Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 7

New York

Manhattan’da Beşinci Cadde ile Kırk Beşinci Sokağın kesiştiği köşede bulunan Harbor’s
Cafe’ye girip bir kahve söyledim kendime. Adetler her yerde farklı oluyor. Söylüyorsun ama
aslında kalkıp kendin alıyorsun. Belki barla bütünleşmeden önce yapsan bu işi, daha verimli
olacak. Boşa enerji harcamış olmayacaksın en basiti. Henüz üzerimdeki yorgunluğu atabilmiş
değilim. Sabahın körü denecek bir saat benim için. Uzun sürmüş bir yolun sabahında vardım
New York’a. Günün bu saatinde, oranın müdavimi izlenimi uyandıran bir alkolik,
kahvelerinin son yudumunu içme telaşındaki işlerine geç kalmış bir iki kişi ve barmen dışında
içerisi tamamen boştu. Bu ilk gelişimdi New York’a ama izlediğim onca film, gördüğüm onca
fotoğraf, okuduğum onca kitaptan sonra kendimi bir film setinde gibi hissediyordum adeta.
Aslında uzun kalmak gibi bir niyetim de yoktu. California’dan sonra, bir daha ABD’ye ne
zaman geleceğimi anca Allah bilir duygusuna kapılıp, Şeytan’ın da dürtmesiyle dönüşümü
birkaç gün geciktirmeye karar vermiş ve kendimi birdenbire bildik mekânların, tanıdık
sahnelerin ortasında bulmuştum. Aslında biraz hafızamı yoklayacak olsam, burada geçmişten
kalma birkaç arkadaşa ulaşabilir, kalışımı birkaç gün daha erteleyebilirdim. Hatta biraz da
yüzsüzlük edip, bunu önce birkaç haftaya, ardından aylara çıkarıp, müzelerdi, konserlerdi,
partilerdi falan derken bir bakmışım New Yorklu olup çıkmışım. İşi iş görüşmelerine kadar
vardırıp, hadi artık kendime bir daire bulayım noktasına getirebilirdim kolaylıkla. Derken bir
bakarsınız bir yıldır New York’tayım.

Daha önce yapmadığım bir şey de değildi nasılsa. Ama bunu ille de New York’ta yapmam
gerekmiyordu. Manhattan’daki ilk kahvemden sonra, aklımdaki ilk düşünce buydu. Hoş bir
yer, baş döndürücü. Şehrin çeşitli noktalarından eşsiz panaromik manzaralarla
karşılaşabiliyorsunuz; aşağıdan yukarıdan, farklı açılardan. Şehir görsel olarak büyülüyor
seyredeni. Bunlar oradan buradan duyduğum, okuduğum, öğrendiğim şeylerdi; şimdi çıplak
gözle görme şansım olacaktı belki, bunun heyecanı içerisindeydim. Daha en baştan öyle bir
önyargıyla adım atıyor ki insan bu şehre, onunla umutsuz bir aşk yaşanacağı belli –platonik
belki. Ama umutsuz olacağı kesin, sadece ne yönde gelişeceği beklenip izlenebilir. Sevgi mi,
yoksa nefret mi ağır basacak? Şehrin sundukları her bakımdan çok fazla. Sunacaklarını
düşünmesi bile zor. Tedirgin ediyor insanı. Ama hadi diyor içinden bir ses, biraz da insanlığın
yüz yıllar süren serüveninin sonunda ulaştığı birikimle, gir bu cangıla: keşfet, fethet.

Ölmek de var görmek de! Onun bir parçası olup yaşamaya başladıktan sonra biraz
değişiyordur muhtemelen. Daha görmeden bile, uçsuz bucaksızlık algısının yarattığı
tedirginlikle karışık hayranlık duygusu bir süre sonra kaybolup, yerini bambaşka bir duyguya
bırakıyor olsa gerek. Uçsuz bucaksızlığı sindirince, belki biraz da bir parçası olduğu hissine
kapılıyordur. Ama kısmen. Sarhoşluk da bir yarı sarhoşluğa dönüşür böylece. Bir gök
kubbenin altında yaşama hissi, bir özgürleşme duygusu yaratabileceği gibi bir tutsaklık
duygusu da yaratabilir insan da. Bir kaosla sarmalanan insan, ilk şokun ardından yarı ayık bir
konuma geçecek. Hiç değilse bitkisel diyemez kimse, böylesi bir yarı ayık varoluşa. Hatta
kim bilir, belki keyifli tarafları da vardır yarı sarhoş kafayla dolaşmanın, dünyayı böyle
görmenin. Farklı perspektiflerden eşanlı bakış da bu tür bir algı çarpıklığı yaratmayacak mıdır
kişide? Zaten arzu edilen de bu değil midir ama, dünyayı doğru kavrayabilmek için?
Bilemiyorum. Bilmem de gerekmiyor, oturup kahvemi yudumlamam, bu anın tadını
çıkarmam ve sonra çıkıp bu tuhaf dünyayı keşfetmeye başlamam için. Hatta ne kadar az
ikircik olsa, o kadar iyi olacak belki.

Yine de düşünmeden edemiyorum: Burada yaşamak nasıl olurdu acaba? Muhtemelen bir süre
sonra kapanma arzusu hâkim olmaya başlardı. Önce enerjik bir coşkuyla geçerdi günler,
geceler, merakla keşfetme arzusunun eşliğinde. Günün her saati farklı bir renge bürünür, her
ana yeni bir anlam yüklenirdi, mekânla özdeşlikler kurulurdu. Işıkla mekân ve zaman arasında
bir bağıntı veya koşutluk kurmaya çalışılırdı. Gündelik alışkanlıklar yeşerir, müdavimlikler
baş gösterirdi. Buraya özgü, yeni, şimdilik bene yabancı alışkanlıklar… ve tepkiler, takıntılar,
korkular, kaygılar vs. vs. vs. tabii! Sonra ilk günlerin hafifliği giderek bir ağırlığa dönüşür,
kasvet ağır basardı, bu zamanlarda. Kimileyin bir hantallık kaplardı benliği, hareketlere bir
yavaşlık sinerdi. Artık örselenmeye yüz tutmuştur burayla kurulan bu ilişki. Bir an önce terk
edilmesi gerekir.

Sıcak bir ortama dönme isteği, her an yakaya yapışacak bir refleks olarak hemen kapının
ardında beklemektedir. Kapalı, korunaklı, rahat, huzurlu… bir ortam özlemi şekillenmek
üzeredir artık. Karmaşa, bir yerlere, bir şeylere yetişme, bir şeyleri kaçırmama arzusu, çabası,
sürat tutkusu, sürat korkusu ve bunun gibi şeyler. Kapanma arzusu şiddetli bir ihtiyaç da
olabilir bu andan sonra. Ama zorunlu bir kapanmışlık durumu, insanın içini kemirebilir de.
Yine de bilinmezlik, bir kestirilemezlik duygusu hâkim şimdilik bende, New York’taki
müstakbel hayatıma dair. Böyle olması da normal sanırım.

Kendine özgü bir geçmişi, sayısız hikâyesi olduğu açık, New York’un, birçok başka yer gibi
belki, ama onu dünyadaki ancak belli başlı şehirle kıyaslamalarının başında zıt değerlikleri
bolca barındırıyor olması geliyor bence. Bir zıtlıklar şehri, bana göre, New York. Çoğu kişide
bir pastorallik özlemi baskın gibi görünse de, pek çok başka kişide de başka özlemler baskın.
New York gibi bir şehrin varlığı da bunu kanıtlıyor. Ortak bir düşün ürünü değil mi New
York? Arada biri olarak, zaman zaman bu ikinci kategoride yer alabilsem de, buradaki
varoluşumun bir haftadan uzun sürmesi için özel bir sebep göremiyorum yine de.

Yapmadığım şey de değildi aslında, ilk kez gittiğim bir yerde gereğinden fazla kalmak, hatta
kökleşmeye ramak kala kaçıp kurtulmak. Yıllar önce –sekiz buçuk yıl olabilir pekâlâ–
yaşadığım yerden ilk kez ayrılıp, Paris’e gitmiş ve bir buçuk yıl kalmıştım sebepsizce, büyük
aşklar şehrinde. Ve eşiğinden dönmüştüm oraya yerleşip, kök salma tehlikesinin. En büyük
korkum aynı yerde yaşlanıp ölmekti o zamanlar. Ama sanırım bu, günün birinde, bir şekilde,
bir yerde gerçekleşecek. Kaçış yok. Yine de bunu seçebilmeli insan. Paris’te geçen dönem
için Paris’te yaşamıştım diyemeyeceğim tam olarak. Zorunlu olarak bulunmuştum demem
gerekir. Ama Paris’i sevmedim, sevmiyorum gibi bir şey değil bu. Başlayamadan biten bir
ilişki gibiydi daha çok, Paris’le, Paris’te yaşadıklarım. Alıkondum. Zorla belki. Tam
hatırlayamıyorum şimdi. Orada bulundum ama yine de Paris’te bulundum diyemem tam
olarak. Bir hapishanede değildim tabii ki. Hapis hayatı yaşadığım da söylenemez kesinlikle.
Hatta keyfim yerindeydi bile diyebilirim. Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidivermişti bir
buçuk sene. Aslında tam tamına on yedi ay, bir buçuk hafta. Belki gün olarak söylesem daha
kolay olacak. Ama ayrılış tarihini tam hatırlayamadığım için –apar topar kaçmıştım adeta–
otuz çeken bir ay mıydı, yoksa otuz bir mi, şu an bilemiyorum, yirmi sekiz veya yirmi dokuz
değil ama, burası kesin. Bu yüzden gün hesabı bir karışıklığa yol açabilir. On yedi ay
sonrasındaki bir buçuk haftayı net olarak hatırlıyorum ama canlı canlı. Bunun hesabını da ayrı
tutmak lazım sanırım. Bir hafta üç gün on üç saat. Bunu bir buçuğa yuvarlayıverdim işte, artık
o kadar olacak, mademki bunlar benim yaşadıklarım! Oradan ayrılmamın sebebine gelince…
Dikkat edilmesi gerekir ki kaçış demiyorum, ama öylesi büyük kaçışlar yaşamışlığım da
vardır makûs tarihimde. Maceracı ruhumdu. Bir de kapanmışlık hissinin baskısıyla güneşin
peşine takılma arzumdu, Paris’i terk etmeme sebep olan. Başka bir deyişle, bilimsel bir
çalışmaya göre aşkın ömrü on yedi ay kadarmış. Muhtemelen küçük ölçekli istatistiki
değerlendirmelerle böyle zırvalar yumurtluyorlardır ama olsun varsın. Böyle bitti işte on yedi
ay bir buçuk hafta süren aşkımız. Paris’le değil tabii. Zaten anlatmaya çalıştığım da buydu.
Paris’le, alevlenecek kadar aramızdaki tutkular, bir yakınlaşmamız olabilseydi şayet, belki
bugün New York, Manhattan’da değil, Paris, Mon Marte veya Champs-Elysees’te kim bilir,
bilmem ne Cafe un Paris’inde Pariseen bir aşk yaşıyor olacaktım. Ama neyse ki şanslıymışım.
Böylece New York sokaklarında meşru bir yabancı olarak istediğim kadar sürtebilirim ve
buradaki varlığıma istediğim an son verebilirim. Bu da, ilginçtir, zamanında Paris’i terk etmiş
olduğum için olabiliyor ancak. Ne güzel. Olsun varsın.

Başa dönecek olursak. California’dan sonra –bunun öyküsü tamamen başka, belki yeri gelince
biraz bahsederim– New York’a geldim, gelmem gerekmiyordu. Daha doğrusu transit
geçecektim, bir gelgeç yolcu olarak. Ama ne olduysa, olmadı, bir şey, dur dedi, beni dürttü ve
yaşadıklarım yetmezmiş gibi yorucu, muhtelif uçak ve karayolu yolculuklarının ardından
kendimi, şu anda bir film seti diye tabir ettiğim, bu mekânda buldum. Çok kolay olmasa da,
narkoz gerektirmeyen bir doğal doğum gibi oldu, New York adındaki dünyaya gelişim. Biraz
bitkin düştüm tabii doğal olarak, hiçbir doğum sancısız olmuyor neticede. Henüz yirmi dört
saat geçmemişken, ben de masalsıdan çok kurmaca bir yer hissi uyandırdı, New York. Burada
çok dehşetengiz şeyler vuku bulabilir, müthiş şeyler yaşanabilirdi belki. Ama nasıl ki Paris bir
aşk şehriyse ya da hiç değilse büyük aşklara gebe kalabilecek bir şehirse, New York da başka
bir şeylerin şehriydi. Bunun ne olduğunu ancak bir süre geçtikten sonra söyleyebilirim, ama
bende uyandırdığı ilk intibaa en azından olmadıklarına dair. Bundan söz edebilirim,
olmadıklarından yani. En iyi ihtimalle, akan zamanın şehri, zamanın akışkanlığının şehri gibi
benzetmeler yapabilirim şimdilik. Büyük bir aşk yaşanabilirdi elbette New York’ta da –aksini
söylemek haksızlık olurdu– ama bu asla trajik veya fantastik bir aşk olamazdı, gösterişli bir
aşk olabilirdi, unutulmaz olabilirdi. Ama sonsuza kadar süren bir aşk olamazdı. Sonsuzluk
hissi uyandırmaz New York, masalsı bir şehrin aksine büyük kurmacaların ürünüdür o ve
kendisi de kurmacalara izin veren, insanların ortak büyük kurmacasıdır. Tam tersine sonluluk,
geçicilik hissi uyandırır. Hızın şehridir New York belki. Nasıl ki Paris baharlarla güzelse,
New York –gökdelenleriyle örneğin– mevsimlere de meydan okur. Sonsuz olan tek şey
sonluluğun sonsuzluğudur. Her şey geçmektedir. Geçen hayatlarla hayat devam eder ve
etmelidir de, büyük bir süratle, zaman akmaktadır, asla durmaz, akar ve yiter, yiter ve akar.
Ama yitene, yitecek olana üzülemezsiniz, üzülmemeniz de gerekir, akmakta olan zamanla siz
de akmalısınızdır. New York’un uyandırdığı duygu budur. Ve aşk da böyle yaşanır New
York’ta, bir şimdiki zamanda aşkı olarak. Melankolilere de, melankoliklere de izin vermez
New York, ama bunun dışında her türlü koliklikleri bulabilirsiniz. Her türlü çılgınlığa açıktır,
barındırdığı milyonlarca çılgınla. Sıradanlık bile burada bir çılgınlıktır. Size hiçbir şey
dayatmaz, bu yönüyle bir özgürlükler şehridir belki, ama hiçbir şey istenmediğinde insandan,
insan ne yapacağını şaşırır kalır, bu da en büyük dayatmadır belki de.

Tamam, şimdi buldum. New York şehrin şehridir. Şehirlerin şehridir yani. Bu diğer
şehirlerden büyük, güzel, görkemli olduğu anlamına gelmiyor ama. Yanlış anlaşılmasın.
Bunların hepsidir. Güzeldir, görkemlidir, büyüktür vs. vs. vs. Bunların hepsi olabilir veya
bunlardan parçalar barındırabilir. Güzel tarafları, görkemli tarafları vb. vardır. Ama ondan
daha güzel bir şehir de olabilir pekâlâ. Örneğin şu bakımdan Moskova New York’tan daha
güzeldir denebilir. Ama New York şehirdir. Şehrin nihai ve ezeli ebedi simgesi, şehrin ta
kendisidir. Moskova’yı veya başka herhangi bir yeri zihnimizde canlandırmaya çalıştığımızda
pek çok farklı imge bulunacaktır. Birbiriyle zıt imgeler çoklukla. New York bir zıtlıklar
şehridir demiştim. Ama onunki farklıdır. Zıtlıklar New York’ta yaşanır, yan yana koyularak
seyredilmez başka yerler için olduğu gibi. Diğer şehirler için durum farklıdır. Orada bir şey
yaşanmış ve son bulmuştur, daha sonra yaşanmakta olan tamamen farklı bir şeydir. Ama New
York için bunu söyleyemezsiniz. İlk günden itibaren bir şehirdir o ve her şey bir arada ve en
baştan itibaren böyle yaşanmaktadır. Anlık bir şehirdir belki New York. Anlık yaşantıların
şehridir. New York dışındaki bütün şehirler, New York bir nebze New York barındırıyordur
kendisinde ama New York olamaz hiçbiri. Güzel çirkin, iyi kötü yargılarının dışında bir
şeydir bu. New York New York’tur ve bir şehir. Şehir dediğimizde kastettiğimiz şey New
York’tur ve New York dediğimizde de aklımıza şehirden başka bir şey gelmez ve
zihnimizdeki görüntü bir şehir imgesidir; şehir dediğimizde zihnimizde canlanan imgenin
New York imgesi olması gibi. New York dediğimizde çeşitli imgeler eşlik edebilir ve tüm
bunların toplamı New York’u oluşturabilir ama bu imgelerin tümü de şehirli imgeler
olacaktır, başka türlüsü beklenemez. Ama bu kadar kısa sürede böylesi bir noktaya ulaşmak
da başka hangi şehre nasip olmuştur ki?

Daha yirmi dört saat bile geçmemişti ama beni kendi hemşerisi yapmıştı neredeyse, işte bu
akan zamanın şehri. Gözüm köşedeki müzik kutusuna –daha doğrusu icat edildiği kültürün
dilinde tabir edildiği üzere juke box’a– takıldığında acaba sahiden bir film setinin içine mi
düştüm duygusu bir kez daha kapladı benliğimi. Sanki 1950’lerde geçen bir filmin
içindeydim. Jenerikte koyu bir caz çalıyor. Sahne bir anda barda çalan müzisyenlerle
kaplanıyor ve jenerik geçek oluyor. Ama daha hızlı, ritmik bir bebop çalmaya başlıyor.
Müzisyenlerin sırtı dinleyicilerine dönük, tipik bir bebop geleneği. Birazdan bir gig
başlayacak belki. Bar tıka basa dolu. Duman altı, nerdeyse sigara içmeyen kimse yok. Müziğe
bir uğultu eşlik ediyor, ama kimsenin aldırdığı yok. Hepsi bir bütün. Müzik gürültünün ve
kalabalığın bir parçası ya da kalabalık ve uğultu çalınan bu müziğin ayrılmaz bir parçası. Öyle
olmak zorunda, hepsi bir arada bulunmalı. Hatta duman, koku, her şey gerekli bu sahne için.
Sadece filmlerde veya fotoğraflarda gördüğüm juke box’ın gerçeğini görmek bir garipti
doğrusu. Acaba çalışıyor muydu? Yoksa dekoratif amaçlı mı koyulmuştu oraya? Yavaş yavaş
etrafımla daha fazla ilgilenmeye başladığım. Duvarlarda birçok fotoğraf asılıydı, hepsi
çerçevelenmiş bir şekilde. Bazıları siyah beyazdı. Oturduğum yerden seçebildiğim kadarıyla
burasının yıllar içindeki değişik evrelerine ait karelerdi. Bazı ünlüler olmalıydı buranın
müdavimleri arasında. Yerimden kalkıp incelemek hoş olurdu belki ama maalesef buna
ayıracak fazladan enerjim olmadığını hissettim. Şu sağdakinde gördüğüm Woody Allen mı
yoksa? Manhattan onun mekânı sayılır. Olabilir. Tam seçemiyordum. Anlaşılan burası çok
eskiden kalma bir bardı. Belki bir filmde bile görmüş olabilirdim. Barmenle bir sohbete
girişsem belki daha ayrıntılı bilgiler edinecek ve burasını daha farklı bir gözle görmeye
başlayacaktım. Belli mi olur, belki bir sohbetin ana odağı olacaktı. Ben .. Cafe’ye gitmiştim.
Hey ben de biliyorum orayı. .. filminin mafya sahnelerinin çekildiği yer değil mi? …
Kitabında da oradan söz ediliyordu. Özel dedektif … müşterileriyle sürekli orada buluşurdu
gibisinden bir sürü boş ve anlamsız konuşmaya sebep olacaktı. Bu düşünce içimi bayınca
etrafla ilgilimi de kestim. Kahvemi içecek ve çıkıp gidecektim Harbor’s Cafe’den ve o da
benim hayatımdan. Aslında platonik bile denemezdi aramızdaki aşk için, olsa olsa şöyle bir
süzüvermiştik birbirimizi ya, ben Harbor’s’ın benim farkımda olduğundan bile tam emin
değilim.

İki gündür New York’tayım ama bazı adetleri çok hoşuma gitti. Saat ikiden önce bir bara
veya kafeye giderseniz, yediğiniz içtiğiniz kahveden ibaretse sadece bahşiş veriyorsunuz,
başka bir hesap ödemiyorsunuz. Bu da artık gönlünüzden ne koparsa misali, ama yerleşik bir
kurala dönüşmüş ve insanlar asgari 1 – 1,5 dolar ödüyorlar, sabah saatlerinde içtikleri bir iki
fincan kahveye. Kimsenin daha fazlasını içtiği yok, fincanlar da aslında kupa olduğu
düşünülürse ki! Herkese yetiyor, suiistimal eden de olmuyor. Bütün gününü burada geçirip de
bundan faydalanmaya çalışan kimse de olmuyordur nasılsa. Turistlerin durumunu tam
bilmiyorum şimdilik. Zaten saat sınırlaması var. 14.00 itibariyle fiyat tarifesi biraz
farklılaşıyor. Bunu biraz da bir kahvenin kırk yıl hatırı var sözüne uymuşçasına bir
uygulamaya çevirmişler. Genelde herkesin müdavimi olduğu ve favorisi kafeler barlar var.
Bazen aynı kişinin birkaç farklı yeri olabiliyor. Uygulamada belki buna yönelik gelin
kahvemizden buyurun, beğenirseniz yine bekleriz, günün farklı zaman dilimlerinde elbet.
California biraz daha farklıydı… her bakımdan. Sanırım bu da iklimle ilgili evrensel bir
durum. Sıcaklık, soğukluk, nem vb. koşullar sosyal atmosferi de belirliyor belli ölçüde.
Ritimler farklı oluyor bir kere. Bu düşünce hissetme ritimlerini de etkiliyor. Algılar
farklılaşıyor vs vs. Sonuçta hayat tamamen farklı kurgulanıyor farklı yaşanıyor ve çok basitçe
iklim coğrafya bunda belirleyici oluyor. Eh ne de olsa insan ilişkilerindeki bu çeşitliliği de bir
şekilde bir şeylerle açıklamak gerekiyordu. Ne mutlu bana ki böyle bir teori geliştirdim. Bu
konuyu muhakkak not almalıyım…

Gibi daldan dala konan bir düşünce akışına kapılmıştım ki kapının açılmasıyla çıkan çiling
çulung çılong sesi beni tekrar bulunuyor olmam gereken mekâna geri döndürdü, çıktığım
hayallerle zaman yolculuğundan. Gayri iradi dönüp baktım, içeri giren karaltıya. Şekilden
şekile girerek bana doğru yaklaşıyor ve bana yaklaştıkça farklı anlamlara bürünmeye
başlıyordu. Bu anlamları ona büründüren bendim tabii. Ama her hamlesiyle birlikte
cismaniliği de giderek arttı ve sonunda sol tarafımdaki taburelerden birine, barın bir başka
uçundaki bir yere oturduğunda artık bunun bir insan olduğuna emin oldum. Ancak göz ucuyla
görebiliyordum. Başımı çevirip bakışlarımı üzerine dikecek halim yoktu ya. Bu özellikle
ABD’de çok tuhaf algılanabilir ve başınıza olmadık işler açabilir. Hele New York’ta, hele
hele Manhattan’da ve üstelik de burada bir barda. Algılayabildiğim kadarıyla, yumuşak hatlı,
alımlı bir erkekti. Hafif feminen bir görünüme sahip denebilirdi. Belki de bu bakımlı hali
bende böyle bir yargıya yol açmıştı. Düzgün kesimli saç tıraşı, sanki günlük bakım
gerektiriyor gibiydi, eğer ki berberden –kuaför demeli belki– çıkıp doğruca buraya
gelmediyse. Barın loş ışığında sarışın veya kumral olduğunu seçebiliyordum. Parfümünün
kokusu bana kadar ulaşıyordu. Ama ne ağır ne de hafifti, ayartıcı bir olduğu kesindi. Kılık
kıyafeti otoriter ve resmi bir havadaydı ama yine de zarif ve şıktı, tabii algılarım beni
yanıltmıyorsa. Loşluğu, aradaki mesafeyi ve pek de güvenemediğim astigmatımı da hesaba
kattığımda, bunun hayal gücümün bir oyunu olup olmadığından tam emin olamıyordum yine
de. Üzerindeki her şey, onunla ilgili her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülüp taşınılmıştı
muhakkak. Üzerindeki takım elbise, ilk bakışta, çok eski yıllardan kalma, nerdeyse demode
denilebilecek cinstendi. Ama biraz daha dikkatli baktığınızda öyle olmadığını anlıyordunuz,
hatta seçkin bir modacının özel bir koleksiyonuna ait olabileceği fikrine kapılıyordunuz.
Gerçek olamayacak bir tasarımın ürünüydü adeta. Bu da yine bir çekim setinde olduğum
hissine kapılmama yol açtı bir kez daha. Aynadaki kendi görüntüme takıldı bir an gözlerim.
Hırpani denebilecek dağınık ve kabarık saçlarım, kılıksız diye tarif edilebilecek kırışık
buruşuk kıyafetlerimle, tamamen aksi bir imaj çiziyordum sanırım. Belki bir gençlik
dergisindeki bir rock yıldızının fotoğrafını andırıyor olabilirdim en iyi ihtimalle, ama
Manhattanlı bir Yorker olmadığım çok açıktı sanırım. Çok kısa bir an bakışlarımız
kesişiverdi. Hemen gözlerimi kaçırdım, sanırım o da aynısını yaptı, ama bir an içinde olsa,
bakışında davetkâr bir ifade sezinledim. Yine de aynalar yalan söylemiyordu ve pasaklılık
dışında bir dikkat çekiciliğim olmadığını düşünerek bu davetin bana yönelik olamayacağı
sonucunu çıkardım. Belki bana öyle gelmişti. Sonra aynadaki kendi görüntüme takıldı gözüm.
Oyalanacak bir şeyler bulmuştum işte. Ama mümkün olduğunca ilgimi başka yönlere
kaydırmaya çalışarak, kaçamak bakışlarımı gizlemeye, merakımı bastırmaya çabalıyordum.
Barmenden kâğıt kalem istemek işte tam o sırada aklıma geldi, bir çözüm olarak. Böylece
dikkatimi dağıtabilecektim. Gerçi bu devirde mektup yazmak hayli tuhaf bir davranış
sayılabilir. Cep telefonu dahi kullanmamayı tercih eden nadir kişilerdenim. Tabii en azından
New York’tan başka şehirlerde bir azınlığın parçası olurum herhalde. Sanırım buradaki işsiz
güçsüz, evsiz barksız nüfusu bile cep telefonu kullanmayan önemli bir demografi
oluşturuyordur. Bu kadar eski cep telefonu modellerine de başka bir yerde rastlamadım bu
arada. Kimsenin yenileme, modayı takip etme gibi bir derdi yok galiba. Oysa bizim oralar
öyle mi ya? Bu arada barmenle iletişime geçebilmek için önce cesaretimi toplamam ve
zihnimde doğru sözcükleri oluşturup, aramızda gelişebilecek diyaloğu en ince ayrıntısına,
tonlamama varana dek prova etmem gerekiyordu. Aksi takdirde bardaki alkoliklerin bile ilgi
odağı haline gelecek, giderek cılızlaşan ve kekelemeye dönüşen konuşmam beni ele verecek
ve en kötüsü de bu loş ışıkta bile değişen rengim utançtan yerin dibine geçtiğimi herkesin fark
etmesine neden olacaktı. Belki barmeni ve alkolikleri önemsememe gerek yoktu ama barın
ucundaki bu yabancı bir şekilde bu duruma düşmemek için özen göstermem gerektiği hissine
kapılmama yol açıyordu nasılsa. Belki de bu kendinden emin havası, alımlı görünümüydü
böyle hissetmemin altında yatan asıl neden. Bilemiyorum. Bazen kendinizden daha iyi
olduğunu düşündüğünüz birilerini etkileme, onlara iyi görünme duygusuna kapılırsınız,
herhalde bir tek bana özgü değildir bu duygu. Öyle olduğunu umuyorum en azından.
Barmenle konuşmaya başlamadan önce bir replik hazırlamalı, ama en önce de barmenin
dikkatini üzerimde toplamadan onunla konuşmaya nasıl başlayabileceğime karar
vermeliydim. İşim çok zordu kısacası. Buraya kadar gelip oturmak çok kolay olmuştu.
Kimsenin buna ve bana aldırdığı yoktu. Kahvemi de kendi kendime aldığım için aslında
barmenle belli belirsiz bir selamlaşma dışında işimiz olmamıştı. O da zaten sabahın köründe
birileriyle konuşma derdinde değildi sanırım. İşe yetişme telaşındaki kişiler de kendi
dertlerine düşmüşlerdi. Geriye birkaç müdavim alkolik kalıyordu ki onlardan söz etmek bile
gereksiz sanırım. Ama şimdi durum biraz farklıydı. Barda bir yabancı vardı ve uzaktan
göründüğü kadarıyla sırf görüntüm bile onda bir böcekmişim duygusu uyandırabilirdi. Biri
soracak olsa böyle söylerdim. Ne var ki az önceki kısa bakışmamızdaki davetkâr bakış, şimdi
yapacağım hamlede azami dikkatli olmamı gerektiriyor ve bu da üzerimde fazladan bir
gereksiz baskı oluşturuyordu. Şimdi bir tek atmış olmak için neler vermezdim. Bana öyle
gelmiş olmalı diye tekrarladım içimden birkaç kez. Asla göz ucuyla bile bakmamak için
büyük gayret sarf diyor ama bu sefer de yabancının bakışlarını üzerimde hissediyor ve giderek
tedirgin oluyordum. Bir an önce bir şey yapmalı ve her şeyi tek hamlede bitirmeliydim.
Kendimi gülünç bir duruma düşürmeden barmenden kâğıt kalem almayı başarmalıydım.
Sonra bir mektup yazacaktım. İnsanın her zaman mektup yazabileceği birileri vardır, bu
devirde bile. Ama mektubunuzu ulaştıracak postacı bulabilir misiniz bunu bilemem işte. Hala
postacı diye bir şey vardır mutlaka da, postacı mektup taşımaya taşımaya bu işi unutmuş
olabilir bir ihtimal. Bir an bu durumun saçmalığına bakakaldım. Ne önemi vardı ki? Neden
böyle takılıyordum en basit şeylere bile? Ama bazen başlamış bir sızıntıyı kesmek kolay
olmuyor ve nitekim damlacıklar bir göle dönüşebiliyor. Şu anda bir duygunun esiri olmuştum
ve kaybedecek bir şeyim olmadığını biliyor olsam da, yapılacak en doğru şey bana dikkat
çekmeden bir kalem kâğıda kavuşmak ve sonra da kâğıdın üzerine anlamsız notlar almak gibi
görünüyordu. Aklıma bir isim gelirse de son bir ayı özetleyen bir mektup yazacaktım. Bara
gelen bu yabancı ile zihnimde kurduğum mukayese beni bu sonuca ulaştırmıştı. Öyleyse
yapılması gereken acilen ayaküstü bir senaryo yazıp hemen bunu sahnelemeye/oynamaya
başlamak olacaktı.

Uzun yıllar yabancı ülkelerde, yabancı kültürlerde, yabancı dillerde yaşamış olmanın getirdiği
rahatlık tabii ki bir avantaj, özellikle derdini başka bir dilde akıcı bir şekilde anlatabilmek,
kendini doğru ifade edebilmek bakımından, ama zaman zaman uzun süreli inziva
kapanıklıklarına varan asosyallik de kişide bir sahne korkusu yaratmıyor değil. Böyle
zamanlarda kendimden özellikle nefret ediyorum. Neyse ki bir aşağılık kompleksi girdabında
boğulmadan önce nefretim başkalarına kayıyor. Bir keresinde Mısır’da Piramit turuna
çıktığımda… Sonuçta her seferinde suçlayacak birini buluyorum kendim dışında. Bu bazen
ortaokuldaki resim öğretmenim –lafın gelişi yani. Bir kez kişileri bile birbirine karıştırmıştım,
coğrafya öğretmeni diye resim öğretmeninin görüntüsünü canlandırmıştım zihnimde, coğrafya
anlatan bir resim öğretmenine sinirlenmiştim, ama suçlamalarım karşısında allak bullak olan,
zihnimdeki coğrafyacı resim öğretmeni, önce inkâr ederek bütün suçlamalara karşı çıkmış,
sonra da bana bas bas bağırıp çağırmıştı. Yaptığım yanlışı fark ettiğimde iş işten geçmişti.
Neyse ki tüm bunlar sadece zihnimde yaşanmıştı da hep birlikte ucuz atlatmıştık, ben,
coğrafya öğretmenim ve zavallı resim öğretmenim. Tabii rezaletin eşiğinden dönmek her
zaman bu kadar kolay olmayabiliyor. Bir keresinde de, zihnimde yaşadığım diyaloğun sarsıcı
bir anında, elimdeki bardağı. Neyse şimdi yeri değil. Neticede yine kendime sinirlenmiştim,
ama bu karışıklık da aslında benim suçum değildi. Dediğim gibi suçlayacak her zaman
birilerini bulabilirim. Bazen bir öğretmen bazen de sokaktaki benden yaşça ve kuvvetçe
büyük çocuklar olabilir bendeki bir kusurun asıl sebebi. Ama ilginçtir ki her seferinde önce
kendimi sonra başkalarını suçlarım. İğne çuvaldız meselesi yani.

Utana sıkıla cebimdeki eski cep telefonunu çıkardım. Elimin titremesine aldırmadan hızlıca
çektim fotoğrafı. Benim olduğum tarafa bakmamaya özen gösteriyordu. Gerçek bir Yorker
işte. Ama benim de bir New York anım olmalıydı.

You might also like