Professional Documents
Culture Documents
Emile Ya Da Eğitim Üzerine - Jean-Jacques Rousseau
Emile Ya Da Eğitim Üzerine - Jean-Jacques Rousseau
Emile Ya Da Eğitim Üzerine - Jean-Jacques Rousseau
YA DA EĞİTİM ÜZERİNE
JEAN-JACQUES
ROUSSEAU
HASAN ÂLİ YÜCEL KLASİKLER
DİZİSİ
JEAN-JACQUES ROUSSEAU
EMILE YA DA EĞİTİM ÜZERİNE
özgün adı: EMILE, OU L’EDUCATION
fransızca aslından çeviren: YAŞAR
AVUNÇ
editör: ALİ ALKAN İNAL
görsel yönetmen: BİROL BAYRAM
redaksiyon: IŞIK ERGÜDER
düzelti: ALEV ÖZGÜNER - BELGİN
SUNAL
grafik tasarım ve uygulama
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR
YAYINLARI
Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.
Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek
şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında
gerek metin, gerek görsel malzeme hiçbir
yolla yayınevinden izin alınmadan
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve
dağıtılamaz.
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR
YAYINLARI
istiklal caddesi, no: 144/4 beyoğlu 34430
istanbul
Tel. (0212) 252 39 91
Fax. (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr
Genel Yayın: 1678
Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş
merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde
ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle
başlar. Sanat şubeleri içinde edebiyat, bu
ifadenin zihin unsurları en zengin olanıdır.
Bunun içindir ki bir milletin, diğer milletler
edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi
idrakinde tekrar etmesi; zekâ ve anlama
kudretini o eserler nispetinde artırması,
canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. İşte
tercüme faaliyetini, biz, bu bakımdan
ehemmiyetli ve medeniyet dâvamız için müessir
bellemekteyiz. Zekâsının her cephesini bu türlü
eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş
milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası olan
yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat,
bütün kütlenin ruhuna kadar işliyen ve sinen bir
tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet
ittisali, zamanda ve mekânda bütün hudutları
delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir.
Hangi milletin kütüpanesi bu yönden zenginse o
millet, medeniyet âleminde daha yüksek bir
idrak seviyesinde demektir. Bu itibarla tercüme
hareketini sistemli ve dikkatli bir surette idare
etmek, Türk irfanının en önemli bir cephesini
kuvvetlendirmek, onun genişlemesine,
ilerlemesine hizmet etmektir. Bu yolda bilgi ve
emeklerini esirgemiyen Türk münevverlerine
şükranla duyguluyum. Onların himmetleri ile
beş sene içinde, hiç değilse, devlet eli ile yüz
ciltlik, hususi teşebbüslerin gayreti ve gene
devletin yardımı ile, onun dört beş misli fazla
olmak üzere zengin bir tercüme kütüpanemiz
olacaktır. Bilhassa Türk dilinin, bu emeklerden
elde edeceği büyük faydayı düşünüp de
şimdiden tercüme faaliyetine yakın ilgi ve sevgi
duymamak, hiçbir Türk okuru için mümkün
olamıyacaktır.
23 Haziran 1941
Maarif Vekili
Hasan Âli Yücel
Sanabilibus agrotamus malis; ipsaque
nos
in rectum genitos natura, si emendari
velimus, juvat.
(Başımıza dert olan hastalıklar tedavi
edilebilir;
iyiliğe yönelik varlıklar olarak
doğduğumuz için,
doğanın kendisi bize yardım eder;
elbette gerçekten tedavi olmak istersek.)
Kleopatra’yı, Kassandra’yı[94] ya da bu
türden başka kitapları hiç mi okumadınız? Yazar
bilinen bir olayı seçtikten sonra onu, uydurduğu
ayrıntılarla, hiçbir zaman var olmamış kişilerle,
düşsel betimlemelerle süsleyip kendi görüşlerine
uyarlayarak, kitabının beğenilmesi için
gerçekdışı şeyleri üst üste yığar. Bu romanlarla
tarih kitaplarınız arasında, romancının kendi
hayal gücüne daha çok bağlanması, tarihçinin de
başkasının hayal gücüne bağımlı olması dışında
pek az fark görüyorum. Şunu da ekleyeyim:
Romancı iyi ya da kötü ahlaksal bir amaç
güderken, tarihçi buna hiç aldırış etmez.
Tarihin gerçeğe uygunluğunun ahlakın ve
karakterlerin gerçeğe uygunluğu kadar önem
taşımadığı söylenecektir. İnsan yüreğinin iyi
betimlenmesi koşuluyla, olayların doğrulukla
anlatılması pek önemli değildir, çünkü ne de
olsa –diye eklenecektir–, iki bin yıl önce
meydana gelmiş olaylardan bize ne? Eğer
betimlemeler doğayı örnek tutarak iyi
yapılmışlarsa sorun yoktur; ama çoğunun örneği
tarihçinin hayal gücünde ise, bu, kaçınılmak
istenen sakıncanın içine düşmek, böylece de
öğretmenin otoritesinden alınmak istenen şeyi
yazarların otoritesine vermek değil midir? Benim
öğrencim yalnızca hayal ürünü tablolar
görecekse, bu tabloların başka birinin değil,
benim elimle çizilmelerini yeğlerim; bunlar en
azından ona daha uygun olacaktır.
Bir genç için en kötü tarihçiler, yargıda
bulunanlardır. Genç, olaylar hakkında kendisi
yargıda bulunsun. İnsanları tanımayı böyle
öğrenir. Yazarın yargısı ona durmadan yol
gösterirse, her şeyi başkasının gözüyle görür, bu
gözden yoksun kalınca da artık hiçbir şey
göremez olur.
Modern tarihi bir yana bırakıyorum; yalnızca
kendine özgü niteliği olmadığı ve insanlarımızın
tümü birbirine benzediği için değil, parlamaktan
başka bir şeye önem vermeyen tarihçilerimiz
ancak çok renkli ve çoğu zaman hiçbir şeyi
göstermeyen betimlemeler yapmayı
düşündükleri için.[95] Genellikle eski tarihçiler
daha az betimleme yapıyorlar, yargılarına daha
az düşünce ve daha çok duygu katıyorlar, bu
yüzden aralarında iyi bir seçim yapmak, önce en
aklı başında olanları değil, en basit olanlarını
almak gerekir. Bir gencin eline ne Polybios’un
ne de Sallustius’un kitabını verirdim;
Tacitus’unki ise yaşlılara göre, gençler onu
anlayamazlar; insanların daha ilk eylemlerinde
yüreklerinin derinliklerine inmek yerine, bu
eylemlerde önce onların ilk özelliklerini görmeyi
öğrenmelidirler. Özdeyişleri öğrenmeden önce
de olguları iyi öğrenebilmek gerekir. Özdeyiş
biçiminde felsefe görgü, bilgi gerektirir. Gençlik
hiçbir şeyi genelleştirmemeli; tüm eğitimi özel
kurallar içinde verilmelidir.
Thukydides bence tarihçilerin en gerçek
örneğidir. Olayları onlar hakkında yargıda
bulunmadan anlatır, ama bizim onlar hakkında
yargıda bulunmamız için gerekli koşulları
belirtmeyi de unutmaz. Tüm anlattıklarını
okurun gözleri önüne koyar; olaylarla okurlar
arasına girmediği gibi, kendini gizler; artık
okuduğunuzu değil, gördüğünüzü sanırsınız. Ne
yazık ki hep savaştan söz eder, dolayısıyla
anlattıklarında neredeyse yalnızca en az eğitici
olan şeyi, yani savaşları görürsünüz. On Binlerin
Geri Çekilişi[96] ile Sezar’ın Yorumlar’ında
neredeyse aynı bilgelik ve aynı kusur var.
Betimlemesiz, özdeyişsiz, ama akıcı, sade, en
çok ilgi uyandırabilen ve hoşa gidebilen
ayrıntılarla dolu o iyi Herodotos, eğer bu
ayrıntılar sık sık gençliği eğitmekten çok zevkini
bozacak çocuksu saflıklara dönüşmeseydi, belki
tarihçilerin en iyisi olacaktı; Herodotos’u
okumak için ayırt etme yetisi gerekir. Titus
Livius hakkında bir şey söylemiyorum; onun da
sırası gelecek; ama o politikacıdır ve parlak
sözler söylemesini sever. Bu yaştaki gençlere
uygun olmayan her şey vardır onda.
Tarih genellikle adlarla, yerlerle, tarihlerle
saptanabilen önemli ve belirgin olayları
kaydetmekle kaldığı için kusurludur; ama bu
olayların yavaş ve giderek ilerleyen nedenleri –
ki bunlar aynı şekilde saptanamazlar– her zaman
meçhul kalır. Kazanılmış ya da yitirilmiş bir
savaş çoğu zaman bir devrimin nedeni olarak
gösterilir; oysaki devrim bu savaştan önce
kaçınılmaz duruma gelmiş olabilir. Savaş,
tarihçilerin ender olarak gördükleri ahlaksal
nedenlerin zaten belirlemiş olduğu olayları
ortaya koymaktan başka bir şey yapmaz.
Felsefe anlayışı bu yüzyıl yazarlarının
birçoğunun düşüncelerini bu yana çevirmiştir;
ama onların çalışmalarının gerçeğe bir şey
kazandıracağından kuşku duyarım. Sistemlere
aşırı düşkünlük tümünü de sardığı için hiçbiri
olayları olduğu gibi görmez; her biri de kendi
sistemine uyacak şekilde görmeye çalışır.
Tüm bu düşüncelere tarihin insanlardan çok
eylemleri gösterdiğini ekleyin: Çünkü tarih
insanları yalnızca kimi belirli anlarda süslü
giysileri içinde yakalıyor; başkaları tarafından
görülmek için kendine çekidüzen vermiş resmi
kişileri gösteriyor. Onları evlerinde, çalışma
yerlerinde, aileleri içinde, dostları arasında
izlemiyor; onları ancak gösterişli olduklarında
betimliyor; betimledikleri, kişiliklerinden çok,
giysileridir.
Ben insan yüreğini incelemeye başlamak için
önce özel yaşamöykülerini okumayı yeğlerdim;
çünkü bu öykülerde insanın kendini gizlemeye
kalkışması boşunadır, tarihçi onu her yerde izler,
hiçbir zaman rahat bırakmaz, ona keskin
gözünden kaçabilecek hiçbir gizli köşe de
bırakmaz; insan ne kadar iyi gizlendiğini
sanıyorsa, onu o ölçüde iyi tanıtır. Montaigne
diyor ki: Yaşamöykülerini yazanlar, olayları
anlatmaktan çok öğüt vermekten, dışarıda olup
bitenlerden çok içeride olup bitenleri
belirtmekten hoşlandıkları ölçüde bana uygun
olurlar; işte bu yüzdendir ki benim adamım
Plutarkhos’tur.
Bir arada insan topluluklarının ya da ulusların
ayırıcı özelliğinin tek insanın özelliğinden çok
farklı olduğu ve insan yüreğinin aynı zamanda
toplum içinde incelenmezse çok eksik tanınacağı
doğrudur; ama insanları değerlendirmek için
bireyi incelemekle başlamak gerektiği ve her
bireyin eğilimlerini çok iyi tanıyacak olan
kişinin, bu eğilimlerin toplum içindeki bileşik
etkilerini tahmin edebileceği de doğrudur.
Burada yine, daha önce belirttiğim nedenlerle,
eski tarihçilere başvurmak gerekiyor. Üstelik,
modern üslupta alışılmış ve basit, ama gerçek ve
belirtici ayrıntılara yer verilmediği için insanlar
bizim yazarlarımız tarafından dünya sahnesinde
olduğu kadar özel yaşamlarında da süslü
gösteriliyorlar. Yazılarda ve eylemlerde aynı
derecede katı olan edep kuralları yüzünden
ancak bu kuralların izin verdiği şeyler apaçık
söylenebiliyor. İnsanlar her zaman ancak süslü
olarak gösterilebildikleri için, onları ne
kitaplarda ne de tiyatro sahnelerimizde iyi
tanıyabiliyoruz. Kralların yaşamını yüz kez de
olsa boşuna tekrar tekrar yazarız, çünkü
Suetonius’un düzeyine ulaşamayız.[97]
Plutarkhos bizim girmek cesaretini
gösteremeyeceğimiz ayrıntılara girerek çok
başarılı oluyor. Büyük adamları önemsiz olaylar
içinde betimlemekte eşsiz bir incelik gösteriyor.
Karakterlerinin seçiminden o kadar mutludur ki
çoğu zaman bir sözcük, bir gülümseme, bir jest
kahramanının karakterini belirtmek için ona
yetiyor. Annibal güldürücü bir sözcükle ürkmüş
ordusunu yatıştırır ve gülerek savaşa götürür; bu
savaş sonunda İtalya’yı ele geçirir; bir bastonun
üstüne ata biner gibi binmiş Agesilas bana
Büyük Kral’a karşı savaşı kazanan bu adamı
sevdirir; Sezar yoksul bir köyden geçtiği sırada
dostlarıyla sohbet ederken yalnızca Pompeius’un
eşiti olmak istediğini söyleyen içindeki
düzenbazı ansızın meydana çıkarır; İskender bir
ilacı içer ve tek bir sözcük söylemez; bu
hayatının en güzel anıdır; Aristeides asıl adını bir
deniz kabuğu üstüne yazar, böylece takma adını
açıklamış olur; Philopoimen paltosunu çıkarıp
konuk edildiği evin mutfağında odun keser; işte
gerçek betimleme sanatı budur. Yüz ifadesi
genel çizgilerde belli olmadığı gibi karakter de
büyük işlerde anlaşılmaz: Doğal güzellik,
sıradan şeylerde ortaya çıkar. Genel şeyler ya
fazla ortaktır ya da fazla yapmacıktır. Modern
saygınlık anlayışı da yazarlarımızın neredeyse
özellikle bunlara önem vermelerine izin veriyor.
Son yüzyılın en büyük adamlarından biri hiç
kuşkusuz Mösyö de Turenne’dir. Yaşamını
küçük ayrıntılarla ilginç kılmak cesaretini
gösterdiler. Bu ayrıntılar da onu tanıttı ve
sevdirdi; ama onu daha çok tanıtıp
sevdirebilecek olanları yok etmek için kim bilir
ne kadar çaba sarf edilmiştir. Bunlardan yalnızca
birini anlatacağım.
Havanın çok sıcak olduğu bir yaz günü Vikont
de Turenne üstünde süssüz beyaz ceketi,
başında beresi, giriş odasının penceresinin
önünde duruyor; uşaklarından biri çıkageliyor
ve giysisine bakıp aldanarak onu senli benli
olduğu bir aşçı yamağı sanıyor. Arkadan yavaş
yavaş yaklaşıp hafif olmayan eliyle de
Turenne’in kaba etine şiddetli bir şaplak
indiriyor. Şaplağı yiyen de Turenne hemen
dönüyor. Uşak titreyerek efendisinin yüzünü
görüyor. Çılgına dönüp diz çöküyor ve
Efendimiz, sizi George sandım! diyor; de
Turenne ise kaba etini ovalayarak, Ama bu
kadar da şiddetli vurmamak gerekirdi, diye
bağırıyor. Sizin söylemeye cesaret edemediğiniz
şey bu mu, sefiller? Öyleyse doğallıktan ve
duyarlı olmaktan her zaman uzak durun: Demir
gibi yüreklerinizi o aşağılık edep duygunuzun
içine daldırıp daha da katılaştırın. Saygınlık
sayesinde kendinizi küçültün. Ama sen, de
Turenne’in
bu öyküsünü okuyan ve onun ilk hareketinde
bile gösterdiği tüm yumuşak ruhluluğu
sevecenlikle hisseden iyi yürekli genç, soyuyla
ve adıyla büyük bu adamın ortaya koyduğu
küçüklükleri de oku. Düşün ki yeğeninin kral
ailesinin başı olduğu iyice anlaşılsın diye bu
çocuğu her yerde kendisinden üstünmüş gibi
gösteren de aynı de Turenne idi. Bu çelişkileri
karşılaştır, doğayı sev, başkalarının fikirlerine
önem verme ve insanı tanı.
* * *
Sophie
ya da Kadın
* * *
* * *