Professional Documents
Culture Documents
Unite 3
Unite 3
)
PEYGAMBERLİĞİ VE MEKKE
DÖNEMİ
3
© Bu ünitenin tüm yayın hakları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi’ne aittir. Yazılı izin alınmadan
ünitenin tümünün veya bir kısmının elektronik, mekanik ya da fotokopi yoluyla basımı, yayımı, çoğaltımı ve
dağıtımı yapılamaz.
Hz. Muhammed’in (sav) Peygamberliği ve Mekke Dönemi
Risâlet Döneminin
İlk Vahiy
Başlaması
Boykot
Hz. Hatice'nin
Vefatı
Hüzün Yılı
Ebu Talib'in Vefatı
Taif Seferi
I. Akabe Biatı
İsra ve Mirac
GİRİŞ
Allah’ın hangi şartlar altında vahyi göndererek tarihin akışını değiştirmeyi
murat ettiği bilinmemekte, ancak âlimler Allah’ın peygamber göndermedeki
hikmetini soruşturmaktadırlar. Ayrıca neden Hz. Muhammed seçilmiştir, neden
Mekke, neden Arapça, neden bu tarih, belli değildir. Ancak Allah’ın,
Peygamberi’nin durumuna bağlı olarak, onun bulunduğu yer olan Mekke’yi
seçtiğini ve Kitabını da onun dili olan Arapçayla gönderdiğini söylemek
mümkündür.
Tüm bu konularda hikmet adına çeşitli araştırma ve spekülasyonlar yapılmış
olsa da, sonuçta elimizde, vakıa ile karşı karşıya olduğumuzun bilinci kalmaktadır.
Ancak şunu unutmamalıdır ki, buna rağmen birçok teori öne sürülmüş ve bu
teoriler üzerine inşa edilen bir “İslam Düşüncesi” geleneği ve medeniyeti olmuştur.
Genel anlamda nübüvvet (risâlet), insanların dünya ve ahiretle ilgili
ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla Allah ile insanlar arasında yapılan elçilik
görevidir. Elçi olarak seçilen kişi, Allah’ın vahiy yoluyla öğrettiklerini, emirlerini ve
yasaklarını insanlara ulaştırma görevi almıştır. Bu kişiye nebi ve resul denmektedir.
Hz. Muhammed Allah’ın insanlara gönderdiği ilk peygamber değildir ve kendisine
gelinceye kadar çok sayıda peygamberler gönderilmiştir. Gönderilen
peygamberlerden bir kısmı ‘Kitaplı”, bir kısmı ise “Kitaplı değil”dir. Kur’an’ın
kendilerinden bahsettiği peygamberler, çoğunlukla Hicaz bölgesinde bilinen ve
iyice tanınıp haberdar olunan peygamberlerdir.
İslam kültürü ve düşüncesine göre, Hz. Muhammed (s) peygamber olarak
gönderildiği sıralarda, başta Yahudiler ve Hıristiyanlar olmak üzere, çeşitli dinî ve
sosyal gruplar arasında bir peygamberin yakınlarda çıkmak üzere olduğu inancı
hâkimdi. Bunun sebeplerinden ilki, Kur’an’ı Kerim’in bildirdiğine göre, Allah’ın tüm
Nübüvvet (risâlet), peygamberlerden kendilerinden sonra gelecek olan peygamberi müjdelemeleri ve
insanların dünya ve ona iman etmeleri hususunda söz almış olmasıdır. (Al-i İmran, 3/81) Bu yüzden her
ahiretle ilgili peygamber kendilerinden sonra gelecek olanı müjdelemiş ve Hz. İsa (s) da Hz.
ihtiyaçlarının Muhammed’i (s) müjdelemiştir. İşte Resulullah’ın gelişinin Ehl-i Kitap tarafından
giderilmesi amacıyla bilinmesinin sebebi budur. İkincisi ise, Kitap Ehli’nin bildirdikleri dışında, çeşitli
Allah ile insanlar
bölgelerde etkisi kabul edilen kâhinler/arrâflardan da yakında bir peygamberin
arasında yapılan elçilik
görevidir. geleceğinin bilgisi yayılmış olmasıdır. Bir peygamberin geleceği haberinin
Mekke’de yaşayan hanifler tarafından verildiğine dair rivayetlere de
rastlamaktayız. Mesela Kus b. Sa’îde’nin Ukaz panayırında verdiği yakında
geleceğinden bahsettiği hutbeyi, gençlik yıllarında Allah Resulü de dinlemiş ve
ondan övgüyle bahsetmiştir.
Nitekim murad-ı ilahiye uygun olan bu beklentiler tahakkuk etmiş ve Allah,
Mekke’de Hz. Muhammed’i Nebi-Resul olarak seçip görevlendirmiştir.
RİSALETİN BAŞLAMASI
İlk Vahiy
Yalnızlık duygusunu yaşayan Hz. Peygamber yine bir gün Hıra mağarasında
tefekkür ile iştigal ederken kırk yaşında ”vahiy” hadisesi vuku buldu. Cebrail ona,
Ramazan ayının sonuna doğru bir gece vakti, Allah’ın kendisini peygamber olarak
seçtiğini bildiren İkrâ suresinin ilk beş ayetini indirdi.
Allah Resulü’nün vahiy alışının bu ilk anını, kabul edilen rivayetiyle vererek
değerlendirmek istiyoruz: “Hz. Peygamber mağaradayken (veya uyurken) birden
bir varlığın kendisine yaklaştığını görmüştür. Vahiy meleği Cebrail olduğunu
sonradan anlayacağı bu varlık, Hz. Peygamber’e (s), “oku!” der. Allah Resulü (s),
“Ben, okuma bilmem!” deyince, Cebrail, Allah Resulu’nü (s), takati kesilinceye
Resulullah, Hıra kadar sıkar ve bırakır. Öyle ki, Hz. Peygamber kendisini ölecek zanneder. Bundan
Mağarasındayken, sonra Cebrail, Allah Resulu’ne, “Oku!” der. Allah Resulü (s) yine, “Ben, okuma
vahiy meleği Cebrail bilmem!” deyince, Cebrail, Allah Resulu’nü (s) tekrar nefesi kesilinceye kadar sıkar
gelerek, ona “oku!” ve bırakır. Allah Resulü (s), kendisini ölecek sanır. Sonra, Cebrail Allah Resulune
der... Böylece Risalet
yine, “Oku!” der. Allah Resulü (s), Cebrail’in sıkmasından kurtulmak için, “Neyi
başlamış olur.
okuyayım!” diye sorunca, Cebrail, Alâk suresinin başındaki beş ayeti okur ve gider.
Cebrail ayrılıp gittiği zaman, o ayetler Allah Resulu’nün (s) zihnine nakşolmuş
gibidir.
Örnek
Hz. Muhammed (s) çok korkmuştu. Mağaradan ayrılıp hızla evine giderken
Hıra dağının ortasına geldiği zaman, gökten bir ses işitti: “Ey Muhammed! Sen,
Allah’ın Resulüsün; ben de, Cebrail’im!” diyordu. Allah Resulü (s), başını kaldırıp
bakınca, Cebrail’i, ayaklarını göğün ufkuna basmış bir insan suretinde gördü! “Ey
Muhammed! Sen, Allah’ın Resulüsün; ben de, Cebrail’im!” diyordu. Allah Resulü (s)
duraklamış, ona bakakalmıştı. Ne bir adım ilerleyebiliyor, ne de gerileyebiliyordu.
Cebrail’i görmemek için, yüzünü göğün ufuklarından ne tarafa çevirip baksa, hep
onu öylece görüyordu! Cebrail’in sesi, Allah Resulu’ne (s) kâh gökten, kâh yerden,
kâh ağaçtan, kâh dağdan geliyordu.”
Rivayetlere göre Hz. Peygamber’in, Cebrail’i aslî suretiyle gördüğü yerlerden
biri burasıdır.
Hz. Peygamber bu hadise neticesinde ürpermiş ve bir telaş ile evine
gitmiştir. Bu durumu gören Hz. Hatice, eşinde farklı bir şeyin olduğunu anlasa da,
Hz. Peygamber’in, “üzerimi ört, biraz uyumak istiyorum” sözü üzerine bir şey
sormamıştır. Hz. Peygamber uyandıktan sonra olan biteni Hz. Hatice’ye anlatmış ve
kendi adına kaygılarını dile getirmiştir. Bu diyalog son derece önemli ve birçok
durumu aydınlatıcıdır. Resulullah, “Ben mağaradayken, bana bir şey uğradı, onun
cin veya başka bir şey olmasından korkuyorum. Bilirsin zaten kâhin ve
büyücülerden nefret ederim, bana da bir şey musallat olmasın?” diyerek, sözlerini
bağlayınca, eşi, “Hayır! Sen etrafına karşı iyilik yaparsın, herkese karşı hayırlısın,
akrabanı gözetir, yolda kalmışa, yoksula ve düşküne el atarsın. Allah sana bir zarar
vermez bence hiç endişelenme!” diyerek kocasını teselli etti.
Ertesi gün Hz. Hatice, Hıristiyan olan, Tevrat ve İncil’i iyi bilen yakın akrabası
Varaka b. Nevfel’e gitti. Resulullah’ın yaşadıklarını ona olduğu gibi anlattı. Varaka
ise cevaben “anlattıklarından anlaşılan odur ki, Muhammed’e Cebrail gelmiş ve
onu peygamberlikle görevlendirmiştir. Ona gelen daha önce Musa ve İsa’ya da
gelmişti.” Daha sonra, Hz. Muhammed’i ziyarete gelmiş, karısının anlattıklarını bir
de onun ağzından iyice dinlemiş ve Hz. Hatice’ye dediklerini onu da söylemiş ve
peşine, “keşke kavmin senin yerinden yurdundan çıkardıklarında yanında olsam da
sana destek olabilsem” demiştir. Allah Resulü de bu ifadeyi şaşkınlıkla karşılamış ve
“kavmim beni yurdumdan mı uzaklaştıracak?” diye sormaktan kendini alamamıştır.
Bunun üzerine Varaka, “evet, bu, tüm peygamberlerin başına gelmiştir!” diyerek
cevaplamıştır.
İlk Namaz
Namazı ve abdesti emreden ayetler daha sonra nazil olmakla beraber,
eskiden beri toplumda bilinen ve bazılarınca icra edilen bu ibadeti Resulullah da
sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit olarak ifa etmeye başlamıştır. Çünkü
namaz, ayetlerden anlaşıldığına göre, Allah’ın göndermiş olduğu tüm dinlerin ortak
ve aşikâr ibadetidir. (Bakara: 2/83, 125; Maide: 5/12; Yunus: 10/87; Hud: 11/87;
Lokman: 31/17; Beyyine: 98/5) Oruç ve sadaka da böyledir.
İlk Müslümanlar
Bu durum yaklaşık üç yıl sürdü. Bu süreçte epey insan Müslüman oldu. Bu
bağlamda ilk Müslümanlar listesini uzunca ele almak ve bu Müslümlara dair bilgiler
aktarmak her ne kadar mümkünse de çalışmanın kapsamını ziyadesiyle
genişleteceği için bütün isimleri kaydetmedik. Bundan dolayı biz sadece adı sıkça
duyulan ilk Müslümanları ve erken Müslüman olmuş kişileri Asım Köksal’ın yaptığı
sıralamayı temel alarak vermekle yetindik:
• Allah Resulu’ndan (s) sonra, Yüce Allah’a ve O’nun Resulüne ilk inanan,
Allah Resulu’nun sevgili eşi Hz. Hatice idi. Sonra kızları Hz. Zeynep, Hz.
Rukayye, Hz. Ümmü Külsûm, Hz. Fâtıma.
• Zeyd b. Harise, sekiz yaşından beri Resulullah’ın yanında olan Zeyd,
vefatına kadar Allah Resulu’nün yanından ve hizmetinden hiç
ayrılmamıştır.
• Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir, Bilal-i Habeşî ve annesi Hamâme, Ebu Fükeyhe, Halid
b. Saîd ve eşi Ümeyne, Amr b. Saîd, eşi Fâtıma ve kardeşi Halid b. Saîd
• Hz. Osman, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vakkas,
Talha b. Ubeydillah
• İlk sırayı alan bu zatları takip eden isimlerin birkaçı şöyledir:
• Ebu Ubeyde b. Cerrah, Ebu Seleme, Erkam b. Ebi’l-Erkam, Osman b.
Maz’un ve iki kardeşi, Abdullah b. Mes’ud, Cafer b. Ebi Talib, Saîd b. Zeyd
ve eşi Fâtıma bt. Hattab, Ubeyde b. Haris, Ayyaş b. Ebi Rebia ve eşi Esma
bt. Selame vdd.
İlk müslümanlar hakkında
İlk Müslümanlara bakıldığı zaman onların, toplumun çeşitli katmanlarından
olduğu görülecektir: Zengin, fakir, hür, köle, kadın, erkek, yaşlı ve genç... Bu durum
İslam’ın aslında herkes tarafından tam olarak anlaşıldığı ve karşılık gördüğünün de
delilidir.
Bu insanlar samimiyetle Allah’ın dinini kabul etmişlerdir. Bu dinî duygu ve
İlk Müslümanın kim
bağlıklıklarının bir heves veya çıkar doğrultusunda olmadığının onların bütün baskı
olduğu hususu siyasi ve
mezhebi saiklerle ve işkencelere rağmen imanlarında sebat etmelerinden de anlayabiliyoruz.
suiistimal edilmiştir. Ayrıca ilk Müslümanın kim olduğu hususunun siyasi ve mezhebi saiklerle
suiistimal edildiğini yinelemekte fayda görüyoruz. Bu hususta tartışmalar olmakla
beraber bizce bu durum çok da önem arz etmemektedir.
Peygamber, önce Safa tepesine çıktı. Tüm halka yüksek sesle bağırarak onları
topladı ve Haşimoğulları ile Abdülmuttaliboğulları’nı ve Kureyş’in diğer kollarına
tek tek seslenerek Peygamberliğini duyurdu, onları Allah’a ve Resulüne imana
çağırarak ve gelecek günün azabıyla korkutarak, onları imana davet etti. Kureyş
büyüklerinin alaylarına muhatap olmanın dışında bir karşılık bulamadı.
Bundan sonra Resulullah, yakın akrabalarıyla yemekli bir toplantı tertip
etmiş ve Hz. Ali’yi çağırıp, yemek hazırlamasını, sonra da Abdulmutâlib Oğullarını
toplamasını istedi. Hz. Ali, Resulullah'ın dediklerini aynen yaptıktan sonra
Abdülmuttalib oğullarından kırk kişi toplandı. Oradan bulunan Ebu Leheb Hz.
Peygambe’e çıkışarak, “Bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Sen,
onlara bir takım şeyler söyleyeceğine, asıl sen, dinî sapkınlığını bırak ve şunu da
aklından çıkarma: Kavmin, senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze
İlk Müslümanların alacak değildir. Bana kalırsa Kureyş senin üzerine çullanmadan, bizim senin başına
sosyal durumlarına
dikilip seni hapsetmemiz gerekir, bizim böyle yapmamız, ötekinden daha kolaydır.
bakıldığında, onların
zengin-fakir, hür-köle, Ey kardeşimin oğlu, ben amcaoğullarına, senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren
kadın-erkek, yaşlı-genç bir kimse daha görmedim.” dedi. Bu sözler üzerine oradakiler de dağılıp gittiler.
toplumun her Resulullah, onlara bir şey söyleyemedi.
kesiminden insanlar
olduğu görülecektir. Ertesi gün Resulullah Hz. Ali’ye tekrar Abdülmuttalib oğullarını toplamasını
ister. Bu toplantıda Allah Resulü, müşrik akrabalarını bir olan Allah’a ve O’nun
dinine davet ettikten sonra, “Bu yolda kardeşim ve sahabim olmak üzere bana kim
bey'at eder?” buyurdu. Buna sadece çocuk yaştaki Ali olumlu cevap verdi. Herkes
alay edip dağılırken, Ebû Tâlib: “… Bizim katımızda, sana yardım etmek kadar
sevgili bir şey yoktur. Bu toplananlar, senin atalarının oğullarıdır. Tabiî ki, ben de
onlardan birisiyim. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Andolsun ki, etrafını
kuşatıp seni korumaktan bir an geri durmayacağım. Ancak nefsimi,
Abdülmuttalib'in dininden ayrılmak hususunda bana boyun eğer bulmadım. …”
dedi.
Bu rivayetteki bazı ifadelerin, mucizeli anlatılar yanında bir takım problemler
ve çelişkiler içerdiğini söylemek de mümkündür. Ancak konuyu uzatmamak için
burada ele almaya gerek görmemekteyiz. Burada kanaatimize göre kabul edilecek
tek husus, genel anlamda değil de, özel anlamda ve sadece aile ve çocuklarının
gözetilmesi hakkında Resulullah’ın bir yardımcı istemiş olabileceğidir. Zira bu
olaydan sonra Allah Resulü Hz. Muhammed, dur durak demeden, zaman ve mekân
gözetmeden, her durum ve fırsatta insanları Allah’ın yüce dinine çağırmış ve onlara
dini hayata geçirme ve yaşatma hususunda örnek olmuştur.
Resulullah şimdiye kadar birebir ve yakınındakilere yaptığı tebliğ davetini,
artık toplu olarak ve grup hâlindeki insanlara da yapıyordu. Kâbe’yi tavaf için
gelenlere, pazar ve panayırlara gidiyor, oradakilere tebliği yapıyor ve dine davet
ediyordu. Fakat kendisi gibi diğer Müslümanların da tebliğ faaliyetlerine açıkça
başlaması ve hız vermesi, artık Kureyş’i tedirgin ve hatta rahatsız etmeye başladı.
Bu yüzden Peygamberimiz’i bazen tersliyorlar, bazen itip kakıyorlar ve bazen
de konuşmasına imkân vermiyorlardı. Bu durum tebliğ yapan diğer sahabe için de
söz konusuydu. Durum öyle bir hâl almıştı ki, Müslümanlar artık rahat değillerdi,
tedirgindiler ve bazen de birbirlerinden endişe etmeye başlamışlardı. Çünkü bazı
İlk Tepkiler
Kureyş müşrikleri ilk yıllarda (3. yıla kadar) bu yeni oluşumu önemsememişti.
Fakat hafife aldıkları bu insanlar bir tefrika çıkaracak derecede bir güç oluşturma
noktasına doğru ilerliyordu. Hz. Peygamber’in tebliği yayılmaya başladıkça
müşriklerin maddi manevi otoritelerini sarsıp, inançları olan putperestliği
temelden yok eder nitelik arz etmeye başladı. İşte o zaman müşrikler de
Kureyş’in Allah
Müslümanlara karşı sert bir tutum takınmaya başladılar.
Resulü’nün davetine
itiraz veya Artık her yer ve ortamda Müslümanlar dillerde dolaşıyor ve onlar
muhalefetinin engellenmeye çalışıyorlardı. Sonuç olarak bu işten etkilenmeyen ev ve aşiret yoktu.
arkasında birçok sebep Herkes aynı gerekçeyle değilse de, çok çeşitli sebeplerle Allah Resulü’nün davetine
vardı.
itiraz veya muhalefet ediyorlardı. Genellikle bu sebepler şu şekilde sayılmaktadır:
kentin ulu kişileriyiz. Biz dururken başkasına vahiy inmesi olacak şey değil!”
diyordu (Furkan 25/41).
• Kuran’ın Mekke aristokrasinin kurduğu sömürü düzenini yıkmak istemesi
de bu düzenden beslenenlerin muhalefetine sebebiyet verdi.
• Ahiret düşüncesini kabullenmek istemiyorlar, dünyada yaptıkları
haksızlıkların hesabını vermek korkusu, onları kendilerini düzeltecek yerde,
karşı çıkmaya itiyordu.
• Kur’an muarızlarının, şair ve hatiplerin Kur’an karşısında aciz kalmaları
onların düşmanlıklarını daha da şiddetlendirdi.
• İtiraz edecek husus bulamadıkları zaman, peygamberin kendileri gibi bir
‘beşer’ olmasına itiraz ederek, onun bir ‘melek’ olması gerektiğini ve
söylüyorlardı (İsra 17/94; Zuhruf 43/31).
Resulullah'ı ve diğer Müslümanları konuşma ve tartışmalarıyla ikna
edemeyenler, Kur’an karşısında suskun kalanlar, Müslümanların sayısındaki artışı
gördükçe tepkileri iyice artıyor ve artık baskı ve işkencelere başvuruyorlardı.
• Kur’an’ın Allah katından gelme onun kelamı olduğuna değil beşer olarak
Hz. Muhammed'in sözü olduğunu iddia etmektedirler. (Müddessir: 74/25;
Furkan: 25/6; Yunus: 10/37; Şuara: 26/194, Zuhruf: 43/4, Yunus: 10/15
vd.)
• Allah Resulü, Kur’an’ın bir elçi yani Cebrail tarafından getirildiğini
Müşriklerin Allah’a, söylemesine karşı, ona düşmanlık beslemeleri şeklindeki itirazları. (Bakara:
Peygamber’e ve 2/97-98; Hakka: 69/40)
Kur’an’a itiraz ve iftira • Kur’an daha ilginç ve daha başka bir biçimde inmiş olmasını istemeleri.
ediyorlardı. Onlarla (Furkan: 25/32; Fussilet: 41/44)
yapılan tartışmalar • Allah Resulu’nün ayetleri okumasına karşı onların da karşı propaganda
aynen Kur’an’a da
oluşturmaları. (Fussilet: 41/26)
yansımıştır.
• Kur’an’a karşı koyamayınca, onun hakkında “bu eskiden beri duyduğumuz
masallardır” demeleri. (Enfal: 8/31; Müminun: 23/83)
• Kur’an’ın bir şair veya kâhin sözü olduğunu söylemeleri. Çünkü Arapların
inancına göre, mükemmel sözler ancak şair ve kâhinler tarafından
söylenmektedir. (Hakka: 69/41-42; Şuara: 26/210; Yasin: 36/69)
• Kur’an’ın etkileyiciliğine karşı duramayınca, onu ‘ söz büyüsü’ olarak
adlandırılmak istediler. (Saffat: 37/36; Zariyat: 51/52; Saffat: 37/15 vd.)
• Allah Resulu'nü reddetmek için ısrarla ondan mucize istemeleri. (Enfal
8/32; Ra’d 13/38; Ankebut 29/50-51; En’am 6/109; İsra 17/59 vd.)
Ebu Talib'e götürdüler ve ondan Umare’yi alıp, Hz. Muhammed’i teslim etmesini
istediler. Ebu Talib ise, "vallahi, siz bana ne kötü şey teklif ediyorsunuz! Bu insaflı
bir davranış mıdır? Siz bana oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için
besleyeceğim. Ben oğlumu size vereceğim, siz ise onu öldüreceksiniz, öyle mi?
Vallahi, bu hiçbir zaman olur şey değildir!” diyerek onları reddetti.
Yine bir gün aralarında şöyle dediler: “Muhammed’in işi çığırından çıktı,
işlerimiz karıştı. Sihirde, kehanette, şiirde en bilgilimizi araştıralım da,
topluluğumuzu dağıtan, işimizi karıştıran, dinimizi ayıplayan şu adamın yanına
gönderelim, kendisiyle bir konuşsun; üzerinde direndiği şeyle ne yapmak istediğine
bir baksın, durumu öğrensin.” dediler. Tartışmaları sonucunda bu iş için, Utbe b.
Rebia’dan daha uygun birinin olamayacağına kanaat getirdiler. Peygamberimiz de
toplantı yerine yakın bir tarafta yalnız başına oturuyordu. Bunun üzerine Hz.
Peygamber’in yanına giden Utbe, ona “yaptığın bu şeyle mal istiyorsan mal
verelim, şeref, şan, şöhret istiyorsan on verelim, ne elde etmek istiyorsan söyle ona
sana verelim” şeklinde bir teklifte bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Fussilet
Ebu Talib, Araplardaki sûresini okumaya başladı. Utbe de, susup, sakince onu dinledi. Peygamberimiz,
asabiye geleneğine Fussilet sûresini okuyup secde ettikten sonra: “Ey Ebû’l- Velid! Hiç işitmediğini
uygun olarak, dinlemiş bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o! Benim diyeceğim budur.” buyurdu.
Müslüman olmadığı Bundan sonra, Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına varırken, arkadaşları birbirlerine:
halde yeğenini vefatına “Vallahi, Ebû’l-Velid buradan gidişinden başka bir yüzle geliyor.” dediler. Gelip
kadar korumuş
yanlarına oturduğu zaman, Utbe’ye: “Ey Ebû’l-Velid! Ne haber getirdin?” diye
kollamıştır.
sordular. Utbe: “Vallahi, ben şimdiye kadar bir benzerini daha önce işitmemiş
olduğum bir sözü işittim. Vallahi, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir. Ey
Kureyş cemaati! Gelin, beni dinleyin, bana uyun. Şu adamı, üzerinde durduğu şeyle
baş başa bırakın. Siz aradan çekilin, ondan uzak durun! Vallahi, kendisinden
dinlemiş olduğum söz, büyük bir haber olacaktır. Eğer onu Araplar öldürürlerse,
sizden başkasıyla onun hakkından gelmiş olursunuz. Eğer o Araplara hâkim olursa,
onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi de sizin kudret ve
şerefiniz demektir. Siz böylece, onun sayesinde, insanların en mutlusu olursunuz.
Ey kavmim! Gelin, bugün bana itaat edip sözümü dinleyin de, başka zaman isyan
ederseniz edin.” dedi. Kureyşliler: “Vallahi, ey Ebû’l-Velid! O, diliyle seni de
büyülemiş.” dediler. Utbe: “Bu, benim onun hakkındaki görüşümdür. Siz nasıl
istiyorsanız öyle yapın.” dedi.
Müşriklerin bu ve benzeri teşebbüsleri de bir fayda etmiyor; sonuç, inadına
inkârdan ve daha da sertleşen mücadeleden başka bir yere varacak gibi
görünmüyordu. Nitekim süreç de bu minvalde seyretti. Şiddet ve mücadele de
tavizsiz bir şekilde ileri gittiler.
Habeşistan’a Göç
Müslümanların içinde bulundukları zor durumdan dolayı Allah Resulü
üzülüyor fakat ashabına sabrı tavsiye etmekten başka bir şey yapamıyordu.
Sonunda onlara, “Allah sizi içinde bulunduğunuz sıkıntıdan kurtarıncaya kadar
Habeş ülkesine göç etseniz iyi olur. Zira orada yakınındakilerden hiç birine zulüm
yapmayan adil bir hükümdar vardır.” diyerek ashabına tavsiyede bulundu.
Bu tavsiyeden sonra Müslümanlar’ın azınlık diyebileceğimiz küçük bir kısmı
hicret ettiler. Kaynaklarda iki kez olduğu aktarılan Habeşistan’a hicretin ilki
bi’setten beş yıl sonra (m. 615) yılında gerçekleşti. Kafile, dört kadın on bir erkek
olmak üzere 15 kişiydi. Osman b. Maz’un başkanlığındaki kafile Kızıldeniz
kenarındaki Şuaybe limanından ücret karşılığı iki ticaret gemisine binerek
Habeşistan’a ulaştılar ve bu şekilde tarihin “ilk hicret”i gerçekleşmiş oldu.
Müşrikler her ne kadar bu hicrete engel olmaya çalışsalarda başarılı olamadılar.
Böylece başlayan Habeşistan’a hicretin başlıca sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
Garanik Hadisesi
Garanik Hadisesi Müslümanların Habeşistan’dan iki ay sonra dönmesine
sebebiyet veren olay olarak İbn Sa’d ve Taberi gibi klasik müelliflerin eserlerinde
yer almıştır. Rivayetlere göre Peygamberimiz Kâbe’nin yanında iken, “Gördünüz
mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan diğeri; Menât’ı.” mealindeki Necm
Sûresi’nin 19.-20. ayetlerini okuduktan sonra, “Bunlar yüksek kuğulardır, onların
şefaatleri umulur” mealindeki ”sözde ayetler”’ şeytanın telkini ile söyledikten
sonra sıra Secde ayetine gelince secdeye etmiş, bu olaya şahit olan müşrikler de
güya putlarının Hz. Peygamber tarafından övülmesine sevinerek hemen secdeye
varmışlar! Akşam olunca Cebrail (a.s.) gelerek Hz. Peygamber’e “Allah tarafından
vahyedilmeyen sözleri söylediğini” bildirmiş. Hz. Peygamber buna çok üzülmüş,
şeytanın ilkâ ettiği bu sözleri kaldırıp atmış! (Sarıçam, İbrahim. (2003). Bu olayla
ilgili aktarılan rivayet İslam âlimleri tarafından çeşitli yönlerden eleştiriye tabi
tutulmuştur. Kâbe ve çevresinden putları temizlemek maksadıyla gönderilen ve işi
tevhid mücadelesi olan bir peygamberin, böyle bir söz sarf etmesi hatta müşriklerin
putlarını övmesi asla düşünülemez. Kaldı ki, Necm Suresi’nin 19. ve 20. ayetleri,
lafzı ve bağlamı dikkate alındığına putların anlamsızlığını ve kötülüğünü ortaya
koymaktadır. Aynı anda bu şekilde çelişkili ifadeler nasıl makul olarak
Garanik Hadisesi,
yorumlanmıştı? Kanaatimizce zaten Hz. Peygamber’in konuşmalarını bastırmak için
Habeşistan
gürültü eden müşriklerin bu esnada söyledikleri putları öven ifadeleri, edip ve şair
muhacirlerinin iki ay
sonra Mekke’ye bir müşrik tarafından okunmuş, orada bulunan insanlar buna dayanarak secde
gelişlerinin sebebini de etmişlerdir. Bunların ayetmiş gibi algılanmış veya algılatılmış olması da
teşkil eden olay olarak mümkündür. Sadece Kur’an’ın korunmuşluğunu desteklemek için kaynaklarımıza
ifade edilmiştir. giirmiş olan olan bu rivayetin, çok da ciddiye alınmasını uygun bulmamaktayız.
Boykot/Ambargo
Müşriker her ne yaptıylarsa Mekke’de, Hz. Muhammed’i ve onun ashabını
durduramamışlardı. Habeşistan’a hicreti engelleyemedikleri gibi, giden elçiler de
eli boş dönmüştü. Hz. Hamza ve Hz. Ömer de Müslüman olmuştu. İşkence, dayak
ve her türlü baskıya rağmen gidişatı durduramıyorlardı. Sonunda bütün bunları b
ıraktılar ve daha köklü bir tedbir almanın yolunu düşünmeye başladılar. İşte bu
sırada Habeşisatn’a giden bir grubun geri dönüş yaptığını düşünebiliriz. Müşrikler
asıl problem olarak Hz. Muhammed ve kabilesinin ona desteğini görüyorlardı. Asıl
iş, bunu çözmek ve kabilesinin Muhammed’i teslim etmesini veya himayeden
vazgeçmesini sağlamaktı. Bunun için onların tümünü içine alacak bir boykot
uygulama kararı aldılar.
Kureyş müşrikleri ve Ehabiş kabileler anlaşarak Hâşimoğulları ve
Boykotun asıl hedefi Hz.
Muhammed veya onun Muttaliboğullarını düşman ilân ettiler. Bu tavır öylesi keskin bir durumdu ki sadece
himayesinden Hz. Peygamber’i değil Müslüman olmayan akrabalarını da ortadan kaldırmayı göze
vazgeçilmesi idi. alıyorlardı. Aralarında yaptıkları anlaşmayı Kâbe duvarına astılar. Benî Hâşim ve
Benî Muttalib’e karşı uygulayacakları boykotun kapsamı şu şekildeydi:
İSRA VE MİRAC
Kendisine ve kabilesine uygulanan boykot, akabinde amcası ve hanımını
Hz. Peygamber’in
kaybetmesi daha sonrasında büyük bir umutla gittiği Taif’ten olumsuz bir neticeyle
Mekke şehrindeki
Mescid-i Haram’dan, dönmesi, Allah’ın Resulünü ziyadesiyle üzmüştü. Bu esnada vuku bulduğu kabul
Kudüs’teki Mescid-i edilen İsra ve Mirac hadisesi, bu zor durumunda ona moral ve destek olmuştu.
Aksâ’ya yaptığı gece
Hz. Peygamber’in Mekke şehrindeki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’teki Mescid-
yolculuğuna “İsra”;
Mescid-i Aksa’dan göğe i Aksâ’ya yaptığı gece yolculuğuna “İsra”; Mescid-i Aksa’dan göğe yükselmesine ise
yükselmesine ise “Mirac” denir. Önemli bir mucize olarak kabul edilen bu olayın ilkine Kur’an’ın İsra
“Mirac” denir. Suresinde atıf olmakla beraber, Mirac olayı tamamen diğer kaynaklarda yer
almıştır.
Buna göre Cebrail geceleyin gelerek, Resulullah’ı almış ve Kudüs’de Mescidi
Aksa’ya götürmüştü. Resulullah orada Peygamberlere imamlık yaparak iki rekât
namaz kıldırmış ve daha sonra bir binek vasıtasıyla göklere yükselerek zaman ve
mekândan münezzeh olan Allah’ın huzuruna çıkarak onunla görüşmüştü. Bu
esnada doğrudan bazı ayetleri ve mümlinler için müjdeleri alarak, aynı şekilde
doğrudan Mekke’ye geri dönmüştü.
Kaynaklarda detaylı olarak anlatılan İsra ve Mirac hadisesinin vuku
bulduğuna dair ittifak olmakla beraber, bu olayın mahiyeti, manen mi fiziken mi,
rüyada mı yoksa uyanıkken mi olduğu tartışılmaktadır.
görüşmede, İslam’ı tebliğinden sonra eğer kabile İslam’ı kabul ederse, onlara kendi
yurtlarına göçmek istediğini ve himayelerine alıp almayacaklarını da soracaktı.
Tebliği esnasında İslam’ı kabul etse de, özürle Resulullah’ı kendi yanlarına
alamayacaklarını beyan eden gruplar da belki olmuştu. Ancak Yesribli Hazrec
kabilesine mensup altı kişilik bir grupla yaptığı görüşme umut verici oldu. Bunlar
Neccârdan; Esad b. Zürâre ve Avf b. el-Hâris, Zuraykdan; Râfi b. Mâlik, Selîme’den;
Kutbe b. el-Âmir, Harâm’dan; Ukbe b. Âmir ve Ubeyd (Selime)’den; Câbir b.
Abdillâh b. Riâb idi. Nübüvvetin 11. yılındaki bu görüşme, Mekke ile Minâ arasında
Akabe adı verilen mevkide vuku buldu. Allah Resulü, onlarla tanıştı, Kur’an okudu,
davetini ve beklentisini açıkladı.
İslam’ı kabul ederek memleketleri olan Yesrib’e dönen bu grup, Hz.
Peygamber’den öğrendikleri dillerinin döndüğünce anlatma çabası içerisine
girdiler. Bunun neticesinde Medine’de Hz. Peygamber ve daveti bilinmeye ve
konuşulmaya başladı.
Yesriblilerin Hz. Peygamber’in İslam’a davetine olumlu cevap vermelerinin
ve onu şehirlerine davet etmelerinin sebepleri arasında şunlar sayılabilir:
Bireysel Etkinlik
•Müslümanların müşriklerle mücadelesini ve müşriklerin Kur'an'a
tepkilerini ayetlerle çalışınız ve yorumlayınız.
•Allah Resulu, ilk vahiy aldığı zaman 40 yaşındaydı ve Hıra mağarasında vuku
bulan bu olaydan bir müddet sonra 3 ay boyunca hiç vahi gelmemiştir. Bu
durum Resulullah'ı endişelendirmişse de bundan sonra vahiy 23 yıl boyunca
hiç kesilmememek üzere devam etmiştir.
•Hz. Peygamber almış olduğu risalet görevini ilk önce çok yakın eş ve
Özet
dostlarına duyurmuş onlarla beraber ve onların da çabalarıyla ilk müsliman
cemaat oluşmuştur. Ferdi davet dönemi adını alan bu 3 yıllık sürede,
müşriklerin sert ve şiddete varan bir tepkisi olmamış sadece onlara karşı alay
ve acıma duygusuyla bakılmıştır.Bu dönemde Resulullah'ın daveti Mekkenin
dışında da duyulmuş Ebuzer gibi bazıları böylece Müslüman olmuşlardır.
•İlk Müslümanların müsteşriklerin idaa ettikleri gibi toplumun madur
kesimlerinden değil, zengin-fakir, hür-köle, kadın-erkek ve genç-ihtiyar her
grubundan oluştuğu görülmektedir. Bu da, İslam davetinin kabul
gördüğünün anlaşıldığının alametidir.
•Yüce Allah'ın davetini açık yapması emri üzerine, Resulullah, Mekke'nin Ebu
Kubeys tepesine çıkarak tüm Mekkelileri İslam'a davet etti. Peşine yakın
akrabalarına bir ziyafet vererek tümünü islama çağırdı.
•Bundan sonra Allah rasulu Kabe'de çarşıda, pazarda heryerde insanları toplu
halde İslam'a davet etti. Müslümanlar'ın rahatça görüşüp Rasulullahla
buluşması için Erkam'ın Evi uygun bir mekan olarak seçilmişti.
•Müslümanlar'ın sayısının gittikçe artmasını gelecekleri ve menfaatleri
açısından tehlikeli gören Mekke'nin ileri gelen müşrikleri Allah Resulunu ve
Müslümanları engellemek ve onları putperestliğe dündürmek için çok büyük
baskı ve işkencelere başvurdular. Ne yaparsa yapsınlar hiçbirşey elde
edemeyince hem Resulullah'la hem de amcasıyla görüşerek davetin sona
erdirilmesini istediler.
•Bütün bunların fayda etmemesi müşrikleri dahada kızdırmış ve sert
davranışlarının devamını sağlamıştır. İşte Hz. Hamza'nın Müslüman oluşu da
böylesine bir olaya tepkiyledir.
•Hz. Peygamber, Mekke'de İslamiyet'e davet imkân ve şartlarının zorlaşması
üzerine Müslümanların bir kısmının adil bir hükümdarın idaresinde bulunan
Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti.
•Bisetin 5. yılında ilk Habeşistan kafilesi, ertesi sene ise ikine Habeşistan
muhacirleri bu ülkeye giderek, Mekkeli müşriklerden gelebilecek
tehlikelerden bir müddet de olsa uzak olma yanında, dinlerini rahatça
yaşama imkânına kavuştular.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Hz. Muhammed’e ilk vahyi nerede almıştır?
a) Sevr Mağarasında
b) Kâbe’de
c) Hıra Mağarasında
d) Erkam’ın evinde
e) Kendi evinde
Cevap Anahtarı
1.c, 2.a, 3.c, 4.c, 5.d, 6.d, 7.d, 8.e, 9.a, 10.c
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Ahmet Cevdet Paşa. (1986). Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ I-II. İstanbul Bedir
Yayınları.
Algül, Hüseyin. (1986). İslâm Tarihi I-IV: İstanbul Gonca Yay.
Apak, Adem. (2006). Anahatlarıyla İslam Tarihi I. İstanbul: Ensar Yayınları.
Araştırma Komisyonu. (2009). Genç Sahabeler, çev. E. S. Erdoğmuş. İstanbul:
Karınca ve Polen Yayınları
Avcı, Casim (Editör). (2018). İlk Dönem İslâm Tarihi. İlâhiyat Önlisans Programı,
Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay.
Aydınlı, Abdullah. (1994). Ebû Zer el-Gıfârî. DİA, X, 266-269, İstanbul.
Aykaç, Mehmet. (1995). Fâtıma bint Esed. DİA, XII, 225, İstanbul.
Azimli, Mehmet. (2010). Siyeri farklı okumak. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Belâzürî, Ebul-Abbas Ahmed b. Yahyâ. (1417/1996). Ensâbu’l-Eşraf, (thk. Süheyl
Zekkar-Riyâd Ziriklî), Beyrut.
Buharî. (1981). el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul.
Çağatay, Neşet. (1997). Zeyd b. Hârise. İA, XIII, 547-548, İstanbul.
Çağatay, Neşet. . (1997). Zübeyr b. Avvâm. İA, XIII, 534-536, İstanbul.
Demircan, Adnan. (2000), Nebevî Direniş Hicret. İstanbul: Beyan Yayınları.
el-Belâzurî. (1987). Ensâbu’l-Eşrâf, (thk.: Muhammed Hamidullah), Kahire.
Fayda, Mustafa. (1994). Ebû Bekir. DİA, X, 101-108, İstanbul.
Fayda, Mustafa. (2005). Muhammed. DİA, XXX, 408-423, İstanbul.
Fayda, Mustafa. (2005). Muhammed. Hayatı, DİA, c. XXX, İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 408-423.
Fayda, Mustafa. (2007). Ömer. DİA, XXXIV, 44-51, İstanbul.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1994). Ebû Tâlib. DİA, X, 237-238, İstanbul.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1996). İmam Ali (Ali İbn Ebî Tâlib). Ankara: TDV Yay.
Halebî, Ebü’l-Ferec Nûreddin ‘Ali b. Burhâniddin. (1400/1980). İnsânü’l-Uyûn fî
Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, es-Sîretü’l-Halebiyye I-II, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut.
Hamidullah, Muhammed (2004). İslam Peygamberi, (çev. M. Yazgan), İstanbul.
Hamidullah, Muhammed. (1990). İslâm Peygamberi (Hayatı ve Faaliyeti), (çev.
Salih Tuğ) (5. Baskı). İstanbul: İrfan Yayınları.
Hasan İbrahim Hasan. (1987). İslâm Tarihi I-VI, (çev. İ. Yiğit-S. Gümüş) (2. Baskı)
İstanbul: Kayıhan Yayınları.
Hazreti Ali -Sempozyum Bildirileri-.(2009). ed. Rıza Savaş, İzmir.
Mustafa (Kadı) Darir Efendi, Erzurumlu. (2004). Siyer-i Nebi, yay. haz. Selman
Yılmaz, İstanbul: Başucu Kitapları Yayınları.
Önkal, Ahmet. (1998). Hicret. DİA, XVII 458-462, İstanbul.
Öztürk, Levent. (2001). Etiyopya’da İslamiyet -I- (Asr-ı Saadette Habeşistan’la
Münasebetler), İstanbul.
Palabıyık, Muhammet Hanefi. (2019). Hz Muhammed’in Peygamberliğinin İlk
Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler, İlk Dönem İslam Tarihi, (Ed. M. Hanefi
Palabıyık). Erzurum: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yay., ss. 64-
102.
Said Havva. (1991), Elesas fi’sünne Siyteün Nebeviyye I-VI, çev. A.Ali Ural vd.,
İstanbul: Aksa Yayınları.
Sallabî, Ali Muhammed. (2009), Siyeri Nebi I-II, (çev. M. Kasadar vd.). İstanbul:
Ravza Yayınları.
Sarıçam, İbrahim. (2003). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara: Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları.
Suyûtî, Celalüddîn Abdirrahman b. Ebî Bekir. (1952). Tarîhu’l-Hulefâ, (thk., M.
Muhyiddin Abdulhamid), Mısır.
Şiblî, Mevlâna. (1978). Asr-ı Saadet, İslâm Tarihi, (çev. Ö. Rıza Doğrul). İstanbul
Eser Yayınları.
Şulul, Kasım. (2008). İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi (2.
Baskı). İstanbul: İnsan Yayınları.
Taberî, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir. (1987). Târîhu’t-Taberî-Tarihu’l-Umem ve’l
Mülûk, Darü’l Kütübü’l İlmiye, Beyrut.
Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb, Târihu’l-Ya’kûbî, Beyrut, tsz.
Yavuz, Salih Sabri. (2005). Mi’râc. DİA, XXX, 132-135, İstanbul.
Yıldız, Hakkı Dursun. (1986). Redaktör, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
Çağ Yay., İstanbul.
Zehebî, Şemsuddin Muhammed b. Ahmed b. Osman (1995), Tarihu’l-İslâm, Beyrut.