Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 125

www.webturkiyeportal.

com
Dost ve eleştirmen
olarak yardımlarını
esirgemeyen Rolf R. Bigler'in
anısına...

İ Ç İ N D E K İ L E R

1 — Ahid S a n d ı ğ ı ' n ı Ararken 7

2 — insanoğlu Doğaya Üstün Geliyor 53

3 — Ç ö z ü l m e m i ş Sırların C e n n e t i Malta 85

4 — Tarih T e k e r r ü r d e n ibarettir 142

5 — Tanrıların Alâmetleri mi?

Tanrılar için A l â m e t l e r m i ? 178,

6 — G e r ç e k Kral Listeleri 209

7 — Geçmişin Peygamberi 229

Bibliyografya 252
FOTOĞRAF HAKLARI BİR

Manna Makinesi (Dale-Sassoon, Londra, 1978), AHİD SANDIĞINI ARARKEN


Küresel Futbol Şebekesi (Sputnik, 9/1974) ve
Kral Listesi WB 444 (Schmidtke: Babilonya Kro-
nolojisi'nin Kuruluşu, Münster 1952) dışında
kalan tüm çizim ve fotoğraflar ile her türlü
yayın ve kullanım hakları Erich von Daeniken'e
aittir.
Rakipsiz dedektif hikâyeleri" y a z a n Agatha Christie,
bir röportajı sırasında, iyi bir cinayet kurgulamasıyla ilgili
olarak ideal motifleri açıklamıştı. O n a göre, sağlam m o ­
tiflerle işlenmiş bir cinayetin işin en sonunda açığa çık­
ması, hem tatmin edici h e m de heyecanlandıran bir faktör­
dü. Bununla birlikte, zihinleri hemencecik terk etmeyen
şüphe kırıntılarının üzerinde de önemle d u r m a k gerektiğini
vurguluyordu. H a y a l ürünü cinayetlerden söz ediyordu
Agatha Christie. Oysa ben sizlere gerçekten olup bitmiş,
fakat bu yaşlı bayanın çizmiş olduğu çerçeveye hiç nü hiç
uyum göstermeyen bir cürümden söz etmek istiyorum.
Benim için bu suç, dinsel bir çerçeve içerisinde iş­
www.webturkiyeportal.com lenmiştir. Bize anlatılanlara göre, Tanrı'nın M u s a ' y a bir
«Sandık» yapmasını emrettiğini biliyoruz. Konuyla ilgili
direktifleri Tevrat'ın «Çıkış» b ö l ü m ü n d e okuyabiliriz.
(25, 10) Anlaşılan odur ki, bu direktifler yalnızca sözlü ol­
mayıp, belirli bir Sandık Modeli'nden kaynaklanmaktadır:

«Bak ve dağda sana gösterilen örneklerine göre yap.»


-Tevrat, Çıkış 2 5 , 40 -

Bu sandık, işlenen cürmün m a d d î delillerinden biri­


dir. Bu nedenle de öncelikle göz önünde bulundurmaklığı-
mız gerekmektedir. F a k a t , söz konusu cinayetler öylesine
eski bir z a m a n a aittir ki* çağdaş bir TV dizisinin aile içe­
risinde tartışıldığı gibi, uzmanlar üzerinde hâlâ kafa yor­
maktadırlar.

7
Acaba bu sandık ne tür bir nesne idi?
İşte hikâyenin t a m bu noktasında, dinbilimciler ger­
çek birer polis müfettişi rolüne bürünerek, birbirleriyle çe­
lişen fikirler ileri sürerler. Pierre Universal Sözlüğünde,
Ahid Sandığı diye bilinen sandık şöyle tanımlanır:
'Akasya ağacından bir sandık. 1.75 m. uzunluğunda,
1 m. boyunda ve 1 m. genişliğinde; içi ve dışı altınla
kaph-'C 1 )
Ünlü ilâhiyatçılardan Dr. H u g o Gressmann'a kalırsa,
sandık biraz d a h a uf akçadır: ( 2 )
'Yaklaşık 1.25 m. uzunluğunda, 0.75 m. boyunda
ve 0.75 m. genişliğinde.'
Doğrusu kusursuz, fakat oldukça noksan ayrıntılar.
Çok daha meraklı araştırmacıların elinden çıkan Kabbalis-
tik eserlerin en ünlüsü olan Z o h a r ' d a daha geniş bilgilerle
karşılaşırız. F a k a t , büyük ihtimal ile, M.S. 130 ile 170
yılları arasında gün ışığına çıkan bu kitap, gizli bir M u ­
sevî eseri olduğundan, resmî kayıtlar için kaynak oluştur­
mamıştır.
Bununla birlikte, Ahid Sandığı'na yaklaşık 50 (!)
sayfa ayırmış ve de diğer suçbilimcilerin gözünden k a ç a n
çok ince ayrıntılara kadar inmiştir.
Ahid Sandığı'nın Z o h a r ' d a «Günlerin Eskisi» şeklin­
de tanıtılması da ilk bakışta oldukça şaşırtıcıdır. Biraz
daha dikkatle eğilindiğindeyse bu isnadın sandığa yönelik
olduğu açıkça ortaya çıkar.
Zohar'daki tanımlar, Çıkış bölümündeki hesaplara
uygundur. İsrail'in Tanrısı Yahova, kesin ayrıntıları da
vererek, Musa'ya «Günlerin Eskisi» için bir sandık yap­
masını emreder. Bu kap, o olağanüstü «Günlerin Eskisi»
ile birlikte Çöl Yolculuğu'na birlikte götürülecektir.
Buraya kadar böyle bir sandığın varlığma hiç kimse
itiraz etmemektedir. Ölçüleri ise, uzmanlar arasında ihtilaf
yaratmaktadır. Dinbilimsel Cinayet Bürosu, bu sır dolu
sandığm amaçlarıyla ilgili olarak da hemfikir o l m a k t a n Harry Torczyner(«), ikisi Musa'ya verilen yasaları içe­
uzaktır. r e n Kitabeler olmak üzere, Ahid Sandığı'nın protokolleri
içerdiğini öne sürmüştür. Harry Torczyner, bu noktada,

S
h e m klasik «Ahid Sandığı» kavramına hem de bu sandığın
içeriğine belirli bir şüphe ile bakan meslektaşı Martin
4
Dibelius'un( ) görüşlerine yaklaşmaktadır.

Bu esrarengiz sandığın ağırlığı da başlıbaşına bir tar­


tışma konusudur. Hâkimler'den biri olan Peygamber Sa­
muel, profesyonel bir -gözlemci gibi şunları yazar:

«Ve şimdi, bir yeni araba ile boyunduruk vurulmamış


a
emzikli iki inek alıp hazırlayın... Ve R ^ : U İ N san­
dığını alıp arabanın üzerine koyun: vc gu*«dh takdi-
mesi olarak ona ödeyeceğiniz altın şeyleri küçük bir
sandık içinde onun yanına koyun?»
- Tevrat, I. Samuel 6, 7-8 -

Üstelik, H â k i m Samuel, sandığın nakli için kullanılan


diğer bir arabadan da söz açar:

«Ve  4^'ın sandığını yeni bir arabaya koydular, ve


onu tepede olan A b i n a d a b ' m evinden kaldırdılar:
ve Abinadab'm oğulları Uzza ve Ahyo yeni arabayı
sürüyorlardı.»
- Tevrat, I I . Samuel 6, 3 - Düşünür ve matematikçi Lazarus Bendavid (1762-
1832) Berlin'de yaşamıştı. Musevî Serbest O k u l u ' n u n yö­
Yahova'nın ruhbanları Levililer tarafından taşmılabil- neticisi ve aydın kafalı bir insandı. Aynı zamanda da,
diği düşünülürse, bir veya iki araba üzerinde nakledilen ünlü Spenerschen Zeitung gazetesinin( 7 ) başyazarı idi.
ve de iki yetişkin inek tarafından çekilen sandığın, 3 0 0 Çağdaşlarına göre, tanınmış bir Yahudi bilim adamı ve
kilodan daha ağır olduğu söylenemez: düşünürü olan Bendavid, konuya şöyle bir yaklaşım geti­
riyordu:
/ i-'' • •
«Ve öyle oldu kı, <JR/y> . ^ I N sandığını taşıyanlar altı
«Musa'nın günlerindeki bu Sandık, elektrik aygıt­
adım yürüyünce bir ö^üz ve besili bir buzağı k u r b a n
ları ile donanmış komple bir sistemi içeriyor ve bu sis­
etti.»
tem dahilinde iş görüyordu.»
- Tevrat, I I . Samuel 6, 13 -

Aslını isterseniz, M u s a ' n ı n «Levililer» de bu söz k o ­ Lazarus Bendavid yalnızca zekî bir insan olmayıp, ça­
nusu ruhban sınıfını eğittiği gibi, bizler de şü Kutsal K i t a p ğının da oldukça ötesinde bir kişiydi. Ortodoks bir Yahudi

10 11
yerine gitsin, ve bizi ve kavmimizi öldürmesin. Ç ü n k ü
bütün şehirlerde ölüm şaşkınlığı vardı: *t$İSb.m eli
olarak Z o h a r ' ı okumuş muydu? Eğer okumuş ise, «Gün­
oralarda çok ağır oldu. Ölmeyen adamları âa urlar
lerin Eskisi» ile karşılaşmış mıydı? Bu bölüm zihninde
kapladı, ve şehrin feryadı göklere çıktı.:»
birtakım şüpheler uyandırmış mıydı? Elde ettiği mevcut
- Tevrat, I. Samuel 5, 11-12 -
araştırmalarla tatmin olmamış mıydı? Hiç şüphesiz, sadece
belirli ve seçkin bir grubun Sandık'la temas hâlinde bu­ Filistîler tam yedi ay boyunca bu şeytanî aygıtın
lunduğunu, bu ileri gelen ruhban sınıfının bile her aîlaktn tasallutuna uğradı. Sonunda hepsi, bu belâdan kurtulmayı
günü sandığın yanına sokulamadıklannı gayet iyi biliyordu. murad etti. İki öküz tarafından çekilen bir arabanın üze­
Çünkü Sandık, tehlike arzediyordu! rine yerleştirdiler ve hayvanları Beyt-şemeş sınırına doğru
Bendavid. kamçıladılar.

«Talmudçulara kalırsa, Kutsalların Kutsalı'na yapı­ Bir sabah vakti, Beyt-şemeş'liler derede buğday bi­
lacak her ziyaret, beraberinde ölüm tehlikesini de ta­ çerken, karşılarında arabayı ve üzerinde sandığı gör­
şımaktaydı. düler. İnekleri kurban ettikten sonra, Sandık'la il­
Ruhbanların başı daima belirgin bir korkuyla yaklaşı­ gili olarak ne yapılması gerektiğini bilen Levilileri
yor ve sağsalim geri dönmesi hâlinde, .o günlük var­ çağırdılar. Ne var ki, Sandığın ne denli tehlikeli ol­
tayı atlattığından ötürü sevinç duyuyordu,» duğunu bilemeyen tam 50.070 insan korkunç bir
şekilde can verdi. Biraz fazlaca meraklı olduklarından
Sandığa yaklaşmışlardı ve T a n r ı cezalarını vermişti.
Cinayet hikâyemiz giderek karmaşıklaşıyor! Ve Ahid
Sandığı el değiştiriverdi! Muzaffer bir savaşın ardından, - I. Samuel, 6-19 -
Batı kökenli bir İbranî Kabilesi olan Filistîler, Sandığı Bu noktada, Sandık, yeniden kendisini imâl eden
müsadere ediverdiler. Bu esrarengiz aygıtın İsrailoğulları halkın eline geçmiş durumdadır. F a k a t ne çare ki, ne işe
için taşıdığı önemin farkına varmış ve sahipliğine kon­ yaradığını hâlâ bilememekteyiz.
makla birtakım ayrıcalıklar edineceklerini ummuşlardı. Cinayet hikâyesi devam etmekte, fakat belirli bir
Ne var ki, Filistîler bunu kullanabilecek talimatlardan çözüm yavaş yavaş kendi kendini ele vermektedir.
yoksundular ve konuya yabancıydılar. Kısa bir zaman 1978 yılında Matına (Kudret Helvası) Makinesi adın­
sonra, Sandık ile yakın ilişki kurmayı deneyenlerin ya da bir kitap yayınlandı. Elektronik danışman George Sas-
hasta düştüğünü ya da ölüp gittiklerini fark ettiler. Aygıtı soon ile biyolog ve mühendislik üzerine yazılar yazan R o d -
şehirden şehire dolaştırmaya başladılarsa da, netice değiş­ ney Dale'in ortak çalışma ürünü olup L o n d r a ' d a basılmıştı.
medi. Ne idüğü belirsiz nesneye her kim yaklaştıysa, çı­ Britanyalı araştırmacılar Zohar'ın «Günlerin Eskisi» bölü­
banlar döktü, derileri pul pul soyuldu, tüyleri, kılları yo­
m ü n e günümüz biyolojik ve teknik bilgiler ışığında eğilerek
lundu. İster çocuk ister ergin kişi, korkunç ağrı ve sızılar
yeni bir bakış açısı getiriyorlardı. Aynen Bendavid'in de
her yanlarını kapladı, kusmalar ve ıstırap dolu ölümler
öngördüğü gibi Ahid Sandığı'nın teknik bir aygıt olduğuna
birbirini izledi.
ve İsrailoğullarının çöldeki yolculukları sırasında, bol mik­
H â k i m Samuel, olaylara tanıktı: tarda protein ihtiva eden «kudret helvası» ürettiğine k a r a r
vermişlerdi.
«Ve çağırıp Filistîlerin bütün beylerini topladılar ve
dediler: İsrail A " > h m m sandığını gönderin, ve yine
13
12
Bu bilgilerin ışığı altında, Ahid Sandığı Davası, yeni:
bir görünüm kazanmıştır. Şöyle ki:
Bilinmeyen birtakım nedenlerden ötürü, dünya dışı
varlıklar bir grup insanı çevrelerinden ve insanlığın geri
kalan bölümünden iki nesil için koparmayı uygun bul­
muşlardır. Kendilerine aracılık eden bir peygamber vasıta­
sıyla, bu seçilmiş grubun, uygarlıktan uzaklaşmasını em­
retmişlerdir. Bu seçkinlerden biri olan Musa'nın önderliği
altında, İsrailoğulları sahraya doğru yola koyulmuştur.
Y'B^öya dışı varlıklar bu göçebe kavmi düşmanlarından
' korumuş, saldırıya geçen Mısırlıları suda boğmuştur:

«Ve sular d ö n ü p savaş arabalarını ve atlıları, onların


arkasından denize girmiş olan b ü t ü n Firavun ordu­
sunu örttü; onlardan bir nefer bile kalmadı.»
Britanyalı bilim adamları George Sassoon ve Rodney - Tevrat, Çıkış 14, 28 -
Dale, 2ohar'daki tanımlama ve tasvirden hareketle,
«Kudret Helvası Makinesi»nin bir benzerini meydana Benzeri tüm yetkin araştırmacılar gibi, F B I da, yu­
getirdiler. Sonuç: Yeşil yosunu protein yüklü bir gı­ karıdaki olguyu açıklamaya çalışan dinbilimcilerin t ü m
daya dönüştüren radyasyon yüklü bir aygıt. iddialarını bir çırpıda reddeder ve saçmalıkla tanımlardı.
Ç ü n k ü bu iddialara göre, Beni İsrail, çekilmiş suların önün­
Artık sorgu-sual faslı dev bir adım katetmiş bulun­ de sazlıklar ve k u m tepeciklerinin arasından yürürken, ay­
maktadır. Ahid Sandığı = Günlerin Eskisi = Kudret Hel­ nı hattı izlemeye çalışan Mısırlıların üzeri seller gibi su­
vası Makinesi. İşte denizyollarının sefer çizelgesi kadar lar tarafından örtülüveriyordu.
hatasız bir formül! Teknoloji, dinbilimciler için özel bir Bu seçkin kavme birtakım özellikler atfedebiliriz. F a ­
ilgi alanı oluşturmadığından, kendilerini suçbilimciler ta­ kat, Nil Nehri'ni gözleyerek, bir yılı ilk kez 365 güne bölen
kımından ayrı olarak ele alamıyoruz. Artık şu noktalar bir Mısır insanının da gel-git olayı hakkında tamamen ca­
açığa çıkmıştır: hil olabileceğini düşünemeyiz.
— Ahid Sandığı Kutsalların Kutsalı olmayıp, yiyecek Hayır! Mısırlılar, gözleri kapalı bir şekilde ölüme git­
üreten bir makinenin deposudur; memişlerdir! Mısırlılar, esrarengiz bir melek, bir ateş sü­
— Y a n m a yalnızca seçkinler yanaşabilir, çünkü bu tunu tarafından, kasten yollarından saptırılmışlardır:
kişiler, makinenin kullanımıyla ilgili olarak eğitilmişler­
dir; «Ve İsrail ordusunun ö n ü n d e yürüyen Atehin meleği
— Makinenin yanma sokulan fazlaca meraklılar, ağır yerini değiştirip arkalarında yürüdü; ve bulut direği
bir şekilde hastalanmakta veya ölmektedirler, çünkü m a ­ önlerinden yerini değiştirip arkalarında durdu; ve Mı­
kine yüksek dozda radyoaktivite yüklüdür. sırlıların ordusu ile İsrail ordusunun arasına geldi;

14 15
ve bulut ve karanlık vardı; fakat geceyi aydınlatıyor­
men, Musa, halkını bu yanar cehennemden geçirme riskini
du; ve bütün gece biri ötekine yaklaşmadı.
göze almıştır.
-Tevrat, Çıkış 14, 19-20 -
İsrail halkının yiyeceğini kim temin etmiştir?
Kendilerine dünya dışı varlıklar yardımcı olmuştur ve
Bu bulut, bazı araştırmacıların tahmin ettikleri gibi,
Musa d u r u m d a n haberdardır. «Yanar Çalı» da kendini gös­
meteorolojik bir olgu değildi. Musa, bulut direğinin, İsra-
teren Tanrı, Çıkış döneminin zorlu yılları boyunca yardım­
iloğullarına yol gösterici olduğunu açıkça ifade etmekte­
cı olacak bir de makine arzetmiştir.
dir:
Harika bir makinedir bu. Gecenin çiği ile mikroskopik
bir çeşit yeşil yosunu karıştırarak ihtiyaca uygun miktarda
«Ve gündüzün ve geceleyin yürüsünler diye; k*'ü
yiyecek üretmektedir. Musa'nın da işaret ettiği gibi, zaman
onlara yol göstermek için, gündüzün bulut direğinde
zaman m e n ü n ü n tekdüzeliğinden yakınmalar olursa da, hiç
ve geceleyin onlara ışık vermek için, ateş direğinde,
değilse aç kalan yoktur.
önlerinde gidiyordu; gündüzün bulut direği, ve gece­
leyin ateş direği kavmin önünden ayrılmadı.» Çiğ ve yeşil yosun bileşiminden oluşan yiyecek, rad­
yasyon yoluyla üretilir. Radyasyon enerjiyi gerektirir. Çıp­
- Tevrat, Çıkış, 13, 21-22 -
lak çölün göbeğinde bu enerji nereden temin edilebilir?
Bu ne tür bir enerji kaynağıdır ki, aradan kırk yıl geçtiği
Rastlantısal meteorolojik fenomenler genellikle birkaç
halde hâlâ tükenmez?
saniye, birkaç dakika bazen de birkaç saat sürer. Aylar
Bugün ise bu soru işaretini kazıyabiliriz. Mevcut tek­
ve yıllarca devam edegeldikleri ise görülmemiştir. Bu
nolojimiz, bize söz konusu aygıtın olsa olsa bir mini nük-
açıklama da pek deneysel sayılmaz.
leer-reaktör olduğunu söylemektedir. Bu tür reaktörler
Bireysel olarak bir tek İsrailli'nin ya da küçük bir
hâlihazırda mevcuttur ve bir süreden beri faaliyettedir. 1978
grubun peşinde olmadığımız için, daha dar kanallardan
Şubat ayından bu yana, resmî kaynaklar aracılığıyla bu
geçmek zorunda olan suçbilimcilere kıyasla, işimizin ko­
konuda bilgi sahibiyiz.
laylığından söz edilebilir. Vahşi bir beldeyi katleden bü­
yük bir göç dalgasının peşindeyiz. D ü ş m a n mağlup edil­
miştir ve yol açıktır. Şüphesiz, binlerce kadın, erkek ve
çocuğu günümüzün en m o d e r n ordularının bile zorlukla R u s Casus Uydusu «Cosmos 954», Kanada'da Büyük
baş edebileceği bir vahşet diyarından geçirmek ve taze Esir Gölü kıyılarına düşer. A B D H a v a Kuvvetleri Stratejik
gıda ihtiyaçlarının üstesinden gelmek, son derece zorlu bir Bombardıman Komutanlığı alarma .geçer. Denizaltılara şif­
teşebbüstür. reli mesajlar ve emirler iletilir. R b k e t üslerindeki bütün
izinler kaldırılır. N A T O tam kırmızı alarm durumunda­
dır. 'Cocmos 954', 45 kilodan fazla radyoaktif uranyum
235 taşımaktadır. Uzmanlara göre bu miktardaki bir ener­
H e r şeyiyle düşmanca olan tüm çevresi ile birlikte çöl
iklimi, + 58 C° ile - 10 C° arasında değişen bir ısı sunar ji 1000 yılı aşkın bir süre boyunca hiç durmadan radyoak­
insanoğluna. Yıllık yağış ortalamasının 10 santimetreyi aş­ tivite üreterek ülkeyi zehirleyebilir ve gökyüzünü radyoaktif
tığı nâdirdir. Dev bir k o n u k kitleyi doyurarak açlığını gi­ bulutlarla kaplamayı sürdürebilir. 'Cosmos 9 5 4 ' düşerken,
derecek doğal ürünlerden yoksundur. Bütün bunlara rağ- sürtünmeden ötürü reaktör yumuşayarak erimiş, ölümcül
muhtevası boşalmıştır. Politikacılar kibarca el sıkışırlar ve
16
tanrıların ayak izleri 17/2
karşılıklı güvenceler verilir. Ne var ki, bu tokalaşmalar oluyordu. Hassas makine, h e m zarar verici dış etkenlerden
yalnızca politik gerginliği yumuşatabilir. Radyoaktif emis­ h e m de meraklı nazarlardan k o r u n m a altına almıyordu.
yon ise yerli yerinde durmaktadır. Uzun molalar boyunca bu «fabrika» nm çevresine bir çadır
B u n d a n bir süre sonra Hindistan Hükümeti, yıllar kuruluyor ve radyoaktivite tehlikesini bertaraf edebilmek
önce C I A tarafından u z m a n dağcılara, Himalayalara bir için daima k a m p ı n dışına yerleştiriliyordu:
mini-reaktör taşıtıldığını, bu aygıtın Çin'i dinleme ve göz­
leme operasyonları için bitmez tükenmez bir kaynak oluş­ «Ve Musa çadırı alırdı, ve onu ordugâhtan dışarı,
turduğunu açıklamıştır. ordugâhtan uzak kurardı; ve ona T o p l a n m a C a d ı n
Mini-reaktörler plütonyum atomlarının dağılmasıyla derdi.»
enerji üretir. Ağır su ve sıvı yakıt gücü kullanan büyük - Tevrat, Çıkış 3 3 , 7 -
ölçekli atomik istasyonların aksine, mini-reaktörlerde rad­
yasyon enerjisi doğrudan elektriğe dönüşür. Mini-reaktör M a d d î delillerin peşinde iz sürmeye devam edelim.
radyasyon salıverir. Tehlikelidir, fakat bu tehlike kaçınıl­ Artık epeyce yol katettik, nasıl çalıştığı hakkında bile fik­
maz değildir. Nitekim yürekli bir grup dağcı. Himalayaların rimiz var.
tepesine taşımış ve sağ-salim geri dönmüşlerdir. Sassoon ve Dale, Z o h a r Kitabı'nı etüd ederek maki­
Mini-reaktörler geleceğin uzay gemilerinin bağımsız nenin yapımı üzerinde çalışırlarken, «Günlerin Eskisi» b ö ­
enerji kaynağıdır. Radyasyon kullanarak su ve yeşil yo­ lümünden yeni bir şey öğrendiler. K u d r e t Helvası için
sundan besin üreten bir makine, yıldızlararası uzay yolcu­ bıkıp usanmadan t a m altı gün çalışılıyor, belli ki yedinci
luğu y ö n ü n d e n büyük bir ö n e m taşımaktadır. Sassoon ve gün ise makine temizleniyordu. Ve bu bakım işlemi, Musa*
Dale'in bu yaklaşımlarının uzay yolculuğu uzmanlarınca nın kardeşi H a r u n tarafından yönetilen Levililer tarafından
dikkatle gözden geçirildiğinden eminim. Güvertelerinde gerçekleştiriliyordu. H a r u n da M u s a ile birlikte dağa tır­
'Kudret Helvası' makinesi bulunduran uzay gezginleri için, manmış ve büyük ihtimalle bu k o n u d a belirli bir eğitime
hiç şüphesiz en önemli sorunlardan bir tanesi çözülmüş tabi tutulmuştu. T a n r ı öğretmişti ona:
olur.
«Ve R.-!\a- ona dedi: Git. in; ve sen ve seninle be­
raber H a r u n çıkacaksınız; fakat kâhinlerle kavra
Kutsal Dağın üzerinde ' T a n r ı ' tarafından Musa'ya gös­ R.'-.'^M çıkmak için geçmesinler, tâ ki O, onlara
terilen sandık, herhalde açıkta bırakılamazdı. Belki bitmek hücum etmesin.»
tükenmek bilmeyen k u m fırtınaları aygıt için zararlı idi. - Tevrat, Çıkış .19, 24 -
Belki değişken ve yüksek ısı oynamalarına karşı mutlaka
bir koruyucu mekanizma gerekiyordu. Eelki de, yola k o ­ Araştırmanın bu aşamasında ne tür hükümler yürütüle­
yulan İsrail Halkı'nın, gıdalarını temin eden k a y n a k hak­ bilir?
kında bir şey bilmemeleri zorunluydu. Şöyle veya böyle, — G ö ç e n halkı himaye ve onlara refakat eden d ü n ­
verilen ölçülere göre, belirli bir modele uygun bir de mu­ yâ dışı varlıklar, belirli bir grubu çevreden soyutlamış­
hafaza sandığı yaptırılmıştı. Bu açıdan, Ahid Sandığı asıl lardır;
madde değil, yalnızca M a n n a Makinesi'ni barındıran bir —r- D ü n y a dışı varlıkların uzay gemileriyle servis im­
k u t u d a n ibaretti. Böylece her iki hedef de gerçekleşmiş kânları yoktur. Yoksa himayelerine aldıkları halkı bu şe­
kilde nakledebileceklerinden söz edilebilir;
18 19
•• • \
— İniş yapan dünya dışı varlıkların sayısı son derece «Ve Sina dağı, hep tütüyordu, çünkü R •. \ o n u a
kısıtlıdır. Dağa iniş yapar yapmaz, uzay gemisinin komu­ üzerine ateş içinde inmişti; ve o n u n dumanı o c a k
tanı, derhal Musa ile temas kurarak, dağm çevresinde bir dumanı gibi çıkıyordu, ve b ü t ü n dağ çok t i t r e d i »
koruyucu mekanizma oluşturmuş ve dağı meraklılardan - Tevrat, Çıkış 19, 18 -
uzak tutmuştur:
Uzay Gemisinden bir besin üreten makine indirile­
s?
«Ve R . ' ; ' < Musa'ya dedi: In, kavme (enbih et, rek Musa ile H a r u n ' a teslim edilmişti;
sakin R ^ j ^ İ görmek için sının geçmv>;«ler, ve — Makinenin nakli gerektiğinde, belirli bir kutuya,
bir çoğu yoK olmasın... Ve Musa R A İ * H 6 dedi: Ahid Sandığı'na yerleştiriliyordu;
Kavm Sina Dağına çıkamaz; çünkü sen: Dağa sı­ — Makine, boyunduruğa koşulmuş bir çift öküz tara­
nır koy, ve onu takdis et, diye bize tenbih ettin.» fından taşınmakla birlikte, 3 0 0 kg.'dan daha fazla ola­
- Tevrat, Çıkış 19, 21-23 - mazdı, çünkü arasıra da olsa, erkeklerin omuzlarında nak-
ledifüiği oluyordu;
— Sandığın yanma yaklaşanlar ya hastalanıyor, ya
Sayıca az olan uzay dışı varlıklar, üstünlüklerini tek­ ölüyor veya çıban ve sivilceler döküyorlardı;
nolojik gösterilerle kanıtlamışlar, Mısır Ordusu'nu püskür­ — Sandığın içinde ne taşındığını hiç kimse bilmi­
ten İsraillileri koruyan Ateş Direği ile sıcak gazları yakan yordu. Halkın tek bildiği, T a n r ı ' n m kendilerine yiyecek
ve yüksek sesler çıkaran geminin bazı ünitelerini kullan­ temin ettiği idi. Sandığın çevresini saran çadır bezi aynı
mışlardır: zamanda büyük bir sırrı da gizliyordu;
— Özel eğitim gören Levililer, koruyucu kıyafetleri
ile bakım hizmetlerini yerine getiriyor, fakat onlar bile ne
tür bir makine olduğunu bilemiyorlardı. Ruhbanların bile
öldükleri birtakım olayları göz ö n ü n d e bulundurarak,
makineden haklı olarak korkuyorlardı.
«Ahid Sandığı Davası» ile ilgili araştırmalarımızın ne­
ticesinde bugün için söyleyebileceklerimiz bu kadardır.
Peki daha sonraları ne oldu?
Sandık ve gizemli muhtevasının başına neler geldi?
Nerede son buldu?
Varlığını hâlâ sürdürüyor mu?
O n u yeniden bulabilir miyiz? Nasıl bulabiliriz?
O boyut ve ağırlıktaki bir nesne, toz olup uçamaz ya.
İz sürmeye devam edelim.
'Çıkış'taki tanımlardan hareket edecek olursak, ma­
kine, normal düzendeki hizmetini sürdürmüş, Vâdedilen
Ülke'ye gelinmesi ile, fonksiyonunu yitirmiştir. Süt ve bal
Musa, Ahid Sandığı ile karşı karşıya. a k a n pir beldede, aynı monoton menüye gerek yoktur.

20 21
Ne var ki,. ilk gelenlerin, yolculuklarında, kendilerine Bu nakliye sırasında bir başka h a r i k a d a h a yaşandı:
yiyecek sağlayan bir n m a k i n e getirdiklerine ilişkin dediko­ «Ve AUfe.va sandığını yeni bir arabaya koydular,
dular yayılır. Endüstri casusluğu başlamıştır. H e r h ü k ü m ­ ve onu tepede olan Abinadab'ın evinden kaldırdılar;
dar bu yorulmak nedir bilmeyen makineye sahip olmak ve Abinadab'ın oğullan Uzza ve A h y o yeni arabayı
ister. İsrailoğulları'na galebe çalarak makineyi ele geçi­ sürüyorlardı; ve Ah. 4n sandığı ile beraber onu tepe­
ren, ardından bir dizi belâya uğrayan Filistîler k o n u s u n a de olan Abinadab'ın evinden kaldırdılar, ve Ahyo
daha önce değinmiştik. sandığın ö n ü n d e y ü r ü y o r d u . . . V e N a k o n ' u n h a r m a n
yerine geldiler, ve Uzza A i k / a n sandığına elini uza­
Beyt-şemeş'e ulaşan Sandığın kaderi ne gibi bir yol tıp tuttu; çünkü öküzler tökezlemişlerdi: ve Uzza'ya
izlemiştir? H i ç değilse 20 yıl boyunca bir b a r a k a d a mu­ karşı R A B M N öfkesi alevlendi; ve düşüncesizliği
hafaza edilmiştir: yüzünden All%r<. onu orada vurdu: O r a d a A l î y i m san­
dığı yanında öldü.»
«Ve Kiryat-yearim ahalisi geldiler, ve . R A f t Ş İ N - Tevrat, I I . Samuel 6, 3-7 -
1
sandığını çıkardılar, ve onu tepede t >u A B İ N A D ^ B '
ın evinin içine götürdüler, ve B. \ j £ B İ N . sandığını M a k i n e ile ilgili araştırmalarımızda bir yeni belge
beklemek için oğlu Eleazar'ı takdii'ettiler. Ve vaki d a h a . Yirmi yıllık bir atâletten sonra yine elektro-şoklaç.
Oldu ki sandığın Kiryat-yearim'e konduğu günden üretiyor! Diğer bir deyişle, mini-reaktör h â l â enerji yay­
sonra çok vakit geçti, ve yirmi yıl oldu; ve b ü t ü n İs­ m a y a devam ediyor. B u n d a n s o m a k i kovuşturmamız için
rail evi î t ' : Bİ ödediler.» son derece önemli bir nokta.
' • Tevrat, I. Samuel 7, 1-2 - Ufak tefek aksilikler atlatılır ve sandık ile muhtevası
güvenlik içinde Kudüs'e ulaşır. K r a l D a v u d Öylesine sevinir
Büyük ihtimalle, makine u z u n zamandır çalışmıyordu; ki, memnuniyetinden d a n s eder. B ü t ü n elbiselerini savurup
hiç kimse ilgilenmediğinden t a m a m e n unutulup gitmişti. atar ve a n a d a n doğma çırılçıplak kalır. Sahip olma duygu­
Yaklaşık M . Ö . 1000 yıllarında yaşayan İsrail'in ilk sundan ötürü m ü d ü r bu sevinç? Yoksa, makinenin yeniden
kralı Saul, damadı Kral D a v u d ' a ( M . Ö . 1013-973), za­ faaliyete geçmesi için Yahova'ya yakaracak mıdır? H a l k ı
m a n ı n d a o denli ilgi toplayan aygıtı hatırlatan ve hatırlayan için kudret helvası mı isteyecektir?
ilk kişi oldu. Kral D a v u d ' u n Sandık ile ilgilenmeye b a ş ­ Sandığa sahip olmaktan dolayı onur duymaktadır, fa­
ladığı sıralarda, söz konusu nesne, hâlâ A b i n a d a b ' m ba­ k a t ne sarayına kor, ne de onun için bir t a p m a k yaptırır:
rakasında bulunuyordu. H e r n e k a d a r merakı uyandıysa
da, bu möfak, sandığı yeni yaptırdığı sarayın bir odasına «Ve Rj-i4|pN sandığını içeri getirdiler, ve o n u n
>> naklettirecek bir ölçüye varmadı. Belki de tüyleri d ö k e n için D a v u d ' u n kurmuş olduğu çadırın ortasındaki ve*
hastalıkların anısından ürkmüştü. Ya da bu ucubeye, özel rine onu koydular.»
bir oda açtıracak kadar ö n e m atfetmedi. Şöyle veya böyle, - Tevrat, I I . Samuel 6, 17 -
kayınpederini^'talimatına uyarak yanında 30.000 kişi ile
birlikte «A'lrthın sandığını Baale-yahuda'dan çıkarmak»
(T^evrat, I I . 'iamııel 6, 1) için harekete geçene k a d a r be­ Esrarengiz nesne, D a v u d ' u n halefi Kral Süleyman
lirli bir zaman gerekti. {ML.Ö. 965-926) yönetimine k a d a r bir kez d a h a suskunluk

23
22
dönemine girdi. Kral Süleyman, Kutsalların Kutsah'ıu Ta- — Muhtemelen, dünya dışı varlıklar ortadan kaybol­
p m a k ' t a özel olarak korunan bir odaya yerleştirdi. B u r a d a , muşlardır.
tam 3 0 0 yıl boyunca İsrail Krallığı'nın savaş ve felâketle­
rinden etkilenmeden kaldı. Bu d ö n e m zarfında çapulcular
4 kez a l t o ve mücevher gibi kıymetli birtakım eşyaları Yeni izimizi sürmeye koyulalım.
yağmaladtlarsa da, sandığa dokunulmadı. En azından ka­ Peygamber Yeremya (M.Ö. 627-585) ve çağdaşı H e -
yıtlarda bu k o n u d a bir bilgiye rastlanılmadı. Anlaşılan zekiel dönemlerinde, dünya dışı varlıklar birdenbire yeni­
çapulcular ziynet ve mücevherat ile daha fazla ilgilen­ den arzı endam ediverirler. Yeremya'dan, hâlâ tehlikeli bir
mişlerdi. Sandığın varlığından haberdar değiller miydi? biçimde radyoaktif tehlike barındıran aygıttan kurtulma­
Esrarengiz muhtevasından mı korkmuşlardı? İsrailliler, çöl sını isterler.
serüveninin bu paha biçilmez armağanını gizlemişler miy­ Eski Ahid'in büyük peygamberlerinden biri olan Ye­
di? Nerede olduğunu bilen yok muydu? A c a b a bu yüzden remya, huzursuz bir karakter çizer. K u d ü s ' ü n kuzeyinde
mi izleri yok olmuştu? Tevrat'ın bir başka bölümünden, Küçük Anatotta kentinde yetişmiş, putperestlere karşı sert­
artık p e k fazla önem atfedilmediği sonucunu çıkartabiliriz: liği ve her türlü ahlâksızlığa karşı katı tavırları ile çağdaş­
larına oldukça sevimsiz bir portre sunmuştur. Diğer bir d e ­
«Mukaddes sandığı İsrail Kralı D a v u d ' u n oğlu Sü­ yimle, herkesin kendi iç dünyasını seyrettiği birer ayna
leyman'ın yapmış olduğu eve koyun; artık sizin omuz­ vermiştir insanlarına. Diğer peybamberler gibi, o da, yı­
larınızda yük olmayacaktır.» kılışını kehânet eder. Yahuda Kralı Yehoyakim'in ( M . Ö .
-Tevrat, I I . Tarihler 35.3 - 608-598), Yeremya'nın sözlerinden pek hoşlanmamasını,
olağan karşılamak gerekir. Yine de bu durum karşısında
Tahminlere göre, Sandık, Kudüs'ün tahribatı sırasın­ gerilememiştir. Yönetiminin ilk yıllarında tapınağının ka­
da (M.Ö. 586) kaybolmuştur; Soruşturma ne k a d a r zor- pısında zehir-zemberek bir konuşma yapar. Herkese öyle­
laşırsa zorlaşsm yolumuza devam edeceğiz. M ü c a d e l e d e n sine ters düşer ki, hasımları onu ebediyyen susturabilmek
bu kadar çabuk vazgeçecek değiliz. için tuzaklar kurarlar.
Bütün bu entrikalar arasında, kurnaz Yeremya'nın
aklına parlak bir fikir gelir. M . Ö . 605 yılında, öğrencisi
Fakat, öncelikle ikinci bir durum-fespit raporu hazır­ Baruk'tan sözlerini yazmasını ve yaymasını ister. Bir yıl
layalım: sonra, bir dinsel bayram sırasında, Baruk, tapınakta top­
— Makine, artık «kudret helvası» üretmemektedir. lanmış bulunan cemaate. Yeremya'nın sözlerini okur. G ö ­
.. — .Nasıl çalıştığını bilen yoktur. revliler galeyana gelir ve Kral Yehoyakim'e karşı bir is­
— U z u n bir süre âtıl kaldığı halde, mini-reaktör hâ­ yan tertiplemekle itham ederler. B a r u k ' u n elindeki tomarı
lâ işlemektedir. Meydana getirdiği elektrik gücü, sandığa alır ve Kral'a iletirler. Kral da aynı şekilde öfkeye kapılır,
dokunan Uzza'yı öldürmeye yetecek k a d a r yüksektir. tomarı bıçakla dağlar ve parçaları ateşe atar.
— Üç kral; Saul, Davud ve Süleyman Sandıktan O andan itibaren Yeremya ve Baruk, bir çeşit ca­
ürkmekte ve onu gizli tutmaktadırlar. susluk faaliyetlerine karışacaklardır.
— Z a m a n ı n akışı içinde, sandık, çöl yolculuğu b o ­ Peygamberler, kendilerini t a m e m e n dini konulara
yunca taşıdığı espriyi ve dinsel önemini yitirmiştir. adayamaz olmuşlardır.

24
Z a m a n l a birer demagog ve politikacı kesilirler. Konuş­ bir de genç H a b e ş vardır. Ebedmelek, h ü k ü m d a r ı n üzerin­
tukları zaman, hedefleri güncel politik çıkarlarıdır. Öylesine deki nüfuzunu kullanarak açlıktan ölme ve d o n m a tehlikesi
ustalaşırlar ki, kitleleri nasıl ve ne yöne kanalize edebile­ ile karşı karşıya bulunan peygamberi zindandan kurtarır.( 9 )
ceklerinden emin hâle gelirler. Kral Yehoyakim ve K r a l Kudüs de fâzla dayanmaz. Babilliler, şehrin surlarım
Tsedekiya, Mısır vasalları görünümündedirler. Yeremya aşarlar; Kral tutsak alınır ve gözleri kör edilir. On bin İs­
ise d a h a ziyade Kaide (Babil) tarafını tutar ve Mısır aleyh­ railli sürgüne yollanır.
tarıdır. Yehoyakim ve Tsedekiya putperest geleneklerine «...bütün ordu komutanları ve eli silah tutan erkek­
izin verirler ve bu tür adetler İsrail'de yaygınlaşır. Yeremya ler, çilingirler ve demirciler... yalnızca önemsizler geride
bu ahlâksızlıklara karşı büyük infial gösterir. İsrail kavmi kaldı. Tapınak ve kraliyet sarayının hazineleri de Babil'e
o sıralarda haraca bağlanmış olduğundan, isyana teşvik için taşındı. Süleyman'ın alım kapları tapmağın içinde parça­
uygun bir ortam söz konusudur. İsrail Kralı, çözümü Mısır' landı.» ( 10 >
la anlaşmakta bulur ve tazminat ödentilerini savsaklar. Sonunda Yeremya yeniden özgürlüğüne kavuşmuştur!
Kaide Kralı II. Nabukadnezar (M.Ö. 605-562) du­ Ne var ki, soru işareti yerli yerinde durmaktadır: Ahid
r u m a müdahale eder ve Suriye'den bir ordu göndererek Sandığı nerededir? Bu tür cinayet davalarında çözüme ulaş­
M . Ö . 597 yılında Kudüs'ü ele geçirir. m a k zordur. Doğru yolu bulabilmek için birçok iz sürmek
gerekir. Biz de, her ne kadar dolambaçlı yollar izlesek de,
süper makinenin peşinden ayrılmamalıyız.
Bu darboğazda, Tsedekia, nefret ettiği Yeremya'ya bir Z a m a n içinde bir sıçrama yapalım.
elçi yollar. Anında, sihirli bir el değmişçesine, bir Mısır
Ordusu devreye giriverir. Babilliler, hem. İsrail h e m Mısır
olmak üzere, iki ateş arasında kalırlar. Yüzeysel olarak, Ye- Kudüs, Bâbil Kralı Nabukadnezar tarafından M . Ö .
remya'nm kehâneti boşa çıkmış gibi gözükürse de, bir süre 597 tarihinde ele geçirilir. Oğlu Belşazzar, M . Ö . altıncı
sonra, olayların akışı kehâneti doğrular. Babilliler, Mısır yüzyıl ortalarında h ü k ü m sürer. D e r k e n esrarengiz bir olay
O r d u s u ' n u kesin bir yenilgiye uğratarak yeniden Mısır'a meydana gelir.
dönerler. Kral Belşazzar, büyük bir tören için bin kadar k o n u k
Tarihin hiçbir döneminde hiçbir yönetici, haricîlerin davet etmiştir. İçkili kafayla, babasının Kudüs'ten getirdiği
galebe çalışından bu denli mutluluk duymamıştır. Cezalan­ altın ve gümüş kapların doldurularak salona getirilmesini'
dırma yöntemleri farklılaşmış, fakat ortadan kalkmamıştır. emreder ve bu buyruğu coşkuyla karşılanır. Tatlı şarabın
Ya kendileri gözden düşer, ya da itibarları lekelenir. Yerem- da etkisiyle, şamatacı konuklar, kutsal nesnelere el atarlar.
ya ? nın saraydaki hasımları, Tsedekia'yı nihâî darbeyi vur­ Doğrusu, harika bir fikir ortaya koymuştur şu Belşaz­
ması için ikna ederler. Kral, peygamber politikacıyı tavanı zar!
zehirli çamurla kaplı bir zindana atar. Başa belâ pey­ Bütün bu âlemin ortasında, birden tüyler ürpertici bir
gamber, orada açlıktan ölmeye terk edilir. sahne yaşanır. Salonun puslu karanlığının arasından bir
H e r güzel cinayet hikâyesinde «kahraman», son a n d a p a r m a k belirir ve duvara şöyle yazar:
ve beklenmedik bir biçimde kurtarılır. Yeremya da talihli­
dir bu k o n u d a ! «Şarap içtiler, ve altın, ve gümüş, tunç, demir, ağaç,
Tsedekia'nın danışmanları arasında Ebedmelek adlı ve taş ilahlara hamdettiler.

26 27
H e m e n o saat, bir insan elinin parmakları göründü,
geçmesi söz konusu değildir. F a k a t , yine de hiçbir iz bı­
ve şamdanın karşısında kral sarayının duvar sıvası rakmaksızın sırra kadem basar. Din müessesesince mesrû
üzerine yazdı; ve kral yazan bu elin ayasını gördü. kabul e d i l m i ş ^ ) metinlerde b u n d a n fazlası söylenmemiş­
O zaman kralın benzi değişti, ve düşünceleri kendi­ tir.
sini üzdü; ve belinin oynak yerleri çözüldü, ve dizleri
birbirine çarptı. Falcıları, Kildanîleri, ve büyücüleri
getirsinler diye, Kral yüksek sesle bağırdı... Ve çi­
K o n u iie ilgili yegâne atıfları, gizli tutulan Apokrifa
zilen yazı şudur: M E N E , M E N E , T E K E L , U F A R -
metinlerinde buluyoruz. Apokrifa, Hıristiyanlarca Eski
SİN (sayıldı, tartıldı ve eksik b u l u n d u ) . . . Kildanî
Ahid'in parçası olarak kabul edilmemekle birlikle, resini
Kralı Belşazzar, o gece öldürüldü.»
akış ve içerik olarak diğer Ahid bölümlerine uygundur.
- Tevrat, Daniel 5, 4-7 ve 25-30 -
. Apokrifa'ya dahil bulunan «Makkabi'nin İkinci Kita­
b ı n d a şunları okuyoruz:
Bütün bu sahnelerden çıkarabileceğimiz yegâne so­
nuç, t a p m a k t a n getirilen kapların, büyülü olduğudur. Ahid
«Ve aynı yazıda denir ki, peygamber, Tanrı tara­
Sandığı'ndan söz edilmemektedir.
fından uyarılmış olarak, çadıra ve sandığa kendisiyle
. gelmelerini — M u s a ' n ı n tırmanıp ela T a n n ' n ı n mirası­
nı gördüğü d a ğ a — emreder. Ve Yeremya oraya git­
Biz yeniden Yeremya'ya dönelim ve bu noktadaki
tiğinde bir mağara kovuğu bulur; Çadırı, sandığı, bu­
bir tuhaflığın üzerine eğilelim. Yazıcısı Baruk tarafından
hurdanlık mezbahını içeri kor ve kapıda durur. Kendi­
naklonulduğuna göre, Üstad'ı, Arş-ı Alâ'nın bir meleği ta­
sine eşlik eden bazı kişiler yolu işaretlemeye heves
rafından, Bâbil Ordusu'nun katliamı ile ilgili olarak ha­
ederlerse de, sonuç alamazlar. D u t u m u sezen Yerem­
berdar edilmiştir. Büyük ihtimalle", olacakları peşinen bi­
ya, onları şöylece azarlar: 'Tanrı'nm halkım yeniden
len bu melek, Yeremya'yı, T a n r ı tarafından Musa'ya ve­
bir araya toplayacağı ve onlara mağfiret ifnan eyle­
rilmiş olan k a p l a n , ergeç saldırıda bulunacak olan Bâbil-
yeceği yer olarak bilinsin.»
lilerden saklaması için uyarıda bulunmuştur. Diğer bir de­
- Apokrifa, II. Makkabiler, 2, 4-7 -
yimle, melek Belşazzar'ın d a h a sonra getirttiği kap, tepsi,
kadeh ve lambalarla değil de, M u s a ' n ı n yolculuğu sıra­
Mişna'da ise (Mişııa, T a l m u d ' u n bir parçası olup,
sında yanında taşıdıklarıyla ilgilenmiştir. Hiç şüphesiz,
sözlü yasaları sistemleştirir) bir ruhban kişinin Kudüs dı­
içindeki «Kudret Helvası Makinesi» ile birlikte, Ahid
şında sandığı ararken iri bir kaya bulduğu, fakat işin ay­
Sandığı da bunların arasında idi.
rıntılarına giremeden garip bir hastalığa yakalanarak öl­
düğünden söz edilir:

S İşin ciddiyetini kavrayan Yeremya, Habeş dostu


«Ruhbanlar, Ahid Sandığı'nm orada saklı olduğunu
Ebedmelek de aralarında olmak üzere, güçlü-kuvvetli adam­
biliyorlardı.»
lar çağırır. H e p birlikte, şehir halkının dikkatini çekme­
den, söz konusu nesneleri çıkarır ve bir mağarada giz­ - Talmud, Mişna, Bölüm 6, 2 (14) -
lerler. Bu d u r u m a göre, Ahid Sandığı'nm Bâbillilerin eline
Ahid Sandığı, bir kez daha elimizden kayıp gitmiştir.
28
29
Olaylar yöresel çerçeve içinde kisıth kaldığından, o döneme — K o m a n d o Operasyonu, diğer bazı kişileri de sırra
ilişkin araştırmalar da, bir yerde tıkanmaktadır. 1910 yı­ ortak etmiştir. H a b e ş Ebedmelek b u n l a r d a n biridir. Ye­
lında P a r k e r Araştırma ekibi bölgeye gitmiş ve eli boş remya'nın uyarıyı almasıyla Bâbil O r d u s u ' n u n saldırısı ara­
dönmüştür. sında, küçük bir z a m a n dilimi geçmiş, bu nedenle güvenli
Ne gelmiş olabilir Ahid Sandığı'nm başına? bir muhafaza yeri bulunamadığından, Sandığı mağaraya
gizlemiştir.
— Ağırlık göz önüne alınırsa, Yeremya ve yardım­
D u r u m raporu çıkarmamızın tam zamanıdır: cıları mutlaka bir taşıyıcı, belki de bir öküz arabası kuK
— Mişna'ya göre, ruhbanlar Sandığın Kudüs civarın­ lanmışlardır. Operasyon tek bir geceye sığdırıldığına göre,
da olabileceğinden şüphelenmektedirler. Bir din adamı, es­ Sandık, Kudüs yakınlarında gizlenmiş olmalıdır. Bâbilliler
rarengiz bir biçimde ölmüş ve bu ölümle Sandık arasında Batı'dan, bugünkü Ü r d ü n ' d e n saldırıya geçmişlerdir.
bir ilinti çağrıştırılmışur. — Yeremya'nın, makinenin esprisinden anladığı m u ­
— Devrin gelenekleri, dünya dışı varlıkların Yerem- hakkaktır. Belki, nasıl çalıştığı da bilgisi dahilindedir.
ya'nın günlerinde de faaliyet gösterdikleri izlenimini ver­ Yardımcılarının başına bir şey gelmemiş, daha sonraysa»
mektedir. fazlaca yaklaşan bir din adamı hayatından olmuştur.
— Yeremya, T a n n ' n ı n Meleği tarafından uyarılmış­ — D ü n y a dışı varlıklar, Bâbillilerin eline geçmesine
tır. Çömezi Baruk, gökyüzünde ışıklar gördüğünden söz izin vermediklerine göre, makineye büyük bir önem atfet­
etmektedir. mektedirler. Tersine gizlenmesini emretmişlerdir. Yerem­
— Peygamber Hezekiel'in uzay gemileriyle karşılaş­ ya bu ateşten gömleği nereye gizlemiş ya da nereye göm­
m ü ş olabliir?
masını tasviri de( 1 5 ) aynı döneme rastlamaktadır.
— Yeremya'nın dostu ve öğrencisi Baruk, tartışmalı Kudüs'ün kayalık çevresinde sayısız gizleme imkân­
dinsel metinlerden «Baruk'un Kelâmt'nm B a k i y e s b n d e ları mevcuttur. Genasereth G ö l ü ' n ü n doğusunda k a l a n
tepelik kesimde, yarıklar ve doğal mağaralar, ideal bir
Habeş Ebedmelek'in dünya dışı varlıklarla bir serüvenin­
sığmak oluşturmaktadır. Yine de, karga uçuşu mesafesi ile
den söz etmektedir.
Yeremya'nın 130 km. katetmiş olduğuna inanasım gelmi­
Aşağıdaki türden mantık yürütmeler, oldukça akılcı
yor. Y o l şartları ve öküzle ulaşımın ağır akışıyla Genase­
çağrışımlar yapmaktadır.
reth G ö l ü ' n e varmak, birkaç günlük iştir. Ayrıca, dosdoğru
— D ü n y a dışı varlıklar küçük bir gruptur. Savaşlara
bir yol izlemeleri de, derhal düşmanın kucaklarına düşe­
karışmamış, taraflardan herhangi birine yardım etmemiş­
cekleri için, çılgınlık olacaktır.
lerdir. H a l k kitlelerine görünmek istememişlerdir.
— Bilinmeyen nedenlerden ötürü bu grup, Sandık < H e r neyse. Yeremya Kudüs yakınlarında bir yer bul­
ve «Kudret Helvası M a k i n e s b n i kendileri taşımamışlardır. muşsa da, söz konusu yer, bugün kendini örterek gizle­
İnsanların işine müdahale etmekten mi kaçınmışlardır? miştir. H i ç kimsenin, makinenin nerede olabileceği hak­
kında en küçük bir fikri bile y o k t u r Hepsinden önemlisi,
Yoksa onlar da makinenin güçlü radyoaktivitesinden mi
tarih kayıtlarında b u n d a n öte bir değinme b u l u n m a m a k ­
çekinmişlerdir? Bir tek nokta kesindir ki, dünya dışı var­
tadır.
lıklar, Sandığın Bâbillilerin eline geçmesini istememişler;
Yeremya ve güvenilir birkaç yoldaşını, bu tartışmalı ay­
gıtın gizlenmesi ile görevlendirmişlerdir.

30 31
Bu konuların eserde yer alması, İ s a ' n ı n d o ğ u m u n d a n önce
İz bizi nerelere sürükleyecek? yazıldığı için, imkânsızdır. İsa'dan önce 965-926 yılları aı .ı
Habeş Ebedmelek'in, Sandığın gece gezintisine ta­ smda yaşamış olan Kral Süleyman, İsa, çarmıha gerilme
nıklık ettiğini unutmuş değilim. Vatanına döndüğü za­ ve yeniden diriliş h a k k ı n d a nasıl söz söylesin?
man, bu harika makine hakkında konuşmuş olabilir mi? En iyisi, Sandığın İsa öncesine d a y a n a n izini bulabil­
İz bulma umudunu tamamen yitirse bile, bir suçbilim- mek için, İsevî eklentileri atlamak yerinde olacak. K e b r a
ci havlu atmaz. Uzun bir zaman, Habeşlerin yazılı gele­ Nagast'ın d a h a ilk girişinde bile, Sandıkla ilgili bir refe­
nekleri üzerine eğildim. «Kralların Haşmeti» ya da «Kral­ rans var:
ların Sânı» anlamlarına gelen «Kebra Nagast» destanının
«Kurtların kemiremeyeceği cinsten, ağaçtan bir San­
varlığından haberdardım. Dünyamızın bize ait olan kesi­
dık yapın ve içini saf altınla doldurun. İçine Yasa
minde bu destanı bilen yok gibidir. Habeşçe orijinalin Al­
K e l â m ı m k o y u n ki, benim bizzat parmaklarımla yaz­
manca bir kopyasını bulabilmek, doğrusu hiç de kolay ol­
dığım ahid o l s u n . . . O n u n içindeki semavî ve manevî
madı.
(aslolan) çeşitli renklerdedir, işlenmesi harikuladedir,
Şükürler olsun ki, bir adet mevcuttu. Bavycra Dev­ yeşim taşına, k ö p ü k taşına, topaza, yemen taşma,
let İlimler Akademisi'ne bu konuda teşekkür borçluyuz. kristale ve ışığa benzer; nazarı, cebren hapseder, aklı
Vakti zamanında ünlü Asurolog Cari C.A. Bezold'a (1859- şaşırtır, hayrete düşürür. Sanat erbabının, insanoğ­
1922) bir burs tahsis ederek, Berlin-Londra-Oxford ve Pa- lunun elinden değil, tanrının zekâsından çıkmıştır. O,
ris'teki( 1 6 ) manuskrilerden oluşan bu bilinmeyen eserin gün bizzat kendisi — kendi meskeni için yaratmıştır...
ışığına çıkmasını sağlamışlardır. ve içinde bir gomor (muhtemelen üç litrelik eski İb­
rani ölçüsü olan Ö m e r ile aynı şey) ölçeklik, gök­
yüzünden inen kudret helvası var; ve üzerine değen
Kebra_ Nagast'm tam olarak ne zaman yazılmış oldu­
H a r u n ' u n Asası ile h i ç kimse içine sü dökmemiş,
ğunu söyleyememekteyiz. Bezold'un Almanca çevirisi, İs-
hiç kimse iki parçaya ayırmamış; ve üç asadan tek
hak ve Yemharana-Ab adlı iki Arabın M.S. 4 0 9 yıllarında
bir asa teşekkül etmiştir.»
Habeşçeden Arapçaya yaptıkları tercümeye dayanmakta­
dır. M . Ö . 850 yılları akla gelen bir ihtimaldir. Çevirmen­ - K e b r a Nagast, Bölüm 17 -
ler, giriş bölümünde şunları yazmışlardır: Habeşlerin, o günlerde, h a k k ı n d a hiçbir bilgi sahibi
olmadıkları bir aygıt için oldukça m a k û l bir tanımlama.
«Bu eseri bir Kıptî kitabından Arapçaya çevirdik... Kelime hazinelerinden olabildiğince zekîce seçimler yap­
« Rahmet'in 409'uncu yılında, Habeş Ülkesinde, La- mışlar. Hezekiel de T a n r ı ' a m ihtişamı için safir - kristal
libala adı verilen Kral G a b r a MaskaFın günlerinde, ve değerli taşlardan hareket etmiştir. E n o k da, y a n ger-
İyi Piskopos Abba George'in günlerinde... Aciz hiz­ çeküstücü bir tavırla, dünya dışı varlıkların başkanını
metkârınız olan bendeniz İshak için dua edin ve ifa­ şöylece tanımlamıştır: «Bedeni safir, suratı zeberced tası
de kusurlarımı mazur görün.» gibi... tasviri imkânsız bir ışık ve ışıkta şekiller vardı...»
İşte İbrahim'in Vahyinde bulduklarımız. H e r iki imaj da
Bizler de, orijinal Kebrn Nagast ile hiçbir ilgisi olma­ ne kadar birbirlerini andırıyor!
yan. Hıristiyanlık doktrinleri ve İsa'nın yeniden gelişine
ilişkin sokuşturmaları için, zavallı İshak'ı mazur görelim.
tanrıların ayak izleri
33/3
Kebra Nagast* ta Ahid Sandığı ile ilgili olarak geçen da da konukseverliğinin zirvesine çıkmıştır. Kebra N a g a s f
eu önemli n o k t a . Sandığın içinde insan elinden çıkmamış taki listeye bir göz atalım:
tm nesneden ilk kez söz edilmesidir.
K c b i a ıNagast, ayrıntılı vc renkli Lir lıilsi v e r h o r , « O . . . ona, harikulade zenginliklerinden ve kıyafetle­
Habeş Kraliçesi Makeda. çezginei Hr tacilden, İsrail K r a h rinden, her ne diledi ise v e r d i . . . Öyle ki, Habeşis­
bulevman in zarif bir insan olduğunu vc muhteşem bir tan'da bunlar için yeni bir hazine açıldı, altı bin ci­
ki'oilıgı vönettigim ugrenivoı. Kraliçe M a k e d a . İsraillilerin varında deve ve araba, ağızlarına k a d a r yüklendi ve
ı.mı IM ve halkına volinle o L ı u k ihsan c t ligi esrarengiz san­ çöle doğru yola çıktı... ve bir de, Tanrı'tun bahsettiği
dıktan Ja haberdnr oluyor bilgelikle Süleyman tarafından yapılan ve kişinin ha­
Bu haberden esinlenen M a k e d a , komşu ülke kralım vada uçmasını sağlayan bir de gemi armağan edildi.»
i) ai ct etmeyi arzuluyor Masrafları dikkate almadan özen­ -Kebra Nagast, Bölüm 30 -
il hazırlanıyor, 797 deve yükleniyor. Sayısız eşek ve katırla
üülikte 3 0 0 de yardakçı alıyor. Bu metni iki kez okumalı. M a k e d a ' n ı n Habeşistan'a
götürdükleri arasında develer, arabalarla birlikte, bir de
havada u ç a n a r a ç varl Tarihçiler kesin ayırımı yapmışlar,
5ö>lentilere göre, Musa Şeriatına hiç de uygun düşme­ arabalardan bir çeşidi karada, biri ise havada gidiyor.
yecek kadar hızlı bir playboy ve kadın düşkünü olan Bilge Doğrusu şaşırtıcı bir tipmiş şu Süleyman. Garajında her t ü r ­
Süleyman, yalnızca kendi ülkesinin kadınları ile yetinmi­ lü araba varmış!
yor ve sınırlarının ötesinden de gönül eğlenceleri buluyor­
Ve kaçınılmaz şey gerçekleşir.
du. Bu nedenle, Habeş Kraliçesi'nin o n u r u n a böylesine
görkemli bir şölen vermesi doğal olsa gerektir; Geri d ö n ü ş ü n d e n tam dokuz ay ve de beş gün s o m a ,
Kraliçe, bir oğlan çocuk' doğurur ve «3ayna-lehkem» adı­
«Süleyman, O n a büyük değer verdi ve kendi sarayının nı verir. (Bakın, k o n u n u n neresinden neresine geliyoruz.
yanında bir konaklama yeri tahsis etti. G ü n d ü z ve Fonetik açıdan Bayna-lehkem, Ebed-melek bileşimine çok
akşam yemekleri için her seferinde, on beş ölçek yakındır. K o n u ş m a dilinde, sesli ve sessiz harfler kaymıştır.
'kori' (364 litrelik eski İbrani ölçüsü) saf beyaz Kronolojik açıdan ise, Süleyman dönemi, Yeremya ve
unla pişmiş zeytinyağı ve etsuyu ile soslanmış ek­ Ebedmelek'ten dörtyüz yıl k a d a r gerilere dayandığından,
mekle, 30 ölçek 'kori' 3 5 0 kişilik pide, yeterli sayı­ bu yaklaşım anlamsız gözükmektedir. Fakat, tarihçilerin,
isimleri karıştırma gibi hatalarına rastlanmıştır. H e r ne ise,
da tabak-çanak, on öküz, beş boğa, sayısız geyik, ka-
bu yalnızca bir saplamadır.)
j a c a , oğlak, elli koyun, yağlı kümes hayvanları, alt­
mış gerrat ölçeklik bir teneke şarap ile, 30 ölçeklik
eski şarap gönderdi... Ve h e r gün, görenlerin göz­
lerini büyüleyen muhteşem elbiselere garketti.» Fırtınalı aşkın meyvesi Bayna-lehkem, bütün sanat­
- K e b r a Nagast, B ö l ü m 23 - larda eğitim görür, her tür silah kullanımında ustalaşır ve
22 yaşma bastığında, o da, babasmı görmek üzere K u d ü s ' e
Bilge Süleyman'ın sonu gelmez harcamaları ( ! ) . . . gider:
Kraliçeyi adeta resmî bir yoldan ayartan kral, uğurlama-

34 35
«Genç Bayna-lehkem zarifti, ve bütün vücudu ve hat­
ları, omuzlarının duruşu, babası Kral Süleyman'mki üzerinde k a r a r kılarlar. Kralın oğlu sıfatı ile Bayna-leh­
gibiydi; ve gözleri, a y a k l a n ve yürüyüşü K r a l Süley­ kem, güvenilir bir kişi d u r u m u n d a d ı r . Ve m a h r e m yerlere
m a n ' a benziyordu.» girebilir. Bu ayrıcalığından yararlanarak, Sandığın m u ­
-Kebra Nagast, Bölüm 32 - hafaza edildiği odaya girerek, inceden inceye ölçü ala­
caktır. D a h a sonra da adamları şehirdeki değişik m a r a n ­
Bu ziyarete son derece sevinen Süleyman, oğlunu ar­ gozlara sandığın muhtelif parçalarını sipariş edeceklerdir.
mağanlara boğar. Ne var ki, Bayna-lehkem, oldukça açık­
gözdür! «Ve ben, parçalar birbirine eklenmeden, çatıyı alaca­
ğım ve onları bir araya getireceğim, (daha s o m a ) Si­
yon meskeninin (sandık) altına yerleştirecek ve Siyon
Bu armağanlardan hiçbiri onu sevindirmez. Gizli bir örtüleri ile saracağım, ve Siyonu alacak, toprakta de­
niyeti vardır. Ahid Sandığı'nı istemektedir! rin bir çukur kazacağım ve Siyon'u — y o l a çıkana
Babası Süleyman'a Sandığı annesine götürmek iste­ ve yanımıza alana k a d a r — b u r a y a yerleştireceğim.»
diğini söyler. Ç ü n k ü , her k i m o n a sahip olursa, Kadir-i -Kebra Nagast, B ö l ü m 45 -
Mutlak tarafından korunmaktadır.
Süleyman, önce biraz telâşlanırsa da, işi velveleye
vermez. M u s a ' d a n kalan bu p a h a biçilmez nesne, tapma­ Basit, fakat ustaca bir plan.
ğın özel bir odasmda muhafaza ^edilmekte ve yanına yal­ Marangozlar, Sandığm orijinaline uygun renk ve ağaç­
nızca seçkin ruhbanlar girebilmektedir. Kralın açısından, tan ısmarlanan bölümleri hazır edince, Bayna-lehkem, bir
artık bir esprisi kalmadığı söylenebilir. H a t t a , M a k e d a ' n ı n gece yarısı t a p m a ğ a girer, adamlarının da kendisini izle­
sarayına göndererek h e m k o r u m u ş h e m de geçirdikleri yebilmeleri için kapıyı aralık bırakır. M u s a ' n ı n Sandığı'nı
mutlu saatleri hatırlatmış olacaktır. Bundan da öte, San­ eski kumaşlarla örterek, Kudüs dışına Habeşlerin konak­
dığın muhafazasını bir başkasına devretmek de, hakkı ol­ l a m a m e k â n ı n a taşır ve gömerler. Taklit parçalar birleş­
tirilir ve odaya yerleştirilir. Hiç kimse aradaki farkı sez-
malıdır.
meyecektir:
Sandık, o ana dek, özel tedbirler alınmadan nakle­
dilmiş değildir. -
«Doğrudan yöneldi ve ihvanını, üç adamı uyandırdı,
Süleyman da, iki a n a n o k t a belirler:
p a r ç a l a n alarak Tanrı'nın Evi'ne gittiler — v e bü­
— M u t l a k bir gizliliğe riayet edilecek;
tün kapıları açık buldular, dışarı açılan ikisini de,
«— Ve bu nakil, resmî açıdan kendi bilgi ve iradesi
içeridekileri d e — . Siyon'u, T a n r ı ' n m Yasası'nm T a p ı ­
dışında gerçekleşmiş olacaktır.
n a ğ ı n d a n ve beraberlerinde alıp götürdüler... Ve
Bu ikisi de doğaldır. Halkın, Kralın Sandığı elinden dördü Siyon'u taşıdılar, Azaryas'ın evine getirdiler,
çıkardığını duyması hâlinde, isyan etmesi gayetle olağan yeniden T a n r ı ' n ı n Evi'ne döndüler, parçaları yerine
karşılanabilecek bir d u r u m d u r . yerleştirip, Siyon örtüleriyle örttüler ve kapıları ka­
Bayna-lehkem, b a b a s m d a n bilgelik, annesinden ise pattılar.»
kurnazlık almıştır. Sırdaşlarına, söz konusu gerekleri na­
- K e b r a Nagast, 4 8 . B ö l ü m -
sıl yerine getirebileceklerini danışır. Belirli bir k o m p l o

36
37
Bir hafta k a d a r sonra, Habeşler, kamplarım söktüler. D a h a taze bir r a p o r a ihtiyacımız var.
Kudüs'te bir tek kişi bile Sandığın başına gelenlerden ha­ — Süleyman'ın H a b e ş Kralı'na verdiği çeşitli arma­
berdar olmamıştı. Bu bile artık Kudret Helvası üretmeyen ğanların arasında bir de havada u ç a n araba mevcuttur.
aracın, İsraillileri p e k ilgilendirmediğinin bir başka kanıtı­ — Süleyman'ın gizliden onayı ile Kralın Oğlu, San­
dır. dığı Kudüs'ten kaçırmıştır.
Sandık, bir hafta kadar şehrin dışında saklanmış,
«Ve veda ettiler (krala) ve ayrıldılar. İlk iş olarak Si- d a h a sonra bir arabaya yüklenerek, üstü, eski-püskü bez­
yon'u çıkarıp bir arabaya yüklediler, değersiz ve eski lerle örtülmüştür.
püskü bezlerle, her çeşit kumaşlarla gizlediler. B ü t ü n — K u d ü s dışına çıkılır çıkılmaz, Sandık yeni bir
arabalar yüklenmişti, kervanın ustaları uyandırıldı, arabaya nakledilmiştir. Bu araba, belirli bir miktar hava­
b o r u üflendi, şehir heyecana kapıldı, gençler yüksek lanarak yolculuk etmiştir. Atlar, develer ve katırlar da göz
sesle bağrıştılar.» önüne alınırsa, bu araba, inanılmayacak kadar geniş biı
- K e b r a Nagast, Bölüm 50 - yüzeye sahip olmalıdır. Çünkü kervanda daha birçok ara­
ba bulunmuş olmakla birlikte, tarih kayıtçıları, yalnızca
bir tek arabadan söz etmişlerdir.
Kudüs'ten uzaklaşınca kendilerini güvende hisseden — Kralın oğlu. planında her şeyi düşünmüştür. Ba­
Habeşler, Ahid Sandığı'nı yeni bir arabaya naklettiler. Ve basının annesine verdiği uçan arabaya binerek, K u d ü s dışı­
olağanüstü olgular dizisi bir kez daha başgösterdi. Z â t e n na çıkıp arabayı bırakmış, sıradan bir gezginci gibi, yayan
şimdiye kadar, m a h u d Sandığın bir kez bile olaysız yolculu­ geri dönmüştür. Sandığı çalmış ve uçan arabaya yüklemiş­
ğuna tanık olmuş değiliz: tir. Bu arabanın uçuş hızına, kovalayacak olanların yeti­
şebilmelerine imkân yoktur.
«Başmelek Mikail ö n d e n yürüyordu... ve kendisini Bu varsayımlar, kayıtlarla güç kazanmaktadır.
bir bulut şeklinde üzerlerine yayarak, güneşin yakıcı­ Kudüs'teki tapmağın ruhbanları, hırsızlığın iarkınn
lığından koruyordu. H i ç kimse arabayı çekmiyor. varır ve d u r u m u Kral Süleyman'a bildiriıieı. O c i k i l n ı e ü e n ,
Mikail bizzat kendisi, vagonlarla yürüyordu ve ister asker toplayıp Habeşlerin peşine düşmesi i^in ısrar «derici.
insan, ister at, koyun, yüklü deve olsun; her canlı. Süleyman, bu isteklerini kıramaz. tabii oğlunun bu iıır-
bir gez kadar yerden yükseltilmişti. H a y v a n sırtında sızılğın içinde bulunduğunu da kabul etmek isteme/..
gidenler de, eğerleri üzerinde birer karış havalanmış- Süleyman'ın hızlı atlıları bile Habeşîcrın izlerin*: y e ­
J a r d ı . . . ve hayvanların sırtlarına yüklenmiş her türlü tişemez. Mısır'a uçtukları için, bunda jajilacak bir şe\
eşya da aynı şekildeydi... A r a b a d a yolculuk eden yoktur. Mısırlılar. İsrail kesil' birliklerine şu açıklam^dn l ^
herkes de, rüzgârın önünde savrulan deniz ortasındaki îunurlar:
gemiler gibiydiler... ve gövdesi rüzgârla kayıp giden
kartal gibiydiler. Böylece yolculuk ettiler; ö n d e ya Vc Mısırın adamları onUra dediler kı « b i r k u , gai,
da geride kimse yoktu, sağdan veya soldan taciz edil­ ''>nce Habeşistan: dan beiirli adamlar buradan geçti
mediler.» Icı•; ve onlar melekler gibi dört tekerlekli bir arabada
yolculuk ediyorlardı, .e oitiur gökyüzünün Uu falla­
-Kebra Nagast, B ö l ü m 52 -
rından daha çabuktular.

7«)
38
Ve şehirler ve kasabadakiler bu insanların Mısır ül­ değildi artık. K e n d i halinde krallar bile birden İsrail'e
kesine gelişlerine şahit oldular, ki tanrılarımız ve saldıracak kadar arslan kesildiler. Süleyman'ın, Sandığın ba­
kralın tanrıları aşağı düştü ve parçalara bölündü ve şına gelenlerin gizli tutulmasına ilişkin buyruğu da, za­
mabutların kuleleri de aynı şekilde tuzla buz oldu.» manla halk arasında duyuldu:
- Kebra Nagast, 58. ve 59. Bölümler -
«Ve Süleyman cevap verip onlara dedi: 'Artık konuş­
Son derece dikkate değer bir durum. maya bir son verin, Sizler. Verin ki, sünnetsizler
U ç a n bir araba, kuleler yıkıyor... Üzerinde atlar, bi­ övünüp de, 'debdebeleri geçti, T a n r ı onları terk etti'
niciler ve develer için bile yer var... Doğu hayalciliğinin demesinler. Yabancılara açılmayın. Bu tahtaları bir­
aşırı bir örneği mi? Devasa uçan cisimlere H i n t destanları leştirdim. Altınla kaplayıp Sandığa benzetelim. Yasa
Mahabharata ve Ramayana'da rastlanır. Bunlardan biri Kitabını da içine koyalım.»
de, tanrılar tarafından bırakılmış olup, 'tapınak kadar bü­ - K e b r a Nagast, Bölüm 62 -
yük ve beş kat yüksekliğindedir.' Ramayana, dağları tit­
reten, gökgürültüleri çıkaran, ağaçları, çayırlan ve evlerin Süleyman, "hırsızlığı örtbas edebilmek için, sahte san­
damlarını kavurarak uçan cisimlerden söz eder. Mısır kay­ dığın gerçek sembollerle süslenmesini emretmek zorunda
naklı bu korku hikâyesinin gerçekliğini kabul etmeliyiz. kalır. Fakat, sonu yaklaşmıştır. K e b r a Nagast'tan 11 yıl
K r a l Süleyman işi bu kadarla bırakmamıştır. Bir grup d a h a yaşadığını, ne var ki T a n r ı ' d a n yüz çevirerek kendini
seçkin askerin başına geçerek, olaya doğrudan katılmış, muhteris aşk ilişkilerine verdiğini öğreniyoruz. Bayna-leh­
oğlu Bayna-lehkem'in ne z a m a n geçtiğini sorduğunda, Mı­ kem'in tasarrufuna geçen Sandık, d a h a sonra ne olmuş­
sırlılardan şu karşılığı almıştır: tur?

«Bizden üç gün önce ayrıldı. Hiç biri yerde gitme­


yen, hele hele biri havada asılı duran arabalarını
yükledi; ve onlar gökyüzünde süzülen kartallar gibiy­ Kralin oğlu, adamları ile birlikte Habeş sınırına yak­
diler. Bütün yükleri de, onlarla birlikte rüzgâra yol­ laşınca, uçan kafilesine iniş emri verir ve aynen bir za­
daşlık ediyordu. Biz düşündük, onları rüzgâr ile yolcu manlar Kral Davud'un yapmış olduğu gibi, zıp zıp dans
eden senin bilgeliğindir. Ve Kral onlara sordu, 'peki eder.
ya Siyon T a n r ı Yasası'nın Çadırı da onlarla birlikte
0
m i y d i ' Ve onlar ona dediler: Biz bir şey görme­ «Ve Kral ayağa kalktı ve genç bir koyun gibi sekti
dik."* ve anasından süt emmiş keçi yavruları gibi sıçradı,
- Kebra Nagast. Bölüm 58 - aynen büyükbabası D a v u d ' u n Tanrı'nın Yasası'nın
çevresinde sevinçten zıplaması gibi döndü. Ayakları
Süleyman, oğlunun kendisini kandırdığını; ne Sandığı ile yeri dövdü, kalbi neşeyle dolup taştı, ağzından
ac de içindekileri bir daha elde edemeyeceğini anlamıştı. mutluluk çığlıkları yükseldi. Habeşistan Kralı'nın ko­
Süleyman ve ruhbanları, Sandığın yitirilmesi karşısında giz­ n a k yerindeki sevinç ve gururdan neler nakledebilirim
lice ağladılar. Gizlice, çünkü Kral bu hırsızlığın gizli kal­ ki? Bir a d a m komşusuna anlattı. Genç boğalar gibi
ması gerektiğini kavramıştı. İsrail, Sandığın himayesinde tepindileı, el çırptılar ye ellerini semâya kaldırdılar

40 41
ve yüzleri ile toprağa kapandılar ve Tanrı'ya bütün leneklere göre u ç a n bir makine ile buraya bizzat gelmiş
kalbleriyle şükranlarını sundular.» ve tapmağın yapımına nezaret etmiştir.»
- Kebra Nagast, B ö l ü m 53 - O zaman için, bu sözlerin bir tekine bile inanmamış,
fakat dindar bir Müslüman olan profesörü rahatsız et­
Anne Makeda. tacını, b u n d a n böyle Kral Menelik ola­ memek için, şüphelerimi açığa vurmamıştım.
rak bilinecek olan başarılı oğluna devretti. Menelik, yeni Kebra Nagast'ı okuduğum günden beri, Kral Bilge Sü­
Habeş Hanedanı'nın kurucusu oldu. leyman'ın dünyanın dört bir tarafına uçmuş olabileceğine
1955 tarihli Habeş A n a y a s a s ı n ı n ikinci maddesin­ inanıyorum. Eski Ahid'de, Süleyman'ın hiç durmaksızın
d e ^ 7 ) şöyle deniyordu: vurgulanan bilgeliği, belki de teknolojik bilgisinden ileri
geliyordu.
«Kraliyet Asaleti, ebediyyen aynı aile ağacından H a ­ Ne yazık ki. b u n u n ne tür bir uçan makine olduğunu
beşistan ve Şeba Kraliçesi ile Kudüs Kralı Süley­ bilmiyoruz ve bilemeyeceğiz de. Tufan öncesi peygamber­
m a n ' ı n oğulları Kral I. Menelik'in soyundan gele­ lerinden E n o k ' u n sözünü ettiği Gökyüzü'nün Oğulları, ge­
cektir.» rilerinde bir yolcu gemisi mi bıraktılar?
Ve bu garabetin nasıl çalıştığını bilen, gizli bir teknik-
Habeşistan Negüs'ü, Etyopya İmparatoru Haile Selâ- lonca, özel eğitim görmüş bir tarikat mı vardı? Cevaplan­
siye 1974'de sürgüne gönderilen sülâlesini Menelik'e ka­ ması imkân dışı koskocaman sorular. Kebra-Nagast'a da­
dar uzatıyordu. Habeş hükümdarları kendilerine bazen yanarak emin olabildiğimiz tek nokta, Süleyman'ın H a b e ş
kral, bazen imparator, kimi zaman da Kralların Kralı adını Kraliçesine «uçan bir makine» armağan ettiği ve bu nes­
veriyor; Ahid Sandığı sayesinde Kudretli T a n r ı ' n m himâ­ nenin daha sonra Ahid Sandığı hırsızlığında önemli bir rol
yesi altında diğer bütün yöneticilerin üzerinde olduklarına oynadığıdır.
inanıyorlardı.

Kral I. Menelik'in uçuşunda ilk durağı, Habeş kenti


Ahid Sandığı ile ilgili araştırmalarım sırasında, Hin­ VVagerom olur. Sonra da «Dabramakeda» adı verilen baş­
distan'ın dağlık bölgelerinden Srinagar'da başımdan geç­ kente uçar:
miş bir olayı hatırladım. Yıllardan 1976 idi ve P r o i . Hass-
nain adlı bir arkeolog ile tepesinde bir Müslüman ibadet­ «Ve Kral, büyük bir debdebeyle annesinin şehrine
hanesi bulunan Tahkti Süleyman diye bir dağı gezmiş­ geldi, ve sonra yükseklerde güneş gibi ışık saçan se­
tik. mavî Siyon'u gördü. Ve Kraliçe... başını geriye atıp,
Tahkti Süleyman'ın anlamını sorunca, şu karşılığı al­ gökyüzüne baktı ve yaratıcısına şükretti: ellerini çırp­
mıştım: «Süleyman'ın Dağı!* tı ve yüzünden gülücükler saçarak ayaklarının üze­
Hindistan'daki bir dağın İbranı Kralı'nın adını taşı­ rinde dans etti; ve içinden taşan sevinçle, bütün vü­
masını garipsemiş, sorularımı genişletince. Profesör, şu cûdunu süsledi. Küçükten büyüğe, kadından erkeğe
•açıklamada bulunmuştu: ve de insanından hayvanına kadar Habeş Ülkesini
«Kral Süleyman'a hem Müslümanlar hem de Hindular saran sevinci nasıl anlatayım. Ve D a b r a m a k e d a etek­
hürmet besler. Burası onun dağı ve onun tapınagıdn-' Ge lerinde, iyi suyun kenarında çadırlar kuruldu, ve 32

42 43
bin öküa ve boğa kestiler. Ve Siyon'u (sandık)
D a b r a m a k e d a Kalesi'ne yerleştirdiler, ve Siyon'u
beklemek için üç yüz kılıçlı muhafız diktiler.»
• K e b r a Nagast, Bölüm 85 -

Eski Ahid'de, Kral Süleyman'ın Habeş Kraliçesince


değil de, Saba Melikesi tarafından ziyaret edildiğinden söz
edildiğine dikkat çekmeden geçmeyelim. (Saba Krallığı, bu­
günkü Y e m e n ' d e bulunuyordu) Metinlerden Kraliçe M a k e -
d a ' n ı n aynı z a m a n d a Saba Melikesi de olup olmadığını
a n l a m a k m ü m k ü n değildir.

Diğer yandan, Ahid Sandığı'nm bugünkü Habeşis­


tan'a getirildiği kesindir. K e b r a Nagast, Habeşistan'a dö­
nüşte izlenen uçuş rotasını açıkça çizmektedir. Kudüs'ten
Akdeniz kıyısı üzerinden «Mısır Irmağı» olarak zikredilen
Nil'e inilmiştir. Menelik ve ekibi, Nil'i sefer haritalarının
temel rotası olarak kullanmışlar, uçarak yol aldıklarından adamlardır, ve Kebereneyon dağından karanlıklar de­
ve yanlarındaki sandık bilindiği için, Mısırlılardan bir nizine uzanır, ve işte orası, güneşin battığı yerdir.»
zarar görmemişlerdir. Mısırlılar, Sandıkla ilgili anlatıları - K e b r a Nagast, Bölüm 92 -
bildiklerinden, fazlaca yanaşmaktan çekinmişlerdir. Kebra
Nagast'ta sandığın güneş kadar parlak olduğu söylenmek­ Sandık b ü t ü n ülkeyi dolaşmış, sonunda, Habeşistan'ın
tedir. U ç a n makinede bir esrarengizlik söz konusudur. kuzeyinde yer alan, N u h ' u n torunlarmca kurulduğuna ina­
Ölümcül ışınlar düşmana mı yöneltilmiştir? Yoksa uçan nılan eski başkent Aksum'da k a r a r kılmıştır.
makine yalnızca güneşin ışınlarını mı yansıtmıştır? Kesin 24 E k i m 1970 tarihinde Neue Zürcher Zeitung ga­
bir açıklaması yoktur. zetesinde şöyle bir haber yer almıştır:

«Yaklaşık 3 0 0 0 yıl kadar önce, Saba Kraliçesi M a -


Ahid Sandığı, Kızıldeniz üzerinden Yukarı Mısır ve­ keda ile K r a l Bilge Süleyman'ın oğulları I. Menelik'
ya Habeşistan'dan Yemen'e götüriilmemiştir. Habeşistan in, kutsal Ahid Sandığı'm Kudüs'ten A k s u m ' a ge­
Krallığı'nın sınırları açık bir biçimde ifade edilmektedir. tirdiği ve söz konusu nesnenin bugün hâlâ Meryem
Katedrali rahiplerinin nezaretinde bulunduğu ileri
«Habeş Kralı'nm Krallığı'nın doğu sınırı Y a h u d a sürülmektedir, ö z e l bir ö n e m taşıyan Aksum, Kıptı
19
Ülkesi'nin Gaza şehrinin başlangıcıdır... Ve o n u n sı­ Hıristiyanlığın dinsel merkezidir.» ( )
n ı n E r i h a gölüdür. Ve L e b a ile Saba kıyılarından
geçer... Ve onun sınırı siyahilerin denizi ve çıplak
45
44
Ahid Sandığı ve esrarengiz «Kudret Helvası» makinesi varlıklarını gösterir hiçbir olay m e y d a n a gelmiş değildir.
hâlâ A k s u m ' d a mıdır? Asmara kentinin 180 km. kadar Arada olup bitenler konusunda bilgisizdirler.
güneyinde yer alan Aksum, turistik bir yerdir. Turistler ta­ Geriye iki ihtimal kalmaktadır:
pmakları, kabirleri ve Saba Melikesi'nin banyosu denilen 1 — Yeremya, Babillilerden gerçek sandığı kurtar­
bir su deposunu gezerler. Devrilmeden önce en uzunu mıştır ki, bu d u r u m d a sandık hâlâ K u d ü s civarında bir
33.5 m'yi bulan tas sütunlar vardır. Sütunların altında, me­ oyuk ve mağaradadır.
zarların bulunduğu sanılmakla birlikte, kesin bir şey bilin­ 2 — Gerçek sandık, Bayna-lehkem tarafından H a b e ­
memektedir. şistan'a götürülmüş, bu ülkede herhangi bir yerde, belki
Sandık hâlâ Aksum'da ise, b u n u kimden sormalıdır? de kutsal Aksum kentinde gizlenmiştir.
1935-1936 yıllarındaki ikinci İtalyan-Habeş savaşından Bu arada, u ç a n makineye ne olduğuna ilişkin yüzeysel
sonra. Eıyopya ve Eritre, R o m a yönetimine geçmişti. İtal­ soruya da sağlıklı bir yaklaşım getirebilmiş değiliz:
yanlar bu değerli hazineyi R o m a ' y a taşıma şansını kaçır­
mışlar mıdır? Faşistlerin sayesinde, belki bugün h â l â Va­
«Fakat K r a l . . . ve sözüne itaat edenlerin hepsi, ara­
tikan'da muhafaza ediliyordur. B u n u bilebilmemize i m k â n
banın üzerinde acı veya bir yorgunluk d u y m a d a n ,
yoktur. Gerçek olsa bile, öğrenemeyiz. H a t t a oldukça teh­
acıkmadan ve susamadan, terlemeden ve sıkılmadan,
likeli hır ükir olduğu bile söylenebilir.
uçuyorlardı ve üç ayda varılacak bir menzile bir gün­
Bir d u r u m raporu daha: de ulaşıyorlardı.»
Sandığın Habeşler tarafından kaçırılması, yüzlerce yıl - K e b r a Nagast, Bölüm 93 -
bu konuyla ilgili olarak hiçbir d o k ü m a n d a söz edilmeme­
sini açıklar mı? R u h b a n sınıfı, Kral Süleyman'm, K r a l Kral Menelik «uçan halı» sim savaşta da kullanıyordu.
Menelik'in hırsızlığının gizli tutulmasına ilişkin buyruğu­ Zekâsı sayesinde eşdeğer bir araca sahip olamayan t ü m
na itaat etmiştir belki de. düşmanlarına üstün geliyordu. Eleştirmenlerimin: «Haydi
Diğer bir ilginç fikir de, Peygamber Yeremya'nın, bu öyleyse, şu u ç a n makineyi göster bakalım!» dediklerini du­
olaydan 4 0 0 yıl sonra, sahte sandığı saklamış olmasıdır! yar gibi oluyorum. Üçbin yıldan geriye ne kalır ki; çoktan
Kralın oğlunun, sandığın bir benzerini yaptırdığını, gerçek çürüyüp gitmiş, meyveye-sebzeye karışmıştır. Diğer ülke­
sembollerle bezediğini, hatta içine Yasa Tabletlerini yer­ lere, geleneklerin kaydedilmediği ülkelere düşmüş olabilir.
leştirdiğini biliyoruz. Yeremya için, sahtelik arzeden bir Bugün bile, izine rastlanılmayan uçak kazaları olmuyor
kanıt mevcut değildir. M . Ö . 6 0 0 yıllarında, yani M . Ö . 9 3 3 ' m u ? Hayır, bu değerli armağanı artık asla ele geçireme­
te ölen Süleyman'dan yaklaşık üçyüz yıl sonra yaşamış­ yiz. Ahid Sandığı'nın izini bulabilme şansımız ise çok
tır. Babillilerden Sandığı kurtarabilmek için içtenlikle mü­ d a h a yüksektir.
cadele etmiştir. N e d e n mi?
Bu saplama, dünya dışı varlıkların, Sandık'la ilgili ola­
rak Babil saldırısına ilişkin uyarılarım içeren önceki spe­
külasyonumla çelişmemektedir. D ü n y a dışı varlıkların San­ Kayıtlardan edindiğimiz bilgi ile Sandığın ve içindeki
dığın Habeşistan'a kaçırılışından haberleri olmayabilir. aygıtın tehlikeli bir ışın yaydıklarını biliyoruz. Bu ışınlar
Çünkü M u s a ile Yeremya ve Hezekiel arasındaki d ö n e m d e , öylesine güçlüdür ki, Sandığın yanına sokulanlar ya dü-

46 47
ş ü p ölmekte ya da ciddi şekilde hastalanmaktadırlar. G ü ­
neş ışınlarının yansıtılması bu denli etkin olamaz. İsrail'de, Ü r d ü n ve/veya Habeşistan'da yapılacak bu
Aygıtın enerji üreten bölümü, oldukça k ü ç ü k olmalı­ tür araştırmalara, dinsel ve siyasal bir muhalefetin tepki
dır. Bugün kullanılan cinsten bir mini-reaktör varsayımına göstereceğini gayet iyi idrak ediyorum. Ütopik bir düşünce
daha önce değinmiştim. ağızdan çıkar çıkmaz, benim de içimi burgu gibi oymaya
Bu ne tür bir ışındır ki a) h e m güçlüdür b) h e m de başlayan şüpheciliği b a n a anlatmayın. F a k a t çevresindeki
Sandığın ortalarda gezdiği her zaman için uzun ömürlü izleri incelemek için parmaklarını bile oynatmayanlar da,
kalabilmiştir? Plütonyum bir ihtimaldir. 24 3 6 0 yıl için lütfen dünya dışı varlıkların varlıklarıyla ilgili gözle görülür
yarım ö m r ü vardır. Yani orijinal radyoaktivitenin yarısı, bir kanıt sorup durmasınlar bana.
24 3 6 0 yıl sonra hâlâ tükenmemiş kalır. Bugün elan tıkır- Ahid Sandığı hâlâ bir yerlerde olmalıdır.
dayan saat, bu realitenin göstergesidir. Gerçekten çok fazla arzülamış olsaydık, «Ahid Sandı­
Bu tür ışınların yerlerini belirleyebilmek için, günü­ ğı Davası» şu an için bile mutlu sona ulaşmış olabilirdi.
müz teknolojisine başvurulabilir. Son derece basittir
de. Hassas dedektörlerle donanmış bir helikopterdir gere­
ken. Potansiyel bölgelerin üzerinde uçmaktan başkaca bir
iş yapmayacaktır. Eğer tezimiz doğru, ve de m a d d e plü­
tonyum ise, nesnemiz hâlâ radyoaktivite yüklü olmalı­
dır.
Başka bir radyoaktif m a d d e kullanılmış olsa bile,
Sandığın mini-reaktörü hâlâ ışın yayıyordur. Küçük bir
ihtimaldir. Kabul. Fakat, ne de olsa bir şanstır. Ve bu­
gün çok d a h a küçük şans taşıyan projeler uğruna milyonlar
sarfolunmaktadır. Neden bir kerecik de geçmişin araştırıl­
ması için harcamayalım? Geleceği kazanabiliriz. Ahid San-
dığı'nı ve de Kudret Helvası Makinesi'ni bulabilirsek, en
azından şunları idrak etmiş oluruz:
1 — Dünya dışı ve bizden üstün yaşam biçimleri
mevcuttur.
2 — Dünya dışı varlıklar yerküreyi ziyaret etmiş­
lerdir.
3 — Dünyanın eski sakinlerinden bazı grupları be­
lirli yönlere kanalize etmişlerdir.
4 — Zekî yaratıklar için birlikte yaşamanın ilk ku­
ralları, dünya dışı varlıklardan gelmiştir.
5 — D ü n y a dışı varlıkların bir zamanlarki teknoloji­
lerini, metalürji yeteneklerini, özetle bilgi düzeylerini öğren­
miş oluruz.

48
tanrıların ayak izleri
49/4
RESMİ KAYITLARDAN 1 9 3 2 yılında İsviçreli avcı S t e f a n Rattin, Rio d e
J a n e i r o ' d a k i Britanya K o n s o l o s l u ğ u ' n a b a ş v u r a r a k . Al­
bay Favvcett'i g ö r d ü ğ ü n ü b i l d i r d i . Albay Favvcett, bir
1 7 5 3 yılında Portekizli J o a c d e Silva G u i m a r a e s , kızılderili kabilenin e l i n d e t u t s a k t ı . Başvuru, k e l i m e s i
aynı yıl k e ş f e d i l m i ş olan d e v a s a m e t r u k şehirler ile ilgili k e l i m e s i n e a y n e n ş ö y l e idi:
r a p o r u n u y a y ı n l a d ı . Bugün b u d o k ü m a n , Rio d e J a n e i r o
devlet arşivinde muhafaza edilmektedir. « 1 6 Ekim 1 9 3 1 gün b a t ı m ı n a d o ğ r u , a r k a d a ş l a r ı m ­
G u i m a r a e s , k e n d i s i ile on sekiz a r k a d a ş ı n ı n G o n - la birlikte, İ g u a s s u Ximary Irmağı'nın kollarının
fugy Irmağı'nın kıyılarında, Boa Nova kentinin kuzeyin­ b i r i n d e ç a m a ş ı r l a r ı m ı z ı yıkarken, b i r d e n k e n d i m i z i
d e altın v e e l m a s arayışlarını hikâye e t m e k t e d i r . Or­ kızılderililerle ç e p e ç e v r e s a r ı l m ı ş b u l d u k . . . G ü n
m a n l a r v e bataklıklarda g e ç e n n i c e ayların a r d ı n d a n , yön b a t ı m ı n d a n s o n r a , b e y a z ı m t r a k sarı sakallı v e d e ­
inisyatiflerîni t a m a m e n yitirir ve kendilerini bir a n d a bir rilere b ü r ü n m ü ş uzun saçlı ve yaşlı bir a d a m pey-
t e p e d e b u l u r l a r . Söz k o n u s u a n , ş ö y l e c e dile getiril­ d a h o l u v e r d i . . . Kederli bir hâli y a r d ı ve gözlerini
miştir: üzerimden ayıramıyordu... Birden, beyaz olduğu­
nun farkına v a r d ı m . . . Kızılderililer uykuya dalın­
«Altımızda, o r m a n l a ç e p e ç e v r e s a r ı l m ı ş bir ş e h r i n ca, y a n ı m a s o k u l d u ve ingiliz o l u p o l m a d ı ğ ı m ı
binaları u z a n ı y o r d u . Ü z e r i n e birtakım yazılar ka­ s o r d u . . . D e v a m etti: ' B e n ingilizim v e A l b a y ' ı m .
z ı n m ı ş , g e n i ş bir k e m e r l i k a p ı d a n geçtik. Enli c a d ­ Britanya K o n s p l o s l u ğ u ' n a git ve Binbaşı P a g e t ' a ,
d e l e r ve her tarafa d a ğ ı l m ı ş kırık d ö k ü k s ü t u n l a r burada t u t s a k edildiğimi söyle.'»
b u l d u k . M e y d a n ı n b i r i n d e siyah bir s ü t u n , s ü t u n u n
ü z e r i n d e de bir eli k a l ç a s ı n d a d i ğ e r eliyle kuzeyi Kayıp a d a m ı n oğlu Bryan Favvcett, Rattin'in b a b a ­
i ş a r e t e d e n bir a d a m v a r d ı . Yine, t a ş a k a z ı n m ı ş sını g ö r d ü ğ ü n e ilişkin h i k â y e s i n e i n a n m a z . Oğlu d u r u ­
bol bol r e s i m ihtiva e d e n — f a k a t bu r e s i m l e r bü­ m u u m u r s a m a y ı n c a , son d e r e c e öfkelenen İsviçreli,
yük ö l ç ü d e t a h r i p o l m u ş t u — b i r s a l o n a r a s t l a d ı k . k e n d i n a m ı n a yaşlı a d a m ı k u r t a r a r a k y e n i d e n uygarlığa
Dikili t a ş l a r ı n ü z e r i n d e o k u y a m a d ı ğ ı m ı z b i r t a k ı m g e t i r m e y e karar verir. Stefan Rattin de kayıplara ka­
karakteristik yazılar v a r d ı . Yıkık bir s a l o n d a , p e m - rışır.
be-kırmızı bir disk çıktı k a r ş ı m ı z a . . . » 1 9 5 2 ' l e r d e , bu kez de Bryan Favvcett, 27 yıl ö n c e
sırra k a d e m b a s a n b a b a s ı n ı b u l m a k ü z e r e bir sefer t e r ­
1 9 2 5 yılında Londra Kraliyet Coğrafya D e r n e ğ i tipler. S e f e r i n d e şu yargıya varır ki, Albay P e r c y Harrî-
ü y e l e r i n d e n Albay P e r c y H a r r i s o n Favvcett, e s r a r e n g i z s o n Favvcett ve yol a r k a d a ş l a r ı , kızılderililer t a r a f ı n d a n
şehri b u l a b i l m e k niyetiyle bir a r a ş t ı r m a g e z i s i n e çıktı. katledilmişlerdir.
F a w c e t t ve ekibi, bir d a h a h i ç geri d ö n m e d i l e r . Ya 1 7 5 3 tarihli Portekiz d o k ü m a n ı n d a sözü e d i l e n
1 9 2 8 - y ı l ı n d a , bir a r a m a v e k u r t a r m a seferi d ü z e n ­ ş e h i r ? Burayı bir d a h a gören o l m a z . Ciddi ve r e s m î s e ­
lendi. S o n u ç s u z k a l d ı . ferler t e r t i p l e n m e z . Bugün ise, M o s k o v a Kızıl M e y d a n '
1 9 3 0 ' d a Britanyalı g a z e t e c i Albert d e W i n t o n d a t o p l a n m ı ş bir a h a l i n i n , u y d u l a r t a r a f ı n d a n tek t e k
b a ş k a n l ı ğ ı n d a bir d i ğ e r sefer d a h a yola koyuldu. Win- sayılabilmesi m ü m k ü n d ü r . Şu kadar kilometre t e p e d e n ,
t o n da k a y ı p l a r a karıştı. Leonid Brejnev'in « d a c h a » s ı n ı n ısıtılıp ısıtılmadığını

50 51
İKİ
söyleyebiliriz. Uçaktaki bir aygıtla t o p r a ğ ı n derinlikle­
rindeki m a d e n l e r i v e p e t r o l ü belirlemek artık s ı r a d a n
İ N S A N O Ğ L U D O Ğ A Y A Ü S T Ü N GELİYOR
olaylardandır.
Bütün bunları yapabiliriz d e , bakir o r m a n l a r ı n içi­
ne g i z l e n m i ş kentleri b u l m a k için z e r r e c e sıkıntıya gi­
r e m e y i z . Hiç d e ğ i l s e bir t e k ş e h i r . Albay Favvcett'in ara­
dığı bile b u işe d e ğ m e z m i ? N e d e n hiçbir h ü k ü m e t y a
d a a r a ş t ı r m a e n s t i t ü l e r i n i n komisyonları b u kayıp k e n t l e
i l g i l e n m e z ? Oysa NASA için ideal bir proje o l m a l ı y d ı .
İnsanların insanlar tarafından m e y d a n a getirildiği ve
Albay Favvcett, ş ö y l e d e m i ş t i :
b u n u n oldukça zevkli bir süreç olduğu bilinen bir k o n u d u r .
Gelecekte, insanların robotlar tarafından yapıldığı bir gün
«İster oraya varıp da geri d ö n e l i m ister o r a l a r d a
de gelecektir. İnsanların tanrılar tarafından meydana geti­
bir y e r d e k e m i k l e r i m i z ç ü r ü s ü n , ş u r a s ı m u h a k k a k ­
rildiklerini iddia edip d u r d u m . Bugün de, insanların da
tır ki, eski G ü n e y A m e r i k a b i l m e c e s i n i n ve h a t t a
aynen tanrılar gibi, sunî insancıklar yaratabileceklerini ka­
t a r i h ö n c e s i d ü n y a n ı n gizlerinin ç ö z ü m ü , b u eski
nıtlayacağım.
ş e h i r l e r i n n e z a m a n kurulduklarını a n l a m a k v e
bilimsel a r a ş t ı r m a l a r a a ç m a k l a m ü m k ü n d ü r . Bu
ş e h i r l e r i n m e v c u t b u l u n d u ğ u n u biliyorum.»
BristoPlu 32 yaşındaki Lesley B r o w n ' u n unutulmaya­
cak yardımı sayesindedir ki, 1978'in insanı canından bez­
dirici yaz sezonu, dünya basını için kayda değer bir d ö n e m
olarak geçmiştir.
Bayan Brown kısırdı; dölyatağma uzanan rahim ka­
nalları tıkalıydı.
Dr. Patrick C. Steptoe adlı jinekolog, Lesley'in onca
zamandır arzuladığı çocuğa kavuşmasına yardımcı oldu.
D ö l yatağından bir yumurta a l a r a İ 'in vitro', yâni bir
deney tübünde ('in vitro' deyimi doktorlar tarafından kul­
lanılıyor ve Latince 'cam içinde' anlamına geliyor) eşinin
sperm hücrelerinden birisiyle birleştirdi. Embriyon, d o k t o r
nezaretinde, besleyici bir eriyik içinde serpildi. En uygun
zamanda, cenin, Bayan B r o w n ' u n rahmine aktarıldı. 1978.
yılı yazında dünyaya gelen Louise, gayet sağlıklı bir çocuk
oldu. 'İn vivo' (bedenin içinde) teşekkül eden benzerlerin­
d e n hiçbir farkı yoktu. Diğer bebeklerden tek ayrıcalığı,
dünyaya geliş biçimiyle ilgili olarak k o p a n gürültü ve şöh­
Kaynaklar: Bryan Fawcett ed., Fawcett Araştırması, Londra,
reti idi. Herhalde dünya üzerinde hiçbir bebek başlıkları bu
1953 Ravista, Cilt 1, sayfa 181, 514 no'lu doküman.

53
52
denli işgal etmemiş, dünyaya geliş hikâyesi bu kadar çok k a p içerisinde, erkek spermlerinden homunculus a d m ı ver­
yayın organma k o n u olmamıştır. Ve yine başka hiçbir diği küçük bir adamcık geliştirebileceğini ileri sürüyordu.
bebeğin ön sayfalarda bu k a d a r geniş fotografían çıkmamış Paracelsus'un bu cüretli teorisi, Goethe'yi etkiledi.
ve henüz beşikte iken bu kadar çok evlenme teklifi alma­ Faust'an ikinci bölümünde, bu tarifnameye uygun olarak
mıştır. geliştirilen bir laboratuar h o m u n c u l u s ' u n a yer verdi. F a u s t '
un yardımcısı Wagner, alman sonuçtan m e m n u n d u :
1978 yazının tüp bebeğinin bu denli sansasyonel bir
etki uyandırışı, herhalde ebeveyn ve doktorlarının cesaretiy­
«Bir insanoğlu yapılıyor!
le yakın ilgili olsa gerektir. Yoksa, BristoFlu Brown Jr.'un
ilk olduğunu söylemek oldukça zordur. Olsa olsa, yüzlerce,
Kudretli bir tasan, delilik gibi çağrışır önceleri,
belki de binlerce kız ve erkek kardeşi arasında «GİZ­
Başarınm yollarını kestirince, gülüyoruz şimdi:
L İ L İ K » olayını aşan ilk örnektir. Büyük ihtimalle bunlar­
İnsan zihninin derin harikalarına bürünmüş bir
dan çoğu da, suskunluk perdesinin gerisinde sağlıklı ola­ düşünür de,
r a k büyümüşler, kendilerini üreten doktorlar ise, bilimsel
• Sonunda yaratabilir düşünen bir beyni.
çevrelerle kilisenin hışmına u ğ r a m a m a k için sessiz kalmayı
yeğ tutmuşlardır. Son olayda da her iki taraftan da bir­
Şimdi ahenk içinde camlar, kudretin en tatlı notası ile,
takım sesler yükselmekle birlikte, in vitro döllenmenin
Sisleniyor ve açılıyor sonra, en uzak düşüm gerçek
dinî ve ahlâkî yaklaşımlarla pek zıt düşmediğini dikkatli
oluyor,
bir dille de olsa kabul etmişlerdir.
Özlem dolu gözlerim boylu boyunca görüyor:
Zarif bir şekil, yaşayan, nefes alan ve hareket eden.
Adamcığım benim! Şu dünya başka ne isteyebilir?
Bolognalı Daniele Petrucci, 1950'lerde, beş yüzden
fazla insan embriyonunu tüpte geliştirmeyi başardığını du­ Simyacıların tezgâhından üç yüz yıl sonrasına k a d a r
yurdu diye başına neler gelmiştir neler. Ben bu Petrucci intikal eden gerçeğin ultfa-modern laboratuarlardaki bilim-
çocuklarından hiç değilse bir tanesinin sağ olduğunu, fakat adamlarının da, katı bir gizlilik içerisinde efsanelerden efsa­
bu arada kendi neslini «in vivo» sürdürmeyi de unutma­ neler yaratmaya çalıştıklarını öğrenmek, ilginçtir.
dığını ümit etmek isterim.
P a p a X I I . Pius'un, doğrudan adını zikretmese de, Tan- Kalıtsal faktörlerin yönlendirilmesi, yüzyılımızın or­
rı'nın işine karışılmamasına ilişkin uyarısı üzerine, Pet­ talarından itibaren genetik moleküler biyolojinin büyük bir
rucci, bir daha benzer deneylere girişmemeye yemin et­ hızla gelişmesi sayesinde, olabilirlik şansı kazanmıştır. Bu­
miştir. r a d a söz konusu ettiğimiz moleküler genetiktir ve kalıtsal
On altıncı yüzyılda doktor ve tabii ilimler bilgini Pa­ moleküler temellere, mutasyona, kalıtsal sistemlerdeki de­
racelsus (1443-1541), insan embriyonlarını bedenin dışında ğişmeye vb. dayanmaktadır. Diğer bir deyimle, organiz­
geliştirme gibi o zamana k a d a r hiç duyulmamış bir düşün­ maların oluşum sırrını taşıyan hücreleri incelemektedir.
ceyi geliştirince( 2 0 ), Kilise son derece şüpheci bir tavır al­ Bu mikrokosmos'taki araştırmaların ne denli zor ol­
mıştır. Paracelsus, vücut ısısı altında muhafaza edilen ve duğunu anlamak için, insanoğlunun gövdesinde 50 milyar
insanın öz cevheri olan k a n atmosferini ihtiva eden bir civannda hücre bulunduğunu hatırlamak yeterlidir. Bir kıs-

54 55
tas olabilmesi için şu ölçüleri verebiliriz: bir sperm hüc­ İlerlemeyi, i m h a edici bir M a h ş e r Savaşı'na benzeti­
resi 0.05 m m . uzunluğundadır. En geniş yumurta hücresi yorlar. Hiç şüphesiz, aklı ve insanî sorumluluğu, bu p r o ­
0.1 mm. çapındadır. Sinir hücresiyse yalnızca 0.008 m m . fesyonel kötümserlere kıyasla çok d a h a üstün bir köşeye
çapındadır. Bununla birlikte, kuruluş planı olan gizli k o d koyarım. Uygarlık tarihinin binlerce yılında olduğu gibi,
( D N A ) t ü m insan ve hayvanlarda ve de tüm bitkilerde, insan zekâsının üretebileceği her türlü eserin ustaları olarak
her hücrede mevcuttur. Bir hücrenin kendi halefinden kalmalıyız. B ü t ü n zamanlar için böyle olmalıdır bu.
doğuşu, doğa açısından son derece mantıklı bir biçimde İnsanoğlunun doğal döllenme dışında çoğalabilmesi
meydana gelir. Olayı en basite indirgemek gerekirse, elli görünebilir gelecekte ulaşılabilir bir hedef olarak gözük­
milyar hücreden bir teki bile canlı kalsa, koskoca insanın mektedir ve t ü p bebeklere kıyasla çok daha ileri aşama­
yeniden inşa edilmesi için yeterli olur. Bir başka benzetme lara varılacaktır.
ile tek bir taş, St. Paul Katedralinin bütün temel planını Bundan on yıl kadar önce yürüttüğüm tahminler
ve de cephe görüntüsünün esasını içermektedir. — s a m i m i söylemek gerekirse, ben bile kendimi fazlaca
Dr. Steptoe'nun in vitro başarısı için ne denli itibar cüretli b u l m u ş t u m — 'in vitro' bebek sayesinde doğrulan­
kazandığı ve de tebriklere boğulduğunu hayâl ederseniz, mıştır.
önemli bir yanılgıya düşmüş olursunuz. Yine de, meslek­ O zamanlar şu bölümü okumuştum:
taşı L.B. Shettles kadar sıkıntı çektiği söylenemez. Shettles
de, Florida'lı bir çiftin talebi üzerine in vitro döllemede «ASah adamı yarattığı günde, onu AiUx benzeyişin­
başarı kazanmış, ne var ki d a h a bu dölleme aşamasına bile de yaptı; onları erkek ve dişi yarattı; ve onları müba­
gelinmeden, üniversitesini karşısında bulmuştur.( 2 1 ) D r . rek kıldı, ve yaratıldıkları günde onların adını A d a m
Steptoe da, «insanlığı küçük düşürmekle suçlanmış ahlâk­ koydu.»
sızlıkla damgalanmıştır.» H e m e n her taraftan ağır suçlama­ - Tevrat, Tekvin 5, 1-2 -
lar gelmiştir.
Ve de:

Doktorların, çocuk sahibi olarak mutluluğa erişmek is­ «Ve R A $ A % h adamın üzerine derin uyku getirdi,
teyen evli çiftlere yardımcı olmalarında ne ahlâksızlık var, ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden birini
anlayamıyorum. Fakat, ister nükleer enerjinin barışçı yol­ aldı, ve yerini etle kapadı; ve F>\B A i ^ h a d a m d a n
lardan kullanımına, ister gezegenlerarası uzay yolculuğuna aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu
yönelik olsun, her türlü ilerlemeye karşı direnen ve çığlık­ adama getirdi. Ve a d a m dedi: şimdi bu benim ke­
lar k o p a r a n bir «kötümserler yasası» nın varolduğu muhak­ miklerimden (!) kemik, ve etimden (!) ettir; buna Ni­
kaktır. Akla gelebilecek her türlü araştırma kuruluşlarının sa denilecek, çünkü o insandan alındı.»
hemen yanıbaşında hazır bekleyen bu «Yasa» bombardıma­ - Tevrat, Tekvin 2, 21-23 -
na geçmek için zerrece tereddüt göstermemektedir.
Geleceğin yıkıcıları olan bu kişiler, birtakım karanlık O zamanlar, h ü m a n a o i d zekî varlıkların genetik kod
düşüncelerin tasalludu altında olmalılar. Herhalde, b ü t ü n yoluyla sunî bir mutasyon sayesinde programlanıp program­
araştırmaların yalnızca olumsuz yönlerde kullanılabileceği­ lanmadıkları sorusu takılmıştı aklıma. Ve yine, kendi ken­
ne inanıyorlar. dime sevgili Havva Anamızın çiftleşme olmaksızın erkeğin

56 57
sperm hücresinden meydana getirilip getirilmediğini sor­ Banların hepsi kabul, fakat a r a d a bir ilâve faktör söz
muştum. konusu olmalıdır. Bana göre, bu ilâve faktör, uzaysaldır.
Dünya gezegeni ile (hayvan) K o s m o s ' u n (zekâ) bir kesiş-
mesidir söz konusu olan. Çünkü, ayan-beyan ortadadır ki,
Akla uygundur. Sümer çivi yazısında kaburga kemiği bugünkü hâli ile zekî insan, m a y m u n ve m a y m u n öncesi
için kullanılan karakter «ti» dir ve «hayat gücü» anlamına bir kökenden çıkmış olamaz. Yalnızca ırk belirlemeleri
gelmektedir. Tevrat'ın m o d e r n bir çevirisi şöylece olabilir bile bunun kanıtıdır.
mi: «AiL'a, hayat gücünü A d e m ' d e n aldı?!.» Ve bu hayat İnsanoğlu, öncelikle hangi ırktan meydana gelmiştir?
^ gücü denilen nesne de hücredir. H ü c r e olmaksızın hayat Çeşitli ırklara neden gerek görülmüştür?
olmaz. H a t t a cennette bile. Etnoloji, biyolojik antropolojinin bir dalı ve insan
G ü n ü m ü z ü n moleküler biyoloji ile ilgili araştırmaları ırklarının tarihçesidir. Irk derken, aynı türün bir alt gru­
tamamen bu gerçeğe dayanmaktadır. bundan, farklı dış özellikleriyle ayrılan bir başka alt grubu
Bazı şeylerin öneminin sonradan kavranmasıyla akıl­ kastediyoruz. Bu Özellikler; orantılar, yüzün biçimi, derinin
lanmak, kimi zaman daha kolay bir yoldur insan için. rengi (deri hücrelerinde meydana gelen bir pigmentin ne­
İlk sorularımla ilgili sondajlarım yeterince derine ticesinden başka bir şey değildir), saç, gözlerin r e n k ve
inemedi. A d e m ' i n nasıl sahne aldığını sormalıydım aslında. pozisyonu, dudaklar ve kan grubu gibi ortak noktalardır.
Öncelik hangisinde idi: Y u m u r t a d a mı, tavukta üıı yoksa U N E S C O ' n u n 1951 tarihli tanımına göre, üç ana ırk
horozda mı? Adem, bir t ü p bebek olabileceği gibi, hücre mevcuttur. Kafkasyen, Mongoloid ve Negroid temel ırklar
bölünmesi yoluyla da üretilmiş olabilir. Benim ilgilendiğim birbirlerinden temel karakteristiklerde ayrılmakta ve kalıtım
bu ilk bölünmedir ve bu k o n u üzerinde biraz kafa yormak yoluyla devam etmektedirler.
istiyorum. Umarım, pek fazla ileri gitmiyorumdur. İnsanoğlunun ırk grupları, dünya üzerine yaygın bu­
O l d h a m ' d a k i t ü p bebek hangi ırktandır? Ebeveyni be­ lunan tek temel biyolojik türün üç değişik örneğinin alt
yaz olduğuna göre, tabii beyaz ırktan. gruplarını oluşturmaktadır. Türlerin bireyleri birbirleriyle
Peki ya bizim atalarımız — o n l a r a A d e m ve Havva çiftleşebilmektedir. Bu çiftleşmeyi engelleyebilecek fizyolo­
«üyelim— onlar hangi ırka aittirler? Beyaz • siyah - yoksa jik ve morfolojik etkenler söz konusu değildir. Bu gerçek,
sarı mıydılar? Ya da tenleri, bugün bulunmayan bir başka dünyanın d ö r t bir yanında hemen her gün yeni baştan ka­
renk mi arzediyorrjö? nıtlanmaktadır...
Evolüsyoncular, insanın m a y m u n d a n türediğini söy­ Ne var ki, bu açıklama da değişik ırkların kökenlerine
lerler. ışık tutmaktan uzaktır. Konuya yaklaşan kuramlardan çok
Şimdiye kadar beyaz bir m a y m u n göreniniz var mı? şey yoktur. F a k a t ciddî ve herkesçe kabul edilebilir olanına
Ya da siyâhî ırkı andıran kıvırcık saçlı ve de koyu renkli rastlanmamıştır! Bilinen odur ki, bizce malum olan tarih,
bir m a y m u n ? ırkların oluşmasına etkide bulunmamıştır. Bu oluşma sü­
Fizik yapı olarak maymunla belirli bir benzerlik için­ reci, çok d a h a önceleri gerçekleşmiştir.
de bulunduğumuzu hiç kimse reddedemez. A r a ç kullanma­ Sümer, Babil ve Mısır gibi ilk uygarlıklar ırk sorununu,
ya yatkın el yapısı ve öne çıkık uzamsal gözler de işin sanki d a i m a mevcut imişçesine karşılamışlardır. Herodot,
cabasıdır. H i p o k r a t ve Aristo değişik ırklardan dünyanın en doğal
bir şeyi olarak söz etmektedirler. Irk polemikleri, ırk sa-

58 59
vaşlan, korkunç kıyımlar kan kızılı izlerini yazılı ve ya­
kilerin ağzından şu tür bir yaklaşım gelmesine alışılmıştı:
zılı olmayan tarihe adeta kazımıştır. Bir dönem belirli bir
«Ne de olsa zencidir... Ne de olsa kızılderilidir!» Gelece­
ırk kendini diğerlerinden üstün görmüş, bir zaman sonra
ğin insanları ise şöyle tersleneceklerdir birbirlerine: «Ne de
ise yerini bir başkası almıştır. Kimi zaman da, bir ırkın men­
olsa A - R h pozitif grubundan!» H e l e hele bir k a n gru­
supları, diğer bir ırkın insanları tarafından sırf o ırktan
bunun diğerlerine olan üstünlüğü diye bir şey ortaya çı­
olmadıkları için tahrik edilmişlerdir.
karsa, siz seyreyleyin bilimsel ırk polemiklerini.
Yüzyılımızda da, bir türün temsilcileri Hitler'in ırk
Fakat, ister dış özellikleri, ister genetik karakteristikleri
cinnetine kaptırmışlardır kendilerini. Ve geriye kalan yal­
kullansınlar, ırk karşılaştırmaları benim sorularımı cevap­
nızca kan ve cinayetlerle dolu cehennem prototipi olmakta­
landırmaktan uzak kalıyor: İlk insan hangi n k t a n d ı ve üç
dır insanlık tarihi için. Gelecek nesiller için duvarlardan
temel ırkın nitelikleri neden böylesine birbirlerinden farklı­
hiç silinmeyecek acı bir yazıdır bu. Ülkeler, halklar, ırklar
dır?
ve kabileler arası azamî derecede gelişen günümüz ileti­
şim araçları, artık hepimizin de tek bir türün parçaları ol­
duğumuz gerçeğini aşılamaktadır. En azından, ben böyle
Negroidlerin (özellikle Jamaica yerlileri arasında çok
olduğunu umuyorum.
tipiktir) derileri koyu renktir, çıkık dudakları, (dominant
Bu konuyu böylece berraklaştırdıktan sonra şu soruyu
özellik olarak) kıvırcık saçları ve de enli burunları vardıt
yöneltebiliriz: Öyleyse insanlar arasındaki farklılıkların ne­
(Kafkasyalılarla, belirli birtakım özellikleri ortaktır.) A n a
denini nasıl açıklayabiliriz? Irk araştırmalarının modernize
negroid ırk içerisinde farklı karakteristikler içeren 18 alt
okulu olan genetik ilmi, genetik karakteristikleri elde etme­
grup yer alır. B u n u n nedeni de açık ve basittir: Evrim
mizi sağlayacak objektif sınıflandırmalar yapmaktadır. Çe­
tarihinin akışı içerisinde ana motifler, mutasyonlar yoluyla
şitli ırk bölümlerine ait k a n grupları, serum proteinleri ve
ana ırkın kalıtımsal özelliklerini farklılaştırmıştır. Ayrıca
Rhesus faktörleri ayırıcı karakteristiklerin bulunabilmesi
benim için önemli olan da, a n a ırk içindeki karşılaştır­
için ilmin ışığı altında incelenmekte ve karşılaştırılmakta­
malar değil, ilk ana ırkın kökenine iniş sorununun çözü-
dır.
lebilmesidir.
Bu sayededir ki, Hintlilerin % 89.3'lük bir yüzdesi­
nin 0 kan grubundan olduğu, B grubunun ise yalnızca 0.8'
lik bir oranda kaldığı ortaya çıkarılmıştır. Mongoloidlerde
Konuya yaklaşabilmek için ilk yola çıkış noktası,
ise alınan sonuç farklıdır: Bu gruptaki insanların % 18.3'ü
bütün ırkların aynı anatomik fizik yapıya sahip olmaları
B, % 55.7'si ise 0 grubundandır.
ve yine b ü t ü n ırkların çiftleşebilmeleridir. Bütün ırkların
Bu tür kan grubu karşılaştırmaları, hiç şüphesiz insan
bütün bireylerinin hücrelerinde aynı protein yapısı mevcut­
genetiği açısından oldukça ilginçtir, fakat kesin çözümlere
tur. Bu noktada, m a y m u n a benzer atalarımızla m a l u m ilgi
ulaştırılabileceği yönünden oldukça kuşkuluyum. Ç ü n k ü
bağlantılarından biri çıkıyor karşımıza. Şempanzelerin de
bu tür klasifikasyonlar yalnızca bugün için geçerlidir! Z a ­
protein yapısı bizlerle aynıdır!
manın akışı içerisinde ne gibi değişikliklere uğradığını gös­
Bu nasıl olabilir?
termediği gibi, ilerisi için de fikir vermekten uzaktır.
Charles Darwin'den (1809-1892) bu yana, türlerin,
Ayrıca, b a n a kalırsa bu tür yaklaşımlar, ırk ayırımı
doğanın seleksiyonu tarafından farklı olarak geliştirildiği,
için yeni yeni motifler de sağlamaktadır. Bir zamanlar Yan-
doğanın kökendeki ortak ürünü olan m a y m u n ve insanın
60
61
belirli bir 'x' zamanında bu nedenle birbirlerinden ayrıl­ kin bir itici evrim gücünün(23) mevcut bulunması gerek­
dıkları kabul edilmektedir. Ve bu evrim süreci milyonlar­ tiği konusunda k a r a r kılmışlardır.
ca yıl sürmüştür. Böyle olabilir de. Diğer bir deyişle, mil­ Bu güç ne olabilir? Pennsylvania Üniversitesinden
yonlarca yıl içerisinde milyonlarca mutasyon sonunda ya­ Profesör Loren Eiseley adlı antropologun gayet açık ve
radılışın tacını başımıza yerleştirmiştir. Doğrusu hiç de fe­ kesin iddiasına göre, insan gruplarının oluşması sırasında
na çağrışmıyor. mental yetenekler meydana getiren bir faktör, bütün evrim
teorisyenlerince gözden kaçırılmıştır. B e n de bu görüşe ka­
Ne var ki, bir noktaya dikkat etmeden geçemeyece­
tılıyorum. Peki ama, insanla şempanzenin, protein yapı­
ğiz. Bu hiç d u r m a d a n devam eden ve yüzlerce farklılıklar
ları tamamen farklı olan iki patlak gözlü kurbağaya kıyas­
meydana getiren evrim süreci, ne hikmetse şempanzeyle
la, birbirleri ile d a h a yakın olmaları (ya da öyle iddia edi­
insanların protein yapısına d o k u n m a d a n geçmiştir.
liyor) olgusuna ne diyelim? Üstelik Darwin ve izleyecilerine
Hemoglobinin (alyuvarların rengini veren cevher)
kalırsa, dünya tarihine kısacık bir sıçrama yapan kurba­
proteinde yer alan 146 makro-molekülden tutun da, tekli
ğaya kıyasla, şempanzeden insana k a d a r uzanan evrim sü­
yapı taşı olan amino-aside varana kadar.şempanzeyle insan
reci, milyonlarca yıldan fazla sürmüş ve birbiri peşisıra
birçok ortak özellikler arzetmektedir. Bu denli benzerlik­
milyonlarca mutasyon yaşanmıştır.
lerden söz edip dururken, doğrusu, şempanzelerden homo
troglodytes (mağara adamları) diye örnek getiren İsveçli
botanikçi Cari von Linné'yi de (1707-1778) mazur gör­
İşte benim cevabım:
mekten kendimizi alamıyoruz.
M a y m u n d a n insana geçişte sunî bir mutasyon söz ko­
Bu ortak protein yapısı, insanın, doğal mutasyon ve nusudur. İddia edildiği gibi maymunlardan öylesine mil­
evrim sürecinden tek başına geçmediğini kanıtlamaktadır. yonlarca yıldır ayrı değiliz. Aile içindeki bu bölünme, yal­
Neden olmasın? nızca on binler şeklinde ifade edebileceğimiz bir dönem önce
cereyan etmiştir. M a y m u n l a insanın protein yapılarının aynı
oluşunun esprisi de bu noktaya dayanmaktadır. İlk ilkel
İki kurbağanın protein yapılarını karşılaştıracak olsak, «hominid» ile homo sapien arasında gerçekten de ö n e
şempanzeyle insanmkine kıyasla 50 misli büyük varyasyon­ sürüldüğü gibi milyonlarca mutasyon bulunsa idi, her ge­
lara rastlarız. Halbuki, bu kurbağalardan biri, bir çiğ d a m ­ netik uzmanının kabul edebileceği gibi, bu iki canlının
lası kadar yekdiğerinin aynıdır. Sonuç: Kurbağalar, insan protein yapıları son derece farklı bir görünüm alırdı. D e ­
ve şempanzeye kıyasla birbirlerine çok d a h a yakın olduk­ mek ki, durum böyle değildir ve atalarımız olan homo
larına göre, protein yapıları da kayıtsız şartsız aynı olma­ sapien'ler, m a y m u n sürülerinden yalnızca on binlerce yıllık
lıydı. Buna karşılık, insan ve şempanzenin protein çatıları­ belirli bir süre önce ayrılmışlardır.
nın ise birbirleriyle ilgisi bile bulunmamalıydı. Oysa, kanıt­ İnsan maymunla çiftleşemez, çünkü zekî insanoğlu
lanan bunun t a m a m e n tersi olmuştur. m a y m u n u n her çeşidinden t a m a m e n farklı bir tür meydana
Kaliforniya Üniversitesinden Profesör Alan C. Wil­ getirmiştir. Evren tarihi için ancak «dakikalar» la ifade
son ve meslektaşı Mary Claire King, iki araştırmacı biyo- edilebilecek böylesine kısa bir zamanda insan türü nasıl
kimyager, proteinle ilgili bu şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşın­ olabilmiş de, bu kadar pozitif aşamalar kaydetmiştir? May­
ca, o güne kadar henüz keşfedilememiş, fakat çok daha et- m u n - ya da insan, nasıl olmuş da böyle birdenbire kür-

62 63
baları gibi siyah, negroid ırktan olabilirlerdi. Eğer öyle
künü yiürivermiştir? Nasıl olmuş da, böyle aniden kendi idiyse, dünyanın bu ilk sakinleri n e d e n b ü t ü n gezegene
kendini uygarlaştırmayı ve kültürler oluşturmayı akıl ede­ yayılmadılar? Mongoloidler ve Kafkasyenler, «sarılar»
bilmiştir? Eski yoldaşları olan hayvanları avlama fikrini ve de «beyazlar» nereden çıktılar?
ona kim vermiştir? Yemeğini pişirebilmek için ateş yakmak Başlangıçta, dünya dışı varlıklar değişik ırklar ara­
düşüncesini nereden almıştır? sında tercih yapma d u r u m u n d a mıydılar? Değişik insan
Evet, ve de ilk erkek, eğer bir maymun sürüsünden gruplarına değişik yetenekleri, farklı iklim ve coğrafî şart­
mutasyona uğratıldı ise, kimle çiftleşmiştir? Kendine uygun lara intibaklarını kolaylaştırmak için mi ihsan ettiler? K o ­
bir eşi yoksa, kromozom sayısı olarak uygun düşmediği yu renk tenlerin pigmentasyonu, ırkın sıcak iklim kuşak­
için m a y m u n ataları ile de çiftleşemez. larında yaşayabilmesi için mi programlanmıştı? Ve de bu­
Gülünç bir saçmalıktır ama, antropologların bu işler n u n tersi, beyaz ırkın beyaz teninin ne gibi avantajları vardı?
öyle.aniden olup bitmedi, dereceli evrimin gerçekleşmesi D a h a ılımlı iklimler için mi öngörülmüşlerdi?
milyonlarca yıl sürdü dediklerini duyar gibi oluyorum. Bugün, ilkel insanın derisinin koyu renk olduğu ka­
Homo Sapienm zekî bir varlığa dönüşmesinin âni olması bul edilmektedir. D a h a sonraları insanların ten rengi, dün­
benim savımdır ve kanıüayacak herhangi bir veriye sahip yanın çeşitli bölgelerinde yaşamalarına ve b u n a bağlı ola­
değilim. Ne var ki, insanla m a y m u n u n aynı karmaşık pro­ rak ultraviyole ışınlarını sindirmelerine bağlı olarak gide­
tein yapılarına sahip oldukları gerçeğine paralel olarak, rek değişmiştir. Çoğu kimse, ultraviyole ışınlarında bu­
bu sav da geçerlidir. lunan D vitaminini sorumlu gösterme eğilimindeyse de,
Şimdilere değin keşfedilememiş evrimin itici gücünü fakir bir güneş altında yaşayan koyu tenli Eskimoları dü­
nerede aramalıyız (Wilson?) Evrim kuramcılarında eksik şündükçe, bana hiç de mantıklı gelmiyor bu yaklaşım.
olan ve de insan gruplarına mental yeteneklerini kazandı­ Sakın hiç kimse, derilerinin balık yağıyla karardığını söy­
ran faktör nedir? (Eiseley). lemeye filan da kalkışmasın. Ve de Mongoloidler neden
Düşünülemeyeni d ü ş ü n m e cesaretini ne kadar kısa sarıdır? Zenciler de güneşsiz bölgelerde yaşamalarını sağ­
zamanda gösterirsek, bütün bu soruların cevap bulması da layacak bölgelerde, farklı renkler içeren deriler kazana­
o denli çabuklaşacaktır. mazlar mı?
D ü n y a dışı varlıklar 'homo sapien'i m a y m u n sürüsün­ İleri ve üstün zekâlı dünya dışı varlıkların, mavi ge­
den ayırmışlar ve sunî bir mutasyon yolu ile ona zekâ ka­ zegenimizle ilgili ön araştırmalarında, değişik çevresel or­
zandırmışlardır. Kendi biçimlerine göre yapmışlardır b u n u . tamları belirleyerek, yaratıklarını bu temele göre ana ırk
Evrimin itici motoru, işte bu tartışmalı yönlendirmede aran­ gruplarına bölmüş olmaları m ü m k ü n d ü r . Hominidleri ken­
malıdır. Ve bu yönlendirme, hepimizin görmekte olduğu di görüntülerine göre mutasyona uğratır ve zekâ kazandı­
gibi m ü k e m m e l sonuç vermiştir. rırken, gelecek nesiller için, ilk varlık şekilleriyle ilgili
B u n d a n sonraki spekülatif görüşleri, onların bu başa­ olarak izler bırakmışlardır.
rılı aracılıkları üzerine inşa ediyorum. Diğer yandan, genetik yoldan farklı deri renkleriyle
diğer karakteristiklerin oluşması, güçlü bir eğitim etkin­
liğini amaçlaması bakımından, yüksek bir zekânın, yük­
İlk insanlar hangi ırka mensuptular? sek bir ahlâk anlayışının işareti olsa gerektir.
Şüphesiz ki, insan bedeninin yapısı bir tür maymun­ Şöyle bir çevrenize göz gezdirin. Deriniz hangi renk-
dan geliyordu. Demek ki ilk insanlar da m a y m u n akra-
tanrıların ayak izleri 65/5
64
ten olursa olsun, hepiniz aynı türe mensupsunuz. Birbiri- Bir dakika d u r u n bakalımf Ben, tek bir ırkın var
olduğu dönemlerden söz ediyorum. Başlangıçta, rengini
nizle barış içerisinde yaşayın!
maymunlardan alan tek bir ırk; yalnızca zenci ırkı oldu­
Tarih öncesi çağların ilk uzay gemisinin müretteba­
ğu konusunda, ırk kuramcılarıyla t a m a m e n aynı fikir­
tı da, dünya dışı varlıklardan mı meydana gelmiştir?
deyim.
İnsanlık tarihinin büyük efsanelerince bizlere nak-
lonulduğu üzere, dünya kızları ile yatarak çocuklar mı
üretmişlerdir? Dünya dışı varlıkların modeline, genetik ör­
neklerine uygun farklı ırkların ortaya çıkışı, 'tanrıların Ne var ki, siyahtan beyaza geçiş bir tek mutasyon
emirleri'ne ters düşen bu cinsel trafiğe mi dayanmaktadır? ile gerçekleşmiş olamaz; b u n u n için sonu gelmez bir mu-
Ya da, birbirlerinden tamamen habersiz başka baş­ tasyonlar zincirlemesine gerek vardır.
ka uzay gemileri değişik mekânları ziyaret mi ettiler diye Ortada yalnızca bir tek cins varken, diğer türler na­
kendi kendime sorarım. Yoksa belirli bir grup 'homo sıl ortaya çıkabilir? Su katılmamış bir zenci, iki ırk arasın­
sapien'i maymunlar sürüsünden ayırarak geride bir de si­ da bir çiftleşme olmaksızın nasıl beyazlaşabilir?
yah ırk mı bıraktılar? Veya binlerce yıl sonra, bu kez de G ü n ü m ü z ü n «ara ırkları» olan Araplar, Eskimo-
beyaz ya da sarı mürettebat taşıyan başka kozmik ziyaret­ lar ve Güney Denizi Adalılarının ara çiftleşmeler sonu­
ler mi yaşandı? Siyahı ırk bir hata sonucu meydana geldi cu ortaya çıktıklarını kabul ediyorum, söz gelimi.
de, dünya dışı varlıklar bir takım araştırmalar sonucu F a k a t bu imkan, başlangıç için söz konusu olamaz.
genetik kodu değiştirerek beyaz veya sarı ırkları mı prog­ Bilim, başlangıçta yalnızca. bir tek ırkın var olduğunu ve
ramladılar? zamanın akışı içerisinde kendi içinde değişime uğradığını
İrk kuramcıları benim yaklaşımlarımı bir kenara ata­ öne sürmektedir! Ya ikinci bir ırka ya da başka ırklara
caklardır. Geçerlilik kazanmış ve kabul edilmiş açıklama­ değişmedir öne sürülen.
lar onlar için yeterlidir. F a k a t , aslını isterseniz, ne bilmek­ Yalnızca şu n o k t a d a uyuşuyoruz ki, başlangıçta yal­
tedirler k i . . . nızca bir tek ırk, siyah ırkın var olduğunu söyleyen, bi­
limin ta kendisidir. A r a çiftleşmeler için ortada ne bir
beyaz vardır ne de melez. Sıfıra sıfır. Yalnızca siyahlar.
İlk bilgi düzeyimizin değersizliğini sergilemek için Bu kadarını kafama yerleştirmiş bulunuyorum.
şu tek örnek yeterlidir: Ve şu karara varıyorum ki, beyaz ırk ortada olma­
Zenci bir aile tropikal kuşaktaki yuvasından göçer dığına, siyahlar da kendi aralarında çiftleşmeler yoluy­
ve daha serince bir bölgeye yerleşir. Nesiller boyunca la beyaz üretemeyeceklerine göre, bu iş kendi kendine
pigmentler değişir, koyu deriler öylesine açılır ki, beyaz­ gerçekleşmiş olamaz. Kuramın kabul edilebilmesi için, si­
laşır. Uzmanlara göre, artık güneşe karşı k o r u n m a n ı n yahların bilmem kaç bin yıl boyunca, beyazlarla hiç dur­
gereği kalmadığından, negroid beyaz olmuştur. T a m a m m a d a n çiftleşmiş olmaları gerekir. Diyelim ki mümkündür,
olmasına tamamdır d a , siyah a d a m bu yeni çevresinde kı­ fakat beyazları kim kaybetmiş de biz bulacağız?
vırcık saçlarını, kara gözlerini ve çıkık dudaklarını da
kaybetmelidir ki, gerçek bir beyaz a d a m olabilsin.
İşte bu kadar basittir. Siyahi, bir beyazla çiftleşe- Araplar, kendi ırk kökenleriyle ilgili olarak şöyle bir
cektir ve böylece sizler... hikâye anlatırlar:

66 67
«Günün birinde Yüce Tanrı bir topak balçık alır
ve ondan ilk insanı yaratır. M e y d a n a gelen eserini ni de, herhalde dış görüntü değildir. F a r k l ı ırkların kafa­
sağlamlaştırmak için toprak fırınına yerleştirir. Yağ­ larında ve kalplerinde neler olup bitmektedir?
m u r düşer ve fırının ateşini söndürür. Ve Yüce Tanrı Farklı ruhsal yapılar ve benzerliği bulunmayan dav­
fırının kapağını açtığında görür ki, yaratığı beyazdır ranış normları, karşılıklı anlaşmayı zorlaştırmaktadır. T e ­
ve hiç de hoş değildir. Yine de, emeği boşa gitme­ levizyonda, ölülerini son yolculuğuna tamtamlarla uğurla­
sin diye, eserini alır içine can üfler ve düşük niteliğine yan renkli insanlar gören bir Avrupalı, bu son yolculu­
rağmen, bırakır ki, nereye isterse çekip gitsin. İkinci ğun sessiz geçmesine alışkın olduğu için, umutsuz bir eda
bir kez, Tanrı balçık alır ve ikinci adamı yapar. Oca­ ile başını sallar. D o ğ u n u n büyük masalcıları sayesinde,
ğı yakar ve iyice kızana kadar başında bekledikten söz konusu dünyanın, kaderin her türlü akışını kayıtsız­
sonra, adamı içine yerleştirir. Diğer tanrıların neşe lıkla karşıladıklarını biliyoruz. Irk karakteristikleri yal­
dolu bir dansının cazibesine kapılır ve bu arada eseri­ nızca dış görüntülerden ibarettir. Asıl engeller çok d a h a
ni unutur. Sonunda akıl edip de fırından çıkardığında, içlerde, derinlerde yer alır. Bu derinliklere nüfuz edebil­
ikinci a d a m da simsiyah kesilmiştir ve hiç de cazip mek için öncelikle anlaşılabilir dış davranış normlarına
değildir. Buna rağmen, ona da nefesi ile can üfler ve alışkanlık kazanmalıyız. Önyargılardan ve üstünlük k o m p ­
o n d a n da pek hazzetmediği için bırakır ki, nereye is­ lekslerinden kurtulabilmemiz ancak bu yolla m ü m k ü n
terse gitsin. Ve Yüce Tanrı, şaheserini yaratmaya, si­ olabilir.
yahtan da beyazdan da güzel bir eser meydana getir­ Irk araştırmaları, üzerleri soru işaretleri ile bezenmiş
meye karar verir. Bir kere daha balçığa el atar ve bayraklarla kaplı bir yoldan inen bir slalom pisti sunar"
yaptığı adamı firma yerleştirir. Bu kez en uygun za­ araştırmacılarına. Belirli niteliklere sahip bulunan ve sırf
m a n geçene kadar fırının başında bekler. A d a m ı n de­ bu nedenden ötürü özel ilerlemeler kaydedebilen bir ırk
risi tam istediği tarzda esmerleşince, fırından çıkarır mevcutsa, doğrusu bilmek isterdim. H e m e n bütün zenciler
ve ona da nefesi ile can üfler. Bu iyi bir örnek olmuş­ müziğe yatkındır; adeta kanları ritmik bir şekilde akar.
tur ve tanrı onunla dostluk kurar. İşte esmer tenli Nedendir? Tibetlileri tepelerde güneş ışınlarına karşı da­
A r a p bu şekilde meydana gelmiştir.» ha az duyarlı yapan derilerinin rengi midir? Zenci, ya­
kıcı bir güneş aljtında, moilgoloide kıyasla neden daha da­
Bu efsane Arapların kendilerini seçkin ırk olarak yanıklıdır? Güney Denizi Adalarındaki erkeklerin göğüs­
görmelerinin esprisini açıklamaktadır. Bu tür bir kibir, lerinde neden kıl bitmez? Bugün Orta Amerika dolay­
yalnızca Araplara özgü olmayıp, diğer ırkların da oldukça larında yaşamakta olan Maya torunlarının saçları, en geç­
sık ve bolca başvurdukları bir tavırdır. kin yaşlarda bile neden beyazlanmaz? Zencilerin neden
gözleri mavi olmaz? Diğerlerine kıyasla daha üstün bir
zekâ düzeyine sahip bulunan ırklar mevcut mudur?
Dilinizi yakmanın en güzel yolu, duyarlı ırk konula­ Bu tür sorulara devam etmeye kalksak, kocaman bir
rına temas etmek; elinizi kavurmanın en uygun yönte- şehrin telefon rehberi kadar yer kaplamak işten bile de­
miyse, yine bu konularla ilgili olarak bir şeyler yazmak­ ğildir.
tır. B u n u n birçok nedeni vardır. Kızgın demirin barışçı vc Başlangıçta, dünya dışı varlıkların temel ırkları be­
rasyonel düşünce sularında scrinleyememesinin tek nede- lirli yeteneklerle donatırken, onlara çok özel bir takım
görevler yükleyip yüklemediklerini sorarak, dinamitle oy­
68 nadığımı gayet iyi biliyorum.
69
î a n n ı n kayda değer başarılarının da, dinsel öğelerle hiçbir
Irkçı değilim. Dünya üzerindeki hiçbir ırka üstün ya
ilgisi olamaz.
da aşağı gözüyle b a k m a m . Ne var ki, bilgiye karşı olan
susuzluğum, ırk konuları üzerinde sorular yöneltmenin Şöyle veya böyle, çağdaş sahnemize uysun veya uy­
zamansız ve tehlikeli olduğunu ima eden tabuya karşı çık­ masın ve hatta isterse fazlaca duyarlı kulaklar için biraz
m a m a yol açıyor. Kanımca, sarı - beyaz ve siyah ırktan rahatsız edici çağrışım yapsın, iddia ediyorum ki, dünya
araştırmacılar «biz neden bîzfz» sorusunu h e p birlikte dışı varlıklar belirli bir ırk seçmişlerdir. Mitolojiler, belirli
şöyle iyice bir kurcalamalılar. ırkların 'belirli tanrılar' tarafından düşmanlarına karşı na­
sıl korunduğu ve fertlerinin dünya gezegeninin önemli gö­
Bu ana soruya bir kez girildi mi, o kaçınılmaz teh­
revlerine getirildiğine ilişkin anlatımlarla doludur. Eski
likeli alana da ulaşılmış olunur ve beklenen soru gelir:
kaynaklar, hangi ırkın ne gibi özel avantajları yüzünden
Seçkin bir ırk var mıdır?
seçildiğini anlatmaz, fakat Eski A h i d ' d e seçilenin diğerle­
Batı bilgeliğinin temeli olarak Kutsal Kitabı alır ve riyle karışmamasını talep eden birtakım kesin kanıtlar
de Eski A h i d b ö l ü m ü n ü okursak, Yahudilerin kendilerini mevcuttur.
«seçkin ırk» olarak gördüklerini anlarız. Şöyle bir soru Musa, İsraillileri 40 yıl süren bir yolculukla Mısır'dan
soramaz mıyız: K i m tarafından ve hangi gaye için seçil­ çıkararak Vâdedilen Ülke'ye götürürken, T a n r ı Buyruğu
mişler? Özel bir görev için mi ayrılmışlar? Bu binlerce olarak diğer ırklarla her türlü ilişkide bulunmalarını kesin­
yıllık seçkinlik iddiası, Y a h u d i halkının uğradığı baskı likle yasaklamıştır. Ve T a n r ı onlara nezaret etmiş ve birlik­
ve zulümlerin nedeni mi olmuştur? Diğer ırklar bu iddia­ te olmuştur. Ve bu eşliği boyunca bir de alâmet göstermiş,
d a n rahatsız olarak bir çeşit nefsi müdafaa mekanizması
gündüzleri bulut sütunu, geceleri ateşten sütun olarak te­
mı işletmektedirler? Neden? Oysa, Yahudilerin onlara bir
zahür etmiştir. Kıskanç tanrı bu şekilde onları düşmanlara
kötülükte bulundukları söylenemez.
ve yabancılara karşı korumuş, m a n n a denilen mucizevî
ekmekle de (kudret helvası) beslemiştir.
Bu kırk yılın sonunda İsrailliler Vâdedilen Ülke'ye
19 ve 20. yüzyılların tabii bilimler tarihçesine şöyle ulaşmışlar, fakat, yalnızca yeni neslin duhûlü için izin çık­
bir bakınca, bütün bilimsel ilerleme ve keşiflerin yarıdan mıştır. İçinde süt ve bal akan ülke, Musa da dahil olmak
fazlasının Yahudi ilim adamları tarafından gerçekleştiril­ üzere, yaşlılara kesin olarak yasaklanmıştır.
diğini görüyorum. Yahudiler astronom, biyokimyacı, ma­ Ne olmuş olabilir ki?
tematikçi, botanikçi, fizikçi, doktor, zoolog ve biyologlar( 2 4 ) Tarihsel ve teolojik açıklamaların, bu buyruktaki in­
arasında daima önde gelmişlerdir. 1901 ile 1975 yılları celiğe inebildikleıini sanmıyorum.
arasında Yahudi asıllı 66 (!) tane Nobel Ö d ü l ü sahibi B u n d a n on yıl önce ortaya koymuş olduğum kuramın
vardır. da hâlen geçerli olup olmadığından emin değilim. H e r
Yani bu «seçkin insanlar» seçkin bir ırka mı mensup­ neyse, o zamanlar demiştim ki, 'tanrılar' veya dünya dışı
turlar? Elbette hayır. Aslında Yahudiler bir ırk da değil­ varlıklar, bu kırk yıl zarfında yeni genetik niteliklere sa­
dir. Biyolojik açıdan b ü y ü k bir çoğunlukla — a y n e n A r a p hip yeni bir nesil meydana getirmişlerdir. Ve bu niteliklere
komşuları g i b i — Avrupa Irkı'nın doğulu bir alt grubuna çevredeki diğer insan grupları sahip değillerdir. Bu izolas­
mensupturlar. Bu nedenle de bir Yahudi ırkından değil de, yon ve de Yahudilerin yalnızca Yahudilerle evlenmeleri
Yahudi halkından söz edebiliriz. Ve Yahudi bilim adam- buyruğu, yeni genetik malzemenin saflığını muhafazaya yö-

JO
71
nelik olabilir mi? Musa tarafından konulan bu kural. Ya­ daha önceden hücre özleri alınmış bir dişi kurbağa­
hudi ırkının safiyetini değil de, bu belirli insan türünün nın yumurta hücrelerine aşılandı. Bu yumurta hücre­
insanlığın geri kalan bölümüyle arasındaki avantaj ve de­ lerinden tetariler geliştirildi. Ve bunlar, annelerine hiç
zavantaj özelliklerini k o r u m a fikrinden kaynaklanmış ola­ benzemeyen albinos kurbağalarına dönüştüler.» (2^)
bilir mi?
Deneydeki bu sürece, Y u n a n c a ' d a n alınma ve «dal,
Irkçı önyargıların sivrileşjiği günümüzde, bu tür yak­
parça» anlamına gelen «klon»a izafeten, cloning denildi.
laşımlar oldukça zamansız birtakım öfke bulutlarını cez-
Günther Speicher, bu işlemleri en anlaşılabilir biçimde ifa­
bedebilir. Seçkin ırk sorusunu yöneltirken taşıdığım so­
de edenlerden biridir:
rumluluğun bilincindeyim. Ne var ki, birtakım sorunların
da, yalnızca üzerini örtmekle, üstesinden gelinebileceği ka­ «Kesilen bir bitkinin toprağa dikildiği zaman yeniden
nısında değilim. büyümesi, ana bitkinin bir karbon kopyasından b a ş ­
ka bir şey değildir.» ( 2 5 )

Her organizmanın hücrelerden m e y d a n a geldiğini ve


İnsan genetiğiyle ilgili çağdaş araştırmalar, birtakım
de her hücrenin organizmanın b ü t ü n ü n ü n yeniden inşası
ırk özellikleri meydana çıkarmaktadır. Diğer bir deyişle,
için bilgi içerdiğini daima hatırlamalıyız.
o malûm kızgın d a m üzerinde gezinmektedir. Bu araştır­
malar, hiç şüphesiz ki, günün birinde belirli bir ırk ya da
belirli bir türün hangi genetik kombinasyonunun daha tat­ Mikrobiyologlarla mikrocerrahlara göre, hücreden
min edici olup da, hangilerinin tasfiye edilebileceğini söy­ ana cevher çıkartılarak yumurtalı bir hücreye aşılanabilir -
leyecek aşamaya ulaşacaktır. D a h a açık söylemek gerekir­ se, (ilkah olmaksızın) tek bir hücreden koskoca bir bü­
se: D N A ' m ı z d a k i bir açık, hepimizin üç parmaklı ve tek tünü inşa etmek m ü m k ü n d ü r . Bu bir kez olsun gerçekleşti
kulaklı doğmamıza neden oluyor ise, bu açığın giderilme­ mi, o zaman bilim adamlarına göre işin en zor tarafı çö­
sinden herkes memnunluk duyacaktır. Hücrelerin doğal ya­ zülmüştür ve d e . h e r bitki, hayvan ve insan organizmasının
pısına yapılacak bir müdahaleyi, genelde dayanıksız bir a n a vericinin örneğine göre çoğaltılabilmesi olanaklıdır.
tohumun deneyler yoluyla güçlendirilerek bitkiler dünya­ Üstelik ikinci ürünü, birinciden ayırt edebilmek de olanak
sına armağan edilmesine benzetebiliriz. Hücrelerin değişik dışıdır. Doğanın bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerine ben­
şekilde programlanması da aslında ineklerin süt veriminin zeyen tek hücre ikizleri ile yaptığı şaka, böylece sunî
geliştirilmesi işlemlerinden pek farklı bir olay değildir. olarak tekrarlanacak, üstelik bu tekrar, sonsuz derecede
Yakın gelecekte insanoğlunun kalıtımsal faktörlerinin yenilenme şansına sahip olacaktır.
yönlendirilmesi de m ü m k ü n olabilecek midir? Bu konu, he­ Profesör G u r d o n bu yöntemi uygulayarak kurbağalar
nüz oldukça ilerimizde yatan ve oldukça ürkütücü bir kolonisi geliştirmiş ve bu koloninin mensupları, yüzeysel
alandır. benzerliğin dışında olağanüstü boyutlar göstermiştir. H e r
Ya şu tür durum belirten bir metne ne b u y u d u r ? kopya, orjinalin gerçek bir taklidi olmuş, hataya rastlan­
mamıştır.
«Cambridge Üniversitesi biyologlarından J o h n G u r - Fareler, memeliler sınıfmdandır ve ilk türeyen fare­
don, dişi bir albinos kurbağadan embriyon hücreleri ler hâlâ hayattadır! Deney fareleri. Bir fare yumurtasının
aldı. Ve bu hücresel öz, kalıtımsal içeriği ile birlikte, «in vitro» ilhakından sonra, kıl inceliğinde bir kanül kul-

72 73-
lanılarak erkek hücre cevheri, yumurta hücresinden çıkar­
zihinsel süreçlerle kaplı bir zırhın ortasında mı yaşıyoruz?
tılmıştır. Böylece fare-embriyosu her iki ebeveynden ge­
B u n u n nedeni de, bizi yaratanların bizleri «kendileri gibi»
len kalıtımsal bilgiyi izleyemez duruma düşmüş, yalnızca
zekî kılmaları mıdır?
annesininkini alarak, onun doğrudan bir kopyasına dönüş­
G ü n ü n birinde bize yapmış olduklarım, bizim de tek­
müştür.
rarlayacağımızı biliyorlar mıydı?
Diğer bir deyişle, bu yöntem yalnızca dişilerin bölün­
Tanrılar da, Tekvin'de şu kehânette bulunmamışlar
mesini m ü m k ü n kılmaktadır. A m a n ne mutluluk! Peki ya
mıdır:
erkekler? Oldukça basittir! Cenova Üniversitesi'nden P r o ­
fesör Illmensee'ye kulak verelim:
«...yapmaya başladıkları şey budur; ve şimdi yap­
«Döllenmiş bir yumurtanın tüm kalıtımsal malzeme­ maya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara m e n edil­
sini beden hücresi cevherine değişecek olursak, o za­ meyecektir.»
m a n da erkek olanın kopyalarım ortaya çıkarmamız - Tevrat, Tekvin, İL 6. -
söz konusudur.»( 2 5 )

İngiliz fizyolog Alan S. Parker, insan hücre çekirdeği­ G ü n ü n birinde bölünmeyle birbirine benzeyen insan­
ni izole ederek r a h m e enjektasyonunu kurduğu zaman, lar grubu m e y d a n a getirmek m ü m k ü n olabilecek midir?
henüz bu tür bölünmeler gündeme bile gelmiş değildi. Tek bir nitelik ve de istenilen nicelikte görüntüler? M e ­
H a t t a bu kehânet sahibi, bir adım daha ileri giderek, erkek meliler üzerinde yürütülen başarılı deneyler, insanlarda (ge­
sperminin ne kadar bir süre için depolanabileceğine eği­ nellikle) bir "zaman sonra uygulanır. Gazeteci David Ror-
liyordu. Şüphesiz bu değerli malzemenin replikasyonundan vik'in öne sürdüğü gibi, böyle bir hücre bölünmesi ile
yola çıkıyordu. Genetik k o d u n bulunmasında büyük ya­ meydana getirilmiş ilk insanın sapasağlam olup da A B D '
rarlılıklar gösteren Prof. Marshall W. Nierenberg'le de iş­ de yaşamını sürdürdüğü iddiasının gerçek olup olmaması
birliğinde bulunan Parker, günün birinde bütün zorlukların ikincil derecede önem taşır, Önemli olan, mevcut veriler
çözüleceğine inanıyordu. Bir tek sorun vardı ki, o da za­ dahilinde ve de söz konusu bireysel anlatımın çerçevesin­
mandı. 25 yıl içerisinde hücrelerin genetik bilgiyle prog­ de, çok yakın bir gelecekte bu işin hakikaten yapılabilir
ramlanabileceğim de öngörüyordu. Stanford Üniversitesin­ olmasıdır.
den Prof. Joshua Lederberg adlı genetisyen de, onun bu
H e r araştırma kesitinin belirli bir amaç ve hedefi
iyimserliğini paylaşıyordu. O da, bu bin yılın tamamlan­
vardır. İster kan, ister deri, ister bir başka organdan ol­
masından önce, kalıtımsal faktörlerin istenildiği gibi çekip
sun; bir hücreden çoğaltılmış insan imajının korkunçlu­
çevrilebileceğinden emindi.
ğu, nasıl olup da anlamlı ve faydalı olarak gösterilebilir?
Öyle görünüyor ki, uzmanlar, tahminlerinde oldukça Bu yöntem yürürlüğe girince; politikacıları, asker­
ihtiyatlı davranmışlardır. Oysa her şey, çok d a h a çabuk leri, bilim adamlarını, uzay pilotlarını, din adamlarını, kâ­
yürümektedir. hinleri ve de komedyenleri topluca, kitle üretimi halinde
Kaderin rolünü üstlenmeye mi başlıyoruz? mi ortaya çıkaralım? Orwell ve Huxley'in işaret ettikleri o
Bu ilerlemeyi yürüten mekanizmaya yardımcı olamaz cehennem mi açılacak önümüzde? Irk özellikleri yüzünden
mıyız? hiç d u r m a d a n birbirleriyle çekişen yeni ırk kategorileri mi
İçimizden programlanmış ve de izlememiz gereken yaratalım? Eski güzellik anlayışımızı bir kenara atarak, oto-

74
75
uzman olmamaları için hiçbir n e d e n yoktur. Üstün tekno­
masyondan fırlamış mankenler mi salalım ortalığa? Belirli lojik 'know-how'ları ile ırklarının «DNA»sım geliştirmiş­
araştırma gayelerine uygun erkek tipleri mi üretelim? Er­ ler ve nakletmişlerdir. O n d a n sonra da, insanın yapımıyla
kek veya kadın, zamansız bir ölüme karşılık, kadın veya ilgili tanrısal program kendi yolunu izlemeye devam etmiş­
erkeğin hücrelerinden birkaç çift alarak istif mi etsin? tir. Başlangıçtan beri mevcut olan temel bir bilgiyi yakala­
Entelektüel devlerin miniminnacık artıkları, her alan­ maya çalışıyoruz; bu bilgiyi içimizde taşıyoruz; tek yapa­
daki dehâların kalıntıları, «hücre bankaları»nda hazır cağımız, onu yeniden keşfetmekten ibarettir,
bekleyerek, ölülerin izlerini sürecek tıpatıp aynı yeni in­ Önümüzde uzanan 'onlu' yıllarda gezegenlerarası yol­
sanlar mı arzedecek? culuğa açılacağız. Gezegenimizdeki hammaddeler tüken­
meye yüz tuttuğu için bu adım mutlaka atılacak. Bu zo­
runlu ihtiyaç, evrenin meçhul yaratık ya da uygarlıklarını
Yüzyılın şu veya bu dahisinin bilgi birikiminin ken­ keşfetmekten d a h a önemli bir itici güç olarak ağırlığını
disi ile birlikte yitirilmemesi halinde, insanların ö n ü n d e hissettirecek.
çok büyük kapıların açılabileceğine inanıyorum. Einstein Neye malolursa olsun, değişmeyecek bu. Kendi nes­
ölümsüz olabilseydi, insanlığın izleyeceği yol biraz olsun limizin sürmesi için evreni cezalandıracağız.
farklı olmaz mıydı? Büyük düşünür, bedeninin yakılmasını,
beyninin ise araştırmalara vakfedilmesini vasiyet etmiş­
tir.! 2 7 ) Ve bu beynin ty'ichita'daki bir biyolojik deney la­ Uzayın derinliklerinde dünyaya benzer ve bomboş bir
boratuarında bir mukavva kartonun ortasındaki formalde- gezegen bulunacak olursa, onu koloni haline getirmek
hid dolu kavanozun içerisinde yüzedurması, bilim adına tek kelimeyle mantıklı olacaktır. F a k a t birtakım engel­
utanç vericidir. leyici faktörler de yok değildir. Yüzlerce ve de binlerce
Beynin bazı bölümleri uzmanlara yollanmış; beyin­ kadın ve erkeği dev uzay seferleriyle nakletmek h e m çok
cik ve beyin zarının parçaları tahlil edilmemiştir. F o r m a l - pahalı h e m de sonuçlan bakımından oldukça belirsizdir.
dehid'in antiseptik bir etkisi vardır. Einstein'ın ö l ü m ü n ü n Bu gezegen dünyamıza çok çok benzese bile, bu iskân,
34 yıl sonrasında, tek bir hücre bile hayatta kalamamıştır. protestolara yol açacaktır. G â z kombinasyonları zarar ve­
Bu büyük bilginin sıradan bir akademik inceleme dı­ rebileceği gibi, değişik bakteriler de «ırk»ımıza dokuna­
şında neler planlamış olduğunu hiç kimse kestiremez. bilir. Böyle bir d u r u m d a sömürgecilerimiz yeni şartlara
Daha 1955 Merde, hiç kimsenin hayâlini Jbile kuramadığı nasıl alışacaklardır? Belki de bu kuramsal gezegende artı
birtakım gelişmeler mi öngörmüştür? Bilim, 'fi' tarihi için seksenden eksi seksene kadar oynayan ısı değişikliklerine
öngörülmüş olağanüstü bir ihtimali tahrip mi etmiştir? rastlanacaktır. Özel koruyucu giysiler olmadan insanla­
rımız bu ısıya nasıl karşı koyacaklardır? (bu özel giysi­
ler olsa bile, bu kez de fizik plânda çalışabilmeleri için
Bugünkü hücre biyolojisi ve mikrocerrahi tarafından engel teşkil edecektir)
esinlendirilen kişisel spekülasyonum, dünya dışı varlıkla­
rın, kendilerince bilinen yöntemlerle, homo sapien türü­
nü hücre bölünmesiyle meydana getirdiklerini fısıldıyor İşte bu ve b u n a benzer konular üzerinde, kapalı kapı­
kulağıma. Gezegenlerarası yolculuğa hükmedebilecek d ü ­ lar ardında yürütülen tartışmalar bir noktaya ulaşmış-
zeyde olduklarına göre, genetik yönlendirme k o n u s u n d a
77
76
tır: Hücresel b ö l ü n m e ! Eğer gezegen boşsa, yeni gezege­ nalardan etkilenmez, diğer Kızılderilileri yatak döşek e d e n
nin şartlarına uygun bir ırk programlanabilir. Eğer zekî nemli sislere b a n a mısm demez, «gökten düşen ışık» (şim­
bir tür gelişememişse, o zaman bu türlerden en ilerisinin şekken zarar görmezlerdi. Ve Urolar, bu dünyaca bilinme­
yumurta hücrelerine, insanların kalıtımsal faktörleri zer- yen bir dille anlaşıyorlardı.
kedilebilir. T a r i h tekerrürden ibarettir. Dünya dışı var­
İnsan olmadıklarına ilişkin inançlarını inatla korudu­
lıkların mavi gezegenimizde yapmış olduklarını tekrarla­
lar. 1960 yılında sekiz tane safkan U r o kalmıştı. Titicaca
maktan başkaca» bir işimiz yoktur!
G ö l ü ' n ü n sazlık adalarının bu son sakinleri de 1962 yılın­
Yerkürede, bu cüretli fikirlerimi kanıtlayacak, belir­ da öldüler.
tiler var mıdır?
Bu kendilerini beğenmiş münzeviler hangi ırktandı­
— Eski dinlerle birçok mitolojilerde 'tanrıların', in­ lar? Varlıklarının ilk gününden bu y a n a dünyalılarla çift­
sanları kendi suretlerinde yarattıkları ve başarılı olana letmeyerek yaratılıştan son güne kadar ırklarını karıştır­
kadar birçok denemelerde bulundukları anlatılmaktadır.(" 8 ) madılar. Bu Uroîarı kim ve hangi amaçla yarattı? Özel bir
— Birçok kişi — k i bunların bazıları bugün de bu misyon mu yüklenmişlerdi?
i d d i a d a d ı r — hanedanların hükümdarlarının bu tanrıların Temel ırklar herhangi bir biçimde benim «dünya dışı
doğrudan neslinden geldiklerini öne sürmüşlerdir... Söz varlıklarım» la ilintiliyse, tanrıların bir ırk karışımı ya da
gelimi Mısır Firavunları, eski Sümer Kralları, Habeş ve kesin bir ayrımdan hareket ettiklerinden söz edebiliriz.
İran Kraliyet Aileleri, Japon İmparatorluk Sülalesi vb.
Bu sorunun karşılığını efsaneler, mitler ve ilk dinsel
— Güney Denizlerinden Sulu Denizi'nde yaşayan geleneklerde arayacak olursak, kıskanç tanrıların ırklar
«Toraca Kabilesi» kendilerinin gökyüzünden gelmiş olduk­ bileşimine karşı olduklarını görürüz, D a h a önceki sözlerimi
larına, ataları olan Puanglarm dünya sakinleri ile evlilikler tekrarlamamak için, yalnızca, yeni nesil yetişene kadarki
yapıp karışana kadar, damarlarından akan kanın beyaz ol­ İsrailoğullarının kırk yıllık tecridini, Puang ve Uroların
duğuna yemin-billah ederler.( 2 9 ) kesin bir şekilde ayrı tutulmalarını hatıratmakla yetme­
— 1962 yılına kadar Titicaca G ö l ü ' n ü n sazlık ada­ yim. Ve de eski Mısır Firavunlarının, bir takım şeylerin
larında, U r o adlı bir kabile yaşamıştır. Uroların kanları aile içinde kalabilmesi için, yalnızca yakın akrabalarıyla
siyahtı. Bunlar, uzaydan geldikleri ve asla karışmamaları evlendiklerini hatırlayalım.
gerektiği inancıyla hiçbir komşu kızılderili kabilesiyle çift­
leşme ilişkisi kurmamışlardır. D a i m a içlerine d ö n ü k ve di­
ğer kabilelerden kaçarak yaşamışlardır. Bundan 1400 yıl
Aynı türlerin bütün ırklarının, aralarında karışarak
önce Kızılderili Aimara, daha sonra da İspanyol F a t i h
üreyebileceklerini biliyoruz. «Dünya dışı varlıklar» bu ırk­
Francisco Pizarro'nun (1478-1541) Bolivya platolarına ak­
sal karışmaları istememiş olsalardı, seksüel organlarla ilgi­
masıyla Urolar sazlık adaları m e y d a n a getirerek o tarihten
li birtakım kısıtlamalar getirir ya da kromozom yapılarını
itibaren yaşamlarını o alan üzerinde sınırladılar. Diğer ka­
farklılaştırarak çiftleşmeleri engellerlerdi. Diğer bir deyim­
bilelerin hepsine tepeden bakmakla birlikte, herhangi bir
le, insan k r o m o z o m u n u n değişmezliği zekânın gizli ko­
sürtüşmeden de kaçındılar. Özel nitelikleri yüzünden özel
d u d u r ! Bu yüzden midir ki, tarih öncesi mutasyonlardan
bir kibir duyuyorlardı. Suda ölmediklerini ve buz gibi so­
bu yana her zekî varlık 46 kromozom taşıyagelmiştir?
ğuğu bile hissetmediklerini ileri sürerlerdi. K o r k u n ç fırtı-
Hücresel bölünmenin ışığı altında, model hücreye

78 79
göre, zekâyı (ya da diğer ırksal karakteristikleri) da türet­ bilmenin sınırları jıerede yatmaktadır? Herkes aynı hücre­
mek m ü m k ü n d ü r . Son derece çekici, fakat o denli de tehli­ den gelirse, bu mantık sorunu nasıl çözülecektir?
keli bir gelişme burnumuzun dibindedir. Operatörler, organ Biyolojik bir saatli b o m b a tıkır tıkır işlemektedir.
naklinin, bağışıklıkla ilgili tepkiler göstermeden sorunsuz
bir şekilde yürüdüğüne işaret edebilirler. Bir başkası dâ
bu şekilde meydana gelmiş bir klanın aynı cinsten çiftleş­ Yine de, bu araştırmaların devamını, mükemmel bir
menin son aşaması olduğunu söyleyebilir. F a k a t bu, yal­ proses yönlendirmenin kurallarının bulunmasını, fakat bu
nızca bir ya da birkaç insan türünün bölünmesiyle çoğal­ buluşların kapalı kapıların ardında muhafazasını savunu­
tılacağı gibi yanlış bir k a m uyandırabilir. Bir zamanlar çe­ yorum. Kusursuz erkek ve dişi cevherleri, gerekli izinler­
şitli tipler meydana getirilmiş olup bunlar birbirleriyle le birlikte, uygun sıvıların içinde, öngörülen sıcaklıkta de­
normal ilişkiler kurmuşlardır ve bu çiftleşmeler devam polanmalıdır. Beklenmedik bir felâket durumunda, (bu fe­
edecektir. Bu sürecin yalnızca olumlu yöndeki hayâllerini lâket dünyaya çok yakından geçen bir meteorun atmosfere
kurmak da yanıltıcı olabilir. Bir dizi caniler ve diktatör zehirli gazlar saçması şeklinde kozmik yoldan ya da ato- ,
türemesi gibi aşın ihtimalleri bir kenara bıraksak bile, üre­ mik bir patlama sonucu radyoaktivitenin dörtbir yana ya­
timde hata edebilme, tanımlanabilmesi güç h a m m a d d e ya­ yılması şeklinde tezahür edebilir) insan ırkı, aynen ilk
nılgıları yüzünden canavarlar türetmek de, imkân dahilin­ günkü gibi, aynı yöntemlerle çoğalabilme şansına sahip
dedir. Bu başarısız örnekler ne olacaktır? Bunlar da insan olacaktır.
sayılacaktır. Ahlâki ve dinsel normlar insan hayatının ko­ Fakat, bu süreç işlerlik k a z a n a m a d a n da, bu tür fe­
runmasını emretmektedir. H e r ilerlemenin, bir takım rahat­ lâketler yaşanabilir. Bu nedenle, bir an önce geliştirilmeli
sız edici sorumlulukları da vardır. ve uygulanabilirlik kazanmalıdır.
Ş.-ns ve tehlike çok yakında yerleşmiş olan iki komşu­ Bu şekildeki bölünme ile meydana gelecek olan tip­
dur. Terazinin kefesi hangi yöne meyledecektir? Mole- lerin, birbirinin mutlak kopyaları olacakları da söylenemez.
küler biyoloji ile mikrocerrahiye sıkı bir yasaklama mı ge­ Tek örneğe göre kuluçkalanmış olmalarına rağmen, «in
tirilecektir? Benim kişisel kanılarımdan t a m a m e n bağım­ vivo» üretilmiş geleneksel hemcinsleri gibi, ayrı bireyler
sız olarak, bilgi üretme zorunluluğunun yanısıra, hemen olacaklardır, Dış görünüş olarak birbirlerini olağanüstü de­
her ülke ve dünyanın her köşesinde araştırma yasaklan recede andıracak, fakat birbirlerinden bağımsız olarak dü­
da birlikte gözlemlenmektedir. Genetik araştırmalar için şünecek ve davranacak, kendi çevreleri tarafından yön­
makine ve aygıt sığdırılabilecek, binlerce geniş salona lendirileceklerdir. Bu insanlar yepyeni bir kalıtımsal en­
değil, küçük mekânlara gerek vardır. Bu araştırmaları kim formasyon taşıyacak ve bunu yeni nesillere aktaracaklar­
denetleyebilecektir? Genel p l â n d a böyle bir yasağa harfiy- dır. Bunlar da mutasyonlara uğrayacak; bir zaman, belki
yen uyulduğunu kim bilebilecektir ki? D a h a da ötesi, bu­ on iki nesil kadar sonra, artık iki elmanın yarısı gibi gözük­
güne kadar, araştırılabilecek olgunluğa gelmiş bir konu­ meyeceklerdir.
n u n irdelenmesine hiçbir kuvvet engel olamamıştır. Bu tür hücresel bölünme yolu ile üreme, muhtemel bir
Biyolojik ve ahlâkî sorunlara paralel olarak, çözül­ felâkete karşı olduğu kadar, uzayın fethi için de büyük
mesi zorunlu yasal sorunlarla karşılaşılacağı da kesindir. önem taşımaktadır. Araştırma ve uygulamaların düzen al­
Bu bölünme yoluyla m e y d a n a gelen türün kalıtım sahibi tına alınması için uluslararası bir «Genetik Denetleme Ko­
kim olacaktır? Mirasçılar kimdir? Doğrudan akraba ola- misyonu» kurulmasının savunuculuğunu yapan Lord Rotsc-

tanrıların ayak isleri 81/6


.80
RESMİ KAYITLAR'DAN
hild'c aynen katılıyorum. Hiç şüphesiz bu tür bir çatı ku­
rutuş, bugünkü organizasyonlara kıyasla çok daha etkin
faaliyetler yürütecektir.
Zekî robotlar g ü n d e m d e d i r !
Hayat kelimesinin Almanca karşılığı olan «Leben»
Bunlar bağımsız olarak düşünme yeteneğine sahip
tersten yazıdığı zaman «Nebel» sis anlamına gelir. Var­
olacak ve zekâları insanoğlunun ölçülerini aşacaktır,
lığımızın esprisini idrak edebilmek için, çevremizi kuşatan
insanoğlunun beş duyusundan öte duyularla d o n a n m ı ş
mistik sisi son derece dikkatle dağıtmalıyız.
olacaklar, alıcı aygıtları enfraruj ve ultraviyole ışınları
da görebilecektir. İnsanoğlunun dokunma duyusunu kat
be kat aşacak olan alıngaçları, duvarların ötesine taşa­
rak süpersonik dalgaları, radarları, X-isinlanni hisse­
decektir.
Boston'daki Massachusetts T e k n o l o j i Enstitüsü'n-
den Amerikalı bilim a d a m ı M a r v i n M ì n s k y şöyle de­
mektedir:

« M a k i n e , fıkra anlatabilecek ve de bir boks maçını


kazanabilecek yetenekte olacak. Bir kere bu hıza
erişildikten sonra, makine, olağanüstü boyutlar
içerisinde gelişecektir. Birkaç ay içerisinde, ze­
kâsı bir dahînin düzeyini bulacak, daha sonraki
aylarda ise gücü ölçülemeyecek derecede ilerleye­
cektir.»

Kaliforniya'daki Stanford Araştırma Enstitüsü'nün


Bilim Direktörü Dr. George Lawrence, insan beyniyle
kompütürler arasında doğrudan bağlantılar kurmuştur.
Yalnızca düşünce gücü, kompütürlere emir verilmesi
için yeterli olmaktadır. Bu ütopik araştırmalara imkân
sağlayan kaynak da Pentagon'dur!
Amerika Birleşik Devletleri'nde zekî bir robot mey­
dana getirilmesine ilişkin araştırmalar yürütülen branş,
hedeflediği yaratığa Al (Artifical Intellîgance-Sunî Z e ­
kâ) adını vermektedir. Güdülen son hedef, uzayda ve
de denizin derinliklerinde bağımsız olarak sivil, askerî
ve bilimsel hizmetler sunabilecek bîr robottur.
Bir zamanlar zekî robotlar mevcut muydu? S ü m e -

83
82
ÜÇ
ÇÖZÜLMEMİŞ SIRLARIN CENNETİ MALTA

85
Bundan binlerce yıl önce ise, her iki ada da bu oluklarla
şişen caddeleriylc sanki bir h ü k ü m r a n tarafından bölün­ kaplı idi. Bu yüzeysel karıklara bakınca, ve de .birbirleriyle
müş pastel renkli adacıklara inersiniz. paralelliklerini görünce, doğal bir tepki olarak ilk düşünce
1954 modeli eski bir F o r d ' u n içinde Malta-Hilton'a ürünü «oluk»tur. Ne var ki, biraz d a h a yakından incele­
doğru yol alırken, şoför, yeni sosyalist yönetimi övmekte nince, bu esrarengiz izlerin kelime karşılığı olarak «oluk»
oldukça cömertti. «İngilizleri de, işimize yaramayan diğer­ ile hiçbir ilgisinin olmadığı anlaşılır.
lerini de atacağız!» İlgilenip ilgilenmediğime aldırmaksızm, Oluktan oluğa hem açılış h e m de uzantı olarak bir­
Dr. D o m Mintoff'un sağlam bir gelişmeyi sağlayabilecek çok farklılıklar söz konusudur. Özellikle eski başkent
bir süpermen olduğu konusunda da bilgi edindim. Mdina'nın güneybatısında, Dingli yakınlarında bu durum
Bu gelişmenin fazlaca bir işaretini göremedim. 11 vı' oldukça açıktır ve söz konusu noktadaki «oluklar», ma­
öncesi ziyaretim sırasında rastladığım nefis otelleri, güze! nevra sapağı gibi bir araya toplanmaktadırlar.
caddeleri, baştan çıkartıcı mağazaları ve bakımlı plajları) - Bunlar - gerçekten de «garip oluklar»dır ve arkeologla­
la gerçek bir tatil cenneti olan belde, gösterişinden çok rın bile hayrete düşmelerine yol açmaktadırlar. Ovalardan
şeyler yitirmişti. 1974 Aralığında ada bağımsız bir cum­ geçmekte, tepeleri aşmakta, yanyana giderken birden bir-
huriyet olmuştu ve süpermenin liderliği altında sosyaliz­ leşivermekte, aniden beklenmedik virajlar almakta veya
min o kurşunî cansıkıntısına doğru yol alıyordu. Gezi reh­ doğrudan doğruya Akdeniz'in derinliklerine uzanıvermek-
ber vc kitapçıklarından bu cennete atfedilenlerden çok az tedirler. Bir kısmı da, sivri kayalıkların bitiminde son bul­
şey kalmıştı geriye. Birkaç gün içinde, artık buraya tali? maktadır. Bu bölgelerde, kayalar ve «oluklar» hep birlikte
yapmak için gelinmeyeceğini anlamış bulunuyordum. Mal- sulara karışmış olmalıdır.
tali balıkçılar, her nasılsa, teknelerini gökkuşağı renklerine
boyamayı sürdürüyorlardı. Bir an için Hong Kong'ıı hatır -
ladımsa da, M a l t a ' d a çerçöp vc hurdalardan eser yoktu Bu izler, farklı özellikler içermektedir. 65 ile 123
Adalılar, on altıncı yüzyılın sonlarına doğru aday! cm. arasında değişik genişlikler arzetmekte; karıklar 70 cm.
Avrupa Kültür merkezlerinden birine dönüştüren Malta derinliğe kadar inmektedir. Mensija yakınlarındaki bir
Şövalyelerini olduğu kadar, «oluklar»! da yakînen biliyor­ «oluk», bir tepenin çevresinde eğri çizmekte, kireçtaşı yü­
du. Ne var ki, zerrece önemsenmeyen «oluklar»m korun­ zeyde 72 santim kadar derinlik vermektedir.
ması için Malta Hükümetince hiçbir girişimde bulunulmu­ Araba olukları teorisinden hareket edecek olursak,
yordu. bu derinlikten böylesine virajların alınabilmesi hemen he­
Z a m a n zaman bu «oluklaı»ı gezen turistlerin bazıları, men imkânsızdır. Araba dingili ya böylesine derinliklerde
bir zamanların demiryolu olmuş ve d a h a sonra değerli de­ hareket etmiş ya da en az 72 santim yüksekte yer almış­
mirleri başka amaçlar için eritilmiş eski bir hatta dolaştığını tır. Diğer bir deyimle, bu dingile 1.5 metre çapında bir
düşünseler yeridir. Belki de bir kısım ziyaretçiler, söz ko­ tekerlek gerekir; bu denli devasa bir tekerleğin, bu kidsî
nusu izlerin arabalar tarafından açılmış olabileceğini zanne- keskin virajları alması söz konusu olamaz. Kırılması, par­
diyorlardır. K a ç tür açıklayıcı yaklaşım olduğunu bilemi­ çalanması kesindir. Bağımsız süspansiyon gibi bir yak­
yorum. A m a hiç değilse bunların hiçbirinin doğru olmadı­ laşım, o günlerde bilinmemektedir ve de 1.5 m. yüksek­
ğını biliyorum. likteki tekerlekler, ekskavatör çağrışımı yapmaktadır ki, bu
M a l t a ' n ı n olukları tarih öncesinin eşsiz bir bilme- dar oluklarda manevra yapabilmesi imkânsızdır.
cesidir. Malta ve Gozo'da bugün hâlâ yüzlercesi vardır
87
86
fiği... 6 cm. Kavis bükülmesi, 84 m. (!) çapında bir kapalı
daire çağrıştırmaktadır. 72 santimin de üzerinde olmaklığı
gereken tekerleklerden birini oluğa oturtun ve kavisler üze­
rinde hareket ettirin, hele hele kum sandığında da değil!
Bu şartlar altında tekerleğin hareket etmesi imkân dışıdır.
Kenarların kum yerine sert kayadan meydana gelmesi, ta­
savvur ötesi bir durum oluşturur. H e r olukta iki tekerlek
üzerinde yürüyen arabalar teorimizi arkeolojik bir çukura
gömebiliriz.
Sırf gırgır olsun diye, çifte dingilli araba projesi ge­
liştirecek olursak, durum iyiden iyiye imkansızlaşır. Kam­
yonların, zayıf lastiği geniş bir lastikle destekleme olayıdır
bu. Dönemeçlerde daha dar bir ikinci şerit: bulunmadığı
için, iki tekerlekli araba projemizi de tarih öncesinin araba
galerisinden çekip çıkarabiliriz.
San Pawl-Tat-Targa yakınlarında dört farklı oluk bir
tek olukta birleşmekte, fakat aralarındaki açıklık büyük
değişiklik arzetmektedir. Buyrun size Okus-Pokus. H e m e n
yakınlarda bir yerde, iki oiuk birbiri ile kesişmektedir, fa­
kat derinlikleri t a m a m e n ayrıdır. Mensija dolaylarında de­
miryolu çalışması iyice düzensizleşmektedir. Oluk, 60 san­
timlik bir derinlik içerisinde iniş çıkışlar göstermekte, en
derin noktada 11 santim, en yüksek noktada ise 20 santim­
lik bir genişliğe erişmektedir.

St. George koyu kıyılarında birçok bölgede ve de Ding-


li'nin güney kesiminde, «oluklar» doğrudan Akdeniz'in
maviliklerine uzanıvermektedirler. Yakın zamanlara kadar,
'olukların' kıyının birkaç metre kadar yanıbaşında ve
su altında sona erdikleri ileri sürülüyordu ve de Akdeniz'in
çok daha alçak seviyede olduğu bir zamandan kaldığı sanı­
lıyordu. Yanlıştır! Dalgıçlar bu hatalı teoriyi düzeltmiş ve
bilim adamlarına son buluşları sunmuşlardır. «Oluklar»
Bir kum sandığı deneyi, M a l t a oluklarını kullanan denizin altında da, ayrtı kayalık düzey üzerinde büyük
derinliklere, doğru devam edip gitmektedir. Garip, ama
arabalar teorisinin gülünçlüğünü ortaya koymak için yeter­
gerçektir!
lidir. Oluğun derinliği... 72 cm., en derin yerindeki geniş-

89
88
bir R o m a Tapınağı bulunmuş, bu tapmağın kalıntılarının
daha da altında bu kez dc bir Yunan Tapınağı gün ışığına
çıkmıştır. Arkeologlar işin sonuna ulaştıklarını sanırken,
bir başka sürprizle daha karşılaşmışlar; bir tabaka altta
bu kez de ağır vc yekpare taşlar bulunmuş, bu taşlar kal­
dırılınca, yarım daire şeklinde bir megalitik tapmağın ön
cephesi yüzyıllar süren uykusundan uyanmıştır.

Monolitik ye megalitik yapılarla ilgili olarak günü­


müzde yeterince bilgi sahibi olunduğundan, ben çok kısa
bir tanımlama ile yetineceğim. Monolit, Mısır'ın dikili­
taşları ya da bağımsız menhirler (Kelt dilinde - uzun taş)
türünde ki, bu türe Fransa'da Carnac yakınlarında rast­
lanmaktadır, sunî olarak düzenlenmiş taş bloklara verilen
addır. Megalitik yapılar ise (Yunancada büyük taşlardan
yapılmış mezarlar anlamına) ya geniş blok ve destekler
aracılığı ile zemine raptedilir ya da toprağa gömülürler.
Ayrıca kubbeli mezarlar da içerirler.
'Oluklar'ı açıklayabilmek için monolitlerden yararla­
nılmak istenmiştir. Hagar Qim yakınlarındaki harabeler,
5 m. yüksekliğinde ve 1.05 m. kalınlığındaki monolitler­
den oluşmaktadır. Yine burada, devasa taş ölçülere sahip
bir taş dilimi daha vardır. 7 m. uzunluğunda, 3.12 m.
genişliğinde 64 santim kalınlığında gerçek bir canavardır
bu!
Arkeologlar olukların, monolitlerin inşaat alanına
nakli için açıldıkları ve taşıyıcı arabaların trafiği için kulla­
nıldıklarını ileri sürmüşlerdir!
Teknolojik konulardaki tamamen yüzeysel bir bilgi
düzeyi bile, bu teori ile hiçbir yere varılmayacağının kav­
...bazen de esrarengiz biı biçimde kavisler çiziyorlar
ranması için yeterlidir. Çünkü:
— Oluklar arasındaki açıklık birbirinden farklıdır.
Arkeologlar da bu denli geniş bir ağın, belirli bir
Arabaların seyir yönü değiştiği zaman, yeni boyutlara adap­
amaca hizmet etmiş olabileceğini düşünmüşlerdir. Ve bu tür
te olunamamak gerekir.
amacı aramışlardır da. 1970'lerde Tas Silg yakınlarında
— Oluklar tek bir hat üzerinde değişikliğe uğra-

90
91
kesitler arabalar tarafından açıldıysa, kesitlerin yatay ol­
maları gerekir. Tekerleklerin uçlarının takoz biçiminde ola­
maktadır. Yoksa o günlerin yapımcıları, kauçuk dingil sis­
bileceği tezine vereceğim karşılık da şudur ki, bu mctod
temi mi kullanmaktaydılar?
ile monolit gibi ağırlıkların taşınabilmesi düşünülemez.
— Olukların kesitleri zemin üzerinde dik açı meyda­
Böyle bir d u r u m d a hem serviste çukurların daha da de
na getirmemektedir. Derinleştikçe, daralmaktadır. Eğer bu
rinleşmeleri gerekirdi. Son olarak da, yine tekerleklerin çapı
gerçeğini vurgulamak zorundayım. Bu tür açıklamalar son
derece zayıf kaçan kaytarmalar ya da aptalca esprilerden
öteye gidemez. H a d i öyleyse, söyleyin bakalım, bu oluk­
lar nasıl açılmıştır?

Bir başka açıklama tarzına göz atalım.


Bu megalitik düzenin kurucuları malzemelerini dere-
tepe aşırmak için hayvanlar tarafından çekilen kızaklar
kullanıyor olabilirler miydi? Malta'nın tarih öncesi dönem­
lerinin sakinleri, böyle bir nakliye metodu düşünmüş ol­
salar bile, 'olukların' kızaklar tarafından açılmış olması
söz konusu olamaz. Üstelik kızak sürücülerinin kendilerini
sağlama almak için başvuracakları her yol, ani virajlar ve
dönemeçlerle geçersiz kalmaya mahkûmdur.
Şimdi de bir başka açıklama:
Malzemelerinin büyük zorluklar arzcden nakliyesinin
üstesinden gelebilmek için, ilkel sakinler, bir çeşit «tahta
çatal» sistemi geliştirerek, dar bölümlerde hayvanın sırtına
takılı ve iki ucu zemine raptedilen bir mekanizma oluştur­
muşlardır. Ve monolitleri de çatalların uçlarına monte et­
mişlerdir. Btı cümbüşlü tablomun kusuruna bakmayın!
Çatal son derece katı olmalıdır. Uçları arasındaki ge­
nişlik değiştirilemez. Ayrıca, bu denli ağır bir yükü kaldıra­
bilecek tahtanın cinsini ve de bu ağırlığı çekebilecek hay­
vanın türünü de bilmemiz gerekir. Maltalılar, dinazorlara
koşum vurmuş, çelik kadar da sağlam bir cins tahta keş­
fetmiş olmalılar. O zamanlar çelik henüz kullanılmadığına
göre, çelik kadar kavi bir odun olmalıdır bu. Ne yazıktır
ki, ne çatalların taşıma kapasitesi ne de çatal uçlarının
meydana getirdiği kesitlerden hareket eden hipotezler, dar
Bazen 72 santime kadar derinleşiyorlar. Genişlikleri
65 ile 123 santim arasında değişiyor.
93

92
dır. Hayvanların aynı yoldan yıllar ve yıllar boyunca yürü­
düklerini varsayarsak, arkalarında bir işaret, hiç değilse bu
ağır yükün altında güç sarf ederken, yumuşak kircçtaşmın
üzerinde toynak izlerini bırakmaları gerektiğini düşünebili­
riz. Söz konusu Malta olukları arasında bir tek bile toynak
izi yoktur.

Maitalılar nakliye işlemi için «küre»ler kullanmışlar­


dır! Gerçekten de Malta'nm dört bir yanında yüzlerce küre
bulunmuştur. Hepsi de yumuşak kireçtaşındari olup, deği­
şik boylardadır. En büyükleri 60 santim, en ufakları ise 7
santim çapındadır. Yoksa tarih öncesi Maitalılar yuvar­
lanan küreler üzerinde yer alan arabalar mı bulmuşlardı?
Harika! Demek, küreleri 'oluklara' oturtup, üzerlerine de
monolitleri yüklediler. İşte her şey açıklanıyor. Oluklar
arasındaki mesafelerin farklılığı da ortaya çıkıyor. Oluk­
ların virajları da anlam kazanıyor, birbirleriyle kesişmele­
ri de... Kürecikler, zemindeki açılmış belirli bir hattı izli­
yorlar ve de genişlik faktörü önemini yitiriyor.
Toplar yaklaşımı, bu sırrın çözümü müdür?
Ne yazık ki hayır. Bütün Malta Adaları kumtaşı, ki­
reçtaşı ve de balçıkla kaplıdır. Vc bu taşların hepsi de yu­
muşaktır. Ve söz konusu kürecikler kireçtastndan yapılmış­
tır. Bir tonluk bir ağırlık bile pudrataşı gibi çözülmeleri
veya kartopu gibi dağılmaları için yeterlidir. Ayrıca, bu
tür küreler, boyutları her ne olursa olsun, 'oluklar' açamaz,
dönemeçli bir kanal izlemekten öteye gidemezler. Ve yine
'oluklar' derinliğine değil, ancak yanlara doğru genişler.
Küreler taşta 70 santimlik oyuklar açarsa, taşıdıkları mu­
azzam yükün dışında, 1.5 metre çapında devasa kütleler
olmaklıkları gerekir. Bundan öte, son derece yoğun bir
sürtünme de söz konusudur. Vc ne denli yoğun bir çekme
kuvvetine, ihtiyaç vardır! Aitmiş santimden çok daha büyük
çaplı küreler bulunmadıkça, bu teoriden hareket etnuk
anlamsız olacaktır.
Ayrıca, Malta'da bu tür taşıma işlemlerini resmeden

95
araba kabartma veya tabloları da bulunmuş değildir. Nak­
liyede böyle bir yöntem kullanılmış olsa idi, herhalde, Bu «oluklar» labirentinin ne için kullanıldığı ya da
birçok duvar resimleri barındıran ada halkı, tapınaklarına kimin tarafından yapıldığını bir bilen yoktur. G ü n ü m ü z ­
bunu da nakşetmeyi ihmal etmezdi. de birkaç bilim dalıyla ilgili araştırmalardan bol bol söz
edilir. Arkeologlar fizikçilere danışır, kimyacılar ve meta-
lürjistler bu tür bilmecelerin çözümü için el ele verirler.
Üstelik «oluklarsın tapmaklar nedeniyle ortaya çık­ Malta'da bu t ü r bir işbirliğinden söz edilemez.
tığı söylenemez, çünkü söz konusu yolların hiçbiri tapı­ « O l u k l a r d a ilgili analizlerin, cehalet haritasında bom­
nakların önüne uzanarak burada son bulmamaktadır. Tapı­ boş izler bırakacağı muhakkaktır. T a ş küreler, tahta çatal­
nakların çevresinde dört bir yöne dağılmakta, tapınak bu­ lar veya araba tekerlekleri, altlarındaki taş zemine sürtü-
lunmayan yerlerde de ortaya çıkmakta, hatta civarda baş­ nürken iz mi bırakmışlardır? Geçmiş zamanların bu ulaşım
ka hiçbir harabenin mevcut olmadığı yerlerde de rastlanıl­ araçları her ne olursa olsun, acaba küçük organizmaları ki­
maktadır. reçtaşı ve balçığın gözeneklerine nüfuz ettirmiş olabilir
s o l u k l a r s ı n haritaları çıkarılmış ya da ölçülmüş de­ mi? Bu gözenekler arasından ortaya çıkarılacak fosil toz­
ğildir. Hiç şüphesiz başhbaşına yorucu bir iştir bu. Bazı ları gibi. kalıtımlar olukların kökenine inişi sağlayabilir
bölgelerde, yer örtüsüne karışarak gözden kaybolmuşken, mi?
bir başka yerde yemden ortaya çıkmaktadır. Üzerlerinde ev­ Bugün için denizlerin derinliklerinde kaybolan «oluk­
ler inşa edilmiş, yüzyılların aşındırmasına uğramışlardır. lar»! araştırmada kullanılabilecek her türlü teknik imkân­
lara, akademik merceğin altına koymamıza yarayacak va­
sıtalara sahibiz. Neden biri çıkıp da bu işi üstlenmez?
İlkel geçmişimizden arta kalan bu olağanüstü bilmeceyi
çözüme kavuşturmaksızm öylece bırakmalı mıyız? Nor­
mal hallerde bilim adına aşırı duygusal ve de susuz kalmış
gibi istekli davranan biz Batılılar, neden bu konuda bu
kadar ilgisiziz?

Çeşitli teorilerle ilgili araştırmamızda takvimlerin pe­


ri masalına rastlamamak doğrusu şaşırtıcı olur. Mısır
piramitlerinden tutun da, Stonehenge m ünlü taşlan, Pe­
ru Nazca'daki iniş alanlarına varana kadar sık sık ortaya
çıkar bunlar. Malta'daki olukların da insan ömründen çok
daha geniş z a m a n l a n içine alan bir takvim sistemine ait: ol­
duğu savı, tamamen açık olan bir soruya verilebilecek en
aptalca «mantıklı» yanıttır.
Vuvarlarıan küreler yaklaşımı da, öümece.vl cu/rney-f: Hemen her yerde, arkeolojinin bu tür yapraklı tak­
yetmiyor. vimleri satılığa çıkmıştır ve hemen her biri, yer seviyesin­
de dolaşaduran insanoğlunun hayal gücünü çok çok aşan
96
tanrıların ayak izleri 97/7
kayıt mevcut değildir. Bir parça tarımla uğraşmış olsalar
bile, küçük nüfusları ve dar zamanları ile, böylesine in­
sanüstü bir çaba isteyen işlerin üstesinden gelebilmeleri, bi­
zim kendilerine yakıştırdığımız gibi, merkezî takvim istas­
yonları kurabilmeleri tek kelimeyle i m k â n dışıdır.
Eleştirmenler, beni atalarımızın olanaklarım ve kişisel
başarılarını küçümsemekle suçlarlar ama, bu fırsattan ya­
rarlanarak şu noktayı vurgulamak isterim ki, homo sapien
in bütün türleri şu yeryüzü üzerinde mevcut bulundukları
ilk günden bu yana, mevsimlerin değişikliğini belirlemek
üzere «taş takvim» dediğimiz cinsten nesnelere gerek duy­
mayacak kadar bir zekâ göstermişlerdir. Atalarımız doğayı
gözlemleyerek kıştan sonra ilkbaharın geldiğini, yazın gü­
neş, sonbaharın da soğukla özdeş olduğunu gayet iyi kavra­
mışlardır.

U n u t m a d a n vurgulayayım ki, birçok değişik alanlarda


da söz konusu olduğu üzere, Malta taşlarıyla dinsel bir
kült arasında paralellikler kurmuşlardır. Ne tür bir kült
olduğu ise söylenmemiştir bizlere. Kuşbakışıyla, hangi tan­
rıların bu oluklar şebekesinden yararlandığını bilemiyoruz.
Doğrusu bu kült kuramının bir parçacık bile geçerliliği
varsa, bu dinsel olukların yaydığı «mors alfabesi» mesajı­
nın ne olduğu, hangi tanrıların bu mesajı aldıklarını bilmek
isterdim.
Arkeoloji SÖzlüğü'nün megalitik tapınakların M . Ö .
2800-1900 yılları arasında yapılmış olduklarına ilişkin bîr
tahmin verdiğirli daha önce yazmıştım. «Olukların tarih
sahnesine çıkışı için de aynı dönemler, yani Neolitik D ö ­
nemin sona erişiyle Bronz Devri'nin başları, öne sürül­
mektedir.
T a m a m e n dayanaksızdır bunlar.

Kazılar ve mağara araştırmaları M a l t a ' n m çok daha


önceleri, M . Ö . 6 0 0 0 dolaylarında yerleşim merkezi oldu-

98 99
mıştır. Delirmek işten değil. Yollar inşa edilirken faş ta­
pınaklar çoktan mevcutsa, o z a m a n tapınaklara yapı mal­
ğunu göstermektedir. Tanrıça heykelcikleri 5000 yıllıktır. zemesi için düşünülmemişlerdir. «Olukların» inşa tarihinin
Sicilyalılar M . Ö . 300, Fenikeliler ise M . Ö . 1400 tarihlerin­ M.Ö. 5000 yıllarına kadar indirilmesi görüşü de, Akdeniz'
de gelmişlerdir. in bugünkü deniz seviyesine b u n d a n 10.000 yıl önce ulaş­
Bilim adamları 'oluklar'ı Bronz Devri'ne uağlayadur- tığı gerçeği karşısında bocalar. Diğer bir deyimle, Batı Yu­
sunlâr, bu nesnelerin 'Neolitik' Devirden kalmış olabileceği nanistan'dan k o p u p gelen son göçmenler dalgasının «oluk­
fikrini savunan bir kişiye bile rastlamadım. Bu küçük tarih lar» ın yapımcılığını yüklenmesi söz konusu değildir.
kaydırması bile aslında yeterli olamaz. O devrin insan­ Malta'yla ilgili «araba yolu» kuramına, sırf yanlış ar­
ları zekî balıklar mıydı? Yoksa şnorkelli, tahta hava pom­ keolojik yaklaşımlara örnek olsun diye değindim. Bin türlü
palı, şeffaf göz bölümleriyle bronzdan dalgıç kıyafetleri açıklama vardır, fakat üstteki cilaları kazıyacak olursanız,
kullanarak mı su düzeyinin altındaki 'oluklar'ı da açmayı kendinden geçmiş harabe ortaya çıkar. H e r ne ise, uz­
başardılar?
manlık kitapları ve benzerlerinde, okuyucunun karşılaşa­
İçtenlikle söylemek gerekirse, bilinmeyene doğru ka­ cağı belki de en önemsiz ve uyduruk bölüm, k o n u n u n çö­
çıyoruz.. Bazı arkeologlar ise, bu oluklar şebekesinin on zümüyle ilgili olan son kısımlardır. Farklı görüşleri hoş­
bin yıl önce bile mevcut olabileceğini iddia ediyorlar, böy­ görüyle karşılayamayan okulların da eğitim sistemi budur.
lece bugün deniz altında kalan bölümlerinin ana karanın Oysa önemli olan, bir sorunun cevaplandırılabilmesi değil,
parçası olduğu zamanlara ulaşmış oluyorlar. F a k a t hele bir ortaya konulmasıdır. Bilmeceye getirilecek son çözüm çok
kulak verin bana — kesim işi için neler kullandı bu in­ d a h a değersizdir.
sanlar — nasıl dcldiler, nasıl yonttular ve de bu kilomet­
Tarih öncesi devirlerde, d ü n y a m a bir başka yerinde
relerce uzanan çukurları nasıl kazdılar?
tekrarlanmayan birtakım garip şeylerin olup bittiği açıktır.
Sorunun cevabı, çakmak taşından yapılma araçlar ola­ Ada, birileri ya da birşeyler için merkez teşkil etmiş ol­
caktır, tabiatıyla. Taş Devri Modası'nın yaratıcısı olan malıdır. Bir diğer görüş de, çukurlara metal alaşımları akı­
çakmak taşı, kireç taşına kıyasla çok daha sert ol­ tıldığı şeklindedir. Fakat, çukurların, metalin henüz kul­
duğu için, daha akla yakındır bu karşılık. Ne var ki, jeo­ lanılmadığı devirlerde oluşmuş olması, bu tezi de çürüt­
loglar ne Malla'da ne komşu adalarda çakmak taşının izi­ mektedir. Buzul Devri sonrasında Akdeniz seviyesinde olan
ne bile rastlamamışlardır! Öyfeysc. Taş Devıi'nin Oluklar değişiklik, bunun kesin kanıtıdır.
şebekesi için elzem olan bu çakmak taşlarının büyük mik­
Belki şu yaklaşım bir parçacık düşünülebilir. Tarih
tarlarda ithal edildiği sonucuna mı varacağız?
öncesi devirlerde yaşayan dinazor türü sürüngenler mi
Bazı yorumculara göre, bütün bunların hepsi yanlış­ açmışlardır bu izleri? Paralel uzanan, aniden kesişen ya
tır ve bu olukları planlayıp inşa edenler. Yunanlı veya da dönemeçler alan hatlar da, dinazorlarla ilgili bilgileri­
Fenikeli göçmenlerdir. Neden olmasın? Fakat bu tez de mizle uyuşmamaktadır. Çünkü bu hayvanlar yerküre üze­
bizi sıkıntıdan kurfarmamaktadır. Tarihin akışına ilişkin rinde asla düzenli izler bırakmamışlardır.
bütün kayıtlarda görüleceği gibi, göçmenler yeni vatanla­
rına bilgi birikimlerini birlikte taşır ve pratiğe dökerler.
Oysa ne Sicilya ne de Yunanistan'da bu tür «oluklar» ın
-Oluklar ın açık deniz kanalları olduğu yaklaşımını
izine bile rastlanılmış değildir.
da bir kenara bırakabiliriz. Herkes bilir ki, su daima te-
Ne garip çelişkilerdir bütün bunlar! Denir ki, taş ta­
pınaklar, son göçmenler gelmeden çok çok önce yapıl-
101

100
peden aşağı en alçak noktaya doğru akar. Oysa «oluklar» Bugün bizce bilinmeyen doğal bir ü r ü n ü n yetiştirildiği
dere-tepe aşmakta, ovaları dolaşmaktadır. Suyun, belirli bir yataklar olabilirler mi? Yoksa «olukların» diplerinde ipek-
eğimi tırmanabilmesi için, yüksek bir basınca ve borulara böcekleri mi yetiştiriliyordu? G ı d a için bu yola başvuran
gerek yardır. Malta'da boru veya boru kalıntısı da bulun­ tarih öncesinin bilinmeyen bir «deniz yosunu kültürü»
muş değildir. O günlerde, bu tür bir kanallar ağı açacak ka­ ile mi karcı karşryayız? Böyle birçok soru üretebiliriz. Bu
dar akıllı biri çıkmış ise, bu kişinin iki nokta arasında en şebekenin kitlesel üretimi kimlere yönelikti? A d a yerlileri­
yakın mesafe olan doğrular yerine bir sürü karmaşık zig- nin bu k a d a r çok ürünü kendileri kullanamayacakları bir
zaglardan hareket'edeceği söylenemez. yana, üstelik, d a h a önce de söylediğim gibi, tarih öncesi
deniz ticaretiyle ilgili de hiçbir kayıt mevcut değildir. Ay­
rıca, çiftçilerin tarlalarının da yanyana açıldığı, tepelerden
Bu nitelikte bir kanalizasyon sistemiyle sulama yapıl­ aşıp vadilere kavuşmadığı da bir başka gerçektir.
dığı da iddia edilebilir. Fakat ada, bütün devirlerde kaya­ «Oluklar» o garip eğimli ve dönüşler hatlarıyla m o ­
lık ve tarım yönünden fakir olagelmiştir. Hiçbir şey yetiş­ dası geçmiş bir yazı tarzı olabilir mi? Suyun altında ka­
memiştir. H u m u s (karatoprak) bile ithal edilmiştir! D a h a lan kısımlar hatırlandığında bu çekici spekülasyon da sıfırı
kırk yıl öncesine varana kadar, gemilerine su almak için tüketmektedir. Suyun dibinde kalan yazıları kim okuyabi­
yanaşan kaptanlardan para yerine .humus talep edilirdi! lirdi ki?
Bunlardan başka da birtakım açıklamalar olmalıdır!
Bu yaz; saçmalığını kabul edip de, Akdeniz'in yük­
selmesinden öncelerine bağlasak bile, bu defa da bir başka
soru çıkmaktadır karşımıza. Söz konusu yazıların okuyucu­
larının u ç m a yeteneğine sahip olduklarını teslim etmeliyiz.
Aksi takdirde, çok geniş bir saha kaplayan yazılar hiç
kimsenin işine yaramayacaktır.
Mikroskobun altına bir ütopik görüş daha itelim.
«Oluklar,» dökülen özel metal alaşım sayesinde, dev bir
anten işlevi mi görüyordu? On bin yılı aşan bir zaman
öncesinde, metalin bile bilinmediği bir çağda, bu eserin in-
şacıları kimlerdi? Taş tapınakların yapımcıları bile değil­
diler üstelik.
Herhangi bir noktayı atladım, gözden bir şeyler ka­
çırdım mı? Sanmıyorum.

Taş tapmaklar, Malta'nın ilk sâkinlerinin büyük bir


Kanalizasyon sistemi mi? Su, pompalanmadan, yu­ kıskançlıkla tanrılarına adadıkları taştan bir «şahadet»
karı doğru nasıl yol alabilir? Hiçbir kaynak olmadı­ alâmeti idi ve semavî varlıklarına karşı emek sarfından
ğına göre su nereden geliyordu?. kaçınmamışlardı. Bildiğiniz gibi, benim 'tanrılar' yaklaşı-

102 103
ramdan anladığım hayâlı kalıplar, düşünce ürünleri değil,
gerçek ve de fizik yönden son derece aktif varlıklardır.
Tarih öncesinde, benim «tanrılarım» ın Malta'yı ken­
di hedefleri için seçip seçmediklerini düşünüyorum. Ve
burada meydana getirdikleri herhangi bir şey yüzünden,
Maltalılann, bu tanrıların anısına ve de dünya dışı var­
lıklara biatlarının bir nişanesi olarak bu işaretleri açıp
açmadıkları sorusu aklıma takılıyor.

Malta'daki Hilton Oteli'nin Genel M ü d ü r ü M r . de


Piro, «olukların» insan eliyle ve de keskilerle kayalardan
açıldığı tezini savunuyor. «Peki bütün bu çabalar niyeydi?»
diye sordum kendisine.
«Bildiğiniz gibi at, eşek veya öküz gibi evcil hayvan­
ları belirli bir yoldan götürüp getirmeye alıştırırsanız, ahı­
rının yolunu artık kendiliğinden bulur. Belki de hayvan­
ların boynunda yerlere sürtünen garip bir nesne asılı idi.
Ve de yıllar yılı aşağı yukarı gide gele, bu izleri bıraktı­
lar.»
Çekici bir yaklaşım, fakat hiç de iz üzerinde okluğum
kanısını uyandırmadı bende.
San Pawl Tat-Targa Kireç Bayın, Ghargur ve Naxxar
kentleri arasında kalır. Her türlü hava şartlarına, rüzgâra,
sıcak ve soğuğa maruz bulunan tepelik, olduğu gibi «oluk­
lar* la kaplıdır! Paralel çiftli bir h a t tepeye tırmanır, ani­
den aşağıya doğru döner ve kıyıdaki evlerin arasında kay­
bolur. En az altı çift «oluk» d a h a aynı b ü k ü m d e kesişir.
Kavşak noktaları yalnızca hayvanların başının altından
çıkacak cinsten değildir. Dik açılı kesişmeler ve 81 san­
time kadar giren derinlikler, bunları açmaya kalkışacak
hayvanın olsa olsa kemiklerini kırabilir. Üstelik, bazı oluk­
lar tedricî bir biçimde yavaş yavaş ortadan kaybolmakta­ Bunlar aniden sona erince hayvanlar nereye gitmiştir? Yok­
dır. Peki o zaman ne gelmiştir bu hayvanların başlarına? sa birer helikopterle mi aldırılmışlardır oldukları yerden?
Ayakları tarafından açılan patikalar nerededir peki? Fazla «Oluklar»! taş tapmakların yapımına bağlayan teori,
derin olan çukurlar hayvanlar tarafından açılmış olamaz. daha bir çekicidir ve ilk bakışta diğerlerinden daha mantık-

104 105
lı gözükür. Adadaki otuz adet taş tapınak, masif taş bloktan
m â m ü l yapıları ve menhirleriyle tanrısal boyutlar arzeder.
Malta'nın yüzölçümü 247 kilometrekare, Gozo'nunki
ise 76 kilometrekaredir. Hagar Qim tapmağında bulunan
tahtalar üzerinde radyokarbon metodu ile yeni tarihleme
çalışmaları yapılmıştır. Y a p ı m için öngörülen tarih M . Ö .
4000'dir. En eski yerleşim merkezlerinin kuruluşu M.Ö.
1 OOO'den geri gitmeyen Romalılarla, ilk toprak fetihleri
M . Ö . 1200-900 aralarına rastlayan Yunanlılar, o tarihler­
de henüz tarih sahnesinde aktif değillerdir. Bu durum, uy­
garlığın Avrupa'ya Babil ve Mısır üzerinden Sümer'den
yayıldığı görüşünü çürütür. Malta'nın mimarî mucizeleri
Taş Devri'nde meydana gelmiştir!
Yine de bu C-14 metoduna pek fazla güvenmem.
Çünkü atmosferdeki radyoaktif C-14 izotoplarıyla sabit
bir ilişki esasına dayanır. Ve bana göre, tahta veya kemik
bulutları da, söz konusu yapının arkeolojik zamanlaması
için sağlıklı bir veri değildir. Hagar Oim'in M . Ö . 4000'lere
dayandırılması her şeye rağmen memnuniyet vericidir. Hiç
değilse asgarî bir zamanlama çıkmıştır ortaya. Tapınağın,
yapımcılarının tahta artıklarının tamamen ortadan kalkmış
olabileceği bir zaman kadar eski olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca, Hagar OJm de Malta diyaleğinden gelme
bir sözcüktür ve de «taşlara niyaz edilmiş» gibi bir anlama
gelmektedir. Bölgesel arkeologlara göre, Hagar Q i m tapı­
nağı, Fenike ilahlarına adanmıştır. Milattan Önce 4 0 0 0 '
lerde mi? Tuhaftır. Antik Çağın Erguvan Kralhğı'nınt? 1 ) bu
kadar erken bir tarihte de mevcut bulunduğuna dair hiçbir
kanıt yoktur.
«Oluklar» ille de tapmaklara bağlanacak olursa, man-,
tık açısından bu yapılara doğru uzanmaları gerekir ki, du­
rum b u n u n tam tersidir. Otuz tapınak adanın çeşitli köşe­
lerine dağılmış durumdadır ve hatlar çevrelerinden tama­
men bağımsız bir biçimde gelip geçmektedir.
Tarxien Kompleksi Paola Kenti yakınlarındadır. H a ­
gar Qim, güney kıyısındaki Mnajdra yakınlarındaki tapı­
naktan yalnızca birkaç yüz metre uzaklıktadır. Skorba Ta-

106 107
îaya k o y m a d a n önce, Malta'nın «oluklar» ve «tapınakları»
mn yanısıra, sergilediği bir başka eşsiz özelliğe d a h a de­
nın önüne geldiğimde, bütün yükü omuzlarıma binen iki
ğinmek istiyorum.
kameranın da ağırlıkları ile, girip girmemekte tereddüt et­
miştim. Günlerdir, acımasız bir güneş, adayı kavurup duru­
yordu. Öyle bir hava vardı ki, araştırma yapmak için son
Saflieni'de, Valetta'nın güneydoğusunda, Paole Ken­
iştahı da kayboluyordu insanın. Gömleğim ve pantolonum
ti (12 0 0 0 nüfuslu) yakınlarında H a l Saflieni Hypogeum'u,
vücuduma yapışmıştı. Sonunda içeri girmeye karar verdim.
ziyaretçileri hayrete düşürür. Hypogeum Yunaricadan alın­
madır ve (hypo: altı, gaia: toprak) «yeraltı odası» gibi bir Hypogeum'un serinliğinde bir on beş dakika kalmak ba­
anlama gelir. Arkeolojik literatürde hypogeum kavramı yağı iyi gelecekti. O r a d a bütün bir gün kaldım ve ne halde
daha ziyade gizli yeraltı mezar odaları ile yine gizli mabet­ olduğum t a m a m e n aklımdan çıkıp gitti.
ler için kullanılmaktadır.
Yeraltı odalarına geçmek için gireceğiniz evin, sokak­
Giriş, zemin seviyesindedir. Sonra üç kat d a h a iner­
taki benzerlerinden farkı ağır putreller taşıyan dört adet
siniz. Benim karşıma, karanlıkların içinden beliren iki met­
dikdörtgen sütundan oluşan masif kapısıdır. Duvarında
relik, heybetli bir M a l t a h çıktı, bir hışımla kameralarımı
mermer bir tabelâda şövle yazar: H A L - S A F L İ E N İ P R E -
elimden kaptı. Şaşkınlığımı ve tartışmaya hazırlandığımı
HİSTORİK HYPOGEUM'U.
görünce alelacele ekledi: «No caméras» ve belki İngilizce
Bu konudaki literatür, övgülerinde bir parça müsrif
bilmem endişesi ile devam etti: «Défendu!» Kameraları
davranmıştı. Günün olanca yorgunluğunu taşıyarak kapı-
tahta bir dolaba yerleştirdikten sonra eliyle işaret etti:
«Voill»
Bugün, bile birçok müzede neden fotoğraf çektiril-
mediğini anlayabilmiş değilim. Karşılığında bir ücret iste­
yebilirler, fakat herhalde tek. neden bu değil ki, Paris'te
Musée de Fhomme'daki bütün ödeme ısrarlarıma rağmen,
yetkilileri ikna etmeyi başaramadım.
Kimi zaman da, arkeologların kemli alanlarına giren '
konuların aydınlatılmasından pek hoşnut kalmadıkları ze­
habına kapılırım.
Bahşiş denilen nesnenin mucizelerini deneylerle ya­
şamış olduğum için Maltah devin avuç una iki Malta Li­
rası sıkıştırdımsa da, pek para etmedi. Bahşişi kabullendi,
fakat kameralarımı vermedi.
Yalnızca 1.68'lik yüz hizama doğru eğilerek ciddi bir
ifadeyle kulağıma fısıldadı: «Bayım, burası kutsal bir yer­
dir!* Kutsal bir yer olduğu su götürmezdi, ben de mesele
çıkarmayacak kadar uysaldım. Fotoğraf çekmeye değecek
Hal Saflieni Hypogeum'tmun giriş kapısı.
bir şeyle karşılaşırsam, nasıl olsa bir yolunu bulurum diye
geçiriyordum aklımdan.
J08

109
D e r k e n kamera bekçisinin bir e! çırpması ile kendi­
sinden birkaç santim daha uzun ikinci bir dev daha be-
Hriverdi. Küçük bürodan çıkan bu ikinci de katılınca, bir
anda devler arasında kalıvermiştim. Birinciye kıyasla daha
da gençti. Boynuna kırmızı ipekten bir kaşkol sarmış, ka­
lasına da bir bere geçirmişti. Değişik dillerden meydana
gelen karmaşık bir Fransızca ile anlatmaya çalıştıklarından
üç şey anladım ki, birincisinin İngilizcesi daha iyi olmalıy­
dı. Ve de biri müze diğeri de hypogeum olmak üzere gö­
rülebilecek iki şey vardı. İçerideki dört adet camekânlı ka­
sayı düşünecek olursak, müze sözü biraz abartma olur.
H e r ikisini de görmek istedim. Genç deve de iki lira toka
edip, anlatacaklarını İngilizce olarak nakletmesini istedim.
Birlikte camekânlara doğru yürüdük.
1902'de şimdi içinde bulunmakta olduğumuz evin
inşası sırasında bir şans eseri olarak bulunan Hypogeum,
varlığını bu kasvetli binaya borçlu idi anlayacağınız. Mut­
lu bir rastlantı idi kısacası.

Dev adamım bana göstermeden de neyle ilgileneceği­


mi biliyordum. Söz konusu nesne, 10 santim boyunda
çömlekten bir heykelcikti. Ana Tanrıça diye biliniyor, bazı
kitaplarda ise »Uyuyan Kadın» diye geçiyordu. D ö r t ayak
üzerindeki bir kabuğun içine uzanmıştı; tıknaz gövdesi, an­
cak kaplumbağa kabuğuna benzetebileceğim bir örtüye sa-
nnmıştı; bir kolunu kıvırarak başının altına yerleştirmiş­
ti; kısacık, bodur bacakları vardı.
Doğrusu, Ana Tanrıça'dan söz edilir, üstelik bu söz­
ler Neolitik Devir'e bağlanırsa, kulak kabartmadan ede­
mem. Taş Devri artistleri, Ana Tanrıça'yı çizimlemeye ne­
den böylesine düşkündüler? A n a T a n r ı ç a gerçek anlamda
ne ifade ediyordu? Bu figürler tanrıların'anası şeklinde mi
yorumlanmalıydı? Koskoca bir saçmalıktan başka bir şey
değildir bu yaklaşım. Taş Devri artistlerinin dünyasında
tanrılar bağımsızdır; ne aileleri, ne de anneleri vardır.
Taş Devri Ana Tanrıçası'nın tıpatıp k o p y a l a n (oriji-

110 ın
sonraki kapıdan girilen kehânet odasında, rahiplere, gör­
dükleri düşleri yorumlatırlarmış. Bu mekânın olağanüstü
dım. B u r a d a bir duvar inşa edilmiş ve giriş k o r u m a al­ akustiği h a k k ı n d a bir şeyler okurmıştum, fakat yavaşça
tına alınmıştı. fısıldanan birkaç kelimenin bile bir anda büyüyerek bütün
Doğuştan usta bir geveze olan rehberim, daha önce her tarafta yankılanması karşısında etkilenmekten kendimi
binlerce kez yapmış olduğu gibi, helezon! merdivenleri ih­ alamadım. G e n ç dev, ne düşündüğümü anlamış gibi elim­
tiyatla iniyordu. Aşağılara indikçe sessizleşiyordu. Sonun­ den tutarak duvardaki oyuklardan birinin önüne sürükledi.
da öyle bir hale geldi ki, herhangi bir soru yönelttiğim Oyuğun t a m karşısında birtakım uzun sadalar çıkarmaya
zaman, kulağıma fısıldamaya başladı. koyuldu:
O r t a katın ana salonuna varınca, «harika» demekten «Oooooohhhaaaaaa» ve de «Uuuuuuhhhhiiiii!»
kendimi alamadım ve sordum: «Neden buradaki tek zi­ Devin çığlıkları, en gürültülü bir diskoteğe taş çıkar-
yaretçi benim?» tırCasına, sanki Hi-Fi bir sistem kurulmuş gibi dört bir
Yavaşça kulağıma fısıldadı: «Maltalılar kehânetten yana dağıldı. En küçük fısıldamaları bile, amplifikatörden
korktukları için gelmezler. Otelden turistleri gönderirler yayılırcasına diğer bütün oluk ve çıkıntılara kadar yansı­
ama, artık sezon kapandı.» yordu.
Ben de denemek istedim. Oval oyuğa sokulup uzun
Eğer tarihlendirmelerimiz doğru ise, bundan 6500 yıl bir 'evet'te ben çektim. Sesimi yükselttikçe rezonans ar­
tıyor; etkin bir bariton gibi peşlere düştükçe de, sesimin
kadar önce. inanç rahibi kişiler bu -salona gelerek bir
vibrasyonu ve ekosu her köşeden duyuluyordu. Oyuğun
belli bir köşesinden çıkan yankının, özellikle berrak oldu­
ğu dikkatimden kaçmadı. Sesimi doğrudan o tarafa yö­
nelttim ve sonunda, kaya oyuğunun gerçek bir amplifika­
tör fonksiyonu gördüğüne karar verdim. Gitarın rezonans
kutusu gibi idi adeta. Sanıyorum ki, kayanın diğer oyuk­
larla olan görünmeyen bağlantıları sesimi alarak, salonun
geri kalan kısımlarına da yayıyordu.
Yanımda bir bayan olmadığı için deneyemedim ama,
bu harika amplifikatör yalnızca erkek seslerini böylece ya­
yıyor, bir kadın ziyaretçi sesini ne kadar yükseltirse yük­
seltsin, akustik etkiyi göstermiyormuş. Malta'yı bir kez
de, yanımda bir bayanla ziyaret etmeliydim.
Gezilerim boyunca, üzerimde olağanüstü izler bırakan
çok yerler gördüm. Yukarı Mısır'daki Kral Mezarları ve
piramitlerden Türkiye'deki taş anıtlara; Cuzco tepelerindeki
Sacsayhuaman hisarından T i a h u a n a c o ' n u n su kanalları ve
Paskalya Adaları'nın dev heykellerine varana kadar çok

Yeryüzünün 11.5 m. kadar aşağılarına iniyorsunuz,, tanrıların ayak izleri 113/8

112
vabı şüphe ve tereddüt doluydu. Bu mağaraları her gün
geze geze, atalarının bu eseri çekiçle açtıklarına ilişkin bir
teori geliştirmişti.
Cep fenerimi kullanmama izin yermişlerdi. Sütunların
kıvrımlarını, oyukları, kubbenin bölümlerini, ustaca çalış­
ma izlerini rahatça görebiliyordum. Oyukları meydana ge­
tiren monolitler t a b a n d a n boğum y a p m a d a n kıvrılıyorlardı
ve zeminle aynı taştandılar. Dahiyane bir yapı tarzının
kirişleri gibi, üstlerindeki kalan monolitler kıvrılarak kub­
bede birleşiyordu.
Ne tür kehânetlerdi burada söylenenler? Üç mü, dört
mü, yoksa beş bin yıl önce mi? Kehânet için başvuranlar
Fenikeliler veya Yunanlılar değildi. M a b e t binlerce yıl
göçmenlerden gizlenmişti. Fenikeli ve Yunanlı fâtihler
M.Ö. 1400 ilâ 8 0 0 arasında gelmişlerdi, oysa burada bu­
lunan mezarlar için onlardan 1000 yıl ötesi, M.Ö. 2500
gibi bir tarih biçilmişti.
Sırık boylu rehberim üç adım aşağı indirerek bir za­
manlar Tanrıça'nın durmuş olacağı bir oyuğa sürükledi.
Bir taşla kapalı olan kovuğu işaret etti. Meğer bu tür bir­
çok oyuk daha varmış ve içlerinden insan ve hayvan iske­
letleri çıkıyormuş. Bu insan ve hayvanların kurban olup
olmadıklarını ise bilen yokmuş. Birkaç bin yıl sonrası için
bile korkunç bir fikir olmayı sürdürüyor bu düşünce.

Bizim bulunduğumuz orta kat giriş katının 11 m.


kadar aşağısındaydı. Bir yedi basamak daha indik. Şimdi
on iki metre aşağıda, bu üç katlı tarih öncesi kompleksin
en alt katındaydık. Son bir adım daha atarak dikdörtgen
bir zindanın ortasına daldık. Efsanelere göre davetsiz ko­
nukların, başbelâsı düşmanların ve insan kurbanların son
yolculuklarına çıkarıldıkları yerdi burası. Gönüllü olarak
ölüme gidenler de '<r, >miş bu merdivenlerden. Burada
karşılaşılan ölüm; 7 0 0 0 iskelet, hâlâ esrarını korumakta.
Rehber kitaplardan birinde şunları okudum:

114 115
«Hakkında bir şey bilinmeyen ilkel halkın kehânet
merkezi ve yeraltı tapmağı çeşitli bölme ve odalar­
dan oluşur ve toprağın altında kayalardan üç kat
şeklinde oyulmuştur.»

Bu özlü ve veciz belirlemeye, biz de — a y n e n «oluk­


lar» içinde geçerli olduğu g i b i — adada mevcut bulunma­
yan ç a k m a k taşlarından oluşan çekiç ve baltalan eklesek.
yeridir.
T a ş Devri, adını, o devir insanlarının taştan araçlar
kullanmalarından alır. Ne var ki, Malta'da kireçtaşmdan
d a h a sert olan çakmak taşı mevcut değildir. Üstelik deniz­
aşırı ülkelerden çakmak taşını adaya taşıyacak deniz filo­
ları da yoktur. Bu tür gemiler henüz sahneye çıkmamıştır.
Malzeme sorununun çözülebileceği konusunda inat
etsek bile, bilmece çözümsüz kalmaya m a h k û m d u r . Hypo-
geum hangi nedenle yerin üç kat altında inşa edilmiştir?
Üstelik bir de yetenekli bir mimarî söz konusudur. Taşa
indirilen ilk çekiç darbesinden itibaren hedef belli, ça­
lışmanın akış safhaları planlanmış ve de duvarcıların kul­
lanımı koordine edilmiş olmalıdır.

Sırf eğlence olsun diye bir Taş Devri Mimarının ça­


lışmasını hayâl etmeye çalışalım. Palmiye yapraklarına,
tanrılar tarafından rüyasında aktarılan çizimler dökture- '
çektir de, daha önce izine bile rastlanılmamış kubbe yapı- ]
m m a hangi akla hizmet, cesaret edecektir? ?
Gözüpek taş devri mimarımız projesini yeraltında üç
kat üzerine oluşturmaktadır. Bütün bu bilgileri nereden *
bulmuştur? T
Taşları yontabilmek için gerekli olan yapı iskelesi '
nereden çıkmıştır? H e m duvarcı ustasını hem de masif ka­
yaları taşıyan'iskeleler...
Bizim cüretli mimarımız bu şaşırtıcı planlarını kal- |
falara iletmiş, şu her işi bozucu âlet edevat sorunuysa bir i
Yapı, daha önce değindiğim akustik sistem ve birinci
anda havada kalıvermiştir. T a ş Devri' an bilinen teknoloji­
sınıf bir havalandırma düzeniyle de geliştirilmiştir! Hypo-
sinde bu âletlerin yeri yoktur. A m a n ne acı, ne acı!
geum gömme bir yapıdır. Üç katlı eseri gezen ister benim
116 gibi yalnız bir turist, isterse yüzlerce kişi olsun, ısıda çok

117
az bir değişiklik olmaktadır. Oysa, radyatör gibi bir sürü Hypogeum'u inşa ettiklerini iddia etmiyorum. Benim
insanın doluştuğu kapalı yerlerde, havanın ne kadar çabuk spekülasyonum o «tanrılarsın veya o nesilden- gelenlerin
ısındığı herkesin malûmudur. Saflieni Hypogeum'u Tür­ Taş Devri insanının yararlandığı araç ve .üstün tekniklere
kiye'de Derinkuyu'nun yeraltışehirleri kadar ayrıntılı bir sahip oldukları görüşünden hareket etmektedir. Adaların
biçimde donanmıştır. Derinkuyu'da da yerin altındaki 13 ilk sakinlerinin, tanrıların talebi üzerine, neyi neden yap­
katta da yazın ve kışın, ısı sabittir. tıklarını bilmeden, şevkle çalışmış olmaları da kuvvetle
Derinkuyu konusunda bilim adamları, Hıristiyanlık muhtemeldir.
sonrası yıllarda yapılmış olduğu üzerinde ağız birliği et­ G ö r ü n ü r d e k i b ü t ü n çelişkiler arasında bir bağ var mı­
mişlerdir (sanki o zamanda da adım başı ısı mühendisle­ dır? Tanrıları, insanları, olukları ve tapmakları bir p o t a d a
rine rastlanıyormuş gibi!) Bu doğru değildir, fakat bu ta- toplayabilir miyiz?
rihleme hiç değilse birinci sınıf havalandırma sistemi için
açıklama olarak kabul edilmelidir. Hypogeum konusunda
işin bu kadar kolayına kaçamayız. Buranın Taş Devri'nden H o m e r , İthaca Kralı Odysseus'un on yılı aşkın bir
kalma olduğu tartışmasız kabul olunmaktadır. zamanla yaşadığı serüvenleri ve başına gelen felâketleri
Taşların yapımı ve işlenmesi ile akustik olayı bir bil­ yazara M o r a ' n ı n güneydoğu ucundaki Malea b u r n u n d a kor­
mece ise, Taş Devri'nin havalandırma sistemi tek kelimeyle kunç bir fırtınaya tutularak sürüklenen gemileriyle birlikte
şaşırtıcı olmaktan da öte bir durumdur. tek gözlü devlerin; Kiklopların adasına düşer. H â l â Kik-
Hypogeum'un üç katlı olarak inşa edildiği düşünülmüş,
daha doğrusu salonlar ve kovuklar birbirlerinden mimari
olarak farklılıklar gösterdiklerinden, bilim adamları böyle
düşünmüşlerdir. Üst kattaki doğal oyuklar genişletilmiş ve
perdahlanmıştır. Orta katın ana salonuyla yan odalarınday-
sa henüz açıklanamayan bir çeşit yapay megalitik yöntem
kullanılmıştır.
Yine de bu açıklama pek bir şey ifade etmemektedir.
Akustik düzen ve havalandırma sistemi bütün Hypogeum
için geçerli olduğuna göre, söz konusu farklı teknikler
eşzamanlı olmalıdır. Bu nedenle, ilk mimar da halefleri de
işin başından itibaren kompleksin bütünü için kesin bir gö­
rüşten yola çıkmışlardır. Eğer taştan bir eser ortaya koyu­
yorsanız, t a d i l a t l a da restorasyonlar söz konusu olamaz.
B a n a göre, «oluklar», tapınaklar ve Hypogeum bu
bölgeye 'tanrılar'ın elinin değdiğinin bir kanıtıdır.
Benim teorimi kavrayanlar için gereksiz, fakat eleş­
tirmenlerimin yapacakları ithamlara bir karşılık olmak üze­
re bir noktayı vurgulamamda yarar var. Ben 'tanrılar'm
burada çalışmaya koyularak. «olukIar»ı, tapınakları ve Yer altında üç kat. Taşlar ustaca oyulmuş ve kıv­
rımlar verilmiş.
118
119
lop duvarcılığının eseri olarak tanımlanan taş duvarları in­
şa ederler.
Bilimsel literatürde Kiklopların adasının bugünkü Si­
cilya olduğu tahmin edilmekteyse de, bunun böyle olması
şart değildir.
Malta ve" üç uydu adası, Sicilya'dan yalnızca 95 ki­
lometre uzaklıktadır. T a ş yapıları bir parçacık inceleyen
herkes benim hissettiklerimi hissedecektir. Yoksa Kiklop
duvarcılığının yaratıcıları ile mi karşı karşıyayız?

Bu Kikloplardan biri olan dev Polyphemus, Odysseus'u


yakalar ve on iki yol arkadaşıyla birlikte bir mağaraya
hapseder, kapısına da çok büyük bir kaya yerleştirir.
Polyphemus'un rahatça yerinden oynatabildiği kaya parça­
sını Odysseus ile on iki arkadaşının kımıldatmaları bile
imkânsızdır. Polyphemus, Tanrı Poseidon'un tek gözlü
oğludur. Ve adadaki diğer tanrılar da tanrıların oğulla­
ndır!
Bir zamanlar gerçek olanın mitolojideki kaydı mıdır
bu? Çok uzak bir geçmişte, M a l t a ' d a devler mi yaşamış­
tır?
Bir zamanlar devlerin varolduğunu hiç kimse inkâr
edemez. H e m e n bütün ilkel geleneklerde ve eski metin­
lerde bu devlerin tanrıların soyundan 'gökyüzünün çocuk­
ları' oldukları söylenir.
. Tekvin'e göre (5, 18 ve devamı) Tanrı ile temas ha­
lindeki E n o k ' u n 14. bölümünde şunları okuruz:

«Neden toprağın çocukları gibi yaptın ve dev çocuk­


ların babası oldun?»
Tekvin'in (6, 4) bölümünde şöyle yazar:
«...t^şŞeSı oğullan a d a m kızlarının güzel olduklarını
gördüler, ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar
aldılar...» «o günlerde h e m de ondan sonra yeryü­
zünde iri adamlar vardı. Bunlar eski zamandan zor­
balar, şöhretli adamlardı.»

120
Bu da bu devlerin mevcudiyetlerinin son kesin kanıtıdır. esasa dayanmaktadır. Firavunlar, Çin-Japon ve İnka İm­
Boyuna kendi kendimi tekrarlamak istemiyorum, fakat ta­ paratorları en eski zamanlardan beri değişik biçimlerde
rih öncesi devleriyle ilgili dokümanları sık sık tekrarla­ mumyalanma işlemine tabi tutulmuşlardır. Öyleyse, «tan­
m a k zorundayım. Aksi takdirde, «Fakat Bay Daeniken, rıların oğulları» olan devler de, dünya dışı yaratıkların so­
devler hiçbir zaman varolmamıştır ki» şeklindeki çıkışlara yundan gelen bu ilk nesil de, aynı yöntemleri neden kul­
m u h a t a p olurum. İnsanlar, doğruluğu kabul edilemeyen lanmış olmasın ki?
şeyleri unutmaya ve değer vermemeye alışkındırlar. İlk zekî insanlar, uzay yolculuğuna çıkan tanrıların
çocuklarıysalar, şüphesiz bu göksel babalarından birtakım
bilgiler edinmiş ve hatta, belki de şöyle bir emir almış­
« E Ğ E R » sözcüğünü anlamlı bir biçimde heceleyerek lardır:
vurgulayalım! «Beden hücrelerinizi muhafaza edin. Onları, günün
— Eğer Homer, Odysseus'unda manzum bir fantezi­ birinde kendi suretinizde varlıkların üretiminde kullana­
den hareket etmiyor da, gerçeklerden söz ediyor idiyse... caksınız!»
— Eğer Malta, Kikloplarm adası idiyse...
— Odysseus'un yanaştığı yer burası idiyse...
— Kikloplar «düşen melekler»in, dünya dışı varlık­ Malta yolculuğumuzun fotoğraflarını dosyalarken, bir­
ların soyundan idilerse... likte çalıştığımız Willi Dünnenburger ilginç bir noktaya dik-'
. . . işte o zaman «oluklar»ın da, taş tapınakların da katimi çekti. Malta'lı Ana Tanrıçanın tüm heykelcikleri,
ve Hypogeum'un da bu tanrılar veya onların soyuyla doğ­
rudan bir ilişkisi vardır.
Neden mi?
Bu oluklardan bir bölümünün Akdeniz'in derinlikle­
rine uzandıklarını, yani son Buz Devri'nden öncesine da­
yandıklarını hatırlayalım. Klasik arkeoloji açısından o za­
m a n zarfında teknolojik yeteneğe sahip insanlar yoktur.
Bu mantıktan hareketle, söz konusu mirası bırakanlar Taş
Devri sakinleri değilse, kimlerdir?
Tanrılar veya soyu, Malta'daki varlıklarıyla ilintili
olarak bir işaret mi bırakmışlardır? Bu teknik miraslarının
dışında, Hypogeum. örneğinde olduğu gibi, giriş kapıları he­
nüz keşfedilememiş birtakım tohum bankaları da bırakmış
olabilirler mi? Yoksa A n a Tanrıça bilmecenin son anahtarı
mıdır? Gezegenimizin eski yöneticilerinin gövdelerinden
alınmış son derece iyi korunan hücreler, kayaların altındaki
megalitik mezarlarında bizleri mi bekliyor? G ü n ü n birinde
mumyalanmış devlerin tabutları mı bulunacak?
İleri sürdüğüm bu fikirler aşırı değildir ve belirli bir
Tarxien Tapınağı. Malta Adası, Kikloplara mı aitti?

122 123
Bu tür bir görüntü karşısında, o devrin heykeltıraşları­
nın insan anatomisi üzerinde bilgi sahibi olmayacak ka­
gebe kadınları tasvir etmekteydi. Karınları sanki üçüz doğu- dar ilkel olduklarını söyleyerek işin içinden çıkabilirdik.
racakmışçasına şiş, buna karşılık kalçaları da hemen h e m e n Ne var ki, omuzlar ve kolların şekil mükemmelliği, bu tezi
hiç yok gibiydi. Gövdelerinin alt kısmı, hiç kullanılmıyor- geçersiz kılıyordu. Ve bu heykellerin çoğunda da dört par­
muş gibi yağlıydı. Baldırlar belli belirsizdi ve şişkinlik he­ mak açık oluyor, başparmak ise sanki doğum sancısının
men ayaklardan başlıyordu. acılarını ifade etmek istercesine kalbi gösteriyordu. Ve bu
karınlar, normal ceninden daha yüklü bir şeyler mi taşı­
maktaydılar? Kadınların vücudu, fetüsün anormal ağırlığı
yüzünden mi öne doğru eğilmişti? Kalça ve dizlere etkide
bulanan dokusal değişiklik ve cenini çevreleyen özel bir
sıvı mıydı? Bu zavallı yaratıklar doğuma yakın, büyük bir
zorlukla pati pati yürüyen ördeklere mi dönüyorlardı?
Bu görüş açısından değerlendirme yapılacak olursa,
ana tanrıça da geçmişte devlerin mevcut bulunduğuna iliş­
kin önemli kanıtlardan bir tanesidir. Kebra Nagast'tan, fe-
tüsler aşırı büyüyünce kendi kendine yarılan karınları öğ­
reniyoruz. N i p p u r kökenli Sümer çivi yazılarından bir ta­
nesinde Hava tanrısı Enlil'in dünya çocuğu Ninlil'e tecavüz ,
Hamile ana tanrıçalar. ettiği anlatılır. Ninlil, bu günahkâr tanrıya şöyle yalvarır:

«...vajinam öylesine küçük ki, cinsel ilişkiden anla­


mıyor. Dudaklarım öylesine küçük ki, öpmekten an­
lamıyor...»

Enlil'in dünya dışı varlıklardan mı, yoksa onlardan


türeyen ilk nesilden mi olduğunu irdelemiyorum. F a k a t bu
Sümer metninden açıkça görülüyor ki, söz konusu erkek
gövdesinin uzuvları Ninlil adlı dünya kızınınkine kıyasla
aşırı derecede büyüktür.
Batıda yüzlerce yıldır esrarını koruyan bir başka konu
daha vardır ki, aralarında her şeyleri bilme iddiasında
profesörler de bulunan arkeologlar bile, bu konuda genel­
likle sessiz kalmaktadırlar. Malta'dan 2300 km. kuş uçuşu
mesafesinde, Fransa'nın Atlantik kıyılarındaki Bretanya'
sından söz ediyorum.
Buraya uğrayanlar, yalnızca b a l ' e sebze çeşitlerin-

Bir başka hamile ana tanrıça. 125

124
den yararlanmak isteyen, ağzının t a d m ı bilenler değildir. sıralı 1169 uzun taş mevcut olup, b u n l a r d a n 70 tanesi bir
Bretanya yüzlerce yıl, gezginci ressamların — b u g ü n onlara yarım daire şeklinde ayrılmaktadırlar ki, bu şeklin biraz
turist d i y o r u z — uğrak yeri olmuş ve bu cazibesi de bin­ daha değişiğine Kerlescan'da da rastlanmaktadır. 5 9 4 men-
lerce «menhir» (taş dikitler)den kaynaklanmıştır. hir'den 555 tanesi 13Tü ve 39'lu sıralar halinde daireler
Geçen sonbaharda Bretanya'da birkaç gün geçirdiğim oluşturmaktadır. Kerzehro'da 10'luk sıralarla 1129 taş,
şualarda, bir gece yarısı dolunay altında menhirlerin ara­ Lagatjat'ta ise üçlü sıralar halinde 140 taş vardır.
sında dolaşmaya çıktım. Bir başka yıldızda, ya da dünyanın Bu çizelge henüz tamamlanmamıştır, fakat bilinmeyen
en ilkel bir arazisinde sandım kendimi. bir geçmişe dayanan bu muazzam çalışma h a k k m d a yine
Menhir'ler veya Kelt dilinden çevirisi ile «uzun taş» de yeterli bir fikir vermektedir. Bretanya'daki menhirlerle
lar upuzun hayaletlere benzer gölgelerini düşürüyorlardı Malta'daki megalitik yapıların bir ortak özelliği vardır ki,
üzerime. Şekiller yığını bir dizi ışık oyunu gibi yansıyor­ her ikisi de son Buzul Devri'nden önce yapılmıştır. Ç ü n k ü
lardı. Gölgelerin arasından olmayan tablolar görüyordum. Malta'daki 'oluklar' Akdenize doğru yayılırken, Bretanya'
Bazen insan suratları, bazen kollarında çocuğu ile bjr anne. nın sütunları da Atlantik Okyanus'unun maviliklerine utan­
Derken arslanlar, kaplanlar, büyük sürüngenler ve örüm­ maktadır!
cekler. Ayışığmın bunaltıcı sessizliğinde çevremde dört dö­ Genellikle bir bölgenin yeriil ri arasında, o bölgenin
nüyorlardı. Tarih öncesinin canavarları, efsanevî yaratık­ olgularıyla ilgili birtakım açıklamalara rastlanmaktadır.
lar her an saldırıya geçebilecek bir uzaklıkta tetikte bekli­ Bu taşlarla ilgili sorular yönelttiğim Breton çiftçiler
yor; ben onlara yanaşacak olursam, anında yine tarih omuzlarını silkip yalnızca şu sözlerle yetindiler: «Personne
öncesinin taş yığınlarına dönüşüveriyorlardı. Geçmişe uza­ ne sait!» (Kim bilir?) Cehaletin kabulü, diğer bazı çev­
nan bir zaman yolculuğu yapıyordum. relerin ileri sürdükleri Hıristiyan efsanesinden (daha rasyo­
nel bir çağrışım yapıyor. Bu efsaneye göre M.S. Üçüncü
Yüzyılda bu civarlarda yaşayan St. Cornelius, R o m a lej-
Uzun Taşlar, hâlâ açıklanamamış bir düzen içerisinde yonerleri tarafından izlenir. Hz. İsa'nın yardımını ister ve
dururlar. Bunlar buraya sürüklenmiş ya da Buz Devrinden bu yardım sayesinde, büyükleri subaylar olmak kaydıyla,
arta kalmış değillerdir. bütün Romalı askerleri taşa çevirir. Böylece, askerî rüt­
Üçlü-on ikili sıraları ile bir a n d a taş kesilivermiş bir beler, menhirlerde bile muhafaza edilmiştir. Doğrusu ina­
orduyu andırırlar. Bu t a ş ' «asker» lerden en küçüğü yak­ nılmaz bir şey!
laşık bir metre boyundadır. Aralarındaki en büyük dev olan,
Plouarzel yakınlarındaki Kerloas Menhiri'nin boyu 12
metre olup, ağırlığı 150 tondur. Kesinkes en irileri ise Loc- İnanılması oldukça güç bir diğer yorum da bugünkü
mariaquer menhiri olup, bazı bölümleri parçalanmış ve, Bretanya'nın bir zamanlar Drüidlerin kutsal topraklan ol­
toprağa yatık haldedir. T a m a m ı sağlam ve dikik olarak dü­ masından kaynaklanır. Buraya kadar doğrudur ama, Kelt
şünülecek olursa, boyu 20 metreyi bulur, ağırlığı ise 350 halkının rahipleri olan Drüidlerin en etkin dönemi, Sezar
tonu aşar. zamanına, İsa'dan önceki son yüzyıla rastlar. Demek ki,
Kermario yakınlarında 100 metre genişliğinde ve Drüidler, tapınaklarını burada kurmuş olsalar bile, yalnız­
1.2 km. uzunluğundaki bir platform üzerinde, 10 sıra ha­ ca zaten kurulu bir kompleksi devralmaktan başkaca bir
linde tam 1029 adet menhir bulunmaktadır. Menec'te 11 marifetleri yoktur. Oldukça zeki ve tutumlu bir davra­
nış!

126 127
•"4

Bretanya'daki taşların bu düzeni hâlâ açıklanama­


mıştır.

T a r i h öncesinin pinekleyen Avrupası'ndaki ilkel kabi­


lelerin, tanrılarına anıtlar diken Mısır ve Babil'li doğulu
benzerleri gibi, tanrıları için bu taşları taşıyarak kondur­
dukları iddiası geçersizdir. Bu iddianın sahipleri anlamalı ve
de (bilmelidirler ki), megalitik taş devri, Mısır ve Babil
anıtlarının yükselmeye başladığı dönemlerden çok ama çok
gerilerde kalır. Son Buzul Devrine, tanrıların ve tanrı oğul­
larının zamanına kadar uzanır.
Bretanya'da karşımıza çıkıp bizi şaşırtan nesneler,
on bin yıl ve daha gerilerde burada olup bitenler hakkında
ancak m ü p h e m bir fikir vermektedir. İki büyük tahrip edi­
ci, doğa ve insan, çok iş görmüşlerdir bu bölgede.

Geçen yüzyılın ortalarında, Fransa'da, bu menlikle­


rin içinde altın saklı olduğuna ilişkin bir söylenti yayıldı.
Altın hırsının anlayışı yoktur. Kazma ve balyozlarıyla bir­
likte bir sürü altın arayıcı akın etti. Uzun taşlar ağır bir

128 tanrıların ayak izleri


129/9
altlarında mezara rastlamamışlardı. Oysa, yine F r a n s a ' d a kehânetler, bunca sıkıntıya katlanılmadan da elde edilebi­
sayıları 3 5 0 0 ' ü aşan dolmenlerde, mezarlar bulunmuştu. lir. Bunca emeğin, yalnızca bir ilkbahar anonsu için göze
Menhirlerin bir zamanlar damları var mıydı? Bre- alındığını öne sürmek gülünçtür. İlkbaharın gelgitleri, ayın
tanya devasa salonlarla mı kaplıydı? F a k a t taşların depde- durumuna göre ayda iki kez gerçekleşir. Mevsim değişiklik­
ğişik uzunluklanyla üst kısımlarında geçki ve delik bölüm­ leri hep belirli bir ritm izler. Eğer atalarım, bunca yüke böy­
lerinin olmayışı, bu teoriyi çürütmektedir. Ayrıca, menhir- lesine adi duyurular için katlandılarsa, onlara «budala»
Ier, birbirlerine ya çok yakın ya da gereğinden de uzak deme cüretini göstereceğim.
durmaktadırlar. Ayrıca aralarında gerekli bağlantıyı kura­
bilecek taş ya da ahşap materyal de mevcut değildir. Ve
son olarak denilebilir ki, menhirler, her ne kadar zarar
Bilimde aksiyom, kendiliğinden kanıtlanmış bir ger-
görseler de, binlerce yılı atlatabildiklerine göre, tavan ka­
eek ya da evrensel bir prensiptir. Kuramsal tahminler aksi­
lıntılarının da hiç değilse bir bölümünün günümüze kadar
yomlardan üretilebilirler. Bu yöntem ile kendi içerisinde
kalmış olmaklığı gerekmektedir ki, şimdilere kadar böyle tutarlı sistemler oluşturulabilir. Ben de, kendi kendime,
bir ize tesadüf edilebilmiş değildir. aksiyomlardan oluşan bir kuram geliştirme İzni veriyo­
rum:

Uzun zaman önce bir dostum vardı. Fıkra anlatmaya


bayılırdı, fakat d ö n ü p dolaştığı repertuarı son derece dardı. Birinci kuram: Bretanya'daki menhirler, bugünkü öl­
çülere sahip insanlar tarafından bir araya getirilme­
Normal selâm-sabahtan sonra klasik girizgâhla başlardı:
mişlerdir. Kanıt: Taşların niceliği ve ağırlığı.
«Bunu duymuş muydun?» D a h a önce en az yirmi kez
İkinci kuranı: Menhirler, son buzul devrinden önce
dinlemiş olduğum için hemen atılırdım: «Evet.» Breton
toplanmıştır. Kanıt: Taş Sütunlar Morbihan Körfe-
menhirleriyle ilgili yazıları da okurken, yine o takvim teo­
zi'nin derinliklerine uzanmaktadır.
risiyle karşılaşınca aynı duyguya kapılıyorum. D o s t u m u n
Üçüncü kuram: Kompleksler, zekîce plânlanmış ve
fıkralarına olduğu gibi, bu teoriye de gülüyorum artık.
inşa edilmiştir. Kanıt: Düzenlenmeleri rasgele değil­
Ve her ikisi de aklımda kalmıyor. dir.
Bu teori, Kelt rahipleriyle meslektaşlarının, taş devir­
lerinin koyun gibi uysal cemaatlerini işe salarak binlerce
kayayı toplayıp, belirli bir geometrik düzen içerisinde, göl- Bu üç aksiyom sayesinde yeni sorular yöneltebilir ve
geleriylc mevsimleri tayin ettikleri tezine bağlanıyor. Bri- birtakım hükümlere ulaşabiliriz. Buzul Devri'nin sonların­
tanyalı astronom Fred Hoyle, rahiplerin bu taş kompleksler da binlerce menhirden oluşan devasa kompleksleri taşıya­
cak güce ve kuş bakışına kimler sahipti?
vasıtasıyla halkı korkutmak ve baskı altında t u t m a k iste­
Devler!
diklerini düşünüyor. Peki ya bunca taşın buraya kadar sü­
rüklenmesi?!.. Rahipler, söz gelimi bir ay ya da güneş tu­ Devler tarih öncesinin zamanlarını anlatan gelenekler­
tulmasını haber vererek, kitleleri etkilemiş olabilirler. Taş­ de belgelenmiştir. Tarihlemeler onları son buzul devrinin
lar, ilkel bir gözlem merkezi izleniminivse hiç mi hiç uyan­ sonlarına yerleştiriyorsa, tesis edilmeleri için gerekli olan
dırmıyor. zihinsel yetenekle gücü de açıkianabilmelidir.
Bu takvim teorisine şu nedenle karşı çıkıyorum: Basii Bu devler hangi ırktan ve hangi köktendiler? Mitolo-

130
131
jik ve dinsel gelenekler, bunların tanrıların soyu olduk­
larını iddia etmektedir. belirli bir noktada kulaklıklardan, çok ç o k u z a k bir mesa­
Ve bir başka soru: Bu devler zekî mi, aptal mıydılar? feden gelirmişçesine birtakım sesler duyulur. Kendi rad­
Geride bıraktıkları eserler belirli bir zekâ-ürünüdür. Tabi­ yomuzu kendimiz yapmaya çalışan biz k ü ç ü k çocuklara ne
oldu?
atıyla, Bretanya'daki türden taş komplekslerin zekî amaç­
lara mı hizmet ettiği yoksa bir çeşit meşguliyetle tedavi mi
oldukları konusunda bir h ü k m e varmak gerekmektedir. Kuvars, titreşimleri aynen bir telsiz anteni gibi yaka­
Komplekslerin düzenli yerleştirilmesi, belirli bir plan lar ve spesifik bir noktada konsantre ederek tekrarlar. Sıkı
dahilinde hareket edildiğinin kanıtı olmaktadır. Ve plan bir araştırmadan sonra, yardımcı bir elektrik amplifikatör
kuran her varlık zekâ sahibidir. Aksiyomatik hükümler: olmaksızın, yayın yapan istasyonun frekansını belirlemiş
oluruz!
Zekî devler binlerce menhir'i kayalardan sökmüş, birta­
kım belirlenmiş mekânlara taşımış ve düzenli sıralar ha­ Kuvarsın özel niteliği, Kutzer'e şu soruyu sorduruyor:
linde dikmişlerdir. Menhirler belli bir yöntem ile şarj mı ediliyordu? Bizce
Nasıl bir hedefe ulaşmaya çalışıyoruz? malum olmayan bir enerjiyle harekete mi geçiyorlardı? Di­
ğer bir nesneyle birleşince titreşimler mi yaymaktaydılar?
Ya da bir başka evrenden titreşimler mi alıyorlardı? Ce­
Kulmbach'lı Alman Mühendis Rudolf Kutzer gözü- vapsız kalmaya m a h k û m sorular. F a k a t hiç değilse, bizim
pek bir spekülasyonda bulunmuştur. Kutzer'e göre, menhir- için gelecekte söz konusu olabilecek bir teknolojiye, dünya
ler kozmik enerji için bir amplifikatör oluşturacak dev bir dışı varlıkların geçmişte sahip olabileceklerini bilmiyor m u - .
sinyal anteni olarak düzenlenmiştir. yuz? Bilim, geçmişi bugünün mantığıyla kavramaya çalış­
Bu cüretli tezi doğrulayabilecek birtakım belirtiler tığı içindir ki, kimi zaman gülünç ve son derece uyumsuz
tablolar çıkmaktadır ortaya.
mevcut mudur?
Ne gariptir ki, telefon kabloları birçok ülkede hâlâ
Menhirler yapı olarak genellikle kuvars, bazen de de­
odundan direkler aracılığıyla yapılır ve o d u n u n da daya­
mir izleri ihtiva eden bir taştan yapılmışlardır. Kuvars,
nıksız bir malzeme olduğunu herkes bilmektedir. Çürür,
içinde kimyasal silis barındıran (SİOJ) dünyanın en sert ma­
hasar görür ve yüksek derecede yanıcıdır. Yine de bu tür
denlerinden biridir.
telefon direkleri nice ülkede yığınladır.
Kuvars konusunda cahil olan bir kişi, bu madenin ni­
teliğiyle ilgili olarak yeni model saatlerden referans alabi­
Arkeologlar, b u n d a n 5000 yıl sonrasında, faaliyette:
lir. Kristallerin elektrik^reaksiyonlarıyla ilgili olarak 1880'
Tepelerde ve ovalarda yerden çıkıntılar yapmış, orta­
lerde çeşitli araştırmalar yürüten Jacques ve Pierre Curie,
ları delik betonlar bulunuyor. Ve M.S. 2 0 0 0 i n sonlarma
belirli bir yöne itilen veya döndürülen kuvars kristallerinin
doğru yaşamış olan atalarının beton blok sıralarının önemli
üzerinde oluşan baskıyla meydana gelen piezo-eiektriğini
bir rol oynadığı bir çeşit dine mensup bulundukları kanı­
bulmuşlardır. Yalnızca bu minimum enerjinin kullanımıyla,
sını ediniyorlar. Yoksa ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya bu
saatler bir yıl hatta d a h a fazla işleyebilmektedir.
blokları neye taşımış olsunlar ki? Bir başka kuram ise bu
Kuvars kristaller, eski kutulardan radyo alıcıları tü­
açıklamaya karşı çıkarak büyük çaplı göçler için bir çeşit
rettiğimiz çocukluk günlerimizden yabancımız değildir. Ku­
kılavuz kerterizi görevi gördüklerini ileri sürüyor. Ölümsüz
varsın üzerine son derece ince bir iğne getirdiğimiz zaman,
takvim yaklaşımının da yeniden hortladığını söylemeye bil­
132 m e m gerek var mı.
133
Karşılarına çıkan tek engel, hiçbir kuramın açıklaya­
madığı tek sorun, hâlâ ortadan kalkmamış odun parçaları­
nın kalıntıları! Bazı bilim adamları betonlara meşaleler ta­
kıldığı konusunda ısrar ediyorlar. O d u n parçaları ateş al­
mayan cinsten bir çeşit sıvıya bulanmış. Bu kuram, henüz
bilimsel literatüre geçmeye fırsat bulamadan, eleştirmenler
devreye giriyor ve ateşle haberleşmek için kullanılma ku­
ramının saçmalığından söz ediyorlar. G e n ç bir arkeolog, te­
lefon direklerinin söz konusu olabileceğini fısıldayınca bir
protesto gürültüsüdür kopuyor. İki binli yılların sonunda,
insanlar oldukça zekîydiler ve şaşırtıcı bir teknolojiye sa­
hiptiler. Birincisi, radyo kullanılıyordu, ikincisiyse, diğer
buluşlar aksini kanıtladığı için, asla o d u n d a n telefon direk­
leri söz konusu olamazdı, birçok m a d e n bu işi görmekteydi.
İşte, M.S. 7000'lerde, yeryüzündeki beton temellerin 2 0 0 0
yılında telefon direklerine yuva vazifesi görmediğini kesin
olarak böyle kanıtlayacaklar.
Bizim mantığımız daha mı sağlamdır?
Bu satırları yazarken bile, eleştirmenlerimi öfkeyle ku­
lağıma fısıldarlarken duyar gibi oluyorum: «Taş Devri'nin
devlerinin dev bir anten oluşturmak için taşlar topladığını
mı söylüyorsun? Devler, senin devlerin, eğer bir antenin
nasıl çalıştığı konusunda en küçük bir fikirleri varsa, her­
halde uzun taşlar yerine bir başka m a d e n kullanırlar!»
Bu mantıktaki mantığa ne dersiniz?
Kikloplar Projesinde olduğu gibi bir antenler ormanı
kuracak olsak, tabii ki m a d e n kullanırdık. N A S A Araştır­
ma Merkezi'nin programları arasında, her biri 100'er met­
reden oluşan ve 1500 yönelici antenden meydana gelen
bir sahanın teşkil edilmesi de vardır. Ve bu dev antenler
binlerce beton yuvaya oturtulacaktır. Ne var ki, binlerce
yıllık bir zaman aşımı karşısında, Kiklopların antenleri de
paslanır, atomlarına ayrılır, yağmurla yıkanır, rüzgârla
savrulur. Geriye ne kalır? Geometrik bir biçimde sıralan­
mış binlerce beton yuva. Kendisi de sağlam yapılı olan
toprak, onları korozyondan koruyacaktır.
NASA'nın Kikloplar projesi ile hiçbir fark yok mu?
ikisi de antenler ormanı mı? Belki de gelecek nesillerin teknologları, buradan yayın

134 135
yapan ve uzaydan alınan ve de metal anten kullanmayan çizikler bir çeşit süsleme sanatı olarak kabul edilmekte­
özel bir sistem geliştirecekler. Belki de, titreşimler yayan dir. Toprağın altında, hiç kimsenin göremeyeceği yerde
kuvarstan bir dağ dikecek ve onu anten yerine kullana­ bir süsleme sanatı!
caklar. Kim bilebilir ki? Bu menhir kompleksleri diken Acaba, toprağın altında kalan bu oyuklarda, menhir­
Tanrıların oğullarından meydana gelen nesil, böyle bir sü­ lerin birbirlerine bağlandıkları metal parçalar mı yer alı­
reçten haberdar mıydı? Kuvars yardımı ile piezoelektrik yordu? Mühendis Kutzer'in kuramına göre, böyle bir an­
kullanımında böylesine ileri miydiler? tenler ormanınırr çalışabilmesi için, bu tür bağlantılara
Kim bilir? ihtiyaç vardır. Kuvars yüklü menhirler, elektrik etkisi ola­
Spekülasyonlarım gözüpek, aksiyomlarım arasındaki bilmesi için, yoğunlaşma gerekir. Bu biçim bir dekorasyo­
ilinti ise henüz tam oturmuş değildir. Herkes bu entelektüel nun yalnızca toprağın altında kalan bölümlerde ortaya çı­
ılımlılığa sahip olsaydı da Bilge Sokrat'ın «Bildiğim bir tek kışı, menhirlerin üst taraftan bağlantı halinde olmadıkları­
şey var ki, o da hiçbir şey bilmediğim» sözlerine övgü ile nı da göstermektedir. Bugün geriye yalnızca oyuklar kal­
katılsaydı, şüphesiz en ideali olurdu. Menhirlerin anlamı mıştır. Bakır ya da bir başka m a d e n d e n iz yoktur. Yok diye
ve amacına ilişkin bütün varsayımlar modası geçmiş ve antenler kuramını çöp sepetine mi atmalıyız?
mantıksızken, ortaya hem geçmişi h e m de geleceği kap­ Paratoneri düşünün. Toprağın altında kalan kısım,
sayan yeni yeni yönlendirici fikirler atmanın hiç kimseye üstteki kısma kıyasla çok daha çabuk aşınır. Oysa eleman
bir zararı dokunmaz. saldırısına ilk karşı duran yukarı kısımdır. Öyleyse top­
rağın altındaki metal bölümün tahrip görmesi nedendir?
Bazen en küçük ayrıntılar bile önemli çağrışımların
Asit eriyikle birleştirilen iki farklı maden, hep bir-?
kapısını aralar.
likte galvanik bir eleman oluştururlar. H e r galvanik (elek­
H e m e n bütün menhirler tepeden aşağıya doğru in­
trik) elemanda, öylesine bir iyo trafiği ortaya çıkar ki, b i r
celmektedir. Yapıcıların, toprağa gömmeden önce, uzun
dizi elektrolitik ve elektrokimyasal süreçler sonucunda, ana
taşları tek tek yonttuklarını düşünebiliriz. İki noktada tu­
metal yavaş yavaş ayrışır. Asit eriyikte birleşen değerli
tarsızlık görüyorum.
m a d e n ile baz m a d e n arasındaki ayrılık ne denli büyükse,
Bu ağır taşlar, tersine, aşağıdan yukarıya doğru incel­ bu ikincinin tahrip görme oranı o denli yükselir.
tilmiş olsalar, çok daha dengeli bir biçimde toprağa otur­ Magnezyum (Mg), alüminyum (Al), manganez (Mn),
muş olurlardı. H e r inşaat uzmanı bu görüşü doğrulayacak­ çinko (Zn), k r o m (Cr), demir (Fe), nikel (Ni), kalay
tır. Taban düzlemi artı temel taban taşı artı ölü bir ağırlık, (Sn), kurşun (Pb), bakır (Cu) ve gümüş (Ag) asit eriyik
stabilizasyonu sağlar. Bu nedenledir ki, bugün beton temel içerisinde, ana madeni tahrip edici madenler grubuna gi­
ve destekli yüksek binalar yapabilmekteyiz. Piramitler, rerler. Bu temel madenler için bir 'eksi', değerli madenler
yukarı doğru daralmakta ve en geniş bölümleri, toprakla için de 'artı' işareti koyacak olursak, ortaya şöyle bir görü­
temas eden alanda olmaktadır. Başka türlü olsaydı, mut­ n ü m çıkmaktadır:
laka bir yana eğim verirlerdi. N o r m a l menhir de piramit — Mg, Al, M n , Zn, Cr, F e , Ni, Sn, P b , Cu, Ag, +
gibidir. Oysa, yukarıdan itibaren aşağıya doğru incelirse, Metaller ve asit eriyik, galvanik bir alan oluşturur­
zemine temas ettiği alan azalır ve stabilizasyonu düşer. lar, iyonik bir akım meydana gelir ve içinde madenler çözü­
Breton menhirlerinin bir diğer esprisi de, yüzeyin altın­ lür. Toprak altındaki madenler arasında asit eriyik a r a m a
da kalan bölümlerinin oyuk oyuk oluşudur. Bu oyuk ve konusuna gelince, yağmur suyu, bir çeşit hafif asittir.

136 137
Bir elektrod betona, bir diğer elektrod da toprağa yer- yabilecek ölçülerde değildir. Rostudel ile C a p de la Chèv­
leştirilse bile, kemirici bir akım ortaya çıkar. Betondaki re arasında uzanan bağımsız dolmenler ise, devler için yapıl­
demir, katod; topraktaki ise anotj olur. Uzun vâdede, anod mış bir mobilyayı andırmaktadır gerçekten de. Belki onlar
bozulur, çözülür ve iyonlara ayrılır... Bu tür bozulan akım­ da toprağın altındaydılar ve de yüzyılların aşındırması ile
larla ilgili m o d e r n ölçümlemelerde, belirli bir z a m a n zar­ gün ışığına çıktılar. Bilemiyoruz. F a k a t şu kadarını söyle­
fında kaç gram madenin kaybolacağı bile hesaplanabilmek- yebiliriz ki, zamanında, menhir sütunlar Taş Devri için
tedir.P) teknik amaçlara yönelik olarak kullanıldıysalar, dolmenler
Mantıksal sonuç; zengin kuvars muhtevalı menhirler de bu sistemden kaynaklanmış olmalıdırlar. Belki bu dol­
birbirleriyle madeni bir bağlantı ile bağlı idiyseler, yeraltın­ menlerin altında bir şey gizlenmişti ya da çevreyi bir şey­
daki madenî kısmın binlerce yıllık süre içinde çoktan çö­ den korumaktaydılar.
zülüp gitmiş olacağıdır. Çünkü, megalitler katod etkisi yap­
maktadırlar. Ayrıca, bu tür yan akımların bir monolitten
ötekine yalnızca doğru bir hat üzerinde değil, daireler ha­ Çok çok önce bir zamanda, günlerden bir gün, bilin­
linde de gidebileceğini gözönünde tutmalıdır. Menhir blok- meyen bir nedenden ötürü (bu, benim hipotezim değildir!)
lanma yakın tek bir güçlü katodun, binlerce yıllık süre megalitlcrin yapımcıları ve inşaatçıları ortadan kayboldular
içinde madenleri eritebilmiş olması gerekir. veya öldüler. Kendilerinden sonra gelecek nesillere şaşırtı­
cı bir bilmece armağan ettiler. Bugün bile, binlerce yıl
önce nelerin olup bitmiş olduğunu kestiremiyoruz. Acaba,
Menhir komplekslerinin teknik bir amacı olabileceğine sakladıkları gizleri yarın birgün ifşa edecekler mi?
ilişkin spekülasyon dolmenlerden de pek uzak tutulamaz.
Kelt dilinden çevrilecek olursa, 'dol' masa, ' m e n ' taş,
yani taş masa anlamına gelmektedir.
Bu taş masaların çok çeşidi vardır: Bazen iki hantal
megalit, dev bir taş dilime destek olmakta; kimi zaman
küçük megalitler üzerinde değişik dilimlere; on adet geniş
tabakadan oluşan koridorlara, sunî olarak üstü örtülerek
mezar haline getirilmiş dolmenlere de rastlamaktayız.
Aynen menhirler gibi, dolmenlerin de amaç ve taşı­
dıkları espri çözülememiş; birçok dolmenin altında, Taş
Devri'yle ilgileri olmayan mezar ve iskeletler bulunmuştur.
T u n ç Devri'nde, Bretanya'nın daha sonraki sakinleri, ha-
- zır buldukları dolmenleri, son uykuları için oldukça uygun
köşeler olarak görmüş olacaklar. Bölgedeki çiftçilere so­
racak olursanız, dolmenlerin devlerin masaları olduğu kar­
şılığını vereceklerdir. Bu cevaplar, yeni bir tutarsızlığı gün­
d e m e getirmektedir: Devler için çok alçak, cüceler içinse
uygun olabilecek dolmen koridorları, k a i m dilimleri taşı-

138 139
ülkelerin b u l u n m a s ı , k o l o n i z e e d i l m e s i v e s ö m ü ­
RESMİ KAYITLARDAN r ü l m e s i n e paralel geri d ö n ü l m e z bir s ü r e ç izleye­
cektir.»

Amerikalı uzay yolculuğu uzmanı J a m e s O b e r g , Shklovski'nin, insanlığın t ü m gezegen sistemini


15 yıl i ç i n d e uzayda sürekli S o v y e t kolonileri ile karşı kolonileştirdikten sonra Samanyolu'nun diğer alanları­
karşıya g e l e c e ğ i m i z d e n e m i n d i r . Aileler bu y ö r ü n g e s e l na yöneleceği konusunda da zerrece şüphesi yoktur:
uydu k e n t l e r d e y e r y ü z ü n d e k i n d e n p e k de farklı o l m a ­
yan bîr h a y a t s ü r e c e k l e r d i r . O b e r g ' e g ö r e , A v r u p a ' d a n « M a t e m a t i k olarak e v r e n s e l bir d e n g e y i h e d e f l e ­
A m e r i k a ' y a ayak b a s a n ilk g ö ç m e n l e r , g e l e c e ğ i n uzay yen sınırlı b ü y ü m e stratejilerinin d ü n y a krizlerini
s a k i n l e r i n e kıyasla çok d a h a ileri bir akıncı r u h u n a ih­ ö n l e y e m e y e c e ğ i k a n ı t l a n d ı k t a n s o n r a , insanlığın
tiyaç göstermişlerdir. s o r u n l a r ı n a uzun vadeli ç ö z ü m l e r i yalnızca uzayın
J a m e s O b e r g , deli bir hayalci değildir. Havacılık kolonileştirilmesî s e ç e n e ğ i s a ğ l a y a b i l e c e k t i r . »
ve Uzay Yolculuğu E n s t i t ü s ü ' n ü n S o v y e t uzay y o l c u ­
lukları k o n u s u n d a k i uzmanıdır ve şu k e h â n e t t e bulun­
maktadır:

« G ü v e r t e l e r i n d e erkekler ve k a d ı n l a r t a ş ı y a n uzay
gemileri yeryüzünün y ö r ü n g e s i n d e o k a d a r çok k e z
t u r a t a c a k l a r ki, b u i n s a n l a r k e n d i l e r i n e b u l u n d u k ­
ları m e k â n ı n sürekli sakinleri gözüyle b a k a c a k l a r
ve geri d ö n ü ş için arzu g ö s t e r m e y e c e k l e r d i r . »

D ü n y a c a ünlü Rus a s t r o n o m Yosef Sbklovski bun­


d a n bir a d ı m d a h a ö t e y e g i d e r e k , ö n ü m ü z d e k i 2 5 0 yıl
i ç e r i s i n d e uzayda y a p a y biyosferlerin g e r ç e k l e ş t i r i l e ­
rek yaklaşık 1 0 milyar insanın y a ş a m a s ı n a uygun bir
hal a l a c a ğ ı n ı ileri s ü r m e k t e d i r . Shklovski de fanatik fi­
lan d e ğ i l d i r . M o s k o v a S t e r n b e r g E n s t i t ü s ü R a d y o a s t r o -
rtomi D e p a r t m a n ı m ü d ü r ü ve Bilimler A k a d e m i s i ' n i n
ağırlıklı bir ü y e s i d i r . Bu ü s t ü n nitelikli bilim a d a m ı n a
g ö r e , uzay kolonilerinin y a p ı m ı n d a ay, a s t e r o i d l e r v e
diğer g e z e g e n l e r d e n a l ı n a n h a m m a d d e l e r k u l l a n ı l a c a k ­
tır. Shklovski ş ö y l e d e m e k t e d i r :

«Uzayda y a p a y d ü n y a l a r ı n k u r u l m a s ı kaçınılmaz­
dır. Ve insanın uzaya a ç ı l m a s ı b a ş l a m ı ş t ı r . Bu
a ç ı l m a büyük keşifler d e v r i n d e o l d u ğ u gibi, y e n i
141
140
DÖRT

TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR

Takvimden, dünkü tarihi taşıyan, 7 Aralığın sayfasını


yırtarken, o günle ilgili olarak yazılmış şu ibareyi o k u d u m :
«Ütopyalara ihtiyacımız var. Ütopyalar olmaksızın
dünya değişemezdi.»
Cümle, bundan üç yıl ve de bir gün önce ölmüş bu­
lunan Amerikalı yazar Thornton Wilder'e aittir.
Bugünün vecizesi de Johann Wolfgang Goethe'den
alınmış:
«Her akıllıca şey daha önce düşünülmüştür; biz onu
bir kez daha düşünmeye çalışacağız.»
Takvimcinin biri benden de bir özdeyiş talebinde
bulunsa idi, altı çizilerek şöylece yazılmasını isterdim:
«Tarih tekerrürden ibarettir.»
Söz konusu olan gün, hangisi olursa olsun, daima,
doğru çıkmıştır.

G a m d a , Hint Mitolojisindeki tüm kuşların prensidir.


Çok yönlü bir kuştur bu, eğer deyim yerindeyse. Kartal
kanalları ve gagasına sahiptir, fakat gövdesi insan gövde
sidir. Oldukça da güçlü olmalıdır, çünkü tanrı Vişnu'nım
ever vurduğu hayvandır.
Bu kuşa olağanüstü birtakım hasletler atfedilir. Son
derece zeki ve. başına buyruktur. Kendi hesabına savaşlara
girer ve zaferler kazanır. Âna ve babasının isimleri bile
bilinmektedir. Kasyuta ve Vinata'dır a d l a n . G a r u d a ' n ı n

İ43
Suratı beyaz, gövdesi kırmızı, kanatları ise altındır.
Ornitoloji kitabında bayağı iyi bir köşe işgal etmesi işten
değildir y a . . . bu kitaba nasıl sokulsun!
Ç ü n k ü G a m d a kanatlarını açınca, yeryüzü sallanır.
Uzaya doğru yolculuklarına başlayınca da böyle olur.
Ve ekleyelim. Bir tek fobisi vardır, o da yılanlardır.
Fakat bu fobisinin, sağlam bir nedeni de yok değildir.

Anası Vinata, bir iddiayı kaybetmiş ve bunun üze­


rine yılanlar tarafından tutsak edilmiştir. Yılanlar, oğ­
lunun, tanrılara ölümsüzlük sağlayan madde olan nektar­
dan bir k a p getirmesi halinde, anneyi salıvereceklerine söz
vermişlerdir. Cesur evlât elinden geleni yapmaya çalışır.
Ne var ki, nektar yalnızca kutsal bir dağda bulunmakta­
dır. Ve bu dağ da ateşten bir gölün ortasındadır. Garuda,
bu zorlu belâdan sıyrılacak zekâya sahiptir. Mitolojinin
Bali Adalarından bir Garuda işçiliği
aktarımına göre, kırmızı gövdesini, komşu ırmaklardan
alabileceği kadar suyla doldurur ve alevlere karşı koyar,
tanrıların dağına ulaşır. Dağ, ağızlarından ateş püskürten Sonbaharda ben de G a r u d a ile uçtum. Bali'den Sin­
yılanlarla kaynamaktadır ve bu yaratıklar inmesine engel gapur'a kadar. G a r u d a Endonezya Havayollarının adıdır.
olurlar. G a r u d a ' n m bir parlak fikir daha gelir aklına. Sis Endonezyalıların bu efsânevî kuşun olağanüstü özellikle­
rinden, haberdar olduklarını ve G a r u d a ' n m hava yollarının
dumanları gönderir ve yılanların kendisini görmelerini en­
ismini yücelteceğini umduklarını anlattılar.
geller. «Kutsal Yumurtalar» fırlatır ve yılanları bin par­
çaya böler. Kendine fazlaca yaklaşan yılanların dillerini Mitolojik kuşun dosyasına bu özel nitelikleri kaydede­
ayırmıştır. bilirim:
— Zekîce sevk ve idare olunursa, Garuda uçabil­
mektedir.
Bu garip kuş, annesini kurtardıktan sonra, aya doğru — G a r u d a su depolayabilmektedir.
yola çıkar. F a k a t ay, yabancı birtakım tanrıların egemenliği — G a r u d a ateşleri söndürebilmektedir.
altındadır ve bu tanrılar Garuda'yı istemezler. Ve savaş — Garuda, ateş püskürten yılanların (lazer t o p l a n
çıkar. Garuda'ya tanrıların silahlan işlememektedir. Ay mı?) çevresine d u m a n d a n bir perdeleme göndermektedir.
tanrıları bu durumu farkedince, bir anlaşma teklif ederler. — G a r u d a kutsal yumurtalar serperek tahrip edici ol­
G a r u d a ölümsüz olacak ve üstün gücüyle en üst tanrı olan maktadır (bombalar mı?)
Vişnu'ya koşum hayvanı olarak hizmet edecektir. Ve bun­ — G a r u d a atmosferin içinde ve dışında uçabilmekte­
dir (aya).
d a n böyle, «cezalandırıcı tanrı» Vişnu, bütün mitlerde
G a r u d a ' n m üzerinde uçar. — Garuda, bilinmedik, fakat son derece güçlü bir­
takım silahlara karşı bana mısın dememektedir.

144
tanrıların ayak izleri 145/10
Çok garip. Bir zamanlar, İ n d r a ' n ı n başı çektiği tanrılar, bir başka
Babilli Etana'yı uzaya taşıyan kuş da, kartal olarak Hintli tanrılar grubu olan Asura'larm saldırısına uğramış­
tasvir edilir. Aya iniş yapan ilk insanlı uzay gemisinin adı lardı. Zor d u r u m d a kalan İndra, sopası Vadşıra'yı d ü ş m a ­
da «kartal» dı. nın üzerine savurdu ve Şiva'ya yardım etmesi için d u a
Tarih tekerrür mü? etti. İ n d r a ' n ı n grubuna yardım ihsan etmeye k a r a r vermiş
olan Şiva bu isteği geri çevirmedi. Ve İ n d r a grubuna, Asu-
r a l a n bir tek ateşli ok ile yenebileceklerini söyledi. Ne var
Şiva kimdi? ki, İndra ve diğer tanrılar kendi güçlerini kullanabilecek
Şiva nedir? bir d u r u m d a değildiler. B u n u n üzerine Şiva, güçlerinin
Bu her iki sorunun cevabı da gizem dolu bir geçmişe yarısını kendisine vermelerini önerdi. Bu öneriye uydular
ve Şiva Asura'ları alevle altetti. F a k a t ö d ü n ç aldığı gücü
açılmaktadır.
iade etmedi ve bütün tanrılar arasında en güçlüsü oldu.
Şiva, belli başlı tanrılardan biriydi ve ayrıntılı olarak
H i n t Veda'larında tanımlanmıştı. Sürekli mekânı Hima- Şiva'nın cephaneliği arasında bir de Pinaka, üç çatallı
bir mızrak vardı ki, ateş saçıyordu. Ayrıca bir kılıç, bir
layalarda Kailasa Dağı'nm tepesindeydi. Sanskritçe'de
yay, üç tane de yılana sahipti. Bunlar, kangal şeklinde göv­
«müşfik olan», «dost olan» anlamına gelmektedir. Bu ni­
desini sarıyor ve yaralanabilir noktalarını koruyorlardı. Bu
telikleri d a h a ağır basıcı olmalıdır ki, aynı zamanda yıkıcı
noktaiar baş, omuzlar ve belindeydi. Belinin özel bir ilgiye
bir tanrı olmasına rağmen, inayeti ve lütfedici yanı büyük
ihtiyaç gösterdiği açıktı, çünkü yeni hayatın yaratıcısı, ya­
saygı görürdü.
ratıcı olarak, yaratıcı güç fallus, sembolünü oluşturuyordu.
Oldukça esrarengiz ve de tekin olmayan bir tanrı gibi
Üretici ve yok edici özellikler arasında gidip gelen
gözüküyor olmalıydı Şiva. Birçok resim veya heykellerde
Şiva, zevk ve sefayla keder dansını severdi. Evrenin ölüm­
ya çıplak ya da ceset külleri ile sıvanmış pis bir beden
süzlük hareketiydi bu dans. Şiva, bu kozmik gerçek dansını
ve kıvrım kıvrım, taranmamış saçlarla tasvir olunurdu.
oynarken, başının çevresinde bir ışık hâlesi belirirdi ve
Hepsine ilâveten Şiva'nın beş t a n e suratı, d ö r t kolu ve
çevresi birtakım hayalete benzer şekillerle sarılırdı.
üç adet de gözü vardı!
Evrenin efendisi Şiva b ü t ü n b u n l a r a ve daha da faz­
Ü ç ü n c ü gözü alnının ortasındaydı. Veda'larm ifadesi­
lasına muktedirdi. Bütün bu nitelikleri not etmeli, fakat
ne göre bu gözüyle hem görür h e m de yok ederdi. D ü ş ­
aşağıdaki satırları da okumalıyız.
manına sert bir edayla baktığı zaman, bir ateş dalgası çı­
kardı bu tehlikeli üçüncü gözden.
Bu kadarla da bitmiyor. Mavi diliyle mavi boğazının Şiva nedir?
da bir hikâyesi var. Yılan tanrıları suyu zehirleyince, Şiva,
Dünyanın en güçlü lazer topudur.
karısı Parvati ile birlikte, ağzı vasıtasıyla, bu içilmez suyu
Vatanı, San Francisco'nun banliyölerinden Livermor'
filtre etmişti ve o günden beri diliyle boğazı maviydi.
dur. Şiva'nın fiyatı selefinden oldukça yüksektir ve otuz
Şiva yenilgi nedir bilmezdi, ve kendisine duayla niyaz milyon Amerikan dolarıyla ölçülmektedir! Saniyenin mil­
edilirse, son derece iyilikçi ve yumuşak huylu olurdu. y a r d a biri k a d a r bir zaman diliminde, Şiva, kum tajıesi
büyüklüğündeki bir hedefe yirmi lazer ışını sıkıvermçkte-
dir. Enerji çıkışı 26 milyon megavatlıktır. Bir karşılaştırma

146 147
yapmak gerekirse, sürekli çalışan normal bir nükleer reak­
tör, yalnızca bin megavatlık bir üretimde bulunmaktadır. talus, kendi adıyla anılan ünlü işkenceye m a r u z bırakıldı.
Aynen mitolojik Şiva gibi modern Şiva da h e m tahrip Çenesine kadar berrak suya gömüldü, fakat içmeye kalkın­
edici h e m de kurtarıcı olabilir. Bizim Şiva'mız hidrojen ca bu sular çekildi; suların bitim yerinde ağızlara lâyık
bombalarını ayrıştırabileceği gibi, patlatabilir de. G ü n ü n meyvelere doğru her. uzanışında, meyveler kayıp gitti ve
birinde «Bizim Şiva'mız», bir atışta, helium yoluyla hid­ kafasının üzerinde asılı duran bir k a y a parçası her an dü­
rojeni eriterek, enerji problemimizi çözümleyebilecektir. zerek onu parça parça etmeye hazır bekledi. Bu üç işkence,
Hidrojen-helium çözücü reaktörü enerji konusunda uz­ yâni susuzluk, açlık ve ölüm korkusuyla, Tantalus, t a n n -
manlaşan bütün fizikçilerin ortak düşüdür. îarın sırlarını açığa vurmanın cezasını ödedi.
Livermore'da neler olup bitmektedir? • M o d e r n Tantalus, bir kez daha, bu defa m o d e r n bilim
Şiva'nın lazer ışınları mikroskobik ölçüde küçük bir yoluyla kendisine verilen sırları ifşa etmenin eşiğindedir.
cam küreye kenetlenmektedir. Bu minik kürede deuterium Wisconsin Üniversitesi'ndeki bilim adamları, son derece
ve tritium'un gaz halinde karışımı, helium izotopları vardır. karmaşık bir makineye Tantalus adını vermişlerdir. Söz
Bu karışım lazer ışınları ile karşılaşınca çözülmekte ve mil­ konusu makine, elektronları ışık hızına eriştirmektedir. Bu
yonlarca derecede bir ısı meydana gelmektedir. Bu deneyin hıza erişen partiküllere sychrotron radyasyonu adı veril-
amacı şudur: Böylesine yüksek ısılarda hidrojen atomları mejcte ve mavi bir ışık yayan bu partiküller, X- ışınlarından
heliuma karışmaktadır. Bilim adamlarına göre b u n d a n son­ çok daha güçlü bir radyasyon saçmaktadır. Ve bu radyas­
rası basittir. Aynen reaktörlerde olduğu gibi serbest kalan yon molekül ve atomların içine nüfuz etmektedir.
enerji, türbinleri döndüren istime dönüştürülecektir. İşte bu y ö n t e m sayesinde evren en büyük surlarından
Tarih tekerrürdür. birini açığa vuracaktır. Bundan önce insan gözüne kapalı
bulunan atomik dünya, gözle görünür hâle gelecek ve
eşyanın strüktürü, atomik elemanlarına ayrılacaktır. Tanta­
Tantalus, Zeus'un oğluydu ve bir haindi! Bir tanrı lus adlı makine, b ü t ü n sırları ortaya dökmek için k o l l a n sı­
oğlu ve Frigya Kralı olarak, tanrıların masasında yemek vamaktadır. Böylece eşyanın strüktürünü ve ona kendi
yeme ve onların sohbetlerine kulak verme ayrıcalığına sa­ ellerimizle de şekil verebilmeyi öğreneceğiz. Tanrıların
hipti. Yücelerin sırdaşlığına lâyık olmak yerine, ölümsüz­ omuzlarından bakacağız.
lerin sırlarını dünyalı dostlarına açmak yolunu seçti. İtibarı Eski bir hikâye kendi kendini tekrarlıyor kısacası.
arttı da arttı. İnsanlar ona kendilerinden çok d a h a fazla
şeyler bilen, olayların ve nesnelerin önünden giden seçkin
bir kişi gözü ile bakmaya başladılar. Kozmik sırların bekçileri daima bir hazineyi elden çı­
Tantalus, taunların o n u r u n a bir şölen verdi ve onların karmak zorunda kalmışlardır. Tantalus adlı makineyse şim­
her şeyi bilip bilmediklerini sınamayı diledi. Oğlu Pelops'u dilik üstünlüğünü korumaktadır.
öldürerek m a s a d a servis ettirdi. Tanrılar, yemeğe ellerini Arabistan Geceleri masallarında pırıldayan s bir başka
bile sürmeden bu sefilce günahını anladılar ve Pelops'u ye­ nesne de, bir zamanların ünlü Alaaddin'in Lambası'dır.
niden hayata döndürdüler. B a b a Tantalus ise, k o r k u n ç iş­ Avrupa, Asya ve Afrika'da son derece popüler olan bu
kenceler göreceği yeraltı dünyası Hades'te ebediyen kalma masalda, Alaaddin bir sihirbazın emri üzerine harika lam­
cezası gördü. Ve orada, o ıslak ve karanlık âlemde, T a n - ' bayı geri getirmek üzere bir yeraltı mağarasına iner. L a m ­
bayı bir sıvazlayanın bütün arzulan yerine gelmektedir.
148
149
L â m b a n ı n marifetinin farkına varan Alaaddin, geri ver­ sırlılar Güneş Tanrısı Re'yi (veya R a ) sayarlardı. R a , yara­
mekten kaçınır, her dilediğine kavuşur, bir prensesle ev­ tıcı olarak tanıtılan başka ilahların ismi olarak da kul­
lenerek ö m r ü n ü n sonuna k a d a r mutlu bir ömür sürer. lanılmıştır. A m o n Ra b u n a bir örnektir. D ö r d ü n c ü Fira­
Alaaddin de, bugün adını taşıyan bir aygıtın büyük- vun H a n e d a n ı Kefren ile başlamak üzere, krallar bile ken­
babasıdır. Alaaddin büyük harcamalar yapılarak Brookha- dilerine «Ra'nın Oğulları» sanını uygun görmüşlerdir. T ü m
ven Ulusal Laboratuarı'nda imal edilmiştir. büyük kentlerde güneş tapmakları kurulmuştur. Güneşi yü­
Alaaddin'in yaydığı ışınlar, Wisconsin'deki Tantalus' celtme, İnka dininin de tipik motiflerinden biri idi. İ n k a
tan yüz kat daha güçlüdür. Yeni harika lamba da, parti- Hükümdarları, soy kökenlerini güneş tanrısı İnti'ye bağla­
küllerin sırrını çözmeye yöneliktir. Bilim adamları, bu sa­ yarak, kendilerini «Güneşin Oğulları» olarak adlandırmış­
yede, eşyayı atomlarına ayırabilme; bir başka m e k â n a nak­ lardır. Eski Yunanlılar, R o d o s ' t a o n u r u n a büyük mabetler
lederek orada yeniden bhieştirebilmeyi ummaktadırlar. kurarak, güneş tanrısı Helios'un gönlünü hoş ederlerdi. R o ­
Alaaddin, hayâl ettiği sarayları hiçten meydana getirmeyi malılar ise d a h a bir sadeliğe kaçarak, tanrılarına güneşin
başarıyordu. Yakın gelecekteki halefleri de Brookhaven' Latince karşılığı olan ismi vermişlerdir: Sol.
de aynı işi gerçekleştirecekler. Güneş dinlerinin ana motifi, hayatı devam ettirici ve
Bu yolda ilk adımlar atılmıştır. yaratıcı güç olan güneşin tâ kendisidir. Işık ve sıcaklık ver­
Uzak bir gelecekte, eşyaları, geleneksel yöntem ve miş; insan, hayvan ve bitkilerin büyümelerini sağlamıştır.
nakliye tarzının dışında kalan bir biçimde hareket ettirebil­ İnsanlar, güneş olmaksızın hiçbir nesnenin varlığını sür­
mek m ü m k ü n olacak. Uçaklar, gemiler, trenler h u r d a yığını düremeyeceğini gayet iyi kavramışlardır. Anlamışlardır ki,
hâline gelecekler. TV'nin bilim-kurgu dizisi U z a y Yolu, güneşsiz bir dünyayı buzlar kaplayacak ve bütün hayat tür­
günün birinde gerçekleşecek olanların kehânetinde bulunu­ leri son bulacaktır.
yor. Filmciler, mürettebatı ışınlama yoluyla gezegenlere M.S. 1979 yılında, tüm dünyayı kapsayacak yeni bir
indiriyorlar. güneş dininin eşiğinde bulunuyoruz. Güneş bir kez d a h a ta­
T a n t a l u s ' u n araştırmaları sona erdiğinde, bu aşama­ pmaklarda kutsanacak ve bizi afsununa cezbederek umutlar
ya ulaşılmış olunacağı ümit ediliyor. Bir televizyon kame­ vadedecek. D ü n y a n ı n hemen her köşesinde, güneş enerjisi,
rası, görüntüleri naklederek, istenilen boyutlara indirerek haksız yere çamur atılıp duran atom enerjisinin yerine
beyaz cama yansıtabiliyor. Güçlü ışınlar da, her cinsten ci­ geçecek.
simleri ayrıştırarak molekül ve atomlarını istenilen bir İlk «Güneş Tapmağı», on yıldan bu yana Fransız Pi-
başka m e k â n a taşıyabilecek t a m a m ! Ve orada orijinal renelerindeki Odeille köyü yakınlarında çalışmalarını sür­
modele göre, gözle görünürden çok daha büyük bir hızla dürmektedir. Güneşli ve açık havalarda 3000 santigrada
yeniden bir araya gelecekler. Alaaddin'in Harika Lamba- k a d a r yükselebilen bir ısı üretmektedir. Boeing, McDonnell
sı'ndaki radyasyon önceden haber verilen bir şeyi yeniden Douglas ve Exxon gibi büyük Amerikan firmaları; Dornier
sahneliyor. Masallar gerçek oluyor. ve Messerschmidt-Bolkew gibi Alman şirketleri; B B C gibi
İsviçre işletmeleri ve İsrailli Holon Enstitüsü güneş tekno­
lojisini geliştirebilmek için Ruslara karşı amansız bir yarış
H e m e n tüm ilkel uygarlıklar güneşi yüceltmiştir. Sü­ vermektedirler. Bu yoğun araştırmaların sonunda X kere
merlerde Güneş Tanrısı U t u , asasını, güneşin iyilikçi güç­ bin megavatlık güneş enerjisini devasa uydular aracılığı ile
lerini temsil eden güneş tanrısı Şamah'a vermiştir. Mı- toplayacak ve yeni «Büyük Tapınak»!ara, güneş santralle-

150 151
rine, mikrodalgalar halinde depolayacağız. Bugün h e m e n bilecektir. İşte o z a m a n güneş tapınaklarımız son derece
bütün geniş ölçekli sanayi yatırımları, çok da uzak olmayan ters köşelerde kalakalacaklardır! Bilim adamları yıllardan
bir gelecekte güneş enerjisine dönüşümü gerçekleştirecek bu yana güneşteki patlama ve lekelere dikkati çekerek, ik­
ve günlük kullanım programlarına dahil edeceklerdir. lim değişikliklerine bu tezahürlerin neden olabileceğine
Güneş enerjisinin kullanımında hiçbir tehlike söz ko­ işaret etmektedirler.
nusu değil midir? Elbette hayır. D ü n y a d a hiçbir enerji yok­ Zararı yok. Güneş tanrıları Utu ve Şamah, Helios,
tur ki, kullanım alanında beraberinde birtakım rizikolar ge­ Ra ve Sol ve b ü t ü n diğerleri yeniden saygınlık kazandılar.
tirmesin. M o d e r n güneşe tapanlar bunun pek sözünü et­ Bir kez daha insanlar, hayat veren güneşe duacı oluyorlar.
miyorlar, çünkü işin bu tarafı kitaplarına uymuyor. H e r Modern müminlerin diktikleri tapmaklar, eskilerin bizi hâ­
şeyden önce, atomik güç yoluyla üretilmiş bulunan saf ener­ lâ etkileyen kalıntılarına kıyasla çok d a h a görkemli oluyor.
jiyi, olaylar neticesinde değil de, ideolojikman gömmek zo­ Güneşe tapınmakta kararlıyız. Helios'un damgasını taşıma­
runda kalacaklar. Diğer bir deyimle, Yaşlı Güneş Baba, yan hiçbir şey çalışmıyor. Aynen eski zamanlardaki gibi.
damımızın tepesinde parıldıyor. Tarih tekerrürden ibarettir.
Diyelim ki, birtakım nedenlerden ötürü, mikro dalga­ Sevgiyle dopdolu ve romantik duygular içerisinde,
ların iletimi, dünyanın devasa antenini ısıtmasın. B u n u n Yirminci Yüzyıl teknologları, geleceğe yönelik buluşlarına
neticeleri korkunç olur. İnsan, hayvan ve bitki gibi t ü m mitolojik adlar takıyorlar.
organik yaşam yavaş yavaş çözülür ve ölür. Veya bir savaş Neden?
durumunda, karşıt güçler, birbirlerinin güneş uydularını Mitoloji mi bize yetişiyor?
tahrip etsinler; dünyamız üzerindeki bütün ışıklar söne­ Yoksa, mitolojiyi gerçekliğe d ö n d ü r m e sürecinin içinde
cektir. T ü m dünyayı kapsayan doğal afetlerde de, dam­ mi bulunuyoruz?
lardaki güneş enerjisi emen aynalar, bir anda değerlerini Herhalde b u n d a n birkaç yıl öncesinde yıldırım veya
yitireceklerdir. şimşekle mitolojik bir isim arasında bağ arayanlar alay
Ne tür doğal afetler mi düşünüyorum? Yeni güneş ta­ konusu olurlardı. Ben de bu güçle ilgili mitolojik bir isim
pınakları, bizim normal uzantı alanımızın dışında bir yer­ bulamamam karşısında hayret ediyordum ki, en nihayet kar­
lerde; çöllük alanlarda, dağların yalçın güneşli tepe­ şıma çıktı ve büyük sürpriz oldu. Lazer! Bugün herkes
lerinde, ya da yedi deniz üzerindeki yüzer tesislerde kuru­ bu sözcüğü duymuştur, fakat nereden türetildiğini çok azı­
lacak. Bu ana istasyonlar ile enerjinin kullanılacağı alanlar mız bilir. «L»ight «A»mplification (by) «S»timulated
arasında büyük mesafeler ortaya çıkacak. Dünyanın ekse­ «E»mission of «R»adiation yani, Uyarılmış Radyasyon
nindeki en küçük bir değişiklik bile, din kitaplarındaki dep­ Emisyonlarıyla Işık Büyütülmesi anlamına gelen İngilizce
rem ve sellere yol açar. Böyle bir durumda, enerji kayna­ sözcüklerin başharflerinden alınmıştır.
ğına uzanarf yollar tıkanınca; insanlık, bu enerjiye en faz­ 1978 yılında, lazer toplarının geliştirilmesi için, yal­
la muhtaç olduğu bir dönemde, yoksun kalacaktır. nızca A.B.D. 5 0 0 milyon dolar harcamıştır. Dünyanın her
İklim değişiklikleri oldukça geniş bir platform üze­ tarafında bu konuya yönelik harcamaları düşünecek olursak,
rinde seyrededurmaktadır. Bu tür radikal değişikliklerin de­ astronomik rakamlara ulaşırız.
vamı d u r u m u n d a j yüksek basınç alanı olmaklığı nedeniyle Bu bol keseden harcamalar niye yapılıyor? Kutsal şim­
güneş tapmakları kurulan bir bölge, belki de bir z a m a n şek, uçan roketleri ve gökyüzündeki «şeytani» uyduları te­
sonra alçak basınç alanma dönüşerek güneşe hasret kala- mizliyordu. Ne var ki, dünya üzerinde imal edilen her nes-

152 153
nenin, bir de tersine dönüşü söz konusudur. D ü n y a yüze­ yorlar. Geçmişe duyulan özlem mi yoksa geleceğe yönelik
yinde yer alan kentler, günün birinde uzay platformlarından bir u m u t m u ?
toz zerreciklerine dönüştürülebilir. Mitolojinin kutsal şimşe­ M.S. 5 0 0 0 yılında (eğer o günlerde hâlâ İsa'nın do­
ği bir anda gerçek oluvermiştir. Tarih tekerrürden ibarettir. ğusuyla başlayan bir zaman hesabı kalmışsa) etimologlar,
F a k a t , lazer barışçı kullanımlara da yatkındır. bu metni açıklayabilmek için birbirlerine girecekler:
24 Haziran 1978 tarihinde, Atlantic City semalarında
garip bir görüntü belirdi. Roketler patlatılmadan, fosforlu «İlk alâmet Helios'tan geldi. Büyük R a h i p , ülkenin
çarklar çevrilmeden gökyüzünde meydana gelen fantastik bilge insanlarını topladı ve haber verdi: T a n r ı tanı­
bir ışık oyunu. Zürih'li uluslararası Göksel Işık Oyunları maz d ü ş m a n bizi yok etmek istiyor.
Yatırımcısı Heinz R. Gisel, işletmesinin, lazer aracılığıyla Bilgeler Kurulu, Kudretli Satürn'ün, Samos'u haber
gökyüzündeki 20 km.'lik mesafeden bile görünebilir sahne­ almak ve gözlemlerini rahiplere bildirmek üzere, gök­
ler meydana getirebildiğini açıklıyor. yüzüne götürmesine karar verdiler.
İşin yalnızca başlangıcında bulunduğumuz su götür­ Karşı durulmaz gücün bir yıldırım çakışıyla yola ko­
mez bir gerçektir. Ve anlaşıldığı kadarıyla b u n u n bir sınırı yulan Samos, okyanusun derinliklerine düştü. Orada,
da yoktur. Resim ve yazılar, uzayda 1000 km.'lik uzaklık­ Deniz tanrısı N e p t ü n şöyle dedi: ' G ü c ü n ü n üçte birini
lara yansıtılacaktır. Pırıl pırıl doğmuş dolunay'ın yüzünde bana naklet, ben de ebedî buzun altında ikâmet eden
yanıp sönen harfler okunacak: Coca-Cola-Coca-Cola-Coca- Nautilus'tan, bize yardımcı olmasını isteyeyim. Z e u s '
Cola. Ve yine dolunay zamanları, dinsel gruplardan kara un çevik çocukları onunla birliktedir.'
lazer ışınlarıyla uyarılar alacağız: «Mahkeme-i K ü b r a günü Nautilus sessizce sulardan yükseldi ve N e p t ü n ' ü ruhla
yakındır!» doldurdu. Kuzey Yıldızı'nm buzla kaplı altından geç­
ti ve Zeus'un çocuklarını, akkor haline gelmiş düş­
Bu teknik sihir yöntemlerine karşı değilim. B ü t ü n bun­
m a n bölgesini ele geçirmeye yolladı. Ve gece, gündüz
ları görecek kadar yaşayacak olursam, yalnızca, hepsinin
kadar parlak oldu. İnsanların kavrulmasını ve un ufak
daha da önce mevcut bulunduğunu bildiğim için, yılışık yı­
olup yanışını seyretmek müthişti.
lışık sırıtacağım. Büyük bir kuvvet ve ihtişam ile arzı endam
D ü ş m a n memleketi yanadursun, göksel muhafız Pe­
eden tanrılar, gökkubbeye resimler yansıttılar, fakat yete­
gasus, tanrı tanımazların, her şeyin tahrip edicisi Şi-
neksiz evlatlarımız bu işin sırrını anlayamadı ve ilâhî kuv­
va'ya, kendilerine yardım etmesi için yalvardıkiarmı
vetin alâmetleri olarak kabul etti. Tevrat'ta raslanıldığı
haber verdi.
üzere, bazen el yazılan, bazen yüzler, kimi zaman da «gece­
Başrahip b u n u öğrenince, Şiva'ya karşı ancak ve an­
leri gözüken ateş sütununda olduğu gibi» güneşten daha
cak, gücünün doruğuna erişmiş bir N o r a ' n ı n karşı
parlak ışık huzmeleri gördüler.
durabileceğini akıl etti. Helios ve Pegasus'un büyü­
Uzay teknologlarımız mitolojiye büyük ilgi duyuyor­ leyici bakışlarım kuşanarak, cemaata bütün dua ve
lar. Uydularına Midas, Samos, Cosmos, Pegasus, Helios niyazlarını Nora'ya yöneltmelerini emretti. N o r a ' n m
ve benzer isimler veriyorlar. Gökyüzüne tırmanan roket­ damarları güçle doldu. İnsanların evleri soğudu. Bü­
lerinin adları da Thor, Atlas, Titan, Centaur, Zeus, Jüpiter, tün melekler sustular. Hafiften bir uğuldama ile, tan­
Satürn ve Apollo. Büyük mitolojik ailenin bireyleri, uzay is­ rıların çocukları, enerjilerini Nora'ya aktardılar.
tasyonlarının döküntü barakalarında birer birer toplanı- Derken, büyük bir şimşek çaktı ve dünyayı güneşten

154 155
Bu konsantre güç sayesinde, N o r a , Şiva'yı dünyanın
de d a h a fazla aydınlattı; gökyüzünün en ötelerine yörüngesinden atmayı başarır. Işının aşırı etkisiyle
kadar uzandı. Şiva'nın öldürücü gözleri köreldi. Güç­ ayın yüzeyindeki platform çöker.»
lü, haşmetli tanrı, çaresizlik içerisinde Ay'ın üzerine
yığıldı.» Teknolojik çağ öncesinden kalma bir insanın mezarın­
dan doğrulduğunu ve bizim teknik düzeyimiz ile yüzyüze
5000'li yıllarda bile mitolojik isimler karışıklığa yol geldiğini düşleyelim. Tepesinden vızır vızır devasa uçaklar
açıyor ve esrarengiz bir çağrışım getiriyor. Oysa, söz ko­ gelip geçecek; girdiği odaların bir köşesinde, cam üzerinde
nusu metin, en açık ifadesi ile şöyle diyor: birtakım şekiller hareket edecek vb. vb. vb. Gerçekliği ya­
şama d u r u m u n d a olmayan bu insan, hiçbir şeyi açıklaya­
«Uydu Helios'un raporları, düşmanın saldırıya geç­
mayacak, çevresindeki her şeyi büyüye, sihirc atfede­
mek üzere olduğu uyarısını haber veriyor. Başkomu­
cektir.
tan kurmaylarını toplantıya çağırarak, durum muha­
sebesi yapıyor. Mitolojinin bize çarpıtarak ilettiği birtakım bilmece­
lerle karşı karşıya bulunuyoruz. Aynı minval üzere, h e m e n
Samos uyduları ile desteklenen bir Satürn Roketi­
her şey sürekli bir gelişme izliyor, önce dar ve basit öl­
nin dünyanın yörüngesine oturtulmasına karar alı­
çekte başlayıp giderek karmaşıklaşıyor. Bu tür düşünce
nıyor.
için, teknolojinin uzak geçmişte herhangi bir yeri yok.
Satürn, görevini uygularken bir lazer ışınıyla isabet
Karşımızda «uçan makineler», «ışın tabancaları» ve yok
alıyor. Deniz Kuvvetleri K o m u t a n ı da atom deniz-
edici silahlar cirit atıyor ama, yalnızca fantezi, büyü ve
altısı Nautilus'tan yapacağı yanıltıcı karşı saldırılarla
ideogram anlayışının ürünü oluyor bunlar! Çok keyiflendim,
düşmanı şaşırtmayı hedefliyor. Nautilus 20 adet Zeus
mazur görün!
roketi taşımaktadır.
Başkomutan; yani N e p t ü n adlı kompütür tarafın­
dan programlanan Nautilus, buzların altından k u t u p Bir gazete haberinde, Amerika Birleşik Devletleri'nin,
hattını aşarak roketlerini hedefe gönderiyor. D ü ş m a n açık denizlerdeki uçak gemileri için «görünmezlik mantosu»
lazer ışınları ile cevap veriyor. Ve bu enerji doğrudan aradığını okudum. Görünmezlik mantosu? Bu konuyu daha
güneşten temin ediliyor. Bölge alevler içinde kalı­ önceden duymuşluğum var. Kişiyi, gerektiğinde görünmez
yor. yapan bir m a n t o . Eski Cermenler, cinlerin bir m a n t o ara­
Pegasus tipi uydular enerji yüklemesini hesap ede­ cılığıyla kendilerini görünmez kılabildiklerine ciddi olarak
rek, sonuçları yerküredeki genel karargâhlara bildiri­ inanırlardı. Nibelungenlied'de, K a h r a m a n Siegfried, bu
yorlar. mantoyu Cüceler Kralı Alberich'ten kazanıyor ve d a h a son­
Ve buradakiler bir anda tehlikenin farkına varıyor­ ra, düellolarında başarıyla kullanıyordu.
lar. U y d u yörüngesindekinden daha güçlü yalnızca Ne var ki, bir kişinin ortadan yok edilmesiyle, saat­
bir tek lazer vardır ki, o da N o r a sisteminin lazeri­ te 70 km. hızla seyreden 100 bin tonluk bir geminin kay­
dir. N o r a ' n m lazer topları, henüz işlemeye hazır ol­ bolması arasında önemli bir fark söz konusudur.
mayan bir atomik reaktör tarafından beslenmektedir. Amerikan Donanması, ümitsiz bir arayışın peşine mi
Sonuçta, ülkedeki bütün enerji N o r a ' y a kilitlenir. düşmüştür?
Fabrikalardaki makineler stop eder. Evler ışıksız ka­ Uzunca bir zamandan bu yana, düşman saldırıları,
lır.
157
156
hedefin teleskoptaki belirlenmesi üzerine kurulmaktadır. silah ve uçan cisimlerin varlığından haberdar oluyoruz.
İnsamn gözü, sis ve yağmurda, güvenilir bir yön verici de­ Bir zamanların en büyük tahrip edicisi Şiva bile, arasıra
ğildir. Hedefler, elektronik gözlerle yakalanmaktadır. düşmanlarının gözleri önünde, toz olup gidiyor. Tarih te­
Hedefi görünür kılabilmenin iki yöntemi vardır. Saldı­ kerrür etmektedir. Gıpta edilecek bir modeldir bu. Yeni­
r a n roket, ya belirli bir program dahilinde hedefe gönde­ den geri dönüyoruz.
rilmekte ya da radarının enfraruj ve mikro-dalgaları belir­ Hava şartları ne olursa olsun hedefine ulaşan N A T O
lemesine göre yol almaktadır. Saniyenin çok daha düşük tanksavar roketleriyle ilgili haber, yalnızca canlıları öldü­
bir zamanlaması içerisinde, bu programlama bir k o m p ü t ü r rerek cisimleri olduğu gibi muhafaza eden n ö t r o n bombasın­
aracılığıyla ya da elektronik olarak gerçekleştirilmekte­ dan daha yeni değildir. Hayvan ye insanların çiftleştiril-
dir. Elektronik sistem geçerliliğini yitirirse, teknolojik gö- mesi, insan ile makinenin sibernetik üniteler halinde birleş­
rünmezlik mantosu bulunmuş olacaktır. Uygulamada bu tirilmesi de öyle. B u n u n gerçek planda uygulanabilme yete­
tür bir aldatmaca m ü m k ü n m ü d ü r ? İşte Die Welt Gazetesi' neğinin açıklık kazanması, önümüzdeki yüzyıla kalmıştır.
nin yorumu: Bu konuda söylenecek bir çift söz d a h a vardır.
Yoksa tarih, ölümcül bir yönde mi tekerrür ediyor?
«Son olarak Hughes Şirketi'nden edindiğimiz bilgi­
lere göre, saldırgan durumundaki silahlar elektronik
olarak öylesine yanlış bir yöne sevkediliyorlar ki, bir Yıllardan bu yana, gerçekten ölümcül bir «örnek»,
uçak gemisinin «hayalet hedefi» ne yöneliyor ve pra­ beni sürekli huzursuz eder. D a h a da önce belirttiğim gibi,
tikte suyun içine düşmekten öteye gidemiyor. Bizim konuya tehlikeli öğeler karıştırıp durduğumdan, belki de
çıkartabildiğimiz tek sonuç, uçak gemisinin her iki gündem dışı bıraksam yerinde olur.
yanına da antenlerin m o n t e edildiğidir. Ve yönetim Çılgın bir azınlığın, yerküremizi topyekûn bir savaşa
odasına küçük kompütürler yerleştirilmiştir. Ve bu sürüklediklerini varsayalım.
sistemin aynı zamanda yüzlerce sinyali izleyebildiği Öldürücü silahlarım hangi hedeflere yönelteceklerdir?
tahmin olunmaktadır. Bomboş sahraya mı? Elbette hayır.
Belirli bir sinyal alınır alınmaz, otomatik olarak Himalayaların ulaşılmaz yamaçlarına mı? Biraz zor.
yayın yapan frekans ölçülerek, dostla-düşman, bilgi­ Kuzey ve Güney Kutuplardaki buz yığınlarına mı?
sayar tarafından ayırdedilmektedir. Ve bunun üzerine Neden ki?
spesifik frekans tayfı için, terzi elinden çıkan elektro­ Güney Amerika'nın Andlarındaki yoksul kızılderilile-
nik «görünmezlik mantosu» nu seçmektedir. D ü ş m a n rin yerleşme merkezlerine mi? Asla.
ise, elektronik aygıtlarınca belirlenen, fakat aslında Güney Denizlerinin mercan kayalıklarına mı? Niye ki?
mevcut olmayan bir hedefe saldırmaktadır.» (17.5. Avustralya yerlilerinin kervan geçmez mekânlarına
1978) mı? Hiçbir zaman.
Orta Afrika zencilerinin kulübelerine, Mali Cumhu-
Doğrusu olağanüstü, ne var ki, bu nesne de daha riyeti'nin fakir zencilerinin tepelerine mi? Ne gerek v a r
önceleri mevcuttu. ki?
Hintlilerin ulusal destanları olan M a h a b h a r a t a ve R a - Kuzey ve Orta Amerika kızılderililerinin üzerine, M e k ­
mayana'da, kendilerini düşmana karşı görünmez kılabilen sika ve Arizona çöllerine mi? Kesinlikle hayır.

158 159-
Y u k a t a n çengellerindeki M a y a soyuna mı? Uzak bir ve bunu arzuluyacaklardır. Bunların her biri ve de tümü
olasılık. birer adadır bundan böyle.
T u n d r a n ı n vahşiliklerinde yaşayan şen R u s köylüle­ Kurtulanlar değişik dil ve lehçeler konuşmaktadırlar.
rine mi? Doğrusu epey gözden uzak. Birbirleriyle ilişkileri de olmazsa, nasıl anlaşacaklardır ki?
A m a z o n kabilelerine mi? Bunların ne suçu var ki? Radyo, televizyon, teleks gibi tüm iletişim araçları yok edil­
Tarafların hedefleri, uygarlığın merkezinde, milyon­ miştir. H e r şey, aynen «sıfır» gününde olduğu gibidir. Fab­
ların yaşayıp çalıştığı noktalar olacak. Haritadan silinecek rikalar çalışmamaktadır. Satışa hazır mallarla tıkabasa dolu
olan bölgeleri, bu yerler meydana getirecek. süpermarketler yoktur. Caddelerde arabalara rastlanma­
Yoğun atomik saldırıların, gezegenimizi sonsuza dek maktadır. Gökyüzünde uçaklar sırra kadem basmışlardır.
radyoaktiviteye boğacağı iddiasının gerçekle ilişkisi yoktur. Kurtulanlar kendi kaderleriyle başbaşadırlar. Robinson
Bombaların düşmediği köşelerde, hayat devam edecektir. Crusoc'nun büyük serüveni b a s a m a k t a d ı r .
Aralarında insan da bulunmak üzere, birçok canlı, sandığı­ O günlerde. Batılı bir mühendis, turizm acentasının
mızdan çok daha fazla çevreye uyma yeteneğine sahiptir­ kandırıcı reklamlarına kapılarak, tam savaşın patlak ver­
ler. Üstüne üstlük, geleceğe yönelik tüm modern silahların, diği sırada, tatilini geçirmek üzere, Tibet yaylalarına yol­
deyim yerinde ise, radyoaktif yönden daha temiz olmaları lanmıştır. Atom Savaşı'nm tüm dehşetinin bilincinde olan
için gayret gösterilmektedir. Belirli bölgeler, ölümcül ato­ ve artık hiçbir ulaşım aracının kendisini evine götüremeye-
mik bombaların bir süre etkisi altında kalacak, fakat bu sü­ ceğini gayet iyi anlayan bu a d a m ne yapar?
reler sınırlı olacaktır. Saldırgan da savunan da bu tür si­
lahlarla ilgilenmektedir. Nüfusunu yitiren, herhangi bir şey
yetiştirebilme imkânlarından yoksun kalan bir galip ülke, Teknolog olarak gayet iyi bir eğitim görmüştür ve bu
böyle bir zaferi ne yapsın ki? Galiplerin adım bile ata­ nedenle de teknik konularda Tibetlilerden üstündür. Eski
madığı radyoaktiviteyle kaplı bir Avrupa kimin işine ya­ Yunan matematikçi ve kâşif Arşimed (M.Ö. 285-212) gi­
rasın? bi, tüm keşifleri yeni baştan yapacak, kaldıraç yasalarını
yeniden bulacak, arazi ve bedenleri tekrardan ölçecek, yer­
kürenin dışında Arşimed Noktasına bir kez d a h a ulaşa­
Ne olursa olsun, insanlar, insan grupları; Sahra, Ti­ caktır. Ve Tibetliler ona hayrandırlar.
bet, Kutuplar, And Dağları, Güney Denizleri, Avustralya Bilgi düzeyinin doğaî sonucu olarak, mühendis, dün­
içleri, Afrika, Meksika çölleri, R u s tundraları ve Yukatan yanın birtakım başka köşelerinde de, hayatta kalmış grup­
ile Amazon'daki Kızılderili toplanma bölgeleri gibi böl­ lar olabileceğini düşünecektir. N e r e d e olduklarını bilmek
gelerde varlıklarını sürdürecekler; ve olanca felâkete rağ­ isteyecek, içini bir merak kemirecektir... Aralarında zekî
men, uygar uluslar arasında da ileri teknolojileri koruyabi­ teknologîar barındıran diğer gruplarda da aynısı olacaktır.
lenler kalacaktır. Er-geç, mühendisimiz, bir keşfe çıkacaktır.
Binlerce, yüzbinlerce insan büyük felâketi atlatarak, Diğer gruplar da aynısını yapacaklardır. Her grup,
dünyanın çeşitli köşelerinde dağınık bir vaziyette yaşamla­ başkalarının da hayatta kalmış olabileceği fikrinden hareket
rına devam edeceklerdir. Ve birbirleri hakkında bir şey edecektir.
bilmeyeceklerdir. Bir ilişki kuramayıp haber alamadık­ Yola koyulmadan önce de, terk ettikleri yere günün
ları sürece, tek kurtulanın kendileri olduklarını düşünecek birinde yabancıların yolu düşebilir düşüncesiyle, birtakım

160 tanrıların ayak izleri İftl/il


mesajlar bırakırlar. Bu mesajlar için hangi dili kullanacak­ Geriye, uluslararası platformda iletişim vasıtası olabi­
lecek bir tek dil kalmaktadır: Resim Dili. Ve bu dil m o ­
lardır?
dern insan için de geçerlidir.
Az ve öz olarak söyleyecekleri şunlardır:
Bu d u r u m h e m e n her gün sınanmakta ve kanıtlanmak­
— Biz buradaydık ve geri döneceğiz.
tadır. Frankfurt H a v a L i m a n ı ' n a inen Hintli, yolunu, re­
— Burada içme suyu var.
simler sayesinde bulabilmektedir. Çıkış kapısı, bagaj yeri,
— Kuzeye doğru gidiyoruz (ya da güneye, batıya ve­ gümrük, tuvalet, telefonlar ve taksiler. Baden-Baden kaplı­
ya doğuya). calarında tek kelime Almanca bilmeyen Avustralyalı, bir
— Bir mühendis bize yol gösteriyor (ya da rahip, bakışta ılıcanın yerini, tiyatroyu, yüzme-havuzunu, acil du­
mimar, pilot vb.) rumlar için başvuracağı doktoru ve gerek duyabileceği bü­
— Tehlike: Öldürücü küçük hayvanlar var. tün işaretleri görebilmekledir. Olimpiyat O y u n l a r ı n d a , ne­
— Uyarı: 40 mil kadar kuzey-batıda son derece sal­ rede döviz bozdurulabileceğini hatırlatan levhalar doludur.
dırgan bir yerli kabile var. Çevirmenleri, bisiklet yarışlarını veya orkestranın çaldığı
— Felâket öncesi bilgi düzeyine sahibiz, yeri bulmak da hiç zor değildir.
— Dağın kuzeyindeki vadide bir doktor yaşıyor. Bütün bunlar konuşmadan ve de yazmadan gerçek­
— Çilekler zehirlidir. Yemeyin. leşir.
— Gölcüklerdeki balıklar yenilebilir. Yalnızca piktogramlar yoluyla.
— Kuzeyde ve batıda bulaşıcı hastalık bölgeleri var.
Ve yaşadıkları bütün deneyleri, diğer hayatta kalan­
lara armağan edecekler, yardıma muhtaç kardeşlerine eî Son yirmi yıl, yabancı ülkelere yapılan ziyaretlerde
uzatacaklar. Nereye nasıl gideceklerini, yanlarındaki kadın okumaya gerek bırakmayan, beş yüzden fazla anlaşılır pik-
ve çocukların durumunu, radyoaktiviteye karşı bağlaşıklık togramm geliştirilmesine tanık olmuştur. Yalnızca Baden-
durumlarım danışacaklar. Baden'in gezi broşürü, turist rehberlerinde kullanılagelen
Fakat, asıl soru, olduğu gibi bekliyor: Yabancılarla yüzden fazla kaplıca piktogramma yer verir. Piktogramlar,
h;mgi dilden konuşacaklar? Esperanto'nun yapamadığı bir işi gerçekleştirmiş; konuş­
Tibetliler bir kelime bile İngilizce konuşmazlar; bi­ maya gerek k a l m a d a n iletişimi sağlamıştır.
zim mühendisimiz ise Rusça yazılmış bir mektup zarfı gör­ Piktogramlar, basit imâlardan daha fazla şeyler de ifa­
se, kiril harflerini gerçeküstücü resim sanır. Nedir bu işin de edebilir, t a m cümlelerin oluşturulmasında da kullanıla­
çözümü? bilir. Söz gelimi, bir salkım üzüm — şarap; arka p l a n d a
Turizm, dünyanın her yanından milyonlarca insanı, şato gözüken bir a d a m — şatoya bu yoldan gidilir; nişan al­
değişik köşelere çekmiştir. Uluslararası spor temasları, bir­ mış bir a d a m — burası avlanma bölgesidir gibi. Yabancı,
çok değişik insanı biraraya getirmiştir. Bu gruplar da fe­ bu üç piktogramdan da gayet açık mesajlar alır: «Bir (ya
lâketin kurbanları arasındadır. H a y a t t a kalanlar arasında da daha fazla) b a r d a k şarap içmek istiyorsanız, lütfen şa­
eğitim görmüş ve zekî bireyler aramanın bir anlamı var mı? toya giden bu yolu izleyin; aym zamanda (eğer ruhsatınız
Çölün Arabi, Güney Denizlerinin Adalısı'nı anlamaz. Peki varsa) avlanabilirsiniz.»
bunlar İngilizce mi konuşsunlar? Rusça mı? Çince mi? Al­ Bir matematikçi, 500 adet piktogramdan kaç tane
manca mı? Yoksa diplomasi dili olan Fransızca mı? Ya kombinasyon yapılabileceğini bize söyleyebilir. Spor-Toto'
da geri kalan 3900 dilden herhangi birini mi? d a n çok daha yüksek bir rakamdır hiç şüphesiz.

162 163
Piktogramlar, çağımızın uluslararası dilidir!
Büyük felâketten geriye kalan gruplarımıza dönelim.
Eski vatan ve yaşamlarında piktogramları tanımıyor olsalar
bile, ihtiyaç karşısında bunları keşfedeceklerdir. H e r zekî
varlık, bir zaman sonra, kendi ana dilinde mesajlar kara­
lamanın anlamsızlığını kavrayacaktır. Akla en yakın olanı
basit ve stilize figürler düşünerek, bunları keski kalem­
lerle kayalara kazımaktır. Aynen, kendilerinin rastlamaları
halinde, anlayabilecekleri figürler.
On iki yıldan bu yana, dünyanın hemen her yanında
taban tepip duruyorum. A B D ' d e H o p i Kızılderililerının ara­
sında; Brezilya'da hayalet şehir Sete Cidades'te; Keşmir ve
Türkiye'de; Güney Afrika, ve Sahra'da; Kuzey Avrupa ve
Güney Fransa'da; Kaliforniya ve Kuzey İtalya'da; Güney
Denizi Adaları ve Filipinlcr'dc kaya ve mezar resimlerinin
fotoğraflarını çektim. Hopi Kızılderililerinin reislerinden
Beyaz Ayı'yı tanıdım. Beni, Kızılderili Bölgesi'cin tepe­
lerinde kalan ve yabancıların merakından kıskançlıkla ko­
rudukları derin bir vadiye götürdü. Bu gizli vadide, kaya
duvarları piktogramlarla doluydu. Beyaz Ayı'ya bu işaret­
leri okuyup okuyamadığını sordum. Hepsini değil, dedi, fa­
kat çoğunu tanıyordu.
Atalarının bu işaretleri neden ve kimin için bırakmış
olduklarını öğrenmek istedim.
Yaşlı Kızılderili, atalarının — b i l i m adamlarının iddia
ettikleri gibi Bering Boğazını aşarak kuzeyden güneye de­
ğ i l — güneyden kuzeye göçtüklerini, bu göç sırasında ka­
bilenin sık sık bölündüğünü ve yeni grupların oluştuğunu
anlattı. Yaşadıkları deneyleri kendilerinden sonrakilere ak­
tarabilmek için. eskiler, bu kaya resimlerine başvurmuş­
lardı.
Kaya resimlerinin farklı tarihlerden intikal ettiği takıldı
aklıma.
Beyaz Ayı, bunun da cevabını biliyordu. Değişik grup­
lar ve bu gruplardan türeyen nesiller, aynı yere gelerek,
yeni keşifleriyle, iyi ve kötü haberleri kayalara kazıyor­
lardı. Kaya resimleri ve kabartmalar, M a o Çinindeki duvar
posterleri kadar büyük bir önem taşımaktaydı.
164 165
fenomeni, b ü t ü n yerküreyi kapsayan bir felâketle açıkla­
nabilir mi?
G ü n ü m ü z d e k i bir felâketten s o m a , tarih yine kendi
kendini tekrarlayacak mıdır?
Kurtulanlar, diğer kurtulanlarla kendilerini bağlayan
geleceğe yönelik patikayı, kaya piktogramlarında mı araya­
caklar?
Geçmiş, giderek bize yaklaşıyor m u ; yoksa bizi aşıyor
mu?
G ü n ü m ü z , geçmiş tarihte ölüm busesini mi arıyor?
En son geliştirilmiş silah sistemleri, mitolojik adlarla
vaftiz edilirse uluslararası anlaşılabilirlik arzeden bir re­
sim yazısını yeniden keşfediyorsak, geçmişin derin kaynak­
larına zoraki dalışımız bu denli aşikâr ise, bütün bunların
nedeni eski tarihte mi yatıyor, yoksa bizim kendi tabiatı­
mızdan mı kaynaklanıyor?
Bilincimiz, geçmişten geleceğe, gelecekten yeniden
geçmişe götüren bir ebedî çark (perpetuum mobile) midir?
Nerede başlıyor, sevkedici unsur, asıl saik nerededir?

Bu daireyi döndürmeye başlatan ilk kıvılcım sorunu­


nu ortaya a t m a k bile ukalâlık mıdır?
Arnold Sommerfeld (1868-1951), yalnızca üç öğren­
cisinin Nobel Ödülü alışlarından ötürü bile, bilim dünya­
sındaki ayrıcalıklı yerinden emin olabilirdi. Bu öğrencileri
Werner Heisenberg (1932), Petrus Debye (1936) ve Wolf­
gang Pauli'dir (1945). Sommerfeld'in diğer bir öğrencisi
H a n s Albrecht Bethe, ileri gelen nükleer fizikçilerden biri­
dir ve Los Alamos Atomik Araştırmalar Merkezi'nde T e o ­
rik Fizik Bölümü başkanıdır.
Ünlülerin hocası Sommerfeld, son derece mütevazi bir
insandı. Bizzat kendisi de, dalga uzunluklarıyla ışın dizileri­
nin yoğunluğuna ilişkin yasaların büyükçe bir b ö l ü m ü n ü
bulmuştu. En önemli eseri olan «Atomik Strüktür ve Işın
Dizileri», yıllar yılı atom fiziğinin başucu kitabı olmuştu.
Ne var ki, Sommerfeld, buluşlarının bir tanesinde,

167
166
zamanına kıyasla (fazlaca) ileri gitmişti.,Ayrıca, bir şans­ Doğru m u d u r bu? Çıkış ve kayboluşunda, ışık da,
sızlığının da, bilim dünyasında fırtınalar koparan Einstein' partikülleri olan foton ve nötronlanyla, ışık hızında h a r e ­
ıh Relativité Teorisi'nden önce açığa vurması olduğunu da ket ederken, aynı şekilde yoğun bir kütle arzetmektedir.
eklememiz gerekir. Cenevre yakınlarındaki C E R N ' d e yürütülen deneylerde,
Sommerfeld, ışıktan d a h a hızlı seyreden partiküller her geniş ölçekli sinkrotronda, elementer partiküller ışık
bulunduğu, bu garip nitelikli partiküllerin, enerji kaybet­ hızının % 99.4 kadarlık bir b ö l ü m ü n e eriştirilmiş ve hiç
tikçe daha da hızlı hareket ettikleri yolunda bir teori attı de büyük bir kütlesel yığılma m e y d a n a gelmemiştir.
ortaya. F o t o n ve nötronları çalıştıran nedir? Sırları nerede
Einstein'ın teorisi, Sommerfeld'in, ışık hızının sını­ yatmaktadır? Sahip oldukları tek şey, devinim enerjisidir.
rındaki partiküllerin son derece yoğun bir kitle oluştur­ Bir kez durdurulurlarsa, arkalarında iz bile bırakmadan
duklarına ilişkin gözüpek fikirlerini perdeledi. kaybolmaktadırlar.
Dietmar Kirch( 3 6 ), elementer partikülleri, kabaca üç
sınıfa ayırmaktadır:
Bir kez dünyaya takdim edildi mi, en az ihtimal ta­
şıyan, en çok tahmine dayah teoriler bile cazibelerini kay­
1. Nükleon ve elektron gibi partiküller (ışık hızının
betmez.
altında seyrediyorlar)
Sommerfeld'in, yüzyılımızın başlarında açıkladığı bu
2. F o t o n ve nötron gibi partiküller (ışık hızında sey­
«ışıktan d a h a hızlı partiküller» teorisi, uzun zaman fizik­
rediyorlar)
çilerin eğlence konusu oldu. N e w York Columbia Üniver­
3. Tachyonlar (ışık hızından d a h a hızlı seyrediyor)
sitesinden Teorik Fizik Profesörü Gerald Feinberg, yıl­
lar sonra 1967'de, söz konusu teoriyi yeniden ele aldı.( 3 5 )
H e r şeyden önce, tachyonlar yalnızca, bir süredurum
Partiküllere bir de unvan yakıştıran Feinberg, tachyon adı­
(atalet) sisteminde ortaya çıkmaktadırlar ki, bu sistem bi­
nı uygun gördü. (Yunanca'da tachys, hız anlamına gel­
zim için erişilebilir değildir. Bu nedenden ötürü de, Eins­
mektedir) Bilim adamları bir kez daha Einstein'a d a y a n a :
tein'ın teorisiyle bir çelişme söz konusu değildir. Birinci
rak, ışıktan daha hızlı hiçbir nesnenin seyredemeyeceğini
sınıfa giren partiküller daima ışık hızının altında seyret­
ileri sürdülerse de, bazı elementer partikül uzmanları ko­
mekte ve sınırlı enerjiyle bu düzeye ulaşamamaktadırlar.
nuyla ilgilendiler ve bu tür partiküllerin mevcut olabileceği
Üçüncü sınıfa giren tachyonlar ise daima ve daima ışıktan
görüşünü desteklediler.
daha hızlı hareket etmekte ve ışık hızına düşmeleri m ü m ­
Bu cesur tez, Einstein'ın itiraz kabul etmez teorisiyle
kün olamamaktadır.
uzlaşabilecek midir?
Tachyonlar, farklı bir süredurum sisteminde mevcut­
Einstein'ın relativité teorisine göre, hareketsiz bir sü-
tur. Bizce bilinen ve içinde yaşamakta olduğumuz süredu­
redurum sisteminde (bununla ivme etkisi olmayan bir çer­
r u m sisteminin elementer partiküllerinin tamamen zıddı bir
çeve dahilinde bulunmak kastedilmektedir) ışık hızına sahip
davranış sergilemektedirler.
bulunmayan bir cisim, bir başka süredurum sisteminde de
ışık hızına ulaşamaz. Bu nedenden dolayıdır ki, ışık hızının
«Bir olay, uzaydaki yeri ve meydana geldiği zaman
sınırında büyük bir kütleye erişen bir partikül de, ışık hı­
belirtilmek üzere tanımlanabilir. Olay, dört boyutlu
zına ne ulaşabilir ne de onu aşabilir.
bir gerçekliktir. Olayı betimleyen tarih, uzaydaki p o -

168 169
zisyonu betimleyen koordinatlarından bağımsız değil­
O n l a r için normal olan süreç, geçmişin gelecekten üretilme­
dir. Çünkü, süredurum sistemi değiştiği zaman, za­
sidir. Biz «uzak geçmiş»ten d e m vururken, onlar da «uzak
m a n ve uzay ölçümleri de değişmektedir. Bu nedenle
gelecek» ten söz ederler. Ve kastettikleri şey de, gelecek
d ö r t boyutlu bir uzay zamanından söz ediyoruz.
kavramından bizim çıkardığımız anlamın t a m a m e n tersi
Birçok ivmelendirilmiş sistem açısından değerlendi­
olur.
recek olursak, tachyonlar, zamanın içerisinde geriye
doğru da hareket edebilirler.» ( 3 S )

Artık, kendi kendimize sormalıyız: Z a m a n nedir? Geç­


Karmakarışık nitelikler! Sistemimizde her şey geç­
miş nedir? Gelecek nedir?
mişten geleceğe doğru hareket ederken, tachyonlar, gele­
Bilincimizde «zaman» bu anın geçişidir; geçmiş bü­
cekten geçmişe doğru bir yolculuk yapmaktadırlar.
yümektedir.
Bu olgu anlaşılabilir bir hale sokulabilir mi?
Deneysel olarak her süredurum sisteminin kendi sü­
Tachyonları kaydeden bir alıcıya, flaş lambası takıl­
redurum zamanının söz konusu olduğu kanıtlandığından
dığını düşünelim bir an için. Flaş öyle bir biçimde prog­
bu basit tanımlama yetersiz kalmaktadır.
ramlanmış olsun ki. her tachyon impulsu aldığında, bir
Olağan özdeş saatlerin seçiminde bile, zamanlar farklı
kez çaksın. Ve diyelim ki, bir uydu da, geceyarısında bir
sistemlerde farklıdırlar. Bilimadamları, zaman kavramının
tachyon uyarısı yakalasın. Ne olacaktır?
ancak ve ancak 'süredurum' sistemiyle ilintili olarak açık­
H e n ü z vakit geceyarısını bulmamış olsa da, flaş lam­
lanabileceği kanısını paylaşmaktadırlar. Doğa yasalarına
bası bu uyarıyı, uydudan daha önce belirleyecektir. Flaş
göre hiçbir 'süredurum' sistemi galebe çalmadığına göre.
lambası, tachyon uyarısını önceden yakalayabilecek biçim­
fizik yönden bir «zaman» dan söz etmek anlamsızdır.
de nasıl programlanabilir?
Düşünce sistemimizi değiştirmeliyiz. Bir olay, neden­
Tachyonların 'süredurum' sistemindeki zaman kavra­ d e n önce cereyan edebileceğine göre, bizim dayanak nokta­
mı, bizim sistemimizdeki z a m a n ile aynı şey değildir. Bizim larımızı nasıl savunabiliriz?
pozisyonumuz açısından, tachyonlar, ışıktan d a h a büyük bir İnsan beyni kimyasal ve elektriksel yöntemlere göre
hızla, geriye doğru seyretmektedirler. Bizim sistemimizde işlev görmektedir. Ölçülemeyen bir zihin ve bilinçlilik hâl­
«nedensellik ilkesi* altında edindiğimiz bilgi birikimine gö­ leri, fizik çerçeveye sığdırılamamaktadır. Telepati deneyleri,
re, her işlem ve sonucun mutlaka bir nedeni olmaklığı şek­ bilinç'in aktarılabildiğini ve aynı şekilde dalga olarak al un­
linde açıklanan zorunluk. dört boyutlu uzay zamanı ve lanabildiğim kesinlikle kanıtlamaktadır. Bilinçlilik hali, pa-
ışıktan hızlı parti küllerle meşgul olmaya başladığımız an­ rapsikoloji kürsülerinde de bir ön-bilinç şekli olarak ele
dan itibaren geçerliliğini yitirmektedir. alınmaktadır. Bilinmeyen bir enerjinin beynimize duhul
Bu çelişki, bizlerin de tachyon sistemine dahil ol­ ederek gelecekle ilgili ve bizlerin gerçekten bilmemekliği-
mamız halinde çözülebilirdi. Ve o zaman fizik yasaları ye­ miz gereken birtakım bilgileri fısıldaması durumunda, 'be­
niden uzlaşırdı. Bizim sistemimizde «geçmişten-geleceğe» yin' de 'bilinç' de iki zamansız olgu olarak belirginleş­
düşüncesi mantıklıdır. İşlem ve sonuçtan sonra gelen ne­ mektedir. K o r k u ya da bir acı neticesinde gelecekle ilgili
denselliği kuramayız. Tachyon âleminde de eğer birtakım olarak addedilen birtakım imalardan sez etmiyorum. Gerçek
zekî yaratıklar mevcutsa, onların da geleceğin mutlaka bir anlamıyla, parapsikolojide kastedilen şekliyle, ön-seziyi
geçmişi izlemesi gerektiğini kavrayabilmeleri çok zordur. vurgulamaya çalışıyorum.

170
171
Beyinlerimizin içinde neler olup bitiyor? Diğer bir Belki dogmatik görünebilir ama, kendi kendimle çe­
boyuttaki, bir başka süredurum sistemindeki atomdan kü­ lişmiyorum. Çelişki gibi gözüken birtakım noktalan, belki
çük partikülleri düşlediğimiz zaman, farkında olmaksızın, de bu örnek bira/ olsun acıklıca kavuşturacaktır.
bilincimizde yer alan geleceğe ilişkin enformasyondan mı Diyelim ki, bundan 50 bin yıl öncesinde dünya üze­
yararlanıyoruz? Uzak bir geçmişte yer almış birtakım olay­ rinde yüksek derecede teknolojik bu sanayi düzeyine ulaş­
lar, uzak bir gelecekte de mi tekrarlanmıştır? Geçmiş mış bir toplum mevcut bulunsun. Yine varsayalım ki. bu
ve gelecekle ilgili bilgilerin birbirine aktığı ikili bir kanalda ileri teknik düzeydeki atalarımız, yüksek hızlara erişebilen
mı düşünce üretmekteyiz? G ü n ü m ü z teknik buluşlarına mi­ «zay gemilerini diğer güneş sistemlerine göndermiş ulsun-
tolojik isimler takılması, bir rastlantı değil de, özgür irade­ *ar. Bu yolculuklar sırasında, uzay gezginleri, z a m a n ge­
mizin dışında kalan bir olay mıdır? nişlemesi yasalarına tâbi olmuşlardır. Uzay gemisinin hı­
Z a m a n , geçmişe ve geleceğe doğru yönlcndirilebilirse, zıyla zamanlama kotlusunda ortaya çıkan farklı hesaplan
göz önüne alarak, uzay gemisinde geçen bir on yıîm, dün­
doğrudan etkisi hangi yöne doğrudur? Garip bir fikir gibi
ya üzerindeki 40 bin yıla malolduğunu hayâl edelim.
gelecek ama, kuramsal bir tachyon zaman makinesi ile geç­
mişe yolculuk edebilerek, şu an gerçekleşecek olan bir Ve kabul edelim ki, bu yıldızlara açılabilcn uygarlık
olaya düzen verebilir miyiz? Konuyu örneklendirmek gere­ 40 bin yıl içerisinde, M.Ö. 50.000 ile M Ö . 10.000 yıllan
kirse, herhangi bir kişinin tachyon zaman makinesine hinip arasında ortadan kalkmış olsun. Korkunç savaşlar, doğai
de Eski R o m a ' y a dönmesi ve .Tül Sezar'ı, Scnato'da başı­ afetler ve yerkürenin her yanım kaplayan tufanlar, üstüne
na gelecek suikast ile ilgili olarak uyarabilmesi m ü m k ü n üsüük. kutupların yer değiştirmesi. Ya da, dış uzaydan
müdür? İmparator, bu uyarıyı dikkate almaksızın yine Se- gelen bir mikrobun yayılması gibi bir olay yaşanmış ol­
nato'ya giderek suikaste uğrayacak mıdır, yoksa aksine, sun:
tarih tamamen farklı bir seyir mi izleyecektir? Uzak geç­ Hayatta kalanlar, sil baştan yeniden başlayacaklar­
mişe uzak gelecekten çeki düzen verebilecek miyiz? M.S. dır. Korkunç afetlerden sonraki nesiller yine mağaralarda
on binli yıllarda yaşayacak olan ahfadımız, bu tür yön­ yaşayacaklardır. Yazı yazabilir, ateş yakabilir, araçlar kul­
lendirmeleri başaracaklar mıdır? Bu görüş açısından yakla­ lanabilir, toplumsal örgütleri sürdürebilir, fakat ırklarının
şılırsa, gelecek tarafından sürekli olarak düzeltildiği için, parlak geçmişini, yalnızca atalarının geleneklerinden bile­
tarih değişmez midir? bilirler.
Uzay yolculuğu teknolojisi, 50 yıl içerisinde ışık hı­ Ve aradan geçen yalnızca on yıllık bir zaman aşı­
zıyla uçuş düzeyine erişmeyi gerçekleştirirse ve böylece kö­ m ı n d a n sonra, uzay gemilerinin geri döndüklerini farzc-
tümserlerin oluşturduğu Kara Tarikat geleceğimizi körelt­ delim. Bu uzay gezginleri ne yapacaklardır? Görünüşü
mede yanılgıya düşerse; acaba bu aşama, insanlık ta­ kurtarmaya bakacaklardır. Hayatta kalanları yönetecek, on­
rihinde ilk kez mi cereyan edecektir, yoksa yalnızca de­ ları eski yasalara ve toplu yaşamın eski kurallarına ite­
delerimizin yapmış olduğunu tekrarlamakla mı yetinece­ ceklerdir.
ğiz? «Dünya dışı varlıklar» insanların ilk aşamalarını zi­ Diğer bir deyimle, atalarımız dış uzaydan gelen kendi
yaret etmiştir şeklindeki iddiamın ciddi bir biçimde üzerinde atalarınca ziyaret edilmişlerdir. Tek bir ailenin çocuk­
d u r m a m d a n bu yana, «atalarımız uzay yolculuğunu gerçek­ ları olmalarına rağmen, kosmosun derinliklerinden ge­
leştirmişlerdir» cümlesiyle de çelişkiye düştüğümü sanmı­ lenler, tanrılar olarak karşılanmışlardır. Tarih tekerrür­
yorum. den ibarettir.

172 173
Ç o k da uzak olmayan bir gelecekte, kadın ve erkek RESMİ KAYITLARDAN
mürettebatla birlikte uzaya açılacak bir uzay gemisi konu­
sunu gündeme getirecek olursak, acaba geçmişten mi yoksa
gelecekten mi söz etmiş oluyorum. Değişik bakteri kültür­
Yıllar ö n c e bir d o s t , Britanya M ü z e s i "ndekî bir k ı ­
leri sterilize buzdolabında muhafaza edilecek. Havası alın­
ş ı m t a b l o n u n S ü m e r v e Babil s a v a ş l a r ı n d a k u l l a n ı l m ı ş
mış plastik paketlerde her cins bitki saklanacak. Özel ola­
t a n k resimlerini s e r g i l e d i ğ i n e i ş a r e t e t m i ş t i .
rak oksijenlenen küçük leğenlerde, küçük balıklar yüze­
cek. Kabinler, zamanımızın bilgilerini dile getiren ansik­ Bu s o h b e t t e n h e m e n sonraki ziyaretim sırasında
Britanya M ü z e s i ' n i n zemin katındaki tablolardaki Babil
lopediler, mikro-filmler, evrenin en uzak bir köşesinde ge­
v e Asur devrini y a n s ı t a n g ö r ü n t ü l e r d e yer alan c i s i m ­
rek duyabilecekleri ve hayatta kalmalarını sağlayacak kaz-
lerin, tanka b e n z e d i k l e r i n e ben d e dikkat e t t i m . A r k e ­
ma-kürek ve tırmık gibi araç gereç ile dolu olacak.
ologlara göre, k e n t duvarlarını y a r m a y a yarayan savaş
Ve öyle bir gün gelecek ki, çetele ile tutulan gün­
ş a h m e r d a n l a r ı idî bunlar.
ler d o l a c a k . . . ve göklere doğru açılacaklar.
Ve tarih yine tekerrür edecek olursa, uzay gemisinin Olabilir d e , fakat ille de böyle olması g e r e k m e z .
kaptanı büyük bir ihtimal ile N u h adını taşıyacak. Dört n e s n e , bu kalın kütükten « ş a h m e r d a n » yak­
laşımından soğutmuştur beni:
— Bu ş a h m e r d a n denilen n e s n e l e r , söz k o n u s u
k a v r a m d a n her n e anlıyor iseniz, a s k e r l e r t a r a f ı n d a n
t a ş ı n ı r , kendi k e n d i l e r i n e , hele y o k u ş yukarı h i ç h a r e ­
ket e d e m e z l e r d i . Taşıyıcılar ok ve t a ş l a r a karşı koru­
n u y o r olsalar bile, h i ç d e ğ i l s e , ayaklarının g ö z ü k m e s i
g e r e k i r d i . Değişik b i ç i m d e h a r e k e t ettirilen bir ş a h m e r ­
d a n ı n da a l t ı n d a k i tekerlekli bir vasıtayı mutlaka gör-
mekliğimiz g e r e k i r . Ö y l e y s e bu n e s n e l e r nasıl n a k l e d i l ­
miştir?
— Ş a h m e r d a n ı n , d u v a r veya k u l e y e t e m a s e t t i ğ i
z a m a n , belirli bir etki m e y d a n a g e t i r e b i l m e s i için, m u t ­
laka dik açı ile v u r u ş s a ğ l a m a s ı g e r e k m e k t e d i r . T a m a ­
m e n yukarı d o ğ r u y ö n e l t i l m i ş ş a h m e r d a n l a r , p r a t i k t e
hiçbir yarar ifade e t m e m e k t e d i r . Bu y o l d a n s a ğ l a n m ı ş
bir k i n e t i k enerji, n e t i c e s i z k a l m a k t a d ı r . Bu p o z i s y o n ­
daki bir ş a h m e r d a n ı n , saldırıda b u l u n d u ğ u yüzeyle t e ­
m a s ı , ya d e v r i l m e s i n e ya da en a z ı n d a n at gibi ş a h a
k a l k m a s ı n a yol a ç a c a k t ı r .
— R e s i m l e r d e n b i r i n d e g ö z ü k e n ikiz ş a h m e r d a n
î s e , p r a t i k t e t a m a m e n yararsızdır. İkili ş a h m e r d a n ile
d u v a r a b i n d i r e c e k olursanız, v u r u ş g ü c ü yarıya inecek-

174 175
tir. Ne var ki, bu işin yapıcıları, iki ş a h m e r d a n ı uygun
g ö r m ü ş l e r ve uçlarını yukarı doğru ç e v i r m i ş l e r .
— Son olarak, a m a en ö n e m s i z o l m a y a n n o k t a y a
g e l e î î m . Ş a h m e r d a n n e d e n bir kuleye ihtiyaç g ö s t e r
mistir, n e r e d e görülmüştür?
B u ikili ş a h m e r d a n örneği — d a h a çok mevcut­
t u r — b a n a Eriha k e n t i n e yapılan saldırıda rastladığımız
c i n s t e n bir tür akustik t o p l a n o l u p olmadıklarını d ü ş ü n
dürdü:

« . . . k a v i m boru sesini işittikleri z a m a n . . . duvar


o l d u ğ u yere çöktü, v e h e r k e s kendi ö n ü n e doğru
olarak kavim ş e h r e çıktı...»
- Tevrat, Yeşu 8, 20 -

176 tanrıların ayak izleri 177/12


BEŞ 37
ri'nden Dr. T e o p h a n i s M. M a n i a s ( ) , diğeri ise Braunsch­
weig Carolo-Wilhelmina Teknik Üniversitesi'nden Prof.
TANRILARIN ALAMETLERİ Mi? 38
Dr. Fritz Rogowski'ye( ) aitti. H e r iki yazar da, b ü t ü n
TANRILAR İÇİN ALAMETLER Mi? dinsel mekânların, kehânet merkezlerinin; söz gelimi eski
Yunan tapmaklarının tamamının belirli bir 'geometrik-teo-
deşik bir modeli'ne göre yapıldıklarını açıkça kanıtlamak­
tadırlar. H e r iki kitabı da o k u d u k t a n sonra, yeniden Atina'
daki konuşmamızı hatırladım. Bu yersiz şüpheciliğimden
ötürü, o beyden özür dilemek isterdim. F a k a t , adını bile
Olay birkaç yıl önce Atina'da geçti. Bir basın toplan­ bilmiyordum. H i ç değilse, bu kitap Atina'nın N o t o s Yayın­
tısı sırasında, b a n a bir tek soru bile sormayan, fakat sürekli evi tarafından basıldığı zaman, benim de cephe değiştirdi­
notlar tutan, saçlarına ak düşmüş, bir adam çarptı gözüme. ğimi öğrenecektir.
D a h a sonra yanıma gelerek, gayet kibar bir edayla, b ü t ü n
eski Yunan tapınaklarını; özellikle birbirleriyle t a m bir
geometrik uyum içerisinde sıralanan mitolojik d ö n e m d e n
Aslında binalarla ilgili geometrik prensiplerin kullanı­
kalanları bilip bilmediğimi sordu.
mı, eski Yunan'ın b ü t ü n çağların en büyük matematikçile­
Yüzümü ekşitmiş olacağım ki, söylediklerinin t a m a ­
rinden biri olan Öklid'i yetiştirdiği düşünülürse, mucize sa­
m e n gerçek olduğu hususunda ısrar etti. Dinleyicilerimin,
yılmamalıdır. M . Ö . IV. Yüzyılın sonlarına doğru yaşayan
beni, kendi alanıma giren yeni yeni spekülasyonlara itmek­
Öklid, İskenderiye'de Eflatun Üniversitesi'nde hocalık yap­
ten büyük mutluluk duyduklarının farkındayımdır. Hayır
mış; on beş eseri, matematiğin h e m e n tüm konularına ve
dedim. Bu k o n u d a bir şey bilmiyordum, çünkü eski Yu­
özellikle geometriye yer vermiştir. Binaların bu şekilde
nanlıların tapınaklarının geometrik düzeninde uygulaya­
yerleştirilmesi o n u n fikri miydi?
bilecekleri bir düzlem bilgisinden haberdar olduklarını da
hiç duymamıştım. Ayrıca, tapınaklar genellikle yüzlerce ki­ Öklid, filozof ve aynı z a m a n d a aktif bir politikacı olan
lometre uzaklıktaydı birbirlerinden. Çoğu zaman da, bir­ Eflatun'un çağdaşı idi. Eflatun, M e g a r a ' d a Öklid'in ayak­
likte gözükmelerini engelleyen dağlar giriyordu aralarına. larının dibine oturarak verdiği dersleri dinlemiştir. Efla­
Bu noktada müdahalede bulunarak, a n a k a r a d a n çıplak göz­ tun, meslektaşının etkisinde mi kalmıştı? Yapı işlerinde
le görülebilen ada tapınaklarını hatırlattı. Olmaz, diye hü­ politik yönden kararlara katılırken, bilgisini de mi kullanı­
küm yürüttüm yine, yapımcıların tapınak ve benzer yapı­ yordu? Bu n e d e n d e n ötürü mü, mimarlar, tapınakları «geo­
l a n geometrik bir ilişki içinde yapmaları için hiçbir neden metrik nirengi» sistemine göre kuruyorlardı?
yok ki. Ne yazık ki, bu hipotez yanlıştır. Çünkü, t a p m a k ve
Ak saçlı a d a m özür dilercesine omuzlarını silkti ve kutsal yerlerin büyük bir kısmı Öklid öncesinde de var­
yanımdan ayrıldı. Şüpheciliğim şaşırtmıştı onu. Sonra da dı!
tamamen aklımdan çıktı. Bir süre sonra, masamın üzerinde, Yine de farketmez. Eflatun, Timaeus adlı eserinde,
bu Yunanlı beyefendinin iddialarını destekleyen iki ciddi yedinci ve sekizinci bölümlerde sözünü ettiği, eski Y u n a n
kitapla burun b u r u n a gelince, aramızda geçen k o n u ş m a Tapmaklarının gizem dolu düzeni hakkında birtakım şey­
yeniden zihnimde canlanıverdi. Biri Y u n a n H a v a Kuvvetle- ler biliyor olmalıydı. D u r u hitabetin ustası Eflatun, geomet-

178 179
riye büyük bir değer verirdi. Bugün bile, geometri üzerine
Şimdi birkaç örnek-verelim:
yazılmış birçok kitap, Eflatun'un şu cümlesi ile başlar:
— Delfi ile Epidaurus, arasındaki uzaklık ile E p i d a u -
rus ve Delos arasındaki azaklık, «Altın Kesit»in uzun
«Geometriden habersiz kimselere, söz söyletmeyin.
bölüte orantısını .vermektedir ki, b u orantı % 62'dir.
Geometri, ebedî oluşun bilgisidir.»
— Olympia ile Chalkis arasındaki uzaklık ile, Olympia
ile Delos arasındaki uzaklık, yine aynı % 62'lik orantıyı
Öklid'in, Eflatun'a o sıralar mevcut bulunan geomet­
vermektedir.
rik bilmecelerle ilgili gözlemlerinden söz etmiş olması da
— Delfi ile Thebes arasındaki uzaklık, Delfi ile Atina
ihtimal dahilindedir. Bu da, Öklid'in, Eski Yunan tapı­
arasındaki uzaklık oranı da yine % 62'dir.
naklarının taşlarına biçim veren geometrinin temel ilke­
— Sparta ile Olympia arasındaki uzaklık ile, Spar­
lerini bildiği anlamına gelir. Dr. Manias, konuyla ilgili
ta ve Atina arasındaki uzaklık oranı da, yine Altın Ke­
olarak şöyle demektedir: «Ökiid geometrisi, bütün olarak,
sifin % 62 prensibine uymaktadır.
asırlara dayanan dinsel ve bilimsel metinlerden kaynak­
—- Epidaurus'tan Sparta'ya uzanan hat ile E p i d a u r u s
lanmaktadır.»^' 7 )
ile Olympia arasındaki hattın oranı % 62'dir.
Tabii hepimiz, Öklid tarafından da vurgulanan, «Al­
— Delos ile Eleıısis arasındaki uzaklık ile, Delos
tın Kesit»in ne olduğunu biliyoruz. Bu dinsel yapılarla il­
Delfi arasındaki mesafe, yine % 62'lik bir orantının haber­
gili olarak birtakım ilişkilerin derinlerine girmeden önce.
cisidir.
'altın kesit' ile ilgili olarak kızımın ders kitabındaki tanım­
— Knossos'tan Delos'a olan uzantı ile Knossos'tan
lamayı a k t a r m a k istiyorum:^"»
Chalkis'e olan uzantı arasındaki oran, % 62'dir.
— Delfi D o d o n i arası ile, Delfi Atina arası, yine
% 62'lik bir oran vermektedir.
«AB doğrusu, bir E noktası ite bölünürse, ve bu bö­
Bu dinsel merkezlerdeki tuhaflıklar, bir tek «Altın Ke­
lünmede AB'nin AE'ye olan orantısı, AE'nin EB'ye olan
sit» bilmecesi ile de çözüme kavuşmuş değildir.
orantısı ile eşit ise, AB'nin 'Altın Kesife bölündüğü söy­
Bu tapmaklardan biri merkez alınarak, çevresinde
lenebilir.»
bir daire çizilecek olursa, dairenin çizgisi iki ve üçüncü bir
e
tapınaktan; hatta bazen bir dördüncüsünden teğet geç­
mektedir. Söz gelimi:
« I — — 1 18
— Merkez Knossos olmak üzere Sparta ve Epidaurus
daire çevresinde kalmaktadırlar.
«Bu bölünmüş doğru, uzun böiütü kadar uzatılacak — Merkez T aros olmak üzere Knossos ve Chalkis
olursa, yeni doğru da «Altın Kesit» prensibine uygun bir daire çevresinde kalmaktadır.
yapı arzedecektir. Bu süreç sonsuz kere tekrar edilebilir.» — Merkez Delos olmak üzere Thebes ve İsmir daire
çevresinde kalmaktadır.
— Delfi, Olympia ve Atina; Argos'tan eşit uzaklık­
R H— J| 1 |g tadırlar.
<• K .% fi — Sparta, Eleusis ve kehânet merkezi Trofonion;
Miken'den eşit uzaklıktadırlar.t 8 7 )
180
181
bu sayısız geometrik düzenlemeler, yapımcılarla ilgili şans
faktörünü o r t a d a n kaldırmaktadır.
Öyleyse bu matematiksel mükemmelliği nasıl açıklaya­
cağız? Tarih öncesi İnsanların m a t e m a t i k bilgi düzeyiyle n a ­
sıl bağdaştıracağız? Bu adamlar, neyi nerede kurduklarını
nasıl bilebildiler?
Bütün bu ilişki ve bağlantılar, ancak büyük bir yük­
seklikten görünebilir olduğuna göre, geometrik şebekenin
tepelerinde yer alan birileri, ellerindeki flamaları sallaya­
rak, 'tamam, işte. o r a d a ' diye komutlar mı verdiler!

Yoksa — P r o f . Rogovski'nin öne sürdüğü g i b i — eski


Yunanlılar, önce her şeyi küçük bir ölçekte planladıktan
sonra, geometrik şebekeyi geniş düzeye mi yayma yoluna
gittiler? Eğer gerçek böyleyse, Eflatun'un «Timaeus» ese­
rinde «kutsal bilginin binlerce yılların birikiminden devra-

Rus bilim adamları, eski din merkezleri arasında bi­


rer bağlantı hattı çekince, ortaya çıkan görüntü,
beşgenlerden oluşan, açılmış bir futbol topunu an­
dırıyor.

182
183
lmdığı» şeklindeki ifadesi ne anlama gelmektedir? Ve bu Dr. Manias, derin bir hayret uyandıran ikinci bir ke­
sözü M . Ö . 400'lerde sarfediyorsa, binlerce yıl geriye dö­ şifte bulunuyor ve anlıyor ki, eskilerin bu geometrik sis­
nünce, doğrudan Tanrılar Çağı'nm göbeğinde buluruz ken­ temi, yalnızca Yunanistan'la sınırlı değildir. Kıbrıs, L ü b n a n
dimizi. (Baalbek), İskenderiye ve hatta Mısır Piramitleri bile aynı
Bu tür bilmeceler, beraberinde bir sürü ciddi sorular şebekenin birer parçasıdırlar.
getirmektedir. T a p m a k ve dinsel merkezlerin Öklid'den R u s araştırmacıları Gonçarov, M a k a r o v ve Morosov
önce yapıldığı kabul edilirse, ve de bunlar belirli bir geo­ eski önemli kültürel merkezleri içeren bir harita üzerinde
metrik örnekler şemasına uygunluk gösteriyorlarsa, eski çalışmışlardır. Moskova Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden
Yunanlıların neden böyle bir yola başvurduklarını sormak Nikolai Gonçarov, ortaya çıkan neticeyi görünce, elinde
gerekir. Bu olağanüstü planlamanın nedenini bulmalıyız. olmadan aklına bir futbol topunun kesitleri gelmiştir.( 4 0 )
Ve böylesine eski devirlerde böylesine ileri matematik bil­ Önemli kültür merkezlerinin noktalandığı dünya haritası,
gileri nereden bulduklarını açıklayabilmeliyiz. Ve son ola­ yerküreyi on iki adet beşgene ayırmıştır. «Komsomolskaya
rak, kendileri bulamayacağına göre, söz konusu mekânları Pravda» Gazetesinden Nikolai Bodnaruk, şöyle yazmıştır:
Yunan kabilelerine gösteren kimdir? Sorular dizisi bizi
çıkmaz bir yolun içine itiyor. «Bu haritaya göre birçok eski kültür, yerleşme alan­
Olaylar, bu kadarla da kalmıyor ve iyiden iyiye kar- larını rastlantı neticesinde değil, bu sistemin belirli
maşıklaşıyor. odak noktalarına göre belirlemiş, Mohenjo D a r o ' n u n ,
İndüs kültürü Mısır, Kuzey Moğolistan, İrlanda, Pas­
kalya Adası, Peru ve ' R u s kentlerinin anası' Kiev için
bu yaklaşım tamamen tutmaktadır.
Kuzey Afrika ile Basra Körfezi arasındaki petrol
yatakları, iki beşgenin kesişme hattı üzerinde uzan­
maktadır. Aynı durum, Amerika'da Kaliforniya'dan
Teksas'a kadar uzanan bölge için de geçerlidir. Bu
çift şebekenin odak noktalarına dikkatlice bir göz
gezdirelim: Güney Afrika'nın olağanüstü zenginlikle­
re sahip güney kesimi, Güney Amerika'da Cerro de
Pasco yerleşim merkezleri, Alaska ve Kanada; Batı
Sibirya'nın petrol ve yeraltı gazı okyanusları ve d a h a
niceleri.
Tabiatıyla bu bağlantıları her tarafa uygulayamayız.
Ne var ki, rastlantı hesaplarını aşan bir yoğunluk söz
konusudur. Ayrıca, gezegenimizdeki değişikliklere
bağlı olarak doğal zenginliklerin oluşumundaki fark­
lılık, geometrik düzendeki sapmaları açıklamaya ye­
Maya Piramidi Chichen îtza - tanrılardan kalma bir terlidir.»
alâmet mi?

184 185
Bu son keşiflerin ışığı altında, Eflatun'un da 'Timaeus' —- Uffington'un Berkshire meralarındaki 110 met­
adlı eserinde «dünyamıza tepeden bakacak olursak, on iki relik Beyaz At.
parçalı bir deri topa benzetirdik» demiş olduğunu özellikle — C e m e Abbas'taki 55 metrelik dev.
hatırlatmalıyım. — Sussex Eyaleti'nde Wilmington'daki Uzun A d a m .
Ş u ' d ü n y a ananın dere-tepe ve ovalarında gerçekten — Kaliforniya'da Blythe yakınlarındaki 13 m. uzun­
hiçbir yenilik yok mudur? * luğunda ve 9 metre yüksekliğindeki at; 28 m. yüksekliğin­
Dünyanın her yanına yayılmış bulunan dev taş «alâ­ de ve 21 m. genişliğindeki kollarını açmış dev anasıyla 31
metleri» göz önüne getirince, bu tür anıt ve kültür merkezle­ metrelik dev.
rinin, belirli bir komisyonca öngörülen «ana plan» çerçeve­ — Arizona Sacoton'daki 46 metrelik dev.
sinde yapıldığı ve söz konusu kutsal mekânlara, uçan tanrı­ — M a n i t o b a ' d a White Shell Eyalet Parkı'ndaki Aşın­
lar tarafından görülerek yerleştirildiği izlenimine kapılmak­ mış Mozaikler. M a r l b o r o u g h ' n u n sekiz km. batısındaki
tan kendimi alamıyorum. Bu kolluk örneklerini sıralayalım Wiltshire'de Silbury Tepesi.
(eski kitaplarımda daha geniş bilgi mevcuttur): — A B D Louisiana Eyaleti'nde Poverty Burnu ya­
— Dünyaca ünlü Nazca düzlüklerinde iniş şeritleri kınlarındaki 6 adet ve de toplam uzunlukları 11.2 mili
arasına dev figürler resmedilmiştir. bulan sekizgenler.
— Şili'de Antofagasta Eyâleti'ndeki kayalarda dev — A B D Ohio Eyaletindeki-, Bush Yarığı'nın Yılan
satranç tahtası modelleri resmedilmiştir. Tepeciği. R i p o n ' d a (Yorkshire), J a p o n Adası H o k k a i d o '
— Kuzey Şili'deki Taratacar Çölü'nde 100 metre yük­ da N o n a k a d o yakınlarında, A B D ' n i n çeşitli eyaletlerinde
sekliğinde dev bir robot vardır. ve de Wyoming'in Big H o r n Dağlarındaki Medicine Çarkı
başta olmak üzere birçok yerde karşımıza çıkan ortak
merkezli daire ve çarklar.
— Ve son olarak, P e r u ' d a Paracas Koyu'na uzanan
And sıralarındaki 250 metrelik gaydalar.
Bu küçük koleksiyon yeterince kanıtlamaktadır ki, es­
ki kültürlerin insanları, dağlara veya düzlüklere, yüksek­
lerden görünülebilir birtakım devasa alâmetler kazımışlar­
dır. Neden ve kimin için katlanmışlardır bunca zahmete?
Arkeolojik literatür, bütün bunları eski bir külte bağ­
layarak karşımıza çıkmaktadır. Olabilir, fakat ne tür bir
külttür söz konusu olan? H a d i alçakgönüllülük göstererek
bilgi dileyelim. F a k a t bu bilgi hiçbir zaman sunulmaz. Eğer
söz konusu olan bir kült ise, evrensel cinsten bir kült ol­
malıdır bu. Ortak bir türetici, bütün insanlara aynı akti-
vitelerin ilhamını aşılamıştır. Aksi takdirde, her kıt'adan
bir sürü insanın dağlara tırmanıp kayaları kazıması, ovalara
resimler çizmeleri, yakmdan anlaşılmayan geniş figürler
m e y d a n a getirmek için iş yapmalarının bir anlamı kalmaz.

187
toprak üzerinde, ancak çok yükseklerden u ç a n kar-
tallarca görülebilecek, dev alâmetler kazımaya baş­
lamışlar.»

Gülmemeliyiz. Bu tür «kült»ler, o çok bilgiçlik tas­


layan Yirminci Yüzyılımızda bile yaygınlığını sürdürmekte­
dir.
Güney Pasifik'te Malinezya adalarının yerlileri,
«USA» diye okunan fakat kendilerinin okuyamadıkları bir­
takım harflerle vücutlarına dövmeler yaparlar. İddialarına
göre, çok çok uzun bir zaman önce, Amerika denilen ya­
bancı bir ülkenin kralı tarafından ziyaret edilmişlerdir.
Bu kralın adı J o h n F r u m ' d u r . Ve Kral, günün birinde bu
zavallı hayaüarını geliştirmeleri ve mutluluğu bulmaları
için, yanında 50 bin göksel yoldaşı olduğu halde, M a s u r
Yanardağı'ndan geri döneceğine söz vermiştir. Ve yerliler
derler ki, tanrı J o h n Frum, ancak geleneklerine saygıyı
sürdürür ve de tanrılara itaat ederlerse, geri dönecektir.
Bu amaçla da tahta çubukları sırtlar, eğrelti otlarıyla kap­
lanmış basit tahta kutulara dualar fısıldar, ritmik daireler
halinde danslar yaparlar. Bütün bunlar ne mi ifade et­
mektedir. Yalnızca ve de yalnızca, 1942'lerde bu adalara
çıkan ve A B D donanması tarafından kurtarılana k a d a r
b u r a d a kalan Amerikan askerlerinin anısının sonuçlarından
başkaca bir şey değildir bu olup bitenler. Özel litera'türde,
bu oldukça yeni dine «Kargo Kült»ü adı verilmiştir. Kargo,
bildiğimiz gibi postayla havale edilen paketlere takılan isim­
dir. F a k a t ne ilgisi var ise, Batılı kült uzmanlarınca, bu
isim uygun görülmüştür.
16 E k i m 1978'te, B B C televizyonu, Afrika-Zaire'deki
roket denemeleriyle ilgili bir film göstermişti. Alman Şir­
keti O T R A G , yıllardanberi, M o b u t u ' n u n devletinde, ucu­
za malolacak bir roket projesiyle ilgili çalışmalar yürütü­
yordu. Bir ara, kamera, olup bitenleri şaşkınlıkla izleyen
bir g r u p zenciye çevrildi. Ve bir tercüman, fikirlerini so­
runca, aralarından biri şöyle karşılık verdi: «Bunlar, gök­
yüzüne ateş gönderen, bizim güçlü dostlarımızdır.», O T -

189
R A G ekibi söz konusu bölgeden ayrıldıktan sonra, bir de lunmalıdır. Duvar boyunca yürümeye başlar ve bir s ü r e
'roket k ü l t ü ' n ü n doğup doğmayacağını kim bilebilir? sonra anlar ki, bu daire şeklinde bir yapıdır ve d ö n ü p do­
G ü n ü m ü z ü n aktüel olayları bile yeni yeni kültlerin laşıp yine aynı noktaya gelmiştir. Ve en nihayet, çalılıklar
doğuşuna yol açabiliyor ise, o z a m a n son derece haklı bir ve ağaç dallarının arasından geçebileceği bir gedik bulur.
şekilde, uzak geçmişin kült ve mitlerinin de, gerçekten ya­ Renders, Zimbabwe harabelerini gören ilk beyaz olduğun­
şanmış birtakım olaylarca esinlendirildiğini ileri sürebiliriz.. d a n kuşkulanır.
Ve bu açıklama, devasa «taş alâmetleri», tanrılar için or­
taya konulan tüm alâmetleri akla yakın kilar.
1871 yılında R e n d e r s Alman jeolog Kari M a u c h ' u
aym yere sevkeder. M a u c h harabelerin bir planını çıkarır
1868'de, Alman kâşif ve fildişi taciri A d a m R e n d e r s , ve Almanya'ya geri dönüşünde kendisini Zimbabwe'nin
Güney Afrika'nın kesif çalılıklarında kaybolur. Bıçağıyla Kâşifi ilan eder. M a u c h , Zimbabwe ve çevresinin Kral Sü­
tropik bitki örtüsünden kurtulabileceği bir yol açmaya ça­ leyman'ın altın ve değerli taşlar getirttiği (Eski Ahid, I.
lışan Renders, birdenbire, kendisini on metrelik bir duvarın Krallar 9, 26) Ofir Ülkesi olduğu şeklindeki görüşü des­
önünde buluverir! tekler. Tabii bu görüş, Zimbabwe'nin esrarını çözebil­
Ve o an için kurtulduğuna inanır. Çünkü m a d e m ki mek gayesi ile ortaya atılan yığınla tezden yalnızca b i r
burada duvarlar vardır, şüphesiz civarda insanlar da bu- tanesidir.
Başkalarıysa bu Ofir denilen yeri Hindistan ve E l a m '
da, Arabistan veya Doğu Afrika'da ararlar. Büyük ihtimal­
le Kızıldeniz'in batı kıyısının güneyinde biryerlerde k a l ­
maktadır. Nerede olursa olsun, Kari M a u c h da, teorilerden
birine damgasını vurmuş ve bu gizem dolu mekânın ken­
disinden önce r a p o r edildiğini bilememiştir. Oysa, A d a m
Renders, bulunduğu yeri terk etmemiş ve ölene kadar o r a d a
kalmıştır.
Kuramsal tezlerin yoğun sis perdesi, Zimbabwe H a r a ­
belerini kuşatmıştır. Arkeolog Marcel Brion( 4 1 ) Zimbabwe
ile ilgili kuramların tamamını derledikten sonra, bunların
hiçbirinin «romantik spekülasyonlar» dan öteye gidemeye­
ceği h ü k m ü n e varmıştır.

Afrika Cangılının içine gömülmüş bir belde olan Z i m -


babwe'nin, genel olarak esrarengiz bir köşe oluşu şaşırtıcı
değildir. G ö r m ü ş geçirmiş A r a p yazarı ve gezginci E b u
Adam Renders, birden on metrelik bir duvarla karşr El Hasan Mesudî (895'lerde yaşamıştır) pek fazla ileri
laşır. bir düzeye erişememiştir. Bağdadlı yazar «Altınla Y ı k a n a n

190 191
Çok yer gezmiş çok yer görmüş bir Portekizli Tarih­
çi, D a m i a o de Goes (1502-1574), Zimbabwe'den söz eder,
fakat bir kez bile görmüş değildir. Ülkelerindeki muazzam
bir mimarîden d e m vuran gururlu zencilere değinir. Vatan­
daşı ve de meslektaşı J o a o de Barros (1496-1570), dört
ciltlik «Asya» adlı eserinde Zimbabwe'ye de yer verir.
Şöyle yazar de Barros:

«Yerliler, bu binalara «Kraliyet Evi» anlamına ge­


len Zimbabwe adını veriyorlar... Ülke halkının ya­
zısı ve geleneksel bir tarihi olmadığından, bu nes­
nelerin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığını bir
bilen yok. Yalnızca, kendi kapasitelerinin çok çok
üzerinde kaldığı için, insan elinden çıkamayacağı dü­
şüncesinden hareket ederek, söz konusu binaların
Şeytanın eseri olduğunu iddia ediyorlar...»

200 yıl kadar sonra, G o a Valisi, şu yorumda bulunur:

«Monomotopa'nın başkentinde bir kule ya da du­


var bulunduğu ve bu eserin yerli zencilerin elinden
çıkmadığı rapor edilmektedir.»(«)

Ben de, uzunca bir zamandır turistik mahallerden bi­


ri haline gelen Zimbabwe'yi 1976 yılında görme fırsatını
buldum. F o r t Victoria'dan harabelere ulaşmak için dar bir
yol izliyorsunuz. Zimbabwe Viraneler Oteli, Z i m b a b w e '
den birkaç k m . uzaklığa düşüyor. Gölgeli bir avlunun çev­
resinde birkaç sazdan kulübe. Taş masalarda otururken, na­
zik siyahiler yiyecek ve içecek servisi yapıyorlar. Göğüs­
lerine takılmış ipek bandajlar, büyük harflerle işlerini ilan
ediyor. Yemek garsonu! Şarap Garsonu! Şef Garson! H e ­
men yakındaki ovadan sürekli silah sesleri gelmeyecek ol­
sa, burada pastoral bir yaşam sürülebilir. Mozambik yal­
nızca birbuçuk saat mesafede kalıyor ve makineli tüfekleri
ile varlığını duyuruyor.

tanrıların ayak izleri 193/13


192
Rodezya'nın otel ve pansiyonlarında siyah ve beyaz leme çalışmaları cevapsız kalmaya devam edecek gibi gö­
garson ve oda hizmetçileri gördüm. K e n t görüntüsünün bir züküyor.
bölümünü de siyah ve beyaz şoförler oluşturmaktaydı. Z e n ­ «Seni, bu nesnenin siyahlar tarafından yapıldığına
cileri sevmeyen birçok beyaz ve de beyazları sevmeyen bir­ inandıran etken nedir?»
çok zenci var. B u r a d a her şey çok mu başka? A l m a n l a r , Sinclair, beni çekmecelerle dolu bir dolabın ö n ü n e sü­
göçmen T ü r k işçilerini seviyorlar mı? Biz İsviçreliler, ka- rükleyerek, birbiri peşi sıra açıp k a p a m a y a başladı.
rayollarımızı, sulama kanallarımızı ve de Alplerin için­ «Bak, bütün bu nesneleri, harabelerin bulunduğu
d e n geçen tünellerimizi açan Güneylileri seviyor muyuz? vadide bulduk. Burasıyla Mözambik'in Sofala ve Quelimae
Bütün bu dokundurmalarla, ırk sorununu yumuşatmak limanları arasında yaklaşık yüz k a d a r benzer kalıntı var.
dileğinde değilim. Ne var ki, Zimbabvve'nin harabeleri bi­ D a h a mütevazi ölçülerde, fakat aynı yöntemlere göre inşa
le politik arenanın içine itilivermiş. Kısa bir süre önce, edilmişler. Isı yoluyla granit dilimler kesilmiş ve harç kul­
Rodezya'da, söz konusu yapıların siyahlara atfedilmesi lanılmaksızın birbiri üstüne sıralanmış. Bir zamanlar Zim­
büyük bir şaşkınlık uyandırdı. Gerçekte, ne kuzeyde ne de babwe Krallığı H i n t Okyanusu'na k a d a r uzanıyordu. T a h ­
güneydeki yüzlerce zenci kabilesinden hiçbiri bu tür eser­ minen, Zimbabwe'nin bilinmeyen kralları A r a p ve Çinli­
ler dikmiş değildir. Bu tür bir organizasyon ve planlama lerden çeşitli mallar alabilmek için karşılığında altın ih­
onlara daima yabancıydı, b u g ü n bile yabancıdır. Bundan raç ettiler. İşte k a n ı t l a n b u r a d a ! Bu Çin ipeğidir, bunlar
yirmi yıl k a d a r önce, Bantu zencilerinin böyle bir nesneyi da Çin seramikleri ve hepsi de b u r a d a k i kazılardan çıktı.
yapmış olduklarını öne sürecek olan herhangi bir kimse, A r a p giysileri, bilezikleri, kırık cam işleri ve hatta eski
kendi inanılırlığıyla oynamış olurdu. Zenciler b u n a ben­ H i n t süs işleri bile bulduk. Bu buluntular karşısında bu­
zer ileri eserleri yaratabilecek yeteneğe lâyık görülmezlerdi. rasıyla Hint Okyanusu'ndaki limanlar (bugünkü M o z a m ­
bik) arasında u z a n a n bir ticaret yolu bulunduğu husu­
sunda ikna olduk. Bu yolda neler taşındı? Bu civarda bol
Rodezya Ulusal Müzeler ve Anıtları'ndan ve yıllar­ bol altın madenleri olduğunu bildiğimize göre, altın el­
dır Zimbabwe Müzesi için çalışmakta olan 35 yaşındaki b e t t e ! Kral'ın adı — M o n o m o t a t a — da bu yaklaşımı doğr
ruluyor nitekimC Bu ad, «Madenlerin Efendisi» anlamına
Rodezyalı arkeolog P a u l Sinclair ile bir görüşmem oldu.
geliyor.»
Kendi gayretiyle çevre vadilerde kazılar tertiplemiş, ve ol­
dukça derinlerde Çin ipekleri, A r a p çanak-çömlekleri ve «Bu yapımcıların Araplar olduğunu varsaymak d a h a
sayısız Bantu süs ve ziynetleri ve de garip küçük heykel­ mantıklı olmaz mı?»
cikler bulmuştu. «Hayır. Buluntuların yalnızca çok az bir b ö l ü m ü n ü n
Sinclair'e sordum: yabancı kökenli oluşu bu hipotezi çürütüyor. B ü t ü n bu çek­
«Sence bu masif yapıyı kim kurmuş olabilir?» meceler buluntularla dolu. Siyah yapı işçilerinin yadigari.»
«Siyahlar,» dedi Sona dilinde, Zimbabwe «Mute­ Çekmeceleri doldurmuşlardı. K a m p ateşi çevresinde
ber» veya «Saygın* Ev gibi bir anlama geliyordu. Saygın boş zaman uğraşlarının göz nuru ürünleri küçük heykelcik­
bir Ev, aynı zamanda dinsel bir tapınak ya da kraliyet ler. Yüzleri, genellikle, zenci hatlarını andırmakla beraber,
eviyle de özdeş olabilirdi. Ne yazık ki, bu devasa eserin birkaç tane de benim astronot-tanrılarımı çağrıştıranlarına
yapım emrini vermiş olan megalomanyak diktatörün meza­ rastladım. B u n l a n n , bir miğferle tamamı sarmalanmış yu­
rım hâlâ bulabilmiş değiliz. Bu nedenle de, kimlik belir- varlak kafaları vardı. Fildişi bilezikleri, kemik kolyeleri've

194 195
ince tahta işlerini, fildişi kakmacdık ürünlerini dikkatle el­
den geçirdim.
«Eğer sözlerini yeterince anlayabildiyşem, Bay Sinc­
lair, Zimbabwe'yi zenciler inşa etmişler. F a k a t neden
ve hangi amaçla?»
Arkeolog, Zimbabwe'nin, o günlerde de aranılan bir
m a d e n olan altınların depolandığı ve yağmalara karşı ko­
runduğu bir kale olarak inşa edilmiş olabileceğini düşü­
nüyordu.
Bu cevap beni pek tatmin etmemişti doğrusu.
Portekizli tarihçi, yerli geleneklerine kulak verdikten
sonra şöyle yazmamış mıydı?
«Bu yapının Şeytan'm eseri olduğunu iddia ediyor­
lar. Ç ü n k ü kendi kapasitelerini göz önüne alınca, böyle
bir nesnenin insan elinden çıkmış olamayacağına inanı­
yorlar...»
Zimbabwe'nin bugünkü görünümü ne alemdedir?

Harabeler, 2000 m 2 yani diğer bir deyişle iki tane


futbol sahası oluşturacak bir alanı çevreleyen 100 m.
uzunluğunda eliptik bir duvardan oluşmaktadır. Bugün bu
eliptik alana «Kral Evİ» adını vermek baştanbaşa bir saç­
malık gibi gözükmektedir. Çünkü, içinde bir tek mezar,
bir tek heykel, bir tek büst ve hatta bir tek aletçik bile
bulunamamış bir yerde, kralların yaşadığı hiç görülmemiş­
tir.
Zimbabwe nin tarihi yoktur.
Alanı çevreleyen duvar 10 m. yüksekliğinde ve yak­
laşık 4.50 m. genişliğindedir. Duvar harç kullanılmadan
inşa edilmiş ve tahminî olarak 1 milyon ton h a m m a d d e
kullanılmıştır.
Eliptik hattın içinde kalan duvar kalıntılarının da
tatmin edici bir açıklaması mevcut değildir. Daireler, daha
küçük elipsler ve de dış duvara paralel olarak uzanan daha
alçak bir duvar ile sağ köşede (tabii ki, elips'in normal
halde köşesi olamaz) 6 m. çapında ve 10 m. yüksekliğinde

196
fikrinden hareket etmişti. Kazılar yapıldı, fakat böyle bir
mezar bulunamadı. G ö r ü n ü r d e hiçbir amacı olmamasına
rağmen, kule de, diğer duvar y a p i a r l a birlikte öylece dur­
maktadır.
Bu eliptik hattın çevresinde, «vâdi harabeleri» diye
anılan ve o kadar da kayda değer olmayan bir mahal daha
yer alıyor. Özellikle bir vadi olup olmadığı da tartışma
götürür. Harabeler, geniş eliptiğin bulunduğu düzlüğün üze-
rindeler, hepsi o kadar. Ve ancak burada imkân bulunabil­
diği için, taşların arasında renkli bir bahçecilik gelişiyor.
Geniş elips, ile 'vâdi harabeleri', tepede kalan ve «Ak-
ropolis» adı verilen bir üçüncü kompleksin gölgesinde ka­
lıyorlar. Burada, doğal toprak özellikleri olağanüstü bir
ustalıkla kullanılmış. Kayaların yarık verdiği yerlerde du­
varlar inşa edilmiş. En kalın dış duvarlar 7.50 m. yüksek­
liğinde ve 6.70 m. genişliğinde. Yukarı doğru giderek in­
celiyor ve en tepede genişlikleri 4 m'ye düşüyor! Yapı iş­
çileri, duvarların bazı bölümlerini ince kaya çıkıntılarına
kurabildiklerine göre, yükseklik konusuna bayağı aşina
olmuş olmalılar. Zimbabwe gerçekten bir kale ise, Akro-
polis'in bu bölümlerinin savunması kolay geçmiştir.

Tepedeki kazılar sonucunda küçük altın bilezikler,


cam boncuklar ve sabuntaşından yapılma sekiz tane de
kuş bulunmuş. Saponit adlı bir m a d e n olan bu sabuntaşı,
kuruyken, aynen sabun izlenimi uyandırır. Bu Zimbabwe
kuşlaşı, esrar perdesini biraz d a h a koyulaştırmaktadır. Yük­
seklikleri 30 cm. olup, muhtemelen sütunların üzerinde
bulunmaktaydılar.
Akropolis'in zemininde geometrik motifler vardır.
Tepeden vadideki harabelerle büyük duvarın görünümü
tek kelimeyle nefes kesicidir.
15 m.'yi aşkın taş blokların bir kısmı insan elinden
çıkma, diğerleri ise mekanik bir çalışma ürünü gibi gözükü­
yordu. P e r u ' d a da aynı izleri taşıyan monolitler gördüm.
O r a d a da, Sacsayhuaman İ n k a Kalesi'nin tepesinden, ay-

198 199
bizler gibi pratik yöntemlerden yola çıktıklarına i n a n m a k
istediğim için, bu masif taşlarla karşılaşana kadar, Düşler
Ülkesi Ofir fikrine p e k ihtimal vermemiştim. N e d e n mi?
Eğer altınların nakliyesi için bir garnizon öngörülüyor

Sekiz Zimbabwe kuşundan biri. Şöyle şakıyor sanki:


«Biz nereden geldik?»

konusu olamayacağım ileri süren R. Gayre, bu teze ka­


tılmaktadır. Gayre, tezini kanıtlamak için altın-ticareti ola­
yından yararlanmaktadır. Araplar, İslâmiyet öncesi devir­
lerde buralarda madenleri kullanmış ve hazinelerini koru­
yabilmek için Zimbabwe'yi inşa etmişlerdir. Eliptik du­
varla Ugili olarak da, Yemen'deki, on yedinci yüzyıldan
kaynaklanan benzer bir duvarı örnek göstermektedir.
Bazı tahminlere göre, Zimbabwe'nin o hareketli gün­
lerinde, yılda 6 0 0 bin tondan fazla altın çıkartılmıştır. Bu­
gün ise Rodezya'nın yıllık altın üretimi yalnızca 16 ton­
dur.
H e r şey probleme dönüşüyor; hiçbir şey kesinlik ka­ Duvarlar. Duvarlar. Duvarlar. Ne bir gedik, ne bir
zanamıyor. Gerçekten de, Zimbabwe'nin tarihi yok galiba. mazgal, ne bir giriş. Hangi amaca hizmet ettiği çö­
İster siyah ister beyaz olsunlar, atalarımızın da aynen zülememiş bir taş yığını.

200 201
ise, askerler bu heybetli Akropolis'te yaşayabilir ve düzlüğü Masif konik kulenin, büyük elipsin içinde; sağ kö­
gözleyebilirlerdi. şede anlamlı bir k o n u m u vardır. Elips ve kule, ufak tefek
farklılıklarla Mali Batı Afrika Cumhuriyeti'nde de ortaya
çıkan bir Sirius modeli değil midir?
Buraya kadar tamam da, eliptik duvarla ilgili yine de Araştırmacı ve bilim adamı R o b e r t K.G. Temple, ha-
bir açıklama gelmiyor. Ne çevreye kumanda edebilecek bir tırlanamayacak k a d a r eski zamanlardan bu yana, Sirius Sis­
esprisi var, ne de yüzyıllar boyunca bütün savunmacıların temiyle ilgili en ince ayrıntıları bile bildiklerini kesinlikle
başvurduğu kulelere, burçlara, mazgallı siperlere ve de kanıtlamıştır.
mazgal sevilerine sahip! Duvarlara tırmanmak bile m ü m ­ Sirius A, Büyük Köpek T a k ı m Yıldızı'nm (Canis M a ­
kün değil. Ne merdiven, ne de aynı işi görebilecek çıkıntı­ jör) ana yıldızıdır. H e m e n h e m e n görünmeyecek k a d a r kü­
lar var. Bu büyük eliptik taş yığını, tam anlamıyla ne idüğü çük bir n ö t r o n yıldızı, Sirius B, çevresinde eliptik bir yö­
belirsiz bir nesne. rünge çizmektedir. Ve Sirius A ' n ı n çevresindeki bu yörünge,
Peki ama. Tanrı Aşkına, Afrikalı zenciler, yüzlerce Dogonların kaya çizimlerinde, ayan beyan ortadadır.
ton graniti buraya hangi amaçla taşıyıp da bu garip anıtı Dogonlular, bu üstün astronomik bilgilerini, Dogori
diktiler? adlı bir tanrıdan aldıklarını ileri sürmektedirler. N o m m o
Bu soruyu kafamdan silemiyor, harabeden harabeye zencileri, Sirius A ' n ı n yörüngesinde dönen Sirius B ile
gezerken, zihnimin bir köşesinde sürekli bu bilmece ile uğ­ ilgili olarak aydınlatmakla yetinmemiş, b u n u n yanısıra Si­
raşıyordum... ta ki, Zimbabwe Müzesi'nin duvarındaki bu rius sisteminde yer alan diğer bazı gezegenlerin adları ile
kompleksle ilgili bir harita fikir verene k a d a r ! yörüngesel çizelgelerini de belirlemiştir. Sözgelimi bir
«ayakkabıcı gezegeni» ile bir de «kadınlar gezegeni» mev­
cuttur ki, m o d e r n astronomi henüz bu k o n u d a herhangi bir
bilgiye sahip değildir. Tek bilmen, Sirius B'nin, Sirius A'
nin çevresinde, elli yılda t a m a m l a n a n eliptik bir yörünge
çizdiğidir.
Zimbabwe Müzesi'nin planı önünde öylece dururken,
birden bir paralelliğe takıldı aklım. Sağ köşedeki kulesi ile
birlikte Zimbabwe'nin büyük elipsi, D o g o n ' u n Sirius m o ­
delini andırmıyor muydu? Büyük elipsin içinde yer alan
yıkık duvarlar, açıklanabilmesi son derece güç bir biçim­
de «ayakkabıcı gezegeni» ile «kadınlar gezegeni'nin yörün­
gelerini çağrıştıran bir yol izlemiyor mu? A n a eliptik du­
varın içinde, onun üçte biri uzunluğunda ikinci bir duvar
neden yer alsın ki? Bu helezonî iç eliptik duvarın, savunma
amacına hizmet ettiği de söylenemez.
D o g o n ' u n Sirius Modeli ile Zimbabwe'nin kuleli elip­
Zimbabwe harabelerinin krokisi ile Mali'nin Dogon sinin benzerliklerini müşahede etmek için, pek de fazla ol­
Kabilesi'ne ait Sirius Modeli. mayan bir yükseklikte, havadan şöyle bir tur atmak yeter­
lidir.
202 203
G ö r ü n t ü yönünden benzerlikleri göz önüne alındığın­
da, sorun, Zimbabwe Kompleksi ile Dogon Sirius Modeli
arasında ideolojik bir bağlantının b u l u n u p bulunmadığı­
dır.
Bütün zaman ve mekânlarda, insanları büyük gayret
ve eserlerin yapımına iten başlıca faktör din olgusu ola­
gelmiştir. Tanrılar adına dünyanın hemen her köşesinde
meydana getirilen alâmetler, dinsel kökenlidir. Dinsel dür­
tüler aracılığıyla taş tapınaklar ve piramitlerden A r a p ca­
mileri ve Hıristiyan katedrallerine kadar nice eserler ger­
çekleştirilmiştir. İnkalar ve Mayalar da, basamaklı piramit
ve tapınaklarını yine tanrıların şerefine dikmişlerdir. Dün­
yaya yön veren tüm manevî inançlarda, yoksulların en yok­
sulları bile, tanrısal sembolleri yüceltebilmek için altın ve
kıymetli taşlan toplamaya itina göstermişlerdir. Putperest
veya Hıristiyan hiç fark etmez. İnsanoğlu daima yapılar
kurmuş ve bir tanrıyı onurlandırmak gayreti ile fedakâr­
lıkları göze almıştır.
Kendi kendimize sormaklığımız gereken konu, Zim­
babwe siyahilerinden tanrı N o m m o ' y a tapanların, bu deva­
sa yapıyı, özel olarak tanrılarının anısına Sirius sisteminden
örneklendirmiş olup olamayacaklarıdır. Dinsel şevkle, N o m -
m o ' n u n günün birinde geri dönebileceğine ilişkin umutları­
nı, böylesine heybetli bir yapıya mı dökmüşlerdir? Tanrı­
larına «burada yaşıyor ve seni bekliyoruz» tarzında bir işa­
ret bırakmayı mı amaçlamışlardır?

Akropolis'teki Zimbabwe'nin sekiz kuşu, köken ola­


rak göksel bir tanrı olan Mısır İlahı H o r u s ' u n kutsal şahin­
lerine büyük bir benzerlik gösterir. H o r u s da, kanatlarını
açmış bir şahin ile sembolize edilirdi.
R o b e r t K.G. Temple'm iddia ettiği, gibi, Dogon kül­
türü bu eski bilgeliği Mısırlılardan devralmış olabilir mi?
Gerçekte, eski Mısır takvimi aslında bir Sirius takvimidir
ve yine Mısır tanrıçası İsis de, k ö k e n olarak Sirius tanrı-
çasıdır.

204 205
yor. F a k a t Dogonluların, ne zaman ve neden dolayı M a l f babwe ile ilgilenen bütün diğerleri k a d a r geçerli olsa ge­
ye geldikleri konusunda herhangi bir bilgiye sahip değiliz. rektir.
G ö r ü n e n o ki, aynı yıldız sisteminin modeli, ne Dogonlular Bütün bu çalışma ve yolculuklarımın ardından, saç­
ne de Bantular için yabancı değil. H e r ikisi de, Mısır tan­ larına kır düşmüş Atinalı beyi hatırlıyorum. Beni affet­
rısı H o r u s ' u n sembolü olan şahine tapıyorlar. Dogonlar, mesini dilemeliyim kendisinden.
Sirius Sisteminden kalma yıldızlardan armağan bir efsaney­
le tanrıların ziyaretini ebedîleştirmeye mi çalışıyorlardı?
Bantular da, aynı gayreti, ancak tepeden bakılırsa anlaşıla­
bilecek bir eser meydana getirmek için mi sarfediyor-
lardı?
Yaklaşımlarının Zimbabwe bilmecesine kesin bir çö­
züm getirdiği iddiasında değilim. Tek bildiğim odur ki,
bugüne kadar hiçbir kimse, dört dörtlük tatmin edici bir
şey söyleyememiştir. Zimbabwe'nin büyük elipsi kale ol­
madığına göre (kale, 100 metre yüksekteki Akropoliste-
dir) ya bir mesken ya da bir çeşit tapınak olarak kullanıl­
mış olmalıdır. Ne var ki, kendi türünden en küçük bir bu­
luntu bile ortaya çıkamadığına göre, bu mesken k u r a m ı
suya düşmek zorundadır; görece barbarca şeklinde tanımla­
yabileceğimiz duvar işçiliğinde de ne bir kral adına ne de
herhangi süsleyici bir dekorasyona yer verilmemiştir. T a c a
benzer en küçük bir nesne bulunmamıştır. Bir zamanların,
içinde insanların yaşadığı çağrışımını verebilecek oda filan
yoktur. Çevrede koskocaman bir d ö r t duvar, o n u n içinde
hemen paralelinde bir iç duvar, ve de bir köşede kapısız-
penceresiz bir k u l e . . . Kral ne yapsın b ü t ü n bunları?
Kale ve saray kuramları tasfiye olduğuna göre, dinsel
bir kült yaklaşımı ile başbaşa kalıyoruz. Zimbabwe'de
kaldığım süre zarfmda, paralel duvarların arasında kapısız
kuleye doğru sıralanarak Sirius Sisteminden gelen tanrı
N o m m o adina ayinler yapan B a n t u zencilerinin hayallerini
kuruyordum.
Buraya kadar d ö k ü m ü n ü yaptığımız Zimbabwe soru­
nuna getirilen b ü t ü n çözümler, spekülasyonlardan öteye
gidememiştir. Sırf bu nedenledir ki, ben de kendi spekülas­
yonumu eklemekte bir sakınca görmüyorum. Bu da, Zim-

206 ¿07
ALTI
RESMİ KAYITLARDAN

G E R Ç E K KRAL LİSTELERİ

Yeni Z e l a n d a ' n ı n Maori yerlilerinin « R o n g o m a i »


« f s a n e s i n d e şöyle bir a n l a t ı m vardır:
«Nga-Tİ-Hau'nun atalarıyla bir b a ş k a kabile a r a ­
s ı n d a s a v a ş ç ı k m ı ş . Kötü kabile bir P a ' d a ( i s t i h k â m
h a l i n e getirilmiş köy) m e v z i l e n m i ş . Kötü kabile kutsal
bir e m a n e t i çaldığı için, Nga-Ti-Hau kabilesinin rahip­ Sözlükler ve ansiklopediler t ü r ü n d e n geniş referans ki­
leri, k e n d i l e r i n e y a r d ı m c ı o l m a s ı için tanrıları Rongo- tapları, ortalama okuyucu için, «eğer» ler ve «fakat» lara
m a i ' y e y a k a r m ı ş l a r . ö ğ l e üzeri, tanrı R o n g o m a i , h a v a yer vermeyen, kabul edilmiş az ve öz bilginin iletimi gibi
yoluyla g e l m i ş . Yanıp s ö n e n bir yıldız veya bir kuyruklu bir yarar sağlar.
yıldız ya da bir a t e ş alevi g i b i y m i ş . P a ' n ı n ü z e r i n e ge­ Bu gerçeği «Sümerler» başlığı altında sınarken, kalın
lene k a d a r ç a r ç a b u k u ç u v e r m l ş v e sonra d a M a r a y ' ı n ciltli kitaplarda şu tür bilgilerle karşılaştım:
(köy m e y d a n ı ) o r t a s ı n a d o ğ r u pike y a p m ı ş . Yer fırıl fı­
rıl d ö n m ü ş ve birbirine g i r m i ş , gürültü g ö k g ü r ü l t ü s ü gi­
«Bugünkü Bağdad ile Basra Körfezi arasında ka­
bi o l m u ş . Nga-Ti-Hau s a v a ş ç ı l a r ı tanrı R o n g o m a i ' y i se­
lan bölgenin (Mezopotamya) sakinleri olan Sümer­
vinç çığlıkları ile k u t s a m ı ş l a r ve Pa'yı a n ı n d a ele ge­
ler. Varlıkları linguistik temellere dayandırılarak ka-
çirmişler.»
nıtlanabilen, başlangıçları MÖ üçbinlere k a d a r uza­
nan, bilinmeyen bir ırktan insan topluluğu. Sümer -
lerin Babil'e, Fırat'la Dicle arasında kalan bölgeye
ne zaman ve nereden göç ettikleri, bugüne kadar or­
taya çıkarılamamıştır.»
Veya:
«Merkezî ve güney Mezopotamya'nın sakinleri olan,
MÖ IV ile II bin yılları arasında ortaya çıkan Sü­
merler.»
Y a da:
«Sümerlerin kökeni belirsizdir. Doğudaki dağlardan
veya denizden gelmiş olabilirler. Bilinen tek ger­
çek, tarih döneminin başlangıç yıllarında Mezopo­
tamya'ya yerleşmiş olduklarıdır.»

Kaynak: John White, Maori nin Eski Tarihi, Yeni Zelan­


da, 1887.

tanrıların ayak izleri 209/14


208
Bu bilinmeyen insanların dosyasına d a h a ne gibi bX
Bu insanların nereden gelmiş olduklarının bilinmez­
giler ekleyebiliriz?
liği oy birliğiyle kabul edilmiştir. Nansen pasaportu (va­
Saç Rengi: Son derece koyu. Yazıtlarda «kara kafa­
tansız göçmenler için kullanılan yolculuk dokümanları) ta­
lar» şeklinde değinmeler var.
şıyan bu insanların gerideki ayak izleri, zamanın rüzgâr­
Irk: Sümerler bu bölgeye gelmeden önce, Fırat ve Dic­
ları tarafından silinip savrulmuştur. Ve yine bu aynı insan­
le havalisinde Sami kabileleri yaşamaktaydı. Sümerler ise
im, çivi yazısı için 42 alfabelik karakter bulmuş ve kısa
kesinlikle Sami ırkından olmadıkları gibi, zenci kökenli de
ömürlü konuşma dilini kalıcı yazıya dönüştürmüşlerdir.
değillerdi.
Bağdad'ın güneyinde yürütülen kazılarda, Sümer Dev­
Sümer kabartmalarmdaki tasvirlerden, çok a m a çok
rine dayanan 30 binden fazla kil tablet bulunmuştur.
ötelere uzanan bir Hint-avrupa karışımı müşahede edebili­
Bundan yüz yıl öncesine kadar, Sümerlerin adlarının
riz. Sir Arthur Keith şu noktaya işaret etmektedir:
bile bilinmemesi ne denli olağanüstü ve ne denli gizem do­
ludur! Asurolog Jules Oppert (Hamburg 1825-Paris 1905),
Sümer ülkesini açığa çıkaran ve çivi yazısını söken ilk bilim «Sümerlilerin yüz hatlarının bir benzerini doğuda;
adamı olmuştur. Ve bu olay 1869 yılında cereyan etmiş­ Afganistan ve Belücistan yerlileri ile İndüs Vadi­
tir. sinin ötelerinde, yani 2 4 0 0 km.'lik bir uzaklıkta
görebilmek m ü m k ü n d ü r . » ( 4 S )

KniT-ylvania Üniversitesinden Asurolog Prof. Samuel


Noah Küinıer, kil tabletler üzerindeki çalışmaları netice­ H e r nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, bilim adam­
sinde Stiınıtkrin araba tekerleği ve yelkenli gemi gibi tek­ larının da kabul ettikleri gibi, beraberlerinde parlak bir kül­
nik gelişinden: mükemmel organize edilmiş bir hiyerarşik tür ve bütün bir uygarlık getirmişler ve bu üstünlüğe kar­
yetki sistemi içerisinde yönetilmeyi ve bugün bile hâlâ ya­ şı koyamayan yerli kabileleri sahneden silmişlerdir.
rarlanma durumunda olduğumuz astronomik bir takım bil­ Bu üstünlüklerinin bilincinde olmuş olmalılar ki, sa­
gileri !-a'-.'Üı; iyi bildikleri h ü k m ü n e ulaşmıştır. Sümerler yısız yaradılış mitlerinde kendilerinden göksel yaratıcılara
bütün b» bilgileri nereden edinmişlerdir? Garip a m a ger­ hizmet etmek üzere doğmuş ve «gerçek uygarlığın kurucu­
çek, dakik a mu altmış saniyeden oluşmasından tutun da, gü­ ları» olarak söz etmektedirler.( 4 4 ) Bu tanrılarının; özel­
neş yılına kadar daha birçok çağdaş bilgi, Sümerlerin da­ likle «Gökler ve Yeryüzü Tanrısı» Enlil'in yardımları ile
ğarcığı içersinde ver almaktadır. Sümerler, rüzgârlarla kavrulan çorak bir araziyi parlak ve
Avrupa'nın tas devrini yaşadığı bir dönemde, Sümer­ verimli bir krallığa dönüştürmüşlerdir.» (Krantcr)
ler, baskıb dokümanları, fatura ve benzerleri ile adeta be­ M Ö 4000'ler gibi bir zamanda, böylesine vüksek Mr
lirli düzeyde bir büro çalışmasına ulaşmışlardır. Silindir kültür, hiçlik bulutları arasından nasıl doğahilmisıir?
mühürleri de bulan, yine onlar olmuştur. İki-ikibuçuk san­
Kent mimarisini onlara öğreten kimdir? (hızlandırıl­
timetre dolayındaki bu mühürler kolyelerin içinde taşı­
mış kurslar mı?!)
nıyor .ve bu sayede her an el abında olabiliyordu. Vergi tah­
sildarları, alındıların üzerine basıyorlardı bu mühürleri. On iki şehir devletini böylesine etkin bir biçimde or­
Bazıları son derecede güzel yapılmış olan bu mühürler en ganize etmeyi kimden öğrenmişlerdir?
az 4000 vıl öncesine kadar uzanmaktadır. Ah bu Sümerler! Ülkelerinde kanallar açabilecek kadar ileri bir miihen-
dişlik bilgisini nereden edinmişlerdir? Bu sayededir ki, Fı­
1932 yılında ise Sümerologlar büyük bir şaşkınlık ve
r a t ' ı n taşmaları sonucunda ortaya çıkan su kalıntısı karşı­
sevince garkolmuşlardır. Kral Listeleri'nin orijinali Dicle
sında, normal ü r ü n ü titizlikle korumuşlardır.
Vadisinde Musul Kenti yakınlarındaki H o r s a b a d adlı I r a k
Kareler, küpler, evrik değerler, kare kökler, güçler ve
kentinde gün ışığına çıkartılmıştır. Böylece bilim adamları
hatta anlaşılması güç, Pisagor hesapları yapabilmelerini
asıl ad ve tarihlerle yüzyüze gelmişlerdir.
m ü m k ü n kılan matematik yeteneğim nereden edinmişlerdir.
En eski ve en kesin hanedan listesi arkeolojik litera­
\ l a n l a n ve daireleri nasıl hesaplayabilmişlerdir? Bir dai­
türde «Babil Kral Listesi WB 444» adını taşır. 20.5 cm.
renin 3 6 0 dereceye bölünebileceğini kim anlatmıştır on­
kalınlığında ve gizemli kralları tâ insanın ilk yaradılış gün­
lara? Ölçümler için gerekli olan birimleri veren kimdir?
lerine kadar indiren bir bloktan oluşmaktadır.
Bugün, Sümer tarihinden geriye kalan kanıtları Mezo-
Bunun devamı da «Babil Krallar Listesi A» adı ile ta­
potamya'daki arkeolojik bölgelerde, British M u s e u m ve
nınır. İlk hanedanın başlangıcı, isimler ve tarihler okun­
L o u v r e ' d a gezerek görmek kabildir. Tek kelime ile nefe­
maz hâldedir. 1830 ile 1530 arasında kalan ilk Babil H a ­
sinizi keser bu kalıntılar. B a n a kalırsa, Sümerler, Mezopo­
nedanı krallarını içermektedir. «Krallar Listesi B,» bu açı­
tamya'ya k a d a r süren uzun yolculukları boyunca teknoloji,
ğı kapatmakta ve ilk hanedanı da zikretmektedir.
kültür ve dinlerinin izlerini bırakmış olmalılardır. F a k a t
Sümerlerin esrarı Krallar Listesi'nin bir talih eseri
bırakmamışlardır. Çünkü, aksi takdirde, nereden geldikle­
ele geçmesiyle çözülebilmiş midir? Ne gezer! Esas dertler o
rini bilebilirdik.
zaman başgöstermiştir.
Bazı arkeologlar Sümerlerin göç yoluyla gelmedikle­
WB 4 4 4 ' e göre, ilk on kral yaradılıştan büyük tufana
rini, Bağdad ile Basra Körfezi arasında kalan vatanların­
kadar yönetimde kalmışlardır ki, bu süre yaklaşık olarak
da zaman içersinde geliştiklerini ileri sürmektedirler. Son
456.000 yıl tutmaktadır. Evet, en iyisi bu rakamı bir kez
olarak U r u k ' t a yürütülmekte olan kazılarda 'ev, kuş, ateş,
daha okuyun ve inanın bir baskı hatası filan yok. Kelime­
tapınak, tanrı, gökyüzü, yağmur vb. nesne ve kavramlardan
lerle ifade edilecek olursa tamı tamına dörtyüzellialtıbin
oluşan garip listeler bulunmuştur. Sanki bir eğitmen ilkel
yıl! Büyük Tufan'dan sonra, krallık gökyüzünden geriye
insanları toplayarak demiştir ki: «İyi bakın. Bu nesnenin
dönmüştür. Ve birbiri ardına işbaşına geçen 23 kral 24 bin
adı şudur!» Evrime katkılarla mı karşı karşıya bulunuyo­
510 yıllık bir süre ile yönetimde bulunmuşlardır. Üstelik bu
ruz?
sürenin biraz da eklentisi vardır. T a m yirmidörtbinbeşyüzon
Aslında Sümerlerle ilgili tartışmalar belli bir ölçüde
yıl üç ay ve üçbuçuk gün! Evet yalnızca birkaç yılcık!
uzlaştırılabilir. İsin'de h ü k ü m süren ilk hanedan, eski kra­
Kral listeleri, resmî bir şekilde düzenlenerek «hane-
liyet merkezi olan BabiFin güneyindeki bu kentte, MÖ
danlarca yönlendirilen kralları» zikretmelerine rağmen( 4 5 ),
1953-1730 yılları arasında tarih sahnesine çıkmıştır. Ve
bilim adamları bir yerlerde bir şeylerin tutarsız olduğunu
bu sıralarda Geçmişin Kralları'nın bir listesi çıkartılmıştır.
sezinlemişlerdir. Sümer topraklarında yorulmak bilmeyen
Ve kopyaları korunmuştur. MÖ dört ve üçüncü yüzyıllarda
çalışmalar yürüten Sir Leonard Woolley bile yeterli bir
Babilli rahip Berossus, bir parça da hayal gücüyle Yunan­ 4E
açıklama getirememiştir. ( ) Arkeologlarımız ise değişik
ca tercümelerini yapmıştır. Yine de, halen hizmete uygun
yönetim devreleri için belirtilen z a m a n dilimlerini aşırı
bir merdiven bugüne kadar uzanabilmiştir.
astronomik bulmuşlardır.
Eski standartlara göre, sabit bir takım neticelere ulaşa­
mamalarını normal karşılıyorum.

212
213
1200 yıl h ü k ü m sürdü. 100 yıl h ü k ü m sürdü.
Ve bu uzun yönetim sürelerinden doğan sorunla ilgili
Gulla-Nidaba-anna-pad Kutsal G I L G A M I Ş ,
olarak kişisel spekülasyonuma geçmeden önce, Krallar Lis­
9 6 0 yıl h ü k ü m sürdü. babası bir Lillu cini idi,
t e s i n d e n derlediğim bir seçme bölümü aktarmak istiyorum.
Zukakip Kullab'ın Yüksek R a h i b i y d i
Liste insanın yaradılışına kadar uzanmakta ve şu an için
9 0 0 yıl hüküm sürdü, 126 yıl h ü k ü m sürdü.
bizi.ilgilendirmeyecek bir sürü sayfa işgal etmektedir.
(ve kral), (onun h ü k ü m r a n Ur-nungal,
lığı) G I L G A M I Ş ' ı n oğlu
Krallar Li.sw.si WB 444'ten örnekler: 324 yıl oldu. 30 yıl h ü k ü m sürdü.
Kutsal Lugal-banda, U r - n u n g a i ı n oğlu
çoban olan, Utul-kalamma
Krallık gökyüzünden yeniden gökyüzünden.
1200 yıl h ü k ü m sürdü. 15 yıl h ü k ü m sürdü,
indiği zaman,, Çoban T a u n Dumuzi
Tanrı Dumu-zi, balıkçı Labaser
krallık Eridn'da idi. 36.000 vıl h ü k ü m s ü r d ü .
olan, şehri Kua'dır, 9 yıl h ü k ü m sürdü. •
E r i d ı i d a Akilim kraldı. Üç k r a l ,
28.800 yıl hüküm sürdü. 108.000 yıllarını h ü k ü m
Alalgar, 36 000 yıl sürdüler.
hüküm sürdü. Lanık'ta En-zib-zi-anna
Bir anlamda, Kralların Listesi, tanrıların listesi ol­
İki kral, 28.000 yıl hüküm sürdü.
maktadır. Krallar, Sümerlerce yüceltilmekle kalmamış, ay­
64 800 yıl hüküm sürdüler. Alab 600 yıl hüküm sürdü.
nı zamanda eğitmen ve öğretmen olarak da görülmüşler­
Bad-Bad-tibira'da Atab'ıü ı^îı;
dir. Gılgamış, E t a n a ve Enkidu adlarını taşıyan destanla
En-men-lu-anna 840 yıl h ü k ü m s ü r d ü .
rın kahramanlarıdır. Kral listelerindeki isimler çivi yazısı
43.200 yıl hüküm sürdü. Çoban E i ANA.
ile bezenmiş kil tabletler ve mühürlerde de zikredilmiş ve
En-men-gal-anna gökyüzüne yükselen,
böylece bir ya da birkaç tarihçinin uydurması olmadıkları
28.000 yıl hüküm sürdü. ülkeleri güçlendiren.
ortaya çıkmıştır. Krallar gerçekten mevcut olmuş ve etki­
Sippar'da En-men-dur-amm kraldı.
leri, günlük hayatın her kesimine damgasını vurmuştur.
kraldı 0 1560 vıl hüküm sürdü
İyi hoş da, bu akla hafsalaya sığmayan uzun hüküm
21.000 yıl hüküm sürdü. tialift darlık yıllarının anlamı nedir?
Bir kral, E t a m i n i n oğlu, Friedrich Schmidtke( 4 ( i ), Sümerologların içinde bu
21.000 yılını hüküm sürdü. 400 yıl hüküm sürdü. Umdukları keşmekeşle ilgili olarak şunları yazıyor:
Suruppak'ta Ubar-tulu Samug'un oğlu Tizkar,
kraldı 305 yıl hüküm sürdü. «İlk bakışta, hanedanların birbirlerini izledikleri ı/
18.600 yıl hüküm sürdü. İlta-sadum, lenimine kapılmıyor ki, bu da. Sümer T a r i h i n i n
Beş şehir. 1200 yıl hüküm sürdü. boyutlarına sığması mümkün olamayacak bir takım
Sekiz kral, (Mes)-kiag-ga(ser), sonuçlar veriyor.»
241.200 yıl hüküm sürdüler. Güneş T a n r ı s i n m oğlu
Tufan indi. başrahipti Bilimsel çevrelerde, tarihçilerin hangi nedenden ötüriı
Tufan indikten sonra, krallık Kis'teydi. böylesine 'imkânsız rakamlar' kullanmış olabilecekleri hay
ve krallık indikten sonra Kis'te Ga-ur kraldı,
215
-214
ret ve tartışma konusu oluyor. C46) Profesör Schmidtke Sü­
m e r ve Babil krallarının isim ve tarihlerini sunmadan ö n ­
ce, temkinli bir dille taviz arıyor:

«Tufan öncesi hanedanlar dinler tarihi açısında»


her ne k a d a r ilginç olurlarsa olsunlar, WB'nin içeri­
ğini destan mahiyetinde değerlendirerek pek fazlaca
ciddiye almamalıyız.» •

Bu başlangıç tarihlerini, masallar ve destanlar sını­


fında mı ele almalıyız? K o n u l a n bu denli basite indirge­
yerek, içinden çıkılmaz olanı, masallar ve efsaneler sepe­
tine atarak işin içinden sıyrılabilir miyiz?
Böyle bir davranış, anlayamadığımız her şeyi, ' ş a n s '
dediğimiz o büyük büyücünün ellerine teslim etmek anla­
mına gelmez mi?
WB, dünyanın yaradılışından Büyük Tufan'a kadar,
toplam olarak 4 5 6 . 0 0 0 yıl h ü k ü m süren on orijinal kral
kaydetmektedir.
Tevrat da, A d e m ' i n yaradılışından Tufan'a(* 5 ) k a d a r
on ata'mn ismini zikretmektedir ki, bu baylar da, çok çok
uzun ömürler sürmüşlerdir.
68 yaşında kız çocuk sahibi olan Pablo Picasşo, ilk
kez 130 yaşında oğlunu kucağına alan A d e m ' e kıyasla, ol­
dukça genç bir erkekti. Ve yine 9 0 0 yaşında ölen A d e m ' l e
karşılaştırılacak olursa, 92 yaşında öldüğü zaman, Picasso
ancak gençliğinin baharını sürmekteydi.
Tufan öncesi peygamberi ve on ata'nın yedincisi olan
E n o k , daha da uzun ömürlüydü. Üstelik kendi eceliyle öl­
medi ve tanrı tarafından gökyüzüne alındı. Oğlu Methuse­
lah, Tufan'dan çok çok öncesinde, 9 6 9 gibi mübarek b i r
yaşta gözlerini yumdu.
Jerontologlara, inanılmayacak kadar yüksek yaş o r a n ­
larıyla ilgili sorular yöneltecek olursanız, Amerikalı ve R u s
uzmanlar doğanın insan yaşını 110 ilâ 120 civarında belir­
lediği hususunda söz birliği ederler. Mucizevî bir biçimde
150'yi bulan Bulgar Çoban'la ilgili raporlar ise, yine masal

217
dosyalarına aittir. Biri çıkar da, bu tür olayları kanıtlamaya
«Göğün ve Yerin Hâkimi, G ü n e ş tanrısı için, es­
çabalayacak olursa, nasılsa doğum tarihlerini belgeleyebile­
ki kral N a b u k a d n e z a r ' m Sippar'daki evinde inşa et­
cek destekleyici kanıtlardan yoksun kalacaktır. Kocakarı
tiği ve eski temellerini arayıp bulamadığı G ü n e ş T a -
masalı...
pınağı'nı yeniden k u r d u m . 45 yılın ardından, bu
Hayat süremiz, vücutlarımızdaki 15 milyar hücrenin
evin duvarları yıkılmıştı. Öylesine korkmuştum ki,
fonksiyonlarıyla belirlenmektedir. Bu hücreler, yaşam bo­
dizlerimin üzerine düşmüş, vücudumu dehşet dalga­
yunca bölünmekte ye vücudumuzun yeniden inşaasmda gö­
sı sarmış, yüzüm allak bullak olmuştu.
rev almaktadır. Yirmilerden itibaren hücresel bölünmeler
T a n r ı ' n m suretini tapmağın içinden aldım ve bir
geri saymaya başlamakta, otuzdan sonra sona ermekte; en
başka tapmağa koydum. Eski temelleri aradım ve
fazla 50 adet bölünme daha geçirmektedir.
zemini 18 arşın derinleştirelim, ve güneş tanrısı;
İnsanoğlu'nun 110 ve 120'ler gibi «Tevrat» yaşları
Güneş Tapınağı'nın Büyük Efendisi 3 2 0 0 yıl boyun­
beklemesi, yalnızca bir arzu, bir d ü ş t ü r . . . tâ ki, jerontolojik
ca başka hiçbir kralın göremediği, Sargon'un oğlu
araştırmalar, hücresel çürümeyi yavaşlatmayı başarana ka­
Naram-sin'in temellerini b a n a gösterdi. ...(bu bölüm­
dar. Eski devirlerden kalma mumya dokularını inceleyen
ler okunamamıştır)
bilim adamları, farklı fizik yasalara tâbi insanların hiçbir
Sargon'un oğlu Naram-sin'in temellerine, ne giren
zaman mevcut olmadığını söylemektedirler.
ne de çıkan noktalara yapı taşlarını yerleştirdim.»
Bu tartışılmaz gerçeklerin ışığı altında, Sümer ve Tev­
rat yazıcılarının, atalarının, m o d e r n bilimin bile ulaşama­
Kral Nabu-na'id, ısrarlı bir şekilde arayarak yerin 18
dığı böylesine astronomik yaşlara ulaştıklarım iddia etme-
arşın altında selefi Naram-sin'in inşa ettiği Güneş Tapı­
lerindeki nedeni anlamıyorum.
nağı'nın temellerini bulmuş olduğunu (kendi zamanından
Kalde'nin Ur kenti yakınlarındaki El Obeid tepesinde
3 2 0 0 yıl öncesinden kalma) açıkça anlatmaktadır.
Sir Charles Leonard VVooIley, üzerinde şu sözcükler kazılı
Dikkati çeken bir başka n o k t a da, Naram-sin ismi­
bir kil tablet bulmuştur:
nin de, aynen babası Sargon gibi, kral listelerinde, tama­
m e n değişik zamanlarda yeniden ortaya çıkışıdır, (yaklaşık
«Ur Krula Mes-anni-padda'nın oğlu, Ur Kralı A-an-
M Ö . 3800)
ni-tadda'ya ithaf edilmiştir.»
Ve bir örnek daha: A ve B Kral Listelerine göre,
H a m m u r a b i , I. Burnaburias'tan yaklaşık 7 0 0 yıl k a d a r ön­
Bu Mes-anni-padda, Krallar Listesinde, Tufan'dan
cesinde h ü k ü m sürmüştür. Şümerologlar ise böyle bir şe­
sonraki üçüncü hanedanın kurucusu olarak geçmektedir.
yin söz konusu olamayacağım ileri sürerler.
Kral listelerindeki isimlerin, sanki birden fazla hü­
kümdarlık etmiş ve birkaç yüzyıl için ortadan kaybolmuş-
«Hammurabi'nin I. Burnaburias'tan 7 0 0 yd önce ya­
çasına, farklı zamanların farklı hanedanlarında yeniden
şamış olduğu şeklindeki bir iddia t a m a m e n i m k â n
ortaya çıkmaları şaşırtıcıdır.
dışıdır.» ( 4 8 )
İşte bir örnek. Babil Kralı Nabu-na'id, Sippar'daki
G ü n e ş ' Tapmağı'nda bulunan tablette şöyle demektedir
N e d e n imkânsızdır? Büyük bir emek ü r ü n ü olarak
(M.Ö. 55-538):
hazırlanan K r a l Listelerinde söylenen b u d u r !
Çeşitli kralların kil tabletlere kazılı isimlerine deği-

218
219
İlk bakışta, her ikisine de kaynaklık etmiş olan kişile­
gik bölgelerde rastlanmıştır. Bu belgeler, söz konusu kral­
rin aynı tarihçiler olabileceği benim de gözümden kaçtı.
ların yaşamış olduklarını, su götürmez biçimde kanıtla­
Tevrat ve tarih araştırmaları ortaklaşa olarak, daha sonra­
maktadır. İsimler, belgesel kanıtlardır. Kral Listeleri, hangi
ları İsrail'in kurtarıcısı ve Yahova dininin kurucusu olacak
hükümdarların işbaşma geçtiklerini ve ne kadar süreyle iş
olan, genç M u s a ' n ı n bir Firavun sarayında büyüyüp eği­
başında kaldıklarım anlatmaktadır bizlere.
tim gördüğünü kabul etmektedirler. Herhalde, MÖ ikibin-
Ve şimdi gerçek çapraz bilmece başlıyor!.
lerin o eşsiz kütüphanelerinden bol bol yararlanmak im­
Sümerologlar henadanlar ve bu hanedanlardan gelen
kânını bulmuştu.
kralların düzgün bir kronolojisini çıkarmaya çalışmakta­
Musa, Sümer Kral Listelerine göz atmış mıydı? Ve bu
dırlar. Ve bu aşamaya da, değişik bölgelerde bulunan t a b ­
enformasyonları üstün hafızasına kaydederek, sözlü gele­
letlerin analiziyle ulaşabileceklerini sanmaktadırlar.
neğin bir parçası olarak devir mi etmişti? Eğer öyleyse,
Belirli bir tarih kayıtlara geçmekte, ileriye veya ge­
Tevrat'taki on ata için, Sümerlerin Tufan Öncesi Krallara
riye yönelik kronolojik akış, bu esasa göre izlenmek iste­
atfettikleri aynı rakamları neden almadı? Sümer ve Tevrat'
nilmektedir. Söz gelimi, K r a l X ' i n yerini Kral Y alır.
ta zikredilen ahfad ile ilgili olarak aynı kaynağın kılavuz­
Ve Kral Y, bir savaş sırasında Kral Z tarafından öldürü­
luk ettiği fikriyle eğlenenler çıkabilir. Ne var ki, her iki­
lür. Bu hesaba göre, Kral X, K r a l Z ' d e n daha önce yaşa­
sinin de iyiden iyiye bir gözden geçirilmesi neticesinde en
mış olmalıdır.
Önemli ortak nokta olarak kralların ve ataların ileri yaş­
Ve tam bu noktada, tarihin uzak dönemleri, gayretkeş
ları tartışmasız olgu olarak belirmektedir. Ve bu da, bu
bilim adamlarına pis bir oyun oynamaktadır! Kral X, Y
olguyu açıklayabilmek için yeterli sayılamaz.
ve Z b a m b a ş k a bir kil tablette bambaşka bir sıralama ve
tamamen değişik bir çevreleme içersinde yeniden ortaya
çıkarlar.
Tartışmamıza, tahmine dayalı üç açıklama katmalıyım:
Bu zahmetli soy ağaçlarını bir çırpıda yıkmamak için
1) Z a m a n zaman, Tufan Öncesi Kralları, dünya dışı
ne yapmak gerekmektedir?
varlıklar tarafından başka güneş sistemlerine yapılacak yol­
Onlar da, arkeologların bu tür durumlarda başvurduk­
culuklara davet edilmektedirler.
ları yöntemi kullanırlar. Herşey için bu eski tarihçileri suç­
Ve bu yolculukların son derece etkileyici anlatımları,
larlar. Bu baylar sayı saymasını bilmemektedir, diye pat­
geleneksel Y a h u d i Kabbala'sınm ana kitabı olan Z o h a r ' d a
larlar. Kralları ve tarihleri, sırayla yazacaklarına, karma­
muhafaza edilmiş durumdadır. Ve de Habeş Kilisesi tara­
karışık geçirmişlerdir kayıtlara. Yani, bu tarihçilerin genel­
fından meşru kabul edilen E n o k ' u n Kitabı'nda da aynıları
de b u d a l a ^ l d û k l a r i n a inanmamızdan başka çare yoktur.
mevcuttur.
Ne var" ki, bu ağır yakıştırmalardan sonra, ortada bir
Teknik T a r i h Profesörü Richard Hennig, Sümer Ef­
gerçek d a h a vardır Uf 1)Ü savunmasız tarihçiler, orijinal
sanesi E t a n a ' n ı n bazı bölümlerini, «dünyanın en eski uçuş
K r a l Listelerinde her h ü k ü m d a r ı birbiri peşi sıra kaydet­
hikâyesi» olarak tanımlamaktadır. MÖ 3000 ilâ 2 5 0 0 yılları
mişlerdir! Ve bu güvenilmez tarihçilerin nasıl olup da, Tev­
arasında kil tabletlere yazılan bu hava yolculuğu, aynı za­
r a t ' a da el atabildikleri ve on ata'yı da sisteme sokabil­
m a n d a silindir mühürlere de işlenmiştir. Sümer Destanı Gıl-
dikleri, iyice akıl karıştırıcı bir m u a m m a d a n ibarettir.
gamış'ta, kahramanın tanrıların m e k â n m a yaptığı düşlere
lâyık yolculuk, uzun uzun anlatılmaktadır.

221
220
Uzak dünyalara yapılan hava yolculukları, yalnızca lar tarafından bir aşağı bir yukarı taşındıkları yaklaşımları
Ortadoğu insanlarına özgü masallardan değildir. MÖ dört pek o kadar saçma gelmemeye başlar.
ve üçüncü yüzyıllarda yazılan ulusal Hint destanları Ma- H ü k ü m sürme yıllarıyla ilgili «İmkânsız» bulunan ra­
habharata ve R a m a y a n a ' d a , aynı k o n u l a n bulmak m ü m ­ kamlar ve kral gemisinin; kraliyetin gökyüzünden geli­
kündür. N o r d i k mitlerde ve kızılderili geleneklerinde de ay­ şi, bu dünyayla ilgili nesnelerle karşı karşıya bulunmadı­
nı şey ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan ' t a n r ı l a r l a yapılan ğımız şüphesini güçlendirmektedir.
göksel yolculukların, belirli bir gruba ait «telif hakkı» söz Zamanın açılma ve genişleme prensibini biliyor isek,
konusu değildir. on kralın h ü k ü m sürdükleri 456.000 yıl rahatsız edici bir
Albert Einstein'm (1879-1955) relativité teorisini ge­ ifade olmaktan çıkar. H a t t â basit bir çocuk oyuncağına
liştirmesinden bu yana, hayatın başlayışı ve sona erişiyle dönüşür!
ilgili olarak aşırı rakamlar ileri sürmek m o d a olmuştur. Ve
fizik deneylerden sonra da, Einstein'm teorisi, doğal yasa­
ların bir keyfiyeti olarak kanıtlanmıştır.
2) Dünya dışı varlıklar (tanrılar) dünya çocuklarıyla
Z a m a n ı n genişlemesi ve açılmasıyla ilgili ebedî doğa
çiftleşerek oğullar ve kızlar üretmişlerdir. Böyle iddia et­
yasası ışık hızında seyreden bir uzay gemisinin astronotları mektedir Peygamber Enok. 1947 yılında, Ölü Deniz yakın­
için, gerideki üste kendilerini izleyenlere kıyasla, zamanın larındaki Chirbek O u m r a n yerleşme merkezi yakınlarında
çok daha ağır seyredeceğinden ne fazlasını ne de eksiğini bulunan 2000 yıldan da çok daha eski Lamech parşömenin­
söylemiştir. de böyle söylenmektedir. Nippur dolaylarında h ü k ü m sü­
Einstein'dan bu yana, zaman, artık sabit bir boyut de­ ren Sümer tanrısı Enlil, çekici Ninlil'i iğfal ederek çocu­
ğildir. Enerji ve hız yoluyla yönlendirilebilir. ğuyla birlikte alır. Tekvin bölümünde bile, 'tanrı oğulları'
Bu bilginin ışığı altında, Kral Listelerindeki o içinden ile 'insan kızları' arasında evliliklere değinilmektedir.
çıkılmaz Sümer tarihleri nasıl değerlendirilebilir? Bu alışılmışın dışındaki döllenmenin ürünlerinin, ruh
Bize kadar uzanabilen Sümer yazıtları, zamanın akışı doktorunun koltuğuna uzanarak iç yaşamlarındaki bölün­
içersinde tüm önemini yitirecek, boş dış politikalardan söz melerle ilgili şaşırtıcı ayrıntılar nakletmelerinden daha ta­
etmemektedir. Söz konusu yazıtlar, kendi çevrelerinde mes­ bii ne olabilir. Ve bu melezler, «seçkin» yaratıcılarını tak­
ken tutan 'tanrılar' için kurulan saray ve tapınaklar gibi lide yeltenmişlerdir. Çünkü bütün geleneklerde de tanrıların
nesnel olaylardan dem vurmaktadır. Ve Sümer Kralları, ölümsüz olduğu söylenir, oysa ara nesil de, diğer insanlar
kendilerini 'gerçek' tanrıların temsilcileri olarak görmek­ gibi ölümlüdür.
tedirler. Bu 'tanrılar', kralları kişisel olarak yerlerine me­ Ve 'tanrıların' yeryüzünde ürettikleri nesiller, dünya
mur kılmışlar ve onlar da bütün dünyayı kaplayan T u f a n ' dışı varlıklar gezegenden tamamen ayrıldıkları ve bu ne­
dan sonra, aynı prosedürü izlemişlerdir. Ve Tufan'lar çe­ denle de yüksek hızlarla yapılabilecek yıldızlararası bir
kilip de, Mavi Gezegenimiz yeniden içinde yaşanılabilir yolculuk söz konusu olamadığı için, ölümlü oldular. Yaş­
hale gelince, kral gemisi gökyüzünden geriye dönmüştür. lanma sürecini engelleyemediler.
Kral Listesinde söylenilen budur.
Tanrı oğullarının bu kaba ölümlülüğü yenebilmek için
Eğer bu nokta gerçek kabul edilecek olursa, tanrı kral­ uğraşmaları tamamen kavranılabilir bir durumdur. Ve yine
ların yaşayan dünya dışı varlıklar veya dünya dışı yaratık- aynı şekilde, diğer insanlar ile aralarındaki bu ayrıcalığı

222 223
kullanmış olmaları da anlayışla karşılanabilir. Yönetici sı­ olduklarım ve yalnızca günlük yönetim işlerini, yerlerine
nıflar bile onların bu üstün güçlerinden faydalanmıştır. geçirdikleri krallara bıraktıklarını biliyorlardı.(* 7 ) R a h i p ­
İçine ne hastalık ne de ölümün adım atamadığı o kut­ ler h e m dünya dışı tanrıların geri dönüşlerinden h e m de
sal bahçe, Sümer Cenneti Dilmun, nasıl bir şeydi ki? onların uyuyan oğullarının yeniden uyanmasından korku­
K a h r a m a n Gügamış'ın a t a l a n n d a n Utnapiştim'in ga­ yorlardı.
yet iyi bildiği o «ölümsüzlük otu» ne olabilirdi? Kendisi T a p m a k l a r , ilk köken olarak, yaşayan gerçek tanrı­
de bir ölümsüz olarak, ölüler denizinin çok çok uzaklar­ larla karşılaşma yerleri olarak yapılmıştı. Ç o k çok sonra­
daki yakasında bir adada oturuyordu. Bu ebedî gençlik bit­ ları, tanrılar geri dönmeyip de uyuyan tanrı oğullan da
kisi neydi? kalk borusuna "karşılık vermeyince, rahipler devreye gi­
Tufan'ı atlatanlardan Utnapiştim, sırrını Gılgamış'a rerek, kral ve insanların uysal ve söz dinler kalabilmelerini
açmıştı. Ölümsüzlük, bir tatlı su bitkisinden elde ediliyor­ sağlayabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Tapınaklara,
du. Gılgamış, bu bitkiden edindi ve yemeleri için yakınla­ bir zamanların göksel kökenli olanlarını hatırlatacak hey­
rına da vermek istedi. Yol üzerinde, bir kaynak başında keller dikildi.
yıkanırken, bir yılan çıkageldi ve bu harika bitkiyi çaldı. Belki bu üç spekülasyon, Krallar Listesi WB 4 4 4 ' ü n
Gılgamış ağladı. çevresini saran esrar perdesinin aralanmasında yardımcı
Tanrıların ve/veya Tufan Öncesi Kralları'nın oğulları olabilir. Bilgi bankalarındaki depolanmış gerçejkler, gözden
hücrelerin yaşlanmasını yavaşlatan bir ilaç mı biliyorlar­ kaçırılmayacak kadar kusursuzdur.
dı? Ve bu ilaç yaşam fonksiyonlarını bir parça daha uzatı­
yor muydu?
Şimdilere dek bu ölümsüzlük otu bulunabilmiş değil­
dir. Jeriatrik çalışmalar, bizim adımıza; bizim için arayış­
ları sürdürmektedir.

3) Tanrıların oğulları ve/veya Tufan Öncesi'nin Kral­


ları gövdelerini mumyalaştırıp, dokusal yapılarını koruyan
özel kaplarda muhafaza ettirerek, ruhbanların koruyucu­
luğu altında, yüzyıllar sonra yeniden insan içine mi çıkı­
yorlardı?
Bu yönde yürütülmekte olan.deneylerin hiçbirine ben­
zemeyen bir biçimde, hücre duvarlarının kristalleşmesiyle
hücresel çekirdekleşmeyi, önleyebilmiş bir çeşit düşük ısı­
larda d o n d u r m a yöntemi mi geliştirmişlerdi? Tanrıların
her an için tapmakta olduklarına ilişkin iddia da bu esasa
mı dayanıyordu?
Üst rütbeli rahipler, tanrıların fizik bedenle z a m a n za­
m a n aralarında yaşadıklarını, kentlerin gerçek sahipleri

224 tanrıların ayak İzleri


225/15
RESMİ KAYITLARDAN

5 Eylül 1 9 7 8 tarihinde, Ludwigshafen am Rhein


sakinlerinden Dr. Knut Oppenlaender, çocuklarından bi­
rine a i ' bir kitaptaki tuhaflığa dikkatimi çekti. Gerçek­
ler/Dünyanın Şaşırtıcı Rekorları adını taşıyordu s ö z
konusu kitap. Bu kitaba tekabül e d e n bendeki «Guin-
n e s s ' i n Dünya Rekorları» kitabında da bulunmalıydı,
e ğ e r gerçekten bir dünya rekoru i s e . Kütüphaneme git­
tim, 1 9 7 8 baskısı Rekorlar Kitabı'nın 2 0 7 ' i n c i sayfa­
sında, dünyanın en uzun ismini buldum.
Metin, diğer Almanca kitaptaki aktarımı ile aynıy­
dı. Ve dünyanın en uzun ismi, aynen şu şekilde sıra­
lanmaktaydı:
Adolph Blaine Charles David Earl Frederick Gerald
Hubert Irvin John Kenneth Lloyd Martin Nero Oliver
Paul Quincy Randolph Sherman T h o m a s U n c a s Victor
William Xerxes Yancy Zeus Wolfèsphlegelsteinhausen-
bergerdorffvoralternwarengewissenschaftsschaferswe-
ssenscahfewarenwohlgepflegteundsòrgfaltigkeitbeschu-
tzenvonangreifendendurchihrraubgierigfeindewelchevo-
ralternzwolftausendjahresvorandieersheinendenvahde -
rersteerdemenschderraumschiffgebrauchlichtalsseinur-
sprungvonkraftgestartseinlangefahrthinzwischensternar-
tigraumaufdersuchenachdiesternewelchegehabtbewoh-
nbarplaneitenkreisdrehensichundwohinderneurassevon-
verstandigmenschlichkeitkonntefortpflanzenundsicherf-
reuenanlebenslanglichfruedeundruhemitnichteinfurcht-
vorangreifenvoneihanderintelligentgeschopfsvonhinzwi-
schensternartigraum, Senior. 1 9 0 4 yılının 2 9 Şubatı,
Hamburg yakınlarındaki Bergedorf doğumlu.
Bir dolu saçma mı? İlgisi yok. Bu isim, 29 Şubat
1 9 0 4 tarihinde Hamburg yakınlarında doğan ve sonra­
dan Amerika'ya göçed'en bir adamın pasaportunda yazı­
lı olan ismidir. Hemen anlaşıldığı gibi, ismin tamamı,
kimlik kartları ya da not kâğıtlarına karalanabilecek ka-

226
d ü n y a n ı n ilk i n s a n ı n d a n ö n c e zorba d ü ş m a n l a r
b e l i r d i . Bu 12 bin yıl Önce idi. Uzay g e m i l e r i , YEDİ
enerji kaynağı o l a r a k ışık kullanıyorlardı. Oturu­
labilir bir g e z e g e n a r a r k e n , yıldızlararası u z a y d a GEÇMİŞİN PEYGAMBERİ
u z u n bir yolculuk y a p m ı ş l a r d ı . Yeni ırk k e n d i n i
zeki insanlıkla çiftleşerek ü r e t t i . U z a y d a n gelebi­
l e c e k d i ğ e r zekî yaratıkların k o r k u s u n u d u y m a k ­
sızın, h a y a t l a r ı n d a n zevk aldılar.»

B a y W o l f e + 5 8 5 ' i n a t a l a r ı n d a n O r t a ç a ğ ' d a yaşa­


y a n bir t a n e s i , insanlığın uzak g e ç m i ş i ile ilgili olarak Bundan on yıl k a d a r önce, ilk kitabım plan «Tanrı­
bilgi s a h i b i o l m u ş olmalıdır ki, o l u p bitenleri g e l e c e k ların Arabaları», dünyanın h e m e n her ülkesinde, best-seller
listelerinin tepelerine tırmandı. İlk şaşkınlık dalgası ve zo­
n e s i l l e r e a k t a r a c a k özbilgiyi s o y a d ı n ı n i ç i n e sıkıştırı-
runlu bir küçük görmenin ardından, toplu bir onaylama
v e r m i ş t i r . Ve g ü n ü n b i r i n d e , bir m e r a k l ı n ı n , b a ğ ı r s a k
(ve de hiddetli tepki) yaşandı.
k u r d u n a b e n z e r harf dizisini k u r c a l a y a b i l e c e ğ i m d ü ş ü n ­
1968 yılından bu yana «dış dünyalardan gelen t a n ­
müştür.
r ı l a r l a ilgili olarak neler yazılmadı k i !
Bay Wolf d a , «telgrafa s ı ğ a c a k » bir isim e d i n m e
Bu 10 yıl boyunca, yalnızca batıda, «benim» konula­
y e r i n e , a t a s ı n ı n a r z u s u n u h a t ı r l a y a r a k artı 5 8 5 ile t a m '
rımı işleyen 321(!) kitap yayınlandı. Bir kısmı k u r a m ı ge­
5 8 5 harfi v u r g u l a m ı ş t ı r . nelde ele alırken, bazıları yalnızca bir ülke ile ilgilendiler.
Josef Blumrich (Ezekiel'in Uzay Gemisi), R o b e r t K . G .
Temple (Sirius Gizemi - Dogon zencilerinin mitolojisi) ve
Luis Nava (Evren Macerası - Felsefî Analizler) gibi özel
durumlara eğilenler de çıktı.
1968 yılından beri, postacı, adresime 50 bin civarın­
da m e k t u p taşıdı. Kişi ve konular başlıkları altında 43 bin­
d e n fazla gazete k u p ü r ü arşivlerimi doldurdu. K u p ü r ser­
visi yalnızca Almanca ve İngilizce konuşulan ülkelerdeki
yayınları izlediğine göre, herhalde asıl r a k a m 100 binin üze­
rinde olmalıdır. Yine de, zerresi benim ağzımdan çıkmamış
bir takım u y d u r m a beyanların bıraktığı buruk tat, gerçek­
lerle bağdaşan yayınlara kıyasla çok küçük bir azınlıkta
kalmakla birlikte, t a m anlamıyla silinebilmiş değildir.

1972 yılında tanınmış ŞikagoTu avukat Dr. G e n e M.


Phillips 'Ancient Astronaut Şociety' — E s k i Çağlar Astro­
n o t Derneği—> adı altında bir Örgüt kurdu (Avrupa ad-

228
229
şımları, p a t l a m a y a n mermilere benzetme h a k k ı m görüyo­
fesi: A n c i e n t Astronaut Society, CH-4532 Feldbrunnen,
r u m kendimde. Yöntem şu: Heyerdahl, Ceram, Brion veya
İsviçre). Tanrıların Arabaları adlı filmimin, Amerikan tele­
L h o t e gibi araştırmacıların elinden çıkma bir arkeoloji ki­
vizyonunda kısaltılmış bir kopyasını seyretmişti. T a r i h ön­
tabı bazı buluntuları benden .tamamen farklı değerlendire­
cesi çağlarda gezegenimizin tanrılar tarafından ziyaret edil­
cek olursa, çürütülmüş oluyor. B u n u n tersine, geçerli dog­
diğine ilişkin görüş, bu ünlü hukukçuyu öylesine etkile­
malara karşı, eski metinlerin y o r u m u n d a m o d e r n bilgileri
mişti ki, birkaç dostuyla birlikte kendiliklerinden bu konu­
kullanınca yine ben hataya düşmüş oluyorum. Başkalarının
daki k u r a m ve araştırmalarla ilgili bilgi değiştokuşunda
hipotezleri kutsal, dokunulmaz, gerçek ve bilgeliğin son aşa­
bulunmak üzere bir dernek kurmaya karar vermişler. G e n e
maları olarak kabulleniliyor. Hipotez yönden ben b u n u n
Phillips, o zamanlar konuyla ilgili olarak b a n a yazıp des­
aksini — r kısmen ya da t a m a m e n — iddia edince tek keli­
teğimi istedi.
meyle siirç-ü lisan ediyorum. İşte her şey bu denli basit
1979 yılında A AS, 42 ülkeye yayıldı ve üye sayısı
cereyan ediyor. Atalarımız da, her ilerici fikre karşı, böy­
4000'e yükseldi. Bunların yaklaşık üçte biri öğretim üyele­
lesine engelleyici bir kafa yapısıyla direnselerdi, halimiz
rinden ve benim yazdığım konularla ilgilenen yazarlardan
ne olurdu? Tarihimiz boyunca da d a h a nice otoriteler, ken­
oluşuyordu. 1974'ten bu yana, dernek, her yıl bir başka ül­
di görüşlerini kesin gerçekler olarak mermerlerde anıtlaş­
kede dünya kongreleri düzenlemeye başladı. İçlerinde eleş­
tırmak ve h e r türlü protestoyu kutsal şeylere karşı işlenmiş
tirilerimiz de yer almak kaydıyla, son araştırma sonuçla­
bir ihanet olarak tanımlamaya yeltenmişlerdir. Bu otorite­
rı trampa edildi ve lektürler halinde k a m u oyuna duyurul­
ler, sindiremeyecekleri kuramları boğazlarından geçireme-
du, tartışmalar açıldı. Bugüne kadar yapılmış olan dün­
yince, karşıtlarını boyunduruklarda sergilemeyi ya da direk­
ya kongreleri şöylece sıralanmaktadır: 1974/Şikago, 1 9 7 5 /
lere bağlayarak ateşe vermeyi yeğ tutuyorlardı. Bugün de
Zürih, 1976/Crikvenica (Yugoslavya), 1 9 7 7 / R i o de Ja-
aynısı oluyor. Ne var ki, âsiler, dogmatik görüş ve doktrin­
neiro, 1978/Şikago, 1 9 7 9 / M ü n i h , 1980/Yeni Zelanda.
leri, tartışmasız gerçekler olarak kabul edecek olsalardı, in­
Kuramımız, böylesine şiddetli eleştirilere uğramasa, sanlık, bilgi alanında bir adım bile ileri gidemeyecekti. H e ­
giderek kendini daha mükemmelleştirebilmesi m ü m k ü n ola­ men bütün çağlarda ilerlemenin ana kaynakları olan yeni
mazdı. 1968 yılından beri «Eskiçağ Astronotları» görüşü­ yeni görüşlerin ortaya konulması ve geliştirilmesiyle iler­
nü eleştiren 25 kitap basıldı. B u n l a r d a n ondokuzu isim veya leme kaydedilebilir. İlerleme, gelişme ve bilginin ileri aşa­
takdim safhalarında bilimsellik iddiası taşımakla birlikte, malarına ulaşabilmek için bu tür zorlamalara muhtacız. Bu­
aralarından yalnızca dokuz tanesi ilim adamlarınca kale­ nu gayet iyi bilircesine, Werner von Braun (1912-1977)
nle alınmıştır Aksine birçok iddiaların mevcut bulunması­ şöyle diyordu:
na rağmen, ben hâlâ gerçek a n l a m d a bir «bilimsel» kitabı
bekleyip durmaktayım. Bu r o t a d a n saptırıcı baskılar, ba,- «Bir şeyin niteliği sonradan kavrandığında, gerçek
sın-yayın üzerindeki belirty tüketici etkilerinden meydana olmuş bir Ütopya'dan daha basit bir nesne yoktur!*
gelmektedir. Eleştirme sisteminin m ü k e m m e l bir olgu oldu­
ğunu kabul ediyorum. Hepsi de az veya çok aynı şeyleri
yazıp duruyorlar. Gerçek kanıtlardan yoksun oldukları için, Bu işlerden çoğu kez ağzım yanmakla birlikte, 1977'de
alışılagelmiş bir takım boş iddialar, kutsal sayfalardan alı- bir kere d a h a vaatlerin ağıyla çevrelenmekten kurtulama-
n â r a k r k a r ş ı - k a n ı t gibi ileri sürülmek isteniyor. dım. P r o d ü k t ö r G r a h a m Massey ziyaretime gelerek, konu­
Hiçbir şeyi kanıtlayamadıkları için, bu karşıt yakla- larımla ilgili objektif bir dokümantere ilişkin son derece

230 231
nazik yaklaşımlarda bulundu. B B C adına gelmiş bulundu­ hem de tahrik edici olmalıdır! Son derece hoşnutum. D e ­
ğu için, normal olarak kabul ettim. Sagan'dan Heyerdahl'a mek ki, esinlendirici bir tek fikir bile, kurulu düzenleri sar-
kadar, karşıtlarım, bu tür ciddi dizilerde resmigeçit yapmış­ sabiliyor. Arabalar, buzdolapları ve diğer maddi konforu­
lardı. Çıkıp çıkmamaları gerçi beni ilgilendirmezdi ama, muzun yanısıra, madde düzeyinin üzerindeki sorulara açık
herhalde bir karşılık vermek de en doğal hakkımdı. Bu bir kafa yapısının varlığını göstermez mi bu durum? D e ­
hakça bir mücadele olacak, benim kuramımın savunucula­ mek ki, gayrı safî millî hasıla Üe ilgili uğraşlar, insanoğlu­
rı da, karşıtlarıyla yüzyüze diyaloga gireceklerdi. Ne var nun geçmişini arama ve geleceğe yönelik düşler kurma tü­
ki, zerresi bile gerçekleşemedi bu iyi niyetimin. Yalnızca ründen çabalarını tam anlamıyla silememiş.
eleştimerüerime konuşma şansı tanındı. * Her ne kadar zevkli olsa da, dostlarımın yorum ve
Bay Massey'in dokümanteri birçok ülkede gösterilip görüşlerini almaktan kaçınıyorum. Fakat bu hararetli or­
de, tüm eleştirmenlerim ağız birliği edip bilimsel bir tavır tam içersinde oldukça sinsi ve öznel bulduğum bir tavra
takınarak «Daeniken'in maskesi düşürüldü diye ahkâm dikkat çekmek isterim. Okullarda (okullu çocuklardan bir
kesmiş olmasalar, üzerinde durmaya değmeyecekti. sürü mektup aldığım için gayet yakından biliyorum) ve
Ünlü Amerikalı astronom Cari Sağan, ödülü kapıp bir takım yayınlarda, genç nesiller muhatap alınarak «tan­
kaçtı. rılar eşittir astronotlar» kuramının zararlı ve insanlık için
büyük bir tehlike olduğu fikri, açık veya kapalı olarak sü­
rekli malzeme teşkil ediyor. Bakın nasıl yapılıyor...
1977 yılı sonlarından bu yana, eğer deyim yerinde
ise, ikili oynayan bir dernek faaliyet göstermektedir. Adı
da Paranormal İddiaların Bilimsel Araştırılması Komitesi' Üç temel iddia var:
dir. Söz konusu komite Amerika Birleşik Devtetleri'ndeki 1) Kabul edilmiş dünya tablosu içerisinde, tarih öncesi
«yeni" saçmalığ;ı»( 48 j ortadan silmeye çalışan bilim adamı, devirleri için dünya dışı yaratıkların ziyaretine bir gerek
gazeteci've eğitimci olmak üzere 43 üyeden meydana gel­ yoktur. Dünya dışı varlıkların yerküreye inerek sakinlerine
miştir. Kuruluşun, başı^ Buffalo Devlet Üniversitesi'nden yardımcı olduklarına gelene kadar, bilmece oluşturan olgu­
Felsefe Profesörü Paul Kurtz'tur. Cari Sagan'ın da bu ku­ lar, çok daha doğal ve mantıksal yoldan açıklanabilir.
ruluşun üyelerinden biri olduğunu söylememe gerek var 2) Tanrılar eşittir astronotlar görüşünün savunucuları,
mı? Komite, eski astronotlar görüşüyle ilgili olarak başını atalarımızı aptal ve basit buluyorlar. Ve dünya dışı varlık­
bombardımana tutmaktadır. ^Farklı düşünen insanlara da ların yardımı olmaksızın, bu anıtsal eserleri tekbaşlarma
hayat hakkı tanıyan, üç büyük şirketten biri olan* N B C te­ dikemeyeceklerini öne sürüyorlar.
levizyon şirketine fcârşı özellikle saldırmaktadır. Popüler 3) Bu hikâyeler insanlık için tehlikelidir, çünkü insanı
dergilerin editörleri, bilimsel gösterişlerle bezenmiş maka­ dünya dışı varlıklara inandırarak, onların yardımlarını
leler karşısında çaresiz etkilenmekte... ve basmaktadır­ beklemeye, ellerini kollarım bağlayıp oturarak, tüm sorun­
lar. ların çözümü için yol gözlemeye iticidir.
Tek kelimeyle harika! İ 9 6 8 yılından beri olup bitmiş­ Bu suçlamalar, açık bir yalanlama ve tekzip gerek­
tir bütün bunlar. Ve dayandıkları tek neden de, bir best- tirmekte ve gerçekten de dünya çapındaki tartışmalarda
sellerdir. Hem sahne hem de sahne gerisinde böylesi bir ana noktaları oluşturmaktadır. Ve beyni uyuşturarak dü­
savaşı yürütebilmek için, ortaya atılan kuram hem güçlü şünmeyi engelleyen birer uyuşturucudan farksızdırlar.

232 23J
Tanrılar eşittir astronotlar kuramı, gerçekte konulara — İlk mumyalamalar (insanların, tanrıların yeniden
nasıl yaklaşıyor? Önce birinci iddiayı ele alalım: dönüşü ile fizik plânda yeniden doğacaklarına inanmaları).
Tarih öncesi geçmişimize eğilerek çözülememiş ol­ — Tanrıların dönmesi ihtimaline karşı beslenen yay­
gulara kanıt getirmeye çalışan b u n d a n daha mükemmel ve gın korku (çünkü insanoğlu kutsal yasaklamaları hiçe say­
mantıklı başka bir tek bile k u r a m tanımıyorum: mış, bu nedenle de dünya dışı varlıkların geri dönmeleri
— Dünya üzerindeki hayatın kökeni. hâlinde cezalandırılacağına inanmıştır).
— D ü n y a üzerindeki zekânm kökeni. — Tanrıları yatıştırmaya yönelik ilk kurban kabilin­
—r M a y m u n ve zekî insan arasındaki farklılıklar (ek­ den armağanlar (dünya dışı varlıklar 'evrimsel y a r d ı m l a ­
sik bağlantılar). rına karşılık, genellikle bu tür armağanları kabul etmek­
— İnsan ve şempanzenin idöntik protein yapısı (eksik tedirler.)
olan evrimsel itici güç) — Buğday ve mısır gibi, mitolojilerde tanımlanmış
— Dinlerin başlangıcı. ilk yiyecek maddelerinin kökeni.
— Mitolojilerin orijinal çekirdeği. — Eski dinsel sembollerle kültlerin kökeni (güneş
— Eski Ahid'de, diğer bir çok eski metinlerde oldu­ kültü, yıldızlar kültü, gökyüzünde uçan arabalar, gökkub-
ğu - gibi, tanrının ateş, gürültü, duman, zelzele gibi tezahür­ bedeki tekerlekler, Ahid Sandığı ve Süleyman'ın U ç a n Ara­
lerin eşliğinde dolaşması. bası gibi teknik makineler). Yeryüzüne, çizilen ve ancak
— Devlerin ve ırkların kökeni. uçan tanrılar tarafmdan görülebilir olan devasa figürler.
•— Peygamber E n o k ' u n Kitabındaki gökyüzünün düş­ Geleneklerin kökeni (söz gelimi başmelek (iblis) Lüsifer'in
müş oğullarının isim listesi. elindeki ateş saçan kılıç ile diğer başmelek Cebrail ile sa­
— T a n r ı ve şeytan sorunu, iyilik ve kötülüğün temel vaşması). Yerkürenin her tarafına yayılmış sayısız dinsel
sembolleri. motifli kaya resimleri. •
— Tarih öncesi devirlerinin kutsal yargı mahkemele­ — Eski zamanların dinsel ve kutsal heykelcikleri
rinin tanımı. - (miğferli tanrılar, uzay elbisesine benzer giyimli figürler,
— Dünya çapındaki Tufan. kanatlar ve teknik aksesuarla donanmış tanrılar vb.).
— Tufan Öncesi'nin efsanevî kralları ve ataları. — D ü n y a dışı varlıkların onuruna bugün hâlâ de­
— Gökyüzüne karışan dinsel ve mitolojik biçimler. vam etmekte olan kültlerin kökeni (Brezilya'da K a y a p o
Şimdilere dek açıklanamamış ve tarih öncesi devirlerden kızılderilileri, A B D Arizona'da H o p i kızılderilileri).
kalan yapıların kaynağı ve nedenleri (tanrılara karşı bes­ Elbette bu tamamlanmış ve mükemmel bir liste de­
lenen saygıyı göstermek için, genellikle t a m ı elinden çıkma ğildir. Ben, yalnızca birkaç hayati noktaya değinebîlme
ya da ruhban sınıfların «kutsal» geçmişten edindikleri bil­ arzusundan yola çıktım. Eleştirmenlerim, gerçekten objek­
gilerle kullanılabilen âletlerle inşa edilmiş). tif olabilselerdi, insanlığın bilinmeyen tarihine uzanan yol­
— Tanrılara karşı bir k o r u n m a vasıtası olarak inşa lara açılan geçitlerle uğraştığımızı kabul ederlerdi.
edilen sığmaklar (yeraltı şehirleri, gayrı meskûn kaya lâ­ Dünya dışı varlıkların geçmişimizin karanlık devirle­
birentleri, dolmenler). rini aydınlatmaya gerekmediği ve gezegenimiz üzerindeki
— Eski metinlerde sık sık ortaya çıkan z a m a n geniş­ bir zamanlar mevcut olundukları teorisinin hiçbir şeyi açık­
lemeleri (Japonların Nihongi'sinde ve Baruk Kitabında layamayacağı şeklindeki açık kapı bırakmayan katı yakla­
Abimelek'in kaybolmaları). şım, savunulacak bir şey olmaktan uzaktır.

234 235
Gelelim ikinci iddiaya. Atalarımızın aptal ve tarih
Geçmişin çözülemeyen bilmecelerine uzanabilecek ba­ öncesi yapıları yapabilmekten çok çok uzak bir kapasitede
sit cevaplar nerededir? Tanrılar eşittir astronotlar k u r a m ı , bulunduklarını hiçbir z a m a n yazmış değilim. Taş tapmaklar­
gerçekten de basit cevaplar getirdiği için mi işe yaramaz­ la, Nazca Vadisindeki şekillerin dünya dışı varlıkların
dır? H o m o sapienlerin genetik bir evrim sürecinde bilmem elinden çıkmış olduğunu da söylemiş değilim. Ön yargılı
kaç milyonda birlik bir ihtimalin ortaya çıkması neticesin­ muhaliflerimin k ö t ü niyetli iddialarından ibarettir bütün
de evrime uğradığım kabul etmektense, dünya dışı varlık­ bunlar.
ların kendilerine benzeyen zeki yaratıklar meydana getirdik­ B u n a karşılık, yapılış n e d e n ve motifi olarak, söz
lerine i n a n m a k çok d a h a «basit» değil midir? Üstelik ge­ konusu esrarengiz yapıların, 'tanrılar' tarafından gösterilen
lenekler de b u n d a n başka bir şey söylememektedir bize. yapı teknikleri ile dünya dışı varlıklara kadar uzatılabileceği
Basit cevaplara ulaşabilmek yerine, ilk mitolojiler ve din­ görüşünü destekliyorum. Ve bu görüşüm de uygun bir ze­
lerdeki (metinlerinde sık sık rastlanan teknik bilgilere minden kaynaklanıyor. Dünyanın h e m e n her yanında rastla­
rağmen) anlatılanlara psikolojik uydurmalar gözüyle bak­ nılan bu usta eserleri başka türlü açıklayabilmek m ü m k ü n ,
m a k saçmalık değil midir? Dünya dışı yaratıkların yerküre­ m ü d ü r ? Karşılaştırmalı doktrine göre, çeşitli ilkel kültür­
de bir zamanki varlığım kabul edecek olursanız (lütfen, ler birbirlerinden tamamen bağımsız bir şekilde gelişmiş,
hiç değilse kuramsal bir deney olarak), o zaman, atalarımızı Paskalya Adalarından Bretanya'ya, İnka öncesinden Bri­
ruh doktorunun sedirine sürüklememize gerek kalmayacak­ tanya Adasına (Stonehenge) kadar, tamamen ilintisiz bir
tır. Ne var ki, bu olguyla yiizyüze gelip de kurcalamaktan- biçimde ortaya çıkmıştır.
sa, tarih öncesi devirler için devlerin varlığım t o p t a n red­ Paskalya Adalarındaki, Sacsayhuaman'daki (Peru) taş
detmek çok d a h a kolaydır. Eski metinlerdeki devlerin izle­ yapılar ile M a l t a ve ÇatalhÖyük'teki (Türkiye) ve Baalbek'
ri görmezlikten gelinemez, üstelik dünya üzerinde bulun­ teki (Lübnan) aynı tarz üretim ile yüzyüze gelince, ister is­
dukları devirlere ait olan bu izlerin fotoğrafları da çekil­ temez şu soruyla karşı karşıya geliriz: Bütün ustalarını aynı
miştir. Z o r bir soruya bu yöntemle yaklaşmak, hiçbir şekil­ inşa tekniklerini uygulamak üzere dünyanın çeşitli köşele­
de basit bir cevap olarak değerlendirilemez. rine postalayan uluslararası duvarcılık okulu neredeydi?
Mesleklerle ilgli olarak körlük, yalnız bilimsel çevre­ Üstelik, ortada ne gemi ne de uçak gibi düzenli bir ulaşım
lerle sınırlı kalmayıp, hemen her alanda karşımıza çıkmak­ imkânı ne de «Günümüzün Megalitik Yapıları» türün­
tadır. Rahatsız edici yeni fikirler, genellikle toptan redde den dergilere i m k â n sağlayabilecek bir iletişim söz konusu
uğramaktadır. Uzmanlar, yeni fikir ve görüşlerin üzerine değildi.
eğilmektense, tamamen saçma eski açıklamaların içinde
gömülüp kalmayı yeğ tutmaktadırlar. Bundan 2 5 0 0 yıl
kadar önce, tanrılar, atamız EzekieFe şöyle -demişlerdir: Benim basit varsayımım:
«Görmek için gözleri olan, fakat görmeyenlerin ortasında, Atalarımız, birbirlerinden tamamen habersiz bir bi­
isyancıların evinde ikâmet ediyorsun» Bugün olsa, bu cüm­ çimde, dünyanın çeşitli köşelerinde, t a p m a k ve piramitler
leye şöylece bir ilâvede bulunulabilinirdi: «Görmek için dikmek için devasa monolitler topladılarsa, bu müthiş
kanıtlara sahipler, fakat kullanmıyorlar!» emek sarfına esas teşkil edebilecek ortak bir motifleri ol-
maklığı gerekir.
Peygamber Enok, sayfalar tutan bir takım astronomik

237
236
tariflerden yola çıkarken (büyük ihtimalle bunların anla­ Bu projeyle ilgili olarak birkaç yıl içersinde yeniden
mını o gün anlayabilmiş değildir), b ü t ü n bu bilgilerin, ken­ haber alıp da sevimli atalarımızın kısıtlı da olsa belirli b i r
disine, gökyüzünün gözcüleri tarafından dikte edildiğini zekâ düzeyine ulaştıklarını; insan benzerleri gibi b a m b u ­
ileri sürer. Doğrusu, bu gökyüzü gözcülerinin kimliklerini d a n zifaf yataklarına uzandıklarını muzları elleriyle y e m e ­
sormak kadar akıllıca bir davranış düşünülemez. yip çatal-bıçak kullanmaya başladıklarını, önemli ihtiyaç­
Geçmişimizle ilgili bir takım gelenekler, cevaplandı­ ları için hijyenik biçimde WC'ye başvurduklarını ve de
rılmaları gereken sorular sıralamaktadır. Ve ben b u n a rağ­ kafesten kafese telefon görüşmeleri yaptıklarını öğrenecek
men atalarımızı budalalıkla suçlamıyorum. Tersine, son de­ olursak, şaşırmayalım.
r e c e üstün zekâhjtolduklarını düşünüyorum. K u r a m ı m a ge­ Schweitzer Illustrierte, maymunları evcilleştirmek için
tirdikleri eleştirilerin tamamen ötesinde, ilerlemelere ken­ yürütülen çalışmalara şöyle yer veriyor. ( 5 0 )
dilerini ustalıkla adapte etmişlerdir. Dişi goril Coco, San Francisco Hayvanat Bahçesinde
Atalarımızın kimlik kartının deşifre edilmesi için ya­ 4 T e m m u z 1971 tarihinde^diinyaya geliyor. Penny Patter­
pılan çalışmalara gelince, maymunların, özellikle şempan­ son adlı genç bir bayan, Coco'yu alıyor. Ve yedi yıl k a d a r
zelerin, meydana çıkarılmaya bağlı yaratıcı bir zekâya sa­ sonra, Coco, sahibesinden, belirli istek ve emirleri ifade
hip bulundukları, deneylerle kanıtlanmaktadır. Belirli bir eden 350 kadar kelimeyi hakkıyla öğrenmiş bir düzeye ula­
deneyler dizisinde maymunlar yemek ve sularını alabilmek şıyor. Öğretmeni Penny, öncelikle sağır-dilsiz alfabesini aşı­
için belirli düğmelere basmakta, ışığı söndürüp yakmakta, lamaya çalışıyor Coco'ya. Ve yedi yılın ardından, Coco,
diğer kafese geçebilmek için kapı kolunu açmak gibi eğitim­ söz konusu işaretlere tam bir hakimiyet sağlıyor. Son
leri başarıyla tamamlamaktadırlar. olarak Coco, Michael adlı erkek bir gorille dünya evine
11 E k i m 1978 tarihli Frankfurter Allgemeine gazete­ giriyor. Artık tek bir konu kalıyor geriye. Doğacak yav­
sinde şöyle bir haber yer almıştır: rular, analarının eğitim görmüş zekâsını alacaklar mı, yok­
sa Bayan Patterson, ana okulu eğitimini yenilemek zorun­
«Karadeniz kıyılanında, Adler yakınlarında 10 bin da mı kalacak? H e r türlü şıkta unutulmamalıdır ki, yal­
m a y m u n için bir kent kuruluyor. Maymunlar, D e ­ nızca bir tek m a y m u n eğitilmiştir; b ü t ü n bir maymun sürü­
neysel Patoloji ve Terapi Bilimsel Araştırmalar E n s - sünün davranışı değiştirilmiş değildir!
titüsü'ne ait. Moskova'da yayınlanmakta olan hafta­ Şempanzenin zekâsı pek fazla geliştirilememektedir,
lık Nedelya'nm haberine göre, mimar Vadim Adâ- Senegal'deki bir av hayvanları rezervasyonunda, şempanze­
movich'in plânı 84 hektarlık bir arazi üzerinde bir lere rehabilitasyon programı uygulayan bir Maymun Oku-
laboratuar ile hayvanlara meskenlik edecek kulübe­ 51
lu( ) mevcuttur. 1968 yılından bu yana Stella Brewer,
lerden meydana geliyor. H e r kulübede ışık, akar ana-babasmı kaybetmiş ya da hayvanat bahçesi ve sirk gi­
su ve b a m b u d a n yataklar mevcut bulunacak. Duvar­ bi insan etkisi altındaki yerlere düşmüş şempanzeleri ala­
larda plastik boyalar kullanılacak. H e r kulübenin çit- rak, yeniden cangıla dönüş şartları için hazırlamaktadır!
li açıkhava alanı bulunacak. Nedelya'ya göre, may­ Böylece, insan çaba ve öğretimi altına girmiş may­
munlar, şimdiye kadar keödilerine ayrılmış en geniş munların bir parça zekâ kullanmaları gerekmektedir. Özel
arazide yaşayacaklar. Ve demir parmaklıklardan olu­ düğmelere basmak, belirli kelime ve şekilleri anlamak ve
şan özel bir çit, maymunlar kentiyle dünyanın geri kendi çevresinde yaşam sürdürebilmek, öğretilmeye ça­
49
kalan kısmı arasındaki ilişkilere set çekecek.»( ) lışılmaktadır.

238 239
B ü t ü n bunların hiçbiri, maymunların kendi girişimiy­ cil de, büyük bir güçle ve azametle döneceğini, bulutlarda
le gerçekleşmiş değildir. Biz insanlar, öğretmenleri duru­ o t u r a r a k h ü k ü m vereceğini söyler.
m u n d a y ı z . Eğitim gören bu şempanze ve goriller birkaç n e ­
Bu geri d ö n ü ş umutları, 2 0 0 0 yıl önce, İsa Yahudile­
sil sonra belirli ölçüde bir bağımsızlık kazanırlarsa, yarım
rin arasındayken de mevcuttu ve Mesih'in beklenişi şeklin­
yamalak da olsa mantık içerisinde konuşabilir ve bir çeşit
de ifade ediliyordu. İsa'yı kurtarıcıları olarak tanımadılar.
uygarlık meydana getirebilirlerse, biz insanlar, onların var­
lık düzeni içersinde 'tanrılar'm rolünü oynamış olacağız.
Onlara bilgiyi ve gelişmeleri için temelleri veren bizleriz.
Bu düşünen maymunlar açısından zeka ve güç sahibi bizler Tevrat'ta, gökyüzünün bekçileriyle birlikte ebediy-
olacağız. B ü t ü n bunlar, bu işi tezgahlayanların kafaların- y e n kaybolan Tufan öncesi peygamberi E n o k ve ateşten
dakinin tamamen tersini kanıtlamaktadır, k a n u n c a . Böy­ bir araba içinde bulutlara karışan İlyas gibi kişiler mevcut­
lece maymunların zamanın akışından bağımsızlıkları değil, tur. Geleneksel öğretiye bakılırsa, E n o k ve İlyas, b u r a d a
tersine bu akış içersinde dış güçlerden etkilenebilmeleri ölmek için geriye döneceklerdir.
kanıtlanmış olmaktadır! Uzaya çıkışından önce, Bep-Kororoti de, bir gün geri
Bu benzetmeden hareketle, insan zekâsıyla ilgili geliş­ döneceğini vâdeder. Brezilya'da R i o Fresco'da yaşayan Ka-
me üzerinde karar vermeyi, okuyucularıma bırakıyorum. yapo kızılderililerinin 'tanrı' olarak taptıkları, 'uzay savaş -
Ya bizim eğitmenlerimiz kimlerdi? çısı'dır. Arizona'daki Hopi kızılderililerinin tanrısı Kachina
da, vedalaşırken, bir gün geri döneceğine ilişkin söz ver­
Ve nihayet, gelelim üçüncü noktaya* Tanrılar eşittir
miştir.
astronotlar kuramı tehlikeli midir? İnsanları, sorunlarına
ancak dünya dışı yaratıkların çözüm bulacağına inandıra­ Beyaz Fatihler İnka İmparatorluğu'na ayak bastıkları
rak, ömürleri boyu beklemeye itebilir mi? B ü t ü n saldırı­ sırada ( 1 5 4 2 / 2 5 ) coşkuyla selamlanmışlard* Çünkü gele­
lar arasında en çok geri zekâ ürünü olanıdır bu. Bu yalanı nek, günün birinde tanrıların geri döneceklerini vâdediyor-
destekleyen herkes, 'yukarıdan yardım' vâdeden kurulu d u . Dinsel bağnazlıkları içinde, İnkalar, Altın delisi Fran­
dinlere saldırıda bulunmuş olur. Şu sükûn verici düşünceye cisco Pizarro komutasındaki İspanyol güruhunu, geri dö­
ne demeli: «Tanrı ihsan eder.» Temel dinsel grup ve mez­ nen tanrıları sandılar. O r t a Amerika'daki Aztekler dc aynı
heplere bağlı çocuklar, Pazar Okullarında ne öğreniyor­ yanılgıya düştüler. 1519'da H e r n a n d o Cortez o zamanlar
lar? «Kapıyı çal, sana açılır.» «Murad insandan, takdir Amerika'nın en büyük kenti olan Tenochtitlan'a yanaşın­
Tahrı'dan.» «Dile, verilsin.» «Ruhta fakir olanlara ne ca, Azteklerin kendisini uzun zamandan beri bekledikleri
tanrıları sanmaları, işini son derece kolaylaştırmış oldu.
mutlu; Ç ü n k ü gökyüzünün melekûtu onlar içindir.»
1778 yılında denizci James Cook Havai adalarını keşfe­
H e r he kadar bir mağfiret doktrini değilse d e , kade­
derken, yerliler, Cook'u altın saçlı tanrıları «Lono» san­
rin reddi gibi bir tehlike veya kişinin kendi güçlerini kü­
dılar ve evine döndüğü için şükrettiler.
çümsemesi veya k a r a r l a n kesin tanımlanmamış başka var­
lıklara bırakması gibi sapmaların, «tanrılar eşittir astronot­ Eski geleneklerde, bu tür bağlayıcı vaatlerde bulunan­
lar» kuramında yeri yoktur. Ve b u n a rağmen iddia ediyo­ lar ne tip tanrılardı? Bunlar buluttan ruhlar veya hayâl
r u m ki, dünya dışı varlıklar geri döneceklerdir! ü r ü n ü fantomlar olamazlar. Gökyüzünden inen ve ataları­
mızın arasında yaşayan fizik bedenlilerdi. F a k a t öylesine
Hıristiyanlar, Efendi'lerinin dönüşünü beklerler. İn-
üstün vasıflara sahiptiler ki, tanrıların gücü ile özdeş tutu-

240 tanrıların ayak izleri


241/16
Tevrat'taki emirleri .veren tanrıya ister idrak olu­
İviyorlardı. Gökyüzüne doğru yola çıkarken verdikleri sözler n a m a z ve kadiri m u t l a k bir ruhsal mekanizma, ister d ü n y a
de, son derece doğal karşılandı. dışı bir varlık gözüyle bakalım, önemli olan şudur ki, bu
Dünya dışı varlıkların geri dönecekleri vaadi, saçma tanrı veya tanrılar insanlardan çok çok üstündüler. O veya
ve anlamsız mıydı? Hayır. Işık hızıyla uçan düzeydeki bir onlar, «çoğalın» emrinin nüfus fazlalığına, yiyecek ve gi­
uygarlığın, zamanın akışıyla ilgili fizik yasalarının bilgisi­ yecek darboğazlarına, özetle ancak zekâ ile üstesinden
ne sahiptiler. Dünya üzerinde yıllar binlerle ifade bulur­ gelinilebilecek tıkanıklıklara yol açacağını biliyordu, bili­
ken, kendileri için uzay gemisinde yâlnızca birkaç yıl geçmiş yorlardı. Bu nedenden ötürüdür ki, insanoğlunu sorunlarını
olacağını biliyorlardı. Dünya dışı varlıklar geri dönüş sözü çözebilecek bir zekâ ile donattılar. Ve bu nedenledir ki, şu
verebilirlerdi, çünkü bunu istiyorlardı da! cümlede verilen vaadi anlayabiliyoruz:
D ü n y a dışı varlıklar, geri dönüşlerinde ne bulacakla­
rını umuyorlardı? «...bir kavındırlar... ve şimdi yapmaya başladıkları
K e n d i budalaca dogmalarını birbirine kabul ettirebil­ şey budur; ve şirridi yapmaya niyet ettiklerinden hiç­
mek için savaşan insanlarla dolu bir gezegen mi? Z e k â n ı n bir şey onlara m e n edilmeyecektir.»
kutsal mirasını unutan, yanlış kullanan veya yüzüstü bıra­ - Tevrat, Tekvin, 11, 6 -
kan uysal ve aylak insanlar mı? Tanrılar, ileri bir teknolo­
jiye, atomik santrallere ve uzay gemilerine erişmiş gelişmiş Ve bizler, sorunlarımızın üstesinden gelebilecek ze­
bir gezegen mi, yoksa kasvetli m a ğ a r a kovuklarında gaz kâya sahip bulundukça, başparmaklarımızı döndürerek bir
lambasının ışığında oklarını sivrilten bir Taş Devri Kültü­ köşede oturup, dünya dışından bir y a r d ı m beklememize hiç
rü mü bekliyorlar? Bireylerinin birbirlerinin varlığına ta­ gerek yoktur!
m a h ettiği bir toplum mu yoksa kendilerine verilmiş değer­
lere sahip çıkmış, emirlere sadık, yüksek ahlâklı bir toplum
mu bekliyorlar? Tevrat'ta t a n r ı ' d a n tekil olarak söz edilir. Benim «tan­
Hangi emirler? rılar» şeklindeki yaklaşımım, kabulü imkânsız bir hile
midir?
İnsanoğlunun izleyeceği yol ve hedefler Tevrat'ta en
açık biçimde ortaya konmuştur: Orjinal İbranice metinde ' t a m ı ' karşılığı için çoğul
«Ve A ^ s h onları m ü b a r e k kıldı; ve Ai ;?a onlara d e ­ kavramı olan «Elohim» kullanılmaktadır. Çoğul kavramı­
n ı n önündeki fiil ise, tekil olarak çekilmiştir. Söz gelimi:
di: Semereli olun ve çoğalın, ve yeryüzünü doldu­
«Ve tanrılar insanları kendi suretlerinde yarattı.» Fiil te­
run, ve onu tâbi kılın: ve denizin balıklarına, ve
kil hâlde olunca, çevirmen de çoğul kavramı «Elohim» i te­
göklerin kuşlarına, ve yer üzerinde hareket eden h e r
kile dönüştürerek ' t a m ı ' yapmıştır. Ne var ki, uzman din-
canlı şeye hâkim olun.»
bilimciler, tekil fiil ile çoğul 'Elohim'in bir araya getirilme­
- Tevrat, Tekvin, 1, 28 -
sindeki kabulü zor bileşime özellikle dikkatimi çektiler. O
D o b r a dobra açıklanmış bir görev dağılımıdır b u . zaman şöyle olacaktı çevri: «Tanrılar insanları kendi su­
Hayvanların krallığını ve yeryüzünü —oksijen, su, maden­ retlerinde yarattılar.»
ler, petrol v b . — gibi tüm zenginlikleriyle kendi tasarruf ve Emirlerinin tutulmasının felâket getirici sonuçlarını
iktidarımıza tâbi kılmak için insan zekâmızı seferber ede­ bilmiş olmaları gerektiğine göre, 'tanrılar' nasıl oldu da in-
ceğiz.
243
242
sanlara çoğalmayı ve yeryüzünü kendilerine tâbi kılmayı
B
emrettiler? "
n a n her din, tanrıların suretlerini yaptı ve çeşitli adlar
yakıştırarak yücelttiler. Bu emirlere bağlı k a l a n ve hiçbir
şekilde suretlere hoşgörü göstermeyen b e n i m bildiğim tek
Tanrılar, açık buyruklar bırakarak ilkel insanlığı terk j
din, İslâmiyet'tir.
ettiler. Bu emirler tutulsaydı, daha halim selim ve yumu- \
D ö r d ü n c ü emir şöyle der:
şak davranışlı bir uygarlık, güvenceli bir gelecek ve de
yüksek düzeyde bir kültür söz konusu olabilecekti. Tanrı- ;
«Babana ve a n a n a hürmet et, tâ ki günlerin uzun
ların atalarımıza verdikleri on emir, Çıkış b ö l ü m ü n d e
olsun...»
20'inci sûrenin 2 ile 17'inci âyetlerinde; Tesniye Bölümün­
de beşinci sûrenin 6 ile 21 'inci âyetlerinde geçmektedir.
H i ç şüphesiz, bütün uygar insanlar tarafından riayet
Ve Tevrat tercümesine göre her emir «...mayacaksın» emir
edilen tek emir bu olsa gerektir.
kipi ile vurgulanmaktadır. İbranice kavram her iki anlamı
Bu uzun yaşam vaadini oldukça ilginç buluyorum,
da kapsadığı için, aslında «yapmak istemeyeceksin» şek­
çünkü günceldir, aktüeldir. Ebeveynine h ü r m e t eden bir
linde bir çeviri de m ü m k ü n olabilir.
kişi neden uzun yaşasın? -Modern araştırmalar sonucunda
Geçmişte bir peygamber tarafından telkin edildiğini
ilk kez ortaya çıkan bir imza söz konusu değil midir? E b e ­
göz ö n ü n e alacak olursak, on emirin, geleceğe, tanrıların
veynin sıcaklığıyla geçen bir çocukluk evi, barış ve güven­
dönüşüne ilişkin yeni bir d u r u m a ışık tuttuğu anlaşılacaktır.
lik dolu havasıyla olumlu bir ruhsal etki yaratmaktadır.
İlk emir şöyle der: B u n u n tersi durumlarda ise, insan mutsuz olmaktadır. M o ­
d e r n araştırmalara göre, ruhsal sıkıntılara maruz kalan bir
«Kendin için herhangi bir oyma put, yukarıda gök­
insanın kansere yakalanma şansı çok daha yüksektir. Bu
lerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin nedenle, bu emrin tutulması, daha uzun bir ö m ü r vâdetmek-
altında sularda olanın hiçbir suretini yapmayacak­ tedir.
sın.»
Beş ile sekizinci arasında kalan emirler basit ve açık­
tır ve bu emirlerin tutulması durumunda, yeryüzü cen­
Dünya dışı varlıklar, herşeye gücü yeten ölümsüz tan­
nete dönüşecektir:
rılar olmadıklarını gayet iyi biliyorlardı. Büyük ihtimalle
onlar da, en uygun deyimiyle bütün dinlerde 'tanrı' olarak Katletmeyeceksin.
ifade edilen bir üstün kuvvete ibadet ediyorlardı. Masum Zina etmeyeceksin.
atalarımız tarafından 'tanrı' olarak görüldüklerinin farkın­ Çalmayacaksın.
daydılar ve bu nedenden ötürü de kendileriyle erişilmez Komşuna karşı yalan şehadet etmeyeceksin.
yüce varlık arasında bir ayrım yapmak istediler. İlerki ne­
sillerin taş, tahta, plâstik gibi nesnelere tapınmalarını ön­ Gerçekten de barış ve mutluluk yoluna uzanan basit
leyebilmek için, tanrı suretleri yapılması konusunda kesin bir formüldür bu. İnsanlar tanrıların bu zekice yasalarına
bir yasak koydular. Peki sonra ne oldu? D ü n y a dışı varlık­ bağlı kalabilseler ne kadar harikulade olurdu! Herhangi
lar uzayın derinliklerine açılır açılmaz, insanlar emirleri bir bahane yüzünden insanın insanı öldürmediği bir dünya.
Savaşlar ve jenosidler ortadan kalkmış. T V ' d e neşe saçan
hiçe saydılar. H e m e n h e r uygarlıkta ortaya çıkmış bulu-
haberlerden öte bir şeye rastlanılmıyor. Evet, barış denilen
nesne, gerçekten de b u n d a n binlerce yıl önce programlan­
244 mıştır.
245
alınarak yeniden dağıtılmalı! Bu t ü r yaklaşımların bütün
«Zina etmeyeceksin...» Bu emrin, yayınlandığı zaman­ k e n a r cilaları kazınacak olursa, toplumlar ve fertler ara­
da bile p e k fazla dikkate alındığını sanmıyorum. Sınırsız sındaki çekişmelerin temelinde yatan kıskançlık değil mi­
özgürlük fikriyle sarhoş olmuş günümüz insanları, bu ko­ d i r ? Evrim k o n u s u n d a bilgileri sayesinde, tanrılar, hangi
n u d a p e k bir şey duymak istemiyorlar. Eğer bir başka yıl­ yasaları ve neden vermeleri gerektiğinin bilincindeydiler.
dızdan gelen bu emre itaat edebilseydi, bu kadar çok göz­ Geçmişi ve geleceği şu ana tercih etme gibi bir tutu­
yaşının dökülmesi engellenir ve de bu denli büyük felâket­ culuktan t a m a m e n uzak bir biçimde, özellikle ısrar ediyo­
lerin doğmasına hiç gerek kalmazdı! r u m ki, bu basit addedilen on t a n e emir tutulacak olsaydı,
«Çalmayacaksın» emri tutulabilseydi, «Tanrıya Şü­ dünyamızın cennete dönmesi işten bile değildi. Bu eski
kür» diye sevinç çığlıkları atabilirdik. Kapılarda kilit ol­ emirler, toplum hayatı için gerekli olan bütün ön koşullan
mazdı, polisler emekliye ayrılırdı, çantaların ve ceplerin içermektedir. 'Eğer'ler ve 'fakat'lara yer verilmemiştir. İs­
özenle düğmelenip fermuarlanmasına gerek kalmazdı... tenildiği kadar akılcı yaklaşılsın, getirdiği yasaklamalar
çünkü hırsızlık denilen olay kalkmış olurdu ortadan. Ne bakımından, dünya üzerinde bu denli az ve öz olabilen
var ki, realite, bu iyi emri, ulaşılmaz bir ütopyaya dönüş­ başka hiçbir yasa dizisi mevcut değildir.
türmüştür. Yalnızca, ben ümit etmek isterim ki, tanrılar günün
«...yalan şehadet etmeyeceksin.» İnsanların düşüne­ birinde bir araştırmaya girmesinler de, bu muhteşem plân­
bilme yeteneğini kazandıkları ilk günden bu yana, kimbilir larının ne hâle geldiğini görmesinler.
kaç milyon insan yalan şehadet yüzünden ne sıkıntılar çek­ Evet, dünya dışı varlıklar, geri döndüklerinde neyle
miştir? Kimbilir kaç milyonluk bir zaman boyunca, insan­ karşılaşmayı bekliyorlar? Kararsız ve güvenilmez bir t a k ı m
lar, komşularının aleyhine yalanlar sıralayıp durmuşlardır? ilerlemeler arzeden toplumumuzun d u r u m u n a nasıl bir tep­
H e r gün ve hiç d u r m a d a n çiğnenen bir yasadır, fakat bu ki gösterecekler?
kötü bir yasa olduğu anlamına gelmez. Güneş sistemimizin koordinatları uzay gemilerindeki
Dokuzuncu emir, engin bir tecrübe sonucunda formü­ bilgisayara depolanmış ve hedef olarak da gezegenimiz d ü n ­
le edilmişe benzemektedir: ya programlanmıştır. İster uzay gemisinin ilk mürettebatı
birkaç yıl daha yaşlı olarak, isterse de yeni bir nesil geri
«Komşunun evine t a m a h etmeyeceksin; komşunun dönüş vaadini yerine getirsin, farketmeyecektir. Yerlileri
karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut ökü­ eğiten ve yardımcı olan ilk koloni kurucularımıza benze­
züne, yahut da eşeğine, komşunun hiçbir şeyine yen bir d u r u m d u r bu. Emirleri yerine getirilirse, övgü ve
tamah etmeyeceksin.» teşekkürlerini esirgemez, eğer d u r u m bunun tersi ise sert
tedbirlere başvururlardı.
Ne denli uzak görüşlüymüş bu tanrılar! Z e k â verdik­ Herhangi biri çıkar da, dünya dışı varlıkların asla bi­
leri varlıkları ne k a d a r iyi tanıyorlarmış! T o p l u m hayatının zim sömürgeciler gibi d a d a n m a y a c a k l a r ı n ı ileri sürecek
en büyük tahripçisinin kıskançlık olduğunu gayet iyi bili­ olursa, bu gerici bir düşüncenin ü r ü n ü olur. Ve bu görüş
yorlarmış. sahibini düştüğü yanılgı konusunda ikna etmeye çalışırım.
Kıskançlık zehrinin tuzakları, insanlık tarihinin uzan­ Şöyle ki, 'tanrılar', zekî insanı, kendi suretlerinde m e y d a n a
dığı b ü t ü n yollarda köşebaşlarına yayılmıştır. Açık veya giz­ getirmişlerdir. Düşünce sürecimizin, bu eski atalarımıza
li olarak, bir takım taraflarca savunulmamış mıdır? Diğer benzeme nedeni de burada yatmaktadır. Gelenekler, bu
insanların zorlu uğraşlardan s o m a kazandıkları ellerinden
247
246
'tanrıların' dünyamızın tarih öncesi sakinlerine p e k de kadi­ çoğalmaktan da d a h a geniş bir tabakaya yayılmayı anlı­
fe eldivenle yaklaşmadıklarını vurgulayan örneklerle dolu­ yoruz.
dur. Koskoca kentleri, yağmur gibi gökten yağan ateş ve Eğer dünya dışı varlıklar bize zekâlarını aşıladılarsa,
kükürt ile, selamsız sabahsız ortadan kaldırmışlardır. Sü­ 'semereli olmak' zekânın gelişmesini ve özellikle bilimsel
mer destanı Gılgamış ve Tevrat'ın N u h Tufanı ile ilgili b ö ­ merak yoluyla, zekâ yoluyla elde edilen buluşlar kastedil­
lümlerinde görüldüğü gibi, öfkeye kapıldıkları zaman, ku­ mektedir. Ve dünya dışı varlıklarca aşılanan bu zekânın
luçka ürünlerini suda boğmaktan bir an bile kaçınmamış­ ü r ü n ü olan bilimsel merak, gezegenimizdeki enerji kay­
lardır. D ü n y a dışı varlıkların, günümüzde de böylesine sert naklarının ortaya çıkarılması ile kanıtlanmış olmaktadır.
ve insafsız davranıp davranamayacaklarmı sormalıyız k e n d i Gezegenimizin yağmalanışıyla ilgili olarak hiç d u r m a ­
kendimize. dan uyarılarda b u l u n a n o boğuk sesli erkekler korosunu bi­
liyorum. İnsan zekâsını bu kadar noksan bir biçimde de­
ğerlendirmeleri karşısında da esef duyuyorum. Çünkü pra­
Z a m a n , enerji vasıtasıyla yönlendirilebilir. Sınırsız tikte, azalan her h a m m a d d e , bir başkası ile ikame olun­
enerjiyi tasarruf edebilen bir kişi, zaman faktörünü yanma maktadır. Netice son derece basittir. Bir h a m m a d d e ne
alarak, arzuladığı herşeye erişebilir. Dünya dışı varlıklar, kadar az ise o denli değer kazanmakta, giderek azaldıkça
günümüz uygarlığını bakteri sağanağı yoluyla yok edebile­ değeri o ölçüde artmakta ve günün birinde pazardan kay­
cekleri gibi, uygarlığın belirli bir düzeye erişmesini de bek­ bolmaktadır. İşte tam o anda, zeki insanoğlu, aynı etkileri
leyebilirler. Dünya dışı varlıklar olağanüstü bir enerji kit­ bir başka malzemeyle de sağlayabileceğini hatırlamaktadır.
lesine sahiptirler; uzay gemilerini bu enerjiyle yükleyerek, Ve insanoğlu daima işin içinden çıkmasını sağlayacak bir
başka güneş sistemlerine uçabilmektedirler. Ve uzay gemi­ çözüm yolu bulacaktır. G ü n ü m ü z ü n benzinle çalışan t ü m
sinin hız derecesine bağlı olarak, yalnızca birkaç yıl yaş­ m o t o r ve ürünleri rahatlıkla hidrojene kaydırılabilir. Öz­
lanırken, dünyamız üzerinde onbinlerce yıl geçip gitmek­ deyişte olduğu gibi, iş başa düşünce, buluşları doğuran dü­
tedir. Ve geri döndüklerinde, yeni bir uygarlık filizlenmek­ şünce ana kendini göstermiş ve kullanılmış madenleri ye­
tedir Bu nedenden ötürüdür ki, dünya dışı varlıklar, «sö­ niden işleme süreci ortaya çıkmıştır. H e r türlü süprüntü ve
mürge faaliyet» lerinin arzu edilmez ürünlerini, z a m a n za­ artıktan, tamamen farklı ya da yeni bir nesne elde edilebil­
m a n rahatlıkla bertaraf etmekte bir sakınca görmemekte­ mektedir.
dirler. Ç ü n k ü zaman faktörünü yanlarına almışlardır. Geminin doktoru Dr. Robert Mayer (1814-1878)
Geri dönen 'tanrıların' öfkelerini nasıl yatıştırabiliriz? «enerji dönüşüm yasası»nı bulmuştu. Bu yasaya göre, ev­
Üstün teknolojileri karşısında k o r k u duymamızı sağlaya­ rendeki toplam enerji daima sabit kalıyor, yalnızca birbiri­
bilmek için, onların düzeyine yetişme şansımız yok m u ­ ne dönüşmekle kalıyordu. Werner von Braun da şöyle ya­
dur? zıyordu:

«Bilim, hiçbir nesnenin iz bırakmadan kaybolmadı­


İlk emir, yeryüzünü kendimize tâbi kılmamızı söyle­ ğını belirlemiştir. Doğa, yok oluş tanımaz. Yal­
mektedir. Ve insandan semereli olup çoğalması istenmekte­ nızca değişiklik ve dönüşümdür söz konusu olan.»
dir. Semereli olmak ve çoğalmak, aynı anlama gelmemek­
tedir. Bu iki farklı emirden semereli olmaktan büyümeyi,

248 249
/

İster tek tanrıdan, ister benim dünya d ı ş t tanrılarımdan


gelsin, insanoğlunu yönlendiren yükümlülük h e p aynı ola­ RESMİ KAYITLARDAN
gelmiştir. Tanrı'yı veya tanrıları taklit edebilmek için, yer­
yüzünü tâbi kılacak ve semereli olacaklardır. Bu açidan ba­ Der Spiegel Dergisi 1 9 7 8 yılının s o n sayısı olan
kılırsa, ileri teknolojiye çamur atmak, kaynaklarımızın 5 2 n u m a r a l ı n ü s h a s ı n d a « A s t r o n o m i : K o s m o s ' u n Yeni
tüketilmesine karşı çıkmak, atomik gücün kullanımını en­ Bir S e n a r y o s u » başlığı ile 14 sayfalık bir r a p o r a yer
gellemek; eski misyonumuzu tersine çevirmek ve hara­ verdi.
kiri yapmakla özdeştir. Oysa bize yüklenen kutsal misyon Kitaplarımın dikkatli o k u y u c u l a r ı , bu özlü m a k a ­
bambaşkadır. l e d e , bir çok «eski d o s t l a r » a r a s t l a d ı l a r .
İnsanlık, tanrıların d ö n ü ş ü için ahlâkça, teknikçe kendi Bu kitabın s o n sözü o l a r a k d a , g e r ç e k t e n k a y d a de­
kendisini hazırlamalıdır. M ü k e m m e l bilgeliğin ifadesi olan ğer içeriği n e d e n i y l e , y i n e Der S p i e g e l ' d e y a y ı n l a n m ı ş
On Emir, yeniden baştacı edilmelidir. Zekîce meraklılığı- (Sayı 1 / 1 9 7 9 ) bir m a k a l e y i a k t a r m a k i s t i y o r u m . Kitap
mıza, tanrılar tarafından öngörülmüş bir değer gözü ile ve konferanslarımda hiç d u r m a d a n tekrarladığım, dün­
bakılmalıdır. Ultra-modern bir programla dünya üzerinden ya dışı zekî varlıklarla ilgili a r a ş t ı r m a l a r a , bilimin t ü m
açlığın k ö k ü kazınabilir, savaşlar ancak geçmişte kalan acı ilgili b r a n ş l a r ı n ı n katılmaları gerektiği ş e k l i n d e k i öne­
.birer anı haline getirilebilir ve daha önemli çalışmalar rim, s a n ı r ı m e n s o n u n d a bir y a n s ı m a s a ğ l a m ı ş o l u y o r :
ütopya olmaktan çıkabilir. D ü n y a dışı varlıkların bizi eşit Kozmik A r a ş t ı r m a
ortaklar olarak kabul etmeleri, ancak onların suretine
gerçekten benzememizle m ü m k ü n d ü r . Bu akideleri ortaya «"Uzaydaki... s ö z d e d a h a ü s t ü n bir uygarlıkla İle­
koyarak bir bir sıraladıktan sonra, hâlâ ortaya atılıp da, t i ş i m k u r u l m a s ı n d a n d a h a ç o k korku verici bir
«tanrılar eşittir astronotlar» kurammının insanları tembel­ İkinci k â b u s hayâl e d e m i y o r u m . ' Bu sözler, Har-
liğe ve gökyüzünden yardım dilenmeye ittiğini öne süre­ v a r d ' l ı biyolog v e Nobel ö d ü l ü s a h i b i G e o r g e
cekler çıkacak mıdır? Bu k u r a m yapıcı ve pozitif nokta­ VVald'a ait o l u p , iki a y d a bir y a y ı n l a n a n ve yaban­
larından kavranacak olursa, insanlık, ilerlemecilikle kutsan­ cı zekî varlıklarla ilgili a r a ş t ı r m a l a r a yer v e r e n ye-
mış barışçı bir geleceğe doğru yol alabilir. Böylece, daha ; ni bir d e r g i d e n a l ı n m ı ş t ı r . Kozmik A r a ş t ı r m a adlı
uzunca bir zaman «tanrıların dönüşü» nden korkulmasma bu d e r g i , bu O c a k ayı itibarı ile yayına g i r m i ş
gerek kalmayacaktır. Şöyle veya böyle bugünkü haliyle dün­ o l u p , ABD dışı yıllık a b o n e s i 16 D o l a r ' d ı r ve cid­
yamız güven duygusu uyandırmaktan oldukça uzaktır. Ve d i y e a l ı n a b i l e c e k bir yayın o r g a n ı d ı r . Yazı işleri
bu d u r u m u değiştirmek bize düşmektedir. büroları Ohio Devlet Ü n i v e r s i t e s i ' n i n R a d y o Ra-
Yüce J.W. Goethe'yi bir an hatırlayalım: s a t h a n e s i ' n d e o l u p , yazıyla k a t k ı d a b u l u n a n l a r
«Anlamadıkları şeylerle alay eden fnsanlara karşı bağı­ a r a s ı n d a C a m b r i d g e Ü n l v e r s i t e s i ' n d e n Britanyalı
şıklık kazandık.» a s t r o n o m Martin R e e s , S o v y e t Bilimler A k a d e m i ­
si Uzay A r a ş t ı r m a E n s t i t ü s ü ' n d e n Nicolai Kardac-
h e v ve A m e r i k a n Dünya Dışı Zekî Yaratıkları Araş­
t ı r m a p r o g r a m ı (SETİ) m ü d ü r ü J o h n Billingham
gibi c i d d i y e alınmaklıkları g e r e k e n k a l e m l e r mev­
www.webturkiyeportal.com
c u t t u r . UFO kaprisçileri için o l m a s a d a , b i l i m d e
f a n t a z i y e ö z l e m d u y a n l a r için o l d u k ç a iyi ç a ğ r ı ş ı m
250 y a p a n bir kadro.»
251

You might also like