Professional Documents
Culture Documents
Ihsan Sureyya Sirma Somuru Ajani Ingiliz Misyonerleri Bilgindk
Ihsan Sureyya Sirma Somuru Ajani Ingiliz Misyonerleri Bilgindk
Önsöz, 7
Giriş, 11
Turizm ve misyonerler, 15
Misyonerler nasıl yetiştiriliyor, 21
Misyoner mason ilişkileri, 42
Londra Protestan misyoner cemiyeti merkezi, 57
Misyonerlerin çalışma metodu, 67
Londra'daki misyoner okulu, 93
Misyoner olmanın şartlan , 93
Misyoner gelir ve şirketleri, 94
Misyoner sınıflan, 95
Yemen'de faaliyet gösteren
bazı İngiliz misyonerleri, 96
Değerlendirme, 99
ONSOZ
8
mezsek bile, Pransanın bu tutum u, Haçlı zihniyetinin,
çağımızda misyoner faaliyetlerine ve onların gizli eylem
li faaliyetlerine dönüştüğü bir akımın meyvesidir.
Sözü uzatm adan şunu tekrar etmek isteriz ki, esas
gayeleri Hz. Isa'nın isteği dışında da olan bu emperyalist
misyonerleri iyi tanıyalım. T a ki Allah'ın emir buyuduğu
gibi onları kendimize rehber edimeyelim!
«Ey im ân edenler, Yahudileri de, H ıristiyanlan da
kendinize yâr (ve üstünüze hâkim) edinmeyin. Onlar
(ancak) bizbirinin yâranlarıdırlar. İçinizden kim onları
dost (ve hâkim) edinirse o da anlardandır. Şübhesiz Allah
o zâlimler gürûhuna muvaffâkiyet vermez» (Maide süre
si, 51).
t. S. Sırma
GİRİŞ
11
lendır.
Şüphesiz böyle küçük bir çalışmada, bütün misyo
ner faaliyetlerinden, söz etmemiz imkânsızdır. Bunun
için, sadece konuya açıklık getirmesi bakımından, çok
kısa ve genel olarak bu faaliyetlerden, ve daha sonra bu
faaliyterin Ingiliz misyonerleri tarafından Yemen'de ta t
bikat alanına nasıl konduğundan söz edeceğiz.
Islâm dünyasının her tarafında olduğu gibi, Ye-
men'de de misyonerler, bilim adamı, kâşif, doktor kılığı
na girerek faaliyetlerini sürdürüyorlardı (2).
19. yüzyıl sonlarında Yemen'e giden FVansız E.P.
Botta adındaki misyoner. Şeyh Yasin'in bölgesine g ir
mek için kendini doktor olarak tanıtmıştır. Şeyh Yasin,
onun bu hilesine kanmış ve onu doktor olarak kabul ede
rek kendisine yardımda bulunmuştur. E.P. Botta b u ko
nuda şunlan yazmaktadır: «Zira bu, araşürm alanm için
öne sürmeğe mecbur kaldığım bir bahane idi... Üstelik,
asıl ve uydurma amaç için bu yörelere ilk gelenin ben ol
madığımı öğrendim (3). Botta'nın bu ifadesinden anlaşı
lıyor ki, kendisinden öce gelenler de, asıl amaç ve kimlik
lerini gizlemişlerdir. Bu turist misyonerler, öyle bir ka
naat uyandırmışlardır ki, her Batılı'ya doktor gözüyle
bakılmıştır (4). Claudie Fayein, Paris'te verdiği b ir kon
feransta, Yemenlileri kandırdığını açıkça itiraf etm iştir
(5). Fransız misyoner teşkilatlan adına Yemen'e giden
Fayein, bu amaçla oralara kitap ve broşürler götürüp.
Batı Hıristiyan kültürünü aşılamaya çalışmıştır. Fayein
telkin ettiği Batı kültürüne bağlanmayanlann daha zi-
(2) Bu konudaki uynntılar idn bk. İhsan SOrcjya Sırma, Osman-
b Deviclinin Yıkılışında Yemen byanlan, tslanbul, 1980, s. 73 vd.
(3) Paul Emile Botta, Hdalion dün vuyage dana lo Yemen, Paris,
1880,8.62.
(4) Ay.C8.s.llS.
(5) Claudie Fayein, Jules BarthouK, Unc Française au Yemen,
bk. Comptes Rendus Mcnsueb de rAcaddmie des Sciences Coloniales,
c.l6,Pam l96$.s.485.
(6) Ay. es. 8.483.
12
yade Kur'an eğitiminden geçmiş olanlar arasından çıktı
ğını söylemek te(6) ve şöyle devam etmektedir; «Ye-
men'de memleketimin (yani Fransa'nın) kültür elçisi gi
biydim... K a d ın olm am , b a n a d a h a fa z la a v a n ta jla r
ta n ıy o rd u . Bir Fransız atasözünün dediği gibi, bir şeyi
sunuş biçimi verilen şeyden daha önemlidir... Bu şekilde
kadın ve çocukları muayene için kolayca haremlere girip
araştırm a yapıyor, m ü slü m a n e rk e k le ri m u a y e n e
e d e re k de o n la rın A v ru p alı k a d ın ı y a k ın d a n ta n ı
m a la rın ı sağ lıy o rd u m » (7). Üstelik C. Fayein doktor
değildi!
Bu misyonerler, devamlı olarak, Osmanlı Devleti'ni
sömürücü, kendilerini de bu sömürüden kurtarıcı (lib6-
rateur) olarak gösteriyorladı (8). A. Bardey, bir dağlı Ye
menlinin kendisine şöyle dediğini iddia etmekte, veya -
dememişse bile- demiş gibi göstermektedir; «Que les no-
usrani (chretiens) vienent done, nous les aiderons â ehas-
ser les Tures» (9). (Artık şu Hıristiyanlar gelsin; biz Türk-
leri kovmak için onlara yardım edeceğiz).
Misyonerlerin, devamlı olarak işledikleri konular
dan birisi de, Osmanlı Devletini'nin İslâm medeniyetini
gerilettiği iddiasıydı. Batıklar, Araplara şöyle diyorlar-
13
dı: «Önceleri İslâm, güzel ve mükemmel b ir medeniyet
olup; ilim, şiir, sanat ve icadlar bannağı iken, Osman
lI'y la beraber O'na gerileme, cehalet ve kısırlık girmiştir»
(10).
AvrupalIlar, devamh olarak Araplara, Tûrkleri kö
tülemişler -tıpkı Türlere, Araplan kötüledikleri gibi,- ve
bu iki İslâm unsurunu birbirinden uzaklaştırmaya çalış
mışlardır. Osmanlı Devleti'yle anlaşma yapmaya hazır
lanan Yemenli Şeyh Haşan, o sırda misafiri bulunan
Fransız misyoner Botta'ya bu banş hakkmdaki kanaati
ni sorduğu zaman, Botta şöyle cevap verir;«... ben Türk-
lerin samiroiyyetine inanmıyorum. Onlar sizi aldatacak
ve her zamanki gibi davranacaklardır» (11). Botta, «Bu
konudaki düşüncelerini korumaları için Araplara verdi
ğim öğütlerin gereği gibi etkili olmadığına h e r zam an
üzüleceğim» demektedir. (12)
Misyoner taktiklerinden birisi de, tebdil-i kıyafetti,
Arabistan'a bu şekilde girmiş olan bir miyoner şunları
yazmaktadır: «Şam'a varır varmaz, sırtımdaki redingotu
attım ve bir Arap gibi giyindim. Arap gibi yaşıyor, onlar
gibi yiyip içiyorum. Arabın nasıl düşündüğünü biliyor,
ona göre hareket ediyorum. Bedevi dostum olmuştu. İş te
seyahat edilmesi, araştım a y ap ılm ası so n d e re c e
zor olan bu ülkelerde haşılı olm an ın s i m b u d u r.»
(13).
Bu misyoner turistlerin amaçlan, Osmanlı Devle-
ti'nce de bilindiği halde (14) ciddi Û r tedbir alınmamış
tır. Bu konuda hükümete sunulan, Fazıl Alevi imzalı bir
1907,8.16.
(11) P £ . Botta, a.g.e.3.121
(12) Ay. cs. s. 151.
(13) (T.C. Hariciye Arşivi Siyasi, no; 555, Dosya: 2295).
(14) Bk. Hıltay-ı Yemaniyyeye dair layiha, Başbakanlık Devlet
Arşivi Yıldız tasıuTı, Kısım no; 14, Dvrak no; 437, Zarf no: 126, Karton
noâ.
(İS) Başbakanlık Devlet Arşivi, Yıldız TaaniC, Kısım no: 14, Ev-
14
arizada şunları okuyoruz; «Bazı ecnebilerin Ceziretu'l-
Arab'da bir takım şeyhi kandırarak kendi taraflarına ça>
lışmalarını sağlamak için, bir kaç seneden beri sarf et
mekte oldukları çalışmalar neticesi, bir kaç sene sonra
oralarını dahi benzeri hilelerle kendi memleketlerine
katm ak fikrini alenen siyaset sahnesine çıkaracağından
şüphe olmadığından ve Ceziretu'l-Arab ise îslâmiyet'in
merkezi olan Hicaz kıtasiyle diğer Arap ülkelerine biti
şik olup, Allah göstermesin yabancılar onlara tasallut
edecek olurlar ise, türlü fenalıklar zuhûr edeceği ve bu
halin düzeltilmesinin çok zor olacağı açık bulunduğun
dan işbu önemli işin şimdiden dikkate alınması ve itina
gösterilmesi arzolunur (15).
15
ısuyorum .
Bilindiği gibi Noel, Hıristiyanlarca k u tlanan bir
bayramdır. Oolayısiyle, bu bayramla ilgili bilgileri In
cil'de aramamız gerekir. Oysa ki, Incil'de Noel diye bir
kelime geçmemektedir. Yâni Noel, Hz. tsa zam anında
kullanılmış birkelime değildir. H atta Hz. İsa'dan iki üç
asır sonra dahi kullanılmamıştır. Hıristiyan kaynakları
na, ansiklopedilerine, kitaplanna göre, Noel bayram ı,
putperestlik dinlerinde Hıristianlığa geçmiş bir adettir.
Bu inanca göre, Mısır dinlerinde, yunan dinlerinde, h a t
ta Iran dinlerinde, güneş tanrısına bir bayram, bir hedi
ye, bir ikramda bulunmak için 25 aralık günü b ir tören
yapılırdı ki, bu noel'dir.
Koyu Hıristiyanlar, Noel bayramını kabul etmeyip,
kutlamazlar; bunun putperest dinlerinden kalm a bira-
det olduğunu kabul ederler. Ancak, ilk defa Almanya'da
iki yüz yıl önce kutlanmaya başlanan bu adet, bütün Hı
ristiyanlarca kabul edilmiştir. İşte, çam ağacı kesm e
adeti o zaman başlamıştır. Her sene 25 aralıkta kutlanan
(ermeni kilisesi 6 ocakta kutluyor) bu putperest adet Hı
ristiyanların dışına da taşmıştır.
Hıristiyanlar, bu putperest adetini daha sonralan
Hz. İsa'nın doğum günü olarak te'vil etmişlerdi ki, ger
çekle bir ilişkisi yoktur. Çünkü bu konudaki H ıristiyan
kaynaklannm herbiri başka bir tarih vermektedir. Fa
kat İznik konsilinde 25 aralık olarak k a ra r alınmıştır.
Peki bu kadar karmaşık olan Noel'in Denire ile ne
alakası var?
Eski adı Myra olan Demre, Romalılar devrinde
önemli bir şehir hüviyetine sahipti. Hristiyan rivayetle
rine göre milâdi IV. yüzyılda adı Saint Nicolas olan b ir
Hıristiyan azizi Demre'ye gelir. Saint Nicolas, tarihi k a
ranlık efsanevi bir şahsiyettir. Demre'de heykeli yapılan
bu ne olduğu belli olmayan şahıs, Noel'le karıştırılm ış
tır. Çünkü, milâdi IV. yüzyıla ait olan Saint Nicolas, Hz.
1R
tsâ'mn doğumu, Noel baba adeti ili tesadüf ettirilmek is
tenm ektedir ki, tarihen bu mümkün değildir. Demek is
tediğim o ki, Demre'nin Noel ile hiç bir ilgisi yoktur. Do-
layısiyle Demre'de yapılan fesitvale de, «Noel baba festi
vali» demek hatalı bir şeydir. Biraz önce Saint Nicolas'ın
Noel'le ilgisi olmadığını belirttiğimiz gibi, Demre'de
bunlar adına yortular, festivaller düzenlemek, tarih uy
durm ak gibi b ir şey olur. Fakat buna rağm en. Demre 'de
yapılan «1. U luslararası Noel Baba şenliği» (Aralık
1981)'ne katılan Papa temsilcisi, yâni onun İstanbul
temsilcisi Katolik Başpiskoposu Pierre Dubois, orada
yaptığı konuşmada «Saint Nicolas'yı anmak üzere bura
da toplandık» demiş, bunun bir Hıristiyan ayini olduğu
n u belirtm iştir.
Gerçi Turiz Bakanlığı bunun, turist celbetmek üze
re tertipendiğini söylemiştir. Fakat biraz önce belirtti
ğim gibi, Papa temsilcisi, bunun ayin olduğunu belirt
miş; h a tta bu girişiminden dolayı Turizm Bakanlığımıza
teşekkür etm iştir (Hürriyet gazetesi, 7.12.1981).
F akat bu gibi tavizler, döviz yerine tehlike getirir.
Y arın, S ain t Nicolas ASALA örgütü veya Hıristiyan
Demre'yi kurtarm a örgütü diye örgütler ortaya çıkar; or
talığı teröre boğarlarsa sorumlu olmayacak mıyız?
Demre'de Noel baba şenlikleri yapılmakla kalınma
mıştı; S aint Nicolas adlı hıristiyan azizinin iki metre bo
yundaki heykeli yapılmış. Heykelin etrafı adeta tescil
edilm iştir. İnsan kendi kendine şu soruyu yöneltiyor;
«Acaba b u hıristiyan azizinin heykel parası nere
den çıktı?».
İşin vahametini o günkü gazete haberlerinden öğre
niyoruz: Bu hıristiyan azizininn heykeli. Tatbiki (3üze1
S an atlar Yüksek Okulundan bir öğretim üyesine yaptı
rılm ıştır. Acaba kaç senenin döviz geliri, bu heykelin
m asrafını çıkarır?
Şimdilik Demre'de hıristiyan yoktur. Ama biz onlar
17
için böyle dini ayinler (diğer adı şenlik veya fesitival) ha
zırlarsak, orada kendiliğinden bir H ıristiyan cem aatı
oluşur. Tıpkı Meıyem Ana diye uydurulan dağ gibi... Biz
saint Nicolas kilisesini ihya edersek, Hıristiyanlar oraya
papaz da gönderirler, rahibe de! Bir grup da teşekkül e t
tirdikten sonra, hak istemeye kalkışırlar; huzurum uzu
kaçınrlar!
Belirtmek istediğim diğer bir husus da şudur: Bu
noel baba şenlikleri sırasında, Demre'de temsili b ir noel
baba yapılmış, bu Noel baba denizden k aray a çıkınca
şöyle hitabetmiş: «Size dostluk ve banş getirdim». Şimdi
ye kadar hangi Hırisiyan bize dostluk ve b a n ş getirdi?
Ermeni katillerini besleyen Fransız hıristiy an ları
mı bize dostluk ve barış öğretecekler? Erm enilerin Van
gölündeki Akdamar kilisesini biz ihyâ edelim; onlar da
bizi öldürsün! Ne kadar güzel dostluk ve banş!...
Diğer bir hususu ilâve etmek istiyorum: S a in t, aziz
demektir. Yani biz onlann azizlerine heykel dikiyoruz!
Hıristiyanlığa hizmeti Bütün Avrupa'yı gezdim, hiç b ir
yerde bir Müslüman heykeli göremezsiniz. Fatih'e, Al
parslan'a; Selahaddin-i Eyyubi'ye, Hz. Ömer'e heykel
miyaparlar? Tabii ki, yapılsın demiyoruz ve yapm aları
na da karşıyız. Ama biz de onlann azizlerine heykel dik
meyelim!
Diğer bir konu da, Selçuk'taki Meryem Ana efsanesi
ile Efes'tir.
Güya Hz. Meryem, Selçuk'taki yüksek bir dağın te
pesindeki kilisenin yanında medfundur? F ak at tarihen,
Hz. Meryem'in oraya gömülmediği sabittir. H ıristiyan-
1ar, Meıyem Ana denen yeri, bir rüyayla tesbit etmişler.
Doğrusu çok güzel!. Rüyalanna Efes girdi, aldılar. Y ann
tüyalannda İstanbul, Erzurum'u görmiyeceklerini nasıl
garantileriz? Hıristiyanlar, rüya görmekle kalm ıyor, rü
yasını gördükleri yerleri, parayla dahi olsa alıp, kendile
rine mal ediyorlar.
18
Bülbül dağındaki bu uydurma kiliseye çok güzel bir
yol -milyonlar kaçanarak- yapılmıştır. Halbuki o kiliseyi
ziyarete gidenlerden alınan paralar oraya yerleşmiş olan
papazlara verilmektedir. O yörenin Hıristiyan mülkü
yapılışını, yani satın alınarak tapu edilişini, Samiha Ay-
verdi (M isy o n e rlik K a rş ıs ın d a T ü rk iy e, İstanbul,
1969, s. XXIV, dip not 1.) tapu sicillerine dayanarak şöyle
naklediyor:
«Bugün, Kuşadası Tapu Tescil Memurluğu kayıtla
rına göre hududlan: Şarken, dere yolundan Ceneviz ha
rabeleri ve Ceneviz mezarı ve Karakayalı ve Çalıkh tepe
den; Şimalen, Ceneviz kalesinin tepesi ve Kapuluya gi
den yol; Garben, Arvalya'ya giden yolun hizasındaki ka-
raçağlık tepesi, dere ve yol; Cenuben, Kapulu deresi ve
Arvalya'ya giden yol ve kilise yıkıntısı olarak kayıtlı, eski
kayda göre 1000 dönüm 29.4.1955 senesindeki yeni kay
da göre (919) dönüm tutarındaki ve 55.000 kuruş değe
rindeki arsa, yani bugün Meryem Ana Evi denilen yerin
bulunduğu Bülbül Dağı, tapu kayıtlarının yüzlerce dö
nüm fazlasını işgal etmek suretiyle, asıl a d ı« Panaya ka
püşondaki Kilisenin Restorasyonu ve Yaşama Demeği»
iken 26.8.1967 tarihinde «Hazreti Meryem Ana Evi Der
neği» adını alan b ir dem ek adına Kuşadası Tapu Tescil
m em urluğunun 1326 Teşrinievvel (1909 Ekim tarih ve
14. Sıra,) 19. num aralı kaydiyle Fransız tabiiyetli Laza-
ris t külliyesi mütevvellisi ve Başrahibi Mösyö JosesfB.
Gabriel ism ine tescil edilmiştir.
A3mi tapu kaydı daha değişik şekilde aynı Tapu Me
m urluğunun 2 9 .4.1955 tarih ve Cilt: 63, Sayfa: 49, No:
30 Yevmiye No: 424 sayılı tescflerinde ve daha önceki sa-
hifelerde de mevcuttur.
Bunların dışında. Bülbül dağı eteklerinde ve bu ya
k a n d a kaydettiğimiz arsanın civannda ttalyanlar ve di
ğer Hıristiyanlar tarafından bir hayli arazi satın alınmış
ise de, tapu kayıtlarını teker teker zikretmek ve miktar-
19
lanıu yazmak maalesef mümkün olamadı».
İşte bu şekilde memleketin topraklannı ı lıp tapu-
laştmyor, sonra da, «buralar bizim» diyerek, anai ?i ve te
rör çıkarıyorlar. Yani memlekette anarşi ve terör varsa,
bunun sebebi Batı’da ve Batı'dan gelen fikirlerde a ra n
malıdır!
Yine turizm adına, memleketin nasıl hıristiyanlaş-
tınlmak istendiğine dair gazetelerden (16) şu haberi
okuyoruz:
«Fatih Çarşamba'da bir mahalle m uhtarı, etrafını
çevirerek avlu yaptığı cami arsasına «Meryem Ana» he-
yekilini dikti.
Yaptığmız araştırmaya göre, Fatih, Beyceğiz M a
hallesinde, eskiden Zincirli Mescidi diye adlandırılan,
ancak bakımsızlık yüzünden yıkılıp harabe haline gelen
cami nin arsası, mahalle muhtarı M ustafa Sezgin ta r a
fından, cami harabesinin son kahntılan da temizlenerek
etrafı çevrili avlu durumuna getirildi. M übarek R am a
zan'm ilk gecesinde buraya bir «Meryem Ana» heykeli di
kildi. Bu garip ve tüyler ürpertici olay karşısında çevre
deki Müslüman halk şaşkına dönerken. M uhtar M ustafa
Sezgin, gayet soğukkanlı olarak, sözkonusu yerin ta rih i
bir harabe olduğunu, evinin bitişiğinde olan bu vakıf ye
rini para harcayarak düzelttiğini daha da güzelleştimesi
için bu heykeli buraya diktiğini itiraf etti. Cami yeri olan
bu vakıf arsasına heykel dikmenin hiç bir sakıncası ol
madığım zaten Müslüman mezar taşlarında d a sarıklı
kafalar bulunduğunu, bu heykelin de aynı şekilde değer-
' indirilmesi gerektiğini söyleyerek «Ben aynı zam anda
oarihi eşyalar alıp satıyorum. Elime geçen bu ta rih hâzi
nelerini mahalleme hizmet için harcıyorum. Aslında b u
nun gibi bir tane daha vardı; «Eros Heykeli». O nu gecele
yin gelip kırdılar.»
20
M isy o n e rle r N asıl Y etiştiriliy o r?
21
miyon cemiyetidir; bununla beraber ticaret ve servet top
lanmasında İngiltere'yi hakim kılan bir kuvvettir. Mis
yonerler Halid b. Bermeki'nin (18) oğlu Fazl a ait olan ve
cidden kelâm-ı kibar addedilen «alolh olan, elindekini
muhafaza edip, bugünün işini yarına bırakm ayandır»
nasihatına göre hareket etmeye mecburdurlar. E llerin
dekini güzel muhafaza etmekle beraber bugünkü işlerini
yanna bırakmak gafletinde bulunmazlar. M isyonerler
çocuk iken hizmete alınırlar, ifâ edecekleri vazifeye göre
Bmen, ahlaken ve fikren yetiştiriliyorlar; şöyle ki: İngiliz
Misyon Cemiyeti her sene bütün rüştiye m ektepleri ço-
cuklannm zekilerinden- tabii babalarının rızasiyle- ihti
yaca göre otuz kırk talebe ayırarak himâyesine alır, onla-
n kabiliyetlerine göre üçere, beşere ayırarak dünya ülke
lerinin kendilerince lüzum hissedilen m ın tık a la rın a
sevk ederler. Meselâ ikisini Türkiye'y, üçünü N ubî'ye
(19), dördünü Hindistan'a, üçünü Tibet’e, beşini R us
ya'ya v.s. yerlere serpiştirirler. Bu çocuklar o mem leket
lerdeki sefaret veya konsolosluklara tevdi edilirler.
Bilumum Ingiliz sefaret ve konsolosluklarında m is
yon cemiyetinin mükemmel tâlim atı vardır, işte bu ta-
limâta göre çocuklar büyütülür, okutulur, öğretilir ve ye
tiştirilirler. 'Ben ve arkadaşım Herbert on yaşında iken
Misyon cemiyeti tarafından İstanbula' gönderilmiş idik.
Doğruca seförethânemize gittik. Sefir beni sefaret k a v -
vası, Cihangir'de sakin Ati Ağaya teslim etti ve şu tenbi-
hatta bulundu: «Ali Ağa, bu çocuğun ismi İbrahim 'dir ve
senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık ola
rak sana on lira (20) vereceğiz. Bu para ile çocuğu ma-
22
hailenizin m ektebinde okutacaksın. Ve tıpkı kendi so
yundan olmuş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydi
receksin, adetiniz nasılsa öyle terbiye eyİiyeceksin. Ayda
bir kerre geceleyin sefarethâneye getirip bana göstere
ceksin!» dedi. Kavvas Ali Ağa da kolumdan tutarak beni
hanesine götürdü ve zevcesi Gülsüm Hanıma teslim ede
rek: «İşte sana evlât getirdim, bunu büyüteceksin» dedi.
Don, gömlek ve entari yaptılar ve giydirdiler ve güzelce
yapılmış iki takunya alarak ayağıma geçirdiler ve bir
gün elime on paralık kâğıt helvası sıkıştararak mahalle
çocukları a rasın a salıverdiler. Bir kaç ay kadar sıkıntı
çektim; Türkçe bilmediğim için kimse bana ehemmiyet
vermiyor ve dilsiz diyorlardı. Beni mezeliyorlardı(?); ev
de daima Türkçe görüşüldüğü gibi, devam ettiğim dille
konuşan olmadığından yavaş yavaş kulak dolgunluğuy
la Türkçeyi öğrenmeye başladım. Akşam üzeri evimizin
önüne toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir
sene sonra çocukların elebaşısı olmuştum. Mektepte de
Hoca Efendi teveccüh göstermeye başladı. Sesim iyi ve
gür olduğundan Amme cüzünü güzelce okuyordum, hat
ta ezberledim. Derslerimde ileri gittim. Yalnız bir parça
yaram azca idim. Akranıma nisbeten param fazla oldu
ğundan ku ru yemiş ve kırmızı şeker alıp cebime koyar
dım, tam arkadaşlarım dan birişi K uran okumaya başla
dı mı, bir meyve veya şeker ağzıma a ta r ve şapur şupur
yerdim. K u ran okuyan çocuk da yutkunm aktan okuya
mazdı. Bunu gören Hoca Efendi de elindeki sınğı başıma
indirm ek isterdi; o esnada yanlarım dan birine süratle
yatar ve sın k darbesini bitişiğimdeki oturan arkadaşıma
peşkeş çekerdim. Hoca Efendi güzel sözlü bir zat idi Hiç
hatırım dan çıkmaz bir kere şu beyti okuyarak beni sınk
dayağına çekti.
O k ad ar yer, okadar yer, okadar yer ki yemiş
Boğulur K ur'an okurken bu bizim hayvan ibiş
Hocamdan arasıra iltifat da görür idim; h atta defa-
23
atla hakkımda talebeye karşı «Ulan tembeller, içinizde
şu san yılan kadar çalışanınız yoktur» gibi taltifkârâne
sözler kullanırdı. El-hâsıl, bu şekilde ibtidai ve Rüşdi
derslerini gördükten sonra B e y a z ıt C am ii ş e r if in d e
Müderris Palabıyık Ali Efendi'nin ders halkasına dahil
oldum. Cübbem, pabuçlanm, sangım pek hoş ve m unta
zam ve temiz idi. Yolda tesadüf edenlerin hiç biri bir ker-
re olsun bana yobaz demedi. Daima çelebi çocuk derler
di. Teşbihim elimde, kitabım koltuğumda, evden m edre
seye ve camii şerife ve dershâneden eve gider ve gelir;
geceleri derslerime çalışır idim. Küçücük ve s a n sakalı
mı taramak için şimşir tarağım ve pak dişlerim için k ü
çük misvağım cebimden ve divitim belimden eksik değil
di. Validem Gülsüm Hanım beni yatınncaya k a d a r uyu
maz ve daima zihin açıklığı için dua eder idi. Ali Ağa'nın
çocuğu olmadığından ben Gülsüm Hanım 'm öz evlâdı da
ha doğrusu gözünün nuru idim. S arf, N a h iv ,’A v âm il,
Kâfiye, M antık, T asavvurât, T a sd ik â t, K e lâ m , F ı
kıh, Tefsir ve ilâ ahire gibi bir çok kitapları sırasiyle
okudum ve öğrendim. A rk a d a şla rım d a n o k u y a n la r
pek çok idi, fakat öğrenenler b ir k a ç k iş id e n ib a r e t
idî. Fransızca öğrenme hevesine düştüm . B ir m üddet
aradıktan sonra Dellâl oğlu Dikrân Efendi ism inde bir
Ermeni buldum. Büzat iyi Türkçe ve Fransızca biliyor
du.
Bu zatın, evine gitmeye ve ders alm ağa başladım .
Ders verişi okadar mükemmel idi ki az bir zam an zarfın
da Fransızca konuşmağa da muvaffak oldum. A rapça
dersinde arkadaşların içinde birinci idim. Hocam'a öyle
suâller yöneltiyordum ki bazen kendisini bile düşündü
rüyordum. Sonunda işmime bir de Zeki'lik ilâvesiyle ça-
lışmalanm takdir edildi. Ve bu isim ile ödüllendirildim.
Câmi'dersini ikmâl ederek icazet aldım yâni S ü n n î b i r
m üderris oldum . Yaşım da otuzu buldu D ersaadet'e
(yâni İstanbul'a) gelişimden icazet alıncaya kadar h e r ay
24
bir kerre geceley in sefârethâneye gider ve sefirin iltifa
tın a m azhar olurdum. İngilizce, Fransızca, Türkçe ve
Arapça okur-yazar olduğumdan Bab-ı Alî'ye devama
başladım. Hariciye Nezâreti tercüme kalemine me'mûr
edildim; maaşım 500 kuruş oldu. Bir gün İngiltere Sefiri
Sadrazam Reşid Paşa'yı ziyarete gelir. Söz arasında, «se
faret kavvası Ali Ağa'nın mahdumu İbrahim Zeki Efen-
di'nin 5000 kuruş m aaşla Bâb-ı Ali'ye çirâğ buyuruldu-
ğunu tebşir ettiler memnûn oldum, teşekkür ederim»
der. Sadrazam Paşa da, «tercüme odasına bir kaç kâtip
alm ışlar hangisi olduğunu bilemiyorum, çağıralım da bir
kerre görelim» buyurur. Beni huzurlanna çıkardılar.
Reşid Paşa iltifat etti ve o günden itibaren siyâsi ve harici
şlerde beni çalıştırdı. İngiltere sefârethâneye ben gönde
rilir idim. Az zaman zaifinda maaşım 2000 kuruş oldu ve
Hariciye'de tercüme odası baş halifesi oldum. Misyon Ce
miyetinden gelen bir emir üzerine Londra'ya dönüşüm
lâzım geldiğinden, sakal ve bıyıklarımı traş ettirdikten
ve o güne kad ar giydiğim elbilerimi çıkararak bir Avru
palI kıyafetine girip başıma bir silindir şapka geçirdik
ten sonra değerli arkadaşlanm a vedâ ederek İngiltere'ye
döndüm. Yeni şeklim tabii beni tanıyanları hayrete dü
şürdü.
Misyon Cemiyetinden Herbert'e tevdi edilen vazife
Bektaşî tarikatını öğrenmek olduğundan benim gibi ye
tiştirildikten, yani S ü n n iliğ i, Dört Mezhebe ait bilgileri
öğrendikten sonra Konya'ya gönderildi. Herbert,lngiliz-
liğe taban tabana zıd olarak güzel sözlü, şen ve kurnaz
idi. Rind meşrebliği sever akşamcılığa bayılır, dünyalığa
ehemmiyet vermez, kimse aleyhinde ağzını açmaz, her
şeyi «Eyvallah» diyerek hoş görür bir adam olduğundan
tab'an Bektaşi idi. Şiire meraklı olan Herbert, Türkçe,
Arapça ve Farsça bir çok kasideler mersiyeler, medhiye-
1er ezberine alm ış idi. Sırası düştükçe onlardan birini
okurdu.
25
Mr. Herbert'in Müslümanca ismi M uhammed Ali
idi. Muhammed Ali her akşam kahvahâne ve bozahâne-
lere devam et6i. Orada rastladığı adamlarla dost oldu.
Çünkü Türkiye'deki meyhanelerden bir iki kadeh rakı
yuvarladıktan sonra insan önüne gelenle dost olur. Her-
bert hemen her gece dostanna ikrâmda bulundu ve bu
yolda bir şok paralar sarf etti. Başlar bir miktar döndük
ten sonra Herbert bütün maharet ve dirayetini ortaya
koyarak hâzırûnun «corde vibrante»lanna, can alacak
noktalarına temas eden sözleri sarhna başlar ve akabin
de bir iki mersiye okurdu. Herbert'in her hali dostlarının
sevgisini çeker ve kalplerini kazanırdı. Erenlerden biri
«Adına kurban olayım Muhammed Ali, im ânım , sen
tab'an canlardansın ham ervahlar arasında yerin yoktur
noksanın nasîb almamakhğındır haydi Pir evine gide
lim, o merasimi de yapalım, «olsun bitsin» dedi; oradaki
ler bu teklih alkışladı. Herbert, yâni Muhammed Ali de
«hay hay gidelim canıma m innettir ehl-i beyte, âl-i
'abâ'ya canım feda» dedi. İki üç gün zarfında usûlden
olan nevaleler düzüldü ve hediyeler hazırlandı. M angır
lar istif edilerek Pir evine gidildi. Ayinler icra olundu.
Herbert yahud Muhamed Ali Tarikât-ı Bektaşiye'ye in-
tisâb etti. Sonraları tarikatta Halife derecesine k ad ar
çıktı. Herbert burada idi; hatta geminiz Fulmos’a geldiği
zaman sizi ziyarete beraberce gelmiş idik. Bir hafta önce
icabettiği için Londra'ya gitti. Onun ile inşallah Lond
ra'da görüşürüz, tşte böylece misyoner yetiştirilir. H in
distan'da, Çin'de, Belucistan'da h atta o çetin Afganis
tan'da, Afrika, Amerika, Avustralya'da ve bu kıt'alarm
en ücra köşelerinde adalarda, hülasa dünyanın her nok
tasında bulunmuş bizim gibi yetiştirilmiş ve oralardaki
mezhepleri, örf ve adetin, akaidin âlimi ve şâhidi olmuş
bir çok zatın biraraya gelmesiyle husule gelmiş cemiyete
Misyon cemiyeti denir. Bu cemiyetin zâhiri vazifesi Pro-
testanhğı neşr ve ta'mim etmek gizli görevleri ise İngiliz
26
siyaset ve menfaatim tem'min için keşfîyatta ve teşvikâ-
tta bulunm aktır.
Mustafa Efendi iyi bilki ne bir insan, ne de bir hükü
met hâl ve şanını tanımadığı bir arazide, ahlâk ve 'adâtı-
nı bilmediği bir halk ve kabile arasında uzun müddet ka
lamaz. Çünkü tarihen sâbittir ki, körü körüne istilâ edi
len yerlerde çok durulmaz. İngiltere elindeki yerleri pek
güzel bildiği gibi istilâ eyliyeceği kıtaları evvelce tedkik-
le öğrenir. Ondan sonra siyasi vasıtalarla işini hazırlar;
bir gün de ansızın orayı istilâ eyler ve o kıt'aya girdiği za
man bir ecnebi evine değil kendi hânesine giriyor gibi gi
rer. Sizin bilmeniz lâzım gelir ki Hz. Muhammed (s.a.v.)
de civar kabâil ve hüküm etleri araştırm adan katiyyen
geri kalm am ıştır. Misâl olarak derim ki: keşif için gerek
Hudeybiye m üzâkeresinin (21) devam ettiği on gün zar
fında Mekke'ye ve gerekse Bedir vakasından (22) evvel
Şâm 'a adam lar gönderm iştir. F akat îngilizler faydalı
şeyleri asla unutup ihmâl etmezler ve ayınm yapmaksı
zın gelip geçen büyük adam lann tavsiyelerine uyarlar,
îngilizler soğuk kanlıdırlar, hareketleri de yavaştır.
Kendilerinden gayrisini beğenmezler; fakat her işte ev
velce uzun uzadıya düşünülm üş bir program dahilinde
27
hareket, ederler amma muvaffak olurlarveya olamazlar
ona bir şey diyemem. Emin ol ki yüz sene sonra yapılacak
bir işin tertibâtı bugünden düşünülmüş hazırlanm ıştır.
Bu gibi hizmetlerde Misyon Cemiyetinin pek çok gayreti
mesbûk olur. (23) dedi.
Mustafa Efendi macerasını anlatmaya şöyle devam
ediyor: «Bu hikâyeyi dinlerken içimden tngilizlere o ka
dar bahriyeli küfürleri atıyorudum ki ekserisinin yakası
açılmamıştı. Biz uykuda iken İngilizler bezlerini doku
yorlar, biz ise uyandığınız zaman o bezlerin pazara çıka
rıldığını görüyoruz. Günün birinde bütün m asraflar Mr.
John'a ait olmak üzere Londra'ya gittik ve gayet m utan
tan bir otele nazil olduk. Mr. John'ım oğlu Em est de bera
ber idi. Bu zeki çocuk yanımdan ayrılmaz ikide birde,
«Mustafa Efendi, babam sizi çok seviyor ne olur Protes
tan olsan da Allah'ın lütfuna, mükâfatına mazhar olsan,
dünyada Protestanlık kadar kolay bir din yoktur» der idi.
Ben de Protestanlığın ne olduğunu öğrenmeden nasıl din
değiştiririm bir kerre tahkik edeyim, öğreneyim doğru
luğuna aklım ererse olurum derdim. Mr. John misyoner
dairesine gitti ve başkanlanyla görüştü Otele geri dün
dü. akşam üzeri Misyoner Cemiyeti Reisi ve evvelce ismi
ni zikr ettiğimiz Herbert ve diğer bir zat ziyaretimize gel
diler. Üçüncü zat Misyon Cemiyetinin F ra n m a s o n şu
besinin müdürü imiş. Bunlar bizi ertesi gün için Misyon
Cemiyetinin resmi dairesine davet ettiler. Daireyi ziya
retten sonra akşam üzeri Misyon Reisinin hânesine gi
deceğimizi ve akşam emeğini orada yiyeceğimizi an la
dım. Reisle Franm ason şubesi müdürü gittiler. H er
bert ve Mr, John yanımda kaldılar (24).
İngiltere'ye giden m ü slü m a n la r h e m e n e ld e
edilmeye çalışılıyor.
Müslümanların Ingiltere'de nasıl kandırılm aya ça-
28
lışıldığı hakkında yeni bulduğumuz bir yazmada (25) da
şunları okuyoruz:
«İşbu misyonerlerden Mister Nebit ile lakve, yâni
Let Hause (26) nâmında iki zat Doik Port ve Playmouth'a
devama başlayıp, Protestanlığa teşvik etmek üzere, rast-
geldiklerini ve gözlerine kestirdikleri subay ve erleri ar
kadaşlığa ve adı geçen yerde ihtiyaçları için satın alacak
ları eşyayı göstermek ve pazarlığını kolaylaştırmak için
vasıta olmağa ve güzel gazinolara götürüp ikrâm etmeye
başladılar. A rtık asker, kendi aralarında, bunların ken
dileri hakkında olan ikrâmlanm ve yardımlarını ve fasih
Türkçe bildiklerini birbirlerine uzun uzadıya anlatmaya
başladılar. Ve âdeta askere b ir hâl geldi ki, çarşıya çık
tıklarında ihtiyaçlarım elde etmek için bunları köşe-bu-
cak behem ehâl aram aya koyuldular» (27).
M isyonerler bu şekilde arkadaşlık temin et
tikten sonra, kazanmak istediklerini seçip yeme
ğe davet ederler. Mustafa Bey bu konuda da şunla-
n yazıyor:
«...bizi en evvel Mr. Nebit karşıladı. Bir hayli iltifât
ve m usahabetten sonra, işimi bitirip yanımda olan as
kerleri gemiye gönderinceye kadar yanımdan ayrılmadı
ve bendenize kemâl derecede izhân memnuniyet ederek
(25) Sözkonusu yazma, Erzurum AlaUlrk Ünivcrsilcsi Mcrkoz
Kıülüphnncsi, Scyfcltin Özcgc bölümündo, K. 18669 numarada olup,
188 sahifcdcn ibarcUir.
Bir dekor halinde olan yazmanın kapağında mustansihin ;u iba-
ro.si mevcuttur:
«tşbu deker Bahriye kaimmakamlanndon merhûm Muatafa
Bey in sergOzeşti esnaamda kendi yozısiylc yazıp, muahheren metrû-
kâtı mcydnında zuhûr eden dckcrlcrdcn aynen istinsah edilmiştir. Ey
lül, 1323.».
Bu kitabın yazılmasına sebep olan hadiselerin, hicri 1274 sene
sinde cereyan ettiğin, yine yazmanın kapoğında bulunan «lirih-i
v ak a, 1274 scnc-i hicri» ibSresindcn anlıyoruz.
(26) Let Hause'un, meşhur lügntpı Redhause olma ihlimtli kuv
vetle muhtemel. Zira ileride göreceğimiz gibi, adı go(cn zat, bir Osman
lIca lügSt hazırlamıştır.
(27) Yazma, a. 2-3.
29
«dinner» yâni akşam yemeğine evlerinde yememi tektlif
ederek ve o sırada Lakve dahi yetişip kemâl-ı nezâketle
kabul etmemi teklif ve rica eylediklerinden, muvafakat-
la evlerine azimet eyledim» (28).
Misyonerler önce esas gayelerini gizliyor, akadaşlı-
ğı daha samimi bir hâle getirmek ipin, elde etmeye pahş-
tıklan kimseler ve milletlerine karşı olan İngiliz hayran
lığını (!) aşılıyorlar. Sergüaeşt'te şunları okuyoruz:
«...yemek için evlerine gittimse de, Protestanlığa
dair hiç bir konuşma cereyan etmeyip, o gün yalnız ye
mek ve ikrâm ile Ingilizlerin hakkımızda olan teveccüh
lerini ve Türkleri pek çok sevmekte olduklarından bah
sedildi. Yemekten sonra bir kaç saat istirahattan sonra,
geceki tiyatroya davet ederek birinci mevkiye m uhsus
bir adet dahi bilet de takdim edilmiş ise de, geceleri dışa
rıya çıkmak için subaylara müsaade olunmadığı için
mezkûr bileti iade eyledim. Bu hususa son derece taac-
cub ederek, «bizim, değl subaylar, askerlerimiz dahi nö
betçi olmayanlardan her İdm izin taleb ederse m üsaade
olunur. Zira bizim memleketimizde eğlencelerin cümlesi
gecelere hasrolunmuştur. Hususiyle şimdi kış mevsimi
dir» deyince, «artık bu hususta beni m azur tutunuz. İn
şallah gündüzleri görüşürüz» cevabıyla vedahşıp çıktım»
(29).
Misyonerler gayelerini tahakkuk ettirm ek için,
Türk Sefaretine dahi tesir yapabiliyorlar. Bu konuda da
şunları okuyoruz:
«... buna ne dersinizîtki gün geçmeden süvarimize
sefaretten bir telgraf gelip, «asker ve subaylardan, nö
betçi olmayanlara gece niçin dışarıda gezmeye m üsaade
etmiyorsunuz? Bunlar, nâmus-ı askerî dairesinde cam
baz oyunlarına etsinler». Bu telgraf nâme üzerine artık
her gece arzu edenlere müsaade olunmaya başladı; ve bi-
(28) Yazma, a. 4.
(29) Yazma, 9.4.
30
zim Mr. Nebit hazretleri artık her gece kendince arzu ey
lediği kimseleri iskele caddesinde karşılayıp istediği ma
halle götürmeye başladı» (30).
Misyonerler, daha küçük yaşlarda iken, İslâm dün
yasına gönderilir, ve Müslüman din ve adetleri öğretile
rek, m üslüm anlann nasıl sömürülecekleri; veya en azın
dan nasıl H nristiy an laştın lacak lan öğretilir. Mustafa
Bey, bu konuyu da hatıratında şöyle dile getiriyor:
«...İşbu Mr. Nebit ile bir akşam evine gidip musaha-
bet üzere iken, bunun İslâmî ilimlere olan vukufıyeti ve
lisanındaki fesahati ile konuşması merakımı mucip ola
rak, bu k ad ar kemâle seyahat ile mi, yoksa tahsil ile mi
m uvaffak olduklannı sual eyledim. İfâdesini de şöyle
beyân eyledi: Kendisi Londra'nın Misyoner cemiyetinin
Şark dilleri Profesörü Mösyö Harlet'ın mahdumu olup,
kendi akâid-i diniyyeleri tedris zamanının haricinde bu
na tekellüme m edâr olacak cümleler okutup yadırdıktan
sonra, bunlarda görmüş oldukları zekâ ve iktidarı cemi
yetlerince tak d ir ederek, bunu on üç yaşında çocuk oldu
ğu halde, 1834 milâdî yılında İstanbul İngiltere Sefaret
h an esin e gönderdiler. B urada, Sefarethâneye devam
eden T ü rk k âtip lerin in m azereti altında okumak ve
Türkçe konuşm ayı ilerletmek için ismini Tahsin tesmiye
edip Sefarethâne kavvaslanndan Hüseyin Ağa'ya evlad-
I mânevi suretiyle teslim edilerek ve bir hayli talimât ve
rile re k evine gönderdiler. Bu minvâl üzere Tahsin
nâm ın d ak i küçük misyoner, Hüseyin Ağa'nın Topha
ne'de K arabaş mahallesindeki evine, iki sene kadar gün
düzleri Sefarethâneye ve geceleride Hüseyin Ağanın evi
ne devam eder. Ve mahalle çocuklanyla beraber oyun ve
arkadaşlık ile sair çocuklarında fark olunmaz denecek li
sanını tem izledikten ve okuyup yazmayı tahsil ettikten
sonra H üseyin ağa vasıtasiyle Fatih Dersiamlarından
Hopa’lı Ö m er efendi'ye çömezlik etmek ve kendisi gelip
alm adıktan sonra eve dahi m üsaade olunmaması için
(30) Yazma, a. 5.
31
tenbihât-ı ekîdeile teslim olunup, bunun yeme vs. si için
dahi aylık beş lira verileceğini adı geçen Efendi'ye söyle
diği anda, Hocanın etekleri tutuşup, değil çömezlik, hoca
çocuğa çömezlik edercesine dört sene ihtim am eder»
(31).
Türkçe ve arapçzadan sonra da misyonerlere F ars
ça öğretiliyor. Bu konuda da Mustafa Bey'in H atıraların
dan şu satırları okuyoruz.
«...Adı geçen Tahsin Efendi, okuduğu derslerde o
derecede mâlumât sahibi olmuştu ki, ders halkalarında
ki talebe arkadaştan bunun sualine aciz kaldıkları gibi,
Hocası Ömer Efendi dahi, bunun kemâline ve tahsilâtın-
da olan maharetine hayran olurdu. Mumaileyh Tahsin
Efendi, câmi derine geldikte, derin gayn zam anında bir
miktar Mesnevi görmek üzere, Sultan Selim civarında
vâki Mesnevihâneye devam eylemesi için hocasından
müsaade istihsâl ederek, kabulü için dahi aracılığını
niyaz edip, o dahi bunu götürüp Mesnevihânedeki Zeki
Efendi'ye kabul ettirip, derse devam ile, değil M esnevi,
Farisinin her bir künhünû ve bazı İran ulemâsı, m um ai
leyh Zeki Efendi'ye gelir, Tahsin Efendiyle muhasebeye
tutuşup Arapçada olan kuvveti ve dini meselelere olan
vukûfii hasebiyle bunlan pabuçsuz kaçırırmış...» (32),
Misyoner Tahsin o derecede yetişiyon ki, Şeyhü
lislâmlık bile ona layık görülüyor. Nitekim medreseyi b i
tirdikten sonra İngiliz Sefaretinde çalışmak isteyince,
hocası Ömer Efendi ona şöyle diyor;
...«Ulemamız meyânında sen mümtazsın. Niçin gi
dip gavura hizmet edeceksin, ve Daire-i M eşihatça (Şey
hülislâmlık Makamı) dahi ismin malumdur. Değil on beş
lira yakında ya Kadiasker veya Fetva Emini olmaklığı
nız kuvvetle me'mûldur. Bu işten vazgeçmenizi sizden
temenni ederem.» (33).Hocalar, tn ^ liz Sefâretine götü
rülüp, oradan Ş^hülislâm 'a te'sir ediliyor. Bu konuda
da yazarımız şunları diyor:
(31) Yazma, s. 6.
(32) Yazma, s. 7.
(33) Y azm a.a.ll.
32
«... hocalarını iknâ ve razı ederek İstanbul'da bu
lundukça hocalarını unutm ayacağını ve sefir hazretleri
ne dahi tavsiye eylediğini beyân ederek, götürüp sefir
hazretleriyle görüştürdükte, sefir, hoca efendiye kemâl
derecede h ü rm et edip elli Ingpliz lirası dahi atiyye ver
dikten sonra!» T eşekkür ederim hoca efendi, sefâreth-
ânemiz bendegânından H üseyin Kavvas'ın mahdumu
Tahsin Efendinin tahsiline büyük him m et eylediniz. Ya
rın inşallah Şeyhülislâm Efendi hazretleriyle görüşüp,
z a tın ız ı h e m ta v s iy e v e h e m d e n e y o ld a ta ltif eyle
m e le ri lâ z ım ise ifâ b u y u rsu n la r» diyerek muazzezen
Hoca Ömer Efendi ile vedâ eder Rlvaki e r^ si günü Şey
hülislâm Efendi h u zu ru n a celb ile ve bir hayli iltifattan
sonra, hem rüûs ile hem de fetva emini muavinliği ile tal
tif eder» (34).
Yetişen m isyonerler, faaliyetlerde bulunm ak üze
re, İslâm dikerlerine gönderiliyor. Hocasını ziyarete gi
den Misyoner tah sin ona şöyle söyler:
«Efendim, iktidarım Londra'ya kadar aksetmiş ve
Hindistan'da olan İslam ahalisinin kesreti hasebiyle ora
nın vali divan efendiliğine elli lira maaşla tayin olun
dum; ve gelecek h afta Trabzon tarîkiyle azimet edece
ğim. Artık orada muhabere ederiz» diyerek vedâ edip fer
dası h afta H indistan'a azim et eyledi» (35).
Yazarım ız M ustafa Bey, misyoner Let Hause, yâni
Hayri Bey h akkında da şunları yazıyoru.
«...Bu dahi, milâdî 1843 yılında İngiliz Sefarethane
si Türkçe kâtiplerinden Ferhad Efendi'ye evlad-ı manevi
suretiyle teslim olunup, ismini Hayri tesmiye eylemişler.
Bu defa on üç, on d ört yaşlarında olduğu halde, Aksa
ray'daki hanesine götürüp,uzun zaman ora mahalle ço
cuklarıyla düşe k a lk a ve m ahdum uyla mektebe devam
33
ederek, on beş ay bu minval üzere devamdan sonra, lisa
nında ecnebi olduğuna dair asla eser kalmayıp, îslâm ço
cuklarından ayırt edilmez derecede fesahat-ı lisaniyyeye
kemâliyle vukufiyet peyda ve istihsâl-ı m a'lûm at eyle
dikten sonra, Cerrahpaşa Medresesinde on-onbeş ta le
beye ders vermekle meşgul Amasyalı Hafız Kadri Efen-
di'den geceleri «İzhâr» dan bir ders alm ağa m übaşeret
ederek bir hayli dersini ilerlettikten sonra, m ünferiden
Ayasofya dersiamlanndan Hacı Zihni Efendi'nin küşâd
etmiş olduğu derse devam etmeye başlamıştır.» (36).
34
Kütüphane nâmı altında İstanbul'da misyo
ner faaliyet merkezleri kuruluyor.
2.<î
buna benzer papaz ağzı bir çok hezeyân ettikten sonra,
«senin gönlünü dahi Hz. Ruhû'l-Kudüs un ruhani eliyle
sıvadı. Ve gönlüne ilhâm bıraktı. Bu da ra'nâ ve m alum u
nuzdur» deyince ziyadesiyle canım sıkıldı. F ak at red ce
vabı olarak «Benim gönlümde senin beyan ettiğin şeyler
den hiç bir eser yok. Hiç bir şey de hissetmedim» dediğim
de, «öyleyse yarın erkence teşrif buyurunuz ki, size göste
recek hikmet pek çoktur» deyip, konuşmamıza son vere
rek, vedâ ettim.»
Ertesi günü mecburen, Mr. Nebit'in evine gittim ,
(burada benim müracaatım beyhude kıyas olunm asın.
Çünkü bunların hal ve niyetlerini ve bu yolda sarfetmek-
te olduklan efkârlarına vakıf olmaklığıma ziyadesiyle
merak eylemekte olduğumdan bunları böylelikle bi'l-
iğfâl Islâm hakkında emel ve efkârlarını keşfe muvaffak
oldum). Şöyle ki: Yukarıya çıktığımda ne göreyim? On
kadar papaz üç kadın benim gelişimi bekliyorlar. «Good
Morning» aşinalığı ile geçip bir sandalye üzerine o tu r
dum. Arap lisanı profesörü dahi burada mevcut olduğun
dan, bir-iki kelâm, yalan-yanhş aşinalıktan sonra Mr.
Nebit: «İşte Mustafa Efendi, zatınızı bu zatlar ziyarete
geldiler. Senin için şimdi Cenâb-ı Hakk'a ve Hz. Ruhû'l-
Kudüs'e münacaat edeceğiz. Zaten zatınızda görm ekte
olduğumuz kemâle göre bu kadar külfete hacet yok ise de
beis yok. İşimiz daha kuvvetli olmuş olur», d er demez
bunlann cümlesi kıyam ile diz çöküp sandalyalann h a
sırlan üzerine yüzlerini kapayıp,tamam yarım saatte zi
yade murakebe eyledikten sonra kıyam edip oturdular,
ve bana hitaben; «Nasıl Mustafa Efendi, Cenâb-ı R uhül-
Kudûs mübarek eliyle gönlünü sıvadı mı?»
36
Yine Mustafa Bey’in hatıratında (41), Protestan ya
pılmak istenen kimselerin Londra'daki Misyoner Mer
kezine götürüldüklerini ve orada kendilerine nasıl dav-
ranıldığm a dair teferruatlı bilgiler okuyoruz.
37
oda kapısından isbat-ı vucud eyleyip beni uyandırdılar.
James; «-Aman Mustafa Efendi, pabuk elbisem'.i giyiniz,
zira vakit geçiyor.» deyince ben, «-bir kahve ve s'g ara iç
meden hareket edemem.»der-demez, otelci hem tn fırla
yıp bir anda elinde bir tepsi olduğu halde içeri girdi ve
mükemmel sûrette süt, kahve ve peksimet getirip ortaya
koydu.
Cümlemiz birlikte içtik. Otelci dahi beraber olarak
hareket eyledik. Kiliseye geldik; içeriye girerken H ûdâ
hakkı için yüreğim çarpmağa başladı. Hem gönlüm içeri
girmeyi asla istemedi. Fakat nâçâr olarak içeriye girdim
O esnada James; «-Aman Mustafa Efendi, fesini çıkar.»
deyû teklifte bulununca, pederin Mr. Nebit: «-Hayır
Mustafa Efendi, sen onun lakırdısına bakm a, b u y u ru
nuz. » deyip beni mihrabın önüne götürüp özel bir mevki
gösterdi. Bir hayli kimseler, kimi İngilizce, kimi Türkçe,
kimi Arapça aşinalık eylediler.
Kilise gayetle büyük ve gayetle müzeyyen olup, işbu
binanın asar-ı atikadan olduğu yek nazarda görünüyor
du. Ortadoks veya Katolik kiliseleri gibi etraf ve eknaiin-
da hiç resme müteallik birşey olmayıp, yalnız m ihrabtan
ortaya doğru gayet müzeyyen ve müsanna' bir salib (baç)
ve Hz. İsa'nın maslûb (çarmıha gerilmiş) ve m ücessem
şekliyle müşekkel bir salib vaz'olunmuş. Bundan başk a
dinlerine müteallik hiç resim yoktur.
İbadetleri kâmilen armonika ile mevzun kasaid te-
ğannisi ile, sonradan cümlesi murakabeye kapanıp mib-
rabta ayakta dini nasihatlerde bulunan papazı dinlemek
etmek ve bazen dahi orta yere konmuş sahibi kutsam ak
tan ibarettir. İstavroz çıkarmak hiç adetleri değildir.
Ba'dehu Türklerin Protestan olmaları h a k k ın d a
okunacak duanın matbu' bir nüsha risaleleri tevzi olu
nup yine armonika başlayarak işbu duayı ses ile mevzun
surette okumaya başladılar. Yalnız bazı beyitlerin n ih a
yetlerinde gelen My God (Tanrım) ve Hristos ve T ürk ke-
38
limelerini ve bazılannı anlayabiliyorum.
İşbu dua hitam bulduktan sonra, yine murakabeye
kapanıp sonradan malumum olduğu üzere, cemiyet reisi
olup sakal ve bıyığı m etruş gayet büyük işkembeli, tah
minen yetmiş yaşlannda bir adam, mihrabda bir kelime
irad edip bir veya birbuçuk dakika sükût edercesine ya-
nm saatten ziyade iradı arası ra nutka devam etti. Bun-
dada «Türk biraderlerimiz» yollu irad eylediği kelimeler
anlaşılıyordu.
İşbu dua ayinleri hitam bulduktan sonra, kiliseden
dışın çıktık ki, tam am saat alafranga onbire gelmiş»
(42).
39
Artık bendeki korkunun derecesini sorunuz. Vu
. kalkıpta bana bir mesele sual edilse, orada halim ne ola
caktı. Bereket versin ki, meseleye dair benden birşey sor
madılar. Nihayet ders hitâm buldu. Talebe müzâkere
odalannagirdiler. Mr. Nebitbeni kolumdan tutup k en
dine mahsus olan odasına götürdü. Lakve dahi birlikte
olduğu halde odaya girdik. O anda Mr. Hauz dahi geldi,
işbu odanın derunu camlı dolab ile çevrili olup içerisini
tekmilen İslâm akâid-i diniyyesine de rive ekserisi yaz
ma ve cildlerinin üzeri İslâm mücellitlerince cildlenmiş,
gayet mâhirâne yapılmış ve som yaldız ile tezyin olun
muş. Bunların cümlesini bana gösterip, devr-i Ab
basi'den bu ana kadar Asya Kıtası ile Buhara ve Acem ve
Hind ve Endülüs Kıtalannda zuhûra gelen ulemay-ı uza
mımız efendilerimiz hazerâtının telif eylemiş oldukları
asâr-ı mukaddeseden olup bunların her birerlerini isim
leriyle beyân eylediler. Fakat bunlann isimlerini hatırda
tutmak mümkün olur mu? Hususiyle ömrüm içinde isim
lerini hiç işitmediğim ve görmediğim kitablar. Lâkin he
riflerde bunları cümlesini okuyup manasını anlam aya
iktidar var. Hem de nasıl mükemmel sürette iktdar var?
Mütahayyir kaldım. Burada bir suale lüzum görüldü. «-
Bu kadar kütüb-ü âtikanın cem'ine nasıl muvaffak oldu
nuz?» cevaben: «-Yukarı çıkalım da asıl cemiyetimiz k ü
tüphanesine gidelim Orasını görünüzde sonra da bunla
nn cümlesinin icmâlen tarifatını size beyân edeyim.»
Cümlemiz kıyam ile yukan çıktık. Kütübhaneye girdik.
İşbu kütüphanenin üzeri uzun şekilde bir kubbe olup, içi
uzun ve geniş bir mahal olup, bütün duvarlan camlı do
laplar ve içerileri istif ile kitap dolu. Kapısından salonun
sonuna uzanlamasına geniş bir trebaza uzatılmış ve üze
rine bükme ve örselenmeye gelmez terşe ve ceylan derisi
özerine yazılmış bir hayli kitap eski el-yazması eserler
istif olunmuş. Bunlarla beraber Hz Isâ'dan sonra havari
ler ile bunlann halifeleri olan Hiristiyan alimlerinin Hz.
40
Mesih'i salib üzerine ne suretle salbeylentıişler ve nasıl it
laf eylemiş olduklarını gösterir büyüklü-küçüklü ve
üzerleri cam fanus ile örtülü 100 u aşkın salib vardı.
Dört tarafa sıralanmış olan dolapların herbiri ise
dünya yüzünde ne kadar kavim ve kabail ile edyân varsa,
cümlesinin kitapları ile dolu ve ayn ayn tertib edilmiş ve
kütüphanenin m ihrab cihetinde, kütüb-ü Islâmiyyeye
mahsus olan dolabı açıp içinde küçüklü büyüklü 2000 ka
d ar kitap mevcut. B u n la r a ra sın d a Hz. Osm an (İLA.)
E fen d im iz H a z re tle rin in yazm ış o ld u k ları Kelam-ı
K a d im 'le rd e n b i r k ıt'a s ı m evcut. Çıkanp ziyaret ey
ledim. Bunlara karşı yüzüme gözüme sürüp, kemâl-i ih
tiram la muayene eyledim. İşbu Mushafın uzunluğu iki
k an ş ve genişliği bir karıştan ziyadece olup kağıtlan so
luk, kına renginde ve yazısı keşîdeli sülüs ve harekeden
asla eser yok ise de pek açık okunuyor. Şirazesi ibrişim ile
kuvvetli bendedilmiş ve cildi geyik derisi üzerine ipek
B uhara kum aşı yaptırılmış, sâde, güzel.
Ba’dehu, Hz. Ali Kerremallahu vecheh (R A ) Efen
dimiz Hazretlerinin kûfî h a t ile yazmış olduklan Kelam-
1 kadimlerden olduğunu bi'l-beyân çıkarıp elime verdi.
Onu dahi kemâl-i ihtiramla ziyaret eyledim. Yazısını as
la okuyamadım. Fakat kendisi alıp pek güzel okudu, tşbu
Mushaf-ı Şerif, gayet eskimiş olup Taha sûresinin beş sa
tırından aşağı birbuçuk cüz kadarı noksan imiş. İşbu
K ur’an'ın m uhafazasına gayet itinâ gösterildiğinden,
Mushaf-ı Şerifin ölçüsüne göre yapılmış gayet imtizaçlı
çekmece içerisinde muhafaza olunmaktadır.
Ba'dehu diğer bir kitab daha çıkanp; iş bu kitabın
hacmi oldukça büyük arabiyyüi ibare, bütün Ashâb-ı Ki
ram Efendilerimizin esmâ-ı şeriflerini câmi' olup her bi-
rilerinin evsaf ve dereceleri açıklanmış. Bunu bırakıp di
ğer bir kitap daha çıkardı. İşbu kitap oldukça büyük, bu
dahi Arapça yazılı olup Sahib-ü Saadet (S A ^ Efendimiz
H azretlerinin, Hz. Ebu Bekr (RA) ile Mekke-i Mükerre-
41
me'den Medine-i Münevvere'ye hicretlerini ve Medine'de
geçen vekayii ve Mekke-i Mükerremc'nin Fethini ve Hz.
Ebu Bekr (RA) Efendimizin hilâfetinin nihâyetine kadar
olan vekayii mübeyyin olup, Hz. Talha (RA) Efendimiz
tarafından tertib ve tenzim olunmuş olduğunu açıkla
yan, cildinin üzerine yapıştınimış olan yaftada Arapça
olarak yazılmış olduğu görülmüştür. Kendilerinin riva
yetleri dahi bu yolda olup sihhatine itimâd ediyorlar.
İşbu dolabın içinde, yalnız Kelam-ı Kadîm (Kur'an)
olarak otuzdan ziyade Mushaf-ı Şerif, diğerleri tefsir-i
şerif ve kütüb-ü diniyyeye dairdir. Bunların içerisinde
tirşe ve ceylan derisi üzerine yazılmış hiç bir eser göre
medim. Sûrdum,«-Yok.» cevabını verdi.
Burada imtidat edin iki saatlik müddetle bu k ad ar
mûşahadatım vuku bulup, havadahi karamağa başlamış
olduğundan gitmeye karar verip dışarıya çıktık» (43).
42
aynı zamanda güzel bir ressamdır» (45).
Yukarıda sözünü ettiğimiz el yazma kitapta da bir
başka misyoner olan James'in, arkadaşı misyoner Mr.
Wayt'm mason olduğunu söylediğini tesbit ediyoruz. Söz
konusu yazmada, Hıristiyanlaştırılmak istenen Musta
fa Efendi adındaki Osmanh subayı şunları yazmakta
dır;
«Sabah olur olmaz bizim gayur James geldi. Odaya
girip sobayı yaktı. Sonra da beni uyandırdı. Kalktım;
oturduk. Mr. W ayt üzerine bir hayli sohbet ettik. Free-
Mition (Farmason) Cemiyetini teşkil ve kanunlannı tes
bit eden bu zat olduğunu ve parlementoda meclisin aza-i
daim isinden bulunduğunu tefhim ve beyan eyledi.»
(46).
43
(e ve Arapça tahsilden sonra iki profesörün nezareti a l
tında beş talebe bir profesör ile îskandariye ye, sekiz ta
lebe dahi diğer profesör ile Deraliye ye (İstanbul'a) b u ra
dan azimet eyledik. Ol vakit yeniçeri alemi. Sefarethane
den bir yere aynimak mümkün mü. Sefirimiz (Sir Willi-
am Adolf) bizim için sefarethanenin haricinde bir daire
tertip edip ve Türk çocukları gibi bize elbise giydirip ve
sûret-i mahsusada bizim için bir Arabi, bir farisî, ve b ir
yazı hocası tedarik ederek hiç İngiliz lisanını konuşm a
mak ve Türk lisanını tamamiyle konuşmak için seiâreth-
âneye müdavim Türk kâtibleri ve kavaslar ile düşüp
kalkmağa başladık. Yazın dahi kavaslarla birlikte seyir
mahallerine, oyun mahallerine devam ederk Türk çocuk
larıyla ihtilat edip gezerdik.
Arabi'den N ahve'e, Farisiden G ülistan'a k a d a r
ders gördük. Hele Kur'an-ı belki yirmi kere hatmeyledim
Artık biz başladık hocalanmızla birlikte Fatih, Süleyma-
niye, Ayasofya, Beyazıt Camiilerinde okunan derslere
devam etmeye ve ekseri camilerde abdest alıp cem aatle
namaz kılmaya ve ras geldikçe vaazların takririni dinle
meye ve bir takım az ders görmüş mollaların galatiannı
ve yanlış takrirlerini anlamaya başladık. Hele abdest ve
namaz şartlarını o kadar güzel öğrendik ki, görüşmekte
olduğumuz ufak-tefek mollaları matederdik.» (47).
44
lan n d a sülük eylemekte oldukalan hâl ile hareketlerin
de olan esrarlan n ın bilinmesine cemiyetimizce lüzum
görüldü. Meselâ bir hayli tekkeleri gezdiniz. Zikirleriyle
hareketlerini gördünüz. Fakat bunların içerisinde bir de
T â n k - i N a z e n in nâm ında Bektaşilik cemiyeti vardır
ki, bunlar ayinlerini hiç kimseye göstermeyerek zaviye
lerinde pek gizli içtima ederek icra ederler. Şimdi sizin
h er birerlerinizi birer tarik at dervişliğine sülük ettirece
ğiz. F ak at bunda bir kaç sene tahammülün fevkinde
m üşkilâta tesadüf edeceksiniz. Velakin gayret-i milliye-
niz icâbında taham m ül edip vücuda getireceksiniz. Bu
tarik atlara tayininiz için birer kur'a kağıdı yaptık. İşte
şu kâse içinde duruyor. Talihiniz mucibince her birerle-
riniz bu k u r'a kâğıtlarından birer adet alınız. Ve kur'a
kağıtları içerisinde ne isimle yadolunacak isen onu daha
derceylem işler. Aldık; kimi Kadiri, kimi Rufai, kimi
Mevlevi, kimi Sa'di, kimi Nakşi. Benim ile refikim olan
Albert'e; benim ismim Veli, Albert'in ismi Ali olmak üze
re B ektaşîlik zuhûr eyledi. Kabul etmemek kabil mi.
İsimlerimizi kur'am ız mucibince kaydettiler. Diğer altı
arkadışım ızı evvel be evvel birer medreseye yerleştirip
büyük derslerde bulunm ak için hocaya talebe verdiler.
Bu m eyânda kendiliklerinden birer şeyhe intisâb eyle
melerini tenbih eylediler. Onlar gitti ben Albert ile sefa
rethanede kaldım.».
M u s ta fa E fe n d i'y i m a so n la ştırm a k iç in m a
s o n e lb is e s i g iy d iriliy o r, p a r a veriliy o r.
45
gönlüme taze hayat vermiştir. Zira Türkiye'den ayrılalı,
bir Müslümana tesadüf edip gönlümde olan meyi ve m u
habbet mucibince arkadaşlıktan m ahrum kalm ıştım .
Teşekkür ederim. Buray teşrif ettiniz de görüştük.» Aşa
ğıya inerek mükemmel surette hazırlanmış olan landona
binerek eve geldik. Mr. Wayt'm damatları centilm enler
de gelmişler; oturduk. Dün geceki ahkâm gibi m ükem
mel eheng ile iki saat kadar eğlendik. Sonra yemek yiyip
salona çıktık, kanepenin üzerinde bir hayli çam aşır ve
bir takım elbise mevcut. Mr. Wayt bana hitaben:«- M us
tafa Efendi, elbise ve çamaşırlarınız geldi. Vakit de geli
yor. Çoraplannıza varıncaya kadar değişeceksiniz.» Hik
metini sual eyledim. «-Yanımda bu elbiseden gayrı elbise
ile bulunmanız olamaz» cevabını verip acele ettiğinden
mecburen elbiseleri giymeye başladım Ne göreyim; m a
sonlara mahsus gönye, pergel ve çekiç alâmet-i farikaları
elbiselerin her bir parçasının yaka ve kol içerilerine
renkli ipek ile işlenmiş. Hele fanile, çamaşır ve freng
gömlekleriyle çorap takımı, boyun bağına kadar kâm ilen
düzine ile büyük bir bavul lebaleb dolu. Her ne ise, lâzım
olanı giydik; aşağıya indik. Landona cümlemiz binerek
tiyatroya geldik. Tiyatro müdürü bizi karşılayarak y u
karıya çıkanp, aynimış olan locaya girdik. Birkaç zat ge
lip Mr. Wayt'a ifay-ı hoş âmedî eyledikleri esnada bize de
kemâl-i hürmetle iltifatta bulundular.
Tiyatroda olan kalabalık tahminimin fevkinde olup
bu kadar halkın içinde, gürültü ve şam ataya m üteallik
hiçbir harekette bulunmaması dahi başkaca şayan-ı
hayrettir. Perde aralannda birkaç kere çocuklar ile büfe
ye azimetimizde birkaç kemalli mösyölerle görüştük; ik
ramda bulundular. Ebisemde olan alameti farika mucu-
bince bunlar her ifâdeme «yes» kelâmıyla m ûkabelede
bulunmalan hayretimi mucib olduğundan , hikm etini
çocuklardan sordum. «-Sizde görmekte oldukları alam et,
derecenizin yüksekliğini gösteriyor onun için,» diye vaki
46
olan ifadelerine vukufsuzluğumu gizlemek için sükût ile
mukabele eyledim.
Dördüncü, perde istirahate biraz müsaadeli oldu
ğundan bu kere büfeye Mr. Wayt ile azimet eyledik. Bü
fede Mr. Wayt'ın hem akrabasından ve hem de Londra'da
tahsil için birlikte hareket eylemiş olup, tskenderiyye'ye
beraber gönderilmiş olan rüfekasından Prof. Mr. Dewey
ile mülâki olduk. Hâl-hatır sormadan ve iltifat hususun
da, konuştuğu Arabçaya hayran olmamak mümkün de
ğil. Mükemmel surette konuşmaya başladık. Bendenize
pek ziyade hürm ette bulunup, konuşma esnâsında şaka
yollu: «-Yâ M ustafa Efendi, Mr. Wayt Bektaşiyyun,
yu'refu hazâl'm el'ûn'u kâfir?» (Mr. Wayt Bektaşî olup,
kâfir olarak bilinir) Mr. Wayt, Türkçe: «-Mel'un-u kâfir
sensin kerata, onbeş sene Mısır ve Sudan Müslümanlan
içerisinde seyahat eyledin. Hâlâ kâfirlikten vazgeçme
din» yollu bir hayli şakalaşıp gülüştüler.
... Tiyatrodan çıktık. Beni otele bırakıp kendisi ha
nesine azim et eyledi. Gerek tiyatroda ve gerek arabada.
Mr. Wayt ile musahabetimiz farmasonluk usullerinin ta-
rifatı ile nihayet bulup, asıl emelim olan Bektaşilik hu
kukuna dair hiçbir şey konuşamadım. Her ne hal ise, yu
karı odaya çıktım; lambayı yaktım. Birden ne göreyim?
Mr. Wayt, bir bavul içinde olan fanila ve sair eşyanın la-
tafeti başkaca takdire sezâ. Bunun beraber bir para çan
tası içerisinde yirmibeş adet İngiliz Lirası ile bir de kabu
lünü havi istirhâm nam e ve atiyye eylediği eşya ile elbi
senin kıym eti kırk lirayı mütecaviz. Bu kadar ikrama
m ütehayyir kaldım . (48).
47
«Cumartesi idi. Sabah olur olmaz Jam es geldi.
Kalktım ve oturduk. Mr. Wayt'in göndermiş olduğu eşya
gözüne ilişip. «-Bunlar nereden geldi?» deyu vaki olan
suli üzerine, Mr. Wayt'in göndediğini b ^ n eyledim. Eş
yayı kamilen gözden geçirip, üzerlerinde olan alam etleri
görür görmez: «-Bunlar kâmilen farmasonlara m ahsus
elbise olup, zatınıza cemiyetlerince büyük mertebe ta k
dir etmişler»
«-Nasıl mertebe?» deyu vaki olan sualime, «-Farma
sonlara mahsus cemiyetin usulü olan, cem iyetlerine
kefaletle kabul eyledikleri adamı cemiyetlerinin dördün
cü kılasına (smifina) idhal edip orada gösterilecek olan
esrarlarını tefhim ve kabul ettirdikten sonra üçüncü lo
caya terfian, idlâl ederler. Burada dahi tefhimi lâzım ge
len esrarlanm öğrenip kabul ettikten sonra ikinci kılasa
idhâl ederler ki, burada artık iyiden iyiye ıslâh olunmuş
hükmüne girer. Sonra da, buradan lüzum göründükçe
birinci kılas azalığana geçer. İşte farmasonların birinci
leri bunlardan ibarettir. Şimdi zatınıza vermiş oldukları,
alamet, ikinci klasm yetmişüçüncü numarasını gösteri
yor ki, farmasonluk cemiyeti dahilinde olan dereceniz bu
mertebeyi gösteriyor.» deyip bir hayli tafsilatta bulu n
du.
Fesubhanallah, Protestanlık şerrinden kaçarken
şimdi başıma bir de farmasonluk gailesi mi zuhûr etti di
yerek burada bir hayli düşündüm. Bunların ellerinden
halâs olmak, buradan uzaklaşmamla müyesser olur. F a
kat esrarlarına vakıf olmak için mutlak, efkârlarına m u
vafık hareketten başka çare bulamadım. Bu babta ta-
hayyürümüJames'e hissettirmeyerek, şimdi bu elbisele
rin hangisini giyeceğimi sordum. Çocuk burada fakire
pek hayırlı bir yol gösterdi; «-Eğer bizim vermiş olduğu
muz elbiseyi giyecek olursanız, yarınki pazar günü kili
sede isbât-ı vücûd eylemeniz lazım gelir. Bu ise senin için
pek müşkil bir iştir. Fakat bu elbiseleri giyerseniz b u be
48
laların cümlesinden halâs olmuş olursunuz. Çünkü far
m asonlukta din ve mezhep üzerine asla müdâhâle yok
tur. Bu cemiyete dahil olan adam, hangi mezhepte bulu
nursa bulunsun mani değildir. Yalnız bunların emelleri
m ünhasıran kendi usullerini ve esrarlarının muhafaza
sından ib arettir. Onun için Londra'da bulunduğunuz
müddetçe bu elbiseleri giyerseniz, pek rahat eder ve her
gittiğiniz yerde hürm et ve riayet bulursunuz.» deyu ver
miş olduğu işbu m alum attan pek memnun oldum. (Mr.
Wayt'ın hakkında pek hayırhane yararlıkta bulunduğu
nu takdir ederek Cenab-ı Hakk'a başkaca teşekkür eyle
dim. Ve hem en Mr. Wayt'in vermiş olduğu elbiseleri gi
yip Jam es ile birlikte eve geldik. Aman efendim. Mr. Ne-
bit ve madamasının bir hayret-i fevkalâde ile: «-Vay Mus
tafa Efendi, seni Mr. Wayt'a kaptırdığımıza pek esef ey
ledik.» yollu bir hayli teessür ve teessüften sonra «Keski
onunla seni görüştürmeseydik» diye birçok telâş ve tees
süfte bulundular. Bununla beraber pek memnun dahi ol
dular. Sebebini sual eyledim. «-Ingiliz kavmi için umu-
nıuyetle farmasonluğa mensub olmak daha elzem telak
ki olunur. Çünkü bu cemiyetten istifâdeniz daha çok ola
caktır. Zira bu cemiyette vazolunan vezaiftn hasâisi bü
yüktür. » deyince, vazifelerin nelerden ibaret olduğunun
beyan buyurulm asını rica ettim. «-A narşistlik... Bu ne
demektir. O nu da Mr. W ayt beyan buyursun.» cevabıyla
sükût eyledi.
Biraz m üsahabetten sonra kahvaltı edip daireye
geldik. M r. N ebıt kendi dairesine,bendeniz dahi Mr.
W ayt'in dairesine girdim . Oturduk; hediye ve ikram
meblağı hakkında teşekkürüm ü arz ve paraya hacet ol
madığını beyan eyledimse de, «-Beis yok oğlum. Şimdi za
tınız garibü'd-diyardasınız. Belki ihtiyacınız vuku bulur
ve halinizi de kimseye arzedemezsiniz. Onun için şimdi
den b ir m üşkilâta tesadüf eylememeniz mülâhazasıyla
bu kadarcık bir hediye takdim inde bulundum. Bu mü
49
lahazaya mebni beni mazur görünüz.» yollu o kadar garib
vakalar tarif eyledi ki mest oldum. Ba'dehü çay ısm arladı
içtik.» (49).
50
Bektaşiler nerede bulunur? Meyhanelerde, artık
akşam ları başladım meyhanelere devam ile heriflerin
mükemmel mezelerle,demlerinin masraflarını tesviye
eyledikçe, h er akşam dört gözle yolumu gözetmeye başla
dılar. Bu minvâl üzere bunlar ile bir sene kadar geçen za
man içerisinde babalarından ahşan Baba ile dahi görü
şüp, ciddi surette haklarında göstermiş olduğum muhab
b et ve sadakat üzerine bizi muhib derecesine kabul edip,
usullerini ve erkânlarını mücibince icrası lâzım gelen
hareketlerim izin ıslâhı ile beraber niyâz usulünü, yani:
Bir «baba» ile m ülakat vuku’bulacağı sırada, iki yerde
secde, üçüncüde babanın sağ ve sol dizleri üzerine sonra
da zekeri üzerine secde etmek. Usullerini iyiden iyiye
tahsil edip biz dahi bu canlardan olduk. Hele saz çal-
mak,gazel ve divan ve koşma semai okumak hususların
da pek güzel meleke hasıl ederek, artık h er gece Alişân
Baba ile bir kere koca koca sazlarla koşma, divân okuya
rak dem alemi icrâ etmeye başladık.
Artık benden gizlenecek hiçbir sırlan kalmadı. Hal
ve hareketlerine bu derece vukufıyet hasıl eyledikten
sonra, başladılar, artık «Veli Baba» ikrar olmaya. «-Sala
hiyet kesbeyledi, bunun nasibini verelim.» diyerek mu
habbet esnasında «-Veli oğlum, seni pir evine götürüp
M ahm ud Baba ile görüştürüp,ondan nasib almanı arzu
ediyorum. Birkaç gün kadar izin alabilirmisin?»
«-İndimde kavaslığın ne ehemmiyeti var kerata.
Heriflere hizm et eylemekten zaten bezginlik geldi. Her
ne vakit emrederseniz hazınm.» dedim. «-Öyle, yol mas
rafı biraz m angıra lüzum var.»
«-Onun için esef etmeyiniz. M uhafazamda biraz
dünyalık bulunur.»
«-Öyleyse bu akşam bacı ile işi kararlaştıralım.» di
yerek eve vardık. Bacı ile işi kararlaştırıp ferdası günü
yol tedariki görmeye başladık. Evvelce pir evi ipn hediye
olmak üzere bir varil rakı, iki varil şarab, biraz kahve ve
51
şeker ve iki hayvan mekari tatup mezkûr eşyaları teli-
men evvelce banlan yola çıkardık. Biz dahi bir gün sonra
yola çıktık.
Meğer hakkımda Mahmud Baba ya ve pir evdne bir
kaç defa malumat vermişler. Çünkü heriflerin ıisul ve
erkânlan Tabiiyyûn usûlüne muvafık Hey'et ve Fele-
kiyyât'tan ve Harekât-ı Gcrâm-ı Semaviyyeden H ikm et
ve Kimya Madeniyât ilimlerinden vakıf gibi bahsediyor
larsa da nâkıs. Esası dahi üzerine değil. Benim bu ilimle
re vukuf-u tâmmım olması hasebiyle, vaki olan h atalan -
nı ıslâh eyledikçe hakkımda ne yolda hürm et edecekleri
ni, birde mesleklerinde Ulum-u Islamiyye'ye dahi lüzum
var. Çünkü uydurma hukuklannı usul-u îslamiyye ile ve
muhabbet-i hânedân-ı ehl-i beyt ile gizliyorlar. Benim
Bm-i Fıkıh'ta olan faziletimi dahi kendilerine gösterm iş
olduğumdan, beni Baba'hğa layık görmeye başladılar.
Her ne ise, yolda uğradığımız köy ve kasabalarda
Alişân Baha'nın gelmekte olduğunu işitenler, bizi k a sa
ba haricinde istikbâl edip bir mahalde içtima ederek sa
bahlara kadar sav ve sözle bizim işret ve tânk'm kavani-
ninden olan usullerden bahsederek, bazı yerde iki gün
kadar arâm ederek bu minval üzere pir evine vardık.
Doğruca Mahmud Baha'nın zaviyesine indik. Birinci
kendi, ikinci bendeniz, Mahmud Baha'ya aşk-ı niyâz erk
ânını icradan sonra ahşan Baba oturdu. Ben de b u n lara
karşı elpençe divân emirlerine bel bağladım.Şimdilik bu
kadarla iktifa edelim.» (50)
52
punç içelim. Ba'dehu bu «gece zatınızla birisi tarafından
davetliyiz. Onun ziyaretine gidelim.»
«-Bu zatın kim olduğunu öğrenebilirmiyiz?»
«-Evet, fermeysın (farmason) cemiyetine reis tayin
eylediğimiz Prof. Alfred Hazretleri'nin evine gidece
ğiz.»
«-Pekâla, fakat bu zat ile hiç tanışıklığım yok. nasıl
görüşeceğiz?»
«Niçin, dün gece tiyatroda locaya gelip hatır sor
duktan sonra zatınıza dahi iltifat eylemedi mi? Ne çabuk
unuttunuz efendim.»
«-Bu zatın tavsifinde bulunmadınız da onun için su
ale cesaret edemedim.»
«-Her ne hâl ise, bu gece onun evine gideceğiz.» de
yip punçlarımızı içtik. Hazırlanan arabaya rakibenyola
revân olduk.
Araba içerisinde muttasıl, farmasonlarla görüşüle
ceği zaman verilecek işaretlerin ve icrâ edeceğimiz hare
ketin usullerini tekmilen tarif edip bizi umulanın fevkin
de mükemmel farm ason m akam ına geçirdi. Her ne hâl
ise, mahall-i m aksûda vardık. Malum ya, Mr.Wayt Bek
taşilik alem inden alm ış olduğu usûle tatbiken, farma
sonluk kan u n larım tertib edip farmasonluk cemiyetin
teşkilinde mevcut olduğu cihetle, Mr. Alfred bizi hanenin
avlusunda istikbâl edip, kemâl-i ihtirâm ve edeb ile oda
ya girdi. İçerde bulunan diğer farmasonlar dahi kemâl-ı
ihtirâm ile bizi karşılayıp cümlemiz mahall-i mahsusu
muz olan yerlere geçtik; oturduk. Gerek sahib-i hane Alf
red ve gerek diğer ziyaretçilerin hiçbiri Türkçe bilmedik
leri için bunlar ile bildiğim kadar İngilizce hatır sorma ve
m usahabette bulundum . Bu mösyölerin içirişinden biri,
yani William John isminde bir herif, bendenize karşı kız
gın ve hışım h bir çehreyle muamelede bulunmasını Mr.
Alfred hissederek bu zata müteveccih olup, çünkü Ingi-
lizlerde kaide, hiç görüşülmedik bir adam ile musahabet
53
etmek adetleri olmadığiçin Mr. Wayt tarafından prezan-
te (takdim etmek) etmek icab ederken gafil bulunm asın
dan ileri gelmiş. «-Efendim, dün zatınıza tavsiye etm iş ol
duğum Mr. Mustafa bu zattır.» der demez, h erif yerinden
hareket edip: «-Âfedersiniz, beni bağışlayın» diyerek bir
hayli mazeret beyan edip gönlümü almak hususunda va
ki olan muamelesine karşı, Mr. Wayt, benden evvel
mukâbele ederek «-Misafire hürm et h u su su n d a tslâ-
mlarda olan meziyete hiçbir kavim takliden olsun reka
bet edemez. Hele bizim İngiliz kavmi, m enfaatlan dışın
da hasbî olarak hürmet şinashk etmek ellerinden gel
mez.» diyerek ol kadar beliğ bir nutuk irad eylediki, ha-
zırûn hayran oldular. Ba'dehu bendenize müteveccihen:
«-Mustafa Efendi, bu hususta üzülmeye lüzum yoktur.
Bu herifin çehresinde olan kızgın manzara yaratılışıdır.
Hususi değildir.» yollu başkaca gönlümü alarak m usa-
habeti muhabbete tahvil ederek farm asonluk alem ine
mahsus musahabete devam olundu.
Ba'dehu taam hazır olduğunu haber verdiler. Kalk
tık, sofra başına indik. Mr. William hemen yanım daki
sandalyeye oturup ikrâm ve iltifat hususunda vaki olan
harekete karşı minnettarhk gösterdim ise de heriften ru
hum asla hoşlanmadı. Dünyada pekçok iğrenç yüzlü
adamlar gördüm ama bunun gibisine rast gelmedim. Bu
sırada Mr. \Vayt bize hitaben: «-Mustafa Efendi, Mr. Wil-
liam ile artık banştınız. Pek güzel muhabbet eder oldu
ğunuzu görüyorum. Bunun zatınıza karşı gösterm ekte
olduğu güzel muamelesi gibi, şimdiye kadar hiçbirimize
göstermemiştir. Bu hususta zatınızı tebrik ederim.» de
mesi üzerine, «Şeytanlar görsün kerata herifin yüzünü,
ruhum asla kendisinden hoşlanmadı.» der demez, h e rif
atiklik edip hemen Mr. Wayt'e müteveccih olup: «W hat
he say?» (ne diyor) diyerek suale kıyam edince, «-İltifat ve
ikramınızdan müteşekkir olup m in n ettar k ald ığ ın ı
beyân ediyor.» deyince; «-Thank you my friend Mr. Mlus-
54
tafa.» (teşekkür ederim, arkadaşım Mustafa) diyerek ol
kadar muvafık hal m usahabette bulundu ki tarif ede
mem.
Taam hitâm bulup yukarıya çıktık. Bade't-taam uy
ku zam anına kadar bir-iki saat istirahat lazım değil mi?
Hayır, herifler bu kadarcık zamanı da istirahata terket-
miyorlar. Farmasonluğa mahsus tertib etmekte oldukla
rı kanunların müsveddeleini çıkarıp tashih ıslahına baş-
ladılar.Bu sırada Mr. Wayt'ın yanına oturup istifademe
m üteallik m usahabete başladım. İşbu cemiyete Farma
sonluk adı verilmesinin sebeblerini ve farmasonluğun
m anası nedir, diye vaki olan sualime: «-Evet, hakikaten
bunları size ta rif etmemiş idim. Bilmenize lüzum vardı.
Farmasonluk cemiyetine zahiri reis tayin ettiğimiz işbu
Mr. Alfred, Londra birinci inşaat mühendislerindendir.
Misyonerlerimiz cemiyetçe vuku bulunan telifat için in
şaat üzerine mütaeallik hususların kâifesini bu zat idare
eder. Bununla beraber, devletçe ne kadar büyük inşaat
yapılırsa, cümlesinin formenliğinde bu zat istihdam olu
nur. Bunun nâmı: «Formen Alfred» dir. İşbu farmason
luk cemaati için tertib etmiş olduğumuz usul ve kanunla^
ra pek mükemmel vukûfiyet hasıl etmiş ve cemiyetiçin-
lüzum lu olan cemaatı elde etmeye bunlar gibi sahib-i
şöhret bir kâmile lüzum olduğu için, bunu yağladık balla-
dık ortaya attık. Bu başladı, başında bulunan amellerin
ileri geleneklerine, ilk gireceklere mahsus usul-ü erkân
va'z-u n asih at etmeye. (Yani bu kelimelerin herbiri bir
bendi şamil dir.) Cümle eşyanın evveli de ahiri de türâb.
H er eşya h a k tır ve h e r eşyada hak mevcuttur. İnsan
kâffe-i m ahlukatın eşrefi ve ekmelidir ve her bir kemâla
istidat-ı kamilesi vardır. Hak söyle, hak işit. Asla yalan
söylememek ve nev-i benî beşeri cins-i vahid kıyasıyla
yek diğerinize kardeş nazarıyla bakmak ve her eşyaya
hikm et nazarıyla bakmak. Bu mesleği kabul edip dehâ-
let edenler, hangi din ve mezhebten olursa olsun, bilâtef-
55
rik manen kardeş olduğundan yek diğerinin ihtiyacını
fedakârane ru’yet ve tesviyeye kendisini borçlu bilmek,
siyasi ve politik işlere asla zihin yormamak ve herkesi,
mensubu olduğu din ve mezhebin kavaninini m uhafaza
ya gayret etmek ve bu gibi yolları kâmilane gözetmek in
sanlığın şanındandır.» yollu ifadelerle, iki sene, k a d a r
gizlice devam edip bu yola rabt-ı kalb eden adamları def
tere yazarak başına o kadar adam topre atarak anarşist
lik riyasetini alenen ilanladı ki, yekûn kabul etmez. İşbu
iki sene içerisinde zalimlerin zulmünden, m azlûm lann
himayesin için 3. ve 2. klasa aday fedaileri dahi teşkil
edip, cemiyet bu süratle ikmâl olup şimdiki daire dahi el
de edilmiş olduğundan, bir fabrika dahilinde üzerinde
bulunan iş elbisesini çıkarıp herkesin gözü önünde yere
atarak anarşistlik riyasetini alenen ilan eylediği için, ba
şında bulunan cematm namına «farmason» nâm ı verildi.
Yani, «formen Cemaatı» demektir.
Musahabetimiz burada hitap bulup saat dahi 1.30'a
gelmiş bulunduğundan esnemeye başladım.Bunlar dahi
işten el çekip sigaralarını tellendirip çay dahi ısm arla
mış olduklarından çay ve meşrûbt-ı saireleri n û ş eyle
dikten sonra herkes birer birer hareket etmeye başladı
lar. Biz dahi bi'l-veda, arabamıza rakiben h arek et eyle
dik.
Yolda, musahabetimiz kamilen ferdası pazar günü
fenmeyşm cemiyetine mahsus olan daireye gireceğimizi
ve dairede ne yolda hareket etmek lazım geleceğini beya
nıyla hitam bulup eve dahi geldik. Beni otele götürecek
iken yukanya çıktık. «-Mr. Mustafa, seninle alaturka b i
rer kahve içelim. Ba'dehu vahdethanelerimize girelim.»
deyu kahveyi ısmarladı. Geldi içtik. Ba'dehu k alk tık ;
odalarımıza çekildik, yattık. Oda mükemmel su rette ısı
tılmış müdire bir ihtiyar hatun beni güzelce yatağa yatı
rıp gitti. Sabah olur olmaz Mr. Wayt gelmiş, sobayı yak
mış. Baş ucuma gelmiş: «-Mr. Mustafa, kalk çay ısm arla-
5fi
dım geliyor; içelim.»
(Şunu beyan etmek isterim ki, sabah olmuş, şafak
ağarıyor.. Vakit ne vakit bilirmisiniz? Saat; 5.31. Güneş
tül'-una daha birbuçuk saat var.. Taşma toprağına kur
ban olayım Mülk-ü İslamiyye» (51).
57
İzm diyorlar» (52).
Bu konuda Misyoner Herbert de Kaptan M ustafa
Bey'e şunları anlatmıştır:
«... El-hâsıl dünyanın her tarafına değilmiş olan
misyonerler üç ayda bir kerre Misyon Cemiyetine bir ra
por gönderirler. Bu raporlar; münâsebeti olan dairelere
havale olunur. Orada incelenir. Sonra rapor sahiplerine
ta'limâtı hâvi cevaplar yazılır. Fakat bu raporlarla ince
leme neticeleri Protestanlık dairesine arz olunur ve ora
da nasıl hareket edileceği tayin kılınır. Protestan Daire
si Reisi, Misyon Cemiyetinin reisidir. Katoliklik ve Orto
doksluk, Hıristiyan dinine mensub iseler de îngilizler
Hıristiyanlığı Protestanlık ile temsil etmek istiyorlar.
Halbuki Protestanlığın da bir çok mezhepleri vardır.
(53).
(52) Ay.ea.a.31.
(53) Ahmcd Hamdı, ay. es. s. 40.
58
ğildirler. Onlar insanın şahsiyetine ve zihniyetine Tnef-
tundurlar. M ustafa Efendi kendisini aynı halkada bulu
nan adam lar arasında bulunduruyor, çünkü bütün yara
tıklar, H akk’ın aynasıdır. Hangi milletten ve dinden
olurlarsa olsunlar bütün insanlar kardeştirler.
59
şık idareler altında olan mevcudiyetlerini m uhafaza et
meleri güzel bir misaldir, Iranhlar da hâlâ duruyorlar.
Hangi bir millet ecnebi unsurlarla karşı koymaksızın
birleşir ve kanşır ve tedkik etmeden onların adat ve an a
nelerini alırsa o ırk zevâle yüztutar. Biz tngilizler cihan
kıt'alanmn her tarafına yayılmış bir milletiz; çeşitli ka-
vimlerle temastayız. Fakat hiç bir vakit onlarla karışm a
yız ve hiç bir te'sirle seciyyemizi bozmayız. Bundan beş
bin, on bin sene evvel bir İngiliz ne idiyse bugün dahi o İn
giliz'in torunları kendisinin tıpkısıdır. Bugün b ir İngiliz
Britanya'da nasıl yaşıyor ise Orta Afrika'da Buse arazi
sinde o İngiliz yine öyle yaşar. Biritanya adasındaki bir
İngiliz ne gibi adetlere mâlik ise, ne türlü ananeye tabi ve
ne gibişeylere inanıyorsa Hindistanda, Yeni Zellanda
'da, Amerika'da ve şâirlerdeki İngilizler bütün dünyaya
dağılmış oldukları halde milliyetlerini m uhafaza etti-
ler.bir Hıristiyan İngiliz katiyyen kendine m ahsus ma-
bedden gayrisine gitmez. Bir İng iliz k e n d i tü c c a r la -
n n d a n gayri b ir tü ccard an h iç b ir şey a lm a z . «İngi
lizler kendileri içindir, başkalan için olamazlar ve herke
si İngilizler için hazırlamağa çalışırlar.» Halbuki b u h al
Türklerde yoktur. Ziyâde tak lid çisin iz. «Türkler h er
kes içindir, çünkü kendileri için olamıyorlar» diyebiliriz.
İşte bundan dolayı kaybediyorsunuz, e sk i s e c iy y e le ri-
nizden acaba kaçı kaldı? Eski Türklükten b ir eseriniz
var mıdır? Macar ovalan ile Bizans surlannın, B alkan
yaylarlanmn, Kafkas dağlarının size takdim eylediği o
sırma saçlı, âhû ve elâ gözlü güzel kızlarla şekliniz ıslâh
olundu amma, bu kanşımdan tabii olarak bazı ad etler
edindiniz, bunu inkâr etmeyiniz. Allah için söyleyiniz,
validelerinizden hisseniz yok mudur? tran lılan n on be
şinci asırda yedikleri darbenin intikam ını alm ak üzere
memleketinize soktuktan bazı pek mûbâlağalı i'tikâd-
ât, nazar-ı dikkate alınacak kadar kötü te'sirler yaptı.
Celâliler, Ahiler, derv işler Ş i'iy y eti te m s il e d iy o r-
60
1ar. Ve bu akide yayıhyor. A v ra p a ld a n n h ulûld mas-
la h â n e le r in e ö n a y a ^ C em iyetim iz olduğunu söy
le r k e n d o ğ ru s u k ız a rıy o ru m (54)
Potinkers sözlerine devamla şöyle diyor.
«Siyâset dolabını istenildiği gibi çevirmek için iki
yol vardır.:
Birincisi M isonerlik,
İkincisi F ra n m a s o n lu k tu r.
Dervişliği de hesaba katmalıdır. Siz Türkler Avru
pa'yı yeni görmeğe ve tanımağa başladınız (55). Avrupa-
nın iki penceresi vardır: Birincisi, pek büyüğü, sefahat,
sefalet ve isrâ f penceresidir; zinhar Avrupa'ya buradan
bakm ayınız, pişman, nadim ve mahvolursunuz. Diğer
pencere ise ilim ticaret, ziraat ve sanayi penceresidir. Fa
k at bu pencere pek küçüktür, bulmak için iyice aramalı
dır. Onu bulm aya ve oradan Avrupa'ya bakmaya çalışı
nız ve Avrupa zihniyetini biliniz. O ndan sonra m es'ûd
o lu rs u n u z . Avrupa'nın huylarını adetlerini bilâ tedkik
kabul ederseniz yanarsınız, çünkü sizi ahlâksız eder
(56). Ahlâkı bozulmuş bir millet ile payidâr olamaz. Av
rupa adetlerinin iyi cihetlerini, size faydalı kısımlarını,
âd ât ve ırkınıza halel getirmemek şartıyla kopya ediniz
ki, A vrupalIlarla uyuşasınız. İdâre-i dâhiliye ve sûret-i
hareketinize gelince: İftihar ettiğiniz tarihiniz sizin ne
şekilde yolsuz hareketlere cüret ettiğiniz, karanlık yolla
ra saptığınızı gösteriyor.
1734 senesinden bu yana gerileme alametleri yüz
göstermeye başladı. Asıl Türkler pek nâmuskâr bir mil
lettirler. B âhusus ziraat ve sanatla meşgul olanları pek
(54) Potinkers, bu sözüyle, Avruponın saadet ve îlcrlcmcstm
Misyoner teşkilâtının sağladığını söylemek istiyor.
(55) Bu sözler konuşulduğuada, Osmash 1ar Tanzinıalı yoşıjorltrdı «e
Avrupalılaşma hareketleri hızlanmış durumdaydı. Bo kadar sene gcşli ne de
ğişti?
(56) Maaleserbu misyonerin dediği oldu. Avrupa'nın ablSksızbğı
ahndı, ilmine yanaşılm adı..
61
vakar sahibi ve haysiyyetlidirler. Örnek bir ita a t ve sa-
mimiyyet ve yararlıklar göstererek diğer unsurlardan
ayrılırlar. Fakat sizleryani Kayi, Hayi ve Selçuk Türkle
rinin bakiyyesiyleBıundan dönm e yeniçerilerin birleş
mesinden hasıl olan karışık Türkler, Türklükle hâs h er
türlü ahlâk faziletlerini tabiaten terkle, -kimseye büht-
ân etmeyiniz- bana, siz, kendi kendinizi yok etmeye niy-
yet etmişsiniz gibi geliyor. Dâimâ «itidâr gâlib olanındır»
düstûruna tabisiniz. Hakkı aramazsınız. B âhusus her-
şeye esâs olan lisanınızı bile bir türlü düzeltemediniz.
Doğru bir imlânız yoktur... Gerçi bizim lisanım ızda da
bazı uygunsuluklar vardır. Fakat sizinkine nisbetle az
dır. Ma'lumatlılannızın yazdıkları eserler birer m uam
ma, anlayamazlar. Osmanlı Türkçesinin en belâgatlısı
İstanbul'da yazmak okumak bildiği ve ana lisanı T ü rk
çe'yi pek güzel konuştuğu halde yine yazılan eserleri doğ
ru okuyamayanlar ve manasını anlıyamayanlar pek çok
tur. Köylüleriniz ise kara cahillerdir. Diğer ırk lard an
olan tabaanıza Türkçeyi bir tü rlü öğretem iyorsunuz,
halbuki milletin ekserisini köylüler teşkil ediyorlar. İl
kokullara katiyyen ehemmiyet vermiyorsunuz. İyi bili
niz ki ilk feyiz, ilkokullardan alınır. Yüksek m ektebler
ikinci derecede kalırlar. İşte bu sebeptendolayı T ü rk i
ye'de ilerleme olmuyor. Türkiye tekâmüle doğru bir adım
atamıyor. Hatta doğu Türkleri: «Osmanlı Türkleri T ürk
çe bilmezler» diyorlar.
Osmanlı Hükümetinin resmi dini İslâm ve resmi di
li Türkçe olduğundan, bu iki mühim noktanın nazardan
hiç bir vakit uzak tutulmaması ve tedrici ve fa k a t mek-
teblerle teşkilit-ı tabiiyye-i Islâmiyye p b i mevcud ve
maa't-teessüf söylerim ki sizce hissedilmeyen vesaitle
ba'd'el-islâh neşr ve ta'mimi icâb eder idi. Yapmadınız ve
hâlâ da yapmıyorsunuz. C am ilerle m e s c i e r v e fa ri-
ze-i H acc vesilesiyle M ekke ve M e d in e 'd e to p la n
m ak ne güzel b ir v a sıta d ır. T a k d ir e tm iy o rs u n u z .
62
Peygamberinizin gayet zeki birdiplomat olduğusize teb
liğ eylediği emirlerinden anlaşılmaktadır.MaVt-teessüf
anlamıyorsunuz. Kisvenizi de bir türlü yoluna koyama
dınız. T ü rk iy e b ir k a ç büy ü k inkılâb görmelidir. İn-
k ılâ b la r evv elâ ilm i, so n ra ah lâk i ve dini, en sonra
d a id â r i o b n a h d u '. Bu sıra bozulursa intizam ve terak
ki olamaz. Aşağılıktan kurtulamazsınız.Rahat olamaz
sınız. Rahmetli Sultan Mahmud (57) bunca arzularına
rağmen siperli bir başlığı kabul ettiremedi. Bu bir cahila
ne taassuptur. Bütün vücudunuzu Avrupalı şeklinde ör
tüyorsunuz da başlığınızı benzetmekten çekiniyorsu
nuz. S ip e rli b a ş lık la rı A v ru p a lıla r A raplardan al
d ı la r k i, baş ve göze pek faydalı dır. Avrupa elbisesi ise
zararlıdır. S izin şa lv a rla rın ız bizim pantolonlardan
d a h a z iy â d e s ıh h a ta m u v a fık tır (58). Sıhhata zaralı
olanları kabulde tereddüt etmiyorsunuz sıhhata faydalı
olanları reddediyorsunuz. Bu ne haldir? Mülkünüz bir
harabedir; araziler bomboştur. Ziraat yok, ticaret yok,
hiç bir şey yoktur. Şark vilâyetlerinizde ahali köstebek
gibi yer altında yaşıyorlar. Onlan bile yeryüzüne çıkar
tıp insan gibi yaşatamadınız. Gidip de oralarda insanla
rın hayvanlarla yer altıda ve bir ahırda beraberce nasıl
y a ttık arın ı görmelidir. Her şeyden mahrum bu biçare
adam lara merham et etmediniz. Hukuk-ı esasiyye bir ka
ide söylüyor ki o da «Millette kabiliyet olmazsa Hükümet
o milletin önüne düşer ve ona ne yapacağını talim eyler»
der. Bunu ne vakit yaptınız? Selçuk Türkleri sizden pek
çok medenî idiler. Onların bıraktıkları medeniyet eserle
rini dibinden yıktınız. Amasya, Sivas ve Konya'da görü
len Selçuk medeniyeti harabeleri insanları dilhûn edi-
63
yor. Siz Sabutay,Cengiz, Hülâgu ve Timurleng'i tak lid
ediyorsunuz. Bu haliniz ne zamana kadar devam edecek
tir? Halbuki halis Türk milleti buna manidir.
Misyoner Polinkers sözlerine şöyle devam ediyor:
64
Ben-î İsrâil'in enbiyâlanndan sayılacak ve Hıristiyanlık
m eydana çıkmayacaktı. Fakat yine Yahudiler bu hare
ketleriyle dünya insanlannm ahım aldılar ve onların ha
yatını altüst ettiler. H iç b ir felâket ve m üsibet yoktur
k i için d e Y ah u d i p arm ağ ı bulunm asın. H arbier an
c a k Y a h u d i b a n k e rle rin y ü zü n d en zu h û r ed er ve
Y a h u d ile r h iç b i r h a rb d e n m ü teessir olmazlar. Ya
h u d ile r d ü n y a y ı b irb irin e k a rış tıra ra k ve kapıştı
r a r a k u z a k ta n se y re tm e y i ve o sıra d a k ü lah k ap
m a y ı p e k z iy â d e a r z u e d e rle r. Paraperest ve şahsi
m enfaati um um i menfaata tercih eden bu kavim nerede
faaliyet ve iktidar eylerse orada büyük bir sefalet ve mu
sibetin yüz göstereceğine hükmetmelidir. Kendi istifa
d e le rin i d iğ e r h e m c in sle rin in felaketinde arayan bu
h ilek âr kavim le bunca peygamber denilen ezkiyâ ve
hukem â uğraşm ışlar da bir şey yapamamışlardır. Fai
z in , ih tik â r ı n m u c id i o n la rd ır. Kuvvete karşı mazl-
ûm, fırsat bulunca zalim ve elde ettikleri servetle cihan
da gizli fınidak çeviren bu dağınık on milyonluk elâstiki
kavmi Allah tarafından yeryüzünden kaldırmadıkça ra
h a t ve sükûn görmek imkânı olamaz (60).
M isyoner Potinkers, Yahudiler aleyhinde konuş
m asını şöyle sürdürüyor.
65
yorlar. Fakat faydasız bir intizâra kapılıyorlar. H ıristi
yanların kâbesi olan Kudüs-ü şerif, Islâm larca d a m u
kaddestir, başka ele geçmesine şüphesiz ki rıza göster
mezler (61), H ıristiy a n la r a r a s ın d a m e z h e p i h tilâ
fları dolayısiyle K udüs'ün d â im a İs lâ m e lin d e k a l
m asına taraftarız.
İşte Mustafa Efendi, görüyorsunuz ki Yahudilerle
ananevi bir düşmalığımız vardır; fakat tslâm larla dini
hiç bir «mâ sebeke>miz yoktur (62). Ihır'an bile Yahudi-
1er aleyhinde bir çok âyât-ı kerimeyi ve küflar hakkında
daşiddetli emirleri muhtevi iken H ır is tiy a n la r için ic-
tOıâd faıkmdan başka en küçük bir isnâdda bulunmuyor
(63). Binâenaleyh, İslâmiyet ve İslâmlar bizim nezdimiz-
de muhteremdirler.Hatta Hz. Muhammed (s.a.v.), Rahib
Bahira indinde çokmakbul ve muhterem idi. Yalnız siyâ
si vak'alar, aramızda düşmanlığa sebeb olabilir. F ak at
bu hâl Hıristiyanlar arasında dahi zuhûr edebiliyor» de
di.
(61) Zavallı Potinken Sağ olsaydın da görscydin. Mdsldmanla-
nn ihmâlinden, Hıristiyaolann da teşvik ve yardımlarından güç alan
Yahudilerin nasıl brâil'i kurduklanm,scnin dediğin gibi bütün dünya
nın başına nasıl belâ olduMannı müşâhadc etsizdin. Ne Kudüs'ü ken
dilerine kıble sayan Hıristiyanlar ve ne de Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
Mi'rac durağı olan Kudüs'ü kutsal sayan Müslümanlar Kudüs'e sahib
olamadılar.
(62) Fotinken Haçlı Seferlerini unutmaya çalışıyor. Bugün bile
devam eden Haçh faaliyetleri dururken, nasıl olur da «ma sebckc»miz
yoktur denir? Amerika Reisicumhum Rcagan bugün dahi Haçb savaşı
ilân etmekten çeldnmiyor. Bütün banlar potinkers'in ne kadar gayr-ı
samimi olduğunu ortaya koyuyorhıristiyan dünyası ile Yahudilcr Ur-
leşerek Lübnan'ı harabeye çcvirdilcr-binlcrce çocuğu diri diri yaktı-
larBu mu Hııisliyanlann «Yahudi düşmanlığı»? Kur'an-ı Kerim ne gü
zel buyurmuş; «Ey imân edenler, Yahudilcri de H ıristiyanlan da ken
dinize dost (ve üstünüze hâkim) edinmeyiniz. Onlar (ancak) birbirinin
yârâmdıriar. İçinizden kimonlan dost (ve hâkim) edinirse o da onlar-
dandır. Şüphesiz Allah o zâlimler gürühuna mavafTakiyyet vermez»
(el-Mâide süresi, 61).
(63) Potinkms, Mustafa Beyi kandırmak için böyle söylüyor.
Yoksa Kur'anda Huistiyanlann da Yahudilcr gibi Allah yolunda olma-
dıklonna işaret eden bir çok ayet-i kerime vardır. (Bk. el-Mâide bOtcsİ,
a).
66
M isyonerlerin Çalışma Metodu
İs la m 'ı Y ok E tm e k
67
rafından hazırlananıdır. Misyoner-casus H am pher'in
«İslâm'ı nasıl yok edelim?» adlı kitabı oldukça ilginçtir
(65)
Gaye bu şekild tesbit edildikten sonra, bu gayenin
tahakkuku safhaları başlar. Yukanda da bir nebze te
mas ettiğimz gibi bu safhalann birincisi misyonerlerin
küçük yaşlardı, İslâm ülkelerine gönderilerek İslâm'ın
esaslarının ve müslüman dillerinin öğretilmesidir. Bu
iki esas öğrenildikten sonra faaliyete geçilir.
68
1. İDlıtilaflar
a. Sünnî-Şiî ihtilâf.
b. Amir-memur ihtilafları
c. Osmanlı-İran ihtilafı
d. Aşiret ihtilafları.
e. Ulema-devlet memurlaTi anlaşmazlığı.
2. Bütün İslam ülkelerindeki genel cehalet ve İslâm
hakkındaki bilgisizlik.
3. Donmuş fikirler ve taassub, yeniliklerden ve
dünyadan habersizlik; istek ve gayret azlığı.
4. Maddî hayata önem vermeyip, cennete ümid bağ
lam a ve tevekkül.
5. H üküm etlerin halka uyguladıkları istibdâd ve
diktatorya.
6 . Emniyetsizlik, yol şebekelerinin azlığı.
7. Her sene yüzlerce kişiyi ölüme götüren veba, kole
ra gibi hastalık lara karşı hijyen ve ilâç yokluğu.
8 . Şehirlerin virâneliği ve su şebekelerinin yoklu
ğu.
9. D evlet dairelerindeki hercümerc; milletin.
Kur'an ve Şeriat'tan çıkarıldığına inandığı kanun ve ni
zam ların olmayışı; Şer'î anayasanın terk edilmiş oluşu.
10. Salim olmayan bir iktisad, geri kalmışlık, umu
mi fakirlik ve bütün İslâm ülkelerindeki işsizlik.
11. Düzenli orduların olmayışı. Silâhsızlık; levazım
ve savunm a techiatının azlığı, modası geçmiş silâhların
mevcudiyeti.
12. Kadın haklarının çiğnenmesi.
13. Şehir ve sokakların çevre sağlığmdan yoksun ol
ması.
69
lûmanlann, dinlermin gerçek yönlerini iğrenm e
lerine mani olmalıyız. Onlarm böyle zayıf .'.almala
rı için, İslâm'ın gerçeklerini bilmemeleri, be konu
larda cahilkalmalan gerekir». (67).
İslâm'ın esasları tesbit ediliyor
70
a. Dinin muhafazası için fıkıh,
b. V ücutlann korunması için tıp,
c. Dilin korunması için gramer (nahiv),
d. Zam anın bilinmesi için de astronomi (Ha-
dis).
. Yükselmeyi teşvik.
8
9. İşlerde tertip ve düzen.
10. Düzenli bir ekonomi kurmaya teşvik.
11. En gelişmiş silahlarla mücehhez bir ordu kur
m a esası.
12. Temizliği emir (72).
13. Kadın haklarına riayeti emir.
71
inancı
7. Şi'ilerin, müslüman memleketlerinde, Yahudi
ve Hıristiyan roabedlerinin yapımına müsaade etm em e
lin.
8 . Müslümanlann ekseriyetinin inancına göre,
Hıristiyan ve Yahudilerin, Arap yarımadasından çıkarıl
malarının vacib olması (73).
9. Müslümanlann, büyük bir şevk ve iştiyakla na
maz, oruç ve hacc farizalanna olan bağlılıklan.
1 0 . İmân ve ihlâs yönünden, İslâm akaidine olan
kesin bağlılık.
11. Genç ihtiyar; herkesin, Hz. P eygam ber
(s.a.v.)'in Sünnetini öğrenmekteki gayreti; aile b ağlan-
nın kuvvetli olması.
12. Kadmlann, fesâd ve gar-ı meşru ilişkilerden
uzaklaştıran peçeye kesin olarak riayet edilmesi.
13. Cemaat namazının tercihe şayan olması ve
müslümanlann, bu münâsebetle günde birkaç defa b ir
araya gelmeleri.
14. Hz. Peygamber (s.a.v.), ehl-i beyt, ulemâ ve su-
lehâ türbelerine saygı gösterilerek, buraların toplantı
yeri haline getirilmesi.
15. Seyyidlere (Hz. Peygamber (s.a.v.)'in evlâd ve
torunlan) duyulan saygı.
16. Şi'îlerce, Hz. Hüseyin'in şehâdetinin y âd e t
mek içn muharrem ve safer aylannda yapılan ihtifaller
ve konuşmalar.
17. İyiliği (ma'rûfu) emr, kötülükten (m ünker-
den) sakmdırmanm, İslâm'da mühim bir yer işgal etm e
si.
18. Evliliğin teşviki, çok çocuk sahibi olm anın
tavsiye edilmesi ve birden fazla kadınla evlenmenin caiz
(73) Hz. Pı^gamber (8.a.v.)'in vefat etmeden bir kaç dakika önce
yaptı|ı vBsiyyıalcri arasmda. Yahudi ve Ihıistiyanlann Arap yanm a-
daamdaa tevulmaaı da yer abyordu.
72
olması.
19. Kâfirlerin irşâd ve hidayetleri için büyük gay
re t sarfedilmesi; bunun Müslümanlar için dünyanın en
büyük serveti telakki olunması.
20. Güzel sünnet (adet) koymaya verilen değer
(74).
21. Kur'an ve Sünnet'e kesin bağlılık ve her ikisini
de hay atların a tatbik etme gayreti; bu gayretin onları
cennete götüreceği inancı (75).
(74) «Kim güzel bir sünnet koyana, ona iki sevap vardır biri,
koyduğu o sünnetten, diğeri de osünnetin tatbik edilmosiadon> (Ha
dis).
(75) Hfitırüt-ı Hemplıcr, s. 73-76.
73
Büjrük İslâm alimleri aleyhinde sun‘î itham lar uydur
mak.
3. Tenbelliği teşvik ederek, Müslümanları dünya iş
lerinden uzaklaştırmak. Onlara cennetin güzelliklerini
anlatarak dünyayı unutturmak ve dünyaya ait bütün iş
lerinden v a^p erek , oturup ölüm meleğini beklemeleri
ni sağlamak.
4. Her tarafta derviş tekkeleri yapımını hızlandır
mak. Halk tabakalanna, Gazali'nin İh y â u 'l-u lû m 'u ,
Mevlânâ'nın Mesnevisi ve Muhyiddin ibnuTArabi'nin
eserleri gibi kitaptan okutarak, onlann, dünyadan ele-
tek (ekmelerini sağlamak (76).
5. Zalim, diktatör şah ve devlet reislerini m üm kün
mertebe makamlarında tutmak; «Sultan, Allah'ın yeıyü-
zûndeki gölgesidir» gibi kaideleri halka duyurarak, Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin; aynı şe
kilde Emevi ve Abbasi halifelerinin zorla ve silahla hilâ
fete sahip olduklan fikrini işlemek. Netice olarak, kılıç
onlann tek dayanağı idi denecek. Hz. Ömer’in, Hz. Ali ta-
raftarlannın evini ateşe verip, Hz. Ali ve hanımı Hz. Fa-
tıma'ya zulmettiği haberi uydurularak yayılacak. Hz.
Ebu Bekir'den sonra, Hz. Ömeri'in zorla hilâfete geçtiği,
ondan sondra da Hz. Ali'nin hakkı yenerek, uydurma bir
şurayla, Hz. Osman'ın hilafete oturduğu söylenecek. Os-
manlı halifesine varıncaya kadar, bütün halifelerin dik
tatör olduklan fikri her tarafa işlenecek, tslâm Devleti
nin, ancak diktatörlükle iktidarda kalabileceği düşünce
si herkese duyurulacak.
6 . Her tarafın emniyetsiz bir hale gelmesi sağlana
cak. Bunun için şehir ve köy merkezlerinde karışıklıklar
(anarşi) çıkanlacak; bu kanşıkhkları çıkaranlar, kötü
lük yapanlar, fitneciler, eşkiyalar ve yol kesenler, h er ve-
(76) Aksiyon adamı oianlar ifin, adı geçen eserler hiçhir zaman
dOnyadan el-etek çekme vasıtası değildir. Ingiliz caauslan bu konuda
ma'almemnuniyye yamhmşlardır.
74
şileyle -mükâfatlaTidmlscak ve b u n larm silâh ve p ara
l a n İn g ilte re ta ra f tn d a n tem in edilecektir.
7. Mümkün mertebe Müslümanların, çevre sağlığı
tedbirlerinden ve hastahanelerden soğutmak ve bunla
rın batıl olduğuna inandırmak, hastalandıklarında, ka-
tiyyen doktora gitmemeleri, ilaç almamaları ve evlerinde
oturup, Allah’tan şifa beklemeleri telkin edilecek. Bu tel-
k in ât yapılırken de,«Bana yediren, bana içiren O'dur.
hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur, Beni öldü
recek, sonra beni diriltecek olan O’dur» (77) ayetleri oku
narak, kaderleriyle başbaşa kalmaları sağlanacak.
8 . İslâm dünyasını her zaman fakirlik, kıtlık ve ha
rabeler içinde tutm ak ve ıslahına mani olmak.
9. İslâm ülkelerinde devamlı olarak karışıklık
(a n a rş i) çıkartılarak, İslâm’ın, bir ibadet dini olduğa,
dünyayla hiç bir alâkası olmadığı kanaati işlenecek. Her
M û slü m a n ın k a fa s ın a , Hz. Peygam ber ve halifele
r in in siy a se t v e ekonom iyle alak ah olmadıkları, si
y a s e te k a rış m a d ık la rı düşü n cesi yerleştirilecek.
10. Yukarıdaki maddelerin yerine getirilmesinden
m aksad, ekonomik çöküntü, işsizliğin artıniması ve fa
kirliğin genelleştirilmesidir. Fakirlikle yukarıdaki gaye
ler tahakkuk eder. Bu fakirliği temin içinde, çiftçilerin
h arm a n la n ateşlenecek, ticaret kervanlan tâlân edile
cek, ticarî ve sina'i merkezlerde büyük yangınlar çıkarı
lacak, barajlar sökülecek, binâ inşaatlan yıkılacak, içme
su larına zehir katılacak ve böylece her tarafta Müslü
m anların felâketi, fakirliği, geri kalmışlığı görülecek
tir.
1 1 . İslâm devletindeki hükümet yetkililerini şarap,
kum ar ve diğer fesâd işlerine alıştırarak, bunlan, devlet
hâzinesinde, savunm alan için bir kuruş kalmayıncaya
kadar, bütün p a ra la n çekip savurmalannı sağlamak.
12. K adınların esir olduğu fikrini yaymak ve onla-
(77) Kur’aa-ı Kerim, Şu’arS aöresi, 79-81.
75
nn hakir görülmelerini sağlamak. Bu yapılırken de «Er
kekler kadınlar üzerine hâkimdirler. O sebeple ki Allah
onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üs
tün kılmıştır. Bir de (erkelere onları) mallarından infak
etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlarıdır. Allah ken
di haklarım nasıl korudaysa, onlar da öylece göze görün
meyeni koruyanlardır. Şerlerinden, serkeşlikleriden 3^1!-
dığınız kadınlara gelince Onlara (evvelâ) öğüt verin,
(vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız b ıra
kın. (yine kâr etmezse) döğün. Size itaat ederlerse aleyh
lerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok Yücedir. Çok
büyüktür» (78) ayeti okunacaktır.
13. Köylerdeki yokluğu bahane ederek, köylüleri,
şehirleri yağmaya teşvik etmek (79).
76
Misyoner-casuslar, mümkün mertebe Devlet reis
lerine güzel anlar yaşatma yollarını arayacak, bunun te
mini için ellerinden gelen her fedakârlığı gösterecekler
dir (80).
B u konuda, misyoner-casus Hempher şunlar yaz
m aktadır:
«Milâdi 1710 senesinde, tngilizsömûrge bakanlığı,
beni, M ısır , Irak, Hicaz ve Hilâfet merkezi olan İstan
bul'da casusluk yapmakla görevlendirdi. Bana verilen
görev; müslüm anlann kuvvetini kırmak ve Islâm ülkele
rin i sömürgeleştirmekiçin gereken bilgileri toplamaktı.
Islâm ülkelerinde hâl-ı hazırda bu görevi yapmakta olan,
benden başka, bütün bakanlann, âmirlerin, yüksek me
m urların, ulemânın ve kabile reislerinin isimlerini hâvi,
mükemmel bir fihris de elime verildi» (81).
B u misyoner-casuslar, her vesileden istifade ede
rek, OsmanlI Devletine karşı muhalifler yetiştirecek ve
bilhassa ihtilâflardan yararlanacaklardır. Hempher'in
h atıraların d a şunlan okuyoruz:
«Londra Misyoner teşkilâtı başkanı şöyle konuştu:
«Biz în g iliz le r in m ü re ^ e n ve saad et içinde yaşa
m a m ız iç in , M ü slü m an lar araşm a nifâk tohum lan
e k m e m iz lâ z ım d ır. Onların içinde ihtilâf kıvılcımlan-
nı tutuşturm alıyız. Biz, Osmanlı Devletinin her tarafına
fitne sokarak, onu yıkacağız. Böyle yapamazsak, Ingiliz-
1er gibi küçük bir millet, nasıl müreffeh olur? işte Hemp
her, bunun içindir ki, Islâm dünyasını nifak ve fesâd ate
şine verm eden, onları tefrikaya sokmadan geri gelme!
«Osmanlı Devleti ve Iran, zayıf dönemlerini yaşıyorlar.
Onun için, mümkün mertebe halkı, idarecilere karşı kış
kırt! Şunu unutm a ki tarih, bütün inkılablann, idarece-
lerden mem nuniyetsizlik ve halkın ayaklanmasından
kaynaklandığını gösteımiştir. Her yerde nifâk ve tefh-
(80) HStırSt-ı Hempher, s. 9.
(81) A y . es. s. 15.
77
kadan bahset! Onlan birbirine düşür!» (82).
Bu ihtilâfların başında, Sünni-Şi'i ihtilafından y a
rarlanılarak, iki büyük İslâm Devleti olan Osmanlı Dev
leti ile İran vuruşturulmak isteniyor. Misyoner-casus
teşkilâtı başkanı bu konuda Hempher'e şöyle diyor:
1. Kabile ihtilâflan.
2. Arazi ihtilâflan.
3. Dini ihtilâflar.
4. Milliyetçilik (85).
78
1ar faaliyetinin temel hedefi, Hıristiyanlık ve İngiliz
m enfaatlarını dünyaya hakim kılmaktır. Onlara göre,
bu neticeye de bir tek surette ulaşılır İslâm'ı yıkmak.
İngiliz, Sömürge bakanlığında, Hakan'ın ve Lond
ra'nın meşhur papazlarının katıldığı bir toplantıda, ko
nuşmacılardan biri karan şöyle açıklar. «Vazifenizde se
b a t ve sabredin! Üç yüz seneden beri H ırist^nlık deıbe-
der bir durum da bulunuyor. Hz. Isâ'nın yaşadığı toprak
lard an kâfirleri (8 6 ) dışan çıkann! (Sayemize ulaşmak
için, İslâm merkezlerinde, her türlü vasıta ve imkânlan
kullanarak faaliyet göstermeliyiz. Hakimiyet ve zaferi
miz için, hiçbir fedakârlıktan çekinm^riniz. Bundan do
layı mücehhez olmamız gerekmektedir. Belki asırlar
sonra neticeye vannz; bunun zaran yok. Babalar, evlâ-
d lar için çalışırlar» (87).
79
mürme ve bu yoldaki güçlükler.» (89).
Konferanstan sonra şu müşterek karar alındı; «Her
ne suretle olursa olsun, Müslüman kuvvetlerini kırmak.
Bunun da en güzel yolu; aralarında nifak ve tefrika çı
karmaktır. im anlarım zayıflatm ak iç in h e r ç a r e y e
başvuralacak tır. İm an ları e lle rin d e n a l ı n a r a k ,
tıpkı Endülüs (İspanya) gibi, İslâm d ü n y a s ı H uris-
tiyanlaştınlacaktır» (90).
İslâm dünyasına karşı olan bu düşmanlığın altın
da, Hıristiyanların intikam hırsları yatmaktadır. Hemp-
her, kitabında bunu açıkça dile getiriyor: «Şimdi, İslâm
ülkeleri gerilemiş durumdadırlar. M üslüm anlardan in
tikam almanın tam sırasıdır» (91).
tngiUz sömürge siyaseti iki noktada toplanm akta
dır;
1. Halen İngiliz sömürgesi olan veya İngiliz siyase
tinin tesirli olduğu ülkelerde, İngiliz Devlet nüfiızunu ve
kültürünü sağlamlaştırmak.
2. Henüz İngiliz sömürgesi olmayan yerlerde, yapı
lacak çalışmalan tanzim edip programlamak(92).
80
rekirse h o m o se k sü e l olmalanm emrediyor (94).
K u k la D e v le tle r
81
bırakmazlar. Bunlar bize karşı birer silahtır (97).
2. İslâm dini tarihte gördüğümüz gibi, ağırbaşlılık
ve hürriyet dinidir. Bu yüzden, g e rç e k M û slû m a n la r,
katiyyen esâret ve köleliği k a b u l e tm iy o rla r. İşte bu
gibilere, İslâm'ın çağ dışı olduğunu, İslâm azam et ve ya
şantısının gerilerde kaldığını, bunlara b ir d ah a dönül-
memesi gerektiğini; bugünün şartlarının değiştiğini, es
kiyi unutmalarını, yeni şartlara göre kendilerini uydur-
malannı kabul ettiremiyorum.» (98).
82
nın fikirlerine karşı çıkmayı bir maharet sayan kimse
lerdir. Misyonerler, bu maksatla, özellikle, dinî okullara,
m edreselere tekkelere sızmışlar ve oralarda adam ara
mışlardır. Sokaktaki herhangi bir Müslüman onların işi
ne gelmemektedir. Onlar, dini münakaşaların yapıldığı,
din meselelerinin görüşüldüğü toplantılara sızarlar ve
konuşm alarını dinledikleri kimselerde kendilerine uy
gun olanını seçerler. Bu seçim yapıldıktan sonra, misyo
ner yavaş yavaş o adama sokularak, onunla dostluk ku
ra r ve onu kazanm aya çalışır.
B u ra d a b ir ih tiy a t payı b ırak arak , İngiliz casu
su Hem pher'in elde ettiğini söylediği bir şahıstan söz
edeceğiz. Ancak, ihtiyat payını tekrar ederek, sadece
Hempher'in bu adam la olan ilişkilerini kendi kalemin
den nakledeceğiz.
Hempher, şöyle alatıyor:
«Muhammed'le tanışıp bir müddet aşinalık peyda
ettikten sonra şu neticeye vardım ki; bu adam, İngilte
re'nin İslâm ülkelerindeki menfaatlan kasabına çalıştı
rılacak ideal bir kimsedir. Kendini büyük görmesi, guru
ru, m akam sever oluşu, İslâm ülemâ ve kaynaklarına
olan düşmanlığı ve müstebitliği o derecedir ki, Huleihy-ı
Râşidin'i bile tenkid ediyor.Onun, bizce en zayıf tarafı,
sadece Kur'an ve Hadis'i alıp, diğer İslâm kaynaklanna
değer vermemesidir.» (100) Hempher şöyle devam edi
yor: «Şeyh Muhammed, Ebu Hanife'yi hakir görür, ona
değer ve i'tib a r vermezdi. Muhammed şöyle diyordu:
«Ben Ebu Hanife'den çok daha iyi bilirim». Yine o, Sahih-
i B uhari'nin yarısının beyhude ve yararsız olduğunu id
dia ediyordu» (1 0 1 ].
Hem pher, Muhammed'in bu zaaflarından yararla
narak, onu yavaş yavaş kendi tesir alanına sokuyor, şöy
le diyor H m pher: «Zaten kendini beğenmiş ve kendini
83
yükseklerde gören Muhammed'i tedricen kendi tesir
alanıma sokarak, fikirlerimi ona kabul ettirmeye başla
dım. İş o safhaya vardı ki, artık o bana itimad be.>lediğini
söylüyor, benimle samimileşiyordu. Aramızda seı li ben
li olduktan sonra, hep beraberdik» (1 0 2 ).
M uham m ed F a rk ın a V a rm ad an İn g iliz K u r
banı Oluyor
Liderlik A şılanıyor
84
lim:
«O tarihten itibaren hedefim, Muhammed'e rehber
lik ve İslâm aleminin liderliğini aşılamak oldu. Onun ru
huna, ehl-i Sünnet ve ehl-i Şi'anın arasında üçüncü bir
yol yerleştirmek istiyordum. Ehl-i Sünnetten biraz, ehl-i
Ş ia'd an biraz alınıp Müslümanlara bu yeni görüşüm
takdim edilecek ve bu yeni görüşü Muhammed temsil
ederek, M üslümanları yönetecek. Fakat bu gayemin ta
hakkuku için, önce onun zihnini kanşık fikirlerle doldu
rup, herşeye körükörüne inanmamasını tem in etmem
gerekiyordu. Bunun için, ona fikir hürriyetini, düşünce
serbestisin!, dini eleştirmenin cevazını aşılayarak; onun
büyüklük hislerini, büyük adam olma, lider olma duygu
larını kamçılıyordum» (104).
îtik a d l a r S a rsılıy o r
85
da kâfirlerle cihâd etmiştip> Şu cevabı verdim: «Hz. Pey
gamber (s.a.v.)'in kâfirlerle yaptığı savaşlar, savunm a
savaşlanydı. Çünkü kâfirler onu öldürmek istiyorlardı»
(105) . Bunun üzerine Muhammed, kabul eder gibi başını
salladı ve ben de, işimde muvafTak olduğumu hissettim»
(106) .
86
M ü slü m an g e n ç le rim fu h û ş ve fesâd a alıştıran Eb-
ris tiy a n fa h iş e n in ev in e ^ d ip , o n a m evzuyu an lat
tım . A nlaştıktan sonra, bu kadına Safiye takma adını
taktım ; ve Şeyh MuhaıniTied'i onun evine götüreceğime
k a ra r verdik.
«Randevulaştığımız günde Şeyh Muhammed'i Safi-
ye'nin evine götürdüm. Onları, bir haftalığına ve bir mik
ta r altın mehirle evlendirdim. Kısaca, ben dışardan, Sa-
fiyye içerden, M uhammed'i yetiştiriyorduk.Safiye, bil
hassa dihi hüküm leri ayak altına almayı ona telkin edi
yordu» (109).
Hempher, bu seviyede muvaffak olunca, onu şaraba
alıştırm aya k a ra r veriyor; ve bu konuda şöyle diyor;
87
hadd cezası uygulardı; uygulamamış olması, şarabın ce-
vazma delalet eder.» Muhammed beni dikkatle dinledik
ten sonra şöyle dedi: «Haram olan şarab değil, verdiği
sarhoşluktur. Sarhoşluk vermeyeni, haram değil, Allah
şöyle buyuruyor: «Şeytan, içkide ve kum arda ancak ara
nıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anm aktan
ve namazdan alıkoymak ister» (111). Eğer şarap sarhoş
luk vermeseydi, bu neticeler çıkmazdı. Şarap bu netice
leri intaç ediyor böyle olmasaydı, şarabın sarhoş etmiye-
ni haram değil denirdi. Böyle denmemiştir». Hem pher,
onu bu şekilde kandıramayınca, şu taktiği uyguladı:
88
Pohpohlama Siyaseti
Kandırılanlar Takibediliyor
90
lendirdi. Şii-az Yahudilerinden olan bu Yahudi genç ka
dının adı Asiyye idi. Bilmeniz gerekir ki, Abdulkerim, İs
fahan Hıristiyanlanndan birinin müstear ismi olup; bu
şahıs senelerce İngiltere sömürge bakanlığı adına
İran'da faaliyet gösteren memurlardanbiridir. Aynı şe
kilde Asiye de, Şiraz'da İngiltere adına casusluk yapan
ajanlardan biridir» (1 2 0 ).
Netice Almıyor
91
Mesih, benim yaptığım bu kötü işlere cevaz verir miydi?».
Fakat sonra, birdenbire esas görevimi, bana verilen vazi
feyi hatırlayarak, budüşünceden vazgeçtim (123).
92
resesidir» hükm üne uym aları lâzımdır. Kur an-ı Ke-
rim'de «Allah bir zaman kendilerine Kitab verilenlerden
«Onu behem ahal insanlara açıklayıp anlatacaksınız,
onu gizlemiyeceksiniz» diye te'minât almıştı. Onlar ise o
sözü sırtlarının arkasına attılar. Onun mukabilinde az
bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kö
tüdür!..» (124) ayeti vardır, okumuyorlar»(125)
93
şartlan da Misyoner cemiyetleri ve mektebleri tesb it
eder. Bu konuda da Misyoner John şunlan anlatm akta
d ır
94
bu iş için döken kaynaklar vardı (128). Bu konuda Misyo
ner John da şunları söylüyor;
«... Protestan olan her memlekette misyoner şirket
leri vardır. Her şirketin nizâmnâmesi ve idâre usûlü var
dır. Misyonerlerin her sınıfının maaşları ve ayrıca tahsi
satları vardır, nam larına muhavvel,bankalarda parala
rı mevcuttur. İste d ik le ri k a d a r alabilirler.» (129). Va
zife uğrunda hayatlarını kaybeden misyoner ailelerini
İn g ilte re H ü k ü m e ti, ölünceye kadarmesut ve bahtiyar
olarak yaşatm aya ve çocuklannı okutup iş güç sahibi et
meye mecburdur» (130)
M isyoner Sınıflan
95
3. Üçüncü takımı ise misyoner muavinleri,
4. Dördüncü kısmın da g ö n ü llü ta le b e c e m iy e ■
ti'd ir (131) Bu sınıfı «Students v o lu n te e r M issio n aty
sociely» diyorlar. Bir de, ayrıca Misyoner K ad ın C em i
yeti veya şirketi vardır ki bu şirket asıl İngiliz Misyon
Şirketinin bir şubesidir. Her sınıfın dereceleri vardır»
(132).
96
rek; fakat her şeyden evvel, kendi adalannın çıkarlannı
göz önünde tutarak çalıştılar» (136). Bu gayeleri için de,
yukanda dediğimiz gibi, asıl hüviyetlerini gizleyen, bi
lim adamı kılığındaki misyonerleri kullandılar,
Yemen'de faaliyet gösteren İngiliz misyonerlerinin
hepsi, Londra'daki Protestan Misyoner Merkezi tarafın
dan yönetiliyordu.
97
Herlerin Yemen'deki merkezleri Hudeyde idi (140).
98
D EĞ ERLEN D İRM E
99
vasıtadır.
İnsanoğlu, umumen iki eras şeye m aliktir. F u m ül
kiyet madde ile ilgili olduğundan insanın tasarr^ıfu al
tındadır. Bunlardan biri can (nefis), diğeri ise mal-
dır.Her insan fiziki itibariyle, vücudu yani canı üzerinde
tasarruf sahibidir. Onu istediği gibi kullanır. İsterse
meyhanede onu alkole boğarak öldürür, isterse onu Al
lah'a feda ederek yok eder, şehid olur. Kaçınılmaz olanı
şudur ki, bu can denen şeyin -istemesek de- son durağı ö-
lûmdür. Can denen nesne yaratılalı beri, insanoğlunun
kâh aklına, kâh duygularına hizm et etm iştir. B ütün
bunlardan anlaşılıyor ki, insan, kendi canına sahiptir,
onu dilediği gibi kullanır.
İnsanın tasarrufu altında olan ikinci şe3d ise m alı
dır, dedik. Bunun içine çoluk-çacuktan, ta rla y a k a d a r
olan her ş ^ girer. Bunlardan da dilediğini yapm a ihtiyâ-
nna sahiptir. Bunun dışında da başk a birşeyi yok-
tur.böyle olduğu için, Allah, insanın bu iki değeri ile m ü
cadelesini istemektedir: Canıyla ve malıyla Allah'ın h ü k
münü ikâme etmeğe davet edilmektedir. Allah, şöyle bu
yuruyor: Şüphesiz ki Allah hak yolunda (savaşarak düş
manlan) öldürmekte, kendileri de öldürülm ekte olan
müminlerin canlannı ve mallarını -kendilerine cennet
vermek mukabilinde satın almıştır.» (Tevbe suresi.]
O halde, görünüşte sahib olduğumuziki şey, c a n ve
mal, sadece Allah yolunda savaşmak için, mücadele için,
yine Allah tarafından verilmiştir. Bu mücadele cephele
rinden birinin liderliğini Peygamberler veya onların
izinde olanlar, diğerinin ise tâğutlar yapm ıştır. Bu m ü
cadelede, Allah yolculannın ücreti, şehadet m ukabili
cennet; tağut hempalarının acreti ise, m akam lara gel
mek için Allah'la mücadele, dünya sefahati ve p ara veya
para aletlerine mukabil dünya refahı ve sonunda Cehen
nem...
Tağut yolu, madde ve para olduğundan, b u yolda gi
100
denler bunlara sahip olmak isterler. Belli bir sınıfı mü
reffeh yaşatm ak için bütün insanlığı kurban etmekten
çekinmezler bu tağut izleyicileri! Bunun en bariz misâli,
tarih öncesinden bugüne, Peygamberlerin ve insanlığın
düşmanı olan, saadetlerini insan kanıyla yoğuran Yahu-
dilerdir.
Allah'ın hükm ünü ikâme eden en son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. On beş asırdan beri de onun
yolunda -bazan yok denecek kadar az bile olsa- gidenler,
T ağut’la veya onun izinde olanlarla mücadele halinde
dirler. Bidayetten beri bu dava -ki buna İslâm diyoruz-
Yahudiler olsun Hıristiyanlar olsun, kıyasıya mücadele
etmişlerdir. Haçlı seferleriyle devam eden bu tağut ideo
lojisi, günümüzde Lübnan Afganistan katliamı ile sergi
lenmektedir.
H akk'la mücadele, her zaman silâhla olmamıştır.
Silâh imkânı bulamayınca, fıtne-fesad yolunu seçmişler
dir. Bu son metodu uygulayanlar ise, misyoner-casuslar-
dır.
Bu küçük çalışmamızda, bunlardan biri olan misyo
n er faaliyetlerinden söz ettik. Aslında binlerce olan bu
müfsidlerin sadece bir kaçından bahsettik.
Bizzat kendi ifadelerinden anlaşıldığı gibi, esas ga
yeleri, İslâm'ı ortadan kaldırarak, İslâm alemini sömür
ge haline getirm ektir. Bunu için onlar yönünden her va
sıta m eşrudur.
Artık şunu görmezlikten gelmiyelim ki, İslâm dün
yasının bugünkü feci durumu, bu fesâd yuvalarının faa
liyetleri sayesinde olmuştur. Reagan Londra'da bir Haçlı
Seferi ilân etti ve Lübnan gitti.
H erbiri bir diğerinin düşmanı olan İslâm dünyası
nın h er köşesinde m u h te d i la h ld ı m ûfeid m isyoner
le r in olmadığını kim garantiler?
İçimizde bir sü rü Abdullah, İbrahim, Ali'ler, Safiy-
ye'ler, Asiye'ler, vardır ki, esas isimleri Chrisban, John,
101
Margarette, Reagan, Paul, Elisabeth'tir...
Bizzat yaşadığımız şu hadise, oldukça m anidâ-
rdır:
4 mayıs 1985 günü
Bayburt'a, bir konferans
için gitmiştim. Bir ara cad
dede bana birisini tanıştı
rıp, «Hocam bu Âlmandır,
M ^ ü m an olmuş; adı Ala-
addin!» dediler. Ben de o
zaman yanımdakilere -bel
ki bu konuda fazla hassas
oluşumdandır- bunlara
çok dikkat edin; bunların
çoğu Batı emperyalizmi
nin misyoner casuslarıdır
lar» demiştim de, arkadaş
lar beni yadırgamışlardı.
Olaydan iki ay sonra elime
gecen bir mecmuada (Avru
Yukarıda resm i görülen
pa'da Hicret, 1 mayıs 1985,
Köln-Batı Almanya), Bay 1963 doğumlu olman D irk
burt'ta tanıştığım Alaaddin H e in ric h VVeschke (Ala
hakkında şu dehşet verici addin EL-SERÎF) adıyla
haberi okuyorum: >■ Müslüman teşkilatlara sız
maya çalışm aktadır.
102
m ak için ısrar etmesi ve bazı hareketleriyle, hakkında
mevcut şüpheleri arttırmış ve sikıştınidığında «Ajan» ol
duğunu ve bir buçuk yıldır abdestsiz namaz kıldığını da
itira f etm iştir. Polise teslim edildiğinde polis babasıyla
telefonda görüşmüş, daha önce öldü dediği babasının ha
y atta olduğu da ortaya çıkmıştır. Reutlingen ve Brucksal
teşkilatlarında kendisine verilen iki odada yapılan araş
tırm ada çok sayıda seks mecmualan, seks hapları, gaz
tabancası v.s. ele geçirilmiştir.
Reutlingen’de kum ar oynarken kıyafetiyle dikatti
çekince «Sen kimsin?» sorusuna «Ben Fatih Camii İma
mı Yaşarim» demiştir.
Hangi teşkilata gelirse içeri alınmasın»
Allah'ın emrine uyarak bunları kedimize hakim ka
bul etmiyelim.
Allah'ın bütün insanlığa olan şu emirleriyle bitire
lim;
«Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse
işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir» (Mâide suresi, 44),
«Ey im ân edenler, Yahudileri de, Nasranîleri de
kendinize y â r (ve üstünüze hâkim) edinmeyin. Onlar
(ancak) birbirlerinin yârânıdırlar. İçinizden kim onlan
dost (ve hâkim) edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah
o zâlimler güruhuna muvaffakiyet vermez» (Mâide sûre
si, 51).
103
Btf.GELEIl
I !/*
i#
f ^ . ‘^ -7^
ı.;ı^
—« * * ^ *. **^ ' ■ ■^' ^ ^ ,
İ’ı'
>ı p î l ^ Î M f ^ 'Ç
LCw^''_\...vı!rfr.-'..,
İtKİİlİZIDİ^yOHEllLEllİ
L on d ra M is y o n e r T e ş K lla tı 6 a ş lx a ııı ş ö y le K o n u ş tu :
îçin ^ m ü a lü m a n la r ın a r a s ın a n îfa K t o K u T n la r ız ıı e k m e m iz
k i, İs la m d ü n y a s ın ı n ifa k ve fe s a d a te ş in e verm ed en ,
BEYAN
ISBN 975-473-027-X
9"7897S4"730272
'M