Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 109

Sömürü ü ja n ı Ingiliz U lisyonerleri

- v ^ « ,^rı'n în 2 3 ^ k îta b ı olarak yayına hazırlandı; diz-


^ " ^ T l ^ n S l T s e y Ajans(526 50 10), kapak Yazievi (517
£ & t ve cilt Umut Matbaacılık (637 09 34) tarafından
Z m k e ştirild i ve Ekim I999’da İstanbul da yayınlandı, ISBN
97S-473037X
Ih san Süreyya S ırm a
Sömürü ü j anı Ingiliz ÎTlisyonerleri
BEYAN YAYINLARI
AnUııaCml. .U-IWC<ığnhqlıı-/slımhııl Tel: 02/2 5/2 76 97 526 /o
İÇİNDEKİLER

Önsöz, 7
Giriş, 11
Turizm ve misyonerler, 15
Misyonerler nasıl yetiştiriliyor, 21
Misyoner mason ilişkileri, 42
Londra Protestan misyoner cemiyeti merkezi, 57
Misyonerlerin çalışma metodu, 67
Londra'daki misyoner okulu, 93
Misyoner olmanın şartlan , 93
Misyoner gelir ve şirketleri, 94
Misyoner sınıflan, 95
Yemen'de faaliyet gösteren
bazı İngiliz misyonerleri, 96
Değerlendirme, 99
ONSOZ

İngiliz misyonerleri ile ilgili, değerli okuyucularına


sunduğum bu kitap, aslında kitap olarak hazırlanmadı.
Bu konuyu, 20-25 eylül 1982 tarihinde İstanbul'da yapı­
lan IV. Milletlerarası Türkoloji Kongresine tebliğ olarak
sunduk. Fakat tebliğin biraz uzaması ve de bir k a( arka­
daşımızın ısrarı üzerine kitap haline getirdik.
Haçlı seferlerinden bu yana İslâm'ı yıkmağa çalı­
şan H ıristiyan dünyasının sadece silâha, fa n to m veya
m ira g e 'la ra baş vurmadığı bir gerçektir. H atbzatında
onların görünmeyen, pasif silâhlan, insanlığyok etmeğe
m atuf bombalarından daha tehlikelidirler.
Bu tehlikeli silâh,misyoner-casusu faaliyetleridir.
Lübnan faciasiyle bütün dünyayı kan kokutan ha­
dise, haçlı seferinden başka bir şey değil!.. İsteyenler bu­
n a rağmen başlannı kum a sokup deve kuşu olmaya de­
vam edebilirler; tâki bu haçlı bombalanndan biriside on-
la n n kum altındaki kafalanna düşsün!...
Biz bu kitapta, bütün dünyayı sarmış olan bu zehirli
ahtapotun sadece bir kolundan söz edebildik.
Unutulm am alıdır ki, bu zehirli akım, sadece ve sa­
dece m üslüm anlara müteveccihtir. Şimdilik müslûman-
lan ekonomik ve kültürel yönden sömürmekle yetinen
Hıristiyan-Haçlı dünyasının esas gayesi Orta-Doğu'yu
kana bulayıp, müslümanlan bu kanda boğmaktır; tâ ki
diğer müslümanlara sıra gelsin...
Lübnan gitti, sırada Mısır var. Gazetelerden oku­
duğumuza göre bütün Mısır okullarında H ıristiyanlık
öğretilmeye başlanmış hile. O Mısır ki, hergün )aizlerce
müslüman şehidediliyor veya tutuklanıyor.
Bu korkunp tehlikeden kurtulm ak için onları ta n ı­
mamız lâzımdır. İşte bu küçük eser belki bu konuda size
yardımcı olabilecektir.
Biz, biz olmazsak; başkası bizi kendisi yapmaya ça­
lışacaktır.
Biz, biz olalım; Hz. Muhammed (s.a.v.)'in izinde...
Katolik Kilisesinde, bizzat Papa'nın yönettiği bu
empeıyalizm aleti dini siyasi örgüt Ç o n reg atio d e P r o ­
paganda Filde teşkilatının faaliyetlerindendir. Haçlı
seferleri hangi merkezlerden idare edildiyse, m isyoner
faaliyetleri de aynı merkezlerden idare edilmektedir.
Eğer bugün Amerika veya Fransa Beyrut'u top ate­
şine veriyorlarsa, bunu hazırlayıcıları misyonerlerdir.
Artık gerçekler kabul edilmelidir!
Sosyal krizleri had safhaya ulaşan Polonya'ya Rus­
ya saldıramadı. Çünkü Katolik dünyasından çekindi.
Ama Afganistan'da durum öyle değil! Rusya, hiç b ir Hı-
ristiyanın Afgan müslümanının imdadına koşmayacağı­
nı biliyor. Biliyor ve onun için yağdmyor napalm bomba-
lanm mücahidlerin üstüne...
Lübnan'daki Mûslûman-Hıristiyan m ücadelesin­
de, hiç bir Müslüman devletin doğrudan M üslüm anlara
yardım etmemesinekarşı, bütün Hıristiyan devleritleri,
Lübnan Hıristiyanlanna yardım etmektedir.
Lübnan’ı kana bulayan Laik (1) F ransanın Erm eni
katillerine karşı takındığı hoşgörü, b asit b ir hadise de­
ğildir ve öyle nitelendirilip, geçiştirilemez. Biz kabul et-

8
mezsek bile, Pransanın bu tutum u, Haçlı zihniyetinin,
çağımızda misyoner faaliyetlerine ve onların gizli eylem­
li faaliyetlerine dönüştüğü bir akımın meyvesidir.
Sözü uzatm adan şunu tekrar etmek isteriz ki, esas
gayeleri Hz. Isa'nın isteği dışında da olan bu emperyalist
misyonerleri iyi tanıyalım. T a ki Allah'ın emir buyuduğu
gibi onları kendimize rehber edimeyelim!
«Ey im ân edenler, Yahudileri de, H ıristiyanlan da
kendinize yâr (ve üstünüze hâkim) edinmeyin. Onlar
(ancak) bizbirinin yâranlarıdırlar. İçinizden kim onları
dost (ve hâkim) edinirse o da anlardandır. Şübhesiz Allah
o zâlimler gürûhuna muvaffâkiyet vermez» (Maide süre­
si, 51).

t. S. Sırma
GİRİŞ

Meseleye isitediğimiz kadar İnsanî ve ilmi olarak


yaklaşm aya çalışsak bile, Hıristiyan-Batı dünyasını,
öteden beri Orta-Doğu İslâm dünyası üzerindeki emper­
yalist emelleri inkâr edilemez..
H er ne kadar bu empeıyalist emeller, 19. ve 20. yüz
yılda sadece ekonomik bir sömürgecilik olarak görülüyor
ise de, bunların kökeninde Hıristiyan dünyasının, kendi­
si için kutsal saydığı Kudüs ve çevresine egemen olan
İslâm varlığını ortadan kaldırm a düşüncesi yatm akta­
dır. Nitekim bu düşünce XI. yüzyılda başlatılan ve hâlâ
devam edegelen H açlı S av aşlarıy la u y g u lam a a la n ı­
n a konm uştur (1).
BilhassaXVIII. yüzyıldan itibaren, Hıristiyan Batı
dünyasının, İslâm dünyasına yönelttiği sa 3rasız savaşlar
yanında yeni bir metodu uygulamaya, daha doğrusu ön­
ceden de uygulanan bu metodu hızlandırmaya başladığı­
nı görüyoruz ki, bu metod, Hıristiyan misyoner faaliyet-
(1) C. Brockclmann, Hisloirc doı Peuplcs ct dcs Etats Islaıniqu-
es, Paris, 1949, s. 190; Goslon Wict, Gnındcur dc ITsIanı, Paris, 1961, s.
178; Alücd Dugan, The Stoıy of the Cnısadcs, London, 1969; Eric Mac-
ro. Yemen and the Westcrn Woıld, aince 1571, London 1968, s. XI.

11
lendır.
Şüphesiz böyle küçük bir çalışmada, bütün misyo­
ner faaliyetlerinden, söz etmemiz imkânsızdır. Bunun
için, sadece konuya açıklık getirmesi bakımından, çok
kısa ve genel olarak bu faaliyetlerden, ve daha sonra bu
faaliyterin Ingiliz misyonerleri tarafından Yemen'de ta t­
bikat alanına nasıl konduğundan söz edeceğiz.
Islâm dünyasının her tarafında olduğu gibi, Ye-
men'de de misyonerler, bilim adamı, kâşif, doktor kılığı­
na girerek faaliyetlerini sürdürüyorlardı (2).
19. yüzyıl sonlarında Yemen'e giden FVansız E.P.
Botta adındaki misyoner. Şeyh Yasin'in bölgesine g ir­
mek için kendini doktor olarak tanıtmıştır. Şeyh Yasin,
onun bu hilesine kanmış ve onu doktor olarak kabul ede­
rek kendisine yardımda bulunmuştur. E.P. Botta b u ko­
nuda şunlan yazmaktadır: «Zira bu, araşürm alanm için
öne sürmeğe mecbur kaldığım bir bahane idi... Üstelik,
asıl ve uydurma amaç için bu yörelere ilk gelenin ben ol­
madığımı öğrendim (3). Botta'nın bu ifadesinden anlaşı­
lıyor ki, kendisinden öce gelenler de, asıl amaç ve kimlik­
lerini gizlemişlerdir. Bu turist misyonerler, öyle bir ka­
naat uyandırmışlardır ki, her Batılı'ya doktor gözüyle
bakılmıştır (4). Claudie Fayein, Paris'te verdiği b ir kon­
feransta, Yemenlileri kandırdığını açıkça itiraf etm iştir
(5). Fransız misyoner teşkilatlan adına Yemen'e giden
Fayein, bu amaçla oralara kitap ve broşürler götürüp.
Batı Hıristiyan kültürünü aşılamaya çalışmıştır. Fayein
telkin ettiği Batı kültürüne bağlanmayanlann daha zi-
(2) Bu konudaki uynntılar idn bk. İhsan SOrcjya Sırma, Osman-
b Deviclinin Yıkılışında Yemen byanlan, tslanbul, 1980, s. 73 vd.
(3) Paul Emile Botta, Hdalion dün vuyage dana lo Yemen, Paris,
1880,8.62.
(4) Ay.C8.s.llS.
(5) Claudie Fayein, Jules BarthouK, Unc Française au Yemen,
bk. Comptes Rendus Mcnsueb de rAcaddmie des Sciences Coloniales,
c.l6,Pam l96$.s.485.
(6) Ay. es. 8.483.

12
yade Kur'an eğitiminden geçmiş olanlar arasından çıktı­
ğını söylemek te(6) ve şöyle devam etmektedir; «Ye-
men'de memleketimin (yani Fransa'nın) kültür elçisi gi­
biydim... K a d ın olm am , b a n a d a h a fa z la a v a n ta jla r
ta n ıy o rd u . Bir Fransız atasözünün dediği gibi, bir şeyi
sunuş biçimi verilen şeyden daha önemlidir... Bu şekilde
kadın ve çocukları muayene için kolayca haremlere girip
araştırm a yapıyor, m ü slü m a n e rk e k le ri m u a y e n e
e d e re k de o n la rın A v ru p alı k a d ın ı y a k ın d a n ta n ı­
m a la rın ı sağ lıy o rd u m » (7). Üstelik C. Fayein doktor
değildi!
Bu misyonerler, devamlı olarak, Osmanlı Devleti'ni
sömürücü, kendilerini de bu sömürüden kurtarıcı (lib6-
rateur) olarak gösteriyorladı (8). A. Bardey, bir dağlı Ye­
menlinin kendisine şöyle dediğini iddia etmekte, veya -
dememişse bile- demiş gibi göstermektedir; «Que les no-
usrani (chretiens) vienent done, nous les aiderons â ehas-
ser les Tures» (9). (Artık şu Hıristiyanlar gelsin; biz Türk-
leri kovmak için onlara yardım edeceğiz).
Misyonerlerin, devamlı olarak işledikleri konular­
dan birisi de, Osmanlı Devletini'nin İslâm medeniyetini
gerilettiği iddiasıydı. Batıklar, Araplara şöyle diyorlar-

(7) Ay. os. 5.484.


(8) M. Emin Paşa, Yemen kıtasının ms'mOrjyeline ve daime
Ssâyişde bulunmasına dair tedfibir, el. yaz. İstanbul Üniversitesi Mer­
kez Kütüphanesi, no; TY4615, s. 2b, 4a,7a; P.E.Botta, a.g.c. s. 38; Mu-
hammod Hilâl, Hıttay-ı Ycmâniyyc hakkında Mnlûmât, el. yaz. İstan­
bul Üniversitesi Morkez Külüphanisi, no; TY 6622, s. 3b-4a; Gaslon
Roucl, LaQucslion du Yemen, bk. Qcstion Biplomaliqucs et Colonia-
les, Paris, 1910, c. 29, no; 316, s. 490; YM. Goblet. LaRövoUc au Yemen,
les lendences separaticstes des Arobes et leur prâtention de Tonder un
Emiral Inddpcndnnt, Le Tour du mondc, Paris, 1911, c. 17. s. 61; Baıbi-
e r de Meynard,, Notic surl’Arabic Mâridionalc d'aprbs un documant
turc, Publication do lEoole des Longues Orienlales Vivantes, no;9, Pa­
ris, 1883, s. 93.
(9) Alfrod Bardcy,Ropport sur le Yemen, bk. Bullctin de Gdog-
raphic Hislorique e t Dl^criptive, c. 29, no: 4, Patis, 1699,s. 38.
(10) Victor Bdrard, Le Sultan, lİslam et k s Puissanccs, Paris,

13
dı: «Önceleri İslâm, güzel ve mükemmel b ir medeniyet
olup; ilim, şiir, sanat ve icadlar bannağı iken, Osman­
lI'y la beraber O'na gerileme, cehalet ve kısırlık girmiştir»
(10).
AvrupalIlar, devamh olarak Araplara, Tûrkleri kö­
tülemişler -tıpkı Türlere, Araplan kötüledikleri gibi,- ve
bu iki İslâm unsurunu birbirinden uzaklaştırmaya çalış­
mışlardır. Osmanlı Devleti'yle anlaşma yapmaya hazır­
lanan Yemenli Şeyh Haşan, o sırda misafiri bulunan
Fransız misyoner Botta'ya bu banş hakkmdaki kanaati­
ni sorduğu zaman, Botta şöyle cevap verir;«... ben Türk-
lerin samiroiyyetine inanmıyorum. Onlar sizi aldatacak
ve her zamanki gibi davranacaklardır» (11). Botta, «Bu
konudaki düşüncelerini korumaları için Araplara verdi­
ğim öğütlerin gereği gibi etkili olmadığına h e r zam an
üzüleceğim» demektedir. (12)
Misyoner taktiklerinden birisi de, tebdil-i kıyafetti,
Arabistan'a bu şekilde girmiş olan bir miyoner şunları
yazmaktadır: «Şam'a varır varmaz, sırtımdaki redingotu
attım ve bir Arap gibi giyindim. Arap gibi yaşıyor, onlar
gibi yiyip içiyorum. Arabın nasıl düşündüğünü biliyor,
ona göre hareket ediyorum. Bedevi dostum olmuştu. İş te
seyahat edilmesi, araştım a y ap ılm ası so n d e re c e
zor olan bu ülkelerde haşılı olm an ın s i m b u d u r.»
(13).
Bu misyoner turistlerin amaçlan, Osmanlı Devle-
ti'nce de bilindiği halde (14) ciddi Û r tedbir alınmamış­
tır. Bu konuda hükümete sunulan, Fazıl Alevi imzalı bir

1907,8.16.
(11) P £ . Botta, a.g.e.3.121
(12) Ay. cs. s. 151.
(13) (T.C. Hariciye Arşivi Siyasi, no; 555, Dosya: 2295).
(14) Bk. Hıltay-ı Yemaniyyeye dair layiha, Başbakanlık Devlet
Arşivi Yıldız tasıuTı, Kısım no; 14, Dvrak no; 437, Zarf no: 126, Karton
noâ.
(İS) Başbakanlık Devlet Arşivi, Yıldız TaaniC, Kısım no: 14, Ev-

14
arizada şunları okuyoruz; «Bazı ecnebilerin Ceziretu'l-
Arab'da bir takım şeyhi kandırarak kendi taraflarına ça>
lışmalarını sağlamak için, bir kaç seneden beri sarf et­
mekte oldukları çalışmalar neticesi, bir kaç sene sonra
oralarını dahi benzeri hilelerle kendi memleketlerine
katm ak fikrini alenen siyaset sahnesine çıkaracağından
şüphe olmadığından ve Ceziretu'l-Arab ise îslâmiyet'in
merkezi olan Hicaz kıtasiyle diğer Arap ülkelerine biti­
şik olup, Allah göstermesin yabancılar onlara tasallut
edecek olurlar ise, türlü fenalıklar zuhûr edeceği ve bu
halin düzeltilmesinin çok zor olacağı açık bulunduğun­
dan işbu önemli işin şimdiden dikkate alınması ve itina
gösterilmesi arzolunur (15).

T u riz m ve m isy o n e rle r

Şüphesiz turizm, hiç bir devletin bigane kalamaya­


cağı bir vakıadır. Turizm, dünyanın çeşitli yörelerinde
yaşayan insan topluluklarının birbirlerini tanım aları
için, adeta zorunlu olarak uymaları gereken bir sosyal
harekettir. İslâm Dini, Allah yolunda seyahat edenlere
yardımı bile teşvik eder.
Ne varki, turizm denen bu akımın zararlı olmaması
gerekir. Aksi takdirde turizm, o saflyane mânasını kay­
bedip, siyasi b ir örgüt halini alır.
İşte ülkemize gelen bir takım turizst kafilelerine -
özellikle H ristiyan ayin ve festivallerine katılm ak için
gelenlere- karşı müteyakkız olmamız gerekir. Aksi tak­
dirde, bugün ayin veya festival düzenledikleri yerlere ya­
rın sahip çıkmaya kalkışırlar. Tıpkı Efes, Demre'de ki
Noel ve Van gölündeki iÛcdamar kilisesi gibi...
Yeri gelmişken, her sene ülkemizde Demre'de (An­
talya'da) k u tlanan Noel Baba şenliklerinden sözetmek
rak no: 88/26, Zarf 00:86, Karton no: 12.

15
ısuyorum .
Bilindiği gibi Noel, Hıristiyanlarca k u tlanan bir
bayramdır. Oolayısiyle, bu bayramla ilgili bilgileri In­
cil'de aramamız gerekir. Oysa ki, Incil'de Noel diye bir
kelime geçmemektedir. Yâni Noel, Hz. tsa zam anında
kullanılmış birkelime değildir. H atta Hz. İsa'dan iki üç
asır sonra dahi kullanılmamıştır. Hıristiyan kaynakları­
na, ansiklopedilerine, kitaplanna göre, Noel bayram ı,
putperestlik dinlerinde Hıristianlığa geçmiş bir adettir.
Bu inanca göre, Mısır dinlerinde, yunan dinlerinde, h a t­
ta Iran dinlerinde, güneş tanrısına bir bayram, bir hedi­
ye, bir ikramda bulunmak için 25 aralık günü b ir tören
yapılırdı ki, bu noel'dir.
Koyu Hıristiyanlar, Noel bayramını kabul etmeyip,
kutlamazlar; bunun putperest dinlerinden kalm a bira-
det olduğunu kabul ederler. Ancak, ilk defa Almanya'da
iki yüz yıl önce kutlanmaya başlanan bu adet, bütün Hı­
ristiyanlarca kabul edilmiştir. İşte, çam ağacı kesm e
adeti o zaman başlamıştır. Her sene 25 aralıkta kutlanan
(ermeni kilisesi 6 ocakta kutluyor) bu putperest adet Hı­
ristiyanların dışına da taşmıştır.
Hıristiyanlar, bu putperest adetini daha sonralan
Hz. İsa'nın doğum günü olarak te'vil etmişlerdi ki, ger­
çekle bir ilişkisi yoktur. Çünkü bu konudaki H ıristiyan
kaynaklannm herbiri başka bir tarih vermektedir. Fa­
kat İznik konsilinde 25 aralık olarak k a ra r alınmıştır.
Peki bu kadar karmaşık olan Noel'in Denire ile ne
alakası var?
Eski adı Myra olan Demre, Romalılar devrinde
önemli bir şehir hüviyetine sahipti. Hristiyan rivayetle­
rine göre milâdi IV. yüzyılda adı Saint Nicolas olan b ir
Hıristiyan azizi Demre'ye gelir. Saint Nicolas, tarihi k a­
ranlık efsanevi bir şahsiyettir. Demre'de heykeli yapılan
bu ne olduğu belli olmayan şahıs, Noel'le karıştırılm ış­
tır. Çünkü, milâdi IV. yüzyıla ait olan Saint Nicolas, Hz.

1R
tsâ'mn doğumu, Noel baba adeti ili tesadüf ettirilmek is­
tenm ektedir ki, tarihen bu mümkün değildir. Demek is­
tediğim o ki, Demre'nin Noel ile hiç bir ilgisi yoktur. Do-
layısiyle Demre'de yapılan fesitvale de, «Noel baba festi­
vali» demek hatalı bir şeydir. Biraz önce Saint Nicolas'ın
Noel'le ilgisi olmadığını belirttiğimiz gibi, Demre'de
bunlar adına yortular, festivaller düzenlemek, tarih uy­
durm ak gibi b ir şey olur. Fakat buna rağm en. Demre 'de
yapılan «1. U luslararası Noel Baba şenliği» (Aralık
1981)'ne katılan Papa temsilcisi, yâni onun İstanbul
temsilcisi Katolik Başpiskoposu Pierre Dubois, orada
yaptığı konuşmada «Saint Nicolas'yı anmak üzere bura­
da toplandık» demiş, bunun bir Hıristiyan ayini olduğu­
n u belirtm iştir.
Gerçi Turiz Bakanlığı bunun, turist celbetmek üze­
re tertipendiğini söylemiştir. Fakat biraz önce belirtti­
ğim gibi, Papa temsilcisi, bunun ayin olduğunu belirt­
miş; h a tta bu girişiminden dolayı Turizm Bakanlığımıza
teşekkür etm iştir (Hürriyet gazetesi, 7.12.1981).
F akat bu gibi tavizler, döviz yerine tehlike getirir.
Y arın, S ain t Nicolas ASALA örgütü veya Hıristiyan
Demre'yi kurtarm a örgütü diye örgütler ortaya çıkar; or­
talığı teröre boğarlarsa sorumlu olmayacak mıyız?
Demre'de Noel baba şenlikleri yapılmakla kalınma­
mıştı; S aint Nicolas adlı hıristiyan azizinin iki metre bo­
yundaki heykeli yapılmış. Heykelin etrafı adeta tescil
edilm iştir. İnsan kendi kendine şu soruyu yöneltiyor;
«Acaba b u hıristiyan azizinin heykel parası nere­
den çıktı?».
İşin vahametini o günkü gazete haberlerinden öğre­
niyoruz: Bu hıristiyan azizininn heykeli. Tatbiki (3üze1
S an atlar Yüksek Okulundan bir öğretim üyesine yaptı­
rılm ıştır. Acaba kaç senenin döviz geliri, bu heykelin
m asrafını çıkarır?
Şimdilik Demre'de hıristiyan yoktur. Ama biz onlar

17
için böyle dini ayinler (diğer adı şenlik veya fesitival) ha­
zırlarsak, orada kendiliğinden bir H ıristiyan cem aatı
oluşur. Tıpkı Meıyem Ana diye uydurulan dağ gibi... Biz
saint Nicolas kilisesini ihya edersek, Hıristiyanlar oraya
papaz da gönderirler, rahibe de! Bir grup da teşekkül e t­
tirdikten sonra, hak istemeye kalkışırlar; huzurum uzu
kaçınrlar!
Belirtmek istediğim diğer bir husus da şudur: Bu
noel baba şenlikleri sırasında, Demre'de temsili b ir noel
baba yapılmış, bu Noel baba denizden k aray a çıkınca
şöyle hitabetmiş: «Size dostluk ve banş getirdim». Şimdi­
ye kadar hangi Hırisiyan bize dostluk ve b a n ş getirdi?
Ermeni katillerini besleyen Fransız hıristiy an ları
mı bize dostluk ve barış öğretecekler? Erm enilerin Van
gölündeki Akdamar kilisesini biz ihyâ edelim; onlar da
bizi öldürsün! Ne kadar güzel dostluk ve banş!...
Diğer bir hususu ilâve etmek istiyorum: S a in t, aziz
demektir. Yani biz onlann azizlerine heykel dikiyoruz!
Hıristiyanlığa hizmeti Bütün Avrupa'yı gezdim, hiç b ir
yerde bir Müslüman heykeli göremezsiniz. Fatih'e, Al­
parslan'a; Selahaddin-i Eyyubi'ye, Hz. Ömer'e heykel
miyaparlar? Tabii ki, yapılsın demiyoruz ve yapm aları­
na da karşıyız. Ama biz de onlann azizlerine heykel dik­
meyelim!
Diğer bir konu da, Selçuk'taki Meryem Ana efsanesi
ile Efes'tir.
Güya Hz. Meryem, Selçuk'taki yüksek bir dağın te­
pesindeki kilisenin yanında medfundur? F ak at tarihen,
Hz. Meryem'in oraya gömülmediği sabittir. H ıristiyan-
1ar, Meıyem Ana denen yeri, bir rüyayla tesbit etmişler.
Doğrusu çok güzel!. Rüyalanna Efes girdi, aldılar. Y ann
tüyalannda İstanbul, Erzurum'u görmiyeceklerini nasıl
garantileriz? Hıristiyanlar, rüya görmekle kalm ıyor, rü ­
yasını gördükleri yerleri, parayla dahi olsa alıp, kendile­
rine mal ediyorlar.

18
Bülbül dağındaki bu uydurma kiliseye çok güzel bir
yol -milyonlar kaçanarak- yapılmıştır. Halbuki o kiliseyi
ziyarete gidenlerden alınan paralar oraya yerleşmiş olan
papazlara verilmektedir. O yörenin Hıristiyan mülkü
yapılışını, yani satın alınarak tapu edilişini, Samiha Ay-
verdi (M isy o n e rlik K a rş ıs ın d a T ü rk iy e, İstanbul,
1969, s. XXIV, dip not 1.) tapu sicillerine dayanarak şöyle
naklediyor:
«Bugün, Kuşadası Tapu Tescil Memurluğu kayıtla­
rına göre hududlan: Şarken, dere yolundan Ceneviz ha­
rabeleri ve Ceneviz mezarı ve Karakayalı ve Çalıkh tepe­
den; Şimalen, Ceneviz kalesinin tepesi ve Kapuluya gi­
den yol; Garben, Arvalya'ya giden yolun hizasındaki ka-
raçağlık tepesi, dere ve yol; Cenuben, Kapulu deresi ve
Arvalya'ya giden yol ve kilise yıkıntısı olarak kayıtlı, eski
kayda göre 1000 dönüm 29.4.1955 senesindeki yeni kay­
da göre (919) dönüm tutarındaki ve 55.000 kuruş değe­
rindeki arsa, yani bugün Meryem Ana Evi denilen yerin
bulunduğu Bülbül Dağı, tapu kayıtlarının yüzlerce dö­
nüm fazlasını işgal etmek suretiyle, asıl a d ı« Panaya ka­
püşondaki Kilisenin Restorasyonu ve Yaşama Demeği»
iken 26.8.1967 tarihinde «Hazreti Meryem Ana Evi Der­
neği» adını alan b ir dem ek adına Kuşadası Tapu Tescil
m em urluğunun 1326 Teşrinievvel (1909 Ekim tarih ve
14. Sıra,) 19. num aralı kaydiyle Fransız tabiiyetli Laza-
ris t külliyesi mütevvellisi ve Başrahibi Mösyö JosesfB.
Gabriel ism ine tescil edilmiştir.
A3mi tapu kaydı daha değişik şekilde aynı Tapu Me­
m urluğunun 2 9 .4.1955 tarih ve Cilt: 63, Sayfa: 49, No:
30 Yevmiye No: 424 sayılı tescflerinde ve daha önceki sa-
hifelerde de mevcuttur.
Bunların dışında. Bülbül dağı eteklerinde ve bu ya­
k a n d a kaydettiğimiz arsanın civannda ttalyanlar ve di­
ğer Hıristiyanlar tarafından bir hayli arazi satın alınmış
ise de, tapu kayıtlarını teker teker zikretmek ve miktar-

19
lanıu yazmak maalesef mümkün olamadı».
İşte bu şekilde memleketin topraklannı ı lıp tapu-
laştmyor, sonra da, «buralar bizim» diyerek, anai ?i ve te­
rör çıkarıyorlar. Yani memlekette anarşi ve terör varsa,
bunun sebebi Batı’da ve Batı'dan gelen fikirlerde a ra n ­
malıdır!
Yine turizm adına, memleketin nasıl hıristiyanlaş-
tınlmak istendiğine dair gazetelerden (16) şu haberi
okuyoruz:
«Fatih Çarşamba'da bir mahalle m uhtarı, etrafını
çevirerek avlu yaptığı cami arsasına «Meryem Ana» he-
yekilini dikti.
Yaptığmız araştırmaya göre, Fatih, Beyceğiz M a­
hallesinde, eskiden Zincirli Mescidi diye adlandırılan,
ancak bakımsızlık yüzünden yıkılıp harabe haline gelen
cami nin arsası, mahalle muhtarı M ustafa Sezgin ta r a ­
fından, cami harabesinin son kahntılan da temizlenerek
etrafı çevrili avlu durumuna getirildi. M übarek R am a­
zan'm ilk gecesinde buraya bir «Meryem Ana» heykeli di­
kildi. Bu garip ve tüyler ürpertici olay karşısında çevre­
deki Müslüman halk şaşkına dönerken. M uhtar M ustafa
Sezgin, gayet soğukkanlı olarak, sözkonusu yerin ta rih i
bir harabe olduğunu, evinin bitişiğinde olan bu vakıf ye­
rini para harcayarak düzelttiğini daha da güzelleştimesi
için bu heykeli buraya diktiğini itiraf etti. Cami yeri olan
bu vakıf arsasına heykel dikmenin hiç bir sakıncası ol­
madığım zaten Müslüman mezar taşlarında d a sarıklı
kafalar bulunduğunu, bu heykelin de aynı şekilde değer-
' indirilmesi gerektiğini söyleyerek «Ben aynı zam anda
oarihi eşyalar alıp satıyorum. Elime geçen bu ta rih hâzi­
nelerini mahalleme hizmet için harcıyorum. Aslında b u ­
nun gibi bir tane daha vardı; «Eros Heykeli». O nu gecele­
yin gelip kırdılar.»

(16) Milli Gazete, 31 Mayıs 1983

20
M isy o n e rle r N asıl Y etiştiriliy o r?

Günümüze kadar, İslâm ülkelerinin çeşitli yörele­


rinde faaliyet gösteren misyonerlerden sadece İngiliz
(protestan) olanları üzerinde durduğumuz için, bu çalış­
mamızda yalnız bunların yetiştirilmesi üzerinde duraca­
ğız. İngiliz misyonerlerinin hepsi, Londra'daki Protestan
Misyoner Merkezi tarafından yönetiliyordu,
Bu misyonerlerin nasıl yetiştirildiklerini ve nasıl
faaliyet gösterdiklerini anlamak için, şimdi sözü. Sultan
Abdülmecid zam anında Bahriye kaym akam larından
olan kaptan M ustafa Bey'le, misyoner Mr. John'a bıra­
kalım (17).
Mr. John şöyle söze başlar;
«Azizim M ustafa Efendi, Protestan Mezhebi dünya­
nın en doğru ve sahih mezhebi diyemem, çünkü herkes
dinini doğru addeder de imân eyler, fakat mevcud dinle­
rin en kayıtsızı, serbesti ve sâdesi ve en ziyâde medeniye­
te sevk edeni Protestan dinidir. Protestanlığın her türlü
noksanlarıyla beraber dahil olduğ bir kıt'ada intizâm,
m ükemmeliyet ve güzel idare görülür. Bu mezhebin sa-
likleri azim perver ve fedakârdırlar. Hıristiyanlığı sade­
leştiren ve bir takım boş itikadlan kaldıran Protestanlı­
ğın intişarı için ne tasavvur olunursa kâifesini yapmak­
ta zerre k a d a r teehhür ve terâhi (tembellik) göstermez­
ler. Geniş bir teşk ilâtlan yapılmıştır; hatta İngiltere'de
gayet kuvvetli ve zengin ve son derece faal bir milyon ce­
miyeti vardır. Bu cemiyet tasavvurunuzun fevkinde işler
görm ektedir. B una emin olunuz ki İngiltere millet ve
Hükümeti bu cemiyete teşekkül borçludur. Zira dört yüz
milyon halkı İngiltere'ye bağlayan ve onlara tanıttıran

(17) Kaplan Muslafa Bcylo misyoner Mr. John'un nasıl tanışlık-


lan hakkında bilgi içinbk. Ahmcd Hamdi, Alcm-i Islfim ve İngiliz mis­
yonerleri -Ingilb. misyoneıi nasıl yctişliriliyor, İstanbul, 1334, s. 16
vd.

21
miyon cemiyetidir; bununla beraber ticaret ve servet top­
lanmasında İngiltere'yi hakim kılan bir kuvvettir. Mis­
yonerler Halid b. Bermeki'nin (18) oğlu Fazl a ait olan ve
cidden kelâm-ı kibar addedilen «alolh olan, elindekini
muhafaza edip, bugünün işini yarına bırakm ayandır»
nasihatına göre hareket etmeye mecburdurlar. E llerin­
dekini güzel muhafaza etmekle beraber bugünkü işlerini
yanna bırakmak gafletinde bulunmazlar. M isyonerler
çocuk iken hizmete alınırlar, ifâ edecekleri vazifeye göre
Bmen, ahlaken ve fikren yetiştiriliyorlar; şöyle ki: İngiliz
Misyon Cemiyeti her sene bütün rüştiye m ektepleri ço-
cuklannm zekilerinden- tabii babalarının rızasiyle- ihti­
yaca göre otuz kırk talebe ayırarak himâyesine alır, onla-
n kabiliyetlerine göre üçere, beşere ayırarak dünya ülke­
lerinin kendilerince lüzum hissedilen m ın tık a la rın a
sevk ederler. Meselâ ikisini Türkiye'y, üçünü N ubî'ye
(19), dördünü Hindistan'a, üçünü Tibet’e, beşini R us­
ya'ya v.s. yerlere serpiştirirler. Bu çocuklar o mem leket­
lerdeki sefaret veya konsolosluklara tevdi edilirler.
Bilumum Ingiliz sefaret ve konsolosluklarında m is­
yon cemiyetinin mükemmel tâlim atı vardır, işte bu ta-
limâta göre çocuklar büyütülür, okutulur, öğretilir ve ye­
tiştirilirler. 'Ben ve arkadaşım Herbert on yaşında iken
Misyon cemiyeti tarafından İstanbula' gönderilmiş idik.
Doğruca seförethânemize gittik. Sefir beni sefaret k a v -
vası, Cihangir'de sakin Ati Ağaya teslim etti ve şu tenbi-
hatta bulundu: «Ali Ağa, bu çocuğun ismi İbrahim 'dir ve
senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık ola­
rak sana on lira (20) vereceğiz. Bu para ile çocuğu ma-

Ü8) Halid b. Bennck baklanda bilgi için bk. İbnul-Estr, el-KSmiI


ITL-tanh, Beyrut, 1965, V, 13B, 363,386,397, vd; VI, 8,15,16; IslfimAn-
âldopcdisi, BernekSler maddesi.
0.9) Nubi kuzey-doğu Arrika'da, Asuan (Mısır) ile H rtum (Su­
dan) arasındaki bolge.
(20) O zamanld on Urayt şimdiki kurlara güre hesap edecek oluı^
sal^ yOz bini çek aşar.

22
hailenizin m ektebinde okutacaksın. Ve tıpkı kendi so­
yundan olmuş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydi­
receksin, adetiniz nasılsa öyle terbiye eyİiyeceksin. Ayda
bir kerre geceleyin sefarethâneye getirip bana göstere­
ceksin!» dedi. Kavvas Ali Ağa da kolumdan tutarak beni
hanesine götürdü ve zevcesi Gülsüm Hanıma teslim ede­
rek: «İşte sana evlât getirdim, bunu büyüteceksin» dedi.
Don, gömlek ve entari yaptılar ve giydirdiler ve güzelce
yapılmış iki takunya alarak ayağıma geçirdiler ve bir
gün elime on paralık kâğıt helvası sıkıştararak mahalle
çocukları a rasın a salıverdiler. Bir kaç ay kadar sıkıntı
çektim; Türkçe bilmediğim için kimse bana ehemmiyet
vermiyor ve dilsiz diyorlardı. Beni mezeliyorlardı(?); ev­
de daima Türkçe görüşüldüğü gibi, devam ettiğim dille
konuşan olmadığından yavaş yavaş kulak dolgunluğuy­
la Türkçeyi öğrenmeye başladım. Akşam üzeri evimizin
önüne toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir
sene sonra çocukların elebaşısı olmuştum. Mektepte de
Hoca Efendi teveccüh göstermeye başladı. Sesim iyi ve
gür olduğundan Amme cüzünü güzelce okuyordum, hat­
ta ezberledim. Derslerimde ileri gittim. Yalnız bir parça
yaram azca idim. Akranıma nisbeten param fazla oldu­
ğundan ku ru yemiş ve kırmızı şeker alıp cebime koyar­
dım, tam arkadaşlarım dan birişi K uran okumaya başla­
dı mı, bir meyve veya şeker ağzıma a ta r ve şapur şupur
yerdim. K u ran okuyan çocuk da yutkunm aktan okuya­
mazdı. Bunu gören Hoca Efendi de elindeki sınğı başıma
indirm ek isterdi; o esnada yanlarım dan birine süratle
yatar ve sın k darbesini bitişiğimdeki oturan arkadaşıma
peşkeş çekerdim. Hoca Efendi güzel sözlü bir zat idi Hiç
hatırım dan çıkmaz bir kere şu beyti okuyarak beni sınk
dayağına çekti.
O k ad ar yer, okadar yer, okadar yer ki yemiş
Boğulur K ur'an okurken bu bizim hayvan ibiş
Hocamdan arasıra iltifat da görür idim; h atta defa-

23
atla hakkımda talebeye karşı «Ulan tembeller, içinizde
şu san yılan kadar çalışanınız yoktur» gibi taltifkârâne
sözler kullanırdı. El-hâsıl, bu şekilde ibtidai ve Rüşdi
derslerini gördükten sonra B e y a z ıt C am ii ş e r if in d e
Müderris Palabıyık Ali Efendi'nin ders halkasına dahil
oldum. Cübbem, pabuçlanm, sangım pek hoş ve m unta­
zam ve temiz idi. Yolda tesadüf edenlerin hiç biri bir ker-
re olsun bana yobaz demedi. Daima çelebi çocuk derler­
di. Teşbihim elimde, kitabım koltuğumda, evden m edre­
seye ve camii şerife ve dershâneden eve gider ve gelir;
geceleri derslerime çalışır idim. Küçücük ve s a n sakalı­
mı taramak için şimşir tarağım ve pak dişlerim için k ü ­
çük misvağım cebimden ve divitim belimden eksik değil­
di. Validem Gülsüm Hanım beni yatınncaya k a d a r uyu­
maz ve daima zihin açıklığı için dua eder idi. Ali Ağa'nın
çocuğu olmadığından ben Gülsüm Hanım 'm öz evlâdı da­
ha doğrusu gözünün nuru idim. S arf, N a h iv ,’A v âm il,
Kâfiye, M antık, T asavvurât, T a sd ik â t, K e lâ m , F ı­
kıh, Tefsir ve ilâ ahire gibi bir çok kitapları sırasiyle
okudum ve öğrendim. A rk a d a şla rım d a n o k u y a n la r
pek çok idi, fakat öğrenenler b ir k a ç k iş id e n ib a r e t
idî. Fransızca öğrenme hevesine düştüm . B ir m üddet
aradıktan sonra Dellâl oğlu Dikrân Efendi ism inde bir
Ermeni buldum. Büzat iyi Türkçe ve Fransızca biliyor­
du.
Bu zatın, evine gitmeye ve ders alm ağa başladım .
Ders verişi okadar mükemmel idi ki az bir zam an zarfın­
da Fransızca konuşmağa da muvaffak oldum. A rapça
dersinde arkadaşların içinde birinci idim. Hocam'a öyle
suâller yöneltiyordum ki bazen kendisini bile düşündü­
rüyordum. Sonunda işmime bir de Zeki'lik ilâvesiyle ça-
lışmalanm takdir edildi. Ve bu isim ile ödüllendirildim.
Câmi'dersini ikmâl ederek icazet aldım yâni S ü n n î b i r
m üderris oldum . Yaşım da otuzu buldu D ersaadet'e
(yâni İstanbul'a) gelişimden icazet alıncaya kadar h e r ay

24
bir kerre geceley in sefârethâneye gider ve sefirin iltifa­
tın a m azhar olurdum. İngilizce, Fransızca, Türkçe ve
Arapça okur-yazar olduğumdan Bab-ı Alî'ye devama
başladım. Hariciye Nezâreti tercüme kalemine me'mûr
edildim; maaşım 500 kuruş oldu. Bir gün İngiltere Sefiri
Sadrazam Reşid Paşa'yı ziyarete gelir. Söz arasında, «se­
faret kavvası Ali Ağa'nın mahdumu İbrahim Zeki Efen-
di'nin 5000 kuruş m aaşla Bâb-ı Ali'ye çirâğ buyuruldu-
ğunu tebşir ettiler memnûn oldum, teşekkür ederim»
der. Sadrazam Paşa da, «tercüme odasına bir kaç kâtip
alm ışlar hangisi olduğunu bilemiyorum, çağıralım da bir
kerre görelim» buyurur. Beni huzurlanna çıkardılar.
Reşid Paşa iltifat etti ve o günden itibaren siyâsi ve harici
şlerde beni çalıştırdı. İngiltere sefârethâneye ben gönde­
rilir idim. Az zaman zaifinda maaşım 2000 kuruş oldu ve
Hariciye'de tercüme odası baş halifesi oldum. Misyon Ce­
miyetinden gelen bir emir üzerine Londra'ya dönüşüm
lâzım geldiğinden, sakal ve bıyıklarımı traş ettirdikten
ve o güne kad ar giydiğim elbilerimi çıkararak bir Avru­
palI kıyafetine girip başıma bir silindir şapka geçirdik­
ten sonra değerli arkadaşlanm a vedâ ederek İngiltere'ye
döndüm. Yeni şeklim tabii beni tanıyanları hayrete dü­
şürdü.
Misyon Cemiyetinden Herbert'e tevdi edilen vazife
Bektaşî tarikatını öğrenmek olduğundan benim gibi ye­
tiştirildikten, yani S ü n n iliğ i, Dört Mezhebe ait bilgileri
öğrendikten sonra Konya'ya gönderildi. Herbert,lngiliz-
liğe taban tabana zıd olarak güzel sözlü, şen ve kurnaz
idi. Rind meşrebliği sever akşamcılığa bayılır, dünyalığa
ehemmiyet vermez, kimse aleyhinde ağzını açmaz, her
şeyi «Eyvallah» diyerek hoş görür bir adam olduğundan
tab'an Bektaşi idi. Şiire meraklı olan Herbert, Türkçe,
Arapça ve Farsça bir çok kasideler mersiyeler, medhiye-
1er ezberine alm ış idi. Sırası düştükçe onlardan birini
okurdu.

25
Mr. Herbert'in Müslümanca ismi M uhammed Ali
idi. Muhammed Ali her akşam kahvahâne ve bozahâne-
lere devam et6i. Orada rastladığı adamlarla dost oldu.
Çünkü Türkiye'deki meyhanelerden bir iki kadeh rakı
yuvarladıktan sonra insan önüne gelenle dost olur. Her-
bert hemen her gece dostanna ikrâmda bulundu ve bu
yolda bir şok paralar sarf etti. Başlar bir miktar döndük­
ten sonra Herbert bütün maharet ve dirayetini ortaya
koyarak hâzırûnun «corde vibrante»lanna, can alacak
noktalarına temas eden sözleri sarhna başlar ve akabin­
de bir iki mersiye okurdu. Herbert'in her hali dostlarının
sevgisini çeker ve kalplerini kazanırdı. Erenlerden biri
«Adına kurban olayım Muhammed Ali, im ânım , sen
tab'an canlardansın ham ervahlar arasında yerin yoktur
noksanın nasîb almamakhğındır haydi Pir evine gide­
lim, o merasimi de yapalım, «olsun bitsin» dedi; oradaki­
ler bu teklih alkışladı. Herbert, yâni Muhammed Ali de
«hay hay gidelim canıma m innettir ehl-i beyte, âl-i
'abâ'ya canım feda» dedi. İki üç gün zarfında usûlden
olan nevaleler düzüldü ve hediyeler hazırlandı. M angır­
lar istif edilerek Pir evine gidildi. Ayinler icra olundu.
Herbert yahud Muhamed Ali Tarikât-ı Bektaşiye'ye in-
tisâb etti. Sonraları tarikatta Halife derecesine k ad ar
çıktı. Herbert burada idi; hatta geminiz Fulmos’a geldiği
zaman sizi ziyarete beraberce gelmiş idik. Bir hafta önce
icabettiği için Londra'ya gitti. Onun ile inşallah Lond­
ra'da görüşürüz, tşte böylece misyoner yetiştirilir. H in­
distan'da, Çin'de, Belucistan'da h atta o çetin Afganis­
tan'da, Afrika, Amerika, Avustralya'da ve bu kıt'alarm
en ücra köşelerinde adalarda, hülasa dünyanın her nok­
tasında bulunmuş bizim gibi yetiştirilmiş ve oralardaki
mezhepleri, örf ve adetin, akaidin âlimi ve şâhidi olmuş
bir çok zatın biraraya gelmesiyle husule gelmiş cemiyete
Misyon cemiyeti denir. Bu cemiyetin zâhiri vazifesi Pro-
testanhğı neşr ve ta'mim etmek gizli görevleri ise İngiliz

26
siyaset ve menfaatim tem'min için keşfîyatta ve teşvikâ-
tta bulunm aktır.
Mustafa Efendi iyi bilki ne bir insan, ne de bir hükü­
met hâl ve şanını tanımadığı bir arazide, ahlâk ve 'adâtı-
nı bilmediği bir halk ve kabile arasında uzun müddet ka­
lamaz. Çünkü tarihen sâbittir ki, körü körüne istilâ edi­
len yerlerde çok durulmaz. İngiltere elindeki yerleri pek
güzel bildiği gibi istilâ eyliyeceği kıtaları evvelce tedkik-
le öğrenir. Ondan sonra siyasi vasıtalarla işini hazırlar;
bir gün de ansızın orayı istilâ eyler ve o kıt'aya girdiği za­
man bir ecnebi evine değil kendi hânesine giriyor gibi gi­
rer. Sizin bilmeniz lâzım gelir ki Hz. Muhammed (s.a.v.)
de civar kabâil ve hüküm etleri araştırm adan katiyyen
geri kalm am ıştır. Misâl olarak derim ki: keşif için gerek
Hudeybiye m üzâkeresinin (21) devam ettiği on gün zar­
fında Mekke'ye ve gerekse Bedir vakasından (22) evvel
Şâm 'a adam lar gönderm iştir. F akat îngilizler faydalı
şeyleri asla unutup ihmâl etmezler ve ayınm yapmaksı­
zın gelip geçen büyük adam lann tavsiyelerine uyarlar,
îngilizler soğuk kanlıdırlar, hareketleri de yavaştır.
Kendilerinden gayrisini beğenmezler; fakat her işte ev­
velce uzun uzadıya düşünülm üş bir program dahilinde

(21) Hicrf 6. senenin Zilkade ayında Hz. peygamber (s.a.v.)ya-


nında 700 sahabisi olduğu halde, savoşa niycili olmadan, sadece Umre
yapmak üzere Mekke'ye hareket etti. Aslında bu siyâsi bir laktikti.
Zirâ Rcsülullah (s.a.v.), kendileriyle savaş halinde oldukları Mekkeli-
İcrin, umre yapılmasına kolayca izin vermiycccklcrini biliyordu. Ama
buna rağmen, Mekkelilere Müsldmanlann gücünü gttstermck isliyor­
du. Nitekim sonuç o şekilde oldu. Kureyş, Müslümanlann umre yap­
malarına izin vermedi. Ancak, Mekke varoşlanna kadar gelmiş olan ve
hor an yok etmeye çalıştıkları Müslümanlara savaş açmaya da cesaret
edemediler. Yapılan görüşmelerden sonra Müslümanlarla Mekke şe­
hir devleti arasında Hudeybiye antlaşması yapıldı.
(22) Bedir vak'ası, Hicrî H. sonenin Ramazan ayında Medine'ye
yakın. Bedir denen bir mevkide, îslâm ordusu ile Mekkeli müşrik ordu­
su arasında yapılan savaşın adıdır. Islâm'da yapılan ilk büyük savaş ve
büyü zaferdir. 300 kişilik Islâm ordusu, 1000 kişilik kâfir ordusunu
mağlub etmiştir.

27
hareket, ederler amma muvaffak olurlarveya olamazlar
ona bir şey diyemem. Emin ol ki yüz sene sonra yapılacak
bir işin tertibâtı bugünden düşünülmüş hazırlanm ıştır.
Bu gibi hizmetlerde Misyon Cemiyetinin pek çok gayreti
mesbûk olur. (23) dedi.
Mustafa Efendi macerasını anlatmaya şöyle devam
ediyor: «Bu hikâyeyi dinlerken içimden tngilizlere o ka­
dar bahriyeli küfürleri atıyorudum ki ekserisinin yakası
açılmamıştı. Biz uykuda iken İngilizler bezlerini doku­
yorlar, biz ise uyandığınız zaman o bezlerin pazara çıka­
rıldığını görüyoruz. Günün birinde bütün m asraflar Mr.
John'a ait olmak üzere Londra'ya gittik ve gayet m utan­
tan bir otele nazil olduk. Mr. John'ım oğlu Em est de bera­
ber idi. Bu zeki çocuk yanımdan ayrılmaz ikide birde,
«Mustafa Efendi, babam sizi çok seviyor ne olur Protes­
tan olsan da Allah'ın lütfuna, mükâfatına mazhar olsan,
dünyada Protestanlık kadar kolay bir din yoktur» der idi.
Ben de Protestanlığın ne olduğunu öğrenmeden nasıl din
değiştiririm bir kerre tahkik edeyim, öğreneyim doğru­
luğuna aklım ererse olurum derdim. Mr. John misyoner
dairesine gitti ve başkanlanyla görüştü Otele geri dün­
dü. akşam üzeri Misyoner Cemiyeti Reisi ve evvelce ismi­
ni zikr ettiğimiz Herbert ve diğer bir zat ziyaretimize gel­
diler. Üçüncü zat Misyon Cemiyetinin F ra n m a s o n şu­
besinin müdürü imiş. Bunlar bizi ertesi gün için Misyon
Cemiyetinin resmi dairesine davet ettiler. Daireyi ziya­
retten sonra akşam üzeri Misyon Reisinin hânesine gi­
deceğimizi ve akşam emeğini orada yiyeceğimizi an la­
dım. Reisle Franm ason şubesi müdürü gittiler. H er­
bert ve Mr, John yanımda kaldılar (24).
İngiltere'ye giden m ü slü m a n la r h e m e n e ld e
edilmeye çalışılıyor.
Müslümanların Ingiltere'de nasıl kandırılm aya ça-

(23) AKmcd Hamdı, a.g.c. s. 19-27.


(24) Ay.cs. s. 28.

28
lışıldığı hakkında yeni bulduğumuz bir yazmada (25) da
şunları okuyoruz:
«İşbu misyonerlerden Mister Nebit ile lakve, yâni
Let Hause (26) nâmında iki zat Doik Port ve Playmouth'a
devama başlayıp, Protestanlığa teşvik etmek üzere, rast-
geldiklerini ve gözlerine kestirdikleri subay ve erleri ar­
kadaşlığa ve adı geçen yerde ihtiyaçları için satın alacak­
ları eşyayı göstermek ve pazarlığını kolaylaştırmak için
vasıta olmağa ve güzel gazinolara götürüp ikrâm etmeye
başladılar. A rtık asker, kendi aralarında, bunların ken­
dileri hakkında olan ikrâmlanm ve yardımlarını ve fasih
Türkçe bildiklerini birbirlerine uzun uzadıya anlatmaya
başladılar. Ve âdeta askere b ir hâl geldi ki, çarşıya çık­
tıklarında ihtiyaçlarım elde etmek için bunları köşe-bu-
cak behem ehâl aram aya koyuldular» (27).
M isyonerler bu şekilde arkadaşlık temin et­
tikten sonra, kazanmak istediklerini seçip yeme­
ğe davet ederler. Mustafa Bey bu konuda da şunla-
n yazıyor:
«...bizi en evvel Mr. Nebit karşıladı. Bir hayli iltifât
ve m usahabetten sonra, işimi bitirip yanımda olan as­
kerleri gemiye gönderinceye kadar yanımdan ayrılmadı
ve bendenize kemâl derecede izhân memnuniyet ederek
(25) Sözkonusu yazma, Erzurum AlaUlrk Ünivcrsilcsi Mcrkoz
Kıülüphnncsi, Scyfcltin Özcgc bölümündo, K. 18669 numarada olup,
188 sahifcdcn ibarcUir.
Bir dekor halinde olan yazmanın kapağında mustansihin ;u iba-
ro.si mevcuttur:
«tşbu deker Bahriye kaimmakamlanndon merhûm Muatafa
Bey in sergOzeşti esnaamda kendi yozısiylc yazıp, muahheren metrû-
kâtı mcydnında zuhûr eden dckcrlcrdcn aynen istinsah edilmiştir. Ey­
lül, 1323.».
Bu kitabın yazılmasına sebep olan hadiselerin, hicri 1274 sene­
sinde cereyan ettiğin, yine yazmanın kapoğında bulunan «lirih-i
v ak a, 1274 scnc-i hicri» ibSresindcn anlıyoruz.
(26) Let Hause'un, meşhur lügntpı Redhause olma ihlimtli kuv­
vetle muhtemel. Zira ileride göreceğimiz gibi, adı go(cn zat, bir Osman­
lIca lügSt hazırlamıştır.
(27) Yazma, a. 2-3.

29
«dinner» yâni akşam yemeğine evlerinde yememi tektlif
ederek ve o sırada Lakve dahi yetişip kemâl-ı nezâketle
kabul etmemi teklif ve rica eylediklerinden, muvafakat-
la evlerine azimet eyledim» (28).
Misyonerler önce esas gayelerini gizliyor, akadaşlı-
ğı daha samimi bir hâle getirmek ipin, elde etmeye pahş-
tıklan kimseler ve milletlerine karşı olan İngiliz hayran­
lığını (!) aşılıyorlar. Sergüaeşt'te şunları okuyoruz:
«...yemek için evlerine gittimse de, Protestanlığa
dair hiç bir konuşma cereyan etmeyip, o gün yalnız ye­
mek ve ikrâm ile Ingilizlerin hakkımızda olan teveccüh­
lerini ve Türkleri pek çok sevmekte olduklarından bah­
sedildi. Yemekten sonra bir kaç saat istirahattan sonra,
geceki tiyatroya davet ederek birinci mevkiye m uhsus
bir adet dahi bilet de takdim edilmiş ise de, geceleri dışa­
rıya çıkmak için subaylara müsaade olunmadığı için
mezkûr bileti iade eyledim. Bu hususa son derece taac-
cub ederek, «bizim, değl subaylar, askerlerimiz dahi nö­
betçi olmayanlardan her İdm izin taleb ederse m üsaade
olunur. Zira bizim memleketimizde eğlencelerin cümlesi
gecelere hasrolunmuştur. Hususiyle şimdi kış mevsimi­
dir» deyince, «artık bu hususta beni m azur tutunuz. İn ­
şallah gündüzleri görüşürüz» cevabıyla vedahşıp çıktım»
(29).
Misyonerler gayelerini tahakkuk ettirm ek için,
Türk Sefaretine dahi tesir yapabiliyorlar. Bu konuda da
şunları okuyoruz:
«... buna ne dersinizîtki gün geçmeden süvarimize
sefaretten bir telgraf gelip, «asker ve subaylardan, nö­
betçi olmayanlara gece niçin dışarıda gezmeye m üsaade
etmiyorsunuz? Bunlar, nâmus-ı askerî dairesinde cam­
baz oyunlarına etsinler». Bu telgraf nâme üzerine artık
her gece arzu edenlere müsaade olunmaya başladı; ve bi-
(28) Yazma, a. 4.
(29) Yazma, 9.4.

30
zim Mr. Nebit hazretleri artık her gece kendince arzu ey­
lediği kimseleri iskele caddesinde karşılayıp istediği ma­
halle götürmeye başladı» (30).
Misyonerler, daha küçük yaşlarda iken, İslâm dün­
yasına gönderilir, ve Müslüman din ve adetleri öğretile­
rek, m üslüm anlann nasıl sömürülecekleri; veya en azın­
dan nasıl H nristiy an laştın lacak lan öğretilir. Mustafa
Bey, bu konuyu da hatıratında şöyle dile getiriyor:
«...İşbu Mr. Nebit ile bir akşam evine gidip musaha-
bet üzere iken, bunun İslâmî ilimlere olan vukufıyeti ve
lisanındaki fesahati ile konuşması merakımı mucip ola­
rak, bu k ad ar kemâle seyahat ile mi, yoksa tahsil ile mi
m uvaffak olduklannı sual eyledim. İfâdesini de şöyle
beyân eyledi: Kendisi Londra'nın Misyoner cemiyetinin
Şark dilleri Profesörü Mösyö Harlet'ın mahdumu olup,
kendi akâid-i diniyyeleri tedris zamanının haricinde bu­
na tekellüme m edâr olacak cümleler okutup yadırdıktan
sonra, bunlarda görmüş oldukları zekâ ve iktidarı cemi­
yetlerince tak d ir ederek, bunu on üç yaşında çocuk oldu
ğu halde, 1834 milâdî yılında İstanbul İngiltere Sefaret­
h an esin e gönderdiler. B urada, Sefarethâneye devam
eden T ü rk k âtip lerin in m azereti altında okumak ve
Türkçe konuşm ayı ilerletmek için ismini Tahsin tesmiye
edip Sefarethâne kavvaslanndan Hüseyin Ağa'ya evlad-
I mânevi suretiyle teslim edilerek ve bir hayli talimât ve­
rile re k evine gönderdiler. Bu minvâl üzere Tahsin
nâm ın d ak i küçük misyoner, Hüseyin Ağa'nın Topha­
ne'de K arabaş mahallesindeki evine, iki sene kadar gün­
düzleri Sefarethâneye ve geceleride Hüseyin Ağanın evi­
ne devam eder. Ve mahalle çocuklanyla beraber oyun ve
arkadaşlık ile sair çocuklarında fark olunmaz denecek li­
sanını tem izledikten ve okuyup yazmayı tahsil ettikten
sonra H üseyin ağa vasıtasiyle Fatih Dersiamlarından
Hopa’lı Ö m er efendi'ye çömezlik etmek ve kendisi gelip
alm adıktan sonra eve dahi m üsaade olunmaması için
(30) Yazma, a. 5.

31
tenbihât-ı ekîdeile teslim olunup, bunun yeme vs. si için
dahi aylık beş lira verileceğini adı geçen Efendi'ye söyle­
diği anda, Hocanın etekleri tutuşup, değil çömezlik, hoca
çocuğa çömezlik edercesine dört sene ihtim am eder»
(31).
Türkçe ve arapçzadan sonra da misyonerlere F ars­
ça öğretiliyor. Bu konuda da Mustafa Bey'in H atıraların­
dan şu satırları okuyoruz.
«...Adı geçen Tahsin Efendi, okuduğu derslerde o
derecede mâlumât sahibi olmuştu ki, ders halkalarında­
ki talebe arkadaştan bunun sualine aciz kaldıkları gibi,
Hocası Ömer Efendi dahi, bunun kemâline ve tahsilâtın-
da olan maharetine hayran olurdu. Mumaileyh Tahsin
Efendi, câmi derine geldikte, derin gayn zam anında bir
miktar Mesnevi görmek üzere, Sultan Selim civarında
vâki Mesnevihâneye devam eylemesi için hocasından
müsaade istihsâl ederek, kabulü için dahi aracılığını
niyaz edip, o dahi bunu götürüp Mesnevihânedeki Zeki
Efendi'ye kabul ettirip, derse devam ile, değil M esnevi,
Farisinin her bir künhünû ve bazı İran ulemâsı, m um ai­
leyh Zeki Efendi'ye gelir, Tahsin Efendiyle muhasebeye
tutuşup Arapçada olan kuvveti ve dini meselelere olan
vukûfii hasebiyle bunlan pabuçsuz kaçırırmış...» (32),
Misyoner Tahsin o derecede yetişiyon ki, Şeyhü­
lislâmlık bile ona layık görülüyor. Nitekim medreseyi b i­
tirdikten sonra İngiliz Sefaretinde çalışmak isteyince,
hocası Ömer Efendi ona şöyle diyor;
...«Ulemamız meyânında sen mümtazsın. Niçin gi­
dip gavura hizmet edeceksin, ve Daire-i M eşihatça (Şey­
hülislâmlık Makamı) dahi ismin malumdur. Değil on beş
lira yakında ya Kadiasker veya Fetva Emini olmaklığı­
nız kuvvetle me'mûldur. Bu işten vazgeçmenizi sizden
temenni ederem.» (33).Hocalar, tn ^ liz Sefâretine götü­
rülüp, oradan Ş^hülislâm 'a te'sir ediliyor. Bu konuda
da yazarımız şunları diyor:
(31) Yazma, s. 6.
(32) Yazma, s. 7.
(33) Y azm a.a.ll.

32
«... hocalarını iknâ ve razı ederek İstanbul'da bu­
lundukça hocalarını unutm ayacağını ve sefir hazretleri­
ne dahi tavsiye eylediğini beyân ederek, götürüp sefir
hazretleriyle görüştürdükte, sefir, hoca efendiye kemâl
derecede h ü rm et edip elli Ingpliz lirası dahi atiyye ver­
dikten sonra!» T eşekkür ederim hoca efendi, sefâreth-
ânemiz bendegânından H üseyin Kavvas'ın mahdumu
Tahsin Efendinin tahsiline büyük him m et eylediniz. Ya­
rın inşallah Şeyhülislâm Efendi hazretleriyle görüşüp,
z a tın ız ı h e m ta v s iy e v e h e m d e n e y o ld a ta ltif eyle­
m e le ri lâ z ım ise ifâ b u y u rsu n la r» diyerek muazzezen
Hoca Ömer Efendi ile vedâ eder Rlvaki e r^ si günü Şey­
hülislâm Efendi h u zu ru n a celb ile ve bir hayli iltifattan
sonra, hem rüûs ile hem de fetva emini muavinliği ile tal­
tif eder» (34).
Yetişen m isyonerler, faaliyetlerde bulunm ak üze­
re, İslâm dikerlerine gönderiliyor. Hocasını ziyarete gi­
den Misyoner tah sin ona şöyle söyler:
«Efendim, iktidarım Londra'ya kadar aksetmiş ve
Hindistan'da olan İslam ahalisinin kesreti hasebiyle ora­
nın vali divan efendiliğine elli lira maaşla tayin olun­
dum; ve gelecek h afta Trabzon tarîkiyle azimet edece­
ğim. Artık orada muhabere ederiz» diyerek vedâ edip fer­
dası h afta H indistan'a azim et eyledi» (35).
Yazarım ız M ustafa Bey, misyoner Let Hause, yâni
Hayri Bey h akkında da şunları yazıyoru.
«...Bu dahi, milâdî 1843 yılında İngiliz Sefarethane­
si Türkçe kâtiplerinden Ferhad Efendi'ye evlad-ı manevi
suretiyle teslim olunup, ismini Hayri tesmiye eylemişler.
Bu defa on üç, on d ört yaşlarında olduğu halde, Aksa­
ray'daki hanesine götürüp,uzun zaman ora mahalle ço­
cuklarıyla düşe k a lk a ve m ahdum uyla mektebe devam

t34) Yazm a, s. 12.


(35) Yazm a, s. 13.

33
ederek, on beş ay bu minval üzere devamdan sonra, lisa­
nında ecnebi olduğuna dair asla eser kalmayıp, îslâm ço­
cuklarından ayırt edilmez derecede fesahat-ı lisaniyyeye
kemâliyle vukufiyet peyda ve istihsâl-ı m a'lûm at eyle­
dikten sonra, Cerrahpaşa Medresesinde on-onbeş ta le ­
beye ders vermekle meşgul Amasyalı Hafız Kadri Efen-
di'den geceleri «İzhâr» dan bir ders alm ağa m übaşeret
ederek bir hayli dersini ilerlettikten sonra, m ünferiden
Ayasofya dersiamlanndan Hacı Zihni Efendi'nin küşâd
etmiş olduğu derse devam etmeye başlamıştır.» (36).

Sadrazam Mustafa Reşit Paşa yardımcı olu­


yor

Başka misyonerlere de olduğu gibi, îngilizlere olan


yakıniğı hasebiyle Mustafa Reşit paşa misyoner Hay-
Tİ'ye de iltifat etmiş, ve onu 1200 kuruş m aaşla S a d a ­
retin (Başbakanlığın) en kilit noktalarından biri olan
tercüme kalemine tayin ettirm iştir (37). Üç sene sonra
da, maaşı 4700 kumşa çıkarılmıştır.
Misyoner Hayri Bey, bu konuda o k adar mesafe ka-
teder ki, daha sonra el kitabı haline gelecek olan Lügât-ı
Osmanıyi bile kaleme alıp, bastırır ve yüzbinlerce nü h a
satar (38).
Mustafa Reşit Paşa'nın vefatından sonra, İs ta n ­
bul'da fazla kalamayan Hayri Bey (Lethause), n ih ây et
İngiliz tebaasında olduğunu ilan ederek, Londra'ya dö­
ner. Ne gariptir ki, casus olarak Osmanlı Sadareti'nde
Çalışmış olan bu İngiliz'e, Osmanh m akam larınca h e r­
hangi bir müeyyide uygulanmamıştır. U ygulanam azdı
da... Çünkü onu oraya tayin ettiren. Devletin başı olan
Sadrazam Mustafa Reşit Paşa idi.
(36) Yazma, B . U .
(37) Yazma,s.l8-19.
(38) Yazma, a. 20.

34
Kütüphane nâmı altında İstanbul'da misyo­
ner faaliyet merkezleri kuruluyor.

M isyonerlerin b u faaliyetlerine d a ir de M ustafa


Bey'den şunları okuyoruz:
«İşbu M isyoner Cemiyeti, dünyanın h e r b ir belde­
sinde birer kütü p h an e tesis ve küşad eyledikleri gibi, İs­
tanbul'da dahi bir kütüphane küşadına kıyam edip, İngi­
liz Devletini, Devletimiz ile halisane, yâni suret-i zahir­
de lehinde bulu n d u ğ u z am an lar ki, tarihim izin 265 ve
milâdın 1845-46 senelerinde ve Kati'nin sefirliği ve Reşit
Paşa m erhum un sad areti sırasında, T ahtakale civann-
da Balatacı H anı bitişiğinde büyük bir kütüphane kü şat
etmişler ve bir hayli zam an burada icray-ı m elanet ve bir
çok kimseleri Protestanlığa aldıktan ve cemiyetlerini ço­
ğalttıktan sonra, işbu bin a b u n lara küçük gelip, terk ile.
Fincancı Yokuşunda gayet geniş ve derununda bir de bü­
yük kilise te'sis ile büyük birde k ü tü p h an e küşad eyle­
m işlerdir ki, İstan b u l'd a olan m isyonerler ve protestan-
1ar bu m ahalde toplan ırlar. Şu k a d a r söyleyebilirim ki,
meraklı olan b ir adam b ir pazar sabahı işbu binanın ka­
pısının etrafinda akşam a k ad a r dolaşsın; baksın ki bura­
ya nasıl adam lar devam ediyor. Ol vakit iş tamamiyle an­
laşılır (39).

Arkadaşlık ilerledikten sonra, dinî tekinaât


başlıyor

M ustafa B ey'in ark ad aşı m isyoner Mr. N ebit soh­


betlerinin birbölüm ünde, kendisine şöyle diyor: «Seni
çok seviyorum ve ailem halkı seni pek ziyade seviyor. Bu
hususta verecek olduğum reyimi kabul edip, Cenâb-ı Ru-
hû'l-Kudüs'ün kanıyla seni temizleme işaretini aldık. Bi­
zim dinim izde pek m u h terem b ir z a t olacağınız...» gibi
(39) Y azm a, s. 23-24.

2.<î
buna benzer papaz ağzı bir çok hezeyân ettikten sonra,
«senin gönlünü dahi Hz. Ruhû'l-Kudüs un ruhani eliyle
sıvadı. Ve gönlüne ilhâm bıraktı. Bu da ra'nâ ve m alum u­
nuzdur» deyince ziyadesiyle canım sıkıldı. F ak at red ce­
vabı olarak «Benim gönlümde senin beyan ettiğin şeyler­
den hiç bir eser yok. Hiç bir şey de hissetmedim» dediğim­
de, «öyleyse yarın erkence teşrif buyurunuz ki, size göste­
recek hikmet pek çoktur» deyip, konuşmamıza son vere­
rek, vedâ ettim.»
Ertesi günü mecburen, Mr. Nebit'in evine gittim ,
(burada benim müracaatım beyhude kıyas olunm asın.
Çünkü bunların hal ve niyetlerini ve bu yolda sarfetmek-
te olduklan efkârlarına vakıf olmaklığıma ziyadesiyle
merak eylemekte olduğumdan bunları böylelikle bi'l-
iğfâl Islâm hakkında emel ve efkârlarını keşfe muvaffak
oldum). Şöyle ki: Yukarıya çıktığımda ne göreyim? On
kadar papaz üç kadın benim gelişimi bekliyorlar. «Good
Morning» aşinalığı ile geçip bir sandalye üzerine o tu r­
dum. Arap lisanı profesörü dahi burada mevcut olduğun­
dan, bir-iki kelâm, yalan-yanhş aşinalıktan sonra Mr.
Nebit: «İşte Mustafa Efendi, zatınızı bu zatlar ziyarete
geldiler. Senin için şimdi Cenâb-ı Hakk'a ve Hz. Ruhû'l-
Kudüs'e münacaat edeceğiz. Zaten zatınızda görm ekte
olduğumuz kemâle göre bu kadar külfete hacet yok ise de
beis yok. İşimiz daha kuvvetli olmuş olur», d er demez
bunlann cümlesi kıyam ile diz çöküp sandalyalann h a ­
sırlan üzerine yüzlerini kapayıp,tamam yarım saatte zi­
yade murakebe eyledikten sonra kıyam edip oturdular,
ve bana hitaben; «Nasıl Mustafa Efendi, Cenâb-ı R uhül-
Kudûs mübarek eliyle gönlünü sıvadı mı?»

«Bi'l-bedahe, «hayır, hiç bir şey hissetm edim , ne


olacaktı ki?» der demez, aman efendim, Lady N ebit şeta­
retle bunlara o kadar güldü ki, tarif edemem». (40).
(40) Yazma, a. 26-29.

36
Yine Mustafa Bey’in hatıratında (41), Protestan ya­
pılmak istenen kimselerin Londra'daki Misyoner Mer­
kezine götürüldüklerini ve orada kendilerine nasıl dav-
ranıldığm a dair teferruatlı bilgiler okuyoruz.

T ü r k le r i m u tla k a H ıristiy a n la ştırm a gayre-


ti.

îşin esas ilginç taraflarından bir tanesi de Türklere


özel ehem m iyet verilerek, Türklerin mutlaka Hıristi-
yanlaştınlm asını sağlamak için gösterdikleri gayrettir.
Mr. Nebit adındaki miyoner, yılbaşına tesadüf eden gö­
rüşm elerinde, M ustafa Bey'e şunları söylüyor:
«...Mustafa Efendi, şöyle beyân ederimki, yarın sa­
bah, yâni pazar günü bizim yılbaşıdır. Bu senenin birinci
günü pazara tesadüf eylediğinden bayramımızda bu gü­
nü pek m ukaddes ittihaz eyledik. Onun için Türklerin
İngilizler hakkında göstermekte oldukları muhabbet ve
İngilizlerin Islâm lar dan görmekte oldukları hürm et ve
riayete mukabil, bütün İngiliz kavmi, büyük bir ittihad
ile ve kemâl-ı hulûs ile bu sabah bütün dünya yüzünde ne
kadar Protestan kilisesi varsa, cümlesinde Türklerin hi­
dayet-! İlâhi için ve kudsiyet-i Hz. Mesih'e nailiyetle Pro­
testan olmaları için büyük bir dua etmekliğimizi, dünya
yüzünde ne kadar Protestan kilisesi varsa, cümlesine iki
ay evvel, umumiyetle birer emimeme gönderildi.
Y ann sabah erkence Jam es gelip seni otelden ala­
rak, cemiyetimiz dairesinde olan kiliseye götürecektir,
Kabul buyurup teşrif ediniz ki, orada cümlemiz zatınızı
bekliyeceğiz.» dedi. (Gördünüz mü herifin yediği haltı.)
B urada bir hayli düşündüm. Reddetmek işime elverme­
di. B unların vaki olacak hareketlerini görmeye lüzum
görerek kabul edip veda ederek otele avdet ettim.
D aha şafak vakti olmadan otelci ve bizim Jam es
(41) Yazm a, a. 39-41.

37
oda kapısından isbat-ı vucud eyleyip beni uyandırdılar.
James; «-Aman Mustafa Efendi, pabuk elbisem'.i giyiniz,
zira vakit geçiyor.» deyince ben, «-bir kahve ve s'g ara iç­
meden hareket edemem.»der-demez, otelci hem tn fırla­
yıp bir anda elinde bir tepsi olduğu halde içeri girdi ve
mükemmel sûrette süt, kahve ve peksimet getirip ortaya
koydu.
Cümlemiz birlikte içtik. Otelci dahi beraber olarak
hareket eyledik. Kiliseye geldik; içeriye girerken H ûdâ
hakkı için yüreğim çarpmağa başladı. Hem gönlüm içeri
girmeyi asla istemedi. Fakat nâçâr olarak içeriye girdim
O esnada James; «-Aman Mustafa Efendi, fesini çıkar.»
deyû teklifte bulununca, pederin Mr. Nebit: «-Hayır
Mustafa Efendi, sen onun lakırdısına bakm a, b u y u ru ­
nuz. » deyip beni mihrabın önüne götürüp özel bir mevki
gösterdi. Bir hayli kimseler, kimi İngilizce, kimi Türkçe,
kimi Arapça aşinalık eylediler.
Kilise gayetle büyük ve gayetle müzeyyen olup, işbu
binanın asar-ı atikadan olduğu yek nazarda görünüyor­
du. Ortadoks veya Katolik kiliseleri gibi etraf ve eknaiin-
da hiç resme müteallik birşey olmayıp, yalnız m ihrabtan
ortaya doğru gayet müzeyyen ve müsanna' bir salib (baç)
ve Hz. İsa'nın maslûb (çarmıha gerilmiş) ve m ücessem
şekliyle müşekkel bir salib vaz'olunmuş. Bundan başk a
dinlerine müteallik hiç resim yoktur.
İbadetleri kâmilen armonika ile mevzun kasaid te-
ğannisi ile, sonradan cümlesi murakabeye kapanıp mib-
rabta ayakta dini nasihatlerde bulunan papazı dinlemek
etmek ve bazen dahi orta yere konmuş sahibi kutsam ak­
tan ibarettir. İstavroz çıkarmak hiç adetleri değildir.
Ba'dehu Türklerin Protestan olmaları h a k k ın d a
okunacak duanın matbu' bir nüsha risaleleri tevzi olu­
nup yine armonika başlayarak işbu duayı ses ile mevzun
surette okumaya başladılar. Yalnız bazı beyitlerin n ih a ­
yetlerinde gelen My God (Tanrım) ve Hristos ve T ürk ke-

38
limelerini ve bazılannı anlayabiliyorum.
İşbu dua hitam bulduktan sonra, yine murakabeye
kapanıp sonradan malumum olduğu üzere, cemiyet reisi
olup sakal ve bıyığı m etruş gayet büyük işkembeli, tah­
minen yetmiş yaşlannda bir adam, mihrabda bir kelime
irad edip bir veya birbuçuk dakika sükût edercesine ya-
nm saatten ziyade iradı arası ra nutka devam etti. Bun-
dada «Türk biraderlerimiz» yollu irad eylediği kelimeler
anlaşılıyordu.
İşbu dua ayinleri hitam bulduktan sonra, kiliseden
dışın çıktık ki, tam am saat alafranga onbire gelmiş»
(42).

Mustafa Efendi Misyoner dairesine götürülü­


yor.

«Bir hayli gittiktensonra daireyi mezkureye vasıl


olduk. Yukanya çıktık. Tabi Mr. Nebitbizi önce kendi da­
iresine götürdü. İçeriye girdik; evvela bizi Mr. Hauzyani
Lakve karşıladı. Burası büyük bir salon. Orada mevcut
bulunan talebelerin hepsi ayağa kalktı. Mr. Nebit maka­
ma oturdu, beni dahi yanıbaşında olan sandalyeye aldı.
O turduk. M eğer Lakve talebeye «M olla C am i»den
d e rs veriyormuş. Bizim Jam es dahi halkaya dahil olup,
bizim İslâm usulü üzere diz çöküp oturdular. Tahminen
bu talebeler kırkı mütecaviz idi. Bunlann tahsilleri hem
Türkçe'yi hem de Arapça'yı tahsil etmek olduğundan,
bunlara Lakve Türkçe tak rir edip İngilizce tarif
eder.
H er talebenin yanıbaşında kendisine mahsus birer
«dictionary» (lügât) olduğundan talebe aldıkları takriri
kaydederlerdi. M r. Nebit dahi bunlara dersin ahkâmın­
dan Arapça b ir hayli ibare okuyup Türkçe ta rif ve bazı
yerlerde İngilizce tarifat ile yollan nı beyan eyledi.
(42) Y azm a, s. 51-56.

39
Artık bendeki korkunun derecesini sorunuz. Vu
. kalkıpta bana bir mesele sual edilse, orada halim ne ola­
caktı. Bereket versin ki, meseleye dair benden birşey sor­
madılar. Nihayet ders hitâm buldu. Talebe müzâkere
odalannagirdiler. Mr. Nebitbeni kolumdan tutup k en ­
dine mahsus olan odasına götürdü. Lakve dahi birlikte
olduğu halde odaya girdik. O anda Mr. Hauz dahi geldi,
işbu odanın derunu camlı dolab ile çevrili olup içerisini
tekmilen İslâm akâid-i diniyyesine de rive ekserisi yaz­
ma ve cildlerinin üzeri İslâm mücellitlerince cildlenmiş,
gayet mâhirâne yapılmış ve som yaldız ile tezyin olun­
muş. Bunların cümlesini bana gösterip, devr-i Ab­
basi'den bu ana kadar Asya Kıtası ile Buhara ve Acem ve
Hind ve Endülüs Kıtalannda zuhûra gelen ulemay-ı uza­
mımız efendilerimiz hazerâtının telif eylemiş oldukları
asâr-ı mukaddeseden olup bunların her birerlerini isim­
leriyle beyân eylediler. Fakat bunlann isimlerini hatırda
tutmak mümkün olur mu? Hususiyle ömrüm içinde isim­
lerini hiç işitmediğim ve görmediğim kitablar. Lâkin he­
riflerde bunları cümlesini okuyup manasını anlam aya
iktidar var. Hem de nasıl mükemmel sürette iktdar var?
Mütahayyir kaldım. Burada bir suale lüzum görüldü. «-
Bu kadar kütüb-ü âtikanın cem'ine nasıl muvaffak oldu­
nuz?» cevaben: «-Yukarı çıkalım da asıl cemiyetimiz k ü ­
tüphanesine gidelim Orasını görünüzde sonra da bunla­
nn cümlesinin icmâlen tarifatını size beyân edeyim.»
Cümlemiz kıyam ile yukan çıktık. Kütübhaneye girdik.
İşbu kütüphanenin üzeri uzun şekilde bir kubbe olup, içi
uzun ve geniş bir mahal olup, bütün duvarlan camlı do­
laplar ve içerileri istif ile kitap dolu. Kapısından salonun
sonuna uzanlamasına geniş bir trebaza uzatılmış ve üze­
rine bükme ve örselenmeye gelmez terşe ve ceylan derisi
özerine yazılmış bir hayli kitap eski el-yazması eserler
istif olunmuş. Bunlarla beraber Hz Isâ'dan sonra havari­
ler ile bunlann halifeleri olan Hiristiyan alimlerinin Hz.

40
Mesih'i salib üzerine ne suretle salbeylentıişler ve nasıl it­
laf eylemiş olduklarını gösterir büyüklü-küçüklü ve
üzerleri cam fanus ile örtülü 100 u aşkın salib vardı.
Dört tarafa sıralanmış olan dolapların herbiri ise
dünya yüzünde ne kadar kavim ve kabail ile edyân varsa,
cümlesinin kitapları ile dolu ve ayn ayn tertib edilmiş ve
kütüphanenin m ihrab cihetinde, kütüb-ü Islâmiyyeye
mahsus olan dolabı açıp içinde küçüklü büyüklü 2000 ka­
d ar kitap mevcut. B u n la r a ra sın d a Hz. Osm an (İLA.)
E fen d im iz H a z re tle rin in yazm ış o ld u k ları Kelam-ı
K a d im 'le rd e n b i r k ıt'a s ı m evcut. Çıkanp ziyaret ey­
ledim. Bunlara karşı yüzüme gözüme sürüp, kemâl-i ih­
tiram la muayene eyledim. İşbu Mushafın uzunluğu iki
k an ş ve genişliği bir karıştan ziyadece olup kağıtlan so­
luk, kına renginde ve yazısı keşîdeli sülüs ve harekeden
asla eser yok ise de pek açık okunuyor. Şirazesi ibrişim ile
kuvvetli bendedilmiş ve cildi geyik derisi üzerine ipek
B uhara kum aşı yaptırılmış, sâde, güzel.
Ba’dehu, Hz. Ali Kerremallahu vecheh (R A ) Efen­
dimiz Hazretlerinin kûfî h a t ile yazmış olduklan Kelam-
1 kadimlerden olduğunu bi'l-beyân çıkarıp elime verdi.
Onu dahi kemâl-i ihtiramla ziyaret eyledim. Yazısını as­
la okuyamadım. Fakat kendisi alıp pek güzel okudu, tşbu
Mushaf-ı Şerif, gayet eskimiş olup Taha sûresinin beş sa­
tırından aşağı birbuçuk cüz kadarı noksan imiş. İşbu
K ur’an'ın m uhafazasına gayet itinâ gösterildiğinden,
Mushaf-ı Şerifin ölçüsüne göre yapılmış gayet imtizaçlı
çekmece içerisinde muhafaza olunmaktadır.
Ba'dehu diğer bir kitab daha çıkanp; iş bu kitabın
hacmi oldukça büyük arabiyyüi ibare, bütün Ashâb-ı Ki­
ram Efendilerimizin esmâ-ı şeriflerini câmi' olup her bi-
rilerinin evsaf ve dereceleri açıklanmış. Bunu bırakıp di­
ğer bir kitap daha çıkardı. İşbu kitap oldukça büyük, bu
dahi Arapça yazılı olup Sahib-ü Saadet (S A ^ Efendimiz
H azretlerinin, Hz. Ebu Bekr (RA) ile Mekke-i Mükerre-

41
me'den Medine-i Münevvere'ye hicretlerini ve Medine'de
geçen vekayii ve Mekke-i Mükerremc'nin Fethini ve Hz.
Ebu Bekr (RA) Efendimizin hilâfetinin nihâyetine kadar
olan vekayii mübeyyin olup, Hz. Talha (RA) Efendimiz
tarafından tertib ve tenzim olunmuş olduğunu açıkla­
yan, cildinin üzerine yapıştınimış olan yaftada Arapça
olarak yazılmış olduğu görülmüştür. Kendilerinin riva­
yetleri dahi bu yolda olup sihhatine itimâd ediyorlar.
İşbu dolabın içinde, yalnız Kelam-ı Kadîm (Kur'an)
olarak otuzdan ziyade Mushaf-ı Şerif, diğerleri tefsir-i
şerif ve kütüb-ü diniyyeye dairdir. Bunların içerisinde
tirşe ve ceylan derisi üzerine yazılmış hiç bir eser göre­
medim. Sûrdum,«-Yok.» cevabını verdi.
Burada imtidat edin iki saatlik müddetle bu k ad ar
mûşahadatım vuku bulup, havadahi karamağa başlamış
olduğundan gitmeye karar verip dışarıya çıktık» (43).

Misyoner Mason İlişkileri

Misyonerlerin bir kısmı Franmason idiler (44). H at­


ta yukarıda geçtiği gibi, Londra’daki Protestan Misyoner
cemiyetinin Franmason şubesi bile vardı. Yukandasözû
edilen Kaptan Mustafa Bey, bu şubenin o zaman ki m ü­
dürü Mr. Vovilsteed ile de görüşmüş ve bu konuda şunla­
rı yazmıştır:
«Mr. Vovilsteed ise, Tûr-ı Sinâ yarım adasıyla Ara­
bistan'ı ve Nobi cihetlerini dolaşmış ve Uman ile Hadra-
mavt'da hayli işler görmüş idi. Arapça ve Nobice’yi güzel
konuşur. Vovilsteed o kadar ketum bir adam ki, size is­
mini bile söylemez. (Sözlerinin gayet parlak ve hareketli
olması, zekâsına bir alamettir. O havalinin siyasi, coğ­
rafî ve bibliyografyası hakkında yazdığı eserler, İngilte­
re'de Fevkalade mazhar ve rağbet olmuştur. Vovisteed
(43) Yuma,a.66-73.
(44) Ahmed Handı, a.g.e. s. 28,70.

42
aynı zamanda güzel bir ressamdır» (45).
Yukarıda sözünü ettiğimiz el yazma kitapta da bir
başka misyoner olan James'in, arkadaşı misyoner Mr.
Wayt'm mason olduğunu söylediğini tesbit ediyoruz. Söz
konusu yazmada, Hıristiyanlaştırılmak istenen Musta­
fa Efendi adındaki Osmanh subayı şunları yazmakta­
dır;
«Sabah olur olmaz bizim gayur James geldi. Odaya
girip sobayı yaktı. Sonra da beni uyandırdı. Kalktım;
oturduk. Mr. W ayt üzerine bir hayli sohbet ettik. Free-
Mition (Farmason) Cemiyetini teşkil ve kanunlannı tes­
bit eden bu zat olduğunu ve parlementoda meclisin aza-i
daim isinden bulunduğunu tefhim ve beyan eyledi.»
(46).

Mason-Misyoner Wayt, îstanbul'daki faaliyet­


lerini anlatıyor.

Adıgeçen M ustafa Efendi, Bu konuda da şunlan


yazm aktadır:
«Burada öğlene kadar oturduk; sohbet ettik. Çünkü
hava pek sert ve gayet soğuk olduğundan daireye öğle­
den sonra gitmeye karar verdik. Vakit geldi; kalktık dai­
reye gittik. Mr. W ayt bizi iki kere aratmış. Odasına gir­
dik; çay geldi içtik. M usahabeti sergüzeşte intikal etti­
rip, bidayetten başlayıp şöylece beyan eyledi ki;» -1817
tarihinde onaltı yaşım da idim ki, Türkiye Müslümanla-
n n ı a d â t ve ahlâk-ı milliyeleriyle, ulûm-u diniyyelerini
tahsil için zekâvette birinciliği haiz olmak üzere onbeş
k ad ar efendiye cemiyetimizce lüzum görünerek devam
etm ekte olduğum Oxford Üniversitesinden seçilerek
onüç kadar talebe misyoner dairesine geldik. Bir sene ka­
dar burada papazlık ilmi ile ibâre okuyacak kadar Türk-

(45) Ay. es. s. 29-30.


(46) Adı gefcn yazma, s. 108.

43
(e ve Arapça tahsilden sonra iki profesörün nezareti a l­
tında beş talebe bir profesör ile îskandariye ye, sekiz ta ­
lebe dahi diğer profesör ile Deraliye ye (İstanbul'a) b u ra­
dan azimet eyledik. Ol vakit yeniçeri alemi. Sefarethane­
den bir yere aynimak mümkün mü. Sefirimiz (Sir Willi-
am Adolf) bizim için sefarethanenin haricinde bir daire
tertip edip ve Türk çocukları gibi bize elbise giydirip ve
sûret-i mahsusada bizim için bir Arabi, bir farisî, ve b ir
yazı hocası tedarik ederek hiç İngiliz lisanını konuşm a­
mak ve Türk lisanını tamamiyle konuşmak için seiâreth-
âneye müdavim Türk kâtibleri ve kavaslar ile düşüp
kalkmağa başladık. Yazın dahi kavaslarla birlikte seyir
mahallerine, oyun mahallerine devam ederk Türk çocuk­
larıyla ihtilat edip gezerdik.
Arabi'den N ahve'e, Farisiden G ülistan'a k a d a r
ders gördük. Hele Kur'an-ı belki yirmi kere hatmeyledim
Artık biz başladık hocalanmızla birlikte Fatih, Süleyma-
niye, Ayasofya, Beyazıt Camiilerinde okunan derslere
devam etmeye ve ekseri camilerde abdest alıp cem aatle
namaz kılmaya ve ras geldikçe vaazların takririni dinle­
meye ve bir takım az ders görmüş mollaların galatiannı
ve yanlış takrirlerini anlamaya başladık. Hele abdest ve
namaz şartlarını o kadar güzel öğrendik ki, görüşmekte
olduğumuz ufak-tefek mollaları matederdik.» (47).

Uason-Misyoner Wayt Bektaşi oluyor.

Mr. Wayt bu konudaki macerasını da şöyle a n la tı­


yor
«Bir gün sefir hazretleri seförethânede olan misyo­
nerleri ve bize memur olan profesörleri bir yerde toplaya­
rak talebeleri dahi çağırdılar. Sefir hazretleri bize h ita ­
ben, «-Efendiler, T ^kiye Müslümanlannda dah a vâkıf
olamadığımız birçok dervişlik cemiyetleri vardı ki, bun-
(47)Yazm a,s.lll.

44
lan n d a sülük eylemekte oldukalan hâl ile hareketlerin­
de olan esrarlan n ın bilinmesine cemiyetimizce lüzum
görüldü. Meselâ bir hayli tekkeleri gezdiniz. Zikirleriyle
hareketlerini gördünüz. Fakat bunların içerisinde bir de
T â n k - i N a z e n in nâm ında Bektaşilik cemiyeti vardır
ki, bunlar ayinlerini hiç kimseye göstermeyerek zaviye­
lerinde pek gizli içtima ederek icra ederler. Şimdi sizin
h er birerlerinizi birer tarik at dervişliğine sülük ettirece­
ğiz. F ak at bunda bir kaç sene tahammülün fevkinde
m üşkilâta tesadüf edeceksiniz. Velakin gayret-i milliye-
niz icâbında taham m ül edip vücuda getireceksiniz. Bu
tarik atlara tayininiz için birer kur'a kağıdı yaptık. İşte
şu kâse içinde duruyor. Talihiniz mucibince her birerle-
riniz bu k u r'a kâğıtlarından birer adet alınız. Ve kur'a
kağıtları içerisinde ne isimle yadolunacak isen onu daha
derceylem işler. Aldık; kimi Kadiri, kimi Rufai, kimi
Mevlevi, kimi Sa'di, kimi Nakşi. Benim ile refikim olan
Albert'e; benim ismim Veli, Albert'in ismi Ali olmak üze­
re B ektaşîlik zuhûr eyledi. Kabul etmemek kabil mi.
İsimlerimizi kur'am ız mucibince kaydettiler. Diğer altı
arkadışım ızı evvel be evvel birer medreseye yerleştirip
büyük derslerde bulunm ak için hocaya talebe verdiler.
Bu m eyânda kendiliklerinden birer şeyhe intisâb eyle­
melerini tenbih eylediler. Onlar gitti ben Albert ile sefa­
rethanede kaldım.».

M u s ta fa E fe n d i'y i m a so n la ştırm a k iç in m a­
s o n e lb is e s i g iy d iriliy o r, p a r a veriliy o r.

M ustafa Efendinin sergüzeştinde şunları okuyo­


ruz. (Mr. W ayt, M ustafa Efendi ile konuşuyor);
«Musahabetimizin halavetine dikkat ediniz ki, ak­
şam olmuş haberim iz yok... «-Aman Mustafa Efendi oğ­
lum, akşam daire kapanacak. Kalk gidelim. Bu gece se­
ninle tiyatro alemi icra edelim. Zatınız ile görüşmekliğim

45
gönlüme taze hayat vermiştir. Zira Türkiye'den ayrılalı,
bir Müslümana tesadüf edip gönlümde olan meyi ve m u­
habbet mucibince arkadaşlıktan m ahrum kalm ıştım .
Teşekkür ederim. Buray teşrif ettiniz de görüştük.» Aşa­
ğıya inerek mükemmel surette hazırlanmış olan landona
binerek eve geldik. Mr. Wayt'm damatları centilm enler
de gelmişler; oturduk. Dün geceki ahkâm gibi m ükem ­
mel eheng ile iki saat kadar eğlendik. Sonra yemek yiyip
salona çıktık, kanepenin üzerinde bir hayli çam aşır ve
bir takım elbise mevcut. Mr. Wayt bana hitaben:«- M us­
tafa Efendi, elbise ve çamaşırlarınız geldi. Vakit de geli­
yor. Çoraplannıza varıncaya kadar değişeceksiniz.» Hik­
metini sual eyledim. «-Yanımda bu elbiseden gayrı elbise
ile bulunmanız olamaz» cevabını verip acele ettiğinden
mecburen elbiseleri giymeye başladım Ne göreyim; m a­
sonlara mahsus gönye, pergel ve çekiç alâmet-i farikaları
elbiselerin her bir parçasının yaka ve kol içerilerine
renkli ipek ile işlenmiş. Hele fanile, çamaşır ve freng
gömlekleriyle çorap takımı, boyun bağına kadar kâm ilen
düzine ile büyük bir bavul lebaleb dolu. Her ne ise, lâzım
olanı giydik; aşağıya indik. Landona cümlemiz binerek
tiyatroya geldik. Tiyatro müdürü bizi karşılayarak y u ­
karıya çıkanp, aynimış olan locaya girdik. Birkaç zat ge­
lip Mr. Wayt'a ifay-ı hoş âmedî eyledikleri esnada bize de
kemâl-i hürmetle iltifatta bulundular.
Tiyatroda olan kalabalık tahminimin fevkinde olup
bu kadar halkın içinde, gürültü ve şam ataya m üteallik
hiçbir harekette bulunmaması dahi başkaca şayan-ı
hayrettir. Perde aralannda birkaç kere çocuklar ile büfe­
ye azimetimizde birkaç kemalli mösyölerle görüştük; ik ­
ramda bulundular. Ebisemde olan alameti farika mucu-
bince bunlar her ifâdeme «yes» kelâmıyla m ûkabelede
bulunmalan hayretimi mucib olduğundan , hikm etini
çocuklardan sordum. «-Sizde görmekte oldukları alam et,
derecenizin yüksekliğini gösteriyor onun için,» diye vaki

46
olan ifadelerine vukufsuzluğumu gizlemek için sükût ile
mukabele eyledim.
Dördüncü, perde istirahate biraz müsaadeli oldu­
ğundan bu kere büfeye Mr. Wayt ile azimet eyledik. Bü­
fede Mr. Wayt'ın hem akrabasından ve hem de Londra'da
tahsil için birlikte hareket eylemiş olup, tskenderiyye'ye
beraber gönderilmiş olan rüfekasından Prof. Mr. Dewey
ile mülâki olduk. Hâl-hatır sormadan ve iltifat hususun­
da, konuştuğu Arabçaya hayran olmamak mümkün de­
ğil. Mükemmel surette konuşmaya başladık. Bendenize
pek ziyade hürm ette bulunup, konuşma esnâsında şaka
yollu: «-Yâ M ustafa Efendi, Mr. Wayt Bektaşiyyun,
yu'refu hazâl'm el'ûn'u kâfir?» (Mr. Wayt Bektaşî olup,
kâfir olarak bilinir) Mr. Wayt, Türkçe: «-Mel'un-u kâfir
sensin kerata, onbeş sene Mısır ve Sudan Müslümanlan
içerisinde seyahat eyledin. Hâlâ kâfirlikten vazgeçme­
din» yollu bir hayli şakalaşıp gülüştüler.
... Tiyatrodan çıktık. Beni otele bırakıp kendisi ha­
nesine azim et eyledi. Gerek tiyatroda ve gerek arabada.
Mr. Wayt ile musahabetimiz farmasonluk usullerinin ta-
rifatı ile nihayet bulup, asıl emelim olan Bektaşilik hu­
kukuna dair hiçbir şey konuşamadım. Her ne hal ise, yu­
karı odaya çıktım; lambayı yaktım. Birden ne göreyim?
Mr. Wayt, bir bavul içinde olan fanila ve sair eşyanın la-
tafeti başkaca takdire sezâ. Bunun beraber bir para çan­
tası içerisinde yirmibeş adet İngiliz Lirası ile bir de kabu­
lünü havi istirhâm nam e ve atiyye eylediği eşya ile elbi­
senin kıym eti kırk lirayı mütecaviz. Bu kadar ikrama
m ütehayyir kaldım . (48).

Masonluk dereceleri ve temeli masonluğa da­


yanan anaşistlik.
Bu konudaki bilgileri de, Mustafa Efendi şöyle nak­
lediyor;
(48) Y azm a, s. 113-118.

47
«Cumartesi idi. Sabah olur olmaz Jam es geldi.
Kalktım ve oturduk. Mr. Wayt'in göndermiş olduğu eşya
gözüne ilişip. «-Bunlar nereden geldi?» deyu vaki olan
suli üzerine, Mr. Wayt'in göndediğini b ^ n eyledim. Eş­
yayı kamilen gözden geçirip, üzerlerinde olan alam etleri
görür görmez: «-Bunlar kâmilen farmasonlara m ahsus
elbise olup, zatınıza cemiyetlerince büyük mertebe ta k ­
dir etmişler»
«-Nasıl mertebe?» deyu vaki olan sualime, «-Farma­
sonlara mahsus cemiyetin usulü olan, cem iyetlerine
kefaletle kabul eyledikleri adamı cemiyetlerinin dördün­
cü kılasına (smifina) idhal edip orada gösterilecek olan
esrarlarını tefhim ve kabul ettirdikten sonra üçüncü lo­
caya terfian, idlâl ederler. Burada dahi tefhimi lâzım ge­
len esrarlanm öğrenip kabul ettikten sonra ikinci kılasa
idhâl ederler ki, burada artık iyiden iyiye ıslâh olunmuş
hükmüne girer. Sonra da, buradan lüzum göründükçe
birinci kılas azalığana geçer. İşte farmasonların birinci­
leri bunlardan ibarettir. Şimdi zatınıza vermiş oldukları,
alamet, ikinci klasm yetmişüçüncü numarasını gösteri­
yor ki, farmasonluk cemiyeti dahilinde olan dereceniz bu
mertebeyi gösteriyor.» deyip bir hayli tafsilatta bulu n ­
du.
Fesubhanallah, Protestanlık şerrinden kaçarken
şimdi başıma bir de farmasonluk gailesi mi zuhûr etti di­
yerek burada bir hayli düşündüm. Bunların ellerinden
halâs olmak, buradan uzaklaşmamla müyesser olur. F a­
kat esrarlarına vakıf olmak için mutlak, efkârlarına m u­
vafık hareketten başka çare bulamadım. Bu babta ta-
hayyürümüJames'e hissettirmeyerek, şimdi bu elbisele­
rin hangisini giyeceğimi sordum. Çocuk burada fakire
pek hayırlı bir yol gösterdi; «-Eğer bizim vermiş olduğu­
muz elbiseyi giyecek olursanız, yarınki pazar günü kili­
sede isbât-ı vücûd eylemeniz lazım gelir. Bu ise senin için
pek müşkil bir iştir. Fakat bu elbiseleri giyerseniz b u be­

48
laların cümlesinden halâs olmuş olursunuz. Çünkü far­
m asonlukta din ve mezhep üzerine asla müdâhâle yok­
tur. Bu cemiyete dahil olan adam, hangi mezhepte bulu­
nursa bulunsun mani değildir. Yalnız bunların emelleri
m ünhasıran kendi usullerini ve esrarlarının muhafaza­
sından ib arettir. Onun için Londra'da bulunduğunuz
müddetçe bu elbiseleri giyerseniz, pek rahat eder ve her
gittiğiniz yerde hürm et ve riayet bulursunuz.» deyu ver­
miş olduğu işbu m alum attan pek memnun oldum. (Mr.
Wayt'ın hakkında pek hayırhane yararlıkta bulunduğu­
nu takdir ederek Cenab-ı Hakk'a başkaca teşekkür eyle­
dim. Ve hem en Mr. Wayt'in vermiş olduğu elbiseleri gi­
yip Jam es ile birlikte eve geldik. Aman efendim. Mr. Ne-
bit ve madamasının bir hayret-i fevkalâde ile: «-Vay Mus­
tafa Efendi, seni Mr. Wayt'a kaptırdığımıza pek esef ey­
ledik.» yollu bir hayli teessür ve teessüften sonra «Keski
onunla seni görüştürmeseydik» diye birçok telâş ve tees­
süfte bulundular. Bununla beraber pek memnun dahi ol­
dular. Sebebini sual eyledim. «-Ingiliz kavmi için umu-
nıuyetle farmasonluğa mensub olmak daha elzem telak­
ki olunur. Çünkü bu cemiyetten istifâdeniz daha çok ola­
caktır. Zira bu cemiyette vazolunan vezaiftn hasâisi bü­
yüktür. » deyince, vazifelerin nelerden ibaret olduğunun
beyan buyurulm asını rica ettim. «-A narşistlik... Bu ne
demektir. O nu da Mr. W ayt beyan buyursun.» cevabıyla
sükût eyledi.
Biraz m üsahabetten sonra kahvaltı edip daireye
geldik. M r. N ebıt kendi dairesine,bendeniz dahi Mr.
W ayt'in dairesine girdim . Oturduk; hediye ve ikram
meblağı hakkında teşekkürüm ü arz ve paraya hacet ol­
madığını beyan eyledimse de, «-Beis yok oğlum. Şimdi za­
tınız garibü'd-diyardasınız. Belki ihtiyacınız vuku bulur
ve halinizi de kimseye arzedemezsiniz. Onun için şimdi­
den b ir m üşkilâta tesadüf eylememeniz mülâhazasıyla
bu kadarcık bir hediye takdim inde bulundum. Bu mü­

49
lahazaya mebni beni mazur görünüz.» yollu o kadar garib
vakalar tarif eyledi ki mest oldum. Ba'dehü çay ısm arladı
içtik.» (49).

Mason Ab-, Wayt Bektaşîliği anlatıyor

Bu konuda, Mustafa Efendi ile Mr. Wayt arasın d a


şu konuşmaya şahit oluyoruz;
«-Vakit kaybetmeye lüzum yok, sergüzeştinizden
bir miktar beyân eylemenizi temenni ederim.» deyince, «-
Bizim, Bektaşilik aleminde geçen günlerim ta rif ile anla­
şılır bir keyfiyet değil ise de zatınıza icmâlen b ir m ik tar
beyân edebilirim. Şöyle ki: Albert ile bana Bektaşilik isa­
bet eylediğini evvelce söylemiştim. Tekranna hacet yok.
Bendenizi «Kr Evi»ne yakın olmak üzere Konya'ya, Al-
bert'i dahi, yani Derviş Ali'yi Bolu taraflarına gönderme­
ğe karar verip nâmlarımıza, yani taba'ayı Devlet-i Aliy-
yeden olmak üzere İngiliz emektarlan evlâdı olm ak h a ­
sebiyle, Dersaadet Sefiri tarafından Konya Konsolosha­
nesinin münhâl olan kavaslığına tayin olunduğum u
hâvi, canibi saderetten evvelce celbetmiş olduklan buynı-
rultuyu elimize vererek, hemen ferdâsı günü B ursa t a n ­
kıyla Konya'ya ve rafikımı dahi İzmit'e sevkeylediler.
Konya'ya vusûlümde, doğruca konsoloshâneye azi­
met ve konsolos ile mülâkât eder etmez: «-Şimdi seninle
valiye gidelim. Seni, buyrultu ile valiye takdim edeyim.
Sonra iş kolaydır» diyerek kalktık ve vali paşanın h uzu­
runa birlikte dahil olarak hâmil olduğum buyultuyu ta k ­
dim ^ledik. Divân efendisini celb ile buyrultuyu k ıraat,
sonra da kayıt muamelesini ifâ eyledikten sonra, yine bi­
ze iade elediler. Konsoloshâneye geldik. Kavas elbisesi­
ni giyip odamıza geçtik oturduk. Birkaç ay k a d a r şehrin
ber tarafinı nazar-ı teftişten geçirip, tesadüf eylediğim
bektaşilerle ünsiyet p e y ^ etmeye başladım.
(49) Yazma, s. 119-123.

50
Bektaşiler nerede bulunur? Meyhanelerde, artık
akşam ları başladım meyhanelere devam ile heriflerin
mükemmel mezelerle,demlerinin masraflarını tesviye
eyledikçe, h er akşam dört gözle yolumu gözetmeye başla­
dılar. Bu minvâl üzere bunlar ile bir sene kadar geçen za­
man içerisinde babalarından ahşan Baba ile dahi görü­
şüp, ciddi surette haklarında göstermiş olduğum muhab­
b et ve sadakat üzerine bizi muhib derecesine kabul edip,
usullerini ve erkânlarını mücibince icrası lâzım gelen
hareketlerim izin ıslâhı ile beraber niyâz usulünü, yani:
Bir «baba» ile m ülakat vuku’bulacağı sırada, iki yerde
secde, üçüncüde babanın sağ ve sol dizleri üzerine sonra­
da zekeri üzerine secde etmek. Usullerini iyiden iyiye
tahsil edip biz dahi bu canlardan olduk. Hele saz çal-
mak,gazel ve divan ve koşma semai okumak hususların­
da pek güzel meleke hasıl ederek, artık h er gece Alişân
Baba ile bir kere koca koca sazlarla koşma, divân okuya­
rak dem alemi icrâ etmeye başladık.
Artık benden gizlenecek hiçbir sırlan kalmadı. Hal
ve hareketlerine bu derece vukufıyet hasıl eyledikten
sonra, başladılar, artık «Veli Baba» ikrar olmaya. «-Sala­
hiyet kesbeyledi, bunun nasibini verelim.» diyerek mu­
habbet esnasında «-Veli oğlum, seni pir evine götürüp
M ahm ud Baba ile görüştürüp,ondan nasib almanı arzu
ediyorum. Birkaç gün kadar izin alabilirmisin?»
«-İndimde kavaslığın ne ehemmiyeti var kerata.
Heriflere hizm et eylemekten zaten bezginlik geldi. Her
ne vakit emrederseniz hazınm.» dedim. «-Öyle, yol mas­
rafı biraz m angıra lüzum var.»
«-Onun için esef etmeyiniz. M uhafazamda biraz
dünyalık bulunur.»
«-Öyleyse bu akşam bacı ile işi kararlaştıralım.» di­
yerek eve vardık. Bacı ile işi kararlaştırıp ferdası günü
yol tedariki görmeye başladık. Evvelce pir evi ipn hediye
olmak üzere bir varil rakı, iki varil şarab, biraz kahve ve

51
şeker ve iki hayvan mekari tatup mezkûr eşyaları teli-
men evvelce banlan yola çıkardık. Biz dahi bir gün sonra
yola çıktık.
Meğer hakkımda Mahmud Baba ya ve pir evdne bir­
kaç defa malumat vermişler. Çünkü heriflerin ıisul ve
erkânlan Tabiiyyûn usûlüne muvafık Hey'et ve Fele-
kiyyât'tan ve Harekât-ı Gcrâm-ı Semaviyyeden H ikm et
ve Kimya Madeniyât ilimlerinden vakıf gibi bahsediyor­
larsa da nâkıs. Esası dahi üzerine değil. Benim bu ilimle­
re vukuf-u tâmmım olması hasebiyle, vaki olan h atalan -
nı ıslâh eyledikçe hakkımda ne yolda hürm et edecekleri­
ni, birde mesleklerinde Ulum-u Islamiyye'ye dahi lüzum
var. Çünkü uydurma hukuklannı usul-u îslamiyye ile ve
muhabbet-i hânedân-ı ehl-i beyt ile gizliyorlar. Benim
Bm-i Fıkıh'ta olan faziletimi dahi kendilerine gösterm iş
olduğumdan, beni Baba'hğa layık görmeye başladılar.
Her ne ise, yolda uğradığımız köy ve kasabalarda
Alişân Baha'nın gelmekte olduğunu işitenler, bizi k a sa ­
ba haricinde istikbâl edip bir mahalde içtima ederek sa­
bahlara kadar sav ve sözle bizim işret ve tânk'm kavani-
ninden olan usullerden bahsederek, bazı yerde iki gün
kadar arâm ederek bu minval üzere pir evine vardık.
Doğruca Mahmud Baha'nın zaviyesine indik. Birinci
kendi, ikinci bendeniz, Mahmud Baha'ya aşk-ı niyâz erk­
ânını icradan sonra ahşan Baba oturdu. Ben de b u n lara
karşı elpençe divân emirlerine bel bağladım.Şimdilik bu
kadarla iktifa edelim.» (50)

Bektaşilik-Masonluk (Mustafa Efendi Mason


locasına götürülüyor.)

Mustafa Efendi'nin bu konudaki m âcerâsı şöyle;


(Mr. Wayt'la konuşuyor.)
«Akşam da oluyor. Hava soğuk, seninle b e ra b e r
(50)Yazma, 8.123-129.

52
punç içelim. Ba'dehu bu «gece zatınızla birisi tarafından
davetliyiz. Onun ziyaretine gidelim.»
«-Bu zatın kim olduğunu öğrenebilirmiyiz?»
«-Evet, fermeysın (farmason) cemiyetine reis tayin
eylediğimiz Prof. Alfred Hazretleri'nin evine gidece­
ğiz.»
«-Pekâla, fakat bu zat ile hiç tanışıklığım yok. nasıl
görüşeceğiz?»
«Niçin, dün gece tiyatroda locaya gelip hatır sor­
duktan sonra zatınıza dahi iltifat eylemedi mi? Ne çabuk
unuttunuz efendim.»
«-Bu zatın tavsifinde bulunmadınız da onun için su­
ale cesaret edemedim.»
«-Her ne hâl ise, bu gece onun evine gideceğiz.» de­
yip punçlarımızı içtik. Hazırlanan arabaya rakibenyola
revân olduk.
Araba içerisinde muttasıl, farmasonlarla görüşüle­
ceği zaman verilecek işaretlerin ve icrâ edeceğimiz hare­
ketin usullerini tekmilen tarif edip bizi umulanın fevkin­
de mükemmel farm ason m akam ına geçirdi. Her ne hâl
ise, mahall-i m aksûda vardık. Malum ya, Mr.Wayt Bek­
taşilik alem inden alm ış olduğu usûle tatbiken, farma­
sonluk kan u n larım tertib edip farmasonluk cemiyetin
teşkilinde mevcut olduğu cihetle, Mr. Alfred bizi hanenin
avlusunda istikbâl edip, kemâl-i ihtirâm ve edeb ile oda­
ya girdi. İçerde bulunan diğer farmasonlar dahi kemâl-ı
ihtirâm ile bizi karşılayıp cümlemiz mahall-i mahsusu­
muz olan yerlere geçtik; oturduk. Gerek sahib-i hane Alf­
red ve gerek diğer ziyaretçilerin hiçbiri Türkçe bilmedik­
leri için bunlar ile bildiğim kadar İngilizce hatır sorma ve
m usahabette bulundum . Bu mösyölerin içirişinden biri,
yani William John isminde bir herif, bendenize karşı kız­
gın ve hışım h bir çehreyle muamelede bulunmasını Mr.
Alfred hissederek bu zata müteveccih olup, çünkü Ingi-
lizlerde kaide, hiç görüşülmedik bir adam ile musahabet

53
etmek adetleri olmadığiçin Mr. Wayt tarafından prezan-
te (takdim etmek) etmek icab ederken gafil bulunm asın­
dan ileri gelmiş. «-Efendim, dün zatınıza tavsiye etm iş ol­
duğum Mr. Mustafa bu zattır.» der demez, h erif yerinden
hareket edip: «-Âfedersiniz, beni bağışlayın» diyerek bir
hayli mazeret beyan edip gönlümü almak hususunda va­
ki olan muamelesine karşı, Mr. Wayt, benden evvel
mukâbele ederek «-Misafire hürm et h u su su n d a tslâ-
mlarda olan meziyete hiçbir kavim takliden olsun reka­
bet edemez. Hele bizim İngiliz kavmi, m enfaatlan dışın­
da hasbî olarak hürmet şinashk etmek ellerinden gel­
mez.» diyerek ol kadar beliğ bir nutuk irad eylediki, ha-
zırûn hayran oldular. Ba'dehu bendenize müteveccihen:
«-Mustafa Efendi, bu hususta üzülmeye lüzum yoktur.
Bu herifin çehresinde olan kızgın manzara yaratılışıdır.
Hususi değildir.» yollu başkaca gönlümü alarak m usa-
habeti muhabbete tahvil ederek farm asonluk alem ine
mahsus musahabete devam olundu.
Ba'dehu taam hazır olduğunu haber verdiler. Kalk­
tık, sofra başına indik. Mr. William hemen yanım daki
sandalyeye oturup ikrâm ve iltifat hususunda vaki olan
harekete karşı minnettarhk gösterdim ise de heriften ru ­
hum asla hoşlanmadı. Dünyada pekçok iğrenç yüzlü
adamlar gördüm ama bunun gibisine rast gelmedim. Bu
sırada Mr. \Vayt bize hitaben: «-Mustafa Efendi, Mr. Wil-
liam ile artık banştınız. Pek güzel muhabbet eder oldu­
ğunuzu görüyorum. Bunun zatınıza karşı gösterm ekte
olduğu güzel muamelesi gibi, şimdiye kadar hiçbirimize
göstermemiştir. Bu hususta zatınızı tebrik ederim.» de­
mesi üzerine, «Şeytanlar görsün kerata herifin yüzünü,
ruhum asla kendisinden hoşlanmadı.» der demez, h e rif
atiklik edip hemen Mr. Wayt'e müteveccih olup: «W hat
he say?» (ne diyor) diyerek suale kıyam edince, «-İltifat ve
ikramınızdan müteşekkir olup m in n ettar k ald ığ ın ı
beyân ediyor.» deyince; «-Thank you my friend Mr. Mlus-

54
tafa.» (teşekkür ederim, arkadaşım Mustafa) diyerek ol
kadar muvafık hal m usahabette bulundu ki tarif ede­
mem.
Taam hitâm bulup yukarıya çıktık. Bade't-taam uy­
ku zam anına kadar bir-iki saat istirahat lazım değil mi?
Hayır, herifler bu kadarcık zamanı da istirahata terket-
miyorlar. Farmasonluğa mahsus tertib etmekte oldukla­
rı kanunların müsveddeleini çıkarıp tashih ıslahına baş-
ladılar.Bu sırada Mr. Wayt'ın yanına oturup istifademe
m üteallik m usahabete başladım. İşbu cemiyete Farma­
sonluk adı verilmesinin sebeblerini ve farmasonluğun
m anası nedir, diye vaki olan sualime: «-Evet, hakikaten
bunları size ta rif etmemiş idim. Bilmenize lüzum vardı.
Farmasonluk cemiyetine zahiri reis tayin ettiğimiz işbu
Mr. Alfred, Londra birinci inşaat mühendislerindendir.
Misyonerlerimiz cemiyetçe vuku bulunan telifat için in­
şaat üzerine mütaeallik hususların kâifesini bu zat idare
eder. Bununla beraber, devletçe ne kadar büyük inşaat
yapılırsa, cümlesinin formenliğinde bu zat istihdam olu­
nur. Bunun nâmı: «Formen Alfred» dir. İşbu farmason­
luk cemaati için tertib etmiş olduğumuz usul ve kanunla^
ra pek mükemmel vukûfiyet hasıl etmiş ve cemiyetiçin-
lüzum lu olan cemaatı elde etmeye bunlar gibi sahib-i
şöhret bir kâmile lüzum olduğu için, bunu yağladık balla-
dık ortaya attık. Bu başladı, başında bulunan amellerin
ileri geleneklerine, ilk gireceklere mahsus usul-ü erkân
va'z-u n asih at etmeye. (Yani bu kelimelerin herbiri bir
bendi şamil dir.) Cümle eşyanın evveli de ahiri de türâb.
H er eşya h a k tır ve h e r eşyada hak mevcuttur. İnsan
kâffe-i m ahlukatın eşrefi ve ekmelidir ve her bir kemâla
istidat-ı kamilesi vardır. Hak söyle, hak işit. Asla yalan
söylememek ve nev-i benî beşeri cins-i vahid kıyasıyla
yek diğerinize kardeş nazarıyla bakmak ve her eşyaya
hikm et nazarıyla bakmak. Bu mesleği kabul edip dehâ-
let edenler, hangi din ve mezhebten olursa olsun, bilâtef-

55
rik manen kardeş olduğundan yek diğerinin ihtiyacını
fedakârane ru’yet ve tesviyeye kendisini borçlu bilmek,
siyasi ve politik işlere asla zihin yormamak ve herkesi,
mensubu olduğu din ve mezhebin kavaninini m uhafaza­
ya gayret etmek ve bu gibi yolları kâmilane gözetmek in­
sanlığın şanındandır.» yollu ifadelerle, iki sene, k a d a r
gizlice devam edip bu yola rabt-ı kalb eden adamları def­
tere yazarak başına o kadar adam topre atarak anarşist­
lik riyasetini alenen ilanladı ki, yekûn kabul etmez. İşbu
iki sene içerisinde zalimlerin zulmünden, m azlûm lann
himayesin için 3. ve 2. klasa aday fedaileri dahi teşkil
edip, cemiyet bu süratle ikmâl olup şimdiki daire dahi el­
de edilmiş olduğundan, bir fabrika dahilinde üzerinde
bulunan iş elbisesini çıkarıp herkesin gözü önünde yere
atarak anarşistlik riyasetini alenen ilan eylediği için, ba­
şında bulunan cematm namına «farmason» nâm ı verildi.
Yani, «formen Cemaatı» demektir.
Musahabetimiz burada hitap bulup saat dahi 1.30'a
gelmiş bulunduğundan esnemeye başladım.Bunlar dahi
işten el çekip sigaralarını tellendirip çay dahi ısm arla­
mış olduklarından çay ve meşrûbt-ı saireleri n û ş eyle­
dikten sonra herkes birer birer hareket etmeye başladı­
lar. Biz dahi bi'l-veda, arabamıza rakiben h arek et eyle­
dik.
Yolda, musahabetimiz kamilen ferdası pazar günü
fenmeyşm cemiyetine mahsus olan daireye gireceğimizi
ve dairede ne yolda hareket etmek lazım geleceğini beya­
nıyla hitam bulup eve dahi geldik. Beni otele götürecek
iken yukanya çıktık. «-Mr. Mustafa, seninle alaturka b i­
rer kahve içelim. Ba'dehu vahdethanelerimize girelim.»
deyu kahveyi ısmarladı. Geldi içtik. Ba'dehu k alk tık ;
odalarımıza çekildik, yattık. Oda mükemmel su rette ısı­
tılmış müdire bir ihtiyar hatun beni güzelce yatağa yatı­
rıp gitti. Sabah olur olmaz Mr. Wayt gelmiş, sobayı yak­
mış. Baş ucuma gelmiş: «-Mr. Mustafa, kalk çay ısm arla-

5fi
dım geliyor; içelim.»
(Şunu beyan etmek isterim ki, sabah olmuş, şafak
ağarıyor.. Vakit ne vakit bilirmisiniz? Saat; 5.31. Güneş
tül'-una daha birbuçuk saat var.. Taşma toprağına kur­
ban olayım Mülk-ü İslamiyye» (51).

L o n d ra P r o te s ta n M isyoner C em iyet M erke­


zi

Yurakıda gördüğümüz gibi Londra'da bir Protestan


Misyoner Cemiyeti vardır. Buradan dünyanın her tarafı­
n a dağılmış olan misyonerler idare edilir. Bu merkezin
çalışm aları hakkında, orayı bizzat görmüş olan Kaptan
M ustafa Bey'e sözü bırakalım:
«Ertesi günü sabahleyin Mr. John ve Mr. Herbert ve
E rnest ile beraber Misyoner Cemiyetinin büyük binası­
n a gittik. Potinkers'in odasına girerek mumaileyhe
mülâki olduk. Bu muhteşem bina bir çok dairelere aynl-
mıştır. Her daire bir d in e mahsustur. İslâm dairesi mü­
teaddit şubelere aynimıştır. Sünnî kısmının dört şubesi,
Alevi yâni Şi'i kısmının yirmi beş masası vardır. Her tari­
k a ta m ahsus misyonerler mevcuttur. Her dairenin bir
kütüphânesi ve toplantı salonu vardır,Şimdiye değin ne
kadar İlmî eser çıkmış ise hepsi kütüphanede mevcuttur.
H atta el yazması yüzlerce Arapça dinî eser mahfuzdur.
Ceylan derisi üzerine yazılmış birçok Mushaf-ı Şerifi gö­
zümle gördüm. Bir parçasını alıp yüzüme ve gözüme sür­
düm. DoğiTisu bu gibi kirli ellere düştüğünden dolayı ağ­
ladım. H atta Mr. John; «Vah Mustafa Efendi sen bu dere­
ce m ütaassıb mısın? Öyleyse seni bir türlü yola getiremi
yeceğiz» dedi. Diğer daireleri de gezdik. İsimlerini o vak­
te kad ar işitmediğim bir takım mezhepler var imiş. Bir
tanesi hatırım da kaldı ki o da Zerdüşt adındaki bir ada­
mın meydana getirdiği bir mezheb imiş. İsmine Mazde-
(51) Y ozm a, s. 129-149.

57
İzm diyorlar» (52).
Bu konuda Misyoner Herbert de Kaptan M ustafa
Bey'e şunları anlatmıştır:
«... El-hâsıl dünyanın her tarafına değilmiş olan
misyonerler üç ayda bir kerre Misyon Cemiyetine bir ra ­
por gönderirler. Bu raporlar; münâsebeti olan dairelere
havale olunur. Orada incelenir. Sonra rapor sahiplerine
ta'limâtı hâvi cevaplar yazılır. Fakat bu raporlarla ince­
leme neticeleri Protestanlık dairesine arz olunur ve ora­
da nasıl hareket edileceği tayin kılınır. Protestan Daire­
si Reisi, Misyon Cemiyetinin reisidir. Katoliklik ve Orto­
doksluk, Hıristiyan dinine mensub iseler de îngilizler
Hıristiyanlığı Protestanlık ile temsil etmek istiyorlar.
Halbuki Protestanlığın da bir çok mezhepleri vardır.
(53).

Misyoner Cemiyeti Reisi P o tin k ers ile K a p ta n


Mustafa Bey'in konuşm aları

Bu konuşma, Potinkers'in evinde,Kaptan M ustafa


Bey onuruna verilen yemekte olmuştur. M ustafa Bey
şöyle yazıyor:
«... Söz konusu günün akşamı. Misyon Cemiyeti Re­
isi Mr. Potinkers'in evine akşam yemeğine davetli oldu­
ğumuzdan, Mr. John ve Emesi ile oraya gittik Vovisteed
ile Her bert'i bulduk, biraz görüştükten sonra m ükellef
bir sofraya oturduk. Yemek yerken, Mr. Potinkers şu söz­
leri söyledi;
«Mustafa Efendi biraderimizin hanemizi ziyaretin­
den çok memnun oldum. Kendisi, genç bir asker olduğu
halde bir Misyon Reisi'nin hânesine kabul edilişine hay­
ret etmesin, misyonerler rütbe ve makam, gençlik-ihti-
yarhk, fakirlik-zenginlik, güzellik ve çirkinlik aşığı de-

(52) Ay.ea.a.31.
(53) Ahmcd Hamdı, ay. es. s. 40.

58
ğildirler. Onlar insanın şahsiyetine ve zihniyetine Tnef-
tundurlar. M ustafa Efendi kendisini aynı halkada bulu­
nan adam lar arasında bulunduruyor, çünkü bütün yara­
tıklar, H akk’ın aynasıdır. Hangi milletten ve dinden
olurlarsa olsunlar bütün insanlar kardeştirler.

Yoktur bu vücudun i'tibârı,


Hakk âyinedir cihân ğubâri.

M ustafa Efendi ile küçük bir farkımız vardı ki o da


etüdlerim izin ve görgümüzün (!) ziyadeliğidir. Gerçi
meslekleri nedeniyle uhrevî işlerle pek de münâsebetleri
yok ise de uhrevî addettiğimiz dinlerin ahlâk ve dünya
hayatı üzerinde ne derece müessir olduklannı kabulde
tereddüt etmezler. Biz tngilizler umumiyetle Türklere
ve bilumum Müslümanlara o kadar fena nazarla bakma­
yız (!). bazı aşırı giden İngilizler bu güzel(!) nazarı orta­
dan kaldım aya çalışıyorlarsa da efkâr-ı umumiyyede yer
tutan bu ananevi hissi tamamiyle ibtal edemiyorlar. Siz­
de de bazı m utaassıblar vardır; ben kendi kulağımla işit­
tim: «Şu, şeytanlar ve hile yuvası olan Biritanya adası,
bütünüyle dipsiz denize batmayınca dünya rahat edemi-
yecektir» diyorlar. Ancak Türk ırkının doğuş ve gelişimi­
ne dair tarihin bize verdiği noksan malumatla bile ırkın,
gayretlerini takdir ediyor isek de, bugünkü gerilemesine
şâhid olduğumuzdan bunun sebeblerine dair birkaç söz
söylemekten kendimi alamıyorum. Her millet, yaşadığı
m uhit, iklim ve ecdâdından intikal eden bazı seciyyeler,
yani, huy, ta b ia t, meleke ve meşreb dolayısiyle bir takım
âd â t ve ah âka mâliktir. Bu seciyyeler muhafaza edildik­
çe o millet ilerler, bekâ bulur. Eğer seciyyeler metin ise ve
hiç bir te'sir altın d a bozulmaz ise o milletin bekâsından
şüphe edilmemelidir. Çünkü o seciyyelerin her biri bir fa­
zilettir. F azilet ise sosyal bünyenin kuvvetlenmesine,
varlığın devamına sebeb olur. Bu sözüme Çinlilerin kan-

59
şık idareler altında olan mevcudiyetlerini m uhafaza et­
meleri güzel bir misaldir, Iranhlar da hâlâ duruyorlar.
Hangi bir millet ecnebi unsurlarla karşı koymaksızın
birleşir ve kanşır ve tedkik etmeden onların adat ve an a­
nelerini alırsa o ırk zevâle yüztutar. Biz tngilizler cihan
kıt'alanmn her tarafına yayılmış bir milletiz; çeşitli ka-
vimlerle temastayız. Fakat hiç bir vakit onlarla karışm a­
yız ve hiç bir te'sirle seciyyemizi bozmayız. Bundan beş
bin, on bin sene evvel bir İngiliz ne idiyse bugün dahi o İn­
giliz'in torunları kendisinin tıpkısıdır. Bugün b ir İngiliz
Britanya'da nasıl yaşıyor ise Orta Afrika'da Buse arazi­
sinde o İngiliz yine öyle yaşar. Biritanya adasındaki bir
İngiliz ne gibi adetlere mâlik ise, ne türlü ananeye tabi ve
ne gibişeylere inanıyorsa Hindistanda, Yeni Zellanda
'da, Amerika'da ve şâirlerdeki İngilizler bütün dünyaya
dağılmış oldukları halde milliyetlerini m uhafaza etti-
ler.bir Hıristiyan İngiliz katiyyen kendine m ahsus ma-
bedden gayrisine gitmez. Bir İng iliz k e n d i tü c c a r la -
n n d a n gayri b ir tü ccard an h iç b ir şey a lm a z . «İngi­
lizler kendileri içindir, başkalan için olamazlar ve herke­
si İngilizler için hazırlamağa çalışırlar.» Halbuki b u h al
Türklerde yoktur. Ziyâde tak lid çisin iz. «Türkler h er­
kes içindir, çünkü kendileri için olamıyorlar» diyebiliriz.
İşte bundan dolayı kaybediyorsunuz, e sk i s e c iy y e le ri-
nizden acaba kaçı kaldı? Eski Türklükten b ir eseriniz
var mıdır? Macar ovalan ile Bizans surlannın, B alkan
yaylarlanmn, Kafkas dağlarının size takdim eylediği o
sırma saçlı, âhû ve elâ gözlü güzel kızlarla şekliniz ıslâh
olundu amma, bu kanşımdan tabii olarak bazı ad etler
edindiniz, bunu inkâr etmeyiniz. Allah için söyleyiniz,
validelerinizden hisseniz yok mudur? tran lılan n on be­
şinci asırda yedikleri darbenin intikam ını alm ak üzere
memleketinize soktuktan bazı pek mûbâlağalı i'tikâd-
ât, nazar-ı dikkate alınacak kadar kötü te'sirler yaptı.
Celâliler, Ahiler, derv işler Ş i'iy y eti te m s il e d iy o r-

60
1ar. Ve bu akide yayıhyor. A v ra p a ld a n n h ulûld mas-
la h â n e le r in e ö n a y a ^ C em iyetim iz olduğunu söy­
le r k e n d o ğ ru s u k ız a rıy o ru m (54)
Potinkers sözlerine devamla şöyle diyor.
«Siyâset dolabını istenildiği gibi çevirmek için iki
yol vardır.:
Birincisi M isonerlik,
İkincisi F ra n m a s o n lu k tu r.
Dervişliği de hesaba katmalıdır. Siz Türkler Avru­
pa'yı yeni görmeğe ve tanımağa başladınız (55). Avrupa-
nın iki penceresi vardır: Birincisi, pek büyüğü, sefahat,
sefalet ve isrâ f penceresidir; zinhar Avrupa'ya buradan
bakm ayınız, pişman, nadim ve mahvolursunuz. Diğer
pencere ise ilim ticaret, ziraat ve sanayi penceresidir. Fa­
k at bu pencere pek küçüktür, bulmak için iyice aramalı­
dır. Onu bulm aya ve oradan Avrupa'ya bakmaya çalışı­
nız ve Avrupa zihniyetini biliniz. O ndan sonra m es'ûd
o lu rs u n u z . Avrupa'nın huylarını adetlerini bilâ tedkik
kabul ederseniz yanarsınız, çünkü sizi ahlâksız eder
(56). Ahlâkı bozulmuş bir millet ile payidâr olamaz. Av­
rupa adetlerinin iyi cihetlerini, size faydalı kısımlarını,
âd ât ve ırkınıza halel getirmemek şartıyla kopya ediniz
ki, A vrupalIlarla uyuşasınız. İdâre-i dâhiliye ve sûret-i
hareketinize gelince: İftihar ettiğiniz tarihiniz sizin ne
şekilde yolsuz hareketlere cüret ettiğiniz, karanlık yolla­
ra saptığınızı gösteriyor.
1734 senesinden bu yana gerileme alametleri yüz
göstermeye başladı. Asıl Türkler pek nâmuskâr bir mil­
lettirler. B âhusus ziraat ve sanatla meşgul olanları pek
(54) Potinkers, bu sözüyle, Avruponın saadet ve îlcrlcmcstm
Misyoner teşkilâtının sağladığını söylemek istiyor.
(55) Bu sözler konuşulduğuada, Osmash 1ar Tanzinıalı yoşıjorltrdı «e
Avrupalılaşma hareketleri hızlanmış durumdaydı. Bo kadar sene gcşli ne de­
ğişti?
(56) Maaleserbu misyonerin dediği oldu. Avrupa'nın ablSksızbğı
ahndı, ilmine yanaşılm adı..

61
vakar sahibi ve haysiyyetlidirler. Örnek bir ita a t ve sa-
mimiyyet ve yararlıklar göstererek diğer unsurlardan
ayrılırlar. Fakat sizleryani Kayi, Hayi ve Selçuk Türkle­
rinin bakiyyesiyleBıundan dönm e yeniçerilerin birleş­
mesinden hasıl olan karışık Türkler, Türklükle hâs h er
türlü ahlâk faziletlerini tabiaten terkle, -kimseye büht-
ân etmeyiniz- bana, siz, kendi kendinizi yok etmeye niy-
yet etmişsiniz gibi geliyor. Dâimâ «itidâr gâlib olanındır»
düstûruna tabisiniz. Hakkı aramazsınız. B âhusus her-
şeye esâs olan lisanınızı bile bir türlü düzeltemediniz.
Doğru bir imlânız yoktur... Gerçi bizim lisanım ızda da
bazı uygunsuluklar vardır. Fakat sizinkine nisbetle az­
dır. Ma'lumatlılannızın yazdıkları eserler birer m uam ­
ma, anlayamazlar. Osmanlı Türkçesinin en belâgatlısı
İstanbul'da yazmak okumak bildiği ve ana lisanı T ü rk ­
çe'yi pek güzel konuştuğu halde yine yazılan eserleri doğ­
ru okuyamayanlar ve manasını anlıyamayanlar pek çok­
tur. Köylüleriniz ise kara cahillerdir. Diğer ırk lard an
olan tabaanıza Türkçeyi bir tü rlü öğretem iyorsunuz,
halbuki milletin ekserisini köylüler teşkil ediyorlar. İl­
kokullara katiyyen ehemmiyet vermiyorsunuz. İyi bili­
niz ki ilk feyiz, ilkokullardan alınır. Yüksek m ektebler
ikinci derecede kalırlar. İşte bu sebeptendolayı T ü rk i­
ye'de ilerleme olmuyor. Türkiye tekâmüle doğru bir adım
atamıyor. Hatta doğu Türkleri: «Osmanlı Türkleri T ürk­
çe bilmezler» diyorlar.
Osmanlı Hükümetinin resmi dini İslâm ve resmi di­
li Türkçe olduğundan, bu iki mühim noktanın nazardan
hiç bir vakit uzak tutulmaması ve tedrici ve fa k a t mek-
teblerle teşkilit-ı tabiiyye-i Islâmiyye p b i mevcud ve
maa't-teessüf söylerim ki sizce hissedilmeyen vesaitle
ba'd'el-islâh neşr ve ta'mimi icâb eder idi. Yapmadınız ve
hâlâ da yapmıyorsunuz. C am ilerle m e s c i e r v e fa ri-
ze-i H acc vesilesiyle M ekke ve M e d in e 'd e to p la n ­
m ak ne güzel b ir v a sıta d ır. T a k d ir e tm iy o rs u n u z .

62
Peygamberinizin gayet zeki birdiplomat olduğusize teb­
liğ eylediği emirlerinden anlaşılmaktadır.MaVt-teessüf
anlamıyorsunuz. Kisvenizi de bir türlü yoluna koyama­
dınız. T ü rk iy e b ir k a ç büy ü k inkılâb görmelidir. İn-
k ılâ b la r evv elâ ilm i, so n ra ah lâk i ve dini, en sonra
d a id â r i o b n a h d u '. Bu sıra bozulursa intizam ve terak­
ki olamaz. Aşağılıktan kurtulamazsınız.Rahat olamaz­
sınız. Rahmetli Sultan Mahmud (57) bunca arzularına
rağmen siperli bir başlığı kabul ettiremedi. Bu bir cahila­
ne taassuptur. Bütün vücudunuzu Avrupalı şeklinde ör­
tüyorsunuz da başlığınızı benzetmekten çekiniyorsu­
nuz. S ip e rli b a ş lık la rı A v ru p a lıla r A raplardan al­
d ı la r k i, baş ve göze pek faydalı dır. Avrupa elbisesi ise
zararlıdır. S izin şa lv a rla rın ız bizim pantolonlardan
d a h a z iy â d e s ıh h a ta m u v a fık tır (58). Sıhhata zaralı
olanları kabulde tereddüt etmiyorsunuz sıhhata faydalı
olanları reddediyorsunuz. Bu ne haldir? Mülkünüz bir
harabedir; araziler bomboştur. Ziraat yok, ticaret yok,
hiç bir şey yoktur. Şark vilâyetlerinizde ahali köstebek
gibi yer altında yaşıyorlar. Onlan bile yeryüzüne çıkar­
tıp insan gibi yaşatamadınız. Gidip de oralarda insanla­
rın hayvanlarla yer altıda ve bir ahırda beraberce nasıl
y a ttık arın ı görmelidir. Her şeyden mahrum bu biçare
adam lara merham et etmediniz. Hukuk-ı esasiyye bir ka­
ide söylüyor ki o da «Millette kabiliyet olmazsa Hükümet
o milletin önüne düşer ve ona ne yapacağını talim eyler»
der. Bunu ne vakit yaptınız? Selçuk Türkleri sizden pek
çok medenî idiler. Onların bıraktıkları medeniyet eserle­
rini dibinden yıktınız. Amasya, Sivas ve Konya'da görü­
len Selçuk medeniyeti harabeleri insanları dilhûn edi-

(57) Sultan II. Mahmud (1808-1839).


(58) Burada Misyoner PoUnkcıs'c çunu sonnah «Mademki bizim
şnivariar sizin pantolonlarınız dan daha sıhhidir, nipin pantolon yerine
şalvar giymiyorsunuz? Bize istediğiniz iyilikleri neden kendinize tat­
bik etmiyorsunuz?»

63
yor. Siz Sabutay,Cengiz, Hülâgu ve Timurleng'i tak lid
ediyorsunuz. Bu haliniz ne zamana kadar devam edecek­
tir? Halbuki halis Türk milleti buna manidir.
Misyoner Polinkers sözlerine şöyle devam ediyor:

«Görüyoruz ki ne dininizden ve ne de milletinizden


istifade edebiliyorsunuz; binaen aley h , M u stafa E fe n ­
di biz, sizi P rotestanlık ile ikâz etm ek ve b u y o lsu z ­
luklardan ku rtarm ak istiyoruz. Sizi iktisadla iştigâ­
le sevk etmek arzu ediyoruz. K ad ın ların ızı d a fa a liy e ­
te sokm ak hevesindeyiz; bununla beraber k ad ın lar­
dan hayanın kalkması ahir zam ana alâm ettir, onun
kalkmamasına ehemmiyet vermeliyiz. İşte küçük ta b a ­
kadan başlamek lâzım geldi, bizde onu yapmağa savaşı­
yoruz. Y arın A ğustosun b irin c i g ü n ü d ü r , b ü t ü n
Protestan kiliselerinde, d ü n y a y ü z ü n d e n e k a d a r
m üslüman v a r ise cüm lesinin P r o te s ta n o lm a la r ı
için dua okunacak ve ayin y a p ıla c a k tır. Y ann sizde
geliniz, duamıza iştirak ediniz, h e r sen e A ğ u sto su n b i­
rici günü m u tlak a b u ay in y a p ılır. F ak at «Allah'ın
ayetlerini inkâr ile kâfir olanlar, haksız yere peygamber­
leri öldürenler ve insanlann içinden adaleti em redenle­
rin canına kıyanlar (yok mu?» onları (Habibim) pek acıklı
bir azab ile muştulal» (59). ayetiyle elim bir azaba düçar
olacaklarına imân eylediğiniz Yahudilere her m anasıyla
düşmanız. Yahudiler ahlâk cihetiyle sevilir m ahlâklar
değildirler, yılana benzerler. K urtancam ız Hz. tsâ'y a
yaptıkları zulüm ve hakaret, velev ki akidemizce bizim
günahlarımızı afv ettirmek için taraf-ı bârî'den m ukad­
der olsa bile tahammül kincidir. Gerçi Hz. îsâ hakkında
bu şekilde muamele yapılmamış olsaydı, kendisi de,

(69) Kur'an-ı Kerim, AU tmrân sflrcsi, 21. Ancak bu ayot-i keri­


me, ladcoc Yahudilcri değil Hıristiyanlan da içine a lm a k ta ir. Çünkü
onlar da Allah'ın ayetlerim inkfir ediyorlardı. (BkKlmalıU Hamdi Ya­
zıl, Hak Dini Kuran Dili, İstanbul, tarihsiz, H, 1067).

64
Ben-î İsrâil'in enbiyâlanndan sayılacak ve Hıristiyanlık
m eydana çıkmayacaktı. Fakat yine Yahudiler bu hare­
ketleriyle dünya insanlannm ahım aldılar ve onların ha­
yatını altüst ettiler. H iç b ir felâket ve m üsibet yoktur
k i için d e Y ah u d i p arm ağ ı bulunm asın. H arbier an­
c a k Y a h u d i b a n k e rle rin y ü zü n d en zu h û r ed er ve
Y a h u d ile r h iç b i r h a rb d e n m ü teessir olmazlar. Ya­
h u d ile r d ü n y a y ı b irb irin e k a rış tıra ra k ve kapıştı­
r a r a k u z a k ta n se y re tm e y i ve o sıra d a k ü lah k ap ­
m a y ı p e k z iy â d e a r z u e d e rle r. Paraperest ve şahsi
m enfaati um um i menfaata tercih eden bu kavim nerede
faaliyet ve iktidar eylerse orada büyük bir sefalet ve mu­
sibetin yüz göstereceğine hükmetmelidir. Kendi istifa­
d e le rin i d iğ e r h e m c in sle rin in felaketinde arayan bu
h ilek âr kavim le bunca peygamber denilen ezkiyâ ve
hukem â uğraşm ışlar da bir şey yapamamışlardır. Fai­
z in , ih tik â r ı n m u c id i o n la rd ır. Kuvvete karşı mazl-
ûm, fırsat bulunca zalim ve elde ettikleri servetle cihan­
da gizli fınidak çeviren bu dağınık on milyonluk elâstiki
kavmi Allah tarafından yeryüzünden kaldırmadıkça ra­
h a t ve sükûn görmek imkânı olamaz (60).
M isyoner Potinkers, Yahudiler aleyhinde konuş­
m asını şöyle sürdürüyor.

«Tuhah şu ki, bu hasis kavim dört yüz milyonluk


İslâm iyyetin ve beş yüz milyonluk Hıristiyanlığın kuv­
vet ve şevketini kaale almayarak, onlara inâden Filistin
toprağına yerleşmeyi ve orada bir İsrail Devletinin teşki­
lini gerçekleşecek bir ideal alarak kabul etmişlerdir. Bü­
tün dünya parasının üçte birine sahib oldukları zaman
bu em ellerine m uvaffak olacaklarını beyân ve tebşir
eden birhâinin sözüne inanarak para biriktirmeye çalışı-

(60) Misyoner Fbtinkcrs, Yahudiler aleyhinde bu sSzIcri sarf odi


amma, İsrail Devletinin kuruluşuna on fazla yardım eden devlet
Ingiltere olmuştur.

65
yorlar. Fakat faydasız bir intizâra kapılıyorlar. H ıristi­
yanların kâbesi olan Kudüs-ü şerif, Islâm larca d a m u­
kaddestir, başka ele geçmesine şüphesiz ki rıza göster­
mezler (61), H ıristiy a n la r a r a s ın d a m e z h e p i h tilâ ­
fları dolayısiyle K udüs'ün d â im a İs lâ m e lin d e k a l­
m asına taraftarız.
İşte Mustafa Efendi, görüyorsunuz ki Yahudilerle
ananevi bir düşmalığımız vardır; fakat tslâm larla dini
hiç bir «mâ sebeke>miz yoktur (62). Ihır'an bile Yahudi-
1er aleyhinde bir çok âyât-ı kerimeyi ve küflar hakkında
daşiddetli emirleri muhtevi iken H ır is tiy a n la r için ic-
tOıâd faıkmdan başka en küçük bir isnâdda bulunmuyor
(63). Binâenaleyh, İslâmiyet ve İslâmlar bizim nezdimiz-
de muhteremdirler.Hatta Hz. Muhammed (s.a.v.), Rahib
Bahira indinde çokmakbul ve muhterem idi. Yalnız siyâ­
si vak'alar, aramızda düşmanlığa sebeb olabilir. F ak at
bu hâl Hıristiyanlar arasında dahi zuhûr edebiliyor» de­
di.
(61) Zavallı Potinken Sağ olsaydın da görscydin. Mdsldmanla-
nn ihmâlinden, Hıristiyaolann da teşvik ve yardımlarından güç alan
Yahudilerin nasıl brâil'i kurduklanm,scnin dediğin gibi bütün dünya­
nın başına nasıl belâ olduMannı müşâhadc etsizdin. Ne Kudüs'ü ken­
dilerine kıble sayan Hıristiyanlar ve ne de Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
Mi'rac durağı olan Kudüs'ü kutsal sayan Müslümanlar Kudüs'e sahib
olamadılar.
(62) Fotinken Haçlı Seferlerini unutmaya çalışıyor. Bugün bile
devam eden Haçh faaliyetleri dururken, nasıl olur da «ma sebckc»miz
yoktur denir? Amerika Reisicumhum Rcagan bugün dahi Haçb savaşı
ilân etmekten çeldnmiyor. Bütün banlar potinkers'in ne kadar gayr-ı
samimi olduğunu ortaya koyuyorhıristiyan dünyası ile Yahudilcr Ur-
leşerek Lübnan'ı harabeye çcvirdilcr-binlcrce çocuğu diri diri yaktı-
larBu mu Hııisliyanlann «Yahudi düşmanlığı»? Kur'an-ı Kerim ne gü­
zel buyurmuş; «Ey imân edenler, Yahudilcri de H ıristiyanlan da ken­
dinize dost (ve üstünüze hâkim) edinmeyiniz. Onlar (ancak) birbirinin
yârâmdıriar. İçinizden kimonlan dost (ve hâkim) edinirse o da onlar-
dandır. Şüphesiz Allah o zâlimler gürühuna mavafTakiyyet vermez»
(el-Mâide süresi, 61).
(63) Potinkms, Mustafa Beyi kandırmak için böyle söylüyor.
Yoksa Kur'anda Huistiyanlann da Yahudilcr gibi Allah yolunda olma-
dıklonna işaret eden bir çok ayet-i kerime vardır. (Bk. el-Mâide bOtcsİ,
a).
66
M isyonerlerin Çalışma Metodu

Protestan misyonerler, başkasını Hnsifyanlaştır-


m ak için, fakat aslında sömürmek ve onları kendilerine
bağımlı kılm ak gayesiyle çeşitli telkinlerde bulunurlar,
dinler T arihi, felsefe okumalarını tavsiye ederler. Bir
misâl olmak üzere Misyoner Mr. John'un Kaptan Musta­
fa Bey'e söylediklerine kulak verelim;
«M ustafa Efendi, siz daha gençsiniz. Tetebbunuz
azdır; dinler tarihi okumamışsınız; bir feylosof gibi düşü­
nemiyorsunuz. Bakınız âlem-i İslâm'ın mâyeul-iftihan
olan büyük âlim, büyük fazıl, şöhretli feylesof Ebu Bekr
M uhyiddin b. 'Arabi ne buyuruyor; «Ya Babb, insanlar
ta ş toprağa bile taabbud etseler yine ibadet Sen'den gay­
risine a it değildir, sırf Sana mahsustur.» Böylece feyleso-
fane düşünülünce dinler arasında itikadça bir fark yok­
tur. Yalnız mahiri teşrifatta az çok fark vardır ve onun da
ehemmiyeti yoktur. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın» emri­
ne tevfikan dinlerin, en kolay uygulanır olanını size ka­
bul ettirerek iktisad edilecek zamanda sizi sa'iyy ve gay­
rete sevk ile müstefid etmek istiyoruz. Çalışmak bizden,
kabul ve redd sizden dir.
Misyon heyeti gece gündüz bu gibi işlerle meşgul­
dür ve Ingiltere Hükûmeti'nin şubeler idaresiyle sıkı bir
m ünasebette bulunmaktadır» (64).
Şimdi de bu misyoner casusların,kendi gayeleri için
göstermiş olduklan gayretleri madde madde görelim.

İs la m 'ı Y ok E tm e k

Bu misyoner- casus faaliyetlerinin ana gayesi Isl­


âm'ı yok etmektir. H atta bu konuda Ingiliz Misyoner teş­
kilâtı tarafından k itaplar dahi yazdmimıştır. Bununla
ilgili, en câlib-i dikkat olan, Ingiliz Sömürge bakanlığı ta-
(64) Ahmcd Hamdi, a.^.e. s. 42.

67
rafından hazırlananıdır. Misyoner-casus H am pher'in
«İslâm'ı nasıl yok edelim?» adlı kitabı oldukça ilginçtir
(65)
Gaye bu şekild tesbit edildikten sonra, bu gayenin
tahakkuku safhaları başlar. Yukanda da bir nebze te­
mas ettiğimz gibi bu safhalann birincisi misyonerlerin
küçük yaşlardı, İslâm ülkelerine gönderilerek İslâm'ın
esaslarının ve müslüman dillerinin öğretilmesidir. Bu
iki esas öğrenildikten sonra faaliyete geçilir.

Müslümanlann zayıf tarafları tesbit ed ili­


yor.

Gerek İngiltere'deki misyoner teşkilâtlarında çal-


şan elemanlar ve gerekse İslâm dünyasında yetişip hiz­
met (!) verme seviyesine gelen misyoner-casus adayları,
her sene Londra'da toplanarak görev taksim atında bulu­
nurlar. Bu görevlerin başında, müslümanlann zayıf nok-
talannı tesbit etme hareketi gelir. Bunun her sene tekrar
edilmesinin sebebi de, Müslüman ülkelerinde m eydana
gelen iktidar değişiklikleri ve düşünce farllıbklandır.

İngiliz Sömürge bakanlığı, uzun ve yorucu çalışma­


lar neticesinde, genel olarak, M üslüm anlann hangi ta ­
raflarının zayıf olduğunu tesbit etmiş, ve tslâm ülkele­
rinde faaliyet gösterecek misyoner-casuslann bu esasla-
n öğrenmeleri için, yapılan tesbitler, bir kitap haline ge­
tirilmiştir (6 6 ). Yeniden tesbit edilen zaaflar da, kitabın
müteakip baskılanna ilâve edilir.

İngiliz Sömürge bakanhğmm tesbit edip kitap hali­


ne getirdiği bu zayıf noktalar şunlardır:

(65) Bk. Hâtırât-ı Hampher, Casos-ı ingilisi der mcmâlik-i


tslAmt, FaiBfa teıcOmesi, Dr. Muhsin MUeyyidi, Tahran, 1361, s. 87.
(66) Ay. es. 8.70.

68
1. İDlıtilaflar
a. Sünnî-Şiî ihtilâf.
b. Amir-memur ihtilafları
c. Osmanlı-İran ihtilafı
d. Aşiret ihtilafları.
e. Ulema-devlet memurlaTi anlaşmazlığı.
2. Bütün İslam ülkelerindeki genel cehalet ve İslâm
hakkındaki bilgisizlik.
3. Donmuş fikirler ve taassub, yeniliklerden ve
dünyadan habersizlik; istek ve gayret azlığı.
4. Maddî hayata önem vermeyip, cennete ümid bağ­
lam a ve tevekkül.
5. H üküm etlerin halka uyguladıkları istibdâd ve
diktatorya.
6 . Emniyetsizlik, yol şebekelerinin azlığı.
7. Her sene yüzlerce kişiyi ölüme götüren veba, kole­
ra gibi hastalık lara karşı hijyen ve ilâç yokluğu.
8 . Şehirlerin virâneliği ve su şebekelerinin yoklu­
ğu.
9. D evlet dairelerindeki hercümerc; milletin.
Kur'an ve Şeriat'tan çıkarıldığına inandığı kanun ve ni­
zam ların olmayışı; Şer'î anayasanın terk edilmiş oluşu.
10. Salim olmayan bir iktisad, geri kalmışlık, umu­
mi fakirlik ve bütün İslâm ülkelerindeki işsizlik.
11. Düzenli orduların olmayışı. Silâhsızlık; levazım
ve savunm a techiatının azlığı, modası geçmiş silâhların
mevcudiyeti.
12. Kadın haklarının çiğnenmesi.
13. Şehir ve sokakların çevre sağlığmdan yoksun ol­
ması.

Misyoner kitabı, m üslüm anlann zayıf noktaranm


böylece sıraladıktan sonra, şöyle demektedir; «Aslında
İslâm Dini, bütün bu yokluklara karşıdır; bu yokluklann
olmasını istemez. F a k a t elim izd en geldiğince, Mûs-

69
lûmanlann, dinlermin gerçek yönlerini iğrenm e­
lerine mani olmalıyız. Onlarm böyle zayıf .'.almala­
rı için, İslâm'ın gerçeklerini bilmemeleri, be konu­
larda cahilkalmalan gerekir». (67).
İslâm'ın esasları tesbit ediliyor

Misyoner cemiyeti müslûmanlan hangi n oktalar­


da cahil bırakmak ve uyandırmamak gerektiğini bilmek
için de önce İslâm'ın esaslarını tesbit ediyor.tngiliz sö-
müıge bakanlığının bu konudaki kitabında, İslâm esas­
ları şöyle sıralanmaktadır:
1 . İslâm, möslûmanlann birlik ve beraberliğini
emreder, tefrikadan kaçmalarını hüküm olarak esasa
bağlar. (6 8 )
2. İslâm'da öğrenmenin önemi (69).
3. Aksiyon ve yeni buluşlara teşvik.
4. Maddi hayatı da daha iyi yaşam a esası (70).
5. Müslümanlar arasında istişare ve görüş te a ti­
sini teşvik (71).
6 . İlerlemeye teşvik.
7. Hz. Peygamber (s.a.v.)‘in hadisleri ışığında sağ­
lığa ve temizliğe verilen değer. M üslûm anlara göre
ilimler dört tanedir.

(67) Hat)rât-ıHemphcr, s. 71-72.


(68) «Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sanlın. Parçalanıp
aynlmayın. Allah'ın, Özerinizdeki ni'metini dOşUnün. Hani siz (birbiri­
nizin) doşmanlan idiıûz de O, kalblcrinizi (Islİm'a ısındınp) birlc$tir-
mişti. Işte^ O'nun bu nfmeti sayesinde £ n kardeşleri olmuştunuz ve yi­
ne siz, Ûr ateş şukurunun tam kenannda iken oradan da sizi O kurtar­
mıştı. İşte Allah size ayetlerini bOylcce apaçık bttdiriyor.TSki doğru yo­
la eresiniz, (Kur'an, fil-i ImtSn suresi, 103).
(69) «İlmi aramak, her erkek ve kadın milslOmana raızdn» (Ha­
dis).
(70) «Rabbimiz, bize donya'da da, Ahiıet'de de iyilik ver; bizi Ce­
hennem azabmdankoru» (Kur'an, Bakara SOresi, 201).
(71) «Onlann işleri arslanoda müşavere iledir» (Kur'an, şdrS
sOresi, 38).

70
a. Dinin muhafazası için fıkıh,
b. V ücutlann korunması için tıp,
c. Dilin korunması için gramer (nahiv),
d. Zam anın bilinmesi için de astronomi (Ha-
dis).
. Yükselmeyi teşvik.
8
9. İşlerde tertip ve düzen.
10. Düzenli bir ekonomi kurmaya teşvik.
11. En gelişmiş silahlarla mücehhez bir ordu kur­
m a esası.
12. Temizliği emir (72).
13. Kadın haklarına riayeti emir.

M üslümanlann -Kırılması Gereken- Kuvvetli


Yönleri Tesbit Ediliyor

İslâm'ı genel esaslarıyla tesbit ettikten sonra, onu


yıkmak için, en kuvvetli yönleri tesbit ediliyor; ve misyo­
ner casusların, bu kuvvetleri yıkmaları için ne yapmala­
rı gerektiği öğretiliyor. Yıkmayı tasarladıklan Müslü­
m anlann kuvvetli yönleri şunlardır:

1. Her türlü ırk, dil, kültür ve milliyetçilik taassu­


bunun İslâm 'la kaldm larak, bunun yerine İslâm'ın kon­
m uş olması.
2 . İm ân akidelerini öğrenme nokta nazarından,
din alim lerine olan bağlılık ve saygı.
3. B ütün M üslüm anlann, mevcut halifeyi, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in meşru halifesi ve û lû l-e m r saya­
rak, ona saygı beslemeleri.
4. Kâfirlere karşı cihâdın vacip oluşu.
5. Şi'î mezhebinde olan müslümanlann, gayr-ı
m üslim leri necis sam alan.
6 . İslâm 'ın diğer bütün dinlerden üstün olduğu

(72) Hâtırftt-ı Hempher, s. 72-73.

71
inancı
7. Şi'ilerin, müslüman memleketlerinde, Yahudi
ve Hıristiyan roabedlerinin yapımına müsaade etm em e­
lin.
8 . Müslümanlann ekseriyetinin inancına göre,
Hıristiyan ve Yahudilerin, Arap yarımadasından çıkarıl­
malarının vacib olması (73).
9. Müslümanlann, büyük bir şevk ve iştiyakla na­
maz, oruç ve hacc farizalanna olan bağlılıklan.
1 0 . İmân ve ihlâs yönünden, İslâm akaidine olan
kesin bağlılık.
11. Genç ihtiyar; herkesin, Hz. P eygam ber
(s.a.v.)'in Sünnetini öğrenmekteki gayreti; aile b ağlan-
nın kuvvetli olması.
12. Kadmlann, fesâd ve gar-ı meşru ilişkilerden
uzaklaştıran peçeye kesin olarak riayet edilmesi.
13. Cemaat namazının tercihe şayan olması ve
müslümanlann, bu münâsebetle günde birkaç defa b ir
araya gelmeleri.
14. Hz. Peygamber (s.a.v.), ehl-i beyt, ulemâ ve su-
lehâ türbelerine saygı gösterilerek, buraların toplantı
yeri haline getirilmesi.
15. Seyyidlere (Hz. Peygamber (s.a.v.)'in evlâd ve
torunlan) duyulan saygı.
16. Şi'îlerce, Hz. Hüseyin'in şehâdetinin y âd e t­
mek içn muharrem ve safer aylannda yapılan ihtifaller
ve konuşmalar.
17. İyiliği (ma'rûfu) emr, kötülükten (m ünker-
den) sakmdırmanm, İslâm'da mühim bir yer işgal etm e­
si.
18. Evliliğin teşviki, çok çocuk sahibi olm anın
tavsiye edilmesi ve birden fazla kadınla evlenmenin caiz

(73) Hz. Pı^gamber (8.a.v.)'in vefat etmeden bir kaç dakika önce
yaptı|ı vBsiyyıalcri arasmda. Yahudi ve Ihıistiyanlann Arap yanm a-
daamdaa tevulmaaı da yer abyordu.

72
olması.
19. Kâfirlerin irşâd ve hidayetleri için büyük gay­
re t sarfedilmesi; bunun Müslümanlar için dünyanın en
büyük serveti telakki olunması.
20. Güzel sünnet (adet) koymaya verilen değer
(74).
21. Kur'an ve Sünnet'e kesin bağlılık ve her ikisini
de hay atların a tatbik etme gayreti; bu gayretin onları
cennete götüreceği inancı (75).

Müslümanların Zayıf ve Kuvvetli Yönlerine


Karşı N asıl Mücadele Edilecek?

M üslüm anların zayıf ve kuvvetli tarafları misyo-


ner-casuslar vasıtasiyle tesbit edildikten sonra; bu kuv­
vetli yönlerini nasıl zayıflatacakları, zayıf taraflarından
istifade ederek de, onları nasıl yıkacakları hakkında da
şu kararları almışlardır:
1 . Sünnî ve Şi i müslümanlar arasında su-i zan ve
şüpheler icad ederek mezheb ihtilâflarını körüklemek.
H er iki tarafı, u y d u r m a ihânet ve töhmetlerle birbiri
aleyhine kışkırtmak. Çok z a rp ri olan bu nifakı çıkar­
m a k için, n e k a d a r çok o lu rsa olsun, hiç b ir m asraf
v e f e d â k â r lık ta n çekinilm eyecek.
2. Mümkün mertebe, Müslümanlan cehâlet ve uy­
kuda tutm ak. H er türlü İslâmî eğitim merkezlerinin ku­
rulm asına m ani olmak. Her ne suretle olursa olsun, ba­
sın ve yayını önlemek. Lüzum görüldüğünde, umumi kü­
tüphaneleri ateşe vererek, Müslümanlan bilgi hâzinele­
rinden uzaklaştırm ak. Köylerdeki dini medreselere tale­
benin gidişini ve oralarda eğitim görmesini engellemek.

(74) «Kim güzel bir sünnet koyana, ona iki sevap vardır biri,
koyduğu o sünnetten, diğeri de osünnetin tatbik edilmosiadon> (Ha­
dis).
(75) Hfitırüt-ı Hemplıcr, s. 73-76.

73
Büjrük İslâm alimleri aleyhinde sun‘î itham lar uydur­
mak.
3. Tenbelliği teşvik ederek, Müslümanları dünya iş­
lerinden uzaklaştırmak. Onlara cennetin güzelliklerini
anlatarak dünyayı unutturmak ve dünyaya ait bütün iş­
lerinden v a^p erek , oturup ölüm meleğini beklemeleri­
ni sağlamak.
4. Her tarafta derviş tekkeleri yapımını hızlandır­
mak. Halk tabakalanna, Gazali'nin İh y â u 'l-u lû m 'u ,
Mevlânâ'nın Mesnevisi ve Muhyiddin ibnuTArabi'nin
eserleri gibi kitaptan okutarak, onlann, dünyadan ele-
tek (ekmelerini sağlamak (76).
5. Zalim, diktatör şah ve devlet reislerini m üm kün
mertebe makamlarında tutmak; «Sultan, Allah'ın yeıyü-
zûndeki gölgesidir» gibi kaideleri halka duyurarak, Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin; aynı şe­
kilde Emevi ve Abbasi halifelerinin zorla ve silahla hilâ­
fete sahip olduklan fikrini işlemek. Netice olarak, kılıç
onlann tek dayanağı idi denecek. Hz. Ömer’in, Hz. Ali ta-
raftarlannın evini ateşe verip, Hz. Ali ve hanımı Hz. Fa-
tıma'ya zulmettiği haberi uydurularak yayılacak. Hz.
Ebu Bekir'den sonra, Hz. Ömeri'in zorla hilâfete geçtiği,
ondan sondra da Hz. Ali'nin hakkı yenerek, uydurma bir
şurayla, Hz. Osman'ın hilafete oturduğu söylenecek. Os-
manlı halifesine varıncaya kadar, bütün halifelerin dik­
tatör olduklan fikri her tarafa işlenecek, tslâm Devleti­
nin, ancak diktatörlükle iktidarda kalabileceği düşünce­
si herkese duyurulacak.
6 . Her tarafın emniyetsiz bir hale gelmesi sağlana­
cak. Bunun için şehir ve köy merkezlerinde karışıklıklar
(anarşi) çıkanlacak; bu kanşıkhkları çıkaranlar, kötü­
lük yapanlar, fitneciler, eşkiyalar ve yol kesenler, h er ve-

(76) Aksiyon adamı oianlar ifin, adı geçen eserler hiçhir zaman
dOnyadan el-etek çekme vasıtası değildir. Ingiliz caauslan bu konuda
ma'almemnuniyye yamhmşlardır.

74
şileyle -mükâfatlaTidmlscak ve b u n larm silâh ve p ara­
l a n İn g ilte re ta ra f tn d a n tem in edilecektir.
7. Mümkün mertebe Müslümanların, çevre sağlığı
tedbirlerinden ve hastahanelerden soğutmak ve bunla­
rın batıl olduğuna inandırmak, hastalandıklarında, ka-
tiyyen doktora gitmemeleri, ilaç almamaları ve evlerinde
oturup, Allah’tan şifa beklemeleri telkin edilecek. Bu tel-
k in ât yapılırken de,«Bana yediren, bana içiren O'dur.
hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur, Beni öldü­
recek, sonra beni diriltecek olan O’dur» (77) ayetleri oku­
narak, kaderleriyle başbaşa kalmaları sağlanacak.
8 . İslâm dünyasını her zaman fakirlik, kıtlık ve ha­
rabeler içinde tutm ak ve ıslahına mani olmak.
9. İslâm ülkelerinde devamlı olarak karışıklık
(a n a rş i) çıkartılarak, İslâm’ın, bir ibadet dini olduğa,
dünyayla hiç bir alâkası olmadığı kanaati işlenecek. Her
M û slü m a n ın k a fa s ın a , Hz. Peygam ber ve halifele­
r in in siy a se t v e ekonom iyle alak ah olmadıkları, si­
y a s e te k a rış m a d ık la rı düşü n cesi yerleştirilecek.
10. Yukarıdaki maddelerin yerine getirilmesinden
m aksad, ekonomik çöküntü, işsizliğin artıniması ve fa­
kirliğin genelleştirilmesidir. Fakirlikle yukarıdaki gaye­
ler tahakkuk eder. Bu fakirliği temin içinde, çiftçilerin
h arm a n la n ateşlenecek, ticaret kervanlan tâlân edile­
cek, ticarî ve sina'i merkezlerde büyük yangınlar çıkarı­
lacak, barajlar sökülecek, binâ inşaatlan yıkılacak, içme
su larına zehir katılacak ve böylece her tarafta Müslü­
m anların felâketi, fakirliği, geri kalmışlığı görülecek­
tir.
1 1 . İslâm devletindeki hükümet yetkililerini şarap,
kum ar ve diğer fesâd işlerine alıştırarak, bunlan, devlet
hâzinesinde, savunm alan için bir kuruş kalmayıncaya
kadar, bütün p a ra la n çekip savurmalannı sağlamak.
12. K adınların esir olduğu fikrini yaymak ve onla-
(77) Kur’aa-ı Kerim, Şu’arS aöresi, 79-81.

75
nn hakir görülmelerini sağlamak. Bu yapılırken de «Er­
kekler kadınlar üzerine hâkimdirler. O sebeple ki Allah
onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üs­
tün kılmıştır. Bir de (erkelere onları) mallarından infak
etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlarıdır. Allah ken­
di haklarım nasıl korudaysa, onlar da öylece göze görün­
meyeni koruyanlardır. Şerlerinden, serkeşlikleriden 3^1!-
dığınız kadınlara gelince Onlara (evvelâ) öğüt verin,
(vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız b ıra­
kın. (yine kâr etmezse) döğün. Size itaat ederlerse aleyh­
lerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok Yücedir. Çok
büyüktür» (78) ayeti okunacaktır.
13. Köylerdeki yokluğu bahane ederek, köylüleri,
şehirleri yağmaya teşvik etmek (79).

OsmanlI Devletinin Yıkılmasına Karar Verili­


yor.

Bütün geriliklere rağmen, Ingiltere'nin bu casus-


misyoner faaliyetini başlattığı 18. yüzyılda, en büyük
Islâm Devleti Osmanlı Devleti idi. Osmanlı Devleti aynı
zamanda ehl-i Sünnet'i temsil ediyordu. Şi'a mezhebini
de Iran Devleti temsil ediyordu.
Osmanlı Devleti, İran'a nazaran daha büyük oldu­
ğundan, İngiltere ilk hedef olarak onu seçiyor. İngiliz sö­
mürge bakanlığında alınan karara göre, Osmanlı Devle­
ti, tedrici olarak, yüzyıl içinde yıkılacaktır. Ona göre, Os-
manlı Devletini yıkmak, Islâm'ı ortadan kaldırm ak ola­
caktı.
işte, büyük paralar sarfedilerek yetiştirilip, casus
olarak Osmanlı Devletinin her köşesine gönderilen m is­
yonerlerin ana gayesi budur; Osmanlı Devletini yık­
mak!

(78) Kor‘an-ı Kerim, NisS sOnsi. 34.


(79) RStrfit-ı Hempher,«. 76-79.

76
Misyoner-casuslar, mümkün mertebe Devlet reis­
lerine güzel anlar yaşatma yollarını arayacak, bunun te­
mini için ellerinden gelen her fedakârlığı gösterecekler­
dir (80).
B u konuda, misyoner-casus Hempher şunlar yaz­
m aktadır:
«Milâdi 1710 senesinde, tngilizsömûrge bakanlığı,
beni, M ısır , Irak, Hicaz ve Hilâfet merkezi olan İstan­
bul'da casusluk yapmakla görevlendirdi. Bana verilen
görev; müslüm anlann kuvvetini kırmak ve Islâm ülkele­
rin i sömürgeleştirmekiçin gereken bilgileri toplamaktı.
Islâm ülkelerinde hâl-ı hazırda bu görevi yapmakta olan,
benden başka, bütün bakanlann, âmirlerin, yüksek me­
m urların, ulemânın ve kabile reislerinin isimlerini hâvi,
mükemmel bir fihris de elime verildi» (81).
B u misyoner-casuslar, her vesileden istifade ede­
rek, OsmanlI Devletine karşı muhalifler yetiştirecek ve
bilhassa ihtilâflardan yararlanacaklardır. Hempher'in
h atıraların d a şunlan okuyoruz:
«Londra Misyoner teşkilâtı başkanı şöyle konuştu:
«Biz în g iliz le r in m ü re ^ e n ve saad et içinde yaşa­
m a m ız iç in , M ü slü m an lar araşm a nifâk tohum lan
e k m e m iz lâ z ım d ır. Onların içinde ihtilâf kıvılcımlan-
nı tutuşturm alıyız. Biz, Osmanlı Devletinin her tarafına
fitne sokarak, onu yıkacağız. Böyle yapamazsak, Ingiliz-
1er gibi küçük bir millet, nasıl müreffeh olur? işte Hemp­
her, bunun içindir ki, Islâm dünyasını nifak ve fesâd ate­
şine verm eden, onları tefrikaya sokmadan geri gelme!
«Osmanlı Devleti ve Iran, zayıf dönemlerini yaşıyorlar.
Onun için, mümkün mertebe halkı, idarecilere karşı kış­
kırt! Şunu unutm a ki tarih, bütün inkılablann, idarece-
lerden mem nuniyetsizlik ve halkın ayaklanmasından
kaynaklandığını gösteımiştir. Her yerde nifâk ve tefh-
(80) HStırSt-ı Hempher, s. 9.
(81) A y . es. s. 15.

77
kadan bahset! Onlan birbirine düşür!» (82).
Bu ihtilâfların başında, Sünni-Şi'i ihtilafından y a ­
rarlanılarak, iki büyük İslâm Devleti olan Osmanlı Dev­
leti ile İran vuruşturulmak isteniyor. Misyoner-casus
teşkilâtı başkanı bu konuda Hempher'e şöyle diyor:

«Eğer sen, İslâm ülkelerinde, Sûnnî-Şi'î kavgasını


başlatabilirsen, büyük Britanya'ya en büyük hizm eti
yapmış olacaksın !»(83).
Sünni-Şiı ihtilâfina ne kadar önem verdiklerine da­
ir, Hempher'in şu sözleri de ne kadar manidardır. Hem-
hcr şöyle diyor

«Bir gün bir papazlar toplantısında, «Bu M üslü-


manlarda zerre kadar akıl olsa, asırlardır geçmiş olan bu
Sünni-Si'i ihtilâfını kaldınr, onlan mazide bırakır ve it-
tihad kurarak birleşirler* dedim, başkan hemen sözümü
keserek! «Senin vazifen, bu ihtilâf ateşini körüklem ek­
tir; Müslümanlann nasıl birleşeceğini göstermek değil!»
de^» (84).
Osmanlı Devletini yıkmak için, teşvik edilecek ih ­
tilâflar da şöyle sıralanmaktadır:

1. Kabile ihtilâflan.
2. Arazi ihtilâflan.
3. Dini ihtilâflar.
4. Milliyetçilik (85).

Hıristiyanlık ve İngiliz Çıkarları İçin Her Şey


Fedâ Ediliyor

Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu misyoner-casus-


(82) Ay. C 3 . 8 . 42.
(83) Ay. yer.
(84) Hâtrât-ı Hempher, s. 31.
(85) Ay.es.8.32.

78
1ar faaliyetinin temel hedefi, Hıristiyanlık ve İngiliz
m enfaatlarını dünyaya hakim kılmaktır. Onlara göre,
bu neticeye de bir tek surette ulaşılır İslâm'ı yıkmak.
İngiliz, Sömürge bakanlığında, Hakan'ın ve Lond­
ra'nın meşhur papazlarının katıldığı bir toplantıda, ko­
nuşmacılardan biri karan şöyle açıklar. «Vazifenizde se­
b a t ve sabredin! Üç yüz seneden beri H ırist^nlık deıbe-
der bir durum da bulunuyor. Hz. Isâ'nın yaşadığı toprak­
lard an kâfirleri (8 6 ) dışan çıkann! (Sayemize ulaşmak
için, İslâm merkezlerinde, her türlü vasıta ve imkânlan
kullanarak faaliyet göstermeliyiz. Hakimiyet ve zaferi­
miz için, hiçbir fedakârlıktan çekinm^riniz. Bundan do­
layı mücehhez olmamız gerekmektedir. Belki asırlar
sonra neticeye vannz; bunun zaran yok. Babalar, evlâ-
d lar için çalışırlar» (87).

Sömürü Konferansları Tertipleniyor

Aslında, misyonerlik faaliyetleri, dünya Hıristiyan


mahfilleri tarafından müştereken yürütülüyor. Hepsi­
nin gayesi aynı noktada temerküz ediyor Son İslâm Dev­
leti olan Osmanlı Devletini yıkmak, İstanbul'u ele geçir­
mek (8 8 ).
Bu gayeler için tertip edilen konferanslardan biri
hakkınd a Hempher şöyle yazıyor.

«Bir başka gü pSömürge Bakanlığında, Britanya,


F ransa ve Rusya'nın iştirak ettiği üst düzeyde bir konfe­
rans yapıldı. Konferansa işitirak edenler, din, adamları
ve diğermeşhur kimselerdi. Güzel bir tesadüf olarak ben
de oradaydım. Hakan'la olan sıkı temasım yükünden ora­
y a kabul edilmiştim. Konu şu idi: İslâm ülkelerini sö-
(86) Kfinrlcrdcn, Müsldmûnlar kasicöiliyar.
(87) H itrÜ -ı Hompher.s. 13.
(88) Gustave le & n , Prcnmiöres Congâqııcncss de U Guem, Pa­
ris, 1916, B. 250-251.

79
mürme ve bu yoldaki güçlükler.» (89).
Konferanstan sonra şu müşterek karar alındı; «Her
ne suretle olursa olsun, Müslüman kuvvetlerini kırmak.
Bunun da en güzel yolu; aralarında nifak ve tefrika çı­
karmaktır. im anlarım zayıflatm ak iç in h e r ç a r e y e
başvuralacak tır. İm an ları e lle rin d e n a l ı n a r a k ,
tıpkı Endülüs (İspanya) gibi, İslâm d ü n y a s ı H uris-
tiyanlaştınlacaktır» (90).
İslâm dünyasına karşı olan bu düşmanlığın altın ­
da, Hıristiyanların intikam hırsları yatmaktadır. Hemp-
her, kitabında bunu açıkça dile getiriyor: «Şimdi, İslâm
ülkeleri gerilemiş durumdadırlar. M üslüm anlardan in ­
tikam almanın tam sırasıdır» (91).
tngiUz sömürge siyaseti iki noktada toplanm akta­
dır;
1. Halen İngiliz sömürgesi olan veya İngiliz siyase­
tinin tesirli olduğu ülkelerde, İngiliz Devlet nüfiızunu ve
kültürünü sağlamlaştırmak.
2. Henüz İngiliz sömürgesi olmayan yerlerde, yapı­
lacak çalışmalan tanzim edip programlamak(92).

Sömürü Aleti, Ahlaksızlık

Emperyalist Batı Dünyasının, İslâm alem ini sö­


mürge haline getirmekiçin kullandığı en güçlü silâh lar­
dan birisi de ahlzksızhktır. Bir belâ olan ahlâksızlığı
yaymak için de her türlü vasıtaya başvurulm aktadır.
Bunun için özel surette yetiştirilmiş kadınlar, m üslü-
manlara fuhuşu aşılamaktadırlar (93). İngiliz sömürge
bakanlığı, kendi misyoner casuslarına; gayeleri için, ge-

(89) Hâtırât-1 hemper, s. 13.


(90) Ay. yer.
(91) Ay. es. s. 14.
(92) Ay es. s. 7-8.
(93) ay. es. a. 45.

80
rekirse h o m o se k sü e l olmalanm emrediyor (94).

K u k la D e v le tle r

İngiltere emperyalizmine en çok yardımcı olan un­


surlardan birisi de, kukla devletlerdir. Bu devletler için­
de m enfaat karşılığı elde edilen bir kaç Devlet adamı va­
sıtası ile o memleketlere İngiliz kütürû yerleştirilir. Bir
Devlet de, k ü ltü r emperyalizmine uğradı mı, arbk o dev­
let, öz benliğini yitirmiştir. Bir devlette hangi kültür ege­
men ise, o devlet o kültüründür demektir. İngiltere bunu
kendine şiar edinmiş, o şekilde hareket etmiştir. Hemp-
her, bu konuda da şunlan yazmaktadır. «Bazı memleket­
lerde, idâre, görünüşte o memleketin şahıslan elindedir.
Fakat, müstemleke siyaseti, oralarda egemen olup, kedi
siyasetini gütm ektedir. Bu gibi ülkelerin, tamamen İn­
giltere'ye bağlanm asına da az kaldı» (95). Bu gibi Müslü­
man ülkelerinde, misyonerler Müslümanların zaaflannı
h er zam an kollayarak, onları sürekli ihtilâflar içinde bı­
rakırlar. bu ihtilaf ve tefrikalar doruğa geldiğinde, artık
o ülke teslim alınmış demektir(96).

M isyonerleri Durduran Silah

Şüphesiz b u misyoner-casuslar, çok güçlüklerle de


karşılaşm ak tad ırlar. Onların tesbit ettikleri ve adeta
kendilerine çevrilmiş bir silâh olarak gördükleri güçlük­
leri H em pher şöyle sıralamaktadır:
1. İslâm ülkelerindeki halkın -üst tabaka değil-
müslüm an ve uyanık oluşu. Bu konuda denilebilir ki ale­
lade bir M üslüm an b ir Hıristiyan papazıyla iktisaıU me­
selelerde çok kolay yanşabilir. İşte bunlar asla dini elden

(94) Ay. os. s. 23.


(95) HfitırSt-ı Hempher, s. 7.
(96) Ay. es. s. 27.

81
bırakmazlar. Bunlar bize karşı birer silahtır (97).
2. İslâm dini tarihte gördüğümüz gibi, ağırbaşlılık
ve hürriyet dinidir. Bu yüzden, g e rç e k M û slû m a n la r,
katiyyen esâret ve köleliği k a b u l e tm iy o rla r. İşte bu
gibilere, İslâm'ın çağ dışı olduğunu, İslâm azam et ve ya­
şantısının gerilerde kaldığını, bunlara b ir d ah a dönül-
memesi gerektiğini; bugünün şartlarının değiştiğini, es­
kiyi unutmalarını, yeni şartlara göre kendilerini uydur-
malannı kabul ettiremiyorum.» (98).

İngiltere Hesabına Çalıştırılacak Müslüman­


ları Elde Etme Yollan

İngiltere, bu faaliyetleri içinde,, sadece m isyoner­


lerden değil,aynı zamanda, maddî m enfaat veya makam
va'adiyle elde ettiği kimselerden de yararlanıyor.Bu gibi
Müslümanları kandırıp, İngiltere hesabına çalıştırm ak
için, önce onlar gibi Müslüman görünüp, tedricen kendi
saflarına çekiyorlar. Hempher, bu konudaki tak tiğ in i
şöyle dile getiriyor; «Muhatabımla daha fazla konuşm a­
dım. Asıl hüviyetimin ortaya çıkmasından korkuyorum.
Zira Müslüman kisvesine g irm iş, öyle g ö r ü n ü y o r ­
dum» (99).
Bu gibi Müslümanlann nasıl kandınidıklannı şim­
di maddeler halinde görelim.

1. K andırılacak K im seler T eşh is E d iliy o r

İngiliz misyonerleri, bu konuda da çok titiz davran­


makta, ve alelade kimselere bu teklifte bulunm am akta­
dırlar. Onlann aradığı tipler, kendilerini beğenmiş, ken­
di dediğinden başkasını kabul etmiyen, İslâm ülemâsı-
(97) Ay.cs.B.9.
(98) Ay. es. a. 11.
(99) Hatırât-ı Hempher, s. 11.

82
nın fikirlerine karşı çıkmayı bir maharet sayan kimse­
lerdir. Misyonerler, bu maksatla, özellikle, dinî okullara,
m edreselere tekkelere sızmışlar ve oralarda adam ara­
mışlardır. Sokaktaki herhangi bir Müslüman onların işi­
ne gelmemektedir. Onlar, dini münakaşaların yapıldığı,
din meselelerinin görüşüldüğü toplantılara sızarlar ve
konuşm alarını dinledikleri kimselerde kendilerine uy­
gun olanını seçerler. Bu seçim yapıldıktan sonra, misyo­
ner yavaş yavaş o adama sokularak, onunla dostluk ku­
ra r ve onu kazanm aya çalışır.
B u ra d a b ir ih tiy a t payı b ırak arak , İngiliz casu­
su Hem pher'in elde ettiğini söylediği bir şahıstan söz
edeceğiz. Ancak, ihtiyat payını tekrar ederek, sadece
Hempher'in bu adam la olan ilişkilerini kendi kalemin­
den nakledeceğiz.
Hempher, şöyle alatıyor:
«Muhammed'le tanışıp bir müddet aşinalık peyda
ettikten sonra şu neticeye vardım ki; bu adam, İngilte­
re'nin İslâm ülkelerindeki menfaatlan kasabına çalıştı­
rılacak ideal bir kimsedir. Kendini büyük görmesi, guru­
ru, m akam sever oluşu, İslâm ülemâ ve kaynaklarına
olan düşmanlığı ve müstebitliği o derecedir ki, Huleihy-ı
Râşidin'i bile tenkid ediyor.Onun, bizce en zayıf tarafı,
sadece Kur'an ve Hadis'i alıp, diğer İslâm kaynaklanna
değer vermemesidir.» (100) Hempher şöyle devam edi­
yor: «Şeyh Muhammed, Ebu Hanife'yi hakir görür, ona
değer ve i'tib a r vermezdi. Muhammed şöyle diyordu:
«Ben Ebu Hanife'den çok daha iyi bilirim». Yine o, Sahih-
i B uhari'nin yarısının beyhude ve yararsız olduğunu id­
dia ediyordu» (1 0 1 ].
Hem pher, Muhammed'in bu zaaflarından yararla­
narak, onu yavaş yavaş kendi tesir alanına sokuyor, şöy­
le diyor H m pher: «Zaten kendini beğenmiş ve kendini

(100) HfitırSt-ı Hempher, s. 40


(101) Ay. es. s. 41.

83
yükseklerde gören Muhammed'i tedricen kendi tesir
alanıma sokarak, fikirlerimi ona kabul ettirmeye başla­
dım. İş o safhaya vardı ki, artık o bana itimad be.>lediğini
söylüyor, benimle samimileşiyordu. Aramızda seı li ben­
li olduktan sonra, hep beraberdik» (1 0 2 ).

M uham m ed F a rk ın a V a rm ad an İn g iliz K u r ­
banı Oluyor

Zavallı Muhammed, Ingilizlerin bu korkunç oyu­


nundan habersizdi. O, arkadaşı Hempher'i samimi bir
Müslüman olarak tanıyor, ona öyle davranıyordu. îngi-
lizlerin, onu Basra'da böyle avlayacakları aklına bile gel­
miyordu. Nihayet Hempher'in tuzağına düştü. Hemp-
her'den dinleyelim: «Muhammed'le, yeni gelişm elerin
ışığı altında tefsir okumaya karar verdik. Bu çalışm a-
mızda,Sahabenin, büyük din alimlerinin, m üfessirlerin
dediklerini bir tarafa koyarak, kendimiz tefsir edecektik.
Kur'an'ı ben okuyor ve izahlarını, tefsirlerini ben yapı­
yordum. Benim hedefim şu idi: H e r n e s u r e tle o lu r s a
olsun, onu İngiliz söm ürge b a k a n lığ ın ın tu z a ğ ın a
düşürmek» (103).

Liderlik A şılanıyor

Ingilizlerin bu konudaki en sinsi taktiklerinden bi­


risi de, kullanmak istedikleri kimselere m akam lar ve li­
derlikler vadetmcktir. Kendi menfaatlaraı doğrultusun­
da çalıştırılacak olanlara makamlar vermek, onları dev­
let reisliklerine getirmek ve bu uğurda her fedakârlığı
göstermek, kendi açılanndan en tabii b ir h a re k e ttir.
Onun için Hempher, Muhammed'e bütün M üslüm anla­
rın liderliğini telkin ediyor. Gerisini ondan dineleye-
(102) Ay. es. s. 41.
(103) Ay. yer.

84
lim:
«O tarihten itibaren hedefim, Muhammed'e rehber­
lik ve İslâm aleminin liderliğini aşılamak oldu. Onun ru­
huna, ehl-i Sünnet ve ehl-i Şi'anın arasında üçüncü bir
yol yerleştirmek istiyordum. Ehl-i Sünnetten biraz, ehl-i
Ş ia'd an biraz alınıp Müslümanlara bu yeni görüşüm
takdim edilecek ve bu yeni görüşü Muhammed temsil
ederek, M üslümanları yönetecek. Fakat bu gayemin ta­
hakkuku için, önce onun zihnini kanşık fikirlerle doldu­
rup, herşeye körükörüne inanmamasını tem in etmem
gerekiyordu. Bunun için, ona fikir hürriyetini, düşünce
serbestisin!, dini eleştirmenin cevazını aşılayarak; onun
büyüklük hislerini, büyük adam olma, lider olma duygu­
larını kamçılıyordum» (104).

îtik a d l a r S a rsılıy o r

Hem pher, Muhammed'le bu kadar aşinalık ve sa­


m imiyet peyda ettikten sonra, yavaş yavaş itikadlannı
sarsm aya başlıyor. Ne ilginçtir ki, Hempher, önce Mu-
ham m ed'in c i h a d fikirlerini sarsmakla işe başlıyor.
Hem pher, bu konuda şöyle diyor;

«Bir gün ona şöyle dedim: «Acaba cih ad vacib mi?»


Şöyle cevap verdi: «Nasıl vacib olmasın ki, Allah şöyle bu­
yuruyor; Kâfirlerle savaşın!» Şöyle dedim: «Allah, kâfir­
lerle ve m ünâfiklarla savaşmayı emrediyor. Eğer kâfir
ve m ünâfiklarla savaşm ak vacib ise, niçin Hz. peygam­
ber (s.a.v.) m ünafıklarla savaşmadı?» Şu cevabı verdi:
«Cihâd, sadece savaş meydanında değil; Hz. Peygamber
(s.a.v.), h arek et ve sözleriyle münâfiklarla savaşmıştır.»
Ona şunu dedim; «O halde, kâfirlerle de söz ve hareket­
lerle cihâd vacibdir.» Bana şu karşılığı verdi: «Hayır öyle
değil, çünkü Hz. peygamber (s.a.v.), savaş meydanlann-
(104) Hâtırfit-ı Hempher, s. 46.

85
da kâfirlerle cihâd etmiştip> Şu cevabı verdim: «Hz. Pey­
gamber (s.a.v.)'in kâfirlerle yaptığı savaşlar, savunm a
savaşlanydı. Çünkü kâfirler onu öldürmek istiyorlardı»
(105) . Bunun üzerine Muhammed, kabul eder gibi başını
salladı ve ben de, işimde muvafTak olduğumu hissettim»
(106) .

Hempher, bu faaliyetine devam ederek, M uham-


med'e mut'a nikâhının helâl olduğunu kabul ettiriyor
(107). İş bununla da kalmıyor, Hempher, onu bir kadınla
M ut'a nikahıyla evlendiriyor (108).

Misyonerler Şarap ve Kadından Yararlanı­


yor

Kandınlan Mûslümanlar, bu misyoner casuslara


bir defa kanıp medyûn-i şükran olduktan sonra, a rtık
kurtuIamıyorlar.Onlarm bağımlıları oluyorlar adete...
Hempher, Muhammed'in M ut'a nikâhıyla nasıl evlen­
dirdiğini şöyle yazıyor:
«Görevimin en değerli fırsatım değerlendirmiştim.
Ona mut'a nikâhıyla bir kadın bulmaya k a ra r verdik.
Benim maksadım, onu, Basra'da bu tür nikâha karşı olan
Sünni mezheblilerden uzaklaştırmaktı. Bu işin çok gizli
olacağına ve hatta onu evlendireceğim kadına dahi onun
adını vermiyeceğime dair tem inat verdim. Bu şekilde
mutabakata vardıktan sonra, hemen İn g ilte re s ö m ü r­
ge bakanlığı hesabına, B a sra 'd a k e n d in i s a ta r a k ,
(105) Kendini Ebû Hanife'den üstün sayan bu adam, daha Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in bütün savaşlarının tcdafü'î olmadığını bilmiyor.
Burada, kSürlerle savaşa süz ve hareketle cevaz veriyor fakat Müslü­
man OsmanlI Bevleti'nc karşı cihida (silahla) da fetva veriyor! Bu ne
mantık? Kalirlerle ailAhlı değil, sözlü cihâd; Osmanlı'ya karşı da silahlı
cihad yapılmasına cevaz verilecek
(106) Hâtırât-ı Hempher, s. 41-42.
(107) Ay. es. 8.42.
(106) Ay. es. s. 43.

86
M ü slü m an g e n ç le rim fu h û ş ve fesâd a alıştıran Eb-
ris tiy a n fa h iş e n in ev in e ^ d ip , o n a m evzuyu an lat­
tım . A nlaştıktan sonra, bu kadına Safiye takma adını
taktım ; ve Şeyh MuhaıniTied'i onun evine götüreceğime
k a ra r verdik.
«Randevulaştığımız günde Şeyh Muhammed'i Safi-
ye'nin evine götürdüm. Onları, bir haftalığına ve bir mik­
ta r altın mehirle evlendirdim. Kısaca, ben dışardan, Sa-
fiyye içerden, M uhammed'i yetiştiriyorduk.Safiye, bil­
hassa dihi hüküm leri ayak altına almayı ona telkin edi­
yordu» (109).
Hempher, bu seviyede muvaffak olunca, onu şaraba
alıştırm aya k a ra r veriyor; ve bu konuda şöyle diyor;

«Onu evlendirdikten üç gün sonra, evine gittim. Bu


seferki konuşmamız şarabın haramlığı konusunda ola-
caktı.Bu konudaki ayet ve hadisleri gözden geçirdikten
sonra ona dedim: «Eğer Muaviye, Yezid ve benu Umeyye
ile Benu Abbas'ın diğer halifeleri şarab içlilerse, bu din
büyükleri dini bırakıyor da, şarab içmek sadece sanaraı
haram oluyor? Şüphesiz ki onlar, Allah'ın kitabını Pey-
gamber'in sünnetini benden ve senden daha iyi biliyor­
lardı. Onlar, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünne­
tinden, şarabın haram değil, mekruh olduğu hükmünü
çıkanyorlardı. Üstelik ehl-i kitab olan Yahudi ve Hıristi­
yan kitabları şaraba cevaz veriyor. Hem de bu dinler
İlâhi olup, peygamberleri tslâm tarafından tanınmakta­
dır. Nasıl olur da hepsi hakk olan bu dinlerin birinde şa­
rab helâl, diğerinde haram olur? yoksa bu dinlerin tama­
mımın doğru d e ğ l elimizdeki bir rivayete göre «Artık siz
(hepiniz) şaraptan vaz geçdiniz değl mi» (1 1 0 ). ayet-i ke­
rimesi nâzil oluncaya kadar, Hz. Ömer şarab içerdi. Eğer
şarab haram o lsa y i, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer'e
(109) H âtırât-ı Hcmpcr. s. 43.
(110) Kur'an-l Kerim, mliido süresi, 91. ayetin sonu

87
hadd cezası uygulardı; uygulamamış olması, şarabın ce-
vazma delalet eder.» Muhammed beni dikkatle dinledik­
ten sonra şöyle dedi: «Haram olan şarab değil, verdiği
sarhoşluktur. Sarhoşluk vermeyeni, haram değil, Allah
şöyle buyuruyor: «Şeytan, içkide ve kum arda ancak ara­
nıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anm aktan
ve namazdan alıkoymak ister» (111). Eğer şarap sarhoş­
luk vermeseydi, bu neticeler çıkmazdı. Şarap bu netice­
leri intaç ediyor böyle olmasaydı, şarabın sarhoş etmiye-
ni haram değil denirdi. Böyle denmemiştir». Hem pher,
onu bu şekilde kandıramayınca, şu taktiği uyguladı:

«Şarap hususunda Safîyye'ye şöyle dedim: Şeyh


Muhammed sana geldiğinde, onu o derecede m est edip
kendiden geçir ki, ona şarab içirebilesin!» Ertesi gün Sa-
fiyye'yi gördüğümde, ona şarab içirdiğini, h a tta onun
sarhoş alarak sokağa çıkıp taşkınlıklar yaptığını te'kid
etti. Netice olarak diyebilirim ki ben ve Safiyye, Şeyh
üzerinde o derecede bir hakimiyet kurdu ki, Sömüı^e ba-
kanı'nın sözlerini hatırladım. Bana bir kerresinde şöyle
demişti: «Biz Ispanya'yı kâhrlerden (112) şa ra p ve
fesâdla geri aldık. Bu iki güçle,diğer bütün topraklan da
almalıyız» (113).
Yukarıdaki satırlarda, İngiliz misyonerler teşk ilâ­
tında kadınlann ne kadar büyük rol oynadığını gör­
dük.Yine Hempher bu konuda şöyle diyor: «Safiyye, b u
mühim işte bana yardımcı oluyordu. Zira M uhammed'i o
derecede kendisine aşık etti ki, durmadan m u t'a nikahı­
nı tazeliyordu. Kısaca, Şeyh'in elinden b ü tü n ih tiy ar ve
düşüncelerini almıştı» (114)

(111) Kur'BD-ı Kerim, MSidc Bûrcai, 91. ayetin başı.


(112) Maslilmantar kastediliyor.
(113) Hâlırât-ı Hempher, s. 45.
(114) Ay. es. a. 47.

88
Pohpohlama Siyaseti

Ingiliz misyonerleri, kandırdıkları Müslümanları


her vesileyle övüyor, onların, bulunmaz kimseler olduk­
larını kendilerine ihsas ediyorlardı. Geleceğin münaka-
şasız ve şüphesiz olarak, onların eline geçeceği, onların
herşeye hakim olacağı ve onlann buna layık olduklan
telkin ediliyordu. Hempher. Muhammed'e, bütün siyâsî
ve dini meselelerin onu beklediğini, ümidini kesmeden-
bu günü beklemesini söylüyordu (115). İstedikleri adam­
lar bu seviyeye gelince, onlan uydurma rüya ve yalanlar­
la istedikleri yöne çekebiliyorlardı. Bu uydurma yalan ve
rüyalardan bisini Hempher şöyle anlatıyor:

«Bir defasında bu uydurma rüyalardan birini şöyle


anlattım : Dün gece Hz. Peygamber (s.a.v.)'i, bir kürsü
üzerinde oturmuş ve etrafını tanımıdığım alimlerle çev­
rili halde gördüm. Birden bire sen geldin. Ve senin yü­
zünden nurlar fışkırıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)', sana
hürm eten (!) ayağa kalktı ve yanına yaklaşarak alnın­
dan öptükten sonra şöyle dedi: «Ey benim adaşım, sen,
dini ve idari işlerde benim yerime geçecek olan vârisim-
sin!» Sen şöyle dedin: «Yâ Resûlallah, ben ilmimi insanla­
ra açıklamayakorkuyorum!» Hz. peygamber (s.a.v.) şöy­
le buyurdu: «Korkma sen onlardan daha iyisin!». Mu-
ham m ed bu yalan rüyalarımı duydukça sevinir ve her
gün gelip, yeni rüya görüp görmediğimi sorardı. Ben de
onu bu yalan rüyalarla kandınr, dini görüş ve akidelerini
zehirlerdim» (116).

K andırılan Müsliimanlar Alimlerden Uzak


Tutuluyor
Misyoner-casuslar, bu şekilde kandırdıkları Mûs-

(115) H atırât-ı Hempher, s. 47.


(116) Ay. es. s. 48.
lümanlann, pişman olup tevbe etmemeleri içinmümkün
mertebe onları ilim çevrelerinden uzak tutarak, kendi
tesir alanları içinde bırakıyorlardı. Hempher şöyle di­
yor;

«Gerçek şu ki, onun, ehl-i Sünnet alimleriyle görüş­


mesini istemiyordum. Çünkü, onların kuvvetli m antık
ve muhakemeleriyle tekrar Sünni olması her zaman için
variddi. Bundan dolayı onu, ulemâ çevresinden uzak tu t­
maya gayret ediyordum» (117).

Kandırılanlar Takibediliyor

İngiliz sömürge bakanlığı elde ettiği M üslümanları


başıboş bırakmıyor, onların eski hallerine dönmemeleri-
i ^ h e r fırsatta takip ettirip gerçeği görmemelerini sağlı­
yordu. Nitekim Muhammed, Basra'dan sonra İstanbul'a
gitmek istemiş, fakat İngiltere bütün çabalarını h arca­
yarak buna mani olmuştur (118). Türkiye'ye gitm esine
mani olunca o da İran'ın yolunu tuttu. Fakat o İran'a var­
madan, onu elde tutmanın bütün imkânları orada hazır­
lanmıştı. Bu konuda şöyle deniyor: «ona çizdiğimiz çizgi­
den ayrılmaması için, İsfahan'da görevlendirdiğimiz me­
murlar, onunla devamlı temas halindedirler; ve Şeyh
Muhammed şimdiye kadar, bu çizgiden ayrılmamıştır.»
(119). Onu elde tutmak için ne tedbirler alındığı konu­
sunda da şunları okuyoruz: «İki ay sonra Saiîyye de İsfa­
han'a giderek, iki aylık bir mut'a nikâhı daha yaptı. Şi-
raz'a gidince, Safiyye onunla gitmedi. Ona bu yolculu­
ğunda Abdulkerim refakat etti. Şiraz'a varınca, Abdül-
kerim, Safiyye'den daha güzel ve daha seksi olan bir k a ­
dım bularak Şeyh Muhammed'le mut a nikâhına göre ev-

(11T) Ay. es. s. 57.5a.


(118) Ay. es. s. 57.
(119) HâtırSt-ı Hempher, s. 62.

90
lendirdi. Şii-az Yahudilerinden olan bu Yahudi genç ka­
dının adı Asiyye idi. Bilmeniz gerekir ki, Abdulkerim, İs­
fahan Hıristiyanlanndan birinin müstear ismi olup; bu
şahıs senelerce İngiltere sömürge bakanlığı adına
İran'da faaliyet gösteren memurlardanbiridir. Aynı şe­
kilde Asiye de, Şiraz'da İngiltere adına casusluk yapan
ajanlardan biridir» (1 2 0 ).

Netice Almıyor

Bütün bü çabaların neticesini de Hempher şöyle


bağlıyor:
Sözün kısası şu ki, bu dört kişinin, yâni. Abdulke-
Tİm, Safiyye, Asiye ve bu satırların yazan (Hempher)nın
gece gündüz gösterdikleri çaba ve fedâkârlıklann netice­
si şudur ki, Muhammed'i Britanya sömürge bakanlığı
hesabına çalışabilecek, emre âmâde bir duruma getire­
bildi. Artık o bu konudaki bütün mesuliyetleri yüklene­
cek durum a gelmiştir»(1 2 1 )

Bütün Misyonerler Yaptıklarından Memnun


muydular?

B u m i^onerlerin hepsinin görevlerini sevdiği, vazi­


felerini severek yaptıkları söylenemez. Amma dünya
m enfaati, m akam hırsı, korku ve şartlandınlm a gibi
âm iller, onlan bu yolda yönetiyordu. Bunlann bir kısmı
y ap tık lan n a utanıyor ilâhı mes’uliyeti duyarak Müslü­
m an oluyorladı (122). Yukanda bir sürü faaliyetini gör­
düğüm üz Hem pher bile şöyle diyor; «İstanbul'da halkın
gittiği güzel yolu değiştirmek ve Müslümanları ifsâd ve
tefrikaya çalışırken, kendi kendime şöyle dedim: «Acaba

(120) Ay. es. s. 63.


(121) Ay. yer.
(122) Ay. es. s. 25.

91
Mesih, benim yaptığım bu kötü işlere cevaz verir miydi?».
Fakat sonra, birdenbire esas görevimi, bana verilen vazi­
feyi hatırlayarak, budüşünceden vazgeçtim (123).

Misyoner Mr. Jo h n 'u n îslâm Ü lem âsı H a k k ın -


daki D üşünceleri

Aslında birer ajan olan bu misyonerlerin İslâm âle­


minde kol gezmelerinde idarecilerin olduğu k ad ar ilim
adamlarının da suçu vardır. Özellikle 19. yüz yılda -bu­
gün için bu zirveye ulaşmıştır- İslâm ülemâsının Avru­
pa'ya karşı körü körüne ve cahilâne bir şekilde hayran
oluşu vardır.Haçlı zihniyetini hiç bir zaman unutm ayan
bu misyoner-ajanlara karşı milleti, h a tta H ükûm et'i
uyaracakları yerde,kendileri bile bunların tesiri altında
kalmışlar, eserlerini onlardan iktibaslarla doldurmuş-
lardırr. Elbetteki bunun istisnaları da vardır. F a k a t
bunlar ne dinlemiş ve ne de dinlenmeye m üsaade edil­
miştir. îlim yerine papyon kıravat takmak, Fransızca ko-
nuşmak,rakı içmek, İslâm'la alay etmek m ünevverin
alâmet-i farikası olmuştur. Avrupa'ya karşı bu a şın tu t­
kunluk maalesef aşağılık duygusuna dönüşmüş ve ger­
çek şahsiyet kaybedilmiştir. Öyle bir hal olmuş ki, sun­
duğunuz bir tebliğde, Türkçe, Arapça veya Farsça belge
sunuyorsanız, o tebliğ itibar görmez; yok bunun yerine
Fransızca veya İngilizce vesika sunarsanız, milletin ağzı
açık kalır ve ne enteresan tebliğ» derler.
Misyoner-ajan Mr. John bile bunun farkındadır.
Bakın ne diyor?

«Verese-i Enbiyâ olduklarını iddia eden ûlemânızın


taksirâtı pek çoktur. B ununla b irlik te o n la rın in tib â -
hit bizim m azarratım ızı m ucib o la c a ğ ın d a n ,g afle t­
lerin e te şe k k ü rle r ediyoruz.«Alimler Enbiyânın ve-
(123) HStırât-ı Hcmphcr, s. 17.

92
resesidir» hükm üne uym aları lâzımdır. Kur an-ı Ke-
rim'de «Allah bir zaman kendilerine Kitab verilenlerden
«Onu behem ahal insanlara açıklayıp anlatacaksınız,
onu gizlemiyeceksiniz» diye te'minât almıştı. Onlar ise o
sözü sırtlarının arkasına attılar. Onun mukabilinde az
bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kö­
tüdür!..» (124) ayeti vardır, okumuyorlar»(125)

Londra'daki Misyoner Okulu

Misyoner yetiştirip organize etmek için sadece ce­


m iyetler değil aynı zamanda okullar vardır. Bu okulluda
eğitim görüp misyonlarına hazırlanırlar. Bu konuda yi­
ne Mr. John şunları söylüyor;

«... M ustafa Efendi, bu bahisleri kapatalım da bi­


zim misyonerlik sanatına dair size tafsilât vereyim, daha
faydalıdır;
Londra'da bir de Misyon mektebi vardır; dışarlarda
tahsil edenler, Londra'ya avdetlerinde bu mektebe de­
vam ederek im tihan geçirirler, kazanırlarsa misyoner
olurlar, kazanm azlarsa tekrar okurlar misyoner çıkar­
lar. Misyoner mektebinin en mühim dersi Felsefe-i İse-
viyye'dir (îsâ felsefesi). Bu derste zayıf olanların misyo­
nerlikte sınıflan aşağı olur.»(126).

M isyoner Olmanın Şartlan

Bu m isyoner örgütlerinin düzenli çalışabilmeleri


için kabiliyetli elemanlara ihtiyaç vardır. Bunun için her
H ıristiyanı misyonerliğe kabul etmezler. Misyoner ola­
bilmek için b ir çok meziyetlere sahip olmak gerekir. Bu

(124) Kur'an-ı Kerim, Al-i İmrân, 187.


(125) Ahmcd Hamdi, a.g.e. s. 34.
(126) A. Hamdi, s.g.e. s. 69.

93
şartlan da Misyoner cemiyetleri ve mektebleri tesb it
eder. Bu konuda da Misyoner John şunlan anlatm akta­
d ır

«... Mişyoner olmak için bir çok şartlar vardır; bu


şartlann en mühimi Londra'daki Misyon Cemiyeti mek­
tebinde tahsil ile yüksek derecede diploma alm aktır.
Amerikalı pek çok misyoner olduğu gibi İsveç, Norveç,
Alman ve Danimarkah misyonerler de vardır. Protestan­
lığın yayıldığı her yerde misyonerler vardır. Amerikalı
misyonerler Şark’da ve İngiliz misyonerleri Uzak-Do-
ğu'da faaliyettedirler.» (127).

Misyoner Gelir ve Şirketleri

Şüphesiz ki bu derece geniş faaliyet gösteren b ir ör­


gütün malî gelirleri olması lâzımdır. Para olmadan, m is­
yonerler milleti nasıl kandırsın? Onları İstanbul'larda
nasıl en üst seviyyeye çıkaracak derecede yetiştirebilsin?
Bugünbile, bu misyoner teşkilâtlan en lüks b an n a k la ra
ve bol gelirlere sahiptirler.
1968 yılınm ocak aymda bazı araştırm alar için P a­
ris'ten Londra'ya geçmiştim. Orada, Ankara İlâhiyât Fa­
kültesinde beraber a3mı sınıfta okuduğum A m erikalı
misyoner Dale ile karşılaştım. Dale, bizimle beraber sa­
dece birinci smifi okuduktan sonra aynidı. Onu, bu şekil­
de seneler sonra Londra'da gördüm. Beni evine yemeğe
davet etti. Arabasıyla bir iki saatlik yol yaptıktan sonra,
ağaçlar arasında bir köşke vardık. Burası Dale'in evi, da­
ha doğrusu Amerikalı misyonerlerin merkezi idi. İçinde­
ki mefruşât ve müştemilâtı burada sayıp dökmeme lü ­
zum yok. Her türlü konforları yerindeydi. O rada b ir kaç
misyoner daha vardı. Hepsi Amerikalı. Çoğu Türkçe bili­
yordu. Elbette ki bu konforu sağlayan, bu k a d a r parayı
(127) Ay. yer.

94
bu iş için döken kaynaklar vardı (128). Bu konuda Misyo­
ner John da şunları söylüyor;
«... Protestan olan her memlekette misyoner şirket­
leri vardır. Her şirketin nizâmnâmesi ve idâre usûlü var­
dır. Misyonerlerin her sınıfının maaşları ve ayrıca tahsi­
satları vardır, nam larına muhavvel,bankalarda parala­
rı mevcuttur. İste d ik le ri k a d a r alabilirler.» (129). Va­
zife uğrunda hayatlarını kaybeden misyoner ailelerini
İn g ilte re H ü k ü m e ti, ölünceye kadarmesut ve bahtiyar
olarak yaşatm aya ve çocuklannı okutup iş güç sahibi et­
meye mecburdur» (130)

M isyoner Sınıflan

M i^ o n er sömürgeci örgütler, işlerini düzenli bir şe­


kilde yürütebilm ek için, kendi aralarında sınıflara bö­
lünmüşlerdir. Her sınıftaki misyonerlerin vazifeleri baş­
ka başkadır. Sıkı sıkı birbirlerine bağlı bulunan bu mis­
yoner sınıflan Londra'daki Misyon Cemiyeti tarafından
idare edilir.
«İngiliz misyonerler dört sınıftır:
1. Birinci sınıfı ve en büyükleri, m ü rşid le rd ir;
bunlara profesör denilir.
2. İkinci tabakası, misyonerler,

(126) Ben Paris'e dondüklen sonra. Misyon Cemiyeti, yakanda


adı geçen Dalc'i görevlendirmiş olacak ki, o da Paris'e geldi ve bir sene
boyunca, hiç aksatmamak şartıyla, beni Hıristiyanlaştırmak için, her
pazar günü talebe yurduna gelerek bana Hıristiyanlığı anlattı. Fakat
sonunda, «ben miislüman olmadan döneyim» dedi ve benden aynldı.
Adı geçen Dalc Rhoton, çalişmalanna devam elmiş: hatta bu ko­
nularda Samiha Ayverdi ile karşılıklı yazışmalarda bulunmuştur. Bu
mektuplarda, Dalc Rhoton, faaliyetlerinin propagandasını yaparken,
Samiha Ayvirdi do, yollarının yanlış olduğunu kendilerine göstermek
istemiştir. (Bk. Samiha Ayverdi. Misyonerlik Karşısında Türkiye, İs­
tanbul, 1969, s. 70 v d .).
(129) A. Hamdı, a.g.o. s.70.
(130) Ay. yer.

95
3. Üçüncü takımı ise misyoner muavinleri,
4. Dördüncü kısmın da g ö n ü llü ta le b e c e m iy e ■
ti'd ir (131) Bu sınıfı «Students v o lu n te e r M issio n aty
sociely» diyorlar. Bir de, ayrıca Misyoner K ad ın C em i­
yeti veya şirketi vardır ki bu şirket asıl İngiliz Misyon
Şirketinin bir şubesidir. Her sınıfın dereceleri vardır»
(132).

Yemen’de F aaliyet G ö steren B azı İn g iliz M is­


yonerleri

Böyle sınırlı bir araştırmada, şüphesiz bütün m is­


yoner faaliyetlerinden ve misyonerlerden bahsetm ek
imkânsızdır. Bunun için sadece misâl olmak üzere, Ye­
mende faaliyet gösteren bir ikisinden sözedeceğiz.
İngiltere'nin Yemen'le teması, 17. yüzyıl başlarına
kadar iner. (133) Fakat îngilizlerin bu bölgeye askerî
kuvvet göndermeleri, 18. yüzyıl sonu ile 19. 3nizyıhn baş­
larına tesadüf edetmektedir (134).
1839 yılında Aden’i işgal eden İngiltere, yavaş y a­
vaş tesir alanını genişletmeye çalıştı.Bazen askerî h are­
ketlerle işgal ettiği topraklan genişletiyor, bazan da, çok
ucuz fiyatlarla yerli Şeyhlerden toprak satın alıyordu.
İngilizleri iyi karşılayan bazı şeyhlerin topraklarını on­
lara hediye ettiklerini bile görüyoruz. (135).
İngiUzler bu amaçla, «Arap kıyafetine bürünerek,
Arapça konuşarak,onlan aldatıp bağımsızlıktan söz ede­
li 31) Hatırlanacak olursa, bundanl3-20 sene fince Amerika,
Tflrkiye'ye «Barış gönüllüleri» diye bir sürü güya öğretmen göndermiş­
ti. Aslında bunların her biri bir misyonerdi. Nitekim onlar ayrıldıktan
hemen sonra Türkiye'de anarşi başladı. Bunlan görmezlikten gclmiye-
lim artıkl..
(132) A. Hamdı, ay. es. s. 70.
(133) Bu konudaki ayrıntılar içio bk. İhsan Süreyya Sırma, Ye­
men isyanları,
(134) Ay. es. 8.88.
(135) Ay. yer.

96
rek; fakat her şeyden evvel, kendi adalannın çıkarlannı
göz önünde tutarak çalıştılar» (136). Bu gayeleri için de,
yukanda dediğimiz gibi, asıl hüviyetlerini gizleyen, bi­
lim adamı kılığındaki misyonerleri kullandılar,
Yemen'de faaliyet gösteren İngiliz misyonerlerinin
hepsi, Londra'daki Protestan Misyoner Merkezi tarafın­
dan yönetiliyordu.

G. WAYMAN BURY (Abdullah Mansur)

İngiliz Protestan Misyoner Cemiyeti'nin, Osmanh


Devleti'ne karşı Yemenlileri isyâna teşvik etmesi için
Yemen'e gönderdikleri misyoner-ajanlardan birisi, G.
Wayman Bury, veya Müslüman kılığına girdikten sonra
aldığı isimle, Abdullah Mansûr'dur.

«W. Bury, Yemen’e gittikten sonra bir muhtedi kılı­


ğına girerek, Abdullah Mansur adını almış ve Arap kabi­
lelerinde fîtne-fesada başlam ıştır (137). Nitekim Buıy,
M enâhada bulunduğu sıralarda, geceleri bir çok mektup
yazdığı. Yemen haritalarını çizdiği ve stratejik bölgeler
hakkında Londra'ya bilgi gönderdiği öğrenilmiş ve ora­
dan uzaklaştırılm ıştır (138).
Mr. B ury, Yemen'den Londra'ya döndükten sonra,
A ra b ia In fe lix o r th e Tujlcs in Yemen (London, 1915)
adı altında bir kitap yazmış, hatıra ve faaliyetlerinin bir
kısm ını bu kitap ta neşretm iştir.
Abdullah M ansur, adı geçen kitabında (139) Yemen
Valisinin toplantılanna dahi nasıl katılmayı başardığını
uzun uzadıya anlatır.
G. W. Buıy'nin ifadesine göre, onun ve bütün mi^o-
(136) Âirred Fabra-Luco, Dcuil au Lcvant, Paris, 19fiO,S. 252.
(137) A. Hamdi, a.g.c. s. 9 vd.
(138) 1. Süreyya Sırma, Osmanlı Dcvllcnin Yıkılışında Yemen İs­
yanları, 8.95.
(139) s. 190 vd.

97
Herlerin Yemen'deki merkezleri Hudeyde idi (140).

Mr.WAVELL (HACI ALİ)

Bu şekilde esrarengizolarak Yemen'e giden ve ora­


da OsmanlI makamlannı meşgul edenmisyoner turisle-
ren birisi de Mr. Wavell adındaki casustur.
Mr. WaveU'm gizli olarak Yemen'e gönderildiğini
bizzat misyoner meslektaşı ve biraz önce kendisinden
bahsettiğimiz, G. Wyman Bury söylemektedir. Bury,
Wavell, misyoner Harris gibi kıyafeti değiştirilerek Ye­
men'e gönderilen ajan diye bahsetmektedir (141).
Hacı Ali takma adıyla Yemen'e giden Mr. Wavell,
misyonerlerin merkezi olan Hudeyde'ye inm iştir. D uru­
mundan şühelenen Osmanlı makam lan San'a'ya gidişi­
ni yasakladıkları halde, o gizlice San'a'ya kaçmış ve ora­
da bazı faaliyetlerde bulunmuştur. San'a'da yakalanan
Wavell, emniyet altında tekrar Hudeyde'ye yollanm ak
istenince, anlaşılmaz bir şekilde ortadan kaybolmuştur.
Uzun araştırmalardan sonra te k ra r bulunan WaveI1,
yerli halk gibi yüzünü boyamış, belinde bir peştem al ve
elbiseleri altmda bir fişeklik taşıyordu. Üzerinde yapılan
aramada, iki pasaport çıkmış; bunlardan biri İngiliz H â­
riciyesi tarafindan verilen ve Ârthur Bengual'a a it pasa­
port, diğeri de Marsilya'daki Osmanlı Konsolosluğun­
dan, Zengibarlı Ali b. Muhammed adına verilm iş p a sa ­
porttur (142). Vlavell'ın kendi ifadesinden, Igiliz ordu­
sunda çalışan bir subay olduğu anlaşılm ış ve Hudey-
de'deki İngiliz Konsolosluğuna teslim edilmiştir.

(140) G.W. Buıy, oy. es. s. 192.


(141) G.W. Buıy, u.gje. s. 180.
(142) T.C. Huıiciyc Arşivi, Siyasi, no: S55

98
D EĞ ERLEN D İRM E

Şeytan'ın Adem (a.s.)'a secde etmemesiyle birlikte


bir mücadele başlamıştır. Bu mücadele de, Allah yolunu
seçen Hakk yolcularıyla, Şeytan yolunu seçen batıl silik­
leri arasında asırlar boyu sürüp gelmiş ve de sürüp gide­
cektir. Tahrip grafıgğinin yan çizgileri ise, yakından ve­
ya uzaktan; doğrudan veya dolaylı olarak bu mücadeley­
le ilgilidir.
Ş urası üzücü ve fakat gerçektir ki, grafiğin b a tıl
cephesini teşkil eden sınıf, genellikte mütagallibe olmuş­
tu r. K arşı cephe ise devamlı olarak büyük veya küçük
çapta mücadele vermiş, Hakk'ı galib kılmaya çalışmıştır.
M üteğallibe sınıf, iktidarı elinde bulundurduğu için,
maddi varlığa yani paraya hakim olmuş ve bu yeni silah­
la karşı sınıfi ya ezmiş veya asim ile etmiştir. Bu iki cep­
henin böyle gelişen mücadelesi, finans itibariyle K apita­
liz m i doğurm uştur -Sosyalizm veya Komünizmi de pür
madde ile ilgili olduklarından. Kapitalizmin, diğer deyiş­
le M ateryalizm in başka varyantlarm dan ibarettir-.
K arşı cephede ise, madde (para veya onun köleleri)'
ikinci plâna atılarak m an ev iy y ât birinci plâna alınmış­
tır. Bu cephede gaye, Allah'ın istediği gibi yaşamayı
te'm indir. İnsana taalluk eden h er şey bunun için birer

99
vasıtadır.
İnsanoğlu, umumen iki eras şeye m aliktir. F u m ül­
kiyet madde ile ilgili olduğundan insanın tasarr^ıfu al­
tındadır. Bunlardan biri can (nefis), diğeri ise mal-
dır.Her insan fiziki itibariyle, vücudu yani canı üzerinde
tasarruf sahibidir. Onu istediği gibi kullanır. İsterse
meyhanede onu alkole boğarak öldürür, isterse onu Al­
lah'a feda ederek yok eder, şehid olur. Kaçınılmaz olanı
şudur ki, bu can denen şeyin -istemesek de- son durağı ö-
lûmdür. Can denen nesne yaratılalı beri, insanoğlunun
kâh aklına, kâh duygularına hizm et etm iştir. B ütün
bunlardan anlaşılıyor ki, insan, kendi canına sahiptir,
onu dilediği gibi kullanır.
İnsanın tasarrufu altında olan ikinci şe3d ise m alı­
dır, dedik. Bunun içine çoluk-çacuktan, ta rla y a k a d a r
olan her ş ^ girer. Bunlardan da dilediğini yapm a ihtiyâ-
nna sahiptir. Bunun dışında da başk a birşeyi yok-
tur.böyle olduğu için, Allah, insanın bu iki değeri ile m ü­
cadelesini istemektedir: Canıyla ve malıyla Allah'ın h ü k ­
münü ikâme etmeğe davet edilmektedir. Allah, şöyle bu­
yuruyor: Şüphesiz ki Allah hak yolunda (savaşarak düş­
manlan) öldürmekte, kendileri de öldürülm ekte olan
müminlerin canlannı ve mallarını -kendilerine cennet
vermek mukabilinde satın almıştır.» (Tevbe suresi.]
O halde, görünüşte sahib olduğumuziki şey, c a n ve
mal, sadece Allah yolunda savaşmak için, mücadele için,
yine Allah tarafından verilmiştir. Bu mücadele cephele­
rinden birinin liderliğini Peygamberler veya onların
izinde olanlar, diğerinin ise tâğutlar yapm ıştır. Bu m ü­
cadelede, Allah yolculannın ücreti, şehadet m ukabili
cennet; tağut hempalarının acreti ise, m akam lara gel­
mek için Allah'la mücadele, dünya sefahati ve p ara veya
para aletlerine mukabil dünya refahı ve sonunda Cehen­
nem...
Tağut yolu, madde ve para olduğundan, b u yolda gi­

100
denler bunlara sahip olmak isterler. Belli bir sınıfı mü­
reffeh yaşatm ak için bütün insanlığı kurban etmekten
çekinmezler bu tağut izleyicileri! Bunun en bariz misâli,
tarih öncesinden bugüne, Peygamberlerin ve insanlığın
düşmanı olan, saadetlerini insan kanıyla yoğuran Yahu-
dilerdir.
Allah'ın hükm ünü ikâme eden en son peygamber
Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. On beş asırdan beri de onun
yolunda -bazan yok denecek kadar az bile olsa- gidenler,
T ağut’la veya onun izinde olanlarla mücadele halinde­
dirler. Bidayetten beri bu dava -ki buna İslâm diyoruz-
Yahudiler olsun Hıristiyanlar olsun, kıyasıya mücadele
etmişlerdir. Haçlı seferleriyle devam eden bu tağut ideo­
lojisi, günümüzde Lübnan Afganistan katliamı ile sergi­
lenmektedir.
H akk'la mücadele, her zaman silâhla olmamıştır.
Silâh imkânı bulamayınca, fıtne-fesad yolunu seçmişler­
dir. Bu son metodu uygulayanlar ise, misyoner-casuslar-
dır.
Bu küçük çalışmamızda, bunlardan biri olan misyo­
n er faaliyetlerinden söz ettik. Aslında binlerce olan bu
müfsidlerin sadece bir kaçından bahsettik.
Bizzat kendi ifadelerinden anlaşıldığı gibi, esas ga­
yeleri, İslâm'ı ortadan kaldırarak, İslâm alemini sömür­
ge haline getirm ektir. Bunu için onlar yönünden her va­
sıta m eşrudur.
Artık şunu görmezlikten gelmiyelim ki, İslâm dün­
yasının bugünkü feci durumu, bu fesâd yuvalarının faa­
liyetleri sayesinde olmuştur. Reagan Londra'da bir Haçlı
Seferi ilân etti ve Lübnan gitti.
H erbiri bir diğerinin düşmanı olan İslâm dünyası­
nın h er köşesinde m u h te d i la h ld ı m ûfeid m isyoner­
le r in olmadığını kim garantiler?
İçimizde bir sü rü Abdullah, İbrahim, Ali'ler, Safiy-
ye'ler, Asiye'ler, vardır ki, esas isimleri Chrisban, John,

101
Margarette, Reagan, Paul, Elisabeth'tir...
Bizzat yaşadığımız şu hadise, oldukça m anidâ-
rdır:
4 mayıs 1985 günü
Bayburt'a, bir konferans
için gitmiştim. Bir ara cad­
dede bana birisini tanıştı­
rıp, «Hocam bu Âlmandır,
M ^ ü m an olmuş; adı Ala-
addin!» dediler. Ben de o
zaman yanımdakilere -bel­
ki bu konuda fazla hassas
oluşumdandır- bunlara
çok dikkat edin; bunların
çoğu Batı emperyalizmi­
nin misyoner casuslarıdır­
lar» demiştim de, arkadaş­
lar beni yadırgamışlardı.
Olaydan iki ay sonra elime
gecen bir mecmuada (Avru­
Yukarıda resm i görülen
pa'da Hicret, 1 mayıs 1985,
Köln-Batı Almanya), Bay­ 1963 doğumlu olman D irk
burt'ta tanıştığım Alaaddin H e in ric h VVeschke (Ala­
hakkında şu dehşet verici addin EL-SERÎF) adıyla
haberi okuyorum: >■ Müslüman teşkilatlara sız­
maya çalışm aktadır.

«Almanca, İngilizce, Türkçe ve Kürtçe'yi iyi bilmek­


tedir. Devamlı sank ve cübbeyle dolaşm aktadır. Vi-
deo'dan öğrendiği zikr metoduyla zikr öğretiyorum diye­
rek Müslüman teşkilatlara girmektedir. Muskacılık yap­
tığı da bilinmektedir»
Ludwigshafen, Mannheim, B aden-W ürttem berg
eyaleti, Tübingen,Reutlingen, Nagold veHeidenheim'da
Müslüman teşkilatlara bir buçuk yıldan beri girip çık­
mıştır. En son Brucksal teşkilatında devamlı M üslüman
gençlerle ilgilenmek istemesi ve cemiyetin içinde k al­

102
m ak için ısrar etmesi ve bazı hareketleriyle, hakkında
mevcut şüpheleri arttırmış ve sikıştınidığında «Ajan» ol­
duğunu ve bir buçuk yıldır abdestsiz namaz kıldığını da
itira f etm iştir. Polise teslim edildiğinde polis babasıyla
telefonda görüşmüş, daha önce öldü dediği babasının ha­
y atta olduğu da ortaya çıkmıştır. Reutlingen ve Brucksal
teşkilatlarında kendisine verilen iki odada yapılan araş­
tırm ada çok sayıda seks mecmualan, seks hapları, gaz
tabancası v.s. ele geçirilmiştir.
Reutlingen’de kum ar oynarken kıyafetiyle dikatti
çekince «Sen kimsin?» sorusuna «Ben Fatih Camii İma­
mı Yaşarim» demiştir.
Hangi teşkilata gelirse içeri alınmasın»
Allah'ın emrine uyarak bunları kedimize hakim ka­
bul etmiyelim.
Allah'ın bütün insanlığa olan şu emirleriyle bitire­
lim;
«Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse
işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir» (Mâide suresi, 44),
«Ey im ân edenler, Yahudileri de, Nasranîleri de
kendinize y â r (ve üstünüze hâkim) edinmeyin. Onlar
(ancak) birbirlerinin yârânıdırlar. İçinizden kim onlan
dost (ve hâkim) edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah
o zâlimler güruhuna muvaffakiyet vermez» (Mâide sûre­
si, 51).

103
Btf.GELEIl

I !/*
i#

f ^ . ‘^ -7^

ı.;ı^
—« * * ^ *. **^ ' ■ ■^' ^ ^ ,
İ’ı'

Üelt'C no; l/tn g iliz Hükümetinin Misyoner Wavell


ile ilgili verdiği jifah ı nota (T.C. Harldyc Arşivi,
Siyasi, no; 555),
-.'♦-A.

>ı p î l ^ Î M f ^ 'Ç

^ A > H-5..'W •• V* ' .

Belge no: 2/Mr, WavelVın Yemen valisine yazdığı


Arapça mektub. (T.C. Hariciye Arşivi. Arabie Occl-
dentalc. no; 555/7).
^ <' • ' ' XV- ■

Jy» JK»:: VV v.^ ^ v * . ş î t ’Uı*,, ' ^**‘İ'. î Vt

‘•v***.»«'^.* j.**. . .... ...1* '


&4-. ^ ^ v . » .'• . .

LCw^''_\...vı!rfr.-'..,

Belge no; 3/DablHyc Nezaretinin Mr.


ii tezkeresi (T.C. Hariciye Arşivi. Siyasi / ).
. «•> . .• i » •.-, « . -a V • ••'

Bclçe nn; t/Mr. Wavcirin Uzcrlntle bulunan pasa­


portlar (TC. Hariciye Arşivi, Siyasi no; 555/7).
m D R .H m m m ii

İtKİİlİZIDİ^yOHEllLEllİ

L on d ra M is y o n e r T e ş K lla tı 6 a ş lx a ııı ş ö y le K o n u ş tu :

“ H îz I n ğ ı l i z l e r ’in m ü r e ffc K ve saadet îç în d e y a ş a m a m ız

îçin ^ m ü a lü m a n la r ın a r a s ın a n îfa K t o K u T n la r ız ıı e k m e m iz

la z ım d ır . O n l a r ı n iç in d e îk t îla jf k ı v ılc ım la r ın ı tu tu ş t u r m a lıy ız .

B iz O s m a n lı D e v l e t i ’n în kcr ta r a fın a fitn e so k a ra k onu

y ık a c a ğ ız . B ö y le yap am azsak , In ğ iliz le r ğ ik i küçük k ır

m ille t, n a s ıl m ü r e ffe k o lu r ? İş te H c m p le r , kunun iç in d ir

k i, İs la m d ü n y a s ın ı n ifa k ve fe s a d a te ş in e verm ed en ,

o n la r ı te fr ik a y a sokm adan ğerî ğ c im e r '

BEYAN

ISBN 975-473-027-X

9"7897S4"730272

'M

You might also like