Islam Ahlaki Felsefesi

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 53

İSLAM AHLAK

FELSEFESİ VE
ESASLARI
Salih YALIN
Ahlak nedir?
◦ Ahlak insanın olduğu her yerde ve hayatın hemen her alanında var olan bir değerler ve kurallar
manzumesidir. Bu yolla da davranışlarımız hakkında iyi ve kötü gibi değerlendirmeler yaparız.
◦ Dersimizin adının da zihnimizde çağrıştıracağı üzere ahlakın hem dini hem de felsefi boyutları
konumuz olacaktır.
◦ Ahlak felsefesi ya da diğer tabirle etik: ahlakın temellerinin, değer yargılarının felsefi yöntem ve
kavramlarla incelenmesidir.
◦ İslam ahlak felsefesi ise: İslam dünyasında düşünce tarihimiz içerisinde müslüman düşünürler
tarafından ahlaka ilişkin dini ve felsefi bilgilerin harmanlamasından oluşan malzeme üzerinde
sistemli ve tutarlı bir biçimde yapılan incelemeleri kapsar.
Ahlak nedir? İslam Ahlakının Kaynakları
◦ İslam ahlak felsefesinin kaynakları:
◦ 1. Dini kaynaklar: Kuran, Sünnet, Müslüman toplumun örfü vb.
◦ 2. Felsefi kaynaklar: Galen, Platon, Aristoteles, İbn Miskeveyh, Nasreddin Tusi, Kınalızade.
◦ Dinin üç temeli vardır: İtikat + İbadet + Ahlak
◦ Felsefenin temelde üç araştırma alanı vardır: Varlık, Bilgi, Değer.
◦ Ahlak Arapça Hulk kelimesinin çoğuludur. ‫ اخالق‬- ‫ خلق‬tabiat, karakter ve huy anlamına gelir.
◦ Hulk=Huy: İnsan nefsinde yerleşmiş ve kökleşmiş olan nefsanî bir keyfiyet, bir meleke
olup, bu meleke fikre ve derin düşünmeye ihtiyaç duymaksızın insani nefisten fiillerin kolayca
çıkmasına sebep olur.
Nefsanî keyfiyetler
◦ Nefsanî keyfiyetler iki türlüdür:
Nefsanî
Keyfiyetler

◦ Hal Meleke

◦ 1. Hal: Nefsanî keyfiyetlerden yerleşik ve sabit olmayıp, çabuk kaybolanına hal adı verilir.
Utanan kimsenin yüzünün kızarması ya da korkan kimsenin yüzünün sararması gibi. Bu haller
insanda yerleşik değildir, bir anda gelir geçer.
◦ 2. Meleke: Nefsanî keyfiyetlerden çabucak kaybolmayan, kökleşmiş, yerleşik ve sabit
olanlarına meleke adı verilir. Cömertlik, şecaat, iffet ve haya insanda yerleşik karakterdeki
nefsani keyfiyetlerin yani melekelerin isimleridir.
◦ Hal geçicidir meleke kalıcıdır ya da çok zor yok olur
◦ Melekeler ilkin hal, daha sonra meleke olur. Nefiste yerleşmemiş, kökleşmemiş haller insanın ahlaki mahiyet
ve hüviyetini tayin edemez. Teemmül ve tefekkürle meydana gelen fiiller ve duygular da aynı şekildedir.
Çünkü bunlar yerleşik değildir.
◦ Ahlakı oluşturan nefsanî keyfiyetler bizde bir meleke haline gelmiş, kolay kolay değişmeyen ve yok olmayan
keyfiyetlerdir. Ahlak Meleke
◦ ‫« أحب األعمال الى هللا أدومها وإن قل‬İşlerin Allah katında en sevimli olanı, az da olsa devamlı olanıdır.»

◦ Nebatî Nefis Hayvanî Nefis İnsanî Nefis


Beslenme Algılama Düşünme
Büyüme Hareket
Üreme
◦ Huy nefsimizle ilgili bir olaydır. Filozoflara göre nefis yukarıdaki gibi üç kısma ayrılır ve insan bu üç nefisten
bileşiktir. Hayvanda bitkide olmayan algılama ve hareket vardır. İnsanda ise her ikisinde de bulanan özelliklerin
tamamının yanı sıra düşünme melekesi/akıl vardır. İnsanın artısı düşünme, bilme, davranışlarını
programlayabilme, yönlendirme, durdurma ve değiştirme melekesine sahip olmasıdır. İnsan sadece algılarına
göre davranmayıp; algıyı bilgiye, bilgiyi davranışa dönüştürebilir. Bu yönüyle davranışlarımızı önemli ölçüde
yönlendiren akılsız yanımızın/nefsin yani nefsimizin nebati ve hayvani yanlarının akıllı nefis tarafından
aydınlatılmaya ve yönetilip yönlendirilmeye ihtiyacı vardır.
Fıtri ve Tabii Ahlak
Ahlakın Çeşitleri
Kazanılmış/Mükteseb Ahlak

◦ 1. Fıtri ve Tabii Ahlak: Yaratılıştan insanda bulunan yerleşik özelliklere denir. Bunlar ferdin tabii halleridir.
Bunlara sahip olmalarından dolayı insanlar sorumlu tutulamazlar. Bu anlamda hiç kimse sözgelimi yaratılıştan
kendinde bulunan öfkesinden sorumlu değildir. Sorumluluk bu özelliklerin yönlendirmesiyle yapılan fiillerde
ortaya çıkar. Terbiye ve eğitimle değişmesi mümkün görülmeyen bu ahlak türüdür. Ancak belirli ölçülerde etkisi
azaltılabilir ya da olumlu şekilde başka taraflara yönlendirilebilir.
◦ 2. Kazanılmış Ahlak: Çocukluktan başlayarak çevrenin etkisiyle terbiye, telkin ve tabiatla uyumlu olarak
meydana gelen ahlaktır. Bu çeşit ahlakta insan irade ve ihtiyarının rolü vardır. Sorumluluğun ortaya çıktığı bir
ahlak türüdür. Çevre insana sürekli etkide bulunur ve onun kendi değerlerini kabul etmesini ister. İnsan iradesi
işte bu kabul etme ve seçme aşamasında devreye girer.
◦ Kazanılmış ahlakla âdetin bir olduğu düşünülmemelidir. Çünkü ahlak nefsani keyfiyetlerden yani ruhi
hallerden meydana gelen bir melekedir. Âdetler ise insanın bedensel yapısına ait bir melekedir, bedensel
hareketlerin tekrarlanmasından oluşur. Âdet, alışkanlıklar sonucu meydana gelir ve çoğu kere bir değer hükmü
ifade etmez ve etse bile ahlak olarak değerlendirilemeyecek davranışlardır. Ahlak ise değer hükmü ifade eden
kurallar bütünüdür.
Güzel Ahlak Kötü Ahlak:
◦ Ahlak güzel ahlak ve kötü ahlak olmak üzere iki kısma da ayrılabilir.
◦ İyi ve kötünün ölçüsü farklı bağlamlarda değişiyor gibi görünse de, İslam değer sistematiğini
benimsemiş bir müslüman için:
◦ Eğer insanların huyları İslam dininin emir ve tavsiye ettiği güzel ve makbul eğilimlerdense
güzel ahlak adını alır.
◦ İslam’ın yasaklayıp kötülediği kötü ve çirkin huylara makbul olmayan eğilimlere de kötü
ahlak adı verilir.
Ahlak Değişir mi?
◦ Ahlakın değişip değişmeyeceği eskiden beri tartışılagelmiştir. Her iki tarafın da görüşleri bir noktaya kadar
doğrudur.

◦ Bazı ahlakçılara göre ahlakın değişmesi mümkün değildir. Zira kötü huyların değiştiğini farzetmek demek,
insanda fıtrî olan ihtiras, arzu, öfke vb. haslet ve kuvvetlerin yok edilmesi demektir. Bu ise mümkün değildir.

◦ Ahlakın değişmesini mümkün görenlerin düşüncesine göre ahlakın değişmesinin mümkün olmadığını söylemek
eğitim-öğretimin, emir ve yasakların anlamsız olduğunu kabul etmektir. Her insan bir takım tabiat, huy, yaratılış
ve melekelerle yaratılır ki, insan var oldukça bu şeyler de devam eder. Bunlar insanlığın gereklerindendir. İnsan
bunların gelişme şekline göre iyi veyahut kötü olur. İnsan yaşadıkça bunların giderilmesi mümkün değildir,
fakat eğitim ve öğretim ile bunlar mutedil hale getirilebilir.

◦ Özetle nefsani melekelerden olması bakımından ahlakı izale etmek, tümden ortadan kaldırmak mümkün
değilse de, eğitim-öğretim, alışma vb. yollarla değiştirilip, dönüştürülebilir. Dolayısıyla ahlakın değişmesi
mümkün, izalesi imkansızdır.
Ahlak İlminin Tanımı, Konusu ve Gayesi
◦ Ahlak İlminin Tanımı: İnsanı kemal/olgunluk cihetine sevk eden ilke ve esaslardan bahseden ilimdir.
İnsanın bir yaratılış ve bir kemal gayesi vardır. İnsanın mutluluğu, hakiki ve ebedi hayata nail olması
ancak bu kemale erişmesi ile mümkündür. İnsanın gayesi olan kemale ulaşması mümkün olduğu kadar
faziletleri kazanmasında, eksikliği ve yaratılış gayesinden uzaklaşması ise, kötü ve çirkin fiillerden birini
işlemesindedir. İnsanın kemal derecesini elde etmesi için ahlaki kurallara uygun hareket etmesi gerekir. O
halde ahlak ilmi insani vazife ve fiilleri tayin eden bir vazife ilmidir, mutluluğu elde etme sanatıdır.
İnsani fiil ve alışkanlıkların hayır ve şer, fazilet ve rezilet ile olan münasebetlerini inceleyen bir ilimdir.
Düşünen nefsin sağlığını koruma ilmidir.
◦ Ahlak İlminin Konusu: Duygular ve beşeri kuvvetler ile insanlardan meydana gelen fiiller ve bu
kuvvetlerle insani fiillerin ilişkilerini incelemektir. Başka bir ifadeyle: fertlerin huy ve davranışlarının;
hak ve vazife, iyilik ve kötülük, fazilet ve rezilet ile ilişkilerini incelemektir. Yine ahlak ilminin konusu
iyi ve kötü davranışlar sebebiyle insan nefsidir.
◦ Ahlak İlminin Gayesi: Bu ilmin gayesi insanların mutluluğunu temin etmektir
Nazari Ahlak, Ameli Ahlak
◦ Nazari/Teorik Ahlak: Ahlaki ilkeleri yani ahlakın temellerini tespit ile iradi
fiillerimizin ve ruhi eğilimlerimizin kaynaklarını tahlil ederek sevk ve idare
şekillerini tayin eder.
◦ Ameli/Pratik Ahlak: Fiillerimizi sınırlandırır, şahıslara ve mekana göre
onların iyi ve kötü, doğru ve yanlış olanlarını bildirir. Kişisel, ailevi, sosyal,
medeni ve insani vazifelerin neler olduğunu bildirir.
AHLAKİ EKOLLER
2-3. Ders
Ahlaki Ekolleri:
 Ahlakın esası ve iyi hakkındaki görüş farklılıkları çeşitli ahlaki ekollerin doğmasına sebep
olmuştur. Ahlakı lezzet, Menfaat, Bencillik, Diğergâmlık ve kalbi duygular üzerine kurmak
isteyenler varsa da felsefeciler tarafından bu güne kadar ortaya konan teorilerin en isabetli ve en
doğru olanı ahlakı vazife üzerine kuranlarınkidir. Kant’ın ortaya koyduğu bu düşüncenin de
yetersiz olduğunu öne süren Akseki, vazifenin kaynağının da ilahi vahiyde bulunacağını
düşünmektedir.

Lezzet/Haz Ahlakı Aristippos


Ahlaki Ekoller

Menfaat/Yararcı Ahlak J. Bentham, J. S. Mill

Tekamülcü/Evrimci Ahlak
Spencer, Darwin

Duyguya Dayalı Ahlak/Vicdan J. J. Rouseau


Ahlakı

Vazife Ahlakı Kant


1. Lezzet Ahlakı/Hazcı Ahlak
(Hedonizm)
 Lezzet Ahlakı: Bu ekole göre ahlakın esası, ahlaki kanunun dayandığı temel esas lezzet/haz ve
elem/acıdır. Ahlakın gayesini lezzet ve elemde bulan bu ekole mensup felsefecilere göre hayatın
gayesi hissi mutluluk, zevk ve lezzettir. Duygularımızı okşayan, bize haz ve lezzet veren her şey iyi,
bize elem ve sıkıntı veren her şey kötüdür.
 Haz İyi Acı Kötü
 Lezzet meydana getiren her fiil neticesi ne olursa olsun iyidir. Mutluluğa ulaşmak için zevk ve lezzet
veren şeyleri istemek, elem ve acı veren şeyleri de reddetmek gerekir. Dolayısıyla ahlakın esası hemen
elde edilen ve hazır olan lezzettir. Hak bakımından insan, başka türlü davranırsa kendi doğasına karşı
gelmiş olur. Kanun, göründüğü andan itibaren hazdan yararlanmayı, hem de hangisi olursa olsun
sonuçlarıyla oyalanmadan aracısız hazdan yararlanmayı buyurur.
Hazcı Ahlakın Eleştirisi:
 1. Bu ekol insanın ve hazzın doğasını tanımaz görünmektedir. Bu ekolün kurucularının amacı belki de o
olmasa da, daha sonra Aristippos’un savunduğu en aşağı ve hayvani şekle büründüğü görülmektedir. Bu
düzeyde bir görüşe ahlaki ekol, mensuplarına da ahlakçı demek pek doğru görünmemektedir. Lezzet
ahlakı gerçekte ahlakın yok olması demektir. Ahlak lezzet araştırmaktan ibaret olunca, insanların
hayvanlardan farkı kalmaz. Dolayısıyla haz ve arzuların peşinden koşmanın ahlakın gayesi olarak kabul
edilmesi, insan şeref ve haysiyetine aykırıdır. Bilinç ve sağduyunun tanıklığına terstir.
 2. Lezzet devamlı ve sabit bir kurala bağlı olmayacağından, herkesin anlayışına göre değişir.
 3. Bu ekol insanı hayatı küçümsemek ve ondan nefret etmek gibi kaçınılması mümkün olmayan bir
sonuca götürür. İntihar, bıkkınlık, ümitsizlik vs. sonuçları bakımından üzücü ve kötüdür.
 4. Lezzet değişkenlik gösteren bir şey olduğundan bir hayat ve ahlak kuralı olamaz.
 Bu ekole göre tüm faziletler mutlak bir bencilliğe ve narsistliğe yol açtığı için, insanı her türlü haksızlık
ve zulme sevk edebilir. Bu görüşlerin kabulü şahsi ahlak anlayışına teslim olmak ve hakiki faziletleri
ortadan kaldırmaktır. Lezzet ahlakın esası olamaz. Lezzet iyi olabilir fakat en yüksek iyi olamaz. Bu
nedenle iyi ile lezzet aynı şeyler olarak görülemez.
2. Menfaat Ahlakı/Yararcı Ahlak
(Utilitarizm)
 Menfaat Ahlakı: Yarar temeline dayalı bu ahlak öğretisi, mutluluğun doruk noktasına ulaşmak bakımından, seçme, hesap
gibi zihinsel bir ögeyi araya sokarak hazza dayalı ahlak öğretisini düzeltmeye çalışıyor. Bu ekole göre ahlak lezzet
de mekse de bunda aslolan me nfaatin araştırılmasıdır. Her birey kendisi için acı ve haz veren bir şeyi herkesten daha iyi
takdir ettiği gibi, bu konuda tek ve mutlak biçimde yetkili olan da kendisidir. İnsanın kendisi için yararlı olan her şey iyi
olması yönüyle, kişisel menfaati temine çalışmak bir görev; ondan fedakarlık etmekse bir hatadır. İyi ve kötünün, doğru ve
yanlışın ölçüsü ancak menfaattir. Buna göre bir iş bazen doğru, bazen yanlış olur.
Menfaate uygun İyi Menfaate uygun olmayan Kötü
 Bu öğretinin başlıca iki temsilcisi Epikür ve Bentham’dır. Epikür’e göre hayatın en yüksek amacı olan mutluluk, acının
yokluğundan ibarettir. Hazlar, durağan ve değişmez hazlar, hareketli ve değişken hazlar olmak üzere ikiye ayrılır. Acıdan
uzak kalmak ve mutlu olmak için, durağan ve değişmez hazları tercih etmek lazımdır. Bentham’ın hazlar aritmetiği,
şiddeti, süreyi, açıklığı, duruluğu, yakınlığı ve verimliliği hazlar arasında düşünüp incelerken en yüksek mutluluğu
hesaplıyor.
 Bu ekole mensup bazı bazı filozoflar kişisel mefaati değil genel menfaati temel olarak almışlardır. Stuart Mill Bentham'ın
salt kişisel yarar dayalı ahlak öğretisinde şu iki düzeltmeyi yapıyor: 1. Hazların niceliğinin yerine niteliğini koymak. 2.
Kişisel yararın yerine genel yararı koymak. Bu öğretide, eğitime, birlik ve beraberliğe çok büyük görev düşer.

 Özetle bu ekole göre iyi, insanın kendisi veya çoğunluk için faydalı olan şeydir. Kötü de bunun tersidir.
Yararcı Ahlakın Eleştirisi:
 1. Menfaat genel olarak ahlak için esas olamaz. Menfaatin hayır olması hak olmasına
bağlıdır. Herhangi bir şekilde mal kazanmak faydalıdır; fakat meşru yoldan olmadıkça iyi
değil, belki kötüdür. Faydalı olan şey iyidir anlamına gelmez. Bir şeyin iyi olabilmesi için
şahsımız için faydalı olması yeterli değildir. Faydalı olmakla beraber, meşru olması da
lazımdır.
 2. Menfaat şahıslara, zaman ve mekana göre değişiklik göstereceği için insanlar arasında bir
sevgi bağı tesis edeceği yerde, onları ayırır.
 3. Şahsi menfaatten genel menfaate geçmek de kolay bir şey değildir. Bu ikisi arasında çelişki
ve zıtlık vardır.
 4. Toplum için faydalı olanı iyi gören anlayış da kötüye kullanmaya elverişlidir. Topluma
zararlı olduğu düşünülen bir şahsı öldürmek gibi. Buradaki zarar düşüncesi kanuna göre
değil, failin inancına göredir.
 İyi ile menfaatin aynı şey olduğunu söylemek, “gaye vasıtayı meşru kılar” diyenlerin
görüşünü kabul anlamına gelir. Fakat iyiliğe ulaşmak için, kötülüğü bile bile mübah kılan
anlayış kabul edilemez ve bu karmaşa doğurur.
3. Tekamülcü/Evrimci Ahlak
 Tekamülcü Ahlak: Herbert Spencer, J. S. Mill tarafından düzeltilen kişisel yarara dayalı ahlak
öğretisini kendine göre şöyle bir düzeltmeye tabi tutar: a) Birlik ve beraberliğin, eğitimin yerine evrimi
koyar. b) Genel yarar fikri yerine, kanun fikrini, hatta her şeyin en yüksek prensip ve amacı olan evrim
düşüncesini koyar. Bu kanuna isteyerek ve şuurlu uyumdan, iyilik ve mutluluk doğar.

 Bu ekol mensupları menfaat yerine gayeyi koymak isterler Bu gaye kabiliyetimizin genel tekamülünün
ihtiyari olarak makul bir uyum şeklidir. Bu ise bir çok noktalardan imkansızıdır. Spencer “bir gayeye
yönelmiş olmak ahlak demektir” diyor. Fakat bensiz ve bana rağmen meydana gelen bir tekamül nasıl
olur da benim için sorumluluk doğurur ve bir engel teşkil etmez?
 Dolayısıyla Evrim temeline dayalı ahlak öğretisinin eksiklikleri şöyle sıralanır: a) O, yükümlülük
duygusunu izah etmez. b) O, mutlak bir determinizm içerir. c) O, mantıksal ve pratik olarak onun sonu
ahlâkî kayıtsızlığa varır.
4. Duyguya Dayalı Ahlak/Vicdan Ahlakı
 His Ve Duygulara Dayalı Ahlak: Bazı filozoflar ahlakın kaynağı olarak yalnız vicdani duyguyu
gösterirler. Bunlara göre, insanda fiillerdeki iyi ve kötüyü kavramaya özgü bir batıni his ve duygu
vardır. İyi ve kötünün ölçüsü, ahlakın temeli, bizde var olan bu batini his, yani vicdani iç
duygudur.
 Eleştiri: bu ekolde diğerlerine nazaran menfaat ve bencillikten uzak bir yücelik görülebilir. İyi ve
kötüyü tabii olarak ayıran kuvvet her fertte fıtri olarak mevcuttur. Bu vicdani his bizi hayır ve fazilete
sevketmek ister. Fakat bu onun ahlak için bir ana esas olması için yeterli değildir. Fıtri ve tabii hallerini
koruyabilmiş insanlarda vicdan iyi ve kötünün ölçüsü olabilir. Fakat böyle insanların sayısı sınırlıdır ve
çoğumuz toplum tarafından çeşitli biçimlerde şekillendirilmiş kimseleriz. Çevre vicdan ve duygular
üzerinde önemli etkiler yapar, vicdanımızı yanıltır ve onun fıtri temizliğini bozar.
 Bir şeyi yapmaya veya terk etmeye meyil ve arzu duyduğumuzda, bu isteğin iyi ve kötünün fıtri ayırt
edicisi olan vicdandan mı kaynaklandığı, yoksa sapık ve bozuk bir eğilim neticesi mi olduğunu
belirlemek için vicdanın üstünde bir ölçüye ihtiyacımız vardır. Doğruyu yanlıştan ayırmada bir ölçü
olması anlamında aklı bu hususta ölçü olarak gösterebiliriz. Fakat akli hükümler de sabit değildir. Dış
ve iç sebeplerin, zaman ve makamın, tecrübe ve yaşın tesirleri ile aklın hata ve yanlışa düştüğü görüle-
bilmektedir.
5. Vazife Ahlakı
 İnsanda irade, kudret ve ihtiyar kabul eden Kant akla dayanan bir ödev ve sorumluluk esası kabul
ediyor. Vazifeye inanmanın kanuna inanmayı gerektireceğini ve vazife inancı üzerine kurulan bir ahlak
kanununun var olacağını ve insan eylemlerinin kanunsuz olamayacağını düşünüyor.
 Ahlaki sahada kendilerine göre hüküm verdiğimiz temel ilkelerin (kanunların) kaynağını Kant pratik
akılda bulur. Teorik akıl bilgiye yönelirken, pratik akıl ahlak kanununa uygun tercihe ve mümkün
olduğunda bu tercihin fiile geçirilmesine yönelir. Kant’a göre yükümlülüğün temeli insan tabiatında
veya insanın içinde bulunduğu dünya şartlarında, o saf akıl kavramlarında aranmalıdır.
 Kayıtsız şartsız iyi diye isimlendirilebilecek yegane şey olan “iyi isteme/irade” kavramı Kant’ın ahlak
teorisinin anahtar terimlerinden birisidir. Ona göre sırf vazifeden dolayı harekete geçen bir isteme “iyi
istemedir”. Ahlaki değeri olan davranışlar ancak vazifeden yani ahlaki yükümlülükten dolayı
yapılanlardır. Bu davranışlar sırf eğilim ve arzudan dolayı yapılanlardan ayırt edilmektedir.
 Vazife, kanuna duyulan saygıdan dolayı davranışta bulunma zorunluluğudur. Buradaki kanun
ahlak kanunudur ve vazifeden dolayı hareket etmek, ahlak kanununa göre hareket etmek demektir.
Ahlak kanununun asıl karakteri ise, evrensel olmasıdır.
 Kant’a göre insan davranışlarının ahlaki değeri, onların fiilî veya niyet edilmiş sonuçlarından değil,
failinin maksiminden/ilkesinden kaynaklanır. Davranışlara ahlaki değer kazandıran bu maksim, ahlak
kanuna saygıdan dolayı ona itaat etme maksimi olmalıdır. Maksim, iradenin sübjektif bir prensibi yani
failin fiilen kendisine göre hareket ettiği bir prensiptir. Bir isteme evrensel bir kanuna saygı ile
harekete geçirilmediği müddetçe iyi olamaz. Bu nedenle istemelerimizin iyi olması için kendimize
irademizin sübjektif prensipleri olan maksimlerimizin evrensel bir kanun olmasını isteyip
istemediğimizi sormalı ve evrensel kanun olmasını isteyemediğimiz maksimleri reddetmeliyiz.
 Kant’a göre aklın emirleri/buyrukları, şartlı emir ve kesin emir olmak üzere iki kısma ayrılır. Ona
göre “sağlıklı olmak istersen mutedil ol” gibi şartlı bir emir ahlaki değildir. Ahlaki emir kayıtsız
şartsız emretmelidir. Başka bir gayenin vasıtası olarak değil de, kendi başına iyi olan davranışları
emreden emirler ahlakidir ve kesin emir olarak adlandırılır. Kesin emir, herhangi bir gayeyle ilgi
kurmadan yani başka bir gaye gütmeden, davranışı objektif, zorunlu olarak emreder ve mutlak pratik
bir prensip olarak geçerlidir.
 Kesin emir, irademizin prensipleri olarak görev yapan maksimlerin evrensel ahlak kanununa uymasını
emreder. Bu nedenle şöyle ifade edilen tek bir kesin emir vardır: “aynı zamanda evrensel bir kanun olmasını
isteyebileceğin maksime/ilkeye göre hareket et.” Akıl sahibi her bir kişi bizzat bir gayedir ve özgür iradenin
ayırıcı vasfından vazifenin bir diğer ilkesi elde edilir. “insanlığa her defasında kendi şahsında olduğu kadar,
başka herkesin şahsında da sırf araç olarak değil, gaye olarak davranacak bir biçimde hareket et”.
 Kant’a göre insanın istemesi, evrensel bağlayıcı olarak kabul ettiği ahlak kanununun kaynağıdır. Fiillerimizin
ahlak kanununa uygunluğunu anlamak için “Fiillerimizin tüm özgür ve akıllı iradeler için genel bir kanun
suretinde ortaya konulup konulamayacağına bakmak gerekir. Kant’ın ahlakı “sen hem kendi özgürlüğüne hem
de başkasının özgürlüğüne riayet et” ilkesiyle son bulur.
 Kant insanı irade, ihtiyar ve akıl sahibi bir varlık olarak gördüğü için dışarıdan teklif edilecek olan din ve
kanun ile sorumlu olmasını, irade ve ihtiyar sahibi olması ile bağdaşmadığını düşünmüş ve pratik aklın tabi
olacağı kanunların yine kendi kanunları olması gerektiğini iddia etmiş ve vazifeyi akıl üzerine
kurmuştur. Vazife insanın içinde yaratılıştan mevcut olan bir kanundur. Bunun koyucusu ve kaynağı akıldır.
 Vazifenin meydana getirilecek bir yetkinlikten dolayı değil, emredildiği için yapılması zorunludur. Bir
fiil hayırlı olduğu için emredilmiş değil, bilakis emredildiği için hayırlıdır. Eğer fiilimiz bütün akıl sahipleri
için bir genel kural olabilecek bir tarzda ise, ahlak kanununa uygun bir şekilde hareket ediyoruz demektir.
Kant kesin buyruğun imkanının zorunlu şartını hürriyet kavramında bulur. Hürriyet fikri ispatlanamamakla
birlikte, pratik olarak zorunludur, yani ahlakın zorunlu bir şartıdır.
Kant’ın Vazife Ahlakının Eleştirisi

 1. Bu ekolde vazife akıl üzerine tesis edilmekle birlikte, vazifeye mahsus olan kaynak net bir biçimde ortaya
konamamıştır.
 2. Ahlakı her türlü iyi düşüncesinin dışında yalnız kanun kavramı üzerine tesis etmesi de hatalı
bulunmaktadır. Çünkü sırf fazilet olan bir davranışın dünya üzerinde gerçekleştirilmemiş olduğu kabul
edilmelidir. Çünkü herhangi bir amel mutlaka bir eğilim, arzu ve sevkedici faktör neticesidir.

 3. Kant’ın anlayışından yola çıkarak bizde oluşturduğu herhangi bir yetkinlikten dolayı değil sırf emredici
olduğu için zorunlu olarak kanuna itaat etmek ahlakı kurmak için tek başına yeterli değildir. Kanuna itaatimiz
isteksiz bir baş eğme değil, akla uygun bir kabulleniş olmalıdır.

 4. Kant hiçbir menfaat ve duygusal faktör olmaksızın kanuna uymak bir gayedir dediği halde, insanın yalan
söylemeyeceğini ispat için toplumsal menfaatten yardım almaktadır. Dolayısıyla kesin emir dediği şartlı bir
emirdir ve emre uymayı zorunlu kılan yine menfaat olmaktadır.

 5. Bu kanun fiillerimizi içine alıp, kalbi niyetlerimizi ihmal etmektedir.

 6. Saygı gereği kanuna itaat, ahlakın en yüksek mertebesidir. Fakat bu derecedeki bir tutumu insanlardan
değil, melek mertebesindeki seçkin kişilerden beklemek daha uygun olur. Doğrudan doğruya bu düzeyde bir
anlayışa ulaşmak imkansız olduğundan, insanlar önce şimdi veya gelecek için bir menfaat düşüncesinden
başlayarak bu mertebeye doğru yükselebilirler.
FELSEFENİN AHLAK İÇİN TAYİN ETTİĞİ ESASLAR
VE BUNUN İSLAM DİNİNDEKİ YERİ
C

4. Ders:
• Müslümanlara göre ahlak dine dayanır. Ahlaki kural yalnız akıldan değil, aklın irşadı ile dinden
çıkarılır. Ahlakın din ile ilişkide olması onun akli mahiyetini hiçbir biçimde zedelemez. Zira
İslam dini ahlaki prensiplerden hiçbirini ihmal etmemiştir.
• Ahlaki İlkelerden ihtiyar (cüz’î irade):
• Ahlak için geçmişten günümüze ortaya konulan ilkelerden en önemlisi ihtiyardır. Yani insan,
fiillerinde özerk ve irade sahibidir. Kişinin, kendi seçimiyle kendi kendini belirlemesi, hiçbir
dış veya iç etkinin baskısı olmadan istemesi veya istememesi, kendi kanununa uyması veya
uymaması kişisel hür iradeyle olur. Fiillerinde seçim gücüne sahip olmayan bir insanın
amelinde ahlaki bir kıymet aranamaz. Çünkü böyle bir adamın fiillerinde mecburiyet
(zorunluluk) ve çaresizlik vardır. Bu durumda olan bir kimse için de vazife ve sorumluluk söz
konusu değildir. Eğer yükümlü kılınan kimsenin önceden başka biçimde davranması kesin
olarak belirlendiyse, bu durumda her ödev anlamsız bir gerçek haline gelir. İhtiyar ve irade
esasları kabul edilmedikçe iyi ve kötü, güzel ve çirkin, adalet ve zulüm, fazilet ve rezîlet gibi
sözlerin bir anlamı yoktur. Dolayısıyla ahlakın esaslarında biri de ihtiyar ve bunun üzerine bina
edilen sorumluluktur. Ahlâkî davranışın kişiye yüklediği sorumluluk, davranma veya
davranmama işinin kesinlikle kişiye bağlı olmasını gerekli kılar. Çünkü herkes, sadece
gerçekten kendisine ait olan ve tamamen kendisinin sebep olduğu davranışların sorumluluğunu
üstlenebilir.
• İrade, aklın ışıklarına göre davranma yetisidir. İrade ya ket vurma, durdurma gücü olarak irade,
bizde görünür. Düşünme nedeniyle o, tasavvurlarımızın arzularımızı kendiliğinden hareket ettirme
gücüyle taban tabana zıttır ve aynı zamanda onları kontrolü altında tutar; ya da irade, bir teşebbüs
ve başlatma gücüne, düşüncelerimizi ve hareketlerimizi şu ya da bu yöne yönelten hareket ettirici
bir itmeye sahiptir.
• İrade şu üç temel niteliğe sahiptir:
• a) İrade düşüncelidir. İradeli olarak davranmak demek, sebep bilgisine dayalı olarak davranmak
demektir. Öyleyse aklın bulunmadığı yerde irade bulunamaz.
• b) İrade hürdür. İrade, kendi kendini belirleme gücüne sahiptir.
• c) İrade etkilidir. Kesinleşmiş bir seçim, bir durdurma ve başlatma gücü olduğundan, iradeli
davranış, isteğe bağlı belli bir çabayı içinde barındırır. İradeli davranış, düşte kalan, somutlaşmayan
bir niyet, bir geçici heves ve bir kuruntu değildir. Şu halde iradeli etkinlik, içgüdüye dayalı
etkinlikten, arzu ve temenniden özce ayrıdır.
• İyi ahlakın varlığı iradeye bağlıdır. İrade kendi eksikliğini onaylamaz. Kötüyü de, iyiyi de seçen
şeye irade denebilir mi? İnsan iradeli olduğu halde neden iradesiz davranabiliyor? İnsan sadece akıl
ve iradeye sahip olsaydı böyle olmazdı. Aklının yanında insanın bu dünyaya açılmasına sebep olan
bir bedeni vardır. İnsan hem aklı hem bedeniyle bir bütündür. İnsanın gerçekleşmesi ve yetkinliği
aşağıdan yukarıya doğru olmaktadır. Baliğ olmayan insanın akil olmasından söz edilemez.
• Ahlaki bir sorumluluğun ortaya çıkabilmesi için önce hürriyet lazımdır. Burada hürriyetten kasıt ihtiyar ve
tercih etme hürriyetidir. Hürriyetten kasıt fiil ve terk etmeye muktedir olmak değil, irade etmeye yani dilemeye
ve irade etmemeye yani dilememeye muktedir olmaktır.
• Bireysel Hürriyet = İsteyebilme, İstemeyebilme Gücü
• Bu anlamda hürriyet eli ayağı bağlı bile olsa her insanda vardır. İnsanlığımız kuvvetlendiren bu hürriyettir.
Medeni ve siyasi hürriyetlerimizin esası da budur. Ahlaki sorumluluğun varlığı böyle bir hürriyetin varlığına
bağlıdır.
• İnsanlardan meydana gelen fiiller ya sebep ve gayeleri düşünülmeksizin ortaya çıkan tabii fiillerdir, ya da fikir
ve muhakeme neticesi ortaya çıkan ihtiyari fiillerdir. Bu anlamda İçgüdü ve alışkanlığa bağlı olarak yapılan
davranışlara doğal davranış denir. Sebepleri ve sonuçları dikkate alınmadan gerçekleştirilir. Sebep ve sonuçları
hesaba katılarak, bir tercih sonucu ortaya çıkan davranışa özgür davranış denir. Fiil canlıların çoğunda
ortaktır, fakat terk etme ve fiili erteleme yalnızca insana özgüdür. İnsanlığımız fiilimizden çok, fiili
yönlendirme, geciktirme ve erteleyebilmede yatmaktadır.
• Birinci kısım fiillerde insanlar hayvanlarla ortaktır. Hayvanların fiilleri yalnızca alışkanlık ve içgüdüden
kaynaklandığı için, o fiillerde ahlaki kıymet aranamaz. Fakat akıl kuvveti ile insan fiillerine sebep olan
faktörleri ve sonuçlarını düşünerek hareket eder. Çeşitli fiilleri, irade ve ihtiyar denilen kuvvet sayesinde
birbirinden ayırarak içlerinden birini diğerine tercih edebilir. Birbirine zıt fiilleri düşünerek içlerinden birini
diğerine tercih ettikten sonra kişiden ortaya çıkan fiiller ihtiyari fiiller olur. Buna göre iradelerini
diledikleri gibi kullanma gücüne sahip olan insanlar yapmış oldukları amellerinden sorumludur; iyi ise mükafat,
kötü ise ceza görmeleri gerekir.
• İrade ile hürriyet birbirinden şu şekilde ayrılabilir: Hürriyet fiil ve terkten birini seçebilme halidir. Fiil ve
terkten seçilmiş şıkkı gerçekleştirme durumuna irade denir.
• İhtiyari bir fiilde beş evre vardır, beş evrede gerçekleşir:
1. Fiilin tasavvuru,
2. Fiilin tasavvurunu zihne getiren sebeplerin tasavvuru,
3. Sebeplerin değerlendirilmesi, karşılaştırılması ve duraksama (tereddüt),
4. Fiili yapma ve yapmama şıklarından birini tercih; karar ve niyet,
5. Fiilin meydana gelmesi, niyetin fiile dönüştürülmesi.
• Hürriyet ve ihtiyar, ihtiyari fiilin dördüncü evresinde ortaya çıkar. Davranışın karar ve niyet basamağında
sorumluluk ortaya çıkar. Seçimsiz davranış duyuların sonucunda elde edilen davranıştır, algıya dayalıdır. Ani
davranma ile beklemeli davranma farkı oluşturur. Algıyla davranış arasında bir kopukluk olmamışsa, davranış
algıya dayalı ve seçimsiz olmaktadır. Aceleci davranış algısal davranışın ilk özelliğidir.
• ‫ العجلة من الشيطان التأني من الرحمان‬Acelecilik şeytandan, teenni (ağırbaşlılık, düşünüp taşınarak hareket etme)
Rahmandandır. Teenni algıyı bilgiye dönüştürerek davranmayı, acele algıya dayalılığı ifade eder. Aceleciliğin
olduğu yerde biyonik ve iradeli olmayan insan vardır. Teenni insanın davranışıdır. Özgür olmamak iradenin
yokluğudur. İsteme 5 duyu algısından daha üst bir algıya dayandığı zaman ihtiyar adını alır. İhtiyar, aklın
algısıdır. İnsan iradesinden bahsedildiği anda ihtiyar kastedilir ve buna akıllı irade denir.
• İhtiyar sahibi bir varlık olmak da seçimlik bir olay değildir, Allah vergisidir. Allah bizi özgürce davranışta
bulunacak tarzda yaratmıştır. Ahlaklılık niyette ortaya çıkar. Ahlaki sorumluluk niyette başlayıp niyette biter.
Bedenin davranışları özgür değildir, organlarımız memurdur ve orada ahlaklılık ve ahlaksızlık aranmaz.
Davranış sonuçları değerlendirilerek hukuki olarak cezalandırılır. Ahlakilik niyete, hukukilik davranışlara
yansır. İrade fikir ve fiillerin birbirine karşılıklı etkileri vardır. Ahlaklılıkta irade önemli rol oynar. Kötülükleri
yapmamak da iyi niyeti ifade eder. İnsan ihtiyar ve tercih etme ve tercih ettiği yönü fiile çıkarma gücüne
sahip olması yönüyle, ahlaken hürdür ve kendi ihtiyarı ile yapmış olduğu fiillerden dolayı sorumludur.
• İradeli bir fiilde aklın işi, iradeyi aydınlatmaktır ve irade özü bakımından bilinçli ve düşünceli bir etkinliktir.
İradeli bir fiilde duygular ise, duygusal durumların etkisiyle fiili tartışma aşamasında devreye girer. Duygu,
coşturan ve kızdıran bir öge olarak uygulama lehine de devreye girer. Duygusal durumlar herkesi duraksamadan
ölümün ve acının karşısına bile çıkartır. İradeli bir fiilde irade ise, özellikle karar ve niyet aşamasında kendini
göstermesine rağmen, filin diğer aşamalarının her birinde devreye girmekten geri kalmaz. İrade, alternatifleri
kavrama aşamasında, dikkat ve düşünmenin katkısıyla tartışma aşamasında görünür, istediği çabalar serisiyle
irade, fiilin uygulanışında da kendini gösterir. Öyle ki iradeli fiil, bir tek tek istemeler serisini zorunlu kılar. Bu
tek tek istemelerin hepsi birbirine bağlıdır. Çünkü onlar, aynı ilkeden doğar ve aynı amaca yönelirler.
• İrade, en sonunda bir seçmeye indirgenir. Bu seçmeyi, iradeli fiilin zirve noktası ve esası olarak kabul
etmeliyiz. İradeli fiilin doğasını iyi tanımak için, iradeyi gelgeç heveslerden ve arzudan ayırt etmek oldukça
önemlidir.
• İrade ile arzu arasında şu farklar bulunur:
• 1) Nitelik farklılıkları: a) Arzu zorunluluk altındadır, hür değildir. İrade ise, hürdür ve kendi kendinin
yöneticisidir. b) Arzu kördür, hiç bir tartışmayı gerektirmez. İrade ise, aydınlık ve düşüncelidir. c) Arzu, az-çok
belirsiz ve bulanıktır. Buna karşın irade, belirli ve açıktır. d) Arzu çalkantılıdır. İrade ise, sakin ve durağandır.
• 2) Konu ve değer farklılıkları: Arzu, konusunu çoğu kez bize bağlı olmayan dış nesnelerden alır. Arzunun
alanı da sınırsızdır. Meselâ insan, uçmak için kanat sahibi olmayı arzu edebilir. Buna karşın irade, sadece bize
bağlı olan ve ancak tarafımızdan gerçekleştirilebilen nesnelere dayanır. Sonuç itibariyle arzu, sadece düş olarak
kalabilir. Oysa irade, öz olarak davranış halindedir. İstemek, çaba göstermek olduğuna göre, aynı zamanda
davranmak demektir.
• 3) Sonuç farklılıkları: Arzu ne kadar çok güçlü ise, insan kendine daha az hakim olur. Buna karşın, bir insanın
iradesi ne kadar güçlü ve fazla ise, o kadar kendine hakim olur.
• 4) Bağıntı farklılıkları: İrade, çoğu kez birbirine karşıt olacak ve birbiriyle savaşacak ölçüde arzudan ayrıdır.
Tutku ile ödev arasında sık sık yaşanan bu acıklı çatışmalar, işte buradan doğar.
• İrade arzu değildir. İrade, şu iki temel niteliğiyle arzudan ayrılır: a) İrade akıllıdır, akla dayanır. b) İrade,
çabayı içerir. İrade, aktif ve bilinçli bir enerjidir. O, arzularımızın tümünü içine alma, düzene ve sıraya sokma,
sistemleştirme görevini üstlenmiştir. İrade, kendine ait olan, kendine hâkim olan, bağımsız bir hayat yaşayan
benim kendimden ibarettir. İrade, farklı kişilerde ciddi karşıtlıklar gösterir. Aynı kişide bile, hayatın farklı
çağlarında, çok dereceli olmaya elverişlidir.
• Kadere iman etmek ihtiyar ve irade esasına aykırı mıdır?
• İslam’a göre insan hürriyetinin kıymeti çok yüksektir ve her insan amelinde hürdür.
Mutluluğuna vesile olabilecek şeyleri kendi irade ve kudretiyle el eder. Bu anlamda da insanın
özgür olduğunu ve yapacağı fiillerin bir zorlama neticesi olmadığını belirten pek çok ayet ve
hadis vardır. Bk. ders kitabı
• Müslümanların kaza ve kadere inanmalarını ihtiyar ilkesine aykırı görenler varsa da bu anlayış
kesinlikle yanlıştır. Müslümanlık bağlılarına hem külli bir iradeye sahip her şeyin yaratıcısı bir
varlığa imanı, hem de bu yaratıcının insanları irade ve ihtiyar sahibi olarak yarattığını ve sevap
ve cezanın bu irade üzerine bina edildiğini bildiriyor. Müslümanlık bir taraftan kadere imanı
emrederken, çalışma ve her türlü tedbiri almayı emretmektedir. Zira insanlar kendi kaderlerini
bilemeyeceklerine göre kendileri için doğru olduğunu düşündükleri ve emredilen eylemleri
yerine getirmeye çalışmalıdırlar. Allah’ın külli iradesi de bunun gerçekleşmesini murad ederse
bu konuda başarılı olmaları söz konusu olur.
• Tevekkül de düşünüp, taşınıp bütün sebepleri yerine getirdikten sonra, gerisini Allah’a
bırakmayı ifade eder. Bir işe bu şekilde karar verdikten sonra tereddüt etmeksizin devam etmek
gerektiğini ifade eder.
Ahlaki Sorumluluk ve Bunun İslam
Nazarındaki Önemi

5. Ders:
• Akıl ve irade sahibi her insan yaptığı fiillerden/davranışlarından ve taşımış olduğu niyetlerden
sorumludur. Fakat bu sorumluluğun sınırının ne olduğu, nerede başlayıp nerede sona erdiği,
üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
• Sorumluluk/Mesuliyet: Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir
olayın sonuçlarını üstlenmesidir. Yine Sorumluluk: hür bir öznenin davranışlarında yüksek bir
otoriteyi hesaba katma zorunluluğudur.
• Herhangi bir davranış için sırasıyla şu üç durum söz konusudur:
• Yükümlülük/Mükellefiyet Sorumluluk/Mesuliyet Yaptırım/Müeyyide
• Ahlaki bir sistem yükümlülük üzerine kurulur ve o esaslı bir temeldir. Yükümlülük olmadan
sorumluluk ortaya çıkmaz. Yükümlülük ahlaki şuur demektir ve bu şuur hali görevi telkin eder.
Görev iyi olandır, iyi olduğu için de gerekli şekilde kabul edilir. O halde yükümlülük nedir?
• Yükümlülük: Yapılması zorunlu olan iş veya bir işi yapma zorunluluğu, yükümlü olma durumu,
mükellefiyet, mecburiyet olarak tanımlanır. Yükümlü terimi kişiye değil, fakat hür olarak yapılan
ve yapanın sorumlu olduğu eyleme uygun gelir.
• Ahlaki sorumluluk: akıl sahibi kişilerin azim ve kasıt ile yaptıkları fiilden kaynaklanan
sorumluluktur. Akıl, irade ve seçim gücüne sahip olduğu için insan sorumludur. Bu özellikleri
taşıyan bir varlık olarak onun ahlaken sorumlu tutulmaktan uzak kalması düşünülemez.
• İnsandan meydana gelen fiillerin bir kısmı belli bir amaca yönelik olarak kasıtlı ve karar neticesi
olarak ağır ağır meydana gelir. Bir kısmı ise kasıt olmaksızın ani bir surette birden bire ortaya çıkar.
Akıllı kimselerden ortaya çıkan fiiller birinci kısımdadır. Bu bağlamda sorumluluk biri kasıt ve niyet
için, diğeri de kasıt ve niyetin sonucu olan fiil içindir. Buna göre aynı fiil öncesinde yer alan kasıt ve
niyete bağlı olarak farklı şekillerde nitelenir. Kasıtlı adam öldürme ile kazara adam öldürmede olduğu
gibi. Seçime dayalı fiilleri arasında insan azim ve kastıyla yaptığı fillerden sorumludur. Ahlak
açısından fiillerde geçerli olan niyet ve maksattır. Dolayısıyla niyetli davranışlara yüklenen
sorumluluk ahlaki sorumluluktur. Ameller niyetlere göredir.

«‫• « إن هللا ال ينظر إلى صوركم وال إلى أعمالكم ولكن ينظر إلى قلوبكم ونياتكم‬
• Sorumluluğun şartları: 1. Akıl, 2. Hürriyet
• İnsan kaynaklı herhangi bir davranışın sorumluluğa yol açabilmesi için, o kişi de 1. Akıl ve 2. Hürriyet
şartlarının bulunması gerekir. Sorumluluk iradi olarak yaptığımız davranışlarda ortaya çıkar. Dolayısıyla her
insanın sorumluluğu hür oluşu ve akıllı oluşu nispetinde farklılık gösterebilir.
• Her şeyden önce sorumluluk hür olmayı varsayar. Kişi eğer kendi eylemini kendisi seçiyorsa sorumlu kabul
edilebilir. Ama insan doğasına, yaratılışına, kendinin ve toplumun menfaatlerine uygun olan bir tercihte
bulunmalıdır. İyi ve faydalı yöndeki her faaliyette insan hürdür. Kötü yöndeki faaliyetlerde kendisine ve
topluma zararlı olacağı ve mutsuzluğuna sebep teşkil edeceği için sorumlu tutulmakta ve engellenmektedir. Bu
nedenle kişi eylemlerinin kaynağı olan sebepler üzerinde derin derin düşünmelidir.
• Yükümlülük, sorumluluk ve yaptırım birbirinden ayrılmaz. Bunlardan birinin yokluğunu, mesela
sorumluluğun söz konusu olmadığı bir yükümlülüğü kabul etsek, o zaman mecbur edileni olmayan bir
yükümlülük düşünmüş oluruz ki, bu anlamsız olur. Bir taraftan insanın bir yükümlülüğü olduğu söyleyip,
diğer taraftan da neye, niçin mecbur olduğu ve bu yükümlülüğün kendisine ne yüklediği söylenmezse bu
saçma olur. Bu sebeple yükümlülük sorumluluğu gerektirir. Bir başka ifade ile sorumluluk
yükümlülükten doğar.
• Neye ve kime karşı sorumluyuz? Bize yükümlülüğü yükleyene karşı sorumluyuz. Yani sorumlu olmak
demek birine veya bir şeye cevap vermeye mecbur olmak demektir. Yüklenen yükümlülüğün yerine
getirilme halini bildirmek demektir. Bu anlamda da sorumlu olmak, yükümlülük yükleyen birine
hesap vermek demektir. Sorumluluk ahlaki varlık olmanın gereğidir. Sorumluluğun olmadığı yerde
bir kişilikten de söz edilemez. İnsan sorumluluk duygusuyla/bilinciyle diğer varlıkların üstüne çıkar.
Yükümlülüğün sorumluluğu doğurması gibi, bu duygu kişide görev şuurunu bir başka deyişle
yükümlülüğü ortaya çıkarır. Bu anlamda sorumluluk bizi bir davranışta bulunmaya ve ondan önce de bir
karar vermeye sevk etmektedir. Kararların ortaya çıkmasında ve onların fiile intikalinde etkin olan bu
sorumluluk duygusudur. Dolayısıyla sorumluluk davranışın gerçekleşmesi için tabii bir araç ve bir
yetenektir. İnsan kendini böyle bir hareketten sorumlu hissetmekle o davranışı üzerine almış olmaktadır.
Yani sorumluluk bir bakıma bir hareketi üstlenme kapasitesidir.
• Kendini bir şeyi yapmakla sorumlu hisseden insan, o iş için kendini yetenekli, güçlü ve kuvvetli gören
kimsedir. Yapmakla sorumlu olduğu iş, ancak onun akıl, irade, güç, yetenek, sağlık ve diğer
kuvvetleriyle gerçekleşme imkanı bulur. Bu anlamda da sorumluluk insanın kendi güçlerini kullanma
iktidarıdır. İnsan doğası gereği daima bir sorumluluk duygusu taşır. En basit tarzda kendi sağlığını
korumak yükümlülüğünde ve sorumluluğunda olduğunu bilir, korumadığı takdirde hastalanacağının
şuurundadır. Bu yüzden sorumluluk duygusu insanın cevherinde bulunan özelliklerden biridir.
• Evrende insanın dışındaki şeyler kendilerine verilen rolü değiştirmeksizin ve ister istemez yaparlar. Bu
rol hususunda hiçbir müdahaleleri yoktur. Çünkü iradeleri yoktur, tercihte bulunamazlar. Öyleyse hiçbir
sorumlulukları da yoktur. Bunun aksine ahlaki düzende fail birçok imkan karşısındadır. Bunlardan birini
seçmesi de tabiidir. Bu seçim ya o kurala saygı olur veya onu ihlal olur.
• Yaşadığımız dünyada her birimiz bazı sorumluluklar taşır, bir yer işgal eder, toplumda bir iş yaparız.
Böylece baba, anne, çocuk, öğretmen, idareci, işçi vd. herkes makam, mevki ve durumuna göre bir
sorumluluk taşır. Hatta toplumun dışında yalnız yaşasak bile kalbimizin temizliğinden
düşüncülerimizin doğruluğundan, hayatımızdan ve sağlığımızdan sorumluyuz. Öyle ki insan her an,
bütün zaman ve mekanlarda bir sorumluluk altındadır. Ortaya çıkan diğer şartlar, bu sorumluluğu
özelleştirir ve açığa kavuşturur. Ahlaki kanunlar bir yükümlülük getirdikleri için, insanın bu alanda
ortaya çıkan sorumluluğu ile davranış bütünlüğü halinde olmasını isterler. İnsan ahlaki olarak sorumlu
olmadan önce tabii olarak sorumludur. Ama insan sorumluluğu ile her zaman uyumlu olmayabilir. Çeşitli
taahhütlerde bulunabilir ve bu taahhütlerden sonra sorumluluğuna sadık kalabilir ve kalmayabilir.
• Kendimizi sorumlu hissettiğimiz bir konuda sorumluluğun ilk anı bize gücümüzün hissini verir. Bu bir
yapabilme gücüdür. Kendimizi sorumlu hissetmemiz, o davranış yapabilecek gücümüz olmasından
kaynaklanır. O güç olmasa kendimizi sorumlu hissetmeyiz; kendimizi sorumlu hissediyorsak onu
yapabileceğiz demektir. Sorumluluğun ikinci anında alçak gönüllülük (veya rıza) ve teslim tavrını
alırız. Bu demektir ki, sorumluluğun gereğini bir görev olarak kabul etmişizdir.
• Tam sorumluluk: Akıl, hürriyet, azim ve kasıt gibi sorumluluk şartlarının hepsini toplamış olanların
fiillerine ilişkin sorumluluk tam sorumluluktur.
• Ortak sorumluluk: Başkalarının teşviki ya da zorlaması gibi dış etkiler sebebiyle yapılan işlerin
sorumluluğu yalnız failini değil, aynı zamanda zorlayan ve teşvik eden kişiyi de kapsar ki, buna ortak
sorumluluk denir.
• İslam ahlakı çok dikkatli davranmayı çok ince bir idrake sahip olayı şart koşar. Kişi her davranışın ve
sözün kendilerine ne gibi bir sorumluluk yükleyeceğini bilmelidir. Sorumluluk ağır bir yük olarak
insanın omuzlarında bulunmaktadır ve bundan kurtuluş yoktur. Ancak onun gerektirdiği hususları yerine
getirmek söz konusudur. O zaman vazife tamamlanmış olur. Müslüman hak ve hürriyetlerini bilmekle
nelerden sorumlu olduğunun şuuruna sahip bulunmaktadır. Bu sorumluluk duygusu ve bunun
şekillendirdiği şuur hali, sadece iyi ve güzel olanı davranış veya söz olarak ortaya çıkarmaktır. Sözü
edilen şuur hali her nimetin yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmasını temin etmektedir. Zira insanın
emrine verilen nimetlerin tasarrufunda sorumlu olduğu birçok kez tekrarlanmaktadır. “Sonra o gün size
verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz. (Tekasür, 7-8)” “Hepiniz çobansınız ve sürünüzden
mes’ülsünüz.”
• İslam dini nazarında irade ve ihtiyar sahibi bir varlık olarak her şahıs yaptığı işlerden bizzat sorumludur. Dolayısıyla asıl
sorumluluk şahsi sorumluluktur. Kim olursa olsun peygamberler de dahil hiçbir insan bu sorumluluktan azade değildir.
Ahlaki ve dini sorumluluk evrensel bir özellik taşır. Ancak bu özelliği şartsız değildir. Her şeyden önce dini ve ahlaki
sorumluluk kişinin bizzat kendisine yönelmiştir. Dini ve ahlaki sorumluluk ferdidir. “Yaptığı iyilik lehine, kötülük de
aleyhinedir. (Bakara, 286)” “Kim günah işlerse bunu ancak kendi aleyhine yapmış olur. (Nisa, 111)” sorumluluk ferdi olma
özelliğini her sahada muhafaza eder. Yapılan her fiil failinin bir ürünü olarak ortaya çıkar ve ona göre değerlendirilir. Çünkü
her fiilde mutlaka failin isteği mevcuttur. Bu kişisel olma özelliği bu dünyada geçerli olduğu kadar, ahiret hayatında da aynen
geçerlidir. Herkes ancak dünyadaki amellerinin karşılığını alabilir. Kan bağı veya dostluk bu hususta bir rol oynamaz. “Bugün
herkese kazandığının karşılığı verilir. (Mü’minun, 17)”
• Sorumluluğun bu şahsiliğine rağmen işlenen suç başkalarını da teşvik etmiş ve yeni suçların ortaya çıkmasına sebep olmuşsa,
başkalarına sebep olmadan dolayı kişi diğer insanların yaptıklarından da bir ölçüde sorumlu olur. Davranışlarıyla ilahi
emirlere karşı gelen kimseler daha sonra başkalarının da bu fiili yapmasına sebep olmuşlar yani başkalarını da saptırmışlarsa,
hem kendileri hem de onlara uyanlar cezalandırılır. Bunun yanında kötü bir çığır açanlar, bu çığır sebebiyle daha sonra
gerçekleşecek yeni kötü davranışların sorumluluğuna da katlanacaklardır.
• Her insan kendi davranışlarından sorumludur, fakat inanan insan diğer hemcinslerinin yanlış davranışlarından onlara gücü
nispetinde müdahele etmemesi sebebiyle sorumludur. Dolayısıyla sorumluluk alanımıza başkalarının kötü davranışlarını
uygun şekilde engelleme hususu da girmektedir. Bu da bizim ferdi sorumluluğumuzdur. Bu anlamda lakayt davranma İslam
ahlakında uygun görülmemektedir. Kötüye mani olmamak kötü örneklerin çoğalmasına sebep olmak demektir. İslam
ahlakında nemelazımcılık yoktur. Herkes etrafından gücü oranında sorumludur. Böylece ferdi sorumluluk toplumsal
sorumlulukla sınırdaş olur ve hatta neredeyse onunla karışacak bir durumda olur. Zira toplum kişisel şuurların topluluğudur.
Yaşadığımız toplum içinde her şuurlu davranış ve onun ortaya çıkardığı tabii sonuç lehimize ve aleyhimize tecelli eder. Biz
sadece şuurlu davranışlarımızla sebep olduğumuz olaylardan değil, onların tabii sonuçlarından da etkileniriz.
Ahlaki Sorumluluğun Dereceleri:

6. Ders:
• Altıncı Ders: Ahlaki Sorumluluğun Dereceleri:
• Ahlaki sorumluluk vazifenin yapılmaması, fiillerimizin ahlak kanununa aykırı olması neticesi
olarak gereken bir cezadır. Akıllı ve irade ve ihtiyar sahibi olan insan ahlak kanununa aykırı bir şekilde
hareket ettiği takdirde, ceza ve sorumluluğa muhatap olur. Daha doğrusu böyle bir insanın cezasız
kalmaması lazımdır. Fakat bu sorumluluk kimin tarafından takip edilecek, bu gibi hareketlerimizden
dolayı bizi kim sorumlu tutacak?
• Ahlaki sorumluluk üç aşamalı olarak gerçekleşir:
• 1. Vicdanî sorumluluk, 2. Kanûnî sorumluluk veya insanlara karşı sorumluluk, 3. Uhrevî sorumluluk.
• Sorumluluk yükümlülüğü varsayar. O zaman bize yükümlülüğü yükleyen bir otorite ve bu yükümlülüğün
ortaya çıkardığı sorumluluk gereği hareket edip etmediğimizi tespit edip, hakkımızda hüküm
uygulayacak bir hakim karşısında bulunuruz. Ya kendimizin belirlediği bir yükümlülüğe teslim oluruz,
ya diğer insanlardan gelen bir yükümlülüğe, ya da daha yüksek bir otoriteye teslim oluruz. Birinci halde
sorumluluk bize içten gelir, yani başka hiç kimsenin bizi mecbur edemeyeceği bir fiilden kendimizi
sorumlu hissederiz. Diğer iki halde sorumluluğu dışardan (toplum ve ilahi otoriteden) alırız. Sorumluluk
kaynaklarının bu şekilde olması üç çeşit sorumluluğu ortaya çıkarır: 1. Salt ahlaki sorumluluk, 2.
Sosyal sorumluluk, 3. Dini sorumluluk. Her sorumluluk kabul edildiği andan itibaren ahlaki bir
sorumluluktur. Başkası tarafından bize yüklenen sorumluluk kabulümüzle birlikte bizim şahsımızın
gereği olur.
• Ahlakı akılla temellendirenlere göre bu sorumluluk iki dereceli olarak ortaya çıkar:
• 1. Vicdanın sorumluluğu: Vicdani muhasebe ve onun yargılamasına bağlı olan bir sorumluluktur. İnsan kendisinde bulunan
vicdan adı verilen bir kuvvet ve meleke sayesinde iyiyi kötüden, erdemi erdemsizlikten ayırarak bizi hayra yöneltir ve şerden alıkoyar.
Fiil ve hareketlerimizi, niyet ve maksatlarımızı inceleyerek insanın nefsinde yaratılıştan var olan hayır ve şer fikirlerine nispetle onları
değerlendirip mukayese eder, ölçer ve bu suretler onların hayır ve şer olduklarını anlatır. Eğilim ve eylemlerimiz hayra, ahlaki kanuna
uygun olursa vicdan tarafından mükafatlandırılır, takdir ve tasvip ediliriz. Aksi durumda cezaya layık görülür, vicdanın kınama,
ayıplama ve acı sitemlerine maruz kalırız. Dolayısıyla ahlaki sorumluluğun temeli, yani en önce ve aracısız olarak niyetlerimizi ve
fiillerimizi inceleyerek onların mahiyetlerine göre bizi sorumlu tutan ve sonunda ceza veya ödül veren vicdandır.
• Vicdanın vereceği ceza: pişmanlık, ıstırap, kınama, ayıplama ve nefret şekillerinde ortaya çıkar. Ödül de: şevk, ferahlık ve
memnuniyet olarak ortaya çıkar. Vicdan yalnız kendi fiillerimizi değil, başkalarının fiillerini de takdir eder. İyilik ilkesine uygunluğu
ve aykırılığı hakkında bir hüküm verir. Bu şekilde o fiili yapan hakkında bizde bir sevgi veya nefret ortaya çıkar.
• Düşünen nefiste ortaya çıkan vicdani olaylar hükümler ve duygular olarak ortaya çıkar. Bir şeyi vicdanın güzel ve çirkin bulması,
saygı göstermesi ve küçük görmesi itibariyle ortaya çıkan şeyler hükümlerdir. Bu açıdan vicdanla akıl arasında bir bağ vardır.
İkincisi de, neşeli olmak sevgi ve nefret duymak gibi o hükümlerden kaynaklanan duygudur. Vicdanın verdiği hükümler 1. Fiilin
yapılmasından önce; vicdan failden çıkacak fiilin iyi veya kötü olduğuna hükmeder, onun yapılmasının iyi ve kötü olacağını belirler.
2. Fiil yapıldıktan sonra: fiil iyi ise onu güzel bulup, beğenir; kötü ise ayıplar ve beğenmez. Vicdan bu hükümleri verdikten sonra fiile
ilişkin bizde sevgi, nefret, pişmanlık vb. bazı ahlaki duygular ortaya çıkar.
• Yalnızca sorumluluk ve vicdan tarafından cezalandırılma korkusu insanları kötülükten alıkoyamaz ve yeterli değildir. Büyük
bir cinayet bozulmuş bir vicdanda hafifi bir kusur gibi görülürken, hassas ve naif insanların vicdanları yaptıkları küçük bir kusurdan
dolayı çok büyük pişmanlıklar ve vicdan azabı duyabilirler. Pişmanlık ve vicdan azabı aynı veya benzer kötü davranışları işlemeye
devam ettikçe etkisini kaybeder. Ve kişi yaptığı kötülüklerden dolayı kendisini vicdani olarak sorumlu hissetmez. Asli saflığını
kaybetmiş ve dış tesirlerin etkisiyle bozulmuş bir vicdanın tayin edeceği bir sorumluluk ne derece iyi iş görebilir.
• 2. İnsanlara karşı sorumluluğumuz
• Vicdani sorumluluk diğer insanlara karşı sorumluluğumuzla tamamlanır. Davranışları, iyi olan bir
insan toplumdaki diğer insanların takdirine mazhar olur, onlara şevk ve neşe verir; onların güven, sevgi
ve saygısını kazanır. Aksi durumdaki kötü davranışlara sahip insan ise diğer insanların ayıplama ve
kınamalarına, acımalarına, hayra teşvik edici ikazlarına muhatap olur. Gittikçe onların üzerinde
güvensizlik ve nefret etkileri görülmeye başlar. Daha ileri gidecek olursa işi ahlak dairesinden çıkar,
hukuk sahasına intikal eder ve yasal sorumluluklar karşısında kalır. Bu suretle vicdan sorumluluğu,
vicdan azabı görmeyeceği varsayılan insanlar, topluma karşı olan sorumluluktan kurtulamaz; vicdanî
sorumluluğa sahip kişiler de her iki sorumluluğa muhatap olurlar.
• Gerçekte sorumluluğun birinci derecesi vicdandır. Bundan sonra yani ikinci derecedeki sorumluluk,
insanın kendi cinsine, toplumdaki diğer insanlara karşı olan sorumluluktur. İnsanın vicdanına karşı olan
sorumluluğunun sınırı, içinden gelen kınama ve azarlama, pişmanlık ve azap yahut takdir etme ve güzel
bulma, neşe ve ferahlık hissetmekten ibaret olup sonuçta maddî bir ceza yoktur. İkinci derecede yer
alan toplumsal sorumlulukta ise, maddî ceza da bulunabilir. Bu nedenle ikinci derecede sorumlulukla
birincisinin tamamlanabileceği düşünülmektedir. Fakat ne olursa olsun, toplumun takdirlerine lâyık
olmak yahut kınama ve ayıplamalarına maruz kalma düşüncesi, ahlaki kanunları bozmamak için elbette
yeterli bir sorumluluk değildir. Esasen bütün niyet ve fiillerimizden dolayı böyle bir sorumluluğa maruz
kalmamız da mümkün değildir. Tüm bu nedenlerden dolayı vicdanî sorumluluk gibi, bu da yeterli
değildir.
• 3. Uhrevî Sorumluluk:
• Vicdanî ve toplumsal sorumluluk yeterli olmadığından dolayı fiillerimiz için bunlardan daha kuvvetli bir
sorumluluk kabul edilmediği takdirde, ahlaki sorumluluk yeteri derecede ortaya çıkmayacaktır.
Sorumluluğun meydana gelmemesi ise, ahlakın ortadan kalkmasına neden olur. Vicdanına ve insanlara
karşı sorumluluk hissetmeyen bir kimse, fiillerinin ahlaki kanuna uyup uymayacağını düşünemez. İşte bu
nedenle İlâhî vahye dayanan İslâm ahlakı, vicdanî ve toplumsal sorumluluğu inkâr etmemekle
beraber, daha ziyade ahiret sorumluluğu üzerine vurgu yapmaktadır. Akseki, ahlaki sorumluluğun
diğer bir deyişle; niyet ve amellerin ahlaki kanuna aykırılığı sonunda maruz kalınacak sorumluluk ve
cezanın, cezaların en büyüğü olan uhrevî sorumluluk olduğunu düşünür. Bu anlamda tam sorumluluk,
insanın Yüce Allah'a karşı olan sorumluluğu, uhrevî sorumluluktur.
• Bütün niyet ve amellerinden dolayı ahirette sorumluluğa maruz kalacağına, ceza gününde
buradaki amellerinden dolayı Cenabı Allah tarafından çok dikkatli bir hesaba çekileceğine imanı
olmayan bir insan için, birinci ve ikinci derecede olan sorumluluk yeterli değildir. Bu durumda
sorumluluğun en kuvvetlisi, en kesin ve değişmez olanı ahiret sorumluluğudur. Bu sorumluluğu dikkate
almayarak, yalnız diğer iki sorumlulukla yetinen bir felsefe, bir ahlak tamam değildir. Bu sorumluluğa
imanı olmayanlar için vicdanî sorumluluk ve insanlara karşı sorumluluk bir hiçtir. Bu gibi kimselerin
eline fırsat geçince, her türlü kötülüğü yapmayacağının bir garantisi de yoktur.
VAZİFE PRENSİBİ
VE BUNUN İSLAM
7. DERS:
DİNİNDEKİ YERİ

1
Felsefenin ahlak için tespit ettiği ikinci esas, vazife düşüncesidir. Aklı rehber
edinen yüksek felsefi teorilere göre ahlakın temeli vazifedir. Ahlakı vazife
üzerine temellendirdikleri için irade, ihtiyar ve sorumluluk ilkesini de kabul
ediyorlar. Onlara göre akıl ahlaki kanunu dışarıda değil, kendinde bulup
keşfeder ve kendisini her türlü davranışında onunla yükümlü kılar ve
vazifeli bilir. Kendi kanununu bizzat kendisi koyar. Kendi doğasında
keşfettiği kanuna tamamıyla itaat etmek suretiyle vazifesini iyi yapmış
olacak ve aynı zamanda hareketlerinde de özgür sayılacaktır. Çünkü
uymakta olduğu kanun dışardan konmuş bir kanun değil, kendi kanunudur.
Mütekaddimin vazifeyi şöyle tanımlar: Başkalarının bize yapmalarını
arzu ettiğimiz şeyi onlara yapmak, bize yapılmasını istemediğimizi bizim de
onlara yapmamamızdır.
Kant’a göre vazife, insanın fiilinin niyeti bir genel kaide olabilecek şekilde
hareket etmesidir. Buna göre vazife yapmaya mecbur olduğumuz “iyi-
hayır” dan başka bir şey değildir. İnsan kötü olan şeyi vazife olarak
yapamaz. Kimse yapmış olduğu kötülüğün genel bir kanun olmasını arzu 2
etmez. Çünkü sonunda başkaları tarafından kendisine de yapılacağından
korkar. Fakat insan güzel davranışlarda bulunursa diğerleri de ona tabi
Kant’a göre vazife ahlaki kanunun dayanağı ve kaynağı akıldır. Müslümanlıkta vazifenin
kaynağı dindir. Vazife dinin yapılmasını emrettiği hayırdır-iyidir yahut dinin emirlerine
uymak yasaklarından kaçınmaktır. Vazife, şer’in, örfün ve aklın buyurduğu iyiliği
yapmaktır. Vazifenin dine dayanması sırf akla dayanmasından daha sağlam ve daha
esaslıdır. Bu durum onun akli mahiyetinden bir şey kaybettirmez. Çünkü Müslümanın kendi
dışında bir kaynaktan gelen emirlere uyması ve yasaklardan kaçınması gerçekte yine kendi
aklına uyması demektir. Zira emirlerine uyduğu din ve şeriat aklın temel prensipleriyle
uyuşmaktadır. Şeriat/yasa dışarıdan gelen bir akıl, akıl içerden gelen bir şeriattır.
Müslümanların ahlak kanunu da Kant’ın «Öyle hareket et ki, iradenin bağlı olduğu külli/
genel kaide yani itaat ettiğin kanun, bir külli kanun ilkesi suretinde olsun» şeklindeki
meşhur kaidesinden başka değildir. Aklı esas kabul edenlerin dayandıkları bu kanun İslam
dini tarafından daha kolay anlaşılabilecek şekilde ifade edilmiş, külli kanun ve mutlak olan
hayrın ne olduğu daha açık şekilde bildirilmiştir. Bk. Kitaptaki hadisler.
İyilik ve kötülüğün vazife ve ahlaki kanunun mahiyetlerini tayin eden islami kaideler
Kant’ın yalnız akıldan çıkarmış olduğu ahlaki kanuna tercih edilir. Kant’ın ahlak kanunu
yalnız fiillerimizi dikkate alıp, niyetlerimizi ihmal etmektedir. Oysa İslam inancına göre biz
fiiliyata dönüşmeyen niyetlerimizden de sorumluyuz. Ahlak bakımından insanın kıymeti,
görünen fiillerinden çok niyeti iledir. Sorumluluk ihtiyarla birlikte ortaya çıkmakta ve İslam
insanın amelinden çok niyetine önem vermektedir. “Amellerin kıymeti ancak niyetledir ve
herkes için ancak niyet ettiği şey vardır.” “Allah sizin suretlerinize ve amellerinize bakmaz,
fakat kalplerinize (gönüllerinize) ve niyetlerinize bakar.” 3
Ahlaki prensipleri yalnız akıl üzerine bina edenler vazifeyi vazife için
yapma esasını takip etmektedirler. Vazife vazife olduğu için yapılmalıdır,
vazifenin gayesi yine vazifedir. Vazife kanuna saygı ve itaattir, dolayısıyla
herhangi bir menfaat hesabı yapılmadan yalnız hayır olduğu için vazifenin
yapılması gerekir. Bu prensip Müslümanlarca daha esaslı şekilde beyan
edilmiştir. Müslümanlıkta en büyük mertebe bir vazifeyi sırf Allah’ın emri
olduğu için yapmaktır. Bu takva makamıdır.
Özetle vazifeyi vazife olduğu için yapma prensibini koyan İslamiyettir.
Müslümanlıkta en yüksek amel Allah rızası için yapılandır. İslam’ın koyduğu
vazife kanununa daha fazla itaat edileceği açıktır. Vazife kanununa itaat için
yalnız akla dayanması yeterli olmayıp, uluhiyet fikrine dayanması gerekir.
Bu vazifenin yerine getirilmesini daha mümkün kılar.
Vazifeyi vazife olduğu için yapmak = bir şeyi Allah’ın emri olduğu için
yapmak. Vazifeyi vazife olduğu için yapmak, bir şeyi Allah’ın emri olduğu
için yapmak en üstün derece olmakla birlikte, kolay kola ulaşılabilecek bir
mertebe değildir. Bu nedenle İslam insanları iyiliğe yöneltmek için yaptığı
hitaplar iki derecelidir. 1. Mutlak saadet ve ilahi rıza, 2. Ahiret sevabı ve
cezası. Kemal derecesine ulaşmış olanlar için vazifeye sevkeden yalnızca 4
birincisi iken, bu mertebeye ulaşamayanlar için ahiret mükafatı ve cezası
vazifeye sevkeden önemli bir faktördür. Ehli Dünya, Ehli Ukba, Ehlullah.
AHLAKIN
MÜEYYİDE
8. DERS:
YAPTIRIM
KUVVETİ
1
Müeyyide/yaptırım gücüne sahip olmayan hükümler ve kanunlar etkili olmaktan
uzaktır. Bir kanunun iyi ve her türlü ihtiyacı karşılamış olması da ona itaat için yeterli
değildir. Kötü insanlar tarafından ahlak kanununun bozulmaması için bir yaptırım
gereklidir.
1. Vicdani Müeyyide:
En büyük yaptırım kuvveti olarak vicdanı gören kimselere göre, vicdan insanı ahlaki
olmayan hareketlerden uzak tutar. Vicdan varken başka bir yaptırım gücüne ihtiyaç
yoktur. Vicdan insanda bulunan fıtri bir gözetleyici ve yönlendiricidir.
Vicdan, insanda fıtrî bir murâkıb ve yön vericidir. İyi ve kötü olan maksat ve fiillerimizi
görür; kötü düşünce ve hareketten dolayı bizi kınar ve azarlar. Fakat bu yalnız başına
yeterli bir yaptırım gücüne sahip değildir. Vicdanın bizi kınayıp ayıplaması, doğrudan
doğruya herkesin anlayabileceği bir lisan ile değil, hep tabiat ve fıtrat lisanıyladır. Oysa
böyle bir uyarı ve tehdide kulak vermemize mani olacak bir çok sebep ve engel vardır.
Dolayısıyla vicdan ahlâkî kanunların bozulmaması için, kuvvetli bir yaptırım olamaz.
Vazife yapmayı sağlamak için bu yeterli değildir.
2. Tabiat:
2
Faziletlerin ve kötü huyların meydana getirecekleri neticelerin de, ahlâkın müeyyide
Zararlı alışkanlıklar, meselâ içkiye müptelâ bir insan, kendisini yavaş yavaş öldürüyor
demektir. Hıyanet de, er geç tabiî cezasını bulur; bu yolda hareket eden insanlar,
amellerinin tabiî cezası olarak sonunda bir gün tabiatın sillesine uğrayarak mahvolup
giderler. Bunların âkibeti, diğer insanlar için ibret ve ders almayı gerektirir. Şu halde,
insanı kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe sevk edecek en büyük müeyyide, yapılan fillerin
tabiî neticesidir.
Tabiat kanunları ve fıtrî nizamdan sapmak, bir felâketle neticelenir. Fakat bu, mutlak
ve değişmez değildir. Tabiatın, kendi kanunlarına karşı meydana gelen her saldırıyı
tam bir dikkatle tespit ederek, günün bizden kat kat hesabını sorması kısmen doğru ise
de, kısmen de doğru değildir. Tabiat yalnız kendi kanunlarının bozulmasından dolayı
intikam alır, fâilini cezasız bırakmaz. Fakat, ahlâkî olup olmadığına ve niyete hiç önem
vermez. Tabiat ahlaki niyet taşımaz.
Ahlâk kanunlarının saptırılmasına karşı tabiat, tamamıyla dilsiz ve sessizdir. Meselâ
bir insan süratle giden trenden inmek isterse, derhal bu yanlış fiilin cezasını görür.
Bununla beraber, ahlâkî kanunların icabı olarak ana babaya saygı vazifesini yerine
getirmeyen bir çocuk, bu hareketinin tabii cezasını ya hiç görmez yahut az görür.
Birdenbire ve o fiilinin cezası olduğunu hissederek değil, hissedilemeyen bir tarzda
görür. Hakikatte bu gibi kimseler bu tür amellerinin cezasını göreceklerdir. Fakat bu
ceza, fiili hemen takip ederek süratli bir şekilde meydana gelmediğinden, bunu anlayıp
takdir edecek kimse pek azdır. Zararlı maddeleri kullanmayı alışkanlık haline getiren
bir adamın hasta olması veya ölmesi, ahlâkî kanuna aykırı hareketinden değil, belki bu
husustaki aşırılığından ileri gelmiştir. Hırsızlık, zinâ, yalancılık gibi ahlâkî esaslara 3
aykırı fiil ve hareketler hakkında da aynı şeyler akla gelebilir. O halde, ahlâkî
3. Cemiyet ve Kanun:
Herhangi bir cemiyetin, ahlâkî kanunlara uyanlara mükâfat vermek, uymayanları
cezalandırmak suretiyle vazifenin yapılmasını sağlayacağı düşünülmektedir.
Cemiyetin vereceği cezaya maruz kalmamak için her ferdin, ahlâkî kanunlara uygun
bir şekilde hareket edeceği iddia edilebilse de, inceleme sonunda bunun da gerçeğe
uygun olmadığı görülmektedir. Cemiyet, kanuna aykırı harekette bulunanları
cezalandırır. Diğer bir tabirle, cezai hükümler ve insanların koyduğu kanunlar, ahlâka
aykırı harekette bulunanlara ceza vereceği için, ahlâkî kanunun İcraatını ve vazifenin
hükmünü yürütebilen sebeplerden biri sayılabilir. Fakat bu, tam manası ile bir ahlâkî
müeyyide olamaz. Çünkü ahlâkî ve kanunî olmayan hareketlerde bulunanları,
cemiyetin cezalandıracağını kabul etsek bile, faziletli bir hayat yaşayanlar İçin
mükâfat verdiği pek de görülmüş değildir.
Cemiyet, ne ahlâkî kanunlara uygun harekette bulunanlara mükâfat verir, ne de
aykırı hareket edenlere ceza hazırlar. Cemiyetin yaptığı şey kendini savunma ile
yetinmedir. Gerçekte cemiyetin ve kanunların güttüğü gaye genel ahenk ve huzurun
korunması, toplum düzeninin bozulmamasıdır. Bu gayeye aykırı hareket edenler
görüldüğü takdirde cezaya uğrasalar da, bunu açıktan bozanlar ahlâk bakımından
gayet kötü olsalar da toplumun kovuşturma ve cezalandırmasına maruz kalmazlar.
Dolayısıyla, kötü bir fiil ve hareket, toplum nazarında cezasız kalabilecektir.
İnsanların tüm hatalarını kanunla cezalandırmak mümkün değildir. Çünkü cezalar
kasıttan çok, fiil için gerekmekte olup o fiilin meydanda olması lâzımdır. Kanun, niyete 4
nüfuz edemez. Halbuki ahlâkî kanunlar fiilden çok niyete bakar. Yalnız fiile itibar
edilecek olursa, insanların bilemeyeceği bazı fiil ve hareketler, tabiî olarak cezasız
Cemiyetin bilhassa nazarı dikkate aldığı şey ahlâkî esaslardan uzak yaşayan kimseleri, kendi
kanunlarına göre cezalandırmaktır. Ama anne babasına asi bir evlat ve şahsî olan en ayıplı
suçlar bile kanunların takibine maruz kalmaz, hatta bazı kimseler yasaları delebilir ve bir
cezaya da maruz kalmayabilirler. Şu halde vazife ve ahlak için bu yaptırım tek başına yeterli
değildir.
4. Umumî Efkâr (Kamuoyu):
Bunun da sanıldığı gibi kuvvetli bir müeyyide olmadığı açıktır. Gerçekte umumî efkâr, yani
kamuoyu, fiil ve hareketlerimiz üzerinde iyi bir gözeticidir. Bu itibarla yapacağımız İşin iyi
olmasında, umumî efkarın büyük bir tesiri vardır. Hareketlerimizin kamuoyu tarafından
takdir olunması veya kınanması, bizim için büyük bir önem taşır. Umumî efkârın olumlu
yaklaşımından ne derece memnun olursak, kötü nazar ve nefretinden de o nispette zararlı
çıkarız; ayrıca bunların maddî tesirleri de yok değildir. Hile ve yalancılıkla tanınan bir
tüccar, çok müşteri bulamayacağı gibi, elindekileri de kaybeder. Umumî efkâr çok önemli bir
vâsıta olduğu içindir ki, en zalim hükümdarlar, bile, zulümlerini millet nazar ve efkarında
adalet ve ihsan şeklinde göstermek ve bu suretle kamuoyunu kendi tarafına çekme İhtiyacını
hissetmişlerdir.
Bu müeyyide de yeterli değildir, zira umumi efkar fiilleri dikkate alır kasıtlara bakmaz.
Kamuoyu maharetli ve kurnaz insanlar tarafından satın alınır veya yanıltılır. Bundan başka,
en saf (katıksız) olan faziletler, daima gizli olanlardır ki, bunlar kamuoyu nazarında 5
5. İstikbal ve Tarih Fikri:
Ahlakın dinden ayrı olduğunu ileri sürenler, Mehâfetullah (Allah korkusu) ve ahiret fikrini
kaldırmaya çalışanlar, ahlakin müeyyide kuvveti olmak üzere Tarih Fikrini ileri
sürmektedirler. Bunlara göre insanları ahlâk kanunlarına riâyet ettirecek ve umumun
menfaati için çalıştıracak olan müeyyide gücü Tarih korkusudur. Tarih korkusu
taşımayan insanlar umumun menfaatine ne vatan ne de millet sevgisiyle
çalışmaktadırlar. Hepsini şahsi menfaate vasıta olarak kullanıyorlar. Bu görüşü
savunanlar ahiret fikrini taklit ederek tarih korkusunu bir yaptırım olarak
kurgulamaktadır, oysa bir ahiret inancı olmaksızın bunun bir manası yoktur.
Mukaddesât ve vazifeye inanmayan bir insan, yalnızca tarih korkusu ile ahlâkî
kurallara riayet etmez. Heva ve heveslerinin peşin koşmaktan uzak kalamaz. Bu
nedenle diğer müeyyidelerden daha zayıf olup, ahlâkî kanunları bozmama konusunda
yeterli değildir.
6. Mehafetullah (Allah Korkusu) ve Ahiret Fikri :
Sayılan bu maddeler birer müeyyide olabilir, fakat başka bir müeyyide araştırmaya
6
lüzum kalmayacak şekilde, bir müeyyide kuvveti değildirler. Bunların yeterli olmaması
sebebiyle başka bir müeyyide aramaya ihtiyaç vardır. Ahlakın en büyük destekleyici
kuvveti; Allah’a ve Ahirete iman, havf ve reca yani ilâhi korku ve ümittir.
Vazifenin ve ahlâkî kanunların en büyük bekçisi ve koruyucusu âhiret
sorumluluğudur. İlim ve iradesi her şeyi kuşatmış olan Yüce Allah’ın kıyâmet gününde
kullarına nimet veya azap vereceğine ilişkin kuvvetli iman insanların ahlâkî kanunlara
uymalarını sağlar. Havas (ileri gelenler) avamı (halkı) hayran eden faziletlerin gelişme
devirlerinin daima, akide ve inancın kuvvetli olduğu zamanlara tesâdüf etmiş olması,
akidenin bozulduğu devirlerde ise, rezalet ve kötülüklerin daima cemiyete hâkim
olmuş bulunması da, bunun canlı bir şahididir. Bu inanç bulunmadıkça diğer
müeyyidelerin yaptığımız işlerin iyi ve hayra yönelik olmasında kesinlikle bir etkisi
olamaz. Bu iman ve inanç sebebiyle bizde selim bir vicdan ve doğru bir muhakeme
meydana gelir. Yine ancak bu iman ve itikad sayesinde diğer müeyyideler bizim
üzerimizde bir tesir yapar ve bizi hayra yöneltebilir.
Dilinde, Allah, kalbinde Allah korkusu olmayan bir kimse hiç bir şeyden korkmayacak
ve diğer müeyyideler onun için bir anlam ifade etmeyecektir. Mukaddesata imanı
olmayan bir kimsenin nefsani hazlara aykırı olarak fedakârlık yapması zordur.
Dünyada menfaatinden başka mukaddes bir şey tanımayan bir insanın, fazilet sahibi
olmasında, vazife denen ağır yükü taşımasında hiç bir mana düşünülemez. Ahlâkın en
büyük müeyyide kuvveti yani yaptırma gücü; Allah korkusu ve Âhiret inancıdır. 7
Bu olmadıkça, diğer müeyyideler hiçtir. Bunun kadar verimli ve tesirli teşvik edici,
bunun kadar kuvvetli bir itici faktör yoktur. Her türlü iyiliklerin başı ancak budur.

You might also like