Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 154

TESADÜF MÜ?

YOK DAHA NELER!!!

Ömür Gözaydın
Baskı 2020


ISBN

978-605-67794-9-7

Yayın Adı: Tesadüf mü? Yok Daha Neler

Yazar : Ömür Gözaydın

Tashih - Dini Tashih : İlknur Yıldız

Kapak ve İç Tasarım : İlknur Yıldız

Baskı ve Cilt
Yıldızlar Ofset Matbaacılık Ltd.Şti
Ali Suav Sk. 60/A Maltepe/ANKARA
Ekim 2019 ANKARA 1. Basım
TESADÜF MÜ?

YOK DAHA NELER!!!


ÖNSÖZ

Elinizdeki bu kitapta, vicdan sahibi gönüllere mutluluğu,


huzuru, tefekkürü, hayata farklı açılardan bakmayı sağlayacak bir
kapı aralamayı vaad ediyorum. Allah’a iman etmek çok basit bir
kavram değil, inanmamakta basit olmamalı. Müslüman olan anne ve
babasından beri gelen imanıyla kalmamalı, ben bu dünyaya niye geld-
im, benim vazifem sadece bir okul okuyup çalışmak, oyun ve eğlence
mi, Allah ölünce bizi nasıl diriltecek gibi çok önemli konuları öğrenmeli
ve taklidi olan imanını tahkikiye (sağlam, hakiki) çevirmelidir. Dini-
ni iyi öğrenmeli, vazifesini bilmelidir. Aksi takdirde Allah’tan uzak
yaşayan insan, kalbinde birikenlerle en ufak bir şüphe geldiğinde çok
büyük bir inkara gidebilir, ateizmin pençesine düşer. Daha sonra belki
kibirle bakar, belki nefrete döner, cehennem ayetlerini duyduğunda
inkarı kat ve kat artar. Bunların hiç biri bir anda değil zamanla olur.
Mü’minlerin gördüklerini hissettiklerini hissedemez, gördüklerini
göremez. Bu kitapta Allah’ın varlığını ve birliğini, ahiretin varlığını,
islamın hak din olduğunu, farklı pencrelerden anlatmaya çalıştık.
Fizik yasasında bir fiil varsa failde olmalı diyerek, bu kainatın ve bu
muhteşem düzenin kendi kendine olamayacağını anlatmaya çalıştık.
Çünkü Allah’ı inkar eden fizikteki bu kanunu da inkar etmiş sayılır.
Ey kardeş!!!
Belki ufak bir şüpheyle oldu her şey, belki büyük bir günah belki
kibir, seni Allah’tan uzaklaştıran ne varsa bir kenara koy. Seni yoldan
çıkaran etmen ve kişilerden bir süre uzaklaş. Elini kalbinin üstüne koy,
omuzlarını indir, yüreğini yumuşat ve kalbinden şöyle de “ Ey Allah,
eğer varsan (ki var) Seni arıyorum, bulmama yardımcı ol.” Çünkü
“O’nu bilen O’nu arar, O’nu arayan O’nu bulur, O’nu bulan kurtulur...”
Unutma! kabre yalnız gireceksin ve seni Allah’tan uzaklaştıran
her şey üzerine bir toprak atıp seni hızla terkedecek. Ve o daracık
yerde tek başına kalacaksın. Bunu bir daha düşün ve öyle de-
vam et hayatına. Ölmeden önce uyanabilmemiz dileğiyle...
5
TESADÜF MÜ? YOK DAHA NELER!!!

Burası dünya…

Uçsuz bucaksız bir kainatta, sayısız gezegenler

ve yıldızların arasında bir nokta kadar yer işgal eden ufak

bir gezegen. Ve ben bu tehlikeli yerde, nerden geldiğini

bilmeyen insan sürüsünden sadece birisiyim. Hepimiz

belirsizlikler içinde yaşıyoruz, nereye gideceğimizi

bilmeden. Sorgulamadan yaşayamıyorum ben bu hayatı.

Dünya mı zalim yoksa insanlar mı bilemiyorum?

Çünkü; bu dünyada bir nokta büyüklüğünde olan, bazen

ufacık bir virüsün yataklara düşürüp süründürdüğü

insan, ülkelere hükmediyor, savaşlar çıkarıyor, insanları

yurtlarından sürüyor ve kendi çıkarları uğruna gözünü

kırpmadan milyonlarca insanı öldürebiliyor. Ben, bizi asla

anlamıyorum. Hepimize yetecek kadar bir dünya varken

neden bu kadar savaş ve acı çekiyor insanlar bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var, bütün bunların sebebi insanların


var saydığı Tanrı ve buna inanmayanların savaşı. Evet
6
ben (haşa) Tanrıya inanmayanların safındayım. İnsanların

bir kısmı Allah var diyor, bir kısmı da yok diyor. Allah yok

diyenler hayatı kendi vicdanlarına göre yaşıyorlar. Allah

var diyenler ise Allahın kanunları olduğunu iddia ettikleri

halde inanmayanlar gibi yaşıyor. Hatta Allah yok diyenlerin

içinde Allah var diyenlerden daha iyi insanlar var. Bu nasıl

bir denklem bir türlü çözemiyorum. Madem Allah var ve

bizi yarattı (haşa) neden bize sahip çıkmıyor ve bizim bu

kadar kötü olmamıza izin veriyor?... Aklımda deli sorular,

gecelerimde tuhaf rüyalar, onca kalabalığın arasında

yalnızlığım ve bunca zenginliğin arasında fakirliğim.

Nasıl bir filmin içinde yaşıyorum ve bu dünyada ne için

varım? İşte bu soruların cevaplarını arıyorum. Aslında

bunları sorgulamak için hiçbir sebebim yok ama nedenini

bilmediğim bir şekilde hep dibini eşeliyorum. Sanki içimden

bir ses sürekli bir şeyler haykırıyor, bu dünyada ne aradığımı

ve neden bu dünyaya geldiğimi bilmek istiyorum. Ama bir

gün bir şey oldu. Her şey bir kıvılcımın ocağıma düşüp,

yüreğimi yakmasıyla başladı. Hangi amaç için bu dünyaya

geldiğimizin farkına vardığımda hiçbir şey için geç değildi.

7
Attığımız her adım yarım kalırken, tattığımız her zevk

kursağımızda kalırken ve çok sevdiğimiz herhangi biri veya

herhangi bir şey elimizden kuş gibi bir gün uçup giderken,

bu dünya ayan beyan her seferinde ‘ben fani dünyayım’

diye yüzümüze vururken, aynı hataları işlemeye devam

etmek mantıksız olurdu.

Her şeyi en başından anlatsam iyi olacak sanırım;

Babam, amcamla beraber büyük bir şirketin

ortağıydı. Varlıklı zengin bir aileydik. Şirkette bir sürü

çalışan ve babamın etrafında pervane olan insanlar

vardı. Çok fazla evde durmazdı, devamlı seyahatler, iş

toplantıları, ihaleler vs. sanki babam çok çalışmak ve

servetine servet katmak için gelmiş gibiydi bu dünyaya.

Gerçi bizde şikayetçi değildik hayatımızdan. Her şeyimiz

vardı hayatta bir insanın isteyebileceği. Sabah kalktığımda

her insanın yaptığı gibi lavaboya gidip yüzümü yıkamazdım.


Odamın balkonundan havuza atlar yüzümü öyle yıkardım.

Ben bile gülerdim bazen kendime ‘ulan hayat bak be’

deyip. Babam istediğim her şeyi bana karşılayan bir

8
banka gibiydi adeta. Sadece istemem yetiyordu. Annem

ve kardeşim de benim gibiydi tabii ki. Hepimiz lüks hayatın

peşine düşmüş bir vaziyette hayatımızı sürdürüyorduk.

Biz bir aileydik aslında ama, evin içinde yaşayan birer

yabancı gibiydik. Çünkü para her birimizin ayrı bir dünya

kurmasına sebep olmuştu. Babam hep iş seyahatlerinde,

annem arkadaşlarıyla konken partilerinde, kardeşim ve ben

arkadaşlarla başka bir dünya oluşturmuştuk kendimize.

Biz sadece dışarıdan görüldüğünce mutlu bir aileydik

aslında.İnançsız biri olarak yetiştirildim. Ne annem ne de

babam hiç tanrıdan bahsetmemişti bana. Hayatımın bazı

noktalarında O ismi duyuyordum ama bu inanış çok uzaktı

bana. Yaşım ilerledikçe daha da radikalleştim bu konuda,

benim inandığım bir tanrım yoktu. Çünkü bir tanrı olsaydı

bu dünya savaşlarla çalkalanmazdı, insanlar birbirlerini

öldürmezlerdi ve daha bir sürü şey. Hem görmediğim bir

şeye nasıl inanabilirim ki. Hem de yaşantımda ve arkadaş

ortamımda hiç inanan yoktu, hadi inanayım desem benimle

çok fena dalga geçerlerdi sanırım…Bazen sıkılmıyor

değildim bu hayattan. Her şey aynı ve sıradandı benim için.

9
İnsanlar aynı, yaşananlar aynıydı. Evet yaşadığım hayat

rüya gibiydi, çoğu insanın rüyasında bile göremeyeceği

şekilde yaşıyordum fakat bir eksik vardı hayatımda.

Yaşadığım en güzel en zevkli andan bile bir anda sıkılıp

vazgeçebiliyordum. Sırf değişiklik olsun diye bir arkadaşımla

beraber üniversitede gazetecilik okumaya karar verdim.

Babamın o kadar baskı yapmasına rağmen; “Ne işin var

gazetecilikte? Mühendis ol, mimar ol, işletme oku işlerin

başına geçeceksin.” cümleleri eşliğinde gazetecilik

okumaya başladım. Böylesi daha iyi, kim uğraşacaktı ki o

kadar dert sıkıntıyla. Babam işlerin başındaydı nasıl olsa.

Şimdi hayatımı yaşamam gerekiyordu. Farklı bir maratona

başlarım ümidiyle üniversite yollarını aşındırmaya başladım.

Hani çok zengin bir adam reklamlarda çıkıp diyordu ya ‘’Bu

değil! bu değil! bu da değil! bu hiç değil!’’ diye. Evet onun da

dediği gibi bu da değil. Hiçbir değişiklik olmadı hayatımda,

sadece arkadaşlarım dışında. Okulda her türden insanı

bulmak mümkündü zengin, fakir, Müslüman, ateist vs. çoğu

zaman hep tanrının varlığıyla ilgili tartışmaların ortasında

buldum kendimi. Çoğu kendinin Müslüman olduğunu

10
söylüyor ama onlar için günah olan her şeyi yapıyorlardı.

Sorduğum soruların çoğuna cevap veremiyorlardı. Hatta

kimisi ‘Allah sizin gibilere iyi ekmek veriyor’ deyip kestirip

atıyordu tartışmayı. Bu beni daha da inançsız yapıyordu.

Ulan memleketin yarısı babamın zaten neyin kafasını

yaşıyorsunuz deyince herkes suspus. Eğer sizin inancınız

böyle düşünmenize sebebiyet veriyorsa, inanmıyorum

ben hiçbir şeye. Çok yapmacık gelmeye başlamıştı

artık benim için her şey. İçimden bir ses farklı şeyler

söylüyordu ama yönümü başka tarafa çeviremiyordum.

Sanki at gözlüğü takılıydı bende, kafamı çevirsem de

sağımı solumu göremiyordum. Gözümüz kör olmuş sanki,

paranın esiri gibi hissediyordum kendimi. Bazen sorardım

kendime ‘Acaba biz mi parayı kullanıyoruz, yoksa para mı

bizi kullanıyor?’ diye, ama dedim ya gözümüz kör olmuş

başka bir şey göremiyoruz. Yoksa ben mi paranoyak

oldum diye düşünmüyor da değilim bazen. Herkesin keyfi

yerinde, ben neden şikayet ediyorum ki. İstediğim bir şeyin

olması için sadece istemem yetiyor, yaşa hayatını bırak

bu düşünceleri, ‘Başka dünya yok Egemen!’ Bu arada

11
söylemeyi unuttum benim adım Egemen. Hep kendimle

mücadele ettim hayatım boyunca. Evet böyle yaşamak

güzel ama nedir yani bu işin sonu, hep böyle mi gidecek

bu hayat. Bir gün öleceğiz ve yok mu olacağız gerçekten?

Bunu merak ediyorum. Ölüp yok olacaksam neden geldim

bu dünyaya? Bunu daha çok merak ediyorum. Bazı şeyler

ters, yanlış hayatımda fakat bunları düzeltmeye bir türlü

gücüm yetmiyor. İçimde bir şeyler çığlık atıyor, bu sesi

hissediyorum ama bu sese cevap verecek gücüm gerçekten

yok. Şizofrenik bir vaka sanırım bu; bir tarafım kalk gidelim

diyor, bir tarafım otur oturduğun yerde. Gözümü kırpmadan

giderim sorun değil bu, ama nereye gideceğimi bulmam

lazım ilk önce. Hayatımızda bazı değişikliklerin olduğunu

ve işlerin yolunda gitmediğini ikinci sınıfın sonlarına doğru

sezmeye başladım. Babam çok kumar oynamış, çoğu

malını kumar masalarında bırakmış ve sıkıştıkça amcama

ve diğer ortaklara ev, dükkan ve hisse satmış. Ortaklıktan

ayrı olarak yaptığı birkaç iş de iflasla sonuçlanmış ve bu

durum epey küçülmeye sebep olmuş. Amcamla bu yüzden

çok kavga ederlerdi, hep kızardı babama kumar sevdası ve

12
gece hayatı yüzünden. Amcam maddi açıdan büyüdükçe

babam hep küçülüyordu. En sonunda amcamla büyük

bir kavga edip ipleri kopardılar: ‘Ne ölün ölüme!, ne dirin

dirime!!! Hayatımda ilk defa babam bir isteğime karşılık

vermemişti. Halbuki çok küçük bir istekti bu; kız arkadaşımla

yurt dışında bir yaz tatili. Ve o yaz bana yani bize tatil değil

zindan olmuştu. Babam işler sallantıda demişti ama bence

bu bir depremdi benim için. Pek belli etmiyordu ilk başlarda

‘Bana bir şey olmaz, ben yıkılmam’ diye gürleyip duruyordu

hep. Bizde bunların başımıza nasıl geldiğini çözmeye

çalışıyorduk. Her şey hızlı bir şekilde gerçekleşti, hiç birimiz

neler olduğunu anlayamadık. Borsaydı, repoydu, icraydı

derken sanki son dönemece gelmiştik. Büyük bir buhrandı

bu, hepimiz perişan olmuştuk. Annem ve kardeşimin

gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Babam bütün

umudunu yitirmiş, kendini alkole vermişti. Evden dışarı

çıkmıyordu, kurtulmak için bir şeyler yapmıyordu. ‘Kalk

baba kalk, bir şeyler yap hemen pes etme’ diye ne kadar

yalvarsam da o ‘Her şey bitti artık, yapacak hiç bir şey

kalmadı’ diyerek bütün gemileri çoktan yaktığını belli etmişti.

13
İki üç sene içinde her şey bitme noktasın gelmişti artık ve

hiç kimse bir el uzatmıyordu bize. Babamın o kadar dostları

vardı iyi gününde, ama şimdi bir tane bile yoktu yanı başında.

En son evimiz kalmıştı, eğer onu da alırlarsa ne yapardık.

İçimi çeke çeke ‘Evimizi de alırlar mı baba?’ diye sordum.

Keşke bu soruyu hiç sormasaydım, hiçbir cevap vermeden

boş boş bana bakmaya başladı. Gözlerimden gözlerini bir

saniye bile ayırmadı, anlamsızca bana bakıyordu. Baba!,

baba! diye bağırdım fakat hiçbir cevap vermiyordu. Birden

ayağa kalktı ve ‘Kimse evimizi alamaz bizden’ dedi. Sıkıca

sarıldım babama, gözümdeki yaşlar bahar yağmuru gibi

ıslatıyordu yerleri. Benimle birlikte babam da ağlamaya

başladı. İlk defa babamı ağlarken görüyordum, çocuk

gibi ağlıyordu karşımda. Nasıl bir kabustu bu bilmiyorum.

Babam annemi ve kardeşimi çağırdı yanımıza:

- Hadi gidiyoruz.

Alelacele arabaya binip evden ayrıldık. Arabada babam

hariç hepimiz ağlıyorduk hüngür hüngür. Babam yine boş

boş bakmaya başlamıştı yollara doğru.

14
- Baba! nereye gidiyoruz? Cevap yok.

Uzun süre hiçbir şey söylemeden devam etti yola, çok

hızlıydı. Artık korkmaya başlamıştık annem ve kardeşimle

beraber. Annem babamı silkeleyip ‘Şinasi bir şey söyle

nereye gidiyoruz? Çocukları korkutuyorsun.’ demesiyle

babam kendine geldi. Birden bize doğru baktı, gözlerinde

alevler çıkıyordu. Sanki bu göz babamın değil başka

birinin gözleriydi. ‘Kimse bizden evimizi alamaz, kimse

bizi yıkamaz’ diye gürledi yine. Bağırdıkça hızını daha da

artırdı, arabanın motoru neredeyse yerinden fırlayacak gibi.

Bu gidiş nereyeydi böyle, bu hızla gitmeye devam edersek

eğer önümüzdeki ilk virajdan aşağı uçmamız kesindi.

‘Baba ne yapıyorsun, dur’, ‘Şinasi dur kaza yapacağız’.

Hayır hiçbir cevap yok babamdan, yine her zamanki gibi

‘Kimse beni yıkamaz’ diye bağırıp duruyordu. Ve bu son

sözleriydi… Gözlerimi açtığımda ufak bir odada boylu

boyunca yatıyordum. Hareket etmeye çalıştım, kolumu bile

kaldıramıyordum. Usulca kafamı kaldırdım, bir hastane

odasıydı burası. Ne işim var acaba burada diye düşündüm,

az önce biz araba da değimliydik? Peki ya annem, babam


15
nerde? neler oluyor anlamaya çalışıyordum. Hemen yanı

başımda bir adam sandalyenin üstünde uyukluyordu. Kimdi

bu acaba, benim yanımda ne arıyordu ki?

‘Hey!’ diye seslenmeye çalıştım fakat sesim, kendi

duyabileceğimden bile az çıkıyordu. Derin bir nefes aldım,

kendimi topladım ve adama seslendim.

- Hey, sende kimsin?

Adam birden irkildi, sesin nereden geldiğini görmek için

sağa sola bakındı. Birisini göremeyince sandalyeye geri

yaslandı. Bende meraklı gözlerle ona bakıyordum. Birden

kafasını bana çevirdi ve göz göze geldik. Altın bulmuş gibi

sevindi sanki, birden ayağa fırladı.

- Egemen, Egemen gözlerini açtın, Allah’ım çok şükür

sana, iyi misin?

- Egemen!, nasılsın?

Adam resmen yerinde duramıyordu, çok şaşırdım neler

oluyordu? gerçekten meraklanmıştım.

16
- Sen kimsin, benim ne işim var burada, annem ve babam

neredeler, bana ne oldu neden hareket edemiyorum?

- Dur yavrum sakin ol, hemen doktoru çağırayım.

- Ya bir dur, ne oldu bana, sen kimsin?

- Tamam anlatacağım her şeyi meraklanma, doktor kontrol

etsin önce seni. Bir aydır komadaydın, her yerin kırıklarla

dolu, daha yeni açıyorsun gözlerini.

- Bir ay mı? Buna inanamıyorum, annem, babam kardeşim

nerdeler?

Adam hızla yanımdan ayrıldı cevap vermeden. Bu da neydi

böyle, demek ki kaza yapmışız o gün arabayla. Peki ya

annem babam, öldüler mi yoksa? Bu nasıl bir kabustu böyle,

bu yaşananlara inanamıyorum. Halbuki birkaç ay öncesine

kadar çok mutluyduk, nasıl geldi bunlar başımıza? Bir gün

bunların başımıza geleceği aklımın ucundan bile geçmezdi.

Kısa bir süre sonra doktor ve hemşireyle beraber yanıma

geldiler.

- Geçmiş olsun Egemen, dünyaya tekrar hoş geldin.


17
- Sağ olun, söyler misiniz ne oldu bana?

Hiçbir cevap vermeden yanımda çalışan makineye baktı.

Bazı düğmelere bastı, sonra yanı başımda duran dosyayı

aldı eline, sayfaları kurcaladı.

Yanındaki adamı hala çözebilmiş değilim, dikkatle doktora

bakıyordu.

Doktor elindeki dosyayı bıraktı ve karşıma geçti.

- Evet Egemen, öncelikle geçmiş olsun. Yaklaşık bir aya

yakın zamandır komadaydın, henüz yeni gelebildin

kendine. Neler olduğunu hatırlıyor musun?’

- En son annem babam ve kardeşimle arabadaydık, babamı

sakinleştirmeye çalışıyorduk. Kaza mı yaptık yoksa?

- Evet, büyük bir kaza geçirdiniz. Arabanız virajdan aşağı

uçmuş. Buraya getirildiğinde çok kötü bir haldeydin,

kemiklerinin çoğu kırılmıştı. Senden ümidi tamamen

kesmiştik, dört tane büyük ameliyat geçirdin, ölümle yaşam

arasında ince bir çizgideydin ve çok şükür sonunda kendine

gelebildin.
18
- Demek bir aydır komadaydım, peki ya ailem, annem

babam kardeşim onlar nasıl?

Hepsi birden başını öne eğdi, gözlerini benden kaçırıyorlardı.

- Öldüler mi? diyebildim sadece.

- Bunu sana nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum, bir tek sen

kurtuldun. Annen de yaralı olarak kurtuldu ama o da yoğun

bakımda verdi son nefesini.

Bir anda başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki, nasıl

bir kabus bu? Ne olur uyanmak istiyorum, beni bu dünyada

yapayalnız mı bıraktılar?

Ben niye ölmedim, beni neden kurtardınız, ölmek istiyorum,

ölmek istiyorum!!!’

Gözlerimden akan yaşla neredeyse boğulacaktım yattığım

yerde. Hemşire bana bir iğne yaptı, yanı başımda yatan o


adam da hem ağlıyor, hem göz yaşlarımı siliyordu. Biraz

sonra doktor ve hemşire yanımdan ayrıldı o adamla baş

başa kaldık.

19
- Sen kimsin, hala söylemedin?

- Ben senin dayınım Egemen

Çok şaşırmıştım, ama benim dayım yoktu ki.

- Dayım mı, annemin kardeşi misin yani?

- Evet ben senin öz dayınım, annen hiç bahsetmedi mi?

- Hayır, ilk defa duyuyorum bir dayım olduğunu.

- Neyse daha sonra bol bol konuşuruz, şimdi boş ver

bunları, iyi olmaya bak.

- Adın ne?

-Ahmet benim adım.

- Sen nerden buldun beni, kim söyledi burada olduğumu?

- Haberlerde çıkmış kazanız, akrabalar haber verdi. Bende

hemen atlayıp geldim.

- Peki amcalar gelmedi mi hiç, bizi yalnız mı bıraktılar?

- Birkaç kez geldi hastaneye, soruyor devamlı seni.

20
- Peki cenazeye geldi mi?

- ‘Evet, geldi tabi ki. İyileştiğini duyunca çok sevinecek.

Her şey bir film şeridi gibi geçti birden gözlerimin önünden,

annem, babam ve kardeşim yok olmuşlardı artık, bir

daha onları göremeyecektim. Sanırım bir insanın hayatta

yaşayabileceği en kötü şeyi yaşıyordum. Peki ben bu acıyla

nasıl yaşayacaktım, hiç kimsem kalmamıştı hayatta.

Bir süre daha hastanede yattım, vücudumda ki kırıklar

büyük oranda iyileşmişti. Bazı bölgelerde ağrıyan yerler

olsa da epey iyileşmişim dayımın dediğine göre. Sağ

ayağım alçıdaydı hala, platin bronz ne varsa yerleştirmişler

vücudumun çeşitli yerlerine. Sanırım bundan sonraki

hayatımı bir biyonik adam olarak geçireceğim. Bu arada

dayım çok iyi birine benziyor, çok ilgilendi benimle. Otuz

beş kırklı yaşlarda, beyaz tenli, uzun boylu bir adam,


onunla vakit geçirdikçe keşke onu daha önce tanısaymışım

diyorum. Bütün kontrollerim yapıldı ve kendimi iyi

hissediyordum artık, yani kısmen. Artık taburcu olmamam

için hiçbir nedenim yoktu ama nereye gidecektim? Meğer

21
evimizi de almışlar elimizden, artık bu yarım yamalak

bedenimden başka hiçbir şeyim yok benim. Ah baba ah,

hayata yeniden, en başından başlardık ne gerek vardı

buna. Sen değil miydin bir zamanlar hiç bir şeyimiz yoktu,

sıfırdan geldim ben buraya diyen. Yine sıfırdan başlardık,

hepimizi öldürmen mi gerekirdi? Söylenecek söz çok ama

artık neye yarar, beni duymuyorlar artık, bende onları hiç

duyamayacağım bundan sonra.

Taburcu olma vakti gelmişti artık, amcam beni almak

için geldi hastaneye. Doğruca mezarlığa gittik beraber.

Ailemin mezarını gördüğümde bir daha yıkıldım, tekrar

yaşadım aynı duyguları, gözyaşlarımla ıslattım tek tek

mezarlarını. Topraklarını okşadım, onlarla konuştum, ama

her şey faydasız. Hepsi yok olmuştu artık, bir daha onları

göremeyecektim. Oradan evimize gittik eşyalarımı almak

için. Evin bütün odalarını dolaştım, o günleri yaşadım

hafızamda, son kez odamdan havuza atlayıp yüzümü

yıkamak istedim fakat vücudum buna müsait değildi artık.

Son kez baktım yaşadığım yere, son veda. Çok hatıralarım

vardı burada ve hepsi uçup gitti artık. Bundan sonra da


22
hiç biri yaşanmayacak. Ağlayacak gibi oldum dış kapıdan

çıkarken, dayım sarıldı sıkıca ‘Gel, üzülme geçecek

her şey.’

Kapıdan çıktık ve arabanın oraya geldik. Nereye gideceğimizi

sordum ve amcam onlara gideceğimizi söyledi. Ama dayım

da hastane de onunla beraber memlekete gidebileceğimizi

söylemişti. Burada bir seçim yapmam gerekiyordu, sanırım

İstanbul’u terk etmenin zamanı gelmişti. Dayımla gitmek

istediğimi söyledim amcama, şaşırdı, olmaz dedi ama ben

kararlıydım.

- Ama okulun var Egemen, ben senin amcanım baban

sayılırım, ben sana bakarım. Neden gitmek istiyorsun?

- Her şey için sağol amca, şimdilik okula devam

etmeyeceğim, buralarda kalmak bana artık acıdan başka

bir şey vermeyecek, yeni bir hayata başlamam lazım.’

- Peki Egemen, bu kapı sana her zaman açık, yolun açık

olsun, istediğin zaman bize dönebilirsin. Sen biraz kafanı

dağıt, acılarını unutmaya çalış aslan oğlum benim.

23
Amcam bizi otogara kadar götürdü, biletimizi aldı bana da

epeyce bir para verdi.

- Dükkanlardan birini senin üstüne yapacağım, kirası

masraflarını karşılar, başka bir şeye ihtiyacın olursa arar

söylersin Egemen.

Hiçbir şey diyemedim, yapacak ve gidecek hiçbir yerim

yoktu artık.

Sığınabileceğim tek liman dayımdı bundan sonra. ‘’Peki,

gidelim dayı.’’

Burası Kayseri’nin ufak bir ilçesi, şirin bir yer. Taksiyle

evin önüne kadar geldik, tek katlı müstakil bir ev. Sanırım

bundan sonraki hayat benim için zorluklarla geçecek,

nasıl alışacağım bu hayata bilemiyorum. Kapının önünde

yengem karşıladı bizi, dayım öve öve bitiremedi yengemi,

çok iyi biri olduğunu onunla çok iyi anlaşacağımı söyledi.


Ayakkabılarımızı çıkarıp sessizce eve girdik. İlk defa böyle

bir mekana giriyordum, çok tuhaf geldi ilk önce. Eşyaların

çoğu antika tarzı, eski püskü eşyalardı. Duvarda Arapça

yazılar tablolar vardı. ‘’Hayda!, nereye geldim ben böyle’’


24
diye geçirdim içimden. Dayım iyi birine benziyordu ama

böyle biri olacağını tahmin etmemiştim. Bakalım kaç gün

durabileceğim burada bilmiyorum. Eve yerleştik, dayım

odamı gösterdi biraz dinlenmek için yatağa uzandım. Bir

süre yattıktan sonra dayım yemek yemek için çağırdı ve

beraber sofraya oturduk. Dayım özel bir şirkette muhasebeci

olarak çalışıyormuş, benim için izin alıp gelmiş İstanbul’a.

Bu adama nasıl teşekkür edebileceğimi bilmiyorum ama

kafalarımız pek fazla uyuşmuyor sanırım.

Yemeğimizi yedik, çay içerken benimle sohbet etmeye

çalıştı ama canım hiçbir şey konuşmak istemiyordu. Hiçbir

şey yapmak istemiyordum, çünkü hayatın bir anlamı yoktu

benim için. Dayım ve yengem sofrayı toplamaya başladı,

yardım etmek istedim geri oturtturdu beni yerime. Daha

sonra odanın bir köşesine geçip namaz kılmaya başladı,

arkasından da yengem.

‘’Hayda, bu kadarı da fazla’’ dedim kendi kendime. Aşırı

dinciydi bu adam, namaz kılıyordu, ben bu adamla aynı

evde nasıl yaşayacaktım. Bir an önce buradan gitmem

25
gerektiğini düşündüm. Ama nasıl gidebilirdim ki? O kadar

iyilik yaptı bana bu adam. Ne yapacağımı gerçekten

bilmiyorum, en iyisi zamana bırakmak...

Günler yavaş yavaş geçmeye başladı yeni hayatımda.

Dayım işe gidip geliyor, ben ise evde vakit geçiriyorum,

kitap okuyorum, internete giriyorum. Çok sıkılıyorum bazen,

ailem geliyor aklıma, birkaç damla yaşı gözlerimden aşağı

gönderiyorum geçmişin derinliklerine. Sağa dönüyorum,

sola dönüyorum, uyuyorum uyanıyorum her şey aynı.

Dayım bana yardımcı olmaya çalışıyor bazen, konuşmak

istiyor ama ben istemiyorum.

Gitmek istiyorum buradan, nereye olursa olsun.

Bir gün dayımla beraber akşam yemeği yedik ve dayım

her zaman yaptığı gibi köşeye geçti namaz kıldı. Bende

namaz boyunca onu izledim, neler söyleyeceğimi kafamda

tasarlamaya çalışıyordum. Artık gitmeliydim bu evden,

daha fazla duramazdım. Onu ya Allah’ın olmadığına

ikna etmeliydim ya da onu kızdırıp kendimi bu evden

kovdurtmalıydım.

26
Namazını bitirdi, çayını aldı ve oturup kitap okumaya

başladı. Ben bir süre daha onu izledim ve bütün cesaretimi

topladım.

- Dayı sen cahil misin?

Dayım şaşkın şaşkın bana baktı ilk önce, ne diyeceğini

bilemedi.

- Nasıl yani, neden öyle bir şey dedin, oradan bakınca

cahile mi benziyorum Egemen?

- Aslında akıllı birine benziyorsun ama ne bileyim, yıl olmuş

milenyum, uzay çağı, insanlar dışarıda hayatını yaşıyor

ve sen hala bir yaratıcı olduğuna inanıyorsun ve kendini

kısıtlıyorsun. Bu da yetmezmiş gibi oturup bir de namaz

kılıyorsun, bundan büyük cahillik mi olur?

Dayım dediklerim karşısında daha da çok şaşırdı, elindeki

kitabı yavaşça bıraktı, kendi kendine ufak bir tebessüm etti.

Birazcık sessizlikten sonra;

- Sen cahil ne demektir bilir misin?

27
- Evet, kendini geliştirmemiş, eğitim görmemiş, yaptıklarının

ne anlama geldiğini bilmeyendir. Dayım bir tebessüm daha

fırlattı bana doğru, küçümser gibi. Bana kızacak diye tahmin

ediyordum ama hiçte kızmadı.

- Hayır Egemen yanlış biliyorsun. Cahil; Arapça bir kelimedir.

Allah’ın kanunlarını tanımayan, bilmeyen, göremeyen

insanlar için kullanılır. Cahilin kelime kökü Ebu Cehil’den,

yani senin gibi düşünenlerin babasından gelir. Yani bu

durumda ben değil sen cahil oluyorsun.

Birden rengim attı, böyle bir karşılık beklemiyordum

dayımdan. Çok sinirlendim, ayağa kalktım ve sesimi

yükselterek;

- Görmediğiniz şeye nasıl inanırsınız, kim görmüş Allah’ı,

kim görmüş cenneti cehennemi? Hangi akıllı insan buna

inanır, söyler misin?

- Dur aslanım sakin ol hele, otur yerine. Sen bana cahil

deyince kızdım mı?

- Otur güzelce konuşalım aslan kardeşim.

28
Dayımı susturup faka bastıracağımı düşünürken ne yazık ki

dayım beni susturmuştu. Dayım ilk önce birer çay doldurdu

ve yerine oturdu. Önce derin bir sessizlik kapladı her yeri,

dayım gözlerimin içine bakıyordu bense yere.

- Neden inanmıyorsun, bir sebebi var mı? Araştırdın mı hiç,

baktın mı kainata, Allah’ın olmadığını ispat ettin mi kendine?

- Benim gibi düşünen milyonlarca insan var dünyada. Sizi

kandırmışlar, binlerce yıldır hep aynı masalları anlatıp

duruyorlar. Eğer bir tanrı olsaydı dünya bu halde mi olurdu.

Hem ben görmediğim şeye inanmam, olsaydı şimdiye

kadar ben ve benim gibi düşünenleri cezalandırırdı, bak

yaşıyoruz.

- Nasıl olmalıydı Egemen? Başını kaldırdığında Allah

görünmeli miydi, ya da başımızın üstünde melekler mi

uçuşmalıydı? Bir suç ya da günah işlediğimizde melekler


bizi kırbaçlamalı mıydı?

- En azından bir işaret olabilirdi, ama ben şu an başımı

kaldırdığımda Tanrıya inanmak için hiçbir sebep

29
göremiyorum. Dünyada bu kadar haksızlık varken,

insanlar birbirlerini hiç acımadan öldürüyorken ve binlerce

insan sokaklarda aç yaşarken, eğer Tanrı bu duruma bir

müdahale etmiyorsa, ben o Tanrıya inanamam dayıcığım.

Hem Tanrının varlığı belirsizliktir.

- Peki bu kainat ve biz nasıl meydana geldik?

- Ateistler evren ve insanın nasıl var olduğuna bakmaz,

bilimsel teorilere bakar. Evrenin oluşumunu en iyi açıklayan

teori büyük patlamadır. İnsanın oluşumunu en iyi anlatan

teori de evrim teorisidir. Yani nasıl olduğunun bir önemi yok,

tamamen tesadüf.

- Tesadüf mü? Yok daha neler!

- Evet tesadüf.

- Peki nasıl bir tesadüfmüş bu, nedir bu büyük patlama?

- Bilimin bulgularına göre big bang on dört – on beş milyar

yıl önce meydana gelmiştir. Madde bu patlama sırasındaki

enerji yoğunlaşması sonucu meydana gelmiştir. Önce

hidrojen, daha sonra hidrojen atomlarının birleşmesi ile


30
de helyum oluşmuştur. Bu reaksiyonun gelişmesinde

çok büyük enerji açığa çıkar. Bu büyük enerji yıldızların

yakıtı olmuş ve zamanla bu bir fırın etkisi yaratarak diğer

elementler meydana gelmiştir. Dünya gezegeni ise dört –

dört buçuk milyar yıl önce meydana gelmiştir. Bugün bilimsel

araştırmaların geldiği nokta, dünyanın ilk koşullarında

inorganik maddelerin birleşerek, enerjinin olduğu ortamda,

bazı organik maddeleri oluşturabileceğidir. Bu konuda

kesin bir fikir birliği vardır. Canlı maddenin yapı taşları olan

organik madde oluştuktan sonra, yaşamın okyanuslarda,

göllerde başladığına ait pek çok kanıt bulunmuştur; fakat

bu başlangıcın kendi kendine mi, yoksa uzaydan gelen

meteoritlerin taşıdığı bakteriler veya proton hücreler

sayesinde mi geliştiği konusu belirsizdir. Belki her iki koşul

da dünyada üç buçuk milyar yıl önce bakteri benzeri tek

hücrelilerin gelişmesine olanak tanımıştır. Yani dayıcığım,

bu kainatın oluşması için illa bir yaratıcıya gerek yok, bir

kıvılcım yeter.

- Ooo neler de biliyorsun sen böyle, bilimle aran baya iyi

maşallah, bilgili bir ateistsin.


31
- Evet, kaç kez Kuran’ı da okudum ama bilim daha mantıklı

şeyler söylüyor.

- Demek durup dururken bir patlama oldu, sonra madde

oluştu, bir rüzgar çıktı ardından güneş, dünya, gezegenler

vs. oluştu, yani her şey tesadüfen öyle mi?

- Evet, kısmen öyle.

- Tamam Egemen, bugün geç oldu yarın işten gelince

seninle güzelce oturup konuşalım olur mu?

- Peki dayıcığım nasıl istersen.

Dayım yavaşça yanımdan kalktı ve gitti. Mağlup olmuş

bir takımımın taraftarı gibiydi, benim içimdeyse galibiyet

duygusu. Çabuk pes etti benimle tartışmak için, belki de

beni kırmamak için yaptı. Dayımın işten çıkıp gelmesini iple

çekiyorum. Dayım her gün altı buçuk civarında evde olur

fakat ertesi gün biraz gecikti. Hem haber vermemişti, hem

de telefonu da kapalıydı. Yengemle merak etmeye başladık

iyice. Saat dokuz- on civarında kapı çaldı ve yengem

kapıyı açtı ve bir anda bir çığlık. Dayımın kafa göz sarılı,

32
üstü başı kan içinde sanki dayak yemiş gibiydi. Yanında ki

adamın omzuna dayanmış bir şekilde içeri girdi, tek başına

yürüyemiyordu. Yengem ağlamaklı;

- Ne oldu sana, kim yaptı bunu?

- Tamam sakin olun bir şey yok, ufak bir kaza sadece

anlatacağım hepsini.

Yanındaki adama teşekkür edip gönderdi. Yengem dayıma

sarılmış ağlıyor, dayım da onu sakinleştirmeye çalışıyor.

Yengem sakinleşince dayımın karşısına geçtik, heyecanla

dinlemeye başladık.

- İşten çıktık ve servise bindik eve doğru geliyorduk. Köy

yoluna döndük, karanlıkta ilerlerken önümüze bir hayvan

çıktı, şoför de panikleyip direksiyonu kırınca minibüsle takla

atıp ağaçların arasına düştük. Arabada dört kişi vardı, ufak

sıyrıklarla kurtulduk hemen dışarı çıktık hepimiz. Minibüsün

sağ tarafı komple parçalanmıştı, oturup ne yapacağımızı

düşünmeye başladık. Yardım çağırmaya çalışırken birden,

depo kısmından alevler çıkmaya başladı. Hepimiz bu sefer

yangını söndürmeye çalıştık. Toprak attık üstüne ama


33
alevler daha şiddetlendi, derken minibüsten bir patlama

sesi geldi, hepimiz sağa sola savrulduk. Daha sonra nerden

geldiğini bilmediğimiz güçlü bir rüzgar geldi birden. Sonra

ayağa kalktım bir baktım ki ne göreyim.

Ben ve yengem aynı anda heyecanla,

- Ne gördün?

- Gelen rüzgar yangını söndürmüş, minibüste rüzgarın

etkisiyle takla attığı yerden yola doğru sürüklenmiş ve dört

tekerinin üstüne durmuş. Benim anlamadığım o tekerler

yanıp gitmişti nasıl oldu da tekrar düzeldi. Hem de havası

bile şişmişti. Hiç birimiz bu işe bir anlam veremedik, daha

sonra arabaya binip geldik. Gördüğünüz gibi Allah’a şükür

birkaç sıyrıkla atlattık.

Yengem ve ben aval aval dayıma bakıyorduk. Önce kısa bir

sessizlik oldu, daha sonra yengem sessizliği bozdu.

- Ahmet kafayı mı yedin sen?

Böyle bir saçmalığı ilk defa duyuyordum, dayanamadım

bende dayıma çıkıştım.


34
- Yok daha neler, dayı sen bizimle dalga mı geçiyorsun,

bu söylediklerin akla mantığa yatıyor mu? Sen ya hayal

görmüşsün ya da bir şey içmişsin.

Dayım sakince başını kaldırdı, kısık bir sesle bana:

-İnanmıyor musunuz?

- Hayır inanmıyoruz, inanılacak bir şey söyle.

Dayım yavaşça ayağa kalktı, kısa süre göz göze geldik.

Önce başında ki sargıyı çıkardı, kolundaki bantları ve

ardından da kanlı gömleğini çıkardı. Lavaboya gidip elini

yüzünü yıkayıp yanımıza geldi, üstünde hiç yara bere izi

yoktu, şaşkınlığımız iki katı arttı. Önce yengemle göz göze

geldi, daha sonra bana döndü;

- Sen benim anlattıklarımı saçmalık olarak görüyorsun da,

bu koskoca kainatın büyük bir patlama ile tesadüfen, kendi

kendine var olduğuna nasıl inanıyorsun?

- Nasıl yani dayı, dümen miydi bu kaza hikayesi, bizi mi

kandırdın?

- Evet, bir plan hazırladım senin için, ama kandırmak için


35
değil. Hakikati sana daha iyi anlatabilmek için, tutunduğun

dalın ne kadar çürük olduğunu anlatabilmek için.

Benimle birlikte yengem de kızdı dayıma. ‘Çok korkuttun

bizi ya, bu ne demek şimdi, yüreğime indirecektin.’

- Tamam hadi bir şey yok, sen çay koy içelim.

Dayım kitaplıktan bir kitap alıp karşıma oturdu. Ben sessizce

onun bir şey söylemesini bekliyordum.

- Bak sana ne kadar saçma şeyler söyledim, bahsettiğin

Big Bang olayının aynısını ben sana anlattım, aklın bir türlü

kabul etmedi, bana karşı çıktın ve kızdın. Şimdi ben sana

soruyorum; bu dünyanın damında lamba gibi, düzenli bir

şekilde dizilmiş, yıldızlar, galaksiler, güneş ve ay, dünyadan

yüzler defa büyük, top güllesinden yetmiş kat süratli hareket

ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor,

sönmüyor, yanma maddeleri tükenmiyor. Modern bilimin

dediğine göre, dünyadan yüz kat büyük ve milyardan fazla

yıldır yaşayan, misafiri olduğumuz bu yerde bize hem bir

lamba hem de soba görevi gören güneşimizin yanmasının

devamı için, her gün denizler kadar gaz yağı, dağlar kadar
36
kömür bin arz kadar odun lazımdır ki sönmesin. Bunlar nasıl

bir tesadüfün sonucu olabilir ben anlam veremiyorum. Aklı

ve şuuru olmayan bu gök cisimleri nasıl oluyor da bu hızla,

bu kadar nizamlı hareket ediyor, bıkmadan usanmadan

yörüngesinden çıkmadan devam ediyor ve bize yaşam

alanı sağlıyorlar? Başını kaldır ve bir bak, sen başıboş

olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Bunu

yapan, bunları bir arada tutan ve yoktan var eden kudret

kim, bunu bana söyler misin?

- Hepsi birbirini tetikliyor dayı, çekim kuvveti var, kanunları

var hepsinin.

- Yer çekimi kuvveti mi? Kanunlar tek başına iş yapamazlar

ki ama.

- Nasıl yani anlamadım.

- Şöyle sorayım sana, bir caddede trafik lambalarındaki

kırmızı renk bir kanunu temsil eder değil mi, kırmızıda

geçmek yasaktır diye? Bu kanunun uygulayıcısı lambanın

kendisi midir? Yani geçenlere ceza verebilir mi ya da kendi

iradesiyle mi karar verebilir?


37
- Devlet onu oraya diker ve kontrol eder, cezaları keser.

- O zaman bu kainata da birisi kanunları yerleştirmiş olması

lazım, bizi gözetmesi ve idare etmesi lazım, kanunlar

tek başına iş yapamaz. Düşünme yeteneği olmayan bu

gökcisimleri kendi kanunlarını kendi koymaları lazım sizin

dediğiniz gibi düşünürsek. Mesela kapalı alanlarda sigara

içmek yasaktır ve her işletmede bununla ilgili bir pano

görürsün. Şimdi ben o panonun altında oturup sigara içsem

kanunun kendisi bana ceza kesebilir mi? Hayır kesemez,

çünkü bu kanunun uygulayıcısı ya da görevlisi gelip bu

cezayı kesmesi lazım. akılsız şuursuz o kanun bana ceza

kesemez. Yani yer çekimi kanununu uygulayacak biri olması

lazım. Hem bu dünyada yer çekimi var da neden ayda yok?

Demek ki biri kanunları yerine ve ihtiyacına göre koymuş.

- Dayı hepsinin bir bilimsel açıklaması vardır, araştırıp

bakmak lazım.

- Hadi diyelim ki sen haklısın, kainat tesadüfen oldu. Bir

patlama oldu ve maddeler oluştu, dağıldı, birleşti ve

gezegenler vs. oluştu. Peki bu dünyamızda kusursuz

38
düzen nasıl oluştu. Tesadüfle bağdaştıracak kadar basit mi

her şey, başını kaldır da bir bak.

- Hani nerede düzen? İnsanlar birbirini öldürüyor, savaşlar,

açlık, hastalıklar, felaketler, ayrılıklar. Daha sayayım mı?

Geçmiş karşıma düzenden bahsediyorsun.

- Bak yeğenim, İslamiyet yüz kapılı bir saray gibidir, doksan

dokuz kapısı açık, bir kapısı kapalı, sen kapalı kapıdan

girmeye çalışıyorsun. Halbuki açık kapıların birinden girsen,

kapalı kapıyı da açacaksın ama yok, ille de kapalı kapı

diyorsun. Ben düzen derken bunları kastetmedim ki, bunlar

bir düzensizlik değil ki, hepsi bizim eserimiz, hastalık ve

doğal afetler dışında, hatta günümüzde insanoğlu hastalık ve

doğa olaylarına bile el attı. Siz bundan Allah’ı nasıl sorumlu

tutuyorsunuz anlamıyorum. Siz Allah’a inanmıyor değilsiniz

aslında, siz Allah’a küsmüşsünüz haberiniz yok. Allah

varsa neden böylesine kötü şeylerin olmasına izin veriyor


cümlesinin arkasına sığınıp inançsızlığı seçiyorsunuz.

Bunlar kapalı kapı, gel önce açık kapılardan girelim ve en son

kapalı kapıyı açmaya çalışalım (İnşaAllah). Şunu da açıkça

39
söyleyeyim, İslam’ı kafa kesip Allahu ekber diyen kiralık

katillerde ararsan, televizyonlarda boy gösterip insanların

aklını karıştırmaktan başka bir işe yaramayan Truva atı gibi

sahte hocalarda ararsan, nüfus cüzdanına göre Müslüman

olup, her türlü kötülüğü işleyen münafıklarda ararsan hiçbir

hakikate kavuşamazsın. Baktığın pencerenin ardında

muazzam bir manzara olsa, ama senin penceren kirli ise asla

bu manzarayı tam manasıyla idrak edemezsin, pencereni

temizlemediğin sürece. Şimdi gel, seninle beraber yerleri

ve gökleri yoktan var eden alemlerin Rabbine ait alametleri

arayalım bulalım;

Düzen derken dünya ve üzerinde ki faaliyetlerden

bahsediyorum. Bilmem kaç kilometre hızla dönen ama

yolcularını sarsmayan bir gemi, yolcuların emrine verilmiş

soba görevi gören bir güneş ve gökyüzünü kandil gibi

süsleyen ay ve yıldızlar. Geminin arzında uçsuz bucaksız

dağlar, yaşamaya elverişli bağlar, yollar, dipsiz okyanuslar.

Birbirini vagon gibi kovalayan mevsimler, yıllar, aylar ve

günler. Ve her bahar iaşe ambarı gibi topraktan gün yüzüne

çıkan bizim yaşamamıza olanak sağlayan bin bir türlü yeşil


40
yapraklar ve renk renk çiçekler. Düşünsene, topraktan

kahverengi bir odun çıkıyor ve bu odunlar bizlere leziz

taamlar, yiyecekler sunuyor ve tam bizim ağız tadımıza

göre. Üstelik bu yiyecekler bizim hastalıklarımıza da derman

oluyor. Akılsız, şuursuz ve şefkatsiz bir elma topraktan

aldığı demirle benim demir ihtiyacımı karşılıyor. Ceviz

benim beynime iyi geliyor, üstelik kendisi benim beynime

de benziyor. Havuç gözlere iyi geliyor, üstelik dilimi benim

gözüme de benziyor. Bunlar yetmezmiş gibi hem o odunları

yakıp ısınıyoruz, yemek yapıyoruz, aydınlanıyoruz, ev

yapıp barınıyoruz. Bunlar nasıl bir tesadüfün eseri olabilir,

söylesene bunları sana tabiat ana mı veriyor? Bu kadar

nimeti bana veren şefkatli ve ilim sahibi olmalı, bana acımalı

ve benim isteklerimi çok iyi bilmeli.

- Dediğim gibi dayı, hepsinin bilimsel bir açıklaması vardır,

bir anda çözülecek mevzular değil bunlar.

Mesela kolundaki saati ele alalım, güzel bir tasarımı var,

sağlam bir kordonu var, sayılar kusursuzca yerleştirilmiş,

ve milleri devamlı dönüyor rakamların üstünde. Saat kendi

41
kendine mi dönüyor?

- Hayır, pili var.

- Evet bir pili ve içinde milleri, mekanizması var. Yani saatin

işlevini görmesi için bir enerjiye ihtiyacı var. Perde altında

gerçekleşen bir işlem var ama biz sadece saatin ön yüzünü

görüyoruz. Sen desen ki, hayır bu saat kendi kendine

çalışıyor, bir pile, bir çarka ihtiyacı yok, saati açıp içindeki

çarkı ve pili gördüğünde bunu artık inkar edemezsin. Her

şeyden önemlisi bu saat kendi kendine var oldu ustası

yoktur diyemezsin çünkü aklın bunu kabul etmez. Sen de

gel, içeriğini bilmediğin, yanlış tanıdığın bir dini uzaktan

bakıp gitme, sıfatlarını ve gücünü bilmediğin, hakkıyla

tanımadığın Allah’ı inkar etme. İlk önce her taşın altına bak,

her bir atoma, her bir kar tanesine ve her bir kum tanesine,

sen bana Allah’ın olmadığını ispat et. Sen bir saatsin,

içinde fabrika gibi dönen çarklar var ve hiç birinden haberin


yok. Kalbin nasıl kan pompalıyor da sana hayat veriyor pil

gibi, karaciğerin nasıl temizlik yapıyor, miden nasıl öğütüyor

bilmezsin. Nefesin beş dakika kesilse geri almaya gücün

42
yok. Her şeyin mükemmel, tıkır tıkır işliyor ama hiç birinin

tasarrufu senin elinde değil. Ve sen bir su damlasından

nasıl ete kemiğe büründün bir düşün. Hadi bu organların

hepsi tesadüfen vücuduna dizildi diyelim, beynin olacak et

parçasına düşünme, görme, işitme, koklama, hissetme, tat

alma, ses, yazı, görüntü, video kaydetme, kasları hareket

ettirme ve organların işlevlerini organize etme özelliği

nerden geldi. Seni annen baban yaptı desen, onlar senin

resmini bile çizemezlerdi eminim ki , seni nasıl yapsınlar. O

saate hayat verecek, nakış gibi onu işleyecek, rakamlarını

düzenlice yerleştirecek, bozulduğunda tamir edebilecek, ve

bittiğinde pilini değiştirebilecek bir ustası olduğu gibi, seni

de böyle kusursuz bir şekilde yaratacak birine ihtiyaç var.

İşte biz buna Allah diyoruz ve sen O’nun eserisin.

- Dayı anlattığın şeyleri ilk defa duyuyorum, ama açıklanması

gereken sorular var. Önce onların cevabını bulmamız lazım.

Anlattıkların benim için yetersiz, güzel şeyler söylüyorsun

ama yetersiz.

- Tamam, bütün sorularını cevaplarız inşallah, ama geç

43
oldu artık yatalım, sen de sorularını hazırla, yarın kapışalım

senle olur mu.

- Tamam dayıcığım, ama bugün ki gibi dümen hazırlayıp

gelme yine, yüreğimize indirecektin.

- Daha yapmam merak etme, hadi iyi geceler.

Vay be dayıma bak, neler de biliyor, ama kolay değil beni

hemen yenmesi. Bir yandan da aklımı çok karıştırdı,

şüpheye düşürdü beni; ya gerçekten Allah varsa…

Ertesi gün dayımın gelmesini iple çekiyordum, içimde bir

şeyler kaynıyordu sanki. Gün boyunca dayımın anlattıklarını

düşündüm, ağaçları, çiçekleri falan. İlginç geldi anlattıkları,

nasıl bir mekanizma bu dünya, gerçekten düşündürüyor

insanı. Ama bunların hepsinin bilimsel boyutlarını incelemem

ve araştırmam lazım. Akşam her zamanki saatinde geldi

dayım, bu sefer kafası sargılı değildi, biraz şakalaştık.

Yemeğimizi yedik, biraz hoşsohbetten sonra çaylarımızı alıp

oturduk. Çayından bir yudum alıp, içeri odaya gidip elinde

bir kutuyla geri geldi. Önümdeki sehpaya kutuyu koyup

açmaya başladı, bende merakla onu izliyorum. Kutunun


44
içinden daha önce hiç görmediğim ufak bir makine çıktı.

- Bunun ne olduğunu biliyor musun egemen?

- Hayır dayı ne ki bu?

- Ben de bilmiyorum ama çok mükemmel işler yapabilen ve

yapı olarak çok karmaşık bir makine, seninle beraber bu

makinenin ne olduğunu çözmeye çalışacağız. Şimdi, bizim

konu hakkında hiçbir fikrimiz yok, bu makineyi en iyi kim

bilir?

- Tabi ki, icat edeni, imal edeni bilir dayı.

- Evet, güzel. Bizim bu makineyi kullanmamız lazım, fakat

icat edeni burada yok ve çok karmaşık bir makine. Bizim

çalıştırıp verim alacak bilgimiz yok ne yapmamız gerekir?

- Kutunun içinde kullanma kılavuzu vardır dayı.

- Evet, hemen kutunun içinden kullanma kılavuzunu


çıkarıyorum. İşte bak, makinenin bütün özellikleri yazılmış,

ne işe yaradığı, nasıl kullanılacağı, nelere zararlı olduğu vs.

bütün bilgileri mevcut. Bu kılavuzu baştan sona dikkatlice

45
okuyup makineyi kullanmaya başlayabiliriz. Ama nasıl ve

niye yerine, makinenin kusurlu bir yeri var mı, imal eden

nerelerde hata yapmış diye arama yaparsak, üstün körü

bakıp geçersek bu makineyi de yarım yamalak kullanırız,

hiçbir şey anlamayız.

- Eee dayı, konuyu nereye bağlayacaksın anlamadım, getir

okuyup çalıştıralım makineyi.

- Evet okuyacağız seninle, ama bu makinenin kılavuzunu

değil, insanın kullanma kılavuzunu, Kuran-ı Kerim’i ve bu

kainat kitabını.

- Hayda! dayı ne tuhaf adamsın ya, bende diyorum bu

makine ne alaka bununla ne işimiz var diye, yine konuyu

oraya bağladın.

- Bağlarım tabi bunun kadar önemli bir konu mu var?

- Dayı eğer kılavuz diye Kuranı Kerimden bahsediyorsan

ben onu daha önce okudum.

- Ben sana ne dedim az önce, hata aramak için değil Allahı

bulmak, kendini aramak için okuyacaksın.


46
- Tamam hadi dediğin gibi olsun, neler anlatacağını merak

ediyorum. Sen anlatmaya başla, bende sorularımı araya

sıkıştırırım.

- Ama önce sana bir video izlettirmem lazım, kısa bir şey,

farkındalık testi.

- Test mi? İzleyelim bakalım.

Dayım cebinden telefonunu çıkardı ve bir paylaşım sitesini

açtı. Video da dördü siyah elbiseli, dördü de beyaz elbiseli

sekiz kişinin elinde bir basket topu vardı. Videodaki kişi

beyaz formalı insanların kaç kere paslaştığını bilmemizi

istiyordu. Aynı anda hem siyah elbiseli hem de beyaz

elbiseli adamlar topla paslaşmaya başladılar. Ben tüm

dikkatimle beyazlara odaklandım ve saymaya başladım.

Video kesildiğinde on üç diye bağırdım. Videoda ki kişi de

on üç olduğunu söyledi ve ben bildiğim için sevindim. Doğru

cevabın hemen arkasından şöyle bir yazı çıktı; ‘peki ortada

ayı kıyafetiyle dans ederek geçen adamı gördünüz mü.’

Filmi geriye sardı, tekrar izledim ve gerçekten de adamlar

paslaşırken ortadan ayı kıyafetli bir adam geçti. Filmin

47
sonunda şöyle dedi adam; “Hayatın akışında kaçırdığınız

önemli şeyler vardır.”

- İşte böyle Egemen, bir şeye odaklandığımızda başkasını

göremeyiz ya da çok zor görürüz. Zaman dediğin kavram

da bir daha geri gelmez tekrar geri sarıp bakamazsın. Bir

konu hakkında yanlış bir hüküm duyduysak doğrusunu

duyduğumuzda yanlış gelir. Büyükçe bir dağa bakarken

hemen gözünün önüne bir sinek gelse ya da tek elini

getirsen, bütün manzaranı bulandırır, kapatır ve dağı

görmeni engeller. Senin Allah ile konuştuğun Kuranı Kerim

insanın, dünyanın hatta evrenin kullanma kılavuzudur.

Çoğu bilgiler açıktan verilmiştir ayetlerde, kimisi de üstü

kapalıdır, anlayabilmek için ilim ve araştırma gereklidir.

Bazı ayetler vardır belagat sanatı kullanılmıştır bazen

bir cümle çok şey anlatır. Bazı ayetler vardır, sen bunu

okuduğunda Allah burada ne demek istemiş deyip

inkarını artırırsın. Sen Kuranı okuduğunda sadece kafirleri

öldürün(Bakara-191) kısmını görürsün ama ondan bir

önceki 190. ayeti okumazsın; ‘Sizinle savaşanlara karşı

sizde Allah yolunda savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü


48
Allah aşırı gidenleri sevmez.’ Sen günümüzdeki bazı

hocaların televizyonlarındaki şovuna bakıp aldanırsın,

farklı farklı veya yanlış meal ve tefsirlerinden dolayı inkarını

artırırsın. Halbuki baktığın pencereyi değiştirsen, hakikat

nazarıyla baksan göreceksin Allah’ın rahmet eserlerini. Bir

pencere seçmişsin, hep aynı noktaya odaklanmışsın ve

oraya bakıyorsun, hakikati göremiyorsun. Hayatının tam

ortasından siyah bir ayı geçiyor ama sen başka şeylere

odaklandığın için göremiyorsun. Pencereni değiştirmeye

ve biraz farklı düşünmeye çalış. Beraber biraz derinlere

inelim, bakalım neler kaçırmışsın, senin tanıdığın Allah

nasıl biri, neye inanmıyorsun ve neler kaçırmışsın;

“O, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır; duyular ve akılla

idrak edilemeyeni de edileni de bilir. O rahmândır, rahîmdir.

O, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır; egemenliğin

mutlak sahibidir, her türlü eksiklikten uzaktır, esen-

lik verendir, güven sağlayan ve kendisine güvenilendir,

görüp gözeten ve yönetendir, üstündür, iradesine

sınır yoktur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah onların

yakıştırdıkları ortaklardan tamamıyla münezzehtir.


49
O, takdir ettiği gibi yaratan, canlıları örneği olmadan

var eden, biçim ve özellik veren Allah’tır. En güzel

isimler O’nundur. Göklerdekiler ve yerdekiler hep

O’nu tesbih ederler. O üstündür, hikmet sahibidir.

- Şimdi eski konumuza geri dönelim, evrenin nasıl meydana

geldiğini kısaca tekrar söyler misin?

- Başlangıçta bir gaz bulutu vardı, sonra büyük bir patlama

oldu ve sonra galaksilerin oluşmasına sebep olan ayrılma

oldu. Samanyolu, güneş, dünya ay vs. diğer gezegenler ve

yıldızlar meydana geldi.

- Peki bundan ne zaman haberin oldu?

- Bilim adamları bundan otuz – kırk yıl evvel keşfetmişler.

- Bak bu senin bahsettiğin şey bin dört yüz yıl önce Kuranı

Kerim’de Enbiya 30 da şöyle bahsedilmiş; O inkar edenler

görmediler mi ki, göklerle yer bitişikken biz onları ayırdık.

İlginç değil mi, rastlantı olabilir mi sence?

- Neden olmasın dayı, peygamberiniz bir takım tahminlerde

50
bulunmuştur belki.

- Bin dört yüz yıl önceki teknolojiyle mi? Peki evren genişliyor

mu yoksa oluştuğu zamandan itibaren sabit mi?

- Tarihin en parlak simalarının bir kısmı evrenin sonsuz

olduğunu, bir kısmı da evrenin sınırlarla çevrili olduğunu

iddia etmiştir. Hiç biri hüküm verememiş, ancak on

dokuzuncu yüzyılda Edwin Hubble gelişmiş teleskobuyla

tüm yıldız kümelerinin birbirinden uzaklaştığını fark etmiş

ve evrenin genişlediğini ispat etmiştir.

- Teknoloji güzel şey değil mi Egemen. Ama ben sana kesin

hüküm sahibi bir ayet söyleyeyim; “Biz göğü büyük bir

kudretle bina ettik ve biz onu genişleticileriz.” (Zariyat 47).

Bundan tam bin dört yüz yıl önce, teleskopsuz müthiş bir

iddia, gökler yani evren genişliyor. Devam ediyoruz, ay

hakkında ne biliyorsun, bir ışık kaynağı mıdır?

- Önceden ay ışık kaynağı sanılıyordu ama yüz – iki yüz

evvel ay ışığının yansıyarak bize geldiğini öğrendik bilim

sayesinde.

51
- Kuranı Kerim Furkan suresi 61. ayette şöyle bahseder;

“Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil(güneş)

ve nurlu bir ay barındıran Allah yüceler yücesidir.”

Arapçada ayışığı için kullanılan nur kelimesi yansıyan ışık

manasındadır. Peygamberimiz (SAV) bunu nerden biliyordu,

hangi teleskopla bakmış olabilir. Evrenin sırları ancak

on dokuzuncu yüzyılda teknolojinin gelişmesiyle açığa

çıktı. Bizim kitabımızda zaten bunlar yazıyordu, teknoloji

böyle şeyleri buldukça bizim imanımız daha çok arttı,

SübhanAllah dedik, gezegenleri ve yıldızları tesbih taneleri

gibi döndüren, onlara bir yörünge veren ve o yörüngeden

sapmalarına izin vermeyen, güneşimizi ve dünyamızı bu

hızla döndüren ve bize hissettirmeyen, dağları yeryüzüne

kazık yapıp sarsılmamızı engelleyen, (ki bunların hepsi

Kuran ı Kerim’de geçiyor) biri olmalı.’

‘Evet dayıcığım, gerçekten bu dediklerin düşündürücü ama

daha fazla kanıta ihtiyacım var.’

‘Sen yeter ki iste evlat, sana iki tane ayet söyleyeceğim,

bunun aksini iddia edersen ben geri çekileceğim, ve

52
evet sen haklıymışsın diyeceğim; Ey insanlar! Size bir

misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah’ı

bırakıpta taptıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile

yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa onu

kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de acizdir (Hacc suresi

73). Bu birinci ayetim sana, büyük bir meydan okuma, eğer

varsa böyle bir durum beni çok güzel susturabilirsin. Yarın

iyice araştır, ha bir de sinek bulamazsan elma falan da olur

fazla zorlama kendini.’

Önce aval aval dayımın suratına baktım, gülüştük.

- O ne demek dayı yahu, dalga mı geçiyorsun benle.

- Ne dalgası, hakikati konuşuyorum burada. Eğer varsa bu

ayetin aksi bir durum, yani eğer yüz tane bilim adamı bir

araya gelip bir sinek, hadi bilemedin bir elmayı yoktan var

ettilerse, bu ayet hükmünü kaybeder, hükmünü kaybederse

Allah’ın kitabı olmaktan çıkar. Yani sizin dediğiniz gibi bu

kitabı (haşa) Hz. Muhammed yazmış ve tahmini tutmamış

demek olur. İkinci ayet ise; “Eğer kulumuza indirdiğimiz

(Kuran) dan şüphe içindeyseniz, haydi onun benzerinden

53
bir sure getirin. Eğer iddianızda doğru kimseler iseniz

Allah’dan başka yardımcılarınızı da çağırın!”

(Bakara suresi 23)

Bu söylediğim ayetleri yarın araştır, bak bakalım Allah’tan

başka yaratabilen var mı? Ve bak bakalım Kuran’dan

başka büyük kitap var mı yeryüzünde? Bunlar sana ödev,

hadi şimdi geç oldu yatalım yarın akşam kaldığımız yerden

devam ederiz.

Bütün gece kıvranıp durdum yattığım yerde. Düşüncelerim

adeta çorba olmuş, birbirine geçmişti. Gözümün önünde

dans eden rakamlar, beni kovalayan harfler, gökten el

sallayan yıldızlar, adeta bana alev topu gönderen güneş.

Zihnimdeki her şey birbiriyle çatışmaya başladı durduk

yerde. Ateizmin doruk noktasındayken, birden alçaldım

gerilere geldim, acaba mı diye sormaya başladım kendime.


Sonra içimden bir sesin hep ‘yok yok, olmaz öyle şey’

dediğini duydum her daldığım gerçeğin peşinde. Acaba

gerçek mi dayımın dedikleri, bu kadar bilim adamı, kötü

bir tane sinek yapamıyorlar mı? Altı üstü bir sinek yahu,

54
gördüğümüz yerde vurup duvara yapıştırdığımız ufacık bir

canlı.

Ertesi gün interneti didik didik ettim, bütün siteleri inceledim.

Bu konuyla ilgili hiç bir bilgiye ulaşamadım, bu zamana

kadar yoktan var edebilen hiç bir şey bulamadım, sadece

var olanı kopyalama veya bir benzerini yapmaya rastladım.

‘Ama nasıl olur, bilim nerelere geldi, neler yapıyorlar hala

bir şeyi yoktan var edemiyorlar mı? Belki de daha zamanı

vardır bunun için, teknoloji hızla ilerliyor’ deyip teskin

ettim kendimi. Bir de kitapları inceledim ve dünyanın en

çok okunan, başka dillere çevrilen, kopyalanan, insanlar

tarafından tamamı ezberlenilen kitap olarak karşıma

Kuran-ı Kerim çıktı. Evet şu an iki- sıfır yeniğim dayımın

karşısında, ne cevap vereceğim ki dayıma, çaresizim.

Akşam dayım geldiğinde odamdan çıkmadım yemek

saatine kadar. Yemekte de sus pus bir şey konuşmadık.

Yemekten sonra sessizce odama gidecektim ki dayım

arkamdan seslendi.

- Gel Egemen nereye gidiyorsun? Konuşacaklarımız var seninle.

55
- Biraz yorgun gibiyim dayı, dinlenecektim.

- Çay içince bir şeyin kalmaz, gel yarım kalan işlerimizi

tamamlayalım.

Çaresizce geldim dayımın karşısına, birbirimize bakıştık,

ben bıyık altından gülmeye başladım.

- Ödevlerini araştırdın mı?

- Evet dayı, baktım ama bir şey bulamadım. Dediğin gibi

yoktan var edilen bir şey yok hala ve en çok okunan kitap

Kuran.

- Teşekkür ederim araştırdığın için. Ne kadar ararsan ara,

ne yaparsan yap sonuca ulaşamazsın. Çünkü yoktan var

eden yalnızca Allah’tır ve Kuran O’nun kelamıdır. Şimdi

bir yol çizelim kendimize, ben sana Allah’ın var olduğunu

işaretleriyle ispat edeyim sende bana olmadığını ispat et.

- Buyur dayı, seni dinliyorum.

- Biz Allah’ı göremeyiz. Çünkü buna gözümüzün gücü

yetmez, çünkü O yer ve zamandan münezzehtir. Gözler

56
O’nu idrak edemez, ama bir şeyi göremememiz onun

olmadığına delil olamaz. O herkesi görür ama hiç bir göz

O’nu göremez. Dikkat et! Görmediğimiz bir şeye inanmamız

isteniyor bizden. Ne Allah’ın zatından bir parça, ne bir

melek, ne de somut bir şey görmedik henüz. Eğer ki bu

saydıklarımdan birisini görebilseydin, kesin olarak inanan

birisiydin ve memlekette hiçbir ateist kalmazdı. Dersen ki;

Allah bizi bile bile yakmak mı istiyor? Hayır dostum, bu

söylediğin mümkün değil. Onu tanımanı, Onu sevmeni,

Ona güvenmeni istiyor Allah senden. Nasıl ki otoyollarda

radardan önce ikaz ediliyor “Dikkat radar!’ diye, aynen öyle

de hepsi ayrı ayrı bölgelerde ve ayrı ayrı zamanlarda yüz

yirmi dört bin peygamber; ‘La ilahe illallah, Allahtan başka

ilah yoktur’ diye tüm insanlığı ikaz etmiş, ve insanlığa

şefkatli birer dost olmuşlardır. Eğer biz O’nu görebilseydik

ne bu hayatın, ne de bu imtihanın bir anlamı olurdu.

Siz hepiniz O’nu göremediğiniz için inanmıyorsunuz,

halbuki Da Vinci’nin dünyaca ünlü Monalisa tablosunda

şaheseri bırakıp, tablonun içerisinde Da Vinci’yi aramak

ne kadar mantıksız. Ya da İstanbul’da ki Sultan Ahmed

57
camisindeki muhteşem mimari yapıyı bir kenara bırakıp

eserin içerisinde Mimar Sinan’ın suretini, zatını aramak

ne büyük ahmaklıktır. Allah bize zatını değil, işaretlerini

aramamızı ve O’nu bulmamızı istiyor. Hem siz nasıl bir

padişaha savaş açmışsınız, farkında değilsiniz. Tefekkür

et; Rusya ile Japonya arasında Kamçatka diye bir bölge

var. Güneş ilk oraya doğuyor, ilk ezan orada okunuyor ve

ezan dalga dalga, meridyen meridyen, dünyanın en batı uç

noktası Alaska’ya kadar yer ve gök ‘Allahu ekber, Allahu

ekber’ diye inliyor. Düşünsene neredeyse her dakika bir

yerde ezan okunuyor dünyada ve bu yıllardır devam ediyor.

Ve düşünsene; bir insan bir rekatta yedi kez Allahuekber

der. Namazın içindeki dua ve surelerde de on kez diye

sayarsak, bir rekatta insan Allah’ı on yedi kez zikreder.

Günde kırk rekat ile sadece namaz içinde altı yüz seksen

defa Allah’ı zikretmek demektir. Üstüne bir de tesbih çeker

her vakit, SübhanAllah, Elhamdülillah, Allahuekber. Bu da

günlük doksan dokuz çarpı beş, dörtyüz doksan beş. Bir

de dua eder müslüman , yirmi beş kez de dua ederken

zikretse Rabbini, toplamda sadece namaz içerisinde günlük

58
bin iki yüz eder. Ortalama yetmiş beş kere de gün içinde

zikretse Allah’ı(selam, dua, besmele vs.) bin iki yüz yetmiş

beş eder, farzlarını yerine getiren bir müslüman için. Daha

bunun Ramazanı, Haccı, nafile namazları, Kuran okuması

gibi Allah’ın çokca zikredildiği zamanlar var. Dünya da

ortalama iki milyara yakın Müslüman var ve içlerinden beş

yüz milyonu namaz kılsa, günde toplam altı yüz otuz yedi

milyar beş yüz milyon (637.500.000.000) eder. Geriye kalan

bir buçuk milyar insan da yüz kere zikretse Allah’ı (Selam,

şükür, dua, veda vs.) bu rakam da yüz elli milyar eder.

Hepsini topladığımızda yedi yüz seksen yedi milyar beş yüz

milyon eder. Bu rakamlar sadece bir tahmindir, düşünsene,

aynı anda milyarlarca insan, milyarlarca kez ‘Allahuekber,

Allah en büyüktür diyor O’na kulluk ve ibadet ediyorlar. İşte

bizim inandığımız Allah, milyarlaca insanın hep bir ağızdan

zikrettiği, inandığı ve güvendiği yaratıcıdır. Sizler nasıl bu

kadar gafil olabiliyorsunuz, nasıl bu kudretli ve güçlü, her

yeri, her şeyi kuşatmış, alemlerin Rabbi olan Allah’ı inkar

edebiliyorsunuz, hayret ediyorum. Bana sorsalar dünyanın

en cesur insanları kimdir diye; Allaha itaat etmeyenler

59
derim. Ve yine sorsalar dünyanın en ahmak insanı kimdir

diye, Allaha itaat etmeyenler derim…

Kuran- Kerim’de Allah’ın bildirdiğine göre bizden kainat

kitabını incelememizi, en büyük gök cisimlerinden en

küçük zerreye kadar bakmamızı istemiştir. Bu ayetlerden

bazılarını sana söyleyeyim;

Enbiya suresi:

“30- İnkar edenler, göklerle yer bitişik iken, bizim onları

ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi

görmediler mi? Hala inanmayacaklar mı?

31- Onları sarsmasın diye yere de sabit dağlar yerleştirdik

ve (varacakları yere) yol bulabilsinler diye ondan geçitler

yollar meydana getirdik.

32- Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık.

Onlar ise oradaki (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden

yüz çevirmektedirler.

60
33- O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır. Her biri

bir yörüngede yüzmektedir.”

Hac suresi:

“5- Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi

bir şüphe içindeyseniz (düşünün ki) hiç şüphesiz biz

sizi topraktan, sonra az bir sudan (meniden), sonra bir

“alaka”dan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir “mudga”dan

yarattık  ki size (kudretimizi) apaçık anlatalım. Dilediğimizi

belli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi

bir çocuk olarak çıkarıyor, sonra da (akıl, temyiz ve kuvvette)

tam gücünüze ulaşmanız için (sizi kemale erdiriyoruz.)

İçinizden ölenler olur. Yine içinizden bir kısmı da ömrün

en düşkün çağına ulaştırılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez

hale gelsin. Yeryüzünü de ölü, kupkuru görürsün. Biz onun

üzerine yağmur indirdiğimiz zaman kıpırdar, kabarır ve her

türden iç açıcı çift çift bitkiler bitirir.

Rum suresi:

“21-  Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden

eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var


61
etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.

Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler

vardır.

22-  Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin

farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin)

delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler

vardır.

23-  Geceleyin uyumanız ve gündüzün onun lütfundan

istemeniz de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.

Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.

24-  Korku ve ümit kaynağı olarak şimşeği size göstermesi,

gökten yağmur indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra

diriltmesi, onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.

Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için elbette

ibretler vardır.

25-  Emriyle göğün ve yerin (kendi düzenlerinde) durması

62
da Onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Sonra

sizi yerden (kalkmaya) bir çağırdı mı, bir de bakarsınız ki

(dirilmiş olarak) çıkıyorsunuz.”

Lokman suresi:

“29-  Görmedin mi ki Allah geceyi gündüzün içine ve

gündüzü de gecenin içine sokuyor. Güneşi ve ayı da

koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri (kendi

yörüngesinde) belli bir zamana kadar akar gider. Şüphesiz

Allah işlediklerinizden hakkıyla haberdardır.

30-  Bu böyledir. Çünkü  Allah hakkın ta kendisidir,  onu

bırakıp da taptıkları ise bâtıldır. Şüphesiz Allah yücedir,

büyüktür.

31-  Görmedin mi ki, gemiler Allah’ın nimetiyle denizde

akıp gitmektedir. Allah bunu ayetlerinden bir kısmını size

göstermek için yapmaktadır. Şüphesiz ki bunda hakkıyla

sabreden, hakkıyla şükreden herkes için ibretler vardır.

63
Yasin suresi:

“33-  Ölü toprak onlar için bir delildir. Biz onu diriltir ve ondan

taneler çıkarırız da onlardan yerler.

34,35-  Meyvelerinden yesinler diye biz orada hurmalıklar,

üzüm bağları var ettik ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Bunları

onların elleri yapmış değildir. Hala şükür etmeyecekler mi?

36- Yerin bitirdiği şeylerden, insanların kendilerinden ve

(daha) bilemedikleri (nice) şeylerden, bütün çiftleri yaratanın

şanı yücedir.

37-  Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız,

bir de bakarsın karanlık içinde kalmışlardır.

38- Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu mutlak


güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri(düzenlemesi)dir.
64
39-  Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik.

Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.

40-  Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir.

Her biri bir yörüngede yüzmektedir.

71-  Görmediler mi ki biz onlar için, ellerimizin (kudretimizin)

eseri olan hayvanlar yarattık da onlar bu hayvanlara sahip

oluyorlar.

72-  Biz o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan

bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.

73-  Onlar için bu hayvanlarda (daha pek çok) yararlar ve


içecekler vardır. Hala şükür etmeyecekler mi?

Fussilet suresi:

“10- O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen


sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana
getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak

rızıklar takdir etti.


65
11-  Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi; ona ve
yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi
de, “İsteyerek geldik” dediler.

12-  Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak
yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü
kandillerle süsledik ve onu koruduk. İşte bu, mutlak güç
sahibi ve hakkıyla bilen Allah’ın takdiridir.

13-  Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki, “Ben sizi Ad ve


Semud kavimlerini çarpan yıldırım gibi bir yıldırıma karşı
uyardım.”

37-  Gece, gündüz, güneş ve ay  Allah’ın varlığının


delillerindendir.  Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer
gerçekten Allah’a kulluk ediyorsanız, onları yaratan Allah’a
secde edin.

38-  Eğer onlar büyüklük taslarlar ise, bilsinler ki Rabbinin


yanında bulunanlar (melekler), gece gündüz hiç usanmadan

onu tespih ederler.

66
39-  Allah’ın varlığının delillerinden biri de şudur:  Sen

yeryüzünü boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine

yağmuru indirdiğimiz zaman kıpırdar kabarır. Şüphesiz ki,

onu dirilten, elbette ölüleri de diriltir. Şüphesiz o, her şeye

gücü hakkıyla yetendir.

53-  Varlığımızın delillerini, (kainattaki uçsuz bucaksız)

ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o

Kuran’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin,

her şeye şahit olması yetmez mi?”

Gaşiye suresi:

17-  Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır!

18- Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiştir!

19- Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir!

20-  Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır!

21-  Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin.

22-  Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin.”

67
Bu Kuran, bizim kullanma kılavuzumuz, öğretmenimiz de

Hz. Muhammed (SAV) dir. Allah’ı bize en iyi şekilde tanıtan

ve yapmamız gerekenleri Kuran-ı Kerim’i yaşayarak bize

gösteren peygamberimizdir (sav). O düşmanlarının bile

el emin sıfatıyla tanıdığı bir peygamberdir. Bu ve benzeri

ayetlerden yola çıkarak hem kainat kitabını hem kendimizi

inceleyip Rabbimizi bulmaya çalışacağız. En büyük

cisimlerden başlayıp, en küçük zerreye kadar gel beraber

inceleyelim. Evrenden başlayalım mesela, Enbiya suresi

otuzuncu ayet; “İnkar edenler, göklerle yer bitişik iken bizim

onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana

getirdiğimizi görmediler mi? Hala inanmayacaklar mı?” Bu

ayeti okumuştuk seninle ama tam olarak incelemedik. Big

Bangın ne olduğunu biliyorsun zaten, bu yüzyılda elde edilen

veriler , evrenin yok iken var hale geldiğini göstermiştir. Bu

teoriye göre evrenin tüm materyali yaklaşık on beş milyar yıl

önce tek noktada toplanmıştı. Bu tek nokta sonsuz yoğunluk

ve sonsuz bir ısı anlamına geliyordu. Yoğunluk sonsuzdu

ama bir hacim yoktu. işte büyük patlamadan önceki bu

dönem evrenin olmadığı her şeyin yok olduğu dönemdi.

68
Teoriye göre büyük bir patlama ile sonsuz yoğunluktaki
birikim büyük bir hızla dağılmaya başladı, başka bir deyişle
patlama ile yokluk varlığa doğru yola çıktı.

Big bang teorisi, evrenin bir başlangıcının olduğunu


ispatlamıştır evet bu doğru. Ama böyle devasa bir patlama
sonucunda, domino etkisi yaratıp bu evrenin kendi
kendine var olması ve hepsinden önemlisi yaşadığımız bu
dengenin kendi kendine oluşması mümkün değildir. Hiç bir
kuralı olmayan bir patlama sonucu dağılan parçacıkların,
galaksileri, yıldız sistemlerini ve içinde dünyamızın yer
aldığı Güneş sistemini kendi kendine oluşturduğu gibi bir
sonuca varılamaz. Tek bir atomun bile, içerdiği olağanüstü
sistemlerle kendi kendine şekillenmesi düşünülemezken
koca bir evrenin bir patlamanın kudretiyle oluştuğunu
söylemek akıldışı bir yaklaşımdır. Bunların hepsi de yine
Allah’ın ilmiyle gerçekleşmiştir. Nitekim Kuran`da Allah`ın
önce gökleri yarattığı, daha sonra yeryüzünü düzenlediği,
onda dağları var ettiği ardından atmosferi düzenlediği, sonra
da canlıları var ettiği bildirilmektedir. Aynı şekilde, Kuran
ayetleri Allah’ın evrendeki tüm varlıkları sürekli yönettiğini
bildirmektedir:
69
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her

an kudreti altında) tutuyor. And olsun, eğer zeval bulacak

olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz.

Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.” (Fatır Suresi- 41)

Aslında bilim Kuran-ı Kerim’in söylediği şeyleri söylüyor;

Evrenin bir başlangıcı vardır, evren genişlemektedir ve bu

evren bir gün son bulacaktır. Ama bütün bunların faili bir

yaratıcı yoktur, her şey kendi kendine olmuştur, her şey bir

tesadüften oluşmuştur. Bu kadar saçma bir fikir olabilir mi?

- Senin büyük annen var mı?’

- Evet vardı ama öldü.

- Peki büyük, büyük, büyük, büyük annen var mıydı?

- Tabi ki vardı.

- Nerden biliyorsun, ya yoksa, gördün mü hiç?

- Görmedim ama olmama gibi bir lüksü yok. Ağaç

kovuğundan çıkmış olamayız herhalde.

- Yani bu demek oluyor ki senin bugün burada var olabilmen

70
için, ilk büyük annenin bir başlangıcı ve binlerce büyük

annen olması gerekiyor doğru mu?

- Evet dayı.

- O zaman sen büyük, büyük, büyük, büyük anneni

görmediğin halde onun var olduğuna inanıyorsan, bende

diyorum ki sana; Sanatlı bir eser, sanatkarını icab eder. Bir

köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız ve sahipsiz olamaz,

bir harf katipsiz olamaz biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet

derecede muntazam şu memleket Hakimsiz olur. 1(onuncu

söz-sözler) Eğer ki mantıken senin büyük annen olmak

zorundaysa, bu kadar kusursuz ve karmaşık sistemlerin

de sonsuz kudret sahibi bir yaratıcısı olması lazım. Bu

konuyla ilgili üstadımız Bediüzzaman Said Nursi materyalist

felsefecilere şöyle bir soru yöneltiyor; Bir eczahanede,

gâyet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler

bulunuyor. O edviyelerden (devalar), zîhayat (canlı, etkili)


bir macun istenildi. Hem hayatdar harika bir tiryak (karışım)

onlardan yapılmak îcab etti. Geldik, o eczahanede, o

zîhayat macunun ve hayatdar tiryakın çoklukla efradını

71
gördük. O macunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki:

O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla

(düzenli), bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı

yedi dirhem başkasından ve hakeza.. muhtelif mikdarlarda

eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya

fazla alınsa o macun zîhayat olamaz, hasiyetini gösteremez.

Hem o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan

bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı

noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder. O

kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizan

ile alınmış gibi, ayrı ayrı mikdarda eczaları alınmış. Acaba

hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan

muhtelif mikdarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı

bir havanın çarpmasiyle devrilmesinden, herbirisinden

alınan mikdar kadar yalnız o mikdar aksın, beraber gitsinler

ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan

daha hurafe, muhal, bâtıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir

eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye

kaçacaktır. (R.N.K Tabiat risalesi)

72
“Yani diyor ki; ufacık bir ilaç bile tartılarak ve nizam ile

yapılır. İçine katılan maddelerden birini eksik koysan ilaç

işlevini göremez, fazla koysan belki ilaç değil zehir olur,

çare vermez. Acaba hiç mümkün müdür ki fırtınalı bir

akşamda eczanenin penceresinden giren rüzgar bu şişeleri

devirsin, döküldükleri yerde hepsinden bir miktar bir araya

gelsin ve bu ilaç meydana gelsin ve tamamen tesadüf

eseri olsun. Bundan daha hurafe ve ahmakça bir fikir veya

açıklama olabilir mi? Keşfedebildiğimiz evrende tam üç

yüz milyar galaksi ve üç yüz sekstilyon (yirmi dört rakamlı

bir sayı) yıldız olduğu tahmin ediliyor. Bu rakamlar ve bu

devasa evren insanı hayret derecesinde tefekküre sevk

etmesi lazım. Çünkü bu kadar tesadüfün olma ihtimali, bu

kusursuz düzenin oluşabilmesi için çok fazladır. Şimdi sana

çok basit bir soru soracağım. Bir maymunu daktilonun

karşısına oturtalım. Maymun daktilonun tuşlarına rastgele

dokunsun, böyle rastgele yapılan hamleler neticesinde

anlamlı bir kelimenin oluşması mümkün müdür?  Ya

anlamlı bir cümlenin oluşması?  Ya da anlamlı bir sayfanın? 

Peki, anlamlı bir kitabın oluşması ihtimal dâhilinde midir? 

73
Elbette hayır! Böyle bir maymunu daktilo başına oturtsak,

‘A’ harfini yazma ihtimali 29`da 1’dir. “AT” yazma ihtimali

ise (1/29.29), yani 841’de 1’dir. Mesela 7 harfli “TESADÜF”


7
yazma ihtimali (1/29 ) yani 17.249.876.309’de 1’dir. Bu ise

zaman bakımından da imkânsızdır.

Acaba bu uçsuz bucaksız evren, insan ve diğer canlılar,

yedi harfli bir kelimeden daha mükemmel değil midir?

Evreni bir kenara bırakarak tek bir DNA’ya baksak, bir DNA

molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani

3.5 milyar harf bulunur. Yedi harften oluşan bir kelimenin

tesadüfen oluşma ihtimali 17.249.876.309’de 1 ise acaba

bir tek DNA’daki 3.5 milyar harfin tesadüfen oluşma ihtimali

nedir? 1

“O, biri diğeriyle tam bir uyum içinde yedi gök yaratmış

olandır. Rahmanın yaratmasında hiçbir çelişki ve

uygunsuzluk göremezsin. İşte gözünü çevirip gezdir;

herhangi bir çatlaklık görüyor musun? Sonra gözünü iki

kere daha gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin

1 http://www.ilmedavet.com/insa-delili.html
74
olarak sana dönecektir.(Mülk suresi 3-4)”

Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi mükemmel bir uyum

içinde kendileri için tesbit edilmiş yörüngelerinde hareket

eder. Hepsi hem kendi etraflarında, hem de bağlı oldukları

sistemlerle birlikte dönerler. Hatta içinde iki yüz-üç yüz milyar

yıldız bulunan galaksiler birbirinin içinden geçip giderler.

Bu geçişte, evrendeki büyük düzeni bozacak herhangi bir

çarpışma olmaz. Milyarlarca, trilyonlarca ton ağırlığındaki

bu yıldızlar, gezegenler ve galaksiler korkunç bir süratle

hareket eder. Örneğin dünya saatte bin altı yüz yetmiş km

hızla kendi etrafında, yüz sekiz bin km de güneşin etrafında

dönmektedir. Bu hız rakamları sistemler büyüdükçe akıl

almaz boyutlara ulaşır. Bu baş döndürücü hız, aslında

dünya üzerindeki yaşantımızın pamuk ipliğine bağlı

olduğunu gösterir. Böylesine karmaşık ve hızlı bir sistem

içinde dev kazalar oluşması kaçınılmazdır. Ancak ayette

bildirdiği gibi bu sistem içinde ne bir bozukluk, ne çelişki, ne

de uygunsuzluk vardır. Hepsi yüce Allah’ın emriyle hareket

etmektedir. Şimdi soruyorum sana kardeşim; bir anda

bütün dünyada aynı anda elektrikler gitse ve bütün trafik


75
ışıkları devre dışı kalsa ne hale gelir şu dünya? Arabalar

yollarda sıkışıp kalır, kavşaklar ve yollar kitlenir, bir süre

hayat yaşanmaz hale gelir. Ama bak, başını kaldır ve bir

bak gökyüzüne!!! Trilyon tonluk müthiş süratli gemiler,

tesbih taneleri gibi nasıl da raks ediyor gökyüzünde. Bu

akılsız şuursuz taş parçaları (yıldızlar, gezegenler) nasıl

oluyor da yörüngelerinden çıkmıyor, bir biriyle çarpışmıyor,

kim idare ediyor bunları? Yıldızlar, gezegenler ve uydular

hem kendi etraflarında, hem de bağlı bulundukları sistemle

birlikte bir fabrikanın dişlileri gibi çalışıp dururlarken ve Allah

bana Kuran’da bunları bana bildirirken; “Geceyi, gündüzü,

güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzüp

gitmektedir” (Enbiya suresi 33) ben Kuran’ı bırakıp sana mı

inanayım? Ya da o materyalist felsefecilere mi inanayım?

Ya da o göğsü kibir dolu olanlara mı inanayım? Kuran’da

evrenin bütün haberleri var, biraz insafı ve vicdanı olan,

Allah’ı gerçekten bulmak isteyen açar bakar, aradığını

bulur. Her şeyi körü körüne, kör bir tesadüfe bağlamak

körlükten başka bir şey değil kardeşim. Neyse bu günlük

bu kadar yeter, evreni anlatmaya kalksak kütüphaneler

76
yetmez. Yarın seninle pikniğe gidelim mi? Çok güzel bir yer

var göl manzaralı, hem bişeyler yeriz, hem de ders yaparız

değişiklik olur. Yarın seninle dünyayı keşfedeceğiz, bir

bakalım neler var sağımızda solumuzda.

- Tamam dayıcığım nasıl istersen.

- Sen bu gece güzelce bir kainatı düşün, haydi hayırlı

geceler...

Bütün gece kainatın çevresinde dolandım durdum,

yıldızlara baktım, gezegenleri dolaştım, her biri tesbih

tanesi gibi yörüngesinde durup dönüyor. Her birisinde

sırlar gizli, hepsi devasa boyutlarda aklımızın sınırlarını

zorlayacak kadar. Tesadüf olamaz mı her şey, bir yaratıcıya

ihtiyaç var mı gerçekten...? Nasıl çıkacağım bu işin içinden

bilemiyorum. Ertesi sabah kalkar kalkmaz ilk işim Kuran’ı

en baştan tekrar okumaya başlamak oldu. Acaba gözden


kaçırdığım bir şey mi var, ya da göremediğim bir şeyler. Her

şeyden bahsediyordu bu kitap, yıldızlardan güneşe, hatta

insanın en küçük yapacağı davranışlara kadar. Ama bu

sefer dikkatli ve takıldığım yerlerin tefsirine bakarak. Tanrı

77
varsa neden insanlarla konuşma gereği hissetsin ki, bu

kadar büyük bir evrende, neden, neden ve neden? Sabah

olmasını iple çekiyorum her zaman olduğu gibi. Onunla

konuşmak çok zevkli, heyecanlı ve acılarımı unutturuyor

bana. Söyledikleri doğru mu gerçekten, yoksa Tanrı beynin

kendi kendine oluşturduğu, tapınma ihtiyacı hissettiği bir

şey mi? Bütün bunları düşünürken annem geliyor aklıma

birden, babam ve kardeşim, gizli gizli ağlıyorum kimse

yokken. İsyan ediyorum yaşadıklarıma, sindiremiyorum

bazen. Ama ne yapsam çaresi yok, maalesef bir daha

onları göremeyeceğim. Eğer Tanrı gerçekten varsa bizim

bu kadar acı çekmemize neden izin veriyor, bu dünyada

rahat yüzü yok mu bize? İsyan, isyan, isyan…

Dayım ve yengemle birlikte sabah erken saatlerde yola

çıktık. Daha önce hiç yaşamadığım bir hayat bu, doğal,

içten, huzur dolu, sahte insanlar yok etrafta. Yol boyunca

sohbet ettik, şakalaştık. Geldiğimiz yere varabilmek için

bir dağ tırmandık ve hedefe ulaştığımız yerde mükemmel

bir manzara bizi bekliyordu. Daha önce çok daha güzel

yerlere gitmiştim ama sanki burası biraz farklıydı. Güzel bir


78
semaver, yengemin yaptığı sıcak gözlemeler ve manzara

muhteşem. İnsan böyle bir yerde yaşasa yaşlanmaz

sanırım. Kahvaltımızı yaptıktan sonra bir kenara çekilip

demli birer çay ile tekrar devam ettik kaldığımız yerden; (bu

bölüm Risale-i Nur külliyatı Lem’alar- münacaat ve Asayı

Musa-Ayet-ül Kübra Risalesinden istifade edilmiştir. En

kapsamlı anlatım için lütfen Risale-i Nura müracaat ediniz.)

‘Bugün dünyayı inceleyeceğiz kardeşim, iyi dinle; Bin altı

yüz km. hızla giden bir gemi düşün, ne içindeki yolcuları

sarsıyor, ne de döndüğünü hissettirmiyor kimseye .

Daha garip bir durum ise; dünyanın dörtte üçü sularla

kaplı olduğu halde, bu hıza rağmen okyanuslar, denizler

taşmıyor, karadakileri uzaya fırlatmıyor. İçerisinde binlerce

tür canlının barındığı, denizin en derin yerinde, en garip

canlıların bile devamlı rızıklandırıldığı, devamlı bir temizlik

faaliyeti olan, adeta bir fabrikanın çarkları gibi bütün canlı ve

cansızların devamlı birbirleriyle yardımlaştığı, belli kurallar

ile sınırlandırılmış bir yer. Gel, bir seyyah gibi yerüzünü

ve gökyüzünü gezelim seninle. Önce bulutlardan soralım

Rabbimizi, bize söyleyecekleri bir şeyler vardır mutlaka;


79
Hava radarlarının keşfedilmesiyle, yağmurun üç evreden

oluştuğu anlaşılmıştır. Güneş yardımıyla yeryüzü suları

buharlaşır ve rüzgar yardımıyla gökyüzüne ulaşır. Havadan

daha hafif minik su zerreleri basınç azaldığında soğur ve

minik su damlaları haline gelir ve bulutları oluştururlar. Bir

araya gelen milyarlarca damla, binlerce ton ağırlık oluşturur

ve devasa bir bulut gökyüzünü kaplar. Ve Allah, Kuran’da

şöyle bahseder bulutlardan;

“Allah O’dur ki rüzgarları gönderir, onlar bir bulutu kaldırırlar,

ardından onu gökte dilediği gibi yayar ve onu parça parça

eder. Böylece yağmurun onların arasından çıktığını

görürsün. Sonunda onu kullarından dilediğine uğrattığında

onlar hemen sevinirler.” (Rum suresi - 48).

“Rahmetinin önünde rüzgârları bir müjde olarak gönderen

O’dur. Bunlar  ağır bulutları  kaldırıp yüklendiğinde onları

kurak bir beldeye göndeririz. Sonra onunla su indirir ve o

suyla her türlü bitkilerden çıkarırız,” (Araf suresi - 57).

“Görmedin mi ki, Allah bulutları sürmekte, sonra aralarını

birleştirmekte, sonra da onları üst üste yığmaktadır;

80
böylece, yağmurun bunların arasından akıp-çıktığını

görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar)

indiriverir, onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden onu

çevirir; şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp

götürüverecektir.” (Nur Suresi - 43).

“Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli

bir zatın hârika işlerine bak. Sen, başı boş olmadığın

gibi, bu hadiseler de başı boş olamazlar. Her birisi çok

hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir müdebbir-i

Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar (RNK Asa-yı Musa

Ayetü’l Kübra Risalesi). Tesadüf deme kardeşim, biraz

aklın, şuurun, vicdanın varsa. Normal boyutlarda yüz tane

fil ağırlığında, fırtınada iki yüz bin tane fil ağırlığında ve

kasırgada kırk milyon tane fil ağırlığındaki bulutlar, başının

üstünde, hiçbir yere tutunmadan ve direksiz, her gün dans

ediyorlar, bizim için hayati derecede önemli maddeleri

taşıyorlar.2

2 http://www.dersimiz.com/bilimsel/Bir-Bulutun-Agirligi-Ne-Kadardir-21892.html
81
İçinde bulundurduğu rahmet damlacıklarını, sanki her

birinin sırtında birer paraşüt varmış gibi ve hiç biri birbirine

değmeden nazikane bir biçimde başımıza, gözümüze,

gönlümüze, ekinimize, bağımıza ve bahçemize indiriyor ve

bizleri sevindiriyor. Şimdi dersen ki bu kendi kendine oluyor,

sebepler yapıyor; hayır, sebepler birer perdedir, yaratıcı

olamazlar. Çünkü bu bulutların bana lazım olduğunda yağmur

yağdırması için, yağan yağmurun da birbirine değmeyecek

şekilde ve yere düşerken süratle başımı yaralamayacak

şekilde yağmur damlalarını dizayn etmesi için bulutta ilim,

hikmet, şefkat, kudret ve irade olması lazım. Ama gel gör

ki bunların hiç biri bulutta yok. Demek ki biri var; ilim sahibi,

hikmetli, kudretli ve şefkatli. Biri var tonlarca ağırlıktaki

bulutları havada gezdiren, hazinelerinden bizlere yağmur

gönderen, yeryüzünü şenlendiren. Bir de bulutlardan kışın

kar yağdığını görürsün, pamuk gibi, birbirine değmeden,

süzüle süzüle yeryüzüne düşer. Sanki yeryüzü ölür de

beyaz bir kefen giydirilir. Şimdi dersen ki bunu kış mevsimi

yapıyor, sebepler yapıyor. Hayır kardeşim, karı mikroskopta


82
inceleyen Wilson Bentley diyor ki; “Elli yıl boyunca altı bin

tane kar inceledim, bütün tanecikler altıgen ve hiç biri

birbirine benzemiyor.” 3 Deme kardeşim, bulut sanatkardır,

teker teker kar tanelerini nakşediyor. Bulut ne bir yaratıcıdır

ne de bir sanatkar, olsa olsa sanat olur. Çünkü bulutta bunu

yapacak güç ve sanatkarlık yoktur. Demek ki bir sanatkar

bize sanatını gösteriyor, gözümüzün önünde harikalar

yaratıyor, kendini tanıtmak ve sevdirmek istiyor. Hadi gel

şimdi denizlerden okyanuslardan soralım Rabbimizi;

“Denizi de sizin emrinize veren O`dur, ondan taze

et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları

çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp

gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O`nun fazlından

aramanız ve şükretmeniz içindir.” (Nahl Suresi -14).

“İki denizi (birbirine) salıp katan O`dur; bu, tatlı, susuzluğu

giderici, bu da tuzlu ve acıdır. İkisinin arasında (birbirlerine

karışmalarını önleyen) bir engel (berzah) ve aşılmayan bir

sınır koymuştur.” (Furkan Suresi -53)

3 http://okumalisin.com/ateist-bir-forografci-artik-inaniyorum-wilson-bentley/
83
“İki deniz bir değildir. Şu, tatlı, susuzluğu keser ve içimi kolay;

şu da, tuzlu ve acıdır. Ancak her birinden taze et yersiniz

ve takınmakta olduğunuz süs eşyalarını çıkarırsınız. O`nun

fazlından aramanız ve umulur ki şükretmeniz için gemilerin

onda (denizde) suları yara yara akıp gittiğini görürsün.”

(Fatır Suresi -12).

“Allah; kendi emriyle gemiler akıp gitsin ve O`nun fazlından

ararsınız diye, sizin için denize boyun eğdirdi. Umulur ki

şükredersiniz.” (Casiye Suresi -12).

Öyle büyük vazifelerle boyun eğmiş ki denizler; insanoğlu

denizden taze taze et yer, incileri süs eşyası yapar,

süngerinden kullanır, dağ gibi gemileri denizin üzerinde

yüzdürür. Günümüzdeki teknolojik araçlardan önceki

yüzyıllarda en büyük ulaşım yoludur. Yağmurların

oluşmasında en büyük sebeplerdendir. Sonra iki deniz

arasında bir set vardır, suyu birbirine karışmaz. Bütün bunlar

bize bin dört yüz yıl önce Kuran’da bildirilmiştir. Şimdi söyle

dünya hızla döndüğü halde denizlerin taşmasını engelleyen

kim? Binlerce tür balığa hayat veren kim? Okyanusun ışık

84
almayan en dibinde en ufak canlıları bile rızıklandıran kim?

İki denizin ortasına birbirine karışmasınlar diye görünmez

bir set koyan kim? Gemileri hizmetimize sunan ve onu

yüzdüren kim?

Hadi gel dağlardan soralım Rabbimizi;

“Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık ve

doğru gidebilsinler diye geniş yollar açtık.”

(Enbiya Suresi- 31)

“Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların

sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Herşeyi ‘sapasağlam ve

yerli yerinde yapan’ Allah’ın sanatı (yapısı)dır (bu). Şüphesiz

O, işlediklerinizden haberdardır.” (Neml Suresi-88).

“Orda (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda

bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere


ordaki rızıkları dört günde takdir etti.” (Fussilet Suresi-10)

Kuran’da dağların hareket ettiği söylenmektedir. Bu konuya

iki yönlü bakılabilir; bundan tam beş yüz milyon yıl önce

birbirine bağlı olan kara parçaları sürüklenerek şimdiki


85
kıtaları oluşturmuştur. Günümüzde hala da bir ile beş cm

arasında sürüklenmeye devam etmektedir. Diğer yönü ise;

dünyaya karşıdan, yani uzaydan ya da bir uydudan bakan

biri görecektir ki dünya hızla dönüyor ve üzerindeki dağlarda

onunla birlikte hızla dönüyor. Bir de dağların kazık gibi

olduğu geçiyor Kuran’da. Son jeolojik çalışmalar gösteriyor

ki dağlar, yeryüzü tabakalarının birleşim noktalarında

yer üstüne ve yeraltına doğru uzanarak bu tabakaları

birbirine perçinler. Bu şekilde, yerkabuğunu sabitleyerek

mağma tabakası üzerinde ya da kendi tabakaları arasında

kaymasını engeller. Dağların bu sabitleyici özelliğine

izostasi denir. İzostasi; jeojolide dağların dünya yüzeyinin

altında oluşturdukları yerçekimsel kuvvet sayesinde

yerkabuğunun genel dengesinin sağlanmasıdır. 4

Kimi dağların on-onbeş katı kadar da yerin altında olduğu

tespit edilmiştir. Örneğin zirvesi yeryüzünden yaklaşık dokuz

km yukarıda olan Everest Dağı’nın yüz yirmi beş km den

fazla kökü vardır. Yüksek dağlar, kuzey denizlerinde yüzen 

buzdağları  gibidir; büyük ve derin kökleri yeraltında, küçük

4 (https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0zostazi)
86
ve sivri tepeleri ise yerüstünde bulunur. Bu özelliğiyle dağlar

yeryüzünde oluşabilecek mega depremleri engellemektedir.

Görüldüğü gibi modern bilimin yeni keşfettiği bu ve bunun

gibi bir çok bilgiyi Kuran-ı Kerim’de dile getirilmiş ve gelecek

için işaretler verilmiştir. Daha bitmedi dur, Allah öyle görev

yüklemiş ki dağlara, gel bir de Bediüzzaman üstadımızdan

dinleyelim;

‘Ey dağları  zemin  sefinesine (gemisine) hazineli direkler

yapan  Kadîr-i Zülcelâl,

Resul-i Ekrem  Aleyhissalâtü Vesselâmın  talimiyle


ve  Kur’ân-ı Hakîminin dersiyle anladım ki, nasıl
denizler acâipleriyle (hayret verici) Seni tanıyorlar ve
tanıttırıyorlar. Öyle de, dağlar dahi  zelzele  tesiratından 
zeminin  sükûnetine ve içindeki  dahilî  inkılâbat (değişim) 
fırtınalarından  sükûtuna ve denizlerin  istilâsından
kurtulmasına ve havanın  gazât-ı muzırradan (zehirli
gazlardan)  tasfiyesine ve suyun  muhafaza  ve  iddiharlarına
(depolama) ve  zîhayatlara (canlılara) lâzım olan madenlerin 
hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve  hikmetleriyle Seni

tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.
87
Evet, dağlardaki taşların envâından ve muhtelif hastalıklara

ilâç olan maddelerin aksamından ve  zîhayata  hususan 

insanlara çok lâzım ve çok  mütenevvi (çeşitli)  olan 

madeniyatın  ecnâsından (cinsinden) ve dağları,  sahrâları

çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren 

nebatatın  esnafından hiçbirisi yoktur ki, tesadüfe

havalesi mümkün olmayan  hikmetleriyle,  intizamıyla, 

hüsn-ü hilkatiyle (yaratılış güzelliği), faideleriyle, hususan 

madeniyatın tuz, limon tuzu,  sulfato(kinin)  ve  şap (tadı

buruk suda erir bir madde) gibi sureten birbirine benzemekle

beraber, tatlarının  şiddet-i muhalefetiyle ve  bilhassa 

nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit  envâlarıyla, ayrı

ayrı çiçek ve meyveleriyle,  nihayetsiz Kadîr,  nihayetsiz 

Hakîm,  nihayetsiz  Rahîm  ve  Kerîm  bir  Sâniin  vücub-u

vücuduna  bedahetle (apaçık)  şehadet  ettikleri gibi, 

heyet-i mecmuasındaki  vahdet-i idare  ve  vahdet-i tedbir 

ve  menşe  ve  mesken  ve  hilkat  ve san’atça beraberlik

ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta

çabukluk noktalarından,  Sâniin  vahdetine ve  ehadiyetine 

şehadet  ederler.

88
Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki  masnular, 

zeminin her tarafında, herbir  nevi  aynı zamanda, aynı

tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları

ve bir iş bir işe  mâni  olmadan,  sair  nevilerle beraber

karışık iken karıştırmaksızın  icadları, Senin  rububiyetinin 

haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen  kudretinin 

azametine  delâlet  eder. Öyle de,  zeminin yüzündeki

bütün  zîhayat  mahlûkların  hadsiz  hâcetlerini, hattâ 

mütenevvi  hastalıklarını, hattâ  muhtelif  zevklerini ve ayrı

ayrı iştahlarını tatmin edecek bir  surette, dağların yüzlerini

ve içlerini  muntazam  eşcar  ve  nebatat  ve  madeniyatla

doldurmak ve muhtaçlara  teshir  etmek  cihetiyle, senin 

rahmetinin  hadsiz  genişliğine ve  hâkimiyetinin  nihayetsiz 

vüs’atine (genişlik)  delâlet  ve toprak  tabakatı içinde

gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde, bilerek,

görerek, şaşırmayarak,  intizamla,  hâcetlere göre  ihzar

(hazırlama)  edilmeleriyle Senin herşeye  taallûk  eden

ilminin  ihatasına ve herbir şeyi  tanzim  eden  hikmetinin

bütün  eşyaya  şümulüne(kapsama) ve ilâçların  ihzârâtı ve

madenî maddelerin  iddihârâtıyla  rububiyetinin  rahîmâne 

89
ve  kerîmâne olan  tedâbirinin  mehâsinine(iyilikler) ve 

inâyetinin  ihtiyatlı  letâifine pek  zâhir  bir  surette işaret ve 

delâlet  ederler.

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için koca dağları 

levâzımâtlarına ve  istikbaldeki ihtiyaçlarına  muntazam 

ihtiyat  deposu ve  cihazat  ambarı ve hayata lüzumu olan

çok definelerin mükemmel  mahzeni olmak  cihetinde işaret,

belki  delâlet  belki  şehadet  eder ki, bu kadar  kerîm  ve 

misafirperver  ve bu kadar  hakîm  ve  şefkatperver  ve bu

kadar  kadîr  ve  rububiyetperver  bir  Sâniin, elbette ve

herhalde, çok sevdiği o misafirleri için,  ebedî  bir âlemde, 

ebedî  ihsânâtının  ebedîhazineleri vardır.’

Yani dağlar rahmettir, denizlerin istilasından kurtarır, zehirli

gazların temizlenmesini sağlar, yeryüzünde tüm canlılara

gerekli olan suyun muhafazasını ve bu suların dört bir yana

dağıtımını sağlar, canlılara lazım olan hemen hemen bütün

madenlerin hazinedarlığını yapar. öyle ki demir, bakır,

mermer, krom, kömür, petrol, altın, elmas vb. madenler

dağlarda birer hazine gibi saklanarak adeta ‘ben insan için

90
yaratıldım’ diyerek tesadüfcülerin kafasına tokmak vuruyor.

Gel bir de dağların üstüne bak; çeşit çeşit ağaçlar, çiçekler

ve binlerce tür bitkilerle öyle bir süslenmiş ki dağlar, hem

misafirlerine bir ev, bir sığınak olmuş. Hem nice insanlara

bir seyrangah, müthiş manzaralar olmuş. Tüm dünyaya ve

de dağlara, penceresini değiştirip bakan insan görecek ve

anlayacak ki; biri var beni seven, biri var bana yardım eden,

biri var bu koca koca dağları benim hizmetime sunan, biri

var! ama ben çok gafilim…!’ 5

Gel, bahara soralım Rabbimizi;

‘Şimdi Allah’ın şu rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü

ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor).

Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir).

Ve O, her şeye (her şey üzerine ziyadesiyle) kadirdir.’  (Rum

Sûresi, 30/50)

‘Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçaları, üzüm bağları,

ekin tarlaları, hurma ağaçları vardır. Bütün bunlar bir suyla

5 https://www.youtube.com/watch?v=MSAU2ZoTGAM

91
sulanır. Ama tatları birbirinden farklıdır. Bunlarda aklını

kullanan kimseler için Allah’ın varlığını gösteren deliller

vardır.’ (Ra’d suresi ayet 4)

  Gelen kış ile birlikte tabiattaki bazı türler ölüp gider. Yeryüzü

adeta beyaz bir kefen ile bürünür. Kışın uğradığı yerler öyle

harap olur ki, ne ağaçlarda yaprak kalır, ne dallarda kuş ve

böcek. İnsanın içini bir hüzün kaplar ve bir ümitsizlik. Geçen

günlerin ardından öyle bir şey olur ki ben diyeyim mucize, sen

de tesadüf; ‘Zemin yüzünün sahrasında çadırları kurulmuş

gayet muhteşem zihayat (canlılar) ordusunu görüyoruz.

Evet,  Hayy u Kayyûmun  hadsiz  ordularından, her bahar

mevsiminde yeni silâh altına alınmış,  gaibden gelen taze bir

ordu meydana çıkmış görüyoruz. Şu orduya bakıyoruz ki: 

Nebâtat  taifelerinden iki yüz binden  ziyade  ve  hayvânat 

milletlerinden yine yüz binden fazla çeşit çeşit,  muhtelif 

kavimler görüyoruz. Herbir milletin, herbir  taifenin elbisesi

ayrı,  erzakı ayrı,  talimatı ayrı,  terhisatı ayrı, silâhları ayrı, 

müddet-i askeriyeleri ayrı olduğu halde, bir  Kumandan-ı

Âzam,  hadsiz  kudret  ve  hikmetiyle ve  nihayetsiz  ilim

ve  iradesiyle, bitmez  rahmetiyle, tükenmez hazinesiyle,


92
hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, karıştırmayarak,

geciktirmeyerek, ayrı ayrı bütün o üç yüz binden ziyade

milletleri ve  taifeleri  kemâl-i intizamla,  tamam-ı mizanla,

vakti vaktine, ayrı ayrı  erzaklarını, ayrı ayrı elbiselerini, ayrı

ayrı silâhlarını vererek, ayrı ayrı  talimat  yaptırarak, ayrı

ayrı  terhisat  ettiğini, gözü bulunan,  bilmüşahede  görür ve

kalbi bulunan,  biaynelyakîn  tasdik  eder.

Malûmdur ki, bir  taburda on millet bulunsa, ayrı ayrı  teçhiz 

etmesi on  tabur  kadar güç olduğundan,  âciz  insanlar,

ister istemez bir tarzda teçhize mecbur olmuşlar. Halbuki 

Hayy u Kayyûm, şu muhteşem ordusu içinde, üç yüz binden

ziyade milletlere ayrı ayrı  teçhizat-ı hayatiyeyi veriyor. Hem 

külfetsiz,  müşkülâtsız, kolay bir tarzda, hafif bir şekilde,

gayet  hakîmâne  ve  intizamperverâne  veriyor. Ve koca

orduya, bir tek  lisanla;  ‘Hayatı veren ancak Odur’ dedirtip, 

kâinat  mescidinde o  cemaat-i uzmâya ‘Allah Teâlâ ki,

Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve

Kayyûmdur. Onu ne uyuklama ve ne de uyku tutmaz, gafletin

hiçbir çeşidi hiçbir zaman Ona ârız olamaz. Göklerde ne

var, yerde ne varsa Onundur. Onun katında, Onun izni


93
olmaksızın kim şefaat edebilir? O bütün mahlûkatının

geçmiş ve gelecekteki bütün hallerini bilir. Onun mahlûkatı

ise, Onun dilediğinden başka, İlâhî ilminden hiçbir şeyi

kavrayamazlar. Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri

kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun 

kudretine ağır gelmez. Herşeyden yüce ve herşeyden

büyük olan da ancak Odur.’ (Bakara Sûresi, 255) ayetini

okutturuyor.’ 6

Şimdi başını kaldır ve şu muhteşem doğaya bir bak!

Baharın gelmesi ve havaların ısınmasıyla birlikte her bahar,

gözümüzün önünde, kurumuş toprak yeşerir, kurumuş

dallar rengarenk çiçekler açar. Rezzak olan Allah’ın

hazinelerinden erzakı tükenen çaresiz canlılara sanki bir

yemek vagonu, bir iaşe ambarı gibi, taze, leziz, şifalı ve

çeşit çeşit yiyecekler gönderilir. Bir bakmışsın baharın

değdiği her yerde adeta ziyafet sofraları kurulmuş, öldükleri

yerden tekrar dirilen bitkilerle birlikte arılar, böcekler, kuşlar,

kış uykusundan kalkan yaban hayvanları ve insanlar, hepsi

bu bahar şenliğinin bir parçası olur ve yeryüzü yeni bir

6 RNK mektubat yirminci mektup ikinci makam altıncı kelime


94
çehreye bürünür. Baharla birlikte gelen sadece bir elmayı

ele alırsak,

1- Elmanın verdiği enerji 100 gramda 54 kaloridir.

Bu enerji yağdan değil, meyve şekeri ve organizma

tarafından ağır olarak sindirilen şekerden gelmektedir.

Kesinlikle her gün tüketilmesi şart olan bir meyvedir.

2- Günde bir elma yemek, sizi tüm

hastalıklardan korur. İki elma yerseniz kalp

ve damar hastalıklarından korunmuş olursunuz.

3-Diyetler için mükemmel bir seçenektir.

4-Çağın belalı hastalığı kanserden, kolesterole

kadar birçok hastalığın gerek riskini azaltmada

gerekse önlemede önemli rol üstleniyor.

5- Öğle yemeğinden önce yendiğinde ya da kabuğuyla

pişirildiğinde bağırsakları çalıştırır, yumuşatır, kabızlığı

önler.

6- İçindeki pektin maddesi zararlı kolesterolü (LDL)’yi

düşürürken, faydalı kolesterol (HDL) oranını yükseltir.

7- Dalağın kan yapmasını sağlar.

95
8- Bünyesindeki C vitamini sayesinde bağışıklık sistemi

güçlenir.

9-Nefesi rahatlatır. Yapılan bazı araştırmalar, elma

yiyenlerin daha kolay nefes aldığını göstermektedir.     

10-Gastritten kaynaklanan yanmaları hafifletir

11-Elma kürü, gut, böbrek, mesane hastalıkları

ve hemoroit tedavisinde de işe yarar. 

12-Sabah aç karna yendiğinde kanı temizler ve toksinleri

atmayı sağlar.

13-Isırarak yenirse, dişleri temizler ve diş etlerini güçlendirir.

14-Uykudan önce yenirse rahatlatır ve kolay uyumayı

sağlar.

15-Yeşil, hafif ekşi olanları mide bulantılarını önler.

16-Düşük kalorili (50 kalori) olduğu için şişmanlığı önler, kan


şekeri düzeyini ve yüksek tansiyonu olumlu bir şekilde etkiler.

17-Ortasına biraz marmelat ekleyip fırında pişirildiğinde,

rejim yapanların tatlı yeme isteğini giderir.

96
18- Isırarak yenirse  dişleri temizler, diş etlerini güçlendirir.

19-Enerji verir.

20-Elma kalbi korur.

21-Annelerin gebelikleri sırasında tükettikleri

yiyeceklerden, çocukların astıma yakalanmasında

koruyucu etkiye sahip tek gıda elmadır.

Hamilelik sırasında annenin yediği

elma, bebeği astımdan koruyor.

22-Her gün bir elma kalp krizi riskini %24 düşürür.

23-Yüksek tansiyona karşı birebirdir.

24-Eski Çin tıbbında elmanın ateş düşürücü olduğuna

inanılır ve akciğerin ateşli hastalıklarında serinletici bir

etkisi olduğu kabul edilirdi.

25- İçerdiği elma asidinin zararlı bazı bağırsak bakterilerinin


üretimini frenlediği düşünülüyor.

26- İçinde bol C vitamini ve lifli proteinler bulunan elma,

içerdiği flavinoidler sayesinde hücre ölümüne neden olan

97
serbest radikal adlı kimyasallarla savaşıyor. Bu süreçte,

kalp ve damar hastalıklarına yol açan kötü kolesterol

azalırken, vücudu koruyan iyi kolesterol yükselişe geçiyor.

27- Elma, spor öncesinde tüketildiğinde enerji verir.

Sonrasında tüketildiğinde %85 oranındaki su içeriğiyle

organizmanın ihtiyacı olan suyu tamamlayarak toksinlerin

vücuttan atılmasını kolaylaştırır. Spor sırasında

tüketildiğinde organizmaya çeşitli mineral ve vitaminler

yükler

28- Günlük olarak tüketilecek 3 adet elmanın 2 ayda

yaklaşık %10 oranında kolesterolün düşmesine yardımcı

olur.

29- Artrit, tomatizmalar ve gut hastalıklarında çok yararlıdır.

30- Karaciğer kanseri, kalın barsak kanseri ve göğüs

kanserine karşı koruyucu etkiye sahiptir.

31- Cilde parlaklık ve güzellik verir.

32- Soğuk algınlığı ve öksürüğe iyi gelir.

98
33- Baş ağrısına iyi gelir.

34- Uykusuzluğa iyi gelir.

35- Bağırsaklardaki parazitlerin dökülmesini sağlar.

36- Elmanın faydalarından ilginç bir tanesi de içerdiği

potasyum (100 g’da 120-200 mg) zenginliği ve az

sodyumdan (100 g’da 10 mg’dan az) ötürü dinlendirici

olmasıdır.

37- Galler’de 2500 kişi üzerinde 5 yıl süreyle yapılan bir

araştırmanın sonucu, daha önce yapılan bazı araştırmalara

uyumlu olarak haftalık tüketilen elma sayısının nefes

fonksiyonuna pozitif etkileri olduğunu göstermiştir. Yenen

ortalama elma miktarı arttıkça sigara kullananlar da bile

nefes alma kapasitesinde artış saptanmıştır. Bu etki

elmadaki antioksidanlardan kaynaklanmaktadır.

38- Elmada suda eriyen vitaminlerin tamamı mevcuttur.

Yüksek miktardaki C vitamini, bir insanın günlük C vitamini

ihtiyacına denktir. En fazla kabuğunda ve kabuğun hemen

altında yoğun olarak bulunur. Bu nedenle iyi yıkanmış

99
elmanın kabuğuyla tüketilmesi en doğrusudur.

39- Elmanın içerdiği diğer vitaminler ise B1, B2, PP, B5, B9,

Provitamin A (karoten) ve E vitaminidir.

40- Beyin hastalıkları konusunda koruyucudur.

Bu kadar özellikli bir meyvenin tesadüf eseri meydana

geldiğini söylemek ahmaklıktır, vicdansızlıktır. Çünkü bu

meyvenin bana bu kadar şifa ve lezzeti vermesi için ya tıp

okumuş olması gerek ya beni tanıyıp ihtiyaçlarımı bilmesi

gerek, iradesi olması gerek, yahu her şey gerek daha ne

sayayım sana. Demek ki bir elmayı kim yaratmışsa bütün

kainatı da O yaratmıştır. Bütün meyveleri, sebzeleri ve

bütün bitkileri burada incelemeye kalksak bir kütüphane

yazmak gerek. Ama gel gör, bak; bir Allah var bizi tanıyan

ve istediklerimizi bilen, aczimizi ve dertlerimizi bilen, bize

şefkat eden. Hem öyle bir gönderiyor ki hepsi mevsimi

mevsimine, şaşmadan, yanılmadan. Yazın en hararetli

günlerinde karpuzu gönderiyor lezzetli ve sulu, kışın en

soğuk günlerinde portakalı gönderiyor şifa deposu, üstelik

dilimlenmiş ve bir kabuğun içinde muhafaza edilmiş. Şimdi

100
soruyorum sana dünyada bu kadar muazzam faaliyetler

varken, her bahar yokluktan gelen canlıların hepsi tek bir

fabrikadan gelmiş gibi hepsi birbirine benzerken (Afrika’daki

arı ile Türkiye’deki arının farklı özellikleri olsa da biçimlerinin

aynı olması), bir tane uçağın milyarlarca liraya mal olduğu

halde uçaktan daha üstün özelliklere sahip bir kuş türünün

milyonlarca, ucuz ve basit bir yumurtadan yaratıldığını

gördüğün halde, bir tane yarış arabasının binlerce liraya

mal olduğu halde, arabadan daha üstün ve hızlı (100km/4.5

saniye) , üstelik hayat sahibi bir çitanın binlerce, ucuz

ve basit bir damla sudan yaratıldığını gördüğün halde,

hala diyorsan ki bunlar tesadüftür, bunları doğa yapıyor,

bunlar kendi kendine oluyor!!! Gel seninle bir tane

sapasağlam bir arabayı parçalarına ayıralım ve bir depoya

dizelim. Deponun içerisine dört taraftan rüzgar verelim

ve hangi gazı istiyorsan tedarik edip içeri yerleştirelim ve

vanalarını açalım. Bir kenara da anahtar takımı, alyan vs.

ne gerekiyorsa koyalım. O depoda bir yıl beklesin ve hiç

açmayalım. Kapıyı açtığımızda karşında tekrar arabayı

eski hali gibi sapasağlam görürsen ne dersin?’

101
- Dayı ne bileyim bu imkansız derim, ya birisi biz görmeden

girmiş parçaları birleştirip eski haline getirmiş yada parçaları

götürüp yerine aynı arabadan getirmiş başka açıklaması

olamaz.

- Aslanım sen zeki çocuksun bak hemen anladın mevzuyu…

- Dayıcığım, beni alt ettin kabul ediyorum. O kadar sebep

ve kanıt gösterdin ki Allahın varlığına dair verecek cevap

bulamıyorum. Aklımdaki sorulara da mantıklı cevaplar

bulursak senin söylediğin her şeyi kabul ediyorum.’

Birden dayım ayağa fırladı ve bana sarıldı ‘aslan yeğenim’

demeye başladı. Çok sevindi, adeta gözlerinin içi gülüyordu.

Bende bambaşka duygular içerisindeyim, ‘Allah, eğer

gerçekten varsan ve sesimi duyuyorsan bana yardım et’

diye geçirdim içimden.

- Aklındaki sorulara da cevap buluruz inşallah, çok sevindim


kardeşim, Allah sana hidayetini nasip etsin, göreceksin

herşey daha güzel olacak.

- Dayı sen var ya; adamın kralısın.

102
Sarıldık birbirimize sımsıkı, dayım sanki dünyaları

bağışlamış gibiydi benim için. Aklımdaki soruları da hallettik

mi bu iş tamam...

İlk defa Allah’ın varlığına inanarak bir gece geçiriyorum.

Kalbim heyecandan yerinden fırlayacak gibi, çok değişik

ve karmakarışık duygular içerisindeyim. Ve hayatımda ilk

defa bu duyguları yaşıyorum. Allah şu anda beni görüyor,

bundan dolayı da biraz korku içerisindeyim. Acaba Allah

nerede, bana bir işaret gösterecek mi? Ya da ne bileyim

benim gibi yıllarca O’na karşı gelen birini affedecek mi?

Aklımdaki sorulara cevap bulacak mıyım?

‘’Allah’ım; Seni arıyorum, bana yardım et...’’

Dayım işten gelmesini iple çekiyorum her zaman olduğu


gibi. O gelene kadar sormam gereken soruları hazırlamam
gerekiyor. Acaba sebepler olmasaydı, o kaza yaşanmasaydı
onunla karşılaşabilecek miydim, karmakarışık duygular
içerisindeyim. Keşke daha önceden karşılaşsaydık, keşke
annem seni saklamasaydı bizden. Her şey daha farklı
olabilirdi, onlarda ölmeden belki hakikate kavuşabilirlerdi.
Artık onların yok olmadıklarını biliyorum ama keşke her şey
103
daha farklı olsaydı...

Dayım bugün her zamankinden erken geldi. Her zamanki

gibi güler yüzü ve sıcak kanlılığı üstünde. Yemeğimizi

yedik, hoş beş muhabbet ettik, namazını kıldı ve çayımızı

alıp oturduk.

- Bende senin gibi namaz kılacak mıyım dayıcığım?

- Namaz Sevgiliyle buluşmaktır, Allah’ı seven bıkmadan

usanmadan O’nunla buluşmak O’na namaz kılmak ister.

Sen de Allah’ı seversen ve O’na itaat etmek istersen tabiki

kılacaksın.

- Kılarım inşallah, ama bir işaret bekliyorum sanki, gönlümün


iyice mutmain olmasını istiyorum.

- ‘’O’nu bilen, O’nu arar, O’nu arayan, O’nu bulur, O’nu

bulan kurtulur...’’

- İnşallah dayıcığım, Rabbimi bulmak istiyorum.

- Soruların hazır mı Egemen, ne hazırladın bakalım

104
başlayalım.7

- Sorum şu; Allah bizi neden yarattı, bizden ne istiyor ve

beni istemediğim halde neden yarattı?

- Öncelikle şunu söyleyeyim; vereceğim cevaplarda akla

kapı açması için benzetmeler yapacağım. Allah bu yaptığım

benzetmelerden münezzehtir, sadece daha iyi anlaman

için buna gerek duyuyorum. Allah Kuranı Kerim’de şöyle

buyuruyor;

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye

yarattım.” (Zariyat 56)

• Allah’ın bizi yaratmasının sebeplerinden birisi

O’nu tanımamız, O’nu sevmemiz, O’na itaat

ve ibadet etmemiz içindir.

• Allah insanı imtihan için yaratmıştır. Bu

hikmet, insanın yaratılmadan olamayacağı

kesindir. Yani yaratılan insan itaat edecek mi


yoksa isyan mı edecek, bunun anlaşılabilmesi

7 Bu bölümde https://sorularlaislamiyet.com/ dan faydalanılmıştır.


105
için bu dünyaya gönderilip imtihan edilmesi

icab eder.

• Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini

hem kendisi  -kendine mahsus bir şekilde- 

görmek hem de başkalarının gözüyle görmek

istiyor. Başkasının görmesi derken bunların

başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine

insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

• Allah’ın her şeyden daha büyük olduğunu

ilan etmek ve Allah’ın emirlerini yaymak. Bu

hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ

edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması

icap eder.

• Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa

girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip


olgunlaşması ve terakkisi için dünya tarlasına

gönderilmiştir.

Masmavi bir okyanus içerisinde müthiş güzellikte bir

106
ada düşün. İçinde hiç görülmemiş çeşit çeşit ağaçlar,

rengarenk çiçekler, insanı dinlendiren rahatlatıcı bir

hava, büyüleyici güzellikteki hayvan türleri bulunuyor.

Hem bu ada her türlü teknolojiye, gelişmiş bir hayat

düzeyine sahip. Bu muhteşem ada, çok zengin ve çok

cömert birine ait. Bu cömert zat çok sevdiği ve ihtiyaçlı

fakir birisini tüm sevdikleriyle beraber bir süreliğine o

adaya göndermek istiyor. Adayı içindeki hizmetçilerle

birlikte onun hizmetine verecek. Ondan hiç bir ücret

istemiyor. Çünkü çok cömert ve çok zengin, hiçbir

şeye ihtiyacı yok. Fakat bütün bu güzelliklerin yanında

ona şart koyduğu bir şey var; ‘kendisine ve adaya

faydalı olacak işler’ yapmasını istiyor. Bu şarta dikkat

ederse, bu adadan daha mükemmel bir yaşam ödülü

var. Hem orada vazife de, çalışmak da yok.

Bu muhteşem adaya gönderilen kişinin; ‘Yaa.. keşke


beni göndermeseydi, istemiyorum ben... Ne gerek
vardı? Niye gönderdi ki beni buraya? Ben yok olmak
istiyorum. Burada olmak da istemiyorum, buradan
sonraki memleketi de istemiyorum…’gibi laflar etmesi
acaba hangi aklın kabul edeceği bir durumdur!? Ve
107
onu çok seven, o çok cömert zata karşı ‘hesap sorar
gibi’ haksızlık etmesi bozulmamış bir vicdanın kabul

edeceği bir durum olabilir mi?

Yaratılışın sebebi; var olmanın güzelliğidir. Allah (cc)

sonsuz rahmetiyle varlığı dilemiş ve insanı yaratmıştır.

Belki de insan ‘yokluğu’ anlayamadığı için ‘varlığın’

kıymetini idrak edemiyor(!) Akıl almaz bir şekilde

‘Neden var olduk ki!?’ diye sorgulayabiliyor.

Yani mülk, saltanat, kainat, bilinen ve bilinmeyen

her şey O’nun. O saltanatında istediğini yapar,

istediğini yaratır ve istediğini yok eder. Sen, ben,

hepimiz seçildik ve yaratıldık, artık Allah beni neden

yarattı, bana mı sordu diye sorgulamak mantıksız.

Biz seçildik ve imtihan ediliyoruz. Bize düşen bu

güzellikleri yaratanı gönlümüzde bulmak, O’na itaat

etmek ve ibadet etmek. O’nun bize gösterdiği yolda

dosdoğru gitmek, dünyadaki kötüklere ve zalimlere

karşı koymak ve O’nun adını yüceltmektir.’

- İyi ama Allah neden bana bunları göstermek istiyor

ve Allah’ın benim ibadetlerime ihtiyacımı var. Neden


108
bunu bizlere zorunlu kılıyor?

- Çünkü her bir cemal (güzellik) sahibi, kendi cemâlini

görmek ve göstermek ister. Her bir hüner sahibi,

kendi hünerini teşhir ve ilan etmek ister. Her bir sanat

sahibi sanatını göstermek ister. Bu kainat sarayı

da Allah’ın birer sanatıdır, içinde yaşanan bütün

hadiseler O’nun birer hüneri ve yarattığı güzellikler

cemalinin birer yansımasıdır. Yani kainata bakan

insan ‘Sübhanallah, ne büyük bir kainat, uçsuz

bucaksız ve devamlı büyüyor, bu gezegenler son

sürat tesbih taneleri gibi nereye doğru gidiyor der ve

Rabbinin sanatını görür ve hamd, itaat ve ibadet eder.

Kainatın içinde yaşanan hadiselere bakar, güneş bu

kadar ısıyı nerden alıyor ve bizi ısıtıyor, bulutun bu

yağmuru bize başıboş bir şekilde getirmeye gücü

yoktur perde arkasında başka biri var der, bu kapkara

topraktan bu rengarenk meyvelerin ve sebzelerin

çıkmasına imkan yoktur, bunu yapan biri var der

ve Rabbinin hünerlerini görür ve Elhamdülillah der.

Dünyada ki güzelliklere bakar, nice manzaralar görür

109
ve hayran kalır. Her şey nizamlı ve ihtişamlı bir şekilde

yaratılmıştır. Denizin manzarası, ormanın huzuru,

kuzunun sevimliliği ve nice yaratılmışların güzelliğini

gören Maşaallah, bunlar bu kadar güzelse bunları

Yaratan ne güzeldir der ve yaratılanlarda Rabbinin

cemalin birer yansımasını görür. Buna muhatap

olmak insana verilmiştir, bu ne güzel şereftir. Allah bizi

seçmiş ve bize icraatlarını gösteriyor; ‘Bak ey insan,

güneşi senin emrine verdim ki sana hayat versin,

bulutu senin emrine verdim ki size su getirsin, bütün

bitkileri senin emrine verdim, sana yiyecek, giyecek,

yakacak olsun. Bütün hayvanları senin emrine

verdim, kimisi senden cüssece çok büyük (fil), ama

ben sana öyle bir nimet verdim ki (akıl), sen onunla

o devasa hayvanları kontrol edebilirsin. Onlar da

benim emrimle sana itaat edecektir. İneğin etinden,

sütünden, derisinden, boynuzundan, kemiğinden ve

nice yerlerinden faydalanacaksın. Tavuk da sana

durmadan yumurta verecek. Bütün koyunlar da size

yavrularını feda etmiştir. İşte bak bunların hepsi birer

110
Allah’ın sanatlı bir eseri, bunları senin için yarattı ve

bunun karşılığında senden çok ufak bir şey istiyor;

O’nu tanı, O’nu sev ve itaat et.

Allah’ın tabiki bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok, tam

tersine bizim ihtiyacımız var. Bunu inkar eden insanın

durumu şunun gibidir; bir doktor hastasına ilaç ve

perhiz verse, bu ilaçları kullan, perhizi yap, yoksa

sonun hiç iyi olmaz deyip gönderse. Reçeteyi eline

alan hasta, doktor bu perhizi yapmamı ve ilaçları

almamı neden istiyor, bir çıkarı mı var dese ve banane

ben bu ilaçları kullanmam dese ne olur. Doktora hiç

bir faydası da olmaz zararı da olmaz. Doktor yine

doktordur ama hasta ölür veya büyük bir zarar görür.

Allah vardı ve hiçbir şey yoktu. Allah’ın bir ismi

Samed, yani her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye

muhtaç değil. Bugün gördüğümüz her şey, yıldızından

güneşine, dağından denizine kadar hep yoklukta idiler.

Onları Allah var etti ve Allah, onların var olmalarına

muhtaç değil. Daha sonra canlıları yarattı. Onlara

göz verdi, kulak verdi ve Allah, onların görmelerine


111
ve işitmelerine muhtaç değil. Sonra insanları yarattı,

onlara akıl verdi, kalp verdi. Bu varlık alemindeki

harikaları düşünme ve onları yaratana iman etme

kabiliyeti lütfetti ve Allah, aklın anlamasına da kalbin

inanmasına da muhtaç değil. Kısacası, Allah, yarattığı

mahlukların ne kendilerine ne de yaptıkları işlere

muhtaç değildir. Kainat imtihanını yaratan, bizi bunca

nimetlerle donatan Allah, verdiklerinin karşılığında

çok küçük bir şey istemiştir. Sana verilen yirmi dört

saatin bir saatini bana ayır. Bunun karşılığında seni

daha büyük nimetlere kavuşturacağım. Bunu idrak

edememek ve sana yirmi dört saati verene bir saatini

geri vermemek ne büyük zarardır ve ahmaklıktır. Nasıl

ki askerde her sabah, öğlen ve akşam ictima alınır

ve mazereti olan askerler dışında herkes ictimaya

katılmak mecburiyetindedir. İctimaya katılmayan

asker belli bir süre sonra firari olarak yazılır ve

yakalanma emri çıkartılır. Aynen öyle de; kendinin

askeri bir misafirhanede olduğunu bilen, istenilen

zamanda yani her ezan okunduğunda Rabbinin

112
huzuruna gider ve; ‘işte geldim Rabbim, başka yerlere

de gidebilirdim ama ben sana geldim, sana itaat

ettim, Senin hiç bir şeye ihtiyacın yok, ama benim ve

her şeyin sana ihtiyacım var. İhtiyaçlarımızı gider ve

bizi başkalarına muhtaç etme’ der ve Allah’a ibadet

eder. Kendisini sadece misafirhanede sanan insan

ise, Allah her çağırdığında O’na arkasını döner ve

O’ndan gidebildiği yere kadar kaçar. Ta ki ölüm gelene

kadar... Yani kısaca komutanın o askerin ictimaya

katılmasına hiç ihtiyacı yoktur. Katılmayan asker

komutana hiç bir zarar veremez. Tam tersi o askerin

o ictimaya katılması, yemek, kalacak yer ve techizata

ihtiyacı vardır. Evet firari de dışarı da bunları bulabilir,

ama hep kaçak yaşar, hep endişelidir ve hayatından

çok fazla lezzet alamaz. Yakalanma korkusu peşini

bırakmaz ve yakalandığında da cezasını çeker.’

- Peki kader, bunların hepsi kaderimizde yazılıysa

biz neden sorumlu tutuluyoruz. Allah bizi haksız yere

cehenneme mi atacak?

113
- Öncelikle kaderin ne olduğunu öğrenelim; Kader,

Hak Teâlâ’nın,  ezelden ebede kadar olmuş ve olacak

her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve

mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip,

ona göre takdir etmesidir. Allah Kuran-ı Kerim’de şöyle

buyuruyor; ‘Bilmez misin ki, kuşkusuz Allah yerde ve

gökte ne varsa hepsini bilir. Kuşkusuz bunların hepsi

bir kitapta Levh-i Mahfuzdadır. Şüphesiz bu Allah’a

göre çok kolaydır.’(Hac/70) Allah ezeli ve ebedi

ilmiyle geçmişte ve gelecekte neler olduğunu bildiği

için hepsini yazmıştır ve buna kader demiştir. Bizim

yaratılmamız, nerde doğacağımız, anne ve babamız

kaderimizdir. Bunlar Allah’ın takdiridir ama gittiğimiz

yol, attğımız adımlar hepsi bizim seçimimizdir. Kader

insanlar tarafından yanlış anlaşıldığı için çok yanlışa

düşülüyor. Yani bu hadiseler o kitapta yazıldığı için

yaşanmıyor, Allah yaşanacakları bildiği için oraya

yazmıştır. Şöyle örnek verelim; sen çok tembel

bir öğrencisin, derslerine hiç çalışmıyorsun, bütün

sınavların hep sıfır. Öğretmenin sınavdan önce ‘bu

114
gene sıfır alacak ben buna şimdiden not defterine

sıfır yazayım’ dese ve sen sınavda tekrar sıfır alsan.

Öğretmenin de sana not defterini gösterse, ben senin

sıfır alacağını bildiğim için daha önceden yazmıştım

dese. Senin ‘ya öğretmenim neden sıfır yazdınız, ben

bu yüzden sıfır aldım’ demeye hakkın var mı? Tabiki

de yok, çünkü sen sınava çalışmadın. Bu misalde

sınav kaderdir, senin de ders çalışmayıp sıfır alman

senin cüzi iradenin sonucudur. Burda suçlu olan

sınavdan önce oraya yazılan sıfır değil senin ders

çalışmaman. Örnekler çoğaltılabilir; kavga eden iki

kişiden biri masanın üstündeki bıçağı alsa ve adamın

karnına saplayıp öldürse. Mahkeme edildiğinde

kaderim böyleymiş dese işin içinden sıyrılabilir mi?

Sen kendi iradenle oradan bıçağı aldın ve adama

sapladın. Belki onların orada olmaları, birbirleriyle

karşılaşmaları kader olabilir, ama adamın o bıçağı

ona saplaması tamamen kendi iradesi, anlık siniridir.

Burada insana düşen sinirine hakim olmasıdır.

İman yönünden örnek verecek olursak; müslüman

115
memleketlerinde binlerce ateist var. Bunlar tamamen

kendi iradeleriyle inanmıyorlar. Ama İngilterede

yaşayan John, Almanyada yaşayan Helga kendi

iradesiyle araştırıyor ve İslamı seçip Allah’a ibadet

ediyor. Bu misalde senin İslam memleketinde doğman

kaderin, ama Allah’a inanmaman tamamen senin

kendi istemenledir. John ve Helganın kaderi ecnebi

memleketinde doğmak, İslamı araştırıp Müslüman

olmaları tamamen kendi iradeleridir. Bu durumda

hiç bir haksızlık yoktur, Allah kimseye haksız yere

zulmetmez, hiç kimseyi haksız yere cehenneme

göndermez. Çünkü Allah adaletlidir...

- Kimin cennete veya cehenneme gideceğini

biliyorsa neden direk bizi cennete ya da cehenneme

göndermedi?’

- Sen cehennemde yaratılsaydın ve ateşin içine

atılsaydın şunu demez miydin; Rabbim benim suçum

ne ve bana neden azab ediyorsun? Ve sana denilse;

biz seni dünyaya gönderseydik kötü işler yapacaktın

116
ve bana inanmayacaktın. Ben de senin böyle

olduğunu bildiğim için direk cehenneme attım. Senin

cevabın elbette ki; ama bu haksızlık, beni dünyaya

gönderseydin iyi işler yapardım ve sana itaat ederdim

demek olmayacak mıydı? O zaman bu imtihanda hiç

bir abes bir şey yok ve hiç bir şey gereksiz değil.’

- Peki o zaman dünyada bu kadar kötülükler yaşanıyor,

insanlar birbirini öldürüyor, küçük çocuklara tecavüz

ediliyor. Allah bütün bu olanlara neden izin veriyor.

Bunları durdurmaya gücü yetmiyor mu yoksa

durdurmak mı istemiyor? Nedir bu işin sırrı?

- Allah bir şeyi yaratırken hayırlı neticeler

vermesi için yaratmıştır. Kainattaki düzene

baktığımızda hiç bir eksikliğe ve başı bozukluğa

rastlanmamakta ve kainattaki düzeni gören her

akıl sahibi Allah’ın büyüklüğünü tesbih etmekten

kendisini alamamaktadır. Ancak insanlar kainatta

yaratılan bu hayırlı şeyleri kendi iradeleriyle şerre

çevirebilmektedirler. Mesela ateşin yaratılması

117
hayırdır. Ancak bir insan gidip elini ateşin içine

sokarsa, ateş o insan hakkında şer olmuş olur. Halbuki

Allah ateşi, insanlar onunla ihtiyaçlarını görebilsinler

diye yaratrmıştır. Ancak o insan kandi iradesiyle elini

ateşe sokmuşsa artık Allah neden bu ateşi yaratmış,

neden bu ateş benim elimi yaktı, Allah neden buna

müsade etti gibi bir iddiada bulunmaz. Çünkü Allah’ın

kainatta koymuş olduğu kanunlar vardır. Ona riayet

edersen menfaat elde edersin, riayet etmezsen zarar

görürsün. İnsana gelince, Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile

Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmış

ve kötülüklerden, fuhşiyattan, azgınlıklardan uzak

durmasını emretmiş ve buna uymayanları şiddetli bir

azabla cezalandıracağını buyurmuş ve yüz binden

fazla peygamber göndererek insanları her hususta

ikaz etmişlerdir. Ancak vazifesini yapmayıp ve bu

emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu

yapıklarının cezasını çekecektir. Allah’ın bu dünyada

kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan

dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan

118
salonudur ve yanlış yapana da doğru yapanada

müsade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale

olsaydı bu imtihan salonunun bir anlamı olmazdı.

Sevap işleyenlarin başına güller saçılsaydı ve günah

işleyenlerin başına da dikenler atılsaydı, artık bu

dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacaktı. Musibete

uğrayan kişiye gelince,  bu musibet netice itibariyle o

insan hakkında rahmet olacaktır. Eğer günahları varsa

onlara keffaret olacaktır. Günahı yoksa gelecekte

işleyeceği günahlara keffaret olacaktır. Ayrıca başına

gelen bu musibetler belkide onun Cennete gitmesine

vesile olacaktır. Yani Allah o musibetzede kuluna

rahmetiyle muamele edecek, vereceği mükafatlar o

musibeti hiçe indirecektir. Bizler olayların içyüzünü

bilemediğimiz için, zahiren kötü olan bir olayı hemen

kötüye yorumlayıp neden bu böyle oldu, neden şöyle

oldu diye itiraz etmekteyiz. Elbette bela ve musibet

istenilmez. Ancak geldiği zamanda isyan değil

sabredip şükretmek ve mükafatını düşünüp  “kahrında

hoş lutfunda hoş”  diyebilmektir. Bu kulluğun üst

119
mertebesidir.

Elbette bir çocuğun tecavüz edilip, işkence görmesini

istemeyiz. Allah zalimleri iki cihanda da kahreylesin.

Bu suçu işleyen tamamen cüzi iradesini kullanıp,

eylemi gerçekleştirir. Burada Allah’ı suçlamak

tamamen yersizdir. Ateistler Allah’a inanmasa da

suçu işleyen insandır, inansa da yine insandır.

- Peki bu şeytan; Allah sonsuz rahmet sahibiyse

şeytanı neden yarattı? Bu insanlara kötülük değil

midir?

- Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan

meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları

yaratmıştır. Bu iki varlıktan başka, hem melekleri

geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan

hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma

özelliğindeki insanı yaratmıştır. İşte böyle bir varlığın

hangi özellikleri taşıdığının anlaşılması için şeytan

yaratılmıştır. Mesela, altın ve bakırın karışık halden

ayrılması için ateşte kaynatılması gibi, insan denen

120
varlığın iyi ve kötü huylarının birbirinden ayrılması,

iyi huylu Ebu Bekir (ra) ile kötü ruhlu Ebu Cehil’in

anlaşılması için Allah şeytanı ateşten yaratmıştır.

Mesela ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için

toprağa atılması gerekiyor. Görünüşte toprak altı

karanlık ve sıkıcıdır, ancak ağaç olmanın yolu oradan

geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor.

İşte Allah, cennet ambarında duran Babamız Adem

Peygamberi (as) dünya tarlasına gönderdi ve ağaç

olarak cennete dönmesi için de şeytan ateşine

oturtuyor, ibadet toprağına gömüyor. Böylece ağaç

olarak cennete geri dönüyor. Diyelim ki benim elimde

bin on tane çekirdek var. Ben bu çekirdekleri toprağa

ekiyorum. Bu çekirdekler su ile tepkimeye giriyor ve

neticesinde bin tanesi bozuluyor. Sadece on tanesi

filizlenip ağaç oluyor. Ben bu durumda zarar ettim

diyebilir miyim? Tabii ki de diyemem, çünkü bozulan

bin çekirdeğin yerine milyon çekirdek verecek on

ağaç var ortada. Hatta ben o bin çekirdek bozulacak

diye çekirdekleri toprağa ekmekten vazgeçersem

121
ne kadar hikmetsiz bir iş yapmış olurum sen hesap

et. Eğer çoğunluk şeytana aldanıp, kötü yolu tercih

edip bozulacak diye Allah şeytanı yaratmasıydı; tüm

insanların makamı sabit kalırdı, tıpkı melekler gibi. Bir

kısım insanların manevi olarak filizlenip koca ağaçlar

olmasına dur denilmiş olurdu. Böyle bir hikmetsizliğe

elbette Hakîm olan Rabbimiz müsaade etmez.

Bizim durumumuz da böyledir. Şeytanın yaratılması

hayırdır, güzeldir.  Ama onun sözünü tutmak kötüdür.

Mesela, yemeğin ateşte pişmesi güzeldir. Ama aynı

ateşe elini uzatırsan yakar, düşmanın olur. Şeytan da

cennetimizi pişirmek için yaratılmıştır ve yaratılması

güzeldir. Ama ona elimizi kaptırmak kötüdür. Bilirsin

ki elmasla kömürün aslı karbondur. Ancak diziliş

farklılığından dolayı biri elmas diğeri kömür oluyor.

İşte insanın aslıda birdir, babası Adem (as), yapısı

topraktır. Ama diziliş farklılığından biri elmas gibi,

diğeri de kömür gibi oluyor. Bu farklılığı göstermek,

kimin elmas, kimin de kömür olduğunun anlaşılması

için şeytan yaratılmıştır. Elbette elmasın ve kömürün

122
nereye gideceğini söylemeye gerek yoktur. Yani,

şeytanın yaratılması kötü değildir, şeytana uymak

kötüdür.

Peki şeytan yaratılmasaydı, hepimiz cennette mi

olurduk? İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran

hadiselerden birisi de, Hz. Âdem (as)’in cennetten

çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de

şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına

şöyle bir soru gelmektedir: ‘Eğer şeytan olmasaydı,

Hz. Âdem cennette kalacak ve biz de orada mı

bulunacaktık?’ Bu konunun izahında, Cenab-ı

Hakk’ın, Hz. Âdemi (as) yaratmadan önce meleklerle

olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara sûresinde

şöyle anlatılmaktadır:

‘Hani, Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halife

yaratacağım dedi. Onlar, Bizler hamdinle sana

tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde

fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı

halife kılıyorsun, dediler. Allah da onlara, sizin

123
bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim dedi.’ 

(Bakara, 2/30)

Ayet-i kerimenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı

Hak daha Hz. Âdemi (as) yaratmadan önce insan

nevini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir.

Yani insanların cennette değil de, dünyada

yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdemi

aldatması, insanın dünyaya gönderilmesine sadece

bir sebep olmuştur. Diğer taraftan, meleklerden farklı

olarak insana nefis ve şehevi hisler verilmiştir.  Bu

hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya

gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve

bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu

imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet

alsın, yahut cehenneme ehil olacak bir vaziyete girsin.

Bir serçeyi düşün, yeni uçmaya başlamış, fazla bir şey

bilmiyor. Birden karşısına bir şahin çıkar ve kovalar.

Şahinden kurtulabilmek için manevralar yapar, en

hızlı uçuşunu, en şiddetli inişini yapar ki, şahinden

124
kurtulabilsin. Böyle böyle serçe usta bir uçucu, müthiş

manevralar yapabilen bir kuş haline gelir. Aynen öyle

de şeytandan kaçan, onun tuzaklarına düşmeyen

insan kamil, olgun bir mertebeye ulaşır, cennete layık

olur. Tembellik eden, şeytanın her türlü hadiselerine

kanan insan da, cehennemin dibini boylar.

Bir tıp sınavını düşün ki, açık öğretim sınavıyla bir

tutulabilir mi? Doktorluk sınavı çok daha zordur.

Bunun için çok büyük bir emek, çalışma, akıl ve zeka

ister. Peki bu sınavı hazırlayan uzmanlar neden en

zor soruları soruyorlar, öğrencilere zulmetmek için

mi? Hayır!!! Doktorluk sınavında en zor sorular sorulur

ki, en iyi öğrenciler bulunabilsin, iyi hastanelere

yerleştirilsin ve insanlığa bir faydaları olsun. Allah’ın

şeytanı yaratması da doktorluk sınavı gibidir, dersine

çalışan, hakeden doktor olsun. Allah’a itaat eden de

cennetin varisi olsun...’

- Kur’an’da pek çok ayette geçen “kalplerin

mühürlenmesi” ne demektir? Kalbi mühürlenen bir

125
insan, iman etmemekten nasıl sorumlu tutulabilir?

- Eğer bir insan küfürde, inkarda ve şirkte şiddetle

devam ediyorsa, Allah’a karşı savaş açtıysa,

inananları gittikleri yoldan döndürmeye çalışıyorsa

ve bu insanın bütün gayesi hakikatı aramak değil,

insanlara zulmetmek ve inandıklarıyla dalga

geçmekse Allah neden ona hidayet etsin ki?!!! Allah

Kuran-ı Kerim de böyle insanlardan bahsediyor.

Ateist, müşrik ve günahkar olup da, sonra tövbe

eden ve İslama giren hiç yok mu? Hz. Ömer, kızını

diri diri toprağa gömen azılı bir müşrikken, İslamla

şereflendikten sonra bir adalet örneği olmuştur.

Ya da araştır günümüzde ‘İslamiyeti seçenler’

diye göreceksin, binlerce insanların hikayelerini

dinleyeceksin. İnsanlar akın akın islamiyete geliyorlar.

Allah onların kalbini mühürlemiş olsaydı onlar İslam’a

kavuşabilirler miydi? Yani Allah O’nu arayanı, hakikate

kavuşmaya dileyeni, merhametli olanı affediyor ve

kalbini mühürlemiyor. Allah’ın kalbini mühürledikleri

azgın insanlar, kafirler ve müşrikler, davalarında

126
ısrar edenler. En yakın örnek sensin mesela; hakikati

arıyordun, bir şeylerin ters olduğunun farkına

varmıştın, çevrendeki diğer insanlar gibi değildin

sen aklın hep acabalarla doluydu, öyle değil mi?

Bak şimdi İslam kapısını açtın ve son bir adımın

kaldı. Bir şehadet ile bütün dertlerin bitecek, yeni

doğmuş bir bebek gibi olacaksın, için huzur dolacak.

Demek ki Allah senin gibilerin kalbini mühürlemiyor;

nerde inkarın ileri gelenleri varsa onların kalbini

mühürlüyor ki, onlar da bu mühürü sonuna kadar

hakediyorlar. Çünkü sizin Allah’a yüklediğiniz suçların

hepsini bu insanlar hiç acıma duygusu olmadan

gerçekleştiriyorlar. Birinci ve ikinci dünya savaşını

kim gerçekleştirdi? Peki şu an yaşanan savaşlar ve

öldürülen binlerce insan. Görmüyor musun çocukların

cesetleri kıyılara vuruyor. Kim bunların sebebi? Tabi

ki dünyadaki servetin yüzde seksenini elinde tutan

para babaları. Sen Allah’a inansanda bu işi bunlar

yapıyor, inanmasanda bunlar yapıyor. Ve görmüyor

musun ki mazlum çektiği çileyle ölüyor, zalim ise

127
izzetiyle ölüyor. Ne mazlum bir mükafat alıyor, ne de

zalime bir ceza veriliyor. Eğer sen Allah yok dersen

o öldürülen bütün mazlumlara zulm ediyorsun ve

zalime iyilik ediyorsun. Bir Allah olacak ki; mazluma

mükafatını versin, zalime de cezaların en büyüğünü

versin. Onun için diyorum ki; zalimler için yaşasın

cehennem... ve şu ayeti sakın unutma;

“Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz

sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle

bakakalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim 42)

Dayımın cevapları karşısında gönlüm öyle ferahlıyor

ki adeta sırtımdan tonlarca yükler kaldırılıyor. Sanki

ayaklarımın altına pamuklar seriliyor ve sanki yeniden

doğuyormuş gibi hissediyorum. Şu an ağlamamak

için zor tutuyorum kendimi.

- Peki neden İslam dayı? Musevilik, Hristiyanlık,

Hinduizm, Budizm bir sürü din var, neden İslam’ı

seçmeliyim. Ya da bir sürü tanrı var, mitoloji de geçen,

ben hangisine inanacağım; Allah mı, zeus mu, atena

128
mı, bir sürü tanrı var ben hangisinin gerçek olduğunu

nerden bileceğim? Evet sen Allah’ı güzelce anlattın

bana ama bu tanrılar da ne, başka bir yaratıcı olabilir

mi?’

- Önce şu sahte tanrılardan başlayalım. Şu adını

saydığın yunan mitolojisindeki tanrı diye adlandırılan

adamları bi araştır; hep çırılçıplak heykelleri var,

o onun oğlu, o onun bilmem nesi. Bu kadar saçma

bir şey olabilir mi? Adamlar halkına sihirle ya da

büyüyle veya kandırarak bir güç gösterisi yapmış ve

kendilerini tanrı ilan etmiş. Firavun ailesi de aynen

öyle; halkını kandırmış ve sihirbazlarının aracılığıyla

olağanüstü güçler sergilemiş ve zamanla tanrılık ilan

etmiş. Bak hepsinin akıbetine; çoğu mumyalanmış,

çoğu bir heykel yapılıp sağa sola savrulmuş. Bir

yaratıcı böyle olamaz! Mesela bir tanesini ele alalım;

şifa tanrısı imhotep... Adı barışla gelen ve barış

getiren anlamına geliyor. Milattan önce iki bin altı

yüz elli yılında doğdu. Tarihçilere göre ilk mimar,

mühendis ve tabip sayılabilir.  Mısır  kralı’nın vekili,

129
doktor, yukarı Mısır’da kraldan sonra gelen ilk kişi,

büyük sarayın idarecisi, heliopolisin baş rahibi, inşa

eden, baş marangoz ve baş heykeltraş sıfatlarından

bazıları. Şayet hayatı dolu dolu geçirmek diye bir şey

varsa şüphesiz İmhotep bunun ne manaya geldiğini

hepimizden çok daha iyi biliyordu. Sakkara’da

bulunan basamaklı piramitin ilk mimarı olduğu gibi

bir binayı ayakta tutmak için kolon kullanan ilk insan

olduğu da söyleniyor. Bir çok hastalığı inceledi,

bitkilerden ilaçlar yaparak insanların kullanmasını

sağladı. Bazı buluşları Mısırlılar için gerçekten büyülü

kabul ediliyordu. Öldükten sonra Mısır halkı kendisini

bir Tanrı olarak kabul etti.

Ancak İmhotep’i bir tanrı olarak kabul eden sadece

Mısırlılar değildi. Yunanlılar tarafından Sağlık Tanrısı

Asklepios’un bir yüzü olarak kabul edilmesinin yanı

sıra erken dönem Hristiyanlar da İmhotep’i İsa’nın bir

görünümü olarak kabul ederek tapmaya başladılar. Bu

inanış daha sonra yok olsa da İmhotep’in yüzyıllara

hakim olan etkisini anlamak açısından zihin açıcı

130
olduğuna kuşku yok.

Bak; adamlar her şeye bir Tanrılık makamı vermişler.

Sen şunu yaptın şifa tanrısı ol, sen güçlüsün savaş

tanrısı ol, sen çok tatlısın aşk tanrısı ol... Bu kadar

kolay değil Tanrı olmak. İlk yaratılan insandan

itibaren adı birdir ve her gelen peygamber bir tek

ismi zikretmiştir; “La ilahe illallah” O ne bir mumyaya

sığabilir ne de bir taşla tasvir edilebilir. Benim Rabbim,

Tanrım, Yaradanım, güneşi doğudan doğdurur ve

batıdan batırır. Hadi bu tanrı olduğunu iddia edenler

de batıdan doğdursunlar da görelim.

Örnekler çoğaltılabilir, tarih boyunca gücü ve serveti

elinde tutan, nice zalim hükümdarlar, çevresindeki

şakşakçılarının da tesiriyle kendini hiç çekinmeden

tanrı ilan etmiştir. Ama gel gör ki kendine ilahlık veren

Nemrud, burnundan içeri giren küçük bir sivrisineği alt

edememiş ve kafasını vura vura kendini öldürmüştür.

Bak ilahlık iddia edenlerin haline; “La ilahe illallah”

Diğer dinlere gelince; Bütün dinler hep aynı temel

131
esaslar üzerinde durmuş ve aynı hakikatlere vurguda

bulunmuşlardır. Allah tarafından gönderilen her

peyganber, temel disiplinler açısından  o günün

şartlarına ve zamanın ihtiyaçlarına uygunluk

çerçevesinde bir öncekinin devamı ve daha

mükemmeli gibi davranmış, önceki peygamberlerin

mesajını tekrar etmiş, ahvâl ve şerâite göre ikmalde

bulunmuş, tafsil isteyen hususları açmış ve hep aynı

konular etrafında yoğunlaşmıştır:  Tevhid, nübüvvet,

haşr ve ibadet  her peygamberin en birinci meselesi

olmuştur. Evet, üslûp, ifade tarzı, beyan ve eda

farklılığı mahfuz, yukarıdaki esaslar hemen bütün

enbiya ve mürselînin mesajının özünü teşkil etmiştir,

etmektedir.

Kur’ân’ın mesajı, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem

(as)’den itibaren başlayan vahyin bir devamıdır. Zira

Allah katında bütün dinlerin esası bir olup, o da 

İSLÂM’dır:

“Allah katında din, İslâm’dır.…”  (Âl-i İmran, 3/19)

132
Değişik dönem ve yerlerde gelen peygamberler,

birbirlerini reddetmedikleri gibi, Hz. Muhammed

(s.a.s) de bunlardan hiçbirini reddetmemektedir:

“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi

ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri

Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman

etti. ‘O’nun resûllerinden hiçbirini diğerinden ayırt

etmeyiz.’  dediler ve eklediler:  ‘İşittik ve itaat ettik

ya Rabbena, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır...’  ” 

(Bakara, 2/285)

“De ki:“Allah’a, bize indirilen (Kur’ân)e, İbrâhim’e,

İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kûb’a ve torunlarına indirilene,

Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden

verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark

gözetmeyiz, biz O’na teslim olmuşlarız.”  (Âl-i İmran,

3/84)

Hz. Muhammed (s.a.s.), bilakis bütün önceki

peygamberlerin bir devamı, risaletlerinin

tamamlayıcısı gibidir. Ancak şu farkla ki, kendisinden

133
sonra bir peygamberin gelmesi mümkün olmayıp,

o, peygamberlerin sonuncusu ve dolayısıyla İlâhî

Mesaj’ı evrensel boyutlara taşıyandır.

İnsanı yaratan, onu en ince noktalarına kadar

bilen, ihtiyaçlarını karşılayan Allah, her dönemdeki

insanlara gerekli mesajı ulaştırmış, son noktayı Hz.

Muhammed (s.a.s.) ile koymuştur. Demek ki bundan

sonra peygamber gelmeyecek, vahiyde değişiklik

olmayacak ve insanlar bu son vahiyle hayatlarını

sürdüreceklerdir:

“..Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi

tamamladım. Ve din olarak size İslam’ı seçtim...” 

(Mâide, 5/3)

“Kim İslam’dan başka bir din ararsa,  (bu din)  ondan

asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de

hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”  (Âl-i İmran, 3/85)

“Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası

değildir. Ama Allâh’ın Resûlü ve peygamberlerin

sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” 


134
(Ahzab, 33/40)

İslâm dini,  insanlığı maddî ve manevî kemalâta

kavuşturan ve beşerin saadet ve selametini temin

eden bütün esasları içerir. Ona intisap eden fert ve

cemiyetleri feyizden saadete, saadetten tekamüle

sevk eder. Hayatın korunmasına büyük önem verir.

Fert ve toplumun huzurunu bozmaya çalışanları en

şiddetli cezalara çarptırır. Birlik ve beraberliği, ihsanı

ve yardımlaşmayı emreder. Toplum hayatını anarşi ve

terörden izale eder.

İslam güzel ahlâkı, bütün şubeleriyle, beşerin

istifadesine sunar. Hiçbir meselesi yoktur ki, binlerce

faydası bulunmasın, maddî ve manevî hastalıklara

birer deva, birer şifa olmasın. İslâm dini ilim ve hikmete

istinat eder; akıl sahiplerini kendi iradeleriyle hayır ve

saadete sevk eder. Cehaleti en büyük düşman kabul

eder; insanları daima tefekküre teşvik eder. İslâm

dininin bütün insanlığa ne büyük bir rahmet olduğunu

anlamak için, dünyanın Asr-ı saadetten önceki ve

135
ondan sonraki halini nazara almak lazımdır.

İslâmiyet’ten önce, bütün dünya cehalet ve

dalaletin, terör ve anarşinin insafsız pençeleri

altında kıvranıyordu. Dünyayı kavuran bu vahşet

ve dehşetten Arap yarımadası da hissesini almıştı.

İnsanlar kız evlatlarını diri diri toprağa gömmekle

iftihar ederlerdi. Hurafelere inanırlar ve kendi elleri ile

yaptıkları putlara tapar, onlardan yardım dilerlerdi.

O karanlık dönemde,  Kur’an’ın nuru Arap

Yarımadasının bir köşesinden güneş gibi tulu etti.

Küfür ve zulmün en kesif tabakalarını parçaladı. Ulvî

tecellisiyle gözleri kamaştırdı, feyiz ve hidayetiyle

ruhları temizledi, akılları parlattı, vicdanları

ziyalandırdı. Şirki kaldırıp kalplere tevhidi yerleştirdi.

Zulmü kaldırıp yerine adaleti tesis etti. Sinelerden kini

ve düşmanlığı çıkardı, yerlerine muhabbet, şefkat ve

merhameti yerleştirdi.

Kur’an’ın bu tesiri yalnız Asr-ı saadete münhasır

kalmamıştır. Ondan sonra da hangi millet İslâmiyet’i

136
kabul etmiş ve hayatına tatbik etmişse hem ilim ve

irfanda, hem de sanayi ve ticarette ilerlemiş ve diğer

milletlere örnek olmuştur. Bunun en parlak misalleri,

Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleridir.

Diğer kitaplarda da (Tevrat ve İncil) Hz. Muhammed’in

geleceği bildirilmiş fakat yahudiler bunu kabul

etmemiştir. Çünkü peygamberliğinin devamının

kendilerinden olması gerektiğini savunmuşlardır.

Kitaplar tahrif edildiği halde peygamberimizin

işaretlerini komple yok edememiş ve bize birer ipucu

kalmıştır;

“Mesih şöyle dedi: Artık ben sizinle çok söyleşmem.

Çünkü bu alemin reisi geliyor...Bende asla onun

nesnesi yoktur...”  Yuhanna İncili bab:14 ayet 30

“Eğer beni seviyorsaniz emirlerimi tutarsınız. Ben

Rabbe yalvaracağım ve o size başka bir tesellici,

hakikat ruhunu verecektir; ta ki daima sizinle

beraber olsun...”  Yuhanna bab:14 ayet:15-16:

137
“Ben size hakkı söylüyorum. Benim gitmem

sizin için hayırlıdır. Çünkü ben gitmezsem

Faraklit size gelmez...”  yuhanna bab:16 ayet:7: 

“Faraklit geldiğinde bütün alemi hataları sebebiyle

kınar ve onları terbiye eder...”  yuhanna bab:16 ayet:8 

“Faraklit geldiğinde benim için şahitlik

edecektir ve siz de bana şahitlik

edersiniz...”  yuhanna bab:15 ayet:26-27 

(Hz Muhammed Hz İsa’nın Allah’ın bir peygamberi

olduğuna şahitlik etmiştir.)

“Faraklit geldiğinde cümle alemin hatalarını kınar”

(Yuhanna Bab 16, Ayet 8)

“”Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum;

benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü, gitmezsem,

Tesellici size gelmez; fakat gidersem, onu size

gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah için, salâh için,

ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir. Günah için;

138
çünkü bana iman etmezler. Salah için; çünkü Babama

gidiyorum, ve artık beni göremezsiniz. Ve hüküm

için; çünkü bu dünyanın reisinde hükmedilmiştir.

Size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi

dayanamazsınız. Fakat o, hakikat Ruhu, gelince,

size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden

söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek; ve

gelecek şeyleri size bildirecektir.”(Yuhanna, 16/7-13

Yukarıdaki tercümeden farklı olarak Faraklit yerine

Tesellici ve Hakikat Ruhu tanımlamaları kullanılmış). 8

İşte bunlar İncil’de bulunan bazı işaretlerdir. Bir de

Tevrata göz atalım;

Her şeye egemen Efendiniz diyor ki;  “Bir kere daha,

vakit azdır ve Ben göklerle yeri, denizle karayı

sarsacağım… Ve bütün milletleri sarsacağım ve

bütün milletlerin  Himada’sı gelecek ve bu mabedi

şanla, şerefle dolduracağım.”  der.(Eski Ahit Haggay

2, ayet 6-7)

8 (http://www.barnabas-incili.com/Tevrat-ve-incilden-isaretler/)
139
Geleceği müjdelenen ve Tevrat’ın bu bölümünün

orijinal metninde geçen  “Himada”  kelimesi,

Arapça’da geçen  Muhammed  ismiyle aynı köklerden

ve  Ahmed  isminin harfleri olan “Ha, Mim ve Dal”

harflerinden oluşmaktadır ve genel olarak aynı

anlamları taşımaktadır. Böylece Hz. Muhammed

(asv)’ın ismi veya isminin anlamını veren kelime,

ayetin ifadesinde; gelecekte oluşacak görkemli bir

olay ile beraber anılmaktadır.

Acaba Eski Ahit’ten sonra gelen ve Allah’ın varlığını

milyarlara yayan Hz. Muhammed (asv)’in  gelişinden

daha görkemli ne olabilir! Demek, Tevrat’ın bu ayeti,

Peygamberimiz (asm)’dan ve onun ile meydana

gelecek müthiş ve görkemli hadise olan İslam’ın

bütün devletleri sarsarak dünyaya galip gelmesinden

haber vermektedir.

Eski Ahit, İşaya bölümü 42, adeta Peygamber

Efendimiz (asm)’ı anlatmakta ve O’nun geleceğinden

haber vermektedir... İlk önce Eski Ahit’in bu bölümünü

140
okuyalım ve daha sonra Tevrat’ta geçen bu ifadeleri

tahlil edelim:

“İşte kendisine destek olduğum, gönlümün kendisinden

razı olduğu seçtiğim kulum. Ruhumu  (yani Cebrail’i)

onun üzerine koydum. Milletler için adaleti meydana

çıkaracaktır… Bağırıp çağırmayacak. Sokakta sesini

yükseltmeyecek… Ezilmiş kamışı kırmayacak ve tüten

fitili söndürmeyecek. Adaleti sadakatle ulaştıracak…

Yeryüzünde adaleti sağlayana dek cesaretini

yitirmeyecek ve kıyı halkları O’nun kanunlarını

bekler… Gökleri yaratıp, onları yayan, yeryüzünü ve

ürününü seren, Dünya’daki insanlara soluk, orada

yaşayanlara ruh veren Efendiniz Allah diyor ki: Ben

Efendin, Seni doğrulukla çağırdım. Elinden tutacak,

seni koruyacağım, seni halka antlaşma ve uluslara ışık

yapacağım… öyle ki kör gözleri açasın, zindandaki

tutsakları ve cezaevi karanlığında yaşayanları özgür

kılasın… Ben Efendinim. Adım budur. Onurumu bir

başkasına, övgülerimi putlara bırakmayacağım…

Bakın önceden bildirdiklerim gerçekleşti. Şimdi

141
de yenilerini bildiriyorum, bunlar ortaya çıkmadan

önce size duyuruyorum… Ey denizlere açılanlar ve

denizlerdeki her şey, kıyılar ve kıyı halkları! Efendinize

yeni bir ilahi söyleyin. Dünya’nın dört bucağından

onu ezgilerle övün… çöl ve onun şehirleri, Kedar’ın

oturduğu köyler seslerini yükseltsinler. Selada

oturanlar terennüm etsinler, dağların doruklarından

bağırsınlar…”

Eski Ahit İşaya bölümü 42’de geçen gelecek ile ilgili

bu anlatımlar Peygamberimiz (asm) ile büyük bir

uyum göstermektedir. Hem bu hadiselerin ileride

olacağının söylenmesi de çok önemlidir. Demek ki bu

müjde Hz. Musa (as) zamanında ve daha önce açığa

çıkmamıştır. Gelecekte vaki olacaktır… Şimdi bu

müjdenin Peygamberimiz Hz. Muhammed olduğunu, 

bu ifadeleri  birer birer inceleyerek görelim:

a. “İşte kendisine destek olduğum, gönlümün

kendisinden razı olduğu, seçtiğim kulum. Ruhumu

(Cebrail’i) onun üzerine koydum. Milletler için adaleti

142
meydana çıkaracaktır.”(Eski Ahit İşaya 42, Ayet: 1)

Tevrat’ta geçen bu cümle, her kelimesiyle

Peygamberimiz (asm)’e işaret etmektedir. Zira Allah

Ona destek olmuş, ondan razı olmuş ve insanlar

üzerine Onu seçmiştir. Ayrıca Cebrail (as)’ı Ona

göndermiş ve milletler içinde adaleti onunla meydana

çıkartmıştır. Demek bu ifadede geleceği müjdelenen

zatın beş sıfatı da Efendimiz (asm)’de mevcuttur.

Öyleyse Tevrat’ın bu cümlesi her kelimesi ile Efendimiz

(asm)’i müjdelemektedir.

b. “Bağırıp çağırmayacak. Sokakta sesini

yükseltmeyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak ve tüten

fitili söndürmeyecek. Adaleti sadakatle ulaştıracaktır...” 

(Eski Ahit İşaya 42, Ayet: 2 ve 3)

Tevrat’ta geçen bu ifadelerde Efendimiz (asm)’ın

güzel ahlakından haber vermektedir.  Kur’an ayetleri

Efendimiz (asm)’ın bu vasfını “Muhakkak ki sen üstün

bir ahlaka sahipsin.” ifadesiyle beyan buyururken,

Tevrat’ta da bu şekilde haber verilmektedir. Demek

143
geleceği müjdelenen Zat, üstün bir ahlakın sahibi

olacaktır. Efendimiz (asm) ise dost ve düşmanın

tasdikiyle böyle üstün bir ahlaka sahiptir.

c.  “Yeryüzünde adaleti sağlayana dek cesaretini

yitirmeyecek ve kıyı halkları O’nun kanunlarını

bekler…”  (Eski Ahit İşaya 42, Ayet: 4)

Tevrat’ın bu cümlesi de Efendimiz (asm)’dan haber

vermektedir. Zira Efendimiz (asm) daha hayatta

iken yeryüzüne hâkim olmuş ve adaleti sağlamıştır.

Ve asla cesaretini kaybetmemiştir. Hatta “Allah seni

insanlardan koruyacaktır.” ayeti kerimesi indiğinde,

çadırının önünde nöbet bekleyen sahabeleri dahi

göndermiş ve onlara; “Artık beni Allah koruyacak, sizin

beklemenize gerek yok.”  demiştir. Ve yeryüzünde,

zulüm ile adeta işkence gören insanlar ve milletler,

adaleti sağlayacak bu zatı beklemişlerdir. Demek

bu ifade Efendimiz (asm)’ın cesaretinden, adaleti

sağlayacağından ve kıyı halklarının onun kanunlarını

beklemelerinden haber vermekle, Efendimiz (asm)’a

144
işaret etmiş, hatta Efendimiz (asm)’ı tarif etmiştir.

ç.  “Ben Efendin, seni doğrulukla çağırdım. Elinden

tutacak, seni koruyacağım, seni halka antlaşma ve

uluslara ışık yapacağım...”(Eski Ahit İşaya 42, Ayet: 6)

Tevrat’ta, geleceği müjdelenen O zatın, Allah’ın

tarafından korunacağından bahsedilmiş ki, Allah’ın

Efendimiz (asm)’ı en zor zamanlarda, hatta

kurtulmanın imkânsız olduğu en zor durumlarda

koruduğu ve Onu selamete çıkardığı tarihçe

malumdur. Hatta hicrette, saklandığı mağarada,

müşrikler tarafından yakalanması an meselesi iken

ve yanındaki sadık dostu Hz. Ebubekir (ra), Onun

için gözyaşı dökerken, O metanetle sadık dostuna 

“Korkma, Allah bizim ile beraberdir.” diyerek, bu

ilahi korumanın varlığını bildirmiştir. Efendimiz

(asm)’ın hayatının her safhasında bu ilahi koruma

görülmektedir.

Ayrıca Efendimiz (asm), halkların anlaşmasına

vesile olmuştur. Onun ile kan davaları son bulmuş,

145
düşmanlar kardeş olmuştur… Ve yine Efendimiz

(asm) ile uluslar yollarını bulmuş, adeta onlara ışık

olmuştur. Demek Tevrat’ta geleceği müjdelenen

zatın üç vasfı ki: I. Allah’ın onu koruyacağı, II. Halka

anlaşma, III. Uluslara ışık olacağı, Efendimiz (asm)’ın

herkesçe malum olan sıfatlarıdır.

d.“Öyle ki kör gözleri açasın, zindandaki tutsakları

ve cezaevi karanlığında yaşayanları özgür kılasın…

”(Eski Ahit İşaya 42, Ayet: 7)

Tevrat’ın bu cümlesi de Efendimiz (asv)’den haber

vermektedir. Zira Onunla körelmiş gönül gözleri

görmüş ve hasta gönüller iyileşmiştir. Onunla

nefsin tutsakları özgür kalmış ve şirkin karanlığında

yaşayanlar tevhit ışığına kavuşmuştur.

e.“Ben Efendinim. Adım budur. Onurumu bir

başkasına, övgülerimi putlara bırakmayacağım...” 

(Eski Ahit İşaya 42, Ayet: 8)

Tevrat’ta geçen bu ifade çok manidardır. Çünkü

Allah Teâlâ bu ayetiyle, göndereceğini müjdelediği


146
zatın, putperestliği yok edeceğini haber vermektedir. 

Peygamberimiz (asm)’ın da en büyük mücadelesi

putperestler ile olmuş ve Mekke’yi fethettiğinde ilk iş

olarak Kabe’deki putları kırmıştır.

Ayrıca Allah Teâlâ bu ayette,  “putlara övgüleri

bırakmayacağını”  bildirmiştir. Efendimiz  (asm) bu

vazifeyi de yapmış ve    “Elhamdülillah”  fermanıyla,

bütün övgülerin Allah’a mahsus olduğunu bildirmiştir.

O halde geleceği bildirilen O zat, Efendimiz (asm)’dır.

Zira Peygamber Efendimiz (asm), müjdelenen zatın

vazifesini hakkıyla eda etmiştir.

f.    “Çöl ve onun şehirleri, Kedar’ın oturduğu köyler

seslerini yükseltsinler. Selada oturanlar terennüm

etsinler, dağların doruklarından bağırsınlar.”(Eski Ahit

İşaya 42,  Ayet: 11)

Tevrat’ın bu cümlesi de Efendimiz (asm)’den haber

vermektedir. Zira Efendimiz (asm), Hz. İbrahim (as)’ın

oğlu, İsmail (as)’ın oğlu Kedar’ın soyundan olan

bir toplumun üyesiydi. Demek bu ifade Efendimiz

147
(asm)’ın soyuna işaret etmektedir.

Sözün özü;Eski Ahit’ten bu bölümleri Efendimiz

(asm) ile tam bir uygunluk içindedir. Ayrıca Tevrat’ın

bu bölümünün devamında, 17. ayette; putperestlerin

utandırılmasından bahsedilmesi de ilginçtir. Zira

bu utandırma hadisesi de Efendimiz (asm) ile

gerçekleşmiştir. Evet, dikkatli bir incelemeyle Eski

Ahit’te daha birçok işaretler bulunabilir. Demek

Kur’an’ın söylediklerini embriyolojiden astronomiye,

jeolojiden arkeolojiye birçok bilim dalı onayladığı gibi,

Eski Ahit’in işaretleri de desteklemektedir.9

Budizm ve Hinduizm vb. dinler semavi yani Allah’tan

gönderilmiş bir din değildir. Çoğu zaman bir

düşünceye ya da kişinin düşüncelerine, ya da birden

fazla tanrıya inanmak gibi akıl dışı, hatta bir ineğe

maymuna tapacak kadar safsatalı dinlerdir. Yani

kısaca Egemen, Allah katında tek din ‘İSLAM’dır...

9 http://www.resulullah.org/muharref-tevratta-hz-muhammed-asvin-peygam-

berligine-deliller
148
- Dayıcığım Allah senden razı olsun, kelimelerinle

gönlümü aydınlattın, araştırmalarınla gözümü açtın,

ben hiç bir şey bilmezken bana neler neler öğrettin.

Tam bu esnada gözümden bir kaç damla yaş

yanağımdan süzüldü.

- Evet, kabul ediyorum. Bir Allah vardır, biz başıboş

sahipsiz olamayız. Biz bunca zaman yanlış yapmışız,

bilmiyormuşuz, bildiğimizi sanıyormuşuz, aldanmışız.

Şimdi senin huzurunda Allah’ın varlığını ve İslam’ı

kabul ediyorum.

Birden dayım da ağlamaya başladı, kalktı bana sarıldı,

öylece sustuk, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladık,

bunlar ne güzel duygulardı. Bir kaç dakika ağlamak

ve sessizlikten sonra;

- Konuşan yalnız hakikattir, ben sadece ufak bir


sebebim. Sen samimiydin ki Allah sana bunu nasip

etti. Sen samimi olmasaydın, mucize ya da keramet

bile gösterseydim belki inanmazdın. Ne kadar

şükretsek Rabbimize azdır. Şimdi söylediklerimi


149
tekrar et; Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne

Muhammeden abduhü Resulullah.

- Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne

Muhammeden abduhü Resulullah.

‘Şehadet ederim ki; Allah’tan başka hiç bir ilah yoktur

ve Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem) O’nun

kulu ve elçisidir.’

‘Allahuekber, Allahuekber, şahit ol ya Rab, şahit ol ya

Rab, şahit ol ya Rab...’

150
151
152
153
154

You might also like