, sıkıldı. İrad ettiği su­
ali kendi de soğuk buldu. Şöhretle açmak istediği müsa-
habeyi şu ilk cümlede bırakarak oradan çekilmeyi düşün­
dü. Fakat bu da soğuk olacaktı. İkinci cümleyi bulm ak
için zihnini hayli zorladı. Aklına ne gelse söz itibariyle
118 TESADÜF

onu soğuk, kuvvetsiz buluyordu. İlk lâkırdıda kendini


¡kıza beğendirmek, zarafetini takdir ettirm ek hevesi acı-
bine düşmüştü. Karşısında yutkunup duran bu delikanlıyı
Şöhret, haddei nazardan geçirdi. Beyin, o yerlerin ace­
misi olduğunu anladı. Dikkatli dikkatli süzerek haline
acır gibi bir sadayı terahhum la nihayet sordu:
— Siz akıllı uslu bir çocuğa benziyorsunuz; buralar­
da ne işiniz var?..
Öyle bir kadın tarafından bu tü rlü bir muahazeye
uğrıyacağı Mailin akimdan geçmediği için şaşırarak:
— Ne yapayım, arkadaş beliyesi.. Zar zor beni bura­
ya getirdiler. Yabancı yabancı bir köşede oturuyor, sıkı­
lıyordum. Sizi de burada yalnız gördüm. İki çift lâkırdı
etmek için yanınıza geldim...
— ©izi de buraya arkadaşlarınız mı getirdi? Kişi re­
fikinden azar derler ya. Bu pek doğru bir sözdür. Bu eve
gelenlerin çoğu arkadaş belâsiyle gelirler. Sonra türlü
derde uğrarlar... Ah, buraya gelenler, gelmezden evvel
bir kere benim reyim i sorsalar, onlara güzel güzel nasi­
hatler versem...
— Siz niçin böyle mahzun, mahzun b ir kenarda otu­
ruyorsunuz?..
— Biz kira ile tutulan hayvanlara benzeriz. Mahzun
da olsak, kederli de bulunsak hizmetimizi görmeğe mec­
buruz. Bu gece beni yanm a gönderdikleri herifi uyuttum ;
işte buraya geldim. H ane sahibi kadın para kazanacak di­
ye çalışırız. Bizim elimize de birkaç p ara geçer ama, hiç
bereketini görmeyiz. Daima borç, daima zaruret içinde­
yiz. Bu akşam o herifin yanm a ne zorluklarla, nasıl iste-
miye istemiye çıktığımı bilseniz, halim e ağlarsınız...
Şöhret gözlerinden dökülen iki hazin hatreyi göğsün­
den çıkardığı ince be^az ipek m endiline içirdi.
K adın yalan söylemiyordu. Mâil kapı arkasından din­
TESADÜF 119

lediği m uhavereyi ta h attu r etti. Delikanlı m üteessir ol­


du. Lâkin şu suali iraddan kendini alamadı:
— Deminden burada sizin için lâkırdı oluyorduı. Şöh­
ret Hanımı bir delikanlı seviyor diyordular...
— (îstiğrapla Mâilin yüzüne bakarak) O labilir a?..
Bizim gönlümüz yok mu? Biz sevmez miyiz?
— Bu m aişetten m em nun değil gibi görünüyorsunuz.
Sevdiğiniz delikanlı sizi niçin kurtarm ıyor?
— (Kaşlarını çatarak) Bütün esrarım ı bu gece bana
söyletecek misiniz?
O aralık kapıdan evin m üdiresi görünerek:
— Şöhret, gel...
Dedi. Zavallı Şöhret, bir m ecburiyeti elîme ile yerin­
den kalktı. Odadan çıkarken Mâile öyle b ir derin nazarı
meyusane ile bak tı ki, delikanlı b u bakışın gönlünde pey­
da ettiği sarsıntı tesiriyle biihtiyar titredi. Mâil gibi o eğ8-
lencelere alışmamş, bu âlem lerin feci vukuatını yakından
tetkik etmemiş, m uhabbet desiselerinin bu zeminde aç­
tığı aldatıcı ezharı gûnâgûnun mesmum tesiratm a tutul­
mamış toy, saf, m ert bir genç için Şöhretin: « Bütün es­
rarım ı bu gece bana söyletecek misiniz?» den ibaret olan
son cümlesinde m erakı dâi çok dakik m aâni vardı. Kız
odadan çıkarken fırlattığı nazarı meyusane bu sözünü öy­
le bir takyid etti ki, samimiyeti beyanına Mâilin hiç şüp­
hesi kalmadı. Yok, o sureti ifade, o bakışta aldatıcı hiç bir
fikri mePanet gizlenemez...
O akşam hanesine avdet etti. Rüyasında Şöhretle uğ­
raştı. Ertesi sabah kaleme gitti. Arkadaşları, geçirmiş ol­
dukları o cümbüş gecesinin bakiyei hum arı ile dertleşip
söyleşerek edilen masraf, sürülen /safanm derecesiyle mu­
kayeseye uğraşırlarken Mâil yanlarına gitti. Şöhretin o ge­
ceki hali, evin m üdiresi tarafından kıza gösterilen cebir,
rikkatine dokunmuş olduğunu safdilâne anlattı. Delikan­
lının bu safderunluğuna ötekiler hep bir ağızdan güldü­
120 TESADÜF

ler... H ayati, düm belek gibi avurdunu şişirip üzerine


«düm» diye bir fiske vurarak:
— O geçmişi kınalılara acımıya gelmez. Onların ince
kıyım kestikleri afilere bakm a sen... Hep m artavaldır be!
Şam panya şişeleri 'gibi sıkı m antar atarlar. O m antarları
yutanların vay hallerine... Onları sevmeli, okşamalı, geç­
meli. Hallerine acırsın, b ir acırsın, iki acırsın; üçüncüsün-
de seni öyle acıdırlar ki, vallahi zakkum ağacına döner­
sin. H ayatının tadı kalmaz. Anladın m ı bey baba? Şöhre­
tin baygın gözleri sana da dokundu mu? Yosmam insana
öyle b ir ezgili dikiz eder ki, vay anam babam, adam biter
be... Göz bebeklerinde elektrik mi vardır, nedir bilmem,
insan fenalaşır...
Rüfekasınin bundan ziyade istihzalarını celbetmemek
için Mail sustu. Onlar ne derlerse desinler, o evdeki karı­
lar içinde Şöhretin pek başka türlü, pek müstesna b ir ka­
dın olduğuna, nasılsa şevki talihle o girdaba düşmüş bu­
lunduğuna hükümden, delikanlı kendini alamıyor, durup
durup zihninden «bütün esrarım ı bui gece bana söylete­
cek misin?» sözünü te k ra r ediyordu «Bütün esrarını mi?»
Tuhaf şey!. Öyle karıların ne gibi esrarı olabilir? Demek
Şöhretin o sefilâne hayata sukutu bazı esrar neticesi imiş!
Hikâye namına şunun bunun kaleminden çıkmış efsane­
leri okumadansa, hakikî rom anları işte böyle Şöhret gibi,
talihin kahrına uğramış sergüzeşt sahiplerinin dihanı te ­
essürlerinden dinlemeli... ,
On gün sonra Mâil, Kalpakçılar başından geçerken
Şöhrete tesadüf etti. Şöhret, gayet parlak bir tuvalet ve iki
refikasiyle bütün çarşı halkının enzan dikkatini celbede-
rek gidiyordu. Mâili görünce bildi. Delikanlıya doğru
işvebaz bir naz ve edâ ile takarrüp ederek:
— O akşamdan sonra bir daha görünmediniz... Siz
oraya eğlenmeğe değil, ibret almağa geliyorsunuz. Sizin
TESADÜF 121

gibi uslu beyleri ne kadar severim, bilseniz... Salı akşamı


ben oradayım, gelirseniz görüşürüz.
Dedi. Lâtif bir baş selâmiyle ayrıldı. Mailin n u tk u tu ­
tuldu. Lâ, naam bir cevap bulup veremedi. Güzel Şöhre­
tin iltifatına m azhariyetiyle bütün gelip geçenlerin haset
nazarlarına hedef olmuştu. P ek sıkıldı. H atvelerini tesri
etti. Yüreğini b ir çarpıntı aldı. Of, nasıl karı bu? Bakışın­
daki kuvvei teshiriye insanın en rakik âsabma kadar te ­
sir ediyor.
Bu şaşkınlığı, bu çarpıntıyı m üteakip M âilin kalbini
bir sevinç kapladı. Bu süruru uğradığı iltifattan, edilen
davetten ileri geliyordu. Kendi kendine:
— Adam sen de, öyle karıların iltifatlarından ne ola­
cak?. Bu davete kim icabet edecek?..
Dedi. Akşam evine geldi. Zevcesiyle, çocuğu ile daire­
sine çekildi. Tuhaf hal!.. O gece âşiyanei ailesi kendine
ne kadar sönük görünüyordu. Gönlünde bir emel çırağı
gibi parlam ak istidadını alan Şöhretin dilfirip hayali ya­
nında zevcesi Sâibe pek donuk, pek soğuk kalıyordu. H at­
tâ zevcesinin sözlerini de tatsız buldu. Yalnız kalarak
Şöhrete vakfı tahayyülü arzu ediyor, Şaibenin âfakî söz­
leriyle o tatlı tahayyülâtm dan uyandırıldıkça öfkesinden
kadını odadan dışarı defetmek istiyordu. Zevcesiyle mu-
hatabaya mâruz kalmamak için o akşam erken yattı.
Ertesi sabah kalem e gitti. Şöhretin davetine gûya
icabet etmemeğe k arar vermişti. F akat hep ona zihnini
hasrediyor, m ahut m ahalle dair konuşmak için o geçen
eğlenti gecesi arkadaşlarından bazılarını araştırıyordu.
Birini ikisini buldu. H ayati de geldi çattı. O haftaki eğ­
lenti için Mâil isteksiz göründüğü halde ârifaneye iki his­
se vermeğe razı oldu.
Mâilin niyeti o gece de seyirci sıfatiyle bulunm ak, ka­
bil olursa Şöhretin h ay at esrarm ı kendi ağzından dinle­
mekti. Orası öyle tarabnâk b ir devrandı ki, safasma
122 TESADÜF

çıkıp da seyirci kalmak, o bezmin baş döndürücü tesiriyle


sermest olmamak m üm kün değildi.
Mâil o akşamki seyranını Şöhretle hususî bir odada
icra etti. Maksadı kızı söyletmek, esrarına vukuf peyda
etmekti. O sefahethanelere düşen talihsizliğe uğramış
kadınların belki hep birer feci sergüzeştleri vardır. Fakat
bu faciaları dinlemeğe niçin istek göstermeli? M erham t
ve rikkati galip gençler için bazan o sözler b irer mühlik
zehir tesiri peyda eder. Maksat eğlence ise, oralarda zevk
ve şetaret hududunu aşacak derinliklere girişmemeli.
İstenilen şey insaniyet göstermek olduğu takdirde hem­
cinsinizden bazılarının ihtiyaç yaralarına çaresaz olmak
iktidarını haiz iseniz, bu şefkatinize m üstahakları diğer
taraflarda da bulabilirsiniz. Bâhusus aile sahibi olanların
ilk vazifeleri zevce ve evlâdının temini refahlarına ça­
lışm aktır. Yoksa aile saadetini ihlâl edecek o gibi karı­
lara m ürüvvet ibzaline yol aram ak değildir.
Bazı sefih kadınları o mezellet tarikinden tahlise m u­
vaffak olmuş kim selerin şu. hareketleri hangi ilcaat tesi­
riyle olursa olsun şayanı takdirdir. F ak at bu hal yüzde
ancak bir iki üm it veren mühim bir cerrahî ameliyeye
benzer. Ekseriya bir kötü kadın kurtarılm ak için aile ef­
radından pek çok iyilerin felâketlerine sebebiyet verilmiş
oluyor. Burada şayanı kayıt olan cihet, bu gibi tahlisle-
rin sırf m ürüvvet, insaniyet noktai nazarından değil, he­
men alelûmum aşk ve hava seyyiesi ile vukua gelmesidir.
İnsaniyetin sair akşamında hasis olanların bu fiilde
mebzuliyeti m ürüvvetleri işte bu sevda m arazından ileri
geliyor.
Mâil aklınca o akşam Şöhreti iyice söyletmek istedi.
Ona çok acıyordu... Niçin? Çünkü karının o sarı saçları,
m ahm ur gözleri pek hoşuna gidiyordu. İşte asıl keyfiyet
burada...
Şöhreti söyletmeğe uğraşması diğer bir sebep tesiriy­
TESADÜF 123

le değil, sırf insaniyet eseri olduğu em rinde Mâil kendi


kendini aldatıyordu.
Bu rikkatli beyin ibram atm a rağmen o gece kız, def­
teri hayatinin acıklı sayfalarından pek az kısmını açtı.
Sergüzeştinin sefaletiyle ıbeyi müteessir etm ekten korkar
görünüyordu.
Şöhretin anası babası pek fakir imişler. Kız m üthiş
zaruretlerle büyümüş. F akat desti terbiyeti ibağubandan
mehcuren büyüyen bazı hüdayi nâbit gülbünler olur ki,
sırf sun’u hilkatle taravetyap oldukları halde bir ravzai
ihtimamda yetişenler kadar berkü nihali nazlarında le­
tafet görülür. İşte bu kabilden o fakr içinde kız gittikçe
şaşaai cemal ile serpilir. Güzelliğinin şöhreti etrafa ya­
yılır. Kibar ailelerden görücüler gelir gider. Zengince bir
zatm oğlu bu kızla izdivaca karar verir. N ikâhtan evvel
oğlan, Şöhretin evine devama başlar. Kızın babası Mev-
lânekapı civarında nalbantlıkla meşgul, anası da bir gün
uzakça bir tarafa sokağa çıkar. K erim eleri evde yalnız
kalır. Çat çat kapı... Bir de bakar ki ne görsün? İzdivaç va­
deden delikanlı gelmiş... Gelene kapı açmamayı kız misa­
firperverliğe yakıştırmaz. Başına bir örtü alır. Kapının
ipini çeker... Misafir:
— Küçük hanım, evde misiniz?
Sualini sorar. Kızın:
— Evet efendim.
Demesi misafiri tesrii emeli izdivaç emrinde büyük
bir ümide, hadsiz bir sevince düşürür. Delikanlı biraz
yorgunluk almak için içeri girer, oturur; doya doya görü­
şürler. M isafir gider. Akşam üstü anasiyle babası avdet
ederler. Kız, kendine koca olacak zatın o gün lütfen ev­
lerine teşrifini, misafire karşı ikram da kusur etmediğini
anlatır. Anası babası bu saffetinden dolayı kıza biraz çı­
kışırlar. Bir evde yapayalnız bulunan bir kızın içeriye de­
likanlı m isafir kabul etmesi uyamıyacağını şiddetlice ta-
124 TESADÜF

zirle anlatırlar. B ir ay geçer, iki ay geçer; tuhaf şey, m i­


safir bir daha gözükmez. Acaba izdivaç kararından nükûl
m ü etti?.. Daha garibi, Şöhrete b ir hastalık ârız olur...
Bir bulantı, bir halsizlik; doktora götürürler. Tabip m ua­
yeneden sonra bu hastalığa bıyık altından güler. Öyle te­
sirli b ir ilâç vermez. Kızm evvelki elbiseleri vücuduna
dar gelmeğe başlar. K arnında acaip bir genişleme istidadı
peyda olur. iSemirme dense, o da değil. Çünkü şişkinlik
karm a münhasır... Kızm bilâkis çehresi soluyor, ufalı­
yor, boynu inceliyor... Kurşuncu Rabia M olladan tutunuz
da Solak oğlu Memişin karısına kadar konu kom şu topla­
nırlar. Kadınca b ir (konsolto) yaparlar. Kimi zavallı kız
«kırba» olmuş, kimi «maşraıba» olmuş der. Bazıları bu ka­
dar yetişkin kız «kırba» olmaz; dalağına ufunet gelmiş ol­
duğunu iddia ederler. Türlü tü rlü deva tertip ederler. Bü­
yücek bir tencerede kızgın, küllü ısu yapıp içine yedi baş
kırm ızı biber atılarak kız b u kaynar buğunun üzerine
oturtulursa tekm il derdi suya akacağı iddia olunur. Daha
ne devalar, ne ilâçlar! N ihayet sam ancının H ürm üz Ha­
nım dikkatle Şöhretin gözlerine bakıp orasnı burasını ka­
rıştırarak:
— Kızım, rüyanda karpuz görüyor musnu?
— Bazı...
— Canın kahve telvesi yalam ak istiyor mu?
— (Gülerek) Evet...
— (Kız anasının kulağına eğilerek) Hanım, kızm ge­
be...
Şöhretin annesi kızma bu iftirayı edene karşı gözlerini
yum up ağzını açarak:
— Açgözlünün zoruna bak! Rüyasında karpuz görmüş
diye benim ¡gül gibi kızıma iftira atacak. Ben onu bir lâh­
za gözümden ayırmam... Rüyalarında kavun karpuz gören
kızlar hep bu kazaya m ı uğrarlar? Kahve telvesini sen
aşyererken değil, h er zaman yalarsın... Bizim evde öyle
TESADÜF 125

midesiz yoktur. Ben telve çömleğini asmanın dibine dö­


kerim, kimseye yalatmam...
Kavga büyür; kadınlar iki ta ra f olurlar; bir kısmı
Hürmüz Hanımı tasdik eder; diğerleri Şöhretin anasına
hak verirler; ciğerciden dalak alırlar, hasta kızın karnı
üzerinde keserler; daha pek çok ev ilâçları yapılır; fakat
günden güne şiş ufalm az büyür; nihayet birkaç ebeye gös­
terilir. Ebeler H ürm üz H anım ın sözü hakikat olduğunu
meydana korlar. Anası babası kızı sıkıştırırlar; iş anlaşı­
lır. Zavallı kadın on parm ağı ile belki yüz defa hesap ede­
rek, kızın bu kazaya uğram ası kendileri evde yokken mi­
safirin geldiği güne tesadüf eylediğini anlar. Hani misa­
fir? O çapkın nerede? Gelse de bari, şu irtikâp ettiği ayıp
ve rezaleti kapatsa... Ne gezer! M isafirden hiç nam ve ni­
şan görülmez... ı ■ ı ' ■ |
K adınlar, yine toplanırlar; çocuğu düşürmeğe k arar
verilir; ev llâçlariyle o işi de becerirler. Zavallı Şöhret
ölüm lerden kurtulur. K u rtu lu r ama nem e lâzım, adı çı­
kar... Annesi kızının rüyasında karpuz yemiş olm aktan
başka bir kabahati bulunm adığını iddia eder durur, lâkin
buna kimse inanmaz; kibardan, h a ttâ fukaradan görücü­
lerin arkası kesilir. Bu kızın sonu ne olacak? Ananın, ba­
banın kederden ağızlarını bıçak açmaz; nihayet Uzunçar-
şıda parm aklık çeken bıçkıcı mi, bıçkın mı? Neyse işte
onlardan biri Şöhretin sa n saçlarına, elâ gözlerine vuru­
lur. «Rüyasında karpuz yesin, tu rşu yesin, zararı yok; be­
nim makbulüm» der, kızı alır... F ak at kayınpeder fukara,
güvey züğürt, hem uçan... O evde geçim, düzen, rah at
olur mu? H ırıltı gürültü başlar. Kocası, Şöhretin kabaha­
tini izdivacı esnasında affetmiş, kızı o ayıbı ile kabul ey­
lemişken, sonradan muameleyi değiştirir: «Behey filânına
filân ettiğim karısı! S en rüyada karpuz yersin ha?» dan
tu ttu ru r; h e r gece dayak, h er ¡gün patırtı... A rtık Şöhret
b u muameleyi çekemiyecek b ir hale gelir... ;
126 TESADÜF

O esnalarda Macuncu taraflarındaki m ahut kârgehin,


m atrabazlarm dan, çığırtkanlarından orta yaşlı bir karı,
Şöhretin güzelliğinin methini, ıbâhusuıs uğradığı kazayı
haber alarak hakikati anlam ak üzere oralarda gezinmeğe,
kolaçana başlar; nihayet kızla görüşmeğe muvaffak olur;
güzelliğini, edilen m ethin fevkinde ıbulur. B ir gün gizlice
konuşurlarken Şöhrete der ki:
— A yavrum, sen böyle kulübe gibi evlere, Uzunçar-
şilı bıçkınlara değil, beylere, efendilere lâyık b ir kadınsın!
Ben ağırlığınca altın değersin.. Haydi seni b ir konağa gö­
türeyim ; orada sade tavukla, kaym akla beslenirsin; en
son moda ipekli kum aşlarla giyinirsin; başına, bileğine,
gerdanına pırıl pırıl elmasları takınır salınırsın... Haydi
haydi bu kümeste oturma, haydi...
Tarzında aldatıcı kelim elerle kızın avucuna beş on al­
tın sıkıştırır; sözbirliği ederler, iki gün sonra gelir alır,
götürür...
Yediği karpuzun üzerine kızm yediği bu halt, yeis­
ten zavallı pederinin m enzulen vefatına sebep olur...
Hikâye ne o kadar feci, ne de neşatâver; fakat kurnaz
Şöhret bunu Mâile anlatırken teessür verecek surette tel­
lemiş pullamıştı. Meselâ pederinin hanesinde bazı gece
aç yattıklarını, m ahut m isafire râmolması, külliyetlice
bir meblâğ teklif eylemiş ve cehalet saikasiyle bu paraya
kapılmış olmasından ileri geldiğini epey dilsûz işvelerle
karıştırarak hikâye etmiş, hele koca nam m a vardığı İpi
çapkın Uzunçarşılıdan yediği dayaklan ağlıyarak anlat­
mıştı.
Böyle karıların iptidaî sergüzeştleri fuhuş girdabına
sukutları hem en biribirine benzer. Buna ya zaruret ya ce­
halet, yahut züğürt, ayyaş b ir kocanın vahşiyane m ua­
m elâtı sebep olm uştur; o kadınlardan hiçbiri kendi safası,
eğlencesi için bu yola dökülmemiştir. ,
Bu mesele uzundur. A vrupa m uharrirlerinden, roman-
TESADÜF 127

ollarından bazıları âlüftelerin ibir kısm ını nevimâ mazur


gösterm ek için 'hayli eserler yazm ışlardır; tabiatte her
netice bir tesirin ısevkiyle husule gelir; ateşe yakın tu tu ­
lan ibir cisim kızar; buz içinde bırakılan donar; bir cismi
hararet veya burudetin tesirine terkedip de sonra teseh-
hun veya incimadına hayret etmek m uvafıkı hal olabilir
mi? Binaenaleyh cemiyeti medeniyenin, fuhuş kapısını
bu gibi sefil kadınlara b ir darüPaman olarak açık bıra­
kıp da sonra bu zarurî fiillerden dolayı onları muahaze-
ye girişmesi pek m uhik olamaz. Biçareler zarurette, ıztı-
rarda kalınca hüsünlerinden, gençliklerinden başka b ir
taayyüş sermayesi, b ir halâs vesilesi bulam ıyorlar... Mün­
tehi olacağı felâket çukurunu göremiyerek, düşünemiye-
rek hemen o m enfur tarik a atılıyorlar. Bazıları bu san’at-
le o kadar âlûde oluyor, bu ayıpla o m ertebe ülfet peyda
ediyor ki, ekseriya m uhabbet şevki, nadiren ham iyet il-
casiyle biri zuhur edip de levs bulaşığının saçlarından
tutarak o hay at çirkâbm dan kurtarm ağa uğraştığı zaman
kadın bu muhlise tevdii giriban etm ek istemiyor, etse de
bu taaffüfü sûrî oluyor, bir m üddet sonra yine o kadim
rezalet mecrasına avdet arzusundan kendini alamıyor.
Ekseriyeti böyle... M üstesnalara, hakikî nedam etle töv-
bekâr olanlara, evet, vücutları gayri m ünkir olan bu az
kısma gelince, bunların mazideki sefaletlerini ta h attu r
ettikçe, sokakta şuirada burada zevcelerinin eski âşinâla­
rına tesadüf eyledikçe, hâsılı o ilk rezaletin vukuunu
m üsbet elîm âsar ile yüzyüze geldikçe dilhun olmıyacak
kadar deryadil kocalar enderdir zannederim,
Böyle b ir kadını tövbesinde sabit bulunduracak esbap
m uhteliftir. Ya o kadın eski maişete nisbeten büyük bir
refaha düşmeli, veya eski elîm hayatından canı pek yan­
mış bulunmalı, y ah u t yeniden dalâlma im kân müsait ol­
mamalı ve yahut ki nam uskâr olmasına sebep olan zatı
yani vardığı adamı her türlü ihtim al ve m uhakem atı zi-
128 TESADÜF

rüzeber edecek ;b ir şiddetle sevmeli... O yoldan dönmüş


bir kadının en ziyade güvenilecek iffet zâmini işte bu son
faraziyedir. Kocasına ifratı m uhabbetle raptı kalbetm iş
olanların geriye avdetlerinden o k ad ar korkulmaz. F ak at
sevmeyi, m uhabbeti o güne kadar kendine ¡bir san’at foa-
ziçesi edinmiş kadınların kalblerinde ne dereceye kadar
iştiale m üstait ;bir sevdanın samimî feyzi, ,bir muhabbe­
tin hakikî harareti kalabilir?
Şöhret o akşam halinden, sefil san’atm dan yandı ya­
kıldı; Mailin kalbini cidden rikkate getirecek zeminlerde
halinden tazallüm etti. İki senedenberidir zevcesinin, re-
fikai m eşruasım n meclisi ülfetinden başka yerde bulun­
mamış, diğer b ir kadınla böyle m ahrem ane görüşmemiş
olan Mâile, bu gecenin hali, hususiyle sevdavî esrar tea­
tisi hoş geldi... Bir hafta evvelisine gelinceye kadar gör­
mediği, tanımadığı güzel, genç b ir kadın, zevcesinden
ziyade bir samimiyet gösteriyor, bütün razı derununu lâ-
übaliyane açıyor, imaleli, m ânidar nazarlarla karşısın
da geziniyor, eğlendirm ek için m uktedir olabildiği işve-
kârlıklarm ibzalinden geri durmuyor, h er em rini icraya
âmade görünüyor... Delikanlı o akşam bir bezmi germâ-
germ geçiriyor ki, değme gitsin...
O güne kadar bu büyük eğlenceden nefsini niçin mah­
rum bıraktığına Mâil şaştı; kendini belâhetle itham etti;
evlenmek başka, eğlenmek başka olduğunu o gece an­
ladı. !

AŞK-I- Bİ AMAN
Bir hafta sonra yine görüşülmek karariyle Mâil, Şöh­
rete veda etti. Sabahleyin hanesine avdet ettiği zaman
geçirdiği o şevkefza gecenin hum ariyle göz açamıyacak
kadar takatsiz b ir haldeydi. O gece vukua gelecek gaybu­
TESADÜF 129

betin Kubbesini evvelce hazırlamış, evden çıkarken, ka­


lem rüfekasm dan birinin hanesinde icra edilecek sünnet
cemiyetinde bulunacağını söylemişti. B inaenaleyh zevce­
si tarafından isticvaba uğramaksızm döşeğine girdi, sızdı.
İzdivaçları m üddetindenberi Mâilin işret etmesi bu
gecekiyle ya üçüncüydü, ya dördüncü... K adınlar bu
m üstekreh mayide daima bir tehlike sezerler. Onun «Üm-
mül-habâis) olduğunu bilirler. Zevçlerinde işrete bir in-
him âk hissedince bunu diğer belâlara b ir mukaddime ad­
dederler; ve ekseriya da bu hüküm lerinde haklı çıkarlar.
İşret itiyadı olmıyan bir erkeğin ilk defa olarak zevcesine
bu kokuyu hissettirmesi o kadını pek derin bir ye’se dü­
şürür. ' .
Sünnet cemiyetinden zevcinin o halde avdeti biçare
Sâibenin canını sıktı. Bu sıkıntısı kocasının sarhoşluk sai-
kasiyle bir sui muameleye kalkışması ihtim alinden ya­
h ut o fena kokunun vereceği rahatsızlıktan ileri gelmi­
yordu. Velev ender olsun Mâil, m uzır mayii ne vakit is­
tim al etse günlerce baş sersemliğinden, mide rahatsızlık­
larından kendini kurtaram adığı için Sâibeyi sıkan yine
onun sıhhati endişesiydi.
Mâil akşam üstü uyandı. Limonlu bir çorba içti, tek rar
yattı. Kocasının iniltilerinden, sayıklam alarından rah at­
sızlığım anlıyarak biçare kadın başucunda pervane gibi
dönüyor, bu hum arı izale için ne yapacağını bilemiyordu.
Sabah oldu, Mâil kalktı; artık biraz düzelmişti; neşve-
sinin hum arı geçmiş, fakat onun yerine bir nedam et ka­
im olmuştu. Bir gece evvelki cinayetinin yorgunluğu ba­
kiyesiyle henüz âsabı titrer, Şöhretin işveli sesiyle kulak­
ları çınlarken başını kaldırıp da zevcsinin yüzüne baka­
mıyor, ona bir hareketinden bu habaseti anlaşılacak
korkusiyle elîm bir m ahçubiyet içinde ezilip büzülüyor­
du.
Mahzâ bir söz söylemiş olmak için Sâibe dedi ki:
9
130 TESADÜF

— Bu, sünnet düğününde kaç çocuk sünnet ettiler?


— Üç...
— Hepsi b ir adamın çocuğı/m u?
— Hayır... Hane sahibinin .bir çocuğu vardı. İkisi fu­
kara çocuklarıydı...
— Hep davetliler böyle sizin gibi rahatsız olacak de­
receye kadar eğlendiler mi?
— En az işret edeni benim. Ahbap hatırından çıkıl­
m ıyor ki; öteki benim hatırım için diye sıkıştırır; beriki
benim hatırım için der, ibram eder; ellerinden ku rtu l­
mak kabil değil ki...
— Doğrusu bu çok fena âdet... Bu âdeta benim hatı­
rın için zorla bunu iç de hasta ol, demek... Akıllı olan
adam sıhhatini ahbap hatırından mukaddem addetmeli-
dir. • i ! !
Söz burada kesildi. Mâilin verdiği cevaplar m uvafık
mıydı? Böyle sıhhati ihlâl edinceye kadar eğlenilen b ir
sünnet cemiyetinde sünnet edilen «üç çocuık» az mıydı?
Çok muydu? Yani bu yalan uygun muydu, değil miydi?..
Onu Mâil kendi de bilmiyor, izdivacı müddetince, zevce­
sine karşı uydurduğu bu sözler ilk yalanları olduğu için
sıkılıyordu.
Sâibe o kadar mâsum ane bir çehre, kocasına ifrat
m uhabbetini gösterir öyle bir samimî tavırla dolaşıyordu
ki, Mâil göz kuyruğu ile o biçarenin yüzüne baktıkça bu­
lunduğu hiyanetin derecesini tâyin ile kendi kendinden
nefret ediyor, kendi aldatm akta cesaret, zevcesi aldan­
m akta gaflet gösterdikçe bu keyfiyetin sonu neye vara­
cağını düşünerek dehşetinden titriyordu.
Fakat henüz meselenin bidayeti demekti. Gönlünde
pırıl pırıl Şöhrete karşı ateş almağa başlıyan bir muhab­
beti gayret etse söndüremez miydi? Evet, söndürebilirdi.
K endine; mertlik, m ürüvvet, insaniyet de bunu emredi­
yordu. Her ne fedakârlığa tevakkuf ederse etsin o karı­
TESADÜF 131

dan elini çekmeli, haftada bir iki defa eğlenmek için, bi­
lâhare aile felâketine sebebiyet verecek ahvale cüretten
İçtinap etmelidir.
Bu ciheti kendi kendine muhakeme ederek tasdik
etti ve mucibince harekete karar verdi. Fakat bu ilk hiya-
netini zevcesine nasıl affettirm eli? Ahlâkının saffeti he­
nüz türlü türlü yalanlarla lekelenmemiş bulunan Mâil,
bu noktayı da düşünüyor, ıbu ilk dalâletten m ütevellit bir
vicdan yükü ile ezilmek istemiyordu. Çok düşündü, lâ­
kin zevcesine karşı böyle bir itirafa cesaret gösteremedi...
Bu ilk hatâsını, bundan sonra Sâibe hakkında izhar ede­
ceği şedit m uhabbet ve m üebbet sadakatle ödemeğe ka­
ra r verdi.
Zavallı delikanlı, m uhabbet denilen şeyin kalbde onun
husul veya zevali arzu edilmekle peyda veya zail olan
m uti bir his olmadığını bilmiyordu.
Filhakika kararım mevkii fiile koydu. Refakatleri
kendi için bir tehlike demek olan arkadaşlarının b ir müd­
det yanlarına uğramadı. Bu zendostluk bahsini mânen,
m addeten kapadı. K onaktan kaleme, kalem den konağa
devama başladı. Sokakta etrafına bakınmağa bile korku­
yordu. İki hafta kadar böyle geçti. F akat zevcesini, çocu­
ğunu sevmek, onlarla ülfetten, eğlenmeden gayride zevk
aram am ak hususunda verdiği karara, nefsine karşı ettiği
ahde rağmen gönlünü mukavemeti kabil olmiyan b ir sı­
kıntı istilâ ediyordu ki, karısını, evlâdını, gördükçe boğu­
lu r gibi b ir iç sıkıntısına uğram aktan kendini kurtaram ı-
yordu. H ayat kendine yekrenk, âhenksiz geliyordu. K alem ­
den konağa, konaktan kaleme... Mâile «ömür nedir?» de­
seler, devam ettiği daire ile konağın beynindeki mesafe­
den ibaret olduğunu söyüyecekti. F akat zevcesiyle çocu­
ğunun ne kabahati vardı? Onlardan neye sıkılıyordu? Bu
ikisi her halde mâsum idiler. Bir m üddet onların masumi­
yetlerine kail oldu. Sonra her kabahati bu iki zavallıya
132 TESADÜF

yükletti. Çünkü hayatının sureti güzeranını böyle kalemi


ile konağı beyninde mekik dokumadan iıbaret bir tarzı
vâhide sokmıya sebep o iki can değil miydi? Bildiği, ta­
nıdığı pek çok delikanlılar istedikleri yerlerde geziyor­
lar, Beyoğluna, sair yerlere gidiyorlar, gece kalıyorlar,
arzu ettikleri saatlerde avdet ediyorlar... Bunların cüm­
lesi bekâr değil... İçlerinde evliler de var. Âlemin karı­
ları kocalarını kıskanm ıyorlar mı? Bu kadınlar arasında
Şaibe kadar hassası yok mu?
Bütün hayat zevklerine bedel Mailin önüne b ir kadın­
la bir çocuk ikame etmişler... «Olanca öm rünün sürürü­
nü, saadetinin m edarım bunlarda arıyacaksm... Bu iki
m ahlûkun haricinde ferahlık sebebi diğer nevi eğlence ta ­
harrisine kalkışırsan bedbaht olursun...» demişler. Kalem­
le evi arasında m ahdut b ir hareket h attı çizmişler. Deli­
kanlı gidiyor geliyor ama, bahtiyar olamıyordu. Erken
evlenmiş olduğuna nedam et etti.
Aşk inşam bazan bedbin eder. İşte böyle hakikatten
dışarı muhakem elere sevkeyler. Aile bahtiayrlığı denince
zevç, zevce, evlât, bunların biribirine sam im î bağlarını,
yekdiğerinin saadetlerini itmam edici olm aları anlaşıl­
maz mı? Mâil muhakemesini işte bu h akikatten aşırıyor,
zevcesinin, çocuğunun saadet hisselerini unutuyor, sırf
kendini düşünüyordu.
Mâil, hayatının, sırf sıkıcı dairesinde güzeranmdan
şikâyet ve diğer eğlencelerden m ahrum iyetine teessüf
ediyordu. F akat böyle bir şikâyete Sâibe de kıyam etse ne
denecek? O zavallı kadın için de zevcinin sohbetinden,
evlâdmn nüvazişinden, yani aile zevklerinden başka bir
eğlence var mıydı? Yoktu. O kadar yoktu ki, eğlencenin
diğer nev’ini akim a getirm eğe zavallının vakti olmuyor,
lezzetçe o iki eğlence ile kabili m ukayese diğer huzuza-
tm vücuduna bile ihtim al verm iyordu.
B 11 emirde Mâili şaşırtan Şöhretin m uhabbeti idi.
TESADÜF 133

Kalbine yeni ateş tohum u bırakmış ,bir sevda ki, bunun


tesir ve istilâ nairesi ne derecelere varacağından henüz
kendi de haberdar değildi. H attâ bu yanlış mujhakematm
onun aşkının şevkiyle olduğunu hile daha lâyıkiyle far-
kedemiyor, Şöhreti yavaş yavaş unutuyorum zannediyor­
du.
Bir ikinci bedbaht tesadüf bu hakikati meydana koy­
du. Bir akşam kaleminden konağına avdet ederken ken­
dinden birkaç adım ileride ıbir araba durdu. Bir kadın
başı arabadan uzandı. Mâile eliyle ¡bazı işaretler etti. A ra­
ba yürüdü; bu kadın Şöhretti. Zavallı delikanlıyı durdu­
ğu yerde serapâ ıb ir râşe aldı. O görmiyeli Şöhret ne ka­
dar güzelleşmiş, âdeta bir âfet kesilmiş... Araba gözden
kayboldu. Mâil bulunduğu yerde öyle donakaldı.
O akşam eve geldi. K ırıklığı bulunduğundan 'bahisle
erken yattı. Çünkü yatmasa, dalgınlığından, sükûtundan,
halinin garabetinden Sâibe şüpheye varacak...
Yattı da uyudu mu? Ne gezer... Zaten uyum ak niye­
tiyle değil, istediği gibi düşünmek için yatm ıştı. Kendi
kendine o geceki tefekküratm n hulâsası şu oldu:
— Ben Şöhreti sevmiyorum. Bu k a n hoşuma gidi­
yor; işte o kadar... Yine gizlice bir akşam gitsem, görüş­
sem ne olur? Bu hareketim i Sâibe haber alm adıktan son­
ra bundan ne vaham et çıkabilir?
Sabah oluyor. Gitmek istiyor; fakat gönlünü yine bir
korku sarıyordu. K arıya şedit bir iptilâ peydasından
havfediyor, lâkin şöyle kendini bir tartıyor, but meylini
geçici bir heves şeklinde buluyordu. Bir hafta kadar bu
arzusiyle cenkleşti. Zaten son ayrılışında yine görüşm ek
için Şöhrete söz vermişti. Gûya öyle bir kadına karşı ya­
lancı çıkmak istemiyordu. Söz verdiği hafta geçmişti.
F akat bu m üddetin m üruru için ıbir m azeret uydurarak,
nihayet sözde sebatını göstermek istiyordu. Bütün bu
uzun mücadelesi neticesinde son defa olarak bir daha git­
134 TESADÜF

meğe karar verdi. Bu gidişinin hakikaten sonuncu olaca­


ğına kendini temin için yem in etti. Butndan sonra arzu­
dan, hevesten helâki tahakkuk etse, sözünde durmamaz-
lık etmiyecekti. Şöhretle m ülâkattan sonra bir daha ziya­
rete söz verm iyerek oradan çıkacaktı...
Şimdi bir gecelik gaybubet için b ir vesile hazırlamak,
Sâibeye bir yalan uydurm ak lâzımdı. A rtık sünnet cemi­
yeti yalanını tekrarlam ak uygunsuz olacak... Bu dela bir
düğün icat etti. Arkadaş hatırından çıkamıyacağmı, kma
gecesinde sabahlanacağını anlattı. Biribirini takip eden
bu sünnet cemiyetleri, düğünler Sâibeye tuhaf görün­
mekle beraber kocası aleyhinde yine şüphesini tahrik
etmedi. Çünkü sevgili Mâiline öyle şey yormaz, üzerine
toz kondurmazdı.
Mâil o akşam m ahut m ahalle kalem refiklerinden bir­
kaçını toplıyarak kalabalıkla ıgitmedi. Refakatine yalnz
Hayatiyi aldı. Bu eğlencelerine dair kimseye bir şey söy­
lememesi hakkında da yemin ettirdi. H ayati H int horozu
gibi omuzlarını sivriltip:
— Anam babam... İşte böyle daha şık kaçar. Bir sen,
bir ben; neye lâzım fazla gürültü?..
Evden içeri girdiler. İkram, ağırlam a kıyamet... Mâil
Şöhreti sordu. Ev sahibesi ellerini u ğ u ştu rarak maattees­
süf Şöhretin orada bulunm adığını haber verdi. Şöhret ol­
m adıktan sonra o gece Mâile dünyaları bahşetseler mem­
nun olmak ihtimali yoktu. Kızm bulunm ası muhtemel
olan m ahallere haberler gönderildi. H er taraf aranıldı.
Üç dört saat geçti. Mabudeyi elde etm ek gûya mümkün
olmadı.
Ev sahibesi:
— Ah beyim efendim... Niçin iki gün evvel, hiç ol­
mazsa yirmi dört saat evvel bir haber göndermezsiniz?..
Bu gece teşrif olunacağına dair dünden haberim olaydı;
TESADÜF 135

H ayati Bey gelerek işi bana biraz çıtlataydi; şimdi Şöh­


reti burada hazır bulurdunuz...
Dedi, o gecenin m erareti ye’sini iki akşam sonra tadil
etmek üzere eğlenmeğe k arar verildi. Kapı dışarı çıktılar.
H ayati düşüne düşüne ensesini kaşıyarak dedi ki:
— Bu karıların sözlerine tamamı tam am ına inanm ıya
gelmez. Bunlar tuzakçıdırlar. Sizin Şöhrete meylinizi
gördüler. M uhabbetinizi yelpazelemek için işi m akaraya,
asıntıya çekmeğe giriştiler. Bir iki gün sonra da m ükem­
mel boğuntuya başlıyacaklar... Şöhret orada yokmuş, fi­
lânmış, hep bunlar «afi» dir afi.. Lâf ağızdan çıkarken
ben âcizane keskin çakmak taşı gibi kıratını çakarım. Ba­
na da küllüm olur mu?
Mâili öyle bir dalgınlık aldı ki, H ayatinin sözlerini
dinlemek şöyle dursun, işitmedi bile... Bir kelimesi kula­
ğına girmedi. Şöhretin orada bulunm am ası ona fevkalâ­
de garip görünüyordu. Ne zaman arzu etse, gidince ka­
dını o evde bulurum zannediyordu. H akikatin öyle olma­
dığını görmesi delikanlıyı şaşırttı; alıklaştırdı. *
Daha fenası, Şöhretin ıbuı gaybubeti, Mâilin nazarında
kıym etini arttırdı. Onu görmek hevesi büyüdü. Bu arzu,
bu m uhabbet şiddetlendi. Bu gaybubeti takip eden gece­
deki m ütehassirane m uhakematı, elîm iştiyakı, rahatsız­
lığı, uykusuzluğu diğer şekle girdi. Yavaş yavaş Şöhreti
başkalarından kıskanm ak gibi acip bir hisse düştü. Mâilin
o gece gelmesi ihtim alini nazarı itibara almayıp da niçin
başka tarafa gidiyor? O başka taraf Şöhretin nazarında
Mâilin zatından daha kıym ettar mi?
Biçare delikanlının çehresini Ibir ateş sardı. Kendin­
den başka kimsenin Şöhrete sevda nazariyle bakm asını
istemiyordu.
Şöhretin orada bulundurulacağı vâdedilen akşam vü-
ru t etti. Mâili saran tahassür ateşi artık kendinde lâzım
136 TESADÜF

gelen tedbirlere tam am iyle riayete mecal bırakm ıyordu.


Bu akşamki gaybubeti için iSâibeye b ir sebep dermeyan
etmedi. Sünnet, düğün cem iyetlerinden sonra sanki bir
üçüncü m azeret icadı iktidarından kalmış denecek kadar
kendine b ir şaşkınlık gelmişti. O gece gaybubet edecek,
kubbesini sonra uyduracaktı O anda her husustan mu­
kaddem olan şey, gidip Şöhreti görmekti. Yalnız o mak­
sadın husulüne zihnini sarfediyor, sade ¡bunun için yanıp
yakılıyor. Gitsin bir kere o karı ile gözlerini, gönlünü
tenvir etsin de öbür tarafı ne olursa olsun... Elbette Sâi-
beye karşı muvafık, nâm uvafık bir yalan uydurulur...
Yine Hayati île birlikte m ahut mahalle gittiler. A rtık
o akşam Şöhretin orada bulunacağına hiç şüphe yoktu.
Maatteessüf hal böyle zuhur etmedi. Ev sahibesi mahçu-
bane ellerini uğuşturarak beylere edebileceği ikram ve
izazın hiç birinden geri durmiyacağını anlattı. F akat Şöh­
ret... İşte yalnız o meydanda yoktu... Mâil dudakları tit-
riyerek sordu: * '
— Haniya o?..
— Şöhret mi?
— Evet...
— (Kaşlarını çatıp ciddî bir tavırla) Beyciğim, o kah­
peden vazgeçiniz artık...
— (Tıkanır gibi) Niçin?
— Çünkü o kız buranın defterinden silindi gibi b ir
şey oldu...
— Bir kabahat mi etti?
— Evet, kabahatin büyüğünü etti... Elimizde olaydı,
biz kendini hiç salvermezdik... Lâkin..
— Ey, lâkin?..
— Lâkin işte zaptedemedik, kaçırdık...
— Nereye kaçırdınız, canım?
— A beyim, canlı canavar... Elde avuçta tu tu lu r mu
onlar?.. Gittiyse gitsin. Ne teessüf ediyorsunuz? Şöhret
TESADÜF 137

de artık o kadar âhım vâhım bir şey değildi ya?.. Ne gü­


zeller bulunur ki, Şöhret -onların ellerine suı bile döke­
mez... Siz benim yüzüme gülünüz yoksa...
— Hanım, ben sizin yüzünüze gülsem gülsem Şöhret
için gülerim; başkası için değil. Anladınız mı? Şimdi be­
nimle ona dair konuşunuz; başkalarından bahse lüzum
yok.... • , ■
— A, öyle ya efendim... Gönül bu... Gönül kimi sever­
se güzel odur. Estağfurullah, keyfinize karışmıyorum.
Lâkin hani şu eğlenmenin yolunu gösterm ek istiyorum.
— Şöhret nereye kaçtı, bana onu haber vermez mi­
siniz?.. J

Mailin m uhatabası derin derin düşünerek:


— Yerini haber verebilirim. Lâkin bundan ne çıkar?
O şimdi kapalı bir evde oturuyor...
— Tövbekâr m ı oldu?
— A, Şöhret mi tövbekâr olacak? Gözümle görsem
inanmam...
— Ya ne oldu efendim? Bu m uam m ayı bana anlatı­
nız...
— Muamması filân yok, bir dostu vardı; ıbelâlı, çap­
kın b ir delikanlı... Aldı, götürdü, kapattı. Tövbesi de bu,
hepsi de bu... Bilmez misin canım, öylelerinin m um ları
yatsıya kadar yanar... Çok sürmez, yine buralara dökü­
lür. Tilkinin gezip gezip geleceği yer kürkçü dükkânıdır.
Fakat Şöhreti elde etmek m üşküldür; işte mesele bu....
— Niçin, bu o kadar zor bir iş midir?
— Zorun zoru, beyim... Elin çapkını ile sonra ben na­
sıl başa çıkarım. Kendi uygunlarından birkaçım alsın, bur
raya gelsin. Kapımı tekmelesinler, camlarımı, kirem itle­
rim i indirsinler....
— Canım, bir kurnazlık edersin, bu işin bir kolayını
bulursun... Kuzum hanım, beni üzme...
138 TESADÜF

— Öyle ya efendim, her işin b ir âsan tarafı o lu r , bu


dünyada hangi zorluğa çare bulunmamış. Fakat...
Hayati beriden lâfa atılarak:
— Fakat mangizi fazla uçlanmalı değil mi? Hanım,
¡bana bir baksana... Sen piyazın maydanozunu biraz ince
kıyım, hem de bolca geçiyorsun... Şöhret o delikanlıya
nikâhla vardı mı? ?
Kadın: — Hayır canım, herif kapattı...
H ayati — Pekâlâ... Nereye kapattı? O evi haber vere­
bilir misin?
Kad:n — Veririm, niçin vermiyeceğim?
H ayati — Ha şöyle, öyle bir «voli» çevir ki, hem se­
nin, hem de bizim işimize yarasın... Ev, nerede?
Kadın — Aman yavrum, rica ederim, söz benden çık­
mış olmasın. Sakın benim adımı ele vermeyiniz.
H ayati — H ovardalıkta söz b ir olur, sen bilirsin...
Kadın — (Bir ehemmiyeti mahsusa ile gözlerini aça­
rak) Hubyarda ..... sokağını biliyor musunuz?
H ayati — Biliriz. Bilmezsek de öğreniriz.
Kadın — O sokak biraz dolambaç, uzuncadır.
H ayati — Ne kadar uzun olursa olsun, elbette niha­
yeti bulunur, canım...
Kadm — İşte o sokağın içinde büyük bahçeli bir ev­
miş...
H ayati — Oh, işte bu tarif âlâ!.. Uzun, dolambaç so­
kağın içinde büyük bahçeli ev... Bu da tarif mi ya, a ba­
bam?.. Oradaki evlerin hep bahçeleri büyüktür...
Kadın — Du*r efendim, alt tarafını anlatacağım. Ben
bildiğimi söylüyorum. Evi gidip görmedim. Lâkin köşe
başında b ir bakkal varmış... Ona sormalı imiş. Herif ilk
önce biraz nazlanıyormuş. Eline beş on p ara sıkıştırılınca
Şöhretin evini haber veriyormuş. H attâ bahşişi bolca gö­
rürse, soranların yanm a çırağını katarak evi göstertiyor-
muş... Şöhret bu yavrum! Oraya gider gitmez m ahalle
TESADÜF 139

bakkalını .baştan çıkarmış. Herifin dükkânını âdeta kendi


evinin şubesi gibi bir hale koymuş...
H ayati — Şöhretin yanında kim var? Ne harekette
bulunduğunu, sokağa çıkp çıkmadığını, evde uslu oturup
oturm adığm gözetecek kimse yok mut?
Kadın — Yaşlıca b ir kadınla bir de Arap aşçı varmış.
Canım, sen öyle gözcü kadınlara kulak verme. Onlar her
elden uzanan parayı almak için yelkeni lâzım gelen rüz­
gâra çevirirler... Dümeni o akıntıya uydururlar.
H ayati — Bize vereceğin m alûm at, öğreteceğin kur­
nazlık bundan ibaret mi? (ı ı
Kadın — Estağfurullah H ayati Bey! K urnazlık der­
sini bizden almağa m uhtaç değilsin. Sen o dersi tâ beşik­
ten almışsın...
H ayati — Beni o kadar çok methetme, yetişir... Sonra
koltuklarım kabarır da... Karışmam ha!.. Lâfın kısası,
şimdi ..... sokağının başında bakkala gidip avucunun or­
tasına bir dökme sıkıştırarak: «Şöhret Hanımın evini bi­
ze göstert» diyeceğiz, öyle mi?
Kadın — (Gülerek) A, bak az kaldı unutuyordum...
Yok yok yoook... Öyle dam dan düşer gibi «Şöhret Hanı­
m ın evi nerede?..» diye sormıyacaksmız: «Bakkal, pişgin
böğrülcen var mı?» diyeceksiniz. Herif var, cevabını ve­
rirse pazarlık edeceksiniz... «Haydi tart, çırağa ver de
böğrülceyi bizimle eve kadar götürsün» sözüyle işi biti­
receksiniz.
H ayati — Hanım, m ahalle bakkalları ile başımızı
derde sokma... Bizi başından savmak için bu sözlerinde
«afi», «küllüm» varsa sonra o «pişgin» böğrülceden ben
sana bir biberli yahni yaptırırım , vallahi ağzın ¡burnun
kabarır...
Kadın — (Acip bir tebessümle) Hele zevzeğe bak!..
Ben size işin üzerime vazife olmadık taraflarını haber
140 TESADÜF

veriyorum. Bana büyük büyük teşekkürler edeceğinize,


ağzımı burnum u kabartm ıya mı kalkışıyorsunuz?
H ayati — Canım, sen hardallı çorbalar içmiş kadın­
sın!.. Bilmez miyim? Ağzın idmanlıdır. Öyle böğrülce
yahnileri sana vız gelir. Lâf olsun diye söylüyorum yok­
sa...
Beyler dışarı çıktılar. Hayati düşünerek:
— Bu «pişgin böğrülce» âlâ amma, acaba Şöhretin
hampası eve saat kaçta gelip gidiyor? Burasını anlıyama-
dık... Sonra herifle fena bir hır çıkarırız.
Mâil dalgın dalgın:
— Onu bu kadm ne bilsin? Bakkaldan sorar öğreni­
riz...
— Ne mi bilsin?.. O karı şeytanın ön bacağını da bi­
lir, ardını da... Bizi böyle kaptı salıverdi, bu işin içinde
kim ¡bilir kendince ne hesap vardır? Bizi, usta bir dalyan
reisi gibi bir çıkmaz sokağa yam aştıracak, sonra gelsin
boğuntu, söküntü... Ne dersiniz beyefendi?..
Mâile büyük bir şaşkınlık ârız olmuş, sanki zavallı
çocuğun bütün insanlık mevcudiyeti, tekm il varlığı,
olanca m uztaribane düşünceleri ile, tek hisse inkılâp­
la diğer nefsanî melekâtı, ruhî teessüratı gûya kendini
terketm işti. O tek his de h er ne fedakârlığa tevakkuf
ederse etsin, gözünü ateşten sakmmıyacak, her türlü mâ-
niaları yıkacak bir azim ile gidip Şöhreti bulm ak arzusu
idi, başka bir şey düşünemiyordu.
H ayatinin:
«Ne dersiniz beyefendi?» .sualine cevap olarak Mail:
— Ben ne şeytanin ard ayağını bilirim, ne de ön!.. Ne
dalyan tanırım , ne de çıkmaz sokak. Hele bu işin sonun­
dan zuhur edeceğini haber verdiğin boğuintu, söküntü
gibi şeyleri düşünmeğe hiç vaktim yok. Ben yalnız Şöh­
rete mülâki olmak istiyorum, anlıyor musun? Başka şey
düşünmeğe vaktim yok. Bu meselenin evvelinde böyle,
TESADÜF 141

âhirinde şöyle olacağı asla um urum da değil... Şimdi biz,


hiç soluk alm adan doğru gidelim; bakkalı görelim; piş-
gin böğrülcesi var mı? Onu soralım. Yok derse işte o za­
m an derde gireriz.
— Ben o bakkalın böğrülcesini iki taşımda haşlar, ha­
m ura çeviririm a... Sen orayı düşünme beyim. (Mühim
bir tefekkürde bulunduğunu imâ eder surette gözlerini
ufaltıp ensesini kaşıyarak) F akat meselenin böğrülceden
sonrası müşkül... Şöhretin belâlısı herif acaba ne kesim
şey? Evde erkek olarak yalnız kendi mi var? Yoksa be­
raber başka çom arlar da getiriyor mu? iSanki biz de ya­
nımızda iki arkadaş, yani iki el ulağı daha bulsak mı de­
mek isterim?
— Canm, işte karı haber verdi ya?.. Evde bir koca­
karı ile bir de aşçı kadın varmış... Başka kimse yokmuş.
— Beyim, sen o karının dediklerine harfi harfine ku­
lak asma... O, bizim başımızı derde sokmak ister. Kendi
işine, volisine nasıl gelirse öyle ağız kullanır.
— Şimdi arkadaş aram ak külfetine kalkma. Ben me­
selenin öyle pek duyulduğunu da istemem. Biliyorsun
ya?.. Evvelâ buradan hem en gidelim, bakkalı bulalım.
Tahkikatımıza nazaran arkadaş tedarikine kalkarız. Ne
var ne yok, bir kere onu anlıyalım.
— Pekâlâ, dediğiniz gibi olsun. Ben potinleri koynu-
ma sokunca en yüksek ağaçlara çıkar, sonra kuşağımı çö~
züp ip gibi kullanarak istediğim tarafa inerim. Damdan
aşmak, kapı omuzlamak, üç dört kişi ile karşı karşıya ge­
lince kimine yumruk, kimine tekme, kimine sille indire­
rek ve daha lâzım gelen çevikliklerde bulunarak ellerin­
den yakayı sıyırırım. H aniya kafama, suratım a birkaç
ellialtı, pendifrank gibi şeyler de yesem ilk tesadüf etti­
ğim çeşmede yüzümü yıkar, evvel Allah hiç yememişe dö­
nerim... F akat ben sizin için düşünüyorum. Siz ilk yum­
rukta oraya apışıp kalırsanız, sonra insanın pek fena ma­
142 TESADÜF

rizine oynarlar. Hovardalık kolay değildir. İnsanın avur­


duna bazan öyle hesaplı yum ruk indirirler ki, üç dişini
bir çırpıda dışarı fırlatırlar. Ama öyle çabuk ki, en usta
dişçinin beş dakikada yapacağı işi bir saniyede görürler.
Hem de meccanen... Dişine güveniyor musun beyim? Ben
güveniyorum, çünkü çürükleri ayıklandı. Şimdi sağlam­
ları kaldı. Öyle öteberi yum ruk avurdum a artık rüzgâr
gibi geliyor...
— Bana öyle yumrukla, dişle göz dağı verip durma;
Âşık Kerem gibi otuz iki dişimi feda edinceye k ad ar ben
de bu sıladan çekinmiyeceğim.
Bakkala m üracaati ertesi güne tehir için Hayati epey
uğraştı, fakat m uvaffak olamadı. İlk tesadüf ettikleri ara­
baya atlıyarak Huıbyara indiler. S aat on biri geçiyordu.
H er köşe başında durarak, iptidaî zemini olan yeşil bo­
yayı da, m uhtevi olduğu ibareyi de toz kapatm ış bulunan
sokak isimleri yazılı teneke levhalara bakıyorlar, mevcut
¡harflerin delâletiyle silinm işlere intikal ederek bunları
okumağa uğraşıyorlardı.
Bu iki arkadaş böyle akşam üzeri bir sokak başından
ötekine dolaşarak feslerini bastırıp burunlarını havaya
kaldırarak sokak ismi okum akla meşgul oldukları sırada
H ayati dedi ki:
— Buralarda öyle alık alık dolaşmiya da gelmez. Ma­
halle bekçisi ile, karakolun, bâhusus mahalle kahvesinde­
ki mahalle halkından bazı beylerin, ağaların dikkatlerini
celbedersek peşimize şimdiden gözcüler takmış oluruz. Bizi
bu gece burada hiç dolaştırmazlar. İşimiz sonra falso
olur. Anlıyor musun? Levhaları, bir sokak ismi aradığı­
mızı kimseye çaktırm adan okuyalım. Şöyle göz kuyruğu
ile süzüp süzüp geçelim...
Sokak isimlerini kemali ihtiyatla okuyarak hayli semt
dolaştılar. Fakat karının haber verdiği isimde bir sokak
bulamadılar. H ayati m endiliyle alnının terini silerek;.
TESADÜF 143

— Beyim, demedim mi sana? O kahpe ıbize kantin


attı. Haniya o isimde sokak?..
Hayatide küfürün bini bir paraya... Biraz daha dolaş­
tılar. Nihayet kendilerine ayni ayniyle ihbar edilen isim­
de değil, fakat ona müşabih namda bir sokağa tesadüf et­
tiler. Filvaki köşebaşında da bir bakkal vardı. Mâil sevi­
nerek:
— H ayati Efendi, birader, işte bulduk. Sokağ:n ismi
o isme benziyor. Köşesinde bakkal da var...
— (Omuzlarını kabartıp başım kaşıyarak) Acaba?.. (
— Acabası yok... Buranın aradığımız mahal olduğuna
ben kanaat hâsıl ettim. Sokağın isminde yalnız bir harf­
ten ibaret bir tehalüf var. Bu tehalüfün de ya karının bi­
ze bu ismi telâffuz ettiği esnada yanılmasından, yahut
telâşla bizim iyi anlıyamamiş olmamızdan ileri geldiğine
hiç şüphe yok... Aman, haydi haydi bakkala gidelim, böğ-
rülceyi soralım...
— Telâş etme... Bakkala ben ısoracağım. Sen lâfa ka­
rışma... Derdimizi anlatamazsak, bakkal da ağzı kalaba­
lık bir herifse sonra iş uygunsuz çıkar ha...
Yavaş yavaş dükkâna yaklaştılar. Bakkal, favandan
hevenk hevenk sarkan hasır, çalı süpürgeleri, varakları
sinek tersiyle kararm ış güllâçlar, sucuklar, çamaşır ipi
turaları, tahta fırçaları, o mahallece sermayesinin geniş­
liğine delâlet eden bütün ıbu ticarî askılar altına oturm uş,
yağlı bir tahta masa üzerine konulm uş (defteri kebirini)
karıştırıyor, çırak da eline saplı meydan süpürgesini al­
mış, o temizlenmesi kabil olmıyan dükkânı rehavetkâra-
ne darbelerle gûya temizlemeğe uğraşıyordu.
Dükkândan içeriye üstleri başları temiz iki beyefendi
girince, o tuzlu etler, o m üteaffin yağlar, o peynir tulum ­
ları, o kaşar yığınları arasında nasıl olup da pek semâre-
mediğine hayret edilen bakkal elmacık kem ikleri fırlak,
144 TESADÜF
j
zayıf, asabî çehresini uzatarak m üşterileri süzmeğe baş­
ladı.
Beyler bir m üddet «gûya alacakları şeyin seçilişinde
müşküle uğram ışlar giibi dükkânı tavandan yere kadar
dikkatli dikkatli göz haddesinden geçirdiler. Besbelli böğ-
rülce çuvalını arıyorlardı. M üşteriler 'böyle mütehayyi-
rane h er tarafa göz gezdirdikçe çeşitli eşyasından diolayı
hakkiyle tepeden tırnağa iftihar kesilen bakkal, elindeki
kalemi kulağının arkasına sıkıştırarak sermayesi kadar
da nezaketi bulunduğunu anlatm ağa uğraşır b r tebessüm­
le sordu:
— Masraf düzmeğe mi geldiniz efendim? Burada her
malın iyisi bulunur. F iyatları da Balıkpazarı fiyatından
pek farklı değildir. (Çırağına hitaben) Mardiros! Sifoir
fıçısının önünden çekil ulan... Efendiler yağı seyretsinler.
Renk kendini gösteriyor. Kokusuna gelince, burunlarınız
üzerlerinizde ya? Bir kere koklar anlarsınız. Teıeyağı bu­
nun yanında kaldırım çam uru gibi kokar. Siz maldan an­
la r müşteriye benziyorsunuz. (Mardirosa) A klını yitirmiş
hım bıl gibi etrafına bakınıp durma öyle. Bıçağın ucuyla
yağdan kes de efendilerde koklat... Çeşni helâldır. Canım
isterseniz birer parça da dilinize vurunuz; b u yağ dokun­
maz. Fiyatı biraz yukarı olmasa her sabah parnah parnah
yeyip yüreğim i yum uşatacağım a, serm ayeyi kediye yük­
letm eden korkuyorum yoksa...
Hayati gülerek:
— Biz yağ alacak değiliz...
— Şeker mi, kahve mi, sabun mu? Çok şükür, hepsin­
den, her çeşit var...
H ayati m ânidar b ir tebessüm le gözlerini bakkalın
göz bebeklerine dikerek:
— Pişgin böğrülcen var mı?
Bakkal — (Biraz şaşırarak) O da var...
H ayati — Pişgin mi ama?..
TESADÜF 145

Bakkal — Dibinden ateşi verince ne dir de pişmez a


efendi!.. At suya, yarım saat kaynat; içinde (bir dirisi ka­
lırsa getir, sıfatım a ,çal... F ak at böğrülceyi nideceksin
canım?.. Aylâ Karadeniz m alı yeni bir fasulyam var ki,
bir kerek tadına v aranlar bize gene ondan vir deyi her
gün başıma balta kesiliyorlar.
H ayati — Hayır, ben böğrülce isterim.
Bakkal — Pekâylâ efendim! M üşterinin de keyfine
karışılmaz a?.. Böğrülce dedin, böğrülce ölsün. Ne kadar
isteyon?..
H ayati acip bir istizah tavriyle:
— Bilmem; ne kadar münasipse o kadar ver!..
Bakkal — (M ütehayyirane) Orası senin bileceğin
maslahat... Bilmem ki konağınızda böğrülceyi çok mu se­
verler?.. Kaç aylık i,çin mal alacaksın? Şöyle, yirm i otu.z
okka bir şey olsun mu? Al bu m aldan, korkm a efendi...
Al... ’ . ı
Hayati, bakkalın avucuna ¡bir mecidiye sıkıştırıp ku­
lağına eğilerek yavaşça:
— Malın iyi mi?
— (Son derece istiğrapla) M alın iyiliğine söz yoh a,
fakat ne deyi öyle acayip b ir ¡çalımla gizli gizli avucu­
mun içine para sıhıştırıyon?. A ksâta ayıp bir şey değildir
a... Bu gizlemek ne mâna olacak?.. Benim alış verişim
açıhtır...
H ayati — (Suratını asarak) H er aksâta âşikâre olmaz,
benimki gizlidir.
Bakka — (Şaşırarak) Tövbeler ola, anlıyamadım. Se­
nin aksâtan gizli m idir? Hele işte buna hiç aklım yatm a­
dı. Birkaç okka böğrülcenin gizlisi ne olacak?
— Bakkal, nağm enin lüzumu yok. Bizi yorma. Pişgin
böğrülce isteriz, işte o kadar...
— Tövbeler tövbesi ola ki aklım irmedi. Ben size ne
deyip de (nâme) ediyom?.. Sizi neden yoruyom?.. Aklım
10
146 TESADÜF

sarm adı gitti... Sizin meramınız böğrülce değil. Bu kıya­


fette adam lar bu kadar böğrülce m eraklısı olmazlar. Bu
işin içinde b ir «orostopoğluluk» var ama, bir türlü aklıma
yetmedi gitti. K ırk yıldır şunun şurasında bakkallık ede­
rim. Hiç böyle b ir m üşteri gelip de gizliden gizliye böğ­
rülce sormadı. Benim yaşım elliye varıyor... «Mardiros» u
dirsen doğdu doğalı ham am yüzü görmedi. Anlıyamadım
ki?..
— Bakkal, işi anlamam azlıktan gelme... Pişiğin böğ­
rülce isteriz.... : > i
— (Hiddetle) Bende b ir nev böğrülce vardır; pişgin
midir, değil midir? Daha provasına varm adım . İstersen
alırsın, istemezsen şuradan savulur gidersin. Başka lâfa
aklım ermez.
— (Bakkalın yakasından kavrayıp hiddetle bir sarsa­
rak) Biz yabancı değiliz...
— (H aykırarak) Yabancı olmayıp da babam ın oğlu
değilsiniz a... Daha sıfatınızı bugün gördüm.
— Bakkal, işi yaygaraya boğma... Bize haber ver. Bu
sokağın içinde m i oturuyor? i i . ı I i: ;
— Kimin için soruyon efendi?
— (Kulağına eğilerek yavaşça) «Şöhret» hanım için
soruyorum?.
— (Bütün bütün alıklaşarak) B ütün vebalin boynu­
ma ola, o biçim b ir k a n adını senin ağzından ilk işitiyom.
Mahallemizde böyle Ibir berıgüzar yoktur. Nafile yorulun
efendi, buraları boş yere dolanma... (Elini dizine vurarak)
Ben diyon canım, bu böğrülce işi değil... Bunda b ir kan-
ş’klık var... Tövbeler ola canım; h er siniri deprenen b ^
nim başıma m ı ekşir gardeş... Pişgin böğrülce nerede?..
Şöhret Hanım nerede?.. Böğrülce deyincek bundan karı
çıkacağım ben nereden anlıyacağım? Bakkallığın da akla
gelmez, türlü tü rlü derdi var. K iralık ev sorarlar. Bazan
tü rlü tuhaf şeyler danışırlar. F ak at hiç böyle böğrülce
TESADÜF 147

sualine uğradığım yoktu. H aydi beyler, efendiler, işinize.


Bende ne sizin dişinize göre pişgin böğrülce vardır, ne de
m ahallede o isimde b ir karı. Onu size kim haber verm iş­
se, gönüle kalmayınız, siziyle düpedüz eğlenmiş. Şu soka­
ğın içinde birkaç ev var; kim inin karısı kocamış; kimi
hastalığa uğramış, topunun da ırzına yerden göğe kadar
kefilim. Bir kusurları varsa, bakkal borcuna biraz ağır
davranırlar. İşte bu... Başka b ir fenalıkları yoktur.
Hayati — (Dik dik bakkalı süzerek) Bakkal, yalanını
tutarsam sonra işin fena olur...
Bakkal — Sözlerimde yalan dolan yoktur efendi inan.
İşte sokak, işte mahalle... Gez; dolan; gel. Eğer aradığın
o hanımı buralarda bulursan şu dükkânı boynuma geçir.
Daha ne diyeyim?..
Bakkaldan sadra şifa verecek b ir m alûm at almak ka­
bil olmadığını görünce bizim iki zendost oradan çekilmeğe
mecbur oldular. Mâil, arkadaşından sordu:
— Acaba bakkalın sözleri doğru mu?
— Bilmem ki...
— Bakkalın dedikleri doğru ise, dem ek k arı bizi al­
datmış... H akikaten Şöhret bu mahallede bulunaydı, bak­
kal mecidiyeyi alır, ıbize evi çırağı ile göstertiverirdi.
— Hayrola; sellemehüsselâm göstertemez, korkar. Şöh­
reti kapatan herif belâlı b ir kabadayı ise, sonra bakkal
yakasının onun intikam ından nasıl kurtarabilir?
— Ey, şimdi ne yapalım?
— Sokakları bir dolaşalım bakalım; dolambaç sokak­
ta büyük bahçeli b ir ev görebilir miyiz? Yoksa bizim mü­
racaat ettiğimiz bakkal, karının bize tarif etm ek istediği
bakkal değil mİ? j \ 1 j j
Sokakları dolaşmağa başladılar.
Bakkal, beyleri dükkânın kapısından gözetliyerek çı­
rağına:
— Bu herifler bu akşam burada bir h ır çıkaracaklar.
148 TESADÜF

Dövüş olur, ıbir iş olur; 'başımız belâya girer... Haydi Mar-


diros, tabanlarını yağla; buradan karakola seğirt. Onbaşıyı
bana çağır. Ustam kendi gelecekti ama, dükkânı boşa ko­
yacak akşam değil, di. İşin m es’uliyetini anlat... Fakat,
lâfa böğrülceyi karıştırma... Onu bana bırak ki tadıyla
anlatayım. Sonra m ahallenin kabadayılarından birkaç
zorlusunu bul... Ustam selâm etti, buyursunlar. Dükkânın
bahçesinde size ziyafet verecek, de... Haydi çabuk ol. Yol­
da sana bezelye, nohut, böğrülce soran olursa cevaba kal­
kışma, avurdunuı patlatırım...
Biraz sonra jandarm a onbaşısı ve onu m üteakip ma­
halle kabadayıları bakkalın dükkânına gelirler. Bakkal,,
mütehaşiyane bir çehreyle:
— Hırlı m ıdırlar, hırsız m ıdırlar? Ne idüklerini daha
da lâyıklı bildiğim yoh a... Üstleri başları temiz, bey kıya­
fetli iki delikanlı geldi. Benden pişgin böğrülce istediler.
Bende de kabahat a, suratlarm a bir bak da böğrülce yi­
yecek boydan olm adıklarını anla... Hayır, benim aklım a
hiç öyle ıvır zıvır gelmedi. Divanelik ettim de böğrülceyi
övmeğe kalktım ; delikanlının biri elim i yakaladı, ortalık
yerine bir mecidiye sıkıştırdı; yum ruğum u yümdu; kula­
ğıma yanaşarak: «Malın iyi ise seninle gizli bir aksâtaya
girişelim» dedi, içimde bir kötülük olsa, mecidiyeyi alır,
nabzına göre bir şerbet veririm , geçer gider. — Soy köpek
yerinde h a v la r— Namus dam arlarım deprendi; mecidi­
yeyi geri ittim. Böyle gizli, hurdalı aksâtaya girişemiye-
ceğimi anlattım . Bey hiddetlendi, sonra bana bir karı is­
mi verdi. Onu tanıyon mu? dedi. Tanımıyom dedim.
Ağalar, efendiler, mahallemizde hiç ırzı çürüğe çıkmış
karı varı mı?
K abadayılardan biri:
— Var... Fenercinin kızı için fena söylüyorlar.
Bakkal — (Dövünerek) Gordun mu bir kerek olan
işi?.. Eğer buralarda öyle b ir k a n varsa benim işim tü ­
TESADÜF 149

kendi demek... O delikanlılar, .gideriz, etrafı ararız. Öyle


b ir kötü karı bulursak, gelir dükkâm nı boynuna geçiri­
riz, dediler. Çünkü ben, bizim mahallede ırzı lisana gel­
miş karı yoktur dedim, cebbar inkâr ettim...
Bakkal o akşam m ahalleliyi zendost beyler aleyhinde
böyle kuşkulandırdı. M âil ile H ayati hangi sokağa gir­
seler ya kola tesadüf ettiler; y ah u t öksüre tüküre karşı­
larına çıkan mahalle tosunlarına... M üm kün değil o gece
oralarda dikiş tutturam adılar. Dolambaç sokakta büyük
bahçeli ev tâbirine gelince, bu tarife uyacak pek çok ev
gördüler. Bunlardan birinde -Şöhretin bulunduğunu keş­
fetmek, bakıcılığa m uhtaçtı. Biraz daha dolaşsalar ma­
halleli ile derde girm ek hem en m uhakkak olduğundan,
H ayati dedi ki:
— Bey ıbaba, artık buralarda dolaşmıyalım, gidelim.
O geçmişi kınalı karı bize küllüm atmış. Anlıyorsun ya;
buralarda Şöhret yok. Sen m ahzun olma, bu gece b u ra­
dan gidelim. Bu hafta içinde (ben seni Şöhretle görüştü­
rürüm . İşte söz veriyorum . Sen bu hafta Şöhreti benden
iste... Ben o direktör karıya dolambaç skakta büyük bah­
çeli evi gösteririm. 1 • i
Nâçar avdet ettiler. Mâil, arkadaşı H ayatinin bu vâdi
ile bir türlü m utm ain olamadı. U tanm asa ye’sinden ,ağlı-
yacaktı. Şöhretin diğer ıbir erkek tarafından kapatılm ış
olması sevda gururuna dokunuyor, şiddetle sevdiği b ir
kadının başka b ir adamın m uhabbet ihtikârı altında kal­
masını kabil değil hazmedemiyor, (buna taham m ül getire­
miyordu. Bir kere Şöhreti görse, tonunla dertleşse, hakikat
hali anlasa!.. Mâil m eraktan çıldırıyordu ama o nazenini
nerede ele geçirmeli?.. ,
Zavallı Mâil, H ayatinin hiç peşini bırakm ıyarak o
hafta için verdiği vâdin yerine getirilm esine dört gözle
intizarda bulunuyor, m uvaffakiyet (husulü h er ne fedakâr­
150 TESADÜF

lığa tevakkuf ediyorsa onu göze aldırm aktan geri durmı-


yacağını bildiriyordu.
H ayati yanm a kendi hem palarından birkaç kişi alarak
Şöhretin kapatıldığı evi keşif için durm ayıp dolaşıyor, ta-
h arriyat neticesine dair m alûm at soran Mâile h er gün ih­
tiyat, sabır, teenni tavsiyesinde bulunuyordu.
H afta başı geldi geçti. H ayati vadini incaz edemedi.
Çünkü Şöhreti bulm ak değil, ne olduğuna dair haber al­
m ak bile kabil olmuyordu. H ayati beş on defa Macuncu­
daki m âhut eve gitti; ev sahibesile kavgalar etti. Karıdan
alabildiği malûm at: <
— Ben sizi aldatmadım. Dostu olan delikanlı Şöhreti
H ubyar taraflarında b ir eve kapatmış. Bunun 'böyle ol­
duğunu nasıl isterseniz size ispat edebilirim. Lâkin Şöh­
ret, tek durmamış. O mahallede iplikleri çabuk pazara
çıkmış; epey gürültüler olmuş; orada dikiş tu ttu ram a­
mışlar. Delikanlı Şöhreti almış, diğer bir m ahalleye gö­
türm üş. F akat nereye götürdüğünü bilen yok. K arı bir
yere çikamıyormuş. H erif pek kıskanıyormuş. Şöhret
pencereden sokağa büe bakamıyormuş. Böyle şiddetli bas­
kı altında olmasaydı o karı bana şimdiye kadar kaç defa
gelirdi. Fakat bu nazeninleri evlere kapıyan, onları âlem­
den kıskanan (beylerin akıllarına şaşayım. Alışmış kudur­
m uştan beterdir, derler. K arı üç gün sabreder, dört gün
sabreder, beşinci günü b ir kolayını bulur. Görürsünüz,
b u da öyle olacaktır. Azıcık sabrediniz. Ya k arı bir çare­
sini bulur evden kaçar; y ah u t bir iki aya k ad ar beyefen­
dinin hevesi geçer; nazlımı k ap ar salıverir vesselâm...
İşte bu sözlerden ibaret oluyordu. H ayati gelip, karı­
nın mâkulce görünen bu ifadelerini Mâile anlattı. Zavallı
sevdazede artık sıkılmayı, çekinmeyi, utanm ayı bertaraf
ederek ağlıya ağlıya H ayatinin ellerine, ayaklarına kapa­
nıp şöyle yanıp yakılm aktan kendini alamıyordu:
— Hayaticiğim, ne olursa senden olur. A rtık sabrede-
TESADÜF 151

miyeceğim... Evim barkım yıkılacak. Geceleri yüzüm ü


duvara dönüyorum, kendim i zaptedem eyip ağlıyorum.
Em in ol ki* ben Şöhreti ciddî, ebedî bir m uhabbetle sev­
miyorum. Kendisiyle b ir iki defa daha görüşsem, arzum u
alacağım... A rtık çekileceğim, aramıyacağım. F ak at gö­
rüşmek, buluşm ak hususunda böyle şiddetli engeller zujhur
ettikçe yüreğim büsbütün ateş alıyor. Ben âdeta şiddetli
bir aşk hararetine tutuldum . Sevda susuzluğumu teskin
edebilmek ihtim alinden kendimi uzak gördükçe fenalaşı­
yorum, yanıyorum. Biri getirip de «Şöhreti al» dese, ya­
nıma salıverse, o anda bu ateşim sönüverecek zannediyo­
rum . Evet, ben bu k an d an hevesim i alıp çabucak elimi,
eteğimi çekmeliyim. Hevesimi teskin edemezsem işte o
zaman halim ne olacak, bilem iyorum ?
H ayati fesini eğip düşünerek:
— Beyim, sizi pek tecrübesiz görüyorum. Sözleriniz
âdeta çocuk lâfına benziyor. Buna «Aşk-ı bi aman» der­
ler. Şair değilim ki size bunu «fiyonga» lı bir ta rif ede­
yim. Bu sevda, ham am da içilen keskin tu rşu suyuna ben­
zer. Bunun kâsesini h araret teskini için insan dudakları­
na götürdükçe, yudum yudum çektikçe, azar azar içtikçe
adamı büsbütün ,ateş sarar, öyle bir bardak, iki kâse ile
kanılmaz. İnsan süm ürm ek için küpler, fıçılar arar; onun
en iyisi bu iç yakıcı şeyden hiç tatm am aktır. Mademki
b ir kazadır oldu; siz ¡bir iki tattınız; artık arkasını aram a­
yınız. H araret söndüreyim dedikçe bü tü n bütün fitili alır­
sınız...
— H ayır H ayati hayır... Benim, pederime, valdeme,
zevceme, bunların cümlesine muhabbetim, hürm etim bü­
yüktür. Hiç birisinin üzüldüğünü, bedbaht olduğunu is­
temem. Onlarca felâketi mucip olacak hususlarda ben
/ebedî bir zevk arayamam. Şöhrete olan m uhabbetim in
birkaç aylık, belki de birkaç haftalık geçici, âdi bir heves
olduğunu göreceksin. F ak at şu< saatte gözüm b ir şey gör­
152 TESADÜF

müyor. O k arı ile birkaç kere daha görüşüp hevesimi al­


malıyım. Bu em elden beni hiç b ir şey geri koyamaz... ı
— Beyefendi, pederinin, valdesinin, zevcesinin üzül-
m ediklerini istiyen bir adam böyle bir işde yol yakınken
geri döner. Sonra kendini hiç alamazsın. Bu sözlerinizin
çocuk lâkırdısından farkı yok. Bu hovardalık âlemlerin­
de biz sizden ziyade gezdik, tozduk...
— Canım, sen beni benden iyi mi bilirsin? Elbette
ben kendi kendimi senden iy i tanırım . Benim de kendime
göre bir hesabım var.
— Pekâlâ... Neme lâzım benim!.. Ben kendime sizin
gibi nazik, paralı b ir arkadaş bulm uş olurum ; masrafsızca
gezer yürür, eğlenirim. F akat halinizde gördüğüm şiddet
beni ürkütüyor. Şimdi benden akıllıca b ir nasihat ister­
seniz, bu Şöhretten vazgeçiniz! Yine hovardalık edelim.
Lâkin (başkalarını bulalım. Bunları daima değiştirmeli.
Eğer değiştirmezsen sana pehlivan yakısı gibi öyle bir
yara açarlar ki, işlemekle bitip tükenmez...

ŞÖHRETTEN HABER ,
Hayati, Mâilde Şöhrete karşı gördüğü şiddetli iptiliâ-
dan cidden endişe ettiği için elinden geldiği kadar nasihat
verm ekten geri durmadı. F ak at delikanlıyı fikrinden, ıs­
rarından çevirmek kabil olmadığını gördü. Zavallıyı ken­
di haline bıraksa, olm adık hesapsız hareketlere, cüretle
vahim b ir derde, bir kazaya uğnyacağım anladı, Şöhreti
bulm aktan başka çare yoktu. A raştırm asında devam için
Mâilden bir hafta daha müsaade istedi. Şöhretin âşıkı, ken­
di reyine, gönlünün isteğine kalsa bu müsaadeyi iki saat­
ten ziyade uzatmayacaktı ama, ne yapsın, k a n meydanda
yok... j I | ; I I 'i ' I
O hafta da geçti. H ayatinin aram alarından bir netice
TESADÜF 153

çıkmadı. Bu meseleye dair olan m ücadelelerini iki deli­


kanlı artık h er gün kavga derecesine vardırıyorlardı. Bir
akşam ikisi birlikte kalem den çıktılar. Sokakta beş on
adım ilerler ilerlemez yanlarına siyah çarşaflı, yüzü gözü
sımsıkı örtülü b ir kadın yanaşarak:
— Beyefendiler, rica ederim, biraz sokağa sapınız;
size bir söyliyeceğim var.
Dedi. Bu teklife karşı beylerin ikisi de şaşaladılar.
Mâil, zevcesi tarafından aleyhinde bu tü rlü b ir tecrübe­
ye kıyam edilmiş olmasından korkuyordu. Kocasının de-
recei sadakatini denemek için bu kadını Sâibe göndermiş
ise?.. Biraz düşündü. Bu cüreti zevcesinin terbiyesiyle
mütenasip bulmadı. «Hayır, Şaibe böyle bir harekette
bulunmaz.» dedi. Mâil bu tereddütlerde iken Hayati:
— 'Sen çekiniyorsan burada dur. İşi anlam ak için yal­
nız ben gideyim... •
Dedi. Bu sualine cevap alamayınca H ayati daha ziya­
de beklemeksizin yürüdü. Mâil orada kalakaldı. Şaşkın
şaşkın arkalarından bakm akta iken Hayati, kadınla bir­
kaç kelim e teati ettikten sonra döndü; gelmesi için Mâile
eliyle işaret etti. O da sokağın içine yürüdü; üçü birleşti­
ler. H ayati gülerek:
— Mâil Bey, müjde! Bu( hanım ı Şöhret göndermiş.
Bu müjd'eye karşı Mâilde el ayak gevşedi. Sevinç (deni­
len şeyin kalbinden inibisat ede ede «boğazına doğru çıktı­
ğını hissetti. H er tarafı hafif b ir titrem e içinde kaldı.
Utanması mâni olmasa sürü rü n ü n ifratından kadının
boynuna sarılacaktı. Kadın, Maildeki beniz uçukluğunu,
titrem eyi, bütün o sevda halecanınm âsarm ı görünce:
— Evet ıbeyciğim, Şöhret Hanımdan geliyorum. O
çılgın kız da sizi ne kadar seviyor bilseniz? Kızcağız öyle
b ir derde çattı ki, söylemekle bitmez. Belâlısı, kedi yav­
rusunu taşır gibi zavallıyı evden eve taşıyor. Hiç göz aç­
tırmıyor. Şöhret nasılsa yarandaki yaşlı kadm la aşçıyı
154 TESADÜF

hele kendine uy durabildi; ben de oraya bohçacı gibi gi­


rip çıkıyorum; üç gün evvel beni ibir tarafa çekti; ağladı
söyledi; ağladı söyledi. O kızın derdi hep sizinle... Kale­
mini öğren; evini öğren; ne yaparsan yap; g it bul; kendi­
sine söyle; onuaı için h er tehlikeyi göze aldırm ağa hazı­
rım. Bir gececik kendisini göreyim de sonra ne olursam
olayım dedi. Mâil Beyefendi için çıldırıyor. Bu nasıl mu­
habbet bilmem ki?..
K adın elini koynuna soktu. Gazete parçasına sarılı
ufak bir şey çıkardı, Mâile uzatarak: ,
Size, tarafından bir nişane, hem de m uhabbet ya­
digârı olmak için bunu gönderdi; kusura bakm asın, ken­
dilerine gönderilebilecek bundan başka b ir şey bulam a­
dım, dedi.
Mâil, kadının uzattığı şeyi titriyen bir el1 ile aldı.
Kâğıdı açtı. Orta yerinden ince, mavi kurdelâ ile boğul­
muş, parm ak kalınlığında, renk ve parıltıda sarı sırm a­
dan farksız kıvır kıvır bir tu rra çıktı. Mâil bilâihtiyar bu
saç parçasını ağzına doğru götürdü. Niyeti öpmekti. F a ­
kat yine derhal ihtiyatsızlığım anlıyarak geri çekti. Saçı
dudaklarına yaklaştırdığı esnada hafif, tahammülşiken,
râşe verici bir rayiha, zambak rayihası meşam ım o de­
rece lezzetlendirdi ki, düşmemek için tutunacak bir yer
aradı. Bu lâtif koku zavallı delikanlıya Şöhretle olan son
mülâkatm ı ihtar etti. A rtık dayanamıyarak b u giranbaha
hediyeyi kendine uzatan eli yakaladı, içini çekerek öp.
tü:
— Bu hediyeye mukabil canımı versem, şükranını
ifa etmiş olamam.
Dedi. Gözünden damlıyan iki tahassür katresini eliy­
le sildi. Kadın Mâilin yüzüne bakarak:
— Vah zavallı beyefendi! Hanginize acımalı bilmem
ki?.. Şöhret de tıpkı böyle... Şimdi o biçare de kim bilir
ne halecanlardadır?
TESADÜF 155

Bir çocuk kadar bile teessürünü ketmedemedlğini, en


âdi bir sebeple böyle b ü tü n içinin şiddetini meydana dö-
küverdiğini gördükçe Hayati, Mâile o kadar kızıyordu ki
hemen hemen bir iki şam ar yapıştırıverm ek taham m ül­
süzlüklerine geliyordu. H iddetini teskin için H ayati sert­
çe sertçe bir iki öksürdükten sonra karıya dedi ki:
— Canım, sen ne onun, ne de bunun böyle çocukça
ağlamalarına bakma. Bir iki haftada talaş gibi parlıyan
m uhabbetler yine bir kaç günde sönüverir. Sen de öyle
Şöhret Hanım .senin için şöyle ağlıyor, böyle sızlıyor di­
ye yangına körükle gitme. İkisi de galiba işte birer parça
biribirine gönül üiştirmişler. B ir iki görüşürler, arzula­
rını alırlar, gelir geçer... Ben de vaktiyle o hayırsız karı­
lar için ne kadar göz yaşı döktüm. Şimdi o ağladıklarım
aklıma geliyor da kendi kendime gülüyorum. Böyle şey­
ler gençlikte gelir geçer, canım...
Kadın — A, oğlum, öyle deme. Kız bu beyefendiyi
canü gönülden seviyor. Sen de şimdi m uhabbeti kökün­
den inkâra kalkışmasana ya!..
Hayati — Kadın bağırtma beni... Bu beyefendiyi se­
viyor da diğer bir herifle gidip niçin evlere kapanıyor?
— Onun elinde m i ayol... Nasılsa o herif, kızın y a­
kasını bir kere eline geçirmiş. Mâil Beyi görmezden ev­
vel o adamla münasebet peyda eylemiş...
— Şöhret şimdi Mâil Beyle de yaşamağa başlasa de­
mek daha sonra bir diğeri zuhur edince onunla da işi pi­
şirecek. Bugün o adama yaptığını yarın Mâile de yapacak
değil mi? Şimdi sen yangın körükleme, nene lâzım... Şöh­
ret Hanım seni buraya yalnız hediye olarak saçını bize
göndermek için mi yolladı? Yoksa başka bir diyecekle­
rin de var mı?
Kadın — Diyeceklerim çok; lâkin sen adama lâkırdı
söyletmiyorsun; sözünü boğazına tıkıyorsun. Sen ne der­
156 TESADÜF

sen de... S u iki genç işte biribirini seviyorlar; artık senin,


benim sözüm para eder mi?
Mâil boynunu büküp yalvarırcasına b ir bakışla H a­
yatiye, bu haberci kadına karşı öyle dürüşt muamelede
bulunmamasını işaret etti. H ayati m ülâyim görünmeğe
uğraşarak:
— Affedersiniz hanım. Böyle şeyler benim de başım­
dan çok geçti. Bu tü rlü m uhabbetlerin sonu nereye v ar­
dığını bilirim de onun için hiddetten kendim i alamıyo­
rum. Siz söyliyeceklerinize devam ediniz...
Kadın — Efendim, söyliyeceklerim pek mühim. De­
dim ya, biçare Şöhret, Mâil Beyle görüşmek için her teh­
likeyi göze aldırıyor. Onun bu fedakârlığına karşı sizin
de biraz gözünüzü çöpten esirgememeniz lâzım gelecek.
Bu akşam âşıkı evde yokmuş. Sizi davet ediyor...
Mâil, Hayatiye meydan bırakmaksızın söze atıldı:
— Evi nerede?
Kadın — Küçükmustafapaşa taraflarında...
H ayati — Âşıkı pek azılı bir şey olmasın?..
Kadın — Yok canım; sarhoşun biri. A tıyor tutuyor
ama elinden bir şey gelmiyor. Yeldeğirmeni gibi dolar,
dolar boşalır. K uru sıkı kabadayılık.
Mâil — Nasıl elinden bir şey gelmiyor? İşte Şöhreti
zaptetmiş, bir yere salıvermiyor ya? Başka ne yapacak?
Kadın — Sanki göründüğü kadar azılı değil. Onun
da karşısına iki babayiğit çıksa Şöhreti elinden alıverir-
ler. Şöhret kadın olduğu için korkuyor, kendini ku rtara­
mıyor yoksa...
H ayati — Bu akşam âşıkımn evde bulunm ıyacağın­
dan Şöhret Hanım katiyen em in mi?
Kadın — Yok oğlum, daha lâkırdım ı bitirmedim. Siz
bu akşam saat ikide Bahçekapısma ineceksiniz. Orada
Yenicamiin taş merdivenleri önünde sizi b ir araba bekli-
yecek. Dikkat ediniz, arabanın yalnız sol feneri buluna­
TESADÜF 715

cak. Siz bu tek fenerli arabaya yaklaşarak: «Semtin ne­


resi?» diye soracaksınız. Arabacı size «Derbent» ceva­
bını verecek. Siz «Biz de oralıyız» deyip arabaya gire­
ceksiniz. Bu araba sizi Küçükmustafapaşa taraflarında,
bir tütüncünün önünde indirecek. Dükkâna girip «ekstra
ekstran» var mı? diye soracaksınız. Tütüncü, var, diye­
cek. Sizin önünüze düşerek bir sokak başına kadar geti­
recek. Tütüncü «ekstra ekstram» yoktur, derse, bu gece
Şöhretin sizi kabulüne mâni olacak bir uygunsuzluk zu­
hur ettiğini anlayıp hiç ısrar etmeden oradan çekilecek­
siniz. Eğer var cevabiyle sizi m atlup olan köşe başına k a­
dar götürürse o sokağın sağ cihetinden birer birer evleri
sayıp yedinci kapının Şöhretin evi olduğunu anlıyarak
alt kattaki küçük cumbanın altında hafifçe üç kere ök­
süreceksiniz. Bu üç öksürüğe karşılık cumbanın kafesi
arasından üç defa sigara parıltısı görürseniz, ileriye doğ­
ru beş on adım yürüyerek tek rar dönecek, o zaman k a­
pıyı aralık bulup içeri gireceksiniz.
Mâil düşünerek:
— Bu ne kadar karışık iş?
Hayati — Beyim, kolay mı? Bir erkek her üzüntüsü­
nü, her sıkıntısını çekerek, her m asarifini göze alarak
zatına mahsus olmak üzere bir kadın kapatmış. Sen âde­
ta onun kendi için uğraştığı bahçeden meyva çalmağa
gidiyorsun. Öyle bir yere elimizi kolumuzu sallıya sallı­
ya çat çat kapıyı vurup da girmek mi istiyorsun? Ynie
teşekkür olunur ki, Şöhret Hanım daveti güzel tertip
etmiş. Öyle duvar aşmak, dam atlamak gibi işin içinde
külfetler yok. Böyle yerlerden ekseriya girildiği gibi ko­
layca çıkılmaz. İnsan kapıdan girer de sonra kömürlük
penceresinden firara m ecbur olur. Bunları da göze aldır-
malı. Şöhretin hampasını sen bu hanım ın yeldeğirmeni-
ne benzettiğine bakma... H erif dişine güvenmese karı
kapatmaz...
158 TESADÜF

Kadın söyliyeceğini bitirdi, çekildi gitti. İki arkadaş


yalnız kalınca Hayati yüzünü ekşiterek:
— Son derecede çocukluk, ediyorsun. Böyle k arılan
insan şiddetle sevmek kazasına uğrasa bile muhabbetini
pek belli etmemelidir. Hem bu işde bir tuhaflık görüyo­
rum. Dikkat ediyor musun? Şöhretin bize gönderdiği ta ­
limatta evdeki iki kadın, arabacı, tütüncü, bize gönderi­
len kadın; hep bunların sevgiliniz hanım ın mahrem leri
oldukları anlaşılıyor. Cümlesi işe vâkıf, Şöhret bu kadar
kişiyi kendine uydurduktan, yani böyle m üşteri taşır
arabacısı, yol gösterir tütüncüsü bulunduktan sonra ilk
davetli o eve yalnız biz mi kabul olunacağız zannedersin?
Bizden evvel kim bilir oraya daha kim ler gelmiş gitmiş­
tir? Ve daha neler gelecektir? Gelen giden böyle çok,
yani o ev dolup dolup boşalıyorsa, âşık beyefendiyi de­
minden kadının yeldeğirmenine benzetmesindeki hakkı­
nı teslim etmek lâzım gelecek. Y ahut bu ham panm hiç
aslı, faslı yok, bizi yolmak için böyle bir düzen, dolap
kurdular, çeviriyorlar. D ur bakalım sonu ne çıkacak?
Akşam iki refik Sirkecideki birahanelerin birinde
biraz kafaları tütsülediler. Saat ikiye doğru Yenicamiin
köprüye karşı olan m erdivenleri önünde dizili duran ara­
baları birer birer gözden geçirdiler. Bunlardan birinin
tek fenerli olduğunu gördüler. H ayati hem en yanaşarak
arabacıya:
— Semtin ne taraf evlât?
Arabacı m üşterileri süzerek:
— Denbentliyim bey baba.... t
Hayati: ? ; i . i <•%îif
— Biz de oralıyız be omuzdaş...
Arabacı kapıyı açarak:
— Buyurun efendim...
Arabaya girdiler. Kapı kapandı. Beygirlerin üzerinde
TESADÜF 159

bir iki kırbaç şakladı. Araba epey süratle yola düzüldü...


Mâil sevincinden H ayatinin boynuna sarılarak:
— Oh, ne âlâ; H ubyardaki bakkalda olduğu gibi bir
aksüiğe uğramadık.
— Birdenbire böyle çok sevinmeğe de lüzum yok.
İşin zor tarafı bundan sonra... Allah vere de arkası falso
çıkmıyaydı... Ha, bakınız beyefendi, sizden kendi m enfa­
atiniz namına bir şey rica edeceğim. K arıyı görür görmez
bütün selini, suyunu, salıvererek hüngür hüngür ağlama
sakın... Onsuz duramıyor, hasretine taham m ül edemiyor-
muş gibi görünme... Pek yangın olduğunu anlatma... K arı
senin alâka oltasına sağlam yakalandığını çakarsa işin bi­
tiktir ha, sonra kafa tutm ıya başlar. Görüyorum, senin
gönlün de pek sırnaşık; artık yakayı kurtaramazsın...
— Merak etme canım, çocuk muyum ?
— Çocuiktan betersin... Bugün haberci karının ya­
nında yaptıklarını biliyorsun ya?.. Ha, göreyim seni Mâil
Beyefendi, kendini bu akşam ağırca sat...
Hayati böyle beyhude nasihatlerde, Mâil tutam ıya-
cağı vaitlerde buluna buluna mücadeleyi uzatm aktalar
iken^ araba durdu. İçinden atladılar. Kendilerini tamam
bir tütüncü dükkânının önünde buldular. Mâil arabacıya
parasını verdi, savdı. Dükkâna yaklaştılar. H ayati sordu:
— Tütüncü, ekstra ekstra v ar mı sende?..
Tütüncü genç bir Rum gülerek:
— Var efendim, istediğinizden âlâsı...
Tütüncü, biraz arkadan gelmeleri tavsiyesiyle beyle­
rin önüne düştü; birkaç sokaktan girdiler, çıktılar; beş
altı dakika kadar yürüdüler; kılavuzları bunları nihayet
bir köşebaşma isal ile:
— İşte burası...
Sözüyle vazifesini' tamamlamış olduğunu beyan ile
oradan savuştu. O dakikaya kadar cereyan eden ahvalin
aldıkları talim ata m uvafık zuhur eylediğine iki arkadaş
160 TESADÜF

sevindiler. Fakat işin en mühim ciheti kalmıştı. Köşeba-


şmdan itibaren evleri saydılar... Bir, iki, üç, dört... N iha­
yet yedinci kapının önünde durarak altında öksürmek
için küçük bir cumba aradılar. Filvaki dem ir parmaklıklı
kafesi hamal semeri şeklinde b ir cumba mevcut... Altına
yaklaştılar. İkisinden) hangisi löksürecekti? Bunu evvel­
den kararlaştırm am ışlardı. Her ikisi de öksürmeyi diğe­
rinden bekliyerek bir m üddet durdular. Nihayet Haya­
tinin bir «öhö, öhö..)) salıverdiği esnada arkadaşı öksür­
meyecek zanniyle öksürük işittirm eğe Mâil de atılarak
bir «öhö öhö» de o salıverdi. O surette ki, iki öksürüğün
«öhürtüsü» bir anda işitilerek, verilmesi m atlup olan ses
işaretinin derecesinden fazla bir gürültü oldu. Beylerle
alay eder gibi yine o saniyede komşuların birinden bir
öksürük, fakat dolgunca, balgamlı, serpintili, mermili,
mükemmel bir öksürük, yani öksürüğün akabinde K ara-
gözvâri «hak tüüü» sesiyle beraber bir öhürtü işitildi.
Yine o anda cumba kafesinin delikleri arasından m uvaf­
fakiyet müjdesi olan sigara parıltıları yekdiğerini m üte­
akiben üç defa parıldadı söndü.
Haberci karıdan almış oldukları talim ata uyarak iki
arkadaş beş on adım ileri yürüdüler.
Hayati, hiddetle refikine dedi:
— İşte ben öksüreceğim. Sen niçin acele edip de ök­
sürürsün?..
— Ne bileyim ben? Seni öksürsün diye bekledim,
öksürmedin, ben öksürdüm... İki öksürük fazla geldi. Çok
gürültü oldu, değil mi?
— Ah, bazan öyle aynasız işler yaparsın ki... Galiba
falso bastık?..
— Bizim öksürdüğümüzün akabinde öyle Karagöz-
vâri öksüren kimdi? H erif bizimle eğlendi mi, yoksa aya­
ğınızı tetik alın, ben burada gözcüyüm m ü demek istedi?
TESADÜF 161

— Allah müstahakmı versin... Bilir miyim ben ne


demek istediğini?..
— Cumbadan da sigara parıldadı, gördün ya? Şimdi
ne yapacağız?
— Ne yapacağız?.. Yavaş yavaş yürüyelim bakalım.
Kapıyı açıp bizi içeri alacaklar mı?
Hırsız gibi ayaklarının ucuna basarak geri döndüler;
duvar dibinden, duvar dibinden yürüdüler. Kapıya yak­
laştıkları esnada m âhut koyu öksürük b ir daha işitildi.
Herif «hak tüüü» yu yine yapıştırdı. Mail korkudan H a­
yatinin eteğini çekti. H ayati yavaşça:
— Aldırma, yürü...
— Bize öksürüyor galiba?..
— Şimdi beni öksürüğüne de, herifin boğazına da söv­
dürürsün, yürü...
Y ürüdüler; kapıyı aralık buldular; içeri daldılar. Kapı­
nın arkasında duran yaşlıca b ir kadın kanadı yavaşça itti.
Horozu eliyle kaldırdı, yerine koyduı. Şöhret, beyleri is­
tikbale çıktı. Zendost arkadaşların ikisinde de bet, beniz
atm ıştı Hayati, babayiğitliğe leke getirm ek istemiyerek
nefsini cebrederek şöyle yürekli yürekli Şöhrete dedi ki:
— Hemen b ir bardak su getir; beyefendi şimdi korku­
dan bayılacak!.
Mâil hakikaten bayılacak b ir hale gelm işti
H ayati sözüne devamla:
— Yalnız beyefendi değil, hani ben de biraz ü rk er­
dim. Kamdi o Karagözı m ukallidi giıbi öksüren herif?
Şöhret gülerek:
— Karşımızda sıska bir herif var. Öksürür, b ir türlü
ölemez... ■ j j ,
H ayati — Ö ksürükleri ne fena zam anlara tesadüf etti.
Cumbanın altına geldik, sanki ¡ben buradayım , gibi öksür­
dü. Kapıya yaklaştık, b ir daha öksürdü...
11
162 TESADÜF

Şöhret — Onun öksürüğünün ardı arası yoktur ki...


B ir düziye dolgun, dolgun öksürür.
M âü — Sakın bizi gözetlemiş olmasın...
Şöhret — H ayır efendim, hayır...
H ayati — M ahallece olan itibarınız, tezkiyeniz yolun­
da m ı bari?« ( • ; ı. ;
Şöhret — Pek yolunda..: Beni bu eve getiren beyi ko­
cam zannediyorlar. G ûya bey iki evli imiş de biz ortaklar
bir arada geçinememişiz. Erkeğim beni böyle ayrı çıkar­
mağa m ecbur olmuş...
Kendini kapatan zatı Şöhret böyle pervasızca «bey»,
«erkeğim» gibi samimî tâbirlerle yâdetftikçe Mâilin y ü re­
ğine hançerler saplanıyor, hem en o beyi bulup boğmak
istiyor. Evet, o kadar kıskanıyordu.
Şöhret, m isafirlerini oldukça m untazam döşenmiş te ­
miz bir odaya çıkardı; üçü b ir arada bir iki saat konuştu­
lar, gülüştüler; eğlendiler. H ayati diğer b ir odaya gider­
ken arkadaşına dedi ki:
— Beyefendi, b u geceki eğlencemiz acaip b ir misa­
firliktir. Buraya nasıl karanlıkta girdiysek, yine öyle çık­
mak lâzım. Sakın ta tlı uykuya dalıp nerede olduğunu
unutma...
Diye çekildi.
Hava soğukça idi; âşık, âşıka mangal başına geçtiler;
b ir taraftan maşa ü e ateşi diğer yandan sevdalarının kü­
lünü eşeliyerek yekdiğerine karşı ucu gelmez sitemlere,
yürek üzücü serzenişlere giriştiler. İftirakları müddetin-
ce kendini aram amış olduğunu şikâyet vesilesi ittihaz ile
Şöhret, Mâili vefasızlıkla itham ediyor, delikanlı ise bu
em irdeki uzun uzadıya araştırm alarını tafsilâtiyle hikâye
ederek diğer bir erkekle meçhul sem tlerde gizli evlere
kapanmış olduğu için bu vefasızlığın tamamiyle Şöhrete
ait olduğunu ispata uğraşıyordu.
Mâil, rakibi, yani Şöhreti kapatan zatın hüviyeti hak­
TESADÜF 163

kında bazı malûm at almak istedi. F akat kadın bu vâdide


sorulan sualleri m uhtasar cevaplarla geçiştirdi. Bu m üla­
k a t gecesinin b ir iki saatini âşıkane m ücadeleler ile ge­
çirdiler; nihayet uykuya daldılar. İki saat ya uyudular,
y a uyum adılar; gece yarısı şiddetle güm güm oda kapıları
vuruldu. Afaltafal ikisi de y atak tan kendilerini aşağıya
attılar. Dışarıdan kapıyı vuran kadın:
— Hanım kalk... B ütün mahalleli kapının önünde...
Gel, pencereden ne cevap vereceksen ver..:
Diyorduu Mâil, ömründe ilk defa uğradığı bu nâgehanî
belâdan o kadar şaşırdı ki giyiniyorum zanniyle kanape-
nin üzerinde duran Şöhretin atlas kürkünü hem en arka­
sına geçirdi. Şöhret oda kapısını açtı. H ayati orada duru­
yor; fakat tavan arasm dan (bakan sansar gibi gözleri fıldır
fıldır parlıyordu. Şöhrete hitaben dedi ki:
— Hanım, yaptığım beğendin mi? Biz buraya tiyatro­
ya gider gibi âşikâre geldik; elimizde yalnız biletim iz ek­
sikti. Bahçekapısmdan arabaya, arabadan tütüncüye, tü­
tüncüden sonra cumba altında öksürük... Ya o karşıki ev­
den Karagöz gibi «hak tüüü» diyen herifin öksürüğündeki
istihzayı şimdi anladın mi? Söyle bakalım, ne yapacağız?
Şöhrette bet beniz duvar kesilmişti. H ayati Mâili ara­
dı. Bir de baktı ki ne görsün? A rkadaşı güvez atlasa kaplı
b ir kadın kürkü giymiş, köşede fooyluboyunca duruyor.
İçinde bulundukları dakikanın nezaketini unutarak Mai­
lin acele ile bu yanlış giyimine hepsi birer kahkaha salı­
verm ekten kendilerini alamadılar. Bu kahkahalara hedef
olan zavallı kazazede âşık bütün bütün şaşırarak korku­
sundan kedi yavrusu gibi hem en karyolanın altına kaçı­
verdi. ; i ; j i ı i
H ayati bin «lâhavle» üe karyolaya yanaştı. Mâilin
kürkünden tutup çekerek:
— Haydi beyefendi, o karyola altı zannettiğin kadar
em in b ir yer değildir. Bu odaya girenler en evvel oraya
164 TESADÜF

bakarlar. Çık dışarı, giyin... Geçirecek vaktim iz yok... Ba­


kalım damdan, bacadan, duvardan atlayıp yakayı k u rta­
rabilirsek ne âlâ?.. Kaçamazsak bizi çalyaka edenlerin
m erham etlerini celp için lâkırdı hazırlam adan gayri ça­
re yok.
Mâili zorla saklandığı yerden çıkardılar. Zavallının
korkudan iki çenesi zangır zagnır biribirine vuruyordu..
Alelâcele bir giyindi; daha doğrusu giydirildi. F ak at bazı
çam aşırlarda yanlışlık oldu. K endilerini hem en taşlığa
attılar. H ayati çizmelerini yakaladı; ayağm ı soktu. Var
kuvvetiyle çeker çeker, girmez; çeker çeker girmez. Kül­
hanbeyi küfürlerine başlıyarak: ,
— Bu geçmişine üfürdüğüm ün çizmelerine ne olmuş?
Yemin ederim ki şu belâlı evde bulunduğum birkaç saat
zarfında ayaklarım birkaç santim büyümüş! Ya çizmeler
ufalm ış... ; j
Bin zorlukla hele ayaklarını çizmelere sokabildi... Aş­
çı kadın köm ürlük kapısının önünde durmuş:
— Gördün m ü bir kere başına geleni?. Nene lâzi se­
nin; ırz ehli yerleri dururken kötü karıların evine yeme
pişirece sen mi kaldın a akılsız Kademhayır?.. Şimdi beni
de götürecekler me?..
Mâil lâstiklerini giydi. H ayatinin kulağına eğilip eği­
lip :
— Bize ne yaptıysa o öksürük yaptı!..
Sözlerini tekrarlıyordu. Şöhret pürtelâş odadan pen­
cereye, pencereden sofaya, sofadan aşağıya koşarak bey­
leri evden aşırm ak için çabuk b ir çare, em in bir yol arı­
yordu. Nihayet taşlıktan bahçeye fırladı; beyleri de ça­
ğırdı; bahçenin b ir köşesinde duran uzun el merdivenini
aşçı kadının ve diğer kadının m uavenetleriyle sol taraf­
taki çardağın yanm a getirdi. Eliyle beyefendilere m erdi­
veni göstererek:
— Ben pencereden baktım, bütün kalabalık aşağı so­
TESADÜF 165

kaktan geliyor. Üst tarafım ızda kimse yok. Şimdi siz bu


duvara çıkınız. D uvarın m erdivene m ukabil olan tam am
ölbür cihetinde bir incir ağacı vardır. İşte dalları gözükü­
yor. Bu ağaçtan kolaylıkla öbür yana inebilirsiniz. İnece­
ğiniz yer hâli bir viranedir. Bu viranenin b ir yanı sokak,
bir ciheti de m ahalle camiidir. Sokak pek tenhadır. Bir
kere adımınızı oraya bastınız mı, kurtuldunuz dem ektir.
Aman vakit geçirmeyiniz, haydi...
Şöhretin bu kumandası üzerine bilâitiraz önde H aya­
ti, arkada Mâil m erdivene yapıştılar. K orkunun verdiği
kuvvetle çevik birer gemici gibi saldır sujdur birkaç ha­
rekette kendilerini damın üzerinde buldular. H ayati in­
cir ağacının dallarından birine sarıldı. Daim derecei mu­
kavem etini tecrübe için kendini b ir iki tarttı. Ağacı sağ­
lam buldu. F akat aşağısı zifiri karanlıktı. Mâil o aralık
Şöhrete yanık yanık arzı m uhabbetle vedâ etm ekte iken
Hayati:
— Şimdi Ibiribirinize böyle ayıliıp bayılm anın sırası
mı? Önüne bak. Nereye indiğimizi görmüyoruz. ,
Dedi; kendini .salıverdi. D aldan aşağıya sıyrıldı.
A yakları toprağı buldu. Ayni suretle öteki de indi. Lâkin
viraneye inmekle selâmete termişler demek miydi? Ne
sağlarını tanıyorlardı, ne sollarını... Slokağı bulm ak için
Şöhretin tarifine ayak uydurarak bahçe duvarına muvazi
olarak yürümeğe başladılar. B astıkları yerleri görmüyor­
lardı. Lâkin dalıp çıktıkları çukurlardan, her adımda ayak­
larına çarpan taşlardan gayet bozuk bir zemin üzerinde
yürüdüklerini anlıyorlardı. Düşe kalka sokak diye g ittik­
leri cihete epey yaklaştılar. O aralık ön ta ra ftan ayak pa­
tırtısı ve müteakiben:
— Kaçıyorlar... Tutun, tutun... İşte bu tarafa, sola,
gidiyorlar.
Diye bağrışm alar oldu. Şimdi beylerde hoşafın yağı
kesildi. H er suretle birer karanlık m eçhuliyet içinde idi­
166 TESADÜF

ler. İlerlem ek cesaretinden kaldılar. O rada öyle kazık gi­


bi durm ak, o da tehlikeliydi. F ak at ne tarafa gitsinler?...
Mâil, H ayatinin kulağına eğilerek:
— «Kaçıyorlar, tutun» diye bizim için m i bağrışıyor­
lar?..
— Öyle olaoak...
— Ya ibiz duvardan aşmazdan evvel böyle yolumuzun
kesilmek ihtim alini niçin düşünmedik?
— Bilmem. Sevgiliniz hanım böyle tertip etti. Biz bir
kere evden defolalım da sonra dışarıda yakam ız kimin
eline geçerse geçsin... H anım ın um uru m u? Sana o-lan
sevdasının şiddeti hakkında b u gece işte güzel b ir delil
gösterdi...
Koşuşmalar, bağrışm alar hem çoğalıyor, hem yakla­
şıyordu. Mâil sordu:
— Ne yana gideceğiz?
— Bilmem birader, ben pusulayı şaşırdım. B urada
böyle dururuz, gelip bizi tutarlarsa tutsunlar. Burası so­
kak gibi b ir yer. Kim senin evinde, ¡bahçesinde değiliz.
Tutup da bizi neyle itham edecekler? Hırsız güruhundan
olmadığımızı her zaman ispat edebiliriz... ,
— Gece yarısından sonra böyle izbe viranelerde ne
işiniz var? diye insana sorm azlar mı?
— Sorsunlar. Ona verecek bin tü rlü cevap bulurum .
Bu esnada:
— Alın... Tutun... Önlerini kestirin...
Bu gürültüye acı acı köpeklerin havlam ası da karıştı.
Mâil her tarafı titriyerek:
— Çıldırdın m ı birader? B urada durulmaz. Kenara
b ir sipere çekilelim. Belki görmezler de tehlikeyi atlatı­
rız...
Dedi, H ayatinin eteğinden çekti. Duvar boyunca takip
ettikleri yolun şimdi dikine yürüm eğe başladılar. Bere­
ket, bağrışmanın, gürültünün şiddetinden bunların adım
TESADÜF 167

sadalan işitilmiyordu. H alkın bir kısmı viraneye yayılır­


ken beyler de b ir duvar dibine sindiler.
Mâil, içine sokulacak bir kovuk bulm ak için iki eliyle
d u v an karış karış yokluyordu. Birdenbire yavaşça dedi
ki:
— Hayati... Ben duvarın ahşap b ir kısmım buldum.
Kaplam a tahtaları dikliğine dikliğine mıhlanmış. F ak at
hepsi çürük; biraz çeker çekmez açılıyor. Elimle içerisini
yokluyorum, geniş, karanlık, sessiz b ir yer... Ne olursa
olsun ben buraya gireceğim...
— Orası neresi acaba?
— Bilmem... Odunluğa benziyor.
— K endi ayağımızla b ir kapana girmiş olmıyalım?
*- Elbette burası dışarıda durm adan daha muhafaza­
lıdır. Ben giriyorum...
— Gir... Ben de geliyorum.
Mâil açtığı delikten başım soktu. Vücudunun yarı
kısmına kadar ilerleyince kafası «küt» tedek bir yere
vurdu. O acı ile bir «of» salıverdi. Hayati, en pes sada-
siyle:
— Başını nereye çarptın?
— (Görmiyerek tos vurduğu şeyi eliyle yoklayıp)
Buraya dikliğine bir tahta kerevet koymuşlar, ona çarp­
tım...
— Neyse, neyse, sokul...
— (İSbkulup eliyle yoklıyarak) Al sana ¡bir kerevet
daha... Burası yorgancı dükkânı deposu m u acaba?
— (Delikten geçip meçhul mahallin kenarlarına te­
mas ede ede yürüyerek) Ben de kapağı açık bir sandığa
tesadüf ettim. F akat orta yer geniş... Altımız toprak. Gel
şu kerevetlerin birini yere uzatalım da üstüne oturalım,
Halecandan dizlerimin bağı çözüldü. A yakta duracak ha­
lim kalmadı..
Mâil dışarıyı dinliyerek:
168 TESADÖE , '

— Yook!.. K erevet indirelim, derken şimdi b ir şey de­


viririz, gürültü olur. H erifler b u ray a hücum ederler...
Şimdi bu kerevetlerin, sandıkların aralarına saklanm a­
dan başka çare yok...
İkisi de «depo» zannettikleri bu garip mahalde birer
sandık, kerevet arası bularak sıkışırlar, gizlenirler...
Dışarıdaki sesler, ayak p atırtıları viranenin yarısına
kadar ilerlemişken, yavaş yavaş çekilir; azalır. Bir çey­
rek kadar öyle ihtifagâhlarm da beklerler. Gide gide hiç
ses işitilmez olur. Mâil sevinerek:
—• Gördün mü, Hayati? Tehlikeyi atlattık... Burası
hakikaten muhafazalı, emin bir mahal imiş.
— Ses kesildi; haydi çıkalım.
— Ne olur ne olmaz, biraz daha duralım. •
— Birader, yer çamur... Çömele çömele dizlerim ağ­
rıdı. Ben şu sandıklardan birinin içine oturacağım. Çünkü
derinlikleri az., enlice bostan dolabı oluğuna benziyorlar.
— Ben de şu kereveti uzatıp üstüne çıkacağım.
H ayati sandıklardan ¡birinin içine gömülür. M âil kere­
vetin birini yere uzatıp üzerine oturarak:
— K ardeşim Hayati, bu kerevet nemli... Orasında bu­
rasında kıtık parçaları var.
— Buranın damı akıyor galiba?
— Canım, neyse, neyse; şimdi akıntısını, rutubetini
arama... Şuraya sokulduk, kendimizi kurtardık ya... Biraz
daha durur çıkarız.
— İşitiyor musun? Sesler uzaktan uzağa gene duyul­
mağa başladı.
— Zannederim ki o heriflerin aradıkları biz değiliz.
Bu akşam başka b ir şey oldu ama anliyamadık. İşimiz
hep ters gider böyle...
H ayati bostan dolabı oluğuna benzettiği duvara dik­
liğine dayatılm ış sandığın içine belini iyice yaslar; Mâil
nemli kerevetin üzerine yarı uzanır. B ir müddet daha
TESADÜF , 169

beklerler... Ayak patırtıları, «kapınız, tutunuz!» sadaları


külliyen işitilmez olur. Korkunun, halecanın verdiği yor-
ğunluğu, kesikliği o nemli, çam urlu depoda biraz olsun
giderm eğe uğraşarak b ir m üddet gözlerini kapayıp öyle
vücutlarını dinlerler. Nihayet H ayati der ki:
— A rtık çıkalım mı?
— Aman dur, vücudum pek gevşedi; bittim.
— Rahatı buldun galiba? ' Bir ayak evveli şuradan
kendimizi sokağa atalım...
— Biraz daha bekle... Dinle, dinle bak. Uzaktan uza­
ğa bir gürültü işitilir gibi oluyor...
— İşitilsin canım, biz sokağa çıktıktan sonra g ü rü l­
tünün ne ehemmiyeti olur?..
— D ur bari, oldu olacak; bir de sigara yakayım.
Mâil tabakasından b ir sigara çıkarır. Şem’alı kiibriti
çakar. Alevini örtm ek için avucunun içine alır. O aralık
biraz öteden bir şey tıkırdar gibi olur. Vehleten ürkerek
eli titrer; kibritin alevi avucunu yakar; can acısiyle kib­
riti yanar yanar elinden bırakıverir. Şem’alı sönmeksizin
kerevetin üstüne düşer, yapışır... O küçücük alevin aydın­
latarak ayan ettiği mahuf m anzara ikisini de öyle tarif
olunmaz bir dehşete ilka eder ki, M âil her b ir tehlikeyi
unutarak: j
— Aman neredeyiz?
İstifham iyle bir sayha koparınca arkadaşı Hayati de
b ir nâra salıvererek:
— Nerede olacağız? Mahalle camiinin tabutluğunda!..
Ben sandık diye bir tab u ta gömülmüşüm; sen kerevet
zanniyle bir teneşire uzanmışsın... Senin kerevetin hem li
olması yeni istimal edildiğine delâlet eder. O k ıtık san­
dığın şeylere bak. Bak bak, deliklerin arasından saçak sa­
çak lifler sarkıyor...
İkisi biribirini çiğniyerek girdikleri m âhut kaplaması
koparılm ış deliğe hücum ederler. Dehşet nâraları vura­
170 TESADÜF

rak, önlerine ne gelirse çiğniyerek, atlıyarak v ar gayret


ve kuvvetleriyle firara şitap ederler. Önlerine iç tarafı
dolma, dışarısı hem en iki arşın yüksekliğinde h arap bir
duvar çıkar. B ilâtereddüt H ayati kendini pat diye aşağı­
ya kapar salıverir. A rkasından «güm» Mâil atlar. Atla­
m aları bir şey değil... Gûya etrafta bu «pat» a «güm» e
intizaren şuraya buraya sinmiş insanlar varm ış gibi he­
men sesler peyda olur. K öpeklerin havlam aları da başlar.
Şam ata derhal büyür... Tehlike yalnız -gürültünün artm a­
sından ibaret kalmaz. «Haşan, Mehmet, tutunuz, kaçıyor­
lar; yakalayınız. Çavuş, sen şu sokağa koş; önlerini çe­
vir. Bekçi dayı, sen köşe başından ayrılma..» nev’inden
m uhtelif sadalarla kum andalar işitilir. Bu tehlikeli anda
H ayati de Mâile lâzım gelen kumandayı verm ekte saniye
fevtetmeksizin:
— Haydi beyim, var kuvvetinle arkam dan koş. Dir­
sekle, göğüsle, tepme ile benim açacağım yoldan sen de
yürü... K urtulursak ne âlâ....
Hayati, tavladan boşanmış b ir küheylân süratiyle
kendini bir kaptı salıverdi. Gözü hangi .sokağı görürse
oraya gidiyordu. Zavallı Mâil, akurane bir seyr ile giden
m ütehevvir refikine yetişmek için v ar gayretini bacak­
larına vererek o da saldırdı.
K arşılarına ilk tesadüf eden sokağa saptılar. G ürültü
yirmi, otuz adım arkadan geliyordu. G ittikleri sokaktan
iki üç kişi, firarileri önledi. D urdurm ak için üzerlerine
saldırdığı esnada Hayati bunların kim ine çelme, kimine
yum ruk; kimine dirsek havale ederek b ir ikisini devirdi.
Onlar kalkıp kendilerini buluncaya kadar iki arkadaş hayli
yol aldılar. H ayati hem kaçıyor; hem «yaklaşmayınız, kı­
yarım» cümlei tehditkâr an esiyle takip edenleri korkutr
mıya uğraşıyordu.
K ovaliyanlardan b ir ikisinin böyle arm ut gibi etrafa
sapır sapır dökülüvermesi firarilerin zorluca kim seler
TESADÜF 171

oldukları hakkında şüphe bırakm adı. H ayatinin tepmesin­


den, yum ruğundan tatm am ış olanların da 01 hali görmek­
ten cesaretleri kırıldı. Bu üç dört kişi, kalabalığın yetiş­
mesine intizaren kovalam ayı biraz gevşettiler. F ak at çok
sürmedi. Arkadaki gürültü bunlara iltihak etti. Yeni b ir
şiddetle yine kovalama başladı. B ereket vesin o zam ana
kadar firariler hayli yol almışlardı. Takip epey devam
etti. Lâkin kaçanlarla kovalıyanlar arasındaki mesafe he­
men ayni mesafede kaldığından iki tarafın seyir sü rati
müsavi olduğu anlaşılıyordu^ H a gayret ha! Ha gayret ha!
O babayiğit H ayatide dil çıktı b ir karış... Biçare Mâilde iki
karış... İkisi de hem en hem en sıfırı tüketm ek üzere idiler;
Mailin anlaşılmaz b ir hafakan içinde: 1 ,
— Ha ha ha Hayati... Ben, ben bittim ; bittim . Şimdi
dü, dü, düşeceğim...
Demeğe uğraştığı sırada arkadan gelen kalabalığın
içinden besbelli tabanına dişine ve hassaten yum ruğuna
güvenen en tüvanâlarm dan üç dört kişi yeniden yeniye
bir hırs ve gayretle var him m etlerini bacaklarına vererek
kalabalıkla firariler arasındaki mesafeyi yarıladılar; halâ­
sa erebilmek için öndekilerin o nisbette süratlerini art­
tırm aları lâzım geliyordu. H ayati, hem en hem en düşmek
üzere bulunan Mâile göz kuyrugiyle bakarak:
— Arkadaş, eğer düşersen m ahvolduk demektir. Öy­
le b ir hal vukuunda pederinin, kayınpederinin, zevcenin;
hâsılı bütün âlemin nazarında uğrıyacağımız kepazeliği
düşün. Bu hali gözünün önüne getir de ona göre koş...
H ayati daha sözünü bitirm eden belinin ortası b u d u r
deyip de küttedek koca b ir bekçi sopası geldi, arkasına
yapıştı.
— Vay baibanm aşık kemiğine...
K üfriyle H ayati (B ey kıçüstü kaldırım a bir oturdu.
Mâil şaşırdı. SSeyrini tebdil ile arkadaşını kaldırm ağa şitap
etti. F akat Hayati acele:
172 TESADÜF

— Sen bana bakma... Sen koşmanda devam et...


İhtarı ile onu gene menzil beygiri gibi yoluna sal­
dırdı; kendini bir toparladı. İki adım attı. Gene düştü.
Son bir gayretle bir daha sıçradı. Yola düzelmeğe muvaf­
fak oldu. Bir iki saniye sonra M aile yetişti. Omuz omuza
gene firarda devama giriştiler. F akat arkadakiler eski me­
safeye nazaran şimdi bir sülüs nisbetinde daha yaklaş­
mışlardı. H er iki taraf birebirinin soluğunu işitiyor gibi
idi. Hayati, bu son sürat tezyidinden arkadaşı Mâilin bü­
tün bütü n kuvvetten düştüğünü anladığından, kaldırım ­
dan kaldırım a sektiği esnada birkaç defa yere eğilip kal­
karak irili ufaklı beş altı taş topladı. Vehleten b ir döndü.
A rkadaki adam ların üzerine «mitralyöz» boşaltır gibi var
kuvvetiyle kaya parçalarını veriştirerek:
— İşte bunlar da sopanın karşılığı, benden size caba.
Nidasiyle haykırdı. A rkadan «vay başım, vay omu­
zum, aman bacağım!» gibi evcâ sadaları işitlldiği esnada
bunlar hayli yol aldılar. A rkalarından birkaç kaya mit-
ralyözü boşaltıldı ama, 'hiç b ir taraflarına b ir şey isabet
etmedi. Bir iki sokak daha dön,düler; kovalıyanlann ayak
sesleri artık işitilmez oldu. O rtalık da ağarıyordu. İki arr
kadaş firar hatvelerini artık âdi yürüyüş derecesinde ba­
tileştirdiler. Bir çeşme başına geldiler. H ayati ağzını
musluğa verdi. İyice hararetin i teskin etti. Çeşme suyu
içince mide rahatsızlığına uğram ak Mâilce m ücerrep ol­
duğundan, o yalnız bu soğuk su ile yüzünü gözünü yıka­
dı. İkisi de biraz 'temizlenip m endillerine silindiler.
Mâil, yalak taşının kenarına oturarak:
— Tutup da bize mükemmel b ir dayak atmış olaydı­
lar; işte vücudum ancak bu kadar kırılır, dökülürdü; hiç
b ir tarafım tutm uyor.
— Bu yorgunluğun acısını sen daha sonra anlarsın...
H ele b ir kere döşeğe gir, biraz uyu... Sonra uyan...
TESADÜF 173

— Şimdi biz bu halde, bu vakit konağa nasıl gidece­


ğiz?..
— İstersen b ir ham am a gidelim; birkaç saat sıcaklık­
ta, siğuklukta yıkanırız; terleriz; yatarız, uyuruz, dinle­
niriz. Bu yorgunluk başka tü rlü geçmez.
O civarda en yakın bulunan ham am ı düşünerek azi­
m et veçhelerini o tarafa çevirdiler. A rtık ağır ağır gidi­
yorlardı. Lâkin potinlerin, çizmelerin içinde ayakları ta­
biî cesametlerinden birkaç misli daha büyümüş gibi, her
adım atışta bir ağırlık hissediyorlar, yürüm üyorlar, sanki
vücutlarım sürüklüyorlardı. Ne h al ise, ham am dan içeri
girdiler. İçeride b irer terlem e döşeği y ap tırttılar; üç saat
kadar uyudular; birer su dökünüp çıktılar. Vücutları epey
dinlendi; ham amdan çıkacakları esnada H ayati çizmele­
rini giyerken gene zorluyor, zorluyor, ayakları b ir tü rlü
girmiyordu. Eğildi, şöyle bir çizmelere bir dikkat ettik­
ten sonra elini alnına vurarak Mâile dedi ki:
— Gördün mü şimdi ettiğim haltı?.
— Ne oldu?
— Bu çizmeler benim değil...
— Neden anladın?
Benimkinin ağız tarafına çevrili göderi astarı mor­
du. Bak bununki yeşil... Benim kinin ökçesi, burnu büs­
bütün başka türlüydü...
— Belki bu ham amda değişmiştir.
— Hayır, bu, ham amda değişmedi. Zaten evde giyer­
ken ayağıma zor olduydu. Acele ile dikkat etmeğe v ak it
bulamadım. Yolda da pek fena ayağımı sıktı. Bu çizmeler
orada değişti.
— Ne demek istiyorsun sanki?..
— Ne dem ek istiyeceğim. Ben Şöhretin 'beyinin çizi-
m elerini giymişim. Benim kilerini de ona bırakm ışım .
— Bundan ne çıkar?
— H er bir şey çıkar. Beyefendi orada kendi çizmele-
174 TESADÜF

rın in yerine benim kileri bulunca eve gelip giden çizmeli


beyin kendinden ibaret olmadığını anlar... ı , ,
***

Bu vak’adan ıbir ıgün sonra H ayati elinde b ir gazete


ile Mâilin kalemine geldi. Gazetenin ikinci sayfasından
ıbir sütunu parmağı ile göstererek:
— Beyefendi, şu «Küçükmustafapaşada hırsızlar» ser-
nam eli vak’ayı okuyunuz...
Dedi. Mâile birdenbire K üçükm ustafapaşadaki hırsız­
la r vak’asmm kendilerine neden dolayı taallûk ettiğini
pek kestirem iyerek gazeteyi aldı; âtideki satırları okurcu­
y a başladı: 1 ; (
K üçükm ustafapaşada hırsızlar
«Evvelki akşam Küçükmustafapaşa civarında (......)
«mahallesindeki hanelerin birinden gece yarısından ibiraz
«sonra aca acı kadın feryadı işitilir. Konu komşudan, yan-
«ıg:n vukuu korkusuna mebni bazı zevat sokağa uğrarlar.
«Gözlerini uğuşturarak etrafta bir duman, y ah u t kızıllık
«ararlar. F akat öyle şeyden eser göremezler. M eydanda
«telâşı davet eden b ir hal müşahede edilememekle bera-
«ber feryatların arkası kesilmez. Bir anda kalabalık teza-
«yüt eder. Karakoldan jandarm a, polis efradı da yetişir.
«Yaygara işitilen evin kapısı çalınarak ev halkının fer­
y a tla rın ın esbabı sual olunur. «İçeride d ö rt beş hırsız
«var» cevabı alınır. Bu garip cevap akabinde kapı açılır.
«Haneden:
«— Allah aşkına girin de şu habisleri tutun!..
«Ricaları işitilir. Halkın bir kısmı sâriklerin firarları-
«na meydan vermemek üzere hariçten m üm kün olaıbildi-
«ği kadar haneyi sararlar. Diğerleri içeri girerler. Kömür-
«lükten başlıyarak tavan araşm a kadar taharriyata girişi-
«lir. Mel’unlardan ¡biri m utfağın bacası içinde bacaklarını
TESADÜF 175

«sokulduğu yerin müsaadesi nisbetin.de b ir zaviye teşkil


«edecek kadar açarak ayak ü stü bulunduğu halde derdest
«edilir; diğeri de bahçedeki kuyunun içinde ayni vaziyet-
«te tutujur. V ukubulan isticvaplarında m erkum lar dört
«kişi olduklarını ve bacaya, kuyuya sokularak o acip su-
«rette gizlenmeleri, kalabalık savulduktan sonra gene sir-
«kat fiili m ekruhuna tesaddi etmek m aksadına mebni ol-
«duğunu itiraf ederler. Diğer ikisi her ne kadar tah arri
«edilirse de vücutlarından eser bulunamaz. Hanece edi-
«len tetkikatta otuz beş, k ırk lira kadar zayiat tebeyyün
«eder. Derdest edilen iki sârikin üzerlerinde çalman em-
«valden bir şey bulunamamasından, sirkatin firar eden
«hırsızlar tarafından ika edildiği anlaşılır. M ahallelinin
«bir kısmı bekçilerle beraber o sokakların h er cihetini
«devir ve taharride ısrar gösterirler. N ihayet sabaha karşı
«o iki m el’un sârik, saklandıkları m ahalle camiinin taJbut-
«luğundan dışarı çıkarak firara şitap etm ekteler iken ta-
«kiplerine koşulur. F akat habisler gayet çevik ve tizpâ
«olduklarından, yetişm ek kabil olmaz. Bekçi nevm idane
«bir savletle arkalarından sopasını fırlatır; birini belin-
«den vurur. Lâkin m el’un it canlı ve bu gibi hususlarda
«idmanlı bir canavar olduğundan, gene derhal kendini
«toplıyarak yola düzelir, kovalıyanlarm suratlarına irili
«ufaklı birkaç avuç taş fırlatarak zavallıların kimini ko-
«lundan, kimini yüzünden cerihadar eyliyerek ikisi de
«firara m uvaffak olurlar. Bu gibi vukuatın ademi teker-
«rürü esbabına tevessülden geri durulm ıyacağı makamı
«aidinin bu bapta bedidar olan vazife şinaslığmdan ıbek-
«lenir.»
Mâil gazeteyi şu son satıra k ad ar okuduktan sonra
eliyle yüzünü kapayıp:
— Vayyy... O akşam yakayı ele vereymişiz halimiz
harapmış. Hırsız giren evin otuz, kırk liralık zayiatı bize
isnat edildikten başka kim bilir daha neler sorulacakmış?
176 TESADÜF

Hele bu vak’ayı yazan gazete m uhbir veya m uharririnin


senin hakkındaki tavsifatm a bittim.
— Hangi tavsifatma?..
— «Lâkin m el’un it canlı ve bu gibi hususatta idmanlı
bir canavar olduğundan» ibaresinin delâlet ettiği medih-
lere...
— Adam sen de... Gazete m uharrirleri, avaller gör­
medikleri şeyleri aslı var yok, tellerler pullarlar, yazar­
lar. Birinin mavi dediğine öteki kırm ızı der. Bir kalem
mücadelesidir ıgider. H albuki ne m avinin aslı faslı var ne
kırmızının... Biri m erak edip de bu em irde b ir istatistik
tutsa her gazetenin yevm iye bir düzineyi mütecaviz ya­
lan havadis yahut saçmalarda bulunduğu görülür. Bu ya­
lanlar ekseriya gizli de kalmaz. Gazeteler arasında biri-
•birinin «foya» sim m eydana çıkarm ak b ir nevi fazilet ad­
dedildiğinden içlerinden birisi çürük tahtaya basarsa di­
ğerleri derhal: «Filân refikimiz şu m adde hakkında Ok-
kalı bir küllüm atmışsa da...» kabilinden başlarlar...
— Canım, gazete lisanından hiç «okkalı küllüm» tâbi­
ri sadir olur mu?
— M aksat biraz edibâne ifade olunsa da gene o, bu
dem ektir. Birkaç gün sonra «küllümü» vaki olmamış ibir
havadisi hakikat şeklinde gösterm ek insanların meayibi-
nin en m erdudu olduğu hakkında bütün belâgatini sarf
ile iki gün evvel yalancı refikini dahleden ceridelerden
biri atar. îşte h er gün böyle... ,
— Gazeteci, hırsızı tePin ediyor; seni değil...
— O hırsız da ben değilim. Binaenaleyh b u teşnilerin
bana şüm ulü olamaz.
— Büyük bir tehlike atlatm ışız sen ona bak. Fakat
ben maddeyi hâlâ iyi anlıyamadım. Diğer b ir eve hırsız
girm ekle biz niçin telâşa düştük? D uvarlardan atladık,
tabutluklara girdik?..
— Nasıl telâşa düşmiyelim? Anlaşılan hırsızlar Şö!h-
TESADÜF 177

retin evine bitişik olan eve girmişler. Aşçı kadınla diğer


kadın o (gürültüden uyanıp da bütün mahalleliyi kapm m
önünde görünce vehleten işi başka tü rlü anlıyarak biz1'
uyandırm ıya lüzum hissetmişler... Biz de işin tetkikine
girişm iyerek alık gibi hemen m erdiveni duvara dayadık;
o belâlara uğradık.
— Neyse birader, geçmiş ola... îyi patırtı savuştur­
duk. Bizi kovalıyan 'heriflerin soluklarını omuzumun
ucundan hâlâ işitir gibi oluyorum da hemen beni bir ha
lecan alıyor.
— H ovardalıktır bu; haritada her şey yazar...

8
ŞÖHRETİN KAÇIRILMASI

Şöhretin evine girişinin ilk gecesinde Mâil uğradığı


yarı m udhik belâlardan mütenebbih olmad1. O korku ve
halecanı bir hafta, on gün kadar devam etti. Nihayet ka­
rıya olan amansız sevdası o gibi b ir eve girişteki bütün
m uhtem el tehlikelere galip çıkarak gene h er ukubeti göze
aldırdı. Şöhrete mülâki olmak için H ayati ile m üzakerata
girişti.
Hayati b u defa m uvafakat yüzü gösterivermiyerek
işin zorluğunu, vaham etini, karının sevdalısı bey ile karşı
karşıya gelmek, beyinlerinde sonu m ukateleye m üncer
olacak âşıkane b ir rekabet aç’lm ak tehlikesini hep saydı
döktü. F akat refikine söz kâr etmediğini görerek en ni­
hayet m uvafakate m ecbur oldu. Yine Şöhretle haberleş­
tiler. Bir ikinci ziyaret daha vukubuldu. Arası çok sür­
meden bu, İkinciyi üçüncü, dördüncü ziyaretler takip etti.
Bu son misaferetlerde artık âşık, âşıkanm sevda uyku­
ları hırsız patırtılariyle ihlâl edilmiyordu. Lâkin ziyaret
geceleri çoğaldıkça Mâilin sevdasında sükûna bedel bir
12
178 TESADÜF

şiddet hâsıl oluyor, Şöhretten ayrı geçirdiği gecelerde


pür ıstırap, uykusuz kalıyordu.
Bir gün Mâil, uzun uzadıya elim tefekküratta b u lu n ­
duğunu gösterir dalgın, işmizazlı b ir çehre ile Hayatinin
kalem ine gelerek delikanlıyı teneffüs odasına çağırdı.
Mühim ifadelerde bulunacağını im â eder acip bir ihtiraz
tavriyle kapıyı kapıyarak:
— Kardeşim Hayati, zihnimden bazı şeylere karar
verdim. Fakat bu hususta her şeyden evvel senin muave­
netine muhtacım. Çünkü senin yardım ın olmasa bu dü­
şündüklerim husul bulmaz; hep nazariyat halinde kalır.
Bu karıdan elimi çekmek için evvelce verdiğin nasihatler­
de ne kadar haklı olduğunuı şimdi anlıyorum; fak at iş işten
geçti. Kendimi Şöhretin sevdasından kolay kurtaram ıya-
cağımı görüyorum, hissediyorum. Bu hal benim için öyle
acı bir bedahettir ki bunu yeniden ispat sadedinde beni
uzun uzadıya gene söyletip yorma... Evvelki nasihatlerini
de tekrara kalkışma. Ben şu saatte intihara razı olurum,
lâkin Şöhretten iftiraka karar veremem. Burası katiyen
malûm olduktan sonra şimdi meselenin ikinci noktasına
gelelim. Diğer b ir erkeğin idaresi altındaki bir kad:nı zi­
yaret etmekte daima bir tehlike vardır. Hrehangi gece
oraya gitsek bu tehlikeye mâruz bulunuyoruz. Daha fe­
nası, ben o kadınla bu gibi müşkülât v e m ânialar içinde
görüştükçe iştiyakım eksilmek şöyle dursun, beş on misli
artıyor. Ben bu elîm ahvali bertaraf edecek bir çare bul­
dum. Nazariyatı benden, ameliyatı tatbik mevkiine koy­
mak senden...
H ayati kaşlarım çatarak:
— Bakalım neymiş o çare?..
— Şöhreti o evden kaçırmak!.. H erifin elinden al­
mak...
— Ooo.. çok güzel, tehlikesiz b ir çare doğrusu!.. Son­
ra Şöhretin âşıkı Şeydâ Beyle kozunuzu nasıl payedecek-
TESADÜF

siniz? Sana öyle kolay kolay kadın k açırtırlar mı baka­


lım?.. Meseledeki tehlike senin Şeydâ Beyle karşı karşı­
ya gelinendedir. O adam ha evde seni Şöhretle yakalamış,
ha sen karıyı kaçırmışsın; âşıkı da gelmiş seni bulmuş;
bu iki suretin vaham et bakım ından biribirinden farkı
yoktur. İş bu neticelere gelmesin yoksa...
— Bu iki suretin yekdiğerinden çok büyük farkı var­
dır; herif beni o evde yakalarsa istediği gibi tahkirde,
hınç alm akta haklıdır. F akat ben Şöhreti oradan diğer bir
eve aşırırsam Şeydâ Beyin bana karşı şiddet izharında o
kadar ileri varm ası pek m âkul olamaz. Çünkü Şöhret b ir
çocuk değildir. Ben onu oradan gözlerini bağlıyarak ceb­
ren kaçırmıyacağım. O m uvafakat ederek benimle gele­
cek. Bu işde Şeydâ Beye sükûtla çekilmek düşer...
— Bu çürük m antıkla beni kandıramazsın. Sözlerin
hep safsata... Sen herifin elinden dostunu al; o sükût et­
sin çekilsin, öyle mi?
— S ükût etmez de gürültü çıkarırsa bütün infialleri
Şöhrete raci olmak lâzım gelir. K adın onu istese benim
teklifime, davetime kulak vermez. İstemediği takdirde
bundan bana ne mes’uliyet terettü p edebilir? Şeydâ Bey,
gönlümün kâhyası değil ya? Camm ister Şöhreti severim,
ister diğerini...
— Camm, sen bu meseleyi hodbinlikle muhakeme
ediyorsun. Sen kendini Şeyda Beyin yerinde addet de bir
kere keyfiyeti o noktai nazardan m unsıfane tetkik eyle...
— Birader, devam ettiğimiz gece misaferetlerindeki
tehlikelere nazaran Şöhreti kaçırm ayı ben ehveni şer bu­
luyorum...
— Şöhreti kaçırmak, iskambildeki klz kaçırm ıya ben­
zemez. Pekâlâ, kaçırdık. Ne yapacağız? Nereye götüre­
ceğiz?..
— Orası sana ait... Dedim ya, bu keyfiyetin nazariyatı
benden, amelî tatbikatı senden...
180 TESADÜF
— Peki, bu sözün de güzel... Şöhreti nereye götürece­
ğiz? Bu baptaki nazariyeniz nedir?
— Bir ev bulursun, kiralarız. Şöhreti oraya nikâhlı
karım gibi götürür, korum.
— M ahalle imamları, m u h tarları ıbu kadın nikâhlım-
dır, demekle sözünüze inam verm ezler. înandırsak bile bu
işin beş on gün sonra kokusu çıkar...
— Canım, Şeyda Bey nasıl etm iş de inandırmış?
— ISen bu niyetini Şöhrete açtın mı?
— Açtım. Son iki ziyaretimde hep bu işi düşündük.
— Onun fikri n e sularda?..
— Ne sularda olack? O benden ayrılm ak istemiyor.
Nereye götürürsen giderim; h er em rini icraya hazırım,
diyor.
— Vay geçmişi kınalı k a n vay... Senin, Şeyda Bey­
den ziyade mangiz tutituğunu çaktı galiıba?..
— Mangiz için değil canım; Şöhret de ayni şiddetle
beni seviyor. B ir kulübe tutsan giderim; seninle yaşam ak
için ekm ek peynire razıyım, diyor.
— Senin onu kulübede oturtmıyacağını, ekm ek pey­
nirle beslemiyeceğini bilir de, kurnazlığından o ağızlan
kullanır...
— Ben sana karşı h er fedakârlığı göze alırım amma.,
diyor...
— Lâfın içinde bu «amma» ne olack ya?..
— Alırım amma, üzerine Şeydâ Beyin intikam ını cel~
betm ekten korkarım. Ona karşı kendini koruyabilir mi­
sin? diye soruyor...
— Bu sualinde de kurnazlık var amma her halde bu­
na sağlam bir cevap ister. Nasıl, Şeydâ Beyin sevda inti­
kam ına karşı kendini koruyabilir misin?
— Sonra, Şeydâ Beyin hususî ahvaline dair m alûm at
sordum. Cidden korkulacak b ir adam olup olmadığını an-
TESADÜF 181

lamak istedim. Sarhoşluğunda atar tu tar amma ayıklığın­


da elinden bir şey gelmez., dedi.
— Ayıklığında elinden bir şey gelmiyorsa, o adam da
seninle kozunu sarhoşluğunda payeder. Hem onun inti­
kam ı yalnız sana m ünhasır kalmaz. Bundan Şöhrete de
bir hisse çıkarır zannederim.
— Bunu Şöhrete ben de söyledim.
— Ey, ne diyor? Korkmuyor mu?
— «Adam sen de!.. Senin için her belâya hazırım»
cevabını veriyor.
— Doğrusu çok cesur karı imiş...
Bu cüretlerini, müteakiben zuhuru melhuz olan belâ­
lara mebni H ayati «Şöhreti kaçırmak» meselesinde biraz
ağır davranır; Mâilin bu tasavvurunu tasvip edivermez;
daima işin güç taraflarını öne sürer; iki üç gün geçer; bir
akşam Mâil, H ayatiyi birahanede iyice sarhoş eder. Ar-
kadaşmm kafası tam keremini {bulunca yine meseleyi açar.
Bu sefer H ayati bilâitiraz:
— Elmasım, Mâilciğim!.. Senin için can feda... Eğer­
leyim gözümü budaktan sakınırsam, yuf bana be!.. Şu ra­
k ı kadehleri, sürahiler sözlerime şahit olsunlar. Bu tabak­
taki İstakoz mezesini de istersen sana kefil göstereyim...
Ehnret. Meyhaneciyi çağırayım, o aval de şahit olsun...
Evet, kaçıracağım; sana işte yemin, kaçıracağım... Ama
neyi kaçıracağım?.. D ur aklıma gelsin, ha.. Şöhret Ham­
ın!... (Yumruğu ile Mailin göğsünden kakarak) O işi bana
açtığın gündenberi ben hep bunu düşünüyorum. Garson,
gel şu karafayı doldur. (Garson gelir). Düzikonun ekstra­
sından olacak, çakarsın ya?.. (Eliyle tokat işareti ederek)
Sen çakmazsan sonra ben sana çakarım. Tastamam pendi
frank... İnanmazsan ustana götür, o küçücük tahtaravalli
ğibi bir para terazisi v ar hani. Ona koysun tartsın. (Einse-
sini uzatarak) Eksiği varsa buraya, bana iade etsin... Mak­
bulüm. «Konprene vu mösyö le garson?» Ben âcizane
182 TESADÜF

fransızca da uydururum . «Aporte muva dö kornişon...


vit, vit, vit...» Yüzüme ne bakıyorsun ulan, anlam adın
mı? Haydi bana turşu getir. Çabuk çabuk; çabuk., diyo­
rum. Ustana söyle, kornişon» de., o anlar. Sen garson
mektebinden çıkmadın mı be?” Bilirim, sen mikro b ir
«pedi» iken Sâmatyada büyük viranede kaydırak oynar­
dın. Hiç tahsil görmeden buraya garsonluğa geldin...
Ulan sizin garsonluğunuz «Hamparsum» notasiyle piya­
noda «Travyata» çalmağa benzer be... Ben âcizane her
lisandan çakarım. Hepsini İstanbulda öğrendim. Sana olan
lâfım bitti. (Mâili göstererek) Şimdi ikimiz konuşacağız.
Haydi bakalım, fiy... Okso bresi... (Mâile hitaben) Biz de­
minden b ir şey kaçırmağa karar verdikti. Şöhreti, Şöhreti
kaçırıyorduk. O işi ben pişirdim kotardım. Sam atyada
hıristiyan m ahallesinde bir ev buldum. Sahibi hıristiyanm
tâbirince mükemmel (kevgir) bina... İm lâ kaidesiyle
(kârgir), lâf arsında (kâgir). İşte böyle üç türlü istimali
m ubah olan b ir hane... Konak yavrusu bir şey. Kirası bi­
raz tuzluca...
Mâil yılışıp ağzına girecek gibi H ayatiye yaklaşarak:
— Adam sen de, kirası kaç olursa olsun, onun ehem­
m iyeti yok. Keyfiyet böyledir de bana niçin haber v er­
miyorsun?
— Sana hiç bir şeyi olur dememeli. İnsanın iki aya­
ğını bir pabuca korsun. Acelecisin... O karının aşkıyle ne
yaptığını bilmez oldun. H er işi rahat ra h a t görmek için sa­
na haber vermedim. Bu iş oldu gibi. Bu hafta içinde bir
iki yorgancı gönderelim; evi döşesinler. Ha., pencereleri­
ne de kafes taktırm ak lâzım...
H ayati kadehi ağzına boşalttı. Üstüne İstakozdan, tu r­
şudan mezelenip yum ruğu ile bıyıklarını y u k an yukarıya
sıvayarak:
— Mâil Bey, darılm a ama çok andavallısm. Sien bana
ıbir Şey teklif ettiğin vakitte suratını asıp benim olmaz de­
TESADÜF 183
diğime bakma... P arayı bayıldıktan sonra niçin olmaz?..
H er şey olur. İlk ağıza ben öyle olmaz derim ; kendimi
sana satarım ; benim «dalavere» m de öyle götürür; her
yiğidin b ir hesabı vardır. Sen buraları pek çakamıazsın...
Sen şimdi nazenine söyle, hazır olsun. Şeydâ Beye gelin­
ce... Aftos piyos... Kaça alırım öyle iki üç şişeden sonra
kabaran kabadayıları. Senin yiğitlik dediğin tam k ıratın ­
da olursa o adam sarhoşluğunda da odur, ayıklığında da...
(Eliyle göğsüne vurarak)) Bana bak, bana!.. Benim sar­
hoşluğumun ayıklığımdan fark ı var mıdır? Ayağını öpe­
yim söyle... Lâfım, tavrım değişir m i hiç? Yiğit olan ana­
sından öyle doğar. Bir şişenin içinden gelecek yiğitlik er­
tesi sabah sahibini terk ile yine şişeye avdet eder. (Mâi-
lin arkasını okşıyarak) Korkma sen be kardeşim!.. Şeydâ
Beyin bir diyeceği olursa bana gelsin. .Daima onunla se­
nin arana ben kendimi siper ederim. Ben varken o sana
yaklaşamaz. Katalaviz?.. F akat yalnız midemi b ir şey bu­
landırıyor; biz nazenini kendi idaremiz altında b ir eve
çıkardık, sonra Şeydâ Beyin uğradığı hale biz de uğrar-
mıyalım?.. Yani Şöhret Hanım bizden gizli içeriye misa­
fir almasın... Her şeye razıyım; fakat yalnız işte buna ta­
ham mül edemem; sonra insana başka tü rlü bir nam ta­
karlar. Ben arkadaş hatırı için bunlara katlanıyorum . Bi­
raz da işte sayende gönlüm şuradan buradan otluyor.
Yok; gördüğüm lûtufları da inkâr etmem. Gönlüm bir hin
oğlu hindir. H ercâidir köpoğlu... Ha, efendim (kıssai des­
tanımız) şol mahalde kaldıydı; evet, Şöhret Hanım, Şey­
dâ Beye yaptığını bize yapmasın; demek istiyorum.
— Hayati, birader; bu cihetten emin ol; zavallı kadra
beni o kadar şiddetle seviyor ki...
— Ah, o zavallı kadının gönlü «sevmek» masdarıııda
o kadar müm arese peyda etm iştir ki, ¡bu fiilin gelmişini,
geçmişini; hepsini etrafiyle bilir. Senin üzerine ayni şid­
detle diğer birini sevivermek onun için işten bile değil­
184 TESADÜF

dir. «Sevmek» kelimesinin m asdar olduğunu çakarım.


Ben külhani bir delikanlıyım ama yerine göre efendi ya­
h u t kâtip de olurum. Türkçe m asdarları bilirim. Â hırları
ya «mek», veya «mak» olur. Bu<nun için rüşdiyede hoca­
dan mükemmel bir dayak yedimdi. Falaka, değnek; bu
«mek» ile «mak» nasılsa benim aklım da kalmış. Sonu
böyle gelirse o kelime m utlaka m asdar olur, diye biliyo­
rum. Hoca bir gün:
— Hayati, tokmak nasıl bir kelim edir?
Dedi. A rtık tereddüde mahal var mı? İşte tokmağın
âhırı mak ile bitiyor: Biz hem en m asdarı yapıştırdık. Ho­
ca gözlerini açtı. Falaka em rini verdi; beni öyle ayakla­
rından tuzağa tutulm uş saksağan gibi hocanın karşısında
sallandırdılar. Hoca birinci değnekle tabanlarım ı haşla­
dıktan sonra yine sordu:
— Tokmak nasıl bir kelimedir, habis?..
«Habis» in «se» sini dilinin ucundan o kadar peltek
çıkarırdı ki bayılırdım. Bu suale karşı ben her çe bâd âibâd
dedim; ilk malûm atım ı tekrar ettim. Çünkü başka malû­
m at tutm uyorum . «Efendim, âhırı mak ile bitiyor; bu
m utlaka masdardır. Siz beni şaşırtm ak için dövüyorsu­
nuz.» şikâyetiyle feryat ettim. Tabanlarım dan bir haşla­
ma daha yedim. Oooh, tuzlu biberli... Hoca yine sordu...
Dördüncü sualde ben sükûtu hayırlı buldum : Hocamız
inatçı bir zattı ha... Birkaç haşlam a daha içirdikten sonra:
— Tokmak isimdir. Ahmak da bu kabildendir, yaş­
mak da... O nihayetteki «mak» 1ar nefsi kelimedendir.
Edat değildir. Tokmak isminden b ir m asdarı müteaddi çı­
karmayınca seni falakadan salıvermem.
Dedi. Var babana selâm söyle... Birader, ne arabide,
ne fariside; ne türkçe kav aidinde b ir kelime nasıl isim
olur, nasıl sıfat, zamir; fiil olur; bunu hâlâ zihnim kav­
ram adı gitti. Ahmakla yaşmağın sonları «mak» olduğu
halde bunların nasıl olup da m asdar olm adıklarına hâlâ
TESADÜF 185

şaşarım. Bunları bir kere esaslı anlam adıktan sonra sı­


fattan İsim ,ç:karmak, sonra ismi masdara çevirmek; bu
benim harcım mi? Netice o günü haşlam a tenceresini
kaynar kaynar son yudum una kadar içtik... Şimdi bu
m asdarları bırakalım; gelelim, Şöhret Hanımın evde uslu
oturup oturmıyacağına bakalım... Bizim hesabımıza içeri
ahbap alırsa, ben bunu ne maden sulariyle, ne karbonat­
la; ne setliçle.. doğrusu hiç br şeyle hazmedemem. (Bağı­
rarak) Garson, pedaki ibre... H aniya düziko?..
H ayati üçüncü şişede bütün bütün değişti. A rtık ken­
di için hiç b ir zorlutk, m üşkül kalmadı. H er muhali birer
ihtim al şekline soktu. Evi döşetti; Şöhreti kaçırdı; oraya
yerleştirdi. Refakatine em niyetli kadınlar, bekçiler koy­
du. Şeydâ Bey meydana çıkıp husum et izhar ederse ona
da mükemmel bir sopa çekiyordu. Böyle her işi bitirdik­
ten sonra Mâilin ellerine sarılıp:
— Em ret beyim, efendim. Başka bir arzun var mı?..
Hayati köleniz hepsini icraya hazırdır., diyordu. Ertesi
günü iki delikanlı yine birleştiler. ¡Hayati akşamki ifrat-
perestane vaitlerinden hayli nadim görünüyordu. Fakat
evi tutup Şöhreti aşırmayınca Mâilin elinden kurtulm ak
kabil olamıyacağmı katiyen anladığından, ister istemez
işe girişti. Samatyadaki evi kiraladı. Muntazam döşetti­
ler. Hayatinin eminlerinden yaşlıca bir kadın bulundu.
H er şey müheyya... Yuva hazırlandı. Yalnız onu tezyin
edecek «Sevda kuşu» henüz uçurulamadı.
Bu hususta Şöhretle m ahrem ane görüşüldü; ağzından
kavi vait alındı. Mâilin .maşukası, nereye gittiğini kimse­
ye bildirmeksizin pek ustalıkla kaçacaktı. Böyle h er şey
yoluna kondu; bir gün Şöhret Hanım, kendisini m uhafa­
zaya m emur kadınla birlikte araba ile Kalpakçılaribaşma
çıktılar. Öteberi mübayaa ettiler;, arabanın içi kutular,
paketlerle doldu. Bir hanın önünden geçerken Şöhret, ya­
nındaki kadına:
186 TESADÜF

Anneciğim, bu handa bir terzi var, biliyorsun ya?..


Bu hafta için bana moda resim leri getirtecekti. Sen ara­
bada bu paketleri bekle; ben handa herifi göreyim, resim­
leri alıp geleyim...
Dedi. Kadının kalbine hiç şüphe gelmedi. Bu teklife
tereddütsüz m uvafakat etti. Şöhret indi, gitti; beş dakika,
bir çeyrek geçti. Gelen giden olmadı. On dakika kadar
daha bekledi. Kimse zuhur etmeyince zavallı anne içi sı­
kılm akla beraber yine kendi kendine:
— Zahir, kızım resim leri çok gördü. Hangisini seçe­
ceğini şaşırdı.
Tesellisiyle b ir sigara yaktı. İntizar m üddeti yarım
saati geçti. Bu ne bu? O zamana kadar moda resim leri
değil, devri âlem panoram ası bile seyredilse görülür d e
biterdi...
— Dur bakayım, aşifte içeride ne yapıyor?
İnfialiyle kadın arabadan indi; hana girdi. Terzinin
bulunduğu kata çıktı. Adamcağız biçkileriyle meşgul...
— K ’zım şimdi buraya gelip senden moda resim leri
almadı mı? ,
Diye sorunca terzi başını aşağıya eğip gözlüğünün üs­
tünden kadına bakarak:
— Hangi kızın, hanım ?
— Hangisi olacak canım? Şöhret...
— Hayır, bana kimse gelmedi.
— A! D ur bakayım b u nasıl iş? Ben buraya çıkıncıya
kadar belki kız arabaya inmiştir. Bu hanın kaç merdiveni
var; içinde kaç terzi oturuyor, ¡bilmiyorum ki?
Diye söylene söylene aşağıya indi; arabaya gitti, bak­
tı; kimse yok. Arabacıdan sordu:
— Hani kızım?
— Bilmem; gelmedi...
T ekrar hana girdi. Avluda tesadüf ettiği adamlardan*
dükkâncılardan istizaha girişti:
TESADÜF 187
— Yarım saat kadar evvel buraya kıvrak, süslü bir
taze hanım girdiydi; hiç biriniz görmediniz mi, nereye
gitti?..
O adam lardan biri:
— O senin nendi ham m ?
— Nem olacak, kızım....
— Allah bağışlasın; doğrusu m erak edilecek b ir kızdı.
— Canım şimdi m erakını bırak; nereye gitti, görme­
din mi?
— Hanım, bu hanın iki kapısı vardır. Birinden girdi;
keklik gibi sekerek ötekinden çıktı, gitti...
— Ay., şimdi ben ne yapayım ? Şeyda Bey beni a k ş a ­
ma gebertir, gebertir... , |
Herif — (Ellerini havaya kaldırarak) Seni gebertir
mi? Bak o lâfa aklım ermez. F akat hanım, sende kabahat.
Niçin peşini bıraktın? O kız öyle kendi havasm a bırakıla­
cak mal mı?
— Aman bana bir yudum su bulunuz; sevaptır, ¡bayı­
lacağım...
— Su bulm ak bir şey değil a., burada bayılm ak ol­
maz...
— Kuzum usta; dükkân kom şularına soruver, dışarı
çıktıktan sonra ne. tarafa gitmiş?
Herif gidip kısa bir tahkikat icrasından sonra avdet­
le :
— ISbrdum. İpekçi A rtinle canfesçi M ıgır görmüşler.
Baş yukarı seğirtti, gitti, diyorlar.
— Ben şimdi Şeydâ Beye ne cevap vereyim?
— (Müteaccibane) O senin bileceğin maslahat.. Şey­
dâ Bey kim dir ki? Kocası mı?
— Öyle ya kocası... O da o demek değil mi? t
— (Bütün bütün istiğrapla) Kocası ise kocası, değil­
se değil... İşin içinde «o da o demek» lâfı ne olacak?..
188 TESADÜF

— Canım, ne söylediğimi biliyor muyum ?? Kendimi


şaşırdım gitti.
— (Gülerek) .Doğrusu ya, öyle bir kızı kaybettikle-
yin anası da şaşırır, kocası da... F akat hanım, sen meraka
kalma... O kız kocasız kalmaz.
Hanın öbür kapısından çıkınca Şöhret beş on adım
yukarı doğru yürümüş, Hayatinin orada beklettiği araba­
ya binerek Samatyadaki eve kendini atmıştı. Bu iş me-
mulün fevkinde bir suhuletle husul buldu. F akat Mailin
en zahmetli âşıkane hayat devresi bundan sonra başladı.
Şöhretin eve kapatılmasiyle m üşkülâtın üçü, dördü bir­
den başgösterdi. Bu kapatm a keyfiyetini ailesi halkı ha­
ber alırlarsa pederine, valdesine, hususiyle zevcesine kar­
şı zavallının mevkii tarifi nâkabil bir vaham et kesbedi-
yor; iş hem en hemen candan mı geçersin, canandan mı?..
Y ahut bütün aile efradını mı feda edersin, Şöhreti mi?
derekelerine varyordu. Böyle bir iş bir gün saklanır, iki
* gün saklanır; üçüncıü günü m utlak meydana çıkar. M ızr
rak çuvala girer mi? Haydi bu böyle... İkinci zorluk, orta­
da bir de Şeydâ Bey meselesi var. Şöhret, m ahut hanın
bir kapısından girip ötekinden çıkmakla salbık âşıkınm
sevda takibatından külliyen yakayı kurtarm ış addoluna­
bilir mi? Zavallı Şeydâ, o akşam Küçükm ustafapaşadaki
eve gidip de mâşukasmm yerinde yeller estiğini görünce
bürkân gibi feverana başlıyacak, atacak, çakacak... Evde­
ki .karıları isticvap edecek, Şöhretin ne suretle firar etti­
ğini öğrenecek. Onu bulm ak için bir iz arayacak; nazeni­
nin handan çıktıktan sonra arabaya bindiğini belki bir
gören olmuştur?.. Eloğlu bu* m erak ehlinden biri ihtimal
ki o arabanın Sam atyaya gittiğini, filân evin önünde
durduğunu üşenm iyerek takip ile görmüş, öğrenmiştir.
Şeydâ Bey, sevgilisinin ikam etgâhını, yeni âşıkını, fi­
ra r suretini haber aldıktan sonra iki elini böğrüne koyup
kendine karşı irtikâp edilen bu hiyaneti alargadan öyle
TESADÜF 189
seyredip durmaz ya?.. Elbette bir suretle o da m ukabele­
ye kalkışacaktır. Sonra iş dağdağalanacak, gizli tutulm ak
istenilen bu keyfiyeti yalnız Mâilin ailesi efradı değil,
bütün âlem duyacak...
Bu meselenin bir üçüncü düğümü var ki Mâil için bür
nun ehemmiyeti evvelkilerden büyük... O da Şöhretin,
yeni âşıkma karşı sadakat vâdinden inhiraf edip etmiye-
ceği meselesidir.
Mâil, mâşukasiyle bulunduğu zaman kadın sadakat
mevaidi serdinde o kadar ileri varır, m uhabbet beyanın­
da, samimiyet izharında, suzişli ifadede o kadar taşar,
dökülür, saçılırdı ki delikanlının bütün kelimenin kuvve­
tiyle Şöhretin gönlüne sahip olduğuna hiç şüphesi kal­
mazdı. Lâkin m aatteessüf bu kalbî itm inan yalnız kadı­
nın yanında bulunduğu müddetçe devam eder, birkaç
saat ¡ondan ayrılınca kalbini türlü vesveseler, şüpheler
istilâ eyler; Şöhret eve birkaç erkek alm ış vehm ine dü­
şer; bulunduğu yerde duramaz, hem en Samatyaya, eve
koşar, teskini nâkabil bir m erakla bütün odaları dolaş­
mak, yükleri, dolapları aram ak isterdi. F akat san’atinda
lâzım olan m elekeyi iktisap etmiş olan o kadın, beyefen­
dideki tereddütlü nazarlardan, halecan eserlerinden, o ta­
rif olunmaz şaşkınlıklardan hakikati anlar; en ;tatlı nüva-
zişlerini ibzal, en em niyet verici bakışlarını ona çevirerek
beye lâzım gelen itminanı verir, gönlüne su serperdi. ,Sia-
m atyadaki eve nakledilirken H ayatinin tensibi üzerine
Şöhretin, üç dört ay kadar h er ne suretle olursa olsun so­
kağa çıkmaması, eve misafir kabul etmemesi ve saire hu­
susları katiyen mukavele edilmişti. Kadın bu mukavele
ahkâmına riayette kusur etmiyordu. F akat her gün ibaş-
ka bir çarşafa bürünerek daima çarşı pazar ve mesireden
mesireye dolaşmağa alışmış bir nazenin için b ir evde bir
erkeğe hayatını vakf ile yaşam ak pek ağır geliyordu. Bu~
nu Şöhret tavırlariyle itiraf etmiyor, fakat haliyle anlatı-
190 TESADÜF
J
yordu» H attâ b ir gün m uktedir .olabildiği lâfzî tem inatı
vererek âşıkma:
— Beyefendi, böyle kapalı pek sıkılıyorum; beni ken­
di arabanızla sokağa yollayınız. Yanım a en itim at ettiği­
niz b ir kadın, fazla olarak b ir de uşak terfik ediniz. Yü­
züme kaim bir peçe örteyim. Kendimi kimseye bildirmi-
yeceğime size istediğiniz k ad ar yem in edeyim...
İstirham larında bulundu. Mail, H ayatiden müsaade
istihsal etm ek istedi. Hayati:
— Hayır, olamaz...
K at’î cevabını verdi. Bu red üzerine Şöhret hayli ağ­
ladı, sızladı. Nihayet epey m üddet sonra nazeninin rükû-
buna bir araba tahsis edildi. Refakatinde o yaşlı kadın
bulunm ak, o arabadan başkasına binmemek şartiyle haf­
tada bir, nihayet iki defa sokağa (çıkmasına müsade edil­
di.
* +*

Zevcesi ¡Şaibeye karşı Mâilin vukuibulan m üthiş itira­


fından, üzerine bir fahişeyi sevmek için m üsaade talebin­
de bulunm ak, bir m üddet o karı ile olacak m uhabbet ¡zev­
kine dokunulmamayı istirham etm ek gibi akıl ve m antı­
ğın kabul etmiyeceği tekliflerinden sonra k arı koca bey­
nindeki ahval ve m uam elât hiç bir kadının taham m ül ge­
tiremeyeceği m ertebede değişti.
Mâil konağa geldiği akşam lar artık zilzum a geliyor,
ağzından ahtan, öf tan gayri bir şey çıkmıyor; z e v c e s i n e
karşı itiraf edeceğini etmiş, söyliyeceğini bitirm iş oldu­
ğundan, Sâibe, beyinin yine teellüm lü istizahlara girişip
de o itirafların zavallı kadının gönlünde açtığı, 'o gün-
denberi durm ayıp sızliyan cerihaları bütün bütün kana
bulam ak istemiyordu. F ak at bu istizah etmemek, bu sü­
kût ve taham m ül göstermek bedbaht kadına pek pahalıya
oturuyordu. Diğer bir kadın, evet, mülevves bir fahişe
TESADÜF 191

İçin kocasının inlediğini; o kötü m uhabbet ateşiyle gece­


leri uykusuz kararsız, durm uyor; ah., of., savurduğunu
işitip de susmak... B ir kadın için tasavvur olunabilecek
ıstıraplar m en korkuncu değil midir?
İstizahlara giriştiği .vakit aldığı cevaplar külliyen ta­
k at getirilemez olduğundan ve zavallıyı bütün bütün bi­
tirdiğinden, Sâibe sükûta karar verdi ve bir m üddet de
bu kararını m uhafazaya m uvaffak oldu. Sünnet, kına ge­
cesi gaybubetlerini arkası gelmez diğer gaybubetler ta ­
kip etti. Nerede kaldığını artık (Sâibe sormuyor; o sorma­
dıkça hareketlerinden hesap verm eğe Mâil de lüzum gör­
müyordu. H aftada iki gece m uttariden sünnet düğünü,
yahut kına gecesi olmaz ya?.. Sâibe, kocasının gaybubeti­
nin sebebini daima (sual etse, Mâil bu suallerin beşine,
onuna karşı yine birer yalan uydurm ak külfetinden çe-
kinmiyecek, fakat sualler otuzu, kırkı aşarsa artık vesile
icadından âciz kalacak; yahut k i b u sonu gelmez suallere
bir yekûn çekmek için:
— Dostumun yanında kalıyorum.
Deyiverecekti. Sâibe «irad ettiği suale aldığı cevabın
yalan 'olduğunu hissetmekle de m üteellim olacaktı; zev­
cinin ağzından hakikati işitmekle de... Evet, Mâil bir fa­
hişe seviyordu. Evine (gelmediği geceleri o karının yanın­
da geçirdiği aşikârdı. Zevci böyle (bir naziklik gösterip du­
rurken onu, hakikati söylemeğe icbar etm ekte ne m âna
var?..
Sâibeye en ziyade dehşet veren husus, zevcinin sada­
katsizliğini, bu büyük hiyanetini ¡bildiği halde, gönlünün
meyelânm ı çiğniyerek, bütün hissi rabıtalarını parçalıya-
rak ondan iftiraka k arar verememesiydi. Mâilden ayrıl­
m ak kendine ölümden acı, daha müthiş geliyordu. Biçare
kadın bu zâfından dolayı kendi kendine ta ’nediyor, nef­
sini ayıplıyor, fakat ne yapsın? Seviyor, kelim enin mâna­
sının olanca şiddetiyle seviyordu.
192 TESADÜF

O fahişenin sevda derdine Mâilin nasıl olup da bulaş­


tığını, aralarındaki münasebetin derecesini, kadının da
Mâile m uhabbeti şiddetli olup olmadığım anlamak isti­
yordu. Hele en büyük merakı, zevcinde gördüğü o iptilâ
şiddetine, duygularını yakan o «ah» lara, «of» lara naza­
ran sevilen karının bu şedaide değeri olacak kadar güzel
olup olmadığını öğrenmek cihetindeydi. F ak at o karıyı
görmek zavallı Sâibe için ne bâsırasûz b ir manzara ola­
caktı? K arı cidden âfeti devran denecek güzellerdense?..
Sâibe, Şöhrete kıyasen güzellikçe pek pes b ir derekede
kalırsa?.. Bunu görmek, sonra bu müthiş hakikati nefsine
karşı itiraf etmek, kendi üzerine kocasının onu sevdiğine
bir bakım a hak vermek., hep bunlar iSâibe içinkokunç dü­
şüncelerdi. Kendine nisbetle Şöhret, .güzelliğin ne kadar
yüksek derecesinde bulunursa Mâilin bu karı ile olan âşı­
kane münasebeti o nisbette devam edecek, o fahişenin şa-
şaai cemali Sâi'beyi kocası nazarında büsbütün söndüre­
cek, unutturacak, hiç edecek demek değil miydi?
Zavallı kadın muhakem elerini buralara getirip zev­
cinden kendine artık bir hayır kalmadığını itirafta muz^-
ta r kalınca bir odaya kapanır, beynini iki eli arasında var
kuvvetiyle sıkar, sonra hüngürtülerini; ağlamalarını, kal­
binin feryadını, ruhunun matem ini kimseye işittirm emek
için başını iki yastığın arasına sokar; işte böyle figanla­
rını kısarak, boğarak b ay ılm ay a kadar ağlardı. O baygın­
lıktan uyandığı zaman çektiği ibu tahm m ül edilmez kede­
rin vücuduna verdiği zâfı, nevmidinin verdiği rengi gör­
mek için titriye titriye aynanın önüne gider, saçlar peri­
şan, renk uçuk, kansız, sarı bir deri altından elmacık ke­
m ikleri fırlamış, daire daire çürük hâleleri içinde k alm ş
iri siyah gözlerle kendine bakan bir hayal ile karşı karşı­
ya gelir, ürker... .
— Ah, bu ben miyim? Ne kadar bozulmuşum?.. Bu
TESADÜF 193

hastane kaçkınını Mâil ne yapsın? Elbette başka kadın


sever...
Telehhüfleriyle aynanın önünden kaçar. K itap okur,
vakit geçiremez. Pencereden sokağa bakar, eğlenemez.
Kimse ile sohbette lezzet bulamaz. A rtık kendine ağır ,bir
yük gibi gelen hayatın elîm saatlerini geçirmeğe m edar
olacak hiç b ir vakit geçirme vasıtası bulamaz. Gider, kızı
Makbuleye sarılır. Mâsumun siması, gözleri kaşları tıpkı
validesine, fakat dudaklariyle çenesi pederine, Maile an­
dırdığından, çocuğu öper, öper, öper; doyamaz, etrafına
bakınır. Çocuğuna kondurduğu ıbu buselerin, babas:na
olan benzerliğin cazip tesiriyle olduğunu biri anlıyacak;
hissedecek endişesiyle korkar; utanır, kızarır...
Sâibe, ailesi halkını m üteessir etm em ek için zevci ile
kendi arasındaki macerayı m üm kün olabildiği kadar giz­
lemeğe uğraşıyordu. F akat böyle teellüm ler içinde kalan
dertliler için bir m ahrem bulup da kalbinin sırrını dök­
mek, bir nevi tesliyet yerine geçer. Meyus kadın bu tesli-
yetçiyi evinin dışında aradı, buldu. Kom şularından «Ni­
meti» isminde bir dul hanım vardı. Nimeti Hanım da vak­
tiyle kocasından çok çekmiş. Herif iki üç defa zavallının
üstüne evlenmiş, bir etmediğini bırakm amış olduğundan,
kadıncağız bu hususta tecrübeli ve halden anlar idi. Elin­
den geldiği kadar Şaibeye lâzım gelen nasihatlerde bulu­
narak ekseriya: ,
— Ağlama kızım. Hep bunlar gelir geçer. Bu dertleri
çekmemiş kadın pek azdır. Kocan nihayet o kötü kadın­
ların hepsinden bıkar; yine sana gelir. Bu derde sabırdan
başka çare yoktur. B ir gün kocanın yine bütün bütün se­
nin olduğunu göreceksin...
Demekten geri durmazdı. Lâkin Mailin hakikaten
günden güne kam eti azıtmakta, Sâibenin ise gitgide sara­
rıp solmakta olduğunu görerek biçarenin derdine ne su­
retle deva olabileceğini Nimeti Hanım da şaşırıp kalmış­
13
194 TESADÜF

tı. Nimeti, şöyle mi yapalım, böyle mi yapalım? yollu Sâ-


ilbenin elemlerinin tahfifi ihtim allerini h er gün mülâhaza
eylediği sırada bir defa dedi ki:
— Kızım, sana sabır tavsiye ediyorum; fakat senden
dinlediğim ¡bazı şylere doğrusu benim bile tahammülüm
kalmıyor.. Dosdoğru gidip bu işi anana babana açsan na­
sıl olur? O nlar da Mâil Beyin ebeveyni ile konuşurlar, bu
işe b ir çare bulurlar...
Sâibe ağlıyarak:
— Olmaz Nimeti Hanımcığım, olmaz. İşin bu derece­
ye geldiğini bilseler, hiç durmazlar, beni o saatte beyden
boşatırlar. (Hıçkırıklarla) Çünkü han:mcığım, günden gü­
ne ben elden gidiyorum. Daha öyle haller v ar ki, bunları
size, en hayırhah bir sırdaşa açmaktan bile tevahhuş edi­
yorum. Böyle b ir senede öleceksem, Mâilden beni 'boşa­
tırlarsa iki ayda ölürüm. Anlıyor musunuz? Çok zaman
ümitsiz kalıyorum, ama bazan da, belki bey o karıdan bı­
kar; eski haline avdet eder, diyorum.
— Bıkacağına hiç şüphe yok. Lâkin o zamana kadar
bu eziyetlere senin taham m ül edemiyeceğinden, vücudu­
nun dayanamayacağından korkuyorum.
Nimeti Hanım bir gün epey üm itli bir çehreyle Sâi-
benin yanm a gelerek dedi ki:
— Kızım, sana bir şey söyliyeceğim; eğer münasip
görürsen bu söyliyeceğim şeyi yapalım. Cerrahpaşa ta­
raflarında Çardaklı bakıcı isminde bir kadın varmış. Ba­
kıcılıkta gayet keskinmiş. İnsanın yüzüne bakıp dileğini
birer birer söylüyormuş. K arı koca işlerinde de bilgiçliği
ziyade imiş. Seninle gizlice şuna gitsek de Mâil Beyin ah­
valini bir sorsak, anlasak... Bilirse ne âlâ., bilemezse bu
işten bize ne zarar gelebilir?
Evvelâ Sâibe bu sözlere pek ehem miyet vermedi, fa­
kat denize düşen yılana sarılır fehvasmca, o fahişe il«
Mailin beynindeki münasebete dair işe yarar bazı mühim
TESADÜF 195

şeyler haber alabilm ek ihtim alini düşünerek nihayet Ni­


m eti Hanzmla bu (bakıcıya gitmeğe razı olm uştu ki, mü­
racaat suretlerini de bu kitabın geçen baplarından gör­
müştük. Hoca Nefise Hanım, Mâilin bir fildikos gömleği­
ni alıkoyup, yapacağı davet için beş lira da nezir alarak
bir hafta sonra yine gelmeleri ihtariyle hanım ları salı­
vermişti. ! , \
Bakıcıya m üracaat günü geldi. ıS'âibe birinci müraca-
atinde Hoca Nefise Hanımın keskinliğine «pek de itikat
etm iyerek şöyle bir tecrübe nev’inden gitmiş olduğu hal­
de Çardaklı bakıcının o acip sözlerle zavallının âlâminın
nev’ini keşfedivermesi, kızım, sen buraya bana inanmaya­
rak, kalbinde şüphe ile geldin., demesi kendini hayrette
bırakmış, gayriihtiyarî yüreğinde ibir itim at husule ge­
tirm işti. ı j
• • • i

Çardaklı bakıcı bittesadüf, yekdiğerini m üteakip ken­


dine m üracaat eden o iki hanım ve bunların m ensupları
hakkında tahkikat ve tetkikata girişerek Sâitbe, Şöhret,
Mâil ve Hayatiye dair bir hafta zarfında hem en hem en
şu romanda gördüğümüze yakın m alûm at toplamıştı. Ne-
fisenin endişesi bu hanım ları, beyleri iyice soyabilmek
için birer amansız yerlerinden kavram aktan başka bir
noktaya m âtuf değildi. Hoca Hanım arzu etse hem para­
sını alır, hem de Sâibeye b ir iyilikte ¡bulunabilirdi, lâkin
böyle hayırhahane davrandığı takdirde iş kısa kesiliyor,
dolandıracağı paralar da m ahdut kalıyordu. K arının en
büyük k â n bu keyfiyeti uzam a kabiliyeti taham m ül ede­
ceği kadar uzatm akta idi. Bu da nasıl olur? Tabiî Mâil, Şa­
ibe, Şöhret; bu üçünün arasında itilâf husulüne uğraş­
m akla değil; h er halde bunların beynindeki tenafürü, zıd­
diyeti tezyit, m ünazaa sebebini -büyütmek, şiddetlendir­
m ekle olur... 1 i i
196 TESADÜF

Sâibe ile Nimeti H anım ı ikinci ziyaretlerinde Hoca


Hanım epeyce çatkın b ir çehre ile kabul etti. Zavallı Sâi­
be, daha dinlenilmeden evvel, hocanın yumurtlıyacağı
cevherlerin dehşetinden ürkerek, acaba neler işiteceğim
korkusiyle titriyordu.
Tütsüler yakıldı. Hoca Hanım bir iki gerinip esnedik­
ten sonr kelâmını hacet sahiplerine tevcih ile:
— Kızım, iyi saatte olsunlar sizin niyetiniz için ibeni
bu hafta çok sıktılar. M ademki böyle büyük b ir derdiniz
var; ıbana gelmek için biraz daha erken davransanız ne
olur? M arazını eskitip eskitip de tam am öleceğine yakın
hekim e m üracaat eden hastalar gibi, siz de derdinizi bu
dereceye getirinceye kadar niçin durdunuz? Ne beklediniz
bilmem ki?.. Siz işi eskitmişsiniz gitmiş...,
Sâibe — A rtık çaresi bulunm az mı efendim?
— Bulunur, fakat uzun olur. Ben çok sıkıntı çekerim.
Nimeti Hanım — Aman efendim, bu zavallı ISâibe Ha­
nım a m erham et ediniz. Bu işde sizin için büyük bir ecir
vardır. Biçareyi ev bark yıkımından kurtaracaksınız...
Nefise — K urtarm ağa uğraşacağım ama, Sâibenin de
kabahati büyük...
Nimeti Hanım — Ne yaptı Hoca Hanımcığım? İyi sa­
atte olsunlan rahatsız edecek bir halde, harekette mi bu­
lundu?..
Nefise — Değil efendim, değil... Onun kabahati baş­
ka; b ir kocasmı zaptedemedi; elin fahişelerine kaptırdı.
Nimeti — Onun elinde mi efendim? Onun elinde ol­
sa, canım verir de yine kocasını kimseye vermez.
Nefise — Yaptığım davette haber aldığım şeyleri size
nakledeyim de, haklı olup olmadığımı o zaman anlarsı­
nız... Bu hanım ın kocası Mâil Bey azalı hayli zaman ol­
muş. Halinden, tavrından, işrete ve geceleri evine gelme­
meğe başlamasından Sâibe Hanım, beyinin uygunsuz bir
yola saptığını anladı. F akat beyine hiç bir şey söylemedi.
TESADÜF 197

H er şeye taham m ül etti. Ahmak kadın, niçin taham m ül


ediyorsun? Evet, ses çıkarmadı. Nihayet Mail h er şeyi
başa kaka anlattı. (Yumruğu ile yam ndaki çekmecenin
üzerine vurarak) Efendim, bu hanım yine taham m ül etti.
O zaman bana geleydi, ben o sarı saçlı Şöhret Hanımı
Maile yılan gibi soğuk gösterirdim...
Sâibe — (Ağlıyarak) Bu dediğiniz şimdi de olmaz mı
efendim?..
Nefise — Şöhretin muhabbeti, aşkı Mâilin göynünde
artık dal budak salıverdi. Olur kızım ama, çok para gider.
Benim de uğraşmadan canım çıkar.
Sâibe — '.Sizi zahmete koyacağıma canım sıkılır efen­
dim, ama paranın ehemmiyeti yok. B ütün varım bu uğur­
da feda olsun. Siz kocamı eski haline getiriniz de bana
para pul, hep o...
Nefise — (Fal ile keşif suretinde sarf ettiği sözlerin
m uhatapları üzerinde peyda ettiği tesiri anlam ak için
hâcetçilerin dikkatle yüzlerine göz gezdirerek) Dedikle­
rim de bir eksiklik var mı?
Sâibe — Ah hoca hanımcığım, yok... Bir noksan yok.
Hep hakikati söylüyorsunuz. A rtık bütün ümidim sizde,
iki gözüm...
Nefise — Kızım, sözlerime inanıyor; bana iyice bel
bağlıyorsan, ne dersem onu yap...
Sâibe — Başüstüne efendim, başüstüne...
Nefise — İyi saatte olsunlar kocanı bana bak nasıl
haber verdüer: Mail Bey, Şöhreti kötülere mahsus evlerin
birinde gördü; sevdi. K arı da sarı saçlı, pembe beyaz,
genç, vardakosta dilber şey ha...
Nefise, Şöhreti böyle tavsif ederken şiddetli teessür­
den Siâibenin her tarafı titriyor, rengi uçtukça uçuyordu.
Hoca Hanım, m uhatabının amansız, zayıf taraflarım
yoklıya yoklıya sözünde devamla:
— Yüreciğini dağlamıyayim yavrum... Kocan Mail
198 TESADÜF

Bey beceriksizdir. Böyle işleri kendi kendine pek başa­


ramaz. H ayati isminde bir çapkın onun önüne düştü; ho­
vardalıkta yol gösterdi. Kocan o kadının uğruna su gibi
para sarf ediyor. Nazeninin arkasında birkaç kişi daha
var. Mail karıyı onlardan ku rtarm ak için Samatyada ev
tuttu, döşetti, dayattı. Aşçı, uşak, at araba; hepsi mükem­
mel....
Sözün burasında Şaibeye bü tü n b ü tü n bir fenalık
geldi. Bayılmak üzere iken Nimeti Hanım konsolun üze­
rinden bir bardak su yetiştirdi. Yüzüne serpti. Çantadan
küçük b ir şişe çıkardı, koklattı. Diğer bir şişeden suya
dam latarak içirdi. Nimeti Hanım Sâibenin artık tabiıbi
gibi olmuştu.
iSamatyadaki hane keyfiyetinden henüz Sâibenin ha-
iberi yokken bunu o saatte öğrendiğini Nefise, zavallının
o hallere uğramasından anladı.
Bedbaht Şaibe baygınlığını ıgeçirir geçirmez yerinden
fırladı, Hoca Hanım ın dizlerine sarılarak:
— Hanımcığım, o kötü karıya Sam atyada ev mi tu t­
tu?..
Nefise — T u ttu yavrum ; tuttu. Ya, iş eskidi diye ben
niçin telâş edip duruyorum ? Zavallı kızım, safdil Sâibe-
ciğim, gözünü aç... Ev tuttuğu b ir şey değil, akşama saba­
ha karı kendine nikâh ettirecek!..
Bu korkunç ihbara karşı Sâibeden sel gibi göz yaşları
boşandı. Uğradığı felâketin "bu m üthiş hafrelerini o daki­
kaya kadar hiç akima getirmemiş, nazarından böyle kor­
kunç şeyler geçirmemişti; o anda gözleri karardı; bütün
cihan zindan kesildi. Mâil ile kendi arasında vartalar,
girdaplar, tarassudu nâkabil derinlikler açılıyor; zevci,
sarı saçlı, pembe beyaz b ir kadınla el ele, erişilmez, gidil­
mez, intüıasız ufuklara doğru çekiliyor, gidiyordu. H er
tarafım saran o zulm et içinde iSâibe yalnız bu iki çehreyi
TESADÜF 199

seçebiliyor, bu âşık ve âşıkayı zifiri siyah ,bir zemin üze­


rine ateşle tersim edilmiş bir levha gibi görüyordu.
Bedbaht Sâibe en nevm it kaldığı saatlerde bile Mâilin
b ir gün gelip de o karıdan arzusunu alacağı, onu terk ile
yine ailesi evine avdet edeceği em rinde türlü ihtim aller
düşünür, .bu cihetten kendine birçok teselli yolları a ra r­
ken şimdi kocasının o kötü karı ile evleneceği hakikatine
karşı mukavemete artık kendinde kudret bulamıyordu.
Hoca Nefise Hanım bu keyfiyette kendi kârını her şe­
ye takdim etmek yolunu tuttu ğ u halde bile son teellü-
m atla inliye inliye, ağlıya ağlıya dizlerine kapanan şu ta ­
lihsiz kadmm felâketine acım aktan kendini alamadı. F a ­
kat m erham et ve rikkat icabına kapılıp evvelce verdiği
kararı değiştirmedi. Zavallıya gûya biraz teselli vermek
isteyerek:
— K alk kızım, bu kadar meyus olma. H er şeyin çaresi
bulunur. Hem öyle çocuk gibi ağlam ak b ir işe yaramaz.
O karıya alâka ettiği gündenberi kocanla beyninizde ge­
çen halleri bana b ir bir anlat bakayım.
Sâibe — Efendim, anlatmağa hacet var mı? ,Siz hep­
sini biliyorsunuz. O işi azıttı, ben sükût ettim. O azıttı,
ben taham m ül gösterdim. Nihayet işte bu peleseye geldi.
Nefise, zavallı Şaibeyi galeyana getirdi getirdi, söy­
letti. Mâil hakkm daki m uhabbetini, Şöhret aleyhindeki
nefretini kabarttı, kabarttı söyletti; bu karı koca .beynin­
deki esrara tamamiyle vâkıf oldu. Şimdiye kadar Mâil ile
B'âibe arasında ne gibi m ektum haller cereyan etmişse
hepsini öğrendi.
Sâibe artık Hoca H anım ın keskinliğine iyiden iyi kani
oldu. Çünkü her şeyi olduğu gibi ismiyle resm iyle ¡haber
veriyordu. Nefise Hanım yapacağı ikinci b ir davet için bu
dertli kadm dan on lira daha kopardıktan sonra yine kaş­
larını çatıp iyi saatte olsunlar nam ına hususî talim ata (gi­
rişerek:
200 TESADÜF

— Kızım Sâibe Hanım, şimdi beni dinle. Ben artık


bu işi üzerim e aldım. Mâili o kadının sevdasından k u rta ­
racağım. F akat dediklerimi tam am iyle yapmalı. Şimdi sa­
na yazılı ufak ufak mavi kâğıtlar vereceğim. Bunları su­
da ıslat, kocan geldiği akşam lar 'bir kolayını bulup içir...
(Fildikos gömleği iade ile) Çam aşır değ'ştirdiği vakit
bunu da arkasına giydir. Öbür gelişinde yine çamaşırın­
dan bir şey getir. B unların icrasında bir güçlük yok. Şim­
di gel önüme bakayım; sana da ¡bir nefes edeyim. (Şaibe­
nin başına on dakika kadar okuyup üç defa püfiedikten
ve bir bardak da nefesli su içirdikten sonra) İyilik, sağ­
lık, oh kızım oh... Haydi git, pencereden gökyüzüne (bak.
Bu gece hafiflersin; sıkıntın azalır. Şimdi kulaklarını aç,
beni iyi dinle. A rtık kocana karşı miskinliği, sükûtu, ta ­
ham mülü bir tarafa bırak. Mâil Beyin konağa geldiği ilk
akşam gözünü yum, ağzını aç; beyefendiyi bir âlâ ^onat.
Dostuna Samatyada evler tutm uş, döşetmiş dayatnrşsm ,
kepaze herif, de. Söyle korkma, senin arkanda ben varım.
Ne söylersen söyle, Mâil sana bir şeycik yapamaz. Ya o fa­
hişe karı, ya ben, de; ayak dire... H er şeyi yap, her şeyi
söyle... Yalnız buraya, bana geldiğinden bahis açma. On
gün sonra yine bana gel... (Arkasını sıvayarak) Haydi
yavrum, haydi güzelim!.. Ben ne M âilleri adam ettim.
Bunu da yakında yola getiririm inşallah...
Taltifleriyle Hoca H anım hâcetçilerini savdı. Nefişe­
nin Sâibeye, kocasına karşı böyle hiddet, şiddet tavsiye
etmesi, biçareyi zevcinden boşatıp işi büsbütün büyüt­
mek, alevlendirmek içindi. Talâk vukubulursa muhabbe­
tinin ifratı sebebiyle Sâibe, Mâilsiz duramayacağından,
tek rar varm ak için yine Nefiseye m üracaat edileceğini
ve bu defa alınacak ücretin, evvelkilere kıyas kabul e t­
mez derecede yüksek olacağını karı biliyordu. Nefisenin
bu husustaki m enfaati işi kızıştırm akta idi.
Sâibe, Hoca Hanıma:
TESADÜF 201

— Bakıcı hanım, sen kocamla 'benim aram ı bulmağa


söz vermişken, işi bütün tbütün berbat edip beni sevgili
beyimden ayırttın...
Yolunda şikâyete kalkarsa, Nefise Hanımın, iyi saatte
olsunlan bahse k atarak bu muahazeye karşı verecek bin
tü rlü cevabı vardı.
***

Biçare Şaibenin teessüratm a m ahrem olan ayni b a ­


kıcı odasında, üstünde ağladığı, sızladığı, bayıldığı ayıl­
dığı ayni sandalyede üç gün sonra diğer bir genç kadın,
Hoca Nefise Hanıma gizli sırlarını döküyor, arasıra ye’se
mağlûp olarak ince keten m endile göz yaşlarını içiriyor^
du. Bakıcının 'bu ikinci dertli müşterisi, Mâil Beyin k a­
patması, ¡Sâibenin rakibesi Şöhret Hammdı.
Bakıcı hanım, Sâibeye gösterdiği o çatkınlık tavrını
Şöhrete karşı da alarak:
— Kızım, geçen hafta «sevgili Mâilim üç gecedir gel­
miyor, kederim den kuru tahtalara yatıp inliyorum..» di­
ye çırpmıyor, şikâyetler ediyordun. İki gece sonra beyin
geldi, değil mi?
— Evet, geldi Hoca Hanımcığım. Sâibenin «Çarşam­
ba» taraflarında viranedeki b attal kuyuya attırdığı büyü
çıkın: nı siz oradan çıkarttınız mı?
(Müstehziyane b ir tebessümle) Ç ıkarttım zâhir..
Onu oradan çıkartmasaydım, Mâilciğin acaba senin yanı­
n a gelebilir miydi? Ç ıkarttım ama ne çektim... Bir kere
de onu sor...
— Vah vah hanımcığım, size çok eziyet mi oldu?
— (Titriye titriye üç defa yerinden kalkıp oturarak)
Eziyet de söz mü? Ne çektiğimi (ben bilirim... K arı o çı­
kını mükemmel afsunlamış. Kuyu Çarşambada ama, çı­
kın dünyanın tâ öbür tarafına gitmiş... Neyse buldurduk...
M âil Bey sana geldiği vakit hali, tav rı nasıldı?
202 TESADÜF
— (İçini çekerek) Âdeta hasta gibiydi. Pek düşünü­
yor, hiç lâkırdı etmiyordu. Onun ıbüyük bir derdi var ama
anlıy amıy orum...
— Şaşkın kız; anlıyamazsin zahir... Bir erkeğin kar­
şısında telli ¡bebek gibi yalnız süslenip gezmek para et­
mez... Bir insan beyinin içini dışını bilmeli... O öyle ni­
çin düşünüyor bakayım?
— Bilemiyorum efendim... Anlamıyorum.
— (Hiddetle) Bunda anlamıyacak ne var?.. Karısı
Sâibe burgu, o adam tahta; gece gündüz vır vır v ır
(ayal) ini oyuyor, yeyip bitiriyor, şöyle...
— Kocasından ne istiyor canım?..
— Ne istiyecek?.. O kadın senin gibi miskin değil.
Ya Şöhret, ya ben diyor, ayak diriyor... Seni akşama sa­
baha terkettirecek. ISen öyle Mâil Beyin m uhabbetine
pek güvenme... İki akşam gelmez, üç akşam gelmez; dör­
düncüsünde bakarsın ki Mailden eser yok... Bir daha se­
ni arayıp sormayıverir...
— (Ağlıyarak) Sonra ben çıldırırım...
— (Hafif tebessümle) Kimin umurunda?..
— öyle söyleme Hoca Hanım, öyle söyleme... Beni
şimdi ıhaykırta haykırta bayıltırsın...
— Kızım, gözlerini aç... Böyle işlerde haykırm ak, ba­
yılm ak akçe etmez... Bütün kabahat sende...
— K abahat niçin ¡bende olsun?.. Beyin âdeta nikahlısı
gibi b ir sadakat gösteriyorum. Bir kusurum , günahım
yok...
— Nikâh olmadan öyle olmuş gibi b ir doğruluk, sa­
dakat göstermen, işte kabahatlerin en büyüğüdür...
— (Şaşırarak) Ne dediniz, anlıyamadım?..
— O güzel kafan nihayet bu işi anlar ama, Mâil de
elden gitmiş bulunur. Kızım, senin mevkiinde bir kadn,.
dostuna karşı sadakat, doğruluk göstermekle ona yarana­
maz...
TESADÜF 203

— Bir hiyanetim i, sadakatsizliğimi görürse beni der­


hal terketm ez mi?
— (Gözlerini açarak) Etmez... Ona doğruluk göster­
dikçe, sadık kaldıkça senin için terkolunm ak tehlikesi
vardır. Çünkü artık seni kendi has malı gibi addeder. Ni­
kâha da lüzum görmez; az vakit sonra da bıkar. Adını sa­
nım ağzına almayıverir. Sen ondan şimdi ne koparırsan,
onu kıskandırm akla koparabilirsin... Daima ikinizin ara­
sında bir üçüncü erkek gölgesi olmalı... Şimdi Mâil seni
o kadar seviyor ki, b ir erkekle tutsa bile mümkün değil
senden vazgeçemez. Ama, kıskandırm ayıp da kendini Mâ-
üe vakfedersen, az m üddet sonra onun muhabbetinde bu
şiddet kalmaz; yavaş yavaş senden usanır.
— K ulaklarım a inanamıyacağım geliyor...
— B uralara akim erm edikten ,sonra sen nerenin naze­
ninisin?.. Kızım, avuçla lira versen bu nasihatleri benden
başkasından işitemezsin... Sözlerime iyi dikkat et. Mâilin
üzerine m utlaka bir hiyanette bulun, demiyorum. Daima
arada bir rakip bulundurur gibi davran... Seni elinden k a­
çırm ak tehlikesini Mâile anlatm aktan b ir an hâli kalma...
Üç gece kaybolup dördüncü akşam geldiği, âdeta hasta
gibi olduğu vakit sen ona karşı ne m uamelede bulundun?
— (Mendiliyle göz yaşlarını silerek) Ne muamelede
bulunacağım?.. Ağladım, sızladım, bütün hicranlarım ı
döktüm. Üç gecedir yerde yattığımı, önüme konan yem ek­
lere el sürmediğimi anlattım. Bir daha beni böyle üç ıgece
b ir sıraya yalnız bırakm am ası için yem in ettirdim . K en­
disi yanımda olmadıkça günlerin, gecelerin bana yıl k a­
dar uzun ¡geldiklerini söyledim...
— (Hiddetle ellerini dizine vurarak) Sus artık alık
karı, sus... Böyle erkek zaptolunmaz. Bak öfkeden dudak­
larım ıgüverdi.. Kâz, sana böyle mi ders verdiler?
— (Sesini dikleştirerek) Hoca Hanım, affedersiniz,
însanı o kadar alık, bön yerine koymayınız. Ben alacağım
204 TESADÜF

dersi mükemmel aldım. Mail Bey gibi çoklarını yardan


atlattım . F akat bunu cidden seviyorum. Sevdamı zaptede-
miyorum. Bir gün, iki gün dişimi sıksam ,bile üçüncü gü­
nü ağlıyarak bütün gönlüm ün esrarını döküveriyorum...
Aşkımı yenm ek kabil olmuyor. Sevmediğim bir erkeğe
karşı ne yolda olsa lisan kullanabilirim . îşin içine böyle
şiddetli sevgi girince iş değişiyor. Meselâ o gelmediği za­
m an yem ek yiyemiyorum. Şimdi ıben mideme nasıl b u ­
yurup da iştahım ı açabilirim? Sonra uyku uyuyam ıyorum.
Dön bu tarafa, dön o tarafa; uyumağa uğraştıkça daha
muazzep oluyorum. Bu sevda hastalığı o kadar tu h af ki,
insan kendi kendine malik olamıyor... îşin en fenası, zev­
cesi .Sâibe Hanımı beyden son derece kıskanıyorum...
— (Dikkatle Şöhrti süzerek) |Sahi hastasın kızım, gö­
nül hastası... Fakat bu m uhabbete perhiz lâzım. Dedikle­
rim i yapamıyacaksan, nafile ben bu işi üzerime almıya-
yım...
— Sözlerinizi yerine getirmeğe uğraşacağım... Sizden
himmet, benden ıgayret...
Hoca Hanım ¡gözlerini kapayıp b ir m üddet hom urdan­
dıktan sonra:
— İyi saatte olsunlar, M âil ile senin izdivacınızı ar­
zu ediyorlar. Eğer nikâh ettirmezse Şöhret sevgilisini
elinden kaçıracak diyorlar. Bunun için verdikleri talim at
da şunlar: Mâil Bey geldiği akşam Şöhret H anım m ükem ­
mel b ir kavga etsin. cBöyle kötü karı namı altında yaşa­
m aktan artık bıktım. Tövbekârlığa cidden k a ra r verdim.
Beni kendine nikâh edeceksen et; etmiyeceksen doğru bir
cevap ver; yakam ı senden sıyırayım... Ciddî, kalbî bir töv­
be ile eski günahlarım dan kurtulm uş olurum. Beni şer’î
b ir akidle alacak bir adam elbette bulunur. A rtık elimi
eteğimi bu (çirkef) yaşayışından çekeceğim. Benim bu
namusluca teklifimi kabul etmemek, gönlüne nedam et
erişmiş b ir günahkâr kadını tövbeden, iyi yola gitmeden
TESADÜF 205

alıkoymak dem ektir. Dünyada, âhirette benim için büyük


bir ukubet olan böyle bir fena halde devamımı, kalmamı
isteyen bir adam bana dost değil, ibüyük b ir düşmandır.
Teklifime bir cevap ver bakayım : Sen benim dostum
m usun, düşmanım mısın? Anlıyayım...» desin diyorlar.
İyi saatte olsunlar böyle söylüyorlar. Bak ben de ne di­
yorum kızım... Bu teklifi ıböylece edersin. Baktın ki
aldırmıyor; seni alacak b ir erkek hazırm ış gibi davranır­
sın... Eski aşinalarından biri yok m u? îşte onu ortaya sü ­
rü ver...
— Eski âşinalarım çok... Bu son defa kendini terke-
dip kaçtığım Şeydâ Bey var...
— Hah, işte pekâlâ... Şeydâ Beye bir haber gönder.
Mâille ıbir (maraza) kapısı açsın... K orkm a yavrum. Mâili
iyi b ir donat... Kabil değil seni terkedemez. F akat demiri
tavında dövmeli... Şey yavrum , Şöhret, b ir mesele var,
onu m erak ettim. ¡Sen b u Mâile nikâhla vardıktan sonra
heriften bıkarsan ne yapacaksın? Ayağm bağlı b u lu n a­
cak... , ; | ■i ! ı - s
— (Gülerek) A, bu işten kolay ne var Hoca Hanım?
Ben ondan usanmıyayım yoksa... Hiç ben köstek tu tar
mıyım?..
Nefise, Şöhreti de okudu üfledi. Mâile suyunu içir­
mek için yazılı kâğıtlar verdi. Sâibeye yaptıklarını aynen
buna da yaptı. On gün sonra yine kendine m üracaat e t­
mesi tavsiyesinde bulundu. O günlük son nesayihi olmak
üzere:
— Sâibe Hanım keskin bir büyücüye gidip geliyor.
Onun büyülerinin zıddmı bulup da yaptıklarını hüküm ­
süz bırakm ak için çok sıkıntı çekiyorum. Gevşek davra­
nırsan Mâil elden gider.
Dedi. Bu sıkıntılara mukabil on lirasını aldı. On gün
sonra yine m üracaat etmesini ih tar ile Şöhretin arkasmı
sıvayarak:
206 TESADÜF

— Haydi yavrum, korkma. Senin zahirin benim... Ba­


ğır çağır...
Teşvikiyle m üşterisine yol verdi.

9
MAİLDE TELÂŞ
Mâil berm ûtad yine toır akşam kalemden konağa av­
d et etti. O ıstırap haneye gireceği esnada yüreğini hale-
can alırdı. Bu teessürünün birinci sebebi, o geceyi Şöh­
retten uzak geçirmek mecburiyeti, İkincisi harem e girer
girm ez kendini istikbal edecek zevcesi Sâibenin müessir
hüznü idi. Biçareyi öyle zayıf, uçuk, mağmum bir çehre
ile görmesi — bu, hale sebep kendi olduğunu bildiği için —
Mailin rikkatine dokunuyor. Kendi kendine:
— Zevcesi tarafından bu kadar şiddetle sevilmek de
bazan bir erkek için büyük bir bedbahtlık, âdeta bir fe^
lâket olacağını bilmezdim.
Derdi. O akşam içeri girdi. Merdiven başında boylu
boyunca pîşi teessürüne çıkan, b ir gam heykeli gibi diki­
len zevcesinden eser görmedi. Taaccüp etti. ¡Şaibenin is­
tikbale çıkamaması fevkalâde b ir hale delâlet ediyordu.
Evlendiklerindenberi zevcesinin sebepsiz böyle Ibir ihmali
hemen hiç görülmemişti. Delikanlı yine içinden:
— Hasta olmalı; hasta... F akat az buz b ir hastalıkla
da Sâibe bu ihm alde bulunmaz. Çok hasta olmalı...
Dedi. Dairesine girdi. A rkasından pardesüyü, başından
fesi attı. Bir (robdöşambr) giydi. Odanın içinde beş aşa­
ğı beş yukarı gezinmeğe başladı. O aralık zevcesinin has­
talığı Mâilin işini pek ‘b ozacaktı. Çünkü h er akşam ko­
nağa gelmek lâzım... Zevcesi yatağın esiri iken beyin öyle
haftada birkaç gece gaybubeti, bu bapta ne kadar kuv­
vetli ve meşru sebepler gösterse, ne kadar m uhik maze­
retler icat etse yine ev halkınca fena tefsirlere, kötü telâk­
TESADÜF 207

kiye uğram aktan kurtulam ıyaeaktı. «Karısı bir kalıp ya­


tıyor da çapkın fütursuz zevkinde, eğlencesinde geziyor»
denecek. Belki de Sâibenin hastalığına kocasının bu ge­
zintileri sebep olduğu hakikatleri eşelenecek..- Hayli za­
m andır karı koca beyninde sır olarak devam eden facia
patlak verecek... Her gece karısı nezdinde bulunm ağa ceb­
ri nefs gösterse, beri yanda Şöhreti nasıl teskin etmeli?..
Karı küplere binecek; beni ıböyle yalnız evlere çıkardın
da hizmetçiler eline bıraktın. Kendin gelmez, görünmez
oldun. Hanım karın bu k ad ar kıym etli idiyse evvelce dü-
şüneydin. Ben sensiz durup oturam ıyorum . M utlaka haf­
tanın yarısını benimle geçirmelisin., dâvasına kalkışa­
cak...
Mâil düşüne düşüne gezindi; yine kendi kendine:
— Ben de ne kadar hodbinlikle düşünüyorum. Sâibe­
nin hastalığı ağır mıdır? Evvelâ orasını aklım a getirm iyo­
rum da, Şöhretle olacak macerayı düşünüyorum.
Dedi. Zevcesinin 'hastalığı ağırsa?.. Tehlikeli ise?.. Bi­
çare vefat ediverirse?.. Mâil o zaman izdivaç rabıtasın­
dan kurtuluyordu. Şöhrete olan m uhabbetinden, sevdası
derdinden dolayı kendinden artık hesap soracak, ef’alini
muahazeye nefsini salâhiyettar ¡bilecek meydanda kimse
kalmıyordu. O zaman fahişe karıyı doya doya sevebile­
cekti...
Bunları düşünüp gezinirken Mâilin gözleri aynaya
isabet etti. Kendi kendinden utandı. Çehresi kıpkırmızı
kesildi. Sâibenin vefatm ı arzu eylediğini nefsine karşı
itiraf etmek istemedi. Vicdanını tenzih için tevil yolları
aradı. H akikatte zevcesinin ebedî gaybubetini arzu eyli­
yor; fakat o surette ki, zavallı kadın hastalansın, Mâil
onu kurtarm ak için son gayretiyle uğraşsın... M üracaat
etmediği deva, şifaî tedbirler bırakmasın... Lâkin hasta
kurtulm asın. Vefatından sonra zevci beyefendi hem ken­
di vicdanına, hem de âleme karşı:
208 TESADÜF

— Ne yapalım? Başvurmadığımız deva kalmadı. Tıp


fenninin son tedavi usulünden yardım .beklemekte kusur
etmedik. Heyhat! Ecele çare olur mu? Kurtaramadık...
Diyebilsin.
Bizi ruhun samimiyetiyle sevenler hakkm daki bu k a­
yıtsızlığımız, nankörlüğümüz onların gaybubetleri, vefat-
lariyle ekseriya hissiyatımız üzerinde bir aksülâm el h u ­
sule getirir. K endilerini elden çıkardıktan conra kıym et­
lerini anlarız. Gençlikte hem en um um iyetle gönlümüz
her tarafa devran meyli görülen o fırıldaklara benzer ki,
sevda rüzgârı ne taraftan eserse o cereyana kapılmakta,
h er aşk sarsarı ile dönmekte güçlük çekmez. F akat gönül
'bu hercailiklerden usanınca, aşk ve havadan yorulunca,
evvelki nefsanî huzuzat artık şefkate tahavvül eder. H a­
yatın yorgunluk devresinde badem a ruhun sükûneti, vic­
dan tesellisi arar. ı t > >
îşte Mâil bu fırıldak devresindeydi. Şaibenin kıym e­
tini, lüzumunu hakkiyle takdir edebilmek için daha se­
neler, seneler lâzımdı. Tefekkürlerinin bazı müheyyiç ak­
şamını m ırıltıdan biraz yüksek derecede söylenerek ge­
zindi. Sâibe hasta ise halayıklardan, hizm etçilerden ni­
çin biri gelip de hanımın rahatsızlığım h ab er vermiyor?
Bir şey lâzım olup olmadığını sormuyor? Beyefendi so­
yunacak mı, oturacak mı? Kimsenin vazifesinde değil...
Sâibeyi hasta zannettiği halde (bile m ûtad hilâfı hizm eti­
ne şitap gösterilmemesine hiddet eder gibi oldu. Zile bas­
tı. Biraz sonra içeriye Sâibenin (halayığı Gülendam girdi.
Mail sordu:
— Hanım nerede? Keyifsiz mi?
— H ayır efendim, keyifsiz değil...
— Ne iş görüyor öyleyse?..
— Şey efendim, aşağıda Nimeti H anım la tavla oynu­
yor...
— Acaip!.. Benim geldiğimi duymadı mı?
TESADÜF 209

— Bilmem efendim...
— Haydi git halber ver. Bey geldi, sizi istiyor de...
Halayık çıktı. Beş, on dakika, bir çeyrek geçti. Sâibe
Hanımdan eser yok... Acaip kelimei istiğrabiyesini Mâil
asıl şimdi, hem de birkaç defa salıverdi. Yirmi dakika
sonra nihayet Sâibe geldi. Mâil:
— Bendeniz geleli b ir saati geçti. Nerede idiniz? G el­
diğimi duymadınız mı? i ' ! t
— Duydum. F akat tavla oynuyordum da oyunu b ıra­
kamadım.
— Sizi oyundan kaldırıp rahatsız ettiğim için affımzı
istirham ederim. Aşağı buyurunuz. Oyununuzun arası so­
ğumasın...
Mâil, bu teklifinin şiddetle reddedileceğine intizarda
iken Sâibe:
— Peki... Ben gidiyorum. Gecelikleriniz orada, her
şeyin yerini ¡biliyorsunuz. Kendiniz soyununuz. İsterseniz
size yardım etmek için Gülendamı göndereyim...
Sözleriyle yürüdü, gitti. Bu muameleye karşı Mâil b ü ­
tün bütün şaşırdı. Afalladı. Gözlerine, kulaklarına inan-
mıyaaağı geliyordu. Şu hali bir hakaret sayarak ıbeş on
gün konağa gelmemek için bundan b ir münazaa vesilesi
çıkarm ak yolunu düşündü. Şöhretin muhabbeti şiddetlen­
dikçe, diğer hissiyatına galip geldikçe .anası, babası, k a­
rısı hakkm daki hürm eti, sevgisi azalıyor; daha doğrusu
onları göremez, düşünemez oluyordu. Evet, zevcesinden
gördüğü bugünkü muameleyi h akaret addederek beş on
gün konağa gelmemek... Bu gaybubet günlerini de sevgili
Şöhretinin yanında geçirmek... B unu çok düşündü ve m u­
vafık bulmadı. Bu uzun gaybubeti ailesince m erakı davet
edip de oğullarının nerede bulunduğunu araştırm ağa kal­
kışırlarsa, kapatm a keyfiyeti meydana çıkarsa, zavallının
işi bitikti. Çünkü Mailin pederi, gelini Sâibe Hanımı he­
men oğlundan ziyade sevdiğinden, bu «Şöhret» beliyesi
14
210 TESADÜF

aile arasında aleniyete çıkar çıkmaz mahdum beyin diz­


ginleri kısılacak, derhal lâzım gelen nasihatlere girişile­
cek, nasihatle olmazsa tekdire kıyam olunacak... Öyle de
uymazsa Mâilin elinde para bırakılmıyacak... Kabilse g it­
sin, kaleminden aldığı bin kuruş m aaşla geçinsin... Deli­
kanlının hep o atması, tutm ası baba sayesinde... Ayda
doksan, bazan yüz altını tecavüz eden m asarifin membaı
kuruyuverecek...
Mâil tefekküratını buralara getirince Sâibe ile bozuş­
m ak hiç işine gelemiyeceğini anladı. F ak at zevcesinin
kendini şiddetle sevdiğini bildiğinden, m üm kün olduğu
kadar biçare kadına nazlanarak, kafa tutarak idarei mas­
lahat etmek yolunu düşündü.
Akşm oldu; ailece yem ek yendi. Sâibe pek soğuk bir
tav ır gösteriyordu. Zevcesinin halinde bir fevkalâdelik
var ama, Allah encamını hayreyleye. Bakalım sonu ne
çıkacak?..
O gece karı koca dairelerine çekildiler. Beyinlerinde
yarım saatten ziyade Ibir m üddet sükûtla geçti. H er ikisi
de gûya yekdiğerine hitap etm ekten korkuyorm uş gibi
birer tereddüt ve ihtiraz halinde idiler. Mâil göz ucuyla
karısının haline dikkat ediyor, zavallıyı h e r vakitten zi­
yade solgun, zayıf, m üteellim görüyordu.
Sâibe eline bir kitap, kocası da ıbir gazete aldı. İkisi­
nin de göz gezdirdikleri satırlardan ,bir kelimecik zihinle­
rine girmiyordu. Sayfaları ellerinde mahzâ yekdiğerin-
den teessürlerini gizlemek için birer ufak hâil, perde ol­
m ak için tutuyorlardı. Büyük fırtınalardan evvel görü­
len sükûnete ıbenziyen bu halin daha ziyade devamına
Mâil sabredemedi. Ne var? Zevcesine ne olmuş? Bunu
pek m erak ediyordu. Gazeteyi elinden bir tarafa bırakıp
ilk istizaha kendi cüret ederek:
— Hanım; gündüz duçar olduğum hakaretinize bu
TESADÜF 211
akşam inzimam eden m ünfeilâne sükûtunuz, beni h ay re­
te m üstağrak e tti M aksat tahkir ise gündüzki kâfi...
Sâibe ¡gözlerini kitabın satırlarından ayırm ıyarak gû­
ya bu sözleri duymamış giibi hiç cevap vermedi. Mâil beş
on saniye cevaba intizardan sonra:
— Bana söz söylemeğe yem in mi ettiniz, hanım efen­
di?..
Sâibe gözlerini kitaptan ayırıp:
— Yemin etmedim efendim... Bir kadının, zevcine
karşı ömrü oldukça söz söylememek için yemin etmesi
kabil olaydı, belki cariyeniz de ederdim... Lâkin ne y a­
payım, kabü değil...
— Demek o kadar bendenizden müteneffirsiniz? Pek
tuhaf!..
— Zannettiğiniz kadar da tuhaf değil efendim... Daha
beynimizde ne tuhaflıklar var ki, nisbet edilse bu hiç ka­
lır...
— Sâibe Hanımefendi! Kocanıza hitap ederken çehre­
nizin aldığı küstahça tarzı görmek isterseniz lütfen ay­
naya bakınız... Maksadınız istiskal ise bu hakaretlere lü­
zum yok. «Herif ben senden nefret ediyorum; bu eve bir
daha gelme..» deyiniz...
— Beyefendi, çoktandır siz bu sözü bana söyletmek
istiyorsunuz. F akat buna terbiyem m üsait değildir. Bu­
nunla beraber çehrem, sözlerim size küstahça görünüyor­
sa ifadelerimi istediğiniz surette tefsir ve telâkkide ser­
bestsiniz...
— (Hiddetle) Yetişir Hanım! Yetişir!.. Seni istem iyo­
rum, buradan defol., demenin daha bundan nazikânesi
olamaz. Kızım M akbuleyi getirtiniz. Yavrumu bir parça
göreyim, şimdi giyinip kapıyı çıkayım... ,
— (Tebessümle) Yavrunuz M akbuleyi bir babalık his­
si ile değil, mahzâ sözlerinize bir rikkat rengi verm ek için
Kale alıyorsunuz. Çok şükür, çocuk kimsesiz değildir...
212 TESADÜF

Onu sevecek ıben varım. Büyük pederleri, büyük valide­


leri var... Ne 'ben, ,ne de kerim eniz sizin m uhabbetinize
m üîtekir değiliz. Siz (bütün sevda coşkunluklarınızı, öyle
bozuk 'bir kalbin tem ayüllerine m uhtaç olan yine öyle
bozuk karılara hasrediniz...
— (Gözlerini açarak) Sâibe, şimdi çıldırırım... Birkaç
gün zarfında böyle nasıl tıynetinizi teibdil ettiîniz? (Dik­
katle bakarak) Yoksa sen zevcem (evvelki Sâibe değil m i­
sin?..
— IS'iz evvelki Mail olm ak tıynetinden uzaklaştığınız
günderiberi cariyenizde de böyle bir tebeddül husulüne
şaşilamaz.
— Kulaklarım a itim at edemiyeceğim geliyor. Neza­
ketin, terbiyenin mücessemi zannettiğim bir kadın ağzın­
dan şu sözleri 'bundan ziyade işitmemek için hemen gide­
yim...
— (Bir isihkar nazarı atfederek) Gidiniz beyim. Dur­
duğunuz kabahat... Lâkin nereye gideceksiniz? Pederini­
zin evinde içiniz sıkılır. Otelde yatm ak âdetiniz değildir.
Sam atyadaki ¡evinize gideceğiniz b ir em ri âşikâr... SÖyli-
yeyim de arabayı hazırlasınlar. Bu âne kadar kira ara-
balariyle taşındığınız bir eve ,bu akşam da kendi' araba­
nızla gidiniz. Eğer Şöhret Hanım kıskanmazsa, onun tek­
dirinden korkmazsanız, kızınız M akbuleyi getirteyim, se­
viniz, öpünüz...
Bu Sam atyadaki ev sözünü zevcesinin ağzından işitir
işitmez Mailde hoşafın yağı kesildi. Çehresi evvelâ sap­
sarı bir renk aldı. Sonra kızardı. M üteakiben morardı. De-
mindenlberi göstermeğe uğraştığı câlî 'hiddet ve teessür­
lere bedel şimdi kendini korku ile karışık ciddî bir infial
yakaladı. Titriyen ibacaklarile odanın içinde b ir iki gezin­
di. Sâibe karşıdan m uzafferane (bir tavırla kocasına ba­
kıyor, onun öyle titrediğini, bukalem un gibi renkten ren­
TESADÜF 213

ge girdiğini gördükçe taşı gediğine güzelce yerleştirm iş


olduğundan dolayı seviniyordu. i
Mâil bir iki (gezindi; sükût ikrardan gelir. Böyle m ü­
him anlarda serî ,bir k arar ittihazı lâzımdır. Mâil için in­
kârdan başka çare yoktu. Şöhreti S&matyadan diğer bir
mahalleye nakil ile bu şayianın esassızlığmı ispat »müm­
kün zannediyordu. Eski tav rın ı bozmamağa beyhude ıbir
cebri nefsle kaşlarını çattı. K arısına dönerek:
— H akaretlerinize bir de yalan, böyle büyük bir iftira
ilâve etmeyiniz. Samatyadaki evim imiş; bu da nasıl söz?
Bunu da kim çıkardı?
Sâibe demindenberi gösterdiği m etanete rağmen artık
göz yaşlarını zapta m uktedir olam ıyarak gözlerini ¿sile si­
le :
— İnkâr etmeyiniz beyefendi... Size iftira eden yok.
Ben aleyhinizde ne yalanı kabul ederim, ne de iftirayı...
Sâibeyi her halde ¡aldatmak, kandırm ak lâzımdı. Ha­
zır kadıncağız ağlarken rikkatini b ü tü n bü tü n tezyit ile
m erham etini celp için Mâil koştu; zevcesinin dizleri önü­
ne atıldı. En müessir istirham sadasiyle:
— iSâibeciğim, seni ne kadar sevdiğimi bilmezsin...
Bugün şüı konağa girdim gireli bana ettiğin hakaretleri
işte affediyorum. Çünkü affetmem ek elimde değil... Se­
ninle beş dakika dargın durmağa taham m ül edemem. An­
laşılan aramızı bozmak için bazı husum etkârlar böyle
«Samatyada ev» filân gibi birtakım eracifle seni iğfale
uğraşmışlar... F akat onlardan ziyade bana itim adın lâzım
gelir. Ne ile istersen seni temin edeyim ki, ,bu dediğin şe­
yin aslı yoktur.
Sâibe m üteneffirane başını öteye çevirerek:
— Beyefendi, ayıptır. .Söylediği sözlere kendi itim at
etmiyen b ir aktörün sahte tavırları, câlî teessürleriyle
dizlerime atılıp da bedaheti inkârda bu kadar ısrar gös­
termeyiniz. Haniya, eski m ertliğiniz nerede kaldı? Bir­
214 TESADÜF

kaç ayda o m el’un karı sizin ahlâkınızı kendi gibi nasıl


bozmuş? Sizi karşım da yalan söylem ekte bu kadar cüret­
kâr görünce h er derdim i u n u tarak yalnız ıbu halinize sa­
atlerce ağlıyacağım geliyor... Evet Mâil, sen Sam atyada
bir ev tuttun. Döşettin, dayattın, o karıyı içine koydun...
Bu inkâr kabul etmez (bir hakikattir. Sokağın ismini, evin
rengini numarasını, sonradan taktırdığınız kafesleri aynı
aynına haber verirsem daha b ir diyeceğin k alır mı? Yine
inkâra cüret edersen seni şimdi m ephut bırakacak elimde
kavi deliller var... Câliyette, sahtekârlıkta bundan ziyade
ileri vararak beni yeisten bütün bütün öldürme...
Mâil asıl şimdi sıfırı tüketti. K arşısındaki Şaibenin
eski Sâibe olmadığını görüyordu. F akat zevcesi bu nâge-
hanî tebeddüle nasıl uğramış? Ona ıbir tü rlü akıl erdire-
miyordu. Samatyadaki evin tarifinde bu kadar m utabık,
m uvafık m alûm at aldıktan sonra inkârda bundan ziyade
ısrarın m ânası olabilir mi? Lâkin Mâil, m üşkül bir mev­
kide kaldı. Ne isnadı redde, ne tde hakikati itiraf edebili­
yordu. O melek gibi halîm, mütehamm il Sâibeyi böyle
galeyana, şiddete düşüren sebep nedir? Şüphesiz, Mâilin
¡Samatyada Şöhrete ev tutm uş olduğunu işitmiş olması...
Evet, görünürde bundan ¡başka bir sebep yok. Bunu duy­
m akla kadın birdenbire tabiatini tebdil etmiş. O tehev­
vürlere düşmüş. Şimdi Mâil b u rivayeti tasdik etse zevce­
si bütün bütün köpürecek... Halin gidişi onu gösteriyor.
Red, tekzip etse, mühatalbasını kandırabilm ek imkân ha­
rici gilbi görünüyor. İnkârının olanca m etanetiyle yine
Mâil redde cüretle:
— Sâibeciğim, seni iyiden iyi iğfal etmişler. Bu Sa­
m atyadaki ev keyfiyetinin aslı yok. Bu isnadı sen ne ka­
dar tek rar etsen, ben de o k ad ar şedden çekinmem. Ç ün­
kü esassız... (Birdenbire aklına ibir şey gelmiş gibi düşü­
nüp alnını sıvayarak) Ha, ha, şimdi anladım. Daire refik­
lerimden bir H ayati Efendi yok mu? İşte o zat Sam atya-
TESADÜF 215

da böyle b ir ev tuttu. Bu rivayet ondan azma olmasın?..


Hayati ev tuttuysa bana ne?..
Bu inkâra karşı Sâibe, yerinden fırlayıp yum ruklarını
sıkarak: ı v
— Beyefendi; âr, hicap denilen şeylerden külliyen
vaz mı geçtiniz? Bir fahişe sevdiğinizi bana itiraf ettikten
sonra onu bir eve kapatmış olmanızı inkârda bu çocukça
ısrarın mânası nedir? H ayati Efendi ile içtiğiniz su ayrı
gitmiyor. K arı kapatm ak için size lâzım olan bir evi Ha­
yati kendi nam ına tutabilir. Zaten p çapkınla bir ayrm:z
gayrınız yok... H ayati Efendi dediğiniz herif kibar zade
değil!.. Kalemdeki maaşı yetmiş beş buçuk kuruştan iba­
ret!.. Nasıl oluyor da o adam , sekiz on lira aylıklı bir ev
icar edebiliyor bakayım? O kadar zihniniz karışm ış ki, in­
kâra uğraştığınız b ir şeyi kem ali belâhetle itira f ediyor­
sunuz da haberiniz yok.
Mâil artık ye’sinden kendini kaybedecek bir jhale gel­
di. Zevcesinin bu son, m aatteessüf haklı tahkirlerine ta­
ham mülden âciz kalarak: j
— Hanım, ağzınızdan çıkanı kulaklarınız işitsin... Bey­
nimizdeki muhavere, terbiyeli zevç, zevce arasında cere­
yan edebilmek nezaketinden uzaktır. Size karşı tevazu gös­
terdikçe kadınlığınız icabı kabarıyorsunuz. Bunu belâhe-
tim e hamlediyorsunuz. Yapmadığım b ir şeyi bana zorla
yaptım dedirtmeğe uğraşıyorsunuz. Ev tuttuğum vakit
ne lâzım gelir?.. Üstünüze birkaç da evlenirsem kimin
ne demeğe hakkı olabilir? Evet, tuttum . Bir kadın kapat­
tım... Ne buyuracaksınız bakayım?..
— Buyuracağım şey, bundan sonra yanım a gelmiye-
rek o tuttuğunuz evde oturmanız; böyle yalanlarla, dolan­
larla bu cariyenizi rahatsız etmemenizden ibarettir. ,
— (Gözlerini açarak) ¡Sâilbe!..
— Evet Mâil Beyefendi... Öyle çirkef bir kadının mü-
216 TESADÜF

le w e s ağuşundan çıkan, onlara m ahsus kokular neşreden


vücudunuzla gelip nam uslu bir m uhiti kirletmeyiniz.
— Demek, evinizden beni başa kaka kovuyorsunuz?..
— Kovmuyorum... Islahı nefisten sonra teşrifinizi te ­
menni ediyorum.
— Hayır, bu âdeta kovmaktır.
— O suretle telâkkide ısrar ediyorsanız onu da siz bi­
lirsiniz...
— Sâiıbe, bu gece bana tahkirlerinin derecesini dü­
şünmeden söz söylüyorsun...
— Efendim, sözün kısası; ya o karı, ya ben! Son ce­
vabınızı verir; sonra istediğiniz yere gidersiniz. İşte kapı.
Mâilin gözleri karardı. Hem en elbiselerine atıldı. Alel­
acele giyindi. Şedit b ir istihkar tavriyle karısına döne­
rek :
— Bin Sâibeden geçerim de b ir Şöhretten geçmem...
İşte son cevabım...
Dedi. Odadan fırladı.
* * *

Sâibe odanın ortasına câmit b ir cisim gibi yığıldı kal­


dı. Âlemi hakikatte mi bulunuyor, rüya mı görüyor? B i­
lemiyordu. Kocasının son m uhakkarane sözleri nam üte­
nahi akislere uğrayan m ahuf bir nida gibi kulaklarm da
çınlıyor, «Bin Sâibeden geçerim de bir Şöhretten geçmem»
sözlerini sanki bir fonoğraf tam müşabehetiyle ardı arası
kesilmeden tekrar ediyordu. Bu m üthiş cümlenin eri-
şemiyeceği bir yer, onun .elîm ihtizazlarından masûn bir
yer aradı. İki zayıf koluna istinatla sürüklene sürüklene
odanm bir köşesine gitti. F akat yine işitiyordu. Kulakla­
rını tıkadı. Bir iki dakika evvel başından geçen hal ne
idi? Bütün hay atınca başından geçen teessürat hulâsa
edilse, bir saatlik cüz’î b ir müddete sikıştırılsa, yine ko-
casiyle biraz evvel geçirdiği o mücadele esnasındaki te-
TESADÜF 217

şirine tekabül edemez. Mâilin bu gidişi bir daiha o eve


avdet etm em ek üzere ebedî bir uzaklaşma mıydı? Koca­
sına, (sevgili Mailine karşı tahkirde Sâibe niçin o kadar
ileri vardı? Elleri arasında .başım sıkarak bu m ecnunane
hareketinin sebebini düşündü. Çardaklı bakıcının tem bihi
böyle idi.
Nefise Hanım: ,
— Korkma, ağzına geleni söyle. Mâil sana bir şeycik
yapamaz. Senin arkanda ben varım , demişti.
Zevcesine karşı Mâilin cüret edebileceği en fena ha­
reket ne olabilir? H er halde dövmek değil, sövmek değil...
İşte böyle 'bırakıp gitmek; ıbir daha gelmemek olabilir...
O korkulan şey de vaki oldu; Nefise Han:m niıçin buna
mâni olmadı?
Mâilin öyle m ütehevvirane gidişinden, sonu talâka
m üncer olacak bir şiddetle gittiğini Sâibe anladı. Hemen
çarşaflanıp kocasının arkasından koşmak, yetişir yetiş­
mez ayaklarına kapanarak af ve m erham et dilemek istedi.
Lâkin böyle b ir harekete niyet etse de, cüret gösterebil­
mesi kabil değildi. Zavallı kadın kendi kendini yoluyor,
tetkik ediyor; kocası odada bulunduğu müddetçe olan te­
hevvürünün, onun gaybubetiyle 'böyle derhal nedamete
tahavvül edivermesindeki hikm eti anlıyamıyordu.
Mâilin, öyle vakitsiz sofalardan, merdivenlerden koşa­
rak çıkıp gitmesi, ev halkının dikkatini cellbetti. Valide­
si. dadısı, Şaibenin odasına geldiler. Biçareyi o halde gö­
rünce karı koca beyninde şiddetli bir infial vukuunu an-
lıyarak istizaha giriştiler. Sâibe yine hakikati ketm ile:
«Ehemmiyetsiz b ir dargınlık» cevabını verdi. Kendini
yalnız bırakm alarını rica etti. Mâile karşı gösterdiği o bir
saatlik metanet, mukavemet, biçareyi o kadar yorm uştu
ki artık ne durmağa, ne oturm ağa takati kalm ıyarak döşe­
ğime, hayli m üddet yarısı boş kalan ıstırap firaşm a uzandı.
Baygınlığa benzer 'bir uyku ile arasıra kendinden geçi­
218 TESADÜF

yor; fakat tam am daldığı esnada: «Bin Sâibeden geçerim


de bir Şöhretten geçmem...» sözü elemli simasında tanin
endaz oluyor, titriyerek uyanıyor, döşeğin içinde o tu ru ­
yor, saçları ürpermiş, gözleri büyüm üş şedit bir asabiyet
halile etrafına bakm ıyor; o müellim cümlenin nereden
geldiğini anlam ak için odanın dört yanm a kulak kabartı­
yor; o sözleri yine aynen işitiyor, azîm b ir telehhüfle ce­
vaba kalkışarak:
— H ayır Mail, hayır... Bin Sâibe bir şöhrete feda edi­
lemez. «Şaibeler» öyle zannettiğin gibi binlerle çok de­
ğildir. Bu eündekini ifna edersen artık başka Sâibe ¡bula­
mazsın... 'Sevgili beyim; beni affet... İşte nadim oldum,
İsmeti, fuhşa çiğnetme; pişman olursun.
Diyordu. Bu iftirakm ikinci, üçüncü gecesi .Sâibenin
ye’si, nedameti taham m ül edilemez bir dereceyi buldu.
* * *

Mâil mecnunane bir hiddetle o gece kendini sokağa


atınca beş on adım yürür, fakat ne yapacağnı bilemez.
H areket hedefini tâyin için durur; birkaç dakika düşünür.
Hiddete mağlûbiyetle pek fena b ir harekette bulunduğu­
nu anlar. Şimdi dosdoğru Şöhretin evine gitse uymıyacak.
Sâibe o tehevvür haliyle, Sam atyadaki ev keyfiyetini öy­
le an’anespyle ebeveynine haber verirse onlar da Mâilin
pederi Merzuk Efendiye hakikati ihbar edecekler; tahki­
kata girişilecek; macera tamamiyle m eydana çıkacak.
Sâibe yerden göğe kadar hak kazanacak. Merzuk Efendi,
böyle karı kapatm ak hareketine karşı oğlunu yalnız tek­
dir ile iktifa etmiyecek bu çapkınlığı kısa kesmek için
nasıl şiddetli tedabir ittihazı kabilse o yolda davranacak...
Mâilin işi bitecek...
Delikanlı düşünür düşünür, o gece tam iri müşkül bir
hatâda bulunm uş olduğunu görerek meyus olur; olan ol­
du. Şimdi meselenin en m uvafık cihetini araştırır. Niha­
TESADÜF 219

yet Samatyadaki ev maddesini katiyen inkâra ve öyle bir


evin, hususiyle içindeki kapatm anın kendine asla taallû­
ku olmadığını iddiaya k arar verir. O eve girip çıktığı in­
kâr kabul etmez bir m ertebede sabit olursa evi de karıyı
da Hayatiye m alederek pederi nazarında tebriye etm esi
en muvafık bir hareket addeder. O halde bu gece nereye
gitmeli? İsnadı red için pederinin konağına gitm eden b aş­
ka çare yok...
Pederinin evine böyle vakitsiz vürudu oradakileri
m eraka düşürür. Niçin geldiğini pederi sual eder; M âil
kem küm etmeğe başlar. Merzuk Efendi sualinde ısrar
gösterir. M ahdum beyefendi nihayet şu cevabı verir;
— Zevcemle bozuştum.
— Sebep?..

— Niçin sükût ediyorsun? K abahat sende de onun


için ses çıkaramıyorsun. Ben gelinimi bilirim ; melek gibi
bir kadındır. Kim bilir zavallıya ne yaptın? Daha müna­
zaanızın sebebini anlamadan kabahatin katiyen sende ol­
duğuna hüküm den çekinmem. Mâil, ben öyle bozuşma
mozuşma bilmem; şimdi zevcenin nezdine avdet etmeli;
kendinden af dilemeli...
Mâil, pederinin bu k a t’î em rine karşı m uvafakat ve­
ya red cevabı vermeksizin odadan çıkar. Pederiyle kendi
arasında validesinin tavassutunu rica ederek:
— Anneciğim, Sâibe beni çok kızdırdı. Bu akşam fe­
na halde öfkeliyim. Bu hiddet üzerine mümkün değil ora­
ya dönemem. Hem şimdi gitmiş olsam karım ı bütün bü­
tün şımartmış olacağım. Pederim e yalvar yakar, birkaç
gün burada kalayım.
İstirham ında bulundu. K ayınvalidelerin en iyisinde,
en haliminde bile yine gelinine karşı çaresiz bir adavet
şemmesi bulunur. Valide hanım şefkatle oğlunun alnın­
dan öperek:
220 TESADÜF

— A, öyle ya!.. D ur bakalım anlıyalım, dinliyelim; ıbu


dırıltınızın sebebi nedir? Öyle ezbere hem en Sâibe Hanı­
ma hak veriverm ek olur m u? Baban da bazan pek acaip
işler yapar... Ben onu şimdi gider kandırırım . Haydi sen
odana çık otur. B urada üç gün de kalırsın, beş gün de...
Sen niçin onun ayağına gidecekmişsin? K abahat gelinim­
de ise o senin ayağına gelsin, barışsın.
Vakıa valide hanım, peder efendiye ne dediyse dedi.
Mailin 'beş on gün kendi nezdlerinde kalmasına pek ses
çıkarılmadı. Lâkin delikanlı orada kızgın ateş üzerinde
oturur gibi ıstıraplı günler geçiriyordu. Sâibe bu kapatm a
maddesini ifşa ederse Mâilin 'hali ne olacaktı? O zaman
kim bilir pederi ne kadar hiddet edecek; ne gürü ltü ler
kopacaktı. İki üç gün geçti. Gelin ailesi tarafından bir ha­
ber gelmedi. Mâil zevcesinde gördüğü bu son tabiat ve ah­
lâk m etanetine hayrette kalarak:
— Zevcem arfck benden o kadar nefret etmiş ki, inti­
kam almağa bile tenezzül etmiyor. ,
Diyordu. Sâibedeki bu nagehânî tebeddüle acaba se­
bep ne oldu? Bunu araştırıyor, bir türlü ucunu kulpunu
bulamıyordu. Sine sine yanarak sonra birdenbire parla-
yıveren ateş gibi zevcesinin feveran edeceği bir vaktin
hulûlünden endişe ediyor, her gün, her saat İSıâiıbe tara­
fından uygunsuz bir haber gelecek zanniyle bîzar oluyor­
du. Zevcesinin o gece gösterdiği hiddet, şiddetle bu şim­
diki sükûtunu neye ham letm eli? Bu sükûtta ilânihaye
devam edecek mi? Yoksa işi açmak için vakti m erhununu
m u bekliyor? Mâil bu suallerin hiç birine cevap bulam ı­
yordu. Kendini asıl öldüren cihet başka idi:, Ş öhret ne
âlemde? Bu karıya olan iştiyakı taham m ülfersâ b ir mer­
tebeye geldi. Fakat nasıl gitsin, görsün?.. Sam atyadaki
m ahut haneye girince Sâibe, kendi pederi ile kayınpede­
rini beraber alarak gelip kendini orada, Şöhretin sevda
yatağında bastırıverecek zannediyordu. Bu korkular, en­
TESADÜF 221

dişeler kalbindeki şiddetli sevda ile birkaç gün mübariz


bulundular. Niıhayet aşk fırtınası h er tü rlü korku kayıt­
larına galebe etti. Tahassür ateşi gözlerini ıbürüdü:
— Ne olursa olsun, Şöhreti ıgider görürüm . Pederim
duyarsa, aidatımı keserse kessin!.. Ben Şöhreti, Şöhret be­
ni sevdikten sonra ayda bin kuruşla da geçiniriz... Daha
küçük b ir eve çıkarız. Ekmek peynir yeriz; bunun daha
ötesi yok ya!.. Ben yine h er tü rlü ihtirazî kuyûda riayet­
le giderim. Sâibe ile barışm ak icap ederse barışırım . Yi­
ne inkârda devam ederim. Hiç bir tedbirde kusur göster­
mem. Keyfiyeti imkân derecesinde gizli tutanm . İş böyle
sökerse ne âlâ, sökmediği takdirde varsınlar; duysunlar.
Şu anda, Şöhretten ayrılamıyacağımı, kendimce bedahet
m ertebesine vardı. Ayrılamam, ayrılamam... Elimde değil.
Mümkün değil... İktidarım dan hariç bir şey için beni na­
sıl zorlıyabilirler? Onlar da bana acıyorlarsa, şu karıdan
arzumu almcıya kadar keyfim e dokunmasınlar...
Diyordu. Hâlen, hissen M âilin mevkiinde bulunanla­
rın alelekser muhakemelerinde, kararlarında ittırad yok­
tur. O aşk kâbusu onların h e r tarafını sarmıştır. Göz aça­
mazlar, iyiyi kötüyü göremezler; sairi filmenam halinde
dolaşırlar. Bütün hareketleri daima b ir noktaya, gönülle­
rinin m ahbubuna m âtuftur; hep oraya can atarlar, her
mâniayı kaldırm ayı göze aldırm aktan çekinmezler. Önle­
rine ne gelirse çiğnerler, bazan çiğnenirler, ezilirler.
Mâil de o muihabbet kâbusu içinde gûya her şeyi mu­
hakem e etti. Nihayet mâşukasınm nezdine gitm ekten ken­
dini alamadı. Bu işin ne kadar tehlikeli olduğunu artık
göremiyordu. Birbirini nakzeden m uhakem eler yekdiğeri­
ne uymaz kararlar içinde Şöhretin hasretine ancak üç
gün kadar taham m ül edebildikten sonra dördüncü günü
her şeyi göze aldırdı; erkenden Sam atyadaki eve gitti.
Bir yandan iştiyak derdinden, diğer taraftan, bu uzun
gaybubetten dolayı m aşukasından işiteceği sitemlerin
222 TESADÜF

korkusiyle yüreği çarpa çarpa merdivenden çıktı. Tıpkı


Şaibenin hanesinde olduğu gibi burada da istikbaline ko­
şan yoktu. Halecanı arttı. Seslendi. Şöhretin refakatine
tâyin edilen m ahut yaşlı kadın meydana çıktı. Mâil kıza­
ra bozara sordu:
— Hanım nerede?..
Kadın, hafif fakat m ânidar (bir tebessümle:
— Sokağa çıktılar efendim...
— (İstiğrapla) Bu kadar erken nereye gittiler?
— Bilmem efendim... Hanımefendi m aşallah gidecek
yer bulm akta hiç zorluk çekmiyor.
— Araba ile mi çıktı?
— Arabalı araıbasız her gün süslenip süslenip kendi­
ni sokağa dar atıyor...
— Sizin vazifeniz onun refakatinde bulunm ak değil
mi? Niçin beraber gitmiyorsunuz?
— Bu evdeki vazifem içeride, dışarıda daima kendile­
riyle beraber ¡bulunmak olduğunu -güzelce anlattım . H at­
tâ kendisi sokağa ç-kmağa hazırlanırken, refak at etmek
için bendeniz de çarşaflandım. F akat gözlerini üzerime
açarak: «Hanım, böyle çarşaflanıp arkam dan gelmek em­
rini size kim verdi?» diye sordu. Ben de: «Beyefendi ver­
di.» dedim. Hemen pü r hiddet başını sallıyarak: «Beye­
fendi konaktaki nikâhlı hanım karısı için ’b öyle bir emir
verebilir. Bana karışamaz. Haydi hanım, çarşafını ¡çıkar
da otur. Benim arkadaşa, kılavuza ihtiyacım yok. Çok şü­
kür İstaribulun sokaklarını bir baştan ibir başa bilirim.
Kendi kendime kaybolmam. Bu sözlerimi iyice ezberle de
beyefendi geldiği zaman b ir b ir tek rar et, e mi hanım?.»
dedi.
Mâili öyle şedit b ir halecan aldı ki, boğulmamak için
b ir düziye yutkunuyordu. Teessürünü belli etmemeğe uğ­
raşarak yine sordu:
— Acaba ne vakit gelir?
TESADÜF 223

— Akşama yakın... O kadın havalandı; ona b ir şey ol­


du beyefendi...
Kadını bundan ziyade dinlemeğe Mail taham m ül ede­
medi; odaya girdi. Yekdiğerini velyeden bu felâketler ne­
dir? Zevcesi tarafından duçar olduğu hakaretin acısı h e ­
nüz beynini sızlatırken sevgilisi Şöhretin böyle gemi azı­
ya alması ne demek olacak? Bu ne garip tesadüf? Mâili
tâzıip için acaba bu iki kadın sözleşmişler mi? M ümkün
değil... Onlar buluşup söz birliği edemezler. Yekdiğerine
olan nefretleri buna mânidir. F akat b u tesadüf garabeti­
ne ne mâna vermeli?
Mâil yine odada gezinmeğe başladı. Gezindi, gezindi; .
ucu, bucağı gelmez tefekkürlere, endişelere daldı. Saate
baktı, henüz oraya geleli bir saati tecavüz etmemiş. De­
min görüştüğü kadının rivayetine nazaran ancak ezanda
gelecek... Daha vakit erken. Mâil ezana kadar bu cangu-
daz ıstıraplar içinde nasıl zam an geçirecek?
Bir odadan çıktı, diğerine girdi. (Sevgilisinin bu azıt­
masına sebep ne olduğunu anlam ak için bir emareye, bir
nişaneye, bir esere tesadüf edebilmek fikri mütecessisane-
siyle kıyıyı bucağı, h er tarafı gözden geçirerek, araştıra­
rak, kedi gibi koklıyarak dolaşıyordu. Şöhetin hiyanetini
ispat edecek bir emareciğe tesadüf edecek olursa? Tevili
nâkabil b ir nişane elde ederse?.. O zaman ne yapacaktı?
Böyle m üthiş bir hakikatle karşı karşıya gelmek değil;
onun tasavvuru bile Mâilin tüylerini ürpertti. Yapacağı
şeyi bilemiyordu. F akat böyle b ir halin sübutu kendi için
pek vahim, pek dehşetli olacağını biüyorduu
Nihayet Şöhretin tuvalet odasına girdi. Burası karm a­
karışıktı. Tuvalet masasının geniş merm eri üzerinde bir
ufak tuhafçıya sermaye olacak kadar kutular, şişeler, fır­
çalar, takım lar vardı. F akat bunların üzerinde asabı, ha-
lecanlı, râşedar b ir elin dolaştığını, süratle istim alini gös­
te rir surette cümlesi dökülmüş, dağıtılmış, saçılmıştı.
224 TESADÜF

Mâil, tapaları açık bırakılmış tuvalet sularına, yarı


dökülmüş pudralara, kapları devrilmiş pomatalara, bir
hercüm erç halinde duran bu süs edevatına baktı. Aradığı
hıyanet em aresini bu tozların, boyaların, ıtriyatın içinde
bulabilmek fikriyle m erm ere yaklaştı; eşyadan bazılarını
eline aldı; evirdi çevirdi, yine yerine koydu.
Bir bağa firkete gördü. Onu da muayene etti. Şöhrete
kendisi böyle b ir şey almamıştı. Bu firk ete'b ir başkasının
m uhabbet hediyesi olmasın?.. Bu çocukça muhakemesine
sonra yine güldü. Şöhret, kendisi çarşıdan böyle bir fir­
kete alamaz mı? Böyle bir şey, o kadın için nasıl b ir hi-
yanet emaresi olabilir... O döküntülere baktı, baktı., bir­
denbire çehresini bir ateş sardı. Kendi kendine dedi ki:
— Ben de amma ahm ak bir herifim... Bu kadının hi-
yanet delâili işte gözümün önünde duruyor. Bu dökün­
tüler, saçıntılar nedir? Böyle kutuları, şişeleri boşaltarak,
devirerek alelâcele süslenerek nereye gitmiş? Bundan ba­
hir dalâlet alâmeti olua: mu? Haniya burada bulunm adı­
ğım akşamlar Şöhret derdi iftirakım la ağlar, sızlar, döşe­
ğe yatmaz, yemeğe el sürmezmiş?.. Tuvalet odasının şu
hali hanım ın bana okuduğu o iştiyak efsanelerinin tama-
miyle zıddmı ispat ediyor.
Mâil bir sandalyeye oturdu. Yumruğunu, şakağına
koydu; düşünmeğe daldı. Ne kadar düşünse tefekküratı-
nm hulâsasından bir iyi mâna bulup çıkarm ak kabil ol­
muyordu. Odanın dağınıklığına bakındı, bakındı. Lâcivert
atlas terliklerin bir teki pencerenin önüne, öbürü kapının
yanm a fırlatılm ış; orada burada sanki hiddetle koparılıp
atılmış dantelâ, kurdelâ parçaları, kirli çoraplar, mendil­
ler; yakası yırtılm ış bir gecelik gömleği, bir tek ipek el­
diven; yarı yerinden yırtık paçaları dantelâlı kad'n çama­
şırları, bir tüylü yelpaze; b ir dağınıklık, bir karışıklık ki
tarife gelmez. Sanki birkaç kişi içinde curcuna teperek
odayı bu hale getirmişler...
TESADÜF 225

Bu karışıklığa meyusane bakıp dururken Mâil b ir de


zevcesi Şaibenin tuvalet odasındaki intizamı, temizliği
gözünün önüne getirdi. Orada her şey yerli yerinde durur,
parıl parıl parlar. Bütün eşyadan b irer ismet kokusu tayran
eder. Zevcesinin kullandığı ıtriyat bile burnuna iffet ve
sadakat rayihası veren hafif, mahremane, m üntehap ko­
kulardır. Şüphesiz b u iki kadının gönülleri de bu tuvalet
odaları gibi olacak... Biri böyle ç-fıt çarşısına benziyecek,
diğeri en asîlâne hisler, en nezih, pâk emellerle meşbu
bir ismet hücresine... Acaba bu hakikate karşı Mâil niçin
fuhşa perestişte ısrar gösteriyor, ism etin ulviyetinden
yüa çeviriyordu? Bu ciheti eşelemek işine gelmedi. O1 an­
da Şöhretin nerede bulunduğunu, hangi mahallerde gezip
tozduğunu, akşam eve avdetinde aralarında açılacak şe­
dit münazaayı düşünmeğe başladı. Kadin eve avdet eder­
se yine âlâ... Ya o gece gelmeyiverirse?.. Şeydâ Beye yap­
tığını Mâüe de yaparsa?.. Yaparsa yapar, buna ne mâni
var?.. Böyle acı acı düşündükçe zavallı delikanlıya bay­
gınlıklar geliyordu.
O gün akşamı etmek için dakikaları saya saya tarif
edilmez elemli saatler geçirdi. Nihayet saat on oldu. On
bir oldu. Şöhretten eser yok... A rtık zevcesini, çocuğunu,
anasını, babasını unuttu. Konsolun üzerindeki saat on biri
çaldı. Akşam yaklaşıp da Şöhret zuhur etmeyince, beyin
derunî elemi, sıkıntısı taham m ülün fevkine iç:kıyordu.
Aşk marazının da diğer hastalıklar gibi akşama doğru
nöbeti, humması artar. Kasvetli, y a n karanlık, kesif bu­
lutlarla örtülü bir kış gününün bitmez tükenmez uzun
bir geceye iktiranla bütün bütün karardığı o anda tahas- ’
stirle, nevmidî ile çırpm an yüreklerin hissettikleri o elem
yükü, o hayat sikleti tarif olunur ıstıraplardan değildir.
Mâil, her araba takırtısında pencerelere koşa koşa ge­
çirdiği ve sonu boşa çıkmak muhtemel olan bu intizar
m üddetinin şiddetine artık mukavemet edemedi. Hizmet-
226 TESADÜF

çi kadını çağırdı. Haki istedi. Biraz sonra beyin önüne


mezelerle donatılmış bir işret tepsisi çıkarıldı. Üç dört
kadeh yuvarladı. Vakit de ezana erdi. O esnada Mâile,
Şöhret Hanım ın vürudu müjdesi verildi. Beyefendi, sev­
gilisine karşı ne yolda iğbirar âsarı yahut iltifatlı bir si­
ma göstereceğini henüz kararlaştırm ağa uğraşırken ha­
nım, yarı belinde çarşaf, alı al, moru mor b ir halde oda­
dan içeri girdi. Mâile, münfeilâne bir nazarla:
— A, siz burada mısınız beyefendi? Sizi taşraya gitti
dediler. Gaybubetiniz uzadığı için bendeniz de bu söze
inandım gittiydi...
Dedi. Şöhretin fırlattığı süzük, tâkatşiken bir iğbirar
nigâhı, o saniyede Mâilin sabır ve âram mı yakıverdi. Ye­
rinden fırladı. Öpmek için Şöhretin eteklerine sarılarak:
— Hayır; güzelimi aldatmışlar. Seni bırakıp da ben
hiç taşraya gidebilir miyim?
— Gidebilirsiniz ya!.. Böyle günlerle, haftalarla (gelip
beni görmedikten sonra taşrada olma ile İstanbulda bu­
lunmanızın ne farkı var?..
Mâilin gaybubeti müddetince yaşayış tarzını, m uhab­
betinin gidişini tebdil ile yürüyerek veya kira arabalariy-
le erkenden sokağa çıkarak mezun olmadığı, serbest bir
surette, aç’k saçık tuvaletle birtakım m eçhul yerlerde
gezip tozarak böyle ezanlarda eve avdet etm ek gibi kadîm
sefihane san’atına ric’at edercesine serkeşliklere cüretin­
den dolayı zavallı delikanlı, Şöhreti tekdir etmek, pek
tekd:re kalkışamazsa hiç olmazsa serzenişte bulunm ak,
ona da cesaret edemediği halde konuşmaksızm yalnız çin
ve cebîn göstererek hatırını kırm ayı tasavvur ederken,
şimdi karının bu cüretkârane infialâtı önünde kendini
suçlu gibi bularak m a şu k a sın ı te v b ih , te k d ir şöyle dursun,
onun hışımlı e n z a r.n a k a rş ı n e fsin i te b riy e d e b ile suubete
duçar olup dedi ki:
— Şöhretçiğim; halim i, ailem a ra sın d a k i m ü şk ü l m ev-
TESADÜF 227

kiimi bilmiyormutş gibi niçin beni m eyus edecek böyle


serzenişlere kalkıyorsun? Benim en mes’udane zam anım
senin yanında geçirdiğim zevkli saatlerimdir. Ben sahip
olduğum zamanın b ir dakikasını acaba senin yanından
gayri bir mahalde geçirmek ister miyim? Bu husuta şüp­
h e mi ediyorsun?..
— (Dudaklarını kıvırıp müstehziyane) Ettiğim şüp­
heler yalnız bu hususta olsa yine memnun ol...
— (Şaşırarak) Acaip!.. Başka cihetlerden de mi şüp­
h e ediyorsun?
— Beyefendi, affedersiniz. Şimdiye kadar sizi gözle­
rim bağlı olarak kör körüne sevmişim. İyiyi kötüyü, hiç
b ir şeyi tetkik etmemişim. Beni dinleyiniz; sizden bir şey
soracağım...
— (Titriyerek) Buyurunuz... ,
— Siz benim neyimsiniz?
— (Kızarıp biraz düşünerek) Sevgiliniz, âşıkmız, mu­
habbetinizin divanesi...
— (Hiddetle) Yok, yok... Öyle söylenişte parlak, ha- ,
kikatte münasebetsiz, belki de mânâsız tâbirlerle cariye-
nize bir münasebet, b ir rabıta iddiasında bulunmayınız.
Siz benim neyimsiniz? Açıkça, kabaca söyleyiniz...
— (Derin derin düşünüp önüne bakarak) .............
— Niçin cevap vermiyorsunuz? Evet, siz benim ne­
yim olduğunuzu kabaca söylemeyi terbiyenize muvafık
budamazsınız. Çünkü ben sizin o kadar hakir bir şeyini-
zim... Ben b ir fena karı olduğum halde sizinle bu m üna­
sebetten üzerime teveccüh eden nam ı ağzınızdan kabaca
işitmek istemem. B unu söyletmek için şimdi sizi zorladı­
ğıma bakmayınız...
— (Gözleri sulanarak) Sen benim canım, cânanım -
sın...
— H ayır beyim, hayır... Aşkın ilk neşvesiyle başları
dönmüş on dört yaşında toy çocuklar gibi görüşmiyelim.
228 TESADÜF

Biz m uhabbetin o gülistanından geçeli çok oldu. H aydi


sıkılm ıyarak hafif b ir tâbirle sizin neniz olduğumu söy-
liyeyim... Ben sizin kapatmanızım , değil mi?
— Fakat, Şöhretçiğim!..
—* Fakatı m akatı yok... Cariyeniz Mâil Beyin kapat­
ması olmıyaydım da, bilfarz Nâil Beyin kapatması olay­
dım, ne farkı vardı? Bir diğerinin kapatm ası olmayıp da
sizin olduğum için günahım daha azaldı mı? (Ağlıyarak)
Siz beni cidden sevseydiniz, bu kötü nam ı üzerimden kal­
dırır, beni kendinize nikâhla, tövbekâr ederdiniz. Sizin
bana olan muhabbetiniz kuru çaylarda boğulayımdan
başka türlü b ir şey mi? Bu halde beni sevmeniz cariye­
niz için bir saadet değil, bilâkis büyük bir felâkettir. Çün­
kü beni sevdiğiniz müddetçe ben bu kötü namdan, bu
(çirkef) hayattan kurtulamıyacağım. Böyle felâketim i
mucip olan sevgiye ben m uhabbet mi derim? Ben diye­
mediğim gibi siz buna o nam ı vermeğe cesaret edebilir
misiniz?..
— (Sapsan kesilerek) Ben seni sevmesem, aileme,
pederime karşı her şeyi göze aldırarak böyle yalnız evler­
de yaşamağa kadar cesaret gösterebilir m iyim ? Hep ba­
na bu cüretleri veren senin m uhabbetin değil mi? Aşkı­
nın saikasiyle daha çok çılgınlıkları göze aldırırım Şöhret
Hanım. F akat bazı haller var ki, haydi, der demez onları
fiile çıkarmağa imkân m üsait değildir. Şimdi seni kendi­
me nikâh edivermek cihetine gelince, bunut yapm ak için
elim ayağım tamamiyle bağlı gibidir. Zevcem beni kıs­
kanm ak ye’siyle gayet zayıf ve asabı bir haldedir. Bu ni­
kâh haberini işitir işitmez, kederinden ölür. Sonra aile­
min gazabını şiddetle üzerime celbetmiş olurum. Beni bir
parasız bırakırlar. Bak ben sana saffetle h er şeyi anlatı­
yorum. Sen benim için gayet iyi b ir kadınsın. Fakat ailem
için öyle değilsin. O nların nazarında sen tathiri nâkabil
bir kötüsün... Kendini böyle b ir geline kaym peder ettiği-
TESADÜF 229
mi duyduğu günü ihtim al ki pederim 'beni evlâtlıktan
tardetm ekten de çekinmez. Vicdanen sen benim zevcem­
den başka b ir şey değilsin.
Şöhret hiddetle çarşafını çıkarıp b ir tarafa, peçesini
diğer tarafa fırlattı. Bir sandalye alıp Mâilin karşısına
oturarak:
— Pederinizin hiddetine, zevcenizin ye’sine ¡beni kur­
ban mı edeceksiniz? Beni nikâhla almak işinize gelmiyor­
sa bu meseleye başka b ir tesviye yolu buluruz. Sizinle
(böyle yaşam aktan ben halde, istikbalde ne kazanıyorum?
Yalnız bir erkeğe, evet, yalnız size hasrı kalb, hasrı sevda
ettiğim halde isimce, namca bir şeref kazanabiliyor mur
yum? Yine adım kapatma, yine namım kötü karı değil
mi? Sizin ıbana bu yaptığınız büyük bir iyilik midir? Ben
böyle kapalı evlerde oturup bir çiçekle yaz etmeğe razı
olduktan sonra bana bu iyilikte bulunacak sizden başka
çok delikanlı çıkar... Size doğrusunu söyleyim mi beyim?
A rtık bu evde oturm adan sıkıldım. Beni nikâhla alırsa­
nız, ırz ehli b ir hanım olmak tesellisiyle bu hale katlanı­
rım ; almadığınız surette bari beni halim e terkediniz, yi­
ne gönül avcılığına çıkayım. Kişi kârında gerek...
Mâil o dakikada nazarım önünde açılan bu yeis um-
m anım n dehşetli gayesine isalden ürkerek ne düşüneceği­
ni, ne diyeceğini artık şaşırdı. Şöhretin; «Beni halim e
terkediniz de gönül avcılığına çıkayım... Kişi kârında ge­
rek...» sözleri, kendinin son ifadeleri, Sâibenin kulakla­
rında dehşetle nasıl tanin endaz olduysa şimdi kendi kafa­
sında da öyle çınlıyordu. Şöhret, Mâilden böyle ibir müsa­
ade istihsaline muhtaç mıydı? Ne gezer!.. Kadının o gün­
kü hali, tavrı, sözleri, böyle ezanlara kadar sokak sü rt­
mesi; gönül avcılığına müsaade almadan çıkmış olduğu­
nu işte açıktan açığa gösteriyordu. «Kişi kârm da gerek»
sözü ne oluyor? Şöhret orada aç mıydı? Demek, evvelce
gösterdiği o m uhabbet yüzü, o sadakat vaitleri hep ya-
230 TESADÜF

lanmş... Karı, Mâil ile yaşam adan bıkmış, sevda rab ıta­
sını fekketm ek istiyor. Bu ağ’zlan kullanıyor... Beyinle­
rinde nikâh akdi kabil olamıyacağmı bildiği için böyle b ir
teklifte bulunuyor.
Mâil bu kadını şiddetle sevdiği halde onunla rabıta­
sını takviye için şimdiye kadar nedense nikâh cihetini ak­
lına getirmemişti. İkisi arasında nikâh?.. Bu o kadar ih­
timali güç bir husus m udur? Pederiyle, Sâibenin hiddet­
lerine, nefretlerine karşı meydan okuduktan sonra, bu
nikâh keyfiyeti de pek olmaz bir şey değildi. F akat o hal­
de gürültüsüzce yaşamak kabil iken m eydana böyle b ir
nikâh meselesi çıkararak birtakım rahatsızlıklara, hale-
canlara uğram ak akıl k â n mıdır?
Mâil b ir iki kadeh daha çaktıktan sonra olanca saf­
fetiyle gönlünü sevgilisine dökmek üzere dedi ki:
— Şöhret Hanım, bu muameleyi, ¡bu sözleri sizden
hiç beklemez, fiç m e’m ul etmezdim. Hele ifadelerinizden
bazıları kurşun gibi beynime işledi. Ben m ert b ir deli­
kanlıyım; her şeyi doğru söylerim. Ben sizi seviyorum.
Sizden ayrılamam. Ayrılm amak için tâ canımı fedaya ka­
dar elimden ne gelirse icradan geri durmam . Öyle kolay­
ca benden yakanızı kurtaramazsınız. M ademki kalbimi o
ağır sözlerle yaraladınız; siz de benim sözlerimin ağırlı­
ğına katlanmalısınız. Haniya bazı iptilâlar vardır; insa­
nın zihnine, âsabma, midesine fena tesir eder. İptilâ hâsıl
olan şeyin istimalinde devam edilirse tehlikeli neticeler
husule geleceğini doktorlar m üptelâlara anlatm aktan çe­
kinmezler. F akat o zavallılar yine o itiyaddan kendilerini
alamazlar. İşte ben de sizi böyle b ir iptilâ ile seviyorum..
M azarratınızı bile bile seviyorum. Üzerimde sevda nüfu­
zunuz o dereceye varm ıştır ki, ne arzu etseniz bana yap-
tırtabilirsiniz... Şimdi nikâh emrediyorsunuz. Pekâlâ, bun­
dan kolay bir şey yok. Lâkin halde ve istikbalde nikâhla
tem in ediyorum zannettiğiniz m enfaatler hiç hükm ünde­
TESADÜF 231

dir. Çünkü nikâh bir sözle akdedildiği .gibi, yine öyle bir
sözle feshedilebilir. Siz ancak vicdanıma m üracaatla ra­
bıtanızı takviye edebilirsiniz ki, o da tabiî böyle süslenip
sokaklara çıkarak ezanlardan sonra avdetle bıraktım uy­
gunsuz tavırlar göstermek, nâreva sözler söylemekle ol­
maz. Hissimin sizden ayrılm am ak m ecburiyetine m ebni ıben
şimdi sizi nikâhla alırım. F akat bu aralık beni kızıştırıp
zâf m dan istifade etmek için yaptığınız şu uygunsuz
hareketler, kullandığınız bu münasebetsiz lisan içimde
birer ukde olur kalır. Bu sevda humması b ir m üd­
det sonra elbette üzerimden zail olur. Çünkü mezara
süren m uhabbetler enderdir. O zaman sizi terkediveririm.
Nikâh azmime mâni olabilir mi? Sizin menfaatinize ©n
muvafık olan hareket, kendinizi bana müebbeden sevdi­
recek sadakatkârane ef’alde ¡bulunmanızdır.
Şöhret birdenbire korkunç b ir şeye tesadüf etmiş gi­
bi yerinden fırlayıp saçları kabarm ış b ir halde tevahhuş­
la bir kaç adım geri geri çekilerek şahadet parm ağını du­
daklarına götürüp:
— (Sus, sus beyefendi... Hepsini biliyorum. K arm ev­
de zari zari inlerken, benimle burada nikâhsız filânsız se-
fihane yaşarken, rica ederim öyle insaniyetten, vicdan­
dan, sadakatten dem vurmayınız. (Bir kahkaha salıvere­
rek) Sana varan kim, a şaşkın?.. Ben nikâh sözünü seni
denemek için söylüyorum. Bana ayılıyorsun, bayılıyorsun
da, demek, iş nikâha gelince k ırk dereden su getiriyorsun.
Beni cidden sevmiş olsan nikâh deyince böyle kılı k ırk
yarmağa kendinde takat bulabilir miydin? Ben sana va­
rıp da ne yapacağım? Daha gencim. Bende Mâil çok... A
zavallı; sen de git de kendine b ir başka Şöhret ara... Yaka­
mı elinden ¡bırakmamak iddiasına da gülm eden başka ne
diyebilirim? Bunun ne kadar çocukça bir söz olduğunu
çok sürmez, anlarsın...
Şöhret sözünü bitirince hem en dışarı fırladı. Diğer bir
232 TESADÜF

odaya girdi. Kapıyı içeriden kilitleyip oraya kapandı. Mâ-


ilin aklı (başından g itti Kapının önüne koştu*. Sarfetme-
diği istirham kelimesi kalmadı. En parlak vaitler, en m ü ­
essir ricalar, en korkunç tehditler para etmedi. Karı kapı­
yı açmak şöyle dursun, anahtar deliğinden Mâilin saat­
lerce süren bu dırıltılarından bir kelimesine cevap verme­
ğe bile tenezzül etmedi.
Zavallı delikanlı, evdeki hizm etçilere karşı olacak
elîm mahçubiyeti artık hiçe sayarak kapı önünde çocuk­
lar gibi uzun uzun ağlamaktan da çekinmedi. Bu girye-
sine, feryatlarına, sızlamalarına aldıran olmadığını gö­
rünce, nevmidînin verdiği son yeisle yine ağzını anahtar
deliğine uydurup:
— Şöhret Hanım; elimden kurtulam azsın dediğime
iyi dikkat et. Nereye kaçsan bir kudurm uş köpek gibi ar­
kandan geleceğim. Âş:kane yeis ile bir insanın cüreti ne
m ertebeye varabileceğini ben sana göstereceğim.
Bu son tehditlerden sonra oradan çekildi. Döşeğine
girdi. Kendi kendine hem ağlıyor, hem gülüyordu. Böyle
bir dargınlığa, ondan m ütevellit elemlere öm ründe ilk
defa uğramış olduğu için ağlıyor, henüz bir evde bulu­
nurken Şöhreti zapta m uktedir olamadığı halde onu elin­
den kaçırdıktan sonra bu tehditlerin hiç hükm ü olamıya-
cağ: hakikatini görerek buna da gülüyordu. .Sâibeye yap­
tığı gibi Şöhrete karşı hulûs ile söz söylemenin ne kadar
tehlikeli olduğunu tecrübe etti. Bir m elekle b ir iblisin
arasındaki farkı evvelce tâyin edemediği için kendini tel­
ine girişti. Fakat bu tecrübenin en m üellim ciheti, sevdi­
ğini darıltan bir adamın uğradığı şedit teessüratı çekmek
oldu. Evet, böyle çıldırasıya sevilen şeyin o muhabbete
değeri olmadığını bile bile perestişten kendini alamamak...
İşte bunu pek müthiş buluyordu. Sâibenin kendine olan
muhabbeti de böyle değil mi? Mâil kendinde b ir sevile­
cek yüz, surat bıraktı mı? F akat zevcesi onu; yine sevi­
TESADÜF 233

yordu. Bütün hercailiklerine rağmen yine seviyordu. Sâ-


ibe ile olan bütün m aceralarını, münazaalarını göz önüne
getirdi. Zevcesiyle vukubulan son şedit m ünazaalarında
kadının o cüretlere kadar varm ası muhabbetinin galeya­
nından, aşkının ye’sinden ileri geldiğine hüküm de tered­
düt etmedi. O son tahkirleri savururken biçare Sâibenin
gözlerinde parlıyan samimî m uhabbeti o zaman pek far-
kedemediği halde Mail şimdi görüyor, o şerarelerden zev­
cesinin bütün ruhî teellüm lerini okur gibi oluyordu. Yüz1-
üstü yastığa kapandı:
— Zavallı Sâibe, meğer ben sana neler çektirmi­
şim? Ne kadar eziyet etmişim?.. Hep o sözleri sen bana
yeis şiddetiyle, nevmidî ile söyledin!.. İçin bir cehennem
azabı kesilmeseydi sen bana öyle çıkışmayı göze aldır­
mazdın. Zavallı karıcığım... Ben seni seviyorum; mezi­
yetini, ulviyetini takdir ediyorum da yine seni k urtar­
m ak elimde değil... Fakat niçin kurtaram ıyorum ? Çün­
kü benim gönlüm de diğer b ir m el’unun, ‘b ir ibedtıynetin
elinde... Sen benim için, evet, ¡böyle iğrenç bir koca için
nasıl ağlıyorsan, ben de m üstekreh bir karı için işte öy­
le ağlıyorum. Sâibe, senin kadınlık hasletini, ulüvvü kad­
rini, benim yüzümden çektiğin zahm etleri anlayışım... Of,
ne m üşkül hal?.. Evet, bunları hissedişim, Şöhret isimli
o çirkef karının yüreğime açtığı iltiyam kabul etmez y a­
raların işlemesi, onların ağrıları ile kalbimin peyda e t­
tiği rikkat tesiratiyledir. Evet, sevip de sevilmemek, tmu-
halesat beyan etmek, m uhabbet arzedip de hakaret gör­
m ek ne kadar acı imiş?.. Bunları tecrübe ettikçe senin
ne m ertebe m ihnet görmüş bir zevce olduğunu anlıyo­
rum. Sana çektirdiğimi bir diğerinden çekerek teellüm le-
rine vâkıf oluyorum... Fakat hep bu acı hakikatleri yal­
nız anlamak, icabına göre hareketini uydurm aya m uktedir
olam adıktan sonra bunları sade hissetmek, bilm ek neye ya­
ra r? Bana açtığın o ismet âğuşuna koşsam... M üebbet b ir
234 TESADÜF

m esudiyetle kucaklaşmış olacağım... Lâkin buna ne mâni


oluyor? Bir kötü muhabbet... Bir levsle âlûdelik... en doğ­
rusu zâfım ve denaetim... K abahat hiç kimsede değil, hep
bende, hep bende...
Yarabbi, ayaklarım kınlaydı da o rezalethaneye ilk
adımımı atamaz olaydım. Çoluğumla çocuğumla geçirdi­
ğ i o sükûnetli günlerim meğer benim için ne büyük bir
saadet devresiymiş?..
Telehhüfleriyle Mâil hüngür hüngür, haykıra haykı-
ra ağladı, ağladı; ağır ağır vücudunu b ir baygınlık istilâ
etti; nihayet daldı.
» • •
Sabahleyin döşekten kalkınca Mâil akşamdan şiddetli
bir dayak yemiş gibi vücudunu kırık buldu. Evdeki ka­
dınlar bin türlü ricalar, istirham larla hele nasılsa Şöh­
reti o kapandığı odadan çıkarmağa muvaffak oldular.
Beyle barıştırmağa uğraştılar. Şöhret ne barıştı, ne b a­
rışmadı; öyle som urtkan bir çehre ile geziniyordu.
Mâil, mâşukasiyle yalnız b ir odada kalınca göz yaş­
ları dökerek ayaklarına kapandı. Samimî bir affa naili-
yet için son müessir talâkatini göstererek, kendinin bu
dünyadaki vazifesi, muhib-besinin âzat k ab u l etmez b ir
kulu, kurbanı olmaktan başka bir şey olmadığını anlattı.
İfasına m uktedir olduğu ve olamadığı bilcümle mevait-
te bulunm aktan çekinmedi.
Şöhret hep bu sözleri kaşlarım çatarak, kolunun dan­
telleriyle oymyarak derin bir sükûtla dinledi. Nihayet
kaleme gitmek zamanı geldi. Mâşukasma dedi ki:
— Bugün senden hiç ayrılm ak istemiyorum. Lâkin
ne çare! Kalemde ispatı vücut etmezsem, (pederim nere­
de bulunduğum u m erak eder de belki beni aratır. Kendi­
ne duyurm ak istemediğim bazı şeyleri haber alır. Sonra
başıma bitmez tükenmez d m ltılar çıkar. İşte 'bu medbu-
TESADÜF 235

riyetten dolayı senden ayrılıyorum. Fakat senden büyük


bir ricam var: Bugün sokağa çıkma... Bilmem, içimde bir
sıkıntı, tarif olunmaz (bir hal var. Neden bilmem, bugün
bir tarafa gittiğini gönlüm istemiyor. Seni elimden k a­
pacaklarm ış gibi geliyor; gitmiyeceğine söz ver baka­
yım. «Gitmem» de, Ibunu ağzından işiteyim de içim biraz
rahat etsin...
— (Gönülsüzce) Gitmem...
— Yok yok... Bu «gitmem» sözü pek kuvvetsiz ol­
du. Bir yem in et bakayım!..
Şöhret yarım ağızla ıbir yem in etti. '
Mâil sokağa çıktı. Akşam ettikleri kavga, o gece ge­
çirdiği ıstırap saatleri, Şöhrete olan iptilâsmı, şiddetli sev­
dasını evvelkiye nisbetle birkaç derece büyüttü. Bu m ü­
nazaada cânanesi -adiliğini, terbiyesinin fikdaninı, vicdan­
sızlığım yani san’atınm icabını meydana koymaktan, ken­
dini göstermek için takındığı m askelerden birkaçını daha
yüzünden sıyırm aktan başka bir ¡harekette (bulunmadı.
Karının bu kadınlık nakiseleri nefretini mucip olacak
yerde zavallı delikanlının içindeki ateşi niçin büsfoütün
alevlendirdi? İşte buraya b ir tü rlü akıl erdiremiyordu*.
Yüreğini istilâ eden o korku ve halecan sokakta, kalem ­
de, hiç bir m ahalde zail olmadı. Biri gelip Şöhreti o ev ­
den aşıracakmış gibi bir vehm in zebunu olmuştu. Hemen
akşamı edip Şöhrete m ülâki olmak, m uhabbetinin şidde­
tine dair yine birtakım vaitlerde bulunm ak ve mukabe-
leten sevgilisinden de sevdası için kuvvetli tem inat al­
mak üzere cayır cayır yanıyordu. Kalemden kaleme, oda­
dan odaya dolaştı. En sevdiği arkadaşlarının sözlerini beş
dakikadan ziyade dinlemeğe takat getiremiyor, oradan
oraya geziniyordu. Nihayet Hayati ile buluştular. Niçin
üç dört gündür Sam atyadaki eve nezaretten çekilmiş?..
Şöhretin nerelerde gezip tozduğuna dikkat etmemiş ol­
TESADÜF

duğu için H ayati ile ıbiraz kavga ettiler. Sonra yine ba­
rıştılar. O aralık odacı, Mâil Beye bir zarf uzatarak:
— Bu m ektubu sizin için bıraktılar.
Mâil zarfı aldı, okudu. Filhakika kendi namına gön­
derilmiş olduğunu gördü. M ektubu açtı. İmzaya bir göz
atınca benzi attı; kül gibi oldu. Dudakları titremeğe,
gözleri kararm ağa başladı. Arkadaşının yüzünün değiş­
tiğini görünce Hayati telâşla sordu:
— Ne var? Ne oluyorsun?
— Mektup Şeydâ Beyden...
— İşin aynasızlığına bak sen şimdi... Bu aralık h er
şey tamamdı da yalnız bu m ektup eksikti. Avalin zoru
neymiş acaba? Ne istiyor?
Hayati, Mâilin omuzundan uzandı. İkisi de gözlerini
m ektuba diktiler. Aşağıdaki satırları m ırıl m ırıl okuma­
ğa başladılar:
«Mâil Beyefendi!
«(Makam) zevcem Şöhret Hanımı evden «aşıran» siz
«imişsiniz deyu edilen tahkikatım dan olveçihile anla^l-v
«mıştır. Sizlerin kim olduğunu (tehâri) kılındıkta Mer-
«zuk Efendi zade oğlu ve (Safayı) Efendinin kızının ko-
«cası bulunduğunuz tebeyyün olup, zadeliğinize yakış-
«maz bu (belleriniz) çok ayıplanmıştır. Şöhret Hanımı
«nasıl aşırdınızsa yine öylece tarafım a göndermeniz be-
«yan kılm ur. Bu beyanımıza kulak asmazsanız (aşirenti)
«keyfiyeti pederiniz ve onunlan beraber kayınpederiniz
«efendilere böyle m ektupla ta tlı tuzlu anlatılacaktır.
«Çünkü (Samatya) daki haneniz malûmumuzdur. Hovar-
«dalıkta bir (ıkayide) vardır ki, kimsenin (gönülüne) do-
«kanulmaz. Şöhret Hanımdan (gönülünün) kimde oldu-
«ğunu sorarız. K a n (benim gönülüm (Mayii) Beydedir,
«deyu (iyfade) eylerse tarafımızdan ses çıkarılmaz. Sizi
«biribirinize (he diye) eyler çekiliriz. Yok, benim yanık-
TE S A DÜ F 237

«lığım Şeydâ Beyedir deyu m eram ın bildirirse siz de bu


«racona baş eğüp hanımı bize bağışlarsınız. Tamam b u iş
«mertçe olur. Bir (hâber) inizi yarın akşam dış kalpak-
«çıda bekliyoruz, kendiniz yahut gelirseniz yüz yüze gö-
«rüşür isek., daha (minasipli) olur. Biz pişkin (âdamla-
«rız). Gönülün (helinden) de anlaruz. Raconsuz m araza
«çıkarmayız. Bu m ektuba aldırmazsanız (soğra) bozu­
şuruz im anım .ı
! ': : îm za
Şeydâ
Meveddetnamenin hitam ında H ayati bir kahkaha ko­
pararak:
— Maşallah, Şeydâ Beyefendi meğerse okur yazar
takımdanmış! O benden ziyade imlâsız be!.. Bu m ektup
kendi el yazıları mı?.. Vay anam babam ifade vay!.. Bu
zat tulum bacı reisliği etmiş m i acaba? Ne güzel racon ke­
siyor. Kitabetine bakılırsa ben onun yanında «Münşii za­
man» gibi kalırım. Vay andavallı be!.. Nasılsa isminin im ­
lâsını öğrenmiş. Onu hatâsız atmış. K ırk b ir kere suratı­
na (aksırayım) da nazar değmesin... Bu edibâne m ektu­
bu sarhoşken yazmışsa onu bilmem. F akat eli kalem tutan
bir adam ne kadar sarhoş olsa yine bu kadar saçmala­
maz... «Haber» kelimesini «haber» şeklinde, söylediği gi­
bi yazarak yeni imlâya tastam am uydurmuş...
— Sen imlâya, ifadeye bakm a; bize bildirm ek iste­
diği şeyi anlatmış ya?..
— Evet, onu güzelce, hem de mutedilce bir lisanla
anlatmış... «Siz benim sevdiğim ¡karıyı aşırmışsınız, sizi
şöyle keseceğim, böyle biçeceğim» gibi tehditlere kalkış­
mamış. Ortaya bir racon koymuş; ona göre meseleyi fas­
lediyor.

NİKÂH
Îmlâsızlığı, ifadece bozukluğu bir tarafa bırakalım ;
238 TESADÜF

iki arkadaş m ektubu, sırf m üeddası noktasından tetkikle


sekiz on defa okudular. İfade pek âdi, fakat meal m ü­
himdi.
Biçare Mâil, ağlamalı olarak dedi ki:
— İşte ben sıfırı tükettim . Haydi bakalım baba Ha­
yati, ne olursa senden olur. Diplomatlığını bu işde gös­
termelisin. Şeydâ Bey benim kim olduğumu haber almış.
Nazenini kapattığım ız evi de öğrenmiş. Şöhret Hanıma,
ikimizden hangimizi tercih ettiğini söyletecek ve alacağı
cevaba itiraz etmiyecekmiş...
— Bu lâflar büsbütün saçma canım... K a n Şeydâ
Beyi tercih edeydi, ondan kaçıp sana gelmezdi.
— Peki, bunlar saçma olsun. K arı kapattığım ı ebe­
veynime ihbar ile beni tehdit ediyor. B una ne dersin?
— İşte bu ihbardan hakikaten korkulur.
— Herif böyle bir halt ederse halim berbat olur,
gider. Racon kesmek için dış kalpakçıya vukubulan da­
vete icabet edecek miyiz?
— Bilmem, işin orasını da dişim kesmiyor. Şeydâ
Beyin matizliği biraz belâlı oluyormuş diye çok duyduk.
Bir derde girmiyelim. Ben sana lâfın kısasını söyliyeyim
mi?.. Bu herifin tehditlerinden hiç korkma. Şeydâ sana
şimdi bazı tekliflerde bulunuyor. Şöyle şöyle yapmazsan
pederine, kayınpederine keyfiyeti ihbar ederim, diyor.
Bundan hiç korkma, varsın etsin. Çünkü pederlerin bu
işi bugün duymasalar yarın duyacaklardır. Böyle şeyi
gizlemek kabil olamaz. Dündenberi konakta ne oldu, ne
bitti, haberin var mı? Belki de şimdiye kadar duym uşlar­
dır...
— Böyle söyleme birader, beni şim di çıldırtırsın...
— Ne olacaksan bir ayak evvel oluverirsin. Bu ka­
patm a keyfiyetinin öyle aylarla gizli tutulm ası mümkün
olamaz.
TESADÜF 239

Mâil şakaklarından aşağı nohut gibi ter dökerek oda­


nın içinde iri iri adımlarla gezinmeğe başlayıp:
— Bana ne yaparlarsa yapsınlar... Yalnız Şöhretten
ayırmasınlar.
— (Gülerek) En evvel yapacakları şey seni Ş öhret­
ten ayırmaktır...
Mâil birdenbire haykırıp:
— Nikâh edersem nasıl ayırtabilirler?
— O başka... Kalemden aldığın maaşla geçinmeğe
razı olursan?.. Daha doğrusu razı olmak değil, o cüz’î
meblâğ ile geçinebilirsen, bu azlığa, bu sefalete Şöhret
de katlanırsa birbirinizden ayrılmazsınız. Buna Şeydâ
Beyin de bir diyeceği olamaz. Çünkü Şöhret bu nikâhı
kabul ederse Şeydâ Beye tercih etmiş demektir. A rtık
bu hususta tekrar reyi sorulmağa hacet kalmaz. O heri­
fin ikalın kafası da bu hakikati anlamış olur.
— Evet, bu nikâhla birçok m üşkülât b ertaraf edilmiş
olacak. Pederim beni huzuruna celbedip de «bir karı ka­
patmışsın» tekdirine kalkarsa: «Hayır, o kadın kapatmam
değil; nikâhlım dır der, işin içinden çıkarım. P ara vermez­
se, yükte hafif pahada ağır hayli hususî eşyam var. On­
ları birer Ibirer satsam hiç olmazsa beni b ir sene geçin­
dirir...
İki refik bu karar üzerine Sam atyadaki eve dönerler.
Hele şükür, Şöhreti evde bulurlar. F akat karıda yine çeh­
re asık...
Halecandan, söz söylemeğe M âilde iktidar kalmam' ş
olduğunu görerek, m ünasip b ir zeminle söze girişm ek
üzere Hayati, Şöhrete der ki:,
— Hanım, Mâil Beyle birbirinizi seviyorsunuz.
Şöhret, H ayatinin sözünü keserek:
— Evet, yalnız sözden ibaret olmak üzere beyefendi
ile birbirim izi seviyoruz.
Hayati kaşlarını çatarak:
240 TES ADÜF

— Yok hanım! Mâil Bey sizi yalnız sözden ibaret ol­


mak üzere sevmiyor. Sizin beye olan muhabbetiniz söz­
den ibaretse onu bilmem!..
Şöhret — Niçin beyin hakkında hüsnü zanda bulunu­
yorsunuz da benim hakkımda şüphe gösteriyorsunuz?
H ayati — Sözünüze karşı öyle dem ek icap ediyor. Mü­
nasebetinizin bidayetindenberi bu işin içindeyim. Ne ol-
dut, ne bittiyse bütün hakikatleri sizin kadar ben de biliyo­
rum. Mâil Beyin size olan m uhabbeti söz götürür gibi de­
ğildir. Zavallının bu iptilâsını, aşkını inkâra kalkışırsanız
büyük bir nankörlükte bulunm uş olursunuz ki, bu küfra-
nmıza karşı sükût edemem. Mâilin sizinle yaşam ak için
kendini ne kadar tehlikelere m âruz bıraktığ:nı şimdi bi­
re r b irer saymağa başlarsam hem söz uzar, hem de malû­
mu ilâmdan başka bir şey yapmamış olurum. Bakınız,
ben bugün «ize bir külhanbeyi gibi değil, uslu, akıllı bir
efendi ağziyle meramım ı arza uğraşıyorum. (Sizin de bir
hanım gibi dinlemenizi rica ederim.
Şöhret önüne baktı. Mâil de b u m uhaverenin alacağı
neticeye intizaren b eri yanda tiril tiril titriyordu. Hayati
hakikaten en ağır başlı bir nasihatçi tavriyle sözünde de­
vam ederek:
— Aranızdaki bu m uhabbet ikiniz için de hem büyük
bir haz ve şevk, hem de büyük bir felâket demektir. Siz
bu m ünasebette devam ettikçe g it gide bu hâz ve lezzet
azalır, felâket büyür. Bu felâketin hafiflemesi belki de iza­
lesi, münasebetinizi m eşru şekle sokmakla kabil olur. Ev­
lenmenize bir mâni yoktur. Mazinin bazı nâhoş taraflarını
unu,talim, bir nikâh kıydırıverelim, her şey bitmiş olsun.
Buna kimsenin de b ir diyeceği kalmasın...
Bir müddet sükûtla geçti. Şöhret gözlerini önünde bir
noktaya dikmiş derin derin düşünüyordu. Mâile varmak
kendinin de en has emeliydi. Lâkin akşam ettikleri şid­
detli mücadele esnasında Mâilin çocukça bir gaflet eseri
TESADÜF 241
olarak sarf etmiş olduğu: «Üzerimde sevdanızın nüfuzu o
dereceye varm ıştır ki, ne arzu etseniz bana y a p tıra b ilir­
siniz» sözleri aklına geldi. H er istediğini Mâile yaptırta-
bilmek iktidarını haiz olduktan sonra bu meselede Şöh­
re t Hanım niçin kendini ağır ve pahalı satmasın? Bu h u ­
susta bütün muhtemel menafiini kendine temin etmek
fırsatını kaçırsın?..
İstiğnaya, naza müsadif oldukça Mâilin muhabbeti zi­
yadeleştiği Şöhretçe mücerrep bir m uaşaka hikm eti oldu­
ğundan, kaşların: kavislendirip kırıla döküle dedi ki:
— Mail Beyefendinin geçen gün söylediği sözleri kırk
yıl yaşasam unutamam. Bey, beni bugün hevesini teskin
için nikâhla alacak, sonra istediği zaman bırakacakmış.
Bunu bana kendi ağziyle söyledi. Bendeniz böyle m uvak­
kat b ir nikâhı kabulde rnâzarum.
Mâil telâşla söze atılarak:
— M uvakkat nikâh mı? Hayır, ağzımdan böyle b ir
söz çıkmadı. İmamı, m uhtarı, daha m ahalleden birkaç ki­
şiyi davetle şer’î hüküm üzere b ir nikâh 'kıydıracağım.
Sen nas’l münasip görürsen öyle hareket edeceğim. Bey­
hude itizarlara kalkışma Şöhret Hanım...
Şöhret — Canım, nikâhın bir sözle münakit, yine bir
sözle münfesih olduğunu söyliyen siz değil misiniz?
Mâil — Evet, ben söyledim. Sözümü yine teyit ede­
rim. Evet, öyledir.
Şöhret — Müebbeden geçinmek için benimle evlen­
meğe karar verdiğiniz halde nikâhın bu ahkâmından bah­
se ne lüzum vardı?
Mâil — Yani size samimî efkârımı anlatmak istedim.
Şu aralık bende gördüğünüz zaaftan istifadeye kalkm ayı­
nız. Kendinizi bana müebbeden sevdirecek hareketlerde
bulununuz, dedim.
Şöhret — Kendimi size müebbeden sevdirmeğe çalış­
tım zannediyorum. F akat gönlünüzde, bahusus vicdanı­
18
242 TESADÜF

nızda cariyenizi müebbeden sevmeğe istidat yoksa ne ya­


pabilirim?..
Mâil — Bu istidattan m ahrum iyetim i neden anladı­
nız?..
Şöhret — Gören göze kılavuz ister mi?
Mâil — Maksadınızı anliyamadım.
Şöhret — Efendim, bendeniz gönül, vicdan doktoru
değilim. Lâkin gönlünüzde sadakat istidadı olaydı, hare­
minizin üzerine bendenizi sevmezdiniz. Zevceniz asîl bir
hanımefendi olduğundan bu hallerinize taham m ül ile ter­
biyesinin icabını gösteriyor. N ikâhtan sonra benim üze­
rim e bir kadın sevdiğinizi haber alırsam, o zaman, vicda­
nım böyle diyor, yok gönlüm şöyle emrediyor, şu aralık
zâfım var, gibi saçmalara katiyen kulak asmam. Sizden
pek dehşetli bir intikam alırım.
Mâil bu sözlere karşı müşkül bir mevkide kaldı. B ir
cevap bulup vermek için yutkunurken H ayati imdadına
şitapla söze girişerek:
— Şöhret Hanım, siz aşk ve alâkayı inkâr m ı ediyor­
sunuz? Mâil Bey sizi zevcesinin üzerine sevdiyse, aman­
sız bir m uhabbetin şiddetine karşı gelem iyerek sevdi.
M ukavemeti güç bir sevda, vicdanî m uhakem atta bir mâ-
zeret yerine geçmez mi? Bu hal, bu kabahat, bu cinayet
ilk defa Mâilde mi görüldü? Aransa bunun emsaline bin­
lerle tesadüf edilmez mi?
Şöhret dilbâzane bir istiğna tavriyle kaşlarım çata­
rak:
— Uzun sözün kısası, H ayati Efendi, ben ortak üze­
rine varamam...
K arının demindenberi döndürüp dolaştırdığı dolam­
baçlı sözleri bu mühim netice üzerinde patlayınca Mâil
ile H ayatiyi derin b ir sükût istilâ etti. O rtak üzerine var-
mayışı Sâibenin boşanmasını istemekti. Şöhret ortaya at­
tığı teklifin m üthiş ehemmiyetini bildiğinden, muhatap-
TESADÜF 243

larm ı saran sükûtu ihlâl etm iyerek b ir m üddet o da göz­


lerini yere dikip sükût etti. Evet, mesele mühim olduğu
kadar da m üthişti.
Şöhrete olan sevdasına geçici bir arzu nam ını verip ^
zamana kadar her hareketine b ir vicdanî özür bularak
pek sıkıştığı vakit ahlâkının zâfmı m eydana sürerek işi
bu raddeye girmiş bulunan Mâil o sevda baygınlığından
uyanır gibi oldu. «Baksana bu kadın ne diyor? Hiç öyle
b ir teklifi kabule imkân var mıdır?» der gibi H ayatinin
yüzüne baktı. ,
H ayati bu suale cevap verm ekten aczini gösterir b ir
tereddütle nazarım tebdil etti. Beş dakikalık eiîm b ir sü­
kûttan sonra yine söze başlam ak cesaretini Şöhret göste­
rerek dedi ki:
— S ükût ediyorsunuz; çünkü kocasına karşı her hak­
ka malik bir kadınla, nikâhtan sonra bile o hukuktan hiç
birine malik olamıyacak diğer bir kadından bahsetm ek is­
tediğimi anladınız. Bu iki kadından birincisi Sâibe Hanı­
m efendidir, İkincisi de benim... Ne kadar salâh arzusu
göstersem, müm kün değil itibarca onunla m üsavi ola­
mam. Irz ehli hanım lara karşı yüreğim izi kem iren haset,
nefret işte bundan ileri geliyor. Beyefendiler, b u cariye-
nizi de m âzur görünüz. Mâil Beyefendi evli bulunuyor.
Zevcesi, beyinin her veçhile küfvü b ir kadın... B ir de ço­
cukları var. İkisi mes’u t bir aile teşkil etmişken ara yere
ben girdim; bu saadetlerini ihlâl ettim. Ben kimim? Başı
açık bir fahişe... (Ağlıyarak) Bu meselede her şeyin doğ­
ru ve açık söylenmesi lâzım gelen vakit artık hulûl etmiş­
tir. Mâil Beyle bu m ünasebetim izi duyanlar «vay m el’un
kan» diye bana lânet okuyorlar... Vah zavallı talihsiz ka­
dın teessüfleriyle Sâibe Hanımefendiye acıyorlar. F akat
b ir kere düşünelim: Bendeniz zannettikleri kadar m el’un
b ir karı mıyım? Sâibe Hanımefendi tahm in olunan dere­
cede zavallı m ıdır? Beynimizde bu sevda macerasını zev­
244 TESADÜF

ceniz duymuştur. Çünkü 'böyle .şeyler çabuk işitilir. Fa­


kat Sâibe Hanımefendi hanımlığını, terbiyesini, asaletini
bütün bütün ispat etmek için Mâil Beyden ayrılmak filân
gibi hareketlere, gürültülere kalkışmıyor. Ne görüyor, ne
işitiyor, kocasından h er ne m uam eleye duçar oluyorsa
hep Jbunlara karşı m etanet gösteriyor, taham m ül ediyor.
F akat bu taham m ülünün sebebi var. Kocasına katiyen
malik bulunduğundan emindir. Mâil şurada burada, genç­
liği icabı bazı havâiliklerde ¡bulunsa da, en sonunda yine
zevcesine avdet edecektir. Bundan Sâibe Hanım ın hiç
şüphesi yok. İşte b u em niyet kuvvetiyle o taham m üllerde
bulunuyor. Mâilin benimle olan m ünasebetine gelince,
bütün bütün (bir akis olduğu görülüyor. Beni Mâile rapte­
den şey küçük bir hevestir. O zail olunca aramızda her
şey gelmiş geçmiş demektir. O zaman nikâhın da hükm ü
kalmaz. Avucuma beş on para koyup beni başından defe-
diverir. Bey benden hevesini almışsa da benim kendinde
el’an hevesim, m uhabbetim kalıp kalmadığını sormaz.
Ben o .acı ile, o yeisle ne yaparım ? Yapacağım şey, hiç
şüphe yok ki yine bu yola dökülmektir. Şu neticeyi arzet-
mek istiyorum ki, teklif ettiği bu nikâhla M âil Bey beni
bu hayatın sefaletinden ebediyen kurtarm ış olmuyor
Evet, bu akidle ne ben bahtiyar oluyorum, ne de Sâibe Ha­
nım üzüntüden kurtuluyor. Bir m üddet daha ikimizi b ir­
den böyle ıbedlbaht etmedense bunun en iyisi ya onu, ya
beni katiyen tercih etm ektir. İsterseniz (bugün beni terke-
dip zevcenizin nezdine avdet ediniz. Ben de tövbekâr ol­
mak hevesiyle belki bir koca bulur, varırım . O rtak üzeri­
ne varmam. Bir erkeğin yegâne karısı olmak isterim. Yok
cariyenizi tercih eylerseniz o halde harem inizi tatlik eder­
siniz. Sizden sonra o da bir diğerine varır. Belki de bah­
tiyar olur. Üç gün sonra beni ¡boşayacağınızı bile bile si­
ze varm ak istemem. Ya o, ya ben?.. İntihap ediniz...
Bu sözlerinde Şöhret haklı mıydı? Değil miydi? Ar­
TESADÜF 245

tık onu muhakemeye Mâüde hal kalmamıştı. O yalnız


sevgilisinin dizlerine kapandı; gösterebileceği istirham lar
ve m antıkî iknaat, medit, müessir bir giryeden ibaret ol­
du. Buı mücadele üç gün devam etti. Nihayet bir gece
Mâil:
— Sevgilim Şöhret! Böyle taş yürekli olma. Şaibeyi
tatlik etmek ;bir şey değil... Lâkin zavallının zaten bün­
yesi zayıf; yeisle ölüverirse âlem sana da, bana da lânet
okur. İki aileyi de mahvetmiş oluruz. O yeisle pederim
beni ihtimal ki reddeder. Pek fena b ir harekette bulun­
muş oluruz. Gönlüm zevcemde olsa, bu kadar felâketlere
meydan okuyarak hiç senin yanm a gelir miyim? Maddî,
mânevi birtakım rabıtalar, beni Sâibeye bağlı bulundur
ruyor. Bu rabıtaların cümlesi bir günde kesilemez. Şimdi
biz beynimizde nikâh akdedelim. H er gün bu rabıtalar­
dan birini kesmekle yavaş yavaş Sâibeden ayrılm ak için
işi kıvamına getiririz. Safai Efendi bu nikâhı duyunca za­
ten kızım bende bırakmaz. Talâk teklifine en evvel o kal­
kışır. Onların teklifi üzerine biz bu harekette bulunursak
âlem nazarında mes’uliyetten yarı yarıya kendimizi k u r­
tarm ış oluruz. Çünkü bu gibi ahval yalnız Sâibenin başı­
na gelmiş bir keyfiyet değildir. Bunun emsali her gün, her
yerde görülüyor.
Nev’inden sözlerle yalvara yakara Şöhreti razı etme­
ğe m uvaffak oldular. K arının son m uvafakat tekâlifi şun­
lar olmuştu:
Hukuku zevciyece her suretle kendi Sâibeye m ürec­
cah sayılmak, uzun m üddet gaybubet için Mâilin hasta­
lık ve saire nev’inden serdedeceği özürlerin hiç biri ka­
bul olunmamak, Şöhretle olan nikâhın akdi tarihinden
itibaren nihayet altı ay zarfında Sâibe tatlik olunm ak ve
saire...
Şöhret bu tekliflerini Mâile el yazısiyle yazdırarak al1-
246 TESADÜF

tını dahi imza ettirdikten sonra varakanın bâlâsına şöyle


de bir şerh verdirdi:
Bu m ukavele ahkâm ına harfiyen riayet edemediğim
takdirde zevcem Şöhret Hanım arzu ettiği veçhile hare­
kette m âzurdur.
***
Nikâh kıyıldı. Şöhret Hanımın badem â Mâil Beyin
zevcesi olduğunu, bu zevç ve zevcenin m eşru münasebet­
lerini ihlâl edecek tezkereler göndermek artık uyamıya-
cağı hususu mühimmini tebliğ için H ayati hem en o akşam
dış kalpakçıya, Şeydâ Beyi görmeğe gitti. Bol pantalonlu,
kısa caketü, beyaz kuşaklı Şeydâ Bey, H ayatinin kestiği
bu nikâh raconuna evvelâ baş eğdi. B ir iki kadeh fazla
çaktıktan sonra havayı değiştirdi:
— Nazeninim Şöhret ellere nikâh olmuş!..
Nârasiyle işret masasına bir yum ruk indirdi. K adeh­
ler, bardaklar, şişeler, mezeler birbirine girdi. Birkaç ka­
deh daha çekince Şeydânın yum ruklarına hedef ittihaz
edeceği şey bu akit haberini getiren zatın kafası olacağını
kurnaz H ayati derhal çaktı. Su dökmek bahanesiyle ye­
rini ve sohbeti terk ile hem en fertiğini verdi. Şeydâ Bey„
o hasret ateşiyle kadeh, bardak kırm aktan tutturduğu
şiddeti aşkını m eyhanenin lâm balarına saldırm ak derece­
lerine vardırdı mı? Kim bilir?.. H ayati artık meyhanenin
civarından uzaklaşmadan başka şey düşünmüyordu.
* * *
K apatm a tâbirinin m eşru zevce nam ına tahvilinden
sonra Mâil artık Şöhrete sahip olmuştu. Şeydâ Beyin te ­
cavüzlerine karşı nikâhla bir m üm anaat şeddi çekilerek
gûya o cihet tem in edildi. Bu yüzden Mâilin gönlü ferah­
ladı. Şimdi ailesi tarafından koparılacak bir fırtına vardı.
Nikâh keyfiyetini saklamak kaabil olamiyacağmdan, b u iş
er geç duyulacaktı. Gerek pederi ve gerek kayınpederi
TESADÜF 247

aileleri birbirine girecek, enine boyuna birçok söz olacak,


Mâil tekdirlere, tel’inlere uğrayacak; belki evlâtlıktan
tardolunacaktı. O korkunç fırtınaya, bu müthiş boraya da
göğüs verdikten sonra yine yavaş yavaş her şey tabiî ce­
reyanına girecek, eski sükûnet yerini bulacaktı. Bu fırtı­
nada en çok hasar görecek m ahlûk Sâibe idi. Zavallı ka­
dın bu patırtıyı da savuşturursa ihtim al kocasının m ühlik
sevda marazından biraz kurtulm uş olacaktı,
çarpıyordu. Konağın içini sükûnet halinde buldu. Kalbine
ayrılmam ak şartiyle biçare delikanlı h er belâya razı idi.
Nikâhın ertesi günü Mâil pederinin hanesinden müfara-
kat müddetini hesapladı ki, bir haftayı tecavüz etmiş. Sâ-
ibeden kavga ile ayrılmış olduğunu Şöhretten gizlemişti.
O gece birinci zevcesine gitm ek üzere İkincisinden utana
sıkıla müsaade istihsal etti. Sam atyadaki haneyi H ayati­
nin nezaretine terk ile pederinin hanesine gitti. H er şey
duyulmuş zanniyle delikanlının yüreği güm bür güm bür
çarpıyordu. Konağın içini sükûnet halinde buldu. Kalbine
biraz su serpildi. En evvel annesinin yanm a girdi. Samat-
yadaki haneden, bâhusus nikâh keyfiyetinden etrafa bir
şey sızmışsa validesinin işittiği havadisten m utlak oğlu­
na bahsetmeden duramıyacağmı bildiğinden, en evvel onu
görmeyi muvafık addeyledi. Kadın oğlunu görünce:
— Mâil evlâdım, neredesin ayol? Ne kadar zayıflamış­
sın... Ne oldu sana böyle? A iki gözüm yavrum; çehren
kaşık kadar kalmış.. Değişik gibi olmuşsun. Sâibe Hanım ­
la dargın olduğun için mi kederle k u ra kura böyle oldun?
Aman ne kibirli karin varmış... Dokuz, on gündür seni
sordurm ak için buraya b ir haber bile göndermediler. Şöy­
le seslerini bile çıkarm adılar. Yoksa sen dayanam adın da
barışm ak için oraya gittin mi? Efendi babanı sorma. Se­
nin böyle bir haftadır ortadan kaybolduğuna çok hiddet
etti. i
Anaların en büyük endişeleri, tasaları, evlâtlarının
248 TESADÜF
sıhhatleridir. Az bir gaybubetten sonra mülâki olur ol­
maz hemen oğul veya kızlarının çehrelerindeki kansızlığa,
solgunluğa, zaaf âsarına dikkat ederler. İlk düşünceleri
budur.
Mâli, zevcesi Sâibe ile henüz barışm adığını söyleyin­
ce validesi: , ; ,
— Öyleyse sen burada bekle, ben efendi babanın ya­
nma gideyim. Yine sana çok öfkeli mi, değil mi? Bir anlı-
yayım da seni odasına ona göre sokayım.
Valide hanım gitti. Oğlunun gaybubeti vâki asını mâ-
zur göstermek için peder efendi nezdinde icap eden mu-
kaddemeye girişerek:
— Efendi, mahdumu sakın tekdire kalkışma. Zavallı
çocuk, iSâibenin derdinden zaten sararmış, solmuş. Ben
bilirim canım, ağlum karısını çok sever. Nasılsa bir hatâ­
dır etti, bozuştu. Sonra gidip yalvarm ayı da kibrine ye­
diremedi. O edâlı Sâibe Hanım da hiç aldırmadı. Anasına
babasına ettiği nazı, istiğnayı bizim oğlana da yapıyor.
Çünkü kız sevildiğini biliyor. Nazmı çekecek biri olduk­
tan sonra herkes nazlanır. Kızı da ayıplamam canım, tâ
ezelinden onu öyle nazlı hoppala alıştırm ışlar. Onlar na­
sıl kızlarının kıymetini biliyorlarsa, biz de oğlanın kadri­
ni bilelim.
Zemininden tutturduğu bir müdafaa ile efendinin,
oğlu Mâil aleyhindeki on gündür feveran eden hiddetini
haylice teskine muvaffak oldu. ¡Sonra Mâili içeri soktu.
M erzuk Efendi, m ahdum unu uzun uzadıya isticvaba giriş-
meksizin hemen arabanın hazır edilmesi em rini verdi.
Araba koşulunca peder efendi, m ahdum una beraber gel­
mesi için bir işaret verdi. İkisi de avluya indiler. Araba­
ya bindiler.
Mâilin validesi yukarıda:
— Gördünüz mü a dostlar. Oğlanı aldı, barıştırm ağa
TESADÜF 249

kızın konağına götürüyor. Yine Sâibe şımaracak, burnu


Kaf dağına varacak...
Teessüfleriyle çırpınırken araba Safai Efendinin ko­
nağı semtine doğru yol almağa başladı. Mâil kendinin ne­
reye götürüldüğünü biliyor, fakat .giderim veya gitmem,
kabilinden rey beyanına, bir kelime telâffuzuna cesaret
edemiyordu. Bu sekiz on günlük gaybubet kabahatini pe­
derine ancak böyle Sâibenin ayağına gidip barışm akla af­
fettireceğini anlamıştı. Zevcesiyle o aralık barışmak, Mâ-
ilin plânına da muvafık düşüyordu. Lâkin şimdi Safai
Efendinin konağına gidince nasıl bir kabuj sureti göre­
cekler? Kendi pederinin henüz işitemediği nikâh keyfiye­
tini kayınpederi haber almışsa?.. O zaman ahval ne renge
girecek? Haydi nikâh maddesini de bir tarafa bırakalım...
Sâibe, kapatm a macerasını, Sam atyadaki evi filân bili­
yor. Pederi Safai Efendiye tazallüm ü hal ederek acaba
bu bildiklerini bütün anlatmış m ıdır? Anlatmışsa, şimdi
Mâ1'lin orada pederiyle kayınpederi arasındaki mevkii pek
güçleşecektir. Kendi pederi vak’aya vâkıf olur olmaz kim
bilir ne kadar hiddet edecek? Bir çeyrek, yarım saat son­
ra, aman yarabbi, Mâil ne m üthiş ne elîm bir hal içinde
kalacak...
Bedbaht delikanlı bunları düşündükçe titriyor, renk­
ten renge giriyor, kaabil olsa kendini arabanın penceresin­
den atarak firar etmek istiyordu.
Pederi ise oğlunda gördüğü bu halecan âsarmı, deli­
kanlının Sâibeye olan şiddeti m uhabbetine atf ile âşık
mâşuk kavuşturm ağa gittiği için kalben kendi kendini
tebrik ediyor, alkışlıyordu.
Çok sürmedi; araba Safai Efendinin konağı avlusuna
girdi. Uşaklar derhal, uzun müddet konaktan gaybubet
eden Mâil Beyle pederinin istikbaline koştular. Mâil et­
raflarına üşüşen hizm etkârların çehrelerine alık alık ba­
karak gaybubeti müddetince orada cereyan etmiş olan iyi
250 TESADÜF

ve kötü vukuatı anlamak, keşfetm ek istiyordu. F ak at


kimsenin yüzünde fevkalâde ahvale delâlet eder bir ema­
re göremedi. Tesadüf ettiği çehreler hep şen, mütebes-
simdi. Demek Sâibe son m etanetini kullanarak kimseye
bir şey sezdirmemiş...
Baba oğud, doğruca Safai Efendinin yanm a çıktılar.
Kayınpederi, Mâile karşı gûya Sâibe ile delikanlı beynin­
de hiçbir infiâl vukubulmamış, sanki Mâile o konaktan ya­
rım saat bile gaybubet etmemiş gibi bir hüsnü kabul ve
iltifat gösterdi. Oğlan ve kız babalan arasında k a n koca
beynindeki dargınlıktan katiyen bahsolunm adı. Yalnız
Merzuk Efendi, oğluna -harem e girip zevcesinden af dile­
mesi için - göz kuyruğu ile işaret etti. Mâil derhal itaatle
odadan çıktı. Geniş bir sofadan sonra yüreği şiddetle çar­
pa çarpa loşça bir koridordan geçti. Kendi dairesinin önü­
ne geldi. Acaba Sâibeyi şimdi ne halde ¡bulacak? Ne yol­
da bir muameleye uğrayacaktı? Kapıyı açtı. Baktı ki zev­
cesi salon kapısında boylu boyunca duruyor. Aman ya~
rabbi, beş on gün içinde biçare kadın ne kadar bozulmuş!..
Sevda, kıskançlık denilen b u iki şedit his olanca m uhrip
dehşeti ile Şaibeyi yemiş, eritmiş, bitirm işti.
Mâil içeri girince zevcesi b ir gûna infial eseri göster­
meden eteğine doğru bir tem enna ile beyini kabul etti.
Zevç b ir vicdan ıstırabı, zevce m uhrik b ir tahassür elemi
tesiriyle ikisi de titriyorlardı.
Yekdiğerine teklif ibrazına uğraşır b ir ev sahibi', mi-
safir tavriyle karşı karşıya oturdular. İkinci birer temen­
na teati olundu. Şaibenin çehresini derin b ir kansızlık is­
tilâ etmiş, düdaklan bile bembeyaz kesilmişti. Bütün ih-
tirasatı, son m ertebede nefsini cebr ile gizlemeğe uğraş­
tığı infialleri iri siyah gözlerinde — zâftan, kansızlıktan
kirpikleri daha utzun, daha kıvırcık, daha sayeli görülen—
gözlerinde toplanmış görünür, b ü tü n teessürleri bu iki
ruh aynasında parlıyordu. 1 \ \ J
TESADÜF 251

Yekdiğerine karşı söz bulm akta m üşkülât çeken iki


yabancı gibi evvelâ havanın güzelliğinden bahsettiler.
Böyle resm iyetle görüşm ekteler iken yavaşça kapı gıcır­
dadı; içeriye kızları Makbule girdi. Çocuk evvelâ bir işti­
yak savletiyle babasının kucağına koştu. Sanki m ânevî
bir mukavim, y ah u t ki validesinin bütün ıstıraplarından
m ütehassıl görünmez bir manyatizm a seyyalesi yavruca­
ğın ayaklarım köstekledi. Çocuk birdenbire minimini şa­
hadet parmağım alt dudağına götürüp mâsumane bir te ­
reddüt ile gözlerini babasına dikip odanın ortasında kala­
kaldı. Kızın bu tereddüdünü gören pederi kollarm açıp:
— Gelsene kızım, Makbule... Niçin durdun?
Bu davete karşı çocuk, validesine gözlerini çevirerek
sanki:
— Yabancı bir m isafire benziyen bu bey babaya gide­
yim mi, gitmiyeyim mi?
Diye ,bir istifsarda bulu n u r gibi yaptı. Validesi der«
h a l:
— Kızım, koşsana babana...
Emrini verdi. Çocuk, Maile yaklaştı. Lüle lüle kum ­
ral saçlarım pederinin sağ kolu üzerine dağıtarak bir ba­
basının yüzüne döndü, bir de annesine baktı. Mâsumun
nazarında pek ayan bir m ahzuniyet vardı. Sanki yavru­
cak, pederiyle validesi beyninde cereyan eden hususî faci­
aya vâkıfmış gibi m eyusane gözlerini önüne indirdi.
Mâil bir iki söz bulup çocuğu açmak için dedi ki:
— Kızım, hani senin bebeklerin?
— Bebeklerim mi? Onlar hasta... Annem de hasta, bü­
yük annem de... Ben de hastaydım, şimdi iyi oldum...
— Yalan söylüyorsun kızım... Maşallah hepiniz iyisi­
niz...
— Yalan söylemiyorum... Doktor geldi, hepimize ilâç
verdi. Bey baba, sizi çok bekledik. Niçin gelip bizi sorma­
dınız? Büyük bebeğimin düğünü oldu. Aşçıbaşı zerde pi­
252 TESADÜF

şirdi. Annem (piyana) çaldı. «Şevk-ı-efza» oynadı. Bebe­


ğimi güvey koyduk. Annem o gece çok ağladı. (Validesi­
nin yüzüne bakarak muhterizane) Ağladı, ağladı... Çün­
kü başı ağrıyordu. Sordum, bana öyle dedi.
Çocuğun bu sözlerine m ukavem et edilmez bir rikkatle
Mâilin gözleri sulandı. Bebeğe düğün yapılırken Sâibe ni­
çin o kadar ağlamıştı? Acaba bu düğün M ailin zifafa da­
hil olduğu geceye mi tesadüf etmişti?
Mâil göz uciyle baktı. Sâibenin de kirpikleri arasına
teessür incileri dizilmiş olduğunu gördü. Bu bebek düğü­
nü bahsini kapatm ak için M akbuleye sordu:
— Ey, bebeklerinin düğünü oldu bitti. Şimdi ne ya­
pıyorsun bakalım?
Çocuk gülerek:
— Bir düğün daha yapacağım...
— A... çok olmaz mı kızım?..
— Olmaz... Cici anneme sordum. Yapalım, dedi. Aş­
çıbaşı yine yemek pişirecek. Çünkü beybaba, benim erkek
bebeğim yok mu? Bu gelini beğenmedi. Ona Bonmarşe-
den daha güzel, sarı saçlı bir kız bebek alacağız....
Çocuk gûya öğretilmiş gibi bu bebek düğünü bahsin­
de devam ettikçe Mâil bütün bütün müteessir olu.yor,
sözlerini şaşırıyor, artık göz kuyruğu ile bile zevcesine
bakmağa cesaret edemiyordu.
Makbule, babasının saat kordoniyle oynarken bir ara­
lık yavaşça elini yeleğin cebine soktu. Oradan bir şey bul­
du, çıkardı. Bulduğu şeyi sevinerek babasına göstererek:
— Bey baba bu ne?
Mâil baktı ki ne görsün?.. Beyaz kurdelâ ile boğul­
muş bir tutam sarı saç... G örür görmez renginden bunun
Şöhretin saçı olduğunu anladı. F akat bu saçı cebine kim
koymuş? Bu saç oraya nasıl girmiş? Düşündü. Mâilin o
geceyi Sâibenin nezdinde geçireceğini Şöhret bildiğinden,
zevcesi kıskançlık saikasiyle kocasının ceplerini karıştırır­
TESADÜF 253

ken bu saçı görsün, beyinlerinde bir m ünazaa çık­


sın kasdiyle ikinci zevcesinin böyle bir kurnazlıkta bur
lunmuş olduğuna derhal intikal etti. F akat çocuk sarı saçı
kaptığı gibi hemen annesine koşarak:
— Bak anneciğim, ne güzel sarı saç!,. Gelin alacağı­
mız bebeğin saçları böyle olsun, e mi?
Çocuğun elindeki o lepiska saçın görünmesi, Şaibenin
vücuduna «ispazmoz» getirdi. Zavallı kadın göstermeğe
uğraştığı tahammül, m etanet hilâfına yürekten kopan
gayri ihtiyarî şedit bir infial ile sarsıla sarsıla dedi ki:
— O saçı pek mi beğendin yavrum ? Yabancının değil,
o da senin öteki annenin saçı... Bey baban onu tılsım gibi
üstünde taşıyor. Çabuk götür, yine ona ver. O tılsımı üze­
rinden ayırırsa belki kendine bir fenalık gelir.
Makbule gülerken birdenbire somurtup:
— Hangi annemin saçı? Benim senden başka küçük
annem v ar mı?
îstiğrabiyle validesinin kucağına atıldı.
Mâil bir cevap buâmak için bir iki yutkundu. Sağına
soluna bakındı. Nihayet ağlamıya benzer b ir sada ile dedi
k i:
— Sâibeciğim, ben zaten felâketzede ,bir zavallıyım.
Barışmağa ayağına geldiğim bir günde de niçin beni böy­
le kinayelerle dilhun ediyorsun?..
— Beyefendi, affedersiniz. ¡Size b ir şey söylememek,
hiç bir hareketinizi muahaze etmemek, katiyen serzenişte
bulunm am ak için m etanet göstermeğe k arar vermiştim.
Fakat çocuğun kemali mâsumiyetle cebinizden bulup çı­
kardığı şuı saç her türlü sabır ve âramımi bir saniyede ya
kıverdi. ISaçm görünmesinden ziyade diğer b ir husus ben­
denizi meyus etti. Ahlâkınız ne kadar tezelzüle uğramış?
Beyninizde akit vâki olmuş bir kadının saçını cebinizde
böyle fütursuz nasıl gezdiriyorsunuz? Bir yabancı erkeğin
yanında bu saç yine böyle gözükürse pek acip olmaz mı?
254 TESADÜF

Çünkü evvelki gibi değil artık o kadın nikâhlınızdır. Bu


mizaç hafifliğini size yaraştıramam...
Bu nikâhlı sözünü duyunca Mâil kurşunla vurulm uşa
döndü. Daha dün vâki olan nikâhı Sâibe bugün nasıl işit­
miş? Yoksa Sam atyadaki haneden buraya gelip giden biri
mi var?
Sâibenin bu sözünü tasdik mi yoksa tekzip mi lâzım
geleceğini Mâil düşündü. Tekzibi mânâsız buldu. Çünkü
Sam atyadaki vukuatı bu kadar çabuk haber alan Sâibe,
ihtimal ki bu hususa taallûk eden sair esrarı da an’anesiy-
le öğrenmiştir. Binaenaleyh inkârın Sâibeyi büsbütün öf­
kelendirm ekten gayri bir faydası olamıyacağım bilmuha-
keme, istirhamla, tezarru’la biçare kadının göynünü almak
için hem en ayaklarına atılıp dedi ki:
— İki gözüm Sâibeciğim; ben senin âzad kabul etmez
bir kölenim. Ne kadar m üthiş bir felâkete uğradığımı bi­
liyorsun... Ben sana vukuatı anlatayım; munsıfane dinle.
Hakkımda vereceğin her hükm e razıyım.
fSâibe hiç cevap vermedi. Hıçkıra hıçkıra ağlamağa
başladı. Beyinlerinde cereyan edecek sözleri işitmemesi
için Mâil, M akbulenin elinden tu ttu ; dışarı çıkardı. Dadı­
sına teslim etti. Badehu salona avdetle acip tazarru ata gi­
rişecekti:
— Evet, ben Şöhreti kendime nikâh ettim. F akat ni­
çin?.. Kendisinden daha çabuk usanp bir ayak evvel nef­
re t etmek için!.. O m enfur karı menkûham olmadıkça be­
ni kıskandıracak bin türlü iblisane vesaita cüretle aklımı
çileden çıkarmaya uğraşıyordu.
Sâibe bu sözlere karşı asıl kendinin aklı çileden çık­
m akta olduğunu gösterir bir yeis nazariyle dedi ki:
— Sus beyim sus. Beş on gün evvel yine burada bana
oynadığınız komedyayı şimdi aynen tek rara ne lüzum var?
Şöhret Hanımdan daha çabuk nefret etm ek için onu ken­
dinize nikâh etmek. Of., bu nasıl söz? Ne gülünç mantık!
TESADÜF 255

Beynimizdeki şu faciayı m udhikeye çevirmeğe uğraşarak


beni bütün bütün dilhun etmeyiniz. M ademki nikâh et­
mişsiniz, Cenabı Hak size dirlik, düzenlik versin...
Mâil, zevcesini kucaklam ak istiyerek:
— Fakat iSâibeciğim... Ben senin için...
Zavallı kadın zevcinin bu câlî deragu<şunu kabul etmi-
yerek :
— Mâil, sende hiç insaf kalmadı mı? Komedya iste­
mem, diyorum...
— Karıcığım, nam usum üzerine yem in ederek seni
temin...
Sâibe, zevcinin sözünü tamamlamasına vakit verme­
den hem en caketinin cebinden mendilini çıkardı. Hazin
bir girye ile ağzına götürdü. Ağzından mendile bulaştır-
d:ğı şeyi zevcinin gözlerine karşı tuttu. Şedit bir haşyetle
gözleri büyüyen Mâil, birkaç adım geri çekildi. Çünkü
ütülü, beyaz ince keten mendilin üzerinde nar çiçeği ren­
ginde bir fasla kan Sâibenin titrek parm akları arasında
titriyodu.
Kaç zam andır bedbaht kadına çektirdiği ıstırapların
elîm neticesi olan o ciğer parçası dehşet nazarları önünde
kıpkırmızı titrerken Mâil artık cinayetinin derecesini bi­
raz anlıyarak iki kolu yanm a sarkmış, başı arkaya çarpıl­
mış, gözleri süzülmüş bir halde kalakaldı... A rtık kendini
müdafaaya, Şöhrete olan m uhabbetinin havailiğini ispata
hâsılı Sâibeyi aldatmağa uğraşm ak cüretini gösteremedi.
Zevcesinin ağzından, evet, elem kanı ile dolan ağzından
sâdir olacak son hükme intizaren öyle durdu.
Sâibe kanlı mendili cebine koydu. Bir câni ¡gibi kar­
şısında titriyen zevcine derin b ir teesssür nazarı atfiyle
dedi ki:
— Mâil; beyim... Yalana lüzum yok. B ütün fenalıkla­
rını, hud’alarını bildiğim halde ben yine seni sevmekten
kendimi alamıyorum. Bir fahişeye alâka yüzünden senin.
256 TESADÜF

gibi ahlâkı bu derece tezelzüle uğram ış bir delikanlıyı


insanin yüreğini böyle benimki ıgibi al kan edecek, par-
çalıyacak ayıplariyle sevmek, yüksek ahlâk sahibi bir ka­
dın için âdeta b ir cinayet demektir. İşte ben bu cinayette
bulundum ; sizi sevdim. El’an seviyorum; fakat muhabbe­
timin cezası olarak işte bugün kan kusuyorum. Hastalığı­
mı kimseye haber vermiyorum. Tedavi istemem. Bırakın
ben cezamı çekeyim. İçimi saran aşkın marazı Mâil, beni
son mukavemet hayatım a kadar yesin, o yesin, bitirsin...
Öleyim; gideyim...
Talihsiz Sâibe, mendili gözlerine götürdü. Katılıyor
zannedilecek hıçkırıklar, sarsıntılarla nevmidane bir begâ
tutturdu. Mâil artık ağlıyamıyor, söyliyemiyor, — aldığı
o mütelehhif vaziyette— taş kesilmiş gibi ayakta duru­
yordu. Bu karı koca beynindeki macera en m üthiş ve mü-
ellim bir devreye girmişti. Mâilin o güne kadar iğfal ile,
yalanla, zevcesinin yüzüne gülmekle, idare ediyorum zan­
nettiği bu keyfiyet o saatte artık tam ir kabul etmez bir
hale gelmişti. Her ikisi için de birbirine karşı hakikati iti­
raftan başka çare yoktu. Sâibe, Hoca Nefise Hanımdan
aldığı talim ata tebean zevcini sevmez bir tav ır gösterme­
ğe uğraşmayı lüzumsuz buluyor, öyle câlî tavırlar takın­
mağa imkân da göremiyordu. Biçare kadın Mâili sevdiği­
ni, bu muhabbetini bir cinayet addettiği halde yine sev­
diğini, bu aşkın kendini öldüreceğini bile bile yine sev­
m ekten geçemediğini söylüyordu. A rtık diğer türlü ida-
rei kelâma ne lüzum var?
M ukabeleten Mâil de gönlündekini dosdoğru mey­
dana koymak icap ediyordu. Çünkü ikisi arasındaki
hal ve mevkiin başka suretle idaresi kaabil değildi. Bu he­
saba nazaran Mâilin;
— Sâibe Hanım; ben seni sevmiyorum. Ailemizin se­
lâmeti için kaç zamandır sevmeğe uğraşt:m, fakat mu­
vaffak olamadım. Diğer b ir kadın seviyorum. H ayatım dan
TESADÜF 257

geçerim; o kadından -geçemem. Binaenaleyh beynimizde


iadei saadet im kânı yoktur. Beyhude birbirim izi niçin al­
datalım?..
Demesi lâzımdı. F ak at bu sözü o meyus kadına söy­
lemek, ihtizar halinde bulunan bir kimseye katil için bı­
çak çekmek kabîlindendi.
Sâibe bir hayli m üddet ağladı. Kocası da karşıdan
öyle heykel gibi dinledi. Nihayet mendilini yüzünden
ayırıp:
— Beyim, şimdiye kadar doğru bir söz söylemediniz;
bari son mertliğinizi ifadan çekinmeyiniz. Yürek dayan-
m ıyan şu elemlerimi müm kün m ertebe kısa kesmeğe, ya­
ni beni çabuk öldürmeğe him m et ediniz. (Sizden son ri­
cam budur.
Demindenberi taş gibi duran Mâil bu teklife karşı
birdenbire titredi. Sâibe yine devamla:
— Tevahhuş etmeyiniz Beyim; beni, revolver, kama
çekerek âdi kaatiller gibi öldürecek değilsiniz. Bana olan
nefretinizi itiraf ediniz. Aramızda saadeti zevciyenin ia­
desi kaabil olmadığını anlatınız. Yani hakikati söyleyiiniz,
kâfi... Ben sizi seviyorum. Cinayet işliyorum. Cezamı gör­
meli, çabuk ölmeliyim.
Nihayet Mâil kuru kuruya birkaç «öhö öhö..» salıvere­
rek diyebildi ki:
— Sen niçin öleceksin iSâibe?.. Cinayeti ben işledim.
Cezayı da ben görmeliyim...
— Senin cezan o karının muhabbetidir. Şimdi anlıya-
mıyorsan bunun ne derece dehşetli olacağını sonra gö­
rürsün... 1 1
* * *
Mâil o gece zevcesiyle cehennemi bir vakit geçirdi.
Sabah oldu. Hemen kendini sokağa attı. H atveleri Samat-
yadaki hane cihetine doğruluyor; fakat yüreğini korku ile
karışık bir teessür sarıyordu. Ne yapacağını bilmez bir
17
258 TESADÜF

halde başını iki eli arasında sıkıyor, gözlerini yumuyor,


fakat bir gün evvel iSâibenin beyaz keten mendile bulaş­
tırıp da gösterdiği kan o anda nazarı önünde o kırmızılığı
ile peyda olarak âdeta yine öyle titriyor, ihtizaz ediyordu.
Bu zavallı kadına o pıhtıları kusturan kimdi? Mâil kendi...
Bu muaşakada delikanlı sağım solunu görm eden niçin bu
kadar ilerlem işti? İşte zevcesi elden gidiyordu. Kendinin
Şöhrete olan aşkı Sâibeye âdeta öldürücü b ir zehir gibi
tesir etmiş!.. Kendisi Şöhreti sevmekle Sâibe bundan te­
essürle niçin ölüyordu? Bunda m âna var mı? Sâibe vefat
ederse bu faciada Mâil mütemadi bir kaatil addolunabilir
miydi? Mâil Şöhreti, Sâibeyi öldürm ek için sevmedi ya?..
O elinden geldiği kadar .ihtiyat etti; tedbir gösterdi. Zev­
cesini m e’yus etmemek, kıskandırm am ak için yapabileceği
şeylerin cümlesini icradan geri durmadı. Netice bütün bu
tedbirlerin hilâfına zuhur etti. Şimdiye kadar ne olduysa
oldu. Fakat bundan sonra Mâil, Sâibenin kan tükürdüğü­
nü göre göre, biçarenin m arazının şiddetlenmesine sebe­
biyet vereceğini bile bile yine Şöhretin hanesine gidecek
mi? Bugünden sonra Şöhreti nikâhında bulundurm ak,
Sâibenin ölümünü tâcil etmek demekti. Boşasa, karının
şiddeti sevdasından Mâil, kendinin de birkaç gün sonra
aynen Sâibe gibi kan tüküreceğine hiç şüphe etmiyordu.
Sâibeyi kurtarm ak pek güçleşmişti. Bunuaı için yalnız bir
yol vardı: Mâil, zevcesi Sâibe uğruna kendini feda etmek.
Sâibe öleceğine kendi ölmek... Evet; o aralık Şöhreti ter-
ketmek zavallı Mâile ölümden farksız geliyordu.
Mâil, nefsinden geçmek derecesinde bir yüksek feda­
kârlığı göze aldırdığı halde Sâibeyi kurtarabilecek miydi?
Biçare kadın m ühlik bir hastalıkla müsap olmuştu. Zevci
mazideki her türlü aile saadetini iade ile hanesine avdet
etse bile Sâibenin yaşıyacağı yine şüpheliydi. Mâil, mü-
farakatinden sonra Şöhretin derdinden, Sâibe de zevcine
TESADÜF 259

karşı olan şiddetli m uhabbetinden öldükten sonra deli­


kanlının bu fedakârlığı neye yaram ış olacaktı?
Mâil zihnen Şöheti tatlik etti. M üteakiben zuhura ge­
lecek vukuatı gözü önüne getirdi. Bu hareketiyle kadını
eski haline, yine Şeydâ Beye, ve daha sairlerine terket-
miş olacaktı. Şöhreti onların arasında birtakım taham m ül
edilmez ahval içinde tasavvur etti. Sâibeyi, her derdini b
anda unuttu. Gûya hakikaten boşamış da Şöhreti elinden
aldırm ış gibi bir his galetine düştü.
Hemen Samatyaya, cânam m n semtine doğru saldırdı.
Eve yaklaştığı esnada bu sefer Sâibe hayal nazarının önü­
ne boylu boyunca dikildi. Zevcesinin teessür göz yaşları
solgun yanaklarından aşağı dökülüyor, kansız dudakları
teellüm ünü beyan ediyor, hele uzattığı beyaz mendilde
o kan parçası yine aynen öyle titriyordu.
Bir tenha sokağa saptı. Başını duvara dayadı; hüngür
hüngür ağlamağa başladı. Bedbaht çocuk ne yapacağını bi­
lemiyordu. Yolunu herhangi cihete çevirse gönlünü, vic­
danını yeisle pürhun edecek mânevi bir emir sanki:
— Gitme oraya... Geri dön!
Diyordu. O da dönüyordu. F akat geriye dönüp gide­
ceği bu mahal neresi olacaktı? Onu bilemiyordu. Tenha
sokaklarda böyle bir müddet serseriyane dolaştı. Nihayet
gidip Hayatiyi bulmayı düşündü. Evine uğradı. Hele şü­
k ü r arkadaşını evinde bujdu.
Hayati, Mâiü öyle yüz göz kızarmış, azîm bir yeis için­
de görünce şaşırdı. 'Sevgilisi Şöhretle evlendiğinin erte­
sinde beyin bu m atem çehresine ne m âna vermeli?..
Bir odaya çekildüer. Kapıyı kapadılar. H ayati sordu:
— A nlat bakalım beyefendi, yine ne oldu?
— Ne olacak, iki ucu mülevves b ir keyfiyet... Müşkü­
lâttan bazılarını hafifletm ek için nikâhı kıydırdık, işi bü­
tün bütün berbat ettik..,
— Tuhaf şey...
260 TESADÜF

— Tuhaf ya... Zevcem Sâibe H anım nikâhı haber al­


mış; hem de yapıldığı anda duymuş...
— Bu işin duyulacağı zaten m alûmdu. Keyfiyetin bu­
raya varacağını siz de biliyordunuz.
— Zevciem ye’sinden kan tükürüyor...
— İşte bu fena havadis...
— Hem nasıl, bilsen?.. Kendimi doktora göstermiye-
ceğim, tedavi ettirmiyeceğim... İşlediğin cinayetin derece­
sini sana anlatm ak için böyle inliye inliye karşında öle­
ceğim. Çünkü yaşamak için bana senin m uhabbetin lâ­
zımdı. Mademki gönlün benden alınmış, diğer bir kadına
verilm iştir; o halde benim yaşamam abestir. Sen m uhab­
bete şayan bir adam değilsin. Seni sevmek bir cinayettir.
Ben bu cinayeti işledim. Cezasını kendimce böyle tertip
ettim, diyor.
— Ooo.. iş dehşetlenmiş... F akat kadın lâkırdısına pek
o kadar ehemmiyet verme... Bugün böyle söyler; belki
yarın fikrini değiştirir. Siz onun tedavi istemem dediğine
bakmayıp hem en mütehassıs etıbbaya m uayene ettiriniz.
— Kendisi hastalığını bugüne kadar saklamış. Galiba
şimdi deva kabul etmez b ir devresine geldiğini anlamış
olmalı ki, bana haber veriyor. Vücutça o kadar bozulmuş
ki, âdeta bitmiş...
— Şimdiye kadar aklın neredeydi birader? Zevcenin
haline niçin dikkat etmedin? Biçarede böyle bir m arazın
zuhuru ihtim alini neye düşünmedin? M âil Beyefendi; bu
mes’uliyeti sizin için pek ağır görüyorum. Neyse, olan ol­
muş; bari şimdi fenalığın derecesini tahdit vesaitine sal­
dırınız. Kızlarının keyifsizliğini pederiyle validesine ha­
ber veriniz...
— Nasıl vereyim?.. Kızınızı verem ettim. Geliniz, bir
çaresini bulunuz mu diyeyim?
— Evet, bunu böyle demek, saklamağa nazaran bü­
yük bir İnsanî hareket sayılır.
TESADÜF 261

— Haydi bunu söyliyecek kadar cüret göstereyim.


Kızlarını tedaviye koşsunlar. Âlâ; fakat tedaviye girişe­
cek etıbbanın en mühim ve en birinci tavsiyeleri, sükû­
net, istirahat, üzüntüden âzadelik olmıyacak mı? Halıbuki
ben Şöhretle böyle nikâhlı yaşarken Sâibe nasıl...
— Anladım, sus... Biçarenin hastalığı kaabili tedavi ise
yine onun Lokmam sen olacaksın. Senin muhabbetin ka­
dar ona güzel tesir edecek bir deva tasavvur olunamaz.
— Hayati, pek ziyade dikkatim i celbeden bir husus
var... Bizim Sam atyadaki hanede her ne vukubulsa ISâi-
be hepsinden haberdar oluyor. Keza konakta cereyan eden
ahvale de Şöhret vâkıf bulunuyor. Bu nasıl oluyor, bir
tü rlü nlıyamıyorum.
H ayati elini alnına götürüp bir m üddet düşündükten
sonra dedi ki:
— Beyefendi, bendeniz de tuhaf b ir şeye tesadüf et­
tim. Bunu size işi tahkikten sonra haber verecektim. F a­
kat iki zevce .arasında cidden müşkül bir m evkide kaldığı­
nız için bunu şimdi tahkikten evvel haber vermeğe mec­
bur oluyorum. Efendim, bu son zam anlarda Şöhret Hanım
ne vakit sokağa çıktıysa hemen hiç birinde kendini takip­
ten hâli kalmadım. Nerelerde geziyor? Ne yapıyor? Kim­
le m ünasebette bulunuyor? Bu hususları sizden ziyade
ben de m erak ediyordum. Şöhretin en ziyade devam ettiği
yer neresi olsa beğenirsiniz?
Mailin rengi bütün bütün sarararak:
— Ne bileyim ben?..
— Siz bilmiyorsanız ben haber vereyim ki, sevgili
Şöhretiniz sık sık Cerrahpaşa tarafında bir bakıcı yahut
büyücü karının evine devam ediyor.
— Acaip... Ne yapıyor orada? Büyü mü yaptırtıyor?
— Ne yaptığını anlam ak için bir gün o eve yakın
kahvelerden birine oturdum. Bakıcının evinden Şöhret
çıktı. Kendimi ona göstermeden ben girdim. Beni bir çar­
262 TESADÜF

dak altına aldılar. M üracaatim in sebebini sordular. Falı­


ma baktıracağım, dedim. Bir habeş karı geldi. Mücellâ b ir
tepsinin içine bakarak söylemediği garaip bırakmadı.
Sonra aramızda şöyle bir m uhavere aç:ldı:
«Ben — Benim falıma Hoca Nefise Hanim niçin bak­
mıyor?
«Karı — O böyle ufak tefek fallara bakmaz...
«Ben — Vay, benim falım ufak tef ekten mi sayılıyor?
«Karı — Ne olacak ya?.. Bir kısm etine baktırıp gide­
ceksin...
«Ben — Belki yalnız kısmete baktırıp gitmiyeceğim.
Bakalım benim kim olduğumu biliyor musunuz?
«Karı — Biz adamı görünce, ne olduğunu suratından
anlarız.
«Ben — Vay... Ben neyim anla bakalım?
«Karı — Sen kendinin ne olduğunu biliyorsun ya?.,
Bize ne soruyorsun?
«Ben — Aman hanım, bu lâfın parçalı düştü...
«Karı — Parçalı düştüyse fazlasını öbür tarafa koy...
«Ben — Etme Allahı seversen... Sen kıyak b ir hovar­
daya benziyorsun. Lâf açmazına kalkışırsak ben de epey
serm aye tutarım . Söz uzar... Hoca Nefise Hanım kanarya
m eraklısı m ıdır? Demin buradan çıkan kanarya, o sa n
hanım kimdir?
«Karı — Ne üstüne vazife?..
«Ben — Bakıcı değil misin? îşte benim derdim de o
sarı hanımla... Deminden anlıyamadm. P ara kazanmak
istiyorsan sorayım, söyle... Lâf başına bir lira iste. O ha­
nım buraya niçin geliyor. Kimin nesidir? Söyle; her ceva­
bına lirayı al... i i I
«Karı — (Bu sefer dikkatle yüzüm e bakarak) O ka­
d ar paran çok mu? Biz para âşıkı değiliz. Buradan sır çık­
maz. O hanım ı nafile sorma.
«Ben — (Cebimden? üç dört banknot çıkarıp göstere­
TESADÜF 263

rek) Siz nenin bakıcısısınız? Cebimdeki liraları anlıyama-


dıktan sonra kalbimdeki sırları nasıl çakacaksınız?
«Karı — (Dikkatini tezyitle) Öyleyse gideyim, büyük
hanım a haber vereyim. Böyle mühim işlere o bakar.
K arı gitti, geldi. Şu cevabı verdi:
«— Bu akşam sizin çin istihareye yatacak, uygun ge­
lirse, falınıza sonra bakacak... On gün sonra geliniz.
Bu cevabı aldım, çıktım. On gün benim için hayli uzun
bir müddet. H er geçen gün m erakim arttı; bakıcının ci­
varındaki kahvehaneye devama başladım. Gözlerim evin
kapısında... Kim giriyor, çıkıyor; bir bir dikkat ediyorum.
Gelen giden hesapsız birader. Bu erbabı m üracaat meya-
nm da daha kimi görsem beğenirsiniz? Tahm in et baka­
yım?.. ; i ; ; j | .J |
— Tahmin edecek akıl, fikir kaldı mı bende?...
— Zevceniz Sâibe Hanımefendiyi...
— Gözümle görsem inanmam...
— Gözünüzden ziyade bana inanm anızı rica ederim.
— Ey, sonra?..
— 'Sonrası daha on gün geçmedi ki bakıcıya gideyim.
Bu Nefise Hanım gayet tutkuncu b ir şeye benziyor. An­
laşılan Şöhreti de, Sâlbeyi de yakalamış, yoluyor. Bir ev­
de cereyan eden ahvalin diğer evde derhal haber alınması
keyfiyetini ben bu bakıcıdan biliyorum. K a n gûya benim
için istihareye yattı. Kim bilir ne tahkik edecek, ne dü­
şünecek? İşine gelirse falıma bakacak, gelmezse bakmı-
yacak... On günün m üruruna da hayli vakit var. B eraber
gidelim; olmaz mı? i ;
— Olur. Fakat ben şimdi ne yapacağım?
— Sizin için yapacak şey, bu akşam zevceniz Sâibe
hanım ın yanm a avdet etm ektir.
— Şöhretle nasıl b ir mukaveleye dayanarak nikâh
akdettik, biliyorsun ya? H aftanın çok gününü onunla ge­
264 TESADÜF

çirmeğe mecburum. Yanma (gelemediğim günler için hiç


bir özür kabul etmiyecektir.
— O ciheti siz bana havale ediniz. Ben Şöhreti ikna
ederim. Siz birkaç akşam Sâibenin yanında kalınız. Çün­
kü başka türlü harekete hiç bir vicdan kail olamaz...

11
t
TESADÜF
Mâil o akşam Sâibenin nezdine avdet etti. Delikanlı­
da garip bir hal peyda olmuştu. Şöhretin yanında bulun­
duğu zaman kalbinde Sâibeye karşı bir nevi rikkat, mer­
ham et hissediyor, ikinci zevcesinin m enfaat düşkünlüğü­
ne, terbiye yoksulluğuna delâlet eden bazı halleri, sözleri
Mâil nazarında 'Şaibeyi yükseltiyor, kıymetini artırıyor;
Şöhret gibi âdi bir karıya öyle âli tabiatli bir kadını feda,
âdeta kurban ettiği için bin teessüf ve telehhüf izharından
kendini alamıyor, Sâibeyi görünce kalbini m üsterih ede­
cek, gönlünü alacak sözlerle m uhabbet tem ininde bulun­
mak için birçok cümleler hazırlıyordu. F akat zavallı ka­
dınla karşı karşıya gelince iş değişiyor, onun hakkında
gıyabında hisseylediği bu m erham eti, m uhabbeti hiddete,
âdeta nefrete tahavvül ediveriyor, hele Sâibeyi üzme­
mek için Şöhretin hanesine gidemediği zam anlar birinci
zevcesine olan gayzı istikrah derecesine varıyordu.
Bu hilkat zâfını düşünerek kendi kendine şaşıyordu.
O akşam Sâibenin yanm a avdet ettiği ve orada bulunm ak
mecbıriyetinden dolayı Şöhretle olacak m ülakat zevkin­
den m ahrum iyete katlandığı için yine Sâibeye karşı, olan
rikkatine zaaf geldi. M erhameti âdeta n efret derecesini
buldu. Kendi kendine dedi ki:
— Ben Şöhreti seviyorum. ıSâibeden düzce nefret edi­
yorum. F akat kendisini terke m erham etim m üsaade etmi­
yor. Sevmediğim bir kadın yüzünden çektiğim bu elemler
TESADÜF 265

nedir? «Merhametten maraz hâsıl olur» sözü meğer ne


kadar doğru imiş?.. Ben şimdi bu akşam gidip de onunla
ne görüşeceğim? Yine sitem ler, yine göz yaşları.. Cehen­
nem azabından beter bir ıstırap gecesi geçireceğim. Bu
hali kısa kesmenin bir yolu yok mu? Var: Şâibeyi b ırak ­
mak... F akat görünürde kadının hiç bir kabahati yok. Bı­
rakm alı ama, pederim e ve âleme karşı hiç olmazsa şunun
için bıraktım diye ortaya ufak bir sebep koymalı.
Mâil düşündü, düşündü; bidenbire sevinerek:
— Hah buldum buldum. Sâibe büyücü karılara gidi­
yormuş. Oralarda ne işi var? İşte ne yapacağımı bilemi­
yordum... Cerrahpaşaya giderim. Nefise Hanımın hanesine
yakın olan kahveye otururum . Sâibe oraya gelirse arka­
sından ben de içeri girer, onu orada elimle yakalarım...
Bunu sebep ittihaz ederek bırakıveririm .
* * *
Mâil işte böyle kararsız, acip bir halde idi. İki saat
«onra ufak bir vesile, şu son kararım da teh ir veya tebdil
ettirtebilirdi.
H ayatinin ısrarı üzerine birkaç akşam iSâibenin yanın­
da kaldı. Orada kaldıkça zevcesine olan gayzı büyüyordu.
F akat yakında bırakm ak niyetinde olduğu için artık nasıl­
sa dişini sıkıyordu.
Bakıcının hanesinde Sâibeyi yakalam ak fikrini Haya­
tiye açtı. Bu kararm a arkadaşı itiraz etti. Mâil bu defa
itiraz kabul etmez surette iddiasında ısrar gösterdi. O ci­
varda bir kira evi aram ak bahanesile Cerrahpaşadaki mâ-
h u t kahveye her sabah erkenden devama başladılar. De­
vam larının ikinci günü Sâibenin arabası Nefisenin kapısı
önünde durdu. İçinden evvelâ Nimeti Hanım, sonra Sâibe
çıktı. Bakıcının evine girdiler.
Mâil, sevinç ve hiddetle karışık garip bir halin tesi­
riyle titriyerek arkadaşına:
266 TESADÜF

— Haydi biz de girelim.


— Birader, mahallede bir gürültü çıkarırız. Çünkü bu
bakıcı karılar ne kadar çirkef, şirret şeylerdir bilmezsim
Zorla girince şimdi içeride bir gürültü kopar. îş zabıtaya
akseder. Pek fena bir harekette bulunm uş oluruz.
— Hayati, affedersin... Böyle bakıcı nam ı altında ah­
vali meçhul bir hanede şu saatte zevcem bulunuyor. Bu­
rası nasıl evdir? Zevcem içeride ne yapıyor? Girip gör­
mek isterim. Bu mesele nam usum a taallûk eder. İhtiraza
falana lüzum yok... Şimdi gireceğim.
— Kardeşim, gürültü etme... Böyle telâşla iş görül­
mez. Zevcenin üzerine bunca zam andır hiyanet edip dur­
duğun halde o zavallının bir bakıcı evine girişini fena bir
niyete atf ile derhal meydana bir nam us meselesi çıkar­
mağa sıkılmıyor musun?
— Hayati, nasihat dinliyecek vaktim yok.
Sözüyle Mâil kahveden fırladı. Hoca Hanım ın kapı­
sını çaldı. Çok sürmedi; kapı açıldı. Aralıktan, kim oldu­
ğu, ne istediği? Mâilden sual edildi. Delikanlı cevap ola­
rak var kuvvetiyle kapıya dayandı, içeri girdi. H ayati de
arkasından yetişti. K apı içeriden tekrar kapandı.
Sâibenin arabacısı Mâili gördü. Böyle telâşla kapı ça­
lıp içeri girmesinden evin içinde b ir gü rü ltü kopacağım
anlıyarak herif ellerini oğuşturmağa başladı.
* * *
Hoca Nefise Hanım, Sâibe ile Şöhretin ayni günde
hanesine m üracaatla orada yekdiğerine tesadüflerini men
em rinde her ikisinin gelmeleri için b ir iki h afta fasıla ile-
hususî kabul günleri tâyininde kusur etmemişti. Lâkin bir
acip tesadüf, karının bu tedbirini hüküm süz bıraktı. Ba­
kınız nasıl...
Sâibe, bakıcı Nefise Hanım ın talim atına tevfikan Mâil
Beyle kavga edip de zevcini beş on gün yanından kaçıra-
TESADÜF 26 ?

rak pek müellim nedam etlere düştüğü hangâm ede Hoca


Nefise Hanıma olan tam itikadı biraz bozulmuş, onun sö­
züyle hareket ettiğine âdeta pişman olmuştu. O aralık ba­
kıcıya vukubulan ziyaretlerinin birinde Sâibenin ağlıya»
rak hiddetle:
— Hoca Hanım, sözünü dinledim. İşte kocamı elim­
den bütün bütün kaçırdım. Darıldı, gitti. A rtık gelmiyor.
Yolunda vaki olan şikâyetine karşı Nefise:
— Korkma kızım... H attâ yakında da Mâil Bey, Şöh­
reti kendine nikâh edecek. Yine korkma... Bu nikâhın kı­
yılması m utlaka lâzım. Çünkü Şöhretin Mâile yaptığı bü­
yüler, nikâh olunca bozuluyor. Onlar bir kere bozulsun;
yeniden yapacağı büyüleri artık tutturam az. Ben yine Şöh­
reti Mâilden boşatıp kocanı sana göndereceğim. Sözüme
inan, biraz dişini sık...
Cevabını vermiş; ve nikâhı da hem en akdedildiği g ü n
Şaibeye ihbar etmişti. Sâibe bu haberi alınca yeisten ne
yapacağım bilmez bir hale düşmüşken nikâhın ertesi g ü ­
n ü Mâilin yine konağa gelmesi ve kendine m uhabbet te ­
mini yolunda sözler söylemesi, hususiyle Şöhreti kendine
nikâh eylemiş olması, karıdan b ir ayak evvel nefret et­
mek hikm etine mebni olduğunu tem ine uğraşması, hep
bu sözlerin türreh attan ibaret olduğunu hissettiği halde bile
yine yüreğine bir parça su serpilmiş ve o gün beyinlerin­
de vukubulan münazaa üzerine zevcinin üç dört gün Şöh­
retin evine gitm iyerek kendi yanında kalması biçareyi,
Hoca Hanım ın ifadelerinin doğruluğu hakkında küçük bir
ümide düşürmüştü.
Hoca Hanım ı ziyaret günü vürut etti. Sâibe gidip git­
memeyi düşündü. «Denize düşen yılana sarılır» meseli
hükmünce Hoca Hanımın falının vaatlerine em niyet yüz­
de beş, on nisbetinde caiz olsa bile şu küçük ümidi boşla-
mamayı her halde daha m uvafık addederek nihayet g it'
meğe k arar vermişti.
268 TESADÜF

Şu aralık Şöhretin hali de görülecek gibiydi. Hoca H a­


nımın büyücülük ve falcılıktaki keskinliği, nikâhın ak­
dinde gösterdiği sürat m uvaffakiyetle mânen ve madde­
ten sabit oldu. Şöhret nikâhın ertesi ¡günü Çardaklı bakı­
cıya gitti. M innettarane bir hayretle Nefişenin elini, eteği­
ni öptü. Mevcut nakdi neden ibaretse hem en cümlesini
şükran eseri olarak takdim etti. F ak at nikâhın ertesi Ho­
ca Hanım ın istihraçlarına pek m uvafık düşmedi. Hafta­
nın çok günlerini Şöhretini nezdinde geçirmeğe yemin e t­
miş, zevcelik haklarında İkinciyi birinciye her suretle tak­
dim eyliyeceğini el yazısiyle m uharrer senetle takyid' et­
mişken Mâilin nikâhtan sonra gidip dört beş gece gelme-
yişi Şöhreti büyük bir telâşa düşürm üştü. Zevci beyefen­
di haneden ilk ayrıldığında böyle devamlı surette dört beş
gece gözükmezse bu nikâhın istikbalinde hayır umulur
mu?..
Şöhret kendi kendine:
— Nikâh halkasını boynum a geçirdi ya, artık Mâil Be­
yefendinin her em rine itaate mecbur bir zevcesi oldum.
Canı isterse yanıma gelecek; istemezse gelmiyecek. Eğer
bey zihninden böyle kuruyorsa ne kadar hata ettiğini çok
geçmeden anlar... Kendisi böyle haftalarla benim yanıma
uğramasın, ben burada, acaba beyim ne vakit gelecek di­
ye gözlerim pencerelerde aylarla bekliyeyim, öyle mi? Oh
kuzum, yağma yok... Ben öcümü insandan çabuk çıkarı­
rım. Beni nereden ve ne şartla aldığını pek akim dan çı­
karmasın...
Sözleriyle hiddetinden ter ter tepiniyordu. Hayati,
Şaibenin ziyade keyifsiz olduğundan bahisle Şöhreti tes­
kine, Mâil bu akşam gelecek, y arın akşam m utlak burada
bulunacak gibi sözlerle avutmağa uğraşıyordu. Lâkin ka­
rıyı ikna kaabil olm uyordu/
Hayati bir akşam Şöhretin hanesine zilzurna sarhoş
TESADÜF 269

geldi. K an yine Mâili sorarak bağırıp çağırmağa başladı.


Nihayet delikanlı 'bedmestane bir telâffuz tarzıiyle:
— Civanım, zorun ne?.. Mail gelmezse gelmesin. Be­
nim kara gözlerim seni tesellye kifayet etmez mi?
Deyiverince, Mâili şiddetle sevmekle beraber Hayati-
nim kara gözlerim seni teselliye kifayet etmez mi?
larını — çeşitli sevdaya m erakı hasebiyle— pek de kayıt­
sız nazarla göremiyen Şöhret, herifin bu edepsizce taar­
ruzuna ve arkadaşlığa yakışm ıyan hareketine karşı sahte
b ir infial tavrı göstererek:
— De de de.... O nasıl söz, kaka bebek?.. Ben adamın
ağzına avuçla kırmızı biber doldururum.
— Zaten içim ham am külhanı gibi yanıyor, ağzıma
dolduracağın biberin ateşi kaç p ara eder?..
— H ayati Efendi, gözlerini iyi aç... Ben senin anladık­
larından değilim. Vah zavallı Mâil vah!..
— Elmasım, ne darılıyorsun? Seni nikâh etti, işini
sağladı. Kocan gelmiyor artık... Sen onun gönlündeki eski
mevkiini kaybettin. Ayıp değil ya?.. Onun nasıl bir fazla
Sâibesi varsa, senin de Mâilin üzerine k ara kaşlı ziyade
«bir Hayati» n olur. Kim duyacak? (Kalbini göstererek)
B uradan can çıkar, sır çıkmaz. Bir sen bileceksin, bir ben.
Böyle hırsızlama m uhabbetler daha tatlıı olur.
O gece tepsiye istif edilen bu m uhabbet tatlısı birkaç
akşam sonra fırına verildi. Şöhret yine Mâili seviyor, Ha­
yati yine arkadaşına karşı kardeşlikte devam ediyordu.
Bu çapkınla bu fahişe arasında ateşlenen şu yeni m uhab­
bet mâzeretinin bütün hikm eti: «Bunu bir sen bilecek­
sin, bir ben..» düsturu olmuştu. Mâil duymadıktan, bu hu­
susta bir şüpheye düşmedikten sonra bu m uhabbetin Şöh­
retle Hayatiye yeni bir zevk bahşetm ekten başka kime
ne zararı olabilir?
Zavallı Mâil, Şöhrete hayatını vakfetm ek için, birkaç
aylık ömrü kalmış Sâibeyi terke türlü vesileler arar, vic­
270 TES ADÜF

danını m üsterih edecek beyhude özürler icadına uğraşır­


ken beri yanda böyle bir alış verişin başlaması, Mâilin
mevkiini kan tüküren zevcesininkinden daha elîm bir ha­
le getiriyordu.
Mâil, Sâibeyi boşamak için nasıl vicdanî özürler arar­
ken mânen mes’uliyeti tahfife uğraşıyorsa, böyle havaî
vicdan özürlerini Şöhretle beyinlerinde açılan gayri vic­
danî m uhabbete tatbik em rinde H ayati Beyefendi de te-
kâsülü tecviz etmiyordu. Hayatinin vicdanî mazereti şu
idi: Zevcesi Sâibe hakkında bu m ertebe insafsızlık eden,
biçarenin m ühlik bir marazla m usabiyeti tahakkuk ettik­
ten sonra yine Şöhrete olan m uhabbet seyyiesinde temer­
rü t gösteren Mâil gibi zâfma mağlûp bir herife her ne
yapılsa azdır.
Eğer bu enrrde Şöhret Hanım dan da bir özür sormak
akıllara gelirse, bakırcıların döve döve kapağı tencereye
uydurdukları gibi, onun da dürüştane mâzereti: «Mâilin
Sâibesi olsun da benim H ayatim niçin olmasın?» sözünü
vicdanına tatbikten ibaretti.
Mâile ile Sâibenin araları ne kadar düzelirse kendi
için istifadeye o kadar meydan kalacağından, H ayati ar­
kadaşını daima birinci zevcesiyle güzel geçinmeğe, vakti­
nin büyük kısmını orada geçirmeğe şevke uğraşıyordu.
Hayati, Şöhretin canı sıkılmasına m eydan bırakm ı­
yordu. Lâkin karı, yeni zevcinin evden ilk ayrıldığında
böyle beş altı gece birden gelmemek gibi bir muameleyi
nefsine karşı ağır bir hakaret addiyle gitgide hiddetten
kabına sığmaz bir hale geldi. Mâilin böyle uzun m üddet
gaybubetinden, Safai Efendinin hanesinde fevkalâde bir
hal vukubulduğuna hükm etti. Şöhret meseleyi anlamak
istiyor; Sâibenin keyifsizliğinden başka b ir cevap alamı­
yor, merakı bütün bütün artıyordu, Mâili Sam atyadaki
hanesine gelmekten böyle günlerle m eneden sebep, kuv­
vet her neyse bu mâni kuvvetinin delikanlıya, Şöhreti tat-
TESADÜF

lik ettirecek m ertebe tesirini ve nüfuzunu tezyit eylemesi


de m uhtem el değil midir? Bu ihtim al karının zihnine gel­
dikçe, kendi hükmünce Mâilden nasıl «öç» almak kabilse
o suretle ahzı sârdan geri durm uyor; fakat ne olduğunu an­
lamak için m eraktan yanıp çıldırıyordu. Nihayet bir gün
Şöhret kendi kendine:
— Ay; sabredemiyeceğim. Ben bu işi kimden anlıya-
bilirim? Alık kahpe; kimden anlıyacağım? Hoca Hanım­
dan anlarım. Nefise Hanımı gidip görmek için de daha bir
hafta lâzım. Bir haftaya kadar ben m eraktan çatlarım. B.r
defa da onun dediği günden evvel gidersem ne olur? Bu
gün kalkar, Nefiseye gidiveririm. Dediğim vakitten niçin
daha evvel geldin, diye beni dövecek değil ya... Gidiveri­
rim vesselâm...
Düşüncesiyle, Sâibenin, Çardaklı bakıcının hanesinde
bulunup, Mâil tarafından takip olunduğu ayni günde Şöh­
ret de oraya gitmek üzere yola çıkmıştı...
* * *
Bu tesadüfün garabeti, Nefişenin tedbirleri hilâfına
Sâibe ile Şöhretin, fazla olarak Mâilin de ayni günde ba­
kıcının hanesinde birleşm elerinden ibaret kaldı.
Nefisenin eski komşusu Gülsüm Hanım, hani şu pasaklı
Gülsüm, aradan hayli müddet geçtiği halde Hoca Hanıma
olan husumetini bir türlü yenememişti. Zavallı kadın do­
landırılan kum ru göğsü yanar döner canfesten paçalığını,
gümüş bileziklerini, kemerini, çocuğun nazar takımını,
hele anasının sandığından çaldığı dokuz mecidiyeyi hiç
unutam ıyarak, kaptırdığı bu eşyayı arada bir rüyasında
görür, sabahleyin döşeğinden kalkınca doğru anasının ya­
nm a gider:
— Anneciğim, hayırdır inşallah, yine bu gece rüyam da
kendimi, paçalığımı giyinmiş; kemerimi, bileziklerimi ta­
kınmış gördüm. Acaba eşyamız yine elimize girecek mi?
O nları birer birer bulacak mıyız?
272 TESADÜF

Anası derin b ir göğüs geçirerek:


— Alık kız, bu kadar seneden sonra hiç entari, bilezik
bulunur mu? Siz onları Nefise ile birlikte çarşıya götürüp
haraç mezat satmadınız mı?
— Sattık anacığım ama, hoca karı onları mal sahibi­
nin yanında öyle suretâ satar gibi yaparm ış da sonra ar­
kadan gider, birer birer toplarmış. Bizimki öyle demedi
m i? Ben yine inat ederim ki bu eşya Nefisenin evindedir.
Üç yüz kuruşa çıkan paçalığı o hiç öyle beş mecidiyeye
veriverir mi? Onu evine götürmüş, kızma giydirmek için
saklamıştır. A, inan olsun anne öyledir...
— Ah yavrum, dediğin keşki doğru çıksa?.. Rüyanda
hep paçalıklarını mı görüyorsun? Benim dokuz mecidi­
yem; o, paracıklarını hiç gözüne ilişmiyor mu? (Göğsünü
yum ruklıyarak) İlâhi, o m eaidiyelerin her biri ateş olsun
da yarm ahrette Nefisenin vücuduna yapışsm. Ben meci­
diyelerimi rüyam da üç defa gördüm. Sanki sandığımı aç­
mışım da yerleştiriyormuşum. Bir de altını yokladım ki,
paralarım çıkının içinde elimle koyduğum gibi öyle duru­
yor. Yüreğime bir halecan yapıştı. P ar par titrem eğe baş­
ladım. Sevinçle gözlerimi açtım baktım ki, p ara diye sım­
sıkı kuşağımın ucunu tutmuşum... Sonra bu rüyam ı tâbir
ettirm ek için Şekûreye gittim. «Karı sevin, paran eline
geçecek. Lâkin kırk para verip bu< rüyanı Çarşıkapısmda-
ki hocaya tâbir ettirmelisin» dedi. Sonra senden gizli ho­
caya 'gittim; tâbir ettirdim. Hoca remil attı. A, bu dokuz
mecidiye pek kolay yerde... Bana otuz kuruş getir, senin
mecidiyelerini buluvereyim, dedi. Paranın gözü çıksın.
Otuz kuruşum yok ki götüreyim de dokuz mecidiyemi
alayım. Kaç defa biriktirm eğe uğraştım . On sekiz kuruş
kadar yaptım. Yine lüzumu oldu, hepsini sarfettik, gitti.
— A, anne., bunları bana neye haber vermedin ayol?
— Sana niçin haber vereyim? Dokuz mecidiyemi bul-
TESADÜF 273

duğum u öğren de yine gel tek rar sandığımdan çal, öyle


mi?.,
— O bir kere olur anneciğim. Otuz kuruşla dokuz me­
cidiyeyi bulacak olduktan sonra ne duruyoruz, ayol...
— A!.. Çılgının zoruna bak... Otuzu nerede bulayım?
— Ben bizimkinin kesesinden alırım. Mecidiyeleri bul­
duğumuz gibi bu parayı götürür, yine keseye koruz.
Filhakika otuz kuruşu alıp hocaya götürmüşler, fakat
dokuz mecidiyeyi elde edememişler; sirkatleri anlaşılmış;
ana kız, ikisi de Rıfkı. Efendiden birer dayak daha yemiş­
lerdi. Fakat bu dayaklar, tekdirlerle uslanm aları kabil ol­
madığından, dolandırılan eşyayı elde etm ek için fırsat
düştükçe bulup buluşturarak üste daha para sarfiyle hâlâ
hocalara, falcılara m üracaattan geri duramıyorlardı,
Rıfkı Efendi ailesi, Hoca Nefise Hanımın Cerrahpaşa
taraflarında mükemmel bir hane satın alarak bakıcılığa
germi verdiğini haber almışlardı. K aptırdıkları şeyleri
rüyalarında görüp yürekleri yana yana uyandıklarf zaman
o günü çoluğu çocuğu toplıyarak tâ Cerrahpaşaya kadar
yürüyüp gitmekten geri durmazlardı. F akat Nefise, eski
komşularının ziyaret sebeplerini bildiğinden, onlara kapı­
yı açmazdı. Bu istiskal berikileri büsbütün iğzap eder, k a­
pının kapalı kalmasına m ukabil ana kız ağzını açarlar,
Nefise Hanıma bir söylemediklerini bırakm azlar; Nefişe­
nin eskiden pastırm a ile karın doyurduğuna ait sefaleti­
nin ne kadar esrarı varsa birer birer şerh ve beyanla hırs­
larını alır, yine mahallelerine avdet eylerler:
— O bize kapıyı açmadıysa, biz de onu yeni m ahalle­
sinde kepaze ettik; içimizi, derdimizi hep boşalttık ya!..
Tesellisiyle akşam rahat uyurlardı.
Sâibe ile Şöhretin, Nefisenin evine tesadüfen geldik­
leri günü yine o akşam Gülsüm rüyasında paçalığını gör­
müş, sabahleyin içi yanarak, yüreği çarparak uyanmış ol­
duğundan o yeisle hem kendi ağlayıp hem de annesini
18
274 TESADÜF

telehhüf göz yaşlarına garkettikten sonra hiddetlerini tes­


kin için yine Cerrahpaşa semtine bir sefer icra etmek zah­
m etini göze aldırmışlardı. Bu defa daha kalabalık olmak
için imâmecilerin Sehere de işi haber verdiler. Onların
yalnız kızını davet eylediler. F akat bu gibi hayırlı işde geri
kalmayı asla tecviz eylemiyen validesi de sefere dahil
oldu.
Gülsümün, Hoca Nefise ile arası bozulduktan sonra
imâmecilerle dostluğu gayet ilerlemişti.
îm âm eciler ana kız, Gülsümler ana kız, yani dört ka­
dın, yarım düzine kadar irili ufaklı çocuk ve bunlara ait
bez bohçaları, yemiş sepetleri, küçük boyalı def, tepesi
tüylü çıngırak; dilli düdük; kaynana zırıltısı kabilinden
bir hayli oyuncak...
K adınlar tekmil bu eşyayı aralarında taksim ettikten
gonra çocukların küçüklerini kucaklarına alarak, yürüye­
bileceklerin de ellerinden tu tarak yola düzelirler... Sokak­
ta helvacı, fıstıkçı ve sair satıcılara tesadüf ettikçe, ma-
hallebici, manav dükkânlarının önünden geçtikçe çocuk­
lar hep birden evvelâ birer m eserret âvazesi koparıyorlar;
fakat o gördükleri yem işlerden alınıp da ellerine bir şey
verilmeyince bu sevinç yaygaralarını sürekli feryatlar,
ağlamalar takip ediyordu.
A naları çocuklarını susturm ak için ellerine onar pa­
ralık yemiş tutuşturm ak hususunda m uztar kaldıkları za­
man:
— A, dur bakalım, kesemi nereye koymuşum?
İstifham ı ile kadınlar ellerinden çıkınları bir yana,
çocukları diğer yana sokağa yatırarak, hırkalarının, enta­
rilerinin en derin ceplerini karıştırm aktan başlıyarak ta-
harriyata girişiliyor; bohçalar açılıyor, keseler çözülüyor,
paralar sokağa dökülüyor. Durmayıp ağlıyan çocuklardan
taham m ül derecelerine göre kim inin ağzına b ir tokat, öte­
kinin arkasına bir yum ruk indiriliyor.
TESADÜF 275

K adınlardan bazıları dakikalarla koynunu koltuğunu,


esvabının en derin köşesini bucağını beyhude yoklayıp
uzun taharriyat icrasından sonra yine aradığını bulam ıya-
rak:
— Hû kardeş, Seher! Ben kesemi evde unutm uşum .
Bana on par acık ödünç ver. Yemiş alm adan bu kucağım­
daki yum urcak susmıyacak. Eve gidince veririm. Sakın
m erak etme. Senden ödünç para aldığımı kocana da söyle­
me... Neye lâzım, lâkırdı olur...
Bu kafile böyle bağrışa, çığnşa, dinlene, yürüye Cer-
rahpaşaya, Nefişenin kapısı önüne vâsıl oldu.
O günü Sâibe içeri girince doğruca Nefisenin yanm a
çıkarılmıştı. Bakıcı kadın bu genç m üşterinin yüzüne
baktı. Çehresinin zâfmdan, kansızlığından âdeta ürktü.
Biçareyi irad ittihaz ederek o hale getirinceye kadar al-
datmş, türlü beyhude vaatlerle oyalamış, her fenalığına
zam imeten kocasının diğer b ir kadınla nikâhına vesatet
etmiş olduğunuı düşündü. O günkü fal hezeyanlarına testi-
yet verici bazı sözler karıştırm ak üzere ağzını açarak
dedi ki:
— Vah yavrum!.. Gel kızım Sâibeciğim. Niçin bu ka­
dar keder ediyorsun iki gözüm?.. Kocanla aranız nasıl?..
— Nasıl olacak, Hoca Hanım?.. Aramıza öyle bir fa­
hişe girdikten sonra güzel geçim kabil olur mu? Size doğ­
rusunu söyliyeyim, M âüin yola geleceğinden artık hiç
ümidim yok. Gözleri o derece kararm ış, ahlâkı o m ertebe
bozulmuş ki, Şöhretten başka ne bir şey görüyor; ne işi­
tiyor... (M endüini çıkarıp ağlıyarak) ¡Sız bakıcısınız. Ben­
den âlâ bilirsiniz. F akat ben öyle hissediyorum, öyle gö­
rüyorum ki bundan sonra m üm kün değil Mâili kimse im­
lâya getiremez. O bitti, bozuldu, mahvoldu. Beraber ben
de bittim . Bari daha evvel ölüp de kocamın son harabisini
görmesem... Hoca Hanım, bu sözlerime gücenmeyiniz.
İçim yanıyor, bütün kalbim dekileri dosdoğru söylüyorum.
276 TESADÜF

Benim görüşüm, anlayışım böyle.... Falınız ne diyor? Ta­


ham m ülün son derecesine geldim. A rtık teselli istemem,
îstihracatınız ne ise ayniyle haber veriniz...
Hoca Hanım bir m üddet kendi kendine bir şeyler ho­
m urdandıktan sonra:
— Mâilin çam aşırlarından birkaç parça şey getirdiniz
mi?..
Sâibe yanında duran bir ipekli bohçayı açarak men­
dil, don, fanile ve saire nev’inden birkaç çam aşır çıkardı.
Hoca Hanımın emriyle bunları b irer b irer m inder üzerine
dizdi. j
Nefise birdenbire köpürüp kızgın bir çehre ile:
— Sâibe Hanım, sözlerime itik at etm edikten sonra
beyhude zahmet çekerek buraya ne geliyorsun? Bu bakı­
cılık san’ati boyacı küpü değildir ki kızım, daldırayım d a
istediğin boyada sana iş çıkarayım?.. Evlâdım, etrafına*
h er şeye ibretle bak. Ağaç nasıl yaprak veriyor? M eyva
yetiştiriyor? Çocuk nasıl doğuyor, büyüyor? Hepsi yavaş
yavaş; değil mi?
Evin alt katından bazı gürültüler işitilir. F ak at Nefi­
se aldırm ıyarak yine nutkunda devam eder:
— Yavaş yavaş kızım yavaş yavaş... Ben hangi iş ki
üzerime alıp da (uhde) sinden gelmemişim bakayım ? Beni
bilenlerden, tecrübe edenlerden sor da anla... (M inder üze­
rinde duran çam aşırları parm ağı üe göstererek) Mail de­
nilen o kepazeyi ben şu çam aşırların bezi gjibi yum uşak
b ir hale...
O esnada önde Mâil, arkada Hayati, oda kapısından
içeri iki baş girdi. Nefişenin son hezeyam na cevaben Mâil:
— Süs, m urdar karı... Kendin dururken kepaze sıfatını
başkasına nasıl kullanıyorsun? Dolandırıcı mePun...
Sonra zevcesi Sâibeye tevcihi nazar ve hitapla:
— Vay terbiyeli, afif, asıl hanımefendi!.. İffetleri meş­
kûk kadınların girip çıktığı böyle bir büyücü evinde ne
TESADÜF 277

işiniz var? Buraya dostunuza m uhabbet tılsımı yaptır­


mak, zevcinizin dilini ağzım bağlam ak için mi geldiniz?
Hayatinin nazarı tecessüsünden gizlenmek için derhal
peçesini indirip çarşafın altında yeisten, hicaptan tiril tiril
titriyen Sâibe baygın bir sada ve istirham la yarı anlaşılır
b ir halde:
— Beyim, A llahtan korkunuz. Yabancılar muvacehe­
sinde beni o suretle itham a nasıl diliniz varıyor? Rica
ederim; sözlerinizin hükm ünü düşünerek söyleyniz...
Mâil bağırarak:
— Yalan mı söylüyorum? Böyle eve hüsnü niyetle
gelmmez. Buraya büyü yaptırm aktan başka bir iş için mi
geldin? (Minder üzerindeki çam aşırları eliyle göstererek)
İşte ispatım... Şurada duran fanile, mendil hep benim ça­
maşırlarım değil mi? Onları buraya afsunlatm ak için ge­
tirm edin mi? (Nefiseyi göstererek) Şu büyücü karı, «ke­
paze Mâil» diye bar bar bağırıp beni terzil ederken kocan
hakkm daki bu müstehcen tâbirleri karşıdan öyle tebes­
sümle dinlemeğe gönlün nasıl kail oluyor?
Sâibe inliyerek:
— Mâil, Allah aşkına, insaf...
— Sus... Hangi Mâil?.. Kepaze Mâil, değil mi? Beni jp
sıfata mevsuf eden kabahatim sana koca oluşumdur. Hep
işitin: Zevcem Sâibe Hanımı bıraktım...
Bedbaht Sâibe tatlik akabinde Nimeti Hanımın kuca­
ğına düştü, bayıldı. Hoca Nefise Hanım olanca şarlatan­
lığı ile yaygaraya başlıyacağı esnada odadan içeriye çar­
şaflı diğer bir kadm girdi. Peçesini açtı. Bunun Şöhret ol­
duğu görülünce hazırunu acip bir beht istilâ etti. Fakat
M âilin ikinci zevcesi diğerleri bibi şaşırıp kalmadı. E tra­
fındaki çehrelere birer birer göz gezdirdi. Odada cereyan
eden halin derecei ehemmiyetine intikal ile o saatte zey­
tin yağı gibi her şeyin üstüne çıkmadan başka çare olma­
dığım anlıyarak iki akşam evvel H ayatiye karşı «de de
278 TESADÜF

de..» tevbihiyle kaldırdığı parmağını, evet, yine o, tedip


elini bu defa Mâile kaldırarak:
— Beyefendi bu hal nedir? Bir haftadır neredeydiniz?
Ve burada ne işiniz var?..
Buı üç suale m ukabil sanki Mâilin iki çenesi birbirine
kilitlendi. M utallâkası Sâibeyi muahaze. tahkir ve tatlikte
gösterdiği talâkati beyan, ifade şiddetinden beyefendide
eser kalmadı. O evde ne işi olduğunu, oraya ne maksatla
geldiğini, Mâilin Şöhretten sorması lâzım gelirken öteki
müddeiliğe kalkışıyor, beyefendi m üddeialeyh mevkiinde
kalıyordu.
Mâil söz bulm ak için yutkunup dururken H ayati im­
dadına yetişerek:
— Zevcesi Sâibe Hanım ı bir şüphe üzerine takip edi- '
yordu. (Eliyle Sâibeyi göstererek) Hanım buraya geldi.
Bey de arkasından girdi...
Şöhret bir tahayyür tavriyle kaşlarım kaldırıp:
— Acaip... Hanım karısının böyle bakıcı evlerinde ne
işi varmış?.. (Sâibeye bakarak) Hanım dediğiniz bu mu?
Mâil Beyefendinin: «Karım bekler, karım üzülüyor, zev­
cem hastadır» diye bir yerlerde durup dinlenem iyerek et­
tiği telâşlar bu çiroz balığı için miydi?
Fahişenin ağzından bu zehirli tahkirler saçılırken be­
reket versin ki Sâibe baygındı. Bir kelimesini işitmedi.
F akat baygını kucağında tutan Nimeti Hanım, Şöhretin
bu rezilâne muahazelerine taham m ül edem iyerek dedi ki:
— Mâil Beyin uzun m üddet kapattıktan sonra yakın­
da kendine nikâh ettiği m eşhur Şöhret sensin galiba? Ne
m al olduğun halinden, kıyafetinden anlaşılıyor. Buraya
gelmek ayıp bir hareketse senin ne işin var? Büyüleri
yaptın, beye vardın. Başka ne derdin kaldı ki, hâlâ geli­
yorsun? Yoksa şimdi de bundan boşanıp başkalarına mı
varacaksın?.. (Mâile hitaben) Beyefendi, dilinizi fare m i
yedi?.. Bu karı da nikâhlınız değil mi? B uraya niçin gel-
TESADÜF 279

nıiş, ona da sorsanıza!.. Kucağımda yatan bu zavallı Sâ-


¿be nikâhınızdan kurtulduğu için bence şu( saatte şayanı
tebriktir. Sizin lâyığınız işte bu Şöhret gibi karılardır.
Allah sizi birbirinize m übarek etsin...
O sırada evin içinde birçok çığlık peyda oldu. Gürül­
tü arasından bir kadın sadasmm şöyle dediği yarı anlaşı­
lıyordu:
— K arıya paçalığım, çocuğun m aşallahı uğur geldi.
Baksanıza her taraf döşeli dayalı... Nefise k arı bu kadar
parayı nasıl kazanmış?..
Yine o aralık odaya Sâibe Hanımın arabacısı Recep
ağa girdi. Nimeti Hanım hem en Recebi çağırdı. Y an ölü
b ir halde bulunan Sâibenin biri bir koltuğuna, diğeri öbür
koltuğuna girdiler, zavallıyı arabaya indirdiler.
• * *

Sâibeyi takiben Mâil, hiddetle bakıcının evine girin­


ce içeride bir gürültü kopacağım arabacı anlamıştı. Safai
Efendi ailesinin lûtufdidesi bulunm ak hasebiyle sadık
Recep Ağa bir türlü dışarıda duram ıyarak, lüzumu tak­
dirinde hanımının imdadına koşmak üzere evin bahçesine
girm ek lüzumunu hisseylemişti. Bu kararını icra için, sUı
istemek bahanesiyle kapıyı çalmış, açılınca itip içeri gi­
rerek hanımı evin içinde bulundukça kendi de bahçede du­
racağını kapıyı açana beyan ile dışarı çıkmamıştı.
Recep Ağa içeride iken bir daha kapı çalınmış, ara­
bacı hanedekilerden izin almaksızın kapıyı açmış ve içe­
riye Şöhret girmişti.
Zaten evvelce Mâili aşağıda zaptedemeyip Nefişenin
bakıcılık odasında gürültü zuhuruna sebebiyet verdikle­
rinden dolayı birbirine girerek şaşırmış olan hane halkı
ne yapacaklarını bilmez bir halde iken tekrar kapı çalın­
mış, bahçede dolaşan Recep Ağa yine açm akta gecikme­
mişti.
Bu defa gelenler Gülsümlerdi. Her zaman gördükleri
280 TESADÜF

istiskal ve kabuj edilmemek hilâfına bugün böyle ilk vu­


ruşta kapımn açılmasından fevkalâde hayrete düşerek ço-
cuklariyle, bohçalariyle içeriye yürüyüş etmişler, kimse­
nin m uhalefetine kulak vermeksizin m erdivenlerden yu­
karıya dalmışlardı.
Mâilin duhulünden sonra zaten evin içinde edilen söz­
lerin perdeleri gittikçe yükselm ekte iken Gülsümlerin
üst kata hücum lariyle şamata büsbütün büyüdüğünden,
Recep Ağa, küçük hanımın im dadına şitap edilecek zama­
nın artık geldiğine hüküm ile o da yutkarı fırlamıştı.
Gülsümler yaygaraya, Hoca Nefise bütün efradı aile­
siyle şerirliğe başlayınca vaveylâ mahalleyi tuttu. E(welâ
bekçiler, m uhtarlar, sonra en yakın merkezden zabıta me­
m urları yetişti. Orada m evcut olanların birer birer ifade­
leri alındı. Daha bu ilk isticvapta bakıcı Nefisenin dolan­
dırıcılığa, iblisane desiseleri, bütün foyası m eydana çıktı.
Mâil, Hayati, Nimeti Hanım, Şöhret, Gülsümler, çoluk
çocuk hep birer defa Nefisenin yüzüne tükürdüler. Bu
Mel’un karının cezayı sezâsmı görmesi için lâzım gelen
muameleye başlandı.
Büyücü karının hüviyet ve mahiyetini tâyin hususun­
da o gün Gülsümlerin pek büyük yardım ları görüldü. ■
Nimeti Hanım arabada Sâibey.i ayıltıp Recep Ağaya,
artık çek emrini verdiği esnada iki eliyle yüzünü kapaya­
rak bir tavrı istiaze ile:
—. Aman yarabbi sana sığındım. Bu Nefise karı ne
mel’un bir mahlûkmuş!.. Ben de böyle h er şeyi noktası
noktasına nasıl biliyor, diyordum. Meğerse bizden duy­
duğunu ona, ondan aldığım bize satarmış... Böylelerinin
şerrinden Cenabı Hak cümleyi m uhafaza buyursun...

ON SEKİZ SENE SONRA


Bahar güneşinin ilk altınlı şuaları Yenibahçede kâin
«Gurabayi Müslimin» hastanesinin sa n badanalı duvarla-
TESADÜF 281

nn a, o hayır evini dolduran hastalara yaşama üm idi bah­


şedecek m üferrah bir m ünevveriyet verdiği bir günde idi
ki, büyük kapının loşluğu içinden koltuklarında b irer k irli
bohça, ellerinde birer okka ekmek, bir kafile çıktı. Bunla­
rın arasmda pejm ürde kıyafetli elli yaşlarında kadar biri
eşiği atladıktan sonra iki elini semaya kaldırarak ikinci
defa olarak hayratın bânisine yana yana dua etti. Bu adam
kişin sonunu o hastanede geçirmiş ve o gün taburcu edil­
miş bir kimsesizdi. Ağır adım larla sokağa çıktı. Sur ci­
hetine doğru yola düzeldi. Derm ansızlıktan beş on daki­
kada bir durarak kâh elindeki değneğe dayanıyor ve kâh
omuzunu bir duvara istinat ile rahatça birkaç nefes alı­
yor; sonra tekrar yoluna devam ediyordu. Ağır b ir y ü rü ­
yüşle Topkapiya vâsıl oldu. S u r haricine çıktı. Biraz da­
ha gitti, artık iyice yoruldu; kabristan duvarından yu v ar­
lanmış bir taşın üzerine oturdu. Nefesi nefesini takip ede­
rek dinleniyordu. Uyur gibi bir m üddet gözlerini kapadi,
zihninden bir şeyler geçirdi. D üşüncelerinden ürktüğünü
gösterir bir râşe ile yine gözlerini açıp etrafına bakındı.
H er taraf yeşil bir örtüye bürünm üş; baharın feyzinin in­
kişaf tecellileri her toprak zerresinden fışkırıyor, hafif bir
rüzgâr esiyor, kuşlar cıvıldıyor.
Hastane yorgunu, güneşin iltim aları altm da derman­
sız vücudunu ısıtmağa uğraşarak:
— Of... baharın bu şevkleri içinde gönlümü ne büyük
bir hüzün istilâ ediyor bilseler... Doğduğu yerde kimse­
sizlik, gariplik; hastalık...
Dedi. O esnada sıçrıya bağrışa bir alay fukara çocuğu
geçiyordu. İçlerinden Kumral saçlı, m avi entarili beş altı
yaşında bir kızı, kolundan yakaladı. O, öpmek istiyor, kız
çırpınıyordu.
Cebini karıştırdı; bir onluk buldu*; çocuğun gönlünü
almak için parayı verdi; onluğun sevinciyle kız yanağmı
bu lûtufkârm zayıf, renksiz dudaklarına b ir lâhza uzattı.
282 TESADÜF

Hemen kaçtı. Çocuk kaçarken o zat arkasından bakarak:


— Kaçma yavrum... Benim de senin gibi b ir kızım
vardı. Vaktiyle kıym etini bilmediğim için şimdi hep ço­
cuklar benden nefret ediyorlar sanıyorum.
Dedi; ayağa kalktı. M ezarlık yoluna doğru ağır ağır
yürüm eğe başladı. Hayli yürüdü; sola döndü; eski mezar
taşlarından üç kademeli b ir m erdiven teşkil edilmiş bir
mahalden çıktı; kabristana dahil oldu. Taze çimenleri çiğ-
niyerek mezar taşları, serviler arasından dolaşarak birkaç
dakika yürüdü. Hemen bütün efradı ebedî uykuya varm ış
bir aile m akberesine yaklaştı. Beş on adımlık mesafede
kemali huzû ile durdu. Zâfı. diz kesikliği, halecanı arttı.
Zavallı dermansız titriyordu. Yaklaşmağa mânevî bir is­
tizan makamında ellerini açtı. Üç ihlâs ile bir fatihai şe­
rife okudu; medfun olanların ruhlarına ihda etti. Sonra
huşû ile ilerledi. Sütunların zirvesinde yelpaze gibi yal­
dızlı birer saksı açmış yüksek bir mezarın önünde durdu.
M ermerin altında yatanın hayat tarihçesini zâirlerin na­
zarlarına arzeden mavi zemin üzerindeki yaldızlı satırlara
baktı.
V e rem d i d e rd i b iç a re kaldı...
M ısraını mırıldandı.
Ondan sonraki m ısralann kıraatine taham m ül getire­
medi. Son satırlarına atladı:
S a fa i E fe n d i k e rim e si şehideâ â lâ m S â ib e H a n ın ım
ru h u n a ...
Cümlesini kıraat etti. Başını m erm ere v u rarak şehıide-
nin ruhuna b ir fatiha okuyabüdi. K abrin kenarına yığıla-
kaldı. Meyusun zihnine o anda o kadar müellim h âtırat
hücum etti ki, bu n lan şimdi lâhdin kurbünde ta h attu r ile
m erhum enin şu ebedî uykusunu ihlâlden korkuyor, Sâıi*-
be hem en rahat m ezarından fırlıyarak, o kanlı mendili, tp
mazlumiyet nişanesini râşedar parm aklariyle yine gözle­
rine tutacak zannediyordu.
TESADÜF 283

Eski Mâil şimdi bir sefildi. B ir vefakârı, bir kimsesi,


bir ümidi kalmamıştı. H ayatın bütün boşluğu, karanlığı,
gözlerini nevmidî üe doldurdukça ana baba nüvazişinden,
zevce, evlât m uhabbetinden, hastane köşelerine kadar
olan sukut derekelerini hesaplamak,, zihninden geçirmek
için artık en m üntehap tefekkür m evkii o mezardı. Şimdi
bu makber, Mâilin hem eleminin, hem inşirahının sebebi
idi. H ayatında lâkaydisiyle öldürdüğü zevcesini vefatın­
dan sonra bu sık ziyaretleri, bu nevm idane savletleriyle
bîzar ediyordu. F akat ne yapsın? Şimdiki sefil hayatm a
taham m ül edebilmek için geçen öm ründen aradığı tesli-
yeti o mezardan başka b ir yerde bulamıyordu. Dünyada
samimiyetle yalnız Sâibe tarafından sevildiğini hissettiği
günü bu hakikati anlamış, sevilmek için derununa soku­
lacak bir kalb aramış, heyhat o m ezardan başkasını bula­
mamış, Sâibe ile kaybettiği m uhabbet saadetinin kadrini
o zaman takdir etmişti.
Mezarın tarihine baktı. Bunu ziyaretinin her defasın­
da şimdiye kadar belki yüz defa hesaplamıştı. F akat zih­
ninin o perişanlığı ile yine hesaplam ıya uğraşarak par-
m aklariyle saydı, saydı; ! i
— Sâibe, boşadığımdan tam am yedi ay sonra vefat
etmiş...
Dedi. Mazlumenin o yedi aylık ıstıraplı öm rünü dü­
şündü. Geçmiş hayatı, tâ bakıcının evinde Sâibeyi terke-
dip çıktığı saatten itibaren b ir panoram a gibi feci, neşeli,
vecd getirici, rikkatengiz, safhaları ile m üteessir nazarı
önünden birer birer geçmeğe başladı. O felâket gününden
bir sene sonra Şöhreti, H ayati ile insan nazarının taham­
mül edemiyeceği b ir halde görmüş, terketm iş. Başı boş
kalınca karı, H ayatiye varmış, altı ay kadar da onun nikâh­
lımda oturmuş, sonra boşanarak Şeydâ Beyle evlendikten
sonra ondan da ayrılmış, Mâil Bey m uhabbetinin icbarı­
na karşı gelemiyerek o kadar rezailini hoş görmüş, bu bin
4 TESADÜF

belâdan artakalan fahişeyi tek rar nikâhla almıştı. F akat


bu almalar, boşanmalar esnasında rakipler beyninde o ka­
dar münazaalar, gürültüler, bıçak çekmeler, birbirini vur­
m alar olmuştu ki, altışar ay fasıla ile peder ve validesini
kaybeden Mâil, bu sevdalıların cümlesine galebe etmek
için bütün m evrus servetini hebâ, feda etmişti. Beyefendi
sevmekte ısrar ettikçe karı, ağyar ile dilşikârl’ğı azıtmış;
nihayet Mâi-lde ne taham m üle takat, ne de sefiheyi idare
edecek servet kalmış, yekdiğerinden bir daha ayrılmışlar.
K arı başka âşıklar bulmuş; Mâil o sevda hüsranı ile diğer
karılar sevmeğe uğraşmış, servetinin bakiyesi de son hab­
beye kadar o yolda gitmiş...
Beyefendi fakir düştükten, Şöhretin de yüzü buruş­
tu k tan sonra senelerle birbirini kaybetmişler... Mâil bir
gün kapısız kalmış bir uşak kıyafeti, ayni o meskenet,
ayni o zilletle Çarşıdan geçerken, birkaç beyaz iç takke­
si ve tütün kesesinden ibaret m aişet sermayesini önüne
yaymış, geçenlerden bir tenezzül nazarı bekliyen bir ka­
dın görmüş... Gözü ısırmış, yanm a yaklaşmış, bakmış ki
eski belâlısı; istiğrap nidasiyle:
— Vay Şöhret!..
Diye hitap edince, karı, zehirlediği kimseyi unutma­
yan bir yılan gibi başını kaldırmış:
— Vay Mâil!.. Çok şükür Allaha, bana bugününü de
gösterdi. O ne kıyafet? Elli kuruşa ispirlik etm ek istersen
sana bir kapı bulayım...
Cevabını vermiş. Mâil son nefretiyle karıyı boğmak
için boğazına atılmış... E traftan yetişmişler, bu eski âşık
m aşuku birbirinin intikam ından zor ayırmışlardı.
Mâil o zamandanberi öyle sefilâne bir hayat geçirmiş
İdi ki, tefsir edilse bir ikinci roman olur...
Bedbaht delikanlı, kızı Makbuleyi görmek için kaç
kere Safai Efendinin konağına m üracaat etmiş, fakat
İçeri kabul olunmamıştı. Kızm yanında sefil pederinin
TESADÜF 285

ismi kale alınmıyor, onun varlığından hiç b ir şey hisset­


tirilm iyordu.
Mâil hep b u n lan zihninden geçirdi; düşündü, düşün­
dü. Nihayet Sâibenin m ezarına kapanarak marizane sada-
siyle:
— Sâibe!.. Zam an hakikî b ir m ürebbi imiş. Senin ölü­
müne, benim felâketim e sebep olan o karıyı Çarşıda tak­
ke satarken gördüm. Saçlar ağarmış, yüzü buruşmuş...
F akat yine kaşlar rastıklı, yine çehresi kaba bir düzgüne
bürünm üştü. Hâlâ, hâlâ kese satm ak bahanesiyle kendi
hüsnüne revaç verm ek iddiasında olduğunu hissederek
titredim . Sanki bütün hayatının rezaili kabarm ış, yüzüne
çıkmış gibi, veçhinin hatlarından okunuyordu. Birkaç se­
nenin öyle m üstekreh b ir hale getirdiği bir çehreyi ben
vaktiyle nasıl sevmiş, ona, hem seni, hem kendimi feda
etmişim?.. Sâibe, dünyada ancak nezih, afif, samimî mu­
habbetlerin pâyidar olacağını bilecek 'kadar hayatın hik­
metine vâkıf olsaydın... Beyhude kıskançlıklarla kendini
maddeten, beni mânen öldürm eyeydin, bugün şu k ara
topraklara saçtığım nedam et göz yaşlarını pâyi istirhamı­
na dökeydim... Mes’u t zevç zevce olacak, bahtiyar b ir aile
teşkil edecektik... Ben o karıya olan aşkım ı zeval bulmaz
zannettim. Sen benden hakikî bir nedam et memul etmedin.
F akat işte zaman ikimizin hatâsını da ispat etti. Sen k u r­
tuldun; zamanın bütün acı tecrübesine ben m âruz kaldım.
Mezarın soğuk m erm erlerini sıcak buseleriyle ıslata
ıslata hayli ağladı...
Nihayet akşam yaklaştı. Mâil değneğini eline, çıkınını
koltuğuna aldı; gitmeğe hazırlandı. Nereye gidecekti?..
M ezarlardan biri açılsa, onu siyah derinliğine çekse,
Mâil gidebileceği yerlerin hepsinden rah at b ir melce bul­
muş olacaktı... Lâkin heyhat... M uhtaçlarına ölüm bazan
böyle istiğna gösterir.
SON

You might also like