Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 398

MURAT ÇULCU - 1950 yılında Ġstanbulda doğdu.

Lise yıllarında ga-


zeteciliğe baĢladı. 1974 yılında AraĢtırma dalında yılın gazetecisi seçildi.
SavaĢ muhabiri olarak Kıbrıs BarıĢ Harekatını izledi ve aynı yıl Tercüman
Gazetesinin Frankfurt merkezine tayin edildi. 1983 yılına kadar Almanya-
da mesleğini sürdüren yazar, 1977 de ilk kitabı Harekat 1974'ü yayınladı.
1983 yılında Türkiyeye döndü. Çulcu, Tercüman, Hürriyet, Milliyet, Sa-
bah ve Son Havadis gazetelerinde muhabirlik, yöneticilik ve yazarlık yap-
tı.
Çulcu'nun Ģu yapıtları yayınlandı:
Torlakyan Davası, Osmanlı'da ÇağdaĢlaĢma - Taassup ÇatıĢması,
Cumhuriyet'in Ġlanı Sürecinde Hilafetin Kaldırılması, Gazeteciler Davası,
Dünyamızı Saran Mafia, Neonazizmin Suçüstü Tutanakları.
Yazarın ayrıca Osmanlıcadan yaptığı çevirileri bulunuyor.
SUNUŞ

Dünya yeni bir "Binyıl değiĢimi"ne hazırlanıyor. Kısa bir süre sonra
bin'li yıllar geride kalacak ve ikibin'li yıllar baĢlayacak. Ġnsanoğlu Ġsa'dan
sonra üçüncü bin'den gün alacak. Yirmibirinci yüzyıla girecek... Bu önem-
li ve heyecan verici bir olay...
"Binyıl değiĢim"leri, bireyler bazında "bir kaç kez" yaĢanacak bir olay
olmadığı için -ki yaĢayan kuĢaktan hayatta kalıp da bu değiĢimi görecek-
lere gıpta etmemek mümkün değil- daha çok insanoğlunun uzun serüve-
ninde çarpıcı kilometre taĢlarını -veya kavĢakları- oluĢturuyor. Hiç kuĢku-
suz bu "Binyıl değiĢim"leriyle birlikte insan soyunun -dolayısıyla tüm
doğanın- yaĢam Ģekli, dünya görüĢü, yeni oluĢumların tarz ve yöntemleri
de değiĢiyor. Örneğin; Birinci binde belirleyici temel unsurun semavi
dinler ve uhreviyat olmasına karĢın ikinci binde bunların yerini dünyevi
yaĢam, tüketim ve teknolojinin alması gibi...
"Binyıl değiĢim"leri küresel düzeyde yeni yapılanma, oluĢum ve ge-
liĢmelerin önemli aĢamalarını belirlerken, ağırlığını küresel düzeyden
daha çok, içinde Türkiye'nin de yer aldığı Doğu Akdeniz bölgesinde his-
settiriyor. Bu, binyıl önce de, ikibin yıl önce de böyle olmuĢtu... ġimdi de
böyle oluyor. Zira "tarih" dediğimiz süreçte bu bölgenin (Doğu Akdeniz,
Önasya, Kafkasya, Balkan, Ortadoğu, Karadeniz) ayrı bir önemi, daha
doğrusu "söz hakkı" bulunuyor.
Biz -yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaĢları- bu bağlamda, dünyanın
en önemli bölgelerinden -jeoaskeri, jeoticari ve jeostratejik ba

5
kımdan- birinde, hatta birincisinde yaĢıyoruz. Dolayısıyla küresel bakım-
dan cereyan eden her önemli olayın, buna bağlı olarak da "Binyıl değiĢi-
mi"nin sancısını bir kez daha herkesten fazla hissediyoruz. Hissetmenin de
ötesinde, yaĢıyoruz.
O zaman, Ģu soru gündeme geliyor:
"BaĢka neler yaĢayacağız?"..
Bu sorunun -doğruya en yakın- yanıtım "külfetsizce" vermek olası de-
ğil. Zira sorunun yanıtı geçmiĢte, bu coğrafyanın ve üzerinde yaĢayan
insanların geçmiĢinde bulunuyor. Bu nedenle, sorunun yanıtını alabilmek
için o geçmiĢin farklı açılardan irdelenmesi gerekiyor.
Bu irdeleme Ģimdiye kadar çok yapıldı. Ancak yeterli olmadı.
Neden?
Çünkü bu çalıĢmalar tarih felsefesinden -ve yorumdan- yoksundu.
(Artniyetli ve tek taraflı çalıĢmalardan söz etmek istemiyorum.) Özellikle
1960'larda yoğunlaĢan "belgesel tarih" anlayıĢı, klasörler dolusu belgeyi -
gerekli, gereksiz- okurun önüne yığmaktan öteye gitmedi. Kaldı ki, bu
coğrafyanın tarihini oluĢturan olaylarda "belgeler ile yaĢam" çeliĢiyordu.
Açıkçası olaylar baĢka yönde geliĢiyor, belgeler ise baĢka Ģeyler söylü-
yordu.
Örneğin; Hilafeti 1924 de dinsel/siyasal kesimden çok Liberallerin sa-
hiplenmesi, 3'üncü Selim'in ıslahatlarının çağdaĢ Anayasal bir devlet yapı-
sını değil, mutlak ve militer devlet yapısını amaçlaması, Ġslamiyet ve Hı-
ristiyanlığın en güç zamanlarında Museviliği rahatlatması, Ġkinci Viyana
kuĢatmasında belirleyici rolü Kırım ve Tuna Ticaret OligarĢisinin oyna-
ması gibi... Oysa tarih bunların tam tersini yazıyor, belgeler baĢka Ģeyler
söylüyordu.
Bu coğrafyanın insanları hep "egemen güçler"den söz ediyordu ama,
"egemen güçlerin" tarihsel panoraması ortaya konmuyordu.
Bu coğrafyanın insanları kurdukları Ġmparatorluğun yaĢam süresi ile
övünüyorlardı ama, o Ġmparatorluğun gerçek güç kaynağının ne olduğu-
nun farkına varamıyorlardı.
Bu coğrafyanın insanları nice kanlı olaylara, katliamlara, kitlesel kı-
rımlara uğruyor, savaĢlara katılıyorlardı ama, yaĢadıkları olayların gize-
mine ulaĢamıyorlardı.
Bu coğrafyanın insanlarının "tarihsel düĢmanları" vardı ama, bu "tarih-
sel düĢmanların" kimlerle "tarihsel dost", kimlerle "tarihsel düĢman" ol-
duklarını algılayamıyorlardı.
Bu coğrafyanın insanlarına göre tarihte herĢey göründüğü ve kaydedil-
diği gibiydi. Oysa "çifte standart" önce belge yazıcılığıyla baĢlı

6
yor, bu da "çift söylemli" bir tarih ortaya çıkarıyordu. Ama tüm bunların
altında yatan neden tarih anlayıĢının "felsefeden ve yorumdan" yoksun
bulunmasıydı. O halde, bir yerden baĢlamak gerekiyordu. Bu baĢlangıç bir
"deneme" niteliğinde olabilirdi. Bu kitapta, bu yapılmaya çalıĢıldı.
"Marjinal Tarih Tezleri" Önasya coğrafyasının geçmiĢinde yaĢanan ve
"belirleyici" nitelikleri bulunan bir dizi olaya, klasik bakıĢ açıları dıĢında,
daha özgür, özgün ve cesur yaklaĢımları içeriyor. Amaç, "Binyıl değiĢi-
mi"nin eĢiğinde geliĢen güncel olayları daha doğru algılayabilmek, gele-
ceği biraz daha net görebilmek için donanımlı olmak.... Bu olayları tarihin
-mümkün olduğunca- doğru zeminine oturtmak...
"Marjinal Tarih Tezleri" çok uzun bir süreci kapsıyor. Ve yapıtta dip
not kullanılmıyor. Dip not kullanılmamasının nedeni Ģu:
Ele alınan olaylar ve bu olayların ana hatları zaten belgelenmiĢ durum-
da ve belgelendiği okur tarafından biliniyor. O nedenle bilinen belge ve
kaynakları yineleyerek okuru tekrar aynı "labirentlere" sokmanın bir gere-
ğinin olmadığı düĢünüldü. Ne ki, yapıtta farklı olan taraf, bilinen bu olay-
lara getirilen farklı bakıĢ açıları ve yorumlar. Bu bakıĢ açıları ve yorumlar
ise araĢtırmacıya özgü... Bu bağlamda, araĢtırmacının özgün yaklaĢımları-
nın dayanakları olarak yapıtın sonunda geniĢ bir "kaynakça" yer alıyor.
"Marjinal Tarih Tezleri" bölüm baĢlıkları itibarıyla birbirinden bağım-
sız, fakat kronolojik olarak ilintili ve birbirinin devamı niteliğindeki uzun
makalelerden oluĢuyor. Böylece uzun makaleler de bu çerçeve içinde
devamlılık göstererek Önasya'nın tarihsel panoramasını bütünlüyor.
"Marjinal Tarih Tezleri"nin okuru, belli bir bilgi birikimine sahip var-
sayılarak kaleme alındı. Bu yapıt hazırlanırken hiç bir kavim, din, devlet,
düĢünce, öğreti ve oluĢum karĢısında "anti" kaygı veya "önyargı" taĢın-
madı.

Ġstanbul - Mayıs 1994


MURAT ÇULCU

7
İÇİNDEKİLER

SUNUġ

ĠÇĠNDEKĠLER

OLUġUM
Roma'da "ġark Sorunu"
Ortodokslarla Müslümanlar Arasında
Büyük HesaplaĢma: Haçlı Seferleri
Cenova'nın YükseliĢi
Hıristiyanlık - Müslümanlık - Özgürlük

SELÇUK'TAN OSMANLI'YA
Bizans - Osmanoğlu ÖrtüĢmesi
Aristoteles'in Orta Avrupa Yolculuğu
Osmanlı Katolik KomĢuluğu

EGE'DEKĠ KARTACA

ĠSTANBUL'UN FETHĠ VE YENĠ DENGELERĠ

SELANĠK - VĠYANA - HAMBURG HATTI

AVRUPA'DA RÖNESANS VE REFORM, OSMANLI'DA HĠLAFET


Ġstanbul'a Dinsel Kimlik: Darülhilafe
KoĢutluktan ZıtlaĢmaya GeçiĢin Kısa Bir Açıklaması

KUZEYDEKĠ MAESTRO: ĠNGĠLTERE


Kapitülasyon YarıĢı
Ġngiltere : Avrupa'dan Farklı Osmanlı'ya Benzer
Fransa Meselesi

LĠBERALĠZM
Bir Ġttifakın Tarihsel Gizemi
17 ve 18'inci Yüzyıllar: Ticaretten Sanayie

9
Ġngiltere Kaynaklı Aydınlanma Çağının Avrupa Variasyonları
(bağlantıları)
Liberal Devlete KarĢı Bürokratik Devlet

BÜYÜK KAOS 'UN ADI: 17 'nci YÜZYIL


Fransız Ġhtilalinin Ruhu: Ġngiliz Liberalizmi

OSMANLI EKONOMĠK ZEMĠNĠNDE "MUSEVĠ/ERMENĠ"


YAPILANMA
Siyasi Egemenlik Üzerine Ermeni - Musevi Rekabetinin BaĢlan-
gıç Zamanları
Nasi - Fransa ÇekiĢmesi

IġIĞIN SÖNDÜĞÜ ANLAR

PATRONA ĠSYANINA GĠDEN YOL


Osmanlı'da Dünyevi YaĢama DönüĢ
Resmi Ġhtilalci: Patrona Halil

OSMANLI'DA GEÇ KALMIġ FRANSIZ DÜZENĠ


Gayrimüslim Milliyetçiliğinin Kökeni:
Ġngiliz Liberalizmi
3'üncü Selim'in Katledilmesinin Nedeni:
Fransa ile Dostluk (BenzeĢme)

ALEMDAR MUSTAFA PAġA ÜZERĠNE BĠR DEĞERLENDĠRME


Alemdar Ġstanbul'a Niçin Geldi?

ĠKTĠSADĠ ZEMĠNDE ERMENĠ - MUSEVĠ REKABETĠNDE YENĠ


BOYUT: KAN

MUSTAFA REġĠT PAġA, AVRAHAM KAMONDO VE


BENJAMĠN D'ĠSRAELĠ.
ġark Sorunu (19'uncu Perde)
Fransa'nın Kavalalı Kartına KarĢı Osmanlı'ya Gelen Ġngiliz Yar-
dımı: Rus Donanması

10
Tanzimat'ın Sacayağı: Mustafa ReĢit, Kamondo ve d'Ġsraeli.

ĠNGĠLĠZ LĠBERALĠZMĠNĠN TÜRKĠYE VERSĠYONU:


JÖNTÜRKLER VE TANZĠMAT
Tanzimat: Mutlakiyet Rejiminde MeĢrutiyet ArayıĢı
Jöntürklerin Ġlham Kaynağı: Ġngiliz Ġndividüalizmi
Mutlakiyete KarĢı MeĢrutiyetçi Ordu Darbesi: Abdülaziz'in Hal'i
Kan ve Musevi Tutuculuğu
Yeniçeri Ayaklanmalarından Askeri Darbelere

ĠNGĠLTERE'NĠN PLANI: BALKAN, ÖNASYA, KAFKASYA,


ORTADOĞU KONFEDERASYONU

LĠBERAL JÖNTÜRKLERĠN ARDILI: KOLLEKTĠVĠST


ĠTTĠHATÇILAR
Bağdat Demiryolu, Bay Maimon'un grubu ve Osmanlı
Liberallerinin ataları: Mahmut Celalettin ve Oğulları
Ġhtilal üssü: Selanik

ĠTTĠHAT VE TERAKKĠ'NĠN DÖNEMLERĠ


Birinci Dönem
Ermeni Lobisinin DüĢüĢü
Mahmut ġevket PaĢa Suikastı
Ġkinci Dönem
Mütareke ve Sonrası
Üçüncü Dönem
Kollektivist Cephede Enver Bey: Ġttihat ve Terakki'nin Mustafa
Kemal ile
Kavgası BaĢlıyor
Dördüncü Dönem

YENĠ DÜNYA DÜZENĠNĠN GĠZEMLĠ OLUġUMU


Alman Kollektivizminin kısır döngüsü
Türkiye'nin tam bağımsızlığına gelince...
Ġzmir... DP ve Liberal Misyon...

11
KEMALĠST DARBELERDEN ÇĠZMELĠ LĠBERALĠZME...
Ulusal Üniversiteden Liberal Üniversite'ye
Türkiye: Kanlı oyunlar ülkesi
Yeni Dünya Düzeni Ġçin Operasyonlar Yeni Dünya Düzeninin sıç-
rama tahtası:
SSCB Marksizmi
PUSU

ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIN TASFĠYESĠNE MEġRUĠYET

ULUSAL ORDUNUN TARĠHSEL ÇELĠġKĠSĠ


12 Eylül'ün ekonomik Ģansı: Ġran - Irak savaĢı

PAX AMERĠKAN ġAHLANIġ


Görevli (mi?): Turgut Özal

IRAK'IN TASFĠYESĠ
Irak Operasyonu
Oportünizm'in Ġktidarı
Ulusal Devlet, ayrılıkçı terör.... ve medya...
Binyıl önce, binyıl sonra... Ortodokslar, Katolikler ve Müslüman-
lar

2000'DEN SONRAYA BĠR VARSAYIM

YARARLANILAN KAYNAKÇA

YARARLANILAN ESKĠ YAZI KAYNAKÇALARDAN


SEÇMELER

12
OLUŞUM

"Dinle Ġsrail, rabbimiz


Tanrı'dır, Tanrı birdir."
Hz. Musa

Ġlk (kitaplı) semavi din Musa'nın diniydi. Museviler, bulundukları coğ-


rafyada tek tanrıya inanan yegane kavimdi. Onun için yöredeki tüm putpe-
rest kavimler, onları adeta "günah keçisi" gibi görüyor, kovuyor, kovalı-
yor, öldürüyor, iĢkence ediyor, mal ve mülklerini yağmalıyor, herĢeylerini
gasp ediyorlardı. Kısacası onlara yaĢama hakkı tanımıyorlardı.
Yüzyıllarca ıstırap çeken Museviler için en sıkıntılı dönem putperest
Roma Ġmparatorluğu'nun egemenliği sırasında baĢlıyor, Sezarlar ve onla-
rın insafsız lejyon komutanları, Mısırlı Firavunların mezalimini hiç de
aratmıyorlardı. Nitekim Kudüs'te inĢa edilen ikinci tapınağı ve Yahudi
Devletini bu kez Romalılar yıkmıĢtı.
Ġsa peygamber Yahudi kavminin bir "kurtarıcıya" en fazla ihtiyaç duy-
duğu anda, gerçek bir "Mesih" olarak ortaya çıkıyordu. O, Museviliği
yeryüzünden silmeye hazırlanan putperest büyük Roma Ġmparatorluğu'nun
karĢısında, yokedilmesi gereken yeni bir hedef oluĢturuyordu.
Yahudi kavminin kutsal kitabında bahsedilen "Mesih" olarak kabul
edilen Ġsa'nın semavi din'i, tek tanrıyı öngörmesinin dıĢında Museviliğin
çok yetersiz bir kopyasından baĢka bir Ģey değildi. Ama putperestler için
yeni bir hedef oluĢturacak kadar da kıĢkırtıcıydı. Bu kıĢ-

13
kırtıcı unsurun, bir de yarattığı mucize ve efsanelerle körüklenmesi, Mu-
sevileri olabildiğince unutturuyor, yeni peygamber ile onun yeni dinini
Roma'nın önüne sadece bir "günah keçisi" olarak değil, bu kez sürüsüyle
sunuyordu.
Musevilik, yalnızca Yahudi kavminin diniydi. Oysa, yeni din'e her ırk-
tan inananlar katılabilirdi. Fakat, Museviliğin hayli eksik bir kopyası olan
bu din, dünyevi ilkelerindeki belirsizlik ve yetersizlik nedeniyle Musevilik
karĢısında (eksik bir kopya) "ikinci sınıf" bir din olarak kalıyordu. Ne var
ki, uhrevi ilkeleri putperestliğe karĢı gerçekten mükemmel ve cezbediciy-
di. Hele yoksul, ezilmiĢ, alt tabakadan insanlara ve kölelere yaklaĢımı,
onları yeni dinin müridi, militanı ve "kuzuları" yapmak için yeterliydi.
Putperest (bir anlamda materyalist) Roma Ġmparatorluğu'nun inanç
dünyası, kısa zamanda Ģark düĢünce tarzına yenik düĢüyordu. Hıristiyan-
laĢtırma operasyonunun sonunda, tek tanrıya inandıkları için Musevilere
eziyet eden ve Kudüs'te Yahudi kanı döken Romalılar, kendi tanrılarını
(putlarını) bir kenara atıyor, Musevilerin tanrısının önünde diz çöküyordu.
Musevilerin tanrısı salt ruhtu. HıristiyanlaĢan Roma'nın tanrısında ise
daha önceki putlarından izler vardı: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh gibi...
Hıristiyanlığın Roma'yı teslim almasıyla birlikte artık dünya yüzündeki
geniĢ bir kitle -bütün Avrupa, Balkanlar ve Önasya- Museviliğin tek tanrı-
lı uhreviyatını paylaĢıyordu. "Hıristiyan" sıfatı -adı- ise ilk kez Antakya'da
kullanılıyordu.
Roma'nın HıristiyanlaĢmasıyla birlikte bir de "Papalık Meselesi" orta-
ya çıkıyordu. Papalık aslında Hıristiyanlıkta "hilafet" meselesiydi. Kısaca
Aziz Petrus'un "ardından" gelen Roma Kilisesi'nin BaĢpiskoposu Papa
oluyordu.
Fakat gerçek inananları kendilerinin temsil ettiğini öne süren Bizans
kiliseleri (Oriyental kiliseler - Ortodokslar) Ġsa'nın öğretisinde Papalık
kurumunun bulunmadığını belirterek Roma'daki bu makamı tanımıyordu.
Bu durum geleceğin dünyasındaki önemli sosyal, siyasal, kültürel,
ekonomik ve dinsel olaylarda "temel" bir rol oynayacaktı.
Büyük Roma Ġmparatorluğu, bünyesinde toplanan tüm putperest halk-
ların Hıristiyanlığa geçmesi nedeniyle artık Kutsal Roma Ġmparatorluğu
adıyla anılmaya baĢlanıyordu.
Bu "Hıristiyan Avrupa Ġmparatorluğu'nun" merkezini, bugünkü

14
hudutları içindeki Ġtalya oluĢturuyor, ülke en geniĢ sınırlarına Ġsa'dan son-
ra 200 - 300 yılları arasında ulaĢıyordu. Romalılar için Doğu Hudutları,
Alp Dağları'nın Kuzeyinde kalan Almanların, Vandalların ve Gotların
yaĢadıkları bölgelerden çok daha fazla önem taĢıyordu. Zira bu "ilkel top-
lulukların" yaĢadıkları bölge, Akdeniz sahillerine oranla çok geç bir za-
manda buzul çağından çıkmıĢtı. Yakındoğu, Kuzey Afrika, Önasya, Mora,
Ġtalya ve Ġber Yarımadalarında yaĢayan kavimler hayli ileri uygarlık dü-
zeyine ulaĢmıĢken, Alplerin Kuzeyinde yaĢayan kavimlerin ilkel yaĢamı
sürdürmesi ve paylaĢması, Romalılar bakımından buraları cazip olmaktan
çıkarıyor, daha bir itici yapıyordu. Kaldı ki buraların iklimi hâlâ sert, böl-
ge yoğun ormanlarla kaplı, arazi tarıma elveriĢsiz ve insanlar hünersizdi.
Roma kendisinden önceki, Yakındoğu, Kuzey Afrika ve Ege uygarlıkları-
nın süzülmüĢ kültürünü alırken, Alpler'in kuzeyinde yaĢayan kavimler güç
doğa Ģartlarına karĢı hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. Roma'nın
merkeze yakın ilgi odaklarını ise, Ġber Yarımadasıyla bugünkü Güney
Fransa oluĢturuyordu.
Roma'nın doğu hudutlarına verdiği önem, Asya ile olan ticaretinden
kaynaklanıyordu. Bu ticaret sadece Ġmparatorluk merkezi bakımından
değil, Ġmparatorluğu oluĢturan tüm kavimler bakımından da önem taĢı-
yordu. Zira ticaretin ana maddesini baharat, tuz ve don yağı teĢkil ediyor-
du. Tarım yapmaya elveriĢli olmayan topraklarda yaĢayan kavimlerin
kıĢlık gıdalarını av hayvanlarının yanı sıra yazdan sakladıkları etlerin
oluĢturması vazgeçilmez bir zorunluluktu. Etlerin saklanabilmesi ise an-
cak Asya'dan getirilen baharat, don yağı ve tuzla mümkündü. Gereksinim
duyulan baharatın Asya'dan gelmemesi, Ġmparatorluk bünyesindeki bazı
kavimleri korkutuyor, ölümcül karabasanlara sürüklüyordu. Bu aĢamada
ise ticaret yolları ve bu yolların geçtiği doğu hudutları büyük önem kaza-
nıyordu.
Ticaret yollarının yapısı ve güzergahı Roma Ġmparatorluğu'nun kurul-
masından çok önce belirginleĢmiĢti. Güney Asya'dan yola çıkan baharat
kervanları en kolay ve güvenli güzergah olan Mezopotamya Ovası'nı ge-
çiyor, baĢta Tor (Tir) ve Kudüs olmak üzere ürün Filistin pazarlarında el
değiĢtiriyordu. Malı alan tüccarlar buradan gemilere yüklüyor ve Avrupa
kıtasında -ticaret sonucu oluĢmuĢ- limanlara boĢaltıyordu.
Akdeniz'deki ticaretin güzergahı ve ticaret kentleri Fenikeliler tarafın-
dan belirlenip geliĢtirilerek sistemleĢtirilmiĢti. Hatta Akde-

15
niz'deki bu ticaret kent ve limanlarının pek çoğu denizci bir millet olan
Fenikelilerle, onların ardılları olan Kartacalılar tarafından kurulmuĢtu. Bu
kentlerden bazıları Ġber Yarımadası'nda Malaga, Cartagena, Sicilya'da
Palermo, Solonte, Trapani, Kuzey Afrika'da ise Kartaca idi.
Fenikeliler ve ardılı olan Kartacalılar, denizci ve tüccar bir kavim ol-
dukları için önce Yunanlılarla, sonra da Yunanlıların ardılı olan Romalı-
larla mücadele etmek zorunda kalıyorlardı. Bu mücadelenin hedefi ise
ticaret yollarının egemenliği idi. Fenike ve Kartacalıların Sicilya Ada-
sı'nda Yunan ve Romalılara karĢı verdikleri mücadelenin altında yatan
neden de buydu.
Ġsadan Önce 148'de ölen Romalı Senatör Cato'nun her konuĢmasının
baĢında ve sonunda "Kartaca yıkılmalıdır" demesinin temel nedeni de yine
ticaret yollarının egemenliği mücadelesinden kaynaklanıyordu. Zira lojis-
tik desteğini Kuzey Afrika'dan alan ve Sicilya'nın batısına egemen olan
Kartaca deniz gücü, Adriyatik ve Tiren Denizi'ni kontrol altında bulundu-
ruyordu. Böylece Roma'ya giden ticaret gemileri ya Kartaca'ya haraç
ödemek zorunda kalıyor, ya da baĢlarına türlü belalar geliyordu. Cato bu
nedenle haklı olarak sabah akĢam "Kartaca yıkılmalıdır" diyordu.
Ancak çatıĢma bir baĢka bakımdan da önem taĢıyordu.
Fenikelilerin mirasını devralan Kartacalılar, tüccar bir kavimdi. Onlar
için "askeri güce ve kavme dayalı, egemen bir devlet" ideali yoktu. Nite-
kim Kartaca'yı bağımsız davranmaya zorlayan neden, çok uzun bir süre
siyasal egemenliğini kabul ettiği Suriye'deki Tir Ģehrinin Ġskender tarafın-
dan yıkılmasıydı. Kartaca bu nedenle Tir'in yerini alarak ticaret kolonile-
rinde egemen olmak zorunda kalmıĢ, bir Deniz Ticaret Ġmparatorluğuna
dönüĢmüĢtü.
Kartaca'da "tüccar millet" kavramına özgü, "Tüccar Devlet" modeli te-
sis edilmiĢti. Buna göre iĢ ve ticaret kolonilerinden meydana gelen Karta-
ca'yı "zengin aileler oligarĢisi" yönetiyordu. Önceleri baĢta kral bulunu-
yordu. Ama daha sonraları (Ġ.Ö. IV yüzyıldan sonra) kralların yerini, seçi-
len Suffetler (Hakimler) alıyordu. Bu Suffetlerin (Sup-hots), Ģehrin ileri
gelenlerinden oluĢan birer yönetim kurulu (hükümeti) bulunuyordu. Kent-
leri yöneten Suffetler idari, adli ve askeri yetkilere de sahip bulunmaktay-
dılar. Bu Ģekliyle yönetim "individüel" (Bireye dayalı) bir yapı gösteri-
yordu ki bu yapı, günümüzde tesis edilmeye çalıĢılan "çağdaĢ liberaliz-
min" ilk çıkıĢı daha doğrusu tarihsel dayanağı sayılabilirdi. Kartaca mode-
linde her ticaret kolonisi, kendi iĢle-

16
rinde birbirinden bağımsız davranıyordu. Onları sadece "ortak tehlikeler"
bir araya getiriyordu. O zaman bu "ademi merkeziyetçi", yani "yerinden
yönetimci" yapı merkezileĢiyordu. Bunun dıĢında ticaret kolonileri, sürek-
li ordu bulundurmaksızın toplumsal katmanların oluĢturduğu sosyal hiye-
rarĢi içinde yönetiliyordu.
Kartaca karĢısında Roma uygarlığı "militer" ve "bürokratik" devlet
modeliyle "merkeziyetçi" ve dolayısıyle (sürekli ordu bulundurulması
orduyu besleyecek toplumsal bir yaĢam modelini gerektiriyordu), kollek-
tivist "kutsal devlet" yapısının kökenlerini teĢkil ediyordu.
Bu çatıĢmadan Roma, Kartaca'yı yıkarak galip çıkıyordu. Ancak,
"egemen devlet" olmak kaygısı ve iddiası bulunmayan kozmopolitleĢ-miĢ
Fenike halkını kucaklayan Kartaca'nın tüccar karakteri ve ekonomik gücü,
varlığını Roma egemenliği altında da sürdürüyordu. Zira bu tüccar halk,
Akdeniz'de tesis etmiĢ olduğu liman ve ticaret kentlerine kök salmıĢ, bu-
radaki gücünü tekelleĢtirmiĢti. Bu kentlerin Sami kökenli tüccar halkı,
hangi egemenlik altında bulunursa bulunsun gücünü ticaretten (bezirgan-
lıktan) alarak varlığını sürdürüyor ve iĢ yaptığı eski "partnerlerini" de
koruyor, savunuyordu.
Merkezî Roma Ġmparatorluğu ezici askeri gücüne dayanarak tesis ettiği
militer bürokratik devlet yapısı içinde ticareti ikinci plana itmesi nedeniy-
le, ekonomik gücünü kaba kuvvetinden alıyordu. Buna karĢılık yıkılan
Kartaca'nın bezirgan dokusu, bu devlet yapısı içinde asker -politikacıların
rol aldığı tarih sahnesine çıkmıyor, ekonomik gücü ellerinde bulundurduk-
ları için görünmeyen, fakat siyasi yapı üzerinde belirleyici bir otorite oluĢ-
turuyordu. Bu "ekonomik otorite" siyasal otoritesini, açıklamak için yak-
laĢık 2000 yıl bekleyecekti.
Önce Fenike, sonra da Kartaca'nın tüccar karakterine güç katan bir
baĢka unsur da, onlar gibi Sami ırkından gelen Yahudi / Musevilerin (Di-
yasporalar sonucu) Fenike ve Kartaca halk dokusuna katılmıĢ olmasıydı.
Kartacalılarla Musevilerin din birliğinden söz edilmese de ırk ve (kısmi)
dil birliği onları birbirine kaynaĢtırıyordu. Üstelik Kartaca kolonileri za-
man içinde (dinsel ve kültürel nedenlerle) MusevileĢiyordu. Dolayısıyla
Kartaca halkını oluĢturan Yahudi unsur da liman ve ticaret merkezlerin-
deki tüccar (bezirgan) grubuna dahil oluyordu. Nitekim uzun bir süre son-
ra Fenike ve Kartaca unutulacak, ancak onların Sami akrabaları olan Mu-
seviler tarih sayfalarına gömülen bu kolonilerin oluĢturduğu ekonomik alt
yapıyı, siyasal otoriteye çevirmeyi baĢaracaklardı.

17
Fenike ile Kartaca'nın ticaret gücü ve Sami karakteri doğu-batı ticaret
yolu üzerinde bir kilit niteliği taĢıyan Ġstanbul'a da uzanıyordu. Bu uzantı-
nın gölgesi Ġstanbul'daki Galata'ya, buradaki "tüccar ve kozmopolit" top-
lumsal yapıya vuracaktı. Ancak bu durum, Kutsal Roma Ġmparatorlu-
ğu'nun "belirleyici siyasal otoritesi" altında doğu - batı ticaretini yürüt-
mekle sınırlı kalıyor "Tüccarlar OligarĢisi" siyasal yapının kesinlikle dı-
ĢındaymıĢ gibi davranarak Roma'nın "merkezî, militer, bürokratik ve fel-
sefî" devlet mekanizmasının, "yağmacı ve haraççı" dikkatinden sıyrılmayı
baĢarıyordu.
Fenike ve sonra da Kartaca teorik olarak (egemenlik anlamında) tarih
sahnesinden çekiliyor, pratikte olanca ticari yeteneği ve kadrola-nyla Ro-
ma Ġmparatorluğu'nun siyasal otoritesi altında varlığını sürdürüyordu. Bu
ticari güç ise, Kartaca'nın egemenliği sırasında bir rakip olarak Romanın
karĢısında yer alırken, Kartaca'dan sonra ekonomik yetenek ve gücünü
Roma'nın "siyasal gücüyle" özdeĢleĢtiriyordu. Nitekim bu ticari güç, Ro-
ma Ġmparatorluğu'nu oluĢturan kavimlerin gereksinim duyduğu çeĢitli
ürünleri, özellikle de baharatı Güney Asya'dan temin ve nakletmekte,
önemli roller üstleniyordu. Ayrıca bu "ticari gücün" etkinliği, Küçük As-
ya'nın Güneydoğusu'na ve Suriye ile Filistin'e kadar uzanıyordu. Zira,
Roma Ġmparatorluğu'nun hudutları da buradan geçiyordu.

Roma'da "ġark Sorunu"

Roma'nın doğu ticareti ve bu ticarette rol alan unsurların yarattığı siya-


set, efsanevi Avrupa devleti "Roma Ġmparatorluğu'nun" baĢına, daha o
dönemde bir "ġark Meselesi" çıkarıyordu.
Bu, "ġark Meselesinin" fiziki hudutları, bugünkü Sırbistan'ın batı uçla-
rından baĢlıyor, Hindistan'ın doğu hudutlarını aĢıyordu. Roma Ġmparator-
luğu'nun doğu hudutlan ise bu alanın yaklaĢık ortasından geçiyordu.

18
En geniĢ döneminde bu hudut güney'de Sina Çölü'nün batısındaki Kızıl
Deniz'in son noktasında yer alan Aelana'dan baĢlıyor, ġam'ın doğusundan
geçerek Antakya'yı içine alıyor, biraz doğuya kıvrılarak Fırat Nehri'ne
dayanıyor ve bu nehir ile birlikte bütün Mezopotamya'yı kucaklayarak
Basra Körfezi'ne uzanıyordu. Kuzeyde ise Karadeniz sahillerinden baĢla-
yan hudut, Tiflis'ten geçerek Baku'nun güneyinde bir noktadan Hazar
Denizi'ne dayanıyordu.
Roma Ġmparatorluğu'nun doğudaki hudutlarına, Basra Körfezi ile Ha-
zar Denizi arasında Persler, sonra da Sasaniler komĢuluk yapıyordu. Pers-
ler (Ġranlılar), Roma'ya karĢı bir "ġarklı" kavini olarak hem ticari, hem de
askeri bakımdan önemli bir alternatif oluĢturuyordu. Kısacası hududun
doğusunda yer alan Persler ve onların güneyinde yaĢayan putperest Arap
kavimleri, Roma Ġmparatorluğu'nun karĢı karĢıya bulunduğu "ġark mese-
lesinin" önemli bir odağını oluĢturuyordu.
Hududun batısında ise Karadeniz sahillerinde Pontuslular diye adlandı-
rılan bir halk (ki egemen olduğu topraklar son derece sınırlıydı), Ermeni-
ler, onların güneyinde putperest bazı küçük kavimler (Araplar, Asuriler,
Dağlılar), Hıristiyan Araplar, batıdan göçen Rumlar, küçük ġaman kavim-
ler yer alıyordu. En kuzeyde de Gürcüler ve küçük yerli kavimler yaĢıyor-
du.
Önasya'nın doğusu ve güneydoğusunda yaĢayan kavimler arasında iki-
si, Ermenilerle Museviler daha fazla güçlenerek ön plana çıkmıĢ bulunu-
yordu. Bu fark, onların ekonomik güçlerinden kaynaklanıyordu.
Ermenilerin yayıldığı alan Kafkasya, Doğu Karadeniz ve Kilikya böl-
gesine uzanıyordu.
Kafkasya'nın Doğu Karadeniz sahillerinde ve Önasya'nın doğusunda
önemli altın ve gümüĢ madenleri bulunuyordu.
Daha çok eski çağlarda, Argonotların bölgeye gelerek Altın Postu ara-
maları, bu madenlerin varlığının yazılı kanıtını teĢkil ediyordu. Bugün
hâlâ Doğu Anadolu'daki dağlarda bulunan ve uzun zamandır iĢletilmeyen
eski maden ocakları da bölgenin altın ve gümüĢ baĢta olmak üzere, yeraltı
zenginliklerinin bir kanıtı olarak kabul edilebilir. (Bir iddiaya göre günü-
müzde Karabağ Sorunu'nun altında, maden zenginliği yatmaktadır.)
ĠĢte bu nedenle yöredeki Ermeni halkı, kuyum iĢinde uzmanlıĢı-yor, al-
tın ve gümüĢ iĢçiliğindeki zenaat onları önemli bir ekonomik güç haline
getiriyordu. Bu ekonomik güç ise diğer kavimlerin kıskanç-

19
lığını, servet ve para hırsını kamçılıyordu.
Aynı kıskançlık ve hırsların baĢka bir hedefini de, önce Mısır sonra da
Roma'nın putperest saldırılarından yılarak Kudüs ve yöresinden kaçıp
Önasya'nın Güneydoğusuna yerleĢmiĢ olan Museviler oluĢturuyordu.
Mardin, Urfa, Antep, Diyarbakır, ġam, Halep, Elazığ ve Kayseri'yi içine
alan bölgeye yerleĢen Museviler bezirganlık yapıyor, Asya - Avrupa tica-
retinden yararlanıyor ve tefecilikle uğraĢıyorlardı. Böylece hemen ku-
zey'deki Ermeniler gibi onlar da diğer kavimlerin karĢısında "ekonomik
bir hedef teĢkil ediyorlardı. Dördüncü Yüzyıl sonlarına kadar tek merkez-
den yönetilen Kutsal Roma Ġmparatorlu-ğu'nun siyasal gücü bu kavimler
için bir güvence ve huzur kaynağı oluyordu. Üstelik, Aziz Petrus'un böl-
gedeki halkı HıristiyanlaĢtırmak için çaba sarfetmesiyle bu topraklar bir
bakıma kutsanıyordu. Bu kutsama ise, ticari faaliyetlerini yürüterek do-
ğu'dan batı'ya yaĢamsal ürünler sevkeden yöre tacirlerine de bir dokunul-
mazlık kazandırıyordu. Böylece Roma'nın merkezinden doğu hudutlarına
kadar uzanan güvenli bir ticaret güzergahı oluĢuyordu. Bu güzergahta
deniz yolu egemendi. Ticaret, Kudüs ve Tir kentlerine paralel olarak Gü-
neydoğu Anadolu'daki, Ġstanbul, Ġzmir, Selanik, Venedik, Cenova, Malaga
ve Cartagena'daki Sami tüccarlar tarafından yönetiliyordu.
Ticaret konusu ürünler ise, Orta ve Kuzey Avrupa'ya Ģu iki yolla sev-
kediliyordu. Doğu Akdeniz'den gemilere yüklenen mallar Ġtalya'da Ceno-
va ve Venedik, Ġber Yanmadası'nda ise Cartagena ve Malaga Limanlarına
boĢaltılıyordu. Cenova ve Venedik'te ticaret kervanlarına yüklenen ürünler
Alp Dağları'nı aĢarak Orta ve Kuzey Avrupa'ya dağıtılıyordu.
Diğer taraftan Ġber Yanmadası'nda da aynı Ģekilde eski Fenike ve Kar-
taca Limanları plan Cartagena ve Malagaya boĢaltılan ürünler, hazırlanan
kervanlarla düz bir alan oluĢturan yarımadayı güneyden kuzey'e katederek
geçiyor ve bugünkü San Sebastian'dan, doğuya kıvrılarak Kuzey Fransa
topraklarından itibaren dağıtıma baĢlanıyordu. Bu dağıtım sırasında ise
özellikle Cermenler'in oturduğu topraklara yerleĢmiĢ olan Museviler etkin
rol oynuyorladı. Museviler daha önceleri Filistin topraklarında, yani kendi
vatanlarında yaĢarken üzerlerine gelen Roma'nın militer/siyasal gücü on-
ları egemenlikleri altına almıĢtı. Ancak Museviler bu kaba kuvvete dayalı
siyasal gücü kolay kabullenmemiĢ, sık sık kanlı ayaklanmalar yapmıĢlar-
dı. Bunun üzerine Romalı yöneticiler asi Musevileri köleleĢtirerek Ġtalik
Yarımadası'na gönder-

20
miĢlerdi. Museviler köle tacirleri tarafından Orta Avrupa'dan gelen varlık-
lı derebeylerine satılmıĢlardı.
Ancak çok uzun yıllar Akdeniz sahillerinde ticaret yapan Museviler,
aynı zamanda bu yörede konuĢulan tüm dilleri bildiklerinden varlıklı de-
rebeyler tarafından kullanılıyorlardı. Bu nedenle tanınan kısmi özgürlük
ise Cermen bölgelerindeki Musevilerin kısa bir süre sonra ticarete el atma-
larına neden oluyordu. Orta Avrupa'daki Musevi tacirlerin faaliyetleri
Haçlı seferlerine kadar etkin bir biçimde devam ediyordu.
Roma'nın militer/siyasal gücü güvenlik önlemlerini alıyor, tacirlere ti-
caret güvencesi sağlamakla yetiniyordu. Ticaret yollarının güvencesini
sağlayan askeri güçlerin bağlı olduğu siyasal odak ise Kutsal Roma Kili-
sesi'ydi. Yani Roma Kilisesi'nin BaĢpiskoposu olan Papa idi.
300 yıl sorunsuz yürüyen bu düzen, o tarihten itibaren Gotların akınla-
rıyla sarsılmaya baĢlıyordu. Ġskandinavya'nın Kuzeyinde ortaya çıkan bu
Germen halkının Ostrogotlar kolu Ġ.S. 250'ye doğru harekete geçerek Ka-
radenize iniyor, boğazlardan geçerek Mora Yanmadası'nın güneyinde
karaya ayak basıyor, Yarımadayı boydan boya geçerek kuzeye yürüyor ve
Tuna boylarına yerleĢiyorlardı. Onların bu hareketi bölgedeki Slav kavim-
lerini de harekete geçiriyordu. Bu hareketlilik ise yörenin asayiĢinin bo-
zulmasına "Kutsal Roma" düzeninin olumsuz etkilenmesine neden olu-
yordu.370'e doğru ise Hazar ve Karadeniz'in kuzeyinden gelen Hun akın-
ları Roma'yi sarsıyor, yaklaĢan bölünmenin altyapısını hazırlıyordu.
Böylece, huzursuzluk eĢkiyalığı kıĢkırtıyor ve bir sosyal kaynaĢma
baĢlıyordu. Bu sosyal kaynaĢma ise diğer bazı etkenlerle birleĢerek Ġmpa-
ratorluğun 395'de Doğu ve Batı olarak bölünmesine yol açlyor-du. Doğu
ve Batı Roma'yı birbirinden ayıran hudut, bugünkü Sırbistan'ı ve Arnavut-
luğu doğuda bırakarak Akdeniz'e iniyordu. Ġllirya, yani bugünkü Bosna -
Hersek'in bir kısmı ile Hırvatistan batı'da kalıyordu.
452'de ise Batı Roma yıkılıyor, aĢiret krallıkları, yani derebeylikler dö-
nemi baĢlıyordu, Doğu Roma Devleti ise varlığını koruyup sürdürüyordu.
Bu devletin hudutları, Türkiye'nin bugünkü doğu hudutlarım (yaklaĢık)
kucaklıyor, Suriye'nin büyük bir bölümünü, Filistin ve Sina Çölü'nü ta-
mamen içine alarak Kızıldeniz'e ulaĢıyordu. Siyasal iradenin merkezini ise
Ġstanbul'da oturan Ġmparator teĢkil ediyordu.
Roma'nın bölünmesi sadece kendi boyutları içinde kalmıyor, ay-

21
nı zamanda Avrupa'nın da bölünmesi anlamına geliyordu. Zira merkezi
Ġstanbul olan yeni devlet, Avrupa'ya giden yakın doğu ve Akdeniz ticaret
yollarını kontrola alıyordu. Bununla birlikte üzerinde ağır bir siyasi kont-
rol bulunan Doğu Romalı Sami tacirler son derece güç koĢullar altında da
olsa Asya ile Avrupa arasında ticari faaliyetlerini sürdürmeye çalıĢıyorlar-
dı. Bu ticari faaliyetlerin yürütüldüğü önemli merkezleden birini de Galata
oluĢturuyordu. Zira ticaretle siyaset burada temasa geçiyordu. Ġmparator
Halic'in Ġstanbul yakasındaki sarayında oturuyor, ticaret erbabı ise diğer
yakada yani Pera'da ikamet ediyordu.
Pera daha ilk çağlarda yerleĢime açılmıĢ. Fenike ve Kartaca dönemle-
rinde geliĢmiĢti. Halic'in kuzeyindeki bu küçük iskan yeri I inci Constan-
tin (324 - 337) zamanında, bir sur duvarı ile çevriliyordu. Sykai (Ġncirlik)
denilen bu bölgede oturan halk, Galatalılar olarak tanınıyordu. Aslında
Fenikelilerden beri ticaretle haĢır neĢir olan halkın eline Doğu Roma’nın
kurulmasıyla birlikte önemli bir fırsat geçiyor ve talih onlara gülüyordu.
Doğu Roma giderek siyasal ve ekonomik bir güç oluĢtururken, Ġmpara-
torluk hudutlarının güneydoğusunda, çoğunluğu Arap olan putperest ka-
vimler bulunuyordu. Roma’nın doğudaki en güçlü komĢusu Sasani Devle-
ti idi.
Gerçi Sasaniler organize olmuĢ güçlü bir devletti ama güneydeki put-
perest kavimler asosyal yaĢıyorlardı. Bu putperest kavimlerin ise belli bir
ticaret nosyonu ve kabul edilebilir hukuk sistemi yoktu. Bu nedenle putpe-
rest Arapların egemen olduğu ticaret güzergahları son derece güvensizdi.
Kervanlara yapılan saldırılar ticaretin engellenmesine yol açıyor, Avrupa
ve Asya arasında mal akıĢı aksıyordu.
Tabii bu durum Doğu Roma ekonomisini ve bu ekonomiyi düzenleyen
tüccarların gücünü de olumsuz yönde etkiliyordu. Ticaretteki olumsuz
etkilenme Doğu Roma Devleti'nin siyasal otoritesini temsil eden impara-
toru hırçınlaĢtırıyordu. Nitekim özellikle tüccarlara daha fazla baskı yapı-
lıyor, hatta bu tüccarlar arasında önemli bir yer tutan Musevilere ek vergi-
ler konuluyordu. Siyasi otorite bunu yaparken ekonomik nedenleri kamuf-
le edebilmek için, dini etkenleri ön plana çıkarıyordu.
Putperest Arapların gemi iyice azıya aldıkları ve düzen tanımaz bir de-
jenerasyona yuvarlanarak devrin küçük dünyasının baĢına dert oldukları
bir sırada, bu durumdan bizar olan Medineli Musevi tacirler

22
yeni bir Mesih'in (veya Mehdinin) geleceğini duyurmaya baĢlıyorlardı.
Aynı dönemde Hz. Muhammed yeni bir (kitaplı) semavi din'i, Ġslamiyeti
tebliğ etmeğe baĢlıyordu. Ġslamiyet de Musa'nın dini gibi tek tanrıya
inanmayı öngörüyordu. Bu dini Hıristiyanlıktan ayıran en önemli husus
ise dünyevi iĢlere daha fazla önem vermesiydi. Özellikle ticari - sosyal
yaĢam düzene sokuluyor, dinsel hukuk kurallarına bağlanıyordu. Ġslami-
yet'in hukuk sistemi içinde Müslümanlara olduğu gibi, gaynmüslimlere de
yasal haklar tanınıyor, dahası ticaret hukukunda bir ayırım gözetilmiyor-
du. Gayrimüslimlerin ticari ve iktisadi haklan da garanti altına alınıyordu.
Ne ki Musevilik, Hıristiyanlık gibi Ġslamiyet karĢısında da yine bazı
avantajlarını koruyordu. Ġslamiyet, bir kavmi ön plana çıkarmıyor, bütün
insanlığı kucaklamağa yönelirken Museviliğin Yahudi kavmine vaadettiği
üstünlüğü görmezden geliyordu. Hıristiyanlık karĢısında çok daha kap-
samlı bir din olan Ġslamiyet, Musevilik karĢısında bazı önemli olgu ve
uygulamalardan yoksun bulunuyordu. Örneğin Musevilik, indiği kavme
örgütsel ve ekonomik bakımdan ayrıcalıklı hareket etmeyi sağlayacak
telkinlerde bulunurken Ġslamiyet, bu telkinlere karĢı önlemleri içermiyor-
du. Nitekim Musevilik Musevi olandan faiz alınmamasını, Musevi olma-
yandan faiz alınmasını önerirken, Ġslamiyet, Müslümanları ölmeden önce
tüm insanlara (müslim - gayrimüslim) borçlarını ödemeyi, tanrı huzuruna
kul borcuyla çıkılmamasını telkin ediyordu. Bu bakımlardan -ki örnekleri
çoğaltmak mümkün- Ġslamiyet'in gayrimüslimlere (dolayısıyla Musevilere
de) ticari ve mali konularda avantaj sağlaması dikkati çekiyordu.
Putperestler bu kez de yeni dini kabul etmeye baĢlıyor, böylece Ġslami-
yet bölgeye süratle yayılıyordu. Bunun sonucu olarak baĢta ticaret olmak
üzere Ġslami düzen her bakımdan tesis ediliyor, asosyal Araplar hızla sos-
yalize oluyordu. Ġslamiyet'in ticarete verdiği önem Doğu Roma'ya ve Do-
ğu Akdeniz limanlarına mal taĢıyan kervanları da güvene kavuĢturuyordu.
Bunun da ötesinde 641'de yıkılan Sasanilerin hükümranlığına son veren
Araplar, Ġran'da da Ġslami düzeni tesis ediyorlardı.

23
Ortodokslarla Müslümanlar Arasında

Arap ve Ġran kavimlerinin egemen olduğu topraklarda yeni semavi di-


nin hızla yayılması, Önasya'da yaĢayanlar üzerinde son derece olumsuz
bir etki yapıyordu. Zira haris Araplar ile asıl dini zerdüĢt olan (ahlaken
zaafiyet içindeki) Ġranlıların Ġslamiyet çevresinde bütünleĢerek gözlerini
bir kez daha Batı'ya çevirmeleri, yaklaĢan tehlikeyi haber veriyordu. Kaldı
ki bu dönemde Doğu Roma Devleti'nin batı hudutlarının sükun içinde
olduğu da pek söylenemezdi. Nitekim bugünkü Hırvatistanla komĢu olan
Slav kökenli kavimler (örneğin Sırplar) ziraat ve ticaret olanağından yok-
sun bir coğrafyada yaĢadıklarından sık sık hududun diğer yakasına geçi-
yor ve Roma Kilisesi'ne bağlı Ģato, malikane ve çiftlikleri basarak eĢkiya-
lık yapıyorlardı. Sözde Hıristiyan olan, fakat hiç bir ahlaki değere saygı
duymayan Slav kökenli kavimler, merkezden çok uzak oldukları için Ġs-
tanbul'un sözünü dinlemiyor, siyasi otoritesine de boyun eğmiyorlardı.
Kısacası bu kavimler Doğu Roma devleti'nin batı hudutlarında önemli bir
sorun kaynağı olarak varlıklarını koruyorlardı.
Buna paralel olarak geliĢen bir baĢka siyasal olgu da 395'deki bölün-
meden sonra Doğu Roma'nın egemenlik haklarını Asya - Avrupa ticareti
üzerinde tek taraflı kullanmaya baĢlamasıydı. Nitekim Ġmparatorun siyasi
otoritesi Ġstanbul ve Önasya'daki tacirler üzerinde giderek ağırlığını hisset-
tiriyordu. Batı'ya giden mallardan alınan vergi, tüccarların iĢini zorlaĢtırı-
yordu. Hepsinden öte Doğu ve Batı Roma Devletlerini yeniden ihya edip
birleĢtirmeyi amaçlayan Ġmparator, Asya Avrupa ticaretindeki yaĢamsal
olanaklarını bir baĢka unsur olarak kullanmayı istiyordu.
Bu ve buna benzer nedenler nihayet dinsel alanda olumsuz sonuçlarını
veriyor ve Hıristiyanlık, Yedinci Konsil toplantısından sonra bir yol ayı-
rımına geliyordu.
Roma Kilisesi'ne göre Aziz Petrus Roma'da ölmüĢ ve yerine de Roma
piskoposunu halife, yani Papa olarak bırakmıĢtı. Onlara göre kilise kainat-
ta ve zamanda tek ve birdi. Bütün dünyada Papa'yı Hıristi-

24
yanların baĢ yöneticisi olarak kabul etmekle bu birlik sağlanabilirdi. Roma
Kilisesi ayrıca diğer tüm ulus ve dilleri, Hıristiyanlık anlayıĢı ve Latin dili
içinde eritmeyi amaçlıyordu. Bu anlayıĢın ardında Roma Kilisesinin, Kut-
sal Roma Ġmparatorluğu'nun mirasçısı olarak tüm Avrupa'nın dinsel, dola-
yısıyla ekonomik, ticari ve siyasi liderliğini eline geçirmesi arzusu yatı-
yordu.
Nitekim Roma Kilisesinin, dinsel maske altında ekonomik ve siyasal
çıkarlarını gözeten bu tavrı, Doğu Roma'nın egemenliği altındaki kilisele-
rin karĢı tavır koymasına yol açıyordu. Bunun sonucu olarak Papalık ku-
rumuna karĢı çıkan Doğu Roma Kiliseleri, Hıristiyanlığın tek yetkesi ola-
rak Ġsa'yı görüyorlardı. Ardından da (Mayıs 787) yılına kadar toplanmıĢ
olan ilk yedi konseyin kararlarına uyuyor, fakat ondan sonra alınan karar-
ları tanımıyorlardı. Böylece ortaya, "Ortodoksluk" adı altında yeni bir
mezhep çıkıyordu. Bu mezhep Hıristiyanlıktaki temel bölünmenin ilk
adımını teĢkil ediyordu. Zira Ġ.S. 1054 yılında Roma'dan ayrılan ve onu
tanımayan Bizans'ı Doğu Kiliseleri izleyecekti.
Ortodoks sözcüğü Yunanca "Doğu Kanı" anlamına geliyordu. Orto-
dokslar geleneksel Hıristiyan doğmalarına uygun olan ve sapkın olmayan
bir yolda yürüdüklerini, buna karĢın Roma Kilisesinin, Hıristiyanlığı doğ-
ru yorumlamadığını ileri sürüyorlardı.
Bölünme, ortaya çıkan yeni dinsel tablo içinde, buna paralel yeni ticari
ve siyasi oluĢumları da beraberinde getiriyordu.
Ortodoksluk, 9 uncu yüzyıldan sonra Bulgarlar, Sırplar ve Rumlar tara-
fından da benimseniyordu. Böylece Doğu Roma Devleti'nin (ki artık Bi-
zans adını kullanıyordu) batı hudutlarında, baĢta Sırplar olmak üzere Slav
kavimlerinin, Roma Kilisesinin egemenliği altındaki topraklara yaptıkları
yağmacı saldırılarda dinsel bir kimlik ve taban bulunuyordu. Roma Kilise-
sinde oturan Papa'nın saldırıları önlemesi günden güne zorlanıyordu. Üs-
telik bu eĢkiya akmları, Orta Avrupa'da hem ekonomik, hem de dinsel
hoĢnusuzluk yaratıyordu. Romada oturan Papa giderek Ortodoks eĢkiyala-
rın baskısı altında kalıyordu. Papalar Orta ve Kuzey Avrupadaki kavimler
üzerinde egemenliklerini sürdürüyordu. Ancak bu egemenlik salt, din
gücü veya siyasal güçle değil, aynı zamanda ticaret gücüyle tesis ediliyor-
du.
Roma, doğrudan ticaretle uğraĢmıyor, ancak çok önemli iki ticari li-
manı siyasi ve askeri etki alanı içinde bulunduruyordu. Kartaca'nın yıkıl-
masıyla Roma'nın egemenliği altına giren, daha sonra da Roma'nın siyasal
iradesini ele geçiren Papanın kutsal egemenliğini kabul

25
eden Sicilya Adasındaki Hıristiyan askeri deniz gücü, Tiren ve Adriyatik
denizlerini kontrol altında tutuyordu. Ġki denizin uç noktalarında ise Av-
rupanın iki önemli ticaret limanı ve ulaĢım merkezi olan Genova ve Ve-
nedik yer alıyordu. Bu merkezler Roma'nın dinsel, dolayısıyla siyasi ve
ticari egemenliği altında bulunuyordu.
O nedenle de Cenova ve Venedikli tacirler Papaların dinsel ve siyasal
istekleri doğrultusunda hareket ediyorlardı.Ticaret gemileri Doğu Akdeniz
limanlarından aldıkları malları bu limanlara boĢaltıyor, Cenova ve Vene-
dikli tacirlerin oluĢturdukları ticaret kervanlarıyla Alplerin ötesine, orta ve
Kuzey Avrupa'ya sevkediliyordu. Böylece bu kervanlar ayrıca Romadaki
Papanın dinsel gücünü Orta ve Kuzey Avrupa'ya taĢıyordu. Buralarda
oturan kavimler, derebeyleri ve derebeylerin adamları, tüketim nedeniyle
göbeklerinden Roma Kilisesine bağlanıyorlardı. Ġsteseler de istemeseler
de Roma'nın iradesini kabul etmek zorundaydılar. Zira bir tarafta Orto-
doks mezhebine girmiĢ olan yağmacı Slavlarla eĢkiya Sırplar, diğer yanda
Katolik Roma'nın ezici ticari egemenliği söz konusuydu. Kaldı ki Orta ve
Kuzey Avrupa'da yoksul köylülerin üzerinde egemenliklerini sürdürmeye
çalıĢan derebeylerinin de Roma'nın dinsel gücüne gereksinimleri vardı.
Buna karĢılık Avrupa'nın iki ucunda, Ġber Yarımadası'nın güneyinde ve
Önasya’nın doğu ile güneydoğusunda benzer olaylar cereyan ediyordu.
Ġber Yarımadası'nda Kartacalıların kurmuĢ oldukları Malaga gibi liman
ve ticaret kentlerine yerleĢmiĢ bulunan Musevi tacirler, merkezden uzak
olmanın sağladığı avantajı kullanarak Orta Avrupa ile ticaretlerini zor da
olsa sürdürüyorlardı. Ancak bu ticaret güzergahı ve Musevi tacirlerin Orta
ve Kuzey Avrupa üzerindeki ekonomik etkinliği, Roma'daki "dinsel /
siyasal / ekonomik" güç merkezini iyiden iyiye rahatsız ediyordu. Zira
Roma Kilesesinin oluĢturmuĢ bulunduğu otorite, birbirinden ayrılması
mümkün olmayan bu üçleme üzerine yani "din / siyaset / ekonomi" tekeli-
ne oturtulmuĢtu. Oysa Malaga ve Cartagena'daki Museviler, kazandıkları
ekonomik ve ticari etkinlikle Papa'nın Orta ve Kuzey Avrupa üzerindeki
gücünü tehdit ediyorlardı.
Bunun sonucunda Hıristiyan olarak Roma Kilisesine bağlanan ilkel
Vizigotlar, Papa'nın da kıĢkırtmasıyla bu ticaret yolu üzerinde önce dene-
tim, sonra da baskı kuruyordu. Ancak Hıristiyan Vizigotlar baskıyla da
yetinmiyor, yarımadanın sahillerindeki ticaret merkezlerinde faaliyet gös-
teren, baĢta Museviler olmak üzere, tüm Hıristiyan

26
olmayan halkları zorbalıkla sindiriyorlardı.
Buradaki Sami tacirlerin en bunaldıkları bir anda Kuzey Afrika'dan ça-
ğırdıkları Müslümanların Emiri Tarık bin Ziyad, adeta bir "Mesih" gibi
geliyor, boğazı geçtikten sonra gemileri yakıyor, Ġber Yarımadasındaki
"zorba Hıristiyanları" önüne katarak 3 yıl içinde (Ġ.S. 711-714) Fransa
içlerine kadar kovalıyordu. Böylece kurulan Endülüs Emevi (Müslüman /
Musevi) Devleti, Ġ.S. 1031 yılına kadar Orta ve kuzey Avrupa ticaret yo-
lunu kontrola ve güvenceye alıyordu. Bu dönemde Endülüs Emevi Devleti
bir Müslüman/Musevi iĢbirliği içinde siyasal, kültürel ve dinsel bakımdan
belirleyici bir güç oluĢturuyordu. Bu güç Orta ve Kuzey Avrupa'yla birlik-
te Ġngiltere'yi de kültürel ve siyasal bakımdan etkileyecekti.
Endülüs Emevi Devletinin özel sosyal yapısı, kaçınılmaz olarak Akde-
niz siyasetini de ilgilendiriyordu. Zira, Endülüs'ün gücü, Sicilya'da da
hissedilmeye baĢlanıyordu.
Sicilya halkı, 8 inci yüzyılda Doğu Roma Ordularının iĢgali altındaydı.
Doğu Roma Ordusu ise henüz dinsel bakımdan Roma Kilisesi'ne bağlıydı.
Sicilyalıların lideri Helpidius, Doğu Roma Ordularına baĢkaldırıp da yeni-
lince Kuzey Afrika'ya kaçıyor, buradaki Müslümanlara sığınıyordu. Hel-
pidius Müslümanları adaya davet ediyor, 9 uncu yüzyılın baĢında ise Müs-
lümanlar Sicilya'ya egemen olmaya baĢlıyorlardı. Böylece Papa'ya bağlı
kuvvetlerin kontrolündeki Tiren ve Adriyatik denizlerindeki Hıristiyan
üstünlüğü tehlikeye giriyordu. Ancak Endülüs Emevi Devleti ile Doğu
Akdeniz limanları arasındaki ticari güzergahı tehlikeye sokan, tehdit eden
ve önemli bir deniz gücü bulunan tek unsuru, Önasya'daki Doğu Roma
egemenliği teĢkil ediyordu. "Üstelik bu Hıristiyan Devlet giderek taassuba
yöneliyordu. 8 inci yüzyılda Roma ile Doğu Roma Kiliseleri arasında
baĢlayan tartıĢmanın 9'uncu yüzyılda Katoliklik, Ortodosluk bölünmesiyle
sonuçlanması Önasya taassubunu daha bir tutuculuğa dönüĢtürüyordu.
Bu taassup ise tıpkı Ġber Yarımadasında olduğu gibi Önasya'daki Hıris-
tiyan kavimleri dinsel - mezhepsel maske altında, Hıristiyan ve Ortodoks
olmayan (Musevi, Ermeni vs.) tacir, sanatkar ve zengin kavimleri rahatsız
etmeye, soymaya ve yağmalamaya sevkediyordu.
Ġstanbul'da oturan Ġmparatorun önem verdiği üç uç nokta vardı. Bu uç-
lardan birini Sırbistan teĢkil ediyordu. Ġmparator özellikle Sırp Prensesle-
riyle evleniyor ve Sırp Prensleriyle akrabalık tesis ediyordu. Böylece onla-
rı hem Ġmpatarorluğun hudut bekçisi, hem de Roma Kili-

27
sesi'ne karĢı bir baskı unsuru olarak kullanıyordu. Ġkinci ucu Trabzon
teĢkil ediyordu. Zira Trabzon Limanı hem Zigana Geçidini, Kırım Li-
manı'nı, Kafkasya'yı, Sasani Devleti'nin ticaret yollarını, hem de Ermeni-
lerin denize açılmasını kontrol ediyordu. Ġmparatorun önem verdiği üçün-
cü uç nokta ise Antakya idi. Doğu Akdeniz'deki Asya - Avrupa ticaret
yoluna hakim bir noktayı oluĢturuyordu.
Ġmparator bu üç nokta arasındaki her türlü "dinsel / siyasal / ticari" faa-
liyete kesinlikle egemen bulunuyordu. Dolayısıyla Önasya'daki Hıristiyan
/ Ortodoks zorbaların yaptığı eylemlerin arkasında da Ġmparator'un iradesi
ve teĢviği yer alıyordu. Ancak baĢlangıçta Ġmparator'un kontrol, teĢvik ve
iradesiyle yapılan sınırlı zorbalık ve yağmalar, yöresel entrikalar sonucu
kontrolden çıkıyordu.
Eski Ermenistan'ın toprakları Sasaniler ve Doğu Roma Ġmparatorluğu
arasında paylaĢılmıĢtı. Bu paylaĢım sonucu altın ve gümüĢ iĢçiliğinden
önemli zenginlikler elde etmiĢ bulunan Ermeni halkının Güneydoğu Ana-
dolu'da ticaret, bezirganlık ve tefecilik yapan Musevilerle birlikte, denge-
leyici bir unsur olarak Müslüman Araplara sıcak bakmalarına neden olu-
yordu. Nitekim Ġ.S. 640'dan itibaren doğu ve güneydoğu'daki bu unsurlar,
Arap egemenliği altına giriyor ve varlıklarını Hıristiyan taassubu, Bizans
yağmacılığı ve Ġran açgözlülüğüne karĢı, Arap egemenliği nedeniyle Ġslam
Hukuku'nun da sağladığı sınırlı özgürlük ve güvence altında sürdürüyor-
lardı.
Bu durum Asya - Avrupa ticaret yollarını olumsuz yönde etkilemediği
sürece, kısmen Roma Kilisesi'nin de iĢine geliyordu. Zira Araplar bölgeyi
doğrudan iĢgal etmiyor, sadece genel valiler atayarak egemenlikleri altın-
da tutuyorlardı.

Türkler Sahneye Giriyor

Bu yönetim gerçi değerli maden iĢçiliği ve ticareti ile zenginleĢmiĢ


Ermeniler için yasal bir güvence vaadediyordu ama, yerel koĢul-

28
larda, fiili bakımdan önemli riskler de oluĢturuyordu. Zira onların, altın ve
gümüĢ madenlerinden gelen zenginlikleri, baĢta Gürcü eĢkiyaları olmak
üzere Pers, Rum ve Pontus eĢkıyalarının da iĢtahlarını kabartıyordu. Ara-
larında Bizans'ın baĢıbozuklarının da yer aldığı bu eĢkıya ve zorba sürüle-
rine karĢı Ermeni Beyleri'nin, tıpkı Diyarbakır, Urfa ve Mardin yörelerin-
deki tacirlerle, Abbasi Emirleri'nin yaptığı gibi, baĢvurabilecekleri tek
alternatif vardı: Ciddi biçimde yerleĢik düzene geçmemiĢ, yeni yeni Müs-
lümanlaĢmaya baĢladıkları için henüz taassubu tanımayan, ġaman inançla-
rını muhafaza eden, bozkır insanı olduğu ve yerleĢik düzene geçmediği
için servet ve para hırsı bulunmayan, mert, sadık, saf, dürüst ve cengaver
Türk silahĢörleri...
Ġ.S. 700'den itibaren nasıl ki Abbasi Emirleri bu Türkleri saraylarında
paralı asker ve koruyucu olarak bulunduruyorlarsa, Ermeni ve Musevi
varlıklı beyler de 800 lerde aynı yola baĢvurarak, kiĢisel düzeyde kapıları-
nı (önce sınırlı sonra da yaygın biçimde) bu cengaverlere açıyorlardı. Ni-
tekim 1071 Malazgirt SavaĢından çok önce, daha 1050'lerde Selçukoğlu
Tuğrul Bey, amcasının oğlu KutulmuĢ Bey'i bu zemin üzerinde, düĢmeye
hazır hale gelen Diyarbakır'a gönderiyordu. Diğer taraftan 900 lerden
itibaren yöredeki Arap etkisi zayıflıyordu. Bu nedenle bölgede bağımsız
Ermeni Prenslikleri ortaya çıkıyordu. Aslında, Roma Kilisesinin etki alanı
içindeki Orta ve Kuzey Avrupa'dakine benzer bir yapılanma yansıtan Er-
meni Prenslikleri, ortaya çıkıyordu. Aslında, Roma Kilisesinin etki alanı
içindeki Orta ve Kuzey Avrupadakine benzer bir yapılanma yansıtan Er-
meni Prenslikleri, Bizans'ın merkezî ve ezici gücü karĢısında tutunamıyor,
Ġ.S. 970 lerden itibaren de açık saldırılarına maruz kalıyordu.
Ortodoks Roma Kiliselerinin kıĢkırtmasındaki Bizans Orduları'nın
yağmacı saldırıları, gerek yerleĢik iktisadi hayatı ve gerekse Asya - Avru-
pa ticaretini ellerinde tutan kavimleri, bozkırdan gelen dürüst ve cengaver
Türk silahĢörlerine daha bir yakınlaĢtırıyordu. Müslüman Araplar savaĢ
olgusunu genellikle dinsel zemine oturturken, hiç bir tutuculuğu olmayan
bozkır kavimlerine mensup cengaverler salt dostluk, yiğitlik ve hüner
amacıyla dövüĢe giriĢiyordu. "Selçukoğulları" diye adlandırılacak olan ve
daha 900 lerde Doğu Anadolu'da yağmacı eĢkiyalarla, Bizans askerleri
baĢta olmak üzere Pers, Gürcü, Pontus ve hatta Arap kuvvetlerine karĢı
vuruĢan Türk öncüleri, Anadolu'nun kapılarını yerleĢik iktisadi hayatı
elinde tutan yerel kavimlerin iĢbirliği ile açıyordu. Yerel kavimlerin ba-
Ģında da Güneydoğu'daki Musevi ta-

29
cirler geliyordu.
Bu Sami kavim, Filistin'den birinci ve ikinci çıkıĢlar sonucunda, (di-
yaspora) Anadolu'ya doğrudan gelerek yerleĢmiĢ bulunuyordu. Doğu Ak-
deniz sahillerinden yapılan ticari ulaĢımlarda mal ve para Ģevkiyle etkili
olan Museviler, Bizans'ın sadece baĢıbozuk ve yağmacı saldırılarından
değil, Doğu Roma Kilisesinin de desteği ile Ġmparatorun, kendilerine karĢı
uyguladığı ayırımcı politikalardan da bunalmıĢ durumundaydı. Bu politi-
kaların en açık örneğini ise Bizans'ın Yahudilere uyguladığı "Musevilik
Vergisi" oluĢturuyordu.
Arap dünyasında meydana gelen olumsuz siyasal ve dinsel çatıĢmalar-
dan da etkilenen Musevi tacirler, mal ve din taassubu bulunmayan, ġaman
/ Müslüman Türkleri koruyucu ve kurtarıcı gibi görüyorlardı.
Endülüslü Musevi tacirler, Hıristiyan Vizigot akınları karĢısında Tarık
bir Ziyad'ı nasıl bir kurtarıcı gibi kabul etmiĢse, Önasya'daki ticari güç de
aynı Ģekilde kapılarını bu dürüst ve savaĢçı insanlara açıyor, ekonomik
varlık ve gücünü onların silahlarının desteğine veriyordu.
Selçukoğullarının da Anadolu'ya girmek ve yerleĢmek için önemli ne-
denleri vardı. Öncelikle doğularında kendilerinden çok daha güçlü, savaĢ-
çı, üstelik de barbar olarak adlandırılabilecek Moğollar bulunuyordu. Mo-
ğollar kural tanımaz, merhametsiz ve yağmacıydılar. Selçukoğulları Mo-
ğollarla en fazla dost geçinebilir, ama üzerlerinde egemenlik tesis edemez-
lerdi. Kuzeylerinde, zaten onları cezbedecek bir zenginlik ve arazi yapısı
yoktu. Güneydoğularında Gazneliler bulunuyordu. Gazneliler, eski bir
kültürün zengin mirasçılarıydı ve Hintliler üzerine sık sık yağmacı akınlar
düzenliyorlardı. Buradan elde ettikleri ganimetle güçleniyor, bu güç ve
yöresel yapının verdiği siyaset yeteneği ile baĢta Selçukoğulları olmak
üzere komĢularını kontrol altında bulunduruyor, kendileri için tehlike
teĢkil etmelerine olanak vermiyorlardı. Selçukoğulları için bir baĢka tehli-
keyi de Müslüman Araplar oluĢturuyordu. Zira daha ġamanlık dönemle-
rinde, Araplar Türk asıllı kavimlere karĢı acımasız davranmıĢ, giriĢtikleri
savaĢlarda aldıkları ġaman esirleri ya katletmiĢ, ya da zorla MüslümanlaĢ-
tırmıĢlardı.
Selçukoğulları da MüslümanlaĢmıĢlardı. Gerçi ġamanlıklarından gelen
bazı inançlarını, Müslümanlık bünyesinde korumaya devam ediyorlardı
ama, artık Arabistan üzerine gitmek yerine daha Ġ.S. 800 lerde

30
öncülerin ve koruyucuların girmeyi baĢardıklan Anadolu'yu ve buradaki
ovalan daha cazip görüyorlardı. Üstelik 900 lerde onları Anadolu'da (ade-
ta) bekleyen, hatta davet eden varlıklı bir iktisadi yapı bulunuyordu. Eko-
nomik bakımdan çok güçlü olmasına karĢın siyasal gücü bulunmayan, bu
nedenle de çevredeki diğer siyasal güçlerin organize baskısı, tehdidi ve
terörü altında kalan güneydoğudaki Museviler ile kuzeydeki Ermeniler,
ihtiyaç duydukları askeri gücü (Buna kolluk gücü de denebilir) Selçuko-
ğulları'ndan temin ediyorlardı.
Musevilerle Önasya'nın doğusundaki Ermeniler'in hayli ortak yanları
bulunuyordu. Bu ortak yanların baĢında, her iki kavmin de din birliği üze-
rine tesis edilmiĢ bağlarla "ümmet toplumu" karakterinde olmaları geli-
yordu. Her iki kavim bakımından da siyasal iktidarın bir Ģahısta veya baĢ-
ka bir kavimde olması sorun değildi (Kartaca gibi). Ancak sorun, siyasal
iktidarı elinde bulunduran iradenin (veya kavimlerin) ekonomik nedenleri
gizleyerek, dinsel nedenleri öne çıkarıp bu bahane ile yağmacılığa ve zor-
balığa yönelmeleriyle baĢlıyordu.
Daha birinci yılın baĢında Doğu Romalılarla Persler, Ermeniler üzerin-
de egemenliği paylaĢmıĢlardı. Ermeniler Pers Krallarının ve daha sonra da
Müslüman Ġranlıların siyasal iktidarını yadsımamıĢtı. Keza Museviler de
sadece, putperest Romalıların kanlı kılıçlarının zulmünden, canlarını kur-
tarabilmek için Kartaca ticaret kolonilerine ve Önasya'nın güneydoğusun-
daki çeĢitli kavim ve dinlerin siyasal iradesine sığınmıĢlardı.
Bu iki kavmin uğradıkları saldırıların nedeni ve Ģekli de ortaktı. Sebep
ekonomikti.
Museviler; bezirganlık, tefecilik ve Asya - Avrupa ticaretinden kazan-
dıklarıyla zenginleĢmiĢlerdi. Ermeniler ise altın ve gümüĢ ticareti ve iĢçi-
liğiyle ekonomik odak noktası haline gelmiĢlerdi. Bu ortak noktalar iki
kavmin kaderini adeta birleĢtirmiĢ ve onları aynı koruyucuya yöneltmiĢti.
Üstelik hiç bir akde ve kayda dayanmayan bu siyasal ortaklık 1071 de
Selçukoğlu Alparslan'ın Diyojen Kumandasındaki 120 bin kiĢilik Bizans
Ordusu'nu yenmesiyle, bir bakıma tescil ediliyor, kesinlik kazanıyordu.
Bu savaĢtan itibaren de yerleĢik iktisadi güç üzerinde Selçukoğullarının
seciye, karakter ve yiğitliğine dayanan yeni bir siyasal güç oluĢmaya baĢ-
lıyordu. OluĢan bu siyasal güç; Yakındoğu, Mezopotamya ve Ortadoğu-
daki Müslüman Araplar ve Ġranlılarla Ortodoks Bizans'ın arasına girmeye
baĢlıyordu.
Önasya'da ete ve kemiğe bürünen yeni siyasal oluĢumun en güç-

31
lü unsurunu teĢkil eden Selçukoğulları, dinsel taassuptan da çok uzaktı.
Eski devirlerden beri yerleĢik düzene geçmiĢ olan kavimlerde görülen
karmaĢık dejenere ve art niyetli sosyal iliĢkiler, Selçukoğulları'nın göçer
ve bozkır karakterinde henüz oluĢmamıĢtı. Bireyler arası iliĢkiler gayet
yalın ve dürüst bir yapı yansıtıyordu. Bozkırdaki kapalı ekonomi içinde
uzun vadeli bir yatırım sözkonusu olmadığı için mal ve tasarruf hırsından
söz edilemezdi. Onların bu yalın davranıĢı, inançlarına da yansımıĢtı. Uh-
revi yapıları, dünyevi yapıları kadar hafif, yüzeysel ve gelenekseldi. Nite-
kim MüslümanlaĢmalarına rağmen, ġaman adetlerini muhafaza etmeleri
bunun bir göstergesiydi. Alparslan'ın Malazgirt'te savaĢacağı günü tayin
etmek için sadece Müslüman ulemaya danıĢmakla kalmayıp, beraberinde
dolaĢtırdığı ġaman müneccimlere de danıĢması, ġaman geleneklerine
bağlılığının doruktaki bir örneğini oluĢturuyordu.
Önasya ve Yakındoğu'daki bu oluĢumlar üç önemli kuvvetin etkisine
maruz kalıyordu. Bunların ikisi, bölgede her zaman varlığını hissettiren
Moğollarla, Ortodoks Bizans'ın zorba ve kuralsız kaba gücüydü. Ancak
üçüncü güç gerçekten önemli ve belirleyici bir güçtü. Bu, arkasında Kato-
lik Roma Kilisesinin dinsel desteği bulunan Haçlı Orduları'nın gücüydü.

Büyük HesaplaĢma: Haçlı Seferleri

Roma Kilisesiyle Bizans Kilisesi, 1054 yılından itibaren Ģiddetli bi-


çimde karĢı karĢıya geliyordu. Bunun nedeni dinsel olduğu kadar da siya-
siydi. Zira Latinler üzerindeki Bizans siyasal etkinliği sona eriyor, Roma
ve Ġstanbul bir kez daha birbirinden kopuyor, üstelik karĢı karĢıya geli-
yordu.
Bu durum beraberinde, mezhep ayrılığını ve çatıĢmasını daha bir

32
açıklıkla ortaya çıkarıyordu.
Roma Kilisesi, aynı anda tüm cephelerden baskı altına alınmıĢ bulunu-
yordu.
Öncelikle Sicilya'da, Bizans'ın çekilmesiyle ondan boĢalan yeri 900 lü
yılların baĢından itibaren Kuzey Afrika'dan gelen Müslüman Araplar dol-
duruyordu. Böylece Orta Avrupa ticaret yollarını kontrol altında tutan
Roma Kilisesi Sicilya'yı ele geçiren Müslümanların baskısı altına giriyor-
du. Roma üzerinde Müslümanların tesis ettiği bu baskı 200 yıl sürüyor ve
Hıristiyan taassubuna karĢı Ġslam Hukukuna dayalı Arap sosyal düzeni,
etkili olmaya baĢlıyordu. Kendini güneyden baskı altında hisseden Roma
Kilisesi, Orta ve Kuzey Avrupa üzerinde ekonomik ve siyasal etkinliğini
devam ettirmek amacımla, uhrevi liderliğinden kaynaklanan dinsel gücüne
daha bir ağırlık veriyor, bu da Papa'yi daha bir taassup konumuna getiri-
yordu.
Roma Kilisesinin bu durumu Ġber Yanmadası'nda büyük bir ekonomik
ve siyasi güç oluĢturan Endülüs Musevi / Müslüman devletinin Kuzey ve
Orta Avrupa'ya ulaĢan ticaret yolunu iĢletmesiyle, daha da sarsıntıya giri-
yordu. Üstelik bu güzergah, ticari ve ekonomik gücü elinde bulunduran
Endülüslü Musevi / Müslüman aydınlar tarafından, Roma Hıristiyan taas-
subuna karĢı bir "ıĢık" ve "aydınlatma" yolu olarak da kullanılıyordu.
Böylece Roma Kilisesinin yasakladığı Antik Yunan Felsefesinin kıvılcım-
ları (baĢta Aristoculuk olmak üzere) bu güzergahtan Orta ve Kuzey Avru-
pa'ya sıçrıyordu. Üstelik Fransa içlerine ve Loire havzasına kadar inen
Müslüman Arap askerleri buradan ötede, Hıristiyan Katolik Kiliselerinin
taassubu altında çok sıkıntı çeken ilkel Frank ve Germen halkını etkile-
meye baĢlıyorlardı. Kısacası Endülüs Devleti Katolik Avrupa'yı her ba-
kımdan; öncelikle ticari ve felsefi, sonra da siyasi bakımdan tehdit ediyor-
du. Malaga kenti adeta, Roma'nın ekonomik gücüyle yarıĢacak düzeye
ulaĢıyordu.
Kaldı ki Malaga, Cordoba, Cartagena, Sevilla, Granada ve Cadiz gibi
Endülüs kentlerinden yürütülen ticaret, gittikçe düzenli bir yapıya ve sis-
teme dönüĢüyordu. Arap / Musevi tacirler ilk kez buralarda çek kullanma-
ya baĢlıyorlar. Musevilerin tefecilik yeteneği bir çeĢit yeni bankerlik gö-
rünümü alıyordu. BaĢlı baĢına yetkin bir ekonomik sistemin oluĢması, her
iki dünyaya hükmeden Roma'yı adeta çileden çıkarıyordu.
Bunalan Roma Kilisesinin dayanabileceği tek Katolik güç, Orta ve Ku-
zey Avrupa'da yaĢayan yarı vahĢi, cahil, kavgacı ve asosyal in-

33
san kalabalığıydı. Bunlar ilkel Ġrlandalılar, vahĢi Franklar, savaĢçı ve gad-
dar Cermenler ve Ġngiliz Adası'nın Ģövalyeleriydi.
Batı'dan ve güney'den Müslüman Arapların baskısı altında bulunan
Roma Kilisesi, doğudan da en az can düĢmanı Müslümanlar kadar hasmı
olan Ortodoks dünya tarafından kuĢatılmıĢtı. Üstelik Bizans sarayı ve
kiliseleri, Ģark masallarının efsanevi zenginliğini gizliyordu.
Roma Katolik Kilisesi nihayet bu kuĢatmayı önce güneyden, Sicil-
ya'dan yarmayı baĢarıyordu. Sicilya'daki üç Arap Emiri birbirine düĢüyor
ve Ada 1016 yılına kadar süren yıpratıcı bir iç bunalıma sürükleniyordu.
Bu aĢamada ortaya, Fransa'ya yerleĢmiĢ bir Viking kolu olan Norman
savaĢçıları çıkıyordu. Papaya bağlı Fransa Kralı'nın paralı askerleri olan
Vikingler, Hıristiyan dünyayı tehdit eden "kafirler" üzerine ilk seferlerine
baĢlıyorlardı. Zira bu sırada Ortodoks Bizans askerleri, Müslümanların
zaafından yararlanarak Adayı ele geçirmek istiyorlardı.
Önce Katolik Fransa Kralı'nın parası ve emriyle, sonra da Roma Kili-
sesindeki Papa'nın teĢviği ve krallık sembolü olan zırh ve iyi su verilmiĢ
çelik kılıcıyla, krallıklarını ilan etmek üzere Sicilya üzerine yürüyorlardı.
Böylece din ve para gücüyle organize olan 300 kiĢilik küçük Norman
Ordusu Roma'yı, dolayısıyla Adriyatik ve Tiren denizleri'ni kontrol ve
baskı altına alan Sicilya'daki "Müslümanlık Sorununu" çözümlüyordu.
Ancak Sicilya'yı ele geçiren Norman gücü burada Hıristiyan Orta Av-
rupadakinden çok daha ileri ve uygar Ġslam düzeni ile karĢılaĢıyor, bu
uygarlığa saygı duyuyorlardı. Normanlar tesis edilmiĢ olan Ġslami düzene
sadece Hıristiyan siyasal bir kılıf geçirmekle yetiniyor, sosyal düzenin
esaslarını, kültür ve hukuk yapısını değiĢtirmiyorlardı. Fakat bu bile Pa-
pa'yı tatmin etmeye yetiyordu.
Roma, Sicilya'da Normanların bir vurucu güç ve paralı asker olarak
kullanılmalarından elde edilen deneyimi, daha kapsamlı bir planın ilham
kaynağı olarak görüyordu. Bu büyük plan, doğuya bir Haçlı Seferi'nin
düzenlenmesiydi. Zira Bizans'ın doğu hudutlarında, bin yılın ilk yarım
yüzyılında cereyan eden olaylar, Bizans Kiliselerine hadlerinin bildirilme-
si vaktinin geldiğini haber veriyordu. Doğu'da koĢullar Ģöyle olgunlaĢı-
yordu:
Bizans, siyasal bakımdan egemen bir devletti. Ancak bu egemenlik
Roma'da olduğu gibi sağlıklı ve sağlam bir ekonomik sistemden yoksun-
du. Bizans da eski Roma gibi militer, bürokratik ve merkezi bir

34
modele sahipti. Gerçi Önasya, Asya - Avrupa deniz ticaretinde hayli
önemli bir konum ve avantaja malikti ama, bu avantajı kullananlar Ġmpa-
rator ve ailesi, kiliseler, son olarak da tüccarlar oluyordu. Ancak Ġmpara-
tor ve arkasındaki kiliseler paylarını giderek daha bir zorbalıkla büyütüyor
ve alıyorlardı. Zira, ticaret merkezi Kudüs, ġam ve yöredeki ticaret yolları
hızla Müslümanların eline geçiyordu. Dolayısıyla yöredeki tacirlerin Müs-
lümanlarla iĢbirliği yapmak zorunda kalması, Ġstanbul'a sırt çevirmelerine
neden oluyordu. Buna karĢılık doğu kiliseleri gerekli dinsel icazeti veriyor
ve Ġmparator da militer gücünü kullanarak çıkartan doğrultusunda yürür-
lüğe koyduğu yasaları, zorbalıkla uyguluyordu.
Böylece doğu ve güneydoğudaki Rum olmayan unsurlar, Selçu-
koğullarıyla iĢbirliği yapıyor, onları önceleri kendi güvenlikleri doğrultu-
sunda yönlendiriyor, sonra da Bizans aleyhine güçlenmelerine destek ve-
riyorlardı. Ortadoğu'da Müslüman, Önasya'da ise Selçukoğulları'nın güç-
lenerek yayılması, Ġslam dünyasının giderek ticaret yollarında ve özellikle
de ticarette söz sahibi olmasına yol açıyordu.
Kaldı ki, Önasya'nın doğu ve güneydoğusuna Ġ.S. 800 lerden itibaren
girmeye baĢlayan Selçukoğulları, 1050 lerde buraların egemenliğini geniĢ
çapta elegeçirip, yerel iktisadi güçle özdeĢleĢmeye baĢladıkları için 1071
de Malazgirt'te Bizans Ordusu'nun hedefi oluyorlardı. Diyojen Ordula-
rı'nın yenilmesiyle bu egemenliğin alanı geniĢliyordu. Bizans yağmacılı-
ğından, tekfur tecavüzlerinden ve yoksul Rum halkının verdiği rahatsızlık-
tan yılan yerel iktisadi güçler (Ermeniler ve Museviler) hiç bir art niyeti
olmayan, salt adil bir kaba kuvvete dayanan ve ekonomisinin çapraĢık
hesaplarıyla henüz tanıĢmayan bozkır kuvvetlerini mumnunlukla karĢılı-
yorlardı. Üstelik siyasal bakımdan Selçukoğulları yerel iktisadi gücü de-
ğil, yerel iktisadi güç Selçukoğulları'nı yönlendiriyordu. Bu yönlendirme
de bir militer, bürokratik ve merkeziyetçi siyasal yönetim oluĢturmak
hedefine yönelikti.
Roma Katolik Kilisesi, öncelikle bu yeni oluĢumdan rahatsızlık duyu-
yordu. Ancak onları daha da çok rahatsız eden husus, Bizans Kiliselerinin
zengin hazinelerinin Selçukoğullarının ve Müslümanlar'ın eline geçmesi
tehlikesiydi. Üstelik, merkezin giderek zayıflaması, Bizans devletinin batı
hudutlarındaki yağmacı ve zorba dağlılarla Sırpların, Roma Kilisesine
bağlı alanlara yaptıkları yağmacı saldırıların yoğunlaĢmasına neden olu-
yordu.
Sicilya üzerinde kendisine bağlı Katolik kuvvetlerin egemen ol-

35
masıyla, deniz yolu ticareti konusunda rahat bir nefes alan Roma Kilisesi,
burada kullandığı paralı Norman güçleri gibi, fakat yüzlerce defa daha
büyük bir Hıristiyan Katolik askeri gücü hazırlayıp, doğuya göndermek
kararı alıyordu.
Bu gücün sevkedilmesi sırasında niyet ne olursa olsun, sonuç, Bi-
zans'ın kalan güç ve zenginliğinin tükenmesi, egemen bulunduğu toprak-
lar üzerindeki siyasal gücünü yitirmesi olacaktı.
Ġlk Haçlı Orduları Ġ.S. 1095 yılında toplanma yeri olan Worms, Paris
ve Clermont'tan yola çıkıyor, Ortodosların egemenliği altındaki topraklara
girer girmez de yağma ve katliamlara baĢlıyorlardı. Bu da, Haçlı Ordula-
rının öncelikle kendilerinin ve Roma Katolik Kilisesinin çıkarlarını gözet-
tiğini ortaya koyuyordu.
Kaldı ki, ilk sefer üç güzergah üzerinde ilerliyordu. Worms'dan yola
çıkan kol, bugünkü E-5 güzergahını izleyerek Ġstanbul'a varıyordu. Ġkinci
kol, Paris'ten yola çıkarak Clermont'ta ana kuvvetlerle birleĢiyor, fakat
Lyon'da kuvvetler ikiye ayrılıyordu. Birinci kol Dalmaçya sahillerini izle-
yerek Yunanistan'a iniyordu. Ġkinci kol ise Cenova üzerinden Roma'ya,
buradan da Bari'ye geliyordu. Gemilerle karĢıya geçen bu kol Yunanis-
tan'da birinci kol ile birleĢiyor, daha sonra Ġstanbul'a girmeden önce
Worms'tan gelen kuvvetlerle buluĢuyordu. Bu üç koldan ikisi, Ortodoksla-
rın egemen oldukları yerlerden geçerken, çekirge sürülerini anımsatıyor-
du. Seferin ilk heyecanıyla Katolik olmayanların topraklarına giren asos-
yal, vahĢi, aç, yağmacı ve kafaları din dogmalarıyla dolu bu insan sürüsü,
dehĢet tabloları yaratıyor, barbar yağma ve vahĢetlerine adeta rahmet oku-
tuyorlardı.
Ortodoks dünyanın en batı hudutlarından baĢlayan bu yağma, tecavüz
ve saldırılar aynı Ģiddetiyle Önasya'ya dek uzanıyordu. Ġ.S. 1095 da baĢla-
yan Haçlı Seferleri altı kez düzenli orduların hareketi Ģeklinde tekrarlanı-
yordu.
Haçlı Seferleri sırasında, Orta Avrupa'da önemli bir olay cereyan edi-
yor, daha sonra, sistemleĢecek olan antisemitik saldırılar bu dönemde
ortaya çıkıyordu. Fransa'dan yola çıkan ve Filistin'e varmak üzere yürüyü-
Ģe geçen binlerce barbar Hıristiyan 300 - 400 kilometre yürüdükten sonra
yorgun bir halde Cermen topraklarına giriyorlardı. Bir yandan yoksulluk,
bir yandan yokluk ve yorgunluk içinde Cermen yerleĢim birimlerine giren
Haçlılar, burada ticaret yaparak zenginleĢmiĢ Musevi tacir ve köylüleriyle
karĢılaĢıyorlardı. Musevilerin zenginliğini gören ve özde, Filistin'de kâfir-
leri kesmeye giden Haçlılar "Ora-

36
daki de kâfir, buradaki de kâfir. O zaman kâfirleri kesmeye buradan baĢ-
layalım" diyerek Musevileri katledip varlıklarını yağmalamaya giriĢiyor-
lardı. Böylece Haçlılar tarafından baĢlatılan Musevi aleyhtarı faaliyet ve
saldırılar kısa zamanda yerli Cermenlere de bulaĢıyordu.
Önceleri derebeyler zengin Musevileri para karĢılığı surlarla çevreli
malikhanelerine kabul edip gizliyorlardı. Ancak bir süre sonra saldırılar o
denli yoğunlaĢıyordu ki, derebeyler de Musevileri gizleyemiyorlardı. Çe-
Ģitli söylenti ve iftiralarla alabildiğine kıĢkırtılan Musevi aleyhtarlığı so-
nucu katliam dayanılmaz boyutlara ulaĢıyordu. Nihayet Museviler, kitleler
halinde bulundukları toprakları terkediyor ve doğuya, önce Lehistan'a
sonraki asırlarda da Rusya ve Osmanlı topraklarına göç ediyorlardı.
Tüccar Musevilerin Fransa'dan baĢlayarak Cermanya ve Ġngiltere'yi
terketmesinde katliamın yanısıra veba salgını da rol oynuyordu. Ayrıca
ticaretin durmasıyla yoksulluk daha bir artıyor, yoksulluk ve pislik ise
salgın hastalıklara daha uygun zemin hazırlıyordu.
Musevi düĢmanlığı 13 üncü yüzyılda doruk noktasına çıkıyordu. Nite-
kim bunun bir sonucu olarak Ġngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard'ın taç
giydiği gün Katolik halk Büyük Britanya'da korkunç bir Musevi katliamı
baĢlatıyordu. Bu katliamlara, Musevilerle uzun yıllar birlikte yaĢayanların
da katılmaları sadece dinsel nedenlerle sınırlı kalmıyordu. Asıl nedenleri
ekonomik ve mali oluĢumlar teĢkil ediyordu. Zira yerli halk yoksullaĢmıĢ,
üstelik de tefecilik nedeniyle Musevilere karĢı gırtlaklarına kadar borca
batmıĢ bulunuyorlardı.
Ġngiltere'de Aslan Yürekli Richard Musevilerin Büyük Britanya Ada-
sı'nda oturmalarını yasa ile yasaklıyordu. Avrupa'nın pek çok kentinde de
aynı Ģey yapılıyordu.
Buna karĢılık baĢta Viyana olmak üzere bazı Avrupa kentlerinde yerli
halk Musevilere dokunmuyordu. Örneğin Ġyon, Viyana ve Regensburg'ta
Museviler korunuyor, Lehistan ise yoğun bir Musevi nüfusuna sahne olu-
yordu.
Museviler Ġngiltere'ye 16 ncı yüzyıl baĢından itibaren, dinsel reformla-
rın baĢlamasıyla dönebileceklerdi.

37
Cenova’nın YükseliĢi

Haçlı Seferleri'nin doğal sonucu olarak Önasya adeta "tarumar" oluyor,


Ortodoks Bizans'ın siyasal egemenliği ağır biçimde yaralanıyordu. ĠĢ bu-
nunla da kalmıyor, Latin Kiliseleri prestij kazanırken Haçlı Ordularının
bastığı ve ezdiği Ortodoks Kiliseleri önce tüm zenginliğini bu yağmacılara
kaptırıyor, sonra da dinsel bakımdan otorite zaafına uğruyordu. Nihayet,
Katolik Haçlı Orduları karĢısında aciz durumda kalan ve onların her istek-
lerine boyun eğen Ortodoks Bizans Ġmparatorları tebaları üzerindeki otori-
telerini yitiriyorlardı.
Doğu Kiliselerinin ve Bizans egemenliğinin tüm zenginliği Batı'ya
akarken, Roma Kilisesi elde ettiği ganimet sayesinde kendisini hem eko-
nomik, hem de siyasal bakımdan son derece rahatsız eden Endülüs ticaret
merkezlerine, özellikle de Malaga'ya alternatif olarak Cenova Ticaret
Merkezi'ni hazırlıyordu.
Romanın ticaret gücü olarak Venedik'i değil de Cenova'yı destekleyip,
yükseltmesinde çeĢitli nedenler bulunuyordu.
Bu nedenlerin baĢında Venedik'e duyulan güvensizlik geliyordu. Zira
Venedik coğrafi konumu itibariyle, Ortodoks saldırılara açık bir durum-
daydı. Coğrafi konumun bu güvensizliği, Orta ve Kuzey Avrupa ile Vene-
dik bağlantılı ticari yolları savunmanın zorluğu ile de pekiĢiyordu. Bunla-
rın dıĢında Roma, kendisini ticari ve siyasal bakımdan rahatsız eden Ma-
laga'ya rakip olabilecek bir liman ve ticaret kentine ihtiyaç duyuyor, bu-
nun arayıĢı içinde bulunuyordu. Venedik Adriyatik denizinin uç noktasın-
da yer alıyor, bu nedenle de Endülüs limanlarına rakip olamayacak bir
görünüĢ yansıtıyordu. Kaldı ki Venedik halkının ticari yeteneği vardı ama
dinsel bakımdan Roma Kilisesi'ne uzun vadeli güven verecek uhrevi nite-
liklere, ahlaki bakımdan sahip değildi. Nitekim sürekli Ortodoks dünya ile
komĢuluk yapmaktan kaynaklanan Orient ahlakının etkileri hissediliyor-
du. Kaldı ki Venedikli tacirler bazan ikili oynuyor, Roma Kilisesi'nin ha-
beri olmadan, Ortodokslarla siyasi ve ticari münasebet kuruyorlardı.
Tüm bu olumsuzluğa rağmen Roma yine de Venedik'i kontrolü altında
tutuyor, fakat dinsel ve ekonomik desteğini ileri derecede Cenova'ya veri-
yordu.

38
Roma Kilisesi'nin Cenova'yı seçmesinin temel nedenlerinin baĢında,
buranın jeopolitik bakımdan müstahkem bir konuma sahip bulunması yer
alıyordu. Bu müstahkem konum, Roma’nın deniz yolunu kontrol altında
bulundurmasıyla daha bir güvenceye kavuĢuyordu. Nitekim bir süre sonra
Cenova Limanının karĢısındaki Korsika Adası’nın siyasal ve dinsel kont-
rolü de Cenova'ya bırakılacaktı.
Diğer taraftan Cenova, Marsilya ve Aragon Limanları'nın sıralandığı
sahil Ģeridindeki ticaret zincirinin merkezini de oluĢturuyordu. Böylece
Pirene Dağları'nın doğusundan geçen güvenli ticaret yollarını kontrolünde
bulunduruyordu. Ayrıca bu ticaret kentlerindeki Endülüslü olmayan, fakat
ticaret yeteneği hayli geliĢmiĢ tacirleri kendi amaçları doğrultusunda ör-
gütleme olanağına kavuĢuyordu. Nitekim Üçüncü Haçlı Seferi'nde (1189 -
1192) Cenova'nın yıldızı iyice parlıyor, Roma Kilisesi'nin kontrolünde,
Ortodoks, ve Müslüman kentlerinin yağmalanmasıyla elde edilen büyük
ganimet, bu kente önemli bir ticari güç kazandırıyordu. Roma Kilisesi,
böylece dünyevi (ekonomik) gücünü Cenova üzerinden dolaylı biçimde
kullanıyor, uhrevi ve siyasi gücünü ise doğrudan gösteriyordu. Bu zengin-
liğin bir sonucu olarak Cenova, Cenovino adlı kendi altın parasını çıkarı-
yordu. Cenova 1156'da, Norman Kralı Guglielmo I'den Güney Ġtalya ve
Sicilya'da önemli ticari kolaylıklar sağlıyordu. Öncelikle de Kuzey Afrika
ve Ġspanya'da kaba kuvvete baĢvurarak Batı Akdeniz ticaretinde gücünü
kanıtlıyordu.
Bu oluĢumda önemli rol oynayan etkenlerden biri de Orta ve Doğu
Akdeniz'de bir dönem Müslümanların egemenliği altına giren önemli yer-
leĢim yerlerinin ve ticaret hareketlerinin Hıristiyanlar tarafından yeniden
ele geçirilmesiydi. Müslümanların yönetimindeyken bu ticaret merkezle-
rine, (örneğin Palermo, Napoli, Provence, Narbonne v.s.) kısa süre içinde
Endülüsten ve Yakındoğu'dan gelen tacir Museviler yerleĢiyordu. Ancak
bu merkezler yeniden Hıristiyanların eline geçince Musevi tacirlerin kimi
öldürülüyor, kimi de Hıristiyan oluyordu. HıristiyanlaĢan tacirlerden bazı-
ları servetin yeni odağı olan Cenova'ya yerleĢiyor ve buradaki yapı ile
özdeĢleĢiyordu. Bir süre sonra da ekonomik gücü elegeçirerek ticari yapı-
ya hükmetmeye baĢlayacaktı.
Ancak Ġ.S. 1200 'lerde tablo yeni oluĢuyordu.
Dördüncü Haçlı Seferi'nin sonunda Ġstanbul alınıyor (12 Nisan 1204)
üç gün yağmalanıyordu. Katolik Venedikliler yapılan anlaĢma sonucu
Ayasofya'da bir Patriklik kuruyorlardı. Buraya ayrıca Venedik-

39
li din adamlarından oluĢan bir kurul yerleĢtiriyorlardı. Bu dinsel kurul da
Baudouin I'i Ġmparator seçiyordu. Böylece Ġstanbul'da bir Latin Ġmparator-
luğu kuruluyordu. Ancak görünürde Bizans geleneklerine sahip çıkan
saray, aslında Katolik Haçlıların feodal devlet anlayıĢını tesis ediyordu.
Fakat bu anlayıĢ, siyasal iktidarın gerektirdiği sağlıklı yapılanmaya el-
vermediği için Venediklilerin ekonomik gücü, onların siyasal iktidar üze-
rinde de etkili olmalarına yol açıyordu. Venedikliler böylece ticari -
dolayısıyla siyasi- hasımları olan Cenovalıları bir süre için safdıĢı bırakı-
yorlardı.
Bu nedenle Venedikliler Ġstanbul'a egemen olurken Cenovalıların Ha-
liç kenarında sahip bulundukları ayrıcalıklı bölgeyi ellerinden alıyorlardı.
Bunun üzerine Cenovalılar karĢı yakada, Galata Bölgesinde yerleĢmeye
baĢlıyorlardı. Ġstanbul'da sıkıntılı bir dönem yaĢayan Cenovalılar, anava-
tanlarında önemli sorunları çözümleyerek engelleri aĢıyorlardı. Örneğin,
Pisa ile tutuĢtukları Meloria SavaĢı'nı kazanıyorlardı. Yine aynı dönemde
Müslüman olduğu söylenen ve Papa'ya karĢı tavır sergileyen II'nci Fried-
rich ile mücadele ederek Papa'nın güvenini garantiye alıyorlardı. Keza
Korsika ve Sardunya üzerindeki hakları ele geçiliyorlardı.
Tüm bu olumlu geliĢmeler Ġ.S. 1261 de Latin Ġmparatorluğunun yıkıl-
ması, yönetimi tekrar VIII inci Mikhael'in almasıyla taçlanıyordu. Zira
yeniden kurulan Bizans Devleti Latin Ġmparatorluğu döneminde güçlenen
Venedik yerine, bu kez Cenova'yı yanına alıyordu. Nitekim Bizans Ġmpa-
ratoru, Cenovalılarla Nif-Nymphaion'da (bugünkü Kemal PaĢa) 1260'da
yaptığı anlaĢmayı, 13 Mart 1261'de yeniliyordu. Ġmparator bu anlaĢmaya
göre Cenovalılara birçok haklar sağlıyordu. Örneğin; Cenovalılar Ġstan-
bul'da Ticaret Loncası kuruyor, saray, kilise, hamam, fırın, ev ve dükkan
yapmalarına izin veriliyordu.
Böylece güçlenen Cenova, kısa zamanda Ege ve Karadeniz'de 25 tica-
ret noktası tesis ediyor. Magosa'da bir ticaret üssü kuruyor, bu üs Beyrut
Limanı'yla ticari irtibat sağlıyordu. Cenova'nın bu Ģekilde ticari bakımdan
güçlenmesi, merkezinin de ekonomik bakımdan etkinleĢmesine yol açı-
yor, ekonomik etkinlik ise Endülüslü Müslümanların egemenliğindeki
Malaga'yı tehdit ediyordu. Nitekim, ticari bakımdan yoğunlaĢan bu tehdit,
giderek siyasal bir niteliğe bürünecekti.
Tüm bu geliĢmeler sonucu Roma'da Latin Kilisesi rahat bir nefes alı-
yordu. Sicilya'daki Müslüman egemenliğinin sona ermesi, Haçlı Seferleri
sonucu Bizans'ın siyasal bakımdan hırpalanması, doğu kili-

40
selerinin zenginliğinin batıya taĢınması, yine Haçlı Seferleri sonucu Sel-
çukoğulları'nın zaafa uğraması hep, Roma Katolik Kilisesini rahatlatan ve
güvenceye alan geliĢmelerdi. Buna paralel olarak Haçlı Seferleri sonucu,
Bizans egemenliği üzerinde Latin Ġmparatorluğu kurulduğu sırada Doğu
Akdeniz sahillerinde de Latin Devletleri tesis edilmesi, Katolik Latin Kili-
seleri bakımından azımsanmayacak bir avantaj sağlıyordu. Kısacası, Ro-
ma Kilisesi Akdeniz ticaretine tamamen egemen oluyordu.
Haçlı seferleri, Roma Kilisesi'ne ekonomik ve siyasal bakımdan son
derece büyük yararlar sağlarken, dinsel -dolayısıyla ekonomik ve siyasal-
bakımdan bazı olumsuzluklar da getiriyordu. Öncelikle o zamana kadar
Roma Kilisesinin telkin ve otoritesi altında dünyadan habersiz, içe dönük
ve dinsel bakımdan son derece taassup içinde yaĢarken, Katolik Orta ve
Kuzey Avrupa halkları ilk kez dıĢ dünyaya açılıyorlardı. Özellikle Önasya
ve Yakındoğu'da diğer dinlerin mensuplarıyla temas eden Haçlı askerleri
kendi dıĢlarındaki dünyayı tanımaya baĢlıyorlardı. Bu tanıma giderek
Katolik Kiliselerine daha eleĢtirel bir biçimde bakılmasına neden oluyor,
bu bakıĢ açısı ekonomik bakımdan etkili bir güzergah olan Malaga-San
Sebastian - Bordeaux hattından taĢınarak yayılan özgür düĢüncelerle peki-
Ģiyordu.

Hıristiyanlık - Müslümanlık -Özgürlük

Ġ.S. 700 - 1400 yılları arasında Müslümanlık ile Hıristiyanlık yoğun bir
rekabet ve boy ölçüĢmeye giriĢiyordu. Bu rekabet ve boy ölçüĢme süre-
cinde ise Ġslamiyet hep, Hıristiyanlık üzerinde etkili oluyor ve öne geçi-
yordu. Her Ģeyden önce Ortaçağ / Hıristiyan taassubu dünyevi yaĢamı
tamamen yok ediyor, Hıristiyanlara özgürce yaĢamayı, ölümcül önlemler-
le yasaklıyordu. Bu; sadece kiliselerin çıkarcı tasar-

41
rufu nedeniyle değil, aynı zamanda Hıristiyan uhreviyatının da bir sonu-
cuydu.
Hıristiyanlık özde, arzu istek ve ihtiyaçlarını yoketmiĢ, kutsal insanı
yaratmayı amaçlayan bir öğreti idi. Dünyevi yaĢam alabildiğine dar hudut-
lar içine sıkıĢtırılıyor, hapsediliyordu. Böylece iyi bir Hıristiyan, dünyevi
yaĢamda gereksinim duyulan tüm özgürlüklerini bir kenara bırakıyor,
bunun sonucu olarak son derece sınırlı bir dünyevi yaĢamla yetiniyordu.
Sınırlı dünyevi yaĢam sınırlı tüketimi, sınırlı tüketim sınırlı üretimi, sınırlı
üretim sınırlı teknolojiyi, sınırlı teknoloji sınırlı bilimi, sınırlı bilim sınırlı
özgürlüğü, sınırlı özgürlük ise sınırlı dünyevi yaĢamı gerektiriyordu. Böy-
lece Katolik / Hıristiyan ahlak giderek daha bir taassuba yöneliyor, bu
taassup ise kilisenin özgürlük alanını giderek geniĢleterek dinsel kadrolar-
la, onların güdümündeki çevreleri daha bir despotlaĢtırıyordu. Hıristiyan
halkın kullanmadığı tüm özgürlükler bu sınıf tarafından kullanılıyor, böy-
lece dinsel taassubun tahakkümü Orta ve Kuzey Avrupa'yı varlık içinde
yokluğa iterek adeta bir çöl'e çeviriyordu.
Buna karĢılık Ġslamiyet, Hıristiyanlığa göre daha dünyevi bir dindi.
Genci bu dünyevilik çağdaĢ anlamda bir dünyevilik değildi. Ama Ġslami-
yet, Müslümanların sınırlı biçimde de olsa daha özgür yaĢamalarına bu da
sınırlı bir tüketime, sınırlı bir üretime, sınırlı bir bilime ve teknik geliĢme-
ye izin veriyordu. Kaldı ki, bu sınırlı tüketim, bilim ve teknoloji, cihat
kavramı ile dinamiğe ve eyleme kavuĢuyordu. Gerçi Müslümanlar Hıristi-
yanlara göre daha dünyevi yaĢayabiliyorlar, bu nedenle sınırlı bir tüketim
yapabiliyorlardı ama, onların asıl tüketimi "cihat" kavramının getirdiği
savaĢ zorlaması ve bu zorlamaya bağlı olarak elde ettikleri savaĢ teknolo-
jisiydi. Kaldı ki Ġslamiyet, Hıristiyan taassubu karĢısında daha özgür bir
yaĢam öngörüyordu. Bu -"sınırlı" da olsa- özgürlük, Hıristiyanlık üzerinde
hissedilir bir baskı tesis ediyordu.
Kuzey ve Orta Avrupa'nın Katolik halkı Haçlı Seferleri sırasında,
Önasya'daki Ortodoks ve Müslümanlarla, Yakındoğudaki Arapları eziyor-
du ama, Latin Kiliselerinin kendisine karĢı ne denli iki yüzlü bir tavır
içinde olduklarını da farkediyordu. Zira Papalar doymak bilmez servet
hırsı içinde, durmadan savaĢ kıĢkırtıcılığı yapıyor, bunu kamufle etmek
amacıyla dini, çıkarlarına alet ediyorlardı. Orta ve Kuzey Avrupa'daki
Hıristiyanlar Papa'dan cennetin tapusunu alabilmek için yaĢamın lezzetle-
rinden feragat edip dünyadan el etek çekiyorlardı ama,

42
Papalar alabildiğine dünyevi yaĢıyorlardı. Aralarında frengi olanlar, banka
kuranlar, metresleri bulunanlar bile vardı. ĠĢte, onların bu tavrı, Haçlı Se-
ferleri sırasında Orta ve Kuzey Avrupalılar tarafından farkediliyor, böyle-
ce Roma'ya duyulan dinsel güven sarsılıyordu.
Bu sarsılmanın bir kanıtını da, Kutsal Roma - Cermen Ġmparatoru II
nci Friedrich ile Papa arasındaki uyuĢmazlık oluĢturuyordu.
Papa'nın tüm kıĢkırtma ve baskılarına karĢın Friedrich Sicilya'daki
Müslüman halkın yaĢam biçimine müdahale etmiyor, aksine Sicilya'yı
bilimsel ve felsefi bir okul haline getiriyordu. Keza Papa'nın tüm baskı ve
ısrarlarına karĢın Yakındoğuya Haçlı Seferleri düzenlemiyor, Kudüs Emiri
ile anlaĢarak haç yolunu barıĢçı yöntemlerle Hıristiyanlara açıyordu. Papa
ise Kudüs'ün sadece kanla alınabileceğini ileri sürerek II'inci Friedrich'i
defalarca afaroz ediyordu.
ĠĢte tüm bu geliĢmeler, baĢta Almanlar olmak üzere Orta ve Kuzey Av-
rupa halklarını yeni arayıĢlara sevkediyordu. Bunun sonucu olarak Endü-
lüslü Ġbni RüĢt'ün yönlendirdiği, bazı Hıristiyan düĢünürleri (Aquinolu
Thomas, Michael Scotus vs.) Aristo ile tanıĢarak Antik Yunan Felsefesine
dönüyor ve böylece materyalist yaĢam biçimine giden yolun taĢlarını dö-
Ģemeye baĢlıyorlardı.
Fakat bunlar sonraki olaylardı. 1200 lerin en önemli geliĢmeleri Selçuk
Devleti'nin yıkılması ve Osmanoğulları'nın devlet kurması oluyordu.

43
SELÇUKTAN OSMANLIYA

Selçukoğulları'nın Ġ.S. 800 den itibaren Anadolu'ya girmesi ve yerleĢik


iktisadi yaĢamın temel unsurlarıyla bütünleĢerek Rum, Arap ve Acemler
karĢısında onlara önemli bir güvence sağlaması 1071 savaĢıyla kalıcı ol-
duğunu da kanıtlayınca yerleĢik iktisadi güç, bu bozkır kökenli akıncı
yapıya siyasal sorumluluk da yüklemeye baĢlıyordu. Bu zamana kadar
hareketli ve akıncı karakterdeki Selçukoğulları’nın kendine özgü yapısı,
Malazgirt SavaĢı'ndan itibaren hızla değiĢmeye baĢlıyor, devletleĢme sü-
recine giriyordu. Selçukoğulları'nın devletleĢme süreci, Asya kökenli boz-
kır devletlerinde görülen silahĢor yapıya, Roma devlet anlayıĢının temel
unsuru olan bürokratik yapıyı katıyordu. Militer ve bürokratik yapıya
ilerde, -Roma Militer Devlet modeline sonradan katılan- dinsel unsur da
eklenecek ve böylece Selçukoğulları, bozkır devlet anlayıĢından -geniĢ
çapta- merkezi, bürokratik, militer ve dinsel devlet anlayıĢına geçecekti.
Ancak Önasya'daki bu, yeni devlet yapısı içinde, tabanda mükemel bir
görev bölümü yapılacaktı. Selçukoğulları'nın yönetimindeki devletin mili-
ter ve siyasal iradesi doğrudan Selçukoğulları tarafından kullanılacaktı.
Buna karĢılık para ve ticaret unsuru, gaynmüslimler tarafından yönlendiri-
lecekti. Tabii gayrımüslimlerin para, ticaret ve zenaattaki etkili rolü, kaçı-
nılmaz olarak bürokratik yapıya yansıyacak, temsil edilecekti.
Bu, -bir bakıma- görev paylaĢımı sonucu Önasya'da, ne Asya ne de
Avrupalı olmayan, kendine özgü bir devlet "karizması" ortaya çıkıyordu.
Selçuk - Rum Devleti diye adlandırılan bu devletin teokratik

44
yapısı dıĢ görünüm itibarıyla Ġslami bir izlenim veriyordu. Ancak Sel-
çukoğulları'nın egemenliği altındaki halk yapısı Ortodoks, Katolik, Gre-
goryan, Musevi, ZerdüĢt ve Müslümanlar'dan oluĢuyordu. Bu nedenle
Müslümanlık, devrin taassup zorlamasından çok uzak bir noktada, Mela-
met kökenli tarikatlar tarafından hayli yumaĢatılmıĢ, son derece geniĢ bir
hoĢgörü yelpazesine kavuĢturulmuĢtu.
BaĢta BektaĢilik olmak üzere bu Melamet kökenli tarikatlar, taasuptan
çok uzak, ġamanlıktan gelme bozkır insanları için gayet cazip ve etkileyi-
ci esaslara dayanıyordu. Kaldı ki, Ġran milliyetçiliği ile hayli deforme bir
Müslümanlık yorumu olan ġiiliğin (Adeta yeni bir din gibi) Önasya'ya
vuran gölgesi konumundaki Aleviliğin getirdiği dinsel rekabet de Önasya-
ya özgü bir baĢka "karizma"yı yansıtıyordu.
Önasyaya özgü yapılanmayı, Roma sosyal düzeninden alınan yine bu
topraklara özgü bazı kurumlar tamamlıyordu. Bu kurumların baĢında Ahi
örgütlenmesi geliyordu. Ahilik adı verilen örgütlenmenin kökenleri Roma
Ġmparatorluğu'na dayanıyordu. Roma Ġmparatorluğu'nda -dolayısıyla Bi-
zans'ta- Maestranza denilen meslek loncaları bulunuyordu. Bu örgütler,
ayrıcalıklı gruplar oluĢturuyorlardı. Maestranzaların amacı haksız rekabeti
önlemek, meslekdaĢlar arası münasebetleri düzenlemek, mesleki istiĢarede
bulunmaktı. Üyeler genel kurul yapıyor, "Console" adı verilen bir baĢkan
seçiyorlardı. Console'lerin iki yardımcıları vardı. Bunlar meslekdaĢlar
arasındaki anlaĢmazlıklarda hakemlik yapıyorlardı. Ayrıca loncalara alı-
nacak yeni üyeler hakkında karar veriyorlardı.
Maestrazalar hastalara yardımcı oluyor, çalıĢmayan meslekdaĢlarına
bakıyor, yaĢlı ve fakirleri destekliyor, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarını karĢı-
lıyor, hapse düĢenlerin haklarını arıyor, onlara omuz veriyorlardı. Maest-
renza üyeleri birlikte oturuyorlardı. Olağanüstü durumlarda silahlanarak
kentin korunmasını da üstleniyorlardı. Bu ayrıcalıklı durum ilerde, Roma
Devletinin yerine oluĢan yeni siyasal yapılanmaların baĢına dert açacak,
Maestranzalarla bağlı oldukları siyasal iradeler arasında kanlı çatıĢmalara
rastlanacaktı.
Selçuk - Rum Devleti'nde sosyal yapı içinde etkin ve belirleyici bir ko-
numda görülen Ahi örgütü de, Roma'daki Maestranzaların konumundaki
mesleki, ahlaki, siyasi ve silahlı bir örgüttü. Ġ.S. 1200 lerde etkin biçimde
ortaya çıkan Ahilik kurumu Anadolu'nun kendine özgü yapısının bir so-
nucuydu. Bu kurum en çok kentlerde esnaf ve zenaat-karlar arasında yay-
gınlaĢıyordu. Nitekim Ġzzettin Keykavus I ve Alaet-

45
tin Keykubat I de örgüte giriyordu. Ancak üyeleri esnaf ve zenaatkarlarla
sınırlı olmayan örgüte tüccarlar, bürokratlar, kısaca toplumun her katından
insanlar ve tabii, ihtida eden gayrimüslimler de katılabiliyorlardı. Ahiliğin
en önemli ilkesi ise kendine özgü, laik bir anlayıĢa ve dinsel hoĢgörüye
sahip bulunmasıydı.
Ahiler gündüzleri çalıĢırlar, ikindiden sonra kazançlarını Ahi Babaya
getirirlerdi. Zaviyede bir arada yaĢar, topluca yemek yer, Kur'an okur,
ilahi söyler, raksederlerdi (sema ve semah). Ancak etkinlikleri bununla
kalmaz, misafir ağırlar, zorbaların hakkından gelir, zalim ve edepsiz takı-
mıyla bunlara yardım edenleri ortadan kaldırırlardı. Ahiler sırtlarına aba
hırka, ayaklarına mes giyer, bellerine iki arĢın kuĢak sarar, ortasına da
hançer sokarlardı.
14 üncü yüzyılda Moğol baskısı altında Önasya'da meydana gelecek
olan siyasal otorite zaafıyeti sırasında boĢluğu Ahi örgütleri dolduracaktı.
Bu nedenle Ahilik güçlenecek ve onun dayandığı eĢraf, ürkütücü bir siya-
sal güç haline gelecekti. Aynı durum batıda Önasya'dan 400 yıl sonra,
yani 18 inci yüzyılda yaĢanacak, siyasal güç haline gelecek olan Maest-
ranzalarla siyasal otorite arasında kanlı çatıĢmalar çıkacaktı.
Selçukoğulları'nın -merkezi, milli, bürokratik ve ekonomik anlamda-
devletleĢmesi sürecinde, dinsel bakımdan tutuculuktan uzak olması, bü-
rokratik hizmetlerde Müslüman olmayan diğer kavimlerin mensuplarının
rol ve görev almasıyla da kanıtlanıyordu.
Bu kanıtların en belirginini Musevi Madüddevle'nin vezirlik yaptığı
dönem oluĢturuyordu. Musevi Madüddevle son derece güç bir dönemde,
merkezi Konya'da bulunan Selçuk Devleti'nde vezirlik görevine getirili-
yordu.
1291 yılına gelene kadar Önasya iki taraflı saldırıya uğruyordu. 1095
yılında baĢlayan Haçlı Seferleri baĢta Ortodoks Bizans'ın egemenliği al-
tındaki bölge olmak üzere, Önasya'nın Kudüs güzergahı üzerindeki Müs-
lüman, Hıristiyan ve Musevi yerleĢim birimlerini adeta yerle bir edercesi-
ne yakıyor, yıkıyor, yağmalıyordu. Ardı arkası kesilmeyen bu saldırılar
Bizans'ı olduğu gibi, Selçukoğulları egemenliğini de sarsıyor, yoksulluğa
sürüklüyordu.
Ancak Selçukoğulları'nın sorunu bununla bitmiyordu. Onlar bakımın-
dan Haçlılar kadar -hatta daha da büyük- bir Moğol tehlikesi bulunuyordu.
Bir yandan Kırım'a yerleĢen, diğer yandan Önasya'ya sürekli akınlar ya-
pan Moğollar geniĢ çapta yayılmacı emeller besleyen

46
Ġran'daki Acem iktisadi gücü tarafmdan destekleniyor, Anadolu üzerine
gönderiliyordu. Akın yapmadıkları zaman da Selçukoğulları'nın siyasetini
dıĢarıdan yönlendiriyorlardı. Onların doğrudan ve dolaylı müdahaleleri
Haçlı tahribatıyla birlikte iç dengeleri bozuyordu. Bu dengelerin bozulma-
sı devlet yönetiminde tutarsızlık ve entrikalara neden oluyordu. "Karama-
noğulları isyanı" bu tür olaylara en çarpıcı örneğiteĢkil ediyordu.
Rükneddin Kılıç Arslan IV Selçuklu tahtına Arap, Müslüman, Ġran ve
Moğol kuvvetlerinin desteği ile tek baĢına oturuyor, hemen ardından Mo-
ğol kuvvetleri, ayaklanmıĢ olan uç beyi Türk asilerinin üzerine yürüyüp,
hepsini kılıçtan geçiriyorlardı. PadiĢahın Moğollarla birlikte Türklere
yaptığı muamele kendi sarayındaki bazı devlet adamlarını rahatsız ediyor
ve onlar da derli toplu bir kuvvete sahip bulunan Karamanoğlu Türklerini
kıĢkırtarak ayaklandırıyorlardı. Amaç Sultan Ġzzettin'i tekrar tahta çıkar-
maktı. Karaman, Zeynülhaç ve Bunsuzdan toplanan 20 bin zırhlı süvari,
Konya üzerine yürüyordu. Ancak Türkler Gavele Kalesi yakınlarında
yeniliyorlardı. Bu yenilgi Kılıç Arslan'ın kendi çevresinde de bir katliam
yapmasıyla sonuçlanıyordu.Maliyeci Mustevfi Necibüddin, bilgin MüĢi-
rülmülk Abdülhamid oğlu Kıvamüddin, bilgin Kadı LeĢker gibi Türk ge-
leneklerine bağlı zevat öldürülüyordu.
Uç beyleri isyanı, Karaosmanoğulları isyanı, Beycar Bahadır'ın ayak-
lanması, Hatinoğulları'nın ayaklanması, Karaosmanoğulları'yla uç beyle-
rinin tekrar ayaklanması ve bunun gibi diğer ayaklanmalar Türkmenleri ve
onların Önasya'ya özgü tarikatleriyle yine onlara ait bir mesleki/siyasi
kurum olan Ahiliği boy hedefi haline getiriyordu.
Selçuk sarayı üzerindeki Ġran, Moğol ve Arap baskısı, padiĢahları kimi
zaman Ortodoks Ġslam bağnazlığına sevkediyor ve bu durum gayrimüslim
yerleĢik iktisadi gücü de Türkler gibi rahatsız ediyordu. Rahatsız olan
gayrimüslim ekonomik güç ürkerek mali, dolayısıyla da siyasal istikrar-
sızlığa neden oluyordu. Bu durum ise yeni isyanların, katliamların, bitmek
bilmeyen entrikaların nedeni oluyor, devleti "kaosun kısır döngüsü" içine
sokuyordu.
ĠĢte bu kaos içinde Nizamülmülk (Kazvinli Fahrüddin) ile Mücirüddin
EmirĢah'ın yönetimi sinik bir hoĢnutsuzluğa yol açıyordu. Ama onlar da
yönetimlerini Tebriz, Hamedan, Irak, Isfahan, HoĢkan, Horasan, Kerç,
Elan, Merend, Nahcivan, Tiflis ve Erran'dan getirdikleri yabancılara, özel-
likle de tutucu ve haris Acemlere bırakıyorlardı. Onla-

47
rın, devlet gücü kullanarak kurdukları düzene halk zorla baĢeğiyor, ağır
vergileri kabullenmiĢ görünüyor, ama için için de kaynıyordu.
ĠĢte Musevi Madüddevle 1291 yılında, bu ortamda Divan Vezirliği
makamına oturuyordu. Musevi Madüddevle, esnaf ve zenaatkar Türkler
kadar, Ermeni ve Musevi tacir, zenaatkar ve tefeci gayrimüslimlerin de
yönetime karĢı tepki içinde bulunduklarını, tesis edilen devlet baskısını,
din faktörünün de kullanılmasıyla gayrimüslimler üzerinde terör estirildi-
ğini biliyordu. Ekonomik çevrelerin ve eĢrafın desteği ile bu makama
oturan Madüddevle iĢe, devlet yönetiminde bağnaz ve taassup içindeki
unsurları temizlemekle baĢlıyordu. Arap ve Fars etkisindeki bürokratlan
görevden uzaklaĢtıran ve gerektiğinde katlettiren Divan Veziri, Mevlevi
olan Kılavuzoğulları ile Sahip ġemseddin Ahmed'i Önasya Hakimliğine
seçerek tayin ediyordu.
Ancak Musevi Madüddevle ve bürokrat kadrosunun yaptığı uygulama-
lar, karĢıtları olan Doğan ve TuğaĢar Beyleri'nin ayaklanmasına yol açı-
yor, Moğolların da sahip çıkmasıyla, ayaklanma kısa zamanda bir Moğol
yağmasına dönüĢüyordu. Ayaklanma sonunda Madüddevle öldürülüyor,
otorite boĢluğundan kaynaklanan istikrarsızlık, yeni ayaklanma ve çatıĢ-
malarla devam ediyordu.
Daha çok yakın bir zamanda 1221'de Horasan dolaylarından yola çıkan
Oğuzların en zayıf kolu Kayı Boyu, iĢte bu ortam içinde Önasya'ya giri-
yordu.
Kayılar, Oğuz boyları içinde belki de en talihsiz boylardan biriydi. Er-
tuğrul'un önderliğinde 400-500 süvariden oluĢan bu boy, geçtiği hiç bir
merada yerleĢme olanağı bulamıyordu. Kendisinden önce gelen veya yer-
leĢik kavimler tarafından paylaĢılan Önasya yaylalarında ilerleyen Kayı-
lar, Konya'daki Alaeddin Keykubad tarafından Selçuk ülkesinin en batı
ucunda, Rum Ġmparatorluğu'ndan kalan toprakların sınırına iskan edili-
yordu. Ġstanbul'a 150, EskiĢehir'in kuzeybatısına 37 kilometre uzaklıktaki
kıĢlak, KeĢiĢdağı'nın (Uludağ) doğu uzantısı olan Domaniç Dağı'nın etek-
leri arasında yer alıyordu. Burası 60 kilometre boyunda dar ve uzun bir
alandı.
Ġlk bakıĢta, zayıf bir boy'un (üstelik de Ġran Moğollarıyla Arapların
baskısındaki Konya, Kayıların Türk olmalarından da ikircikleniyordu)
baĢtan savaĢıp adeta sürüldüğü ve bir talihsizlik gibi görünen bu yer, Os-
manoğulları'nın harikulade talihi oluyordu.

48
Bizans Osmanoğlu OrtüĢmesi

Ertuğrul'un reisliğindeki bu kol'un -zira Ertuğrul ve süvarileri Kayı


Boyu'nun Önasya'ya girmesinden sonra ana boydan ayrılmıĢlardı- Söğüt
KıĢlağına yerleĢmesi sırasında merkezi Konya olan Selçuk yönetimi,
Önasya'daki Türk unsurlar nezdindeki güvenilirlik ve prestijini geniĢ çapta
kaybetmiĢ durumdaydı. Zira Türklerin Önasya'ya girip yerleĢik iktisadi
yapıyla özdeĢleĢmesi Doğu Anadolu'yu Bizans ile paylaĢmıĢ olan Ġranlıla-
rı ürkütmüĢ bulunuyordu. Keza Bizans egemenliğindeki Önasya toprakla-
rına gözdiken güney'deki Müslüman Araplar da, Türklerin Bizans'tan
doğan boĢluğu doldurmaya baĢlamasından huzursuzluk duyuyorlardı.
Yeterli askeri ve siyasi gücü bulunmayan Ġranlılar, Türklere karĢı dö-
nemin en savaĢçı süvarileri olan Moğollarla iĢbirliği yapıyorlardı. "Ġran
Moğolları" diye adlandırılan bu kuvvetler, acemlerden aldıkları ekonomik
güçle Önasya'daki Türkler üzerine akınlar düzenliyorlardı. Aynı Ģekilde
Müslüman Araplar da güney bölgelerinde rahatsızlık veriyor, merkezi
otoriteyi elinde bulunduran Konya'yı tehdit ediyorlardı.
Böylece baĢlangıçta bozkırdan gelen Türklerin bir siyasal oluĢumu
olan Selçuk yönetimi, Ġran, Ġran Moğolları ve Arap baskısıyla giderek
kendi öz gücünden ve dayanağından uzaklaĢıyordu. Bu uzaklaĢma nihayet
Türklerden oluĢan uç beylerinin ayaklanmalarına yol açıyor, ayaklanmalar
ise kanla bastırılıyordu.
Uç beylerinin ayaklanmasının fikri ve ekonomik zemininde Ahi örgüt-
leri ve bunların önderleri olan Ahi Babaları bulunuyordu. Zira ġamanlık-
tan Ġslamiyete yeni geçmiĢ olan Türklerin örgütlendiği Ahi teĢkilatları
olabildiğince dinsel hoĢgörüyü, laik denecek düzeyde, tesanüdü, güvenli
ve adil bir düzen kurulmasını, dinsel taassup kaygularının önünde tutuyor-
lardı. Oysa Konya Ġranlıların, Moğolların ve Arapların etkisinde esnaf,
tüccar ve zenaatkar tabakasına ağır vergiler koyarak ve dinsel taassuba
göz kırparak onlan eziyordu. Selçuk Devleti'nin merkezi otoritesinin hayli
uzağındaki uç beylikleri, Ahi örgütlerinin gayreti ve yerel ekonomik gü-
cün de desteğini alarak siyasal bakımdan giderek kendi göbeklerini kes-
meye yöneliyorlardı.
ĠĢte Ertuğrul'un reisliğindeki Kayı kolu da uç beyliğine yerleĢtiği

49
andan itibaren, siyasal bakımdan kendi baĢının çaresine bakmak durumuy-
la karĢı karĢıya kalıyordu.
Ertuğrul'un ölümünden sonra yerine geçen oğlu Osman'ın Ģansı ise iki
kayınpederi oluyordu. Birinci kayınpederi, savaĢçı ve yiğit bir Türk cen-
gaveri, ikincisi ise önemli bir Ahi Babası olan ġeyh Edebali idi.
Edebali daha önceki uç beylerinin ayaklanmaları sırasında cereyan
eden olaylar nedeniyle Konya'daki siyasal iradenin samimiyetinden umu-
dunu kesmiĢ bulunuyordu. O hem bir tefekkür adamı, hem de yaĢlıydı. Bu
nedenle militer, dolayısıyla siyasal güçten yoksun bulunuyordu. Bu gücü
ise, kızı Malhun Hatun'a gönül veren, ġaman tarafı hâlâ ağır basan, bu
nedenle de oğluna -Ġslami bir isim olmayan- Orhan adını veren Osman
Bey'de buluyordu. Böylece devletin beyni Edebali, adale gücü ise Osman
Bey oluyordu. Aynı durum Edebali ve Osman Bey'den sonra da devam
edecek, Osman Bey'in yerini Orhan Bey, Edabali'nin yerini ise Orhan'ın
kardeĢi Alaeddin Bey alacaktı.
Edebali'nin Ahiliğinden gelen ve dinsel hoĢgörüyle yoğrulan yapısı
devletin felsefi tabanına siniyor, bu da Osman Bey'e çeĢitli bakımlardan
avantaj sağlıyordu. Bu avantajların baĢında Osman Bey'in denetimindeki
pazarlarda esnafın güvenliğinin tam ve müslim - gayrimüslim ayırmaksı-
zın adil biçimde sağlanması geliyordu. Böylece Osman'ın Devleti, kurulu-
Ģundan itibaren ticari bir zemine oturuyor, devlet yönetiminin ise askeri,
ticari ve siyasi konulan ayınmsız ele almasına neden oluyordu. Ahi örgü-
tünün devletin en üst seviyesinde temsil edilmesiyle elde edilen ticaret
güvencesi sadece Osman'ın denetimindeki topraklardakileri değil, Bizans
egemenliğindeki esnaf ve tacirleri bile cezbediyordu.
Osman'ın devletinin zeminindeki bu güçlü doku, son derece sınırlı bir
askeri güce sahip olmasına karĢın kısa sürede askeri bakımdan da güçlen-
mesine neden oluyordu. Zira ekonomik güç, sivil yaĢamdaki güven ve
refah, dinsel hoĢgörüyle de birleĢince çevre beyliklerden bu merkeze doğ-
ru bir kaymaya yol açıyordu. Bu kayma sadece Türk boy ve beylikleriyle
sınırlı kalmıyor, Bizans'tan da bazı iltihaklara neden oluyordu. Örneğin
Bizans emrine girdikten sonra hudut koruması için doğuya sevkedilen ve
bir Türk boyu olan Hıristiyan Kumanlar Müslüman olarak Osmanoğulla-
rı'nın emrine giriyordu.
Aslında çeĢitli rastlantılar, Osmanlılarla Bizanslıların kaderini de bu-
luĢturuyor, siyasetlerini adeta örtüĢtürüyordu.

50
Osmanlılar doğu hudutlarından Moğol, Ġran ve Arap baskısı altında bulu-
nuyordu. Bizans ise batıdan Katolik baskısı altındaydı. Her ikisi de kendi-
lerini baskı altında tutan güçlere karĢı direnebilecek siyasal ve askeri ola-
naklara sahip değildi. Bu nedenle adeta ortak kaderleri ortaya çıkıyor, biri
çok genç, diğeri ise çok yaĢlı olan bu iki siyasal yapı hem birbiriyle daya-
nıĢmak, hem de birbiriyle hesaplaĢmak durumunda kalıyordu.
Bizanslılar, daha önce Selçuklularla da yaptıkları gibi kimi zaman ha-
sım olarak karĢı karĢıya geliyor, kimi zaman da dıĢ tehlikelere karĢı Os-
manlılarla yardımlaĢıyordu. Bizans nasıl ki Haçlı Seferlerinde bazen Sel-
çuk askerleriyle omuz omuza çarpıĢtıysa, 1400 deki Moğol tehlikesi karĢı-
sında da Osmanlılarla dayanıĢma içine girecekti. Ancak Bizans'ın, Osman-
lı'dan farklı olarak, güçlü bir ekonomik dayanağı kalmamıĢtı. Bütün Ege
ve Karadeniz'deki ticaret liman ve kentleri Cenovalıların kontrolüne geç-
miĢ durumdaydı. Osmanlıların en büyük avantajını ise, Katolik Haçlı Or-
dulan'nın Bizans'ın askeri ve siyasal gücünü kırması, ekonomik bakımdan
çökertmiĢ olması sağlıyordu.

Aristoteles'in Orta Avrupa Yolculuğu

14 ncü yüzyıla girerken Önasya'daki Selçuk egemenliği sona eriyor,


bir bakıma "eyaletler sistemini" andıran Beylikler dönemi baĢlıyordu.
Selçuk'un yıkılması, Türklere karĢı Moğollan kıĢkırtan Ġran ve Çin'i rahat-
latıyor, böylece Beylikler üzerindeki Moğol baskısı hafifliyordu. Ancak
ırksal nitelikleri o denli parlak olmayan Araplar güçlerini Ġslamiyetten
alıyor, Önasya'daki yayılma politikalarını bu yörüngeye oturtuyorlardı.
Fakat onların alternatifini de ġii Ġran teĢkil ediyor, bu kez de ġiiliği Önas-
ya'ya yayarak güç kazanmaya çalıĢıyorlardı.
Avrupa'nın durumu ise Ģöyleydi:

51
Latin Kilisesinin Ortodoks Bizans ve Sırplar'dan sonra baĢına en büyük
bela olan Sicilya Adası'nda, Papa'nın defalarca aforoz ettiği Cermen Ġmpa-
ratoru 2 nci Friedrich dönemi sona eriyor, ardından gelenler Papa'nın ent-
rikaları karĢısında tutunamıyorlardı. Böylece Papa, Cermen ve Norman
kâfirlerinden kurtulmak amacıyla sırtını Fransa'ya dayıyor, iyi bir Katolik
olan Charles d'Anjou'yu kilisesinin vurucu gücü olarak kullanıyordu. Yine
entrikalar çevirerek Adayı, Fransızların egemenliğine bırakıyordu. Sicilya
Adası’nın egemenliğinin Latin Kilisesine sımsıkı bağlı Katoliklerin kont-
rolünde olması Papa'nın siyasi, ticari ve dinsel güvencesi bakımından
büyük önem taĢıyordu. Papa'nın bu durumu Sicilya'ya egemen olan Fran-
sız kuvvetlerini alabildiğine Ģımartıyor, onların bu Ģımarıklığı ise Ġslam
kültürünün etkisindeki yerli halkı ve önderlerini ayaklanma yönünde kıĢ-
kırtıyordu.
Böylece yerli halk ve önderleri, d'Anjou Hanedanı'na karĢı örgütlü bir
ayaklanma hazırlığına giriĢiyor, onların hasmı olan Ġspanyol Vizigotlarıy-
la iĢbirliği yapıyorlardı. Böylece Sicilya'daki çekiĢmeler sayesinde Ġspan-
yol Vizigotları, yeniden tarih sahnesine çıkmaya baĢlıyorlardı.
Bu süre içinde Papa, Sicilya'da bazı sorunlarla uğraĢsa bile, "ġark Me-
selesi" konusunda hayli rahatlamıĢ görünüyordu. Haçlı Seferleri sonucun-
da, kendi kontrolündeki Cenova'nın ticari etkinliği tüm Ege, Marmara ve
Karadeniz'i kapsıyor, Kıbrıs ve Kudüs yakınlarına kadar uzanıyordu. Ge-
rek Haçlı Seferleri, gerekse 2 nci Friedrich'in diplomatik gücü sayesinde
Yakındoğu hac ve ticaret yolu güvenceye kavuĢmuĢ bulunuyordu.
Papa'nın bu dönemde baĢını en fazla ağrıtan sorun Orta ve Kuzey Av-
rupa'ya girmeye baĢlayan Aristocu fikirlerdi.
Batı'daki metafiziğin temelinde Antikçağ Yunan düĢünürü Platon (Ef-
latun)'un öğretisi yatıyordu. Ġnancın bilimsel görünümlü izahı Platonla
baĢlıyordu. Bu tavır ileride doğadan büsbütün kopuyor ve düĢsel düĢünce-
lerin engelsiz olanaklarına açılıyordu. Sonuçta Hıristiyan ve Müslüman
din kurumlan inanç alanını onunla temellendiriyorlardı.
Buna karĢılık Aristoteles mantıkçı, deneysel ve doğayla bütün bir öğre-
ti yaratıyordu. Bu öğreti ile Platonculuğun ayaklarını yerden iyice kesip,
onun yerine akıl ve laboratuarı koyuyordu.
Hıristiyan taassubunun önemli bir sembolü olan Roma Kilisesi 12 nci
yüzyıla kadar Avrupa'nın kapılarını tüm öğretilere kapatıyordu. Ancak
Endülüs'teki Müslüman / Musevi devletin ekonomik gücünün

52
Malaga - San Sebastian ticaret güzergahlarıyla Orta ve Kuzey Avrupa'ya
uzanması, Roma Kilisesinin iĢini bozuyordu. Zira Endülüs Devleti sadece
ekonomik ve siyasal bakımdan değil, kültürel ve bilimsel bakımdan da
devrinin ölçülerini zorlayıp aĢıyordu.
Nitekim buradaki kültürel potansiyelin arkasında, Müslüman bilginle-
rin yanında Musevi kültür adamları da yer alıyordu. Bu iki semavi dinden
çıkan Endülüslü bilim adamlarının en önemlileri Müslüman düĢünür Ġbni
RüĢt ile Musevi düĢünür Moses Maimonides idiler.
Ġbni RüĢt 1128 de, Moses Maimonides ise 30 Mart 1135 günü aynı
kentte, Cordoba'da dünyaya geliyorlardı. Bu iki Cordobalı'nın ortak dü-
Ģüncelerinde yer alan filozof ise Aristoteles idi.
Ġbni RüĢt Ġslam fıkıh'ı, Maimonides ise Musevilik felsefesi üzerine ça-
lıĢıyordu. Ancak bu iki adam, Aristoteles'in eserlerini inceliyor, Aristote-
les'in fikirlerini "Ģerh" ediyorlardı. Her ikisi de aynı zamanda tıp doktoru
olan bu filozof ve düĢünürlerden Ġbni RüĢt, tıp ve gökbilim konularında
Aristotelesci bir yol izliyordu. Ġbni RüĢt, Aristocu öğretiden Yeni Platon-
cu eklemeleri ayıklıyor, bu nedenle de Platoncu Müslümanlara ters düĢü-
yordu. Ona göre Aristoteles bilim ve felsefenin aleti olarak, tanıtlayıcı
kanıtı (deney) ortaya koymuĢtu. Nitekim Aristoteles'i izleyerek dünyayı
madde, biçim, hareket gibi fizik kavramlarla açıklıyordu.
Moses Maimonides ise Musevilikle Aristoculuk üzerine Yeni Pla-
tonculuktan da yararlanarak açıklamalar getiriyordu.
Ġbni RüĢt ve Maimonides'in Aristoculuk üzerine yaptıkları bu çalıĢma-
lar, felsefeyi ön plana çıkarıyor, böylece Orta Avrupa'da Aristo ve felsefe
rüzgârları estiriyordu. Nitekim Endülüs'teki Musevi tercümanlar Yunan-
cadan Arapçaya çevrilmiĢ olan Aristo'nun eserlerini Avrupa dillerine akta-
rıyorlardı. Aristoteles'in, Ġbni RüĢt'ün açılımıyla ele alınan eserleri, 13 ncü
yüzyılın baĢında Paris'e ulaĢıyor, böylece Platonculuğun etkisi altındaki
Hıristiyan Ortaçağı'na giriyordu. Bu eserler Orta Avrupa'da ilk kez 1240
larda Roger Bacon ve Albertus Magnus tarafından ele alınarak inceleni-
yordu. Daha sonra da Yunanca dersler vermeye baĢlayan Albertus Mag-
nus Aristoteles'i, Latinler için anlaĢılabilir bir duruma getirmeye çalıĢı-
yordu.
Nitekim daha sonra Hıristiyanlık içinde Aristoculuk - Platonculuk ça-
tıĢmasında rol alacak olan D. John Scotus ile Aquinolu Thomas, Albertus
Magnus'un öğrencisi oluyorlardı. Böylece Endülüslü Ġbni RüĢt ve Maimo-
nides'in Aristocu fikirleri, Papa'nın ticari ve siyasi çıkarları

53
için kullandığı Hıristiyan taassubunun dayanağı olan düĢsel uhreviyatı
sarsmaya baĢlıyor, bu da Latin Kilisesini rahatsız ediyordu.
Roma Kilisesi'nin gösterdiği tepki, egemen olduğu bütün bölgelerde
tam bir HıristiyanlaĢtırma ve kanlı antisemitik hareket Ģeklinde ortaya
çıkıyordu. Kaldı ki, Endülüs'te baĢgösteren laboratuar, kimya ve fizik
çalıĢmalarının Orta Avrupa'ya sıçraması, deneysel bilimin Hıristiyan ima-
nını zayıflatacağı bu nedenle de kilisenin otoritesinin sarsılacağı endiĢe-
siyle Roma Kilisesini harekete geçiriyordu. Papa'ya ve diğer din adamla-
rına göre deneysel bilime yönelen herkes büyücü idi. Onları kıĢkırtmaları-
nın ötesinde, tüm melanetlerin baĢı Yahudilerdi. Bu nedenle de Museviler
sorgusuz sualsiz hemen oracıkta katlediliyor, Simyacılığa özenenler ise
Kilise Mahkemelerinde iĢkenceden geçirilip yargılandıktan sonra -
genellikle- yakılarak öldürülüyorlardı. Bu arada yaĢlı, iĢe yaramaz, salt
tüketici konumundaki pek çok Orta ve Kuzey Avrupalı ihtiyar da büyücü
olduğu gerekçesiyle ateĢe atılıyordu. Hıristiyan dininin karanlık ve Ģidde-
tinin kol gezdiği bu terör döneminde bilimin ıĢığı yine de sızacak gedikler
buluyor, Endülüs'ten gelen ticaret kervanları bir yandan baharat, diğer
yandan Aristo'nun Ġbni RüĢt ve Maimonides tarafından yapılan tercümele-
rini taĢıyordu. Napoli ve Paris Üniversitelerinde Aristoteles'in öğretisi -
sözümona mahkum edilirken- öğretiliyor, yaygınlaĢtırılıyordu.
Roma, giderek dikkatini bu "sapık fikirlerin" kaynağına, yani Endü-
lüs'e çeviriyordu. Papa, ayaklarının altından kaymakta olan Hıristiyan
zemini kontrole alabilmesi için öncelikle Endülüs'teki bu tehdit odağını
dağıtması gerektiğini görüyordu. Ancak bu nasıl olacaktı. Ortodoks Bi-
zans üzerine düzenlenen Haçlı Seferleriyle gerekeni yapmıĢlardı. Fakat
Avrupanın ortasında düzenlenecek bir Haçlı Seferinde askerlerin aradığı
servet ve yağmayı bulamaması halinde, Katolik Kilisenin kendi varlığını
yağmalayabilir, Hıristiyanlığı kendi beyninden vurabilirdi. Papa bu neden-
le Vizigotları harekete geçirerek önce Malaga ile Orta Avrupa arasındaki
ticaret yollarını kontrola almaya yöneliyordu. Bunun sonucunda fakirleĢe-
cek olan Endülüs'ün yıkılıĢını hazırlayacaktı.
Görüldüğü gibi Roma Kilisesi 14'üncü yüzyılın baĢında, kendi derdine
düĢmüĢ, dinsel tahakkümünü koruma kavgası veriyordu. Sicilya'dan sonra
Endülüs ise Papa'ya rağmen dinsel reforma giden yolun felsefi taĢlarını
döĢüyordu.
Bu dönemde talih, Osmanoğulları'ndan yanaydı....

54
Osmanlı Katolik KomĢuluğu

14 ncü yüzyılın ortalarından itibaren Batı'ya bakan Osmanlılar Katolik


dünyanın hudutlarına kadar engelsiz bir alan görüyorlardı. Bu engelsiz
alanın üzerinde Haçlıların yakıp yıktığı köyler, kasabalar, kentler, yağma-
lanan kiliseler, yokluk ve salgın hastalıklar kol geziyordu. Osmanlı gücü
karĢısında Bizans'ın hiç bir dayanağı kalmıyordu. DireniĢ ise Ortodoks
Sırplar'dan geliyordu. Güneyden Venedik, kuzeyden ise Viyana önlerine
kadar uzanan bu alanda siyasal denetim ve otorite tamamen yokolmuĢ,
anarĢi ve terör ortalığı kasıp kavuruyordu.
Sırp Sındığı, Birinci Kosova, Ġkinci Kosova savaĢları Balkanların tek
organize gücü olan Sırp Ordularına karĢı yapılıyor ve Osmanlı Orduları-
nın kesin zaferiyle sonuçlanıyordu. Osmanoğulları bu süre içinde Edir-
ne'yi baĢkent yaparak Önasya'daki beyliklere iliĢmeyeceği konusunda
onlara adeta garanti veriyor, bu arada Ġstanbul ile hiç ilgilenmiyormuĢ gibi
davranıyordu. Ege Denizi kıyılarına ise hakim olmaya, ticaret yolları üze-
rinde nüfuzunu göstermeye baĢlıyordu.
Bu sırada bazı Bizanslı soylular Katolik Latin Kilisesi'nden yardım is-
tiyor, fakat Bizans Ġmparatoru, daha çok kısa bir süre önce Katolik Haçlı
Orduları'nın çapulculuğunu unutamadığı için Roma'ya karĢı Osmanlılarla
iĢbirliği bile yapıyordu. Keza Türkler Avrupa'ya geçip Sırpları yendikten
sonra, Roma Kilisesi de Sırp eĢkiyanın baskınlarından kurtulduğu için
Balkanlardaki Osmanlı egemenliğine seyirci kalmayı yeğliyordu. Bunun
bir sonucu olarak Osmanlı Devleti kısa zamanda Ortodoks hudutların
nihayetine ulaĢıyor, Katolik Avrupa'nın komĢusu oluyordu. Osmanlı Dev-
let ve egemenlik ağının ortasında kalan Bizans'ın kontrolündeki Ġstanbul
ise, siyasal bakımdan Cenovalıların ticaret gücünü olumsuz etkiliyor, hatta
engelliyor, böylece Roma Kilisesi'nin sırtında adeta yük oluyordu. Bunun
bir sonucu olarak Galata'daki Cenovalılar, Bizans'a karĢı Osmanlılarla
iĢbirliğine giriĢiyor, özel anlaĢmalar yapıyordu.

55
EGE'DEKĠ KARTACA

Asya-Avrupa ticaretinin ikinci önemli güzergahını Ege Denizi, Boğaz-


lar, Karadeniz'deki Trabzon ve Azak limanları teĢkil ediyordu. Bu güzer-
gahın baĢlangıç noktası yine Hindistan ve yine Avrupa'nın baharat gerek-
sinimiydi. Ġranlı (Acem) ve Arap tacirler, Güney Asya'dan aldıkları ürün-
leri kervanlarla Zigana Geçidi'nden Doğu Karadeniz'e naklediyor, buradan
gemilere yüklüyordu. Gemiler Ġstanbul'a geliyor, Pera'da mal el değiĢtiri-
yor, Ġstanbul'dan tekrar yola çıkan ticaret gemileriyle Avrupa'ya nakledili-
yordu.
Karadeniz - Ġstanbul - Ege ticaret güzergahının en etkili unsurunu Ege
adalarında oturan halk oluĢturuyordu. Zira bunların arasında çok sayıda
gemi sahipleri, deniz nakliyat komisyoncuları ve gemiciler bulunuyordu.
Buna paralel olarak köle tacirleri, dokumacılar, boyacılar, maden iĢçileri
ve meyhaneciler de faaliyetlerini yürütüyorlardı. Bu insanların kökeni
Kartaca'ya, ondan da önce Fenike'ye dayanıyordu.
Akdeniz'in en batısında olduğu gibi Ege adalarında da yerleĢim çok
eskiye, Fenike'nin ticaret kolonilerini yeni oluĢturdukları dönemlere daya-
nıyordu.
Sicilya'nın Tiren ve Adriyatik Denizleri üzerindeki egemenliğine ben-
zer jeopolitik bir konumu bulunan Girit, bu stratejik adaların baĢında yer
alıyordu. Keza Rodos, Limni, Midilli ve Sakız Adalarının her biri Önasya
ve Yunan Yarımadası’nın önemli limanlarına hâkim konumlarda bulunu-
yordu.
Önce Fenike, sonra da Kartaca'nın siyasi egemenlikleri dönemle-

56
rinde Batı Akdeniz Bölgesi'nde olduğu gibi bu adalar da, baskı altında
kalarak kaçan Musevilerin adeta birer sığınağı oluyordu.
Gerek Fenike ve Kartacalıların, gerekse Musevilerin adalardaki nüfus-
ları az ve sınırlı bulunuyordu. Bu küçük gruplar son derece sıkı iç daya-
nıĢma ve iliĢki tesis ediyor, geleneklerini kıskançlıkla sürdürüyorlardı. Örf
ve dine bağlı iç dayanıĢma, onlara ayrıcalık ve güç kazandırıyordu. Bu
güç ise uzun bir dönem Ege havzasında siyasal bakımdan doğrudan belir-
leyici rol oynamalarına neden oluyordu.
Örneğin Ġ.S. 600 lerde Persler, Ege sahillerindeki Foça'yı (Phokaia) ele
geçiriyor ve Foçalılar göç etmek zorunda kalıyorlardı. Ancak Foça'yı Kar-
taca donanması Perslerden geri alıyordu. Kaldı ki Foça, Kartacalılar ve
ardılı olan Sami/Tüccarlar için bir zaman (Ģap tekeli olması nedeniyle)
büyük önem taĢıyordu.
Ege Adaları'ndaki bu Fenike / Kartaca / Musevi (Sami) yapı Roma Ġm-
paratorluğu döneminde de ticari etkinliğini devam ettiriyordu. Zira Karta-
ca, Roma'nın yıkmasına karĢın halkın dinsel iç dayanıĢması ve gelenekle-
rini yaĢatması (geleneksel sosyal dinsel dokunun siyasal egemenliğe ge-
reksinim göstermemesi) nedeniyle yabancı siyasal egemenlikler altında
bile varlığını ve ekonomik etkinliğini sürdürebiliyordu.
Nitekim Roma Ġmparatorluğu'nun 395'de bölünmesinden sonra ada ta-
cirlerinin hem Doğu hem de Batı Roma ile ticari münasebetlerini sürdür-
mesi ve ekonomik bakımdan etkili olması, siyasal egemenliğe geresinim
duymayan ve hatta onu yok sayan bu geleneksel / ticari yapıdan kaynak-
lanıyordu. Kaldı ki süreklilik Doğu - Batı Roma ayrımıyla da sınırlı kal-
mıyor, Katolik - Ortodoks dinsel - siyasal çekiĢmesi ve çaüĢması sırasında
da devam ediyordu. Üstelik halkın ticari ve iktisadi yeteneği ona en zor ve
umulmadık zamanlarda önemli kazanç ve konumlar sağlıyordu. ĠĢte Kato-
lik Cenova'nın, Ortodoks Bizans tarafından alabildiğine kuĢatılan Ege
havzasında, Kutsal Roma'ya bağlı ticari koloniler zinciri oluĢturması ve bu
zincirin Ġstanbul üzerinden Kırım ve Trabzon'a kadar ulaĢması, kökeni
Kartaca'ya ve Filistin'e dayanan yerli halkın kendine özgü ticari/siyasi
yeteneklerinin sonuçlarından baĢka bir Ģey değildi.
Katolik Cenovalılarla Ege Adaları'ndaki Sami / Musevi tacirleri buluĢ-
turan ve birleĢtiren tek unsur kuĢkusuz "para" ve ticaret idi. Cenova'nın
Haçlı Seferleri'nin sonucunda elde etmiĢ olduğu servet ve güçlü donanma,
Doğu ile Batı arasındaki deniz ticaret yollarının en

57
stratejik bölgesinde bulunan Egeli tacirleri Cenovalı asker / tacirlerle iĢ-
birliği yapmaya zorluyordu. Kaldı ki bu iĢbirliği, Katolik dünyanın deste-
ğini de sağlayacağı için Egeli tüccarlar bakımından ayrı bir anlam ifade
ediyordu.
Bu iĢbirliğinde Cenova, serveti ve donanması ile dikkati çekerken,
Egeli tacirler Önasyadan elde etmiĢ oldukları Ģap, donyağı ve tuz tekelle-
riyle ağırlıklarını koyuyorlardı. Önasya'nın ege sahillerindeki Ģap maden-
lerini iĢletenlerin ürünlerini satabilmeleri ve nakledebilmeleri için Ege
adalarında faaliyette bulunan gemi sahipleri ve acentalarıyla iyi geçinme-
leri, iĢbirliği yapmaları gerekiyordu. Bu iĢbirliği, Egeli tacirler ile Cenova
arasında yapılan iĢbirliği ile pekiĢiyor, katmerleniyordu. Kaldı ki 1258
yılında Akka Deniz SavaĢı'nda Venediklilere yenilen Cenova, bu iĢbirliği
sayesinde Ġstanbul'da ayrıcalık elde ediyor ve bölgede güç kazanıyordu.
Katolik Cenova'nın, Latin Ġmparatorluğunu yıkıp yeniden Bizans dev-
letini kuran VII’nci Mikhael'den Nil - Nymphalen'de dostluk ve ticaret
anlaĢmasıyla (1261) ticaret ayrıcalıkları (ki bu ayrıcalıklar arasında Ġzmir
Limanının Cenovalılara bırakılması ile Cenovalıların Pera'ya yerleĢerek
Boğaz'dan geçen gemiler üzerinde hak sahibi olmaları da vardı) elde et-
meleri, Egeli Sami / Musevi tüccarların kurmuĢ oldukları etkili münase-
betler sayesinde gerçekleĢiyordu. Ancak Bizans Ġmparatoru (doğal olarak)
bir süre sonra karıĢıklık çıkarmak için hazırlık yaptıklarını ileri sürerek
Cenovalıları kovuyordu. Cenovalılar ancak 1267 yılında, sadece Galata'da
yerleĢmek izni alabiliyorlardı.
Bizans'ın Ortodoks Ġmparatorları kendilerine yakın buldukları (veya
Roma Kilisesine karĢı ikili oynamayı meslek edinen) Venedikliler ile Ka-
tolik Cenovalılar arasında denge siyasetleri güdüyorlardı. Genellikle de
Venediklileri kolluyor, müthiĢ bir donanmaya sahip bulunan Cenova'yı
gözardı ediyorlardı.
Bunun sonucu olarak da Cenova / Venedik rekabeti Ġstanbul'daki hu-
zursuzluğun temel nedenini oluĢturuyordu. Ancak hem rekabet, hem de
karıĢıklıklara rağmen Cenova, Pera'da belli oranda güç kazanıyordu. Gide-
rek artan bu gücün arkasında ise Egeli tacirlerin desteği ve bu tacirlerin
hem Önasya hem de Doğu Akdeniz'deki ticari ve ekonomik etkinliği yatı-
yordu.
Nitekim Egeli tüccarlar ile Katolik Cenovalılar arasındaki iĢbirliğinin
bir sonucu olarak, Bizans Ġmparatorluğu 14 üncü yüzyılda Sakız, Sisam ve
Midilli, 15 inci yüzyıl baĢında Limni, TaĢoz, Ġmroz ve Sema-

58
direk Adalarını Cenovalılara bırakıyordu. Cenovalılar Boğazlardan geçip
Karadeniz'e çıktıktan sonra, Trabzon üzerinde etkili olup Zigana Geçidin-
den Ġran'a, oradan Orta Asya ve Hindistan'a açılıyordu. Kaldı ki 1262'de
Kıpçak Hanından Kefe Limanını alıyor, böylece Asya - Avrupa ticaret
yolu üzerinde bir "Deniz Ġmparatorluğu" kuruyordu. Bu deniz imparator-
luğunun iskeletini ve felsefesini tüccar / bezirgan karakterli Fenike / Kar-
taca / Musevi Limanları, Katolik Cenovalılar ise sinir ve etini oluĢturu-
yordu.
"Cenova / Sami" Deniz Ġmparatorluğu'nun kuĢbakıĢı görünümünde
Trabzon / Zigana Limanı karĢısında Kırım / Azak Limanı yer alıyordu.
Ġzmir ve güneyindeki limanlar, Ģap ve tuz nakledilen limanlardı. Ġstan-
bul Doğu - Batı (veya Asya - Avrupa) takas ve ticaret limanıydı. Trabzon /
Zigana, Hindistan Baharat Yolunun Karadeniz çıkıĢıydı. Keza Filistin ve
Güney Önasya limanları da Hindistan baharat yolunun Akdeniz çıkıĢını
oluĢturuyordu.
Kırım / Azak Limanı ise don yağı (iç yağı) nakledilen bir limandı. Tıp-
kı tuz, Ģap ve baharat gibi don yağı da Orta Avrupa bakımından stratejik
bir madde idi. Zira don yağı gıda saklamak açısından hayli yararlı oluyor
ve bol miktarda tüketiliyordu.
Kısacası, tarihlerin yazdığı gibi Önasya, Balkan, Karadeniz ve Doğu
Akdeniz bölgelerine siyasal bakımdan Bizans Ġmparatorluğu egemen gö-
rünüyordu. Ancak bu siyasal egemenliğin altında Fenike / Kartaca / Mu-
sevi "Sami ticaret yapısı ve gücü" yer alıyordu. Bu ticari güç ise siyasal
iktidarları baĢarıyla yönlendiriyor, hatta Katolik dünya tarafından kendisi-
ne karĢı oluĢturulmaya çalıĢılan "ekonomik" giriĢimlerle hiç bir komplek-
se kapılmadan iĢbirliği yaparak bu oluĢumlan da etkileri altına almayı
baĢarıyorlardı. Nitekim görünürde Katolik Cenova çok güçlüydü ama, bu
gücün de altında Sami ticari dokusu bulunuyordu.
Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz'deki Sami ticaret kolonilerinin (veya
ticari örgütlenmesinin) Katolik Cenovalılarla sıkı iĢbirliği içine girdiği bu
dönemde Roma Kilisesi; Cenova'nın ticari ve ekonomik gücünden aldığı
destekle, Ġber Yanmadası'ndaki Vizigotları yönlendirerek (Malaga - San
Sebastian ticaret yolu üzerinden Orta ve Kuzey Avrupa'yı dinsel ve felsefi
bakımdan etkileyerek Katolik taassubunu tehdit eden) Endülüs Ġslam /
Musevi devletini çökertmeye çalıĢıyordu.
Roma Kilisesi'nin bu yöndeki faaliyetlerini ise Önasya ve Doğu

59
Akdeniz'deki Sami tüccarlar dikkatle izliyor, Katolik ve Ortodoks taassu-
buna karĢı tek alternatif olarak gördükleri Osmanlı siyasal gücünün ya-
yılmasını memnunlukla destekliyorlardı.
Nitekim Osmanlı Devleti'nin kuruluĢ evresinde, Bursa'nın alınıĢı sıra-
sında Hıristiyanlarla birlikte kentten kaçan Museviler, daha sonra Orhan
Bey'in çıkardığı bir fermanla kente geri dönüyorlardı. Hatta burada Orhan
Bey'in izniyle bir de Sinagog, Ets Hattayin Sinagogunu kuruyorlardı. Ke-
za Orhan Bey'i izleyen hükümdarlar da savaĢ nedeniyle kentleri terkeden
Musevilerin geri dönüĢlerini kolaylaĢtırıyorlardı. Orhan Bey'in Musevilere
bu yaklaĢımı (ki bunda bir Ahi Babası olan üvey kardeĢi Alaeddin Bey'in
de rolü vardı) Bursa'da kısa sürede kalabalık bir Musevi Kolonisi oluĢma-
sına yol açıyordu.
Daha sonra Osmanlılar Trakya Bölgesi'ni ele geçiriyor, Edirne ve Ge-
libolu'yu alıyorlardı. Edirne'deki Musevi Cemaati, kendilerine çok çekti-
ren Ortodoks Bizans'tan kurtuldukları için hükümdarı bayram havası için-
de, sevinç gösterileriyle karĢılıyordu. Bu sırada Yunanca'dan baĢka dil
bilmeyen Museviler, Bursa'daki soydaĢlarından bazılarını Tükçe öğretme-
ni olarak Edirne'ye davet ediyorlardı.
Bu durum Osmanlı egemenliği altındaki Trakya Bölgesini Museviler
bakımından bir çekim alanı haline getiriyordu. Bunun sonucu olarak Sof-
ya, NiĢ, Larissa Musevi cemaatlerinin büyük kısımları Osmanlı egemenli-
ğindeki topraklara göçüyorlardı. Dahası, Katolik taassubu altındaki Maca-
ristan ve Polonya ile Ortodoks baskısı altındaki Rusya'dan bile buraya
Musevi göçleri baĢlıyordu. Musevi göçmen çeken bir merkez de 1413'de
Osmanlı egemenliğine giren Ġzmir oluyordu.
Özellikle Polonya ve Macaristan'dan Ġzmir'e yönelen Musevi göçleri
kısa bir süre sonra sadece ekonomik değil, dinsel ve siyasal bakımdan da
Avrupa tarihini etkiliyecek, adeta altüst edecekti. Bu dönemde Edirne
BaĢhahamı bütün Osmanlı topraklarında yaĢayan Museviler üzerinde oto-
rite kullanma hakkını kazanıyordu.
Osmanlı bünyesi içinde Musevilerin kazandığı etkinlik bununla da
kalmıyor, büyük bir tıp alimi ve Musevi olan Ġshak PaĢa hükümdar II'nci
Murat'ın doktoru oluyordu. Böylece hanedan doktorlarının Musevi olması
geleneği de baĢlıyordu.
Osmanlı egemenliği altındaki bu Musevi kolonizasyonu ister istemez
ticari ve ekonomik yapıyı güçlendiriyor, Osmanlı lehine bir kazanım yara-
tıyordu. Üstelik bu ekonomik destek Önasya ve Trakya'da gi-

60
derek yayılan Osmanlı egemenliğini ekonomik bakımdan güçlendiriyordu.
Cenova / Sami deniz kolonizasyonu da giderek daha ciddi bir biçimde
Osmanlı siyasal gücüyle tanıĢıyordu. Osmanlı Devleti'nin egemenliği
altındaki Museviler bu denli hareket ve yaĢam serbestisi kazanırken, Bi-
zans'ın son kalesi Ġstanbul'da ise hâlâ Ortodoks boyunduruğu sürüyordu.
Üstelik çevresi Osmanlı siyasal gücü ile sarılmıĢ bulunan kentin durumu,
tarihsel geliĢmeler ile büyük bir çeliĢki oluĢturuyordu.
61
ĠSTANBUL’UN FETHĠ VE YENĠ DENGELER

Cenova'nın, Asya - Avrupa ticaretini elinde bulunduran ve bir "Deniz


Ġmparatorluğu" kurmuĢ olan Samilerle iĢbirliğine girmesi, Katolik Roma
Kilisesi'nin altındaki ticari zeminin kayması anlamına geliyordu. Ancak
15'inci yüzyılın baĢında papalar, karĢı karĢıya bulundukları sorunu far-
ketmiyorlardı. Onlar, doğu ticaretinde herĢeyin yolunda gittiğini düĢünü-
yor, Venedik ve Cenova limanlarını ellerinde bulundurmanın avantajıyla
Doğu Akdeniz - Orta Avrupa ticaret güzergâhına hükmettiklerini sanıyor-
lardı. Roma Kilisesi için asıl sorun, Ġber Yarımadasındaki Müslüman /
Musevi Emevi devleti'ydi. Malaga - San Sebastian ticaret yolundan giren
"sapık !" fikirler Kuzey Avrupa'da giderek yayılıyor, Katolik taassubu her
geçen gün biraz daha sarsılıyordu. Kuzey Avrupa'nın bu güzergâh nede-
niyle sağlamıĢ olduğu ticari özgürlük, fikir ve vicdan özgürlüğünü besli-
yor, bu da Roma Kilisesi'ni çileden çıkarıyordu. Kilise, Ġber Yarımadasın-
da "Yeniden HıristiyanlaĢtırma"siyasetlerini uyguyalabilmek için planlar
yapıyor, bu iĢ için Vizigotları kullanmak konusunda fırsat kolluyordu.
Gerçi 1200 lerden itibaren Endülüs Emevi Devleti'ni oluĢturan emirler
arasındaki sürtüĢmeler çöküĢün alt yapısını oluĢturmaya baĢlıyor, Kilise
de bu sürtüĢmeleri kızıĢtırma yöntemleri uyguluyordu. Ama, asıl fırsat
1400 lerin ortasında eline geçecek ve Ġspanya'da Yeniden HıristiyanlaĢ-
tırma siyasetlerini uygulatma olanağı bulacaktı. Bu-

62
nunla birlikte 1400 lere gelindiğinde, Endülüs'teki Museviler Emevi Dev-
leti'nin sonunun gelmekte olduğunu farkediyorlardı. Bunun en önemli
göstergesi ise Ġslami düĢünürler arasındaki tartıĢmayı felsefecilerin kay-
betmesi, "nas"lara el sürdürmeyen tutucuların kazanmasıydı. Böylece,
Aristocu fikirleri Ġslamiyet'e aktaran baĢta Ġbni RüĢt olmak üzere talebele-
rinin, Ġmam Gazali'nin fikirleri karĢısında siyasal bakımdan güçlerini yiti-
rip MarakeĢ'e sürülmeleriyle, Emevi Devleti'nde bir "taassup" devri baĢlı-
yor, Arap kavminin kültürel bir uzantısı olan Ġslamiyet, Gazali ve arkadaĢ-
ları tarafından felsefeye ve felsefecilere karĢı korunuyordu. Gerçi Ġslami-
yet felsefe ve felsefecilerden kurtuluyordu ama siyasal iktidarların taassu-
ba yönelmesi iç kargaĢa ve hesaplaĢmaların nedeni oluyor, bu da ülkenin
ticari güvenliğini yok ediyordu.
Endülüs Devleti'nde ticaret ve ekonomiyi Museviler, siyaset ve asker-
liği ise Araplar yönetiyordu. BaĢgösteren taassup, ülkenin savunması için
Kuzey Afrika'dan barbar Arapların Endülüs'e getirilmesine neden oldu.
Bu barbar Araplar düĢmanla savaĢmak yerine Ġslamiyet'ten saptıkları ge-
rekçesiyle Endülüslü Müslümanları (ve Musevileri) yağmalıyorlardı. Di-
ğer taraftan Endülüslü Musevi düĢünürler de güçlü pozisyonlarını yitiri-
yor, Orta Avrupa'da Katolik taassubunun kırılması yönündeki çabaları
sonuçsuz kalmaya baĢlıyordu.
ĠĢte bu ortamda doğuda, Katolik taassubunu kıracak yeni bir güç, Os-
manlı Devleti ortaya çıkıyordu. Endülüs'ten umudunu kesen Müslüman /
Musevi aydınlar bu kez doğudaki geliĢmeleri titizlikle izlemeye baĢlıyor-
lardı. Ġzlemekle de kalmıyor, onların doğudaki soydaĢları ekonomik ba-
kımdan bu oluĢumda etkin bir rol oynuyorlardı. Kaldı ki 15'inci yüzyılın
ortalarında bu yeni oluĢum hayli yol almıĢ, Roma Ġm-paratorluğu'nun
doğudaki en önemli mirası Constantinapolis'i nefes alamayacak bir biçim-
de kuĢatmıĢ bulunuyordu.
Nihayet Fatih Sultan Mehmet Ġstanbul'u alarak kılıcını bu Deniz Ġmpa-
ratorluğu'nun adeta yüreğine saplıyordu. Gerçi Pera'da oturan Museviler
ve Cenovalılar Ġstanbul'un düĢüĢü sırasında, kaderlerini Bizans ile birleĢ-
tirmiyor, Osmanlılarla bir anlaĢma yaparak durumlarını önemli oranda
güvenceye alıyorlardı. Ama Fatih'ten itibaren Deniz Ġmparatorluğunu
oluĢturan iki unsurun, Katolik Cenovalılarla Musevilerin yolları da ayrıl-
maya baĢlıyordu. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet Ġstanbul'un hemen ardından
Azak seferine çıkarak Kırım'ı ve Doğu Karadeniz'de Trabzon Limanını ele
geçiriyordu. Azak ve Trabzon Li-

63
manlarında siyasal güç Osmanlıların eline geçiyordu ama, aslında değiĢen
pek bir Ģey olmuyordu. Osmanlıların sağladığı siyasal ve askeri güvence
altında ticareti, yine koloninin yerlileri yürütüyordu.
Fatih Sultan Mehmet, ticaret limanları üzerindeki Cenova egemenliğini
sona erdiriyor ama, ticari yaĢama ve ticaret erbabına müdahale etmiyordu.
Örneğin Karadeniz'de Amasra ve Ege'de Midilli'de Cenova egemenliği
sona erdiriliyor, buna karĢılık ticari faaliyetler yoğunlaĢıyordu. Bunun
nedeni ise Katolik Cenovalılarla, yerli Sami tacirlerin yollarının ayrılması
Sami kökenli tacirlerin Katolik egemenliğine karĢı Osmanlı siyasal ve
askeri gücünü tercih etmeleriydi.
Fatih Rodos Adası'nı kuĢatıyor, fakat sadece burayı alamıyordu. Bu
ada ise ticaret gücünden çok Rodos ġövalyeleri adı verilen Hıristiyan taas-
subunun silahlı gücüne dayanıyordu.
Fatih Sultan Mehmet, (Katolik Roma Kilisesi'nin Malaga - San Sebas-
tian ticaret yolunu çökertmesine karĢılık) Ege ve Doğu Akdeniz'deki De-
niz Ġmparatorluğu üzerindeki Cenova siyasal gücü ile Venedik'in ticaret
gücüne ağır darbeler indiriyordu. Fatih bir yandan Silifke, Korikos ve
Moden gibi Doğu Akdeniz limanlarını kontrole alırken aynı zamanda
Roma Kilisesi'nin hemen karĢısındaki Arnavutluk topraklarını, ĠĢkodrayı,
Bosna Krallığını ve Eğriboz'u alarak Venedik'i adeta köĢeye sıkıĢtırıyor-
du.
Bu dönemde Katolik Roma Kilisesi'nin kıĢkırtmalarıyla Orta ve Kuzey
Avrupa'da Hıristiyan taassubu Musevileri yakıyordu. Ama Akdeniz, Ege
ve Balkanlar'da tam aksine, Osmanlı siyasal ve askeri gücüne paralel ola-
rak Musevi ticaret etkinliği de giderek yayılıyordu.
Kaldı ki Fatih Sultan Mehmet Ġstanbul'u aldıktan sonra Rum nüfusu
dengelemek maksadıyla buraya Musevileri davet ediyor, Ġmparatorluk
kentlerine duyuru göndererek Ġstanbul'un Musevilere açık olduğunu ilan
ediyordu. Fatih Sultan Mehmet Ġstanbul'a yerleĢecek Musevilere evler,
tarlalar, bağlar vaadediyor, bu nedenle binlerce aile bu kente yerleĢiyordu.
Bu göçler Ortadoğu'dan Ġstanbul'a olduğu gibi, Orta Avrupa'dan Ġstan-
bul'a da devam ediyordu. Orta Avrupa'dan Osmanlı egemenliğindeki top-
raklara doğru meydana gelen Musevi göçü daha 1430 larda yoğunlaĢmaya
baĢlamıĢ bulunuyordu. Bu güç, Ġstanbul'un fethi ile daha bir hızlanıyorjber
Yarımadasında meydana gelen oluĢumlar Endülüs Musevilerinin de göz-
lerini Osmanlı'ya çevirmelerine neden oluyordu. Zira Osmanlı egemenli-
ğindeki topraklarda huzurlu bir yaĢam

64
vaadedildiği, kısa zamanda acı ve ızdırap içinde kıvranan Endülüs Muse-
vilerine duyuruluyordu. Bunu ise daha önce Orta Avrupa'dan, Prusya,
Polonya ve Viyana'dan göç eden Museviler duyuruyordu.
Nitekim Avrupa'daki sosyal, kültürel, dinsel ve siyasal dengeyi asıl bu
Musevi göçü değiĢtirecek, yeni dengeler Osmanlı siyasal ve askeri ege-
menliği altındaki topraklarda oluĢup, tüm Avrupa'ya yayılacaktı.

65
SELANĠK - VĠYANA HAMBURG HATTI

(ġark'tan sızan ıĢık)


15 inci yüzyılda hudutlarını neredeyse Bizans Devleti'nin batı hudutla-
rına ulaĢtıran Osmanlı Devleti, Sırbistan ve Rusya hariç Ortodoks dünya-
nın hemen tümünü egemenliği altına almıĢ bulunuyordu. Üstelik bu devlet
"dindıĢı" bir nitelik taĢıdığı için ticari ve siyasi bakımdan çıkarları Önas-
ya'da düğümlenen ülke, kavim ve dinsel taraflara belli ölçüde hem güven
hem de korku veriyordu.
Örneğin Katolik Roma Kilisesi bir gün Osmanlı Ordularının kapılarına
dayanmasından ürküyor, bununla birlikte Önasya'daki bu devletin, siyasal
iradesini Müslüman Arapların, ġii Perslerin, Ortodoks Bizans'ın, Sırpların
veya Rusların egemenliğine zorunlu olarak tercih ediyordu. Keza Orto-
dokslar, Katolik kavimlerin egemenliğine karĢı Osmanlı siyasetini ve din
dıĢı egemenliğini yeğliyordu. Aynı Ģekilde Önasya'nın asırlarca Ortodoks,
ġii, Acem ve Arap yağmacıların saldırılarından yılmıĢ olan Ermeni ve
Musevi zengin sakinleri de taciz edilmeden güvenceli bir yaĢam olanağına
kavuĢuyorlardı. Üstelik Musevi unsur yönetimde, hayli etkinlik kazanmıĢ
bulunuyordu. Örneğin 2'nci Murad Ġshak PaĢa'yı, oğlu 2'nci Mehmed (Fa-
tih) de Maestro Jacopo'yu (Yakup) HekimbaĢılığa tayin ediyordu. Kısaca-
sı üst düzey Museviler hanedana nüfuz edecek kadar yaklaĢıyorlardı.
Ġstanbul ile Endülüs, hemen aynı tarihte el değiĢtiriyordu. Batı

66
Avrupa'daki Müslüman / Musevi devlet düĢerken, Katolik Roma Kilisesi
zaferini büyük bir sarhoĢlukla kutluyor, fakat doğuda cereyan eden deği-
Ģimi yeterince kavrayamıyor, kavrasa bile çaresiz kalıyordu. Zira Orto-
doks Bizans'ın mirasını ele geçiren Osmanlılar, Katolik dünyanın Asya ile
olan ticaret gücünü de söküp alıyor, Ortodokslara karĢı bir dönem Kato-
liklerle iĢbirliği yapan Museviler, bu kez de doğuda ortaya çıkan Osmanlı
gücünü, Katolik taassubuna tercih ediyordu. Bu tercihin temel nedeni ise
Osmanlıların siyasi, askeri ve ticari iĢlerine din gölgesi düĢürmemeleri,
Ġslam taassubundan uzak durmalarıydı.
Buna karĢılık ġii Ġranlılarla, ulusal karakterlerini kültürlerinin bir uzan-
tısı olan Ġslamiyetle özdeĢleĢtirmiĢ bulunan Araplar, 200 yıl önce Selçuk'a
oynadıkları oyunu, bu kez de Osmanlı Devleti'ne karĢı sergilemek istiyor-
lardı. Ġranlılar ġiiliği, Araplar ise Ġslamiyeti kullanarak Önasya üzerinde
etki kurmaya çalıĢıyorlardı.
Aslında 1402 Ankara SavaĢı ile Osmanlı Devleti'ne öldürücü bir darbe
indirmiĢ olan Moğolların ve Timur'un görünmeyen kıĢkırtıcıları, Ġranlı ġii
yayılmacılardan baĢkası değildi. Selçuk Devleti'ne karĢı sürekli Moğollan
kullanan Ġranlı (Acem) tacirler Timur'un indirdiği ağır darbelerden sonra
Anadolu'da ġiiliği yayma faaliyetlerini yoğunlaĢtırıyor, ekonomik bakım-
dan inanılmaz biçimde destek veriyordu. Yavuz Sultan Selim iĢte bu faa-
liyetler karĢısında Doğu seferine zorlanacaktı.
Buna karĢılık Araplar, Osmanla yönetimini giderek Ġslam taassubuna
çekerek kendilerine etkinlik sağlıyor, Ġslami yoldan Arap kültürünü ve bu
yolla siyasal güçlerini yayıyorlardı. Daha açıkçası bozkır karakterini he-
nüz üzerinden atamayan Türkleri dinsel yolla AraplaĢtırma çabalarını
yoğunlaĢtırıyor, bunda da hayli baĢarılı oluyorlardı.
Böylece daha 15'inci yüzyılın sonunda Önasya'daki siyasal iktidar ilk
ağızda üç etkin gücün yoğun baskısı altında kalıyor ve bu güçler Ģöyle
sıralanıyordu:
 Ġran'ın yaydığı ġiilik.
 Arap kültürünün tezahürü olan Ġslam taassubu.
 Önasya'nın jeoticari gücünün ortaya çıkardığı gayrimüslim yerle-
Ģik ekonomik güç.
ĠĢte bu üç gücün ikisi, gayrimüslim yerleĢik ekonomik güç ile Arap
kültürünün tezahürü olan Sünni taassup, 15'inci yüzyılın sonunda Sultan
2'nci Bayezit'ın üzerinde son derece açık bir biçimde etkisini gösteriyor,
aĢırı dindarlığı nedeniyle "Veli" olarak nitelenen Osman-

67
lı Sultanı aynı zamanda Endülüslü Musevileri topraklarında iskân etmek
üzere gönderdiği davetle tarihe geçiyordu. Osmanlı karakterinde-ki çeliĢ-
kiler böylece, adeta 2'nci Bayezit'in Ģahsında kristalize oluyordu. Aslında
bu çeliĢkiler, Sultanın Ģahsından değil, hükmettiği coğrafyanın ve o coğ-
rafya üzerinde egemen olmak için mücadele eden unsurların gücünden
kaynaklanıyordu.
1490'larda Endülüs'teki son Müslüman Emirlik olan Granada da düĢü-
yor, Santa Fe Tepesi'nden Granada Kalesine bakarak ağlayan Endülüslü
Emir'e annesi "Erkek gibi dövüĢemedin, kadın gibi ağla" diyordu. Bu
durum "Katolik" lakabıyla tarihe geçen Ġspanya Kralı Ferdinand ile Krali-
çe Ġsabel'in kesin zaferinin kanıtını teĢkil ediyor, aynı zamanda Latin Kili-
sesinin nihai galibiyeti anlamına geliyordu.
Granada'nın düĢmesiyle Orta ve Kuzey Avrupa'ya dünyevi özgür dü-
Ģüncelerin taĢındığı Malaga - San Sebastian ticaret yolu da kapanıyordu.
Malaga - San Sebastian yolunun kapanmasıyla Roma Kilisesi'ne bağlı
Cenova ve Venedik limanları üzerinden yapılan ticaretin canlanması ve
geliĢmesi gerekirken durum böyle olmuyordu. Zira Osmanlı egemenliği
karĢısında, ticaret yolları üzerindeki gücünü yitiren Cenova ve Venedikli
tüccarlar ĢaĢkın bir durumda ortada kalıyor. Endülüslü Musevi tüccarlar
panik halinde kaçan kendi soydaĢlarını Sicilya, Kuzey Afrika ve Balkanla-
ra taĢıma telaĢına düĢüyorlardı. Bir yandan Osmanlı egemenliğinin ticaret
yolları üzerindeki dengeleri değiĢtirmesi, diğer yandan Musevi tüccarlar
arasındaki panik ve Venedik ile Cenova’nın Ortadoğu bağlantılarının ke-
silmesi, kısa zamanda Orta ve Kuzey Avrupa'da etkisini gösteriyordu.
YaĢamsal ticari malların naklinin durması halkın büyük sıkıntıya düĢme-
sine, içine düĢülen sıkıntılar ise Roma Kilisesi'ne duyulan güvenin sarsıl-
masına neden oluyordu. Yokluk, açlık, hastalık ve umutsuzluk Avrupa'nın
kuzeyinde zaten son derece güç koĢullarda yaĢayan kavimler arasında
dinsel inançların sarsılmasına yol açıyor, buna karĢılık Malaga - San Se-
bastian güzergahından giren felsefi düĢünceler revaç kazanıyordu. Nite-
kim Martin Luther Hıristiyanlık bünyesinde Protestanlık penceresini bu
ortamda açıyor, dinsel reform hareketini bu ortamdan yararlanarak baĢla-
tıyordu. ĠĢte bu aĢamada Katolik Roma Kilisesi en ağır darbeyi Ġstan-
bul'dan, Osmanlı Devleti'nin baĢkentinden yiyordu. Fatih'in, dindarlığı
nedeniyle "Veli" diye adlandırılan oğlu 2'nci Bayezit, Orta ve Kuzey Av-
rupa'ya uzanan, dünyanın tüm dengelerini alt üst edecek yeni bir ticaret
yolunu açıyordu. Bu, Ġzmir - Selanik - Viyana - Hamburg ti-

68
caret güzergâhı idi ve Britanya Adası'na dek uzanıyordu. 2'nci Bayezit
böylece bir taĢla bir kaç kuĢ vurma olanağı buluyordu. Hiç kuĢkusuz 2 nci
Bayezit'i böyle davranmaya sevkeden en önemli etken, daha diasporalar
sırasında Önasya'ya yerleĢmiĢ olan Musevi sermaye gücü idi. Özellikle
güneydoğu yöresine yerleĢmiĢ bulunan, 1453 den itibaren Ġstanbulda,
Osmanlı Sarayında da etkinlik kazanmıĢ olan Önasya Musevileri, bu güç-
lerini kullanarak Osmanlı siyasetini, Ġber Yarımadasındaki Musevileri
sahiplenmek yönünde kanalize ediyordu.
2'nci Bayezit 21 Mayıs 1473'te padiĢah olarak tahta çıkıyor, fakat
1495'e kadar tahtta hak iddia eden kardeĢi Cem ile uğraĢmak zorunda
kalıyordu, Cem Sultan önce ordu kurup mücadele ediyor, fakat yenilince
mücadelesini dıĢardan sürdürüyordu. Böylece Roma Kilisesi 2'nci Baye-
zit'e karĢı önemli bir koz yakalıyor ve Cem Sultan'ı uzun süre Osmanlı
PadiĢahı'na karĢı bir "Ģantaj" aracı olarak kullanıyordu. Roma Katolik
Kilisesi'ne, bu çirkin Ģantaj nedeniyle son derece kinlenen 2'nci Bayezit,
beklediği fırsatı 1492 yılında yakalıyordu.
31 Mart 1492 günü Ġspanya Kralı Ferdinand ile Kraliçe Ġsabel -ki 1483
yılından beri binlerce Musevi'yi ateĢe yollamıĢlardı- 31 Mart 1492 gününe
kadar 100 bin Musevi'nin Ġspanya'yı terketmelerini Ģart koĢuyorlardı. Ġs-
panyol Musevileri için karar, ölümcül bir nitelik taĢıyordu. ĠĢte bu aĢama-
da Balkanlarda, Ġstanbulda, Ege sahil ve adaları ile Önasya'nın Akdeniz
sahillerindeki eski Kartaca ticaret kolonilerinde yaĢayan Museviler, Ġs-
panya ve Portekiz'de zora düĢen soydaĢlarını buralara getirip iskân ede-
bilmek için seferber oluyorlardı. Musevilerin bu gayretleri kısa zamanda
padiĢaha da ulaĢıyor ve 2'nci Bayezit Ġspanya'dan gelecek Musevilerin
Ġzmir ve Selanik'e yerleĢtirilmeleri konusunda bir buyruk çıkarıyordu.
Böylece Ġspanya'dan Osmanlı topraklarına yoğun bir Musevi göçü baĢlı-
yor, göç edenlerin büyük bir kısmı yolda varlığını ve canını yitirirken sağ
kalanlar, Filistin'in yanı sıra Ġzmir, Ġstanbul ve Selanik'e yerleĢiyorlardı.
Osmanlı tebasına yeni katılan bu Museviler arasında bilginlerin, sanatkâr-
ların, aydınların, din adamlarının yanı sıra teknisyenler ve tüccar / bezir-
ganlar da bulunuyordu. Böylece teknisyenler, bilginler ve aydınlar ordu-
dan idareye kadar pek çok dalda önemli görevler alırken tüccar / bezirgan
Museviler de Asya / Avrupa ticaretinde yeni ve önemli bir rol üstlenmeye
baĢlıyorlardı.
HerĢeyden önce Akdeniz, Ege Denizi, Marmara ve Karadeniz'de bir
Deniz Ġmparatorluğu kurmuĢ olan Fenike ve Kartacalıların akraba-

69
ları ve mirasçıları olan bu Musevilerin, Orta ve Kuzey Avrupa'da sürekli
iĢbirliği yaptıkları partnerleri bulunuyordu. ĠĢ bununla da bitmiyordu.
Ġspanya'dan gelen Musevilerin yanı sıra, aynı dönemde Lehistan, Prusya
ve Avusturya'dan göç eden tüccar Museviler de aynı bölgeye yerleĢmiĢ-
lerdi. Bunlar göç etmeyerek bulundukları ülkelerde kalmayı baĢaran soy-
daĢları ile de münasebetlerini sürdürüyorlardı. Böylece ticaret bu kez Ġz-
mir - Selanik - Viyana güzergâhı üzerinden Orta ve Kuzey Avrupa'ya
nüfuz etmeye baĢlıyor, bu bölgedeki dinsel reform hareketi, stratejik ürün-
lere bağımlılık bakımından Roma Kilise-si'nin güdümündeki Cenova ve
Venedik'e karĢı bağımsızlaĢıyordu.
Asya - Avrupa ticaretindeki yeni güzergâhlar Ģöyle bir görünüm yansı-
tıyordu:
Hindistan - Ġran - Kafkasya güzergâhı ile gelen mallar Trabzon Lima-
nından gemilere yükleniyor, bu gemiler önce Ġstanbul'dan ve Çanakka-
le'den geçerek yükünü Selanik'e indiriyordu. Daha sonraları Selanik yeri-
ne Osmanlıların denetimine geçecek olan Tuna Nehri kullanılacaktı.
Aynı Ģekilde Kırım limanlarından yüklenen baĢta don yağı olmak üze-
re diğer yaĢamsal maddeler de Orta Avrupa'ya bu yoldan sevkediliyordu.
Hindistan - Mezopotamya güzergâhından gelen mallar ise Filistin li-
manlarından gemilere yükleniyor, bu gemiler Ġzmir Limanı'ndan da yük
alarak Selanik Limanı'na boĢaltıyorlardı.
Bu güzergâhlardan gelen bol mal, kısa zamanda Orta ve Kuzey Avru-
pa'yı rahatlatacaktı. Nitekim henüz 2'nci Bayezit zamanında akıncılar,
Tuna boylarını kontrol altına alıyorlardı. Polonya ise önce Karadeniz'e
çıkmak için saldırıyor, baĢarılı olamayınca da 1499'da Osmanlılarla an-
laĢma yapmak üzere masaya oturuyordu.
Böylece 2'nci Bayezit, Cem Sultan'ı rehin tutarak kendisine sürekli
Ģantaj yapan Papa'ya ve Katolik Kilisesi'ne tarihin en ağır darbesini indiri-
yordu. Musevilerle birlikte ticaret gücünün Osmanlı'da toplanması, o dev-
rin küçük dünyasında tüm dengeleri alt üst ediyor, siyasal, ekonomik ve
askeri terazinin kefesi Osmanlı'dan yana ağır basıyordu.
Ancak bu tarihi olayın içinde baĢka olaylar da cereyan ediyordu ki bir
asır sonra dengeler yeniden değiĢecek ve bu tablo tam tersine dönmeye
baĢlayacaktı. Cereyan eden bu olaylar Orta ve Kuzey Avrupa'da dinsel
Reform, Güney Avrupa'da Rönesans, Osmanlı'da ise Ġs-

70
tanbul'un "Darülhilafe" olması, yani Hilafetin Ġstanbul'a getirilmesi olayla-
rı idi.

71
AVRUPA'DA RÖNESANS VE REFORM, OSMANLI'DA
HĠLAFET...

15'inci yüzyılın ikinci yarısı ile 16'nci yüzyılın ilk yarısında Roma ve
Ġstanbul dünyaya çok farklı iki noktadan bakıyorlardı. Bunun nedeni ise
Batı Avrupa'nın karĢı karĢıya bulunduğu sorunlarla Osmanlı yönetiminin
üstesinden gelmesi gereken sorunların birbirinden çok farklı bir tablo yan-
sıtmasıydı.
Dinsel otoritesiyle tüm Avrupa'da kendisine siyasi ve ekonomik ba-
kımdan mutlak bir konum sağlamıĢ olan Katolik Kilisesi, aynı anda çeĢitli
cephelerde mücadele etmek zorunda kalıyordu.
Hıristiyan taassubunun en karanlık döneminde, Roma'nın burnunun di-
bindeki Sicilya Adası'nda egemenlik tesis eden Müslümanların askeri ve
siyasi baskısından çok kültürel, sosyal ve ekonomik tehdidine maruz kalan
Papalık bu çatıĢmayı kazanıyor, fakat ağır yaralar alıyordu. Zira Musevi-
liğin çok kötü ve ilkel bir kopyası olan -üstelik putperestlik döneminin
motifleriyle karıĢmıĢ- Hıristiyanlık, salt ahlaki telkinlerle yetiniyor, fakat
dünyevi yaĢamı -sosyal, idari, ekonomik ve siyasi bakımdan- düzenleme
yeteneğine sahip bulunmuyordu. Hele bu eksik ve ilkel semavi dini, ken-
dilerinin ve dar çevredeki dayanaklarının çıkarları için dünyevi özgürlük-
lerden tamamiyle soyutlayan ruhbanın soysuzca sömürmesi, Hıristiyanla-
Ģan kavimlerin geliĢmelerini ta-

72
mamiyle durduruyordu. Antik Yunan ve Roma döneminde elde edilen
sınırlı geliĢmenin de gerisine düĢen Hıristiyan toplum, ruhban karĢısında
bir de hukuksal korumadan yoksun kalınca, yükselen "Ġslami değerler"
karĢısında hızla yıkım ve yokoluĢa doğru yol almaya baĢlıyordu.
Hıristiyan dünyanın önce Sicilya, sonra da Endülüs'te tanıdığı Ġslami-
yet Hıristiyanlıkla aynı kökenden, Musevilik kökeninden ilham alıyordu.
Buna karĢın ahlaki ilkelerin ötesinde kendi sosyal, siyasal, ekonomik ilke-
lerini de zorunlu koĢuyordu. Bu ilkeler ise, kendi hukuki temellerine da-
yanıyordu. Üstelik tüm putperest ilkelerden arınıyor, Hıristiyanlığın bün-
yesinde barındırdığı beĢeri zaafları aĢıyordu. En kaba kıyaslama ile;
Ġslamiyet, Hıristiyanlıktan daha fazla dünyevi yaĢama izin veriyordu.
Bu nedenle daha fazla tüketme ortamı hazırlıyordu. Böylece Ġslamiyette
çok sınırlı üretim ve geniĢ ticaret yapma olanağı bulunuyor, bu belli oran-
da teknolojiyi getiriyor, teknoloji bilgiyi, bilgi ise sınırlı bir özgürlüğü
dayatıyordu. Bu nedenle Endülüs ve Sicilya'da gemicilik, astronomi, ma-
tematik, tıp, edebiyat, geometri, kimya, cebir vs. geliĢiyordu. Buna karĢı-
lık Papalık Hıristiyanlığı kıskanırcasına tekeline alıp soysuzlaĢtırıyor,
ruhban ve onun kaba kuvvetini oluĢturan derebeylerinin dıĢında tüm Av-
rupa'yı kara bir taassubun kıskacına alıyordu. ĠĢte, Sicilya'daki Ġslam var-
lığını çökertmesine karĢın Papa bu nedenle yara alıyordu. Buna bir de
Malaga - San Sebastian güzergâhından giren Aristocu fikirler de eklenince
Roma Kilisesi'nin merkezi otoritesi, içinden sarsılmaya, zemin din adam-
larının ayaklarının altından kaymaya baĢlıyordu. Kilise'nin uhrevi, dere-
beyinin ise dünyevi baskısı altında bunalan ve özgürlüğü sadece nefes
alma olanağı ile sınırlı bulunan halkın, uhrevi bakımdan biraz daha fazla
nefes alma özgürlüğü için giriĢtiği harekete "dinsel Reform", dünyevi
özgürlüğünün -daha doğrusu yaĢama özgürlüğünün- hudutlarını geniĢlet-
mek amacıyla baĢlattığı harekete ise Rönesans deniyordu. Reform, Hıris-
tiyanlığa Protestanlık (Anglikanlık ve Kalvinistlik) mezhebini getiriyor,
böylece uhreviyattan dünyeviliğe, maddeci bir köprü kuruluyordu. Röne-
sans ise, Hıristiyanlığın -bilerek mi, gafletle mi belli değil- açık bıraktığı
resim ve heykel kapısından Antik Yunan ve Roma felsefesine dönüĢü
sağlıyordu. Böylece 15'inci yüzyüın sonu ile 16'ncı yüzyılın ilk yarısında
Rönesans ve Reform geniĢ kitlelere mal oluyordu. Ġtalik Yantna-dası'ndan
baĢlayan Rönesans ile Cermen topraklarından baĢlayan Re-

73
form, kısa zamanda Avrupa içlerinde örtüĢüyor, böylece dünyevi yaĢam
üzerine konulan dinsel taassup ipoteği, giderek gerilemeye baĢlıyordu.
Üstelik bu birbirini tamamlayan "dünyevi özgürlük" hareketi, kendi hu-
dutlarını zorluyor, Hıristiyanlığa ölümcül darbe vurmaya hazırlanan Ġsla-
miyet'in özgürlük hudutlarını da aĢarak, Hıristiyanlığın -tabii asırlar sonra-
folklorik bir olgu olarak ayakta kalmasını sağlayacak bir kurtarıcı oluyor-
du.
Rönesans ve Reform'un Avrupa'ya sunduğu kurtuluĢ reçetesi çok basit-
ti. Fakat müthiĢ güçlü bir formüldü ve ihtiyaç duyduğu enerjiyi de içinde
barındırıyordu.
Reform ve Rönesans dünyevi yaĢama, sınırlı da olsa olanak sağlayarak
tüketimi kıĢkırtıyordu. Tüketim üretimi zorluyor, böylece seri üretim tek-
nolojik geliĢmeyi itiyordu. Teknolojik geliĢme bilgi gereksinimini kıĢkır-
tıyor, bu da akademik bilgiye yol açıyordu. Akademik bilginin yaĢam
zemini özgürlüktü. Özgürlük ise, Rönesans ve Reformun ruhundaki, ge-
reksinim duyulan enerjinin kendisiydi.
Ġslamiyet nasıl ki özgür yaĢama olanak tanımayan Hıristiyanlığı yo-
kolmanın eĢiğine getiriyorsa, Rönesans ve Reformla baĢlayan "din'e karĢı
özgürleĢme" hareketi de Ġslamiyeti, taassup çizgisinin gerisine iterek, ken-
di "sınırlı dünyevi yaĢamına" ve bu yaĢamın gereksinim duyduğu "sınırlı
özgürlük" alanı içine hapsediyordu. ĠĢte Endülüs, Sicilya ve Osmanlı mu-
cizelerinin arkasındaki gizem buydu.
Ġçinde Putperest motifleri de barındıran salt ahlaki öğreti olan ve bu
Ģekliyle Museviliğin çok ilkel ve eksik bir kopyası olan Hıristiyanlık kar-
Ģısında daha dünyevi, daha tüketim, üretim, teknoloji ve bilgiye, dolayı-
sıyla özgürlüğe açık bir din olan Ġslamiyet, doğrudan Arap kültür, yaĢam
biçimi ve algılamasının bir ürünüydü. Bu yaĢam biçimi, kültür ve algıla-
ma, yaĢam kaynaklan doğal bakımdan -su ve hava gibi- son derece kısıtlı
bir ortamın ürünüydü. Bu nedenle müminler doğal yaĢam kaynaklarının
bol olduğu bir ortamda dahi kendi öğreti-siyle, Ġslamiyetin öngördüğü çok
dar özgürlük sınırlan içinde yaĢayabiliyorlardı. Ġslamiyetten önce yaĢadık-
ları çevrenin koymuĢ olduğu sınırlar içinde yadsımadan yaĢayabilen Arap-
lar, Ġslamiyet'in öngördüğü özgürlüğün hudutlarını zorlama gereksinimi
bile duymuyorlardı.
Endülüs Müslüman / Musevi yaĢamında, özgürlüğün hudutlarını Mu-
sevi unsurlar zorluyordu. Müslüman unsur içindeki bir grup onlara ayak
uyduruyor, buna karĢılık tutucu diğer unsur -veya unsurlar- onları kuvvet
kullanarak sindiriyordu.

74
Sicilya Ġslam Devleti'nin dinamizmi coğrafyasından kaynaklanıyordu.
Zira bu coğrafya Ġslamiyetle Hıristiyanlığı aynı mekanda baskül'e çıkarı-
yor, bu rekabet ise Ġslamiyet'in iç dinamizminde bulunan dünyevi yaĢam
unsurunu etkinleĢtiriyordu. Nitekim daha sonra Adayı iĢgal eden Norman-
lar ve Cermenler bu ökseye yakalanarak Katolik Ruhban'ın canını sıka-
caklardı.
Fakat Osmanlıların durumu çok farklıydı.
Osmanoğulları bir bakıma Selçukoğulları'nın devamıydı. Bu boylar
Önasya'ya girdiklerinde yeni MüslümanlaĢmaya baĢlamıĢlardı. Ancak
semavi dinler, genellikle yerleĢik toplumların sosyal sorunlarını çözüm-
lemek amacına yönelik telkinleri içerdiğinden, sürekli hareket halindeki
göçer kavimlere hayli yabancı kalıyordu. Önasya'ya giren kavimler de
genellikle göçer olduklarından, MüslümanlaĢmalarına karĢın taassuba
kapılmıyor, sosyal ve siyasal faaliyetlerinde din, belirleyici bir rol oyna-
mıyordu. Bu nedenle Önasya'ya yeni gelen bu Asyalı kavimlerle, yerleĢik
iktisadi hayatı kontrolünde tutan Museviler ve Gregoryan Ermeniler ara-
sında uyum sağlanıyor, ayırımcı bir dinsel sorun ortaya çıkmıyordu.
Bunun sonucu olarak yerleĢik iktisadi gücün rehberlik ve teĢvikiyle
Selçukoğulları kısa bir süre içinde merkezi, bürokratik ve askeri nitelikli
mükemmel bir devlet kuruyor, Kartaca'nın Tüccarlar OligarĢisine egemen
olan Roma'nın mirasçısı Doğu Roma (Bizans) Ġmpara-torluğu'na güçlü bir
alternatif oluĢturuyordu. Aynı Ģekilde Önasya'ya egemen olmak amacıyla
ġia'yı kullanan Ġran ile fütuhat amaçları besleyen Arap yayılmacılığına
karĢı da, Önasya'nın korumasını üstleniyordu. Ancak Selçukoğulları
Acem sermayesinin paralı askerliğini yapan Moğollar karĢısında yıpran-
dıkça Arap yayılmasının aracı haline gelen Ġslamiyete daha fazla sanlıyor,
böylece taassubun karanlık dehlizlerine girerek, varlığını borçlu olduğu
kendi kavminin bozkır karakterinden ve savaĢ yeteneğinden giderek uzak-
laĢıyordu. Bu uzaklaĢma yerleĢik iktisadi güçle de arasının açılmasına
neden oluyor, hatta iki geliĢme paralellik gösteriyordu. Nitekim ġiadan
kaçarken yakalandığı Sünni taassubu, uç beyi Türklerle Konya'yı karĢı
karĢıya getirince uç beylerinin arkasındaki yerleĢik iktisadi gücün de kat-
kısıyla Konya'yı dizlerinin üzerine çökertiyordu.
Osmanoğulları iĢte bu otorite zaafı olarak nitelenebilecek "Beylikler
döneminde" ortaya çıkıyor, Ortodoks, Ġslam ve ġii taassubundan yılan
yerleĢik iktisadi güçle Önasya'daki savaĢçı Türk unsurları arka-

75
sına alarak önce batıya, buradan kazandığı güç oranında da doğuya yayılı-
yordu. Nitekim Osman'dan Yavuz'a kadar -ki bu süre topu topu 200 yıldır-
Ġmparatorluk, Belgrad'dan Kahire'ye kadar geniĢ bir alanı egemenliği altı-
na alıyordu.
Üstelik bu dönemde bir de Timur'un saldırısına uğruyor, 1402 Ankara
SavaĢı'ndan sonra ağır bir bunalım içinde kalıyordu.
Özellikle Ġstanbul'un alınmasından sonra Osmanlı Devleti için tehlike
batıdan değil daha çok doğudan geliyordu. Doğu'dan gelen tehlike iki
noktada odaklaĢıyordu: ġah Ġsmail'in Safevileri ve Memlükler.
Aslında doğudan gelen bu iki tehlike batıdan o denli de soyutlanmıĢ
sayılmazdı. Osmanlıların batıya doğru yayılmasından rahatsızlık duyan
Katolik güç merkezleri, Ġslamiyete karĢı Ġslamiyeti kullanmak amacıyla
mezhep kavgalarına bel bağlıyor. ġii - Sünni uyuĢmazlığından yararlan-
mak amacıyla Anadolu'da güç kazanmak isteyen Safevileri el altından
tahrik ediyor ve destekliyorlardı.
Bu aĢamada en önemli sorunu ġah Ġsmail yaratıyordu.
1486 veya 87'de Erdebilde dünyaya gelen Ġsmail, Pers kökenli değildi.
Bu nedenle ġii olmasına karĢın Anadolu'nun Alevi aĢiretlerine de sempa-
tik görünüyordu. Babası ġeyh olan Ġsmail'in annesi de Akkoyunlu'ydu.
Ġktidar kavgaları sırasında Geylan Hükümdarının yanına kaçırılan Ġsmail 7
yaĢında ġeyh ilan ediliyordu. 12 yaĢındayken kuvvet toplayan Ġsmail önce
Erdebil'e sonra da Erzincan'a gidiyor, buralardan topladığı 7 bin kiĢilik
kuvvetle Nahcivan yakınlarında Akkoyunlu Hükümdarını (Bey'ini) yene-
rek Azerbaycan'a egemen oluyordu. Ġsmail 1501'de Tebriz'de ġah'lığını
ilan ediyor, 1503'de ise Dulkadiroğulları'nı yenerek Harput ve Diyarbe-
kir'e egemen oluyordu.
Ġsmail 1507'de Bağdat'ı alıyor, 1510'da Horasan'ı topraklarına katıyor-
du.
Tebriz'de ġahlığını ilan ettiği zaman Ġsmail bununla da yetinmiyor,
oniki imam adına hutbe okutarak Ġsmaililer bakımından önem taĢıyan
Ġmamet hakkını da güdüyordu..
Doğusundaki Türk boylarını sindiren ġah Ġsmail bundan sonra batıya,
Önasya'ya yöneliyor, bu alanda güç ve egemenlik sağlama çabasına giriĢi-
yordu. Horasan'ı ele geçirdikten sonra Önasya'ya temsilciler (halifeler)
göndererek Türkmen boylarını yönlendirmeye çalıĢıyor, böylece etkinlik
sağlamaya uğraĢıyordu.
Nitekim 1511'de, yani 2'nci Bayezit'in ölümünden bir yıl önce,

76
ġah Ġsmail'in ġah Kulu adlı halifesi, Tekedeki bazı Türkmen kabilelerini
elde ederek kıĢkırtmayı baĢarıyor, ayaklanan Alevi aĢiretleri Kütahya'yı
basarak yağmalıyorlardı. Bu durum doğrudan doğruya Önasya üzerinde
Ġran etkinliğinin canlı bir göstergesi niteliğini taĢıyordu.
Asiler Kütahya'dan sonra Bursa üzerine yürürken Sadrazam Hadım Ali
PaĢa komutasındaki Osmanlı Ordusu'na yeniliyorlar, ġah Kulunun savaĢ
alanında öldürülmesi sonucu baĢsız kalarak Ġran'a kaçıyorlardı. Böylece,
Ġran destekli ayaklanma bastırılıyor, ġah Ġsmailin peĢinden giden Türk-
menlerden bazıları Trakya'ya mecburi iskân ediliyor, Alevilerin Ġran'a
gitmeleri yasaklanıyordu.
Bu olayın hemen ardından 2'nci Bayezit Edirne'ye çekiliyor, sonra da
oğlu Selim (Yavuz) kendisine baĢkaldırıyordu. 2'nci Bayezit oğlunu yeni-
yor, Selim Kırım'a kaçıyor, bu kez de diğer oğlu Ahmet ayaklanıyordu.
Fakat Yeniçeriler baĢlarında Selim'i görmek istiyor, Ahmet Anadolu'ya
kaçıyor, 2'nci Bayezit ise Selim'i çağırarak tahtı kendisine bırakıyordu.
Nisan'da tahtı teslim eden Bayezit, 1512 yılının Haziranında yaĢama göz-
lerini yumuyordu.
Böylece genç PadiĢah Selim, Önasya'ya egemen olmak için fırsat kol-
layan ġah Ġsmail ile karĢı karĢıya kalıyordu.
Nitekim Selim'in tahta oturmasının hemen ardından aynı yıl ġah Ġs-
mail'in Önasya'ya gönderdiği Nur Ali, Koyulhisar'da asileri toplayıp Tokat
üzerine yürüyordu. Selim ise hemen harekete geçiyor, hem ayaklanmayı
bastırıyor, hem de çok sayıda Alevi'yi öldürterek ġah Ġsmail'in giriĢimini
püskürtüyordu. ġah bu teĢebbüsten sonra Önasya üzerinde savaĢmadan
egemenlik sağlamasının mümkün olmadığını anlıyor ve o andan itibaren
savaĢa hazırlanmaya baĢlıyordu.
ġah Ġsmail bu savaĢa hem askeri, hem de diplomatik bakımdan hazır-
lanıyordu. Nitekim Osmanlılara karĢı Venedik ile temasa geçiyordu. ġah
Ġsmail'in bu giriĢimlerini yakından izleyen Selim, miras kavgalarıyla ken-
disini tahttan indirmeye teĢebüs etmelerinden çekindiği beĢ oğlundan üçü-
nün Tebriz'de savaĢ hazırlığı yapan ġah Ġsmail'e sığınmalarıyla harekete
geçiyordu. 1514 yılında 150 bin kiĢilik bir orduyla Tebriz üzerine giden
Selim, 23 Ağustos 1514 günü Çaldıran'da ġah Ġsmail'in ordularıyla giriĢti-
ği meydan savaĢını kazanarak Tebriz'e giriyordu. Bu savaĢta ġah Ġsmail
ağır bir yenilgiye uğruyor, Selim onun Ģahsi servetine ve kadınlarına el
koyuyor, egemenliği altına aldığı toprakları yeniden Osmanlı topraklarına
katıyordu. Yavuz, Tebriz'de bulunan ünlü bilginleri de Ġstanbul'a gönderi-
yor, daha sonra

77
Amasya'ya çekilerek kıĢı burada geçiriyordu. Selim bu sefer sırasında sık
sık Yeniçerilerin huzursuzluk çıkarmalarıyla karĢı karĢıya kalıyor, bunla-
rın ayaklanmaya dönüĢmesini güçlükle önlüyordu. Yeniçerilerin bu dav-
ranıĢı iki nedene dayanıyordu. Öncelikle Doğu Seferi fazla bir zenginlik
getirmiyordu. Zira düĢmanların gücü maddi servetten değil, dinsel ve
mezhepsel odaktan kaynaklanıyordu. Ayrıca Alevi de olsa genellikle
Anadolu'daki Müslüman halkla savaĢılıyordu, ki bu da Yeniçerileri rahat-
sız ediyordu. Zira ġiilik çoğunlukla Alevi - BektaĢi tarikatlerinde etkili
oluyordu. Yeniçerilerin ise geleneğinde, BektaĢiliğin güçlü bir etkisi bu-
lunuyordu.
Kısacası Osmanlı Ordusu baĢta Sırplar olmak üzere batılı kavimlere
karĢı daha canla baĢla savaĢırken Doğu Seferi sırasında Ġran'a, ġii ve Ahi-
lere ve Memlüklere karĢı daha isteksiz çarpıĢıyor, her an ayaklanmak için
de fırsat kolluyordu.Yavuz Sultan Selim ise bu seferi tam anlamıyla zafer-
le sonuçlandırmak, devletini sırtından vurarak, Önasya'yı ayaklarının al-
tından çekecek tüm pürüzleri ortadan kaldırmak istiyordu. Kaldı ki As-
ya'daki Türk boyları ile Osmanlı Devleti'nin çıkarları da ġiilik meselesin-
de çakıĢıyordu. Örneğin ġah Ġsmail Horasan'ı, Özbek Hanı Muhammed
ġeybani'ye karĢı savaĢarak alıyordu. Daha sonra Çaldıran'da Selim'e yeni-
lince Özbekler Osmanlıların sağladığı bu fırsattan yararlanarak Horasan'ı
yeniden ele geçiliyorlardı. Ayrıca ġah Ġsmail'in siyasal gücü, ġiilikteki
dinsel liderliğinden, Ģeyhliğinden, hatta imamlığından kaynaklanıyordu.
Diğer taraftan Müslüman Araplar da daha güneyde, yine dinsel güce da-
yanarak, Doğu Akdeniz'deki ticaret yollarını tehdit ediyor, bu bölgede
güvenliği sarsacak yönde faaliyette bulunuyorlardı. Yavuz Sultan Selim
Doğu Seferinde tüm bu sorunları uzun bir süre için çözümlemek istiyordu.
Onun için de 1514 - 15 kıĢını Amasya'da geçiriyor, baharla birlikte ha-
rekâta yeniden baĢlıyordu.
Yavuz Sultan Selim bu kez Kemah Kalesini alıyor, Dulkadiroğlu Bey-
liği'ni Osmanlı egemenliğine katıyor, MaraĢ ve Elbistan'ı hükümranlığına
dahil ediyordu. PadiĢah bir süre Ġstanbul'a dönüyor, bu sırada Diyarbekir
Eyaleti'nin merkezi Amid Kalesi Osmanlı egemenliğine giriyordu.
Ancak bu dönemde sahneden çekilen Safevi Devleti'nin yerini, adeta
Memlükler alıyordu. Yavuz'un Ġstanbul'da bulunduğu sırada Memluk Ha-
kanı Kansu Gavri Dulkadiroğlu topraklarını ele geçirmek konusunda plan-
lar yapmaya baĢlıyordu. Kayıtbay’ın eski kölelerinden

78
olan Gavri, Memlüklerin Sünni olmasına karĢı ġiiliğin ortaya çıkıĢında adı
geçen Fatımiler'in, Memluk egemenliğinde olmaları nedeniyle ġah Ġs-
mail'in Safevi Devleti'ni de kendilerine yakın görüyorlardı. Bu dönemde
Osmanlılarla iyi geçinmeye çalıĢan Gavri, aynı zamanda Safevilerle de iyi
münasebet kurarak, ikili oynuyordu. .
Kayıtbay ölene kadar (1495) Memlûk Devleti'ni iyi yönetiyor, bölgede
düzen ve istikrarı devam ettiriyordu. Fakat ölümünden sonraki 6 yıllık
dönemde Memlûk yönetimi kaos'a yuvarlanıyor, iktidar kavgaları devleti
ekonomik bakımdan zaafa uğratıyordu. Bu zaaf sonucu istikrar bozuluyor
ve bugünkü Suriye'den Arap Yanmadası'na kadar uzanan alanda ticaret
güvenliği kalmıyordu.
Memlûk Devleti, kendi korumalarını sağlamak için Abbasilerin bölge-
ye getirmiĢ olduğu Türklerin (sayılan 80 bini bulan bu kölelerin arasında
Çerkesler de bulunuyordu) ayaklanarak yönetimi ele geçirmeleriyle ku-
rulmuĢtu. Bu nedenle Kölemenler -kölelerden geliyordu-siyasal egemen-
liği ellerinde bulundurmalarına karĢın bölgedeki Araplar baĢıbozuk hare-
ketleri sürdürüyor, geçimlerini genellikle ticaret kervanlarını talan ederek
sağlıyorlardı.
1501 'de iktidara gelen Gavri bir yandan Arap garnizonları oluĢturarak
bölgedeki ticareti kontrolüne almaya çalıĢıyor, buna paralel olarak da
baĢta Museviler olmak üzere bölgede faaliyette bulunan Avrupalı tüccar
ve bezirganları taciz ediyorlardı. Memlükler Sünni olmalarına karĢın,
Safevilerin taktiklerini uygulayarak Önasya'ya yayılma çabalarında Ġsla-
miyeti bir araç olarak kullanıyorlardı.
ĠĢte bu yayılmacı tavır Sultan Selim'i çileden çıkarıyor, buna bir de Ġs-
tanbul'da faaliyette bulunan etkin "Tüccarlar OligarĢisinin" Suriye ve Fi-
listin ticaret yolları ile ilgili Ģikâyetleri ekleniyor, onu yeni bir Doğu Sefe-
rine teĢvik ediyordu. O sırada Gavri Diyarbakır'ı ele geçiriyor ve Sinan
PaĢa komutasındaki ordunun buradan geçmesine izin vermiyordu. Bu
durum ise bardağı taĢırıyor, Yavuz'u harekete geçiriyordu.
Osmanlı PadiĢahı 1516 yılında Halep yakınlanirdaki Mercida-bık'ta
Kansu Gavri'nin Arap Ordusu'nu bozguna uğratıyor Gavri tahttan iniyor,
yerine Tomanbay çıkıyor, Yavuz 1517'de, yani ertesi yıl onu da Ridani-
ye'de yenilgiye uğratıyordu. Mercidabık zaferinden sonra Suriye, Filistin
ve Lübnan'ı ele geçiren Yavuz, Ridaniye'den sonra Kahire'ye girerek 267
yıllık Memlûk Devleti'ne de son veriyordu. Memluk Devletiyle birlikte
Doğu Akdeniz ve Yakındoğu ticaret yol-

79
ları üzerindeki Arap egemenliği de son buluyor, buralarda artık baĢkenti
Ġstanbul olan Osmanlı hükümdarlarının sözü geçmeye baĢlıyordu. Yavuz
Sultan Selim, "Osmanlı düzeninin" tam tesis edilmesini Ģu operasyonlarla
tamamlıyordu:
Önce Tomanbay'ı idam ettiriyor, bunun üzerine Mekke ġerifi de denen
Hicaz Emiri, Mekke ile Medine'nin anahtarlarını oğlu vasıtasıyla padiĢaha
gönderiyordu. Böylece Hicaz da Osmanlı topraklarına katılıyordu. Yavuz
bu arada Venedik'in egemenliğindeki Kıbrıs'a haber gönderiyor, Memlük-
lere ödenen haracın Osmanlı'ya ödenmesini istiyor, Kıbrıs Dukalığını
yıllık vergiye bağlıyordu. Hayırbay'ı Mısır, Canbendi Gazali'yi Kudüs
Valiliği'ne tayin ediyordu. Tüm bunlara karĢın çok uğraĢtığı halde, Safevi
Devleti'ni ve ġiiliği kullanarak Önasya'daki Alevileri kıĢkırtan ġah Ġs-
mail'i ortadan kaldıramıyordu. Buna karĢılık Önasya'da Osmanlıya ihanet
ederek ġah Ġsmail hesabına çalıĢtıklarını gördüğü (ve çalıĢacaklarını var-
saydığı) 40 bin Alevi'yi öldürtüyordu. Buna rağmen ġii yayılmacılığı kar-
Ģısında hedeflediği amaca ulaĢamıyor, 1518'den sonra Ġbni HabeĢ adlı bir
Alevi ġeyhi, sonra da kendini Mehdi ilan eden Bozoklu Celal (Ġlk Celali)
ayaklanıyordu.
ĠĢte, bu ġii Safevilerin ve Sünni Arapların dinsel / siyasal faaliyetleri,
Sultan Selim'i din siyasetine çekiyor, bu sırada eline Halifeliği Ġstanbul'a
getirmek olanağı geçiyordu. Bu ise "dindıĢı" kaldığı sürece güçlenen ve
yayılan Osmanlı Devleti'ni yıkım sürecine sokan dinsel siyasetin baĢlangıç
noktasını oluĢturuyordu.

Ġstanbul'a Dinsel Kimlik: Darülhilafe

ġah Ġsmail'in ġiiliği, adeta bir "Ġran dini" imiĢ gibi Önasya'da siyasal
etkinlik sağlamak amacıyla kullanması ve bu yöntemle Önas-

80
ya'nın doğu bölgelerinde yaĢayan Alevi Türkmen boylarına nüfuz etmesi,
Osmanlı yönetiminin de uyguladığı siyaseti yeniden gözden geçirerek
değiĢtirmesine yol açıyordu. Gerçi Orhan Bey'den itibaren Osmanlı padi-
Ģahlarında elle tutulur bir "dindarlaĢma" izleniyor, fakat Osmanlı iç ve dıĢ
siyasetinde ciddi bir Ġslami uygulamaya rastlanmıyordu. Aksine Osmanlı
Devleti'nin "dindıĢı" kimliği, egemenliği altındaki -hatta dıĢındaki- unsur-
lara güven veriyordu. Üstelik Osmanlı yönetiminin bu siyaseti, Ortodoks
ve Katolik taassubu altındaki Hıristiyan kavimler karĢısında bir cazibe
kazandırıyordu.
Fakat Önasya'nın doğu ve güneydoğusunda Persler'in ġiiliği, Arapların
ise Sünniliği kullanarak siyaset yapması, Osmanlı yönetiminin de diplo-
matik ve askeri siyasetine din unsurlarını da eklemesine yol açıyordu.
Nitekim Osmanlı Ordusunu Çaldıran'da, ġiilerin karĢısında savaĢa süren
Yavuz Sultan Selim koyu bir Sünni siyaset izliyor, Arap ve Sünni olan
Kansu Gavri'yi ise ġii'lere yardım ederek Ġstanbul'u alan Osmanlı Ordu-
su'nu sırtından vurmaya kalktığı için Mercidabık'ta cezalandırıyordu.
Ancak Yavuz Sultan Selim'in bu Sünni siyaseti, Osmanlı Ordusu'nun
Filistin'e inmesiyle birlikte daha da ağırlık kazanıyor, Kahire'nin fethi ile
doruğa çıkıyordu. Zira Yavuz Sultan Selim burada, son Abbasi Halifesi
Mütevekkil'i buluyordu. Memlüklerin elinde bir oyuncak olan ve uhrevi
liderliği iyice ayağa düĢürmüĢ "zelil" bir hayat süren Mütevekkil'den Hila-
feti alan Yavuz Sultan Selim bu andan itibaren Osmanlı PadiĢahlarının
Ģahsında "uhrevi ve dünyevi" dinsel / siyasal liderliği birleĢtiriyordu. An-
cak Yavuz Sultan Selim'in Hilafeti alıĢı sırasındaki çok küçük bir nüans,
büyük ve önemli sonuçlar doğuracaktı. Bu küçük nüans Hilafetle Saltana-
tın aynı Ģahısta, padiĢahın Ģahsında toplanmasıydı. Memlüklerde Hilafet
ile Saltanatın ayrı Ģahıslarda bulunması, sultanlara dünyevi siyasetlerini
uygulamaları sırasında dinsel bakımdan serbestlik sağlarken, Yavuz'un
yaptığı uygulama ile Osmanlı Sultanları, siyasetlerinde bağlı oldukları
Ġslami nas'ları gözönünde bulundurmak ve dikkate almak zorunda kalıyor-
lardı.
Aslında Hilafet ġiiler bakımından daha büyük önem taĢıyordu. Hilafet,
halef mastarından kaynaklanıyor ve "ardından gelen" anlamını taĢıyordu.
Ġddiaya (veya bir hadis'e göre) Muhammed "Benden sonra 30 yıl Hilafet
olsun" diyor ve sıra ile Ebubekir, Ömer ve Osman Halifelik yapıyorlardı.
Son Halife ise Ali oluyordu.Sünnilerle ġiiler arasındaki ayrılık da özde
buradan, yani Hilafet meselesinden kaynaklanı-

81
yordu. ġiiler, Ġmam olarak niteledikleri Halifeye insanüstü bir güç vehme-
diyorlar ve Halifeyi Allah'ın gönderdiğine inanıyorlardı. Sünniler ise Hali-
feye insanüstü bir özellik tanımıyorlardı. Ancak ġiilerde olsun Sünnilerde
olsun, Halife, dini esasları gözeten, koruyan, dini sorunlarda karar veren
bir merci olarak kabul ediliyor ve önem taĢıyordu. Bu nedenle, Yavuz'un
Hilafeti alıp saltanatla birleĢtirmesi, Osmanlı Sultanlarına Ġslam uhreviya-
tının doğal liderliği ve koruyuculuğu gibi teokratik bir nitelik ve kimlik de
kazandırıyordu. Bunun da ötesinde Osmanlı PadiĢahının uyguladığı iç ve
dıĢ siyasete Ġslami ölçüler getiriyor, bu ölçüler ise "Ġslami sınırlama" Ģek-
linde tezahür ediyordu. Dahası, Saltanatın Hilafetle birleĢmesi sonucu
devletin kazandığı teokratik nitelik, Müslüman unsurun dünyevi yaĢamını
Kur'an'da ortaya konulan ilkelerin oluĢturduğu bir kalıba oturtuyordu.
Buna göre toplumsal yaĢamı düzenleyen hukuk sistemi Ģeriat, eğitim sis-
temi ise Kur'an'a dayalı teokratik eğitim oluyordu. Ayrıca devletin idari
yapısı da teokratik kimliğe uygun bir örgütlenmeye gidiyordu.
Yavuz Sultan Selim, son Abbasi Halifesi Mütevekkili de yanına alarak
Ġstanbul'a getiriyor, kendisi hil'at giyiyor, Kutsal Emanetleri hanedanın
hazinesine koyuyor ve böylece Osmanlı Hanedanında yeni bir devri baĢla-
tıyordu. Gerçi Yavuz Sultan Selim, Hilafeti siyasal uygulamalarında he-
men belirleyici bir unsur olarak kullanıyordu. Ama kendisinden sonraki
28 sultandan pek çoğu bu konuda hayli ileri gidecek, böylece tutucu Ġsla-
mi uygulamalar bir bakıma, Önasya'da kültürel bir "AraplaĢma" meydana
getirecekti. Dinsel kültür ve edebiyat, Osmanlıca adı verilen Farsça /
Arapça / Türkçe karıĢımı yeni bir dil ortaya çıkaracak, Osmanlı aydını bu
üçlüde ağır basan (din nedeniyle) Arapça'nın etkisinde kalarak, Arap kül-
türüne dayalı bir AraplaĢma girdabına yuvarlanacaktı. Peygamberin milli-
yeti nedeniyle Arap Kavmini Kavm-i Necib olarak adlandıran ve Kavm-i
Necib karĢısında komplekse kapılan Osmanlı aydını, bu kompleks sonucu
batıdaki oluĢumlara sırtını dönecekti. Böylece yerleĢik toplumların kötü
alıĢkanlıklarından ari olarak Önasya'ya giren Türk boyları, yerleĢik top-
lum öğretisi olan Ġslamiyetle özdeĢleĢecek yeni kimliğe bürünecek, bu ise
bir anlamda çöl Bedevilerinde rastlanan bir sosyalizasyonu getirecekti.
Aslında 15 - 16 ncı yüzyıllarda, her zamankinden daha fazla Batı Av-
rupa'daki geliĢmeleri yakından izlemeleri gereken Osmanlıların, bu aĢa-
mada batıyı bir kenarda bırakıp doğuya, yani Ġslami yapıya yönelmesi,
akıbetini çok yakından ilgilendiren batıdaki geliĢmelerle ilgili

82
olarak ipin ucunu kaçırmasına da neden oluyordu.
Hepsinden önemlisi ise Yavuz Sultan Selim'in Mütevekkil ile birlikte
Ġstanbul'a getirdiği Hilafet, o zamana kadar bir Avrupa baĢkenti olarak
kabul edilen bu ünlü Ģehri Darülhilafe yaparak bir ġark, daha doğrusu
ġam, Bağdat, Basra gibi bir Ġslam merkezi durumuna sokuyordu. Açıkçası
kendine özgü ticari "Avrasya" Orient karakteri ve kimliği ile kıta, din ve
kavim kimliklerinden soyut bir kent olarak kalması gereken Ġstanbul, Da-
rülhilafe kimliğini alarak pek çok yaĢamsal uzvunu kesmeye, adeta hara-
kiri yapmaya talip oluyordu.
Bu durum ise Batı Avrupa'nın kabuğunu kırarak uzay çağına, Osmanlı
Devletinin ise, ġarkın karanlık öğretisine gömülerek yokluğa ve yokolma-
ya uzanan yolculuklarının baĢlangıcını teĢkil ediyordu.
ĠĢte 15 inci yüzyılın sonu 16 ncı yüzyılın baĢı, o zamana kadar sürege-
len Avrupa ile Osmanlı arasındaki koĢutluğun, süratle zıtlaĢmaya dönüĢ-
mesine neden oluyordu.

KoĢutluktan ZıtlaĢmaya GeçiĢin Kısa Bir Açıklaması

15 inci yüzyıl baĢına kadar Avrupa ve Osmanlı yaĢam felsefesi o denli


büyük bir zıtlık göstermiyordu. Zira Roma Kilisesinin denetimindeki ru-
hani örgütlenme, Avrupadaki tüm siyasal örgütlenmelerin zeminini oluĢ-
turuyor, bu zemin ise Hıristiyan taassubuna dayanıyordu. Buna karĢın
Osmanlı yaĢam görüĢü de geniĢ çapta Ġslam dünya görüĢü zemininden
kaynaklanıyordu.
Aradaki farklar ise Ģöyle sıralanıyordu:
 Hıristiyan taassubuna karĢı Ġslamiyet daha fazla dünyevi yaĢa
ma, dolayısıyla özgürlüğe izin veriyordu.
 Hıristiyan dünyada, dünyeviliği tekelinde tutan Roma Kilisesi,
Avrupa ticari yaĢamını da elinde tutuyor, taassubunun siyasal gücünü

83
bu ticari tekel oluĢturuyordu. Buna karĢın Osmanlıda ticari güç, bu kez
kendisine daha fazla özgürlük vaadettiği için Önasya Müslüman-larını
destekleyen "Kartaca Mirasçılarının" elinde bulunuyordu. Roma Ġmpara-
torluğu tarafından siyasal bakımdan egemenliği sona erdirilen Musevi-
leĢmiĢ Kartaca Kolonileri daha sonra Ġberik Yarımadasında ve Kuzey
Afrikada Araplarla, doğuda ise önce Ortodoks Bizansla, Sonra Katolik
Cenova ile 14 üncü yüzyıl ortalarından itibaren ise Osmanlılarla iĢbirliği
içinde bulunuyordu. Bu Sami ticari iktidar (ki siyasi iktidarları yönlendi-
ren çoğu zaman bu güçtü) Hıristiyan dinsel tekeline ağır darbeler indiri-
yordu. Osmanlı ticari (ve ekonomik) gücü yükselirken, Kartacanın miras-
çılarına hiç bir alanda yaĢam özgürlüğü tanımayan Hıristiyan taassubu ise
sürekli zayıflıyordu. Bu durum Hıristiyanlığı 15 inci yüzyıl ortalarında,
Ġslam ekonomik ve siyasal gücü karĢısında yok oluĢ tehlikesine sürüklü-
yordu.
• Ġslam dünyevi yaĢam özgürlüğü (ki bu özgürlük çok sınırlıydı), hiç
yaĢam özgürlüğü tanımayan Hıristiyan taassubu karĢısında, bilimsel ge-
liĢmeye daha fazla hoĢgörüyle bakıyordu. Buna paralel olarak dünyevi
sanatlarda Ġslamiyet biraz daha fazla geliĢiyordu. (ġiir ve edebiyat, hat,
minyatür vs..)
Kısacası 15 inci yüzyıl ortalarına kadar egemen olan Hıristiyan / Ġslam
koĢutluğunda Ġslamiyet daha ağır basıyor ve Hıristiyan ekonomik ve siya-
sal gücünü bir kenara sıkıĢtırıyordu.
ĠĢte Ġtalik Yarımadasında Rönesans, Orta Avrupada ise reform, bu ko-
Ģulların zorlaması sonucu ortaya çıkıyordu. Gerçekte Rönesans ve Re-
form, Katolik Roma Kilisesinin sefih papalarına gösterilen bir tepkiden ve
onun Hıristiyan taassubunu siyasal silah olarak kullanıp tekeline aldığı
"Dünyevi yaĢam özgürlüğünün" daha geniĢ kitleler tarafından paylaĢılma-
sına zemin hazırlamaktan baĢka bir Ģey değildi.
Hele buna bir de yeni ticaret güzergahı (Kudüs - Ġzmir - Selanik -
Viyana - Hamburg) sayesinde Orta ve Kuzey Avrupanın ticaret özgürlü-
ğüne kavuĢmasının eklenmesi Katolik Roma Kilisesinin tekeli dıĢında
Hıristiyanlığı yeniden yorumlama olanağı getiriyordu. Kaldı ki bu güzer-
gah üzerindeki toplumlar da Romanın ührevi tekeline bağlı siyasal yapı-
lanmalar dıĢında, daha özerk siyasal yapılanma arayıĢlarına yöneliyordu.
1200 lerden itibaren Kuzey Avrupaya, Malaga - San Sebastian ticaret
yoluyla giren Aristo öğretisi, 1400 lerde pıtrak gibi filizlenmeye baĢlar-
ken, 1300 lerde Ġtalik Yarımadasındaki ozanlar "söz" ile (edebi-

84
vat ve Ģiir) Hıristiyan taassubunda gedikler açmaya baĢlamıĢ bulunuyor-
lardı. Nitekim Rönesansta geliĢmeye baĢlayan yeni Avrupa edebiyatının
1265 doğumlu yaratıcısı Floransalı Dante (ki ölümü 14 üncü yüzyılın baĢı,
yani 1321 dir) Ġlahi Komedyasında, o zamana kadar Hıristiyan taassubu-
nun incelemeye izin vermediği insanı, "uhrevi yaĢama" oturtarak yeniden
tanımlıyordu. Üstelik bu tanımlamayı yaparken, bir zamanlar Hıristiyan-
lan, arenada arslanlara parçalatan Romalıların Ģair ve filozoflarının reh-
berliğinden de yararlanıyordu.
Dante'nin 1304'de doğan Floransalı hemĢerisi Petrark tam bir hümanist
idi.
Michelangelo Buonarrotti ise (1475 de doğdu) bu devrin dünyevi ya-
Ģama bağlılığını Ģöyle örnekliyordu:
"Eyvah ! Eyvah ! Geçmiş seneleri düşündükçe bu kadar senenin
içinde mesut bir günümü hatırlamıyorum. Ağlayarak, severek, yana-
rak, içimi çekerek (zira artık hiç bir fani his, benim için yeni değildir)
aldatıcı ümitlere ve boş arzuya kapılıp hakikatten ve iyilikten daima
uzak kalmış olan ben, şimdi bu ümitlerin ve bu arzunun ne olduğunu
biliyor ve onları tartıyorum. Yavaş yavaş gidiyorum, gölge daima
daha fazla uzuyor ve güneşten mahrum kalıyorum ve hasta ve bitik,
yere yıkılmak üzere bulunuyorum."
Bu, edebiyat, Ģiir ve söz ile baĢlayan "dünyevi" hareket, Hıristiyanlı-
ğın, antik Yunan ve Roma dönemlerine açılan iki pencereden, resim ve
heykel penceresinden dünyevi yaĢama bir baĢka geçit buluyordu. Nasıl ki
edebiyatçılar, Ģairler ve hatipler dinsel görünüm altında dünyevi yaĢamı
ön plana çıkarıp dünyevi özlemlerini dile getiriyorlarsa, Rönesans'ın res-
sam ve heykeltraĢları da dinsel yapıtlarında Hıristiyanlığı dünyevileĢtiri-
yor, dünyevi bir güzelliği amaçladıklarını ortaya koyuyorlardı.
Güzel sanatların tüm dallarında gizlenen âna fikir Hümanizm, yani in-
sanın kendi kendisini yeniden tanımaya baĢlamasından baĢka bir Ģey de-
ğildi. Ġnsanın kendi kendisini tanıması ise " düĢünüyorum, öyleyse varım"
aĢamasına kadar ulaĢacaktı. Kısacası Rönesans, doğumla ölüm arasına
sıkıĢmıĢ, var olan insanın yaĢamı üzerindeki tüm akıl dıĢı kayıtlan bir
kenara itmek savaĢının sanatla kamufle edilmiĢ baĢlangıcını oluĢturuyor-
du. Hareketin kamufle edilmesi gerekiyordu, zira Roma Katolik Kilisesi-
nin hala kaba kuvvete dayalı bir yaptırım gücü (Din mahkemeleri ve bu
mahkemelerin kararına dayalı dinsel katliam) mevcuttu.

85
Rönesans aslında dinsel bir baĢkaldırı hareketiydi. Bu dinsel baĢkaldı-
rının odağı ise Hıristiyan taassubunu sadece kiĢisel dünyevi hırslarının bir
aracı olarak kullanan ve Hıristiyanlığın yasaklamıĢ olduğu her Ģeyi yapıp
da, baĢkalarını Hıristiyanlıktan ayrıldıkları gerekçesiyle engizisyon mah-
kemelerine gönderen papalara karĢı baĢlatılan bir baĢkaldırıydı.
Ancak bu baĢkaldırıyı "doğrudan" önce Papaya, sonra da Hıristiyanlı-
ğın özüne yöneltecek olan Avrupalı, Cermen kökenli bir teolog -felsefeci
oluyordu. 1493 de Thüringen'de doğan ve Felsefe Meister'i olan Martin
Luther Roma'ya yaptığı ziyaret sırasında, Papa'nın tüm Hıristiyanlan kan-
dırdığını, sefil ve sefih bir dünyevi yaĢam sürdüğünü farkediyordu. Luther
bunun üzerine Hıristiyanlığın yeniden aslına ve özüne dönmesi gerektiğini
düĢünüyor ve harekete geçiyordu. Kaldı ki bu Roma ziyareti sırasında
(baĢlamıĢ bulunan) Rönesans'ın Roma Kilisesinin dinsel tekeline karĢı
tavrı, Martin Luther'in ilham kaynağı oluyordu. Nitekim Luther daha son-
ra Roma Kilisesine karĢı, Kuzey Avrupa'da açıktan tavır alıyordu.
Martin Luther'in Roma Kilisesine karĢı baĢlattığı hareketin ana fikri
Ģuydu:
Papa, Hıristiyan öğretisinin hem tefsircisi, hem de dünyevi yaptırım
organıydı. Nitekim kutsal kitabın tefsirini tekelinde bulunduran Papalar bu
tesfirleri kendi çıkarları doğrultusunda yapıyor ve ellerinde bulundurduk-
ları siyasal yaptırım gücü ile de uygulatıyorlardı. Bu siyasal yaptırım gü-
cünü ise elinde bulundurduğu ticaret tekeli besliyordu. Buna karĢılık Lut-
her'in felsefi tabanlı, Endülüs kaynaklı bilgi ve akım oluĢturuyordu.
Martin Luther öncelikle, Papanın dinsel (fiziksel, siyasal ve tefsirsel)
tekeline karĢı çıkıyordu. Ona göre Hıristiyanlığı özünden, yani kutsal ki-
tabın kendisinden ve yalın olarak kavramahydı. Ayrıca Hıristiyan bireyin
kurtuluĢunu Papa veya ruhbanlar değil, sadece Tanrı sağlayabilirdi. Bu
nedele Papa'nın kurtarıcılık iddiası da sona eriyordu. Nitekim Luther 1521
'de Ġncil'i ilk kez Almancaya çeviriyor ve Kutsal Kitabı Papa'nın tekelin-
den çıkarıyordu. Bu hareket Hıristiyanlığı Ģahısların otoritesine değil,
Kutsal Kitabın otoritesine dayandırmayı amaçlıyordu. Nitekim Martin
Luther harekete zemin oluĢturan görüĢlerini Alman ulusunun Hıristiyan
soylularına, "Babilin Tutsaklığı" ve "Hıristiyanların Özgürlüğü Üzerine"
adlı yapıtlarında ortaya koyuyordu.

86
Martin Luther'in baĢlattığı dinsel Reform'un ekonomik zemininde bu kez
de yeni açılan ticari güzergah, Kudüs - Ġzmir - Selanik - Viyana yolu
önemli bir rol oynuyordu. Nitekim, Martin Luther bir bakıma Osmanlı
Devleti'nin de desteğini alarak Roma'ya dinsel bakımdan baĢkaldırıyordu.
Osmanlı ticari gücü, Roma'ya karĢı Luther ve arkadaĢlarına önemli bir
ekonomik bağımsızlık sağlıyordu. Martin Luther'in baĢkaldırısı öncelikle
bu ticaret yolu üzerindeki güçler tarafından benimseniyordu. Bunların
baĢında Hohenzoller Hanedanı (Prusya) geliyordu.
Buna paralel olarak Luther'in yolunu Calvin izliyor. Büyük Britanya'da
ise tannbilimci Kral 8 inci Henry'nin Papa 7 nci Clemens ile bozuĢması
sonucu, Ġngiltere Kilisesi'nin bağımsız olmasıyla, Angli-kancılık ortaya
çıkıyordu. 8 inci Henry Papa'ya çok dünyevi bir nedenle, eĢi Catherine of
Aragon'dan boĢanmasına izin vermemesi nedeniyle baĢkaldırıyordu. Böy-
lece dinsel reform, Britanya Adasına da üst düzeyde yansıyordu. Kısacası,
Reform doğudan ve kuzeyden destek görüyor, Roma'nın dinsel tekeli gi-
derek tarihe karıĢıyordu.
Reform, teoride "Hıristiyanlığa dönüĢ" anlamı taĢıyordu ama, pratikte
durum farklıydı.
Papa'nın teokratik tekelinin kırılması, siyasal, ekonomik ve tefsirsel
yaptırım gücünün ikinci plana itilmesi, Kuzey Avrupa halklarına önce
dinsel, sonra da dine karĢı özgürlük kazandırıyordu. Dine karĢı elde edilen
bu özgürlük, tohumlan çoktan filizlenmiĢ olan felsefeye geniĢ bir hareket
alanı hazırlıyor, felsefe ise sınırları geniĢlemiĢ bir dünyevi yaĢam tarzına
aklın Ģemsiyesini tutmaya baĢlıyordu. Bu bağlamda bir de Rönesans ile
Reform'un örtülmesi 17'nci yüzyıla kadar "yeniden doğuĢu" sürdürecek,
ardından Aydınlanma Çağı ve sanayi devrimi gelecekti. Kısacası dinsel
Reform, Hıristiyanlık öğretisini Roma Kilisesinden alıp, Ateizmin boĢlu-
ğuna atacak, sonra da kendini aklın Ģemsiyesine gizleyerek folklorik bir
gölge (veya parazit) olarak 1789 sonrasında kabuğuna iyice çekilecekti.
Onun yerini ise sınırsız özgürlük zemini üzerinde, sınırsız dünyevi yaĢa-
mın dinamiklediği sınırsız tüketim, üretim, teknoloji ve bilgi alacaktı.
Ticaret kolonilerinin -Kartaca modelini sahiplenen- Tüccarlar OligarĢisi
ise merkezi, bürokratik ve militer gücün oluĢturduğu siyasetler yerine
"sivil toplum" adı verilen "bezirgan sermayesine" dayalı, tüccarlar otorite-
sinin belirlediği "Liberal siyasetleri" ikame etmek aĢamasına ulaĢacaktı.
15 inci yüzyılın baĢında batı, Katolik Kilisesi'nin siyasal, ekono-

87
mik ve teokratik tekelini kırıp, kendi yaĢam kararını kendi eline alırken
Osmanlı Payitahtında oturan Yavuz Sultan Selim, siyasal otoritesini teok-
ratik otorite ile birleĢtirerek Hilafet Ģemsiyesi altında kendini ve tüm teba-
sını dinsel nas'ların tutsaklığına teslim ediyordu. Böylece Batı'da Papa'nın
dinsel gücü siyasal güç karĢısında gerilerken, Osmanlı'da Sultanın siyasal
gücü, teokratik gücün emri altına giriyordu. Üstelik Osmanlı Devleti din-
dıĢı konumda siyasal gücünü Türk unsurlara dayandırırken, teokratik te-
kelleĢme ile birlikte siyasal güç, Türk olmayan veya Türk / Ulema unsur-
lara geçiyordu. Kaldı ki Sultanın halife kimliğini almasıyla birlikte BaĢ-
kent Ġstanbulda teokratik merkez oluyor, bunun sonucunda Müslüman
olmayan unsurlar siyasal iradeye Ģüphe ile bakmaya baĢlıyorlardı. Bu
bakımdan Osmanlı Devleti Selçuk Devleti'nin hatalarını adeta yeniden
yaĢamaya baĢlıyordu. Bu hataların baĢında sosyal yaĢamın Ġslami esaslar
çerçevesinde AraplaĢması geliyordu. Dil de teokratik eğimin etkisiyle
AraplaĢıyordu. Yavuz Sultan Selim, ġii yayılmacılığı karĢısında koyu
Sünni politikalar izlerken, sonraki Sultanlar ipin ucunu iyiden iyiye kaçı-
rıp bu politikaları ĠslamlaĢtırma görünümünde AraplaĢtırmanın emrine
veriyorlardı.
Anadolu'daki Müslüman halkın dinsel sınırlar içinde dünyevi yaĢama
rağbet etmeden tasavvufi bir "yokluk özlemi" içinde yaĢamını sürdürmesi,
son derece sinik bir dünyevi "talep" oluĢturuyor, bu da sultanların iĢine
geliyordu. Zira, Allah için canla baĢla cihad eden halk, barıĢ zamanında
talepsiz, tüketimsiz, yokluk sınırında yaĢıyordu. Batı'da tüketim, üretim
dinamiğini ateĢlerken Osmanlı'da Ġslami hükümlerin israf saydığı tüketim,
dünyevi özgürlüklerle birlikte cehennem ateĢinin bir gerekçesi olarak
kabul ediliyordu. (Bak: El Araf Suresi - Kur'an-ı Kerim)

88
KUZEYDEKĠ MAESTRO: ĠNGĠLTERE

Osmanlı egemenliği altında açılan Ġzmir - Selanik - Viyana -Hamburg


ticaret yolu, Yavuz'un Mısır seferiyle Doğu Akdeniz limanlarına ulaĢıyor-
du. Kutsal Emanetlerle birlikte Mekke-i Mükerremenin manevi gücü artık
Darülhilafe diye anılacak olan Ġstanbul'a dek varıyor, tüm dinlerin kutsal
Ģehri Kudüs'te de Osmanlı Sancağı dalgalanmaya baĢlıyordu. Osmanlı
siyasal egemenliği Orta Avrupa'nın sınırlarından Kızıldeniz'e, Rus steple-
rinin güneyinden Venedik'e kadar uzanan geniĢ bir alanda tüccarlara istik-
rar ve garanti vaadediyordu. Kaldı ki Osmanlı hanedanının bu siyasal
egemenliği hem Katolik hem de Protestan dünyayı tehdit eden, Balkan-
lar'daki Ortodoks - Slav gücünü (Sırpları) da kontrol ediyor, herkese huzur
ve güven sunuyordu.
Osmanlı siyasal gücü garanti ettiği ticari güvence karĢılığında sadece
makul vergiler almakla yetiniyordu.
Bu vergiler Amediyye (Osmanlı hudutları dahilinde nakledilen eĢyanın
yerine ulaĢtığı zaman alınan resim), Reftiyye (Osmanlı memleketleri dahi-
linde nakledilen malın çıkıĢ yerinde alınan resim), Masdariyye (Yabancı
bir memleketten Osmanlı toprakları dahilinde bir yere getirilen ve satılan
emtiadan alınan resim), Müruriyye (Bir yabancı memleketten diğer ya-
bancı memlekete götürülen mal için Osmanlı topraklarında ödenen resim)
adı altında toplanıyordu.
Ayrıca tacirlere de, Türk Tacirleri (Hayriye tüccarı -ki bu Müslü-

89
man tüccarların oluĢturduğu grup çok sonraları ortaya çıkacaktı). Azınlık
Tacirleri (Avrupa tacirleri adını alacak Rum, Yahudi ve Ermenilere veri-
len ad) ile Ecnebi Tacirler (Osmanlı egemenliği altında ticaret yapma
ayrıcalığı bulunan Avrupalı tüccarlar) adı veriliyordu.
Bu Ģekliyle Osmanlı Devleti, merkezi bir "Militer Devlet'ten çok, mili-
ter siyasal gücünü ticari yapının talepleri doğrultusunda kullanan bir "tüc-
car devlet" görünümü yansıtıyordu. Osmanlı Devleti'nin ticari kimliği ise
egemen olduğu coğrafyanın özelliğinden kaynaklanıyordu.
Osmanlı egemenliği altında Ege ve Balkan bölgelerinde toplanan Mu-
sevi tacirlerin öncülüğünde ve organizasyonunda açılan yeni ticaret yolu,
Avrupa'nın önce ticari, sonra da dinsel ve siyasi yapısını altüst ediyordu.
Bu alt-üst oluĢ ise yeni dengeler üzerinde yeni yapılanmalara yol açacaktı.
Öncelikle Orta ve Kuzey Avrupa ile Prusya'da ortaya çıkan Protestalı
ve ProtestanlaĢan kavimler, Roma'ya karĢı ekonomik, ardından da siyasal
bağımsızlıklarını kazanıyorlardı.
Ancak (çoğunluğu Katolik), Cermenlerin Selanik - Viyana ticaret hattı
üzerinde egemen olması. AnglikanlaĢarak Katolik Roma Kilise-si'nden
ayrılan Britanya'daki Ġngilizleri güç durumda bırakıyordu.
Ġngilizler Ortaçağ boyunca Roma Kilisesi'ne boyun eğdiği için ticarette
pasif kalıyordu. Zira onların gereksinim duyduğu ġark mallarını Venedik
ve Cenovalı aracılar temin ediyorlardı.
Venedik ve Cenovalı tacirler zencefil, tarçın, karabiber gibi baharatın
yanı sıra, Mora Ģarabı, Korint üzümü, Ģeker, ipek, sırma, pamuk, Ģap, tıbbi
ecza ile Mahmudiye otu, ravent, sinameki gibi bitkileri Britanya Adası'na
naklediyorlardı. Bu ticareti ise Britanya'nın Southampton, Sandwich ve
Londra Ġskelelerini kullanarak yürütüyorlardı. Ġtalya'dan gelen Papa'nın
Katolik tacirleri, bu maddelerin karĢılığı olarak Ġngilizlerden yün, bakır ve
kalay alıyorlardı. Nakliyat Ġtalyan gemileriyle yapılıyor, Katolik tacirlere
büyük kazanç sağlıyordu.
15 inci yüzyılın sonu, 16 ncı yüzyılın baĢı Katolik tacirlerle Ġngilizlerin
arasının açılmasına sahne oluyordu. Roma, Anglikan Ġngilizleri cezalan-
dırmak için bu yöndeki ticari faaliyetleri durduruyordu. Bunun asıl nedeni
ise Selanik - Viyana hattının açılmasıyla Cenova ve Venedik'in bir kenara
kümesiydi.
Bu durum karĢısında Ġngiltere, baĢının çaresine bakmak zorunda kalı-
yor, kendi ticaret filoları ve diplomatik yeteneğiyle ticaret sahnesine atılı-
yordu. Böylece Avrupa'daki etkin tüm güçlerin gözü, Osmanlı

90
egemenliği altındaki ticaret yollarına çevriliyordu. Osmanlılardan ticari
ayrıcalık alabilmek için birbiriyle yanĢan bu güçlerin baĢında ise Fransa,
Venedik, Regusa, Cenova, Portekiz ve Ġngiltere geliyordu.
Cihan Devleti olmak iddiasındaki Osmanlı tahtının bu dönemdeki en
önemli hedefini Papalık makamı oluĢturuyordu. 16 ncı yüzyıldaki Osman-
lı Sultan / Halifelerinin Ġslami konumlarını Katolik Papa'nın siyasal presti-
jini ezecek kadar güçlendirmeye çalıĢmaları, mücadelelerinin özünü teĢkil
ediyordu. Bu nedenle Avrupa'da dinsel ilkelerin yerini dünyevi ilkelere,
tüketime, ticarete ve belirtileri görülmeye baĢlanan sanayileĢmeye bıraktı-
ğını farkedemiyorlardı. Böylece, ticari ayrı-calıklan, vereceği sonuçlan
düĢünmeden hovardaca dağıtıyor, siyasal dayanaklarını teĢkil eden Sünni-
leĢtirdikleri tebalarını ise Ġslami yaĢam hudutları içine hapsediyorlardı.
Osmanlı Hanedanı'nın cömertçe verdiği ticari ayncalık ve kapitülasyonlar
ise tüketim - üretim - sanayi -teknoloji - bilgi kemendinin bir gün kendi
boynuna takılmasına, kendi tutsaklığına neden olacaktı.

Kapitülasyon YarıĢı

Venedik bir tüccar devletti. Bu nedenle geliĢmiĢ ve çıkarcı bir diplo-


masiye sahipti. Henüz Ortaçağ'da bir yandan Roma Kilisesi'ne bağlı kalıp
diğer yandan Ortodoks Sırp yağmacıları idare ediyor, bir yandan da Bi-
zans Ġmparatorlarını hoĢ tutabiliyordu. Bu nedenle Katolik Roma Kilisesi
hiç bir zaman Venedik'e tam anlamıyla güvenemiyor, Cenova’nın gücünü
yeğliyordu.
Nitekim Venedik bir süre sonra Yakındoğu ve Önasya'daki Musevi ta-
cirlerin gücünü farkediyor, onlarla da ticari münasebet tesis ediyordu.
Kaldı ki (Ġberik Yanmadası'nda Musevileri yakan ve katleden Katolik)
Vizigotların elinden kaçan ve bazı HıristiyanlaĢan Musevileri kentlerinde
istihdam etmeye baĢlıyordu. Böylece Venedik, banndırdığı Museviler
sayesinde Trakya ve Önasya'nın batısındaki Musevilere nü-

91
fuz ederek ticari irtibat ve etkinlik sağlama çabalarına giriyordu.
Venedik'in bu tavrının en önemli örneğini ise Donna Grazia olayı oluĢ-
turuyordu.
Donna Grazia Nasi 1510 yılında Portekiz'de, Beatrice de Luna Hıristi-
yan adıyla dünyaya geliyordu. 1528'de kendisi gibi HıristiyanlaĢmıĢ Ban-
ker Francisco Mendes ile evleniyor, eĢinin ölümünden sonra Mendes
Bankasının tek varisi oluyordu. ġarlken, kopardığı yüklü bir kredi karĢılı-
ğında (Museviliğini koruyan) Mendes Bankasının faaliyetlerini devam
ettirmesine izin veriyordu.
Mendesler, Portekiz'den kaçıp Venedik'e sığınıyordu. Ancak burada
mali faaliyetlerine devam ederken kızkardeĢi bir veraset davası nedeniyle
Donna Grazia'yı Museviliğini koruduğu gerekçesiyle Venedik makamları-
na ihbar ediyordu. Grazia, Venedik makamları tarafından tutuklanırken,
Ġstanbul'da bulunan yeğeni Joao Mikes (Don Yasef Nasi) Doktor MoĢe
Amon'un yardımıyla Kanuni'ye baĢvuruyor, Donna Grazia'nın kurtarılma-
sını rica ediyordu. Bunun üzerine Kanuni Venedik'e özel temsilci gönde-
riyor, Grazia'nın servetiyle birlikte Osmanlı topraklarına göç etmek ve
Osmanlı vatandaĢı olmak istediğini, bu nedenle tutuklanamayacağını bil-
diriyordu. Osmanlı Ġmparatoru'ndan gelen bu sert nota karĢılığında Vene-
dik yönetimi isteneni yapıyordu.
ĠĢte bu olay sayesinde Venedik, Osmanlı Ġmparatorluğu'ndan ilk kapi-
tülasyonu almayı baĢarıyordu (1513 - 1521).
Onu, 1536 da Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa'ya verdiği kapitülas-
yon izliyordu.
Ġngiliz ticaret gemileri ise 1573 den itibaren Akdeniz'de yoğun biçimde
görülmeye baĢlanıyordu. Ġlk yıllarda bu gemiler Batı Akdeniz limanlarına
gidip geliyorlardı. 1579 - 80'den itibaren ise Doğu Akdeniz'e ulaĢıyorlardı.
Osmanlıların 1522 de Rodos'tan sonra, 1571 de de Kıbrıs Ada-sı'nı al-
maları kısa bir süre için Doğu Akdeniz ticaretini aksatıyor, fakat daha
sonra yeniden yoğunlaĢma baĢlıyordu.
1575 yılından itibaren Ġngiliz tüccarları artan bir tempo ile Ġstanbul'a
gelip gitmeye baĢlıyorlardı. Aslında Ġngiliz tacirleri Girit ve Sakız baĢta
olmak üzere Ege Adaları'ndaki tacirlerle temas kurarak ticareti baĢlatıyor-
lardı. Ancak ticari bağların yeterli olmadığını, siyasi bağlar da tesis edil-
mesi gerektiğini farkeden Ġngilizler, Ġstanbul'a adeta ticaret casusları gön-
dererek sızıyorlardı. Ġlk teĢebüs Edward Osborn

92
ve Richard Staper adlı tüccarlardan geliyordu. Bu iki büyük tüccar, Os-
manlı egemenliğinde ticari koĢulları incelemek üzere 1575 yılında Josep
Clement'i Ġstanbul'a gönderiyorlardı. Clement Ġngiltere'ye dönüp de rapo-
runu verdikten sonra Osborne ve Staper 1578 de William Harborne'u Ġs-
tanbul'a gönderiyorlardı. Harborne Sadrazam Sokullu Mehmet PaĢa, Dok-
toru Salomon, 3'üncü Murad'ın hocası Sadeddin Efendi ve Divanı Hüma-
yun tercümanı Mustafa ÇavuĢ ile sıkı iliĢki ve dostluklar kuruyordu. (Ha-
riciye kalemi ile Ġngilizler'in münasebetinin kökeni bu yıllara dayanacaktı)
Herborne bu iliĢkileri sayesinde 3'ncü Murad'dan üç Ġngiliz tüccarı için
ayrıcalık alarak Ġngiltere'ye dönüyordu. Bir süre sonra bu müsaade diğer
Ġngiliz tüccarlarını da kapsayacak ve nihayet Company'ler kurulmaya
baĢlanacaktı.
Ġlk olarak 11 Eylül 1881'de E. Osborne, R. Staper, Thomas Smith ve
William Garret'in de aralarında bulunduğu 12 tüccara, 7 yıllık ticaret ayrı-
calığı veriliyor ve Turkey Company kuruluyordu. Kraliçe Elizabeth tara-
fından 1583'de Ed Cordell, Ed Kampdon, Paul Banning ve bazı tüccarlara
verilen müsaade ile Venice Company kuruluyordu. Bu Company Vene-
dikle ticaret yapıyordu. Nihayet 7 Ocak 1592 de çıkan bir fermanla iki
Company, birleĢerek Levant Company oluĢturuluyordu.
Bu Ģirketin kurulmasıyla birlikte Ġngiltere'nin Doğu Akdeniz ticareti
giderek yoğunlaĢmaya baĢlıyordu.
Levant Company, her Ģeyden önce Katolik Kilisesi'nin askeri anlamda
stratejik madde kabul edip Osmanlı ülkesine satıĢını yasakladığı kalay ve
kurĢunu gizli olarak doğuya naklediyordu. Ayrıca Company, kuruluĢunun
ilk yıllarında Ģayak, muhtelif cins ve renkte iyi kumaĢlar, siyah tavĢan
derisi sevkediyor, buna karĢılık yağlar, çivit, ham ipek, pamuk, pamuk
ipliği, baharat, boyalar, kuĢ üzümü, ecza, mazı, beyaz sabun, keçi derisi,
grogram adı verilen ipek ve keçi kılından dokunmuĢ kaba kumaĢ, kükürt
ve halı gibi maddeler satın alıyordu. Ġngilizlerin Osmanlı'ya sattıkları mal-
lar arasına daha sonra don yağı ve kılıç da katılacaktı. Ancak bu mallar
arasında en fazla kalay, kurĢun ve yünlü dokuma yer tutuyordu. KurĢun
hem savaĢ sanayiinde hem de inĢaat sektöründe kullanılıyordu.
Ġngiltere bakımından en önemli ihraç ürünleri mensucat sınıfına giren
dokumalardı. BaĢlangıçtan itibaren Ondrine adı verilen çuhalar, Kersey
tabir edilen bir cins yünlü kumaĢ (el dokuması), hasse, çit ve karpas önce-
likle rağbet görüyordu. Ayrıca atlas, canfes, mermerĢahi,

93
pazen, Ģeytan bezi, bürümcük, fermayiĢ taklidi, tülbent, bohçalar, çullar,
kuĢaklar, mendil, iplik, (ileri yıllarda az olmak kaydıyla) fanila ve ipek
Ģemsiye Ġngilizlerin sattığı önemli ürünler arasında yer alacaktı.
Ġngilizler önceleri bu ürünleri doğuya satarken, daha sonra Orta ve Ku-
zey Avrupa piyasasına gireceklerdi. Yünlü dokuma, Ġngiliz ticaretine ayrı
bir önem kazandıracaktı. Nitekim bu ihracat sayesinde Ġngiltere'de önemli
bir "Tüccarlar Grubu" oluĢacak ve sonraları bu grup "Tüccarlar OligarĢi-
si"ne dönüĢecekti.
Kaldı ki yünlü dokuma, Ġngiltere'nin sadece ekonomik değil sosyal ya-
pısını da etkileyecek, değiĢime uğratacaktı. Buna göre artan yün üretimi
hayvancılığın geliĢmesine neden olacak, bu geliĢme ise düzenli bir köy
sosyal yapısının oluĢmasına yol açacaktı.

Ġngiltere... Avrupa' dan Farklı, Osmanlı ya Benzer

15 nci özellikle de 16 ncı yüzyılda Avrupa halkını Ģu belirli kavimler


oluĢturuyordu.
Bugünkü Almanya, Avusturya ve Polonya'nın batısı ile Ġsviç
re'nin kuzeyinde Cermenler.
Bugünkü Ġsveç, Norveç, Finlandiya ve Baltık Denizi'nin doğu
sahillerinde Wikingler.
Bugünkü Fransa'da Franklar.
Bugükü Ġspanya'da Vizigotlar.
Mora Yanmadası'ndan Viyana yakınlarına kadar Sırp Slavları.
Bugünkü Polonya'da Lehler.
Polonya'nın doğu yarısından itibaren Rus Slavları...
Bugünkü Ġtalya'da Katolik baskı altında Roma Ġmparatorlu-
ğu'nun doğal yapısı sonucu etnik bakımdan yozlaĢmıĢ bir-halk ve
Lombardlar.

94
• Balkanlarda Türk, Musevi, Makedon, Rum, Arnavut, Çingene ve
Bulgarlardan oluĢan Osmanlı Ġmparatorluk tebası...
Daha sonra ulusal devlet Ģekillerini inĢa edecek olan, belirleyici kavim-
lerden Vizigot, Cermen, Frank, Norman (Wiking) ve Slavlar karĢısında
Büyük Britanya Adası'nda, Avrupalı çeĢitli kavimlerden göç eden inĢala-
rın oluĢturduğu bir topluluk yaĢıyordu.
Öncelikle Adanın yerlileri ve Keltler bulunuyordu. Bu altyapı üzerine
5 nci ve 6 ncı yüzyıllarda Jütler, Angular ve Saksonlar Adaya göç ediyor-
lardı. 790 dan sonra Danlar (Danimarkalı Wikingler) akınlar yapıyorlardı.
Daha sonra Normanlar geliyordu.
BaĢlangıçta çatıĢma Saksonlarla Keltler arasında cereyan ediyor, Sak-
sonlar Keltleri Adanın içlerine sürerek sahillere yerleĢiyorlardı.
Bu kozmopolit etnik yapılanma, Büyük Britanya Adası'nın kendine
özgü yönetim Ģekilleri geliĢtirmesine neden oluyordu. Daha sonra Fransa
Frank, Almanya Cermen, Rusya Slav kavmine dayalı ulusal merkezi yapı-
lanmalara giderken, Ġngiltere ulusal bir kavme dayanmayan, Liberal yapı-
lanmalara gidiyordu. Nitekim bu Liberal yapılanma kozmopolit toplum
yapısının gereksinim duyduğu eĢit özgür haklara dayalı bir hukuki zemine
gereksinimi doğuruyor, bu gereksinimi ise ilk özgürlük belgesi olan Mag-
na Carta tamamlıyordu. (AB Anayasası -ki Angloamerikan toplum yapısı-
na yanıt veriyordu- Magna Carta esasına oturacaktı).
Magna Carta 12 nci yüzyıldan 15 inci yüzyıla kadar devam eden bit-
mez tükenmez Ġngiliz - Fransız çatıĢmaları arasında meydana çıkıyor,
Kralın yetkilerini sınırlayan Baronların bir Parlamento oluĢturmalarına yol
açıyordu. VlII'inci Henry'nin Krallığı sırasında ise Anglikan Kilisesi'nin
kurulması ve Katolik Kilisesi'nin yıkılmasıyla Ġngiltere; Cermen, Frank ve
Ġspanyollar karĢısında ileri derecede Liberal bir anlayıĢa sahip bulunuyor-
du. Üstelik toplumu oluĢturan etnik etkenler bu anlayıĢ üzerinde mutaba-
kat sağlanmasını zorluyor, bu mutabakat ise gelenekleĢiyordu. Anglosak-
son Liberal anlayıĢın gelenekselleĢmesinde en önemli etken ise, önce tica-
ret sonra da üretimle elde edilen ekonomik gücün "Tüccarlar OligarĢisi"
önderliğinde, uluslararası siyasal etkinliğe dönüĢtürülmesi oluyordu.
VlII'inci Henry ve kızı l'inci Elizabeth dönemi Büyük Britanya bakı-
mından çok önemli kazanımlara sahne oluyordu.Bu kazanımlara yol açan
en önemli geliĢme ise Avrupa kıtasında sık sık rastlanan, giderek de yo-
ğunlaĢan antisemitik saldırı ve katliamlardan kaçan Muse-

95
vilerin bir kısmının Büyük Britanya Adası'na kabul edilmeleriydi. Bu
kabul ediliĢ Ġngiltere'ye hem ticari ve endüstriyel, hem de spekülatif ka-
zanç alanlarında üstünlük sağlayacaktı. Sonunda ise d'Ġsraeli gibi Musevi
BaĢbakanların yönetimine girecek olan Britanya, kavimlere dayalı ulusal
devletlerin, ulusal askeri güç ile elde ettikleri siyasal etkinliğe karĢın, tica-
ret ve spekülatif kazançla beslenen Tüccarlar OligarĢisi yönetiminde, si-
yasal ve askeri bakımdan diğerlerine galebe çalacaktı.
16 ncı yüzyılın baĢında Avrupalı kavimler karĢısında Ġngiltere ile Os-
manlı toplum yapısı ve bu yapı içinde ticari gücün etkisi birbirine çok
benzer bir görünüm yansıtıyordu. Fark ise Osmanlı Devleti'nin 16 ncı
yüzyıldan itibaren Hilafet nedeniyle giderek ĠslamlaĢarak dinsel taassuba
yönelmesine karĢın, Büyük Britanya'nın sosyal ve siyasal yaĢamında gide-
rek güçlenen LiberalleĢme eğilimi idi.
Ayrıca Osmanlı teokratik yapısı içinde üretim yerinde sayarken, ticaret
geriliyor, buna karĢılık Ġngiltere hızla ticaretten sanayi devrimine doğru
ilerliyordu.
Osmanlı BaĢkenti, Avrupa'da Ġngiltere'yi diğer kavimlere göre kendisi-
ne daha yakın görüyor ve sıcak bakıyordu. Bunun nedeni Ġngiltere'nin,
Osmanlılar bakımından en azılı düĢman kabul edilen Katolik Roma Kili-
sesi karĢısında Lüteryen görüĢleri benimsemesiydi. Kaldı ki Ġngiltere ve
Osmanlı Devleti iki uçta, Avrupa'da egemen bulunan Katolik kavimler
tarafından tehdit ediliyordu.
Gerçi Ġngiltere de Osmanlıları, Hıristiyanlık karĢısında kafir olarak gö-
rüyordu ama Osmanlılar bu durumu (o günkü iletiĢim koĢullan nedeniyle)
kavrayamıyordu. Bu kavrayamayıĢın göstergesi ise iki ülke arasında tica-
retin giderek yoğunlaĢması ve Osmanlı Ġmparatorluğu'nun farkında olma-
dan Ġngiltere'yi sanayi devrimine doğru yönlendirmesiydi.

96
Fransa Meselesi

16 ncı yüzyılın baĢından itibaren Osmanlı yönetiminin Fransaya özel


bir ilgi göstermesi ve ticari ayrıcalık konusunda diğer ülkelere göre daha
cömert davranması son derece manidardı.
Ticari ayrıcalık konusunda Venedik'in öncelik alması doğaldı. Zira
Venedik'in Roma Kilisesi ile Doğu arasında (önce Sırp ve Bizans ile sonra
da Osmanlılarla) ikili oynaması, bilinen siyasetiydi. Hatta Roma Ceno-
va'yı Venedik karĢısında bu nedenle tercih ediyor ve Venedik'e daima
üvey evlat muamelesi yapıyordu. Nitekim Venedik Osmanlı payitahtına
nüfuz etmeyi ve çeĢitli ayrıcalıklar almayı baĢarı-yordu. Buna karĢılık
Ġstanbul'un düĢmesinden itibaren Cenova Deniz Ġmparatorluğu, gücünü
günden güne yitiriyor, geri plana düĢüyordu.
Buna karĢılık Fransa'nın siyasal ve askeri gücü ön plana geçiyordu. Or-
ta ve Kuzey Avrupa'da Lüteryen görüĢler yörüngesinde Protestanlık yük-
selip, Ġngilere'de Anglikan Kilisesi ortaya çıkarken Kuzeydoğu Fransa
(Bugünkü Belçika yöresi) Calvinizm'in etkisi altında kalıyordu. Buna
karĢılık Fransa'nın diğer yörelerinde Katolik taassubu gücünü muhafaza
ediyordu. Hatta Fransa Lyon'da alternatif Papa bulunduracak kadar tutucu
davranıyordu.
Kısacası Fransa, bir bakıma Roma Kilisesi'nin militer ve siyasi gücü
konumuna geliyordu. Bu aĢamada Avrupa'daki kavimler arası mezhep
farklılığı, ortaya Ģöyle bir tablo çıkarıyordu:
Güney Almanya ve Avusturya'da oturan Cermenler Katolikti.
Ruslar, Sırplar, Makedonlar, Bulgarlar ve Rumlar Ortodokstu.
Ġngilizler Anglikandı. Ġrlanda Katolik, fakat Kuzey Ġrlanda Pros-
testandı.
Kuzey Batı Fransa, Ġsviçre (geniĢ çapta) Calvinistti.
Fransızlar, Vizigotlar ve Ġtalik Yarımadası Katolikti.
Bu tablo içinde Roma Kilisesi bakımından en yakın koruyucu gücü
Katolik Franklar oluĢturuyordu. Ancak Roma Kilisesi'nin güçlü desteği
Franklarla sona ermiyor, Katolik Vizigotlar da bu desteği güçlendiriyordu.
Osmanlı yönetimi Hilafetin alınmasıyla birlikte çağın gerçekleri doğ-
rultusunda siyasetler oluĢturmak yerine, dıĢ siyasetini Ġslami yö-

97
rüngeye oturtuyordu. Bu yörüge ise Osmanlı Devleti'nin siyasi ve ticari
hasımlarını bir yana bırakıp, dinsel rakibini -ki bu rakip dinsel, siyasal,
ekonomik tekelini kaybetmek durumuyla karĢı karĢıya bulunan Roma
Katolik Kilisesi'ydi- ön plana çıkarıyordu. Kısacası Osmanlı yönetimi
köĢeye sıkıĢtırdığı Roma Kilisesi'ni tamamiyle devre dıĢına çıkarmak için
olanca enerjisini bu hedefe yönelterek harcayıp, bu yönde uğraĢ verirken
baĢta Ġngiltere olmak üzere Lüteryen bölgelerde yaĢayanlar, sanayi devri-
miyle birlikte öldürücü darbelerini Osmanlı'ya indirmeye baĢlıyorlardı.
Bu dinsel siyasetin bir sonucu olarak Osmanlı payitahtı, Fransa'ya da
cömertçe ticari ayrıcalıklar veriyordu. Ayrıcalıklar verilirken de Fran-
sa'nın ekonomik bakımdan Roma Kilisesi'ne karĢı bağımsız-laĢtınlması
siyaseti güdülüyordu. Böylece Fransa ticari bakımdan payitahta bağımlı-
laĢtırılarak Vizigot ve Roma karĢısında bağımsız bir duruma getirilmeye,
en azından siyasal bakımdan kazanılmaya çalıĢıy-hyordu.
Bu siyasetin bir hedefi de Fransa'nın ekonomik alanda, desteklenerek
Cermenleri Batı'da tehdit edecek bir duruma getirilmesiydi. Zira Cermen-
ler, doğudaki düĢmanları -ki bu düĢmanlar arasında Osmanlılar da bulu-
nuyordu- karĢısında önemli bir vurucu güç oluĢturuyordu. Nitekim l'inci
Francois zamanında Frank - Cermen çatıĢması baĢ gösterince Sultan /
Halife Kanuni Süleyman Franklar safında yer alıp, Cermenleri tehdit edi-
yordu.
Bu siyasetin bir baĢka nedeni de Osmanlılar bakımından fetih sırasının
Viyana'ya gelmiĢ olmasıydı.
Viyana; Selanik - Hamburg ticaret güzergahı üzerinde, çok önemli bir
aĢamayı oluĢturuyordu. ĠĢte, Fransa Kralı François'ya arka çıkarak Cer-
menlere kafa tutan aynı Sultan / Halife Süleyman, 1529'da Viyana'yı bu
siyasal yatırımların oluĢturduğu ortamda kuĢatmak isteyecek, fakat baĢarı-
lı olamayacaktı. Cermenler, (Katolik - Protestan ayırımı yapmaksızın) bu
olaydan sonra dikkatlerini Osmanlı Devleti üzerine çevirecek, yaklaĢık
150 yıl sonra Viyana'yı ikinci kez kuĢatan Müslümanların üzerine yeni bir
Haçlı Seferi açacaklardı.
16 ncı yüzyıl Doğu Akdeniz ticareti ile ilgili olarak kıran kırana bir
Fransız - Ġngiliz rekabetine sahne oluyordu. Ġngilizler önce Batı Akdeniz'e
giriyor Ġspanya, özellikle de Fransa limanları üzerinden doğu ile ticaret
yapıyordu. Ancak 16 ncı yüzyılın sonunda Doğu Akdeniz'e uzanmaya
baĢlayınca Ġspanya - Fransa ve Ġngiltere arasında ça-

98
aĢmalar baĢlıyordu.
Fakat Ġngilizler bu arada Doğu Akdeniz ticaretinde önemli dayanaklar
elde ediyordu. Bu dayanakların baĢında ise Levant Company'nin aldığı
ticari ayrıcalık geliyordu.

99
LĠBERALĠZM

Ġngilizlerin ticaret sahnesine girmesiyle birlikte zamanın küçük dünya-


sında önce aĢırı hareketlilik, ardından da büyüme meydana geliyordu.
Hareketlilik Cebelitarık Boğazı'nın dıĢında, Okyanus denizciliğini yaratı-
yor; Ġngiliz, Portekiz ve Ġspanyol gemileri bir yandan uzun, külfetli ve
riskli ticari seferlere yol alırken, yeni keĢif ve buluĢlarla dünyanın bilin-
meyen köĢelerini de aydınlığa çıkarıyorlardı. ĠĢte 1492 de Amerika Kıta-
sı'nın bulunması, ticari gemilerin Akdeniz'i aĢmak yerine Ümit Burnu'nu
dolaĢarak Hindistan'a ulaĢması, hatta Macellan'ın daima batı'ya giderek
kalktığı noktaya varması dönemin ve ticaretin doğal zorlamaları sonucu
gerçekleĢiyordu. Bu iĢleri yapanlar ise hep Ġngiltere, Ġspanya, Portekiz
gibi ülkelerle, Normanlar gibi denizci milletler oluyordu. Fakat tüm bu
faaliyetlerde ticaret konusunda hayli ileri adımlar atmıĢ bulunan Ġngiltere
daima bir tarafı oluĢturuyor, rekabet ona karĢı yapılıyordu.
Ġngilizlerle yapılan ticaretin en ilginç tarafı mübadeleye dayan-
masıydı. Nitekim Levant Company rakiplerini bu yolla gölgede bırakıyor-
du. Bedeli malla ödeyen Ġngiliz tüccarları bir de Roma Kilisesi'nin doğuya
satıĢını yasakladığı kalay ve kurĢun gibi maddeleri gizlice ihraç edip kar-
Ģılığında doğu ürünlerini ithal edince 17 nci yüzyılın ortalarına kadar ken-
dilerine önemli avantajlar ve doğuda partnerler sağlıyorlardı. Üstelik Hin-
distanla yapılan ticarette altın ve gümüĢü kullanmaları, tüccarların eleĢti-
rilmesine, Osmanlı Devleti ile yapılan mal mübadelesinin onaylanıp teĢ-
vik edilmesine neden oluyordu. Bu durum

100
17 nci yüzyılın ortalarına kadar sürüyor bundan sonra Ġngilizler de ticaret-
te para kullanmaya baĢlıyorlardı. 1560 yılında Hollanda ile Ġspanya ara-
sında çıkan anlaĢmazlık nedeniyle iki ülkenin arası açılıyordu. Bu anlaĢ-
mazlıktan Hollanda çok zararlı çıkıyordu. Ġspanya'nın baskısı karĢısında
Hollanda tüm ticari faaliyetlerini durduruyordu. Bu da Ġngiltere'yi olum-
suz etkiliyordu. Zira o zamana kadar gerekli ürünleri Hollanda sağlıyordu.
Hollanda ticareti durdurunca Ġngiltere ihtiyaç duyduğu malları bulmak
amacıyla ticaret iĢine el atıyordu.
Bu el atıĢın sonucunda Ġngilizler bir yandan Doğu Akdeniz, Ege Ada-
ları ve Filistin'de etkili olurken, diğer yandan Orta ve Kuzey Avrupa'daki
pazarlarla da ilgilenmeye baĢlıyorlardı. Zira 16 ncı yüzyılın ortalarından
itibaren kendi göbeklerini kesmek zorunda kalan Ġngilizlerde "Ģahsi teĢe-
büs" yeteneği geliĢiyordu. Bunun bir sonucu olarak ticareti, Ģahsi kazanç
sağlamanın en pratik yolu olarak görüyorlardı. Böylece sadece, binlerce
mil uzaktaki pazarlarla ilgilenmek ve bölgelerinde büyük bir tutuculukla
içe kapanmak yerine, bölgelerinde de dıĢa açılmayı tercih ediyorlar, çev-
redeki pazarlarla ilgileniyorlardı. Nitekim çıkarları gerektirdiği için Hol-
landa ile Ġngiltere'nin arası açılınca Hollanda'da bulunan Tüccarlar Birli-
ği'nin merkezi önce Almanyanın Emden Kentine, oradan da Hansa Ticaret
Birliğinin merkezi olan Hamburg'a taĢınıyordu. Tüccarlar Birliği'nin mer-
kezinin Hamburg'a taĢınması ise güçlenmeye baĢlayan Ġngiliz tüccarlarına
önemli bir avantaj sağlıyordu.
Hansa Ticaret Merkezi Hamburg'un ticari gücü, bir baĢka olay nede-
niyle de dikkat çekiciydi. Ortaçağ boyunca Orta ve Kuzey Avrupa'daki
Musevilerin buralardan sürülmesine ve uzaklaĢtırılmasına karĢın Ham-
burg'ta bir miktar Musevi daima bulunuyordu. Bunu Hamburg yönetimi,
ticari canlılığını korumak ve bir ticari güç oluĢturmak amacıyla yapıyordu.
Ancak Hamburg'taki Musevi gücü bununla sınırlı kalmıyordu.
Endülüs Musevilerinden bir kısmı Osmanlı himayesi altına girip Ġzmir
ve Selanik'e yerleĢirken, diğer bir grup Musevi de Portekize yerleĢiyordu.
Zira bu dönemde Ġspanya ile Portekiz ticari rekabet halinde bulunuyor,
Portekiz yönetimi Musevileri himayesine alarak üstünlük sağlamaya çalı-
Ģıyordu.
Ancak bir süre sonra Portekiz Kralı'nın, Ġspanyol Hanedanından bir
prenses ile evlenmesi gündeme geliyordu. Portekiz Kralı bu evlilikle Ġs-
panya'dan yüklü bir drahoma almayı hesaplıyordu. Ancak Ġs-

101
panyol Hanedanı Portekiz Kralı'na baskı yapıyor. Musevilerin bir an önce
ülkeden kovulmasını istiyordu. Portekiz Kralı bu baskılar karĢısında Mu-
sevileri ülkesinden çıkarıyor, fakat bir müddet sonra yeniden geri almayı
düĢünüyordu.
Portekiz'den ayrılan Musevilerin bir bölümü öncekiler gibi Ġzmir ve
Selanik'e, yani Osmanlı egemenliği altındaki bölgelere yerleĢiyorlardı.
Portekiz'den sürülen Musevilerin diğer kısmı ise Kuzey Avrupa'da Ham-
burg Ģehrine ve Ġngiltere'ye göç ediyorlardı. Bu öylesine ilginç bir tablo
yaratıyordu ki, Portekiz'den yola çıkan bazı Musevi aileler bölünüyor, bu
ailelerin bazı bireyleri Ġngiltere'ye, bazıları da Osmanlı topraklarına yerle-
Ģiyordu. Örneğin, Ġngiltere BaĢbakanlarından d'Ġsraeli'nin Ailesinin bazı
bireyleri Osmanlı tebasına girmiĢ bulunuyordu.
ĠĢte bu nedenle Tüccarlar Birliği'nin Hamburg'a taĢınması, Ġngilte-
re'deki tüccarlar bakımından böyle bir avantaj sağlıyordu.
16 ncı yüzyıl ortalarında Ġngilizler bununla da kalmıyor üçüncü alter-
natif ticaret yoluyla Hindistan'a uzanıyorlardı.

Bir Ġttifakın Tarihsel Gizemi

Ġngiliz tacirleri Güney Asya'dan gelen ürünleri Doğu Akdeniz sahille-


rinde teslim aldıktan sonra, araya baĢka bir ülkenin tacirlerini sokmadan
kendi gemileriyle ülkelerine taĢıyorlardı. Tüccarlar bu deniz ticaret yolunu
tercih ediyorlardı.
Ancak deniz yolu cazip olmasına karĢın çok riskliydi. Zira en ufak bir
anlaĢmazlıkta Fransa, Ġspanya, Ġtalya gibi rakipler güzergahı tehdit ediyor-
lardı. Kaldı ki Hilafeti de alarak teokratik bir kimlik kazanan, dolayısıyla -
Hıristiyan inancına göre zaten kafirken- iyice kafirleĢen Osmanlılara ne
kadar güvenebilirlerdi. Venedik - Hamburg ticaret yolu zaten kapanmıĢtı.
Kudüs- Ġzmir - Selanik - Viyana - Hamburg yolu ise hem Osmanlıların,
hem de Cermenlerin denetimindeydi.

102
Ġngiliz tacirleri, bu iki ticaret yoluna alternatif oluĢturacak üçüncü bir
ticaret yolu arayıĢındaydılar. Yeni güzergahı da Avrupa'nın doğusunda
Rusya'da buluyorlardı.
1553 yılında Ġngiliz kaptanlarından Chancellor, Norveç'in Kuzeyinden
dolaĢarak Rusyanın Beyaz Denizine varıyor, bunun sonunda Moskova ile
Ġngiltere arasında deniz yolu ile münasebet kuruluyordu. Hemen ardından
Londralı tüccarlar The Moscovy Company adlı bir Ģirket kuruyor ve Rus-
ya ile yoğun alıĢ veriĢe baĢlıyorlardı.
Alınan bu ticari ayrıcalıkla Ġngiliz tüccarlarından Anthony Jenkinson
1557'de Orta Asya içlerine bir seyahat yapıyor, Hintli tüccarlarla temas
kuruyordu. Keza 1561'de Rusya içinden geçerek Ġran'a iniyor ve Acem -
Ġran tacirleri ile münasebet tesis ediyordu. Üstelik Ġngiliz tacirleri Rus-
ya'daki Ermeni tüccarlarıyla da sıkı bir iĢbirliği içine giriyorlardı.
Ġngiliz tacirleri 1563 ve 1565'de Ġran'a iki sefer daha yapıyor ve
1565'de gelen heyet, Ġran ġahı'ndan ticaret ayrıcalığı almayı baĢarı-yordu.
Bu ticaret güzergahı ise o devrin dünya siyasetinde önemli değiĢim ve
oluĢumların zeminini teĢkil ediyordu.
Örneğin; Ġngilizler Kuzey Rusya'da gemicilik ve ticarette kullanılacak
bol miktarda hammade buluyorlar, gerektiğinde Ġran'ı ve Rusya'yı Osman-
lılara karĢı kıĢkırtabiliyor, hasımları olan Franklara karĢı Cermenleri,
Cermenlere karĢı Slavları, Slavlara karĢı da Osmanlıları oynayabiliyorlar-
dı.
Ġngiltere - Rusya tarihsel ittifakının gizemini Ġngiliz tacirlerinin Rus-
ya'daki faaliyetleri oluĢturuyordu. Bu gizemi ise baĢta Osmanlılar olmak
üzere üçüncü ülkeler, o denli kolay çözemiyorlardı.

103
17 ve 18 inci Yüzyıllar: Ticaretten Sanayi'e

Avrupa'da 17 nci yüzyıl 16 ncı yüzyıla göre çok daha uygar geliĢmele-
re sahne oluyor, Rönesans ve Reform olumlu sonuçlarını elle tutulur bi-
çimde sergiliyordu. Örneğin veba hastalığının tedavisi yapılıyor, 15 inci
yüzyıla göre Orta Avrupa'da nüfus bir misli artıyordu. Nüfus artıĢı dinsel
reformla birleĢince dünyevi yaĢam ve tüketim canlanıyordu. Tüketimin
canlanması ise önelikle ticareti zorluyordu. Örneğin doğudan gelen ipekli-
ler daha geniĢ bir alıcı kitlesi buluyor, Ġngiliz ticaret ajanları tiftik ithal
edebilmek için Ankara civarlarına kadar geliyorlardı. Osmanlılar bu dev-
rede Batı ülkelerine en çok deri, balmumu, mazı, sabun vs. gibi tüketim
malları satıyorlardı.
Bu durum ise kaçınılmaz olarak Avrupa ülkeleri arasında ticari rekabe-
ti körüklüyordu.
Ticari rekabetin ağırlık merkezini Ġngiltere oluĢturuyordu. 18 inci yüz-
yılın baĢında Ġngiltere'de baĢlayan sanayi devriminin bir dizi nedeni vardı.
Bu nedenlerin baĢında Ġngiliz tüccarlarının, nüfusu bir kaç kez katlanmıĢ
ülke iç pazan ile önemli bir dıĢ pazar haline gelen Orta ve Kuzey Avru-
pa'nın tüketimini karĢılamak için doğudan ve batıdan -baĢta Amerika ol-
mak üzere sömürgelerinden- özellikle hammadde getirmek için seferber
olmalan yer alıyordu. Hemen ardından gelen neden, Ġngiltere'nin ilk za-
manlarda özellikle doğuya yün dokuma mamulleri satması, dolayısıyla
dokuma tezgahlarının giderek artıĢı geliyordu. Çok kısa bir süre sonra yün
ipliği yerine, pamuk ipliği iĢlemeye baĢlayacaktı ki pamuklu dokuma,
Ġngilterenin temel siyasetini de değiĢtirmesine neden olacaktı.
Yoğun kıtalararası ticaret, ister istemez Ġngiltere'yi deniz gücü bakı-
mından güçlenmek zorunda bırakıyordu. Bu durum ise Ġngiltere'yi deniz-
cilik teknolojisinde ileri gitmeye zorluyordu.
Sürekli mal alan ve satan büyük tüccarlar örnek teĢkil ediyor ve tüm
Ġngilizler kendi güçleri çerçevesinde ticaret yapıyorlardı. Bunun sonucu
olarak Ġngiltere "dükkan sahiplerinin ülkesi" diye nitelenmeye baĢlanıyor-
du. Bu tüccar toplum ise bir yandan alım satım hacmini ge-

104
niĢletirken diğer yandan piyasaya sunduğu malın çeĢidini ve miktarını da
arttırıyordu. Ġngiliz toplumunu bu denli alıp satmaya ve tüketime sevke-
den neden ise karĢısında kendisine benzer bir yaĢam biçimi oluĢturan ve
bu tür faaliyetlerde bulunan ikinci bir ülkenin yer almamasıydı.
18 inci yüzyılın ortalarından itibaren iç ve dıĢ pazar son derece geliĢti-
ği için Ġngiliz tüccarlarının bir kısmı iç üretimi kamçılayacak biçimde
finanse ediyor ve bu da kaçınılmaz olarak küçük dokuma atölyelerini,
dokuma fabrikalarına dönüĢtürmeye baĢlıyordu. Bu dönüĢüm ister istemez
üretim teknolojisini de zorluyordu.
Gerçi buhar makinesinin yapımı için ilk adımlar 17 nci yüzyılda atılı-
yordu ama, ilk kez 1608'de Savery'nin yapmıĢ olduğu pülsometreyi Ġngiliz
Thomas Newcomen 1712'de silindir içine su püskürterek geliĢtiriyor ve
sanayie uyguluyordu. Sanayi devrimi gerçekte bu olayla birlikte baĢlıyor,
buhar makinesi daha sonra gemiciliğe ve lokomotife uygulanarak, dünya-
nın seyrini değiĢtiriyordu.
Ticaretten sanayie geçiĢ salt üretimin yaygınlaĢmasıyla sınırla kalmı-
yor, aksine tüccarlara daha geniĢ bir hareket alanı hazırlıyordu. Zira sana-
yie geçiĢin getirmiĢ olduğu üretim artıĢı, ticareti yapılan ürün çeĢit ve
miktarının da artmasına neden oluyordu. BaĢlangıçta somut olarak mal
alıp satan tüccarlar, talebin artmasına paralel olarak ticareti yapılan ürün-
ler üzerinde spekülatif oyunlar oynamaya baĢlıyorlardı. ĠĢin ilginç tarafı
oynanan bu spekülatif oyunların üreticilerden çok, bu oyunları oynayan
tüccarlara daha büyük kazançlar sağlamasıydı. Ne ki birbiriyle irtibatlı ve
tarihsel süreç içinde iyice örgütlenmiĢ bulunan ticaret kolonileri, bir an-
lamda ticaret tekeli oluĢturmuĢ bulunuyorlardı. Bu ticaret tekeli bazı et-
kenlerle -dinsel, kavimsel ve örgütsel iliĢkiler sonucu- dıĢa tamamen ka-
palı bir konuma getiriliyordu. Tıpkı Kartaca'da olduğu gibi kendi koloni-
sinin iĢlerinde bağımsız, fakat dıĢtan gelen saldırı karĢısında birbiriyle
irtibatlı ve dayanıĢma içinde bulunan bu ticaret örgütü /ağı giderek güçle-
niyordu. Böylece sanayi devrimi görünürde sanayi burjuvazisini güçlendi-
riyormuĢ gibi bir izlenim veriyorsa da asıl güçlenen Uluslararası Ticaret
OligarĢisi oluyor, spekülatif kazanç ise bu OligarĢinin siyasal gücünü
pekiĢtiren temel etken niteliği taĢıyordu. "Spekülatif kazanca dayalı Ulus-
lararası Ticaret OligarĢisi" 17'nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, küre-
sel ekonomik/siyasi hegemonyasını tesis etmek yönünde emin adımlarla
yürüyordu.

105
Ġngiltere Kaynaklı Aydınlanma Çağının Avrupa Variation'ları (Bağ-
lantıları)

16, 17 ve 18 inci yüzyıllarda Ġngiltere'de ticaret, sanayi, dünyevi-


leĢme, özgürleĢme ve felsefe atbaĢı gidiyordu. Felsefe tarihinde "Aydın-
lanma Çağı" diye adlandırılan dönemin tohumlan da yine bu süreç içinde
Ġngiltere'de atılıyordu.
Nitekim 18 inci yüzyıl gerçek aydınlanmasını baĢlatan filozof John
Locke 1632 -1704 tarihleri arasında Ġngiltere'de yaĢıyordu. Locke, Ġngiliz-
ler'in kiĢiliğinde, ticaret ortamıyla paralel belirginleĢen bireyciliği (indü-
vidüalizm) sistemleĢtiriyordu. Locke'a göre birey özgür olmalıydı. Akıl
hayatın klavuzu yapılmalıydı. Kültürün her alanında; bilimde, dinde, dev-
let iĢlerinde ve eğitimde gelenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulun-
malıydı.
John Locke'un bu fikirleri kendine özgü bir devlet felsefesini ortaya
çıkarıyor ve Siyasi Liberalizmi hazırlıyordu. Nitekim "Ġnsan Anlığı Üze-
rine Bir Deneme", "Hıristiyanlığın Akla Uygun OluĢu", "Hükümet Üzeri-
ne Ġki Ġnceleme" ve "HoĢgörürlük Üzerine Mektuplar" adlı yapıtlarıyla
Ġngiliz Devrimi'nin ruhunu hazırlıyordu. Ġnsanı ve bireyi ön plana çıkaran
Locke'u izleyen Berkeley ve David Hume gibi filozoflar, onun felsefesi
üzerine ilaveler yapıyor, sistemine yeni boyutlar katıyorlardı. Örneğin
Berkeley mistisizmi ilave ediyordu. David Hume'da ise Locke'un felsefesi
doruk noktasına ulaĢıyordu.
Locke'un din ile ilgili tez'i hem Liberal siyasetin alt yapısını hem de
Laik düĢüncenin kökenini teĢkil ediyordu. Ona göre "Özgür bir devlette
özgür bir kilise" bağlamı olmalıydı. Devlet din iĢlerine karıĢmamalıydı.
Din insanın vicdanıyla ilgili bir Ģeydi. Bireyler dini inançlarına göre ser-
bestçe toplanıp örgütlenebümeliydiler. Devlet, kendisine zaran dokunma-
dıkça hoĢ görüp korumalıydı. Devlet hiç bir mezhepten yana olmamalıydı.
Yan tutmamalıydı. Çünkü devletin görevi yurttaĢların bu dünyadaki mut-
luluğunu sağlamaktı.
Bütün bunlar, daha yüzyıl önce "Doğru din, doğru inanç, ancak

106
devletin doğru bulduğu din ve inançtır" fikrini paylaĢan Avrupa için çok
yeni ve çok ileri fikirlerdi. Locke, 18 inci yüzyılda din ve vicdan özgürlü-
ğünü tüm inanç ve enerjisiyle savunan ilk Liberal filozof oluyor ve aydın-
lanma çağı sürecinde Avrupa'yı derinden etkiliyordu. Nitekim onun bu
Liberal düĢünceleri yakın bir gelecekte Avrupa'da dilden dile dolaĢacak
(freethenker, libre penseur, freidenker) "özgür düĢüncenin zeminini hazır-
layacaktı.
Bu akım aslında, Magna Carta mutabakatını sağlayan, kralın yetkilerini
meclisin yetkileriyle kısıtlayan Ġngiliz bireyciliğinin -ki bu bireycilik tüc-
car karakterinin ortaya çıkardığı yaĢam biçimiydi- endüstri aĢamasına
gelen geliĢmenin bir sonucuydu. Ġngiliz filozofları, ülkenin sosyal, siyasal
ve ekonomik bakımdan ulaĢtığı aĢamayı, geçirilen evreleri laboratuar in-
celemelerle analiz ediyor ve sistemleĢtiriyorlardı. Ġngiliz aydınlanma çağı,
filozofların sistemi ortaya koymalarıyla baĢlamıyor, ekonomik / politik
alanda baĢlamıĢ olan bir dönemin sadece adı konuluyordu.
Sanayi devrimi ve aydınlanma çağı Ġngiltere'de atbaĢı seyrederken
Fransa farklı bir yapı sergiliyordu.
Dinsel Reform'a rağmen Roma Katolik kilisesi'nin en önemli dayana-
ğını oluĢturan Fransa, bu durumun bedelini kaçınılmaz olarak ağır ve kan-
lı bir biçimde ödemeye hazırlanıyordu.

Liberal Devlete KarĢı Bürokratik Devlet...

Fransa tarihinin en önemli olayı hiç kuĢkusuz Ġngiltere ile yapılan


Yüzyıl SavaĢları oluyordu (1337 - 1453).
Bu savaĢların nedeni Valois Hanedanı VI ncı Philippe'e karĢı, Ġngiltere
Kralı III üncü Edward'ın Fransa tahtında hak iddia etmesiydi. Bir yandan
Ġngiltere lehine geliĢen savaĢlar, diğer taraftan ağır veba

107
ve diğer salgınlar Fransa'nın belini büküyordu. Gerçi sonunda Fransa sa-
vaĢı kazanıyor ve Ġngiltere iĢgal ederek ele geçirdiği bölgeleden çekiliyor-
du ama, savaĢ Fransa yönetim tarzında silinmesi çok güç, derin izler bıra-
kıyordu.
Bu derin izlerin baĢında, savaĢ nedeniyle soyluların güçlenmesi ve
krallıkla özdeĢleĢmesi geliyordu. Fransa'da Magna Carta gibi herkesin
mutabakata vardığı, kralın yetkilerini Meclis ile sınırlayacak bir belge
bulunmadığından kral, denetimsiz olarak bazı uygulamalar yapıyordu.
Örneğin savaĢın getirdiği mali yükü, koyduğu sınırsız ek vergilerle karĢı-
lamaya yöneliyordu. Daha sonra l'inci Francois vergilerin toplanması iĢini
bir pay karĢılığı belirli kiĢilere veriyordu. Gerçi vergi gelirleri önemli
ölçüde artıyordu ama sağlıklı bir ticari alt yapısı bulunmayan Fransa'nın
mali sorunları çözülemiyordu. Zira Ortaçağda -ticari yaĢamda son derece
etkin ve belirleyici olan- Musevilerin Fransa'dan kovulmalan Fransa'dan
geçen tüm ticaret yollarının çökmesine neden oluyordu. Gerçi Paris ve
Bordeaux'da belli oranda ticari yaĢam sürüyordu. Ama savaĢı finanse ede-
cek bir vergi tahsilatı söz konusu olamıyordu. Buna karĢılık vergi yükü
daha çok ziraata dayanıyor, bu da toprak kesimini rahatsız ediyordu.
Buna karĢılık Yüzyıl SavaĢları süresince devamlı ordu beslenmesi ve
finanse edilmesi, orduyu kalıcı bir hale getiriyordu. Ordunun kalıcılığı
ister istemez vergileri ve vergi sistemini de kalıcı yapıyor, hatta yaygınlaĢ-
tırıyordu. Örneğin satıĢ ve gümrük vergisi tahsilatı da devreye sokuluyor-
du.
Buna bir de bürokrasinin büyüyerek güçlenmesi ekleniyordu.
Bürokrasinin güçlenmesinde kuĢkusuz kralların bu iĢi bir gelir kaynağı
haline dönüĢtürmesi rol oynuyordu. Krallar memurlukları para karĢılığın-
da satıyorlardı. Buna paralel olarak uzmanlaĢma geliĢiyor, saray görevlile-
ri, din adamları ve büyük soyluların oluĢturduğu Conseil d'Etat'da meslek-
ten yöneticilerin ağırlığı hissedilir biçimde artıyordu. Bu durum merkezi
yapıyı karmaĢıklaĢtırıyordu. Özellikle geniĢ yetkilerle donatılan sarayın
dilekçe görevlileri, devlet bakanları ve maliye müfettiĢleri, devlet yöneti-
minde ağırlık kazanıyorlardı. Bürokratların, soyluların önüne geçmesiyle
varlıklılar soyluluk unvanı satın almaya da baĢlıyor, böylece varlıklı aile-
ler aristokratlaĢarak krallık düzeniyle bütünleĢmeye gidiyordu. Bu durum
ise tıpkı Roma Kilisesinde Papa'nın çevresinde olduğu gibi Fransa'da da
dinsel / siyasal / ekonomik tekelleĢme, kral ve çevresinde odaklanıyor,
oluĢum özellikle Ġn-

108
giltere'deki Tüccarlar OligarĢisini rahatsız ediyodu.
Fransa'daki merkezi, bürokratik kraliyet sisteminin güç dayanağını ise
Ġngilizleri Fransız toprağından söküp atan düzenli ordunun çekirdeğini
oluĢturan soylular teĢkil ediyordu. Kaldı ki, piyade gücünün sayıca artma-
sı Alay sistemine geçilmesine neden oluyor, ordu üzerindeki denetimi
zorlaĢtırıyordu.
Fransa'daki bu geliĢmeler, Kartaca karĢısındaki Roma bürokratik dev-
let modelini anımsatıyordu. Bu model karĢısında giderek güçlenecek olan
siyasal ve ekonomik Liberalizm ise Ġngiltere'nin, Kartaca modelini temsil
ettiği çağrıĢımını yapıyordu. Kartaca Roma Kilisesi'nin burnunun dibin-
deki Sicilya Adası'nı değil, bu kez dünyanın tepesindeki bir baĢka Adayı,
Büyük Britanya Adası'nı yeğliyordu. Ancak sistem değiĢmiyor, dün kos-
koca Roma'yı sarsan ticaret gücü bu kez koskoca Avrupa'yı ve Asya'yı
sarsıyordu. Bu yapısıyla Ġngiltere dünyanın tepesinde adeta bir Maestro'yu
anımsatıyordu.
Gerçi Ġngiltere 15 inci yüzyılın ortasında Fransa'daki fiili iĢgalini sona
erdiriyordu ama mücadeleyi bırakmıyordu. Bu kez silahla değil, güçlü
felsefe ve dünya görüĢü ile geliyordu. Üstelik bununla da kalmıyor, dünya
görüĢünü ve felsefesini 18 nci yüzyılda gerçekleĢtirdiği sanayi devrimine
dayandırıyordu.

109
BÜYÜK KAOS’UN ADI: 17 NCĠ YÜZYIL

Avrupa'da 17 nci yüzyıl boyunca cereyan eden olaylar ancak bu söz-


cükle, "Büyük Kaos" sözcüğü ile nitelenebilirdi. Yüzyıl, 30 yıl savaĢıyla
baĢlıyor (1618 - 1648) dinsel, siyasal ve ticari savaĢlarla sürüyor, ardı
arkası kesilmeyen ihtilallere sahne oluyor, ortaya çıkan ve kaybolan mez-
hepler, ekonomik ve siyasal model arayıĢlarıyla atbaĢı gidiyordu.
Ülkeler bir yandan birbirleriyle çarpıĢıp rekabet ederken, diğer taraftan
iç savaĢlar ve hesaplaĢmalar, kaosu yaygınlaĢtırıyordu.
17 nci yüzyıl öncelikle Dinsel Reform'a yönelik karĢı reform hareketle-
rine tanık oluyordu. Bu ise Orta ve Kuzey Avrupa'da din savaĢlarının pat-
lamasına yol açıyordu. Katoliklerin, Dinsel Reform nedeniyle kaybettikle-
ri bölgelerde yeniden egemen olmak istemeleri sonucu baĢlayan zıtlaĢma-
da önce Bavyera Prensleriyle Pfalz Prensleri savaĢa tutuĢuyordu. Bu sava-
Ģa daha sonra Fransa, Danimarka, Ġsveç, Prusya ve Avusturya'nın prens ve
kralları da katılıyordu. Avrupa'da 30 yıl savaĢları sürerken Büyük Britan-
ya Adasında da çok yönlü çatıĢmalar oluyordu. Bu iç çatıĢmalar Kral ve
Parlamento arasında odaklanıyor, dinsel çatıĢmalar ise karıĢıklığı tamam-
layan unsurlar olarak ortaya çıkıyordu.
Nihayet, Kral I'inci Charles'a karĢı Parlamentonun direniĢi doruğa çı-
kıyor ve 1648 ihtilaline dek uzanıyordu. 1648'de "Cromwell

110
Cumhuriyeti" kuruluyor, Devlet Konseyi yönetiminde ilan edilen Cumhu-
riyet, Katolik irlandalıları dize getiriyordu. Buna paralel olarak Ġngiliz
toprak sahipleri Ġrlanda'da mülk sahibi olabiliyorlardı. Diğer taraftan geniĢ
krallık ve kilise topraklan el konularak satılıyordu.
Ancak kilise vergilerinin kaldırılması, hukuk sisteminde reform yapıl-
ması ve serbest seçimlere gidilmesini öngören ordu programının uygu-
lanmaması üzerine Cromwel Parlamentoyu dağıtıyor, yeni bir Parlamento
kuruyordu. Bu Parlamento radikal bir tutuma yönelince 6 ay sonra dağıtı-
yordu. Ancak bu olaylar sırasında bir de "Dinsel HoĢgörü Belgesi" yayın-
lıyor, fakat bu belgenin kapsamı durumlara göre geniĢletilip daraltılıyor-
du. Keza vergilerin çeĢit ve miktarları da bu dönemde sık sık değiĢiyordu.
Ġngiltere'nin iç çatıĢmalarında, Fransa da geniĢ çapta rol oynuyor, din-
sel bakımdan kıĢkırtmalar yapıyor, ajanlar sokuyordu, Katolik Fransız
Kralları siyasal dinsel ve ekonomik tekelleriyle tüm Avrupa'da etkili olu-
yor, bunun da ötesinde yeni keĢfedilmiĢ olan zengin Amerika kıtasında
egemenlik tesis etmek amacıyla Ġngiltere'yle rekabet ediyordu.
Zaten 17 nci yüzyılın önemli bir özelliği de deniz ticaret yolları üze-
rinde kıyasıya bir rekabete girilmiĢ olmasıydı. Örneğin Felemenk-ler
(Flamanlar bugünkü Hollanda ve Belçika'nın bir kısmı) Ġngiliz gemilerini
Times Nehri'nin içinde yakıyorlardı. Diğer taraftan Ġspanyollar, Fransızlar,
Portekizliler ve Ġngilizler arasında, açık denizlerde, kimi korsanca, kimi de
deniz çatıĢması Ģeklinde ticari hesaplaĢmalara gidiliyordu.
Tüm bunlara karĢın Ġngiltere'deki iç çatıĢmalar dengeli bir özgürlük ve
hukuk düzeninin oluĢup yerleĢmesine neden oluyordu. Giderek geliĢen
MeĢruti MonarĢi karĢısında Orta ve Kuzey Avrupa ülkeleri birbirlerine
karĢı sadece dinsel üstünlük sağlamak amacıyla çatıĢıyorlardı. Bu ise ka-
çınılmaz olarak Orta ve Kuzey Avrupa'da mutlakiyet rejimlerinin geliĢme-
sine zemin hazırlıyordu.

111
Fransız Ġhtilalinin Ruhu: Ġngiliz Liberalizmi
(Locke'un izleyicileri... J.J. Rousseau, Voltaire Montesquieu)

Fransa Kralı'nın dinsel / siyasal / ekonomik tekelin odağı haline gelme-


si ve bu iradenin bir merkezi / bürokratik / militer devlet modelini amaç-
laması hem Ġngiltere'yi, hem de Cermen Prenslikleriyle Prusya Krallığı’nı
rahatsız ediyordu.
Bir yandan Ġngiltere, diğer taraftan Prusya Krallığı Fransa'nın iç sorun-
larını sürekli kaĢıyorlardı. Üstelik 1789 Ġhtilalini hazırlamayı amaçlayan
bu faaliyetler çeĢitli alanlarda yoğunlaĢıyordu.
Fransız Ġhtilali, öncelikle siyasi alanda hazırlanıyordu. Dinsel ve felsefi
alanla birlikte ekonomik alanda da zemin oluĢturuluyordu.
HerĢeyden önce 100 yıl savaĢlarının ardından birliklerin Alay düzeyin-
de kalıcılık kazanması, Kralın ülke içinde kalıcı bir vergi sistemi oluĢtur-
masıyla sonuçlanıyordu. Ülkenin ticaret gücünün baltalanmıĢ olması -
özellikle Musevilerin ülke dıĢında çıkarılması ve Katolik tutuculukla bu
tavırda ısrar edilmesi sonucu- toplanan vergilerin, giderleri karĢılayama-
masına yol açıyordu. Bu nedenle özellikle köylüler üzerindeki vergi yükü
ağırlaĢtırılıyor, bu da tabanda büyük huzursuzluk yaratıyordu.
Buna paralel olarak Kralın kurmuĢ olduğu bürokratik sistem de olum-
suz iĢliyordu. Bürokratlar, yasaları ve Kralın vergi oranlan ile ilgili aldığı
kararları kendi lehlerine kullanıyorlardı. Dahası; varlıklıların para karĢılığı
soyluluk unvanları satın alması, soylular arasında da çekememezliklere,
kırgınlıklara, alttan alta çatıĢmalara neden oluyordu.
Tabanda meydana gelen rahatsızlıklar Ġngiltere ve Prusya tarafından
daha bir kıĢkırtılıyor, böylece kurulmaya çalıĢılan ve çevreyi tehdit eden
merkezi / bürokratik / militer model sistemleĢmeden çökertilmeye çalıĢılı-
yordu.
Kaldı ki, 18 inci yüzyılda Avrupa siyasetinin en önemli ağırlık merke-
zini Fransa oluĢturuyordu.
Bu dönemde kuvvetler dengesine bağlı olarak Fransa'nın durumu Ģuy-
du:

112
Ġngiltere mümkün olduğu kadar deniz ticaret yollarını kendi kontrolün-
de tutmaya çalıĢıyor, önemli siyasal güçleri birbirine karĢı oynuyordu.
Örneğin, Prusya Krallığı'na karĢı Rusya'yı kolluyor, ticaret gücüyle Rus-
ya'yı çağın Avrupası'nda bir emniyet supabı, baskı unsuru haline getiri-
yordu. Prusya Krallığı Protestan olması nedeniyle, Katolik Avusturya'ya
karĢı Ġngiltere ve dolayısıyla Rusya tarafından kollanıyordu.
Buna karĢın Avrupa'da yükselen her türlü antisemitik harekete karĢı,
Viyana'da varlığını sürdüren Musevi tüccarlar bir yandan Kudüs - Ġzmir -
Selanik güzergahı ile diğer taraftan Hamburg ticaret hattı ile ticari faali-
yetlerini sürdürüyorlardı. ĠĢin ilginç yanı, Viyana'nın kendisi gibi Katolik
bir Cermen Krallığı olan Bavyera ve yine Katolik olan Paris ile de müna-
sebetlerini sürdürmesiydi. Bu nedenle Viyana Tüccarlar OligarĢisi zaman
zaman Katolik Avusturya Krallık yönetimini etkileyerek Liberal siyasetle-
re yönelmesini sağlıyor, kimi zaman da Krallık, olanca tutuculuğuyla Ka-
tolik siyasetlere yöneliyordu.
Unutmamak gerekir ki, Fransa Krallığıyla Osmanlı Sultanlığının mü-
nasebetleri bu aĢamada son derece olumlu bir görünüm yansıtıyordu. Ni-
tekim Osmanlı Sultanı bu dönemde bir dizi reform yaparak, bir anlamda
merkezi / bürokratik / militer ve Sultanın dinsel / siyasal gücüne dayalı
Mutlakiyetçi bir model oluĢturmaya çalıĢıyordu. Kaldı ki Ġngiltere'nin
güdümünde bulunan Rusya, güneyde Osmanlı Ġmparatorluğuna baskı
yapıyor, hedefteki bu beraberlik, Rusya ile Avusturya'yı Osmanlı Devleti-
ne karĢı siyasette birleĢtiriyordu.
Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti Prusya Krallığıyla da anlaĢmak
zorunda kalıyor, böylece (istemediği halde) Fransa'dan uzaklaĢarak Kral
XVI'ncı Lui'yi yalnız bırakıyordu.
Bu siyasetlerin hazırlayıcısı Ġngiltere, inanılmaz bir baĢarıyla Fran-
sa'nın dost ve düĢmanlarını Paris ile aynı uzaklığa itiyor. Kralı vergi yükü
altında ezilen halkıyla karĢı karĢıya getiriyordu. Üstelik Fransa'nın aydın-
larını da Kralın karĢısına dikiyor, aydınlar yoksul halka önderlik yapmaya
baĢlıyordu.
Fransız aydınlan dinsel / siyasal / ekonomik tekelin tamsilcisi ve mut-
lak iradesi konumundaki Kralın tutumunu ve oluĢturmaya çalıĢtığı siste-
min temel felsefesini, Ġngiliz felsefecilerinin yardımıyla analiz edebiliyor-
lardı.
Örneğin Siyasal Liberalizm ve hoĢgörünün felsefesini hazırlayan John
Locke'un ardılı olan David Hume 1763 yılında Paris/teki Ġngilte-

113
re Elçisinin sekreterliğini yaparken Fransız fikir adamlarının sıcak ilgisini
görüyor, Ansikopedist'ler ve Jean Jacques Rousseau ile yakın iliĢki kuru-
yordu. Hatta Ġngiltere'ye dönerken Fransa'da ve memleketi olan Ġsviçre'de
yaĢama olanağı bulamayan Rousseau'yu da birlikte getiriyordu.
Yine örneğin Fransız aydınlanmasının önderlerinden Voltaire, Fransız
aydınlanmasına hız kazandıran ve geliĢmesini sağlayan Ġngiliz felsefesinin
Adadan kıtaya, yani Fransa'ya taĢınmasını sağlıyordu.
Voltaire yazdığı "Ġngilizler Üzerine Mektuplar (Lettres Ser les Ang-
lais)" adlı yapıtıyla o zamana kadar Mutlakiyet baskısı altında yaĢayan
yurttaĢlarına yeni bir doğa felsefesi ve yeni bir toplum düzeni sunuyordu.
Bu mektuplar kıta Avrupa'sına aynı zamanda Newton'un mekanist doğa
sistemini, Locke'un bireyci Siyasal Liberalizmini ve empirist felsefesini,
Ġngiliz deizmini tanıtıyordu. 1726 - 1729 yılları arasında Londra'da bulu-
nan Voltaire Paris'e dönüp de "Ġngiltere Üzerine Mektuplar"ını çıkarınca
yönetimin büyük tepkisi ile karĢılaĢıyor, yapıtı yasaklanıyordu. Ġngilte-
re'den derin biçimde etkilenen ve esinlenen Voltaire bir süre Cirey'de kal-
dıktan sonra Prusya Kralı Büyük Friedrich'in ısrarlı daveti üzerine Berlin'e
gidiyor ve uzun bir süre de Berlin'de yaĢıyordu. Böylece Protestan Prus-
ya'da aradığı dinsel özgürlük ortamını kısmen bulan Voltaire, Katolik
Kilisesi'ne karĢı açıktan cephe alıyor ve kiliseye karĢı savaĢması, baskı
görenlerin kendisini bir kurtarıcı gibi desteklemelerine yol açıyordu. Bir
süre Ġsviçre'deki Calvinistlerle de birlikte olan Voltaire adeta kıtada Loc-
ke'un temsilciliğini yapıyordu. Voltaire'i Locke'a bağlayan en önemli hu-
sus John Locke'un Liberal Devlet teorisinin babası olması, Ġkinci Ġngiliz
Devriminin getirdiği Liberal Anayasanın (1689) teorisyeni olması, özgür
bir devlet için özgür bir din istemesi, dini bir devlet iĢi olmaktan çıkarıp
insanın istediğine istediği gibi inanmasını savunmasıydı. Keza Voltaire de
hukuksal bakımdan Locke gibi insanların eĢit yaratıldığını, yönetenler ve
yönetilenler diye ayırım yapılamayacağını savunuyordu.
Ayrıca Fransız Devriminin fikir babalarındajı Charles de Montesquieu
de Voltaire gibi Locke'un ardıllarından sayılırdı. Locke'u, Liberal devlet
öğretisinin en belirgin yapıtlarından olan "Erklerin Ayrılması" teorisi
Montesquieu tarafından geliĢtiriliyor, "Kanunların Ruhu" * adlı yapıtında
bu etkilenmeyi belirgin bir Ģekilde ortaya koyuyordu. Kaldı ki Locke "ya-
sama ve yürütme" erklerinin birbirinden ayrılmasını önermekle yetiniyor,
Montesquieu bunlara "yargı" erkini de ilave

114
ederek Liberal sistemi tamamlıyordu. Böylece Liberal sistemin dayandığı
güçlü mekanizma kuruluyordu.
Montesquieu de Voltaire gibi devlet ve kilisenin tekelci baskısına karĢı
mücadele ediyor ve bu mücadelenin bir göstergesi olarak "Ġran Mektupla-
rı’nı (Lettres Persannes) yazıyordu.
ĠĢin en ilgi çekici yanını ise Montesquieu'nün de Locke gibi MeĢruti
MonarĢi teorisini geliĢtirmesi teĢkil ediyordu. Hatta Montesquieu'nun
monarĢi ideali hayranlık duyduğu Ġngiliz anayasasından çok, Locke'u
"Hükümet Üzerine Ġki Ġnceleme" (Two treatises of Gouvernment) adlı
yapıtına dayanıyordu.
Tüm bu filozof ve yazarlarda ortak ilkeler "eĢitlik" ve "hürriyet" olu-
yordu ki bu ilkeler Ġngiliz Liberalizminin Fransız Devrimi'ne yaptığı derin
etkinin su yüzüne çıkması sayılıyordu.
Nitekim Ġhtilal, Fransız Kraliyet makamında odaklanan dinsel / siyasal
/ ekonomik tekelleĢmeyi kırıyordu. Öncelikle kilise ağır bir darbe yiyordu.
Katolik mezhebi varlığını sürdürmeye muvaffak oluyordu ama arkadan
gelen "Ġmparator" Napoleon Bonapart kendi tacını kendi baĢına koyarak
kilisenin otoritesini ayaklar altına alıyordu. Kral öldürülüyor, onun siyasal
ve hukuksal otoritesini Meclis üstleniyordu. "Hürriyet - EĢitlik - KardeĢ-
lik" ilkeleriyle yola çıkan ihtilalciler sloganlarına sadık kalıyor ve sadece
Fransızlar arasında bu erdemleri geçerli kılmakla yetinmiyorlardı. BaĢta
Ġngiltere ve Avusturya olmak üzere Avrupa'nın diğer ülkelerinde, durum-
larını düzeltmeye ve ticari yaĢamda iyi bir pozisyon sağlamaya baĢlayan
Musevilere kapılarını yeniden açıyorlardı. Musevilere kapıların yeniden
açılması sanıldığından çok daha önemli sonuçlar doğuruyordu. Öncelikle
ülkede ticari yaĢam canlanıyor, Fransa uluslararası mal ve finans hareket-
lerine dahil oluyordu. Kilise'nin geriletilmesi ve esen özgürlük rüzgarları
dünyevi yaĢamı ön plana çıkarıyor, bu durum da yüksek nüfuslu Fransa'da
tüketim, üretim ve sanayileĢme sürecini hızlandırıyordu.
Bu geliĢme sonucunda 18 inci yüzyılın sonunda çatırdayan Fransa
Krallığı 19 uncu yüzyılın baĢında Ġmparatorluğa dönüĢerek Avrupa'da
fırtına gibi esecekti.
Gerçi Fransa, Ġmparatorluk ve Cumhuriyette (Militer bir yapıda kaldığı
için) aradığını yine bulamayacak, arayıĢını sürdürecekti. Ancak Aydın-
lanma Çağı ve bunun bir sonucu olan 1789 Ġhtilali diğer ülkeleri, özellikle
de Osmanlı Ġmparatorluğu'nu alabildiğine etkileyecek, sallayacak, büyük
ve derin değiĢimlere yol açacaktı.

115
OSMANLI EKONOMĠK ZEMĠNĠNDE "MUSEVĠ / ERMENĠ"
YAPILANMA

Batı Avrupa Rönesans ve Reform'un ardından girdiği Aydınlanma Ça-


ğı'nı sanayi devrimi ile taçlandırıyor, buna paralel yaratılan felsefe orta-
mında birey ve toplumun geliĢmesine elveriĢli bir özgürlük ortamı tesis
ediyordu. Özgürlük ortamı toplumu politize ediyor, bu po-litizasyon ise
Mutlakiyet rejimlerinin, siyasal / ekonomik / dinsel tekellerinin (öyle veya
böyle) çözülmesine, bunun sonunda da kuvvetler ayrımına dayalı -yasama
/ yürütme / yargı - öncelikle Cumhuriyet rejimlerinin- MeĢruti MonarĢi
vb.- geliĢmesine zemin hazırlıyordu. 19 uncu yüzyıl baĢındaki Avrupa 14,
15, 16 ncı yüzyıllara göre çok farklı bir Avrupa'ydı.
Buna karĢılık Osmanlı Devleti, özellikle 1517'de Hilafetin Ġstanbula
getirilmesiyle değiĢik bir zemine itiliyordu. Bu zemini oluĢturan etkenle-
rin baĢında ise din faktörü geliyordu.
Hilafetin alınmasıyla birlikte egemenlik, Osmanlı PadiĢahının mutlak
iradesi altında dinsel ve siyasal bakımdan tekelleĢiyordu. Batı Avrupa'da,
öncelikle Ġngiltere'de baĢlayıp tüm kıtaya yayılan "kuvvetler ayırımı"
rüzgârlarına karĢın Osmanlı Hanedanının takındığı dinsel / siyasal kimlik-
le kahredici bir otorite elde etmesi kuĢkusuz, üçüncü faktörü, yani ekono-
mik faktörü son derece olumsuz etkiliyordu.

116
Ġslami dinsel yapının getirdiği sınırlı dünyevi yaĢam -tasavvufi anlayıĢ-
kaçınılmaz olarak (zaten jeoticari bir coğrafyaya sahip bulunan) Osmanlı
toplum yapısında tüketime dayalı üretim zorlaması yerine, al-satçı tüccar /
bezirgan yapıyı geliĢtiriyordu. Bu geliĢme ise tüccar / bezirgan gayrimüs-
limleri finans bakımından güçlendirip, siyasi yaĢamda etkin duruma geti-
rirken, Halifenin dinsel dayanağını teĢkil eden Müslüman tabanı ekono-
mik bakımdan çökerterek altından çekiyordu. Dünyevi ve uhrevi lider
olan Sultan / Halife ise siyasal gücünü dayandırdığı silahlı kuvvetlerini
finanse edebilmek için, kendine özgü bir vergi sistemi oluĢturuyordu. Bu
sistemin dayanağını ise yoksul (ki yoksulluk -kanaatkarlık- dinsel anlayıĢ-
ta bir erdemdi) Müslüman halk teĢkil ediyor, giderek ağırlaĢan vergiler
her bakımdan zaaf kaynağı oluyordu. Ġngiltere baĢta olmak üzere Batı
Avrupa ülkeleri, özellikle de 16 ncı yüzyıldan itibaren Asya - Avrupa
ticaretinde yeni deniz ve kara yolları araĢtırırken ve bu yolda keĢif ve
icatlar birbirini izlerken Osmanlı yönetimi (son derece anlamsız bir tutum-
la) inat edercesine, Katolik Roma Kilisesi'nin dinsel / siyasal yokoluĢu
için olanca gücüyle gayret sarfetmeye ve tüm siyasetini bu yörüngede
belirlemeye devam ediyordu. Aslında Rönesans ve Reform ile hayli hırpa-
lanmıĢ, önemli ölçüde kendi doğal hudutlarına çekilmiĢ olan Roma Kilise-
si siyasal ve özellikle de ekonomik bakımdan kendi kabuğuna çekilmiĢken
-ki yeni siyasal / ekonomik güç Ġngiltere'de doğan siyasal / ekonomik
Liberalizm idi- Osmanlı yönetiminin Orta ve Kuzey Avrupa'daki yeni
oluĢumları izlemek yerine Ġslami tutuculukla ve ısrarla, devrini tamamla-
mıĢ Hıristiyan / Katolik kalelere saldırması ve "Kızıl Elmayı almak" ha-
yalleriyle tutuĢması (Kızıl Elma: Roma) her bakımdan gücünü, enerjisini
ve vaktini boĢa harcaması anlamına geliyordu.
ĠĢin ilginç tarafı ise Orta ve Kuzey Avrupa toplumlarının 16, 17 ve 18
inci yüzyıllarda, özellikle Osmanlıları (ve Asya'yı) bir kenara bırakıp ken-
di aralarında dinsel / siyasal / ekonomik bakımdan kıyasıya hesaplaĢmaya
giriĢmiĢ bulunmalarıydı. Bu hesaplaĢmalar -100 yıl savaĢları, 30 yıl savaĢ-
ları gibi- birbirlerine karĢı olduğu gibi, kendi içlerinde de devam ediyordu.
Aslında Avrupa'daki iç çatıĢmalar, Osmanlı Devleti'nin her bakımdan
güçlenmesi için bulunmaz bir fırsat oluĢturuyordu. Ancak Osmanlı yöne-
timi bu fırsatı iyi kullanamıyor, bir anlamda statüyü korumakla vakit geçi-
riyordu.
Osmanlı Devleti'nin ekonomik gücü, salt ticaret güzergahlarını elinde
bulundurmasına ve Batı'ya yapılan seferlere dayanıyordu.

117
Ticari güzergâhlar; Doğu Akdeniz ve Doğu Karadeniz çıkıĢlı deniz,
Önasyada ise karayolu ticaretiydi. Batı'ya ihracat Orta ve Kuzey Avru-
pa'ya Selanik - Viyana üzerinden, Batı Avrupa'ya ise Venedik ve Toulon
üzerinden yapılıyordu. Karadeniz ticareti ise Orta ve Kuzey Avrupa'ya
Tuna, Rusya'ya Kırım / Azak üzerinden gerçekleĢtiriliyordu. Bu iĢlek
ticari güzergâh Kudüs - Ġzmir - Selanik - Viyana güzergâhı idi. Bu gü-
zergâh üzerinde Ġzmir, Selanik ve Viyana Musevileri egemendi. Üstelik
ticari münasebetler ister istemez siyasal etkileĢimlere yol açıyordu. Örne-
ğin Sebatay Sevi olayı (4'üncü Mehmet dönemi) Kudüs - Ġzmir - Selanik
hattında oluĢup geliĢiyor, bu olayın sonunda meydana gelen Dönmelik
meselesi Ġzmir - Selanik sosyal yapısını temelden etkiliyordu. Mesele
bununla da kalmıyor, uzun vadede devletin siyasal, sosyal ve ekonomik
yapısını da sarsıyordu. (Dönmeler daha sonra Osmanlı Ticaret OligarĢisi
içinde önemli bir konum kazanacaktı.)
16 ve 17 nci yüzyıllarda Selanik ve Viyana ayrı siyasal egemelik-ler
altında bulunmalarına karĢın büyük bir etkileĢim içine girmiĢ durumdaydı.
Bu etkileĢimin temel nedeni Selanik ve Viyana kentlerinin Orta ve Kuzey
Avrupa ticareti üzerinde oynadıkları roldü. Bu rolü ise Ortaçağ boyunca
Orta ve Kuzey Avrupa'dan kaçıp Viyana'dan itibaren Doğu Ve Güneydo-
ğu Avrupa'ya yerleĢmiĢ bulunan Eskenazilerle, Ġber Yarımadası'ndan
gelmiĢ olan Sefardimler oynuyordu. Üstelik Sela-nik'in Osmanlı, Viya-
na'nın ise Avusturya siyasal egemenliği altında bulunması kendine özgü
bir denge oluĢturuyordu. Bu denge Uluslararası Ticaret OligarĢisi açısın-
dan bir bakıma siyasal ve ticari sigorta niteliği de taĢıyordu. Örneğin;
merkezi gücün Selanik tüccarları üzerinde aĢırı baskı tesis etmesi ihtima-
line karĢı Viyanalı tüccarların ellerindeki ticari olanağı baskı unsuru ola-
rak kullanmaları ne derece olası ise, Avusturya siyasal gücünün Viyanalı
tüccarları rahatsız edecek uygulamalara yönelmesi halinde Selanikli tüc-
carların ellerindeki olanakları kullanarak siyasal gücü etkilemesi de o
denli ihtimal dahilinde bulunuyordu. Kaldı ki, Avusturya yönetiminin
siyasal belirsizlik göstermesinin arkasındaki gerçek neden de Viyanalı
tüccarların ekonomik gücüydü.
Avusturya 17, 18 ve 19 uncu yüzyıllar boyunca Fransa, Prusya ve
Rusya arasında üçlü alternatifli siyasetler oluĢturuyordu. Hansa ticaret
merkezi olan Hamburg üzerinden Londra'ya kadar uzanan bir ticari etkin-
liğe sahip bulunan Viyana'nın denge siyasetinde Fransa ile aynı

118
mezhepten olması (Avusturya da Katolikti), Fransa, Prusya ve Rusya ara-
sındaki mezhep farklılıkları da (Prusya Protestan, Rusya Ortodokstu) rol
oynuyordu. Avusturya; Osmanlı'dan bir tehdit gelmesi halinde, bu ülkeler-
le hem tek tek (örneğin defalarca Avusturya - Rusya iĢbirliği yapıldı), hem
de topluca dayanıĢmaya giriyor, destek görüyordu. Buna karĢılık Ġngiltere
Rusya ile tesis ettiği olumlu münasebetleri kullanarak, Rusya eliyle Avus-
turya üzerinde etkili oluyor, Viyanalı tüccarlar da bu yakınlaĢmada Ġngil-
tere'nin istediği yönde rol oynuyordu.
Aslında Viyana -Londra- (Moskova) ticari münasebeti Orta ve Kuzey
Avrupa'yı güneyden, doğudan ve kuzeyden kuĢatması bakımından büyük
önem taĢıyordu. BaĢta Prusya Krallığı olmak üzere Cermen Prenslikleri
bir de doğudan Ortodoks Ruslar (Slavlar) ve Batı'dan Katolik Franklar
tarafından kuĢatılınca, Ġngiltere'nin siyasal taleplerini kabullenmek zorun-
da kalıyorlardı.
Ticaret güzergâhları üzerindeki bu siyasal ve ekonomik yapılanmalar
Osmanlı'nın Batı ile ilgili siyasetlerinin oluĢumunda son derece önemli bir
rol oynuyordu. Nitekim Osmanlılar Fransa ile olumlu iliĢkiler geliĢtirerek
hem Katolik dünyaya nüfuz ediyor, hem de Cermenleri ve Rusları batı'dan
kuĢatıyorlardı. Diğer taraftan yine Fransa ile tesis edilen olumlu iliĢkiler
sayesinde Ġngiliz siyasal ve ekonomik gücü tehdit ediliyordu.
Osmanlı Devleti'nin Batı hudutlarındaki en önemli hasımlarını Orto-
doks Sırplar (Slav) ve Avusturyalılar oluĢturuyordu. Buna karĢılık Avus-
turyalılar Osmanlılara karĢı, hem Slav kökenli Sırplarla hem de aynı kö-
kenden gelen Ruslarla iĢbirliği yapıyorlardı. Ruslar Avusturyalılarla, Pro-
testan Prusyalılara karĢı da iĢbirliği yapmayı yeğliyordu.
Sırplar Osmanlı yönetiminin her zaman baĢını ağmıyordu. Kaldı ki
Osmanlılar Trakya'ya ayak bastıkları andan itibaren sürekli olarak Sırplar-
la boğuĢmak zorunda kalıyorlardı. Zaten Katolik dünyanın baĢ-baĢa bı-
rakması sonucu Osmanlı Devleti kuruluĢ evresinde hızla Sırp egemenliği
aleyhine geniĢliyordu. Bu durum ise Katolik Roma Kilisesiyle Katolik
Cermenleri geniĢ çapta rahatlatıyordu. Zira Bizansm egemenliği altındaki
Sırplar doğudan baskıya maruz kalmadıkları için batı ve kuzeylerindeki
Katolik kavimleri taciz ediyor, yağmalıyor, kasaba ve köylerine saldırı-
yorlardı. Böylece Suplardan yılan Katolik kavimler onları egemenliği
altına alan Osmanlı Devletini o denli yadırgamıyorlardı.
Ancak Osmanlı Devleti Rumeli'de giderek durumunu pekiĢtirip,

119
kalıcı bir kimlik kazandıkça duyulan rahatsızlık artıyor, bu kez de Osman-
lı akıncıları Sırpların bıraktığı rolü üstleniyorlardı. Dahası Osmanlıların
egemenlik kurdukları Ortodoks dünyanın hudutlarının en uç noktasına
dayanana kadar seyirci kalan Katolikler, bu andan itibaren rahatsızlık
duymaya baĢlıyorlardı. Nihayet Kanuni Sultan Süleyman'ın 1529'da Orto-
doks hudutları aĢarak Katolik bir kent olan Viya-na'ya el atmasıyla adeta
bardak taĢıyordu. Birinci Viyana kuĢatmasıyla birlikte Osmanlı aleyhine
alarm zilleri çalmaya baĢlıyor, Ġkinci Viyana kuĢatmasıyla birlikte de çö-
küĢ hızlanıyordu.
Birinci Viyana KuĢatması aslında, Orta ve Kuzey Avrupa'nın en sıkın-
tılı döneminde gerçekleĢiyordu. Dinsel Reform hareketlerinin ve bu Re-
formdan kaynaklanan çatıĢmaların doruğa ulaĢtığı bir aĢamada Osmanlı
Ordusu'nun Viyana'yı kuĢatması, Orta ve Kuzey Avrupa'da Ģok etkisi
yaratırken, henüz dinsel / siyasal gücünü yitirmemiĢ olan Roma Kilisesi'ni
de harekete geçiriyordu. Nitekim Hıristiyan dünya, yıllar sonra sınırlı da
olsa bir "Haçlı Ruhu" ile Viyana'nin imdadına koĢuyordu. Osmanlı Ordu-
su Ģehri kuĢatmaya baĢlarken Bavyeralı Philip Palgrav, Salm Kontu Niko-
la, Süvari Kumandanı Roggendorf, Kont Zriny ve Paul Backics kumanda-
sındaki Cermen ve Ġspanyol kuvvetleri kente girmeyi baĢarıyorlardı. Asır-
lar sonra Katolik dünya yeniden Müslüman bir orduya karĢı harekete ge-
çiyordu ve bunun nedeni Kanuni Sultan Süleyman'ın Katolik mezhebine
bağlı önemli bir ticaret kentini kuĢatmasıydı.
Osmanlı PadiĢahının Viyana'yı kuĢatmasının görünürdeki tek nedeni
Avusturyalı Ferdinand'ın Budin üzerinde hak iddia etmesiydi. Nitekim
Sultan Süleyman bu seferinde, önce Budin'i alıyor, ardından Ferdinand'ı
ele geçirmek amacıyla Viyana üzerine yürüyordu.
Aslında Viyana kuĢatmasının nedeni sadece Ferdinand'ı cezalandırmak
değildi. Birinci Viyana seferinin kökenleri 1524 de meydana gelen Yeni-
çeri isyanına ve bu isyanın sonuçlarına dayanıyordu.
Yavuz'un ölümü üzerine tahta oturan Kanuni'nin yaptığı ilk iĢ Rodos
üzerine sefer açmak oluyordu.
Servetlerine tamah edilerek 1307'de Fransa Kralı Philippe Bel (Güzel
Filip) tarafından Paris'te Büyük Engizisyon Hakimine teslim edilerek lime
lime edilen gizemli Templiers ġövalyelerinin bir kalesi olan Rodos'taki St.
Jean ġövalyeleri (ġövalye - Papaz - ÇilekeĢ KeĢiĢler) Osmanlı Ordusu'na
karĢı müthiĢ bir hırsla direniyor ve büyük kayıplar verdiriyorlardı. Nite-
kim az bir güçle 115 bin kiĢilik Osmanlı

120
Ordusunu püskürtüyorlardı. Bunun üzerine ikinci bir kuvvetle Adaya
gelen Sultan / Halife, yenilgiye uğradıktan sonra isyana yeltenen ordusuna
karĢı bir nutuk çekerek onları aĢağılıyordu. Bu konuĢması aslında Osmanlı
Ordusu'yla birlikte, Osmanlı Devleti'nin de çöküĢ evresine girdiğini ilan
ediyor, adeta yokoluĢu 400 yıl önceden haber veriyordu. Kanuni Sultan
Süleyman, afra ve tafrasından 400 yıl daha yanına varılmayacak olan Os-
manlı Ordusu'na Ģunları söylüyordu: "Bre namertler, sizlere erler de-
meğe dilim varmaz, erlikten sizde ne kalmış ki? Baka sizler misiz o
Türkler ki savaşlarda üstgelmek öz dileği ola? Gerçi kalıbınız ve kılı-
ğınız gören vahşi cimdiler sanır, amma özünüzde şecaat ateşin çoktan
sönmüş görürüm; koç yiğitliğiniz lafta mı kalmış? Kahpeler denlu er
meydanın bırakıp kaçmak mı dilersiz? Hayf, sizlere ne diye güvenmi-
şim? Türk soyunun yenilmez gücü, yılmaz yiğitliği, kangınızda var?
Arapları, Acemleri, Suriyelileri, Mısırluları, Sırpları, Macarları, Bul-
garları ve Epir ve Makedonya ve Trakya taifesini yenenler, Genderi
feth edenler sizden olmasa gerek! Cihada and içtiğinizi, ulu'l emre
itaa borcunuzu, yurdumuzu kannezrinizi, Atabe-i Seniyeme kulluğu-
nuzu yaman feramış kılmışsız. Şevketi Hümayunumu kaygusuz bir
kez hatıra getirmezsiz de bir can kaygusun güdüp yüreksiz avretler
misilhı savaştan yüz çevirirsiz; bre sizler bundan öte asker kullarım
olmak şanından cüda kalmak mı murad edersiz? Evinizde, barkınız-
da sulh eyyamının safasın sürerken Rodos adını her ki-mesne kim
bezminize anardı, sizler ol dem cuşan olup yiğitlik satar ve kaleyi bir
hamlede fethetmek sevdasın güderdiz; o bahadırlıklarınız laf ü güzaf-
ta mı kala? Vakterişip erliğiniz denemek dilerim; kahraman bildikle-
rim kalpazan olduğun gördüm. Ya siz bu hisarın kapılarına karşı
rayetlerinizi rakzettikte leşker-i adayı ol dem size teslim olur mu san-
dımzdi? Bu fikr-i batılı ser-i bimağzı-nızdan kal'etmek gerekir. Bu
kalenin derununda zorlu canacarlar yer tuttuğun hatırdan nisyan
tutmalısınız ki o küffar-ı bedgirda-nn aman dilemesi hayli mihen ü
meşak ile mücahit kullara müyesser olur. Pes imdi kangı süka-ı hun-
harın vafir gayretler ibraz birle dişlerin sökmek ve boynuna boyun-
duruh vurmak merd olan kimesneye nasip olmanız ki orduyu hüma-
yunun işlen belde-i küfrün fethinden aciz kala? Öylesine azm ü niyyet
buyur muşum ki ya cezire-i Rodos dahil-i kalemrev-i fermanım olur,
ya ömr-i şevketim bu kalenin pişinde dem-i vapesin bulur. Bu cihad
uğruna iç-

121
tiğimiz andı tutmasam taam, tahtım, canım, başım ve bilcümle salta-
nat ü satvetim hak ile yeksan ve lanet-i ilahiye ile perişan olmak yeğ-
dir."
Sultan / Halife Süleyman'ı bu denli ağır konuĢturan neden sadece Ro-
dos Kalesi'nin alınmaması değil, Osmanlı Ordusu'nun savaĢma gücünü
yitirmeye baĢlamıĢ bulunmasıydı. Nitekim Rodos'taki beceriksizliğin al-
tındaki neden, iki yıl sonraki isyanda ortaya çıkacaktı.
PadiĢahın devamlı, Muhafız Birliği niteliğindeki Yeniçeri TeĢkilatı da-
ha Sultan Orhan zamanında ihdas edilmiĢti. Ahi sosyal tabanı ve dolayı-
sıyla bu dünya görüĢü üzerine, devĢirme yöntemi esas alınarak kurulan
Yeniçeri Ocağı kendine özgü yapısı ile Osmanlı Devleti'nin dayanağını
teĢkil eden esnaf yapısının ve sermayesinin o denli de dıĢında değildi.
Nitekim Yeniçerilerin seferlerde elde ettiği ganimetler, aldıkları bahĢiĢ ve
ulufeler bir yandan çarĢı esnafıyla ekonomik bağ kurarken (ki bu iĢin ucu
tüccar kitlesine kadar dayanıyordu) diğer taraftan tefe piyasasına kadar
uzanıyordu. Bu bağ ve uzantılar, özellikle Ġstanbul'un fethiyle baĢlıyor,
zaman içinde ta derinlere nüfuz ediyordu.
Nitekim, 1524'de ayaklanan Yeniçeriler Ġstanbul'un altını üstüne geti-
rirken, inatla kentteki Musevilerin varlığını yağmalıyorlardı. Zira parala-
rını tüccar / bezirgan Musevilere veren Yeniçerililer, onların, kendilerini
aldattıklarını varsayıyor ve hırslanıyorlardı. Yeniçeriler paralarını Musevi
tefecilere vermek zorundaydılar. Çünkü kendilerinin ikinci bir iĢle (asker-
lik dıĢında) uğraĢmaları yasaklanmıĢ bulunuyordu. 1524 yılında meydana
gelen isyan sonunda Yeniçerilerle ilgili önemli kararlar alınıyor ve deği-
Ģiklikler yapılıyordu.
Sultan / Halife, Yeniçerilerin ayaklanması ve yağmaya giriĢmesi karĢı-
sında duruma fiziki güç kullanarak el koyuyor, üç Yeniçeriyi kendi elle-
riyle parçalıyor, onun bu kanlı gösterisiyle isyan bastırılıyordu. PadiĢah
Yeniçeri Ağasıyla bir çok Sipahi ümeranın boyunlarını vurduruyordu
ama, önemli tavizler vermeden de yapamıyordu. Bu tavizlerin baĢında
Yeniçerilerin evlenmelerine ve nerede isterlerse orada ikamet etmelerine
izin vermesi geliyordu. Ancak tavizler bununla bitmiyor, Yeniçerilerin
baĢıbozuk zenaatlerine girmelerine de izin veriyordu. Böylece Yeniçerile-
re, çarĢı / pazar piyasası resmen açılıyor, askerlik ikinci plana düĢüyordu.
Bu yeni oluĢumla Yeniçeri üzerinde ikinci bir otorite tesis ediliyordu.
Birinci otoriteyi Sultan / Halifenin dinsel / siyasal iradesi oluĢturuyor,
ikinci otoriteyi ise iktisadi gerçekler ve tüc-
122
car / bezirgan karakterli fınans güç teĢkil ediyordu. Kaldı ki ilk görevi
savaĢmak ve bu yönde eğitim görmek olan Yeniçerilerin esnaflıkla uğ-
raĢmaya baĢlamaları onları dünyevi yaĢama çekiyor, savaĢkanlığın yerini
ise çifte ahlaklı dıĢa karĢı dindar, içerde sefih bir yaĢam biçimi alıyordu.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Yeniçerilere verdiği tavizlerin arasında
Yeniçeri mevcudunun 20 bin'e çıkarılması ve yaĢlanan Yeniçeriler için bir
Tekaüt Sandığı kurulması da yer alıyordu. Tabii bu tavizler de Osmanlı
Ordusunda önemli değiĢikliklere yol açıyor, savaĢma gücünün yanı sıra
askerlik disiplinine de ağır darbeler indiriyordu. Nitekim Rodos Seferinde
Sultan / Halifenin aĢağılayıcı nutkuyla harekete geçip bir kaç bin kiĢilik
Rodos Adası'nı fetheden Yeniçeriler, bundan 5 yıl sonra Viyana'dan ye-
nik, periĢan ve bozguna uğramıĢ bir halde ilk kez "eliboĢ" dönüyordu.
Osmanlı tarihinde dönüm noktası niteliği taĢıyan bu yenilgiye bir çok
gerekçe aranıyordu. Kimi hava koĢullarını-gerekçe gösteriyor, Ekim ayın-
da kar yağması nedeniyle Yeniçerilerin ve hayvanlarının "üĢüdüğünü"
iddia ediyordu. Kimi Budin'in teslim olması nedeniyle Yeniçerilerin yağ-
malamasına izin verilmediğini bu nedenle Osmanlı Ordusu'nun iĢi ağırdan
aldığını ileri sürüyordu. Kimi de açlığı, hastalığı bahane ediyordu.
Aslında gerçek çok farklıydı. Osmanlı Ordusu'nun gücü, Ortadoks hu-
dutların ötesine ulaĢamıyordu. Gücü bu kadardı. KuruluĢtan itibaren 200
yıl Ġmparatorluğun yaĢlanmasına yetmiĢti. Çünkü, Osmanlı Devleti ka-
zandığı teokratik kimlikle, ticaret güzergahının en önemli ve yaĢamsal
noktalarındaki tüccarları ürkütüyordu. Ġktisadi gücü ve ticaret güzergahla-
rını, mali bakımdan egemenliği altında tutanlar, Ġstanbul'un kıbleye dön-
mesinden yeterince rahatsız olmuĢlardı. Viyana'yı da kıbleye çevirtmez-
lerdi. ĠĢte bu nedenle Osmanlı'nın sihiri bozuluyor, daha 1529'larda Avus-
turya ovalarını 20 ile 40 bin arası Osmanlı askerinin cesedi kaplıyordu.
Orta ve Kuzey Avrupa ile Ġngiltere ve Ġtalya'da adeta dünya yeniden
kurulurken (Dinsel Reform ve Rönesans, dünyevi yaĢamı kamçılayıp,
Protestanlık, Kalvinistlik ve Anglikanlık yeni felsefi açılımların kaynağı
olurken) Kanuni Sultan Süleyman da kanun önünde din ve ırk farkını kal-
dırıyor, herkese (gayrımüslim herkese) ticaret yapmak özgürlüğünü tanı-
yordu.

123
Siyasi Egemenlik Üzerine Ermeni-Musevi Rekabetinin BaĢlangıç
Zamanları

Bizans Ġmparatorluğu'nun özellikle son dönemlerinde, Ġstanbul'da çok


az sayıda (parmakla sayılacak kadar) Ermeni bulunuyordu. Gerçi Perada
küçük çapta Musevi kolonisi vardı ama, önemli kısmı Gregoryan, sınırlı
bir bölümü de Katolik olan Ermeniler siyasal irade tarafından kesinlikle
dıĢlanmıĢ durumdaydı.
Zaten Bizans Ġmparatorları ve Ortodoks halk, kendini birinci sınıf
egemen olarak görüyor, Ortodoks olmayan Hıristiyanlarla Musevileri
aĢağı sınıflar kabul ediyor, onların her Ģeylerine el koymayı, mal mülk ve
servetlerini yağmalamayı kendilerine bir hak olarak görüyorlardı.
Ortodoks Rumlarla, Gregoryan / Katolik Ermenilerin arası 451'de açı-
lıyor, bir daha da düzelmiyordu. ĠĢte bunun bir sonucu olarak Türklerin
Anadolu'ya giriĢi, Musevilerin olduğu gibi Ermenilerin de iĢine geliyordu.
ĠĢin en ilginç tarafı ise bir doğu kavmi olan Ermeniler de Türklerin Önas-
ya'da ilerlemesiyle birlikte batıya doğru ilerleme olanağı buluyorlardı.
Bunun bir sonucu olarak Osmanlıların Ġstanbul'u almasıyla birlikte Erme-
niler bu ticaret merkezine yerleĢme olanağına kavuĢuyorlardı.
Fatih Sultan Mehmet'in Ġstanbul'u almasıyla birlikte kentte bir yandan
Musevi nüfusu artarken, diğer taraftan Bursa'daki Ermeni Piskoposu Ova-
kim, beraberinde çok sayıda aileyle Ġstanbul'u,yerleĢiyordu. Bu bakımdan
Ġstanbul'un fethi Türkler kadar Ermenileri de sevindiriyordu. Fethi izleyen
ilk dönemde Ġstanbul'a daha çok zenaatkar, mimar ve ziraatçi Ermeniler
geliyordu. Bunların arasında az sayıda tüccar da bulunuyordu. Unutma-
mak gerekir ki aynı dönemde uluslararası ticaret güzergahı üzerinde Mu-
sevi tüccar / bezirganları egemenlik tesis etmiĢ durumdaydılar. Kısacası
ticaret, onların kontorlü altında sayılırdı. Gerçi yağmacı ve haraççı Bizans
devleti çöküyordu ama bu kez de Musevilerin karĢısına ticarette ve eko-
nomide önemli bir alternatif oluĢturabilecek yeteneğe sahip yeni bir ka-
vim, Ermeniler çıkıyor-

124
du.
Ermenilerle Musevilerin ortak bir yanı bulunuyordu. Ermeniler de Mu-
seviler gibi birliklerini ve varlıklarını din sayesinde sürdürüyor, bu ba-
kımdan cemaatlerin ortak karakterini yansıtıyorlardı. Her iki kavim de
siyasal egemenliğe gereksinim duymuyor (belki de nüfus dezavantajı ne-
deniyle) baĢka kavimlerin siyasal egemenliği altında ekonomik faaliyetle-
rini sürdürüyorlardı. Museviler (Bezirganca) al-sat iĢleriyle uğraĢıp tefeci-
lik yaparken Ermeniler hem ziraatle, üretim ve ze-naatkarlıkla uğraĢıyor,
hem de önemli bir fınans güç teĢkil etmelerine yol açan kuyum / sarraflık
iĢiyle iĢtigal ediyorlardı. Museviler spekülatif iĢlerle büyük kazanç sağla-
yıp özellikle tefecilik nedeniyle sert eleĢtiri ve kanlı saldırılara hedef ölü-
yorlardı. Ermeniler ise kuyumculuk, sarraflık, çeĢitli zenaatlar ve mimar-
lık nedeniyle diğer kavimler karĢısında daha sempati uyandırıyorlardı.
Kaldı ki bu Ermeniler arasında çok sayıda Musevilikten dönmüĢ, bir
anlamda "dönme" Ermeniler de bulunuyordu. Tarihi kayıtlara göre son
Ermeni Kralları Mezopotamya üzerine yaptıkları seferler sırasında çok
sayıda Musevi'yi esir almıĢ, Kilikya bölgesine getirmiĢlerdi. Bu Musevi
esirler daha sonraları din değiĢtirerek Hıristiyan olmuĢ ve Ermeni toplu-
muna karıĢmıĢtı. Ancak din değiĢtirerek ErmenileĢen Museviler ticari
yeteneklerini muhafaza ederek Asya - Avrupa ve Karadeniz - Akdeniz
ticaret güzergahları üzerinde etkinlik kazanmıĢ, diğer iĢ ve sanat kolların-
da da geliĢerek bölgesel ekonomik güç haline gelmiĢ bulunuyorlardı.
Ġstanbul'a ilk gelen Ermeniler arasında mimar ve kuyumcu sayısı fazla
değilken (ki bunlar daha çok Karaman ve Kilikya'dan gelmiĢlerdi) 1514
yılında Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran seferiyle bu sayı giderek artıyordu.
Yavuz Sultan Selim Tebriz, Erzurum, Kemah, MuĢ, Sivas ve Erzincan'dan
çok sayıda Ermeni'yi Ġstanbul'a naklediyordu. Ama asıl sarraf, tüccar ve
ekmekçiler Kanuni Sultan Süleyman zamanında Ġstanbul'a geliyorlardı.
Kanuni özellikle Ġran, Azerbaycan, Gürcistan ve Karadeniz ticaretinde
etkili olan Van, Eğin ve havalisindeki tanınmıĢ tüccar ve kuyumcu Erme-
nileri Ġstanbul'a sevkediyordu. Bunların arasında devrin en tanınmıĢ ku-
yumcularından Baba Zeron Kazasyan, gümüĢçü Kasbar ve Zilci KardeĢler
bulunuyordu. Keza, Kemaliye'den (Eğin) getirilen ünlü sarraflar arasında
sarraf Sarı Garabet Ağa yer alıyordu. Garabet Ağa daha sonra ekmek ihti-
yacını karĢılayacaktı. Sarı Sarrafın amcaoğullarından Boğos Kalfayan
Türkçe ve Türk ede-

125
biyatında önemli bir yer edinecekti.
Ancak Kanuni Sultan Süleyman zamanında Ġstanbul'a getirilen bu Er-
meniler çeĢitli alanlarda etkinlik kazanırken özellikle kuyumculuk, altın -
gümüĢ iĢleri ve sarraflık yapmaları ekonomik bakımdan daha bir güçlen-
melerine neden oluĢturdu. Bu güçlenme ister istemez Ermenilerin de siya-
sal etken haline gelmesine yol açıyordu. Üstelik siyasal etkinlik belli bir
aĢamada Musevi - Ermeni rekabetine (çekiĢmesine) dönüĢüyordu. Bu
rekabet ise Osmanlı egemenliği ile de sınırlı kalmıyor, sınırların dıĢına,
Avrupa'ya taĢıyordu.

Nasi - Fransa ÇekiĢmesi

Hiç kuĢkusuz Osmanlı Devleti'nin kuruluĢ evresinden 17'nci yüzyılın


ortalarına kadar siyasal iradenin en gözde (gayrimüslim) cemaati Musevi
cemaatiydi. Bunun en önemli göstergesi ise özellikle Ġstanbul'un fethinden
sonra Osmanlı Ġmparatorluğu'nun Avrupa bağlantılarını (DıĢ ĠĢleri ve
ticaret bakımından) Musevilerin kurmasıydı. 16'ncı yüzyılda bu iliĢkilerde
Nasi ailesi (Mendes) baĢrolü oynuyordu. Nasi'ler Portekizli bir Konverso
(Hıristiyan dinine geçmiĢ fakat Museviliğini koruyan - Batı'da dönme)
ailesiydi. Nasi Ailesi muazzam bir servete sahipti ve Avrupa'nın en önem-
li hükümdarlarıyla özel dostluklar kurmayı baĢarmıĢtı. Siyonizmden 350
yıl önce Filistin'de, özerk bir Musevi Kolonisi kurmayı da tasarlayan aile-
nin en tanınmıĢları Banker Francisco Mendes - Donna Grazia Nasi, Don-
na'nın Ġstanbul'a yerleĢmiĢ bulunan yeğeni Don Yasef Nasi (Hıristiyan adı
Joao Miguez) idi.
Kutsal Roma Ġmparatoru V'nci Charles'ın spor arkadaĢı olan Yasef Na-
si (Joseph) 1554 yılında Portekiz'den Ġstanbul'a gelerek buraya yerleĢiyor
ve sünnet oluyordu. Avrupa siyasetini iyi bilen Yasef Nasi, Osmanlı Dev-
leti'nin maliye ve dıĢiĢlerinde sözü geçen önemli bir danıĢmanı durumuna
geliyordu. Ġleri görüĢlü bu Musevi daha Kanuni za-

126
manında geleceğini parlak bulduğu (Roksellan’ın oğlu) ġehzade Selim
(Sarı) ile Kütahya'da yakın dostluk kuruyor, ondan Franci Bey unvanını
alıyordu.
Yasef Nasi, Nasi ailesine büyük zarar veren Fransa ve Venedik'i affet-
miyor, saray üzerindeki etkinliğini bu ülkelerin aleyhinde kullanıyordu.
Ancak bunun altında yatan asıl neden Katolik Fransa'nın Musevilere karĢı
katı tutumunu sürdürmesine karĢın, siyasal ve ekonomik Liberalizmin
temelinin atıldığı Ġngiltere'nin, Musevilerle ticari iliĢkileri geliĢtirmesiydi.
Nitekim Nasi 150 bin Dukalık borcu bahane ederek Fransa aleyhine siya-
sal faaliyete bulunmasını meĢrulaĢtırıyor, buna karĢılık Ġngiltere ile ticari
ve siyasi iliĢkilerin geliĢtirilmesine de çaba sarfediyordu.
Ancak Nasi'nin bu davranıĢına karĢı Fransa da boĢ durmuyor, Fran-
sa'nın Ġstanbul'daki elçisi, Divan Toplantılarına katılan Nasi'nin konuĢu-
lanları, Fransa'nın düĢmanı Ġspanya'ya ilettiğini yayıyor ve Ģikayet ediyor-
du. Kanuni'nin ölümünden sonra 2'nci Selim (San) tahta oturuyor ve-dostu
Yasef Nasi'yi de Naksos Dükü yapıyordu. Nasi böylece Kartaca Deniz
Ġmparatorluğu'nun mirasçısı Naksos, Andros, Antiparos, Milo ve diğer
Ege Adaları'nın Bey'i oluyordu. Nasi'nin PadiĢah üzerinde o denli bir ağır-
lığı vardı ki, (Fransa'dan ailesinin alacaklarını tahsil etmek amacıyla) pa-
diĢahtan sağladığı bir fermanla Osmanlı limanlarında bulunan Fransız
gemilerine el koyuyordu.
Nasi'nin Ģansı Kıbrıs'ın fethi sırasında dönüyordu. 2'nci Selim, Nasi'ye
Kıbrıs Krallığını vaad ediyor, o da Venedikle ilgili gerekli istihbaratı ya-
parak en uygun zamanda Kıbrıs üzerine donanma göndermesini sağlıyor-
du, nitekim Osmanlılar 1571'de Kıbrıs'a egemen oluyorlardı. Ancak bu
dönemde saray üzerinde etkisi artmaya baĢlayan bir baĢka Musevi ailesi
Eskenazi Lobisi Yasef Nasi'nin Kıbrıs Kralı olmasını engelliyordu. Bu
lobi ise Sadrazam Sokullu Mehmet PaĢa üzerinde etki tesis ediyordu. So-
kullu Mehmet PaĢa, Türk Donanması'nın Laponte'de önemli bir savaĢ
kaybetmesini bahane ederek Venedik ile olan iliĢkilerin yönetimini Na-
si'den alıyor ve bu iĢe Salomon Ben Natan Eskenazi'yi tayin ediyordu. 2'ci
Selim'in ölümünden sonra ise Sokullu - Ben Eskenazi grubu Nasi'leri ta-
mamen devre dıĢına çıkarıyorlardı. ĠĢ bununla da kalmıyor, 3'üncü Murad,
Sokullu'nun telkinleriyle Nasi'nin servetine el koyuyordu.
Osmanlı Devleti'nde bu denli ön plana çıkan Yasef Nasi, Musevi tari-
hinde daha da önemli bir rol oynuyordu. GeliĢtirdiği "Tiberya Pro-

127
jesi" eylemci Siyonizmden asırlarca önce Filistin'de özerk bir Musevi
devleti kurmayı amaçlıyordu.
Nasi çok akıllıca bir politika izliyor, diğer ülkelerle Osmanlı Devleti
arasında, devletten devlete siyasal iliĢkiler tesis edilmesinde aktif rol alır-
ken, Liberal rüzgarların etkisindeki Ġngiltere ile iliĢkileri kendi özel müna-
sebetleriyle sınırlı tutuyordu.
Buna karĢılık Nasi'nin yerini alan Salomon Ben Natan Eskenazi'nin
danıĢmanlığı sırasında, diğer ülkelerle birlikte Ġngiltere ile de devletten
devlete siyasal ve ticari iliĢkiler kurulup geliĢmeye baĢlıyor, fakat bu ko-
nuda asıl rolü Portekizli Alvaro Mendes oynuyordu. Ben Natan Eskenazi,
Alman asıllı bir Musevi'ydi. Krakovda tıp tahsil etmiĢ, Polonya Kralı 2'nci
Sigismund'un dostluğunu kazanmıĢtı. Ġstanbul'da yerleĢtikten sonra Vene-
dik Elçiliği'nin hizmetinde çalıĢıyor, fakat bir müzakere sırasında Osman-
lıların tarafını tutarak Sokullu Mehmet PaĢa'nın gözüne giriyordu. Eske-
nazi önce Venedikle barıĢ görüĢmelerini yürütmeye memur ediliyor, daha
sonra Polonya Krallığı'na Catherine de Medici'nin oğlu Henri'nin seçilme-
si için Osmanlı yönetimini ikna ediyordu. Ancak Eskenazi bu siyasetleri
kotarırken hep o ülkelerdeki Musevi cemaatlerinin güvencesini ve menfa-
atini gözetiyor, bu yönde Osmanlı Devleti'nin siyasal gücünü kullanıyor-
du. Eskenazi, Fransa ile Osmanlı Devleti'nin münasebetlerinin düzeltilme-
sine de-aracılık ediyor, fakat Babıali ile mütareke yapmak isteyen, hatta
kendisine bir de rüĢvet teklif eden Ġspanya'nın önerisini reddediyordu.
Dahası Ġspanyollar aleyhine bir anlaĢma hazırlayarak kabul ettiriyordu.
Asıl adı Salomon Aben YaeĢ olan (Hıristiyan adıyla) Alvaro Mendes,
ticari baĢarılarından ötürü Portekiz Kralı'nın güvenini kazanıyordu. Yasef
Nasi'nin akrabası olsa Portekiz Konversolarından Mendes siyasal bilgisi,
zenginliği ve asaleti sayesinde Avrupa'nın büyük hükümdarlarıyla tanıĢı-
yordu. Nitekim Ġngiltere Kraliçesi 1 'inci Elizabeth ve Fransa Kralı III'ün-
cü Henri ile doğrudan iliĢki kuruyordu. Hatta taht sorunlarında arabulucu
rolleri oynuyordu. Ġstanbul'a gelmeden önce Selanik'te Museviliğe dönen
ve Salomon Aben YaeĢ adını alan Mendes, bundan sonra Ġspanya'ya karĢı
bir Osmanlı - Ġngiliz ittifakı kurmak için çalıĢıyordu. YaeĢ, Kraliçe Eliza-
beth'in özel doktoru Rodrigo Lopez ile akraba olması nedeniyle Ġngiltere
Sarayı'nda ne olup bittiği konusunda sürekli ve sağlıklı istihbarat alıyor,
Kraliçe ile doğrudan mektuplaĢma olanağı buluyordu. YaeĢ'in Kraliçe ile
doğru-

128
dan mektuplaĢması Ġstanbul'daki Ġngiliz Elçisi Edward Barton ile arasının
açılmasına neden oluyordu. Bu arada Lopez'in adı bir suikast teĢebüsüne
karıĢınca YaeĢ'in sarayla münasebeti kesiliyor, buna rağmen Osmanlı -
Macar SavaĢı'nda Ġngiltere'nin tarafsız kalmasını sağlıyordu.
YaeĢ, Ġstanbula yerleĢtikten sonra Midilli Dükü payesini alıyor, bu
arada da Yasef Nasi'nin "Tiberya Projesine" destek verip, oğlu kanalıyla
katkıda bulunuyordu. Osmanlı Sarayı ve siyaseti üzerinde etkili olan Mu-
sevilerden biri de Bayan Ester Kira idi. Kira, PadiĢah 3'üncü Murad'ın
gözdesi Venedik asıllı, Hıristiyanlıktan dönme Safiye Sultan'ın yakın ar-
kadaĢı ve sırdaĢı durumunda bulunuyor, sık sık saraya girip çıkıyordu.
Ester Kira bu kanaldan PadiĢah üzerinde de etkili oluyordu. Nitekim
1580'lerde Venedik lehine ticari ayrıcalık sağlayan bir anlaĢmanın yapıl-
masında Kira önemli rol oynuyordu. Buna karĢılık mükafat olarak Vene-
dik'te kendi menfaatine bir piyango düzenleniyordu. Ünlü iĢ adamı Eliya
Handali'nin eĢi olan Ester Kira bu iliĢkilerine dayanarak ailesine de maddi
çıkar sağlıyordu. Örneğin, oğulları vergiden muaf tutuluyor, büyük oğlu
Ġstanbul gümrüğünün yönetimini elinde bulunduruyordu.
Ancak Ester Kira'nın giriĢimleri bununla da kalmıyor, ordu iĢlerine de
el atıyordu. Örneğin Sipahi beyliklerinin dağıtımında rol oynuyor; Yeni-
çeri Ocağı'nın yapısı üzerinde etkili oluyordu. Paralarını Musevi tefecile-
rin iĢlettiği Yeniçerilerin, aĢırı serveti nedeniyle dikkatini çekmeye baĢla-
yan Kira, ünlü düğün sonucu cambazların Yeniçeri Ocağı'na yazılmaları
konusunda arabuluculuk yapıyordu. Kira servetini arttırıp siyasal etkinlik
kazanırken ülke ekonomik kriz içinde bulunuyordu. Bu kriz sonucu para
değer kaybediyor, Sipahi maaĢlarının satın alma gücü düĢüyordu. Buna
bir de Ester Kira'nın yakınlarına çıkar ve ayrıcalık sağlaması, bu yoldan
servetini attırması eklenince Sipahi ve Yeniçerilerin aradığı sorumlu bulu-
nuyordu. Ayaklanma sonucu, mevkiini borçlu olduğu için Kira'yı saklayan
Kaymakam Halil PaĢa’nın konağı basılıyor, Musevi kadın ve iki oğlu
parçalanarak öldürülüyor, üçüncü oğlu ise Müslüman oluyordu.
Ancak Kanuni devrinde ticaretle tanıĢan Yeniçeri Ocağı, Sami kökenli
tüccar, bezirgan ve tefecilerin bu tür uygulamalarıyla giderek bozuluyor-
du. Tefecilerden gelen faiz gelirinin tadına alıĢan askerler, Musevilerle bu
tür iliĢki geliĢtiriyor, bankerler faiz borucunu ödemeyen tüccarlara karĢı
Yeniçerileri bir tür tahsildar olarak kullanıyorlardı.

129
Ancak ilerde Yeniçeriler Musevi tefeci, tüccar ve bezirganlarla zorla
"dostluk"lar kuracak, onlara az para verip çok gelir sağlayacak, sağlaya-
madıkları zaman da Musevi mahallelerini ateĢe verip yağmalayacaklardı.
Osmanlı padiĢahları ise soysuzlaĢan bu iliĢkilerden rahatsızlık duyuyordu.
Zira devletin temel ayaklarından birini oluĢturan siyasal gücün altındaki
düzenli ordu dokusu bozuluyor, ordunun dokusunun bozulması ise devle-
tin asıl gücünü oluĢturan ticari düzeni sarsıyordu.
Kaldı ki 17'nci yüzyıla girerken Orta ve kuzey Avrupa Rönesans ve
Reformun somut olumlu sonuçlarını görüyor, üretim düzenli bir biçimde
artıyor, dünyevi yaĢam giderek kök salıyordu. Dahası, hammadde kaynak-
larına ulaĢan yeni ticaret güzergahları bulunuyor, kısacası dünya değiĢi-
yor, giderek küçülüyordu. Buna paralel olarak, Yeniçerilerin tüccarlarla
(bezirgan ve tefecilerle) giderek dejenere olan iliĢkiler kurmalarından
rahatsızlık duyan Osmanlı yönetimi, bütün iliĢkilerinde önce kendilerinin,
sonra da ülke içindeki ve dıĢındaki cemaatlerinin çıkarlarını ön planda
tutan Museviler hakkında olumsuz bir tavır takınmaya baĢlıyorlardı. Bu
olumsuz tavır ise altın, gümüĢ ve ticaret iĢinden büyük servetler kazanarak
ekonomik güç haline gelen aydın ve tüccar Ermenilerin iĢine yarıyor, on-
ları giderek Musevilerin alternatifi haline getiriyordu. Nitekim bu alterna-
tifleĢme 18'inci yüzyılda büyük bir rekabete, 19'uncu yüzyılda ise kanlı
hesaplaĢmalara, siyasal ve ekonomik alanda entrika ve kavgalara dönüĢe-
cekti. Ancak Ermeni - Musevi hesaplaĢmasından önce daha, 17'nci yüzyı-
lın baĢında Osmanlı yönetiminde kanlı çatıĢmalar meydana geliyor, irin
toplayan "Yeniçeri çıbanını" ilk farkeden Sultan / Halife 2'nci Osman
(Genç Osman) bu ortamda yaĢamını yitiriyordu.

130
IġIĞIN SÖNDÜĞÜ ANLAR

16'ncı yüzyılın sonuna kadar Osmanlı ekonomik zemininde Musevile-


rin deniz yolu ve batı (Rumeli) karayolu üzerindeki egemenliğine karĢın
Ermenilerin, Önasya'nın doğusundaki iktisadi konumlarını muhafaza et-
mesi, Ġmparatorluğun sosyoekonomik yapısı üzerinde oluĢturduğu denge
ve bu dengenin korunması bakımından büyük önem taĢıyordu. Ancak
Osmanlı siyasal güç ve amaçlarının batıya kayması, buna paralel olarak
Osmanlı siyasal gücünün batıda, kendisinden önce oluĢan iktisadi alt ya-
pıyla özdeĢleĢmesi, Önasya'nın doğusundaki sermaye bakımından da çe-
kici hale geliyordu. Böylece Osmanlı siyasal iradesinin teĢvikiyle bu
önemli ekonomik güç de batıya kayıyordu. Ancak zenaatkar, kuyumcu ve
tüccar kadrolarla birlikte, sermayenin de batıya kayması, Osmanlı Devle-
tinin ekonomik dengesini bozuyor, doğudaki ticaret ve iktisadi yaĢam
zayıflamağa nihayet durmaya baĢlıyordu. Buna bir de Ġran ile yapılan
savaĢlar eklenince, baĢlangıçtaki sermaye ve seçkinler göçü, 17 nci yüzyı-
lın baĢından itibaren yoksul halkın da göç kervanına katılmasına neden
oluyordu.
Doğu'da, ekonomik düzenin bozulmasıyla baĢlayan göçler ise kaçınıl-
maz olarak Ġstanbul'a yöneliyor. Osmanlı Devleti'nin baĢkentini tehdit
ediyordu. Bu göçler, 17 nci yüzyıl boyunca devam edecek, hem Ġstan-
bul'da hem de Önasya'nın derinliklerinde kanlı ve sürekli ayaklanmaların
nedeni olacaktı. Kaldı ki daha 17 nci yüzyılın baĢında Osmanlı Devleti'nin
baĢkentinde meydana gelen olaylar, ekonomik sarsıntıya bir de siyasal
zaafı ekliyordu. Siyasal zaafa yol açan olayla-

131
nn en belirgin örneğini ise Genç Osman Vakası oluĢturuyordu.
Yeniçeri Ocağı'na alınan askerler baĢlangıçta gayrimüslim çocukları
devĢirilerek alınırken, Yeniçerilerin edindiği servet Müslüman unsurların
da iĢtahını kabartıyordu. Nihayet Müslümanların da Yeniçeri Ocağı'na
yazılmalarına izin veriliyordu. Ardından bir de Yeniçerilerin "baĢıbozuk
zenaatlarında" çalıĢmasına izin verilince, bu kurum durmadan gelir-gider
kâr-zarar hesabı yapan bir ticari ocağa dönüĢüyor hem savaĢma arzusunu,
hem de savaĢma gücünü yitiriyordu.
Kaldı ki Yeniçerilerin bu denli para iĢleriyle uğraĢmaları onları, payi-
tahttaki tüccar/tefecilerle iĢbirliğine itiyordu. Bu itilme sonucu Ġstan-
bul'daki gayrimüslim tüccar ve tefeciler, Yeniçeriler üzerinde tesis ettikle-
ri kontrolle Yeniçerileri siyasi irade, yani Sultan / Halife üzerinde bir bas-
kı unsuru haline getiriyorlardı.
Buna paralel olarak tüccar / tefeciler tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı
Devleti'nde de siyasal iradenin, iktisadi bakımdan kendi kontrolleri dıĢın-
da tam profesyonel, kalıcı ve düzenli bir askeri gücün varlığına katlana-
mıyorlardı. Tüccar / tefeci sermaye bu nedenle Yeniçeri Ocağı'nı piyasa
iĢlerine bulaĢtırmakla kalmıyor, doğrudan Müslümanların oluĢturduğu
Sipahi TeĢkilatında tayinlere kadar her tarafa el atıyordu.
Konu bununla da sınırlı kalmıyordu.
Tüccarlar ulemanın siyasi otoriteyi etkileyecek kadar güçlenmesinden
de menfaat umuyordu. Aynı tüccarlar Avrupa'da siyasal ve ticari bağlan
nedeniyle Dinsel Reform ve Rönesansın dünyevi yaĢamı pekiĢtirmesiyle,
bilgiye dayalı teknolojik geliĢmenin olumlu sonuçlarını izlerken, Katolik
Roma Kilisesi'nin Hıristiyanlığa sarıldıkça çöküĢünü hazırlaması gibi,
Sultan / Halifenin temsil ettiği teokratik yapının Ġslam taassubuna dönüĢe-
rek dünyevi yaĢamı sınırlamasını adeta teĢvik ve finanse ediyorlardı. Öte
yandan ulemanın militer gücünü oluĢturan Yeniçeri Ocağı'ndaki dayana-
ğını teĢkil eden Ocak Ağaları hem mektepli sayılan Enderunlu Ağalara
cephe alıyor, hem de Yeniçerilerle tüccar / tefeciler arasındaki mali müna-
sebetleri düzeliyorlardı.
En önemli hususlardan biri de gayrimüslim tüccar / tefeci oluĢumla,
gayrimüslim kökenden gelen Yeniçeri Ocağı'nın önderlerinin, "para" ortak
paydasında birleĢmesi, bu bakımdan aynı lisanı kullanmalarıydı.
ĠĢte bu iliĢkiler sonucu Osmanlı Ġmparatorluğu'nun en genç padiĢahı
olan Genç Osman, Ocak Ağalan tarafından alaĢağı edilip Cellat

132
Kara Ali'ye teslim ediliyordu. Bunun nedeni Genç Osman'ın, Yeniçeri
Ocağı'ndan umudu keserek kaldırmak istemesiydi. Yeniçerileri harekete
geçiren iddia ise Sultan / Halife'nin, Suriye'de yeni bir ordu kurmakta
olduğu, Hacca gitmek bahanesiyle Suriye'ye gidip yeni ordunun baĢına
geçeceği ve bu ordu ile Ġstanbul'a gelip Yeniçerileri yok edeceği idi.
Genç Osman'ın bunlardan baĢka, öldürülmesine yol açan bir baĢka
özelliği daha bulunuyordu. O, kendisinden öncekilerden farklı olarak din-
sel /siyasal tekeli elinde bulundurmakla yetinmiyor, para iĢleriyle de uğra-
Ģıyordu. Nitekim "rüĢvetçi bir padiĢah" olarak da tanınan Genç Osman,
Ġmparatorluğu iktisadi bakımdan güçlendirmeye çalıĢıyordu. Bunun bir
sonucu olarak asiler sadece PadiĢahın değil, hocası Ömer Efendi'nin, eski
Sadaret Kaymakamı Ahmet PaĢa'nın ve BaĢdeftardarı Baki PaĢa'nın da
baĢını istiyorlardı. Genç PadiĢah kendisini yok edecek iki gruba ise daha
baĢtan tavır koyuyor, karĢısına alıyordu. Bu iki grup ise ulema ve Yeniçeri
Ocak Ağalarından oluĢuyordu.
17'inci yüzyıla girerken Osmanlı Devleti iyiden iyiye bir bürokratik
devlet niteliği yansıtıyordu. Özellikle Ġstanbul'un fethinden sonra bürokra-
tik yapı ve organlarını yoğunlaĢtırmaya baĢlayan Ġmparatorlukta bürokra-
tik yapı 16'ncı yüzyıldan itibaren iki yönlü bir tablo oluĢturuyordu.
Bürokratik yapıda görülen ikilem padiĢahın "dinsel / siyasal" liderli-
ğinden, yani "Sultan / Halife" kiĢiliğinden kaynaklanıyordu.
Özellikle Hilafetin alınmasıyla birlikte padiĢah "uhrevi ve dünyevi" li-
der konumuna geliyordu. Bu konumun batıdaki karĢılığı dinsel reform
hareketinden önce Katolik Roma Kilisesi'nde oturan dinsel / siyasal / eko-
nomik bakımdan tüm Avrupa'yı yöneten Papa'nın konumuydu. Ancak
Dinsel Reform hareketinden sonra Papa'nın dinsel /siyasal / ekonomik
tekeli kırılıp, giderek "kuvvetler ayırımı" ilkesi realize olurken, aynı dö-
nemde Osmanlı PadiĢahları dinsel / siyasal tekel oluĢturup pekiĢtirerek,
buna bir de iktisadi tekellerini eklemeye çalıĢıyorlardı.
PadiĢahların uhrevi liderliği de elde etmeleriyle birlikte, o zamana ka-
dar mevcut olan, fakat eylemci bir niteliği bulunmayan ġeyhülislamlık
makamı birden ön plana çıkıyordu. BaĢlangıçta padiĢahın siyasal liderli-
ğinin kontrolü altında bulunan bu makam, teokratik eğitimin pekiĢmesi ve
teokratik düzen gereği, dinsel örgütlenmenin bir sonucu olarak kendi bü-
rokratik enstrümanlarını oluĢturuyor, bu örgütlenme

133
ise zaman içinde padiĢahın siyasal liderliği altında örgütlenen siyasal /
militer bürokrasiye karĢı alternatif oluĢturmaya baĢlıyordu.
Dinsel bürokrasi (ulema) ile siyasal / militer bürokrasi, hem ülke yöne-
timini hantallaĢtırıyor, hem de birbirlerine karĢı üstünlük sağlamak ama-
cıyla -ahlâk kurallarını da yok sayarak- mücadele ediyorlardı. Bu mücade-
le sadece dinsel / siyasal bürokratik örgütlenme bünyesiyle sınırlı kalmı-
yordu. Ülkedeki tüccarlar, levantenler, baĢka ülkelerin temsilcileri ve hep-
sinden öte de padiĢahın -çoğunluğu gaynmüslim-eĢlerinin bulunduğu Ha-
rem Dairesi kimi zaman kanlı bir görünüm kazanan bu mücadele ve reka-
bette yerini alıyordu. Üstelik yıllar ve yüzyıllar geçtikçe bu rekabet bir
kan davasına dönüĢüyor, zamanla gerçek nedenler gözardı ediliyor, unutu-
luyordu.
Dinsel bürokrasi ile siyasal / militer bürokrasi arasındaki uyuĢmazlığın
17'nci yüzyıldan itibaren giderek yükselmesinin temel nedenlerinden biri -
belki de birincisi- ordunun modernizasyonu için, teknolojik geliĢmeye,
teknolojik geliĢme için de özgür zeminde akademik bilgiye gereksinim
duyulmasıydı.
Batıda Rönesans ve Dinsel Reform Hıristiyan taassubunun dünyevi ya-
Ģama koyduğu sınırlan kaldırıp sınırsız bir dünyevi yaĢama doğru yol
alırken, teokratik nitelik kazanan Osmanlı Devleti'nde dinsel bürokrasi
Ġslami nas'larla arzu / istek / ihtiyaçları sınırlamıĢ, tasav-vufi bir yaĢam
biçimini amaçlıyor ve topluma kabul ettiriyordu.
Rönesans ve Dinsel Reformla dünyevi yaĢam üzerindeki sınırların kal-
dırılmasıyla -ki en önemlilerinden biri cinsel özgürlüktü- Orta ve Kuzey
Avrupa'da hem nüfus, hem de tüketim artıyordu. Nitekim Ġngiliz dokuma
tezgahlan Orta Avrupa'daki bu talebi karĢılayabilmek için otomasyona
geçmek zorunluğunu duyacak, sanayi devrimi bu zorlama sonucu günde-
me gelecekti.
Oysa Osmanlı Ġmparatorluğu'ndaki teokratik düzenin dayanağını teĢkil
eden (Ġngiltere'deki Magna Carta'ya karĢın Osmanlı Ġmparatorluğu'nda tek
ve son "Üstün kitap" olarak kabul edilen) Kur'an'a göre -batılı anlamda
sınırsız- tüketim "israf' olarak kabul ediliyordu. (El Araf Suresi - Namaza
dururken temiz giysilerinizi giyin. Yeyin, için, israf etmeyin. Çünkü Allah
israf edenleri sevmez).
Ġngiltere'de baĢlayan seri üretim teknolojik geliĢmeyi, teknolojik ge-
liĢme ise bilgiyi zorluyordu. Nitekim bu zorlama sonucu keĢif ve icatlar
dönemi baĢlıyordu. Bu dönem ise buhar makinasının bulunması ve sana-
yie uygulanmasıyla taçlanıyordu.

134
Buna karĢılık arzu / istek / ihtiyaçları dinsel naslarla sınırlanan Osman-
lı dünyevi yaĢamında -iklimin elveriĢli olması sonucu insanların az da olsa
karınlarının doymasıyla- ne sınırsız bir tüketime izin veriliyor, ne de tek-
nolojik geliĢmenin lokomotifi olarak akademik bilgi zorlanıyordu.
Gerçi tüketimin sınırlandığı, ilkel toplumlarda rastlanan üretim-sizlik
Osmanlı Müslüman tebasmı rahatsız etmiyordu. Gayrimüslim teba ise,
Müslümanların kullanmadıktan dünyevi özgürlükleri kullanarak büyük
servetler yapıyorlardı ve memnundular. Ama memnun olmayan bir grup
vardı. Bu grup ise artık savaĢ meydanlarında, teknolojik bakıdan düĢmana
üstünlük sağlayamayan ve acı yenilgileri tatmaya baĢlayan mektepli (En-
derunlu) aydın subaylar ve onların devlet içindeki uzantısı bürokratik /
militer dokuydu.
ĠĢte bu geliĢmenin tipik bir sonucu olarak kanlı, iğrenç ve yüzkı-zartıcı
"Genç Osman Vakası" meydana geliyordu.
Bir tarafta, Sultan / Halifenin iktisadi tekele el uzatması nedeniyle ve
Müslüma tebanın kullanmadığı özgürlükleri kullanarak semiren tüccar /
bezirgan sermayenin ve yine onların desteğindeki Harem Dairesinin-
Mahpeyker Kösem Sultan baĢroldeydi- oluĢturduğu cephede ulema ve
ulemanın kontrolündeki (alaylı) Ocak Ağalan yerakyordu. Diğer tarafta
ise militer / bürokrasi tarafından bilgilendirilen, salt siyasal ve dinsel li-
derliğin ekonomik güç olmaksızın fazla bir Ģey ifade etmeyeceğini gören
PadiĢah 2'nci Osman yer alıyordu.
Ancak karar günü (1 Mayıs 1622) tüccar / bezirgan sermaye tarafından
soysuzlaĢtınlan Yeniçerilerle - Sipahiler ayaklanınca genç padiĢah tek
baĢına kalıyor ve Yedikule zindanlarında ölüme, yine tek baĢına gidiyor-
du. Böylece Osmanlı Hanedanının el yordamıyla bulduğu ıĢık, hemen
sönüyor. Osmanlı Ġmparatorluğu'nun Müslüman halkı 100 yıllık karanlığa,
oynanan bu oyuna seyirci kalarak talip oluyordu.
Yüzyıla yakın bir süre sonra 18'inci yüzyılın baĢında, ıĢık bir kez daha
göz kırpacaktı.

135
PATRONA ĠSYANINA GĠDEN YOL

(Azak - Tuna - Viyana Ticaret güzergahında baĢı kesilen iki sadrazam:


Kara Mustafa ve NevĢehirli Ġbrahim)
Lale Devri'ni sona ediren 1730 Patrona Halil ayaklanmasının kökenleri
hiç kuĢkusuz Ġkinci Viyana KuĢatmasının (1683) bozgunla sonuçlanması-
na dayanıyordu. Zira 3'üncü Ahmet ve NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın
dünyevi yaĢamı ön plana almalarının altında Viyana bozgunu yatıyordu.
Keza, Sadrazam kellesi alan Patrona Halil'i ayaklanmanın liderliğine ha-
zırlayan da, Viyana bozgununun Sadrazamı (kellesi vurulan) Kara Musta-
fa PaĢa'nın torunu, Kaymak Mustafa PaĢa'dan baĢkası değildi.
17'inci yüzyılın sonunda, Osmanlı egemenliğindeki mevcut ticari gü-
zergahlara bir yenisi ekleniyordu. Bu güzergah ise Trabzon ve Azak li-
manlarıyla bağlantılı Karadeniz - Tuna deniz ve nehir yollarından geçen,
Viyana bağlantılı Orta ye Kuzey Avrupa ticaret yoluydu. Bu ticaret yolu
üzerinde ise Kuzeydoğu Anadolu ve Kafkasya bölgesindeki Ermeni -
Acem tacirlerle, Kartaca'nın mirasçısı olan Azak bölgesindeki Sami tüc-
carlar (Bunlar arasında ise MusevileĢmiĢ olan Tatarlar -Karaimler- asıl
ağırlığı teĢkil ediyorlardı. Karaimler, bulundukları bölgede Uluslararası
Ticaret OligarĢisinin tamamlayıcı unsurunu oluĢturuyordu.) egemen bulu-
nuyordu. Bir bakıma Azak ve Viyana'da konumlanan Musevi / Bezirgan
tüccarlar birbirini tamamlıyordu. Azak

136
Musevi tüccarları hem Viyana Musevi lobisi ile hem de Moskova üze-
rinden doğrudan Ġngiltere ile münasebet halindeydi.
Güzergah üzerinde oldukça geniĢ bir bölgede yine Osmanlı Devleti
egemen bulunuyordu. Bu bölge, ise Viyana ile Budin (BudapeĢte) arasın-
daki bir noktadan baĢlayıp Tuna'nın kuzey ve güneyini kapsayan geniĢ bir
alanı (Macaristan'ın büyük kısmı, Eflak, Boğdan, Erdel) içine alıyordu.
Bölgede ayrıca diğer su yolları Tüsa, Drava, Sava nehirleri'nin ana kolları
bulunuyordu.
Avusturya ile Osmanlı Devleti'nin arası açılmıĢ durumdaydı. ĠĢin ilginç
yanı, Viyana Tüccarlar OligarĢisinin, Avusturya Macaristan Kralının kar-
Ģısına çıkmamasıydı. Gerçi Tüccarlar OligarĢisi merkezi, bürokratik, mili-
ter otoriteden ve dinsel taassuptan nefret ediyordu. Ama Viyana için du-
rum farklıydı. Ortaçağın en karanlık zamanlarında bile Hıristiyan olmayan
tüccarlar Viyana'da varlıklarını korumuĢlardı. Bu nedenle Katolik yapı
içinde güvence kazanmıĢ ve 17'inci yüzyılda bu güvenceyi pekiĢtirmiĢler-
di. Dahası, Hilafetin alınmasından sonra Osmanlı Devleti'nin teokratik bir
kimlik kazanmasından çok rahatsızlık duyuyorlardı. Osmanlı (Musevi)
Tüccarlar OligarĢisiyle dinsel / siyasal iktidar arasındaki uyum artık yerini
çift yönlü bir güvensizliğe bırakmıĢ bulunuyordu. Bir yandan (Kanuni'den
beri) Ġstanbul'a gelen Ermeniler ekonomik bakımdan kuvvetlenip kendile-
rine alternatif teĢkil ediyor, diğer yandan elde ettikleri ekonomik güçle
siyasal iktidar üzerinde etkinlik kazanıyorlardı. Böylece Musevi - Ermeni
rekabeti, Ermeniler lehine bir seyir izliyordu.
Dahası, Musevilerin ekonomik gücünden ve zenginliğinden rahatsızlık
duyan Sultanlar (örneğin 3'üncü Murad Musevilerin katli için karar çı-
karmak arifesine kadar gelmiĢ, zor caydırılmıĢtı) bu rahatsızlıklarını kanlı
eylemlere dönüĢtürme tehdidinde bulunarak hissettiriyorlardı. Üstelik
17'ici yüzyılda bir de Sabatay Sevi meselesi patlak veriyor ve Ġzmir - Se-
lanik Musevi Cemaatlerini tedirgin ediyordu.
Hepsinden önemlisi ise hem Viyana, hem de diğer (Azak, Kudüs, Ġz-
mir ve Selanik) Musevi Cemaatleri'nin, Selanik ve Viyana Kentlerinin
aynı teokratik egemenlik altına girmesini istememeleriydi. Sela-nik'in
Osmanlı / Müslüman, Viyana'nın ise Avusturya / Hıristiyan egemenliğin-
de kalması Tüccarlar OligarĢisinin denge siyasetleri bakımından iĢlerine
daha çok yarıyordu. Böylece hem Orta ve Kuzey Avrupa'ya eksport yapı-
lan ürünler üzerinde spekülatif fiyat oyunları oynama olanağı buluyor,
hem de siyasal bakımdan çok alternatif kullana-

137
biliyorlardı. ĠĢin püf noktası ise Viyana Tüccarlar OligaĢisinin çıkarlarını
Avusturya Kralı ile, Selanik Tüccarlar OligarĢisinin Osmanlı Sultan / Ha-
lifesi ile, Ġngiliz Tüccarlar OligarĢisinin ise Ġngiliz Kralıyla özdeĢleĢtirmiĢ
olmaları, bir bakıma onlardan daha fazla o ülkeye bağlı görünmeleriydi.
Sonuç olarak Tüccarlar OligarĢisi Viyana'nın Avusturya'da, Selanik'in ise
Osmanlılarda kalmasını istiyordu.
Kaldı ki, 17'nci yüzyılın ortalarında Roma Kilisesi'nin etkisi altında
bulunan Fransa ile Avusturya'nın da arası açık durumdaydı. Yakın bir
geçmiĢte Avusturya karĢısında yenilgiye uğrayan Fransa, Avusturya'yı
doğudan vurmak için Osmanlı Devletini kıĢkırtıyordu. Osmanlılara kolay-
lık gösterecekmiĢ gibi bir izlenim veriyor, hatta Osmanlıları Avusturya'ya
saldırmaya teĢvik ediyordu. Oysa Osmanlı -Fransız münasebetleri artık
Kanuni Sultan Süleyman zamanındaki kadar iyi değildi. Her kral değiĢi-
minde Osmanlı - Fransız münasebeleri biraz daha bozulmuĢ, özellikle
Avusturya'nın yardımıyla Lehistan Kralı IH'üncü Henri'nin Fransa Kralı
olması, iki ülke arasında soğuk rüzgârların esmesine yol açmıĢtı. Bunun
ardından bir de 1616'da Ġstanbul'daki Fransız asıllı Cizvit Papazlarının iĢi
azıtması ve Rum Patrik Vekilinin Osmanlı aleyhine tavır takınması nede-
niyle asılması, Fransa ile Osmanlılar arasındaki güvensizliği pekiĢtirmiĢti.
Rum Patrik Vekilinin asılması ülkedeki gayrimüslim, özellikle de Mu-
sevi Cemaati ürkmüĢtü.
Buna rağmen Fransa, Osmanlıları Avusturya'ya karĢı kıĢkırtırken bir
taĢla iki kuĢ vurmayı amaçlıyordu. Kaldı ki Osmanlı Ġmparatorluğu Kuzey
Afrika ve Fas üzerinden, Fransa'nın ezeli düĢmanı olan Ġspanya ile iyi
iliĢkiler kuruyor, Fransa'yı bu koldan da baskı altına alıyordu.
Ġkinci Viyana kuĢatması sırasında, Rusya ve Lehistan ile Osmanlı Ġm-
paratorluğu arasındaki münasebeler de ön plana çıkıyordu.
17'nci yüzyıla kadar Ġngiltere, Rusya ve Osmanlı Ġmparatorluğu ara-
sında siyasi bir sorun çıkmadığı gibi, ticari münasebetler de geliĢiyordu.
Buna karĢılık Kırım Tatarları nedeniyle Lehistan ile Osmanlı Devleti ara-
sında zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Lehistan'ın Katolik, Rusya'nın ise
Ortodoks olması bu iki ülke arasında çeĢitli sorunlar yaratırken, Lehistan
ile Avusturya'nın iliĢkileri, Viyana kuĢatmasından önce hayli düzelmiĢ,
buna karĢılık Osmanlı Devleti'yle bozulmuĢ bulunuyordu.
17'nci yüzyılın ikinci yarısında Rusya ile Osmanlı Devleti arasında da
münasebetler olumsuz bir görünüm yansıtıyordu. Bunun nedeni

138
ise Ruslar’ın Karadeniz ticaret yolları üzerinde zorba yöntemler uygula-
maya baĢlaması, Kırım'a saldırmaları, Azak Limanı'nı tehdit etmeleriydi.
Buna karĢılık gücünü Azak Tüccarlar OligarĢisinden alan Kırım Tatarları
Ġstanbul'a tam bir sadakatle bağlanmıyor, çoğunlukla ikili bir siyaset gü-
düyorlardı.
Örneğin Kırım Hanı Ġslam Giray, 1648'de SarıkamıĢ Tatarlarıyla bir-
likte Lehistan'a akın yapıyor, sivil halktan 40 bin tutsak alıyordu. Bunun
üzerine Lehistan Kralı Osmanlı PadiĢahı'ndan yardım istiyordu. Ancak
Osmanlı Sadrazamının emrine rağmen Ġslam Giray tutsakları vermiyor,
padiĢahın talebini kulak ardı ediyordu.
Bazan da payitahtın akın yapılmasını istemesine karĢın Kırım Hanları
emri yerine getirmiyorlardı.
Daha açıkçası Kırım Hanları, siyasal bakımdan Ġstanbul'a, ekonomik
bakımdan ise Azak tüccarlarına bağlıydılar. Azak tüccarları ise Londra ve
Viyana ile iyi iliĢkiler kurmuĢ bulunuyorlardı. Hatta Selanik, Azak ve
Kudüs tüccarları aynı lisanı konuĢuyor, bulundukları konumda siyasal
iktidarı finanse ettikleri için, siyasetin belirlenmesinde de etkili oluyorlar-
dı.
Nitekim bu iliĢkiler sonucu, Viyana'yı kuĢatan Osmanlı Ordusu amacı-
na ulaĢamıyor, bozguna uğrayarak geri çekiliyor. Tuna üzerindeki ege-
menliğinin büyük bir bölümünü kaybederek Macaristan'ı Avusturya'ya
bırakıp, Belgrad önlerine geri dönmek zorunda kalıyordu.
Ġkinci Viyana kuĢatmasını hazırlayan görünürdeki neden, 30 yıllık ba-
rıĢı öngören Vasvar AnlaĢması'nın, 1682 yılında sona ermesiyle, Osmanlı
ve Avusturya Devletleri'nin Macaristan, dolayısıyla da birbileri üzerinde
üstünlük sağlamak istemeleriydi.
Avusturya ile Osmanlı Devletleri arasında bir sorun yaratan Macaristan
meselesinin kökleri hayli eskiye dayanıyordu. Avusturya Ġmparatoru Pro-
testanları Katolik yapmak üzere 1656'da bir dini kurul kuruyor ve karar
aldırıyordu. Macar halkı bu karar üzerine ayaklanıyor ve Avusturya'ya
karĢı kendilerini koruması için Osmanlı Devleti'nden yardım istiyordu.
Osmanlılar o sırada Girit sorunuyla uğraĢtıkları için bu çağrıya olumlu
yanıt veremiyorlardı. Aslında Girit meselesi bir bahane teĢkil ediyordu.
Gerçek neden ise Sadrazam Fazıl Ahmet PaĢa'nın (Köprülülü) ticaret ko-
lonisinin telkinleriyle konuya uzak durmasıydı. Ancak 1676'da Fazıl Ah-
met PaĢa vefat edip de yerine eniĢtesi Merzifonlu Kara Mustafa PaĢa Sad-
razam olunca, isteklerini yineleyen Macarlara olumlu yanıt veriliyordu.
Kara Mustafa PaĢa'nın bu ka-

139
rarında ise Köprülü ailesine karĢı duyduğu kompleks rol oynuyor, tüccar-
ların telkinlerine bu nedenle kulaklarını tıkıyordu. Nitekim 1678'de baĢ-
kaldıran Macarların Ġstanbul'a gönderdikleri elçi törenle karĢılanıyor, li-
derleri Tökeli Emre'ye Krallık Unvanı veriliyordu.
Avusturya buna rağmen Osmanlı Devleti ile münasebelerini sürdürü-
yor. Vasvar AnlaĢması'nın yenilenmesini istiyordu. Osmanlı Devleti ise
uyuĢmazlığı tırmandırıyordu. Ancak, yapılan savaĢ hazırlıklarının masra-
fının tazmin edilmesi ve Yanıkkale'nin Osmanlılara verilmesi koĢuluyla
Vasvar AnlaĢması'nın yenilenebileceğini bildiriyordu.
Aslında Osmanlı yönetimi bu siyasal tavırla tam bir kumar oynuyor,
adeta "ya hep, ha hiç" diyordu. Kısacası Osmanlı Devleti Viyana'yı ele
geçirirse Karadeniz, Ege ve Akdeniz güzergahlarına, Tuna ticaret yoluna
ve Orta - Kuzey Avrupa bağlantısına tam egemen olacaktı. Viyana'yı ele
geçirmemesi halinde ise bilinen olaylar yaĢanacaktı.
Eğer Hilafet Ġstanbul'a getirilmemiĢ, devlet teokratik kimlik almak ye-
rine dindıĢı bırakılmıĢ, Yeniçeri (süreki ve kalıcı) sayısı 60 binlere çıka-
rılmak yerine 10 binlerde sınırlı tutulmuĢ, yönetim merkezi-leĢtirilmemiĢ,
aksine ademi merkeziyet ilkeleri çerçevesinde bir yönetim tarzı benim-
senmiĢ, üstelik de "Tüccarlar OligarĢisinin" belirlediği siyaset hiç sapma
göstermeksizin uygulanmıĢ olsaydı, belki Viyana kuĢatmasından da olum-
lu sonuç elde edilebilirdi. Ancak mevcut durumda Viyana'nın Osmanlı
egemenliğine girmesi, tüm dengeleri altüst edeceğinden, önce "Tüccarlar
OligarĢisi" Osmanlı Devleti'nin planlarını bozuyordu. Bunu ise Kırım
Hanlığı eliyle yapıyordu.
Kırım Hanı, Murat Giray 25 Haziran Cuma günü törenle orduya katılı-
yor, yapılan toplantıda Kara Mustafa PaĢa ilk kez amacın Viyana'yı almak
olduğunu açıklıyordu. Kumandanların fikrini sorduğunda ise Murat Giray
Han hemen Viyana üzerine yürünmesine muhalefet ediyor, Yanıkkale ve
Konaron Kaleleri'nin alınmasından sonra ordunun istirahate çekilmesini,
Viyana harekatının ise bahara ertelenmesini öneriyordu.
Sadrazam Kara Mustafa PaĢa ise bu öneriye kızıyor. "Sen bu kurulun
fikrini ve kararını karıĢtırıyorsun, benim isteklerime karĢı geliyorsun"
diyerek Han'a "kötü" bakıyordu. Murat Giray Han o anda Sadrazamın
gözünden düĢüyor ve bir daha Divan toplantılarına çağırılmıyordu.
Ġddiaya göre bu duruma alınan Kırım Han'ı kuĢatmanın en canalıcı
anında verilen görevi yapmıyor, yardıma gelen Hıristiyan orduları-

140
nı, birlikleriyle beraber seyretmekle yetiniyordu. Böylece hem Viyana'nın
alınmasını engelliyor, hem de Osmanlı Ordusu'nun büyük bir yenilgiye
uğramasına neden oluyordu.
Stratejik Horalen Köprüsü'nü tutması ve gelen düĢman yardımlarının
Tuna'yı geçmesine engel olması kararlaĢtırılan Murat Giray Han, bu göre-
vi yapmadığı gibi kuvvetlerini de toplayıp Viyana önündeki orduya katılı-
yordu.
Aslında Murat Giray Han'ı bu davranıĢa sevkeden görünürdeki neden,
Sadrazam ile arasındaki kırgınlıktı. Fakat bu kırgınlığın temel nedeni,
Giray Han'ın Azaklı tüccarların telkiniyle, Viyana'nın alınmak istenmesi-
ne karĢı çıkmasıydı. Kaldı ki hem en önemli noktada, en önemli anda
stratejik önemi en yüksek görevi üstleniyor, hem de bu görevi yapmaya-
rak, baĢlangıçta belirtilmiĢ olduğu "Viyana'nın o kıĢ alınmaması" görüĢü-
nü gerçekleĢtiriyordu. Nitekim bunun sonucunda, tarihsel bir kumar oyna-
yan Osmanlı Ordusu ve Devleti, serveti baĢta olmak üzere her Ģeyini yiti-
riyor, o andan itibaren bilinen sonuna doğru ilerlemeye baĢlıyordu. Böyle-
ce Azak ticaret kolonisi ile Viyana ticaret kolonisi bakımından bir Ģey
değiĢmiyor, mevcut düzen, Osmanlı'nın Tuna Nehri üzerindeki denetimi
biraz daha zayıflamıĢ olarak devam ediyordu.
Buna karĢılık Osmanlı Devleti'nin önce Veziri (ki Kara Mustafa baĢı
kesilerek idam ediliyordu) sonra da tüm talihi değiĢiyordu.
Viyana kuĢatmasının baĢarısızlıkla sonuçlanmasının nedeni elbette ki
sadece Murat Giray Han'ın görevini yapmaması değildi. Bunun yanısıra
Osmanlı Devleti'nin, Ortodoks hudutlar dıĢına çıkması nedeniyle Batı,
Orta ve Kuzey Avrupa'da Osmanlı Ordusu'na karĢı bir "Kutsal Ġttifak"
oluĢması, Rönesans ve Reformdan itibaren baĢlayan geliĢmenin orduya da
yansıması, Hıristiyan ordularında çağdaĢ yöntemler kullanılması, Fransız-
ların Osmanlıları Avusturya üzerine yürümeye teĢvik etmelerine karĢın
savaĢ baĢlayınca tarafsız kalmaları, Lehlerin önce Osmanlı'dan yana görü-
nüp sonra Avusturya safına geçmeleri gibi, olumsuz geliĢmeler de bu ye-
nilgide rol oynuyordu. Diğer taraftan Kara Mustafa PaĢa'nın diplomatik
bakımdan yaptığı hatalar ve harekatta ağır kalınması, affedilebilecek gibi
değildi. Nihayet, Hıristiyan ordularında kullanılan silahlarda da bazı yeni-
likler yapılmıĢtı. Örneğin, küçük çaplı tüfekler geliĢtirilmiĢ ve askerlere
atıĢ sırasında hareket serbestisi sağlanmıĢtı.
Tüm bu faktörlere ek olarak Osmanlı Ordusu'nda, Kırım Ha-

141
nı'nın en kritik anda, geliĢmelere seyirci kalarak savaĢ alanının dıĢına
çıkması, Hıristiyan kuvvetlerinin savaĢı kazanmasına büyük katkı sağlı-
yordu.
ĠĢte bu yenilgi Osmanlı tarihinde Lale Devri'ni baĢlatıyor. Sadrazam
Kara Mustafa PaĢa'nın katli de Patrona Halil isyanına yol açan siyasal bir
kan davasına dönüĢüyordu.

Osmanlıda Dünyevi YaĢama DönüĢ: Lale Devri

Ġkinci Viyana kuĢatmasının baĢarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kara


Mustafa PaĢa son derece güç bir durumda kalıyor ve Belgrad'a çekiliyor-
du. Ancak, daha Viyana kuĢatmasının baĢladığı andan itibaren Osmanlı
Hanedanı'nın sarayında iĢlemeye baĢlayan aleyhteki propaganda yenilgiy-
le birlikte yoğunlaĢıyordu. Bu durumu fark edemeyen Sadrazam, Sultan
4'üncü Mehmet'e kıĢı Belgrad'da geçireceğini, yazın Viyana'yı tekrar ku-
Ģatacağını ve bu seferin masrafını da kendi servetiyle karĢılayacağını bil-
diriyordu. Sadrazamın bu planı, baĢta Ġstanbul olmak üzere Ġzmir ve Sela-
nik tüccarlarını çileden çıkarıyordu.
Zira Kara Mustafa PaĢa'nın planı Selanik - Viyana ticaretinin tamamen
durmasıyla sonuçlanacak bir nitelik taĢıyordu. Bu tepki PadiĢaha Kara
Mustafa PaĢa'nın Belgrad'da Ġstanbul üzerine yürümek amacıyla ordu
hazırladığı Ģeklinde yansıyordu. Bunun üzerine 4'üncü Mehmet (Avcı
Mehmet) Sadrazamı Kara Mustafa PaĢa'nın idam edilmesi için ferman
çıkarıyordu. Fermanın gereği ise 25 Kasım 1683 günü Belgrad'da yapılı-
yor, Kara Mustafa PaĢa mührü Kızlar Ağası'na teslim ederken diğeri ke-
mendi arkadan boynuna dolayarak öldürüyordu.
Kara Mustafa PaĢa'nın öldürülmesinden sonra Osmanlı Ġmpara-
torluğu'nun batı siyasetinde son derece kanlı bir dönem baĢlıyor, sa-

142
vaĢlar birbirini izliyordu. Son olarak 1714 - 1718 Osmanlı - Venedik ve
1716 -1718 Osmanlı - Avusturya savaĢları yapılıyordu. Bu savaĢlar aslın-
da Kutsal Ġttifakla (Roma, Katolik Kilisesi, Avusturya, Rusya, Lehistan ve
Venedik) yapılan savaĢların ve bu savaĢlar sonucu imzalanan Karlofça
AnlaĢması'nın bir devamıydı. Karlofça AnlaĢmasıyla birlikte Osmanlı
Devleti Avusturya'daki bazı eyaletlerini bırakmak zorunda kalıyor, fakat
haklarından vazgeçmiyordu. Bu nedenle savaĢlar devam ediyordu.
Nitekim Orta Avrupa ordularının stratejik bilgi ve teknik üstünlüğünün
karĢısında gerilemek zorunda kalan Osmanlı Ordusu Rusya ile yapılan
savaĢta, Büyük Petro'nun ordusunu 1711'de Prut bataklığında sıkıĢtırınca
büyük moral kazanıyordu. Buradan elde edilen moralle Osmanlı Ordusu
Karlofça AnlaĢması'yla kaybettiği toprakları yeniden kazanmak için hare-
kete geçiyordu. Öncelikle 1699'da Venedik'e bırakılan Mora ve Dalmaçya
kıyılarını geri almak üzere 1714'de askeri harekât baĢlatılıyordu. 1715'de
Korint ile Mora'dan Venedik kuvvetleri kovuluyordu. Bu olay Orta Avru-
pa'da Kutsal Ġttifak'ın yenilenmesi isteklerini canlandırıyor, Avusturyalı
Prens Eugen Osmanlı Ordusu'nu önce Petrovaradinde (Sadrazam Ali PaĢa
bu savaĢta ölüyordu) sonra da 1717'de Belgrad önlerinde (Kumanda yeni
Sadrazam ReĢit PaĢa'daydı) bozguna uğratıyordu.
Bu iki büyük yenilgi üzerine Osmanlı Sarayı, Ġngiltere ve Hollanda'yı
araya sokarak bir barıĢ anlaĢması yapmak olanaklarını araĢtırmaya baĢlı-
yordu. Zira artık batı ordularının teknik ve teorik bilgisinin üstünlüğü
kabul ediliyordu. Bu durum ise Sadrazamlık önerilerini ısrarla reddeden
NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'yi haklı çıkarıyordu.
Osmanlı Ġmparatorluğu'nun en önemli devrinde -ki bu yıllar Ġngilte-
re'de 1750'lerde baĢlayacak Sanayi Devrirni'nin hazırlık yıllarıydı- Sadra-
zamlık yapan NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa 1703'de Budin Voyvodası
Ali Ağa'nın oğlu olarak MuĢkara'da (Ürgüp yakınlarında -NevĢehir civarı)
dünyaya gelmiĢti. 20 yaĢında Ġstanbul'a gelerek saray helvacıları arasına
giriyor, teberdarlık, evkaf kitabeti ile yazıcı halifeliği yapıyor, bu arada da
ġehzade (3'üncü) Ahmet ile münasebet kurarak sevgisini kazanıyordu.
3'üncü Ahmet bir ihtilalle tahta oturunca Ġbrahim PaĢa'yı Darüssaade Ağa-
lığının kitabet hizmetine tayin ediyordu, bu görevde pek çok önemli soru-
nu çözümleyen Ġbrahim PaĢa, Sadrazam Damat Ali PaĢa'nın kıskanması
nedeniyle taĢraya gönderiliyor, daha sonra Ali PaĢa ile Avusturya seferine
gidiyordu. Petrovaradin'de

143
uğranılan büyük yenilgi haberini Edirne'de bulunan PadiĢaha bildiren
Ġbrahim PaĢa tekrar PadiĢahın makbul adamı oluyor, önce ruznamecilik,
sonra da mir'ahur-u evvel ve rikab-ı hümayun kaymakamlığı hizmetinde
bulunuyordu.
Bunlar olurken, Sultan 3'üncü Ahmet kızı Fatma Sultan'ı 9 yaĢınday-
ken Sadrazamı Ali PaĢa ile evlendiriyor, fakat Ali PaĢa Petrovaradin Sa-
vaĢı'nda ölüyordu. 3'üncü Ahmet dul kalan Fatma Sultanı daha sonra Nev-
Ģehirli Ġbrahim PaĢa ile evlendiriyor ve onu damat yapıyordu. Damat Ġbra-
him PaĢa 1716'da reddettiği Sadrazamlığı - ki bu tarihten itibaren Sadra-
zamlık yetkileriyle donanmıĢ bulunuyordu-1717'de Pasarofça AnlaĢma-
sı'na karar verildikten sonra kabul ediyordu. Damat NevĢehirli Ġbrahim
PaĢa'nın sadece barıĢı sağlamak amacıyla- PaĢa Osmanlı Devleti'nin ancak
uzun bir barıĢ sürecinde güçleneceğine inanıyordu- yapmak istediği Pasa-
rofça AnlaĢması, aslında hiç de Osmanlı Devleti lehine hükümler içermi-
yordu.
Pasarofça AnlaĢması'na göre Osmanlılar Mora Yanmadası'nı geri alı-
yordu. Ama Tuna Nehri kenarındaki stratejik önemi büyük alanları Avus-
turya'ya bırakıyordu. Bırakılan topraklar ticari bakımdan büyük önem
taĢıyordu. Fakat anlaĢmanın ticaretle ilgili hükümleri daha da önemliydi.
Bu hükümlere göre Venedik Osmanlı Devleti'nden yeni ticari ayrıcalıklar
elde ediyor, özellikle Avusturya Konsoloslarının hakları geniĢletiliyordu.
Yine anlaĢmanın bir hükmüne göre Avusturyalı tacirler Osmanlı top-
raklarında oturup ticaret yapma hakkını kazanıyordu. ĠĢte anlaĢmanın bu
hükmünden karĢılıklılık ilkesinden yararlanma olanağı bulan bazı Osman-
lı / Musevi tacirleri, Viyana'ya göç etmeye ve buradaki Orta Avrupa kö-
kenli Eskenazi Musevi cemaati içinde, Ġber kökenli Sefardim bir lobi oluĢ-
turmaya baĢlıyorlardı. Bu değiĢim Avrupa ve Yakındoğu tarihinde çok
önemli sonuçlar doğuracak ve Osmanlı / Türkiye Cumhuriyeti tarihini
Orta Avrupa tarihinin bir parçası haline dönüĢtürecek nitelik taĢıyordu.
NevĢehirli Damat Ġbrahim'in Sadrazam olmak için Ģart koĢtuğu Pasa-
rofça AnlaĢması 24 yıllık bir barıĢ sürecini öngörüyor ve yeni Sadrazam
iĢe, önemli bir avantaj sağlayarak, yani "vakit kazanarak" baĢlıyordu.
Kutsal Ġttifak'ın bir kanadı savaĢ yanlısıydı. Zira Roma Kilisesi, Vene-
dik ve Avusturya, kendi ordularınin Osmanlı Ordusu'na teknik ve teorik
üstünlük sağladığını farkediyor, bu fırsatı değerlendirmek isti-

144
yordu. Buna karĢılık Katolik olmayan Ġngiltere ve Hollanda, Katoliklerin
bu tavrını frenleyerek Osmanlı Devleti'nin zaman kazanmasını istiyordu.
Ancak, arzularına savaĢarak ulaĢamayacaklarını anlayan Katolikler - ki
Fransa da bu gruba dahil olacaktı- açıktan yapamadıkları yıkımı iç karıĢık-
lık çıkararak gerçekleĢtirmeye çalıĢacaklardı. Gerçi baĢlangıçta Osmanlı
Tüccarlar OligarĢisi geliĢmeleri sadece izlemekle yetinecekti. Ama karar
aĢamasında onlar da aleyhte tavır takınacaklardı.
Pasarofça anlaĢmasından sonra Sadrazamlık görevini üstlenen NevĢe-
hirli Damat Ġbrahim PaĢa derhal kolları sıvıyor ve Lale Devri (1718 -
1730) diye anılan dönemi baĢlatıyordu. (Bazı tarihçilere göre bu bir "ön-
tanzimat'tı).
Sadrazam NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa her Ģeyden önce, teknik ve
teorik bakımdan Osmanlı Ordusu'nu batı ordularıyla eĢit duruma getirene
kadar kesinlikle savaĢ yapılmamasından yanaydı. Zira o, savaĢın askeri
bakımdan daha avantajlı durumda bulunan Kutsal Ġttifak Ülkelerinin Os-
manlı Devleti aleyhine toprak kazanmalarına yaradığını farkediyordu. Bu
nedenle Damat Ġbrahim PaĢa faaliyetlerinin ağırlığını her bakımdan, Rö-
nesans ve Dinsel Reformun Avrupada meydana getirmiĢ olduğu geliĢmeyi
yakalamaya veriyordu.
Damat Ġbrahim PaĢa batıdaki geliĢmelerin Dinsel Reform sonucu
(dünyevi yaĢamdaki uhrevi yasakların ve tabuların kırılması sonucu)
meydana geldiğini fark ediyor ve hızla Osmanlı sosyal yaĢamında dünyevi
unsurları ön plana çıkarıyordu. Dine veya Ġslami ilkelere karĢı açıktan
veya dolaylı bir tavır almaksızın sadece "herkesin istediği gibi" yaĢaması-
na olanak sağlamaya çalıĢan Sadrazam, dünyevi yaĢamın tüketimi kamçı-
layacağını, tüketimin ise üretimi zorlayacağını biliyordu. Nitekim Sada-
bad'da yapılan 300 köĢk, inĢaat sektörünü canlandırıyor, bu köĢklerin
tezyinatı için Haliç kenarında bir çini fabrikası, mobilya ve perdeler için
de bir Hatayi fabrikası kuruluyordu. Yine köĢklerin bahçelerinin düzen-
lenmesi ekonomik bir hareket getiriyordu.
Bu dönemdeki en önemli eserlerden biri de Çırağan Sarayı oluyordu.
Çırağan Sarayı Batıda örneklerine çok rastlanan ve dünyevi yaĢama geçi-
Ģin gücünü simgeleyen eserlere önemli bir örnek oluĢturuyordu.
Damat Ġbrahim PaĢa tüketimin temel dinamiğinin kadın / erkek birlik-
teliğinden kaynaklandığını görüyor ve bu temel dinamiği hareke-

145
te geçirmek amacıyla Sadabad eylencelerini teĢvik ediyordu. Nitekim
Sadabad eylencelerinde kadın modası ortaya çıkıyordu. Ferace moda olu-
yor, bu ise giderek artan miktarlarda Ġngiltereden ithal edilen dokuma
ürünlerinin ülke içinde imal edilmesi zorlamasını getiriyordu. Kaldı ki
Sadabad toplantılarında yapılan helva sohbetlerine kadınların da katılması,
Osmanlı sosyal yaĢamında kadın / erkek birlikteliği konusunda dikkat
çekici bir geliĢme sağlıyordu. Nitekim, kadın / erkek münasebetlerindeki
bu açılım tabana da yansıyor, Ġstanbul çevresinde kurulan panayır yerle-
rinde kadınlar ve genç kızlar da salıncağa biniyorlardı. Bu salıncakların
erkek personeli inip binerken kadınlara yardımcı oluyordu.
Damat NevĢehirli Ġbrahim PaĢa yaptığı reformların ve sosyal giriĢimle-
rin kültürel ve felsefi tabanı bulunması gerektiğini de düĢünüyor ve bir
Ġlim Heyeti kurduruyordu. Bu Ġlim Heyeti antik Yunan felsefesinden baĢ-
layarak önemli eserleri Ģerh ediyordu. ġerh edilen bu eserlerin baĢında da
Aristo'nun eserleri geliyordu. Bu çok önemli ve anlamlı bir giriĢimdi. Zira
Kuzey Avrupadaki Dinsel Reform da önce Maimonides ve Ġbni RüĢt'ün
çevirdiği Aristo'nun eserlerinin Malaga-San Sebastian ticaret yoluyla so-
kulması Ģeklinde baĢlıyordu. Bu nedenle Aristo'nun Ģerh edilmesi Osmanlı
aydın tabakasında da fikri bakımdan önemli değiĢimlerin meydana gele-
ceğini haber veriyordu.
Bu oluĢumda NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın danıĢmanlığını önem-
li bir devlet adamı ve diplomat olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi yapıyor-
du. Edirne civarında doğmuĢ olan Mehmet Efendi ilk eğitimini buradaki
Musevi eğitim kurumlarında gördükten sonra Yeniçeri Ocağına giriyor ve
Yirmisekizinci Orta'ya yazıldığı için "Yirmisekiz" lakabıyla anılıyordu.
Bu ocakta Çorbacı, MuhzirbaĢı, Yeniçeri Efendisi, Darphane Nazırı olu-
yordu. Mehmet Efendi Pasarofça AnlaĢması ile ilgili görüĢmelere ikinci
murahhas olarak katılıyor, daha sonra üçüncü defterdar ve bir yıl sonra da
baĢ muhasebeci oluyordu.
Sadrazam Damat Ġbrahim PaĢa en çok Fransa'nın Ġstanbuldaki elçisi
(1716 - 1724) Marquis de Bonnac ile yakın temas içinde bulunuyordu.
Marquis de Bonnac Sadrazamı etkiliyor, Fransadaki geliĢmeler yönünde
bilgilendiriyordu. (Bu aĢamada Ġngiltere - Fransa rekabet ve çatıĢması
doruğa çıkıyordu. Gerçi Ġngiltere Osmanlılarla iyi iliĢkiler tesis etmiĢ gibi
görünüyordu ama, Rusyayı bir baskı unsuru olarak kullanmaktan da ka-
çınmıyordu. Ġstanbul ise sadece Ġngilterenin verdiği rolü oynamak yerine
Fransa ile iyi münasebet kurarak dıĢ politikası-

146
nı dengelemeye aynı zamanda Fransa ile ticaretini geliĢtirerek bir ithalat
alternatifi oluĢturmaya çalıĢıyordu. Ne var ki o sırada Fransa hala Musevi-
lerin ülkeye giriĢine izin vermiyor ve Kral dinsel, siyasal, ekonomik tekeli
elinde bulunduruyordu. Bir baĢka önemli olgu ise Ġngilterenin Liberal
güdümündeki aydınların Fransız aydınlanmasının temellerini atması, ihti-
lalle sonuçlanacak yolculuğun adeta startını vermeleriydi.)
Bonnac'ın Osmanlı baĢkentinde oluĢturmaya çalıĢtığı siyaset, Osmanlı-
ları Habsburg (Avusturya) Ailesine karĢı silah olarak kullanmayı ve kıĢ-
kırtmayı amaçlıyordu. Buna karĢılık Damat NevĢehirli Ġbrahim PaĢa, oluĢ-
turmaya çalıĢtığı barıĢ sürecinde yabancı elçilerle olumlu diyalog kurmaya
uğraĢıyor, bu elçilerin baĢında da Marquis de Bonnac geliyordu.
Böylece Fransa ile münasebetler sürekli düzeliyor ve Fransaya bir Os-
manlı Elçisi gönderilmesi gündeme geliyordu. Sultan 3 üncü Ahmet'in
karan üzerine Babıali kapıcıbaĢıîanndan Kara Ġnci, elçi olarak gönderili-
yordu. Ancak bir süre sonra Bonnac daha liyakatli birisinin elçi olarak
gönderilmesini istiyor, Sadrazam Ġbrahim PaĢa da "tertibi muhaverat ve
desayisi nasaraya ıttıla hasıl etmiĢ bir kardanı dakika Ģinas" olarak tanınan
Yirmisekiz Mehmet Çelebiyi bu göreve tayin ediyordu.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi 1720 yılının Ekim ayında baĢlayan Fransa
seyahatini günlük halinde titizlikle kaydediyordu. Bu kayıtlar arasında o
sırada Osmanlıda bilinmeyen, fakat Fransada elde edilen pek çok geliĢme
de yer alıyordu.
Bu sefaretnameden Mehmet Çelebinin Pariste saray ve insan eliyle gü-
zelleĢtirilmiĢ bahçeleri gezdiği, Paris Tıp Okulunu, hayvanat ve nebatat
bahçelerini, goblen halı imalathanesini, bir ayna fabrikasını, rasathane ve
matbaayı gezdiği anlaĢılıyordu.
Mehmet Çelebinin notlarından, Kralla Paris civarında ava gittiği, Kra-
lın sarayını özel olarak gezdiği, askeri geçit törenlerine katıldığı, 18 inci
yüzyıl baĢında Fransada meydana gelen geliĢmeleri yakından görmek ve
izlemek imkanı bulduğu ortaya çıkıyordu.
Paris Büyükelçiliğinden bir yıl sonra baĢkente gelen Mehmet Çelebi
gördükleri ve saptadıkları konusunda PadiĢaha ve Sadrazama geniĢ rapor-
lar veriyordu. NevĢehirli Ġbrahim PaĢa, bu bilgilerden derin biçimde etki-
leniyordu.
Bu etkilenme sonucu, Paristeki geliĢmeleri yakalamaya yönelik

147
pek çok giriĢimde bulunan Sadrazam ve Sultan, en önemli adımı atıyor ve
Mehmet Çelebi'nin oğlu Sait Mehmet Efendinin talebi üzerine Ġbrahim
Mehmet Ağa (Müteferrika) ile birlikte, ilk matbaayı kurmalarına izin ve-
riyorlardı.
Bir yandan kadın - erkek eĢitliğine yönelik kararlar alınarak dünyevi
yaĢamın teĢvik edilip, mimari, inĢaat sektörü, bahçe ve ev tezyinine doğru
sanayileĢme yönünde adımlar atılırken, diğer yandan bu geliĢmenin felsefi
zemininin oluĢturulması yönünde baĢta matbaa kurulması olmak üzere
ilim heyeti teĢkil edilerek batı felsefesinin kaynak eserlerine yönelinmesi,
"öntanzimat" diye nitelenen bu devrin karakter ve amacını ortaya koyu-
yordu. Üstelik devrin PadiĢah ve Sadrazamı, koymuĢ olduğu hedefe adım
adım yaklaĢıyor, Osmanlı Devleti batıdaki Rönesans ve Reform kaynaklı
geliĢmeyi ucundan yakalayabilecek duruma geliyordu. Ne var ki o andan
itibaren bazı olumsuz olaylar da birbirini izliyordu.
Olumsuz geliĢmelerin baĢında ekonomik meseleler geliyordu. Bunun
sonucunda paranın değeri üzerinde bir iĢlem yapılıyordu.
1719 yılında, gümüĢün değeri düĢürülerek paranın değeri yükseltilmek
isteniyordu. Buna göre PadiĢah bir "hattı hümayun" çıkararak 21 akçe
olan bir dirhem gümüĢün, bundan böyle 20 akçeye alınıp satılmasını em-
rediyordu. Oysa bu sırada bir dirhem gümüĢ piyasada 22 akçeden alınıp
satılıyordu. Yani akçe, resmi değerinin daha altında iĢlem görüyordu. 3
üncü Ahmet bu durumu göz önüne alarak gümüĢün değerini düĢürüyordu.
Darphaneye sadece sarraflar gümüĢ satabiliyordu. Sarraflar akçe karĢı-
sında gümüĢe çift fiyat uygulayarak (1 dirhem gümüĢte 1 akçe) spekülatif
kazanç sağlarken PadiĢahın bir hattı hümayunla bunu önlemeye kalkıĢma-
sından hoĢlanmıyorlardı. Bunun üzerine, darphaneye gümüĢ satıĢını kesi-
yorlardı. Böylece zolta, para ve çil (Akçe para birimiydi) basımı aksıyor
piyasada zolta spekülasyonu baĢlıyor ve değerinin bir akçe üzerinde iĢlem
görmesine yol açıyordu. GümüĢ ise (özellikle Doğu Anadolu'da) Ġranlılar
tarafından toplanıyor, bu ülkede Abbasi adı verilen bir çeĢit akçe kesili-
yordu.
Zolta'nın piyasadan çekilmesi sonucu -ki bu sonucu sarayın ekonomi
politikalarına karĢı çıkan sarraflar (Ermeni / Musevi) hazırlıyordu, ticari
yaĢam durma noktasına geliyordu. Ġstanbul'a hububat gelmiyor, esnaf
olumsuz yönde etkileniyordu. Nitekim, sarraflar esnafı öne sürüyor, çeĢitli
meslek kethüdaları, Darphane-i Amire memurları ve

148
özellikle esnaf temsilcilerinin hazır bulundukları bir toplantı düzenleni-
yordu. Bu toplantıda vezin ve ayar itibariyle yeni bir paranın basılmasına
karar veriliyordu.
Ġlk baĢta fazla bir anlam taĢımıyormuĢ gibi görünen bu olay aslında
meydana gelecek diğer büyük olayların habercisi oluyordu.
Öncelikle sarrafların (ve uluslararası bezirganlar) geliĢmelerden mem-
nun olmadıklarını gösteriyordu, Sarraflar "spekülatif kazançlarını" koru-
maya çalıĢıyorlardı. Tüccarlar ise ithalatın engellenmesinden endiĢe edi-
yorlardı. Zira o zamana kadar dıĢ ticarette önemli değiĢiklikler olmuĢtu.
Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde ticaret daha çok Asya'dan Avru-
pa'ya ürün nakli Ģeklinde geliĢirken 16'ncı yüzyılın baĢından itibaren bu
akıĢta bir yavaĢlama görülüyordu. Zira yeni ticaret yollarının bulunması
ve Amerika Kıtasına ulaĢılması, Asya'ya özgü ürünlerin bu kaynaklardan
da Avrupa'ya getirilmesine yarıyordu. 16 ncı yüzyılın ikinci yarısından
itibaren ise ürün akıĢı Asya'dan Avrupaya değil, Avrupa'dan Asya'ya
(Osmanlıya) doğru geliĢme gösteriyordu. Zira Osmanlı Devleti durumu
kavrayamadan baĢta Ġngiltere, Hollanda, Portekiz ve Venedik olmak üzere
batı ülkeleri Osmanlıya mamul madde satmaya baĢlıyorlardı. Bu da ister
istemez Osmanlı'daki "ihracatçı" tüccarları "ithalatçı" durumuna getiri-
yordu. Üstelik ithalatı spekülatif amaçla manupule ederek aĢırı kazanç
sağlıyorlardı. Bu ithalatçılar aynı zamanda önemli bir lobi ve güç oluĢtu-
ruyorlardı.
16 ncı yüzyılın baĢında Osmanlılar bu durumu farkedip de, mamul
madde üretimine geçmeyi amaçlayan yöntemler uygulamaya baĢlayınca
bundan batılı üreticiler kadar, hatta daha fazla Osmanlı ithalatçıları rahat-
sız oluyorlardı. Bu rahatsızlık ise hemen aynı lobinin bir kolunu oluĢturan
sarraflara ve oradan da esnaf tabakasına yansıyordu.
Ġthalat / ihracat lobisi, sarraflar ve önemli tüccarlar bu sırada Galata'da
oturuyor, ticari faaliyetlerini de buradan yürütüyorlardı. Nitekim, sermaye
ve saraydaki muhalif çevreler de ihtilali buradan hazırlayacak -bir bakı-
ma- buradan baĢlatacaklardı. Bu aĢamada bir baĢka olumsuz geliĢme de
Önasya'nın doğusunda, Ġran hudut boylarında cereyan edecekti.
Pasarofça AnlaĢmasından sonra, Rusya Avusturya ile gizli bir anlaĢma
yapıyordu. Ancak Rusya Ġngiltere ile de iyi münasebet tesis etmiĢ bulunu-
yordu. Osmanlı Devleti ise bu durumun henüz farkına varmıyor veya öyle
görünüyordu.

149
Osmanlı Devleti'nin Pasarofça AnlaĢması'nı imzalamasına, Ġngiltere ve
Hollanda aracılık yapıyordu. Böylece Hollanda ve Ġngiltere Ġzmir - Sela-
nik - Viyana hattında ticareti güçleĢtiren, hatta durduran savaĢa son veri-
yor, bu güzergahı barıĢ yoluyla güvenliğe kavuĢturuyordu.
Fakat Ġngiltere, osmanlı Devleti'nin barıĢ süreci içinde toparlanıp güç-
lenmesini de istemiyordu. Nitekim bu kez de Osmanlı Ġmparatorluğu'nun
doğu hudutlarında meydana gelen geliĢmeler, yeni bir savaĢın girdabını
oluĢturuyordu. Osmanlılar da farkında olmadan bu girdaba yuvarlanıyor,
barıĢla elde etmeğe çalıĢtığı askeri, siyasi ve ekonomik üstünlük ve ener-
jiyi, yıllarca süren Ġran savaĢında tüketiyordu.
Ġran ile savaĢ yapılması için Osmanlı Devleti'nin yeterli nedeni bulu-
nuyordu. Karlofça AnlaĢması'yla birlikte batıda büyük toprak kaybına
uğrayan Darülhalife, dikkatlerini doğuya çeviriyor ve Ġranla yapılan sa-
vaĢlar sırasında elden çıkan Hamedan ile Tebriz'e yöneliyordu. Pasarofça
AnlaĢması'yla batıda barıĢ sağlanınca sıra Ġranlılarla hesaplaĢmaya geli-
yordu.
Moral bakımdan savaĢı göze alan Osmanlı Devleti, batıdaki bansın et-
kisiyle ve bazı batı ülkelerinin de kıĢkırtmasıyla kolay bir zafer kazanmayı
umuyordu. Bu sırada Afganistan Ġran'a taarruz ediyor, Ġsfahan civannı ele
geçiriyordu. Buna paralel olarak Büyük Petro'nun da Ġran'a saldırması an
meselesi haline geliyor ġirvan, Tiflis ve Azerbaycan yöresindeki Sünni
Türkler Osmanlı himayesini talep ediyorlardı. Ancak, Ġngiltere'nin destek-
lediği Rusya savaĢ halinde bulunduğu Ġsveç ile barıĢ yapıyordu. Afganlar
doğudan saldırıp, Ruslar Kuzey'den tehdit ederken, Ġran'ın yıkılacağını
düĢünen Osmanlılar da pay almak amacıyla 1723 yılında ordularını çeĢitli
cephelerden Ġran'a sokuyorlardı. Osmanlı askerleri bir taraftan Gence,
diğer taraftan KirmanĢah'ı alırken, geç kalmaktan korkan Ruslar da elleri-
ni çabuk tutup bir kaç Rus tüccarının öldürülmesini bahane ederek harp
ilan ediyor, ardından da Baku, Dağıstan ve Derbend'i ele geçiriyordu.
Bu andan itibaren Osmanlı yönetiminin yaptığı hesapların aksine, uzun
ve yıpratıcı bir savaĢ patlıyor, bu savaĢta önemli geliĢmeler oluyor, Rusya
ve Ġran anlaĢıyor, sonunda Osmanlı Devleti yalnız kalıyor ve 1730'larda
yüzkızartıcı bir yenilgiye uğruyordu.
Bu yenilgi sonucu Ġranlılar Hamedan ve Nihavend'i alıyor, Osmanlıları
güç durumda bırakarak barıĢa zorluyordu. Doğu'daki yenilgi sonucu Sad-
razam Ġbrahim PaĢa Ġstanbul'da Ġran Elçisi ile görüĢerek

150
anlaĢma zemini arıyordu. Nihayet Ġstanbul'da yapılan toplantılar sonucun-
da Gence, Tiflis ve Revan’ın Osmanlılar'da kalması, Hamedan, Kirman-
Ģah ve Tebriz'in Ġranlılara verilmesi kararlaĢtırılıyordu. Ancak Osmanlıla-
rın barıĢ aramak zorunda kalması, Ġran ġahı Tahmasb'ı iyice saldırganlaĢ-
tırıyor ve daha büyük menfaatler sağlamak amacıyla Tebriz önlerine geti-
riyordu. Sadrazam bunun üzerine barıĢ zemini aramaktan vazgeçiyor, 17
Temmuz 1730 gününden itibaren Sultan / Halife 3'üncü Ahmet'in Doğu
Seferine çıkacağını ilan ediyordu. Bu açıklamayla adeta geriye sayma
baĢlıyordu.
27 Temmuz günü çıkarılan yirmi tuğ-u hümayun, Üsküdar Sahrası'na
naklediliyordu. Bu andan itibaren Rumeli'den gelen birliklerle Ġstan-
bul'daki birlikler durmadan Anadolu yakasına aktarılıyordu. HerĢey hazır-
landıktan sonra sıra Sultan / Halife 3'üncü Ahmet'in Üsküdar'daki Otağ-ı
Hümayun'a gitmesine geliyordu. Bu amaçla Sadrazam PadiĢahın yanına
gidiyor, fakat PadiĢah sefere çıkmaktan vazgeçtiğini söylüyordu. Ġbrahim
PaĢa adeta çılgına dönüyor, durumu derhal Yeniçeri Ağası'na duyuruyor,
Hasan Ağa da ordugahtaki askerin PadiĢahı beklediğini, Ģayet PadiĢah
gelmezse Yeniçerilerin isyan edebileceğini bir mektupla saraya bildiriyor-
du. Bunun üzerine PadiĢah Eyüp Sultan'a giderek kılıç kuĢanıyor ve Üs-
küdar'a geçiyordu. Ordu burada PadiĢaha muhteĢem bir resmigeçit yapı-
yordu. Ancak, hemen ardından ortalığı bir kararsızlık kaplıyor baĢta Padi-
Ģah ve Sadrazam olmak üzere herkes iĢi ağırdan alıyor, samimi davranmı-
yorlardı.
Sultan / Halife 3'üncü Ahmet'in kararsız tavrı, Sadrazamı da bocala-
maya sevkederken Ġran kuvvetleri Tebriz'e giriyor ve Ģehirde büyük bir
katliam yapıyorlardı. Bu katliam ise kısa süre içinde Ġstanbul'da duyulu-
yordu. Ġstanbul'daki ihtilal odakları ise adeta bu haberi beklercesine derhal
harekete geçiyordu.

151
Resmi Ġhtilalci: Patrona Halil

Bu harekete Ġran olayları kadar, baĢka nedenler de yol açıyordu.


Sultan / Halife ve Sadrazam, üretimin arttırılması yönünde bir dizi ön-
lem alırken bir de "Ticaret vergisi" koyuyor ve tüccarlardan vergi almaya
baĢlıyordu. Ticaret vergisinde amacı, ithalatı sınırlandırarak iç pazarda
arz-talep dengesini, üretimi arttırarak kurmaktı. Ancak Ġstanbul'daki "Tüc-
carlar OligarĢisi" bundan son derece rahatsızlık duyuyor ve tepkisini, es-
naf tabakasını sessiz ve derinden kıĢkırtarak gösteriyordu.
Kaldı ki o sırada tüccarlar kadar esnaflar da rahatsız durumdaydı. Zira
Ermenilerin sürekli göç edip Ġstanbul'a gelmesi sonucu iktisadi hayatın
iyiden iyiye çökmüĢ olduğu Doğu Anadolu, bir de Ġran savaĢının vurması
sonucu daha da yoksullaĢmıĢtı. Bu yoksulluk ve savaĢ ise Doğu Anadolu
halkını büyük kitleler halinde batıya, özellikle de Ġstanbul'a göç etmeye
zorluyordu. Böylece Ġstanbul çok kısa bir süre içinde cahil, kaba ve yoksul
bir göçmen kitlesinin iĢgaline uğruyor, gelenler ise bu büyük kentin piya-
sa dengesini umursamadan her iĢe el atıyordu. Bu durum esnaf loncaları-
nın rahatsızlık duymasına ve tepki göstermesine neden oluyordu. Sadra-
zam, gösterilen tepki üzerine harekete geçiyor ve esnaf sayımı yaptırıyor-
du. Sayımın amacı, belli iĢ kollarında iĢ yapanların sayısını dondurmak-
ken, bir dedikodu çıkarılıyor ve ortalığa "yeni vergi koyacaklar" söylentisi
yayılıyordu. "Yeni vergi" söylentisi ise zaten huzursuz olan esnaf tabaka-
sını daha bir huzursuz ediyor ve ayaklanmaya hazır, duruma getiriyordu.
Bir yandan tüccarların, diğer yandan esnafların duyduğu rahatsızlık, eko-
nomiyi olumsuz yönde etkiliyordu, ki bu da yönetimi temelden sarsıyor-
du.
ĠĢin en önemli ve ilginç yanı ise doğrudan, yönetimin içinde huzursuz-
luk bulunmasıydı. Huzursuzluk NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın akra-
balarından kaynaklanıyordu.
Bu akrabaların baĢında Kaptan-ı Derya Mustafa PaĢa geliyordu.
NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa, Sadrazam olmadan önce yönetim kad-
roları üzerinde bir çalıĢma yapıyor ve kendine uzak gördüklerini görevle-
rinden alıp, yerlerine kendi adamlarını tayin ediyordu. Bu tayinler sırasın-
da önemli değiĢiklikler meydana geliyordu. Çok uzun bir

152
süre Osmanlı padiĢahlarına sadrazamlık yapan Köprülüler'in oluĢturduğu
köklü bürokratik kadrolar, Damat Ġbrahim PaĢa'nın politikası sonucu dağı-
lıyordu. Örneğin Köprülüzade Mustafa PaĢa'nın oğlu Abdullah PaĢa 1702
tarihindeki Ġstanbul Kaymakamlığının ardından Hanya Valiliği ile mer-
kezden uzaklaĢtırılıyor, PadiĢahın hal'ine kadar ülkenin bir ucundan diğe-
rine gidip geliyordu. Yine aynı aileden Abdullah PaĢa'nın büyük kardeĢi
Esad Bey önce Edirne, oradan da Eğriboz'a tayin ediliyor, ağabeyleri olan
eski Sadrazamlardan Numan PaĢa ise 1719 yılına kadar Belgrad, Kıbrıs,
Ġçel, MenteĢe ve Bosna Valiliklerinde bulunuyor, sonunda Kandiye'de
vefat ediyordu. Aynı Ģekilde Köprülülerin damadı olan Merzifonlu Kara
Mustafa PaĢa'nın oğlu Maktulzade Ali PaĢa da daima Ġstanbul'dan ve sa-
raydan uzak tutuluyor, ancak yeğeni Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa
PaĢa'nın torpiliyle kısa sürelerle Ġstanbul'a uğrayabiliyordu.
Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa PaĢa, Merzifonlu Kara Mustafa Pa-
Ģa'nın torunu olması nedeniyle Köprülü Ailesiyle de akraba idi. Bu neden-
le Köprülü Ailesine karĢı takınılan tavır, Kaymak Mustafa PaĢa'yı da ra-
hatsız ediyordu.
Gerçi Kaymak Mustafa PaĢa, Damat Ġbrahim PaĢa'nın kızıyla evlene-
rek Sadrazama damat olmuĢtu ama bu akrabalık yine de onu yatıĢtırmı-
yordu. Zira o, bu dönemde sarayda yönetimi elinde bulunduranların ve bu
ricalin yakınlarının, dedesi Kara Mustafa PaĢa'yı entrikalarıyla katlettir-
diklerini unutamıyordu.
Kaymak Mustafa PaĢa'yı rahasız eden bir konu da, bacanağı Kethüda
Mehmet PaĢa'nın Sadrazam tarafından kollanılmasıydı. Gerçi Mehmet
PaĢa da Mustafa PaĢa gibi Ġbrahim PaĢa'nın damadı idi ama sadrazam
Kethüdayı, Köprülü ve Merzifonlu ailelerinden gelen Kaymak Mustafa
PaĢa'ya tercih ediyordu. Böylece Menzifonlu Kara Mustafa PaĢa'nın toru-
nunun, siyasi nedenlerle Sadrazama damat olduğu anlaĢılıyor ve Kaymak
Mustafa PaĢa da bunu farkediyordu. Aslında Damat Ġbrahim PaĢa Sadra-
zamlığı sırasında Köprülü Mehmet PaĢa'nın (merkezden uzaklaĢtırma
gibi) yöntemlerini uyguluyor, gaddarlıkta da ondan geri kalmıyordu. Ama
bu kez roller değiĢtiği için Kaymak Mustafa PaĢa bu yönetim tarzından
rahatsızlık duyuyordu. Gerçi Sadrazam iki damadını yakınlaĢtırmak ama-
cıyla onların çocuklarını da evlendiriyor, fakat yine de bu yakınlaĢmayı
yeterince sağlayamıyordu. Tüm bunların ötesinde Kaymak Mustafa PaĢa
(iki güçlü ailenin de desteğini aldığı için) Sadrazam olmak istiyor, fakat
Ġbrahim PaĢa'nın bu ma-

153
kamda bulunmasını engel kabul ediyordu. Onun için de Sadrazamın orta-
dan kalkması -veya kaldırılması- için fırsat kolluyor, bu fırsatı da 1730
yılında yakalıyordu. Daha doğrusu beklediği fırsatı kendisi hazırlıyordu.
Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa PaĢa'nın en yakın dostlarından biri de
Abdi PaĢa'ydı. Abdi PaĢa bir dönem Patrona adlı geminin süvariliğini
yapmıĢtı. Bu geminin tayfaları ise genellikle Arnavuttu. Karlofça AntlaĢ-
masında sonra Arnavutluk -Pasarofça AnlaĢması'na kadar-Venedik ege-
menliğine girmiĢ, Venedikli tüccarlar ise para gücüyle Arnavutlarla Os-
manlı yönetimi arasına nifak sokmuĢtu. Bazı Arnavutları, Ġstanbul'a baĢ-
kaldırmaya sevketmiĢlerdi. Nitekim Patrona adlı geminin tayfaları da böy-
le bir ayaklanma giriĢiminde bulunmuĢlar, fakat plan gerçekleĢmeden
bastırılmıĢtı. Bu ayaklanma hazırlığında ise Halil adlı Arnavut tayfa siv-
rilmiĢ, Abdi PaĢa'nın dikkatini çekmiĢti. Geminin adından ötürü "Patrona
Halil" diye adlandırılan bu Ģahıs, gemiden ayrıldıktan sonra Rumeli'ye
gitmiĢti. Patrona Halil'i ayaklanma giriĢimi suçuyla mahkum edildiği
ölüm cezasından Abdi PaĢa kurtarmıĢ ve aslen Rumelili olan PaĢa bu Ģa-
hısla irtibatını kesmemiĢti.
Halil, Arnavutluk'tan NiĢ'e geçmiĢ, burada Yeniçeri olarak Onyedinci
Ortaya katılmıĢtı. Pasarofça AnlaĢması'na kadar NiĢ'te kalan Halil, daha
sonra muhafız askerleriyle birlikte Vidin'e gönderilmiĢ ve burada düzen-
lenen bir ayaklanmada elebaĢılık yapmıĢtı. Ayaklananlar iĢi PadiĢahın hal
edilmesi talebine kadar vardırmıĢ, fakat Mısır Valisi Mehmet PaĢa isyanı
bastırmıĢtı. Diğer isyancılarla birlikte Patrona Halil de Mısır'dan kaçmayı
baĢarmıĢ, Ġstanbul'a gelmiĢti.
Patrona Halil gerek Patrona gemisinde, gerek Arnavuluk ve NiĢ'te iken
çevredeki tefeci tüccarlarla sıkı münasebet tesis etmeyi baĢarmıĢ, hatta bu
iliĢkileri sayesinde Mısır'da da para sahibi çevrelerle irtibat kurmuĢtu.
Halil'in sürekli ayaklanma hareketlerinde yer alması, Ģahsi çıkar ve giri-
Ģimlerinden çok, o çevrelerin kendisini bu konuda -profesyonel ihtilalcilik
konusunda- yetenekli bulmasından ve kullanmasından kaynaklanıyordu.
Bu sırada Emir Ali adlı bir baĢka Yeniçeri de Ġzmir Ticaret Kolo-
nisi'nin yönlendirmesiyle, Ġzmir'de baĢgösteren bir ayaklanmaya katılıyor-
du. Ayaklanma bastırılınca da Ġstanbul'a kaçıyor, burada Patrona Halil ile
buluĢuyordu.
Patrona Halil Ġstanbul'da bir çeĢit iĢportacılık yapıyor, boynuna geçir-
diği yüksük, iğne, iplik, düğme gibi eĢyayla dolu sepetiyle akĢa-

154
ma kadar dolaĢıyor, bu vesileyle her yere girip çıkıyordu. AkĢamları ise
Galata'ya geçiyor, meyhanelerde içip eğleniyordu. Bu arada da saraydaki
önemli kiĢilerle irtibat kuruyordu.
Temas halinde olduğu bu önemli kiĢilerin baĢında, Patrona gemisinde-
ki isyan nedeniyle mahkum edildiği idam cezasından kendisini kurtaran
Abdi PaĢa geliyordu. O sırada Abdi PaĢa hem damadı Ģehriyari olmuĢ,
hem de vezirlik makamında bulunuyordu. Kaptan-ı Derya Kaymak Mus-
tafa PaĢa'nın en yakın adamlarından olan Abdi PaĢa, Mustafa PaĢa ile
Patrona Halil arasında irtibatı sağlıyordu. Ancak Patrona Halil bir yandan
sarayla temasını sürdürürken, diğer yandan da Pera'daki Tüccarlar Oligar-
Ģisi ile münasebetini pekiĢtiriyordu. Aynı tüccarlar baĢka kanallardan tah-
rik ettikleri Ġstanbul esnafını da muhtemel ayaklanmaya hazırlıyorlardı.
Diğer taraftan Patrona Halil de esnafla münasebet tesis etmiĢ bulunuyor-
du. Nitekim gündüzleri seyyar satıcılık yapan Patrona, bu vesileyle esnaf
arasında bir Ġhtilal Komitesi de oluĢturuyordu.
Bu aĢamada Patrona Halil, umulmadık bir sorunla karĢılaĢıyordu.
Pera'da yatıp kalkan ve meyhanelerde içip eğlenen profesyonel ihtilal-
ci, çıkan kavga sonucu bir arkadaĢını öldürüyor ve yakalanıp zindana atı-
lıyordu. Bu olay nedeniyle yapılan tahkikat sırasında geçmiĢi ortaya çıkı-
yor ve katıldığı ayaklanmalar nedeniyle idama mahkum edildiği anlaĢılı-
yordu. Bunlara ek olarak bir de cinayet iĢlediği için Galata Voyvodası
tarafından ölüm cezasına çarptırılıyordu. Ancak bu ceza infaz edilemiyor-
du. Zira Kara Mustafa PaĢa'nın torunu Kaptan-ı Derya devreye giriyor,
Galata Voyvodası'ndan Patrona Halili serbest bırakmasını rica ediyordu.
Voyvoda, Sadrazamın damadının istediğini yerine getiriyor ve profesyo-
nel ihtilalciyi kendisine teslim ediyordu.
Tüm bu olaylar sırasında PadiĢah ve Sadrazam Ordunun baĢına geçip
Üsküdar'dan hareket edip etmemek konusunda bir türlü karar veremiyor,
bu durumda Yeniçeriler huzursuzlaĢmaya ve kıpırdanmaya baĢlıyorlardı.
Nitekim, hemen devreye giren ordu sarrafları, para iĢlerini yoğunlaĢtırı-
yor, esnaflık yapan Yeniçeriler de bir süre sonra Üsküdar'dan Ġstanbul
yakasına geçerek iĢlerinin baĢına dönüyorlardı. Kaldı ki amirleri de sefere
gitmek istemiyorlardı. Zira onlar Sadrazamın baĢlatmıĢ olduğu dünyevi
yaĢamın, Kağıthane sefalarının, helva toplantılarının ve aĢk ile meĢk'in
keyfine varmıĢ, savaĢma arzu, istek ve yeteneğini yitirmiĢlerdi. Yeniçeri-
lerin bu direniĢi zaten kararsız olan Padi-

155
Ģah ve Sadrazamı iyice zor duruma sokuyor, 3'üncü Ahmet yaptığı son bir
toplantıda sefere kendisinin gitmeyeceğini, yerine NevĢehirli Damat Ġbra-
him PaĢa'nın ordunun baĢına geçeceğini açıklıyordu. Tam bu sırada ise
askerler arasında, PadiĢah’ın ve yöneticilerin Yeniçeri Ocağı'nı dağıtıp
yeni bir ordu kurmak niyetinde oldukları dedikodusu yayılıyordu.
Nihayet kararlaĢtırılan gün geliyor, 28 Eylül 1730 PerĢembe sabahı
(Halen Patrona Hamamı) Beyazıt'taki bir hamamda ihtilalciler toplanıyor
daha sonra Beyazıt Camii'nin KaĢıkçılar Kapısı'na çıkıyorlardı.
Bu sırada aslen Ruscuk'a bağlı Karalar köyünden olup, olay sırasında
Ġstanbul'da meyve ve sebzecilik yapan Muslu BeĢe (sabık Yeniçeri) ile
Ġzmir'deki ihtilale karıĢıp Ġstanbul'a kaçan Emir Ali, Patrona Halil'e mua-
vinlik ediyorlardı. Diğer ihtilalcilerden bazıları da Ģunlardı:
Ali Usta, Kara Yılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, DerviĢ Mehmed,
Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Kutucu Hacı Hüseyin, Manav Ġsmail,
Canbaz Emir, Musa, Hafız Ahmet PaĢa Kethüdası Salih Ağa, TurĢucu
Ġsmail, Serdengeçti Ağası Karagöz Ġbrahim, Gazi BeĢe, Bayram, Çelo,
Veli, Mustafa, Dereköylü Ali, sabık Cebeciler kethüdası Receb vs.
Bu ihtilalcilerin çoğu esnaflık yapıyor, bazılarıysa saray ile temas ha-
linde bulunuyordu.
Ġsyanın bastırılması için sarfedilen çabalar bir türlü sonuç vermiyor,
ulema ikili oynuyor, Yeniçeri ve görevlendirilmiĢ ihtilalciler, Osmanlıları
dünyevi yaĢama çevirmeye ve Rönesans / Reform sonrası batı toplumları
düzeyine çıkarıp Sanayi Devrimi'ne ulaĢtırmaya çalıĢan Sadrazam NevĢe-
hirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın baĢını alıyor, devrin PadiĢahı 3'üncü Ahmet'i
ise hal ediyorlardı. Ġhtilalciler diğer yandan Sadabad'da yapılan köĢkleri
yakıp yıkıyor, tüm güzellik ve dünyevi görüntüleri ortadan kaldırıyor,
tüketimi durduruyor, kadınları yeniden kafes arkasına kilitleyip, sosyal
hayattan dıĢlıyorlardı. Üstelik Yeniçeri Ocağı tam anlamıyla esnaflaĢmıĢ
ve bezirgan / tefeci sermaye ile özdeĢleĢmiĢ biçimiyle varlığını sürdürmek
konusunda yüzyıl daha vakit kazanıyor, ulema ise bu çarpık, gerçek dıĢı
ve akıl dıĢı karanlık düzeni dinsel bir zemine dayandırarak, ayakta kalma-
sına gerekçe hazırlıyordu.
Patrona Halil'in önderliğini yaptığı ihtilal, Osmanlı Tüccarlar

156
OligarĢisine de uzun bir "egemenlik" süreci kazandırıyordu. Zira 16'ncı
yüzyılın baĢına kadar Asya'dan Avrupa'ya yapılan ihracat, 16'ncı yüzyıl
sonundan itibaren Avrupa'dan Osmanlı'ya yapılan ithalata dönüĢüyor, bu
ithalat ise Tüccarlar OligarĢisinin tekelinde gerçekleĢiyordu. Böylece bu
tekel, Osmanlı Devleti'nin üretime yönelmesini engelleyen ihtilal sayesin-
de, yüzyıl daha ticarete -dolayısıyla siyasete- egemen olma imkanını yaka-
lıyordu.
Kaldı ki Patrona Halil Ġsyanı sırasında dönemin önemli devlet adamları
ortadan kaldırılıyor, böylece bu devlet adamlarının "antisemitik" diye
nitelenebilecek politikaları da bir süre için önlenmiĢ oluyordu. Bu politi-
kalar ise örneğin 3'üncü Ahmet'in çıkardığı bir fermanla Ġstanbul'da, Yeni
Cami yakınlarındaki Balıkpazarı'nın çevresinde oturan Musevilerin evle-
rini boĢaltıp baĢka bir mahalleye taĢınmaları Ģeklinde belirginleĢiyordu.
Yine örneğin 3'üncü Ahmet ihtilalin gerçekleĢtiği 1730 yılında Kavukçu-
lara bir emir göndererek kavukları, Musevilerin giydikleri baĢlığa benzer
dikmemeleri için uyarıyordu.
ĠĢin ilginç tarafı Osmanlılarda Musevilerle ilgili ilk "kan iftirası"nın da
bu dönemde, cereyan etmesiydi, 1715 yılında Sadrazam, üç Musevinin,
Kahya Bey adlı bir Müslüman'ın küçük oğlunu Ģeker verip kandırarak
evlerine çektiklerini, amaçlarının bu çocuğun kanını alıp "hamur" yapmak
olduğunu kabul ediyor ve bu üç Musevi'nin derhal idam edilmelerine ka-
rar veriyordu. Üstelik karar infaz da ediliyordu.
Sadrazamın verdiği idam karan Sami karakterli Tüccar Kolonisini son
derece rahatsız ederken, bir de Ticaret Vergisi konulması, yönetimin "an-
tisemitik" tavrı konusunda önemli göstergeler oluĢturuyordu.
Diğer taraftan Musevi araĢtırmacılar da, Musevi Cemaati'nin bu dö-
nemde son derece durgun bir yapı yansıttığını ileri sürüyor ve bunun ne-
denini Cemaatin geçen yüzyıldaki kadar güçlü kiĢiliklere sahip liderlerden
yoksun bulunmalarına bağlıyorlardı.
ĠĢte bu nedenlerle de ayaklanma sonucu yönetimin değiĢmesi Ġstan-
bul'daki Musevi ağırlıklı Tüccar Kolonisinde büyük bir rahatlamaya neden
oluyordu.
Fakat olaylar, yine de farklı bir geliĢme gösterecek, bu kez de tüccarlar
arasındaki Musevi - Ermeni rekabeti kızıĢacak, sonunda kan onların üze-
rine de sıçrayacaktı.

157
OSMANLI'DA GEÇ KALMIġ FRANSIZ DÜZENĠ

(Dinsel / siyasal / ekonomik tekel'in militer dayanağı; Nizam-ı Cedit...


Ve ihtilal!...)

1789 Ġhtilali Fransa'da Kralın dinsel / siyasal / ekonomik tekelini kırı-


yor, John Locke ve Montesquieu'nun belirlediği kuvvetler ayırımı ilkesi
ıĢığında, Cumhuriyeti kurmayı amaçlıyordu. Bu tablonun görünmeyen
yüzünde ise Avrupa'nın geleceğini yakından ilgilendiren önemli bir deği-
Ģim cereyan ediyor, Ortaçağ'ın ilk dönemlerinden beri kapılarını Musevi-
lere kapalı tutan Katolik Fransa, bu konuda artık daha Liberal bir politika
izlemeye baĢlıyordu.
Ġhtilalden sonra Fransız yönetimi daha Liberal ilkeleri amaçlarken,
Fransız Ordusu da etkinlik kazanıyordu. Zira, ülkenin kaderine el koyan
Liberaller bu kez de, Kralı devirmek için kullandıkları zorba güçlerin teh-
didi ve baskısı altında kalıyorlardı. Bu silahlı zorba güçlerin baskısından
kurtulabilmek için düzenli bir baĢka silahlı güce gereksinmeleri vardı ki o
da güneyden geliyordu. Napoleon Bonaparte'ın emrindeki silahlı kuvvetler
artık dinsel / siyasal / ekonomik tekel kurmayı amaçlamaksızın, sadece
asayiĢi sağlamak (ve komutanlarını Ġmparator yapmak) için Paris'de du-
ruma müdahale ediyordu. Ardından da salt zaferler elde etmek ve bu za-
ferlerin pırıltısı altında adını tarih sayfalarına yazdırmak üzere Napoleon,
ordularını Avrupa'ya salacak ve uzun bir süre Ġmparator olmanın gururunu
taĢıyacaktı. Ama hepsi

158
bu kadardı. Napoleon aslında, kurulacak "Yeni Dünya Düzeni" öncesinde
Avrupa'nın altını üstüne getiren, Fransa'daki kaosu bütün Avrupa'ya ya-
yan, kullanıldıktan sonra da kirli bir mendil gibi kenara atılan zavallı bir
askerden baĢka bir Ģey değildi. Nitekim onun sayesinde Fransa Laik bir
hukuk devleti oldu ve krallığın temel dayanakları, onun döneminde yapı-
lan düzenleme sonucu ortadan kalktı.
Onun sayesinde Mısır'ın pamuk plantasyonları el değiĢtirip Ġngilte-
re'nin eline geçti.
Onun sayesinde Avrupa savaĢ ekonomisine itildi ve bu kıtadaki Tüc-
carlar OligarĢisi spekülatif büyük kazançlar elde etti.
Onun sayesinde Almanya dizlerinin üzerine çöküp, sanayi devrimini
geriden izlemek zorunda kaldı.
Onun sayesinde Avrupa'daki krallıklar ağır yaralar alıp, Cumhuriyetle-
rin kurulmasına yol açacak bir zemin yaratıldı.
Kısacası Napoleon Bonaparte, hem ihtilal enerjisiyle kavrulan Fransa
halkını cephelere sürerek deĢarj ediyor, hem de onların ve diğerlerinin et,
kan ve kemikleri üzerine yeni rejimlerin, yeni öğretilerin, ama mutlaka
Laik Cumhuriyetlerin kurulmasına ortam hazırlıyordu. Fakat bazı ülkeler,
cereyan eden olayların gizemini kavramaya çalıĢmak yerine, Fransız Or-
dusu'nun cafcaflı görünümüne kendini kaptırıyordu. Bu ülkelerin baĢında
ise Osmanlı Ġmparatorluğu geliyordu.
3'üncü Selim 1789 tarihinde Osmanlı tahtına çıkıyordu. Onun tahta
çıkmasıyla Patrona Halil Ġhtilali arasında topu topu 60 yıllık bir süre vardı
ki bu süre içinde Osmanlı siyasal, sosyal, askeri ve ekonomik yaĢamında
köklü bir değiĢiklik olmamıĢtı. Bu süredeki en önemli geliĢme, Pasarofça
AnlaĢması'na göre Avusturya ile Osmanlı vatandaĢlarının artık birbirleri-
nin topraklarında oturup ticaret yapabilmeleriydi. Böylece Viyana'da ika-
met eden çok sayıda Sefarad (Musevi) tacir rahat bir döneme giriyor, hatta
sınırlayıcı bazı antisemitik yasalar altında taĢrada ezilen Museviler, Os-
manlı vatandaĢlığını alarak Viya-na'ya yerleĢme olanağı buluyorlardı. Bu
haktan pek çok Musevi yararlanıyor ve antisemitik yasaların baskısından
kurtuluyordu.
Bununla birlikte Viyana'daki Osmanlı - Seferad Cemaate Ġmparatoriçe
Marie- Therese'nin (1740 - 1780) ağır baskısıyla karĢılaĢıyordu. Bunun
üzerine Cemaat Lideri Diego de Aguiller, TemeĢvar Yahudi Cemaatinin
BaĢkanı Rabbi Meir Amigo'yu gizlice Ġstanbul'a yollayıp yardım istiyor-
du. Amigo, Babıali'de SarrafbaĢı olan Yuda Baruh aracılığıyla Sultan /
Halifeye ulaĢıyor, onu durumdan haberdar ediyordu.

159
Osmanlı PadiĢahı bunun üzerine Ġmparatoriçe Marie - Therese'ye özel
bir temsilci yolluyor, "Ülkesinden kovacağı Musevileri Osmanlı egemen-
liğine kabul etmeye hazır olduğunu" bildiriyordu. Marie - Therese bir
yanlıĢ anlaĢılma olduğunu ileri sürüyor, fakat baskıları da azaltmıyordu.
Nitekim Viyana Seferad Cemaati BaĢkanı Aguiller buradan kaçarak Lond-
ra'ya yerleĢiyordu. Aguiller'ın Viyana ve Ġstanbul yerine Londra'yı tercih
etmesi, bu iki baĢkentte de Museviler aleyhine bir hava estiğini ortaya
koyuyordu. Kaldı ki Cemaat BaĢkanının Londra'ya gitmesi Ġngiltere'nin
bu Cemaate sağladığı kolaylık ve olanakların diğerlerine göre daha tercihe
Ģayan olduğunu da kanıtlıyordu.
19'uncu yüzyılın baĢında, Ġstanbul'da artık Musevi Cemaati'nin yıldızı
sönmeye baĢlıyor, onun yerini Ermeni Cemaati alıyordu. Musevilerin
daha çok Yeniçeri Ocağı ile iĢ yapması ve hatta Ester Kira olayında gö-
rüldüğü gibi Musevilerle Yeniçeriler arasındaki para hesaplan nedeniyle
kan dökülmesi sarayı rahatsız ediyordu. Kaldı ki Osmanlı Sarayı dıĢ iĢle-
rinde kullandıklan Musevi tacir, sarraf ve bankerlerin, Osmanlı siyasal
gücünü bir baskı unsuru olarak kullanıp, Avrupa ülkelerindeki Musevi
Cemaatlerine avantaj sağladıklarıni farkediyor ve bu nedenle Musevileri
dıĢ münasebetlerde devre dıĢına çıkarmağa çalıĢıyordu. Bu durum doğal
olarak Musevi önderlerini ve Ġstanbul'daki Sami kökenli Tüccarlar Oligar-
Ģisini huzursuz ediyordu. Ancak onların huzursuz olmasının ana nedeni,
Ġstanbul'daki Ermeni Cemaatinin giderek ekonomik geliĢme göstermesiy-
di. Bu ekonomik geliĢme her alanı kapsıyor, sonra da sarayla kurulan mü-
nasebete ve oluĢan siyasete yayılıyordu. Ermenilerin yükseliĢi 18'inci
asırda baĢlıyordu. Örneğin, ünlü Ermeni tüccarı Sağapos, sarraflığın yanı-
sıra sarayda BezirganbaĢılık yapıyordu. Keza saray bezirganları arasında
Yakup Ağa ve Ġstanbul çarĢılarının ünlü saatçisi Yusuf Çelebi Ermeni
asıllıydılar. Yusuf Çelebi ilk kez Ġngiltere'den saat ithal ediyordu. 1760 -
1761 yılları arasında BezirganbaĢı olarak Boğos Nazar ve Aslan Amiralar
ün yapıyordu. Bu dönemde önemli bir olay cereyan ediyor, Akulia ġehri-
nin alınmasından sonra burada oturan 10 binden fazla Ermeni ailesi göç
ediyordu. Bu Ermenilerin büyük bir kısmı servetleriyle birlikte Ġstanbul'a
geliyor ünlü paĢalara sarraflık yapıyor ve borç vererek hem Ģöhret elde
ediyor, hem de siyasal ekinlik kazanıyorlardı.
Osmanlı ekonomik yaĢamında büyük ve etkili ailelere sarraflık yap-
mak, genellikle Musevi ve Ermeni tüccarların iĢiydi. Müslüman paĢa ve
bürokratlar piyasada iĢ yapamadıkları ve faiz alamadıkları

160
için, tıpkı Yeniçeriler gibi servetlerini Musevi ve Ermeni iĢ adamlarına
iĢlettiriyorlardı. Yeniçerilerle bu paĢa ve bürokratlar arasındaki fark, paĢa-
ların sarraflarıyla sık sık kavga etmemeleriydi. Bu nedenle Yeniçeri - Sar-
raf iliĢkisi hemen göze batıyor, ama diğeri ayağa düĢmüyordu. Ancak
Yeniçeriler sadece Musevilerle iĢ yaparken, paĢa ve bürokratlar sarayla
birlikte Ermeni sarraflarla da münasebet kuruyorlardı. Böylece Musevi ve
Ermeni tüccarlar arasındaki rekabet bu dönemde iyiden iyiye kızıĢıyordu.
Kaldı ki Ermeniler ticari faaliyetlerinde Musevi tacirlere oranla hem daha
güven veriyor, hem de daha dürüst davranıyorlardı.
Diğer taraftan Ermeniler salt tüccarlıkla yetinmiyor, üretim de yapıyor-
lardı. Örneğin yazmacılığı Ermeniler baĢlatıyorlar, Üsküdar'da baĢlayan
bu sanat kısa zamanda Beyrut, Ġzmir, Kahire ve Ġskenderiye pazarlarına
kadar uzanıyordu. Keza Darendeli ġamlıyan adlı bir Ermeni, ilk kez çuha
fabrikası kuruyor, hayli zengin olduktan sonra Ġstanbul'a göç ederek sar-
raflığa baĢlıyordu.
Ama Ermeniler daha çok kuyumculuk, sarraflık ve darphane iĢlerinde
sivriliyorlardı. Bunların baĢında bir dönem darphane yönetimini elinde
bulunduracak olan Düzyan Ailesi geliyordu.
Amir Mirican, Aznavur Ailesi, Hoca Kirkor, Andon Köleyan, Garabet,
Agop, Housep-Kirkor ve Garabet kardeĢler, Artin ve oğlu Agop, Ohannes
ve oğlu Housep, Sarraf Apik, Ohannes Kuyumcuyan, Kevork Yeramyan
önde gelen ve etkin sarraflarla, kuyumculardı.
Ermeni Cemaatinin bu yükseliĢine karĢın Musevi Cemaatinin ve dola-
yısıyla saray üzerindeki Musevi gücünün zayıflaması, Musevi sarrafların
kontrolündeki Yeniçeri Ocağında da etkisini gösteriyordu. Museviler bu
dönemde, yani 18'inci yüzyılın özellikle sonundan itibaren Batı Avru-
pa'daki geliĢmeleri dikkatle izliyorlardı. Zira Batı Avrupa'daki dinsel /
sosyal / siyasal değiĢim ekonomiye de yansımıĢ bulunuyordu. Sanayi dev-
rimi, mali bakımdan yeni çekim alanları yaratırken, Hilafeti aldıktan sonra
giderek Ġslam taassubuna yönelen ve teokratik yapı nedeniyle adeta Hıris-
tiyan Ortaçağını yaĢamaya zorlanan Osmanlı düzeni içinde, piyasa özgür-
lüğü de ortadan kalkmaya baĢlıyordu. Kaldı ki keĢifler nedeniyle baĢlayan
hem ticari hareketlilik hem de nüfus hareketliliği Batı Avrupa'yı Musevi-
ler bakımından daha bir çekici hale getiriyordu. Ġstanbul Musevi Kolonisi
Batı Avrupa'daki geliĢmeleri bu nedenle yakından izleyip fırsat düĢtükçe
olaylara nüfuz ederken, diğer yandan güçlenen Ermeni Lobisine karĢı
mücadele et-

161
mekten de geri kalmıyordu.
Ermeni Lobisi daha 18'inci yüzyılın ilk döneminde darphaneye nüfuz
etmeye baĢlamıĢ bulunuyordu. Örneğin ġahap-ayar olarak, Ye-remya
Çelebi baĢta geliyordu. Daha sonra Ermeniler darphanede yönetimi ta-
mamen ele geçirecekler ve önce kendi aralarında sonra da Musevilerle
aralarındaki rekabet burada kanlı bir görünüm alacaktı.
18'inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren baĢ gösteren en önemli ge-
liĢmeleden biri de Osmanlı Ġmparatorluğuna karĢı Rusya'nın, Ġngilizlerin
de yönlendirmesiyle baskı yapması, bu baskı sonucu uzun süreli Osmanlı
- Rus savaĢlarının baĢlaması oluyordu.
Aslında Ġngiliz Liberalizminin Fransa'da 1789 Ġhtilali'ni hazırla-
masıyla, Rus saldırılarının Osmanlı Devleti'ni yıpratması atbaĢı cereyan
ediyordu. Ġngiltere'nin iki koldan Fransa ve Osmanlı Hanedanları üzerinde
tesis etmiĢ olduğu bu baskının ana hedefi Fransa'da Kralın, Osmanlı'da ise
Sultan / Halife'nin dinsel / siyasal / ekonomik tekeli elinde tutabilmek
amacıyla militer bir güç oluĢturma çabalarına girmiĢ bulunmalarıydı.
KuĢkusuz diğer etkenler de aynı Ģekilde Fransa ile Osmanlı Devleti'ni
Ġngilere'nin karĢısında boy hedefi haline getiriyordu ama ana neden, Ġngi-
liz Tüccarlar OligarĢisinin, Fransa ve Osmanlı'da, kendi egemenliklerinde
bir ticaret piyasası oluĢturmak istemeleriydi. Kaldı ki Osmanlı Ġmparator-
luğu'nun iĢtahını daha bir kabartıyordu.
Ġngiltere'nin ticari bakımdan nüfuzu altında bulundurduğu Moskova'yı,
Osmanlı Devleti'ne karĢı yönlendirerek mütecavizleĢtirmesi hem Rusya'ya
Karadeniz ve Tuna ticaret yolları üzerinde etkinlik ka-zandırıyor, hem de
Hanedanı aciz duruma düĢürüyordu. Osmanlı Hanedanı bu durum karĢı-
sında kaçınılmaz olarak Osmanlı Ordusu'nun gücüne gereksinim duyuyor;
fakat Yeniçeri Ocağı'nı mali nüfuz altında bulunduran Osmanlı Tüccarlar
OligarĢisi, Yeniçerilerin savaĢ yetenek ve arzularını kırmakta baĢrolü oy-
nuyordu. Nitekim Yeniçeriler savaĢmak veya askerlik mesleğinin gereğini
yapmak yerine Ġstanbul'da ticaretle uğraĢmayı, para ve piyasa iĢlerinin
baĢında durmayı yeğliyordu. Hem asker maaĢı almak, hem de savaĢmak
yerine ticaretle uğraĢmak, Yeniçerilere daha cazip geliyordu. Sultan / Ha-
lifeler de onlan zorla savaĢa götürmek ve rizikoya girmek yerine, sarayla-
rında oturmayı tercih ediyorlardı.
Bunun sonucu olarak 1774 yılında yapılan Kaynarca AnlaĢması'yla
Osmanlı - Rus savaĢlan (bir süre) sona eriyordu ama, 9 yıl sonra

162
1783'de Ruslar Kırım'ı önce iĢgal, sonra da ilhak ediyorlardı.
Bunun tek nedeni Tüccarlar OligarĢisinde güdümündeki Yeniçerilerin
savaĢma yeteneğini yitirip ticaret yeteneğini geliĢtirmiĢ olmalarıydı.
Kırım'ın Ruslar tarafından iĢgali ve ilhakı Osmanlı halkı üzerinde bü-
yük bir üzüntü ve etki yaratıyor, yaĢlı Sultan / Halife 1 'inci Abdülha-
mit'ten umut kesilince gözler ġehzade Selim'e dönüyordu. Abdülhamit bu
nedenle Selim üzerinde ağır baskı tesis ediyor, Selim ise bir yolunu bulup
Fransa Kralı 16'ncı Louis ile irtibat kuruyordu. Selim, Fransa Kralı ile
yaptığı yazıĢmalarda maarif ve askeri reform konusuna ağırlık veriyor,
16'ncı Louis'ten bilgi almaya çalıĢıyordu. Bu yazıĢmaların yanısıra mak-
bul adamı olan Ġshak Bey'i de Fransa'ya göndererek geliĢmeleri yakından
izletiyordu.
Nihayet Sultan / Halife l'inci Abdülhamit 1789 yılının Ocak ayın-
da,.Özi Kalesi'nin düĢmesi sırasında ağır hastalanıyor, Nisan ayında da
yaĢama gözlerini yumuyordu. Böylece yeğeni ġehzade Selim, 3'üncü Se-
lim olarak Osmanlı tahtına oturuyordu.
Abdülhamit'in büyük üzüntüye kapılarak yaĢamını yitirmesine, 1788
yılında Rusya - Avusturya bağlaĢıklığına karĢı, yeni bir savaĢın baĢlaması
ve Osmanlıların bu savaĢta da varlık gösterememesi neden oluyordu. Ni-
tekim ekonomik sıkıntılar nedeniyle de orduda çözülme baĢlıyor, para
darlığı sonucu bazı Arnavut askerleri Avusturya - Rusya Ordusu'nun saf-
larına geçiyordu.
Bu aĢamada Osmanlı Ġmparatorluğu'nun yapısında büyük değiĢimler
yaĢanıyordu. Ġthalata dayalı aĢırı lüks gözleniyor, varlıklı aileler birbirle-
riyle gösteriĢ yarıĢına girdikleri için kazandıklarından fazla tüketiyorlardı.
Bu nedenle gayrımeĢru kazanç gaynmeĢru servet edinme hastalığı haline
dönüĢüyor rüĢvet, hile ve irtikap sosyal yapıyı temelden sarsıyordu. ĠĢin
ilginç tarafı ilmiye sınıfının da bu yolsuzluklarla mücadele yerine, gayrı-
meĢru kazanç elde etme kervanına katılmıĢ olmasıydı. 3'üncü Selim'in
dayanağını teĢkil edecek'olan ekonomik zemin bu denli bozulmuĢken bir
de ordunun ıslah edilmesinin gündemde tutulması iç ve dıĢ siyaseti hayli
zorluyordu.
Diğer taraftan Sultan Selim'in tahta oturduğu günlerde Fransa'da ihtila-
lin patlak vermesi ve 3'üncü Selim'in dostu 16'ıncı Louis'in tahttan indi-
rilmesi -ki 16'ncı Louis'nin eĢi Marie Antoinette, antisemitik yasalar çı-
karmakla ünlü Avusturya Kraliçesi Marie Therese'nin kızıydı- Osmanlı
Sultan / Halifesi'nin morali üzerinde son derece olumsuz

163
etki yapıyordu. Bununla birlikte 3'üncü Selim ve tüm Osmanlı aydınları,
Fransa Ġhtilalinin diğer yüzündeki Ġngiliz Liberalizminin, dinsel / siyasal /
ekonomik tekel'e karĢı indirdiği darbe olduğu gerçeğini göre-miyorlardı.
Bu nedenle de 3'üncü Selim, dinsel / siyasal / ekonomik tekelini dayan-
dırmak için güçlü ve profesyonel bir orduya duyduğu gereksinim sonucu,
piyasa askeri niteliğindeki Yeniçeri Ocağı'nı lağv edip, Nizam-ı Cedid
(Yeni Düzen) adı altında yeni bir ordu kurmaya yöneliyordu. Bu durum
ise önce Osmanlı Tüccarlar OligarĢisini, ardından onların nüfuzu altındaki
Yeniçeri sarraflarını, dolayısıyla Yeniçerileri rahatsız ediyordu. Bu rahat-
sızlığın bir ucu da Ġzmir - Selanik - Viyana - Hamburg Tüccarlar OligarĢi-
sinin devamı olan Londra (ve Ġngiliz) Tüccarlar OligarĢisinin huzurunu
bozuyor, doğrudan harekete geçmelerine neden oluyordu.
Bu dönemde bütün merkezlerde bir ekonomik ve siyasal güç haline
gelmiĢ bulunan Sami kökenli tüccarlar ve bunların denetimindeki oligar-
Ģik güç, Tuna Nehri'nin güneyinden itibaren Balkan, Kafkas, Önasya ve
Yakındoğu bölgelerinde militer - bürokratik merkezi devlet modeli yerine
federatif bir sistem oluĢturmayı amaçlıyorlardı. OluĢturulacak Balkan,
Önasya, Kafkas ve Yakındoğu Federasyonlarını bir Ģekilde konfedere
ederek Ġngiltere kökenli ticari / siyasi gücün denetimi altında bulundur-
mak, Tüccarlar OligarĢisinin en önemli amacıydı. Zira, buna yakın bir
modeli- o sırada özgürlüğüne kavuĢmuĢ olan - Kuzey Amerika'da oluĢtu-
ruyor, militer / siyasal baskı olmaksızın kazandıkları ekonomik gücün
lezzetini tadıyorlardı. Aynı modeli bu dönemde Balkan, Önasya, Kafkasya
ve Yakındoğu bölgelerine egemen olan Osmanlıların toprak varlığı üze-
rinde oluĢturmayı amaçlıyorlardı. Buna göre merkezi ordu ve merkezi
bürokratik devlet örgütlenmesi olmayacaktı.
Bu modele ulaĢmanın ilk adım olarak Sultan / Halife'nin, dinsel / siya-
sal / ekonomik tekelinden ekonomik erk ayrılıyordu. Ekonomik erk'in
ayrılması ordunun iktisadi dayanağını sarsıyor, böylece militer güçle bir-
likte Sultan / Halife'nin siyasal gücü de zaafa uğruyordu. Ayrıca Avustur-
ya ve Rusya'nın askeri faaliyetlerde baĢarı kazanması da, PadiĢahın siyasal
gücünü yaralıyordu. Böylece Osmanlı padiĢahlarının elinde sadece dinsel
güç kalıyor, aĢırı kullanılınca dinsel taassuba dönüĢüyordu. Ancak bu,
daha sonraki aĢamalarda gündeme geliyordu. 3'ücü Selim profesyonel bir
ordu kurmak isterken aslında -Fransa da ihtilalle kırılan- dinsel / siyasal /
ekonomik tekelini pekiĢtirmeye çalı-

164
Ģıyordu. Bu bir balama "geç kalmıĢ bir Fransız düzeni" idi.
16 Mayıs 1789 günü Revan KöĢkü'nde bir toplantı düzenleyen Sultan /
Halife, burada görev taksimi yapıyordu. Naiplerin zulmüne son vermek
görevini ġeyhülislama, vüzeranın fenalıklarına son vermek görevini Kay-
makam PaĢa'ya, askeri iĢlerin düzeltilmesi görevini de SekbanbaĢına veri-
yordu. Ayrıca içki ve sefahatla mücadele edilmesi için meyhanelerin ka-
patılmasını buyuruyor, israf ve lükse son verilmesini istiyordu.
Bu sırada da Avusturyalılar ve Ruslar, Osmanlı Orduları karĢısında ye-
ni zaferler kazanıyor, Kalas'ı ele geçiriyorlardı. Ayrıca, Ġngilizlerin yön-
lendirdiği Ruslar, Rum ve Sırpları kıĢkırtıyor, ayaklanmayı teĢvik ediyor-
lardı. Öte yandan Fransa (ki Kral o sırada henüz düĢürülmemiĢti) ile Ġs-
panya, Osmanlılarla Avusturyalılar arasında barıĢ yapılması için çaba
sarfediyorlardı. Diğer tarafta Ġngiltere'nin desteğindeki Ruslar'dan rahat-
sızlık duyan Prusya Krallığı da Osmanlılarla ilk kez bir "Savunma ve sal-
dırı anlaĢması" imzalamaya çalıĢıyordu. Nitekim Ruslar'ın Osmanlılar
karĢısında zaferler kazanmaları, Fransa'da ihtilalcilerin Kralı tahttan in-
dirmeleri ve Avusturya'nın Ruslarla birlikte Tuna boylarında Osmanlıları
zorlamaları, 3'üncü Selim'i Prusya ile anlaĢma yapmak zorunda bırakıyor-
du. Böylece yine ilk kez Halife, bir Hıristiyan devletle anlaĢma imzalıyor-
du. Bu anlaĢmanın fetvasını alabilmek için de Sultan / Halife, yeni ġeyhü-
lislam tayin etmek zorunda kalıyordu.
1790 yılında Avrupa'da koĢullar hızla değiĢiyordu. Fransa'da Kral ala-
Ģağı ediliyor, Avusturya'da Ġmparator 2 nci Joseph ölüyor ve yerine Leo-
pold geçiyordu. Diğer taraftan Prusya Kralı 2 nci Friedrich Wilhelm,
Avusturya ile Rechenbach arasında barıĢ anlaĢması yapıyor, bu anlaĢmaya
Avusturya'nın Osmanlı Devleti ile mütareke yapması Ģartını koyuyordu.
Bunun sonucu olarak Avusturyalılar - Fransız Ġhtilalinden de korktukları
için- Osmanlılarla 9 aylık bir mütareke yapıyor, ardından da barıĢ anlaĢ-
masını imzalıyorlardı. Bu arada Rusya da anlaĢma yapmak istiyor, fakat
3'üncü Selim "Kırım alınmadıkça devlet-i aliyyenin düĢmanı olan Rusya
ile sulh yoktur" diyerek önerileri reddediyordu. Ancak Ruslar askeri ba-
kımdan baskı yapıyor yeni zaferler kazanıyorlardı. Sonunda Ġngiltere'nin
aracılığıyla Osmanlılar Ruslarla da barıĢ yapmak zorunda kalıyordu.
3'üncü Selim bu barıĢa kendisini, ordusunun durumunun zorladığını belir-
tiyor ve Ģöyle diyordu:
"Askeri taife cenk eylemez ve zabitan ettirmez. Cümlesi hain.

165
Bunun ahar çaresine bakmalı. Bunlar daima sulh tarafına çekerler. Pek
güzel, sulh olsun. Lakin Ģan-ı din-u devlet bu suretle nice siyanet olur...
herkes kendi nizam-ı hale ve refah-ı maaĢ kaydına düĢmüĢ..."
Aslında 3'üncü Selim'in bu yakınması, Sultan Süleyman'ın Rodos önle-
rinde ordusuna yaptığı aĢağılayıcı konuĢmasının devamından baĢka bir
anlam taĢımıyordu. Ordu aynı ordu, Yeniçeri aynı Yeniçeri, arzu ve istek-
ler aynı arzu ve isteklerdi. Tek fark, aradan 300 yıl geçmiĢ olmasıydı.
Yapılan barıĢ anlaĢmaları nedeniyle Osmanlı Orduları cepheden dönü-
yordu. Son olarak da 3 Nisan 1792 günü Rus Cephesi'nden gelen askerler
Ġstanbul'a giriyor ve törenlerle karĢılanıyordu. Böylece 3'üncü Selim bütün
dikkatini, yapılacak ıslahat ve reformlara yöneltiyordu.
3'üncü Selim de 18'nci yüzyıldaki diğer Osmanlı padiĢahları gibi çü-
rümenin nedenlerini kurumlarda ve bürokratlarda arıyordu. Oysa bozul-
manın asıl nedeni, dünyanın ve ona paralel olarak Osmanlı Devleti'nin
değiĢen dengeleriydi. Ancak PadiĢah ve makbul adamları bu değiĢen den-
geleri dikkate almaksızın, eski dengeler üzerine yeni yapılar oluĢturma
çabasına giriyorlardı.
Sultan - Halife, aralarında Ġsveçli D'Ohsson ve Fransız asılı Bert-
ranaud gibi ünlü kiĢilerin yer aldığı 22 kiĢilik bir heyet oluĢturuyor ve
bunlardan "nizamat-ı devlete dair layihalar" hazırlamalarını istiyordu. Bu
layihalarda değiĢik görüĢler ortaya konuluyordu. Bunun üzerine PadiĢah
bir komisyon kurduruyor ve bu komisyona bir program hazırlattırıyordu.
Program 2 sayfadan oluĢuyordu. Ġdari, mülki, ticari, sosyal ve siyasal ko-
nuların yanısıra programın ağırlığını askeri reformlar teĢkil ediyordu.
Mevcut askeri müesseselerin ıslahı ise Nizam-ı Cedit adı altında topla-
nıyor, yeni bir askeri teĢkilat kurulmasını, harp sanayiinin yeniden tanzi-
mini, askeri sahada yapılacak tüm yenilikleri amaçlıyordu.
Yapılacak askeri reformun amacı öncelikle ticaretten ve piyasa iliĢkile-
rinden tam anlamıyla arındırılmıĢ bir kuvvet oluĢturmak, bu kuvveti sü-
rekli talim ve eğitimle yetiĢtirmek ve meĢgul etmek, teknik bakımdan
geliĢmiĢ silah, araç ve gereçleriyle donatmaktı. Nitekim 3'üncü Selim
hemen ordunun reformuyla iĢe baĢlıyordu. 10 Temmuz 1792 günü "Tec-
did-i Kanun-ı Tımar ve Zeamet".adı altında bir yasa çıkarıyor, buna göre
harplere iĢtirak etmeyen tımar ve zeamet erbabından tımar haklarını alı-
yordu. Bu hakkın, ödevini layıkıyla yerine getirenlere verilmesi mecburi-
yetini koyuyordu. Ayrıca 26 ġubat 1793 gü-

166
nü Humbaracı, Lağımcı, Topçu Ocakları için bir yasa çıkarıyordu. Bu
yasaya göre Humbaracı Sınıfından olanların sürekli Ġstanbul'da oturmala-
rını ve talim, terbiye ile uğraĢmalarını Ģart koĢuyordu. Ayrıca bu sınıfa
alınacak olanlara ağır koĢullar getiriyordu. Lağımcılar için çıkardığı yasa
ile bu sınıfın da Humbaracılarla aynı kıĢlada oturmaları zorunluluğu geti-
riliyordu.
Mart 1793'de çıkardığı bir yasa ile Tophane'nin etrafındaki dükkan ve
meskenlerin istimlak edilmesini, buraya topçu ve arabacı kıĢlalarının inĢa
edilmesini buyuruyordu. Böylece Yeniçerilerin egemen olduğu bölgeyi
temizlemeyi amaçlıyordu.
3'üncü Selim bir taraftan topçulukta yani atılımlar yaparak günün tek-
nolojisini yakalamaya çalıĢırken, diğer taraftan da Yeniçeri Ocakları'nın
eğitim iĢine el atıyor, haftanın belli günlerinde talim ve eğitim yapmaları-
nı zorunlu kılıyordu. Keza esnaflık, ticaret ve daha baĢka iĢlerle uğraĢan
Yeniçerileri disiplin altına almaya çalıĢıyordu.
Fakat 3'üncü Selim kuĢaklar boyu Osmanlı Hanedanı'nı meĢgul eden
bu Yeniçeri meselesini kökten halletmeyi amaçlıyordu. Nitekim Ordular
cepheden dönerken Sadrazam Yusuf PaĢa'ya, bazı birlikleri DavutpaĢa
KıĢlası'nda bırakmasını buyuruyor, bilahare bu birlikleri Ağa Yeri diye
adlandırılan bugünkü Arkeoloji Müzesi'nin bulunduğu talimgaha nakletti-
riyordu. Buradaki askerler Avrupa Orduları’nın talim ve terbiyesiyle eği-
tilmeye baĢlanıyor ve bu büyük birlik Nizam-ı Cedit adı altında kurulacak
yeni ordunun çekirdeğini oluĢturuyordu. Sultan / Halife baĢlıbaĢına yeni
bir askeri teĢkilat kurmayı amaçlıyordu ama, öncelikle Yeniçeriler buna
yanaĢmıyordu. Ocaklılar hem bu kuvvetin kurulmasına karĢı çıkıyor, hem
de yeni talim ve terbiyeyi ananeye aykırı buluyordu. Ancak bunlar görü-
nürdeki gerekçeleri oluĢturuyordu. ĠĢin özünde ise baĢka nedenler yatı-
yordu.
PadiĢahın oluĢturmayı istediği yeni askeri teĢkilat sivil niteliklerden
tamamiyle soyutlanacak». Askerler kıĢlada yatıp kalkacak, karavanadan
yemek yiyecek, belli bir ücret alacak, sabahtan akĢama kadar askeri eğitim
görecek, talim yapacak, kesinlikle ticaretle, esnaflıkla, tefe iĢleriyle vs.
uğraĢmayacaktı.
Mali kaynaklar itibarıyla Yeniçeri Ocağı tam bir askeri kurum olmak-
tan uzaklaĢmıĢ, sivil / asker bir örgüt görünümü almıĢ bulunuyordu. Sul-
tan / Halife ise bu yapıyı ortadan kaldırarak, sivil yaĢamla bağlantısı bu-
lunmayan, sadece padiĢahın merkezi kontrolü altında, onun oluĢturduğu iç
ve dıĢ siyasetlere dayanak teĢkil eden silahlı bir güç

167
oluĢturmayı amaçlıyordu.
Bu durum öncelikle iç ve dıĢ siyasi ve ekonomik odakları, özellikle de
Ġstanbul'daki Tüccarlar OligarĢisini rahatsız ediyordu. Buna paralel olarak
Yeniçeri Ocakları’nın yönetim katında bulunanlar ve ulemanın bir kısmı
da Osmanlı kanunlarının Yeniçeri Ocağı'ndan baĢka, yeni bir askeri teĢki-
lat kurulmasına izin vermediğini ileri sürüyordu. Bu nedenle Sultan / Hali-
fe Nizam-ı Cedit adı altında kurulacak yeni askeri teĢkilatın Bostancı /
Tüfekçi Ocağı'na bağlanmasını kabul ediyordu. 1793'de ise çıkarılan bir
yasa ile Nizam-ı Cedit askerlerinin Levent Çiftliği'ndeki kıĢlalara yerleĢti-
rilmesi kararlaĢtırılıyordu. Ancak Nizam-ı Cedit kuvvetleri giderek yay-
gınlaĢtırılıyor, Konya, Ankara, Kayseri gibi büyük merkez Ģehirlerinde
yeni askeri teĢkilat kuruluyor, kumandanlığına da Karaman Valisi Kadı
Abdurrahman PaĢa getiriliyordu.
Yeni kurulan bu askeri teĢkilat, ister istemez yeni bir finans kaynağını
gerektiriyordu. Bu da kaçınılmaz olarak yeni bir vergi sistemini zorunlu
kılıyordu. Nitekim Nizam-ı Cedit bütçesi, 200 bin kese altınlık özel bir
fon oluĢturulmasına yol açıyordu. Bu fon'un akar'ı ise tütün, kahve ve
Ģarapta alınan vergiler, her yıl yenilenmesi gerekli olan ferman ve berat-
lardan alınan gelirler, on keseden fazla faiz geliri bulunanlardan gelen
varidattan oluĢuyordu.
Kurulan bu yeni vergi sistemi için yeni bir bürokratik organizasyon ve
yeni bir bürokrat kadro oluĢturuluyordu. Bu "yeni ordu", "yeni vergi",
"yeni bürokrat" zinciri ise Tüccarlar OligarĢisini ve onun kontrolündeki
unsarları iyiden iyiye huzursuz ediyordu. Üstelik bu yeni oluĢum giderek
devletin tüm yapısına da yansıyordu.
Tüccarlar OligarĢisini rahatsız eden konu bununla sınırlı kalmıyordu.
Ġstanbul'daki sarraf, kuyumcu, tefeci ve gayrimüslim tüccarların büyük bir
kısmı vergi vermemek için (Pasarofça hükümlerinden de yararlanarak)
baĢka ülkenin vatandaĢlığına giriyorlardı. Sultan / Halife, vergi kaçağını
önlemek üzere bu konuda bazı önlemler alıyordu. Ayrıca zahire toplanma-
sı ve dağıtımı iĢini tüccarlardan alarak tekelleĢtirmek üzere Ġstanbul'da bir
"Zahire Nazırlığı" kuruyordu. Bu Nazırlık ise, zahirede serbest piyasa
ilkelerini ortadan kaldırıyor, devlet tekelini getiriyordu.

168
Gayrimüslim Milliyetçiliğinin Kökeni: Ġngiliz Liberalizmi

3'üncü Selim içerde ıslahat çalıĢmalarını yoğunlaĢtırıp, tüccar / bezir-


gan finans odaklarıyla Yeniçeri Ocağı ve ulemanın bir bölümünü rahatsız
ederken, diğer taraftan dıĢ dünyadaki olumsuz geliĢmeler de hızla tırma-
nıyordu. Bu tırmanıĢın nedenini ise Fransa'daki değiĢim oluĢturuyordu.
1789 Ġhtilali'nden önce olduğu gibi, sonra da Ġngiltere - Fransa rekabet
ve çatıĢması devam ediyordu. Ġngiltere, Fransa'nin içiĢleri ile uğraĢmasın-
dan yararlanarak ve Rusya'yı kullanarak Balkanlar üzerinden sarkmaya
baĢlıyordu. Nitekim görünürde Fransız Ġhtilali'nin temel ilkeleri bahane
edilerek, özde ise doğrudan Ġngiliz Liberalizminin "kendi kaderini tayin"
ilkesi doğrultusunda Rusya Ortodoks, Sırp, Rum ve Katolik Hırvatları
"milli benliklerini ispatlamak ve bağımsızlıklarını kazanmak yönünde"
kıĢkırtıyor, onlara her türlü desteği veriyordu. Aslında Rusya'yı bu siyase-
te Londra ile bağlantı halinde bulunan Viyana ve Moskove bezirgan /
tüccar sermayesi yönlendiriyordu.
Buna karĢılık Osmanlı Devleti, Fransa Kralı ile iĢbirliği yaparak Ġngil-
tere ve Rusya'ya karĢı denge oluĢturuyordu. Ancak ihtilalden sonra gelen
kaosu bastıran Napoleon Bonaparte, siyasal bakımdan dinsel / siyasal /
ekonomik tekeli kırarak kısmen Liberal siyasetler uygularken, bu siyaset-
lerini dayandırdığı orduyu, Fransa çıkarları doğrultusunda, Ġngiltere ve
Rusya'nın çıkarlarına karĢı harekete geçiriyordu. Fransa ve Ġngiltere ara-
sındaki hesaplaĢma ise önce Akdeniz havzasında cereyan ediyordu. Bu
hesaplaĢmanın iki temel hedefi bulunuyordu.
* Akdeniz pamuk plantasyonlarının elde edilmesi.
* Klasik ticaret yolları üzerinde egemenlik.
Nitekim Napoleon Bonaparte ilk hedef olarak Avusturya ve Ġtalya'ya
karĢı orduyu yönlendirerek hem Piemonte'yi ele geçiriyor, hem de Arna-
vukluk'a kadar iniyordu. Ayrıca, aynı siyasal ilkeler çerçevesinde Hırvat,
Sırp ve Rum milli hareketlerini de sahiplenerek Rusya'yı safdıĢı bırakma-
ya çalıĢıyordu.
Ancak Ġngiliz çıkarlarına karĢı asıl harekatı 1798 yılında Osmanlı

169
egemenliğindeki Mısır'a karĢı yapıyordu. Nitekim Fransa Donanması o yıl
Toulon'dan denize açılıyordu. Amacı, önemli bir pamuk üreticisi duru-
munda bulunan Mısır'ı almak, Doğu Akdeniz ticaret yollarına egemen
olmak, böylece Hindistan yolunu kontrolüne geçirmekti. Mısır'ın Fransız-
lar tarafından iĢgal edilmesi Ġngiltere bakımından yaĢamsal bir önem taĢı-
yordu. Zira sanayi devrimine dokuma tezgahlarıyla baĢlayan Ġngiltere, seri
üretime geçmiĢ ve dokumada yünlüden sonra pamukluya da baĢlamıĢtı.
En Önemli pamuk üreticisi ise bu dönemde iklimi nedeniyle Mısır'dı.
Mısır'ın pamuğu artık Fransa içine de önemli bir stratejik maddeydi.
Fransa'da Ġhtilal artık Avrupada oluĢmuĢ bulunan güçlü, Tüccarlar Oli-
garĢisine kapılarını açıyordu. Kaldı ki Ġhtilal sırasında asiler, kutsal krallı-
ğın gölgesinde oluĢan toprak kökenli yerleĢik Fransız aristokrasisini kat-
lediyor, böylece tüccar / bezirgan kökenli yeni aristokrasiye yer açıyordu.
Napoleon özde, John Locke'un gösterdiği hedefler doğrultusunda, kuv-
vetler ayırımına dayalı bir hukuk sistemi oluĢturma çabasına giriyordu.
Üstelik devletin üzerindeki dinsel tekeli kırarak Ġmparatorluk tacını -Papa
yerine- kendisi kendi baĢına koyuyordu. Napoleon Bonaparte Fransa'da
Laik Devlet yapısının temellerini atıyordu. Kısacası Bonaparte Liberal
Devlet ilkelerini, Ġmparatorluk otoritesini ve o otoritenin militer gücünü
kullanarak tesis ediyordu. Dahası, Napoleon Bonaparte çevresindeki din-
sel dayanaklı siyasal iktidarlara karĢı da -örneğin Ġspanya- sert mücadele-
lere giriĢerek onların bu otoritesini kırıyordu. Ne ki Bonaparte’ın Liberal-
liği, Fransız Milliyetçiliğinin hudutlarında sona eriyor, ünlü kumandanın
dünya görüĢü bu noktada Ġngiltereden ayrılıyordu.
Napoleon Bonaparte kendisine ilk hedef olarak seçtiği pamuk tar-
lalarıyla (ve doğal olarak bugünkü SüveyĢ Kanalı'nın bulunduğu Kı-
zıldeniz - Akdeniz kara bağlantısıyla) ünlü, Osmanlı egemenliğindeki
Mısır üzerine yürüyordu.
3'üncü Selim ve Osmanlı yönetimi için bu saldırı pek de sürpriz sayıl-
mıyordu. Zira daha, yakın bir geçmiĢte Balkan halkları arasında Rusya
tarafından yürütülen milliyetçilik kıĢkırtmalarını sahiplenen ve Arnavut-
luk'a kadar inen Napoleon'un, eski Fransız krallarının Osmanlı Devleti ile
yürüttükleri dostluk siyasetini sahiplenmeyeceği biliniyordu. Üstelik Ġngi-
liz ekonomik yayılmacılığına karĢın Fransa'nın militer yayılmacılığa yö-
nelmesinin kaçınılmaz olduğu da farkediliyor-

170
du. Kaldı ki, antisemitik Fransa Kralları'nın uyguladıkları siyasetler yerine
Napoleon Bonaparte'ın Balkanlardaki gaynmüslimleri Osmanlı yönetimi-
ne karĢı kıĢkırtırken, buradaki Musevilere de, Filistin'de bir Musevi Dev-
leti kurmalarını telkin etmesi, Fransa Ġmparatoru'nun ġarkla ne denli ve
nasıl, her siyasetle ilgilendiğini de ortaya koyuyordu.
Bu nedenlerle Bonaparte'ın hiç bir "ilan-ı harbe" lüzum görmeden 19
Mayıs 1798 günü Toulon'dan hareket ederek 2 Temmuz günü Ġskenderiye
yakınındaki Ebukır mevkiine asker çıkarması sürpriz olmuyordu. Napo-
leon 25 Temmuz günü de Ehramlar SavaĢı’nı kazanarak Kahire'ye giri-
yordu.
Gerçi bu durum Osmanlı Devleti için büyük bir sürpriz oluĢturmuyor-
du. Ama Ġngiltere derhal harekete geçiyordu. Henüz Osmanlı Ordusu yola
çıkmadan Amiral Nelson kumandasındaki Ġngiliz Donanması Mısır önle-
rindeki Fransız savaĢ gemilerini yakıyor ve Bonaparte'ın ülkesiyle irtibatı-
nı kesiyordu. Nitekim bu olaydan çok memnun olan 3'üncü Selim Nel-
son'u Ġmparatorluğun ilk madalyasıyla taltif ediyordu. Amiral Nelson'un
Fransız Donanmasını vurmasıyla, birden taraflar yer değiĢtiriyordu. Ġngil-
tere ve Rusya ile Osmanlılar yakınlaĢıyor, bir Osmanlı filosu Ġngiliz filo-
suna yardım etmek üzere yola çıkıyor, diğer Osmanlı filosu da Rus filo-
suyla birlikte Ege ve Akdeniz'e açılıp Balkan sahillerinde Fransız donan-
ma ve ordularına karĢı mücadele ediyordu. Tepedelenli Ali PaĢa Fransız-
ları Preveze'de mağlup ediyor, Osmanlı - Rus Donanması da Zonta ve
Kefalonya sahillerinde baĢarılar kazanıyordu.
Sonuç olarak Osmanlı Devleti 31 Aralık 1798'de Ruslarla, 5 Ocak
1799'da Ġngiltere ile resmen ittifak yapıyor, Sicilya'daki iki Sicilya devleti
de bu ittifaka katılıyordu. Ancak Osmanlı Payitahtında bu iki anlaĢma hiç
de hoĢ karĢılanmıyordu. Zira Fransa'nın Ġstanbul'a gönderdiği ajanlar ve
Fransız Ġhtilali taraftarları halkı yönetime karĢı tahrik ediyor, halk ise ezeli
düĢman Rusya ile anlaĢma yapan yönetimi eleĢtiriyordu. Üstelik Mısır'ı
Fransızlar'in ele geçirmesi de, muhalifleri tarafından PadiĢaha karĢı kulla-
nılıyordu. Ġstanbul'daki huzursuzluk sinsice yayılırken Fransız Ordusu'nun
Suriye'ye doğru ilerlemesini padiĢah yakından izliyordu. Nitekim, tayinle-
ri bizzat yapan 3'üncü Selim, Sadaret makamına Yusuf Ziya PaĢa'yı, Mısır
Seraskerliği'ne de Cezzar Ahmet PaĢa'yı getiriyordu.
Cezzar Ahmet PaĢa o sırada Sayda Valisiydi. Ama yakın bir geç-

171
miĢte isyan ettiği için hukuken devlet nazarında asi ve suçlu bulunuyordu.
PadiĢahın, bu durumdaki Cezzar Ahmet PaĢa'yı Seraskerliğe tayin etmesi-
nin baĢka nedenleri bulunuyordu. Bu nedenlerin en önemlisi ise Bonapar-
te'ın ġam'a doğru ilerlerken Filistin'deki Musevi Cemaatinin lideri Hayim
Farhi ile münasebet kurarak buradaki cemaatın kendisini desteklemesini
istemesiydi. Bonaparte Farhi'ye bu desteğin karĢılığı olarak büyük vaat-
lerde bulunuyordu.
Hayim Farhi, ġam'da 200 yıldır sarraflık yapan bir aileden geliyordu.
Ayrıca Osmanlı yönetimiyle yüksek düzeyde münasebet halinde bulunu-
yordu. Farhi'nin yakın mali münasebet kurduğu devlet adamlarının baĢın-
da da Cezzar Ahmet PaĢa geliyordu. Hayim Farhi, Cezzar Ahmet PaĢa'nın
özel sarrafıydı. Napoleon'un Mısır Seferi sırasında ise Filistin Musevi
Cemaatinin liderliğini yapıyordu. Farhi bu nedenle Fransa Ġmparatoru'nun
vaatlerini kulak ardı ediyor, Mısır Se-raskerliği'ne tayin edilen Cezzar
Ahmet PaĢa'yı destekliyordu. Zaten 3 üncü Selim de bu sonucu sağlamak
amacıyla Cezzar Ahmet PaĢa'yı Seraskerliğe tayin ediyordu.
Nitekim Farhi ve Filistin'deki Musevi Cemaatinin de yardımıyla -ki en
büyük rolü yeni kurulan Nizam'ı Cedit askerleri oynuyordu -Akka savun-
ması baĢarıyla sonuçlanıyordu. O sırada da Sadrazam Yusuf PaĢa Üskü-
dar'a geçerek ordu ile birlikte Mısır'a hareket ediyordu. Ancak Cezzar
Ahmet PaĢa'nın zafer haberi Ġstanbul'a gelince büyük sevinç uyandırıyor
ve halkın morali yükseliyordu.
Diğer taraftan deniz yoluyla Mısır'a gönderilen Köse Mustafa PaĢa (9
Temmuz 1799'da karaya ayak bastıkları) Ebukır'da 25 Temmuz günü
Fransız Ordusuyla savaĢa tutuĢuyor ve ağır bir yenilgiye uğruyordu. An-
cak Fransa'daki iç durum karıĢtığı için -veya bu gerekçeyi uydurarak-
Napoleon Bonaparte, yerine General Kleber'i vekil tayin ederek 22 Ağus-
tos 1799 günü bir gemiyle Fransa'ya dönüyordu. Daha sonra Yusuf Ziya
PaĢa'nın kumandasındaki birlikler, 20 Aralık 1799 günü ElariĢ'i alıyor,
General Kleber, Sadrazamla anlaĢma zemini arıyordu. Hatta 1800 yılının
Ocak ayında General ile Sadrazam arasında bir mutabakat sağlanıyordu.
Ama Ġngilizler, Fransızlar'ın Mısır'dan serbestçe gitmelerini engellemek
için bu anlaĢmayı uygulatmıyordu. Nitekim savaĢ devam ediyor, Osmanlı-
ların Fransızlarla anlaĢmasını engelleyerek savaĢı devam ettiren Ġngilizler
Ġskenderiye'ye 5 bin kiĢilik kuvvet çıkarıyor, Fransız Orduları Kaptan-ı
Derya Hüseyin PaĢa, Serdar-ı Ekrem ve takviye Ġngiliz birlikleri tarafın-
dan ağır bir yenilgi-

172
ye uğratılıyordu. SavaĢın sonunda Fransız kuvvetleri teslim oluyor, 28
Haziran 1801 günü yapılan anlaĢmayla Mısır'ı terkediyordu.
Bu aĢamada Asya Avrupa arasındaki ticaret yolları bir kez daha ulusla-
rarası siyasal oluĢumların ana hedefini teĢkil ediyor, dönemin belirleyici
güçleri (düvel-i muazzama) bu ticaret yolları üzerinde egemenlik tesis
etmek üzere birbirleriyle çatıĢıyorlardı. Doğu Akdeniz ticaret yolları üze-
rinde egemenlik tesis etmek için mücadele eden ülkelerin baĢında her
zamanki gibi Ġngiltere geliyordu. Tüccarlar OligarĢisinin etkin biçimde
kontrolünde bulunan Ġngiliz yönetimi, baĢta Fransa olmak üzere tüm ra-
kiplerine karĢı avantajlı duruma geçiyordu. Zira zaafiyet içindeki Osmanlı
yönetiminin merkezi otoritesini hissettirmekte zorlandığı bugünkü Suriye,
Filistin ve Mısır bölgelerinde, ekonomik yapıyı kontrolünde bulunduran
Musevi Cemaati, Fransa'nın militer kaba gücüne dayalı egemenliği yerine,
Ġngiltere'nin Ticaret OligarĢisi tarafından yönlendirilen Liberal hegemon-
yasını yeğliyordu. Ġngiliz yönetimi ise askeri bakımdan güçlü rakipler
yerine, askeri ve ekonomik alanda zaafiyet içinde bulunan Osmanlı Devle-
ti ile oynayarak bu bölgede denetim sağlamayı tercih ediyordu. ĠĢin ilginç
yanı, Ġngiltere'nin siyasetinin kaba emperyalist saldırıdan çok, kendi Ticari
OligarĢisi ile yerel Ticari OligarĢinin bütünleĢmesini amaçlayan bir görü-
nüm sergilemesiydi. Kaldı ki, John Locke'un "Devletin dini yoktur. Devlet
bireylerin dini inançlarında özgür olmalarını garanti eder" ilkesi, yerel
Müslüman güçler karĢısında da Ġngiltere'ye avantaj sağlıyordu. Bu yakla-
Ģım yerel Müslüman / ticari güçlerin (Arap), Halifenin Ġstanbul'da (Darül-
hilafe'de) oturmasına karĢın, Londra'ya da sıcak bakmalarına, hatta duy-
gusal anlamda da bağlanmalarına neden olacaktı.
Bu nedenle, Fransa'nın ağır bir yenilgiye uğrayarak Mısır'dan ayrılma-
sına karĢın, Ġngiliz askerleri bölgeyi terketmiyor, Ġskenderiye'de kalmaya
devam ediyorlardı. Ġngiltere bir yandan yerel Ticari OligarĢi ile münase-
betlerini sıkılaĢtırırken, diğer yandan Osmanlı yönetimine diĢ bileyen
Kölemenler ile iyi iliĢkiler tesis ediyor, bu arada da Arap kavmi içinde
(Özellikle Arap Yanmadası'nda) hızla yayılan Vehhabilerle Londra ara-
sında sıkı temas sağlıyordu. Kaldı ki Londra daha bu dönemde Mısır üze-
rinde güçlü bir etkinliği bulunan NakĢibendi tarikatini de titizlikle inceli-
yor, bu yoldan Müslüman kitlenin sempatisini topluyordu. 19'uncu yüzyıl
baĢında Ġngiltere Mısır, Doğu Akdeniz ve Yakındoğu'ya sivil siyasetler
uygulayarak yerleĢiyor,

173
önemli dayanaklar buluyordu. Ayrıca pozisyonunu güçlendirmek amacıy-
la zaman kazanmaya çalıĢıyor, bu arada da Osmanlı merkezi otoritesini
askeri, siyasi ve ekonomik bakımdan daha fazla yıpratmayı hedefliyordu.
ĠĢte 3'üncü Selim iç ve dıĢ siyasal oluĢumlarda bu denli bir kıskaca alını-
yor, güçlü bir ordu ve etkin bir merkezi otorite tesis etmek yönünde son
derece olumsuz koĢullarda mücadelesini sürdürüyordu.

3 üncü Selim'in Katledilmesinin Nedeni: Fransa ile Dostluk (Ben-


zeĢme)

Ne ki Sultan / Halife, Ġngiltere'nin Fransa ile yeniden savaĢa tutuĢma-


sından yararlanarak Londrayı yeni bir anlaĢma yapmaya zorluyor ve 9
Ocak 1803 günü varılan mutabakat sonucu, Ġngiltere askerlerini bölgeden
çekiyordu.
3'üncü Selim bundan sonra tarafsız bir siyaset gütmeye çalıĢıyordu. Bu
arada Napoleon Bonaparte 18 Mart 1804 günü Ġmparatorluğunu ilan edi-
yordu. Bonaparte'ın bu giriĢimi Avrupa'da yeni bir saflaĢmaya yol açıyor,
Ġngiltere ve güdümündeki ülkeler (Rusya ve Avusturya) Ġmparatorluğunu
tanımıyorlardı. Onların bu tavrı ise 3'üncü Selim'i zor'a sokuyordu. Gerçi
Sultan / Halife Fransa'nın Mısır Seferi sırasında Ġngiltere ve Rusya ile bir
anlaĢma yapmıĢ bulunuyordu. Ama geçen süre içinde de Fransa Ġmparato-
ru ile dosthane bir münasebet tesis ediyordu. Bu nedenle Napoleon'a karĢı
kurulan cephede yer almıyor. Bonaparte'ın Ġmparatorluğunu da hemen
tanımayarak tarafsızlık politikasını sürdürüyordu. Ancak bu tavır fazla
uzun ömürlü olmuyor, Austerlizt'de müttefiklere karĢı kazandığı zaferden
sonra Osmanlı Devleti, dıĢ politikasını değiĢtirerek Napoleon'un Ġmpara-
torluğunu tanıyordu. 3'üncü Selim Ġngiltere ve Rusya'nın Osmanlılara
karĢı uygu-

174
ladığı "çifte standartlı" (Fransa'ya karĢı dostmuĢ gibi görünüp Balkanlar,
Mısır ve Ortadoğu bölgelerinde düĢmanca) siyasetlere karĢı Fransa'yı bir
denge unsuru olarak yanına almak istiyordu. Bonaparte da bu durumdan
yararlanarak Osmanlı Devleti'ni Ġngiltere ve Rusya'dan iyice koparmayı
amaçlıyordu. Yine bu aĢamada Rusya ve Avusturya'nın Balkanlarda Os-
manlı Devleti aleyhine faaliyetlerini yoğunlaĢtırması gizleniyordu. 3'üncü
Selim bu nedenle Rusya ile 1799'da yapılan dostluk anlaĢmasının 24 Ara-
lık 1805'de yenilenmesinden memnun kalmadığını ve Fransa'nın, taleple-
rinden ötürü Rusya'ya baskı yaparak, tavassutta bulunmasını istiyordu.
Bu durum ise Ġngiltere'yi adeta çileden çıkarıyor, Osmanlılar aleyhin-
deki faaliyetlerini yoğunlaĢtırmalarına neden oluyordu. Hele bir de Napo-
leon'un elçisi General Sebastiani'nin Ağustos 1806'da Ġstanbul'a gelerek
sarayla çok iyi münasebetler tesis etmesi, adeta bardağı taĢırıyordu. 1806
yılında Sultan / Halife 3'üncü Selim, Nizam-ı Cedit meselesinden ötürü
zaten Ġstanbul'da güç durumda bulunuyordu.
BaĢĢehirde ulema -ki bu sınıf, alaylı askerler üzerinde kolayca etkin
olabiliyor, Ocak Ağalarını kontrol altında tutabiliyordu. Yeni orduya aynı
Ģekilde nüfuz edemeyecekleri kaygusundaydılar- tüccar, esnaf, sarraf ve
Fenerliler'in büyük bir kısmı, Yeniçeri Ocağını gözden çıkarması nedeniy-
le PadiĢaha diĢ biliyordu. ĠĢin ilginç yanı Sadrazam Hafız Ġsmail PaĢa'nın
da bu grupta yer alması ve PadiĢahın arkasından kuyusunu kazmasıydı.
Bunu farkeden PadiĢah, onun yerine Ağa Hilmi Pa-Ģa'yı tayin ediyordu.
Ağa Hilmi PaĢa'nın makbul adamı ise Kaymakam Musa PaĢa'ydı. Köse
lakabıyla tanınan ve boyu "cüce" denecek kadar kısa olan Musa PaĢa Se-
lanikliydi. Musa PaĢa ile Selanik Ticaret OligarĢisinin çok sıkı münasebeti
vardı ve bu kanaldan aldığı istihbarat sayesinde devlet bünyesi içinde
güçlü bir yer edinmiĢ bulunuyordu. Üstelik Rumeli'deki tüccar, sarraf ve
esnaf da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılıp yerine Nizam-ı Cedit'in tesis edil-
mesine karĢı çıkıyordu. Musa PaĢa bu nedenle Nizam-ı Cedit'e karĢı çıkan
devlet adamlarının baĢında geliyordu. Musa PaĢa'nın bu konuda aynı gö-
rüĢleri paylaĢtığı diğer bir Ģahıs da ġeyhülislam Topal Ata idi. Ulemanın
bir bölümünün görüĢleri doğrultusunda hareket eden Topal Ata, Osman-
lı'Devlet yapısının, Nizam-ı Cedit adı altında yeni bir ordu tesis edilmesi-
ne izin vermediğini ileri sürüyordu.
Ortalık alabildiğine gerginleĢmiĢken Ġstanbul'a, Nizam - Cedit

175
askerlerini eğitmek üzeri Fransa'dan bazı subaylar geliyordu. Bunların
yeni askerleri eğitmeğe baĢlaması Nizam-ı Cedit muhaliflerini, özellikle
de Yeniçeri Sarraflarım adeta çileden çıkarıyordu. Tepki bununla da sınırlı
kalmıyor Osmanlıların Fransızlarla bu denli yakınlaĢması Rusya'nın bir
nota vermesine yol açıyordu. Bu notanın verilmesinde kuĢkusuz Fran-
sa'nın Ġstanbul'daki Elçisi de rol oynuyordu. Zira Fransız Elçisi, Karadeniz
Boğazı’nın Rusya'ya kapanması yönünde çaba sarfediyordu.Nitekim Os-
manlı yönetiminin bu yönde bir eğilim göstermesi Rus notasını, Ġngiliz
notasının izlemesine neden oluyordu. Ġngiltere, Osmanlı Devleti'ne verdiği
notada, Ruslarla münasebetin kesilmesi halinde Büyük Britanya Donan-
ması'nın Çanakkale Boğazı'nı geçerek Ġstanbul önlerine demirleyeceğini
bildiriyordu.
Ġstanbul'da bu olaylar cereyan ederken daha 1806 yılının Haziran ayın-
da, Osmanlı ülkesinin çeĢitli bölgelerinde olduğu gibi Edirne'de de bir
ayaklanma meydana geliyordu. 3'üncü Selim, Anadolu'da olduğu gibi
Rumeli'de de Nizam-ı Cedit kurulmasını uygun buluyor, aralarında Ni-
zam-ı Cedit askerlerinin de yer aldığı, 40-50 bin kiĢilik bir kuvvet Kadı
Abdurrahman PaĢa kumandasında Edirne'ye sevkediliyordu. Ancak Ġstan-
bul'daki muhalifler henüz ordu yola çıkmadan Ayanlara haber göndererek
PadiĢahın Rumeli'de de Nizam-ı Cedit'i tatbik edeceğini ve muhaliflerinin
hepsini kılıçtan geçirteceğini duyu-ruyorlardı. Ayrıca Edirne'ye, ġehzade
Mustafa'nın (4'üncü Mustafa) ağzından mektuplar yazıyor ve tüm ıslahat-
ların kaldırılacağını vaadediyorlardı.
Kadı Abdurrahman PaĢa henüz Silivri civarındayken halk ile asiler yo-
lunu kesiyor. Edirne'ye ulaĢmasını engellemek için mücadeleye giriĢiyor-
lardı. Bu sırada Ġstanbul'da da bazı kiĢiler Yeniçeriler lehine harekete giri-
Ģiyordu. Sultan / Halife sert tedbirler almak yerine geri adım atıyor, Ab-
durrahman PaĢa'yı ve birliklerini geri çağırıyor, Rumeli'de Nizam-ı Cedit
uygulanmayacağını açıklıyordu.
Bu geri adım zaten Ġstanbul'daki muhaliflere büyük cesaret vermiĢ bu-
lunuyordu.
Tam bu sırada, yani Rusya ve Ġngiltere'nin Osmanlı BaĢkentini tehdit
ettikleri bir sırada, Ġngiltere dediğini yapıyordu. Ġngiliz donanmasının bazı
gemileri Çanakale Boğazı'nı geçiyor, Ġstanbul önlerinde gösteri yapıyor
bir süre sonra da Karadeniz'e çıkıyordu.
Ġngiliz donanmasının bu harekatı, Ġstanbul'daki muhalifler bakımından
adeta bir iĢaret niteliği taĢıyor, tansiyonu alabildiğine yükselti-

176
yordu. Hele bir de aynı donanmanın aynı fütursuzlukla tekrar Ġstanbul
Boğazı'ndan geçip Marmara'ya açılmasıyla, Sultan / Halife son derece
hiddetleniyordu. Yapılan tahkikat sonucu Ġngilizlerle özel münasebetleri
bulunduğu saptanan Kaptan PaĢa Sakız'a sürülüyor, Nizam-ı Cedit Def-
terdarı olan Boğaz Nazırı Feyzullah Efendi 'nin baĢı kesiliyor, tabyalara
ise Nizam-ı Cedit askeri yerleĢtirilmesi kararlaĢtırılıyordu.
Tabyalarda ıslahat yapılmak istenmesi ve BostancıbaĢının da tabya as-
kerlerine üniforma giydirmeye çalıĢması üzerine 13 Mayıs 1807 günü
Rumeli Tabyası'nda ayaklanma baĢlıyordu. Bu ayaklanma sonucunda,
dinsel / siyasal otoritesini Nizam-i Cedit adı altında kuracağı bir profesyo-
nel orduya dayandırmak ve merkezi otoritesini ülkenin her köĢesinde ör-
gütleyerek yaymak isteyen Sultan / Halife 3'üncü Selim yaĢamını kaybe-
diyor, yerine 4'üncü Mustafa PadiĢah oluyordu. Ancak o da tahtta kalamı-
yor. Alemdar Mustafa PaĢa tarafından hal ediliyor ve sonunda Osmanlı
tarihinin reformcu PadiĢahı 2'nci Mahmut Sultan/Halife oluyordu.
Gerçi 2'nci Mahmut, 3'üncü Selim'in yarım bıraktığı iĢi tamamlayacak,
Yeniçeri Ocağı'nı lağvedecekti ama, zaten Ġstanbul'daki ticaret kolonisi
yapısal değiĢikliğe uğrayacak, bu yapısal değiĢiklik ise Osmanlı Mutlaki-
yet rejimini olumsuz etkileyecekti. Yani, Tüccarlar OligarĢisi Fransa'da
olduğu gibi Osmanlı Ġmparatorluğu'nda da totaliter Mutlakiyet rejimini
yıkıp, onun yerine MeĢruti MonarĢiyi kurmak üzere harekete geçecekti.

177
ALEMDAR MUSTAFA PAġA ÜZERĠNE BĠR DEĞERLENDĠRME

3'üncü Selim'in tahttan indirilip yerine 4'üncü Mustafa'nın tahta çıka-


rılmasıyla sonuçlanan olayın, üzerinde durulmayan bir baĢka boyutu daha
bulunuyordu. Bu da ayaklanmanın dıĢ görünümle sınırlı olmadığı, yani
Selim'in hal'ini amaçlamanın ötesinde iĢin Osmanlı Hanedanı'nın egemen-
liğini sona erdirme noktasına kadar vardığı idi. Aynı dönemde Avrupa'da
cereyan eden olaylara bakıldığında, ihtilalin bu hedefi amaçlaması doğal
sayılırdı. Zira bu dönemde Avrupa'da "taçlı baĢlar" birbiri ardına düĢüyor,
özellikle de dinsel / siyasal karakterli iktidar ve iradeler birbiri ardına kın-
lıyordu. Bunun göstergesi ise Fransa Ġmparatoru Napoleon Bonaparte'ın
Avrupa'yı kasıp kavurmasından önce bu kıtada bulunan 300 hükümdarın
sayısının bir süre sonra 38'e inmesi ve dinsel / siyasal iktidara sahip hü-
kümdar kalmamasıydı. Buna karĢılık 3'üncü Selim, dinsel / siyasal hü-
kümdarlık bir yana, bu otoritesini dayandırıp koruyabileceği, piyasa iĢle-
rinden tamamiyle arınmıĢ - profesyonel, düzenli bir ordu kurmayı amaçlı-
yordu.
Avrupa'da giderek güç ve güven kazanan spekülatif kazançlı tüccar ko-
lonileriyle entegre olma yolundaki Osmanlı Tüccar / Bezirgan OligarĢisi-
nin, devlet yönetimindeki bu geliĢmeye seyirci kalması, elbetteki mümkün
değildi. Ancak batıdaki dinsel / siyasal karakterli hü-

178
kümdarlarla Osmanlı Hükümdarları arasında önemli bir fark bulunuyordu.
Batı'daki hükümdarlar bulundukları yörede, Roma Katolik Kilisesi'nde
oturan Papa'yı temsil ediyorlardı. Buna karĢılık Osmanlı PadiĢahları "biza-
tihi" Halife olmaları nedeniyle, -Papa gibi- dinsel siyasal otoritenin mer-
kezini oluĢturuyorlardı. Batı'da nasıl ki imparatorların, hatta piskoposların
öldürülmelerine karĢın Papa'ya dokunulamıyorsa, Osmanlı payitahtında da
padiĢahlar öldürülseler bile -2'nci Osman- makama dokunmak -yani rejimi
değiĢtirmek- o denli kolay olmuyordu.
Ancak 19'uncu yüzyılın baĢında, 3'üncü Selim, batı'daki geliĢmeleri
dikkatle izlediği için, yine de temkinli davranmaya, serinkanlılığını koru-
maya çalıĢıyordu. Nitekim, Yeniçeri Ocağı'ndaki gerginliğin sadece ken-
disine değil, sisteme de yöneldiğini farkediyor, belli bir aĢamadan sonra
sürekli geri adım atıyordu.
Bu "belli aĢama" Kadı Abdurrahman PaĢa Kumandasındaki Yeniçeri
Ordusunun 1806 yılı Haziran ayının baĢında Edirne'ye doğru hareket et-
mesi, fakat Silivri'den geri dönmesiyle baĢlıyordu. O sırada Sultan / Halife
Ġstanbul'daki ulema, esnaf, tüccar, sarraf ve Fenerlilerin (Rum zenginleri)
kendisine ve yeniliklere cephe aldığını farkedi-yordu. Kaldı ki bu sırada
BaĢkentte Ocak taraftarları da ayaklanma hazırlığına giriĢmiĢ bulunuyor-
ladı. ĠĢin kötü tarafı Enderun ve Birun'un da ihtilalcilerle iĢbirliği halinde
bulunmaları aynı zamanda da padiĢahın yanında görünmeleriydi.
Selim'in oğlu yoktu. Bu nedenle Osmanlı Hanedanının devam etmesi
için ġehzade Mustafa ile Mahmud'a ayrı bir sevgi gösteriyor, onları ihti-
mamla koruyordu. Ġhtilal sırasında ayaklananlar 3'üncü Selim ile birlikte
Mahmud'u da öldürmeye teĢebüs edecekler, fakat Ģehzade son anda, Ģans
eseri kurtulacaktı.
PadiĢahın bir yandan Ġngiltere ve Rusya'ya -Fransız elçisi Sebas-
tiani'nin de kıĢkırtmasıyla- savaĢ ilan edip, diğer yandan Yeniçerilere karĢı
tavır alması, muhalif kanadı iyiden iyiye güçlendiriyordu. Nitekim daha
ayaklanma baĢlamadan önce Selim'in otoritesi hayli zayıflıyor, halkın
karĢısına çıkmaktan kaçınır bir duruma geliyordu.

179
Alemdar Ġstanbul'a Niçin Geldi ?

Ġstanbul'da 3'üncü Selim tahttan indirilip Yeniçeriler kente hakim olur-


ken Rusçukta, Rusçuk Ayanı (Valisi) Alemdar Mustafa PaĢa bazı toplantı
ve hazırlıklar yapıyordu.
Rusçuk, Viyana - Selanik ekseninde, bu kentler kadar olmasa bile yine
de çok önemli bir "Ticaret kenti" niteliği taĢıyordu. Bu niteliğin altında
Rusçuk'un, Karadeniz - Kuzey Avrupa ticaret yolunu oluĢturan Tuna Neh-
ri üzerinde büyük ve iĢlek bir "Liman kent" olması nedeni yatıyordu. Böy-
lece Azak - Viyana arasında Rusçuk ticari, dolayısıyla da siyasi bir rol
üstleniyordu. Bir bakıma Tuna ticaretinde Viyana Avusturyalılar için ne
ise, Rusçuk da Osmanlılar bakımından aynı anlama geliyordu. Bu nedenle
Rusçuk Ticaret Kolonisi ve o koloninin etnik yapısı, büyük önem taĢıyor-
du.
Rusçuk da diğer önemli Rumeli kentleri gibi, Hıristiyan taassubunun
egemen olduğu Orta Çağ'da hüküm süren antisemitik baskılardan kaçan
Musevi göçmenlerini kabul etmiĢ bir ticaret merkeziydi. Kaldı ki Make-
donlar ve Bulgarlar gibi Türklerin de ticarete uzak durması, ticari yetenek-
leri son derece geliĢmiĢ bulunan Musevi tacirlere bu kentte, büyük avan-
tajlar sağlıyordu. Nitekim, diğerleri (Türkler, Makedonlar, Bulgarlar vs.)
daha çok, yörenin verimli topraklarında çiftçilik ve ziraatle uğraĢarak
büyük servetler elde ediyorlardı.
Böylece bölgedeki Ayanlık müessesesi üzerinde -diğer yörelerden
farklı olarak- Rusçuk Ticaret Kolonisinin, dolayısıyla Tüccarlar OligarĢi-
sinin de rolü ve ağırlığı bulunuyordu. Bilindiği gibi Ayanlık müessesesi
yerel yönetimde son derece etkin ve önemli bir konumdaydı. Bunun nede-
ni Ayanların Vilayet ve kazalarda o yörenin yönetimiyle ilgili olarak halk
ile hükümet arasındaki iĢlemlerde aracı olması ve her iki tarafa ait iĢleri
yürütmesiydi. Üstelik Ayanlar halk tarafından, "eĢrafı belde" denilen (yö-
renin eĢrafı) nüfuzlu ailelerin oluĢturdukları bir zümre'den seçiliyorlardı.
Ayanlar ayrıca mıntakalarının asayiĢini sağlıyor, devletin muhtelif kay-
naklardan aldığı vergiyi tahsil ediyor, askerleri tertip ve sevkediyor, erzak
ve levazım tedarik ediyorlardı.

180
Bu denli önemli iĢler yapan Ayanların, seçimle gelmesi bu makama
farklı bir nitelik kazandırıyordu. Seçim nedeniyle Ayanlar, tabanlarının
sesine kulak vermek gereksinimi duyuyorlardı. O taban üzerinde ise eko-
nomik güçleri nedeniyle yörenin büyük toprak sahipleri, sarraflar ve tüc-
carlar etkili oluyor, Ayanlar bu nedenle sermaye çevrelerini dikkate almak
zorunda kalıyorlardı. Kaldı ki gerek Ayanlar, gerekse Ayanların makbul
adamları tıpkı Payitahttaki vezir ve paĢalar gibi birer sarrafla çalıĢıyor,
servetlerini bu sarraflara iĢlettiriyorlar, sarraflar da genellikle Ermeni veya
Musevi oluyordu. (Örneğin, Alemdar Mustafa PaĢa'nın makbul adamla-
rından Kör Ahmet Efendi'nin sarrafı Manok adlı bir Ermeniydi.)
Alemdar Mustafa PaĢa'dan önce Rusçuk Ayanı Tirsinikli Ġsmail
Ağa'ydı. Tirsinikli Ġsmail Ağa'ın sarrafı bir Ermeniydi. Tirsinikli Ġsmail
Ağa görünürde PadiĢaha bağlı,aslında ise kendi çıkarına düĢkün bir adam-
dı.
Tirsinikli'nin iki hasmı bulunuyordu. Birincisi Deliorman Ayanı ve Si-
listre Mütesellimi Yılıkzade Süleymandı. Ġkincisi ise Pervantoğlu idi.
Tirsinikli ile Yılıkzade arasındaki sorun, görünürde bir köy ihtilafı, öz-
de ise Tuna Nehri'nin Deliorman bölgesinde egemen olmak meselesiydi.
Kaldı ki aynı Ģekilde Pervantoğlu da Kuzey Balkan, özellikle de Delior-
man bölgesinde egemenlik tesis etmek amacıyla silaha sarılmıĢ bulunu-
yordu. Payitaht, Pervantoğlu'na karĢı, kendi istikametinde hareket eden
Tirsinikli'yi destekliyordu. Kaldı ki Tirsinikli Ġsmail Ağa'nın Ermeni sar-
rafı da, bu sırada hem saray, hem de darphanede etkin bulunan Ermeni
Lobisi ile sürekli haberleĢiyor, Tirsinikli'ye Ermeni Lobisi'nin de destek
vermesini sağlıyordu. Buna karĢılık Rusçuk Ayanı'nın Ermeni Lobisi'nin
etkisinde bulunmasından rahatsızlık duyan tüccarlar zümresi ise el altın-
dan Yılıkoğlu Süleyman Bey'i destekliyorlardı.
Bu aĢamada Tirsinikli Ġsmail Ağa, ayaklanmıĢ bulunan Pervantoğlu
Manav Osman'ı ortadan kaldırıyor, sonra da Deliorman ve Dob-ruca Ka-
zalarını iĢgal ederek Yılıkoğlu'nun egemenliği altındaki toprakları elegeçi-
rip Karadenize uzanmayı amaçlıyordu. Buna karĢılık Ġstanbul'da yapılan
görüĢmelerde, Tirsinikli'ye zaman kazandırılacak biçimde konuĢmalar
yapılıyor, boĢa vakit harcanıyordu.
Ancak Tirsinikli Ġsmail Ağa bölgede gittikçe güçleniyor ve tehlike ar-
zediyordu. Etkinliği Edirne'ye kadar ulaĢıyordu. Ġddiaya göre

181
3'üncü Selim'in "muhalif Sadrazamı Hafız Ġsmail PaĢa tarafından, Ġstan-
bul'u basıp, devlete yeni bir nizam vermesi yönünde kıĢkırtılıyordu. An-
cak Ġsmail Ağa 1806 yılının Ağustos ayında, Manisa Ticaret OligarĢisi
tarafından gönderilen bir katil tarafından, Tirsinik'te gece eğlenirken çifte
ile vurulup öldürülüyordu.
Tirsinikli Ġsmail Ağa, kendi egemenliği bakımından tehlikeli görmesi
nedeniyle Nizam-ı Cedit'e karĢı çıkıyordu. Hatta Kadı Abdurrahman Pa-
Ģa'ya karĢı Edirne Vakasını da düzenliyor ve PaĢayı birlikleriyle birlikte
geri dönmek zorunda bırakıyordu.
ĠĢte Alemdar Mustafa PaĢa, daha o sıralarda Tirsinikli Ġsmail Ağa'nın
makbul ve en güvendiği adamıydı. Tirsinikli, Alemdar Mustafa'ya o denli
güveniyordu ki, Hezergrat Ayanı Hacı Ömer Ağa vefat ettiği zaman Ġs-
tanbul'a bir mektup yazıyor ve yerine Alemdar Mustafa'nın getirilmesine
izin verilmesini istirham ediyordu.
Nitekim Tirsinikli Ġsmail Ağa öldürülünce Ġstanbul'da bir Ģur'a toplanı-
yor ve bu Ģur'a Rusçuk Ayanlığı'na Alemdar Mustafa'nın getirilmesini,
Ġsmail Ağa'nın uhdesinde bulunan Tırnova Voyvodalığının iltizamla ida-
resini, Silistre Eyaleti'ne de Bahri PaĢa'nın tayin edilmesini uygun bulu-
yordu. PadiĢah da öneriyi uygun buluyor ve onaylıyordu.
Böylece Alemdar Mustafa PaĢa Rusçuk Ayanı oluyor, kısa sürede böl-
ge üzerinde etkin bir otorite tesis ediyordu. Nitekim, Ruslarla meydana
gelen çatıĢmalar sırasında Mustafa PaĢa'nın önemli baĢarıları oluyor ve
Ġstanbul'un PaĢa'ya duyduğu güven pekiĢiyordu.
Ġstanbul'da düzenlenen Kabakçı Mustafa Ayaklanması üzerine, Nizam-
ı Cedit'i savunan bazı devlet adamları baĢkentten kaçarak Rusçuk'ta,
Alemdar'ın çevresinde toplanıyor onun önderliğinde gizli bir örgüt kuru-
yorlar ve bu örgüte de Rusçuk Yaranı adı veriliyordu. Rusçuk Yaranı adlı
bu örgütte Mustafa Refik, Mehmet Sait, Galip, Abdullah Ramiz, Mehmet
Tahsin ve Mehmet Emin Behiç Beyler bulunuyordu. Bu Ģahıslar arasında
Alemdar Mustafa PaĢa'yı en çok etkileyen ve kıĢkırtan, ilmiyeden devlet
hizmetine geçmiĢ olan Abdullah Ramiz Efendi oluyordu. Bu arada, daha
önce Tirsinikli Ġsmail Ağa üzerinde de etkili olan yerel Ermeni sermayesi
Nizam-ı Cedit'ten, tüccar / bezirgan Musevi sarraflar ise Yeniçerilerden
yana propaganda yapıyordu. Buna paralel olarak Yaranda Sadrazam Çele-
bi Mustafa PaĢa ile Kaymakam Mustafa Kethüda da yer alıyordu. Mehmet
Sait, Galip Efendi Reis, Behiç Efendi Defderdar, Tahsin Efendi ise Yeni-
çeri Ağası ve Ça-

182
vuĢbaĢıydı. Rusçuk Yaranı yaptığı toplantıda -ki bu toplantıya bazı gayri-
müslimler de (örneğin Ermeniler) katılmıĢtı- (herkes kendi dininde yemin
ederek alınan kararlara sadık kalacağını bildiriyordu. Amaç, 3'üncü Se-
lim'i tekrar tahta çıkarmak ve Nizam-ı Cedit'i ihya etmekti.
Bu aĢamada Alemdar, 3'üncü Selim'i tahta çıkarmak ve Nizam-ı Cediti
ihya etmek konusunda son derece ateĢli davranıyor, fakat Yeniçeri Oca-
ğı'nın lağvedilmesi yönünde kesin ve açık bir tavır almıyordu. Bu durum
baĢlangıçta bir taktik olarak kabul edilse bile, Alemdar Ġstanbul'a gittikten
sonra da tavrı değiĢmeyecek, Yeniçeri Ocağı'na karĢı dıĢtan göründüğün-
den çok daha fazla hoĢgörülü davranacaktı. Nitekim Yeniçeri Ocağı'na
alternatif olarak Sekban-ı Cedit'i kurunca da canından olacak, Yeniçerile-
rin ayaklanması sonucu intihar edecekti.
Alemdar Mustafa PaĢa'nın böyle davranmasının nedeni,Yeniçeri Oca-
ğının sırtını sarraflar nedeniyle Ticaret Lobisi'ne, dolayısıyla Tüccar Be-
zirgan OligarĢisine dayamıĢ bulunmasıydı. Bu dönemde devlet ricali üze-
rindeki etkinliğini geniĢ çapta Ermeni Lobisi'ne kaptırmıĢ bulunan Muse-
viler, üzerinde etkili oldukları Yeniçeriler kanalıyla siyasal güçlerini sür-
dürmeye çalıĢıyorlardı. Böylece, Alemdar daha Rusçuk'tan yola çıkmadan
önce Selanik ve Viyana Cemaatleri, tüccar / bezirgan / sarraf kanalıyla
Yeniçerilere hoĢgörüyle bakılmasını sağlayacak propagandaları gerekli
odaklara ulaĢtırıyorlardı. Kaldı ki aynı kaynaklar 4'üncü Mustafa'nın Sal-
tanatta kalmasını da istiyorlardı. Nitekim onlar gibi düĢünen 4 üncü Mus-
tafanın çevresindeki bazı kiĢiler iĢi daha da ileri götürüyor, yeni padiĢahın
yerini garantilemek için 3'üncü Selim'in ortadan kaldırılması gerektiğini
düĢünüyorlardı. Hatta bu düĢüncelerini Sadaret Kaymakamı Köse Musa
PaĢa'ya da açıyorlardı. Fakat Selanik ticaret kolonisinin güçlü devlet ada-
mı Musa PaĢa bile, bu talebe karĢı çıkıyor, hatta istifa ediyordu. Köse
Musa PaĢa'nın yerine Sultan Selim'in en önemli düĢmanlarından Tayyar
Mahmut PaĢa Kaymakamlığa getiriliyordu. Tayyar Mahmut PaĢa, Nizam-
ı Cedit yanlısı Cabbarzade Ailesiyle çatıĢtığı için Rusya'ya kaçmıĢ, bura-
daki tüccarlar tarafından korunmuĢtu. Selim hal edilince de bir Rus gemi-
siyle Ġstanbul'a gelmiĢ, ardından Trabzon Valiliği'ne tayin edilmiĢti. Sada-
ret Kaymakamlığına getirilmesi ise bir bakıma Sultan 3'üncü Selim hak-
kında verilen ölüm kararının kanıtı niteliğini taĢıyordu. Ne var ki ġeyhü-
lislam Ataullah Efendi'nin duyduğu rahasızlık nedeniyle (Ataullah Efendi
isyancı Yeniçerilerin desteğini kazanmıĢtı) Tayyar PaĢa bir süre sonra
görevinden azledilerek Dimetoka'ya gönderilecekti.

183
Sonuç olarak Alemdar Mustafa PaĢa Rusçuk Yaranının çeĢitli politika-
ları sayesinde Ġstanbul'a gelecek, Kabakçı Mustafa'yı katlederek, görünür-
de asayiĢi sağlayacaktı. Fakat, dinsel / siyasal iktidarını güçlü ve çağdaĢ
bir askeri yapıya dayandırmaya çalıĢan 3'üncü Selim'in tekrar tahta çıkma-
sını sağlamak bir yana, yaĢamını kurtaramayacaktı. Nitekim Yeniçeriler
ve onların saraydaki uzantıları önce 3'üncü Selim'i, sonra da Alemdar
Mustafa PaĢa'yı ortadan kaldıracaktı.
Alemdar Mustafa PaĢa'nın en önemli hatası, 3'üncü Selim, 4'üncü Mus-
tafa, Kabakçı Mustafa ve 2'nci Mahmut meselesinin özünde, Tüccarlar
OligarĢisinin ekonomik, dolayısıyla siyasal gücünün sarsılmasından kay-
naklanan büyük bir endiĢenin yattığını görmemesiydi.

184
ĠKTĠSADĠ ZEMĠNDE ERMENĠ -MUSEVĠ REKABETĠNDE YENĠ
BOYUT: KAN

18'inci yüzyılın sonunda Osmanlı Ġmparatorluğu'nun BaĢkentinde güç-


lü bir Ermeni Lobisi oluĢmuĢ bulunuyordu. Nitekim 19'uncu yüzyıla gi-
rerken Ġstanbul'da Ermeni Cemaatinde çoğunluğu esnaf oluĢturuyordu.
Orta sınıfın oluĢmasına katkıları bulunan bu Ermeni esnafı, daha çok Ka-
palıçarĢı'daki Bedesten, Vezir Hanı ve Çuhacı Hanı çevresine yayılmıĢtı.
Bu esnafın çoğu Kilikya'dan (kuyumcu), Eğin yöresinden (ekmekçi ve
sarraf), Sıvastan (terzi ve otelci) ve Kayseri yöresinden (tacir) gelmiĢlerdi.
Kayseri'den gelen Ermeni tüccarları önemli bir ekonomik güç oluĢturuyor-
lardı.
Kilikya'dan gelen Ermeniler çoğunlukla, kuyumculukla meĢgul oluyor-
lardı. Daha Haçlı Seferleri sırasında bu yörenin kuyumcuları, Avrupalı
tacirlerle temas kuruyor ve münasebetlerini halen devam ettiriyorlardı.
Onların bu durumu sarayın da dikkatini çekiyor, Osmanlı yönetimi baĢ-
langıçta, ülkedeki Musevi tüccar / bezirgan / sarraflara öncelik tanıyıp
siyasal alanda yararlanırken, zamanla bu tercihlerini Ermenilerden yana
kullanıyor ve Musevileri giderek devre dıĢı bırakıyorlardı. Bu durum 2'nci
Mahmut döneminde adeta doruk naktasına çıkıyordu. Zira Yeniçeri sarraf-
lığını (Ocak sarraflığı) elinde bulunduran Museviler, 3'üncü Selim döne-
minde ve 2'nci Mahmud'un saltana-

185
tının ilk zamanlarında el altından Nizam-ı Cedit'e karĢı çıkıyor Yeniçerile-
re karĢı izlenen politikaların baĢarısızlığa uğraması yönünde gayret göste-
riyorlardı. Zira hem Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması, Musevi sarrafların
önemli bir gelir kaynağını kurutacak, hem de yerine kurulacak Nizam-ı
Cedit Ordusu padiĢahın dinsel / siyasal bakımdan sağlam bir zemine da-
yanmasına neden olacaktı. Bu durum ise padiĢahı daha otoriter bir siyaset
izlemek konumunda cesaretlendirecek, dahası Mutlakiyet rejimini pekiĢti-
rerek kalıcı bir yapıya kavuĢturacaktı.
Ancak Musevi sarraf ve sermayedarlarla, Tüccarlar OligarĢisinin, Ye-
niçerilerden yana bir tutum takınmasına karĢılık Ermeni sermayedarlar,
Nizam-ı Cedit-i destekliyor, ekonomik zeminde PadiĢahların politikasın-
dan yana tavır alıyorlardı. Bu durum ise 2'nci Mahmut tarafından adeta
ödüllendiriliyor. Ermeniler, baĢta Darphane olmak üzere bir çok alanda
önemli roller üstlenerek Mutlakiyet Rejimi 'nin ekonomik dayanağını
teĢkil etmeye baĢlıyorlardı. Bunun bir sonucu olarak Osmanlı sosyal ya-
Ģamında Ermeni sarraflar ayrı bir konum ve etkinlik kazanıyorlardı.
Örneğin, vergiler daha çok mal olarak tahsil edildiğinden Ermeni sarraf
ve tüccarlar bu malların paraya tahvilinde önemli roller oynuyorlardı.
Ayrıca kendilerini saraya empoze eden paĢaları finanse ediyorlardı. Ġstan-
bul'da sayılan 80 - 100 arasında oynayan Ermeni sarrafları, sarayın sıkın-
tıya düĢmesi halinde kesenin ağzını açıyor, yardımına koĢuyordu.
19'uncu yüzyılın ortalarında ise valiler adeta sarraflardan bonservis
almak zorunda kalıyorlardı. Eğer bir sarraf, bir valiye kefil olmayı kabul
etmezse, bu valinin yönetim katındaki prestiji sıfıra iniyor, görev alması
zorlaĢıyordu. Zira sarraflarla valilerin iĢbirliği devlet yapısı içinde büyük
önem kazanıyordu. PaĢaların kariyeriyle sarrafların oynadığı rol atbaĢı
gidiyordu.
Ermenilerin devlet içinde bu denli güç kazanması 4'üncü Mustafa za-
manında baĢlıyor, 2'nei Mahmut zamanında ise doruk noktasına çıkıyordu.
Ermenilerin Osmanlı yönetimi içindeki bu yükseliĢine karĢın Musevi-
ler, etkinlik bakımından büyük kayba uğruyordu. 19'uncu yüzyılın ilk
senelerinde Müsaviler ticari, sınai, kültürel ve siyasal alanlarda adeta felce
uğruyorlardı. Bu düĢüĢün sonucu Musevilerden boĢalan makamlar Erme-
niler tarafından elegeçiriliyordu. Böylece ortaya, giderek ivme kazanan bir
Ermeni - Musevi rekabeti çıkıyor ve bu rekabet

186
1820'lerde en yoğun dönemini yaĢıyordu. Rekabetin en Ģiddetli sahneleri
ise saray çevresinde cereyan ediyordu.
Dönemin önde gelen Musevi sarrafları YeĢeya Aciman, Çelebi Behor
Karmona ve Yeheskel Gabaydı. Bunlar aynı zamanda Yeniçerilerin Ocak
sarraflarıydı. Yeniçeri sarrafları, statünün korunmasından yanaydılar. Bu
nedenle el altından padiĢahların uyguladıkları -bu konudaki- siyasetleri
sabote ediyorlardı.
Bununla birlikte sarayın sarrafbaĢı da Yeheskel Gabay'dı. Gabay, Bağ-
dat Valisi Süleyman PaĢa'nın isyanı sırasında PadiĢahın adamlarına yar-
dım etmiĢ, bu nedenle Ġstanbul'a getirilerek mali konuda önemli bir göreve
atanmıĢtı.
Aynı dönemde Ġstanbul'daki Musevi Cemaatinin liderliğini de Çelebi
Behor Karmona yapıyordu. Behor Karmona Önasya - Avrupa ticaretinde
geleneksel ticari ürün olan Ģap ticaretiyle zengin olmuĢtu. Ayrıca Karmo-
na da Gabay gibi devletin mali yönteminde rol oynuyor, Yeniçeri Ocak
sarraflığı yapıyordu.
Musevi Gabay ve Karmona'nın bu güçlü pozisyonuna karĢılık Ermeni
Düzyan Ailesi de Darphane yönetimini elinde bulunduruyordu. Divrikten
gelerek, 1600 yılından beri Ġstanbul'a yerleĢmiĢ bulunan Düzyan Ailesi,
kuyumculukla uğraĢıyordu. Düzyan Ailesi baĢtanberi sarayla münasebet
kuruyor ve sürdürüyordu. Ancak 3'üncü Mustafa zamanında Musevi Yako
Bonfil Efendi Darphane Müdürü iken görevden alınıyor yerine Düzyan
Ailesinden Mikail Çelebi (Hoca) tayin ediliyordu. Bu arada Balti adlı bir
Musevi'nin hücumuna maruz kalarak görevden uzaklaĢtırılıyor, sonra
tekrar aynı göreve tayin ediliyordu.
Daha sonra yerine Hoca Mikail'in en büyük oğlu Ohannes Düzyan ge-
çiyor, onun 63 yaĢında ölmesiyle de bu makama Sarkis Düzyan tayin edi-
liyordu. Böylece Darphane yönetimi adeta babadan oğula intikal eden bir
Ģekilde Gregoryan Ermenilerin eline geçiyordu.
Ancak bu Ermeni ailesiyle mezhep ayrılığındaki Ermeniler ve Musevi-
ler arasındaki rekabet de sona ermek yerine giderek tırmanıyor, yoğunla-
Ģıyordu.
KardeĢi Kirkorla birlikte Darphane KuyumcubaĢılığma getirilen Sarkis
Düzyan, ġaĢyan Dr. Boğos Bey'in kızı Sırpuhi ile evleniyordu. Bu arada
da Düzyan Ailesi'nin maslahatgüzarlığını Kazez Artin Bezciyan yapıyor-
du. Gerçi Artin Bezciyan, Ohannes Düzyan Efendi tarafından kollanarak
bugünkü durumuna yükselmiĢti ama, amacı Düzyan Ailesini sarayın gö-
zünden düĢürerek Darphane yönetimini ele geçir-

187
mekti. Bu nedenle de Düzyanların hasmı olan Museviler, Karmona ve
Gabay ile de sıkı dostluk kuruyordu. Böylece Museviler ile Düzyan Aile-
sini çatıĢtırıp, kendisine mevki sağlamayı amaçlıyordu. Bu arada sarayda
önemli bir pozisyonda bulunan Halet Efendi de, Sarkis Düzyan'ın aleyhine
çalıĢıyordu. Halet Efendi Paris'te Ortaelçiyken Sarkis Efendi'den borç para
almıĢ ve geri ödememiĢti. O da bu borçtan kurtulmak amacıyla Sarkis
Efendi'nin ortadan kaldırılmasını hedefliyordu.
Bazı kaynaklara göre Yeheskel Gabay Düzyanları vatana ihanet etmek-
le suçlayıp, cezalandırılmalarına neden oluyordu. Ancak Düzyanların
cezalandırılmalarıyla sonuçlanan olayın içyüzü Ģuydu:
Eskiden beri Darphanede bir sistem uygulanırdı. Buna göre Darphane
Müdürünün emriyle bir miktar altın büyük sarraflara verilir, sarraflar da
bunu piyasada iĢletirlerdi. Bu durum Darphane Müdürü ile Mazlahatgüza-
rı arasında bir sır olarak kalırdı ve böylece -bir gelenek gibi- sürüp gider-
di.
Bu kez, Maslahatgüzar Artin Kazez durumu, Karmona ile Gabay'a yeni
bir yolsuzluk olayı imiĢ gibi bildiriyor, onlar da saraya iletiyorlardı. Bu-
nun üzerine PadiĢah harekete geçiyor. 2'nci Mahmut, Ġbrahim Sanem adlı
güvendiği bir adamı Darphanenin hesaplarını kontrol etmekle görevlendi-
riyordu. Yapılan denetim sırasında hesaplarda açık olduğu görülüyordu.
Gerçi Darphane Nazırı Abdurrahman Efendi Düzyanlara güveniyor ve
onları kolluyordu ama çarklar da kanlı bir biçimde iĢlemeye baĢlıyordu.
Kirkor ve Sarkis Çelebiler 27 Ağustos 1819 günü Darphaneye hapsedi-
liyorlar, 2 Ekim 1819 günü ise sanki PadiĢahın huzuruna çıkarılacakmıĢ
gibi buradan alınıp Bab-ı Hümayunun kapısında baĢları kesilerek öldürü-
lüyorlardı. Aynı gün KuruçeĢme ve Yeniköy'de diğer iki kardeĢler, Mikael
ile amcaoğlu olan Mığırdıç köĢklerinin pencerelerinden asılarak cezalan-
dırılıyorlardı.
Böylece Darphane Müdürlüğü makamı boĢalıyor ve buraya Artin Ka-
zez Bezciyan tayin ediliyordu.
Fakat Musevilerle Ermeniler arasındaki rekabet devam ediyordu. Nite-
kim, Yeheskel Gabay, Behor Karmona'nın çok iyi dostu olmasına karĢın
Kazez'in görevden alınmasını ve Rodos Adası'na sürülmesini sağlıyordu.
Gabay, Artin Kazez'i yolsuzluk yaptığı idiasıyla sürdürüyordu. Ancak bu
sürgün uzun süreli olmuyor, Kazez Ġstanbul'a dön-

188
meyi baĢarıyordu. Fakat Darphane Müdürlüğü görevine bir baĢka Ermeni
(Katolik) Boğos Bilezikçi tayin ediliyordu.
1820 yılının Eylül ayında sürülmesine karĢın Artin Kazez'in kısa za-
manda tekrar Ġstanbul'a dönmesinde, para gücüyle elde etmiĢ olduğu siya-
sal güç rol oynuyordu. Kazez bu siyasal gücü Türk - Rus harbinden sonra,
harp tazminatının ödenmesi sırasında elde ediyordu. Ödenecek tazminat
devletin kasasında bulunmadığı için Artin Kazez devreye giriyor, yerli ve
yabancı tüccarlardan kendi adına para topluyor ve bunları Sultan Mah-
mut'a takdim ederek hem Ģahsına, hem de Ermeni Cemaatine büyük bir
prestij sağlıyordu. Nitekim PadiĢah kendisini Tasviri Hümayun niĢanıyla
taltif ediyordu.
Bu denli siyasal güç ve güven kazanmıĢ bulunan Artin Kazez'in sür-
günden dönerek Ġstanbul'a gelmesiyle, Ermeni - Musevi rekabetinde yeni
ve kanlı bir sayfa açılıyordu.
Gabay ile Kazez'in düĢmanlığına karĢın Karmona, Kazez'e daha yakın
davranıyordu. Nitekim bu yakınlık nedeniyle babası Eliye tarafından da
uyarılıyordu.
Artin Kazez'in Ġstanbul'a gelip, PadiĢahın gözüne yeniden girmesinden
ve prestijinin yeniden yükselmesinden bir süre sonra, Akka'da kanlı bir
olay cereyan ediyordu. Bu olayda, Cezzar Ahmet PaĢanın sarrafı ve Napo-
leon Bonaparte’ın karĢısında baĢ destekçisi Hayim Farhi, Vali Abdullah
PaĢa tarafından idam edilerek öldürülüyordu.
Bunun üzerine Hayim Farhi'nin kardeĢleri durumu Ġstanbul'daki Muse-
vi Cemaati lideri Behor Karmona'ya bildirerek yardım istiyorlardı, Kar-
mona da PadiĢaha haber vermeden, ġeyhülislam'dan bir fetva alarak Vali
Abdullah PaĢa'nın idam edilmesini sağlıyordu.
Olay ancak infazın yapılmasından sonra Babıali'de duyuluyor ve Sul-
tan / Halife Ġstanbul'daki Musevi Cemaati liderini sert bir dil ile azarlıyo-
du. Böylece Artin Kazez beklediği fırsatı buluyordu. 2'nci Mahmut'a
Karmona'nın uzun bir süredir kendisinden habersiz, gücünü ve yetkilerini
paylaĢtığını söylüyor ve Sultan / Halifeyi kıĢkırtıyordu.
Bu aĢamada Sultan 2'nci Mahmut zaten Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmak
çabası içinde bulunduğundan, bu Ocağı savunan Ocak sarraflarına da kin
duyuyordu. Kaldı ki Karmona, YeĢeya Aciman ve Yeheskel Gabay, Ocak
sarraflığı yapıyor, bu nedenle Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasını engelli-
yorlardı. 3'üncü Selim ve Alemdar Mustafa PaĢa'nın ölümleriyle sonuçla-
nan Yeniçeri ayaklanmalarında rol oynadıkları da

189
iddia ediliyordu.
Kaldı ki Gabay, Aciman ve Karmona gibi Ocak sarrafları Ocak Ağala-
rına maaĢları üzerinden avans veriyor, Ağalar da bu avansları askerlere
dağıtıyorlardı. Doğal olarak bu avanslardan yüksek bir faiz geliri elde
ediliyor ve Musevi sarraflar sağladıkları kazancı Yeniçeri Ağalarıyla pay-
laĢıyorlardı.
Bu nedenle Yeniçerilerle Musevi sarraflar sıkı bir dayanıĢma içinde
bulunuyor, sarraflar siyasal güçlerini Yeniçeri Ocakları'nın devamını sağ-
lamak yönünde kullanıyorlardı.
2 nci Mahmut, Yeniçerilerle Museviler arasındaki bu münasebete ikti-
darda güçlenene kadar seyirci kalıyordu. Ancak Yeniçeri Ocağı'nı kaldıra-
cak gücü kendinde bulunca harekete geçiyor, bu arada Ocak Sarraflarını
da ortadan kaldırıyordu. Bu aĢamada Ermeni - Musevi rekabetinde Padi-
Ģahın Museviler aleyhine tavır almasına vesile oluyordu.
Hem Yeniçeri meselesi, nedeniyle hem de Kazez'in kıĢkırtması sonu-
cu, Sultan / Halife Çelebi Behor Karmona'nın öldürülmesini emrediyordu.
Bir Cuma akĢamı, Karmona Ailesi ġabat sofrasında otururken cellatlar
geliyor, Çelebi Behor'u öldürüyor ve cesedi evinin önüne bırakıp gidiyor-
lardı.
Karmona'nın öldürülmesi olayı hem Osmanlı hem de Avrupa'daki Mu-
sevi Cemaatlerinde çok büyük bir ĢaĢkınlık, üzüntü ve yas'a neden olu-
yordu. Zira asırlardır ilk kez, Ġstanbul'daki bir Musevi Cemaat lideri devlet
tarafından katlediliyordu. Üstelik Cemaatin kontrolünü elinde bulunduru-
duğu mevcut ekonomik düzene ağır bir darbe de indiriliyordu. Üstelik bu
olaydan kısa bir süre önce de Filistin Musevi Cemaati Lideri Hayim Farhi
öldürülmüĢtü. Musevi Cemaatine indirilen darbeler bununla da kalmıyor-
du. Aynı yıl yani 1826'da Yeheskel Gabay, büyük servetini yasadıĢı yol-
lardan edindiği ve Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesi sırasında bu birliklere
para yardımı yaptığı gerekçesiyle, Antalya'ya sürülüp kara listeye alınıyor,
daha sonra da burada idam ediliyordu.
Maliye teĢkilatında yüksek bir görevde bulunan YeĢaya Aciman ise
Behor Karmona'dan önce idam ediliyordu. Dedesi YeĢaya Aciman 1730 -
1770 yılları arasında üç padiĢaha hizmet ettikten sonra idam edilen, karde-
Ģi Eliya ise 1807'de Yeniçeriler tarafından öldürülen Aciman da Gabay ve
Karmona gibi Ocak sarraflığı yapıyordu. Bu nedenle idamına da Ocak
sarraflığı sırasında yaptığı iĢler nedeniyle suçlanması

190
yol açıyordu.
Farhi, Karmona, Gabay ve Acıman gibi Doğu Akdeniz, Önasya ve
Rumeli ticaret güzergahı üzerindeki ünlü isimlerin öldürülerek ortadan
kaldırılması, artık uluslararası bir nitelik kazanmıĢ bulunan "Ticaret Oli-
garĢisi" üzerinde son derece derin etki yapıyor ve büyük bir tepkiye yol
açıyordu. Bu tepkinin birinci nedeni bu güzergah üzerindeki önemli sima-
ların ortadan kaldınlmasıyla Osmanlı egemenliği altındaki cemaatlerin
baĢsız bırakılmasıydı. Böylece Kudüs, Ġzmir, Ġstanbul, Selanik ve Rumeli
Cemaatleri büyük bir bunalıma düĢüyorlardı. ġaĢkın, çaresiz ve atıl kalı-
yorlardı. Kaldı ki Musevi önderlerden boĢalan koltuk ve iĢlere Ermeniler
geliyor, onlar da ekonomik ve siyasal güçlerini pekiĢtirmek amacıyla Mu-
sevileri daha bir baskı altına alıyor, yönetimden uzaklaĢtırıyorlardı. Erme-
ni bürokrat, tacir ve kuyumcularının bu Ģekilde davranması, baĢta Viyana
olmak üzere Hamburg, Lyon, Londra ve New York ticaret kolonilerinde
geniĢ yankılar uyandırıyordu.
Ticaret OligarĢisinin büyük tepki göstermesine yol açan ikinci neden
ise Osmanlı Sultan / Halifesinin dinsel / siyasal otoritesini artık düzenli,
güçlü ve profesyonel bir orduya dayandırmıĢ bulunmasıydı. Yeniçeri
Ocakları'nın kaldırılmasına kadarki süreçte ordu gerçi sultanın buyruğu
altında bulunuyordu ama asıl iktidar odağını ekonomik güç yani Ocak
sarrafları ve ticaret kolonisi oluĢturuyordu.
Bu yapı içinde Osmanlı yönetimi Ġslami öğreti çerçevesinde dünyevi
iĢlere göz ve kulaklarını tıkıyor, Yeniçeri Ocakları ticaret ve para iĢleriye
uğraĢıyor, devletin gücü ise ticaret kolonisi ve bu koloninin siyasal tercih-
leri doğrultusunda yönleniyordu.
Kaldı ki ticaret kolonisi ve siyasal gücü, Osmanlı Ġmparatorluğu'nun
gücünü kullanarak Avrupa merkezlerinde kendisine zorba yöntemlerle
baskı yapan odakları sindiriyor, Rönesans ve Reformun hazırladığı özgür-
lük ortamından yararlanarak, bu kıtanın kapılarını ardına kadar kendisine
açıyordu. 19'uncu yüzyılın baĢında artık Ticaret OligarĢisinin karĢısında
ne "Hıristiyan taassubuna" dayalı dinsel / siyasal / ekonomik bir tekel, ne
de oturduğu yerden kurduğu ticaret ağı sayesinde tüm Avrupa'ya hükme-
den Latin Roma Kilisesi'nin güçlü Papası bulunuyordu. Fransız Ġhtilali ve
ardından gelen Napoleon Avrupa'daki dinsel hükümdarları ortadan kaldı-
rıyor, Hinstiyanlığın tüm gücünü ise Vatikan'ın dar alanı ile sınırlıyordu.
Böylece Museviliğin - putperestliğe galebe çalacak kadar -ilkel kopya-
sı olan Hıristiyanlık tüm sosyal ve siyasal gücünü yitiriyordu.

191
Bu nedenle artık, azgın engizisyon papazlarını dize getirecek Müslü-
man emirlere, hanlara, hakanlara da gerek kalmıyordu. Dahası, eski ticaret
güzergahları üzerinde oluĢan ticari düzen kendi kurallarını egemen kılı-
yordu.
Bu oluĢumlar apaçık ortada dururken Osmanlı Ġmparatorluğu'nun Payi-
tahtında oturan Sultan / Halifenin, emrindeki profesyonel ordudan güç
olarak dinsel / siyasal mutlak iradesini pekiĢtirmesi ne denli mümkündü.
Tüm bunlara paralel olarak Avrupa ülkelerinde Ģimdi bir de Cumhuri-
yet rüzgarları esmeye baĢlamıĢ bulunuyordu.
Napoleon'un, dinsel / siyasal hükümdarlıkları ortadan kaldırıp kendisi-
nin de sonunda sahneden çekilmesiyle meydana gelen siyasal boĢluk, nasıl
doldurulacaktı? Bu soruya en güçlü yanıtı Cumhuriyetçiler veriyordu.

192
MUSTAFA REġĠT PAġA, AVRAHAM KAMONDO VE BENJAMIN
D'ĠSRAELĠ...

3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut Mutlakiyetçi padiĢahlardı. Her ikisi de


dinsel / siyasal iktidarlarını, piyasa ile içice geçmiĢ bir Yeniçeri Ocağı
yerine tam anlamıyla profesyonel, bütün vaktini eğitim ile geçiren, kıĢlada
yatıp kalkan ve karavanadan yiyen bir orduya dayandırmak istiyordu.
Nitekim Osmanlı Ġmparatorluğu'nun çeyrek yüzyılı 1800 - 1826, piyasa-
nın -dolayısıyla Tüccarlar OligarĢisinin para- politik denetimi altında bu-
lunan Yeniçeri Ocağı’nın kaldmlmasıyla ilgili tartıĢma ve çatıĢmalarla
geçiyor, yitiriliyordu. Aslında bu tartıĢma ve çatıĢmaların ana hedefi Sul-
tan / Halifenin dinsel / siyasal tekeli oluyor, fakat hiç kimse doğrudan bu
hedefe yönelemediği için amaç gözardı edilerek tartıĢmalar Yeniçeri soru-
nu üzerinde odaklamıyordu. Bu nedenle 3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut,
Ġnkılapçı padiĢahlar değil sadece, Avrupa'da yerini, MeĢruti MonarĢi ve
Cumhuriyetlere bırakmaya baĢlayan Mutlakiyet rejimini güçlendirmeye
ve pekiĢtirmeye çalıĢan reformistlerdi. Nitekim, özellikle 2'nci Mahmut'un
bu tavrı "Sened-i Ġttifak" olayında ortaya çıkıyordu.
Sened-i Ġttifak olayı Ģu idi:
Rusçuk Tüccarlar OligarĢisinin güdümünde oluĢan "Rusçuk Yaranı" ve
bu oluĢumun siyasal iradesini temsil eden Alemdar Mustafa

193
3'üncü Selim'i yeniden tahta çıkarmak amacıyla Ġstanbul'a geldiğinde asıl
yapması gerekeni yapmıyordu. Yani Ġstanbul'daki Tüccarlar OligarĢisinin
siyasal yaptırım organı haline gelen Yeniçeri Ocağı'na dokunmuyordu.
Üstelik 3'üncü Selim'in öldürülmesi üzerine ġehzade Mahmut'u tahta otur-
turken de siyasal iradeyi kontrolünde bulundurabileceğini hesaplıyordu.
Nitekim, daha 1808 yılında, yani 2'nci Mahmut'un padiĢah olduğu yıl
Rusçuk Yaranı ve Alemdar Mustafa PaĢa derhal, padiĢahın merkezi otori-
tesini, yerel otorite ile paylaĢtırmanın yollarını araĢtırmaya koyuluyorlar-
dı. Bu aĢamada da yan demokratik bir kurum olan Ayanlık müessesesini
devreye sokmaya çalıĢıyorlardı.
Nitekim Mustafa Alemdar, Kağıthane'de Ayanlarla bir toplantı düzen-
liyordu. Bu toplantıya Rumeli ve Anadolu'dan ondan fazla Ayan, beraber-
lerinde büyük birer ordu ile gelerek katılıyorlardı. Bu toplantı sonunda 7
maddelik bir metin hazırlanıyor ve bu metin merkezden katılan 21 kiĢilik
erkân ile Çapanoğlu Süleyman, Serezli Ġsmail, Çirmen Mutasarrıfı Musta-
fa ile Karaosmanoğlu Hacı Ömer adlı dört Ayan tarafından imzalanıyordu.
Bu belgeye ise "Sened-i Ġttifak" adı veriliyordu.
Aslında, padiĢahın merkezi otoritesini sınırlamak yönünde atılan çok
küçük ve ürkütücü olmayan bu adım, Ayanın merkeze sadakat sözü, mer-
kezin de Ayana güvence vermesinden ibaretti. Senedin sonundaki Ek'e
göre ise her yeni Sadrazam ve ġeyhülislam belgeyi onaylamakla yükümlü
kılınıyordu.
Ancak daha belge hazırlanırken bazı Ayanlar, yetkilerinin sınırlanacağı
endiĢesiyle memleketlerine dönüyorlardı. Fakat asıl tepki 2'nci Mah-
mut'tan geliyordu. Sultan, yerel hanedanların babadan oğula geçen bir
statü kazanmasını sağlayan bu belgeyi, saltanat haklarına koyulmuĢ bir
kayıt olarak kabul ediyor, buna rağmen onaylıyordu.
Ancak, Osmanlı Hanedanı'nın hükümranlığına getirilen bir kayıt nite-
liğindeki belge, bir süre sonra unutuluyor, fakat Sultan 2'nci Mahmut
unutmuyordu. Nitekim Halife, Alemdar Mustafa PaĢa'nın öldürülmesinin
ardından Ayanları birer birer ortadan kaldırıyor, ya da etkisizleĢtiriyordu.
Üstelik, bu uygulamalar 2 nci Mahmut'un mutlak otoritesini pekiĢtiriyor,
Mutlakiyet rejimini yeniden güçlendirmesi konusundaki önemli ipuçlarını
oluĢturuyordu. Sultan / Halifenin Mutlakiyet rejimini pekiĢtirmek amacıy-
la attığı adımları Ermeni Lobisi'nin ekonomik güç ve yeteneğine dayan-
dırması, baĢta Ġstanbul Tüccarlar Oligar-

194
Ģisi olmak üzere Kudüs, ġam, Ġzmir, Selanik, Viyana, Venedik, Lyon,
Madrit, Hamburg, Amsterdam, Londra ve New York ticaret kolonilerini
hem tedirgin ediyor, hem de çözüm aramak zorunda bırakıyordu. Zira bu
dönemde Tüccarlar OligarĢisi Asya, Avrupa ve Amerika arasındaki ticaret
potansiyeli üzerine, bir spekülatif kazanç modeli oturtup bu modeli sis-
temleĢtirirken -ki model borsa, değerli kağıt, çek, senet, kredi, sigorta,
faiz, poliçe gibi hava oyunlarına dayanıyordu- Osmanlı Devleti hem siya-
sal hem de ekonomik bakımdan merkezi ve mutlakiyetçi bir konumda
bulunuyor, üstelik bunda da direniyordu. Dahası, merkezi otoritenin güç-
lenmesi ve kendini Ġmparatorluğun uç hudutlarında hissettirmesi, yeni
ekonomik yapılanmanın ve bu ekonomik yapılanmadan kaynaklanan Li-
beral siyasal oluĢumun bayraktarlığını yapan Ġngiltere'nin, Asya - Avrupa
ticaretinde kilit bölge niteliği taĢıyan Doğu Akdeniz'deki çıkarlarıyla çatı-
Ģıyordu. Diğer taraftan çeĢitli Avrupa ve Önasya kentlerindeki Ticaret
OligarĢileri ile Ġngiltere'nin ekonomik ve siyasal çıkarları da çakıĢıyordu.
Nitekim bu çakıĢma, 18 inci yüzyılın ilk yarısında Benjamin d'Ġsraeli'nin
BaĢbakanlığı ile de "özdeĢleĢerek" ifadesini bulacaktı.
19'uncu yüzyılın baĢında, ünlü "ġark Meselesi" bir kez daha gündeme
gelmiĢ bulunuyordu. "ġark Meselesi"nin gündeme gelmesi ise bir bakıma,
Osmanlı devlet modelinin ömrünü tamamlaması, yeni model tartıĢmaları-
nın gündeme gelmesi demekti.

ġark Sorunu
(19 ncu Perde)

Roma - Kartaca rekabetiyle ortaya çıkan ġark Sorunu, Haçlı Se-


ferleri'nin sonunda Selçuk, özellikle de Osmanlı devletleri'nin kurulması
ve bu devletlerin Asya - Avrupa ticaret yollarını -ki ġark Sorunu bu gü-
zergahların egemenliği meselesi idi- güvenceye kavuĢturmasıyla uzun bir
süre adeta uykuya yatıyordu. Hele 16'ncı yüzyılın baĢında Osmanlı Devle-
ti'nin siyasal denetiminin Kahire'ye dek uzanması, ti-

195
cari güzergahlar üzerinde kurulan ticaret kolonilerinin iĢini kolaylaĢtırı-
yordu. Böylece kolonilerde meydana gelen sermaye birikimi giderek siya-
sal güç oluĢturuyordu. Nitekim, ġark Sorunu'nun unutulmasıyla birlikte
yeni mücadelenin ayaklarını, ticaret kolonilerinin ekonomik desteğini alan
Tüccarlar OligarĢisi ile anakıtalarda yüzlerce yıllık zirai üretimin meydana
getirdiği toprak aristokrasisi oluĢturuyordu. Aristokrasi dinsel öğretiye
sımsıkı sarılırken OligarĢi, spekülatif kazancı ve dinsel öğreti karĢısında
bireysel özgürlüğü silah olarak kullanıyordu. Böylece Ticaret OligarĢisi
önce özgürlük kavramıyla harekete geçirdiği geniĢ kitleleri aristokrasi
üzerine sevkediyordu. Daha sonra Ticaret OligarĢisinin kahredici aracı
olarak Napoleon Bonaparte devreye giriyor ve aristokrasi ile desteğindeki
hükümdarları biçiyordu.
19'uncu yüzyılın ilk çeyreğinde Orta Avrupa "sistem boĢluğu" içine
yuvarlanıyordu. Bu boĢluk ise spekülatif kazancın zorladığı yeni "Liberal"
ekonomik oluĢum / sistem ile dolduruluyordu. Bu sistem doğası nedeniy-
le, üretici yığınlar tarafından reddediliyor, refahı yaygınlaĢtıracak sistem
arayıĢları yoğunlaĢıyordu. Bununla birlikte yeni sistemin temel taĢları -
borsa, sigorta, banka, faiz, kredi, vs- hemen yerli yerine oturuyor, tartıĢan
taraflar ilk aĢamada bu temel taĢlara karĢı durmuyordu. Yeni sistemin
siyasal bayrağını taĢıyan Ġngiltere ise hızla "yayılma" çabası gösteriyor,
bir yandan Asya'ya el atıyor, diğer yandan Osmanlı Devleti'ni de sisteme
dahil etme çabası içine giriyordu. Bu aĢamada ise Ġngiltere'nin yüklendiği
çok yönlü ve geniĢ kapsamlı misyon, öncelikle Fransız milliyetçiliğine ve
bu milliyetçiliğin dina-mize ettiği yayılmacılığa tosluyordu. Bu iki yayıl-
macı siyaset Mısır ve Doğu Akdeniz bölgesinde daha derin ve kapsamlı
bir içimde rekabete giriĢiyor bu rekabet ise bölgelerin kağıt üzerindeki
egemeni, Osmanlı Payitahtı üzerinde yoğunlaĢıyordu. Kısacası 19'uncu
yüzyılın baĢından itibaren, "büyük değiĢim" sonucu oluĢan "Yeni Dünya
Düzeni" içinde ġark Sorunu yeniden ilgili ülkelerin gündemine geliyordu.
19'uncu yüzyılın baĢında Orta Avrupa'da yeni bir "ekonomik" ve buna
bağlı siyasal sistem oluĢurken Osmanlı Ġmparatorluğu'nda Sultan / Halife-
lerin Mutlakiyet rejimlerini pekiĢtirmeye çalıĢmaları, önemli bir çeliĢki
yaratıyordu. Ancak bunun da ötesinde asıl sorun Osmanlı ekonomik sis-
teminden kaynaklanıyordu. Zira Osmanlı devleti, oluĢan yeni ekonomik
kural ve araçların hiç birini kullanmıyor, iktisadi anlayıĢ ve enstrümanları
görmezden geliyordu.
Osmanlı Devleti'nin bu katı -kısmen de Ġslami- ekonomik anlayı-

196
Ģı sadece Osmanlı Tüccarlar OligarĢisinin ticaret gücünü değil, Asya -
Avrupa ticari iletiĢimini de olumsuz etkiliyordu. Kaldı ki siyasetteki mut-
lak yapı, ekonomideki yapıyı da etkiliyor, böylece su yüzüne çıkan ġark
Sorunu'nu ağırlattırıyordu.
Ancak Avrupa'da, Asya - Avrupa ticaret güzergahları üzerinde söz sa-
hibi olabilmek için rekabet eden ülkelerin daha önce önlerinde duran bir
sorunu, Napoleon'dan sonra Avrupa'nın siyasi taksimatı sorununu, aĢmala-
rı gerekiyordu. ĠĢte 1814 yılında Viyana kongresi bu ortamda toplanıyor-
du.
1814 sonbaharında baĢlayan toplantıya 90 hükümdar ile 35 devlet tem-
silcisi katılıyordu. Fakat kongrede temsil edilen ülkeler arasında Osmanlı
Devleti bulunmuyordu.
GörüĢülecek olan konu Napoleon'un yenilgisinden sonra Hollanda,
Belçika, Ren Nehri'nin sol sahili, Ġtalya, Almanya, VarĢova Gran-dükalığı
meselesiydi.
Aslında karan devrin süper devletleri (düveli muazzama) olan Ġngilte-
re, Avusturya, Rusya ve Prusya veriyor, diğerleri onaylıyordu. Bu arada
kongreden önce yapılan toplantıda Ġtalya, Belçika, Ren Nehri'nin sol sahili
meseleleri çözümleniyor, geriye Almanya ve Polonya sorunları kalıyordu.
Süper dörtler (Ġngiltere, Prusya, Rusya ve Avusturya) bu konuyu kong-
reden önce ele alıp görüĢmek istiyor, fakat Fransa ile Ġspanya'yı toplantıya
çağırmıyordu. Buna karĢılık Fransa, ağırlığını koyarak toplantıda rol al-
mayı, böylece küçük devletçikler üzerinde diğerleri gibi ağırlık tesis et-
meyi amaçlıyordu.
Asıl sorun Almanya (Prusya) topraklarıyla Fransa arasında kalan top-
raklar ve Polonya'nın (Lehistan) paylaĢılmasında baĢgösteriyordu. Çar
eski VarĢova Grandükalığını tümüyle Rusya'ya bağlamak istiyordu. Çarın
gözkoyduğu topraklara daha önce Prusya'nın egemenliğinde bulunan yer-
ler de dahildi. Prusya, Polonya'daki toprakların elegeçiril-mesi meselesine
o denli önem vermiyordu. Prusya Polonya'daki haklarına karĢılık olarak,
Batısındaki Saksonya Krallığını ilhak etmek istiyordu. Çünkü Saksonya
daha önce Bonaparte'ın egemenliğini gönüllü olarak kabullenmiĢti. SavaĢ-
tan sonra ise hakimiyetini sağlayacak bir anlaĢma imzalamaya vakit bu-
lamamıĢtı. Kaldı ki Saksonya Krallığı Napoleon'dan, Polonya'nın egemen-
liğini alarak Avrupa'nın çıkarlarına ihanet etmiĢti ve Rusya bu ihaneti
unutamıyordu.
Bu aĢamada son sözü Ġngiltere söylüyordu. Ġngiltere Rusya'nın

197
Prusya ile anlaĢarak Avrupa içlerine kadar nüfuz edeceğini hesaplıyor ve
bu da iĢine gelmiyordu. Bu nedenle Ġngiltere; Fransa ve Avusturya ile
anlaĢarak Saksonya'nın Prusya'ya bırakılmasına karĢı çıkıyordu. Prusya,
ise ordusunu Saksonya'ya doğru harekete geçiriyor ve ordu Fransa hudu-
duna dayanıyodu. Bu kez Saksonya'nın bağımsız bir Krallık olması öneri-
liyordu. O da kabul edilmeyince Prusya, 3 milyon 400 bin kiĢinin yaĢadığı
Polonya'daki topraklarına karĢılık, dört bölgenin bu Krallığa bırakılmasını
kararlaĢtırıyordu. Prusya'ya bırakılan dört bölge ise Polonya'da bir vilayet
olan Pozani, Ren Nehri'nin sol sahili, Westfalya, Saksonya Krallığı'nın
782 bin kiĢinin yaĢadığı bir bölümünden oluĢuyordu. Polonya'nın kalan
kısmı Rusya'ya geçiyor, Ġsveç Pomeranyayı Prusya'ya, Prusya da Norveç'e
karĢılık Löwenburg'u Danimarka'ya bırakıyordu.
Ancak Viyana görüĢmeleri sona ermeden Napoleon Bonaparte'ın Pa-
ris'e döndüğü haberi geliyordu. Bunun üzerine doğrudan Fransa'nın tehdi-
di altında bulunan baĢta Prusya olmak üzere bazı devletler ek toprak tale-
binde bulunuyorlardı.
Bu, Viyana Kongresi'nin bilinen yüzüydü. Bir de görünmeyen yüzü
vardı.
Viyana Kongresi öncelikle Fransız Ġhtilali'nin Birlik ve Özgürlük ruhu
yörüngesinde toplanıyordu. Bu felsefe ve ruh ise özellikle Mutlakiyetle
yönetilen Ġmparatorlukları tehdit ediyor buna karĢılık -Prusya ve Almanya
gibi- bazı ülkeleri de ulusal bir çatı altında devletleĢmeye sevkediyordu.
Nitekim Viyana Kongresi, Almanya'yı konfedere etmenin yanısıra
Avusturya ile Prusya'yı da birbirine yaklaĢtırıyordu. Diğer taraftan ihtila-
lin özgürlük ruhu ise ulusal baĢkaldırıların -Mora isyanı gibi- temel dina-
miğini oluĢturuyordu.
Fransız Milliyetçiliği karĢısında Prusya'nın önderlik ettiği bir Cermen
Birliği ve buna bağlı Cermen Milliyetçiliğini buluyordu. Bu durum Ġngil-
tere'yi ürkütüyordu. Böylece Ġngiltere Slavların lideri konumundaki Rus-
ya'ya yaklaĢıyordu, Ġngiltere'nin teĢvik ve desteğindeki Rusya, Balkan
bölgesinde Slavlık nedeniyle Sırpları, Ortodoksluk nedeniyle de Yunanlı-
ları himaye ederek güçlendiriyordu. Aslında, Ġngiltere ve Rusya'nın "sıcak
denizlere inmek" emeli, bu iki ülkeyi kıta Avrupası ve Osmanlı Devleti
karĢısında birbirine yaklaĢtırıyordu.
Ġngiltere ve Rusya'nın Balkan bölgesinde baskı yapması Osmanlı Dev-
leti'ni güç durumda bırakıyordu. Bu nedenle Osmanlı Devleti ba-

198
zan Fransa'ya ve Ġngiltere'ye bazan da Rusya'ya yakınlaĢarak "denge poli-
tikalarıyla" zaman kazanıyordu.
Ne ki zaman giderek daralıyordu.
Bu zaman yokluğuna paralel olarak Osmanlı Ġmparatorluğu sürekli
toprak kaybına uğruyordu. Yenilgiyle sonuçlanan savaĢlar ve sürekli top-
rak kaybı Osmanlı yönetimini akılcılığa, bilime, teknolojiye, hepsinden
öte de çağdaĢ özgür toplum yapısına sevkedecek yerde Mutlakiyetin din-
sel / siyasal yapısını pekiĢtirmeye itiyordu. Bu durum rasyonalizmi ve
bilimi ön plana alan siyasetin militer ayağı ile Mutlakiyetin Hilafetten
kaynaklanan dinsel dayanağını ve bu dayanağın kadroları olan ulemayı
karĢı karĢıya getiriyordu.
Ulema, Vak'a-i Hayriye, yani Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasına kadar-
ki militer yapıda asker / esnaf sentezi ile, dolayısıyla Tüccarlar OligarĢisi
ile uzlaĢmıĢken, PadiĢahın dinsel / siyasal otoritesini güçlü bir militer
güce dayandırmak amacıyla Yeniçeri Ocağı'nı lağvetmesiyle boĢlukta
kalıyordu.
Avrupa ülkeleri daha 18'inci yüzyılda mutlak otorite yerine Yasama ve
Yürütmeyi birbirinden ayıran ve buna bir de Yargıyı ekleyen "kuvvetler
ayırımı" ilkesini egemen kılarken Osmanlı Sultan / Halifeleri 3'üncü Selim
ve 2'nci Mahmut, 19'uncu yüzyılın ilk çeyreği dolarken hâlâ teokratik tekil
otoritelerini pekiĢtirme gayreti içinde bulunuyorlardı. Bu teokratik otorite
ise kaçınılmaz olarak, Batı'da geçerlilik kazanmıĢ ve sistemleĢmiĢ olan
spekülatif para - piyasa sisteminin karĢısına geçerli bir iktisat modeli ko-
yamıyordu. Hem Ġslami modele ters düĢen yeni modeli kabullenemeyen,
hem de bu denli yaygın ve güçlü modele karĢı bir alternatif model koya-
mayan Osmanlı Devleti, egemenliği altındaki klasik ticaret yollarını da
yeterli biçimde denetli-yemiyor, bu altın yumurtlayan tavuktan faydala-
namıyordu. Faydalanmak bir yana ticaret güzergahlarının denetim ve
egemenliği Osmanlı Hanedanının baĢına adeta dert oluyordu.
Nitekim Asya - Avrupa ticaret güzergahının kilit noktalarından biri
olan (Kızıldeniz - Akdeniz yakınlaĢmasının odağı) Mısır Meselesinde
taraflar karĢı karĢıya geliyordu. Mısır Valisi Mehmet Ali PaĢa ile 2'nci
Mahmut arasındaki çatıĢma, Osmanlı iç sorunu olmaktan çıkıyor, Ġngilte-
re, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devleti arasında, uluslararası bir nitelik
alıyordu.

199
Fransa'nın Kavalalı Kartına KarĢı, Osmanlı'ya Ġngiliz Yardımı: Rus
Donanması

3'üncü Selim Mutlakiyet otoritesini pekiĢtirmek amacıyla, Ġhtilalin yık-


tığı Fransız modelini -bir bakıma geç kalarak- tesis etmeye çalıĢırken Ġn-
giltere, Arap Yarımadası'nda Payitahta karĢı bir hava estirme çabası güdü-
yordu. Nitekim bölgeye gönderilen ve Ġslamiyet konusunda son derece
yetkin bilgisi bulunan Ġngiliz ajanları bazı din otoriteleriyle sıkı münase-
betler kuruyor ve Ġslamiyet içinde Protestan (Anglikan) ruhunu oluĢtura-
cak bir mezhep yaratmak yönünde yoğun çalıĢmaya baĢlıyorlardı. Nihayet
ortaya yeni bir mezhep Vehhabilik çıkıyordu.
Nasıl ki Protestanlara göre Hıristiyanlıkta tek rehber Ġncilse, Veh-
habiler de tüm aracıları reddediyor ve tek rehber olarak Kur'an'ı görüyor-
du. Nitekim yeni mezhep Arap Yanmadası'nda hızla yayılıyordu. Buna
karĢılık Ġstanbul'daki ulema bu mezhebin siyasal kökenlerini araĢtırıp
kurutacak yerde, Yeniçeri Ağalarıyla sıkı temas kurup, payitahttaki siyasal
çatıĢmalarda rol oynuyor ve çalıĢıyorlardı. Böylece Vehhabilik Arap Ya-
rımadası'nda Ġngiliz nüfuzunu da arkasına alarak güçleniyordu. Bu güç-
lenme nihayet büyük bir Vehhabi ayaklanmasına dönüĢüyordu. Gerçi
ayaklanma bastırılıyor, fakat Vehhabiliğin direniĢi bir türlü sona erdirile-
miyordu.
Buna bir de, Mısır'daki Kölemenler'in baĢkaldırısı eklenince Ġstanbul,
bölgedeki tek dayanak olarak Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'yı
görüyordu.
Kavalalı Mehmet Ali PaĢa, Kavala Ayanı Hüseyin Ağa'nın yeğeni,
Derbent Ağası Ġbrahim Ağa'nın ise oğluydu. Mısır yöresine ilk kez Napo-
leon'a karĢı Osmanlı Ordusu'nda bayraktar olarak gitmiĢ, Fransız Ordusu
1801'de Kahire'yi boĢaltınca Kölemen ayaklanmasını bastırmakla görevli
Tahir PaĢa'nın ordusunda kalmıĢtı. Ancak fırsatını bulunca Tahir PaĢa'yı
öldürtüyor, Hüsrev PaĢa'yı korkutarak kaçırıyor, yerine gelen HurĢit Pa-
Ģa'yı ise ortadan kaldırtıyordu. Böylece tek oto-

200
rite haline gelen PaĢa, vezirlik rütbesiyle Cidde'ye Vali tayin edilmesi
önerisini reddediyor, Ġstanbul'daki yandaĢlarının desteği ile Mısır Valisi
oluyordu.
Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'nın Mısır Valisi olmasında kuĢkusuz, Ġngil-
tere'nin Arap Yanmadası'ndaki faaliyetlerine karĢı olması da önemli bir
rol oynuyordu. Nitekim payitaht, bu sırada bölgedeki Ġngiliz etkinliklerine
alternatif olarak Fransız yayılmacılığını kullanıyor, Fransızlar ise Mehmet
Ali PaĢa ile sıkı ve olumlu münasebet kurarak onun baĢarılı olmasına kat-
kıda bulunuyordu. Böylece Mehmet Ali PaĢa Mısır'da toprak reformu
yapıyor, ayaklanmaları bastırıyor, bataklıkları kurutuyor, salgın hastalıkla-
rı önlüyordu. Hepsinden önemlisi ise, Osmanlı yönetiminin aksine yöne-
timde bir reform yapıyor, siyasal otorite üzerindeki dinsel etkiyi sınırlayıcı
önlemler alıyordu. Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'nın bu önlemlerinde, Fransız
Ġhtilali'nin estirdiği "Laik" rüzgarlar rol oynuyordu.
Fransa'nın Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'yı etkileyerek yaptığı bu de-
neme, Ġngiltere için bir ilham kaynağı olacak ve d'Ġsraeli, Kamondo, ReĢit
PaĢa üçlüsü, daha ileri bir adım atarak Gülhane Belgesi'ni ortaya çıkara-
cak, Tanzimat Fermanı okunacaktı.
Bu aĢamada ise Fransa, Mehmet Ali PaĢa'yı Suriye Valiliğininx (Mora
Valiliğini yitiren) oğlu Ġbrahim PaĢa'ya verilmesi konusunda yönlendiri-
yordu. Fakat Osmanlı PadiĢahı bunu reddedince PaĢa, oğlu Ġbrahim Pa-
Ģa'yı bir ordunun baĢına geçirerek Suriye üzerine gönderi-yordu. Ġbrahim
PaĢa, Napoleon'un giremediği Akka Kalesi'ni ele geçiriyor, oradan ġam
üzerine yürüyordu. 15 Haziran 1832'de ġam'ı alan Ġbrahim PaĢa, Trablus-
Ģam Valisi Halepli Mehmet PaĢa'nın ordusunu yenerek Humus'tan Antak-
ya'ya yürüyordu. Torosları aĢan Ġbrahim PaĢa'ya bağlı birlikler 21 Ekim
1832 günü Konya'yı da alıyordu. Konya SavaĢı'nda ReĢit Mehmet Pa-
Ģa'nın tutsak düĢmesi üzerine Osmanlı Ordusu panik halinde dağılıyor,
Ġbrahim PaĢa da bu durumdan yararlanarak 2 ġubat 1833'de Kütahya'ya
giriyordu.
Mustafa ReĢit PaĢa (Büyük) iĢte bu aĢamada sahneye çıkıyor, Mehmet
Ali PaĢa'nın oğlu Ġbrahim PaĢa ile Kütahya'da buluĢarak barıĢ görüĢmele-
rini yürütüyordu.
Ġbrahim PaĢa'nın Ġstanbul yolu üzerinde önemli bir kavĢak noktası
oluĢturan Kütahya'yı elegeçirmesi yalnız Ġstanbul'da değil, uluslararası
platformda da büyük yankı ve endiĢe uyandırıyordu. 2'nci Mahmut, Ġbra-
him PaĢa'nın ordusu daha ToroĢları aĢıp Konya yoluna girer-

201
ken Fransa ile temas kuruyor ve üzerinde etkili oldukları Mehmet Ali
PaĢa'yı durdurmaları için bu ülkeden yardım ve ilgi istiyordu. Fakat kendi
güdümlerindeki Mehmet Ali PaĢa'nın Doğu Akdeniz'de egemenlik tesis
etmesinden memnun görünen ve bir bakıma da hasmı Ġngiltereye karĢı
önemli bir avantaj elde eden Fransa pek oralı olmuyor, Osmanlı PadiĢahı-
nı yanıtsız bırakıyordu. Bu aĢamada olaya müdahale etmenin doğrudan
Fransa ile yeni bir savaĢa girmek anlamı taĢıdığını gören ve o sırada daha
yaĢamsal sorunlarla karĢı karĢıya bulunan Ġngiltere de, Mehmet Ali Pa-
Ģa'nın Önasya'daki hareketlerine seyirci kalıyordu.
Bunun üzerine Ġngiltere aslında Avrupa siyasetinde kendi kontro-
lünden çıkan ve giderek güçlenen Rusya'dan rahatsızlık duymasına karĢın
yine de yayılmacı Fransa'ya karĢı Rusya'yı yeğliyordu. Nitekim Ġngilte-
re'nin seyirci kalmasıyla meydana gelen boĢluğu Rusya dolduruyor, Çar
I'inci Nikola Osmanlı PadiĢahına yardım etmeyi öneriyor, 2'nci Mahmut
da bu öneriyi kabul ediyordu. Aslında bu senaryo Ġngiltere'nin ekmeğine
yağ sürüyordu. Zira Çar süratle (donanma ile) bir Rus Kolordusu gönderi-
yor ve gelen askerler Ġstanbul Boğazı'na çıkarak ordugah kuruyordu. Rus-
ların Ġstanbul'u iĢgal etmeleri ve Osmanlı Ġmparatorluğu'nu himayelerine
alma ihtimali, yine de Ġngiltere ve Fransa'yı -özellikle de Fransa'yı- hare-
kete geçiriyordu. Böylece bu iki ülke devreye giriyor, Kütahya'da bulunan
Ġbrahim PaĢa'yı Osmanlı heyeti ile barıĢ görüĢmeleri yapmaya zorluyordu.
Kavalalı Mehmet Ali PaĢazade Ġbrahim PaĢa ile Osmanlı delegasyonu
arasında yapılan barıĢ görüĢmeleri bir anda Ġngiltere, Rusya, Fransa ve
Osmanlı Devletleri bakımından bir "siyasal odak" haline geliyordu. Bu
odakta ise Mustafa ReĢit PaĢa önemli bir rol oynuyordu. Zira toplantılarda
Osmanlı Ġmparatorluğu'nu Mustafa ReĢit PaĢa temsil ediyordu.
1800 yılında Ġstanbul'da doğan Mustafa ReĢit PaĢa'nın babası, 2'nci
Bayezit Vakfiyesi Ruznamecisi Mustafa Efendı'nin oğluydu. 10 yaĢınday-
ken babasını kaybeden Mustafa ReĢit'i eniĢtesi Ispartalı Seyid Ali PaĢa
himayesine alıyordu. EniĢtesi, valilikleri sırasında Mustafa ReĢit'i yanında
dolaĢtırıyor, Sadrazamlığı sırasında ise Mühürdarlığa tayin ediyordu. Da-
ha sonra Mora Ġsyanı sırasında valilik yapan Seyid Ali PaĢa, Mustafa Re-
Ģit PaĢa'yı da Hazinedar yapıyordu.
Seyid Ali PaĢa gözden düĢünce yeğeni, Köse Akif Efendi'nin dela-
letiyle Sadaret Mektubçuluğu Kalemine memur oluyor, bu sırada

202
Osmanlı - Rus savaĢı çıkınca Nafi Efendi ile birlikte Mustafa ReĢit de
ġumnu karargahına tayin ediliyordu. Mustafa ReĢit, Edirne görüĢmelerine
ilk kez diplomat olarak katılıyor, Ġstanbul'a döndükten sonra Pertev PaĢa
ile birlikte Mısır'a gönderiliyordu. Tekrar Ġstanbul'a geldiğinde ise 1832'de
asaleten Amediliğe tayin ediliyordu. Bu arada "Kavalalı Mehmet Ali PaĢa
Ġsyanı" baĢgösteriyor ve Mustafa ReĢit PaĢa önce Tophane MüĢiri Halil
PaĢa ile sonra da yalnız baĢına barıĢ görüĢmelerini yürütüyordu. Bu gö-
rüĢmeler sırasında PaĢa bir yandan 2'nci Mahmut ile -ki PadiĢah Mustafa
ReĢit PaĢa'ya ayrı bir ilgi ve güven gösteriyordu- diğer yandan Fransız ve
Ġngiliz Elçilikleri ile sürekli temas halinde bulunuyordu. Daha önce Rusya
ile yapılan görüĢmeler nedeniyle Ġngiltere'nin dikkatini çekmiĢ olan Mus-
tafa ReĢit PaĢa, bir kez daha uluslararası diplomasi meydanına çıkıyor ve
önemli bir rol üstleniyordu. ĠĢte daha baĢlangıçta bu olaylarda aldığı gö-
revler nedeniyle Mustafa ReĢit PaĢa için Hariciye Nezareti'nin kapılan
açılıyordu.
PaĢa, Kütahya'da Ġbrahim PaĢa ile iyi kötü bir anlaĢma yapı-yordu. Bu
anlaĢma 2'nci Mahmut'u bir parça rahatlatıyor ve Cezayir meselesine el
atacak zaman buluyordu.
Fransa, Osmanlı Devleti'ne karĢı önce Rus Harbi, ardından Sırp ve Mı-
sır Ġsyanlan, nihayet Mehmet Ali PaĢa Ayaklanmasından yararlanarak
Cezayir'i istilaya giriĢiyordu. ÇeĢitli sorunlarla uğraĢan Osmanlı PadiĢahı
ise Cezayir meselesiyle uğraĢacak zamanı bulamıyor bu fırsatı nihayet,
1833 yılında yapılan Kütahya anlaĢmasından sonra elde ediyordu. Bunun
üzerine de Mustafa ReĢit PaĢa'yı Orta Elçi olarak Paris'e tayin ediyordu.
2'nci Mahmut görünürde Fransa ile münasebetleri düzeltmek istiyordu.
Aslında ise amacı, Cezayir'i kurtarmaktı. Mustafa ReĢit PaĢa'yı bu iĢle
görevlendiriyordu. PaĢa 10 ay kaldığı Paris'te Fransa Hariciye Nazırı,
Amiral de Rinyi ile sadece bir kez görüĢme olanağı buluyor, bu görüĢme-
de de Cezayir'in geri verilmesi konusunda baĢarılı olamıyordu. Bir süre
sonra Ġstanbul'a dönüyor ve Paris'e Büyükelçi atanıyordu. Fakat bu kez
Paris'te fazla kalamıyordu. Zira Ġstanbul onu, 1836 yılında Londra'ya elçi
olarak naklediyordu. Bir süre sonra ise Londra'da BaĢbakanlık koltuğuna,
(Doğu'nun Rotschild'i olarak adlandınlan Ġstanbul'daki ünlü banker Avram
Kamondo'nun akrabası) d'Ġsraeli oturacaktı.

203
Tanzimat'ın Sacayağı: Mustafa ReĢit, Kamondo ve D'Israeli

Hıristiyan taassubunun hüküm sürdüğü Ortaçağ boyunca Orta ve Ku-


zey Avrupa'da sık sık kan iddiaları (Musevilerin çocukları öldürerek kan-
larıyla hamursuz yaptıkları iddiası) ortaya atılıp, Musevi katliamı yapılı-
yordu. Bunun yanısıra Musevilerin varlıkları yağmalanıyor, mal ve mülk-
lerine el konularak bulundukları yerlerden sürülüyorlardı. Tüm Avrupa'da
bu tür olaylara rastlanıyordu. Nitekim antisemitik politikalar 10'uncu yüz-
yılda Büyük Britanya Adası'na da sıçrıyordu.
920 yılında ve Toussaint Yortusu günü Kral I'inci Edward da, o zama-
na kadar ülkede oturmalarına gözyumduğu Musevilerin memleketten çı-
karılmasını emrediyordu. Karar üzerine 16 bin Musevi ülkeden ayrılıyor
ve fakat Kral Edward bu Musevilerin sağ ve salim seyahat etmelerinin
sağlanmasını istiyordu.
Bu sürgün sırasında bir gemi Fransa sahillerine yanaĢıyor, yolcularını
buraya bırakıyor ve kaptan onlara "Musa'yı yardıma çağırın" deyip uzak-
laĢıyordu. ĠĢte aynı ailenin çocukları olan Kamondo ve d'Ġsraeli Aileleri-
nin ataları da bu sürgün / göçmenler arasında yer alıyordu.
Fransa'ya sığınan Museviler, 14'üncü yüzyılın baĢına kadar bu ülkede
kalıyor ve fakat Güzel Filip'in Krallığı sırasında huzurları bozuluyordu.
Tam bir mutlak / despot olan Kral Filip mali bakımdan sıkıĢınca paraları-
na el koymak amacıyla Musevileri katlettiriyor ve yeniden sürüyordu.
Bunun üzerine Kamondo / d'Ġsraeli Ailesinin de aralarında bulunduğu
Museviler Ġspanya'ya doğru yola çıkıyor fakat hiç bir yerde tutunamaya-
rak Musevilere hoĢgörülü davranan Portekiz'e kadar gidiyorlardı.
Portekiz ve Ġspanya topraklarında Endülüs Ġslam / Musevi siyasal ira-
desi tarafından büyük bir yakınlıkla karĢılanan aileler 15'inci yüzyılın
sonuna doğru yeniden Hıristiyan taassubunun baskısı altında kalıyorlardı.
Bu baskı sonucu bazı Musevi aileler HıristiyanlaĢıyor, bazıları da yeniden
göçetmek zorunda kalıyordu. ĠĢte Kamondo / d'Ġsraeli Ailesinin ataları bu
koĢullarda Portekiz'den ayrılıyordu. Ġspanya'nın

204
kapıları kapanırken bu kez de Venedik ve Amsterdam Cumhuriyetleri
Musevilere açılıyordu. Nitekim ailenin büyükleri Venedik'e yerleĢiyordu.
Donna Grazia Nassi olayı cereyan ederken aile burada bulunuyordu.
17'nci yüzyılın baĢında, yani dinsel Reform'un baĢarıya ulaĢmasından
sonra Orta ve Kuzey Arvupa'daki Protestanlar arasında Musevilere sempa-
ti rüzgarı esiyordu. Buna bağlı olarak da 1649'da Musevilerin Ġngiltere'ye
dönebilmeleri için bir dilekçe veriliyordu. Bunun sonucu olarak IFnci
Charles gerekli izni çıkarıyordu. Bu iznin çıkmasından sonra, o zamana
kadar Venedik ve Amsterdam baĢta olmak üzere bazı merkezlerde ikamet
eden Museviler de Ġngiltere'ye dönmeye baĢlıyorlardı. ĠĢte, Ġngiltere'ye
dönen bu Museviler arasında Benjamin d'Ġsraeli (veya Israel) de bulunu-
yordu.
Benjamin d'Ġsraeli o zamana kadar Venedik'te ikamet etmiĢ, serve-tini
burada kazanmıĢtı. Benjamin d'Ġsraeli, Venedik'te edindiği servetini bü-
yütmek amacıyla Londra'ya göç ederken bir akrabası da önce Selanik'e
oradan da Ġstanbul'a gidiyor, buraya yerleĢiyordu. D'Ġsraeli'nin bu akraba-
sının adı Avraham de Kamondo (Camondo) idi ve bir süre sonra kendi-
sinden "Doğunun Rotschildi" diye bahsedilecekti. Avraham de Kamondo,
Benjamin d'Ġsraeli'nin Cento ve Ferra-re'den ayrılmasından bir yıl sonra,
yani 1785'de dünyaya gelmiĢti. Kamondo, Ġstanbul'a yerleĢmeden önce
bankacılık ve mali konularda son derece ünlenecek ve zengin olacaktı.
Nitekim, Ģöhreti o denli yayılacaktı ki, Ġtalya ve Avusturya Krallıklarının
mali danıĢmanlığına getirilecek, Ġtalya Kralı gösterdiği yararlıklardan
ötürü kendisini önce ġövalye yapacak daha sonra da Kontluk payesi ile
taltif edecekti. Avraham de Kamondo iĢlerini kardeĢi ile birlikte yürütüyor
ve büyütüyordu.
Kamondoların Ġstanbul'a geldiği sırada, Osmanlı Ġmparatorlu-ğu'nun
egemenliği altındaki Musevi Cemaatleri büyük bir çöküĢ içine girmiĢ
bulunuyorlardı. Nitekim 2'nci Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı kaldırması
sırasında önde gelen Musevi Ocak sarraflarını da tasfiye etmesi, Musevi
Cemaatlerine ağır bir darbe indiriyordu. Buna karĢın Ermeni Lobisi büyük
bir yükseliĢ gösteriyor, Osmanlı Mutlakiyet rejimi ekonomik bakımdan
giderek bu lobinin kontrolüne giriyordu. Ortaya çıkan yeni durumda Mu-
sevi Cemaatlerinin siyasal ve ekonomik ağırlığı ise günden güne kaybolu-
yordu.
Bu aĢamada önemli bir olgu da Avrupa'daki siyasal oluĢumlarla

205
Osmanlı'daki Mutlakıyet rejiminin taban tabana zıt bir geliĢme gösterme-
siydi. 1789'dan itibaren Arvupa'daki mutlak hükümdarlıklar birer birer
çöküp yok olur ve kalanları da Napoleon Bonaparte tasfiye ederken Os-
manlı'da I'inci Abdülhamit, 3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut'un Mutlak ira-
delerini profesyonel orduya dayandırma çabası içine girmeleri büyük bir
çeliĢki oluĢturuyordu. Ancak çeliĢki, bununla da sınırlı kalmıyordu. Avru-
pa'da sanayi devrimine paralel olarak spekülatif kazanca dayalı "banka /
kredi / faiz / borsa / sigorta / banknot" sistemi oluĢurken, geleneksel Os-
manlı ekonomik sistemi, bu yapının dıĢında kalıyordu. Model farkı nede-
niyle Osmanlı - Avrupa ekonomik entegrasyonu gerçekleĢemiyordu. Kaldı
ki Osmanlı Ġmparatorluğu, Asya -Avrupa ticaret yolları üzerinde sadece
siyasal egemenliğini kullanarak nemalanmak konusunda ısrar ediyor, batı
ülkeleriyle atbaĢı bir tüketim / üretim sürecine girmeyi aklından bile ge-
çirmiyordu.
Batı'da tüketimin üretimi, üretimin teknolojiyi, teknolojinin bilgi-yi,
bilginin akademik özgürlüğü, akademik özgürlüğün dünyevi yaĢamın
hudutlarını zorlayarak geniĢletmesine karĢın Osmanlı'da herĢey, (tüketim,
üretim, teknoloji, bilgi) bireyin tercih ve özverisine bırakılıyor, zincirin
kendi dinamiğini kurmasına, tüketimi sınırlayan dinsel nas'lar izin vermi-
yordu. ĠĢte d'Ġsraeli Ailesinin bir kolunu oluĢturan Kamondolar bu "tarih-
sel" aĢamada Ġstanbul'da bankerlik faali-yetlerine baĢlıyorlardı. Avraham
de Kamondo'nun ilgi alanı ve hobby'si Fransız aydınlanma çağı ve 1789
Fransız Ġhtilali'ydi. Bu ilgi ailenin diğer üyelerinin de ortak konusuydu.
Ailenin diğer üyeleri ise Londradaydı. Londra'ya gelen Benjamin ve Sarah
d'Ġsraeli'nin Ġsaak adlı bir oğulları dünyaya geliyor fakat bu çocuk babası
gibi mali iĢler ve ticaretle uğraĢmak yerine, felsefeyi tercih ediyordu. An-
ne ve baba-sının tuttuğu özel eğitimcisiyle Fransa'ya ve Hollanda'ya giden
Ġsaak d'Ġsraeli, eğitimcisinin Fransız filozoflarının hayranı olması nedeniy-
le Voltaire ve Rousseau'nun derin bir Ģekilde etkisinde kalıyordu.
Ġsaak d'Ġsraeli Londra'ya döndükten sonra kendisini British Mu-
seum'un kütüphanesine adeta hapsediyordu. Ancak 35 yaĢında, kendisi
gibi Ġtalyan / Musevi bir kadınla evleniyordu. Artık Voltaire'in görüĢlerini
bir mezhep gibi kabul eden Ġsaak d'Ġsraeli'nin bu evlilikten bir oğlu dün-
yaya geliyor ve ona babasının adını koyuyordu. Benjamin d'Ġsraeli adı
verilen bu çocuk Ġngiltere'de iki kez BaĢbakanlık yapacaktı.
Benjamin d'Ġsraeli'nin Ġngiltere'de siyasal kariyer yaptığı yıllar-

206
da, Doğu'nun Rotschild'i Avraham de Kamondo da ekonomik etkinliğini
siyasal etkinliğe tahvil ediyor ve önce Gülhane sonra da Tanzimat Ferma-
nı'nı okuyacak olan Mustafa ReĢit PaĢa ile özel bir dostluk tesis ediyordu.
Bu o denli yakın bir dostluktu ki, Kamondo salonda kendisini beklerken,
Büyük ReĢit PaĢa evinin hamamında yaĢama gözlerini yumacaktı. Bir
iddiaya göre Kamondo'nun PaĢa'dan hayli yüklü meblağda alacağı bulu-
nuyordu. Mustafa ReĢit PaĢa banyodayken alacaklısının geldiği haberi
verilince sekte-i kalpten vefat etmiĢti.

207
İNGİLİZ LİBERALİZMİNİN TÜRKİYE UYGULAMASI: JÖN
TÜRKLER VE TANZİMAT

Orta Avrupa'da 18'inci yüzyılın sonunda baĢlayıp 19'uncu yüzyılın ba-


Ģında devam eden siyasal geliĢmelere paralel olarak dinsel / siyasal tekel
sahibi kral, imparator ve despotların alaĢağı edilmesiyle birlikte ortaya
büyük bir "model" boĢluğu çıkıyordu. Böylece genel bir "arayıĢ" baĢgös-
teriyor ve Cumhuriyetçilik akımları ön plana geçiyordu. Ancak bu Cum-
huriyetlerin "Ģekli" üzerinde Ģiddetli anlaĢmazlıklar baĢgösteriyor ve kısa
sürede çatıĢmalara dönüĢüyordu.
BaĢta Fransa olmak üzere bazı ülkeler Cumhuriyetlerini kavim birliği-
ne dayandırıyor, böylece milliyet fikri ön plana geçiyordu. GeniĢ kitleleri
bir arada tutmak amacıyla formüle edilen milliyet kavramı kısa sürede
Ģiddetli bir milliyetçilik akımını doğuracaktı.
Fransa, Prusya Krallığı'nın önderliğinde Almanya, Ġspanya, Avus-turya
- Macaristan Ġmparatorluğu, Rusya, Polonya, Yunanistan, Bulgaristan,
Sırbistan, Ġtalya ve diğer kıta Avrupası toplumları sistem boĢluğu, içinde
yoğun bir arayıĢa yönelirken Ġngiltere bir kez daha farklı bir konumda
bulunuyordu. Bir kavimler mozaiği olan Ġngiltere daha 19'uncu yüzyıldan
çok önce oluĢturup yerleĢtirdiği MeĢruti MonarĢi modeliyle ve bu modele
oturttuğu Magna Carta'nın "Kralın hakkı Krala, Meclisin hakkı Meclise"
felsefesiyle bir sistem boĢluğuna

208
meydan bırakmıyordu. Kaldı ki Uluslararası Tüccarlar OligarĢisinin (ga-
rantörü) beyni niteliğindeki Londra merkezli bir "ademi merkeziyetçi"
yapıyla "yerinden yönetim" anlayıĢı, mevcut sistemi daha bir pekiĢtiriyor-
du. Ġngiltere, MeĢruti MonarĢisini dayandırdığı parlamenter sistemi günün
gerekleri doğrultusunda yenileyip geliĢtirerek ekonominin dayanağını
teĢkil eden ticari yapının bir talebi olan Liberal siyasal modeli kesintiye
uğratmadan sürdürüyordu.
Ġngiltere'deki bu Liberal / siyasal modelin tezahürü olan ademi merke-
ziyetçi eyalet sisteminin bir benzerini de, Orta Avrupa'da kantonal sistemi
benimseyen Ġsviçre uyguluyordu. Bu uygulama, Ġsviçreyi kısa zamanda
Uluslararası Tüccarlar OligarĢisinin para deposu haline getirecek ve bu
ülke spekülatif banka / borsa sisteminin adeta beyni olacaktı.
Buna karĢın baĢta Fransa ve Almanya olmak üzere kavme dayalı mo-
del arayıĢında bulunan ülkeler bitmez tükenmez bunalım, çatıĢma, hatta
içsavaĢ girdapları içinde bocalıyordu. Bu ülkelerden biri de Osmanlı Ġm-
paratorluğu oluyordu.
Osmanlı Ġmparatorluğu hem tüm uluslararası ticaret yollarının düğüm
noktası konumundaki toprakları elinde tutuyor, hem de bir sistem kaosu
içine yuvarlanmıĢ bulunuyordu. Bu kaosun merkezini ise Ġstanbul oluĢtu-
ruyordu.
Ġstanbul hem ġark, hem de bir Garp Ģehriydi. ĠĢ bununla da bitmi-
yordu. Ġstanbul, Ġslam dünyasının ve Uluslararası Tüccarlar OligarĢisinin
de baĢkentiydi. Dahası Rum, Musevi ve Ermeni Cemaat liderlerinin top-
landığı bu kent, Rusya'nın sıcak denizlere ulaĢabileceği en önemli boğazı
bünyesinde bulunduruyordu. Bunlar hemen ilk bakıĢta dikkati çeken hu-
suslardı. Bu denli önemli ve dünya ticareti bakımın-dan canalıcı bir ko-
numda bulunan Ġstanbul'da oturan Osmanlı PadiĢahının durumu ise kar-
makarıĢıktı.
PadiĢah hem siyasal lider hem de Ġslam dininin (dinsel) lideri, yani Ha-
lifesiydi. Hilafet, 19'uncu yüzyılın baĢına kadar ön plana çıkarıl-mamıĢtı.
Ne ki 19'uncu yüzyılla birlikte padiĢahın bu sıfatı güncellik kazanıyordu.
3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut'un piyasa dıĢı bir askeri kuvvet oluĢ-
turma çabaları ürünlerini verip de Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesi, Mut-
lakiyet makamını yeni bir konuma getiriyordu. Ticaret piyasasının, daha
doğrusu uluslararası Tüccarlar OligarĢisinin bir uzantısı olan Ġstanbul
ticaret kolonisinin ipoteğinden çıkan yeni ordu ve bu or-

209
dunun desteğindeki Sultan / Halife, Mutlakiyet rejiminin sağladığı olanak-
larla (yetkilerini her an kullanabilirdi) tam bir despot konumuna geliyor-
du. Üstelik PadiĢahın otoritesini dayandırdığı bir ayağı ordu teĢkil eder-
ken, diğer ayağı da asırlardır Müslüman toplumun derinliklerine kök salan
ulema örgütlenmesi oluĢturuyordu. 3'üncü Selim, özellikle de 2'nci Mah-
mut döneminde belirginleĢen bu tabloda Sultanlar, ellerindeki olanakları
destoplaĢmak yönünde kullanmayacaklardı ama, 2'nci Abdülhamit 33
yıllık saltanatı boyunca giderek yoğunlaĢan bir uygulama ile bu yapılan-
maya çok çarpıcı bir ömek teĢkil edecekti.

Tanzimat: Mutlakiyet Rejiminde MeĢrutiyet ArayıĢı


(Yeni Osmanlıların ilham kaynağı; Anglosakson Liberalizmi...)

Osmanlı Devleti'nin eski düzeni olan Mutlakiyet, mutlak iradeyi kulla-


nabilecek, güçlü, kararlı, saygı ve korku yaratan, her bakımdan mükem-
mel kiĢiliğe sahip hükümdarları gerektiriyordu. Osman, Orhan, 1 ve
4'üncü Murat'lar, Fatih, Selim, Kanuni vesair, Mutlakiyet rejiminin gerek-
tirdiği güçlü hükümdarlardı. Buna karĢılık 3'üncü Ahmet, 3'üncü Selim,
2'nci Osman gibi, Mutlakiyet rejiminin gereklerini yapmaya çalıĢan fakat
kiĢilik bakımından rejimin gerektirdiği güce ve iktidara sahip bulunmayan
padiĢahlar, giriĢimlerini baĢarılı bir sonuca ulaĢtıramıyorlardı. Bunun ne-
ticesinde de Mutlakiyet rejiminin bir tahakküm rejimi olduğunu düĢünen
ekonomik odaklar etkili oldukları militer güçleri harekete geçirerek Mut-
lak irade tesis etmeye çalıĢan padiĢahlan, yönetim çarklarının dıĢına iti-
yorlardı.
Sultan Abdülmecit, kiĢilik bakımından zaten Mutlakiyet rejimine uy-
gun bir padiĢah değildi. Zayıf, sağlıksız, gösteriĢsiz, ince bir fizik ve ka-
rakter yapısına sahipti. Osmanlı eski düzeninin kendisine tanıdığı

210
mutlak hak ve yetkileri kullanmak bir yana, bu yasal gücün altında adeta
ezilecek kadar güçsüz ve silik kalıyordu.
Ġnkılapçı olduğu ısrarla ileri sürülen 2'nci Mahmut aslında, Mut-
lakiyetçi bir padiĢahtı. Bu nedenle Mutlakiyet rejimini pekiĢtiren bir dizi
adım atmıĢ, MeĢruti MonarĢi tesis edilmesi amacıyla yapılan tüm telkinle-
ri ya savsaklamıĢ, ya da elinin tersi ile bir kenara itmiĢti. Bu telkinlerde
bulunanların baĢında ise önce Londra Büyükelçisi, sonra da Hariciye Na-
zırı yaptığı Mustafa ReĢit PaĢa geliyordu.
Mustafa ReĢit PaĢa tam bir Ġngiliz Liberaliydi. Korumacılığa ve kollek-
tif sosyal yaĢama tamamen karĢıydı. Bunun bir ürünü olarak -Fransa'ya
karĢı Osmanlıları destekledikleri gerekçesiyle- Ġngiltere ile son derece
önemli bir anlaĢma imzalamıĢtı. 17 Ağustos 1838'de yapılan bu anlaĢmaya
göre bütün ülkede Yeddivahit usulü kalkıyor, ticaret tamamiyle serbest
bırakılıyor, Ġngiltere geniĢ müsadeler kazanıyordu.
Mustafa ReĢit PaĢa dünyanın merkezi olarak Ġngiltere'yi görüyor, Ġngil-
tere'nin tüm siyasal oluĢumlarda rol oynadığını düĢünüyor, bu nedenle de
Ġngiltere ile her konuda mutabakat içinde bulunulması gerektiğine inanı-
yordu. Bu amaç ancak Osmanlı Devleti'nde de köklü bir "düzen değiĢikli-
ği" yapılıp, idari yapıyı MeĢruti MonarĢiye, toplumsal yapıyı bireyciliğe
oturtarak gerçekleĢebilirdi. MeĢruti Monar-Ģinin dayanağını ise üstün
kitap olarak Anayasa'nın PadiĢaha kabul ettirilmesi oluĢturacaktı. Anaya-
sa'nın üstün kitap olarak kabul edilmesinden sonra, Anayasal kurumlar
tesis edilecekti. Bu Anayasal kurumların baĢında da Meclis-i Mebusan
gelecekti. Böylece dinsel / siyasal tekeli elinde bulunduran Sultan / Hali-
fenin mutlak iradesi çatlayacak, yasama, yürütme ve icra, kademeli olarak
Sultan / Halife'nin tekelinden çıkacaktı. Siyasal yaptırım gücünden yoksun
kalan padiĢah sadece dinsel lider, yani Halife konumunda kalacaktı.
Nitekim Mustafa ReĢit PaĢa, II'nci Mahmut zamanında ziraat, ticaret
ve sanayi gibi konularda geliĢme kaydetmek amacıyla ilk kez bir Meclis
kuruyordu. Kararlar bu Mecliste alınıyor ve Mustafa ReĢit PaĢa tarafından
PadiĢaha sunuluyordu.
Mustafa ReĢit PaĢa'nın planlarından rahatsız olan Sultan / Halife 2'nci
Mahmut, kendisini Ġstanbul'dan uzaklaĢtırmak amacıyla ikinci kez, 1838
yılının Ağustos ayında Londra Büyükelçiliğine tayin ediyordu. Bununla
birlikte Hariciye Nazırlığı da PaĢanın uhdesinde kalıyordu.
Bu aĢamada Avrupa'da hâlâ dinsel / siyasal iktidarı -tekeli- elin-

211
de bulunduran ender hükümdarlardan biri de Osmanlı PadiĢahı idi. Padi-
Ģahın bu durumundan ise en çok Londra ve Paris rahatsızlık duyuyordu.
Zira Ġngiltere ve Fransa geniĢ çapta kuvvetler ayırımına dayalı Liberal
sistemi benimsemiĢ durumdaydı. Bu nedenle de Osmanlı Ġmparatorlu-
ğu'nun bir an önce Mutlakiyet rejiminden MeĢruti MonarĢiye geçmesini
istiyorlar, ellerindeki siyasal kozları kullanarak Ġstanbul'a karĢı baskı tesis
ediyorlardı. Bu iĢte Mustafa ReĢit PaĢa (bir anlamda) aracılık yapıyordu.
Osmanlı Devleti'nin Mutlakiyet rejimini muhafaza etmesi, Osmanlı ser-
maye odaklarıyla Viyana, Paris, Londra, Amsterdam, New York, Was-
hington gibi uluslararası sermaye odaklarının entegrasyonunu engelliyor-
du. Bu aĢamada 2'nci Mahmut ölüyor, yerine Abdülmecit geçiyordu.
Mustafa ReĢit PaĢa Abdülmecit'in cülusunu kutlamak üzere Ġstanbul'a
geliyor ve durumun gereği olarak BaĢkentte kalıyordu. Böylece Mustafa
ReĢit PaĢa, Hüsrev PaĢa'nın Sadrazamlığı altında sadece Hariciye Nazırı
olarak göreve devam ediyor, fakat PadiĢahtan da özel bir ilgi ve teveccüh
görüyordu. Bunun nedeni ise Ġstanbul'daki sermaye çevrelerinin Mustafa
ReĢit PaĢa'ya özel bir önem vermesi ve PaĢayı desteklemesiydi. Ancak bu
durum diğer devlet adamlarının PaĢa'yı kıskanmalarına ve aleyhine çalıĢ-
malarına neden oluyordu. Buna rağmen Mustafa ReĢit PaĢa, Âli ve Sadık
Rifat Bey gibi yakın adamlarının da desteğini alarak Osmanlı'da yeni bir
düzen kurulması ile ilgili fikirlerini Sultan Abdülmecit'e aktarıyor, onu
etkilemeye çalıĢıyordu. Genç PadiĢah ise, 2'nci Mahmut'un aksine, Musta-
fa ReĢit PaĢa'ya karĢı Mutlak iradesini korumakta kararlı davranamıyor,
giderek MeĢrutiyetçi fikirleri benimsemeye baĢlıyordu.
Mustafa ReĢit PaĢanın Ġstanbul'a geliĢinden sonra geçen 4 aylık süre
bir hazırlık niteliği taĢıyordu. Nitekim Abdülmecit sonunda öne-rilen Isla-
hat ile ilgili esasları içeren bir ferman yayınlıyor ve bu ferman Mustafa
ReĢit PaĢa tarafından 3 Kasım 1839 günü Gülhane'de okunarak ilan edili-
yordu. Gülhane Hattı Hümayunu aslında Ġnsan Hakları Beyannamesinin
adeta bir özü, daha doğrusu eksik bir özeti niteliğini taĢıyordu. Böylece
Osmanlı Ġmparatorluğunda Sultan / Halifenin "kayıtsız Ģartsız" Mutlak
iradesi sona eriyor, bir dönem için "kayıtlı Ģartlı" iradesi baĢlıyordu. Gül-
hane Hattı Hümayununun okunmasından 1876 Anayasası'nın yayınlanma-
sına ve Meclisi Mebusan'ın açılmasına kadar devam edecek süreç Mutla-
kiyetten, MeĢruti MonarĢiye geçiĢ niteliği taĢıyan bir dönem olacak ve bu
sürece Tanzimat denecekti. Tanzi-

212
matı, I'nci MeĢrutiyet, Ġstibdat (yeniden Mutlakiyet), II'nci MeĢrutiyet,
Mütareke, Milli Mücadele, Cumhuriyet, Tek Parti ve Çok Parti süreçleri
(veya devirleri) izleyecekti.
Tanzimat Fermanı'nın getirdiği temel değiĢiklikler Ģunlardı:
• Ferman doğrudan yeniliğin kendisini oluĢturuyordu. Zira içerdiği
hükümler bakımından bir anlamda "Ġlkel bir anayasa" niteliği taĢıyordu.
Böylece Osmanlı Hanedanı ilk kez, Kur'an dıĢında ikinci bir"üstün belge"
kabul ediyor ve Abdülmecit bu belgeye bağlı kalacağı konusunda Hırka-i
ġerif odasında yemin ediyordu.
• 2'nci Mahmut, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nı kaldırırken hepsi de "re-
aya" olan Ocak Sarraflan'nın büyük bir kısmını idam ettirmiĢti. Bu reaya-
nın mal ve mülkü ise hazineye irad kaydedilmiĢ, yani devletleĢtirilmiĢti.
Oysa Gülhane Hattı'na göre PadiĢah artık mahkeme kararı olmadan hiç
kimseyi idam ettiremeyecekti. Ġdam etttirmek bir yana, sürgüne de gönde-
remeyecekti.
• Tüm Osmanlı halkının yurttaĢlık hakları "ırk ve din farkı gözetil-
meksizin" korunacaktı.
• Vergiler yasa gereğince Müslüman ve Hıristiyanlardan eĢit olarak
toplanacaktı.
• Hıristiyanlar da Müslümanlar gibi askerlik yapacak, devlet memu-
riyetinde çalıĢabilecekti.
Gülhane Hattı Hümayununun ana hatları bu maddelerde toplanıyordu
ama getirdiği en önemli yenilik, "kuvvetler ayırımı" ilkesine bir baĢlangıç
teĢkil eden, kurulların oluĢmasına imkan hazırlamasıydı. Nitekim Millet
Meclisleri değil ama Devlet Meclisleri faaliyete geçiyordu. Topluma iliĢ-
kin yasaların çıkarılması yetkisi Meclisi Valâ'ya, askeri yasaların çıkarıl-
ması yetkisi ise Darı ġurayı Askerîye veriliyordu.
Diğer taraftan Tanzimatın iki konuda önemli sonuçlar doğurduğu göz-
leniyordu.
Öncelikle Osmanlı Ġmparatorluğu'nun gündemine dıĢ borç sorunu giri-
yordu. Kamondo'nun da aracılığıyla 1855'de Londra'da imzalanan 5 mad-
delik bir anlaĢma ile Ġngiltere ve Fransa, yüzde 4 faizle 5 milyon Ġngiliz
Altını kredi açıyorlardı. Bu borç için Mısır haracı, Ġzmir ve Suriye güm-
rüklerinin geliri karĢılık gösteriliyordu. ĠĢte Osmanlı Ġmparatorluğu alınan
bu dıĢ borçla Avrupa ekonomik sistemine dahil olmak üzere önemli bir
adım atıyor ve uluslararası sermaye ile mali entegrasyon (bütünleĢme)
gündeme geliyordu. Önce entegrasyon Ģeklinde baĢlayan bu geliĢme gide-
rek mali bağımlılığa, mali bağımlılık

213
ise siyasi bağımlılığa dönüĢecekti.
Ġkinci önemli geliĢme ise, ekonomik değiĢime paralel olarak siyasal
yapıda meydana gelen Ademi Merkeziyetçi uygulamalar oluyordu. Nite-
kim Eflak ve Boğdan'a 1858'de tanınan özerklikle Romanya devletinin
kurulması yönünde ilk adım atılıyor,böylece Osmanlı Devleti'nin Tuna
ticareti üzerindeki etkisi hafifliyordu. Keza 1861'de de Asya - Avrupa
kara ve deniz ticaret yollarının geçtiği Lübnan Sancağının bir Hıristiyan
Mutasarrıf tarafından yönetilmesi kabul ediliyor ve bu Sancağa da ayrıca-
lıklı özerklik veriliyordu. Ortaya çıkan bu özerklikler, üniter yapının çök-
mekte olduğunu duyuruyordu.
Osmanlı Devleti bu dönemde (Tüccarlar OligarĢisinin önemli oranda
siyasi ve ekonomik güç kazandığı) Fransa, Ġngiltere, Avusturya-
Macaristan gibi Orta ve Kuzey Avrupa ülkeleriyle Ġngiltere'nin yönlen-
dirmesi altında bulunan Rusya'nın ağır siyasal baskısı altına giriyordu. Bu
baskı ise Osmanlı Devleti'nin ekonomik alanda Tüccarlar OligarĢisine
daha fazla ödünler vermesine yol açıyordu. Ekonomik geliĢmelerin baĢın-
da ise Banka - Borsa - Sigorta - Kredi / Faiz ve Banknot gibi spekülatif
kazanca kaynak teĢkil eden kurum ve araçların Osmanlı Devleti'nde de
iĢlerlik kazanması yer alıyordu.
Buna paralel olarak yeni düzen kendi sosyal ve ekonomik kadrolarını
da getiriyordu. Bu kadrolar ise Mustafa ReĢit PaĢa'nın Nazırı olduğu Hari-
ciye Nezareti Tercüme Kaleminden çıkıyordu. "Tanzimat Kadrosu" olarak
nitelenen bu elemanlar da en az Mustafa ReĢit PaĢa kadar Ġngiliz Libera-
lizmine inanıyor ve Ġngiltere'ninkine benzer bir MeĢruti MonarĢi modeli-
nin Osmanlı Devletini kurtaracağını varsayıyorlardı. Bu elemanların ba-
Ģında ise Mithat PaĢa yer alacaktı.
Tanzimat döneminin en önemli siyasal olaylarından biri de 1855 yılın-
da Ġngiltere'nin Osmanlı Devleti ile ittifak kurarak Rusya'ya karĢı savaĢ-
masıydı. Gerçi Ġngiltere büyük bir samimiyet içinde Osmanlı Devleti'nin
yanında yer alarak tarihinde ilk kez -gizli kadim dostu- Rusya'ya kurĢun
sıkıyordu ama, diğer taraftan da Mısır'da, Osmanlı Devleti aleyhine yürüt-
tüğü faaliyetleri yoğunlaĢtırıyor ve (adeta gizlice) bu jeoticari ve politik
önemi bulunan bölgeyi kendi etkinlik alanı içine alıyordu. Bu olayda ise
baĢrolü yine ünlü banker Avraham Kamondo oynuyordu.
Abdülmecit'in saltanatı sırasında Mustafa ReĢit PaĢa çeĢitli defalar Pa-
ris elçiliği yapıyor, altı kez de Sadrazamlık görevini üstleniyordu. Bu dö-
nemde Payitaht, Londra ve Paris'in fasılalı etkinliklerine

214
sahne oluyor, Fransa ağır bastığı zaman Mustafa ReĢit PaĢa sadaretten
uzaklaĢıyor, Ġngiltere ağır bastığında ise PaĢa Sadrazam oluyordu. Zaten
Kırım Harbi sırasında da PaĢa sadarette bulunuyor, hem Ġngiltere'nin dost-
luğu hem de savaĢın finanse edilmesinde banker Kamondo'nun ve sahibi
bulunduğu Ġstanbul'daki bankasının büyük etkisi oluyordu.
Mustafa ReĢit PaĢa'nın Paris Sefirlikleri de büyük önem taĢıyordu. Pa-
Ģa, Elçilikleri sırasında Viyana ve Paris ticaret kolonilerinin önde gelenle-
riyle temas kuruyordu. Bu münasebet daha sonraki dönemlerde Mutlaki-
yetini pekiĢtirmeye çalıĢan PadiĢahlara karĢı yürütülecek, Anglosakson -
Liberal karakterli MeĢruti MonarĢi hareketinin maddi olanaklarını hazır-
layacaktı. Keza, Mustafa ReĢit PaĢa'nın Hariciye Nazırlıkları da Hariciye
Nezareti Tercüme Odasında toplanan aydın gençlerin, yine Mutlakiyet
karĢısında Anglosakson - Liberal karakterli MeĢruti MonarĢi hareketinde
rol alarak önderlik yapmaları ve Jön Türk oluĢumunun fikirsel zeminini
teĢkil etmeleriyle ürünlerini verecekti.
Önce Mustafa ReĢit PaĢa (1858), sonra da Sultan / Halife Abdül-mecit
(1861) vefat ediyor. Abdülmecit'in yerine tahta Abdülaziz geçiyordu.

Jön Türklerin Ġlham Kaynağı: Ġngiliz Ġndividüalizmi (Bireyciliği)

Fizik ve ruhen Mutlakıyetin yüklediği sorumluluk ve kararlılıktan


uzak, zayıf, hastalıklı ve eğlenceye düĢkün Sultan / Halife Abdülme-cit'in
verem nedeniyle yaĢama gözlerini yumması Osmanlıda yeni bir dönemin,
Mutlakiyetçüerle MeĢrutiyetçilerin çatıĢma döneminin baĢ-

215
lamasına neden oluyordu. Zira en büyük eğlencesi pehlivan güreĢtirmek
olan, tuttuğu pehlivan yenilince de kendisi soyunup meydana inen Abdü-
laziz, MeĢrutiyetin gerektirdiği Liberal karakter yerine, Mutlakiyeti yeni-
den ihya edecek bir fizik ve kafa yapısına sahip bulunuyordu.
Gerçi Abdülaziz Mutlakiyet eğilimlerine sahip bir PadiĢahtı ama sad-
razamları Âli ve Fuat PaĢaları, Mustafa ReĢit PaĢa yetiĢtirmiĢti. Bu neden-
le Abdülaziz'in yönetiminin ilk dönemlerinde Mutlakiyeti pekiĢtirme eği-
limi fazla açığa çıkamıyor. Tanzimat sadrazamlarının Liberal eğilimleri ve
denetimleri ağır asıyordu.
Âli PaĢa 1871 'de, Fuat PaĢa ise ondan daha önce 1868'de yaĢama göz-
lerini yumuyordu. Mustafa ReĢit PaĢa'nın ilkelerini korumaya çalıĢan bu
iki Tanzimat sadrazamının vefat etmesi, zar zor kurulmuĢ olan bir dengeyi
alt üst ediyor, Abdülaziz, mutlak otoritesini tesis etmek konusunda önemli
iki engelden kurtuluyordu. Kaldı ki Abdülaziz daha 1867'de çıkardığı
Kararnamei Âli adı verilen fermanla otoriter yönetim konusunda ileri bir
adım atıyor ve basına ağır sansür uygulamaya baĢlıyordu. Abdülaziz'i bu
tür önlemler almaya sevkeden en önemli neden ise 1860'larda ortaya çıkan
ve MeĢruti MonarĢiyi tesis etmeyi amaçlayan Yeni Osmanlıların giderek
etkili bir muhalefet oluĢturmaya baĢlamalarıydı.
Yeni Osmanlılar aslında Giuseppe Mazzini adlı Ġtalyan'ın önderli-
ğinde ortaya çıkan ve Mason Localarında siyasal faaliyette bulunan Jön
Avrupa örgütünün etkisinde hareket ediyordu. Nitekim, kısa bir süre sonra
Yeni Osmanlılar adı bir kenara bırakılacak ve Jön Türkler adı kullanılma-
ya baĢlanacaktı.
Jön Türklerin fikirlerinin kaynağını Ġnsan Hakları Beyanname-si'nin
esasları teĢkil ediyordu. Zaten Hürriyetin, savunuculuğunu yapa-gelen
Mason örgütleri 18'inci yüzyıldan itibaren Ġnsan Hakları Beyannamesi 'nin
temel hükümlerinin savuculuğunu da üstleniyordu. Özgürlük kavramının
uluslararası egemenliğini tesis etmek amacıyla çaba sarfedegelen Mason-
lar, daha önce zorunlu olarak dinsel taassupla karĢı karĢıya kalmıĢ, Papa-
lık makamı tarafından mahkum edilmiĢti. (1738 -1751).
Bu nedenle de Masonluk, kiliselerin hükmiyet ve nüfuzunu kırmaya
yöneldiği için giderek bir ihtilal örgütü niteliği almaya baĢlamıĢ bulunu-
yordu. Nitekim bu aĢamada Masonluk en Liberal yönetime sahip bulunan
Ġngiltere'de rahat faaliyette bulunabiliyor, baĢta Londra

216
olmak üzere buradaki ticaret kolonilerini oluĢturan varlıklı tüccar-ların
ekonomik desteğini kazanıyordu. Tüccarlar OligarĢisinin ekonomik deste-
ği ise Mason örgütlerinin 1789 Ġhtilalinde etkin ve belirleyici bir rol oy-
namasına yol açıyordu.
1789'dan sonra dünyevi yönetimlerin tesis edilmeye baĢlamasıyla Ma-
sonluk, devrimci tavrını bir yana bırakıp yine barıĢçı yöntemlerine dönü-
yordu. Buna paralel olarak Masonluk, Mutlakiyetle yönetilen ülkelerde bir
"gizli örgüt" Ģeklinde faaliyetlerini sürdürüyor, özgürlükçü ülkelerde ise
(Ġngiltere gibi) serbestçe çalıĢıyordu. Gizli kaldığı ülkeler arasında ise
Katolikliğin katı olduğu güney ülkeleri önde geliyordu. Buna bir de Mut-
lakiyet yönetimlerinin baskıcı tavrı eklenince Masonluk buralarda yeniden
hürriyetçi fikirleri savunan devrimci bir tavır içine giriyordu. Bu ülkeler
arasında Ġspanya, Portekiz ve Ġtalya baĢta geliyor, hürriyetçi gençler ve
yönetimden memnun olmayan subaylar Mason mahfellerinde toplanarak
örgütleniyorlardı. Diğer taraftan Masonlar, Mutlakiyet karĢıtı her ülke,
örgüt, kurum ve kiĢi ile iĢbirliği yapıyordu. Masonlarla en yakın iĢbirliği
yapan siyasal kurumların baĢında ise Ahrar Fırkaları (Özgürler Partileri)
yer alıyordu. Ayrıca her ülkenin Mason örgütleri de birbiriyle "Ülkelera-
rası ĠĢbirliği" içinde bulunuyordu. Ma-sonlar bu aĢamada, hürriyetçi yapı-
larını gerçekleĢtirebilecekleri en uygun rejim olarak Cumhuriyetleri görü-
yorlardı. Zira, Mutlakiyet rejimi altında bulunan ülkeler, ulusal bir karak-
ter yansıtan ırksal yapı taĢıyordu! Ademi Merkeziyet yerine merkezi, ulu-
sal bir Cumhuriyet, çok daha kolay ve cazip bir uygulama olarak kabul
ediliyordu.
Napolyon'un düĢüĢünden sonra Fransız Masonluğu serbest (hür) bıra-
kılıyor, hatta Ahrar Fıkrası Mason örgütünü destekleyerek teĢvik ediyor-
du.Rusya'da Çar Aleksandr Mason localarının açılıĢına izin vermiĢ bulu-
nuyordu.
Avusturya - Macaristan'da Prens Mettemich ise her türlü dinsel ve si-
yasal tüm örgütleri, dolayısıyla Masonluğu yasaklıyordu. Metternich daha
sonra Ġspanya ve Ġtalya'da meydana gelen ihtilalleri, özellikle de Alman-
ya'daki üniversite cemiyetleri olaylarını bahane.ederek Çar Aleksandr'dan
Mason mahfellerini kapatmalarını talep ediyor, bu talep doğrultusunda
Masonluk Rusya'da da yasaklanıyordu. (1822)
Bu aĢamada Napolide Mutlakiyetin yeniden tesis edilmesi üzerine o
zamana kadar ulusal bir nitelik taĢıyan Carbonari gizli örgütü, Fransız
ihtilalcileriyle temas kuruyor, Masonları bünyesine katıyordu.

217
Bu da karĢılıklı etkileĢime yol açıyordu.
Örneğin, bir Mason mahfelinin kurucuları olan Buchez, Joubert, Ba-
zard, Flottard gibi Fransız Masonlan, Napoli'deki örgütü örnek alarak
Fransa'da Carboneri örgütünü kuruyor ve Bourbon Hanedanına karĢı ulu-
sal kurtuluĢ savaĢı veriyorlardı.
Bu örgüt daha sonra, 1830 devrimini yapan Cumhuriyet Partisi'ni ku-
ran Belçika Masonlarının Üstadı Azaminin oluĢturduğu Ahrar Fırkası'na
dahil oluyordu.
Ancak 1830'dan sonra Almanya, Orta Ġtalya ve Lehistan'da Fransız
Cumhuriyet Partisi taklit edilerek çeĢitli partiler kuruluyordu. Ġtalya'da
isyanların sonuçsuz kalmasının ardından Mazzini, düzenli bir devrim ha-
zırlamak ve halk cumhuriyeti kurmak için siyasi bir örgüt oluĢturuyor,
adını da "Genç Ġtalya" koyuyordu. Bu örgüt, mer-kezi yurt dıĢında bulu-
nan bir Ġtalyan ulusal örgütüyken, kısa zamanda bir Avrupa örgütü halini
alıyordu. Böylece "Genç Ġtalya"da bir süre sonra "Genç Avrupa" örgütü-
nün bir Ģubesi oluyordu. Mazzini "Genç Ġtalya’ını kurarken bütün Ġtalya'yı
bir ülke halinde birleĢtirmeyi ve "bölünmesi mümkün olmayan bir Cum-
huriyet" oluĢturmayı amaçlıyordu. Benzerleri (Genç ispanya, Genç Al-
manya, Genç Lehistan, Genç Ġsviçre, Genç Fransa vs) diğer ülkelerde de
kurulan bu örgütler "gizli"lik içinde kalıyor, baĢtaki iĢbirliği nedeniyle de
Carbonari örgüt modelini alıyordu. Keza yine Carbonerilerin gizliliği mu-
hafaza etmek amacıyla oluĢturdukları yasa ve kurumları da, bu modele
dahil ediyorlardı. Üyelerini orta halli, 40 yaĢını aĢmamıĢ kimselerin oluĢ-
turduğu bu "Genç" adlı örgütler Giuseppe Mazzini'nin (ki o da bir Mason-
du) idaresi altında, ortak bir grup oluĢturuyordu. Giuseppe Mazzini'nin
büyük çabalarına karĢın "Genç" örgütler bir kaç küçük eylemden baĢka bir
sonuç elde edemiyor, 1848'den sonra da "Genç Avrupa" örgütü görünürde
dağılıyordu. Fakat bu örgüt Fransa, Almanya, Ġsviçre ve Lehistan Cumhu-
riyet örgütleri ile devrimciler için birer merkez oluĢturuyor, daha sonra
Komünist ve Sosyalistlere zemin hazırlayacak olan ĠĢtiraki-yun Partileri,
bu merkezlerde teĢekkül ediyordu.
Mustafa ReĢit PaĢa Avrupa'da meydana gelen tüm olayları yakından
izliyor, Paris ve Londra Elçilikleri zamanında fiilen bu akımlara dahil
oluyordu. Kendisi de bir Mason olan Mustafa ReĢit PaĢa bu dönemde
Masonların savunduğu "özgürlükçü fikirleri" kaynağında, yani Londra'da
izliyor, bu fikirlerin ancak bir Anglosakson MeĢruti MonarĢi sistemi için-
de gerçekleĢtirilebileceğine inanıyordu. Ayrıca özgürlük-

218
çü fikirleri, Osmanlı toplum yapısı ile Ġngiltere'nin toplum yapısındaki
benzerlikler de pekiĢtiriyordu.
Mustafa ReĢit PaĢa'nın, Abdülmecit üzerinde etkisini kullanarak elde
ettiği Gülhane Hatü Hümayununun gerektirdiği kısmen özgür ortamın,
Abdülaziz tarafından mutlak bir otorite ile ezilmeye kalkıĢılması, Tanzi-
matın getirdiği yenilikleri bile yetersiz bulan ve MeĢruti MonarĢi'yi tesis
etmek amacıyla muhalefet yapan Yeni Osmanlıları harekete geçiriyordu.
Bu hareket ise kaynağım, Fransa'da kurulmuĢ olan ve Fransız Carbonarisi
de denen Genç Fransa örgütünden alıyordu. Ancak Genç Osmanlıların bu
dönemdeki temel sosyal ve ekonomik görüĢlerini, Ģahıs özgürlüğüne da-
yalı individüalizm (bireycilik) oluĢturuyordu. Nitekim bu görüĢler daha
sonra, önde gelen Jön Türklerden Prens Sabahattin tarafından TeĢebüs-ü
ġahsi ve Adem-i Merkeziyet (kiĢisel giriĢimcilik ve yerinden yönetim)
baĢlığıyla formüle edilecek, böylece Anglosakson Liberalizminin Türkiye
versiyonu oluĢturulacaktı.

Mutlakiyete KarĢı MeĢrutiyetçi Ordu Darbesi: Abdülaziz'in Hal'i...

Âli ve Fuat PaĢaların vefatından sonra devreye, Sadrazam Mahmut


Nedim PaĢa giriyordu. Osmanlı tarihinde Nedimof diye de adlandırılan
Mahmut Nedim PaĢa, Rusya yanlısı bir siyaset uyguluyor ve ülkeyi adeta
Rusya'nın Ġstanbul'daki sefiri Ġgnatiyef'le birlikte yönetiyordu. DıĢtan
bakıldığında Mahmut Nedim PaĢa Rusya'dan sağladığı çıkarlar karĢılığın-
da Rusya yanlısı siyasetler güdüyormuĢ gibi görünüyordu. Ancak, giderek
mutlak otorite tesisine yönelen Abdülaziz, Ġngiltere ve Fransa'nın baskısı
altında kalıyordu. Bu durum, 3 üncü Se-

219
lim'in karĢı karĢıya kaldığı tabloyu anımsatıyordu. Nasıl ki Yeniçeri Oca-
ğı'nın lağvı sırasında Fransa ve Ġngiltere 3 üncü Selim'i baskı altına alıp,
Ġngiltere bu baskıyı arttırmak amacıyla Rusya'yı devreye soktuysa, mutla-
kiyetini pekiĢtirmek isteyen Abdülaziz'i de aynı tehlike bekliyordu. Yani
Ġngiltere ve kısmen de Fransa'nın, Osmanlı Devleti'nin en yakın komĢusu
olan Rusya'yı Ġstanbul'a karĢı yönledirmeleri tehlikesi mevcudiyetini ko-
ruyordu.
Sultan / Halife Abdülaziz bu kez, yakın tarihte 3 üncü Selim'in içine
düĢtüğü açmazları da gözönüne alarak bir dönem, 2 nci Mahmut'un yaptı-
ğı gibi önce Rusya ile dostluk tesis edip, bu yakın tehlikeyi baĢtan safdıĢı
etmeyi hesaplıyordu, Bu siyasetin realize edilmesi görevini de Sadrazam
Mahmut Nedim PaĢa üstleniyordu. DıĢtan bakıldığında Rusya yanlısı
siyasetlerin mimarı olarak Mahmut Nedim PaĢa görülüyordu ama, asıl
mimar Sultan Aziz'den baĢkası değildi.
ġurası da bir gerçek ki Mahmut Nedim PaĢa hem Abdülaziz'in bilgisi
dahilinde hareket ediyor, hem de Ruslardan Ģahsi çıkar sağlıyordu. Abdü-
laziz - Mahmut Nedim PaĢa iĢbirliği, her ikisinin de rollerini iyi oynama-
ları sonucu büyük bir inandırıcılık uyandırıyordu. Ancak bir süre sonra
Ġngiltere devreye giriyor, dikkatleri Balkan bölgesine çekiyor, sıcak deniz-
lere inme siyaseti güden Rusyada zorunlu olarak dikkatini bu bölgeye
çevirerek Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini yoğunlaĢtırıyordu. Gerçi
bu durum 1870 sonrası siyasi tabloda daha belirgin ortaya çıkıyordu ama
bir benzeri 1859'da da cereyan ediyor, Fransa, Ġngiltere, Avusturya - Ma-
caristan ve Rusya, ıslahat programının yeterince uygulanmadığı gerekçe-
siyle Osmanlı Devleti'ne bir deklerasyon veriyorlardı.
Nitekim bu deklerasyon sonucu Mithat PaĢa NiĢ Valiliğine tayin edili-
yor ve kariyerinin en üst noktalarına, Valilik görevi sırasında çıkıyordu.
Mithat PaĢa da Alemdar Mustafa PaĢa gibi Rusçukluydu. Üstelik ule-
ma bir aileden geliyordu. Dedesi Rusçuklu Kadı Hoca Ali, babası ise yine
Kadı Hacı EĢref Efendiydi.Mithat PaĢa'nın çocukluğu -ki 1822 doğum-
luydu- Kabakçı Mustafa ayaklanması ve Alemdar Mustafa PaĢa'nın efsa-
nevi eylemlerini dinleyerek geçmiĢti. Bu arada aile kadılık görevi nede-
niyle Rusçuktaki reayanın da güvenini kazanmıĢ, Rusçuk ticaret kolonisi
ve bu koloniden güç alan Rusçuk OligarĢisinin maddi ve manevi desteğini
arkasına almıĢ bulunuyordu. Ayrıca aile, zamanında Rusçuk Yaranı ile de
iyi bir iliĢki içine girmiĢti. Bu denli

220
güçlü ve etkin aile/çevre yapısının kendisine sağladığı avantajı kullanan
Mithat Efendi (Ahmet ġefik) yetiĢme çağında Ġstanbul'a geliyor doğrudan
Divanı Hümayun kaleminde çalıĢmaya baĢlıyordu. Bundan sonra hızla
terfi eden Mithat Efendi 1849'da Meclis-i Vâlâ katibi oluyor, 1851'de
Mümeyyizliğe yükseliyor ve Mütemayiz rütbesi alıyordu. 1854'de Sadra-
zam Kıbrıslı Mehmet PaĢa Mithat Efendiyi, siyasal bakımdan büyük so-
runlarla karĢı karĢıya bulunan Balkanların öte yüzüne tayin ediyor ve ge-
leceğin ünlü devlet adamı, verilen görevi baĢarıyla ifa ediyordu. Bunun
üzerine Babıali, yolsuzlukların yapıldığı Vidin ve Silistre valiliklerinin
denetlenmesine Mithat Efendi'yi gönderiyor, genç devlet adamı bu görev
sırasında Tırnova'da çıkan bir sorunu da çözümlüyordu.
Verilen tüm görevleri, baĢarıyla sonuçlandıran Mithat Efendi 1858 yı-
lında müsaade alarak altı ay süre ile Viyana, Paris, Brüksel ve Londra gibi
dünyanın önemli "ekonomi ve siyaset merkezlerini" geziyor, buralarda
önemli kiĢilerle tanıĢıyor, belirleyici güca sahip bazı kurumları ziyaret
ediyordu.
Mithat Efendi 1861'de Vezaret rütbesi verilerek NiĢ Valiliği'ne tayin
ediliyor ve Prizten Eyaleti de kendisine bağlanıyordu. 1864'de ise yeni
çıkan vilayetler yasasına göre Silistre, NiĢ ve Vidin Eyaletlerinin birleĢti-
rilmesiyle Tuna Vilayeti oluĢturuluyor, bu Vilayetin Valiliğine ise yine
Mithat PaĢa getiriliyordu.
Viyana - Rusçuk - Selanik üçgeni içinde yıllarca büyük baĢarılar göste-
ren ve baĢarısını da, üçgen içinde bulunan ticaret kolonilerinin destek ve
yol göstericiliğinden alan Mithat PaĢa 4 yıl içinde Tuna Vilayetine büyük
hizmetler yapıyordu. Hastaneler, ambarlar, yollar (3 bin km. Ģose), köprü-
ler (1400 adet) inĢa ettiriyor, okullar, eğitim kurumlan, kredi ve yardım
sandıkları oluĢturuyordu. Rumeli Tüccarlar OligarĢisinin destek, teveccüh
ve sevgisini kazanan Mithat PaĢa din ayrımı gütmüyor, fakat Rus - Panis-
lavist Milliyetçilere karĢı acımasız davranıyordu. Bunları izleten ve idam
ettiren Mithat PaĢa Rusların düĢmanlığına hedef oluyor, onların baskısı
sonucu görevden alınıp Bağdat Valiliğine tayin ediliyordu.
Mithat PaĢa Bağdat Valiliği sırasında dünya ticaret yolları üzerinde
büyük yenilikler yapıyordu. Örneğin Bağdatla Ġran Körfezi arasında mun-
tazam su trafiği tesis ediyordu. Akdeniz'deki Suriye sahilleriyle Fırat Neh-
ri arasında bir demiryolu tesis etmek üzere harekete geçiyor, ayrıca Akde-
niz ile Hint Okyanusu'nu birbirine bağlayacak bir yol

221
inĢa etmek üzere teĢebbüste bulunuyordu. Bunlar o zamana kadar Avrupa
- Asya ticaret yolları üzerinde değil tesis, hayal bile edilmeyen büyük
giriĢimlerdi. Bu nedenle Doğu Akdeniz ticaretini elinde bulunduran tacir-
ler, bir kez daha PaĢa'ya büyük sempati duyuyor, tüm olanaklarıyla destek
veriyorlardı. Bunun sonucunda tam Mahmut Nedim PaĢa kendisini Bağdat
Valiliğinden alıp Edirne Valiliğine göndermeyi planlarken Sadrazamlıktan
uzaklaĢıyor, yerine 1872 yılında Mithat PaĢa Sadrazam oluyordu.
Mithat PaĢa'nın sadrazamlığa getirilmesiyle Osmanlı yönetiminde iç ve
dıĢ siyasetten kaynaklanan üç akım gözleniyordu.
Abdülaziz giderek Mutlakiyet rejimine yönelirken Mithat PaĢa MeĢruti
MonarĢinin temel unsurları olan Anayasanın ilanı ve Meclisin açılmasını
amaçlıyordu.
Mahmut Nedim PaĢa ise Rusya yanlısı siyaset izliyor, bu siyasetin de
arkasında Abdülaziz bulunuyordu. Aslında bu durum Ġngiltere'nin de iĢine
geliyordu. Zira Rusya'nın izlediği siyaset Londra'yı rahatsız etmiyordu.
Aksine, Osmanlıların Fransa veya Prusya ile yakın iliĢki içine girmesi
Londra'nın iĢini daha bir güçleĢtirecekti.
Ġç siyasette ise Ġngiltere Osmanlı Devleti'nin MeĢruti MonarĢiyi tesis
etmesi için tüm olanaklarını kullanıyor, böylece Londra ile Mithat Pa-
Ģa'nın amacı MeĢruti MonarĢi odağında özdeĢleĢiyordu. Aslında Mithat
PaĢa da, hamisi Mustafa ReĢit PaĢa gibi dünya ekonomi ve siyasetinin
merkezi olarak Ġngiltere'yi görüyor. Bu ülkenin diğerlerinden farklı top-
lumsal, siyasal, ekonomik, felsefi yapısını yeğliyordu. ĠĢte bu nedenle
Abdülaziz ile Mithat PaĢanın yıldızları bir türlü barıĢmıyor, Sadrazam
olaylara rasyonel ve özgürce yaklaĢtıkça dinsizlikle suçlanıyordu. Böylece
Osmanlı yönetiminde din konusu bir araç olarak Mithat PaĢa'nın aleyhine
kullanılmaya baĢlanıyordu. Buna karĢılık Abdülaziz mutlakiyetini pekiĢ-
tirmeye çalıĢtıkça tüm dayanaklarını yitirmeye baĢlıyordu. Abdülaziz'den
desteğini çekenlerin baĢında Tüccarlar OligarĢisi geliyordu. Ona paralel
olarak tüm MeĢrutiyetçiler, dolayısıyla aydınlar PadiĢaha karĢı cephe alı-
yordu. ĠĢ bununla da bitmiyor, Ġslamiyetin "meĢvereti" (istiĢare - danıĢma)
emrettiğini, dolayısıyla Meclisin açılması gerektiğini düĢünen Medreseli-
ler de Sultanın tavrına karĢı çıkıyorlardı. Abdülaziz'in iktidarını dayandı-
rabileceği yegane kanat olarak da cahil ve taassup içindeki dinsel / siyasal
kesim kalıyordu. Nitekim Abdülaziz giderek bu dinsel - siyasal - taassup
kesiminin desteğine yöneliyor ve bu kesime ödünler veriyordu. Böylece

222
Abdülmecit döneminde atılan insan hakları beyannamesine paralel adım-
lar yavaĢlamaya, hatta reddedilmeye baĢlanıyor, bunun yerini Abdüla-
ziz'in Mutlak iradesi ve bu iradeyi besleyen tutucu tabanın dinsel yöndeki
talepleri almaya baĢlıyordu.
Buna paralel olarak Sultan Abdülaziz, yapmaması gereken büyük bir
hata yapıyor, aldığı bir kararla artık dünyada tesis edilmeye baĢlanan
"spekülatif kazanç düzenini" temelinden sarsıyordu. PadiĢah bir ferman
çıkararak dıĢ borç ödemelerini durduruyor faiz ödemelerinde ise yapılan
anlaĢmalar dıĢında yeni bir model uyguluyordu.
Bu kararla Londra, Paris ve Viyana bankerleri ayağa kalkıyor, borsalar
büyük rahatsızlık duyuyor, Osmanlı Devleti 'nin taahhütlerini yerine ge-
tirmemesi tüm ticaret ve spekülatif kazanç oligarĢilerinde hoĢnutsuzluk
fırtınaları estiriyordu. ĠĢte bu fırtına, yakın bir gelecekte Abdülaziz'i devi-
recek, Osmanlı BaĢkentini bir süre belirsizliğe sürükleyecekti.
Uluslararası ticaret ve spekülatif kazanç oligarĢileri bu dönemde Os-
manlı Devleti'ne karĢı son derece hassas bulunuyordu. Bu hassasi-yetin
nedeni ise iki önemli olaydı. Birincisi ġam ve Rodos Musevi Cemaatleri-
nin kan iftiralarıyla terörize edilmesi olayı idi. Diğeri de Abraham Ka-
mondo'nun Ġstanbul'u terkederek Viyana'ya yerleĢmesiydi.

Kan ve Musevi Tutuculuğu

Osmanlı Ġmparatorluğunu uluslararası sermaye odakları karĢısında sar-


san birinci olay 1840 yılında ġam'da cereyan ediyordu.
Asya Avrupa ticaret yolunda son derece önemli ve stratejik bir kent
olan ġam, ayrıca Filistin Musevi Cemaatinin de en önemli merkezi duru-
mundaydı. Zaten cemaat liderleri de bu kentte oturuyor, ġam'da çok sayı-
da Musevi barınıyordu. Bu Museviler çoğunlukla bankerlik, sarraflık ve
ticaretle uğraĢıyorlardı. Böylece, Merkezi otori-

223
teden çok uzakta, Ġmparatorluğun kenar, fakat dünyanın önemli bir bölge-
sinde ticari, dolayısıyla ekonomik güç merkezi oluĢturuyorlardı.
Bu önemli merkez, bir dönem Kavalalı Mehmet Ali PaĢa’nın denetimi
altında bulunuyordu.
Ancak 1840 yılında, yani Tanzimat Fermanı'nın okunmasından bir yıl
sonra burada cereyan eden olaylar, ġam ticaret kolonisinde büyük rahat-
sızlıklara ve Ticaret OligarĢisinde huzursuzluğa neden oluyordu. Bu hu-
zursuzluk tüm dünya ticaret odaklarında hissediliyor, geniĢ yankılar uyan-
dırıyordu. Ortaya çıkan güvensizlik ise Suriye / Musevi coğrafyasında
bazı siyasi operasyonları gerçekleĢtirmek üzere baĢta Ġngiltere olmak üze-
re devrin süper güçlerinin bölgeye el atmasıyla sonuçlanıyordu.
Olay, karanlık iĢlere bulaĢan bir papazın öldürülmesiyle baĢlıyor-du.
Kentte yaĢayan Hıristiyanlar papazı, kanıyla ayin yapmak üzere Musevile-
rin öldürdüğünü ileri sürüyorlardı. Bu iddiayı ortaya Fransa'nın himaye-
sinde bulunan Katolikler atıyor, fakat ġam Valisi ġerif PaĢa da onlar gibi
düĢünüyordu. Böylece Katoliklerle Valinin iddialarına Fransa'nın ġam
Konsolosu da katılıyor, ġerif PaĢa Konsolosun da teĢvikiyle Salomon
Nagrin adlı bir Museviyi sanık olarak yakalattırıyordu. Daha sonra Nag-
rin'e "Suçunu ittiraf ettirene kadar" iĢkence yapılıyordu. Bu iĢkenceler
sonucu Musevi tutuklu, suç ortağı olarak yedi Musevinin daha adını veri-
yordu. Bunlar da yakalanıp iĢkenceden geçiriliyor, ikisi iĢkence sırasında
ölüyordu. Biri de din değiĢtirerek Müslüman oluyor ve kendini kurtarı-
yordu. Bu sırada Müslüman halk devreye giriyor, Musevilerin öldürdükle-
ri papazın kanını nereye sakladıklarını söylemesi için altmıĢüç Musevi
çocuğunu kaçırarak rehine alıyor, ailelerine baskı yapıyorlardı.
Tüm bunlar olurken, Suriye / Musevi ticaret güzergahı ve kolonisiyle
temas halinde bulunan diğer ticaret kolonileri ve kent oligarĢileri harekete
geçiyor, bulundukları ülkelerin yönetimlerine meseleye el atmaları için
baskı yapıyorlardı. Bunun sonucu olarak Mısır'da Kavalalı Mehmet Ali
PaĢa'yı destekleyen ve bu nedenle Suriye'de de Mehmet Ali PaĢa'nın ege-
men olmasını isteyen Fransa'ya karĢı, Ġngiltere ve Avusturya bölgede Os-
manlıların egemen olmasını amaçlıyordu. ĠĢte olaylar bu aĢamada meyda-
na gelince, zaten bölge üzerinde rekabet halinde bulunan Fransa, Ġngiltere,
Avusturya ve Amerika BirleĢik Devletleri -ki bu sırada ABD'de güçlü bir
Musevi lobisi oluĢmuĢ bulunuyordu- güç gösterisine giriĢiyordu. Dünya
güç odaklarının bu denli yakın-

224
dan ilgilenmesine karĢın Museviler üzerindeki baskı durmuyordu. Bunun
sonucu olarak Mısır'daki Avusturya Konsolosu, Kavalalı Mehmet Ali
PaĢa'ya baĢvuruyor ve iĢkencelerin durdurulmasını istiyordu. Mısır Valisi
bu baĢvuru üzerine olaya Ģahsen el koyuyor, 25 Nisan 1840 günü de Mu-
sevilere yapılan zulüm frenleniyordu. Avusturya hükümetinin harekete
geçmesini ise bu sırada Viyana Tüccarlar OligarĢisi üzerinde büyük bir
ağırlık kazanmıĢ olan Rotschild Ailesi-nin baĢvurusu temin ediyordu.
Rotschild'ler Avusturya BaĢbakanı Prens Metternich'e baĢvurarak hükü-
metin müdahale etmesini sağlı-yorlardı. Böylece, baĢlayan yoğun diplo-
matik faaliyetler sonucu ġam Musevi Cemaatinin himayesi Müslüman ve
Hıristiyan zorbalara karĢı, Batı ülkeleri tarafından üstleniliyordu.
1840 yılında cereyan eden bu olaylar, Osmanlı yönetimi altındaki Do-
ğu Akdeniz ticaret yollarında yeniden güvensizlik doğmasına yol açıyor-
du. Tıpkı putperest Roma döneminde olduğu gibi yerel halkın, Musevi
tüccarlara karĢı tavır takınması ve "Kan" olaylarını bahane ederek Muse-
vileri ezip, bezdirmeye yönelmeleri, Ege, Orta ve Kuzey Avrupa ticaret
kolonileri üzerinde de olumsuz hava esmesine yol açıyordu. Böylece
"ġark Meselesi" bir kez daha batı'daki Tüccarlar OligarĢisini harekete
geçiriyordu.
Bu kez Tüccarlar OligarĢisinin hareketi ile Musevilerin, Filistin'e dön-
mesi siyaseti atbaĢı gidiyordu. Nitekim bu eylem ve hareket Viyana Tüc-
carlar OligarĢisi eliyle bu merkezde tekelleĢiyordu. Bu tekelleĢmede ise
Rotschild’ler baĢrolü oynuyor, Musevilerin Doğu Akdeniz'e dönme amacı
Theodor Herzl tarafından siyasal felsefi zemin'e oturtuluyordu. Bu siyasal
zemin ise 16'ncı yüzyıldaki Tiberya Planından, 19'uncu yüzyıl Siyonizmi-
ne uzanacaktı. Amaç ise aynıydı. Yani, Asya - Avrupa, Kızıldeniz - Basra
- Akdeniz ticaret yollarını kontrole almak,SüveyĢ - Fırat hattına tam ege-
men olarak dünya ticareti üzerinde, Tüccarlar OligarĢisinin denetimini
teoriden pratiğe çıkarmaktı. Bu aynı zamanda, büyük devletlerin tarihinde,
bir türlü birleĢmeyen "ekonomik iktidarla siyasi iktidarın" da Tüccarlar
OligarĢisi elinde" tekelleĢmesi" anlamını taĢıyacaktı.
Bu tablo karĢısında Osmanlı Ġmparatorluğu'nun yönetimi, çağdaĢ eko-
nomik, siyasal ve bilimsel yöntemlere yönelmek yerine Sultan / Halifele-
rin mutlak iradelerini korumak kaygusu, teokratik yapı ve yapılanmayı ön
plana çıkarıp pekiĢtiriyordu. Bu aĢamada, Ġstanbul Musevi Cemaatinde de
gizliden gizliye, fakat çok önemli bir hesaplaĢma

225
yaĢanıyordu.
Doğu'nun Rotcshild'i olarak tanınan Kamondo, Musevi Cemaati bakı-
mından çok önemli iĢler yapmıĢtı. Özellikle 1826 da, Vakai Hayriye sıra-
sında Ermeni Lobisinin faaliyetlerine karĢı durmuĢ, birbirini izleyen idam-
lar sırasında Cemaati ayakta tutmayı baĢarmıĢtı. Kırım SavaĢı sırasında
Osmanlı Devleti 'nin savunma gereksinimlerini karĢılayan Kamondo, Os-
manlı Ġngiliz yakınlaĢmasını sağlamanın da ötesinde Tanzimat'a önayak
olmuĢ, Mustafa ReĢit PaĢa'yı ekonomik gücünden gelen siyasal gücüyle
desteklemiĢti.
Dahası, 1840 ġam olayları sırasında Ġstanbul'a gelen Herzl öncesi
önemli Siyonistlerden MoĢe Montefiori'yi evinde ağırlamıĢ, saraya kabul
edilmelerinde aracılık yapmıĢtı. Ne var ki Kamondo, Avrupa'daki Musevi
Cemaatlerinin yapısal olarak, temelden siyasal değiĢimi amaçladığı bu
dönemde, tam bir Osmanlı Tanzimatçısı gibi davranıyor, siyasal ve Siyo-
nist faaliyetlerin önüne kültürel amaçlar koyuyordu. Özellikle Fransız
Ġhtilalinden sonra Avrupa'da meydana gelen kültürel değiĢimi gözlemle-
yen Kamondo, aydınlanma hareketini 100 yıllık bir tutuculuk ve cehalet
içinde bulunan Ġstanbul Musevi Cemaatine yansıtmaya çalıĢıyordu. Siyo-
nistlerin Musevi taassubunu siyasal amaçlar doğrultusunda yönlendirmeye
çalıĢtığı bu sırada Kamondo Tanzimat'ın estirdiği rüzgarlardan da güç
alarak, Peri PaĢa Musevi Okulu'nun programını destekliyordu. Zira bu
okulda Türkçeden baĢka Fransızca, Ġbranice ve Talmud okutuluyordu.
Kamondo okulu, batılı anlamda bir eğitim merkezi haline getirmek is-
tiyordu. Onun bu çabalarını Ġstanbul'daki aydınlar ve Museviler de destek-
liyordu.
Ancak 1862 yılının sonlarına doğru Cemaatin tutucu dindar ke-
simlerinden Kamondo'ya karĢı saldırılar baĢlıyordu. Haham Ġzaak AkriĢ
ve Salomon Kamhi, fakir Musevilere karĢı yaptıkları konuĢmalarda Ka-
mondo'nun, bu okulda Musevi çocuklarına Hıristiyanlık propagandası
yaptırdığını ve çocukları din ve iman yolundan ayırdığını iddia ediyorlar-
dı. AkriĢ, Kamondo'nun "aforozu" gerektiren bir suç iĢlemekte olduğunu
belirtiyor, fakir ve cahil Musevileri kıĢkırtıyordu. Bir süre sonra da Ak-
riĢ'den korkan Museviler, çocuklarını bu okula göndermemeye baĢlıyor-
lardı. Ayrıca AkriĢ, Ģahsen Kamondo'ya giderek "Yahudi Ulusundan afo-
roz edildiğini" bildiriyordu.
Bunun üzerine harekete geçen Kamondo ekonomik ve siyasi gücünü
kullanarak AkriĢ'i tutuklatıp hapse attırıyordu. AkriĢ, Eyüp'teki

226
Ġplikhane Hapishanesinde adi suçlularla birlikte bir koğuĢa konuluyordu.
Bunun üzerine tutucu Musevi liderler, kutsal bir kiĢinin cezaevinde adi
suçlularla bir arada tutulup çalıĢtırıldığını duyuruyor, alt tabakayı harekete
geçiriyorlardı.
KıĢkırtılan Museviler o Cuma günü Eyüp Sultan'a giden Sultan Abdü-
laziz'in yolunun üzerinde toplanıyor ve sayılan binleri aĢıyordu. Sultan
Aziz bunları görünce Musevilerin ayaklandığını sanarak telaĢlanıyordu.
Daha sonra Musevilerin temsilcilerini kabul ederek dinliyor ve bu görüĢ-
me sonucu AkriĢ'in derhal serbest bırakılmasını buyuruyordu. Bunun üze-
rine Cemaat Kamondo ile ilgili aforoz kararını kaldırıyordu. Kamondo, bu
olaydan sonra etkinliğini kaybediyor, 1870 yılında da Parise göç ediyordu.
AkriĢ - Kamondo çatıĢması, Osmanlı egemenliği altındaki tüccar kolo-
nilerindeki değiĢim sancılarının ve Tüccarlar OligarĢisi içindeki görüĢ
ayrılıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Daha önce meydana
gelen ġam ve Rodos olaylarıyla bu olay birleĢince, mevcut ekonomik ve
ona bağlı siyasal bunalımın kaynağı daha bir netlik kazanıyordu. Kaldı ki
1870'lere gelindiğinde Osmanlı yönetimindeki Abdülaziz'in mutlakiyeti
iyiden iyiye pekiĢmiĢ ve Ġngiliz modeli bir MeĢruti MonarĢinin tesis edil-
mesi için faaliyette bulunan muhtelif grupların eylem ve mücadeleleri
hayli yoğunlaĢmıĢ durumdaydı. Nitekim bu muhalefet artık, doğrudan
Sultan / Halifeyi hedef alıyor, giderek gözünü karartıyor ve askeri bir
darbenin alt yapısını günden güne hazırlıyordu.

Yeniçeri Ayaklanmalarından Askeri Darbelere...

Yeniçeriler, 1524 Ayaklanmasıyla Kanuni Sultan Süleyman'dan esnaf-


lık yapmak, ev'e çıkmak, evlenmek ve emekli olmak gibi izinler

227
elde ettikten sonra giderek Osmanlı PadiĢahlarını denetleyen bir konuma
ulaĢıyorlardı. Nitekim daha sonra Ocak Sarraflarının Yeniçeri Ağalarıyla
kurdukları ortaklıklar sayesinde ordu üzerinde etkin bir duruma geliyor bu
etkinliklerini de PadiĢahın kontrolü yönünde kullanıyorladı. Ocak Sarraf-
ları genellikle Tüccarlar OligarĢisinin siyasi ve ekonomik çıkarlarıyla
kendi çıkarlarını özdeĢleĢtiriyorlardı. Bu çıkarlar ise Sultan / Halifelerin -
Mutlakiyet rejimi sayesinde- ellerinde bulundurdukları yetkileri kontrollü
bir biçimde kullanmalarını gerektiriyordu.
Nitekim PadiĢahlar mutlak yetkilerini sonuna kadar kullanıp piyasanın
ve tüccar kolonilerinin çıkarlarına aykın siyasetler oluĢturmaya kalkıĢtık-
ları zaman, (belli bir süre zarfında) Yeniçeriler ayaklanıyor ve PadiĢahın
mutlak iradesini sarsan davranıĢlara giriĢiyorlardı. Böylece tehdit altında
kalan PadiĢahlar ya siyasetlerinden vaz geçiyor, ya da kanlı hesaplaĢmala-
ra giriĢerek despotlaĢıyorlardı.
Ancak, genellikle Yeniçerilerin istedikleri oluyor, PadiĢah sinerek ke-
nara çekiliyor, yönetim, piyasa ve Yeniçerilerin destekledikleri devlet
adamlarına kalıyordu.
Bu durum 1826'ya kadar yoğunlaĢarak ve sıklaĢarak devam edi-yordu.
Sonuç olarak 2 nci Manmut sistemi çözüyor, hem Yeniçeri Ocağı'nı kaldı-
rıyor, hem de Tüccarlar OligarĢisinin bir aracı olarak Ocakları denetim
altında bulunduran Sarrafları idam ediyordu. Bunun bir sonucu olarak
Tüccarlar OligarĢisi Mutlakiyet rejiminden tamamen umudunu kesiyor,
elindeki ekonomik ve siyasi olanakları, kuvvetler ayırımını amaçlayan bir
MeĢruti MonarĢi rejimini tesis etmek yönünde kullanıyordu.
Gülhane Hattı Hümayununun 1839'da okunmasıyla birlikte baĢlayan
Tanzimat Dönemi, bu yönde elde edilen önemli bir kazanım sayılabilirdi.
Ancak Abdülmecit'ten sonra tahta oturan Abdülaziz'in, Mutlakiyet rejimi-
ni yeniden ihya etmeye çalıĢması ve bu siyasetleri uygulayabilmek için
dinsel tutuculuğu güçlü alt tabakaya dayanmak istemesi, Mutlakiyet -
MeĢrutiyet çatıĢmasını Ģiddetlendiriyordu. Mutlakiyetçi PadiĢahın dinsel
tabana dayanmasına karĢın MeĢrutiyetçi muhalefet de çağdaĢ özgürlük
kavramına ve bu kavramın savunuculuğunu yapan odaklara dayanıyordu.
Bu odakların baĢında ise Cumhuriyetçi "Jön" örgütleri, Liberal eğilimli
tüccar kolonileri, bu kolonilerin siyasal bir ifadesi olan Tüccarlar OligarĢi-
si ve bu güçlerin kontrolündeki Mason Locaları geliyordu. MeĢrutiyet
mücadelesini yapan militanlar ise genellikle Medrese öğrencileri, genç
çağdaĢ subaylar, aydın-

228
lar, tüccarlar ve özgür fikirli insanlar oluyordu. Bu insanlar mutla-kiye-tin
totaliter yapısına karĢın MeĢruti MonarĢinin daha özgürlükçü ve demokra-
tik yapısını savunuyorlardı.
1870'li yıllarda MeĢrutiyetçi - Mutlakiyetçi kamplaĢması giderek daha
sert bir hesaplaĢmaya doğru yol alıyordu. Bu hesaplaĢmayı Ab-dülaziz'in
hem iç, hem de dıĢ politikadaki yanlıĢ uygulamaları çabuk-laĢtırıyordu.
MeĢrutiyetçilerin ġehzade Murat'ı (Vinci Murat) kazanmalarıyla birlik-
te Abdülaziz adeta tahtı iĢgal eden, gereksiz bir adam durumuna düĢüyor-
du.
ġehzade Murat'ı muhalefet saflarına iten en önemli neden PadiĢahlık
hakkının kendisinde olmasına karĢın -zira Osmanlı geleneklerine göre
PadiĢahın en büyük oğlu Veliaht ilan ediliyordu. Abdülmecit'in en büyük
oğlu ise ġehzade Murat Efendiydi- tahta Abdülmecit'in kardeĢi Abdüla-
ziz'in çıkarılmasıydı. Abdülmecit, Murat'ı Veliaht yapmak için çok uğ-
raĢmıĢ, fakat baĢaramamıĢtı. ĠĢ bununla da bitmemiĢ, Sultan Abdülaziz
kendisinden sonrası için de oğlu Yusuf Ġzzetin Efendiyi Veliaht yapmak
istemiĢti.
ġehzade Murat Efendi Godet adlı bir Fransızdan Fransızca, Muzikayı
Hümayun Komutanı Guatelli PaĢa ile Augusto Lombardi adlı Ġtalyandan
piyano dersleri almıĢtı. Bu arada sarayın yine Ġtalyan asıllı doktoru tara-
fından Mason yapılmıĢ, böylece Avrupa'da giderek yaygınlaĢan özgürlük
hareketiyle tanıĢmıĢtı. Nitekim amcası Sultan Abdülaziz 1876'de ġehzade
Murat ile kardeĢi ġehzade Abdülhamit Efendileri Ġngiltere ziyaretine gö-
türmüĢ, ġehzade Murat Efendi heyetteki herkesten daha fazla rağbet gör-
müĢ, bu arada da Londra'daki Mason Localarını ziyaret etmiĢti. Bu temas-
lar sırasında Londra ticaret kolonisinin ve Londra Ticaret OligarĢisinin
önde gelenleriyle de tanınmıĢ, Londra Ticaret OligarĢisinin desteğini ve
sempatisini kazanmıĢtı.
Sultan Abdülaziz'in mutlakiyete yönelen politikalarından rahatsız bu-
lunan Mihat PaĢa da Londra'daki yönetimin sempati duyduğu bir devlet
adamıydı. BaĢta Mithat PaĢa olmak üzere -Adliye Nazırıydı-Serasker Hü-
seyin Avni, eski Sadrazam Mütercim RüĢtü, Harb Okulu Komutanı Sü-
leyman PaĢalar ve eski ġeyhülislam Hayrullah Efendi, Abdülaziz'in, oğlu
Yusuf Ġzzettin Efendi'yi Veliaht yapmak isteme-sinden rahatsızlık duyu-
yorlardı. Bu rahatsızlık sonucu Mithat, Hüseyin Avni, Mütercim RüĢtü
PaĢalarla eski ġeyhülislam Hayrullah Efendi bir araya gelerek "Erkanı
Erbaa" (Dörtlü Cunta) adı verilen bir grup

229
oluĢturuyorlardı. Bu grup, ġehzade Murat Efendi ile temas halinde bulu-
nuyor, böylece ġehzade de Yeni Osmanlılar adı verilen Liberal muhalefet
hareketinin yanında yerini alıyordu. Bu harekette fikirsel beyni Mithat
PaĢa, eylemci gücü ise Serasker Hüseyin Avni PaĢa oluĢturuyordu.
Hüseyin Avni PaĢa Osmanlı Tüccarlar OligarĢisinin ordu içinde en gü-
vendiği ve desteklediği devlet adamıydı.
1821 yılında ġarkikaraağaçta doğan Hüseyin Avni PaĢa, Vakai Hayri-
ye'den sonra oluĢmaya baĢayan çağdaĢ orduya, Harb Okulu'nu tamamla-
yarak ve kurmay YüzbaĢı rütbesi alarak katılmıĢtı. Kırım SavaĢı'nda Tuna
ve Kafkas cephelerinde bulunan PaĢa, 1855 yılında Mirlivalığa yükseli-
yor, Harb Okulu Komutanlığı ve Askeri ġura BaĢkanlığı yapıyordu. PaĢa
1863 yılında MüĢir rütbesiyle l'inci Ordu Kumandanı ve Harbiye Nazırı
Vekili oluyordu. Ancak kısa bir süre sonra Abdülaziz tarafından azledilen
Hüseyin Avni PaĢa Ġsparta'ya sürgüne gönderiliyor, ardından Ġzmir Valisi
oluyor, Bahriye Nazırlığına getiriliyordu. 1874 yılında Sadrazam olan
Hüseyin Avni PaĢa, 1875'de azlediliyor, bu arada Aydın, Konya, Selanik,
Bursa Valilikleri yapıyordu. Bu Valilikleri sırasında ise Osmanlı Devle-
ti'nin güçlü ticaret kolonile-riyle tanıĢıp siyasal temas kuruyordu. Hüseyin
Avni PaĢa Seraskerlik görevindeyken, Mithat ve Mütercim RüĢtü PaĢalar-
la Hayrullah Efendi arasında oluĢturduğu örgütün saptadığı hedefler doğ-
rultusunda bir askeri darbe yaparak, Sultan Abulaziz'i tahttan indirip, ye-
rine ġehzade Murat'ı padiĢah yapıyordu. Ancak bu darbe Abdülaziz'in hal
edilmesi dıĢında, hiç bir konuda hedefine ulaĢmıyordu. Çünkü;
• 15 gün boyunca Osmanlı Ġmparatorluğu'nun kaderinde mutlak söz
sahibi olan Hüseyin Avni PaĢa, Mithat PaĢa'nın Soğanağa'daki köĢkünde
yapılan bir toplantı sırasında evi basan Abdülaziz'in kayınbiraderi BinbaĢı
Çerkez Hasan Bey tarafından tabanca ile vurularak öldürülüyor, müteca-
viz Bayezit Meydanı'ndaki bir Ġncir ağacına asılarak idam ediliyordu.
• Sultan Abdülaziz, hal edilmesinden kısa bir süre sonra –intihar
ederek veya öldürülerek- yaĢama veda ediyordu.
• AĢırı alkol nedeniyle sağlığını yitirmiĢ bulunan V’inci Murat tahta
çıktığı sırada ağır depresyon geçirerek anormal davranıĢlarda bulunuyor,
saltanatta kalamayacağı anlaĢılıyordu.

230
ĠNGĠLTERE'NĠN PLANI: BALKAN, ÖN ASYA, KAFKASYA,
ORTADOĞU KONFEDERASYONU

19'uncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Ġmparatorluğu teknik, eko-


nomik ve siyasal bakımdan aĢılması son derece güç sorunlarla karĢı karĢı-
ya bulunuyordu. Ayrıca bu sorunlar sadece iç nedenlerden değil, dıĢ ne-
denlerden de kaynaklanıyordu. Fransız milliyetçiliği karĢısında Prusya,
diğer Cermen bölgelerinde de etkili olarak bir Alman Birliği oluĢturmaya
çalıĢıyordu. Buna karĢılık Rusya'da baĢlayan Slav milliyetçiliği, Büyük
Petro'dan beri Akdeniz'e inmeye çalıĢan Rusya'yı, Balkan bölgesindeki
Ortodoks ve Slav toplulukla-rıyla aynı safta yer almaya sevkediyordu.
Gerçi Slav milliyetçiliği Ġngiliz Liberalizminin antikavimsel temel ya-
pısı ile çeliĢiyordu ama, diğer taraftan Çar ile Ġngiliz Sarayı arasında son
derece yakın bir münasebet bulunuyordu. Bu münasebet Fransız ve Alman
milliyetçiliğine karĢı Slav milliyetçiliğinin önemli bir alternatif oluĢtur-
ması ve bu alternatifin de Ġngiltere'nin iĢine yaramasıydı. Diğer taraftan
Rusya'nın güney'e sarkma siyaseti Osmanlı Devleti üzerinde ağır bir baskı
oluĢturuyor, bu baskı ise Osmanlı BaĢkentinde Ġngiltere'ye önemli avan-
tajlar sağlıyordu.

231
Ġngiltere, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Ġm-
paratorluğu'nun, bir "Osmanlı Konfederasyonu"na dönüĢmesi yönünde
yoğun faaliyete girmiĢ bulunuyordu. Bu bir bakıma Amerika BirleĢik
Devletleri modelinin Balkan - Kafkas - Ortadoğu üçgenine yarısımasından
baĢka bir Ģey değildi. Aradaki fark, Osmanlı Federatif sisteminin Ang-
loamerikanvari ABD - Ġngiltere modelini birlikte yansıtacak olmasıydı.
Yani Osmanlı Ġmparatorluğu'nun toprak varlığı üzerinde Balkan,Önasya,
Kafkas ve Ortadoğu bölgelerinde dört federasyon kurulacak ve bu dört
federasyon Ġstanbul'da oturan Sultan / Halifenin MeĢruti MonarĢisi altında
konfedere olacaktı.
Ancak bu model içinde Sultan / Halife bir sembol niteliğinde kalacak,
siyasal yaptırım gücü tamamiyle Meclis'e geçecekti. Buna karĢılık PadiĢa-
hın uhrevi liderliği Konfederasyon halklarının büyük çoğunluğunun Müs-
lüman olması nedeniyle Birliğin ruhunu oluĢturacaktı.
Modelin en önemli özelliği Balkan - Kafkas - Ortadoğu üçgeninde ulu-
sal devletlere yer vermemesi, ulusal karakterli bölgeleri kendi iĢinde ser-
best bırakan bir "Osmanlı Konfederasyonumu amaçlamasıydı.
Buna karĢılık Osmanlı Mutlakiyetçileri, mevcut sistemin devamını sağ-
lamaya çalıĢıyor ve bu modeli savunuyordu.
MeĢruti MonarĢi modelinin tesis edilmesi ise bir bakıma konfede-
rasyona doğru atılacak önemli bir adım sayılıyordu. Bu nedenle de Ġngilte-
re MeĢruti MonarĢinin tesis edilmesi yönünde faaliyet göseren kiĢi, örgüt
ve odakları destekliyor, sempati gösteriyordu.
MeĢruti MonarĢiye destek ve sempati gösteren diğer bir odak da tüccar
kolonileri ve bu kolonilerin ekonomik yapısından güç alan OligarĢi olu-
yordu.
Sami karakterli tüccar kolonileri ve bu kolonilerin elinde ulun-durduğu
siyasal güç, çok uzun bir süre uzak kaldığı ve ancak dolaylı bir biçimde
etkin olduğu Doğu Akdeniz sahillerine yeniden ve doğrudan egemen ol-
mak üzere 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında harekete geçiyordu. Bunun
sonucu olarak daha 1500'lerde Nasi'lerin masaya koyduğu ve nihai olarak
Musevilerin Filistin'e dönüĢünü amaçlayan planlar, siyasal bakımdan rea-
lize edilmek amacıyla gündeme getirili-yordu. Bir anlamda Ġngiltere'nin
Osmanlı Ġmparatorluğu'nu, Osmanlı Konfederasyonuna (Osmanlı BirleĢik
Devletleri de olabilir) dönüĢtürme planı çerçevesinde yer alan Ortadoğu
Federasyonuna, müstakbel

232
Musevi eyaletinin de dahil edilmesi isteniyordu. Böylece, yüzyıllar önce
bölgeden uzaklaĢtırılan Museviler, Osmanlı yönetiminin ekonomik ba-
kımdan baskı altına alınmasıyla "VaadedilmiĢ" jeoticari / stratejik toprak-
lara dönecek, buradaki Musevilerin sayısı artacak ve bu "Ulusal topluluk"
müstakbel Federasyon içinde kendi yerini alacaktı. Bu nedenle Ġngilte-
re'nin Osmanlı Devletiyle ilgili tasarıları Musevi ağırlıklı Sami karakterli
tüccar kolonilerinin siyasal amaçlarını da destekliyordu. 19'uncu yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Musevilerin Doğu Akdeniz'e göç'ü yoğunlaĢı-
yordu. Tanzimat Fermanıyla elde edilen haklar tekrar ekonomik ve siyasal
güce tahvil edilerek Mutlakiyet rejiminin tesis edilmesi için sarfedilen
çabalar yoğunlaĢtırılıyordu. Bu arada spekülatif borsa, para, sigorta, kredi
sistemi Sami olmayan bir "spekülatif kazanç grubu" yaratıyor, bu grup da
sisteme bağımlılıkları nedeniyle, gücünü sistemden alan OligarĢinin siya-
sal ilke ve hedeflerini benimsiyorlardı. Ayrıca grupta Hıristiyanlar gibi
Müslümanlar da bulunuyodu.
Buna karĢılık Mutlakiyetin dayanağını teĢkil eden cahil halk kitleleri
hâlâ Rönesans öncesi Ġslam egemenliğinin gizemini çözemiyor, tekrar
siyasal güç oluĢturabilmek için Müslümanlığa dönüĢü çare olarak kabul
ediyorlardı. BaĢta Abdülaziz olmak üzere 2'nci Abülhamit ve padiĢaha
yakın çevreler de Ġslam taassubunun, Mutlakiyete güç ve disiplin getire-
ceğini var sayıyorlardı.
Böylece MeĢruti MonarĢi taraftarlarıyla Mutlakiyet taraftarları arasın-
daki çatlak giderek açılıyor, uçuruma dönüĢüyordu.
Mutlakiyetçilerle MeĢrutiyetçiler arasındaki yol ayırımının baĢlangıcı-
nı 5'inci Murat'ın padiĢahlık görevini yürütemeyecek derecede hasta oldu-
ğunun anlaĢılması teĢkil ediyordu. Zira 5'inci Murat'ın hastalığı son çö-
züm olarak ġehzade Abdülhamit efendi'nin saltanatını gündeme getiriyor-
du.
Mithat PaĢa ile Mütercim RüĢtü PaĢa, ġehzade Abdülhamit ile Safvet
PaĢa'nın Kağıthanedeki çftliğinde buluĢarak bir pazarlık yapıyorlardı.
Buna göre "Ekân-ı Erbaa" ġeyhülislam Hayrettin Efendinin vereceği bir
feva ile 5'inci Murat'ı hal edecek, yerine ġehzade Abdülhamit'i tahta çıka-
racak, Abdülhamit de Anayasayı yürürlüğe koyarak Meclis'in açılmasına
izin verecekti.Taraflar "saltanat pazarlığında" mutabakata varacak, fakat
Abdülhamit tahta "Ģartlı" oturtulmayı unutmayacak ve hazmedemeyecekti.
Ġlk fırsatta da intikamını alacaktı.
Sultan 2'nci Abdülhamit ġehzadeliği sırasında son derece gözden

233
ırak ve silik kalmayı baĢarmıĢtı. Bu nedenle halk kendisini 5'inci Murat
kadar sevmemiĢti. Abdülhamit'in gözden ırak kalmasının temel nedeni ise
Abdülmecid'in küçük oğlu olmasıydı. Veliahtın ġehzade Murat olması
sebebiyle Abdülhamit her bakımdan, özellikle de eğitim bakımından ih-
mal ediliyordu.
Abdülhamit'in annesi Tiri Müjgan adlı bir Çerkez kızıydı. Bir iddiaya
göre de bu kadın Ermeniydi.
Her konuda kenara itilen ve gözardı edilen Abdülhamit, Ģehzadeliği sı-
rasında ticaret, özellikle de borsa iĢleriyle uğraĢıyordu. Sarraf piyasasında
da iyi tanınan Abdülhamit, ticaret ve borsa iĢleriyle ilgilendiği sırada ol-
dukça yüklü bir servet sahibi oluyor, bu arada da Ġstanbul tüccar koloni-
siyle tanıĢıp iyi münasebetler tesis ediyordu. Nitekim bu kanaldan Viyana,
Hamburg ve Londra ticaret kolonileri-nin kaymak tabakasına kadar uzanı-
yor, ünlü tüccarlardan (dostu) Mr. Thomson'a "Mümkün olduğu kadar
Ġngiltere hükümetinin fikir ve telkinleriyle hareket etmek niyetinde" oldu-
ğunu söyleyerek Londra OligarĢisine mesajlar gönderiyordu. Bunun sonu-
cu olarak Ġngiltere'nin Büyükelçisi Mr. Elliot ile d'Ġsraeli "Genç padiĢahın
umut verdiği" fikrini paylaĢıyorlardı.Abdülhamit, Ģehzadeliğinde girdiği
ticaret ve borsa iĢleri sırasında Ermeni lobisinin önde gelenleriyle de iyi
münasebeler tesis ediyordu. Nitekim bu münasebet, Birinci MeĢrutiyetten
itibaren saltanatın ileri yıllarına kadar devam ediyordu.
Abdülhamit'in bu durumuna paralel olarak Mithat PaĢa ve arkadaĢları
da Ġngiltere'den esen olumlu rüzgarlar nedeniyle ġehzade ile pazarlığa
oturup saltanatın kapısını ona açıyorlardı. Yeni padiĢahın verdiği tek ga-
ranti ise MeĢrutiyetin ilanıydı.5'inci Murat bu koĢullar altında hal edilerek
yerine 2'nci Abdülhamit tahta çıkıyordu.
Gerçi Abdülhamit, Ģehzadeliği sırasında kenarda duruyor, dikkati çek-
miyordu ama, piyasa ekonomisi konusunda olduğu gibi, siyasal konularda
da hayli tecrübe kazanmıĢ bulunuyordu. Bunun nedeni Abdülazizle olan
yakınlığıydı. Zira Abdülaziz, saltanatın Ģehzade Murat'ın hakkı olduğunu
biliyor, bundan rahatsızlık duyuyor, bu nedenle de Abdülhamit'e yakınlık
göstererek birlik olmalarını engelliyordu. Bu diplomatik yakınlaĢma bir
süre sonra samimi ilgiye ve karĢılıklı sevgiye dönüĢüyordu. Bunun sonucu
olarak Abdülaziz devlet iĢleriyle ilgili olarak Abdülhamit'e söz hakkı ve-
riyor, onunla fikir alıĢveriĢinde bulunuyordu. Sultan Abdülaziz özellikle
dıĢ politika ile ilgili konularda ġehzade Abdülhamit'in görüĢlerini dikkate
alıyor, bazı siyasetleri

234
onun görüĢ ve telkinleri doğrultusuda oluĢturuyordu. Örneğin, Ġn-
giltere'nin kıĢkırtmasını önlemek amacıyla Rusya ile iyi münasebetler
tesis edilmesi ve bu nedenle Mahmut Nedim PaĢa'nın Moskova yanlısı bir
konuma sevkedilmesi, aslında Abdülhamit'in Sultan Abdülaziz'in eliyle
uyguladığı uluslararası dengeleri gözeten siyasetinin bir örneği idi. Abdü-
laziz, ġehzadenin buna benzer siyasi telkinleri doğrultusunda kararlar
alıyor ve Abdülhamit daha o zamanlar devlet meseleleriyle ilgili fikir
sahibi bulunuyordu. Abdülhamit, saltanatının ilk günlerinde MeĢruti Mo-
narĢinin gereği olan anayasanın ilanı ve Meclis-i Mebusanın toplanması
konusunda iĢi ağırdan alıyor, bu nedenle de Sadrazam Mithat PaĢa tara-
fından ikaz ediliyordu. Sultan Abdülhamit, bu tavrı ile özde MeĢruti Mo-
narĢiye geçiĢe karĢı, amacının Mutlakiyeti pekiĢtirmek olduğunu belli
ediyordu.
Fakat bu aĢamada niyetini açıkça ortaya koymak olanağı bulun-
muyordu. Zira daha Abdülaziz döneminde Ġngiltere Osmanlı Payitahtını
köĢeye sıkıĢtırmaya baĢlamıĢ, Rus Genelkurmayı Slav dayanıĢması içinde
Sırbistan ve Karadağı harekete geçirmiĢti. ĠĢ bununla da kalmamıĢ, Tuna
Vilayetindeki Bulgar halkı da Londra'nın yönlendirmesiyle Ruslar tarafın-
dan kıĢkırtılmaya ve özerklik istemeye baĢlamıĢtı. Dahası, Bosna ve Her-
sek de Sırpların baskısıyla Bulgarlar gibi özerklik peĢinde koĢuyordu.
Kısacası, Abdülaziz'in Mutlakiyet tutkusuna karĢı "ġark Meselesi" adı
verilen eski planlar tozlu raflardan indirilmiĢ ve yeniden tartıĢma baĢla-
tılmıĢtı. Buna paralel olarak Ġngi-liz yönetimiyle Rus Çarı da sürekli irti-
bat ve dirsek teması içinde bulunuyordu.
ġark Meselesi bu denli etkin bir biçimde gündeme gelirken Sırplarla
Osmanlılar arasındaki çatıĢmalar da sürüyor, baĢta Ġngiltere olmak üzere
"düvel-i muazzama" adı verilen süper devletler bir konferans toplanmasını
istiyorlardı. Nihayet Ġstanbul'da Osmanlı, Rusya, Almanya, Avusturya,
Ġngiltere ve Fransa temsilcilerinin katılacağı bir konferansın toplanması
kararlaĢtırılıyordu. Bunun sonucu olarak 11 Aralık 1876 günü Ġstanbul'da
toplantı gerçekleĢiyordu. BaĢını Ġngiltere'nin çektiği süper devletler bir
bakıma "kurtlar sofrasını" avının evinde kuruyor, böylece mutlakiyetçi
Abdülaziz'in mutlakiyetçi yeğeni Abdülhamit'i kendi evinde köĢeye sıkıĢ-
tırıyordu. BaĢını Ġngiltere'nin çektiği Rusya, Fransa ve Ġtalya'nın da katıl-
dığı temsilciler, Osmanlı Devleti'ni bir federasyona dönüĢtürmek -olmazsa
parçalamak- konusunda fikir birliği içinde bulunuyordu. Buna karĢılık
Birliğini ye-

235
ni kurmuĢ olan Bismarck’ın önderliğindeki Alman yayılmacılığı ile çıkar
birliği halindeki Avusturya / Macaristan - ki bu ülke kaypak bir siyaset
izliyordu- Slav karĢı yayılmacılığından rahatsızlık duyduğu için Osmanlı
Devleti'ne daha sıcak bakıyor, olumlu münasebetler tesis etmek istiyordu.
Abdülhamit Almanya'nın bu eğilimini biliyor fakat bu aĢamada Ġngiltere
ve yandaĢlarına karĢı dayanmanın mümkün olmadığını da görüyordu.
Nitekim Kongre Ġstanbul'da çalıĢmalarını sürdürürken Sultan Abdülhamit
bir sürpriz yapıyor ve Anayasayı -top sesleri arasında- ilan ediyordu. Ab-
dülhami'in bu emrivakisi ortaya yeni bir siyasi tablo çıkarıyordu. Buna
rağmen Ġngiltere ve yandaĢları bastırıyor, (baĢta Rumeli'nin Ululararası bir
kontrol komitesinin denetimine verilmesi olmak üzere) bir dizi istekte
bulunuyorlardı. Buna karĢılık Genel Meclis'in son toplantısından sonra
Mithat ve Safvet PaĢalar Meclisin kararları doğrultusunda konferansa
sunulmak üzere bir metin hazırlıyorlardı. 13 maddeden oluĢan bu cevabi
metinde, baĢta uluslararası kontrol komitesi kurulması olmak üzere hasım-
ların talepleri büyük ölçüde reddediliyordu. Bunun üzerine kongrede Ġn-
giltere'yi temsil eden Kont Salisbury bir konuĢma yaparak görüĢmelerin
olumsuz sonuçlandığını açıklıyor, Rusya da bu görüĢe katılıyordu.
Bu sonuç aslında Abdülaziz'in dıĢ borçlarla ilgili ödemeleri don-
durmasından itibaren Ġngiltere'nin, uluslararası piyasaların güvenliği için
almak istediği siyasal ve ekonomik tedbirlerin bir baĢlangıcını oluĢturu-
yordu. Kaldı ki Ġngiltere, Abdülhamit'in Anayasanın ilanını savsaklaması
nedeniyle MeĢrutiyetçiliği konusunda Ģüphe besliyordu.
Nitekim Ġstanbul Konferansının dağılmasının hemen ardından Sultan
Abdülhamit Meclis-i Mebusan'ı feshedecek, Sadrazam Mithat PaĢa'yı
azledecek ve sürgüne gönderecekti. Böylece "Erkân-ı Erbaa" (Dörtlü Cun-
ta) dağılacaktı. Hüseyin Avni PaĢa’nın ölümü, Mithat PaĢa'nın ise Ġstan-
bul'dan uzaklaĢması, Mutlakıyete karĢı oluĢan Jön Türk muhalefetine ağır
bir darbe indiriyordu. "Erkân-ı Ebaa"nın da-yanağını teĢkil eden "çağdaĢ"
ordu ise 93 Harbi adı verilen 1877 - 78 Osmanlı - Rus savaĢında adeta
çöküyor, Rus Ordularının YeĢilköy'e kadar inmesiyle Osmanlı subayları-
nın Mutlakiyete karĢı muhalefet yapacak siyasal prestij ve gücü kalmıyor-
du. Rus Ordusunu YeĢilköy'de Abdülhamit durduruyor, böylece onurları
Rus Ordusu'nun önünde kırılan Osmanlı Generalleri PadiĢahın önünde
boyunlarını eğip, Mutlakiyet rejimine biat ediyorlardı. Hele buna bir de
Abdülhamit yönetimi altında 20 yıl sonra, 1897'de Yunanistan karĢısında
kazanılan zaferle geri

236
alınan askerlik onuru eklenince, Ordunun üst yönetimi müstebit padiĢahın
Ģahsına sımsıkı bağlanıyordu.
Ancak Abdülhamit'in hesaba katmadığı son derece dinamik ve güçlü
unsurlar da bulunuyordu. Bunların baĢında tüccar kolonilerinin destekle-
diği OligarĢi, Prusya eğitiminden gelen genç subaylar, MeĢruti MonarĢi'ye
samimi olarak gönül vermiĢ Osmanlı Liberalleri geliyordu.

237
LĠBERAL JÖN TÜRKLERĠN ARDILI: KOLLEKTĠVĠST
ĠTTĠHATÇILAR

Sultan abdülhamit 1877 - 78 Osmanlı - Rus Harbi'nin acı sonuçla-rını


bahane ederek mutlak iktidarını günden güne pekiĢtirirken, Orta ve Kuzey
Avrupa'da da "uluslararası yeni bir rekabetin" ayakları oluĢuyordu.
Böylece, Kralların "dinsel - siyasal / ekonomik tekellerinden" kurtulan
Ġngiliz Liberalizmi bu kez karĢısında Cermen kollektivizmi üzerinde yük-
selen Alman Milliyetçiliğini buluyordu. Yeni siyasal rekabet kısa süre
içinde Abdülhamit'i olduğu gibi, ona karĢı oluĢan muhalefeti de etkileye-
cekti. Bu etkilenme ise Abdülhamit'in saltanatı ile sınırlı kalmayacak,
zaman içinde MeĢrutiyet, Birinci SavaĢ, Mütareke, Milli Mücadele ve
Cumhuriyet devirlerini de etkileyecek, günümüze dek uzanacaktı. OluĢu-
mun kökleri ise, 19'uncu yüzyılın baĢına, Alman idealizminin uzatıĢı olan
Alman sosyalist düĢüncesine dayanıyordu.

238
Fichte'den Ġttihat ve Terakki Kollektivizmine

1789 Fransız Ġhtilali sürecinde Fransa Kralı'nın dinsel / siyasal / eko-


nomik tekeline karĢı mücadele eden felsefeci ve aydılar, kökleri John
Locke'a dayanan Ġngiliz bireyciliğini ön plana çıkarıyorlardı. Ancak, Fran-
sa'daki geliĢmeleri doğrudan veya dolaylı izleyen Alman düĢünürleri ara-
sında, Ġngiliz bireyciliği dıĢında, toplumsal yapı ve tercihleri ön plana alan
özgürlük, hukuk, devlet ve sosyalizasyon ile ilgili görüĢler yayılıyordu.
"Alman Ġdealizmi" olarak nitelenen bu görüĢleri Kant, Fichte, Schelling,
Hegel ve Schleiermacher gibi filozoflar Ģekillendiriyor, bu zincirin halka-
ları Karl Marx'a kadar uzanıyordu.
Vikingler, Teutonlar, Normanlar, Danlar gibi Cermenler de bir Kuzey
kavmiydi. Diğerleri gibi bu kavmin de en önemli sosyal özelliği, kavmin
yaĢantısında kadınlar ve çocuklar da dahil herĢeyin ortak olmasıydı. Bu
ortak yaĢam biçimi, Cermenlerin sosyal yaĢamına adeta vazgeçilmez bir
biçimde damgasını vuruyordu. Bunun sonucu olarak, (Rönesansla baĢla-
yan bilimsel faaliyetler arasına giren) sosyal araĢtırmalar sırasında Cer-
menlerin bu ortak özelliği giderek ön plana çıkıyordu. ĠĢin ilginç yanı ise
henüz reform hareketleri sırasında dinsel çatıĢmalara paralel olarak Al-
manyada meydana gelen köylü ayaklanmaları, bir bakıma Alman kollek-
tivizminin bir sonucunu, Alman idealizminin -veya sosyalizminin- ise
baĢlangıcını oluĢ-turmasıydı. Bu hareket Fransız Ġhtilaliyle birlikte-
milliyetçilik akımlarının güçlenmesine paralel olarak- Alman Birliği'nin
amaçlanmasına da yol açıyor, Alman Birliği ise Alman Milliyetçiliğini
yine bu kollektif yaĢam zeminine oturtuyordu.
Cermen kavmi, Kuzey kavimlerinden biriydi. Bu nedenle Kuzey ka-
vimlerinin ortak özelliklerini yansıtıyor, aynı özellikleri paylaĢıyordu.
Buzul çağından geç çıkan kuzey bölgelerinde yerleĢen bu kavimler, iklim
ve doğa koĢulları nedeniyle büyük güçlükleri aĢarak yaĢamlarını sürdür-
mek zorunda kalıyorlardı. Hiç bir zaman ziraat yapma olanağı bulamayan
bu insanlar genellikle avlanmak, bu nedenle de yardımlaĢmak ve kümeler
halinde birlikte yaĢamak durumundaydılar.

239
Bunun sonucu olarak topluluklar, nimetleri ve külfetleri paylaĢtık-ları,
ortak bir yaĢam sürüyorlardı. Nitekim bu kavimlerden bazılarında sadece
külfet ve nimetlerin değil, kadın ve çocukların da kabilelerin ortak malı
olduğu gözleniyordu. Çok eski devirlerden, son dönemlere kadar devam
eden bu yaĢama Ģekli giderek Cermen kavminin karakteri niteliğini alıyor,
daha sonra Alman sosyolog ve filozofları, bu yaĢam biçiminin talebi olan
"sosyal düzeni" formüle ederek kalıplaĢtırma çabalarına giriĢiyorlardı.
Ancak bunu Ġngiliz Bireyciliğinin tezahürü olan Liberalizme karĢı bir
tepki olarak ve Ġngiliz Liberalizminin evrensel yönetim Ģekline dönüĢtüğü
yüzyılda, yani 19'uncu yüzyılda yapıyor, "individüalizm" karĢısında "kol-
lektivizmi" evrensel bir alternatif durumuna sokuyorlardı.
Bu akım her ne kadar Kant'ın felsefi formülasyonlarıyla baĢ-lıyorsa da
hemen ardılı olan Fichte, kısa sürede toplumun düĢünce ve tercihlerini
Alman sosyalizmine vardıracak noktalara ulaĢtırıyordu.
Ġngiliz Liberalizmi, devleti mümkün olduğunca sosyal yaĢamın dıĢına
çıkarıp, birey özgürlükleri üzerinde hiç bir denetim ve kontrolü kabul
etmezken, 1762'de doğan Johann Gottlieb Fichte "özgür bir kiĢinin ancak
toplum çerçevesinde düĢünülebileceğini" belirtiyordu. Fichte'ye göre "öz-
gür bir kiĢi kendi özgürlüğünü, kendi özgür kararı ile sınırlamasını" bil-
meliydi. KiĢi ancak, "baĢkalarının hak alanlarına saygı göstermeyi bilmesi
koĢuluyla" özgür olabilirdi.
Bireyin özgürlüğünün, toplumsal sınırlama ile gerçekleĢtirebileceğini
belirten Fichte, bununla da kalmıyor, bu durumu hükümlere bağlıyordu.
Bu hükümlerin baĢında ise "devlet ve hukuk kavramları" geliyordu.
Fichteye göre insanın her türlü anlaĢma ve sözleĢmelerin üstünde kalan
bazı doğal hakları bulunuyordu. Bunlara hiç bir Ģekilde doku-
nulmamalıydı. Bunların çiğnenmeye kalkıĢılması halinde; kalkıĢanları, bu
haklara ve insanın özgürlüğüne saygı göstermesini sağlayacak, zorlayıcı
bir gücün bulunması gerekirdi. ĠĢte "zorlayıcı bir güç" olan devletin çıkıĢı
ve kökü buydu.
Devlet, herkesin aynı yasaya bağlanmasının istenmesinden doğu-
yordu.
Fakat bu bağlanma bireylerin kendi özgür istekleriyle olmalıydı. An-
cak böyle bir bağlanma kiĢinin özgürlüğünü güvence altına alır, dolayısıy-
la bu koĢullarda kurulan bir devlet "yasal devlet" olabilirdi. Devletin zor-
layıcı yasasını yurttaĢın kendisi istemiĢ olmalıydı. Böyle-

240
ce bu yasanın koyucusu da yurttaĢın kendisi olabilirdi.
Fichte'nin buraya kadarki düĢünceleri Fransız individualist filozofları-
nın düĢünceleriyle paralellik gösteriyordu. Ancak ayrılıklar bundan sonra
baĢlıyordu.
Fichte 1800 yılında "Kapalı Ticaret Toplumu" (Der Geschlossene
Handelsstaat) adlı bir yapıt yayınlıyordu. Bu yapıtında devlet görüĢünü
sistematize ederek savunuyordu.
Fichte'ye göre"devlet, bireylerin hak alanlarını korumalı" ve "bu alan-
lar arasında mülkiyet hakkı da" yer almalıydı. Devlet mülkiyet hakkının
korunmasına paralel olarak "mülkiyetin dağıtımında da" rol almalıydı.
Fichte bununla "Mülkiyetin herkese eĢit olarak dağıtılmasını" değil, "mül-
kiyet hakkının gerçeklik kazanmasını, insanın çalıĢması ve kazanması için
bir takım temel koĢulların devlet tarafından sağlanması" Ģeklinde ortaya
koyuyordu. Fichte'ye göre herkes kendi emeği ile yaĢayabilmeliydi. Her
yurttaĢın çalıĢma hak ve olanaklarını devlet garanti altına almalıydı. Fich-
te bu nedenle güvenliği, ekonomik hayatın devlet tarafından düzenlenme-
sinde bulunuyordu. Devlet, bunalımları önlemek için üretim ve tüketimi
ayarlamalı, sınırsız serbest rekabeti ortadan kaldırmalıydı. Ġçerde oluĢan
dengeyi dıĢ etkenlerin bozmaması için de dıĢ ticaret devletin elinde olma-
lı, devlet dıĢarıya karĢı kapalı olmalıydı. ĠĢte Alman kollektivizminin bu
öngörüsü, uluslararası ticaret kolonilerini ve bu kolonilerin ekonomik
gücünden kaynaklanan siyasal yaptırım odaklarını çileden çıkarıyordu.
Fichte'nin ahlak anlayıĢı da bu yapı üzerine oturuyordu. Ona göre ah-
laklı yurttaĢ, hukuk ile devleti ve bunları gerektiren zor kullanmayı zaten
isteyecekti. Ahlaklı yurttaĢ, hakka karĢı olanı reddedecekti.
Sonuçta ahlak yasası, zorun mutlak olarak çekilmesini isteyecekti. Bu
nedenle devlet zoru gereksiz kılacak noktaya eriĢmeye uğraĢacaktı. Bir
baĢka ifade ile "devlet belli bir aĢamaya geldiğinde sadece kötüyü ceza-
landıracağına, onu önleyecek, yurttaĢı yasaya uymaya zorlayacağına, onu
yasaya kendiliğinden uyan ahlaklı bir yurttaĢ olarak yetiĢtirmeyi" amaçla-
yacaktı.
Böylece Fichte'nin "hak" idesi, sonunda bir "eğitim" idesine varıyordu.
Fichte'ye göre bir ulusu yetiĢtirmek demek, uzak bir geleceği bir aç
olarak gözönünde tutmak anlamına geliyordu. Bu eğitimde Ģimdiki zaman
bir geçiĢ noktası oluĢturuyor, uzun bir zincirin sadece bir halkasını teĢkil
ediyordu. Ġnsan gerçi geçmiĢ zamanla ilgili halkaları

241
biliyordu ama en önemli görevi, insanlığın bundan sonraki gidiĢi için kay-
gılanmak olmalıydı.
Fichte'ye göre Alman ulusunun misyonu insanlığı "tam günahkarlık"
çağından çıkarıp, aklın bilinçli egemenliğini sağlamaktı. Napoleon'un
yıktığı Almanya kalkınırken bunu kendine ölçü edinmeli, gençliğini tari-
hin yüklediği bu sorumluluğun bilincinde yetiĢtirmeliydi. BaĢkalarının
hak alanlarına sadece soğuk bir saygı göstermekle yetinmek yerine ahlak
yasası Almanlara, türdeĢlerine (insanlığa) fedakarca yardım ve sevgi gös-
termeyi emrediyordu. Bu sevgi aile ve ulus gibi organik topluluklar da
yaratıyordu. Fichte bu öğretisiyle "Cosmopolitizmden ulusçuluğa" geçi-
yordu.
Fichte'yi Schelling, Schelling'i Hegel, Hegel'i Schleiermacher ve
Schoppenhauer izliyordu. Hegelciliğin çözülmesi ise, Alman kollekti-
vizminin doruk noktası olan Marksizmi ve Alman Irkçı / Milliyetçiliğini
doğuracaktı.
19 uncu yüzyıl Alman filozoflarının bu denli kollektivist yakla-Ģımları,
siyasal yaĢamda da etkisini gösteriyordu. Nitekim öncelikle Alman Birliği
hedefleniyor. Bismarck hedefi gerçekleĢtirirken birliğin dayanağını teĢkil
eden Alman Milliyetçiliği de yayılmacı bir kimlik kazanıyordu. Bu yayıl-
macı kimlik önce Fransa ile karĢı karĢıya geliyordu. Kaldı ki daha 1848
Ġhtilali sırasında kollektivist fikirlerden etkilenen Fransız aydınları ve
proleteryası 1871 Paris Komününde dayanıĢma içine giriyor, Kollektivist
tercih doruğa çıkıyordu.
1848 Paris Komününde baĢgöseren ve Marx tarafından önerilen sınıf
mücadelesi, giderek yükseliyor, tüm Avrupa'yı etkisi altına alı-yordu.
Nitekim 1871'de Alman kuĢatmasına karĢı Fransız solcuları Paris'te dire-
niyor, ancak sonunda teslim oluyorlardı. Bunun ardından bir solcu katlia-
mı yapılıyor 33 bin kiĢi öldürülüyor, 7 bin 500 kiĢi ise sürgün ediliyordu.
Giderek Ģiddetlenen sınıf mücadelesinin özünde ise her ne kadar proleter-
ya - burjuvazi çatıĢması görülüyorsa da ger-çekte, Ġngiliz individüslizmi
(bireyciliği) ile Alman kollektivizmi (toplumculuğu) hesaplaĢıyordu.
Alman kolektivizminin beslediği Cermen Milliyetçiliği ise yaptırım
bakımından ifadesini Prusya askeri okullarında buluyordu. Okullarda Al-
man idealizminin öngördüğü disiplinde subaylar yetiĢtiriliyordu. Keza, bu
yayılmacı güce Fransa'da aynı zamanda burjuvaziye karĢı da direnen kol-
lektivistler, yani solcular karĢı duruyordu.
Özellikle 1871 Paris kuĢatmasına direnen Fransız solcuları,

242
Londra güdümlü tüccar kolonileri tarafından desteklenen Liberallere karĢı
da mücadele ediyorlardı.
1848'den itibaren tüm Avrupa'yı etkileyen bu hareket ve çatıĢma Açı-
nılmaz olarak Osmanlı aydınlarına da yansıyordu.
Yansıması kaçınılmazdı. Zira, Gülhane Fermanının ABD'de ilan edilen
Ġnsan Hakları beyannamesinin sınırlı bir gölgesi olması ve Ġngiliz MeĢruti
MonarĢisinin benzeri bir düzen tesis etmeyi /amaçlaması nedeniyle, Os-
manlı Devletinin tarihi, bir bakıma Orta Avrupa tarihi ile özdeĢleĢmiĢ
bulunuyordu. Ġngiliz Liberalizminin bir temsilcisi olan Yeni Osmanlılar
(veya Jön Türkler) siyasal bakımdan MeĢruti MonarĢiyi amaçlarken, yü-
rüttükleri yayın faaliyetleriyle de bireyciliği geliĢtirmeye ve yaymaya
çalıĢıyorlardı.
Ne ki Londra'nın, daha da çok Paris entellektüel kesiminin etkisi altın-
da bulunan Osmanlı aydınlan, kaçınılmaz olarak Paris'te cereyan eden
çatıĢmalardan, özellikle de güçlenen toplumcu fikirlerden etkileniyorlardı.
Osmanlı aydınlarının kollektivist fikirlerden bu denli etkilenmeleri doğal-
dı. Zira bu insanlar Müslüman olmaları nedeniyle "Cemaat" fikrine yatkın
bulunuyorlardı. Ancak bundan daha da önemlisi, Osmanlı Ordusunda
yapılan yeni organizasyonlar doğrultusunda önce Ġngiliz askeri danıĢman-
ları, Osmanlı subaylarını eğitmeye baĢlıyorlardı. Böylece Osmanlı aydın-
ları kollektivist fikirlerle Paris'te tanıĢırken, Osmanlı genç subayları da
(baĢta Helmut von Moltke olmak üzere) Prusyalı subayların verdiği
"Prusya Ulusal askeri eğitimi" çerçevesinde yetiĢiyordu.
Üçüncü bir etken daha bulunuyordu. Bu da Londra, Viyana, Paris ve
Selanik tüccar kolonilerinin siyasal gücünün oynadığı belirleyici roldü.
Zaten oluĢumun son halkasını, Selanik'in etnik yapısı ile Balkanlardaki
siyasal doku oluĢturulacaktı. 2'nci Abdülhamit'in "müste-bitleĢen" mutlak
iradesine karĢı, Anglosakson kökenli Liberal muhalefet geleneği Sela-
nik'te sapma gösterecek, Böylece "Batı Demokrasilerinde" gözlenen Libe-
ral - Kollektivist rekabet (veya çatıĢması) Osmanlıya yansıyacaktı. Ancak
hesaba katılmayan husus, Osmanlıdaki bu rekabetin Ġslami zemin üzerin-
de hesaplaĢacağı, ancak her ikisinin de özde Ġslami / dinsel zeminle çeli-
Ģeceği idi.
Kökleri, Fransız aydınlanma çağına dayanan Osmanlı Liberal muhale-
feti, daha Sultan Abdülaziz döneminde ortaya çıkıyor ve üç merkezde
Londra, Paris ve Mısır'da batı Liberal odaklarıyla özdeĢleĢiyordu. Bu kad-
roda Ziya PaĢa, Namık Kemal, Prens Mustafa Faruk Pa-

243
Ģa, Kayazade ReĢad, Menapirzade Nuri, Çapanoğullarından Ağalı Sağır
Ahmet, Beyzade Mehmet Beyler bulunuyordu. Nitekim bu kadro Avrupa-
da Liberal içerikli Hürriyet ve Muhbir gazetelerini çıkarıyorlardı.
BaĢlangıçta kendilerine Yeni Osmanlılar diyen bu muhalifler daha son-
ra Jön Türkler adını alıyorlardı.
Bununla birlikte Jön Türkler Abdülaziz ile kah dargın, kah barıĢık ka-
lıyor, bu arada Avrüpa'daki geliĢmeleri hem izliyor, hem de Ģahsen eylem-
lere katılarak roller alıyorlardı.
Ġlk kollektivist çıkıĢı Namık Kemal yapıyordu. Nitekim Namık Kemal
diğer Jön Türklerle birlikte 1789 Büyük Ġhtilalini benimsiyor, fakat onlar-
dan farklı olarak 1848 ve 1871 Paris Komünlerini de sahipleniyordu. Ni-
tekim Profesör Doktor Heinrich Zimmerer 1915'de Leipzig'de yazdığı bir
makalede Namık Kemal'i dünyaya "Komün savunucusu Türk" olarak
tanıtıyordu.
Namık Kemal'in bu yaklaĢımına karĢın Sadrazam Ali PaĢa, Ko-
münden duyduğu endiĢeyi açıklamaktan çekinmiyor ve Hakayikül Ve-
kayinin 354 numaralı ve 7 Eylül 1871 tarihli nüshasında "YaratılıĢ kanun-
larına aykırı olan bu gibi fikirlerin gerçekleĢmesi -Allah göstermesin-
türlü türlü ihtilaller ve çatıĢmalar doğurur. Bu gibi fikirler taĢıyan komün
taraftarlarının yani komünarların Parisi ne hale soktukları da gözlerimizin
önündedir." cümlelerinin yer aldığı bir emirname yayınlıyordu.
Osmanlı aydınları 1848 ve 1871 Komünlerinden bu denli etkilenirken
muhalefet, Sultan Abdülaziz'i bir askeri darbe ile alaĢağı ediyordu. Ne ki
5'inci Murat'tan sonra tahta oturan 2'nci Abdülhamit, önce Anayasayı ilan
edip Meclisi açarken sonra MeĢruti MonarĢi yönünde atılan tüm adımları
geri çekip Mutlakiyet rejimini pekiĢtirmeye yönelince, Osmanlı aydınları-
na dayanan muhalefetin yeniden yükselmesine neden oluyordu.
Nitekim Jön Türk muhalefetinin bir sonucu olarak Ali Suavi Bey
1878'de bir darbe giriĢiminde bulunuyor, fakat bu giriĢimi canıyla ödü-
yordu. Ancak bu aĢamada Sultan Abdülhamit Bismarck ile sıkı bir müna-
sebet kurmuĢ bulunuyordu. Zira 1877 - 78 Harbinde Rus Ordularının Ye-
Ģilköy'e inmesi Almanya'yı hayli telaĢlandırıyordu. Bunun bir sonucu
olarak Bismarck devreye giriyor ve ateĢkesi sağladıktan sonra Berlin Kon-
feransını topluyordu.
Berlin Konferansı sırasında Bismarck’ın ġark Sorununu yeniden

244
canlandıracak giriĢimlere karĢı çıkan bir tavır izlemesi Osmanlı üzerindeki
Ġngiliz nüfuzunun yerini, yavaĢ yavaĢ Alman nüfuzuna bırakmasına neden
oluyordu. Bunda, kısa bir süre önce Ġngiltere'nin Mısır'ı alması da rol oy-
nuyordu. Ancak iĢin özünde, Ġngiliz - Alman yayılmacı rekabeti yatıyor-
du.
Bismarck tarn bir sosyal devlet taraftarıydı. Almanya'da yaĢlılık sigor-
tasını yürürlüğe Bismarck koymuĢtu.
Almanya ile Osmanlı Devletleri arasındaki bu yakınlaĢma, Ġngiltere'nin
Osmanlı siyasetini sertleĢtirmesine yol açıyordu. Gerçi Sultan Abdülhamit
iki yüzlü politikalar (baĢka bir değimle denge politikaları) izleyerek orta-
lığı yatıĢtırmağa ve durumu kurtarmaya çalıĢıyordu ama, kendisine karĢı
oluĢan muhalefet de günden güne güçleniyordu.
Abdülhamit'e karĢı muhalefet baĢlangıca Jön Türk hareketinin gele-
neksel odaklarının (Londra - Paris - Kahire) canlanması Ģeklinde cereyan
ediyordu. Bu canlanmanın en önemli nedenini Abdülhamidin bazı muha-
liflerini sürgüne göndermesi teĢkil ediyordu. Buna paralel olarak Avrupa-
ya kaçan aydınlar, oralarda muhalif yayın organları tesis ediyorlardı. Bu
aĢamada Ahmet Rıza Beyin Paris'e kaçarak MeĢveret Gazetesini yayınla-
maya baĢlaması muhalefetin sesini yükseltmesi bakımından önemli bir
olay olarak niteleniyordu. Nitekim Ahmet Rıza Bey'i Mizancı Murat Bey
gibi tanınmıĢ isimler izliyor ve Abdülha-mit'in müstebitleĢen Mutlakiyet
yönetimine karĢı, muhalefet güç kazanıyordu. Bu muhalefet bir cephe
niteliği taĢıyor, oportünist unsurlar, pozitivist akımın ateĢli temsilcileri,
çıkarcılar, ihtilalciler ve sair gruplar hep bu çatı altında toplanmıĢ bulunu-
yordu. Nitekim bunların içinden bazıları kah ateĢli muhalif rolü oynuyor,
kah Abdülhamit'ten para kopanyorlardı. Bununla birlikte bu muhalefetin
temel felsefesi anayasanın ilanı ve Meclisi Mebusanın açılmasını sağla-
mak istemesi nedeniyle Liberal eğilime dayanmıĢ bulunuyordu. Ancak
1848, özellikle de 1871 Komünü Genç Türkler arasında Ģiddetle tartıĢılı-
yor ve muhalefette yer alan bazı aydınlar komünlerin etkisinde kalıyorlar-
dı. Bununla birlikte fikirler henüz kristalize olmuĢ değildi. Zira oluĢumlar
çok yeniydi ve ellerinde kesin ayırımlar yapmak için yeterince oluĢmuĢ
ölçüler yoktu.
Nitekim Osmanlı topraklarında kurulan ilk Ġttihat ve Terakki Ce-miyeti
de tipik bir "Jön Avrupa" örgütü Ģeklinde ortaya çıkıyordu. Aslen Arnavut
olan Ġttihat ve Terakki örgütünün 1/1 numaralı üyesi Ġbrahim Temo, bu
örgüt modelini Güney Ġtalya'yı ziyaret ettiği sırada Ma-

245
son / Carbonari örgütlenme modelini inceleyerek almıĢtı. Mazzini'nin
Mason / Carbonari örgütlenmesi ise bilindiği gibi Jön Avrupa örgütlerinin,
örgütlenme modeliydi.
Bir numaralı üye Ġbrahim Temo, iki numaralı Harputlu Abdullah Cev-
det, üç numaralı Kafkasyalı Mehmet ReĢit, dört numaralı Bakülü Hüse-
yinzade Ali, beĢ numaralı üye ise Diyarbakırlı Ġshak Sükuti oluyordu.
Ahmet Rıza Bey ile Doktor Kazım ise bu örgütün temsilcileri olarak Pa-
ris'e gidiyorlardı.
Ġttihat ve Terakki bu dönemde Sultan Abdülhamit'e karĢı hem iç'te,
hem de dıĢ'ta muhalefet ediyor, ancak o denli etkin olamıyordu. Bu baĢa-
rısızlığın çeĢitli nedenleri bulunuyordu. Ancak temelde neden, Ġttihat ve
Terakkinin felsefesinin yeterince netlik kazanamaması ve hedefinin de
Anayasanın ilanı ve Meclisin açılması ile sınırlı kalma-sıydı.
Örneğin Ġttihat ve Terakkinin tesis etmek istediği ekonomik sistem ko-
nusunda tam bir belirsizlik bulunuyor, örgütü kuranlar bu önemli konuyu
kulak ardı ediyorlardı. Bu nedenle Ġttihat ve Terakki 20'nci yüzyılın baĢına
kadar ciddi bir etken durumuna gelemiyor, Tanzimatın cılız bir uzantısı
görünümünde varlığını sürdürüyordu.
Bu aĢamada cereyan eden en önemli olay, Sultan / Halife Abdül-
hamit'in eniĢtesi, Naciye Sultanın eĢi, eski Ticaret Nazırı (ki bu neden-le
damat Mahmut Celalettin PaĢa Ġstanbul ve Londra tüccar kolonile-rinin
önde gelenleriyle sıkı fıkı oluyor, adeta Tüccarlar OligarĢisinin saraydaki
siyasal uzantısı olarak faaliyette bulunuyordu) Mahmut Celalettin Pa-
Ģa'nın, oğulları Sabahatin ve Lütfullah Beylerle birlikte Paris'e kaçarak
Jön Türklere katılması oluyordu.

246
Bağdat Demiryolu, Bay Maimon'un Grubu ve Osmanlı Liberalleri-
nin Ataları: Mahmut Celalettin ve Oğulları…

Osmanlı Liberallerinin önderliğini yapacak olan Prens Sabahattin'i si-


yaset sahnesine çıkaran olay, Ġngiliz kökenli Bay Maimon (Maymon) ve
grubunun Bağdat Demiryolu ayrıcalığına talip olması ile baĢlıyordu. Ab-
dülhamit'in eniĢtesi olan eski Ticaret Nazırı Mahmut Celalettin PaĢanın
oğullarına müzik dersi veren Mösyö Çeza Heke bir gün Prens Sabahat-
tin'e, bir Ġngiliz dostunun kendileriyle mutlaka görüĢmek istediğini bildi-
riyor ve Bay Maimon'a bu yoldan bir randevu sağlıyordu. Musevi kökenli
bir Ġngiliz olan Bay Maimon iki kardeĢe kendisinin ve grubunun çok güç-
lü olduğunu, Demiryolu ayrıcalığının kendi grubuna verilmesi halinde
Osmanlı Devletinin önemli bir müttefik kazanacağını bildiriyordu. Prens
Sabahattin Bay Maimon'un bu arzusunu babasına iletiyor, o da talebi ade-
ta kendi fîkriymiĢ gibi Sultan / Halifeye empoze etmeye çalıĢıyordu. An-
cak Abdülhamit uzun bir süre eniĢtesine umut veriyor, fakat son anda
Bağdat Demiryolu ayrıcalığını Almanya'ya tanıyordu. Mahmut Celalettin
PaĢa Abdülhamit’in bu tavrını "Ülke menfaaatleri aleyhine bir dıĢ politika
izlemekle suçluyordu. Uzun görüĢme, mütalaa ve istiĢarelerden sonra
oğullarıyla birlikte ülkeyi terkederek, Avrupa'ya gitmeye karar veriyordu,
Mahmut Celalettin PaĢa ve oğulları yurt dıĢına gittikten bir süre sonra Jön
Türk muhalefetine katılıyor, bu sırada PaĢanın oğlu. Prens Sabattin ön
plana çıkıyordu.
Prens Sabahattin baĢlangıçta Ġngiliz yanlısı bir siyaset izleyerek Sultan
Abdülhamit'e muhalefet ediyordu. Bu muhalet bir bakıma Tanzimat'ın ana
fikri çerçevesinde tezahür ediyor, Sabattin Bey temel görüĢleri daha bir
formüle ediyor, ihtilalci bir yol izleyerek Mutlakiyetin bir askeri darbe
yapılarak yıkılmasını öngörüyordu. Buna paralel olarak Osmanlı bünyesi
içindeki gayrimüslim kavimilere bazı vaat-

247
lerde bulunarak onları da bu darbeci hareketin yanına ve saflarına çekmeyi
amaçlıyordu.
Nihayet bu görüĢler çerçevesinde muhalefeti güçlendirmek, muha-
lefetleri birleĢtirmek ve derleyip toparlamak amacıyla bir Jön Türk Kong-
resi toplamaya çalıĢıyordu. 1902 yılının 4 ġubat günü de bu amacına ula-
Ģıyordu. Fakat ilginç bir rastlantı sonucu Birinci Siyonist Kongresini top-
layan Theodor Herzl de Jön Türk kongresinin hazırlığının yapıldığı gün-
lerde, Ġstanbul'da Abdülhamit ile görüĢmenin yollarını araĢtırıyordu.
Herzl Ġstanbul'u ilk kez 2'nci Wilhelmin de burada bulunduğu 1898'de
ziyaret ediyor, fakat Sultanla görüĢemiyordu. Siyonist lider 1901'de yeni-
den bu kente geliyor, 17 Mayısta PadiĢah tarafından kabul ediliyordu.
Hatta 2'nci Abdülhamit kendisine Mecidiye NiĢanı veriyordu. Theodor
Herzl 1902 yılının ġubat ayında tekrar Ġstanbul'a geliyordu. Ama bu kez
de eli boĢ dönüyordu. ĠĢte, Herzl'in Ġstanbul'dan eli boĢ döndüğü ġubat
ayının ilk günlerinde, Sultan Abdülhamit'in yurt dıĢındaki muhalifleri de
Paris'te (masrafını Prens Sabahattin'in ödediği) Birinci Jön Türk Konrgre-
sinde bir araya geliyordu.
Bu kongreye son derece ilginç ve kısa bir gelecekte çok önemli roller
oynayacak muhalifler katılıyordu. BaĢta, Ģahsen borçlanarak -kime borç-
landığı pek belli değildi- kongreyi finanse eden Ġngiliz yanlısı Prens Saba-
hattin ile kardeĢi Prens Lütfullah yer alıyordu. Daha sonraları Arnavutlu-
ğun kurulmasında önemli roller oynayacak olan Arnavut Milliyetçisi Ġs-
mail Kemal kongreye katılanlar arasında bulunuyordu. Onu, Mustafa Ke-
mal'e suikast giriĢiminde bulunduğu için idam edilecek olan Dr. Nazım
izliyordu. II'nci MeĢrutiyetin ilanından sonra açılan Meclisi Mebusana
baĢkanlık yapacak olan Ahmet Rıza, Mithat PaĢanın oğlu Ahmet Mithat,
torunu Kemal Mithat, Kürt Milleyetçisi Abdurrahman Bedir Han, Ermeni
Milliyetçisi Sisliyan, Rumlar adına eski Posta Nazırı Musuris Gidis ve
Avukat Dr. Fardis hep bu kongreye katılan delegeler arasında bulunuyor-
lardı.
Kongre, Jön Türklerin ikiye bölünmesiyle sonuçlanıyordu. Bu bö-
lünmenin görünür nedenlerine paralel olarak bir de görünmeyen ne-
denleri vardı.
Görünürdeki nedenlerinin baĢında dıĢ müdahale konusu geliyordu.
Prens Sabahattin ve yakın arkadaĢları MeĢruti MonarĢinin sağlanabilmesi
için bir askeri darbenin baĢlamasını, bu darbenin baĢarıya ulaĢmaması
halinde ise -Ġngiltere, Fransa vs. gibi- dıĢ ülkelerin Os-

248
manlı Devletine müdahale etmelerinin sağlanmasını istiyorlardı. Buna
karĢılık Ahmet Rıza Bey Askeri darbe ve dıĢ müdahale fikrine karĢı çıkı-
yordu.
Görünürdeki diğer bir neden de Prens Sabahattin ve arkadaĢlarının
Osmanlı egemenliği altındaki gaynmüslim kavimlerin bazı taleplerini
toptan reddetmek yerine dikkate alınmasını istemeleriydi. Daha açıkçası
ise Ermeni, Rum ve hatta Kürt ayrılıkçılarının bu taleplerinin gözönünde
bulundurulmasını istemeleriydi. Prens Sabahattin bu konuda bir çeĢit
Ademi Merkeziyet, daha doğrusu Ġngiltere'nin planları doğrultusunda
"Osmanlı Konfederasyonu"na gidecek bazı adımların atılması eğilimini
taĢıyordu. Buna karĢılık Ahmet Rıza Bey bu konuda tutucu davranıyor,
meseleye vatanperver bir yaklaĢımla bakıyor, Merkeziyetçi tavrından
kesinlikle ödün vermiyordu.
Birinci Jön Türk Kongresi aslında, Osmanlı Ġmparatorluğunun son dö-
nemi ve Cumhuriyet Devri bakımından çok önemli fikirlere, tartıĢmalara
ve ayrılıklara sahne oluyordu.
Her Ģeyden önce Prens Sabahattin ile Ahmet Rıza Bey arasındaki ça-
tıĢma -ki bu çatıĢmaya sen-ben kavgası gözüyle bakılıyordu- Prens Saba-
hattin'in (aĢırı derecede) Ġngiltere'nin görüĢlerini benimsemiĢ olmasından
kaynaklanıyordu. Prens Sabahattin'in yaĢamında Bağdat Demiryolu ayrı-
calığının Ġngiltere'ye verilmesi talebiyle baĢlayan -ki bu iĢ için önemli bir
rüĢvetin döndüğü iddiası da vardı- Anglosakson Liberal tavır, "Adem-i
Merkeziyet, TeĢebbüs-i ġahsi" öğretisiyle sosyolojik bir tabana oturacaktı.
Böylece Prens Sabahattin Ġngiliz Liberalizminin üzerinde bir "Osmanlı
Konfederasyonu" arayıĢına girmiĢ bulunuyordu. Bu açıdan bakıldığında
Gülhane Hattı Hümayununu okuyarak Tanzimat Devrini baĢlatan Mustafa
ReĢit PaĢa'nın gerçek mirasçısı olarak Prens Sabahattin ortaya çıkıyordu.
Ahmet Rıza Bey ise MeĢrutiyetçiydi ama o sadece positivistti. Ekono-
mik bakımdan tercihlerini tam olarak ortaya koymuyordu. Ahmet Rıza
Bey, Birinci Jön Türk Kongresinde karĢı grubun lideri konumuna gelince,
örgütün adını, Osmanlı Terakki ve Ġttihat Cemiyeti adına çeviriyordu. Bu
örgüt gelecekte, Selanikte kurulan Osmanlı Ġttihat ve Terakki örgütüyle
bütünleĢecekti.

249
Ġhtilal Üssü: Selanik

Prens Sabahattin uzun süre Adem-i Merkeziyet ve TeĢebbüs-i ġahsi il-


kelerini egemen kılacak bir MeĢruti MonarĢi tesis etmek amacıyla darbe
yapacak askeri bir örgüt tesis etmeye çalıĢacak, fakat bir türlü baĢarılı
olamayacaktı. Buna karĢın Ahmet Rıza Bey'in örgütüyle bütünleĢen Sela-
nik Ġttihat ve Terakki -gizli- örgütü bir baĢka ilke -kollektivist- yönünde
bunu gerçekleĢtirecek, bünyesine kattığı ordu mensuplarının fedakarca
gayretleriyle Abdülhamit'e MeĢruti MonarĢiyi ilan ettirecekti. Örgüt, bu-
nunla da yetinmeyecek, Mutlakiyetçi padiĢahı tahttan indirip yerine adeta
kukla bir padiĢah oturtacak, böylece MeĢruti MonarĢi görünümünde kendi
tek parti iktidarını tesis edecekti.
Ġttihat ve Terakki'nin Selanik oluĢumu, tüm ayrıntılarıyla ele alın-
dığında Jön Avrupa örgüt modeli için ideal bir yapılanma yansıtıyordu.
Bu yapılanmanın temelinde Ġbrahim Temo'nun Ġtalya'da inceleyerek Os-
manlıya yansıttığı Mason / Carbonari oluĢumuna bir de asker öğesinin
eklenmesi yatıyordu. Böylece özgürlükçü gizli örgüt Ģiddeti siyasal bir
araç olarak çekinmeden kullanacak ve Ġstanbul'daki "Merkezi Otorite"ye
alternatif olarak Selanik'i de bir "güç ve otorite merkezi" haline getirecek-
ti. Bu baĢarısında ise Selanik, dolayısıyla Makedonya bölgesinin kendine
özgü sosyal, etnik, siyasi ve ekonomik zeminin rolü oluyordu. Selanik'in
etnik, ekonomik ve siyasi yapısı birbiriyle son derece ilintili ve uyumluy-
du.
Selanik çok eski devirlerden itibaren önemli bir ticaret limanı nite-liği
taĢıyordu. Bu nedenle de baĢta Fenike ve Kartaca olmak üzere tüccar Sa-
mi kavimlerin önemli bir üssü durumunda bulunuyordu. Bunun sonucu
olarak Selanik güçlü bir "tüccar kolonisi" tarafından kontrol ediliyordu.
Selanik'in ticari önemi özellikle 2'nci Bayezit döneminde, Ġspanya'dan
gelen Musevilerin buraya yerleĢmesiyle artıyordu. Anadolu'daki Tüccarlar
OligarĢisinin rehberliği ve telkinleri sonucu Ġzmir ve Selanik Musevi Ce-
maatlerinin (bu göçler sonucu) kalabalıklaĢarak güçlenmesi Selanik'in
ticari gücüne yeni olanalclar sunuyordu. Nitekim, Ortodoks Balkanların
tamamiyle Osmanlı denetiminde bulunması, Orta ve Kuzey Avrupa'ya
uzanan yeni "Kara Ticaret güzergahının"

250
açılmasıyla sonuçlanıyordu. Bu güzergah Selanik'ten baĢlıyor, Viyana ve
Hamburg üzerinden Londra'ya kadar ulaĢıyordu. Viyana'dan ayrılan diğer
bir kol ise Dansig Limanını besliyordu. ĠĢ bununla da bitmiyordu. Selanik
- Viyana güzergahının ticari yoğunluğu, güçlü bir çekim alanı oluĢturuyor,
bunun sonucu olarak Tuna Nehri bir "Ticaret Nehri" konumuna geliyordu.
Böylece Rusçuk Limanı da önemli bir ticaret kolonisi meydana getiriyor-
du. Bütün bu ticari hareketler Selanik'te odaklaĢıyor, Selanik tam bir "Ti-
caret Metropol'ü" haline geliyordu. Tüm bu geliĢmelerde kuĢkusuz Sela-
nik'in Musevi halkının büyük rolü oluyordu.
Selanik, etnik bakımdan kozmopolit bir kentti. Daha doğrusu Os-manlı
kozmopolit halk yapısı ve kültürü Selanik'te daha bir belirginlik kazanı-
yordu. Halkın büyük çoğunluğu Müslümandı. Ancak ırksal bakımdan
Museviler, Rumlar, Türkler, Pomaklar, Arnavutlar, Slavlar, Makedonlar,
hatta Tatarlar Selanik'in etnik tablosu içinde dikkati çekiyordu. Bunun
dıĢında tabloda, bir de "Dönmeler" yer alıyordu. Musevilikten Müslüman-
lığa geçen ve aslen Yahudi olan Dönmeler diğer ce-matlarla da karıĢmıĢ
bulunuyordu. Ancak örf, adet, inanç bakımından "içine kapalı" bir cemaat
oluĢturuyordu.
Rum, Musevi ve Dönmelerde yüksek bir ticari yetenek bulunuyor ve
Selanik bu yetenek sayesinde Osmanlı toprakları üzerinde hem Avrupa ve
hem de Osmanlı Ġmparatorluğu bakımından tarihsel bir rol oynuyordu.
Selanik Orta ve Kuzey Avrupa güzergahında tam ortada yer alıyordu.
Deniz yoluyla Ġzmir, Lazkiye, Kudüs ve ġam'a bağlıydı. Selanik sadece
Osmanlı, Arap, Hint mallarını Avrupa'ya nakletmekle kalmıyor, Avrupa
ülkelerinden gelen çeĢitli mamul ürünleri de Asya'ya naklediyordu. Bu
nedenle ticari hareketlerin yanı sıra finansal hareketlere de sahne oluyor-
du. Bir bakıma Ġstanbul, Ġzmir ve ġam gibi, Osmanlı ekonomik yapısını
uluslararası spekülatif para sistemine entegre ediyordu. Uluslararası spe-
külatif ekonomik münasebetler, Selanik halkının fikirsel bakımdan diğer
bölgelere göre daha Liberal bir yapıya sahip olmasına yol açıyordu. Bir
yandan Avrupa diğer yandan Asya ticaret kolonileri ile iĢ yapan Selanik'in
kozmopolit halkı, Avrupa'ya daha yakın bulunması nedeniyle batı'dan
gelen fikirsel akımlardan daha fazla etkileniyordu. Kaldı ki Selanik ve
Viyana arasında sıkı organik bağlar da bulunuyordu. Henüz yüzyıl öncesi
Selanikli bazı Musevi tacirler Viyana'ya giderek yerleĢmiĢler, iki kentteki
cemaatler arasında adeta akrabalık tesis etmiĢlerdi. Nitekim Theodor
Herzl Vi-

251
yana'yı üs ediniyor, Rotschildlerin de yardımıyla, Selanik Musevi Cemaa-
tini siyasal bakımdan etkiliyerek yönlendirebiliyordu. 19'uncu yüzyılın
sonunda Viyana Musevi Cemaatinde Ġsrail'e dönüĢ konusunda Ģiddetli
"Siyonizm" rüzgarlar esiyor, Selanik Musevileri de rüzgarın Ģiddetine
kendisini kaptırıyordu.
Bu ticari ve fikirsel etkileĢime paralel olarak, Selanik'in de yer aldığı
Makedonya bölgesinin farklı bir siyasal durumu bulunuyordu. 1877 - 78
Rus Harbinden sonra toplanan Berlin Konferansı sırasında Ġngiltere'nin
talebi üzerine bu bölgede bir müfettiĢlik kurulmuĢ bulunuyordu. Bu mü-
fettiĢlik, Batı ülkeleri adına bölgede gözlem ve denetlemeler yapıyordu.
Gerçi müfettiĢlik bunu yöredeki gayrimüslimlerin hak ve hukuklarını ko-
rumak için yapıyordu. Ama müfettiĢliğin varlığı, Ġstanbul karĢısında Sela-
nik'e daha rahat hareket etmek olanağı sağlıyordu. Kaldı ki buradaki Ma-
son Locaları da müfettiĢlik sayesinde faaliyetlerini sürdürebiliyor, fikir
çalıĢmaları yapabiliyordu. Burası da muhakkaktı ki Selanik'teki (geniĢ
anlamda Rumelideki) Mason Locaları da, Roma, Viyana, Londra, Paris
gibi önemli kentlerdeki Mason Localarıyla organik bağ ve temas halinde
bulunuyordu. Nitekim bu temaslar sayesinde Sultan Abdülhamit'in mutlak
istibdatı altında uygulanan sansür Selanik'te pek iyi iĢlemiyor, kitap, gaze-
te ve dergiler gizli de olsa elden ele dolaĢıyordu.
Selanik'teki güçlü tüccar kolonisinin yanısıra bir de oluĢma evresini
yaĢayan sanayi vardı. Bu sanayi kuruluĢlarının baĢında ise ipek, dokuma,
sabun fabrikaları geliyordu. Nitekim, bu dönemde Avrupa'dan esen "sos-
yalizm" rüzgarları da, bu "emekçi" tabanda ve bazı dönme ailelerinde
etkili olacaktı. Ancak Selanik'in fikirsel zemininde egemen olan eğilim,
Liberalizmdi. Ticaret kolonilerinin siyasal tercihi olan Liberalizm, Selanik
Tüccarlar OligarĢisi tarafından da benimseniyor ve ateĢli bir biçimde sa-
vunuluyordu. Ne ki bu eğilim Müslüman tabana bilinçli bir Liberal tercih
olarak değil, mutlak iradesini müstebitçe uygulayan PadiĢaha karĢı özgür-
lükçü bir tepki olarak yansıyordu. Gerek Tüccarlar OligarĢisinin Liberal
eğilimi, gerekse Müslümanların özgürlükçü tepkisi MeĢruti MonarĢi tale-
binde odaklaĢıyor, Abdülhamit'in (Ģimdilik) anayasayı yürürlüğe koyması
ve Meclisi Mebusanı açması yeterli bulunuyordu.
Gerçi muhalefetin örgütlenmesi yönünde gerekeni Tüccarlar OligarĢisi
yapıyor, zemini hazırlıyordu ama (umulmadık bir sürprizle) karan, Os-
manlı subayları verecekti.

252
Fransız Ġhtilalinden itibaren baĢgösteren milliyetçilik akımlarına pare-
lel olarak Balkan bölgesinde baĢlayan merkezi otoriteye karĢı baĢkaldırı
hareketleri, kaçınılmaz olarak bu bölgede Osmanlı kolluk güçlerini de
harekete geçiriyordu. Buna bağlı olarak bölgedeki asker ve dolayısıyla
subay sayısı giderek yoğunlaĢıyordu. Bunun sonucu olarak önemli Balkan
kentlerinde kurulan ordu merkezlerine paralel olarak subaylara da kent
sosyal yaĢamında daha fazla rastlanıyordu.
Ekonomik bakımdan güçlü bir merkez olan Selanik de bu kentler ara-
sında yerahyordu. Kaldı ki Selanik, ticari yoğunluk nedeniyle önemli fi-
nans kaynaklarına da sahip bulunduğu için, eĢkiya, asi ve komitacı takibi
için ayrılan kuvvetlerin iaĢesi bakımından önemli bir konumda bulunu-
yordu. Bu konumu nedeniyle Selanik, bir askeri merkez durumuna da
gelmiĢ bulunuyordu.
Çoğunluğu genç ve okuldan henüz mezun olan bu subaylar, Ab-
dülhamit'in siyasetini daha çok askeri bakımdan eleĢtiriyorlardı. Subaylar
arasında ayırım yapılması, tayinlerin bekletilmesi, maaĢların zamanında
ödenmemesi, subayların son derece yoksul ve mağdur durumda bulunma-
sı, eĢkiya takibinde baĢarısız kalınması, teknik yetersizlik, silah ve cepha-
ne bakımından da yetersiz kalınması bu genç subayları padiĢaha karĢı
güvensizliğe, bunun sonucunda da baĢkaldırıya sevkediyordu.
Selanikin metropol konumunda bulunması ketteki geliĢmelerden böl-
gedeki kentlerinde de hemen etkilenmesine yol açıyordu. Bu kent-lerin
baĢında da Manastır, Ohri, Yanya, ĠĢkodra geliyordu. Nitekim, Selanik'te-
ki genç subaylar gibi bu kentlerdeki subaylar da Abdülhamit'in yönetim ve
siyasetlerinden rahatsızlık duyuyorlardı.
KoĢullar yeterince olgunlaĢıp. Selanik'teki muhalefet elle tutulacak ha-
le gelince, öncülüğünü Talat Bey'in yaptığı bir grup örgütlenme yolunda
ilk adımı atıyordu. Aslında bir Posta Memuru olan ve fakat Alliance Ġsrai-
lite tarafından da desteklenen -ki kendisi hem Mason, hem de BektaĢiydi-
Talat Bey -daha sonra 33'üncü dereceye yükseltilerek Süprem Konseyin
kurulmasına da önayak olacaktı- ticaret kolonisinin önde gelenleri, asker-
ler, aydınlar ve Masonlar arasında odak durumunda bulunuyordu. Muhale-
feti örgütlemek yönünde ilk adımı atan Talat Bey, Selanik'teki BeĢ Çınar
Bahçesine topladığı Askeri RüĢtiye Müdürü Bursalı Tahir Bey, aynı RüĢ-
tiyenin Fransızca hocası Naki Bey, eski Ġzmir Valisi Rahmi Bey (Celal
Bayar'ın siyasi hamisi, Nejat EczacıbaĢı'nın büyük kayınpederi), Üçüncü
Ordu MüĢirlik Ya-

253
veri YüzbaĢı Kazım Nami (Duru) Bey, Ġ. Hakkı Baha Bey, YüzbaĢı Edip
Servet Bey, Ġsmail Canbolat bey, Ömer Naci Bey, Mithat ġükrü (Bleda)
Bey ile "Osmanlı Hürriyet Cemiyetini" kuruyordu. Bu örgüt daha sonra
adını değiĢtirerek Osmanlı Ġttihat ve Terakki Cemiyeti olacak ve Paris'teki
Ahmet Rıza'nın baĢını çektiği örgütle birleĢecekti. Bu örgütte Emmanuel
Karasso, Dr. Nazım, Cavit Bey gibi isimler de yer alacaktı.
Selanik'te kurulan Ġttihat ve Terakki gizli örgütünün en önemli özelliği
bir Mason / Carbonari örgütlenme biçimini yansıtmasıydı. Talat Bey'in
aynı zamanda Mason olması ve onu Mason yapan Emmanuel Karasso'nun
örgütün tüm desteğini Talat Bey'in arkasına vermesi, bu örgütte üye bulu-
nan önde gelen Selanikli tüccar, iĢ adamı, aydın ve sermaye sahiplerinin
desteğini de vermesi anlamına geliyordu. Selanik'te kurulan Osmanlı Ġtti-
hat ve Terakki örgütünün diğer muhalif örgütlerden farkı, aynı zamanda
emrinde kıta bulunduran subayların da Ġttihat ve Terakkiye "ihtilal yap-
mak amacıyla" girebilmesiydi. Nitekim, bu durum bir süre sonra örgütün
siyasal yapısına ve hedeflerine de yansıyacaktı.
Ġttihat ve Terakkinin sivil tabanı ve destekçileri (serbest meslek sahibi
olmaları nedeniyle) genellikle Liberal fikirli aydınlardı. Kaldı ki Ġttihat ve
Terakkinin Masonik bir örgütlenme içinde bulunması, Liberal Mason
düĢüncesinin de örgüte yansımasına neden oluyordu. Bu kanat özde MeĢ-
ruti MonarĢinin tesis edilmesini, anayasal düzenin sağlanmasını ve Mecli-
si Mebusanın açılmasını yeterli buluyordu. Sosyal düĢüncelerini açıkça
ortaya koymuyor, sonradan Cavit Bey tarafından ateĢli bir biçimde açıkla-
nacak olan Liberal ekonomik görüĢlerini Ģimdilik gözden ırak tutmayı
baĢarıyorlardı. Talat Bey de bu grupta yer almasına karĢın ortada görünü-
yor, gruplarüstü bir siyaset güder gibi görünüyordu.
Ġttihat ve Terakki kuĢkusuz bir "ihtilal örgütü"ydü. Bu nedenle ihtilali
gerçekleĢtirecek "silahlı güçlere" gereksinimi vardı. ĠĢte bu gereksinim
nedeniyle kapılarını askerlere (subaylara) açmak zorunda kalıyordu. Ne ki
örgüte giren askerlerin dünya görüĢü de son derece farklıydı. Bu subaylar
herĢeyden önce, ayrılıkçı çeteler, komitacılar ve eĢkiyalarla silahlı çatıĢ-
maya girip çıkan insanlardı. Dolayısıyla onların gözünde vatan, millet,
bayrak, Ģan, Ģeref, namus gibi Liberalizmin o denli önem vermediği kav-
ramlar son derece kutsaldı. Diğer taraftan bu genç subaylar daha yakın bir
geçmiĢte Osmanlı Ordusu'nu modernize

254
etmek amacıyla Almanya'dan getirilen Prusya askeri disiplininin temsilci-
si olan general ve subayların öğrencileri tarafından yetiĢtiriliyorlardı.
Prusya Ordusu ise Alman kollektivizminin ve idealizminin üniformalı
ifadesinden baĢka bir Ģey değildi. Keza Prusya Ordusu Alman Milliyetçi-
liğinin de ifadesini bulduğu önemli bir kurum niteliği taĢıyordu. Bu gene-
ral ve subayların yetiĢtirdiği Türk subaylarının Prusya kökenli düĢünce ve
tercihlerden etkilenmemesi mümkün değildi.
Osmanlı Ġttihat ve Terakki Cemiyetinin en önemli özelliği, gizli bir ör-
güt olmasıydı. Nitekim bu özelliğini her zaman muhafaza edecek, Ġttihat
ve Terakki Fırkası adıyla partileĢtiği dönemde bile gizli örgüt niteliğini
yitirmeyecekti.
Ġttihat ve Terakkinin örgütsel yaĢamı dört dönemden oluĢuyordu.
• Birini dönem; kuruluĢundan Mahmut ġevket PaĢa suikastına ka-
darki süreci kapsıyordu. Bu süreç içinde de üç önemli aĢama bulunuyordu.
KuruluĢla baĢlayıp MeĢrutiyetin ilanıyla varılan aĢama, Meclisi Mebusa-
nın açılıĢıyla baĢlayıp seçim ve partileĢme olaylarıyla varılan 31 Mart
aĢaması. Hareket Ordusunun Ġstanbul'a gelerek Abdülhamit'i hal etmesiyle
baĢlayıp Babıali baskınından sonra varılan Sadrazam Mahmut ġevket PaĢa
Suikastı aĢaması.
• Ġkinci Dönemi; Mahmut ġevket PaĢa suikastıyla baĢlayıp Birinci
Dünya SavaĢıyla sona eren dönem oluĢturuyordu. Bu dönemin en önemli
özelliği tek parti dönemi olmasıydı.
• Üçüncü dönem; Birinci Dünya SavaĢı'nın sona ermesiyle baĢlayıp
Hilafetin kaldırılmasıyla noktalanan süreçti.
• Dördüncü Dönem; Hilafetin kaldırılmasıyla baĢlayıp, devam eden
süreçti...

255
ĠTTĠHAT VE TERAKKĠ'NIN DÖNEMLERĠ...

Birinci Dönem:
1895 yılında Selanik'te kurulan Ġttihat ve Terakki, Ahmet Rıza Bey'in
Paris'te kurduğu Terakki ve Ġttihat Cemiyetiyle birleĢirken, Ahmet Rıza
Bey'in ortaya koyduğu en temel koĢul positivist görüĢlerinin benimsenme-
si ve ülke birliğinin korunmasıydı. Selanik Grubunun siyasal ilkeleri ağır
basıyor, ekonomik ilkeler o denli belirginlik arzetmiyordu. Siyasal ilkele-
rin baĢında ise MeĢrutiyetin ilanı, yani anayasanın yürürlüğe konulması ve
Meclisi Mebusanın açılması geliyordu. Buna paralel olarak ifadesini Na-
mık Kemal ve Ziya Gökalp çizgisinde bulan "vatan ve millet" kavramla-
rında belirginleĢen bir "milliyetçiliğin" izlerine de rastlanıyordu. Ġttihat ve
Terakkinin birinci döneminde Alman idealizmiyle pekiĢmiĢ sosyal devlet
veya kollektivist fikirlerin tezahürlerine ise o denli belirgin biçimde rast-
lanmıyordu.
Ġttihat ve Terakkinin bu dönemde en karakteristik yönünü sivil / asker
örgüt dokusu içinde bulunması oluĢturuyordu. Gizli örgütün "Fedai TeĢki-
latı" -ki bu teĢkilat benzerlerine Batı ülkelerinde sık rastlanan ve Ģiddet
eylemlerinde bulunan terörist teĢkilatları anımsatıyordu- özellikle asker-
lerden oluĢuyordu. Nitekim örgütün merkezi otorite karĢısında alternatif
bir yerel otorite teĢkil etmesi, bu fedailerin gerçekleĢtirdiği terör eylemleri
sayesinde mümkün oluyordu. Bunun sonucu olarak asker üyelerin örgüt
içinde sivillere oranla daha saygın bir

256
konumu bulunuyordu. Bu konum ilerde örgütün beynini teĢkil eden "Mer-
kezi Umumiye", dolayısıyla sosyoekonomik ve siyasal programına da
yansıyacaktı.
Bu bakımdan Ġttihat ve Terakki Birinci Dönemde, eylemci bir karakter
de yansıtıyordu. Bu eylemci tavır ise giderek örgüt içindeki silahlı güçlere
ağırlık ve söz hakkı kazandırıyordu.
Birinci Dönemde Ġttihat ve Terakki içinde sivil kanadı teĢkil edenler ile
Prens Sabahattin ve grubu arasında o denli belirgin bir ayrılık gözleniyor-
du. Bu ayrılık daha çok Prens Sabahattin ile Ahmet Rıza Bey arasında
"kiĢisel rekabet" Ģeklinde değerlendiriliyordu.
Bir baĢka dikkat çekici husus ise Ġttihat ve Terakki'nin bu dönemde
hızla örgütlenmesi meselesiydi. Nitekim Selanik'ten baĢlayan bu örgüt-
lenme hemen Manastır'a sıçrıyor, Erzurum ve Diyarbakır gibi Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'daki merkezlerde ortaya çıkıyor, oradan Basra'ya
kadar uzanıyordu. Böylece Balkanlardan Basra Körfezine kadar uzanan
bir örgüt ağı kuruluyordu. Bundan sonraki örgütlenme bu ağın üzerine
oturacaktı. Aynı Ģekilde Birinci Dönemdeki yaygın örgütlenme Selanik'te
olduğu gibi diğer merkezlerde de esnaf - tüccar -asker - aydın bazında
gerçekleĢiyordu.
Ġttihat ve Terakkinin bu dönemde elde ettiği en önemli baĢarı olan
MeĢrutiyetin ilanı, Enver ve Niyazi Beylerin dağa çıkmaları ve askerlerin
rol oynadığı Firzovik Olayı, silahlı güçler tarafından gerçekleĢtiriliyordu.
Askerlerin bir karar eylemine kalkıĢmasının nedeni ise Rus Çarı ile Ġn-
giltere Kralının Reval'de bir araya gelip Osmanlı Devleti'nin kaderi üze-
rinde görüĢerek,paylaĢılması konusunda mutabakata varmalarına dayanı-
yordu. Aslında Ġngiliz - Rus iĢbirliği, bu iki ülkenin geleneksel beraberli-
ğinden baĢka bir Ģey ifade etmiyordu. Ne ki Reval mutabakatı, Ġttihat ve
Terakkiyi nihai sonucu almak üzere harekete geçirirken, örgütün yönetici-
lerini de Almanya'ya daha sıcak bakmaya sev-kediyordu. 1877-78 Osman-
lı - Rus Harbinin hemen ardından, Bismarck'ın aracılığıyla Osmanlı Dev-
leti'nin Alman desteğini yanında hissetmesi, kaçınılmaz olarak Reval gö-
rüĢmelerine karĢı da Osmanlıda Almanya'ya sempati duyulmasına yol
açıyordu. Buna bir de Alman askeri danıĢmanlarının Osmanlı genç subay-
larıyla yakın mesleki iliĢki içinde bulunması eklenince bu durum taraflar
arasındaki yakınlaĢmaya ayrı bir anlam kazandırıyordu.
Helmuth von Moltke ve Colmar von der Goltz gibi ünlü Alman

257
generallerinin Ġstanbul'a gelerek askeri danıĢman olarak görev yapmaları
Osmanlı subayları arasındaki Prusya cereyanını pekiĢtiriyordu. Kaldı ki,
Colmar von der Goltz gibi askerler aynı zamanda ünlü Alman silah firma-
larının temsilciliğini de yapıyorlardı. Böylece iliĢkiler askeri konularla
sınırlı kalmıyor, aynı zamanda ticari bir nitelik de alıyordu.
Nihayet Prusya eğitiminden geçen ve Alman kollektivist fikirleri-nin
etkisi altında kalan genç "pozitivist" subaylar Ġttihat ve Terakki içinde
güçlendikçe, fikirleri de giderek örgütün düĢünsel zemininde etkinlik ka-
zanıyordu.
MeĢrutiyetin ilanı aĢamasında Ġttihat ve Terakki Cemiyeti yine de
Mustafa ReĢit PaĢa'nın Liberal dünya görüĢlerinden o denli uzaklaĢmıĢ
sayılmazdı. Nitekim Abdülhamit'in anayasayı yeniden yürürlüğe koyma-
sıyla birlikte çok geniĢ bir yelpazede siyasal örgütlenme faaliyetleri yo-
ğunlaĢıyordu. Ancak bu siyasal faaliyetler Ġttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
-belli oranda- denetimi altında cereyan ediyordu. Kaldı ki, özgürlük orta-
mının sağlanmıĢ olmasına karĢın yine de "Cemiyet-i Hafiye" (gizli örgüt)
vasfını koruyor, ilk ağızda hemen partileĢmekten kaçınıyordu. Ancak
Ġttihat ve Terakkinin bu siyasetinin doğruluğu kısa zamanda ortaya çıkı-
yordu. Anglosakson güdümlü Liberal grup sayıca az ve yetersiz olduğu
için bir süre sonra Ġslam siyaseti yapan dinsel / siyasal grup ile temas ku-
ruyordu. Nitekim bu grubun lideri konumunda bulunan ve Kıbrıstayken
Ġngilizlerle de organik bağ içine girmiĢ olan DerviĢ Vahdeti, Ġttihat ve
Terakkinin siyasal örgütlenme modelini kullanarak Ġttihad-ı Muhammedi
örgütünü kuruyordu. Üstelik Prens Sabahattin ve yandaĢları da bu örgüte
sempati ile bakıyorlardı. Zira oluĢması planlanan Osmanlı Konfederasyo-
nu (veya Balkan, Önasya, Kafkasya, Ortadoğu Konfederasyonu) Ġslamiyet
zeminine oturacağından böyle bir örgüte gereksinim duyuluyordu. Kaldı
ki Prens Sabahattin Ġttihad-ı Muhammedi Cemiyetini, Liberal ilkelerini
egemen kılabilmek için bir "ihtilal örgütü" olarak kullanmayı da planlı-
yordu. Prens Sabahattin, iktidarı ele geçirebilmek amacıyla daha önce
askeri darbe planları yapmıĢ, hatta iĢi uygulama alanına bile dökmüĢtü.
Ancak bazı aksaklıklar olunca askerleri kullanmaktan vazgeçmiĢti. Hele
bir de askerler Ġttihat ve Terakki ile bütünleĢince Prens Sabahattin bu kez
köktendinci örgütü, bir öncü ihtilal örgütü olarak kullanmak yönüne git-
miĢti. Bu nedenle de Ġttihadı Muhammedi Cemiyeti ve Cemiyetin lideri
DerviĢ Vahdeti -ki kendisi Ġngilizler tarafından düzenlenen bazı ba-

258
lolara katılacak kadar Londra'ya yakındı- Prens Sabahattin'e sempati ile
bakıyorlardı.
Prens Sabahattin siyasal ve ekonomik Liberalizmini geniĢ kitlelere da-
yandırabilmek amacıyla oluĢturduğu Adem-i Merkeziyet politikası çerçe-
vesinde Ermeni, Rum, Kürt vs. halklara ayrı yönetimlerini oluĢturmak
vaatlerinde bulunuyordu. Bir yandan köktendincilere, diğer yandan Os-
manlı Devleti bünyesindeki milliyetçi akımlara göz kırpıyordu. Ya-
ni,Prens Sabahattin ile DerviĢ Vahdeti arasındaki iletiĢim, kökenleri ve
güçlü nedenleri bulunan bir siyasetten kaynaklanıyordu.
Nitekim Liberal ve köktendincilerin ortak faaliyetleri "pozitivist" Ġtti-
hat ve Terakki üyeleriye sempatizanlarını kısa zamanda "dinsiz bir kitle"
durumuna düĢürüyor, kıĢkırtma ve tahrikler ordu içinde bazı "aĢırı dindar"
odakları sokağa döküyordu. "31 Mart Olayı" diye adlandırılan hareketi
organize edenler, yine askerleri kullanarak Ġttihat ve Terakki ağırlıklı
Meclis-i Mebusanı basıp, Ġttihadı Muhamedi güdümlü bir Meclise dönüĢ-
türmeyi amaçlıyorlardı. Ancak bu aĢamada, Ġttihat ve Terakkinin gerçek
vurucu gücünü oluĢturan askeri kanat harekete geçiyordu. Nitekim, ayak-
lanmayı bastırmak üzere oluĢan ve Ġstanbul üzerine yürüyen (toplama) bir
orduya "Hareket Ordusu" adı veriliyordu.
Hareket Ordusunun hazırlanması ve Ġstanbul'a gönderilmesi aĢa-
malarında en önemli rolü Kerkük asıllı, ana tarafı Türk, lakabı ise "Arap"
olan Mahmut ġevket PaĢa oynuyordu.
Bu olay sırasında Kosova Valisi bulunan Mahmut ġevket PaĢa -kimi
zaman hıĢmına uğramıĢ olsa bile- hem Abdülhamit'in hem de ünlü Alman
generali Colmar von der Goltz'un son derece makbul bir adamıydı.
19'uncu yüzyılın ortasında doğan, 500 bin Mavzer silahının alımı sıra-
sında Almanya'ya giden ve 10 yıl Orta Avrupa'da yaĢayan PaĢa, tam bir
Prusya eğitimi almıĢ bulunuyordu. Nitekim henüz 1871 Komününün güç-
lü rüzgarlarının estiği, Bismarck'ın sosyal devlet öğretisinin heyecanla
karĢılandığı ve Rosa Luxemburg'ların en ateĢli mücadelelerini sürdürdüğü
bir dönemde bu ülkede bulunan Mahmut ġevket PaĢa'nın, bu akımların
etkisi altında kalmaması düĢünülemezdi. Üstelik Prusya disiplini görmüĢ
ve bu askeri eğitimi almıĢ bir subaydı. Dolayısıyla, kollektivist eğilimi bir
kez daha pekiĢmiĢ, askerliğin gerektirdiği hamaset duygularıyla da coĢ-
muĢtu.
Onun bu eğilimi, Abdülhamit'in Ġngiltere ve Almanya arasında

259
gidip gelen ve daha çok da Alman kollektivizmini yeğleyen oportünist
siyasetleriyle de çeliĢmiyordu. Zira Abdülhamit Ġngiltere ile olumlu iliĢki-
lerini Kamil ve Sait PaĢa gibi Liberal eğilimli devlet adamları vesilesiyle
sürdürürken, Almanya ile olumlu iliĢkileri de Mahmut ġevket ve Mahmut
Muhtar PaĢalar gibi kollektivist eğilimli devlet adamlarının üzerinden
tesis ediyordu.
Mahmut ġevket PaĢa bununla birlikte, Sultan / Halife Abdülhamit'in
uluslararası siyasetini çok iyi sindirmiĢ bulunuyordu. Abdülhamit'in iç
siyasetindeki yanlıĢlarını görüyor, fakat hiç bir zaman açıktan muhalefet
etmiyordu. Ne ki KosovaValisi bulunduğu sırada Makedonya'da yoğunla-
Ģan Ġttihat ve Terakki örgütünün faaliyetlerini dikkatle izliyordu. Ancak
bu faaliyetlere, görev ve yetkilerini aĢacak herhangi bir müdahalede bu-
lunmuyor, doğal görevlerinin ötesinde, tarafsız bir gözlemci gibi davranı-
yordu. Bununla birlikte Ġttihat ve Terakkiye üye de olmuyordu.
Mahmut ġevket PaĢa, Ġttihat ve Terakkinin iktidara yürüyüĢünü her-
kesten iyi ve herkesten önce görüyordu. Hatta, kendi Yaverinin bile Ġttihat
ve Terakki üyesi olduğunu biliyor, göz yumuyordu. Kısacası Mahmut
ġevket PaĢa ruhen Sultan'a, mantıken ise çağdaĢ batı düĢüncesine bağlı
idi.
Mahmut ġevket PaĢa, MeĢrutiyetin ilanına neden olan önemli ey-
lemlerden birini teĢkil eden Firzovik Olayında, dolaylı olarak etki yapmıĢ-
tı. Arnavutların toplandığı Firzovik'e Ġttihatçı olduğunu bildiği Yarbay
Galip Bey'i göndermiĢ, o da Arnavutların Abdülhamit'e bir telgraf çekerek
gözdağı vermelerini söylemiĢti. Mahmut ġevket PaĢa, Hareket Ordusunun
Ġstanbul'a gönderilmesinden sonra Yıldız Sarayının güvenliğinin sağlan-
masına yine bu Ġttihatçı subayı, Galip Bey'i tayin edecekti. Galip Bey
Abdühamit'in hal'i sırasında odada bulunan sayılı kiĢilerden biri olacaktı.
Kısacası Mahmut ġevket PaĢa Ġttihatçı olmamasına karĢın Ġttihatçılarla
iĢbirliği yapmaktan kaçınmıyor, bunun yanısıra PadiĢaha olan saygı ve
bağlılığını da muhafaza ediyordu.
PaĢa, MeĢrutiyetin ilanını ve daha sonra geliĢen olayları büyük bir sü-
kunetle izliyordu. Bununla birlikte 31 Mart Olayı patlak verince derhal
harekete geçmekten çekinmiyordu. Ġddiaya göre Hareket Ordusunu oluĢ-
turabilmek için eĢinin mahdut servetini kullanmaktan kaçınmıyordu. Bu
iddianın abartılı olduğu düĢünülse bile, Mahmut ġevket PaĢa'nın orduyu
hazırlamak için Makedonya'daki ticaret kolonisinden

260
yardım talep etmesi ve alması daha gerçekçi bulunuyordu.
Mahmut ġevket PaĢa'nın önderliğinde hazırlanan Hareket Ordusu Ye-
Ģilköy'e vardığında, ordu komutanlığını yüklenmiĢ bulunan Hüseyin Hüs-
nü PaĢa ile Kurmay BaĢkanı Mustafa Kemal Bey ayaklananlara ve Padi-
Ģaha karĢı son derece bilenmiĢ durumdaydılar. Mustafa Kemal Bey Hüse-
yin Hüsnü PaĢayı da etkiliyordu. Hareket Ordusunun Ġstanbul'a giriĢiyle
birlikte bir askeri darbeyi baĢlatmak istiyordu. Ayaklanma kan dökülerek
bastırılacak, elebaĢları ve tertipçiler derhal idam edilecekti. Hatta iĢ, Ab-
dülhamit'in tahttan indirilmesine ve belki de saltanatın lağvedilmesine
kadar varacaktı. Zaten Hareket Ordusunun kente girdikten sonra aĢırı Ģid-
det kullanması, kaçınılmaz olarak karĢı Ģiddeti getirecek, böylece bir an-
lamda iç savaĢ baĢlayacaktı. Ġç savaĢta padiĢahın Hareket ordusundan
yana olması veya en azından tarafsız kalması düĢünülemezdi. Kaldı ki
Abdülhamit'in MeĢrutiyeti rafa kaldırmak amacıyla ve Kabasakal Mehmet
PaĢa, Nadir Efendi ve-sair gibi yakın adamları vasıtasıyla böyle bir karı-
Ģıklığın meydana gelmesi için sarfettiği çaba, onu bu kritik anda taraf
yapmıĢ bulunuyordu. Bu nedenle genç ve "Ġnkılapçı" kumandanların yö-
netimindeki Hareket Ordusu Ġstanbul'a girdiği takdirde iĢ, iç savaĢtan da
öte olumsuz aĢamalara ulaĢacak ve belki de içinden çıkılmaz bir durum
alacaktı. Ġhtimaller arasında genç subayların Yıldız'ı basması, Abdülha-
mit'i alaĢağı etmesi, hatta hanedanın saltanatına son vermesi bile yer alı-
yordu.
HerĢeye karĢın "Abdülhamit'in generallerinden" biri olan Mahmut
ġevket PaĢa bu varsayımların kokusunu Üsküp'teyken hissediyor, bir
emirle Hareket Ordusunu YeĢilköy'de durduruyor, Mustafa Kemal Kur-
may BaĢkanlığından uzaklaĢtırılıyordu. Bu arada Sadrazam Sait PaĢa -ki
Abdülhamit'e de yakın Liberal bir devlet adamıydı- YeĢil-köy'e gelerek
Mahmut ġevket PaĢa ile görüĢüyor ondan Abdülhamit'in hal edilmeyeceği
garantisini alıyordu. Abdülhamit bu garantiye güvenerek, kendisine bağlı
kuvvetleri harekete geçirmiyor, böylece muhtemel bir iç savaĢ önleniyor-
du. Bununla birlikte, ayaklanan birliklerin kaldıkları kıĢlalarda ve Fatih
gibi dinsel / siyasal semtlerde Hareket Ordusuna karĢı mevzi direniĢler
oluyor, fakat bu direniĢler de çabuk kınlıyordu. Gerçi Mahmut ġevket
PaĢa Sultan Abdülhamit'e "hal edilmeyeceğini" bildiriyordu ama, Meclis-i
Mebusanda kesin ağırlığı bulunan Ġttihat ve Terakki Grubu derhal "hal"
kararı alınması için kolları sıvıyor, ġeyhülislam da bu kararı onaylıyordu.
Bunun sonucu olarak Yıldız Sarayı'na gönderilen ve dört kiĢiden

261
oluĢan hal heyeti içinde, Selanik Tüccarlar OligarĢisinin ve Mason çevre-
lerinin en makbul adamı Emmanuel Karasso da bulunuyordu.
31 Mart Olayı'nın sonuçları arasında en önemlisi parti yönetiminde as-
kerlerin daha bir ağırlık kazanmasıydı. Askerler henüz Ġttihat ve Terak-
ki'nin yönetiminde kesin egemen değillerdi. Ama bu durum 31 Mart Ola-
yı'ndan itibaren değiĢmeye baĢlayacak ve sonunda örgüt içinde tek söz
sahibi askerler olacaktı.
31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasından sonra askerlerin giderek
ağırlık kazanmaya baĢlaması, Ġttihat ve Terakki içinde ilginç ve önemli bir
tablo çıkarıyordu. Bu tablo içinde hem individüalistler hem de kollekti-
vistler birlikte rol alıyorlardı. Örgüt Selanik tüccar kolonisine ve bu kolo-
ninin hinterland'ı olan Makedonya ve Rumeli OligarĢisine dayanıyordu.
2'nci Bayezit zamanında Ġspanya'dan kaçarak buraya yerleĢen Musevi-
lerin Orta ve Kuzey Avrupaya yeni bir ticari güzergah açmalarıyla Dinsel
Reform hareketinin baĢlamasına ekonomik zemin hazırlayan Selanik ko-
lonisi, bu kez de Ġttihat ve Terakki'yi örgütleyerek Osmanlı yönetiminde
temel bir değiĢime yol açıyordu. Ancak Selanik ticaret kolonisinin siyasal
eğilimi daha çok Anglosakson bireyciliği yönündeydi. Nitekim baĢta
Emmanuel Karasso, Nessim Mazliyah, Nessim Russo, Cavit Bey (avdeti)
gibi koloniyi ve OligarĢiyi temsil eden Museviler individüel dünya görü-
Ģünden gelmiĢ olmasına karĢın Ġttihat ve Terakki örgütünün giderek kol-
lektivist askerlerle siyasilerin, eline geçmesine seyirci kalıyor, hatta onla-
rın bu atılımlarına yardımcı oluyorlardı.
Bu tercihin arkasındaki neden kuĢkusuz OligarĢinin uzun vadeli amaç-
larını askerlere rağmen gerçekleĢtiremeyeceklerini bilmeleri, bu nedenle
de askerlerle iĢbirliği yapmalanydı. Bu uzun vadeli amaçlar açıkça ortaya
konulmuyordu. Özellikle, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu'da yeni bir siyasal
yapılanma sadece Selanik OligarĢisinin değil, diğer önemli merkezlerin de
(Viyana, Hamburg, Londra, Paris, New York, Roma vs.) talebiydi. ĠĢte bu
nedenle Ġttihat ve Terakki içindeki sivil / Liberal kanat, "kollektivist" eği-
lim taĢıyan askerlerin örgüt içinde güçlenmesini sadece izlemekle, hatta
onlara belli oranda yar-dımcı olarak teĢvik etmekle yetiniyorlardı.
Sami karakterli Selanik Ticaret OligarĢisini rahatsız eden bir unsur da,
devlet yönetiminde ağırlığı Ermeni Lobisinin elde etmiĢ bulunmasıydı.
Osmanlı yönetim katında Kanuni Sultan Süleyman dönemin-

262
de baĢlayıp da giderek yükselen ve özellikle Vaka-i Hayriyye sırasında
Musevi sarrafların safdıĢı edilmesiyle Mutlakiyet yönetimi içinde kesin
ağırlığı ele geçiren Ermeni Lobisi, baĢta ticaret ve ekonomi olmak üzere
her alanda Musevi Cemaatinin önünü kesiyordu. Musevi Cemaati ise bir
yandan Batı Avrupa ülkelerine göç ederek burada siyasal ağırlık elde
ederken diğer taraftan Osmanlı yönetiminde dengenin kendi aleyhlerine
dönmesinden rahatsızlık duyuyorlardı.

Ermeni Lobisinin Düşüşü:

1897'de yapılan sayıma göre Osmanlı egemenliği altındaki Ermeni


Cemaatinin nüfusu 2 milyon 300 bin kiĢi civarındaydı. Bunların büyük
kısmı Anadolu'da yaĢıyor, genellikle ticaretle uğraĢıyorlardı. Buna paralel
olarak Ġstanbul'da oturan ve devlet makamlarında yükselmiĢ bulunan Er-
meniler bu vatandaĢlarını kolluyor, onlara her konuda yardımcı oluyorlar-
dı. Pek çok Ermeni kurumlarına saray tarafından yıllık yardım yapılıyor-
du. Yortularda gıda ve para dağıtılıyordu. Bu arada büyük servetler edin-
miĢ olan Ermeniler; kiliseler, yeni okullar ve sosyal yardım merkezleri
kuruyor, inĢa ettiriyorlardı. Böylece Osmanlı yönetiminin Kanuniden beri
oluĢturmaya çalıĢtığı Musevi Lobisine karĢı güçlü Ermeni Lobisi ve ce-
maati fikri gerçekleĢmiĢ, Ermeni vatandaĢların serveti efsanevi bir boyuta
yükselmiĢ bulunuyordu. Onlar da bu serveti gerek ĢirketleĢerek, gerekse
Ģahsi teĢebbüs olarak Osmanlı ekonomisini güçlendirmek için harcıyor-
lardı. Üstelik Musevi Lobisinin Ģu veya bu nedenle tasfiye ettiği veya boĢ
bıraktığı iĢ kollarını da Ermeniler ele geçiriyorlardı.
Devlet bürokrasisinde görev alan Ermeniler Ģunlardı: Meskukatı ġaha-
ne Müdürü Düzoğlu Hoca Mihran, Darphane-i Amire KuyumcubaĢı Dü-
zoğlu Hoca Boğos, Sarraflar; Allahverdioğlu Hoca Abraham, Hoca Mak-
sut, Sarinyan Tıngıroğlu, Hoca Ohannes, Darphane-i Amire Ġfrazhane
memuru Hoca Diran Aleksanyan, Tüccardan David Glavany, Charles
Hanson, Zafiri ve Yeni Psiharis, Darphane-i Amire Sandık memuru Yağ-
lıkçıoğlu Hoca Bedros, Bilezikçioğlu Hoca Mıgırdıç, büyük sarraflardan
Mısırlı Ardan, Köseoğlu Agop, Hiristaki Efendi.
Aynı dönemde tanınmıĢ Ermeni tüccarları ise Ģunlardı: Senekerim Ma-
nukyan, demir taciri DemircibaĢı Asadur, halkın vergilerini toplayan Tah-
sildarlar Cemiyeti üyeleri Artin Yorganyan, Kürkçü hanlı Bedros, Misak
Amira, Cezayirli Mıgırdıç, BağdaĢar Ce-

263
zayan, Boğos AĢnanyan, Canik Amira, Maksut Amira, Gelgelyan Artin,
Abraham Allahverdi, Ohannes Tıngır, Osep Davudyan, Gazeteci Mihran
Efendi, Fotoğrafçı Abdullah kardeĢler (Osep, Kevork, Vigen), Ahmet
Vefik PaĢa ile Matbaa-i Amire'yi tesis eden Agop Boyacıyan, Matbaacı
Garabet KeĢiĢyan vs...
Bu dönemde önde gelen tüccar, sanatkar, bürokrat ve etkin Ermenilerin
isim listesini alabildiğine uzatmak mümkündü.
Bununla birlikte Katolik, Gregoryan ve Protestan Ermeniler arasında
gizli bir rekabet bulunuyordu.
19'uncu yüzyılın baĢından itibaren Çarlık Rusyası'nın Ermenilere ayrı
bir ilgi gösterdiği gözleniyordu. Özellikle Vaka-i Hayriyyeden sonra Rus
Çarlarının Anadolu Ermenilerine müĢfik ve ayırım yapmaksızın yaklaĢ-
maları, sınırlı da olsa bu ülkeye bir Ermeni göçünün meydana gelmesine
yol açıyordu.
Ancak Rusya'nın Kuzeydoğu ve Doğu Anadolu'daki Ermenilerle bu
denli ilgilenmesinin altında yatan neden, Ġngiltere'nin siyasal tercihlerini
Osmanlılar aleyhine kullanmaya baĢlamıĢ olmalarıydı. Nitekim bu durum
aynı yüzyılın sonunda çok açık olarak ortaya çıkıyordu. Özellikle Abdül-
hamit'in mutlak otoritesini ekonomik bakımdan Ermeni finans gücüne
dayandırması ve önderliğini Theodor Herzl'in (ki arkasında Viyana Oli-
garĢisinin önde gelen sermayesi Rotschild'ler bulunuyordu) yaptığı Siyo-
nist akıma karĢı giderek soğuyan bir siyaset izlemesi, Batı Ticaret Koloni-
lerinin de Osmanlıya karĢı giderek "ambargo" niteliği alan "ekonomik
iliĢkileri yavaĢlatma" sürecini baĢlatmasına yol açıyordu.
Bunun sonucu olarak Ermeni tacirler ya, batı ticaret kolonileri ve bu
kolonilerin oluĢturduğu Sami karakterli OligarĢinin siyasal tercihlerini
benimseyerek Mutlakiyete ve dolayısıyla Osmanlı egemenliğine karĢı
tavır almak, ya da Mutlakiyete ve Osmanlı egemenliğine sadık kalarak
batı tüccar kolonileriyle bağlarını koparmak zorunda kalıyorlardı.
Bu durum Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu'da etkisini daha fazla hissetti-
riyor, dolayısıyla Moskova, Ermeni tacirler bakımından güçlü bir çekim
alanı oluĢturuyordu. Bunda kuĢkusuz Ġngiltere'nin de büyük rolü oluyordu.
Ġngiliz tüccar kolonileri ve bu kolonilerin kontrolünde bulunan ticaret
güzergahları üzerindeki diğer koloniler, Osmanlı Ermeni ticaret lobisini
ablukaya alıp yollarını tıkarken, diğer taraftan doğu, kuzey ve

264
güneydoğudaki Ermenilerin kontrole alabilecekleri Moskova - Tahran
ticaret güzergahını bir kez daha harekete geçiriyordu. Böylece Doğu Er-
menileri, bu güzergah üzerinde aktif rol alırken, ister istemez Rusya'nın ve
Ġngiltere'nin siyasal çizgisini benimsemek durumunda kalıyordu. Bu çizgi
ise Osmanlı egemenliği altındaki Ermenileri, merkezi otoriteye karĢı baĢ-
kaldırmaya sevkeden, hatta zorlayan bir çizgi idi. Nitekim Ermeni Milli-
yetçiliği ekonomik bakımdan bu ticari güzergah tarafından besleniyor,
silahlanıyor ve örgütleniyordu. Ancak farkında olmadan oyuna gelen,
daha doğrusu itilen güçlü Osmanlı Ermeni Cemaati ile Cemaatin ticari
yetenek ve kolonisi, aynı zamanda kendi tasfiyesini hazırlıyordu. Zira
Moskova - Londra ticaret kolonileri ve bu kolonilerin desteğindeki Oli-
garĢiler tarafından beslenen Ermeni Milliyetçiliği, yakın bir gelecekte
Viyana / Selanik OligarĢileri tarafından beslenen Ġttihat ve Terakkinin
askeri kanadı ile karĢı karĢıya gelecek ve tasfiye edilecekti. Özellikle bu
nedenle Ġttihat ve Terakki örgütü içindeki individualist Liberal / sivil ka-
nat, taban tabana zıt dünya görüĢünü benimseyen kollektivist askerlerin
yönetimde ağırlık kazanmasını destekliyor ve teĢvik ediyordu. Bunda
kuĢkusuz Balkanlardaki milliyetçi çeteleĢmeler, baĢkaldırılar ve silahlı
kuvvetlerin Liberal denetim altında bulundurulması sorunları da etkili rol
oynuyordu. Kaldı ki MeĢruti MonarĢiye geçiĢ sırasında kırılacak olan
mutlak otoritenin geride bırakacağı boĢluğu dolduracak alternatif bir otori-
teye de gereksinim vardı. Bu otorite ise kaçınılmaz olarak çağdaĢ dünya
görüĢünü benimsemiĢ subayların komutası altındaki silahlı kuvvetler ola-
bilirdi. Nitekim 31 Mart Olayının zorunlu hale getirdiği askeri müdahale
ve Hareket Ordusunun Ġstanbul'a gelerek duruma el koyması, Osmanlı
siyasal yaĢamında Silahlı Kuvvetlere dayalı askeri otorite altındaki yöne-
timin baĢlangıcını oluĢturuyordu. Ne ki bu konuda Mahmut ġevket PaĢa
önemli bir engel oluĢturuyordu.

Mahmut Şevket Paşa Suikastı:

Ġttihat ve Terakkinin birinci dönemini noktalayan olay Mahmut ġevket


PaĢa'ya düzenlenen suikast olayıydı. Bu suikastın kökleri, 31 Mart Olayı-
na kadar dayanıyordu.
Mahmut ġevket PaĢa, Prusya eğitiminden geçmiĢ, Alman hükümetinin
sempati ve takdirini görmüĢ, kollektivist görüĢleri benimsemiĢ, rasyonel
eğitimden yana, çağdaĢ bir Osmanlı generaliydi. Ancak her ne kadar Al-
man sempatizanı olarak tanınsa da, körü körüne bir

265
"Almanofil" değildi. Kaldı ki, Alman sempatizanı olması, olaylara objek-
tif bakmasını ve doğru ile yanlıĢı ayırt etmesini engellemiyordu. Nitekim,
31 Mart'ın hemen ardından Ġstanbul'a girip yönetimi ele geçirdikten sonra
ilk yayınladığı bildirilerde subayların siyasete girmemelerini ve ordunun
bu müdahaleyi herhangi siyasal bir akımı kollamak veya bir siyasal akımı
egemen kılmak için yapmadığını duyuruyordu. Onun bu tavrı baĢta Enver
Bey olmak üzere Ġttihat ve Terakki örgütüne üye bulunan subayları rahat-
sız ediyordu. Kaldı ki daha sonra kurulan hükümette Harbiye Nazırı ola-
rak görev alan Mahmut ġevket PaĢa, Enver Bey gibi Ġttihatçı subayları
"askerlikle siyaset arasında tercih yapmaya" zorluyor, baĢaramayınca da
onları Ġstanbul'dan uzaklaĢtırıyordu. ĠĢte bu tavnnın bir sonucu olarak
Ġttihat ve Terakki örgütü tarafından desteklenmiyor aksine, Ģantaja maruz
kalarak bakanlık görevinden aynlmak zorunda kalıyordu.
Ne var ki böyle bir denge adamından yoksun bulunan Ġttihat ve Terak-
ki yönetimi, arka arkaya yapılan hatalı uygulamalar sonucu yıpranıyor,
buna karĢılık Prens Sabahattin'in görüĢleri doğrultusunda oluĢan muhale-
fet tarafından hırpalanıyorlardı. Nihayet bu yıpranmanın bir sonucu olarak
muhalefetin desteklediği Kamil PaĢa Sadrazam oluyor, Nazım PaĢa da
Harbiye Nazırlığına geliyordu. Meclisi Mebusana giremeyen Hürriyet ve
Ġtilaf, bir yandan Kamil ve Nazım PaĢaları desteklerken diğer taraftan
Anglosakson ve Sabahattinci Liberallerin bir kuklasından ibaret olan din-
sel / siyasal kesimle azınlıkları, kendi safına çekmiĢ bulunuyordu.
Nitekim yeni partinin(Hürriyet ve Ġtilaf) tavnnı benimseyen yazar-lar
arasında Ahmet Cevdet, Ali Kemal, Abdullah Zühtü, Lütfi Fikri Beyler
gibi Liberaller yer alırken, dıĢarda bu Liberallerle aynı görüĢleri paylaĢan
Miralay Sadık Bey ve arkadaĢları Rum mebuslarla birlikte Konyalı ġeyh
Zeynel Abidin, Patrikhane Papazlan, Sabri Hoca, Asım ve Hamdi Efendi-
lerle Fatih Hocaları bir cephe oluĢturmuĢ bulunuyor-lardı.
Bu cephenin arkasında yine Anglosakson Liberal görüĢün önderi Prens
Sabahattin ve arkadaĢları yer eliyordu. Prens Sabahattin Birinci Dünya
SavaĢı'nın arifesinde son bir teĢebbüste daha bulunuyor, Ġttihat ve Terak-
kiyi kenara iterek iktidan ele geçirmek üzere hareket ediyordu. Ġttihat ve
Terakkinin ordu içindeki uzantısına paralel olarak Sabahattinci muhalefet
de Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) adlı grubu kuruyorlardı. Prens
Sabahattin'in örgütlediği muhalefet, Balkan Harbi

266
arifesinde Kamil ve Nazım PaĢaları destekleyerek iktidara getiriyordu.
Ama bir süre sonra baĢlayan savaĢ her ikisini de müĢkül durumda bırakı-
yordu. Zira bu savaĢ sırasında Türk Subayları bir yandan düĢmanla sava-
Ģırken bir yandan da birbirlerine karĢı siyasal mücadele veriyor, birbirleri-
ni müĢkül duruma düĢürmeye uğraĢıyorlardı. Bunun sonucunda ordu boz-
guna uğrayarak tüm Rumeli'yi kaybediyor ve Çatalca hattına kadar çekili-
yordu.
Silahlı Kuvvetlerin bu ağır yenilgisi, Ġttihat ve Terakki'nin Prusya eği-
limli subayları ve fedaileri bakımından beklenen koĢulları hazırlıyordu.
Nitekim baĢta Enver PaĢa ve Ġttihat ve Terakkinin gözü pek fedaisi Yakub
Cemil, Talat Bey'in de oluru ile -bu olur Talat Bey'in Emmanuel Karasso
ve Alliance Ġsrailite destekli olması nedeniyle çok önemliydi- Babıaliyi
basıyorlardı. Bu kanlı bir baskın oluyor, Harbiye Nazırı Nazım PaĢa ve
Ġttihatçı Fedai Mustafa Necip yaĢamlarını yitiriyorlardı. Gerçi darbecilerin
lideri Enver bey ile gizli destekçisi Talat Bey idi ama onların yine de her-
kes tarafından kabul edilebilecek, orduya hakim olacak ve kiĢiliği ile say-
gı ve güven uyandıracak bir Sadrazama gereksinimleri bulunuyordu. Bu
makam için Mahmut ġevket PaĢa adeta biçilmiĢ kaftan gibiydi.
Ġhtilalciler Mahmut ġevket PaĢa'ya, Sadrazamlık teklifini götürdükleri
zaman 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusunun güçlü, saygın
ve -rejimin koĢulları çerçevesinde- demokrat kumandanı etraflıca düĢün-
dükten sonra karannı veriyor ve öneriyi kabul ediyordu. Ne ki Mahmut
ġevket PaĢa, bu öneriyi kendi koĢullarını dikte ettirmek, maceracı giriĢim-
leri önlemek ve hepsinden önemlisi de Osmanlı Devleti'nin gereksinim
duyduğu uzun bir barıĢ ortamını sağlamak amacıyla olumlu yanıt veriyor-
du.
Nitekim Sadrazam olduktan sonra iç ve dıĢ odaklar PaĢayı kendi safla-
rına çekmeye çalıĢıyor, PaĢa onları dinliyor fakat dikkate almadan kendi
siyasetini uyguluyordu.
Ġngiltere'ye ve Ġngiltere'nin Osmanlı Devleti içindeki uzantılarına göre
Mahmut ġevket PaĢa, almıĢ olduğu Prusya eğitimi ve kariyeri nedeniyle,
değil Almancı, adeta bir Alman subayı idi. Aslında Almanya da Mahmut
ġevket PaĢayı bu gözle görüyor, PaĢadan bu rolü oynamasını bekliyordu.
Oysa Mahmut ġevket PaĢa ne Ġngilizlerin beklediği ne de Almanya'nın
umduğu siyaseti güdüyordu. Gerçi PaĢa bir Prusya subayı gibi yetiĢmiĢti
ama Almanya'nın Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist

267
emellerini farkedemeyecek kadar cahil ve kör değildi. Kaldı ki da-ha çok
yakın bir süre önce cereyan eden Balkan Harbi sırasında Bulgaristan'ın
Alman asıllı Kralı Ferdinand, Almanya ve Avusturya'nın da desteğini
alarak Yunanistanla ve diğer Osmanlı düĢmanlarıyla iĢbirliği yapmıĢ,
Ġmparatorluğun Balkan devletlerine boyun eğmesine neden olmuĢtu. Al-
manya Bismarck'tan beri aynı siyaseti uyguluyordu. Osmanlıyı önce diğer
düĢmanlara hırpalatıyor, sonra da yardımına koĢan bir kurtarıcı rolü oynu-
yordu. Balkan Harbinden sonra da aynı oyunu oynamak istiyordu. Ancak
Mahmut ġevket PaĢa bu kez oyuna düĢmüyor, temkinli davranıyor, Al-
manya ise PaĢanın bu siyasetinden rahatsızlık duyuyordu. Gerçi rahatsız-
lığını belli etmiyordu ama, baĢta Enver Bey olmak üzere Ġttihat ve Terak-
kinin Prusya eğilimli diğer subaylarına, saldırgan Slavlar karĢısında onla-
rın tek desteğinin Almanya olacağını ihsas ediyorlardı. Enver ve Cemal
Beyler de bu konuda Almanlar gibi düĢünüyor, iki ülkenin Ġngiliz ve Rus
saldırganlara karĢı ittifak yapmaları gerektiğine inanıyorlardı. Talat PaĢa-
nın danıĢmanlığını yapan Selanik OligarĢi çevreleri de Önasya, Kafkasya
ve Ortadoğuda yeni oluĢuma zemin hazırlayacak bu ittifakın oluĢması
yönünde katkıda bulunuyorlardı. Osmanlı Ordularının Berlin'deki Alman
Genelkurmayına tam anlamıyla teslim olmasını engelleyebilecek tek adam
konumunda bulunan Mahmut ġevket PaĢa'nın ortadan kaldırılması gereki-
yordu. Bu aynı zamanda Ġttihat ve Terakkinin hem asker, hem de sivil
bakımdan tek parti yönetimini tesis etmesi için gerçekleĢtirilmesi Ģart olan
bir "cinayetti".
Bu cinayet Ġngiltere bakımından da "elzem" bir nitelik taĢıyordu.
Ġngiltere'ye göre Mahmut ġevket PaĢa tam bir Alman subayı idi. Yani
dıĢtan bakıldığında Berlin'deki Genelkurmayın Boğazdaki temsilcisiydi.
Kaldı ki Ġngiltere'nin makbul adamı Prens Sabahattin ve siyasal akımının
yolunu kesen Ġttihatçı darbeciler Mahmut ġevket PaĢayı Sadrazam koltu-
ğuna oturtmuĢtu. O zaman, general Anti - Anglosakson siyasetlerin de
baĢı ve odak noktası anlamına geliyordu.
Londra'daki bu hava, kaçınılmaz olarak Prens Saahattin'e ve onun çiz-
gisindeki muhalefete de yansıyordu. Kaldı ki Hürriyet ve Ġtilafın çatısı
altında partileĢen muhalefet ile bu muhalefetin ordu içindeki uzantısı Ha-
laskar Zabitan grubu, Ġttihatçıların Nazım PaĢayı öldürmelerini affetmi-
yor, bu nedenle de yeni yönetime diĢ biliyorlardı. Nitekim bu diĢ bileme
bir süre sonra suikast yapmak amacıyla örgütlenmeye dönüĢecekti. Örgüt-
lenme aĢamasında suikastçıların arasına Ce-

268
mal Bey'in (PaĢa) adamları sızacak, dakikası dakikasına Ġstanbul Muhafı-
zına haber vereceklerdi. Cemal Bey -ki Cemal PaĢa, Enver PaĢa'nın aksine
Liberal eğilimliydi- son dakikada Mahmut ġevket PaĢayı haberdar edecek,
fakat iĢ iĢten geçmiĢ olacak ve 12 Haziran 1913 günü Sadrazam PaĢa Ba-
yezit Meydanı'ndan Babıali'ye giderken otomobilinin içinde vurularak
öldürülecekti.
Bu suikast Osmanlı Devleti'nin talihi ve tarihi bakımından büyük deği-
Ģimlere yol açacaktı.
HerĢeyden önce Osmanlı Devleti'nin ancak, uzun bir barıĢ süreci so-
nunda toparlanabileceğine inanan ve bu nedenle, Sadrazam olduktan sonra
Ġttihat ve Terakki önde gelenlerinin tüm ısrar ve baskılarına rağmen geri
almak amacıyla Edirne üzerine yürümekten bile kaçınan Mahmut ġevket
PaĢa'nın öldürülmesiyle, ülke tamamiyle genç Ġttihatçıların eline geçiyor-
du. Bu genç kadrolar ise savaĢtan kaçınmak yerine adeta savaĢ çığırtkan-
lığı yapıyor, bundan da önemlisi ülke kaderini Almanya'nın kaderiyle
birleĢtiren bir anlaĢmaya imza koyarak, gözü kapalı bir biçimde Birinci
Dünya SavaĢı'na giriyorlardı. Osmanlı Devleti böylece, haritayı değiĢtir-
mek için çaba sarfeden ve bekleyen odakların adeta ekmeğine yağ sürü-
yordu.

İkinci Dönem:

Birinci Dünya SavaĢı, sonucu itibarile tuhaf bir savaĢtı. Dört yıl süren
savaĢın sonunda adeta galipler mağlup, mağluplar galip sayılıyordu. An-
cak savaĢın tek ve kesin galibi Ġngiltere oluyordu.
Birinci Dünya SavaĢı aslında "ġark Sorununun" yeni bir versiyonu
olan Önasya ve Ortadoğunun Ġngiltere ve Almanya tarafından paylaĢılma-
sını esas alan bir savaĢtı.
SavaĢın baĢında Ġngiltere'nin liderliği altında Çarlık Rusyası, Fransa ve
Ġtalya bir tarafta yer alıyordu. Liberal Ġngiltere'nin baĢını çektiği bu "Libe-
ral cepheye" karĢı kollektivist blokun liderliğini ise Almanya yapıyordu.
Aynı kampta Avusturya - Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti yer
alıyordu.
Osmanlı Devletinin yapısal olarak bu blokta yer alması - ki yanlıĢ bir
tercihti- doğrudan doğruya Mahmut ġevket PaĢa suikastına dayanıyordu.
Zira Ġttihat ve Terakki örgütünü tam anlamıyla kontrol altına almıĢ bulu-
nan Prusya eğitiminden geçen kollektivist eğilimli subaylar -baĢta Enver
Bey- suikast olayından sonra ülkedeki ve parti içindeki Liberal muhalefeti
tam anlamıyla sindiriyorlardı. Böylece toplumun -

269
aydın, bürokrat, bilim adamı, vs- değil, salt kendilerinin tercihi olarak
karar alıyor, gizli anlaĢmalar yapıyor ve Osmanlı Devletini tasfiyeye götü-
recek kararı vererek kollektivist cephede karar kılıyor-lardı. Osmanlı Dev-
leti savaĢa, Alman gemilerine Osmanlı bayrağı çekip Sivastopol'ü bomba-
latarak giriyordu.
Osmanlı Devleti açısından bakıldığında Birinci Dünya SavaĢı sırasında
ve sonunda ortaya Ģu ilginç sonuçlar çıkıyordu.
• Osmanlı Orduları 250 bin Ģehit vererek Ġngiltere'nin anlamsızca
aĢmaya çalıĢtığı Çanakkaleyi büyük bir kahramanlıkla savunuyor ve so-
nuç itibariyle Ġngiltere'ye en büyük avantajı sağlıyorlardı. Zira Ġngiltere
Boğazları aĢamadığı için, Çarlık Rusyası'nın beklediği yardım ulaĢamıyor,
abluka altında kalan Rusya yokluk, sefalet içinde cepheden kaçan askerler
tarafından yapılan ihtilalle Marksizm'e, yani kollektivizmin en uç noktası-
na geçiyordu. 1917'de meydana gelen bu ihtilal, savaĢa birlikte giren Ġn-
giltere ile Rusya'yı savaĢın sonunda karĢı karĢıya getiriyor, Moskova'daki
BolĢevikler daha düne kadar silah arkadaĢı oldukları Londra'yı emperya-
listlikle suçluyorlardı. Ancak BolĢeviklerin ulaĢtığı bu çizgi, aslında sava-
Ģın galiplerinden sayılması gereken Rusya'yı adeta mağlup duruma düĢü-
rüyordu. Zira Reval'den beri Osmanlı Devleti'nin varlığını Ġngilizlerle
birlikte paylaĢmaya çalıĢan Rusya, savaĢın sonunda adeta kendi taleple-
rinden vazgeçiyor, paylarını topyekün Ġngiltere'ye bırakıyordu. ĠĢin ilginç
yanı Moskova'daki BolĢevikler savaĢtan sonra adeta kendilerine ihtilal
ortamını hazırlayan Çanakkale direniĢçilerinin komutanına, yani Mustafa
Kemal PaĢa'ya borcunu ödeyecek, o komutanı Ġngiltereye karĢı verdiği
savaĢta destekleyecekti. Ancak Birinci PaylaĢım SavaĢı'nın hedefi olan
Doğu Akdeniz ve Ortadoğu paylaĢımında, Rusya -veya yeni adıyla SSCB-
bulunmuyordu. Sadece Ortadoğudakinde değil, Boğazlarda, Doğu ve Gü-
neydoğu Asya'daki paylaĢımda da bulunmayacaktı.
• Birinci Dünya SavaĢı'nın bir baĢka ilginç tarafı, Osmanlı Devle-
ti'nin, Almanya ile birlikte girdiği savaĢtan yenik çıkması sonucu Ortado-
ğu, Kafkasya ve Önasya'daki topraklarının büyük kısmını yitirmesine
karĢın, savaĢın gerçek mağlubu olan Almanya'nın toprak kaybının o denli
olmamasıydı. Üstelik Talat PaĢa gibi Osmanlı önderlerinin, Ġstanbul'u
güvensiz bularak emniyette olmak için Berlin'e gitmeleriydi.
• Kaldı ki savaĢın sonunda orduya seslenen ve bir Vedaname yayın-
layan Enver PaĢa, bu Vedanamesinde Osmanlı Genelkurmayının

270
amacının, savaĢın kaderinin belli olacağı Orta Avrupa cephelerin-deki
hasım orduları Osmanlı cephelerine çekmek, böylece Alman ordularının
yükünü hafifleterek galibiyetin elde edilmesine zemin hazırlamak olduğu-
nu açıklıyordu. Ancak aynı Enver PaĢa savaĢtan sonra Ġstanbul'dakinden
daha fazla savaĢ suçlusunun bulunduğu Berlin'e, oradan da, kollektivizmin
doruğu olan Marksizmin yeni merkezi Moskova'ya kaçıyordu. Birinci
Dünya SavaĢının en önemli tarafı ve nedeni olan Almanyanın sanki hiç
savaĢa girmemiĢ gibi güvenli bulunmasına karĢın Osmanlı Devletinin
Önasyadaki belli baĢlı kentlerinin bile iĢgal edilmesi, anlaĢılması zor bir
çeliĢki yaratıyordu.
• Birinci Dünya SavaĢı boyunca tek parti konumunda bulunan Ġtti-
hat ve Terakki Partisi, bu süreci Osmanlı tabanına inmek doğrultusunda
değerlendiriyordu. Ġttihat ve Terakki Anadolu'da daha çok "tüccar" ve
"esnaf' kesime dayanıyordu. Böylece, kendisine Ģu veya bu siyasal odağa
bağlı olmayan, bağımsız ve hareket serbestisi bulunan bir ekonomik kay-
nak temin ediyordu.
Bu "yerleĢme" daha doğrusu "kök salma" sürecindeki yapılanma Ġttihat
ve Terakki içindeki Liberal individualist kanadı teĢkil eden Cavit, (Kara)
Kemal, Dr. Nazım, Mithat ġükrü, Rahmi Beylerin oluĢturduğu, bir anlam-
da "sivil muhalefet" grubu tarafından kotarılıyordu. Bu nedenle savaĢın
sonunda asker kanat ülkeyi terkettikten sonra Merkezi Umumisini (Genel
Merkezini) sivil kanadın ele geçireceği Ġttihat ve Terakki varlığını bu ze-
min üzerinde sürdürecekti.
Nitekim Milli Mücadele sürecinde Ankara'daki Ulusal Bağımsızlıkçı
hareket ile Ġttihat ve Terakki bir aĢamaya kadar bu zemin üzerinde bütün-
leĢecekti.
• Ġttihat ve Terakki Partisi savaĢ boyunca siyasi iradeyi elinde bu-
lunduruyordu. Bu nedenle Sultan / Halife geniĢ çapta devre dıĢı kalıyor,
bu da Osmanlı yönetiminde gerçek bir MeĢruti MonarĢi'ye geçiĢin zemi-
nini hazırlıyordu. Gerçi tek parti dönemi bir dikta rejimi Ģeklinde tezahür
ediyorsa da Sultanın siyasal iradesini sınırlaması ve (tek partiye dayansa
bile) Yasamanın Meclisi Mebusanda oluĢması Mutlakiyet ile MeĢruti
MonarĢi arasında en önemli bir geçiĢi sağlıyordu.
Gerçi döneme "Ġkinci MeĢrutiyet" adı veriliyordu ama tam bir "MeĢru-
tiyet Dönemi" denemezdi. "MeĢrutiyete geçiĢ dönemi" demek daha doğru
sayılırdı. Nitekim MeĢruti MonarĢiden yana, tam bir Liberal olan Dersim
Mebusu Lütfi Fikri Bey mütareke sırasında Sultan Vahdettin'e yazdığı
mektupta "O bir ihtilal dönemiydi. Olağanüstü bir dö-

271
nemdi. ġimdi gerçek MeĢruti MonarĢi rejimini siz tesis edebilirsiniz" di-
yecekti.
• 1913 - 1918 sürecinde Ġttihat ve Terakki içindeki sivil kanat ala-
bildiğine geri çekiliyor, sadece askeri kanadın aldığı savaĢ ve sosyal ya-
Ģamla ilgili kararları desteklemekle yetiniyordu. Yönetimi giderek ele
geçiren askeri kanat ise sadece askeri bakımdan değil, sosyal dünya görü-
Ģü bakımından da Almanya ile bütünleĢiyordu. Bu bütünleĢme ise doğru-
dan, Fichte'nin devlet, hukuk, eğitim ve sosyalizasyon görüĢleri doğrultu-
sunda oluyordu. Böylece Almanya'da olduğu gibi vatan, millet, bayrak,
ulusal onur, ulusal Ģeref, egemenlik, bağımsızlık gibi kavramlar Osmanlı
sosyal ve siyasal yaĢamında ağırlık kazanıyordu.
Diğer taraftan sivil sosyalizasyon bakımından da yoğun adımlar atılı-
yordu. Kadınların toplumsal fonksiyonu güçleniyor, hastaneler yaygınla-
Ģıyor, Mecelle'den Medeni Kanuna geçiĢ çabaları hızlanıyor, anayasal
düzenin tesis edilmesine paralel olarak anayasal kurumlar teĢekkül ediyor
ve geliĢiyordu.
• Birinci Dünya SavaĢı sırasında, Önasyadaki Ermeni nüfus ve et-
kinliği Ermenilerin Çarlık Rusyasındaki ekonomik güç odaklan tarafından
kullanılmaları sonucu, Osmanlı silahlı güçleri ve yerel Müslüman halk
tarafından tasfiye ediliyordu. Bu tasfiye sonucu, Ermeniler, Önasyanın
jeoticari konumu dıĢına çıkıyorlardı. Gerçi Mütareke döneminde, ticari
kimlik kazanmıĢ bulunan bir baĢka kavim olan Rumlar Ege limanlarına
hakim olmayı deneyeceklerdi. Ama Milli Mücadele sürecinde onlar da
baĢta Ġzmir olmak üzere bu limanlardan sökülüp atılacaklardı. Anadolu-
daki Sami kökenli ticaret kolonileri böylece, Ermeni ve Rumlardan boĢa-
lan ticari alanları da ele geçirerek güçleniyorlardı.
• SavaĢ, 1918-yılında sona eriyordu. Böylece Almanya savaĢı kay-
bediyor, yandaĢları yenik sayılıyor ve silahlar susuyordu. Almanya'nın
savaĢı kaybetmesi aynı zamanda kollektivist dünya görüĢünün, Anglosak-
son Liberal dünya görüĢünün önünde baĢ eğmesi anlamına da geliyordu.
Ne ki, kollektivist dünya görüĢünün bayrağı bu dönemde MarksistleĢen
Moskova'nın ellerinde yükseliyor, buradaki köylü - iĢsiz - asker iktidarı,
kollektivizmin bir baĢka yorumu olarak ortaya çıkıyordu.
Gerçi savaĢın galipleri kağıt üzerinde Ġngiltere ve yandaĢlarıydı ama
pratikte, bu galibiyetten yandaĢlarına ciddi bir pay düĢmüyordu. Aksine
Fransa ve Ġtalya savaĢta uğradıkları kaybı, harcadıktan teri ve

272
kanı bile tazmin edemiyorlardı. Nitekim, bunun sonucu olarak aylar sonra
Fransa Alcasse - Laurent bölgesine asker sokacak ve bu eylemiyle hortlat-
tığı Alman Milliyetçiliği, Hitler Nazizmini doğuracaktı.
Ancak 1918 yılında Fransa ve Ġtalya'nın yine de bir umudu vardı. O
umut ise, Önasya'dan pay almak ve Ortadoğu pastasının paylaĢıldığı sof-
raya oturmaktı.
Gerçi Almanya ile yapılan savaĢ sona ermiĢti. Ancak yeni bir savaĢ
baĢlıyordu. Bu, galipler arasında baĢlayan gizli savaĢtı. Sıcak savaĢın ol-
duğu gibi, bu savaĢın hedefi de Karadeniz, Boğazlar, Önasya, Doğu Ak-
deniz, SüveyĢ ve bu yörelerdeki ticaret güzergahları üzerinde egemenlik
tesis edilmesiydi. Mücadele veren taraflar belliydi. Bunlar Ġngiltere, Rus-
ya, Fransa, Ġtalya idi. Fakat, bu denli büyük güçlere karĢı verilecek savaĢ,
ticaret kolonilerinin siyasal organizasyonu olan Ġngiltere'nin gücünü aĢ-
maya baĢlamıĢ bulunuyordu. Ancak, bu aĢamada Ġngiltere yanında; yakın
bir gelecekte dünyayı, Ġngiliz Genelkurmayının ve Ticaret OligarĢisinin
hazırladığı planlar doğrultusunda idare etmeye yönelecek olan yeni bir
uluslararası gücü, Amerika birleĢik Devletlerini bulacaktı. ABD'deki tica-
ret kolonilerinin göbeği, tarihsel süreçte meydana gelen oluĢumlar sonucu
Ġngiliz tüccar kolonilerine ve dolayısıyla Ġngiliz Ticaret OligarĢisine bağ-
lanıyordu. Artık Kartaca modelinin yeni savuncuları Ġngiltere ve ABD idi.
Dolayısıyla, Önasya ve Doğu Akdeniz'in ege-menliği için baĢlayacak gizli
savaĢta Ġngiltere, yanına aldığı ABD ile birlikte daha bir belirleyici rol
oynayacaktı. Bu ittifakın yerel dayanağını ise Önasya, Ege ve Doğu Ak-
denizdeki ticaret kolonileri oluĢturacaktı. Hatta bu siyasal oluĢum bir ba-
kıma yerel ticaret kolonilerinin koyduğu ticari hedeflere yönelecek, bu
yönde oluĢturulan siyasal planları uygulayacaktı.

273
Mütareke ve Sonrası...

Üçüncü Dönem:

• Bu dönemde Ġttihat ve Terakki Genel Merkezi geri çekiliyor (fakat


varlığını her zamankinden daha güçlü bir içimde muhafaza ediyor) parti-
nin bir kolu mütareke sürecinde Osmanlı Sarayı ve onun arkasındaki Ġngi-
liz gücü ile temasını muhafaza ediyordu. Diğer bir kol ise "Ġttihatçılık
Ģiarını" muhafaza ederek Ankara'da faaliyette bulunuyordu. Ankara'da
faaliyetlerini devam ettiren Ġttihatçılar da iki kolda yürüyordu. Birinci kol,
tamamiyle Mustafa Kemal ile özdeĢleĢiyor, ikinci kol ise kurulan yeni
Mecliste "Ġkinci grup" adıyla muhalefet yapıyordu.
Mustafa Kemal ile özdeĢleĢen Ġttihatçılar da iki kolda faaliyet gösteri-
yordu. Birinci kol artık Mustafa Kemal'in "Kemalizm" olarak adlandırılan
yapılanmasıyla bütünleĢerek eriyordu. Diğer kol ise "Kemalizm" içinde
erimiĢ gibi davranıyor, aslında ise "Ġkinci grup" adı verilen muhalefet ve
bu muhalefetin temas halinde bulunduğu Ġstanbul'daki çevrelerle fikir ve
moral bağını sürdürüyordu.
Sevr'de yapılan anlaĢma aslında Ġngiltere'nin 19'uncu yüzyılın ikinci
yarısında hazırlayıp, adım adım uygulama safhasına soktuğu "Dörtlü Kon-
federasyon" (Balkan, Önasya, Kafkasya, Ortadoğu) planının en önemli
adımını teĢkil ediyordu. Önasyanın, galipler arasında egemenlik alanlarına
bölünmesi, Önasyada kurulacak eyaletlerin bir Ģablonunu oluĢturuyordu.
Buna göre Pontus, Kürt ve Ermeni (özerk, otonom veya bağımsız) bölge-
leri oluĢturuluyor, buna paralel olarak da Ġtalya, Yunanistan, Fransa, ve
Ġngiltere kendi denetimindeki eyaletleri hazırlıyorlardı. SavaĢ sonrası Bal-
kan, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerindeki durum da Önasya'dan pek fark-
lı değildi.
Ermenistan ve Pontus dıĢında Konfederasyona dahil olacak dört alanda
da tabandaki dinsel ağırlık (nüfus bakımından) Müslümanlarda bulunu-
yordu. Bu nedenle Sevr'de Sultan / Halifeye dokunulmamıĢtı. Vahdettin
kağıt üzerinde Saltanatını sürdürüyordu, ama siyasal yaptırım gücü elin-
den alınıyor ona sadece uhrevi liderliğin ifadesi olan Hilafet bırakılıyordu.
Kaldı ki, Ġslam siyaseti yaptırma olanağı da bulunmuyordu. Nitekim, bun-
dan sonraki süreçte Halife, Ġslamiyetin ümmet

274
karakteri ön plana çıkarılarak, ulusal baĢkaldırı hareketine karĢı bir ko-
numda kullanılacaktı. ĠĢin ilginç tarafı ise ulusal bağımsızlık elde edildik-
ten sonra, Mustafa Kemal ve arkadaĢları, (bu ümmetçi karakterinden ve
Milli Mücadelede üstlendiği olumsuz rol nedeniyle) Hilafeti kaldırmak
üzere harekete geçince karĢısında, Ġttihat ve Terakkinin Anglosakson Li-
beral kanadını teĢkil eden yeni yöneticilerini bulacaktı.
Mütareke döneminin baĢlangıcını teĢkil eden Sevr sözleĢmesi, aynı
zamanda savaĢın galipleri arasındaki gizli hesaplaĢmanın da bir baĢlangı-
cını oluĢturuyordu. Zira Ġngiltere herĢeyden önce 1917 yılında, Rusya'da
gerçekleĢen Marksist ihtilalden son derece rahatsız bulunuyordu. Kaldı ki,
Rusya'nın "individüalizm"den uzaklaĢıp yeni bir "kollektivist" dünya gö-
rüĢünü benimsemesi Londra'yı hem ürkütüyor, hem de düĢündürüyordu.
Zira bu süreçte Avrupa'da dengeler altüst olacak, yeni dengeler dünün
dostlarını düĢman, düĢmanlarını ise dost yapacaktı. (Örneğin; Birinci Sa-
vaĢta Ġngiltere'nin yanında yer alan Ġtalya, Ġkinci SavaĢta Ġngiltere'ye karĢı
silah kullanacaktı.)
Ġngiltere'nin (ve ABD'nin) öncelikli amacı Doğu Akdeniz, Önasya, Ka-
radeniz ticaret yollarını kontrolünde tutmak ve buralara hasımları müm-
kün olduğunca yaklaĢtırmamaktı. Ne ki yeni tabloda, ihtilal çerçevesinde
oluĢan SSCB en büyük tehdidi teĢkil ediyordu. Buna karĢın, Fransa ve
Ġtalya ise, Ġngiltere'den taraf olmanın avantajını kullanarak "Kurtlar Sofra-
sına" oturmak ve pay kapmak hakkını kullanıyordu. ĠĢin ilginç yanı bu
ülkeler arasına Yunanistan'ın da katılmıĢ olmasıydı.
Ġngiltere, gerçi amacına ulaĢmıĢ (üstelik Rusya'yı da devre dıĢı bı-
rakarak) Osmanlı Ġmparatorluğunun toprak varlığını ele geçirmiĢ bulunu-
yordu. Ama bu kez de, üstesinden gelmesi hayli güç, hasımlarla karĢı
karĢıya bulunuyordu. Bu dost saflardaki hasımlarla baĢa çıkması bir yana,
oluĢturulacak yeni Önasya haritasında daha büyük güçlük ve sorunlarla
karĢılaĢması olasılığı daha da artmıĢ durumdaydı. Bu aĢamada "Dörtlü
Konfederasyon" ve "çok partili demokratik rejimler" tesis edilmesi "ulus-
lararası saflık" anlamına geliyordu. Dahası, Ġngiltere Ģimdi, o denli aĢina
olmadığı bir coğrafyada (Önasya ve Ortadoğu), derinliğine tanımadığı
kavimlerle de muhatap olmak, iĢbirliği ve diplomasi yapmak zorunda
kalıyordu. Londra'nın tüm sorunlarla aynı anda baĢ etmesi olası değildi.
Halife ise ne denli güçlü olursa olsun, iyi eğitilmiĢ silahlı güçlere sahip
bulunmaması nedeniyle ciddi bir yaptırım gücünden yoksundu.

275
Ġngiltere gerçi, Sevr'den itibaren "galip devletlerin" eline geçen fırsatı
değerlendirerek Önasyada bazı eylem ve uygulamaları baĢlatıyordu ama
ortaya çıkacak yeni siyasal oluĢumları kendi çıkarları doğrultusunda yön-
lendirmek için de adeta fırsat kolluyordu. Bu nedenle Anadoluda, Sevr'in
ağır askeri koĢullarına karĢı baĢlayan hareketliliği ve hazırlığı da dikkatle
izliyordu.
Bu siyasal tabloyu en doğru analiz eden Ġngiltere'nin sıkıntı ve açmaz-
larını gören ve tüm askeri hareketleri titizlikle izleyen bir odak, daha doğ-
rusu bir kiĢi daha bulunuyordu. Pera Palas'ta kalan Mustafa Kemal...
• Çanakkale direniĢi, Birinci Dünya SavaĢı'nın en önemli ve en ilginç
safhasını oluĢturuyordu.
Ġngiltere, Çanakkale'den geçip Karadeniz'e ulaĢmayı, savaĢa birlikte
girdiği Rusya'nın ve Çarlık rejiminin ayakta kalması için yaĢamsal bir
olgu olarak görüyordu. Ne ki Çanakkale cephesine öncelikle sömürgele-
rinden getirdiği askerleri ve Avrupa'daki dost donanmaları (Fransa gibi)
sürüyor, kendi kuvvetlerini ve donanmasını onların arkasından sokuyordu.
Buna karĢılık Osmanlı askerleri direniĢlerini canla baĢla sürdürüyor, 250
bin Ģehit pahasına Ġngilizleri ve yandaĢlarını durduruyordu.
Osmanlıların Çanakkale direniĢi, asırlarca Ġngiliz Liberalizminin yön-
lendirmesiyle Avrupa'da, Ġngiltere'nin düĢmanlarına karĢı bir denge unsu-
ru olan ve Londra'nın siyasi / ticari çıkarlarının militer uzantısı niteliği
taĢıyan Rusya'daki Çarlık yönetiminin çökmesine yol açıyordu. Bu olay
20'nci yüzyılın baĢındaki en önemli "değiĢim" oluyor ve yüzyılın sonuna
kadar tüm ticari, askeri, siyasi olaylarda kendini hissettiriyordu. Fichte
tarafından formüle edilen Alman Ġdea-lizminin (kollektivist / sosyalist)
doruk noktasını teĢkil eden Mark-sizmin, Almanya veya Ġngiltere yerine
Almanya'nın savaĢtaki en yakın düĢmanı Çarlık Rusyasında ihtilalle ikti-
dara gelmesi, kurulu tüm dengeleri altüst ediyordu.
SavaĢtan sonra oluĢan yeni dengede siyasal kutbun bir ucunu yine Li-
beral Londra (ve Washington) teĢkil ediyordu. Diğer uçta ise kol-
lektivizmin yeni yıldızı Moskova yer alıyordu. Aslında, 1917 Ekim Ġhtila-
liyle bir önemli olay daha yaĢanıyor, Avrupa'da dinsel / siyasal / ekono-
mik tekeli elinde tutan en güçlü hükümdarlardan biri daha çöküyordu.
Üstelik Ġhtilal, Rus aristokrasisinin ve burjuvazisinin adeta kökünü kazı-
yordu.

276
ĠĢte Rusya'daki Ekim Ġhtilalinden kaynaklanan bu değiĢimin en önemli
nedenini, Osmanlı Ordularının Çanakkale direniĢi teĢkil edi-yordu. Ne ki,
Churcill'in Çanakkale'de büyük bir ihtirasla zaferi iste-diği halde uğradığı
bu yenilgi, hemen iki yıl sonra aynı Ġngiltere'ye büyük bir kazanç sağlı-
yordu. Zira Rusya'nın Ġhtilal nedeniyle Mark-sistleĢerek Ġngiltere ile yan-
daĢlarınm karĢısında (ki onları Emperyalist saldırganlıkla suçluyordu) yer
alması, kendi kendisini savaĢ sonrası kurulan "PaylaĢım Masasına" otur-
maktan alıkoyuyordu. Böylece Ġngiltere bakımından önemli bir "pay"
sahibi devre dıĢı kalıyor, daha da önemlisi Ortadoğu bölgesi tamamiyle
Ġngiltere'nin -ve sözde yan-daĢlarının- egemenliğine terkediliyordu.
• Ġngiltere'nin bu sonucu elde etmesinde Çanakkale yenilgisi önemli
bir rol oynuyor, bu açıdan bakıldığında müttefik do-nanmasını Çanakka-
le'de durduran asker ve kumandanlar arasında seçkin bir yeri bulunan
Mustafa Kemal, farkında olmadan düĢmana büyük bir iyilikte bulunuyor-
du. Mustafa Kemal ve Çanakkale direniĢçilerinin yine farkında olmadan
en büyük yardımı yaptıkları kiĢi ise BolĢevik Ġhtilali-nin ünlü lideri V.Ġ.
Lenin oluyordu. Zira Rusya'da ihtilal koĢullarının oluĢması Çanakkale
direniĢiyle hızlanıyor, nihayet askerler, iĢsizler ve yoksul köylüler Çarlık
rejimine son veriyorlardı.Bu tablo karĢısında Ġngiltere gerçi kısmen rahat
bir nefes alıyordu ama bu kez de BolĢevikler sıcak denizlere inmek yö-
nünde düĢmanca bir tavır takınarak Ġngiltere'nin bölgesel çıkarlarını tehdit
ediyordu. Londra bakımından bu tehdit, sanıldığı kadar hafife alınacak
boyutta değildi. Zira Moskova'daki yeni rejim çevre ülkelere "devrim"
ihraç etmeğe hazırlanıyordu. Buna paralel olarak da silahlı muhalefet du-
rumundaki MenĢevikleri ezmeye çalıĢıyordu. Nitekim bu "devrim ihracı"
Moskova'nın dikkatlerini "paylaĢım" yerine bir baĢka açıdan, "Kızıl En-
ternasyonalde" birleĢme açısından Ankara'ya çeviriyordu.
• Bu ortam içinde, Ege ve Marmara bölgesindeki Çerkes silahlı
güçlerinde önemli bir hareketlilik gözleniyordu. Bir yandan Sevr anlaĢma-
sının getirmiĢ olduğu, Osmanlı Silahlı Kuvvetlerinin silah bırakması ve
terhis edilmesi koĢulu, diğer taraftan Yunanistan'ın Önasyayı iĢgal etmek
konusundaki baskı ve ısrarlarına Ġngiltere'nin giderek sempati ile bakması
ulusal hareketliliğin yoğunlaĢmasına neden oluyordu. Bunun sonucunda
ordudan gelen Çerkes Bekir Samiler eski askerleri toplamaya baĢlarken,
önemli bir Çerkes kolu olan Ethem ve ReĢit KardeĢler kuvvetlerini ulusal
direniĢe dönüĢtürme noktasına ge-

277
liyordu. Bu arada yine bir Çerkes olan Eski TeĢkilatı Mahsusa lideri EĢref
KuĢçubaĢı da elindeki servet ve olanakları seferber ediyordu. Ne ki bu
Çerkesler arasında en ünlüsü Sultan Vahdettin adına Mondros Mütareke-
sini imzalayan Rauf Orbay'dı. ABD'de denizaltıcılık eğitimi gören, müta-
rekenin ilk günlerinde Halide Edib gibi ABD mandasını öneren ve Hilafe-
tin kaldırılması aĢamasında Hilafeti sahiplenen Orbay, Çerkesler arasında
saygın bir konuma sahip bulunuyordu. (Orbay, Ġkinci SavaĢ yıllarında
Londra Büyükelçiliğini üstlenecekti.)Batı Anadoluda Çerkezlerin oluĢtur-
duğu bu silahlı hareket giderek örgütlenirken geliĢmeler de hızlanıyordu.
Mustafa Kemal, Ulusal Mücadeleyi baĢlatmak üzere Anadolu'ya geçi-
yor, kısa bir süre sonra Yunanlılar Ġzmir'e çıkıyordu.
Yunanlıların Ġzmir macerası tarihsel dengeleri adeta altüst ediyor, bek-
lenmeyen geliĢmelere yol açıyordu.
Yunanlıların Ġzmir'e çıkıĢı öncelikle buradaki ve Ege limanların-daki
ticaret kolonilerini rahatsız ediyordu. Özellikle Ġzmir Musevi Cemaatı
bundan son derece rahatsız oluyordu. Zaten kentte bulunan Rum, diğer
gayrimüslim ve gaynmusevi tüccar unsurlar bu koloninin çıkarlarını balta-
lıyordu. Bir de bu unsurların Yunan iĢgali nedeniyle siyasal güç kazanma-
sı, ticari ağırlığın kesinlik derecesinde bu kanada geçmesi anlamını taĢı-
yordu.
Kaldı ki, iĢgale karĢı direnebilecek ana gücü Müslüman Türkler oluĢtu-
ruyordu. Nitekim Yunan iĢgal hareketi ve Batı Anadolu içlerine doğru
yürüyüĢ sırasında meydana gelen tecavüz olayları, Önasyanm tüm bölge-
lerindeki Müslüman ve Türkleri harekete geçiriyor, ulusal nitelikli bir
tepkinin doğmasına yol açıyordu.
Ġngiltere gerçi Yunanlıları iĢgal hareketinde destekliyor, onların iĢini
kolaylaĢtırmak için gerekli tüm maddi, teknik ve moral yardımı yapıyor-
du. Fakat bununla birlikte, ilk andan itibaren Yunanlıların Önasya'da kalı-
cı olmadığını kabullenmiĢ gibi davranıyordu.
Mustafa Kemal Samsun'dan sonra Sivas, Erzurum, Amasya ve Ankara
güzergahında Ulusal KurtuluĢ hareketini baĢlatırken, Ġttihat ve Terakki'nin
Genel Merkezi bu harekette Mustafa Kemal'i desteklemek kararı alıyordu.
Mustafa Kemal'in ekonomik ve siyasal tercihlerinin o denli belirgin olma-
dığı bu dönemde, Enver ve Cemal PaĢaların tasfiyesinden sonra askeri
etkinlikten -eskisine oranla- yoksun kalan Ġttihat ve Terakki'nin Liberal
siviller tarafından oluĢturulan Genel Merkezi, partinin yeniden askerlerin
yönetimine girmesini istemiyordu. Bu ne-

278
denle, kendisine bağlı tüm subayların, Mustafa Kemal'in önderliğinde
oluĢturulan Büyük Millet Meclisi'nin kararlarını desteklemelerini telkin
ediyordu. ĠĢte bunun bir sonucu olarak baĢta Kazım Karabekir olmak üze-
re çeĢitli yörelerde etkin bulunan -ki bunların bazıları da Çerkes hareketi
içinde yer alıyordu- subaylar, kumandaları altında bulunan birlikleriyle
Mustafa Kemal'in emrine giriyorlardı. Buna paralel olarak bir de Mustafa
Kemal'e bağlı ve onunla silah arkadaĢlığı yapmıĢ bir kadro bulunuyordu.
Örneğin, Filistin Cephesi kadrosunda yer alan Ġsmet PaĢa, Kütahyalı Asım
(Gündüz), Ali Fuat PaĢa, Mersinli Cemal gibi subaylar da Ankara'da, ku-
mandanlarının yanında yer alıyorlardı. Kaldı ki, Çanakkale ve Filistin gibi
en ağır çatıĢmalara sahne olan cephelerde Mustafa Kemal'in emrinde çar-
pıĢan erat ve genç subaylar da Ankara'ya iltihak ediyorlardı. Bu subayların
arasında bir de mesleği askerlik olup, ordunun terhis edilmesi karĢısında
yapabileceği hiç bir Ģey olmayan vatanseverler vardı.
Ankara'da bu geliĢmeler olurken, Ġstanul'daki saltanat çevreleri ve Sul-
tan Vahdettin, iradenin giderek ellerinden kaydığını hissediyordu.
Vahdettin, mütarekenin ilk günlerinde, Ġngiltere'nin Önasya'nın iĢ-
galine izin vermeyeceğini umuyordu. Böylece, Vahdettin'e göre Ġngiltere,
yönetimi kendisine bırakacak, o da bir federal model içinde, MeĢruti Mo-
narĢi rejimini tesis edecek, programı ekonomik ve siyasal Liberalizmi
içeren, fakat aslında bu programın arkasına gizlenerek kendisine iktidar
sağlamaya çalıĢan Hürriyet ve Ġtilafın tek parti yönetimi altında hüküm
sürecekti.
Vahdettin'in planlarını önce Yunanlıların Ġzmir'e çıkmaları bozuyordu.
Vahdettin bu aĢamada, Batı Anadolu'da baĢlayan, Çerkeslerin silahlı hare-
ketine sempati ile bakmaya baĢlıyordu. Zira bu hareketi kullanarak, Ġngil-
tere ile pazarlık yapabileceğini umuyordu. Ancak bu yöndeki planları,
Mustafa Kemal'in Ankara'da ulusal direniĢ hareketini baĢlatmasıyla akim
kalıyordu. Bunun üzerine, kendi irade ve iktidarına alternatif olacağını
hissettiği Ankara'ya karĢı zalimleĢerek idam kararları veriyor, kendi poli-
tikalarına tamamen zıt, "ulusal" amaçlı direniĢi baĢlatanlara karĢı Yunan
Ordularını sevk edecek kadar büyük hatalar iĢliyordu. Vahdettin Ġmpara-
torluk ve Cumhuriyet dönemlerindeki tüm Liberaller gibi bu dönemde de
ulusal direniĢçilere karĢı kök-tendinci din siyaseti yapanları kullanarak saf
ve cahil halkı kıĢkırtıyor, Hilafet Makamını -kimliğini- öne çıkararak fer-
manlar yayıyordu.

279
Fermanlar Ġngiltere'den elde edilen altınlarla destekleniyor, bunun so-
nucu çıkarcı gruplar ayaklandınlarak din uğruna ulusal direniĢçilerin üze-
rine salınıyordu. Dahası, Yunan Ordusunun Hilafet Ordusu olduğunu söy-
lenerek ellerinde yeĢil bayraklar bulunan hocalar baĢta olduğu halde Türk
köy ve kasabalarının Yunanlılara teslim edilmesi sağlanıyordu.

Kollektivist Cephede Enver Bey:

Tam bir Prusya askeri eğitim ve disiplini içinde bulunan, bu ka-naldan


Fichte'nin kollektivist görüĢlerini kendine "ideal" edinen, hatta bu nedenle
savaĢ boyunca Berlin'e tam bağımlı ve teslimiyetçi bir politika izleyen
Enver PaĢa -ki kendisi damad-ı Ģehriyari olması nedeniyle saray üzerinde
de etki sahibiydi- savaĢın yitirilmesiyle birlikte, Berlin'e sığınıyordu. Ne
ki o, Berlin'e birlikte gittiği Talat PaĢa gibi kenara çekilmiyor, fırsatını
bulunca da BolĢeviklerin kontrolündeki Moskova'ya geçiyordu. Bir kur-
may olarak Enver PaĢa bu hareketle yapabileceğinin en iyisini yapıyor,
Alman kollektivizminin bir ucunu kendisi oluĢturduğu için, diğer ucu
teĢkil eden "Marksist" Moskova ile iĢbirliğine giriyordu. ĠĢbirliğinden de
öte adeta Moskova ile çıkarlarını özdeĢleĢtiriyordu.
Enver PaĢa'nın Moskova'ya geçiĢi, Moskova'nın "BolĢevik ilkeler doğ-
rultusunda" Önasya üzerindeki emellerini yoğunlaĢürıyordu. Zira, Enver
PaĢa nasıl olsa Ulusal KurtuluĢ hareketinin içinde yer alacak, böylece
Moskova'daki BolĢevik yönetim bu hareketi dolaylı Ģekilde etkilemek
olanağını elde edecekti.
Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçtiği andan itibaren Moskova kendisi-
ni "düĢmanımın (Ġngiltere) düĢmanı (Türkiye) benim dostumdur" siyaseti
nedeniyle sempatiyle izliyordu. Nitekim bu sempati bir süre sonra fiili
desteğe dönüĢecekti.
Mütarekenin ilk döneminde Önasya meselesinde Enver PaĢayı önemli
bir unsur olarak gören Moskova PaĢayı, Sakarya Muharebesinin sonucu-
nun alınmasına kadar kollayacak, barındıracak ve destekleyecekti.
Enver PaĢa ise bu aĢamada, Moskova'nın "antiemperyalist" tavrından
yararlanarak (daha önce hazırlamıĢ olduğu) Kafkas Ordusu baĢta olmak
üzere silahlı kuvvetleri kullanarak Önasyada bir kurtuluĢ hareketine gi-
riĢmeyi planlıyordu. Ancak, bu hareketi Mustafa Kemal baĢlatınca Enver
PaĢa, Moskova'da kalarak hazırlık yapmak görünü-

280
münde, Anadoludaki harekete yardım sağlamak ve fakat aslında Mustafa
Kemal ve arkadaĢlarının akıbetini beklemek eğilimine giriyordu.
Moskova ile Enver PaĢa arasındaki bu "yazılı olmayan mutaba-kat",
Enver PaĢa'ya belli oranda ekonomik ve siyasi bir güç kazandırıyordu.
PaĢanın elde ettiği bu güç, Önasyadaki Enver PaĢanın dostu, arkadaĢı ve
bağımlısı olan bazı subayları etkiliyor, onları Ankara ile Enver PaĢa ara-
sında ikili davranıĢa sevkediyordu. Kaldı ki bu davranıĢta, Enver PaĢa ile
arkadaĢlarının Ġttihat ve Terakki örgütünde birlikte yer almaları da rol
oynuyordu. Bu durumdaki subayların baĢında ise Kazım Karabekir geli-
yordu. Kazım Karabekir Ġttihat ve Terakkiye Manastırda, Enver PaĢanın
rehberliği altında girmiĢti. Bu nedenle Enver PaĢaya hem ast-üst, hem de
Ġttihatçı örgüt disiplini içinde bağımlılık duyuyordu. Bunun bir sonucu
olarak Kazım Karabekir bir yandan Mustafa Kemal'e "ben ve emrim al-
tındaki kuvvetler emrinizdeyiz" diyor, diğer taraftan da Enver PaĢa ile
irtibatı sürdürerek aldığı talimatları uygulamaya çalıĢıyordu.
Enver PaĢa için Anadolu'ya girebileceği iki önemli nokta bulunu-
yordu. Biri Kafkas Ordusunun merkezi olan Kars, diğeri ise Ġzmirli Ġtti-
hatçı, Yahya Kahya'nın kontrol ve denetimi altında bulunan Trabzondu.
Ali Fuat Cebesoy'un Moskova'ya atanmasından itibaren Ankara ile
Moskova bir yakınlaĢma sürecine giriyordu. Bu süreçte Moskova Enver
PaĢa'yı adeta yedekte tutuyor, Mustafa Kemal'in baĢarısız olması veya
Önasyadaki direniĢ hattını geri çekmesi halinde PaĢayı devreye sokmayı
planlıyordu.
Moskova ile Ankara arasındaki temasların ulaĢtığı olumlu düzey Güm-
rü anlaĢmasıyla bir sonuca bağlanıyor ve Milli Mücadeleyi yürü-ten Bü-
yük Millet Meclisi, Kafkasya'da hududun belirlenmesinden sonra dikkati-
ni tamamiyle Batı Cephesi üzerinde topluyordu. Bununla birlikte Mosko-
va yine de Ankara'ya karĢı dikkatli davranıyor, çeĢitli alanlarda yardım
etmesine karĢın, Enver PaĢayı gözden çıkarmıyordu.
Nitekim Enver PaĢa bu süreçte bir takım toplantılara katılıyor, "Kol-
lektivizmin" gerektirdiği rolü baĢarıyla oynuyordu. Diğer taraftan Mustafa
Kemal'in yanında yer alıp da Enver PaĢa'ya bağlı olan bazı Ġttihatçılar,
PaĢanın Ankara'ya gelmesi ve KurtuluĢ Hareketi'nin baĢına geçmesi yö-
nünde faaliyetlere giriĢiyorlardı. Kazım Karabekir bir yandan Mustafa
Kemal ile tam mutabakat halinde görünürken diğer taraftan Enver PaĢa ile
münasebeti sürdürüyor, bu arada da Yahya

281
Kahya'nın Trabzondaki konumunu muhafaza etmesine yardımcı oluyordu.
Bu karmaĢık iliĢkiler yoğunlaĢırken Moskova militarist konumdan giderek
uzaklaĢıyor, sivil bir görünüm kazanmaya çalıĢıyordu. Dolayısıyla bu
aĢamada Enver PaĢa'nın -ki asker olması nedeniyle- durumu Moskova
karĢısında sarsılıyordu. Moskova, Enver PaĢaya alternatif olarak Önasya-
da faaliyetleri yürütmek ve Marksist sistemde SSCB ile özdeĢ bir konum-
da bulunmak üzere devreye Mustafa Suphi'yi sokuyordu.
Ekim Devrimini izleyen olaylarda aktif rol alan ve bir bakıma devrim
militanı olan Mustafa Suphi, Milli Mücadele sürecinde Ankara'nın ulusal
ruhunu paylaĢıyordu. Marksist olmasına karĢın -örneğin Ermenistan mese-
lesinde- Mustafa Suphi'nin Ankara ile aynı görüĢleri -ki bu görüĢler ulu-
sallıkta odaklanıyordu- paylaĢması, her ikisinin de antiemperyalist bir
tavır içinde ulunmasından kaynaklanıyordu. Bu bakımdan Ankara, Musta-
fa Suphi'den o denli rahatsız bulunmuyordu.
Moskovanın Mustafa Suphi'yi devreye sokmasından asıl rahatsızlığı,
bu aĢamada Anadolu'ya girmek için Moskova'nın her zamankinden daha
çok yardımına gereksinim hisseden Enver PaĢa ve bölgedeki adamları -
Kazım Karabekir, Yahya Kahya vs.- duyuyordu. Zira onlar, Mustafa Sup-
hi'nin Anadolu'ya girmesi halinde, -yapay Marksistlikleri nedeniyle- ken-
dilerinin devre dıĢı kalacaklarını farkediyorlardı.
Kaldı ki Moskova, bu aĢamada baĢka bir nedenle de Enver PaĢa'dan
kurtulmak istiyordu. Ġngiltere ile Rusya arasında bir diyalog ortamı doğ-
muĢ bulunuyordu. Zira Alman Devriminin gerçekleĢmemesi ve Sovyet
Ordularının VarĢova önlerinde yenilmesi Ġngiltereyi yumuĢatıyordu. Bu
yumuĢamaya Moskova'nın da ihtiyacı vardı. Gerçi devrim yapılmıĢtı ama,
içerde ekonomik durum hiç de iç açıcı değildi. Rusya her zaman olduğu
gibi bu dönemde de buğday ve gıda maddesi ithaline gereksinim duyuyor-
du. Oysa devrim, eski kuĢatmayı ortadan kaldırmamıĢ, aksine pekiĢtirmiĢ-
ti.
Rusya'nın ticari bakımdan tek umudu, Önasya idi. Ġngilterenin yumu-
Ģaması Moskovayı bu yönde umutlandırıyordu. Oysa Enver PaĢanın plan-
ları sadece Önasya'ya girmek arzusuyla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda
baĢta Hindistan olmak üzere Ġngiltere'nin Güney Asya'daki sömürgelerin-
de de "antiemperyalist" mücadeleyi baĢlatmak istiyordu. Nitekim bu aĢa-
mada Cemal PaĢa bölgeye gitmiĢ, çalıĢmalara baĢlamıĢ bulunuyordu.

282
Enver PaĢa ile arkadaĢlarının asıl bu faaliyetleri Londra'yı çileden çıka-
rıyor, Moskova'ya karĢı yumaĢayan tavrı, yeniden sertleĢme eğilimi göste-
riyordu. ĠĢte bu nedenle Moskova, Enver PaĢadan artık kurtulmak istiyor-
du. Buna rağmen Sakarya Muharebelerinin sonucunu bekliyordu. Zira bu
savaĢın sonucu durumu ortaya koyacaktı.
Bu süreçte Mustafa Suphi Anadolu'ya girmek isteyince, Enver PaĢaya
bağlı TeĢkilatı Mahsusa üyeleri (Yahya Kahya, Mustafa Suphi'nin Merkez
Komitesinde olup da TeĢkilatı Mahsusadan olan Mehmet Emin ve Süley-
man Sami Beyler vs.) onu ve arkadaĢlarını ortadan kaldırıyorlardı.
Böylece Enver PaĢa bir süre daha Batumda kalarak Sakarya SavaĢı'nın
sonucunu bekleme olanağı buluyordu. Ne ki Sakarya'da Yunan Orduları
püskürtülüp de Ġngiltere doğrudan müdahale etmeyince, Moskova'nın bir
Ģey yapmasına meydan bırakmadan Enver PaĢa bölgeden ayrılıyor ve bu
kez Rusya'ya karĢı savaĢmak üzere Altay Dağlarına gidiyordu. Bu aynı
zamanda Ġttihat ve Terakki Örgütünün bir dönem ülke kaderini teslim
ettiği asker kadronun da kanla tasfiyesi anlamını taĢıyordu.
Talat PaĢa Berlin'de, Cemal PaĢa Tiflis'te, Enver PaĢa ise Altay'da kat-
lediliyordu.
Ankara'da ise, küçülmüĢ hudutlar içinde bir Ulusal Devletin temelleri
atılıyordu.

İttihat ve Terakki'nin Mustafa Kemal ile Kavgası Başlıyor:

Osmanlı Devletinin Birinci Dünya SavaĢı'ndan yenik çıkması ve Ġttihat


ve Terakki'nin kollektivist / militer kanadının (Avam tabiriyle Almancı
kanadın) tasfiye olmasıyla, baĢlayan Mütareke döneminde örgüt -daha
önce de belirttik- gruplara ayrılıyordu. Bir grup iĢgalciler ve sarayla iĢbir-
liği yapıyor (sermaye grubu), diğer bir grup asker kanattan ayrı olarak yurt
dıĢına kaçıyor (Cavit Bey) baĢka bir grup Ankara ile iĢbirliği yapıyordu.
Ankara ile iĢbirliği halinde bulunan grup içinde de kümelenmeler bulunu-
yordu. Bir küme Mustafa Kemal ile birlikte tam anlamıyla Ulusal Devlet-
ten yana oluyor, bir baĢka küme MeĢruti MonarĢiyi savunuyor, diğer bir
küme ise KurtuluĢ SavaĢı'ndan sonra herĢeyin eskisi gibi (MeĢrutiyet dö-
nemindeki gibi) olmasını istiyor ve bekliyordu. Ne ki, bu grup ve kümele-
rin hepsi (Saray

283
ve iĢgalcilerle iĢbirliği yapanlar hariç) ülkenin iĢgalcilerden kurtarılması
için dayanıĢmaya giriyorlardı.
Yunan Ordusunun Sakarya'da durdurulması, Ġngiltere'nin iĢgal hareket-
lerinden desteğini çekmesi, Enver PaĢa ve arkadaĢlarının Anadolu'ya gir-
mekten vazgeçmesi ve Mustafa Kemal ile silah arkadaĢlarının askeri faa-
liyetlere ağırlık vererek Meclisten uzaklaĢması, özellikle de Malta sürgün-
lerinin serbest bırakılması Meclis içindeki ve dıĢındaki Ġttihatçıların derle-
nip toparlanarak yeniden bir siyasal örgütlenme içine girmelerine zemin
hazırlıyordu. Fakat bu kez parti bayrağı individualist / Liberal eğilimli
Ġttihatçıların eline geçiyordu.
Ġttihat ve Terakki özde, Mutlakiyet rejimine baĢ kaldıran Yeni Osmanlı
/ Jön Türk siyasal çizgisinin bir devamı olarak, Abdülhamit'in istibdat
rejimine karĢı kurulmuĢ bulunuyordu. Bu nedenle, siyasal model olarak -
arada Cumhuriyeti savunan üyeleri bulunuyorsa da MeĢruti MonarĢiyi
amaç ediniyor ve savunuyordu. Kaldı ki, yine özde Liberal ekonomiyi
savunan Ġttihat ve Terakki, adeta bir "gen sapması" gibi, bir dönem "kol-
lektivist" askerlerin denetimine giriyor, fakat savaĢtan sonra yeniden aslı-
na dönerek Cavit Bey gibi Liberal ekonomiyi savunan sivillerin eline,
geçiyordu. Nitekim Liberal ekonomik zemin üzerinde MeĢruti MonarĢi
siyasal modeli de o denli eğreti durmuyordu. (Jön Türkler, Sabahattinciler
ve Liberal Ġttihatçılar, Ġslamiyetin müdahaleci tavrı ile Liberal ahlak, siya-
set ve ekonomi arasındaki çeliĢkiyi ya gözardı ediyor, ya da görmezden
geliyorlardı. Onlar, 31 Mart'taki Ġslamcı - Ordu çatıĢmasını da yadsır bir
hava içinde bulunuyor, bu nedenle kendi aralarında tam bir fikir birliği
içinde görünmüyorlardı.)
Buna karĢılık, Ulusal Mücadeleyi zaferle taçlandıran Mustafa Kemal
ve arkadaĢları, Ġttihatçılardan çok farklı düĢünüyorlardı.
Her Ģeyden önce Cumhuriyetçiydiler. Bu bile, baĢlı baĢına Ġttihat ve
Terakki ile yollarının artık ayrıldığını ortaya koyuyordu. Zira MeĢruti
MonarĢi kendi modeli içinde bir Sultan / Halifeye, yahut sadece Halifeye
gereksinim gösterirken Cumhuriyet, Sultan / Halifeyi yani denetimsiz
veya sınırlı denetim altındaki bir "Ģahsi otoriteyi" tamamiyle ortadan kal-
dırıyordu.
Gerçi MeĢruti MonarĢiyi savunan Ġttihatçılarla, Cumhuriyeti savunan-
lar arasında bu denli zıt bir görüĢ bulunuyorsa da Ġttihatçıları asıl hırçın-
laĢtıran neden Mustafa Kemal'in yeni rejimi oluĢturması sırasında Ġttihat-
çıları tamamiyle siyaset dıĢı bırakmak istemesiydi.

284
Ġttihatçılar, hangi Ģart ve rejim söz konusu olursa olsun, siyasi plat-
formda kalmak istiyorlardı. Bunu baĢardıkları taktirde gerisi kolay olacak-
tı. Zira Liberal Ġstanbul sermayesi kendilerine, ihtiyaç duydukları ekono-
mik (Uluslararası ticaret kolonilerinin de) desteği sağlayacak, böylece
(Uluslararası Ticaret OligarĢisinin istediği) Liberal siyaset zeminini teĢkil
etmek mümkün hale gelecekti.
Buna karĢılık Mustafa Kemal -bir dönem kendisinin de üyesi bu-
lunduğu- Ġttihat ve Terakki Örgütünün yapısını, kurallarını, amaçlarını,
zaaf ve üstünlüklerini çok iyi biliyordu. Kurmaya hazırlandığı Cumhuri-
yeti, Ġttihat ve Terakki Partisinin eski kadrolarıyla özdeĢleĢen genç kadro-
lara oturtması halinde bu Cumhuriyetin kısa sürede Ulusal ve Ġnkılapçı
yapıdan uzaklaĢarak ticaret kolonilerinin denetimi altında, Ġslam kimliği-
nin ön plana çıktığı bir çeĢit "Osmanlı Devleti" haline dönüĢtürüleceğini,
hatta baĢta kendisi olmak üzere ulusal bağımsızlıkçıların kısa sürede Ģu
veya bu Ģekilde -gerekirse Sadrazam Mahmut ġevket PaĢa'ya yapıldığı
gibi- tasfiye edileceklerini farkediyordu.
Bunun sonucu olarak saltanat lağvedilip de Cumhuriyet ilan edilince,
Vahdettin yanlısı Mutlakiyetçilerden çok, baĢta Mustafa Kemal'in yakın
gördüğü -Refet PaĢa, Rauf Bey, Adnan Adıvar, Hüseyin Cahit Yalçın,
Kazım Karabekir vs.- Ġttihatçılarla MeĢruti MonarĢiciler bağırmaya baĢlı-
yorlardı. Tabii bu kesim sesini yükseltince hemen Mutlakiyetçiler, kök-
tendinciler ve ayrılıkçı bölücü unsurlar çevreleri-ne toplanıyor, adeta bir
cephe oluĢturuyorlardı. Bu cephe kısa sürede Ġstanbul'daki "iĢgalcilerle ve
sarayla iĢbirliği yapan Liberal sermayeyi ve bu sermayenin kontrolünde
bulunan Hürriyet ve Ġtilafçıları da yanına alıyordu. Böylece, sözümona
Cumhuriyete değil de ilan biçimine karĢı çıkan Ġttihatçı merkezli muhale-
fet tavrını açıktan almaya baĢlıyor, Ġstanbul'u ise Merkez ediniyordu.
Kaldı ki bu siyasal hareket, Cumhuriyeti kendi siyasal örgütü olan
Halk Fırkasına dayandırmak isteyen Mustafa Kemal'e bir baĢka öneriyle
gidiyordu. Ġttihat ve Terakki'nin yeni sivil yöneticileri -Dr. Nazım, Rahmi
Bey, Cavit Bey, Hüseyin Cahit, Ġsmail Canbolat vs.-adına (Kara) Kemal
Bey Mustafa Kemal'e, yeni bir siyasi parti kurulmasına gerek olmadığını,
tüm siyasal oluĢumları Ġttihat ve Terakki'ye dayandırabileceğini, hatta bu
siyasal örgütün baĢına bizzat geçebileceğini öneriyordu.
(Kara) Kemal Bey'in bu önerileri Ġttihat ve Terakki'nin "siyasal ve
ekonomik bakımdan uluslararası entegrasyona açık" tavrından ra-

285
hatsızlık duyan Mustafa Kemal'i tedirgin ediyor, önerinin Ģahsen mi, yok-
sa örgüt adına mı yapıldığını soruyordu. (Kara) Kemal Bey'in Ģahsen yap-
tığını söylemesi üzerine de arkadaĢlarıyla görüĢüp ortak karar almalarını
bildiriyordu. Nitekim Mustafa Kemal'in bu telkini, Ġttihat ve Terakki'nin
bir örgüt olarak varlığını koruduğunu bildiğini ortaya koyuyordu.
Mustafa Kemal ile Ġttihatçı Anglosakson Liberallerin arası daha çok.
Hilafetin kaldırılması sırasında açılıyordu. Zira MeĢruti MonarĢiyi savu-
nan Ġttihat ve Terakki'nin yeni sivil yöneticileri ile bunların etkisi altında -
fikri yönden- bulunan askerler, Hilafetin kaldırılmasını istemiyor, Ģöyle
veya böyle, bu makamın muhafaza edilmesini savu-nuyorlardı. Bu aslında
doğaldı. Zira;
Ġngiltere, Birinci SavaĢın sonunda -Sevr mutabakatı ile de- Balkan,
Önasya, Kafkas ve Ortadoğu bölgelerinde oluĢturacağı eyaletleri, MeĢruti
MonarĢinin uç noktası -siyasal yaptırım gücünden yoksun- Halifenin,
uhrevi önderliği altında "konfedere etmek" istemiĢti. Kısacası Anglosak-
son Liberal dünya görüĢü, 1917 Ekim Ġhtilali nedeniyle askıya alıp Önas-
yada kurulmasını "kerhen" kabul ettiği ulusal devleti koĢulların elverdiği
bir zamanda tasfiye edip yeniden, konfederasyon modelini masaya koya-
cağını umuyor, bu nedenle de Hilafetin (makam olarak) yedekte tutulma-
sının MeĢruti MonarĢi çerçevesinde Hilafeti sahiplenmesi ile Londranın
Hilafet konusuna bakıĢı örtüĢüyordu.
Kaldı ki Londra, Hilafet Makamının Ġstanbulda kalmasını kendi çıkar-
ları bakımından baĢka açılardan da gerekli görüyordu. Hilafet herĢeyden
önce devlet yönetiminde temel "ikilem" (düalite) yaratıyordu. Üstün kitap
olarak kabul edilen Anayasa, çağdaĢ ahlak, hukuk, ekonomi ve siyasi ilke-
leri kabul ederken, Halifenin bağlı olduğu üstün kitap Kur'an; Ġslami ah-
lak, hukuk, ekonomi ve siyasi ilkeleri benimsi-yordu. Hepsinden önemlisi
de Anayasanın özgürlük kavramı ile Kur'an'daki Ġslami özgürlük, taban
tabana zıt bir oluĢumu öngörüyordu. Ġngiltere, bu ikilemi çeĢitli faaliyetle-
riyle kullanma olanağına sahip bulunuyordu. Böylece "ikilem" çatıĢması
içindeki ülkeleri, pazar olmaktan çıkıp, üretici toplum olmak noktasında
engelleyebiliyordu. Bu engellemeyi Anayasa ile Kur'an arasındaki çeliĢki-
leri veya zıtlıkları kıĢkırtarak yapıyordu.
Hilafetin kaldırılması aynı zamanda teokratik yapının da çözülmesi an-
lamına gelecekti. Böylece Devlet yönetimi özgürlük, hukuk, siyaset, eği-
tim, kısacası yönetim katında tekelleĢecekti. Böylece Ġngil-

286
tere (ve ABD) bakımından, önemli bir koz ortadan kalkacaktı. Bu nedenle
Anglosakson Liberal kökenli Ġttihatçıların Hilafeti sahiplenmesiyle Lond-
ranın Hilafet makamını koruması konusundaki faaliyetleri örtüĢüyordu.
Londra ile Osmanlı Liberallerinin organik bir bağ içinde bulunup bu-
lunmamaları o denli önemli de değildi. Zira, köken ve kökenin dayandığı
öğreti felsefi beraberliği sağlamaya, siyasal ve ekonomik beraberlik ise
"fiziki" beraberliği sağlamaya yeterli faktörlerdi.
Liberaller muhalefete daha Sakarya savunması öncesinde baĢlıyor,
tempoyu giderek yükseltiyor, Lozan öncesinde iyice tırmandırıyor, Lozan
görüĢmelerinde ise doruğa çıkarıyordu. Bu muhalefet Büyük Millet Mec-
lisindeki bazı milletvekilleri düzeyin tırmanıyor, sonunda da iktidar men-
suplarından bazıları bu kadroya katılıyordu.
Lozan görüĢmelerinin en ateĢli tartıĢmalara sahne olduğu günlerde Bü-
yük Millet Meclisinde üye bulunan Trabzon Milletvekili Ali ġükrü Bey,
Lozanda anlaĢma zemini arayanları "vatana ihanetle" itham ediyordu.
AnlaĢmanın sağlanmasını engellemek amacıyla hırçın bir muhalefet üslu-
bu benimseyen Ali ġükrü Bey, kürsüde konuĢan Mustafa Kemal'e müda-
hale ediyor ve Mecliste hava gerginleĢiyordu. Bu gerginlik sonucunda
Muhafızların Kumandanı Topal Osman, Ali ġükrü Bey'i öldürüyor, sonra
da öldürülüyordu.
Ancak Ali ġükrü Bey cinayeti Mustafa Kemal ve arkadaĢlarıyla muha-
lefetin arasına adeta bir "kan davası" gibi giriyordu. Zira, BaĢbakan Rauf
Orbay, Ali ġükrü Bey olayının tahkikatını adeta "gizlice" baĢlatıyor ve
yine adeta Mustafa Kemal'i bu olaya bulaĢtırmak istermiĢçesine bir yön-
tem izliyordu. Gerçi bu giriĢim sonuçsuz kalıyordu ama, hem Mustafa
Kemal Rauf Orbay'a olan güvenini yitiriyor, hem de kenara itilen Rauf
Orbay muhalefet kanadına daha fazla yaklaĢıyordu.
Bunun ardından Hilafetin tartıĢmaya açıldığı günlerde Rauf Orbay
Mustafa Kemal'i rahatsız edecek derecede Hilafeti sahipleniyor, nihayet
"Benim damarlarımda PadiĢahın ekmeğinin zerreleri var" diyecek kadar
ileri gidiyordu. Üstelik bu düĢüncelerini söylemekle kalmıyor, Refet PaĢa
ve Ali Fuat PaĢa gibi arkadaĢlarını da etkilemeye çalıĢıyordu. Nitekim bu
ekibe kısa süre sonra Ġttihatçı Kazım Karabekir de katılıyordu. Rauf Or-
bay'ın -ki kendisi Saray tarafından güvenilir bulunduğu için Mondros
mütarekesini imzalamakla görevlendirilmiĢti- muhalif tavrını sezen Mus-
tafa Kemal, Lozan'a gönderilecek he-

287
yetin baĢkanı olması beklenen BaĢbakan'ı Lozan'a göndermiyordu. Onun
yerine DıĢiĢleri Bakanı Yusuf Kemal TengirĢek'i istifa ettirip yerine Ġsmet
PaĢayı tayin ediyor ve DıĢiĢleri Bakanı olan Ġsmet PaĢa Lozan Heyetine
BaĢkanlık yapmakla görevlendiriliyordu. Buna çok alınan Rauf Orbay da,
Lozan görüĢmeleri sırasında Ankarada elinden gelen engellemeyi yapıyor,
hatta anlaĢmanın imzalanması aĢamasında "olur" vermeyerek imzanın
geciktirilmesine neden oluyordu. Daha sonra, Ġsmet PaĢa baĢkanlığındaki
heyetin Ankaraya dönüĢünü beklemeyerek törenlere katılmıyor, baĢkent-
ten ayrılıp Ġstanbul'a gelerek muhalefet cephesi kurulması yönünde faali-
yetlerini yoğunlaĢtırıyordu. Bu aĢamada muhalif askerlerle, sivil Ġttihatçı-
ların tavır birliği ortaya çıkıyor, aralarında Hüseyin Cahit ve Adnan Adı-
var'ın da bulunduğu muhalifler Ġstanbul'u Ankaraya karĢı bir muhalefet
merkezi haline getiriyorlardı. (Nitekim Adnan Menderes, Hasan Polatkan,
Fatin RüĢtü Zorlu, Turgut Özal gibi Liberallerin Topkapıya gömülerek
buranın bir alternatif devlet mezarlığı haline dönüĢtürülmesi, Ankaranın
BaĢkentliğinin Liberallerce hazmedilememesinin bir göstergesi sayılabi-
lir.)
Bu muhalefet merkezi daha çok / yine Hilafetin kaldırılması sıra-sında
sesini yükseltiyordu. Nitekim Ġngilteredeki Ġsmailiye Tarikatının intelli-
gence Servisinden güdümlü lideri Ağa Han ile makbul adamı Emir Ali'nin
BaĢbakan Ġsmet PaĢaya, Hilafet makamının saygınlığının korunması ko-
nusunda mektup yazmaları ve telkinde bulunmaları, Ankaranın dikkatini
çekiyordu. Dahası, bu mektubun yerine ulaĢmadan önce baĢta Liberal
muhalefetin önemli liderlerinde Hüseyin Cahit'in gazetesi Tanin olmak
üzere muhalif basında yayınlanması bardağı taĢırıyor ve Ġstanbul'a bir
Ġstiklal Mahkemesi gönderiliyordu.
Bu sırada, merkezi hükümet ve kurulan Cumhuriyetin dayanağını oluĢ-
turan Halk Fırkası Büyük Millet Meclisinde bir dizi yasa çıkarıyordu. Bu
yasaların baĢında ise "Ġhaneti Vataniye" diye adlandırılan yasa geliyordu.
Cumhuriyetin, kendisini korumak amacıyla çıkardığı bu ya-salarla, öz-
de Cumhuriyete muhalefet ederek Hilafeti sahiplenen ve bu doğrultuda da
bir yandan dinsel / siyasal kanadı, diğer yandan ayrıcalıkçı grupları mer-
kezi otoriteye karĢı kıĢkırtan Ġttihat ve Terakki'nin sivil yönetimi köĢeye
sıkıĢıyordu. Kaldı ki, Merkezi Umumiyi ele geçiren Anglosakson Liberal
kanat, örgütü bir muhalefet cephesinin odağı haline getirerek adeta Hürri-
yet ve ĠtilaflaĢıyordu. Bu Hürriyet ve ĠtilaflaĢma ise Ulusal Devlet kavra-
mını herĢeyin üzerinde tutan Cumhuri-

288
yetçileri adeta çileden çıkarıyordu.
Diğer taraftan, Ġttihat ve Terakki ile Cumhuriyetçilerin yolu bir baĢka
odakta da ayrılmıĢ bulunuyordu. Bu ayrılık Lozan görüĢmeleri sırasında
meydana geliyordu.
Eski Maliye Nazırı Cavit Bey Heyete "müĢavir" olarak alınıyor, Hüse-
yin Cahit (Yalçın) Bey ise gazeteci olarak Lozan'a gidiyordu.
GörüĢmeler sırasında genel borçlar (Duyunu-u Umumiye) meselesi
gündeme geliyordu. Rıza Nur'a göre Cavit Bey Fransa'nın tez'i doğrul-
tusunda Türkiye'nin savunduğu tez'e karĢı görüĢ bildiriyordu. Hüseyin
Cahit Bey de Cavit Bey'i destekleyen, dolayısıyla Fransızların görüĢleri
doğrultusunda yayın yapıyordu. Bu durum Heyet BaĢkanı olan Ġsmet Pa-
Ģayı sinirlendiriyor, Cavit Bey Heyetten çıkarılıyor. Hüseyin Cahit Bey ise
Lozan'dan uzaklaĢtırılıyordu.
Bu olayı ne Ġsmet PaĢa, ne de Cavit ve Hüseyin Cahit Beyler unut-
muyorlardı. Nitekim yol ayırımı, daha sonraki olaylarda iyice belirgin-
leĢiyor. Nihayet Hilafetin kaldırılması aĢamasında Ġstanbul'a bir Ġstiklal
Mahkemesi gönderiliyor ve Hüseyin Cahit Bey bu mahkemede idam tale-
biyle yargılanıyordu. Ġstanbul'a Ġstiklal Mahkemesi gönderilmesi hem
Ġttihat ve Terakki örgütünü elegeçiren Liberallere, hem onları destekleyen
Ġstanbul'daki ticaret kolonisine hem de bu koloninin finans gücünden des-
tek alan ve Uluslararası Tüccarlar OligarĢisininin bir uzantısı olan Ġstan-
buldaki OligarĢiye gözdağı veriyordu.
Ġstanbul Ġstiklal Mahkemesinde yargılanan sanıkların hepsi beraat edi-
yordu. (Bu mahkemede sanık olarak yargılananlar arasında yer alan Hüse-
yin Cahit Bey ile Mahkeme heyetinde yer alan Konya Milletvekili Refik
Bey -Koraltan- 1946'lardan sonra DP ilkeleri doğrultusunda birlikte çalı-
Ģacaklardı.)
Mahkemenin sonuçlanmasından kısa bir süre sonra, 13 Mart 1924 gü-
nü Hilafet kaldırılıyordu. Buna karĢılık, Muhalefet merkezi haline gelen
Ġttihat ve Terakkinin Merkezi Umumisi (Genel Merkezi) giderek "illegal"
bir konuma geliyordu.

Dördüncü Dönem:

Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte Önasya'da yeni bir devir, Ġttihat ve


Terakki bakımından da yeni bir dönem baĢlıyordu.
Önasya'da baĢlayan yeni döneme Mustafa Kemal'in koyduğu ilkeler
egemen oluyordu.
Mustafa Kemal'in Önasyada oluĢturmaya çalıĢtığı "özgür" yapı-

289
nın amacı, "Önasyanın tarafsızlaĢtırılması" ve "ticaret yollarının (Kara ve
Deniz)" güvence altına alınmasını amaçlıyordu. Bu, bir anlamda yüzyıllar
önce (Ortodoks Bizans, ġii / Pers ve Sünni / Arap baskısı altında) Önas-
yanın yerleĢik iktisadi gücü/dokusu üzerinde baskı kuran Selçuk sonrası,
Önasyayı dindıĢı bir konuma getiren Osmanlı Devleti'nin kuruluĢ ilkeleri-
nin yeniden yaĢama döndürülmesi anlamına geliyordu.
Nasıl ki Ahi Babası Edebali, Konya'nın dinsel/ekonomik tahak-
kümüne karĢı Türk uçbeylerini ayaklandınp da baĢarılı olamayınca Osman
Gaziye "dindıĢı" Osmanlı Devletini tesis ettirdiyse, Mustafa Kemal de
(Ortodoks) Rus, Yunan ve Bulgar, Sünni (Ġngiltere destekli) Arap ve yine
ġii / Pers yayılmacılığa karĢı, ÇağdaĢ hukuk, eğitim, maliye ve askeri
güce dayalı Laik ve dolayısıyla "dindıĢı" Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni
tesis ediyordu.
Kıyafet ve harf devrimi Önasya'yı kültürel bakımdan Arap yayıl-
macılığına karĢı korumayı amaçlıyordu. Özellikle Arap harflerinin kulla-
nılması, Türk insanının farkında olmadan Arap kültürünün etkisi altında
kalarak Arap gibi düĢünmesine ve yaĢamasına yol açıyordu. Bu açıdan
Arap harflerinin kullanılması Önasyayı bağımsız bir konumda bulunmak-
tan alıkoyuyor, bir bakıma Ortadoğu'ya bağımlılığı simgeliyordu. Kaldı ki
bütün dinsel ibadetler Arapça yapılıyor, dinsel kitaplar da Arapça yayınla-
nıyordu.
Oysa Latin harflerinin kullanılmaya baĢlanmasıyla yazı, dolayısıyla
düĢünce aracı olarak Arapçadan ve Ortadoğudan kopuluyordu. Kaldı ki
buna paralel olarak dinsel yayın ve ibadette de Arapçadan kopma baĢlıyor.
Latin harfleriyle birlikte bir TürkçeleĢtirme rüzgarı esiyordu.
Mustafa Kemal'in ilkeleri arasında TürkçeleĢtirme ve uluslaĢtırma
önemli bir yer tutuyordu.
Batı Avrupa'daki tüm ulusal devletler, uluslara (kavimlere) daya-
nıyordu. Buna karĢılık Osmanlı toplum artığı üzerinde kurulan Türki-ye
Cumhuriyetinin dayanağını teĢkil edebilecek standart bir ulus yoktu. Türk,
Kürt, Arap, ÇerkeĢ, Laz, Gürcü, Rum, Ermeni, Yahudi ve diğer unsurların
meydana getirdiği bu karma / kozmopolit topluluk, devletin insan dayana-
ğını teĢkil ediyordu. Bu nedenle bir kültür, dil ve din birliğinden bahset-
mek de olası değildi. (Kaldı ki en "bütün gibi" görünen Müslümanlar da
mezhep ve tarikat farklılıkları içinde bulunuyorlardı.)

290
Dindeki farklılıklar, Cumhuriyetin temel ilkelerinden birini oluĢtu-ran
müeyyideli (yaptırımcı) Laiklik ilkesiyle gideriliyordu. Hem devlet din
dıĢı bırakılıyor, hem de bireylerin inanç ve inançsızlık özgürlüğü güvence
altına alınıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel ilkeleri arasında
yer alan Laiklik ilkesinin batıdakinden farkı "müeyyide" ile uygulanma-
sıydı. Zira bu, Ġslamiyetin "müeyyideli bir din" olmasından kaynaklanı-
yordu. Bir Müslümanın baĢka Müslümanların yaĢam biçimine müdahale
etmesine izin veren (Ģart koĢan) Ġslamiyet "tebliğ" ve "cihat" gibi umdele-
riyle Hıristiyanlıktan farklı bir yapı içeriyordu. Bir baĢkasının da istediği
gibi yaĢamasına müdahale ederek izin vermeyen Ġslamiyetin bu müdaha-
leci tavrına karĢı Mustafa Kemal ve kadrosu "müeyyide" uygulayarak
"Laiklik" ilkesine uyul-, masını öngörüyordu. Buna karĢılık Hıristiyanlık
(özellikle 1789'dan sonra) müdahaleci bir nitelik taĢımadığı için batıda
"yaptırımcı Laik-lik"e de gerek görülmüyordu.
Dil ve kültür farkım gidermek amacıyla "devletin resmi dilinin Türk-
çe" olarak kabul edilmesi, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin dayana-
ğını teĢkil eden kozmopolit topluma da Türk Ulusu denmesiyle koĢut bir
görünüm alıyordu.
Tüm bu oluĢumlarda gözönünde bulundurulması gereken bir husus da-
ha yer alıyordu.
Lozan'da yapılan anlaĢma ile Türkiye Devleti bir "ulusal devlet" olarak
kabul ediliyordu.
Bu andan itibaren devleti kuranların önündeki en önemli sorun dil bir-
liğine dayalı, ulusal devleti sahiplenecek bir uluslaĢma hareketini baĢlat-
maktı. ĠĢte Latin harflerine geçiĢ, TürkçeleĢtirme, teokratik yapıdan uzak-
laĢma, dinin yeni devlette ikinci plana itilerek yerine kültürün ön plana
alınması, tarih çalıĢmaları ve nihayet Türk Milleti adı verilen ulusun, dev-
letin temeline konulması faaliyetleri buradan kaynaklanıyordu.
Mustafa Kemal'in amacı Türkiye Cumhuriyeti adı verilen bu Önasya
devletinin Ortadoğu ve Asya kimliğinden sıyrılarak tam anlamıyla kendi
ayakları üzerinde duran, siyasal ve ekonomik bakımdan bağımsız, ulusal
bir Avrupa devleti olmasıydı. Bu nedenle, diğer tüm ilkelerinde Yeni Os-
manlı/Jön Türk çizgisiyle çakıĢan Mustafa Kemal, "Ulusal Devlet" kav-
ramında bu çizgiye kısmen ters düĢüyordu. Zira ulusal devletin güvenliği-
ni ulusal ordu garanti edecekti. Ulusal ordu, ulusal ekonomi ve vergi sis-
temini gerektirecekti. Ulusal ekonomi ve

291
vergi ise bürokratik devlet kavramını gündeme getiriyordu. "Merkezi,
ulusal ve bürokratik" devlet anlayıĢı ise Anglosakson Liberal devlet anla-
yıĢı ile bir kez daha karĢı karĢıya geliyordu.
Kaldı ki, aradaki "kollektivist askerler iktidarı" dönemi çıktıktan sonra
Merkezi Umumisini Cavit Beylerin oluĢturduğu (Hürriyet ve ĠtilaflaĢan)
Ġttihat ve Terakki yeni konumunda Jön Türklerin Liberal dünya görüĢü ile
özdeĢleĢiyordu. Kısacası "Kartaca Modeli, Ġttihat ve Terakki muhalefetin-
de" yaĢamını sürdürüyordu. Bu muhalefet ise 1984lerden itibaren adeta
yer altına iniyordu. Ne ki, faaliyetleri devam ediyor ve yapay siyasal dal-
galanmalar oluĢturarak siluetini siyasal yaĢamın üzerinden eksik etmiyor-
du.
Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilk yıllarında dıĢarda ve içerde iki odağa
karĢı müteyakkız davranıyordu. DıĢarda Ġngiltere, içerde ise Ġttihat ve
Terakki (ile bu odağın araç olarak kullandığı dinsel / siyasal köktendinci
kesim) ulusal devleti tehdit ediyordu. Mustafa Kemal'in set çekmeye çalıĢ-
tığı bu iki odak giderek özdeĢleĢiyor veya koĢut, yada özdeĢ bir eylem
planı sergiliyordu. Nitekim ġeyh Sait isyanı bir bakıma bu özdeĢleĢmeyi
hem acı, hem de düĢündürücü bir biçimde ortaya koyuyordu.
"ġeyh Sait Ġsyanı" diye adlandırılan bu olay aslında dinsel kökenli bir
Kürt ayaklanmasıydı. Bu dinsel kökenli Kürt ayaklanmasında ġeyh Sait
ve yandaĢları sözde Hilafeti ve Kur'an düzenini yeniden tesis etmek ama-
cıyla merkezi otoriteye karĢı baĢkaldırıyorlardı.
1924 yılında, daha Cumhuriyetin kurulup Hilafetin yeni kaldırıldığı bu
dönemde Musul meselesi nedeniye Ankara ile karĢı karĢıya gelen ve "ker-
hen, imzaladığı Lozan anlaĢmasında" kabul etmek zorunda kaldığı Ulusal
Devleti bir türlü içine sindiremeyen Ġngiltere, çeĢitli kanallardan nüfuz
ederek Kürt unsurunu, merkezi otoriteye karĢı kıĢkırtıyordu.
Bu aĢamada, Ġttihat ve Terakki Merkezi Umumisinin kendisini kamufle
ederek, yasal düzeyde desteklediği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını,
Hilafetin kaldırılmasına karĢı çıkan ekipten Rauf Orbay, Kazım Karabekir
ve Refet Bele gibi muhalif askerler kurmuĢ bulunuyorlardı. Bu parti aslın-
da, kanunlarla kuĢatılmıĢ ve yeraltına inmiĢ durumdaki Ġttihat ve Terakki-
nin yasal uzantısından baĢka bir Ģey değildi. Görüldüğü kadarıyla Ġttihat
ve Terakki Mustafa Kemal'e karĢı yeni bir "askeri kanat" oluĢturuyordu.
Üstelik bu kez askeri kanadı partileĢtirerek, asker kökenli yönetime karĢı
alternatif teĢkil ettiriyordu.

292
DıĢtan bakıldığında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası son derece ma-
sum, Cumhuriyetçi ve Ulusal devletçi bir görünüm yansıtıyordu. Ancak
oluĢumun içyüzü o denli masum değildi.
HerĢeyden önce bu siyasal hareketi yönlendiren askerler, üzerle-rinde
üniforma olduğu halde Mustafa Kemal'e karĢı muhalefet hareketine giriĢ-
miĢlerdi. Örneğin Kazım Karabekir bir yandan muhalefet yapıyor, bir
yandan da kumandanlık görevini yürütüyordu. Özellikle Hilafetin kaldı-
rılması günlerinde Ġstanbul'da toplanan Rauf (Orbay), Refet (Bele), Kazım
Karabekir gibi asker kökenli ve fiilen asker olan muhaliflere Hüseyin
Cahit ve Adnan Adıvar gibi Ġttihatçılar da katılıyor, toplantılar düzenliyor,
Ġstanbul ticaret kolonisinin sermayesini yanlarına çekerek Ankara'ya göz-
dağı veriyorlardı. Nitekim Mustafa Kemal bu duruma göz yummuyor,
siyasetle uğraĢan askerlerin üniformalarını çıkarmalarını istiyordu. Musta-
fa Kemal'e göre bu muhalefet hareketinde yer alan bazı komutanlar, ġeyh
Sait isyanından önce doğudaki kuvvetler arasında darbe düzenlemeye
yönelik bazı siyasal temaslarda bulunmuĢlardı. Bu arada cereyan eden
yazıĢmalardan anlaĢıldığına göre ġeyh Sait ile Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası yöneticileri arasında (ki bu partiye "Kazım Karabekir'in Partisi"
deniyordu) siyasal dayanıĢmaya dönük bir münasebet de tesis edilmiĢti.
Daha, yakın bir geçmiĢte, Ordu içinde darbe hazırladıkları iddiasıyla sivil-
leĢmeye zorlanan parti yöneticisi askerlerin, bir de irticai Kürt ayaklanma-
sından adları geçince, Hükümet tarafından çıkarılan Takriri Sükun Kanu-
nuna dayanılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasıyla
Ġttihat ve Terakkinin legal faaliyetleri ortadan tamamen kalkıyordu. Bu
durum Ġttihat ve Terakkinin Merkezi Umumisini iyice çaresizliğe, yasadı-
Ģılığa ve saldırganlığa itiyordu.
Ġttihat ve Terakki Merkezi Umumisiyle -ki Ġttihatçılar bu örgüt-
lenmeyi inkar ediyorlardı- Ulusal Cumhuriyetin yönetim kadrolarını bu
denli karĢı karĢıya getiren ayrılığın nedenleri de artık netleĢiyordu.
DıĢtan bakıldığında adeta bir ''sen - ben" kavgası diye nitelenen çatıĢ-
manın su yüzündeki görünümü gerçekten de böyleydi. Kaba bir yaklaĢım-
la, Kazım Karabekir ve arkadaĢlarının (Refet Bele, Rauf Orbay vs.) Milli
Mücadele sürecinde hareketin önder kadrosunda yer almalarına karĢın,
Cumhuriyetin ilanından itibaren çağdaĢ devletin yaratılması yönünde atı-
lan adımlara ayak uyduramamaları, onların "yönetici kadro" dıĢında kal-
malarına yolaçmıĢtı. Bu nedenle Mustafa Kemal'i diktatörlüğe yönelmekle
itham ediyor, kendilerini ise Liberal

293
olarak niteliyorlardı. Böylece "sen - ben" kavgası nedeniyle baĢlayan kav-
ga, siyasal bir "iktidar - muhalefet" çatıĢmasına dönüĢüyordu.
Gerçi dıĢtan görünüm bu denli basit bir nitelik taĢıyordu ama, ça-
tıĢmanın kökleri göründüğünden çok daha derinde ve önemliydi.
Mustafa Kemal, çağdaĢ Türkiye Cumhuriyeti devletini Ģu yapıya otur-
tuyordu.
• Ulusal Türkiye Cumhuriyeti devleti ulusal orduya dayanacaktı.
• Ulusal ordu, ulusal bağımsızlığı, ulusal ekonomiye dayanarak ko-
ruyacaktı.
• Ulusal ekonomi, yaygın bir vergi sistemini gerektiriyordu.
• Yaygın vergi sistemi ise, güçlü bir "bürokrasi" demekti.
Bu model kuĢkusuz (öncelikle) spekülatif finans çevrelerini rahatsız
ediyordu. Bu finans ise Ġstanbul ve Ġzmir gibi önde gelen ticaret kolonileri
içinde yer alıyordu. Ġstanbul ve- Ġzmir ticaret kolonileri ise Osmanlı son
döneminde Ġttihat ve Terakkiyi destekliyordu.
Gerçi bir dönem ticaret kolonilerinin Liberal ekonomik görüĢü ile Ġtti-
hat ve Terakki yönetimini elinde bulunduran Enver PaĢa ve asker arkadaĢ-
larının ulusal ekonomik görüĢleri çeliĢiyordu ama, yine bu dönemde siya-
sal görüĢler özdeĢleĢiyordu. Önasyadaki ticaret ve finans kolonileri için-
deki kavim rekabeti Tüccarlar OligarĢisini, Ġttihat ve Terakkinin asker
kanadına yaklaĢtırıyordu.
Aynı durum Mustafa Kemal'in Ulusal Devletçi tutumuna karĢı yaĢanı-
yor bu kez Ġttihat ve Terakki'nin Cevit Bey odaklı Merkezi Umumisi ile
Ġstanbul / Ġzmir Ticaret Koloni / OligarĢilerinin Liberal ekonomik görüĢle-
ri özdeĢleĢiyordu.
Kazım Karabekir, Ġttihat ve Terakkinin Merkezi Umumi kararlarına
uymak zorundaydı. O Manastır Ġttihat ve Terakki Cemiyetine girerken
Merkezi Umumi kararlarına uyacağı konusunda yemin etmiĢti. Bu yemin,
yaptırımlı bir yemindi. Nitekim bütün Ġttihatçılar gibi, Kazım Karabekir
de ölene kadar bu yemine sadık kalacak ve Merkezi Umumi kararları çer-
çevesinde hareket edecekti. (Ġsmet PaĢa da bir Ġttihatçıydı. Bu nedenle -
Merkezi Umumi kararları onun için geçerli olmasa bile-Kazım Karabekir
onun CumhurbaĢkanlığı sırasında- Ġttihatçı dayanıĢması gösterilerek-
Meclis BaĢkanlığı yapacak, 27 Mayıs Ġhtilaliyle darağacının altına kadar
gidecek olan diğer Ġttihatçı Celal Bayar "kuyudan adam çıkarma" operas-
yonu ile yine Ġsmet PaĢa tarafından siyasal haklarına kavuĢturulacaktı.
Celal Bayar ise, yine yeminine sadık kalarak, Cavit Bey'in siyasal ve eko-
nomik misyonunu yüklenecek, ekono-

294
miyi liberalize ederek sermayeyi, uluslararası sermay ile bütünleĢtirecek
ve siyasal bağımsızlığı sessiz sedasız rafa kaldıracaktı.)
Aslında Milli Mücadelenin baĢından beri gerek Enver, gerekse Merke-
zi Umumi ile münasebetlerini sürdüren Kazım Karabekir, bu odakların
siyasal tercihleri doğrultusunda Mustafa Kemal ile birlikte hareket ediyor-
du. Ne ki bu iliĢki, Milli Mücadeleden sonra ortaya çıkıyordu. Üstelik
Kazım Karabekir ve yandaĢları, Hilafeti sahiplene-rek, dinsel / siyasal
kesimi de yanlarına alarak Mustafa Kemal'in "Ulusal Devletçi" tavrına
direniyorlardı. Aslında Karabekir ve siyasal yandaĢlarının bu tavrı Prens
Sabahattin'in H'nci MeĢrutiyetin ilanın-daki tavrından farksızdı. Nasıl ki
Prens Sabahattin, Ġttihatçılara karĢı güç elde edebilmek amacıyla DerviĢ
Vahdeti'nin sempatisini kazandıysa, o zaman -31 Mart Ayaklanması- Der-
viĢ Vahdeti ve yandaĢlarını darağacına gönderen Kazım Karabekir ve
yandaĢları, bu kez Mustafa Kemal'in karĢısına -iddialara göre- irticacı
Kürt hareketinin dolaylı destekçisi olarak çıkıyorlardı. Kısacası Osmanlı
Liberalleri nasıl ki irticayı ve (federatif sistemin parçası olarak) Kürt,
Rum, Ermeni kavimlerini (Jön Türk Kongresinde Ahmet Rıza - Sabahattin
ayrılığının nedeni) kullandıysa, Cumhuriyet Liberalleri de aynı yola baĢ
vuruyor, irticayı ve Kürtleri kullanıyordu, Liberaller bu geleneksel siya-
setlerini 20'nci yüzyıl boyunca devam ettireceklerdi. Ancak Kürtler ve
köktendinciler, Liberallerin kendilerini niçin desteklediklerini -
kullandıklarını- sorgulamayacak, onların desteğinde Ulusal Devlete karĢı,
onların çıkarları adına da mücadele edeceklerdi.
Mustafa Kemal'in "Ulusal Devletçi" tavrının temel nedenlerinden biri
de, Anglosaksonların (daha sonra Angloamerikan) 19 uncu yüzyılın ikinci
yarısından itibaren benimsediği "eyaletleĢtirme" siyasetinin Misak-ı Milli
hudutları çerçevesinde yolunu kesmek amacına yönel-mesiydi.
Ġngiltere 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Balkan, Önasya,
Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerinde kesinlikle ulusal devlet kurulmasına
izin vermemek eğilimine giriyordu. Amaç "Dörtlü Federasyonu" Hilafetin
dinsel çatısı altında "konfedere" etmekti.
Mustafa Kemal bu planı Hilafeti kaldırarak bozuyor, Türkiye Cumhu-
riyetini dinsel yapı yerine ulusal yapıya oturtarak Ġslamiyeti siyasal yapı-
nın dıĢına itiyordu. Uluslararası sermaye ile entegrasyona açık bir ekono-
mik modeli savunan Liberaller ise ısrarla, müstakbel "konfederasyonu"
dayandırmayı amaçladıkları teokratik zemini oluĢ-

295
turmak yönünde, siyasal mücadeleyi sürdürüyorlardı. Önasya Fe-deras-
yonundaki önemli eyaletlerden biri olacağını varsaydıkları Kürt Eyaletini
tesis etmek için "ayrılıkçı" harekete destek veren iç ve dıĢ Liberaller, diğer
taraftan da "Ġslami sistemi", fikir özgürlüğü alanında legalize etmeye çalı-
Ģıyorlardı.
ĠĢte Mustafa Kemal ile Ġttihat ve Terakki/ Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası arasındaki temel ayrılık buradan kaynaklanıyordu.
Bu zıtlaĢmanın (ġeyh Sait isyanı dıĢında) ilk kanlı hesaplaĢması Ġzmir
Suikastı sırasında cereyan ediyordu.
Ġttihat ve Terakkinin Merkezi Umumisi, yerel bakımdan kuĢatma altına
alınıp da siyasal bakımdan kımıldayamayacak durumda kalınca bir grup,
Ulusal Devletin tasfiyesinde en önemli engel olarak gördükleri, bu neden-
le diktatörlükle suçladıkları Mustafa Kemal'i ortadan kaldırmak amacıyla
suikast düzenliyordu. Bu tertibe Ġttihat ve Terakki önderlerinden bazıları
doğrudan, bazıları da dolaylı olarak katılıyordu. Örneğin Trabzon Millet-
vekili Ziya HurĢit (ki bunlar biraz da Ali ġükrü Bey'in kan davasını güdü-
yorlardı) Suikaste doğrudan katılan bir Ġttihatçıydı. Buna karĢılık Cavit
Bey, Ġsmail Canbolat, Abdülkadir, (Kara) Kemal, Dr. Nazım, (Ayıcı) Arif
vesairin dolaylı olarak suikaste katıldıkları saptanıyordu. (Kara Kemal
hariç, hepsi asılarak idam ediliyordu.)
Mustafa Kemal, Ġzmir Suikastı vesilesiyle Ġttihat ve Terakkiye (Birinci
Dünya SavaĢı'ndan sonra) en ağır darbeyi indiriyor, geniĢ çapta tasfiye
ediyordu. Ama Ġttihat ve Terakki farklı bir strateji uygulayarak hem dim-
dik ayakta kalıyor, hem de zamanını bekliyordu.
Bu kez baĢ aktör, Ġttihat ve Terakkinin Ġzmir Valisi ve örgütün Merkezi
Umumi üyesi, Ġzmir Suikastı Davasında Ġstiklal Mahkemesinde yargılanıp
beraat eden Rahmi Bey'in himaye ettiği, Rusçuk kökenli Saruhan Mebusu
Celal (Bayar) Bey olacaktı.
Onun beklediği tarih ise 1946 idi... Alman Kolektivizminin Ang-
loamerikan Liberalizmi tarafından silah zoruyla çökertilip baĢeğdiril-diği
yıllar...

296
YENĠ DÜNYA DÜZENĠNĠN GĠZEMLĠ OLUġUMU

Hitlerin Ģansı, Rusya'nın MarksistleĢmesiydi. Her zaman batı'dan do-


ğuya yazılan tarih, bu kez doğudan batıya yazılıyordu. 1789 Ġhtilalinin
ardından, Paris'in iĢgaline karĢı direnen 1848 Komünü, Fransız Milliyetçi-
liğinin Alman saldırısına karĢı bir baĢkaldırısına dönüĢüyordu. Fransız
Milliyetçiliğine bir tepki olarak Alman Milliyetçiliği (ve yayılmacılığı)
yükseliyordu. Alman Milliyetçileri ise karĢılarında Panslav direniĢi bulu-
yordu. Panslav hareket (Balkanları hegemonyası altına almaya yönelince)
kaçınılmaz olarak, Müslüman Türkleri hedefliyordu. Ezilen Müslüman
Türkler ise Panislamist ve Pantürkist hareketi baĢlatıyorlardı.
Bu; tarihin, batıdan doğuya yazıldığı süreçte cereyan eden doğal olay-
lar zinciriydi.
Ancak, 1917 Ekim Ġhtilaliyle Çarlık Rusyası'nın yıkılması, yerine
Marksist Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin kurulmasıyla Orta
Avrupa'nın kaderi değiĢiyordu. Zira, o zamana kadar individüliz-min ön-
cüsü Ġngiltere'nin tarihsel yandaĢı konumundaki Rusların birden, kollekti-
vizmin en uç noktası olan Marksizmin egemenliği altına girmesi, öncelik-
le Ġngiltereyi ve Birinci Dünya SavaĢı'nın galipleri arasında yer alan (ve
bu galibiyetten nemalanan) Amerika BirleĢik Devletleri'ni rahasız ediyor-
du. Zira Rusya gibi büyük bir ülkenin bireyciliğe karĢı organize ve düĢ-
man bir ülke konumuna gelmesi, önce-

297
likle ticari düzeni, uluslararası ticaret güzergahlarını, dünya ticaret düze-
nini ve hepsinden önemlisi de tarihsel ticaret kolonilerini tehdit ediyordu.
Bu tehdit ise Marksizmin Alman Kollektivizminden kaynaklan-
masıydı. BaĢta Karl Marx olmak üzere Marksist önderler öğretiyi Alman-
ya ve Ġngiltere'de uygulamaya sokabileceklerini umuyorlardı. Zira bu
ülkeler, sanayi aĢamasını yapmıĢ ve oluĢan sınıflar, önemli bir zıtlaĢma
içine girmiĢ bulunuyorlardı. Marksist Ġhtilal için Almanya ve Ġngiltere'de-
ki koĢullar son derece elveriĢliydi.
Buna karĢılık savaĢta askerden kaçan firarilerin, iĢsiz iĢçilerin ve geniĢ
çapta verimsiz topraklarda yaĢayan köylülerin yaptığı ihtilalle Marksizim
Rusya'da yönetime geliyordu. SSCB'nin bir süre sonra Orta Avrupa'ya
Marksizme dayalı ihtilaller ihraç etmesi ihtimali orta-ya çıkmıĢ bulunu-
yordu. Bu ihtimal ise öncelikle ABD'yi ve onun Avrupa'daki (hem ağabe-
yi, hem de yandaĢı) Ġngiltere'yi ürkütüyordu. Zira Almanya'nın Orta Av-
rupa'daki konumu Viyana, Hamburg, Bremen, Amsterdam vs. ticaret ko-
lonilerini ve bu kolonileri birbirine bağlayan ticaret güzergahlarını tehdit
ediyordu.
Üstelik ABD ve Ġngiltere'nin endiĢeleri o denli yersiz ve boĢ da değil-
di.
Almanya'da iĢsizlik kol geziyordu. SavaĢtan yenik çıkan ülkede ulusal
onur kırılmıĢtı. Spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisi, individualist
ülkelerin kazandığı zaferin gölgesinde Almanyanın kaymak tabakasını
oluĢtururken, cephelerden dönenler yoksulluk içinde bocalıyorlardı.
1920'lerin Almanyasında bir totalier rejim ara-yıĢı iki zıt kutubu da besli-
yordu. Bu iki zıt kutubun ortak tarafı, her ikisinin de kollektivist zeminden
kaynaklanmalarıydı. Bir yandan Marksizm tırmanırken, diğer yandan
Nasyonal (Milliyetçi) Sosyalizm yükseliyordu. Zaten Alman Nasyonal
Sosyalist hareketini Ġtalyan FaĢizminden ayıran husus da buydu. Mussoli-
ninin faĢizmi, sermayeye dayalı bir hareketten güç alıyor, Nasyonel Sos-
yalizm ise yoksul Alman halkına dayanıyordu.
Aslında Nasyonal Sosyalist hareketi Almanya'nın gündemine sokan
Fransa'ydı.
Birinci Dünya SavaĢı'nda gerçi Almanya yenilmiĢ, fakat fiili bir iĢgalle
karĢı karĢıya kalmadığı için yenilgi halk üzerinde o denli etkili olmamıĢtı.
Fakat savaĢ tazminatının ağırlığına paralel olarak Fransız Ordularının
daha sonra Alcasse - Laurent bölgesini iĢgal etmesi, Al-

298
manların onuruna ağır bir darbe indiriyor, böylece Alman Milliyetçiliğini
Ģaha kaldırıyordu. Milliyetçiliğin yükselmesi ve yoksulluk ise, Marksiz-
min enternasyonalist ruhuna ters düĢüyordu. Böylece, Almanyada Adolf
Hitler'in ve Nasyonal Sosyalizmin yıldızı bir bakıma Fransadaki Liberal
eğilimli iktidarların aldığı kararla parlıyordu. Fransız Liberallerinin aldığı
iĢgal kararı ile ilgili telkinler ise bu ülkedeki ticaret odaklarından ve bu
odakların uluslararası bağlantılarından (Londra - New York - Washington)
geliyordu. Bu odaklar, Berlin'in nabzını da ellerinde tutuyorlardı. Alman
Milliyetçilerinin Marksistler karĢısında güçlenmesi için, Fransız iĢgali
önemli bir etken (bir bakıma kıĢkırtma) teĢkil ediyordu.
Fransız, Ġngiliz ve ABD Liberalleri ile Ticaret OligarĢisi bu aĢa-mada,
Adolf Hitler'in antisemitik eğilimleri konusunda yeterince fikir sahibi
değillerdi. Oldukları zaman da tavırlarında önemli bir değiĢiklik meydana
gelmiyor, Hitler'in (Marksistlere karĢı uyguladığı politika nedeniyle) tica-
ret kolonileri (ve tüccar sermayesi) tarafından desteklenmesine devam
ediliyordu.
Hitler Avrupa'da çok kan dökülmesine yol açacaktı ama Ģu üç önemli
sonucun ortaya çıkmasını da sağlayacaktı:
• ABD, yıkılan Avrupa'yı SSCB ile paylaĢacak, sonra da SSCB'ye
karĢı sahiplenecekti.
• ABD silah sanayii büyük kazanç sağlayacak, teknolojik bakımdan
uzay'a açılacak, ay'a ulaĢacaktı.
• Ġsrail Devleti kurulacak, Museviler Asya / Avrupa ticaret güzer-
gahları üzerinde siyasi, ticari ve askeri denetim tesis etmeye baĢlaya
caklardı.

299
Alman Kollektivizminin Kısır Döngüsü

Ġkinci Dünya SavaĢı'nın çıkıĢ nedeni ile Birinci Dünya SavaĢı'nın çıkıĢ
nedenleri birbirinden o denli farklı sayılmazdı. Temel neden Sosyal Dev-
let bazında tüketim, üretim, büyüme ve enerji açığı kısır döngüsüydü.
Alman kollektif yaĢamında sosyalizasyon, bu yönde örgütlenen devle-
tin temel felsefesini oluĢturuyordu. Bismarck ile baĢlayan bu oluĢum,
Birinci SavaĢtan sonra Fransa'nın Almanya topraklarını iĢgal etmesiyle
kınları Alman onurunu kamçılıyor ve kendisini Nasyonal Sosyalizmde
yeniden gerçekleĢtirmeye baĢlıyordu. Nitekim Nasyonal Sosyalizm önce
iĢsizlik sorununu ortadan kaldırıyor, sonra sosyalizasyonu stabil hale geti-
riyor, altyapı sorunlarını çözdükten sonra, kollektif yaĢam standardını
yükseltiyordu. Bu aĢamada Alman karakterinin belirgin bir özelliği olan,
tatminsiz tüketici kimliği ön plana çıkıyordu. Bu kollektif özellik zorunlu
olarak üretimi ve üretim teknolojisini kıĢkırtıyordu. Üretim ise daha fazla
kaynak gerektiriyordu. Alman ulusunun bu kısır döngüsü, Alman yayıl-
macılığının da temel nedenini teĢkil ediyordu. Zira baĢta petrol olmak
üzere yeraltı ve yerüstü kaynakları Önasya'dan baĢlayarak Ortadoğu ve
Kafkasya'ya, oradan da Güney Asya ve Ġçasya'nın derinliklerine uzanıyor-
du.
Böylece Alman yayılmacılığı Balkanlardan sarkarak Karadeniz ve Ak-
deniz'e, oralardan da Önasya, Kafkasya ve Ortadoğuya yöneliyordu. Ne ki
bu yönelme sırasında stratejik olarak bazan Kuzey Avrupa'ya, bazan da
Moskova varoĢlarına sapıyordu.
Ġngiltere dıĢa karĢı enerji kaynaklarını denetlemek amacıyla Ortadoğu
ve Kafkasya'ya uzanıyordu ama aslında amaç, buralardan geçen ticaret
güzergahlarını denetime almaktı. Buna karĢılık Almanya ticaret güzergah-
larını umursamadan, sadece askeri güç kullanarak kaynaklara el koymayı
amaçlıyordu. Bu aĢama ise kaçınılmaz olarak yine ticaret kolonileri ve
OligarĢi ile Hitler yönetimini karĢı karĢıya getiriyordu.
ĠĢte Birinci ile Ġkinci SavaĢ arasındaki en büyük benzerlik buydu. Ne ki
1930'ların sonunda temel farklılık Türkiye Cumhuriyeti

300
Devleti'nin siyasal tavır ve konumundan kaynaklanıyordu.
Lozan'da, ulusal bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ku-
ruluĢ belgeleri müzakere edilirken en önemli tarafı Ġngiltere (ve ABD)
teĢkil ediyordu. Bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin uluslararası
politikada oturacağı yer ve zemin Lozan'da uzun müzakereler sonucu
saptanıyordu. Buna karĢılık Almanya, Lozan'daki barıĢ masasında yer
almıyordu. Diğer bir ifade ile Lozan anlaĢmasını imzalayan taraflar aynı
zamanda adeta birbirinin siyasal ve diplomatik "partneri" konumuna geli-
yordu. Almanya ise bu grubun dıĢında kalıyordu.
Ġkinci Dünya SavaĢı'na dek uzanan süreçte Türkiye tüm Avrupa ülkele-
ri ile genelde eĢit ve dengeli, özelde ise Ġngiltere /ABD ile biraz daha sı-
cak iliĢki tesis ediyordu. Mustafa Kemal -gücünü bildiği için-Ġngiltere ile
yakın temas halinde görünüyor, Ġngiltere'ye alternatif olarak da ABD'nın
uluslararası konumunun güçlenmesine sıcak bakıyordu. Ancak Ģurası bir
gerçekti ki Ġkinci Dünya SavaĢı'na kadarki süreçte "Angloamerikan" blok-
ta kendisini daha fazla güvende hissediyordu. Bu bakımdan Mustafa Ke-
mal ve kadrosu Enver, Cemal ve Talat PaĢaların "Almancılık" tercihine /
hatasına düĢmüyordu. Bununla birlikte Mustafa Kemal, bu politikayı gü-
derken SSCB ve Almanya gibi ülkelerin oluĢturduğu, güç dengesini de
gözönünde bulundurarak "Angloamerikan" siyasetini hissettirmeyecek
derecede mahir davranıyordu. Ne ki Hitler, Mustafa Kemal Ankarasını
"onurlandırmamıĢ", buna karĢın Ġngiltere Kralı Edward ve metresi, eski
"Osmanlı MeĢruti MonarĢisinin" merkezi olan Ġstanbul'da, üstelik de padi-
Ģahların sarayında ağırlanmıĢtı. Bu ziya-ret "Angloamerikan tercihli" dip-
lomasinin bir göstergesiydi.
Mustafa Kemal'in Ġngiltere siyaseti karĢılıklı eĢitlik ilkesine daya-
nıyordu. Daha doğrusu Mustafa Kemal bu ilkeye dayandırmaya çalıĢıyor-
du. Nitekim batı ülkeleri karĢısında Lozan'dan baĢlayarak sürekli "tam
bağımsızlık ve eĢitlik" ilkesini gözeten bir grafik çiziyordu. Bu grafik
Hatay sorununda doruk noktasına çıkıyordu. Sürekli "bağımsızlık" hede-
fine yönelen Mustafa Kemal bu tavrı ile Ġngiltere'yi rahatsız ediyordu
ama, Önasya coğrafyasının vazgeçilmezliğini kullanarak "Angloameri-
kan" blokta kalıyordu.
Mustafa Kemal'in ulusal devletçi tavrı, ulusal ordu - ulusal ekonomi
bağlamında Liberal dünya görüĢünden uzaklaĢıyordu. Ne ki, Önasya'nın
kozmopolit toplum yapısına dayanan bu "ulusal anlayıĢ"

301
kendisine özgü bir yapılanma oluĢturduğu için -aslında kollektivizmi
amaçlaması gerekirken- klasik kollekitivist bir nitelik taĢımıyordu. Bün-
yesi içinde Devletçi kollektivist zeminde, yurttaĢlık bilincine dayalı birey-
ciliği birlikte kucaklıyordu. Mustafa Kemal'in bu yaklaĢımı Uluslararası
spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisini tedirgin ve rahatsız ediyor-
du. Bu rahatsızlık ise her zaman Ġstanbul ve Ġzmir Ticaret OligarĢisinde
hissediliyordu. Buna bir de Cavit Bey'in idamı eklenince, uluslararası
sermaye iyiden iyiye ürküyor, hatta "ticaret sirkülasyonu" ağırlaĢarak,
ülke ekonomisi karĢı karĢıya bulunduğu sorunları aĢmakta zorlanıyordu.
Mustafa Kemal, Liberal dünya ile bu denli zıtlaĢma içinde bulun-
masına karĢın, diplomatik bakımdan yine de ipler kopmuyor, Angloa-
merikan blok giderek yükselen Alman ve Ġtalyan faĢizmi karĢısında, Ana-
dolu'da yine de güvenilir bir yönetim buluyordu. Kaldı ki Mustafa Kemal
1935'lerden sonra iyiden iyiye Liberal dünya görüĢüne doğru bir eğilim
kazanmıĢ görünüyordu. Celal Bayar’ın giderek yıldızının parlaması, bir
anlamda bu eğilimin ifadesi olarak ortaya çıkıyordu. Celal Bayar’ın inan-
mıĢ bir "sivil Ġttihatçı" olduğunu ve "Cavit bey'in izinden yürüdüğünü",
hatta Merkezi Umumi kararlarına da bağlı bulunduğunu Mustafa Kemal
herkesten iyi biliyordu. Fakat yaklaĢan dünya savaĢının"sıcak soluğunu
Türkiye'nin ensesinde hisseden lider, Celal Bayar'ı yanına alıp Liberal
siyasetlere yönelerek, muhtemel savaĢın, muhtemel galiplerine göz kırpı-
yordu. Mustafa Kemal bu savaĢın da diğeri gibi Anglosakson / Amerikan
zaferi ile sonuçlanacağını daha o zamandan görebilecek kadar uluslararası
siyaset birikimine sahip bulunuyordu.
HerĢeyden önce uluslararası sermaye ve Ticaret OligarĢisi Ang-
loamerikan cepheyi destekliyordu. Mustafa Kemal ise savaĢın önce insan,
sonra da para ile kazanılacağını biliyordu. Giderek ısınmaya baĢlayan
uluslararası siyasal ortamda Mustafa Kemal'in barıĢçı siyaseti, her zaman-
kinden daha büyük önem kazanıyordu. DıĢtan bakıldığında Ankara'daki
yönetimin tarafsız siyaseti Roma ve Berlin'deki diktatörlerin anlayıĢla
karĢılayabilecekleri bir siyasetti. Buna karĢılık Ankara'nın tarafsız siyase-
ti, aslında Anglo - Amerikan taraflılığından baĢka bir Ģey değildi. Alman-
ya bunu çok sonra anlayacak, fakat iĢ iĢten geçmiĢ olacaktı.
Mustafa Kemal 1938'de öldü. 1939'da da Ġkinci Dünya SavaĢı baĢladı.

302
SavaĢ kaçınılmazdı. Zira Almanya tüketime doymuĢ, teknoloji üretime
yetiĢememiĢ, kaynak yetersizliği Almanya'yı doğal kaynaklara, yani Do-
ğuya sevketmiĢti.
Ülkenin baĢında artık, hala Ġttihat ve Terakkiye ettiği yemine bağlı
olan ve Ġttihatçılara, (Mustafa Kemal'in aksine) daha vefalı davranan Ġs-
met Ġnönü bulunuyordu. Bu tek parti yönetimiydi ama, bu yönetimde ikti-
dar kadar, muhalefet de iktidarda bulunuyordu. Örneğin, Cumhuriyetin
ilanı, Hilafetin kaldırılması, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Ġzmir
Suikastı meselelerinde Mustafa Kemal ile karĢı karĢıya gelen, hatta Ġstik-
lal Mahkemesinde mahkum olduğu için kaçmayı yeğleyin Rauf Orbay
Ġsmet Ġnönü yönetiminde Londra Büyükelçisi olarak Ġngiltere'ye gönderi-
liyor, Rauf Beyle aynı grupta yer alan Kazım Karabekir ise Büyük Millet
Meclisi BaĢkanlığına getiriliyordu. Ġzmir ticaret kolonisinin "favori" siya-
setçisi Celal Bayar, yapılan telkinler sonucuda hiç pürüz çıkarmadan
Cumhuriyet Halk Partisi'nin "fedakarca" üyeliğini yapıyor, onların bu
tavır ve konumu tüm Liberal eğilimli üyelere örnek oluyordu.
Ġkinci Dünya SavaĢı boyunca ülkeye egemen olan tek parti yönetimi
bir anlamda "Milli Mutabakat Hükümeti" Ģeklinde çalıĢıyor, bu hükümetin
karar makamında oturan Ġsmet Ġnönü ise açık tavır sergi-lemekten dikkatle
ve ısrarla kaçınıyordu.
O; gerektiğinde individülist, gerektiğinde de kollektivist oluyordu.
Gayrimüslim sermayeden Varlık Vergisi alırken ve bu Varlık Vergisi,
sermayenin ulusallaĢmasına zemin hazırlarken son derece Milliyetçi gö-
rünüyor, buna karĢılık 1944'de Milliyetçileri tevkif ederek hapse attırıyor-
du. Kemalist görünüyordu ama, paralardan Atatürk'ün resmini çıkarıp
kendi resmini bastırıyordu. Bu Ģekliyle Ġttihatçıların yapamadığını yapı-
yordu. Ne ki Mustafa Kemal'in silah arkadaĢı olduğu için hiç kimse Ġsmet
PaĢa’nın "Kemalist olamayacağını" düĢünemiyordu. Kaldı ki bu dönemde
Ġsmet PaĢa, ülkedeki Ticaret OligarĢisi tarafından desteklenmekle kalmı-
yor, uluslararası sermayeyi de arkasına alıyordu.
Ġsmet PaĢa’nın Ġkinci Dünya SavaĢı'nda uyguladığı siyaset çok basit,
fakat "cihanĢümul"dü. O, Mustafa Kemal'in çizdiği temel ilkelere de sadık
kalarak tarafsız görünüyor, oysa bu tarafsızlıkla Angloame-rikan kanatta
yer alıyordu.
DıĢtan bakıldığında tarafsızdı. Oysa bu tarafsızlık, Almanya karĢında
Türkiye'yi aĢılması güç bir engel haline getiriyordu.

303
Hitlerin Genelkurmayının amacı, en kısa yoldan Kafkas veya Or-
tadoğu petrol kuyularına ulaĢmak ve yine en kısa yoldan bu petrolü ülke-
sine sevketmekti. Almanlar Kafkas ve Kuzey Irak petrollerine ulaĢabilme-
leri için mutlaka Önasya'yı kendi saflarına çekmek veya iĢgal etmek zo-
runluluğu ile karĢı karĢıya bulunuyorlardı. Ġngiltere ve Amerika'nın amacı
ise Almanya'nın petrol bölgelerine ulaĢmasını engellemekti. Türkiye taraf-
sız kalarak Alman kuvvetlerinin, petrol kaynaklarına ulaĢmasına izin ver-
miyor, böylece Amerika ve Ġngilte-re'nin ekmeğine yağ sürüyordu. Al-
manya Türkiye'yi "tarafsız bir en-gel" olarak kabul ediyor, Türkiye ise
Almanya'nın yolunu tıkayarak Amerika ve Ġngiltere'ye avantaj sağlıyor,
zaman kazandırıyordu.
Aslında Ġsmet PaĢa'nın bu basit, fakat "cihanĢümul" siyaseti, PaĢanın
hüneri kadar Kafkasya, doğu ve güneydoğu bölgelerinin sarp ve yalçın
kayalıkları ile son derece güç koĢullarla yapılacak bir ulaĢıma izin veren
dar geçitlere dayanıyordu. Alman Orduları tanımadıkları bir coğrafyada,
dünyada benzeri çok az, vuruĢkan bir kavimle, dağlı Kürtlerle karĢı karĢı-
ya kalacaktı. Bu dağlar, Dinar Dağları'ndan daha sarp, bu halk ise Sırplar-
dan daha acımasızdı. Buna bir de Anadolu coğrafyasında gerilla sınavı
vermiĢ olan Türk Ordusu eklendiğinde Türkiye Cumhuriyeti sanıldığından
daha sert bir ceviz oluĢturuyordu. Belki Ġstanbul ve Çanakkale'nin elegeçi-
rilmesi Akdeniz - Karadeniz bağlantısında Almanya'ya bir avantaj sağla-
yacaktı ama ondan ötesi, kuvvet bağlamaktan baĢka bir iĢe yaramayacaktı.
ĠĢte Ġsmet Ġnönü'nün "cihanĢümul" siyaseti bu kadar basitti. Üstelik bu
tarafsızlık Angloamerikan cepheye iyi bir de fatura ödettiriyor-du. (Silah,
cephane, uçak vs..)
Almanya; Ġngiltere, Fransa ve ABD tarafından adeta "ĢiĢleniyor", azgın
bir boğa gibi Rusya'nın üzerine atılıyordu. Böylece Hitler de Napoleon
gibi Afrika güneĢi ile Rus kar'ı arasında kavruluyor, Alman tüketim en-
düstrisinin temel dinamiği olan Alrnan kanını günden güne tüketerek eri-
yordu. Onun sonu, Liberal OligarĢinin kullanıp kirli bir mendil gibi kenara
attığı Napoleon'dan daha dramatik oluyordu. Cesedi bile bulunmuyordu.
Fakat Napoleon nasıl ki Avrupa'daki dinsel kökenli hükümdarları tasfiye
ederek tarihsel bir iĢlevi yerine getiriyorsa Hiler de tarihsel bir eylem ya-
pıyor, ekonomi ağırlıklı Orta Avrupa Musevi Cemaatini dağıtıyordu. Fa-
kat bu dağılma, tarihsel bakımdan yeni bir birleĢmeyi getirecek, bu Muse-
vi birleĢmesi ise dün-yanın en önemli coğrafyası olan Doğu Akdeniz sa-
hillerinde gerçekleĢecekti. Böylece

304
Ġsrail Devleti, (dinsel bakımdan da vaadedilen) jeoticari topraklarda kuru-
lacaktı. Hitler'in tesis ettiği ağır baskı ortamı Kuzey Avrupa'da oturan ve
burada sosyal ve ekonomik bakımdan sağlam pozisyonlar elde etmiĢ bu-
lunan Musevileri göçe zorluyordu. BanĢ zamanlarında bu halkı yerinden
oynatmak, hele bir de onları Orta Avrupa'nın hem doğal hem de endüstri-
yel refahından, Filistin'in yakıcı çöllerine sev-ketmek veya gitmeye ikna
etmek elbette ki olası değildi. Ne ki Hitler'in acımasız politikası adeta,
Siyonizmin temel dinamiğini oluĢturuyordu. Musevilerin önünde iki Ģık
bulunuyordu. Temerküz kampları yahut göç.
Korkaklar ve saflar kamplara sevkediliyor, cesurlar ve "komplo teorile-
rini" farkedecek kadar uyanık olan Museviler de vuruĢmayı ve göçü tercih
ediyorlardı.
Üstelik kampların varlığı 1943'te de bilindiği halde ABD, Musevilerin
iki yıl daha jenoside (soykırım) uğramalarına seyirci kalıyordu.
Ölenlerin çoğunluğu Eskenazilerdi. Ġsrail Devletinin felsefi ve siyasi
ağırlığını ise Sefardimler, yani Hıristiyan taassubuna karĢı verilen müca-
delede önderlik yapan Ġberik Musevileri oluĢturuyordu. Ġkinci Dünya Sa-
vaĢı koĢullarının zorlanmasıyla Filistin'de Ġsrail Devletinin kurulması
dünya tarihinin en önemli olaylarından birini (belki de birincisini) oluĢtu-
ruyordu. Zira bu devletin kurulmasıyla birlikte "Dünya Spekülatif Kazanç
ve Ticaret OligarĢisi" bir "ağırlık merkezi-ne" kavuĢuyordu. Bundan sonra
dünyadaki sosyal, siyasal, ekonomik (dolayısıyla sanatsal ve kültürel)
geliĢme ve oluĢumlar bu merkez çerçevesinde ortaya çıkacak ve bu mer-
kezin bakıĢı doğrultusunda yönlenecekti.
Arap Milliyetçiliği ve Ġslam dünyası Ġsrail Devletini (doğal olarak)
tepkiyle karĢılıyordu. Ne ki bu "kahredici" ve kanlı tepki, 40 yıl içinde
çaresiz bir teslimiyetçiliğe dönüĢecekti.

305
Türkiye'nin Tam Bağımsızlığına Gelince...

Ġkinci Dünya SavaĢının sonuna doğru Tahran, Yalta, Casablanca ve


Potsdam'da bir dizi önemli toplantı yapılıyordu. Bazılarına ABD BaĢkanı
Roosvelt'in, SSCB'nin önderi Stalin'in ve Ġngiltere adına Churchille'in de
katıldığı bu toplantılarda -bir bakıma- Avrupa, Balkan ve Ortadoğunun
yeni haritası oluĢturuluyordu. Bu, o denli "hak-kaniyetli" bir paylaĢımı
getiriyordu ki, kentler bile ortadan bölünüyordu! (Örneğin Berlin)
Bu denli "ayrıntılı" bir biçimde gerçekleĢtirilen paylaĢım ve ülkelerin
yeni rejim ve konumu hep, zamanın "galip dostları" tarafından saptanı-
yordu.
Silahların susması ve Almanya'nın barıĢı imzalamak zorunda kalma-
sıyla birlite, kağıt üzerinde saptanmıĢ olan esaslar derhal hayata ge-
çiriliyordu.
Ġsviçre, Avusturya ve Yugoslavya tarafsızlaĢtırılıyordu. Avrupa'da Batı
Berlin, Batı Almanya, Fransa, Ġspanya, Portekiz, Ġtalya ve Yunanistan,
ABD/Ġngiliz etki alanına bırakılıyordu. Bu ülkelerden bazıları (örneği
Almanya) doğrudan ABD kuvvetleri tarafından iĢgal ediliyor, bazıları da
ekonomik bakımdan "hegemonya" altına alınıyordu. "Ekonomik hege-
monya" altına alınanlar görünürde "egemen devlet" olarak kalıyorlardı.
Ne ki NATO, çok amaçlı bir askeri örgüt olarak ortaya çıkıyordu. Görü-
nürde, yakın geçmiĢin büyük dostu SSCB'ye karĢı "hür" (Liberal) dünya-
nın güvenliğini sağlayan NATO aynı zamanda, yine görünürde "bağımsız"
Avrupa ülkelerini askeri bakımdan kontrol altında tutuyordu.
Ortadoğudaki Müslüman ülkelerin pek çoğu da ABD / Ġngiliz kontrol,
güvence ve ekonomik hegemonyası altında bulunuyordu. Ġran, Suudi Ara-
bistan, Emirlikler, Güney Yemen, Ürdün, Lübnan bunların baĢında geli-
yordu. Suriye, Irak, Mısır gibi "jeoticari" konu-mundan kaynaklanan
avantajla ulusal bağımsızlığını korumaya çalıĢan Ġslam kökenli devletler
ise birbirini izleyen darbeler, iç çatıĢmalar ve giderek kaynağı ve amacı
belirsiz bir terör baskısı altında, bağımsızlık-

306
larını yitiriyorladı.
Doğu Avrupa da Batı Avrupa'dan farksız sayılırdı. Polonya, Çe-
koslovakya, Romanya, Bulgaristan ve Macaristan, SSCB tarafından iĢgal
edilmiĢ durumdaydı. SSCB iĢgali bununla kalmıyor, Litvanya, Estonya,
Letonya ve Ukraynayı da kapsıyordu. SSCB üçüncü dünyayı da "moral
bakımdan" denetim altında tutuyordu.
Her zaman olduğu gibi savaĢ sonrası tüm dikkatler yine Önasya, yani
Türkiye Cumhuriyeti üzerinde toplanıyordu.
SavaĢın galipleri (Ġngiltere - SSCB) bile ABD karĢısında ekonomik
bakımdan çökmüĢlerdi. Yenilenler ise ABD tarafından fiilen iĢgal edil-
miĢlerdi. Yenilen ülkelerin orduları, "Ģerefsiz" bir barıĢ imzalamak ve
silahlarını bırakmak zorunda kalmıĢlardı. Dahası, baĢta Almanya olmak
üzere bazı Avrupa ülkelerinde genç nüfus kalmamıĢtı.
Buna karĢılık Türkiye savaĢa girmemiĢti. Bu nedenle ne galip, ne de
yenikti. Ordusu hala Milli Mücadelenin zafer tacını onurla baĢında taĢı-
yor, olanca güvenilirliliği ile ekonomik ve siyasal bakımdan tam bağımsız
ulusal devletin temel dayanağını teĢkil ediyordu. Osmanlı Devleti'nin
düyun-u umumiye borçlarının (Lozan'da kararlaĢtırılan ödeme planı baĢa-
rıyla tatbik ediliyordu) dıĢında tek kuruĢ borcu yoktu. Enflasyonu sıfırlar
düzeyindeydi. Ayrıca hazinesinde yeteri kadar altın bulunuyordu. Yani
para basımında spekülatif bir değer yerine altın, karĢılık olarak bekletili-
yordu. Elbetteki iĢsizlik, sanayileĢme, teknoloji, üretim, zirai geliĢme ve
silah endüstrisi konusunda büyük sorunlar söz konusuydu. Ama nihayet
yıkılmıĢ ve yeniden kurulacak bir Avrupa'ya karĢı Türkiye çok daha avan-
tajlı durumda bulunuyordu.
ĠĢte bu konumdaki ve durumdaki Tükiye -ki gelecekte bölgede ulusal
bir güç ve uluslararası düzeyde bir karar merkezi oluĢturması kaçınılmaz-
dı- öncelikle galipleri ve bu galiplerin ekonomik ve siyasi desteğini oluĢ-
turan "Uluslararası Ticaret OligarĢisi"ni rahatsız ediyordu.
Doğu Akdeniz coğrafyasında Önasya'nın konumu vazgeçilmez bir ni-
telik taĢıyordu. Ġsrail'in vereceği mücadele sonucu kendisini, hasımları
durumundaki Müslüman Araplara kabul ettirmesi veya Arap Milliyetçili-
ğine / Ġslam köktendinciliğine baĢeğdirmesi ayrı bir sorun teĢkil ediyor,
Türkiye meselesi ise ayrı bir çözümü gerektiriyordu.
Türkiye'de, herĢeyden önce Ulusal Devlet felsefesinin dayanağını teĢ-
kil eden Kemalizmin siyasal gücünün kırılması gerekiyordu. Kemalizmin
siyasal gücünü ise, Silahlı Kuvvetler içinde hala etkinliğini

307
sürdüren Mustafa Kemal'in silah arkadaĢları ve onların yanında yetiĢen
subaylar oluĢturuyordu. Galiplerin önündeki sorun askeri olunca, onlar da
askeri çözüm arayıĢına giriyorlardı. Türkiye'nin askeri bakımdan kontrole
alınabilmesi için önce NATO Ģemsiyesi altına alınması gerekiyordu.
Bu aĢamada SSCB, adeta ABD / Ġngiltere'nin imdadına yetiĢiyor, Sta-
lin -kapalı kapılar ardında SSCB etki alanı dıĢında bırakmayı kabul ettiği
Türkiye'ye- Boğazlar ve Ardahan konusunu güncelleĢtirerek baskı yapı-
yordu. Ġsmet Ġnönü direnmek yerine adeta panikliyor, ülkeyi ABD / Ġngil-
tere safına çekerek NATO'ya girmek istiyordu. Böylece hem Avrupa sa-
vunma Ģemsiyesi altına girebileceğini, hem de Avrupa'nın yeniden iman
için açılan yardım fonundan yararlanabileceğini umuyordu. (Bu fon aslın-
da ABD'nin Avrupa'yı ekonomik bakımdan bağımlılaĢtırma siyasetinin bir
parçasından ibaretti).
Ne ki ABD / Ġngiltere, Türkiye'nin önüne tarihsel faturayı koyu-yordu.
NATO'ya girmenin koĢulu, çok partili demokratik rejime geçmekti. Bu
koĢulun anlamı, Kemalist ilkelere dayalı tek parti döneminin sona ermesi
ve ulusal devletin dayanağını oluĢturan ulusal ekonomi yerine Liberal
ekonomiyi tesis edecek siyasal örgütlenmelere izin verilmesi demekti.
Kısacası, 1923'lerde Hürriyet ve ĠtilaflaĢan, bu nedenle de 1926'larda
idamlarla tasfiye edilen Ġttihat ve Terakki ile bu örgütün gürdümünde
ortaya çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası-nın muhalif kadrolarının
yolunun tekrar açılması demekti. Böylece ABD'nin askeri denetimi altında
bulunan Avrupa'daki ülkelerin yöne-timini alan Liberal Muhafazakar par-
tilere paralel olarak Türkiye'de de bu yönde siyasal bir oluĢuma gidiliyor-
du. Böylece Türkiye, ABD kar-, Ģısında yenik düĢen Avrupadaki ülkelerle
entegrasyona girerek, sava-Ģa girmeden adeta yenik konuma itiliyordu.
Ġsmet Ġnönü, Ulusal Devletçi Cumhuriyet Halk Fırkasına karĢı uluslararası
spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisinin siyasal öğretisi niteliğinde-
ki Liberal bir partinin çıkarılmasını kabul ediyordu. Böylece Türkiye
Cumhuriyeti Devleti tek parti yönetiminden, çok partili demokratik rejime
geçiyor, bunun karĢılığı olarak da ileride ulusal ordusunu tam denetim
altına alacak olan NATO'ya "kabul" ediliyordu.
Böylece Önasya'da siyasal ve askeri bakımdan "değiĢim" süreci baĢlı-
yordu. Bu değiĢimin amacı ise ulusal bağımsızlığın iki ayağı olan ekono-
mik ve siyasal bağımsızlığın kırılması, ekonomik ve siyasal bakımdan
Angloamerikan Liberal / Ġndividüel yöntemiyle uluslararası

308
entegrasyonu gidilmesi oluyordu.
Demokrat Parti iĢte bu "misyonu" yüklenerek siyaset sahnesine çıkı-
yordu.

Ġzmir.. DP., ve Liberal Misyon

Demokrat Parti 1946 yılında, Ġzmir Ticaret kolonisinin ekonomik ve bu


OligarĢinin siyasal destek ve rehberliğinde kuruluyordu. Hare-ketin önderi
Rusçuktan göçen bir ailenin oğlu olan Manisa Milletve-kili Celal Bayar'dı.
Partinin atak unsuru olarak kabul edilen Aydın Milletvekili Adnan Men-
deres eğitimini, Amerikan Kolej'inde yapmıĢtı. Konya Milletvekili Refik
Koraltan, Ġstanbul'a gönderilen Ġstiklal Mahkemesinde üyelik görevinde
bulunmuĢ, bu mahkeme Liberal eğilimli gazetecileri (baĢta Hüseyin Ca-
hit) vatana ihanet iddiasıyla ve idam talebiyle yargılamıĢ, ancak hepsine
beraat kararı vermiĢti. ġimdi yeni Liberal hareket, Ġttihat ve Terakki'nin
son Merkezi Umumisinin kararlarına bağlılığı ile bilinen (zira o, Ġttihat ve
Terakkiye girerken bağlı kalacağına yemin etmiĢti.) Celal Bayar'ın çevre-
sinde örgütleniyordu.
Celal Bayar, spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisinin seçtiği ve
kariyerine katkıda bulunduğu bir liderdi. Ġkinci MeĢrutiyetin ilanı günle-
rinde Bursa'daki Osmanlı Bankası'nda katip olarak çalıĢıyor, fakat Ġstan-
bul'a gelip giderek Merkezi Umumideki -kendi değimi ile-ağabeyleriyle
münasebetini sürdürüyordu. Onu Ġttihat ve Terakkiye, Merkezi Umuminin
en güçlü adamı -hatta gölgedeki lideri de denebilir- Rahmi (Evranos) Bey
sokuyordu. Rahmi Bey, Celal Bayar'ı Ġttihat ve Terakki iktidarının Ġzmir
Valiliğini yaptığı sırada tanıyordu. Rahmi Bey'in Selanik ve Ġzmir Tüccar-
lar OligarĢisi içinde etkin bir konumu bulunuyordu. (Keza Rahmi Bey de
Ġzmir Suikastına katıldığı iddiasıyla Ġstiklal Mahkemesinde yargılanacak
ve beraat edecekti.)
ĠĢte bu denli güçlü bir "örgüt yöneticisi" tarafından açık ve dolaylı bi-
çimde desteklenen Celal Bayar CumhurbaĢkanı seçildiği gün,

309
DP Milletvekili Rahmi Bey'in yanından geçerken kulağına eğiliyor "öğ-
rencilerinizle iftihar edebilirsiniz" diyor, bu sırada Rahmi Bey'in gözleri-
nin sulandığı görülüyordu.
Mustafa Kemal, Ġzmir Suikastı döneminde Ġttihat ve Terakki Merkezi
Umumisini ve Uluslararası Ticaret OligarĢisinin güçlü adamı Ca-vit Bey'i
tasfiye edince, bu çevreden büyük tepki görüyordu. Bu nedenle -adeta-
ekonomik bir abluka ile karĢı karĢıya kalıyor, özellikle ticaretin tıkanma-
sıyla karĢılaĢıyordu. Nitekim Türkiye 1950'lere kadar dünyaya fındık,
incir ve üzümden baĢka birĢey ihraç edemiyor, yabancı sermaye ise ülke-
ye soğuk bakıyordu. (Elbette ki Cavit Bey'in idamı tek neden değildi.
Ancak en önemli nedendi.)
Bunu bilen Mustafa Kemal 1935'lerden sonra tavır değiĢtiriyor, bu ta-
vır değiĢikliğinin göstergesi olarak da OligarĢinin makbul adamı olduğunu
bildiği Celal Bayar'ı BaĢbakanlığa getiriyordu.
Ne ki, araya Ġkinci Dünya SavaĢı girip de söz ordulara ve silahlara ka-
lınca OligarĢi, yönetimi en sivil generale, Ġsmet PaĢa'ya bırakıyordu. An-
cak savaĢın sonucu Liberalizmin bayrağını Avrupa'daki tüm "Ulusal Dev-
letlerin" burcuna dikinci Ġsmet PaĢa'nın -tıpkı Mustafa kemal döneminde
olduğu gibi- devri bir kez daha doluyor, Liberal Celal Bayar'ın önü açıla-
rak yıldızı yeniden parlamaya baĢlıyordu.
1946'da baĢlayan çok partili demokrasi mücadelesi 1950'de Demokrat
Parti'nin seçimi kazanıp iktidar olmasıyla sonuçlanıyordu.
Demokrat Parti'nin "dıĢ programı" Ulusal Devlet ilkelerini ve Ke-
malist bir ifadeyi içeriyordu. Ancak "iç programı" farklıydı.
Demokrat Parti "Ulusal Devlet - Ulusal Ordu - Ulusal Ekonomi" dön-
güsüne karĢı, "her mahallede bir milyoner" vaadi ile "bireyin zen-
ginleĢtirilmesini" ön plana aldığını ve Liberal öğretinin temel ilkesi olan
"bireyciliği" (Ġndividüalizmi) benimsediğini ortaya koyuyordu.
Demokrat Parti Ulusal Devletin temel ilkesi olan Ulusal Bağımsız-lığa
(ekonomik ve siyasi bakımdan) sahip çıkıyormuĢ gibi görünüyordu. Fakat,
iktidara geldikten sonra tüketimi kıĢkırtarak ithalat patlamasına zemin
hazırlıyordu. Ġthalat patlaması, ticaret kolonisine büyük bir alan açıyor,
fakat ithalata dayalı tüketim döviz ve altın rezervlerinin azalmasına neden
oluyordu. Bu da enflasyon ve bütçe açığını doğuruyordu. Böylece "Bütçe
açığı - Enflasyon - DıĢ Borç" döngüsü tesis ediliyordu. Bu döngü ise eko-
nomik bağımsızlığı ekonomik bağımlılığa dönüĢtürüyordu. Ekonomik
bağımlılık Türk Silahlı Kuvvetlerini rahatsız ediyordu. Zira Silahlı Kuv-
vetlerde hala Mustafa Ke-

310
mal'in silah arkadaĢları ve onların birinci kuĢak öğrencileri bulunuyordu.
Ne ki NATO Ģemsiyesi altındaki Silahlı Kuvvetler, NATO'nun dolaylı
"ağabey"i ABD (Pentagon) karĢısında giderek ĢeffaflaĢıyordu. ABD (Pen-
tagon) günden güne Türk Silahlı Kuvvetlerinin mahremiyetine giriyor,
Ulusal Devletçi unsurlarla Liberal unsurlar tesbit ediliyordu.
Bu ikilem, yani TSK'nın Liberal uygulamaların ekonomik bağımlılığa
dönüĢmesinden duyduğu rahatsızlığa karĢın, ABD'nin (Pentagon) NATO
Ģemsiyesini TSK'yi kontrol edeceği bir mekanizma olarak kullanmasından
doğan ikilem, 1955'lerden sonra giderek ivme kazanıyordu. Bu ivmede
baĢka etkenler de rol oynuyordu.
Demokrat Parti giderek, Ġttihat ve Terakki ile Terakkiperver Cumhuri-
yet Fırkasının mirasçısı olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. DP, iktidarı-
nın ilk günlerinde Atatürk'ün gerçekleĢtirdiği devrimleri "Halkın benim-
sedikleri ve benimsemedikleri" diye ayırıyordu. Örneğin ezanın Türkçe
okunmasını -DP'ye göre- halk benimsememiĢti. Bu nedenle ezan yeniden
Arapça okunmaya baĢlanıyordu.
Aslında Liberal ekonominin, dolayısıyla Liberal ahlakın savunucusu
olan DP'nin sanki bir "Ġslam PartisiymiĢ" gibi icraata baĢlaması son derece
manidardı. Ancak bu siyasetin gerçek çehresi, Aydın'daki OligarĢisinin -ki
bu OligarĢi Kartaca'nın Ģap tekeline dek dayanıyordu- seçilmiĢ siyasetçisi
olan BaĢbakan Adnan Menderes'in bir cümlesiyle ortaya çıkıyordu. Men-
deres bir konuĢmasında "Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz" diyor-
du. Hilafet, Cumhuriyetin ilanı günlerinde MeĢruti MonarĢinin savunucu-
su olan Hüseyin Cahit, Rauf Orbay, Kazım Karabekir vs gibi Liberal Ġtti-
hatçılar tarafından sahiplenilmiĢti. Hatta Ġzmir Suikastına kadar uzanan
süreç bir bakıma "Hilafet TartıĢması" ile baĢlamıĢtı. Bu nedenle Adnan
Menderes "Siz isterseniz Hilafeti bile getirirsiniz" diyererek bir bakıma 40
yıl önceki tartıĢmaya geri dönüyordu. Oysa 40 yıl önceki Liberaller, Ang-
losaksonların 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında planladıkları dörtlü konfe-
de-rasyonun tabanını (çoğunlukla) teĢkil eden Müslüman halkın "tutama-
cı" olarak Ġslamiyeti görmeleri nedeniyle Hilafeti sahipleniyorlardı. Bu
sahiplenmeyi ise "MeĢruti MonarĢi" maskesi arkasına gizliyorlar, dahası
"gelenektir, Ģandır, tarihtir" gibi hamasi edebiyatla kamufle ediyorlardı.
Oysa Hilafetin sahiplenilmesinin asıl ve tek nedeni "Balkan / Önasya /
Kafkasya / Ortadoğu Konfederasyonumu, siyasal yaptırımlardan yoksun,
dinsel önderliği ise güdümlü bir "Hilafet Ģemsiyesi" altına topla-

311
mak arzusundan baĢka birĢey değildi. ĠĢte Adnan Menderes ve ar-
kadaĢları bu nedenle dinsel siyasete yöneliyor. "Ġsterseniz Hilafeti getirir-
siniz" demenin de ötesinde "Said-i Nursinin elini" öpecek kadar ileri gidi-
yordu. KuĢkusuz BaĢbakanın bu davranıĢlarının arkasında CumhurbaĢkanı
Celal Bayar'ın rehberliği ve himayesi bulunuyordu. Zira Celal Bayar, bu
siyasetleri oluĢturan Cavit Beylerin arkadaĢı ve mirascısıydı. (Ölümünden
önce ısrarla "Ben Ġttihatçıyım" demesi de bundandı.)
• DP iktidarının ulusal devlet aleyhine atüğı adımlar bununla da
kalmıyordu. ABD (Pentagon) ile ilgili anlaĢmalar imzalayarak, askeri
bağımlılığı pekiĢtiren adımlar da atıyordu. Askeri / siyasi bağımlılık konu-
sunda atılan bu adımlar da Türk Silahlı Kuvvetlerinin içinde rahatsızlık
yaratıyordu.
• TSK içindeki rahatsızlığın her algılanıĢında BaĢbakan ve (Cum-
hurbaĢkanı) sivil toplum yaklaĢımını ön plana çıkararak bu kez de TSK ile
kavga etmeye baĢlıyordu. Hatta Ulusal Devletin en önemli dayanağı olan
Ulusal Orduya karĢı gösterilen bu tepki o denli ileri gidiyordu ki tartıĢma,
BaĢbakan'in subaylara (gıyaplarında) hakaret etmesine kadar varıyordu.
TartıĢmanın bu aĢaması son derece ilginç bir nitelik taĢıyordu.
Ġkinci Dünya SavaĢından alnı açık çıkan ve Milli Mücadelenin zafer
tacını hala baĢında taĢıyan bağımsız ve Ulusal Devletin ordusu, adeta bir
"yenik ordu" veya "müstemleke ordusu"ymuĢ gibi, sivil yönetim tarafın-
dan aĢağılanıyor, hatta hakarete maruz bırakılıyordu. Kaldı ki yakın bir
geçmiĢte bu askerleri aynı iktidar Kore'ye (üstelik TBMM kararını sonra-
dan çıkararak) göndermiĢti.
DP önderlerinin Silahlı Kuvvetlere karĢı bu tavrının altında birden faz-
la neden yatıyordu. HerĢeyden önce, Cavit Bey ve arkadaĢtan asker kö-
kenli Ulusal Devletçiler tarafından tasfiye edilmiĢti. ġimdi Cavit Bey'lerin
siyasetini güden DP de aynı tehditle karĢı karĢıya bulunuyordu. DP yöne-
ticileri hem Ulusal Devletin Mustafa Kemal tarafından konulan temel
ilkelerini kaldırıp yerine Liberal devlet ilkelerini tesis etmek (uzun vadede
de tamamen tasfiye etmek) istiyor, hem de bunun Silahlı Kuvvetler tara-
fından sessizce kabul edilmesini istiyordu. Bu mümkün olmuyor, Silahlı
Kuvvetlerin duyduğu rahatsızlık kendilerine yansıyor, bu kez de hırçınla-
Ģarak Silahlı Kuvvetleri daha fazla rahatsız edecek sözler kullanıyor, dav-
ranıĢlara giriyorlardı. (DP'nin Ulusal Ordu karĢısındaki konumu geniĢ
manada Uluslararası Ticaret

312
OligarĢisinin genel ve nihai politikasından kaynaklanıyordu.)
Böylece ortaya yeni bir "çatıĢma tablosu" çıkıyordu. DP ekonomik ve
siyasal bağımlılastırma hareketini hızlandırırken, Silahlı Kuvvetler de
karĢı hareketi hızlandırıyordu.
ġimdi, Önasyada yeni bir dönem baĢlıyordu.
Bu "darbeler ve kanlı çatıĢmalar dönemi" olacaktı...

313
KEMALĠST DARBELERDEN ÇĠZMELĠ LĠBERALĠZM'E...

1960'da baĢlayıp, günümüzde de devam eden "darbeler ve kanlı çatıĢ-


malar" süreci aslında Mustafa Kemal'in Lozan'da onaylattığı üniter yapılı
Ulusal Devletin tasfiye edilip yerine dinsel Ģemsiye altında fedaratif bir
devlet oluĢturmak isteyenlerle, buna karĢı direnenlerin mücadelesinden,
hatta çatıĢmasından baĢka bir anlama gelmiyordu. Ancak ulusal devleti
tasfiye etmek isteyen odakların değiĢik zamanlarda, değiĢik maskeler ta-
karak, farklı grupları araç olarak kullanması kafaları karıĢtırıyor, bu karı-
Ģıklık içinde ise mücadelenin tarafları netliğini yitirerek yanıltıcı görü-
nümler alıyordu.
27 Mayıs 1960 darbesi, Ulusal Devletin temel ilkelerine karĢı uy-
gulamaları giderek yoğunlaĢtıran DP iktidanna karĢı, Silahlı Kuvvet-ler
içindeki bir grubun, Kemalist kaygılarla harekete geçerek yönetime el
koymasından ibaretti. Ne ki, bu çerçevede baĢlayan hareket kendi iradesi
dıĢında (Ulusal devleti bir "erozyon" sürecine sokacak olan) Liberal bir
anayasa yapmaya sürükleniyordu. Böylece Kemalist ilkeleri yeniden güç-
lendirmek ve yüceltmek vaadiyle gelen subaylar, her vesileyle Ulusal
Devletin karĢısında yer alan Liberal odakların kullanacağı unsurlara hare-
ket serbestisi kazandıran bir anayasa yaparak kıĢlasına çekiliyordu. Buna
paralel olarak 27 Mayıs'ı yapanlar, (Ġzmir suikastını da gözönünde bulun-
durarak) yeni dönemin Cavit Beyleri olarak gördükleri Adnan Menderes,
Hasan Polatkan ve Fatin RüĢtü Zorlu'yu

314
idam ediyorlardı. Bununla birlikte DP hareketini, Cavit Beylerin bir dava-
sı ve Liberal misyonun sahibi haline getiren önemli Ġttihatçı Celal Bayar
da idam talebiyle yargılanıyordu. Celal Bayar yaĢ haddi nedeniyle idam
edilmiyordu. Nitekim Ġsmet Ġnönü'nün bu yönde oy-nadığı rol 1960'ların
sonunda "DP'lilerin siyasal haklan" gündeme geldiğinde "kuyudan adam
çıkarma" operasyonuyla açıklığa kavuĢa-caktı. Ġsmet Ġnönü, Celal Bayar
ve arkadaĢlarının siyasal haklarınm iadesi konusunda CHP'ye bir kanun
teklifi verdirip, TBMM'den geçir-tecekti. Ġsmet Ġnönü bütün ikili mücade-
lesine karĢın, Celal Bayar ile adeta "gizli bir dayanıĢma" içinde bulunu-
yordu. (Her ikisi de Ġttihat-çıydı ve örgüte girerken ettikleri yemine sadık
kalıyorlardı.) Celal Bayar ve "misyonu" elbetteki kendisini ölümün eĢiği-
ne getiren ve arkadaĢlan-nın yaĢamına son verenlerin yaptıklarını unutma-
yacak ve yanlarına bırakmayacaktı.
27 Mayıs Ġhtilalini yapan subaylar çeĢitli gruplara ayrılıyordu.
HerĢeyden önce, darbenin lokomotifini oluĢturan subaylar kendilerini
hala "Enverlerin, Niyazilerin mirascıları gibi" görüyorlardı. (Nitekim bu
subayardan en önemlisi Cemal Madanoğlu, bir TV röportajında 7 Mayıs'ı
nasıl yaptıklarını anlatırken "Bir Ġttihatçı gibi Kemalist ilkeler doğrultu-
sunda ihtilali baĢlattık" diyerek, temel ayınmı teĢkil eden Ġttihatçı - Kema-
list benzemezliğinin farkında olmadığını ortaya koyuyordu.)
Bu grup Ġttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal'in ilkeleri arasındaki te-
mel farklılığı kavramamıĢtı. ĠĢte bu nedenle Demokrat Partisinin tarihsel
miysonunu göremiyor, konuya güncel gözlüklerle bakıyordu.
Bir baĢka grup nostaljik ve duygusal nedenlerle DP'nin karĢısına çıkı-
yordu. Onlar özde, Mustafa Kemal / Ġsmet PaĢa dönemlerindeki asker
ağırlığını özlüyor, sivil demokrasiyi içlerine sindiremiyorlardı. Keza, DP
yönetiminin asker karĢıtlığı da bu grubu duygusal bakımdan kıĢkırtmıĢ
bulunuyordu. Nitekim, idamlar konusunda bu grup belirleyici oluyordu.
Diğer bir grup ise farklı bir söylem içinde bulunup da, bir bakıma "bu-
lanık suda balık avlamak" isteyenlerden oluĢuyordu. Onlara göre önce,
asker kıĢlasından çıkıp duruma el koymalıydı. Sonra bir iç darbe ile kendi
ideallerini gerçekleĢtirebilecek bir yönetim oluĢtururlardı. Bu nedenle
darbe eylemine katılıyorlardı.
Son grup ise, belirleyici olan gruptu. Bu grupta hem en popüler ve ak-
tif, hem de en oportünist ve Ģahsi çıkarını ön planda bulunduran-

315
lar yer alıyordu. Zaten "Spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisi" de
bu grup üzerinden 27 Mayıs hareketine nüfuz edecekti. Nitekim daha son-
ra bu gruptakilerden bazıları ticari yaĢamda, askerlik yaĢamından çok
daha büyük basanlar ve paralar elde edeceklerdi.
27 Mayıs darbesinden geriye belirleyici olan iki önemli konu kalı-
yordu: Ġdamlar ve 1961 Anayasası.
Ġdamlar, zaten mevcut olan bir kan davasını yeniden canlandırıyor ve
kanlı çatıĢmaların inatlaĢmasına yol açan bir lokomotif oluyordu.
1961 Anayasası ise Ulusal Devletin karĢısında yer alan dinsel, ay-
rılıkçı ve Marksist akımların açıktan (bir anlamda anayasa Ģemsiyesi al-
tında) faaliyette bulunabileceği bir zemine imkan tanıyordu. ĠĢin ilginç
yanı ise TCK'nın 141 - 142 - 146 ve 163'üncü maddelerinin kapsamında
faaliyette bulunanların, bu maddelerin de kaldırılması yönünde verdikleri
mücadeleyi öz'de Ulusal Devletin varlığına yöneltmiĢ olmalarıydı.
Aslında, Ulusal Devletin temel ilkelerini ön plana alarak, korumak
kaygısında olması gereken 1961 Anayasasının, siyasal Liberalizmi amaç
almasının nedeni çok ilginç ve önemliydi. Zira Atatürk ilkelerini ön plana
aldıklarını iddia eden darbeciler -bir bakıma- Atatürk ilkeleri ile taban
tabana zıt bir siyasal ortama yasal kılıf hazırlayan bir anayasa bırakarak
kıĢlalarına çekileceklerdi. Böylece o anayasa ülkeyi, 12 Mart ve 12 Eylül
darbelerine götürecek, her darbe ise Kemalist olduğu iddiasındaki subay-
ların Ulusal Devletten ödün vermesiyle sonuçlanacaktı.
1961 Anayasasını Kemalistler deği, Liberal eğimli bilim adamları ha-
zırlamıĢtı. Bu bilim adamları -bilerek veya bilmeyerek- Ulusal Devletin
dayanağını teĢkil eden ulus kavramıyla ırkçı / milliyetçiliği eĢ değerde
görmek yanılgısı içinde bulunuyorlardı. Bunun nedeni ise Mustafa Kemal
dönemine dayanıyordu.

316
Ulusal Üniversiteden Liberal Üniversiteye

Osmanlı Ġmparatorluğundan, Türkiye Cumhuriyetine geçiĢ döneminde


tüm alanlarda olduğu gibi bilim dünyasının mabedi olan Üniversitelerde
de büyük sancılar yaĢanıyordu. Nihayet tüm yapısal değiĢiklikler ve Cum-
huriyetin temel felsefesi Üniversitelerin oluĢturacağı, bilimsel açıklama
zeminine oturacaktı.
Türkiye Cumhuriyeti bir Ulusal Devlet olarak ortaya çıkmıĢtı. Ama bu
sadece siyasi bir oluĢum olarak tezahür etmiĢ bulunuyordu. Türkiye Cum-
huriyetinin temel ilkelerini teĢkil eden kuru ilkeler, üniversitelerin yapa-
cağı bilimsel çalıĢmalarla etlendirilecekti. Ne ki bu çalıĢmaları yapacak
olan bilim adamlarının herĢeyden önce oluĢma sürecindeki Ulusal Dev-
let'in temel felsefesini belirleyerek ulusal görüĢlere sahip bulunmaları
gerekiyordu. Zira Ulusal Devlet kabul edilmiĢti ama, bu devletin dayana-
ğını teĢkil eden -kavimsel anlamda- bir ulus yoktu. Osmanlıdan kalan ve
"ulus" adı verilen kozmopolit bir toplum vardı. Bu toplum, klasik anlamda
bir kavimmiĢ gibi kabul ediliyordu. Bir baĢka deyiĢle bu kozmopolit top-
lum, Ulusal Devlet'in Lozan'da onaylanmasıyla uluslaĢma sürecine girmiĢ
bulunuyordu.
UluslaĢma, klasik anlamda bir kavimselleĢme değildi. ĠĢte bu aĢamada
"Mustafa Kemal Milliyetçiliği" diye nitelenen "kendini Türk hisseden
Türktür" veya "Türkiye Cumhuriyetini kuran halka, Türk halkı adı verilir"
açıklamalarıyla ortaya konulan bir "kültür ulusçuluğu" gündeme giriyor-
du. Bu "kültür ulusçuluğu" aynı zamanda bir kültürü ve bilimsel birikimi
de gerektiriyordu.
Zaten KuruluĢ evresinde Cumhuriyet Üniversiteleri de bu temel felsefe
üzerinde tesis ediyordu. Nitekim Cumhuriyet, kendi bilim adamlanm oluĢ-
turmak yönünde adımlar atıyor, bu bilim adarnlari da "ulusallık" kaygıla-
rını ön plana alarak hareket ediyordu.
Mustafa Kemal'in, ona inananların ve bu çevrede yer alan sivil aydınla-
rın "Ulusal devleti kalıcı kılmak, Önasyayı tek coğrafya içinde ve birlik
halinde tutmak" için bu düĢünce tarzından ve felsefeden baĢka bir odağa
sarılmaları mümkün değildi. Zira, Önasyadaki kozmopo-

317
lit toplum esas alındığında, bu topluma dayanan bir "Ulusal Devlet" kur-
mak olanağı yoktu. Kısacası ya Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulacak ya
da kurulmayacaktı. Kurulmadığı takdirde Önasyada tesis edilecek siyasal
model Sevr'de ortaya konulan ve tesisi 19'uncu yüzyılın ortalarına daya-
nan, dinsel ağırlıklı federasyon modeli idi.
Tercih Ulusal Devletten yana yapıldığına ve Milli Mücadele boyunca
bu modelin kurumları oluĢtuğuna göre baĢta Ġstanbul olmak üzere mevcut
ve kurulacak üniversitelerin de buna ayak uydurması, bilimsel eğitim sıra-
sında Ulusal Devletin çıkarlarını her an gözetmeleri gerekiyordu. Nitekim
bu hassas yapı 30'lu yıllara kadar sürüyor, bir "ulusallık" veya "uluslaĢma"
arayıĢı içinde -doğru veya yanlıĢ- ürünler veriliyordu. Kaldı ki bu arayıĢ,
sonunda doğrulara ulaĢacaktı.
Ne ki, 30'lu yıllarda Batı Avrupa, özellikle de Almanyadaki oluĢumlar
Türiye Cumhuriyetini de yakından etkiliyordu. Bu etkilenme ise en çok
üniversitede ve bilim kurumlarında hissediliyordu.
Almanya'da Hitler'in iktidara gelmesinden sonra görülen ve tedrici ola-
rak dozunu arttıran ırkçı / milliyetçi siyasetler belli bir aĢamadan sonra
doğrudan Musevi Cemaatine yöneliyordu. Uluslararası ticaret kolonileriy-
le sıkı bağ içinde bulunan ve Nazilerin hıĢmına uğrayan Museviler bu
ülkeyi terketmek zorunda kalıyorlardı. Hele Nazi yönetiminin bazı alanla-
ra öncelik vermesi ve bu alanlarda Musevilere ağır baskılar uygulaması
dikkat çekici sonuçlar doğuruyordu. Nazilerin yöneldiği alanların baĢında
finans / ticaret çevresi ve üniversiteler geliyordu.
Bu alanlarda Musevilere baskı uygulanıyor, ülkeyi terketmeye zorlanı-
yorlardı. Nitekim üniversitelerdeki Musevi asıllı öğretim üyeleri iĢten
çıkarılıyor, Almanyadan ayrılmaları için de ağır baskı yapılıyordu. Bu
aĢamada Türkiye Cumhuriyeti devreye giriyor, Musevi asıllı bilim adam-
larını ülkeye davet ediyor ve üniversitelerde, bu bilim adamlarına görev
veriyordu.
Hiç kuĢkusuz, Türkiye'nin bilimsel yapısı bakımından çok büyük bir
kazanç olan bu uygulama aynı zamanda insani ve siyasi bakımdan da
Türkiye'ye büyük prestij sağlıyordu. Dünya çapında kabul edilmiĢ bilim-
sel kariyere sahip bulunan Musevi asıllı değerli ve ünlü öğretim üyeleri
Türkiye'deki Üniversitelerde büyük bir samimiyet ve coĢkuyla iĢe koyulu-
yor, ulusalararası nitelikte üstün eğitim programı uygulayarak Türk genç-
lerini yine uluslararası düzeyde yetkin ve bilgili yetiĢtirmek amacıyla ça-
lıĢmaya baĢlıyorladı. Bilimi, bilgiyi ve aydınlanmayı

318
herĢeyin üzerinde tutan CumhurbaĢkanı Mustafa Kemal ve kadrosu, bu
yöndeki geliĢmeleri hoĢnutlukla izliyor, onun ölümünden sonra Ġsmet
Ġnönü de aynı uygulamayı sürdürüyordu.
Ne ki tarafların tüm iyi niyetine karĢın Ulusal Devletin geleceği bakı-
mından, sonuçları 1960'larda ortaya çıkacak olumsuz bir geliĢme cereyan
ediyordu.
Alman ırkçı / milliyetçi Nasyonal Sosyalizminin baskısından kaçan
Musevi bilim adamları Türkiye'deki eğitim kurumlarında çalıĢmaya baĢ-
ladıklarında, sadece bilimsel kaygılarla hareket ediyor, bu ülkenin karĢı
karĢıya bulunduğu özel sorunları dikkate almıyorlardı. Bu özel sorunların
baĢında, akademik eğitimde Ulusal Devlet kavramının yerine oturtulması
ile ilgili kaygıların gözardı edilmemesi gerekliliğini ön planda bulundur-
muyorlardı. Bu davranıĢlarında elbetteki kendi açılarından haklıydılar.
Bilimsel eğitimde ırkçı / milliyetçiliği ön plana alan Hitler Almanyasında-
ki Üniversitelerden tasfiye edilmiĢ bulunan bu insanlar, nasıl olurdu da
sığındıkları ülkede o ülkenin ulusal kaygı-larını ön plana alabilirlerdi.
Gerçi Almanya'daki Nazi ırkçı / milliyetçiliği ile Türiye'deki Ulusal Dev-
let sorununa bağlı "ulusallık" veya uluslaĢma meselesinin hiç bir ortak
tarafı yoktu. Ama Musevi asıllı Liberal bilim adamlarının, bilimin evren-
sel niteliğine "ulusallık" sorununu katmaları elbette mümkün olamazdı.
Öğretim üyelerinin bilimsel kaygıları ve Liberal eğilimleri (ki akademik
eğitimde Liberal eğilim bir avantajdı) ön planda tutması, yetiĢtirdikleri
öğrencilere de sirayet ediyordu. Böylece bilimsel eğitim düzeyi yüksek,
fakat Ulusal Devlet kavramının gerekleri konusunda yeterli bilince, duyar-
lılığa ve kararlılığa sahip bulunmayan bir gençlik ortaya çıkıyordu.
Gerçi yabancı öğretim üyelerinin "ulusallık" konularında bıraktıkları
boĢlukları yerli öğretim üyeleri doldurabilirlerdi. Ancak yerli öğretim
üyeleri de Ġttihat ve Terakki denetimindeki eğitim kurumlarından veya
medreselerden gelen Liberal eğilimli (veya yetersiz) kiĢiler oldukları için
onlar zaten Ulusal Devletçi ve Cumhuriyetçi bir nitelik taĢımıyorlardı.
Gerçi mevcut yasalar karĢısında gerçek eğilimlerini açıklayamıyorlardı
ama onlar, Cumhuriyete tam olarak ısınamamıĢ, duygusal nedenlerle MeĢ-
ruti MonarĢi ve Osmanlılık düzeyinde kalmıĢlardı. Bu nedenle Ulusal
Devlet kavramının gerektirdiği bilinç ve eğitimi onlar da veremiyor, boĢ-
luğu dolduramıyorlardı.Siyasi iktidar Üniversitede, karĢı karĢıya bulunu-
lan bu tabloyu hiç bir zaman farkedemiyor, böylece genç nesillerde "kül-
türel milliyetçilik" yerine "duy-

319
gusal milliyetçilik" ağır basmaya baĢlıyordu. Duygusal milliyetçilik ise
gençleri her türlü provokasyona açık, savunmasız bir duruma getiriyordu.
Nitekim 1960 - 80 sürecinde bu gençler acımasızca provoke edilecek, aĢırı
soldan, aĢarı sağa kadar geniĢ bir yelpazede çeĢitli eylemlere sürüklene-
rek, onların sırtından Ulusal Devletin tasfiyesi noktasına varacak siyasal
çıkar ve oluĢumlar sağlanacaktı.
Fakat önclikle "Ulusal Devlet" bilincinden yoksun "Üniversite So-
runu" 1961 Anayasasının hazırlanması ortamında ortaya çıkıyordu. 27
Mayıs darbesini yapan askerler bir süre sonra, anayasa taslağı hazı-
ramaları için Üniversitenin önde gelen Hukuk Profesörlerini davet ediyor-
lar, onlar da ABD'nin askeri kontrolündeki Batı Avrupa ülkelerinin anaya-
salarını ölçü alan Sosyal / Liberal, çok partili demokratik rejimi hedefle-
yen bir anayasa taslağı hazırlıyorlardı. Ulusal Devletin kendine özgü "ola-
ğanüstü" koĢulları gözönüne alınarak hazırlanacak anayasa belli bir süreç-
te Ulusal Devleti koruyacak yerde, Ulusal Devleti boy hedefi haline geti-
recek bir nitelik taĢıyordu.
1960 - 70 sürecinde olaylar Ģöyle geliĢiyordu:
• Angloamerikan, Liberal misyon askerin kıĢlaya girmesinin hemen
ardından, eski bir askerin, Ragıp GümüĢpala'nın DP'nin mirasçısı olarak
Adalet Partiyi kurmasını sempati ile karĢılıyordu. "Biz, Demokrat Par-
ti'nin devamıyız" diyen Adalet Parti, Ragıp GümüĢpala'nın ölümünden
sonra da "Morrison" lakabıyla anılan Süleyman Demirel'in yönetimi altına
giriyordu.
• Süleyman Demirel'in AP'si, Ġsmet Ġnönü'nün BaĢbakanlığı altında
CHP ile koalisyon yapıyordu. Fakat BaĢbakan ABD'yi ziyaret ederken
Süleyman Demirel Türkiye'de koalisyonu bozuyordu.
• Adalet Parti 1965 ve 1969 seçimlerinden birinci parti olarak (450
milletvekilinden 269'unu alarak) çıkıyor ve Süleyman Demirel BaĢbakan-
lığında iktidar oluyordu.
• Ne ki, 1960'ların sonunda eski Demokratlar affediliyor, Celal Ba-
yar evine dönüyordu. Celal Bayar, misyonun sahibi olarak Demirel'den -
adeta- partisini geri istiyor, bunu da AP'nin yasaklı DP'liler için bir -
siyasal hakların iadesini içeren- af kanunu çıkarması talebi izliyordu.
• AP Genel BaĢkanı ve BaĢbakan Demirel Silahlı Kuvvetlerin izin
vermeyeceğini ve kendisini de riske atacağını varsayarak bundan kaçını-
yordu.
• Celal Bayar bunun üzerine Ġsmet Ġnönü'ye gidiyor, -ezeli rakip

320
gibi görünen- iki Ġttihatçı el sıkıĢıyor ve Ġnönü'nin CHP'si eski Demokrat
Partililerin siyasal haklarının iadesi için yasa teklifi hazırlıyordu. Bu teklif
AP ve CHP oylarıyla Meclisten geçiyor ve Yassıada'da yargılanan De-
mokrat Partililer siyasete dönüyorlardı.
Bu olay Türkiye'de yeni bir dönemi baĢlatıyordu. Yeni dönem, Ulusal
Devleti tasfiye etmeyi amaçlayanların, ülkeyi bir kan gölüne dönüĢtürdük-
leri ve bu kan denizine ülkenin ekonomik ve siyasal bağımsızlıklarını
gömmek isteyecekleri bir dönem olacaktı.

Türkiye: Kanlı Oyunlar Ülkesi

Türkiye 1950'den itibaren giderek sertleĢen McCarthy'ci bir anlayıĢla


yönetiliyordu. Bu yönetim tarzının mantığı çok basitti. Ġktidarın "her ma-
hallede bir milyoner" yaratmayı amaçlayan "bireyci" yönetimini destekle-
yen hür ve makbul vatandaĢlara karĢı, kollektivist sosyal devleti savunan
"Moskof uĢağı komünistler..."
Bu siyaset doğrudan doğruya soğuk savaĢ dengesini, daha doğrusu
Sovyet tehdidini istismara yönelikti. DıĢ borç almak ve borçlanmayı sa-
vunmak "hürriyetçilik", buna karĢılık ekonomik bağımsızlığı savunmak
"komünistlik" olarak değerlendiriliyordu. Ġkili anlaĢmalara, ABD etkinli-
ğine, NATO'ya veya teslimiyete, sermayenin tekelleĢmesine karĢı çıkmak,
planlı ve programlı kalkınma, Laikliğin korunmasını istemek, dinin siya-
sete alet edilmesine karĢı çıkmak hep "kızıl komünistlik" damgası yiyor-
du.
Buna karĢılık dini siyasete alet etmek, sermaye üzerindeki en küçük
denetimlere bile karĢı çıkmak, NATO'yu savunmak, ABD'siz Türkiye'nin
batacağını söylemek, sosyalizasyona, sosyal devlete, devletin korunması-
na karĢı çıkmak ve montaj sanayini kollayıp, tekeller yaratmaya çalıĢmak
milliyetçilik, mukaddesatçılık ve "hür dünyacılık" olarak niteleniyordu.
1960-70 sürecinde bu tip bir "hür dünyacılık" anlayıĢına karĢı

321
yükselen tepki, bazı "Liberal yazar - çizer"lerin derhal "bilimsel sosyalist
maskesi takarak iĢçi hareketine sızması ve hareket içinde önderliği ele
geçirerek yozlaĢtınp saptırmalarıyla sonuçlanıyordu. "YozlaĢtırma" ope-
rasyonu ise Türkiye ĠĢçi Partisi çatısı altında yapılıyordu. Bazı Liberal
kökenli, Marksist maskeli kiĢilerin kontrolündeki TĠP, aynı zamanda ko-
num ve amacını henüz tam olarak saptayamamıĢ olan Üniversite gençliği
için de bir ökse niteliği taĢıyordu. Öyle ki... Örneğin TĠP bir yandan
Marksist Enternasyonali savunuyor, bir yandan da Kürt Milliyetçiliği ile
dirsek temasına giriyordu. (Benzer bir tablo 1994'lerde Refah Parti - PKK
karmaĢıklığında yaĢanacaktı.)
TĠP bir çekim merkezi oluĢturuyor ve bu merkez eylemci muhalefetin
de en dinamik odağını teĢkil ediyordu.
Buna bir de Batı Avrupada baĢlayıp, Üçüncü Dünya ülkelerine sıçratı-
lan ve Orta Avrupadakinden farklı siyasal bir söylemi bulunan 1968 öğ-
renci olayları eklenince, provokasyona son derece elveriĢli bir zemin ha-
zırlanıyordu.
ĠĢte Celal Bayar ve arkadaĢlarının "siyaset yasağı" affı bu döneme rast-
lıyordu.
Mevcut AP iktidarına -ki 269 milletvekiliyle tek baĢına iktidardı-
DP'nin ve AP'nin borçlanma giriĢimlerine, NATO ekonomik ve siyasal
bağımlılaĢürma politikalarına tepki duyanlar ve onların genç kuĢağı, Par-
lamento DıĢı Muhalefet adı altında sokağa dökülüyordu. Ne ki, Kemalist
ilkeleri korumak amacıyla sokağa dökülen bu insanların söylem ve sloga-
nını Bilimsel Sosyalizm maskesi takmıĢ bulunan Liberallerin (de yer aldı-
ğı) yönetimindeki TĠP sahipleniyordu. Böylece "tam bağımsızlık" isteyen
Kemalistler, bu sloganı paylaĢan Marksis-lerle aynı potaya konuluyor ve
"Marksist" damgasını yiyorlardı. Yönetim bu fırsatı kaçırmıyor, kendine
bağlı kolluk kuvvetlerini "bağımsızlık" diyen herkesin üzerine salıyordu.
Bir yandan da AP yönetiminde bulunan Liberaller "iti ite kırdırma politi-
kası" adı altında dinsel yanı ağır basan gençleri "örgütlenmeye" teĢvik
ediyorlardı. Böyece tarihsel saflaĢma bir kez daha ortaya çıkıyordu. Kendi
sloganlarını Marksistlere ve Liberal provokatörlere kaptıran Laik, Ulusal
Devletçi Kemalistler bir tarafta, Dinci / Liberal iktidar ve güdümündeki
kolluk kuvvetleriyle dinsel / ırkçı - milliyetçi örgütlenme diğer tarafta yer
alıyordu. Bunların arasında ise üniter yapılı Ulusal Devlete muhalif,
"adem-i merkeziyetçi" ve ayrılıkçı Kürt örgütlenmesi yer alıyordu.
Celal Bayar ve arkadaĢları, AP iktidarını zaten hırpalamakta olan

322
bu tabloya, siyasal bakımdan dahil oluyor ve "emanetçi" olarak görülen
"su müdürü" Süleyman Demirel'e karĢı operasyon baĢlatılıyordu. Bunun
sonucu olarak AP'den 41 milletvekili koparılarak, DP misyonunun deva-
mıymıĢ gibi gösterilen Demokratik Parti kuruluyordu. Böylece 269 üyeli
AP grubu TBMM çatısı altında 238 üyeye düĢürülüyordu.
Zaten saptırılmıĢ muhalefet odakları ile karĢı karĢıya bulunan AP ikti-
darı hassas bir rakama dayanınca, siyasal istikrarsızlık ortaya çıkıyor,
siyasal istikrarsızlık ekonomik istikrarsızlık getiriyordu. Ekonomik istik-
rarsızlık ise toplumun her kesimini olumsuz etkiliyor, ülke hızla aĢırı
sol'un kucağına itiliyordu. Nitekim bu tablo orduya da yansıyor, Kuvvet
Komutanları ve Genelkurmay BaĢkanı sol tandanslı bir darbeye karĢı elle-
rini çabuk tutarak, Kemalist ilkelere bağlılığı gözeten bir muhtıra veriyor
ve hükümeti istifaya zorluyordu. Sonuç olarak Süleyman Demirel istifa
ediyor, meydan Sosyal / Liberal görünümlü fakat özde Angloamerikan
siyasetlerin takipçisi, güdümlü bir hükümete bırakılıyordu.
Ne var ki hareket noktası Kemalist kaygılar olan Kuvvet Kuman-
danları sol eğilimli subayları tasfiye ettikten sonra, güdümlü yönlen-
dirmelerle Kemalist kaygıları bir yana bırakıp, tıpkı AP iktadarının yaptığı
gibi Kemalistlerle Marksistleri aynı potada değerlendiriyorlar-dı. Böylece
12 Mart döneminde Marksizme karĢı mücadele görünümü (bahanesi) al-
tında, asıl cezalandırılan ve "caydırıcı baskıya" uğrayan "tam bağımsızlık-
çı" dolayısıyla "Ulusal Devletçi" Kemalistler oluyordu. Kemalistler, "Ulu-
sal Devletçi" söylemlerini de ırkçı / milliyetçilere kaptırıyorlardı. ĠĢin
ilginç yanı, söylemler arasındaki temel farklılılığı ortaya koyması gereken
Üniversitelerde ya sol maske takmıĢ Liberal eğilimli, ya da ırkçı/milliyetçi
ve dinsel siyasetçi öğretim üyeleri gençleri yönlendiriyordu. ĠĢte bu öğre-
tim üyelerinden sol maske takan Liberaller ile ırkçı / milliyetçi / dinsel
eğilimli bazı öğretim üyeleri, 1980 sonrası Angloamerikan misyonu üstle-
nen ANAP çatısı altında "cem" olacak, yani toplanacaklardı.
ANAP'a girmeyenler de Liberal söylemlerle ortalıkta dolaĢacaklardı.
12 Mart, Kemalist kaygılarla yola çıkan fakat sonuçta Angloamerikan
Liberal yapılanmanın güdümüne giren, yarım bırakılmıĢ ve Kemalist Ulu-
sal Devletin tasfiyesini çabuklaĢtırmaya yönelik bir operasyondan baĢka
bir Ģey değildi.

323
Nitekim, Celal Bayar’ın giriĢimleriyle oluĢan istikrarsız siyasal ortam
1973 seçiminden itibaren daha bir karmaĢık tablo yaratacak, özellikle
1975- 80 süreci yaĢanan olaylar, 27 Mayıs'ı hazırlayan olayları adeta
"mumla" aratacaktı.
Tüm bu siyasal geliĢmelere paralel olarak AP iktidarları döneminde de
"ekonomik bağımlılaĢtırma" uygulamaları ivme kazanarak sürüyordu.
Çok partili demokratik rejimle birlikte (1946) ithalata dayalı tüketim
toplumu yaratma operasyonu, ülkenin hem sosyal, hem de siyasal denge-
lerini alt üst ediyordu. Ġthalata dayalı tüketimin kamçılanması bütçe açık-
larını giderek büyütüyordu. Bütçe açıkları borçla kapatılıyordu. Alman
borcun büyük bir kısmı "sanayici" adı altındaki bazı karanlık odaklara
aktarılıyor, sınırlı bir kısmı ise yine "sanayici" diye adlandırılan montajcı-
lara veriliyordu. "Yatırımcı" veya "sanayici" diye adlandırılan bu "mon-
tajcılar" ise "spekülatif kazanca dayalı Uluslararası Ticaret OligarĢisinin"
Türkiye'deki uzantılarından baĢka bir Ģey değildi. Nitekim OligarĢinin
desteğindeki bu kiĢiler, "sanayileĢme" ve "ulusal sanayi" adı altında, gide-
rek ülkedeki menkul değerlere (sonra da spekülatif gaynmenküllere) el
koyacak ve tekelleĢeceklerdi. Bu tekeller, devleĢene kadar siyaset dıĢında
kalacaklardı. Onların siyaset dıĢı kaldığı dönemde Ulusal Devlete karĢı
mücadeleyi DP ve AP gibi Liberal partiler yürütecekti. Ancak "tekelleĢ-
me" tamamlanıp da spekülatif kazancın güç odağını oluĢturan sermaye
birikimi sağlanınca, Liberal - Muhafazakar partiler bu gücün denetim ve
rehberliğine girecekti. Ne ki bu tehlikeli sermaye tekelleĢmesi "Ulusal
Devletin" dayanağını oluĢturacak "Ulusal Sermaye", "Ulusal Sanayi",
"Ulusal Ekonomi" görünümünde "Ulusal unsurların" gözü boyanarak
yapılacaktı. Ta ki ekonomide kesin egemenlik sağlanıp da siyasi alana
ağırlık konulacak duruma gelinince, spekülatif kazancın oluĢturduğu teke-
lin baĢında bulunanların da kamuflajdan baĢka birĢey olmadığı ortaya
çıkacaktı. Zira; OligarĢi ile özdeĢ sermaye tekeli, özellikle Ulusal Devletin
PKK saldırısıyla karĢı karĢıya bulunduğu anda Uluslararası spekülatif
kazanca dayalı Ticaret OligarĢisiyle aynı söylem içine girecek ve egemen
bulunduğu finans / siyasal örgüt "siyasal çözüm" talebiyle "Ulusal Devlete
karĢı" safta olduğunu ortaya koyacaktı.
Bu ekonomik yapılanma (veya Ulusal Devlete karĢı komplo) ise ülkeyi
1978 - 80 sürecinde dizleri üzerine çökertecekti.

324
Yeni Dünya Düzeni için Operasyonlar...

Türkiye'de bunlar olurken dünyada da, Ġkinci SavaĢın galipleri Ang-


loamerikan Liberalizminin, egemenliğini yaygınlaĢtırarak pekiĢtirmeye
çalıĢıyorlardı. Uluslararası Ticaret OligarĢisinin yeni "vurucu gücü" (veya
savaĢ aracı) olan ABD özellikle Batı Almanyaya yerleĢtikten sonra burayı,
Afrika ve Ortadoğu bölgelerine bir sıçrama taĢı olarak kullanıyor, böylece
Ġsrail'in bölgedeki güvenliği üzerine çelik kanatlarını geriyordu. Buna
muhalif hareketlere karĢı "ezici" bir politika izliyor, ulusal hareketler ise
alternatif güç olarak SSCB'ye dayanarak (veya dayanmakla suçlanarak)
ABD'nin bu ezici politikalarına meĢruiyet kazandırıyordu. Kaldı ki
SSCB'de bu aĢamada, ABD karĢısında yapay bir güç odağı oluĢturuyordu.
Zira, zaten SSCB kendi egemenliği altındaki (baĢta Doğu Avrupa olmak
üzere) alanlarda ulusal yapılanmaya izin vermiyor, ABD'den daha sert bir
politika ile bu hareketleri bastırıyordu. ABD ve SSCB'nin bu operasyonla-
rı aynı noktada kesiĢiyordu. Bu nokta "Ulusal bağımsızlıklara" izin veril-
memesi noktasıydı. Zira "Ulusal bağımsızlıklar" "Ulusal ekonomiler"
demekti, ki Ticaret OligarĢisinin binlerce yıl mücadele ettiği "bireysel
çıkara" dayalı Uluslararası Liberalizmin tesis edilmesinde en büyük enge-
li, bu tür ekonomiler oluĢturuyordu. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu
ABD'nin egemenlik alanı içine çok sayıda Güney ve Güneydoğu Asya
ülkesi de giriyordu. ABD ve SSCB bu ülkeler üzerinde egemenliklerini
"Marksizmin karĢısında hürriyetçi rejim" çatıĢması bahanesiyle tesis edi-
yordu. Kore'den sonra Vietnam iç savaĢı, kısa sürede önce bölgesel, ar-
dından da kıtasal ve uluslararası bir sorun haline geliyordu. Bu sorun sa-
dece Vietnam'ın ulusallığına darbe indirmekle kalmıyor. Kamboçya, Tay-
land, Laos ve sairde ulusal ekonomilerine ve siyasal bağımsızlıklarına ağır
darbeler yiyorlardı.
ABD 1970'li yıllara kadar, üçüncü ülkelerin içiĢlerine doğrudan, mili-
ter bir yaklaĢımla ve silah kullanarak müdahale ediyordu. Ancak bu mü-
dahaleler sırasında pek çok "uluslararası hukuk sorunuyla" ve yerel di-
rençle karĢılaĢıyor, diğer halklar kadar ABD halkından da tepki

325
görüyordu. Ne ki daha Vietnam savaĢının baĢında bu tartıĢma gündeme
geliyordu. Pentagon doğrudan müdahale, Beyaz Saray ise dolaylı müdaha-
leyi savunuyordu.
ABD'nin uluslararası siyaseti (Ġkinci SavaĢın zorlaması sonucu) Penta-
gon tarafından yürütülüyor, buna karĢılık Beyaz Saray iç siyaseti üstleni-
yordu. ABD'deki bu konsensüs, "müdahale" biçimleri konusunda tartıĢ-
maya dönüĢüyordu.
Bu aĢamada Pentagon'un bazı illegal münasebet ve faaliyetleri dikkati
çekiyordu. (Pentagon, Uluslararası Ticaret OligarĢisinin, 20'nci yüzyıldaki
askeri gücü niteliğini taĢıyordu. Bu bir bakıma Yeniçeri / OligarĢi bağla-
mını da çağrıĢtırıyordu.)
Pentagon 1943 yılında, Sicilya çıkartması sırasında Salvatore Luciano
(Lucky) aracılığıyla Cosa Nostra üzerinden Sicilya Mafia'sıyla iletiĢim
kuruyordu. Nitekim Sicilya Mafia'sı, çıkarma sırasında Pentagon'a büyük
yardım sağlıyor, Pentagon da Sicilya çıkartmasından sonra Sicilya Ma-
fia'sıyla (dolayısıyla Cosa Nostra ile) bütünleĢiyordu.
SavaĢın getirdiği bu bütünleĢme sonucu Pentagon, Sicilya Adasının
yönetimini askeri bakımdan ele geçiriyor, idari bakımdan ise Mafia'ya
bırakıyordu. SavaĢ sona eriyor, fakat Mafia - Pentagon - Cosa Nostra mü-
nesebeti devam ediyordu. Zira bazı Mafiosolarla bazı subaylar her konuda
ortaklık kuruyorlardı.
Sicilya, savaĢın sonuna kadar Mafia tarafından tam anlamıyla ele geçi-
riliyor ve savaĢ sonrası süreçte tam bir "suç istasyonu" haline getiriliyor-
du. ĠĢlenen suçların en büyük hedef ve kaynağını "uyuĢturucu" kaçakçılığı
oluĢturuyordu.
UyuĢturucu, ekonomik, kriminal ve siyasal bakımdan çok önemli ve
stratejik bir madde niteliği taĢıyordu. Ġngiltere uzun yıllar Çin halkını
uyuĢturucu ile uyutmuĢtu. Buna karĢılık Kültür Ġhtilaliyle Çin, Ġngilte-
re'nin boyunduruğundan çıkmıĢ, fakat uyuĢturucu üretimini sürdürmeye
devam etmiĢti. Bu uyuĢturucu Pakistan, Afganistan, Ġran, Irak, Suriye ve
Türkiye üzerinden Doğu Akdeniz'e getiriliyor, buradan gemilere yüklene-
rek Sicilya Adasına naklediliyordu. Sicilya'ya gelen afyon veya ham mor-
fin, Sicilya ve Marsilya'daki laboratuarlarda eroine dönüĢtürülüyordu.
(1970 sonrası baĢta Ġran olmak üzere çeĢitli ülkelerde eroin imal ediliyor-
du.) Daha sonra eroin çeĢitli kanallarla ABD'ye, Orta ve Kuzey Avrupa'ya
sevkediliyordu.
Bu eroinin nakil ve dağıtım iĢi Sicilya Mafiasıyla ABD Mafiası (Cosa
Nostra) tarafından yapılıyordu. Her iki Mafia ile de münesebet

326
halinde bulunan Pentagon, bu kanallarla ülkeye sokulan uyuĢturucunun
fiyat, doz, dağıtım ve yönlendirilmesini kontrol ediyordu.
Ancak Pentagon'un asıl denetimi, Narkofinans üzerinde tesis edili-
yordu. Bu denetim ise Sicilya Mafiası ve Cosa Nostra kanalıyla yapı-
lıyordu.
Çin - ABD uyuĢturucu trafiğinden sağlanan milyarlarca Narokodalar
Sicilya Mafiası ile Cosa Nostra tarafından aklanıyor ve onların Ġsviçredeki
kontolarında görünüyordu. Ne ki bu paralar gerektiğinde, ABD'nin Kong-
re dıĢında oluĢturulan siyasal operasyonları için "bütçe dıĢı finans kayna-
ğı"olarak kullanılıyordu.
Uluslararası spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisinin "Suffet" le-
ri tarafından hazırlanan siyasal operasyonlarda kullanılan Narkodolarla
terör eylemleri, ayaklanmalar, suikast / sabotaj, komplolar düzenleniyor
ve iç savaĢlara zemin hazırlanıyor, gerektiğinde kurtuluĢ hareketleri ve
darbeler destekleniyordu.
• Aldo Moro, Nihat Erim, J.F. Kennedy, Gün Sazak, Olof Palme,
Ziya ül Hak, Ġndra Gandi ve oğlu, Enver Sedat vs. yaĢamlarını bu suikast-
lerde kaybediyor, Papa Jean Paul gibiler de yaralanıyordu.
• Ġtalya'da muhtemel bir Berlinguer Komünist hükümetinin SSCB
ile bütünleĢmesi ihtimaline karĢı P-2 Locası komplosu bu Ģekilde finanse
ediliyordu.
• Polonya'da SolidarnoĢ direniĢine bu yoldan mali kaynak aktarılı-
yordu.
• Türkiye'de 12 Eylül öncesi terör eylemleri uyuĢturucu – silah ka-
çakçılığı ekseninde kotarılıyordu.
• Afganistan direniĢi, Narkodolarla finanse ediliyordu.
• Suriye Narkodolarla ayakta duruyor, Ġran Devriminde devrimciler
Narkodolarla besleniyordu.
• PKK ordusu Narkofinansla kuruluyor, hatta Türkiye ve Alman-
ya'da köktendinci hareketlere Narkofinansla kaynak sağlanıyordu.
Bu ve benzeri operasyonlar, hedef seçilen üçüncü ülkelerde iç huzuru,
güveni ve ulusal iradeye bağlı yönetimleri zaafa uğratıyor, çökertiyordu.
Böylece genel anlamda "Ulusal Devlet" kavramı sürekli tehdit altında
bulunduruluyor ve Uluslararası Ticaret OligarĢisinin amaçladığı (kollekti-
vist modeller yerine) bireysel çıkarcılığın ön plana geçtiği "individüel"
modeli güncelleĢtiriyordu.
ABD'nin Ulusal Devletten "individüel" yaĢam biçimine (yani hukuka
dayalı devlet otoritesi yerine OligarĢinin gücüne dayalı federatif/

327
bireyci modele) geçiĢte baĢvurduğu "uluslararası siyasetin" daya-nağını
(bireyi bireye karĢı güvensiz kılacak kadar yaygın) bireysel terör ve Ģiddet
uygulaması oluĢturuyordu. Bu aĢamada ulusal devleti savunan devlet
adamları "halk düĢmanı" ilan ediliyor, hatta "teröristlikle" suçlanıyordu.
Kaldı ki, gerçekten "halk düĢmanı" konumunda "terörizmi" sahiplenen
meczuplar da bulunuyor, bu meczuplarla ulusal liderler, güdümlü medya
tarafından amaçlı olarak birbirine karıĢtırılıyordu.
Öte yandan oluĢturulmak istenen "yeni dünya düzenine" karĢı çıkan ve
"klasik devlet modelini" savunan bazı siyasi liderler, terör eylemlerine
hedef olarak yaĢamlarını yitiriyorlardı. Örneğin; Ġtalya'da Hıristiyan De-
mokrat liderlerden Aldo Moro bunlardan biriydi. Marksist rol üstlenen
fakat özde "yeni dünya düzenine geçiĢte bir araç olarak kullanılan" anlamı
ve söylemi belirsiz Kızıl Tugaylar Moro'yu kaçırıyor, Hıristiyan Demok-
rat Parti'nin kurmayları ise liderlerini kurtarmak yerine öldürülmesi yö-
nünde (adeta) çaba harcryorladı. Aynı Ģekilde John F. Kennedy, Ġndra
Gandi, Rajiv Gandi, Enver Sedat, Nihat Erim vs. de esrarengiz terör ve
suikast eylemlerine hedef olarak yaĢamlarını yitiriyorlardı.
Bu aĢamada kollektivizmin yeni (kalesi) SSCB'nin durumu önem ka-
zanıyordu.

Yeni Dünya Düzeninin Sıçrama Tahtası: SSCB Marksizmi...

1917 Ekim Devrimi asker kaçakları, aç köylüler ve iĢsiz kalan iĢçilere


dayanıyordu. 20'nci yüzyılın baĢında Çarlık Rusyasında, üretim sürecinde
iĢçilerle iĢverenleri karĢı karĢıya getirecek ve üretim araçları üzerinde
mülkiyet tartıĢması baĢlatacak güçte bir "sanayi" veya "sanayileĢme" yok-
tu. Kaldı ki Rusya'yı ihtilal ortamına götüren nedenlerden biri de müttefik-
lerin Çanakkale'yi aĢıp Rusya'ya savaĢ ortamı

328
içinde yardım ulaĢtıramamasıydı.
Marksist Devrim iç savaĢla tamamlanıyor, Marksizm adına bir yoksul-
lar diktası oluĢturuluyordu. Bu yoksullar diktasının yönetimi ise aydın /
militer aydın bir kadroya dayanıyordu.
Marksist öğreti üretim ve tüketime ortak, üretim araçlarını mülki-
yetinde bulunduran kollektivist bir yapılanmayı önerirken, yeni kurulan
SSCB yönetimi önce Çar Ailesiyle birlikte yüzlerce yıllık birikimle oluĢan
Rus Aristokrasisini kılıçla tasfiye ediyor, üretimin temel dinamiği olan
tüketimi yasaklayarak toplumu büyük bir durgunluğa sevkediyordu. Diğer
taraftan mülkiyeti tartıĢılacak ciddi ve yaygın bir "üretim araçları" ağı
olmadığı için yönetim, zaten sınırlı zirai üretim yapılan topraklara el ko-
yarak "Mülkiyetin kamulaĢtırılması" konusunda kendini tatmin ediyordu.
70 yıllık Marksist Devrim süresince SSCB bazı temel sorunları ancak
çözebiliyordu. Bu temel sorunlar ise doğru kentleĢme, sosyal yapılaĢma,
eğitim, ulaĢım, sosyal güvenlik ve karın tokluğu oluyordu.
Fakat "tüketim"in karĢısındaki baskıcı önlemler, "tüketim açlığı için-
deki" halkı daha fazla gemleyemiyordu. "Tüketim" sınırlanınca üretim
daha fazla sınırlanıyordu. Böylece üretim - tüketim dengesizliği giderek
üretimden yana olumsuz bir düĢüĢ gösteriyordu.
Buna paralel olarak SSCB bir de boĢ iddia taĢıyor, dünyaya devrim ih-
raç etmeye çalıĢıyordu. Amacı Marksist Enternasyonali gerçek-
leĢtirmekti. Ancak bu yöndeki çabaları, halkların boĢu boĢuna kan dökme-
si ve Marksist - Kapitalist ikilemde ya ABD'nin ya da SSCB'nin "hege-
monyası" altına itilmelerinden baĢka bir anlam taĢımıyordu.
SSCB'nin elinde çok geniĢ topraklar ve bu topraklarda sonsuz doğal
kaynaklar bulunmasına karĢın "varlık içinde yokluk" ülkeyi kıskacına
alıyor, halkla yönetim arasındaki bağları kopanyor, bu kez de "yönetenler
- yönetilenler" sınıflaĢması ortaya çıkıyordu.
Bu arada uluslararası platformda ABD - SSCB zıtlaĢması "ulusal dev-
letleri" ve "bağımsızlık" kavramını öğütlüyor. "bağımlılık" uluslararası
siyasette bir "doğal tercih" durumuna geliyordu. Uluslar, 1970'lere gelin-
diğinde "soğuk savaĢ" ve "bloklaĢma" adı altında iki kutup çevresinde
"bağımlılaĢmıĢ" bulunuyorlardı.
Sıra, SSCB'nin uluslararası ticarete açılmasına gelince, spekülatif ka-
zanca dayalı Ticaret OligarĢisinin militer gücü olan Angloamerikan birliği
harekete geçiyordu. Operasyon, köktendinci Ġran Ġslami hareke-

329
tinin yükselmesine paralel olarak Polonya'da sendikaların "Libeal baĢkal-
dırısı" Ģeklinde baĢlıyordu. ABD, Vatikan üzerinden SolidarnoĢ'a ekono-
mik destek verirken, Batı Almanya'daki askeri üsleri ile de "militer garan-
ti" sağlıyordu.
O sırada SSCB'de Politburo genel sekreterleri birer birer ölüyor, iniyor,
çıkıyor ve yönetimde istikrarsızlık baĢgösteriyordu. SolidarnoĢ bu ortam-
da baĢarıya ulaĢırken, Politburo genel sekreterlik koltuğu da Gorbaçov'a
kalıyordu. Gorbaçov OligarĢinin "Truva atının içindeki" Liberal adamıydı.
Gorbaçov'un iĢlevi, Rusya'yı "tarihsel çizgisine" yani Angloamerikan
individüalizminin çizgisine getirecekti.
Bu aĢamada "Önasyada" durum hala belirsizdi.
Mustafa Kemal'in kurduğu ulusal devlet, herĢeye karĢın ayakta duru-
yordu.

330
PUSU

Kıbrıs sorunu, Türkiye Cumhuriyeti bakımından (adeta) "son'un baĢ-


langıcı" niteliğini taĢıyordu.
DP iktidarı döneminde (1950 - 1960) "borçlandırılarak bağımlı-
laĢtırma" ve (ılımlı) dinsel siyasete zemin hazırlama operasyonlarına para-
lel olarak dıĢ politikada, Türkiye'nin batıda bazı uluslararası meselelerle
meĢgul edilmesi konusu da gündeme geliyordu. Bunun sonucu olarak
Türkiye ile Yunanistan sürekli bir gerginlik içine itiliyordu. Böylece Tür-
kiye batıdan gelecek tehlike nedeniyle Doğu hududunu mümkün olduğun-
ca emniyette tutmak gereksinimi duyuyordu. Emniyetin sağlanması için
de Ortadoğu siyasetinden mümkün olduğunca uzak durmaya çalıĢıyordu.
Bu uzak durma ise Ortadoğudaki olaylarda ağırlığın Ġsrail'e devredilmesi
anlamına geliyordu.
Ġsrail, 1948'den 1967'ye kadar kendisini Araplara hem diplomasi, hem
de kuvvet yoluyla kabul ettirmek amacıyla hazırlık yapıyor ve her bakım-
dan "teçhiz" oluyordu. Nitekim 1967'de Yıldırım Harbiyle Suriye, Ürdün,
Lübnan ve Mısır'a çok ağır askeri darbeler indiriyor, Araplara ait geniĢ
toprakları iĢgal ediyor ve onları kabullenilemeyecek derecede ağır Ģartlar-
la barıĢa zorluyordu.
1967 zaferi Ġsraili son derece rahatlatıyor, Araplarla yapılacak bir pa-
zarlıkta kozlarını arttırıyordu. Nitekim 1967 - 1973 sürecinde Arap dünya-
sının tüm hırçınlığı ve saldırganlığı bastınlacak, bu arada Arap Birliği
dağılacaktı. 1973'e gelindiğinde Mısır kaybettiği toprakları geri alıyor,
böylece Ġsrail ile anlaĢıyordu. Mısır - Ġsrail anlaĢması, Arap

331
dünyasının Ġsrail karĢısında dağılmasına yol açıyordu.
ĠĢte Kıbrıs sorunu da bu süreçte "Ortadoğu sorunlarına" ilave olu-
yordu.
Türkiye ile Yunanistan arasında gerginlik yaratan yeterince sorun bu-
lunuyordu. Bunların baĢında 12 Ada, Batı Trakya, Patrikhane ve azınlıklar
meseleleri geliyordu. Buna karĢın Mustafa Kemal ile Venizelos arasında
kurulan dostluk bu liderlerin ölümünden sonra da devam ediyordu. Nite-
kim Ġkinci SavaĢ sırasında Türkiye ile Yunanistan arasında sorun çıkması
bir yana, Türkiye Alman iĢgalindeki Yunan halkına (Ege sahil ve adala-
rında) yardım ediyordu.
Ancak Türkiye çok partili düzene geçtikten sonra, DP iktidarı Yu-
nanistan ile meseleleri tırmandırmaya baĢlıyor, Yunan Kral ve hükü-
metinden de aynı tepkiler geliyordu.
Ġstanbul'da müthiĢ bir provokasyonla 6-7 Eylül olayları düzenleniyor,
azınlıklar meselesi geliĢen olaylarla yeni boyutlar kazanıyordu. ĠĢte bu
aĢamada "Kıbrıs sorunu" gündeme sokuluyordu. "Kıbrıs sorunu" Ulusla-
rarası Ticaret OligarĢisinin denetimi altında bulunduğu, hatta OligarĢinin
Türkiye'deki uzantısı olduğu bilinen bir gazetenin sahibi tarafından ortaya
atılarak büyütülüyor ve halka malediliyordu.
Kıbrıs Doğu Akdenizde son derece jeoticari bir konumda bulunu-
yordu. Bu nedenle Sami karakter ve kökenli Ticaret OligarĢisinin tarihin
en eski dönemlerinden beri dikkat ve ilgisini çekiyordu. Nitekim ada üze-
rindeki egemenlik çekiĢmesi Musevilerle diğer bazı kavimler arasında
kanlı çatıĢmalara yol açıyordu. Ġkinci Selim ise Kıbrıs'ı, Josef Nasi'nin
"Kıbrıs Kralı" olmak amacıyla yaptığı yardım sayesinde Osmanlı egemen-
liği altına alabiliyordu.
Ġsrail her zaman olduğu gibi, Doğu Akdeniz'e yerleĢtikten ve ken-
disini Araplara kabul ettirme mücadelesi vermeğe baĢladığından beri Kıb-
rısla da ilgileniyordu. Ancak uluslararası düzeyde Ġsrail'in Kıbrısla ilgi-
lenmesi için hiç bir yasal gerekçe ve neden bulunmuyordu. Bu, askeri
bakımdan da mümkün değildi. Bu aĢamada Ġsrail'i tatmin edecek tek for-
mül Kıbrıs Adası üzerinde hiç bir ülkenin tam egemenlik tesis edememesi
ve özellikle de bu jeostratejik ve jeoticari adanın siyasal konumunun belir-
sizlik içinde bulunmasıydı. Nitekim üçlü garantörlük (Türkiye, Yunanis-
tan, Ġngiltere) altında Kıbrıs'ın bağımsız bir devlet statüsüne getirilmesi bu
belirsizliğin bir ifadesiydi. Ancak Museviler gibi, Yunanlılar (ve Rumlar)
da bu adanın jeoticari konumuna gereksinim duyuyorlardı. Zira dünyaca
ünlü armatörlere sahip bu-

332
lunan Yunanlılar, Akdeniz (ve özellikle de Doğu Akdeniz, Kızıldeniz,
Hint Denizi) taĢımacılığında en önemli limanları bünyesinde toplayan
Kıbrıs Adasını kendilerine mal ederek, rakiplerine karĢı büyük bir üstün-
lük tesis etmeye çalıĢıyorlardı. Uluslararası Ticaret OligarĢisi de Yunanlı-
lara bu fırsatı vermek niyetinde değildi.
Tükiyeye gelince...
Türkiye soruna bu açıdan bakmıyordu. Her zaman olduğu gibi siyasal
olaylarla ticari olayları ayrı ayrı değerlendiren Türkiye, Kıbrısta sadece
Yunanlıların ENOSĠS ideali karĢısında yaĢamları tehlikeye düĢen soydaĢ-
larının hayatını emniyete almaya çalıĢıyordu. Kıbrıs'taki limanlar, Türki-
ye'yi o derece ilgilendirmiyordu. Zira Önasyanın Akdeniz sahillerinde pek
çok aynı stratejik konuma sahip limanı bulunuyordu.
Gazete sahibinin Kıbrıs meselesini ortaya atmasından sonra yapılan
tartıĢmalar sırasında ünlü tarihçi ve siyasetçi (DP'li) Fuat Köprülü'nün
"Türkiye'nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur" demesi avam tarafından
Ģiddetle eleĢtiriliyordu. Fakat Fuat Köprülü'nün konumu, Kıbrıs'ın neden
Türkiye'nin meselesi olmadığını açıklamasına elvermiyordu.
Demokrat Parti hükümetinin kabul ettiği üçlü garanti altında bağımsız
Kıbrıs Devleti, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar tarafından bir türlü hazme-
dilemiyor, ENOSĠS ateĢi durmadan körükleniyordu.
Ġsrail 1967'de Arap dünyasını dize getirirken Yunan Ordusu da ik-
tidara gelen sol hükümeti alaĢağı ediyordu. Ordunun bu darbesi "Cun-
ta"ya malediliyor, bu "Cunta" dan ise "Amerikan Cuntası" diye bah-
sediliyordu.
ĠĢte Yunanistan'daki "ABD Cuntası" yedi yıl sonra, 1974'de Kıbrıs
Adasında "darbe" düzenleyerek ENOSĠS'i bir "oldu bittiye" getirmek iste-
yecekti.
Yunanistan'daki Cunta 1967 - 74 arası dünya kamuoyunda hayli tepki-
lere yolaçacak uygulamalar yapıyordu. Gerçi, 1970 yılında Türkiye'de de
ordu "muhtıra" vererek siyasete müdahale ediyor, bu müdahale dönemin-
de sol ve Kemalistler üzerinde çok ağır bir baskı tesis ediliyordu. Ama
yine de 1973'de halk sandık baĢına gidiyor çok partili demokratik rejim
yürüyordu. Buna karĢın Yunanistan'da "Albaylar Cuntası" ülkenin baĢına
çöreklenmiĢ, yerinden bile kımıldamıyordu. Üstelik artık ABD'de bu Cun-
tadan rahatsızlık duyuyor, açıkçası "kurtulmak" istiyordu.
ABD aynı dönemde baĢkalarından da kurtulmak istiyordu. Bun-

333
ların baĢında da Kıbrıs'taki Makarios geliyordu. Zira Ortodoks BaĢpisko-
posu Marakios SSCB ile flört ediyordu. Bu bir bakıma SSCB'nin Doğu
Akdeniz'e inmesi ve Ġsrail'in karĢısına bayrak dikmesi anlamına geliyordu.
ABD'nin kurtulmak istedikleri bununla sınırlı kalmıyordu. Türkiye'de
de kurtulmak istedikleri vardı.
Tüm çaba, komplo, gayret ve uygulanan senaryolara karĢın Türkiye
Cumhuriyeti Devleti gerek ekonomik, gerekse siyasi bakımdan ABD'ye
tam teslim olmuyordu. Kaldı ki, 12 Mart yönetimlerinin (BaĢta Faik Tü-
rün) uyguladıkları ABD yanlısı siyasetler ve baskılar, kamuoyunda ters
tepmiĢ, solu ve Kemalistleri bilemiĢ görülüyordu. Büyük bir potansiyel
oluĢturulan bu tepki ABD'yi rahatsız ediyordu. Bu ortamda, Mustafa Ke-
mal'in kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi (Fırkasının) baĢında da (ABD
DıĢiĢleri Bakanı Hanry Kissinger'ın talebesi) Bülent Ecevit bulunuyordu.
(Bülent Ecevit 12 Mart darbesinin kendisine karĢı yapıldığını ileri sürerek
istifa etmiĢ, bir süre sonra da Genel BaĢkan Ġsmet Ġnönü'ye karĢı kongrede
aday olarak onun koltuğuna oturmayı baĢarmıĢtı. Buna karĢın Ulusal Dev-
letin dayanağını teĢkil eden CHP, Bülent Ecevit liderliğinde yeni dönemde
Kemalist ilkeleri pekiĢtirerek Cumhuriyeti sahiplenecek yerde, söylem
bakımından CHP'nin mirasını reddedecekti. Ecevit CHP'yi sol söylemin
savunucusu -sıradan- bir siyasal örgüt durumuna getirecekti. Bir süre son-
ra da CHP, sol fraksiyonların çekiĢme alanı haline dönüĢecek, böylece
Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti, Parlamentoda sahipsiz kalacak, dev-
letin ilkelerine rehberlik yapacak bir kurum bulunmayacaktı. Dahası, Ece-
vit'in Genel BaĢkanlığında Sosyaldemokrat yani sol söylemli -sözümona
Kemalist- CHP, 1973 seçimi sonrası dinsel söylemli Milli Selamet Partisi
ile koalisyon yaparak ülkenin kaderine el koyacaktı.)
ABD, aynı dönemde Türkiye'de iktidar olan CHP - MSP koalisyo-
nundan da rahatsızlık duyuyordu. Zira dinsel / sol koalisyon, kollektivist
bir görünüm yansıtıyor ve her an ülkeyi Liberal dünyadan koparmaları
tehlikesi hissediliyordu.
ĠĢte bu koĢullarda Yunan Ordusu, ABD tarafından, Kıbrıs'ta bir darbe
yapılması, bu darbe sonucu emrivakiyle Kıbrıs Adasının Yunanistan'a
bağlanması konusunda cesaretlendiriliyor, hatta teĢvik ediliyordu. Bunun
sonucu olarak 15 Temmuz 1974 günü Gizikis yönetiminin adamı Nicos
Sampson, LefkoĢa'da bir darbe teĢebbüsünde bulunuyordu.

334
Bunun üzerine Türkiye zorunlu (ve haklı) olarak uluslararası an-
laĢmaların kendisine tanıdığı olanakları kullanarak Adaya asker çıkarıyor
ve Adanın yüzde 30 civarındaki bir bölümünü denetime alıyordu. ABD'de
bu fırsatı bekliyordu. Türkiye'nin adaya yaptığı çıkarma ABD'ye Ģu avan-
tajları (fırsatları) sağlıyordu:
• Son zamanlarda Yunanistan'daki ABD yanlısı "Cunta"nın baskı-
sına karĢı SSCB yanlısı bir politika izleyen BaĢpiskopos Maka-
rios,kendisine karĢı yapılan darbeden canını kurtarabilmek için Adadan
kaçıyordu. Makarios'un Adadan kaçması Moskova'yı ürkütüyor ve Samp-
son yandaĢlarının baĢarı kazanması halinde Adanın ABD yanlısı bir yöne-
tim altında bulunan Atina'ya bağlanmasından endiĢe duyuyordu. Bu ne-
denle Adadaki soydaĢlarının yaĢam garantisinden Ģüphe eden
Ankara ile Moskova'nın kuĢkulan, darbecilere karĢı örtüĢüyordu. Ni-
tekim Türkiye'nin Adaya yaptığı çıkarma, bir anlamda Moskova bakımın-
dan "ehveni Ģer" olarak kabul ediliyordu. Buna karĢılık ABD, müdahaleyi
engellemek ister bir tavır takınarak yandaĢlarını rahatlatı-yor, fakat el
altından da müdahale konusunda Ankara'nın yolunun açık olduğu mesajını
veriyordu.
• Türkiye'nin askeri müdahalesi sonucu Adadaki Cunta ile birlikte
Atina'daki Cunta da devriliyordu. Böylece ABD, "Ģantajcı bir ortaktan" en
ucuz Ģekilde kurtuluyor, onun yerine "Liberal bir siyasetçi" olan Kara-
manlis yönetimi iktidarı devralıyordu. Üstelik Gizikis Cuntası ABD ile
hesaplaĢacak vakit bile bulamıyor, Kıbrıs baĢarısızlığının faturasını yar-
gıçların önüne çıkıp bir devrin hesabını vermek zorunda kalmakla ödü-
yordu. Cuntacılar, kendilerine her türlü konuda cesaret vererek teĢvik
eden Washington'a Ģantaj yapacak vakit bile bulamıyolar-dı.
• Önce darbe, sonra da Türkiye'nin yaptığı müdahale sonucu Kıb-
rıs'ın bağımsızlığı sona eriyor, Doğu Akdeniz'deki en stratajik noktada
çok uzun vadeli bir "belirsizlik" dönemi baĢlıyordu. ABD, Türkiye, Yu-
nanistan ve Ġngiltere gibi ülkelerin dıĢ olduğu kadar iç politikalarıyla da
ilintili bulunan. "Kıbrıs Sorunu", yine bu ülkelerin iç politikalarındaki iniĢ
- çıkıĢlara paralel olarak uluslararası platformda kah düĢük, kah yüksek
tansiyonlara yol açarak "çözümsüzlüğünü" ve "belirsizliğini" sürdürüyor-
du. Böylece bir taĢla üç kuĢ vuruluyor, Doğu Akdenizdeki ulusal güçler
sürekli bunalım içinde bırakılıyordu.
Ne ki, Kıbrıs sorunundan "en kazançlı" çıktığı sanılan, fakat "felaket"
olarak nitelenecek derecede sorunlarla karĢı karĢıya kalan ülke Türkiye
Cumhuriyeti Devleti oluyordu.

335
ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIN TASFĠYESĠNE MEġRUĠYET

Türkiye Cumhuriyeti 1974'e kadar Mustafa Kemal'in koyduğu "Yurtta


sulh cihanda sulh" ilkesine son derece sadık kalmıĢ, "Misak-ı Milli" hu-
dutlar dıĢındaki hiç bir siyasal olaya ve oluĢuma bulaĢma-mıĢtı. Hatta
kimi zaman Irak BaĢbakanları (veya önderleri) Ankara'ya gelerek bir "fe-
derasyon" önermiĢler, Önasya jeostratejisi bakımından son derece makul
ve elzem olan bu öneri bile görmezden gelinmiĢ, yanıtsız bırakılmıĢtı.
Ulusal hudutlar dıĢında alınan tek askeri görev Kore SavaĢı sırasında ol-
muĢ, bu da ülkede önemli tartıĢmalara yol açmıĢtı.
Bu bağlamda Türkiye'nin 1974 yılında Kıbrıs'a yaptığ askeri mü-
dahale, Devletin temel ilkelerinden birinin sınırları dıĢına taĢıyordu. Tür-
kiye artık çevresi ile "askeri bakımdan" ilgilenen bir ülke konumuna gel-
diğini vurguluyordu. Bu ilgi bir bakıma, Ulusal Devletin kendini güçlü
hissetmesinin kanıtı niteliğini de taĢıyordu.
Gerçekten de Türkiye 1974'lerin dünyasında bu denli güçlü bir ekono-
miye ve siyasal yapıya sahip miydi? Doğu Akdeniz ve Ortado-ğudaki
siyasal oluĢumlarla ilgilenecek kadar iç sorunlarını çözümlemiĢ miydi?
Türkiye, Kıbrıs'a müdahale ederken öncelikle "Adadaki 100 bin civa-
rında soydaĢının yaĢamını emniyete almak zorunda bulunmasını" gerekçe
olarak göstermiĢti. Buna paralel olarak "pes" perdeden de "Eğer müdahale
etmeseydik Yunanistan bizi Akdeniz'den kuĢatacaktı"

336
gerekçesi ortaya konuluyordu.
Birinci gerekçe doğruydu. Zira darbecilerin kendi aralarındaki he-
saplaĢmayı bitirdikten sonra birleĢerek, Adadaki Türk ve Müslümanları
yokedecekleri kesindi.
Ne ki, ikinci gerekçede ciddi bir mantık hatası bulunuyordu. Türk Si-
lahlı Kuvvetleri Adanın tamamını kontrole almak amacıyla Adaya çık-
mamıĢtı. Nitekim, Güney Kıbrıs, Rumların denetiminde kalmasının öte-
sinde tamamiyle Yunan Silahlı Kuvvetlerinin kontrolüne geçmiĢti. Yani
Türkiye'nin güneyden kuĢatılması söz konusu idiyse, Yunanistan Güney
Kıbrısta bu stratajik konuma 1974 sonrasında, (hem de daha legal ve güç-
lü olarak) sahip bulunuyordu.
ABD'nin hegemonyası altındaki batı dünyası, askeri operasyon bi-tene
kadar ses çıkarmıyor, hatta Türkiye'nin arkasında görünüyordu, fakat si-
lahlar sustuktan sonra bu destek yavaĢ yavaĢ çekiliyor, ABD'nin hege-
monyasındaki batı dünyası ile SSCB'nin güdümündeki Üçüncü Dünya,
(sanki söz birliği etmiĢçesine) Türkiye'nin üzerine çullanıyorlardı.
ĠĢte bu tırmanıĢ ABD'nin Türkiye'ye karĢı "ekonomik, siyasi ve as-
keri" ambargo uygulamaya baĢlamasıyla doruk noktasına ulaĢıyordu.
Kısacası CHP - MSP Koalisyonu (bilerek, bilmeyerek veya çare-
sizlikle) Uluslararası Ticaret OligarĢisinin rehberliğinde askeri ve siyasi
bir "rota" izleyen ve 1923'de Türkiye Cumhuriyeti ulusal devletini "ker-
hen" kabul ettikleri halde bir türlü hazmedemeyen Angloameri-kan cep-
heye, Ulusal Devleti ekonomik bakımdan (dolayısıyla siyasi ve askeri
bakımlardan) -adeta- çökertecek en önemli kozu vermiĢ bulunuyordu. Bu
bir bakıma "Angloamerikan kanadın gizli savaĢını meĢrulaĢtıran" bir kılıf
oluyordu.
Böylece Kıbrısa yapılan asker müdahale sayesinde ABD üç önemli
kuĢtan sonra dördüncü ve en büyük kuĢ'u da vurmak üzere silahını doğrul-
tuyordu. Bir bakıma "kuĢ" pusuya kendi ayaklarıyla düĢüyordu.
Türkiye'de, Ulusal Devleti tasfiyeyi amaçlayan plan Ģöyle iĢliyor-du:
Planın ana "dayanak" noktasını "ekonomik ambargo" oluĢturuyordu.
Bu, sadece ithalat - ihracat ve dıĢ kredi mekanizmasıyla sınırlı kalan bir
"abluka" değildi. Görünürde ABD, ablukanın öncülüğünü ve denetimini
yapıyordu. Esasta ise "spekülatif kazanca dayalı Uluslara-"

337
rası Ticaret OligarĢisi" Türkiye Cumhuriyeti devletini "uluslararası finans
sisteminin" dıĢına çıkarmıĢ bulunuyordu. Türkiye 1980'lerin sonuna (fii-
len 1982'lere) kadar tüm ticaret, para, emtia, sigorta, medya, iletiĢim, siya-
sal, kültürel, sanatsal ve askeri alan ve oluĢumlardan dıĢlanıyor, açıkçası
yok sayılıyordu. Silahlı Kuvvetlerin NATO ile münasebetleri asgari düze-
ye indiriliyordu. Askeri abluka, orduyu adeta "mefluç" duruma getiriyor-
du.
Bu ablukanın sonucu olarak bir kaç yıl içinde Türkiye Cumhuriyeti
"Ulusal Devleti" dizlerinin üzerine çöküyordu.
• Hazine 70 sente muhtaç duruma geliyordu.
• Lüksemburg bile 1 milyon dolar borç vermekten kaçınıyor, Ulusal
ekonomi acınacak duruma düĢüyordu.
• Enflasyon yüzde 15-20'lerden yüzde 120'lere tırmanıyordu.
• Üretim duruyor, üretimin yerini spekülatif kazanç alıyordu.
• Bütçe açığı büyüyor, devalüasyonlar birbirini izliyordu.
• Ambargo ve döviz yokluğu kaçakçılığı ve karaborsayı kıĢkırtı-
yordu.
Enflasyon altında ezilen bürokrasi kara paranın denetimine giriyor,
böylece Ulusal devletin dayanak noktalarından biri olan bürokrasi de çö-
küyordu.
Ekonomide meydana gelen bu olumsuzluklar çok daha yaygın ve derin
bir görünüm alıyordu. Açık yaralar bünyeyi derinden sarsıyordu.
Ne ki daha sonraki yıllarda ülke ithalatı tamamen durunca, kaçakçılık
adeta "resmiyet" kazanıyor, böylece yeraltı dünyası ülke kaderine giderek
egemen olmaya baĢlıyordu. Yeraltı dünyası, artık sadece içki ve sigara
kaçakçılığı yapmakla kalmıyor, (sınırlı da olsa) üretimi sürdüren endüstri
ve stratejik konularda gereksinim duyulan mamul ve yanmamul malları
uluslararası piyasalardan "illegal" olarak temin edip "illegal" yollardan
ülkeye sokuyordu. Bu "kara ticaretin" ana sermayesini ise "uyuĢturucu ve
silah kaçakçılığı" oluĢturuyordu. ABD istihbarat örgütleri, yaĢanan bu
"faciayı" (Pentagonun illegal bağlantıları nedeniyle) en uç detaylarına
kadar izliyor, (fakat siyasi ve ekonomik irade) izlemenin ötesinde müda-
hale etmiyordu. Zira onlar ülkede Ulusal Devlet felsefesinin çürütülmesi-
ni, Ulusal Devlet örgütünün çökertilmesini ilk hedef olarak görüyorlardı.
Tüm bu çürüme ve ekonomik çöküĢ, Türkiye'nin ulusal ekonomi-sinde
yepyeni ve gaynulusal yapılanmanın temel dinamiğini de oluĢturuyordu.
Karaborsa, enflasyon, devalüasyon ve spekülatif ka-

338
zanç, bazı sermaye sahiplerinin bu alana yönelmesiyle büyük finans odak-
larının oluĢmasına yol açıyordu. Bu büyük finans odakları yakın bir gele-
cekte "tekellere" dönüĢecek, tekeller ise Uluslararası Ticaret OligarĢisi
adına, siyasal bakımdan Türkiye Cumhuriyetini "denetlemeye" ve "yön-
lendirmeye" baĢlayacaklardı. Zaten, Sicilya - Cosa Nostra bağlantısıyla
dolaylı olarak Pentagon tarafından kontrol edilen yeraltı dünyası ile spe-
külatif kazanca dayalı ticaret kolonilerinin teĢvik ettiği montaj sanayii
iĢverenleri, Angloamerikan çevrelerin oluĢturduğu Liberal siyasetlerin en
büyük destekçileri ve uygulamacıları konumunda bulunuyorlardı. Bunla-
rın oluĢturduğu grubu radikal sağ ve sol uçta yer alıp da kitleleri birbirine
karĢı kıĢkırtan "ajan - provokatörler" tamamlıyordu.
Bu yöndeki geliĢmeler de Ģöyle cereyan ediyordu:
CHP - MSP koalisyonu dağılınca, parlamento çatısı altında, iki partinin
birleĢip bir koalisyon oluĢturması olasılığı (CHP - AP zaten uzlaĢamıyor-
du) kalmıyordu. Bu aĢamada tek seçenek, erken seçime gidilmesiydi. Fa-
kat "mucizevi" bir seçenek daha bulunuyordu. Bu da Parlamentodaki tüm
"sağ" tandanslı siyasal partilerin birleĢerek bir koalisyon oluĢturmasıydı.
CHP - MSP koalisyonundan sonra Ġstanbul ve Ġzmir Ticaret kolonileri
bu seçeneğe bir kurtuluĢ gibi sarılıyordu. Nitekim, bu kolonilerin siyaset-
teki "ağır topu" Celal Bayar kolları sıvıyor ve "mucizenin gerçekleĢmesi"
yönünde AP Genel BaĢkanı Süleyman Demirel'in arkasına geçiyordu.
Celal Bayar, Süleyman Demirel'i hem kendi iradesiyle, hem de iradesi
dıĢında teslim alıyordu. Demirel kendi irade-siyle zaten BaĢbakan olmak
için her türlü oluĢuma açık bir kiĢilik (siyasal bakımdan) sergiliyordu.
Kendi iradesi dıĢında ise ağırlığı AP içindeki eski Demokratlara, yani
Celal Bayar'a kaptırmıĢ durumdaydı. Çok hassas bir sayıya sahip bulunan
AP grubunda Hayrettin Erkmen, Nilüfer Gürsoy, Sebati Ataman vs gibi
eski Demokratlar güçlü bir baskı unsuru oluĢturuyordu. AP Genel BaĢkanı
üzerinde doğrudan ve dolaylı denetim kuran "Ġttihatçı" Celal Bayar, Sü-
leyman Demirel'i geniĢ kapsamlı bir "cephe" kurmaya yönlendiriyor, ade-
ta zorluyordu. Kaldı ki Celal Bayar'ın bu "cephenin" kurulması sırasında
ortaya koyduğu gerekçeler de hayli güçlü ve geçerliydi.
Celal Bayar'a göre ülke, Komünizm tehlikesiyle karĢı karĢıya bu-
lunuyordu. Bu durumda iktidan sol eğilimli partilere bırakmak ihanetle eĢ
anlamlıydı. Süleyman Demirel vakit geçirmeden Adalet Parti

339
(AP), Milli Selamet Parti (MSP), Milliyetçi Hareket Parti (MHP), Cumhu-
riyetçi Güven Parti (CGP) ve Demokratik Parti (DP)'yi bir araya getirerek
bir "Milliyetçi Cephe" oluĢturmalı ve bu cephenin üzerine de çok partili
bir koalisyon kurmalıydı.
Celal Bayar'ın kafasındaki planlar "misyonu" itibarıyla ekonomik ve
siyasal desteklerini de buluyor, misyona bağlı iletiĢim araçları harekete
geçiriliyor, Milliyetçi Cephe oluĢumu için hızlı bir "hazırlama" dönemine
giriĢiliyordu. Süleyman Demirel ise kendisini böyle bir oluĢumun akıntı-
sına bırakıyor, kısacası dört partinin elleri üzerinde kendisini BaĢbakanlı-
ğa taĢıtıyordu. Ancak Celal Bayar Demirel'in altına BaĢbakanlık koltuğu-
nu iterken sırtına da (adeta) ateĢten gömlek giydiriyordu. Zira bu "cephe-
leĢmeler döneminde" ülke kan gölüne, devlet yapısı harabeye, ulusal dev-
let ise "enkaza" dönecekti.
Milliyetçi Cephe'nin asıl büyük tahribatı ise tabanda, halkın içinde, ya-
ni kozmopolit toplum yapısının hücrelere bölünmesinde yaĢanacaktı.
12 Mart sürecinde ülke kaderine hükmedenlerin (askerlerin) aĢırı bas-
kıcı bir siyaset uygulayarak sol ve Kemalistler üzerinde haksız bir terör
estirmesi, halkta büyük bir tepkiye yol açıyordu. Nitekim 1973'de yapılan
genel seçimde bu tepki sandığa yansıyor, "Ortanın solundaki" CHP oy
patlaması yapıyordu. Oy patlaması, halkın sola kayıĢının bir göstergesini
oluĢturuyordu.
Ancak, böĢgösteren sol eğilime kısa zamanda bazı Liberaller eski-
sinden daha yoğun biçimde sol (daha doğrusu Marksist) maskesi takarak
sızıyorlardı. Bu Liberal / Marksistler "Proleterya Devrimi" için faaliyette
bulunan tüm sol fraksiyonlara sızıyor, salt sosyal nedenlerle ortaya atılan
istemleri kısa zamanda Ulusal Devlete karĢı bir baĢkaldırıya dönüĢtürü-
yorlardı. Buna bir de öğrenci ve iĢçi kesimlerinin deneyimsiz ve heyecanlı
grupları eklenince Türkiye'de sol, Türkiye'ye karĢı savaĢan bir "yabancı
unsur" haline dönüĢüyordu. Bu dönüĢümde kuĢkusuz "ABD'nin güdümlü
alternatifi" SSCB'de aktif rol oynuyordu.
Aynı Ģekilde bazı "Liberaller" de yüzlerine ırkçı / milliyetçi maskesi
takarak MHP'ye ve onun kontrolündeki gençlik ve iĢçi kesimlerine sızı-
yordu. Buna bir de Milliyetçi Cephe ruhunun ve siyasetinin "ceberrutlu-
ğu" eklenince, sol karĢısında aynı silahları kullanan bir "milliyetçi" alter-
natif ortaya çıkıyordu.
Gerek sol, gerekse sağ (milliyetçi) kesimde -ki bu aĢamada din

340
siyaseti yapanlar geri planda kalıyor, onlar adeta kendi kullanılacakları
zamanı bekliyorlardı- tırmanan sertlik çok önemli, ekonomik bir kaynak
oluĢturan silah kaçakçılarının ülkeyi barut fıçısına çevirmeleri nedeniyle
1976'lardan itibaren kanlı çatıĢmalara dönüĢüyordu. Böylece 1970'lerin
baĢında münferit olarak ortaya çıkan silahlı "sağ - sol çatıĢması" Türki-
ye'nin en büyük sorunu haline geliyordu. Türkiye'deki sağ, sol çatıĢması
yeraltı dünyası ve uluslararası istihbarat ve provokasyon örgütleri -ki bun-
lar OligarĢinin çıkarları doğrultusunda faaliyet yürütüyordu- tarafından da
kıĢkırtılıyor, teĢvik ediliyordu. Çok yönlü kıĢkırtma, ekonomik bakımdan-
ambargo nedeniye- meydana gelen çöküĢ sonucu adeta bir iç savaĢın baĢ-
lamasına neden oluyordu.
Aynı yıllarda (1976 - 1980) Türkiye'dekine benzer bir senaryo da Ġtal-
ya'da sahneleniyordu. Enrico Berlinguer'in liderliğindeki Ġtalyan Komü-
nist Partisi oy oranını arttırıp iktidar alternatifi olmaya baĢlayınca bazı
odaklar tarafından da darbe hazırlıklarına giriĢiliyordu. Bu darbe hazırlık-
ları, siyasal bakımdan Liberal karakterli Mason teĢkilatı içinde Propagan-
da - 2 adı verilen Locada odaklanıyordu. Berlinguer liderliğindeki Komü-
nist Parti'nin -ki bu partinin Marksist ilkeleri Eu-rokomünizm adı altında
yumuĢatılmıĢtı- iktidar alternatifi olması, özellikle de Ġtalyayı NATO'dan
çıkarıp VarĢova Paktı'na sokması ihtimaline karĢı, gerektiğinde eyleme
sokulacak bir komplo hareketi, bu Mason Locasında hazırlanıyordu.
P-2 Locasının lideri Licio Gelli idi. Gelli komplonun finansmanını
Michele Sindona adlı bir bankere sağlatıyordu. Sindona, Sicilya Mafi-
asının baĢta beyaz zehir ticareti olmak üzere yasadıĢı iĢlerden elde ettiği
kara parayı aklayan bir bankerdi. Bu iĢi yaparken de Vatikan Bankası
(IOR) ile Roberto Calvi adlı, banka sahibi olan ortağının baĢında bulun-
duğu kurumları kullanıyordu. Sindona aynı zamanda Vatikan ile de özel
bağlar içinde bulunuyordu.
P-2 Locasının Üstad-ı Muhteremi Lîcio Gelli, bu kaynaktan elde ettiği
"kayıt dıĢı" para ile Locada generalleden, polis Ģeflerinden, gazeteciler-
den, iĢadamlarından, istihbaratçılardan, yazarlardan, bilimadamlarından
vs. bir grup oluĢturuyordu. Bu grup hem bir darbe ortamı hazırlıyor, hem
de darbeden sonra oluĢacak rejimde köĢe baĢlarını tutacak Ģekilde plan ve
hazırlık yapıyordu. Nitekim bu süreçte Ġtalya'da da sözde sağ ve sol silahlı
çatıĢmaya giriyor, faili meçhul kıĢkırtıcı cinayetler iĢleniyor, Mafia ve
istihbarat örgütleri iki uçtaki militanlara her türlü silah ve cephaneyi sağ-
layarak Ģiddetin tırmanmasına yardım-

341
cı oluyordu. (Bu bağlamda Papa'da vuruluyordu).
Ne ki, Ġtalyan parlamenter sisteminin gücü ve çizmedeki demokrasi ge-
leneği (Polonya'daki LiberalleĢme hareketinin Eurokomünizm üzerindeki
olumsuz etkisinin de rolü büyüktü) komployu aĢıyor, P-2 Locası bütün
çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. Bu komplonun ortaya çıkıp tasfiye edilme-
sinde kuĢkusuz Berlinguer'in yönetimindeki Komünist Partisinin artık
tehlike olmaktan çıkmasının da büyük rolü oluyordu.
P-2 Locasının tasfiye edilmesinin sonucunda Roberto Calvi Londra'da,
bir Mason Locasıyla aynı adı taĢıyan köprünün aya-ğında asılı bulunulu-
yor, Licio Gelli Güney Amerika'ya kaçıyor, ortalık yatıĢtıktan sonra Ġsviç-
re'de yakalanıyor ve mahkeme önüne çıkarılıyordu. Buna karĢılık kilit
adam Michele Sindona ABD'de yakalanıyor, hapse atılıyor, intihara teĢe-
büs ederek bileklerini kesiyor, kurtarılıyor, daha sonra Ġtalya'ya iade edili-
yordu.
Ġtalya'da olaylar böyle geliĢirken aynı dönemde Türkiye'de sahne-lenen
"koĢut" terör, farklı bir sonuç veriyordu.
ġiddet bu ülkede amacına ulaĢıyor, Silahlı Kuvvetler yönetme el koya-
rak demokrasiye ara veriyordu.
12 Eylül darbesi, 12 Mart’ın yarım kalan operasyonlarının devamı nite-
liğini taĢıyordu.
Gerekçeler, Kemalist kaygılar içeriyordu ama sonuç yine aynı ola-
caktı: Ulusal Devletin tasfiyesi yönünde bir adım daha...

342
(12 EYLÜL 1980) ULUSAL ORDUNUN TARĠHSEL ÇELĠġKĠSĠ

Türk silahlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980 günü saat 04.00'de yönetime el


koyarak çok partili demokrasiyi -bir süre için- rafa kaldırıyordu. Bu, emir-
komuta zinciri içinde, hiyerarĢi muhafaza edilerek yapılmıĢ bir darbeydi.
Darbenin lideri Genelkurmay BaĢkanlığına tayin ve tesadüflerle gelmiĢ
olan -dikkati çekecek kadar ilginç- bir din adamının oğlu, Orgeneral Ke-
nan Evren'di. Kenan Evren'in kiĢiliği ile 12 Eylül darbesinin ruhu, adeta
birbirini tamamlıyordu. 12 Eylül darbesi bir bakıma, terör ve ekonomideki
olumsuzlukların baskısı sonucu gerçekleĢmiĢti. Bu olumsuz tabloyu ger-
çekleĢtirmek için ise (bazı odaklarca) adeta özel çaba sarfedilmiĢti.
Kenan Evren'in liderliğindeki (ayrıca dört kuvvet komutanı bu li-
derliğin desteğini oluĢturuyordu ve komutanlardan Orgeneral Tahsin ġa-
hinkaya dünyanın en zengin generalleri arasında ilk sıralarda yer alıyordu)
askeri yönetim dikkat çekici ilk uygulamasını, Turgut Özal'ı ekonominin
baĢına getirmekle yapıyordu.
Turgut Özal ilginç bir kariyer ve siyasal kiĢiliğe sahipti. Daha son-
raları kendisinin de ifade ettiği gibi "belki o da Kürttü..." Bu ifadeyi kul-
lanmasının nedeni "ulusallık" konusuna ne kadar "önem" vermediğini
göstermekti. Nitekim kendisi 1977 seçiminde Milli Selamet

343
Partisi'nin (ki bu dinsel / siyasal partinin lideri Necmettin Erbakan Odalar
Birliği BaĢkanlığından siyasete atlamıĢtı. Yani ticaret kolonilerinin yakın-
dan tanıdığı bir tipti. Daha önce Milli Nizam Partisini kurmuĢ, bu parti
1970 askeri darbesinde kapatılmıĢtı. 1973'de ise Kissinger ile özel bazı
münasebetleri bulunan ileri derecede Kemalist (!) Bülent Ecevit, Milli
Nizam Partisi yerine kurulan Milli Selamet Parti ile koalisyona girerek
antilaik olduğunu saklamayan Necmettin Erakan'ı devlete sokmuĢtu) -
Turgut Özal- Ġzmir Milletvekili adayı olmuĢtu. Korkut Özal da aynı parti-
nin ĠçiĢleri Bakanıydı.
Ġlk kez (ileri derecede Kemalist!) Bülent Ecevit -ki Ecevit Mustafa
Kemal'in ulusal Devletin siyasetini dayandırdığı CHP'yi de sıradan sol bir
parti konumuna getirerek temel ilkelerinden ayırmıĢtı- tarafından devlete
sokulan bu kadro ulusal ve üniter devlet modelindeki birleĢtirici unsur ve
ilkeler yerine, Ġslami toplum yapısını benimsiyordu. Bu nedenle Erbakan
ve Özal KardeĢlerin yolu, Ulusal Devleti tasfiye etmek konusunda son
derece kararlı politikalar oluĢturan Angloameri-kan Liberal odaklar ve
onların arkasındaki spekülatif kazanca dayalı Uluslararası Ticaret Oligar-
Ģisiyle kesiĢiyordu. Kaldı ki Turgut Özal uzun bir süre ABD'de kalmıĢ, bir
süre de Dünya Bankasında çalıĢmıĢtı. Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret
OligarĢisinin, dünya finans sistemini denetlediği mali / siyasi bir araçtan
ibaret bulunuyordu.
Ulusalararası OligarĢi, ulusal niteliğini korumaya çalıĢan veya ulusla-
rarası düzeyde ulusal politikalar izleyerek OligarĢinin siyasal tercihlerini
tehdit eden ülkelerde kullanılmak üzere planlar ve yetiĢmiĢ elemanlar
bulunduruyordu. Bu ülkelere karĢı uygulanan plan basitti. Önce tüketim
kıĢkırtılıyor, o ülkenin üretim tüketim dengesi üretim aleyhine bozuluyor-
du. Meydana gelen bütçe açığı borçla kapatılıyor, borcun ödenmesi için de
karĢılıksız para basılıyordu. Böyle baĢlayan enflasyon giderek ivme kaza-
nıyor, sonunda ulusal ekonomi tıkanarak iflas noktasına dayanıyordu. Bu
aĢamada sosyal patlamalar meydana geliyor, sosyal patlamalar karĢısında
ülke ya OligarĢiye doğrudan teslim oluyor (Arjantinde olduğu gibi -
Menem örneği) ya da önce darbe yapılıyor, ekonomiye yabancı darbeciler
ülke ekonomisini Dünya Bankası'nın uzmanlarına teslim ediyorlardı. Tür-
kiye, Ġkinci uygulamaya örnek teĢkil ediyordu. Önce, Demirel Hükümeti
döneminde,DPT MüsteĢarı Turgut Özal’ın cebine konulan (Dünya Banka-
sı formülü olan) 24 Ocak kararları aldırılmıĢ, sivil yönetimin askeri destek
olmadan bu kararları uygulayamayacağı anlaĢılınca ve koĢullar oluĢunca
da

344
Orgeneral Evren ve arkadaĢlarının yönetime el koymasına gözyumul-
muĢtu.
Askerlerin 70 cente muhtaç hazine, yüzde yüzü aĢan enflasyon, dur-
muĢ ihracat - ithalat, yüksek oranlı toplu sözleĢmeler, altüst olan ekono-
mik dengeler ve giderek durma noktasına yaklaĢan üretim karĢısında adeta
"apıĢıp kalmaları" kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oluyor, askerlerin eliyle
Ulusal Devletten verilen ödünlerin karĢılığında ekonomi giderek toparla-
nıyor gibi bir görünüm veriyordu.
ĠĢte, ödünlerin ilkini, ekonominin baĢına ("Ulusal ekonomiyi çö-
kertme" konusunda yüksek bir eğitim görmüĢcesine antiulusal enteg-
rasyonun tartıĢmasız üstünlüğüne iman etmiĢ bulunan) MSP Ġzmir Millet-
vekili eski adayı Turgut Özal'ın "tek adam" yetkisiyle getirilmesi oluyor-
du. O sırada, eski genel baĢkanı Erbakan Mamak Cezaevinde bulunuyor,
fakat Erbakan'ın ĠçiĢleri Bakanı olan Korkut Özal Cezaevine konmuyordu.
O, hastalığı gözönünde bulundurularak hastanede müĢahede altına alını-
yordu. (Turgut Özal'ın kardeĢinin cezaevine konulması, OligarĢiye karĢı
skandal olurdu.)
12 Eylül yönetimi öncelikle sendikal yapılanmayı çökertiyor, böylece
kollektivistlerin en önemli kazanımlarını yokediyor, buna paralel olarak
Ģiddetle sol hareketin üzerinde gidiyordu. Bu arada terör odakları dağılı-
yor, silahlı eylemin kaynağını oluĢturan Kürt Milliyetçisi ayrılıkçı unsur-
lar, ülkenin Güneydoğu hudutlarının dıĢına itiliyordu. Böylece askeri mü-
dahaleyi meĢrulaĢtıran en önemli gerekçe olan terör eylemleri, dikkati
çekecek kadar kısa bir sürede sönüyordu. Ne ki, karanlıktaki kıĢkırtıcı
odaklar sessizce kenara çekiliyor ve gerektiğinde tekrar ortaya çıkmak
üzere siniyorlardı. Sadece uçtaki bilinçsiz, heyecanlı, saf ve fakat müteca-
viz unsurlar cezalandırı-lıyordu.

345
12 Eylül'ün Ekonomik ġansı: Ġran - Irak SavaĢı

12 Eylül yönetiminin iĢlerini kolaylaĢtıran en önemli neden Ġran -Irak


savaĢı oluyordu.
ABD, yıllarca iĢbirliği yaptığı Ġran ġahı Rıza Pehlevi'nin giderek Pers
Milliyetçiliğini ön plana çıkararak güçlü bir ulusal devlet (ulusal ordu)
yaratmasından rahatsızlık duyuyor ve bu rahatsızlık 1970'lerde doruk nok-
tasına ulaĢıyordu. Rıza Pehlevi 1970'lerin ikinci yarısına girerken bölge-
nin en modern ve en güçlü ordularından birini kurmuĢ, bu ordunun felsefi
dayanağını ise "Perslik" davasında bulmuĢtu. Ġran Ordusunun askeri gücü
özellikle Ġsrail'i hedef alıyor, bu da Uluslararası OligarĢiyi ve dolayısıyla
Washington'u rahatsız ediyordu. Kaldı ki, 1969'da OPEC'in batıya uygu-
ladığı petrol ambargosunun öncülüğünü de Rıza Pehlevi yapmıĢ, daha o
zaman OligarĢinin ĢimĢeklerini üzerine çekmiĢti. Aslında Ġran ġahı da
babası gibi Ulusal Devleti güçlendirmekten ve çağdaĢlaĢtırmaktan yanay-
dı. Ama tutucu Ġran halkının bu hedefe yönlendirilmesi ancak totaliter bir
rejimle, yani Ģahlık / diktatörlük rejimiyle mümkün oluyordu.
Ġran aynı zamanda bir petrol ülkesi olduğu için Uluslararası Oli-
garĢinin buradaki Ulusal Devleti tasfiye edebilmesi, diğerlerinde olduğu
kadar kolay değildi. Zira ekonomi petrolden güç alıyordu. (Gerçi Meksika
da petrol ülkesiydi ama, ekonomisi batırıldı.)
Bu nedenle Ġran'da doğrudan Ġslami Hareket (Humeyni'nin molla-lar
hareketi) desteklenerek Ulusal Devlete alternatif yapılıyordu. Bu operas-
yon sırasında da SAVAK'a sızan ajanlar kullanılıyordu. SAVAK gereksiz
yere halk üzerinde baskı ve terör yaratıyordu (ki SAVAK bunu komünist-
leri ezmek için yaptığını iddia ediyordu). Bu baskı ve terör SAVAK'ın
Ģahsında ġah'a ve Ulusal Devlete tepkiye dönüĢüyordu. SAVAK Mark-
sistleri ezip sindirdiği için de Humeyni ve mollaları bir muhalefet odağı /
cephesi haline geliyordu. Oysa mollalar Ġslam / Ümmet yapılanması için-
de, Ulusal Devlet kavramının önüne, cemaat yapılanmasını koyuyorlardı.
Bu da OligarĢinin ve Angloamerikan Liberalizminin istediği ve amaçladı-
ğı -olumsuz- değiĢimi getirecekti.

346
Nitekim ġah, ülkesini terketmek zorunda kalıyor, yönetim Humeyni ve
mollalarının eline geçiyordu. Ne ki yeni rejim akılalmaz bir hata yapıyor,
ABD elçiliğinde çalıĢanları rehin alıyor, böylece iliĢkileri gerginleĢtiri-
yordu. Bu sırada ABD'deki Jimmy Carter yönetimi de beceriksizlikler
yapıyor, iktidarlarının ilk zamanlarında mollalar ABD yönetimini ulusla-
rarası kamuoyu önünde güç duruma düĢürüyordu. Aynı dönemde Afganis-
tan'da da Babrak Karmal yönetiminin SSCB'den Kızıl Orduyu çağırması
nedeniye tablo ABD aleyhine bir görünüm yansıtıyordu. ĠĢte bu geliĢme-
ler nedeniyle Türkiye hızla önem kazanıyor, ABD, OligarĢi ve Angloame-
rikan Liberal kanat, Türkiye'nin güçlenmesinde ve Ulusal Devlete yapılan
saldırıların durdurulmasında yarar görüyordu.
ABD bu dönemde bütün dikkatini Ġran, Afganistan, Lübnan, Beyrut ve
Polonya üzerinde topluyordu.
1979'da Basra Körfezindeki Adalar nedeniyle Ġran - Irakla savaĢa baĢ-
lıyor ve bu savaĢta Uluslararası OligarĢi, Irak'ı destekliyordu.
Aynı dönemde SSCB Ordusu Afanistan'a giriyor, buradaki Müslüman
mücahitler ise yine Angloamerikan odaklar tarafından destekleniyordu.
Polonya'da SolidarnoĢ öncülüğünde Lech Walesa LiberalleĢme ha-
reketini baĢlatıyor ve ABD tarafından destekleniyordu.
Lübnan'ın baĢkenti ve Doğu Akdeniz bölgesinin en güçlü ticaret-
merkezi Beyrut, iç savaĢ nedeniyle harabeye dönmeye baĢlıyor, para bu
kentten kaçıyordu. Böylece, antisemitik mücadeleye yatkın, baĢta Filistin
Arapları olmak üzere Arap dünyası, önemli bir finans kaynağını ellerinden
kaçırıyordu. Bu denli büyük değiĢimlerin yaĢandığı sıcak bölgelerin orta-
sında yer alan Türkiye'nin istikrarsızlığa sürüklenmesi -Ģimdilik dostları-
nın, özellikle de Angloamerikan Liberal dünya ile Uluslararası Ticaret
OligarĢisinin iĢine gelmiyordu.
ĠĢte bu bağlamda Önasyanın jeoticari coğrafyası bir kez daha öne çıkı-
yor, Türkiye savaĢ nedeniye büyük alımlar yapan Ġran ve Irak'ın geçiĢ
yolları üzerinde "tatlı paralar" kazanıyordu. Uluslararası finans odakları-
nın ve Ticaret OligarĢisinin makbul adamı Turgut Özal, öngö-rülen düzen-
lemeleri yapıyor; Kenan Evren ve arkadaĢlarının kontrolündeki Silahlı
Kuvvetler de bu yönde istenen siyasi ve askeri zemini hazırlıyorlardı.
Türkiye 1980 - 83 arası Ġran - Irak savaĢının sağlamıĢ olduğu avantajı
da kullanarak enflasyonu yüzde 100'lerden yüzde 30'lara in-

347
dirmeyi baĢarıyordu. Bu arada uluslararası finans kuruluĢları Türkiye'ye
uyguladıkları ambargoyu kaldırıyor, keza askeri malzeme akıĢı baĢlıyor-
du. Kısacası 12 Eylül harekatından itibaren tüm göstergeler, olumlu bir
grafik çiziyordu. Ne ki olumsuzluklar da içten içe iĢliyordu.
HerĢeyden önce yönetim, ABD'nin "Rusya'ya karĢı ılımlı Ġslam çembe-
ri" teorisini benimsiyor, Ulusal Devletin karĢısındaki en güçlü ve belirgin
odağı oluĢturan Ġslami yapılanmaya (seyirci kalmak bir yana) zemin bile
hazırlıyordu. ABD böylece Suudi Arabistan - Türkiye Ġslami ekseninde
yeni bir yapılanmaya gidiyordu. Suudi Arabistan -Türkiye eksenindeki bu
yapılanma aslında, birbuçuk asırlık "Konfederasyon" planının yeni bir
"versiyonu"ndan baĢka bir Ģey değildi. Nitekim Türkiye bu eksende (eko-
nomik nedenlerle) petrol üreticisi Ġslam ülkeleriyle dirsek temasına giri-
yordu. Böylece, Önasyaya "Arap / Müslüman" sermayesi gelmeye baĢlı-
yor, bu sermaye hızla siyasal etkinlik kazanıyordu. Bunun sonucunda
Türkiye'deki Ġslami hareketten gelen Turgut Özal ve ekibi ile aynı kaynak-
tan "ilhamlanan" "Arap / Müslüman" sermaye Selçuk döneminde olduğu
gibi bir kez daha Önasyadaki sosyal / siyasal dengeleri sarsacak içimde
etkinlik kazanmaya baĢlıyordu.
Bu geliĢme çok büyük önem taĢıyordu. Zira zaten 1950 - 1980 süre-
cinde Lozan AnlaĢmasıyla yarım kalan "federalleĢtirme" operasyonunun
dayandırıldığı Ġslami zeminin yeniden oluĢturulması yönünde, giderek
daha sık ve yoğun adımlar atılıyordu. 12 Eylül yönetiminin buna bir son
vermesi ve "irrasyonalizmin" egemen olmasını engellemek yönünde kesin
tavır alması beklenirken, aksine bir tutum sergileyerek "dinsel / siyasal
yapılanmaya" göz yumması, tarihsel oluĢum süreciyle de çeliĢiyordu.
Doğrudan doğruya varlığını Ulusal Devlette bulan ve Ulusal Devletin
dayanağını teĢkil eden kurumların baĢında yer alan Silahlı Kuvvetlerin,
Ulusal Devleti tasfiye etmek isteyen dıĢ finans odaklarının istekleri doğ-
rultusunda, Ulusal Devlet fikrine kökten karĢı olan dinsel / siyasal yapı-
lanma yönünde gösterilen faaliyetlere seyirci kalması, bir bakıma kendi
temel felsefesi ve varlık nedeniyle de çeliĢir bir nitelik taĢıyordu.
ĠĢ bununla da bitmiyordu. 12 Eylül yönetimi medyaya da el atıyor -
bilerek veya bilmeyerek- gazetelerin yönetiminde bulunan Ulusal Devletçi
ve Kemalist eğilimli gazetecileri görevden uzaklaĢtınp yerlerine, geçmiĢte
Demokrat Parti militanlığı yapmıĢ veya eski Demokrat

348
Partili yöneticilerle akrabalığı bulunan kimseleri getiriyordu. Bu kiĢiler
daha sonra, medyada, çok partili demokratik rejime yeniden geçildiğinde,
ulusal ilkeler çerçevesinde değil, antiulusal doğrultuda yayın yapılması
için zemin hazırlayacaklardı.
Nihayet, 12 Eylül yönetimi 27 Mayıs'ın mirasını reddederek, 27 Ma-
yıs'ı bayram olmaktan çıkarıyor, Kenan Evren Meclis açılıĢında Ġttihatçı
Celal Bayar'ı yanına alıyordu. Bununla da yetinmeyerek Mustafa Kemal'in
müdahalesiyle oluĢturulan bazı kurumlar üzerinde "anti-kemalist" tasar-
ruflar yapıyordu.
12 Eylül yönetiminin icraatı birbiriye bağlantısızmıĢ gibi görünen fakat
tek tek ele alındığında birbiriyle bağlantılı bütünü oluĢturuyordu. Bu "bü-
tün" ise -ekonomik, siyasi ve askeri bakımlardan- Liberal / Ġttihatçı bir
görünüm (adem-i merkeziyet hariç) oluĢturuyordu. Nitekim bu tablo
olumsuz sonuçlarını hemen değil, askeri yönetim sona erip de çok partili
demokratik rejime geçildiğinde ortaya koyacaktı.
Yani Uluslararası Spekülatif Kazanca Dayalı Ticaret OligarĢisinin
Türkiye'deki makbul adamı Turgut Özal'ın BaĢbakanlığı ve CumhurbaĢ-
kanlığı sırasında....

349
PAX AMERĠKAN ġAHLANIġ

Spekülatif kazanca dayalı Uluslararası. Ticaret OligarĢisinin 20'nci


yüzyılın ikinci yarısındaki en önemli askeri ve siyasi gücü haline gelen
Amerika BirleĢik Devletleri, 1980'den itibaren Uluslararası Ticaret koloni-
leri ve ticaret yollarının denetimini -tüm uluslararası güç odakları ve ku-
rumlarının onayı ile- açıktan yapmak üzere harekete geçiyordu. Bu hare-
ket sadece Sami karakterli ticaret kolonilerinin ve yollarının denetimi ile
de sınırlı kalmıyor, uluslararası Liberal düzenin tesisi adeta Paxamerikan
hareketin yükselmesiyle özdeĢleĢiyordu. Bu özdeĢleĢme dolar / silah /
ticaret / spekülatif finans hareketleri zemininde belirginleĢiyordu.
Bir yandan Liberal - Paxamerikan hareket yükselirken, diğer taraftan
spekülatif kazancın temel hareket alanı ve girdi zemini olan "savaĢ ortam-
larının" yaratılması yönünde ileri adımlar atılıyordu. En ileri adımı ise
SSCB'nin LiberalleĢtirilmesiyle Alman ekonomisinin "destabilizasyonu"
oluĢturuyordu.
1980'den sonra, uluslararası alanda Ģu ilgi çekici geliĢmeler meydana
geliyordu.
Öncelikle Federal Almanya'da (1980'lerin baĢında henüz birleĢme ol-
mamıĢtı) iktidarda bulunan Sosyal / Liberal -Sosyal Demokrat Parti (SPD)
ile Hür Demokrat Parti (FDP)- koalisyon çökertiliyordu. Bu dönemde
ABD'nin baĢkanlığı görevini üstlenen Paxamerikan hareketin yıldızı Ro-
nald Reagan "Ģahin" politikalarıyla Almanya'daki iktidarın üzerine tüm
ağırlığı ile çöküyor, ġansölye (SPD'li) Helmut

350
Schmidt ise orta menzilli nükleer füzelerin Almanya'da konumlan-
dırılmalarına karĢı çıkıyordu. Almanya ile ABD arasına baĢgösteren "orta
menzilli nükleer füzelerin" konumlandırılması sorunu, FDP'li Ekonomi
Bakanı Kont Lamsdorff'un koalisyonu çökerten giriĢimleriyle sona eri-
yordu. Kont Lamsdorff gerçek bir Liberal aristokrattı. Onun olumsuz ça-
balan sonucunda, kollektivist uygulamalarla güçlü bir sosyal ağ oluĢturan
ve Doğu Almanya ile iliĢkilerin geliĢmesinde aktif adımlar atan Willy
Brand ve Wehner'lerin SPD'si ile FDP arasındaki siyasal bağlar çözülü-
yordu. Bu koalisyonun yerine Liberaller, individualist (dolayısıyla kendi-
lerine daha yakın) muhafazakarlarla masaya oturuyordu. Böylece Muha-
fazakar / Liberal -Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), Hür Demokrat Parti
(FDP)- koalisyonu kuruluyor, Helmut Kohl ise baĢbakan oluyordu. Yeni
koalisyon baĢlangıçta ağır, fakat zaman içinde giderek ivme kazanan bir
"LiberalleĢtirme" politikası izliyordu. Böylece tüketimin daha sınırlı tu-
tulmasıyla oluĢturulan sosyal ağ hızla yırtılıyor, buna karĢın tüketim artı-
yordu. Ancak güçlü Alman ekonomisi bu enflasyonist baskıyı yine de
kaldırabiliyordu.
Batı Almanya, Ġkinci Dünya SavaĢı'nın sonundan itibaren ABD'nin iĢ-
gali altında bulunuyor, bu nedenle ülkede cereyan eden tüm sosyal, siyasal
ve askeri faaliyetler ABD tarafından biliniyor, değerlendiriliyor ve yön-
lendiriliyordu. Kaldı ki soğuk savaĢ sürecinde ABD Almanyayı Avrupa'da
bir "askeri sıçrama taĢı" olarak kullanıyor, sadece Frankfurt Havaalanına
24 saat içinde bir ordu indirip bunu Or-tadoğuya nakledebilecek biçimde
organize oluyordu. Almanya gerçi savaĢ endüstrisi kuramıyordu ama bu
bağlamda endüstrisini her an askeri bir güç oluĢturabilecek biçimde yön-
lendirilebiliyordu. Kaldı ki NATO çerçevesi içinde sınırlı bir savaĢ en-
düstrisine (Leopard tankları vs.) izin veriliyor, bazı askeri projelere (Tor-
nado vs.) dahil ediliyordu.
Alman ulusal karakterini çok iyi çizmiĢ bulunan ABD bu ülkeyi daha
soğuk savaĢ sürecindeyken soğuk savaĢ sonrası ortaya çıkacak sosyal,
siyasal ve askeri tabloya göre hazırlıyordu. Almanya herĢeyden önce Do-
ğu Blokuna karĢı geniĢ bir hududa sahip, adeta ileri karakol niteliğindeydi.
Gerçi bu karakol, Liberal dünyanın (hür dünya deniyordu) kalesiymiĢ gibi
görünüyor ve Paxamerikan idealin ağırlık noktasını oluĢturuyordu. Mark-
sizme karĢı Liberal ABD'nin kalesi durumundaki Almanya aslında, koĢul-
lar değiĢip, ABD buradan çekilince tarihsel Slav / Ortodoks gerçeği ile
karĢı karĢıya gelecekti. Ama bu gerçek, iki Almanya'nın birleĢtirilmesin-
den sonra ortaya çıkacaktı.

351
1990'lara doğru herĢey ABD'nin ve ticaret kolonilerinin istekleri doğrultu-
sunda cereyan ediyordu.
Polonya'da Liberal sendikal hareket iĢgalci Sovyet Marksizmine ağır
bir darbe indiriyordu.
Bunun sonucu Moskova'da hissediliyor, Marksist otorite zaaf gös-
teriyordu. Moskova'daki zaaf da kendisini Bonn ve Leipzig'de hissettiri-
yor, nihayet Berlin Duvarı 1991'de -önce küçük yoklamalarla, sonra tü-
müyle- yıkılıyordu. Böylece eski bir rüya gerçekleĢiyor, iki Almanya bir-
leĢiyordu. Berlin duvan sadece yıkılmakla kalmıyor, Sovyet Marksizmini
de çökerterek tarihe gömüyordu.
Sonuç: Dünya adeta yüzyıllık bir duraksamayla yeniden yüzyıl baĢında
kaldığı yerden-yani kavimler rekabeti çerçevesinde- yoluna devam edi-
yordu.
Tablo, Fransız Milliyetçiliğine karĢı giderek güçlenen Prusya Ġm-
paratorluğunu, Prusya Ġmparatorluğuna karĢı bilenen Panslav hareketini,
Panslav hareketin tehdit ettiği Adriyatik'ten Çin Denizi'ne kadarki bölgede
dünyanın en jeoticari, hammadde bakımından zengin ve verimli toprakları
elinde bulunduran Türklerin yüzyıl baĢındaki durum ve konumunu anım-
satıyordu.
Tabloda yüzyıl öncesinden farklı olarak yer alan hususlar ise Ģunlardı:
• Artık, dinsel / siyasal / ekonomik tekeli ellerinde bulunduran
Krallar yoktu. Onun yerine, pek çoğu idari bakımdan eyaletlere ayrılmıĢ
ulusal, çok partili demokrasiler vardı.
• Musevi diasporası ezeli amacına ulaĢıyor, Doğu Akdeniz'de Mu-
sevilerin devleti Ġsrail'i kuruluyordu.
• Ġngiltere artık, kıta Avrupası karĢısında tek baĢına bir ada ülkesi
değil, Angloamerikan eksenin önemli bir odak noktası haline gelmiĢ bulu-
nuyordu. Daha doğrusu Ticaret OligarĢisi bir bakıma Avrupayı Washing-
ton - Londra - Kudüs üçgeni içine almıĢ görünüyordu.
• ikinci Dünya SavaĢı'nda da cephelerden yenik dönen Almanlar
20'nci yüzyılın sonundaki kadar kuĢatılmamıĢ, siyasi, askeri ve ekonomik
bakımdan kendi içine kapanmak zorunda bırakılmamıĢtı.
Bu geliĢmeler tabloda 150 yıl öncesine göre bazı nüanslar oluĢtu-
ruyordu ama tarihsel çatıĢmanın klasik ayakları da yerli yerinde duruyor-
du. Yani, Angloamerikan kanat dünkü Ġngiltere'nin rolünü üstleniyor,
Fransa ve Rusya Angloamerikan kanatla dirsek temasını sürdürüyordu.
Yapılanmanın özünde ise Anglosakson individüalizmi - Cermen

352
kollektivizmi çekiĢmesi, Cermen - Panslav zıtlaĢması ve Panslav - Orto-
doks bağlaĢıklığı bulunuyordu. Arap dünyası tamamiyle Ticaret OligarĢi-
sinin denetimine girmiĢ durumdaydı. Ġran - Irak savaĢından sonra, Ġran'da-
ki Ġslam Devrimi köktendinci tavrını sürdürüyor, fakat artık devrim ihracı
ve antiliberal hırçınlıkları bir yana bırakıyordu. Buna paralel olarak anti-
amerikan çıkıĢlarıyla dikkati çeken Libya Devlet BaĢkanı Kadafi'nin gözü
korkulutup bir kenara sinmesi sağlanıyor, Beyrut kuĢatmasından canını
zor kurtaran Filistinli lider Arafat, giderek Ġsrail ile anlaĢma zemini oluĢ-
turacak bir politika izlemek zorunda kalıyordu.
1980 - 90 sürecinde, Muhafazakar / Liberal iktidarın iĢbaĢında bu-
lunduğu Almanya'da, sosyal politikalar bir yana bırakılıp tüketim tırman-
dırılıyor, ülke ekonomisi ağır bir enflasyon baskısı altına giriyordu. Ne ki,
iki Almanya'nın birleĢmesiyle birlikte ülke ekonomisi son derece ağır bir
yükü sırtlanıyordu. Bu ağır yükün nedeni ise, Doğu Almanya'nın ekono-
mik bakımdan, sanıldığından da kötü durumda olmasıydı. ABD ve SSCB,
Doğu Alman ekonomisinin feci durumunu, Bonn'dan baĢarıyla gizlemiĢti.
BirleĢme gerçekleĢip de üretimde kullanılan teknolojinin ilkelliği ortaya
çıkınca, Batı Almanya Doğu Almanya ile birleĢmediğini, sadece yoksul
bir ülkeyi sırtına kambur gibi yüklendiğini farkediyordu. Artık "BirleĢik
Almanya'nın" karĢı karĢıya bulunduğu sorunlar, aĢılması zor bir nitelik
taĢıyordu.
Almanya her Ģeyden önce tüketimi kısmadan, enflasyonu kamçılama-
dan, iĢsizliği arttırmadan ve sosyal ağı daha fazla hırpalamadan sırtına
yüklenen bu ülke ile eski Batı Almanya'nın standartlarını eĢitlemek duru-
mundaydı. Üstelik ABD, artık Almanya'yı kendi haline bırakıyor, aradan
çekiliyordu.
ABD, böylece Avrupa'da istediği "ekonomik ve siyasal" istikrarsızlık
tablosunu yaratıyordu. Ġstikrarsızlık ise her zaman Avrupa'da "savaĢ" ne-
deni olmuĢtu. Nitekim aradan fazla zaman geçmeyecek, SSCB'nin dağıl-
masıyla birlikte Yugoslavya da dağılacak, ilk silahlar, Dinar dağlarının
eteklerinde, Avrupa'nın önemli kıĢ turizmi bölgesi olan Saraybosna tepe-
lerinde ateĢlenecekti.
Ġngiltere tarafından 19'uncu yüzyılda planlanan "Dörtlü Konfede-
rasyonun, Katolik dünya ile hududunu teĢkil eden Bosna bir anda Konfe-
derasyon'un en doğu hududundaki "Ermeni - Azeri" ve "Gürcü -ÇerkeĢ"
çatıĢmasının bir kopyasını -veya yansımasını- yaĢamaya baĢlıyordu. O
sıralarda "Dörtlü Konfederasyon "un merkezini oluĢturan

353
Türkiye Cumhuriyeti'nin (ki plana göre burası da Önasya Federasyonu
olacaktı) Güneydoğusu zaten yanıyordu.
Bu yangın 1983'de, yani Turgut Özal'ın BaĢbakan olduğu yıl baĢ-
lıyordu.

Görevli (mi): Turgut Özal

1983 seçimiyle çok partili demokratik rejime yeniden dönülürken, 12


Eylül idaresinin -Tekelci / Liberal karıĢımı bir ekonomik ve siyasal ucube-
mantığıyla ters düĢen Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) -zira bu parti
adında "Milliyetçi" sözcüğünü kullanarak kollek-tivist tavrını ortaya ko-
yuyordu- yerine, 12 Eylül ruhunun bir devamı olan Turgut Özal'ın Anava-
tan Partisi seçimi kazanıyor ve iktidar oluyordu. Aslında bu seçimin son-
cuyla ülkede fazla bir Ģey değiĢmiyordu. Sa-dece ordu kıĢlasına dönüyor,
ekonomik ve siyasal uygulamaların üzerinden süngü gölgesi kalkıyordu.
Böyece, o zamana kadar Silahlı Kuvvetlerin denetimi altında bulunan -ve
bundan kimi zaman (TSK'nın Kemalist ilkelerden tam olarak vazgeçme-
mesi ve bu yöndeki müdahaleleri nedeniye) rahatsız olan- Tugut Özal
artık ülkenin kaderine tek baĢına hükmetme olanağı buluyordu. Ne ki,
onun bu iradesini aynı dönemde Güneydoğu Anadoluda tırmanmaya baĢ-
layan ayrılıkçı terör paylaĢıyordu. Adeta Turgut Özal ile birlikte ayrılıkçı
Ģiddet odakları da gündeme geliyor, bu Ģiddetin en önemli odağı olan
PKK, güç aldığı Narkofinans baskısıyla sanki ANAP iktidarını kutluyor-
du.
Turgut Özal’ın BaĢbakanlığı döneminde, 12 Eylül ekonomik ve si-
yasal uygulamaları yavaĢ yavaĢ bazı farklılıklar göstermeye baĢlıyordu.
Örneğin; ekonomiyi yüzde 30 enflsayon düzeyinde alan Turgut Özal,
Türk Lirasının konvertibilitesi yönünde bir adım atıyor ve Türk Lirasını
koruma kanununu kaldırıyordu. Buna paralel olarak gıda ma-

354
desi düzeyine kadar -sanayi ürünlerinde gümrük duvarlarına do-
kunmuyordu- bazı konularda ithalatı -muz, sigara, viski, soda, fıstık vs-
serbestleĢtiriyordu. Ne ki baĢta otomotiv olmak üzere -Koç, Sabancı, Ec-
zacıbaĢı vs.- bazı "tekelleĢmiĢ" grupların egemenlik alanına girecek Libe-
ralizasyon önlemlerini "ıska" geçiyordu. Diğer taraftan önce yükselttiği
faiz oranlarını sonra düĢürerek ekonominin canlanmasına, iĢsizliğin azal-
masına, fakat enflasyonun yeniden artıĢ trendine girmesine neden oluyor-
du.
Buna paralel olarak -sanki ülkede arz-talep, üretim / tüketim dengesi
kurulmuĢ gibi- fiyatları serbest bırakıyor, "tüketen öder" felsefesiyle sos-
yal düzende sınıfsal farklılığın uçurumlaĢmasına yol açacak bir uygulama
içine giriyordu.
Turgut Özal'ın bu uygulamaları ekonomik ve siyasal bakımdan "birey-
ci" tercihleri ön plana alıyor, bu nedenle de sosyal devlet çatısı altındaki
sosyal dayanıĢma kurumlarını hırpalıyordu. Keza, ticaret kolonilerinin
çıkarlarını ve Ticaret OligarĢisinin faaliyetlerini destekleyip teĢvik ediyor,
ancak zirai ve sınai üretim alanına sırtını dönüyordu. Gerçi, Özal'ın bu
politikaları Önasyanın jeoticari konumuyla son derece önemli bir uyum
oluĢturuyordu. Ama yıllarca sosyal devlet ilkelerini, kollektivist siyaset ve
ekonomi ilkelerini ve üretime dönük politikaları benimsemiĢ olan Türki-
ye'yi temelinden sarsıyordu.
Turgut Özal'ın ekonomik / politik tercihlerinin ülkeyi temelinden
sarsması da kendi mantığı içinde bir bütünlük oluĢturuyordu. Zira Özal'ın
bağlı bulunduğu misyon (Ġttihat ve Terakkinin Cavit Bey önderliğindeki
Liberal kanadı, Ġzmir Suikastçıları, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası,
Celal Bayar ve Demokrat Parti, Adalet Partisi, Kenan Evren yönetim bi-
çimi ve ANAP'ın getirdiği adem-i merkeziyetçi, Liberal, fedarasyon mo-
deli) artık vaktin geldiğine; Ulusal Devlet üzerinde bazı operasyonlar ya-
pılarak, Ġslamiyetin birleĢtiriciliğinde, baĢkanlık sistemine dayalı, federatif
bir modelin tesis edilmesi zamanının geldiğine inanıyordu. Bu aĢamada
Turgut Özal, bir taraftan bu modelin siyasal zeminini oluĢturacak ekono-
mik değiĢimleri gerçekleĢtirerek ulusal ekonominin tasfiyesi yönünde
gerekli adımları atıyor, diğer taraftan -sözümona- bireyci / Liberal uygu-
lamalar adı altında toplumdaki sosyal dengeleri altüst ediyor, bir baĢka
taraftan da medyayı tekel-leĢtirerek denetimine alıyordu.
Bireyci / Liberal uygulamalar, ülkenin en fazla sosyal uygulamalara
gereksinim duyan doğu ve güneydoğu bölgelerini olumsuz etkili-

355
yor, zirai üretimi son derece sınırlı, sınai üretimi ise hiç denecek düzeyde
az olan yöre halkını yokluğa ve sıkıntıya itiyordu. Ancak, bu aĢamada Ġran
- Irak SavaĢı nedeniye oluĢan sınır ticareti ve genel ticari transport burala-
ra belirli bir paranın girmesini sağlıyor, böylece "çöküĢün etkisi" yeterince
hissedilmiyordu.
Medyada ise Özal, ekonomik olanakları kullanarak tam bir tekelleĢme
tesis ediyor, üç-dört gazetenin sahibini denetime alarak -ki onlar da Özal
ile aynı odakların görüĢünü paylaĢıyorlardı- Ulusal Devlet yanlısı, Kema-
list ve dürüst aydınları devre dıĢı bırakıyordu. Buna karĢılık Medyanın
tüm olanakları Tekelci / Liberal (ama kesin-likle Liberal değil) çarpık
düĢünceli ve çıkarcı dar bir kliğin kontrol denetim ve emrine veriliyordu.
Böylece Turgut Özal Ulusal Devletin ve Kemalist ilkelerin tasfiyesi yo-
lunda nihai adımı atmaya hazırlanıyordu.
Bu aĢamada PKK'nın oluĢum ve eylemleri de Özal'ın iĢlerini ko-
laylaĢtıracak biçimde bir tırmanıĢ gösteriyordu.
ġırnak ve Eruh baskınlarını diğerleri izliyordu. Ayrıca uyuĢturucu ka-
çakçılığıyla PKK'ya büyük meblağlar ulaĢtırılıyor, bu da üçüncü ülkelerin
(ABD, Almanya vs.) bilgileri, denetim ve destekleri altında yapılıyordu.
PKK kısa zamanda Afganistan, Suriye, Ġran ve Ġtalya "uyuĢturucu" bağ-
lantısı üzerinde önemli bir halkayı teĢkil edecek duruma geliyordu.
Diğer tarafta Türkiye'deki bazı iĢ adamları -ki bunların da parasal kay-
nağını uyuĢturucu kaçakçılığı oluĢturuyordu- bir yandan PKK'yı, diğer
yandan da Turgut Özal'ın siyasal etkinliğini destekliyorlardı. Özal'ın siya-
sal destekçilerinden birini de ABD'deki Bush (eski CIA görevlisi) yöneti-
mi oluĢturuyordu. Özal aynı zamanda ABD'deki Musevi, Ermeni, Rum
Lobileri ve Ortodoks liderlik kurumlarıyla da dirsek teması içinde bulnu-
yordu.
Turgut Özal yönetimi, devlet içindeki kadrolaĢmasını tamamladıktan
sonra Ulusal Devletin yasal dayanakları üzerinde operasyonlara baĢlıyor-
du. Amacı, dinsel / siyasal yapılanmaların ve örgütlenmelerin önündeki
siyasal engelleri kaldırmak, böylece 1924'den beri kontrol altında bulun-
durulan dinsel ağırlıklı siyasal yapılanmaların önünü açmaktı. Bu engelle-
rin baĢında ise Türk Ceza Kanununun 163'üncü Maddesi yer alıyordu.
BaĢbakan Özal, bu maddeye karĢı doğrudan tavır alamıyor, dolaylı olarak
163'üncü maddeyi 141 - 142 - 146'ncı maddelerle aynı kefeye koyarak
kaldırıyordu. 141, 142, 146'ncı maddeler aslında, SSCB'de Marksizmin
çökme sürecine girmiĢ olması ne-

356
deniyle zaten etkinlik taĢımıyordu. Buna karĢılık 163'üncü madde, giderek
yükselme eğilimine giren köktendinci oluĢumları engellemeye yönelik bir
nitelikteydi. BaĢbakan Özal 141, 142, 146'ncı maddelere paralel olarak
163'üncü maddeyi de kaldırarak dinsel siyasal oluĢumların yolunu açıyor,
böylece 1923'lerde dondurulmuĢ olan (ılımlı) "teokratik" ağırlıklı devlet
yapısı tesis edilmesi konusunda ileri bir adım atıyordu. Halka sık sık "ya-
salara uyarak", özgürlüklere saygı göstererek, ulusal birlik içinde yaĢama-
yı telkin etmek yerine "Allah'ın ipine sarılın" diyerek, dinsel bağın birleĢ-
tiriciliğini ön plana çıkarması, bir bakıma 19'uncu yüzyılda belirlenen
"Dörtlü Konfederasyon"un temel tutamacı kabul edilen Hilafetin Ģemsiye-
sine tam tamına uyuyordu. Ne ki "Allah'ın ipine" sarılmayı öneren Turgut
Özal, bu öneri yerine ulusal isteklerle kurĢun sıkan PKK eylemleri karĢı-
sında "eyalet modeli de dahil herĢeyi tartıĢabiliriz" diyerek, birliğin gev-
Ģemesine de hoĢ gözle bakabileceğini vurguluyordu. Ulusal Birlik konu-
sunda "Allah'ın ipini" gösteren Özal, Kürt Milliyetçiliğinin talepleri karĢı-
sında Washington kaynaklı "siyasal çözüm" yani "federatif sistem" talep-
lerine uyum gösteriyordu.
Oysa, tırmanan terör eylemleri giderek daha fazla can almaya baĢlıyor,
bu da Ulusal Birliğin kuvvetle savunuculuğunu üstlenen, daha doğrusu
Mustafa Kemal tarafından bu birliğin korunması ile görevlendirilen
(Cumhuriyetin korunması ve kollanması görevi aslında bu tablo ile ilgili
verilmiĢ bir görevdi) Silahlı Kuvvetleri rahatsız ediyordu. Kaldı ki Silahlı
Kuvvetlerde (ki bundan kasıt Harbokulu mezunu subaylardı) hala çağdaĢ
eğitimde devamlılık sürüyor ve subaylar ayrılıkçı hareketin arkasındaki
amacın sonuçta ulusal devleti dağıtmak isteyen Uluslararası Ticaret Oli-
garĢisinin bir aracı olmaktan baĢka bir-Ģey ifade etmediğini (tarihsel kö-
kenleriyle birlikte) farkediyorlardı. Diğer taraftan Özal, doğrudan yönlen-
dirdiği gazeteciler vasıtasıyla Silahlı Kuvvet mensuplarını "siyaset dıĢı
durmaları" konusunda devamlı uyarıyor, beri taraftan ise ulusal tüm olu-
Ģumlara (müzikten, ekonomiye, ordudan yazarlara kadar) adeta bir müca-
dele baĢlatıyordu. ĠĢin ilginç tarafını ise, 1980 öncesi "son Türk Devletini
kurtarmak" amacıyla silaha sarılan bazı MHP'lilerle, "Enternasyonal
emekçi birliğini tesis edebilmek için devrime kadar savaĢ" diyen bazı
Marksistlerin, antiulu-sal ve antikollektivist bu siyaset odağı çevresinde
halkalanmaları ve "Allah'tan" önce "Özal'ın ipine" sarılmaları teĢkil edi-
yordu.
Turgut Özal tüm bu faaliyetlerine paralel olarak bir baĢka alanda

357
da iliĢkilerini yoğunlaĢtırarak geliĢtiriyordu. Özal 1977 yılındaki Ġzmir
milletvekili adaylığından beri dinsel / siyasal odaklarla bağlarını gittikçe
güçlendiriyordu. BaĢbakan olmasıyla birlikte de, kardeĢi Korkut Özal'ın
dinsel / siyasal / ticari faaliyetleri hızlı bir yükseliĢ gösteriyordu. Özal
KardeĢlerin (ki anneleri de bir tarikat mensubuydu) dinsel / siyasal / ticari
faaliyetleri, oy depoları üzerinde etkinliği bulunan bazı tarikat Ģeyhlerinin
(ve ocaklarının) ekonomik güç haline gelmelerine yarıyordu. Turgut Özal,
dinsel / ticari tarikatleri Angloamerikan çıkarların Türkiye'deki uzantısı
durumuna getirdiği ANAP'ın finans ve oy destekçileri olarak görüyordu.
Oysa aynı tarikatler de Özal KardeĢleri "basamak" olarak kullanıyor, "te-
okratik devlet düzenini" tesis edecek güce kavuĢana kadar Özal'ın (Liberal
/ Koloniyel benzeri) politikalarını benimser görünüyorlardı. Bu odakların
bazıları da hem Liberal olduğunu iddia eden Özal'ı, hem de "ümmetçi"
eğilimleri, Ulusal Devleti tasfiye etmekte doğal yandaĢ kabul eden Kürt
Milliyetçi- / ayrılıkçı odaklarıyla temaslarını sürdürüyorlardı. Ancak hangi
pozisyonda bulunurlarsa bulunsunlar, tüm teokratik odaklar Necmettin
Erbakan'ın liderliğindeki dinsel / siyasal oluĢumu yedekte tutuyor, fakat
"asıl örgüt" olarak kabul ediyorlardı. Bu durumu Özal da biliyor, oluĢu-
mun dıĢ kaynaklı senaristleriyle de temas halinde bulunduğu için onlara
karĢı teslimiyetçi, hatta tasvipkar bir tavır sergiliyordu.
"Özal'ın dıĢ politikası" diye adlandırılabilecek özgün bir siyaseti yoktu.
Özal'ın dıĢ politikası doğrudan doğruya ABD'nın tercih ve telkinlerinden
ibaret bulunuyordu. Özal bu politikayı kimi zaman bilerek ve istiĢare ede-
rek uyguluyor, kimi zaman da hissederek bir paralellik kuruyordu.
ĠĢte bu bağlamda ekonomisindeki zorlamalar sonucu yayılmacı eğilim-
ler sergileyen Almanya'nın karĢısında yer alıyor, Ġsrail ile yakın münase-
bet tesis ediyordu. Öte yandan Karadeniz ülkeleri arasında bir "Karadeniz
ĠĢbirliği Paktı" oluĢturarak Almanya'nın bu bölgede yolunu kesmek isti-
yordu. Keza Ortodoks Patriği ile temas kurarak, ABD'nin telkinleriyle
Ortodoks cepheye de destek veriyordu.
Sonuçta Almanya da hırçınlaĢıyor, verdiği silahların Güney-doğuda
kullanıldığını ileri sürerek Türkiye'ye karĢı bir silah ambangosu uygula-
maya baĢlıyordu.
Birinci ve Ġkinci Dünya SavaĢlarında Kuzey Irak ve Kafkas petrolleri-
ne el atmayı amaçlayan fakat bir türlü baĢaramayan Almanya bu kez eme-
line güneydoğuda bir Kürt Devleti kurdurup bu devletin hami-

358
liğini üstlenerek ulaĢmak istiyordu. Bu nedenle de PKK'yı maddi manevi
ve kültürel bakımdan destekliyordu. ABD'nin baĢka nedenlerle -antiulusal
politikalar nedeniyle- desteklediği PKK giderek Türkiye'nin baĢına dert
oluyordu. Özal ise PKK ve PKK'ya karĢı Ulusal Devleti korumaya çalıĢan
odaklar arasında adeta tarafsız arabulucuymuĢ gibi davranıyor, ABD ile
giderek içice bir siyaset izlerken Almanya'yı bölge dıĢında tutmak için
elinden geleni yapıyordu. Almanya'yı asıl, Özal'ın Ortaasya faaliyetlerine
sokmama eğilimi çileden çıkarıyordu. Doğal olarak bu politikalar, Özal ile
Pentagon ve Beyaz Sarayı birbirine daha bir yakınlaĢtırıyordu. YakınlaĢ-
ma giderek ivme kazanıyordu. YakınlaĢma ivmesini ise, borçlanma ivmesi
izliyordu. Turgut Özal borçlanma yoluyla gelir elde edebilmek için tüm
gelirleri borç ödemesine yatırıyor, borç ödemeleri ise yeniden borç alın-
masını gerektiriyordu. Artık yatırım, ticaret, büyüme, kalkınma Özal bakı-
mından fazla bir Ģey ifade etmiyordu. Onun için önemli olan çevre-sinde,
politikalarını destekleyen dar bir grup oluĢması, bu grubun Ulusal Devle-
tin tasfiyesinde kendisini desteklemesi, teĢvik etmesi ve cesaretlendirme-
siydi. Bu dar grup ise 8-10 gazeteci ve yazar, bir kaç emekli ve muvazzaf
general, baĢta üç beĢ tekel olmak üzere 30-40 iĢadamından oluĢuyordu.
Bu grupta ayrıca Kürt kökenli, federatif devlet yanlısı iĢadamları da yer
alıyordu.
Özal'ın bir de görünmeyen çevresi bulunuyordu. Bu çevrede Musevi
din adamları, Ortodoks din adamları, cemaat liderleri, bazı Ģeyhler, ulusla-
rarası çalıĢan bazı tacirler, yeraltı dünyasının bazı simaları, borsacılar,
istihbaratçılar, ABD'li finans ve medya kuruluĢlarının bazı önde gelenleri
vs bulunuyordu.
Özal bu iliĢkiler ağı içinde ülke ekonomisini yapay biçimde "olumlu
bir çizgide" tutuyar, fakat ekonominin altı, günden güne çürüyordu. Faiz-
ler ve dıĢ borç hergün biraz daha yükseliyordu. Repo adı altında faizler
yıllarca yüzde 100'lerin üzerinde tutuluyor böylece döviz fiyatlarının yük-
selmesi suni olarak önleniyordu. Diğer taraftan da repodan gelen para ile
ucuz döviz alınıyor, yurt dıĢına çıkarılıyordu. Aslında, ekonomide canlılı-
ğı sağlayan meblağ, baĢta uyuĢturucu olmak üzere çeĢitli gayrıyasal kö-
kenlerden gelen karaparadan baĢka bir-Ģey değildi. Gerçi Özal ithalatı,
nisbeten serbestleĢtirerek viski ve Amerikan sigarası kaçakçılığına darbe
indirmiĢ "Mafia"nın ayak takımını hırpalamıĢtı ama, onun yönetimi altın-
da inĢaat, endüstri, finans ve uyuĢturucu mafiaları ekonomik zemini gide-
rek ele geçiriyor, tekelci

359
sermaye ve spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢileriyle bütünleĢerek
Ulusal Devletin dayanağını oluĢturan ekonomik zemini çürütüyordu. ĠĢin
ilginç yanı ayrılıkçı terör odakları ve siyasal merkezlerle bütünleĢerek
uluslararası Mafianın Türkiye ve Ortadoğu uzantısını teĢkil eden Mafia ile
ABD ambargosu karĢısında devlet kuruluĢlarıyla münasebete giren ulusal
Mafia arasındaki rekabetin de tırmanmasıydı. Ne ki uyuĢturucu kaçakçılı-
ğı, güneydoğudaki terör nedeniyle silah ve cephane kaçakçılığıyla daha
bir semiriyor, giderek daha büyük meblağlara ulaĢan bir "Narkofinans" bu
yönde terör zengini güç oluĢturuyordu. Bu teröf zengini ekonomik güç de
Özal'ın oluĢturmaya çalıĢtığı "antiulusal" siyasetleri destekliyordu.
Kısacası Turgut Özal; 1923'den beri Ticaret OligarĢisi ve onun kontro-
lündeki odakların Türkiye üzerinde Ulusal Devleti tasfiye edip yerine
teokratik ağırlıklı bir federasyon tesis etmek ve bu federasyonu da "Dörtlü
Konfederasyon"un dinamosu haline getirmek için izlemiĢ olduğu politika-
ların adeta meyvesini topluyordu. Üstelik, 1989'da 12 Eylül'ün lideri Ev-
ren ile 12 Eylül'ün BaĢbakan Yardımcısı Turgut Özal "Halef - Selef ola-
caklar, Özal CumhuraĢkanlığı koltuğuna oturarak sivil ve askeri meka-
nizmanın baĢına geçecekti. Spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisi,
ABD'de Pentagon ve Beyaz Saray, Ġran yönetimi, Ġsrail yönetimi, ayrılıkçı
Kürt Milliyetçileri, tekke ve tarikat mensupları, Ģeyhler, diğer dinsel /
siyasal odaklar, ayrılıkçı terörün finans kaynağı iĢadamları, antikemalist
tüm odaklar, Ortodoks, Musevi, Gregoryan din adamları vs yeni Cumhur-
baĢkanını adeta memnunlukla karĢılıyordu. Buna karĢılık Türkiye Cumhu-
riyeti Ulusal Devleti, yaklaĢmakta olan bir "buhranla daha baĢa çıkmaya,
Mustafa Kemal'in koyduğu ilkeler doğrultusunda Önasyayı "din" ve "ırk"
dıĢı, rasyonal, çağdaĢ, laik ve özgür bir devlet olarak koruma sınavını
vermeye hazırlanıyordu.
Bu tablo "ġark Meselesinde" 20'nci yüzyılın sonunda gelinen noktayı
yansıtıyordu.

360
IRAK'IN TASFĠYESĠ...

1990'lı yıllara gelinirken dünyada çok önemli değiĢimler cereyan edi-


yordu. Bu değiĢimler ise her zaman olduğu gibi yine Sami karakterli spe-
külatif kazanca dayalı Uluslararası Ticaret OligarĢisinin lehine bir görü-
nüm yansıtıyordu.
HerĢeyden önce Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesi geniĢ çapta Ġs-
rail'in (ve uzaktaki koruyucu ABD'nin) denetim ve kontrolü altına girmiĢ
durumdaydı. Bu, binlerce yıl süren, "Kutsal topraklar" sorununun nihai
biçimde Museviler lehine sonuçlandığım gösteriyordu. Ayrıca teoride
tablo ne kadar farklı görünürse görünsün, uygulamada Ġskenderun'dan
SüveyĢ'e kadar uzanan jeoticari coğrafyanın son "egemen"inin de Ġsrail
olduğunu ortaya koyuyordu. Bu arada Ġsrail'de Ulusal Devlet pekiĢip sağ-
lamlaĢırken, baĢta bölge ülkeleri olmak üzere tüm dünyada halklar "Ulusal
Devlet" felsefesinden uzaklaĢıyor, ulusal çıkarların yerini kiĢisel çıkarlar
alıyordu. Uluslararası Ticaret OligarĢisinin çözmesi gereken en önemli
sorunun dıĢında, bir kaç ufak mesele kalıyordu.
En önemli sorun iki ülkenin, Türkiye ve Irak'ın hala Ulusal Devlet ve
merkezi birlik yapısını korumalarıydı. Irak sorunu 1990'dan itibaren ele
alınacaktı.
Ufak tefek meseleler ise Ģunlardı.
• Suriye'nin hudutlarının kaldırılması, Lübnan, Ürdün, Suudi Ara-
bistan, Emirlikler arasında gümrük, nakliyat ve finans birliğinin sağ-
lanmasıydı.

361
• Ġran'ın parçalanmasıydı.
• Türkiye'nin elinde bulunan su kaynaklarının bölge devletlerinin -
Özellikle de Ġsrail'in- kullanımına sunulması ve ortak hale getirilmesiydi.
• Bu bölgede ılımlı bir "Ġslami Birliğin" tesis edilmesiydi.
• Milliyetçilik unsurları kullanılarak, uluslaĢma yeteneği bulunma-
yan grup, topluluk, aĢiret, mezhep ve tarikatlar istismar edilerek ve onlara
olmayacak vaadlerde bulunularak bölünme, mümkün olan en küçük biri-
me kadar indirgenmeliydi.
Tüm bunlar zaman içinde yavaĢ yavaĢ realize edilebilecek projeler ve
çözümlenebilecek sorunlardı.
Ancak en önemli sorun olan "Irak Sorununu"nun en kısa zamanda çö-
zümlenmesi gerekiyordu.

Irak Operasyonu

Mezopotamya aslında Önasyamn doğal uzantısını teĢkil ediyor, Orta-


doğu ticaret yollarının ise en uygun güzergahını oluĢturuyordu, Basra
Körfezi, Dicle ve Fırat Nehirleri ve Mezopotamya Ovası düz bir alanla
Kızıldeniz ile Akdeniz'e kadar uzanıyor, nihayet Akdeniz'de noktalanı-
yordu. Bu coğrafya Kuzey -Güney yan kürelerde en jeoticari ve stratejik
noktayı da teĢkil ediyordu. Bunun dıĢında, nasıl ki Toros Dağlan'nın hin-
terlandını Çukurova ve Orta Anadolu ovaları teĢkil ediyorsa, doğu ve gü-
neydoğu dağlarının hinterlandını da Mezopotamya oluĢturuyordu.
Irak topraklarının bu denli jeoticari ve strajik niteliğine paralel olarak
kozmopolit halk yapısı da büyük önem taĢıyordu.
Irak'ın etnik yapısı Önasya kozmopolit / etnik yapısının bir deva-
mından baĢka bir Ģey değildi. Türk, Arap, Acem, Asuri ve Kürt ağır-lıklı
bu halk, Osmanlı egemenliği döneminde doğu ve güneydoğu yörelerinde-
ki yaĢam biçiminin bir uzantısı olarak payitahta bağlanıyor-

362
du. Nitekim Selanik, Ġstanbul, Erzurum, Diyarbakır ayaklarına oturan
Ġttihat ve Terakki Cemiyet - Fırkası, aynı eğitim programlarını Selanik'le
birlikte Bağdat ve Basra odaklarına da yansıtıyordu. Kaldı ki Osmanlı /
Alman iĢbirliği sırasında hedeflenen bir "Petrol" güzer-gahı olan Bağdat
Demiryolu da, Ġskenderun Limanını (Adana'yı da içine alarak) Musul ve
Kerkük'e oradan da Basra'ya bağlamayı amaçlıyordu.
ĠĢte bunu bilen Ġngiltere (Amerika) Birinci Dünya SavaĢı sonunda, ya-
pay bir harita ile -ki bu uygulamaya gerekçe olarak petrol meselesini gös-
teriyorlardı -Irak'a ayrı bir "ulusal kimlik" tanıyarak Türkiye'den koparı-
yordu. ĠĢin ilginç yanı Musul'u bile Türkiye'ye vermemek için ellerinden
geleni yapmalarıydı. Oysa Birinci SavaĢ sırasında Osmanlı Orduları Ça-
nakkale'den sonra, sadece Kutülammare'de düĢmana karĢı direnebilmiĢti.
Filistin Cephesinde yerli Arap halkı tarafından sırtından vurulan Osmanlı
Ordusunun bu direniĢinin gizemi ise, Irak halkında saldırganlara karĢı
ulusal bilincin uyanması ve militer direniĢ potansiyeline dönüĢmesiydi.
Ne ki, savaĢ sonunda Irak ve Türkiye Cumhuriyeti ayrı iki devlet haline
geliyor, Uluslararası Ticaret OligarĢisi Irak'ı ayrı bir devlet durumuna
sokarak temel ulusal dinamiklerinden koparıyordu.
Buna rağmen değiĢik zamanlarda Iraklı devlet adamları, Ankara'daki
Türkiye Cumhuriyeti yöneticileriyle münasebet kuruyor, birlikte bir fede-
rasyon oluĢturmayı öneriyorlardı. Fakat bu öneride bulunan devlet adam-
larından bazıları suikasta kuran gidiyor, bazıları da darbeler sonucu ya-
Ģamlarını yitiriyorlardı.
Son "hükümdar" Saddam Hüseyin de Irak'ın baĢkanlık koltuğuna, yap-
tığı bir darbe sayesinde oturmuĢ bulunuyordu.
Saddam Hüseyin, iktidannın baĢlangıcında Türkiye ile münasebetlerini
iyi tutmaya çalıĢan, buna karĢılık Irak milliyetçisi, samimi bir lider görü-
nümü veriyordu. Kendisini iktidara getiren koĢullar karĢısında totaliter bir
rejimi benimsemesi mümkün değildi. Fakat aynı koĢullar giderek sertleĢe-
cek ve Saddam Hüseyin de acımasız bir diktatör konumuna gelecekti.
Saddam'ı bu duruma ABD ve Uluslararası OligarĢi getirecekti.
ABD; Ġran Devrimini sempati ile karĢılamıĢ, Humeyni'nin "Ilımlı Ġs-
lami Model" içinde ülkenin ulusal yapısını sona erdireceğini ummuĢ, hatta
onu "Pers Milliyetçisi" olan ġah Rıza Pehleviyi tahtından indirmesi süre-
cinde desteklemiĢti. Ancak Humeyni rejimi ılımlı Ġslam yeri-

363
ne radikal Ġslam modeline dayanıp da antiamerikanist eylemler sırasında
ABD büyükelçiliğinde çalıĢan personeli rehine alınca iĢler değiĢiyordu.
ABD önce Ġran'ı doğrudan cezalandırmak istiyordu. Fakat bunu baĢaramı-
yor, üstelik de uluslararası düzeyde prestij kay-bına uğruyordu. Bunun
üzerine ABD strateji uzmanları Ġran'a karĢı Irak'ın kullanılmasının uygun
olacağını düĢünüyor ve planlıyorlardı. Bu planın bir parçası olarak ABD
Irak ile yakınlaĢıyor, iki ülke arasında var olan anlaĢmazlık bölgesiyle
ilgili kıĢkırtıcı faaliyetler yoğunlaĢıyor ve nihayet Ġran - Irak savaĢı baĢlı-
yordu. 10 yıl süren bu savaĢ sırasında (ki savaĢın cepheleri sınırlı tutulu-
yor, uluslararası ticaret yolları mümkün olduğunca güvence altında bulun-
duruluyordu) kimi zaman ABD açıktan Irak'ı destekliyor, Ġran'a karĢı ise
kesin bir ambargo ve abluka uyguluyordu. Bu yakınlaĢma Saddam Hüse-
yin'in de kendine güvenini arttırıyordu.
SavaĢın sonunda, Ġran Ulusal Ordusu hayli hırpalanıyor, ekonomisi
büyük sarsıntı geçiriyor ve sosyal yaĢam büyük sorunlarla karĢılaĢıyordu.
Ne ki, bu kez de savaĢ boyunca ulusal niteliği pekiĢen Irak ve lideri Sad-
dam Hüseyin, bölgede bir sorun olmaya baĢlıyordu. Dahası Saddam Hü-
seyin Filistin meselesinde kesin taraf oluyor, sadece Ġsrail'i değil, Türki-
ye'yi de tehdit edecek bir görünüm ve güven kazanıyordu. Bu güvenin
nedeni ise biraz Angloamerikan destek, fakat daha çok Almanya'nın ve
Japonya'nın bu bölgedeki petrole duyduğu ilgi oluyordu. Oysa Almanya
ve Japonya, bu aĢamadan çok önce ABD'nin Ortadoğu bölgesini (SSCB
ile soğuk savaĢ yıllarında) kendi çıkar alanı ilan ettiğini unutuyorlardı.
Japonya teknik eleman bakımından, Almanya ise malzeme, teçhizat ve
donanım bakımından Irak'ı destekliyor, savaĢ gücünü arttırmasına yardım-
cı oluyorlardı. Bunun da ötesinde savaĢ sanayii kurmasını ve bölgede bir
askeri tehdit unsuru haline gelmesini sağlıyorlardı. Nitekim biyolojik,
hatta nükleer baĢlıklı füze imaline geçince bardak taĢıyor ve Ġsrail'i tehdit
altında gören ABD, Irak ile savaĢı göze alıyordu. Karar verildikten sonra
adım adım uygulamaya geçiliyor, Irak Kuveyte saldırması konusunda
kıĢkırtılarak teĢvik ediliyordu. Bunun sonucu olarak Saddam Hüseyin
askerlerini Kuveyt'e sokunca da ABD savaĢ makinasını iĢletiyor, Irak'ın
askeri gücünü kırmak ve ülke bütünlüğünü yoketmek üzere harekete geçi-
yordu. Ne ki ABD; Kıbrıs meselesinde olduğu gibi Irak - Kuveyt mesele-
sinde de bir taĢla bir kaç kuĢ vurmak istiyordu. Vurulmak istenen kuĢların
baĢında Irak, hemen ardında da Türkiye yer alıyordu. ABD ateĢi maĢa

364
ile tutmak isterken Türkiye'nin ulusal ordusunu ve gücünü de tüketmek
istiyordu. Üstelik bu sırada, Türkiye'de ABD'nin politikalarına gönüllü
"payandalık" yapabilecek bir CumhurbaĢkanı bulunuyordu. Bu, Cumhur-
baĢkanı Turgut Özal'dı.

Oportünizm'in Ġktidarı

1987 yılında, 1982 Anayasasına ek madde konularak, siyaset yapmala-


rı Orgeneral Kenan Evren ve Konsey Üyeleri tarafından yasaklanan Sü-
leyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmeddin Erbakan ve Alparslan Tür-
keĢ'in siyaset yasaklarının kaldırılması için bir referandum yapılıyordu.
Bu referandumun yapıldığı gün ise BaĢbakan Turgut Özal, erken seçim
tarihini açıklıyordu. Nitekim aynı yıl Kasım ayında erken genel seçim
yapılıyor, ANAP çok düĢük bir oy yüzdesiyle iktidarda kalmayı baĢarı-
yordu.
Daha sonra 1989 yılında CumhurbaĢkanı Kenan Evren'in süresi dolu-
yor, bu kez; de yerine Tufgut Özal aday oluyordu. Bu sırada ANAP’ın oy
yücesi (yerel seçiıtılerde) yuzde 22'nin altına indiği için -ki TBMM'de
CumhurbaĢkanı seçebilecek sandalya sayısına yine de sahip bulunuyordu-
DYP Genel BaĢkanı Süleyman Demirel ve SHP Genel BaĢkanı Erdal Ġnö-
nü tarafından adaylığını koymaması için uya-nhyordu. (Oportünizmin
örneği; Aynı duruma 1993'de Süleyman Demirel düĢecekti). Turgut Özal
bana rağmen adaylığını koyuyordu. Bilindiği gibi CumhurbaĢkanları savaĢ
durumunda BaĢkumandanlık görevini de üstleniyordu. Bu nedenle Cum-
hurbaĢkanlığı makamı Silahlı Kuvvetler bakımından çok önemi bir mevki
olarak görülüyordu. Nitekim Özal'ın CumhurbaĢkanlığı, ordunun kuman-
da kademesinde pek de memnunlukla karĢılanmıyor fakat Ģu veya bu Ģe-
kilde duyulan memnuniyetsizlik de hissettirilmiyordu.
Turgut Özal BaĢbakanlık koltuğunu -sürpriz bir kararla- Erzincan Mil-
letvekili Yıldırım Akbulut'a bırakarak CumhurbaĢkanlığına çıkı-

365
yor, fakat çıkmadan önce de parlamentodan çok önemli bir karar geçiri-
yordu. Buna göre ANAP'ın oyları ile, Mustafa Kemal'in Cumhuriyeti ve
devrimleri emniyete almak amacıyla çıkarmıĢ olduğu 1 TeĢrinsani (Ka-
sım) 1339 (1923) tarihli "Ġhaneti Vataniye" kanununu "ilga" ediyordu.
Turgut Özal'ın CumhurbaĢkanı olma cesaretini göstermesinin ar-
kasındaki en önemli destek Uluslararası Ticaret OligarĢisiydi. Zira Özal,
Türkiyede klasik devlet geleneğini yıkmak için Çankaya KöĢkü'ne çıkı-
yordu.
Turgut Özal'ın Çankaya KöĢkü'ne çıktığı sırada, Türkiye'de ekonomik
ve siyasi tablo hiç de olumlu bir görünüm yansıtmıyordu.
"24 Ocak Kararları" diye adlandırılan ve askerlerin gerçekleĢtirdiği 12
Eylül olağanüstü sürecinde ağır baskı uygulanarak ve demokrasi askıya
alınarak tatbik edilebilen istikrar önlemleri etkisini tamamiyle yitirmiĢ,
ülke yeni bir enflasyon sürecine girmiĢ bulunuyordu. Buna göre enflasyon
1983'lerdeki yüzde 30 düzeyinden yüzde 70'lere çıkıyordu.
Ġhracat - Ġthalat dengesi, ithalat aleyhine giderek bozuluyor, bu nedenle
de dıĢ borç 50 milyar dolar sınırını aĢıyordu. Buna karĢılık Özal, ABD
yönetiminin kontrolündeki finans odaklarından aldığı borçla borç ödüyor,
iç borç ise ödenemeyecek boyutlara yükseliyordu. Bunun çaresi de para
değerinin düĢürülmesinde bulunuyordu. Devlet enflasyonu kullanarak,
aldığı borçları yıldan yıla daha fazla para basarak ödüyordu.
Enflasyon, baĢta inĢaat sektörü olmak üzere yapay bir piyasa hareketi
getiriyor, bu da iĢsizliği biraz olsun rahatlatıyordu. Fakat, büyük kentlerde
kara para ve vergisiz kazancın giderek serbestlik kazanması, vergi adaleti-
ni ve sosyal düzeni sarsıyordu. Bu yöndeki en büyük "kara girdi"yi uyuĢ-
turucu ve silah kaçakçılığı sağlıyordu. Kaçakçılığın adeta serbestleĢmesi
ise terörle özdeĢleĢiyordu (Ayrıca Turgut Özal BaĢbakanlığı sırasında kara
parayı ülkeye çekmek için, devlet ciddiyeti ile bağdaĢmayacak özel ön-
lemler alıyor, yöntemler uyguluyordu).
Ekonomideki tüm bu olumsuz geliĢmeler ülke yönetimini zorlaĢtırıp,
yöneticileri riske sokuyordu. Özal ise bu riskin baskısı altında bunalıyor,
böylece ulusal devletin temel ilkeleriyle ilgili daha fazla taviz veriyordu.
Özal dönüĢü olmayan bir yola girmiĢti. Artık onun Ulusal Merkezi Cum-
huriyet'i savunmak yerine, ılımlı Ġslami zemine dayanan Önasya Federal
Birliği'ni savunması, değil çaresizliği, adeta ka-

366
deri durumuna gelmiĢ bulunuyordu. Nitekim güneydoğuda ayrılıkçı terör
giderek tırmanıyor, fakat hükümet, alınması gereken önlemler bir yana,
adeta nihai çözüm olarak federasyon modelini dayatmak için planlanan "G
günü"nü bekliyordu. Buna paralel olarak da ülkede iĢlenen esrarengiz
cinayetlerle, ılımlı teokratik rejime karĢı direnebilecek nitelikli Laik ay-
dınlar, Ulusal Devleti savunan muvazzaf ve emekli subaylar, Kemalist
aydınlar ve bilim adamları yaĢamlarını yitiriyorlardı. Yine Turgut Özal'ın
yönetim anlayıĢı çerçevesinde hukuk düzeni baĢta olmak üzere (Anayasa-
nın bir kere delinebileceğinin ilanı) Cumhuriyetin dayanağını teĢkil eden
kurumları çürütüyor, sarsıyor, yıpratıyordu. Görünürde dejenere müzik
temsilcilerinin yanında yer alarak sempati toplamaya çalıĢan CumhurbaĢ-
kanı, ANAP'ı mülkiyeti kendisine ait bir "mahalle bakkalı" gibi kabul
ediyordu.
Oysa bu sırada "Dörtlü Konfederasyonun" muhtemel coğrafyası üze-
rinde silahlar susmak bilmiyor; kan, ateĢ ve barut bu coğrafyada hükmünü
icra ediyordu.
Önce Kafkasya karıĢıyordu. Daha 1989'da, SSCB'de Marksist rejimin
çözülmeye baĢladığı bir sırada Azerbaycan Türkleriyle Ermeniler Karabağ
nedeniyle çatıĢmaya baĢlıyor, bunu vesile yapan Kızılordu Bakü'ye gire-
rek katliama giriĢiyordu. Böylece 1917'lerde "yarım kalan" bir hesaplaĢ-
ma, 1990'larda kaldığı yerden, hem de çözümü çok zor bir biçimde yeni-
den gündeme geliyordu. Bu çatıĢma Türkiye kadar Ġran'ı da yakından
ilgilendiriyordu. Özde bir Kafkas Federasyonunun kurulmasını dayatan bu
çatıĢmanın bir tarafını teĢkil eden Azerbaycan, Güney Ġran içlerine kadar
uzanıyordu. Kaldı ki, Kafkas-ya'daki Türk - Ermeni çatıĢmalarını yakın
bir gelecekte yine aynı bölgede baĢgösterecek yeni bir çatıĢma izleyecekti.
Bu çatıĢmanın taraflarını ise Gürcistan ile Abazya teĢkil edecekti.
Azerbaycan'daki çatıĢmaların nedeni (onun ardından da Çeçenis-tan
sorunu dünya gündemine girecekti.) Karabağ gibi görünüyorsa da diğer
çatıĢmalar ele alındığında, ana nedenin baĢka olduğu ortaya çıkıyor ve bir
bütünlük gösteriyordu.
Bu dönemde Azerbaycan olaylarına paralel olarak güneydoğu terörü-
nün de tırmanıĢ göstermesi dikkati çekiyordu. PKK'nın tırmandırdığı ayrı-
lıkçı terör Bekaa Vadisinden Türkiyeye ihraç ediliyordu. Be-kaa Vadisi
dıĢtan bakıldığında Suriye'nin denetiminde görünüyordu. Ne ki, Suriye ile
Ġsrail'in münasebetleri o denli kötü olmadığı için Bekaa Vadisi aynı za-
manta Ġsrail tarafından (dolaylı) kontrol ediliyordu.

367
Kaldı ki, ġam Ticaret OligarĢisi Suriye'nin yüzde 80'lik Sünni top-
luluğunu, dayandığı yüzde 20'lik Alevi azınlığıyla idare eden Hafız Esat'ı,
ekonomik bakımdan destekleyerek ayakta tutuyordu. ġam Ticaret Oligar-
Ģisi aynı zamanda Lazkiye Liman kenti ve Telaviv-Kudüs ticaret kolonile-
riyle de bağlantılıydı. Bu nedenle ġam ticaret kolonisinin denetiminde
bulunan Esat bir bakıma hem Arap dünyası ile münasebetlerini iyi tutuyor
-ki bu nedenle Ġsrail'e karĢı sert politikalar izliyormuĢ görüntüsü veriyor-
hem de yerel ve uluslararası Ticaret oligarĢisi kanalıyla Ġsrail ile münase-
betlerini sürdürüyordu. Dolayısıyla Ġsrail -kendi güvenliği için de- Suri-
ye'nin kontrol ve iĢgali altındaki tüm bölgeleri denetliyor, geliĢmeleri
dikkatle izliyordu. Kısacası Bekaa Vadisinde olan bitenler hem Suriye,
hem de Ġsrail tarafından organize edilip yönlendiriliyor, uluslararası terör
bir bakı-ma kontrol altında tutuluyordu. PKK da, Bekaa Vadisinde geliĢi-
yor, örgüt giderek bir terör ordusuna dönüĢüyordu. ĠĢin ilginç yanı, Sad-
dam Hüseyin'in liderliğindeki Irak'ın da PKK'yı desteklemesi ve Kuzey
Irak üzerinden güneydoğuya sızmalarına yardımcı olmasıydı. Saddam
Hüseyin böylece Türkiye'yi zaafa uğratabileceğini sanıyordu. Kaldı ki
SSCB tehdidinin ortadan kalkmasıyla Türkiye'nin Batı tarafından yalnız
bırakılacağını da düĢünüyordu. Irak, GAP projesinin Türkiye'yi aĢırı güç-
lendireceğini ve barajların tamamlanmasıyla ülkesinin su sorunuyla karĢı
karĢıya kalacağını düĢünüyor (ki bu durum Suriye içinde söz konusuydu),
PKK'nın arkasına geçiyordu. Ancak bu, Hüseyin'in kendi fikri değildi.
Onu, PKK'ya yardımcı olmaya, Irak'ta bazı askeri tesisler yapan, teknolo-
jik bakımdan Irak'ı destekleyen Almanya kıĢkırtıyordu. Almanya böylece
bir taĢla iki kuĢ vuracağını hesaplıyordu. Güneydoğu ve ayrılıkçı Kürt
sorunu ile ilgili her ülkenin (ABD, Rusya, Ġngiltere, Fransa, Ġsrail, Suriye,
Yunanistan, Almanya, Ġran vs.) kendi ulusal çıkarları doğrultusunda plan-
ları bulunuyor, bu planlar ise aynı noktada, Türkiye'de en azından fede-
rasyona uzanacak bir yapısal değiĢimde odaklanıyordu.
Yine bu aĢamada -Tito'nun 1979'da ölümünden sonra bunalım içinde
bulunan- Yugoslavya'da da çözülme baĢlıyordu. Muhtemel "Dörtlü Kon-
federasyonun en batı ucundaki bu geliĢme, yakın bir gelecekte silahlı ça-
tıĢma aĢamasına varacaktı.
Tüm dünyadaki çatıĢma bölgelerine -Nikaragua, Salvator, Vietnam,
Kamboçya, Angola vs.- barıĢ gelip silahlar susarken Balkan, Önasya,
Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerinde gerginlik sürekli tırmanı-

368
yor, sürekli kan akıyordu. Buna karĢılık yakın bir geçmiĢte silahların ko-
nuĢtuğu Kıbrıs'ta ise barıĢ ile savaĢ arasında kararsız ve belirsiz siyasal bir
seyir izleniyordu.
ĠĢte ABD - Irak savaĢı bu ortamda gerçekleĢiyordu.
Türkiye ve Ġsrail'i tehdit eden Irak, Kuveyt ile ufak bir petrol böl-
gesinin egemenliği için sürtüĢmeye giriyor, bazı kanallar Saddam Hüse-
yin'i Kuveyt'i iĢgal etmeye kıĢkırtıyor, umut veriyordu. Hüseyin, Kuveyt'e
girince, ABD'nin istediği gerçekleĢiyor ve Irak uluslararası hukuk bakı-
mından gayrımeĢru bir duruma düĢüyordu. Bu gaynmeĢru durum Saddam
Hüseyin'i yalnızlığa itiyordu. Ayrıca, Ortadoğu petrollerine bağlı olan iki
endüstri ülkesinden Japonya ve Almanya, Irak'ın yanından çekilmek zo-
runda kalıyordu. ABD, Japonya'nın petrol gereksinimini karĢılaması için
Filipinleri devreye sokuyor, öylece Irak -Japonya iliĢkileri tavsıyordu.
Irak Kuveyt'i iĢgal edince, "geriye sayma" baĢlıyordu. Bu sırada ABD
baĢkanlık koltuğunda oturan eski CIA baĢkanı George Bush ile 12 Eylül
darbesini yapan askerler tarafından baĢbakan yardımcılığına getirilmiĢ
olan CumhurbaĢkanı Turgut Özal, çok yakın bir iĢbirliğine giriyor, adeta
aynı ülkenin üst-alt ku-rumlanymıĢcasına bir bütünlük gösteriyorlardı.
Nitekim bu yakınlık sonucu, Türk Genelkurmay BaĢkanlığı'nın iradesi
adeta yok sayılıyor ve Türk Silahlı Kuvvetleri ABD silahlı kuvvetleriyle
"eĢgüdümlü bir yönetim" altında savaĢa sokulmak isteniyordu.
Planın özeti Türkiye'nin kuzeyden saldırması ABD'nin ise Suudi Ara-
bistan Cephesinden harekatı yürüterek Kuveyt'i iĢgalden kurtarmasıydı.
Özal, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu harekata kayıtsız Ģartsız fiilen ka-
tılmasını istiyordu. Bu talep ABD'den geliyor, CumhurbaĢkanı Özal ise,
Silahlı Kuvvetlere (adeta) tebliğ ediyordu.
Silahlı Kuvvetler bu talepler karĢısında, Birinci Dünya SavaĢı sıra-
sında Berlin'deki Alman Genelkurmayı karĢısında Osmanlı Silahlı Kuv-
vetlerinin durumuna düĢürülüyordu. Buna göre Türkiye, planları Penta-
gonda hazırlanan bir savaĢın, kendi iradesi dıĢında tarafı olacaktı. ĠĢin acı
yanı ise Genelkurmay, talebin ABD'den geldiğini biliyor, kendi iradesi
dıĢında, ulusal hudutların ötesinde, bir savaĢa tutuĢmayı, Cumhuriyetin
kurucusu Mustafa Kemal'in temel ilkelerine ters buluyordu. Gerçi TSK
Saddam Hüseyin'in Türkiye politikasından rahatsızlık duyuyordu ama bu
rahatsızlığın savaĢ noktasına ulaĢması halinde

369
de, savaĢla ilgili kararları kendi iradesi ile almayı istiyordu.
Özal ile Genelkurmay BaĢkanlığı arasındaki bu sıkıntılı dönemde Er-
zincan Milletvekili Yıldırım Akbulut'un BaĢbakanlığı altında bulunan
hükümet CumhurbaĢkanı Turgut Özal'ın direktiflerini tamamiyle onaylı-
yordu.
Buna karĢılık muhalefette bulunan Doğru Yol Partisi (DYP) Genel
BaĢkanı Süleyman Demirel ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) Genel
BaĢkanı Erdal Ġnönü, Turgut Özal'ın ABD'ye programladığr Irak politika-
sını frenlemeye çalıĢıyorlardı. Burada Süleyman Demirel'in izlemeye baĢ-
ladığı siyaset dikkati çekiyordu. 1960'lı yıllarda üstlendiği BaĢbakanlık
sırasında dıĢ borçlanma konusunda yapılan eleĢtirilere "Borç yiğidin kam-
çısıdır" gibi ciddiyetten uzak cevaplar veren Demirel, 1990'lara girerken
Turgut Özal'ın borçlanma -borçlandırma- politikasını eleĢtiriyor, bu borçla
bağımsız dıĢ politika yapılamayacağını ileri sürüyordu. Hatta CumhurbaĢ-
kanı Turgut Özal kendisini, "Ġhaneti Vataniye" isnadı nedeniyle, mahke-
meye bile verecekti.
Daha önce kendisinin uyguladığı -Uluslararası Ticaret OligarĢisinin ta-
lepleri doğrultusunda- Tekelci / Liberal politikaları, kendisinden daha
pervasızca uygulayan Turgut Özal'ın karĢısında "daha ulusal" politikalar
uygulanmasını talep ediyordu. Ne ki giderek Kemalist bir çizgiye yakla-
Ģan Süleyman Demirel,BaĢbakanlığı sırasında Genelkurmay'a yardımcı
olacak bir hava içinde bulunuyor, fakat 1992'de Özal ölüp de yerine Cum-
hurbaĢkanı olunca "amacımız ekonomik ve siyasal Liberal yapıdır" diye-
rek 1960'lardaki Süleyman Demirel'i bile geride bırakıyordu. Keza onun
bu görüĢlerini de -Celal Bayar'ın Yassıadada -ki avukatı ve Polatkanların
damadı- TBMM BaĢkanı Hüsamettin Cindoruk paylaĢacaktı. Ancak Irak
bunalımı sırasında Demirel - Erdal Ġnönü ile birlikte- Pentagon'un planları
doğrultusunda hareket etmek istemeyen Genelkurmay BaĢkanına yakın
görünüyorlardı.
SavaĢın baĢlamasına çok az bir zaman kala Turgut Özal, Silahlı Kuv-
vetlerin Irak'a ve savaĢa nasıl gireceği konusundaki planları da masaya
yayıp emrivaki yapmak isteyince ipler kopuyor ve Genelkurmay BaĢkanı
Necip Torumtay istifa ediyordu. Zira Genelkurmay'a göre Silahlı Kuvvet-
ler "ofansif' bir harekata göre değil, "defansif" bir yapılanmaya program-
lanmıĢ bulunuyordu.
Tüm bu tartıĢmalar yapaydı. ĠĢin özünde ABD'nin bir taĢla iki kuĢ
vurmak; bir yandan Irak'ta Ulusal Devleti çökerterek parçalamak, diğer
yandan da Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti'nin dayanağını

370
teĢkil eden Ulusal Orduyu hırpalayarak devre dıĢı bırakmak arzusu yatı-
yordu. Genelkurmay BaĢkanlığı bu oyuna düĢmemek için direniyor, böy-
lece Genelkurmay ile CumhurbaĢkanlığı makamı birbirine adeta peĢrev
yapıp elense çekiyordu. Ancak her iki taraf da ABD'nin dikkatli bakıĢları
altında, bu çatıĢmayı hep bir örtü gerisinde yürütmeyi yeğliyordu. ĠĢte
"istifa" olayı da bu tablo içinde cereyan ediyordu.
GeliĢmeler karĢısında Genelkurmay BaĢkanlığı da 12 Mart ve 12 Ey-
lül'de yapılan hataların faturasının ne denli ağır ödenmeye baĢlan-dığını
farkediyordu. Zira 12 Mart döneminde "tam bağımsız Türkiye" sloganları
atan Kemalist gençleri -Aralarında Kemalist olmayanlar da vardı- "Ko-
münist" damgası vurarak cezalandıran Silahlı Kuvvetler, Ģimdi ekonomik
bağımlılığın faturasını ağır bir biçimde ödemek durumunda kalıyordu.
Kısacası ekonomik bağımlılıkla dıĢ odaklar tarafından bazı makamlara
getirilen siyasetçiler Silahlı Kuvvetleri o, dıĢ odakların çıkarları doğrultu-
sunda yönlendirmek için, Genelkurmayla mücadele edecek kadar ileri
gidebiliyorlardı. Bu aĢamada SSCB Marksizminin devredıĢı kalması so-
nucu, Türk Silahlı Kuvvetlerine NATO çerçevesinde değil de ABD'nin
çıkarları doğrultusunda ihtiyâcı bulunan Pentagon'un davranıĢı, kabul
edilebilecek bir Ģıklıktan bile yoksun sayılırdı.
Kaldı ki, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Irak'a karĢı bir askeri harekat baĢ-
latması, tarih mantığı bakımından da tamiri ve izahı mümkün olmayacak
bir hata niteliği taĢıyordu. 75 yıl önce aynı ülkenin insanları tek bir bayrak
altında Kuttülammarede aynı düĢmana karĢı çarpıĢmıĢlarken nasıl olup da
bu kez o düĢmanın çıkarları doğrultusunda birbirlerine karĢı saldırıya ge-
çip kan dökeceklerdi. Bu tarihsel bakımdan da olacak Ģey değildi. Ayrıca
böyle bir savaĢ Önasyanın tabii uzantısı olan Mezopotamya'yı Anado-
lu'dan daha çok uzaklaĢtıracaktı. Silahlı Kuvvetler mutlak bir irade göste-
rerek -Ġncirlik üssünün kullanılması ve bazı lojistik destekler sağlanması
dıĢında- savaĢa fiilen iĢtirak etmemeyi baĢarıyordu. Ancak bu basan Silah-
lı Kuvvetlere "Ulusal bağımsızlığın" değerini hatırlatıyor, ekonomik ba-
ğımlılığın, bir ulusun gençlerini ne denli risk içinde bıraktığını gösteriyor-
du.
Türkiye gerçi bu savaĢa katılmıyordu ama girmiĢten beter bir bi-çimde
ağır ekonomik darbeler yiyordu. Darbeler ekonomik alanla da sınırlı kal-
mıyor, siyasal darbelere dönüĢüyordu.

371
Ulusal Devlet, Ayrılıkçı Terör... Ve Medya

Irak, savaĢı kaybediyor, ABD bu ülkeyi kuzeyden ve güneyden "üç di-


lim"e ayırıyordu. 42'nci paralelin güneyi Kuveyt'ten giren kuvvetlerin
garantisine bırakılıyordu. Kuzeyde ise 36'ncı paralelin Kuzey'i ABD jetle-
rinin garantisi altında Barzani / Talabani- Ulusal Kürt kuvvetlerinin dene-
timine veriliyordu. Bu bölge ayrıca PKK'nın da eylem ve hareket alanı
oluyor, o zamana kadar belli bir tekdüzelik gösteren Kürt ayrılıkçı hareke-
ti giderek Ģiddet dozunu arttırıyordu. Buna paralel olarak ABD gizliden ve
açıktan yaptığı ekonomik ve askeri faaliyetlerle bu coğrafyada Kürt kav-
mini bir araya topluyor onları ulusal bir devlet yapısına kavuĢturmak için
Türkye'ye baskı yapıyordu. Bir yandan PKK eylemleri güneydoğu bölge-
sinde yoğunlaĢırken diğer yandan Barzani / Talabani denetimindeki Kürt-
leri de Anadolu'ya sürerek Ankara, özellikle de Genelkurmay üzerinde
baskı tesis ediyordu. Bu baskı sonucu ABD'nin Çekiç Güç adı verilen bir
kuvveti Kuzey Irak'a yerleĢiyor ve Kürt hareketini denetim ve himaye
altına alıyordu.
Türkiye 1992 - 93 ve 94 yıllarında PKK terörüne karĢı mücadele eder-
ken, Medya -sağlanmıĢ olan çıkarlar doğrultusunda- ABD'nin "Federas-
yonlaĢtırma" ve "KonfederasyonlaĢtırma" siyasetlerine yataklık yapıyor-
du. Medya önce PKK terörünü (adeta) sahipleniyor, her türlü propaganda
ve istihbarat desteğini sağlıyordu.
Angloamerikan odakların ve Uluslararası Ticaret OligarĢisinin deste-
ğinde, Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti bakımından "yolun sonunun"
geldiğini sanan Medya, yeni düzende iyi bir konum edin-mek amacıyla
Ulusal Devlete tüm odaklardan daha çok saldırmaya baĢlıyordu. Bu saldı-
rılar o denli mütecaviz boyutlara ulaĢıyordu ki logosunda "Türkiye Türk-
lerindir" ibaresi bulunan bir gazetenin Genel Yayın Müdürü güneydoğuda
sandıklar kurulmasını, Kürt ve Türk bayraklı pusulalar basılmasını, Kürt-
lerin ayrılmak isteyip istemedikleri konusunda referandum yapılmasını
önerebiliyordu. Bununla da kalmayan Genel Yayın Müdürü, referandu-
mun inandırıcı olması için uluslararası kurumlardan gözlemci çağınlma-
sim istiyordu. Bu Genel Yayın Müdü-

372
rüne ise bir banka, daire alması için 500 bin dolar kredi açıyordu.
Bir baĢka gazetenin köĢe yazarı da -Turgut Özal'ın teĢvikleri doğ-
rultusunda- Ġkinci Cumhuriyet kurulmasını öneriyordu. Ulusal, mer-
keziyetçi, hukuka dayalı, eĢitlikçi, laik sosyal ve çağdaĢ Türkiye Cumhu-
riyetinin 70 yılda baĢarılı olamadığını ve bu nedenle tasfiye edilmesi ge-
rektiğini ileri süren bu zat, Ġkinci Cumhuriyetin esaslarının ne olması ge-
rektiği konusunda net bir açıklama yapmaktan da kaçınıyordu. Turgut
Özal'ın güdümündeki diğer kiĢilerin desteğini de gören bu zat, anlaĢıldığı
kadarıyla Ġngiltere'nin 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında planladığı, fakat
bir türlü uygulamaya muvaffak olamadığı bilinen planı yeni bir ambalajla
topluma sunmaya çalıĢıyordu. Bunu da ulus, vatan, devlet, sosyal devlet
gibi kavranılan yerden yere çalarak yapıyordu. Büyük bir fırsat (ve araç)
olarak gördüğü terördeki tırmanıĢ, ekonomideki kötüye gidiĢ ve teokratik /
siyasal hareketlerin yaygınlaĢtığı bir ortamda son darbeyi kendisinin -ve
arkadaĢlarının- vuracağına inanıyordu. Ne ki, tarih bilincinden yoksun
bulunan "Medya Milyarderleri" yanılgıya düĢüyorlardı. Zira dünyadaki
siyasal koĢullar çabuk değiĢiyor, buna bağlı olarak roller farklılaĢıyor,
fakat Medyadaki bazı kalemler bunu algılayamıyordu.
Oysa geliĢmeler, Uluslararası Ticaret OligarĢisi ve bu OligarĢinin siya-
sal güçleri bakımından Önasyanın, Ģimdilik dinginliğine gereksi-nim gös-
teriyordu. Bu gereksinim sonucu PKK Ģansını yitiriyor, onun yerini Ulusal
Devleti baskı altında tutacak geleneksel bir akım, anti-laik dinsel hareket
alıyordu. Üstelik bu hareket, aynlıkçı Kürt hareketi bakımından da çekici
bir nitelik taĢıyordu.
Bu değiĢimin altındaki neden, Balkanlarda yaĢanan geliĢmeler ve gide-
rek daha Ģiddetli esmeye baĢlayan savaĢ rüzgarlarıydı. Uluslararası Oli-
garĢinin yeni "spekülatif kazançlarının yelkenini ĢiĢirebilecek savaĢ rüz-
garları.."

373
Bin Yıl Önce... Bin Yıl Sonra. Ortodokslar, Katolikler ve Müslü-
manlar...

Muhtemel "Dörtlü Konfederasyon"un Mezopotamya bölgesinde sıcak


savaĢ sona ererken, bu kez silahlar Yugoslavya'daki Dinar Dağlarının
eteklerinde ateĢleniyordu. Bu bir bakıma klasik, çokuluslu bir "savaĢ baĢ-
latacak" sorunlardan sadece birinin üzerindeki örtünün kaldırılması ve
ısıtılıp servise konulması anlamına geliyordu. Yani savaĢ yine Tuna - Se-
lanik - Viyana - Hamburg ve Karadeniz ticaret yollarını olumsuz etkileye-
cek, son derece stratejik noktada baĢlıyordu. Kısacası 93 Harbinin ve Bi-
rinci Dünya SavaĢı'nın baĢlamasına yol açan bir bölgede: Bosna - Her-
sek'te...
Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Bogomil oldukları için Ortodoks-lara
ters düĢen, tutucu Katoliklerle iĢbirliği yaptıkları için de Sırplar tarafından
sürekli baskı ve saldırılara maruz kalan Bosna -Hersek bölgesinde yaĢa-
yan -ve Sırp kökenli olan- halk, buraların Osmanlılar tarafından iĢgal
edilmesiyle, kendilerini Ortodoks Sırplara karĢı güvenceye alabilmek için
MüslümanlaĢıyorlardı.
Osmanlı döneminde, Saray'a büyük hizmet veren BoĢnak halkı, Sırpla-
rın baskı ve saldırilarından kurtulamıyordu. Ne ki, Osmanlı Ordusu bu
halkı saldırı ve tecavüzlere karĢı koruyordu. Bununla birlikte Sırp - BoĢ-
nak sorunu, değiĢen uluslararası koĢullara paralel olarak yerel bir sorun
olmaktan çıkıyor, uluslararası bir sorun haline geliyordu.
Sırplar hem kavimsel, hem de dinsel bağlar nedeniyle, sıcak denizlere
inmeyi ulusal bir hedef haline getiren Çarlık Rusyası’nın himayesi altına
giriyor, hem de Ortodoksluk bağları nedeniyle Yunanlılarla dayanıĢma
tesis ediyorlardı. Bunun sonucu olarak BoĢnakları Sırplara karĢı korumak
zorunda bulunan Osmanlı Devleti, elinde olmayarak Rusya ile karĢı karĢı-
ya geliyordu. (1877 - 78 Osmanlı Rus Harbinin nedeni buydu.)
Böylece sorun Osmanlı - Slav ve Osmanlı - Ortodoks çatıĢması Ģeklini
alıyordu.

374
Ġngiltere bu çatıĢmada tarafsız gibi davranıyor, aslında el al-tından
Moskovayı, dolayısıyla Slavları destekliyordu. Ġngiltere'nin bu siyaseti
izlemesinin iki temel nedeni vardı.
Birincisi, Ġngiltere Slavları doğrudan doğruya yayılmacı siyasetler iz-
leyen Cermenlere karĢı bir alternatif olarak kullanıyordu.
Ġkincisi ise, yine Ġngiltere Osmanlı Devletini merkezi yapıdan adem-i
merkeziyetçi yapıya geçirebilmek için Rusya'yı ekonomik ve siyasal yıp-
ratma aracı olarak görüyordu.
Ġngiltere'nin el altından Slavlara arka çıkan bu siyaseti, BoĢnakla-rın da
sırtlarını önce Cermen - Osmanlı cephesine (Birinci Dünya SavaĢında)
sonra da doğrudan Cermenlere dayamasına (Ġkinci Dünya SavaĢında)
neden oluyordu. BoĢnakların Birinci ve Ġkinci Dünya SavaĢlarında Al-
manlarla iĢbirliği yapması Angloamerikan ve Paxamerikan kanadı çileden
çıkarıyordu. Ne ki SSCB'nin Marksizmi benimsemesi Angloamerikan
cepheyi BoĢnaklarla hesaplaĢmaktan alıkoyuyor, zamanını bekliyordu.
1979'da Tito'nun ölümüyle BoĢnaklar için zaman geriye saymaya baĢ-
lıyordu. Ġkinci aĢamada Sovyet Marksizmi gerilemeye baĢlıyor ve Yugos-
lavya üzerindeki SSCB tehdidi azalıyordu. Tehdidin azalmasıyla Yugos-
lavya'da birlik bozulmaya baĢlıyor, ulusal kavimler tekrar yaĢama giriyor-
du.
Ġki Almanya'nın birleĢmesiyle Bonn'da yayılmacı rüzgarlar yeniden
esmeye baĢlayınca, aralarında Katoliklik bağı bulunan Hırvatistan, Slo-
venya, Avusturya ve Almanya birlikte hareket etmeye baĢlıyorlardı. Rus-
ya'nın ırksal ve dinsel desteğindeki Sırpların, ülkeyi tamamiyle kendi de-
netimleri altına almaları tehlikesine karĢı Almanya, bağımsızlığını ilan
eden Hırvatistan'ı tanıyordu. Hırvatistan'ın tanınması, durumu gerginleĢti-
riyor, Sırplar önce Hırvatlara saldırıyorlardı. Bunun üzerine Almanya ve
Avusturya Hırvatistan'a sahip çıkıyordu. Almanya'nın Akdeniz'e açılması
anlamına da gelen bu sahip çıkıĢ, Sırpların Hırvatlara diĢ geçirememesiyle
sonuçlanıyordu. Bu durum Ġngiltere ve Amerikayı çok rahatsız ediyordu.
Ama en çok rahatsız olan ise Ġsrail ve Uluslararası Ticaret OligarĢisiydi.
Zira Al-manya, stratejik ticaret yollarına ve petrol kaynaklarına biraz daha
yaklaĢıyor, Hıristiyan limanlarını kullanarak Akdeniz ticaretinde etkili
olma olanağına kavuĢuyordu. Üstelik bu tablo, Hırvatistan'ın Sırp saldır-
ganlara karĢı korunması maskesi alünda gerçekleĢtiriliyordu.
Bu aĢamada dünyanın gündemine BoĢnakların durumu geliyordu.

375
BoĢnakların da doğal olarak Almanya tarafından himaye edilmeleri ge-
rekiyordu. Nitekim Bosna - Herkes de, Hırvatistan gibi Yugoslavya birli-
ğinden ayrılıyor, bağımsızlığını ilan ediyordu. Oysa bağımsız Bosna -
Hersek'i sadece Türkiye tanıyor, Almanya ise bu dönemde tanıma teĢebü-
sünde bile bulunmuyordu. BoĢnakların her an Almanlar tarafından himaye
edilebileceğini, böylece Almanya'nın Akdeniz sahillerine iyice yerleĢece-
ğini hesaba katan Angloamerikan cephe, Rusya'ya da cesaret vererek ve
Sırpların BoĢnak katliamını baĢlatmasına susarak arka çıkıyordu. Hırvatla-
rı sahiplenerek zaten dikkatleri üzerinde toplayan Almanya ise, bir de
BoĢnakları sahiplenerek taraf olmak istemiyordu. ABD'nin doğrudan veya
dolaylı kontrolünde bulunan uluslararası kurumlar ise iĢi ağırdan alarak
Suplara hem avantaj sağlıyor hem de zaman kazandırıyorlardı. BirleĢmiĢ
Milletler, NATO ve benzeri uluslararası kuruluĢlar Alman yayılmacılığını
(ekonomik etkinliğini) yavaĢlatmak için Sırp saldırganlığını sineye çeki-
yorlardı. Zira Sırplar bir yandan Bosna - Hersek üzerinden sarkarak Hır-
vatistana tehdit oluĢtururken, diğer yandan da Tuna üzerinde Avusturya ve
Almanya'ya karĢı bir çeĢit ticari abluka uyguluyordu. Tuna geçiĢlerini
kontrol altına alan ve sıkılaĢtıran Sırplar, Avusturya'nın Tuna üzerindeki
doklarının boĢalmasına yol açıyorlardı.
Balkan sorunu, Sırp, Hırvat ve BoĢnak çalıĢmasıyla da sınırlı kal-
mıyordu.
Aynı zamanda Makedonya da bağımsızlığını ilan ediyordu. Makedon-
ya'nın bağımsızlığı Yunanistan'ı rahatsız ediyordu. Zira Makedonya'nın
doğal baĢkenti ve denize açıldığı nokta Selanik'ti. Yunanistan, Kuzey
bölgelerinde, özellikle de Selanik'te hak iddia etmesinden çekindiği Ma-
kedonya'yı tanımamakta ısrar ediyor, buradaki Sırp toplumu nedeniyle
Sırbistanla bir dayanıĢma içine giriyordu. Diğer taraftan Sırplar karĢısında
BoĢnakları destekleyen tek ülke olan Türkiye, Makedonya'yı da tanıyarak
Yunanistan'a gözdağı veriyordu. Kaldı ki bir baĢka bunalımlı bölge olan
Kosova'da uluslararası taraflar karĢı karĢıya geliyorlardı. Halkı Müslüman
olan Arnavutlar, Sırpların baskı kurmaya çalıĢtığı Kosova'daki Arnavutla-
ra sahip çıkıyordu. Arnavutluk, Türkiye ve Ġtalya tarafından destekleni-
yordu. Aynı Arnavutluk, topraklarına sızma yaparak taciz eden Yunanis-
tanla da giderek sertleĢen bir tırmanma içine giriyordu. Diğer taraftan
benzeri bir gerginlik de Batı Trakya'da yaĢanıyordu. Bir ucu Bulgaristan
topraklarındaki Kırcaali'ye diğer ucu Makedonların BaĢkenti Selanik'e
dayanan Batı

376
Trakya hudutları içinde yaĢayan Türk ve Müslüman azınlık, Yunanlılar
tarafından devamlı baskı altında tutuluyordu. Bulgaristan, bir yandan Ma-
kedonya nedeniyle Sırbistan ve Yunanlılarla uyuĢmazlık içinde bulunur-
ken, Türk ve Müslüman sorununda onlarla aynı safta yer alıyor, Türki-
ye'ye "soğuk" duruyordu.
ĠĢte Balkan Bölgesinde yaratılan bu tablo, uzun vadede tüm tarafları
bir "Balkan Federasyonu" masasında oturtmayı hedef alıyordu. Gösterge-
ler buradaki ulusal devletlerin ne denli yapay ve gereksiz olduğunu kanıt-
lamaya ayarlanmıĢ bulunuyordu. Tıpkı, Önasyada ve Kafkasyada olduğu
gibi..

377
2000 DEN SONRAYA BĠR VARSAYIM

Kudüs,Londra, New York (Washington) üçgeninde, giderek Ulus-


lararası Ticaret OligarĢisinin denetimi altına giren dünya -ki hala Avrupa
dünyanın merkezi sayılır- 2000'e doğru yeni dalgalanmalara ve bu dalga-
lanmaların getireceği yeni oluĢumlara hazırlanıyor.
Bu dalgalanmalar servetin giderek merkezileĢmesini (OligarĢinin Suf-
fet'lerinin elinde tekelleĢmesini) ulusal toplumların ise birey düzeyine
kadar bölünmesini, parçalanmasını, örgütsüzleĢmesini amaçlıyor.
Servetin merkezileĢmesi, sadece finansın merkezileĢmesi anlamına
gelmiyor. Aynı zamanda ticaret hareketlerinin tümünün, yeraltı ve yerüstü
zenginliklerinin ve nihayet doğal yaĢam üzerindeki egemenliğin merkezi-
leĢmesi anlamına geliyor. Ġnsana bu aĢamada vaade-dilen tek Ģey "tüketim
ve üretim" dıĢı sınırsız özgür bir yaĢam... Nasıl bir yaĢamsal..
Hiç kuĢkusuz dün olduğu gibi bugün de, serveti merkezileĢtirecek en
önemli eylem ve oluĢum "genel savaĢ" ortamı. "Genel savaĢ" ortamı aynı
zamanda "spekülatif kazanç" hırsının da tapınmaya dönüĢtüğü bir düzey.
Sıcak savaĢ süreci insanların temel gereksinimlerinin karaborsa fiyatıyla
piyasaya arz edilmesiyle baĢlayıp, savaĢ sonrası dönemde yok olan herĢe-
yi yeniden yapmanın (onarmanın ve üretmenin) sağladığı avantajların tek
ellerde toplanması organizasyonlarını denetleyen OligarĢinin, çılgınca
sömürmesine kadar ulaĢan bir süreç... Ta ki, insanlar savaĢtan, mücadele-
den bıkana, nefret edene kadar.

378
Sonra...
Yine, Ticaret OligarĢisinin denetimi altında durgun, hareketsiz, dönüĢü
yavaĢlatılmıĢ, tüketimi son derece sınırlı ve fakat ürün'ü çok pahalı bir
dünya... Nüfusu giderek azalan, insanları birbiriyle kavgalı, bireyleri tek
baĢına, bireysel sorunları çözümsüz kalmaya mahkum bir dünya...
Ve o dünyanın egemenleri (OligarĢi) adına dünyayı yönetecek bir ör-
güt: Dünya Ticaret Örgütü...
Ulusal Devlet egemenliğine gelince...Çıkarların en ilkel düzeyde, yani
"birey" düzeyinde çatıĢtığı bir dünyada küçücük bir ulusal devlet, o dün-
yanın tek egemeni olmaz mı? Üstelik askerlik, yerini robotlara ve teknolo-
jiye bırakmıĢsa...
ĠĢte... Kartaca’nın zaferi...

379
380
YARARLANILAN KAYNAKÇA

ABDĠ TARĠHĠ -1730 Patrona Halil Ġhtilali. Yay. Haz. Faik ReĢit ÜNAT - TTK. Ank.
1943
ABDURRAHMAN ġeref - Tarih KonuĢmaları - Kavram Yay. Ġst. 1978
AFET Ġnan - Prof. Dr. - Eski MısırTarihi ve Medeniyeti - TTK. Ank. 1987
ADIVAR Halide Edip - Mor Salkımlı Ev - Atlas Kitabevi, Ġst.
AGEE, Phelip - CIA Günlüğü, 2 Cilt - E Yay. Ġst. 1975
AĞAOĞLU, Ahmet - Serbest Fıkra Hatıraları- Nebioğlu Yay. Ġst.
-Ġslamlıkta Kadın, Nebioğlu Yay. Ġst.
-Ġhtilal mi, Ġnkılap mı?, Ağaoğlu Külliyat Ank. 1942
AĞAOĞLU, Samet - Babamdan Hatıralar, Ağaoğlu Külliyat - Ank. 1940
AHMAD FEROZ - Ġttihat ve Terakki, Sander Yay. Ġst. 1971
AHMET, Hilmi - Muhalefetin Ġflası - Ġst. 1991
AHMET, Rasim - Romanya Mektupları -Ahmet Ġhsan ve Ģürekası, Ġst. 1332
-Osmanlı Ġmparatorluğunun Reform Çabaları Ġçinde BatıĢ Evreleri – ÇağdaĢ
Yay. Ġst. 1987
AHMET, Refik-Ocak Ağaları-Muallim Ahmet Halit Kitabevi. Ġst. 1931
-KIRAL, Tököli Ġmre - Muallim Ahmet Halit Kitabevi - Ġst. 1932
AHMET RIZA BEYĠN ANILARI -ArbaYay. Ġst. 1988
AHMET, Rıza-Batı'nın Doğu Politikasının Ahlaken iflası - Üçdal Yay. Ġst. 1966
AKAR, Rıdvan-Varlık Vergisi, Belge Yay. Ġst. 1992
AKARLI, Engin Deniz - Belgelerle Tanzimat - Beyazıt Üni. Yay. Ġst. 1978
AKÇURA, Yusuf - Türkçülük - Türk Kült. Yay., Ġst. 1978
-Osmanlı Devleti'nin Dağılma Devri, Maarif Mat. Ġst. 1970
AKPINAR, Turgut - Türk Tarihinde islamiyet, iletiĢim Yay. Ġst. 1993
AKSĠN, Doç. Dr. Sina - Jön Türkler ve Ġttihat ve Terakki - Gerçek Yay., Ġst. 1980
-31 Mart Olayı - Sinan Yay., Ġst. 1970
AKTAR, Dr. Yücel - Ġkinci MeĢrutiyet Dönemi Olayları (1908 -1918) - ĠletiĢim Yay.
Ġst.1990
AKTEPE, Dr. M.Münir - Patrona isyanı (1730) - Ed. Fak. Bas. Ġst. 1958
ALĠ, Cevat Bey'in Fezlekesi - Ġkinci MeĢrutiyetin Ġlanı ve 31 Mart Hadisesi -TTK.
Ank., 1960
ALĠ, Kemal - Ömrüm - Ġsis Yay., Ġst. 1985
ALKAN, Ahmet Turan - Ubeydullah Efendinin Amerika Hatıraları- ĠletiĢim Yay.,
Ġst.1989
L'ALLĠANCE, Ġsraelite Üniverselle, Paris, 1911
ALMAN DIġĠġLERĠ Dairesi Belgeleri - Türkiye'deki Alman Politikaları (1941 -1943)
-Havass Ġst. 1977
ALSAN, Zeki Mesut - Milletlerarası Hayatın Düzeni ve Panislamizm -A.Q. Hukuk
Fak. Yay. 1949

381
ALTINAY, Ahmet Refik - Kafkas Yollarında Ermeni Mezalimi - Fikir Yay., Ġst. 1992
ALTINDAL, A. - HaĢhaĢ ye Emperyalizm - Havass, Ġst. 1979
AMĠCĠS, Edmondo de - Ġstanbul (1874) - Kült. Bak. Yay., Ank. 1981
ANDONYAN, Aram - Balkan Harbi Tarihi, Sander Yay., Ġst. 1975
ARALOV, S.Ġ. - Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları- Burçak Yay. Ġst. 1967
ARAPYAN, Kalost - Rusçuk Ayanı Mustafa PaĢa'nın Hayatı ve Kahramanlıkları -
TTK., Ank. 1943
ARAR, Ġsmail-Atatürk'ün Ġzmit Basın Toplantısı- Burçak Yay., Ġst. 1969
ARCAYÜREK, Cüneyt - Darbeler ve Gizli Servisler - Bilgi Yay. Ank. 1989
ARIKOĞLU, Damar - Hatıralarım
ARMAOGLU, Prof. Dr. Fahir. - Filistin Meselesi ve Arap - Ġsrail SavaĢları (1948 -
1988) - ĠĢ Bank. Kült. Yay. Ank. 1985
ARġĠVLERĠMĠZ ĠÇĠNDE 1965 OLAYLARI - Hür ve Kabul EdilmiĢ Masonlar Bü-
yük Locası-Ġst. 1978
ATATÜRK, Kemal - Nutuk, M.E.B. Yay. Ġst. 1973
ATAY, Falih Rıfkı- Çankaya - BateĢ, Ġst. 1980
AVCIOĞLU, Doğan - Türkiye'nin Düzeni - Cem Yay., Ġst. 1974
- 31 Mart'ta Yabancı Parmağı - Bilgi Yay., Ank. 1969
- Türklerin Tarihi - Tekin Yay., Ġst. 1978
- Milli KurtuluĢ Tarihi - Tekin Yay, Ġst. 1979
AYAġLI, Münevver- iĢittiklerim... Gördüklerin.... Bildiklerim... Ġst. 1973
AYDEMĠR, ġevket Süreyya - Tek Adam - Remzi Kitabevi - Ġst. 1976
- Enver PaĢa - Remzi Kitabevi - Ġst. 1972
- Ġkinci Adam - Remzi Kitabevi - Ġst. 1976
BACHMANN, Otto - Farmasonluk - Türkiye Büyük Mason Mahfili - Ġst. 1970
BAĞIġ, Ali ihsan - Osmanlı Ticaretinde Gayri-müslimler- Turhan Kitabevi -Ank.
1983
BARBARO, Nicolo - Konstantiniye Muhasarası Ruznamesi - Ġst. Fetih Der., 1954
BARDAKÇI, Cemal - DevĢirmelerle Sığıntılardan ve Mütegallibe-den Neler Çektik? -
Bolu Vilayet Mat., 1942 -Anadolu Ġsyanları - Ġst. 1940
BARLAS, Cemil Sait - Sosyalistlik Yolları ve Türkiye Gerçekleri - Ġst. 1962
BARNET, Richard - Müller Ronald - Evrensel Soygun - E Yay. Ġst.
BAġTAN, Prof. Dr. ġerif - Bizans Ġmparatorluğu Tarihi - Son Devir (1261 -1461),
Türk Kült. AraĢtırma Enst. -Ank. 1989
BATUR, Muhsin -Anılar ve GörüĢler - Milliyet Yay. Ġst. 1985
BAYAR, Celal - Ben de Yazdım - Ġst. 1967 (8 Cilt.)
BAYDAR, Mustafa - 31 Mart Vakası - Milli Tesanüt Birliği Yay. Ġst. 1955
BAYET, Albert - Dine KarĢı DüĢünce - Best Yay., Ġst. 1991
BAYKAL, Prof. Dr. Bekir Sıtkı- Erzurum Kongresi ile Ġlgili Belgeler - Türk Ġnkılab
Tarihi Yay., No. 19-Ank. 1969
BAYRAK, M. Orhan - Ġstanbul'da Gömülü MeĢhur Adamlar - (1453 -1979), Türkiye
Anıtlar Der. Yay., No. 5.1979

382
BAYSAL, Doç. Dr. Kubilay - Uluslararası Petrol Sorunla-rı - Ġst. iktisat Fak. 1977
BAYUR, Prof. Yusuf Hikmet - Türk Ġnkılabi Tarihi - TTK. Ġst. 1940
-Atatürk, Hayatı ve Eserleri, Güven Bas. Ank. 1963
BELEN, Fahri - Türk KurtuluĢ SavaĢı - Kült. Bak. Yay., Ank. 1983
BENBENASTE, Nemi - Türk Musevi Basınının Tarihçesi - Ġst. 1988
BENNĠNGSEN, A. - Quelqeugay, Chantel - Sultan Galiyef ve Sovyet Müslümanları,
Çev. Nezih Uzel, - Hür. Yay., Ġst. 1981
BENNĠNGSEN, A. - Lemercier C. - Stepte Ezan sesleri - Çev. Nezih Uzel - Ġrfan
Yay., Ġst. 1994
BERKES, Niyazi - Türk DüĢününde Batı Sorunu - Bilgi Yay., Ank. 1975
BERKOK, General Ġsmail - KurtuluĢ Yolu - Ġstanbul 1965
BERNHARD, L. - Mr. le Docteur - Russes, Berlin 1878
BERZEG, Sefer E. - Türkiye KurtuluĢ SavaĢında Çerkez Göçmenleri - NortYay., Ġst.
1990
BĠLOV, Prof. Dr. A. Suat - Güç KomĢuluk - Türkiye ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1992
BĠRĠNCĠ, Ali - Hürriyet ve Ġtilaf Fırkası - Dergah Yay., Ġst. 1990
BĠRĠNCĠ DOĞU HALKLARI KURULTAYI, Baku 1920 (Belgeler), Koral Yay., Ġst.
1990
BĠSMARCK, Otto von - DüĢünceler ve Hatı-ralar, M.E.B. Yay. Ġst. 1965
BLAĠSDEL, Donald C. - Osmanlı imparatorluğunda Avrupa Mali Denetimi Düyun-u
Umumiye - Doğu-Batı Yay. Ġst. 1979
BLEDA, Mithat ġükrü - imparatorluğun ÇöküĢü - Remzi Kitabevi, Ġst. 1979
BOSCH, Juan - Penta-gonizm - Ant. Yay. Ġst. 1969
BOUCHER, Jules - Naudorn, Paul - Masonluk Bu Meçhul - Okay Yay. Ġst. 1966
BOURGĠN, G. - Adamov. A. - Paris Komünü - Ağaoğlu Yay. Ġst. 1968
BOZARSLAN, Mehmet Emin - islami-yet Açısından ġeyhlik, Ağalık- Toplum Yay.
Ank. 1964
BOZKURT, Esat Mahmut - Aksak Demir'in Devlet Politikası - Ġst. 1945
BÖLÜGĠRAY, Nevzat-Sokaktaki Asker-Milliyet Yay. Ġst. 1989
BRĠON, Marcal - Attila, Ġst. 1931
BREZĠNSKĠ, Zhigniew - Büyük ÇöküĢ - Türkiye ĠĢ Bank. Kült. Yay. Ank. 1990
BUCHANAN, Thomas G. - Kennedy'yi Kim Öldürdü? - Doğu - Batı Yay. Ġst. 1964
CARR, T.H. - Tarih Nedir? - Ġst. 1987
CASSĠER, Ernest - Devlet Efsanesi - Remzi Kitabevi, Ġst. 1984
CEBESOY, Ali Fuat - Sınıf ArkadaĢım Atatürk- Ġnkılap Aka, Ġst. 1967
CEZAR, Yavuz - Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve DeğiĢim Dönemi -Alan Yay. Ġst.
1986
CLOTH, Andre - MuhteĢem Süleyman - Milliyet Yay. Ġst. 1987
COHEN, (Reuss) - Pro Palaestina Schriften - Berlin 1915
COHEN, Leon - Rouje Raymond - Polianis, Emile - "Dünya Tarihi", Kanaat Kitabevi,
Ġst. 1939
COQUIN, F.X. -1917 Rus Devrimi - Ġzlem Yay.
ÇAĞATAY, Prof. Dr. NeĢet: Türkiye'de Gerici Eylemler - A.Ü. Yay. 1972

383
ÇAĞLAYANGIL, Ġhsan Sabri -Anılarım - GüneĢ Yay., Ġst. 1990
ÇAMLIBEL, Hasan Cemil - Makaleler Hatıralar - Ġst. 1984
ÇAPANOĞLU, Münir Süleyman - Türkiye'de Sosyalizm Hareketleri ve Sosyalist
Hilmi - Pınar Yay. Ġst. 1964
ÇAVDAR, Kazım-Rauf Orbay
ÇAVDAR, Tev-fik - Talat PaĢa - Dost Yay. Ank. 1984 Özgürlük Kavgasında YaĢayan
GeçmiĢ, 1860 -1918, Ayça Yay. Ġst. 1982
- Türkiye'de Liberalizm (1860 -1990) - Ġmge Yay. Ġst. 1992
ÇÖLAġAN, Emin - 24 Ocak - Milliyet Yay. Ġst. 1983
DANĠġMEND, Ġsmail Hami -Ali Suavi'nin Türkçülüğü - CHP NeĢ. 1942
- 31 Mart Vakası, Ġstanbul Kitabevi 1941
DAUPHĠN - MEUNĠER - BankacılıkTarihi - Akman Yay. Ġst. 1969
DEACON, Richard - israil Gizli Servisi -Anahtar Kitaplar Ġst. 1993
DEĞER, M. Emin - CIA Kontrgerilla ve Türkiye -Ank. 1977
DELĠLBAġI, Melek - Selanik'in Son Zabtı - TTK., Ank. 1989
DELĠORMAN, M. Necmettin - Balkan Türklerinin Tarihi - Balkan NeĢ.
DERNSCHWAM, Hans - Ġstanbul ve Anadoluya Seyahat Günlüğü - Kült. Bak. Y.
Ank. 1987
DEMĠRBAġ, Bülent - Musul Kerkük Olayı - Arba Yay. Ġst. 1991
DEUTSCHEN ORĠENT Gesellschaft Mitteilungen - Berlin, 1915
DOĞAN, Yd. Doç. Dr. Ġsmail - Tanzimatın Ġki Ucu, Münif PaĢa ve Ali Suavi - Ġz Yay.
Ġst. 1991
DOĞAN, Yalçın - Dar Sokakta Siyaset (1980 -1983) - Tekin Yay. Ġst. 1985
DOĞRUL, Ömer Rıza- Cennet Fedaileri, Ġslam Tarihinde Gizli ve
Yıkıcı TeĢekküller- Ġst. 1945
DOWNEY, Fairfax - Kanuni Sultan Süleyman, M.E.B., Ank. 1950
DURSUNOĞLU, Cevat - Milli Mücadelede Erzurum - Ank. 1946
DURU, Kazım Nami - "Ġttihat ve Terakki" Hatıralarım- Ġst. 1958
EGE, Nezahat Nurettin - Prens Sabahattin - GüneĢ NeĢ., Ġst. 1977
ELBOGEN, Prof. Dr. J. - Geschichte der Juden - Bertin 1919
ELEVLĠ, Avni - Hürriyet Ġçin - Ank. 1960
ELĠOT, Henri - Bir Hakikatin Tezahürü - Ġst. 1946
EMĠL, Doç. Dr. Birol - Jön Türklere Dair Vesikalar - Ġ.Ü. Ed. Fak. Yay. Ġst. 1982
EMRE, Ahmet Cevat - iki Neslin Tarihi - Hilmi Kitabevi
ENDRES, Dr. Robert - Geschichte Europas - Wien 1928
ENGELHARDT, Ed. - Tanzimat - Milliyet Yay., Ġst. 1976
ENGELS -Almanya'da Devrim - KarĢı Devrim - Birlik Yay. Ġst. 1975
ENGĠN, Sabahatin - Malazgirt - Güven Mat., Ank. 1971
ENVER PaĢa'hınAnıları- iletiĢim Yay., Ġst. 1991
ERÇIKAN, Topçu Yzb. A. - Türk - Ermeni Münasebetleri - Genelkurmay Bas. Ank.
1949
ERDEN, Ali Fuad -Atatürk, Ġst. 1952
EREN, Dr. Ahmet Cevat - Selim lll'ün Biyografisi - Ġst. 1964
ERHAT, Azra - Mito-loji Sözlüğü - Remzi Kitabevi, Ġst. 1978
ERMAN, Azmi Nihat - Ġzmir Suikastı ve istiklal Mahkemeleri - Temel Yay. Ġst. 1971

384
EROL, Dr. Mine - Türkiye'de Amerikan Mandası Meselesi - (1919 -1920) - Ġleri Bas.
Giresun 1972
ERZBERGER, M - Erlebnisse im Weltkrieg - Stuttgart - Berlin, 1920
ESATLI, Mustafa Ragıp - Ġttihat ve Terakki - Hürriyet Yay. Ġst. 1975
ESEN, Prof. Bülent Nuri - Kölelik ve Hürriyet- Nebioğlu Yay.
ESMER, A. ġükrü - Siyasi Tarih - Maarif Mat. Ġst. 1944
EYĠCE, Prof. Dr. Semavi - IV Romanos Diogenes - TTK., Ank. 1971
FĠZGERALD, P.C. - Çin Ġhtilali - KitapçılıkYay,. Ġst. 1966
FINDIKOĞLU, Dr. - Türkiye'de Ġktisat Tedrisatı Tarihi ve Ġktisat Fakültesi TeĢkilatı,
Ġ.Ü. Ġktisat Fak. Yay. 1946
FONTAĠNE, Pierre- Petrolün Sırları
FREED, Donald - Lane, Mark - Kennedy Vurulacak - Karacan Yay. Ġst. 1982
FREUND, Julien - BeĢeri Bilim Teorileri - TTK., Ank. 1991
GALULA, David - Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri - Genelkurmay Bas. Ank.
1965
GALANTĠ, Prof. Avram - Türk Har-sı.ve Türk Yahudisi - Fak. Mat., Ġst. 1953
- Türkler ve Yahudiler Eserine Ek. - Fak. Mat., Ġst. 1954
- Türkler ve Yahudiler - Tan. Mat. 1947
GALLAND, Antoine - Ġstanbul'a ait Günlük Hatıralar (1672 -1673). TTK., Ank. 1949
GAYRINĠZAMĠ HARB - Harp Akademileri - Konut Yay., Ġst. 1968
GENÇ, Süleyman - Bıçağın Sırtındaki Türkiye - Der Yay., Ġst. 1978
GEORG OĞULUKYAN Ruznamesi - III Selim, IV. Mustafa, II. Mahmut ve Alemdar
Mustafa PaĢa - Ġ.Ü. Ed. Fak., Ġst. 1972
GEVGĠLĠLĠ, Ali - Türkiye'de Kapitalizmin GeliĢmesi ve Sosyal Sınıflar - Ġst. 1973
GĠRĠTLĠ, Prof. Dr. ismet - Kara Altın Kavgası - Toker Yay.
GOLOĞLU, Mahmut - Türkiye Cumhuriyeti 1923 - Ank. 1971
GÖKBERK, Prof. Macit - Felsefe Tarihi - Remzi Kitabevi, Ġst. 1980
GÖKOĞLU, A. Baha - Bir, Ġki Yazın - Milli Mec. Bas. Ġst. 1944
GÖVSA, Ġbrahim Alaattin - Sabatay Sevi - Semih Lütfi Kitabevi, Ġst.
GÖZAYDIN, Ethem Fevzi - Kırım- Vakit Mat., Ġst. 1948
GÖZTEPE, Tarık Mümtaz - Vahdeddin Gurbet Cehenneminde - Sebil Yay., Ġst. 1991
GRENARD, Fernand- Babür- M.E.B., Ġst. 1971
GUĠSEPPE MAZZĠNĠ, Milano 1872
GUTTMANN, Prof. Dr. Michael - Das Judentum und seine Um-welt - Berlin, 1927
GÜLEY, Ferda - Kendini YaĢamak - Cem Yay., Ġst. 1990
GÜNALTAY, Ord. Prof. ġemsettin - Hürriyet Mücadeleleri - Ġst. 1958 Yakın ġark -
TTK., Ank. 1937
GÜNDAY, A. Faik HurĢit - Hayat ve Hatıralarım - Ġst. 1960
GÜNDÜZ, Asım - Hatıralarım, Kervan Yay., Ġst. 1973
GÜRALP, ġerif- Beni israil Filistin'e Nasıl Döndü? - Ġst. 1957
GÜREL Dr ġükrü - Ortadoğu Petrolünün Uluslararası Politikadaki Yeri - A.Ü.SBF
Yay. Ank. 1979
GÜRESĠN, Ecvet - 31 Mart isyanı - Habora Kitabevi Yay. Ġst. 1969

385
GÜRKAN, Celil -12 Mart'a BeĢ Kala - Tekin Yay. Ġst. 1986
GÜVENTÜRK, Faruk - Gerçek Kemalizm - Okat Yay.
HALĠL MENTEġENĠN Anıları - Hürriyet Vakfı Yay.
HAMILTON, Edith - Mitologya - Varlık Yay., Ġst. 1974
HANÇERLĠOĞLU, Orhan - Ġnanç Sözlüğü - Remzi Kitabevi. Ġst. 1975
HANĠOĞLU, M. ġükrü - Osmanlı Ġttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889 -
1902) - ĠletiĢim Yay., Ġst. 1985
- Doktor Abdullah Cevdet ye Dönemi - Üçdal NeĢ. Ġst. 1968
HASAN AMCA - Nizamiye Kapısı - Ġst. 1958
HATĠPOĞLU, M. Murat - Türk - Yunan ĠliĢkilerinin 101 Yılı (1821 -1922)
Türk Kült. AraĢtırma Enst., Ank. 1988
HAUPT, Georg - Dumont, Paul - Osmanlı imparatorluğunda Sosyalist Hareketler -
Gözlem Yay. Ġst. 1977
HAVEMANN, Robert-Yarın-Ayrıntı Yay., Ġst. 1990
HAYDAR Ali - Kerman Gecesi Hatırası (Birlik) tek. Mahl. Ali Ġst. 1949
HAYDAR Rıfat - Hint Dinleri
- Karagömlekliler Ġhtilali - Tefeyyüz Kitabevi - Ġst. 1937
HEYKEL, Muhammed - Hazreti Muharnmed Mustafa, Hürriyet Yay. Ġst. 1972
HEYKEL, M. Hasaneyn -1973 Arap - Ġsrail SavaĢı ve Ortadoğu - ĠU.D., Yay., Ġst.
1977
HERODOTOS, Herodot Tarihi - Remzi Kitabevi. Ġst. 1973
HIZAL, Ahmet Hazer - Kuzey Kafkasya - Orkan Yay., Ank. 1961
HĠLL, Christopher -1640 Ġngiliz Devrimi - Kaynak Yay. Ġst. 1983
HOBSBAWN, E.J. - Sanayi ve imparatorluk- Dost Yay.
HÖLSCHER, Leo - Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla- Dost Yay., Ġst. 1982
HÜSEYĠN, Namık- Peçenekler - Remzi Kitaphanesi, Ġst. 1933
IġIN, Mithat - Tarihte Girit ve Türkler - TC Askeri Deniz Mat. 1945
IġINDAĞ, Dr. Selami - Masonluktan Esinlenmeler, Mason Der. Yay., Ġst. 1977
- Evrim Yolu - Mason Der. Yay., Ġst. 1979
ĠBRAHĠM TEMO'nun Ġttihat ve Terakki Anıları-Arba. Ġst. 1987
ĠĞDEMĠR, Uluğ - Kuleli Vakası - TTK. Ank. 1937
ĠHTĠLALLER VE DARBELER TARĠHĠ - Yirminci Yüzyıl Yay., Ġst. 1966
ĠKĠNCĠ VĠYANA KUġATMASI - Genelkurmay Bas., Ank. 1983
ĠLMEN, Süreyya - Zavallı Serbest Fırka - Muallim Fuat Gücüyener Yay., Ġst. 1951
ĠLTER, Erdal - Zeytun isyanları - Türk Kült. AraĢtırma Enst. Yay., Ank. 1988
ĠNAN, Abdülkadir - ġamanizm - TTK Ank. 1986
ĠNAN, Rauf - Bir Ömrün Öyküsü - Öğretmen Yay. Ank. 1986
ĠNÖNÜ'NÜN HATIRALARI - Burçak Yay., Ġst. 1969
ĠPEKÇĠ, Abdi - Ġnönü Atatürk'ü Anlatıyor - Cem Yay. Ġst. 1981
ĠPEKÇĠ, Abdi - CoĢar, Ömer Sami - Ġhtilalin Ġçyüzü - Uygun Yay., Ġst. 1965
ĠRECEK, Dr. Konstantin Yosif - Belgrad - Ġstanbul - Roma Askeri Yolu -Kült. Bak.
Yay. Ank. 1990

386
ĠSKĠT, Server - Türkiye'de Matbuat Ġdareleri ve Politikaları - BaĢbakanlık Bas. Yay.,
Ank. 1943
ĠSMET ĠNÖNÜ'NÜN TBMM'deki KonuĢmaları -1920 -1973 Ank. 1992
JAESCHKE, Gotthard - KurtuluĢ SavaĢı ile Ġlgili Ġngiliz Belgeleri - TTK., Ank. 1971
JEOPOLĠTĠK Ġlmi Antoloji Denemesi - Gençlik Kitabevi Ġst. 1946
KABACALI, Alpay - Türkiye'de Basın Sansürü - Gazeteciler Cem. Yay., Ġst. 1990 .
- Türkiye'de Gençlik Hareketleri - Altın Kitaplar, Ġst. 1992
KALAÇ, Ahmet Hilmi - Kendi Kitabım
KANDEMĠR, Feridun - Medine Müdafaası - Nehir Yay. Ġst. 1991
KANSU, MazharMüfit- Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk ile Beraber, TTK, Ank.
1988
KARABEKĠR, Kazım - Enver PaĢa ve Ġttihat Terakki - MenteĢ Kitabevi, Ġst. 1967
KARABEKĠR, Kazım - Ġttihat ve Terakki Cemiyeti (1896 -1909) - Ġst. 1982
KARACAN, Ali Naci - "Ya Hürriyet, Ya Ölüm" - Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi,
Ġst. 1934
KARADAĞ, Raif - Petrol Fırtınası-Adak Yay. Ġst. 1979
- MuhteĢem Ġmparatorluğu Yikanlar - Ġst. 1978
- ġark meselesi - Nida Yay. Ġst. 1971
KARAMAN, Sami Sabit - Ġstiklal Mücadelesi ve Enver PaĢa - Ġzmit 1949
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri - Zoraki Diplomat - Bilgi Yay., Ġst. 1967
REFĠK, Halit Karay - Bir Ömür Boyunca, ĠletiĢim Yay. Ġst. 1990
- Minelbab ilelmihrab - Ġnkılap Aka, Ġst. 1964
KAYIHAN, S. -Afyon ve Diğer UyuĢturucu Maddeler -Ahmet Sait Mat. Ġst. 1946
KERĠM, Sadi - Osmanlı Ġmparatorluğunun Dağılma Devri - Doğan Kitabevi, Ġst. 1962
KIBRIS'IN Tarihi GeliĢimi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti - Kıbrıs Türk Kült. Dr.,
Ank.1983
KILIÇ, Ali Rıza- Ġskitler -Ġst. 1935
KINAL, Dr. Füruzan - Eski Anadolu Tarihi - TTK., Ank. 1987
KIRIMER, Cafer Seydahmet - Rus Tarihinin Ġnkılabı, BolĢevizme ve Cihan Ġnkılabına
Sürüklenmesi - Rahun Mat., Ġst. 1948
KIRġEHĠRLĠOĞLU, E. - Türkiyede Misyoner Faaliyetleri - Bedir Yay. Ġst. 1963
KISAKÜREK, Necip Fazıl - II. Abdülhamid Han - Büyük Doğu Yay. Ġst. 1981
KĠNROSS, Lord - Atatürk - Sander Yay., Ġst. 1980
KLAVĠYO - Kadis'ten Semerkant'a Seyahat - Karat Kitabevi
KOCABAġOĞLU, Dr. Uygur - Anadoludaki Amerika-Arba Yay., Ġst. 1989
KOCATÜRK, Vasfi Mahir - Osmanlı PadiĢahları- BuluĢ Kitabevi.Ank. 1954
KOÇAġ, Sadi - Atatürk'ten 12 Mart'a - Ġst. 1977
KOÇU, ReĢat Ekrem - Yeniçeriler- Koçu Yay., Ġst. 1964
- Kabakçı Mustafa - Koçu yay. Ġst. 1968
- Patrona Halil-Ġst. 1967
KODAMAN Prof. Dr. Bayram - Sultan II. Abdülhamid Devri, Doğu Anadolu Politika-
sı - Ank. 1987
KOSTLER, Arthur - Onüçüncü Kabile - Ada Yay. Ġst. 1977
KOLOĞLU, Orhan - Abdülhamit ve Masonlar - Gür Yay. Ġst. 1991

387
- Bedevi Lawrens, Arap, Türk - Arba Yay., Ġst. 1993
KOMĠNTERN, Belgelerinde Türkiye KurtuluĢ SavaĢı - Kaynak Yay., Ġst. 1985
KORAY, Tanju - Çırak, Kalfa, Usta - Ġst. 1973
KÖKSAL, Dr. Hasan - Battalnamelerde Tip ve Motif Yapısı - Kült. Bak. Yay. Ank.
1984
KÖPRÜLÜ, Prof. Dr. Fuat - Osmanlı Devletinin KuruluĢu - TTK., 1984
- Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri - Ötü-ken, 1986
KRĠEGSBERĠCHTE Aus dem grossen Hauptquartier - Sttgt. - Berlin, 1916
KRUGER, Prof. K. - Kemalist Türkiye ve Ortadoğu - Altın Kitaplar, Ġst. 1981
KSENEPHON - ġölen ve Sokrates'in Savunması - Remzi Kitabevi, Ġst. 1962
KUBALSKĠ - Voyages entre le Baltique et la Mar Noire, Tours 1861
KUNERALP, Zeki - Sadece Diplomat - Ġst. 1981
KUNT, Ġ. Metin - Sancaktan Eyalete - Boğaziçi Yay., Ġst. 1976
KURAN, Ahmed Bedevi - Osmanlı Ġmparatorluğunda Ġnkılap Hareketleri ve Milli
Mücadele-Ġst. 1956
- Harbiye Mektebinde Hürriyet Mücadelesi, Ġst.
KURAN, Ercüment - Cezayir'in Fransızlar Tarafından ĠĢgali KarĢısında Osmanlı Siya-
seti (1827 -1847) - Ġ. Ü. Yay. 1957
KURAT, Akdes Nimet - Türk - Ġngiliz Münasebetlerinin BaĢlangıcı ve GeliĢmesi -
(1553-1610)-TTK., Ank. 1963
- Rusya Tarihi - TTK., Ank. 1987
KUTAY, Cemal - Prens Sabahattin Bey, Sultan II. Abdülhamit, Ġttihat ve Terakki - Ġst.
1964
- Türkiye Ġstiklal ve Hürriyet Mücadelesi Tarihi
KUTLUAY, Doç. Dr. YaĢar - Siyonizm ve Türkiye - Selçuk Yay. Konya 1967
KÜÇÜK, Dr. Abdurrahman - Dönmeler ve Dönmelik Tarihi - Ötüken Yay. Ġst.
KÜRKÇÜOĞLU, Doç. Dr. Ömer - Osmanlı Devletine KarĢı Arap Bağımsızlık Hare-
keti (1908 -1918) - A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Yay., Ank. 1982
KÜTÜKOĞLU, Mübahat S. - Osmanlı Ġngiliz Ġktisadi Münasebetleri - Türk Kült.
AraĢtırma Enst. Ank. 1984
LEONĠD, Friedrich - Ankara 1922 - Kaynak Yay.
LEROUX, Gabriel, Contanau, Georges - Eski Akdeniz ve Yakın Doğu Uygarlıkları -
Varlık Yay. Ġst. 1966
LEVĠNSON, Charles - Votka - Cola, Hürriyet Yay. Ġst. 1979
LEWiNSON, Richard - Zakaroff - ĠletiĢim Yay. Ġst. 1991
LĠGNES de Tschataldja au Canal de l’Yser -Paris 1915
LĠNDENBERG, Paul - Das Heutige Bulgarien - Verlag von Adolf Bonz - Stuttart,
1915
LOCALAR Umumi Nizamnamesi - Türkiye Hür ve Kabul EdilmiĢ Masonları Büyük
Locası. Ank. 1959
LORD STRATFORD'un Türkiye Hatıraları - ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1959
LUDWIG, Emil - Yavuz ve Midilli - Burçak Yay. Ġst. 1968
LÜTFĠ FĠKRĠ Bey'in Günlüğü -Arma Yay., Ġst. 1991
MACDONELL, Sir John - Tarihi Davalar - Ġst. Barosu NeĢ. 1941
MACHĠAVELLĠ - Hükümdar - Sosyal Yay. Ġst. 1984

388
MADANOĞLU Dosyası - Töre Devlet Yay. Ank. 1973
MAHMUD MUHTAR - Balkan Harbi, Tercüman 1001 Eser, Ġst. 1979
MALAPARTE - Darbe-i Hükümet San'atı - Gündem Ank. 1963
MALAZGĠRT Zaferi ve Alp Arslan - M.F. V. Ank. 1959
MALAZGĠRT SavaĢı, Ġslam Kaynaklarına göre - TTK., Ank. 1971
MANSEL, Ord. Prof. Dr. Arif Müfid - Ege ve Yunan Tarihi - TTK., Ank. 1971
MARDĠN, ġerif - Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, 1895 -1908 - ĠĢ Bank. Kült. Yay.,
Ank. 1964
MARTĠN, Gaston -1848 Devrimi, Anadolu Yay. Ank. 1967
MAUROĠS, Andre - Voltaire - Hilmi Kitabevi, Ġst. 1939
- Disraeli'nin Hayatı - Ġst. 1935
MARX, Karl - Fransa'da Sınıf Mücadeleleri (1848 -1850) - Sol Yay., Ank. 1967 -
- Yahudi Meselesi - Sol Yay., Ank. 1968
MARX-ENGELS - Doğu Sorunu (Türkiye) - Sol Yay., Ank.
MAYAKON, Ġsmail MüĢtak - Yıldızda Neler Gördüm? - Semih Lütfi Kitabevi, Ġst.
1940
MEHMED MEMDUH - Tanzimattan MeĢrutiyete - Nehir Yay. Ġst. 1990
MEHMET SELAHADDĠN Bey - Ġttihat ve Terakki'nin KuruluĢu ve Osmanlı Devle-
ti'nin YıkılıĢı Hakkında Bildiklerim - ĠnkılabYay., Ġst. 199
MEHMET FUAT - ġinasi - De Yay., Ġst. 1977
MELNĠKOV, Ġgor - Pentagon ve Amerikan Üsleri - Bilim Yay., Ġst. 1975
MERAM, Ali Kemal - Türk-çülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi - Kültür Kitabe-
vi, Ġst. 1960
MEVLANZADE Rıfat- Türkiye Ġnkılabının Ġçyüzü - Yedi Ġklim Ġst. 1993
MILLS, Wright - Dinle Yankee - Ant Yay. Ġst. 1969
MĠM KEMAL ÖKE'nin Aziz Hatırasına- Türk Mason Der. Ġst. 1981, Sayı. 38
MĠMAR SĠNAN Dergileri, Türkiye Hür ve Kabul EdilmiĢ Masonlar Büyük Locasının
Yayın Organı.
MISIRLIOĞLU, Kadir -Ali ġükrü Bey - Sahil Yay., Ġst. 1978
MIT-CIA ĠliĢkisi - 3. Adam Anlatıyor - Kaynak Yay., Ġst.
MOLTKE, Helmuth von - Mektuplar - Türkiye ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1960
MONTAGNE, Robert - Çöl Medeniyetleri M.E.B. Yay., Ġst. 1950
MOSLEY, Leopard - Petrol SavaĢı - E Yay., Ġst. 1975
MUGHUL, Dr. Muhammed Yakub - Kanuni Devri - Fatih Yay. Ġst. 1974
MUMCU, Uğur - Gazi PaĢa'ya Suikast - Tekin Yay., Ġst. 1992
MUTAFÇĠYEVA, Vera - Cem Sultan Olayı - May Yay., Ġst. 1971
NEġRĠ MEHMED, NeĢri Tarihi - Kült. Bak. Yay., Ank. 1983
NOVĠÇEV, A. D. - Osmanlı imparatorluğunun Yarı SömürgeleĢmesi - Onur Yay.,
Ank. 1979
NUTKU, Emrullah - DenizdenSesler Geliyordu - Ġst. 1973
OCAK, Ahmet YaĢar - Babailer Ġsyanı - Dergah Yay. Ġst. 1980
ODELL, Peter- Petrol Kavgası- ÇığırYay., Ġst. 1979
OĞUZ, Burhan -Alman Gerçeği ve Türkler, Ġsis Yay. Ġst. 1983
- Türk ve Yakudi Kültürlerine Bir Mukayeseli BakıĢ - Ġst. 1992 (2. Cilt)

389
OKDAY, Ġsmail Hakkı - Yanya'dan Ankara'ya - Sebil Yay. Ġst. 1975
OKUR, Hafız YaĢar - Atalürkle OnbeĢ Yıl - Sabah Yay. Ġst.
OKYAR, Osman - ĠnalcıkHalil- Türkiye'nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071 -1920)
Hacettepe Üniversitesi, Ank. 1980
OLGAÇ, Necmettin - Türk Deniz Tarihi Özeti - TC MSB Deniz Kuvvetleri Komutan-
lığı, Ġst. 1952
ONGUN, Cemil Sena- Buda ve Konfüçyüs - Ġst. Tefeyyüz Kitabevi, 1941
ORHAN ERKANLI’nın Anıları, Askeri Demokrasi - GüneĢ Yay. Ġst. 1987
ORHONLU, Cengiz - Osmanlı Ġmparatorluğunda AĢiretlerin Ġskanı - Eren Yay. Ġst.
1987
ORTAYLI, Ġlber - Ġmparatorluğun En Uzun Yüzyılı - Hil Yay., Ġst. 1987
OSMAN, Nuri - Milattan Önce Akdeniz, Deniz Mec, 1 Nisan 1934
OSMANLI Ġmparatorluğunda Ayrılıkçı Arap Örgütleri-Arba Yay., Ġst. 1993
OSMANLI - YUNAN Harbi 1897, Gnkur, BĢk. Ank. 1965
OSMANOĞLU, AyĢe - Babam Sultan Abdülhamid, Selçuk Yay. Ġst. 1986
OSMANOĞLU, ġadiye - HayatımınAcı ve Tatlı Günleri, Bedir Yay., Ġst. 1966
OZANKAYA, Özer - Türkiye'de Laiklik - Cem Yay. Ġst. 1990
ÖGEL, Bahaeddin - Türk Kültürünün GeliĢme Çağları - M.E.B. Ġst. 1971
- Türk Mitolojisi -1000 Temel Eser, Ġst. 1971
ÖKÇÜN, Gündüz - Osmanlı Sanayii - Hil Yay., Ġst. 1984
ÖKE, M. Kemal - II. Abdülhamit, Siyonistler ve Filistin Meselesi - Kervan Yay., Ġst.
1981
- Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880 -1914) Üçdal Yay. Ġst. 1982
ÖKTEM, Haydar RüĢtü - Mütareke ve iĢgal Anıları - TTK., Ank. 1991
ÖLÇEN, Ali Nejat - Osmanlı Meclisi Mebusanında Kuvvetler Ayırımı ve Siyasal ĠĢ-
kenceler-Ayça Yay., Ank. 1982
ÖNDER, Mehmet - DelibaĢ Hadisesi - Yeni Kitap Bas. Konya 1953
ÖNER, Dr. Necati - Tanzimattan Sonra Türkiye'de Ġlim ve Mantık Algısı - Ġlahiyat
Fak. Yay, Ank. 1967
ÖNSOY, Prof. Dr. Rifat - Osmanlı Sanayii - Türkiye ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1988
ÖRS, Hayrullah - Konfiçyüs - Remzi Kitabevi Ġst. 1964
ÖZGÜLDÜR, Dr. Yavuz - Türk - Alman ĠliĢkileri - Gnkur. BĢk. Ank. 1993
ÖZGÜRLÜK - Marmara Mah. Yay. No. 2, Ġst. 1992
ÖZEK, Prof. Dr. Çetin - Devlet ve Din - Ada Yay.
- Türkiye'de Gerici Akımlar ve Nurculuğun Ġçyüzü - Varlık Yay.
ÖZEK, Prof. Dr. Yusuf Ziya - MısırTarihi - TTK., Ank. 1987
ÖZKAYA, Doç. Dr. Yücel - Osmanlı Ġmparatorluğunda Dağlı Ġsyanları (1791 -1808) -
Dil Tarih Coğrafya Fak. Yay, Ank. 1983
ÖZKOK, Kur. Bnb. Burhan - Osmanlılar Devrinde Dersim Ġsyanları
PAKER, Esat Cemal – KırkYıllık Hariciye Hatıraları - Hilmi Kitabevi, Ġst. 1952
PERSES, Geza - Mohaç Meydan Muharebeleri - TTK., Ank. 1992
PETROSYAN, Yuriy Asatoviç - Jöntürkler - Bilgi Yay., Ank. 1974
PEYAMĠ, Safa - Türk ĠnkılabınaBakıĢlar - Kanaat Kitabevi
PĠCKTHALL, William M. - Harpte Türklerle Birlikte - Kült. Bak. Yay. Ank. 1990

390
PĠLAVOĞLU, Mehmed Kemal - Kur'an-ı Kerim'e Göre Cihad - Ank. 1965
PĠRZADE, Ġ.H. - Türkiye ve Yahudiler - Ġst. 1968
POLAT, Haydaroğlu Yard. Doç. Dr. Ġlknur - Osmanlı Ġmparatorluğunda Yabancı
Okullar - Kült. Bak. Yay., Ank. 1990
POLATKAN, Kur. Önyzb. S. - Sicilya Harekatına Genel Bir BakıĢ - Ġst. Ask. Mat.
1944
POMĠANKOWĠSKĠ, Joseph - Osmanlı Ġmparatorluğunun ÇöküĢü - KayıhanYay., Ġst.
1990
POMMERY, Louis - Yeni Zamanların Ġktisat Tarihi, SBF. Ank. 1956
PLUTARK-Sezar- Ġst. 1936
RASONYĠ, L. - Türklük - Ġdeal Mat. Ank. 1942
RATHMANN, Prof. Dr. Lothar - Berlin - Bağdat - Belge Yay. Ġst. 1982 "
REGĠUS" - En Eski Masonik Belge - Ġst. 1980
RENOUVĠN, Prof. Pierre - Birinci Dünya SavaĢı Tarihi - Altın Kitaplar - Ġst. 1969
RIġVANOĞLU, Dr. Mahmut - Doğu AĢiretleri ve Emperyalizm - Türk Kült. Yay. Ġst.
1978
ROKACH, Livia - Ġsrail'in Kutsal Terörü - Belge Yay., Ġst. 1984
ROUSSELET, Marcel - Adalet Tarihi - Remzi Kitabevi, Ġst. 1963
ROSEN, Georg - Juden und Phönizier - Verlag von J.C.B. Mohr - Tubingen, 1929
RUBEN, Walter - Eski Hint Tarihi - A.Ü. Dil Tarih Coğrafya Fak. Ank. 1944
RUHLES, Gerhard - Kreuz und Quer durch die Sahara - Leipzig, 1928
RUNCĠMAN, Steven - Haçlı Seferleri Tarihi - TTK., Ank. 1989 (3 Cilt)
RUSSELL, Bertrand - Ġktidar, Altın Kitaplar - Ġst. 1976 -YaĢantım-Erk, Yay., Ġst. 1974
RUSSELL, Dora ve Bertrand - Endüstri Toplumunun Geleceği - Bilgi Yay. Ank. 1979
RUZNAME - III. Selim'in Serkatibi Ahmet Efendi Tarafından Tutulan - TTK., Ank.
1993
SABĠS, Ali Ġhsan - Ġstiklal Harbi ve Gizli Cihetleri (5 Cilt) - Nehir Yay., Ġst. 1993
SACHS, Heinrich - Maine Fluent als Persichen Bettler - Berlin.. 1918
SALĠS Renzo Sertoli - MuhteĢem Süleyman -A.Ü. 1963
SAMANCIGĠL, Kemal - BektaĢilik Tarihi - Ġst. 1945
SAMPSON, Anthony - Para Tacirleri - Ekin Yay., Ġst. 1983
SARICA, Prof. Dr. Murat- Siyasi DüĢünce Tarihi - Gerçek Yay., Ġst. 1983
SARTRE, Jean - Paul - Yahudilik Sorunu -Ataç Kitabevi, Ġst. 1965
SAVELLĠ, A. - Ġtalya Tarihi (2 Cilt) - Kanaat Kitabevi, Ġst.
SCHREĠRER, Georg - Türklerden Kalan - Milliyet Yay., Ġst. 1982
SEDDÜLBAHRĠN ilk ġanlı Müdafaası - Konya 1935
SEL, K.S. - Türk Masonluk Tarihine Ait Üç Etüd - Ġst. 1973
SELÇUK, Ġlhan - Ziverbey KöĢkü - ÇağdaĢ Yay., Ġst. 1988
SELÇUKĠ Devletleri Tarihi -Ank. 1943
SELEK, Sabahattin -Anadolu Ġhtilali - Ġst. 1963
SENA, Cemil - Hz. Muhammed'in Felsefesi - Remzi Kitabevi, Ġst -
- Tarih AnlayıĢı - Remzi Kitabevi - Ġst. 1978
SENCER, Muzaffer - Dinin Türk Toplumuna Etkileri - Ant. Yay., Ġst. 1971

391
SENCER, Muammer-Türkiye'nin Mali Tutsaklığı- Parvus Efendi, May, Ġst. 1977
SEVĠLLA,'Sharon Mosche - Türkiye Yahudileri - ĠletiĢim Yay., Ġst. 1992
SEVĠM, Prof. Dr. Ali - KutalmıĢoğlu SüleymanĢah - TTK., Ank. 1990
SEYDAHMET, Kırımlı Cafer - Gaspıralı Ġsmail Bey- Ġst. 1934
SEYFĠ, Ali Rıza- Bir Milletin Bir Ġmparatorlukla SavaĢı - Kanaat Kitabevi, Ġst. 1938
SĠMONE, Andre - Hitler ve ArkadaĢları - Nebioğlu Yay. Ġst.
SĠYASĠ Hakların Geri Verilmesi Ġçin Anayasada Yapılan DeğiĢikliğe Neden KarĢıyız
- Tabii Senatörler - Bilim Mat. Ank.
SĠYONĠZM ve Irkçılık-A.Ü. SBP. Ank. 1982
SONYEL, Dr. Salahi R. - Ġngiliz Gizli Belgelerine Göre Adana'da Vuku Bulan Türk -
Ermeni Olayları - TTK., Ank. 1988
SOYSAL, Ġlhami - KurtuluĢ SavaĢında ĠĢbirlikçiler - Gür Yay. Ġst.1985
- Masonlukve Masonlar - Der Yay. Ġst. 1980
-150'likler-GürYay, Ġst. 1984
SÖZER, Sabri - UyuĢturucu Maddeler ve Problemleri - Güzel Ġstanbul Mat., Ank.
1956
STERLĠNG, Claire - Terör Ağı - Yüce Yay., Ġst. 1981
STODDART, Dr. Philip H. - TeĢkilat-ı Mahsusa, Arba Yay. Ġst. 1993
SUAT, Tahsin - Gazi Mustafa Kemal - AkĢam Mat., Ġst. 1933
SÜMER, Prof. Dr. Faruk-Oğuzlar-A.Ü. 1972
ġAHĠNER, Necmeddin - Said Nursi - Ġst. 1979
ġAL, Pierre - Ha/dar Rifat - Ziya Gökalp - Ġttihadı Terakki ve MeĢrutiyet Tarihi - Ġnkı-
lap ve Aka. Ġst. 1974
ġEHĠR DÜġTÜ - Bizanslı Tarihçi Francis'den Ġstanbul'un Fethi - ĠletiĢim Ġst. Dizisi
1992
ġEHSUVAROĞLU, Dr. Bedi N. - Ġkinci MeĢrutiyet ve Atıf Bey- TTK. Ank. 1959
ġEKER, Doç. Dr. Mehmet - Fatihlerle Anadolunun TürkleĢmesi ve ĠslamlaĢması - Di-
yanet iĢleri BaĢkanlığı, Ank. 1991
ġEN, Sabahattin - Su Sorunu Türkiye ve Ortadoğu - Bağlam Yay. Ġst. 1993
ġENER, Cemal - Çerkez Ethem Olayı - Ġst. 1984
ġEREF HAN - ġerefname - Ant Yay., Ġst. 1971
ġERĠF PAġA- Bir Muhalifin Hatıraları- Nehir Yay., Ġst. 1990
ġĠMġĠR, Bilal N. - Mithat PaĢa'nın Sonu Ank. 1970
ġĠġMANOV, Dimitr - Türkiye ĠĢçi ve Sosyalist Hareketi Kısa Tarihi (1908 -1945) -
Belge Yay., Ġst. 1970
TAHMAS Kulu Han'ın Tevarihi - TTK., Ank. 1942
TAHSĠN PAġA'nın Yıldız Hatıraları ve Sultan Abdülhamit - Boğaziçi Yay., Ġst. 1990
TALAT PAġA'nın Hatıraları-Ġst. 1946
TANSEL, Dr. Selahattin - Fatih Sultan Mehmet'in Siyasi ve Askeri Faaliyetleri -
TTK., Ank. 1985
TANSEL, Dr. Selahattin - Mondros'tan Mudanya'ya Kadar (4 cilt) MEB, Yay Ġst. 1991
TANSU, Samih Nafiz - Ġttihat ve Terakki içinde Dönenler - Anlatan Galip Vardar - Ġn-
kılap Kitabevi-Ġst. 1960
TARIK Dursun K. - Petrol - Kurul Yay., Ġst. 1965 «

392
TAġNAK.HOYBUN-Ank. 1931
TEKĠNDAĞ, Dr. M.C. ġehabettin - Memlûk Sultanlığı- Ġ.Ü. Ed. Fak. Yay. 1961
TEPEDELENLĠOĞLU, Nizamettin Nazif - Ġlan-ı Hürriyet ve Sultan II'nci Abdülhamit
Han - Yeni Çığır Kitabevi, 1960
TEPEDELENLĠOĞLU, Nizamettin Nazif - Sultan Ġkinci Abdülhamit ve Osmanlı Ġm-
paratorluğunda Komitacılar- Bedir Yay., Ġst. 1964
TEPEYRAN, Ebubekir Nazım - Zalimane Bir Ġdam Hükmü - Ġst. 1946
TOKATLI, Atilla - Gizli Örgütler - Gezegen Yay.
TOKER, Metin - Türkiye Üzerinde 1945 Kabusu - Akis Yay., Ank. 1971
- ġeyh Sait Ġsyanı - Akis Yay., Ank. 1968
TOPUZLU, Op. Dr. Cemil - 80 Yıllık Hatıralarım- Ġ.Ü. CerrahpaĢa Tıp Fak. Yay. Ġst.
1982
TUFAN, General Osman --KurtuluĢ Hatıraları -1961
TUGAY, Asaf - Ġbret, (2 Cilt) - Yörük Yay. Ġst. 1962
TUKSAVUL, Muammer - Doğudan Batıya ve Sonrası - Ġst. 1981
TUNAYA, Tarık Zafer - Türkiyede Siyasal Partiler - Hürriyet Vakfı Yay., (3 Cilt) Ġst.
1984
- Devrim Hareketleri Ġçinde Atatürk ve Atatürkçülük-Arba Yay. Ġst. 1994
- Hürriyet'in Ġlanı - Baha Mat. Ġst. 1959
- Siyasi Müesseseler ve Anayasa - Ġst. 1969
TUNÇKANAT, Haydar - Ġkili AnlaĢmaların Ġçyüzü - Ekim Yay. Ank. 1969
- Amerikan Emperyalizmi ve CIA - Tekin Yay., Ġst. 1987
TURAN, Mustafa-TaĢkıĢlada31 Mart Faciası - Aykurt NeĢ., Ġst. 1964
TURFAN, Ruhi - Yazman, M.ġ. - Tarihte Türk Alman Dostluk ĠliĢkileri - Ġst. 1969
TURHAN, Talat - Kontrgerilla Cumhuriyeti - Tümzamanlar Yay. Ġst. 1993
TÜFEKÇĠ, Gürbüz D. - Atatürk'ün DüĢünce Yapısı- Tes - ĠĢ Ank. 1981
TÜTENGĠL, Dr. Cavit Orhan - Dr. Rıza Nur Üzerine - Üçler Yay., Ank. 1965
- Prens Sabahattin - Geçit Yay. - Ġst. 1954
TÜRK TARĠHĠNĠN Ana Hatları - MFV Ġst. 1931
TÜRK MASON DERGĠSĠ (Muhtelif sayılar)
TÜRKER, ġefik - Takvim ve Tarihi - Sümer Bas. Kayseri 1940
TÜRKĠYE Büyük Mason Mahfili - Türk Masonluğu içinde Bir Olay ve Tahlili - Ġst.
1966
ULUBELEN, Erol - Ġngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye - ÇağdaĢ Yay. Ġst. 1982
ULUÇAY, Çağatay - PadiĢahların Kadınları ve Kızları - TTK., Ank. 1985
ULUĞ, NaĢit Hakkı - Halifeliğin Sonu -Türkiye iĢ Bank. Kült. Yay., Ġst. 1975
ULUSLARARASI Terörizm ve UyuĢturucu Madde Kaçakçılğı-A.Ü. 1984
UNAT, Faik ReĢit - Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri - TTK., Ank. 1987
UNE Reforme Praticable an Turquie, Athenes 1853
URAL, ġafak - Pozitivist Felsefe - Remzi Kitabevi, Ġst. 1986
URAN, Hilmi - Hatıralarım-Ank. 1959
URFALI Mateos Vekayinamesi (952 ■ 1136) TTK., Yay., Ank. 1987
US, Asım - Gördüklerim, Duyduklarım, Duygularım - Ġst. 1964
UġAKLIGĠL, Halid Ziya - Kırk Yıl - Cumhuriyet Mat., Ġst. 1936 (5 Cilt)

393
- Saray ve Ötesi - Ġnkılap ve Aka, Ġst. 1965
UYGUR, Ziya - Ġnkılaplar Ġhtilaller ve Siyonizm - KardeĢler Bas. Ġst. 1958
ÜZER, Tahsin - Makedonya EĢkiyalıkTarihi ve Son Osmanlı Yönetimi - TTK., Ank.
1979
UZUNÇARġILI, Ġsmail Hakkı - Midhat ve RüĢtü PaĢaların Tevkiflerine Dair Vesika-
lar-TTK., Ank. 1987
- Midhat PaĢa ve Taif Mahkumleri - TTK., Ank. 1985
- Alemdar Mustafa PaĢa - JTK. Ġst. 1942
- Fatih Sultan Mehmed'in Ölümü TTK., Ank. 1975
-1908 Yılında Ġkinci MeĢrutiyetin Ne Suretle Ġlan Edildiğine Dair Vesikalar
ÜLMAN A. Haluk- Türk Amerikan Diplomatik Münasebetleri 1939 -1947 - A.Ü.SBF
Yay. 1961
ÜNAYDIN, RuĢen EĢref - Çanakkalede SavaĢanlar Dediler ki - TTK. Ank. 1990
VLADĠMĠR TSOV - Moğolların Ġçtimai TeĢkilatı - TTK., Ank. 1987
WĠLLKĠE, W - Tek bir Dünya, T. NeĢriyatı
XENOPHON - Anabasis - Remzi Kitabevi, Ġst. 1939
YAHUDĠ Tarihi - Siyon Önderlerinin Protokolleri -Ank. 1943
YALÇIN, Hüseyin Cahit - Hakikatler KarĢısında-Ank. 1947
YALÇIN, Hüseyin Cahit - Siyasal Anılar- Türkiye iĢ Bank, Kült. Yay. Ġst. 1976
- Talat PaĢa 7 Gün NeĢ., 1943
- Cihan Harbinin ġarka Ait Kaynakları - Kanaat Kitabevi, Ġst. 1939
YALMAN, Ahmet Emin - Gördüklerim ve Geçirdiklerim Ġst. 1970 (4 Cilt)
YALTKAYA, Prof. M. ġerafeddin, Benim Dinim -Ank. BaĢvekalet Devlet Mat. 1943
YAġAR NABĠ - Balkanlar ve Türklük - Ank. 1936
YAVUZ, Ġnsel -Atatürk, Ġmparatorluktan Milli Devlete - TTK., Ank. 1990
YAZMAN, M. ġevki - Osman Ağa'nın Hatıraları- Ġst. 1939
YĠRMĠSEKĠZ MEHMET ÇELEBĠ'nin Fransa Seyahatnamesi - Hayat Tarih Mec, Yay.
Ġst. 1970
YULARKIRAN, Cevdet - ReĢit PaĢa'nın Hatıraları- Ahmet Halit Kitabevi - Ġst. 1940
YÜCEBAġ, Hilmi - Hüseyin Cahit - Kültür Kitabevi - Ġst. 1960
YÜCEL, Hasan Ali - Geçtiğim Gün-lerden - ĠletiĢim Yay., Ġst. 1990
YÜCEL, Prof. Dr. YaĢar - Kanuni Ġle 46 Yıl - TTK., Ank. 1987
ZĠYA ġakir - Osmanlı Nizam Ordusu Tarihi - Ġst. 1957
- Büyük Türk Ġnkılabı - Ġst. 1956
- Çırağan Sarayında 28 Sene-BeĢinci Murad'ın Hayatı-Ġst. 1943
- Sultan Hamit- Ġst. 1943 Mahmut ġevket PaĢa - Bas. Muallim Fuat Gücüyener
ZORLUTUNA, H. Nusret - Bir Devrin Romanı, Kült. Bak. Yay. Ank. 1978
ZÜRCHER, Erik Jan - Milli Mücadelede Ġttihatçılık- Bağlam Yay. Ġst. 1987
ZWEIG, Stefan - Bir Politikanın Portresi (Fouche) - Say., 1984
ZWĠSCHEN Kauskasus und Sinai, 1924 -1925

394
YARARLANILAN ESKİ YAZI KAYNAKÇADAN SEÇMELER

A. OSMAN NURĠ - Abdülhamid-i Sani ve Devri Saltanatı (3 Cilt) - Kitabhane-i Ġslam


ve Askeri, Ġst. 1327
ABDÜLAZĠZ, Kolcalı - Enderun-u hümayun Mek-tebi Müdür Muavini - Kuran'ı Ke-
rim ve Kanunu Esasi - Dersaadet, 1326
AHMED ERĠġ - Ümide Doğru - Konstantiniye, 1328
AHMED NĠYAZĠ - Hatırat-ı Niyazi - Sabah Matbaası - Ġst. 1326
AHMED RASĠM - istibdattan Hakimiyeti Milliyeye (2 Cilt) - Kanaat Mat. Ġst. 1342
- Osmanlı Tarihi (4 Cilt) - ġems Mat., 1328 -1330
AHMED REFĠK - Kadınlar Saltanatı - Kitabhane-i Hilmi, Ġst. 1924
- Lale Devri - Kitabhane-i Askeri, Ġst. 1331
- Birinci Viyana Muharebesi (1529) - Dersaadet, Kitabhane-i Ġslam ve Askeri,
1325
AHMED SAĠB - Tarih-i MeĢrutiyet ve ġark Mesele-i Hazırası - Dersaa-det, 1328
AHMED SUBHĠ - FeldmareĢal von Moltke - Ġst. 1308
AKÇORAOĞLU Yusuf'un Eski ġür'ayı Ümmette Çıkan Makaleleri - Ġst. Tan Matbaa-
sı, 1329
ALĠ FĠKRĠ - 92-93 Osmanlı-Sırp Seteri - Dersaadet, 1328 (Mekteb-i Harbiye Matbaa-
sı)
ALĠ PAġA, Hemizade - Tarih-i Bosna - TavĢantaĢında Süleyman Efendi Matbaasında
tab olunmuĢtur, 1293
ALMANYA NASIL DĠRĠLDĠ ? - Mütercimi Recai - Dersaadet, Nefaset Matbaası,
1329
ALMANLAR Atimizi Nasıl Görüyorlar ? - Mütercimleri Emin ve Arif, Kitabhane-i
Askeri, 1330
ARMSTRONG, H. - Türkiye Nasıl Kuruldu ? - Kanaat Kitabhanesi, 1928
AYHAN - Fransız Ġmparatoriçesi ve Abdülaziz - Milliyet Mat., Ġst. 1927
BEKĠR SITKI - Garb Ordusu Harekatından Vardar Ordusu - Kitabhane-i Askeri, Ġst.
1331
BULGAR VahĢetleri, Ġst. 1328
CAVĠT, M. - Ġlm-i Ġktisad - Dersaadet, 1326
CEMAL PaĢa- Hatırat (1913-1922) - Dersaadet 1922
CELADET BEDĠRHAN - KAMURAN BEDĠRHAN - Edirne Sükutunun Ġçyüzü - Ġst.
Serbesti Matbaası, 1329
CELAL NURĠ - Ġttihad-ı Ġslam ve Almanya - Ġstanbul, Yeni Osmanlı Matbaası, 1333
CEMĠL, Dr. - MahĢerde Bir Hutbe - Ġst. Matbaa-i Ġçti-had, 1331
CUMHURĠYET Halk Fırkası Nizamnamesi - Ank. TBMM Matbaası, 1927
EMĠR BEDĠRHAN - Matbaa-i Ġçtihad
ESAD - Tahlil ve Tenkid-i Tarih-i islam - Darülhilafetülaliye - Evkaf Matbaası, 1336
ġEREF PAġA (ĠĢkodra Mutasarrıfı) - Tarih-i Yemen ve Sana - Basiret Mat. 1291
FEZLEKE-Ġ Tarihi Osmaniye - Matbaa-i Ami-rede basılmıĢtır- Ġst. 1290
FĠLĠSTĠN Hezimeti - General Allenby'nin Raporları - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri -
Matbaa-i Orhaniye, 1335

395
FRANSIZ Tarih-i Askerisi - Mütercimi Mülazımevvel Muhyiddin - Mekteb-i Harbiye-
i ġahane Matbaası, 1309
GLOTZ PaĢa, MareĢal - Osmanlı-Yunan Seferi (1313-1897) - Dersaadet, 1327
HAMMER - Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Mütercimi Mehmet Ata) - Kitabhane-i Bed-
rosyan-Ġst., 1329 (11 Cilt)
ĠNGĠLĠZ Usul-ü Harbi - Ġstanbul, Matbaa-i Askeriye, 1334
ĠSTANBUL Darülfünunu Talimatnamesi - Yeni Matbaa Ġstanbul 1924 (1342)
ĠTTĠHAD ve Terakki Fırkası 1332 senesi kongre raporu Ġ.V. - PadiĢahı iğfal Edenler -
Selanik Matbaası Dersaadet, 1324
KASIM EMĠN - Hürriyet-i Nisvan - Kitabhane-i islam ve Askeriye, Ġst., 1331
KILIÇZADE HAKKI - itikadı Batiliye ilan-ı Harb - Matbaa-i ġems, Ġst. 1332
LESĠÇKOF, Ġvan (Mütercim M. Nuri) - Kırkkilisenin Sükutu - Filibede, Balkan Mat-
baasında Tab olunmuĢtur. 15 Temmuz 1913
LESĠÇKOF, Ġvan (Mütercim M. Nuri) - Manastır ve Pirlepe Muharebatı - Filibede,
Balkan Matbaasında Tab olunmuĢtur. 20 Temmuz 1913
MAHMUT MUHTAR - Maziye Bir Nazar - Matbaa-i Ahmet Ġhsan ve ġürekası - Ġst.,
1341
MEHMED - Taassub - Ahmet ihsan ve ġürekası - Ġst., 1333
MEHMED ALĠZADE -Tarih-i Bonapart - Aziz Efendi Mat. Ġskenderiye
MEHMED HULUSĠ - Niçin Mağlup Olduk ? -1877-78 Osmanlı Rus Seferi - Ġst. 1332
MEHMED SADIK (Ruscadan müterceme) - Van ve Bitlis Vilayetleri Ġstatistik! Ġst.,
1330
MEHMED SEYĠD - Usul-ü Fıkıh, Medhal (Cüz-ü evvel) - Matbaa-i Amire - Ġst. 1333
MEVLANZADE RIFAT - Ġnkılabı Osmaniden Bir Yaprak - Mısır, 1329
MĠTHAT PAġANIN KonuĢmaları - Bir Dahinin Siyasi Nutukları - Dersaadet, 1324
MUHARRĠRĠ A. - Neden Mülhezim Olduk - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Ġst., 1329
MUSTAFA NECĠB - Sultan Selim-i Salis Asrı Vekayiine ve Müteferruatına Dair asrı
mezkur ricalinden ve eshabı dikkatten bir zatın tarihte esas olan mübalağa ve riyadan
mecanebat meselelerine riayetle, kalema almıĢ olduğu tarihi nefise - Matbaa-i Ceride-i
Havadis - Dersaadet, 1280
NECĠP ASIM - MEHMED ARĠF- Osmanlı Tarihi (Cilt1) Matbaa-i Orhaniye - Ġst.,
1335
OSMAN SENAYĠ - Tarih-i Harb - Yanaki Penayotidis Mat., Konstantiniye, 1314
OSMANLI ĠTTĠHAD ye TERAKKĠ Cemiyeti Program ve nizamnamesi - Tanin Mat.
1332
OSMANLI TERAKKĠ ve ĠTTĠHAD Cemiyeti Nizamname-i Esası - Mısırda tab olun-
muĢtur. 1323
OSMANLI Ülkesinde Hıristiyan Türkler - Cami - Yeni Osmanlı Mat., Ġstanbul 1338
ÖMER ZĠYAEDDĠN - Mirat-ı Kanunu Esasi - Ġst., 1324
PĠTON, Rene (Mütercimi Hüseyin Nuri) - Karadeniz ve Boğazlar Meselesi - Kitabha-
ne-i Askeri, Ġst., 1325
RĠOL, Eduard - ġark Meselesi - Muhtar Halid Kitabhanesi, Ġst. 1328
RUġEN EġREF - Ġki Saltanat Arasında- Kanaat Kitabhanesi - Dersaadet, 1334
SADULLAH PAġA - Mezardan Nida - Matbaa-i Ebüzziya, Konstantiniye, 1327
SAFVET M. - Ulum-u ġer'iye ve Asri Müceddidlerimiz - Evkafı Ġslamiye Mat., 1340

396
SENYOBUS, ġarl - Tarih-i Siyasi - Ġkdam Mat. - Ġst. 1324
SEYYĠD ABDÜLMECĠD - Ġngiltere ve Alem-i Ġslam - Ġstanbul, 1328
SORELL, Afoert -18 inci Asırda Mesele-i ġarkiye - Matbaa-i Hayriye - Ġstanbul, 1911
STEGMAN, Hermann - (Mütercimi Erkanıharbiye BinbaĢı Mehmed Nihad) Harb-i
Umum Tarihi - Matbaa-i Askeriye, Dersaadet, 1324
STETTĠN, Dr. K. Viktor - Berlin-Bağdat - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri - Ġst., 1330
SÜNUSĠLER - Matbaa-i Ebüzziya - Ġst. 1325
ġEHBENDERZADE AHMED HĠLMĠ (Filibeli) - Muhalefetin Ġflası - Konstantiniye,
1331
ġEMSEDDĠN, M. - Zulmetten Nura - Evkaf-ı Ġslamiye Mat. Ġst. 1341
ġERAFEDDĠN (Bayezit Dersiamların-dan) - Tarih-i Kur'an-ı Kerim - Maarif Kitabha-
nesi, Kader Mat. 1331
ġERĠF (Mütekaid Kaymakam) - SarıkamıĢ- Zaman Kitabhanesi, Ġst., 1328
ġEYH Muhsini Fani -10 Temmuz Ġnkılabı ve Netayici - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri,
Matbaa-i Orhaniye-Ġst., 1336
ġEYH SAFVET - Yeni Zihniyetler ve Bir Müceddidi Meçhul - Evkaf-ı Ġslamiye Mat. -
Ġst. 1338-1340 ġ. Güstav - Ġstanbul'un Muhasarası ve Zabtı - Ki-tabhane-i Ġslam ve Askeri,
Matbaa-i Hayriye ve ġürekası, Ġst. 1330
TALAT, Mütekaid Mira-lay - Plevne Müdafaası - Mecmua-i Askeri, tarih Kısmı, Ġs-
tanbul, Eylül 1927
TEBSĠRET-ÜL EġKĠYA - Ġst. Basiret Mat. 1827
TEġKĠLATI ESASĠYE KANUNU - Ġkbal Kitabhanesi, Ġst. 1924 (1342)
TÜCCARZADE Ġbrahim Hilmi - Milletin Hatıraları - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri,
Dersaadet, 1329
- Milletin Kusurları - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Dersaadet, 1332
WAGNER A. (Mütercimi Mülazımısani Sait) - Bulgar Ordusuyla Muzafferiyete Doğ-
ru - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Ġst. 1331
YUSUF ZĠYA -18 inci Asırda Mesele-i ġarkiye, Matbaa-i Hayriye - Ġst., 1911

397

You might also like