Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 185

Rudolf Stelner

(d.2 Şubat 1861. Avusturya - ô. 30 Mart 1925. lsvlçre)

Avusturya asıllı filozof. eğitimci. bilim adamı. sanatçı.


ezoterist ve yazar. ontropozoflnln kurucusu.

Bugün Slovenya sınırları içinde kalan Kraljevec'te. or­


ta halli bir ailenin oğlu olarak doğdu. Çocukluğu ve genç­
liği Avusturya'nın çeşitli kasabalarında geçti. Viyana'da
Teknoloji Cnstitüsü'nde yüksek öğrenim gördü. Sırasıyla
Deutsche Natlonal Llteratur için Goethe'nln blllmsel ya­
pıtlarının yanı sıra haftalık Alman dergisi Deutsche Wo­
chenschrlft. Magazin für Llteratur ve tiyatro dergisi Dra­
maturglsche Blatter'ln editörlüğünü üstlendi. Rostock
Üniversitesi'nde felsefe doktorasını ya�tı. Berlin Teozofı
Derneği'nln daveti üzerine antropozofiyle ilgili konferans­
lar vermeye başladı. Alman Teozofl Derneği'nin genel
sekreterliğine aday gösterildi. Luzlfer dergisini çıkarmaya
başladı. Dört dini oyun yazdı ve her birini birer yıl arayla
Münih'te sahneledi. Koberwltz'te sağaltıcı eğitim kursları
vermeye başladı. Konferanslar ve kurslarla geçen yoğun
bir etkinlik döneminin ardından yorgun düştü. Hastalan­
dı. Dornach'ta öldü.
TE0Z0Fİ
(TA nıusAL BiLGELiıc)

DuYuünü DünvA l<AVRAYışınA Giıdş


VE insAnın VARE>LUŞ nEDEni

RUD0LF STEİnER

ALllıAnCA .uıınDAn çıvlıun:


Av�ı Delhınlcenl

.n
İstanbul
2. baskı: Omega Yayınlan. İstanbul 2002
1. baskı: Say Yayınlan. İstanbul 1987

.a
amamım

RUD0Lf STEİnER KİTAPLIGI 1


TE0Z0Fİ

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun �Bandrol Kullunımı,


Temini ve Gelirlerin Kullanımı"na ilişkin bölüm (Madde 5/a),
esas alınarak, işbu kitapta bandrol kullanılmamıştır.

ISBN 975-468-379·4

Yayın yönetmeni: Murat Batmankaya


Editör: Gamze Vanm
Dizgi: Hülya Aktaş
Almanca aslından çeviren: Ayşe Domeniconi
Redaksiyon: Sıdıka Orhon

Sayın Sıdıka Orhon'a sonsuz sabrı ve katkılarından


ötürü teşekkür borçluyuz.

Grafik ve tasanın uygulama: Mehmet İlhan Kaya


Baskı: Engin Ofset. İstanbul

Rudolf Steiner Verlag'a (Domach/Schweiz)


verdikleri 'özel izin'den ötürü teşekkür ederiz.

© omega
Ankara Cad. 54/ l 2 • TR-3441O Sirkeci-İstanbul
Telefon: O 212 - 512 21 58 • Faks: O 212 - 51 2 50 80
http://www.sayyayincilik.com · sayyayinlari@superonline.com

Genel Dağıbm: Say Dağıbm Ltd. Şti.


Ankara Cad. 54/4 • TR-3441O Sirkeci-İstanbul
Telefon: O 212 - 528 ı 7 54 • Faks: O 212 - 512 50 80
http://www.saydagitim.com.tr • e-posta: saydagitim@turk.net
İÇİNDEKİLER

Rudolf Steiner ..........................................................................7


Rudolf Steiner'e Yapıtıan Ekseninde Deruni Bir Bakış . . ... ... ... . . 15

Yeni basıma önsöz (1922) .....................................................25


Dokuzuncu baskıya ônsöz (1918) ..........................................27
Altıncı baskıya önsöz (1914) ..................................................29
Üçüncü baskıya önsöz (1910) .................................................31

GiRiŞ •••••••••••••••••••••••.•••••..•••••••••••••••.••••...••••••••••••••••••••••• 35

1. BÖLÜM
iNSANi N ÔZVA RLIÖI ........ .. . . . ...... . .. .. . . .. ... .. . ... ..... . .. . ..... .. .. ....... .4.3
1. insanın Bedensel ôzvarlığı . . .. ... .... ........ . . .... ... . .... .. ......... . 46
il- insanın Ruhsal Özvarhğı ...... .. ..... . ........ .... ...... ... . .... .. . .... .47
ili. insanın Tinsel Özvarhğı ... .... .... ....... ... ..... ... . .. ...... .... .. ....48
iV. Beden. Ruh ve Tin ...... . . . . . .... . . . .. . . ..... . ......... ..... . . ....... .. . .49

2. BÖLÜM
TiNiN YENiDEN BEDENLENMESİ VE YAZGI
(Reenkarnasyon ve Karma) . . . ...... . .. . . .... ... .. ... . . . .. . . . . .. . ... . . . . ...... . 7 ı

3.BÖLÜM
ÜÇ DÜNYA ... ... ......... .. .. . . ........ .. . ... ...... . ....... ........... ... ........ . .....9.3
1. Ruh Dünyası . ..... .. ..... ........ ..... ... . .. ...... ...... .... ... .... ........ ...9.3
il . Ölümden Sonra Ruh Dünyasındaki Ruh .. .. ... ... ..... ....... .10.3
ili. Tinler Ülkesi . ... . . . ..... . ... .. ..... . . . ........ . .. . . . . . . . . .. . . ... .. . . . .... .11.3
iV. Ölümden Sonra Tinler Ülkesindeki Tin . . . . . . . ........ ... .....119
V. Fiziksel Dünya ve Ruh-Tin Ülkeleri ile ilişkisi. .... ... .. . . . ...129
VI. Düşünce Biçimleri ve insanın Aurası ..... . ... . . .......... .. ...1.37

4.BÖLÜM
KAVRAYIŞ Y OLU . .. .. .. .... ......... ....... ... .. .. .... .... . . . . . .. . ........ ......... 149

BAZI NOTLAR VE E K LE ME LER ........ .... ... . ......... . .. . .......... .. . .... . 165
BU BASKIY LA İ LGİLi NOTLAR. KİTAP LİSTESi ..... .... . .. ...... .. .. ..177
·· ·dn1>1aw ı\)ıpze.< a,{,w ue.<eq :'.>ua6 U!.J3U!3lS J1opn11

·"' ++-ı · .-ı•q ..., ·rvrrvr

#-.··ı '-··'1P
"'7t e..,

. .,._, +- �--.-: .. ,.. ...,.'""' '""


. ,,...__'/ wp -.r..,,,.., ."' �, !•• -1.·' · ı ...r, .ı,,..ı .,
·
·
�H-,. :-r f. -··' � .,. ,,.,• .c.,..t.l',f- .,,_,. r.- f'"� f,
•-'•1-·ıı /:- -•n ._1 "2•• ;::;::;:;, b•r•o/ �... ,..,,.,
...
- .-·- \"
· r.- f.- ,. J�·� .., 't'"'" � ,.,...
••

.,.. ,., ,..,.,.ı -:-ı-�·-ıı .., ..,....ı .,,,..,_ . �I' f,- .,.,
•.

.,,.,.., •":"' ıHf.tt. 1' ":" r.'T.,.J'I _,.,


f.- 'l'I' ,,.,.1.:-t;
., .,,.,.,,. 1'! •• ..,� �.,'-tt ..., ..,., ·--fk-• ..,_.,.
-1 .
·;· 'r:-·H-r:- rl!" ..,.;ı..... ., •••• ._,,, c..,. ,.., ., •••

.... 'WI- -:•lf•tro .� ."f Si• '"l'I • .,,.., _, f.- -•rl:•
-
-..,,,.'J #r - • .f r:o.,.,.,.,,.,,. 'f ı•.ı •':" •/ '·t-i .., ,.,.
..., ""' ·� ,':'" •• ı,.,. f.. , •., ·-:-111·!"1' -·i:ı�· .,
.,,..
-"•..,. . ...,. •.,.... -., --1:"' •.,.. "'t: � ,., ••t ,••
,
. _,,,,., .,..:._ıl: ••, . ····� � _,'t',J .,.•..,�.:-· p
":"' tf.• r �ı '""T•-'I � -,:- r-1.. •ı: �·· •t-
f. ,_ ,,, ı �, f.- .,..,, ._, r -�.1·· ..,. ,,._.,..., �
•.

,,.1 . ..'il.... ., ...-ı -· -.., -·-·- - �.. •l·t ·-,·:·fı ı


' ..
.· ,.,. , .,. .,.,
�fo.· rfl ·-..f.-ııt -:'-ırf,, ..,, . •r � -;•''''."'I "' -'(
.. �'.11'.'!:!t"'."' ��·1t1' +.-• ...,...,. .... .,... /.;-.,. t.:-ı,·•
--r ., . '-/o..,. F- ,.,,,. , ...,.. .'4 ...,.., .,.. �:I;;;;--
••

· -ı··· ___ _, -h r. ,., "Y'·.,,,.. .. . ?'.1-"'"'-�-

I:" ı- f:· �,..J


'""' _,. ,. �.,""' _,_ _,..,,......_
l'-r:'-ı·-�ıt-r "' tT··-·-4.·J .,.._ -·
t:'H'lı r .,., 1'w "" ·-l.f -:- -.. - ... • �-· r.,.ı.,
"/rrrt ..,.. • J.;wı "I""':"° •ıı r":"" ,.,+o C.-:ı,,•.•h �-
,,_ ,., .., . ..,., -r•r+' ,,.,.,... -:' .,.,, ...... ,. --; .... ..,
..,.. '.-,.7 M"l'/I .,, '1 ••r '-'-ı r1 .1 +... 'lf -·· .,.'1
+. ;' f.1 "/ .,.. • .,., � -1,.. •..,.-f·..lof ,.:1 r.N o/ ,.••,
� �/ ,,..,. ,,,,.,.. -r .. • .,..,.,. ıJ- 'I':- -+r•.ı.- .,, ·M

... :-t� �1,r:+u ..,.,, r,- �.,, .,\, '11 Ti• .,, "'lf•
,,,,,., ·-�' -·-· � ,.,, • :'"" .,_ ,., -..... -..J t:n ı

r �·ı•."'.I .,.• .,,....A

<.fı'f"J,I'�
RUDOLF STEİNER'E
YAPl'ILARI EKSENİNDE DERUNİ BİR BAKIŞ

ugün bütün dünyada, özelllkle de Batı Avrupa' da,


B varlıklarını Rudolf Steiner'e borçlu oldukları kabul
edilen okullar, özürlüler için dernekler, çiftlikler, hasta­
neler ve tıbbi uygulamalar, bankalar, sanatçılar ve mi­
marlar bulunur.
Steiner'in hayatı XIX. yy. sonlarından XX. yy. 'ın baş­
larına uzanır. Ancak kaynağını oluşturduğu esin, azal­
maktan ziyade çoğalan bir güçle XX. yy. 'ın sonuna ula­
şabileceğini kanıtlıyor. Onu kişisel olarak tanıyan pek az
insan kaldı. Bazıları yazılı olarak anılarını bıraktılar, an­
cak şimdi canlı belleğin ipliğiyle tarihin dokusu örülü­
yor. Rudolf Steiner kimdi? Yaşamı ve yapıttan zamanı­
mızda nasıl bir anlam taşıyor?
Steiner. l 86 1 'de (o zamanlar Avustu rya-Macaris­
tan 'da, bugün Slovenya sınırları içinde kalan) Kralje­
vec'te doğdu, ı 925'te Dornach'ta (lsviçre) öldü. Böyle­
ce eski bir çağın sonuna ve yeni bir çağın doğum sancı­
larına tanık oldu. Yaşamı bu geçişi yakinen yansıtıyor.
XIX. yy. sonlarına yüzeysel bir bakış XX. yy. 'ın getirece­
ği olağanüstü olaylar hakkında pek az ipucu veriyordu.
Steiner'in yaşamının ilk dönemini ele alan yüzeysel bir
biyografide, daha sonraki yıllarının olağanüstü etkinlik­
leri kolaylıkla öngörülmeyebilir.
Dışarıdan baktığımızda, demiryollarında pek ağırlığı
olmayan bir memurun, Avusturya'nın aşağı kesimlerin­
deki küçük köylerde büyüyen yetenekli oğlunu görüyo­
ruz. Köy oku llarına, sonra da Wiener Neustadt'taki mo-

15
TE0 Z 0 Fİ ı RU D0LF STEİnER

dem bir okula devam eder. Babası kalıplaşmış düşünce­


leri sorgulamaksızın kabul etmeyen biridir ve oğlunu bir
rahipten (rahiplik köylerde büyüyen parlak çocuklar için
daha alışılmış bir vanş noktasıdır) çok bir demiryolu mü­
hendisi olarak görü r. Steiner üniversitede matematik, fi­
zi k ve kimya okur, sonra da felsefe alanında bir doktora
tezi yazar. Ü niversite sayesinde, daha sonra da öğret­
menlik yaparak geçimini sağlar. Yazınsal ve bilimsel ça­
lışmaların içinde bulur kendini. Genç adama dostluk eli­
ni uzatan ünlü Goethe uzmanı Profesör Karl Julius
Schroer, ona Goethe'nin tüm yapıtlarını bilimsel bir
yöntemle yayına hazırlayacağı bir iş ayarlar. Steiner Viya­
na'nın zengin kültür yaşamına aktif olarak katılır. Sonra
Schopenhauer'in bütün yapıtlarının yayına hazırlanma­
sına katkıda bulunmasının yanı sıra bilimsel yazılar üze­
rinde daha çok çalışarak yedi yıl geçirdiği Weimar'a, ün­
lü Goethe arşivine davet edilir. Burası Orta Avrupa kül­
türünün etkili kişilerinin ziyaret ettiği ünlü bir merkez­
dir; Steiner zaman ının sanat ve kültür hayatının önemli
kişilerinin büyük bir bölümüyle tanışır. 1 894'te The Phi­
Josophy of Spiritual Activity'yi yayınlar, ancak kitabın
karşılanış biçimi onu düş kırıklığına uğratır (bu yapıtın
önemine daha sonra döneceğiz). Sonra, XIX. yy.'ın sonu
yaklaşırken, Berlin'de avante-garde bir yazın dergisinin
editörlüğünü üstlenmek üzere Weimar'ın yerleşik dün­
yasını terk eder. Burada, çoğu nlukla umarsız bir biçim­
de, çeşitli alternatifler arayan oyun yazarlarıyla ve şair­
lerle tanışır. Kent birçok radikal gru bun ve hareketin
odağıdır. Steiner sendikaların ve sosyal demokratların
mali açıdan desteklediği Berlin'li İ şçilerin Eğitim Oku­
lu'nda ders vermek üzere davet edilir. Öğretimin büyük
bir bölümü Manrist'tir, ama o sınırsız bir hareket özgür­
lüğü için ısrar eder. Tarih ve hayat bilgisi dersleri verir,
işçilere halka hitap etme konusunda bazı pratik yöntem­
ler öğretir. Cazibesi öyle bir boyuta varır ki Guten berg'in
matbaayı icadının yıldönümü dolayısıyla Berlin'deki sirk
stadyumunda yapılan şenlikte 7000 matbaacıya hitap
etmek üzere davet edilir. Ancak herhangi bir partinin ku-

16
RuoaLF STEinER'E YAPITLARI EKSEOİODE DERUnl BiR BAKIŞ

rallarına uymayı reddetmesi siyasi eylemcilerin onu sev­


mesini engeller ve XX. yy. 'ın başlarında, bu işi bırakma­
ya zorlanır.
1 899'da, Steiner'in yaşamı son derece h ızlı bir biçim­
de değişmeye başlar. 1 890'1ar boyunca olgunlaşarak et­
kisi yaygın bir karara varmasını sağlayan içsel m ücade­
lesine ancak daha sonra daha kişisel bir göz atar. 28
Ağustos 1 899'da dergisinde Goethe'nin gizemli 'peri
masalı' Yeşil Yılan ve Oüzel Zambak hakkında şaşırtıcı
bir makale yayınlar. Makale 'Goethe'nin Gizli Açıklama­
sı' başlığını taşımaktadır ve ihtiyatlı bir biçimde de olsa,
kesin olarak bu öykünün gizemlilik açısından önemine
işaret etmektedir. Makale, Kont ve Kontes Brockdorff'un
dikkatini çeker; Steiner'i haftalık toplantılarından birin­
de konuşmak üzere davet ederler. Brockdorfflar Teozo­
fıst'tir. Steiner'e ilk kez yüzyılın son yıllarında vardığı ka­
ran, benzer deyişle çocukluğundan beri tanıdığı ve o za­
mandan beri beslediği, geliştird iği, disipline soktuğu ru­
hani algının içsel olanaklarından açıkça ve dolaysız ola­
rak söz etme kararını kavraması için bir fırsat verirler.
Kısa bir süre sonra Steiner, Teozofist gruplara düzen­
li olarak hitap etmeye başlar ki bu durum birçok eski ar­
kadaşını altüst eder ve şaşırtır. Giordano Bruno Derne­
ği 'nde ortaçağ skolastikleri üzerine verdiği konferansta
gürültü kopar. Çoğunlukla radikal olsa da, saygın alim,
tarihçi, bilim ada.mı, yazar ve felsefeci, bir 'deruni' olup
çıkmıştır. Bu, çevresindeki birçok kişiyi gerçekten sar­
sar. Steiner tecrit edilme tehlikesiyle karşı karşıya bu­
lunduğunu bilmektedir. Yan kültürde, ilkin Teozofıstler
şimdi söylemek istediği şeylere kulak verirler. Ancak
Steiner etrafında çürümekte olan bir kültürle, gelecekte
şiddetle hissedilecek krizleri görür. Çok sonra, şöyle ya­
zar: " Ruhani alanda insanlığın evrimine açıklık kazandı­
ran yeni bir bilgi, on dokuzuncu yüzyılın yaklaşık son
otuz yıllık döneminde elde edilen bilgiyi aşmaya çalışı­
yordu. Ancak edinilen bu bilgilerin özdekçi yorumunun
neden olduğu ruhani uyku bunun belirtilerinin ortaya

17
TE0l0 F İ ı RU D0LF STEİnER

çıkmasını, hatta bunun farkına varmamızı engelliyordu.


Böylece tam da, kendi doğasına ait ruhani bir yönde ge­
lişmiş olması gereken, ancak kendi doğasını yalanlayan
zaman - aslında yaşamın olanaksızlığına neden olmaya
başlayan zaman geldi."1
Steiner'in kendi ruhani araştırmasından dolaysız ola­
rak söz etme kararına kendisini ruhani bir öğretmen ola­
rak gösterme, merakı besleme ya da bir tür eski bilgeli­
ği canlandırma isteği neden olmadı. Bu karar zamanın
gereklerini algılamasından doğdu. Yüzyılımızın sonuna
yaklaşırken, Stelner'in yaşamın olanaksızlığına neden
olmaya başlayan zamanlar derken neyi kastettiğini kav­
ramak belki de daha kolaydır. Bu, "Yaşama ruh dünyası­
nın itkilerini katmayı yürekten istedim, ama bunun için,
hiç anlayış gösterilmedi. •2 diye tanımladığı şeyin ardında
yatıyordu.
Gündelik yaşamda başlatmayı hedeflediği yenilenen
itkller için bir temel oluşturması neredeyse yirmi yılını
aldı. Başlangıçta esas olarak Teozofıstler'e ve başkalan­
na konferanslar vererek, makaleler ve kitaplar yazarak
çalışmalannı yürüttü. Bu yapıtlar ingilizce konuşulan
dünyada halen pek az bilinen olağanüstü zengin bir kay­
nak olarak kalır. Birkaç yıllık oldukça kısa bir dönem
içinde, Steiner doğanın krallıklannda ve kainatta işle­
mekte olan ruhani gerçeklikleri, insan ruhuyla tininin iç­
sel doğasını ve bunlann daha fazla gelişme gizilgücünü,
tefekkürün doğasını ve uygulanmasını, doğumdan önce
ve ölümden sonra ruhun deneyimlerini, insanlığın ve
yeryüzünün ruhani tarihini ve evrimini, ruh göçü ve kar­
mayla ilgili çalışmalara yönelik aynntılı araştırmalan net
bir biçimde, yakından inceledi. Tarzı baştan sona yalın
ve dolaysızdır; bu iletişimlerin son derece dikkate değer
özünü kavramak için çaba gösterilmesini talep eder.
Çünkü bu iletişimler daha önceki kaynaklardan türe­
mezler, Steiner de ruhani bir rehberin sözcüsü olarak

J. The Course of My Ufe, Rudolf stelner. Anthroposophlc Press. 29. Bölüm.


2. Adı geçen eser. 30. Bölüm.

18
RU Dli>LF STElnER'E VAPI TLARı EKSEnlnDE Dı.-.unl B i R BAKış

hareket etmiyordu. Bunlar, doğa bilimlerinde uğruna ça­


ba harcanan düşüncenin ve kavrayışın bütünlüğüne ta­
mamen aşina ve o bütünlük söz konusu olduğunda son
derece ciddi bir bireyin özgürce üstlendiği dikkatli bir
ruhani gözlemin ve algının - ya da Steiner'in adlandır­
mayı yeğlediği gibi, 'ruhani araştırmanın' - meyveleridir.
Yedi sekiz yıl sonra, Steiner 'ruhani billm'le ilgili ya­
pıtlanna insani bilimlerle ilgili giderek artan etkinlikleri­
ni eklemeye başladı. insani bilimleri, ruhani bilimi top­
lumsal ve kültürel yeniliğe dönüştürmek açısından can
alıcı önem taşıyan bir köprü olarak görmesi anlamlıdır
ve Steiner'e özgü bir özelliktir. (Artık doğa bilimleri in­
san yüreğinin yanından geçip, zarafet, güzellik ya da şef­
kat olmaksızın teknolojiye dönüştüğü zaman ne olduğu­
nun canlı bir biçimde farkındayız.) 1 9lO- 1 9 1 3 yıllan ara­
sında bir grup insanın birbirini izleyen ruh göçleri bo­
yunca yaşamını takip eden ve yeryüzünün yanı sıra ruh­
ta ve ruhani dünyalarda da geçen sahneleri içeren dört
dini oyun yazdı. Oyuncu olan eşi Marie von Sievers'le
birlikte, konuşmaya ve tiyatroya yönelik yeni yaklaşım­
lar geliştirdi. Dilin ve müziğin içsel biçimlerini ve hare­
ketlerini görünür kılan devinim sanatı eurythmy de bu
dönemde başlar. 1 9 1 3 yılında lsviçre'de, Dornach'taki
Goetheanum'un temel taşı yerine yerleştirildi. Birbirleri­
ne bağlanan geniş kubbecikleriyle, bu olağanüstü ahşap
bina, Birinci Dünya Savaşı yıllannda, uluslararası bir gö­
nüllü grubunun Steiner'in tasarladığı benzersiz yontu bi­
çimlerine ve yapılara şek.il vermek üzere yerel müteah­
hitlerle ve ustalarla işbirliği yapmasıyla yavaş yavaş şe­
killendi. Bina şekil ve renk kullanımında büyük ölçüde
yenilik getirdi ve bugün XX. yy. mimarisinde bir dönüm
noktası olarak giderek daha fazla kabul görüyor. Ancak
etkileyici bir anıt dikmek Steiner'i ilgilendirmiyordu . O
mimariyi insan yaşamının bir hizmetkarı olarak görüyor­
du ve Goetheanum'u gelişen antropozofi (Steiner'in ter­
cih ettiği; bir keresinde, son derece yalın bir biçimde,
'kişinin insanlığının farkında olması' olarak anlaşılması
gerektiğini söylediği terim) çalışmalannı, özellikle de ti-

19
TE0l0 Fİ ı RUD0LF STEİ O E R

yatro ve eurythmy alanındaki çalışmaları desteklemek


için tasarladı.
Kundakçılar 3 l Aralık l 922 gecesi bu binanın teme­
line dek yanmasına neden oldular. Yalnızca Steiner'in
yakınlardaki bir atölyede İ ngiliz heykeltraş Edith Mar­
yon'la birlikte üzerinde çalıştığı 'İnsanlığın Temsilcisi'
heykeli ayakta kaldı . Steiner kısa bir süre sonra, ölü­
münden sonra tamamlanan ve bugün dünya çapındaki
Antropozofı Derneği'yle, onun Ruhani Bilim Okulu'nun
merkezi olarak hizmet veren bir bina daha tasarlad ı . Bu
binada Goethe'nin Faust'unun yanı sıra dini oyunların
kısaltılmadan düzenli olarak sahnelendikleri, başka
oyunların sahnelendiği, konserlerin verildiği ve sık sık
eurythmy gösterilerinin düzenlendiği muhteşem bir sah­
ne ve salon bulunur.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonu yaklaşırken, Steiner ya­
şamın ve kültürün birçok alanda yenilenmesi için daha
geniş çapta ve derin bir çalışma yürütmenin yollarını
aramaya başladı. Avrupa harap olmuştu ve bütünüyle
yeni itkilere haıır olabilirdi. Siyasi ve toplumsal bir alter­
natif olarak 'üç örgenli toplumsal yapı'yı gerçekleştirme
girişimleri o zaman başarıya u laşmadı, ancak Steiner'in
geliştirdiği kavramsal temel bugün pratik değeri daha bi­
le fazla bir tohum olarak varlığını sürdürüyor. Steiner'in
toplumsal düşüncesi ancak, Marks'la dolaysız bir karşıt­
lık içinde, temelde, daha üstün ruhani varlıkların aktif
bir biçimde katıldıkları insan bilincindeki içsel değişim­
lerin biçimlendirdiğini düşündüğü, tarih görüşü bağla­
mında yeterince kavranabilir. Tam da bu yüzyılda, insan
ruhunda bütünüyle yeni deneyimler uyanıyor. (Bu,
Steiner'in zamanından beri çok daha açık seçik ortada.)
Ancak salt özdeğe değil, ruha, ruhani doğaya ve bugün
var oldukları şekilde insanların gereksinimlerine yönelik
gerçek ve derin bir kavrayış temelinde sağlıklı bir top­
lu msal düzen kurmayı umut edebiliriz yalnızca.
Bu gereksinimlerin ayırt edici özelliğini topluluk ara­
yışıyla bireysellik deneyimi arasındaki güçlü gerilim

20
RuoeLF STEinER'E YAPITLARI EKsEninDE DERuni BiR BAKIŞ

oluşturur. Maddi açıdan birbirine bağı mlılık anlamında,


toplulu k, ekonomik yaşamın ve bugün içine göm üldüğü
dünya ekonomisinin temel gerçeğidir. Ancak aklın ba­
ğımsızlığı ve ifade özgürlüğü anlamında bireysellik, her
yaratıcı girişimin, her türlü yeniliğin ve insan ruhunun in­
sani bilimlerde gerçekleşmesinin esasını oluşturur. Ru­
hani özgürlük olmaksızın, kültürümüz solup gider. Ste­
iner bireysellikle toplumun ancak, çelişki olarak değil,
insanın esas doğasında kök salmış yaratıcı bir iki kutu p­
luluk olarak kabul edilmesi halinde, aralarındaki çatış­
manın önlenebileceğini ileri sürdü. Her bir kutup uygun
toplumsal biçimlere sahip olması halinde meyve verebi­
lir. Ruhani yaşamın bütün anlatımları için özgürlüğü gü­
venceye alacak biçi mlere, ekonomik hayatta kardeşliğin
gelişmesine yardımcı olacak biçimlere gereksinim duya­
rız. Ancak bu iki kutupluluğun esenliği insanın üçüncü
bir gereksiniminin ve isteğinin, insanlar arasında insan
hakları konusundaki sezgilerimizle ilgili toplumsal ilişki­
lerin bütünüyle kabul görmesine dayanır. Steiner bura­
da yine, eşitlik kaygısının esinlediği bu etkinlik sahasını
desteklemek üzere ayrı bir toplumsal düzen alanı geliş­
tirmemiz gerektiğini vurguladı - söz konusu eşitlik ruha­
ni yetinin ya da maddi durumun eşitliği değil, her insa­
nın esas ruhani doğasının kabul görmesi sayesinde uya­
nan o eşitlik duygusudur. Her insanın ayn ı zamanda ruh
özgürlüğünün ve kendini besleme hakkının anlamı ve
kaynağı da bu eşitlik duygusunda yatar.
Bu kavrayışlar Steiner'in pek çok alanda çok çeşitli
yeni başlangıç ve pratik yardım isteklerine karşılık ver­
meye başlamasının temelini oluşturdu. Kendisine dok­
torlar, terapistler, çiftçiler, işadamları, akademisyenler
ve bilim adamları, ilah iyatçılar ve papazlar, öğretmenler
başvuruyordu . XX. yy. 'ın bütün gerginliklerinden, karga­
şalarından sonra ayakta kalan ve bütün dünyaya yayıl­
mayı sürdüren pek çok etkinlik böyle başlad ı.
Bunların arasında en çok bilineni, kuşkusuz eğitim ve
sağaltıcı eğitim alanındaki çalışmalardır. Eğitim konu-

21
TE0i!!0 F İ ı RU D0LF STEin E R

sundaki çalışmalar, Waldorf-Astoria tütün fabrikası mü­


dürü Emil Molt'un fabrika çalışanlarının çocuklannı gön­
derebilecekleri bir okul ricasından kaynaklandı. Bugün
bütün dünyada Waldorf okulları var. Engelli çocuklar ve
yetişkinler için evler, okullar ve köy topluluktan da yayı­
lıyor. l 924'te Koberwitz'de, bilimsel çiftçilikteki yıkıcı
eğilimler yüzünden endişelenen bir grup çiftçinin isteği
üzerine verdiği konferanslar sırasında bio-dinamik tarım
ortaya çıktı. Asıl etkisi şimdiye kadar Avrupa ülkelerinde
görüldü, ancak şimdi dünyanın birçok başka bölgesinde
hızla artan bir ilgiyle karşılanıyor. Steiner'in doktorlarla
çalışmalarından, klinikleri, hastaneleri ve çeşitli sağaltı­
cı çahşmalan içeren tıbbi bir hareket gelişti . Bir grup Al­
man rahibin isteği üzerine, bir dini yenilenme hareketi
olan Hıristiyan Toplumu gelişti. Eğitimle ve sağaltımla il­
gili çalışmalarda da kullanılan eurythmy sanatı sağlam
temellere dayanarak gelişti; bugün dört yıllık eğitimin
verildiği bir grup eurythmy okulu var. Diğer eğitim mer­
kezleri - öğretmenlerin eğitimiyle, tanmla, insani bilim­
lerle, toplum hizmetiyle ve antropozofıdeki genel yöne­
limle ilgili - son yıllarda gelişmiştir.
Rudolf Steiner .30 Mart 1 925'te, yeni başlangıçlarla
kuşatılmışken öldü . Yaşamının son dönemlerinde ortaya
koyduğu çok yönlülük ve yaratıcılık bütün standartlara
göre olağanüstüydü. Bütün bunlan nasıl başardı. XX.
yy.'ın son bölümünde, şimdilik yalnızca bilincin değişen
durumlan sayesinde doğrudan erişebildiğimiz, ruhani
diyebileceğimiz daha derin bir gerçeklik içinde yaşadığı­
mız giderek daha fazla kabul görüyor. Aynı zamanda,
geçmişte bu gerçekliklerin, başka imgelerle, başka dil­
lerde tanımlanmış olarak bilindiğinin ve bütün büyük
dinlerle, ruhani öğretilerin kaynağını oluşturduğunun
farkına varmayı öğreniyoruz. Bilimsel kültürümüz kendi­
ni duyulann ortaya koyduğu maddi dünyaya adarken,
bunlar gizlenmiş ve unutulmuştur. Hayatları boyunca
birçok kişi ruhani gerçekliklerle karşılaşmıştır. Kimisi ço­
cukluğuna ait daha tutarlı bir deneyim hatırlar. Birkaçı
yetişkin olarak kalıcı bir kavrayış biçimine ulaşır. Rudolf

22
Ruo<:>LF STEl nEP.'E YAPITLAP.I Eı<sEnlnDE DEP.U nl B iP. B AIKIŞ

Steiner kişisel olarak kendi ruhani yaşamını pek söz ko­


nusu etmiyordu. Ancak özyaşamöyküsünde çocuklu­
ğundan itibaren gündelik hayat içinde görünmeyen bir
gerçekliğin dünyasının bütünüyle bilincinde olduğunu
belirtiyor. Yaşamının ilk kırk yılı boyunca sürdürdüğü iç­
sel mücadele ruhani deneyime ulaşmak değil, bunu bü­
tünüyle zamanımızın bilgi ve kavrayış biçimleriyle, özel­
likle de doğa bilimlerinin diliyle ve öğretiliş yöntemiyle
birleştirmekti. Bu, tarihsel açıdan, Steiner'in yaşamının
ve çahşmalannın özel bir meydan okuması ve katkısı
olarak görülebilir. O kendisi bilim çağını, en materyalist
yanlanyla bile, insanlığın ruhani eğitiminin temel bir ev­
resi olarak gördü. Yalnızca ruhani dünyayı bir süre için
unutup, maddi dünyaya dikkat ederek, yeni ve esas ye­
tilerin, özellikle gerçek bireysel içsel özgürlük deneyimi­
nin uyanabileceğini söyledi. Steiner, her meslekten ve
her düzeyden insanlann hayatlanndaki sorunlarla ve iş­
le ilgili gereksinimleriyle, en pratik biçimde karşı karşıya
gelme yetisinin, içsel deneyimleri konusunda neredeyse
bütünüyle sessiz kaldığı ve yavaş yavaş bu deneyimlerin
bilimin doğduğu bilinç tarzıyla ilişkisini kavramaya ve
ifade etmeye eğildiği, yaşamının ilk yıllanndan kaynak­
landığını belirtti. The Philosophy of Spirltual Activity ad­
lı kitabı bu mücadelelerin ilk meyvesini oluşturur - ken­
disi bunu ·insan ruhunun özgürlüğe zorlu tırmanışının
yaşamöyküsel bir açıklaması." olarak tanımlamıştır. Da­
ha yakından incelendiğinde, bu kitap tam da sıradan dü­
şünce ve deneyimlerin dünyasında ruhani deneyimi ve
gerçekliği keşfetmesi için ruha rehberlik edebilecek bir
bilgi yolunun-temelini içerir. Steiner, bu yol boyunca, da­
ha çok doğa bilimlerinin gerçek ruhundan kaynaklanan
bir gelişme olan ruhani bir bilim geliştirmeye çalıştı.
Bu yol Steiner'in otuzlu yaşlarında, isa olarak bildiği­
miz Varlığın vücut bulmasının neden olduğu, insanın ru­
hani tarihindeki 'zamanın dönüm noktası'nın içsel ola­
rak kabulüne uyanmasını sağladı. Bu olayın anlamının
bütün din, ırk, ülke ayrımlarını aştığını ve bütün insanlı­
ğı etkileyecek sonuçlar doğurduğunu, bizlerin henüz bu

23
TE0l.0 F İ ı RUD0LF STEİnER

sonuçların başlangıcından haberdar olduğumuzu fark


etti. Bu onu aynı zamanda, İsa'nın fiziksel dünyada de­
ğil de, yeryüzünün ve insanlığın görünmeyen yaşam güç­
lerinin alanında, tam da XX. yy. 'da başlayan yeni varlığı­
nı ve işlerini öğrenmeye sevk etti . Steiner bu nedenle
eski öğretileri yeni biçimlerde sunmakla ya da herhangi
türden bir doktrini geniş çapta yaymakla değil, zamanı­
mızın derin ve ivedi gereksinimlerini karşılayabilecek,
özgür bir bilgi yolunu, eylemde sevgi yolunu beslemek­
le ilgileniyordu . Bunlar, ne denli yetkinlikten uzak bir bi­
çimde gerçekleştirilmiş olsalar da, antropozofıde ya­
şanılan ve işleri için süregelen bir esin bulanların reh­
berliğini istedikleri ideallerdir.

John Dal'}'
Anthroposophic Press

Çeviren:
Gamze Varım

24
YENİ BASIMA ÖNSÖZ

1 9 1 8 yılında 9. bası mı yeni basıma vermeden önce,


kitabı titizlikle gözden geçirdim.
O zamandan bu yana antropozofik dünya görüşünün
kitaptaki ortaya konuş şekline karşıt yazılarda bir hayli ar­
tış var. 1 9 1 8'deki düzeltmeler büyük çapta genişletme ve
eklemelere yol açmıştı. Bu yeni baskının düzeltmesinde
aynısı olmadı. Yazının değişik yerlerinde, olası eleştirile­
rin yoğunluklannı tayin edebilmek ve çürütmek amacıyla
kendime yaptığım eleştirileri görenler, karşı görüşler hak­
kında söyleyeceklerimi kaba hatlanyla anlayacaklardır.
1 9 1 8'de olduğu gibi iç nedenlerden dolayı içerikte deği­
şiklikler yapmak bu sefer gerekmedi . Halbuki o zaman­
dan bu yana, özellikle de son dört yılda antropozofık
dünya görüşüm ruhumda her bir yana genişledi ve bana,
içinde derinleşmem ihsan edildi. Ama bu genişleme ve
derinleşme bu kitapta yazılanlan değiştirtecek boyutta
değildi. Bilakis şimdiye kadar bulunanları haklı bile çıkar­
dı. Bu nedenle içerikte önemli bir değişiklik yapmadım.

Rudoll' Steiner
Stutgart, 24 Kasım 1922

25
DOKUZUNCU BASKIYA örtsöz

Bu kitabın basımında, geçmişte yeni baskılarda yaptı­


ğım gibi, bu sefer de içeriği üzerinde çalıştım ve bu, eli­
nizdeki baskının oldukça geliştirilmiş ve eklentili bir içe­
rik kazanmasına neden oldu. Özellikle UTinin Yeniden
Bedenlenmesi ve Yazgı• bölümünün neredeyse tümünü
değiştirilmiş bulacaksınız. Genelde tin bilimsel sonuç
olarak bundan önceki baskılarda geçerli kılınanları de­
ğiştirmeye gerek duymadım. Bu yüzden, kitapta daha
önce yazılmış olanlardan önemli bir şey atmadım, buna
karşılık çok şey ekledim. Tinbilimsel alanda sunmuş ol­
duğumuz bir imgelemede her zaman, bir defa söylen­
miş olanın daha büyük berraklığa kavuşması amacıyla,
aynı noktayı değişik açılardan verilmiş ışıklar altında ay­
dınlatmak gereksinimi duyulur. Yerleştirilecek kelimenin
doğru seçimi ve ruh deneyimlerinin öngördüğü terimin
oluşturulmasında duyulan sorumluluk hakkında altıncı
baskının önsözünde kendimi ifade ettim. Ama özellikle
bu yeni basımda, buna kendimi zoru nlu hissettim. Bu
yüzden özellikle bu yeni basım "çok değiştirilmiş ve ek­
lemeU- olarak adlandınlabilir.

Rudolf Steiner
Berlin, Temmuz 1918

27
ALTINCI BASKIYA ÖNSÖZ

Bu kitap ne zaman yeni bir baskıya gereksinim duysa,


eseri dikkatle inceledim. Bu sefer de aynı görev bilinci
içindeydim. Bu yeni denetlemede, üçüncü baskıda söy­
lediklerimin neredeyse aynısını söylemem gerekiyordu .
B u nedenle içindekilere •üçüncü baskıya önsözü• ekle­
dim. - Ama bu sefer diğer basımlarda yapamadığım ka­
dar özel bir titizlikle, birçok detayın daha da açıklığa ka­
vuşması için uğraştım. Biliyorum, bu konuda çok, pek
çok şey yapılm.. alıydı. Özellikle tin dünyasının ortaya ko­
nuşunda yerleştirilecek kelimenin doğru seçiminin, bir
gerçeği, bir serüveni dile getirecek olan uygun anlatımı
bulmanın, ruhun gittiği yola bağımlı olduğunu biliyorum.
Bu yollarda, zorladığın zaman nafile bulamadığın uygun
bir terim ancak "doğru saat çaldığında" akla gelir. Sanı­
rım bu basımın bazı yerlerinde tinsel dünyanın kavran­
masındaki önemli detaylara kimi önemli katkılarda bulu­
nabildim. Ancak şimdi bazı şeyler yerine oturd u . İtiraf et­
meliyim ki bu kitap, on yıl önceki ilk basımından bu ya­
na, tinsel dünyada yeni kavrayışları kazanmak adına ru­
humun verdiği mücadeleden nasibini aldı. Önemli olan
her şeyin, ilk basımın neredeyse aynısı kalmış olmasına
karşın, kitabın birçok yerinde okuyucu onun, benim kar­
şıma canlı olarak çıktığını, benim de sanının, bu on yıl­
da tin araştırmaları açısından kavrayabildiğim her şeyi
ona vermeye çalıştığımı görecekler. Tümüyle yeni bir ki­
tap değil de eski kitabın yeni basımı olacaksa eğer, do­
ğal olarak değiştirmelerimi çok mütevazı sınırlar içinde
tutmam gerekecekti. Ayrıca #Genişletmeler ve Ekler" bö­
lümünde, okurun bazı yerlerde sorabileceği şu ya da bu

29
T E0i!0 F l ı RU D0LF STEİn E R

sorunun cevabını teker teker bu kitapta bulmasını sağla­


maya çalıştım.
Bu kitabın altıncı basımına önsöz olacak bu cümlele­
ri hareketli bir zamanda ve hareketli bir ruhla yazıyo­
rum. Baskısı 1 89 sayfasına kadar gerçekleştiğinde Av­
*

rupa' da, şimdi insanlığın yaşadığı, kader değiştiren olay


başladı. Bu önsözü yazdığımdan dolayı böyle zamanlar­
da ruha doluşanlara değinmeden geçmek bana olanak­
sız gibi geliyor.

Rudolf Stelner
Berlin, 7 Eylül l 914

• Bu orljlnal kitabın ı 55. sayfası

30
ÜÇÜNCÜ BASKIYA ÖNSÖZ

Bu kitabın ikinci baskısının yayınlanmasında söylenen­


ler, bu üçüncüde de söylenebilir. Bu baskıda da "Ekler
ve Geliştirmeler" tek tük eklendi. Amacım, bana önem­
li gelen tasvirlerin doğru yerleşmesi. Birinci ve ikinci
baskılarda yapılmış olan değişikliklerde önemli bir deği­
şiklik yapma gereği d uymadım. - Ve bu eserin görevi
hakkında ilk baskıda söylenenler ve ikinci baskının ön­
sözünde ilave edilenlerin bir değişikliğe gereksinimleri
yok. Bu nedenle buradan itibaren birinci ve ikinci baskı­
nın önsözleri eklenecek:
Bu kitapta duyuüstü dünyanın bazı bölümleri açıkla­
nıyor. Sadece duyusallığı gerçek saymak isteyenler bu
açıklamaları, anlamsız düşlem ürünü diye değerlendire­
bilirler. Duyusal dünyanın ötesine uzanan yollan arayan­
lar ise, insan yaşamının değer ve anlam kazanması için
başka bir dünyanın da gözlenmesi gerektiğini er geç öğ­
reneceklerdir. Böyle bir gözlem, --çoğunluğun korktuğu
gibi- kişiyi 0gerçekn sayılan yaşama yabancılaştırmaz.
Tersine daha güçlü, daha güvenli olmayı öğretir. Çünkü
insan yaşamın nedenlerini kavrar, bu nedenlerle sonuç­
lan arasında kör gibi bocalamaktan kurtulur. Duyuüstü­
nün kavranması ile, duyusal 0gerçeklik" asıl anlamını
kazanır. Bu da yaşamda beceriksizliğe değil, becerikli
olunmasına yol açar. Çünkü, ancak yaşamda 0becerikW
birisi, yaşamdaki uygulamalarında başarılı ola bilir.
Bu kitabın yazan, kendi deneyimleri ile kanıt göstere-

31
T E0l0 Fİ ı RU D0LF STEİ O E R

meyeceği hiçbir şeyden söz etmiyor. Tüm açıklananlar


yazarın kendi yaşantılarının sonuçlarıdır.
Burada yazılanlar, alışılmış kitap okuma yöntemleriy­
le okunmamalıdır. Okurun her sayfa, bazen her cümle
üstünde çalışması, emek vermesi gerekir. Kitabın böyle
yazılmış olması tümüyle bilinçlidir, çünkü ancak o za­
man okur için amaçlanan anlamı kazanabilir. Şöyle bir
okuyup geçmekle okunmuş sayılmaz. Sunduğu gerçek­
ler yaşanmalıdır. Tinbilimin gerçek değerlendirilmesi
için zorunludur bu.
Bu kitap, çağdaş bilimden yola çıkılarak değerlendiri­
lemez. Eleştirilmesi için gerekli yaklaşım ancak kitabın
kendinden kaynaklanabilir. Böyle yaklaşan bir eleştir­
men, bu radaki açıklamaların hiçbir gerçek bilimsel l iğe
aykın olmadığını görecektir. Yazarın kullandığı bir tek
sözcük bile bilimsel sorumluluk duygusu ile çelişkili de­
ğildir.
Buradaki gerçeklere başka bir yoldan giderek varmak
isteyenler, Die Philosophie der F'reiheit (Özgürlük Felse­
fesi) adlı kitabımdan yararlanabilirler. Bu iki kitabın yön­
temleri değişik de olsa amaçları aynıdır. Birinin anlaşıl­
ması için öbürünün okunması zorunlu değil, ama yarar­
lı olabilir.
"En son gerçekler"i arayanlar kitabı doyurucu bulma­
yarak ellerinden bırakabilirler. Oysa burada güdülen
amaç, her şeyden önce, tüm tin bilim alanlarından temel
gerçeklerin aktarılmasıdır.
İnsanlar doğaları gereği, dünyanın başlangıcını ve so­
nunu, varoluşun neden ini, Tanrının özvarlığını çabucak
anlamak isterler. Oysa anlağı doyuran sözcük ve kav­
ramlarla yetinmeyip, yaşamla ilgili gerçek kavrayışlara
ulaşmak isteyenler bilirler ki tinbilime bir giriş olan böy­
le bir kitapta bilgeliğin daha yüksek basamaklarını açık­
lamak olmaz. Daha yüksek konularla ilgili sorular sorul-

.32
Üçü ncü BAS Ki YA 0nseı

ması gerektiği de, bu başlangıcın anlaşılması ile daha


bir açıklık kazanacaktır. Burada söylenenleri tamamla­
yan daha ileri düzeyde açıklamalar yazarı n Die Oeheim­
wissenschaft (Gizli Bilim'in Ana Hatları) adlı kitabında
bulunabilir.
İkinci baskıya eklenen: Bugün duyuüstü gerçeklikler­
den söz edilirken iki şeyin iyi bilinmesi gerekiyor. Birin­
cisi duyu üstü kavrayışı geliştirmenin çağımızda bir ge­
reksinme olduğu; ikincisi, ama bugünkü düşünsel ya­
şamda böyle açıklamaların saçma düşlem ürünleri oldu­
ğu izlenimini uyandıracak pek çok duygu ve düşüncenin
etkinlik kazandığı. Zamanımızın duyuüstü kavrayışlara
gereksinimi vardır. Çünkü insanın alışılmış yöntemlerle
öğrendiği, dünya ve yaşamla ilgili her şey, ancak d uyu­
üstü gerçeklerle yanıtlanabilecek sayısız soruya yol açar.
Derinden duyabilen bir ruh için bugünkü düşünce akım­
larının, varoluş nedenleriyle ilgili sözleri, dünya ile yaşa­
mın büyük bilmecelerine yanıt değil ancak soru olabilir.
Zaman zaman, bazı çağdaş düşünürlerce yapılan araştır­
maların "kesin bilimsel sonuçlarının" varoluş bilmecesi­
ni çözdüğü kanısına kapılmak olasıdır. Ama ruh kendisi­
ni anlamak için gerekli derinliklere ulaşınca, başlangıç­
ta bir çözüm gibi görünenin gerçek soruya bir hazırlık ol­
duğunu görecektir. Bu sorunun yanıtı. sadece insanın
merakını gidereceği için önemli değildir. Ruhsal yaşamın
huzur ve bütünlük kazanması ona bağlıdır. Böyle bir ya­
nıt bilgi edinme isteği ni doyurmakla kalmaz, insanın ça­
lışkan olmasını, yaşamın getirdiği görevleri yerine getire­
bilecek olgunluğa varmasını da sağlar. Oysa bu soruları
çözemeyen kişi önce ruhsal sonra fiziksel dünyada eli
kolu bağlanmış gibid ir. Duyuüstünün kavranması yalnız
kuramsal olarak değil, yaşama uygu lamak için de gerek­
lidir. Özellikle çağdaş düşünsel yaşamın yapısı neden iy­
le tin kavrayışının geliştirilmesi çağı mızın bir zorunlulu­
�iudur.

.3.3
TE0l0 Fİ ı RUD0LF STEİnER

Öte yandan, bugün çoğu nluğun en çok gereksinme


duyduğu şeyi güçlü bir biçimde yadsıdığı da bir gerçek­
tir. "Güvenilir bilimsel deneyler"den yola çıkılarak oluş­
turulan birçok görüşün etkisi öylesine güçlüdür ki. bir­
çokları, ister istemez, örneğin bu kitabı temelsiz bir saç­
malık olarak değerlendirecektir. Yazar, duyuüstünü açık­
larken hiçbir yanılsamaya kapılmadan bunlara karşı du­
rabilir. Kendisinden "kusursuz" kanıtlan istemeye kal­
kanlar olacaktır: Böyleleri bir yanılgı içinde oldu klarını
bilmezler. Çünkü bilinçsizce isted ikleri, konunun getir­
diği kanıtlar değil, kendi kabul etmek istedikleri ya da
kabul edebilecek durumda oldu klan kanıtlardır. Kitabın
yazan kitapta, çağdaş doğa bilgisi temelinden yola çı­
kanların kabul edemeyeceği hiçbir şey olmadığını bili­
yor. Duyuüstünden kaynaklardan bu açıklamaların, fen
bilimin beklentilerine karşılık verebilecek yapıda oldu­
ğu nun bilincinde. Evet, özellikle gerçek fen bilim yön­
temleri ile düşünenlerin bu kitaptaki yönteme yabancı­
lık duymamaları gerekir. Böyle düşünenler bazı tartışma­
larda Goethe'nin derin bir gerçeği dile getiren şu sözü­
ne katılacaklardır. "Yanlış bir öğreti çürütülemez, çünkü
onda, yanlışın doğru olduğu inancından hareket edilmiş­
tir. " Yalnız kendi düşünce yöntemine uygun kanıtlan ka­
bul edenlerle tartışmalar kimseye hiçbir şey kazandır­
maz. Bir şeyin nasıl "kanıtlandığını" bilenler için insan
ru hunun tartışmadan başka yöntemlerle gerçeği bulabi­
leceği açıktır. Yazar bu kitabı böyle bir yaklaşımla kamu­
oyuna sunar.

Rudolf Steiner

34
GİRİŞ

ohann Gottlieb Fichte 1813 yılı sonbaharında, tü­


J müyle gerçeğe adanmış yaşamının olgun meyvesi
olan "öğretisini" açıkladığında söze şöyle başladı: ·Bu
öğretiyi anlayabilmek için önkoşul, sıradan insan ın sa­
hip olamayacağı, yeni bir dünyanın kapılannı açacak
güçte, yepyeni bir iç-dünya-duyu m-aracına sahip olmak
gerekiyor. " Sonra öğretisini, sıradan duyu organlannın
algılamalarıyla değerlendirecek olanların onu kavraya­
bilmelerinin nasıl güç olacağını bir benzetmeyle pekiş­
tirdi: "Şeyler ve aralarındaki ilişkileri yalnızca dokunma
duyularıyla değerlendirebilen doğuştan körl erden olu­
şan bir dünya tasarlayın. Aralanna girip onlara renkler­
den ve yalnızca ışık sayesinde görülebilen ilişkilerden
bahsedin. Şanslıysanız, sözlerinize hiçbir anlam vere­
mediklerini söyleyecekler. Gözlerini açabilme yeteneği­
niz de yoksa eğer, boşuna konuşmakta olduğunuzu kısa
bir sürede anlayıp susacaksınız. " Gerçekten de Fich­
te'nin burada değindiklerinden söz eden birisi, kend ini
çoğu kez doğuştan körler arasında gibi hissedecektir.
Ne var ki bu konular, insanın gerçek varlığının ve en
yüksek hedefinin temel taşlarıdır. Bu nedenle kimi in­
sanların " boşuna konuştuğunu anlayıp susmaları gerek­
tiğin i" sanmaları, tüm insanlıktan umutlarını kesmiş ol­
duklarının göstergesid ir. Oysa bu konulara iyi niyetle
yaklaşan herkesin "gözlerinin açılabileceğine" kimse bir
an bile kuşku duymamalıdır. - Bugüne dek içlerinde "iç­
dünya-duyu m-aracı" gelişmiş olduğunu fark ed ip insan ı,
dış duyu organ larına saklı kalan gerçek varlığıyla kavra-

35
TE0l0 Fİ ı RUD0LF STEİ nER

yabildiklerini hisseden kişilerin konuşmaları ve yazma­


ları da bu yüzdendir. Bu nedenle çok eski zamanlardan
bu yana durmadan bir "gizli bilgelik"ten söz edilmekte­
dir. - Nasıl gözleri gören bir insan için renklerin var ol­
duğuna "kanıt" gerekmezse bu "gizli bilgelik"de onu
kavrayan birisi için tartışılmaz bir gerçekli ktir. Böyle bi­
risi, kendi gi bi "yüksek duyularını" geliştirmiş kişilere
seslendiğinde kanıtlar göstermesi gerekmediğini de bi­
lir. Onlarla bir seyyahın, gerçi Amerika'yı bizzat görme­
miş, ama fırsat bulduklarında onun görmüş olduğu her
yeri görecek olduklarından onu iyi anlayacak kişilere an­
latıyormuş gibi konuşur.
Ama duyuüstünün gözlemcisi, yalnızca tinsel dünya­
nın araştırmacılarına seslenmemeli, sözlerini tüm insan­
lara yöneltmelidir. Çünkü anlatacakları tüm insanları il­
gilendirmektedir; bu konularla tanışmamış birisinin ger­
çek anlamda uinsan" olamayacağının da bilincindedir.
Söyleyeceklerinin farklı derecelerde algılanacağının bi­
linci içinde, bütün insanlara seslenir. Tinsel arayış yolu­
nun açılacağı anın çok uzaklarında olanların bile onu
anlayacaklarını bilir. Çünkü gerçeği hissetme ve anlama
gücü her insanın içinde vardır. Ve önce her sağlıklı ruh­
ta uyanmayı bekleyen anlayışa yönelir. Bilir ki anlayabil­
me, insanı zamanla daha yüksek kavrayışlara götürecek­
tir; bilir ki başlangıçta ona bahsedilen hiçbir şeyi göre­
meyen duyu msayabilme "tinin gözünü açan" bir sihirba­
za dönüşecektir. Karanlıkta önce bu duygu canlanır. Ruh
göremez, ama canlanan duygularıyla gerçeğin gücünü
hisseder; gerçek giderek ruha yaklaşır, "yüksek duyusu­
n u " uyandırır. Kimilerinin uzun, kimilerinin daha kısa za­
mana gereksinmesi olabilir, ama sabırla ve yılmadan ça­
ba gösterenler amaçlarına ulaşırlar. - Doğuştan fiziksel
kör olan her göz ameliyatla açılamasa da her tinsel göz
açılabilir. Ne zaman açılacağı ise bir zaman meselesidir.
"Yüksek duyunun" açılması için okumuşluk ya da bi­
limsel bir eğitim görmüş olmak gerekmez. Yüksek eği­
tim almış birinde açılacağı gi bi çok nahif birinde de açı-

.36
GiRİŞ

labilir. "Yegane bilim" olarak adlandırılan çağdaş bilim


bu amaç için yardımcı olacağı na engelleyici bile olabili­
yor. Çünkü çağdaş bilim, yapısı gereği yalnızca olağan
duyularımızla algılayabildiklerimizi "gerçek" sayıyor. Her
ne kadar bu gerçekliğin algılanmasında küçümsenmeye­
cek başarılar elde ediyorsa da, bütün insanlığın bilgisi
için esas olarak getirdiklerinin içerdiği önyargılar, yük­
sek gerçeklere giden yollan tıkıyor.
Yukarıda söylenenlere sık sık, insan kavrayışının "aşı­
lamaz sınırları'" olduğu, bunları aşmanın olanaksız olma­
sından bu "sınırlan" tanımayan hiçbir görüşün kabul
edilemeyeceği gi bi gerekçelerle karşı konulur. İnsanın
kavrama yeteneğinin sınırlarını aştığı varsayılan şeyleri
bildiği savıyla ortaya çıkanlar da bu rnu büyüklükle suç­
lanır. Böyle yargılayanlar önemli bir noktayı göz ardı edi­
yorlar: Yüksek bir kavrayış için insanın olağan kavrama
yeteneklerinin bir gelişme sürecinden geçmesi gerekli.
Bu süreç sırasında kavrama sınırlarının ötesinde gibi gö­
rünenler, aslında her insanın içinde olan bu yeteneğin
gelişmesinden sonra tamamen kavrayış sınırları içine gi­
rebilir. - Yalnız burada bir şeyi unutmamak gerekiyor.
Şöyle düşünmek mümkün: İnsanlara algılama kapasite­
lerinin ötesinde, kendilerine bile henüz kapalı olan şey­
leri anlatmanın bir anlamı var mı? Ama yanlış değerlen­
dirmiş olursunuz. Söz konusu şeylerin farkına varmak
için belli bir yetenek gerekiyorsa da, bir kere farkına va­
rıldığında, başkalarına da aktarılırsa, koşulsuz bir man­
tık ve sağlıklı bir gerçeklik duygusunu kullanmak iste­
yen herkes tarafından da kavranır. Bu kitapla, varoluşun
ve insan yaşam ının gizlerine doyurucu bir biçimde yak­
laşılabilir; yeter ki onu eline alanın önyargılarla gölgelen­
memiş bir düşünme yeteneği ve özgür bir gerçeklik duy­
gusu bulunsun. Burada anlatılanlar doğruysa, yaşamın
doyurucu bir açıklaması var mı, diye sorulabilir. Bu so­
ruya, her insan yaşamının tek tek olumlu bir yanıt oldu­
ğu görülecektir.
Varoluşun bu yüksek düzeylerinde "öğretmen" olabil-

37
TE0 Z 0 Fİ ı RUD0LF STElnER

mek için yalnız yüksek duyu yeterli değildir. Olağan ger­


çeklikte olduğu gibi burada da bir "bilim" gereklidir. Na­
sıl duyusal gerçeklikte salt sağtıklı duyular alim olmaya
yetmiyorsa, tinsel alanda da "yüksekleri seyreden" ol­
mak, "bilge" olmak anlamına gelmiyor. inik tinsel ger­
çeklik ve yüksek tinsel gerçeklik, yani tüm gerçeklik, ay­
nı temel özvarlığın iki yüzü olduğundan genellikle, inik
kavrayışlarda bilgisiz birisinin duyu üstü alanlarda farklı
bir durumda olması söz konusu değildir. Bu gerçek,
kendisini tinsel dünyalardan -tinsel bir çağrı ile- söz et­
meye görevli hissedene yüce bir sorumluluk yükler. Al­
çakgönüllü, adımlarını ölçen birisi ol masına neden olur.
Ama tüm bunlar hiç kimseyi yüksek gerçeklerle uğraş­
maktan alıkoymamalıdır. Gündelik yaşamda olağan bi­
limlerle uğraşmayan biri olmak bile, tinsel dünyayı tanı­
maya engel değildir. insan botanik, zooloji, matematik
ve benzerlerinden h içbir şey anlamadan da insanlık gö­
revini yerine getirebilir, ama duyuüstü kavrayışını açıkla­
dığı gerçek varlığına ve varoluşunun amaçlarına herhan­
gi bir biçimde yaklaşmadan, sözcüğün tam anlamıyla
"insan" sayılamaz.
"Tanrısal", insanın düşünebildiği en yüce şeye verdi­
ği addır. Ve en yüksek amacını bu tanrısallıkla herhangi
bir şekilde bağlantılı olarak düşünmek ister. Bu nedenle
ona gerçek varlığını ve dolayısıyla varoluş nedenini açık­
layan , duyularının ötesine geçmiş bilgeliğe "tanrısal bil­
gelik" ya da teozofi der. İnsan yaşamı ve evrendeki tin­
selliğin gözlenmesi de tin-bilim diye adlandırılabilir. Bu
kitapta tin bilimin özellikle, insanın tinsel çekirdeği ile il­
gili sonuçların üstünde durulduğundan, yüzyıllardır kul­
lanılan "teozoW adı uygun görüldü.
Bu eserde Tanrıbilimsel dünya görüşü, ana hatlarıyla
çizilecek. Kitabı yazanın söz ettikleri kendisi için dış
dünyada gözün görüp kulağın duydu kları ve mantığın
kabul ettikleri kadar gerçektir. Anlattıklarını yaşayabil­
-

mek ise, bu kitabın özel bir bölümünü oluşturan *kavra­


yış yoluna· girmeye kararlı herkes için oiasıdır. Yüksek

.'38
G l ıı.lş

dünyalann gerçek kavrayışlarından akabilecek her şe­


yin, sağlıklı duyumsayıp düşünebilme yeteneğiyle anla­
şılması mümkündür; ve bu anlamaktan yola çıkılarak,
bununla sağlam bir temel oluşturulduğunda, aynı za­
manda, her ne kadar daha başka şeylerin eklenmesi ge­
rekiyorsa da, kendi gözlemleyebilmesinde de önemli bir
adım atmış olacaktır. Bu, duyuüstü dünyaya doğru yak­
laşımın önkoşuludur. Bu aşamayı geçirmeden, onu kü­
çümseyerek ve sadece başka yollardan yüksek dünyala­
ra sızmak isteyenlerse, kendilerine gerçek yüksek kav­
rayışın kapılarını kapatırlar. "Ben ancak kendi gördüğü­
me inanırım." düşüncesi, görebilmeyi yalnızca engeller.
Daha son ra yaşanabilecek olanı önce sağlıklı düşüncey­
le anlama isteği bu seyredebilmeyi destekler. Ruhun,
"gören kişinin seyretmesine" olanak sağlayacak önemli
güçlerini uyandınr.

39
1. BÖLÜM
İNSANIN ÖZVARLIÖ:I

oethe'nin şu sözleri, insanın özvarlığını anlamak


G için gidilecek yollardan birinin çıkış noktasını güzel
tanımlar: # İnsan çevresindeki nesnelerin farkına varır
varmaz onları, kendisiyle olan ilişkisine göre değerlen­
dirmeye başlar: Haklıdır da, çünkü tüm yazgısı bu şey­
lerden hoşlanıp hoşlanmamasına, onu kendine çekme­
sine ya da kendinden itmesine, ona yararlı ya da zararlı
olmasına bağlıdır. Bu çok doğal bakış açısı hem kolay
hem de gerekli gözükmekle birlikte, sık sık insanı utan­
dıracak ya da yaşamını zehir edecek sayısız yanılgıya yol
açabilir. - Doğanın nesnelerini kendi içlerinde ve birbir­
leriyle olan ilişkilerinde gözlemlemeyi canlı bir içgüdü
olarak içlerinde taşıyanlar çok zor bir görev üstlenmiş
olu rlar, çünkü kısa süre sonra, kendisiyle olan ilişkisine
göre değerlendirmeye yardımcı olan o ölçeği yitirirler;
yani hoşlanıp hoşlanmama, cazip gelme ya da itme, ya­
rarlı veya zararlı bulma ölçeğini. Bunlann tümünü bir ke­
nara bırakıp, aynı zamanda hem lakayt hem de tanrısal
varlıklar olarak, neyin hoşlanna gittiğini değil, neyin ne
olduğunu aramalan ve araştırmalan gerekir. Örneğin
gerçek bir botanikçinin, bir bitkinin güzelliği ya da yarar­
lılığından duygulanmadan, yalnızca yapısını ve diğer bit­
kilerle olan ilişkisini araştırması; tıpkı onları topraktan
dışan çağırıp aydın latan güneş gibi hepsini hem değiş­
meyen sakin bir bakışla seyredip hem de görmezden
gelebilmesi ve kavrayışının ölçeğini kendi içinden gelen­
lerden değil, gözlediklerinden alması gerekir. "

43
TE0l0 F İ ı RUD0LF STEİ nER

Goethe'nin dile getirdiği bu düşünceler insanın ilgisi­


ni üç değişik yöne çekiyor. Birincisi. insana duyu organ­
ları yoluyla sürekli veriler gönderen. dokunu lur, kokla­
nır, tadılır, duyulur ve görülebilir nesneler. İkincisi, bu
nesnelerin insan üzerinde bıraktıktan izlenimler: O şey­
den hoşlanıp hoşlanmaması. çekici veya itici bulması, o
şeyin kendisi için sempatik veya antipatik, yararlı ya da
zararlı olması. Üçüncüsü ise "aynı zamanda Tanrısal bir
varlık# olarak kazandığı. nesneler ile ilgili kavrayışlar, ya­
ni varlıkların yaptıkları ve varoluşuyla ilgili gizlerin, onun
için açıklığa kavuşması.
insan yaşamında bu üç alan birbirinden belirgin çiz­
gilerle ayrılır. Bu nedenle insan. dünya ile etkileşiminin
de üç biçimi olduğunun farkına varır. - Birincisini, ken­
dinden önce de var olduğundan, verilmiş bir olgu olarak
kabul eder. İkincisiyle dünyayı kendi meselesi haline ge­
tirir, kendisi için bir anlamı olan hale dönüştürür. Üçün­
cü biçimi ise, durmadan ulaşmaya çalışması gereken bir
hedef olarak görür.
Neden dünya insana bu üç biçimiyle gözükür? Bu, ya­
lınç bir gözlemle anlaşılabilir: Çiçeklerle dolu bir çayır­
da yürüyorum. Çiçekler gözlerim yoluyla bana renkleri­
ni belirtiyorlar. Bunu verilmiş bir olgu olarak kabul edi­
yoru m. - Renk cümbüşü bana sevinç veriyor. Böylece
bu olguyu kendi meselem haline getiriyoru m. Duygula­
rım yoluyla çiçekleri kendi varoluşuma bağlıyorum. Bir
yıl sonra gene aynı çayırdayım . Çayırda başka çiçekler
var. içime yeni bir sevinç doldu ruyorlar. Bir yıl önceki
sevincim de anı olarak canlan ıyor. Sevinci oluşturan
nesne yitip gittiği halde anısı içimde. Ama şimdi gördü­
ğüm çiçekler de geçen yılınkiler ile aynı cinsten, aynı ya­
salara göre yetişmişler. Eğer bu türün, bu yasaların ne­
ler olduğunu biliyorsam, bu yılın çiçekleri için de geçen
seneninkiler kadar geçerli olduklarını da biliyorum. Ve
belki şimdi şöyle düşünebilirim: Geçen yılın çiçekleri so­
lup gittiler; bana verdikleri sevinç yaln ızca an ılarımda
kaldı. Bu duygu yalnızca benim varoluşumla bağlantılı.

44
İ nsAn ı n 0zvARLICı

Ama hem geçen seneninki, hem de bu senenin çiçekle­


rinde fark etti klerim, bu türde çiçekler yetiştiği sürece
var olacak. Benim için ayd ınlanmış olan bu konu sevin­
cim gibi varoluşu ma tabi değil. Sevinç duygum benim
içimde yaşıyor, çiçeklerin varlık/an ve yasaları ise benim
dışımda, dünyadalar.
İnsan dünyayla sürekli bu üç biçimde ilişki kurar. Bu
gerçek şimdilik yorum yapmadan, olduğu gibi kabul
edilsin. Demek ol uyor ki insanın özvarlığmda üç yön
vardır. Şimdilik yalnızca bu yönleri şu üç kelimeyle, be­
den, ruh, tin olarak adlandıralım. Bu üç sözcükle ilgili
herhangi bir önyargı ya da varsayımı olan lar, şimdi tartı­
şılacakları haliyle yanlış anlayacaklar. Burada beden ile,
az önceki kırdaki çiçekler misali, insanda çevrenm veri­
lerini algılayabilen örgenlerden söz edilecek. Ruh keli­
mesi ile, insanın dü nyayı kendi varlığına bağlayıp, hoş­
l a n ı p hoşlanmama, istek veya isteksizlik, mutluluk ve
acı gibi duyguları beslediği yerden . Tin ise, Goethe'nin
dediği gibi, şeyleri "aynı zamanda tanrısal bir varlık" gi­
bi gözlediği zaman kendini gösteriyor. - Bu anlamda in­
san beden, ruh ve tinden oluşuyor.
İnsan, bedeni sayesinde o an için şeylerle bağlantı
kurabilir, ruhu sayesinde üstünde bıraktıkları etkileri
içinde korur ve tini ile de şeylerin kendi gerçekliklerini
algılar. İnsanı yalnızca bu üç yönüyle gözlemlediğimizde
varlığının özüne inebilmeyi belki başarırız. Çünkü bu üç
yön onu üç farklı biçimde diğer dünya ile hısım yapar.
İnsan bedeni sayesinde, dış dünyanın duyularıyla al­
gılayabildiği kısmıyla haşır neşir olur. Bedeni dış dünya­
nın özdeklerinden oluşur; dışındaki etkin güçler, içinde
de etkind ir. Duyuları sayesinde kendi bedensel varlığı nı
da, dış dünyayı gözlediği gibi gözlemleye bilir. Ruhsal
varlığı için ise aynı yöntemi uygulamak olanaksızdır. Be­
densel süreçlerin hepsini bedensel duyularımla algılaya­
bilirim, ama zevk alıp almayışımı, mutluluk ve acı mı be­
densel duyu lar yoluyla ne ben ne de bir başkası algıla­
yabilir. Ru hsal alana bedensel algılama girişi yoktur. İn-

45
TE0l0 F İ ı RUD0 LF STEİ nER

sanın bedenini herkes görebilir; ruhu, kendi dünyası


olarak, içinde saklıdır. Tiniyle ise dış dünyayı daha yük­
sek bir düzeyde kavrar. Dünya, insanın içinde gizlerin­
den sıyrılıyorsa da, insan ancak tiniyle kendi dışına çıka­
bilip varlıkların seslerinin , kendisi için değil onlar için
önemli olan kısmını duyar. İnsanın yıldızları seyrederken
duyduğu hayranlık kendisinindir; düşünceleriyle, tiniyle
yakaladığı ebedi yasalar ise yıldızların.
Buna göre insan. üç dünyanın mukimidir. Bedeniyle,
gene onunla algıladığı dünyaya aittir. Ruhuyla kendi dün­
yasını kurar. Tiniyle, diğer ikisinin üstünde aydınlanan
bir dünyayı algılar.
Görülüyor ki farklılıklarından ötürü bu üç dünyayı ve
insanın her birinin içindeki yerini açıklayabilmek için üç
değişik bakış şekli gerekecek.

1. İnsanın Bedensel Özvarlığı

İnsan bedeniyle, bedensel duyular yoluyla tanışırız. Du­


yularla algılayabildiğimiz diğer nesneleri tanımak için
kullandığımız yöntemlerden farklı bir yöntem kullanmak
söz konusu değildir. İnsanı da mineral, bitki ve hayvanı
incelediğimiz tarzda inceleyebiliriz. Çünkü insan, varo­
luşun bu üç biçimiyle akrabadır. Bedenini, mi nerallerde
olduğu gi bi doğanın özdeklerinden oluşturur, bitkiler gi­
bi gelişip çoğalır, hayvanlar gibi çevresindeki nesneleri
algılar ve izlenimleri sonucu iç serüvenler geliştirir. Bu
nedenle insanda bir maddesel (Alın . Mineral) varoluş,
bir bitkisel varoluş bir de hayvansal varoluştan söz edi­
lebilir.
Mineral, bitki ve hayvanların yapılarındaki farklılık,
varoluşlarındaki üç biçime uygundur. Duyularla algılaya­
bildiğimiz ve sadece beden diye adlandırabileceğimiz
de bu biçim- yapıdır. Ne var ki insan bedeni hayvan ların­
kinden farklıdır. Bu farklılığı, insanla hayvanın akrabalı­
ğı kon usunda ne düşünürse düşünsün, herkesin kabul

46
İ nsAn ı n ÖzVARL i l: ı

etmesi gerekir. Her çeşit ruhsallığı yadsıyan radikal bir


materyalist bile, herhalde caıus'un Doğa ve Tin F'arkm­
dalıgmm Organonu adlı eserinden alıntı şu cümleyi
onaylamak zorunda kalacaktır: "Sinir sisteminin en iç
hassas yapısının, özellikle de beynin, fizyolog ve :ınato­
mist için bir bilmece ol mayı sürdürüyor olsa da, bu olu­
şumların yoğunluğunun hayvanların gelişmişlik sırala­
masına göre giderek arttığı, ama yalnızca insanda, baş­
ka hiçbir varlıkta rastlanmayan bir dereceye ulaştığı, ke­
sinleşmiş bir gerçektir. Bu, insanın tinsel gelişimi için
büyük bir önem taşıyor. Hatta bu gelişmenin yeterli bir
açıklaması olduğunu bile söyleye biliriz. Mikrosefal ve id­
yotlarda olduğu gibi beyn in yeterli büyümediği, küçük
ve büzük kaldığı durumlarda kendine özgü düşünceler
oluşturmak ya da kavrayabilmek, cinsel organları sağlık­
lı gelişmemiş insanların nesillerini sürdürebilmeleri ka­
dar olanaksızdır. İnsanın tüm bedeninin, özellikle de be­
yin yapısının güclü ve güzel gelişmesi ise dehayı doğur­
masa da kuşkusuz yüksek kavrayışlar için kaçınılmaz bir
zorunlul uktur. "
İnsan bedeninin varlığının üç formunu, yani maden­
selliğini/mineralden, bitkiselliğini ve hayvansallığını sap­
tadığımız gi bi, bunlara bir dördüncü öğeyi, kendine öz­
gü insane1//Jgmı da eklememiz gerekiyor. İnsan, madde­
sel varoluş biçim iyle görülebilen, bitkiselliğiyle üreyen
ve gelişen, hayvansall ığıyla ise çevresini algılayıp dış et­
kenlerden iç yaşantılar oluşturan tüm varlıklarla akraba­
dır; insanlığıyla ise bedensel anlamda başlı başına bir
dünya ol uşturur.

il. İnsamn Ruhsal Özvarlığı

İnsan ruhu, herkesin kendi iç dünyası olma özelliğinden


dolayı, bedenden farklıdır. Bu kendine özgülük, en ya­
lınç bir duyum izleniminde bile hemen ortaya çıkar. Hiç
kimse ilk bakışta bir başkasının en basit duyumsaması-

47
TE0l0 F İ ı RUD0Lf STEİ nER

nın bile kendisinin �iyle aynı olup olmadığını bilemez.


Bazı insanların renk körü olduğu bilinir; her şeyi grinin
çeşitli tonlarında görürler. Bazılarıysa kısmen renkkörü­
dür ve sadece bazı renkleri algılayamazlar. Gözlerinin
on lara ilettiği dü nya görüntüsü, normal sayılan insanlar­
dan farklıdır. Diğer duyularda da benzeri durumlarla kar­
şılaşılır. Bundan çıkartılan sonuç, hiç şüphesiz ki en ya­
l ınç bir duyumun bile iç dünyaya ait olduğudur. Beden­
sel duyularımla, başkalarının da algıladığı kırmızı masa­
yı algılayabilirim, ama onların kırmızıyı nasıl duyumsa­
dıklarını algılayamam. - Bundan hareket ederek, duyu­
larla algılananlar ruhsa/d1r diyebiliriz. Bu gerçekliği açık­
ça görebilen herkes, iç yaşantıları yalmzca beyindeki ge­
lişmelerin bir ürünü ya da benzeri saymaktan vazgeçe­
cektir. - Duyularla algılamaya önce duygu katıl ı r. İnsan
hissetti klerinin bazılarından hoşnut olur, diğerlerinden
hoşn utsuzluk duyar. Bunlar kendi içinin, ruhsal yaşamı­
nın tepkileridir. Duygularında, onu dışarıdan etkileyenin
yanında ikinci bir dünya yaratır. Ve bir de üçüncü düı ıya
katılır bunlara: istenç. İnsan istenciyle dış dünyanın et­
kilerine karşılık verir. Ve istenciyle iç dünyasını dışarıya
yansıtır. Ruh, istencin eylemleriyle dış dü nyaya da yc>yı­
lır. İnsanın davranışlarını dış doğanın olaylarından ayı­
ran, davr<..nışların onun iç dünyasının damgasını taşıma­
larıdır. Böylelikle ruh, insanın kendine ait oluşuyla dış
dünyanın karşısında yerini alır. Gerçi dış dünyadan iv­
meleri alır, ama iç dünyasını, bu ivmelere orantılı olarak
kendisi yaratır. Beden ise ruhun zeminini oluştu ru r.

111. İnsanın Tinsel Özvarlığı

İnsanın ruhsallığını yalnızca beden belirlemez. İnsan ne


yönsüz ve amaçsız bir duyu izleniminden diğerine koşar
ne de dış dünyadan ya da bedeninden kaynaklanan la­
lettayin uyarı lara göre hareket eder. Algıladıkları ve dav­
ran ışları üstünde düşünür. Algıladıklarını düşünerek
kavrayışını geliştirir; davranışları üstünde düşünerek de

48
İ nsAn ı n 0ıVARLI Gı

yaşamına ussal bir düzen getirir. Algılama ve davranışla­


rında ancak doğru düşünceleri izlediğinde insanlık göre­
vini onurlu bir biçimde yerine getireceğini de bilir. Ruh
bu durumda iki zorunlul u kla karşı karşıyadır. Bedeninin
kuramlarıyla doğanın yasalarına bağlıdır; doğru düşün­
ceye götüren zoru nlu yasaları ise bağımsız olarak görür
ve kendisini belirlemelerini kabul eder. Metabolizması­
nın yasalarına bağlılığı doğası gereğidir; düşünme yasa­
larına ise kendisi teslim olur. - Bu sayede kendini, be­
deniyle olduğundan daha yüksek bir düzenin mensubu
yapar. İşte bu düzen tinsel olan düzendir. Nasıl beden
ruhtan farklıysa, ruh da tinden farklıdır. Yalnızca beden­
de devinen karbon, hidrojen, karbondioksit ve oksijen
parçacıklarından söz edildiğinde ruh göz önünde bulun­
durulmaz. Ruhsal yaşam, böyle devinimlere ancak du­
yum eklendiğinde başlar: Şekerin tadını aldığım ya da
hoşnutluk duyduğu.nda olduğu gibi. Aynı şekilde, insa­
nın kendini tümüyle dış dünyaya ve bedensel yaşamına
teslim ettiğinde ona hakim olan ruhsal yaşantıları göz
önünde bulundurduğumuzda da tinden söz edemeyiz.
Ruhsall ı k tin için daha çok bir zemin oluşturur, tıpkı fi­
ziksel bedenin ruha zemin olması gi bi. - Fen bilimci be­
den, ruhbilimci (psikolog) ruh, tinbilimci de tin üstüne
eğilmişlerdir. İnsanın özvarlığını düşünce yolu ile kavra­
mak isteyenlerin ilk adımı, beden, ruh ve tinin farklılığı­
nı kendi benliğinden yola çıkarak anlamak olmalıdır.

iV. Beden, Ruh ve Tin

İnsanın kendini doğru bir biçimde anlayabilmesi için dü­


şünmenin, varoluşundaki yerini kavraması gerekir. Dü­
şünmenin bedensel aracı beyind ir. İnsan nasıl iyi eğitim­
li gözlerle renkleri ayırt edebiliyorsa, sağlıklı bir beyin de
ona düşünebilmekte hizmet eder. Beden, tinin organı
beyinle taçlan dırılarak oluşturulmuştur. İnsan beyn �nin
yapısı ancak, görevi göz önünde bulundurulursa anlaşı­
labilir. Bu görev, düşünen tinin bedensel zemini olmak-

49
TE0l0 Fİ ı RUD0LF STEİnER

tır. Hayvanlar dünyasına karşılaştırmalı bir bakış bunu


doğrular. Beyin, kurbağagillerde omuriliğe göre daha kü­
çüktür; memelilerde buna oranla daha büyüdüğü görü­
lür. İnsansa, bedenine oranla beyni en büyük olan yara­
tıktır.
Düşünmenin buradaki gi bi değerlendirilmesine karşı
pek çok önyargı hüküm sürüyor. Bazıları düşünmeyi kü­
çümsemek, "yoğun duygu yaşamını" ve "duyumu" daha
değerli bulmak eğilimindeler. İ nsanın "kuru düşüncele­
riyle" değil, duyguların sıcaklığı, duyumun dolaysız gü­
cüyle daha yüksek kavrayışlara erişebileceğini söylerler.
Bunlan savunanlar, berrak düşünmenin duyguları körel­
teceğinden korkarlar. Kuşkusuz yalnız faydacılıktan yola
çıkan gündelik düşünme için doğru bir kaygıdır bu. Ama
insanı varoluşun daha yüksek bölgelerine taşıyan dü­
şünceler bunun tam tersine yol açarlar. Hiçbir duygu,
hiçbir coşku, yüksek dünyalara istinat edilen saf, kristal
saydamlığındaki düşüncelerin verdiği sıcaklığa, güzellik
ve yücelik duygusuna erişemez. En yüksek duygular
"kendiliğinden" oluşanlar değil, enerji dolu bir düşünme
uğraşının sonunda elde edilenlerdir.
İnsan bedeninin yapısı düşünmeye elverişlidir. Mine­
raller dünyasına da has özdek ve güçler insan bedenin­
de öyle bir araya getirilmiştir ki sonucunda düşünme
kendini ifade edebilir. Bu, görevine uygun biçimde oluş­
turulmuş mineral yapı, aşağıdaki incelemede insanın fi­
zikse/ bedeni olarak adlandırılacaktır.
Merkezi beyin olan ve ona tabi olan bu mineral yapı,
üremeyle oluşu p, büyümeyle de son biçimini alır. İnsan,
üreme ve büyüme özelliklerini bitki ve hayvanlarla pay­
laşır. Üreme ve büyüme canlıları, cansız minerallerden
ayırır. Canlılar, tohum aracılığıyla gene canlılardan olu­
şur. Yeni yetişen, canlılar silsilesinde atalarına katıl ır. Bir
minerali oluşturan güçler, mineralin özdeklerine yöne­
liktir. Bir necef taşı, yapısında birleşen silisyum ve oksi­
jenin içindeki güçlerin ürünüdür. Meşe ağacını ortaya çı­
karan güçleri ise dolaylı yoldan, ana ve baba bitkinin to-

50
İ nSAn ı n 0 zvARLi ôı

humlarında aramak gerekir. Meşenin biçimi de üremey­


le atalardan sonraki nesillere geçer. Canlıları belirleyen
doğuştan gelme iç koşu llar vardır -Ham bir doğa görü­
şü, yalınç hayvanların, hatta balıkların bile çamurdan
oluşabileceklerini ileri sürmüştü. Oysa canlıların biçimi
ka/Jtım yoluyla ürer. Bir canlı varlığın nasıl geliştiği, han­
gi ana ya da baba varlıktan kaynaklandığına, başka bir
deyişle hangi türe ait olduğu na bağlıdır. Onu oluşturan
özdekler hiç durmadan değiştiği halde türü, yaşamı bo­
yunca hep aynı kalır ve kendisinden sonra gelenlere ge­
çer. Yani özdeklerin bir araya geliş biçimini belirleyen,
türdür. Türleri oluşturan güce "yaşam gücü" adı verilsin.
Mineral güçlerin kristallerde etkin oluşu gi bi, yapıcı ya­
şam gücü de bitkilerle hayvanların tür ve biçimlerinde
kendini ifade eder.
İnsan, mineral güçleri, bedensel duyularıyla algılar.
Ve ancak uygun bir duyusu olduğu takdirde o şeyi algı­
lar. Göz yoksa ışık, kulak yoksa da ses algılaması yoktur.
Yalınç organizmaların, insandaki duyulardan bir tek do­
kunma duyusuna benzer bir duyuları vardır. Onlar için
yalnız, dokunma duyusu ile tanıyabildikleri mineral güç­
ler mevcuttur. Daha üst düzeydeki hayvanların, insanla­
rın da algıladığı çevreyi çok yönlü ve daha zengin algıla­
ması, farklı duyularının gelişmişliği oranında değişir. De­
mek ki bir varlık için, kendi dışındaki bir şeyin var olup
olmaması, onları algılama ve duyumsama organları olup
olmamasına bağlıdır. Havada olan kimi devinimler insan
için sestir - yaşam gücünün tezahürü ise olağan duyu­
larla algılanamaz. İnsan bitkinin rengini görür, kokusu­
nu koklar, ama yaşam gücü bu gözleme gizli kalır. Gene
de, doğuştan körlerin renkleri yadsıyamadıkları gi bi, ola­
ğan duyular da yaşam gücünün varlığını yadsıyamazlar.
Kör, ameliyat olup gözleri açıldığında, renkler onun için
de var olur. Aynı biçimde insan gerekli organını geliştir­
diğinde, yaşam gücünün yarattığı bin bir çeşit bitki ve
hayvan, sadece birer birey olmaktan çıkıp, tur/eri de al­
gılanabilir hale gelir. - Bu organı edinmesiyle insanın
önünde yepyeni bir dünya açılır. Artık canlı varlıkların

51
TE0.l0 F İ ı RUD0LF STEİnER

yalnız koku, renk gibi özelliklerini değil, kendilerine öz­


gü yaşamlannı da algılayabilir. Her bitki ve hayvanda fi­
ziksel bedenin yanı sıra, yaşam dolu tinsel biçimi de du­
yumsar. Bu tinsel biçime eter-beden ya da yaşam bede­
ni adı verilsin . *
Tinsel yaşamın araştırmacısı için eter-beden, yalnız­
ca fiziksel bedenin bahsi geçen özdek ve güçlerinin bir
sonucu değil, asıl onları yaşama geçiren, bağımsız, ger­
çek bir varlıktır. Tin-bilim ağzıyla konuşacak olursak: Sa­
dece fiziksel bedenden oluşan bir varlığın - örneğin bir
kristalin - biçimini, içindeki yapıcı fiziksel güçler oluştu­
rur; bu güçler, canlı bir bedenin biçimini oluşturmak
için yeterli değildir, çünkü canlı bir bedende yaşam onu
terk edip yerini salt fiziksel güçlere bıraktığında, beden
kısa sürede dağılır. Yaşam bedeni, yaşamın herhangi bir
anında fiziksel bedenin dağılıp çürümemesini sağlayan
bir olgudur - bu olguyu görebilmek, başka bir varlıkta
onu algılayabilmek içinse uyandırılmış bir tinsel göz ge-
• Bu kitabın yazan, aynı kitabın basımından uzun süre önce (bkz.: ·oas Reich"
dergisin i n 4. kitabı, 1 9 1 7 yılının ilk yansında (Ocak sayısı] ) burada eter-be­
den ya da yaşam-bedeni olarak adlandırdığını ·yapıcı-güçler-bedeni" olarak
adlandırmıştı. Bu adlandırmaya onu götür1?n neden. burada eter-beden ile
kastedilenin, eski ren bilimleri nde kullanılan ·yaşam bedeni" ile karıştınlma­
sı yanılgısın ı n önüne geçmek için yapılacak her şeyin az olacağı düşüncesin­
de olmasıdır. Modern ren bilimleri bakış açısından reddedilmesi gereken bu
eski anlamında kullanılmaktansa. bôyle bir güce karşı olanlann görüşünü
desteklemeye bile meyillidir. Çünkü bununla organizmadaki organik olma­
yan güçlerin özel etkileşimi açıklanmak istenmişti. Ama organizmada orga­
n i k olmayan bir etki, organik olmayan dünyadaki etkiden rarklı değildir. Or­
ganik olmayan doğanın kuralları organizmada. bir kristalde ve benzerlerinde
olduğundan rarklı değildir. Ama organizmada öyle bir şey vardır ki. organik
olmayan degildlr : Yapıcı yaşam. Temelinde yatan ise eter-beden ya da yapı­
cı-güçler-bedenidir. Bunu kabul etmekle. araştırmalanmızın ren bilim açısın­
dan hak ettiği bilimselliğini zedelemiş olmayız: Güçlerin birbiri ni etkilemesin­
de organik olmayan doğada gözlenenleri organizma dünyasında da gözlem­
lemek olası. Ve organizma içindeki bu birbirini etkileşimi özel bir yaşam gü­
cünün değiştirebileceği ni düşünmeyi inkar etmeyi. bunu gerçek bir tinbilim
bile haklı görür. Tinbilim araştırmacısı. organizmada cansıza kıyasla daha
farklı şeyler kendini belli ediyorsa. eter-bedenden konuşur. - Bütün bunlara
karşın bu kitabın yazarı kendini. burada eter-beden diye adlandırdığının yeri­
ne yapıcı-güç-bedeni terimini kullanmak zoru nda hissetmiyor. çünkü burada
tüm anlatılanlann bağlantısı içinde gerçeği görmek isteyen herkes. bir yanlış
anlamanın söz konusu olamayacağı nı anlayacaktır. Bu terimi kullandığı tak­
dirde bu bağlantılann kaybolacaktı. (Bu konuyu aynı zamanda kitabın sonun­
daki notlarda söylenenlerle de karşılaştınn . )

52
İ nsAn ı n 0ıvAP.LJ �ı

rekl idir. Mantıkla bir şeyin var olduğu sonucuna varabi­


lir, fakat fiziksel gözün renkleri seyredebildiği gibi, an­
cak tinsel gözle eter-bedene bakabiliriz. Burada Heter­
bedenH deyimi yanlış anlaşılmamalı. Söz konusu eterle
fizikteki eter mevhumunun hiçbir ilgisi yoktur. Yalnızca
burada an latılan yaşam bedeni için bir isim olarak de­
ğerlendirilmelidir. Fiziksel beden için bir isim olarak de­
ğerlendiri lmelidir. İnsanın fizik bedeni gibi eter-beden
de yapısıyla, işlevlerinin bir imgesi gibidir. Eter-beden
ancak, düşünebilen-tin göz önünde bulundurulduğun­
da, anlaşılabilir. Eter-beden insanda düşünebilen-tine
bağlı oluşuyla, bitki ve hayvanlarınkinden ayrılır -İnsan,
fiziksel bedeniyle mineraller dünyasının bir parçası ol­
duğu gibi, eter-bedeniyle de yaşam dünyasına aittir.
Ölümden sonra fiziksel beden mineral, eter-beden de
yaşam d ünyasına ayrışır. Herhangi bir varlık türüne "bi­
çim" ya da "form· vereni # beden" olarak adlandıralım,
ama bu çalışmada ruhsal ya da tinsel tüm varlıklar için
kullanabileceğimiz " beden" sözcüğünü, gözle görülen
beden biçimiyle karıştırmayalım.
Yaşam bedeni, insan için ancak zahiridir. İç-kendi,
duyumun daha ilk kıpırtılarıyla dış dünyanın uyarılarına
karşılık verir. İnsanın dış dünya diye adlandırmaya hak­
kı olan alan ne kadar araştırılırsa araştırılsın, hislerle
karşılaşmayacaktır. - Işığın ışınları gözün üstüne düşün­
ce ağ tabakaya kadar ilerleyip orada (erguvani göz de­
dikleri (sehpurpur) yerde) bazı kimyasal değişimler oluş­
tururlar. Bu uyartıların etkisi göz siniri yoluyla beyne ula­
şır ve başka fiziksel oluşumlara yol açar. Bunlar gözle­
nebilse, tıpkı dış dünyadaki gibi fiziksel olaylarla karşıla­
şılır. Yaşam bedenini gözlemlemeyi beceriyorsam, be­
yindeki bu fiziksel sürecin, aynı zamanda bir yaşam sü­
reci olduğunu da algılayabileceğim. Gelgelelim, ışınlarla
karşılaşanın mavi renk karşısında neler hissettiğini bile­
bilmem için yeterli olmayacaktır. Çünkü hisler, önce bu
kişinin ruhunda oluşacaktır. Demek ki insan sadece fi­
ziksel ve eter-bedenden yaratılmış olsa, hissetme yete­
neği de olmayacaktı. Duyumu gerçekleştiren gücün fa-

53
TE0�0Fİ ı RUD0LF STEİ O E R

aliyeti, yaşam yapıcı gücün etkisinden tümüyle farklıdır.


Bir iç serüven, bu faaliyetin etkisinden doğar. Bu faaliyet
olmasa, yalnız bitkisel yaşam gerçekleşirdi. İnsanın, her
yönden gelen izlenimleri alışını göz önüne getirelim.
Onu, izlenim aldığı tüm yönlere doğru sözü geçen etkin­
liğin aynı zamanda kaynağı olarak da görmemiz gereki­
yor. Her yönden gelen izlen imlere hisler tepki gösteriyor.
Bu etkinlik kaynağı da duyum ruhu diye adlandırılsın.
Duyum ru hu, tıpkı fiziksel beden gibi gerçektir. Karşım­
da duran bir insanın duyum ru hunu görmezden gelip
onu yalnızca bir fizik-beden olarak görmek, bir tabloyu
yalnız tuval olarak görmeye benzer.
Fiziksel organlar, aynı eter-beden için olduğu gi bi, du­
yum ruhu için de Hkördürff. Hatta "yaşamı yaşam olarak
görebilen organff bile duyu m ruhunu algılayamaz. Bu or­
gan sayesinde eter-bedenin görülebilmesi gibi, daha
yüksek diğer bir organla da duyumların iç dünyası özel
bir duyuüstü algılama alanına dönüşebilir. O zaman in­
san, fiziksel dünya ve yaşan dünyasının etkilerini du­
yumsamakla kalmaz, duyumları seyredebilir de. Bu or­
ganını geliştiren biri için bir diğer varlığın duyum dünya­
sı, bir d ış gerçeklik gibidir. Kendi duyum dünyasını yaşa­
makla bir başkasınınkini görebilmek ayırt edilmelidir.
Doğal olarak her insan kendi iç dünyasını izleyebilir. Bir
başka varlığınkini görebilmek içinse, Htinsel gözü açıl­
mış" gören bir kahin olmak gerekir. İnsan bu yeteneğini
geliştirmeden duyum dünyasını ancak "iç dünyasıH ola­
rak, kendi ruhunun gizli duyum serüvenleri olarak tanır;
açılan "tinsel göz" ile ise, o zamana kadar diğer varlıkla­
rın yalnızca #içinde" yaşamış olan, dış tinsel görünü­
münde ışıldar.
*

Burada bazı yanlış anlaşmaları önlemek için özellikle


belirtilmeli ki gören kişi kendi içinde, diğer varlıkların
duyum dünyasında olanların içeriği ni yaşamaz. Varlıklar
duyu mları kendi içlerinde yaşarken gören kişi bunların
bir dışavuru munu, kendini gösterişini algılar.

54
İ nsAn ı n 0ııvAP.Llliı

Duyum Ruhu, etkinliği açısından eter-bedene bağlı­


dır. Çünkü oluşturduğu duyumlan ondan sağlar. Eter-be­
den, fiziksel bedenin içindeki yaşam olduğuna göre du­
yum ruhu da fiziksel bedene dolayısıyla bağımlıdır. Renk
duyumları yalnızca gerçekten yaşayan, sağlıklı bir gözle
olasıdır. Bedensellik bu şekilde duyum bedenini etkiler.
Yani etkinliği beden tarafından tayin edilip sın ırlanır. Du­
yum ruhu, bedenin kendisi için çizdiği sınırların içinde
yaşar. - Fiziksel beden madensel özdeklerden oluşturu­
lur, eter-bedenle yaşam kazanır ve duyum ruhunu etki­
ler. Ruhu #görebilme· organını geliştirmiş olan kişi bak­
tığında, duyum ruhunun bu sınırlannı fark eder. - Du­
yum ruhu, daha büyük ve görkemli görünmekle birlikte
sınırlarını belirleyen güç fiziksel bedendir. Böylece insan
özvarlığının bir örgeni daha fiziksel ve eter-bedenle du­
yum ruhu arasında yer alır. Bu örgene ruh beden, ya da
duyu bedeni denir. Şöyle de söylenebilir: Eter-bedenin
bir bölümü daha ince bir yapıdadır. Bu ince bölüm du­
yum ruhuyla bir bütün oluşturur daha kaba bölümse fi­
ziksel bedenle bir anlamda birleşir. Gene de belirtildiği
gibi duyum ruhu, ruh bedenin büyüklüğünü aşar.
Burada duyum denilen, ruhsal varlığın yalnızca bir
bölümüdür. ('Duyum ruhu' deyimi kolaylık açısından se­
çild i). Duyumlara istek ve isteksizlik gibi duygular, itki­
ler, içgüdüler ve tutku lar eklenir. Hepsi, duyumlar gibi
öznel bir karakter taşır ve onun gibi bedene bağı mlıdır.

Duyum ruhunun bedenle olduğu gibi düşün mekle,


yani tinle de alışverişi vardır. Düşünmek ona önceleri
hizmet eder. İnsan, duyumlarıyla ilgili düşünceler oluş­
turur; böylece dış dü nyayı tanır. Yanan çocuk düşüne­
rek, Nateş yakar# sonucuna varır. İnsan itki, içgüdü ve
tutkularını da körü körüne izlemez; onları doyurabilme
fırsatını düşünerek bulur. Maddeci dediğimiz kültürü ta­
mamen bu anlayış belirler; yani düşüncenin görevi, du­
yum ruhuna h izmetten i barettir. Bu yöne harcanan dü­
şünce gücü, ölçülemez boyutlardadır. Gemiler, trenler,

55
T E 0 Z 0 Fİ ı RUD0LF STEİnER

telgraf ya da telefon hep duyum ruhunun gereksinimle­


rinin doyu mu için, düşünce gücü harcanarak gerçekleş­
tirilmiştir. Nasıl yaşam-yapıcı-güç, fiziksel bedenin içine
·
işliyorsa, aynı biçimde düşünce �ücü de duyum ruhuna
işler. Yaşam-yapıcı-güç, fiziksel bedeni atalardan torunla­
ra ilişkilendirilerek, onun madensellikten çok öte bir dü­
zenin içinde yer almasını sağlar. Aynı biçimde düşünme
gücü de ruhu, yalnız duyum ruhu olarak ulaşamayacağı
bir düzene bağlar. - İnsan duyum ruhu aracılığıyla hay­
vanlarla akrabadır. Hayvanda da duyum, itki, içgüdü ve
tutkular olduğunu fark ediyoruz. Fakat hayvan bunlara
dolaysız uyar. Duyumsadıklan, bağımsız, dosdoğru yaşa­
mayı aşan düşüncelerle işlenmez. Az gelişmiş insanın
durumu da, belirli bir noktaya kadar hayvanınkine ben­
zer. Bu yüzden de salt duyum ruhu, düşünceyi hizmeti­
ne alan gelişmiş yüksek ruhun örgeninden farklıdır. Dü­
şünce gücünün h izmet ettiği bu ruhsal örgene anlak ru­
hu denir. Gönül ruhu ya da sadece gönül de denebilir.
"Anlak ruhu, duyum ruhuna derinliklerine işler. Bu ne­
denle ruh u "görme" organına sah ip kişi, onu duyum ru­
hunun ötesinde, özel bir varlık olarak görür.
*

insan düşündüğünde öznel dünyasının dışına çıkar.


Ruhunu aşan bir şey kazanmış olur. Düşünme yasalarıy­
la dünya düzeninin uyumlu olduğu, onun için doğal bir
kanıdır. Bu uyumun varlığından ötürü kendini dünyanın
bir parçası olarak görür. Bu uyumluluk insanın özvarlığı­
nı tanımasını sağlayan çok önemli bir gerçekliktir. İnsan,
ruhu ile gerçeği arar ve gerçek, yalnız insan ru hunu de­
ğil, dünyadaki her şeyi dile getirir. Düşünme sayesinde
gerçekliği fark edilen dünyevi bir şeyin kendi başma bir
anlamı vardır ve yalnızca ruhuyla bağlantılı değildir. Yıl­
dızlı gök karşısında duyduğum hayranlık içimde yaşar;
gök cisimlerinin yörüngeleriyle ilgili fikirlerim ise, her
kesin düşünceleriyle aynı anlamı taşır. Ben var olma­
sam, benim hayranlığımdan söz etmek anlamsız olurdu,
ama düşüncelerimi kendimle bağlantı olmasalar da ak-

56
İ nsAn ı n Öi!VAR u C ı

tarmak. anlamsız değil. Çünkü benim yalnız bugün ilgi­


lendiğim gerçek. dün de gerçekti, yarın da gerçek ola­
cak. Bir kavrayış bana sevinç verdiğinde. sevinç içimde
yaşadığı sürece anlamlı; kavrayışın doğruluğuysa sevin­
cimden tümüyle bağımsız. Ruh gerçeği anlarken, kendi
içinde taşıdığı farklı bir değerle ortak hareket eder. Bu
değer, ruhun duyumlarıyla oluşmadığı gibi onunla birl ik­
te yok da olmaz. Gerçekten gerçek olan şey ne oluşur.
ne de yiter: gerçeğin yok edilemez bir anlamı vardır.
-Yukarıda belirtilen, bir süre sonra kısmen ya da tümüy­
le yanılgı olduğu ortaya çıkan kimi insani "gerçeklernin
geçiciliğiyle çatışmaz. Çünkü insan. kişisel düşünceleri­
nin ebedi gerçeğin gelip geçici görünümleri olduğunu
bilse de. gerçeğin bağımsız varlığının kendi başına var
olduğunu kabul etmek zorundadır. - Lessing'in söyledi­
ği gi bi "Tüm ve arı gerçek yalnız bir tanrı için var olma­
sına rağmen. ben gerçeği sürekli bulmaya çabalarım. "
diye düşünenler de, gerçeğin öncesiz-sonrasızlık değeri­
ni yadsımaz, tersine vurgulamış olurlar. Çünkü yalnız
kendi içinde ebedi değeri taşıyan bir şey, ilelebet bir
ulaşma isteği uyandırabilir. Gerçek, kendi başına buyruk
olmayıp. değerini ve anlamını insan ruhunun duyumun­
dan alıyor olsaydı, bütün insanlar için o tek amaç da ol­
mazdı. Ona ulaşma isteğimiz ile onun bağımsız bir var­
lık olduğunu da kabul etmiş oluruz.
Ve gerçekle ilgili olarak söylenenler, gerçekten iyi
olan için de geçerlidir. Ahlaksal iyilik. eğilim ve tutkula­
rın egemenliğine göz yummayıp kendisi egemen olduğu
takdirde, onlardan bağımsızlaşır. Hoşlanı p hoşlanma­
mak, çekici ya da itici bulmak. insanın kendi ruhunun
ürü nüdür; görev duygusunu hoşlanmak ve hoşlanma­
manın üstünde düşünmek gerekir. İnsan için görev duy­
gusu, uğruna canını verecek kadar yüksek bile olabilir.
Eğilimlerini. hoşlanıp hoşlanmamasını inceltip, baskı ya
da zorlanma duymadan. kendiliğinden, görev olarak be­
nimsediklerine uyabildiği oranda kendi de yükselmiş
olur. Ahlaksal iyiliğin de bir ebedi değeri vardır ve bu de­
ğeri duyum ruhu yoluyla edinmez.

57
TE0 z 0 F i ı RUD0LF STEi nER

İnsan, içinde bağımsız gerçeği ve iyiliği yaşattığında,


salt duyum ru hunu aşar. Öncesiz-sonrasız tin, ruhu ay­
dınlatır. İ çinde sönmeyecek bir ışık yanar. Ruh, bu ışık
içinde yaşadığı sürece öncesiz-son rasızl ığın bir parçası
olur. Ona kendi varoluşunu bağlar. Ruhun içinde taşıdı­
ğı gerçek ve iyilik ölümsüzdür. -Ruhta ışıldayan bu ön­
cesiz-sonrasızlığa, bilinç ruhu diyelim. - Bilinç sözcüğü­
nü ruhtaki daha inik düzeydeki gelişmeler için de ku lla­
nabi liriz. En yalınç gündelik duyum, bilincin ürünüdür.
Bu anlamdaki bilinç, hayvanlarda da vardır. Burada bi­
linç ruhu diye adlandırılmış olan, insan bilincinin çekir­
deği, ruhun içindeki ruhtur. Bilinç ru hu, ruhun özel bir
örgeni olarak anlak ruhundan ayrılır. Anlak ruhu duyum,
itki, tutku ve benzerleri ile haşır neşirdir. Herkes, nasıl
önce duygulan vs. ile algıladıklarını gerçek olarak gör­
me meylinde olduğunu bilir. /\alıcı gerçekse tüm bu
sempati, antipati vs. gibi duyum etkilerinden kendini
kurtarmış olan gerçektir. Gerçek, tüm kişisel duygulara
ters düşse de gene gerçektir. Ruhun bu gerçeğinin yaşa­
d ığı bölümüne bilinç ru hu denilsin .
Böylece bedende olduğu gibi ruhta da üç örgen ayırt
edildi: Duyum ruhu, anlak ruhu ve bilinç ruh u. Ve bede­
nin ruhu aşağıdan yukarı doğru sınırlaması gibi tin de
üstten aşağı doğru geliştirici bir etki yapar. Çünkü ru h,
gerçek ve iyilikle dolduğu oranda içindeki ebediliğin ge­
nişliği, etkinl iği de artacaktır. - Ruhu "görebilen" kişi
için, içindeki öncesiz-sonrasızlığı geliştiren bir insanın
saçtığı ışık, bir alevin ışığı kadar gerçektir. "Gören" kişi
vücudu, tüm insanın yaln ızca bir bölümü olarak kabul
eder. Fiziksel beden, kendisine işleyen diğer oluşumlar
ortasında en kaba olan ıdır. Eter-beden fiziksel bedeni
bir yaşam biçimi olarak kaplar; sonra eter-bedenin her
tarafından taşmasından algılayabildiğimiz ruh-beden
(astral-cisim) gelir. Onu da içine alan duyum ruhu ve ni­
hayet hakikati ve iyiyi içine alabildiği ölçüde büyüyen
anlak-ruhu fark edilir. Çünkü bu gerçek ve iyi, anlak ru­
hunun esnemesini sağlar. Yaln ızca meyil lerinin peşi nde
koşan, hoşlanıp hoşlanmamayı kıstas alan bir kişinin

58
İ nsAn ı n 0zvARLl {;ı

anlak ru hunun sınırları, duyum ru hu sınırlarıyla özdeş


olurd u . Fiziksel bedenin, bir bulutun içindeymiş gibi gö­
züktüğü bu oluşumlara insanın aurası diyebiliriz. Au ra,
bu kitaptaki bakış açısıyla görüldüğü takdirde "insanın
özvarlığını" zenginleştiren şeydir.
*

Her insanın çocukluğunda er ya da geç, kendini dün­


yanın karşısında bir başına bir varlık olarak hissettiği bir
an gelir. Duyarlı insanlar için son derece önemli olan bu
olayı şair Jean Pau l, yaşam öyküsünde şöyle anlatmak­
ta: "Yaşamımda, henüz hiçbir insana anlatmadığım bir
görünümü hiç unutamam. Onurumun doğduğu o anı ve
yeri bugün gibi hatırları m . Henüz çok küçük bir çocuk­
ken bir sabah ev kapısının önünde durmuş, solumda yı­
ğılı odun lara bakıyord um. Birden ' ben bir benim' şeklin­
de bir içgörü içimde şimşek gibi çaktı ve o gün bugün­
dür orada parıldıyor. O anda benliğim kendisini ilk kez,
ve sonsuza kadar görmüştü. Bunu başkalarının bana an­
latmış olduğunu ya da yanlış bir anımsama olarak dü­
şünmek çok zor, çünkü yalnız insanın içindeki gizli kut­
sal tapınakta oluşan, yeniliğiyle en gündelik olayları bile
kalıcı kılan bu gelişmenin karıştırılması olanaksız. " - Kü­
çük çocukların kendileri için "Kari uslu duracak. " ya da
"Marie bunu istiyor. " demeleri bilinen bir şeydir. Kendi­
lerinden bir başkasıymış gibi söz etmeleri, henüz varlık­
larının bağımsızlığının bilincinde olmad ıkları, kendilik
bilinci içlerinde doğmadığı için yad ırganmaz. İnsan ken­
dini-bilirlik ile kendisini bağımsız, her şeyden ayrı , bir
"ben" olarak görür. Bedensel ve ruhsal bir varlık olarak
yaşadığı her şeyi " ben"inde birleştirir. Beden ve ruh
"ben"in taşıyıcılarıdır; ben etkinliklerini onlar aracılığıyla
yapar. Beyn in bedenin merkezi oluşu gi bi, " ben"de ru­
hun merkezidir. İnsanın duyumları dış dünya tarafından
uyarılır; duygular dış dünyanın etkileri olarak kendini
gösterirler, istenç dış dünyaya indekslidir, çünkü kendi­
ni zahiri davranışlarla gerçekleştirir. " Ben" ise, insanın
asıl özvarlığı olarak, tümüyle görünmezdir. Bu nedenle

59
TE0l0 F İ ı RUD0 L F STEİ nER

Jean Paul'un " ben"in farkındalığını, "insanın içinde gizli


kutsal tapınakta ol uşan bir gelişme." diye adlandırışı
çok uygun . Çünkü insan, " ben"i ile yapayalnızd ır. - Ve
" ben"i, insanın ta kendisidir. Bu ndan ötürü insan
" ben"ini gerçek özvarlığı olarak değerlendirmekte haklı­
dır; bedenini ve ru hunu da, içinde yaşadığı "kılıflar", et­
kinlikleri için gerekli koşullar olarak görebilir. Gelişmesi
sürecinde bu aletleri " ben"inin hizmetinde kullanmakta
ustalaşır. " Ben" sözcüğü, örneğin Alman dilindeki kulla­
nımıyla, tüm diğer isimlerden aynlan bir isimdir. Bu is­
min yapısını doğru bir biçimde düşünebilen kimseye in­
san özvarlığının derinliklerini kavrayabilmenin kapılan
açılır. Herkes, adları aynı biçimde kullanabilir; masaya
masa, sandalyeye de sandalye diyebilir. "Ben" adında
ise aynısını yapamayız. Kimse bir başkasının " ben"ini
" ben" olarak tanımlayamaz, ancak kendine "ben" diye­
bilir. "Ben" adıysa, eğer ben çağırılıyorsam, h içbir za­
man dışarıdan kulağıma gelemez. Yalnızca ruh, o da
içinden, kendi kendisini " ben" diye adlandırabilir. Yani
insanın kendisine H benH demesiyle, şu ana kadar sözü
edilen "kılıflarını" aldığı dünyalann hiçbiriyle alakası ol­
mayan bir şey, içinde konuşmaya başlar. "Ben" giderek
beden ve ruh üstünde egemenlik kazanır. - Bunu da au­
rada gözlemek olasıdır. "Ben "in beden ve ruh üzerinde­
ki hakimiyeti güçlendikçe, aura daha ayrışmış, daha çok
yönlü ve renkli gözükür. "Gören kişi"i "ben"in auradaki
etkisini seyredebilir, ama " ben"in kendisi, onun için bi­
le görünmezdir: Ben gerçekten de "insanın içindeki giz­
li kutsal tapmaktadır. " - Ama " ben" insanın içinde parla­
yan ebedi ışığın ışınlarını içine alır. Bu ışık, bedenin ve
ruhun yaşadıklannı "ben"de birleştirdiği gibi, doğruluk
ve iyilik düşüncelerinin de " ben"e akmalannı sağlar. Bir
yandan duyumsamalar, diğer yandan da tin "ben"de
yansılanır. Beden ve ruh hizmet etme amacıyla, kendile­
rini " ben"e adarlar; " ben" ise kendini, içini dolduran ti­
ne adar. "Ben ", beden ve ru hta, tin ise " ben"de yaşar.
"Ben"de tinden olan şey ebedidir. Çünkü "ben", varlık
ve anlamını, ilişki içinde olduklarından alır. Fiziksel be-

60
İ nsAn ı n Ö ıvAR L l c'.': ı

dende yaşıyorsa minerallerin yasalarına, eter-bedeniyle·


üreme ve büyüme yasalarına, duyum ve anlak ruhlarıy­
la da ru h dünyasının yasalarına tabidir; tinselliği içerdiği
oranda da tinin yasalarına tabidir. Minerallerin ve yaşa­
mın kurallarını oluşturan gelip geçicidir; tin ise ne olu­
şur ne de yok olur.

Ben, ruhta yaşar. "Ben" en yüksek etkinliğini bilinç


ruhunda gösterse de, oradan tüm ru ha yayılıp ruh yoluy­
la bedende etkisini gösterd iğini söylememiz gerekir. Ve
tin, "ben"de canlanır. Onu aydın latır ve tıpkı beden ve
ruhun "ben"in kılıfları olmaları gibi, o da ben i kılıf ola­
rak kullanır. Tinin "ben"i içten d ışa doğru, mineral d ü n­
yası ise dıştan içe doğru oluşturur. Bu, bir " ben" ortaya
çıkaran ve " ben" olarak yaşayan, insanın "ben"i ya d a
"kendi" olarak görünen tine "tin-kendi" denir. "Tin-ken­
di" ile "bilinç ruhu" arasındaki farklılık şÇ>yle açıklanabi­
lir: Bilinç ruh u , sempati ve antipatiden bağımsız, kendi­
liğinden var olan gerçeğe yalnızca dokunur: tin-kendi ise
aym gerçeği, ama "ben"in içine alınmış ve benle çevril­
miş, böylelikle bireyselleştiril miş ve insanın bağımsiz
v�rlığına mal edilmiş bir biçimde içinde taşır. Öncesiz­
sonrasız gerçek bağımsızlaştığı ve "ben"inde bir varlığa
bağlandığında da "ben" öncesiz-sonrasızlık kazanır.
Tin-kendi, tinsel dünyanın ben içindeki bir dışavuru­
mudur; tıpkı duyusal algılamanın, aksi yönden, fiziksel
dünyanın bendeki bir dışavurumu olduğu gibi. Kırmızı,
yeşil, açık, koyu, sert, yumuşak, sıcak, soğuk olanda be­
densel dünyanın dışa vurumu vard ır; tinsel dünya ise
kendini gerçek ve iyi olanda yansıtır. Bedenselin kendi­
ni açıklayışına duyum denildiği gi bi, tinselin dışavu ru­
muna da sezgi denir. En yalın düşüncede bile sezgi var­
dır, çünkü ne elle tutulur ne de gözle görülür; kend ini d ı­
şavurumunu tinden "ben" yoluyla almak zorundayız. -
Bir azgelişmiş ve bir gelişmiş iki kişi birlikte bir bitkiyi
gözlediklerinde, "ben"lerinde yaşayan şeyler çok farklı­
dır. Oysa ikisinin duyu '!' larını da uyandıran aynı nesne-

61
TE0Z0Fİ ı RUD0Lf STEİnER

dir. Aradaki fark, birinin nesneyle ilgili düşüncelerinin,


öbürüne oranla çok daha yetkin olabilmesidir. Nesneler
kendilerini yalnızca duyum yoluyla açıklasalardı tinsel
gelişmede tekamül söz konusu olamazdı. Yabanıl bir in­
san da doğayı duyumsar; ama doğa yasalan yalnızca, ge­
lişmiş insanların sezgiyle tohumlanmış düşüncelerinde
ifade bulurlar. Dış dünyanın ivmelerini istencin dürtüsü
olarak küçük bir çocuk da algılar, ama ahlaksal iyinin ya­
salarını, gelişmesi süresince, tininde yaşayıp onun d ışa­
vurumlannı anlamayı öğrenerek geliştirir.
Nasıl göz olmadan renk duyumları olanaksızsa, tin­
kendinin yüksek düşünmesi olmadan da sezgiler ola­
naksızdır. Duyumun, rengini algıladığı bitkiyi yaratma­
mış olması kadar sezgi de tinseli yaratamaz. Sezgi daha
çok tinsel d ünyanın ulağıdır.
İnsan ın " ben"i yukannın, yani tin dünyasının iletileri­
ni ruhunda canlanan sezgileriyle alır; tıpkı duyumlarıyla
fiziksel dünyanın iletilerini aldığı gi bi. Böylece nasıl fizik­
sel dünyayı duyuları yoluyla tanıyıp iç yaşamına mal edi­
yorsa, tinsel dünyayı da ruhunun iç yaşamına mal eder.
Ruh, ya da içinde parlayan ben, kapılannı iki yöne açar:
Fiziksel ve tinsel dünyalara.
Ben'e ulaşabilmek için fiziksel dünya, özdek ve güç­
leri aracılığıyla, içinde bilinçli ruhun yaşamasına elveriş­
li ve kendi dışındaki fizikseli algılama organlarına sahip
bir beden oluşturur. Ayn ı biçimde tinsel dünyanın da,
tinse.ı özdekler ve tinsel güçleriyle bir tin-beden oluştur­
ması gerekir; içinde benin yaşadığı ve sezgileri sayesin­
de tinseli algıladığı bir tin-beden. (Tinsel-özdek ve tin­
beden deyimleri anlam açısından çelişkili gibi gözükü­
yorlarsa da amaç yalnızca düşünceleri tinselde, insanın
fizik bedenine tekabül eden şeye yönlendirmektir).
Ve nasıl fiziksel dünyada her bir insan bedeni çevre­
sinden ayrılan bir bağımsız varlık olarak kurgulanıyorsa,
tin-beden de tinsel dünyada o şekilde ku rgulanır. İnsan
için iç ve dış kavramı, fiziksel dünyada olduğu gibi tin­
sel dünyada da vardır. İnsan fiziksel bedeniyle fiziksel

62
İ nsAn ı n 0zvAP.Lı �ı

dünyanın özdeklerini alıp işlediği gibi tinsel çevreden de


tinselliği alıp kendine mal eder. Tinsellik, insanın önce­
siz-sonrasız besinidir. İnsan fiziksel dünyadan doğduğu
gi bi, gerçek ve iyiliğin yasaları sayesinde de tinden do­
ğar. Kendi dışındaki tin dünyasından ayrılmıştır; tıpkı
tüm fiziksel dünyadan kendi başına bir varlık olarak ay­
rıldığı gibi. Bu bağımsız tinsel varlığa "tin insanı " denir.
İnsanın fiziksel bedenini incelediğimizde, onu ol uştu­
ran özdek ve güçlerin fiziksel dış dünyada da bulunduk­
larını görürüz. Aynı şey tin-insanı için de geçerlidir. İçin­
de, tin d ış dünyasının elementleri devinir, öğeleri eylem­
dedir. Fiziksel derinin, yaşayan ve duyumsayan bir varlı­
ğı dış dünyadan ayırması gibi, bir tinsel deri de tin-insa­
nının kendi içinde yaşayan, sezgileriyle dünyanın tinsel
içeriğini kavrayan, bağımsız bir tinsel varlık olmasını
sağlar. - Bu "tinsel deriye" tin kıllfı (aura kılıfı) diyelim.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta, b u "tinsel
derinin" insan geliştikçe gf(!nişlemesi ve tinsel bireyselli­
ğinin (onun aura kılıfının) sınırsız bir büyüme yeteneği
olmasıdır.
Bu tin kılıfının içinde tin insanı yaşar. Tinsel yaşam
gücü onu, aynı fiziksel yaşam gücünün fiziksel bedeni
oluşturduğu gibi oluşturur. (>olayısıyla eter-bedenden
söz ettiğimiz gibi tin-insanı için de bir eter-tinden söz et­
memiz gerekir. Bu oluşumun adına yaşam tini diyelim. -
Böylece insanın tinsel varlığının da üçe ayrıldığı görülür:
tin insanı, yaşam tini ve tin-kendi.
Tinsel alanı "görebilen" için insanın bu tinsel varlığı,
auranın daha .yüksek -ve asıl tinsel- bölümü olarak, al­
gılanabilir bir gerçekliktir. Tin kılıfının arasından, içinde­
ki tin-insanını yaşam ti ni olarak "görür"; "yaşam tininin"
dış tinsel dünyadan ald ığı tinsel-besinle nasıl sürekli bü­
yümekte olduğunu "izler". Tin kılıfının sürekli gen işledi­
ği ni, tin-insanı n ın giderek büyüdüğünü görür. Doğal ola­
rak bu " büyüme" mekansal anlamda "görülürse", ger­
çekliğin yalnızca bir imgesi olduğu anlaşılır. Buna rağ­
men bu imgeyi tasarlayan insan ru hu, tinsel gerçekliğe

63
TE0 Z 0 Fİ ı RUD0LF STEİ nER

yönelmiş olur. İnsanın tinsel varlığının fiziksel varlığın­


dan farkı, ikincisinin sınırlı bir büyüklüğü olmasına kar­
şın birincinin sınırsız büyüyebilmesidir. Alınan tinsel be­
sinin bir ebedi değeri olduğunu biliyoruz. Bu nedenle in­
san aurası, iç içe geçen iki bölümden oluşur. Bölümler­
den birinin renk ve biçimini insanın fiziksel varlığı, diğe­
rinin renk ve biçimini de tinsel varlığı verir.
Bu iki bölüm arasındaki ayrımı ben sağlar: fiziksel
güçler kendilerine özgü bir biçimde kendilerini adaya­
rak, içinde ruhun yaşama geçebileceği bir beden oluştu­
rurlar; ve ben gene kendisini adayarak içinde tine ya­
şam verir; ve tin ise ruha işleyerek ona tin dünyasında
bir hedef verir. Ruh, beden yüzünden fiziksel dünyaya
kısılmıştır, tin-insanı sayesinde tinsel dünyada devinme­
sini sağlayan kanatlara kavuşur.
*

Bütün insanı ele almak istiyorsak onu, sözü edilen


bölümlerin tümünün .birleşimi olarak düşünmemiz gere­
kir. Beden kendini fiziksel özdek dünyadan, düşünen­
bene yönlenmiş olarak inşa eder. Yaşam gücüyle dolu
oluşundan eter-beden ya da yaşam-bedeni ad ını alır; du­
yu organlarıyla kendini d ışarıya açar ve ruh-beden olur.
Duyu m-ru hu, ruh-bedene sızarak onunla bütünleşir. Du­
yu m-ru hu yalnızca dış dünyanın izlenimlerini duyum ola­
rak algılamakla yetinmez; özel bir yaşamı vardır ve bu
yaşam bir yandan duyumlarla, d iğer yandan da düşün­
meyle tohumlanır. Böylece anlak-ruhu olur. Bunu, ken­
dini aşağıdaki duyumlara ve yukarıdaki sezgilere açık tu­
tarak başarır. Böylece de bilinç-ru hu olur. Bunun gerçek­
leşmesi için tinsel dünya ona sezgi organlan verir; tıpkı
fiziksel dünyanın ona d uyu organlan verdiği gibi. Duyu­
ların ruh bedeniyle duyumsamaları gibi, tin de sezgi or­
gan ıyla sezer. Böylece tin-insanı, bilinç ruhuyla bir birlik
oluşturur; fiziksel bedenin duyum ruhuyla, ruh bedende
bir birlik ol uşturduğu gibi. Bilinç ruhuyla tin-kendinde
birleşirler. Bu birlikte tin insanı, yaşam tini olarak yaşar;

64
l nsAn ı n 0ıvARLI CI

eter-bedenin ruh beden için bir yaşam zemini olması gi­


bi. Ve nasıl fizik-beden fiziksel deriyle kaplanmışsa, tin­
insanı da tin kılıfının içindedir. Tüm insanın örgenleri
şöyle sıralanabilir:

A- Fizik beden
B- Eter-beden ya da yaşam bedeni
C- Ru h beden
D- Duyum ruhu
E- Anlak ruhu
F- Bilinç ruhu
G- Tin-kendi
H- Yaşam tini
İ- Tin insanı

Dünyevi insanda ruh-beden (C) ve duyum ruhu (D) ve


aynı biçimde bilinç ruhu (F) ve tin-kendi (G) birleşirler.
Böylece dünyevi insanda yedi bölüm ayırt edilir:

1- Fizik-beden
2- Eter-beden ya da yaşam bedeni
3- Duyumsayan ruh-beden
4- Anlak ru hu
5- Tinle dolu bilinç-ruhu
6- Yaşam-tini
7- Tin-insanı

·Ben" ruhta şimşek gibi çakar, tinden gerekli dürtüyü


alarak tin insanının taşıyıcısı olur. Böylelikle insan üç
dünyada (bedensel, ruhsal ve tinsel) yer alır. Fiziksel
dünyada fizik-beden, eter-beden ve ruh-bedeniyle kök
salar. Tin-kendi, yaşam tini ve tin insanıyla da tinsel dün­
yada çiçek açar. Bu bir yana kök salıp öbür yana çiçek
açan gövde ise ruhun ta kendisidir.
İnsanın bu tasnifine tamamen sadık kalınarak oı;ıa

65
TE0Z0Fİ ı RU D0LF STE İ n E R

daha yalın bir biçim vermek de olasıdır. İnsanın " ben"i


bilinç ruhunda ışıdığı halde, gene de tüm ruhsal varlığa
işler. Bu ruhsal varlığın bölümleri, bedenin örgenleri gi­
bi kesin hatlarla ayrılmaz, daha yüksek bir anlamda bir­
birlerine geçerler. Anlak-ruhu ve bilinç-ruhunu ben 'in
birbirine bağlı kılıfları ve ben'i de bu ikisinin çekirdeği
olarak ele aldığımızda, insanı şu bölümlere ayırabil iriz:
fizik-beden, yaşam-bedeni, astral beden ve ben . Astral
beden deyimi, burada ruh-beden ve duyum-ruhu için
kullanılıyor. Bu eski deyim, insanda duyularla algılana­
nın ötesini adlandırmak için uygun görüldü. Duyum-ru­
h u , ben tarafından da belli bir oranda güçlendirildiği
halde ruh-bedene öylesine bağlıdır ki, ikisine tek isim
vermek yanlış olmaz. Ben kendini, tin-kendi ile doldur­
duğunda, tin-kendinin davranışları sonucu, astral beden
derhal ruh tarafından dönüştürülür. Astral bedene önce,
şayet duyumsanıyorlarsa, insanın dürtüleri, arzuları ve
tutkuları işler. Ve duyumsanan algılamalar astral beden­
de kendini gösterir. Duyumsanan algılar ruh-beden ara­
cılığıyla, insanın içinin bir parçası olarak, dış dünyadan
gelme ivmelerle oluşur. Dürtüler, arzular, tutkular vs. ·iç
dünyanın· kendini ruh-benliğe teslim etmeden önce bu­
n u taşıyabildiği oranda, duyum-ruhunda oluşur. "Ben·
kendini tin-kendi ile dolduğunda, ruh da yeniden astral
bedeni bu tin-kendiyle güçlendirir. Benin tinden aldıkla­
rıyla itki, istek ve tutkuların aydınlanması olarak da ken­
dini ifade eder. Ben, tin dünyasındaki payı sayesinde it­
ki ve tutkular vs. dünyasının efendisi olmuştur. Bu ger­
çekleştiği oranda da tin-kendi, astral bedende gözükür
ve onu değiştirir. Astral beden, bir kısmı değişmemiş bir
kısmı değişmiş bölümleriyle, iki örgenli bir varlık olarak
görünür. Bu nedenle tin-kendinin kendini insanda orta­
ya koyuşunu, dönüşüme uğramış astral beden olarak
adlandırabiliriz. Benzer bir durum, insanın ben'inin içi­
ne yaşam tinini aldığı zaman gerçekleşir. Yaşam-bedeni
değişir. İ çi yaşam tin iyle dolar. Bu, yaşam-bedeninin bir
başkası olmasıyla kendini gösterir. Bu nedenle yaşam ti­
ninin, dönüşüme uğramış yaşam bedeni olduğu da söy-

66
i nSAnın 0i!VARLIÔI

lenebilir. Ve ben, içine tin-insanını da alırsa, fizik-bedeni


etkileyebilen büyük gücü kazanır. Doğal olarak fizik-be­
denin dönüşümünü, fiziksel duyular algılayamaz. Çünkü
fiziksel bedenin tam da tinselleştiri lmiş bölümü, tin-in­
sanı olmuştur. O zaman fiziksel algı i çin fiziksel olarak
gözükür, tinselleştiğinde ise görül mesi için tinseli algıla­
yabilen yetenekler gerekir. Dış duyular için fiziksel şey­
ler, içlerine tin işlese de fiziksel olarak görünürler. -
Tüm söylenenler göz önünde bulundurularak insanın ör­
gel'lleri şöyle de sıralanabilir:

1- Fiziksel beden
2- Yaşam bedeni
3- Astral beden
4- Ben - Ruhun çekirdeği olarak
5- Tin-kendi - Dönüşüme uğramış astral beden olarak
6- Yaşam tini - Dönüşüme uğramış yaşam bedeni olarak
7- Tin insanı - Dönüşüme uğramış fiziksel beden olarak.

67
2. BÖLÜM
TİNİN YENİDEN BEDENLENMESİ VE YAZGI

eden ve tinin ortasında ruh yaşar. Ruhun beden yo­


B luyla aldığı izlenimler gelip geçicidir. Bedenin,organ­
larını dış dünyaya açık tuttuğu sürece de vardırlar. Gö­
züm, gülün rengini yalnız bir gülün karşısında durduğu
ve açık olduğu sürece algılar. Bir izlenim, bir duyum ya
da bir algının oluşabilmesi için, gerek dış dünyadan al­
gılanan şeyin, gerekse bedensel organın aym yer ve za­
manda bulunmaları gerekir. Gül ile ilgili, tinimde kavra­
dığım gerçekler ise, o anla birlikte gelip geçmez. Gerçek
oluştan da hiçbir biçimde bana bağlı değildir. Gül, onun­
la hiçbir zaman karşılaşmamış olsam da gene gerçektir.
Tin yoluyla kavradığım gerçek, ruhsal yaşamın belirli bir
öğesinden kaynaklanır. Ruh bu öğesiyle, kendini ölümlü
bedenden bağımsız olarak açığa vuran bir dünya kapsa­
mına bağlıdır. Belirleyici olan, kendini açığa vuran nes­
nenin, kendinin tümüyle kalıcı oluşu değil, ruhun onda
geçici beden yerine kalıcı olanı, geçiciden bağımsız ola­
rak algılayabilmesidir. Ruhta sürekli olanın gözlemlen­
mesi, geçici özellikleriyle sınırlanmayan yaşantıların far­
kına varıldığı anda başlar. Önemli olan, bu serüvenlerin,
bedenin geçici organlan aracılığıyla farkına vanlmalan
değil, ruhta yaşıyor olmalarına rağmen gerçeklikleriyle,
algının geçiciliğinden bağımsız bir şeyi taşımalarıdır.
Ruh, şimdiki zamanla süreklilik arasında yer alır. Bunu
beden ve tinin ortasında bulunuşuyla gerçekleştirir.
Ama aynı zamanda şimdiki zamanla sürekliliğin aracı/J­
ğmı yapar. Şimdiki zamanı, am olarak saklar. Böylece
onu geçicilikten kurtarır ve tinselin sürekliliğine mal

71
TE0Z0Fİ ı RU D0LF STE l n E R

eder. Gelip geçici etkilere kapılmayıp, şeyleri kendi var­


lığı nın davranışlarıyla belirlediğinde ise, geçici yaşantıla­
ra kalıcılık kazandırır. Ruh , dünü anılarında saklar, dav­
ranışlarıyla da yarını hazırlar.
Ruh u m gülün kırmızısını anımsayamasayd ı, bili ncine
varmak için her defasında kırmızıyı yeniden algılaması
gerekecekti. Ruhta bir dış izlenim sonrası hatırda kalabi­
len, bu dış izlenimden bağımsız olarak, tekrar bir tasav­
vur haline dönüşebilir. Ru h, bu yeteneği sayesinde dış
dünyayı kendi iç dünyası haline dönüştürür, d ış dünyayı
-anılan için- belleğinde sakladığı halde, algıladıkların­
dan bağımsız olarak kendi yaşamını sürdürebilir. Böyle­
ce dış dünyanın geçici algılan, ruhsal yaşamda sürekli
etkinlik kazanır.
Ama, dış dünyada gerçekleşen davranışların da bir
süreklilikleri vardır. Bir ağacın dalını kestiğimde ruhum­
da öyle bir şey oluşur ki bu, dış dünyadaki oluşumların
gidişatını tümüyle değiştirir. Ben bu girişimde bulunma­
mış olsaydım, ağaç bambaşka bir gelişme gösterecekti .
Ben var olmasam gerçekleşmeyecek olan bir etkiler di­
zisini harekete geçirdim. Bugün yaptığım, yarın da var
olacak. Dünkü serüvenlerimin ruhumda bellek yoluyla
kalıcı olmaları gibi, yaptıklarım da yapılmış oluşlarıyla
kalıcılık kazanırlar.
Bir algılama sonucu yaşanılanın ·bellekte" yer etme­
si ile bir eylem sonucunun olağan bilinçte kalıcılığı aynı
değil. Ama insanın " ben"i, kendi davranışı sonucu dün­
yada oluşan değişikliğe de, bir izlenim sonucu oluşan
anıya bağlı olduğu gibi bağlı değil midir? " Ben", yeni iz­
lenimleri, şu ya da bu anısının olup olmamasına göre
yargılar. Ama " ben· olarak dünyayla bağlantısı da, şu ya
da bu davranışta bulunup bulunmamış olmasıyla farklı­
laşmıştır. Davranışlarımla bir başkasında bir izlenim bı­
rakmış olmam ya da olmamam, dünya ile ben arasında­
ki ilişkiyi belirler. Çevremi etkileyebildiysem, dünya ile
ilişkilerimde bir başkası olmuşumdur. Burada kastedile­
ni, ·ben"in yeni bir anı kazanması sonucu değişmesini

72
T i n i n Y E n i o E n BEoEnLEnlh ESI VE YAlGI

fark ettiğimiz kadar fark etmeyişimiz sadece, daha oluş­


ması sırasında anının, zaten hep kendimizinki olarak ka­
bul ettiğimiz ruhsal yaşamla hemen birleşmesinden kay­
naklanır; eylemin dış etkisi ise bu ruhsal yaşamdan ba­
ğımsız olarak, anılarımızda kalandan daha farklı bir şey
olarak sürer. Gene de kabul etmek gerekir ki, her davra­
nışla, karakteri "ben" tarafından belirlenmiş bir şey,
dünyada baki kalır. Burada sözü edilenler üstünde ger­
çekten kafa yoru lursa şu soru akla gelebilir: Bellekte
saklı bir izlenimin, uygu n dış nedenler oluştuğunda
anımsandığı gibi, "ben"in belirlediği eylemlerin de
" ben"e geri dönme eğilimi göstermeleri olası değil m i?
Bellekte saklanılanların böyle bir uygun zamanı bekle­
dikleri açık. Anıların uygun ortamda insanın içinden ru­
ha yükselmeleri gibi dış dünyadaki " ben" vurgulu davra­
nışların sonuçlarının da, ruhun karşısına dışarıdan çık­
mak için uygun zamanı bekliyor olamazlar mı? Bu dü­
şünceler burada yalnız soru biçiminde aktarılabilir, çün­
kü şüphesiz, bir davranışın " ben" tarafından belirlenmiŞ
sonuçlarının insan ruhuyla karşılaşması hiçbir zaman
vuku bulmayabilir. Ama bu sonuçların bu şekilde var ol­
maları ve ·ben"in dünyayla olan ilişkisini belirlemeleri,
yukarıda açıklananlar düşünüldüğünde olası bir tasar gi­
bi görünüyor. Aşağıdaki incelemede insan yaşamında
bu "olası" tasavvurun bizi gerçeğe götürüp götüremeye­
ceği araştırılacak.

Öncelikle belleği göz önüne alalım . Nasıl oluşu r? An­


laşılan duyum ya da algıdan çok daha farklı bir biçimde.
Gözüm yoksa, "mavi" duyumum da yoktur. Ama ·ma­
vi"yi an ımsamam için gözümün bana hiçbir yararı ol­
maz. Gözümün bana bu duyu mu verebilmesi için mavi
bir nesneyle karşı karşıya olması gereklidir. Şayet algıla­
ma eylemi sonucu bir yandan halihazırdaki tasavvur
oluşmaktayken, diğer yandan dış dünya ile ru h arasında­
ki ilişkide bir şeyler oluşmasaydı, yani daha önce dışarı­
dan gelme bir imge olarak etkilemiş olan, sonradan ken-

73
TE0 Z 0 F İ ı R U D 0 L F STEİnER

di içindeki oluşumlarda, yeniden bir tasavvur haline dö­


nüşmeseydi, bedensellik, içindeki tüm izlenimleri hiçlik­
te, sürekli yitirirdi. Ruhsal gözlemlerde deneyimli olan­
lar, bugün bir şey tasarlandığında yarın aym tasann, o
arada insan içinde bir yerlerde bekledikten sonra, bel­
lek yoluyla yeniden ortaya çıkacağı görüşünün doğru
olamayacağını bilirler. Hayır, şimdiki tasavvurum, #şim­
diyle "' gelip geçen bir görüntüdür. Anımsadığımda içim­
de oluşan, çağnlan o anlık imgeden farklı olarak, benle
dış dünya arasındaki ilişkide oluşmuş olanlann bir sonu­
cudur. Anıyla ortaya çıkan tasar saklanmış eski bir imge
değil, tamamen yenidir. Anı, yeniden tasarlayabilmektir,
imgenin tekrar canlanması değil. Tekrar ortaya çıkan,
imgenin kendisinden farklı bir şeydir. (Bu açıklamanın
yapılmasının nedeni, tinbilim dalında imgelemenin ola­
ğan yaşam ve hatta olağan bilimlerde olduğundan çok
daha detaylı yapılması gerekliliğindendir) . - Ben anımsı­
yorum; bu şu demektir: ben şu anda, kendisi artık orta­
da olmayan bir şeyi yaşıyorum. Geçmiş bir serüvenle
şimdiki yaşamım arasında bir bağlantı kuruyorum. Bu,
her hatıra için geçerlidir. Diyelim ki bir insanla karşılaş­
tım ve dün tanışmış olduğumdan onu tanıdım. Eğer
dünkü algımla oluşturduğum imgeyle bugünkü izlenimi­
mi birleştiremeseydim, bu insan benim için tümüyle bir
yabancı olacaktı. Bugünkü imgemi bana veren algım,
yani duyumsal yapımdır. Peki, ama bana dün olanı be­
nim ruhuma işleyen büyücü kim? O içimdeki, gerek
dünkü, gerekse bugünkü serüvenimde h azır bulunan
varlıktır ki bu kitapta ruh diye adlandınldı. Geçmişin bu
sadık koruyucusu olmasaydı, her dış etken, insan için
her seferinde yeni bir etken olurdu. Kesin olan şu ki,
ruh bir süreci anılaştırdığında, bedeni sanki bir işaretle
damgalar; ama daha sonra, aynı dış dünyayı algıladığı gi­
bi kendi damgasını da algılayan gene ruhtur. Bu neden­
le anının koruyucusu da ondan başkası değildir.
Geçmişin koruyucusu olarak ruh durmadan tin için
zenginlikler toplar. Doğruyla yanlışı ayırt edebilmem, dü­
şünen bir varlık olarak gerçeği tinde kavrayabilmemden

74
T i n i n YEni oEn BEDEnLEnhıEsi VE YAıcı

kaynaklanır. Gerçek ebedidir; ben geçmişi sürekli göz­


den kaybetsem de, her izlenim benim için ilkmiş gi bi ol­
sa da, o bana her seferinde, şeylerde kendini gösterebi­
lecek yetenektedir. Ama içimdeki tin yalnızca halihazır­
daki izlenimlerle kısıtlanmış değildir; ruh onun görüş
açısını genişlettiğinden, geçmişi de görebilir. Ve ruh u n
o n a geçmişten katkılarda bulunduğu oranda da zengin­
leşir. Böylece ruh, bedenden aldığını tine aktarır. - Bu
nedenle insanın tini, yaşamının her anında içinde şu iki
şeyi taşır: Birincisi gerçek ve iyinin öncesiz-sonrasız ya­
salannı, ikincisi de geçmişin anılannı. Her yaptığını bu
iki etmenin etkisi altında gerçekleştirir. İ nsan tinini anla­
mak istiyorsak onu iki açıdan tanımalıyız: Birincisi önce­
siz sonrasızlığının onda ne ölçüde açığa çıktığı, ikincisi
de içinde geçmişten ne kadar zenginlik banndırdığı.
Tin için bu zenginlikler asla değişmeden kalmazlar.
i nsanın serüvenlerinden kazandığı izlenimler giderek
bellekten silinir. Ama meyveleri kalır. İnsan çocukluğun­
da okuyup yazma sanatını öğrenirken başından geçenle­
rin tümünü anımsamasa da bunlar yaşanmamış ve mey­
veleri beceriler olarak kalmamış olsaydı, okuyup yaza­
mazdı. işte tinin bellek hazinesinde gerçekleştirdiği dö­
nüşüm budur. Tek tek serüvenlerin imgeye götüren şey­
lerini kendi yazgılarına bırakıp, içlerinden yalnızca yete­
neklerini yükseltecek olan gücü kendine mal eder. Böy­
lece hiçbir serüven yararlanılmadan gelip geçmez: Ruh
onu anı alarak korur, tin de ondan yeteneklerini, yaşa­
mının içeriğini zenginleştirebilecek gücü emer. insanın
tini özümlenen yaşantılarla gelişir. - Geçmiş serüvenler
tinde, sandık odasında gi bi saklanamasalar da etkileri,
insanın edindiği becerilerde kendini gösterir.
*

Tin ve ruh, şimdiye değin yalnızca doğum ve ölümün


sınırladığı süre içinde gözlendi. Burada durmak olmaz.
Bununla yetinen, insan bedenini de yalnızca kendi sınır­
ları içinde görmek isteyene benzerdi. Kuşkusuz bu sınır­
lar içinde de çok şeyler bulunabilir. Ama o zaman do-

75
TE0l0 F İ ı RU D0LF S T E İ n E R

ğum ile ölüm arasında kalandan insan biçemini açıkla­


mak artık asla mümkün olmaz. Görünümün kendini,
yalnız fiziksel özdek ve güçlerle oluşturması olanaksız­
dır. Ancak kendine benzeyen bir diğer biçemden, üreye­
rek oluşabilir. Fiziksel özdek ve güçler yaşam süresince
bedeni oluştururlar: üreme güçleri on unla aynı biçemi,
yani aynı yaşam bedeninin taşıyıcısı olabilecek bir baş­
ka varlığın üreyebilmesini sağlar. - Her yaşam bedeni,
ondan önce gelen atalannın bir yinelenmesidir. Yalmzca
böyle olduğu için herhangi bir biçemi değil, kalıtımla
kendisine geçeni alır. Benim insan biçemimi olası kılan
güçler, atalanmda da vardı. Ama insan tini de kendine
göre bir biçem içinde görünür (buradaki biçem kavramı
doğal olarak tinsel bir kavramdır) . Ve tin, her bir insan­
da akla gelebilecek en değişik biçemleri alır. İ ki insanın
bile tinsel biçemi hiçbir zaman aynı olamaz. Bu alan da
fizikseldeki gibi sakin ve objektif bir izleme gerektirir.
lnsanlann tisel gelişmelerindeki farklılıkların yalnız çev­
re, eğitim vs. gibi farklılıklarından kaynaklandığı ileri sü­
rülemez. Hayır, bu gerçekten de olanaksızdır; çünkü ay­
nı çevre, eğitim vs. gibi etkenler altındaki iki insan tü­
müyle farklı gelişebilir. Bu nedenle yaşam yollanna, bir­
birlerinden çok ayn özelli klerle girdiklerini kabul etmek
gerekir. - Burada, önemi kavrandığında insanın özvarlı­
ğına ışık tutacak bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Görüşle­
rini yalnızca maddesel oluşumlara yönlendirmek iste­
yenler, insan kişili klerindeki bireysel farklılıkların, öz­
deksel tohumlann yapılarındaki farklılıklardan kaynak­
landığını ileri sürebilirler. (Ve böyle bir görüş, Gregor
Mendel'in bulup, diğerlerinin geliştirdiği kalıtım yasalan
da göz önünde bulundurulursa, bilimsel anlamda doğru
olduğu izlenimini bile verebilir). Ne var ki böyle yargıla­
yan, insanın serüvenleri ile arasındaki gerçek ilişkiyi an­
lamıyor demektir. Çünkü objektif bir gözlem, dış etmen­
lerin değişik kişilerde asla dolaylı olmayan özdeksel ge­
lişme ile etkileşim içine değişik bir şekilde girdiğini gös­
terecektir. Konuya gerçekten sağın yaklaşan araştırma­
cı, özdeksel yatkınlıklanndan kaynaklananın, insanla se-

76
Ti n i n VEnl oEn 8 E D EnLEnntnl VE VAi!C I

rüvenleri arasındaki karşılıklı ilişkide oluşanlardan ayrıl­


dığını, çünkü bunlann ancak ruhun kendisi bu karşılıklı
ilişkiye girdiğinde gerçekleşebileceğini görür. Besbelli ki
ruh , öz-yapısı gereği dış dünyada, özdeksel tohumlarla
bağlantısı olamayacak bir şeyle ilişkidedir.
İnsanlar fiziksel biçemleriyle, yeryüzünü paylaştıktan
hayvanlardan aynlırlar. Ama gene biçemleri açısından,
belirli bir noktaya kadar birbirleriyle benzeşirler. Yalnız
bir insan cinsi vardır. Irk, soy, halk ve kişilikler ne kadar
değişik olursa olsun, insanla insan arasındaki benzerlik,
insanla herhangi bir hayvan cinsi arasındaki benzerlik­
ten çok daha büyüktür. İnsan cinsinde belirgin olan her
şey, kalıtımla atalardan torunlara geçmiştir. Ve insanın
biçemi de bu kalıtıma bağlıdır. Aslan nasıl biçemini as­
lan atalanndan alıyorsa, insan da biçemini ancak insan
atalarından alabilir.
İnsanlann fiziksel benzerlikleri kadar tinsel biçemle­
rinin farklılığı da, önyargısız tinsel bir bakış için açık se­
çiktir. - Apaçık ortada olan bir gerçek bunu kanıtlar: Her
insanın bir yaşam öyküsünün olması. İnsanın yalnız tü­
re bağlı bir varlık olsaydı, yaşam öyküsü olamazdı. Bir
aslan ya da güvercin, ilgiyi aslan ya da güvercin türüne
ait oluşlanyla çekerler. Türlerinin özelliklerini tanımladı­
ğımda tek tek varlıklar da esas olarak anlaşılmış olu rlar.
Baba, oğul ya da torun oluşlarının pek bir önemi yoktur.
insanın anlamıysa, tür ya da cins değil, birey olduğu yer­
de başlar. Krahwinkel'li Bay Schulze'nin özvarlığını kav­
ramam için oğlunu veya babasını tanımlamam yeterli
değildir. Onun kendi yaşam öyküsünü bilmem gerekli­
dir. Yaşam öyküsünün temel niteliği üstünde düşünen,
tinsel anlamda her insanm başlı başma bir tür olduğu nu
görür. - Doğal olarak, yaşam öyküsünü yalnızca yaşanı­
lan serüvenlerin yüzeysel bir sıralaması olarak değerlen­
direnler, insan gibi köpeğin de yaşam öyküsünü yazabi­
leceklerini ileri sürebilirler. Ama yaşam öyküsünde insa­
nın kendine özgülüğünü bütün gerçekliğiyle dile getiren,
onda, hayvanlar dünyasında tüm bir cinsi kapsayacak

77
TE0l0 F İ ı RUD0 L F STE i n ER

bir şeyin var olduğunu görecektir. El bette bir hayvan


için de -özellikle de akıllıysa- yaşam öyküsüne benzer
bir şeyler söylenebilir, ama belirleyici olan, insan yaşam
öyküsür:ıün, bu bir hayvan yaşam öyküsünden çok hay­
van cinsinin açıklanmasına uymasıdır. Hayvan bakıcıla­
rının aynı cins hayvanlarda bireysel ayrılıklar gözledikle­
ri bilinir. Bunu ileri sürerek yukarıda söylenenlere karşı
çıkanlar olabilir. Böyle düşünenler, bireysel değişiklikle
yalnız bireysellikten gelen değişiklik arasındaki farkı an­
lamamış demektir.
Nasıl fiziksel anlamda türün ya da cinsin anlaşılabil­
mesinin, kalıtımda sınırlılığının kavranmasına bağlıysa,
tinsel özvarlık da ancak ona benzer bir tinsel kalıtımla
anlaşılabilir. Fiziksel insan biçemimi insan atalardan ge­
lişime borçluyum. Peki yaşam öykümdeki kendine özgü­
lük nereden geliyor? Fiziksel insan olarak atalarımın bi­
çemini tekrarlarım. Peki tinsel insan olarak neyi tekrar­
larım? Yaşam öykümde görü nenin açıklanmasına gerek
olmadığını, olduğu gibi kabul edilip geçilebileceğini sa­
vunanlar varsın canlı insanın, toprak bir tepede madde
kütlelerinin sıkışıvermesiyle, tamamen kendi kendine
oluştuğunu gördüklerini de ileri sürsünler.
Fiziksel insan olarak diğer fiziksel insanlardan geliyo­
rum, çünkü insan türünün tümünün biçemine sahibim.
Demek ki bir türün özellikleri, o türün içinde, kalıtımla
elde edilebiliyor. Tinsel insan olarak, bir yaşam öykü­
mün olduğu gibi, kendime özgü tinsel de bir biçemim
var. O halde bu biçemi de, kendimden başka kimseden
almış olamam. Muğlak olmayan, çok belirgin olan ve ya­
şam öykümde dile gelen, yaşam yolumu belirleyen ruh­
sal yeteneklerle dünyaya geldiğime göre, kendi üzerim­
deki çalışmalarım da doğumumla başlamış olamaz. Tin­
sel insan olarak doğumumdan önce de var olmuş ol­
mam gerekir. Kuşkusuz atalarımın içinde yaşamıyor­
dum, çünkü tinsel insanlar olarak onlar benden değişik­
ler. Yaşam öykümü onlarınki yoluyla açıklamak olanak­
sız. Olsa olsa, tinsel bir varlık olarak, yaşam öyküsü be-

78
T i n i n YEnl DE n B E D E n LE n lh ESI VE YAZGI

nimkini açı klayan bir başka varlığın yinelenmesi olabili­


rim. Bu noktada bir başka, ilk olarak aklımıza gelen ola­
sılık, yaşam öykümün içeriğini oluşturanları, yalmz do­
ğum öncesi (ya da döllenme öncesi) bir tinsel yaşama
borçlu oluşu m. Böyle bir görüş ancak, insan ru hunu fi­
ziksel çevreden etkileyenle, ruha salt tinsel dünyadan
gelen etkiler aynı türden olsalardı, geçerlilik kazanabilir­
di. Böyle bir iddia, gerçeklen sağın bir gözlemin sonuç­
larıyla uyuşmuyor. Çünkü bu fiziksel çevreden insan ru­
hunu belirleyen, onu sanki, fiziksel dünyada daha önce
duyumsadığı bir şeyi sonradan gene duyumsadığında
olanlar gibi etkiliyor. Bu ilişkileri doğru gözlemleyebil­
mek için insan yaşamında ruhun istidatlarına etkin olan
bazı izlenimleri gözden kaçırmamayı başarmak gerekir.
İnsan bazen yeni bir işe giriştiğinde, bu işi daha önce
yapmış olduğu izlenimine kapılır; ne var ki bu tip izle­
nimler, gerçekten bu yaşamda yapılmış olanlardan değil,
alıştırmayla geliştirilmiş beceriler gi bi, elde edilen ruhsal
temayüllerden kaynaklanırlar. Böyle şeylerin farkına va­
rabilen kişi, şimdiki yaşamdan önce bu dünyada yaşa­
mış olunmasının gerekliliğini görür. Düşündüğünde, ya­
şam öncesi salt tinsel yaşantıların şimdiki dünyevi yaşa­
mı açıklamaya yeterli olmadığını anlar. - Schiller'i n taşı­
dığı fiziksel biçem, atalarının mirasıydı . Ama bu fiziksel
biçemin, topraktan bitmiş olmasının olanaksız olması
kadar, onun, Schiller'in tinsel özvarlığı olması da olanak­
sızdır. Schiller'in beden biçeminin insani üremeyle açık­
lanabilmesi gibi tinsel özvarlığı da, Schiller'in yaşam öy­
küsünün açıklanabileceği bir başka tinsel varlığın yine­
lenmesi olmalıdır. - Yani insanın fizik varlığının, insansal
cins-özvarlıklarının tekrar ve tekrar yinelenmesi, yeniden
bedenlenmesi gibi, tinsel insanın da, aym tinsel insan ın
yeniden bedenlenmesi olmalıdır. Çünkü, belirtildiği gi bi
tinsel insan olarak herkes, kendi öz-cinsini oluşturu r.
Burada söylenenlere, salt varsayım oldukları ileri sü­
rülerek karşı çıkılıp, fen bilimlerinden alışık olunduğu
üzere kanıtlar istenebilir. Buna cevap vermek için, tinsel
insanın yeniden bedenlenmesinin dış fiziksel gerçeklik-

79
TE0� 0 F i ı RUD0 L F STEinER

lere ait olmadığı, salt tinsel bir gelişme olduğu belirtil­


melidir. Ve düşünme dışında hiçbir olağan tinsel gücü­
müzün bu alana giriş olanağı yoktur. Düşünmenin gücü­
ne güvenmek istemeyen, yüksek tinsel gerçekli kleri de
anlayamaz. -Yukarıdaki düşünceler, tinsel gözü açılma­
mış birisini, fiziksel gözleriyle izlediği bir olayla aynı güç­
te etkiler. Doğa bil imlerinin yöntemiyle elde edilen "ka­
nıtları", yukarıdaki yaşam öyküsünün anlamıyla ilgili
söylenenlerden daha inandırıcı bulan birisi, alışılmış an­
lamda büyük bir bilim adamı olsa da, gerçek tinsel araş­
tırma yolundan çok uzaktadır.
En düşündürücü ön yargılardan biri de, bir insanın
tinsel özelliklerinin anne, baba ya da diğer atalarından
kalıtımla geldiğinin açıklanmaya çalışılmasıdır. Örneğin,
Goethe'nin özvarlığını anne ya da babasından kalıtımla
geçen özelliklerin belirlediğini savunan birisine bir şey­
ler anlatmak çok güçtür, çünkü böyle insanlarda ön yar­
gısız gözleme karşı derin bir antipati vardır. Özdekçi bir
telkin, olayların bağlantılarını doğru bir ışıkta görmeleri­
ni engeller.
Bu açıklamalar, insan varlığını doğum ile ölümün öte­
sinde izleyebilmek için gerekli ön koşulları getirdi. İnsan,
doğumla ölümün sınırları içinde üç dünyaya, bedenselli­
ğe, ruhsallığa ve tinselliğe bağlıdır. Ruh, bedenle tin ara­
sındaki orta halkadır; bedenin üçüncü örgeni olan ruh­
bedeni duyumsama yeteneğiyle doldururken, tinin birin­
ci halkası olan tin-kendini de bilinç-ruhu haline dön üştü­
rür. Böylelikle yaşam boyunca gerek bedende gerekse
tinde payı vardır. Bu pay, ruhun tüm varoluşunda kendi­
ni gösterir. Duyum-ru hunun yeteneklerini nasıl geliştirdi­
ği. ruh-bedenin örgütleme tarzına bağlıdır. Ve tin-kendinin
onun içinde nasıl geliştiği de, bilinç-ruhunun yaşantısına
bağlıdır. Duyum-ruhu, ruh-bedenin yetkinliği oran ında dış
dünya ile ilişki kurabilir. Tin-kendi de, bilinç-ru hunca bes­
lendiği oranda zengin leşip güçlenir. Yaşam süresince ö­
zümlenen serüvenlerin ve bu serüvenlerin meyvelerinin
tin-kendini nasıl beslediği yukarıda gösterildi. Ruh ve tin

80
Ti n i n Y E n l o E n B E D E n LE n ıtı Esl VE YAZGI

arasındaki karşılıklı etkileşim, tabii ki yalnızca ruh ve ti­


nin birbirinin içine geçtiği, birbirine işlediği yerde, yani
"tin-kendi ile bilinç-ru hunun" bağlantısının içinde olasıdır.
Önce, ruh-bedenle duyum-ruhunun birbirlerini nasıl
etkilediklerini gözlemleyelim. Ruh-beden, sonuçlarımıza
göre, bedenin en rikkatli bölümü olmakla birlikte, gene
de ona ait ve ona bağımlıdır. Fiziksel-beden, eter-beden
ve ruh-beden, bir anlamda bir bütün oluştururlar. Bu ne­
denle ruh-beden, bedenin biçemini kazandığı fiziksel
kalıtım kurallarına dahildir. Bedenin en devinimli, aynı
zamanda en haşan şekli olduğundan, kalıtımında da de­
vinimli ve haşarı belirtiler göstermek zorundadır. Fizik­
sel beden, ırk, halk ve soy dışında fazla değişiklik gös­
termezken eter-beden, her insanda bireysel özellikler
göstermekle birlikte, genellikle hep aynıdır. Bunlara
oranla ruh-bedenin, bireylerdeki farklılığı çok daha faz­
lad ır. İnsan ın dış, kişisel kendine özgülüğü olarak du­
yumsadığımız şey onda kendini gösterir. Anne, baba,
büyükanne, büyükbaba ve atalardan kalıtımla gelen ki­
şisel özgünlüğü taşıyan da gene ruh-bedendir. - Ruh, da­
ha önce söylendiği gi bi, tümüyle kendi yaşamını sürdü­
rür; eğilim ve ikrahları, duygu ve tutkularıyla içine kapa­
lıdır. Fakat bir bütün olarak etkin olduğundan, bu bütün­
lük duyum-ruhunda da görülür. Ve ruh-beden, d uyum-ru­
hu ona işleyip ayn ı zamanda içine dolduğundan, giderek
ruhun yapısına göre biçimlenir ve kalıtım taşıyıcı olarak
eğilim, tutku ve benzerlerinin atalardan torunlara geç­
mesine yol açabilir. Goethe'nin "Babamdan endamımı
ve yaşamı ciddiye alışımı, anneciğimden de neşemi ve
düş kurma sevgimi aldım", demesi de bundan ötürüdür.
Goethe'nin dehası ise tabii ki ne anne ne de babasından
gelmiştir. İnsanın ruhsal özelliklerini aynı zamanda fizik­
sel kalıtıma nasıl aktardığını böylece görmüş oluyoruz. -
Fiziksel bedenin tüm özdek ve güçleri, tüm çevredeki fi­
ziksel doğada da aynı şekilde bulunur. Beden onları sü­
rekli çevresinden alır ve geri verir. Fiziksel bedenimizi
oluşturan özdek kitle, birkaç yıl içinde tümüyle yenile­
nir. Bu özdek kitlenin insan bedeninin biçemini alıp, bu

81
TE0 Z 0 F İ ı RU D0LF STEi nER

bedenin içinde durmadan yenilenmesini, onu bir arada


tutan eter-beden sağlar. Ve biçemi, yalnızca doğum -ya
da dölleniş- ile ölüm arasındaki gelişmelerden değil, do­
ğumla ölümü aşan kalıtım yasalarından kaynaklanır. Ka­
lıtım yoluyla ruhsal özelliklerin de aktarılabilmeleri, yani
fiziksel kalıtımın ruhsal bir aksan kazanması, duyu m-ru­
hunun ruh-bedeni etkilemesiyle olasıdır.
Peki, ruh ve tin arasındaki karşılıklı etkileme nasıl
gerçekleşir? Tin, belirtildiği gibi yaşam süresince ruha
bağlıdır. Ruh, ondan gerçekte ve iyide yaşama yeteneği­
ni alır ve böylelikle kendi yaşamında eğilim, itki ve tut­
kularında, tinin kendisini ifade etmesini sağlar. Tin-ken­
di N ben"e, tin dünyasından gerçek ve iyinin ebedi yasa­
larını getirir. Bunlar, ruhsal iç serüvenlerle bilinç-ruhu
yoluyla bağlantılaşırlar. Bu serüvenler gelip geçicidir.
Ama meyveleri kalır. Tin-kendinin onlarla bir zamanlar
bağlantılaşmış olması, kendinde kalıcı bir etki yapar. in­
san tini, daha önce bağlanmış olduğu böyle bir serüve­
ne benzer bir serüvenle karşılaştığında, onda tanıdık bir
şey bulur ve ilk kez yaşadıklarına kıyasla farklı davranır.
Öğrenmek, tamamen budur. Ve edinilen beceriler, öğ­
renmenin meyveleridir. - Ebedi tine bu şekilde geçici ya­
şamın meyveleri işlenir. - Bizler bu meyveleri algılamak­
ta değil miyiz? Yukarıda tinsel insan için tipik olduğu
söylenen temayül nereden geliyor? Yalnızca ve yaln ızca,
insanın dünyevi yaşam yoluna başlarken yanında getir­
diği şuna ya da buna olan yeteneğinden. Bu yetenekler,
insanın yaşam süresince edinebildiklerine bir bakıma
benziyorlar. Bir insanın dehasını ele alalım. Mozaıt'ın
çocukluğunda, uzun bir müzik eserini belleğinden yaza­
bilmesi için bir kez duymasının yeterli olduğu biliniyor.
Ama yalnızca, bir defada eserin bütününü kavrayabildi­
ği için başarılıydı. İnsan kısıtlı da olsa, kavrayış. bağlan­
tıların özüne varış gibi yetenekleriyle yaşam süresince
yeni yetenekler geliştirebilir. Lessing kendinde, eleştirici
gözlem yeteneği sayesinde dehaya yakın bir şey geliştir­
diğinden bahseder. Yeteneklerden kaynaklanan bu tür
becerileri mucize olarak görüp şaşmak yerine onları, tin-

82
T i n i n YEnl oEn B E o EnLEnDıEsl VE YAzcı

kendinin ruh yoluyla edindiği serüvenlerin meyvesi ola­


rak ele almalıyız. Tin-kendine işlenmiş olan yetenekler,
bu yaşamda işlenmediklerine göre daha önceki bir ya­
şamda işlenmiş olmalı . insan tini, kendi kendisinin türü­
dür. Ve insan, fiziksel tür-varlık olarak nasıl fiziksel özel­
liklerini bağlı olduğu türden alırsa, tin de özelliklerini
kendi türünden, yani kendinden alır. Bir yaşamda insan
tini, geçmiş yaşamlanndaki geçmiş serüvenlerinin mey­
veleri ile kendi kendinin bir tekrandır. Demek ki bu ya­
şam, öncekilerin bir yinelenmesidir ve tin-kendinin da­
ha önceki yaşamlarda kazandıklarını taşır. Tin-kendi,
meyve olabilecek yeni bir şey kazandığında, içi yaşam­
tiniyle dolar. Nasıl yaşam-bedeni, biçemi türden türe yi­
neliyorsa, yaşam-tini de ru hu, kişisel varoluştan kişisel
varoluşa yineler.
Bu gözlemler sonucunda insanın yaşamındaki bazı
gelişmelerin nedenlerini, yeryüzü yaşamının yinelenme­
sinde arayan tasarım geçerlilik kazanıyor. Kuşkusuz bu
tasarım tüm anlamını, tinsel görüşten kaynaklanan bir
gözlemle kazanabilir. Tinsel görüş yeteneğinin nasıl elde
edilebileceğiyse, bu kitabın son bölümü olan kavrayış
yolunda açıklanacak. Bu rada yalnız düşünebilmeyle
doğru yönlendirilmiş bir gözlemin de, bu tasarı geliştire­
bileceği gösterilmek istendi. Gerçi böyle bir gözleme
şimdilik tasarı belli ölçüde flu bırakacak ve onu, doğru
düşüncenin yönlendirmediği gözlemcilerin saldırıların­
dan koruyamayacaktır. Ama öbür yandan tasarına, sıra­
dan bir düşünce tarzıyla yaptığı gözlemle ulaşan birinin,
duyu üstü gözleme hazır olduğu doğrudur. Böylece, tıp­
kı duyusal gözlemen önce gözlerin gerekli olması gibi,
duyu üstü gözlemden önce gerekli olan bir şeyi bir an­
lamda geliştirmiş olur. Böyle bir tasarla duyu üstü gözle­
mi kendi başına yapabileceği hüsnükuruntusuna kapılı­
yor, görüşüyle karşı çıkan, gerçeğe özgür düşünceyle
yaklaşamadığını ve karşı koyuşlarının da, kendi hüsnü­
kuruntusu olduğunu kanıtlar.

83
TE0Z0 F İ ı RUD0LF STEİ nER

Ruhsal serüvenler böylece yalnız doğum ve ölümün


sınırları içinde değil, ölümün ötesinde de korunu rlar.
Ama ruh, yaşantılarını yalnız içinde parlayan tine değil,
açıklandığı gibi ( bkz. sayfa 7 1 ve devamı) eylemleriyle
dış dünyaya da aktarır. İnsanın dünkü eylemi, etkisiyle
bugün de vardır. Neden-sonuç bağlan tısının bu anlamda
bir imgesi, uyku ve ölümün karşılaştınlmasında görülür.
- Uykuya sık sık ölümün küçük kardeşi denmiştir. Sabah
kalkarım. Süregelmiş gü nlük etkinliklerim gece tarafın­
dan bölünmüştür. Olağan durumlarda sabah kalkınca,
bu etkinlikleri lalettayin bir yerinden yeniden ele almam
olanaksızdır. Yaşamımda düzen ve anlam olmasını isti­
yorsam, dün yaptıklarımla bir bağlantı kurmam gerekir.
Dünkü eylemlerim bugün yapacaklarımın önkoşullarıdır.
Böylece dün yaptıklarımla bugünkü yazgımı hazırlarım.
Gece beni bir süre için etkinliklerimden uzaklaştırır. Fa­
kat yaptıklarım bana aittirler ve bir süre uzak kaldıktan
sonra ben i gene kendilerine çekerler. Geçmişim bana
bağlı kalır; şu anımda yaşamaya devam etmektedir ve
geleceğimde de bana eşlik edecektir. Dünkü eylemlerim
bugünkü yazgım olmasaydı, sabah yalnızca uyanmayıp,
yeniden, yoktan var edilmem gerekirdi. Kendim için
yaptırdığım bir eve, durumda herhangi bir olağanüstü­
lük olmad ığı halde taşı nmamam, anlamsız olmaz mıydı?
İnsanı nasıl sabah uyandığında yeniden yaratılmıyor­
sa, insan tini de dünyevi yaşamına başladığında yeniden
yaratılmaz. Yaşam yoluna başlandığında neler olduğunu
anlamaya çalışalım: Ortaya, biçemini kalıtım yasalarıyla
kazanan fiziksel bir beden çıkar. Bu beden, eski bir ya­
şamı yeni bir biçem içinde yineleyen bir ti nin taşıyıcısı­
dır. Bu ikisinin arasında, kendi içine kapalı yaşamını sür­
düren ruh yer alır. Temayülleri ve ikrahları, istek ve tut­
kuları ruha hizmet eder; düşünmeyi de hizmetine alır.
Duyum-ruhu olarak dış dünyanın izlenimlerini alır, onla­
rın meyvelerini sürekli toplayabilmesi için tine taşır. Ru­
hun aynı zamanda aracılık rolü vardır ve bunu gerçekleş­
tirdiğinde, görevini yerine getirmiş olur. Beden in, onun
için biçimlendirdiği izlenimleri duyumlara dönüştürür, ta-

84
T i nin YEnioEn B EDEnLEnlh E s i VE YAz G ı

sarımlar olarak bellekte saklar ve sürekl ilikte taşıması


için tine teslim eder. Aslında ruh, insanın, dünyasal yaşa­
mıyla arasındaki bağlantıdır. İnsan bedeniyle fiziksel in­
san türünün bir örgenidir. Tiniyle daha yüksek bir dünya­
da yaşar. Ruh, belirli sürelerde bu iki dü nyayı birleştirir.
Ama insan tini için fiziksel dünya yabancısı olduğu
bir seyir alanı deği ldir. Eylemlerinin izleri buraya damga­
larını vurmuşlardır. Bu seyir alanında bir yerler ona ait­
tir. Varlığının izlerini taşır. Onunla akrabadır. Ruhun, on­
da süreklilik kazanmaları için bir zamanlar dış dünyanın
izlenimlerini tine getirdiği gibi, tinin organı olarak kazan­
dığı yeteneklerle, etkileri kalıcı olan eylemlerde bulunur.
Ruh böylelikle gerçekten bu eylemlere akar. İnsan ruhu,
eylemlerinin etkileriyle ikinci ve bağımsız bir yaşam sür­
dü rür. Yazgısal gelişmelerin bu yaşama nasıl gi rdiklerini
anlamaya çalışalım: İnsanın "başına bir şey gelir". Baş­
langıçta, bu "başına gelenin" bir "rastlantı" sonucu ha­
yatına girdiğini düşünmek eğili mindedir. Kendisinin tüm
bu "rastlantıların" bir sonucu olduğunun farkına ise, ge­
ne kendisi varabilir. Kendini kırkıncı yaşında gözleyen
ve anlamsız soyut bir ben düşüncesiyle yetinmek iste­
meyen birisi şöyle söyleyebilir: Ben, şimdiye kadar yaz­
gım nedeniyle "başıma gelenlerin" sonucundan başka
bir şey değilim. Örneğin yirmi yaşında, yaşadıkları m ı de­
ğil de başka şeyler yaşasa idim, bugün bir başka insan
olmaz mıydım? Böyle düşünen birisi "ben"ini, yalnız
"içinden" gelen gelişim dürtülerinde değil, yaşamını "dı­
şarıdan" biçimlendirmek yoluyla etkileyen olaylarda da
arayacaktır. "Başına gelenler"de kendi ben ini görecektir.
Böyle bir düşünce önyargısız kabul edildiği andan iti ba­
ren, yaşamın gerçekten de çok samimi gözleneceği bir
adımcık daha attığım ızda, benin dışarıdan kavrayı p anı­
nın da içerden etkilemeğe çalıştığı bazı yazgısal serü­
venlerde görülenin, geçmiş bir yaşantıyı yeniden açığa
çıkartmak adına olduğunu görürüz. Kaderin cilvelerini
algılama becerimizi geliştirip, ruhun daha önceki bir ey­
leminin "ben"e geri dönmesini görebiliriz; tıpkı anıların
bir dış neden olduğunda anımsanmaları gibi. Eylem so-

85
TE01!0 F İ ı RUD0 LF STEİnER

nuçlannm insan ruhuyla yeniden karşılaşmalannın "ola­


sı .. bir tasarı olduğu söylendi (karşılaştır s. 73). Her ye­
niden dünyaya gelişimizde bu belli eylem sonuçlarıyla
karşılaşma olası değil. çünkü o yeryüzü yaşamı, o eyle­
mi gerçekleştirmek amacıyla istenmişti. Yani, gerçekleş­
tirmek, yaşamakla eşdeğer olmuş ol uyor. Tam içinde
bulunmakta olduğumuz bir serüvenin anımsanmasının
olanaksızlığı kadar, eylemin belli bir sonucu da ruha ula­
şamaz. Demek ki burada yalnızca, " ben"in bu dünyaya
gelişinde sahip olduğu yeteneklerle buluşmayan bir ye­
tenekle gerçekleştirdiği eylem sonuçlannın yaşanması
söz konusu; yani ancak başka dünyaya gelişlerdeki ey­
lem sonuçlan söz konusu olabilir. İnsan, yazgısıyla, san­
ki bir rastlanbymış gibi karşılaştığında, onun ben ile
bağlantılı olduğunu, sanki benin "içinden" kendi kendi­
ne oluştuğunu duyumsarsa, bu dünyaya gelişinin daha
önceki dünyaya gelişlerindeki eylemlerin bir sonucu ol­
duğunu fark eder. Bir dünya yaşamının yazgısal serüven­
lerinin, önceki dünya yaşamlarının eylemleriyle bağlı ol­
duğu görüşü, olağan bilinç için gülünç bir varsayımdır.
Fakat içten, düşünceyle yönlendirilmiş bir d ünya kavra­
yışı sonucu, bu görüşe varılabilir. Bu tasanın da, yalnız
duyu üstü kavrayışla tüm içeriğini kazanacak, yoksa bir
değinme olarak kalacaktır. Ama olağan bilinçle kazanıl­
dığı halde ruhu, kendi gerçeğini duyu üstü gözlemle gör­
meye hazırlar.
Eylemimin yalnızca bir bölümü dış dünyadadır: diğe­
riyse içimdedir. Ben ile eylemin ilişkisini fen bilimden
yalınç bir karşılaştırmayla açıklamaya çalışalım: Gören
gözlerle Kentucky mağaralarında yaşamaya başlayan
hayvanlar, bir süre sonra görme yeteneklerini yitirdiler.
Sürekli karanlıkta yaşamak, gözlerini işlevsiz hale getir­
di. Bu gözlerde, normal görme sırasında oluşan kimya­
sal ve fiziksel gelişmeler durdu. Daha önce görmek için
kullanılan besin akımı da, akmasını başka organlara
kaydırdı. Bu hayvanlar, artık yalnız bu mağaralarda yaşa­
yabilirler. Kendi eylemleri, yani mağaraya çekilmeleri,
bundan sonraki yaşamlarının koşullannı yarattı. Göçleri,

86
Ti n i n YEniDEn B E D EnLEnDtEs l VE YA�cı

yazgılannın bir bölümünü oluşturdu. Bir kez eylemde


bulunan bir varlık, eylemlerinin sonuçlanyla kendini
bağlar. insan tini için de bu böyledir. Ruh ona bazı be­
cerileri ancak, eylemde bulunarak verebildi. Bu beceri­
ler de eylemlerle uyumludurlar. Yaptığı bir eylem ile ru­
hun içinde başka bir eylem yapmanın güçlü isteği can­
lanır, yani bu eylemin meyvelerini taşır. Ruh bunu, son­
raki eylem gerçekleşene kadar içinde bir zorunluluk ola­
rak taşır. Bir başka deyişle: Bir eylem ile ruha, bu eyle­
min sonuçlannı da gerçekleştirme zorunluluğu d amga­
lanır.
İnsan tini, gerçekten de eylemleriyle yazgısını h azırla­
mıştır. Daha önceki yaşamlarından birinde yaptıkları ile
bu yaşamda da bağlantı içindedir. - Şöyle bir soru orta­
ya atılabilir: Nasıl oluyor da insan tini yeni bir bedene
girdiğinde, daha önce yaşadığından tümüyle farklı, yeni
bir dünyaya gelebiliyor? Bu sorunun altında ancak, yaşa­
mı çok yüzeysel ele alan bir yazgı anlayışı yatabilir. Yer­
leşmek için Avrupa'dan Amerika'ya gitsem, yepyeni de
bir ortama girmiş olurum. Gene de Amerika'daki yaşa­
mım Avrupa'daki. önceki yaşamıma bağlıdır. Avrupa'da
makinist ya da banka memuru oluşum, yeni yaşamımı
biçimlendirecektir. Birinci durumda herhalde makineler­
le, ikincisinde bankalarla çevreleniıim. Demek ki önce­
ki yaşamım yeni ortamımı belirler, tüm çevresinden ken­
dine yakın olan şeyleri seçip alır. Bu, tin-kendi için de
böyledir. Yeni yaşamında, daha önceden yakınlaştığı
şeylerle çevrelenmeye zorunludur. - Bu nedenle uyku­
nun, ölümü çok iyi anlatabilecek bir imge olduğu söyle­
nebilir; çünkü insan uyurken, yazgısının kendini bekle­
diği sahneden uzaklaşır. Biz uyurken bu sahnede olaylar
devam eder. Ama bir süre için insanın onu etkileme ola­
sılığı yoktur. Gene de yeni bir gün başladığında yaşamı­
mız, önceki gündeki eylemlerimizin etkilerine bağlıdır.
Kişiliğimiz gerçekten de her gün yeniden eylem d ünya­
mızda bedenleşir. Gece bizden ayrılan, gündüz gene
çevremizdedir. - İnsanların daha önceki bedenlenmele­
rinde yaptıkları eylemlerde de bu böyledir. Bu eylemler

87
TE0Z0 F İ ı RUD0 LF STEİnER

insana, onun yazgısı olarak bağlıdır; tıpkı karanl ık mağa­


ralardaki yaşantının, bu mağaralara göçtüklerinden gör­
me yeteneğini kaybetmiş hayvanlarla hep bağlı kalacağı
gibi. Nasıl bu hayvanlar artı k yalnız göçtükleri yerde,
kendilerini içine soktukları şartlarda yaşayabil iyorlarsa,
insan tini de, sadece eylemleriyle kendi kendine yarattı­
ğı ortamda yaşayabilir. Olayların olağan gidişatı, dün
kendim ol uşturduğum ortamı bu sabah gene bulmamı
sağlar. Yeniden bedenleştiğimde, önceki yaşantı mın ey­
lemlerinin sonuçlarına uygun ortamı bulmamı da, tini­
min çevresindekilerle yakınlığı belirler. Buna göre ru­
hun, insan varlığında nasıl bir yer aldığı göz önüne geti­
rilebilir. Fiziksel beden, kalıtım yasalarına bağlıdır. İnsan
tininin ise, du rmadan ve du rmadan yen iden bedenlen­
mesi gerekmekte. Bağlı olduğu yasa gereği de, önceki
yaşamın meyvelerini bir sonrakine taşır. Ruh şimdiki za­
manda yaşar. Ama şimdiki yaşamı, öncekinden bağım­
sız değildir. Bedenlenen tin yazgısını önceki bedenlen­
melerinden getirmiştir ve bu yazgı, yaşamı belirler. Ru­
hun hangi izlenimlerinin olabileceği, hangi arzularının
gerçekleşebileceği, hangi sevinç ya da acıyı taşıyabilece­
ği, hangi insanlarla bir araya gelebileceği; bütün bunlar
tinin daha önceki bedenlenmelerindeki eylemlerine
bağlıdır. Ruhun önceki yaşamlarından birinde bağlandı­
ğı insanları, daha sonraki yaşamlarında gene bu lması
gerekecektir, çünkü aralarında gelişen eylemleri sonuç­
landırmaları gerekecektir. Bir ruh, belirli zamanda yeni­
den bedenlenme isteği duyduğunda, ona bağlı ruhlar da
bedenlenmek isteyeceklerdir. Yani ruhun yaşamı, insan
tininin kendi yarattığı yazgının bir sonucudur. İnsan ya­
şamı, doğumla ölüm arasında üç biçimde belirlenir. Ve
böylel ikle doğu mla ölüm ötesindeki faktörlere üç şekil­
de bağımlıdır. Beden kalıtım yasasına, ruh kendi yarattı­
ğı yazgıya. İnsan ın kendi yarattığı bu yazgıya, eski de­
yimle karma denir. Tin ise yeniden bedenlenmek, dün­
ya yaşamını yinelemek zoru ndadır. - Buna göre tin, ruh
ve bedenin ilişkisi şöyle açıklanabilir: Tin geçici değildir;
doğum ve ölüm fiziksel dünyada bedenin yasalarına

88
Tinin Y E nioEn BEDEnLEnıtı Esl VE YAz c ı

uyarlar; yazgıya bağımlı ruhsal yaşam ise, bu ikisini yer­


yüzü yaşamı sırasında birbirine bağlar. İnsanın özvarlı­
ğıyla i lgili daha öte kavrayışlar, insanın ait olduğu "üç
dünyayı" tanımakla olasıdır. Bir sonraki bölüm bu konu­
ya ayrı ldı.
Yaşamı iyice gözleyerek oluşturduğu düşünceleri so­
nuna kadar izlemekten çeki nmeyen birisi, salt mantıkla,
yinelenen yeryüzü yaşamına ve yazgı yasalarına varabi­
lir. Nasıl tinsel gözle görebilen için geçmiş yaşamlar açık
bir kitap gibi okunabilirse, gerçeğin, gözleyen bir akılda
ışıyabileceği de bir gerçektir. *

• Kitabın sonundaki "Bazı Notlar ve Eklemeler" bölümüyle karşılaştırınız.

89
3. BÖLÜM
ÜÇ DÜNYA

ı. Ruh Dünyası

özlemlerimizde insanın üç dü nyaya bağlı olduğunu


Ggördük. İnsan, bedenini oluşturan özdek ve güçleri
fiziksel dünyadan sağlar. Bu dünyayı d ış fiziksel duyula­
rıyla algılayarak tanır. Yalnızca bu duyulara güvenip, yal­
nızca onların algı yeteneğini geliştirenlerin diğer iki dün­
yayla, ruhsal ve tinsel dünyayla tanışması olanaksızd ır. -
Bir insanın herhangi bir şeyin ya da varlığın gerçekliğine
ikna olabilmesi için onu algılayabilecek bir algı organı,
bir duyuya sahip olması gerekir. - Buradaki gibi yüksek
algı organlarına tinsel duyular denmesi, kolaylıkla bazı
yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Çünkü "duyu" sözcüğü
ister istemez "fizikseli" çağrıştırır. Zaten fiziksel dünyaya
da, "tinsel"in zıddı olarak "duyusal" dünya denir. Bu tür
yanlış anlaşılmaların önlen mesi için burada "yüksek du­
yulardan" yalnız karşılaştırmalı olarak söz edileceğini
belirtelim . Fiziksel duyuların fizikseli algıladıkları gibi
tinsel ve ruhsal duyular da, tinsel ve ruhsalı algılarlar.
"Duyu " deyimi ise ancak "algı organı" anlamında kulla­
nılacak. İnsanın ışığa duyarlı gözleri olmasaydı, ışık ve
renk hakkında bir kanısı olamayacaktı; sese duyarlı bir
kulağı olmasaydı da, sesleri tanımayacaktı. Alman filo­
zofu Lotze'nin bu konuda söyledikleri çok doğru : Hlşığa
duyarlı bir gözün ve sese duyarlı bir kulağm olmadığı bir
dünya, karanlık ve sessiz olurdu. Ağnya duyarlı diş sinir­
lerinin olmadığı bir dişin ağnmaması gibi, ışıksız ve tmı­
sız bir dünya olacaktı. " Burada söylenilen leri doğru de-
-

9.3
TE0�0 F İ ı RUD0LF STEİnER

ğerlendirebilmek için, yalnızca bedenlerinin sathına ya­


yılmış bir çeşit doku nma ya da duyu organlanyla algıla­
yabilen yalınç canlı varlıklara, insana kıyasla, yeryüzü­
nün ne kadar farklı göründüğünü düşünmek yeterlidir.
En azından bu varlıkların ışık, renk ve sesi, gözü ve ku­
lağı olan varlıklar gibi algılamadıklan kesindir. Bir tüfek
atışının havada oluşturduğu titreşimler, şayet üzerlerin­
den geçerse, .onları da etkiler. Ama ruhun bu hava titre­
şimlerini bir patlama olarak algılayabilmesi için kulak
gereklidir. Ve eter denen ince özdekteki bazı gelişmele­
rin ışık ve renk olarak algılanabilmesi de ancak gözle
olasıdır. - İnsanın bir şeyin ya da varlığın farkına varabil­
mesi için, o şeyin etkisini algılayabilecek bir organı ol­
ması gerekir. Goethe'nin şu sözleri, insanın gerçekliğin
dünyasıyla olan ilişkisini çok uygun bir biçimde dile ge­
tirir: "Aslında biz, bir şeyin doğasını ifade etmek için bo­
şuna uğraşıyoruz. Etkileri algılıyoruz, ve bu etkilerin tam
bir öyküsü, olsa olsa o şeyin doğasını kapsar. Bir insa­
nın karakterini de boşuna tanımlamaya çalışıyoruz; bu­
nun yerine tüm davranışlarını, eylemlerini bir araya ge­
tirsek, kişiliğinin bir imgesiyle karşılaşacağız. Renkler
ışığın eylemleridir. Eylemleri ve çektikleri . . . Renklerle
ışık birbirleriyle çok belirli bir ilişki içinde olsalar da her
ikisini de doğanın tümüne ait olarak düşü nmeliyiz; çün­
kü doğadır onlar yoluyla kendini gözün duyumsamasına
özellikle sunmak isteyen. Ayn ı zamanda tüm doğa, ken­
dini başka bir anlamda da keşfetmiş olur. . . Doğa bu şe­
kilde aşağıdaki başka duyulara, bilinen, yanlış anlaşılan,
bilinmeyen duyulara seslenir; böylece binlerce farklı gö­
rünümde kendine ve bize ulaşır. Doğa, dikkatli birisi için
hiçbir yerde ne ölü ne de dilsizdir. H Goethe'nin bu söz­
lerini, şeylerin ôzvarlığmı tanımanın olanaksız olduğu bi­
çiminde yorumlamak yanlıştır. Goethe, bir şeyin yalnız
etkileri algılandığında özvarlık bu etkilerin ardında gizli­
dir, demek istemiyor. Daha çok, "gizli bir varlık'"tan söz
edilmemesi gerektiğini ileri sürüyor. Varlık, kendini açı­
ğa vurduğu belirtilerin ardında gizli değildir. Tersine, bu

94
Üç Dü nvA

belirtilerle ortaya çı kar. Ama bu özvarlık genellikle öyle


zengindir ki, başka duyulara bambaşka biçemlerde de
görülebilir. Açığa vurulan belirtiler, varlığa aittir, ama du­
yuların sınırlılığı yüzünden varlığın tümü değildir. Goet­
he'nin bu düşüncesi, bu kitaptaki tin-bilim görüşle ta­
mamen uyuşmakta.
Bedende gözün ve kulağın algı organları olarak, be­
densel oluşumların duyum organ ları olarak gelişmesi gi­
bi, insan da kendinde, ruh ve tin dünyalannı ona açan
ruhsal ve tinsel algı organları geliştirebilir. Böyle yüksek
duyulan olmayanlar için bu dünyalar "sessiz ve karanlık­
tı�, tıpkı gözsüz ve kulaksızlar için bedensel dünyanın
"sessiz ve karanlık" oluşu gibi. İnsanın bu yüksek duyu­
larla ilişkisi, bedensel duyularla ilişkisinden biraz farklı­
dır. Bedensel duyuların tam gelişmesinin sorumluluğu­
nu genel olarak tabiat ana üstlenir. Yani, insanın bir kat­
kısı olmadan oluşurlar. Yüksek duyularının gelişmesi
için ama, kendi çabası gerekir. Ruh ve tin dünyasını al­
gılamak istiyorsa, ruhunu ve tinini geliştirmelidir, tıpkı
doğanın bedenini, çevresindeki bedensel dünyayı algıla­
yıp yolunu bulabilecek biçimde yarattığı gibi. Doğanın
kendisinin henüz geliştirmediği bu tür yüksek organlan
geliştirmek doğaya aykırı değildir; çünkü yüksek duyu­
larda insanın başardığı her şey doğaya aittir. Ancak in­
san, doğa onun elini bıraktığı gelişme düzeyi nde kalma­
lıdır diyenler, yüksek duyuların geliştirilmesini doğal bul­
mayabilirler. Böyleleri bu organların önemini, Ooet­
he'nin dediği anlamda "ne anlar ne de tanırlar". Bunla­
rın, ama insanın her türlü eğitimiyle de savaşmaları ge­
rekir, çünkü eğitimle de doğanın eseri geliştirmeye çalı­
şılmakta. Ve özellikle kör doğanların ameliyat edilmeye
karşı çıkmalan gerekir. Çünkü bu kitabın son bölümün­
de tarif edilen şekilde yüksek duyularını ortaya çıkaran
kişi, gözü açılmış bir körle aynı duyguları paylaşır. Artık
dünya ona fiziksel duyuların algılayamadığı yeni özellik­
ler, olaylar ve gerçekliklerle dolu olarak görünmeye baş­
lar. Bu yüksek organlarla gerçekliğe keyfi eklemeler yap-

95
TE0 z 0 F i , RUDOLF STEi nER

madığının, bilakis gerçekliğin önemli bir bölümünün bu


organlar olmadan kendinden gizli kalmış olacağını an­
lar. Bu ruh ve tin dünyaları, fiziksel dünyanın yanında ya
da dışında, mekansal olarak ondan ayrı bir yerde değil­
dir. Nasıl kör doğmuş birisine ameliyattan sonra, eski
karanlık dünya ışık ve renklerle parlamaya başlarsa,
ruhsal ve tinsel anlamda uyanan birisine de daha önce
yalnız bedensel olarak algıladığı şeyler ruhsal ve tinsel
özellikleriyle görünmeye başlarlar. Öte yandan bu dün­
yalar, ruhsal ve tinselliğe uyanmamış birisine tamamen
yabancı olan olay ve varlıklarla da doludur. - (Daha son­
raki bölümlerde ruhsal ve tinsel duyuların eğitilmesin­
den ayrıntılı bir biçimde söz edilecek. Şu anda önce bu
yüksek dünyaların kendileri tanımlanacak. Bu dünyaları
yadsıyan, henüz yüksek duyularını geliştirmediğini be­
lirtmekten başka bir şey yapmış olmaz. İnsanın gelişme­
si hiçbir evrede tamamlanmamıştır ve hep ileri gitmeli­
dir. )
Çoğunlukla farkına varmadan "yüksek duyuların" fi­
ziksel duyulara çok benzediği düşünülür. Oysa bu or­
ganların ruhsal ya da tinsel oluşumlar oldu kları kavran­
malı, yüksek dünyalardan algıladıklarımızın, sadece öz­
değin sis gibi incelmiş bir biçimi olduğu sanılmamalıdır.
Böyle beklentiler olduğu sürece, burada konu edilen
"yüksek dünyalar" hakkında açık seçik bir tasar gelişti­
rebilmek olası olmayacaktır. Algılanması gereken şeyin
fizikselin incelmiş hali olduğu önyargısı olmasayd ı, pek
çokları için "yüksek dünyaları" -başlangıçta, ama sade­
ce yalınç olarak- kavrayabilmek bu kadar güç olmazdı.
Bu önyargıları yüzünden uğraştıkları şeyin gerçekte ne
olduğunu anlamıyor, doyurucu olmayan, gerçek d ışı be­
lirti ler olarak değerlendiriyorlar. Doğal olarak, tinsel ge­
lişmenin daha yüksek basamaklarına tırmanmak kolay
değil, ama tinsel dünyanın doğasını kavramak -bu da az
bir şey değildir- ruhsalı ve tinseli gene fizikselin incelmi­
şi olarak görme önyargısından kurtulmadan olanaksız.
Nasıl yalnız fiziksel dış görünüşü hakkında fikrimiz

96
Üç DünYA

olan bir insanı tümüyle tanımıyorsak, bizi çevreleyen


dünyayı da yalnız fiziksel d uyularımızın algıladıklarıyla
tanıyamayız. Ve nasıl bir fotoğraf, fotoğraftaki kişiyi ya­
kından, ruhuyla tanıdığımızda bam başka bir anlam ve
canlılık kazanırsa, bedensel dünyayı da ancak ruhsal ve
tinsel temellerini tanıdığımızda anlayabiliriz. Bu neden­
le burada önerilen, daha yüksek dünyalardan, ruhsal ve
tinselden söz ettikten sonra fiziksel dünyayı tin-bilimsel
bakış açısıyla değerlendirmek.
İçinde bulunduğumuz kültürde yüksek dünyalardan
söz ederken bazı zorlu klarla karşılaşılıyor. Çünkü bu
kültür, her şeyden önce bedensel dünyayı kavrayışı ve
ona egemen oluşuyla kendini gösteriyor. Kullandığımız
sözcükler ilkin bu fiziksel dünyaya göre oluşmuş ve an­
lamlarını kazanmışlar. Ama bildik bir şeye istinat edebil­
mek için bu alışılmış sözcüklerden yola çıkmak zoru nlu .
Bu da yalnız dış duyularına güvenmek isteyenlerin pek
çok şeyi yanlış anlamaları için kapıyı bacayı açmış olu­
yor. - Tabii bazı şeyler ilkin sadece karşılaştırmalar ile
dile getirilebilir ve vurgulanabilir. Bu gereklidir de, çün­
kü bu benzetmeler, insanı yüksek dünyalara yönlendiri­
lebilip sonra kendi başına onlara erişmesine yardımcı
olacak bir yöntem. (Bu dünyalara nasıl erişilebileceğin­
den, yani ruhsal ve tinsel algılama organlarını geliştirme
yöntemlerinden daha sonra söz edilecek. Şimdilik karşı­
laştırmalarla yüksek dünyaların farkına varsın, sonra on­
ları görme yöntemlerini kendine göre geliştirmeyi düşü­
nebilir) .
Mide, kalp, ciğer ya da beynimizi oluşturup etkisi al­
tında bulunduran özdek ve güçlerin bedensel dünyadan
kaynaklanmaları gibi, itki, istek, duygu, tutku, dilek, du­
yum vb. gibi ruhsal özelliklerimiz de ruhsal dünyadan
kaynaklanır. İnsan ruhu, bu ruhsal dünyanın bir örgeni­
dir, tıpkı bedenin fiziksel dünyanın bir bölümü oluşu gi­
bi. Bedensel ve ruhsal dünyaların farklılıkları açıklan­
mak istenirse, ikincinin birinciye göre çok daha ince,
devinimli ve biçimlenebilir olduğu söylenebilir. Ama

97
TE0�0 F İ ı RUD0LF STE İ n ER

ruhsala girildiğinde fiziksele kıyasla yepyeni bir dü nyaya


adım atıldığı da unutulmamalıdır. Bu anlamda kaba ya
da inceden söz edilirse temelden ayrı şeylere, yalnız kar­
şılaştırma yoluyla değinildiği bilinmelidir. Bu, ruhsal
dünyanın fiziksel dünya için kullanılan sözcüklerle an la­
tılmaya çalışıldığı tüm durumlar için geçerlidir. Bunu göz
önünde bulundurarak, fiziksel dünyanın özdek ve güçle­
rinde olduğu gibi ruh dünyasının oluşum ve varlıklarının
da ruhsal özdekten oluştuklarını ve ruhsal güçlerle yön­
lendirildiklerini söyleyebiliriz.
Nasıl mekanda büyüme ve mekansal devinim beden­
sel oluşumlara özgüyse, tahrik edilebilirlik ve güdüsel
hırs da ruhsal şeylere ve varlıklara özgüdür. Bu nedenle
ruh dünyasına heves, dilek ya da uarzu• dünyası da de­
nir. Bu deyimler insanın ruh dünyasından ödünç alın­
mıştır. Bu yüzden, ruh dünyasının insan ruhunun dışın­
da kalan ruhsal güçlerinin ayn bir yapıda oldukları bilin­
melidir, tıpkı fiziksel çevredeki güç ve özdeklerin insan
bedenini oluşturanlardan değişik oluşu gibi. (Güdü, di­
lek, istem gibi deyimler, ruhsal dünyanın özdeksel bölü­
mü için geçerlidir. Bu bölüme "astra1· denilsin. Ruhsal
dünyanın güçlerine önem veriliyorsa, onlar da "arzu var­
lıkları" diye adlandınlabilir. Gene de ruhsal dünyada öz­
dek ve güç arasındaki ayrımın fiziksel dünyadaki gibi ke­
sin olmadığı un utulmamalıdır. Bir güdü hem "özdek"
hem de "güç diye adlandınlabilir) .
Ruhsal dünya ile ilk kez karşılaşan için fiziksel dünya
ile aralarındaki fark şaşırtıcıdır. Bu, daha önce çalışma­
yan fiziksel bir duyunun kazanıld ığında duyulanlara ben­
zer. Ameliyatla gözü açılan doğuştan kör birisi de o za­
mana kadar dokunarak algıladığı dünyada yönünü yeni­
den bulmayı öğrenmek zorundaçlır. Örneğin, nesneleri
önce gözünde, sonra kendisinin dışında, ama tek bir yü­
zeye çizilmiş resimler gibi görür. Ancak uzun süre sonra
derinliği ve nesnelerin uzaklıklarını algılar. - Ruhsal dün­
yada fiziksel dünyadan tümüyle farklı yasalar geçerlidir.
Pek çok ruhsal oluşumun, başka dünyaların oluşumları-

98
Ü ç D ü n YA

na bağlı olduklarını biliyoruz. Örneğin insanı n ruh u , fi­


ziksel insan bedeni ve insan tinine bağlıdır. Onda gözle­
nebilecek olaylar hem beden hem de tinin etkisi altın­
dadır. Ruh dünyasının gözleminde buna di kkat etmek
gerekir ve başka bir dünyanın etki sonuçlannın ruhsal
yasalar oldu kları söylenmemelidir. - Örneğin insan bir
şey dilediğinde bu, tinin bir düşünce ya da tasanmından
kaynaklanır ve onun yasalarına bağlıdır. Fiziksel dünya­
nın yasalarının insan etkisi dışında saptanması olasılığı
ise, ruhsal dünya için de geçerlidir.
Ruhsal ve fiziksel olaylar arasında önemli bir ayrılık
da, birincide karşılıklı etkileşimin çok daha içe dönük
oluşudur. Örneğin fiziksel mekanda "çarpma" yasası ge­
çerlidir. Yuvarlanan bir fildişi küre duran bir diğerine
çarptığında ikinci küre, birincinin hareketinden ve es­
nekliğinden hesaplanabilir bir yönde yuvarlanır. Ruhsal
mekanda karşılaşan iki oluşumun aralanndaki etkileşi­
mi ise iç özellikleri tarafından belirlenir. Eğer aralarında
akrabalık varsa birbirlerinin içine işler, kaynaşırlar. Uyuş­
muyorlarsa, birbirlerini iterler. -Fiziksel mekanda, örne­
ğin görme için belli yasalar vardır.- Uzaklaşan nesnele­
rin perspektife göre küçülmeleri gibi. Bu yasaya göre bir
yolun kenanndaki ağaçlar, uzaklaştıkça yanındakilere
oranla daha sıkmış gibi gözükürler. Ruhsal mekanda ise
gören için yakın ya da uzak, her şey iç doğasının belirle­
diği aralıklarda gözükür. Bu, doğal olarak, ruhsal dünya­
yı fiziksel dünyadan getirdiği yasalarla anlamaya çalışan­
ların çeşitli yanılgılara düşmesine yol açabilir.
Ruhsal dünyada yönünü bu lmak için ilk öğrenilmesi
gereken şeylerden biri, değişik oluşumlann türlerini, fi­
ziksel dünyada katı, sıvı, hava ya da gaz halinde oluşum­
ları ayırt ettiğimiz gibi ayırt edebilmektir. Bunu başara­
bilmek içinse, en önemli iki temel güç tan ınmalıdır:
sempati ve antipati. Bir ruhsal oluşumun türünü b u te­
mel güçlerin etkinlikleri belirler. Sempati ile bir ruhsal
oluşumun diğerlerini kendine çeken, onlarla kaynaşma­
ya çalışan, akrabalığını ortaya koyan güç tanımlanır. An-

99
TE0.l0 F İ ı RUD0LF STE lnER

tipati ise, ruhsal oluşumların birbirlerini ittikleri, dışla­


dıkları, dolayısıyla kendilerini öne sürdükleri güce denir.
Bir ruhsal oluşumun ruhsal dünyadaki rolü, içindeki bu
temel güçlerin hangi oranda bulunduğuna bağlıdır. Şim­
dilik içlerindeki sempati veya antipati etkilerine göre üç
tür ruhsal oluşum ayırt edeceğiz. Ve bu türlerin birbirin­
den farkı, içlerindeki sempati ve antipatinin karşılıklı et­
kileşiminin her birinde çok bariz farklılıklar gösterme­
sinden kaynaklanır. Üçünde de her iki temel güç vardır.
Önce birinci tür oluşumu ele alalım. İçindeki sempati­
den ötürü çevresindeki oluşumları kendine çeker. Ama
içinde sempatinin yanı sıra anti pati de olduğundan, pek
çoğu nu da iter. Böyle bir oluşum d ışarıdan bakıldığında
sanki içinde yalnız antipati güçleri varmış gibi görünür.
Ama bu doğru değildir. İçinde hem sempati hem de an­
tipati vardır. Ne var ki ikincisi ağır basmaktadır. Birinci­
sine baskın çıkmaktadır. Böyle oluşumlar ruhsal alanda
bencil bir rol oynarlar. Pek çok şeyi itip pek azını seve­
cenlikle kendilerine çekerler. Bu yüzden ruhsal alanda
değişmez biçimler olarak devinirler. İçlerindeki sempati
gücü nedeniyle aç gözlü gibi görün ünler. Ama daha bas­
kın olan antipati, yaklaşanların pek çoğunu geri çevirdi­
ğinden bu aç gözlülüğün doyurulması olanaksız gibidir.
Bu tür ruhsal oluşumlar fiziksel dünyadaki bir şeyle kar­
şılaştı nlmak istenirse, katı fiziksel nesnelere benzetile­
bilir. Bu ruhsal özdek yöresini arzu koru diye adlandıra­
lım. - Hayvan ve insanların ruhlarına arzu korundan ka­
rışmış olanı, bencil içgüdülere yol açan ilkel duyusal it­
kileri tayin eder. - İkinci tür ruhsal oluşum larda iki temel
güç denge içindedir, yani sempati ve antipati eşit oran­
da etkindir. Bunlar diğer oluşumları belli bir tarafsızlık
içinde karşılarlar; onları özel olarak çekip itmeden bir
akrabalık içinde oldukları izlenimi verirler. Kendileriyle
çevreleri arasında kesin bir sınır çizmezler. Sürekli çev­
releri ndeki oluşumların kendilerini etkilemesine izin
verdiklerinden fiziksel dü nyadaki sıvı özdeklere benzeti­
lebilirler. Bu oluşumların diğerlerini kendilerine çekişle­
rinde açgözlülük yoktur. Burada kastedilen etki, örneğin

1 00
Ü ç Dü nvA

insanın renk algıladığında olandır. Kırmızı rengi algıladı­


ğımda, çevremden aldığım ilk etki tarafsızd1r. Ancak bu
etkiye bir kırmızıdan hoşlanma eklendiğinde, başka bir
ruhsal oluşum söz konusu olur. Tarafsız uyanyı ortaya
çıkaran, etkileşim içinde olan ruhsal özdeklerde sempa­
ti ile antipatinin birbirini dengede tuttuklan zamanlardır.
Burada söz konusu olan bu tür ruhsal özdekleri tümüy­
le esnek ve akıcı özdekler olarak tanımlamamız gerekir.
Birinciler gibi ruhsal alanda bencil bir rol oynamaz, her
yerden izlenimler edinir, kendilerini karşılaştıklan pek
çok şeye yakın bulurlar. Bu oluşumlar için uygun bir ad:
akıcı uyanlganlıktır. - Üçüncü tür ruhsal oluşumlar ise
sempatinin antipatiye üstün geldiği duru mlardır. Antipa­
ti bencilce kendini öne sürmeye yol açsa da, çevrenin
varlıklanna duyulan yakınlığa oranla geride kalır. Ruhsal
alan içinde böyle bir olgu göz önüne getirirsek, çevre­
sindeki tüm nesneleri sarmalayan çekici bir gökkürenin
merkezi gibi gözükür. Bu tip oluşumlar özellikle dilek
özdeği diye adlandırılmalı . Sempatiye oranla zayıf da ol­
sa, eksik olmayan antipatinin cazi besine kapılmış nes­
neleri sempatinin gene de kendi alnına çekme çabası­
nın olması, bu deyimin iyi seçilmiş olduğunu doğrular.
Bu şekilde sempati bencilce bir renk alır. Bu dilek-özde­
ği, fiziksel dünyadaki gaz ya da hava biçimli cisimlere
benzetilebilir. Tıpkı gaz gibi tüm yönlere doğru genişle­
me yeteneği vardır.
Ruhsal-özdekliğin daha yüksek düzeylerinde tayin
edici olan, antipatinin tümüyle geriye çekilip sempatinin
gerçekten etkin tek güç olarak kalmasıdır. Artı k sempa­
ti ruhsal oluşumun örgenlerinde önce kendi etkisini
göstermeye başlayabilir, sonra bu örgenler kendi arala­
rında çekim içine girerler. Sempatinin, bir ruhsal oluşu­
mun içindeki gücü, kendini isteklilik olarak gösterir. Ve
bu sempatinin her azalması isteksizliktir. Soğuğun aslın­
da azalmış sıcaklık olması gibi, isteksizlik de yalnızca
azalmış istekliliktir. İnsanda duygu dünyası, -dar anlam­
da- isteklilik ve isteksizlikten oluşur. Duyumsama, ru­
hun kendi içindeki dokudur. Ruhun hoşnut/u/uğu ise,

101
TE0l0 F İ ı RUD0LF STE İ n ER

içindeki isteklilik ve isteksizliğin, karşılıklı gidiş gelişleri­


ne bağlıdır.
Sempatileri kendi yaşantıları içinde sıkışıp kalmamış
ruhsal oluşumlar, daha üst bir düzeyde yer alırlar. Bu
oluşumları diğer üç alt basamaktakilerden ayıran, içle­
rindeki sempati gücünün, kendine karşı koymak isteyen
antipatiyi aşmak zorunda kalmayışıdır. Bu daha yüksek
ruhsal-özdeklerin de eklenmesiyle, çeşitli ruhsal oluşum­
lar ortak bir ruhsal dünya oluştururlar. Antipatinin baskın
olduğu durumlarda ruhsal oluşum kendi yaşamını koru­
mak adına, güçlenmek ve zenginleşmek için başka bir
şeye erişmeye çalışır. Antipatinin sustuğu durumlarda, o
başka şeyin kendini açığa vuruşu, beyan edişi ile kabul
edilir. Ruhsal alanda bu yüksek ruhsal-özdek biçimi, ışı­
ğın fiziksel alandaki rolüne benzer bir rol oynar. Ruhsal
oluşumun başkalarını, varoluştan ve özleriyle, o varlıklar
için, kendi içine almasını sağlar. Şöyle de söylenebilir:
Oluşum başkalarının kendini ışınlamasına olanak sağlar.
Ruhsal varlıklar, ancak bu yüksek yörelerden faydalan­
maya başladıklarında gerçek ruhsal yaşama uyanırlar.
Karanlıktaki donuk yaşamları dışa açılır, ışınlar yollama­
ya ve ruhsal alanı da aydınlatmaya başlarlar; yalnız inik
yörelerin özdekleri olduğunda, antipati, oluşumun içine
kapanmasına, durağan ve donuk bir yaşam sürmesine
neden olur. Yüksek yörelerin özdekleri ise, onlara güç ve
canlılık kazandım, içten dışa doğru coşarak akmalarını
sağlar. İkinci yörenin akıcı tahrik edilebilirliği, yalnız olu­
şumlar karşılaştıklarında etkindir. O zaman, ama olu­
şumlar birbirlerinin içine akabilirler. Ne var ki, bunun
gerçekleşmesi için temas gereklidir. Yüksek yörelerde
serbest ışınlama, akma vardır. (Haklı olarak bu yörenin
özvarlığından bir "ışın saçan" olarak söz edilir çünkü ge­
liştirilen sempatinin yaptığı etki için imge olarak ışığın et­
kinliğinin terimi kullanılabilir) . Bitki nasıl bodrumda geli­
şemezse, ruhsal oluşum da, yüksek yörelerin can veren
ruhsal özdekleri olmadan gelişemez. Ruh-ışığı, etkin ruh­
gücü ve asıl ruhsal-yaşam bu yörededir ve buradan ruh­
sal varlıktan beslerler.

1 02
Üç DünYA

Ruhsal dünya, üç inik ve üç yüksek bölgeye ayrılır. Bu


iki üçlüyü bir dördüncüsü bağlar. Böylece ruh dünyası
şu bölümlere ayrılır:

1- Arzu koru bölgesi


2- Akıcı tahrik olma bölgesi
3- Dilekler bölgesi
4- isteklilik ve İsteksizlik bölgesi
5- Ruh ışığı bölgesi
6- Etkin ruh gücü bölgesi
7- Ruhsal yaşam bölgesi

İlk ·üç bölgede ruhsal oluşumlar özelliklerini, içlerin­


deki sempati-antipati oranından alırlar; dördüncü bölge­
de sempati ruhsal oluşumun kendi içinde etkindir. Üç
daha yüksek bölgedeyse sempatinin gücü giderek özgür­
lük kazanır; bu bölgenin ruhsal özdekleri çevrelerindeki
ruhsal bölgeyi aydınlatıp canlandım, kendi varoluştan
içinde kendilerini kaybedeceklerin uyanmalannı sağlar.
Aslında gerekmese de, her türlü yanlış anlamayı ön­
leme adına bu yedi bölümün birbirinden ayn alanlar ol­
madıklannı belirtelim. Fizikselde katının, sıvının ve ga­
zın birbirlerine geçmesi gibi, arzu koru, akıcı tahrik ol­
ma ve dilek dünyasının güçleri de birbirlerine geçerler.
Ve nasıl fiziksel ısı nesneleri ısıtır, ışık aydınlatırsa, aynı
biçimde isteklilik ve isteksizlik, ruhsal ışık, etkin ruh gü­
cü ve asıl ruhsal yaşam için de geçerlidir.

D. Ölümden Sonra Ruh Dünyasındaki Ruh

Ruh, insanın tin ve bedeni arasındaki bağlayıcı örgendir.


Sempati ile antipati güçleri nin karşılıklı etkileşimi arzu,
tahrik olma, dilek, isteklilik ve isteksizlik vs. gibi ruhsal
dışavurumlan ortaya çıkartırlar. - Bunların etkinlikleri
salt ruhsal oluşumların kendi aralarında değil, aynı za-

1 0.3
TE0l0 F l ı RU D 0 L f STE lnER

manda başka dünyalann, yani fiziksel ve tinsel dünya­


nın varlıklannda da kendilerini gösterirler. Ruh, beden­
de yaşadığı sürece, bir anlamda bedende olup biten her
şeyi paylaşır. Bedenin fiziksel işlevleri düzenli bir biçim­
de yürüdüğü sürece isteklilik ve hoşnutluk, yürü medi­
ğinde ise isteksizlik ve acı ortaya çıkar. - Tinin eylemle­
rinde de ruhun payı eksik değildir: Bazı düşünceler ona
sevinç, diğerleri tiksinti verir; doğru bir yargı ruhun ona­
yını alırken, yanlış bir karar hoşnutsuzlukla karşılaşır. -
Evet. bir insanın gelişim düzeyi, ruh eğilimlerinin daha
çok hangi yönde olduğuna bağlıdır. İnsan ruhuyla, tinin
dışavurumlanyla hoşlaştığı oranda yetkinleşir; eğilimleri­
nin ancak bedeniyle doyurulabilir cinsten oluşu da he­
nüz yetkin olmadığını gösterir.
Tin insanın merkez noktasıdır; beden, onun fiziksel
dünyayı gözleyebilmesi, tanıyabilmesi ve onu etkileye­
bilmesi için aracılık yapar. Ruh ise, tin ile bedenin aracı­
sıdır. Hava titreşimlerinin kulakta bıraktığı fiziksel etkiyi
ses duyumuna çeviren, sesten zevk alınmasını sağlayan
odur. Tüm bunlan tine aktanr, tin de bu sayede fiziksel
dünyayı anlayabilir. Tinde beliren bir düşünce ru hta,
onu gerçekleştirme dileğine dönüşür ve ancak o zaman
bedeni de araç olarak kullanıp ey/eme dÖnüşür. - İnsan,
tüm davranışlan tin tarafından yönlendirildiğinde, varo­
l uş nedenine uygun yaşar. Ruhun eğilimlerinin tinsel ya
da bedensel oluşu, kendi seçimidir. Duyarlılık antenleri­
ni ayn ı zamanda hem aşağılardaki fiziksel dünyaya, hem
yükseklerdeki tinsel dünyaya uzatır. Fiziksele bağlandığı
oranda, özvarlığı da bu yönde etkilenir, fizikselin rengi­
ni alır. Ve tinin fiziksel dünyadaki etkinliği için ruhun ara­
cılığı gerektiğinden, tinin kendisi de fiziksele doğru yön­
lendirilmiş olur. Ruhun güçleri, tinin oluşumlannı fizik­
s�le doğru çeker. Az gelişmiş bir insanı göz önüne ala­
lım: Ruhunun eğilimleri, bedeninin işlevleri tarafından
belirlen.ir. Yalnız fiziksel dünyanın duyulannda bıraktığı
izlenimlerden zevk duyar. Ve bu yüzden tinsel yaşamı da

1 04
Ü ç DünvA

tümüyle bu düzeye indirgenir. Düşünceleri yalnız fizik­


sel gereksinmelerinin doyu muna hizmet eder. - Tinsel­
kendi, bedenden bedene girdikçe tin tarafından daha
fazla yönlendirilmelidir. Kavrayışını ebedi gerçek, eyle­
mini ise ebedi iyilik belirlemelid ir.
Ölüm, fiziksel dünyanın bir gerçekliği olarak gözle­
nince, bedenin faaliyetlerindeki bir değişim anlamına
gelir. Beden ölümle birlikte, ruhla tinin aracısı olmayı bı­
rakır. Tümüyle fiziksel dünyaya ve onun yasalarına tes­
lim olur; ayrışarak onun bir parçası haline gelir. Fiziksel
duyularla yalnızca, ölümden sonraki fiziksel bu değişim­
ler gözlenebilir. Ruhla tinin ne old u klarını bu duyularla
izleyebilmekse olanaksızdır. Zaten yaşam sırasında da
ru h ve tin, duyularla ancak fiziksel olaylardaki dışavu­
ru mlarıyla gözlenebilirler. Ölümden sonra bu anlamda
bir dışa vurum söz konusu olamaz artık. Bu nedenle, fi­
ziksel duyular ve onlara dayanan bilim için ruh ve tinin
ölümden son raki yazgıları kon u dışı sayılır. Burada ruh
ve tin dünyasının görülmesini sağlayan daha yüksek bir
kavrayış gereklidir.
Tin artık bedenden ayrıldığında hala ruha bağlıdır. Fi­
ziksel yaşam süresince bedenin onu fiziksel dünyaya
bağladığı gibi şimdi de ruh, onu ruhsal dünyaya bağlar.
- Ama bu ruhsal dünyada, tinin özbeöz varlığını bulmak
olanaksızdır. Ruh , tinin yalnızca etkinlik alanıyla, yani fi­
ziksel dünya ile ilişki kurmasını sağlar. Tinin yeni bir be­
denlenmede daha yetkin bir görünüşe sahip olabilmesi
için tinsel dü nyadan güç ve kuvvet alması gereklidir. Ne
var ki ruh tarafından fiziksel d ünyaya bulaştırılmıştır. Fi­
zikselin doğasının etkisinde biçimlenip renklenmiş bir
ruhsal varlığa bağılı olduğundan, kendisi de bu yöne
yönlenmiştir. Ölümden sonra ruh artık bedene değil,
yalnızca tine bağlıdır, artık ruhsal bir ortamda yaşar. Bu
yüzden de artık yalnızca bu dünyanın güçlerinden etki­
lenir. Başlangıçta, ruhun ruh dünyasındaki yaşamına tin
de bağlıdır, tıpkı fiziksel bedenlenme sırasında bedene
olduğu gibi. Bedenin ne zaman öleceğini kendi yasaları

1 05
TE0Z0Fİ ı RUD0LF STEİnER

belirler. İnsan, ruhsal organizasyonu için gerekli güçleri­


ni yitirdiğinde ruh ile tin, bedeni terk etmezler, beden
onlar tarafından azat edilirdi. *
Bu, ruh ile tinin ilişkisi için de geçerlidir. Ruh, insanın
ruhsal organizasyonu için gerekli güçlerini yitirdiğinde,
ruh tini azat edip on un daha yüksek dünyaya, tinsel
dünyaya yönlenebilmesini sağlar. Ruh , yalnızca beden­
de yaşayabileceklerini çözüp tinde yaşamaya devam
edebilecekleri muhafaza ettiği an tin artık serbest kal­
mış olur. Duru tinsel dünyada ruh ile tini birleştiren, be­
den ile yaşanmasına rağmen tinin meyvesi olarak belir­
lenmiş olan, bu muhafaza edilendir. - Demek ki, ruhun
ölümden sonraki yazgısını tanıyabilmek için bu ayrışım
sürecini göz önünde bulundurmak gerekir. Ruhun göre­
vi, tini fiziksele doğru yönlendirmekti. Bu görevi tamam­
landığı anda kendisi, tinsele doğru yönelir. Aslında göre­
vinin doğasına uygun olarak beden üstünden düşer düş­
mez, yani artık bağ/ayıcılık yapamadığında, hemen yal­
nızca tinsel hareket etmeliydi. Öyle de edebilirdi, şayet
beden içindeki yaşamı sırasında bedenin etkisinde kalıp
eğilimleriyle ona yönlenmiş olmasaydı. Ruh , bedensel­
likle olan bağlantısından aldığı bu ren k olmasaydı, be­
deni terk ettikten hemen sonra salt ruhsal-tinsel dünya­
nın yasalarına uyar, duyusallığa bir eğilim geliştirmezdi.
Ve insan ölüm ile cismani dünyaya olan tüm ilgisini yiti­
rip, varoluşa yapışık olduklarını terk etmek zorunda kal­
dığı tüm ihtiras, arzu, vs. sini tatmin etmiş olsaydı, böy­
le de olurdu. Bu noktaya erişilmediği sürece, bu yönde­
ki artıklar ruha yapışık kalırlar.
Kavram karışıklığına neden olmamak için iki şey bir­
birine karıştırılmamalıdır: İnsanı, bir sonraki bedenlen­
melerden birinde de halledebileceği bir şeye bağlanış
ile onu belirli bir, yani son bedenlenmesine bağlayan

• (Yayıncının notu: 1 9. baskıdan (Stuttgart 1 922) 26.cı baskıya (Stuttgart 1 948)


kadar bu sayra şöyle idi: . . . bilakis onun tarafından azat edilirlerdi. . . 27. bas­
kıdan (Stuttgart 1 955) bu yana 1 .- 1 8.nci baskılar yeniden ele alındı. l 922'de­
ki değişikliliğin yazar tararından yapılıp yapılmadığı kesin değil. Bu nedenle
burada her iki versiyon da verildi.]

1 06
Ü ç Dü nvA

nedir? Birincisini düzenleyen yazgı yasası yani karmadır.


İ kincisini ancak ölümden sonra, ruh aşabilir.
Ruhun, ölüm üzerine insan tinini serbest bırakması,
fiziksel varoluşun eğilimlerinden sıynlıp hemen arkasın­
dan salt tinsel-ruhsal dünyanın yasalanna uyabilmesi,
böylece tini serbest bırakması bir süre alır. Doğal olarak
bu süre, ru hun fiziksele bağlılığı oran ında uzar. Fiziksel
yaşama az bağlanmış bir kişide kısa sürecek, tüm ilgisi­
ni bu dünyaya bağlayanın ise, ölümden sonra da ruh u n­
da birçok tutku, dilek vs. yaşamaya devam edeceğin­
den, uzun sürecektir.
Ruh u n ölümden hemen sonraki durumunun kolayca
anlaşılması için şöyle bir örnek veri lebilir: ağzının tadı­
na düşkün birisinin zevkleri. O yemeklerin damağını gı­
dıklamasından haz alır. Tabii ki bu zevk fiziksel değil,
ruhsaldır. Zevk de, zevk d uyma istemi de ru hta yaşar. is­
temin doyurulması için ama damak vs. gibi bedensel or­
ganlar gereklidir. Ölümden sonra ise ruh , böyle bir iste­
mi henüz yitirmediği halde onu doyurabilecek bedensel
organları artık kalmamıştır. Bu insanın, --gerçi farklı bir
nedenden, ama benzer, hatta daha güçlü etkileyen- hiç
su bulunmayan bir yerde yakıcı bir susuzluk duyar gibi
acı çekmesine yol açar. Onun zevk almasını sağlayan
bedensel organını terk etmiş olan ruh, yakıcı bir doyum­
suzluk d uyar. Bu ruhun arzuladığı ve ancak bedensel or­
ganlarla gerçekleştirebileceği her şey için geçerlidir. Ya..
kan mahrum kalma durumu, yalnızca beden aracılığıyla
gerçekleşen şeyleri arzulamamayı ruh öğreninceye ka­
dar sürer. Bu durumda zaman geÇirilen yere, doğal ola­
rak bir ·yöre· söz konusu olmamakla birlikte arzular yö­
resi adı verilebilir.
Ruh ölümden sonra ruhsal d ünyaya girdiğinde onun
yasalanna tabidir. Bu yasalar ruh u etkiler ve fiziksel eği­
limlerini hangi biçimde aşacağını belirler. Ruh u n artık
bulunduğu bölgedeki ruhsal özdek ve ruhsal güçlerin
türlerine göre etkileri de farklı olmalıdır. Her tür kendi
yöntemiyle antan, aydınlatan etkisini kullanır. Burada

1 07
TE0Z0 F I ı RUD0LF STE i n ER

gerçekleşen, ruhtaki sempati güçlerinin tüm antipatiyi


aşması ve bu sempatinin kendi en yüksek noktasına
erişmesinin sağlanmasıdır. Bütün diğer ruh dünyasına
duyulan bu sempatinin en yüksek noktası sayesinde
ruh, aynı zamanda bütün diğer ruh dünyasıyla kaynaşa­
cak, onunla bir bütün olacak; sonra da bencil eğilimle­
rini tümüyle yitirecektir. Ruh fiziksel-duygusal varoluşa
eğilimli bir varlık olmaktan çıkar: tin artık onun sayesin­
de serbest kalmıştır. Bu nedenle ruhun arınarak çeşitli
ruhsal bölgeleri geçmesi ve genel ruh dünyası ile bütün­
leşeceği mutlak sempati bölgesine erişmesi gereklidir.
Ruhunun kurtuluşunun bu son dakikasına kadar tinin
ruha bağlı kalmış olmasının nedeni, yaşamı süresince
onunla çok kaynaşmış olmasıd ır. Tinin ruha yakınlığı,
bedenle olandan çok daha güçlüdür. Çünkü bedene
bağlanması için ruhun aracılığı gerekirken ruha bağı d�
laysı�dır. Ruh tinin kendi iç yaşamı değil midir ki? Bu
yüzden tin, çürüyen bedene değil, giderek serbest kalan
ruha yakındır. - Ruhla dolaysız bir bağlılık içinde olan tin
ancak, ruh genel ruhlar dünyası ile bütünleştiğinde, ken­
dini ruhtan serbest kalmış hissedebilir.
Ruh dünyası, insanın ölümden hemen sonra kaldığı
yer olduğundan burası "ihtiraslar yöresi· diye adlandın­
labilir. Bu ilişkilerin farkındalığını öğretilerine almış bir­
çok dini sistem "ihtiraslar yöresini·, "arıtan ateş· ya da
"araf" adı altında tanırlar.
Ruh dünyasının en inik bölgesi arzu-koru bölgesidir.
Ruh ölümden sonra tüm kaba, inik, bedensel yaşama
bağlı bencil arzularından burada arınır. Çünkü böyle ar­
zular yüzünden bu ruh bölgesi güçlerinin etkilerine açık­
tır. Fiziksel yaşamdan geri kalan doyurulmamış arzular,
bu güçleri üstlerine çeker. Bu tür ruhların sempatileri
yalnızca bencil varlıklarını doyuranlara yöneliktir; anti­
patileri ise çok daha güçlüdür ve diğer her şeyi kasıp ka­
vurur. Ruh, bu dünyada doyuru lması olanaksız fiziksel
zevkleri özler. Doyumun olanaksızlığı aç gözlülüğü son
derece arttınr. Sonunda aç gözlülüğü yok eden de gene

1 08
Üç Dü nYA

bu olanaksızlıktır. Arzular, birbiri ardından kendilerini yi­


yip bitirirler; ruh arzuların getirdiği acılardan ancak bun­
lardan annarak kurtu labileceğini anlar. Fiziksel yaşam
sırasında i kide birde doyuma ulaşılabilmişti ya. Bu yüz­
den yakıcı arzulann verdiği acılar, bir çeşit aldanış per­
desi ardında gizlenir. Ölümden sonraki "tasfiye ate­
şi"nde doyurulamayan arzuların verdiği acı, tüm yakıcılı­
ğıyla duyumsanır. Bu yoksun kalış serüvenlerine bir bir
katlanılır. Ruh kendini karanlık, kasvetli bir durumda bu­
lur. Tabii ki yalnızca fiziksel yaşamın en kaba şeylerini
arzulayan kişiler bu duruma düşerler. Fazla zevk düşkü­
nü olmayanlar, bu yöreden farkına bile varmadan geçip
giderler, çünkü bu çevreye zaten bir yakınlıkları yoktur.
Belirtilmeli ki, bir ruhun arzu-koru bölgesinde kaldığı sü­
re, fiziksel yaşamında edindiği tutkuların fazlalığı oranın­
da uzar. Bu arınma sürecinde yaşanan acı, yeryüzünde­
ki salt acı çekmekten farklıdır. Çünkü ruh, yetkinliğine
ancak böyle erişebileceği için ölümden sonra bu arın­
mayı ister.
Ruh dünyasındaki ikinci süreçte sempati ve antipati
birbirleriyle dengededir. Ölümden sonra da içlerinde
böyle bir denge bulu nan insan ruhları, bir süre bu süreç­
ten etkilenirler. Yaşamın yüzeysel tantanalarında kaybol­
mak, duyumlann gelip geçici etkilerinden zevk almak,
bu durumun belirgin özellikleridir. İnsanlar bahsedilen
ruh durumları içinde oldukları sürece bu durumda ya­
şarlar. Böyl�leri günlük yaşamın en önemsiz olayların­
dan bile etkilenirler. Ama hiçbir şeye özel bir sempati
duymadıklarından bu etkiler çarçabuk geçip gider. Bir
önemsizlik dünyasında yaşar ve dünyalarına uymayan
her şeye antipati duyarlar. Ruh ölümden sonra da, doyu­
mu için gerekli olan duyusal-fiziksel şeyler ortada olma­
dan böyle bir durum yaşadığında, istekler eni nde so­
nu nda sönmek zorunda kalır. İstekler tümüyle yok ol­
madan önce duyduğu bu yoksunlu klardan ötürü ruh ta­
bii ki acı çeker. Ama ru hun geçirdiği bu acı dolu süreç,
insanın fiziksel yaşamında sarıldığı yanılsamalarından
kurtulmasını sağlayan bir okul gibidir.

1 09
TE0 Z 0 F İ ı RUD0LF STEİnER

Ruh dünyasındaki üçüncü süreçte belirleyici güç sem­


patidir, yani dileğin ağır bastığı bir süreç. Ruhlar bu etkin­
lik alanına girdiklerinde kendilerini ölüm sonrası dilek­
lerden oluşan bir atmosferde bulurlar. Ne var ki, bu di­
leklerin gerçekleşmeleri de olanaksız olduğundan za­
manla yitip giderler.
Yukanda ruh dünyasının dördüncü yöresi olarak adı
geçen isteklilik ve isteksizlik yöresinde ruhlar, özel bir
biçimde sınanırlar. Ruh, bedende yaşadığı sürece bede­
nin tüm yaşad ıklarını paylaşmıştı. Ruhun isteklilik ve is­
teksizlik, hoşnutluk ve hoşnutsuzluk arasında gidip gel­
meleri beden içinde olmuştu . İnsan, fiziksel yaşamı sü­
resince kendini bedeniyle özdeşleştirir. Benlik duygusu
dediğimiz şey de bundan kaynaklanır. Ve insanların duy­
gusallığı oranında bu benlik duygusu da artar. - Ölüm­
den sonra benlik duygusunu sağlayan beden ortadan
kalkmıştır. Ama duyulan hala ayakta olan ruh, kendini
içi boşaltılmış gibi hisseder. Kendi kendini yitirdiği duy­
gusuna kapılır. Bu durum, gerçek insanlığın fizikselde
yatmadığı anlaşılıncaya kadar sürer. Böylece, dördüncü
yöredeki etkilerle, benliğin bedensel olduğu kanısının
bir yanılsama olduğu anlaşılır. Ruh için bedensellik öne­
mini yitirir, bedene olan düşkünlüğünden arınır. Böylece
onu fiziksel dünyaya bağlayan güçlü zincirleri kopanr.
Ruh , şimdi d ışa dönmüş olan sempatinin güçlerini tü­
müyle geliştirmeye hazırdır. Çünkü bir anlamda kendi
içine dönüklüğünü aşmış, genel ruh dünyasında erime­
ye hazırdır.
Bu yöreyi en yoğun biçimde yaşayanlann özellikle
kendini öldürenler olduğunu belirtmek gerek. Onlar, he­
nüz tüm duygulan bedenlerine bağlı ve hiç değişmemiş­
ken, doğal olmayan bir biçimde bedenlerinden aynlmış­
lardır: Doğal ölümde, bedenin çürümesiyle birlikte ona
bağlı bazı duygular da ölür. Doyurulmamış arzu ve dilek­
leri uğruna yaşamlarına son verenlerse, ansızın düşükle­
ri boşlukta daha da çok acı çekerler.
Ruh dünyasının beşinci basamağını ruh-ışığı oluştu-

1 10
Üç D ü nYA

ru r. Burada başkalarına duyulan sempati daha da önem


kazanmıştır. Fiziksel yaşam sırasında düşük seviyeli ge­
reksinmelerini doyurmaktan çok zevk ve neşeyi çevrele­
rinde bu lan ruhlar bu bölgeye aşinadırlar. Örneğin doğa­
ya aşırı düşkünlük, duygusal bir nitelik taşımışsa, bu ra­
da tasfiye edilir. Bu anlamda doğa düşkünlüğü, doğayla
baş başa, ruhani yüksek bir yaşam biçimi içinde olanlar­
la, yani doğanın nesne ve süreçlerinde tinseli arayan
yaklaşımla karıştırılmamalıdır. Doğaya tinsel anlamda
bir yaklaşım, tinin kendisini geliştirir ve onda kalıcı bir
şey bırakır. Bu tarz doğa sevgisi, temelinde duyguların
yattığı bir doğadan zevk almakla karıştırılmamalıdır. Bu
zevk, tüm diğer fiziksel yaşama dönük eğilimler gibi,
annmaya muhtaçtır. Pek çok insan bir eğitim sisteminde
duyusal konfora hizmet edip duyusal rahatlık getiren dü­
zenlemeleri ideal bir durum olarak görürler. Böyle kişi­
lerin yalnız bencil güdülerine hizmet ettikleri söylene­
mez, ama ruhlan duyusal dünyaya yöneliktir ve ruh dün­
yasının beşinci bölgesinde etkin olan, fakat bir dış do­
yum olanağı bulunmayan, sempati gücü tarafından arıtı­
lırlar. Ruh giderek bu sempatinin başka yönlere sapma­
sı gerektiğini anlar. Bu, ruhun sempati ile ruhsal meka­
na akıp kanştığı zaman gerçekleşir. - Öncelikle duyusal
selametlerini arttırma}\ adına dindar olan kişiler de bu­
rada annırlar. Onlann özlemleri, yerde ya da gökte bir
cennet bulmaktır. NRuh ülkesinde" bu cenneti bulurlar,
ama yalnızca böyle bir cennetin değersizliğini kavramak
için. Burada, beşinci bölgede gerçekleşebilecek arınma­
lardan yalnızca birkaç örnek verildi. Doğal olarak bunla­
ra pek çok diğerleri eklenebilir.
Etkin ruh gücünün oluşturduğu altıncı yörede ruh ,
aşırı eylem düşkünlüğünden arınır. B u eğilim, bencilce
olmamakla birlikte, eylemlerinden duyusal bir doyum
beklentisindedir. Bu yapıdaki kişiler, yüzeysel yaklaşıldı­
ğında tamamen idealist oldu kları, kendilerini feda ede­
bilecekleri izlen imini uyandırırlar. Ama asıl amaçları, bir
çeşit duyusal zevk duygusunu yükseltmektir. Pek çok
sanatçı ve hoşlandıkları için kendilerini bilime adayanlar

1 1 1
TE0Z0FI ı RUD0LF STEİ n ER

bu gruptandır. Bu insanlar, sanat ve bilimin böyle bir


zevk için var olduğuna inandıkları için fiziksel dünyaya
bağlıdırlar.
Asıl ruhsal yaşamm yöresi olan yedinci yöre, insanla­
rı duyusal-fiziksel dünyaya yönelik son eğilimlerinden
kurtanr. Önceki her yöre, ruhtan kendine tanış olanı al­
mıştı. Yedinci yörenin, ruhun tine hala eşlik eden bölü­
münde etkin görüş, tüm eylemlerin fiziksel dünyaya
adanması gerektiğidir. Pek çok yüksek yetenekli kişi, fi­
ziksel dünyadaki olaylardan başka neredeyse hiçbir şey­
le ilgilenmezler. Böyle bir inancın materyalistçe olduğu
söylenebilir. Bu inanç yok edilmelidir; ve yedinci yörede
edilir de. Orada ruhlar, materyalist bakış açısının asıl
gerçeklikte hiç yer almadığını görürler. Ruhun bu inancı
da, güneşte buzun erimesi gi bi eriyip gider. Ruh, şimdi
ruh dünyasına soğurulmuş, tin ise zincirlerinden kurtul­
muştur. Artık tin kendi çevresinde olduğu bu yörede ka­
nat çırpabilir. - Ruh, bir önceki dünyasal görevini ta­
mamlamış ve ölümden sonra bu görevin tini engelleyen
izleri de ortadan kalkmış olur. Ruh, dünyasal yaşamın
son izleri silin ince, kendi öğesine geri döner.
Yukarıda anlatılanlar sonucu görülüyor ki, ruh dünya­
sının yaşantıları ve ölümden sonraki ruhsal yaşam, insa­
nın fiziksel yaşamı sırasında bedeniyle olan bağlarını aş­
tığı oranda, iticiliği daha azalmış bir görünüşe sahip
olur. - Ruhun çeşitli yörelerinde ne kadar zaman kalaca­
ğını da gene fiziksel yaşamı sırasındaki ön koşullar be­
lirler. Tanış olduğu yörelerde bu yakınlık ortadan kalkın­
caya kadar kalır. Tanış olmadığı yörelerden ise, etkilen­
meden gelip geçer. Burada yalnızca ruh dünyasının te­
mel özellikleri ve ruhun bu dünyadaki yaşam tarzı, ana
çizgileriyle anlatılmak istendi. Bu, bir sonraki bölümü
oluşturan tinler-ülkesi için de geçerl i. Bu yüksek dünya­
ların daha ayrıntılı açıklanması, bu kitabın sınırlarını
aşard ı. Bu dünyalardan anlaşılır bir biçimde söz edebil­
mek için tüm incelikleri aktarmak gerekir. Çünkü
mekan ve zaman çerçevesi içinde karşılaştırılabilecek

ı ı2
Üç Dü nvA

her şey fiziksel dünyadan çok farklıdır. Bu konuyla ilgili


önemli açıklamalar Gizli Billm 'in Ana Hat/an adlı kita­
bımda bulunabilir.

Dl. Tinler Ülkesi

Tinin yolculuğunun bundan sonraki bölümünü izleyebil­


mek için önce girdiği bölgenin kendisinin tanınması ge­
rekir. Burası ·un dünyası·dır. Burası fiziksel d ünyadan
öylesine farklıdır ki, ne anlatılırsa anlatılsın, sadece fi­
ziksel duyulanna güvenmek isteyenler için doğal olarak
fantaziden öteye geçemeyecektir. Ve #ruh dünyasının·
incelenmesinde söz konusu olmuş olan burada daha da
geçerlidir: betimleyebilmek için ancak benzetmelerden
fayd alanabileceğiz. Çünkü genelde yalnızca duyusal ger­
çekliğe hizmet eden dilimiz, •t1nler-ülkesini· dolaysız
anlatabilecek sözcükler açısından pek zengin değildir.
Bu nedenle, burada söylenen bazı şeylerin ancak bir de­
ğinme olabileceği hatırlatılmalıdır. Fiziksel dünya ile tin­
ler-ülkesinin bu denli farklı olması bunu zorunlu kılar.
Bu kitabın yazan, fiziksel dünyaya göre hesaplanmış dil­
sel kavramların bu tinsel alandaki deneyimleri aktarmak
�çin ne kadar yetersiz olduğunun her zaman bilincinde­
dir.
Her şeyden önce bu dünyanın, insan düşüncelerini
de oluşturan özdekten (doğal olarak burada •özdek·
sözcüğü de çok başka anlamda kullanılıyor) örülmüş ol­
duğunu belirtmek gerek. Ama düşünce, insanın içinde­
ki biçimiyle, gerçek varlığının yalnızca bir gölgesi, bir ha­
yaleti gibidir. insanın kafasında oluşan düşüncenin "'tin­
ler-ülkesindeki" asıl varlıkla olan ilişkisi, bir nesnenin
duvara düşen gölgesiyle olan ilişkisine benzer. İ nsan,
şayet tinsel duyusu uyanmışsa, düşünsel varlıklan ger­
çekten algılar; tıpkı duyusal gözün bir masayı ya da san­
dalyeyi algıladığı gibi. O zaman düşünsel varlıklarla çev­
relendiğinin farkına varır. insan bir aslanla karşılaştığın-

1 13
TE0.l 0 F İ ı RU D0LF STEi nER

da, duyusal göz aslanı görür; duyusala yönelmiş düşün­


ce ise aslan düşüncesini yalnızca bir hayal, gölgemsi bir
resim olarak algılar. Tinsel göz "tinler-ülkesinde", aslan
düşüncesini, aynı duyusal gözün fiziksel aslanı gördüğü
gibi, gerçek olarak görür. Burada gene "ruh ülkesi" için
verilen örneği ele alalım: Gözleri ameliyatla açılan bir
doğuştan köre çevresinin, ışık ve rengin yepyeni özellik­
leriyle görünmeye başlaması gibi, tinsel gözünü kullan­
mayı öğrenen de yepyeni bir dünya ile çevrelendiğini gö­
recektir: canlı düşünceler ya da tinsel-varlıklar dünyası.
- Burada önce, fiziksel dünyada ve ruhsal dünyada var
olan bütün şey ve varlıklann ana-örnekleri görülür. Bir
ressamın resmini çizmeden önce tininde var olan resmi
düşünmesi, ana-örnekle söylenmek isteneni açıklayabi­
lir. Ressamın resme başlarken belki de aklında bir ana­
örnek olmayışı ve resmin pratikte yapıldıkça ortaya çık­
ması önemli değildir. Gerçek #tin dünyasında" her şeyin
bir ana-örneği vardır. Ve tüm fiziksel şeyler ya da varlık­
lar bunların birer suretidir. - Yalnız dış duyulanna gü­
vendiğinden ana-örnekler dünyasın ı yadsıyıp ana-örnek­
lerin, duyumsanabilir şeylerden yola çıkarak, kıyaslama­
lı mantığın ürettiği soyutlamalar olduğunu ileri süreni
anlayışla karşılayabiliriz. Çünkü o, bu yüksek dünyayı al­
gılayamaz; o düşünce dünyasını sadece şematik bir so­
yutlama olarak tanır. O, tiniyle seyreden kişinin tin var­
lıklanyla, kendi kedi ya da köpeğiyle olduğu kadar yakın
olduğunu ve ilk-örnekler dünyasının, duyusal-fiziksel
dünyaya oranla çok daha yoğun bir gerçeklik olduğunu
bilmez.
Aslında bu utinler-ülkesine" ilk giriş, ruh dünyasına ol­
duğundan daha da kafa kanştıncıdır. Çünkü ilk-örnekler
gerçek biçimleri içinde, fiziksel suretlerine hiç benze­
mezler. Ama gölgelerine, yarii soyut düşüncelere de hiç
benzemezler. - Tinsel dünyada her şey sürekli devinim
ve eylem, bitmek bilmeyen bir yaratıcılık halindedir. Fi­
ziksel dünyada olduğu gibi dinlenmek, ya da bir süre bir
yerde oyalanmak orada düşünülemez bile. Çünkü ana­
örnekler işgüzar özvarlıklardır. Fiziksel ve ruhsal dünya-

1 14
Üç D ü nYA

da ortaya çıkan her şeyin ustabaşı onlardır. Biçimleri h ız­


la değişir; ve her ilk-örneğin farklı biçime dönüşmede
sayısız olanağı vardır. Hepsi birden içlerinden özel bi­
çimleri d ışan püskürtür; ve biri tamamlanır tamamlan­
maz hemen bir diğerini oluşturmaya başlarlar. Birbirle­
riyle iyi kötü bir işbirliği içindedirler. Etkinlikleri tek baş­
larına yapmazlar. Her birinin yaratıcılığı için diğerlerinin
yardımına gereksinmesi vardır. Ruhsal ya da fiziksel
dünyada şu ya da bu varlığın oluşabilmesi için sayısız
ilk-örnek çoğu kez bir arada çalışır.
Bu "tinler-ülkesinde", "tinsel görme" ile algılamanın
yanı sıra "tinsel duyma" olarak inceleyeceğimiz bir olay
daha vardır. "Sağlıklı gören" ruhsal-ülkeden dışan çıkıp
tinsel-ülkeye yükseldiği anda algıladığı ilk-örneklerin tın­
Iadıklannı duyar. Bu "tınlama" tümüyle tinsel bir gidişat­
tır. fiziksel bir tonun her türlü düşüncesinden farklı dü­
şünülmelidir. Gözlemci kendini bir sesler denizinde gibi
duyumsar. Tinsel dünyanın özvarlıklan, bu seslerle, b u
tinsel tınılarla kendilerini ifade ederler. Birlikte oluştur­
duktan uyum, ritim ve ezgilerde, varoluşlannın ilk-yasa­
lan, birbirleriyle ilişkileri ve akrabalıktan dile gelir. fizik­
sel dünyada anlağın bir yasa ya da fikir olarak algıladığı
bir şey, "tinsel-kulak" için tinsel-musikiye ait olur. (Bu ne­
denle Plsagor'cular tinsel dünyaların algılanmasına
"Gök-küre-müziği" demişlerdir. "Tinsel-kulağını" kullana­
bilen için "gök-küre-müziği" yalnızca bir imge ya da ale­
gori değil, çok iyi tanıdığı tinsel bir gerçekliktir). Yalnız
bu "tinsel müziği" doğru kavrayabilmek için "özdek ku­
lak"' ile algılanan her türlü duyusal müzikten yola çıkarak
oluşturulan tasanmlar silinmelidir. Burada söz konusu
olan bir "tinsel algılamadır", yani "fiziksel kulakla" duyul­
ması olanaksızdır. Anlaşılmasının kolaylaşması adına
bundan böyle "'tinle-ülkesi" anlatılırken bu "tinsel müzik"
bir yana bırakılacak. Gene de unutulmamalıdır ki, her
"resim" ya da "ışıldayan" olarak tasvir edilen şey aynı za­
manda tınlar da. Her rengin, her ışık algılamasının bir de
tinsel sesi vardı r ve renklerin bir araya gelişine bir armo­
ni, bir ezgi vs. tekabül eder. Tinsel seslerin duyulmasıy-

1 15
TE0Z0FI ı RUD0LF STEinER

la Htlnsel-göz• ile algılamanın durduğu düşünülmemeli­


dir. Tersine ışıldayana bir de tınlayan eklenir. Bundan
böyle "ilk-örnekler·den söz edildiğinde onlara .. ilk-ses­
ler"in de eşlik ettiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bun­
lara •tinsel tat alma· gibi başka algılar da eklenebilir. Bu
kitap, amacı "tinler-ülkesini", bütünden seçilen bazı algı­
lama türleıiyle açıklamak olduğundan, bu gelişmeleri
kapsamayacak .
Şimdi ilk olarak değişik türlerdeki ilk-örneklerin bir­
birlerinden ayırt etmek gerekli. Nerede olduğumuzu an­
layabilmek için "tinler-ülkesiniude birçok basamak ya da
yörelere ayırmamız gerek. Bu yöreler de "ruh dünyasın­
daki" gibi kat kat ya da üst üste istiflenmiş değil, karşı­
lıklı birbirine işleyen, iç içe bir biçimde düşünmelidir. Bi­
rinci yöre fiziksel dünyanın, canlı olma yeteneğine sahip
olmayan ilk-örneklerini kapsar. Minerallerin ilk-örnekle­
rini burada bulabiliriz, sonra bitkilerin; ama salt fiziksel
bölümleriyle, yani içlerindeki yaşam dikkate alınmadığı
sürece. Hayvan ve insanların fiziksel biçimleriyle de bu­
rada karşılaşılır. Elbette bu yöredeki ilk-örneklere daha
birçokları eklenebilir. Ama anlaşılması için bize yakın ör­
nekleri sergileyeceğiz. - Bu yöre •tinler-ülkesinin· iske­
letidir. Fiziksel dünyamızın kara parçalarına benzetebili­
riz. Tinler-ülkesinin anakara kitlesidir. Fiziksel-bedensel
dünya ile ilişkisi ancak karşılaştırmalarla açıklanabilir:
Bin bir çeşit türde fiziksel nesnelerle dolu, sınırlı, her
hangi bir mekan düşünülsün. Sonra nesnelerin yok ol­
duklannı ve yerlerinde, biçimlerini taşıyan boşluklar bı­
raktıkları göz önüne getirilsin. Daha önce nesnelerin
arasında kalan boşluktan ise, önceki nesnelerin bin bir
çeşit ilişkisine tekabül eden biçimlerin doldurduğu ta­
sarlanmaya çalışısın. - işte ilk-örnekler dünyasının en
alt basamağı aşağı yukan böyle görünür. Fiziksel dünya­
da cismani nesne ve varlıklar, tinler-ülkesinde "boşİuk·
görünümdedirler. Aralarda ise 'ilk-örnekler (ve "tinsel
müzik") devinimli etkinliklerini sürdürürler. Fiziksel be­
denlenme gerçekleştiğinde bu içi boş mekanlar bir an­
lamda fiziksel özdekte dolar. Bu mekanı hem fiziksel

1 16
Ü ç Dü nYA

hem de tinsel gözle izleyebilseydik, fiziksel bedenleri ve


aralarında işgüzar ilk-örneklerin devinimli eylemlerini
görecektik.
Tinler-ülkesinin ikinci yöresi, yaşamın ilk-örneklerini
kapsar. Ama buradaki yaşam mükemmel bir bütündür.
Sıvı bir özge olarak tinler-ülkesine fışkırır ve aynı zaman­
da can veren kan gibi her şeyi dolanır. Bu yöre fiziksel
yeryüzünün deniz ve akarsularına benzetilebilir. Arha ya­
yılışı denizler ve akarsularınkinden çok hayvanlardaki
kan dolaşımını andırır. "Tinler-ülkesinin· bu i kinci yöre­
sini, düşünce özdeğinden oluşmuş akıcı yaşam olarak
tanımlayabiliriz. Fiziksel gerçeklikte yaşayan varlıklar
olarak ortaya çıkan her şeyin yapıcı ilk-örnekleri bu ele­
menttedir. Burası incelendiğinde tüm yaşamın bir bütün
olduğu, insanın içindeki yaşamın diğer bütün varlıkların
yaşamlarıyla akraba olduğu anlaşılır.
"Tinler-ülkesinin" üçüncü yöresi, her türlü ruhsallığın
ilk-örnekleri ile karşılaşılan yöredir. Bu yöreyi oluşturan
öğe, ilk iki yöreye oranla çok daha incedir. Bir benzet­
meyle buraya "tinler-ülkesinin" hava burcu diyebiliriz.
Diğer iki dünyanın ruhlarında gelişen her şeyin tinsel
karşılığı buradadır. Tüm duyu m, duygu, iç güdü, tutku
ve benzerleri burada tinsel olarak bir kere daha vardır­
lar. Bu hava burcundaki atmosferik olaylar, diğer dünya­
lardaki varlıkların acılarının, mutluluklarının karşılığıdır.
Bir insan ruhunun özlemi, hafif bir meltem gibi görünür;
bir tutku patlaması ise fırtınaya benzer. Burada söyle­
nenleri tasavvur edebilenler, ilgisini yönelttiği her varlı­
ğın derin iç çekişlerini duyabilir. Burada mesela kasıp
kavuran fırtınadan, çakan şimşeklerden, gürleyen gök
gürültülerinden söz edilebilir; derine inildiğinde, böyle
"tinsel fırtınalarının" yeryüzündeki bir savaşın tutkuları­
nın ifadesi olduğu anlaşılacaktır.
Dördüncü yörenin ilk-örnekleri diğer dünyalara doğ­
rudan bağımlı değildirler. Bunlar daha çok üç alt yörenin
ilk-örneklerini yönetir ve bir araya gelmelerini sağlayan
özvarlıklardır. Alt ilk-örnekleri sıralamak ve gru plar ha-

1 17
TE0Z0 F i ı RUD 0 L F STEİ nER

linde toplamakla meşguldürler. Bu yörede ortaya çıkan


etkinlik, alt yörelere göre daha geniş kapsamlıdır.
Beş, altı ve yedinci yöreler, öncekilerden belirgin bir
biçimde ayrılırlar. Çünkü buradaki özvarlıklar, aşağı yö­
relerin ilk-örneklerine, eylemde bulunmaları için gerekli
dürtüleri verirler. Bunlar, ilk-örneklerin asıl yaratıcı güç­
leridir. Bu yörelere yükselmeyi başaranlar, bizim dünya­
mızın temelinde yatan " kasıtlar" * ile tanışırlar. İlk-örnek­
ler burada canlı tohu mlar gibi bin bir çeşit düşünsel var­
lığın biçimini almayı beklerler. Bu tohumlar aşağı yörele­
re yönlendirilirse hemen filiz verir ve türlü biçimlerde
görünürler. İnsan tininin fiziksel dünyadaki yaratıcılığını
sağlayan fikirler, yüksek dünyaların tohum halindeki dü­
şünsel varlıklarının kopyasından başka bir şey değildir.
Tinler-ül kesinin inik yörelerinden yukarıya, buraya yük­
selebilen "tinsel kulaklı" gözlemci, tınlama ve seslerin
bir "tinsel dil"e dönüştüğünü duyar. "Tinsel söz"ü algıla­
maya başlar. Artık varlıklar kendilerini yalnız müzik ile
değil, sözlerle de açığa vururlar; ona, tinbilimde kullanı­
labilecek deyimle, "ebedi adlanm" söylerler.
Bu tohum halindeki düşünsel varlıkların farklı bölüm­
lerin bir araya gelmesiyle oluşurmuş olduklarını göz
önüne getirmeliyiz: Düşünce dünyasının özgelerinden
beraberlerine yalnızca tohum kılıflarını alm ışlardır. Ve bu
kılıf, asıl yaşam çekirdeğini sarar. Böylece "üç dünyanın"
sınırlarına ulaşmış olduk, çünkü çekirdek daha yüksek
dünyalardan kaynaklanır. Bir önceki bölümlerden birin­
de insanı oluşturan örgenler açıklanırken yaşam çekirde­
ğinden söz edildi ve "yaşam ti ni" ile "tin insanından"
oluştuğu belirtildi . Diğer dünyasal varlıkların da benzeri
yaşam çekirdekleri vardır. Daha yüksek dünyalardan
kaynaklanır ve görevlerini yerine getirmek üzere inik üç
yöreye gönderilirler. - Şimdi, insan tininin "tin-ülkesin-
• Burada "kasıt"tan söz edildiğinde bunun yalnızca bir "benzetme· olduğu ve
dil zorluklanndan kaynaklandığı bilinmelidir. Altında. eski ·sebeplilik Öğreti­
si"ni yeniden devşirmek niyeti yoktur.
- Sebeplik. (!Yedensellik.) Öğretisi: Her olayın maddi ve manevi birtakım ne­
denlerin zorunlu sonucu olması kuralı. (Ed. n.)

1 18
Üç D ü nYA

de", iki bedenlenme ya da enkarnasyon (tecessüm) ara­


sındaki hac yolculuğu izlenecek. Böylece bu "ülkenin"
nitelik ve özellikleri de daha iyi anlaşılabilecek.

iV. Ölümden Sonra Tinler Ülkesindeki Tin

İnsan tini i ki bedenlenme arasında "ruhların dünyasın­


dan" geçtikten sonra "tinlerin ülkesine" girer ve yeni bir
bedensel varoluş için olgunlaşıncaya kadar orada kalır.
"Tinler-ülkesindeki" bu süreci anlayabilmek için, insanın
bedenlenmeleri ile izlediği yaşam-hac-yolunun amacını
doğru değerlendirebilmek gerekir. İnsan fiziksel bede­
ninde yaşadığı sürece etkinlik ve yaratıcılığı fiziksel dün­
yaya yöneliktir. Bunu tinsel varlık olarak gerçekleştirir.
Tiniyle düşünüp geliştirdiklerini fiziksel biçimlere, özdek
ve güçlere aktarır. Yani tinsel dünyanın bir ulağı olarak,
beden dünyasında tinin bedenlenmesidir. İnsan ancak
tinin bedenlenmesi sayesinde bedensel dünyada etkin­
lik gösterebilir. Ancak fiziksel bedeni bir alet olarak kul­
lanıp bedenseli etkiler ve ondan etkilenir. Ama aslında,
insanın fiziksel bedeni yoluyla etkin olan, tindir. Fiziksel
dünyada etkin olacak kasıtları, yönelimleri o tayin eder.
-Tin, fiziksel bedende yaşadığı sürece kendini tümüyle
açığa vuramaz. Fiziksel varoluş perdesinin arasından ışı­
makla yetinir. Çünkü insanın düşünsel yaşamı aslında
tin dünyasından kaynaklanır; ve fiziksel dünyada ortaya
çıkış şekli gerçek şeklini perdeler. Şöyle de söylenebilir:
Fiziksel insanın düşünce dünyası, ait olduğu asıl tinsel
varlıkların bir kopyası ya da gölgesi gi bidir. Fiziksel ya­
şantısı sırasında tin, fiziksel bedeni sayesinde dünyevi
madde dünyası ile etkileşim içine girer. İnsan tininin bir
bedenlenmeden diğerine geçtiği sürece görevlerinden
birinin, tam da fiziksel madde dünyasını bu etkileme ol­
sa da, yalnızca bedende yaşıyor olsaydı, bu görevi hiç­
bir zaman layıkıyla yerine getiremeyecekti. Nasıl bir evin
planı işçilerin etki alanı olan yapıda oluşmuyorsa, dün­
yasal yaşamın erek ve amaçları da bu yaşam sırasında

1 19
TE0�0 F I ı RU D0LF STE l n E R

oluşmaz. Evin planının bir mimarın bürosunda hazırlan­


ması gibi dünyasal yapıcılığın hedef ve amaçlan da "tin­
ler-ülkesinde· planlanır. - İnsan tini, her iki bedenlenme
arasında bu ülkede bulunmak zorundadır ve buradan
getirdikleriyle bir sonraki fiziksel yaşamındaki çalışmala­
nnı · hazırlar. Mimar nasıl kendi çalışma odasında, tuğla
ve harç kullanmadan, ölçümlere, mimarlık ve diğer ku­
rallara uygun bir plan ç-i zerse, insan yaratıcılığının mima­
n olan tin ya da üst-benlik (das höhere Selbst) de, daha
sonra dünyasal yaşama aktarabileceği becerileri ve he­
defleri "tinler-ülkesinde·, bu ülkenin yasalanna uygun
şekilde geliştirmelidir. f nsan tini ancak, yeniden ve yeni­
den kendi alanına dönebildiğinde, fiziksel-bedensel
araçları sayesinde de yeryüzüne tini taşır hale gelebilir.
- insan fiziksel gösteri meydanında fiziksel dünyanın
özelliklerini ve güçleri ni tanır. Burada yaratırken, fiziksel
dünyada çalışmak isteyenleri nelerin beklediği deneyim­
lerini toplar. Aynı anda düşünce ve fikirleriyle biçimlen­
dirmek istediği özdeğin özelliklerini kavrar. Düşünce ve
tasanmların kendisini, ama özdekten soğuramaz. Böyle­
ce yeryüzü, hem eylem hem de öğrenim sahnesi olur.
Burada öğrenilenler, daha sonra tinler-ülkesinde tinin
canlı becerileri haline dönüştürülür. Konuya açıklık ka­
zandırmak için yukandaki örnek sürdürülebilir: Mimar
bir evin planı üstünde çalışır. Bu plan uygulanır. Uygula­
ma sırasında mimar pek çok deneyim kazanır. Bu dene­
yimler, becerilerini arttırır ve bir sonraki planı hazırlar­
ken de etkilerini gösterirler. Bir sonraki plan, önceki ça­
lışmada kazanılan deneyimler oranında daha başarılı
olur. İnsanların birbirini izleyen yaşam süreçlerinde de
bu böyledir. Bedenlenmelerin arasında kalan dönemler­
de tin, kendi alanındadır. Kendini tümüyle tinsel yaşa­
mın gereksinmelerine verebilir; şimdi fiziksel bedenin
yasalarına bağımlı olmadığından rahatça, önceki yaşam­
larının deneyim ürünlerinden de faydalanarak, kendini
her yönde geliştirir. Bakışı her zaman dünyevi görevleri­
ni gerçekleştireceği sahneye yöneliktir. Etkinlik alanı
olan dünyanın gerekli gelişimini izleyebilmek için çalışır.

1 20
Ü ç D ü n YA

Her bedenlenmede yeryuzunun o zamanki d uru muna


uygun bir biçimde hizmet edebilmek için kendini hazır­
lar. - Birbirini takip eden bedenlenmeler için bu söyle­
nenler yalnızca genelde geçerlidir. Ve gerçeklik hiçbir za­
man tümüyle bu çizgiyi izlemez, yalnızca aşağı yukarı bu
resmi verir. Öyle durumlar vardır ki, bir insan bir önceki
yaşamında bir sonrakine oranla çok daha yetkin olabilir.
Ne var ki bu gibi düzensizlikler yinelenen yaşamlar süre­
since belirli sınırlar içinde yeniden dengelenebilir.
Tinin #tinler-ülkesindeki" eğitimi, insanın bu ülkenin
değişik yörelerinde yerlçşmesi ve onlara aşina olması ile
gerçekleşir. Tinin kendi yaşamı birbiri ardından bu yöre­
lerle kaynaşır; geçici olarak on ların özelliklerine bürü­
nür. Geçtiği yörelerin varlıkları, onun varlığının içine sı­
zar ve bir sonraki yeryüzü etkinliği için güçlenmesini
sağlar. - İnsan "tinler-ülkesinin" birinci yöresinde yeryü­
zü nesnelerinin tinsel ilk-örnekleri ile çevrilidir. Yeryü­
zündeki yaşamı sırasında bunların yalnızca, düşüncele­
riyle kavradığı gölgelerini tanımak olanağı bulmuştu .
Yeryüzünde ancak düşünülebilen/er, burada yaşanır. İn­
san düşünceler arasındadır, ama bunlar gerçek varlıklar­
dır. Yeryüzü yaşamında duyularla algılananlar, şimdi
kendi düşünce biçimi içinde etkilerler. Ama düşünce
nesnelerin ard ına bir gölge gibi gizlenmez, onları oluştu­
ran yaşam dolu bir gerçeklik olarak ortaya çıkarlar. Böy­
lece insan kend ini, dünyasal şeylerin biçimlen ip ol uştu­
ruldukları yapımevinde bulur. Çünkü "tinlerin ül kesin­
de her şey yaşam dolu bir eylem ve devinimdir. Burada
canlı varlıkların dünyası olarak, düşünce dünyası işba­
şındadır; yaratıcı ve yapıcı. Burada, yeryüzünde yaşa­
nanmış olanların nasıl oluşturuldukları görülür. Fizi ksel
bedendeyken duyusal şeylerin bir gerçeklik olarak ya­
şanmaları gibi şimdi de bir tin olarak, tinsel yapıcı güç­
ler bir gerçeklik olarak algılanır. İnsanın kendi fiziksel
bedeninin düşüncesi de buradaki düşünsel varlıkların
arasındadır. İnsan kendini bu düşünceyle bağdaştırmaz.
Yalnız tinsel özvarlığını kendisinin olarak kabul ed er. Ve
terk ettiği bedeninin hatırlanıldığı gi bi fiziksel değil. dü-

121
TE0 Z 0 F İ ı RUD0LF STEİnER

şünsel varlık olduğunun farkına varıldığında, onun dış


dünyaya ait bir şey olduğu görüşü de gelişmeye başlar.
Giderek bedeni dış dünyaya ait bir şey, dış dünyanın bir
örgeni olarak görmeyi öğren ir. Artık benliğine en yakın
olarak kendi bedenini görmez, onu dış dünyadan ayır­
maz. İnsan tüm dış dünyayı, kendi bedeninin de katıl­
masıyla, bir bütün olarak görür. Kendi bedenlenmeleri
dünyanın birliğinde erir. Böylece fiziksel-bedensel ger­
çekliğin ilk-örnekleri, bir zamanlar insanın da bir parça­
sı olduğu bir bütün olarak görünür. Giderek çevreyle
olan akrabalık, birlik daha iyi anlaşılır. Sonunda şu ger­
çeğe varılır: Çevrende serilmiş şeylere bak, bunların
hepsi bizzat sendin. - Bu tümleç, eski Hint Vedanta bil­
geliğinin temel düşüncelerinden birini dile getirir. "Bil­
ge" kişi, başkalarının ölümden sonra yaşadıklarını, yer­
yüzündeki yaşamı sırasında geliştirir. Var olan her şeyle
akraba olduğunu görür, "bu sensin" düşüncesinin anla­
mını kavrar. Bu düşünce, insanın dünyasal yaşamı sıra­
sında kendini adayabileceği bir ülküdür; "tinlerin ülke­
sinde" ise, tinsel deneyimler sonucunda giderek daha
iyi kavranan dolaysız bir gerçeklik olarak yaşanır. - Ve
insanın kendisi tinler-ülkesinde yaşadıkça, yapısı gereği
asıl yurdunun burası olduğunun bilincine varır. Kendini
tinler arasında bir tin, ilk-tinlerin bir örgeni olarak algı­
lar. İçinde ilk-tin seslenir: "Ben bir ilk-tinim . " (Vedanta
öğretisi şöyle der: uBen, Brahmanım . " Bu, ben tüm var­
lıkları oluşturan ilk-varlığın bir örgeniyim demektir). -
Görülüyor ki, yeryüzü yaşantısı içinde gölgemsi düşün­
celer olarak algılanan ve tüm bilgeliğin erişmeye çalıştı­
ğı her şey, tinler-ülkesinde dolaysız olarak yaşanır. Aslın­
da bir şeyin yeryüzü yaşantısında düşünü/ebilmesi, o şe­
yin tinler-ülkesinde bir gerçeklik oluşundan ötürüdür.
İnsan böylece tinsel varoluşu sırasında, yeryüzü yaşa­
mı sırasında tam göbeğinde olduğu gerçeklik ve ilişkile­
ri daha yüksek bir kuleden ve aynı zamanda dışarıdan
görebilir. "Tinler-ülkesinin# en alt yöresinde yeryüzüne
kıyasla, fiziksel beden gerçekliğine dolaysız bağlı geliş­
meleri bu biçimde yaşar. - İnsan yeryüzünde bir ailenin,

1 22
Üç D ü n YA

bir halkın içine doğar; belli bir ülkede yaşar. Tüm bu ko­
şullar yeryüzündeki varoluşunu tayin edici unsurlardır.
Fiziksel dünyanın getirdiği koşu llar ona şu ya da bu dos­
tu buldurur, şu veya bu işlerle uğraştırır. Kısacası bütün
bunlar yeryüzü yaşam ortamını belirler. İşte bunlann
hepsi, "tinler-ülkesinin" birinci yöresindeki yaşantısı sı­
rasında canlı düşünsel özvarlıklar olarak karşısına çı kar.
Her şeyi bir anlamda bir kez daha yaşar. Ama bu kez her
şeyi faal-tinin bakış açısıyla görür. Ailesine göstermiş ol­
duğu sevgi, arkadaşlarına duymuş olduğu dostlu k, için­
de canlanır ve bu yöndeki yetenekleri artar. İnsan tinin­
de aile ve dostluk sevgisinin gücü yükselir. Bir sonraki
yeryüzü varoluşuna, bu anlamda daha yetkin bir insan
olarak girer. - Tinler-ülkesinin bu alt basamağında, bir
bakıma, yeryüzü yaşamındaki gündelik ilişkiler meyve
olarak olgunlaşır. Kişilerin ilgisinin gü ndelik il işkilere ya­
pışıp kalmış bu yönleri, iki yaşam arasındaki tinsel ya­
şamlarının büyük bir kısmını bu yörede geçirirler. - Fi­
ziksel yaşamda birlikte olunan kişilerle, tinler-ülkesinde
yeniden karşılaşılır. Ruhun fiziksel bedenden kaynakla­
nan özelliklerini yitirmesi gibi, ruhla ruh u birbirine bağ­
layan bağ da, yalnız fiziksel dünyada anlamı ve etkinliği
olan koşullardan uzaklaşır. Ama fiziksel yaşamda ruhla­
rın ruhu olan her şey ölümden sonra yaşamını -tinler-ül­
kesinde- sürdürmeye devam eder. El bette fiziksel ko­
şullar için oluşturulmuş sözcükler, tinsel dünyada olup
bitenleri anlatmaya yeterli değildir. Gene de şu tümleç
tümüyle doğrudur: Fiziksel yaşamda birbirlerine ait olan
ruhlar, birlikteliklerini aynı biçimde sürdürmek üzere
tinler-ülkesinde buluşurlar. - Bir sonraki yöre, yeryüzün­
deki ortak yaşamın düşünsel varlığının, aynı zamanda
"tinler-ü lkesinin" sıvı öğesi olarak aktığı yöredir. Fiziksel
beden içinde dünya gözlendiği sürece yaşam, tek tek
varlıklara bağlıymış gibi görünür. "Tinler-ü lkesi nde" ise
bu bağdan sıyrılmıştır ve kan gibi tüm ülkeye yayılır.
Orada her şeyi kapsayan, canlı bir bütün vardır. Yeryü­
zündeki yaşam sırasında bunun yalnızca bir yansıması­
nı görmek olasıdır. İnsanın bütüne, evrenin birlik ve

1 23
TE0Z0 F İ ı RUD0LF STE İ n ER

uyumuna gösterdiği her türlü saygıda canlı düşünce bü­


tünlüğünün bir yansıması vardır. insanların tüm dinsel
yaşamı da, gene bundan kaynaklanır. İnsan, varoluşu­
nun kapsamlı anlamını gelip geçici ya da tek tek alanlar­
da bulamayacağını sezer. Bu gelip geçici şeyleri, ebedi
ve uyum içindeki bu bütünün bir umeseW ya da sureti
olarak görür. Bu bütüne hayranlık içinde, ona tapınarak
bakar. Onun için dinsel ayinler düzenler. - "Tinler-ülke­
sinde· ise bu bütünlük yalnız suret olarak değil, gerçek
biçimiyle, canlı bir düşünsel varlık olarak algılanır. Böy­
lece insan, yeryüzünde yücelttiği bütün ile, gerçek an­
lamda birleşebilir. Dinsel yaşamın ve onu nla bağlantılı
her şeyin ürünleri bu yörede ortaya çıkar. İnsan, edindi­
ği tinsel deneyim sonucu, kendi bireysel yazgısını, ait ol­
duğu toplumun yazgısından ayırmaması gerektiğini ni­
hayet öğrenir. Kendini bir bütünün örgeni olarak değer­
lendirme yeteneği burada gelişir. Dinsel duygular, temiz
bir ahlak geliştirmek için tüm çabalar, iki bedenlenme
arasındaki dönemin büyük bir bölümünde bu yöreden
güç alır. Ve insan, bu yönde daha gelişmiş yeteneklerle
yeniden doğacaktır.
Birinci yöre, bir önceki fiziksel yaşamda, fiziksel dün­
yanın yakın bağlanyla bağlanılan ruhlarla beraber olma
yerid ir. İkinci yörede ise, bir başka anlamda kendini bir
hissettiğin kişilerle karşılaşılır: Ortak bir h ürmet,. ortak
bir inanç gi bi. Hatırlatılmalı ki, geçmiş yörelerdeki tinsel
deneyimler bir sonrakilerde de devam ederler. Yani in­
sanın bu yörede ve daha sonraki yörelerde aile, dostluk
vs. gibi bağlarından kopacağı anlamına gelmez. - "Tin­
ler-ülkesinin" yöreleri de, " bölümler· olarak ayrılmaz,
birbirine geçerler. İnsanın kendini yeni bir yörede bul­
ması da, herhangi yüzeysel bir biçimde "içeri girmesin­
den" değil. o zamana kadar algılayamadıklarını algılaya­
bilecek iç yetenekleri geliştirmesinden ötürüd ür.
Tinler-ülkesinin üçüncü yöresi. ruh dünyasının ilk-ör­
neklerini içerir. Orada yaşayan her şey, burada canlı dü­
şünsel varlıklar halindedir. İstek, dilek, duygu vs.nin ilk-

1 24
Ü ç Dü nvA

örnekleri buradadır. Ama "tinler-ülkesindeki'" ruhsallı­


ğın, bencilliği yoktur. ikinci yörede yaşamın bir bütün ol­
ması gibi burada da tüm istekler, dilekler, isteklilik ve is­
teksizlik bir bütündür. Bir başkasının istek ve dilekleri,
benimkilerden farklı deği ldir. Tüm varlıklann müşterek
bir dünya oluşturmuş duyum ve duyguları, fiziksel hava­
nın yeryüzünü sarması gi bi, diğer her şeyi sanp sarma­
lar. Bu yöre, aynı zamanda ..tinler-ülkesinin" atmosferi­
dir. İnsanın yeryüzü yaşamı sırasında insanlık ve birlik­
telik için kendini adayarak yaptığı her şey burada mey­
vesini verir. Çünkü bu hizmeti, bu kendini adayışı saye­
sinde "tinler-ülkesinin" üçüncü yöresinin bir yansıması
olarak yaşamıştır yeryüzünde. İ nsanlığın büyük h ayırse­
verleri, büyük özverilerde bulunanlar, toplum için büyük
hizmetler görenler, verici olma yeteneğini bu yörede ka­
zanırlar. Bunun için, önceki yeryüzü yaşamlarında bu yö­
reye yakınlık duymalannı sağlayan özellikler geliştirmiş
olmaları gerekir.
Görülüyor ki, ·tinler-ülkesinin" anlatılan bu üç yöresi,
altlannda yer alan dünyalarla, fiziksel ve ruhsal d ünyay­
la belli bir bağlantı içindedirler. Çünkü bu dünyalarda fi­
ziksel ya da ruhsal bir var olma kazanan her şeyin ilk-ör­
nekleri, canlı düşünce varlıkları, burada bulunur. Dör­
düncü yöre -sözcüğün tam anlamıyla olmasa da- ·saf
tin yöresidir". Bu yöre, altında kalan üç yöreden ayrılır.
Çünkü bu yörede, insanın yeryüzüne gelince hazır bul­
duğu, ama kendisinin henüz katılamadığı fiziksel ve ruh­
sal ilişkilerin ilk-örnekleri bulunur. Gündelik yaşamın
şartlan, insanın bu dünyada hazır bulduğu nesnelere ve
varlıklara kilitlenir; bu dünyanın gelip geçici şeyleri, in­
sanın gözünü ebedi ilk-kaynaklarına çevirtirler; ve ken­
disini özveriyle adadığı türdeşleri de varlıklannı insana
borçlu değillerdir. Fakat sanat ve bilim eserleri, teknik,
devlet düzenleri, kısacası insanın tüm yeryüzüne kazan­
dırdıktan, insan tininin özgün yapıtlarıdır. İnsanın kendi
çabası olmadan, bütün bu fiziksel suretler yeryüzünde
gerçekleşemezlerdi. Bu tümüyle insana ait yapıtların ilk­
örnekleri "tinler-ülkesinin" dördüncü yöresinde bulunur.

125
TE0 Z 0 F İ ı RUD0LF STEİnER

- İ nsanın yeryüzündeki yaşamı sırasında geliştirdiği bi­


limsel sonuçlar, sanat fikirleri ve yapıtları, teknik kav­
ramlar, bu dördüncü yörede meyvelerini verir. Bu ne­
denle sanatçılar, bilim adamları, büyük mucitler, "tinler­
ülkesinde" geçirdikleri süre içinde bu yöreden esinlerini
soğurur ve dehalarını geliştirerek bir sonraki bedenlen­
melerinde yeryüzü kültürüne daha güçlü katkılarda bu­
lunmak üzere hazırlanırlar. - "Tinler-ülkesinin" dördün­
cü yöresi yalnızca olağanüstü insanlar için olduğu düşü­
nülmemelidir. Hayır, orası tüm insanlar için önemlidir.
Çünkü fiziksel yaşamda insanın gündelik isteklerini ve
dileklerini aşan her şeyin ilk-kaynağı bu yörededir. Eğer
insan ölümle yeniden doğum arasındaki sürede bu yö­
reden geçmeseydi, bir sonraki yaşamında kişisel sorun­
larını aşan ve tüm insanlığa yönelen konularla ilgilene­
mezdi. - Yukarıda bu yörenin de tam anlamıyla "saf tin­
ler-ülkesi" olarak adlandırılamayacağı belirtilmişti. Çün­
kü insanların yeryüzündeki kültürel gelişmeleri terk et­
tiklerinde içinde bulundukları durum, tinsel varoluşları­
nı etkiler. "Tinler-ülkesinde" yalnızca, kendi yetenekleri­
nin, ve içi.n e doğdu kları halkın, ulusun, ülkenin vs. ge­
lişmişlik düzeyinin meyvelerinden yararlanabilirler.
İ nsan tini, "tinler-ülkesinin" daha yüksek yörelerinde
artık her türlü yeryüzü zincirinden kurtul muştur. "Saf tin­
ler-ülkesine" yükselir. Burada tinin yeryüzü ile ilgili amaç
ve erekleri ile karşılaşır. Her kristal, her ağaç, her hay­
van ve insan yaratıcılığının her ürünü, tinin ereklerinin
bir kopyasıdır. Ve insan, bedensel yaşamı süresince yal­
nızca kusursuz amaç ve ereklerin bu kusurlu kopyalarıy­
la yetinmek zorunda kalır. Tinler-ülkesinin her insan için
özel bir ereği vardır. Ama insan herhangi bir bedenlen­
mesinde bu ereğin ancak bir kopyası olabilir. "Tinler-ül­
kesinde" bir tin olarak gerçekten ne olduğu bu yüzden,
iki bedenlenme arasında bu ülkenin beşinci yöresine
yükseldiği zaman ortaya çıkar. Bu rada ortaya çıkan, ger­
çek kendisidir.
Çeşitli bedenlenmelerde fiziksel varoluşlarda görülen

1 26
Ü ç D ü nvA

odu r. Bu yörede insanın gerçek benliği özgürce yaşaya­


bilir ve her yöne yayılabilir. Her bedenlenmede yeniden
ortaya çıkan varlık bu benliktir. Bu benlik, tinler-ülkesi­
nin daha aşağı yörelerinde oluşturulan yetenekleri bera­
berinde getirir. Böylece önceki yaşamların meyvelerini
sonrakilere aktarır. Tüm önceki yaşamların son uçlarının
taşıyıcısı da odur.
Kendi'nin "tinler ülkesinin" beşinci yöresinde yaşar­
ken, amaç ve ereklerle karşılaştığı belirtildi. Nasıl bir m i­
mar planındaki eksikliklerinden ders alarak yeni planlar
çizdiğinde bu eksikliklerden öğrendiklerini kullanırsa,
benlik de önceki, inik dü nyalardaki yaşamlarının sonuç­
larından kusurlu olanları sıyırıp atar. Böylece "tinler-ül­
kesinin" artık birlikte yaşadığı ereklerini, önceki yaşam­
larının sonuçlarıyla zenginleştirir - Elbette bu yöreden
alınabilecek güç, benliğinin bedensel yaşam sırasında
elde ettiği sonuçların ne kadarının erekler dünyasına
alınmaya uygun olduğuna bağlıdır. Yeryüzündeki varolu­
şu süresinde canlı bir düşünce yaşamı ya da eyleme dö­
nüşen bir sevgiyle tinin ereklerin i gerçekleştirmeye ça­
lışmış bir benlik, bu yöreden büyük yararlar sağlayabilir.
Yalnızca gündelik yaşamla ya da gelip geçici şeylerle uğ­
raşanlar, ebedi dünya düzeninin erekleri arasında yer
alabilecek hiçbir tohu m ekmemiş olurlar. Az da olsa
gündelik yaşamın sorunlarını aşan her şey, "tinler-ülke­
sinin" bu beşinci yöresinde meyve verir. Burada önemli
olan, dünyada "ün kazanmak" gibi şeyler değildir. Aksi­
ne, en dar yaşam çemberinde en küçük bir bilinçlendir­
me bile, her biri tek tek, ebedi gelişmeye katkı sağlarlar.
Burada alışılması gereken bir düşünce de, i nsanın bu
yöredeki yargılarının fiziksel yaşamdakilerden farklı ol­
ması gerektiğidir. Örneğin beşinci yöre ile ilgili yönlerini
geliştirmemiş birini ele alalım. İçindeki dürtü, bir son ra­
ki fiziksel yaşamında, yazgısında (karma) ayn ı eksikliğin
etkilerinin ortaya çıkması için, onda bir içtepi geliştirtir.
İnsan bundan sonraki yeryüzü yaşamında kara yazgı ola­
rak değerlendirdiği, acı acı sızlandığı gelişmelerin, tinler­
ülkesinin bu yöresinde, kendisi için kesinlikle elzem ol-

1 27
TE0H>Fİ ı RU D0LF STE inER

duğunu görür. -Beşinci yörede kendi gerçek kendinde


yaşadığı için, daha alt dünyalardan kaynaklanan kılıflar­
dan da sıyrılmıştır. Şimdi tüm bedenlenmelerinde yaşa­
mış ve yaşayacak olanın ta kendisidir. Bu bedenlenme­
lere neden olan ve kendi benliğine mal ettiği ereklerin
arasında yaşar. Kendi geçmişine bakar ve tüm yaşantıla­
rının gelecekteki ereklerinin gerçekleşmesinde rol oyna­
yacağını duyumsar. Geçmiş yaşantılarını anımsayabilme
ve geleceğini önceden görebilme yetenekleri uyanır. -
Görülüyor ki: Bu yazıdaki adıyla "tin-kendi", geliştirilmiş
olduğu oranda ve kendine özgü gerçekliğinde, bu yöre­
de yaşar. Tin-kendi burada kendini eğiterek, yeni bir be­
denlenmede tinsel . erekleri yeryüzü yaşamında gerçek­
leştirmeye hazırlanır.
"Tin-kendi", tinler ülkesine gelip gittikçe gelişir. Bu ül­
kede özgürce devinmeye başladığı oranda gerçek yur­
dunun burası olduğunu anlar. Tin olarak yaşamı, yeryü­
zü insanının fiziksel gerçekliği benimsediği gibi benim­
ser. Tinler-ülkesinin bakış açılan artık tayin edici olur ve
insan bilse de bilmese de, daha sonraki yeryüzü yaşam­
larını belirler. Benlik kendini tanrısal dünya düzeninin
bir örgeni alarak duyumsar. Özvarlığı, yeryüzü yaşamı­
nın engelleri ve yasalarından etkilenmez. Yaptığı her şe­
yin gücünü tinler-ülkesinden alır. Tinler-ülkesi, ama bir
bütündür. Orada yaşayanlar, ebediliğin geçmişi nasıl ya­
rattığını bilir ve ebedilikten yola çıkarak geleceği yönlen­
direbilir. Geçmişe bakış, yetkinliğe erer. Bu düzeye eri­
şen insan, bir sonraki yaşamının amaçlarını kendisi be­
lirleyebilir. Geleceğini, "tinler-ülkesi" içinden, gerçeğe
ve tinsele uygun olması için etkiler. İnsan iki bedenlen­
me arasındaki ara dönemde tanrısal bilgeliği perdesiz
görebilen yüksek varlıkların arasındadır. Çünkü onları
anlayabilecek düzeye erişmiştir. "Tinler-ülkesinin" altın­
cı yöresinde insanın tüm yaptıktan yeryüzünün gerçek
varlıgına uygun niteliktedir. Artık onu ruhani kılanın pe­
şinden koşmaz, bir tek dünya düzeni için doğru olanı iz­
ler. Tinler-ülkesinin yedinci yöresi, " üç dünyanın" sınırı­
na götürür. İnsan burada daha yüksek dünyalardan da-

1 28
Üç Dü nvA

ha önce tanımlanan üç dünyaya görevli gönderilmiş #ya­


şam çekirdekleri" ile karşı karşıyadır. İnsan üç dünyanın
sınırına vardığında, kendi "yaşam çekirdeğinin# içinde
olduğunu kavrar. Bu, üç dünyanın gizemlerini çözdüğü
anlamına gelir. Yani bu dünyaların tüm yaşamını anlar.
Fiziksel yaşamın sıradan durumlarında ru hun, tinler-ül­
kesindeki (burada açıklanan) yaşantılannı sağlayan be­
cerileri bilin mez. Bu beceriler, fiziksel dünyanın bilinci­
ni oluşturan bedensel organlann bili nçaltında etkindir­
ler. Bu dünyada algılanamamalannın nedeni de budur.
Göz de, içinde çevresini görmesini sağlayan güçler oldu­
ğundan, kendini göremez. Doğum ile ölüm arasındaki
bir insan yaşamının hangi oranda önceki yeryüzü ya­
şamlannın bir sonucu olabileceğini değerlendirmek isti­
yorsak, önce kendi doğası içinde kabullenmek zorunda
olduğumuz bu yaşamdaki bir bakış açısın ın, değerlen­
dirme için yeterli olmayacağını göz önünde bulundur­
mak gerekir. Bu bakış açısıyla bir yeryüzü yaşamı, örne­
ğin acı ve eksikliklerle dolu görünürken, bu yaşamın dı­
şından bir bakış, özellikle bu durumun, yani acı ve ek­
siklerin başka yaşamların bir sonucu olduğunu göstere­
bilir. Daha sonraki bir bölümde açıklanacak olan kavra­
yış yolu ile ru h, bedensel yaşamın şartlanndan kurtulur.
Böylece ölümle yeniden doğma arasındaki yaşantılarını
imgesel bir biçimde algılayabilir. Böyle bir algılayış, "tin­
ler-ülkesinin" burada olduğu gibi, ana çizgileriyle açıkla­
nabilmesini sağlar. Anlatılanlan doğru bir ışıkta görebil­
mek için ise, ruhun saf tinsel yaşamı ile fiziksel beden­
deki durumlannın çok farklı olduğu unutulmamalıdır.

V. Fiziksel Dünya ve Ruh-Tin Ülkeleri De İlişkisi

Ruh dünyası ve tinler-ülkesinin oluşumlannın dış d uyu­


larla algılanmaları olanaksızdır. Üçüncü dünyayı ise, bu
duyularla algılanabilen nesneler oluşturur. insan beden­
sel yaşamı sırasında aynı zamanda üç dünyada birden
yaşar. Duyusal dünyanın nesnelerini algılar ve onlan et-

1 29
TE0l0 F İ ı RU D 0LF STE in E R

kiler. Ruh dünyasının oluşumlarıysa, sempati ve antipa­


ti yoluyla insanı etki altına alırlar; kendi ruhunun eğilim
ve itişleri, dilek ve arzulan da; ruh dünyasını dalgalandı­
m. Şeylerin tinsel özvarlıklan ise insanın düşünce dün­
yasında yansırlar; kendisi de düşünen bir tinsel varlık
olarak, tinler-ülkesinde yer alır ve dünyanın bu yöresin­
de yaşayan tüm şeylerin can yoldaşıdır. - Bundan da an­
laşılacağı gibi duyusal dünya, insanı çevreleyen dünyala­
rın yalnızca bir bölümüdür. Bu bölüm, belli bir bağımsız­
lık içinde insanın genel çevresinden ayrılır, çünkü bu
dünyaya ait olan, ama ruhsalın ve tinselin dikkate alma­
dığı duyulan algılayabilirler. Suyun üstünde yüzen bir
parça buzun, sudan oluştuğu halde bazı özelliklerinden
ötürü ondan ayrıştığı gibi, duyusal nesneler de kendini
sarmalayan ruhsal ve tinsel dünyaların örgen idirler, an­
cak onu duyularla algılayabilir yapan bazı özellikleri ile
onlardan ayrılırlar. Az çok imgesel bir anlatımla, yoğun­
laşmış ruh ve tin oluşumları oldukları söylenebilir. Bu
yoğunlaşma sonucu duyularca algılanabilirler. Evet, na­
sıl buz, içinde su olan bir biçimse, duyusal varlıklar da
ruhsal ve tinsel varlıklardan oluşan biçimlerdir. Bu kav­
ranırsa, buzun içindeki su gibi, tin ve ruh dünyasının da
duyusal dünyaya dönüşebileceği anlaşılır.
Bu bakış açısı, insanın duyusal şeyler üzerine neden
düşünebildiğini de açıklar. Her düşünen insanın sorma­
sı gereken bir soru vardır: Bir taş üstüne düşündükleri­
mizin o taşın kendisi ile ilişkisi nedir? Dış doğayı derin­
lemesine gözleyen insanlar için bu soru tamamen net,
tinsel gözünün önünde canlanır. Böyleleri, insanın dü­
şünce dünyası ile doğanın yapısı ve donatımının uzlaştı­
ğını duyumsarlar. Büyük astronom Kepler, bu uyumu
güzel bir biçimde dile getirmiştir: "Gerçek şu ki, insanı
astronomi çalışmaya çağıran tanrısal buyruk, yeryüzüne
yazılmıştır. Gel gelelim sözcüklerle, hecelerle değil, ama
insan duyularının ve kavramlarının, göksel cisimler ile
gökyüzü koşullarının arasındaki bağlantıyı kavramaya
uygun olması sayesi nde." - Duyusal dünyanın nesneleri
yoğunlaşmış tinsel varlıklar olduklarından, düşüncele-

1 30
Üç DünvA

riyle bu varlıklara yükselen insan, nesneleri anlayabilir.


Duyusal şeyler, tin dünyasından kaynaklanır ve tinsel
varlıkların sadece başka bir biçimidirler; insan şeyler üs­
tünde düşündüğünde, içsel bakışı yalnızca arada sırada
ruhsal biçimden tinsel biçimin ilk-örneklerine yönelir.
Bir şeyi düşünerek anlamak, kimyacının katı bir nesne­
yi sıvı durumuyla incelemek için, önce ateşte ısıtarak
eritmesine benzer.
Tinler-ülkesinin çeşitli yörelerinde duyusal dünyanın
tinsel ilk-örnekleri bulunur (karşılaştır s. 1 1 .3). Bu ilk-ör­
nekler beş, altı ve yedinci yörelerde henüz canlı tohum­
lar halindeyken dört alt yörede tinsel oluşumlara dönü­
şürler. insan tini, düşünceyle d uyusal şeyleri anlamaya
çalıştığında bu tinsel oluşumlann gölgemsi bir kopyası­
nı algılar. Bu oluşumlann nasıl yoğunlaşıp duyusal dün­
yayı oluşturduklan ise, çevresini tinsel anlamda kavra­
mak isteyen için önemli bir sorudur. - insan duyusal
gözlemiyle çevresini, birbirinden belirgin bir biçimde ay­
nlan dört evrede tanır: Bunlar mineralsel, bitkisel, hay­
vansal ve insansal evrelerdir. Mineraller yöresi duyularla
algılanır ve düşünerek anlaşılır. Mineral bir nesne üze­
rinde düşünüldüğünde iki şeyle karşılaşılır: Duyusal nes­
ne ve düşüncesi. Buna göre duyusal nesnenin yoğunlaş­
mış bir düşünsel varlık olduğu söylenebilir. Mineraller
birbirlerini dışandan etkiler: ısıtır, aydınlatır, eritir vb. Bu
dıştan etkileyiş, düşüncelerle dile getirilebilir. İnsan mi­
nerallerin bazı yasalara uygun olarak birbirlerini dışan­
dan nasıl etkilediklerini düşünür. Böylece tek tek düşün­
celer gelişip tüm mineraller dünyası ile ilgili bir görüşe
vanlır. Bu görüş, tüm fiziksel mineraller dünyasının ilk­
örneğinin bir yansımasıdır. Asıl biçimi tinler-ülkesinde
bulunur. - Bitkiler dünyasında nesnelerin birbirlerini dı­
şarıdan etkilemelerine büyüme ve üreme eklenir. Bitki
büyür ve benzerlerini oluşturur. Burada insanın mineral­
ler dünyasında karşılaştıklarına bir de yaşam eklenir. Bu
gerçeğin anımsanması, konunun anlaşılmasına yard ımcı
olacaktır. Bitkinin kendine canlı biçimini verecek ve bu
biçimi benzeri bir varlıkta yineleyecek gücü vardır. Gaz

131
TE0�0FI ı RU D 0 L F STE İ n E R

ve sıvılarda karşılaştığımız biçimlenmemiş madensel öz­


deklerle bitkiler dünyasının canlı biçimlerinin tam ara­
sında kristallerin biçimi yer alır. Kristalde, biçimsiz mi­
neral dünyasından, kendini biçimlendirebilen canlı bit­
kiler alemine geçişi görebiliriz. - Biçimlenmenin bu dış
duyusal süreci -gerek mineral gerekse bitkilerde- salt
tinsel bir gelişmenin duyusal yoğunlaşmasıyla ortaya çı­
kar. Bunun için tinler-ülkesinin üç üst yöresindeki tinsel
tohumların daha alt yörelerde tinsel biçiml e9r oluşturma­
ları gereklidir. Kristalleşme olayının tinsel ilk-örneği ise,
biçimsiz tinsel tohumun, biçimlenmiş oluşuma geçiş sü­
recidir. Bu geçiş süreci, sonuçları duyularca algılanabilir
bir biçimde yoğunlaşırsa, fiziksel dünyada madensel
kr;stalleşme olarak görülür. - Gerçi bitki yaşamında da
biçimlenmiş bir tinsel tohum bulunur. Ama burada bi­
çimlenmiş varlığın yalnızca canlı biçim verme yeteneği
kalmıştır. Kristalde tinsel tohum, biçimlenmesi ile yapı­
cı yeteneğini yitirir. Ortaya çıkan biçimle birlikte yetenek
de harcanmış olur. Bitkinin ise hem bir biçimi hem de
biçimleme yeteneği vardır. Bitkisel yaşamda, tinler-ülke­
sinin üst yöreleri nden kaynaklanan tinsel tohumların
özellikleri korunur. Demek ki bitki, hem kristal gibi bir
biçimdir, hem de biçimleme yeteneği vardır. Bitkide, ilk­
örneklerin aldığı biçim dışında, daha üst tinsel varlıklar­
dan kaynaklanan bir biçim daha etkindir. Duyular yalnız
bitkinin tamamlanmış biçimini algılayabilir. Bitkiler dün­
yasında bitkiye yaşam veren yapıcı özvarlıklar, duyular­
la algılanamaz. Fiziksel göz, bugün küçük, bir süre son­
ra da büyük bir zambak görür. Küçüğü büyüten yapıcı
gücü ise göremez. İşte bu yapıcı güç, bitkiler dünyasının
duyularla algılanamayan bölümüdür. Tinsel tohumlar,
biçimler dünyasında etkin olmak üzere bir basamak
aşağı inerler. Tin bilimde asal evrenlerden söz edilir. He­
nüz hiçime kavuşmamış tinsel ilk-biçimler, birinci asal
evren, bitkilerin büyümesini sağlayan gözle görünmez
güç-özvarhkları da, ikinci asal evren adını taşırlar. - Hay­
vanlar dünyasında büyüme ve üreme yeteneklerine du­
yum ve güdü de eklenir. Bunlar ruh dünyasının dışavu-

1 32
Üç Dü nYA

rumlandır. Bu özellikleri taşıyan. bir varlık, ruh dünyası­


nın bir parçasıdır, onunla karşılıklı etkileşir. Hayvansal
bir varlığın gösterdiği her duyum ya da güdü, h ayvan ru­
hunun derinliklerinden kaynaklanır. Biçim, duyu ya da
güdüye oranla daha kalıcıdır. Denebilir ki, bitkinin değiş­
ken biçimiyle kristalin dondurulmuş biçimi arasındaki
fark, duyum yaşamı ile daha kalıcı canlı biçimin farkı
oranındadır. Bitki biçim yapıcı gücü ile giderek açılır, ya­
şamı boyunca yeni biçimler kazanır. Önce kök salar,
sonra yaprak ve çiçekleri geliştirir. H ayvan ise, kendi öl­
çüsünde tamamlanmış bir biçimin içine kapanıp, değiş­
ken duyum ve itki yaşamını geliştirir. Ve bu yaşamın va­
roluş nedeni ruh dünyasından kaynaklanır. Nasıl büyü­
yüp üreyen bitki ise, duyup güdüler oluşturan da hay­
vandır. Hayvanda biçimsiz olup durmadan yeni biçimler
geliştiren bu duyum ve itkilerdir. Bunların ilk-örnekleri,
tinler-ülkesinin üst yörelerinde bulunur. Ama etkinlikleri
ruh dünyasındadır. �öylelikle hayvanlarda büyüme ve
üremeyi sağlayan duyulara görünmeyen güç-varlıklarına
başkalan eklenir. Bu varlıklar, ru hsal dünyada bir basa­
mak daha aşağı inmişlerdir. Hayvanlar aleminde duyum­
lan ve güdüleri etkileyen ustabaşlan, ruhsal biçimlere
bürünen şekilsiz özvarlıklardır. Bu varlıklar, hayvansal
biçimlerin asıl yaratıcılandır. Bağlı oldukları yöreye
tinbilimde üçüncü asal evren denir. - İnsanda, bitki ve
hayvandakilerin yanı sıra, duyumları tasarım ve düşün­
celere dönüştürme, itkilerini düşünerek düzenleme ye­
teneği vardır. Bitkide biçim, hayvanda ruhsal güç olarak
görünen düşünce, insanda düşüncenin kendisi olarak,
kendi öz biçimiyle ortaya çıkar. Hayvan ruh , insansa tin­
dir. Bunun için tinsel özvarlık, bir basamak daha aşağı
iner. Hayvanda ruh, yapıcıdır. İnsanda ise, tümüyle du­
yusal özdek dünyasına iner. Tin, insanın fiziksel bedeni
içinde yer alır. Ve duyusal bir kılıfın içinde olduğundan,
tinsel özvarlığın yalnızca gölgemsi bir yansıması, yani
onun düşüncesi olarak gözükebilir. Tinin insanda görü­
lebilmesi için fiziksel beyin gereklidir. - Ama tin de bu­
na karşılık insanın gerçek özvarlığı olmuştu r. İnsanda bi-

133
T E 0 Z 0 Fi ı R U D 0 L F STEin E R

çimlenmemiş tinsel özvarlığın aldığı biçim düşüncedir,


bitkide biçim, hayvanda ruh olduğu gibi. Düşünen bir
varlık olan insanda, kendinden başka asal evren etkin
değildir. Kendi asal evreni, fiziksel bedeninde etkindir.
Biçimsel ve duyusal özelliklerini ise, bitki ve hayvanda
olduğu gibi, d iğer asal evrenler sağlar. Düşünce yapısı
insanda tümüyle fiziksel bedeninin içinden oluşturul­
muştur. Tin yapısında, yani yetkinliğe varmış sinir siste­
mi ve beyninde, bitki ve hayvanda gözle görülmeyen
güç-özvarlığı duyusal olarak algılanır. Hayvanın benlik
duygusu, insanınsa benlik bilinci olmasının nedeni bu­
dur. Tin, hayvanda kendini ruh olarak duyar; henüz tin
olduğunun bilincinde değildir. İ nsanda ise tin, tin oldu­
ğunun farkına varır; her ne kadar fiziksel nedenlerden
ötürü tinin gölgemsi bir yansıması, yani düşünce · biçi­
minde olsa da. - Bu anlamda üç dünya, şu örgenlere ay­
rılır: 1- Biçimlenmemiş ilk-örneklerin evreni (birinci asal
evren) . 2- Biçim yapıcı varlıkların evreni (ikinci asal ev­
ren . ) . 3- Ruhsal varlıkların evreni (üçüncü asal evren) .
4- Yaratılmış biçimlerin evreni (kristal biçimleri). 5- Bi­
çimlerini duyuların algıladığı, aynı zamanda biçimi yapı­
cı varlıkların etkin olduğu evren ( bitkiler evreni). 6- Bi­
çimlerini d uyuların algıladığı, aynı zamanda biçim yapıcı
ve ruhsal bir yaşamı olan varlıkların etkin olduğu evren
(hayvanlar evreni). 7- Biçimleri duyuların algıladığı, ama
biçim yapıcı ve ruhsat bir yaşamı olan varlıkların henüz
etkin olduğu ve tinin düşünce biçiminde duyusal dünya­
da yer aldığı evren (insan evreni) .
Böylece, bedende yaşayan insanın temel bölümleri­
nin tinsel dünya ile bağlarını görmüş olduk. Fiziksel be­
den, eter-beden, duyan ruh bedeni ve anlak ruhunu tin­
ler-ülkesinin fiziksel dünyada yoğunlaşmış ilk-örnekleri
olarak değerlendirmek gerekir. Fiziksel beden, insanın
ilk-örneğinin, duyularla algılanır duruma gelinceye kadar
yoğu nlaşmasıyla oluşur. Bu nedenle fiziksel bedenin, bi­
rinci asal evrenin yoğunlaşmış bir varlığı olduğu da söy­
lenebilir. Eter-bedense, etkinliği duygusal evreni kapsa-

1 34
Üç Dü nYA

dığı halde duyularla gözlenemeyen bir varlığın bedene


can vermesiyle oluşur: Bu özvarlık tümüyle nitelendiril­
mek istenirse, her şeyden önce tinler-ülkesinin en yük­
sek yörelerinden kaynaklandığı, sonra ikinci yörede ya­
şamını ilk-örneği olarak biçimlendiği belirtilmelidir. Du­
yusal dünyayı bu biçimiyle etkiler. Duyan ruh-bedeni
oluşturan özvarlıksa, tinler-ülkesinin en yüksek yörele­
rinden kaynaklanır, üçüncü yörede kendini ruh dünyası­
nın ilk-örneği olarak biçimlendiri r, bu biçimiyle fiziksel
dünyayı etkiler. Anlak ruhu, düşünen insan ilk-örneğinin
kendini tinler-ülkesinin dördüncü yöresinde düşüncele­
re dönüştürmesi ve düşünen insan olarak duyusal dün­
yada aracısız görün mesiyle oluşur. - insan böylece du­
yusal dünyada yer alır; tin bu şekilde kendi fiziksel, eter
ve duyumsayan-ruh bedenlerinde çalışıp, anlak ruhunda
kendini gösterir. - Demek ki, insanın üç alt örgenlnde
bir anlamda kendi dışında sayılan ilk-örnekler biçimle­
nerek çalışırlar; anlak ruhuyla ise insan kendi üstünde
(bilinçli) çalışmasına başlar. - Fiziksel bedenini oluştu­
ran özvarlıklar, doğada mineralleri oluşturanlarla aynı­
dır. Eter-bedeninde bitkiler, ruh bedeninde ise h ayvanlar
evreninde yaşayan özvarlıklar etkindir. B u varlıklann et­
kinlikleri bu evrenleri kapsarsa da duyularla algılana­
mazlar.
Çeşitli dünyalar bu şekilde birbirlerini etkilerler. insa­
nın içinde yaşadığı dünya bu etkileşimin bir ifadesidir.
*

Duyusal dünya bu anlamıyla kavrandığında, doğanın


dört evreninin ötesindeki farklı türdeki varlıklar da anla­
şılmaya başlanabilir. Bu tür özvarlıklar için bir örnek
halk-tinidir. Halk-tini duyularla gözlenemez. Ama bir hal­
kın ortak duyum, duygu ve eğilimlerinde yaşar. Bu
özvarlık, duyusal anlamda bedenleşmez. insanın, bede­
nini biçimlendirmesi gibi o da kendi bedenini ruhsal öz­
deklerden oluşturur. Halk-tinin ruhsal bedeni, halkın
fertlerini teker teker bir bulut gibi sarar. Etkisi ise içinde
yaşayan insanlann ruhlarda, bireysel olmayan ortak

1 .35
TE0�0 F İ ı RU D 0 L f STEİ n E R

özelliklerde görülür. Halk-tini, böyle tasarlanmadığı süre­


ce varlıksız ve cansız bir imge, bir soyutlama olarak ka­
lacaktır. - Zaman tini için de benzeri şeyler söylenebilir.
Evet. böylece tinsel bakış açısı genişler ve insanı -duyu­
lanyla algılamasa da- onu çevreleyen inik ya da yüksek,
çeşitli özvarlıklara yöneltir. Tinseli görebilen kişiler bu
özvarlıkları algılayabilir ve tanımlayabilirler. Bu tür var­
l ı kların daha alt türleri: Semender (ateş tinleri ) ,
Sylphus* (hava tinleri ) , Undine* (su tinleri) v e Gno­ •

men • • • (toprak tinleri) olarak tanımlanırlar. Bu tanımla­


malann, altlarında yatan gerçeklerin bir kopyası olmak­
tan uzak Oiduğunu söylemek herhalde gereksizdir. Eğer
öyle olsaydı, bu varlıklann dünyası tinsel değil, kaba du­
yusal dünya olurdu. Ne var ki bu tinsel gerçeklikler an­
cak benzetmeler ya da karşılaştırmalarla açıklanabilir.
Bu nedenle yalnız duyusal gözleme güvenenlerin bu tür
varlık.lan çarpık bir düşlem ya da boş inancın ürünleri
olarak görmeleri doğaldır: Bu varlıklar, duyusal bir be­
denleri olmadığından doğal olarak duyularla da algılana­
mazlar. Gerçek olduklarına değil, duyularla algılanabile­
�.eklerine inanmak boş inançtır. - Dünya oluşumunda et­
k. ılik gösteren bu biçimdeki varlıklara, ancak bedensel
duyulann ötesi, yüksek dünya bölgelerine girildiğinde,
karşılaşılır. Böyle tanımlamalarda tinsel gerçekliklerin
imgelerini görenler değiL bu imgelerin var olduğunu sa­
nanlarla, imgeleri yadsıdıkları için tini de yadsımaları ge­
rektiğini sananlar boş inançlıdır. - Ruh dünyasına kadar
inmeden, kılıflarını yalnızca tinler-ülkesinin oluşumların­
dan ören varlıkların varlığını da kaydetmemiz gerekiyor.
İnsanın onları algılayıp ilişki kurabilmesi için tinsel göz
ve kulağını geliştirmesi gerekli. - Ancak böyle bir geliş­
meden sonra insanın o zamana kadar anlam veremedik-

• Cin ve peri arasında dogaüstü erkek yaratık. . . Ünlü düşünür Dr. Paracelsus.
varsaydığı ruh'lara bu adı takmıştı. (Ed. n.)
• • lskandinav dinlerinde. denizcileri kendilerine çektiklerini v e kristal saray­
lanna götürdüklerine inanılır. (Ed. n.)
· • · Peri masalarında yer altında yaşayıp oradaki hazinelere bekçilik eden cüce;
bu r:k.-yi temsil eden (taş ve plastik) heykel. (Ed. n.)

136
Üç D ü nYA

leri anlam kazanır. Çevresi aydınlanır, duyusal dünyada­


ki etkilerin nedenlerini görmeye başlar. Tinsel gözü açıl­
madan önce tümüyle yadsıdığı ya da "yerde ve gökte, si­
zin okul u kalalığınızın düşünde bile ulaşamayacağı ka­
dar çok şey var", sözüyle yetindiği gerçekleri kavrar. İ n­
ce -tinsel- duyguları olan kişiler, çevrelerinde duyu öte­
si bir dünyanın varlığını sezinlemeye başlayınca, nesne­
ler arasında yolunu bulmaya çalışan bir kör gibi rahat­
sızlık duyarlar. Ancak varoluşun bu yüksek yörelerinin
açıkça kavranması, gelişmelerin iyice anlaşılması, i nsa­
nı güçlendirip gerçek varoluş nedenine yönlendirebilir.
insan kendini bu anlamda geliştirdiği, duyu-ötesini algı­
layabildiği zaman, bu gelişmeden önceki yaşamını "dün­
yanın düşünü görmek'" olarak değerlendirir.

VI. Düşünme Biçimleri ve İnsanın Aurası

Her üç dünyadaki herhangi bir oluşumun insan açısın­


dan gerçeklik olabilmeleri, bunları algılamaya elverişli
yetenek ya da organlarının bulunmasına bağlı olduğu
söylendi . İnsanın mekandaki bazı gelişmeleri ışık olarak
algılayabilmesi, eğitimli bir göz sayesinde olasıdır. B i r
gerçekliğin kendini dışa vurma oranıysa, o n u algılayan
varlığın duyarlılığına bağlıdır. Bu nedenle insan hiçbir za­
man, sadece algılayabildiğinin gerçek olduğunu ileri sü­
remez. Çünkü gerçek olan pek çok şeyi algılamaya elve­
rişli organları olmayabilir. - Ruh dünyası ve tinler ülkesi,
duyusal dü nya gibi, hatta daha yüksek bir anlamda ger­
çektirler. Gerçi hiçbir duyusal göz, tasarımları ya da d uy­
guları göremez; ama onlar gerçektirler. İnsan dış d uyu­
larıyla bedensel dünyayı algıladığı gibi tinsel organlarıy­
la da duygu, itki, içgüdü, düşünce ve benzerlerini algıla­
yabilir. Örneğin fiziksel göz nasıl bazı mekansal değiş­
meleri renk olarak algılıyorsa, iç duyularla da söz konu­
su ruhsal ve tinsel gelişmeleri, renk görünümüyle ben­
zeşen görünümde algılayabilir. Burada söylenenleri tü­
müyle anlayabilmek için bir sonraki böl ümde açıklanan

1 37
TE0i!.0 F İ ı RU D0LF STEİnER

kavrayış yolunda ilerlenmesi ve böylelikle iç duyulann


geliştirilmesi gereklidir. Bunu başaran birisi için çevre­
sindeki ruh dünyası ve ruhsal görünümler, tinsel alanda
da tinsel görünümler duyu üstü görülebilirlik kazanır. O
zaman, başka varlıklarda algıladığı duyguları. duyumsa­
yan varlıktan yayılan ışınlar olarak görebilir; ilgisini yö­
nelttiği düşüncelerin ise, tinsel mekanda yayıldıklarını
fark eder. Bir insanın bir başkasıyla ilgili düşünceleri,
onun için algılanabilir bir harekettir. Bir düşüncenin içe­
riği, o şekliyle yalmzca düşünenin ruh unda yaşar; ama
bu içerik, tin dünyasında etkilere yol açar. işte bunlar
tinsel gözün algılayabildiği hareketlerdir. Bir insanın dü­
şündükleri, maddeten var olan bir gerçeklik olarak diğer
insana doğru akar ve onun tarafından da algılanır. Bu
düşüncenin öbürünü nasıl etkilediği de tinsel dünyada
algılanabilir bir süreç olarak yaşanır. Bu nedenle, tinsel
duyulan kapalı olan birinin algıladığı fiziksel insan, tüm
insanın yalnızca bir bölümüdür. Bu fiziksel insan, ruhsal
ve tinsel yayılmanın merkezi olur. "Gören· kişinin önü­
ne yayılan zengin ve çok yönlü bir dünyaya, burada an­
cak biraz değinmek mümkün. Normalde yalnızca dinle­
yenin düşünsel-anlayışı içinde yaşayan insansal bir dü­
şünce, örneğin tinsel algılanabilir bir renk görünümü
olarak ortaya çıkmakta. Bu renk, düşüncenin karakteri­
ne uygundur. insanın duyusal itkilerinden kaynaklanan
bir düşüncenin rengi, saf idrak, soylu güzellik ya da ebe­
di iyiliğin etkisi altındaki bir düşüncenin h izmetindeki
renkten farklıdır. Duyusal yaşamdan kaynaklanan dü­
şünceler, ruhsal dünyaya kırmızının tonlannda yayılır­
lar. * Düşüneni daha yüksek bir kavrayışa eriştiren dü­
şünce güzel, aydınlık bir sarı rengindedir. Kendini ada­
yan sevgiden kaynaklanan düşünce ise, olağanüstü gü­
zel pembemsi kırmızı bir tonda ışıldar. Bir düşüncenin
içeriği kadar ne ölçüde kesin olup olmadığı da duyu üs­
tü görünümünde ortaya çıkar. Düşünürün açık seçik dü-

• Burada söylenenler. büyük yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Bu nedenle yeni


basımda konu ile ilgili kısa eke bakılmasında yarar vardır. (Bkz. s. 1 73)

1:'8
Ü ç DünvA

şüncesi bel irgin bir çerçeve kazanırken, karışık bir tasa­


nın silik, bulutumsu bir oluşum görünümündedir.
Ve insanın ruhsal ve tinsel özvarlığı, bu şekilde, bü­
tün insanın duyu üstü bölümü olarak ortaya çıkar.
"Tinsel gözle" gözlendiğinde, fiziksel insanın eylem
içindeyken çevresinde ışıyan ve onu bir bulut gi bi saran
(oval bir biçimde) renk etkileri insanın aurasmı oluştu­
rur. Auranın büyüklüğü insandan insana değişir. Ama ge­
ne de --ortalamada- bütün insanın iki misli büyük ve
dört misli geniş bir görünüm kazandığı söylenebilir.
Aurada pek çok değişik renk tonu akar. Ve bu akış,
insanın iç yaşamının gerçeğe uygun bir resmini çizer. İç
yaşam gibi renk tonları da değişkendir. Ama yetenek,
alışkanlık, karakter vasıflan gibi özellikler ise kal ıcı, te­
mel renk tonları olarak gözükürler.
Bu kitabın bir sonraki bölümünde açıklanan " kavra­
yış yolunun" serüvenlerine henüz uzak duranlar, burada
"aura· olarak adlandırılan özvarlıklar ile ilgili pek çok
yanlış görüşe kapılabilirler. Örneğin ruhun, burada.
·renkler" olarak sözü geçenleri, gözün fiziksel renkleri
gördüğü gibi algıladığı sanılabilir. Bu anlamda "ruhsal
bir renk" ancak bir sann olabilirdi. Tin bilimin, ama "san­
nlarıa· en ufak bir ilişkisi yoktur. Burada söz konusu
olanlar ise, kesinlikle bu tür izlenimler değildir. Doğru
bir imge oluşturabilmek için şu göz önünde bulunduru l­
malıdır: Ruh, fiziksel bir rengi algıladığında, yalnız duyu­
sal bir izlenim edinmez; algı aynı zamanda ruhsal bir ya­
şantıya yol açar. Bu ruhsal yaşantı, ruhun -göz yoluyla­
san ya da maviyi algılamasına göre değişir. Bu yaşantıya
"sanda yaşamak" ya da "mavide yaşamak" diyelim. Kav­
rayış yoluna girmiş olan bir ruh ise aynı şekilde "sarıda
yaşanmışlığı" başka varlıkların hareketli ruhsal yaşantı­
larına karşı, "mavide yaşanmışlığı" ise kendini adayan
bir ruh havasına karşı yaşar. Belirleyici olan, "gören kişi­
nin" bir başka ruhun tasarımını fiziksel dünyada "ma­
vi"yi gördüğü gibi görmesi, örneğin bir perdeye "mavi"
demesi gibi değil, tasarımı "mavi" olarak adlandırmasını

1 .39
TE0l0 F İ ı RUD0 L F STEİnER

haklı çıkaran bir serüveni olmasıdır. Önemli olan bir


başka şey daha var: "gören kişi" bu serüveninde, beden­
siz bir serüven ile karşı karşıya olduğunu ve böylelikle
algılamaların insan bedeni aracılığı ile aktanlmadıgı bir
dünyadan söz etme olanağı bulmuş olduğunun bilincin­
dedir. Bu sözü edilenin göz önünde bulundurulması ge­
rekmekle birlikte, "gören kişi" için "auradaki" "mavi­
den" "san" ya da "yeşil"den söz etmek son derece do­
ğaldır.
Aura, insanlann değişik huy, yaradılış ve karakterleri­
ne göre çok çeşitlilik gösterir; tinsel gelişmelerinin dere­
cesine göre de değişiktir. Tümüyle h ayvansal itkilerin
yönlendirdiği bir insanın aurası, düşünceli birisinden ta­
mamen farklıdır. Dindar birinin aurasıyla, yalnız günde­
lik yaşamın olaylanyla uğraşan bir insanınki de hiç ben­
zeşmez. Aura, bunun yanı sıra, tüm değişken ruh halle­
rini, eğilimleri, sevinçleri ve acılan da yansıtır.
Renk tonlannın anlamlannı ayırt edebilmek için fark­
lı ruhsal yaşantıların auralannı birbirleriyle karşılaştır­
mak gerekir. Önce güçlü duygulanımların belirlediği ruh­
sal yaşantıları ele alalım. Bunlar iki türe ayrılır; birinci­
sinde ruh u bu duygulanımlara, insanın hayvansal yapısı
sürükler; i kincisi ise, rafine bir biçim alan, tabiri caizse
üzerinde düşünülmesi sonucu etkilenenlerdir. Birinci
tür yaşantılarda auranın belirli bölümleri özellikle kah­
verengi ve kırmızımsı san rengin tüm tonlarının akımla­
rıyla kaplanır. Daha ince duygulanımlarda ise aynı yerler
daha açık ton kırmızımsı sarı ve yeşil ile kaplanır. Yeşil
renginin, zekanın artmasıyla çoğaldığı söylenebilir. Çok
akıllı olmalarına rağmen akıllannı hayvansal itkilerinin
hizmetinde kullanan insanların auralarında da en etkin
renk yeşildir. Ama bir yeşile, duruma göre çok ya da az
kahverengi ile kahverengimsi kırmızı karışır. Akıllı olma­
yan insanların auraları ise kahverengimsi kırmızı ve hat­
. ta koyu kan kırmızısı renk akıntıları gösterir.
Dingin, dengeli ve düşünceli ruh hallerinde ise aura­
nın görünümü çok daha başkadır. Kahverengi ve kırını-

1 40
Üç DünvA

zımsı tonlar yerlerini yeşilin çeşitli tonlarına bırakırlar.


Kafa gücü harcandığında auranın hoş bir yeşil tonu var­
dır. Yaşamın her durumuyla baş edebilen kişilerin aura­
ları da bu renktedir.
Kendini adayışın rengi, mavinin çeşitli tonlarıdır. Bir
insan kendini bir amaca adadığı oranda mavi tonlar et­
kinlik kazanır. Bu tür insanlar da ikiye ayrılır: Fazla dü­
şünme alışkanlığı olmayan edilgen ruhların, dünyanın
gelişimine katabilecekleri tek özellikleri "iyi huylarıdır" .
Onların auralan, güzel bir mavi renkte parlar. Kendini
adamış dindar yaradılışların auraları da aynı görünü mde­
dir. Başkalarının acılarını paylaşan, anlayışlı kişilerin, var
olmalarının anlamını iyilik etmekte bulanların da, ben­
zer auralan vardır. Eğer bu insanlar aynca da akıllıysalar,
mavi ve yeşil akımlar birbirini izler, ya da mavi yeşilimsi
bir ton alır. Edilgenlere karşın etkin ruhlarda auranın
mavisinin özelliği, içten açık tonda renklerle aydınlan­
masıd ır. Parlak buluşlar, verimli düşünceler üretebilen
insanların auralan, merkezdeki bir noktadan yayı lan
açık renk tonlarda ışıldarlar. Özellikle "bilge" oldukları
söylenen insanların ve dediğimiz gi bi, veri mli düşünce­
lerle dolu olanların auraları böyledir. Genelde tinsel et­
kinlik içten dışa yayılan ışınlar görünüm ündeyken, hay­
vansal yaşamdan kaynaklanan her şey, karışık bulutlar
gibi aurayı sarar.
Ruhun eylemlerinin, kendi hayvansal güdülerinden
ya da idealist, nesnel ilgilerden kaynaklanmaları, aura
oluşumlarının renklerini belirler. Parlak buluşlarıyla du­
yusal tutkularını doyuran yaratıcı bir kafa koyu mavimsi
kırmızı tonlarda, düşüncelerini her türlü bencillikten
uzak nesnel ilgi alanlarına adayanlar ise açık kırmızı-ma­
vi tonlarda görünürler. Soylu bir kendini adayışla kendi­
ni feda edebilme yeteneğinin eşlik ettiği tinsel bir ya­
şam, pembemsi kırmızı ya da açık menekşe renklerini
yansıtır.
Ruhun yalnızca genel durumu değil, tüm gelip geçici
duygulanımlar, ruh halleri ve diğer iç yaşantılar aurada

141
TE0Z 0 F l ı RUD0LF STE inER

renk akımları olarak görülürler. Ani bir öfke patlaması


kırmızı akımlara, ani feveran olarak kendini gösteren
gururun kırılması da koyu yeşil bulutlara neden olur. -
Ama ren kler her zaman düzensiz bulutlar görün ümünde
değildir; düzenli, sınırları belirli biçimler de alabilirler.
Örneğin gelip geçici bir korkuya kapılmış birisinde aura­
nın tepeden aşağıya mavimsi kırmızı parıltılı, mavi, dal­
galı çizgilerle kaplandığı izlenir. Bir olayı gerilim içinde
bekleyen birinde ise kırmızımsı mavi çizgilerin daireler
halinde durmadan içten d ışarıya doğru yayıldıkları görü­
lür.
Sağın bir tinsel algılama yeteneğiyle, insanın dışarı­
dan ald ığı tüm duyumlar izlenebilir. Her dış izlenimin
heyecanlandırdığı kişilerde küçük, mavimsi kırmızı nok­
ta ve lekeciklerin hiç durmadan aurada parıldadıkları
görülür. Bu noktacılar, canlı bir duyum gücü olmayan in­
sanlarda turuncumsu san ya da güzel bir san renk alır­
lar. Kişinin "'dalgınlığı· mavimsi-yeşilimsi, az ya da çok
değişken biçimle�de lekeler olarak görünür.
Daha yüksek düzeyde bir "'tinsel seyretme·, insanın
çevresinde yayılan ve parıldayan ..aura·da üç tür renk
görünümü ayırt eder. Birinci tür renklerin saydam olma­
yan, donuk bir görüntüleri vardır. Gerçi bu renkleri fizik­
sel gözün algıladığı renklerle kıyasladığımızda gene de
uçucu ve saydam görünürler. Duyuüstü dünyada ise
kapladıkları alanın saydamlığını örten bir çeşit sis oluş�
tururlar. - i kinci tür renkler aynı zamanda ışıktırlar. Kap­
ladıkları mekanı aydınlatır ve tümüyle ışık olur, içinde
bulundukları mekanın kendisini de bir ışık alanına dö­
nüşürler. - Üçüncü tür renkler ise, ilk ikisinden çok fark­
lıdır. Çünkü bunların ışık saçan, parıldayıp ışıldayan bir
yapıları vardır. Kapladıkları alanı yalnız aydınlatmaz, par­
layıp ışımasını da sağlarlar. Bu renklerde sürekli eylem­
de ve devinimde olma özelliği vardır. Öbür renkler üçün­
cü türe göre durağan ve donuk kalır. Üçüncü tür ise ken­
dilerini durmadan kendi içlerinden yenilerler. - İlk iki
tür, mekanı dingin ince bir sıvı gibi doldurur, üçüncü tür

1 42
Üç DünYA

ise durmadan tazelenen yaşam, hiç durmayan bir canlı­


lık ortamı oluşturur.
Bu üç renk türü, insan aurasında birbirinden ayn yer
almazlar; tersine, türlü biçimlerde birbirlerine geçerler.
Auranın herhangi bir bölümünde bu üç türün kanştıkla­
rı görülebilir; tıpkı fiziksel bir nesnenin, örneğin bir ça­
nın, aynı anda hem duyulup hem de görülmesi gi bi. Bu,
auranın olağan üstü karmaşık bir görüntü olmasına yol
açar, çünkü aslanda üç iç içe, birbirine işleyen aura söz
konusudur. Açıklık kazanması için dikkati sırayla her bir
auraya yöneltmek gerekir. O zaman d uyuüstü dünyada,
duyusal dünyada örneğin bir müzik parçası dinlenirken
daha iyi izleyebilmek için gözlerin kapatılmasına benzer
bir şey yapılmış olur. "Gören kişinin", her üç aura için
ayn organları vardır. Rahatsız olmadan gözleyebilmek
için organlanndan istediğini izlenimlere açar, ötekileri
kapatır. Bazı "gören kişilerde" henüz yalnız ilk renk türü­
nü görmeye elverişli organ gelişmiş olur. O zaman aura­
lardan yalnız birini görür, öbür ikisini algılayamaz. Bir
başkası da, ilk iki aurayı görme yeteneğini geliştirmişse
de üçüncü türü göremez. - "Görme yeteneğinin" daha
yüksek bir basamağa erişmesiyle gören kişi, her üç au­
rayı da görüp inceleyebilmek için dikkatini her birine sı­
rayla yöneltebilir.
Üçlü aura, insan özvarlığının duyuüstü-görülebilen
ifadesidir. Her üç örgen: Beden, ruh ve tin, aurada gözü­
kür.
Birinci aura, bedenin ruh üstündeki etkisini yansıtır.
İ kincisi, ruh un kendi iç yaşamını, duyusal ivmelere ba­
ğımlılığını aşsa da, henüz tümüyle öncesiz-sonrasızlığın
hizmetine adanmamış durumuyla gösterir. Üçüncüsü ise
öncesiz-sonrasız tinin ölümlü insan üstünde kazandığı
egemenliği yansıtır. Aura, burada olduğu gibi tanımlan­
maya çalışıldığında, böyle şeyleri yalnız gözlemenin de­
ğil, tanımlanmalannın da güç olduğu vurgulanmalıd ır.
Bu nedenle bu tür açıklamalardan bir özendirmeden öte
bir şey beklenmemelidir.

1 43
TE0.l 0 F İ ı RU D0LF STE İ n ER

HGören kişi# için ruhsal yaşamın kendine özgülüğü,


aura ile açı klık kazanır. Duyusal etki ve arzulara, anlık
dış etkilere adanmış bir ruhsal yaşam birinci aurada en
cırtlak ren klerle kendini gösterir; ikinci aura, birinciye
göre daha az gelişmiştir. Pek az renk oluşumuyla ayırt
edilir. Üçüncü aura ise belli belirsizdir. Yalnızca orada
burada parıldayan renk kıvılcımlan ebediliğin, insanın
böyle ruh hallerinde bile yetenek olarak var olduğunu,
ama o anki belirgin duyumların etkisiyle geri plana itil­
miş olduğunu anlatır. - Auranın birinci bölümü, insanın
itkisel doğasını aştığı ölçüde göze batıcılığını yitirir. Bu­
na karşılık i kinci bölüm giderek büyür ve büyüdükçe ay­
dınlatıcı gücüyle fiziksel insanın içinde yaşadığı renk be­
denini doldurur. - İnsan kend ini "ebediliğin hizmeWne
adadığı ölçüde ise mucizevi üçüncü aura, görünmeye
başlar; insanın tinsel dünyadan hangi oranda pay ald ığı­
nı yansıtan da bu bölümdür. Çünkü tanrısal benlik, in­
san aurasının bu bölümü yoluyla fiziksel dünyaya yansır.
Bu aurayı geliştirmiş kişiler, tanrının dünyayı aydınlatan
alevleridirler. Auralarının bu bölümü, kendilerini ne öl­
çüde aştıklarını, ebedi gerçeği, soylu güzelliği ve iyiliği
ne ölçüde yaşad ıklarını gösterir. Küçük benliklerini yen­
dikleri oranda, kendilerini büyük dü nya amaçlarının ger­
çekleşmesine adarlar.
Demek ki, insanın çeşitli bedenlenmelerinde kendini
nasıl biçimlendirdiğini aurada görmek olasıdır.
Auranın her üç bölümünde çok değişik renk tonları
görülür. Bunların yapısını, ama insanın gelişim derecesi
belirler. - Auranın birinci bölümünde itkisel yaşam, kır­
mızıdan maviye kadar tüm tonlarda görü lür. Bu tonların
bulanık, açık seçik olmayan bir görünümleri vardı r. Gö­
ze batan kırmızı tonlar duyusal istekleri, bedensel zevk­
leri, damak ve mide düşkünlüğünü yansıtır. Yeşil tonlar,
özellikle algı gücü zayıf, dünyaya karşı ilgisiz, az geliş­
miş kişilerde ortaya çı kar. Böyleleri tüm zevk veren şey­
leri aç gözlüce arzulasalar da, isteklerini doyurmak için
uğraşmaktan kaçınırlar. İnsan yetenekleri ile ulaşması

1 44
Üç D ü nvA

olanaksız şeylere tutku duyuyorsa, kahverengi ya da sa­


nmsı yeşil aura renkleri oluşur. Bazı çağdaş yaşam bi­
çimleri, özellikle bu tür auralar üretirler.
En düşük düzeylerdeki eğilimlerden kaynaklanan ki­
şisel benlik duygusu, yani bencilliğin en alt basamağı
bulanık sarıdan kahverengiye kadar olan tonlarda görü­
lür. Hayvansal içgüdü yaşamının güzel yanları da olduğu
biliniyor. Örneğin kendini başkalan için feda edebilmek,
hayvanlarda büyük ölçüde gelişmiştir. Hayvansal içgüdü
en yüksek noktasına doğal ana sevgisinde erişir. Bu gibi
doğal içgüdüler birinci aurada açık kırmızıdan pembem­
si kırmızıya kadar olan renk tonlarında yansır. Duyusal
etkiler karşısında yüreksizlik, korkaklık ya da her şey­
den ürkmek, kahverengimsi mavi ya da gri mavi tonlar­
da ortaya çıkar.
İ kinci aurada da, çok çeşitli renk tonları vardır. Güç­
lü, geliştirilmiş bir benlik duygusu, gurur ve hırs, kahve­
rengi ve portakal rengi oluşumlarda görülür. Merak, kır­
mızımsı san lekeciklere yol açar. Açık san, açık seçik
düşünebilme ve zekaya işaret eder; yeşil, yaşam ve dün­
yayı anlayış anlamına gelir. Kolay kavrayan çocukların
auralannın bu bölümünde çokça yeşil görülür. İyi bir
bellek ikinci aurada #yeşilimsi sarı# bir renkle ortaya çı­
kar. Pembe-kırmızı iyi niyetlilik ve sevecenliği, mavi ise
dindarlığı gösterir. Dindarlık yobazlaştıkça mavi, menek­
şe rengine dönüşür. Yüksek anlamıyla idealizm ve yaşa­
mın önemsenmesi çivit mavisi renginde görülür.
Üçüncü auranın temel renkleri san, yeşil ve mavidir.
Burada açık san, insan her bir şeyi bütünden, tanrısal
dünya düzeninden yola çıkarak değerlendirdiğinde, tüm
düşünceleri yüksek ve geniş kapsamlı olduğunda ortaya
çıkar. Bu sarı renk, düşünce sezgiyle tohumlandığında
ve duygusal tasarımlar da tümüyle anndıklannda altın
parlaklığı kazanır. Yeşil, tüm varlı klara duyulan sevgiyi
gösterir; mavi ise tüm varlıklara kendini feda edebilme
yeteneği demektir. Bu yetenek, dünyanın hizmetinde ça­
lışmak için güçlü bir isteğe dönüştüğünde mavinin yeri-

1 45
TE0.l0Fİ ı R U D 0 L F STE i n E R

n l açık menekşe rengi alır. Ruh , yüksek gelişmesine rağ­


men, gurur ve beğenilme isteğini tümüyle aşmadıysa sa­
n renk zaman zaman turuncuya kayar. - Özellikle belir­
tilmeli ki. auranın bu bölümündeki renkler, insanın du­
yusal dünyada görmeye alışık olduğu renk tonlarından
çok farklıdır. ·ooren kişinin" burada karşılaştığı güzellik
ve yücelik, duyusal dünyadaki hiçbir şeyle karşılaştınla­
maz. - Vurgulamayı • auramn görülebilmesi"' ile fiziksel
dünyada algılananların bir geliştirilmesi ve zenginleştiril­
mesi olduğunun farkına varmayanlar, "auranın" bu tari­
fini doğru değerlendiremezler. Gelişmeden anlaşılan
ise, ruhsal yaşamın, duyusal dünya ötesinde tinsel bir
gerçeklik olan biçimini kavramaktır. Burada söylenenle­
rin sanrısal algılanmış bir auradan yola çıkılarak insan
düşüncelerini ya da karakterini okumaya çalışmakla hiç­
bir ilgisi yoktur. Burada istenen, tinsel dünya kavrayışım
geliştirmektir. insan ruhlarını auraları yoluyla okumaya
çalışan kuşku uyandıncı sanatla hiçbir yakınlığı olamaz.

1 46
4. BÖLÜM
KAVRAYIŞ YOLU

in bilimi bu kitaptaki anlamıyla kavramak her insan


T için olasıdır. Buradaki açıklamalar, yüksek dünyala­
nn düşünsel bir imgesini iletirler. Kendini görebilmenin,
bir anlamda ilk adımının atılmasını sağlar. Çünkü insan,
düşünen bir varlı ktır. Kavrayış yolunu da ancak, düşün­
ceden yola çıkarsa bulabilir. Anlağına yüksek dünyalann
bir imgesi verildiğinde, henüz kendi görüşüyle izleyeme­
diği için anlatılan bu yüksek gerçeklikleri yalnızca bir
masal olarak algılasa da, anlatılanlar verimsiz kalmaz.
Çünkü ona verilen düşünceler birer güç olarak düşünce
dünyasında etkinliklerini sürdürürler. içinde henüz uyu­
yan yetenekleri uyandıran da, gene bu faal güç olacak­
tır. Böyle düşünsel imgelere kendini vermenin bir işe ya­
ramayacağını sanan yanılır. Çünkü o, düşüncede yalnız
özsüz, soyut şeyleri görür. Oysa düşünce, yaşayan bir
güçten kaynaklanır. Kavramış kişi için düşünce, tinde
gözlediklerinin dolaysız bir ifadesidir. Bu ifadenin başka­
larına aktanlmasıyla da kavrayış meyvesin i oluşturacak
bir tohum atılmış olur. Düşünce çalışmasını küçümseyip
yüksek kavrayışlara, insandaki diğer güçler ile ulaşmak
isteyen, düşünmenin insanın duyusal dünyadaki en yük­
sek yeteneği olduğunu unutmuş demektir. Tinbilimin
yüksek kavrayışlarına nasıl erişebilirim? Kendine bu so­
ruyu sorana verilecek yanıt şudur: Her şeyden önce baş­
kalannın kendi kavrayıştan ile ilgili açıklamalannı dinle
ve öğren. Ben kendim görmek istiyorum, başkalannın
gördüklerini bilmek istemiyorum diyene ise şu karşılık
verilebilir: Kendi kavrayışının oluşabilmesinin birinci ba-

1 49
TE0.l 0 F I ı RU D 0 L F STE l n E R

samağı, başkalarının açıklamalarının sindirilmesidir. Bu­


nun körü körüne inanmaya zorlanmak olduğu ileri sürü­
lebilir. Oysa bir açıklamanın inanç ya da inançsızlıkla
hiçbir ilgisi yoktur; önyargısızca anlaşılması yeterlidir.
Gerçek bir tin araştırmacısı, hiçbir zaman körü körüne
inanılmayı bekleyerek konuşmaz. Yalnızca şunu söyle­
meye çalışır: Varoluşun tinsel bölgelerinde bunları yaşa­
dım ve şimdi yaşadıklarımı anlabyorum. Ama bilir ki. ya­
şantılarının öğrenilmesi ve başkalarının düşünerek anla­
tılanlar üstünde çalışması, bu kişilerin tinsel gelişmesi
için canlı güçlere dönüşecektir.
Burada söylenenlerin doğru anlaşılması için, ruhsal
ve tinsel dünyalarla ilgili tüm gerçeklerin insan ruh unun
derinliklerinde gizli olduğu bilinmelidir. "Kavrayış yolu"
ile bu gizler açıklık kazanır. insan kendinin olduğu gibi
bir başkasının ruhunun derinliklerinden ortaya çıkanı da
doğru olarak · kabul edebilir'". Bu, henüz kavrayış yolu­
na girmek için hiçbir girişimde bulunmamış olan için de
geçerlidir. Doğru bir tinsel görüş, önyargıların gölgele­
mediği bir gönülde anlak gücünü uyandırır. Bilinçaltın­
daki bilgi. bir başkasının bulduğu tinsel gerçekliklerle
karşılaşır. Bu karşılaşma bir kör inanç değil. sağlıklı in­
san anlağının etkinliğidir. Tin dünyasının kendini kavra­
ması için de çok daha iyi bir çıkış noktası olan bu sağ­
lıklı kavraman ın, bazı kuşku verici mistik "dalışlar" ve
benzerlerinden çok daha geçerli olduğunu görmek gere­
kir. Çünkü bu "dalışlarda" çoğunlukla gerçek tinsel araş­
tırmalarının sunduğundan çok daha iyi bir şey bulundu­
ğu sanrısına kapılmak olası.
Yüksek kavrayış yeteneklerini geliştirmek isteyen bi­
risinin ciddi düşünsel çalışmaya vermesi gereken önem
ne kadar vurgulansa azdır. Bu vurgulama, "gören kişi"
olmak isteyenlerin ciddilik ve özveri gerektiren düşün­
me çalışmasını küçümsedikçe, daha da önem kazanır.
Böyleleri "düşünmenin" bir yararı olmadığını, önemli
olanın "duyum", "duygu· ya da benzerleri olduğunu ile­
ri sürerler. Buna karşılık hiç kimsenin yüksek anlamda

1 50
l<AVRAYI� YE>LU

(gerçekten de) düşünsel yaşamda oJgunlaşmadan #gö­


ren kişi" olamayacağı belirtilmelidir. Birçoklannda bir
çeşit rahatına düşkünlük, yanıltıcı bir rol oynar. Bu rahat
düşkünlüğü, "soyut düşünme· ya da •zoraki akıl yürüt­
menin# küçümsenmesi gibi gözüktüğünden, genellikle
bilincine varılmaz. Ama düşünme, soyut ve zoraki safsa­
tayla kanştınlmamalıdır. #Soyut düşünmek· duyuüstü
kavrayışı perdeler, yaşam dolu düşünme ise ona temel
hazırlar. Elbette yüksek görme yeteneğini, düşünsel ça­
lışma yapılmadan elde edilebilmek çok rahat olacaktı.
Pek çoğu işte bunu istiyor. Gelgelelim bu yetenek için
bir iç sağlamlık ve ruhsal güven gereklidir; ve buna da
ancak düşünmek önderlik edebilir. Bunun dışında görü­
nüp yiten imgelerden, karmaşık bir ruhsal oyundan öte
bir şey yaşanamaz. Bazılan bunlardan hoşlansa da bu­
nun yüksek dünyalara gerçekten u laşabilmekle ilgisi
yoktur. - Ayrıca bu dünyaları gözleyebilen birisinin ne gi­
bi salt tinsel yaşantıları olduğu düşünülürse, sorunun
bir başka yüzü daha görülecektir. ·aören kişi· olabil­
mek için ruhsal yaşamın tümüyle sağlıklı olması gerekir.
Ruh sağlığı içinse düşünmekten daha iyi bir ilaç yoktur.
Yüksek gelişme için yapılan alıştırmaların temeli düşün­
meye dayanmıyorsa ruhsal denge bozulabilir. Duyuüstü
görme gücü, sağlıklı ve doğru düşünen bir insanı yaşa­
mında eskisinden daha da sağlıklı yapması ve yaşama
daha bağlamasının doğrulu kadar, kendini geliştirme is­
teğinde gösterilen düşünme ürkekliği ve bu gibi konu­
larda hayal kurma, düşlemci bir yaklaşıma ve yaşama
karşı tutumun yanlışlığına yol açtığı da doğrudur. Bura­
da söylenenleri göz önünde bulundurduğu sürece, yük­
sek kavrayışını geliştirmek isteyenin kaygılanmasına ge­
rek yoktur. Bu koşullar ruhu ve tiniyle ilgilidir; bedensel
sağlığına gelebilecek her hangi bir zararlı etkiden söz et­
mek saçmadır.
Gerekçesiz bir inançsızlık ise zararlıdır. Çünkü alıcıda
bir itici güç oluştu rur. Doğurgan düşünceleri almasını
engeller. Yüksek duyuların gelişmesi için .körü körüne
inanmak değil, tin-bilimsel düşünce dünyasını kabul

151
T E 0l 0 F I ı RU D 0 LF STE i n E R

edebilmek gerekir. Tin araştırmacısı öğrencisine ş u bek­


lentiyle seslenir: Söylediklerime inanman değil, onları
düşünmen, kendi düşünce dünyana mal etmen gereki­
yor. O zaman düşüncelerim, senin onları doğru algıla­
manı sağlayacaktır. Tin araştırmacısının anlayışı işte bu-
. dur. Gerekli dürtüyü verir, bu düşünceyi doğru varsay­
manın gücü ise öğrencinin içinde oluşur. Tinbilimsel
gözlemlere bu biçimde yaklaşılmalıdır. Bu konularda de­
rinlemesine düşünmeyi başaran, er ya da geç kendi göz­
lemlerini yapabileceğine emin olabilir.
Şimdiye kadar söylenenlerle yüksek gerçeklikleri göz­
lemek isteyenin geliştirmesi gereken ilk özelliğe değinil­
di. Bu, kendini tüm benliğiyle ve önyargısızca insan ya­
şamına ve insan ötesi varoluşun dışavurumlanna adaya­
bilmektir. Dünyanın herhangi bir gerçekliğini önceden
oluşturulmuş bir yargıyla karşılayan, gerçekliğin iletebi­
leceği dingin ve çok yönlü etkiyi alamaz. Kavrayış yolcu­
sunu n kendini her an dış dünyanın içine alabileceği boş
bir kaba çevirebilmesi gerekir. Gerçek kavrayış anlan,
her türlü yargı ve eleştirimizin sustuğu anlardır. Örneğin
bir insanla karşılaştığımızda önemli olan ondan daha
bilge olmamız değildir. En bilinçsiz bir çocuğun bile yü­
ce bir bilgeye öğretecekleri vardır. Eğer bilge kişi, çok
bilgece de olsa çocuğu bir yargıyla karşılarsa, bilgeliği
buzlu bir cam gibi çocuğun açığa vurmak istediklerini
örter. * Kendini yabancı dünyanın açıkladıklarına adaya­
bilmek için insanın bencilliğini tümüyle aşması gerekir.
Ve insan bu kendini adayışı hangi ölçüde geliştirmiş ol­
duğunu sınarsa, kendisiyle ilgili şaşırtıcı gerçeklerle kar­
şılaşacaktır. Yüksek kavrayış yoluna girmek isteyen biri­
si, önyargılarını her an yok edebilmeyi öğrenmelidir. Bu­
nu başardığı oranda "öbürü"' içine akabilir. Ancak yük­
sek ölçüde bir kendini aşabilme ve adayabilme, insanı
her an çevreleyen tinsel gerçeklikleri algılamasını sağlar.
insan bilinçli olarak bu yeteneğini geliştirebilir. Örneğin
• Bu örneğin de gösterdiği gibi "tümüyle kendini adamak". kendi yargısını yok
etmek ya da körü körüne inanmak anlamına gelmez. Bir çocuğa böyle yak­
laşmak da anlamsız olurdu.

1 52
l<AVAAYIŞ Y0LU

çevresindeki insanlarla yargısızca karşılaşmayı deneye­


bilir. Bunun için o insanı çekici ya da itici, aptal ya da
akıllı bulmak gibi alışılmış ölçüleri bir yana bırakıp kişi­
yi salt kendi dışavuru mlarıyla anlamaya çalışmalıdır. En
iyi alıştırma, tiksinti duyulan birisiyle yapılabilir. Tiksinti
tüm güçle bastınlmalı ve kendini bu kişiden gelen etki­
ye tarafsızca açmalıdır. - Ya da, şu ya da bu yargıya zor­
layan bir ortamda, bu yargı bastınlıp gelen etkilere açı k
kalınabilir. *

Şeyler ya da olaylar üstünde konuşmak yerine, onla­


rın kendilerini anlatmalarına fırsat verilmelidir. Ve bu,
kendi tüm düşünce dünyasına da yansıtılmalı. Bunun
için de kendi içimizde şu ya da bu düşünceyi oluşturma
eğilimini bastınp dışarıdakilerin, düşünceleri oluşturma­
ları sağlanmalıdır. - Bu alıştırmalar yalnızca kutsal bir
ciddilik ve ısrarla yapılırsa, yüksek kavrayışlara ulaşılabi­
lir. Bu alıştırmaları küçümseyen, değerlerini bilmiyor de­
mektir. Böyle şeylerde deneyimdi olan ise, kendini ada­
yışın ve önyargısız olabilmenin gerçek güç üreticileri ol­
duklarını bilir. Buhar kazanındaki ısının lokomotifi yürü­
ten güce dönüşmesi gi bi insanın da kendini özveriyle
başkalarına adayabilmesi, tinsel dünyaları görebilme gü­
cüne dönüşür.
Bu tür alıştırmalar insanı, çevresindeki her şeyi algı­
lamaya hazırlar. Buna bir de doğru değerlendirebilme
yeteneği eklenmelidir. Kendine verdiği önemi onu çev­
releyen dünyanın aleyhine abarttığı sürece yüksek kav­
rayışa ermesi gecikir. Karşılaştıkları şeyler ya da olayla­
rın kendilerine verdiği zevke ve acıya kendini kaptıran­
lar, kendi önemlerini abartıyorlar demektir. Çünkü insa­
nın kendi zevki ya da kendi acısı, başka şeyleri değil,
kendisiyle ilgili bir şeyi öğrenmesine yol açar. Bir insana
sempati duyuyorsam bu, ilişkide öncelikle benim ona
karşı duyumsadıklanmdır. Yargı ve davranışlarımı da yal-

• Buradaki tarafsızca kendini adayışın " körü körüne inanmak"la en ufak bir 11-
glsl yoktur. Ö nemli olan bir şeye köril körüne inanmak değil, "kör yargı· ile
canlı izlenimln oluşabilmesini engellememektir.

1 53
TE0�0Fİ ı RU D 0 L F STE l n E R

nız b u zevke ya d a sempatiye bağlıyorsam, kendime


haslığımı öne çıkarmış oluyoru m; dünyanın karşısına
kendimi koyuyorum. Kendimi, olduğum gi bi dünyaya
kabul ettirmeye çalışıyoru m, ama çevremi tarafsızca ka­
bul etmeye, dünyayı kendi haline, yani içinde etkin güç­
lere uygun bir biçimde yaşamaya bırakmaya hazır deği­
lim. Başka bir deyişle: Yalnız kendi kişiliğime uygun ola­
na hoşgörüm var. Geride kalan her şeyi geri tepen bir
güçle uzaklaştırıyorum. İnsan duyusal dünyanın tutsağı
olduğu sürece, özellikle duyusal olmayan etkileri geri te­
per. Kavrayış yolcusunun şeylere ve insanlara, onlann
yapı ve kişiliklerine uygun bir biçimde davranmayı öğ­
renmesi, onların kendi değerlerini ve önemsediklerini
ortaya çıkabilmelerine olanak verme yeteneğini geliştir­
mesi gerekir. Sempati ve antipati, isteklilik ve isteksizlik
yeni roller almalıdır. insanın tüm bunları yok etmesi,
sempati ve antipati duymamaya çalışması söz konusu
olamaz tabii . Tersine, her sempati ya da antipatinin he­
men bir yargıya varmasına, eyleme geçmesine izin ver­
mediğinde, çok daha ince bir duyarlılık geliştirecektir.
İçindeki sempati ve antipatiyi denetim altına alındığm­
da, daha yüksek bir nitelik kazandığını fark edecektir.
En antipatik şeyin de gizli özellikleri vardır ve insan ben­
cil duygularını bir yana bıraktığında, ortaya çıkarlar. Ken­
dini bu doğrultuda eğitmiş birisi, başkalarına oranla her
yönde çok daha ince duyumsayabilir, çünkü kendi du­
yarsızlığının esiri olmaz. İnsanın körü körüne izlediği
her tutkusu, çevresindeki şeyleri doğru bir ışıkta görme­
sine engel olur. Tutku larımızın peşine düştüğümüzde,
girdiğimiz ortamlann etkilerini sindiremeden, değerleri­
ni kavramadan gelip geçeriz.
Ve insan her zevke, her acıya, her sempati ve antipa­
tiye bencil bir cevap, bencil bir davranışla karşılık ver­
meyi bıraktığında, dış dünyanın değişken etkilerinden
de bağımsızlaşır. Bir şeyin verdiği zevk, o şeye aynı za­
manda bağımlı olunmasına da yol açar. İ nsan kendini, o
şeyi n içinde yitirir. Kendini değişken zevk ve acı izlenim­
leri içinde yitiren birisi, tinsel kavrayış yoluna giremez.

1 54
l<AVRAYIŞ Ycnu

Zevk ve acıyı hazımlı karşılayabilmesi gerekir. O zaman;


zevk ve acının içinde kendini yitirmemeye, onları anla­
maya başlar. Kendimi verdiğim bir zevk, kendini veriş
anında varlığımı yiyip bitirir. Ama benim zevki, zevk al­
dığım şeyi anlamak için kullanmam gerekir. Önemli
olan, o şeyin bana zevk vermesi değil, zevk almam ve
zevk yoluyla o şeyin özvarlığmı kavramamdır. Zevk bana
yalnızca o şeyin içinde zevk veren bir özellik olduğun u
bildirmeye yaramalıdır. B u zevk verici özelliği kavraya­
bilmem gerekir. Zevk duymakla takılıp kalırsam, kendi­
mi tümüyle zevke verirsem, yalnızca kendi kendimi ya­
şayan olurum; buna karşılık zevki o şeyin özelliğini kav­
ramamı sağlayan bir olanak olarak görürsem, bu serüve­
nim iç dünyamı zenginleştirir. Tinselin araştırmacısı için
isteklilik ve isteksizlik, sevinç ve acı, şeyleri anlamasın ı
sağlayan fırsatlar olmalıdır. Bu, araştırmacının zevke y a
d a acıya karşı duyarsız olmasına yol açmaz; ama onları
aşması sayesinde yaşadığı şeylerin doğasına açıklık ge­
tirmelerini sağlar. Bu doğrultuda kendini geliştiren biri­
si, zevk ve acının ne kadar iyi öğretici ustalar olduğun u
görür. Her varlığın duyumsadıklarını duyumsamayı, var­
lığın iç dünyasının dışavurumlarını algılamayı öğrenir.
Tinsel araştırmacı, h içbir zaman yalnızca: ah nasıl acı
çekiyorum, ah nasıl seviniyorum demez; ancak: acı ne
söylüyor, sevinç ne söylüyor, diyebilir. Kendini bırakıp,
dış dünyanın zevk ve acılarının onu etkilemesine izin ve­
rir. Böylelikle insanda olaylara karşı yepyeni bir davranış
biçimi gelişir. Daha önce izlenimlerin onu sevi ndirmesi­
ne ya da üzmesine göre davran ırdı. Şimdi ise isteklilik
ya da isteksizliğini, şeylerin özvarlıklarına açıklık getiren
organlar olarak kullanır. Zevk ve acı, yalnızca duygu ol­
mayı bırakıp içinde, dış dünyayı algılayan duyu organla­
rına dönüşürler. Nasıl göz bir şey gördüğünde kendisi
eylemde bulunmaz ve bunu ellere bırakırsa, tinsel araş­
tırmacı da zevk ve acıyı bir kavrayış aracı olarak kullan­
dığında onlardan etkilenmez. Davranışlarını ise zevk ve
acı yoluyla edindiği izlenimlerinden öğrendikleri h azır­
lar. Zevk ve acı, bu anlamda organlar olarak kullanıldık-

1 55
TE0Z0 F I ı RU D 0 LF STE i n E R

lannda ruha, ruhsal dünyayı algılayabilen asıl organları


kazandırırlar. Göz bedene, ancak duyusal izlenimleri
alan bir organ olarak hizmet edebilir. Zevk ve acı ise,
yalnız kendileri için bir anlam taşımayı aşıp ruha yaban­
cı ruhları tanıtmaya başlayınca, ruhun gözlerine dönü­
şürler.
Yukarıdaki özellikleri geliştirmeye başlayan bir kavra­
yış yolcusu, kişiliğinin engelleyici etkileri olmadan ken­
dini dış dünyada var olan şeylerin etkilerine açar. Ama
kendisini de tinsel çevrede doğru bir yere oturtmalıdır.
Ne de olsa düşünen bir varlık olduğundan tinler ülkesi­
nin yurttaşıdır. Ama buna ancak, düşünceleri gerçeğin
öncesiz-sonrasız yasalarına, tinler ülkesinin yasalarına
uyduğu zaman gerçekten hak kazanır. Çünkü ancak o
zaman bu ülke ona işleyip kendini açığa vurabilir. insan
kendini sırf " ben·inden gelip geçen düşüncelere verdiği
sürece gerçeği bulamaz. Çünkü o zaman düşünceleri,
bedensel yapı içinde oluşmuş olmanın getirdiği zoraki
bir varoluş sergilerler. Kendini fiziksel beyninin kapasite­
sine göre değişen bir düşünmeye bırakan bir insanın dü­
şünceleri düzensiz ve karmaşık olur. Bir düşünce başlar,
yarıda kalır, sonra yerini bir başkasına bırakıverir. Dik­
katle iki insanın konuşmasını dinleyen ya da kendini ta­
rafsızca gözleyen kişi, bu karışık düşünce silsilesi ile
karşılaşacak. İ nsan kendini yalnızca duyusal yaşamın
getirdiği ödevlere adarsa, karmaşık düşünce dizileri ger­
çekliklerle karşılaşarak düzene girmek zoru nda kalırlar.
Ne kadar karmaşık düşünürsem düşüneyim, gündelik
yaşam, eylemlerimin gerçekliğe uygun yasalara ayak uy­
durmalarını sağlar. Bir kentin içimdeki imgesi ne kadar
düzensiz olursa olsun, bir yere gitmek istediğimde ken­
tin yollarını izlemek zorunda kalının. Karmakarışık tasa­
rımlarla işyerine giren bir makine ustası, makinelerinin
yasaları sayesinde doğru önlemlere yönelecektir. Duyu­
sal dünyada gerçeklikler, düşünceleri sürekli düzeltirler.
Fiziksel nesne ya da bir bitkinin biçimi ile ilgili yanlış bir
görüşüm varsa, gerçek karşıma çıkar ve görüşümü dü­
zeltir. Varoluşun daha yüksek düzeyleriyle olan ilişkimse

1 56
l<AVRAYış YeLu

çok farklı dır. Onlara erişebilmek için düşüncelerime ke­


sin bir düzen vermiş olmam gerekir. Bu dünyalarda doğ­
ru ve güvenilir yollan bulmak için düşüncemden doğru
ve güvenilir dürtüler alabilmeliyim. Çünkü bu düzeyler­
de etkin tinsel yasalar, fiziksel-duyusal dünyadaki biçim­
de yoğunlaşmış değildir ve düşüncelerimi düzelmeye
zorlayamazlar. Bu yasalara ancak, düşünen bir varlık
olarak benim kendi yasalanma yakın oldukları zaman
uyabilirim. Burada kendi kendimin güvenilir yol gösteri­
cim olmalıyım. Bu nedenle kavrayış yolcusu, düşüncele­
rinin kendi içindeki düzenini kesinleştirmelidir. D üşün­
celeri giderek gündeliğin akışlarından tümüyle çıkmalı.
tüm yönlenişleri tinsel dünyanın iç yapısına özel olmalı­
dır; kendini bu yönde gözleyebilmeli ve denetim altında
bulundurabilmelidir. Düşünceler kendiliklerinden birbi­
rini izlememeli, yalnızca ve yalnızca düşünce dünyasının
kati kapsamına uygun olmalıdırlar. İnsan düşünür olarak
bu düşünce yasalarının, bir anlamda tam bir kopyası ol­
malı, tasarımlar geliştirdiğinde bu yasalara uymayan her
şeyi kendine menetmelidir. Aklına çok sevdiği bir dü­
şünce geldiğinde düşüncelerinin düzenli akışı bozulu­
yorsa, bu düşünceyi geri çevirmelidir. Kişisel bir d uygu,
düşüncelerini doğru olmayan bir yöne saptırıyorsa, bu
duyguyu bastırmalıdır. Platon, okuluna girmek isteyen­
-

lere önce matemati k öğrenimi yapmaları koşul u n u koy­


muştu. Gerçekten matematik, gündelik duyusal izlenim­
lerden etkilenmeyen kesin kurallarıyla yüksek kavrayışı
arayanlar için iyi bir hazırlıktır. Bu yolda ilerlemek iste­
yenlerin her türlü kişisel isteme bağlı davranışları, her
türlü engelleyici özelliği ortadan kaldırması gerekir. Bu­
nun için kendi istenciyle, doğal olarak içinde egemen
olan isteme bağlı düşünceyi yenmelidir. Giderek yalnız­
ca düşüncenin istemlerine uymayı öğrenir. Bunu, tinsel
kavrayışa hizmet eden her düşünce için başarabilmeli­
dir. Düşünsel yaşamı, bozulmaz matematiksel yargı ve
sonuçların tam bir kopyası olmalıdır. Nereye giderse git­
sin, ne yaparsa yapsın, bu biçimde düşünebilmeye çalış­
malıdır. O zaman, düşünceleri gündelik yaşamın karma-

1 57
TE0H>Fİ ı RU D 0 L F STE i n E R

şasında takılı kaldığı sürece yanından v e içinden teğet


geçip iz bırakmayacak olan tinsel dünyanın yasaları, içi­
ne akmaya başlayabilirler. Düzenli düşünme onu güve­
nilir çıkış noktalarından hareket ettirerek en saklı ger­
çeklere taşm Böyle açıklamalar, ama tek yönlü değerlen­
dirilmemelidir. Matematik her ne kadar düşünce için iyi
bir disiplin olsa da, saf. sağlıklı ve yaşam dolu bir düşün­
me yeteneği matematiksiz de gerçekleşebilir.
Yüksek kavrayışlara ulaşmak isteyen, düşünceleri
için hedeflediklerini eylemleri için de hedeflemelidir. Ey­
lemleri, kişiliğinin engelleyici etkileri olmadan, soylu gü­
zelliğin ve ebedi gerçeğin yasalarına uymalıdır. Bu yasa­
lar, ona doğru yolu gösterebilmelidir. Doğru olduğuna
inandığı bir yola girdiğinde, kişisel duyguların bu edim­
den hoşnut kalmaması yüzünden başlanmış yol bırakıl­
mamalıdır. Öte yandan sırf, öncesiz-sonrasız güzelliğin
ve gerçeğin yasalarıyla hemfikir olmadığını görmekten
zevk aldığı için de bu yola girmemelidir. insanların gün­
delik yaşamlarındaki eylemlerini, kişisel doyumları ve
kişisel çıkarları belirler. Bu yüzden de kişiliklerini, dün­
yanın gündelik olaylarına göre şekillenmeye zorlarlar.
Tinsel dünyanın yasalarının belirlediği doğrulan değil,
kişisel istemlerinin taleplerini gerçekleştirirler. Tinsel
dünyaya uygun davranabilmek, ancak onun yasalarına
gerçekten uyulduğunda gerçekleşir. Yalnızca kişilikten
kaynaklanan eylemler, tinsel kavrayış için gerekli güçle­
ri oluşturmazlar. Yüksek kavrayışı arayan, çıkarıma ne
daha uygun, bana ne başarı kazandırır diye değil, iyi ola­
rak kavradığım nedir, diye sorabilmelidir. Kendi çıkarın­
dan , kişisel isteminden vazgeçmek; bu ciddi hedefleri
amaçlamalıdır. O zaman tinsel dünyanın yollarında yürü­
meye başlar, bu dünyanın yasaları tüm varlığına işler.
Duyusal dünyanın tüm zorlamalarından kurtulur, içinde­
ki tin insanı da duyusal kılıfından kurtulur. Böylece tin­
sel anlamda ilerlemeye başlar, kendini tinselleştirir. Ger­
çeğin yasalarına uyma gayretlerim ne işe yarar, ya bu
gerçeği ben yanlış anladıysam?, kaygısı yersizdir. Önem­
li olan niyet ve gayrettir. Doğruyu arama çabası sayesin-

1 58
KAVRAYIŞ Yetu

de, yanılsa da onu yanlış yoldan alıkoyacak gücü oluşur.


Bu güç onu doğru olan yola yönlendirir. Ben de yanılabi­
lirim bahanesi, engelleyici bir inançsızlıktır. İ nsanın doğ­
runun gücüne güvenmediğini gösterir. Çünkü burada
söz konusu olan, kendine kişisel çıkarlarına uygun erek­
ler bulması değil, kendini aşarak adayabilmesi, yönünü
tinin belirlemesine fırsat vermesidir. Bencil insan isten­
cinin gerçeğin kurallarını belirlemesi değil, bu doğrunun
kendisinin insanın içinde egemen olması, tüm varlığına
işlemesi, onu tinler ülkesinin yasalarının tam bir kopya­
sına dönüştürmesi gereklidir. Yaşamına akabilmeleri
için, içini bu yasalarla doldurmalıdır. - Yüksek kavrayışı
arayan, düşüncesini olduğu gibi istencini de denetim al­
tına alabilmelidir. O zaman tüm alçak gönüllülüğüyle ve
kibirli davranmadan gerçeğin ve güzelliğin dünyasının
bir ulağı olabilir. Bu sayede o da tinsel dünyanın bir üye­
si olma hakkını kazanır. Böylece gelişme basamaklarını
adım adım çıkar. Çünkü tinsel yaşama yalnızca gözleye­
rek değil, yaşanarak erişilir.
Yüksek kavrayış yolunun öğrencisi yu karıdaki kuralla­
ra uyarsa, tin dünyasıyla ilgili ruhsal yaşantıları yepyeni
bir biçim alır. Artık yalnızca bu yaşantıların içinde yaşa­
maz. Serüvenlerin anlamlan da yalnız kendi kişisel yaşa­
mıyla sınırlanmaz, yüksek dünyaların ruhsal algılamaları­
na dönüşürler. Ruhundaki isteklilik ve isteksizlik, mutlu­
luk ve acı gibi duygulan da ruhsal organlara dönüşür; tıp­
kı bedenindeki göz ve kulakların yalnız kendi yaşamları­
nı sürdürmeyip özveriyle dış izlenimleri iletmeleri gibi.
Böylece kavrayış yolcusu, tin dünyasını araştırmak için
gereken ruhsal dinginliğe ve güvenliliğe kavUŞllJUŞ olur.
Artık duyduğu büyük bir zevk ona yalnızca taşkınlık yap­
masına değil, dünyanın o zamana kadar gözden kaçırdığı
özelliklerini görmesine de yol açar. Zevke rağmen dingin
kalabilmesi, zevk veren varlıkların özelliklerini açığa v.u­
rabilmelerini sağlar. Bir acı onu tümüyle kedere boğmaz,
aynı zamanda acıya yol açan varlığın özellikleri nakkında
bilgi verir. Gözün kendisi için hiçbir şey arzulamadan in­
sana gideceği yönü göstermesi gibi, zevk ile acı da ruhun

1 59
TE0Z 0 F İ ı RU D 0 L F STE i n E R

güvenilir yol göstericileri olurlar. işte bu, kavrayış yolcu­


sunun varması gereken ruhsal dengedir. Zevk ve acı, kav­
rayış yolcusunun iç yaşamındaki dalgalanmaları oluştu­
rurken yitip gitmediği oranda duyu üstü dünyayı gören
gözler haline dönüşürler. İnsan zevk ve acı içinde yaşadı­
ğı sürece bu duygularıyla bir şey kavrayamaz. Ama bu
duygular yoluyla yaşamayı öğrendiğinde, benlik duygusu­
nu onlar aracılığıyla oluşturduğunda, zevk ve acı, onun
algı organlarına dönüşürler, artık onlarla görüp kavrayabi­
lir. Kavrayış yolcusunun kuru, duygusuz, zevk ve acı duy­
mayan bir insan olacağı düşünülmemelidir. O da zevk ve
acı duyar, ama tinsel dünyayı araştırdığında bu duygular
biçim değiştirir, göz ve kulaklara dönüşürler.
Dünyada kişisel bir yaklaşımla yaşadığımız sürece,
şeylerin ancak kişiliğimize bağlı bölümleri açıklık kaza­
nır. Gelgelelim bu bölümler onun gelip geçici bölümleri­
dir. Kendimizi gelip geçici bölümlerimizden geri çekip
benlik duygumuzla, kalıcı · benimizle" yaşarsak, gelip
geçici bölümlerimiz, dünyaya açıklık kazandıran aracıla­
ra dönüşürler. Bu yolla öğrendiklerimizse şeylerin kalıcı,
öncesiz-sonrasız özellikleridir. Yüksek kavrayışa erişen
kişi, kendi öncesiz-sonrasızlığı ile şeylerin öncesiz-son­
rasızlıkları arasında ilişki kurabilme yeteneğini geliştir­
melidir. Açıklanan alıştırmalara başlamadan önce ve
başladıktan sonra hep bu kalıcı-olan göz önünde bulun­
durulmalıdır. Bir taş, bitki, hayvan ya da insanı gözledi­
ğimde, hepsinde öncesiz-sonrasızlığın dile geldiğini
unutmamalıyım . Kendime, gelip-geçici taş ya da insanda
kalıcı olanın ne olduğunu, duyusal görüntü yok olduğun­
da geride neyin kalacağını sorabilmeliyim. - Tini bu şe­
kilde öncesiz-sonrasızlığa yöneltmenin, kendini günde­
lik yaşama vererek onu gözlemlemeyi engelleyeceği ve
özelliklerinin içimizde anlamını kaybedeceği, bizi gün­
delik gerçeklikten koparacağı sanılmamalıdır. Tersine; o
zaman her yaprak, her böcekçik bize sayısız gizem açı­
ğa vurmaya başlayacak; şayet sadece fiziksel gözümüz
onlara yönelik olmayıp, göz araCJlığı ile tin de seyreder­
se. Her pınltı, her renk tonu, her ses, duyular için canlı

1 60
KAVRAYış Ycnu

algılar olmayı sürdürür. hiçbir şey yitirilmez; buna karşı­


lık sınırsız yeni bir yaşam kazanılmış olacak. Ve gözüyle
en küçük şeyleri gözlemeyi bilmeyenin düşünceleri de
silik ve kansız-cansız olur, tinsel görüye erişmez . - Bura­
da önemli olan bu yola yaklaşımımızdır. ilerleme ölçü­
müz. yeteneklerimize bağlı olacaktır. Yalnızca doğruyu
yapmaya çalışıp gerisini gelişime bırakmalıyız. Başlan­
gıçta bakış açımızı kalıcı olana yöneltmekle yetinmeli­
yiz. Ancak o zaman kalıcı olanla ilgili gerçekler içimizde
uyanabilir. Bize bu kavrayış verilinceye kadar beklemek
zorundayız. Sabırla bekleyen ve çalışan herkes, zamanı
geldiğinde bu noktaya ulaşacaktır. - Böyle alıştırmalar
yapmaya başlayan bir insan. kısa süre sonra kendisinde
ne güçlü değişikliklerin olmaya başladığının farkına va­
nr. Her şeye. o şeyin kalıcı olanla. öncesiz-sonrasızlık.Ja
ilişkisine göre önem vermeyi öğrenir. Dünyayı eskisine
göre bambaşka bir biçimde değerlendirmeye başlar.
Tüm çevresiyle ilgili duygulan başkalaşır. Gelip geçici
dünya, onu eskiden olduğu gibi yalnız gelip geçici özel­
likleriyle çekmez. ek olarak ebediliğin bir örgeni, bir be­
lirtisi olarak önem kazanır. Giderek bu her şeyde yaşa­
yan öncesiz-sonrasızı sevmeye başlar. Kendini eskiden
gelip geçici şeylere olduğu gibi şimdi de kalıcı olana ya­
kın duyar. Bu onu yaşama yabancılaştırmaz, tersine her
bir şeyi gerçek anlamına göre değerlendirmeye başlar.
Yaşamın kibirli tantanası bile üzeride etki bırakarak ge­
lip geçse de o tinseli aradığından, bu yaşamın içinde
kendini yitirmez ve değerlerinin sınırlılığını kavrar. Onu
doğru bir ışıkta görür. Yalnızca bulutlarda gezip yaşamla
bağını yitiren bir kavrayış yolcusu, kötü bir kavrayış yol­
cusu demektir. Gerçekten kavrayabilen birisinin, eriştiği
yüksek noktadan her şeyi açık seçik görebilmesi, her şe­
yi doğru yerine yerleştirebilecek bir duyarlılık geliştirme­
si gerekir.
Böylece kavrayış yolcusu için, istencini bir oraya bir
buraya çeken fiziksel duyu dünyasının yalnızca değiş­
ken etkilerini izlememe olanağı ortaya çıkar. Kavrayışı,
her şeyin içindeki öncesiz-sonrasız varlığı görebilmesini

161
TE0Z0Fİ ı R U D 0 L F STE İ n E R

sağlar. Bu öncesiz-sonrasız varlığı algılayabilmeyi, iç


dünyasının geçirdiği değişim sayesinde başanr. Kavra­
yan için şu düşüncelerin özel önemi vardır: Kendinden
kaynaklanan bir davranışta bulunduğunda, bu davranı­
şın aslında her şeyin içindeki öncesiz-sonrasız varlıktan
kaynaklandığının bilincindedir; çünkü şeyler, onun için­
de bu öncesiz-sonrasızlıklanyla dile gelirler. Demek ki
insan içindeki öncesiz-sonrasızlık eylemlerini yönlendir­
diğinde, öncesiz-sonrasız dünya düzeninin ereklerine
uygun davranmış olur. Artık şeylerin onu yönlendirmedi­
ğini, kendisinin şeyleri içlerindeki yasalara göre yönlen­
dirdiğini bilir. Çünkü bu yasalar, artık kendi özvarlığının
yasalandır. - Bu içten kaynaklanan davranış biçimi, an­
cak ulaşılmak istenen bir ideal olabilir. Bu hedefe ulaşa­
bilme olasılığı ise epey uzaktır. Ama kavrayan kişinin bu
yolu açıkça görmeyi isteme iradesi gerekir. Bu on un öz­
gürlük istencidir. Çünkü özgürlük, kendi kendinden yo­
la çıkarak davranabilmektedir. Ve ancak davranış gerek­
çelerini öncesiz-sonrasızlıktan alan birisi özgürdür. Bu­
nu başaramazsa, şeylerin içinde yaşayandan değil, baş­
ka gerekçelerden yola çıkarak davranmış olur. Bu d a
dünyanın düzenine ters düşer. Sonunda ağır basan d a
gene dünya düzeni olur. Yani sonunda kişisel istemleri­
ni yerine getiremez. Özgürleşemez. Tek tek varlıkların
kişisel istemi, eylemlerinin etkisi sonucu kendi kendini
yok eder.
*

iç yaşamını bu anlamda etkileyebilen, tinsel kavrayış­


ta adım adım ilerler. Yaptığı alıştırmalar meyvelerini ve­
rir; tinsel algılama gücüyle duyuüstü dünyalarda belirli
yeni görüşler kazanmaya başlar. Bu dünya ile ilgili ger­
çeklerin ne anlama geldiğini öğrenir; bunlann kanıtları­
nı ise kendi deneyimiyle elde eder. Bu basamağa erişti­
ğinde, ancak bu yolla gerçekleşebilecek bir şeyle karşı­
laşır: •i nsan neslinin büyük tinsel-önder güçleri# ona an­
lamını ancak şimdi kavrayabileceği bir biçimde bilgeli­
ğin gizlerini açarlar. Böylece "inisyasyon· gerçekleşir,
kavratış yolcusu ·bilgeliğin öğrencisi· olur. Bu konuda

1 62
KAvRAv ı ş Vc:nu

doğru bir görüş geliştirebilmek için dış dünyanın insan


ilişkilerine hiç benzemediği, dış dünyadan hiçbir şey
fark edilmediği bilinmelidir. Öğrencinin şimdi yaşadıkla­
rına ancak değinilebilir: O, yeni bir yurt kazanmıştır. Du­
yu üstü dünyanın bilinçli bir üyesi olmuştur. Tinsel gö­
rüşü kaynağını artık daha yüksek bir düzeyden almak­
tadır. Kavrayış ışığı artık dışından aydınlatmaz, kendisi
b u ışığın kaynak noktasında yer alır. Dünyan ın u m ut
kestiği bilmeceler onda yeni bir ışık bulur. Artık tinin bi­
çim verdiği şeylerle değil, biçim veren tinin kendisiyle
konuşmaya başlar. Tinsel kavrayış anlarında kişiliğin
özel yaşamı, yalnızca ebediliğin bilinçli bir imgesidir.
Önceleri ara sıra da olsa ortaya çıkmış olan, tin ile ilgi­
li tüm kuşkuları yok olur; çünkü kişi ancak, şeylerin iç­
lerindeki tinin yanıltmasıyla yanılabilir. Oysa .. bilgelik
öğrencisi" tinle karşılıklı konuşabildiği için daha önce
tin olduğunu tasarladığı her yanlış biçim de boş inanç
da ortadan kalkar. Bilgelik öğrencisi, tinin gerçek biçi­
mini tanıdığı için, her türlü boş inancı aşmıştır. Kişiliğin,
kuşkunun ve boş inancın önyargılarından özgür olmak,
kavrayış yolundan öğrenciliğe yükselen birisinin özellik­
leridir. Burada açıklandığı gi bi kişiliğin her şeyi kapsa­
yan tinsel yaşamla bir olması "evrensel tinde· kişiliği
yok eden bir biçimde erimekle karıştırılmamalıdır. Kişi­
liğin gerçekten gelişmesinde bu anlamda yok oluna­
maz. Kişilik, tin dünyasıyla kurduğu ilişkisinde korunur,
yok edilemez, bilakis çok daha yüksek bir düzeye erişir.
Tek tinle evrensel tinin birleşmesi imgesel olarak göz
önünde canlan.d ırılmak istenirse, bir dairenin içine dü­
şüp yiten çeşitli daireler değil, her biri kendine özgü bir
renk tonu taşıyan pek çok daire olarak düşün ülmelidir.
Bu değişik renkli daireler üst üste düşerler, ama her bir
ton, bütünlü k içinde özvarlığını korur. Hiçbiri kendi güç­
lerini yitirmez.
Burada, "kavrayış yolu" ile ilgili daha öte açıklamalar
yapılmayacak. Bundan sonra açıklanabilecekler bu kita­
bın devamını oluşturan Gizli Bilim 'in Ana Hat/an adlı ki­
tabımda yer alacak.

1 6:5
TEaZaFI I RU Dc:> L F STE l n E R

Tinsel kavrayış yolu üzerine söylenenler, rahatça yan­


lış anlaşılmaya yol açabilir. Burada yaşamın neşe ve
olaylanndan uzak bir ruh hali önerildiği sanılabilir. Buna
karşılık tinin gerçekliğini aracısız yaşayabilmek için ge­
reken ruh halinin genel bir kural olarak tüm yaşamı kap­
sayamayacağı belirtilmelidir. Tinsel varoluşun araştırma­
cısı, genelde d ünya yabancısı bir insan olmadan kendi­
ni tinsel araştırmalan için d uyusal gerçeklikten uzaklaş­
tırmayı başarabilir. - Öte yandan gerek kavrayış yoluna
girerek, gerekse tinbilimsel gerçekleri ön yargısız, sağ­
lıklı bir insan anlağı ile özümleyerek, tinsel dünyanın
kavranmasının, daha yüksek ahlaklı bir yaşam biçimine,
duyusal varoluşun gerçeğe daha uygun olarak anlaşıl­
masına, yaşamda güvene ve iç ruhsal sağlığa götürece­
ği bilinmelidir.

1 64
BAZI NOTLAR VE EKLEMELER
sayfa 5 1 : Kısa süre öncesine kadar "yaşam gücünden"
söz etmek, bilimsel olmayan bir kafanın belirtisiydi. Son
zamanlarda bilimde, ara sıra da olsa. "yaşam gücü" dü­
şüncesine çok eskilerde varsayıldığı biçimiyle yaklaşma
eğilimi görülüyor. Çağdaş bilimdeki gelişmelerinin iyi bir
gözlemi, bu yaşam gücünde, onu yadsıyan larda daha tu­
tarlı bir mantık olduğunu gösterecektir. "Yaşam gücü"
kesinlikle, zamanımızda "doğa güçleri" olarak isimlendi­
rilen güçlerin bir bölümü değildir. Bugünkü bilimlerin
düşünme alışkanlıkları ve tasarım yöntemlerini aşıp da­
ha yüksek yöntemler aramayanların "yaşam gücünden·
söz etmemeleri gerekir. Ancak #tin-bilimsel" bir h azırlık
ve düşünme yöntemiyle, bu tür konulara karşı çıkılma­
dan yaklaşılabilir. Öte yandan, görüşlerini salt fen bilim­
sel gözlemlerle oluşturmak isteyen düşünürler de, XIX.
yüzyılda etkin olan ve yaşamı cansız doğadaki güçlerle
açıklamaya çalışan inançtan uzaklaştılar. Örneğin önem­
li bir doğa araştırmacısı olan Oskar Hertwig'in Organiz­
malarm Oluşmaları. Darwin 'in Rastlantı Kuramma Bir
Karşı Görüş adlı yapıtı inandırıcı bir bilimsel çalışmadır.
Salt fiziksel ve kimyasal yasaların yaşamı biçimlendir­
dikleri varsayımına karşı çıkar. - Neo-vitalizm diye isim­
lendirilen akımda ise, eski "yaşam gücü" taraftarların­
dan olduğu gibi. canlıda belirli güç etkilerinin varsayıl­
ması ilginçtir. - Gelgelelim. duyu üstünü gözleyebi/en
bir algı gücü olmadan. yaşamda organik olmayan güçle­
ri aşan etkinliğin bulunamayacağını kavramayan kimse,
yetersiz ve soyut kavramlar oluşturmaktan ileri gideme­
yecektir. Burada gerçekleşmesi gereken, organik olma­
yan güçleri araştıran fen bilimin ayn ı yönde geliştirilme­
si değil, başka türde bir kavrayışın oluşturul masıdır.

1 67
TE0.l0FI ı R U D 0 L F STE i n E R

.sayfa 5 1 :
Az gelişmiş organizmalann "dokunma duyu­
sundan" burada söz edilen anlamı ile, duyulann genel­
de tanımladığı kavram karıştınlmamalıdır. Bu sözcüğün
kullanılması tin-bilimsel bakış açısı için bile sakıncalı
olabilir. Burada "dokunma duyusu" ile dış etkilerin ge­
nel olarak farkma van/ması anlatılmak isteniyor. Bu, gör­
mede ya da d uymada olduğu gibi özel bir farkına varış­
tan çok farklıdır.

sayfa 5 1 ·67: insan özvarlığının burada açıklanan örgen­


lerinin, bir bütün olan ruhsal yaşamın salt keyfi bir bö­
lüştürülmesiyle ortaya çıkanldıklan izlenimi edinilebilir.
Buna karşılık bu bölümlerin ruhsal yaşamın bütünlüğün­
de, ışığın bir prizmadan geçtiği zaman oluşan gök kuşa­
ğı renkleri gibi bir anlamı olduğu belirtilmelidir. Nasıl fi­
zikçi, ışık görüngelerini açıklamak için ışığı prizmadan
geçirip sonuçlarını incelerse, tin-bilimci de ruhsal varlığı
aynı biçimde inceler. Ruhun yedi örgeni, soyutlayan dü­
şüncenin ayınmlan değildir. Aynı, ışığın aynştığı renk gi­
bi gerçektirler. Her iki durumda da ayırıma, gerçeklikle­
rin iç yapısı yol açar. Yalnız ışığın yedi örgeni bir dış de­
neyle görülebilirken ruhun örgenlerinin görülebilmeleri
için, ruha yönelik tinsel gözlem gerekir. Ruhun gerçek
özvarlığı, bu bölümler kavranmadan anlaşılamaz. Çün­
kü ruh üç örgeni, fiziksel-beden, yaşam-bedeni ve ruh­
bedeni ile fani dünyaya bağlıdır. Öbür dört örgeni ile ise
ebediliğe kök salar. "Ruhun bütünlüğünde" gelip geçici
ve öncesiz-sonrasız öğeler ayrı 1 ık gözetilmeden birleş­
miştir. Bu bölümler anlaşılmadan ruhun tüm dünya ile
olan ilişkisi de anlaşılmaz. Bir karşılaştırma daha yapıla­
bilir: Kimyacı suyu hidrojene ve oksijene ayırır. Bu iki
özdek suyun bütünlüğünde gözlenemez. Buna rağmen
onlann da kendi özvarlıkları vardır. Gerek hidrojen ge­
rekse oksijen başka özdeklerle de birleşirler. Ruhun bö­
lümlere aynlmasına karşı çıkan birisi, suyun içindeki
hidrojen ile oksijeni yadsıyan bir kimyacıya benzer.

1 68
Bazı Notlar ve Ekleme ler

sayfa 55: Tinbilimsel açıklamalar, noktası noktasına, ol­


duğu gibi alınmalıdır. Çünkü fikirlerin yalnızca, doğru
kalıplarda, bir değerleri vardır. Örneğin şu cümlede:
"On lar (itki, içgüdü vb.) onda (hayvan) kendi başına
buyruk değildir ve dolaysız bir serüveni aşan d üşüncey­
le örülmemiştir"', tümcesindeki "kendi başına buyruk"'
ve "dolaysız bir serüveni aşan· sözcüklerini göz önünde
bulundurmayan, rahatça hayvanın duyum ve iç güdüle­
rinin hiçbir düşünceyi kapsamadığını sanarak yanılgıya
düşebilir. Oysa gerçek tinbilim, hayvanların tüm iç yaşa­
mının (tüm varoluşta olduğu gibi) düşüncelerle örüldü­
ğünü söyleyen bir temel kavrayış üzerine kuruludur.
Ama hayvanın düşünceleri hayvanda yaşayan bağımsız
bir " ben"e değil, hayvana dışarıdan egemen olan bir var­
lığa, "hayvansal topluluk beni"ne aittir. Bu "topluluk be­
ni" fiziksel d ünyada insan " ben"i gibi yer almaz. Hayva­
nı, 93. sayfadan başlayarak açıklanan ruh dünyasından
doğru etkiler (Bu konu ile ilgili daha öte açıklamalar,
Oizli Bilim 'in Ana Hat/an adlı kitabımda bulunabilir) . in­
san düşünceleri, insanın içinde kendi başına buyruk bir
varoluş kazanırlar ve duyumda olduğu gibi dolaylı bir bi­
çimde değil, dolaysız düşünceler olarak ruhsal yaşantı­
lara da dönüşürler.

sayfa 59: "Küçük çocuklar: 'Kari uslu duracak' ya da


'Marie bunu istiyor' diyorlar. " dendiğinde vurgulanmak
istenen, çocukların ne kadar erken "ben" sözcüğün ü
kullanmaya başlamaları değil, b u sözcüğü n e zaman
gerçek anlamıyla bağdaştı rdı klarıdır. Çocuklar büyükler­
den duydu kları için henüz "ben" d üşüncesini geliştirme­
miş olsalar da bu sözcüğü kullanabilirler. Buna karşılık
bu sözcüğün daha geç kullanılmaya başlanması, genel­
likle önemli bir gelişmeyi gösterir: Belli belirsiz olan
ben-duygusundan, ben düşüncesi doğmuştur.

sayfa 6 1 -67: Wie erlangt man Erkenntnisse der


höheren Welten ? (Yüksek Dünyaların Kavrayışına Nasıl

1 69
TE0Z0 F İ ı RU D 0 L F STE İ n E R

Ulaşılır?) ve Gizli Bilim 'in Ana Hat/an adlı kitaplarımda,


"sezgi "nin gerçek özvarlığı ile tanımlanması bulunabilir:
Yeterince sağın olmayan bir gözlem, bu tanımlarla bu ki­
tabın 7 3 . ve 7 4 . sayfalardaki tanım arasında bir çelişki
görebilir. Bu çelişki, yeterince dikkatli bir yaklaşım için
geçerli değildir. Çünkü tinsel dünyadan sezgi yoluyla ve
tüm gerçekli kleriyle duyu üstü kavrayışa görünenler, tin­
kendine de en inik dışavurumlanyla. dış d ünyanın fizik­
sel dünyada duyuma göründüğü gibi görünürler.

sayfa 7 1 ve devamı: "Ti nin Yeniden Bedenlenmesi ve


Yazgı". Bu bölümdeki açıklamalarda, insan yaşamına, di­
ğer bölümlerde açıklanan tinbilimsel bilgiler göz önün­
de bulundurulmadan, salt düşünerek yaklaşıldığında da
bu yaşamın ve yazgısını n yinelenen dünya yaşamlarına
işaret edebileceği gösterilmek istendi. Bu düşünceler,
yalnızca alışılmış ve tek yaşamı n sınırlan içinde kalan
gelişmeleri anlamlı bulanlar için yabancıdır. Öte yandan,
burada alışılmış düşünce yöntemleriyle yaşamın anlaşı­
lamayacağının savunulduğu un utulmamalıdır. Bu neden­
le, görün üşte alışılmış düşünce yöntemlerine ters düşse
de başka yöntemler aranmalıdır. Böyle bir arayıştan ka­
çınmak; yalnızca ruhsal olarak yaşanan gelişmelerin, fi­
ziksel gelişmeleri olduğu gibi düşünerek gözlenebilece­
ğini yadsımak demektir. Böyle bir yadsıma ise. örneğin
şöyle bir gerçekliğin: Ben'in karşılaştığı bir yazgı darbesi
ile bir anının kendisine benzeyen bir yaşantı yoluyla
an ımsanmasının benzeri duygu lar uyandırmasının
önemsenmemesine yol açar. Ama bir yazgı darbesinin
gerçekten nasıl yaşandığı kavranmaya çalışılırsa, bu ya­
şantının, yalnızca dış dünyayı göz önünde bulunduran
ve bu nedenle darbenin "ben"le olan her türlü canlı iliş­
kisini yok sayan bakış açısıyla uyuşamayacağını göre­
cektir. Böyle bir bakış açısı için darbe ya rastlantı ya da
dışarıdan gelen bir zorunluluktur. Gerçekten de bazı dar­
beler bu tür olduğundan, yani insan yaşamında bir şey
sonuçları nı sonradan göstermek üzere ilk kez gerçekleş-

1 70
Bazı Notlar ve Eklemele r

tiği nden; bunlar için geçerli kuralları genelleştirmek ve


başka olasılı kları göz önünde bulundurmama yanılgısına
düşmek çok kolaydır. Ancak insan düşünceleri, yaşam
deneyimiyle Goethe'nin arkadaşı Knebel'de olduğu gi bi
bir yön aldığında bu farklar ayırt edilmeye başlanır: "Sa­
ğın bir gözlem, insanların çoğunun yaşamlarında özel
bir plan olduğunu gösterecektir. Bu plan kişilerin doğa­
larında ve yaptıkları işlerde ortaya çıkar. Yaşamlarında
girdikleri durumlar ne kadar çeşitli ve değişken olursa
olsun, sonuçta kendi içinde anılaşan bir bütün gözükür.
Belirli bir yazgının parmağı, ne kadar gizlense de, gerek
dış etkiler, gerekse iç devinimlerle kendini açığa vuru r;
en çelişkili gelişmeler çoğu kez onun belirlediği gi bi yön­
lenirler. Yol ne kadar şaşırtıcı olsa da neden ve yön bel­
lidir. " Böyle bir gözlem özellikle, kaynaklandığı ruhsal
yaşantıları gözlemek istemeyen kişilerin karşı çıkışlarıy­
la karşılaşacaktır. Bu kitabın yazarı ise, yinelenen dünya
yaşamı ve yazgı ile ilgili söyledikleri ile yaşam olaylarının
nedenlerinin hangi kesin sınırlar içinde düşünülebilece­
ğini açıkladığı kanısındadır. Bu düşüncelerin oluşturdu­
ğu görüşün bir "değinme" olarak kalacağını, tin-bilim yo­
luyla gelişebilecek noktaya ancak düşünsel bir hazırlık
olabileceğini belirtmesi de bu nedendendir. Ama bu d ü­
şünsel hazırlık, yanlış değerlendirilmediği, bir şeyi "ka­
nıtlamak" için değil, ruha yalnızca "alıştırma yaptırmak"
için kullandığı zaman ruhu doğal olarak anlamsız buld u­
ğu gerçekleri önyargısızca almaya hazırlar.

sayfa 97: Bu kitabın "Kavrayış yolu" bölümünde kısaca


değinilen "tinsel algı organlan" ile ilgili daha geniş açık­
lamaları Yüksek Dünyaların Kavrayışına Nasıl Ulaşılır? ve
Gizli Bilim'in Ana Hat/an adlı kitaplarımda, bulmak ola­
sıdır.

sayfa 1 1 3: Tinsel dünyada "fiziksel dünyada olduğu gi­


bi durmanın, bir yerde kalmanın" olmayışı, bu dünyanın
bitmeyen bir huzursuzluk içinde olduğu kanısını uyan-

171
TE0l0 F i ı RU D 0 L F STE i n E R

dırmamalı. Yaratıcı özvarlıklar olan ilk-örneklerin dünya­


sında, "bir yerde durup dinlenmek" olmamakla birlikte
tinsel anlamda ve eylemci devinimle bağdaşan bir hu­
zur vardır. Tinin durduğu değil, eylemde bulunduğu za­
man duyduğu huzur dolu doyum ve mutlulukla karşılaş­
tırılabilir.

.saym 1 1 7- 1 1 9: Dünyayı yönlendiren güçlerle ilgili ola­


rak "erekler" sözcüğü kullanıldı. Bu, bu güçlerin insan
ereklerine benzediği izlenimini uyandırmamalıdır. Böyle
yanlış anlaşılmalan önlemek için, insanlann dünyasın­
dan alınmak zorunda kalınan sözcüklerin anlamlarını,
sınırlı insan özelliklerinin ötesinde ve insanın yaşamın­
da kendi kendini aştığında oluşan özellikler gibi düşün­
mek gerekir.

saym 1 1 8: "Tinsel söz" ile ilgili daha öte açıklamalar


Dizli Bilim 'in Ana Hat/an adlı kitabımda bulunabilir.

saym 1 28: . . . ebedilikten yola çıkarak geleceği yön­


..

lendirebilir. " tümcesi, insanın ölümle yeniden doğum


arasındaki özel durumuna işaret ediyor. insanın fiziksel
dünyada karşılaştığı bir yazgı darbesi, bu yaşamın bakış
açısı için insan istencine büyük ölçüde ters düşebilir.
Ölümle yeniden doğu m arasındaki sürede ise ruhta, is­
tence benzeyen bir güç, insani bu yazgı darbesini yaşa­
maya hazırlar. Ruh bir anlamda önceki yaşamlarından
kaynaklanan ve mükemmel olmasını engelleyen bir
özelliği olduğunun farkına vanr. Bu engel güzel olmayan
bir davranış ya da güzel olmayan bir düşünceden kay­
naklanabilir. Ölümle doğum arasında bu engeli aşıp mü­
kemmel olmak için istence benzer bir dürtü oluşur. Ruh
bir denge oluşturmak için bir sonraki yaşamında kendi­
ni bazı belirli acıların içine atma eğilimini geliştirir. Fizik­
sel yaşamı sırasında ise bu yazgı darbesini doğumdan
önceki salt tinsel yaşamında kendisinin belirlediğini

1 72
anımsamaz. Ruh, dünya yaşamı sırasında kesinlikle iste­
mediği bir şeyi, tinsel yaşamında ister. ·insan, ebedilik­
ten yola çıkarak geleceği belirler. ·

sayfa 1 37 ve devamı: B u kitabın "Düşünce Biçimleri ve


insan Aurası· bölümü, herhalde en kolayca yanlış anla­
şılabilecek bölümdür. Karşı görüşlüler bu açıklamalarda
karşı çıkmak için uygun bir olanak bulmuş oluyorlar. Ö r­
neğin gören kişinin açıkladıklarını, neredeyse ren bilime
uygun deneylerle kanıtlaması isteniyor. Tinsel aurayı gö­
rebildiğini söyleyen bir grup insanın başka insanların
karşısına geçmeleri ve auralannı gözlemlemeleri, sonra
da gözlemlerini açıklamaları öneriliyor. Belirli kişilerle il­
gili söyledikleri benzeşiyorsa ve gözlenenler de böyle
duygu ve d üşünceleri olmuş olduğunu kabul ederlerse,
·auranın" varlığına inanıla�ileceği söyleniyor. Bu düşün­
ce biçimi doğal olarak tümüyle ren bilimseldir. Gelgele­
lim bir tin araştırmacısının kendi ruhu üstündeki tinsel
görme yeteneğine yönelik çalışması, işte bu yeteneği
kazanmak içindir. Özel bir d urumda birşey algılayıp algı­
lamaması, ya da neyi algıladığı ona bağlı değildir. Bu
ona, bir yetenek olarak tinsel dünyadan akar. Bu geliş­
meyi zorlaması olanaksızdır ve beklemek zoru ndadır.
Bir algılamayı gerçekleştirmeye çalışması, hiç bir zaman
algılanmanın gerçekleşme nedeni olamaz. Fen bilimsel
yaklaşım, işte böyle bir zorlama istiyor. Tinsel d ünya ise,
kendine buyurulmasına izin vermez. Böyle bir deney ya­
. pılacak olursa, bunu hazırlayan tinsel dünya olmalıdır.
Bunun için bu (tinsel) dünyanın bir varlığı, bir ya da da­
ha çok insanın düşüncelerini bir ya da daha çok gören
kişiye açıklamak istemelidir. Gören kişiler de gözlemle­
rini yapmak üzere •tınsel bir dürtüyle· bir araya gelme­
lidirler. O zaman söyleyecekleri kesinlikle uyumlu olur.
Tüm bunlar ren bilimsel düşünce için çok garip de olsa,
gerçektir. Tinsel deneyler, fiziksel deneyler gibi yapıla­
maz. Örneğin gören kişi, yabancı bir i nsanla karşılaşaca­
ğı zaman, onun aurasını gözlemeye hazırlanamaz. Aura-

1 73
TE0.l0 Fİ ı RU D0LF STE İ n E R

yı, ancak tinsel dünya olanak verirse görebilir. Bu bir


kaç söz, yukarıdaki yanlış anlaşılmaları önlemek içindir.
Tinbilimin görevi, insanı n au rayı görebilmek için hangi
yolu izlemesi gerektiğini göstermek, yani auranın varlığı­
nı kendi kendine nasıl kanıtlayabi leceğini açıklamaktır.
Bu nedenle kavrayış yolcusuna şu önerilebilir: Ruhuna
duyu üstü görebilmenin kurallarını uygula, görmeye baş­
layacaksın. -Yu karıdaki fen bilimsel deney gerçekleşse
iş kuşkusuz daha kolay olurdu. Ama böyle düşünceleri
olanlar tin bilimin en yalınç sonuçlarını bile bilmiyorlar
demektir.
" İ nsan aurasının" bu kitaptaki açıklaması, "duyuüstü­
ne" uzanan, ilginç ve heyecanlı bir şeyler yaşama zevki­
ni doyurmak için değildir, yani ancak, "tin" olarak önle­
rine duyumsanabilenden farklı olmayan, onları rahatlık
içinde, duyusal boyuttan öteye geçirmeyecek bir tasar
getirildiğinde tin alemine tatmin oldu klarını söyleyecek­
ler için anlatılmış değildir. Bu tür eğilimleri olanlar ancak
onlara "tin" olduğu söylenen şeyin imgesiyle, duyusal
şeylerden başka türlü almadığı ve düşünceleriyle duyu­
sal boyutta kalarak izleyebildikleri zaman kabul ederler.
Sayfa l 38'te aura renklerinin nasıl tasarlanmaları ge­
rektiğini, böyle yanlış anlaşılmaları engelleyecek bir bi­
çimde açıklanıyor. Ama bu şeylere doğru bir bakış açı­
sıyla yaklaşanların da, insan ruhunun tinselliği ve ruhsal­
lığı yaşadığında, aurayı zoru nlu olarak tinsel -duyusal ol­
mayan- bir biçimde gördüğü un utulmamalıdır. Böyle bir
görüş olmadığı sürece yaşantı, bilinç altında kalır. İ mge­
sel görüş, yaşantının kendisiyle karıştırılmamalıdır. Ama
yaşantı, bu imgesel görüşle, tümüyle gerçeğe uygun bir
dışa vurum yolu bulur. Bu, gören ruhun kendi istemine
bağlı olarak değil, duyuüstü algılamada kendiliğinden
ortaya çıkar. Zamanımızda bir doğa araştırmacısı, insan
aurasından Prof. Dr. Moritz Benedikt'in Ruten- und Pen­
del/ehre (Çu buk ve Sarkaç Öğretisi) adlı kitabında yaptı­
ğı gi bi söz ederse, bağışlanmalıdır: "Az sayıda olmakla
birlikte, bazı kişiler 'karanlığa uyumlular'. Bu azınlığın
büyük bir kısmı, karanlıkta birçok n esneyi renksiz ola-

1 74
Bu Baskıyla ilgili Notlar

rak görmekteler; nesnelerdeki rengi ayırt edebilen ise


çok küçü k bir azınlık . . . Karanlık odamda yaptığım de­
neylerde. birçok okumuş adam ve doktor. iki klasik ka­
ranlığa uyumlu . . . kişi tarafı ndan incelendiler. Ve incele­
nen kişilerde gözlemlerin doğru olduğu konusunda en
ufak bir kuşku kalmad ı. . . Renk algılayabilen karanlığa
uyumlular. ön tarafta alın ve saç ayırımı noktasını mavi.
geri kalan sağ yarıyı gene mavi, solu kırmızı. bazıları
da . . . portakal sarısı ren kte görüyorlar. Arada da aynı bö­
lünüş ve renkler var. " Ama bir tin araştırmacısı auradan
söz ederse, o kadar kolay bağışlanamaz. Burada ne Be­
nedikt'in söylediklerine karşı bir görüş öne sürülüyor.
-ne de olsa çağdaş fen bilimin en ilginç açıklamaların­
dan sayılırlar-. ne de çoğunluğun pek hoşlandığı gibi tin­
bilim. fen bilim yoluyla bağışlatılmaya çalışılıyor. Burada
gösterilmek istenen, bir fen araştırmacısının tinbilimin
söylediklerine benzer şeyler ileri sürebileceği. Gene de
belirtilmeli ki, bu kitapta sözü edilen aura, Benedikt'in
yaptığı gibi fiziksel yöntemlerle araştırılabilecek şeyler­
den bambaşka bir şeydir. Ancak bu kitabın son bölü­
mündeki #Kavrayış Yolullnu izleyenlerce. tinsel olarak
görülebilir. Tinsel algılanan şeylerin. duygusal algılanan­
lar gibi kanıtlanabileceğini sanmak da ancak bir yanılgı
olabilir.

1 75
BU BASKIYLA İLGİLİ NOTLAR

Sayfa no

.35 Johann Gottlieb Fichte, 1 762- 1 8 1 4.

·Bu ôğretiyi anlayabilmek için ôn koşul. . . ·: Johann


Oottlieb f'ichte'nin Bilim Öğretisi Derslerine Olriş:
transendental manbk ve bilincin gerçekleri. Bertin
Üniversitesinde konferans 1 8 1 2- 1 8 1 .3 yı11annda ve­
rildi. 1. H. Fichte tarafından 1 84.3 yılında yayınlandı.
Bonn 1 84.3, s. 4

4.3 •/nsan çevresindeki nesnelerin . . . ·: •Der Versuch


als Vennitter von Object und Subjecrten (Objenin
ve Sübjenin Aracılığına Bir Deneme) alıntı ( 1 793).

47 Cari Gustaf Carus, 1 789- 1 869; Alman fen araştır­


macısı, tıp doktoru, psikolog ve manzara ressamı.

·sınır sisteminin en ... ·: Organon der Natur und


des Qeistes: ( Doğa ve Tinin Organonu), ·Kavra­
mak Üzerine· adlı bölümden alıntı; Leipzig 1 856,
s. 89f.

59 Jean Paul friedrich Richter, 1 76.3- 1 825.

"Yaşamımda, henüz hiçbir insana. . . ": Bu serüven


önce Jean Paul'un Yaşamının Oerçeğinden. Kendi
Kaleminden Çocukluk Hikayeleri (iki ciltte üç def­
ter) adlı kitapta yayınlandı. Breslau 1 826- 1 828 1 .
Defter sayfa 53.

1 77
TE0l.0 Fİ ı RU D 0 L F STE İ n E R

8l "Babamdan endamımı . . . u: "Zahme Xenien", VI.


Cilt

82 Wolfgang Amadeus Mozart, l 7 56- l 79 l .

82 Gotthold Ephraim Lessing, l 729- l 78 l .

9.3 Rudolf Herman n Lotze, l 8 l 7- l 88 L Leipzig, Göt­


tingen ve Berlin de tıp doktoru ve filozof.

·ışığa duyarlı bir göz/ün . . . ": "Grundzüge der


Psychologie", (Psikolojinin Temel Çizgileri), Leip­
zing 1 894, s. l 9 f.

94 "Aslında biz, bir şeyin . ": "Zur Farbenlehre" (Renk


. .

Öğretisi Üzerine), önsöz sayfa 77 bkz. .3.cilt: uao­


ethes Naturwissenschaftliche Schrifften·, (Goet­
he'nin Fen Bilim Yazılan). Yayıncı ve yorumcu Ru­
dolf Steiner, K.ürschner'in ·oeutsche National-Litte­
ratur"unda. l 88.3-97, 5 cilt., sonraki basım Dor­
nach l 975, GA Bibl.-Nr. l a-e

l .30 Johannes Kepler, 1 57 1 -l 6.30.

·oerçek şu ki . . . ·: 'Bu bölüm "Astronomia Nova·


adlı eserin "Yorumlar" bölümünde bulunuyor. Pars
i l , Cap. Vll .

1 67 Oscar Hertwig, 1 849- 1 92 2 , zoolog, 1 888- 1 92 1


Berlin'de profesör.

l 69 Benim Oeheimwissenschaft (Gizli Bilim) adlı kita­


bım: "Die Geheimwissenschaften im Umriss" (Giz­
li Bilim 'in Ana Hat/an), (GA Bibi. -Nr 1 .3, tb 60 l ) .

l€? 9 "Wie erlangt man Erkenntnisse der höheren Wel­


ten?"', (Yüksek Dünyalann Kavrayışına Nasıl Ulaşı­
lır?), (GA Bibl. Nr. l O, tb 600).

l 7l Kari Ludwig von K.nebel, l 7 44- l 8.34.

"Sağın bir gözlem gösterir ki . . ": Bu mektup "K.. L.


.

v. K.nebels literarischer Nachlass u nd Briefwech-

1 78
Bu BASl(IYLA İ LGiLi neTLA P.

sel" adlı eserinde verilmiştir. Yayıncı: K. A. Varn­


hangen von Ense ve Th. Mundt, 2. baskı. 1 840,
cilt 3, Sayfa 452.

1 74 Moritz Benedikt, 1 835- 1 920, tıp doktoru, Ruten­


und Pendel/ehre (Çubuk ve Sarkaç Öğretisi) Viya­
na'da 1 9 1 7 'de yayınlandı. Alıntı orada, sayfa
1 ? 'dedir.

1 79
KİI'AP LİSTESİ

Bu kitaptaki açıklamalara devam etmek ve derinleş­


tirmek için Rudolf Steiner'in şu eserlerine bakın.

Yanlar

Ole Philosophie der Freiheit. Grundzüge einer moder­


nen Weltanschauung. Seelische Beobachtungsresultate
nach naturwissenschaftlicher Methode: (Özgürlüğün Fel­
sefesi, Bir Modem Dünya Oôrüşünün Ana Hat/an. Fen
hllim Metot/an lşığmda Ruhsal Oôzlem Sonuçlan).
(1 894). OA Bibl. -Nr. 4(tb 62 7).
Das Christentum als mystische Tatsache und die
Mysterien des Altertums: (Mistik Bir Gerçek Olarak Hıris­
tiyanlık ve Orta Çağın Gizemleri ) . ( 1 902). GA Bibl.-Nr. 8
(tb 6 1 9)

Wie erlangt man Erkenntnisse der höheren Welten?:


(Yüksek Dünyalarm Kavrayışma Nasıl Ulaşılır?).
( 1 904/05). OA Bibl. -Nr. 1 O (tb 600)
Die Oeheimwissenschall im Umriss: (Oizli Bilim 'in
Ana Hat/an) . ( 1 9 1 0) . GA Bibl.-Nr. 1 3 (tb 60 1 ) .
Die geistige Führung des Menschen und der Mensch­
heit: (/nsanm ve İnsanlığm Ruhsal Oüdümü). ( 1 9 1 1 ). OA
Bibl.-Nr. 1 5 8 (tb 6 1 4)
Luzifer-Onosis. Orundlegende Aufsatze zur Anthro­
sophie und Berichte aus der Zeitschrift "Luzifer" und

18 1
TE0�0Fİ ı RU D 0 L f STE i n E R

·Luzifer-Onosis": (Antropozofı Hakkında Temel Makale­


ler ve "Luzifer· ve Luzifer-Gnosis Dergisinden Raporlar),
( 1 90.3 - l 908). GA Bi bl. Nr. .34.

Konferanslar

Ursprung und Zie/ des Menschen. Orundbegriffe der


Oeisteswissenschaft. (insanın Menşei ve Amacı, Tin-Bili­
min Ana Kavramlan), 2.3 konferans, Bertin 29 Eylül
l 904'den .30 Mart l 905'e kadar. GA Bibi. -Nr. 5.3.

Vor dem Tore der Theosophie: (Teozofınin Giriş Kapı­


sı Önünde), 1 4 konferans, Stuttgart 22 Ağustos - 4Tem­
muz l 906. 2 Sorunun Cevabı ile birlikte. GA Bibl.-Nr.
95.

Die Theosophie des Rosenkreuzers: (Gül Hacı Teozo­


fısi), l 4 konferans, Münih 22 Mayıs - 6 Haziran l 907 .
GA Bibl.-Nr. 99

Makrokosmos und Mikrokosmos. Die grosse und kle­


ine Welt. Seelenfragen, Lebensfragen, Oeistesfragen:
(Makrokosmos ve Mikrokosmos. Büyük ve Küçük Dün­
yalar. Ruh Soru nlan, Yaşam Soru nları, Tin Soru nlan), l l
konferans, Viyana 2 1 -.3 l Mart l 9 l O; Öncesinde Viyana
l 9 Mart 1 9 l O'da umuma açık bir konferans. GA Bibl .­
Nr. l l 9 .

Die Offenbarungen des Karma: (Karmanın Açıklan­


ması), l l konferans, Hamburg 1 6-28 Mayıs l 9 l O. GA
Bibl .-Nr. l 20. (tb 620).

Der irdische und der kosmische Mensch: (Yeryüzü in­


sanı ve Kozmik insan) . 9 Konferans, Bertin 2.3 Ekim
l 9 l l 20 Haziran l 9 l 2. GA Bibl.-Nr. 1 .3.3.

Wiederverkörperung und Karma und ihre Bedeutung


für die Ku/tur der Oegenwart: (Yeniden Bedenlenme ve
Karmanın Çağımız Kültüründeki Önemi) 5 Konferans;
Bertin 2.3,.30 Ocak, Stuttgart 20, 2 1 Şu bat, Bertin 5 Mart
1 9 l 2. GA Bibl.-Nr. l .35.

1 82
KiTAP L i ST E S i

Das Leben zwischen dem Tode und der neuen Ge­


burt im Verhaeltnis zu den kosmischen Tatsachen; (Koz­
mik Gerçeklerin lşığı Altında Ö lüm İ le Yeniden Doğu m
Arasındaki Yaşam), 1 O konferans, Berlin 5 Kasım 1 9 1 2-
1 Nisan 1 9 1 3. GA Bibl.-Nr. 1 4 1 .
l nitiations-Erkenntnis. Die geistige und physische
Welt- und Menschheitsentwickelung in der Vergangenhe­
it, Gegenwart und Zukunf, vom Gesichtspunkte der
Anthroposophie: (Antropozofik Bakış Açısına Göre Geç­
mişteki, Haldeki ve Gelecekteki Tinsel ve Ruhsal Dünya
Gelişmesi ve insan Oelişmesi), 1 3 konferans, Penmaen­
mawr 1 9-3 1 Ağustos 1 923. GA Bibl. -Nr.22 7.

1 8�

You might also like