Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 237

Jean Thévenot

1655-1656'DA TÜRKİYE
Tercüman
1001 TEMEL ESER

Çeviren:
Nuray YILDIZ

İSTANBUL
1978
TERCÜMAN GAZETESİ'nin bir kültür hizm eti olarak
yayınladığı "1001 TEMEL ESER" Serisinin 120. kita­
bı, Jean Thevenot'dan Nuray Y ıld ız’m çevirdiği
" 1 6 5 5 -1 6 5 6 'd a TÜRK İYE", K ERVAN KİTAPÇILIK
BASIN SANAYİ ve TİCARET A .Ş . O fset Tesislerinde
dizilm iş ve basılmıştır.

(N İSA N 1978)
1001 Temel Eser i
iftiharla sunuyoruz
Tarihim ize m ân â, m illî b en liğim ize güç ka­
tan kütüphaneler dolusu birbirinden seçm e eser­
lere sahip bulu nu yoru z. E debiyat, tarih, sosyo­
loji, felsefe, folk lor gibi m illî ruhu geliş tiren,ona
y ö n veren konularda "G erçek eserler" elim izin
altındadır. N e var ki, elim izin altındaki bu
eserlerden ço ğ u n lu k la istifade ed em eyiz. Çünkü
devirler d eğişm elere y o l a ç m ış, dil d eğ işm iş,
yazı d eğ işm iştir.

G özd en ve gönülden uzak kalm ış unutul­


m aya yüz tu tm u ş -Am a değerinden h içbir şey
k ayb etm em iş, ç o ğ u n lu ğ u daha da ön em kazan­
m ış- binlerce cilt eser, bir süre daha el atılm azsa,
tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir.
Çünkü onları derleyip - toparlayacak ve
günümüzün türkçesi ile baskıya hazırlayacak
değerdeki kalem ler, gün g e ç tik ç e azalmaktadır.

Bin yıllık tarihim izin için d en süzülüp gelen


ve bizi biz yapan, kültürümüzde "K öşetaşı"
vazifesi gören bu eserleri, tozlu raflardan kurta­
rıp, nesillere ulaştırm ayı plânladık.
Sevinçle karşılayıp, üm itle alkışladığım ız
" 1 0 0 0 T em el Eser" serisi, M illî E ğitim Bakanlı­
ğınca durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan
6 6 esere yüzlerce ek yapm ayı düşündük ve
"Tercüman 1001 T em el Eser" dizisini yayınla­
m aya karar verdik. 111 0 0 0 T em el Eser" serisini
hazırlayan ço k değerli bilginler h eyetin i, yeni
üyelerle gen işlettik . A yrıca 2 0 0 ilim adam ım ız­
dan yardım vaadi aldık. Tercüm an'ın ya yın
hayatındaki geniş im kânlarını 1001 T em el Eser
iç in daha da güçlendirdik. Artık karşınıza gu­
rurla, cesaretle çıkm am ız, eserlerim izi gözlere
ve gönüllere sergilem em iz zam anı gelm iş bulu­
nuyor. M illî değer ve m ânâda her kitap ve her
yazar bu serim izde yerini bulacak, h iç bir art
düşünce ile değerli değersiz, değersiz de değerli
gibi ortaya konm ayacaktır. Çünkü esas gaye bin
yıllık tarihim izin tem elini, m ayasını gözler
önüne serm ek, onları lâ y ık oldukları yere oturt­
maktır.

Bu bakım dan 1001 T em el Eser'den m addî


h iç bir kâr b ek lem iyoru z. Kârımız sadece gu­
rur, iftihar, hizm et zevki olacaktır.

KEMAL ILICAK

Tercüm an G azetesi Sahibi


İ Ç İ N D E K İ L E R

Önsöz
Giriş
1650'den önce Fransa Gözüyle Türk İmparatorluğu
1650'lerdeki Değişiklik
Jen Thevenot, Tarafsız Seyyah

B İR İN C İ K ISIM

Hıristiyan Ülkesinden Türk Ülkesine Seyâhat

I Seyahatin Gâyesi
Seyyahın Bir İlhâmı
Doğu Seyâhatine Davet

II Malta Adasında
Zaptedilmez Malta
La Valatte'nin Meraklan
Eylül'de N otre-D am e Gününde Yapılan Eğlence

- 7 -
III Malta'dan Çanakkale'ye
Sapience Adası ve Matapan Burnu
Spilalonga (Kea) İskelesi
Geminin Karaya Oturması

IV Çanakkale, Gelibolu ve İstanbul'a Varışımız


Boğazlar
Gelibolu
İstanbul'a Varışımız

İK İN C İ KISIM
İstanbul
Türk İmparatorluğunun Merkezi

V İstanbul'un Mevkii
İstanbul'un Plânı
İstanbul'un Büyüklüğü

VI İstanbul'un Âbideleri
Ayasofya
Siileymaniye Camii
Sultan Ahmet Camii

V II İstanbul'un Hipodromu,Sütunları ve Dikili Taşlan


Atmeydanı
Sütunlar

V III Hükümdarın Sarayı


Saray
Sultanlar, Hadım Ağaları, Hükümdarın Maiyeti
Hükümdarın Diğer Sarayları

IX Diğer Saraylar, Hanlar, Evler ve Bedestenler


Türk Evlerinin İçi
Hanlar
Şehircilik
Kapalıçarşı

Haliç'in Kuzeyinde: Frenk Mahalleleri


Kasımpaşa
Galata
Pera (Beyoğlu)

XI Kız Kulesi, Üsküdar, Büyük Ada ve Kara Deniz


Üsküdar
Boğaz-rç i

ÜÇÜ NC Ü K ISIM
Türkler'in Töre ve Âdetleri

X II Türklerin Bâzı Hususiyetleri


Dış Görünüş
Kıyafet
Türkler'in Selâmlama Tarzı

X III Türk Hamamları


Rusma’nın Kullanılışı

X IV Türklerde Yemek, İçm ek ve Yatmak


Türkler Sofra Başında
İçecekler
Kahve
Şerbetler ve Güzel Kokular
Türklerin Yatması

XV Türklerin Vakit Geçirmeleri ve Eğlenceleri


Oyunlar
Yapılan Talimler
Kuklalar

- 9 -
Göbek Dansı

UX V I Türk D ili, Türklerde ilim ve Kehânet


Türk Dili
Türklerde İlim
Kâhinlik

X V II Hastalıklar ve İlaçları
Kanaatkârlık ve Sağlık
Tedavi ve İlaçlar

X V III Türklerin Dini


Hz. Muhammed ve Kur'an
Türklerin İnancı
Müslüman Cenneti

X IX Koruyucu Melekler ve Siyah Meleklerin İmtihanı

XX Cennete Girecek Hayvanlar


Salih Peygamberin Devesi
Hz. İbrahim'in Koyunu
Hz. Musa'nın İneği
Hz. Süleyman'ın Karıncası
Papağan, Eşek ve Balık
Kıtm ir, Küçük Köpek
Hz. Muhammed'in Devesi

X X I Sünnet

X X II İslâm Dininin Esasları


Tanrı'nın Adı

X X III Ramazan Orucu


Oruç Tutmayanların Cezalandırılması

-10-
X X IV Türklerde Bayram

X X V Türkleri Pisiikten Kurtaran Abdestler


Abdest

X X V I Camiler ve Namazlar
Camiler
Namazlar
Din ve Hayır İşlerinde Türklerin Gayreti

X X V II Türklerin Yardımseverliği ve Hac


İnsanlara Karşı Yardımseverlik
Hayvanlara Karşı Yardımseverlik
Mekke'ye Hac

X X V IH Türklere Dinlerinde Yasak Edilen Şeyler


Resimler
Tefecilik
Domuz ve Diğer Murdar Etler
Şarap

X X IX Türklerde Kanun Adamları


Müftü
Molla ve Kadı
İmam
Semâ Yapan Dervişler

X X X Türklerde Evlenme

X X X I Türk Kadınlarının Güzellikleri, Âdetleri ve Giyimleri


Güzellik İhtimamı
Elbiseler
Saç Tuvaleti ve Peçe
Türklerin, Kadınlar Hakkındaki Fikirleri
Boşanma
X X X II Türklerde Ölülere Ağlama Adetleri, ölüleri Gömme ve
Mezarlıklar
Ağlama
Cenaze Merasimi
Gömme
Mezarlıklar ve Türbeler

X X X III Türklerin Mizacı


Türklerin Faziletleri
Türklerin Kusurları

X X X IV Hükümdar
IV . Mehmed (1 6 4 8 -1 6 8 7 )
Bir İdarî Tasarruf Olarak Kardeş Katli
Hükümdarın Eğlenceleri
Günlük İşler
Hükümdarın Gezileri
Sultan Murad ve Tütün

X X X V Sadrâzam ve Türk İmparatorluğunun Diğer Başlıca


Görevlileri
Sadrâzam
Diğer Vazifeliler

X X X V I Divân—ı Hümâyûn
Divân Nedir
Adaletin Sür'ati
Hükümdarın Birini Huzuruna Kabulü

X X X V II-A s a y iş in Sağlanması
Türklerde İnzibat
Karışıklıklar ve Kavgalar
Para
Türkiye'de Cezalar
Canilerin İdam Tarzı
X X X V III Hükümdarın Ordusu
Piyade
Yeniçeriler
Süvari
Silâh Altına Alma ve Ordunun İâşesi
Ordunun Morali
Silâhlanma

X X X IX Türklerin Denizcilikte Zayıflığı

DÖRDÜ NC Ü BÖLÜM
İstanbul'da Beklenmedik Bâzı Olaylar

XL Çanakkale Savaşı (1656)

XL1 1655 Yılında İstanbul'da Ortaya Çıkan Ayaklanma

Yeniçerilerin Sebep Olduğu Karışıklıklar


1655 İsyanları
Hükümdar ile Âsilerin Görüşmesi
Bâzı İdâmlar
Ayaklanmanın Sonu

XL.il Hükümdarın Tebaası Hıristiyanlar ve Yahudiler


D inî Azınlıkların Elbiseleri
Rumların Mezhebi
Türk İmparatorluğu'ndaki Rumların Adetleri
Türkiye'de Yahudiler

X L II Hind Elçisinin İstanbul'a Gelişi ve Kabul Edilişi


Merasime Katılmanın Güçlüğü
Elçinin Alayı
Geçit Töreni

X L IV Hükümdarın Merasime Çıkışı

- 13 -
B E Ş İN C İ K ISIM
Türk İmparaorluğu'nda:
Anadolu ve Ege Adalarında Seyahat

X L V Bursa Şehri
Şehrin Güzellikleri
Bir Türk Masalı

XLVİBursa'dan İzmir'e Seyahat


Kervanın Hareketi

X L V II İzmir Şehri
Efes'e Gerçekleşmeyen Seyahat

X L V III Sakız Adası


Sakız Şehri
Sakız Ağaçları
Niamoni Manastırı (Nea Moni)
Homeros Burada Doğdu
Adanın Özellikleri
Siyâsî Otonomi
Kadınların Güzelliği
Türklerin Adayı Zaptı

L Ege Takım Adaları


Nakşa (N ixia, Naksos) Hakkında Düşünceler
Paros ve Delos
Mykonos
Tinos
Santorin ve Volkanı
Samos'da: Bir Kaput'. .1 Satın Alınması
• Nicaria (İcaria)
Garip Bir Olay
Bodrum Açıklarında Fırtına
Rodos önünde

Ll Bir Fransız Korsanının Rastlaması

-1 5 -
ÖNSÖZ

M uhtelif devirlerde Türk ülkelerini çe şitli maksatlarla g ezip —


gören seyyahların yazdıkları seyâ hat nâmeler millî kültürümüz
için k ıym etli kaynak malzemesini ihtiva ederler. Ancak bu se-
yâhatnâm eleri kullanırken, dikkatli olm ak ve seyyahların m en­
sup oldukları dinî ve siyasî görüşleri hatırdan çıkarmamak lâ­
zım dır. M em leketim izi ziyaret eden seyyahların önemlilerin­
den birisi de Jean Thevenot'dur.
Jean T hévenot, 1633 yılında Paris'te doğm uştur. Varlıklı
bir aileye mensuptu. Küçük yaşta amcası Melchisédech Thé-
venot'nun tesirinde kalarak şarkiyatçılığa merak salmış ve bâzı
doğu dillerini öğrenm eğe başlam ıştır. Onun yetişm esindeydev-
rinin ileri gelen şarkiyatçılarından Barthélém y d'H erbelot
(1 6 2 5 —1695)'nun büyük rolü olm uştur. Seyahate çıkmadan
önce bir m üddet onun yanında kalarak ondan doğu dilleri ve
kültürleri, hakkında bilgisini genişletm iştir. Birlikte seyahate
çık m a yı kararlaştırırlar, fakat d'Herbelot, son anda bâzı âile-
vı sebeplerle seyahate çıkm aktan vazgeçince, T hévenot, tek
başına 31 Mayıs 1655 tarihînde Roma'dan hareket eder. 2
Aralık 1655 tarihinde İstanbul'a varan T hévenot, 30 A ğu stos
1656 tarihine kadar doku z ay İstanbul'da kalır. Bundan sonra
Bursa, İzm ir ve bâzı Ege adalarını gezdikten sonra Kudüs'e git

- 1 7 -
m iştir. Müteakip yıllarda Thevenot, Mısır, Filistin, Irak, İran ve
H indistan’a kadar gitm iş, dönüşte İran’da ölmüştür. (1667)
Jean Thevenot, seyahatnam esinde acıkca belirttiği gibi,
ı*i ye siyâsi maksatlarla değil,sâdece öğrenm e ve görm e arzusunu
tatm in için bu uzun seyahate çıkm ıştır. S ey ahatnâ meşinden an­
laşılacağı üzre, frzraz Türkçe bilmesi se b eb iy lejsta n b u l’da Türk­
ler ile temas kurmuş ve Türk cem iyetini daha yakından tanıma
imkânını bulmuştur. D inî konular hariç, verdiği bilgilerde, son
derece tarafsız davranmış ve bu yönüyle diğer seyyahlardan a y­
rılmıştır. Onda koyu hıristiyan taassubuna pek rastlanmaz.Türk­
lerin tem izliğine, kanaatkârlığına ve adâleti sür’atle yerine getir­
melerine hayranlığını acıkca belirtir. Türfe kahvesi ve kahvehane­
leri hakkında kitabında genişçe bir fasıl ayırm ış olan Thevenot,
kahveyi Fransa'ya götüren kişi olarak kabul edilir.
’’Voyages de M. de T hevenot en Europe, A sie e t Afrique"adı­
nı taşıyan seyahatnam esi, üç bölümden meydana gelm ektedir.
Türkiye’y i içine alan birinci kısım "Voyage du L eva n t”; Mısır,
Irak ve İran’ı içine alan ikinci kısmıy "Süite du Voyage de Le-
v a n t” ve H indistan’ı içine alan üçüncü kısmı ise ”Les Voyages
des İndes O rientales” adını taşımaktadır. Seyahatnam enin bi­
rinci kısmı 1665, ikinci kısmı 1674 ve üçüncü kısmı da 1684 y ıl­
larında Paris’te basıldı. 1 6 8 7 ’de İngilizcesi ve 1 6 9 3 ’de de Alman-
cası neşredildi. Tam Fransızca metin ise 1727*de beş cilt halinde
yine A m sterdam ’da basıldı.
Burada tercümesini sunduğum uz kısım, yalnız Türkiye’y i içi'
ne alan, seyahatnam enin birinci kısmıdır. TercümemizetFrançois
Billacois tarafından sadeleştirilerek ’’L ’E m pire du Grand T urc”
adıyla 1965 yılında Paris’te n eşrettiği m etin esas teşkil etm iştir.

Nuray YILDIZ

- 1 8 -
ESERİ SADELEŞTİREREK
NEŞR EDEN F. BİLLACOİS'NIN
Gİ Rİ Şİ

Seyahatname üç ana unsurdan meydana geiir:


—Seyahatin yapıldığı sırada o memleketin gerçek durumu
—Seyyahın şahsiyeti (eğer varsa dehası, bu işdeki tecrübesi,
bilgisi, şahsiyeti, zevkleri ve hattâ mizacı)
-“Gideceği memleket hakkında kendi memleketinde edindiği
bilgi (seyyahın müracaat ettiği okuyucularının çoğunun ön fikri
ve —belirli bir ölçüde—hareketinden önce kendi fikri... ve belki
hareketinden sonra da). 1655 Türkiye’sini Jean Thevenot'nun
bizzat görmesinden önce, bu Türkiye'yi ve Thevenot'yu ve aynı
zamanda onaltmcı asrın ortalarında Fransa’da Türkiye’nin nasıl
tahayyül edildiğini yirminci asrın insanları olarak o devre göre
görmemiz gerekir.

- 19 -
Tlıevenot’nun takip ettiği yol
1650'DEN ÖNCE FRAN SA GÖZÜYLE TÜRK
İMPARATORLUĞU

XIII. Louis'ııin ve genç XIV, Louis'nin çağdaşları­


nın gözünde Türk, M ontesqııieu'nun "İran Mektupları"
nda görüleceği gibi fantastik bir yaratıktır. "Türk neyin
nesidir?" sorusunu, Avrupa'nın en geniş arazisine sahip
olan bu imparatorluktan daima fevkalâde, fakat az ve­
ya ço k doğru bazı haberler aldığı zaman zavallı halkın
kendi kendine hayretle sorması gerekir. Yahut da bu
kadar soru sormaksızın Moliere tarzında yumruklarını
sıkarak bir ihtiyar gibi bağırmalı: "Alçak Türk". Bili­
nen bir dünyanın ya da m uhayyel dünyaların ister Hıris­
tiyan ister putperest "m edenileşm iş ve diğer m em le­
ketlerin her bir tarafındaki Türk, bu devrin vasat Fraıı-
sızının zihninde teşekkül eden dünyasının ufuklarını
çevreliyordu.
Burada bize iki soru soruluyor:
—Osmanlı İmparatorluğunda cereyan eden hadiseler
hakkında Fransa'da nasıl bilgi ediniliyor?

- 21 -
—Türk imajı nasıl m eydana getiriliyor?
En em in fakat ço k az olan bilgi, Fransız ile Türkün
doğrudan doğruya temasından edinilm ektedir.
Sultan tarafından krala bazı fevkalâde elçiler gön de­
rilmiştir. ilgi çek ici elbiseler, güzel at gezintileri: Halkın
bilgisi hem en hem en budur.Siyasî konuşmalara gelince
bunlar 1618'deki elçin in resmî raporuna göre —"prens­
ler arasında konuşulan işler olup bunlardan halkın bil­
gi edinm esine lüzum yoktur."
Fransızlar Türkiye'ye gidiyorlar. Fakat bir önceki
yüzyıldaki Guillaum e Postel'in yazılarının sıcaklığım
hisseden Rönesans insanının merakını taşımıyorlar. On­
ları sadece ticarî veya korsanhk kârları, ya da Krala ve­
ya Tanrı'ya yapılan hizm et ilgilendiriyor.
Onlar arasında D oğu Akdeniz limanlarında ticaret
yapan ve oraya giden gelen pek ço k tüccar, armatör ve
gem i kaptanları (ekserisi Marsilyalı) vardır. Bu şahıslar
ancak kendi muhasebe kayıtlarını yazıyorlardı. Bu gü­
neyliler şüphesiz konuşmalarında az veya ço k mübalâ­
ğalı kısa fıkralar anlatmak zorunda değillerdi. Fakat bu
sözlü bilgi, diğer şeylerden daha ç o k çevredeki peşin
hükümleri kuvvetlendiriyordu.
Diğer bir grup ise D oğu'ya kâr, macera ve kavga ara­
mak için gidiyordu. Bunlar ya Malta'nın em rinde kor-
,san veya Türklerin hizm etinde "m uhtedi" yahut mür-
ted oluyorlardı. G erçi Fransa'da müslümanlara iyi gözle
pek bakılm ıyordu. A ncak İslâm 'ı yakından tanıyanlar
kendiliklerinden akın akın bu dine koşuyorlardı.
Tarihçi Fernand Braudel tarafından açıklığa kavuş­
turulan psikolojik bir problem: D oğu A kdeniz'de İslâm
dinine g eçm e salgını manastırları korkutuyordu...Fakat
dönm eler Doğuda eski ile yen i dindaşları ve vatandaş­
ları arasında ço k zaman aracı oldukları halde, hor g ö ­

- 2 2 -
rüldükleri Fransa'da onların sözlerine itibar eden yok tu .
Ş u veya bu şekilde Fransa'ya dönenin (ve hıristiyan di­
nini yeniden kabul eden kim senin) tek ızdırabı ona
utanç veren bir g eçm işi kam ufle etm ektir.
Ç eşitli m ezheplere bağlı olanlar, bilhassa kapuçinler
ve cizvitler Türk m em leketlerinde çoğu n lu ğu teşkil
ediyorlardı: onlar kutsal mahalleri koruyorlar ve Ege
adalarındaki küçük katolik topluluklarım , Venedik ya
da Fransız him ayesinde ellerinde tutuyorlar yahut im ­
paratorluktaki azınlıkların din değiştirm elerini kontrol
ediyorlardı. Bu azınlıklar Rumlar, Ermeniler ve Yahu-
diler idi. Onlar bilhassa Kudüs’e giden hacıların fayda­
lanması için rehberler, kendilerini him aye edenlere it­
h a f ettikleri, işkenceleri ve martirleri anlatan birçok
eser yayınlıyorlardı.
Sonuncu seyyahlar grubu Türkler hakkında bilgi
edinm ek için vazifelendirilen kim selerdi: Sefaret
mensupları ve konsoloslar. Fakat diplom atların g ö ­
revi yalnız sultan, sadnâzam , ortodoks patriği ve
şeyhülislâm ile p rotokol icabı görüşmeler olm ayıp
başka şeyler de vardı, fakat bu tehlikesiz değildi. Thé-
v en o t’nun tanım ış olduğu elçi M.de la Haye Yedikule
zindanında 3 ay kalacaktır (1 6 6 0 )... M esleğin en iyi ge­
leneğinde bile, onlar elçilik binasının dışına çıkmazlar
ve çevrelerinde g eçen itibar kırıcı şeylerden uzak kal­
m ağı tercih ederlerdi. Eğer bir diplom at bazı şeyler ya­
yınlarsa bu, zamanın siyasî vaziyetini destekleyen bir
yazıdır. Bu Türk diplom asisi açısından uzlaştırıcı veya
hırçın bir tavır takınarak, ters, hırçın veya uzlaşıcı (b el­
ki de birkaç ay sonra hükümetin görüşü olacak) tutum ­
lara kapıyı açık bırakan bir ihtiyat şaheseridir. B öylece
e lç i Brèves İstanbul'da 2 2 yıl görevde kaldıktan sonra,
için d e m u h telif bölümler bulunan Relation de V oyages
adlı eserini yayınladı (Paris 1628): "Osmanlı hükümdar­
larının saltanatını yıkm a ve tahrip etm e ortamını hazır­

- 23 -
layan sebepler üzerinde kısa nutuklar" ve "Kralın, padi­
şah ile yapm ış olduğu anlaşma ve onun hıristiyanlığa
getirdiği faydalar hakkında nutuklar"...
Seyyahların, bir kam uoyu meydana getirebilecek az
da olsa bilgi verdikleri görülüyor. Bununla beraber bu
fikir m evcuttur, devam etm ektedir ve Türk meselesi
hakkında da kuvvet kazanmaktadır. Kam uoyu .umumi­
yetle imzasız küçük yazılar, ucuz fiata satılan uçuşan
varaklar, kötü k âğıt üzerine fena baskılar ve bizim
"önem siz gazetelerin" ataları ile besleniyordu.
İki m etelik olan bu ince broşürlerde ne yazılm aktay­
dı? Onlar -k e n d i tarzlarında— Türk hükümdarı ile ilgili
siyasî ve asken büyük olayları, felâketleri ve m ucizeleri
için e almaktadırlar. İşte bir misali. Sultan Alımed 1617
Kasımında öldii. 1618 başlangıcında beş uçan varak
onun ölümü ve yerini alan İıalefi hakkında 5 farklı bilgi
vermektedir. Birinde, onun ölümünü, şişm anlığına bağ­
layan bilgi bulunur. Diğerinde ise "zayıf, solgun ve teni
zeytin renginde" olarak ölmüştür. Aksini söylem enin
pek önem i yoktur. Doğrıısıı hıristiyanlara ço k zalim a­
ne gelen tüyler ürpertici bir ölümdür. Onun yerine kim
geçecekti? Kardeşi Mustafa veya oğlu Osman? Burada
bahsedilen Mustafa'dır. O, sofu , "barış taraftan","ken­
dini islâm inancına vermiş" bir adam olarak tarif edilir.
Diğer bir portre. Mustafa, yeğeninin gözlerini oydur-
tan, hıristiyanları hırpalayan ve ancak "namussuzluk ve
kötü ihtilaslar yapan" bir "kalleştir".. Burada bahsedi­
len Osman (gözleri kör edilm em iş olan) Sultan Osman-
dır.Bumın hakkında şö y le deniyor: Mustafa'yı sofu lu ­
ğu ile başbaşa bırakır, "hıristiyanların büyiik zalimi"
tinvanı ile öğünür ve Merkezi Avrupa'ya bir sefer hazır­
lar... Karışık ve birbirini tutmaz bilgiler (kendi hataları­
nı bizzat düzelten büyük periyodik basının yanılması)
gerçekm iş gibi okunuyordu. Bize göre "saçma bilgi"ve-
renler kendi ça ğ d a şlan için haberlerin ve daha doğrusu

- 24 -
tarihin taşıyıcıları idiler!
Bütün bu küçük literatürün ana fikri eski Türk tehli­
kesinin devam lılığı ve hıristiyanlık ile İslâm iyet arasın­
daki devanı eden rekabettir. Hıristiyanların hâm isi
olan Fransa Kralı ile Emirül Müıninîn Sultan arasında
geçen hadiseler etrafa bu sayed e yayılıyor. U çan yap­
raklar bundan üstü kapalı bahsederler ve kutsal savaşta
bunları ancak bir ara verme olarak vasıflandırırlaı\"Hü-
kümdar tarafından hıristiyanlara bir savaş ilânı iddiası­
nın yayılm ası için bunlar ço k geçerlidirler. Ş ö y le ce
söyleniyor: "Dinimi Polonya'da yaym ak ve senin çar­
mıha gerilm iş Tanrı'nı hiçbir zaman tahrip etm ek iste­
m iyorum ... Senin kutsal rahiplerini boyunduruğa vur­
mak ve kadınlarının m em elerini köpeklere attırmak is­
tiyorum ..." Avrupa'da yerleşm iş olan Türk, bugünkü
A lm anya'yı yağmalamak için Polonya ve Macaristan'ı
elinde tutuyordu. Ve sonra sıra Fransa'ya gelecekti...
Yeniçeriler karada, gem iciler denizde ve sahillerde
d eh şet saçıyorlardı. Bir broşürde yazıldığına göre Ba­
kire M eryem, Saint Maison de Lorette kutsal mahallini
yağm a etm ek için İtalya'ya çıkartm a yapan 6 0 Türk
kadırgasını tahrip etm ek maksadıyla 25 Ocak 1618'de
fırtına m eydana getirdi. 3 0 yıl savaşlarında bölünmüş
olan AvrupalIlara uçan yapraklar şö y le demektedir:
Ancak bir düşman vardır, Türk. Ancak bir savaş vardır,
haçlı seferi!
Türkü düşünmek haçlı seferini düşünmektir. Uçan
yapraklar Türk im paratorluğunun sonunun geldiğini
bildiren m ucizevî yazıları ile halkı sık sık kutsal sava­
şa teşvik ederler... B öylece, Sainte Brigitte, sarayda bir
hayal gördüğünü iddia ediyor ve "XIII. Louis kutsal
h açı, taze ve güzel Lis çiçe ğ in i İstanbul'a dikecektir"
diyordu. Fransız asilzâdeleri Girit'i müdafaa için V e­
nedik ordusuna katılırlar. Bir hayalperest olan fakat
ciddiye alınan Nevers dükü "hıristiyan milis"i adıyla
bir savaş birliği kurar ve buna katılm ayı teşvik eder:
Ana kraliçe Marie de Medicis masrafa katılmak için
1 .2 0 0 .0 0 0 frank yardımda bulunur... Richelieu'nün
co şm u ş Kardinali Peder Joseph, Türklere karşı Tur-
ciade adlı lâtin ce bir destan kalem e alır ve "hıristiyan
Kazakların" patriğine giderek bir koalisyon yapmak
üzere bütün Avrupa saraylarına adamlar gönderir.
Bir savaş edebiyatının değersiz bilgi kaynağı!...
Hakkında ço k za y ıf bilgi edinilen ve ihtiraslı bir şu u ­
ra sahip olan Türk nasıl ifade ediliyor?
Türk, fizikî bakımdan bir ç e ş it devdir. Kuvveti za­
ten atasözlerine geçm iştir. O, cesur ve dayanıklı bir
savaşçıdır, dolayısiyle tehlikelidir. K ıyafet ve süsü ile
m uhteşem ve yabancı olarak tahayyül edilir. Askerî hü­
nerleri, saray oyunları, devrin büyük gösterileri daima
—ve her zaman başarı ile— "Türklerin" süvari alaylarını
ve tuğ takmalarını temsil eder. Bu, bizim nisbet ölçü
ve normlarımızdan ayrılan, eğer ürküntü vermiyorsa
güldüren Herkül'ü andıran bir devdir. Bazı uçan yap­
raklar Türkü Gargantua gibi masal kahramanı yaparlar.
Hükümdar, Irak'da verdiği bir ziyafette b it, pire ve tah­
ta kurusu ile doldurulm uş İngiliz turtasını ikram eder
ve kürdan olarak fil d işi kullanır. E ğer buradaki Türkü
bir kelim e ile özetlersek, o devâsâ bir yaratıktır.
O halde fizikî bakımdan hem en hem en m itolojik bir
yaratıktır. Ruh olarak ise hem en hem en peri ya da ş e y ­
tan gibi bir şeydir. Kuvvetli olduğundan zâlim dir. F et­
hedilm iş ülkeler ve hıristiyanlar gözünde zâlim olduğu
kadar kardeşlerine karşı da zâlimdir. Çünkü sadnâzam ,
devamlı idâm ve b oğm a işleri düzenler. Padişahın, ken­
disinden sonra kim in tahta g eçeceğ i m eselelerini hallet­
mek için hususî bir kanunu vardı: Öldüğü zaman şehza­
delerin en büyüğü "imparatorluğun tem el kanununa
göre (erkek kardeşlerini) devletin muhafazası için b oğ-
durtturur". Daha kötüsü kan dökücülük Türkün kalleş-

- 2 6 -
ligidir. İmansız olan dinde gerçek im anı terkedip kötü
iman sahibi olandır ve milletlerarası münasebetlerde sa­
pık inancın koruyucusudur. O karşı koyan bir devdir.
Düşman değil bir rakiptir.

1650'LER D EK İ DEĞ İŞİK LİK

Devâsâ Türk heykelinin ayaklan kildendir. Yavaş da


olsa zaman zaman Fransa'da farkedilm ektedir ve hü­
kümler değişm ektedir. 1687'de bile Fransızlar haçlı
mirası ve M uhteşem Süleyman'ın kudretli imajı ile ya­
şayacaklardır. Fakat daha kavrayışlı iy i bir gözlem ci
olan Vignau gerçek durumu ortaya koym aktadır.
"Etat present de la puissance ottom ane" adlı eserin­
de bu kudret o kadar muazzamdır ki karadan ve deniz­
den ona bakan herkes her zaman ani korkuya kapıla­
caktır. Bu konuda şim diye kadar yazılanlann hepsinde,
tahayyül edilm iş olan bu şeyleri yalanlam ağa cesaret
edilm em iştir. Bu gibi yalan yanlış düşüncelere itibar e t­
m eyip konu aynntılariyle ve başlıca bölümleri ile ele
alınırsa netice hiç de aynı olm az ve ne ço k hataya dü­
şüldüğü anlaşılır.
Bu yüzyılın ortasında Osmanlı İmparatorluğu,Avrupa
ülkelerinin en gen işi ve dünyanın en büyük güçlerinden
biri durumundadır. Fakat fetih hareketi sona erm işti.
Osmanlı D evletine son katılan ülke Girit oldu. Türkler
V enediklileri bu adadan çıkartm ak için 3 0 yıl süren
Kandiye Savaşını (1 6 4 0 —1669) yapmak zorunda kaldı­
lar. Karada, kati bir son u ç almaksızın bazı talihsizlikler
ile (1 6 6 4 'd e Saint—Gothard bozgunu) L ehistan’a ve d i­
ğer imparatorluklara karşı seferler birbirini takip eder.
İnebahtı (1 5 7 1 )'d a n itibaren büyük bir deniz gücü ol­
m aktan çıkan Türkler karada da yenilm ez bir düşman
olm aktan çıktılar. 1682'de Viyana üzerine yapılan son
teşebbüs başansızlıkla sona erecek ve büyük gerileme

- 27 -
başlayacaktır...
Ekonom ik alanda, Osmanlı İmparatorluğu tam ba­
ğım sız değildi. Uluslararası büyük ticaret, batı paraları­
nın kullanıldığı ve "frenk" tüccarlarının hâkim olduğu,
yabancı gem ilerle yapılıyordu: İngiliz, Hollanda, Fran­
sız ve pek az da İtalyanlar. Osmanlı hâzinesine vergi ve­
ren, buna karşılık konsoloslar tarafından him aye edilen
ve imparatorluğa tâbi halk arasından toplanm ış olan
ço k sayıda yük taşıyıcı, tercüman, sekreter, k om isyon ­
cu gibi personeli kullanarak, kapitülâsyon anlaşm ala­
rından yararlanmak suretiyle frenk mallarını Osmanlı
İmparatorluğunun kontrolünden kaçırırlardı.
İç politikada tablo daha az karanlıktır.Yeniçerilerin
ayaklanmalarına ve şu veya bu paşanın serkeşliğine
(bu kadar geniş bir devlette kaçınılm az) rağmen idare
iyi işler. Hükümetin başındaki sadrıâzanı genellikle bil­
gili bir kişidir. Şahsî kabiliyet, vazifenin zorluğunu or­
tadan kaldırır. Tek zayıf nokta sultanların çoğu n un
kabiliyetsiz oluşudur. Sadece IV. Murad (1 6 2 3 —1640)
büyük bir şahsiyet sahibi olarak karşımıza çıkar. Onun
haleflerinin şahsiyetleri ve enerjileri eksiktir. Şüphesiz
iyi bir sadrazam, hükümdarın kabiliyetsizliğini bir dere­
ceye kadar ortadan kaldırır. Bununla beraber Fransızla-
ra. Osmanlı Devletinin gerilem eye başlamasının ilk
arazı gibi gelen budur. Hükümdar, Fransızların m uhay­
yilesinde artık yırtıcı bir fâtih olm aktan çıkar ve vic­
dan azabı çekm eksizin haremin bir biblosu olur. Gev­
şek ve zevk düşkünü, içinden pazarlıklı ve istekleri ge­
çici olan, kurnaz ve sadist. Türkün bu yeni silûeti ile
Fransa'da 1 6 5 0 —1 6 60 yıllarındaki "Turquierie" m oda­
sı başlar...
"Turquierie" zevki (diğerleri arasında Racine'in Ba-
jazet"sini de verecek olan) daha geniş bir fenom enin
ancak bir belirtisidir. Bu devrin Fransızları, Türk dün­
yası ve genellikle d oğu hakkında en iyi bilgiyi elde et-

- 28 -
ıııek için ihtiraslıdırlar. İstanbul'daki bir elçilik sekre­
teri olan A n toin e Galland, Binbir G ece Masallarının
Fransızca tercümesi ile m eşhur olacaktır. Yüzyılın
ikinci yansında Türk İmparatorluğundaki seyahatlere
ait yazılar, ilk yansına nazaran iki kat daha fazla basılır
ve eskilerinin de yeni baskılan yapılır, entellektüel ilgi
daha fazladır.Türkçe ve Arapça üzerinde araştırma ya­
pılması, bu devre kadar Fransa'daki birkaç orijinal ve
özel çalışm adan ibaretti ve D oğu'da buna duyulan ihti­
yaç sebebiyle, bu daha düzenli bir hale geldi ve gelişti.
Colbert, günümüzün E cole des Langues Orientales ( D o­
ğu Diller Okulunun) nüvesi olan "Yeni diller için" bir
okul kurdu. Ş arkiyatçılık bir ilim olm ağa başladı.
İşte bu sırada Jean T hevenot da İstanbul'a gitmek
için yola çıktı.

JEAN THEVENOT, T A R A FSIZ SEYYAH

Jean T hevenot, kendisinden önceki ve kendisini ta­


kip etm ek zorunda olan pek ço k seyyahı geçti, çünkü
seyahatine başlarken sağlam bir şark kültürüne sahipti,
onu seyahate sadece merak itm em işti.
1633 yılında Paris'de d oğdu ğu zam an, doğunun ma­
salları onun beşiğinin etrafını çeviriyordu. Carabosse
masalı, onu büyücü kitaplarında kaybolm uş bir âlim i
düşünm eğe şevketti... O, k âfi derecede geliri olan bir
aileye mensuptu ve geçim sıkıntısı çekm iyordu. 8 u ai­
leden olan büyük adam M elchisedech onun amcası idi.
G enç yaşta gelişm e belirtileri gösteren bir yeğen için
iyi bir örnek. M elchisedech T hevenot ölü ve yaşayan
bazı doğu dillerini bilir, Türk ve Arap memleketleri
uzm anlan ile münasebet kurardı. O, doğuya hiç ayak
basmamış farklı bir şarkiyatçıdır... Bu durum onun bu
m em leketler hakkında'Relations de plusiuers voyageuıs
cruieux"adlı hacimli eserler yayınlamasına mâni olmaz.
Anıca M elclıisedech,yeğenin i daha küçük yaştan iti­
baren doğu illerine yöneltir. Onu bilgin dostlan ile ta­
nıştırır. Onlardan biri olan H erbelot, bu genç üzerinde
belirli bir tesir gösterecek ve Y eğen T hevenot diye ça-
ğırılmağa başlanacaktı. A şağıda, seyyahım ızı İstanbul
seyahatini yapm ağa teşvik eden ve kendisine refakat
etm ek isteyen H erbelot'ya ayırmış olduğu sayfalar
okunacaktır. T h6venot hareket etm eden önce, daha ev­
vel D oğudaki yollar hakkında basılm ış olan yazılan
okudu.
Eserinin şurasında burasında onun seyahate çıkar­
ken tam bilgi sahibi olduğu görülmektedir. İlk baskısı­
nın önsözünde, ziyaret etm iş olduğu yerler hakkında
"Bu kadar bilgince ve bu kadar eh liyetle bilgi vermiş
olan bilgin yakarlara" saygılarını belirtir ve bunlar ara­
sında "M. de Breves, H ayes, Loir"lan belirtir... Bu ç e ­
şit "klâsiklerin" seçim i, T hevenot'nun bilgi derecesi
hakkında bizi tem in eder. Bu hükme, Teb harabelerini
ziyaret eden Loir'm bu parçası ile varıyoruz:
"Yaşayan güzellikler, fikrimce taşlar ve mezarları
değerlendiriyor ve size şunu itiraf etm eliyim ki hiç bir
yerde Teb'de gördüklerim kadar, bilhassa dünyanın en
giiyel yaratıklan olan Yahyd.iler kadar, güzel kadınlar
görm edim , bazı meraklar bızı şeh n n aışm ı ziyaret e t1
m eğe zorlar."
B öyle hocalar ile Y eğen T hevenot'nun bilgisinin,se­
rada yetiştirilen bir o t gibi değil rüzgâra açık bir ağaç
gibi sağlam olduğundan em in olabiliriz.
Daima m evcut ve daima hâkim olan bilgi (bir uzm a­
nın hatasını düzeltm ek için birkaç söz ve bir yapı veya
bir şehrin g eçm işin i özetlem ek için söylenen birkaç
cümle) T hevenot'nun eserinin büyük değerini (ve şahsi­
yetinin sıcaklığını) ortadan kaldıramaz: tam bir kabili­
yet. Sözü, ölümünden sonra 1684'de eserlerini yayınla­
yan editöre bırakalım: "Üslûbu sâde ve açıktır. Onun

- 3 0 -
üslûbu bütün hatıraların yazılmasını arzu edeceğim iz
bir özellik taşır. Gereksiz hiç bir ayrıntıya rastlanm az.
A ncak gerektiği zam an ayrıntılı bilgiler verilir. Am a bil­
hassa samimiliği dikkati çeker. F a k a t bizzat T hevenot
onu önceden daha iyi söylem işti. "K â ğ ıt karalam alar­
daki işaretlerden" seyahat notlarını bir kitap haline ge­
tirem eyeceğini ve bunlan "daha iyi ifade etm eğe" vak­
ti olm adığını özürle bildirerek, şöyle ilâve eder: "Dilin
tabiî olmasının gerçeği daha iyi ifade edeceğine inanı­
yorum ."
Tabiilik: Bu büyük kelime bizzat Jean Th6venot tara­
fından söylenm işti. O, herşeyden önce ilgi çekici bir
açıkyüreklidir. Kom şu ülkeler sonra da İstanbul ve Do­
ğu için Fransa'dan ayrıldı, daha sonra yalnız görm e ar­
zusu ile Mısır, Filistin, Iran ve H indistan'a kadar gide­
cektir. Ne bilim endişesi ne de siyasî veya ticarî bir va­
zifesi olmaksızın "sadece m erak ve öğrenm e ihtirası
onu seyahate şevketti". O, Bursa'da dinlenilen bir şiiri
kaydetm ek veya Osmanlı idaresinin kadem elerini ç ö z ­
m ekle ilgileniyordu. Fakqt, o kalabalıkta kaybolm uş
durum da, dirsekleyerek kendine yol açarak ve düzeni
sağlayan m em urlar tarafından terslenerek, H indistan'
dan İstanbul'a gelen bir elçinin alayının geçişini sey­
retm ekten hoşlanıyordu. O, İstanbul’un küçük bir kah­
vesinde oturarak bu siyah ve kokulu içkiyi, henüz
F ransa'da tanınm ayan kahveyi içm ekten zevk alıyordu.
O, (elçinin endişeli hayretiyle) yanında Y eniçeriler ol­
maksızın, Avrupa tarzındaki şapkası yerine bir turban
giyme tedbirini gösterm eksizin Doğu sokağının kalaba­
lığına karışm aktan tıoşlanıyordu.E lçiye neşeli bir şekil­
de hiç bir zaman yaralanm adığını anlatıyordu.
"Sadece bir defasında küçük çocuklar bize birkaç el­
m a koçanı attılar..." bu da tanım a açlığım çok pahalı­
ya ödem iş olm ak sayılmazdı.
Yirmiiki yaşın verdiği öğrenm e sevinci ve yapm acık­

- 31 -
sız merakı ile T hevenot,sem patinin peşin hükümleri alıp
götürdüğü bir espri içersinde Türklerle karşılaştı. Onıın
hiç bir dinî peşin hükmü yoktu. Thdvenot şüphesiz ka-
tolikti fakat dindar değildi. Ancak bir kere Tanrıya yal­
vardığı görülür: bir fırtınada. Bir hacıdan ziyade bir tu ­
rist olarak M ukaddes Mezarı ziyaret ettiği zaman çok
şaşıracaktır: "Bu yer, daha önce bizzat denediğim gibi,
T anrı'nın em irlerini dinlem eyenlere büyük bir bağlılığı
telkin ediyordu. Bir Malta şövalyesi tarafından soyul­
masından önce bile onda haçlı zihniyeti asla mevcut
değildi. Venedikliler Türk donanm asını Ç anakkale'de
yendikleri zaman, İstanbul'da hıristiyanlara karşı bir
katliâm ın beklenildiği Frenk kolonisinin küçük dünya­
sında Thevenot, kutsal savaşın heyecanına tekrar kapı
larak hıristiyanlığm zaferine sevinir.
Ancak hıristiyanlara karşı şiddetlenm iş kin sebebiy­
le Thevenot, saf bir ruhun soğuk gerçekliğine değil ya­
şayan bir şahsın tenakuzlarına sahiptir.O, nıüslümaııla-
rın m erham etine hayrandır ve Türklerin ruh yapısının
tarafsız bir tablosunu çizm ekten de geri durm az ve on­
ların kurnazlıklarından ç o k faziletleri üzerinde ısrar
eder. O, Türk hâkim iyetinin Sakız'da olduğu gibi diğer
Ege adalarında da yum uşak olm adığım biliyordu. F a­
kat Venedik hâkim iyeti bundan daha iyi değildir. F a­
kat en acınacak durum da olanlar, haraç veren Cea hal­
kıdır: "Bu ada halkı iyi insanlardır ve Türkler kadar hı-
ristiyanlarm da kötü m uam elelerine m aruz kalmaları se­
bebiyle ilgilenip acımağa lâyıktırlar". İstanbul'da sürat­
le neticelenen ve adalette taraf tutm ayan m ahkem elere
hayrandır ve müslümanlara olduğu kadar hıristiyan
azınlıklara da eşit bir şekilde davranıldığm ı kayde­
der. "Çünkü bir hıristiyan işlem iş olduğu bir suça kar­
şılık müslümanlığı kabul etm ek suretiyle hayatını ku r­
tarabiliyor fakat Türklerin hayatlarını kurtarm ak için
hiçbir çareleri y o k tu r"...

- 3 2 -
Thevenot —tara f tutm akla beraber— sadece Rum lar
hakkında ciddi fikre sahiptir. Meselâ Sakızlılar " ç ir­
k in ", gururlu, cahil, "zevke ve sarhoşluğa kendilerini
kaptırm ış büyük kalleşlerdir..." ; nihayet m illet olarak
rum durlar"... F a k a t T hevenot asla alay etm iyor ve bil­
hassa Sakız'da Rum kadınlarının güzelliğine hayran ka­
lıyordu. Belki de Rum ları bu şekilde tarif etm esi, çok
kıskanç bulduğu kocalarından öç alm ak içindi.
İhtiraslı ve peşin hüküm lerden sıyrılm ış bir kişi, Jean
T hevenot Türkiye'ye gitm ek için yola çıktığı zaman
(1655) olduğu gibi daim a meraklı ve yapm acıksızdır...9
yıl sonra eserinde, uzaktaki tecrübelerinden Fransız
halkına vermiş olduğu bilgilerde Türk tehlikesinin ve
bir umacı Türk imajının hâlâ hâkim olduğu bir görüş
görülm ektedir, fakat kanaatlerinde de tam mânâsiyle
m em nun olm adığı farkedilm ektedir. XIV. Louis ç a ğ ­
daşlarının peşin hüküm lerine sahip olm ayan T hevenot1
yu XX. asrın okuyucusuna takdim etm ek istiyoruz ve
bu zâtın iyi niyetini ortaya koym ayı arzu ediyoruz.

** *

T hevenot'nun ruhuna sadık kalarak bu baskı aslına


uygun, fakat İlmî iddia taşım am aktadır.
T hevenot'nun eseri parçalar halindedir. Eserin aslı­
na bağlı kalarak okum ayı kolaylaştırm ak için parag­
raflara isim veren ve bazen de bölüm lerin şeklini değiş­
tiren satır başları koyduk. F akat anlatış tarzına bağlı
kaldık.
Karanlık noktaları aydınlatm ak, m odern ilmin getir­
diklerini göz önüne alm ak ve T hevenot'nun durum unu
m ünakaşa etm ek için okum ayı zorlaştıran dip notlar­
dan ya da cildin sonunda yapılan açıklam alardan kaçın-
dık.M onoloğu,takip eden okuyucuya ait olan bir diya­
log şekline çevirm eği tercih ettik.K endi ilavelerimizi

- 33 -
T hevenot'nun m etninden ayırtmek için parantez iç in ­
de vermeği uygun bulduk.
V oyage du Levant adlı eserden burada ancak XVII.
yüzyıl Fransız politik m itolojisinde Türk hükümdarının
kazandığı önem sebebiyle, doğrudan doğruya Türkler
ve Türkiye ile ilgili olanları aldık: Malta (H ıristiyanlığın
Türklere karşı kalesi), Ege D enizindeki adalar (buralar
Türk hâkim iyetine daha yeni g eçm işti), İstanbul (Os­
manlI Hükümdarının m erkezi) ve A nadolu (oturanların
çoğu n un Türk olduğu imparatorluğun yegâne parçası).
Biraz uzun olan bazı hikâyeler ya da seyyahı gerçekten
ilgilendirmeyen iskeleler hakkında şahsî olm ayan n o t­
lar m etinden çıkartılm ıştır.
Nihayet, Jean T hevenot'nun R elation'unun birinci
baskısının tem enni ettiğ i gibi "onun, okuyacaklara
ço k kısa gelm esini" ümit edelim.

FRANÇOİS BİLLACOİS
BİRİNCİ KISIM

HIRİSTİYAN Ü> KESİNDEN TÜRK ÜLKESİNE


SEYAHAT
I

SEYAHATİN GAYESİ

SEYYAHIN BİR İLHAMI

Seyahat etm ek arzusu insanlar için daima ço k tabiî


olm uştur, bana öyle geliyor ki bu ihtiras h iç bir zaman
günümüzdeki kadar kuvvetle hissedilm em iştir. Dünya­
nın her yerinde rastlanan ço k sayıda seyyâh bu duru­
mu oldu k ça ispat eder vaziyettedir ve yirmi yıldan beri
güzel seyahatlerin ço k oluşu şüpheleri ortadan kaldırır.
H iç kim se yoktur ki bilinm eyen güzel şeylere ilgi d u y­
masın ve eğer mübrem meraklar tarafından engel olun­
mazsa bizzat şahit ve seyirci olmak istem eyen pek az
k işi çıkar.
Bunlar bana ilk seyâhat düşüncesini vermiş olan
güzel fikirlerdir. 1652 yılında benim bu seyahatim e en­
gel olacak büyük bir işim yok tu ve b öylece bana ilham
edilen hususları takip ederek merakımı kolaylıkla tat­

- 3 7 -
min etm ek fırsatını buldum .
Seyâîıatim e İngiltere'den başladım , Hollanda ve A l­
manya ile devanı ettim sonra da İtalya'yı ziyaret ettim ,
oradan N apoli'ye g eçin ceye kadar dikkate değer birşey-
le karşılaşm adım. Çünkü onları dikkate değer yapan
şeyler Fransızlarca bilinm ektedir. Ronıa'nm İtalya'ya
sağlayabildiği şeylerle kafamı doldurduktan sonra, bu­
rada kalmanın enteresan bir yeri olm ayacağına karar
verdim. Büyük bir arzu ile beklediğim yerleri görm ek
için başka ülkelere gittim : fakat önce nereye seyâhat
edeceğim i tespit etm em lâzım dı ve faydasız bir seyâhat
yapmamak ve seyâhatten yararlanmak için lüzumlu
şartlar ve kılavuzlar gerekliydi.

DOĞU SEYAHÂTİNE DAVET

Tanrı bana fırsat verdi. Roma'da D oğu hakkında bilgi


sahibi olan bir Fransıza rastladım. Onun ünü bilginler
arasında ço k yayılm ıştı, onda diğerlerinde ço k nadir
bulunabilen, ilim adamı için olması lâzım gelen herşey
vardı. Her ne kadar bilgin kardinaller ve Roma'nın en
yüksek papazları ile konuşm ak onun vaktinin büyük bir
kısmını alıyorsa da bilgisinden ço k faydalandım , bana
dostluk gösterdi ve onun aracılığı ile başka bilgileri
öğrenm ekten m em nundum .
Önce edebiyat, grek ve lâtiıı dilleri hakkında çok bil­
gili bir insan tanıdım , kendisi m esleğindeki en iyiler
arasına konabilir ve ibranicedeki bilgisi o kadar derindir
ki sadece ibranice yazılm ış kitapları anlamakla kalm a­
yıp her ç e şit hahamı da anlıyordu ve bu konuda o ka­
dar derin bilgiye sahipti ki, Yahudi bilgin ve hahamları
ile münakaşa ediyor ve onlara peygamberleri ve kendi
imanım ız açısından Ah ti Atik'i izah ediyordu, bunda
öyle başarılı idi ki, onun hiç sarsılmadığmı söyleyeb i­
lirim. Onun ilm inden o kadar büyülenmişlerdi ki, can-
ları sıkılnıcaya kadar kalıyorlar ve 3 ya da 4 saatlik k o ­
nuşm adan sonrakilerinde kitapları ile çıkıyorlardı, y a ­
nından çıkarıldıkları için üzüldüklerini gördüm, başka
dostlarına ayırmak zorunda oldukları zamanı onunla
birlikte olm ak için saklıyorlardı. Kaide ve Süryani dil­
leri de onun için pek yabancı değildi, emsalleri arasın­
da Arapça, Farsça ve Türkçede üstün geliyordu. Bu
dillerdeki kitapları incelem işti ve bütün bu dilleri A v­
rupa'da en iyi bilen olduğunu söyleyebilirim . Bu ma­
haretini bu dilleri konuşm aktan başka kitaplarındaki
bilgisi ile de ortaya koyuyordu. Bilhassa ilim de ve D o­
ğu ya âit pek ço k şeyin açıklanm asında kendinisgöste­
riyordu, bu hususta konuşm aktan asla geri durm uyor­
du ve insanları hayrette bırakacak derecede meseleleri
ilm i olarak ortaya koyuyordu.
Bu kadar ço k d oğu dilini bilm esi, tarihin çe şitli k ol­
larında yenide olduğu kadar eskide de bu kadar derin­
leşm esi onun için bir üstünlüktür. Ve bize ço k yeni bil­
giler vermektedir. Bunları ne bizim coğrafyacılarım ız
ne de tarihçilerim iz bilm ezler, hiç d eğilse derinliğine
bilm ezler.K esin bilgi verebildikleri konular üzerinde bi­
le ancak kekelerler. Ç eşitli dilleri bildiği kadar diğer bi­
limlerin pek çoğu n a da vâkıftı ve m izaç olarak kendini
beğenm iş bir kim se değildi.
Sık sık rastladığı Levantenler'den öğrendiği davra­
nışları kadar örf ve âdetlerini ve' onlarla karşılaştığım
zaman yapmam gerekenleri de bana öğretti ve nihayet
bana D oğu için her hususta bilgi verdi.Seyâhat yapma
konusunda sevincim doruğa ulaştı, bu kadar faydalı
olan seyahati ne zamandır ümit ediyordum ve dönü­
şümde bu kadar bilgi ile Doğuda ilmin, sanatın ve tabi­
atın güzelleştirdiği bütün D oğu ile ilgili bilgileri halka
anlatabilecektim .
Fakat gem iye bineceğim iz sırada M. de Herbelot (bi­
raz önce bahsettiği kişinin ismidir) için önem li olan;

- 39 -
onun plânını bozan ve seyahatini geciktiren ailevî bir
işi çıktı: bu talihsizliği sabırla karşıladım çünkü Mal-
ta'da buluşacağımızı, benimle geleceğini vaad etti ve Na­
poli'ye uğramak zorunda olan ve Fransızların girmesi
yasaklanan papaya ait dört kadırgadan birine binmek
için hazırlandığım sırada, o bana elde ettiğim bu güzel
fırsatı kaçırmamamı tavsiye etti.
1655 yılının 31 Mayıs Pazartesi günü Roma'dan ay­
rıldım ve 2 Haziranda Civita Vecchia'da Kont Gaddi'-
nin kumanda ettiği bir kadırgaya bindim, gemide Kont­
tan iyi kabul gördüm, 4 Haziranda kadırgalar Napoli'ye
8 mil kala durdular ve 5 Haziran, kadırga yolcuları­
nın bu şehri gezmeleri ile geçti, 6 Haziran Pazar günü
akşamı hareket ettik ve Sicilya'ya doğru yelken açtık.
Barthélémy d'Herbelot (1625 - 1695) Thévenot'nun
büyük bir saygı duyduğu bu kişi şarkiyatçılar arasında
ünlü bir isme sahiptir. İtalya'nın ilim muhitinde uzun
müddet kaldıktan sonra Paris'deki College Royal'de do­
ğu dillerini öğretti. Ondan bize "Bir Doğu Kitaplığı
yahut bütün tanıttığı Doğu halklarını içine alan üniver-
sal bir sözlük" kaldı. (1697)

II
MALTA ADASINDA

Napoli ve Messina'dan sonra Thévenot "Hıristiyanlı­


ğın öncü karakolu" durumunda olan Malta Adası'na ya­
naştı. Katolik Batı Akdeniz ile Rumların oturduğu Do­
ğu Akdeniz adaları arasında Türk ve Venedik hâkimi­
yeti arasında mücadele sahası olan Malta, hıristiyanlı­
ğın kalesi durumundadır.
Rodos'un fethinden sonra (1522) Saint—Jean şöval­
yeleri burada kuvvetli bir deniz üssü kurdular. Kadırga­
ları İnebahtı'da kendilerini göstermiş olan (1571) şö­
valyeler, Türk ve barbar donanmalarına karşı haçlı ön-

- 40 -
cü kuvvetleri ile seferleri dindarca bir arada yürüttüler
ve lııristiyan mallarını olduğu kadar müslüman malları­
nı da ele geçirerek kazançlı bir korsanlık faaliyetine gi­
riştiler. Bu ele geçirilen malların % 10'u adada düzeni
ve refahı sağlayan Büyük Üstad'a veriliyordu.
Bu ada kalabalıktır ve 1590 yılında N apoli kral yar­
dım cısı Alvadelista K ontunun emri ile, kendisine gerek­
li olan tahılın miktarını öğrenm ek için yaptırdığı sa­
yım da kalede, eski şehirde,Valetta şehrinde,Saint—
Michel adasında, 7 rahibin idaresindeki bölgelerde 36
köy ve em rindeki şövalyeler ve hizm etindekiler hariç
2 7 .0 0 0 kişi tespit edildi. Maltalılar esm er tenlidirler ve
intikam alma hususunda en az SicilyalIlar gibi davranır­
lar. Burada kadınlar ço k güzeldir ve oldukça samimi­
dirler, şehre, başlarından yere kadar uzanan bir m anto
ile giderler, fakat bütün yüzleri örtülü olduğu halde,
kendileri tanınmadan herkesi görürler. Malta Adası'ııda
konuşulan dil Arapçadır, fakat İtalyanca da özellikle
şehirde ço k yayılm ıştır.

ZAPTEDİLMEZ MALTA

Kanunî Sultan Süleyman 1565 yılının Mayıs—Eylül


ayları arasında adayı ele geçirm ek için donanm a ile
muhasara etti. Fakat Büyük Üstad Jean de La Valetta
başarılı bir şekilde karşı koydu ve Türkler kuşatm ayı
kaldırmak zorunda kaldılar.
Onlar ço k güçlü bir orduyu üç ay müddetle sayıları
az, fakat ço k uyanık insanın müdafaa ettiğ i bir yere
karşı boşuna sevkederek 1565 Eylülü sonunda adayı
terkettiler.
[¡'lüslümanlardan olan bir grup alışılageldiği gibi Mal-
ta'ya ait birkaç kadırgayı ele geçirince kaçm ağa
başladılar, savaş yapmağa m uktedir oldukları halde
savaştan kaçıyorlardı. Bu zamandan itibaren Saint

-41 -
Ange şatosunun yıkıntıları artık tam ir edilm eye­
cekti, tabiat onu kendiliğinden m ühtahkenı yapm ış­
tı.
Birkaç donanm a Malta önünde iki aydan daha faz­
la mücadele edem ediğinden, buranın zaptedilm ez ol­
duğunu söylem ekten çekinm iyorum . Onun surları sağ­
lam oldukları kadar güzel bir görünüşe de sahiptirler.
Malta limanına gelenler, sıralar halinde dikilm iş güzel
ağaçların örttüğü Barraque'ı görm ekten büyük zevk
duyarlar. Burada güzel bir bahçe vardır ve İtalya k u ­
lesinin altından lim ana bakan oldukça yüksek bir yer­
dedir. Burası sıralar halinde dikilm iş portakal ve limon
ağaçlan* ile doludur ve yükseklere kadar su fışkırtan
çeşm eleri buraya ayrı bir güzellik verir. Bu bahçeyi
Büyük Üstad Lascaris yaptırm ıştır.

LA VALETTA'NIN M ERAKLARI

Thevenot, Büyük Üstad La V aletta'nın inşa ettirdiği


ve ismini verdiği m üstahkem şehri ziyaret eder. Askeri
m im ar Francesco Laparelli ve de C ortone'nin eseri
olan, adanın m erkezî irili ufaklı tepelerin bulunduğu
bir yerde, geom etrik düzenin uygulandığı, ortogonal
plâna sahip bir şehirdir. Rom a disiplininin Akdeniz
m edeniyetine yaptığı tesirlerin bir örneği. Kutsal kalın­
tılar, m üstahkem yapılar ve hayır müesseseleri seyyahın
dikkatini çeker.
Bayezid, Rodos şövalyelerinin, ilk büyük üstadları
Saint—Jean'm kutsal kalıntılarına büyük değer verdik­
lerini bilerek, ona ait olan ve tam am en altından yapıl­
mış bulunan m ahfazasının kaidesine gotik harflerle be­
lirtildiği gibi A ntakya'dan İstanbul'a getirilen ve babası
F atih 'in hâzinesinde bulunan bir eli, onlara verdi. Bir
parm ağı eksik olan aziz A nne'm da bir eli orada görün­
m ektedir. Rodos şövalyeleri bu eli, halen Fransa'da

- 42 -
hüküm süren XIV. L ouis'yi dünyaya getirdiği zaman
ana kraliçeye takdim ettiler. Onlarda daha pek çok
kutsal kalıntı ve ç o k sayıda zengin süs eşyası vardır.
Bu şehirde pek ço k güzel bina bulunur, fakat diğer­
leri arasında Büyük—Üstad'm sarayı en m uhteşem idir.
Bu sarayda, görüldüğü kadarıyla yalnız kalitesi ile de­
ğil 35 ya da 4 0 .0 0 0 k işiyi silâhlandıracak kadar büyük
ve düzenli bir silâh deposu bulunmaktadır. Sarayın bü­
tün bölümleri son derece iyi düzenlenm iştir ve durma­
dan çalışan köleler tarafından tem izlenm ektedir. Bü­
yük Üstad'lara ait olan köleler üzerlerindeki işaretleri
ile diğerlerinden ayrılırlar. Kapının yanında birkaç sı­
ra demir ile tespit edilm iş bir top vardır, tahta kısmı
oldukça incedir ve tamamı sağlam ve iyi dikilm iş bir
deri ile kaplanm ıştır. Bu ç e şit top kolay taşınabilm esi
için icad edilm iştir, bu toplar dağlara ve zor ulaşılabi­
len yerlere kolaylıkla götürülebilirler, fakat iki ya da üç
atıştan sonra artık kullanılmaz hale gelirler.
liastahane iyi inşa edilm iştir. Hasta şövalyeler için
ayrılan salon yaldızla süslenmiştir ve orada şövalyelere
gümüş kap kacakla hizm et edilm ektedir. Bu hastahane-
y e bütün hastalar kabul edilir ve iyi m uam ele görürler.
Fakir olan bütün yolcular buradan hiç geri çevrilm ez­
ler. Buraya kabul edilirler ve istedikleri yere gitm e im ­
kânı çıkıncaya kadar bakılırlar. Ve onların ihtiyaçları
giderilir, hiçbir ücret istenm eden gem ilere bindirilirler.

E Y L Ü L ’DE N O T R E -D A M E G ÜNÜN DE
YAPILAN EĞLENCE

N o tr e -D a m e günü olan 8 Eylül'de Malta'da bulun­


duğum da, her yıl aynı günde Türklerin kale önündeki
kuşatm ayı kaldırmaları hatırasına yapılan eğlence ve
merasimi,gördüm. Bütün askerî birlik sabahleyin erken­
den silâhlı olarak Saint—Jean’m önünde ve savaş düze­

-4 3 -
ninde toplanırlar. Kilise son derece güzel süslenir ve Bü­
yük Üstad âyind e bulunur ve orada yapılan duadan
sonra, Auvergne hanından çıkar ve bahsedilen hanın
bayrağını taşıyan, başı mihverli, hanın en eskilerinden
bir şövalye tarafından takip edilir. Kilisenin etrafında
döner ve m eydandan g eçtiğ i zaman bütün askerler üç
defa tüfek atarlar. Bu şövalyeden sonra bir elinde kılıç
diğer elinde ise Türkler çekildikten sonra Ispanya Kra­
lının d in î hediye olarak gönderdiği bir hançeri taşıyan,
Büyük Üstad'ın asıl genci gelir. K ılıç ve hançer ço k k ıy­
m etli taşlarla süslenmiştir: S ain t-Jean 'ın büyük kapısı­
na gelerek kiliseye girerler ve kürsünün yakınına kadar
ilerlerler ve bayrağı taşıyan şövalye bahsedilen bayrak
ve Kutsal H eykeli üç defa selâmlar, sonra Büyük Üs-
tad'a doğru dönerek, onu da aynı şekilde selâm lar ve
sonra da kendi tarafındaki Kardinafden sonra yerini
almağa gider ve onun yanında,Büyük Üstad'a kılıç ve
hançeri takdim eden asil genç yer alır,onları çıplak ola­
rak ve İlâhi devam ettiğ i sürece elinde tutar; İlâhi bitin­
ce onları asil gence teslim eder ve âyinden sonra Kardi-
nalitekrar saraya uğurlarlar, burada şövalyeyi bayrak ile
üç kere daha selâmlar. Sonra hana dönerler ve burada
da bayrağı taşıyan şövalye bütün han sâkinlerine ve
dostlarına ziyafet verir. Yem ekten sonra palUo yarış­
ları yapılır ve diğerleri bayramı sona erdiren benzer
eğlenceler yaparlar.

III
M ALTA'DAN Ç A N A K K A LE ’YE

Malta'da b eş ay M. H erbelot'yu bekledim , fakat


onun işleri, kararlaştırmış olduğum uz seyahate katıl­
masını tam am iyle m âni oldu. O, bana bu durumu b il­
dirdi. Bu sebepledir ki tek başım a hareket etm ek duru-
inanda kaldım , İstanbul'a gitm e fırsatını elde ed e­
rek, 1655 yılının 4 Kasım Perşem be günü, sabahın
9'ıında Livaurne'dan gelen ve Ciudad'lı Philippes Mar­
tin yönetim indeki Sainte—Marguerite adlı gem iye bin­
dim.
38 yaşındaki bu gem i iyi bir yelk en liyd i ve denizde
başarılıydı, bordasında 32 denizcisi vardı ve 6 parça
demir top ve 8 parça bronz m ancınığa sahipti, bunlar
arkebüz (1) ve fitilli tüfeklerle donatılm ıştı. Kaptan
A ntoine Martin ile gidiyorduk, onun Saint—Esprit adlı
gem isinde 28 k işi, 5 demir top ve 8 mancınık vardı: Sa­
inte-M arguerite adı verilen Cuidad'lı bir polacre (2)
bizim le geliyordu, onun bordasında da 24 k işi, iki top
ve altı demir m ancınık yer alıyordu, kaptanının adı
Jacques Fautrier idi. Bu polacre hızlı gidiyordu, halbu­
ki kaptan A ntoine Martin'in gem isi daim a arkada kalı­
yordu, bu durum ise bize, günde 10 milden fazla bir
y o l kaybına sebep oluyordu, çünkü o biraz geride ka­
lınca beklem ek zorunda kalıyorduk.
5 Kasım Cuma günü sabahı lebech'e çevirecek ve er­
tesi gece de büyük bir yağmurdan sonra trem ontane'e
dönecek olan ponent (3) ve mistral esiyordu, fakat çok
za y ıf olduğundan az y o l alabiliyorduk: 6 Kasım Cu­
martesi akşam ı hava serinledi ve ço k yo l aldık. Fakat
ilerledikçe Sapienza (4) Adası kavşağında Tripoli ge-

(1)Bir ç e şit tüfek. (Çevirenin notu)


(2)A kdeniz'de yelken ve kürekle çalışan küçük bir gem i çeşidi.
(Çevirenin notu)
(3)Thevenot, A kden iz gemicileri tarafından kullanılmakta olan
mahallî isimlere göre belli başlı rüzgârları açıklar.LEBECH:
Güney—batı rüzgarı. M A ESTR AL: K u ze y—batı rüzgârı,
TRAM ONTANE: K u zey-rü zgârı, SİROC veya SİROCCO:
Güney—doğudan esen yakıcı rüzgâr, PONENT—Batı rüzgârı
(4)Sapienza veya M odon Adası, bugün M ethoni adını taşır ve
Peloponnes'in güney—batısındaki aynı adı taşıyan burnun
karşısmdadır.

- 4 5
milerine rastlamak korkusu artıyordu, ertesi gün de bu
adada kalma zorunda olacağım ıza inanıyorduk ve onla­
ra rastlamadan buradan geçtik . Zira Kasımın yedisine
rastlayan pazar günü sabahı, önceden yaptığım ız hesa­
ba göre Sapienza denilen adadan ep eyce mil uzaklaşıl-
dığım zannederek ve Sapienza adasının ilerisinde 70
milden fazla m esafede bulunan Matapan Burnunu he­
nüz geçm iş olduğum uzu farkettik. Bu hata ise gem im i­
zin saatte 8 milden daha ço k ilerlediğini zannetm em iz­
den geliyordu, halbuki o, 10 milden fazla gidiyordu,
çünkü müsait olan rüzgârla birlikte V enedik körfezinin
akıntıları da işim ize yarıyordu.

SAPİENZA ( —MODON) ADASI VE


MATAPAN BURNU

N eticesi bizim için ilkinden daha önem li olan bir ha­


ta daha yap tık' yolum uzu şö y lece tayin ettik , Cerigo
( —Çııha) ve Cerigottö arasından geçm ek için Sapienza
( —M odon) adasından ve Matapan burnundan 9 0 mil
m esafeden geçm ek zorunda kaldık ve bununla beraber
Pazar günü gün ağarınca, söylem iş olduğum gibi, Mata­
pan burnu üzerinde ve karaya sadece iki mil gibi çok
kısa m esafedeydik, bu da bizi 4 0 m ilden fazla ve ger­
çekten en kısa yol olan ana kara ile Cerigo arasından
geçm eğe mecbur etti, eğer ço k daha dar olan Cerigo
ile Cerigotto arasından geçm iş olsaydık daha tehlikeli
olurdu. Farketm eksizin bizi sola, ana karaya doğru
iten bu sonuncu hata, Venedik körfezinin akıntıları se­
bebiyle m eydana geldi; iyi bir şans eseri yanılm ış oldu ­
ğum uz için oldukça sevinçliydik, çünkü böylece hem
tahm inim izden 150 mil daha ilerde bulunuyorduk ve
hem de ço k zaman birkaç V enedik kalyonunun bulun­
duğu Cerigo'nun bu kadar yakınına gelm eğe cesaret
ed em eyecek olan korsanların tehlikesinden kurtulm uş

- 4 6 -
oluyorduk: Artık benzer hataları yapmak ço k tehli­
keliydi, zira eğer gece olm uş olsaydı, gem im iz karaya
çarpma tehlikesi ile karşı karşıya idi. Bu tehlike dik­
kate alınarak karadan biraz uzaklaşıldı.
Eskiden Taenarus adı da verilen Matapan burnu
Mora'nm yüksek bir burnudur; bu burunda Arion'un
(1) bir yunus balığının sırtında karaya çık tığı söylenir:
burada Maııiotlar otururlar, bunlar dağlarda kralsız ve
kanunsuz yaşarlar, ülkede kuvvetli olana, bazen V ene­
diklilere, bazen de Türklere tâb i olurlar ve işleri, ge­
çenleri soym aktır. Bu halk adını, Maina diye isim len­
dirilen kıyıdan alır.

KYTHERA'YA V A R IŞ

Y olculuğum uza Cerigo adasında Saint—N icolas is­


kelesinde ara vermekle çözüm bulduk; burada, civarı
görm eksizin birbuçuk gün kaldık. Bu ada gibi bütün
takımadalar av hayvanı ile dolu idi, avlanmak için kara­
ya çık tık ; Cerigo adası burada ço k miktarda porfir ç ı­
kartılması sebebiyle eskiden Porphyris adını taşıyordu;
Cythera diye de isimlendirilir, belki de B ordoni’nin
Isolario (2) sunda bulunan Scotera kelim esi buradan
gelm ektedi; m itolojiye göre Venüs'ün deniz köpüğün­
den doğm asından sonra ilk oturduğu ada burası oldu
ve bu sebepledir ki burada, denize yakın bir yerde bir
tapmak inşa edildi, harabeleri bugün dahi görülm ekte­
dir. Cerigo, Ege D enizi adalarının ilkidir, çevre uzunlu-

(1) M. Ö. 7. yüzyılda yaşam ış bir Yunan lirik şairi. (Çevirenin


notu)
(2)Seyyah, bir asırdan fazla bir zaman için coğrafya literatürü­
nün bir klâsiği haline gelm iş olan dünya adaları ansiklopedi­
sine imada bulunuyordu. Isolario nel quale si ragiona di tu tte
Visole del M ondo" B enedetto B ordon i’nin bu eseri 1534'de
Venedik'te yayınlandı.
ğu 6 0 mildir ve Mora'ya ancak 50 m il uzaklıktadır .ora­
da ada ile aynı ismi taşıyan bir de şehir vardır; V ene­
dikliler bu adanın tamamına sahiptirler ve burası ço k
önem li bir g eçit olduğu için , burada askerî bir garni­
zon bulundururlar.

SPİNALONGA (K EA) İSKELESİ

15 Kasım Pazartesi günü k onsolos gem ide bizi gör­


m eğe gelerek beraberinde kasabaya götürdü ve evinde
yem ek verdi; kasaba büyüktü ve burada 7 0 0 ev vardı,
fakat bize söylendiğine göre bu evlerin ancak 400'ünde
oturuluyordu, diğerleri ise K andiye Savaşından itiba­
ren terkedilm işti. Bu evler sadece taş ve toprakla inşa
edilm işler ve am fiteatr şeklinde kadem eli olarak sıra­
lanmışlardı,- her biri diğerinin çatısının bittiği hizada
ve tepenin m eyli üzerinde inşa ed ilm işti ve 10 ya da 12
sıra teşkil ediyorlardı; bütün sokaklarda evlerin çatıla­
rı, düz, teraslı ve biri diğerini takip edecek şekilde y a ­
pıldığından ilk bakışta bütün evler görünüyordu: Hara­
be halinde kuvvetli bir şato vardı; bana söylendiğine
göre birkaç yıl önce 6 0 Türk, kumandan Thom as
Morosiııi idaresindeki Venedik ordusuna iki fitilli tü­
fekle burada bir ay karşı koym uşlardı veancak suları
kalm adığı için teslim oldular; eskiden Ceos ve Cea ola­
rak isimlendirilen ve Negrepont adasının bir parçası ol­
duğu söylenilen bu ada at nalı şeklindeydi ve çevresi
5 0 m il uzunluğundaydı. Toprağı oldukça verimlidir,
buğday yetiştirilir, şarapçılık ve hayvancılık yapılır,
limanda ço k balık olduğunu da sık sık ağlarımızla ba­
lık tutarak gördük. Sâkinleri haraç veya vergi olarak
her y ıl Türklere 3 4 0 0 , Venediklilere 2 6 0 0 kuruş öder­
lerdi, ayrıca buraya karşı yapılan baskın ve yağmalar
onları yıpratm ış ve birçoklarını, evlerini ve m em leket­
lerini terke zorlam ıştır. Oradaki kadınlar kendilerini iri

- 4 8 -
gösterecek tarzda fakat tem iz giyinirler. İri görünmek
am acıyla dizlerine kadar inen elbiselerden 6 —7 tanesini
üstüste giyerler, elbiselerinden daha uzun olan göm lek ­
leri görülüyordu. Ayaklarında beyaz yünden güzel ç o ­
raplar vardır, başlarında ise göğsü de örten tül bulunu­
yordu ve istedikleri hâle giriyorlardı, velhasıl bu adanın
sakinleri iyi insanlardır ve hıristiyanlardan olduğu ka­
dar Türkler tarafından da uğradıkları kötü hakaretler
sebebiyle onlara acımak gerektir.

GEMİNİN K ARAY A OTURMASI

G ece yarısından üç veya dört saat sonra karayı far-


kettik,fakat buranın Bozcaada olup olm adığını bilm iyor­
duk; aksi gibi şafak vakti yolum uza devam ettik ve bu­
rayı henüz g eçtiğim izi anladık, T ıuva önünde, karaya
ç o k yakın idik; kaptanım ız, gem inin karaya oturm ası­
nın gürültüsü ile uyandı ve kaybolm uş olduğunu zanne­
derek ço k su olup olm adığına bakmak için koşarak ge­
m inin sintinesine gitti, fakat orada hiç bir şey bulam a­
dı. Bu sırada denize bir kayık indirtti ve için e inerek
hasar tespiti için gem inin etrafında d olaştı, sadece ge­
m inin kıç (pupa) tarafından çapa atıldı, onun yardımı
ile kısa zamanda kum dan çıkabildik, burada Tanrı bize
gerçekten yardım etti, çünkü o kadar sert bir rüzgâr
vardı ki, gem i batm a tehlikesi ile karşı karşıya idi.Bu-
nunla birlikte bir saatlik zamanda kurtulduk, hem de
sintineye bir damla su bile girm eden; eğer gem inin
oturduğu yer kayalık olsaydı gem i batardı. Tayfalar
gem iyi kurtarmak için bütün gayretlerini sarfettikleri
sırada batma tehlikesini unutarak, hâlâ dikkate değer
ve büyük bir alana yayılan Truva'nın eski ve ünlü şehri­
nin harebelerini hayal ediyordum ; nihayet güç durum­
dan kurtularak karadan uzaklaştık ve saat 9 —10 sırala-
nnda Çanakkale Boğazına girdik; burası Türklerin ilk
defa Asya'dan Avrupa'ya geçtikleri yerdir.

IV
ÇAN AK K A LE, GELİBOLU VE İSTANBUL'A
V AR IŞIM IZ

BOĞAZLAR

Çanakkale'nin kalelerinin her ikisi de Çanakkale B o­


ğazının sahilindedir.

Birbirinin top m enzilinde olan bu hisarlardan birisi A v­


rupa'da,diğeri ise Asya yakasındadır,ikisi arasındaki m e­
safe iki mil civarındadır ;burası boğazın geniş yeridir ¡Avru­
pa'da olan hisar Roma devrinde Sestos adını taşıyordu;
boğaza hâkim olan üçgen şeklinde bir tepenin eteğinde
inşa ed ilm işti, bu tepenin üzerinde bir kasaba bulunu­
yordu. Bu hisarın kurşun kaplamalı üç kulesi vardır,
bunlardan ikisi kara tarafında ve en büyüğü olan iiçün-
cüsü ise liman üzerindedir; gizlice dürbünümle baktı­
ğım da yirmi civarında mazgal deliği görebildim , bunlar­
da büyük çaplı toplar bulunuyordu, ayrıca dürbünümle
buraya bir adamın kolaylıkla girebileceğini de farkede-
bildim.
Asya'da Anadolu tarafında eskiden A bydos'un bu­
lunduğu yerdeki diğer hisar bir düzlükteydi, hemen he­
men kare şeklindeydi; her cephesinde iiç kule ve orta­
sında bir kale burcu vardır, diğerindeki kadar çok m az­
gal deliği yok tu ; 2 0 0 mil uzaklıkta bulunan İstanbul'un
gerçekten anahtarı durumunda olan Asya ile Avrupa
yakasındaki bu iki hisarı II. Murat'ın oğlu II. Mehmet
inşa ettirm iştir, hisarlar dost veya düşman hiçbir gem i­
nin durmadan geçem eyecekleri veya geçerlerse sonun­
da tehlikeyle karşılaşacakları yerlerdi: İstanbul'dan
gelen bütün gemiler kaçak eşya veya kaçak köle ta­

- 50 -
şıyıp taşım acıklarının kontrol edilm esi için A nadolu
yakasındaki hisarın önünde üç gün dururlardı.
Sestos ve A bydos,bu iki yer Leandros ve Hero'nun
aşkları ile ünlüdürler: Bu yer yakınlarında Pers Kralı
Kserkses ordusunu Asya'dan Avrupa'ya geçirm ek için
gem ilerden bir köprü kurdurdu: Andra ile hisarlar ara­
sında aşağı yukarı 2 8 0 m illik bir m esafe vardır.

GELİBOLU

Fazla kalabalık değildi, sadece çarşıda insanlara


rastlamak mümkündü, orada oturanların ço ğ u rumlar-
dı; bunlardan büyük bir kısm ı rakı veya diğer alkollü
içkiler satarlardı; evlerinin kapıları ancak 2,5 ayak yük-
sekliğiııdeydi, Türkler sarhoş oldukları zaman at üze­
rinde eve girerek her şey i altüst ettikleri için , bu çareyi
bulmuşlardı ;bu şesıirde bir kulesi olan kare şeklinde bir
kale vardı, onun eski olması sebebiyle hııistiyanlar tara­
fından inşa edildiğini tahmin edebiliyorum .
Sahilde için d e yedi eski kadırga görülen bir tersane
bulunuyordu, Türkler bunları Kıbrıs adasını feth ettik le­
ri zaman Venediklilerden aldıklarım söylüyorlar, fakat
aslında kadırgalar İnebahtı savaşından kurtulm uş olan
donanmadan kalanlardır ve onları denizden götüreme-
dikleri için Adalar Denizine geçirm ek gayesiyle K oıint
Körfezi üzerinden insan gücü yardımı ile naklettiler,
çünkü diğer gemileri ele geçirm iş olan iııristiyanlar ge­
çitleri de işgal etm işlerdi.

MARMARA DENİZİ

1 Aralık Çarşamba günü biraz rüzgâr vardı, öğleden


sonra saat 4 'de gem im iz herkesin içinde oturm aktan ol­
dukça canı sıkılm ış olarak limanın dışında demirledi:
akşamın 9'unda, hafif ay ışığında ve bizi hızla götüren

_ 51 _
güzel bir batı ve güney—batı rüzgârı ileJıareket ettik,
bütün geceyi denizin genişlediği bir yerde bulunan Mar­
mara adasında geçirdik, bu deniz Marmara adını alı­
yor (eskiden Propontid denirdi). 2 Aralık Perşem be gü­
nü, rüzgâr bizim daha hızlı gitm em ize yardım edecek
şekilde esm eğe başladı, fakat bize ^csi yönden gelen
akıntılar kuvvetliydi ve normal gidişim izden daha fazla
y o l alamadık.

İSTA N BU L ’A V A R IŞ

N ihayet gün doğarken Gelibolu'dan tahm inen 125


mil kadar m esafede olan İstanbul'u görm eğe başladık;
sarayın önünden geçerek Galata'da öğleden sonra saat
1—2 arasında yolculuğum uz son buldu. Burada, bu bü­
yük şehirde bir önceki gece yangın çık tığını ve henüz
devam ettiğin i öğrendik, Marmara'da yangını farket-
nıiş, fakat nerede olduğunu tahmin edem em iştik.
Toprağa ayak basar basmaz, beni büyük bir nezaket­
le kabul eden Fransa Kralının elçisi M. de la Haye'ı se­
lâmladım . Derhal Galata'da bir pansiyon sahibi olan
M. de la R oze adlı bir Flamand'a gittim ve birkaç gün
sonra da bahçeli, H aliç'i ve B oğaz'ı gören, ucuz fiata bir
ev kiraladım.

-5 2 -
İKİNCİ KISIM

İSTANBUL

TÜRK İM PARATORLUĞUNUN MERKEZİ


V
İSTA N BU L ’UN KONUMU

İstanbul'u gören herkes,onun bütün dünyaya hâkim


bir konum a sahip olması sebebiyle, dünyanın en güzel
yeri olduğunda birleşirler. Avrupa da Trakya'dan Bo-
ğaz'a doğru uzanm ış bir yerde kurulm uştur, buradan
A sya'ya g eç iş ancak yarım saat sürmektedir.
İhtiyaç duyulan veya arzulanan her şey , bütün k ıy ı­
ları denizle çevrili olan İstanbul'a büyük miktarda d e­
niz yoluyla her taraftan getirilebiliyordu. A kdeniz ve
Karadeniz'e açılan bu iki boğaz öyle karşı karşıya gel­
mişlerdir ki, rüzgâr biri yolu yla gemilerin İstanbul'a
gelişine mani olsa, diğeri yolu yla gelm ek için müsait
bir durum ortaya çıkardı. Bu iki deniz arasında ve lim a­
nın girişinde tabiat, sanatın hiçbir yardımını görm eksi­
zin dünyanın en güzelini yarattı, burası en az 6 mil çe v ­
reye ve 1 mil gen işliğe sahiptir. Kıyılarının elverişli o l­
ması sebebiyle gem iden doğrudan doğruya, kayığa bin-
m eksizin karaya çıkılabilir, çünkü en büyük gem iler hiç
zahm etsiz karaya yanaşabilirler.
O halde K âlıin'in, kuruculara, şehirlerini nerede kur­
maları icap ettiğin i nasihat eden cevabına hayret e t­
m emek lâzım dır. Körler ülkesi ile karşı karşıya cevabı,
K alkedonlulann karşısında kurduklarım gösteriyordu.
Kâhin, tabii bakımdan bu kadar elverişli yeri ihmal
ederek, bu yerin karşısında Asya'da Kalkedon ( —Kadı-
k öy)'u kurmuş olduklarından, onların ne kadar körleş­
miş olduklarını iddia ediyordu.
(M itolojik devirlerden itibaren,Thevenot İstanbul'un
Bizans, Grek, Roma ve Hıristiyanlık devirleri tarihini
özetliyor.)
1203 yılında İstanbul Venedikliler ile birlik olan
Fransızlar tarafından BizanslIlardan alındı ve 1254'de
Paleologlar burayı yeniden ele geçirdiler, nihayet Türk
hükümdarı II. Mehıned 29 Mayıs 1453 Salı günü burası­
nı feth etti. 1453 yılının Penteköte bayramında Türk­
ler burayı fethettiler ve bu tarihten itibaren orası Tüık-
lerin elindedir ve oraya İstanbul adını verdiler.
Burası hemen hem en Lyon ile aynı iklim özelliği
gösterir, bazen yaz aylarında sıcaklık bunaltıcı olur,
özellikle Tem m uz ve A ğustos aylarında öğleden son­
raları serin bir rüzgârın esm ediği zamanlar, Fransızlar
bu rüzgâra, limanın ağzından gelm esi sebebiyle "dış
rüzgârı" derler.
Bu şehir depremlere de maruz kalır, öyle ki bir gece­
de iki defa yer sarsıntısı hissettim .

İSTANBUL'UN PLÂNI

Şehir üçgen şeklindedir, iki tarafı denizle çevrilidir,


bir tarafı Marmara ve Akdeniz ile, diğer tarafı liman ile
ve üçüncü tarafı da kara ile sınırlandırılmıştır, en büyük
sahili Marmara üzerindedir ve sarayın bulunduğu bu­
rundan Y edikule'ye kadar uzanır, liman tarafındaki sa-
hil ise orta uzunluktadır.
Saray, üçgenin ucu üzerinde inşa edilm iştir, burası
Marmara ile liman arasında uzanır ve bu sarayın altın­
da liman tarafında ve kıyıda sarayın bahçeleri yer alır;
saray bir zamanlar eski Bizantion şehrinin kurulduğu
yer civarındadır. İstanbul, Karadeniz'den gelenler ka­
dar A kdeniz'den gelenlere de güzel görünür.
A kdeniz'e açılan boğaz üzerindeki diğer k öşed e
kurşunla örtülü yedi kule m evcuttur. Onlar hıristiyan-
lar tarafından inşa edilm işlerdir ve uzun zaman hüküm­
darın hâzinelerini saklamak için kullanılm ışlardır.Şim ­
di de yüksek şahsiyetler için hapishane olarak kullanıl­
maktadır.
Kara tarafının limana uzanan kısm ında, üçüncü k ö ­
şed e İmparator Constantinos'un sarayının harabeleri
görülür.
Bu şehir güzel surlarla çevrilm iştir, kara surları y o n t­
ma taşlardan yapılm ış ç ift sıralıdır, diğer surlar ise sa­
dece m oloz taşlar ve tuğlalar ile inşa edilm iştir. Bu sur­
ların önünde derin ve geniş bir hendek bulunmaktadır:
D ıştaki ilk suru tam amlayan ve hendeğin arkasında
3 0 —4 0 ayak yüksekliğindeki birbirinden fazla uzak ol­
m ayan 25 0 kulenin alt kısımlarında topçular, üstte ise
okçular için mazgal delikleri bulunmaktadır.
ikinci sur daha yüksek olmakla beraber aynı tarzda
inşa edilm iştir, çünkü o karadan kordona kadar altı
metre uzunluktadır, bunda da birinci surdaki kadar fa­
kat daha yüksek kuleler vardır. B öylece burası kullanış­
lı bir istihkâm durumundadır. N etice olarak bu şehir
kolaylıkla müstahkem hale getirilm iştir; fakat bu za­
mana kadar Türkler ona hiç ihtiyaç duymadılar.
Deniz surları o kadar yüksek değildir, fakat bunlar
da iyi durumdadırlar, mazgallar ve küçük kuleler ile
donatılm ıştır, Marmara ve Haliç boyunca uzanırlar.
Ancak küçük gem i ve kayıkların yanaşıp yüklerini

- 57 -
boşaltm alarım sağlamak maksadıyla bazı yerlerde sur­
lar 5 0 adım kadar içeri alınmışlardır.

İSTA N BU L’UN BÜYÜKLÜĞÜ

Ç ok kimse İstanbul'un Kahire ya da Paris'den bü­


yük olm adığını sanırlar, fakat onlar yanılırlar çünkü bu­
rası bu iki şehrin hiç birinden daha küçük değildir. Bir
keresinde bir Fransız ile beraber çevresini dolaştım , her
birimiz bir saat aldık ve Tophane'de bir kayık veya ge­
m iye binerek İstanbul tarafına geçtik ve liman üze­
rinde yer alan sarayın köşkünün bize müsaade edilen en
yakın yerinde karaya çıktık: sonra kayığı Y edikule'de
bizi beklem ek üzere göndererek saatlerim izi 7'ye getir­
dik ve liman boyunca, daima sur dışından yolum uza
kara kısmından Y edikule'ye gelinceye kadar devam e t­
tik, burada saatlerim ize bakınca her ikisinin de 8.45 ol­
duğunu gördük, b öylece bu yolu katedebilm ek için bir
saat üç çeyreklik zaman sarfettik ve kayıkla Yedikule'-
den Saraybıırnu'na gelm ek için üç kişinin kürek çek ti­
ği kayıkla bir saat k âfi geliyordu, çünkü bu taraf yaya
gidilem ezdi, su burada surları döğüyordu, fakat eğer
yaya gidecek bir y o l olsaydı, hiç şüphesiz bu yo l bir sa­
atte alınamazdı, fakat beş çeyreklik bir zamanda k o ­
laylıkla yürünebilirdi," bir çeyrek saatlik zaman lüzum­
luydu, çünkü başlangıçtan itibaren geçm eğe cesaret
edem ediğim iz için liman üzerinde bir parça kıyıyı ar­
kamızda bırakm ıştık: b öylece, bizim yaptığım ız gibi
hızlı yürümek şartıyla üç saatlik zaman İstanbul'un
çevresini dolaşm ağa yetecekti: O halde bu şehrin surla­
rının dışından çevresi 10—12 mil olduğu söylenebilir.
Bu şehir 22 kapıya sahiptir, altısı kara tarafında
onbiri ise liman boyunca ve beşi de Marmara sahilinde
olup, hepsinin liman ve inişleri vardır.
VI
İSTANBUL'UN ÂBİDELERİ

İmparator Constantinus, im paratorluğunun mer­


kezini R om a’dan İstanbul'a naklettiği zaman, h iç o l­
mazsa eski şehre eşit bir hale getirm ek için ona yeni
Rom a admı vererek bu şehre önem kazandırdı ve bunun
için de yed i tepeyi seçti, yed i tepe üzerinde kurulan ilk
şehri taklid ederek tepe veya m eyiller üzerinde derhal
ço k sayıda heyk el, sütun vs. gibi âbidelerle süslediği
şehrini kurdu.
Yedi tepe üzerinde kurulan bu şehir belli bir p lâ­
na göre yapılm ıştır, öyle ki bir ev diğerinin manzarasını
hiç bir zaman kapatm ıyordu. Oradaki sokaklar güzel
değildir ve ekserisi dardırlar, fakat ço k sayıda güzel ya­
pı vardır.

A Y A SO FY A

İstanbul'da pek ço k güzel cam i bulunm aktadır,


onların en m u h teşem i A yasofya'dır. Eskiden kilise olan
A yasofya ilk defa İmparator Justin tarafından inşa
edilm iş ve sonra da İmparator Justinyanus tarafından
gen işletilm iş, zenginleştirilm iş ve süslenm iş, T an n ’mn
bilgeliğine ith af edilm iş ve bu sebeple de Agia Sopiıia
adını alm ıştır. İstanbul Türklerin hâkim iyetine g e ç ti­
ğinde burası cam iye çevrilm iş olup bugün de ayııı ismi
taşım aktadır. Gören herkesin hayran kaldığı bu eser
114 adım uzunluğunda ve 8 0 adım gen işliğin dedir; dı­
şardan kare, içerden ise daire şeklindedir; kilisenin bü­
tün cephesi boyunca uzanan portiğin altından girmek
için dört kapı m evcuttur, fakat oraya ancak, büyük
bir mermer kapının içindeki açık küçük bir kapıdan gi­
rilebilir. B öylece oldukça geniş olan cam iye girilmiş
olur ve onun ortasında, ton ozu alçak yanın küre şek

- 5 9 -
linde kendi türünde ve em sâlleri arasında tek olan bir
kubbe vardır. Bu kilisenin için de bütün çevreye hâ­
kim durumda olan bir kapı sundurması mevcuttur,bu
sundurma benzer şekilde ton ozlu , otuz adım genişli­
ğinde, altm ış sütunun desteklediği bir diğer galeriyi
taşır, bu da diğer küçük sütunlarla kilesinin kubbesini
takviye eder.
Bu galeriye yukardan h afif bir kadem e ile çıkılır,
bize kapıyı açan Türke para vermemiz icap etti.Bura­
ya iııristiyanlar hâkim iken bu galeri, d in î törenler sıra­
sında erkeklerin inançlarını bozmasınlar diye, kadınla­
ra ayrılm ıştı.
Orada, Türklerin, Constantinus'a îıit olduğunu
söyledikleri bir mezar ve bir taş vardır, bunun üzerin­
de (inanacak olursak) Meryem Ana Hz. İsa'nın kun­
daklarını yıkıyordu ve Türkler ona büyük bir saygı du­
yarlar.
Bu kilise eskiden tam amen m ozaikle kaplıydı, ge­
ne de haç ve resimler gibi, birkaç parça görülm ekte­
dir; Türkler resimlere hiç önem vermedikleri için bun­
ları silm eğe teşebbüs etm işler ve ancak yansını silebil-
mişlerdir.
Bu kilisenin dışında ço k yüksek ve ince dört mi­
nare vardır, onlann en üst kısım lanna kadar çıkılabilir;
bunların ço k katlı ve çepeçevre olan şerefelerinde mü­
ezzinler ezan okurlar.
Bu kilise eskiden m evcut kiliselerin en büyüğü idi,
Türkler bunun bazı kısımlarını ortadan kaldırdılar;
kendi camilerini inşa etm ek için bu onlara iyi bir m o­
del oldu: kilisenin arkasında ve ço k yakınında, girişin­
den pek uzak olm ayan bir yerde, küçük bir sokakta iki
büyük ve iri sütun görülür, burada bir zamanlar adaletin
yerine getirildiği söylenir; diğer bazılannın söylediğine
göre orada üç sütun vardı ve her birinin üzerine Cons-
tantinus, bronz bir haç koydurm uştur ve her haçın

- 6 0 -
üzerinde grekçe şu sözleri yazd ırm ışta "İSA daima üs­
tündür.
Oranın yakınında eski bir kule vardır, hükümdarın
hayvanları burada barınmaktadır; orada aslanlar, kurt­
lar, tilkiler, leoparlar, bir vaşak, bir zürafa derisi ve d i­
ğer ender hayvanları gördüm.

SÜLEYM ANİYE CAMİİ

A yasofya İstanbul'un güzel camileri için bir m odel


olm uştur, bu şehirde yed i tane Selâtin cam i vardır.Sü-
leynıaniye'nin A yasofya'ya ço k benzediğini söyleyeb i­
lirim; burası kandillerle donatılm ış büyük bir camidir,
bu cam iin kıble tarafında bir türbe vardır, burada cam i­
y e adını veren ve bu cam ii yaptıran Sultan Süleyman'ın
nâşının bulunduğu tabut bulunm aktadır; bu tabut Me­
dine'den getirilm iş ve toprağa serilmiş bir halının üze­
rindedir, tabutun üzerindeki örtü de M ekke'den getiril­
m iş ve bu örtünün üzerinde bu şehrin resmi vardır. Me­
zarın baş tarafında bir sarık ve buna kıym etli taşlarla
süslü iki tuğ bağlanm ıştır ve çevresinde ço k sayıda bü­
yük m um , yakılm ış kandiller, alınıp götürülmemesi için
zincirlenm iş ve ölünün ruhu için okunm ak üzere k on ­
m uş kur'anlar yer alır; orada insanların her saat kur'an
okudukları da görülür. Büyük hükümdarlar ölümlerin­
den sonra bu duaların kesilm em esi için bir vakıf bırak­
mağa da itina etm işlerdir.
(Bu cam i, Süleym aniye Camii, büyük Türk Mimarı Si­
nan tarafından 1 5 5 0 —1557 seneleri arasında yapılm ış­
tır ve bugün dahi İstanbul'un en gösterişli âbidesidir
Bu türbenin yakınında bir diğeri daha vardır, onun
için d e Süleyman'ın ço k sevdiği bir hanımının nâşı b u ­
lunmaktadır, ayrıca II. Süleyman'ın bir oğlunun nâşı
da bulunmaktadır. Bu cam i çeşm elerin bulunduğu ço k
güzel bir avluya sahiptir.

-61
SULTAN AHMET CAMİİ

Sultan A hm et'in inşa ettirdiği bu yen i cami, İstan­


bul'un en güzel ve m uhteşem âbidelerindeııdir: cam ie
büyük bir avludan girilir, buradan mermer sütunlar üze­
rinde ve kurşun kaplı, uzunluğuna dokuz, genişliğine
altı kubbenin bulunduğu son cem aat yerine gelinir,son­
ra, çevresinde gizli yerler olan kare şeklinde bir avluya
geçilir, bu gizli yerlerin her birinde Türk âdetlerine g ö ­
re ihtiyaç duyulan tem izliğin yapıldığı musluklar var­
dır; avlunun ortasında güzel bir çe şm e yer alır.
Bu cami oldukça büyüktür ve güzel bir kubbesi var­
dır, bu kubbede ço k sayıda kandil m evcuttur, bunların
bir kısmı camdan küreler şeklindedir, m eselâ biri iyi
teçh iz edilm iş bir kadırga, bir diğeri camiin ağaçtan
deseni, diğer başkaları ise benzer zarif şekillere sahip­
tir; bu camiin arkasında Sultan A hm et ve oğullarının
yattığı türbe bulunm aktadır, onların tabutları üzerinde
iri bir kavuk, her birinin yakınında büyük bir mum ve
ruhları için orada daima dua eden biri bulunur: bu ca­
miin esas girişi A tm eydanı tarafmdadır.
(T hevenot şekillerin güzelliği ve lıâtta renklerin ar­
m onisinde olduğu kadar pitoresk detayda da ço k has­
sas davranır. Sultan A hm et Camiini ziyaret edenler ona
"Mavi Cânıi" diye admı verdiren çinilerin iç süslemede­
ki güzellikleri için söyleyecek söz bulamazlar.)
İstanbul'da dalıa başka birçok güzel cam i de vardır,’
bunlar arasında limanın yakınındaki Sultan Mehmet;
buradan biraz daha uzakta olan Sultan Selim ve Y eni­
çeri odalarının yakınında Sultan Süleyman tarafından
bir oğlu için inşa ettirilen bu sebeple Ş ehzade Mescidi
yani Şehzade Camii ve eski sarayın yakınında Bayezid
tarafından inşa ettirilen camileri sayabiliriz.
Bütün bu camilerin hastahane ve medreseleri vardır

- 62-
ve burada, okum ak im kânını bulam am ış bir ço k fakir
öğrenci beslenir ve okutulur.

VII
İSTA NBU L'UN HİPODROMU, SÜ TUNLARI VE
DİKİLİ T A Ş L A R I

ATM EYDANI

CBu m eydan araba yarışlarının ilgi ile takip edildiği,


sp ortif olduğu kadar politik gruplaşmaların da görül­
düğü Bizans hipodrom unun bulunduğu yerdedir: gös­
teri ço k zaman karışıklıkla biterdi. A tm eydanı The-
ven ot zamanında —bugün de olduğu gibi— hipodrom un
bazı dekor unsurlarını korum aktaydı. Başlıcaları Kar-
ııak'dan gelen ve I. Thedosius zam anında dikilen bir
dikilitaş, Platea'da Persler'i yenen (M .Ö .479) m uzaffer
Grek şehirleri tarafından D elfi'de adak olarak dikilen
ve C onstantinus tarafından yen i m erkeze nakledilen
"Yılanlı Sütun".3
İstanbul'da eskiden pek ço k güzel heykel, dikilitaş
ve sütunlar bulunm aktaydı, fakat bütün bunlar o şek il­
de tahrip edilm iştir ki, bunlardan pek az şey kalmıştır:
hipodrom un bugün de eski büyüklüğünü koruduğu g ö ­
rülüyor, burası uzunluğu genişliğinden fazla olan ve at
yarışlarının yapılm ası sebebiyle hipodrom adını taşıyan
Türklerin de burada her gün aynı yarışları yaptıkları ve
A tm eydanı adım verdikleri yerdir; bu m eydanın orta­
sında oldukça iyi durumda, üzerinde hiyeroglif harfler
bulunan bir dikilitaş vardır ve oradan birkaç adım
uzakta, oldukça yüksek,lıarç kullanılmaksızın üstüste
konm uş taşlardan yapılm ış bir sütun bulunmaktadır,
harç kullanılmaksızın üstüste konm uş taşlardan yapıl­
mış bir sütun bulunmaktadır.
Biraz daha uzakta, meydanın nihayetine doğru tu n ç­

-63 -
tan, birbirine sarılmış üç yılandan m eydana gelen bir
sütun vardır, sütunun üst kısmında yılanların başları
birbirlerinden biraz ayrılmış durumdadır: İkinci Meh­
m et İstanbul'u feth ettiğin d e bu başlardan biri alt ç e n e­
sinden bir kargı veya k ılıç darbesi ile kırılm ıştır ve bazı
kim seler bu sütunun yılanlara karşı büyü için buraya
konm uş olduğunu söylerler, bu kırık sonradan olm u ş­
tur ve sütun hâlâ yerinde durmaktadır.

SÜTUNLAR

Şehirde iki güzel sütun daha vardır, biri ço k eskidir


ve tarihi sütun d iye isimlendirilir, çünkü bütün çevresi
zem inden tepeye kadar, Rom a'daki A ntonin, Trayan
sütunlarında olduğu gibi alçak kabartma figürler ile d o ­
natılm ıştır, burada anlatılanların onu buraya diktiren
Arcadius'un bir seferinin hikâyesi olduğu ve üzerine
heykelini koydurduğu söylenir; üst k ısm a,için d e yer
alan döner merdiven ile çıkılır. Diğer sütun yanm ış sü­
tun adını taşır, çünkü civardaki yanan birkaç ev sebe­
biyle tam m en siyahlaşm ıştır, ço k kötü durumda old u ­
ğundan düşm esine mani olm ak ve yerinde tutabilm ek
için büyük demir çem berler ile bağlanm ak zorunda ka­
lınm ıştır; bu yangından ön ce, biri diğerine iyi bir şek il­
de tutturulm uş olan sekiz porfir taştan yapılm ıştır, bir
kısm ında birbirine iyi bağlanm ış ve üstü defne dalları
ile süslenmiş bağlar görünmektedir; bunlar bugün de
kolaylıkla farkedilebilir.

VIII
HÜKÜM DARIN SARAY I

Hükümdarın sarayı İstanbul'a denizden gelirken göze


çarpan ilk yerdir, bu saray sahildeki bahçeleri ile ço k
güzel bir manzaraya sahiptir, fakat binanın mimarisi

- 6 4 -
m uhteşem değildir ve bu kadar kudretli bir hükümda­
rın sarayının olması icap eden ile m ukayese edilirse çok
sadedir. Serrai Türkçede saray anlamına gelir, Fransız-
lar ise bunu sérail olarak değiştirm işlerdir, bu isimle
yalnız kadınların oturduğu bir yer kast edilm ektedir;
kapatmak anlamına gelen Fransızca serrer veya İtalyan­
ca serrar kelim esinden türetilm ek istenirse de, bu keli­
me Türkçedir ve saray anlamına gelir ve hükümdarın
oturduğu yer bilhassa serrai diye isimlendirilir.

SA R A Y

Saray eskiden Bizantion'un kurulduğu Karadeniz


B oğazına bakan Saint Dem itre tepeciğinin üzerinde in­
şa edilm iştir; sarayın daireleri tepeciğin üstündedir ¡bah­
çeler aşağıdadır. Bu sarayın çevresi üç mildir ve üçgen
şeklindedir, iki kenarı deniz tarafında olup şehir surları
ile kapatılm ıştır ve surlar ile deniz arasında biraz yük­
sek çe bir rıhtım vardır, fakat h iç kim se oraya gidem ez,
özellikle liman tarafından saraya geçem ez ; üçüncü k e­
narı deniz tarafmdakiler gibi birçok kuleden meydana
gelen sağlam bir surla şehirden ayrılm ıştır, bu kuleler­
de daima n ö b e tçi olarak A cem ioğlanları bulunm akta­
dır.,
Acem ioğlanları haraç karşılığında toplanan çocuklar­
dır, onların arasında ço k akıllı ve maharetli olanlar se­
çilir, eğitilir ve çe şitli görevlere tayin edilirler ; daha az
zeki olanlar ise bahçıvan, seyis ve benzeri işler gibi da­
ha basit işlerde kullanılırlar.
Limanın kenarında, Galata'nm karşısında ve rıhtım
üzerinde bir k ö şk yer alır, zem inden biraz yüksekçe ve
ço k sayıda güzel mermer sütun ile desteklenm iş olan
bu k öşk e hükümdar sık sık hava almağa gelirdi ; denizde
gezinm ek istediği zaman da saltanat kayığına buradan
binerek denize açılırdı.
Deniz sahilinde bulunan sarayın diğer tarafında,yedi
tane kulenin bulunduğu tarafa giderken oldukça yük­
sek bir ç e şit köşk vardır, hükümdar buraya ço k zaman
eğlen m eğe gelirdi; kemerler üzerine inşa edilm iştir ve
altında surun karşısında oyulm uş haçlar görülür.Rııın-
lar bıınıda vaktiyle bir kilisenin bulunduğunu söylerler;
burada ayrıca bir de çe şm e vardır ve Rıımlar buraya
Transfigürasyon (1) günü gelirler, bu sudan hastalarına
içirirler ve onları boğazlarına kadar kuma gömerler; he­
men sonra da çıkartırlar; hükümdar bu günde köşkünde
bulunur ve kendisi görünmeden bu yapılanlara bakarak
eğlenirdi.;
Bu yerin yakınında büyük bir pencere görülmektedir,
bu pencereden sarayda boğdurulm uş olanlar geceleyin
denize atılır; bu sırada top atılarak durum ö r t-b a s edi­
lir. Bu sarayın deniz tarafında pek ço k kapısı vardır, fa­
kat onlar ancak Hükümdar ve birkaç saray mensubu
içindir; sarayın esas kapısı A yasofya tarafında ve oraya
yakın bir yerdedir; bu kapı Kapıcılar tarafından korun­
maktadır ve oldukça geniş bir avluya açılır, önce sağ
kolda sarayın hastahaııesi görülür. Hasta olan saray
mensupları buraya küçük bir araba ile giderlerdi. Biraz
ilerde solda üstü kurşunla kaplı Cebelıâne yani silâlı de­
posu bulunmaktadır; bu bina vaktiyle Ayasofya'nın
ayin eşyalarının saklandığı yerdi, bu sebeple de kilise­
nin zamanında fevkalâde büyük olduğu düşünülebilir.
Bu avludan, birinciden daha az büyük olan ve kare
şeklindeki, tamamı 2 0 0 adım uzunluğunda ikinci bir
avluya geçilir, onun çepeçevre etrafında kurşunla kap­
lı, mermerden ço k sayıda sütunun desteklediği avlu
şeklindeki bir galeri yer alır; sağ kolda bu galerinin ar-

(1 )Transfigiirasyon: Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesinden sonra Ta-


bor Dağında üç h a varisin <¿¿>0liı ninesi.

— 66 —
kasında, avlunun bir ucundan diğer ucuna kadar sıra­
lanm ış dokuz kubbe görülür, hepsi de kurşunla kaplı­
dır, bunlar mutfaklardır; sol kolda galerinin arkasında,
sadece hükümdarın bindiği atların bulunduğu ahır var­
dır; diğer ahırlar deniz kıyısında, sarayın Marmara'ya
bakan tarafında yer alır. Bu ikinci avluya sadece hü­
kümdar at üzerinde girebilir, diğerleri ise kapıdan yaya
girerler. Yeniçeriler bu avluda, galerinin altında sağ
kolda, süvariler ise solda sıralanırlar.
Ortada çınar ve selvilerle çevrelenen ço k güzel bir
ç eşm e bulunmaktadır, hükümdar bu çeşm e yanında
vaktiyle Paşa'lann ve diğer devlet ileri gelenlerinin kel­
lesini vurdururdu.
Bu avlunun sonunda, solda Büyük Divanın toplandı-
ğı salon ve sağda ise saraya girilen kapı yer alır, bura­
dan ancak davetliler girebilir, onun esrarlı havasından
bahsetm eden geçeceğim .
Bu sarayın içi, dışardan zannedildiği gibi düzenli d e­
ğildir, burada birbirinden ayrı kubbeli daireler g ö ­
rülmektedir. Bunlar birbirinden ayırt edilem eyecek ve
kime ait olduğu söylenem eyecek şekildedir. Bu saray­
da oturan hükümdarın gene burada oturan hizm etçileri
ve onların da m aiyetleri bulunm aktaydı.

SULTA NLA R, HADIM AĞALARI,


HÜKÜMDARIN MAİYETİ

Bu görevlilerden ço ğ u hadım ağalarıdır ve hemen h e­


men hepsi siyalıtır; hadım edilm ekten memnundurlar,
fakat hükümdarlardan biri bir gün gezinirken iğdiş ed il­
miş bir atın,bir kısrağın üzerinde olduğunu görür,sara­
ya döner dönm ez burada bulunan hadım ağalarının cin ­
siyet organlarını kestirir ve tıaş ettirir. Bundan sonra
devamlı olarak onları kontrol ettirir. Hadımlaştırma
8 —10 yaşlarında yapılırdı ve bir ço ğ u bu am eliye sıra­

- 67 -
sında ölürdü. H abeşistan ve diğer siyah Afrika'ya gön­
derilen paşalar, hükümdarın harem inde hizm et etm ek
için bir ço k kim seyi hadımlaştırarak İstanbul'a gönde­
rirlerdi.
Hadım ağalan sarayın idaresini ellerinde tutarlar, ka­
dınlara hizm et ederler, sarayın diğer mensuplarından
ayrı olarak hep birlikte otururlar, onları korumak için
ç o k titiz ve uyanıktırlar, sarayda bu yarı erkekleri alda­
tacak kadın bulunm amaktadır, çünkü hükümdarın ço k
kıskanç olduğunu ve bu kadınlardan birinin tek bir ba­
kışının hayatına mal olacağını iyi bilirlerdi.
Sultanlar sarayın bahçesinde gezindikleri zam an,bos­
tancılar yahut bahçıvanlar surların etrafında bulunm ak­
tadırlar ve arkalarındaki büyük ve yüksek çatıya bağlı
olan sopalan tutarak, deniz tarafına bakarlar ve sultan-
lann dışardan görülmelerini önlem ek için bahçe ile on ­
lar arasında bir ç e ş it sur m eydana getirirler, fakat ha­
dım ağalan tarafından görülme endişesiyle bizzat ken­
dileri sultanlara bakmağa cesaret edem ezler, aksi tak­
dirde derhal başlan uçurulurdu; bu kıskançlık o kadar
fazlaydı ki, surlar yüksek olsa bile denizden geçen ka­
yık veya gem ilerin, sultanların bahçede oldukları sıra­
da buraya 4 0 0 adımdan daha fazla yaklaşmalarına mü­
saade edilm ezdi, işlerine gitmeleri için oradan geçm ele­
ri icap ettiğ i takdirde şayet bahçenin yakınından ge­
çiyorlarsa n ö b etçi bir tüfek atarak onları uzaklaştınr
ve b öylece onlar da denizde büyük bir tur atmak zorun­
da kalırlardı.
Hadım ağalan hükümdann içoğlanlarının hizm eti ile
de görevlidirler; hepsi genç olan içoğlanları ço ğ u hıris-
tiyan m enşeli olup, müslümanlaştırılmışlardır ve sekiz
yaşından yirmi yaşına kadar sarayda büyük itina ile y e ­
tiştirilirler; onların bir kısmına yay çekm ek , mızrak at­
mak, ata binm ek ve at koşturm ak, güreşm ek, okum ak,
yazm ak ve şarkı söylem ek öğretilir, diğerlerine de m e­

- 6 8 -
yil ve kabiliyetlerine göre başka şeyler öğretilir, fakat
onlar ilk önce İslâm dininin kaidelerini öğrenm ek zo­
rundadırlar; eğer onlar kabiliyetli iseler yüksek m akam ­
lara dahi gelebilirlerdi, tayin edildikleri m em uriyete gö­
re bir ücretle birkaç yıl sonra saraydan çıkarlardı; hal­
buki sarayda bulundukları zam an kaçarlarsa derhal ce­
zaya çarptırılırlardı. Onlar odalara taksim edilm işlerdir,
bir odada pek ço k kişi kalır, burada oldukça rahatsız
yaşarlar; yattıkları zam an odada bulunan hadım lar iç-
oğlanlannm bir yataktan diğerine geçm elerini önlem ek
için devamlı onlan kontrol ederlerdi.
Saraya gelebilen kırk kadar içoğlanım n esas görevi
hüküm darın yakın hizm etlerinde bulunm aktır; bunlar­
dan başlıca d ö rt tanesi şunlardır; hüküm darın kılıcını
taşıyan silâhtar, hüküm darın kaftanını taşıyan çu h a ­
dar, abdest alm ak istediği zaman su dökm ek için bir
kapta her an su taşıyan ibriktarve susadığı zam an içm esi
için ona verm ek üzere bir kapta şerbet taşıyan küpdar.Bu
d ö rt kişi saraydan daim a hüküm dar ile birlikte çıkarlar.
Bunlar bu görevlerden im paratorluğun en yüksek m a­
kam larına geçerler.

HÜKÜMDARIN DİĞER SARAYLARI

Bu saraydan başka, İstanbul'da Eski Saray adım ta ­


şıyan ve bir zam anlar içinde hüküm darın oturduğu bir
diğer saray vardı, fakat artık burada, ölen hüküm darın
hanım ları oturm aktaydılar; eğer b a şta olan hüküm darın
h oşuna giden bir kadın varsa, bu kadın sarayda alıko-
nurdu. O nlar bu eski sarayda da hadım ağalan tarafın­
dan ölünceye kadar korunurlardı. Hükümdar bu kadın­
lardan pek azının devlet erkânından biriyle evlenmesini
hoş karşılardı. Bu saray iyi inşa edilm işti, kapıdan b a ş­
ka dışan y a hiçbir çıkışı olm ayan kuvvetli surlarla çev­
rilm işti; burası bizim kızlar m anastırlarına oldukça

-6 9 -
benzem ektedir.
Bu sarayların dışında hüküm darın, taşrada Asya'da
olduğu kadar A vrupa'da da birçok başka sarayları var­
dı; bunların hepsi de güzel bahçelere sahipti ve bütün
bu bahçeleri çok sayıda bostancılar idare ediyordu.O n­
ların başı ise B ostancıbaşı idi. Bu im paratorluğun en
iyi vazifelerinden birisiydi. Bostancıbaşıııın sarayda loj­
manı bulunurdu, genellikle sakallıydı, sarayda sadece
hükümdar ve bostancıbaşı sakal bırakabilirlerdi, diğer­
leri ise onlara hizm etin işareti olarak sakallarını traş
ederlerdi. Ayrıca bahçelerde ve denizdeki gezilerinde
hükümdara refakat ediyordu. Hükümdarın bindiği kayı­
ğın dümenini bostancıbaşı idare ederdi. Hiç şüphe
yok ki bostancıbaşılar yalnız sarayda değil bütün devlet
dâhilinde kudrete sahiptiler.
Hükümdar İstanbul'da ileri gelen kimselerden birisini
öldürtm ek istediği zam an, bu işle bostancıbaşıyı vazife-
lendirirdi.
(Sarayı anlam ak için bu bilgi ve m üşahede oldukça
faydalıdır. Bütün diğer seyyahlar gibi, T hevenot da sa­
rayın ancak küçük bir kısmına kabul edildi. Thevenot
bu sarayın Batı saraylarından çok farklı olarak, hiçbir
mimarî endişesi olm ayan bahçeler ve avlulardan "pav­
yon şeklindeki birbirinden ayrı biııalar"dan m eydana
geldiğini gördü.Bıınunla beraber "turquerie"ler için
Fransız halkında doğan zevke ve bizzat kendisinin rast­
ladığı halkların kadınlarına karşı duyduğu ilgiye rağ­
men, Thevenot "esrarla dolu olan bu yerden bahsetm e­
ğe" devam eder, halbuki sultanın haremi ve oradaki de­
dikodular biliniyordu. Birkaç yıl sonra diğer bir seyyah
olan J .—13. Tavernier daha az titiz davranacak ve "Rela-
tioıı de l'interieur dıı seıail dıı G ıand Seineur" (Hüküm­
darın sarayının iç münasebetleri) adlı eserini daha ro­
man tarzında yazacaktır.^

- 70 -
IX
DİĞER SARAYLAR, HANLAR, EVLER VE
BEDESTENLER

TÜ RK EVLERİNİN İÇİ

İstanbul'da b irçok hususî saray daha vardır, fakat


onlar dıştan bakınca hiçbir güzelliğe sahip değildirler,
bilâkis çok çirkindirler, onların dış görünüşü itibariyle
güzel olm am alarının sebebi hükümdarı kıskandırm ak
korkusu olm alıdır. Bu saraylar büyüktürler ve bizim
m anastırlarda olduğu gibi yüksek duvarlar ile çevrilm iş­
lerdir: içlerinde çok güzel daireler vardır, bunların ta­
vanları altın ve azür ile kaplanm ıştır ve zemine serilmiş
giizel lıalılar üzerinde yürünürûçeriye girenin, halıların
bozulm aması için ayakkabılarını kapıda çıkartm ası
âdeti vardır. Duvarlar, porselen nevinden ince çiniler
ile kaplıdır. Bütün salonlarda ve odalarda yerden yarım
ayak veya bir ayak yükseklikte kerevet şeklinde o tu ra ­
cak yerler vardır, bunlara divan denir. Bunlar odanın
zeminini kaplayan halılardan daha güzel ve kıym etli ha­
lılar ile kaplıdır, yaldız işlemeli yastıklar duvara dayalı­
dır. Bıı divanlarda dinlenilir, misafirler kabul edilir ve
giinün en güzel kısmı burada geçirilir. Bütün bu saray­
larda kadınlar dairesi ayrılm ıştır ve evin sahibi veya bir­
kaç hadım ağasından başka kimse buraya giremez.

HANLAR

Ş ehirde, rahiplerin m anastırlarına benzeyen ve iıan


diye isimlendirilen birçok büyük bina varılır. Hanlarda
büyük kare şeklinde bir avlu, bunun ortasında büyük
havuzu ile birlikte bir çeşm e, avlunun çepeçevre e tra ­
fında kem erler ve bunların altında da duvar boyunca
uzanan, eşit büyüklükte ve her birinin ocağı olan odalar

- 71 -
bulunm aktadır. Bu kem erler altta olduğu gibi, avlunun
etrafında yer alan bir galeriyi taşırlar ve bu galeride de
alt kattaki gibi odalar bulunm aktadır.
Bu hanlar tüccarların kalması için yapılm ıştır. Bu
odalardan birkaçında kalabilm ek için, anahtarları taşı­
yan kapıcıyla konuşm ak ve giriş için ona bir çeyrek ve­
ya yarım kuruş verm ek lâzım dır, söylenildiğine göre
burada kalabilm ek için konulan narha göre günde bir,
iki veya üç akçe ödem ek icap eder. M ağazalar da malla­
rı için burayı kiralam aktadırlar. Bu hanlar sağlam bir
şekilde inşa edilm iştir ve ana duvarlar yontm a taşlar­
dan yapılm ıştır. İstanbul'da bulunan en güzel han Vali­
de hanıdır. Hükümdarın annesi (Valide Sultan)inşa e t­
tirdiği için bu adı taşım aktadır. Her zaman ucuz ve boş
yer bulabilen yabancılar için burası çok rahattır. Bir
şilte, biikaç örtü, halı ve yastıklar, işte size mobilyalı
kalabileceğiniz yer: bu hanlar sahipleri için büyük gelir
kaynağıdırlar.

ŞEH İR CİLİK

İstanbul'un evleri sağlam değildir ve hem en hemen


tam am ı ahşaptandır. Sık sık yangına ve bilhassa rüzgâr
olduğu zaman kül olm ağa m aruz kalıyorlardı. Burada
kaldığım sekiz ay m üddetince İstanbul'da üç defa yan­
gın oldu. Geliş günüme rastlayan ilk defasında 8.000 ev
yandı, diğer iki defa ise bu kadar büyük zarar olmadı.
Sultan Murad (IV.) zam anında, şehrin yansını yok
eden ve üç gün üç gece süren büyük bir karışıklık o ld u ;
bu evlerin ekserisinin küçük oldukları ve diğer malze­
melere nazaran daha çok ahşaptan yapıldıklan gerçek­
tir, kısa zam anda ve az masrafla yeniden inşa edilirler.
Bu yangınlara çare bulm ak ve durdurm ak için B alta­
cı diye isimlendirilen kişiler vardır, bunlar hüküm dar­
dan devamlı aylık alırlar, bir yerde yangın çıkınca, ate­

- 72 -
şin civarındaki 20 veya 30 kom şu evini yıkm ağa b aş­
larlar, çünkü ateş kısa zam anda bu evleri de sarar. Bu
yangınlar çok zam an tütün sebebiyle çıkar; çünkü
Türkler tütün içerlerken kolaylıkla uyurlar ve tütünü
yataklarında içtiklerinde çubuklarında düşen ateşin
kolayca tutuşabilen malzeme ile tem ası yangını kolay­
laştırır. Bu yangın telâşı, bazen de yangını söndürm eğe
koşuşanların kalabalığı içersinde bulunan, evleri yağ­
m alam ak isteyen grubun, diğer evleri tutuşturm asından
gelir.
İstanbul'un sokakları çok kötü, ekserisi dar, eğri
büğrü, alçaklı yükseklidir.

KA PA LIÇ A R ŞI

İstanbul'da pazarların kurulduğu b irço k m eydan b u ­


lunm aktadır. F ak at yontm a taşlarla inşa edilm iş ve
ç o k kalın duvarlar ile örtülm üş, büyük Bedesten'i gör­
m ek icap eder; dükkânlar Paris sarayının salonu tarzın­
da, bu duvarlar altında ve çevrede yer alırlar; bu dük­
kânlarda en kıym etli m allar satılır. K apalıçarşının, ol­
dukça sağlam olan ve geceleri kapatılan d ö rt kapısı
vardır. Hiç kim se burada yatm az, herkes akşam leyin
dükkânını dikkatle kapatır. Şehirde diğer bir Bedes­
ten daha vardır, fakat daha küçüktür ve burada daha az
değerli m allar satılır.

X
H A LİÇ 'İN KUZEYİNDE: FR EN K M AHALLELERİ

KASIMPAŞA

İstanbul’dan k âfi derecede bahsetm iş olarak, bir va­


roş durum undaki G alata'ya«geçm ek icap eder. Galata,
İstanbul'dan aradaki limanla ayrılm ıştır, çok sayıda ka­

- 73 -
yık bulunm aktadır ve az bir ücretle bu iki sahil arasında
bu kayıklarla gidip gelinir ve gitm ek istediğiniz yere si­
zi taşırlar. Kayıklar küçük gem ilerdir, perem eler ise
çok hafif küçiik kayıklardır, eğer bir tarafa daha çok
yiik konursa kolaylıkla alt üst olabilir.
G alata'ya kara yoluyla yaya gitm ek için oldukça
uzun bir mesafe olan Haliç'i dolaşm ak lâzım dır. Ha­
liç'e akan bir tatlı su deresini geçerek G alata'ya varılır.
İlkin Okm eydanı bulunur, burası Tıirklerin ok attıkları
büyük bir alandır ve gene buraya Tiirkler gelerek geçit
töreni yapan orduyu selâm larlar ve onun biitiin ih tiy aç­
ları için Tanrıya dua ederler. Sonra da güzel bir köy
olan Kasım paşa'ya gelinir. Burada deniz kıyısında ka­
dırgaların mavnaların ve gemilerin yapıldığı tersane var­
dır. Bu tersanede kadırgaların kalafatlandığı veya yeni­
lerinin yapıldığı 120 göz bulunm aktadır. Kaptan Paşa
veya amiralin tersanede lojmanı vardır, tersane ve bütün
deniz m ürettebatı ona bağlıdır. Bu tersanede hükümda­
rın köleleri için çok büyük ve geniş bir hamam bulu­
nur. Kasım paşa'dan mezarlıkları geçtikten sonra Gala­
ta'y a gelinir.

GALATA

G alata, İstanbul’un karşısında bulunan ve oldukça


büyük olan bir şehirdir, ikisi arasında liman bulunm ak­
tadır. Bu şehir bir zam anlar Cenevizlilere aitti ve olduk­
ça ehem m iyeti hâizdi. Burada büyük bir kule görülür,
Türkler İstanbul'u feth ettik ten sonra, bu kule uzun za­
man Türklere karşı dayanabilm iştir. O radaki evler gü­
zeldir ve iyi inşa edilm iştir. Burada çok sayıda Rum
oturm aktadır, ayrıca Frenkler de vardır. G alata'da
Frenklerin beş ibadethaneleri bulunm aktadır. Cor-
delier tarikatından olanlar (kiliseleri S ainte—Marie
adını taşım aktadır); Observantin veya Koııvaıısiyo-

- 74 -
nel Cordelier tarikatı m ensupları (kiliseleri Saint F ran ­
çois); Jacobinler (kiliseleri S aint—Pierre), Cizvitler
(kiliseleri Saint—Benoit ve K apuçinler (kiliseleri S a in t-
G eorges).
Deniz kıyısında herkesçe bilinen en giizel balık paza­
rı bulunur; burası, her iki tarafında balıkçıların bulun­
duğu bir sokaktır, dükkânlarında bu kadar çok balığı
sergilemeleri şaşırtıcıdır; orada hem en hem en her çeşit
taze ve ucuz balık vardır. R um lar G alata'da birçok ka­
bare işletirler, burası sarhoş oldukları zaman çok küs­
tah ve karşılaşınca tehlikeli olan, İstanbul'un ayaktakı-
nıının devam ettiği yerdir.

PERA (BEYOĞLU)

G alata'dan çıkarak, m ezarlıklarla buradan ayrılm ış


olan Pera'ya gelinir. Burası güzel bir kasabadır, İstan­
bul'da oturan Lehistan ve Ragıısa elçisi hariç, hıristi-
yaıı elçiler burada otururlar. Fransız elçisi Pera'da gü­
zel ve büyük bir sarayda o turm aktadır; Kralın Evi diye
isim lendirilen bu yer bütün limanı, hüküm darın sarayını
görür; onun karşısında olan Pera'nın evleri güzeldir ve
evlerin hem en hem en tam am ında R um lar oturm akta-
tadır.

TOPHANE

Pera'dan, bir derenin kıyısında ve sarayın karşısında


yer alan T ophane'ye inilir. Burası Tophane olarak isim­
lendirilir, çünkü burada toplar ve diğer silâh parçalan
dökülür ve ismini küçük bir kasaba durum undaki bütün
m ahalleye verir. G alata, Pera ve T ophane’nin evleri o
kadar düzenli inşa edilm işlerdir ki bu yerler biri üstte
diğeri altta kalacak şekildedir, onlar anfiteatr şekli
m eydana getirirler ve burada kolaylıkla ve hoşa giden

- 75 -
bir tarzda lim an ve deniz görülür.

XI
KIZ KULESİ, ÜSKÜDAR,
BÜYÜK ADA V E KARADENİZ

İstanbul'un civar sayfiye yerleri neresi olursa ol­


sun F ransa'da olduğu gibi pek güzel ve kalabalık değil­
dirler; bununla birlikte hoşa giden gezinti yerleri var­
dır; bir kayığa binerek Üsküdar'a gitm ek lâzım dır, yol
bir mil kadardır.
Saray ile Üsküdar arasında, Üsküdar'a gidilirken
önünden geçilen, istenirse içine girilebilen Kız Kulesi
bulunm aktadır. Bu kule denizdeki bir kayanın üzerine
inşa edilm iştir ve son derece sağlam dır. Burada İstan­
bul lim anını ve bu lim anın iki sahilini ateş altında tu ­
tabilecek ç o k sayıda to p bu lu n m ak tad ır; bu kulede su­
yu soğuk ve güzel olan bir de su kuyusu vardır. Bu k u ­
lenin niçin "Kız Kulesi" adını taşıdığını bilm iyorum.?

ÜSKÜDAR

Buradan Üsküdar'a gidilir. A sya'da, deniz kıyısında


ve T opkapı Sarayının karşısında bir kasabadır, orada,
güzel bahçeleri ile hüküm dann sarayı bulunuyor. Aynı
sahilde daha ileride, burada toplanan IV. Öküm enik
Konsil sebebiyle eskiden m eşhur olan K adıköy bulun­
m aktadır. Şim di sadece fakir bir kasabadır.

B O Ğ A Z -İÇ İ

İstanbul'dan d ö rt saat m esafedeki Büyük Ada (Prens


Adası) havası ço k güzel olan bir mesire yeridir. Bu ada
büyük olm am akla beraber son derece h oşa gider ve
Rum ların o tu rduğu iki büyük mahallesi vardır. Karade­

- 76 -
niz Boğazı harikulâde bir gezinti yeridir. Bu boğaz Ka­
radeniz'den İstanbul'a kadar uzanm akta ve M arm ara'da
Karadeniz ile A kdeniz'i birleştirm ektedir, en geniş yeri
bir mil ve uzunluğu ise 12 m ildir .T ophane'den B oğaz'a
doğru giderken solda, Avrupa tarafında ço k sayıda
bahçeli güzel evler görülür, sonra da her iki kıyısı ger­
ç e k te n ço k güzel m anzaraya sahip olan dünyanın en gü­
zel yeri bu boğaza girilir; bu m anzara m uhteşem evler
ve meyva bahçeleri ile daha da güzellik kazanm aktadır.
Asya sahilinde gördüğüm ç o k güzel saray, halen hü­
küm süren Sultan M ehm ed'in babası Sultan İbrahim 'e
aittir. Sultan İbrahim , Sultan M urad'm diğer kardeşle­
rini öldürtm esi sebebiyle yirm i yıl âd eta hapishane ha­
yatı yaşayarak ölüm den k u rtu lm u ştu r. Sarayın etrafın­
da bulunan ço k sayıda yüksek ağaç sarayın görünmesi­
ne m âni olur ve o civarda oturanların bize söyledikleri
gibi, pek az kişi bu sarayı görebilm iştir.
Boğazın iki sahili boyunca, her türlü ihtiyacın karşı­
lanabileceği çok sayıda güzel kasabalar vardır. Boğazda
her ç e şit ve bol m iktarda balık avlanır, bilhassa olduk­
ça büyük olan kılıç balıkları; bunlara bu ismin verilmesi
burnu üzerinde kılıç şeklinde uzun ve geniş bir kılçık
veya daha ziyade bir testereyi andıran çıkıntının bulun-
masmdandır,.suda sıçrayarak gemileri takip eden pek
ç o k yunus balığı da orada görülebilir.
İstanbul'a altı mil uzakta, biri Avrupa diğeri Asya
yakasında iki kale bulunm aktadır, bunların her ikisi de
ileri gelen kişilerin hapsedilm esinde kullanılırlar ve
bunlar İstanbul'a kadar yağm aya gelen Kazakların
akınlarım durdurm ak için inşa edilm işlerdir. Bu kalele­
re rağm en onlar bazen burayı teh d it etm eye devam e t­
tiler. Üç veya d ö rt saat sonra boğazın nihayetine ve
K aradeniz'e varılır. O ldukça dar olan boğazın ağzında
küçük bir ada y ah u t bir kaya parçası görülür; her iki sa­
hile de 50 adım kadar bir m esafededir, buraya gelerek

- 77 -
üstüne çıkılabilir. Adanın üstünde Pom[)eus sütunu de­
nilen, beyaz m erm erden bir sütun vardır. Pompeus,M it-
ıid at'ı yendikten sonra zaferinin hatırasına bu sütunu
diktirdiği için onun adıyla anılm aktadır.
Pom peus sütununun bulunduğu kaya parçasının kar­
şısında Avrupa yakasında, deniz sahilinde bir köy bu­
lunm aktadır; bu köyde bulunan bir kulede geceleri ge­
milere yol gösteren bir deniz feneri yer alır: çünkü bu
deniz çok tehlikelidir, hiçbir yıl y o k tu r ki birçok deniz
felâketi olmasın, Rum ların Maurotlıalassa yani Kara­
deniz dedikleri bu deniz sularının siyah olduğundan de­
ğil fakat ekseriya fırtınalar kopm ası, sık sık felâketlere
yol açması ve havanın âni değişm esi sebebiyle bu adı
alm ıştır. Bu deniz çok büyük olm adığı gibi, ayrıca T u ­
na. Dinyeper, Don ve birçok diğer nehirlerin bu denize
dökülmeleri sebebiyle akıntılar ç o k tu r ve gemiler bora-
lara maruz kalarak kayalara doğru sürüklenir ve yok
olurlar.
Denizden içerlere doğru ilerledikçe bahçeler ve gii-
zeî otlaklar ile kaplı bir bölge ile karşılaşılır. 8u böl­
gede Rumların oturduğu birçok köy vardır; aynı kıyı­
da biraz daha ilerleyince İstanbul'a giden suyun geçti­
ği güzel su kemerleri görülür.

- 78 -
ÜÇÜNCÜ KISIM

TÜ RKLERİN TÖ RE VE ÂDETLERİ
XII
TÜ RK LERİN BAZI HUSUSİYETLERİ

(M u tfak tan dine, dilden idareye geçerken Thevenot


devrindeki Türk m edeniyetinin dikkatli bir tablosunu
çiziyor. Müesseselerin tarifi itibarîdir. Osmanlı idaresi­
nin çeşitli unsurlarının Fransızca karşılığını bulma en­
dişesi bazı yanlışlıklara sebep oluyor. F ak at ThĞvenot'-
nun yazılan ve bilgisi bizzat yaşanılarak elde edilm iş­
tir. O nun kitabında şahsi m erakını tatm in arzusu ve
Türklere karşı duyduğu büyük sem pati görülür.Bu bilgi
bazı basm akalıp fikirlere rağm en Türk halkının ruh ya­
pısını ortaya koym aya im kân verm ektedir. Devrin en
göze batan tarafsızı olarak karşım ıza çıkar. Thevenot
burada bize fevkalâde bilgi ve etnografya ile ilgili çok
iyi haberler verm ektedir.}

D IŞ GÖ RÜ NÜ Ş

Görm üş olduğum İstanbul'un her yerinden oldukça

-8 1 -
kısa olarak bahsettim, çünkü birçoklan bunu uzun
uzun yazdı. Şimdi de görebildiğim ve öğrenebildikleri­
me göre Türklerin boyu, kuvveti, maharetleri, âdetleri
ve yaşama tarzlarına dair birşeyler söyleyeceğim.Türk-
ler mütenasip vücutlarıyla normal bir boya sahiptirler.
Avrupa’nın diğer ülkelerinde sık sık görülen bazı ku­
surlar onlarda yoktur, hiç kambur görülmez, topal az­
dır ve bir Tüık gibi kuvvetli sözü sebepsiz değildir. Çün­
kü onların ekserisi kuvvetli ve sağlamdır.

KIYAFET

Elbiseleri, onların güzel görünmelerine yardımcı olur,


bütün kusurlarını örter, elbisenin altında önden ve arka­
dan aynı şekilde kapalı olan bir iç donu giyerler, göm­
leklerinin kolları bizim kadınlarımızın gömlekleri­
ne benzer ve aynı şekilde açılırlar, donun üzerine sar­
kar. Gömleğin üzerine topuklara kadar inen önü ilikli,
rahip kıyafetine benzeyen kolları dar olan ve ellerin üst
kısmını kaplayacak şekilde, küçük daire şeklinde biten
bir doliman (kaftan, entari) giyerler. Bu dolimanları
bez, tafta, saten veya diğer renkli ve güzel kumaşlardan,
kışın ise pamuklu pikeden yaparlar. Dolimanın üzerine
bir kemer takarlar, başlarında bir türban yahut iki veya
üç parmak genişliğinde bir kalpak taşırlar ve altın ve
gümüş küpeler takarlar.
Kemerlerinde cangiar adını verdikleri iki hançer ta­
şırlar. bunlar kılıflı bıçaklardır, fakat sapları ve kılıfları
altın, gümüş ve bazen de çeşitli taşlarla yahut yalnız
sapları, fildişinden üstün tuttukları balık dişleri ile süs­
lenmiştir. Bu tip hançerler daha pahalıya satılır. Ke­
merlerinde, her biri bir tarafa gelecek şekilde iki men­
dil taşırlar ve buraya bir de tütün kesesi asarlar: göğüs­
lerinde para, süslemeler, çeşitli eşyalar, hüviyet cüzdan­
ları, mendiller taşırlar, çünkü göğüslerini bizim cepleri

- 82 -
iniz gibi kullanırlar.
Doliinanın üzerinde bizim robdöşam brım ıza benze­
yen ferace taşırlar, kolları geniş ve kol uzunluğunda­
dır; bunu m anto yerine kullanırlar ve kışın onun üze­
rine de kürk giyerler ve orta halli olanlar dahi sam ur bir
kürke sahip olmak için seve seve d ö rt veya beşyiiz ku­
ruş sarfederlcr.
Bacağı, boydan boya örten yünden çorapları vardır,
ayaklarında, durum a göre sarı veya kırmızı deriden, alt
kısım dikilm iş mes giyerler. A yakkabıları aynı renkte­
dir ve hemen hem en pantuflalar gibi yapılm ıştır, ö k ç e ­
ye yarım daire şeklinde küçük bir dem ir çakılır ve bu
ayakkabılara pabuç adı verilir.
Başlarında, içi pam uklu ile kaplanm ış kenarsız şap­
ka şeklinde, koyu kırmızı kadifeden bir başlık vardır,
etrafında beyaz veya kırmızı bir türban sarılır.Bu tür­
ban belirli bir genişlikte bezden veya ipek kum aştan
yapılm ıştır ve başın etrafında birkaç kere dolanır,
bunlar değişik tarzlarda sarılırlar, bir kişinin taşıdığı
türbana bakılarak onun mevkii ve sosyal durum u hak­
kında fikir edinilir; bunlardan daha sonra bahsedece­
ğiz. Bunun bağlanm ası bazen zordur, tıpkı bizdeki ber­
berler gibi, bunu bağlam ayı meslek ve iş edinm iş kim ­
seler vardır.
Hz. Muhammedi'm soyundan gelenler yeşil türban
taşır, bunlara şerif denir (şerif kelimesi asil anlamına
gelir), ancak bu soydan olanlar bu unvanı alabilir veya
başlarında yeşil renkli türban taşıyabilirler ve yalnız bu
renkle onları tanım ak m ümkündür; bunların sayısı ol­
dukça ç o k tu r ve ekserisi, bugün halâ A rabistan'da ve
A frika'da bulunan bazı hüküm darlar hariç, sah tek âr­
dır. Sonra tekrar bunlardan bahsedeceğiz. Bu şerifler
kendilerinin fazilet sahibi kimseler olduklarına ve şid­
detli bir ateşe atılırlarsa, oradan birşey olm adan çıka­
caklarına halkı inandırm aktadırlar. Bu soydan gelen

83
kadınlar, başlarının ön kısmı üzerindeki peçelerine tu t­
turulm uş olarak taşıdıkları bu çeşit yeşil kum aş p a rç a ­
sı ile tanınırlar.
Türk kıyafetine gelince, Kuzey ve Batıdaki bazı böl­
geler müstesna, dünyada en rahat kıyafetin bu olduğu­
nu söyleyebilirim.
Türkler saçlarını traş ederler ve uzaması için bırakan
Frenkleri tu h af karşılarlar, çünkü şeytanın bu uzun
saçlar arasında yuvalanacağını söylerler; saçlarım ızı te­
miz tutm adığım ız takdirde bizde olan pis kokular onlar
için söz konusu olmaz. Sarayda vazifeliler ve yüksek
mevki sahibi kişiler dışında, —zira sarayda ancak hü­
küm dar ve bostancıbaşı sakal ve bıyık bırakabilirdi—
herkes sakal ve bıyıklarını uzatıyorlardı. Güzel sakalı
olan bir kişinin kuvvetli olduğunu kabul ederlerdi.
Eğer her zaman yapıldığı gibi, öpm ek için değilse bir
adam ın sakalını tu tm ak ona büyük hakaret sayılırdı;
babalarına, hüküm darlarına ya da benzer eylere oldu­
ğu gibi sakallarına da küfrederlerdi.

"TÜ R K LER İN SELÂMLAMA T A R Z I"

Birini selâm larken başlarındaki sarığı çıkarm ak bir


hakaret sayılırdı, sadece ellerini göğüsleri üzerine koya­
rak biraz öne doğru eğilirler ve şöyle derler "Selâm ün
aleyküm " bunun anlam ı şudur: "Allahın selâm eti sizin­
le olsun"; ve selâm lanan da aynı hareketi yaparak:
"Aleyküm selâm ve rahm etullah" yani: "Allahın selâ­
m eti sizinle olsun ve Allah sizi korusun" cevabını verir­
di ve buna benzer diğer tem ennilerde bulunurlardı. Bu
selâm oldukça ciddi ve K ur'an'da görüldüğü gibi olduk­
ça eski bir selâm dır.
Türklerde en saygı değer taraf soldur, çünkü kıhç sol
tarafa asılır, oysa saygı değer bir durum yaratm ak iste­
yen kim senin elinin altında kılıcın sağ yanında bulun­

- 84 -
ması icap eder.
Bir Türk bir H ıristiyan ile karşılaştığı zam an, ona sol
elini uzatm az ve böylece anlaşm a kolayca sağlanır,çün­
kü bizde sağ el daha şerefli kabul edilir.

XIII
TÜ R K HAMAMLARI

Türkler vücudu tem iz tutm ak için olduğu kadar sağ­


lıkları için de sık sık ham am a giderler. Bu sebeple şe­
hirlerde b irçok güzel ham am vardır, en küçük köyde b i-:
le hiç olmazsa bir ham am b u lunur; hepsi de aynı tarzda
yapılm ışlardır, bazılarının diğerlerinden daha büyük ve­
ya daha ç o k m erm erle süslü oluşlarından başka arala­
rında hiçbir fark y o k tu r. Ben, T ophane'de güzel bir ca­
miin yam nda bulunan bu ham am lardan gördüğüm bir
güzelini burada anlatacağım . Tahm inen yirm i adım
uzunluğunda, kare şeklinde büyük bir salona girersiniz,
tah ta döşeli salonu biraz yüksekçedir. Bu salonda çepe­
çevre m astabez denilen bir kulaç kadar genişliğinde ve
yarım m etre yüksekliğinde duvara dayalı olarak yapıl­
m ış beyaz taşta n bir sıra yer alır, bunların üstü hasırla
kaplanm ıştır: ilk girdiğiniz yerde size büyük bir p e şta ­
mal verilir (Buna fu ta derler), bahsedilen sıralar üzerin­
de oturunuz ve soyunduktan sonra elbiselerinizi ayrıl­
m ış yerlere koyunuz. Bu salonun ortasında çam aşırları
yıkam ak için m erm erden, havuzlu büyük bir çeşm e
vardır; çam aşırlar yıkandıktan sonra salonun üst kıs­
m ında çepeçevre yer alan sırıklar üzerine asılır ve k u ru ­
m ağa bırakılır.
Size verilen peştem al üzerinde o tu rd u k tan sonra,
önünüze bağlam ak için diğer bir peştam al verilir, ç ıp ­
lak görünm em ek için bunu göm leğinize iliştiriniz, zira
çıplak görünm ek ç o k ayıptır. Bu, sizi ön ve arkadan
belinizden dizlere kadar örter. Göm leğinizi çıkartarak,

- 85 -
onu diğer elbiseleriniz ile birlikte oturm uş olduğunuz
peştam alın üzerine koyunuz, onları kimsenin el sürme­
sinden korkm adan bırakınız, çünkü ham am lar kutsal
oldukları gibi, serbestlik ve em niyetin bulunduğu yer­
lerdir; eğer herhangi bir zarar olursa hamam sahibi
bunu ödem ek zorundadır. S oyunduktan sonra küçük
bir kapıdan biraz sıcak olan küçük bir bölm eye giriniz,
buradan da başka bir kapı ile çok sıcak olan başka bir
bölm eye gireceksiniz. Bütün bu salonlar kubbelidir,
camlı küçük pencereler ışığın girmesini tem in ederler.
Burada iki ayak üzerine otu rtu lm u ş beyaz m erm er­
lerle ayrılan yıkanm a kısımları bulunm aktadır, her kı­
sımda yarım ayak yüksekliğinde m erm erden bir oturm a
yeri ve duvarın önünde yine m erm erden iki ayak geniş­
liğinde kurna, bunun üstünde sıcak ve soğuk su akıtan
iki musluk bulunm aktadır. Bu m usluklar sayesinde su­
yun sıcaklığını istediğiniz şekilde ayarlam anız müm­
kündür. Burada bulunan bakır bir tasla yıkanm ak için
su alabilir ve istediğiniz kadar kullanabilirsiniz.
Yine bu salonda sıcak su ile dolu, taştan bir havuz
da vardır; istenirse buraya girilebilir, fakat tem iz değil­
dir, çünkü her ne kadar suyu oldukça sık değişiyorsa
da çeşitli hastalıkları olan pek çok kişi buraya girm ek­
tedir; buraya ancak kimsenin girmediği zaman girilebi­
lir.
Önce büyük salona girdiğinizde m erm erle döşenm iş
ve alttaki ocak vasıtasıyla ısıtılmış olan zemine o tu ru ­
nuz; sonra örtülmesi gerekli kısımları hariç (hizm etine
girmiş oldukları kimse için her zaman hazır olm ak ga­
yesiyle bütün hamam natırları daim a bu şekildedir) çıp­
lak bir natır gelir ve daim a sizi sırtüstü yatırarak, dizle­
rinizi karın ve mide üzerine çektirir ve sinirleri rahatlat­
mak için vücudun bütiiıı kem iklerini, kolları, bacakları ç a ­
tırdatır. sonra sizi karın üstü yatırarak, yeri öptürecek
şekilde sırtınızda yürüyerek bacakları sırt üzerine ge-

86 -
tirir,sonra sakalı ve koltuk altlarını tıa ş ederek,diğer kı­
sımlarınızı traş etm eniz için usturayı size verir ve
küçük odalardan birine gidersiniz, burada peştem alları-
nızı çıkartıp, kapının üzerine koyunuz, kimsenin bura­
ya girm em esinden emin olunca kalan yerlerinizi traş
ediniz.

"RUSM A"NIN KU LLA NILIŞI

Eğer ustura ile bir yerinizi kesm ekten korkuyorsa­


nız, size bir çeşit m ineralden m eydana gelmiş olan ve
rusm a adı verilen ham ur şeklinde birşey verilir, kireç
ile karıştırılarak toz haline getirilir, bir ham ur yapıla­
caksa su ile karıştırılır ve tüyleri dökülmesi istenilen
kısımlara tatbik edilir, hiç olmazsa yarım çeyrek saat
bekletilerek üzerine sıcak su dökülür, hamurla birlikte
tüyler de çıkar. Sıcak su döküldüğü zaman tüylerin ha­
murla birlikte çıkıp çıkm adığı tecrübe edilerek görüle­
bilir, çünkü eğer tatbik olunan kısmın üzerinde uzun
zaman bırakılacak olursa, tüyleri yok e ttik te n sonra,de­
riyi de tahriş edecektir.
Rusma dem ir cıırufu gibi yapılm ış bir m ineraldir ve
T ürkiye'de çok kullanılır, burada çok m iktarda satıldı­
ğı için gümrük bundan iyi gelir tem in eder. M aita'da
rusma yerine, kireçle karıştırılan orpim ent kullanılır.
Tüyleri çıkardıktan ve peştem alım zı tekrar sarın­
dıktan sonra, büyük salona dönünüz, burada istediği­
niz kadar terlersiniz, buraya siyah softan yapılm ış bir
kese ile birlikte bir natır gelir ve vücudunuzu kuvvetle
keseler, size zararı olm adan derinin bütün kirlerini ç ı­
kartır, sonra ipekten ve içinde sabun olan bir lif alarak,
her tarafınızı sabunlar, ondan sonra da vücudunuza bir
m iktar su döker, eğer siz isterseniz başınızı da sabunla
yıkar.Bundan sonra ıslanmış olanın yerine koym ak için
size bir peştem al verir.Derhal, elbiselerinizi bırakm ış

- 87 -
olduğunuz salona dönünüz, orada oturarak gelirken kir­
lenm iş olan ayaklarınızı tem izlem ek için ayaklarınıza
su dökünüz, sonra size kuru ve sıcak havlular getirile­
cektir; onunla her yerinizi iyice kurulayınız ve giyin­
dikten sonra bir başka kişi size ayna verir, artık parayı
ödeyip gitm ekten başka işiniz kalm am ıştır.
Ham amın sahibine ödenen norm al ücret iki akçedir
ve natıra verildiği gibi diğer hizm et edenlere de bahşiş
verilir. Bu ham am lar çok rahattır, ham am a gelenlerin
ço ğ unun hastalıklardan kurtulduğunu zannediyorum .
Fakir de olsa, kadın veya erkek herkes en az haftada
bir kere ham am a gider. Bazı ham am lara bir gün erkek­
ler, ertesi gün kadınlar gider, bazı ham am lar ise sabah­
ları erkekler, öğleden sonraları kadınlar içindir, bazı
ham am lar ise sadece kadınlar içindir. Kadınlar ham am a
gelince onlara kadınlar hizm et eder, hangi dinden olur­
sa olsun veya hangi durum da olursa olsun bir erkeğin
kadınların ham am ına girmesi ölümle cezalandırılacak
bir suçtur. Ayıp yerlerini gösterm ek veya başkasm ınki-
lere bakm ak hem büyük bir su ç tu r hem de ayıptır.Y ük­
sek mevkideki kişilerin kendileri ve hanım ları için
hususî ham am ları vardır.

XIV
TÜ RKLERD E YEMEK, İÇMEK
VE YATMAK

Türkler masraflı ziyafetler verm ezler, bir Türkün


kendi yıkım ına yol açacak güzel yem ekler yaptığı hiç
işitilnıem eştir. Onlar az şeyden m em nun olurlar, iyi bir
ahçı bu m em lekette pek iş yapam az. O rada herkes
kendi yem eğini pişirir; bir kere görm ekle kendilerinde
olm ayan sosları yapm asını öğrenem ezler.

- 88 -
TÜ RK LER SO FRA BAŞINDA

Onların en sık yedikleri pilâv adını verdikleri ye­


m ektir. Pilâv, piliç, koyun, sığır eti yah u t sadece bun­
lardan birisi veya e t olm adığı takdirde tereyağı ile pişir­
dikleri p irin çtir; pirinç pişince onu ocaktan alırlar ve
düz bir tabağa koyarlar, üzerine bir m iktar biber k o ­
nur, bazen de sarı renk verm ek için safran koyarlar.
Yem ek zamanı gelince yere sofra adı verilen deriden
yuvarlak bir masa örtüsü yayarlar, onun üzerine pilâv
ve eti koyarlar ve ekm eği parçalara bölerek çepeçev­
re dağıtırlar, sonra da sofranın etrafına ayaklarını alt­
larına alarak otu ru rlar ve hepsi sofranın etrafında d o ­
lanacak kadar uzunlukta mavi bir peçeteyi kullanır­
lar, sonra Bismillâh yani "A llah'ın adıyla" diyerek
yem eğe başlarlar, ne altın ve ne de gümüş kap ara­
maksızın kaşıklarla pilâvlarını yerler. Hükümdarın ise
daha sonra bahsedeceğim iz yem ek kapları altından­
dır. Kaşıkları bulunm azsa kolaylıkla işi hallederek bir
elleri ile pilâvı alırlar, ağızlarına götürm ek için diğer
ellerine koyarlar. Sıra ete gelince, yem ektekilerden bi­
ri onu parçalara ayırır, bunun için bıçak kullanm azlar,
sonra da her biri payını alır; sığır ve koyun için zahm et
çekm ezler, çünkü onu kızartm adan veya haşlam ak su­
retiyle pişirm eden önce küçük parçalar halinde keser­
ler.

İÇECEKLER

Onlar norm al olarak yem ek esnasında içm ezler, fa­


k a t k âfi derecede yedikleri zam an, kalkarlar ve aynı
kaptan su içm eğe giderler, sonra Elhamdülillah yani
"A llah'a şükürler olsun" derler. Yem ek böylece b ittik ­
ten sonra, ellerini yıkarlar, çünkü yem eğe oturm adan
önce hiç yıkam azlar, sadece kalkınca yıkarlar.
Her zam an içtikleri şey sudur. Ş arap içenlerin sayısı

- 89 -
da çoktur, her ne kadar şarap onlara Kur'an tarafından
yasaklanmış ise de, bazı kimseler bunun sadece bir fi­
kir ve nasihat olduğunu ve kesin bir hüküm olmadığını
söylerler, bununla beraber alenen içmezler, ancak yeni­
çeriler ve diğer bazı kimseler bir şeyden korkmayarak
içerler, içmeğe başlayınca da çok içerler ve eğer başla­
rına bir belâ gelmeyecekse uyuyuncaya kadar içmeğe
devam ederler, yeter ki içmeğe bırakılsınlar; bir kadeh
içmekle on kadeh içmek arasında bir fark olmadığı
söyleniyor; içkiye hiç bir zaman su katmazlar ve içkiye
su katarak içen hıristiyanlar ile alay ederler, içkiye su
katma işi onlara tamamen gülünç gelir. İstanbul'un çev­
resinde ve adalarda bol miktarda iyi şarap bulunur.
Onların "Boza" adını verdikleri diğer bir içkileri da­
ha vardır, arpa veya darıdan yapılır, ve bizim biramıza
yakın bir lezzeti vardır, fakat bir keresinde ondan tat­
mak istedim; onu çok fena buldum, ancak küçükler
onu içerler, o çok ucuzdur. Bu içki onları sarhoş eder.

KAHVE

Bizim içtiğimiz bugünkü kahvedir. Bu sırada Fransa'­


ya girmemiştir. Bu ekzotik bir içecektir. Thevenot kah­
ve hakkında dikkate değer bir açıklama yapar; hazırla-
nışı, faydaları ve tadı, cemiyet hayatındaki rolü ve kah­
vehaneler. XVII. yüzyıl ortaları Fransa'sına tamamen
yabancı olan (fakat kısa zaman sonra tanınacaktır) bü­
tün bir kahve medeniyeti burada belirtilmiştir. Theve-
not'nun nesli kahvenin Fransa'da yayıldığını ve alış­
kanlık olarak ortaya çıktığını görecektir. Madame de
Sevigne, Racine'in piyeslerinin başarısı gibi günlük bir
modaya inanacaktır. Ne kadar yanıldığı nasıl bilinir.
İstanbulluların kahvaheneleri, bizim XVIII. yüzyılın
edebî sohbetlerin yapıldığı kahvehanelerin, "asrın so­
nundaki" kahvehane konserlerinin ve bugünkü kafe-

- 90 -
teryaların atasıdır. D oğunun Batı üzerindeki geç ve cie-
riıı kiiltiir tesiri!
Fakat onların her zaman için içtikleri bafka bir içki­
leri daha vardır ve kahve diye isim lendirdikleri bımıı
günün her saatinde içerler. Bu içecek aşağıda bahsede­
ceğimiz bir taneden yapılır. Bu taneleri bir sobada ya­
nılt ateş üzerinde bir kapta kavururlar, havanda döver­
ler ve ince toz haline getirirler ve içm ek istedikleri za­
man ibrik dedikleri, suyun çabucak kaynadığı bir kap
alırlar ve sıı doldurarak bunu kaynatırlar. Su kaynayın­
ca üç fincan su içine bu öğütülm üş kahveden bir kaşık
konur ve bu da kaynayınca hem en ateşten alınır, çiinkii
o taşar ve sonra porselen fincanlara koyarlar ve boyalı
tahta tepsi üzerine sıralarlar ve sıcak olarak size getirir­
ler; onu oldukça sıcak içm ek gerekir fakat ardarda bir­
kaç fincan içm ek iyi değildir.
Bu içecek acı ve siyahtır ve onun kavrulduğu hemen
hissedilir, ağzın yanması endişesi ile küçük yudum lar
nalinde içilir; bir kahvehaneye gidildiği zaman (kahve­
nin pişirilerek satıldığı yerlere verdikleri ad) eğlenceli
bir müzik dinlenir. Kahve, dum an sebebiyle m eydana
gelen baş ağrılarını önler ve aynı sebeple uykuyu k a ç ı­
rır. Fransız tüccarlarının yazacak m ektupları çok
olduğu zaman ve bütün gece çalışm ak istediklerinde
akşam leyin bir veya iki fincan kahve içerler; mideyi
rahatlatır ve hazmı kolaylaştırır. N ihayet Tüıklere gö­
re her çeşit kötülüğe karşı iyi gelir; hiç olmazsa çay ka­
dar bu da faydalıdır; lezzetine gelince, eğer tiryaki de­
ğilseniz alışılageldiği gibi iki fincan içem ezsiniz; ona
karanfil veya birkaç kakule tanesi karıştıranlar da var­
dır, bunun latiııcesi cardam om ıım minııs olup, kakule
olarak isim lendirilir, diğer bir kısmı şeker ilâve eder,
daha hoşa giden bu şekildeki kahve sağlığa daha az
faydalı olur.
T irk ülkelerinde kahve çok m iktarda içilir, ister
fakir, ister zengin olsun günde en az iki veya üç fin­
can içerler, kocanın hanım ına tem in etm eğe m ecbur
olduğu şeylerden birisi de budur. Herkesin geldiği kah­
vehaneler ç o k tu r; kahve burada büyük kazanlarda pişi­
rilir. Bu yerlere ne din ne de m akam farkı gözetilm eksi­
zin her çeşit insan gelebilir; buraya girm ek ayıp değil­
dir, b irçoklan konuşm ak için gelirler; kahvehanelerin
dışında gelip geçeni görm ek ya da hava alm ak isteyen­
lerin oturdukları üzerleri hasırla örtülü taş sıralar bu­
lunm aktadır. Bu kahvehanelerde, herkesin ilgisini çek ­
m ek için, kahvehane sahibinin angaje ettiğ i ve günün
büyük bir kısm m da çalıp söyleyen ç o k sayıda kem ancı,
k lârn e tç i ve şarkıcılar bulunm aktadır. Ş ay et biri kah­
vehanede iken tanıdık kimselerin buraya girdiğini gö­
rürse ve biraz da nazik bir kişi ise, kahvehane sahibine
bağırarak onlardan para almamasını em reder ve bunu
tek bir kelime ile ifade eder; zira onlara kahve ikram e t­
tiği zaman sadece giaba yani "bedava"diye bağırır.

ŞER B ETLER VE GÜZEL KOKULAR

Türklerin son derece leziz olan ve M ısır'da şeker, li­


m on suyu, misk, gri am ber ve gül suyu ile yapılan şer­
betleri de. vardır. Kendilerini ziyarete gelen birisine bir
fincan kahve, sonra şerbet, en sonra da koku ikram
ederler. Bir köle veya hizm etçi başı üzerinde ipekten
bir peşkir ile gelir, diğeri ise yüzü ve sakalı altına yer­
leştirdiği büyük bir buhurdanlık taşır, birincisi peşkir
içinde dum an tu ta r. Kendisine ikram edilen kimseye
istediği kadar verilir. Bu üç şey ikram edilince büyük
bir nezaket gösterildiğine inanılır. Ben ço k zaman ya
m üftünün evinde veya sadrıâzam ınkinde, Fransız elçisi
M. de la H aye'a bu üç şeyden, bazen sadece birinin ba­
zen de ikisinin ikram edildiğini çok gördüm. Elçiye gü­
zel koku hiç getirm ezlerdi.

- 92 -
TÜ RK LERİN YATMASI

Türkler yem ek hususundaki rahat davranışlarını y a t­


m alarında da gösterirler. U yku vakti gelince, yataklar
getirilir, yere serilir ve herkes kendi yatağında yatar;
ev sahiplerininki bir divan üzerindedir, buraya bir veya
iki yatak serilm iştir, üstünde bir yastık ve ç a rşa f b ulu­
nur, sonra üzeri başka bir çarşafla kaplanm ış pam uklu
yorgan; üste bu şekilde ç a rşa f dikm e usulü bana bi­
zim kinden daha rahat geliyor. Sabah yataklar kaldırılır
ve yerine tekrar konur, öyle ki ev bir anda yatak hiç
yokm uş gibi bir hâle getirilir.

XV
TÜ RK LERİN VAKİT GEÇİRM ELERİ
VE EĞLENCELERİ

Türklerin içm e, yeme ve uyum alarından biraz b ah ­


settim , fakat bütün hayatlarım içm ekle, yem ekle veya
uyum akla geçirm ezler, onların oyunları ve boş vakitle­
rini nasıl değerlendirdiklerini de görm ek lâzım dır. Ö n­
ce Türkler bizim yaptığım ız gibi bir odada veya .bir yer­
de gezinm ezler, b u şekilde yürüyen F renkler ile alay
ederler, onlara deli derler, bir bu tarafa sonra öbür tara­
fa giderek, ne yaptıklarını sorarak onlarla alay ederler.
Evde oldukları zam an divanları üzerinde otururlar.
Bu divanları yukarda tarif e ttim ; eğer yalnız iseler ya
uyurlar veya çu b u k ile tütün içerler yahut da tam bur
adını verdikleri bir çeşit çalgının tellerine dokunurlar,
m elodi pek hoş olmasa da bunu bütün gün sıkılmadan
çalacaklardır; eğer o k u r—yazar kişiler ise ya bazı k ita p ­
lar okurlar ya da yazarlar; eğer arkadaşları varsa ya
konuşarak ya da bazı oyunlar oynayarak eğlenirler.

_ o
OYUNLAR

Onlar k âğ ıt ve diğer şans oyunlarını hiçbir zaman


oynam azlar, fa^at sadece satranç, tavla, tokıırcun oyu­
nu ve buna benzer diğer oyunları oynarlar, fakat zen­
gin veya fakir hiç birisi aralarında herhangi bir kavga
çıkm asın diye ne para ve ne de diğer kıym etli şeyler
Karşılığında oyun oynam azlar; akşam yem eklerinden
sonra başa baş hiç konuşm adan oyun oynarlar ve an­
cak içlerinden biri kaybedince !:iç konuşnıaksızın tek­
rar ovıına başlarlar.

YAPILAN TALİMLER

Fakat bu savaşçı kişilerin zaman geçirm ek için en


fazla yaptıkları askeri oyunlardır, bu hususlarda m aha­
retlidirler, son derece hızlı ve isabetli ok atarlar ve şe­
hirde az bir para karşılığında ok atm ak için birçok yer­
ler vardır.
Fakat onlar kargı kullanm ada çok m ahirdirler ve on­
ları biiyük bir m eydanda veya kırda atlarla görmek bü­
yük bir zevktir, atlıların biri koşm ağa başlar, sonra di­
ğeri onu dolu dizgin ve elinde kargı ile takip eder; bu
kargı normal olarak palm iye dalından yapılm ış, üç
ayak kadar uzunlukta bir sopadır. Takip eden takij?
edilene iyice yaklaşınca, kargıyı elinin bir hareketi ile
kuvvetlice ve m aharetle sırtına atar, bu darbe o kadar
kuvvetli olur ki bazen biiyük yaralar m eydana getirir,
bazen de başta bile yaralar olabilir. Ben, Kahire'de iken
kargı ile yaralandıktan sonra başından bir kemik alın­
ması C gereken
? birini O
«ördüm.
• Önde olan ve takib edén
kaçarken, eğer ihtiyaç varsa, başlarım eğerek kargıyı
almak ve gelen darbeyi kırabilm ek için yan tarafa eği­
lir ve bunun için ellerini arkada hazır vaziyette tutar
ve kendisine atılan kargıyı yakaladığı zam an, diğerinin
arkasından koşar ve her iki şahıs da derhal dıınım de-

94
ğiştiriıler. Onlar bıı oyunu da koşarken ok attıkları
gibi sık sık yaparlar. Siz bunlardan pek çoğunu kırda
toprak veya toprağa benzer bir kabı yahut duvarda bir
hedef alarak çalıştıklarını görebilirsiniz; bir ellerinde
kargı olduğu halde hedefe dolu dizgin koşarlar. 10 ve­
ya 12 atıştan birinin veya ikisinin ¡ıedefe isabet ettiğini
iîirçok defa gördüm, hazır bulunan Paşa yahut buna
benzer diğer bir kimse hedefe isabet eden iıer atış için
beş veya on akçe verir.

KUKLALAR

Kuklaları, onların eğlenceleri arasında sayabilirim :


çiinkii, Türkler resim yapm am alarına rağm en kukla ya­
pımına devam ettiler, kukla her zanıan ve her yerde oy­
natılm az, fakat özel yerlerde, bilhassa Rama/.aıı gecele­
ri kahvehaneden kahvehaneye giderek ve oralarda ge­
rekli nara verildiği takdirde oynatırlar. Kukla oynatan­
lar genellikle Yahudilerdir, başkalarının bu işi yaptıkla­
rını görm edim ; onlar bımıı Fransa'daki gibi oynatm az­
lar, önlerine bir hah gererek bir odanın köşesinde yer
alırlar ve bu halının üstünde yaklaşık iki ayak civarında
beyaz bezden bir parça ile kapatılm ış olan yuvarlak bir
girinti veya kare şeklinde bir pencere vardır, arkasında
çok sayıda mum yanar ve bu bezin üzerinde ellerin göl­
gesi ile birçok hayvan şekli gösterildikten sonra, bu be­
zin arkasında biiyük bir m aharetle kımıldatılan küçük
şekiller oynam ağa başlar; bu benim fikrim ce bizimki­
lerden daha iyi bir oyun tarzıdır ve bu sırada Türkçe ve
Farsça birçok gii/el şarkı söylerler, fakat konu düzen­
siz ve müstehcenlik ile doludur ve bu hoşa gitm ekledir.
Bir keresinde bir dönm enin evinde bulundum , bana
yem ek verdikten sonra bir kukla gösterisi yaptı. Bağlı
olduğu kimse K andiye’de Türk ordusunun kum andam
Hüseyin Paşa'mıı yanında bulunuyordu. Bıı beyin lıanı-

- 95 -
mı biraz kuklalar ile eğlenm ek isteyerek bizim bulun­
duğum uz salona bakan odanın kapısı önüne bir halı
gerdirdi. Bu hanım , üç saatten fazla bir zam anın geç­
mesine rağm en oyun bitm eden buradan ayrılm adı,çün­
kü onlar istedikleri kadar bunu sürdürebilirlerdi ve k u k ­
lalar arasında esas şahıs olan Karagöz'e yaptırılan
edepsizlikleri seyretm ekten utanm adığına hayret ettim .

GÖBEK DANSI

Onların çingene diye adlandırdıkları dansözleri var­


dır. bunlar ziller ve diğer çalgılar çalarak dansederler ve
birkaç akçe için oldukça haysiyet kırıcı oyunlar oynar­
lar.

XVI
TÜ RK DİLİ, TÜ RK LERD E İLİM VE KEHANET

"TÜRK DİLİ'

Türk dili tem el ve orijinal bir dildir, yani tanıdığım ız


doğu veya batı dillerinin hiçbirinden türem em iştir.
A ğırbaşlı ve h o ştu r, öğrenm esi kolaydır. A rapça ve
Farsçadan birçok kelime alınm ıştır fakat bu kelimele­
rin yardım ıyla ço k zenginleştiği ve büyük bir ifade gü­
cüne sahip olduğu söylenebilir.

TÜ RKLERD E İLİM

Türkler kendilerini ilme pek vermezler. Bununla be­


raber hukuku bütün cepheleri ile açıklam ağı araştıran,
kendilerini bu işe veren hukuk bilginleri vardır. Türk­
ler arasında astroloji ile uğraşanlar da bulunm aktadır,
oirçokları da şiirle m eşgul olur ve bu dalda başarılıdır­
lar, kom pozisyonlarında güzel noktalara tem as ederler.

- 96 -
F arsça, şiirlerinin ve bizim m üziğim ize benzem eyen fa­
k at belli bir usule göre söylenen alışılınca kulağa hoş
geldiğini sandığım şarkılarının tem el unsurudur. Onla­
rın ç o k sayıda müzik aletleri vardır, en alışılageleni üç
telli küçük bir u ttu r, onu akordu bozulm adan bütün
gün çalarlar.
{Thevenot, Batının karşısında Türk kültürünün zayıf
noktasm ı görm üştür. İlâh iy at ve şiirle ç o k uğraşan
(zaten bu hususta derin bir şekilde A rap ve İran­
lIların tesirinde kalm ışlardır.) Türkler tecriibı ilim­
leri ve tekniği ihm al etm işlerdir. H a ttâ hasta oldukları
zam an hıristiyan veya vah udi tabiblere başvurm ak zo­
runda kalıyorlardı.)

KÂHİNLİK

Türkler arasında kehanet ile uğraşan pek ço k kişi


vardır ve bu işte de m uvaffak olurlar. Bu kişiler bir­
ç o k sokak köşesinde yere serdiği halının üzerinde o tu r­
m uş ve bir takım kitapları çevresinde dizm iş olarak gö­
rülür. O nlar üç şekilde k e h â n ette bulunurlar; ilki bir
adam ın bir seyahat yapıp yapm ayacağı şu veya bu malı
satın alıp alm ayacağı veya diğer benzer şeyler için ya­
pılm akla beraber, daha çok savaş için yapılır. Biri diğe­
rinin karşısına gelecek şekilde diktikleri d ö rt ok alır­
lar ve onları iki kişiye tu ttu ru rlar. Sonra onların önün­
de kınsız bir kılıcı bir yastığın üzerine koyarlar ve K ur'
a n 'dan bir sure okurlar ve bu okları belirli bir zaman
için birbirlerine vururlar. N ihayet bir kısm ı diğerleri­
nin üzerine gelir, eğer galipler m eselâ hıristiyanlar ise
(Çünkü onlar ikisine Türkler ve diğer ikisine de düş­
m anlarının adını verirler) bu hıristiyanlarm galip gele­
ceklerinin işaretidir. Eğer aksi olursa, bu da aksi duru­
m un işaretidir. E ğer kitap yapm ak dedikleri bu tecrübe
önceden yapılm am ışsa asla savaşa gitm ezler, h içb ir se-

- 9 7 -
yahat, ne de başka bir şey yapmazlar, daha önce söyle­
miş olduğum gibi eğer oklar galip ise onu yapacağım,
eğer onlar yenilirse onu yapmayacağım diyerek kitap
yapmazlar.
Paris'e döndükten sonra, önce müslümanlığı kabul
ettikten sonra onu terkederek tekrar hıristiyanlığı ka­
bul etmiş olan bir Fransız ile karşılaştım, o bana kitap
yapmağı bildiğini söyleyince, benim için, nasıl yaptığı­
nı görmek son derece enteresan olacaktı, o bana ve baş­
ka birine tutmamız için oklar verdi, sonra okların bu­
lunduğu masanın üzerine bir kılıç koydu, daha sonra
bu oklardan ikisini Hıristiyanlar, diğer ikisini de Türk-
ler diye adlandırdı, ve bana İmparatorun Türklere karşı
savaş yapıp yapmayacağını bilmek istediğini söyledi,
bir Kur'an aldı ve bunun için lâzım olan bahsi okudu,
fakat biz mani olmak istesek de okların bize rağmen
birbirlerine vuracaklarını söyledi; oklar hiç sallanmadı­
lar, güldüğümüz için ciddiyetimizden şüphe ederek on­
ları aldı ve üç veya dört defa bu hareketi yaptı. Bunda
bir sürpriz oldu, çünkü hıristiyanlara cevap vermek için
binlerce defa yaptığını ve daima netice aldığını söyle­
yerek bizi suçladı. Bunun, bizim inanmamamız sebe­
biyle mi veya onun Türk olmadığından mı neticelen­
mediğini bilmiyorum, fakat bununla çok eğlendik.
İkinci fala bakma tarzı, saymaksızın konulan, sonra­
dan sayılan ve bu sayının kitapta neyi ifade ettiğine ba­
kılan, baklalar ile kehanettir. Üçüncüsü ise hemen he­
men kare şeklinde fakat uzunluğu genişliğinden biraz
daha fazla olan bir tahta parçası ile yapılan kehanettir,
bu tahta parçasına elif adı verilir, ve kenarlardan birin­
de b, diğerinde t, öbüründe cim, sonuncusunda da ha
harfleri vardır, iki ucunda hiç bir şey yoktur. Cevap
vermek isteyen şahıs onu üç defa çevirir ve her defasın­
da üzerine geldiği harf işaret edilir, sonra da "Fal" yani
"Kader Kitabı" denilen bir kitaba bakılır.

- 98 -
XVII
HASTALIKLAR VE İLAÇLARI

KANAATKÂRLIK VE SAĞLIK

Türkler uzun ömürlüdürler ve az hasta olurlar, bizim


maruz kaldığımız taş ve buna benzer birçok diğer teh­
likeli hastalıkları onlar bilmezler. Onların bu şekilde
sıhhatli olmaları sık sık gittikleri hamamlardan ve iç­
me ve yeme konusundaki ölçülülüklerinden ileri gel­
diğini tahmin ediyorum, çünkü onlar ölçülü yerler,
hıristiyanların yaptığı gibi çeşitli şeyler yemezler,
çoğu şarap içmekte aşırılığa kaçmaz ve spor yaparlar,
hiç doktorları yoktur, belki bu da onların sıhhatli ve
uzun ömürlü olmalarının sebeplerinden biridir. Hasta
oldukları zaman çok kere frenk ve yahudi doktorları­
nı çağırırlar ve bunları bulamazlarsa, içlerinden birinin
doktorluk yaptığı ve hastaların zararına tecrübe sahibi
olacak olan dönmelere başvururlar.

TEDAVİ VE İLÂÇLAR

Bundan başka, Türklerin bazen iyi netice alabildikle­


ri ve ekseriya başvurdukları birkaç reçeteleri vardır .On­
lar balı her zaman ilâç olarak kullanırlar. Kan alma işi­
ni umumiyetle dönmeler ve başarılı olmamakla beraber
az sayıda Türkler yapar, fakat onlar iri neşterler ile ve
bazıları, hıristiyanlarda atlardan kanının alındığı gibi
bir demirle, diğerleri ise sivri kamışlar ile bu işi yapar­
lar. Başları ağrıdığı zaman bir bistüri ile ağrının bulun­
duğu yeri çizerler ve epeyce kan aktıktan sonra, oraya
bir parça pamuk koyarlar ve böylece yarayı kaparlar
veya alında beş veya altı çizik yaparlar. Türkler arasın­
da bir tedavi usulü olarak dağlama da vardır. Ben, başı
ağrıyan ve kulağın üst tarafında ağrıyan yeri kızgın bir

-99-
dem irle d ağlattırdıktan sonra bunun üstüne bir pam uk
koyduran ve böylece iyileşen bir adam gördüm. Ve di­
ğ er uzuvlardaki başka bütün yaralara ya büyük bir fitil
veya iyi yakılm ış birkaç pez parçası tatb ik ederler ve
fitil yerleştirilinceye kadar acıya dayanırlar; İstanbul'
da bir Türk bana, bazı yerlerinde böbrek büyüklüğünde
şişkinlik olan ve bu kısm a kızgın bir fitil tatb ik e ttir­
m ek isteyen, fakat b unun iyi yapılm am asm dan endişe
eden birini tanıdığım , başkalarının onunla alay ettiğini,
nihayet çözüm yolu bularak şişkinliğe rahatlıkla fitili
tatb ik etm ek için biraz eğilerek, oraya koydurduğunu
ve acıya dayanm ak için epeyce sabır gösterdiğini, sini­
rinin yandığım ve doğrulm ak istediği zam an kalkam a­
dığım , fitilin buradan çıkarılm asına kadar öylece kam ­
bu r dolaştığını söyledi.
N ihayet, Türklerin ülkesi, biraz önce söylediğim gi­
bi hem az hasta olm aları ve hem de kendilerini tedavi
edene para ödem em eleri sebebiyle,doktorlar için c a ­
zip bir yer değildir. Ve eğer d o k to r tedavide başarj
gösterem ez hasta ölürse, tedavi parasım ödem ezler ve
bazen de sanki insanların hayatı ya da ölümü T an n 'm n
değil de d o k to rlan n ellerindeym iş gibi, para ödem e­
m ek için hastayı öldürdüklerini söyleyerek onlan itham
ederler.

XVIII
TÜ RK LERİN DİNİ

(B u ve bunu takip eden bahiste T hevenot, Türklerde


Araplarda, daha sonraki gezilerinde de Filistin, Mısır ve
A rabistan'da yakından tanıdığı şekilde İslâm dininin
—itik at ve ibadet— ana hatlarını açıklar. Müslümanların
sağlam inancı etkileyicidir."O nlar T a n n 'y a ve onun
adm a büyük saygı duyarlar". Onların hayvanlara varın­
caya kadar geniş yardım severliği buna dayanır ve dua-

- 100 -
lan n d a da bu görülür: "O nlar bize sam im i inanç k o n u ­
sunda ders verirler." F ak at Hz. M uham m ed'den bahse­
dildiğinde bu tarafsız ve katolik kişi fazla öfkelenir.
Peygam ber inançsızdır, "B udalaca sözlerin ve kabalık­
ların" vâizi, "kaba k a n u n u n " yazan, "dinin kurucusu".
Bizi şaşkınlığa düşüren acı eleştirm eler... Yoksa daha
ç o k peşin hükümleri olmaksızın seyahat düşüncesiyle
kazandığı hüküm ler kadar hıristiyan geleneğinin kendi­
sinde hasıl ettiğ i fikirlere şevkle değer veren bir kim se­
nin samimi itirazı mı? )

HZ. MUHAMMED VE KUR'AN

Türklerin dininde o kadar budalaca ve saçm a fikirler


vardır ki ona bu kadar çok inanan kim senin bulunm ası
şaşırtıcıdır. E ğer şüphesiz dinlem ek isterlerse o n lan bu
kadar kaba bir kanuna bağlanm aktan kurtarm ak zor ol­
m ayacaktır; fakat onlar kulaklan olup da işitm ek iste­
m eyen gönüllü sağırlardır. Hz. M uham m ed onlara iyi
bir düzen getirdi, çünkü akıllı bir insan olduğundan di­
ninin m ünakaşa edilirse tam am en yıkılacağını önceden
gördü, bunun içindir ki o, aksini söyleyen bir kim senin
ölüme m ahkûm edilmesini em retti. Hz. M uham m ed'in
h ayatını pek ç o k kişi yazdı ve daha önce söylenenler­
den başka h içb ir şey söylem ediler, bunun içindir ki
ben de buna girişm eyeceğim . Ben sadece Arap olan Hz.
M uham m ed'in bilgisiz bir kişi olduğunu (çünkü bizzat
Türkler onun ne okum a, ne de yazm a bilm ediğini itiraf
ederler), m anastırını terketm iş olan Sergius adında bir
R um rahibi ile birlik olduğuna işaret edeceğim ; olduk­
ça bilgili olan bu rahip ona, dünyanın büyük bir kısm ın­
da kabul edilm iş olan bu büyük ve cehennem lik dinin
tem ellerini attırdı.

(U zm anlar hâlâ Hz. M uham m ed'in okum a ve yazm a

- 101 -
bilip bilmediği problemini tartışırlar. Fakat hiç kimse,
Hz. Muhammed'in Hıristiyanlık hakkındaki bilgisini
açıklamak için rahip Sergius masalını unutmaz. Bu ef­
sane Peygamberin hayatının son safhalarının menşeini
ihtiva eder. Peygamber henüz çocukken amcasının
Şam'a götürdüğü bir kervana katıldı. Bir merhalede, Ba-
hira adında bir hıristiyan keşişi, bu çocuğu Tanrı'nın
bir elçisi olarak tanımıştı. Bizans yazarları keşiş Bahira’
dan Sergius— Bahira adlı bir rahip yaptılar ve XIII. yüz­
yılda Pierre Pascasius onu, Hz. Muhammed'in vaftiz ba­
bası, Hıristiyanlıktan dönme bir rahip yapar... )

Kur'an ile mukayese etmek için, musevilerin olduğu


kadar hıristiyanların ve hattâ her ikisinin de inandıkları
Eski ve Yeni Atik'i alabiliriz. Müslümanlar arasında bü­
yük bir hürmet gören bu kitap söylenildiğine göre gök­
te yazılmış ve Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Ra­
mazan ayı boyunca bir defada değil kısım kısım Hz.
Muhammed'e gönderilmiştir: Onlar bu kitabı o kadar
saygı değer görürler ki, onu okumadan önce, öpüp baş­
larına koyarlar. Eğer biri Kur'an üzerine oturursa bü­
yük bir suç işlemiş sayılırdı. Eğer bir hıristiyan Kur'an'-
a dokunursa iyice dövülürdü, çünkü bununla kutsal ki­
taba saygısızlık etmiş olurdu. Tamamı okunduğu za­
man büyük günahların affedildiği söylenmektedir ve
okullarda bir öğrenci Kur'an'ı okumayı bitirdiği zaman
başka şeyler öğrenmeye başlardı. Onların söylediğine
göre bir kimse sağlığında Kur'an'ı belirli bir sayıda
okursa, ölümünden sonra Cennet'e gidecektir. Kur'an
kelimesi "okuma" demektir, Kur'an'ın Arapçası çok
güzel, çok sâde ve çok doğrudur. Türkler onun başka
hiçbir dile tercüme edilemeyeceğine inanırlar ve kıs­
men onu Farsçaya tercüme ettikleri için İranlıları sa­
pık mezhepli olarak nitelerler. Kur'an bütün hukuku, di­
nî hukuku olduğu kadar medenî hukuku da içine alır, fakat

- 102 -
haham ların m asallarından ve çılgınlıklarından alınm ış
olan hikâyeler ile doludur.

TÜ RK LERİN İNANCI

Türkler ebedi, ç o k güçlü, göğün ve yerin yaratıcısı


tek bir T an rı’ya inanırlar ve tapınırlar, fakat Teslis'e
hiç inanm azlar. İsa'nın T a n n 'm n nefesinden m eydana
geldiğine inanırlar (Bu, A rapçada ruh kelimesi ile ifade
edilir ve İbranicedeki gibi nefes ve ruh anlam ına gelir).
Onlar Bakire M eryem 'in T anrı'nm nefesi ile hâm ile kal­
m ış olduğunu, onun doğum da ve doğum dan sonra ba­
kire olduğunu kabul ederler. Bu büyük bir adım dır. F a­
kat İsa'nın T anrı'nm oğlu olduğunu inkar ederler
(çünkü onlara göre T a n n 'y a bir oğul atfetm ek son de­
rece münasebetsiz bir şeydir). İsa Y ahudiler arasında
büyük m ucizeler gösteren bir peygam berdir. Hz. Mu-
îıam m ed'in Paraclet adı altında geleceğini Y ahudiler'e
bildirm iştir. Bundan dolayı Yahudiler onu öldürm eye
teşebbüs ettiler. F ak at onun göğe yükselip kaybolm ası
üzerine Judas'ı İsa zannederek çarm ıha gerdiler.
Onlar İsa'nın Dünyada adaleti tem in etm eğe gelece­
ğine, Ş am 'd a kırk yıl hüküm süreceğine, evlenip ço cu k ­
ları olacağına, bu sırada İsa'ya karşı birçoklarını bilhas­
sa Yahudileri yanıltacak olan Deccal'in çıkacağına ve
İsa'nın, bütün yanılm ış olanların alnına birer işaret vu­
racağına ve sonunda da İsa'nın Deccal'i ve diğer yanıl­
m ış olanları m ağlup edeceğine inanırlar. Bu zam an so­
na erince yeni b aştan C ennet'e gidecektir ve artık kıya­
m et günü gelecektir, bundan sonra Tanrı bir ç e şit çok
küçük insanlar yaratacaktır (Pigme diye tarif edilenler
gibi), bunlar kuvvetli ve içki düşkünüdürler, çünkü
onlar denizi içerek kurutacaklardır, müslümanlar
bunlara Mecuc derler. N ihayet İsa ve M eryem A na'ya
hürm et ederler ve eğer ondan kötülükle bahseden biri-
ni işitirlerse, Hz. M ulıam m ed'den kötülükle bahseden
birine verdikleri cezayı verirler. O nlar İncil’in İsa'ya,
T evrat'uı M usa'ya ve Z ebur'un D avud'a gönderildiği
gibi Tanrı tarafından gönderildiğine inanırlar. Onlar
bütün peygam berlere de inanırlar.

MÜSLÜMAN CENNETİ

Tiirkler, C ennetin doğrular ile ve Cehennem in de k ö ­


tüler ile dolacağına inanırlar, fakat hıristiyanlarca gü­
nahlardan arınm ak üzere bir süre kalınan yere inanm az­
lar ve C ennet ile Cehennem arasında olan ve A raf adı
verilen bir yerin varlığını kabul ederler, burada ne iyiler
ne de kötüler olm ayacaktır. Hz. M uham m ed, iyilere,
C ennette birçok ırm ağın aktığı ve her mevsimin lezzet­
li m eyvalannm bulunacağı harikulade bahçeler vaad
eder. O, C ennette su, süt ve bal nehirlerinin de buluna­
cağım söyler. Onlara yeşil ve lâl renkli elbiseler giyine­
ceklerini, C ennet Kızları adı verilen güzel bakirelere sa­
hip olacaklarını vaad eder; kızlar ço k güzel olup, taze
yum urta gibi beyaz, siyah büyük gözlü, ço k beyaz vü­
cuda sahiptirler; daim a genç kalacaklar, 15 yaşım geç­
m eyecekler, km aian her gün tazelenecek ve her biri an­
cak kendi erkeğine bakacaktı, asla otuz yaşını geçm e­
yecekler, kendilerine genç çocuklar hizm et edecekler,
Tanrı onlara haf tada bir defa Cum a günü görünecek.Ta-
dm a doyum olm ayacak bu C ennetten budalaca bahse­
derler, ben bunlardan bahsetm eyeceğim , çünkü onlar
b irço k yazar tarafından geniş bir şekilde yazılm ışlar­
dır.
Hz. M uham m ed, onlara ancak duygularla hissedilebi-
lecek olan herşeyi bu C ennette vaad eder ve onlara
bahçeler, m eyvalar, ırm aklar ve çiçeklerin bulunduğu
bir bayram vaad eder, çünkü kendisi havam n çok sıcak
olduğu, meyvanın az bulunduğu, suyun pek nadir ol­

- 104 -
duğu, iyi bir kuyunun büyük bir hazine sayılabileceği
bir ülkede yetişm iştir. Yeşil ve lâl renklerini onların
öteki elbise renkleri olarak belirtir, çünkü kendisi bu
renkleri seviyordu, bugün de Türkler ve M ağripliler
arasında yeşil kutsal bir renk olarak kabul edilm ek-
tedir.O nlar ç o k şehvetli olduklarından, C ennette güzel
kızlar ve genç delikanlılar olmasını isterler, çünkü onlar
iri ve siyah gözlü, kırm ızı yanaklı en güzel kadınlan ha­
yal ederler; böylece her biri ancak kendi erkeğine baka-
bilen semavî bakireleri şekillendirirler, bu onlar için
hoş olacaktır, çünkü onlar son derece kıskançtırlar. Ce­
hennem de olanlar kaynar su içecekler, zakkum ağacı­
nın m eyvasından yiyeceklerdir; bu ağaç Cehennem in
içinden çıkar ve yükselir, dallan şeytanların başlanna
benzer. C ehennem de olaıılann eğer biraz im anlan var­
sa yani T anrı'yı in k âr etm em işlerse, bütün günahlannın
cezasını çe k tik te n sonra selzabul denen bir suda yıka­
narak Cennete girecekler ve b aştan beri buraya girm iş
olanlar gibi ebedî m utluluğa ereceklerdir. Ve aksine hiç
im anı olm ayanlar yani T a n n 'y ı in k âr edenler sonsuza
kadar C ehennem de yakılacaklardır ve viicutlan devamlı
işkenceler ile küller içersinde yok olacak, fakat Tanrı
onlan yeniden yaratacak ve böylece de onlar ebediyen
ızdırap çekeceklerdir. Onlar T a n n 'y a , hıristiyanlar gibi
ölüleri için dua ederler ve bizde olduğu gibi T anrı'nın
yanında şefaatçi olarak, Evliya'nın yardım ını isterler.

XIX
KORUYUCU M ELEKLER VE
SİYAH M ELEKLERİN İMTİHANI

Türkler, insanın göm üldükten sonra, ruhunun vücu­


duna döneceğine ve m ezara biri Münkir, diğeri Nekir
adında iki ürkütücü m eleğin gelerek, ölünün başından
tu tarak diz çöktüreceğine inanırlar ve bunun için de

- 105 -
ölüleri m elekler diz çöktürebilsin diye başı biraz yukar­
da kalacak şekilde defnederler. B undan sonra bu m e­
lekler şu şekilde im tihan ederler:
"T anrın, Dinin ve Peygam berin kim dir?"
Ve o, bu şekilde cevap vermek zorundadır:
"Tanrım gerçek T anrıdır, Dinim gerçek Dindir ve
Hz. M uhamm ed Peygam berim dir."
F ak at eğer bu adam günahkâr ise, onların işkencele­
rinden korkarak şöyle diyecektir:
"Siz benim Tanrım sınız, peygamberim siniz ve inan­
dığım sîzsiniz."
Böyle bir cevap karşısında bu m elekler ona bir dem ir
ile vururlar ve giderler, m ezar çok dar olduğundan bu
bedbahtın annesinden em diği sat burnundan gelir.
B undan sonra, onun günahlarının ve yaptığı kötü iş­
lerin temsil edildiği çirkin bir yaratık ile birlikte diğer
iki m elek gelir, sonra bir pencere açılarak,buradan Ce­
hennem e giderler. Ve bu adam orada, durm adan ona
bakarak işkence eden ve her ikisinin Kıyam et gününde
Cehennem e gidinceye kadar birlikte olacakları bu çir­
kin yaratıkla kalır. F ak at eğer iyi amel sahibi ise ve yu­
karda bahsedilen ilk cevabı vermişse, onu iyi işlerini
temsil eden güzel bir yaratık yönetir, sonra da m elek­
ler cennete gider bir pencere açarlar derler. Ve o bura­
da, bu yaratıkla kalır, ondan büyük m em nunluk duyar
ve burada her ikisinin birlikte Cennete girecekleri Kı­
yam et gününe kadar kalırlar.

XX
CENNETE GİRECEK HAYVANLAR

Türkler yukarda söylediğim iz gibi bir C ennet kabul


ederler, fakat buna bizden daha ço k inanırlar, çünkü
oraya yalnız iyi müslümanların değil, ayrıca onları ta­
kip eden bazı hayvan ve kuşların da gireceğine inanır­

- 106 -
lar; Bunlar Salih Peygamberin devesi, Hz. İbrahim 'in
kurban ettiğ i koyun, Hz. M usa'nın ineği, Hz. Süley­
m an'ın karıncası, Sabâ Kraliçesinin papağanı, Ezra'
nın eşeği, Y unus Peygam berin balığı, Kıtm ir adını
verdikleri küçük bir köpek, Hz. M uham m ed'in deve­
sidir. F akat bu hayvanları Cennete lâyık gören şeyi bil­
m ek lâzım dır, çünkü onlar bu konuda masallar anlatır­
lar.

SALİH PEYGAMBERİN DEVESİ

Salih, Hz. M uham m ed'den önceki zam anlarda Arap-


lar, Persler ve Türkler arasında ço k saygı gören, İran ve
diğer yerlerde dinsiz olanları im ana getiren bir peygam ­
berdir, onlar Salih Peygambere m ucize göstermesi için
yalvardılar, o da teklifi kabul e tti ve Ş u d a r adında biri­
nin öldürmüş olduğu bir deveyi kayadan çıkarttırdı. Bu
devenin halâ canlı olduğunu ve bağırışının bugüne k a­
dar oradan geçen herkesçe işitildiğini söylerler. F akat
oradan develer geçtiğinde davullar çalınır, tüfekler p at­
latılır ve çok gürültü çıkarılır,korkan develer bu b ağırtı­
yı işitm ezler, çünkü eğer bu devenin sesini işitirlerse
bir yere gitm ezlerdi.

HZ. İBRAHİM 'İN KOYUNU

İbrahim 'in koyunu,M elek C ebrail'in bu Peygambere


getirdiği ve T anrı'nm , im anını ispatlam ak için ona oğ­
lunu kurban etm esini em rettiği zam an İshak'ın (1) ye­
rine kurban edilm iş olan koyundur.

(1) Bu îshak değil diğer oğlu İsmail'dir.

- 107 -
HZ. M USA'NIN İNEĞİ

M usa'nın ineği adım verdikleri bu hayvan kırm ızı bir


inektir, onun külleri tem izlem eğe yarayan su ile karış­
tırılır.

HZ. SÜLEYMAN'IN KARINCASI

Süleyman asla eşi gelm emiş olan en büyük kraldı^


çünkü bütün yaratıklar ona itaat ederlerdi, ona hediye­
ler getirirlerdi, diğerleri arasında karınca yalnız kendi
gayreti ile bir çekirge getirdi. Süleyman, karıncanın
kendinden büyük bir şeyi taşıdığını görerek, hediyesi­
ni kabul e tti ve onu diğer bütün yaratıkîannkine tercih
etti.

PAPAĞAN, E Ş E K VE BALIK

Saba Kraliçesinin papağanı veya perçem li k u şu , bazı


yazarlara göre kraliçenin Süeym an'a haber götürüp geti­
ren elçisi idi.
İnsanların öldükten sonra dirilmesi hakkında kâfirler
ile m ünakaşa eden Ezra Peygamber, onlan imana getir­
m ek için bir m ucize gösterm esi için T anrı'ya yalvarır:
seneler önce ölmüş ve çürümüş olan eşeği derhal diril­
di, bundan sonra halk din değiştirdi ve ona inandı.
Y unus'un balığı da Cennete girecektir, çünkü Yu-
nus'u denizde yutarak karaya çıkarttı.

KITM İR, KÜÇÜK KÖPEK

Sarayda T anrı'ya inanan herkese zulm eden bir kral


vardı; T anrı'ya inanan d ö rt adam bulunuyordu, bu
adam lar birlikte bir m ağaraya kaçm ağa karar verdiler
ve giderlerken küçük bir köpek onlan takip etti. Onlar

- 108 -
köpeği farkettikleri zam an, birisi ona bir taş a ttı ve bir
bacağını kırdı, m em nun olm ayan köpek ona sordu:
"N için benim bacağım ı kırdınız?" Onlar köpeğe şöyle
cevap verdiler: "Çünkü sen bizi takip ediyorsun, biz en­
dişe ediyoruz ve T a n n ’yı seviyoruz, ona hizm et edece­
ğiz, senin yüzünden bizi ele geçirebilir ve yok edebilir-
ler. "K öpek onlara cevabı yapıştırdı :"Eğer siz T a n n 'y ı se­
viyorsanız,ben de sizi seviyorum ve beni de birlikte alm a­
nızı rica ediyorum ." O nu yanlarına alarak m ağaraya
birlikte gittiler; orada kapının önünde yatan ve hu diye
bağıran (Bu, A rapçada O yani Tanrı anlam ına gelir) k ö ­
pekle birlikte kaldılar. O rada 372 yıl süre uyudular;
bundan sonra uyanınca aralarından birini ekm ek alm ak
için şehre gönderdiler; b u kişi ekm ekçiye, eski parası
ile gelince yakalandı ve sorguya çekilm ek için hâkim in
huzuruna götürüldü, herşeyi anlattı. Sonra bu işte n
hayrete düşen kralın önüne getirildi ve kral halkı ile bir­
likte, diğerlerini görm ek için m ağaranın yolunu tu ttu .
R ehberlik eden kişi, m ağaraya yaklaşarak arkadaşları­
nın korkm am ası için bu gelişi onlara bildirm ek gayesiy­
le önden gitm esine izin verm esini kraldan rica etti,kral
ona izin verince o da öncelikle m ağaraya gitti ve b aşı­
na gelenleri arkadaşlarına anlattı, kralın ve halkının
kendilerini görm eğe geldiklerini onlara bildirdi: Onlar:
"Bizi Cennete yollaması için T a n n 'y a dua edelim , çün­
kü eğer çıkarsak, bu halk bize tanrılar gibi tapınacak"
diyerek T a n n 'y a yalvardılar; o n lan n duaları kabul edi­
lerek, Cennete gittiler ve küçük köpek de onlarla bera­
berdi.

(K ü çü k köpek K ıtm ir'in bu sevimli efsanesi Efes'in


m eşhur Yedi U yurlar efsanesinin ancak başka bir le­
jantlıdır. A ncak buradaki genç kişiler d ö rt tanedir, fa­
k a t onlarn u y k u lan hıristiyan ve müslüman D oğusunda
ve haçlılara bağlı olarak B atı'da yayılm ış olan geleneğe

- 109 -
göre 372 yıl sürmüştür. XIV. Louis devrinde (Théve-
no t'ıuın zamanıiYedi U yurlar bilhassa B retagne'de Stif-
fel En V ieux—Marche kilisesi m ahzeninde şereflendiril-
m işlerdi; şarkiyatçı Louis Massignon günümüzde bir hı-
rıstiyan—müslüman haç yeri m eydana getirm ek gaye­
siyle bu breton kutsal yerini ortaya çıkardı.)

HZ. MUHAMMED’İN DEVESİ

Hz. M ııhammed, Türklerin büyük kum andanı olan ve


bugün İstanbul'da gömülü bulunan Eyüb'ü ziyaret e t­
mek için M ekke'den M edine'ye gittiği zaman,devesinin
üzerinde ne yolu ne de evi biliyordu, fakat deve onu gi­
deceği yere kadar götürdü ve kapıya getirerek, kapı açı­
lıncaya kadar başı ve ayakları ile gürültü çıkardı, bu
hizm etinden dolayı yukarda bahsedilen diğer hayvanlar
gibi o da Cennete gidecektir.

(T hévenot, Eyüp'deıı Türklerin Eyüp'ü şeklinde bah­


seder: Bu kişi ilk müslüman olanlardandır, İstanbul,da­
ha müslüman şehri olm adan 800 yıl önce burada öl­
müştür. i/Iezarı çok ziyaret edilen yerlerden birisidir.
Her yeni Osıııanlı padişahı onu müminlerin emiri kabul
ederek, onun mezarı yanında kılıç kuşanır.)

XXI
SÜNNET

Hz. Mııhammed İslâm dinini yaym ağa başladığı za­


m an, söylem iş olduğum uz gibi, m odel olarak musevili-
ği ve hıristiyanlığı aldı, bunlardan her birinin ayrı bir
hususiyeti olduğunu yahut m usevî ve hıristiyan sünnet
veya vaftiz edilm e töreni ile bu dinlerden birine girdiği­
ni görerek, bunlardan birisini benim seyerek çözüm yo­
lu buldu ve bu ikisi dışında başka uygun bir şey bula-

- 1 1 0 -
madı; en eskisi ve en rahatı olan Sünneti seçti, çünkü
nıüslümanlar sünnet edilmiş bir kimsenin nesil için da­
ha temiz olacağına inanırlar; ve gerçekten Araplar sün­
net olmadan rahat edemezler, ayrıca eğer sünnet ol­
mazlarsa idrar yaparken daima birkaç damla damlata­
rak elbiselerini kirleteceklerini söylerler.
Bununla beraber musevîler ile nıüslümanların sünneti
arasında fark vardır. Musevîler çocuklarını sekiz günlük
iken sünnet ettirirler, halbuki Türkler çocuklarının "La
ilâhe illallah Muhammed'ün resulullah" diyebilmeleri
için 11 veya 12 yaşında sünnet ettirirler. Bu sözün anla­
mı "Tanrı'dan başka Tanrı yoktur, Muhammed onun
elçisidir" bu söz onların inancının temelidir ve onlar
söylediklerini işiterek ve ağızdan olduğu kadar kalpten
de hissederek söylediklerinden sünnet olmaktan mem­
nun olurlar. Musevîler sünneti taş bıçakla yaptırırlar,
Türkler ise demir bıçak kullanırlar, fakat muhakkak
olan şu ki musevîler demirden, tahtadan, taştan bütün
bıçakları kullanabilirler.
Türkler, sünnette musevîlerin yaptığı kadar büyük
eğlence tertip ederler, zira bir çocuk belirli bir yaşa
geldiği zaman önceden bu sünnet düğünü için bir gün
tayin edilir, tayin edilen gün gelince de çocuk ata bin­
dirilir, sonra sünnetin yapılacağı yere getirilir ve sünnet
edilir, bundan sonra çocuğun babası davet ettiği akra­
ba ve dostlarına ziyafet verir. Orada çok eğlenilir, oyun­
lar oynanır. Şarkı söylenir ve ertesi gün davetlilerin her
biri kendi ve daveti yapan kimsenin durumuna göre ço­
cuğa bir hediye verir. Bazı hıristiyanlar müslüman oldu­
ğu zaman aynı merasimler yapılır, bazı musevîler müs­
lüman oldukları zaman ise hiç sünnet edilmezler, çünkü
bu iş daha önceden yapılmıştır, her ne kadar sünnet
farklı ise de yeterlidir, fakat ona sadece müslüman ol­
duktan sonra, müslüman inancı için gereken sözler söy­
letilir.

- 111 -
B irçoklan, bir m usevînin müslüman olduğu zaman
önce hıristiyan olm alarına ikna edilm işlerdir, bu çok
yanlıştır, çünkü ben b u n u b irçok Türke sordum , onlar
her zam an benim le alay ettiler ve neticede bizi hıristi-
yan yapan şey vaftizdir; onların hiç vaftiz edilm ediği
doğrudur; gerçek olan şu d u r ki onlar müslüman oldu­
ğu zam an, bütün müslümanlarda olduğu gibi, önce
inanm aları tek lif edilir, İsa'nın T anrı'nm bir fiili oldu­
ğuna, T anrı'nm nefesindefı hâm ile kalan M eryem
A na'dan doğduğuna, doğum dan sonra da onun baki­
re olduğuna ve İsa'nın Mesih olduğuna inanm aları lâ ­
zım dır. Eğer tesadüfen bir dönm e veya Türk sünnetsiz
ölürse, sol elinin küçük parm ağı kırılır, bu işlem ona
sünnet yerine geçer. A yrıca Türkler bu sözlere çok
saygı duyarlar: "L a ilâhe illallah M uham m ed'un Resul-
aUah",eğer bir hıristiyan veya m u sev îb u sözleri dalgın­
lıkla da söylerse ve orada birisi de b u n u duym uşsa bu
şahsın m utlaka müslüman olması veya yakılması icap
etm ektedir.

XXII
İSLAM DİNİNİN ESASLARI

Türkler T anrı'nm M usa'ya gönderdiği on em iri ka­


bul ederler ve ona her yerde riayet ederler; fakat bu
em irlerin dışında, Hz. M uham m ed tarafından onlara
bildirilen İslâm dininin tem el şartlarına da uyarlar.
Bunlar başlıca beş tanedir, bunların birincisi T an rı­
nın tek olduğuna inanm ak ve ona tapm aktır; İkincisi
Ram azan ayında oruç tutm ak, üçüncüsü em redilen
vakitlerde nam az kılm ak; dördüncüsü her yıl fakirlere
m alının k ırkta birini z e k ât olarak verm ek; beşincisi
hayatında bir kere Hacca gitm ek.
Bu konuda bir Türk bana şunu anlattı. Babası bir
gün sadaka isteyen bir dilenciye rastlam ış, babası ona

- 112 -
hangi dinden olduğunu sorm uş, dilenci ona müslüman
olduğu cevabım verm iş ve diğeri de ona bir müslüma-
m n neleri yapm ak zorunda olduğunu sorm uş. Dilenci,
ona müslüman olm ak için beş şarta inanm ak lâzım gel­
diğini söylem iş, fakat onlardan ancak birini söyleyebi­
leceğini bildirm iş, çünkü zenginlerin biraz sofuluk ede­
rek ikinci ve üçüncüyü, fakirlerin ise güçsüzlük sebebiy­
le dördüncü ve beşinciyi yapam adıklarım söylem iş, ze­
k at verm em ek ve Hacca gitm em ek, böylece ancak bi­
rincisi kalıyor dem iş.

TA N RI NIN ADI

Birinci şarta riayet ettikleri m uhakkaktır, çünkü


Tanrı ve onun adı için büyük saygı duyarlar, ona bü­
yük bağlılık gösterm eyen, sık sık anm ayan görülm em iş,
işitilm em iştir. Sonucu ne olursa olsun ilkin bism illah
yani "T anrı'nm adıyla" dem eden hiç bir işe başlam az­
lar, ister ata binm ek veya inm ek, oynam ak ya da ye­
m ek veya ne olursa olsun herhangi bir işi yapm ak için
daim a bu sözle başlam aları övülmeğe değer; herşeyin
üstünde T anrı'nm adına büyük hürm et gösterirler, eğer
yolda bir k â ğ ıt parçası bulurlarsa, ço k küçük de olsa,
onu itina ile alırl r ve duvardaki bir deliğe koyarlar .bu­
nu şöyle açıklarlar: T anrı'nm adının bü kâğıda yazıl­
m ış olabileceğinden veya yazılabileceğinden; duvardaki
deliklerin her zam an k â ğ ıtla dolu olduğu görülür. Bu
sebeple hiç bir zam an k âğıtları kolayca harcam azlar,bu
büyük bir suç olurdu, bu sebeple eğer bu adete uym a­
yan bir hıristiypn görürlerse ona sopa çekerlerdi.
Bütün bu saygının yanında, her an T anrı'nm adına
yem in etm eği bırakm azlar ve vallahi kelimesini her üç
kelim ede bir söylerler; ona o kadar alışm ışlardır ki b u ­
na m ân i olunam az, fakat bu sözle T a n n 'y a karşı saygı­
sızlık yap tık lan n ı zannetm ezler; b o ş yere yem in etm ez­

- 113 -
ler ve vallahi dedikleri zam an inanm ış olarak söylerler
ve yalan yere yemin edenin kötü bir insan olduğunu
kabul ederler.

XXIII
RAMAZAN ORUCU

Türklerin riayet etm ek zorunda oldukları ikinci şart


o ru çtu r, bununla nefse hâkim olunur ve dünyevî istek­
lerden arınılır ve ruhlar tem izlenir. O nlar Ram azan ayı
boyunca bir ay oruç tutarlar; fakat bunun faydalanın
söylem eden önce, Türklerin senelerinin 12 aya bölün­
müş 354 gün olduğunu bilmek lâzım dır, çünkü onlar
ner aya gökteki hilâlin görünmesi ile başlarlar ve sıra ile
bu ayların biri 30 gün ve diğeri 29 gündür.
Herkes kullandıkları tarihin Hicret adı verilen, Hz.
M ulıam m ed'in 22 Tem m uz 6 2 2 'd e M ekke'den ayrılışı
ile başladığını bilir, bunun içindir ki 1663 yılı Teııı-
ım ız'un ikinci gününün Zilnicce'nin son günü yahut Hic­
ri 1074 yılının son gününe rastladığını bilirler.(1)
F akat Ram azan'a yeniden dönersek, bu ay nıüdde-
tiııce K ur'an'm gökten indiğini söylerler ve bu zaman
zarfında oruç tutarlar. Ram azan'dan iıeınen önce gelen
Şaban ayı geçince yeni ayı görm ek için akşam leyin gö­
ğe bakarlar, um um iyetle ilk günü hilâli görem ezler, b u ­
nunla beraber onu görm ekle vazifelendirilm iş, dağlarda
ya da başka yüksek yerlerde duran kimseler vardır.Onu
ilk defa gören haber vermek için şehre gelir ve eğer ina­
nan biri ise ona m ükâfat verilir ve her yerde R am azan­
ın başladığının duyurulm ası em redilir, ayrıca akşam le­
yin atılan topla da iıeıkese ilân edilir.
Bütün m inareler çeşitli şekilleri gösteren m ahyalar

(l)Burada verilen tarih arasında bir yıl fark vardır; zira 1074 Zil-
hicce'nin son günü 30 Haziran 1664 yılına tekabül eder. ( Çe­
virenin notu)

- 114 -
ile donatılır, bu ayın her gecesi bunlar yapılır. Türkler
gündüzleri gece, geceleri gündüz yaparlar, çünkü bütün
günü uyum akla geçirirler, geceleyin ise sokaklar ve kah­
vehaneler doludur, herkes bütün gece çokça yer fakat
şafak sökm eden önce içm ek ve yem eği keserler: Kur-
aıı'da .müsliimanlarm şafak sökünceye kadar yiyip içe­
bilecekleri yazılıdır; bu zam andan itibaren onlara iç ­
m ek, yem ek, tütün içm ek yasaktır; akşam leyin ay ç ı­
kana kadar ağızlarına birşey koym ak, kadınlara dokun­
m ak yasaktır, iftar zam anının geldiği m inarelerden, mü­
ezzin tarafından ezan okunarak herkese duyurulur. İf­
tar vaktinden itibaren gece içerler ve hoşlaıına gidecek
şekilde et, balık yerler ve her zam an açık olan ve ha­
yatlarını kazanm ağa çalışan şarkıcıların, çalgıcıların ve
kuklacıların bulunduğu kahvehanelerde, gecenin bir kıs­
ının geçirirler.
O ruç, bizim perhizim izden ço k daha masraflı ve zor­
dur; bilhassa yaz aylarına tesadüf ettiği zam an, zira on­
ların seneleri altısı otuz, altısı yirm idokuz olan 12 ay­
dan m eydana gelir ve böylece güneş yılma uym adığın­
dan bizim senem izden onbir gün kısadır, bu sebeple Ra­
m azan ayı her yıl onbir gün önce daim a ayrı mevsimler­
de gelir. Yaza geldiği zam an, bilhassa Mısır ve diğer sı­
cak m em leketlerde çok susarlar, ağızlarına bir damla
su koym ak onlara yasaklandığından, bütün gündüzü
uyuyarak geçirirler; ben M ısır'da, çok sıcak yaz ayla­
rında son derece susayanları ve oruç tuttukları için su
içem eyenleri, içm e ve yem e yasağı bittiği saatin yak­
laştığını farkederek ellerinde bir su testisi tuttuklarım
ve iftar saatini bildiren ezanı büyiik bir sabırsızlıkla
bekleyerek en yakın m inareye doğru baktıklarım ve za­
man gelince bağırm aya başlayarak bütün testiyi hızla
içtiklerini gördüm.
O ruç sınırlı olarak em redilm iştir, öyle ki seyahate
çıkanlar, tehlikede olanlar, hastalık veya diğer bir m a­

- 115 -
zereti olanlar oruç tutm azlar, durum ları düzelince en
erken zam anda tutm ak zorundadırlar. F ak at seyahatte
savaşta olduğu halde oruç tu ta n pek ç o k kimse vardır.

O RUÇ TUTM AYANLARIN CEZALANDIRILM ASI

O ruç tutm ayan kim seler de vardır, fakat onlar çok


zam an gizlice yerler ve içerler, çünkü eğer onlar bunu
aleni yaparlarsa hiç olmazsa dayak yerlerdi. İstanbul'da
beni sık sık görm eğe gelen bazı Türkler ve dönm eler
vardı ve onlar her saat olduğu gibi Ram azanda da be­
nim evimde oruç tu tm ad an içm eğe ve yem eğe devam
ettiler.
Diğerleri arasında hem oruç tutm ayan hem de bizler
gibi dom uz yağı yiyen yaşlı bir Türk sipahi vardı; ben
ona ikram edince her zam an için kendisine yasak olm a­
sına rağm en şarap içm ekten geri durm azdı; bir gün bu
şahıs bir ziyarete gitm ek istemesi sebebiyle az içm iş ve
yarı sarhoş bir halde dervişlerin yanına gitti, orada
m erdivenden çıkarak yukarıda bir odaya alındı, orada
ispirto ve kahve içen dervişleri toplu halde buldu; gi­
rer girmez kendisine ispirto iVram e ttile r; fakat o, iki­
yüzlü davranarak, Ram azan ayında içm ek istem eyince
kendileri ile beraber bulunduğuna göre onlarla birlik
olması gerektiğini, aksi halde kendilerinin oruç tu tm a­
dıklarını söylem emesi için öldürüp gizli bir yere atacak­
larını söylediler; bunun üzerine o da onlarla birlikte iç ­
m eğe koyuldu ve ertesi gün de bunu bana anlattı. Ra­
m azan ayında şarap içenler ağızlarına kızgın k urşun
dökülm ek sureti ile cezalandırılırlardı, ceza birkaç defa
tatbik edilm iş,fak at şim di oldukça azdır ve bazen de
ölüme m ahkûm edilirlerdi. Ram azan esnasında evlen-
mezlerdi.

- 116 -
XXIV
TÜRKLER'DE BAYRAM

Ramazan ayı bitince, sabırsızlıkla beklenen Şevval


ayı başlar ve hilâl görülünce Bayram ilân edilir, bunu
bütün şehre bildirmek için saray yakınında toplar atı­
lır, ateşler yakılarak eğlenceler başlar.
Geceleri, Ramazan gecelerinden pek farklı değildir,
fakat sabahleyin sokakların çiçekler ile süslü salıncak­
lar ile dolu olduğu görülür; sallanmak isteyen, iplere
bağlanmış olan tahta sandalyeye oturur ve biri önde di­
ğeri arkada, bu salıncağa bağlı ipleri tutan iki adam
onu bütün kuvveti ile sallamağa başlarlar ve arkadan
hızla iterek yükseğe çıkarırlar: bir akçeye böyle zaman
geçirilir, eğer daha hızlı sallanmak istenirse iki ipi dört
adam tutarak sallarlar ve istediği kadar hızlı, uçarcası­
na sallanır. Bu eğlence salıncakcılar tarafından düzenle­
nen sesli ve aletli müzik ile bayram süresince üç gün sa­
bahtan akşama kadar devam eder.
Onların bizim su değirmenlerine benzeyen büyük te­
kerlekleri vardır, bunlara büyük ve küçük isteyen herkes
hazırlanan yerlere otururlar ve bir adam, içinde oturan­
ları düşürmeden bu tekerleği döndürür. Bu tekerlek ka­
der çarkı olarak isimlendirilebilir, çünkü herkes sırası
gelince ya yukarıda ya da aşağıda olur. Onların bay­
ramdan birkaç gün önce hazırlandıkları, bunlar gibi
başka pek çok eğlenceleri vardır; hemen hemen bütün
sokaklar o kadar kalabalıktır ki, zorlukla geçilebilir,
çünkü herkes şehirde sokak sokak dolaşır ve bütün yıl
evde oturan hanımlar üç gün bayram müddetince dolaş­
mak hürriyetine kavuşurlar.
Frenkler için bu üç gün müddetince şehre gitmek
tehlikelidir; çünkü bu günler eğlence günleridir, herkes
izinlidir; Türklerin bazıları sarhoş olmaları sebebiyle
bir Frenk'e rastladıkları zaman ona iyi davranmazlar.

-117-
İstanbul'da iken bir keresinde herşeyi görm ek m era­
kı ile bayram ın ikinci günü, Fransız dönm esi bir sipahi
ile birlikte gezinerek, İstanbul'un büyük bir kısm ını d o ­
laşıyordum* Fransız tarzında giyinm iştim , bana küfür
edilm ekten başka birşey yapılm adı, fakat bunları gör­
m ekten ço k m utlu olduğum u söylem ek isterim. Bu
bayram sırasında Frenkler dışarı çıkarsa m uhakkak pa­
ra ödem ek zorunda kalırlar, bu üç gün zarfında dikkat
edilmesi lâzım gelen şahıslar vardır, bunlar çoğunlukla
Y eniçerilerdir, sokağın ortasında bir elinde gülsuyu do­
lu küçük bir şişe tutarak geçerken, üzerinize bundan
birkaç damla serperler ve diğer ellerini de onlara ver­
mek istediğiniz parayı alm ak için uzatırlar ve eğer on­
lara hiç bir şey vermeksizin geçm eyi düşünseniz bile
onlar sizi durdururlar.
Ramazan Bayramı, Türklerin en büyük bayram ıdır ve
bu bayram da övülmeğe değer bir şeye riayet ederler;
bu, bütün düşm anlarından özür dilemeleri ve onlarla ba­
rışm alarıdır, çünkü eğer kalplerinde birine karşı k ötü­
lük varsa bayram yapam ayacaklarına inanırlar ve bu üç
gün zarfında tanıdıkları kimselere rastlarlarsa onlarla
öpüşürler ve birbirlerine iyi bayram lar ve m utluluklar
dilerler.
Bu bayram , Büyük Bayram veya Ram azan Bayramı
adını taşır, fakat bundan başka Küçük Bayram ve Hacı­
lar Bayramı ya da M ekke'ye Hac Bayram ı vardır, bu
büyük bayram dan yetm iş gün sonra, Zilhicce ayının
onuncu gününe rastlar.
Onların, büyük bir m anevî değer taşıyan diğer bay­
ramları da vardır. Bu bayram larının birincisi Rebiülev-
vel ayının onbirinci gününü onikinci gününe bağlayan
gecedir; onlar bu gecede Hz. M uham m ed'in doğduğunu
kabul ederler ve bu sebeple akşam dan itibaren m inare­
lerde kandiller yakarlar ve sabahleyin hüküm dar Yeni
Camiye gider ve oraya saraydan şeker ve şerbet getir­

- 118 -
tir ve m evlitten sonra herkes ondan yer ve içer.
Rebiülahir ayının yirm ialtıncı gününü yirnıiyedinci
gününe bağlayan gece onlar için büyük bayram dır,
çünkü onlar bu gece Hz. M uham nıed'in, K ur'an'da
yazıldığı gibi Burak ile T anrı'nm huzuruna çıktığına
inanırlar. Recep ayının dördünü beşine bağlayan gece
cam ilerde gece yarısına kadar ibadet edilir, sonra evleri­
ne dönerek güzel yem ekler yerler. Bu bayram , iki ay
sonra gelen Ram azan sebebiyle yapılan bayram dır; bü­
tün bu bayram larda ve bütün Ram azan boyunca, daha
önce söylediğim gibi, camilerin m inareleri çeşitli şekil­
ler gösterecek şekilde kandiller ile süslenir, bu kandiller
yanınca çok güzel görünürler.

XXV
TÜ RK LERİ PİSLİKTEN KURTARAN ABDESTLER

İslâm ın üçüncü şartı nam azdır, fakat hiçbir zaman


yıkanm adan namaz kılm adıkları için, önce onların ab-
destleri üzerinde durm ak lâzım dır.

ABDEST

Türklerin iki ç e şit abdestleri vardır, birisi gusiil adı­


nı alır ve genel olarak bütün vücudun yıkanm asıdır; di­
ğeri abdest adını alır ve nam azlarına başlam adan önce
alınır, çünkü onlar eğer ihtiyaç varsa gusiil, ya da hiç
olmazsa abdest aldıktan sonra nam azlarına başlarlar.
Bu sebeple cam ilerin yakınında gusül için ham am lar ve
abdest için de çeşm eler bulunm aktadır.

İhtiyaçlarını giderdikten sonra aldıkları bir ç e şit ab­


dest daha vardır, fakat bunda sadece ellerini yıkarlar.
Hanım larıyla y a ttık ta n sonra veya gece kirlenm elerinde
üzerlerine idrarlarını kaçırdıklarında veya üzerlerine

- 119 -
başka bir pislik değince gusül abdesti alm ak zorunda­
dırlar; b u n u n içindir ki idrar yapacakları zaman üzer­
lerine veya elbiselerine birkaç damla düşmesi k o rk u ­
suyla kadınlar gibi çöm elirler; çünkü vücutlarının veya
elbiselerinin kirlenm esinin, ruhlarını da kirleteceğine
inanırlar. Vücutlarını tem iz tu tarak , ruhlarını da arın­
dırdıklarına inanırlar/ İdrar y ap tık tan sonra erkeklik or­
ganını kalanlar dam lam asın veya elbiseleri üzerine düşe­
rek onları kirletm esin diye birşeyle kurularlar. İşleri bi­
tince, daha önce söylediğim gibi hiç k â ğ ıt kullanm az­
lar, su ile taharet alırlar, sonra ellerini yıkarlar, bunu ih­
tiyaçlarını yap tık tan h a ttâ idrar y ap tık tan sonra asla
ihm al etm ezler; bunun içindir ki daim a su dolu bir kap
vardır ve h a ttâ yıkadıktan sonra ellerini kurulam ak için
kem erlerinde iki m endil taşırlar.
Bu tem izlik onlar için o kadar önem lidir ki, dışkıları
ile kirlenecekleri endişesiyle, küçük kundak çocukları­
nın kirletm elerine m ani olm aya itina ederler ve bunun
için onları bizim gibi kundak yapm azlar, onları ço cu k ­
ların kalçaları altına rastlayan yerlerinde bir delik b u lu ­
nan beşiklere koyarlar ve kakası gelince beşiğin altında
ve deliğin karşısında bulunan bir kaba yapsın diye bu
delik üzerine kıçlarını çıplak vaziyette yerleştirerek be­
şiğe yatırırlar ve idrar için ise onların, ucu eğri şim şir­
den küçük kanalları vardır ve tütün içilen pipolar gibi
yapılm ıştır, bu kanallar üç parm ak uzunlukta ve bir
parm ak kahnhğındadır, bazıları yuvarlak, iri olan uç
kısm ında bir deliğe gahiptir ve erkek çocuklar için kul­
lanılır,erkeklik uzvu içine konulur ve birşeye bağlanır,
diğerleri ise iri u ç kısm ında oval şekilde delinm iştir ve
kızların karınlarına bağlam ağa yarar ve bacaklar arasın­
dan geçen u ç kısm ı, beşiğin deliğine girer, oradan idra­
rı alttaki kaba sevkeder, böylece hıristiyan çocukları gi­
bi onlar şım arıklık yapam az.
Nam azdan hem en önce abdest alm ak zorundadırlar,

- 120 -
ihtiyaçlarını gördükten ya da pis olan herhangi bir şeyi
elledikten hem en sonra ellerini yıkarlar, eğer suyu ol­
m ayan bir yerde bulunuyorlarsa, abdest için olduğu
kadar gusül için su yerine toprak y ah u t kum kullanırlar
ve bu da geçerlidir.
Hz. M uham m ed parm akların ucundan dirseklere k a ­
dar ellerin üç defa yıkanm asını em retti, dişleri tem izle­
m ek için bir fırça kullanacaklardı, ağzı üç defa yıkaya­
caklardı, fakat eğer acele ediyorlarsa, başı yıkadıkları
su ile kulakları da yıkayacaklardı ve yüksek sesle şöyle
diyerek yıkanm ayı bitirirlerdi "Tem izlenm eyi b itir­
dim ", sağ taraftan başlarlardı, ayaklan yıkadıkları za­
m an ayak parm aklanndan ve elleri yıkarken de par­
m aklardan başlarlardı ve yıkarken şu kelim eleri söy­
lerlerdi: "Bismillahil azim ve elham dülillah", A llah—ı
d in —i İslâm yani en büyük T anrı'nm adıyla, A llah'a
şükürler olsun, ki o İslâm dininin Tanrısıdır" derlerdi.
Y ıkandıklan sırada yapılması m ekruh olan bazı yasak
şeyler v a rd ır;b u n lar sağ elle burun silmek, güneşte ısın­
m ış su ile yıkanm ak, yüze hızlı su çarpm aktır.
A bdesti bozan pek çok şey vardır, bu şeylerden biri­
si olursa abdesti tazelem ek icap eder ve bu şeylerden
birinden sonra nam az kılam azlar, işte abdesti bozan
şeyler: Ö nden ve arkadan boşalm ak, vücutlarından kan
veya pislik gelirse, kusm ak, kuduz olm ak, bayılm ak,
sarhoş olm ak, nam az sırasında gülmek, bir kadım k u ­
caklam ak ve onun çıplak bir yerine dokunm ak, namaz
esnasında uyum ak, eğer herhangi bir kimse namaz es­
nasında uyursa diğerleri onu uyandıram azlar, çünkü
bunu yaparlarsa onların da abdesti bozulacaktır, köpe­
ğe veya tem iz olm ayan başka bir hayvana dokunm ak,
bütün bu kazalar abdesti bozar, nam azdan önce yeni­
den abdest alm ak icap eder.

- 121 -
XXVI

CAMİLER VE NAMAZLAR

CAMİLER

Topluca namaz kıldıkları yerlere mescid veya toplan­


m a yeri m anâsına gelen cami adını verm ektedirler, dış
görünüşleri itibariyle bizim kiliselerimiz gibi inşa edil­
m işlerdir, bunların köşesinde ve bitişiğinde m inare bu­
lunm aktadır, bunlar yapının ihtişam ına göre bazen iki
bazen d ört veya altı tanedir; bu m inareleri üst kısım­
da çepeçevre saran bir balkon (şerefe) vard ır; m inareler
şerefeye çıkan bir müezzinin namaz zam anını bildirm e­
sine yarar. Camilerin içi basittir, d ö rt duvar görülür ve
üzerlerinde T anrı'nm ismi yazılıdır, duvarların biri üze­
rinde kıble tarafında namaz kılm ak için önünde duru­
lan bir m ihrap bulunm aktadır. Türkiye'nin bütün cam i­
lerinde m ihrap güneye bakan duvardadır, çünkü namaz
kılarken T ürkiye'nin güneyinde bulunan M ekke'ye d ö ­
nülür. İlk kıble K udüs'teki Süleym an'ın tapınağı (Mesci-
dül Aksa) idi ve kılarken bu tarafa dönm ek zorundalar-
dı, fakat Hz. M uhamm ed H icret'in ikinci yılında onu
değiştirdi ve Kıble, M ekke'deki (K âbe) oldu, bundan
sonra da bu, değişm edi.
Bu camilerde M ekke'de kullanılan bir kum aş parçası
da vardır. Bahsedilen camilerde, va'zetm ek için im am ın
bazen üzerine çıktığı bir kürsü yer alır. Camilerin döşe­
mesi namaz kılarken bozulm asın diye kilim ve hasırlar
ile kaplanm ıştır.

NAMAZLAR

Onlar günde beş vakit namaz kılarlar; birincisi sabah


namazı dedikleri şafakta; İkincisi öğle nam azı dedikleri
öğleyin, üçüncüsü ikindi namazı adını verdikleri ise öğ­
leden sonra saat üç ile d ö rt arasında, akşam namazı adı­
nı verdikleri dördüncüsü güneşin batym nda ve yatsı na­
mazı dedikleri beşincisi ise geceleyin kılınandır.Bizde-
ki pazar gibi tatil günleri olan cuma günü sabah 9 sıra­
larında herkesin gittiği ve kuşluk nam azı adını verdik­
leri başka bir namazları da vardır, ancak nam azdan son­
ra çalışabilir ve dükkânları açabilirler, fakat ekserisi bu
günde dinlenir ve eğlenirler, buna "C um a” yani "T o p ­
lu İb ad e t" güııii derler.
Bu nam azlardan birinin zamanı gelince (çünkü na­
maz vaktini geçirm em ek için kum saatleri vardır veya
güneşin durum una bakarlar), her camide bir müezzin
(bunlar namaz vaktini bildiren ezan okurlar) m inarenin
şerefesine çıkar ve parm aklarını kulaklarına koyarak
bütün kuvvetiyle ezan okur. Müezzin ezan okuduğu za­
m an herkes abdest alır ve ondan sonra camiye gidilir.
Camiye gidem eyenler namazlarını evlerinde kılarlar.
Camiye geldiklerinde herkes pabuçlarını veya ayak­
kabılarını kapının önüne bırakır, pabuçlarının değiştiri­
leceğinden korkanlar, onları çıkarırlar ve birlikte elle­
rinde taşırlar. Cam iye girildikten sonra kıble selâm la­
nır, sonra herkes yerini alır ve imam beklenir, namaza
şu sözlerle başlanır. "Allah ek b er" yani "Tanrı büyük­
tür" hazır bulunanlar bunu ya içlerinden veya yüksek
sesle tekrarlarlar: "U ydum hazır olan im am a" diyerek
oıuın yaptıklarını tekrarlar ve ilk olarak elleri om uz­
lar üzerine kaldırırlar ve "Allah ekbeı '' derler, son­
ra ellerini biri diğeri üzerine gelecek şekilde göbek iize^
riııe bağlarlar, kendi kendilerine bazı duaları okurlar ve
her birinin sonunda öne doğru eğilirler ve şöyle derler:
"A llah ekber". Öne eğilm iş olarak ancak küçük bir dua
okuyacak kadar kalırlar, sonra kalkarlar ve bıınu bir­
ç o k defa yaparlar. Tek başlarına namaz kılıyorlarsa
şöyle derler: "Ü zerim e farzolunan bu vakit namazını
kılıyorum " hangi vakit olduğunun ismini söylerler ve

- 123 -
nam azlarını camide olduğu gibi kılarlar. Her gün aynı
duaları söylerler, günlere göre uzun veya kısa tekrar
ederler.
Ellerini om uzlar üzerine kaldırm aları (tekbir) bütün
dünyevî şeyleri terkettikleri ve Tanrı ile karşı karşıya
oldukları anlam ına gelir,- ellerin bağlanm ası huzurda
iken saygıyı belirtir.Secdeye varm alar A llah'a tapm ala­
rını ifade eder.Sabah nam azı kılarlarken sekiz defa, ö ğ ­
leyin yirm i defa, ikindide onaltı defa,akşam nam azında
on defa, yatsı nam azında yirm idört defa secdeye varır­
lar. Namaz kılarken, m ahrem kısım lar hariç çıplak ola­
bilirler, köleler de aynı şeyi yapabilir, erkekler kadar
kadınlar da buna uyarlar,fakat hür kadınlara müsaade
edilm em iştir, zira onlar nam az kılarken tam am en ör­
tünm ek zorundadır, ancak yanak ve çenenin yansı
a çık ta kalabilir. Nam az kılarken kadınlarla erkekler
arasında şu fark vardır, Allahü ekber dedikleri zam an
erkekler ellerini om uzlar üzerine kaldırır, Allahü ekber
derler ve sonra elleri göbek üzerinde bağlarlar, kadınlar
ise ellerini om uzlannın yansına kadar kaldırabilirler ve
sonra da göğüsleri üzerinde bağlarlar, daha sonra erkek­
ler gibi nam azlanna devam ederler, abdestlenni de er­
kekler gibi alırlar.

DİN VE HA YIR İŞL E R İN D E


TÜ RKLERİN GAYRETİ

Erkekler gibi kadınlar da nam azlarını bitirdikten


sonra, kirâm en k â tib in adlı iki m eleği selâm lam ak
için önce sağ tarafa doğru, sonra da sola doğru selâm
verirler.
Onlar o kadar samimidirler ki, bunun daha üs­
tünü düşünülemez... Çünkü cam ide oldukları za­
m an o kadar kendilerini venniş olarak namaz kı­
larlar ki, gelen herhangi birisine asla bakm azlar, bir gün
İstanbul'da bir ram azan gecesi namaz esnasında yangın

- 124 -
çıkm ıştı, bir dönm e kendisiyle birlikte cam ide ibadet
edenlerin o kadar kendilerini ibadete verm iş oldukları­
nı ve ateş yakınlarında olduğu halde nam azı kesm edik­
lerini ertesi gün bana anlattı. O nların cam ide hiç şaka
yaptıkları görülm em iştir, onlar cam ide daim a ciddidir­
ler, dine bağlılık konusunda bize ders verm ektedirler.
Her gün öğle, ikindi ve akşam nam azlarında hem en
herkes camiye gider, diğer iki vakti ise çoğunlukla.evle­
rinde kılarlar, seyahat o n lan nam azdan m uaf tutm az,
onlar nam az vaktinin geldiğini tahm inen tesbit edince
kırda bir su kıyısında biraz dururlar, yanlarına aldıkları
bakır kalaylı bir kap ile su taşıyarak abdest alırlar, son­
ra yanlarından eksik etm edikleri küçük bir hah yayar­
lar, üzerinde nam az kılarlar.
O nların devamlı yanlarından eksik etm edikleri teş­
bihleri vardır, çünkü onların ço ğ u ister evde, ister so­
k a k ta olsun d o stlan ile k onuşurken, bir şey satarken
veya kahve içerken her zam an teşbih çekerler, h er ta ­
nede Allah derler.

XXVII
TÜ RK LERİN YARDIM SEVERLİĞİ
VE HAC

İNSANLARA K A R Ş I YARDIM SEVERLİK

tslâm ın dördüncü şartı z e k â ttır, buna göre onlar her


yıl m allanm n k ırk ta birini fakirlere verm ek zorundadır­
lar. Eğer fakir akrabalan varsa, zek âtı önce onlara ve­
rirler, hiç fakir akrabalan yoksa zek âtlan n ı fakir kom -
şulanna ve eğer fakir ko m şu lan da yoksa zek âtlan n ı
ilk rastladıktan fakirlere verirler. Bu şarta Türkler iyi
riayet ederler, çünkü onlar ç o k yardım sever kişilerdir
ve dinine bakm aksızın, ister müslüman olsıın ister hıris­
tiyan ya da yahudi olsun fakirlere seve seve yardım
ederler.
Onlar arasında dilenci az bulunur, fleiı sadece Türk­
ler arasında dilencinin az olmasının sebebini yalnız
zenginlerin yardım sever olmasına bağlam ıyorum , ba­
na göre bunun başka sebepleri de vardır, onlar az mas­
rafla yaşarlar, az şeyle çok iş yaparlar^ pilâv, biraz et
ve biraz su onlar için büyük bir ziyafet yerine g e ç e r; fa­
kat onlar büyük yardımseverlik yaparlar, bazıları hayat­
ta iken m allarından fakirlere yardım eder, bir kısmı ise
öldüklerinde hastahaneler kurm ak, köprüler, kervansa­
raylar veya kervanlar için kalacak yerler inşa etm ek,bü-
yük yollar üzerinden suları sevketıııek ve diğer benzer
şeyler yapm ak için büyük servet bırakırlar ve birçokları
ise bu çeşit eserleri hayatta iken yaparlar; bazıları da
ölürken kölelere hürriyetlerini verirler.
Gelirleri ile yardım yapam ayanlar bunu, kendi güçle­
ri ile yaparak, büyük yollan onarırlar, orada buldukları
sarnıçları doldururlar, yoldan yorgun olarak geçenlere
ırmak geçidini gösterm ek amacıyla suların yakınında
bulunm ak suretiyle de yardım ederler ve bütün bunlar
için kendilerine verilen parayı reddederek iıiç para al­
mazlar, çünkü söyledikleri gibi, bunları para aşkı için
değil. Tanrı aşkı için yaparlar.

HAYVANLARA K A R ŞI
YARDIM SEVERLİKLERİ

Onların iyilikseverliği hayvanlara ve bu arada kuşlara


kadar ulaşır; her gün birçok kimse pazarlara kuş satın
almağa gider ve bunları serbest bırakırlar. Söyledikleri­
ne göre bu kuşların ruhları, kıyam et gününde Tanrı hu­
zurunda olanların iyiliklerine şahitlik edeceklerdir. Bir
hayvanın acı çekm esinden ızdırap duyarlar, tavuklannı
kesmek istedikleri zaman onlara fazla ızdırap verme-

- 126 -
nıek için başlarını bir darbede keserler; eğer onların,
Fransızların yaptıkları şekilde öldürüldüklerini götseler-
di yapana birkaç sopa atm aktan kendilerini alam azlar­
dı: pireleri ve bitleri, tırnaklar üzerinde öldürm eği bile
kan dökücülük sayarlar, sadece parm aklar arasında bir
veya iki seferde ezerler, sonra onları ölüp ölm ediğine
bakm adan atarlar. Ölen bazı kimseler mallarım haftada
birkaç defa köpek ve kedileri beslem ek üzere bırakırlar,
bıı vasiyetlerini yerine getirm ek için sadakatla ve din­
dar bir şekilde bıınu yapan fırıncı ya da kasaplara para­
larını bırakırlar ve her gün yanında et taşıyan insanların
köpek ya da kedileri çağırarak bu hayvanları çevresine
toplayıp onlara parçalar halinde bunları atm ası hoş bir-
şeydir.

(K endi akıl çağının düşünen bir kurbanı olan Thfeve-


not, gördüğü bir m üşahedeyi yorum lam aktadır. Eğer
Türkler tavukları kesiyorlarsa (diğer bütün hayvanlarda
olduğu gibi), bu onlara ızdırap çektirm ek endişesinden
değil, m usevilikte olduğu gibi kendi dinlerinde de bu
hususta m evcut em irden ileri gelm ektedir. Bir hayvanı
boğm ak ya da kanını akıtm adan öldürm ek yasaktır.)

Ben burada Türklerin hayvan severliğine ait yüz m i­


sal verebilirden, ben bu hususta bizde pek az rastlanan
misaller gördüm, sokakta, yeni yavrulamış bir köpeği
yanına almış ve üzerinde yürüyem iyeceği korkusuyla
ona küçük bir duvar yapm ak için taşlar arayan pek çok
kişi ve buna benzer olaylar gördüm, fakat benim am a­
cım bu önemsiz şeylerle okuyucunun canım sıkm ak de­
ğildir.
N ihayet, dinî inancı zayıf olan, insan hayatının, na­
zarında pek az değeri olduğu Sultan M urad, birgiin b i­
rini öldürtm eksizin geçiyordu, o kötü huylu idi, bu z â ­
lim hüküm dar hayvanlara acım aktan da geri durm uyor­
d u , birgün İstanbul'da bir p arça ekm ek ve kızarm ış et
alıp k öşe başında yiyen b'ir adam ı gördü; satm ak için
pazara getirdiği buğday yüklü atım n yularından tu tu ­
yordu,- hüküm dar, atı yük altında bekletm esine kızarak
atın sırtından yükleri indirdi ve bunları adam a yükledi,
atın önüne de bir m iktar o t k o y d u rttu ve a t bu o tla n
yiyinceye kadar adam ı sırtında yükler olduğu halde
bekletti. Bununla kendisi dinlenirken hayvanın da din­
lenm esi gerektiğini belirtm ek istiyordu.

M EKKE'YE HAC

İslâm 'ın beşinci şartı da Hacca gitm ektir. Bu şarta


hepsinden daha az uyulur, çünkü birço k lan n m bu seya­
h ati yapacak im kânları y o k tu r ve diğer birçoklarm ın
da işleri buna m ani olur. Bununla beraber, onlar her za­
m an için birgün bu ödevi yerine getirm eğe çalışırlar ve
her yıl hacca giden pek ç o k kim se bulunm aktadır.

XXVIII
TÜ RK LERE DÎNLERİNDE YASAK
EDİLEN ŞEY LER

RESİM LER

Bahsedilen beş şa rtta n sonra, Türklere yasak olan ba­


zı şeyler vardır ve b u n lan y ap tık lan takdirde günah işle­
m iş olurlar. Bunların birincisi resimler olup .onlar bu
yasağa kesinlikle uyarlar. Çünkü saati ne kadar beğenir­
lerse beğensinler, üzerinde insan, kadın veya hayvan şe­
killeri olduğu zam an bu saati hiç istem ezler, fakat
ağaçlar veya çiçek şekilleri olursa tereddüt etm eden
alırlar. Onlar bazı resimleri gördükleri zam an o kadar
şaşırırlar ki, hiddetlerini gizleyemezler.
M ısır'da bana Türkçe öğretm ek için her gün yanım a

- 128 -
gelen bir Türk vardı ve her seferinde m um yalardan alın­
mış ölan tahtadan bazı resimler görüyordu ve ben
odam da idim , bana ço k kızıyordu ve ben ona eski Mı­
sırlıların bunları yapm ış olduklarını ne kadar söylesem
de hırıstiyanlara karşı küfretm eyi bırakm ıyordu, çünkü
o, yalnız resimler yapm anın T a n n 'y a ait olduğunu, on­
lar ruh verdiğini; figürler yapm anın T anrı'yı taklit e t­
mek m ânasına geldiğini, K ıyam et gününde resimlerin
kendilerini yapm ış olandan ruh istem ek için gelecekle­
rini söylüyordu. Bütün Türklerde oldğu gibi, saçm a bir
sebebe dayanan onun hiddeti beni güldürüyordu, fakat
onlara bu resimlerin, ruh isteyecekleri söylendiği za­
man, bunu kabul ederler.
Bir gün İngiliz gemisinde iken, geminin kıç tarafını
süslemek için konm uş olan bütün resimlerin burunları­
nın kesilmiş olduklarını gördüm, bana ç o k yazık olm uş
gibi geldi ve bu geminin,.hüküm darın hizm etinde b u ­
lunm uş olduğu, yukarıya çıkan Türklerin bütün bu re­
simlerin burunlarını kestikleri ve burunlan kesilirse gü­
nah olm ayacağı söylendi.

TEFECİLİK

K ur'an, Türklere faizle borç verm eyi yasak etm iştir


ve bu onlar arasında çok büyük bir günah sayılır, bun­
dan çok çekinirler, bununla beraber onlar arasında, te ­
feciliğin biraz farklı şeklini yapanlar vardır. M eselâ,ba­
zı kimseler m allarını kredi ile ç o k pahalı satarlar. Sonra
malı alan borçlu dükkândan çıkm adan bu aldığı mali
çok ucuza geri satar. Malı satan tacir parayı öder. B o rç­
lu ise pahalıya alıp ucuza sattığı için devamlı borçlu
kalır.

- 129
DOMUZ VE DİĞER M URDAR ETLER
Onlara, tem iz olm ayan etlerin yenm esi yasaktır,aynı
şeyleri Yahudiler de pis kabul ederler,dom uz yavrusun­
dan Türkler kadar musevıler de nefret ederler ve onu
yem ezler, ona dokunm azlar, h a ttâ kunduracıları, bi­
zim kilerin yaptıkları gibi dorçıuz yavrusu derisini kul­
lanm ağa cesaret edem ezler ve pabuçlarını güçlükle di­
kerler. Onlar, kurbağa, kaplum bağa, salyangozlar ve
m usevüerde yasak olan diğer hayvanlardan iğrenirler,
bütün bunlardan o kadar tiksinirler ki, dindar bir Tür­
kü onları yem eğe m ecbur etm ek ona ölümden daha
ağır bir ceza gibi gelir, dom uz yavrusu yiyen tek bir
Türk gördüm ; dönm eler onları buldukları zam an m em ­
nuniyetle yerler, fakat bunlar dinsiz yah u t hıristiyan-
lıktan ayrılm ak için fırsat kollayan kişilerdir.
K öpekler de pis sayılır ve eğer geçerken bir köpek
onlara tesadüfen değerse onlar pis olurlar ve yıkanm a­
ları icap eder. Bunun içindir ki koşan bir köpek görün­
ce, bizim attan korktuğum uz gibi korunurlar. Köpekle­
ri hiç evlerin içinde tutm azlar, fakat onları herkesin
kendi oturduğu m ahallede sokaklara bırakırlar ve bu
köpekler orada durm ağa o kadar alışm ışlardır ki, başka
yerlere gitm ezler ve eğer başka bir sokağa girm ek için
kendi sokaklarından çıkarlarsa, diğer sokağınkiler on­
lar üzerine saldırırlardı ;çünkü her sokakta köpek bulun­
m aktadır ve bir kısmı kendi bulundukları yere başka
köpeklerin girmesine engel olurlar.
Benim Pera'da bulunduğum sırada, frenkleri çok iyi
tanıyan bir köpek vardı ve birisini gördüğü zam an önce
onu takip ederdi, frenk de mahallesine kadar onu ok­
şayarak gidebilirdi,ona biraz ekm ek alabilm ek için bir­
kaç kuruş çıkartıp, orada oturan bir Türk fırıncıya u ğ ­
ram ayı âdet edinm işti, o da önce frenke bakıyor, sonra
ekm eği hazırlıyordu.
Türkler, Hz. M uham m ed'in bir kedisi olduğu, bir ke­
resinde elbisesinin kolu üzerinde uyuduğu ve namaz

- 130 —
vakti gelince kendisini uyandırm am ak için elbisesinin
kolunu kesm eği tercih ettiğini söylerek kedileri ç o k se­
verler,- onlan seve seve okşarlar ve daim a yanlarında
bulundururlar; onlar ço k sadık olan k ö p ekten nefret
ederek ve z'âlim bir hayvan olan kaplan tabiatındaki ve
ancak pek az iyi huyu olan kediyi severek tu h a f bir
davranışta bulunurlar.

ŞA R A P

Ş arap yasağına, hiç olmazsa ondan içm em e k o n u ­


sundaki em re gelince, bu hususta Hz. M uham m ed'in bir
köyden geçerken bir düğün ziyafeti gördüğünü, orada
şarap içildiğini ve herkesin neşeli olduğunu fakat ak­
şam ve ertesi gün dönerken her tarafın kan içinde oldu­
ğunu ve bu neşeli kim selerin dövüştüğünü ve başlarına
şarap çanağı vurduklarını öğrenince, şaraptan nefret
e ttiğini ve müslümanlara artık şarap içm em elerini em ­
rettiğini söylerler; bu em re rağm en, daha önce söyledi­
ğim gibi, bazıları şarap içerler ve sık sak sarhoş olurlar
ve talihsizlikle elbiselerine şarap dökerler, ç o k sarhoş
olsalar bile bütün güçleri ile bu lekeyi çıkartm ağa çalı­
şırlar.

XXIX
TÜ RKLERD E KANUN ADAMLARI

M ÜFTÜLER

Bütün dinlerde olduğu gibi, Türklerin de inançla ilgi­


li bir hususta şüpheye düştükleri zam an başvuracakları
ve ibadetin yapılm asında önderlik eden bilgin ve de­
vamlı K ur'an üzerinde araştırm a yapan din adam ları
vardır: onların din adam larının başı müftüdür ve müf­
tüyü papa ile bir tutarlar. Müftü din adam larından m ey­
dana gelen bir meclis tarafından seçilm ez, fakat hüküm-

- 131 -
dar beğendiği birisini bu m akam a tayin eder, bu kimse
bilgin bir kişidir ve K ur'an üzerinde ihtisas yapm ıştır:
ona dinî konularda başvurulur ve o da Fetva adı verilen
yazılar ile kararlarım bildirir. Müftü diğer bütün Türkler
gibi evlenir. Müftüye çok saygı gösterirler ve müftü,
hükümdarı ziyarete gittiği zaman önce hüküm dar onu
görerek kalkar, o da birkaç adım öne çıkar ve hüküm­
darı büyük bir saygı ile selâm lar.
K anunlarının, bir müftünün öldürülmesine müsaade
etm ediğini kabul ederler, bununla beraber kendi irade­
sinden başka kanun tanım ayan Sultan M urad, bir kere­
sinde onlardan birini öldürtm ek isteyerek, müftüyü h u ­
zuruna getirtti ve ona kimin kendisini müftü tayin e tti­
ğini sorunca, müftü "hüküm dar" cevabını verdi. Sultan
Murad da "E ğer seni ben müftü yaptıysam şim di de se­
ni bu m akam dan alıyorum " dedi ve onu b o ğ d u rttu .
Benim fikrim e göre amcasının kötü yolunu takip e t­
meyen şim diki Hükümdar Sultan M ehmed de Hocazade
Efendi adında birisini,ben İstanbul'da bulunduğum sıra­
da öldürttü ;onu alm ak için evine adam gönderildi,bir ka­
yık veya gemiye bindirilerek Bursa'ya götürüldü,onun öl­
dürülüp öldürülmediği İstanbul'da bilinm iyordu,bazıları
onun İstanbl önündeki adalar civarında boğdurulup son­
ra da denize atıldığını söylerler ;fakat kısa zam an sonra
Bursa'ya gittim ,orada onun boğdurulduğunu4ervişlerin
yanına gömüldüğünü öğrendim . Başı kesilerek değil de
boğularak öldürüldüğünü belirtm ek lâzım dır. Çünkü
onun kanını akıtm ak büyük bir günah sayılıyordu, ayrı­
ca da ölüme m ahkûm edilen yüksek m akam sahipleri
boğularak öldürülürdü. Hükümdarı öldürterek yerine
kardeşini tahta geçirm ek ile suçlandığını öğrenebildim ;
Fransız elçisi M. de la H aye'ın bir ziyarette tanıştırdığı
ve refakat etm ek şerefine eriştiğim bu zat ço k sert bir
kimseydi. Büyük bir hıristiyaıı düşm anıydı, o her şehir­
de rum lara yalnız birer kilise bırakılması taraftarıydı.
M OLLA VE KADI

Hiç bir zaman İstanbul'da tek bir müftü oturm az;


çünkü çok geniş olan im paratorluğun bütün işlerini ya­
pamaz ve acele çözüm bekleyen b irçok işler vardır, ka-
dıleşkerler İstanbul dışında her biri kendi yargı alanında
müftünün işini yaparlar, çünkü onlar m edenî hukuk
mevzuları olduğu kadar dinî hukuku da temsil etm ek ­
tedirler. K adıleşkerlerin bulunm adığı yerlerde, kadıla­
rın başı olan m ollaya m üracaat edilir ve ne kadıleşker
ne de m ollanın bulunm adığı ve sadece bir kadı bulun­
duğu yerlerde bu kadı oradaki bütün şahısların hizm e­
tindedir ve her m evzudaki davaya bakar.

İMAM

Camide görevli olanlara gelince, frenklerin "talis-


m ans"dedikleri bu kişilere danişm end adı verilir ve
b aşlan imam adını alır ve kilisedeki papazın m ukabili­
dir; namaz vakitlerinde halka namaz kıldırır .Minareler­
den halkı namaza çağıranlara ise müezzin adı verilmek­
tedir. Ayrıca yaşlı, dürüst., K ur'an'ı iyi bilen,dünya işle­
rinin bilirkişisi hocalar vardır, bizim hukukçular gibi­
dirler, onlar bazen görev yaparlar ve bazı bayram larda
yem in ettirirler, önemli işler için ç o k zaman bu hocala­
ra başvurulurdu; onlar kendilerine saygı gösteren halk
arasında büyük nüfuza sahiptirler.

SEMA YAPAN D E R V İŞLE R

Onların birçok tarikatları vardır. Bu tarikatlar arasın­


da dervişler en alışılm ış ve en m edeni olanıdır. Derviş­
ler toplu halde yaşarlar ve bizim din adamları gibi üs-
tad lan vardır, onlar çok sade giyinirler ve başlarında

- 133 -
aşağı y u k an bizim gece başlıkları gibi beyaz keçeden
bir külâh taşırlar.
Bunlar salı ve cum a günleri oldukça hoşa giden bir se­
m â yaparlar. Senia yapm ak zorunda oldukları günler,
tekkelerinde, ortasında parm aklıkla kare şeklinde ayrıl­
m ış yer bulunan ve bu n u n çevresinde, bu kısım larda
bulunanlara geniş yer bırakan büyük bir salonda topla­
nırlar; oldukça büyük olan bu salonun kıble tarafında
bir basam ak üzerinde ve birbirine bağlı iki vaiz kürsüsü
vardır, birinde şeyh o tu ru r ve sırtı güneye çevrilidir,
onun sağ tarafında olan diğerinde ise yardım cısı o tu ru r
sonra onlarla karşı karşıya, parm aklığın dışındaki salo­
nun diğer ucunda küçük bir yer b ulunur, bunun üzerin­
de ney ve kudüm çalan b irçok derviş yer alır, diğer
dervişler ise parm aklığın kapalı kısm ında bulunurlar.
Seyircilerin bulunduğu yerin üzerinde m üzisyenleri ta­
nıyan bir Fransız ile birlikte oturdum . Onlar hep bira-
rada birkaç İlâhi söyledikten sonra, şeyh Türkçe açık­
laması ile birlikte biraz K ur'an okudu, sonra onun yar-
dımcısj K ur'an'dan birkaç ayet okudu, bunlar şeyhin
Türkçe söyleyeceği sözlerin girişi m ahiyetindeydi.
Ş ey h yem inini bitirdikten sonra, kürsüden iner yar­
dımcısı ve diğer dervişler ile birlikte salonda iki defa
dolaşır; m üzisyenlerden birisi h o ş bir sesle K ur'an'dan
birkaç ây et okur, bundan sonra dervişler müzik eşli­
ğinde semaya başlarlar, onlar şeyhin önünden biri diğe­
rini takip eder vaziyette, onu alçak gönüllülükle selâm ­
layarak geçerler, balenin ilk adım ı gibi bir sıçram a yap­
tıktan sonra çıplak ayaklar ile dönm eğe başlarlar, sol
ayak eksen vazifesini görür, çünkü onlar yerden hiç
kalkm azlar, diğer ayağı kaldırırlar, bu onların m ahir bir
şekilde dönm esine yardım eder, dervişlerin ekserisi
yaşhdır ve geniş elbiseler giyerler. Bu dönüşler kudüm
ve ney eşliğinde yapılır.
Onlar durdurulduktan sonra, bu dans süresince yar­

- 134 -
dımcısı ile birlikte büyük kürsülerinin ayaklan dibinde
o turan şeyh kalkar, sonra iki adım atarak kıbleye d o ğ ­
ru döner ve dervişler onun önünden geçerek onu müte-
vazi bir şekilde selâm larlar ve bunu d ö rt defa yaparlar.
Rüzgârla dolm uş değirm enler gibi hızla ve daim a
ahenkle dönerler, dönerken kollan yana açılm ış ve ba­
zen gözleri kapalıdır, ne kadar yaklaşırlarsa yaklaşsın­
lar hiç bir zam an biri diğerine dokunm az ve parm aklığı
takiben dönerler, müzik b iter bitm ez h içbir hatalı adım
atm aksızın bulunduktan yerde ç o k kısa bir an dururlar,
yerlerini değiştirm ezler.
Bu tarikatın kurucusu^ onlar arasında erm iş sayılan
H azreti M evlâna Derviştir.
Bütün dervişler, kendilerini A llah'a adam ış kimseler
olarak gösterdiklerinden ve b u arada da her türlü kötü­
lüğü yapm aktan da geri durm adıklarından büyük şarla­
tanlardır.

TÜ RK LERD E EVLENME

Türkler üç şekilde kadın sahibi olabilirler, onlar m eş­


ru evlenm elerle,aynca kebin olarak alm akta ve cariyeleri
alm ak suretiyle. Birincileri ancak evlenme m erâsim i ta­
m am landıktan sonra görebilirler.
Ş a y e t birisi evlenm ek isterse, evlenm ek istediği kızın
ebeveyinleri ile kızlarına verecekleri çeyizin m iktarı
hakkında anlaşır ve bu anlaşm ada kadı, iki şahidi ile
birlikte bulunur, bu kadı evlenme şartlannı ve kocanın
hanım ına vereceği dulluk gelirini yazar. Kadın ise çeyi­
zini evlenme günü düğün sebebiyle odasında sergiler.Fa-
k at bu evlenme gününden önce koca hanım ını bir im a­
m ın önünde kendisine nikâhlattırır. Evlenme günü ge­
lince, gelin kocasının evine duvakla örtülü olarak ve ö n ­
deki a t veya develer üzerindeki eşyalan ile birlikte gi­
der. Erkeğin evine gelinince erkeklerin ve kadm lann

- 135 -
kendi aralarında birlikte oldukları büyük bir ziyafet ve­
rilir ve günün kalan kısmı kııkla oyunları ve müzik ile
geçer, h a ttâ bazen yukarda bahsettiğim çingeneler de
oynatılırlar.
Bu şekilde evlendikten sonra, eğer erkek ölürse kadı­
nın kocasından aldığı dulluk gelirinden başka bir ka­
zancı yo k tu r, eğer kadın ölürse ve birkaç çocuk bırakır­
sa, çocuklar babalarını, annelerinin dulluk gelirini ver­
meğe zorlarlar. Türkler bu şekilde d ö rt kadına kadar
evlenebilirler ve istedikleri zaman onları boşayabilirler:
böyle yaptıkları zam an bir kadının önüne giderler ve
şöyler derler "Ala talak'is—sel âse" yani, "onu üç
kere terkediyorum "; eğer bir adam karısını haksız yere
boşarsa ona dulluk gelirini verm ek zorundadır, fakat
onu boşam ak için haklı bir sebebi varsa,bu parayı öde­
mek zorunda değildir.
Eğer bir kadın boşanırsa hâm ile olup olmadığım bilsin
diye d ö rt ay geçm eden yani boşandıktan sonra d ö rt aya
kadar başka bir adamla tekrar evlenemez ve böylece de
soy sop karışm am ış olur,eğer bu kadın boşavandan h â ­
mile ise boşanm ak için doğum u beklem esi lâzım dır ve
baba çocuklarını beslem ek zorundadır. Eğer bir adam
kanunf yoldan karısını boşam am ışsa ve h a ttâ bu ayrıl­
ma kadın tarafından bile olsa, eğer onu tekrar almak
isterse, bunu onun başka bir adam la evlenm esinden ön­
ce yapam az, bu evlenm eden sonra onu tekrar alabilir.
Kebin kadınları için bu kadar usul y o k tu r, bir kadı
bulunarak ona böyle bir kadının alınacağı söylenir, ka­
dına boşanırsa ödenecek m iktar vaadedilir, kadı bunu
yazar ve onu adama verir; adam da bundan sonra kadı­
na istediği kadar bakar ve daha hoşlandığı birini bulur­
sa, vaadetm iş olduğunu ona ödeyerek ve çocuklarını
besleyerek onu bırakır. Bu kadınlardan istedikleri ka­
dar alırlar. Köleler de tıpkı efendileri gibi bu işi istedik­
leri şekilde yaparlar, bütün bu kadınların çocukları di-

- 136 -
ğerlerininki kadar kanunîdir. Türkler sekiz göbekten
yakın olan akrabaları ile asla evleneınezler.

XXXI
TÜ RK KADINLARININ G Ü ZELLİK LERİ,
ÂD ETLERİ VE GİYİM LERİ

GÜZELLİK İHTİMAMI

Bana öyle geliyor ki, evlenm e konusundan sonra


Türk kadınlarından bahsetm ek pek fena olm ayacak,on­
lar için henüz bir şey söylem edim . T ürkiye'de kadınlar
güzel, kusursuz ve beyazdırlar, çünkü sokağa az çıkar­
lar ve dışarıya çıktıkları zam an da örtülüdürler, Onlar
tabii güzelliklerine sun'ı ilâveler yaparlar, kendilerine
çekicilik verm ek için kaş ve kirpiklerini sürme dedikleri
siyah renkli bir m adde ile boyarlar. Tırnaklarına koyu
kırmızı renkli km a dedikleri m addeyi sürerler. Türk k a ­
dınları ç o k tem iz ve tertiplidirler, çünkü onlar haftada
en az iki defa ham am a giderler, vücutlarında ne kir ne
de tüy bulunm az.

ELBİSELER

Onlar hem en hem en erkekler gibi giyinirler, ilkin ay­


nı erkekler gibi tenlerine iç don giyerler, bunlar to p u k ­
lara kadar iner ve mevsime göre kadife, çuha, brokar,
saten veya bezdendir. Sonra göm lekleri vardır ve üzeri­
ne pikeden jüpon adını verdikleri küçük bir göm lekçik
daha giyerler, en üste kaftanlarını giyerler, gümüş yal­
dızlı veya altn levhalar ile süslenm iş,bazen taşlarla zen­
ginleştirilm iş kem erlerini takarlar ve kem erlere küçük
bir cangiar iliştirirler.
Sokağa çıktıkları zam an erkeklerinki gibi feraceleri
vardır, bunıın kolları o kadar uzundur ki ancak par-

- 137 -
m aklann ucu görünür, sokaklarda feracelerinin bir ucu­
nu, ön tarafta biri diğeri üzerine gelecek şekilde tu ta r­
lar. Ayakkabıları erkeklerinki gibidir.

SAÇ TUVALETİ VE PEÇE

Saç tuvaletleri farklıdır, çünkü onlar saçlarından ar­


kada böğürlerine kadar sarkan geniş bir örgü yaparlar,
saçlan ço k kısa olanlar, örgülerini göğüslere kadar asılı
olan satenden bir örtü içinde saklarlar, y ah u t da olduk­
ça uzun sun'ı bir örgü takarlar. Başı örtm ek için evde,
kırm ızı çuhadan yapılm ış bir başlıkları vardır, bu tıpkı
bizim gece başlıkları gibidir, fakat oldukça uzundur,
onun üzerine tam ortasına incileri çepeçevre dikerler.
Bu başlığı kulakları tam am en örtecek şekilde giyerler
ve onu alt kısm ında altın ve ipek çiçekleri işlenm iş,in­
ce bezden yapılm ış güzel bir m endil ile bağlarlar, bu
onlara güzel bir görünüş verir. D ışarıya çıktıkları zaman
bunu kullanm azlar ve yaldızlı kartondan bir başlık ta ­
karlar; bu başlık oldukça yüksektir ve üst kısmı alt kıs­
m ından daha geniştir.
B undan başka, sokağa çıktıkları zam an, başlannı
gözlere kadar alm da örten bir çarşafla bürünürler, göz­
lerin altından başlayan ve burnu ve ağzı kapayan ve ba­
şın arkasında düğüm lenen bir diğer örtü de bütün yüz­
den ancak gözleri dışarda bırakır ve h a ttâ çıplak elle
dolaşm aları ayıptır, bu sebeple onlar elleri gizleyen
göm lek ve ceketler giyerler; bununla beraber bazen bir
sokağırt köşesinde,görülm ediklerine inandıkları bir sıra­
da bir dosta veya hoşlandıkları genç bir adam a görün­
m ek için peçelerini kaldırırlar, bununla şereflerini te h ­
likeye atar ve sopayı göze alırlar.
Bu kadınlar çok güzel ve kibirlidirler, hem en hem en
îıepsi de, kocalan ekm eğini zor kazansa bile, brokardan
elbise giym ek isterler; bununla beraber bütün günü bir

- 138 -
divan üzerinde birşey yapm aksızın geçirecek kadar son
derece tem beldirler, ancak birkaç m endil üzerine ç i­
çekler işlerler. K ocalan biraz para verir vermez onu bir
hizm etçi edinm ek için kullanırlar. Bu büyük işsizlik,
onlan kötü huylu yapar ve bütün düşüncelerini eğlen­
m ek için bir zem in hazırlam ağa verirler.

TÜ RK LERİN KADINLAR HAKKINDAKÎ


FİK İR L E R İ

Türkler kadınların cennete gideceğine inanm azlar ve


onları akıllı hayvanlar olarak kabul ederler; onları bir
a tta olduğu gibi sadece hizm etlerine alırlar, fakat bir­
ço k kadına da sahiptirler ve ço k zam an sekste kullanır­
lar, böylece terkedilm iş olduklannı gören bu zavallı ka­
dınlar kocalarından alam adıklarına sahip olm ak için
gayret ederler. Onlar ço k kıskançtırlar ve erkekler ka­
dınların bu husustaki zayıflıklanm bildikleri için onla-
n n başka erkeklere görünm esine müsaade etm ezler; yü­
zü veya sadece elleri görünen bir kadının nam usu leke­
lenm iş olacak, sopayla döğülecektir ve bunun için on­
lar kadınlan nam az sırasında erkeklerin dikkatini çekm e­
sinler diye camilere gönderm ezler, onlar çarşıya hiç
gitm ezler ve h a ttâ kocalannın dükkânına dahi girm ez­
ler; erkek d o stlann evde kadınları görm esine izin veril­
m ez, sonuç olarak onlar hem en hem en hiç dışarıya
çıkm azlar, ancak ham am a giderler; durum u iyi olanla­
rın da evlerinde ham am lan vardır ve bu kişilerin kadın­
ları koruyan hadım ları bulunur ve bu kadm lann koca­
ları kadar hürriyetleri yoktur.

BOŞANM A

Kadınlar kocalan gibi boşanm a hakkına sahip değil­


dirler, eğer kocası ona m ecbur olduğu şeyleri ekm ek,

- 139 -
pilâv, kahve, haftada iki defa ham am a gitm e parası te ­
min edem iyorsa boşanm a hakkına sahiptir, bunlardan
birini ona tem in edem iyorsa, kadın boşanm ak için Ka-
d ı’nın önüne çıkabilir, çünkü kocasının ihtiyaçlarını
karşılayacak im kânı y oktur, Kadı evine gelerek şikâ­
yetleri haklı bulursa, kadının isteğini kabul eder.K oca­
sı, âdetlerin hilâfına kadından yararlanm ak istediği za­
m an kadın boşanm ak isteyebilir, bu durum da Kadı'ya
gider ve hiç bir şey söylem eksizin terliğini ters çevire­
rek koyar; kadı bu dili anlayarak kocayı getirtm ek için
birini gönderir, bu suçlam adan dolayı erkeğe sopa atı­
lır ve kadın boşanabilir.

XXXII
TÜ RKLERD E ÖLÜLERE AĞLAMA ADETİ,
ÖLÜLERİ GÖMME VE M EZARLIKLAR

AĞLAMA

Türkiye'de biri öldüğü zaman kom şuları hemencecik


bunu öğrenirler, çünkü ölü evindeki kadınlar ümidleri
kırılmışcasına büyük çığlıklar atarlar: bütün dostları ve
kom şuları haberdar olarak hem en gelirler ve aynı hava­
ya girerler, çünkü oradaki bu ziyaretler avutm ak için
değil ağlam ak için yapılır. Böylece ağıt düzerek hep be­
raber ağlarlar, fakat bu iç karartıcı bir ağıttır, ağlaya­
rak ölünün m ethini yaparlar, meselâ ölenin karısı şöyle
diyecektir "O beni ne kadar da severdi, bana lâzım
olan herşeyi verirdi", vs. ve diğerleri de aynı şeyi söy­
lerler, sonra zaman zam an hep beraber çığlıklarım yük­
seltirler, herşey kaybolm uşa benzer, bu ağıt saatlerce
devam eder. Fakat bir süre sonra hiç kimse kalm az, ağ­
lanmaz ve eğer birkaç kadın gelirse ağlanm aya tekrar
başlanır. Bu günlerce devam eder ve bazen yılın sonun­
da yeniden başlarlar. Bilmeyenler ya da ağlayam ayan­

- 140 -
lar veya bu zahm ete girm ek istem eyenler, para ile bu
işi yapan ağlayıcılar tutarlar.

CENAZE MERASİMİ

Bütün bu ağlam aları nihayet ölüyü toprağa vermek


için yapılan m erasim e katılm a izler ve ölünün akrabala­
rı yahut dostları onu yıkarlar, tüylerini traş ederler,
çünkü Türkler vücut tem izliğini o kadar severler ki, ay­
nı şeyi ölüleri için de yaparlar. O nun etrafında günlük
yakarlar, bu günlüğün vücudun etrafındaki kötü ruhları
ve şeytanları k o rk u ttu ğ u n a inanırlar, sonra T an n 'd an
ona m ağfiret dileyerek onu kefene sararlar, fakat m e­
zarda m elekler ölüyü sorguya çektikleri zam an kolayca
diz çöksün diye kefenin ayak ve baş kısm ını açık bıra­
kırlar. Bizde olduğu gibi onu tab u ta koyarlar; eğer ölen
asker ise tab u tu n üstünü kırm ızı ile örtm ek zorundadır­
lar, eğer şerifse yeşil örtü olmalıdır ve eğer hiç biri de­
ğilse siyah örtü örtülür, bunun üst kısmına ortaya ölü­
nün m esleğine göre bir sarık konulur, yeniçeri ise kır­
mızı bir sarık, sipahi ise kırm ızı ve beyaz, şerifse yeşil,
diğerlerine de beyaz sarık konur.

GÖMME

Bundan sonra m ezarlığa getirilir, din adamları bazı


dualar okuyarak ve sık sık T anrı'm n ismini söyleyerek
önden giderler, arkadan akraba ve dostları gelir, sonra
da bütün yol boyunca sanki çıldırm ış gibi hep beraber
çığlıklar atan ve iki elleriyle boyun üzerinde bir mendil
tu tan ve bunu k âh oradan k âh buradan çeken kadınlar
gelir.N ihayet ölünün gömülmesi lâzım gelen yere gelince
onu tab u tta n çıkarırlar ve m ezara koyarlar, sonra ka­
dınlar orada ağlayarak bırakıp giderler, eğer bu ileri ge­
len bir kimse ise cenaze arabasını atlar çeker.

- 141 -
M EZARLIKLAR VE TÜ RBELER

Türk mezarları ile hıristiyanlarınki arasındaki fark,


Türklerin ölüyü m ezara koyduktan sonra, üzerine ölü­
nün üstünü örtecek şekilde verev tahtalar koym alarıdır.
Mezarın bir kenarına bu tahtaların bir ucu konur, diğer
ucu ise karşı üst kenarına gelecek şekilde otu rtu lu r, hı-
rıstiyan ülkelerinde böyle yapılm az, fakat ölülerini ta­
butla gömmezler.
Mezar toprakla örtüldükten sonra baş tarafına ölüyü
sorguya çekecek m eleklerin ona daha iyi davranm aları
için oturabilecekleri bir taş konulur; zenginler ise m e­
zarlarını m erm erden yaptırırlar ve bizdekiler gibi ölü­
nün sarığının işlendiği taş ise daha yüksekçedir. Bazen
başa koydukları taş, ölünün portresi olacak şekilde taş­
tan bir sarık şeklindedir, ayak ucuna konanda ise kita­
besi bulunm aktadır. Şehirlerin havası m ezarlıklardan
çıkan kokular ile bozulm asın diye m ezarlıklar daim a
şehrin dışındadır. Bu sebeple de Türk m ezarlıkları ile
hıristiyan m ezarlıkları arasında fark vardır; ayrıca me­
zarlıkları, yoldan geçenler ölülere dua etm eleri ve ha­
yırla anm aları için büyük yolların yanında bulunm akta­
dır. Ve hayrat olarak köprü ve buna benzer, halkın hiz­
m eti için bir eser yaptıranlar um um iyetle bunu kulla­
nanların hayır dualarını almak için yaptırdıkları eserin
yanına gömülürler. Bu m ezarlıklarda bir şehir inşa ede­
cek kadar ç o k taşın dikilm iş olduğu görülür.
Akrabaları ve dostları ölüyü göm dükten sonra m er­
hum u siyah m eleklerin işkencesinden kurtarm ası için
bazı günler m ezarın başına gelerek T anrı'ya dua eder­
ler; ve ona şöyle derler: "K orkm a fakat onlara cesaret­
le cevap ver" ve kadınlar da dostları ile birlikte oraya
gelerek saatlerce kalırlar, evde yaptıkları gibi yarım gün
m ezarı başında ölüye ağlarlar. O radan geçen ve bu
durum u gören birisi onların deli olduklarını zannet­
mez. Cuma günleri birçokları yiyecek ve içecek geti­
rerek, m ezarın üzerine koyarlar ve gelip geçenler de
bunları serbestçe yiyip içebilirler, onlar bunu m ezarın
başına gelenlerin ölü için T anrı'ya dua etm eleri m ak­
sadıyla yaparlar.

XXXIII
TÜ RKLERİN MİZACI

Türklerin âdetlerini uzun uzun anlattıktan sonra Ş u ­


rada küçük bir özet yapm ak, onların huy ve âdetlerinin
ana hatlarını belirtm ek iyi olur.
H ıristiyanların ç o ğ u Türklerin şeytan, barbar, im an­
sız kişiler olduklarına inanırlar, fakat onları tam m ış ve
onlarla konuşm uş olanlar farklı bir düşünceye sahiptirler,
zira m uhakkak ki, Türkler iyi kim selerdir ve kendinize
yapılmasını istem ediğiniz şeyi başkalarına da yapm ayı­
nız em rine çok iyi uyarlar.
Ben burada Türklerden bahsediyor isem, bunlar b aş­
ka bir dinden müslümanlığa geçm iş olan, Türkiye'de ol­
d u k ça fazla sayıda bulunan ve türlü kötülüğü yapabilen­
leri değil de gerçek Türkleri kastediyorum . Türkler,
müslüman, hıristiyan yah u t m usevî herkes için iyi şey­
ler iisterler.
Türkler, m üslüm anlan olduğu kadar hıristiyanları da
aldatm aya ve hırsızlık yapm aya müsaade etm ezler.
Frenklere niçin bu kadar hakaret ettiklerinin bana so­
rutabileceğim biliyorum . F ak at D oğu'daki frenkler ara­
sında hâkim otan şeytanca bir arzu ile onları birbirine
kırdırtan, onları bozan ve böylece Türkleri kırdırtan
Frenklere karşı bu şekilde davranm ağa sevkedenin hı-
ristiyan ve yahudiler olduğu m uhakkaktır. Tefecilik
Türkler arasında büyük bir günahtır ve pek az yapüır.
TÜRKLERİN FA ZİLETLER İ

Onlar ço k dindar, ç o k yardım severdirler, dinleri için


ço k gayret gösterirler, onu bütün dünyaya yaymakla
vazifelidirler ve onlar bir nıristiyaııa değer verirlerse on­
dan müslüman olmasını rica ederler. Hükümdarlarına
çok bağlıdırlar, ona büyük saygı duyarlar ve körü körü­
ne itaat ederler, Türklerin hüküm darlarına ihanet ettiği
ve hıristiyanların tarafına geçtiği görülm em iştir.
Onlar hiç kimseye sataşm azlar ve şehirde askerler de
dahil kılıç taşım azlar yalnız hançer taşırlar. Türkler az
kavga ederler, düelloyu hiç bilm ezler. Bu esasen Hz.
M uham m ed'in akıllı politikasından ileri gelm ektedir,
onlar arasında kavganın iki büyük kaynağı vardır, şarap
ve oyun, çünkü kendini bilen Türkler şarap içm ezler ve
içenlere, sarhoş eden afyon ya da balık otu çiğneyenle­
re de hiç değer vermezler. O yuna gelince, kim ne kadar
oynarsa oynasın bunun sonucu daima h içtir; asla dö-
ğüşm ezler, çünkü eğer aralarında bir kavga çıkarsa, ilk
çıkaran uzlaşır veya şik â y e tçi olan karşısındakini şa­
hitler önünde adaletin huzuruna çağırır, o da gitmeği
reddedem ez ve m ahkum olurdu; orada her biri kendi
durum unu anlatır, haksız olan m ahkum edilir ve ekseri­
ya sopa yiyerek bu cezasını çekerdi.
Türkler kanaatkârdırlar ve etin ne m iktarında ne de
kalitesinde aşırı titiz değildirler; lokantacılar orada çok
iş yapam azlar; ve onların yem ek için yaşadıkları değil
yaşam ak için yedikleri söylenebilir. Bu, onlar için söy-
lenebilen hem en hem en lıerşeydir.

TÜ RKLERİN KUSURLARI

Kusurlarına gelince, diğer hiçbir m illetle ölçülem e­


yecek kadar kibirlidirler; dünyanın en yiğitinin kendile­
ri olduğunu ve dünyanın yalnız kendileri için yaratıldı-

- 144 -
ğını düşünürler. Türkler genellikle bütün m illetleri ve
bilhassa hıristiyanlar ve yahudiler gibi, kendi dinlerin­
den olm ayanları hakir görürler; hıristiyanlara um um i­
yetle köpekler derler. Öyle boş inançları olan Türkler
vardır ki, sabahleyin evlerinden çıkarken eğer ilk ola­
rak bir hıristiyaıı veya yahudiye rastlarsa "E uzu bil-
lalı ıııinel şeytan el—ra d n ı” yani: "Tanrı bizi şey tan ­
dan korusun" diyerek hızla evlerine geri dönerler.
Halk tabakası, bir hıristiyanla, bilhassa eğer bu bir
frenkse, alay etm enin iyi bir hareket olduğuna inanır;
bu bizim giyimimizin onlardan farklı olduğu için böy-
ledir, onlar çok şaşırırlar ve bu kıyafetim izle bize k u y ­
ruğu olm ayan m aym unlar derler; fakat İstanbul'da ge­
rek ahbap olsunlar gerek olmasınlar frenklere karşı bü­
yük bir saygısızlık yapılm az, çünkü eğer onlar kötü bir­
şey yaparlarsa derhal cezalandırılırlardı,bilhassa sarhoş­
luk sebebiyle daim a sopa atılırdı.
Ben. hiç bir zaman eziyet çekm edim , sadece İstan­
b u l’da birgün diğer Fransızlar ile birlikteyken yeniçeri­
ler bulunm adığı bir sırada, küçük çocuklar bize elm a
koçanı attılar, fakat dükkânlardan işçiler çıkıp onları
kovalayınca kaçtılar. İstanbul’dan hareket etm ek iste­
diğim sırada kralın elçisi M. de la H aye’ı ziyarete g itti­
ğim zaman hoşum a gitm eyen bir şey olup olm adığını
sordu ve ben ona olmadığını, yalnız bir defa şapkam ı
yere attığım ı (şapka görm ek onları şaşırttığı için bu
sık sık yapılır) söyledim , bahtiyar olduğum u ve başka­
larına nazaran buradan iyi hatıralarla ayrılabildiğimi
söyledi.
Türkler ilimle az uğraşırlar ve okuyup yazm ayı ö ğ ­
renm ekten m em nundurlar, um um iyetle içinde m edenî
ve dinî hukukun yer aldığı K ur’an üzerinde araştırm a
yaparlar; bazıları astroloji ile ve biraz da diğer bilim ler­
le uğraşırlar.
Onlar âşık olurlar fakat bu kaba bir aşktır; çünkü

- 145 -
lutidirler ve bu onlarda yaygın bir kusurdur, bütün şar­
kılarında şarap ve bu gizli aşklardan başka bir tem a iş­
lenm ez, böylece onu gizlemezler. Ç ok cim ridirler, bu
sebeple dostlukları para ya da diğer hediyelerle kolay­
lıkla kazanılır, para karşısında ço k nazik davranırlar ve
hüküm darın karşısında para ile elde edilem eyen hiç bir
şey yoktur. A ncak para ile başlar uçurulabilir ve niha­
yet para orada her zam an olduğu gibi büyük bir kuvvet­
tir. Alelade kimseler içki ile satın alınabilir.
Onların âdetlerinin işte başlıcaları.

("Milletlerin psikolojisi güvenilmez bir bilgidir. Theve-


n o t'y a göre Türklerin psikolojisi de diğerleri gibidir. O,
D oğu'da yerleşm iş frenklerin olduğu kadar F ransa'da­
ki Fransızların idealleri üzerinde söz söyleme hakkına
sahiptir. Bu, iki misal ile izah edilir. Kutsal Toprağın
bir dindarı "Bu güzel, kibar ve değerli şahsiyetlerin gü­
zel niteliklerinin kısa bir özetini" ortaya koyar, bunlar
Türkler, M ağripliler ve A raplardır; işte ona göre Türkle­
rin nitelikleri: "Kibirli, şerefli* dalkavuk, k u rn az." Aca-
demie Française sözlüğünün ilk baskısındaki "T ürk"
m addesinde şu misal vardır: "G erçek bir Türk: sert,katı
yürekli, m erham etsizdir." Tlıevenot'nun peşin hüküm­
süz kendi şahsî tecrübesine dayanarak ortaya ko yduğu
uriıum î görüş, o genellikle tek olan olum suz yönü kadar
önem li olan olum lu yönünü de ortaya koyar.^

XXXIV
HÜKÜMDAR

( H alktan, Türk vatandaşından bahsettikten sonra


şim di de hüküm dar anlatılacak. O nun tasviri daha
klâsik, zira çizim i daha kolay. T hevenot, sultanı bir
kudret ve eneıji devi haline getiren eski m odaya boyun
eğmezse yeni Türklük m odasını verem ez. Eğer vezirleri

- 146 -
ondan daha fazla idarede söz sahibi iseler,bir M urat IV,
bir M ehmed IV — Thevenot bunu tan ıy o r— "hüküm­
dar çocukları, kadınlan, harem ağaları, dilsizleri ve cü­
celeri" ile birlikte sürekli bir yalnızlık içersinde günleri­
ni tatlılıkla geçirm ekten başka bir kaygısı olm adığı"
şeklinde küçültülem ez (Voyage du Levant, Paris,1624
eserin yazan Baron de C ourm enin'in fikri). T hevenot-
nun diğer bir orijinalliği: Hüküm dar ailesinin erkekleri­
nin, hüküm dara rakip olacak düşüncesiyle sistemli bir
şekilde öldürülmesi, hüküm dar açısından âdi bir cinayet
değil bir siyası müessesedir.>
Türkler, Sultan dedikleri tek bir hüküm dann tebası-
dırlar ve diğer m illetler ona büyük gücü sebebiyle Türk-
lerin im paratoru ya da Büyük Hüküm dar derler. Bu im ­
paratorluk babadan oğula geçer ve başlangıcından beri
Osmanlı hanedanının elindedir; bu aile Türkler arasında
k utlu kabul edildiği için başka aileden gelen birini hü­
küm dar yapm a fikri asla yoktur.

MEHMED IV (1 6 4 8 -1 6 8 7 )

Halen hüküm süren hüküm dar, Sultan M ehmed ismi­


ni taşır; Sultan İbrahim 'in oğludur;ben İstanbul'da b u ­
lunduğum sırada, 1655'de, 15—16 yaşlarındaydı. Bana
oldukça küçük, esm er ve m elankolik gibi geldi. Sol ya­
nağında, babasının yapm ış olduğu bir yaranın izi vardı.
Çünkü bir gün yarı sarhoş vaziyette oynam ağa başla­
m ış ve oğlunu kendisi ile birlikte oynam ağa çağırm ış,
bu küçük çocuk ise babasına şu cevabı verm işti: "O y­
nayacak kadar deli değilim . Bu cevaba Sultan İbrahim
ç o k kızar. "Ben deliyim " der ve aynı anda sol yanağı
üzerine bir h an çer darbesi vurur, eğer kadınları m âni
olm asalardı onu öldürecekti.Bazıları da ona attığı bir
şişe ile bu yarayı yaptığını söylerler.
Hükümdar öldüğü zam an oğlu onun yerine geçer ve

- 147 -
eğer oğlu yoksa erkek kardeşi yerini alırdı. Yeni hü­
küm dar Haliç üzerindeki Eyüp Camiine deniz yoluyla
giderdi. Bu camiin ortasında, m erm er ayaklar üzerinde
yükselmiş olan gene m erm erden bir kürsü vardı. Hü­
küm dar bu kürsüye çıkarak, biraz dua ettik ten sonra
müftü onun kılıcım kuşatır, sonra hükümdar bir grup
süvari ile İstanbul'a girerdi. Bu süvari grubu saraya ka­
dar onunla beraber gelirdi.

BİR İDARÎ TA SA R RU F OLARAK


KARDEŞ KATLİ

T a h t'a geçen hüküm dar kendisini em in hissedebilme­


si için erkek çocuğu olduğu takdirde kardeşlerini öl-
dürtürdü. Erkek çocukları olmadığı zaman im paratorlu­
ğu aynı aileden başka birine verm eme ve Osmanlı aile­
sine son verme, ki bu da büyük bir günah olacaktı, k o r­
kusu ile nadiren tahta erkek kardeşleri geçerdi. Bu de­
fa Sultan Murad onu başka şekilde yaptı; çünkü onun
ne aile ve ne de varis diye bir endişesi yoktu .çocukları da
olm am ıştı, şim di hükümdar olan Sultan M ehmed'in ba­
bası Sultan İbrahim hariç bütün kardeşlerini öldürttü,
bu zâlim hüküm darın yaptıklarım duyan Sultan İbra­
him 'in annesi onu, ölmüş göstererek saklayabildi. Er­
kek kardeşleri yok etm ek istedikleri zam an, hanedan
m ensuplarının kanının dökülem eyeceği için ipekten bir
ip yahut yayının kirişi ile boğdurtm ak adetti. Ayrıca
yukarda söylediğim gibi, yüksek mevki sahibi kişilerin
nadiren başı kesilir, fakat öldürülmeğe karar verildiği
zaman boğdurulurlardı. Eğer erkek kardeşlerini öldürt­
mek istemezlerse, onları hiçbir haber alam ayacak şekil­
de göz altında bulundururlardı; ben İstanbul'da bulun­
duğum sırada hükümdarın hayatta erkek kardeşi oldu­
ğunu ve bunların sayısını bana söyleyebilen hiç kim se­
ye rastlamadım.

- 148 -
Hükümdarı kardeş katline m ecbur eden sebep sadece
taht üzerinde hak iddia edebilecek bir kişinin bulunm a­
sı değil, fakat hüküm darın birkaç kardeşi bulunduğu
takdirde, hüküm dar olanı hergün tedirgin eden,ona karşı
gösteri yapan veya ücretlerini arttırm ak isteyen askeri
birliklerin içinde bulunan küstah kimselerin eline fır­
sat verilm em esidir; ve eğer onların isteklerini reddeder­
se tehdide ve şöyle bağırm ağa başlarlar: "Tanrı bize
kardeşinizi bağışlasın" bununla, ondan m em nun olm a­
dıklarını, tah ttan indirerek kardeşini hüküm dar yapa­
caklarım ifade etm ek isterler. Onlar bu tem elden m ah­
rum olurlarsa hüküm darlarına karşı saygılı davranırlar;
fakat her ne kadar zaruri olursa olsun bu siyaset İnsanî
sayılmaz.

HÜKÜMDARIN EĞLENCELERİ

Tahta geçtikten sonra hüküm dar daha çok eğlence


im kânları bulur ve bu işle birçok kimse vazifelidir; da­
ima onu eğlendiren ve bazı m aharetleri olan soytarılar
vardır. Harem deki kadınlar onun eğlenm esine yardım ­
cı olam azlar, bütün paşalar, ona en güzel kadınları bul­
mak zorundadırlar.
Pek ço k lan hüküm darın, içm ek, yem ek, yatm ak ve
bilinmesi zor benzeri şeylerle bütün giiıı sarayında na­
sıl vakit geçirdiğini uzun uzun anlatırlar.Bu hususta
saraydan çıkm ayan hadım lar ve bazı içoğlaıılaıından
başka kimse bir şey bilmez. Bunlar hakkında pek özel
bir şev bilm iyorum , bunlar dışarıya haber sızdırmazlaı-
dı. Yalnız saraydan yeııi çıkm ış olan bir içoğhm dan
öğrenm iş olduğum u söylem ekle yetineceğim . Hüküm­
dara yem ekler porselenden daiıa kıym etli Çin toprağın­
dan ve /.elıire karşı panzehir olan kaplarla verilirdi. Ay­
rıca onun, altınla kaplı elli tane tabağı vardı. Bu tabak­

149 -
lar ona aslen Messinah m uhtedi Kılıç Ali Paşa tarafın­
dan Calabra'da ele geçirilen büyük ganim et arasından
takdim edilm iştir.
Her ne kadar Türkler arasında altın ve gümüş takım ­
ları yem ek esnasında kullanm ak yasak ise de, hükümdar
onları kullanm aktan vazgeçmezdi. Hükümdarın annesi
Vâlide Sultan'a da kırk gümüş tabakla servis yapılırdı.
Bahçelerde veya eğlence yerlerinde yapılan fevkalâde
ziyafetlerde, tıpkı elçilere, hüküm dar tarafından kabul
edilm eden önce divanhanede verilen ziyafette olduğu
gibi porselenden ve to praktan kaplar kullanılırdı. Bu zi­
yafetler esnasında hüküm dar hiç kimseyle konuşm az ve
kendisini iyi tanıyan dilsiz soytarıların yaptıklarıyla il­
gilenirdi. Bu soytarılar,daim a hükümdarı güldürebilmek
için aralarında çeşitli m askaralıklar yapm akla m eşgul­
düler.

GÜNLÜK İŞ L E R

Padişah devlet işleriyle devamlı ilgilenirdi ve bunla­


rın yürütülmesini tam am en vezirlerine bırakırdı. Vezir­
ler haftanın m uayyen günlerinde bu işlerin başlıcalannı
ona arzederlerdi. Bazı işler vardı ki, bizzat vezirler tara­
fından kendi m aiyetlerine yaptırılırdı. Her ne kadar eğ ­
lence düşkünü ise de, Sultan Murad işleri ile bizzat ken­
disi m eşgul olurdu ve halen hüküm dar olan Sultan Meh-
med, amcası Sultan M urad'ın yolundan giderek onlarla
sam im iyetle ilgilenm ektedir.

HÜKÜMDARIN GEZİLERİ

Hükümdar sarayında oturm aktan sıküdığı zam an de­


nizde ve nadiren karada gezintiye ç ık ard ı;çü n k ü vezir­
ler halkın hüküm dara kendilerinden şik ây et etm esin­
den korkarak, onun gezintilerine mümkün m ertebe m â­

- 150 -
ni olm ağa çalışırlardı. Zira haksızlığa uğram ış olanlaı
hüküm darın sokaktan geçm esini beklerdi ve o geçtiği
zam an dilekçelerini mümkün m ertebe yükseğe kaldıra-
bildikleri bir sopanın ucuna takarlardı. Bunu gören hü­
küm dar onu almak için adam gönderir ve onu aldırır-
dı. N eticede, vezirler hüküm darın, kendilerinin verdik­
leri bilgilerden fazlasını öğrenm esini istem ezlerdi.
B irçok defalar hüküm darın gezintiye çıktığını gör­
düm ; fakat onu gördüğüm ilk seferinde, onun sarayın­
dan bir yıldır çıkm am ış olduğu bana söylendi. Karada
gezintiye çıktığı zam an ya yanında ç o k az kimse bulu­
nurdu veya ç o k şatafatlı bir alay düzenlenirdi; daha
sonra anlatacağım gibi bu gezilere şahit oldum . Deniz­
de gezintiye çıktığı zam an, daim a yanında az kişi olur­
du. Saltanat kayığı G alata'nm karşısındaki sahilde bu­
lunan sarayın yakınm a getirilir ve burada kayığa binerek
ya Üsküdar'a ya da Karadeniz'e gezmeğe giderdi. Bu
saltanat kayığı gösterişli, yaldızlı, ço k sayıda fakat sah­
te taşlarla süslüydü. Bu kayığın her iki tarafında her bi­
ri poturlarının veya donlarının üzerine bir göm lek giy­
miş olan iki bostancı tarafından çekilen yirm idört kü­
reği vardı; başlarına giydikleri serpuşlar yarını karış
yüksekliğinde ve bütün bostancılarınki gibi lâl rengin-
deydi: bunlar, bu fırsattan faydalanan Bostancı başının
güvendiği kimselerdi.
Sağda kürek çekenler, hepsi bostancı—başılığa nam ­
zet m üslüm anlaştm lm ış hırıstiyan çocukları idi. Solda
kürek çekenler ise bu göreve asla gelem eyecek olan ç o ­
ğunlukla A nadolulu Türk çocukları idi. Onlar saraydan
ayrılırken elde edebildikleri en büyük tazm inat günde
iyi bir para olan seksen k u n ış idi: o halde sağda olanlar
bostancı başı görevinden sonra yeniçeri ağaları veya
paşalar veyahutta eyalet valileri olabiliyorlardı. Eğer
bu bostancılardan biri kürek çekerken küreği kırarsa,
hüküm dar ona bulunduğu mevkie göre kuvvetinin kar-.

- 151 -
şılığı olarak ya bir avuç akçe veya bir avuç altın verir­
di. Sultan Süleyman zam anında bunlara üç altın verili­
yordu.Bununla beraber onların kürekleri kırması kuv­
vetleri ile değil fakat daha ziyade hileyle oluyordu.H ü­
küm dar saltanat kayığına binmeden önce ekseriya küre­
ği biraz kırarlar, sonra da kürek çekerken bu kürekler
kolaylıkla kırılırdı. Bu saltanat kayığının dümeni, bos­
tancı başı tarafından idare edilirdi.
Bu gezintilerden başka hükümdar, bazen kıyafet de­
r iş tir m iş olarak, sıradan bir kişi gibi, em irlerinin tam
olarak yerine getirilip getirilm ediğini gözetlem ek için
şehirde gezerdi, şim diki hüküm dar bütün işlerinde
amcası Sultan M urad’ı içten taklid ediyordu; İstanbul'
da bulunduğum sırada hemen hem en her gün kıyafet
değiştirm iş olarak çıkıyor ve birkaç kişi onu biraz ge­
riden takip ediyordu ve onu takip edenler arasında bir
cellât da bulunuyordu. G alata'da okluğu gibi İstanbul'
da da sokakta birçoklarının başlarını kestiriyordu; bu
işler daha ziyade şehrin asayişi ile görevlendirilm iş kim ­
seler tarafından yerine getiriliyordu. Hükümdarın, bu
kıyafet değiştirerek yaptığı teftişlerde luristiyanlar da­
ha az cezaya çarptırılıyorlardı, çünkü onlar kötü dav­
ranm ağa cesaret edem iyorlardı. Bazen bir fırına uğru­
yor ve oradan bir ekm ek, ve bazen bir kasaba gidiyor
oradan bir parça et satın alıyordu. Bir gün bir kasap,
ona koym uş olduğu narhın üzerinde et satm ak isteyin­
ce, cellâta işaret ederek derhal kasabın başını vurdur­
du.

SULTAN MURAD VE TÜTÜN

Fakat daha çok tütün içm e yüzünden birçok kimse­


nin başı vuruluyordu. Bir gün İstanbul'un sokaklarında
iki adam ın başını vurdurdu, çünkü onlar tütün içiyor-

152 -
kırdı. Tütün içen Türklerin bulunduğu bir sokaktan
geçm eden birkaç gün önce burnuna kokusu geleceğini
söyleyerek orada tütün içm eği yasaklattırıyordu. Fakat
yaşadığı m üddetçe sigara içm eği yasaklayan amcası
Sultan M ıırad'ı taklit etm ek için bunu yaptığını zanne­
diyorum . Bazılarını burunlarına bir çubuk geçm iş ola­
rak, bazılarım da, boyunlarına tütün bağlı olduğu halde
astırıyordu ve bu hususta kimseyi affetm iyordu. Sultan
M urad'm tütünü yasak etm esinin başlıca sebebinin, ek­
seriya insanların ağızda çubuk ile uyum aları,onun y a ­
tağa düşerek ateş alması veya daha önce söylediğim gi­
bi buna benzer başka bir sebeple İstanbul'da büyük
tahribata yol açan yangının çıkm ası olduğu kanaatin­
deyim.
Tütün satanları bulabilm ek için şüphelendiği yerlere
ve tütünün rahatlıkla satıldığı dükkânlara gidiyordu ve
bir tütün yaprağı için çok m iktarda altın vererek ve ri­
ca ederek onu kimseye söylem eyeceği hakkında yemin
e ttik te n sonra tütün"; alıyor ve palasını çekerek satıcı­
nın başını kesiyordu.
Bu konuda, onun hakkında oldukça hoş bir hikâye
anlatılır. Bir gün,Üsküdar'da kıyafet değiştirm iş olduğu
halde İstanbul'a geçen bir kayığa bindi; bu kayıkta çok
sayıda insan vardı ve onlar arasında Anadolulu bir sipa­
hi, borcunu ödem ek için İstanbul'a geliyordu. Güçlük­
le kayığa bindikten sonra tütün içm eğe başladı, hiç
kimse ona bir şey söylem eğe cesaret edem iyordu; an­
cak Sultan Murad ona yaklaşarak hükümdarın yasağın­
dan korkup korkm adığını sordu. Bu sipahi üstten baka­
rak ona, hüküm darın da iyi vakit geçirdiğini, sarayında
kadınlar ve çocuklar ile iyi eğlendiğini ve sarhoş oldu­
ğunu söyledi. F akat kendisinin böyle bir im kâna sahip
olm adığını ve tütüne de bir ekm ek kadar ihtiyaç d u y ­
duğunu ilâve e tti ve hükümdar da onun tütün içm esine
m âni olam adı ve sonunda hüküm dara tütün isteyip is­
tem ediğini sordu. Sultan Murad ona ç o k alçak sesle tü­
tün istediğini söyledi ve sipahinin çubuğunu alarak,
kim seye görünmem e endişesi ile kayığın bir köşesine
gizlenerek çubuğunu içti. İstanbul'a geçtikleri zam an,
biri diğerine, yapacağı işlerden bahsederek G alata'ya
geçm ek için her ikisi de bir kayığa bindiler. Karaya
çıktıkları zaman Sultan M urad, sipahiyi iyi bildiği bir
yere şarap içm ek için davet e tti ve sipahi de bunu ka­
bul etti. Sultan M urad onu adam larının kendisini bekle­
dikleri yere götürdü (çünkü hüküm darlar kıyafet değiş­
tirerek gezdikleri zaman adam larına belirli bir yerde
beklem elerini em rederlerdi) ve oraya oldukça yaklaş­
tıkları zam an, ç o k kuvvetli olan sipahiyi tek başına
zaptedebileceğine kanaat getirerek onun yakasına ya­
pıştı.
Sipahi bu ataklıktan şaşırdı ve Sultan M urad'm sık
sık kıyafet değiştirdiğini hatırlayarak, onun hüküm dar
olduğundan hiç şüphesi kalm adı, bir an kendini kaybe­
derek hem en onu kem erinden kavradı ve Sultan M urad'
ın böğrü üzerine bir darbe indirdi, sonra da onu yere a t­
tı ve kaçtı. Sultan M urad bu darbeye karşılık verem edi­
ği için çok kızarak, kendisine vuran cesur kişiyi yaka­
lam alarım , kendisine getirm elerini ve sipahiye büyük
m ükâfat vereceğini bildirdi. F ak at sipahi hükümdarın
bu sözüne inanm adığı için bulunm adı.

XXXV
SADRAZAM VE TÜ RK İMPARATORLUĞUNUN
DİĞER BA ŞLICA G Ö REV LİLERİ

Y ukarda söylediğim gibi, hüküm dar devlet işleri hak­


kında ya az bilgi alır yah u t hiç almazdı. Ancak netice
bekleyen işlerle ilgilenirdi. Çünkü öteki işlerle ilgilen­
m enin .kudretine halel getireceğine ve zararlı olacağına
inandığından görüşm ede hazır bulunm ayı gereksiz sa-

- 154-
yardı. Onun yardım cısı sadrıâzam dı. Çünkü norm al ola­
rak yedi vezir vardı ve birinci vezir bütün selâhiyeti
elinde bulunduruyor ve her işi yapıyordu.

SADRIÂZAM

Elçileri görüşm ek için o kabul ederdi. Elçiler vazife­


leri esnasında hüküm dar tarafından ancak iki defa kabul
edilirlerdi,'biri gelişlerinde, diğeri ise ayrılışlarında. An­
cak bunlar merasim m ahiyetinde kabullerdi ve bu ka­
bullerde işten bahsedilmezdi. Sadrıâzam onların teklif­
lerini dinler ve cevap verirdi. O rdunun ihtiyaçlarını te ­
m in eden de odur. Dâvalara o bakar, suçluları m ahkûm
eder, şehrin asayişini o kontrol ederdi. N ihayet, im pa­
ratorluğun bütün işleri onun üzerindeydi; hüküm dar gi­
bi hareket ederdi fakat hüküm dar ünvamnı taşım azdı.
Bu görev çok yorucudur ve bir sadrıâzam kendisi
için pek az zaman bulabilirdi. Onlar bütün bu işleri bü­
yük bir şevkle yaparlar; bütün bunlara rağm en bazı sad-
rıâzam lar kısa bir zam an sonra da öldürülürlerdi. Sadrı-
âzam altı ay bu vazifede kaldığı zam an hünerli bir kişi
olarak kabul edilirdi ve ekseriya bu vazifeden ayrılırlar­
dı; çünkü bu görevi yaparken pek ç o k düşm an kazanır­
lardı,- bunların b azdan isteyerek bir kısm ı da diğer kişi­
lerin akraba veya dostlan olduklan için düşm an olur­
lardı. A dalet asla m em nuniyetsizlikler olmaksızın uygu­
lanam azdı. Sadrıâzam birinin gönlünü kırardı. Eğer bu
m em nun olm ayan kişilerin hüküm darın yanında nüfuz­
ları varsa, bu nüfuzu veziri görevden aldırtm ak ve onu
öldürtm ek için kullanırlardı. M emnun olanlar ise onun
görevde kalm ası için yardım cı olurlardı. Bu durum çok
sefer idarede geçerli olur. S.adnâzam bir yere gitm ek
için yola çıktığı zaman düşm anları daha kuvvetlenir­
ler ve ölüm ferm anım alm ayı başarırlardı. Hemen ona
bir kapıcı gönderilir,ona yetişince ölüm ferm anını gös-

- 155 -
terirv ölüme m ahkûm edilen, hükümdarın emrini alır,
onu öper, bu emre duyduğu hürmeti gösterm ek için
başına koyar, abdestini alır, sonra duasını eder ve başını
cellâda teslim ederdi. Kapıcı onu ya bizzat kendisi veya
beraberinde götürdüğü adamları ile b o ğdurtur, sonra
başını keser ve İstanbul'a götürürdü. Böylece onlar, hü­
küm darın em rine körü körüne itaat ederler; kapıcılar bu
idam işinde ya pek az bulunurlar, ya da hiç bulunm az­
lardı; zira hüküm darın emri ile öldürüldükleri zaman bir
savaşta düşm anların karşısında şehit düşenler gibi ola­
caklarına inanırlardı. Bu sırada bu kadar aptalca dav­
ranm ayan pekçoklan da vardır ve bana öyle geliyor ki,
bir m üddetten beri bu şehit olma iddiasından vazgeç­
meğe başlam ışlardır; onların, ölümü bu kadar sakin bir
tavırla kabullenm eleri ancak masallarda görülür.
Asya'daki isyanlar ne sebeple m eydana geliyordu.Bu
isyanlar ancak m em nun olm ayan paşalar tarafından ya­
pılıyordu. Bunlar İstanbul’a geldiklerinde düşm anları­
nın hazırlattığı ölümle karşılaşacaklarını biliyorlardı:
ancak taşraya gittikleri zaman kendilerini destekleyen
büyük kalabalık buluyorlardı ve kısa zam anda büyük
ordular kuruyorlar herşeyi tahrip ederek İstanbul kapı­
larına kadar dayanıyorlar ve bu şehre korku saçıyorlar-
lardı. Bu durum da bu âsilerin elebaşıları vezir^ tayin
’edilerek silâhları ellerinden alm ıyor ve kısa zaman son­
ra da idam ediliyorlardı; bu herkesin düştüğü bir tuzak­
tır; çünkü bu vazife isyancıları elde etm eğe ve onları
İstanbul'a çekm eğe yarıyordu.
Türkleri uzun zaman K andiye'de idaresi altında tu ­
tan Hüseyin Paşa vezirlik görevini hiç istem iyordu.O na
defalarca teklif edildiği halde, ordu ve halk tarafından
sevildiğini, büyük gelir tem in ettiği K andiye'den uzak­
laştırm ak için ona bu görevi verm ek istediklerini farke-
derek, hiçbir zaman vezirliği kabul etm edi; hükümdarın
bazı kıskançlıkları olması sebebiyle bu adadan dışarıya

- 156 -
çıkar çıkm az boynunun vurulacağından şüphe etm i­
yordu ve bütün bu ileri görüşlerine ve senelerce bundan
kaçm asına rağm en nihayet tuzağa düştü.
Fakat yeniden sadrıâzam olabilm ek için büyük bir
hırsla hareket ettiklerini görünce, b irço k Türk'ün söyle­
miş olduğu gibi, onların bilhassa düşm anlarından in ti­
kam alm anın tadına varmak için bunu istediklerine
inanıyorum . Bu vazifeye tayin edilmesinin daha b a ş­
langıcında bir sadrıâzam m b irçok kişinin başını vurdur­
duğu görülm ektedir; fakat kendisi de bu âkibete her aıı
uğrayabilirdi.Saraya gittiği zaman tekrar dönüp dön­
m eyeceğinden şüphe ediyordu.
Bununla beraber ölen sonuncu sadrıâzam birkaç yıl
vazifesini icra e tti ve eceliyle öldü. B unun için ç o k ihti­
yatlı davranm ak ve her tarafta, fakat bilhassa sarayda
dost edinm ek icap etm ektedir. Hüküm darın annesinin,
hasekilerinin ve hadım ağalarının dostluklarını kazan­
mak gerekm ekteydi* kızlar ağası yah u t diğer bazı kim ­
selerin hüküm darın yanında itibarları oldukça büyük­
tür. Bütün bu dostlar, arm ağanlar ile elde ediliyordu.

DİĞER V A ZİFELİLER

Sadnâzam dan sonra gelen diğer vezirler Divan'ın ta ­


biî üyeleri olm alarına rağm en hem en hem en sadrıâza-
mın istediği şeyleri yapabilirlerdi. Diğer başlıca vazife­
lilerden birisi de ordunun hâkim leri durum unda olan
ve adalet cihazının başı durum unda bulunan kadıleş-
kerlerdir, zira onlar sivil işlerde olduğu kadar askerî iş­
lerde de adalet cihazını işletiyorlardı... Eskiden an­
cak iki kadıleşker vardı: biri A nadolu'nun, diğeri ise
R um eli'nin; fakat Sultan Selim 'in Mısır'ı fethinden son­
ra bir üçüncüsü, Mısır'ın kadıleşkeri ortaya çıktı ¡o n lar­
dan sonra eskiden Fransa'daki adalet görevlilerine ben­
zeyen kadılar vardı, çeşitli şikâyetler için onlara baş-

- 157 -
vurulur, onların önünde evlenilir, bir köleye onların h u ­
zurunda hürriyeti verilir ve onlar hüccet denilen senet­
leri veya emirleri verirlerdi. Onların tayininin hükümdar
tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. K aptanpaşalık
görevi de son derece önemlidir,* zira K aptanpaşa deniz
kuvvetlerinin kum andanıdır,‘buna Deniz Beylerbeyi adı
da verilm ektedir. Ayrıca burada anlatılması çok uzun
sürecek olan ve başlıcalannı söylediğim iz daha birçok
önemli görevler de bulunm aktadır.
Bütün bu görevlere tayin edilenler sık sık değiştirilir­
di ve İstanbul'da bulunduğum sekiz aylık zam anda üç
m üftü, üç sadrıâzam ve üç kaptan paşa değişti. Bunla­
rın çocukları, babalarının eski servetlerine hak kazana­
m adıkları için ç o k zengin değillerdir. Çünkü görevden
alındıkları zam an bütün m allarına hüküm dar tarafından
el konuyordu.

XXXVI
D İV Â N -1 HÜMÂYUN

"DİVÂN N E D İR "

Divân kelimesi sadece, daha önce bahsettiğim gibi


salonların bir ucunda yer alan yarım ayak ya da bir
ayak yüksekliğinde, bir halı ile örtülm üş seki değil, ay­
nı zam anda bazı günler vezirlerin veya diğer m em urla­
rın önem li işleri görüşm ek için yaptıkları toplantı anla­
m ına gelm ektedir. Bu divân düzenli olarak haftanın
d ö rt günü toplanır; sarayın ikinci avlusunda bu iş için
ayrılm ış bir salonda cum artesi, pazar, pazartesi ve sah.
Vezirler ve divânın diğer üyeleri sabahtan itibaren ora­
dan ayrılmazlardı. Divân toplantısına katılanlar: vezir­
ler, kadıleşkerler, beylerbeyleri, hüküm darın mührünü
taşıyan ve resmi yazılan mühürleyen nişancı; defterdar­
la!; burada görüşülenleri zapta geçiren k â tip le r; kapıcı

- 158 -
başı ve çavuş başı divanhanenin girişini em niyet altına
alırlardı. Burada devlet işleri görüşülür ve bütün davalar
son olarak görüşülüp burada hükm e bağlanırdı. Çünkü
hangi m illet ve dinden olursa olsun herkes örada dinle­
nirdi. En fakir olanı bile bizzat vezire şikâyetini bildir­
m ek ve ona dilekçesini verm ek hakkına sahiptir; vezir
şikâyeti dinler ve adalete uygun kararını verir. Eğer da­
va borç ile ilgili ise vezir bir çavuş göndererek b o rç lu ­
yu buraya getirttirirdi. Borç verenin en az iki şahidi ol­
ması gerekirdi. B orçlu orada borcunu ödem ek zorunda­
dır, aksi halde hapse atılır ve ödeyinceye kadar hapiste
kalır. Eğer bu dava cinayet ile ilgili ise, itham edenlerin
sağlam delil ve şahitleri varsa, suçlu ölüme m ahkum
edilirdi.

"AD ALETİN SÜ R 'A T İ"

Bütün işler burada süratle yapılır. Bir mesele ortaya


konunca, araştırılır, yargılanır ve hükm e bağlanırdı. Bir
dava en fazla d ö rt veya beş gün içersinde neticelenirdi.
Ancak iş ço k zor olduğu zam an dava uzayabilir. Böyle-
ce taraflar birbirleri aleyhine destek bulm a im kânına
sahip olam azlardı. Eğer orada bazı adaletsizlikler olu­
yorsa kaygılanm am ak lâzım dır, çünkü divânın duvarı­
nın üst kısm ında tavana yakın bir yerde, siyah bir k u ­
m aş ile örtülü bir pencere vardır, buradan hüküm dar is­
tediği zam an kendisi farkedilm edeıı, divanda bütün ya­
pılanları ve söylenilenleri görür ve iş itir ; divânın üyeleri
hüküm darın pencerede olup olm adığım bilm ezlerdi.On-
lar bir adaletsizlik yaptıklarında, eğer hüküm dar bunu
öğrenirse veya ona divanda geçenler doğru bir şekilde
anlatılırsa, yanlış hüküm verenlerin hayatına malolur-
du.
HÜKÜMDARIN BİRİNİ HUZURUNA KABULÜ
Divânın yanında, hüküm darın gelirinin saklandığı ha­
zine dairesi bulunm aktadır. Hazine divanın toplandığı
günde açılırdı. Önce çavuş başı işlerin tam am olup ol­
m adığını kontrol e ttik te n sonra mührü açar ve hâzine­
den para alındıktan veya para konduktan sonra tekrar
kapatılır, sonra vezir mührünü çavuş başına verir; o da
hâzinenin kapısını kilitlem eğe giderdi. Divân toplandı­
ğı zaman yeniçeri ağası, kapıcı başı ve çavuş başı ile,
hükümdarın huzuruna çıkarlar, bu ağa hükümdara geli­
şinin sebebini belirtir, sonra dönerdi. O ndan sonra ay­
nı şekilde sipahiler ağası, sonra kadıleşkerler, sonra da
divanın bütün m em urları ve nihayet vezirler ve eğer ka­
bul edilecek olan elçiler varsa onlar hüküm darın huzuru­
na çıkarlardı,* elçiler, vezirlerden sonra hükümdara tak ­
dim edilirlerdi. Bütün bu görevliler böylece her gün
yapm ış olduklarını bildirm ek için divândan hükümdara
giderlerdi. O nlardan hiç birisine hayatları için garanti
verilemezdi, zira hükümdar ufak bir bahane ile derhal
idam hükmü verebilirdi.

XXXVII
ASAY İŞİN SAĞLANMASI

"TÜ R K LER D E İNZİBA T”

Tiirkler her hususta düzeni severler ve bu düzeni sağ­


lamak için ellerinden geleni yaparlar; zaptiye asayişi
sağlayan kuvvetlerin başında gelm ektedir; onlar inziba­
tı temin etm ek için büyük bir gayret sarfederleı ; İstan­
bul'da herşey bol ve ucuzdur; orada, sebzeler ve taze
meyvalar başka m em leketlerde olduğu gibi ateş paha­
sına satılm az, herşey daim a uygun bir fıatla satılır ve
meyvaları daha erken pazara getiren,diğerlerinden da­
ha çok para kazanm a im kânına sahiptir. Eğer malını
bir Türke pahalı bir fiatla satm ak isteyen birisi bulunur­
sa, ona dayak atılırdı veya yargılandıktan sonra dövü­
lürdü ve ayrıca para cezasına çarptırılırdı. Bu sebeple
malların satılm asında ölçüleri kontrol eden m em urlar
bulunm aktadır, onlar her gün dolaşırlar ve eğer hatalı
terazi kullanan yah u t mallarını pahalıya satan birine
rastlarlarsa orada sopa atarlar ve para cezası verirlerdi.
Bütün bu cezalardan korkarak satıcılar size daima iste­
diğiniz m iktardan biraz fazla verirler.Bu sebeple alış­
veriş yapm ayı öğrenm esi için küçük bir çocuk dahi pa­
zara gönderilebilir, çünkü kimse onu aldatm ağa cesaret
edemezdi ve bazen zabıta m em urları ona rastlayarak
mali kaça aldığını sorar ve onu tartar ve aldatılıp alda-
tılınadığını kontrol ederlerdi; eğer çocuk aldatılmışsa
satıcıya ceza verm ek üzere onu kendileri ile birlikte
götürürlerdi.
Ben, kilosunu beş akçeye kar satan bir adama ayak­
lar altında nasıl sopa atıldığını göıdüın. çünkü tartıda
hile yapm ıştı. Bir diğeri de bir çocuğa iki misli fiatla
soğan satm ıştı, bu çocuğa rastlayan zabıta m em urları
ona soğanın eksik verildiğini gördüler ve satıcıya gide­
rek, ona otuz değnek vurdular. Türklerin, hileli tartı
kullanan satıcılar için başvurdukları daha az can yakı­
cı fakat cem iyet içinde onu utandırıcı olan bir başka
cezaları daha vardır; onlar adam ın boynuna iyice birle­
şen iki levha koyarlar ve bunun ortasında yuvarlak bir
delik olacak şekilde oyarlar, bu delikten adam ın boy­
nuna geçirirler, bu levhalara ağır yük asarlar ve çıngı­
raklar bağlarlar; bu adam ı herkes tanısın ve kendisiyle
alay etsin diye bu vaziyette şehirde dolaştırırlar.
K A RIŞIK LIK LA R VE KAVGALAR

Sokaklarda m eydana gelebilecek olan karışıklık ve


kavgalara gelince, herkes bunlara m âni olmak zorun­
dadır; bu hususta yürürlükte olan bir kanun herkesi asa­
yişle ilgilenmeğe zorlar, buna göre herhangi bir kimse
eğer sokakta bir hıristiyan, bir Türk ya da bir Yahudi
ölüsüne rastlarsa ve onu kimin öldürdüğünü bilmezse
kapısının önünde bulduğu ölünün kanını ödem ek zo­
rundadır; bir adam ın kanının bedeli 500 kuruş ya da
45.000 akçedir, böylece kapısı önünde bir gürültü işi­
ten veya hiç olmazsa bunu yapanlara dikkat eden bir
kimse buna m âni olm ağa çalışır; bunun için Türkler
birbirini kontrol ederler; fakat hıristiyanlar için daima
adaletsizlikler yapılır.
İstanbul'da iken fakir bir Rum G alata'da m eyhane­
den çıkan Türklere rastladı; Türkler ondan elinde tu ttu ­
ğu çiçekleri istediler ve birine verdikten sonra, diğerine
hiç kalm adığını söyleyerek verem eyeceğini belirtince
bu şahıs, ruma bir hançer darbesi vurdu ve sonra kaçtı.
Bu şahıs, keşişlerin önünden geçerken, ona yardım e t­
m ek m aksadıyla kaldıkları yere götürdüler, fakat rum
burada öldü, bu olay Galata kadısı tarafından öğrenilin­
ce, keşişlerden ve onların karşısında oturan Fransız t a ­
cirden bu adam ın kanının bedelini istedi; fakat onlar
için şans eseri bu kadı d ört ya da beş gün sonra b o ğ d u ­
ruldu ve onlar daha parayı ödem em işler ve korku ile
oturdukları yeri terketm işlerdi.
Geceleyin bir karışıklığın çıkm am ası için sokağa
çıkm ak yasaklanm ıştı. Ram azan ayında bu yasak kal­
kıyordu. Gece sokakta inzibatı tem in etm ekle vazifeli
olan subaşı bütün gece sokakta dolaşır ve birine rastlar­
sa onu kadıya götürürdü. Kadı getirilen şahsa niçin gece
sokakta dolaştığını sorardı, daha sonra da suçlu bulur­
sa hapse atar, ertesi sabah da sopa attırırdı, ve sonra

- 162-
para cezası alınırdı, eğer o bu saatte sokakta bu lu n d u ­
ğu için haklı bir sebep söyleyem ezse ve aynı zam anda
değnek cezasına çarptırılm anızsa, onun gece sokakta
yakalanması haysiyet kırıcı olurdu.

PARA

Burada İstanbul'da tedavülde olan paradan bahsede­


ceğim.
A kçeler, üzerinde hükümdarın ism inden başka işaret
olm ayan paranın küçük birim idir, onların tanesi sekiz
denier değerindedir, fakat pek çok sahte olanları da
vardır, buna dikkat etm ek lâzım dır. O tuz santim lik bir
ödem e yapm ak için, her birini çeyrek saat incelemek
icap eder; büyük ödem eler için ise bütün bir gün lâzım ­
dır. Bu işi daha kolay yapm ak için akçeleri tahta de­
likli levhalar üzerinde sayarlar; bu levhaların para­
lar düşmesin diye, paraların keseye doldurulm asına
müsait olan bir tarafı hariç, kenarlan yüksekçe ç e rçe­
velenm iştir; buna hem en hem en benzer şeyler Fransa'
da maliyeci ve bankacılarda v ard ır; onun üzerinde bü­
tün iyiler seçilir ve kötüler bir tarafa ayrılır.

( Akçe sadece Osmaıılı İm paratorluğu içinde kullanı­


lan bir paradır. Uluslararası ticaret için Venedik ve bil­
hassa İspanyol paraları kullanılır. Thevenot'nıın İstan­
bul'da bulunduğu senelerde Marsilyalı tüccarlar Türk
pazarlarına tedavüldeki on santim değerinde olan beş
santim lik Fransız paralarını soktular. Bu durum Fransız
tüccarları açısından kârlı olmasına rağm en Doğu pazar­
larındaki güveni sarsıyordu (Paul Masson. H istoiıe du
com m erce fraııçais dans le Levant, Paris, 1896)
TÜ RKİYE'DE CEZALAR
T ürkiye’de alışılagelen cezalar sopa atm a, yahut
ayak tabanına ve kalçalara vurm adır.
Ayak tabanına vurma şöyle olur; onların, bir delik­
len diğer bir deliğe birb u çu k ayak genişliğinde,orta kıs­
mına doğru iki yerinden delinm iş büyük bir değnekleri
vardır, bu iki delikten bir ip geçirilir; döğühnek istenen
kimse yere yatırılır ve ayaklar bu ip ile değnek arasın­
dan geçirilir ve iki adam , adam ın iple değnek arasında
olan ayakları hiç kımıldamasın diye değneği uçların­
dan tutarlar. Ve sopayı iyice kaldırarak tabanları yuka­
rı dikerler, diğer iki adam her biri küçük parm ak bü­
yüklüğünde bir sopa veya değnekle önce biri sonra di­
ğeri örse vuran dem irciler gibi kendilerine verilen em re
göre ve yeter denilinceye kadar zavallının ayaklarının
tabanına vururlar. İşkence edilen kimsenin gözlerinin
yuvalarından fırlaması bu işkencenin zâlim ane olduğu­
nu gösterir. Bilhassa üç veya dörtyüz değnek "yedik­
te n " sonra aylarca hiç yürüyem eyenler vardır, fakat
otuz kadar sopa yiyen pek rahatsız olmaz.
Kalçaları üzerine vurulacağı zam an, karın üstü yatı­
rırlar ve külotun üzerinden, aynen ayak tabanlarına vu­
rulduğu şekilde dövülür, bazen onlara beş veya altıyüz
kadar sopa vurulur, fakat bu ç o k tu r ve eğer bir kimse­
ye bu şekilde m uam ele edildiyse, gangren olması kor­
kusuyla öldürücü ve şişm iş olan derisini ustura ile kes­
mek lâzım dır; bu şekilde cezalandırılan birisi beş veya
altı ay oturam az; kadınlar da buna lâyık oldukları za­
man dövülürler, fakat asla ayak tabanlarına vurulmaz.
Onlar bu cezalara sık sık başvururlar. Hafif suçlar
için ve daha önce söylediğim gibi, her sopa için karşılı­
ğı ödetilir. Efendiler, hizm etkâr ve köleleri kendilerine
karşı işledikleri en ufak suç için ayaklar altına sopa vu­
rarak cezalandırırlar; onlar da bu sebeple fevkalâde iyi
n i/m et ederler,* onların aizm etinde bütün bir gün elleri
karınları üzerine bağlanm ış lııvara dayalı heykeller ui

- 164 -
bi, efendilerinin em irlerini bekleyen ve hiç göz kırpm a­
dan itaat eden hizm etkârlar görürsünüz. O kuldaki hoca­
lar da öğrencilerini hıristiyanlann kam çılam aları yerine
ayaklan altına vurm ak suretiyle cezalandırırlar.

"CAN İLERİN İDAM T A R Z I"

Ölüme m ahkûm edilenlerin cezalarının icrasına gelin­


ce, bunlar; asmak, kafasını kesm ek, kazığa o turtm ak
veva çengele asm aktır; birini asılmak için götürdükleri
zam an, eğer yoida bir hıristiyana rastlarlarsa, onu cel­
lât olarak kullanırlar ve bir keresinde bu iş için görev­
lendirilm iş olan bir Fransız tüccar, bundan hiçbir şekil­
de kaçam ayarak kendisine em redilen işi yaptı; asılacak
olan iki kişiyi astıktan sonra, başka olup olm adığım
sordu, bundan son derece öfkelenen Türkler bu hıristi-
yanın herkesi asmak istediğini söyleyerek onu taşladılar,
fakat adam daha sonra kurtarıldı. Baş kesme hususun­
da onlar çok m aharetlidirler ve bir darbede kelleyi u ç u ­
rurlar. Kazığa o turtm a şeklinden zaten bahsedeceğim ,
çünkü İstanbul'da bu az uygulanır.
Çengele asmaya gelince, bu birçok yerinden tıpkı
kasaplarınki gibi ucu sivri dem irden çengellerin bulun­
duğu bir ceza aletidir. Üst kısm ına suçlu palanga ile
konduktan sonra, düşm eğe bırakılır ve düşerken asılır,
eğer bu asma işi vücudun orta yerinden ise kötü bir-
şey yo k tu r, çünkü bir seferde ölür, fafcat eğer çengel
başka bir taraftan tutuyorsa bazen orada üç gün eziyet
çekm eğe devam eder ve nihayet acıkm ış ve susamış
halde acıdan kıvranarak ölür. Bu işkence o kadar zâli-
m anedir ki, Türkler bunu pek nadir tatbik ederler.
Onlar tekrar hıristiyan olan dönm eleri, boyunlarına
barut dolu bir ç an la ve başları üzerine de ziftlenm iş bir
başlık koyarak yakarlar. F akat İslâm dinine karşı kötü
birşey yapan ya da söyleyen veya bir Türk kadını ile

- 165 -
m ünasebette bulunan veya bir camiye giren hıristiyan-
lar kazığa o turtulurlar; bununla beraber Hıristiyanların
belirli saatlerde girebildikleri bazı cam iler vardır. Hıris­
tiyanların eğer müslüman olmazlarsa öldiirtüldükleri
pek çok haller vardır, çünkü bir Hıristiyan yapm ış oldu­
ğu bazı cinayetlerden müslüman olmak suretiyle haya­
tını tekrar kazanabilir, fakat Türkler hayatlarını k u rtar­
mak için hiçbir çareye sahip değillerdir.

XXXVIII
HÜKÜMDARIN ORDUSU

Hükümdardan ve onun başlıca görevlilerinden bahset­


tikten sonra, ona bu kadar büyük bir güç kazandıran ve
kom şularının m asraflarını her giiıı arttıran askeri kuv­
vetlerinin neler olduğunu söylem ek lâzım dır. Hüküm­
dar ordusunu gerek barışta gerek savaşta daim a hazır
tu ta r ve ıkı ayda bir onların m aaşları ödenir, onun pi­
yade ve süvarisi vardır. Piyadenin pek çok sınıfları var­
dır;

PİYADE

Hükümdarın sarayını koruyan ve okçu olan kapıcı­


lardan bahsetm ek lâzım dır; kapıcı "K apı" kelim esin­
den geîir. Kapıcılar sarayın kapılarını korurlar ve hü­
küm dar birisini kabul ettiği zaman onun yanında olur­
lar ve başka kimseleri hüküm darın huzuruna çıkaranlar
da bizzat bunlardır: Hükümdar İstanbul dışında o h ıı bi­
rinin başını istediği zaman onu almak üzere bir kapıcı
gönderir: kapıcıların sayısı üçbin kadardır ve kum an­
danlarına kapıcı başı denir. Bazen hükümdarın isteğine
göre sayıları artabilir; onlar başlarına koni şeklinde, ya­
rım ayak uzunluğunda bir başlık giyerler.

- 166 -
Solaklar da piyadedirler, ordunun o k çu grubunu te ş ­
kil ederler. Hükümdar şehre gittiği zam an onun etrafın­
da bulunurlar. Solaklar merasime katılırken kollu, önü
işlemeli, kem erli, göm lekleri görünecek şekilde, daima
tem iz ve güzel bir ceket giyerler; başlıkları güzel bir k u ­
m aştan olup ucu sivridir, buna ibik şeklinde tüyler tu t­
turulm uştur. O nlar om uzlarında yay ve sağ om uzların­
da ilıtivaç duyulduğunda hem en çekm eğe hazır olan o k ­
larla dolu bir sadak bulunm aktadır, onlara solaklar de­
nilir, çünkü hüküm darın sağ tarafında bulunanlar okla­
rım çekm ek zorunda oldukları zam an, hükümdara arka­
larını dönm em ek için yayın kirişini sol elleri ile çeker­
ler.

YEN İÇERİLER

Yaya ordusunun esasını yeniçeriler teşkil eder. Bun­


lar kısm en haraç karşılığında toplanan çocuklardır .on­
lar İstanbul'a götürülür ve saraylarda yedi yıl m üddetle
iyi bir dinî eğitim görürler; burada birçok şeyler öğre­
nirler, cesaret ve zekâlarına göre vazifelerinde ilerlerler,
fakat en güçlü kuvvetli olanlar arasından yeniçeriler,
acem ioğlanlar ya da bostancılar seçilir. Bu toplam a beş
yıldan beş yıla yapılır. O halde yeniçeriler haraç karşı­
lığı toplanan çocuklardan, kendi arzulan ile müslüman-
Iığı kabul edenlerden (büyük ekseriyetle) az sayıda
Türk asıllılardan m eydana gelir. Bu ordu, ilk defa birin­
ci Osmanlı hüküm darı E rtu ğ ru l'u n oğlu Osman tarafın­
dan kurulm uştur. (1)

(l)Yeniçeriler teşkilâtı ilk olarak Sultan I.Murat tarafından


kurulmuştur. (Çevirenin notu)

- 167 -
Yeniçeriler gerek sayıları (İstanbul'da bulunan oniki
bin yeniçeriden başka im paratorluğun çeşitli eyaletle­
rinde de çok sayıda yeniçeri bulunm aktadır), gerekse
onlara verilen im tiyazlar sebebiyle oldukça kudretlidir­
ler. Onların büyük topluluğu kardeşler diye adlandırılır
ve kendilerini korum ak hususunda asla zorluk çekm ez­
ler; her istediklerini yaparlar ve subaylarından hiç biri
onlara el kaldırm ağa cesaret edem ez; dünyada yeniçeri­
ler kadar saygı gören hiçbir ordu tanım ıyorum , bir ye­
niçeriyi dövmüş olan bir kim senin hayatını kurtarabi­
lecek hiçbir im kânı yoktur.
Herkese adalet icabı dayak atılabildiği halde onlara
kim se dokunm ağa cesaret edem ez, elçilerin ve konso­
losların, önlerinde yürüyen ve evlerinde kalan birkaç
tane yeniçerileri vardır. Bir frenk şehre veya kıra, bir
kötülük gelm esinden korkm aksızın gitm ek istiyorsa, ya­
nma elçiden bir yeniçeri alır ve bu yabancı, dönüşünde
yeniçeriye birkaç akçe öder. Yeniçeri de elinde bir
değnekle onun önünde gider, bununla frenke bakm ağa
cesaret edenlere vururdu.
Yeniçerilerin giyinişi diğer Türklerinkinden farklı
değildir, fakat onların saç şekli ayrıdır. Onların saçları
kazak yeni gibi yapılm ış olup arkaya sarkm aktadır; b u ­
nun gayesi hem başı örtm esi hem de başlık gibi onsuz­
lara kadar inmesidir. Başlarına yarım ayak uzunluğun­
da ve bu saça bağlı olan koni şekilli bir külâh giyerler,
)u kısmı yaldızlı güm üştendir ve sahte taşlarla süslen­
m iştir. Bu külâha zerkülâh adı verilir ve bunu merasim­
lerde giyerler; fakat diğer zam anlarda yeniçerilere has
bir nişan olan yünden bir başlık taşırlar.
Ücretleri günde 2,3,4,5 veya 6 akçedir, hepsinin üc­
reti eşit değildir, ayrıca her yıl onlara bir m iktar kum aş
verilir. Bir hüküm dar tah ta çıktığı zaman onların ücret­
leri bir akçe daha arttırılırdı. Söylem iş olduğum gibi
sayıları onikibin olan kapı yeniçerileri 160 odalı iki

- 168 -
kışlada kalırlar; her odada 30, 40 ya da 50 kişi o tu ru r­
du. Bnskn verde kalm ak isteyenler kalabilir, fakat onla­
rın kaldıkları yerler aynı tarzdadır Çaldıkları yerlere oda
adım verirler ve her odada üç subay, bir oda başı var­
dır. Y eniçeri ağası bütün yeniçerilerin kum andanı ve
m üteferrikasıdır; yeniçeri ağası, kendi dairesinde birisi­
ne ceza verme hakkına sahip değildir, ancak bir yeniçe­
ri hakkında ona bir şik ây et olduğu zam an, onun hangi
odada kaldığım soruşturur, sonra onun oda başını ça­
ğırttırır ve şikâyeti ona bildirir, o da odasına götürür ve
orada geceleyin cezalandırırdı. Çünkü askerlere herke­
sin önünde dövm e ve ölüm cezası verilem ezdi; eğer ölü­
mü hak etm em işse onun ayakları altına sopa vurulur ve
eğer ölümü hak etm işse geceleyin boğulur, sonra bir
sandığa konularak denize atılırdı. Bütün askerlere bu
tarzda ceza verilirdi.
Yaya birlikleri arasında istihkâm hizm eti gören azap­
lar bulunm aktadır, bunlar yeniçerilerin önünde bulun­
m akta ve onlardan üstün sayılm aktadırlar; bunlardan
başka: cebeciler, to p çu lar veya başka b irçok yaya bir­
likleri daha vardır...

SÜVARİ

O rdunun esas kısım larından bahsettikten sonra süva­


riler ve ilk olarak nöbet görevinden m uaf olan çavuşlar
üzerinde duracağım , onların görevleri çok itibarlıdır,
çünkü hükümdarın ve paşaların bütün em irlerini onlar
yaparlar ve yabancı hüküm darlar nezdine elçi olarak
gönderilirler; çavuşlar bir ayak uzunluğundan daha
geniş çaplı fakat tam am en yuvarlak olm ayan, uzun
ve üst kısmı düz olan başlıklar giyerler. Bu ç eşit b a ş­
lıklar yüksek m evkideki kişilerin, hatta hükümdar
ve paşaların merasim başlıklarıdır; kum andanlarına
çavuşbaşı denilm ektedir.

- 169 -
M üteferrikaların hepsi de kıym etli kişilerdir ve bun­
lar parasız çalışırlardı; çünkü onlar hükümdar biz/at
gönderm ezse savaşa gitm ek zorunda değillerdi.O , m üte­
ferrikaların başıdır, bir yerin idaresine tayin olmak için
m üteferrika olm ak icap eder.
Bütün bunlardan başka, basit süvariler veya iıafıf a t­
lılar durum unda olan sipahiler vardır. Onlar iki sınıftır,
çünkü bir kısmı, diğer askerler gibi ücretlerini iki ayda
bir alırlar ve bu ücret 15, 20, 40 akçe olup biri diğerin­
den fazla veya eksik olabilir. Sipahiler altı alaya bölün­
m üşlerdir ve her birinin farklı renkte bir bayrağı ve bö­
lük ağası adı verilen kum andanları vardır; diğerleri ay­
lık alacak yerde, arpalık gibi, bir tım ara sahiptirler,
çünkü tim ar onlara fethedilen topraklar üzerinden bir
gelir sağlar ve bıı kişilere tımarlı sipahi adı verilm ekte­
dir: onların pek azı şehirlerde oturur, ekserisi dinarları­
na dağılm ışlardır; kendilerine verilen tım arlarının değe­
rine göre az ya da çok süvari ile hükümdarın hizm etin­
de bulunm ak zorundadırlar.
Sipahilerin bütün malları ve genellikle aylık alanlar­
dan çocuksuz öleıılerinki hükümdara kalır, fakat eğer
kız çocukları kalmışsa mirasın ancak yarısını alır ve oğ­
lunun yerine ölenin halefi olur.

SİLAH ALTINA ALMA VE ORDUNUN İAŞESİ

Yukarda bahsettiklerim den, hükümdarın iki veya üç-


yüzbiıı kişilik bir orduyu kısa zam anda nasıl teşkil e tti­
ği anlaşılabilir. Hükümdar savaşa gitm ek istediği zaman
ancak kendisinden m aaş alan herkese savaşa katılm aları
için emir verir, bu emri alanlar da kendilerinden iste­
nen şeyi yapm ağa hazırlanm ak zorundadırlar: bu daha
önce de herkesçe yapılıyordu; çünkü hüküm dardan ay­

- 170 -
lık alanlar büyiik çoğunlukta idi.
Bundan başka hükümdar, paşalara veya eyalet valile­
rine sefere katılm aları için em ir gönderir;oıılar zaten as­
kerlere yakışan büyük bir sadakatle mümkün olduğu
kadar çabuk sefere katılırlar ve bazen emirleri altındaki
askerin bir kısmını sefere gönderirlerdi. Sancaklar, ti-
marlı sipahileri ile birlikte sefere katılırlar; süvarilerin
Düyük bir kısmı sefere uşakları ile beraber gelirler^ bun­
lar hıristiyan ordularında olduğu gibi m aiyetinde bu­
lundukları adama iyi hizm et ederlerdi.
Onları sefere sevketıııek ve iaşelerini tem in etm ek
kendileri için kolaydır, çünkü beraberlerim le ço k az
eşyaları bulunur ve yorgunluktan fazla şik ây etçi ol­
mazlardı. Onlar pek az şeyle yaşarlar; biraz pirinç, ek-
mck,sıı,kahve ve tütüne saiıip olunca m em nun olurlar
ve bunlardan biri eksik olursa sabrederler ve şarapları
biten lııristiyanların yaptıktan gibi sefere katılm am az-
lık etm ezlerdi; Türkleriıı orduları da açlıktan hiçbir za­
man yok olmaz,' onlara her taraftan her çeşit yiyecek­
ler gelirdi. Çünkü aldıkları yiyeceğin karşılığını derhal
öderlerdi. H içbir kanşıklığa m eydan verilmez ve sefer­
de hırsızlık yapılmazdı. Bir pazarda imiş gibi herşey se­
fere getirilirdi. Hatta Türkler İranlIlara karşı savaşta
iken bile mallar, soygun tehlikesi olmaksızın bir ülke­
den diğerine bir ordudan diğer orduya em niyetle ge­
çerdi.
Sultan Murati Bağdat seferine altı ya da yediyiizbin
kişilik bir ordu ile gitti,- bazılarına göre ise bu ordunun
süvari ve piyade olarak sayısı dokuzyiizbiıı kişidir.Ç öl­
lerden geçm ek icabetti ve bununla beraber ordu aynı
intizam la yürüyüşüne devam etti. Hükümdar için or­
dunun savaş zam anındaki masrafı, barış zam anındaki
m asrafından çok olm uyordu, çünkü o sadece kendi
kapıkulu askerinin iaşesini tem in ediyordu. Paşalar ve
diğerleri ise kendi m aiyetindekilerin ihtiyaçlannı gide­

- 171 -
riyorlardı, fakat onlara bu kadar savaşlar kazandıran ve
şehirler fethettiren sadece bu özellik değildir, aynı za­
manda karşılarında kim olursa olsun savaşmak için de­
vamlı hazır olan, yorgunluk sebebiyle asla savaş meyda­
nını terketmeyen bu birliklerin değeri ve kuvvetini de
hesaba katmak lâzımdır; savaş meydanında düşmanları
kendilerinden fazla da olsa gerilemezler ve aslanlar gibi
dövüşürler.

ORDUNUN MORALİ

Onların bu kadar cesaret sahibi olmaları sahip olduk­


ları imandan ileri gelmektedir, zira onlar ölümü rahat­
lıkla kabul etmekte olup evlerindeki gibi savaş meyda­
nında ölümü kolaylıkla benimsemektedirler ve eğer
ömürleri bitmemiş ise yüzbin adam bile onların hayat­
larına son veremez, çünkü Kur’an, insanın vaktinden
önce ölemeyeceğini ve hiç kimsenin de onu geciktire-
meyeceğini belirtir: Kur'an'da yazılanı kabul ederek
hayatın uzamayacağına inanırlar, bu hususta onların
bir atasözü vardır; alna yazılan başa gelecektir: çünkü
onlar her birimizin kaderinin alnımızda yazılı olduğunu
söylerler. Bu inanç onları vebadan korkmaksızın karşı
koymaya sevkeder, bu inanç onların felâketlerden
korkmalarını da engeller; o şekilde ki bir vebalıya yak­
laşmaktan, ona dokunmaktan, öldüğü zaman elbisele­
rini giymekten çekinmezler.
Onların cesur olmalarını sağlayan başka bir husus da
dinleri için gösterdikleri gayrettir, çünkü onlar dinleri
için düşmana karşı dövüşürken ölürlerse şehit olacakla­
rına, Peygamberin onlara ölümden sonra vaad ettiği
zevkleri tadacaklarına inanarak, bu dinin müdafaa ve
yayılışı için hayatlarını seve seve fedâ etmekte gayret
gösterirler, ayrıca onlar hükümdarlarına körü körüne
itaat ederler ve döneceklerinden emin olmasalar bile

172-
gönderdiği yere giderler. Bütün bunlar onları ziyafete
gider gibi neşe ile savaşın en büyük tehlikelerine atıl­
mağa sevkeder.
Sultan M urad kalabalık bir ordu ile Bağdad önünde
birkaç gün düşm ana karşı hiçbir üstünlük sağlayam adı;
kendisine m ukavem et edildiğini görünce öfkelendi ve
u tan ç verici bir şekilde kuşatm ayı kaldırm aktan k o rk a­
rak, bütün ordusunu topladı ve hiçbir şey yapm aksızın
oradan çekilm enin utancını askerlerine anlatarak, bu
u tan ç ile m em leketine dönm ektense, onlarla birlikte
orada yok olm ak istediğini açıkladı, ertesi gün genel
bir hücum yapılmasını em retti ve şehrin alınmasından
önceki hücum dan kaçanları bizzat kendi eliyle öldürdü;
ertesi günü hücum yapıldı, herkes biliyordu ki, Sultan
Murad da icra adaıuı idi, herkes, askerler kadar subay­
lar da düşm anla om uza om ııza dövüştü ve çoğu öldüler,
fakat nihayet şehri hücumla elde ettiler.

SİLAHLANMA

Türkler, büyük ve cesur bir orduya sahip olmaları dı­


şında iyi silâhlanm aları ve silahlarını kullanm aktaki
m aharetleri ile de üstünlük sağlıyorlardı; çünkü hıristi-
yaıılaı* üzerindeki üstünlüklerini hangi durum da olurlar­
sa olsunlar özellikle giyimleri, binek hayvanları, silâhla­
rı ve koşum takım larının ihtişam ında gösterirlerdi.G ün­
de d ö rt akçe alabilen fakir bir yeniçeri elli ekii birik­
tirince bunu iyi bir fitilli tüfek ya da güzel bir kılıç sa­
tın almak için kullanacaktır; bu fitilli tüfekler büyük­
türler, bazen kırk, elli veya altm ış kilo ağırlığındadırlar.
Ben bunlardan seksenlk bir tanesini gördüm ;onlar tüfe­
ğe önce b aru t koyarlar,bunun üzerine dem irden bir so­
pa ile k u rşu n doldururlar so n ra sağ om uza dayadıkları
fitilli tüfeği sağ elle tutarlar,sol elle de fitilli tüfeğin o rta ­
sındaki halkaya ve tüfek dipçiğinin yakınındaki lıalka-

- 173
ya bağlı olan deriden bir bandı tutarlar ve bununla, fi­
tilli tüfeği hafif bir tüfekle yapılabildiği gibi ateşlerler.
Ben, K ahite'deki Fransız konsolosluğunda fitilli tü­
feğini iyi doldurduktan sonra bunu bir ağacın üzerinde­
ki iki kum ruya atan ve kum rulardan birini başından,di­
ğerini de karnından vuran bir yeniçeri hatırlıyorum .
Onların süvarileri için, bu ülkede kalm ış olan birkaç
Fransız ne derse desinler, onlar ata iyi binerler. Üzengi
leıi çok kısadır, fakat iri görünürler ve at üzerinde sanki
çivilenm iş gibi dik dururlar; bir gün Fransız m ahallesin­
de sarhoş bir sipahi gördüm, o kadar sarhoştu ki, des­
teksiz duram ıyordu ve atına bindiği zaman sallanmaksı-
zııı yüz çark yaptı: onlar atîarm a iyi bakm ağa çok iti­
na ederler. Atı için yulafı, onu tım ar etm ek için gerekli
takım ı, onun başına gelecek kazaya karşı ilâç olabile­
cek malzemesi hazu olm ayan hiçbir süvari yoktur. Sa­
bah olur olmaz kalkar ve onu tım ar eder. Bütün bunlar­
dan sonra, onların karada bu kadar kuvvetli olmalarına
ve giriştikleri herşeyin sonunu getirm elerine şaşm am ak
lâzım dır.

XXXIX
TÜRKLERİN DENİZCİLİKTE ZAYIFLIĞI

Türkler kara savaşlarında başarılı olm alarına rağm en,


denizde aynı başarıyı sürdürem iyorlardı, daima kaybe­
diyorlar ve bire karşı altı kişi olsalar bile asla üstünlük
sağlayam ıyorlardı; bu duıum denizcilikten anlayan k u ­
m andanların eksikliğinden m eydana g eliyordu;ben de­
vamlı olarak akınlar yapan ve meslekleri denizcilik olan
çoğu Fransız, İtalyan, İngiliz, Felem enk dönm esi Ber-
berilerin denizcilik tecrübesinden yoksun olabilecekle­
rini kim seden duym adım .
Türkler iyi gemi yapm ayı da bilm iyorlardı. 3u işte
hıristiyan köleleri çalıştırm alarına rağm en yine de iyi

- 174-
gemi inşa edem iyorlar ve bu gemiler iki yıldan fazla
kullanılam ıyordu. Kayıklar ve yük taşım ada kullanılan
diğer gemiler oldukça iyi yapılm aktadır; fakat savaş
için yapılanlar oldukça acem icedir; pek beğenm edikle­
ri halde Venedik çektirilerini taklit etm ekten başka bir-
şey de yapam azlar, fakat burada iyi netice elde
edem iyorlardı, çünkü mavna diye isim lendirdikleri on­
ların çektirileri ancak biraz geliştirilm iş kadırgalardır;
bu değiştirilm iş gemi yahut kaptan kadırgası bir yıl
kullanıldıktan sonra ertesi yıl mavna oluyordu.
Bir gemiyi yeniden inşa ettikleri ve onu denize indi­
recekleri zam an, diğer bütün gemiler ve kadırgalar ora­
da bulunurlar ve denize indirilecek olan gemi sancaklar­
la süslenir ve içinde müzisyenler bulunurdu; lim an hal­
kın bindiği kayıklarla doludur. H erşey hazır olunca,ye­
ni geminin üzerinde birçok kurban kesilir ve etleri fa­
kirlere verilir ve bundan sonra müzik eşliğinde m arşlar
çalarak gemi denize indirilir ve herkes defalarca "Al­
lah" diye bağ ırırd ı; gemi denize inince bütün kadırgalar
top atışları ile onu selâm larlardı.
Ben İstanbul'a varışım da bir kaptan kadırganın deni­
ze indirildiğini gördüm , fakat İstanbul'a gelişim den az
önce böyle bir merasim felâketle sonuçlanm ış, zira de­
nize indirilecek olan yeni gemi büyüktü ve içinde çok
kimse bulunuyordu, denize indirilir indirilm ez batm ağa
başladı ve geminin ön tarafına su girdi, orada pek çok
kimse boğuldu, onu selâm lam ak için gelmiş olan gemi­
ler ve kadırgalar dönm ek zorunda kaldılar.
Türkler gemilerine çok sayıda asker ve h a tta yeniçeri
koyarlar; fakat karada savaşa gitm ek var dönm ek yok
olduğunu bildikleri halde denizde para vererek m uaf
olabiliyorlardı.
Böyle sefere katılan herkese seferlu denm ektedir.O r­
dunun hareketinden önceki son üç gün içinde bu asker­
ler, ellerinde bir balta ile rastladıkları bütün hıristiyan

- 175 -
ve yaiıudilerden ve hatta ve bazen de Türklerden para
isteyerek sokaklarda dolaşırlar ve eğer para vermeyen
olursa, hiç tereddüt etm eden balta ile ona vururlardı.
Bu üç günlük m üddet içinde Hıristiyanların ve yahudile-
rin sokaklarda bulunm aları kendileri için iyi değildir.
Bu sırada bütün m eyhaneler, askerlerin sarhoş olarak
sokaklarda büyük çılgınlıklar yapm asını önlem ek m ak­
sadıyla vezirin emri ile kapatılm ıştır.
F akat İstanbul'da bulunduğum esnada Ç anakkale'de
yapılan savaş hakkında birşeyler söylem ekten kendim i
alam ıyorum ; bu savaşta hıristiyanlar ve Venedikliler
büyük başarı ve üstünlük elde ettiler.

- 176 -
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

İSTANBUL'DA BEKLENMEDİK BAZI


OLAYLAR
XL

ÇANAKKALE SAVAŞI
(1656)

(Onaltı yıldan beri Türkler ve Venedikliler Kandiye'


ye (Girit) sahip olmak için savaş yapmaktadırlar. Ma-
zarin tarafından girişilen aracılık teşebbüsleri başarı­
sızlığa uğramıştır. Bu sebepledir ki, Venedik donan­
ması Boğazlar önünde görünür.
Thevenot İstanbul'da bulunduğu müddet zarfında
yapılan Çanakkale deniz savaşından bahsederken Türk
denizciliğinin tasvirini de yapıyor. Bu kısımda, başşe­
hir halkının bu yeni bozgun karşısındaki reaksiyonu,
sonra da büyük şehrin hayatının diğer olayları yer al­
maktadır.)

Venedik ordusunun Çanakkale önüne geldiği haberi


İstanbul'a eriştiğinde, onları karşılamak için Türkler
hazırlıklarını süratlendirdiler.

- 179 -
Herşey Iıazır olunca Türk ordusu İstanbul lim anın­
dan Haziranın onyedisine rastlayan Cum artesi günü sa­
bahın onunda hareket etti. Bu sırada kaldığım evin bal­
konunda idim ve oradan bütün limanı görebiliyordum ,
çıkm ak üzere olan bütün gemileri kolaylıkla sayabili­
yordum .
Bundan altı ya da yedi gün sonra. Ram azanın ilk gü-
nii, müftü, sadrıâzam ve bütün halk orduya yardım e t­
mesi için Tanrıya dua ettiler... Fakat onların duaları bir
netice vermedi, çünkii yirm idokuz Haziran akşam ı Per­
şem be giinii, İstanbul'a iki ordunun yirm ialtı Haziran'
da savaşa »iliştiği ve Türk ordusunun m ağlup olduğu
haberi geldi, birkaç güsı sonra, bu savaşta bulunm uş ve
oradan kaçm ış olan bir yeniçeri, bana savaşın bütün te ­
ferruatını anlattı.

(D eniz savaşından bahseden bu kısım savaşla ilgili ha­


berler üzerine İstanbul’da hüküm süren havayı belirtm e­
si bakım ından çok enteresandır. Gene enteresan olan
başka bir husus da, T hevenot’nun Türklerden yana her
zaman m em nuniyetle ortaya koyduğu sem patiden, bu
kriz amuda vazgeçmesi ve Türklerin yabancılara karşı
olan reaksiyonlarından korunm ak ve Hıristiyan donan­
masının zaferinin sevincini paylaşm ak için, şehrin
Frenk toplum u ile yek vücut olm asıdır.)

Bu bozgun o kadar büyük oldu ki. bütün Tiirkler bu­


na çok üzüldüler ve Venediklilerin hâkim iyeti altına gi­
receklerini zannederek korkuya kapıldılar. Hükümdar
bu bozguna kalpten üzüldü, bir gün boyunca hiç yem ek
yem edi, hiçbir teselli ona tesir etm edi, çok ağladı ve
gelen hiçbir haberi dinlem edi; Berberî,Türk O rdusunun
bozguna uğradığı haberini ona söylediği zaman onu
derhal öldürttü. Bu m ağlubiyet haberinin doğru oldu­
ğunu kesinlikle öğrenince bütün adalara ve Veııedikli-

- 180
lerin çıkartm a yapabileceğinden k o rk tu ğ u yerlere acele
olarak asker gönderilm esini em retti. Çünkü o, Vene­
diklilerin İstanbul'a gelm elerinden kaygılanıyordu. Sur­
ların üzerindeki evleri y ık tırttı, zira bu evler şehrin yan­
masını kolaylaştırıyorlar ve m üdafaaya mani oluyorlar­
dı. Venedikliler göründükleri zam an, Türk lerin İstan­
bul'u terkedeceklerini tahm in ediyorum,- hükümdarın
derhal A sya'ya geçeceği kesindir ve onlar arasında, İs­
tanbul'dan Üsküdar'a geçm ek için bir kayıkta yer bu­
labilmek amacıyla bir sekuin verilebileceği zamanının
geleceğini bir şeyh veya imamın haber verdiği söylenti­
leri dolaşıyordu. Bu bozgun birçok Türk tarafından ön­
ceden tahm in ediliyordu.
Altı A ğustos Pazar günü akşam ı, hiçbir hareket ol­
madığı sırada, ordudan aıta kalanların bir kısmı olan
yedi Türk kadırgası ve bir mavna sessizce, bayraksız,di-
reksiz fakat sadece trinketa ile İstanbul limanına girdi­
ler. Biz diğer Frenkler bundan gizlice seviniyorduk, fa­
kat bu sevincimizi açığa vurm aktan uzaktık. Hıristiyan-
lar için bu kadar üstünlük sağlayan bir başarı karşısında
Türklerin acılarını anlayışla karşılam ak icap ediyordu.
Kaybedilm iş olan bu savaştan itibaren, Tiirkler iııris-
tiyanlara karşı büyük bir kin ve hırs duyuyorlardı, bir
Frenki gördükleri zaman bunu m uhakkak hatırlıyorlar­
dı; hatta G alata'da frenk tüccarların geçtiğini görenler,
yüksek sesle "Bayram olunca bu şapkalara olacakları
göreceğiz" diye söylenirlerdi. Bu sözleri işitenler bir­
birlerine, bayram günü bütün Frenklerin bir katliâm a
m aruz kalacaklarından endişe ederek, duyduklarını bir­
birlerine söylüyorlardı. îla tta bir gece bir sürü yeniçeri­
nin G alata'da kayığa bindikleri öğrenildi; bu bizi şüp­
heye düşürüyordu, zira bilhassa sarhoş oldukları zaman
kabalıkları ile korku verici olurlardı. Limanda olan In ­
giliz gemileri elçilerinin emri ile geceleyin denize açılı­
yor ve burada em niyet içinde kalıyorlardı. N ihayet yir

- 181 -
midört Temmuza rastlayan bayram geçince kendimizi
yeniden biraz emniyette hissettik.
Fakat yirmisekiz Temmuz Cuma günü akşam saat
onda Fransız elçisine ilk korkumuzu bildiren bir mek­
tup geldi. Bu mektup hükümdarın sarayının yakınındaki
bir başka sarayda yaşayan içoğlan tarafından Türkçe
yazılmıştı. Birinci tercümanın gelmesi için haber gön­
derdi ve ona bu mektubu okutturdu; bu mektupta
Türklerin bayramda bütün Frenklere karşı harekete
geçmedikleri, fakat kısa zaman sonra bunu yapacakları
belirtiliyordu. Elçi bu mektubu içoğlanların ağasına
gönderdi, o da bahsedilen mektubu gördükten sonra,
bunu niçin yazdığını söylemeyen gence ikiyüz sopa
vurdurdu; öyle ki, çığlıklar elçinin evinden duyuluyor­
du.

- 182 -
XLI
1655 YILINDA İSTANBUL'DA
ORTAYA ÇIKAN AYAKLANMA

YENİÇERİLERİN SEBEP OLDUĞU


KARIŞIKLIKLAR

Türklerin ordusundan kâfi derecede bahsettiğimi


zannediyorum; burada yeniçerilerin ayaklanması hak­
kında birşeyler söyleyeceğim. Yeniçeriler hükümdara
itaat ettikleri zaman o, Dünyanın en kudretli hüküm­
darlarından biri haline gelir. Aynı kişiler ona duydukla­
rı bağlılığı kaybedince hükümdarın kudreti zayıflar. Bu
tip davranışlar oldukça sık olur ve onların harekete
geçmesi bir insan kalabalığından çok, hızla büyüyen bir
sele benzer; onlar karşılarına çıkan herşeyi, hiçbir üs­
tünlük tanımadan tahrip ederler, gizledikleri bütün ihti­
raslarını açığa vururlar.
Onlar birçok hükümdarı ve diğerleri arasında, kendi-

- 183 -
terinden şüphe ettiği için Sultan O sm an'ı böylece b o ğ ­
m uşlardır; çünkü bu hükümdar onların güçlü olmasıyla
kendi kudretinin zayıflayacağını biliyor, onların karşı­
sında zayıf olduğuna, onları ortadan kaldırmazsa hiçbir
netice elde edem eyeceğine inanıyordu. Fakat onların
farkedeıneyeceği kadar gizli olan bu tasarısını gerçek­
leştirem edi; bunun içindir ki, zorla sarayına girdiler,
onu küçük düşürücü bir şekilde Y edikııle'ye götürdüler.
Yolda ona binbir hakaretle pek ço k kötü şeyler yaptı­
lar; Yedikııle’ye gelince onu boğdular ve yerine amcası
M ustafa'yı geçirdiler.
Onlar kısa zam an sonra O sm an'ın kardeşi, başta bu­
lunan hükümdarın babası Sultan İbrahim 'i öldürttüler;
onu saraydan alarak boğdukları Y edikııle'ye götürdüler
ve yerine halen hükümdar olan onun oğlu Sultan Meh-
m ed'i tahta geçirdiler.
Neye teşebbüs ederlerse etsinler, onlar hüküm darları­
nın kanına saygı duyarlardı ve im paratorluğunu yok e t­
meği düşünmedikleri ilk hükümdar O sm an'ın ailesine
büyük öir saygı duyarlardı.

1655 İSYANLARI

İstanbul'da bulunduğum sırada Y eniçeriler, hüküm­


darı korkutan bir isyan çıkardılar. Hadiseler şu şekilde
oldu. 28 Ş u b at 1655 Pazartesi günü, hüküm dar kendi­
lerine K andiye'de iken hiçbir yardım gönderilm ediği
için şik â y e tte bulunan Öm er Paşa ve diğer subayların
şikâyetlerini dinledikten sonra, müftüyü, sadnâzam ı,
kadıleşkerleıi, yeniçeri ağasını, altı bölük ve ağaları ya
da süvari kum andanlarını çağırdı, hepsi huzuruna çı­
kınca sadrazama Kaııdiye şehrinin fethedilm esini iste­
diğini söyledi. Sadrıâzam ona şu cevabı verdi: "Hüküm ­
darım iradeniz yerine getirilecek". Hükümdar ondan
mührü istedi ve hem en aldı, çünkü sadnâzanı onu dai­

- 184 -
ma üzerinde taşıyordu. Sarayın m uhafız kum andanı
durum undaki kapıcılar kethüdasını ç a ğ ırttı; mührü ona
vererek K andiye'deki Türk ordusunun kum andanı Hü­
seyin Paşa'ya götürm esini em retti, zira hükümdar bu
görevle onu İstanbul'a çekm eği, sonra da onun başını
uçurm ayı düşünüyordu.
Bunun için ayııı gün Sadrıâzanı Süleyman Paşa göre­
vinden azledildi ve Zurııazen M ustafa Paşa da Hüseyin
Paşa gelinceye kadar sadrıâzanı vekilliğine tayin edildi.
Bıı sırada Hüseyin Paşa sadrıâzanı olm a ümidi ile Girit-
ten hareket e tti ve kısa zam an sonra sarayına varır var­
maz kapıcılar kethüdasına m ektuplar gönderildi. Bu
m ektuplar ile ona önceden verilen em irlere göre hare­
ket etm esi bildiriliyordu; fakat kapıcılar kethüdası bu
emirleri hesaba katm aksızın, bunların hüküm darın emri
olarak değil de ancak kalleşçe davranışlar olm asından
şüphe ederek kendi düşüncesine göre hareket etti.
Mart ayının ilk gününe rastlayan Salı günü, alması
gereken ücret ve kum aşı kabul etm eksizin beş veya altı
yıl orduda kaldıktan sonra ikiyüz yeniçeri ile Kandiye'
den geldi. İstanbul'a gelince, onları kara ordusunun ve­
kili olan K âhya Bey'e gönderen Y eniçeri Ağasına şik â­
yetlerini bildirdiler. Onlar bahsedilen Kâhya Beyi bul­
m ağa gittiler ve ona hizm et ettikleri zamanı bildirince
hakları olan ücret ve kum aşı istediler; aralarında yarı­
dan fazlasının artık vazifesinden azledildiğini söyleye­
rek K âhya Bey onlara şöyle dedi: "Reziller gidiniz, bu­
radan çekilin, sizin hepinizi boğdurtacağım ve denize
a ttıracağ ım ; m eyhanelerden çıkm ıyorsunuz ve karşım a
gelip bu çeşit şikâyetlerde bulunuyorsunuz, siz de ge­
celeri zavallıların kapılarını geceleyin kıran hırsızlardan­
sınız, çekilin gidin, sizi pişm an edeceğim ."
Bu zavallılar bu nutuklardan şaşırarak ne yapacakla­
rını bilem ediler ve A tm eydanı'na gittiler, orada çok sa­
yıda cebeciler ve topçulara rastladılar, onlar da kendile-
ıine verilen ücretten m em nun değillerdi ve bunların sa­
vılan da döıtyiiz civarında idi. Fakat dört Mart Cııına
günü öğleden sonra A tm eydanı'nda yeniçeriler, sipahi­
ler, topçular ve cebeciler dahil beşbin Ki şi bulunuyor­
du. Orada kendilerine yapılan haksızlıktan intikam al­
mağa yem in ettiler.
Beş Mart Cum artesi günü aynı yerde onbinden fazlası
toplandı; onların arasında ücreti ancak altı akçe olan
Celep Hasaıı Ağa adlı bir sipahi de vardı; akıllı bir
adam dı, iyi konuşuyordu ve bir topluluğun başı ol­
m akta ç o k hünerliydi, kısa zaman sonra Elıamlu Melı-
med Ağa ve E nden—Zâde Mehmed Ağa adlı sipahiler
gruba katıldıklarım açıkladılar ve ,'.epsi hükümdarı bir
ayak divanı tertiplem eğe m ecbur etm eğe karar verdi­
ler.
Kızlar ağası ve sarayın diğer iıadım ağalan bu to p ­
lantıdan haberdar olarak, emirlerin başı olan ııazin E ş­
re f i bu adam ların niyetinin ne olduğunu öğrenm ek
için görevlendirdiler; bu a. anı gelerek onlarla k o n u ştu ;
onlar da ¡üikümdara sunulm ak üzere isteklerini yazılı
olarak ona verdiler, onların isteklerine göre hareket et-
meıv üzere saraya dönen kızlar ağası, bunların hüküm­
darın kulağına gitm esini istem eyerek ona şöyle dedi:
"N e istiyorsun? Sen m azulsıın” ve onu yakaladı ve son­
ra Nişancı Paşa'yı bu kişilerin niyetlerini açıklam aları
için ricaya gönderdi. Onların çekilm eleri halinde, yeni­
çerilere ücretlerinin ve kum aşlarının ödeneceğini
vaad etti. Fakat ona taş atm aları üzerine sesini zorlukla
duyurabiliyordu ve hüküm dar tarafından değil hadım
aüaları tarafından gönderildiğini bildiklerini söyleye­
rek onu bir odaya kapatm ak istediler.Bıınunla beraber
Celep Hasa:ı Ağa onun öldürülmesine m âni oldu. Âsiler
onun yakalanm asından m em nundular. Nişancı Paşa'nın
yakalandığını öğrenen kızlar ağası, Tavukçu M ustafa
Paşa'yı hüküm dardan getirdiğini söylediği bir A h t—ı

- 186-
şerif ile birlikte gönderdi, bu mektupta onlara hizme­
tinde bulundukları zaman yedikleri ekmek ve tuzun hak­
kı için Allah’a dua ettiğini ve çekilmeleri için yalvardı­
ğını bildiriyordu; onları memnun etmek için işlerini
yeniçeri ağası ve Kâhya Bey gibi onlara zararı dokunan
kimselere vermemişti.
Asiler, hepsi bir ağızdan bunun yeterli olmadığını
ayrıca onları öldürtmek istediklerini, bundan başka hü­
kümdarın bir ayak divanı toplamasını istediklerini yok­
sa pişman olacağını, çünkü hükümdarın bütün parasını
çalan hırsızların kimler olduğunu ve niçin ücretlerinde
bu kadar çok sahte akçe bulunduğunu bildiklerini (on­
ların ayaklanmalarının esas sebebi olan) bağırıyorlardı.
Kısacası, mademki o hükümdarlarıdır, onu görmek ve
isteklerini bizzat ona bildirmek istiyorlardı.
Aynı gün ikindiden sonra Atmeydanı’na gelmiş olan
altı bölük ağası bu göreve yeniden geçmiş olan Kâhya
Bey ile birlikte bütün çorbacılar, odabaşılar ve Ocak
ağalarının da refakati ile buraya gelerek bütün toplulu­
ğun karşısında bir Kur’an, bir kılıç, ekmek, tuz getirttiler
ve yeniçerinin bir tüyüne birşey olursa, hepsinin başla­
rının uçacağını ihtar ettiler, Yeniçeriler derhal sipahiler
ile birlikte hareket edeceklerine yemin ettiler. Yemin
tamamlanınca ve dua yapılınca Koca Yusuf Paşa, Ni­
şancı Paşa, Celep Hasan Ağa, Enden— Zâde Mehmed
Ağa, Turnacıbaşı, altı bölük ağalar ve altı sipahi kâh­
yası ile birlikte yapacakları işleri çözümlemek ve teşeb­
büslerine son vermek üzere ertesi günü sabahına kadar
bütün gece odalara çekildiler.
Altı Mart Pazar günü, şafakla beraber, kendilerine
teslimini istedikleri altmış kadar kişinin listesini yaptı­
lar; bana söylendiğine göre bu listeye hükümdarın an­
nesi de dahil edilmişti; fakat para kuvveti ile listeden
çıkarıldı. Görevi tamamladıktan sonra aynı şekilde,
onların tatmin edici birşey vermediklerini ve başka

- 187 -
şekilde elde edem ediklerine kuvvet yolu ile sahip ol­
manın icap ettiğini görerek et satılan bir m eydan olan
Etm eydanından A tm eydanı'na gitm ek üzere yola çık­
tılar: sabahın saat onunda A tm eydanı'na geldiler ve
ilkin üç defa "A llah" diye bağırdılar. Hükümdar bu
gürültüyü duyunca ç o k şaşırdı ve yapılabilecek şeyleri
bildiğinden, kızlar ağasını çağ ırttı, o da hükümdara
kendisinin, annesinin ve en iyi hizm etkârlarının başla­
rının istendiğini söyledi. Hükümdar buna hayret e tti ve
derhal, kendisine ayaklanm ış gibi görünen halkının ni­
yetinin ne olduğunu bilmek için ve eğer kendisinden
birşeyler istiyorlarsa A yasofya'nın önündeki sarayın
bir bölümü olan Alay Köşküne gelmelerini ve onları
m em nun edeceğini kendilerine bildirmesi için, bir
A h t- ı Ş e rif gönderdi. Bu sırada Kara A bdullah at üze­
rinde onlara gitti ve şefleri olduğunu bildirerek tehdit-
k âr bazı sözler söyledi, fakat hemen vurularak öldürül­
dü. Bundan sonra bütün topluluk "A llah" diye bağıra­
rak, kalabalık halinde öğleden sonra köşkün altına git­
tiler. Burada bir cebeci kalabalıktan sıkışarak öldü ve
yağm a olur ümidi ile kalabalığa karışan bir yahııdi
bu kalabalıkta sıkıştı ve yahudi olduğu anlaşıldı ise de,
miisliiman olduğunu bildirerek hayatını güçlükle kur­
tardı.

HÜKÜMDAR İLE ÂSİLERİN GÖRÜŞM ESİ

3u köşkün önüne gelm elerinden önce Bostancıbaşı


onlarla k o n u ştu ; fakat hepsi de lıkümdarla konuşm ak
istediklerini söyleyince, hükümdar bir tah t üzerinde
oturm uş, hem en arkasındaki perdenin gerisinde annesi,
yanında müftü, kadıleşkerler ve yedi vezir, sol tarafında
ise Kaymakam Zurnezen M ustafa Paşa ve önünde de
Bostancıbaşı olduğu halde göründüler.
Hükümdar ile konuşm ak üzere gelen sözcüler ilerle­

- 188
yince, hüküm dar onlara niçin toplandıklarını, istek leri­
nin ne olduğunu sordu, onlar da kötülük istem ed ik leri­
ni, bilâkis saadeti için A llah'a dua ettiklerini, üç gün­
den beri kendisinin değil, hadım ağalarının söz sahibi
olduklarını, ülkenin her tarafının tahrip ed ildiğini, hiç­
bir yeniçeri ve sipahinin dışardan gelen h ırsızlar sebe­
biyle evlerinde oturm ağa cesaret edem ediklerini kendi­
sine bildirm ek için toplandıklarını söylediler. Hüküm ­
dar bunları dinleyerek onlara şöyle dedi: "Biraz sabırlı
olun ve istediğiniz şeyleri bana söyleyin."
Derhal isteklerini yazdıkları kâğıdı çıkardılar ve çok
şaşırm ış ve ancak cevap verebilecek durum da olan hü­
küm dara okum ağa başladılar. Bu defa hüküm dar böyle
bir olayın eskiden yapılıp yapılm adığını m üftüye sor­
mak gerekliğini onlara bildirdi. M üftü, buna benzer bir
hadisenin olm adığını ve şim di de böyle bir harekete gi-
rişilm em esini söyledi. Bunu duyanlar bu m üftünün hü­
küm darın değil hadım ağalarının müftüsü olduğunu ve
başka bir müftü istediklerini hep bir ağızdan bağırdılar
H üküm dar onu derhal azlederek yerine H ocazâdeyi ta ­
yin etti.
Sonra onlara şöyle dedi: "K ullarım , istediğinizi söy­
leyin iz ve eğer benden başka şey de istiyorsanız size
vereceğim , listen izi gene okuyunuz, isteklerinizi d in li­
yorum" Bunu da yaptıktan sonra, öncekinden daha da
şaşırm ış olarak oturdu ve onlara şöyle dedi: "Sizin, hü­
küm darınız olan bana teşekkür ediniz, hiç acımadan
gözdelerim den birinin hayatını size verdiğim için bana
teşekkür ediniz". A nnesi ve Kaymakam onun hemen
hemen ağlayarak söylediği bu sözleri ona telkin ediyor­
lardı.

BAZI İDAM LAR

Fakat bunun,onları sadece üstün durum a getirdiğini

- 189 -
görerek, ikindiden sonra bostancıbaşıya orada bulunan­
ları boğdurmak için gitmesini emretti. Bostancıbaşı
derhal emri yerine getirmek için gitti ve yarım saat son­
ra, köşkün penceresinden kızlar ağası, az sonra da kapı
ağası boğulmuş olarak atıldılar. Asiler bundan sonra
idamlara devam edilmediğini görerek hükümdara bağır­
dılar: "Hükümdarımız, diğerlerini de attırt." Bunun
üzerine hükümdar tahtından kalkarak, orada sadece iki
kişi bulunduğuna dair din, Kur’an ve Hz. Muhammed
üzerine yemin etti. Asiler başlarını önlerine eğdiler, hü­
kümdar onları başından savdı ve onlar hükümdara dua
ettikten sonra beraberlerinde bu iki ceset olduğu halde
oradan ayrıldılar, Atmeydanı’na kadar cesetleri ayakla­
rından tutarak sürüdüler ve burada camiin önündeki
karaağaca onları ayaklarından astılar.
Bütün gece bostancıbaşı diğerlerini aradı ve yedi
Mart Pazartesi günü sabahleyin önceden yaptıkları gi­
bi Atmeydanı’na gelindi, orada bir rum vardı, eğer yağ­
ma varsa katılsın diye onlar arasına girmişti tanınmaya­
cağını zannetti ise de Hıristiyan olduğu kısa zamanda
anlaşıldı ve derhal öldürüldü; oradan Atmeydanı’na git­
tiler, diğer istediklerinin hepsi de boğulmuş olarak bu­
raya getirildiler. Diğerleri gibi asılmış olanların üçünün
Hisul Ağa, İbrahim Ağa ve Has Odabaşı olduğu anlaşıl­
dı. Bütün bunları başlatan Kâhya Bey de aynı gün bo­
ğuldu.
Martın sekizinci Salı günü Çavuşbaşı Mehmed geti­
rildi.
Çarşamba günü, boğulduktan sonra boynuna kadar
bir çuvala konulan ve diğerleri gibi asılan, Şaban Kalfa­
nın hanımı Mülklü Kadın getirildi. Onun Valide Sultan’
dan büyük bir servet edindiği söylenir. Aynı gün büyük
maliyeci Habidci Oğlu da, Pazar günü hapsedildiği Ye-
dikule’de öldürüldü.
On Mart Perşembe günü Siyavuş Paşa vezir oldu ve

- 190 -
derhal saraya götürüldü. Kendi evine yakın bir evde
gizlenmiş olan Gümrükçü Hasan Ağaya güvendiği
kölesi ihanet etti. Hükümdar onu kurtaramadı, bu
ihanetin karşılığı olarak köleye hak ettiği ücreti verme­
di. Gümrükçünün cesedi diğerleri ile birlikte Atmeyda-
nı'na götürülmedi. O, Türk fakirlerine olduğu kadar hı­
ristiyan fakirlere de acır ve onlara yardım ederdi. Bü­
yük masraflarla çeşmeler, yollar ve bunlara benzer di­
ğer kamu menfaatine işler yaptırmıştır. Aslen Ermeni
olup ihtida etmişti.
Onbir Mart Cuma günü Bilâl Ağa ve Şaban Kalfa bo­
ğuldu.
Oniki Mart Cumartesi günü öğleden sonra bütün bu
cesetler toprağa verildi.
Yirmialtı Nisan Çarşamba günü Sadrıâzam Siyavuş
Paşa ateşli bir hastalıktan öldü. Bana söylendiğine gö­
re, sıhhati iyi iken, birkaç kişi onun elli günden fazla
yaşamayacağını söylemişti ve gerçekten de vezirliği­
nin kırksekizinci gününde öldü, fakat ben bunun ze­
hirlenme olduğunu zannediyorum, çünkü, bana ölü­
münden sonra tamamen mavi renk aldığı söylendi. Beş
yıl önce bir kere daha vezirlik yapmıştı ve bu sırada iki
ay içerisinde hükümdarın büyük annesini ve pek çok
yüksek şahsiyeti öldürtmüştü, bundan sonra da azledil­
di.

AYAKLANMANIN SONU

Sekiz Mayıs Pazartesi günü hükümdardan, Anadolu'


da isyan çıkaran ve Üsküdar'a kadar ilerleyen Seydi
Ahmed Paşa'ya karşı tuğ (Sancak-ı Şerif) çıkarması
istendi. Tuğ bir mızrağın ucuna tutturulmuş at kuy­
ruğudur. Bu, son derece ihtiyaç duyulduğu zaman çı­
kartılır ve bu durumda bütün ordu sefere çıkar. Böyle-
ce, pek çok koyun kurban edildi, sonra dokuz Mayıs

19 1 -
Salı günü tuğ çıkarıldı ve Cebe H âne yakınında, sarayın
birinci avlusunda dikildi, fakat Divân'ı toplayan hü-

Salı günü tuğ çıkarıldı ve Cebe Hâne yakınında, sarayın


birinci avlusunda dikildi, fakat Divân'ı toplayan hü­
kümdara bazı kimseler tarafından orduyu iyi bir duru­
ma getirm ek için büyük para sarfetm eden Venediklile­
rin Ç anakkale'ye geldikleri ve onlara karşı gönderilecek
kimsenin bulunm adığı bir sırada Şeydi Ahnıed Paşa ile
çarpışm ağa gidilem eyeceği arzedilm iştir. Bunun için­
dir ki hükümdar çok kızdı, tuğ çıkarm ayı kimin ileri
sürdüğünü sorunca ve birinin bunun Celep Haşan Ağa
olduğunu söyleyince onu derhal öldürttü ve daha önce
hiç yapılm am ış oldğu halde, tuğ utanç verici bir şe­
kilde saklandı. Ertesi gece elli veya altm ış kadar yeni­
çeri boğularak denize atıldı, onların denize atıldığı sıra­
da atılan top seslerini biz duyduk. On Mayıs Ç arşam ba
günü, hükümdarı odasının önünde Anadolu Beylerbeyi
Rıdvan'ın başı kesildi.
Kendisinden bahsetm iş olduğum uz bu Celep Haşan
A ğanın, çoğunu kısa zam anda her taraftan ve bilhassa
her gün hükümdarın annesinden aldığı dörtyüzbin ekü-
den fazla arm ağan toplayarak edindiği iyi bir serveti
vardı. Bu ayaklanm ayı m üteakip birçok paşanın büyük
bir itaatle sarayında onun çevresini aldığı görülür, fakat
o bu büyük fırsatı değerlendirm esini bilmedi.
Bu hâdiseyi geniş bir şekilde anlatm ak istedim , mai­
yetim de olan bir Fransız dönm esi her gün cereyan eden
olayları, askeri birlikler ayaklandığı zam an hükümdarın
hem en hem en hiçbir şey yapm adığını gösterm ek için
bana anlatm ağa geliyordu.

- 192 -
XLII

HÜKÜMDARIN TEBASI HIRlSTlY A N LA R


VE YAHUDİLER

DİNİ AZINLIKLARIN
ELBİSELERİ

Hükümdarın müslüman olm ayan tebası hıristiyan ve


yahudilerdir.H ıristiyanların en büyük grubu ne başla­
rında ne de ellerinde kullanm ağa cesaret edem edikleri
bazı renkler hariç, Türklerle ayni tip elbiseleri giyen
Rum lardır, yalnız onlar değil, fakat aynı zam anda ge­
nellikle bütün Türk olm ayanlar da, ister hıristiyan ister
yahudi, ister hüküm darın tebası olsun ya da olmasınlar
ne başlarına giydikleri serpuşlarda ne de elbiselerinde
yeşil kullanm ağa cesaret edem ezler ve eğer ço k az da
olsa bir parça yeşil renk kullanan bazı hıristiyan ya da

- 193 -
; dilildiler bulunursa, müslüınanlar için yeşil kutsal ol­
duğundan onlara sopa atılır ve para cezası verilir.
H ıristiyanlar beyaz bir sarık takm ağa da cesaret ede­
m ezlerdi ve eğer bunu yapan bir hıristiyan yakalanırsa,
hükümdarın tebas olup olmamasına bakılm aksızın ona
ölüm cezası verilir ; bu cezadan ancak müslüman olm ak­
la kurtulurdu.
F akat onlar yeşilin dışında diğer bütün renkleri kul­
lanabilirler; kırm ızı veya sarı kullanm aları da onlar için
tehlikelidir, çünkü askerler bu renklere düşkündürler.
Hükümdarın tebası olan hıristiyanlar sarı pabuçlar
giymeğe de cesaret edem ezlerdi.
Sopa atılm a korkusu vardı, fakat sadece kırm ızı gi­
yerlerdi. Yabancılar ise aynı rengi giyebilirlerdi.
R um papaz ve rahipleri daim a siyah renkte elbise gi­
yerlerdi, siyah bir başlıkları vardır, bunun çevresinde
ise beyaz bezden bir şerit bulunur ve sırt üzerinde asıl­
m ış olan siyah bir kum aş parçası başlığı tu ttu ru lm u ş­
tur. Uzun saçları vardır..

RUMLARIN
ME Z HE B İ

Onların m ezheplerini R om a kilisesinden ayıran baş­


lıca nokta, onların R u h 'u l—Kudüs'ün Baba ile O ğuldan
değil, yalnız Babadan geldiğini kabul etm eleridir. Onlar
kilisenin başı olarak papayı tanım azlar; onların kilise­
lerinin başı olarak eşit hak ve selahiyetlere sahip olan
dö rt patrikleri vardır.
Bunların birincisi İstanbul, İkincisi A ntakya, üçün-
cüsü İskenderiye ve dördüncüsü de Kudüs patriğidir.
Bu dördü de hüküm dar veya hiç değilse onun m aiye­
ti tarafından resmen kabul edilm işlerdir.
İstanbul patriği sadrıâzam , diğerleri ise o bölgenin

- 194 -
paşaları tarafından tanınıyor; onların patrikliğe gel­
dikleri gün bir kaftan verilerek bu vazifeleri resmen
tanınırdı.
O nlar pürgatuarı (1) kabul etm ezler, fakat bununla
beraber Kıyam et gününde olmasını istedikleri üçüncü
bir yer kabul ederler ve azizlerin şim di C ennette olduk­
larına inanm asalar da K ıyam et gününde C ennete gire­
ceklerini söylerler ve onlara Tanrı katında kendilerine
şefaat etm eleri için dua ederler.
A yinde, bizim her zam an yediğim iz ekm eği şarapla
kutsallaştırırlar, rahipler ile diğerleri ve erkekler kadar
kadın ve çocuklar, her iki cins de birarada şaraplı ek­
meği yerler.
Onların d ö rt büyük perhizleri vardır.
Birincisine Paskalyadan altı hafta önce başlarlar ve
Paskalyaya kadar devam ederler.
İkincisi onbeş gün, Saint—Pierre ve Saiııt Paul bay­
ram ından önce başlar ve bu bayram a kadar sürer.
Üçüncüsü 1 Ağııstos'la başlar ve 15 gün devam
eder.
Dördüncüsü A vent'in ilk pazarından başlar Noel'e
katlar devam eder. Bütün perhizler onların eski takvi­
mine göre düzenlenir. Bu son üç perhiz boyunca onlar
balık ve zeytinyağı yerler, fakat büyük perhiz esnasın­
da ne balık ne de zeytinyağı veya kanı olan başka her­
hangi birşey yem ezler, fakat sadece sebzeler, kabuklu
deniz hayvanları ve ceppia adını verdikleri, kanı mü­
rekkep gibi siyah olan balığı yerler.Babequius’un, rum-
ların hiçbir zam an istiridye yem ediğini söylemesi ger­
çeğe uygun değildir, çünkü onlar perhizde hem en he-

(l)Hıristiyanlıkta günahlarından arınmak için ruhların kaldığı


yer.

- 195 -
men başka hiçbir şey yem ezler, diğer zam anlarda ise
çok* balık yiyen kişilerdir. Erm enilerin perhizi rumla-
n nkinden ço k daha serttir; çünkü onlar perhizleri sıra­
sında kesinlikle hiçbir balık türünü ne kabukluları, ne
de istiridyeyi yem ezler, şarap içm ezler, sadece ekm ek,
su, sebzeler ile yaşarlar.
Rum lara dönecek olursak, onların kiliseleri bizim ki­
ler gibidir, ancak M aître A utel kısmı kilisenin diğer kıs­
m ından tahta bir perde ile ayrılm ıştır. Burada üç kapı
vardır ve bu bir Sancta sanctorum durum undadır: O n­
ların kabartm a şeklinde olm ayan aziz resimleri vardır.
Rum lar kilisede Hz. İsa dahi ayağa kalksa diz çökm ez­
ler, fakat hepsi birer anil üzerine dayanırlar ve bu se­
beple rum kiliselerinde iıer zaman erzak vardır.
Rum larda eğer bir kişi otuz yaşını doldurm am ışsa
rahip olam az, rahipleri hayatlarında ancak bir defa ve
bir bakire ile evlenebilirler, rahip oldukları m üddetçe
hanım larından ayrılm azlar ve hanım ları ölünce bir baş­
kasını alamazlar. K eşişler asla evlenmezler ve asla et
yemezler.
Esası bizimki ile aynı olan âyinleri burada izah etm ek
pek hoşum a gitm em ektedir, ben artık papazlarının giy­
diği elbiselerden, Teslis'i ifade eden üç kollu şam danla­
rından ve Hz. İsa'nın İlâhi ve beşerî tabiatını ifade eden
ikili şam danlarından bahsetm eyeceğim , herkes onların
istavroz çıkardıklarını bilir ve bunu bizim kinin aksine
sağdan sola yaparlar.
Onların evlenmeleri hakkında da birşeyler söyleye­
lim.
Kızlar evlenmeden önce gösterilm ezler, sonra da
uzun zaman saklı tutulurlar, akrabalarını görm eğe izin
verilmez, görülmek korkusu ile kiliseye gitm ezler, ben
R odos'ta heniiz evlenm em iş iki kız kardeşi olan bir kı­
zın evlendiğini gördüm, onlar ne merasime ne de düğün
şenliklerine görülme korkusu ile gelmediler. R um lar ev-

- 196 -
lendiği zam an, tıpkı bizim ki gibi bir rahibin huzuruna
çıkarlar ve aynı yüzüğü takarlar, fakat bundan başka
bizde hiç olm ayan bazı şeyler de vardır» çünkü onlar
bir vaftiz babası ve bir vaftiz annesi edinirler ve ona iş­
lenm iş birkaç mendil hediye ederler, bir keresinde ben
vaftiz babası seçildiğim zaman bana böyle bir mendil
hediye edildi, vaftiz babası ve annesi papazın önünde
zevç ve zevce ile birlikte bulunurlar ve papaz bazı dua­
ları söylediği zaman vaftiz babası ve annesi, evlilerin
î)aşı üzerine birbirine geçm iş, altın yaldızlı gibi parla­
man yapraklardan bir taç ve üstlerinde de bir örtü tutar-
ar; bahsedilen dualardan sonra, evli çift el—ele tııtuşa-
ak defalarca dönerler, bu sırada vaftiz babası ve annesi
Jiıları arkalarından tu ta r, sonra bir bardak şarap verilir,
damat bundan biraz içer, sonra gelin onu takip eder,
sonra dam at ikinci bir defa daha içer ve «elin de bıımı
aynen yapar, sonra da ondan kalanını ralıibe verirler,o
da bunu neşe ile içer, daiıa sonra da "kocası karısının
bakireliğini de böyle kırabilsin" diyerek bardak kırılır;
evlenme merasiminin kalan kısmı katolikleıde olduğu
gibi yapılır.

TÜRK İMPARATORLUĞUNDAKİ
RUMLARIN ÂDETLERİ

O nların âdet ve yaşam a tarzları hemen hemen Tüık-


lerinki gibidir, fakat onlar daha aşağılıktır. Rum lar,
cimri, kalleş ve hain, homoseksüel ve sonuna kadar öç
güdücü, en azından boş inançları olan kişilerdir; Tüık-
ler de onları bu şekilde taiıkir ederler; müslüman olan
bir Rum u bir Tüıkle aynı seviyede görm ezler.O nlar ka-
tolikleıe Tüıklerden daha ç o k düşm andırlar.
Kadınları güzeldir, fakat biraz şişm an ve gösterişli­
dirler.
TÜ RK İY E'D EK İ YAHUDİLER

Türkiye'deki Yahudiler, Tiirkler gibi giyinirler, ancak


yeşil ve beyaz elbise giym eğe ve beyaz sarık takm ağa
cesaret edemezler,* onlar m or renkli elbiseler giyerler Ta­
kat m ecbur oldukları için aynen bir şapka gibi yapıl­
mış ve aynı yükseklikte olan m or bir başlık taşırlar ve
sarık bağlam a durum unda olanlar bunu şapkalarının alt
kısmına çepeçevre sararlar. Onlar ayrıca m or renkli ce­
ketler ve pabuçlar giymek zorundadırlar.
Tevrat ve Talm ud'da uzun uzadıya bahsedilen dinleri
hakkında hiçbir şey söylem eyeceğim . Âdetleri ise her
yerde olduğu gibidir yani İtalya'da olduğu kadar Türki­
ye'de de kalleştirler ve bütün düşüncelerini birkaç hıris-
tiyan ya da birkaç Türk'ü aldatm ak için kanunî olm a­
yan yoldan faiz alma veya kalleşlik yapm anın yollarını
bulmak için kullanırlar. Onlar her yerde herkesçe hor
görülür ve kendilerine kötü davranılır.
Türk İm paratorluğunun her yerinde, hükümdara
bağlı olan bütün lıristiyan ve yaiıudi tebası her yıl, in­
san başına d ö rtb u çu k kuruşluk bir vergi olan haraç
öderler; dokuz yaşından itibaren bu vergiyi ödem ek zo­
rundadırlar; fakat hıristiyan rahip ve din adam ları ve
yahudi haham ları bu vergiden muaftırlar? bu vergiyi ka­
dınlar da ödemezler. Haraç, hükümdar için büyük bir
gelirdir ve sık sık yerini değiştiren bir gayrimüslim bun­
dan m uaf tutulam az,çünkü onlar seyahat ettikleri za­
man vardıkları her yerde kendilerine haraç sorulur.
Eğer onlar bunu bu yıl için ödem işlerse m akbuzu göste­
rirler ve başka yerlere gitm e müsaadesi alabilirler. Bu
vergiyi ödeyen hükümdarın tebası yahudileıe karşılık
başka bir ülkeden gelen yahudiler bundan m uaftırlar ve
bunu ödem ek zorunda olm adıklarını gösterm ek için
başlarında bir şapka taşırlar ve başka bir ülkenin vatan­
daşı olduklarını belirten konsolostan aldıkları bir vesi­

- 198 -
kaya sahiptirler.

XLIII
HİNT ELÇİSİNİN İSTANBUL’A
G E L İŞ İ VE KABUL E D İL İŞİ

Mayıs ayında İstanbul'a bir H in d (l) elçisi geldi,meııı-


leketinden çıkalı yirm iiki ay olm uştu ve Kızıl Deniz
yoluyla gelm işti; müsait olm ayan rüzgârlar sebebiyle
çok gecikm işti, ayrıca üç ya da d ö rt ay M ekke'de ve
diğer başka yerlerde kalm ıştı; bir kısmı oralarda hasta­
landıklarından İstanbul'a seksen kişi getirem edi ve bun­
ların ço ğu sadece m ahrem yerlerini örten kum aş parça­
ları dışında çıplaktı. İstanbul'a girişlerinde büyük bir
merasim yapılmadı. Hükümdar onbeş Mayıs Pazartesi
günü, lim anın üzerindeki deniz köşkünde özel ve gizli
olarak onu ıtabul etti.
Bu kabul töreninde hüküm dara çok kıym etli »tedi­
yeler sunulduğu bana söylendi; bunlar arasında tam a­
m en elmasla kaplı bir kem er, aynı şekilde bir teşbih ve
değerinin beşyüz kese yahut ikiyüzellibin kuruş oldu­
ğu, sap kısm ında sekiz Venedik altını ağırlığında bir
elm asın bulunduğu bir hançer de bulunm aktadır; bu
hediyeler arasında ancak hüküm dar tarafından açılabi­
lecek ve içinde elmasların saklı olduğu bir k utuyu da
sayabiliriz, fakat bu kesin değildir. Her ne olursa olsun
ou hediyenin değeri bir milyon kuruş olarak tahm in
edilebilir; hüküm dar da ona bir kürk verdirtti.

MERASİME KATILMANIN GÜÇLÜĞÜ

Onaltı Mayıs Salı günü ona bir resmi kabul verilmesi


kararlaştırıldı. Onun saraya girişini ve hediyesini gör­
meyi arzu ediyordum , fakat Dana, oraya girem eyece­
ğim söylendi, çünkü ancak F renk elçilerinin kabulünde
(l)Hindistan Timurlu hükümdarı Şah Cihan'ın Kaim Bey adlı
elçisidir.
- 199-
Frenkler içeri alınıyor vfc diğer elçiler kabııl edildiğin­
de ise girem iyorlardı. Bununla beraber denem ek iste­
dim ve 'ilintin için sabah erkenden bir yeniçeri ve bir
sipahi ile birlikte saraya gittim . Uzun yıllardan beri Po­
lonya sarayında oturm uş ve Polonya kralı tarafından
geçici elçi olarak İstanbul'a gönderilm iş olan M. ivles-
gııin adlı bir Fransızla beraberdim ; sarayın kapısına
yaklaşınca, kapının, ister Türk ister hıristiyaıı olsun
içeri girme.; isteyenlerin eline sopa ile vuran kapıcılar
tarafından iyice korunduğunu gördük.
Orada bir m üddet kaldıktan sonra, yeniçerim iz dön­
mek zorunda olduğum uzu söyledi, sipahim girem eye­
ceğim izin kesin olduğunu ilave etti. Bununla beraber
kapıcılardan biri ile Türkçe konuşan bu kibar Fransıza
kaba davranılm adı, sadece ona bizim girem eyeceğim iz
söylendi; bu da bizi girebileceğimiz hakkında üm itlen­
dirdi; iki kelimeyi «üçlükle biraraya getiren ben, bu ka­
pıcı ile Türkçe konuşm ağa başladım , ona yabancı oldu­
ğum u, bu merasimi görm eği çok arzu ettiğim i söyle­
dim. O ise her defasında bana asla girem eyeceğim i söy­
lüyor ve bazen benim varlığım dan tedirgin olarak biraz
hiddetleniyordu. Fakat bana sopa atm ağa kalkm adığın­
dan vazgeçm iyordum . Kızdığı zaman benimle k o n u ş­
m uyor, ben de fakirlerin sadaka istedikleri zaman yap­
tıkları tarzda davranıyordum . N ihayet bana, elçinin
gelmesini beklem em gerektiğini ve ancak onunla girebi­
leceğimi söylediği zaman ona bir hıristiyaıı ve Fransız
olarak kalabalık tarafından kötü m uam eleye m aruz ka­
lacağımdan korktuğum u bildirdim.
N ihayet benim le konuşan Türkün kafasını, şu keli­
melerle şişirdim : "Tanrı aşkına, Allah'ı seversen bizi bı­
ra k !” O da arkadaşlarından birisini pek yakında olan
kum andanlarına, bizim içeriye bırakılm am ız için izin
istemek üzere gönderdi. Klimandan bunu kabul etti.B i­
zim yanım ızda olm ayan sipahi giremedi. Birinci avluya

- 200 -
girdiğim iz zaman oldukça sevinçliydik, fakat fena dav-
ranılması ve kendim ize fazla güvenimizden dolayı ceza­
landırılm am ız korkusuyla, ikinci avlunun kapısına gel­
meğe cesaret edem edik, bu sebeple H int hüküm darı­
nın elçisini beklem eği tercih ettik ve onun adanılan ile
birlikte girdik.

ELÇİNİN ALAYI

Ç avuşlar sabahleyin elçiye saraya giderken refakat


etm ek üzere kaldığı eve gitm işlerdi. Kısa zaman bekle­
dik, ilk olarak atlı kırk ya da elli çavuş göründü. Sonra
bahsedilen elçinin hizm etkârlarından bazılan da atlı
olarak geliyorlardı. Diğer hizm etkârlar,onyedi katır ile
birlikte d ört güzel at getiriyorlardı. Çünkü hiçbir elçi
saraya hediyesiz gitm ezdi. 3 ütün bunlardan sonra elçi
gösterişli, fakat oldukça sâde bir şekilde giyinm iş ola­
rak, solundaki çavuşbaşı ile birlikte geliyordu. İkinci
avlunun kapısında a tta n indiler ve hepsiyle birlikte ben
de bu avluya girdim.
İkinci avluda sağ tarafta bulunan üç bin yeniçeri öy­
le sıralanm ışlar ve öyle bir sessizlik içerisindelerdi ki,
adeta heykelden farkları yoktu. Hediyelerin yüklü ol­
duğu katırlar sol tarafa götürüldü ve orada yükleri indi­
rildi. Bu sırada, elçi yem ek yenecek olan divan salonu­
na götürüldü. Hükümdarın kabulünden önce elçilere ye­
mek vermek âdeti olduğu için orada vezirlerle birlikte
yem ek yenildi. Bu sırada getirilen hediyeler, hükümda­
rın önünden geçirildi. Hükümdar bunları görm ekten
m em nundu. Elçinin hizm etkârlarına da yem ek verildi,
bunlar hediyelerin yanında avluda bulunuyorlardı,he­
diyeler Divanın yirm i—otuz adım ötesine serilen örtü
altına kapıcılar tarafından kondu. K apıcılann her birine
hediyeleri iyi taşım alan ve herkese gösterm eleri için
para veriliyordu.

- 201 -
Orada ikiyüzaltmış paket içinde ambalajlanmış iki-
binikiyüz parçalık bu hediyeleri taşıyan ikiyüzyetmiş-
dört kapıcı vardı. İlk olarak peşlerinde çektikleri dört
at ile geçtiler, sonra kapıcılar pek çok sarık, her çeşit
Kumaş, altın, gümüş ile işlenmiş ipekten ve yüzlerce
ekü değerinde işçiliğe sahip mendiller getirdiler; her bi­
ri beşbin kuruş olan ipekten dört halı ve dört kapıcının
taşıdığı dört tane koyu kırmızı kadife çantadaki diğer
eşyalar bunları takip etti; her çantada bir kantar ağırlı­
ğında sarı sabır vardı, sonra iki kapıcı tarafından taşı­
nan iki küçük sandık ak amber; her sandıkta yarım kan­
tar ak amber vardı. Bütün bunlar bazen on ya da oniki
kapıcı tarafından taşınarak hemen götürülüyordu; bu
bazen yarım çeyrek saat sürüyordu.

GEÇİT TÖRENİ

Bu arada elçi, İstanbul’da bulunan orduyu göster­


mek için birkaç gün bekletildi ve bu beklemenin mas­
rafı karşılandı. Orduya ödenecek 1400 kese vardı. Bu­
nun yediyüzelli kesesi yeniçerilere aitti. Çorbacının
çağırıldığı zaman Divanın kapısının önüne gelişi, orada
dağıtımın yapılması, onun bölüğünün bütün askerlerini
çağırması, onların da çorbacıdan sonra para keselerini
almağa koşarak gelmeleri ve aynı şekilde koşarak dön­
meleri, yerlerine güçlükle gitmeleri, bir an içerisinde sı­
raya girerek kımıldamadan durmaları görülmeğe değer
güzel bir hareketti; sonra ikinci bölük bunu takip edi­
yordu ve böylece sona kadar gidiyordu. Oradaki otuz
kese çavuşlar için, sekseni sipahiler, ellisi silâhtarlar, ka­
lanı da cebeciler, topçular, bostancılar ve diğer benzer­
leri içindi.
Hükümdara getirilen hediyelerin değeri altı milyon
kuruş olarak tahmin edildi, fakat nihayet Bedesten’de-
ki tüccarlar onun üç milyon kuruş değerinde olduğun-

-202-
da birleştiler. Bu rakam H int hüküm darının zenginlik­
lerini bilenler için hiç de şaşırtıcı değildir. Elçi yemek
yedikten sonra, kabul için götürüldü, orada az kaldık­
tan sonra om uzlarında altın brokar bir ceketle çık tı ve
otuz kadar adam ının iıer birinin de aynı şekilde bir kaf­
tanı ya da ceketi vardı; çünkü elçilerin kabule kendileri
ile birlikte istedikleri gözde kişileri götürm eleri âdeti
vardı ve onların da her biri, hüküm darın önüne çıkm a­
dan önce, elçininki gibi brokar bir ceket giyerlerdi.
Biz, pek düzenli olm ayan, fakat oldukça güzel olan
elçinin m aiyet alayını ve iyi, zengin giyimli vezirleri ve
Divanın diğer bütün üyelerini görm ek için birinci avlu­
ya tekrar çıktık.
Birkaç gün sonra, kaym akam bu elçiye yem ek verdi
ve yem ekten sonra İranlIlar ve Hintliler ıçııı alışılagel­
m iş bir eğlence olan ve onlarsız bir eğlence yapıla­
m ayan çingeneleri getirtti.İkiyüzotuz tülban,bin akçe
verdirtti, bunların değeri ikibinaltıyüz k u ru ş civarında­
dır. Sonra bütün vezirler tarafından Ü sküdar'da dostça
karşılandı, orada her biri sıra ile onu ço k sayıda müzik
aleti çalanların bulunduğu yelkenliye çıkardılar; ve o
da hüküm dardan pek ç o k hediyeler aldı ve bunlar ara­
sında en güzel atlar vardı.
Bana söylendiğine göre, elçinin üzerinde durduğu
konu Iran şahının büyük düşm anı olan H int hüküm­
darının İran'a savaş ilân ettiği zam an Osmanlı hüküm­
darının da İran Şahına karşı savaşa girmesini sağlamak
idi.

XLIV
HÜKÜMDARIN MERASİME Ç IK IŞ I

Hükümdar ihtişam ını H int elçisine gösterm ek iste­


diğinden şehre m erasim le gitm eğe karar verdi. Ben onu
b irçok defalar ve bunlar arasında, Hz. M uham m ed'in

- 203 -
doğumunun kutlandığı gecenin ertesi günü yirmi süvari
ile birlikte Yeni Camiye giderken gördüm. Ten rengi sa­
tenden bir doliman ve hemen hemen aynı renkte bir
kaftan giymişti, sarığında biri yukarıya diğeri aşağıya
doğru, elmaslarla süslü iki tane tuğu vardı; onun önün­
de ve arkasında zengince giyimli hadım ağaları ve biri
solda, diğeri sağda yaya yürüyen mirahurlar; sonra bi­
raz arkada, biri sağ diğeri solda hükümdarın kılıç, yay
ve sadağını taşıyan sarıklı iki genç vardı. Bunların arka­
sında kızlar ağası ve kapı ağası bulunuyordu ve nihayet
biri su ile diğeri ise şerbetle dolu gümüş bir kap taşıyan
iki kişi ve arkada da diğer atlılar ve onları peykler ve
yaya bostancılar takip ediyordu. Yeniçeriler yol bo­
yunca dizilmişlerdi.
Hükümdar camide namazını kıldıktan sonra kaftanı­
nı değiştirdi ve samur kürkünü giydi; sonra sırtında al­
tın işlemeli örtüsü olan, kıymetli taşlarla süslü eğer ta­
kımlı güzel bir ata bindi ve zengin elbiseli yüz süvarinin,
ayrıca birçok hadım ağasının ve onunla giden askerle­
rin refakatinde saraya döndü.
Ben onu böyle merasimlerde pek çok defa gördüm.
Saraydan çıktığı zaman ona ancak saraya mensup kişi­
ler eşlik ediyordu: Hint elçisi için yapılan merasim
gibi benzer durumlarda da muhteşem törenler düzenle­
niyordu. Önce hükümdarın geçeceği saraydan Sultan
Mehmed (Fatih) camiine kadar giden yol, kum ile kap­
lanıyordu. Hükümdarın merasimle saraydan bir yere gi­
derken herkes evinin önündeki yolu kumla örterdi ve
böylece sokağın ortasında üç veya dört ayak genişliğin­
de, oldukça kalın kumdan bir yol meydana geliyordu,
bunun üzerinde de hükümdar bütün maiyeti ile geçer­
di. Yeniçeriler sokağın her iki tarafında, süvari alayının
geçeceği yol boyunca bir çit gibi sıralanıyorlardı.
Büyük subaşı, yanında bu işlerle görevli bir zât ve
bir miktar yeniçeri olduğu halde merasimi başlattı. Bu
ilk birliğin arkasından hükümdarın av köpeklerinin ba-

- 204-
kıcıları ve merasim elbiselerini giym iş asayiş kuvvetleri
geliyor; onları da başlarında alt kısm ında tüyleri ile gü­
müş yaldızlı başlık giyinm iş olan çorbacıları ile birlikte
yeniçeriler takip ediyordu; arkada yeniçeri ağası,önün­
de otuziki çorbacı ile yürüyordu. Y eniçerilerden sonra
altı kum andanları ile birlikte sipahiler, sonra da elliden
fazla, merasim kıyafetli, yanlarında kılıcı bulunan ve
sağ elinde topuzları bulunan m uhafız çavuşları geliyor­
du; sonra da gene at üzerinde, iyi bir düzen içerisinde
müteferrikalar.
Bunlardan sonra,hüküm dar,saray dışında yem ek yedi­
ği zaman onun yem ek takım larını taşıyan atlı askerler ge-
liyorduonları atlı hadım ağaları ve dilsizler takip edi­
yordu. Sonra vezirler, sadrıâzam olm adığı zam an onun
vekili (K aym akam ); sonra başlarında hem en hem en Ya-
hudilerinki ile aynı şekilde yapüm ış, fakat gümüş yal­
dızlı merasim başlıkları ile yaya olan hüküm darın peyk­
leri veya hizm etkârları; onların arkasında merasim kı­
yafetiyle kum andanları bulunuyordu, onu da, at üze­
rinde ve içinde hüküm darın giyeceği elbiselerin bulun­
duğu sandığı taşıyan kişi takip ediyordu.
Bütün bu merasime katılanlardan sonra, iyi koşum lu,
her tarafı kıym etli taşlarla süslü, üzengilerinin bir kısmı
güm üşten, bir kısmı da altından, eğerinin ön tarafı gü­
müş yaldızlı iri oir kütle halinde olan, diğer tarafta ise
kolun yarısından daha uzun ve oldukça geniş, tam a­
m en kıym etli taşlarla süslü bir bıçak bulunan, onbir
at geliyordu. Bu atlar, merasim kıyafetli sipahiler tara­
fından elle çekilerek götürülüyordu.
Bıı atlardan sonra, sayıları beşyüzden fazla^doliman-
ları kem er üzerinde kalkık, kolları geriye sarkm ış, b a ş­
larında çorbacılarm ki gibi tüylü başlığı olan ellerinde
yay, sırtta oklarla dolu bir sadak taşıyan yaya solaklar
geliyordu. Bu solakların ortasında sayısız kıym etli t a ş ­
larla süslenmiş bir a t üzerinde hüküm dar b u lu n u y o rd u ;

-2 0 5 -
koyu kırmızı kadife bir kaftan giymiş ve başlığında iki
parm aktan daha uzun, iri taşlarla süslü, biri sağda ve di­
ğerinin ise ucu aşağıya doğru eğrilm iş iki tane siyah
tu ğ ; atın sağında ve solunda yaya iki kişi bulunuyordu.
Halkı daima elini göğsüne koyarak bir taraftan diğer ta ­
rafa doğru eğilerek selâm lıyordu ve halk da buna karşı­
lık olarak ona alçak sesle ve saygılı bir şekilde binlerce
iyi tem ennilerde bulunuyordu. Hükümdardan sonra
atlı olarak, hükümdarın kılıcını, yayını ve sadağı­
nı taşıyan ve solunda elinde hükümdarın tülbam nı taşı­
yan silâhtar ağa geliyordu;sonra kızlar ağası, kapı ağa­
sı ve gene atlı, hükümdara susadığı zaman su vermek ya
da abdest almasını sağlamak için su dolu gümüş kaplar
taşıyan diğer iki kişi. Bu sonuncular saraya mensup ki­
şilerdi ve iyi giyinm işlerdi.
Namaz bittikten sonra, hükümdar sadece kaftanını
değiştirerek ve ateş renginde bir saten giymiş olarak,
aynı merasimle sarayına dönerdi.Y oldan geçerken bir
Rus köle müslümaıı olacağını bağırdı. Bunu duyan hü­
küm dar da kapıcıya derhal onun saraya getirilmesi için
emir verdi. Bu gibi kişilerin pek çoğu miislüman olmayı
isteyerek, hükümdar onlara bahşiş versin diye, onun
önünde İslâm dinini kabul etm ek için hükümdarın geç­
mesini beklerdi.

- 206
BEŞİNCİ KISIM

TÜ RK İMPARATORLUĞUNDA:
ANADOLU VE EGE ADALARINDA SEYAHAT
XLV
BURSA ŞE H R İ

C T hevenot, dokuz ay İstanbul'da kaldıktan sonra se­


yahatine D oğunun başlıca lim anlarından olan İzmir
istikam etinde devam etti. İstanbul ve M udanya arasın­
daki M armarayı g eçtikten sonra, bir kervanla kuzey­
batı A nadolu yolunu katetti. O nun ilk durağı Bursa
i d i.)

1656 yılının otuz A ğustos Ç arşam ba günü İstanbul'


dan yüz mil uzaklıkta olan M udanya'ya kadar gitm ek
için kiralam ış olduğum kayıkla hareket ettim . Sabah
erkenden T ophane'den kayığa bindim ve havanın kötü
olması sebebiyle aynı gün M udanya'ya varamadım ve
eşyalarım ızın çalınm ası korkusu ile karaya elli adım
mesafede çapayı a ttık ta n sonra, geceyi kayıkta geçir­
dim. Perşem be günü erken saatte seyahatim ize devam
e ttik ve saat üç civarında M udanya'ya geldik. Burada
pek fazla bir şey olm adığını düşünerek hiç durm adım ,
Mudanya’ya aşağı yukarı onsekiz mil uzaklıkta olan
Bursa’ya gitmek için binek hayvanlan aldım. Aynı gün
akşamın dört ya da beşinde Bursa’ya vardım ve bir ha­
na giderek oda kiraladım.
Eskilerin Prusea olarak isimlendirdikleri, eski Bitinya
krallarının başşehri olan Bursa, milâdî 1326, Hicrî ise
726 yılında ilk Sultan Osman’ın oğlu Orhan tarafından
alındıktan sonra Türk imparatorluğunun ilk başkenti
oldu. Sonra Timur, Bayezid’i bozguna uğratıp esir al­
dıktan sonra burayı Türklerden aldı. Sonra Bayezid’in
oğlu İsa tarafından Timur’dan geri alındı.

ŞEHRİN GÜZELLİKLERİ

Bu şehir Uludağ’dan sadece on mil kadar uzaklıkta­


dır. Yeri son derece elverişlidir. Burada su o kadar bol­
dur ki, şehirde oturanlar evlerine, hanlarına su getirte­
bilirler, suyu nakletmek için kolaylıkla bacak kalınlı­
ğında borular yaparlar. Böylece su bütün pisliklerden
korunur. Abdest almak için kapla su taşımak zorunda
kalmazlar, zira şehirde pek çok çeşme vardır. Bu sular­
dan başka, şehrin içinde rahatlıkla yumurtanın pişebi­
leceği pek çok sıcak su kaynağı vardır.
Onlar çeşitli hastalıkların tedavisine yarayan bu sı­
cak su kaynaklarının bulunduğu yerlere çevreden yüz-
binin üzerinde kişinin banyo yapmak için geldiği bir­
çok hamam yapmışlardır. Ben oraya merakla gittim ve
tamamen mermerle kaplı güzel bir hamama girdim. Ter­
lemek için gidilen en büyük salonun ortasında dokuz
ayak civarında derinliği olan, soğuk ve sıcak suların ka­
rıştığı büyük bir havuz vardı; isteyen herkes oraya ban­
yo yapmağa geliyordu; hatta birçokları yüzerek eğleni­
yorlardı. Oraya inmek ve oradan istenildiği kadar su al­
mak için merdivenler vardı. Buraya 2/3 oranında so­
ğuk su ilâve ediyorlardı, gene de o kadar sıcaktı ki, ilk

- 210 -
girişte yandığımı hissediyordum.
Bu şehirde birçok güzel yapı bulunmaktadır. Bunlar
arasında ikiyüzden fazla güzel cami sayılabilir. Bunlar­
dan biri olan Dervişler Camii bana gösterildiği; onun ar­
kasında da, küçük bir türbe içerisinde, kısa zaman önce
bu şehirde hükümdarın boğdurduğu müftüye ait oldu­
ğu söylenilen bir mezar gördüm. Ayrıca çok sayıda han
vardır, hepsi çok muhteşemdir ve içlerinde devamlı ka­
lınmaktadır. Çünkü bu şehir pek çok istikamete giden
kervan yolları üzerindedir. İlk hükümdarlarının, onların
sultanlarının ve bunlar arasında Fransız asıllı bir sulta­
nın mezarlarını görmeği unutmamak icap eder; fakat
bütün Avrupalıları Frenk diye isimlendirerek, Fransızla-
rı diğer Frenkler ile karıştırırlar. Onun son derece güzel
bir Fransız prensesi olduğunu, denizde esir edilerek hü­
kümdara takdim edildiğini ve hükümdarın da onu iste­
diği dinde alabileceğini belirtecek kadar sevdiğini, Hı­
ristiyan olmasına rağmen her zaman onunla yattığını,
onun imanını hiçbir zaman bozmadığını ve doğduğun­
dan itibaren aynı din ve inançla yaşayıp öldüğünü söy­
lerler. Öldüğü zaman, bu şehirde yaşayan hıristiyanlar,
hükümdardan onu hıristiyan âdetlerine göre gömme iz­
nini istediler ve izin vermesi için para teklif ettiler. Fa­
kat hükümdar onları reddetti ve diğer sultanlar gibi gö­
müldü. Mezarı, kemerli, duvarlarla çevrili küçük bir tür­
benin içindedir ve ızgaralı pencerelerden içerisi görülür.
Oraya girebilmek ve şüphesiz bir ithaf kitabesi olan ve
mezarının ucuna iliştirilmiş olduğunu gördüğüm bir kâ­
ğıdı okuyabilmek için kapıyı açık bulmayı temenni et­
tim; çünkü diğer sultanların mezarlarında ithaf kitabe­
sinin taş üzerinde yazılmış olduğunu, bunun ise öyle
olmadığını farkettim, fakat bu beni memnun etmedi.
Bu şehir yarım fersahtan fazla uzundur ve etrafı sur­
larla çevrilmemiştir. Sözü edilen şehrin ortasında
küçük bir tepe üzerinde, hemen hemen şehrin diğer kıs-

-2 11-
mı büyüklüğünde bir kale vardır, duvarlarla çevrilm iştir
ve burada herhangi bir hıristiyanm oturm asına izin ve­
rilm em ektedir. Bu kale m üstahkem dir ve şehrin her ta ­
rafının görülebildiği bir burcu vardır. Ele geçirilemez
gibi görünm ektedir. Kaleye girm eden önce, buradan ge­
çerek şehre giden su kesilebilir. Hıristiyanlar tarafından
müdafaa edilen bu yeri Türkler m uhasara ettiler ve ala­
m ayacaklarını görerek hıristiyanlan teslim olm ağa zor­
lamak' için suyu kestiler. Böylece hıristiyanlar bu kale­
yi kaybettiler. Bu kalede bir zam anlar OsmanlIların ilk
sultanlarının sarayı bulunuyordu. Fakat şim di tam a­
men tahrip olm uş ve bu gösterişli binanın büyük kalın­
tıları görülm ektedir.

BİR TÜRK MASALI

Ülkenin halkı bu kale hakkında, benim burada anlat­


mak istediğim bir masal oluşturm uşlardır. Onlar bir za­
m anlar bir im paratorun cüzzaııılı bir kızı bulunduğunu,
bu yüzden de kızın çok çirkin, buna karşılık ço k fazi­
letli olduğunu ve Allah'a büyük bir iman duyduğunu
söylerler; cüzzaııılı olduğu için kimsenin istem ediğin­
den babasının onu evlendirem eınekten dolayı büyük ız-
dırap duyduğunu görerek, babasının bu sıkıntısını o rta­
dan kaldırm ak için, Allah'ın kendisine yardım edeceği­
ni ümit ederek, fakir zavallı biri gibi herkesle birlikte
yaşam asına babasının izin vermesini istedi. Kendisini
çok seven babasından büyük bir zorlukla bu izni aldık­
tan ve uzun bir yolculuktan sonra bahsettiğim iz sıcak
su kaynağının bulunduğu yere geldi.Burada her gün bir­
kaç defa Allah'a dua ediyordu; cüzzaııılı bir domuz
yavrusunun geldiğini, bu sıcak suya girdiğini ve birkaç
¿(in buna devam edince iyileştiğini gördü. Bu kız, do
muz yavrusunun Allah tarafından onu iyileştirm ek içi
buraya gönderildiğine inanarak, kendisi de bu sıcak su

- 212 -
ya girdi ve birkaç gün banyo yaptı, sonunda tam am en
iyileşti.
Allah'a şükretm eyi bırakm adı ve sıhhatini kazandığı
bu yerde yerleşti; bu sebeple babasına burada bir din­
lenme yeri inşa etm ek iizere kendisine gereken m alze­
me ve adamları gönderm esini rica ederek, iyileştiğini
bildirdi. İsteklerinin tam am ını babası yerine getirince,o
da halen m evcut olan Bursa kalesini yaptırdı. Arapların
bıiraya devamlı akın yapmaları üzerine babasından yar­
dım istedi. Babası ona çok kuvvetli, sağlam ve yiğit bir
kişi olan Roland veya Orland idaresinde yardım gön­
derdi ve o da Araplara büyük kayıplar verdirdi. Şehrin
hemen yakınında bulunan dağın tepesinde bir Türk
dervişinin yaşadığı bir tekke vardır; bu tekke duvarlar
ve demir kapı iie kapatılm ıştır. Fakat dervişe birkaç
kuruş verince, içeriye girm eme izin verdi ve bana yedi
parm aktan daha geniş olan R oland'ııı kılıcını gösterdi;
bu kılıç dört ayak uzıınhığundaydı, ben sadece nam lu­
yu farkettim , çünkü yalnız kabzası bir ayak uzıınluğun-
daydı ve onlar bunun sadece nam lunun yarısı olduğunu
ve diğer yarısının ise hüküm darın hâzinesinde bulundu­
ğunu söylerler ki, bu durum da onıın çok ağır olması
icap eder. Halbuki bıı kılıç tek elle kullanılabilm elidir.
Bıı kılıcın yanında gene Rolaııd'a ait pek ç o k silâh var­
dır. Baş parm aktan iki misli büyük olan ve iki ayak
uzunluğunda demirden bir topuz. Bunun tutulacak kıs­
mı bakırla kaplıdır ve onu daha iri gösterir, topuzun
ucunda bakırdan iri bir arslan başı vardır. Bu tekkede
her biri siyah kadife ile örtülü ve her birinin ucunda
bir tülbent bulunan iki tab u t bulunm aktadır; bu ta b u t­
larda Roland'ııı ve oğlunun cesetlerinin olduğunu söy­
lerler ve inançlarına göre her ikisi de miisliiman olarak
ölm üşlerdir. Onlar bu mezarların hem en önündeki bir
masanın üzerine kılıç ve diğer silâhları koym uşlardır.
Bu dağın tepesi orm anlarla kaplı küçük bir düzlük ha-

- 213 -
ündedir. Ç ok güzel olan buraya Türkler eğlenm ek için
sık sık giderler.

XLVI
BURSA DAN İZM İR'E SEYAHAT

KERVANIN HAREKETİ

Her Perşem be Bıırsa'dan İzm ir’e giden kervanla yola


çıkm ağı tasarladım , fakat perşem be günü gelmiş oldu­
ğum dan sekiz gün beklemem icap ediyordu. Bu arada
yol erzakım ı tem in e ttim , yolda sudan başka birşey bu­
lunm adığı için bu şekilde hazırlaıım ağa m ecburdum .
Yolculuk esnasında vatm ak için açılır kananır k o ltu k ­
lar taşım ak gerekiyordu, ekm ek bozulduğu için peksi­
m et, etli börek; içm ek isterseniz şarap, bir tulum da
içerisinde sirke, yağ, tuz, m um ve her çeşit âletler, ni­
hayet biraz rahat etm ek isteniyorsa şam dana kadar her-
şeyi götürm ek lâzım dır. Türkler bu konuda titizdirler.
Çünkü kendilerine lâzım olan şeyleri beklemeksizin bu­
labilmek için hiç sıkılmadan yanlarında taşırlar ve ara­
zide evlerindeki kadar rahatlıkla yem ek pişirirler.
Kervanla ilk defa gittiğim için bu tip hazırlıklar bana
fevkalâde değişik geliyordu. Kervanlar, yolu kesmek
ihtimali olan hırsızlara karşı birlikte m ukavem et edebil­
mek için yolcuların gitm ek istedikleri bazı yerlere eş­
yaları ile birlikte gitm ek için teşkil ettikleri gruplardır.
Bu kervanlar hiçbir zam an şehir veya köy evlerinde
kalm azlar, fakat ya kırda ya da eğer varsa uzunlukları
genişliklerinden fazla olan kervansaraylarda kalırlardı.
Bu binaların ortasında, atların katırların, develerin ve
kervana ait diğer hayvanların barındığı büyük bir kısım
vardır, bu kısım iiç ayak yüksekliğinde küçük bir du­
varla çevrilm iş ve diğer büyük bir duvara bağlanm ıştır.
Bu duvarın üstü düz ve altı ayak genişliğindedir. Bu çe-

- 214 -
şıt duvarlara Türkler m astaba adım verm ektedirler,
Türkler bunun üzerine odalarını, salonlarını, iş yerlerini
ve m utfaklarını yerleştirm işlerdir. Kervansaraylardan
bazılarında bir tarafta hayvanların bağlandıkları,yem ­
lerini yedikleri ahırlar, diğer tarafta ise insanların din­
lendikleri, yem ek yedikleri ve yattıkları m astabalar b u ­
lunm aktadır. Birçok küçük ıııastabası olan kervansa­
raylar da bulunm aktadır. Bu yol üzerinde hayvanlar
için bir ahır ve insanlar için kalabilecekleri bir yer b u ­
lunan kervansaray azdır.
Ç arşam ba günü kervanın reisinden, benim ve hizm et­
kârım için iki a t ve eşyam için de bir katır tem in ettim
ve ertesi günü, yedi Eylül Perşem be günü öğleden sonra
saat ikide kervanla birlikte Bursa'dan yola çıktım .

Kazasız, bir hafta süren bir yolculuktan sonra, yolcu­


lar eşkiyanm talan ettiği söylenilen Akhisar bölgesine
vardılar. Onlar Geleııbe ve Palam ut kasabalarından geç­
tiler.

Ç arşam ba günü sabah saat beşte G elenbe'den haıe-


Ketle, saat onbiıde Palam ut a llı köye geldik. Burada
kalm abilecek bir kervansaray bulunm asına rağm en rast­
lam aktan korktuğum uz hırsızların baskınına uğram a­
mak için kalm adan geçtik ve dinlenm ek ve binek hay­
vanlarımıza nefes aldırmak için iki mil mesafede bir
düzlükte durduk.
Yol üzerinde pekçok soyguncu vardı.Bunlar Ç anak­
kale savaşından kaçm ış şahıslardı; çoğu dağlarda yaşı­
yorlardı. Bunlar yağm acılığın yanında adam da öldürü­
yorlardı. Bunun için gerekli tedbirleri alıyor ve sık sık
silâhlarım ızı kontrol ediyorduk. Kervanbaşı kervanı
baskınlardan korm ak için bizimle birlikte süvariler al­
m ıştı. Bu yolculukta basıcınla ilgili bazı haberler aldık
ise de herhangi bir şey olmadı. Öğleden sonra saat iki-

- 215 -
de atlarımıza tekrar bindik ve saat beşde küçük bir kö­
ye geldik ve buraya yakın bir yerde yıldızlı güzel bir ha­
vada geceledik. Buraya kadar daima kervansaraylarda
kalmıştık.
Orada ağzının tadını bilen Türkler için bol ve ucuz
bir yiyecek olan kavundan çokça alıp yemek mümkün
oldu.
Perşembe sabahı saat beşte buradan ayrıldık ve saat
sekizde Manisa adlı büyük bir şehre geldik. Burada bü­
yük bir kervansarayda kaldık ve bu şehirde bize lâzım
olan herşeyi bulduk, şarabı bile; çünkü pek çok Rum
vardı. Bu şehirde iki tam gün kaldıktan sonra, onaltı
Eylül Cumartesi günü sabah altıda hareket ettik ve aynı
gün öğle civarında İzmir’e vardık.

XLVII
İZMİR ŞEHRİ

İonya’nın önemli şehri olan İzmir, Tantalos tarafın­


dan kuruldu ve Anadolu’yu istilâ eden ve bu şehri alan
Amazonlar’dan birinin adıyla (Symirna) anılmağa başla­
dı. Uzun zaman sonra bir zelzele sonucu tahrip oldu ve
limana elverişli olması sebebiyle Marcus Antonius tara­
fından denize yakın bir yerde tekrar kuruldu. Burası
şair Homeros’un doğum yeridir. Türkler ona şimdi İz­
mir derler. Bu şehir büyüktür ve içinde hıristiyanlar ka­
dar Türkler de oturmaktadır.
Şehrin hâkim bir yerinde bulunan kaleye güçlükle
çıkılmaktadır; bu kale oldukça tahrip olmuştur ve iyi
muhafaza edilmemiştir. Orada tamamen kayaya oyul­
muş, beş ağzı ve birçok kanalları olan büyük bir
sarnıç görülür. Kalenin altında, bir Rum kilisesi
olan Sainte — Venerande’a doğru giderken, Saint—
Jean’ın sadık adamlarından İzmir piskoposu Sa­
int Polycarpe’ın öldürüldüğü büyük bir anfiteatr

- 216 -
görülmektedir... O çok yüksektir. En tepede hâ­
kimlerin oturma yerleri olan beş niş vardır. Anfiteatr-
dan biraz uzakta Saint—Jean katedralinin kalıntıları
görülür. Burası çok büyüktü ve pek çok şapel vardı. On­
lardan birinin içinde, bir mezar vardır. Rumlar bunun
Saint Polycarpe'a, diğerleri ise birkaç Türke ait olduğu­
nu söylerler. Aşağıda, deniz boyunca uzanan halen
meskûn bir kale daha vardır. Kapının üzerinde Roma
kilisesinin armaları yer alır; belki de bütün bu sahillerin
olduğu gibi İzmir'in de sahibi olan Cenevizliler tarafın­
dan inşa edilmişti.
Bu kale küçük olan limanı kapar ve yabancı gemiler
buraya asla giremezler. Emin ve güvenilir bir yer olması
sebebiyle gemiler burada demir atarlar, buradan çık­
mak oldukça zordur. İzmir'den ayrıldıktan sonra lima­
na girmelerine mani olamadıkları ve buradan istedikleri
gibi şehri döven, kısa zamanda da alabilen Venediklile­
re Çanakkale savaşından sonra güvenememeleri sebe­
biyle, kendi istedikleri gibi giriş ve çıkışı kontrol etme­
leri için, bu limanın ağzına bir kale inşa ettiler.
Şehrin limanı boyunca gümrükler ve çoğunun lima­
na kapıları olan konsolosluklar ve Frenk tüccarların ev­
leri bulunmaktadır.

(Bu "Konsolosluk ve Frenk satıcılarının evleri" batı­


ya gidişin ana damarı ve İzmir alış—verişinin merkezi
olan "Frenkler Sokağı"nı çevirir. Thevenot’nun Frenk-
lerin sokağındaki bu evlere işaret etmeksizin bahsettiği
"arka kapı" doğrudan doğruya kıyıya açılır ve limanın
memurlarının gözünden kaçırmak istenen malların bo­
şaltılması ya da yüklenmesine elverişlidir. XVII. yüzyıl
ortasında doksanbin kişinin oturduğu İzmir, Batı—Do-
ğu ticaretinin önemli merkezidir. Anadolu'nun başlıca
limanı olup İran'dan gelen mallar için Halep'le rekabet
etmektedir.)

- 217 -
Bu şehirde, adaleti tem in eden bir kadı v ard ır; İzm ir'
de Türkler ve Rum lar, Erm eniler, İtalyanlar gibi hıristi-
yanlar oturm aktadır. Rum ların orada bir başpiskoposu
ve iki kiliseleri vardır. Bunlardan Sainte V enerande adı
verilende arşevek, Sainte Georges kilisesinde ise k e şiş­
ler bulunm aktadır.E rm enilerin iki,İtalyanların da F ran­
sız konsolosluğunun karşısında bulunan kiliseleri var­
dır. Cizvitlerin içinde kilisesi olan güzel bir evleri bu­
lunm aktadır.
İzm ir çevresindeki toprak bilhassa zeytinciliğe elve­
rişli çok verimli bir ovadır ve bu şehre güzellik veren
bahçeler ile doludur. H erşey oraya bol bol g e lir;b u ra ­
da yapılan şarap kalite itibariyle Kanarya şarabından
sonra en mükemmel şaraptır. İzmir şarabından daha gü­
zel bir şarap içm edim . Frenkler şehirden küfeler dolu­
su üzüm alarak evlerinde kendileri şarap yaparlar; kek­
lik sadece çifti iki veya üç akçe değerindedir ve iyi de
olsa beş akçeye çıkınca pahalı sayılır. Neticede İzm ir'
de herşey iyi ve ucuzdur.
Fakat bu şehirde sık sık deprem olur ve bu sebeple
defalarca yıkıntıya m aruz kalm ıştır ve durum unun el­
verişliliği sebebiyle de her seferinde yeniden inşa edil­
m iştir; deprem siz yıl geçm iyordu, birkaç yıl önce kırk
gün devam eden ve yarım saatlik aralıklarla hissedilen
bir deprem in m eydana geldiği ve limanda demirlemiş
gemilerin, suların yükselmesi sebebiyle kalkam adığı ba­
na anlatıldı.
Rüzgâr esmediği takdirde bu şehirde yazın sıcaklar­
dan herkes sıkıntı çeker; yazın her gün kuzeyden esen
ve havayı oldukça serinleten rüzgâr bu şehir için çok
önemlidir.
Bu şehirde bütün A nadolu'nun ve hıristiyan âlem i­
nin m allarının ticareti yapılır.

E FE S'E G ERÇEKLEŞM EYEN SEYAHAT

- 218 -
İzm ir’de bulunduğum sırada, eskiden Saint—Jean'm
Apokalipsini m eydana getirdiği ve içinde öldüğü kilise­
yi ve dünyanın yedi harikasından biri olan A rtem is ta­
pınağının kalıntılarını görm ek arzusunda idim.
Beni üç veya d ö rt günlük bir seyahate sevkeden Efes'
de daha b irçok şey bulunm aktadır. Aynı zam anda İz­
mir Efes'e ancak kırk mil uzaklıktadır,' fakat Fransız
Konsolosu M. du Puy bu ülkedeki bütün güzellikleri ba­
na anlatarak, yol üzerinde bulunan hırsızların ve bilhas­
sa hıristiyanlara iyi davranm ayan Çanakkale bozgunun­
dan kaçanların bulunm ası sebebiyle beni bu seyahatten
vazgeçirm ek istiyordu.
F ak at nihayet benim bunu ço k istediğim i görerek be­
nim yanım da gitm ek üzere iki yeniçeri bulm ağa çaba
gösterdi. Bunlardan birisi yıllarca önce hırsız olup beni
sağ salim bu hırsızlardan koruyarak Efes'e götürm eğe
söz verdi. A tlan önceden hazırlattım ve ertesi sabah ha-
raket etm eği düşünüyordum , fakat akşam leyin ateşlen­
mem bu seyahati önledi, çünkü yedi ve sekiz gün sonra
ayağa kalkınca, bu hafif hastalığın bana bir ihtar oldu­
ğu söylendi ve nihayet onların tehlikeli olduğuna ina­
narak beni bu seyahatten vazgeçirm ek için söyledikleri
ikna edici sözlere teslim oldum.

XLVII1
SAKIZ ADASI

(T hevenot, Türk İm paratorluğuna tâbi olan Ege ta­


kım adalarından bazılarını ziyaret etm ek için İzm ir'den
denize açıldı. Önce m anzaralarının güzelliği ve insanla­
rının sıcaklığı ile bilinen Sakız Adasında durdu: Sakız
kırkbin kişinin yaşadığı (yirm ibeşbin Rum , sekizbin
İtalyan ve sadece altıbin Türk) bir adadır. Buranın lim a­
nı Selanik, İstanbul ve İzm ir'den gelen gemiler için bir

- 219 -
durak y erid ir.)

"SAKIZ Ş E H R İ"

Oniki Ekim Perşem be günü, akşam geç saatte Sa­


kız'ın lim anına geldik. Kalmak için Fransız konsolos
yardımcısı M. M ille'nin evine gittim , çünkü burası İz­
m ir'deki konsolosluğa bağlı idi. Sakız şehri küçüktür,
kalabalıktır ve oturanların çoğu hıristiyanlardır (R um ­
lar veya İtalyanlar) Her grubun bir piskoposu ve kilise­
leri vardır, fakat R um lar İtalyanlardaıı daha çok papaz
ve kiliseye sahiptirler, çünkü onların papazlarından her
birinin kilisesi vardır. Her kilisede günde bir defadan
fazla ayin yapılması iyi karşılanm azdı.
Onların pek çok m anastırları da vardır, bunlar bizim­
kiler gibi iyi korunm uyorlardı. Burada bir m anastıra
girdiğim i,bunun içinde hıristiyaııları ve Türkleıi gördü­
ğümü, nihayet odaya rahibelerden birinin girdiğini ha­
tırlıyorum . O nun hıristiyaıı iyilikseverliğinin sınırlarını
aşan iyiliklerde bulunduğunu farkettim . Buraya giren
din adamları odalarım satın alırlar, canlan isteyince çı­
karlar, isteyince m anastırı terkederler. Onlar altın yal­
dız, gümüş ve ipek işlemeciliği yaparlar. Bu işte Ruın
kadınlan çok başarılı olur.M endiller,keseler ve benzeri
eşyalar üzerine yaldızla güzel çiçekler işlerler.
İtalyanların şehirde beş kilisesi vardır, birinci pisko­
posluğa ait olup güzel ve büyüktür, çok eski değildir,
Türkler Sakız'ı ele geçirdikleri yıllarda inşa edilm iştir,
çünkü kilise ve piskoposluk dairesi şatodadır ve Türk­
ler kiliseyi camiye çevirince şehirde Fransa kralı ile
sultan arasında yapılan anlaşm aya bağlı kalarak aynı
büyüklükte bir kilise inşa etm esi için piskoposa izin
verdiler; yapılan bu anlaşm aya göre Türkler hıristiyan-
ların kiliselerini tahrip etm eyecekler, onları yok etm e­
ğe çalışm ayacaklardı, fakat hıristiyanlar tam am en hür

-2 2 0 -
olacak ve kiliseleri yıkılınca yahut yıktırılınca onları ne
tam ir edebilecek ve ne de yenilerini inşa edebilecekler­
di. Bu izni alan piskopos şehirde bir yet satın aldı, b u ­
rada kilisesini ve evini inşa e ttird i; İzm ir konsolosu,
M arsilya'lı Jean du P uy'un satın alarak Fransızlara ver­
m iş olduğu ve Sakız'da ölen Fransızların gömüldüğü
mezarlık bu kilisenin içersindeydi. K apuçinlerin büyük
ve güzel olan evleri ve kiliseleri şehirdeydi. K apuçinle­
rin bu evleri özel olarak inşa edilm işti. Büyük bir bah­
çesi vardı fakat su y o k tu . Bu iyiliksever rahipler oraya
okum ağa gelen çocuklara sosyal bilimleri ve hıristiyan-
lığı öğretiyorlardı. Cizvitlerin de orada bir kilisesi ve
bir koleji vardı; Sakız'da oturan bütün Cizvitler yerliy­
diler ve onların üç tane tarikat topluluğu vardı. Burada,
ayrıca, güzel kiliseleri olan Y akobenler ve Kordeliyeler
de bulunm aktaydı.
Köylerde ya piskopos ya da bu dindarlara ait olan
katolik İtalyanların pek ço k kiliseleri vardır. Bütün ada­
da olduğu gibi orada burada dağılm ış pek çok Rum ki
lisesi bulunm aktadır, bunların otuzdan fazlası İtalyan
lara, beşyüzü de Rum lara aitti. Hepsi iyi çalışm aktada
ve d in î hizm et hıristiyanlığm m erkezinde olduğu gibi
bütün m erasimleri ile burada da yapılm aktaydı. Türkler
herkese kendi dinlerine göre ibadet hürriyeti tanım ış­
lardır; âyin herkesin önünde yapılıyor ve şaraplı ekm ek
yortusunda hiçbir korku duyulm adan ve Türkler tara­
fından hiçbir saygısızlığa m aruz kalınm adan, bir gölge­
lik altında şaraplı ekm ek (S aint—Sacreıııent)i sokaklar­
da gezdirirlerdi. Hz. İsa'nın heykeli de önde bir fenerle
taşınm aktaydı.
Bu şehir, bütün adada olduğu gibi Türklerin idaresi
altında önemli olm ayan bütün işlerinde serbestçe hare­
ket etm e im kânına sahipti ve,Iııristiyanlar tarafından
yönetiliyordu.G örevde oldukları m üddetçe bütün işlere
itina etsinler diye idarecilerin yarısını Rumlardan^yarı-
sini da İtalyanlardan seçerlerdi.

SAKIZ AĞAÇLARI

( Bunlar bugün için de Sakız adasının başlıca ürünü


olan reçinenin elde edildiği Sakız ağaçlarıdır. Ürün alı­
nan bölge Kalinıassia'nın (T hevenot'nun "Caliıııacha'
sı") çevresidir. Sakız ağacı bilhassa m ahalli bir likörün
imalinde kullanılır.)

Bu adadan başka bir yerde bulunm ayan sakız ağaç­


larını merak ederek görm eğe niyetlendim , güm rükten
bir yeniçeri aldım ve şehrin başlıca köylerinden biri
olan Calim aclıa'ya konsolos yardım cısı ile birlikte g it­
tim.
Oraya iki kapıdan girilir ve inşa edileli dörtyüz yıl
olan bugün dahi iyi durum da bulunan bir kule görü­
lür; bugün için kullanılm az ve daim a açıktır. Bu köyde
altı ve çevrede de otuz Rum kilisesi ve bir m anastır
vardır. Burası kalabalıktır ve ben oraya gittiğim zaman
bana, hepsi evli üçyüzkırksekiz kişinin haraç ödedikle­
ri söylendi. Çünkü evli olm ayanlar orada haraç öde­
mezler.
Bu köyün yakınında, görm eğe gittiğim altm ış sakız
ağacı bulunm aktadır; bunlar üzüııı kütükleri gibi toprak
üzerinde uzanıyorlardı. Dioscorides pek çok yerde
sakız ağacının bulunduğunu fakat bunların en iyisinin
Sakız Adasında olduğunu söyler.

Sakız elde etm ek için ağaçlar Ağustos ve Eylül ayla­


rında delinirler, zamk yapılan sakız bu deliklerden ç ı­
kar, ağacın gövdesi boyunca toprağa doğru akar ve
orada levhalar halinde dondurulur. Bunlar birkaç gün
sonra toplanır, sonra da güneşte kurutulur, daha sonra
toz kısmı ayrılsın diye elekten geçirilir, elenirken bu işi

- 222-
yapanın yüzüne yapışır, bunlar ancak yağ ile tem izlene­
bilir.
Sakız ağacı olan yirm iiki köy vardır ve onların hepsi
yüzbin sakız ağacına sahiptirler. Her yıl bunlardan üç-
bin sandığını hükümdara vermek zorundadırlar, bıı da
yirm iyedibin okka yapar. Sandığı doksan okkadır. Her
okka dörtyüz dirhem eder. Bu sakızı toplam ak için,ver­
gi vermek zorunda olan bu köylerin her biri sahip ol­
dukları ağaç sayısına göre vergiyi öderler, çünkü bir
ağaçtan tahm inen ne kadar sakız elde edileceği bilin­
m ektedir ve her yıl bu ağaçların bulunduğu sem tlerde
elde edilen ürün aynı değildir. Ç ok elde edenler az elde
edenlerin vergilerine yardım ederler, zira bunlar müm­
kün olduğu nisbette birbirini desteklerler, ayrıca onlar
güm rükçüye iki kuruş satış parası ödem eğe m ecbur tu ­
tulurlar.
B undan sonra kalanını gümrükçüye okkası altm ış ak­
çeden satarlar. Bununla gümrükçü onların işlerini yürü­
tür, çünkü onların gümrükçüden başkasına satm alarına
izin verilm em iştir. Sonra gümrükçü sakızın okkasını
yüzseksen akçeye satar. Bu satış ancak Sakız Adasında
yapılabilir,çünkü bu mal hükümdara aittir ve gene aynı
sebeple onlar bütün caddelerde yerler tutm uşlardır, bu­
ralarda bu ağaçlar ve kesinlikle bu iş için yapılmış
küçük evlerde m uhafızlar vardır. Bu m uhafızlar sakızla­
rın götürülüp götürülm ediğini görm ek için çevreyi dola­
şırlar, bu işi o kadar sağlam yaparlar ki, yeniçerinin
bana anlattığına göre, bir Tceresinde bir kadında en gizli
yerlerine sakladığı halde büyük bir parça bulm uşlardı.
Sakızı gümrükçüye götürm eden bu şekilde satm ak iste­
yenler müsamaha edilmeksizin cezalandırılırlardı.
Bu sakız beyaz ve güzel kokulu bir zam ktır; pekçok
m erhem in yapım ında kullanılır, fakat R um lar onun bü­
yük bir kısmını çiğnerler, kadınlar ve kızlar pek çok
kullanır, ağızlarında sakız bulunm adık anları yoktur.B u

- 223 -
sakız çok tükürük yapar ve dişleri beyazlattığı söylenir
ve ağızdaki pis kokulan giderir. Daha lezzetli olmasını
tem in etm ek için ekm eğin içine de koyarlar. Sakız
Adasından hareketim de yiyecek içersine bundan bir
parça konm uştu.

NİAMONİ MANASTIRI (NEA MONİ)

Sakızları gördükten sonra Calim acha'dan birkaç mil


uzaktaki Rum keşişlerinin bulunduğu Niam oni m anas­
tırının yolunu tu ttu m ; yol ço k kötü idi, çünkü bütün
adada inip çıkm ak icap ediyordu ve bu m anastır ise or­
m anlar ve kayalıklar arasındaydı. Oraya varınca ilkin
büyük, güzel ve Rum cada halk arasında "yalnız bakire"
anlam ına gelen N iam oni'ye ith a f edilm iş olan kiliseye
gittik.
Bu kilisede geçen pek çok m ucize anlatırlar. Ben on­
lardan sadece birini anlatacağım . Bir gün bu kilisenin
bayram ının kutlandığını ve bütün sunakların mümkün
m ertebe en iyi şekilde tem izlenip hazırlandığını söy­
lerler. Oraya, sunağın işlemeli m ihrap örtüsünü çalm ak
isteyerek M aures'ler girm işler ve kimse olm adığı bir sa­
atte ona yaklaşm ışlar, içlerinden birisi döşem eye bir
dem ir parçası düşürdüğü zaman burada büyük bir ateş
m eydana gelir ve onları orada kül haline getirir. Onlar
bana döşem ede küçük bir delik gösterdiler ve bu dem ir
parçasının onu açtığını söylediler.
Bu m anastırda bir başpapaz tarafından yönetilen
ikiyüz keşiş bulunm aktadır.
Bu m anastır hükümdara yılda beşyüz kuruş öder, fa­
kat altm ışbin kuruştan fazla yıllık geliri ve bir m ilyon­
dan fazla altının bulunduğu bir hâzineleri vardır. Bizzat
onlar bana adanın üçte ikisine sahip olduklannı itiraf
ettiler, çünkü ada sâkinlerinden ölenlerin çoğu evlerini,
arazilerini, paralarını onlara bırakırlar, bu da bize evlere

- 224 -
ve ailelere sahip olan din adam larının yalnız hıristiyaı.
lıkta olm adığını gösterm ektedir. O nlann bu m anastırda
iki büyük çanları vardır, onlann sesleri beni biraz sevin­
dirdi, çünkü uzun zam andan beri çan sesi işitm em iş-
tim ; Türkler bu konuda hııistiyanlara izin vermezler.

HOMEROS BURADA DOĞDU

Başka bir gün Sakız'a bir mil kadar uzaklıkta, deniz


kıyısındaki Hom eros O kulunu görm eğe gittim . Burası
biraz yüksek bir kaya üzerinde idi. B unun üzerinde aym
kayada oyulm uş, üç ayak civannda yüksekliği olan ka­
re şeklinde tasvir edilm iş birkaç hayvan m otifi vardı,
ben orada bir öküz, bir k u rt ve benzer hayvanları gör­
düm ve H om eros'un O kulu olarak isimlenen yer burası­
dır. Oradan az uzaklıkta A nanato adı verilen bir köy
vardır. Burada köm ür ve zift yapılır, yüzelli kişi kadar
oturm aktadır. Sakızlılar H om eros'un doğduğu köyün
burası olduğunu söylerler, buraya yakın bir yerde üzü­
m ünden güzel şarap yapılan bir bağ vardır ki, buna H o­
m eros'un bağı denilir.BazıIan bu bağın iyi bir limanı
olan denizden iki mil içerde ve buraya on mil uzaklıkta
bulunan Cardamila adlı köyün yakınında olduğunu
söylerler.

ADANIN ÖZELLİKLERİ

Türkler tarafından Sakız Adası denilen Kios,Ege ada­


larının ünlü bir adasıdır.Bu ada eskiden Cenova senyör-
leri G iustiniani'lere aitti, fakat 1566 yılında K a p ta n -ı
D erya Piyale Paşa tarafından alındı ve Türklerin h â k i­
m iyetine geçti.
Kalabalık bir nüfus barındıran Sakız Adasının çevresi
doksan mil kadardır. Bir şehir ve altm ış kadar köyü
vardır. Burada oturanların çoğu hıristiyaıılardır. Ada

- 225 -
küçük çiftlikler ve köşkler ile doludur, bunlar küçük
bir arazi üzerinde iki veya üç odalı basit kulelerdir;
bunlar tıpkı M arsilya'nın çevresindeki tarım yerleşm e­
lerine benzer.
Sakız Adasında çok zelzele olur. Eğer bu kadar ta ş­
lık olm asaydı ve biraz suyu olsaydı daha verimli olacak­
tı, fakat ço k az yağış olduğu için her yıl baharda yağ­
m ur yağması için dua etm ek gerekir ¿İkin Türkler .son­
ra Rum lar, Italyanlar daha sonra da Yahudiler kendi
usullerince dua ederler. Türkler pek az zahm ete katla­
nırlar, Bütün bu dualar onların istedikleri şeye sahip
olmak için yapılm aktadır. Fakat ada kurak ve dağlık
olduğundan herşeye yeterince sahip olm ağa im kân ver­
mez. Buğday ve şarap elde edilir. Buğdayı ço k iri tane­
lidir. Ada pek çok kim senin hoşuna gitm ez, çünkü baş­
ka içecek ve yiyecekler bulunm am aktadır.
Orada herşey ço k ucuzdur, keklik ç o k iyi olsa bile
hem en hem en bedava denecek bir fiyata yenilir, fakat
bu kuşların Sakız'da nasıl beslendiğini görm ek ilgi çe-
kicidir.Çünkü köylülerin ortak ço banlan vardır,köylü­
ler bunlara keklikleri beslesinler diye birşeyler verirler.
Ç obanlar her sabah bir ıslıkla keklikleri etraflarına to p ­
layarak H int horozlannda olduğu gibi kırlara götürürler
ve tepeciklerden biri üzerine gelir gelmez onları bırakır­
lar, her biri kendi yiyeceğini bulm ağa gider, akşam
olunca aynı tepe üzerine dönerler ve çoban kuvvetlice
ıslık çalar; bütün keklikler gelirler ve onun etrafında
toplanırlar ve bundan sonra her biri, içlerinde eksik ol­
maksızın kendi evine gider. Keklikler çobanın ıslığına o
kadar alışm ıştır ki bir başkasının ıslık sesine gitm ezler.
Sakız'a geçtiğim de zam anım ın kısalığı sebebiyle, bu
eğlenceleri görem edim . Tavuklardan daha evcil ve şa­
hısların malı olan keklikleri gördüm, bu keklikler yanla­
rına ilk yaklaşanlardan kaçm ıyorlar ve onlann kendile­
rini okşam alarından ürkmüyorlardı.

- 226 -
SİYASİ OTONOMİ

Bu ada, Türkler arasında hürriyetini korum uş olan


tek adadır. Sâkinleri diledikleri gibi, yaşarlar, dinleri­
ni hür olarak icra ederler; ismen Türklere tâbidirler ve
onlara vergi öderler; onlara h içbir şekilde eziyet edil­
m em iştir ;zorla birşey kabul ettirilm em iştir .Sakızlıların
hem en hem en hepsi hıristiyandır ve Türk pek azdır.
Bu hıristiyanlar arasında ço ğ u katoliktir, diğerleri ise
ortodoks kilisesine bağlıdırlar. Bütün bu şahıslar İtal-
yanlar ve Rum lar, bir zam anlar kendilerini idare etm iş
olan Cenevizlilerin hayat tarzlarını benim sem işlerdir.
Bu adada Justinianus hanedanına m ensup olduğu söy­
lenilen pek ç o k aile vardır; zira sayıları oldukça çok
olan kibar kişiler ile esnaf arasında ayırım yaparlar. Sa­
kızlılar, Cenevizliler gibi giyinirler. Onlar çirkindirler
ve boylan her ne kadar uzunsa da, yüzleri insana korku
verir, çok kibirlidirler. Bazen kibar kişiler diğerleri gibi
serbestçe kasaba ve pazara ihtiy açlan n ı alm ağa giderler
ve aldıklan eşyalan çekinm eden kendileri taşırlar.Fran-
sızları sevmezler; İspanyolları gönülden severler ve hıris-
tiyanlarııı yerine Türk hâkim iyetini tercih ederler.
Sakızlılar dam askos, saten, tafta ve benzeri diğer
şeyleri işlerler ve çeşitli yerlere ticarî m aksatla gemileri
ile gidip gelirler.
Çalışm ayanlar ve dışarıya çıkm ayanlar birlikte ko­
nuşm ak için bir yerde ağaçların altında oturarak günle­
rini geçirirler. Ö ğrenim leri için bu ülkede okula gitm ez­
ler; onlar arasında büyük bir cahillik hâkim dir, bununla
beraber uyanık bir zekâya sahiptirler, onlar o kadar
kalleştirler ki, kendileri ile bir iş yaparken çok gözü
açık olm ak icap eder. Zevklerine düşkündürler ve niha­
yet Rum ırkm dandırlar.
KADINLARIN GÜZELLİĞİ

Kadınlar çok güzeldirler; devamlı başlarına taktıkları


yasem inler kadar beyaz tenlidirler ve kadınlan bu ka­
dar güzel yüzlü olan diğer bir ülke görm edim ; ben yüz­
den bahsediyorum , çünkü göğüsleri güneşte yanm ıştır
ve esm erleşm iştir; göğüslerini yüzleri kadar saklam ak
istem em eleri beni her zam an şaşırtm ıştır. Bazan kendi­
mi onlara laf atm aktan alıkoyam azdım . Çünkü çok
açık saçık giyinirlerdi. Bundan daha iyisi olmaz.
Onların elbiseleri güzel görünmelerine yardım cı ol­
m aktadır, çünkü onlar her zaman ço k tem iz giyinirler,
saçlannı beyaz bir örtü ile örtm ektedirler; bütün bu süs­
lerin yanında daha çekici olan onların esprisidir; bu ne­
şeli ve şen espri onlan yeryüzünün en hoş kişileri ya­
par. Onlar ço k güzeldirler, ancak bu cinse m ahsus bir
kusur olan kibirleri de fazladır. Bu kadınlar sahip ola­
bildikleri en güzel elbiseleri giyinm ek isterler,- bununla
beraber bunun fiatı eskiden olduğu gibi değildir. Zira
beş veya altı ekü tu ta n güzel kadife ayakkabılar, altın­
dan kolye ve bilezikler ve yüzükler alm ak için bir işçi
hanım ının, fakir bir kim senin parası y oktur. F akat bir
gün bütün bu ziynetleri daha pahalıya alıyorlardı.
Saint—Jean kilisesi, Sakız şehrinin dışında ve deniz­
den bir k u rşu n m enzilinde bulunm aktadır. Bu kilisede
Saint—Jean'm uyanış toplantısı yapılır, bütün ada. halkı
orada bulunur ve kadınlar ve kızlar im kânları nisbetin-
de süslenirler; bu gün gelince onlar sahip olduklan en
güzel ve en değerli şeyleri bulm ak için bütün sandıklan-
nı boşaltırlar ve h içbir süs eşyası olm ayanlar dostlann-
dan ödünç alırlar. Onlar iyice süslenerek yem ekten son­
ra Saint—Jean 'a giderler; bu kiliseye gitm ek için çıkıl­
ması icap eden kapının yanında bir kule vardır, onun
üst kısm ında onlann geçtiğini görerek gururlanan kap­
tan paşa bulunur. Bu merasim bitince herkes döner ve

- 228 -
zevkle onları seyreder paşanın bulunduğu kulenin
önünde dansetm eğe başlarlar,* ertesi gün bu paşa hü­
küm darın gelişi için yapılacak hazırlıklara sarfetm ek
gayesiyle şehir zenginlerinden yüzbin kuruş istedi. On­
lar ise hiç paraları olm adığım söyleyerek a f dilediler .fa­
kat onların kadın ve kızlarını altınla süslemek için para
bulduklarını söyleyerek ağızlarını kapadı ve ellibin ku­
ruş ödeyerek kaptan paşa ile anlaştılar.B u hadiseden
sonra İtalyanlar kadar R um lar da papazlarının vasıta­
sıyla, kadınlarına afaroz edileceğini söyleyerek ne altın
ne de gümüş herhangi bir mücevher takm ağı yasaklattı­
lar, fakat bu, kadınların mücevherleri edinm elerine m a­
ni olam adı, onlar papanın bir afaıozu gelinceye kadar
bununla alay ettiler. Bu andan itibaren mücevher taka­
madılar.
Sakız kadınları da Sakız erkekleri kadar dansı sever­
ler, her pazar ve bayram larda erkekler ve kadınlar her­
kes, şehirlerde olduğu kadar köylerde de akşam dan
başlayarak bütün gece dans ederler ve yeni gelm iş, hiç
kim seyi tanım ayan bir yabancı diğerleri gibi serbestçe
buna katılabilir ve bizim Fransa köylerinde olduğu gi­
bi h içbir skandal olmaksızın en güzel olanının elinden
tutabilir.
Sakızlılar ile Cenevizliler arasında bu yönden fark
bulmuyorum,* birinciler kıskanç değillerdi zira her ne
olursa olsun, bir m em lekette eğer bir kadın ahlaken
düşmüş bir kadın olm ak istem iyorsa, bir erkeği serbest­
çe görm eğe cesaret edem ezdi; bununla beraber bu ada­
nın kadınları,şehirlerde olduğu kadar köylerde de hür­
riyetlerine sahiptirler; kızlar günlerini ve akşam larını
kom şularıyla konuşarak ve oynayarak ve gelip geçenlere
bakarak ve şarkı söyleyerekkapılannınönündegeçirirler.
Onları daha önce görm em iş olan bir yabancının h o şu ­
na gidenle konuşm ak için durması asla skandal ol-
mazdı, kız onunla sanki uzun yıllardan beri tanışıyor-
ıııuş gibi konuşur ve gülerdi. Fakat bu eğlenceyi sürdü­
rebilm ek için basit Runıcayı biraz bozuk bir şekilde
konuşabilm ek lâzım dır; çünkü orada pek çok İtalyanca
bilen varsa da, onların dilleri edebî G rekçenin bozul­
m uş şeklinden başka birşey olm ayan Rum cadır.
Sakızlı bir Cizvit, Voyages par lettresradlı eserine sa­
hip olduğum uz Pietro Della Valle adlı İtalyalı bir asilin
Sakız'dan geçerken köleliği ve eğlenceyi birlikte gör­
m ekten hayret ettiğini bana söyledi.Köleliğin isminden
başka yerlerine nazaran oPada köleliğin daha az olduğu
m uhakkaktır. Eğlenceye gelince kadınların hiçbir hür­
riyete sahip olm adığı bir ülkeden gelen İtalyan asilza­
desine bahsedilen eğlencenin tu h af gelmesine hayret e t­
m iyorum , bu ülkede kadın, erkeklerin bütün isteklerini
yapm ağa ikna edilm iştir.

TÜRKLERİN ADAYI ZAPTI

Oradan geçtiğim sırada Sakız'da ç o k eğlendikleri


d oğrudur; çünkü Ç anakkale savaşından itibaren bütün
Venediklilerden korkuyorlardı. Onların arkasından kı­
sa zam an sonra oraya gelmiş d ö rt paşa vardı. Bunlar
kendileri ve adamları Türklerin yerini tutm ak için fırsat
kollayan şehrin ileri gelenlerinin evlerine yerleştiler.Bu
paşaların dördüncüsü ben orada iken Sakız'a geldi ve
şehir sâkinleri ona ve adam larına oturm ası için bir m a­
halle verdiler; evleri Türklere ayrılanlar kapılarını onla­
ra açm akta güçlük çıkardılar, çünkü onlar bundan m u­
af tutulacaklarını um uyorlardı. Türkler kendilerine ve­
rilen evlerin kapılarını baltalarla kırarak açıyorlardı ve
bütün bu m ahallenin her tarafından, balta sesleri ile ev­
lerde olan kadınların çığlıkları karışm ış korkunç gü­
rültü—patırdılar işitiliyordu. Dik kafalı rahipler m alla­
rım dostlarına götürm ek hususunda direniyorlardı.
» P ie tro D e lla V a lle ( 1 5 8 2 — 1 6 5 2 ) 1 6 5 0 'd e R o m a 'd a D o ğ u d a k i s e y a h a tin e
ait y a z ıla r ın ın ilk c ild in i y a y ın la d ı. V ia g g i d e s c r itti in le tte re fa m ilie re
ai s u o a m ic o M a r io S c h ip a n o .

-2 3 0 -
çünkü onlara sâdece b o ş bir ev verm ek zorundaydılar.
F akat bu, nereye yerleşeceklerini bizzat bilm eyen, hiç
tanım adıkları kişilere evlerini terketm eğe m ecbur olan
kimselerin görünen acınacak bir m anzarası idi ve bu ba­
na baskı altında bir şehrin görüntüsü gibi geliyordu. Bi­
zim konsolos yardım cısının evi iyi d o stlan olduğu için
böyle bir ev sahipliğinden m uaf tutuldu.
Bu paşanın gelişinin ertesi günü,şehrin konsolosları
ona, iki sepet ekm ek, beyaz balm um undan orta kalın­
lıkta m um , beş p arça şeker, üç kap bal, üç kap p o rta ­
kal suyu, iki sepet nar, iki lim on, iki su kavunu, iki
mezingianes veya m or şalgam, üzüm, ot, yan m düzine
güvercin, bir düzine tavuk ve üç koyundan ibaret olan,
alışılagelmiş hediye gönderdiler. Ertesi günü k â h y a ­
sına da buna benzer şeylerden ibaret olan hediyeler gö­
türüldü, fakat bu ancak onun yansı kadardı.
Kısa zaman içersinde diğer iki paşa daha bekleniyor­
du,* bütün bu paşalar eğer kötü huy sahibi iseler, sokak­
lardan geçerken ekseriye sopa attırırlardı, fakat bütün
bunlara rağm en başlangıçta arzu ettikleri gibi bir yere
yaklaşam ıyorlardı.

L
EGE TAKIM ADALARI

NİXİA (-N A K S O S ) HAKKINDA DÜŞÜNCELER

Nixia (—Naksos) halkı, ölünceye kadar birbirleriyle


konuşm ayacak derecede büyük nefretlere sahiptirler,fa­
k at kadınlar erkeklerden daha dikkafalıdırlar, başkası­
nın işlerine karışırlar. Bu kadınlar yürüyem eyecek şe­
kilde üstüste ondan fazla elbise giyerler ve ayakkabıla­
rı o kadar dardır ki ayak zorlukla girer; fakat oldukça
nam uslu kadınlardır.
PAROS (-P Â R A ) VE DELOS

N ixia'dan altı mil kadar uzaklıkta, bir zam anlar Pa-


ros ( —Pâra) adım taşıyan, iiç şatosu, pek çok köyü
olan her çeşit gemilere elverişli güzel bir limana sahip,
güzel kiliseleri,çok sayıda Rum rahip ve papazı bulunan
çevresi elli mil uzunlukta Paros adası yer alır. Burada
altıbin civarında insan yaşar. Bu adada, diğer adalarda
ve bilhassa bugün Sdrille adım alan, bir zam anlar Apol-
lon'un kehanet m erkeziyle m eşhur olan ve eskiden pek
çok tanrı heykelinin bulunduğu Delos adasında, bir In­
giliz soylu kişisinin alıp götürmüş olduğu pek çok hey­
kel, m erm er sandıklar ve diğer antik kalıntılar bulun­
m aktadır; şim di ise ancak yere yatm ış, bir kadını tem ­
sil eden, oldukça büyük, başı elleri arasında ve tek ko­
lundan başka bir yeri kırık olm ayan bir heykelden b aş­
ka hiçbir şey yoktur. Bu adanın çevresi kırk m ildir, bu
küçük adaların çevresinde ancak ada tavşanlarının bu­
lunduğu pekçok lim an vardır; korsanlar oradan çekil­
m işlerdir.

MYKONOS (MOKERE)

Biraz daha uzakta, bir zamanlar M yeonus adını taşı­


yan, epeyce kalabalık, fakat bugün Türklerin büyük m e­
zâlim i sebebiyle oldukça terkedilm iş durum da bulu­
nan M ykoııos ( —M okere) adası yer alır. Bunun çevresi
otuz mildir.

TİNOS (İSTENDİL)

Bu ada ile karşı karşıya, bir zam anlar Tenes adını


alan, Veııedikliler'e âit, kalabalık, yüksek bir kaya üze­
rinde kurulm uş sağlam bir şatosu bulunan, evleri, biri
diğeri üzerine gelecek şekilde yapılm ış Tinos (İstendil)

- 232-
adası vardır. Bu adanın çevresi kırk m ildir. Yiyecek ve
ipek boldur, fakat o kadar kalabalıktır ki, pek çokları
hayatlarını kazanm ak için Sakız Adasına yahut İzm ir'e
gitm eğe m ecbur olmuşlardı! Orada bir İtalyan pisko­
posu bulunm aktadır. Kadınları çok naziktir.

SANTORİN VE VOLKANI

Bu ada bir cehennem e benzer, zira lim an ve sahil ta ­


m am en siyah ve yanm ış bir şekilde görülür. A ltm ış yıl­
dan beri görülen deniz seviyesindeki bir kaya parçasın­
dan, halâ derin bir ağızdan büyük alev çıkm aktadır;
eğer oraya bir taş atılırsa onun düştüğü işitilm ez. Ben
bunu çeşitli yerlerde, b irçok kim selerden öğrenm iş ol­
duğum şekilde anlatacağım . Onsekiz yıl kadar önce bir
pazar günü geceleyin Santorin lim anında çok büyük bir
gürültü oldu ve bu ikiyüz m ilden daha uzakta olan Sa­
kız'dan bile duyuldu; fakat Sakız'da bu sesin Türklere
karşı döğüşen Venedik ordusundan geldiği zannedildi,
bu ses duyulur duyulm az sabahleyin herkes ne olduğu­
nu görebilm ek için en yüksek yerlere çıktılar, Sakız’da­
ki kapuçinlerin başkanı olan rahip B ernard’m diğerleri
gibi yanılm ış olduğunu bana anlattığını hatırlıyorum :
çünkü o da diğerleri gibi pek ço k top sesi işittiğini
zannetti, bununla beraber onlar hiçbir şey görm ediler
ve neticede bu sesin Santorin lim anının dibinden fışkı­
ran ateş sebebiyle olduğu anlaşıldı ve orada sabahtan
akşam a kadar denizin dibinden yükseklere büyük bir
gürültü ve hızla fışkıran sesi top sesine benzetilen, hava­
yı etkileyen pek çok sünger taşları fırladı ve Santorin
adasında pek ço k kişi öldü, pek çok ada gözden k ay ­
boldu; bunlar ancak birkaç gün sonra tekrar ortaya ç ık ­
tılar; lâvların çıkardığı koku daha önce sesin duy u ld u ­
ğu yerlere yayıklı. Sadece bu adada değil, fakat Sakız
ve İzm ir'de de ister sandıkta ister cepte olsun bütün pa­
ralar kırm ızı renk aldı ve burada oturan dindarlarım ız
bana kilisedeki çanakların kırm ızılaştığını söylediler.
Birkaç günün sonunda bu koku kayboldu ve paralar es­
ki rengine döndü. Oradan çıkan sünger taşla n adanın
denizini öylesine kapladılar ki, bazı rüzgârların estiği
esnada limanın ağzı küçük de olsa h içbir kayığın çıka­
m ayacağı şekilde d o lm uştu; burada olanlar bu sünger
taşları arasından yol bulup çıkam adılar, bunlardan bü­
tün A kdeniz'de pek az görülm ektedir, küçük m iktarda
oraya buraya dağılm ışlardır. Seneca m ektuplarından
birinde S antorin’in, kükürt m adenleri üzerinde kurul­
duğunu anlatır.

SAMOS (-SİSA M ) DA:


BİR "KAPUT "UN SATIN ALINMASI

Benim ve yardım cım için kap u t dahil hiçbir şey iu n u t-


maksızm ihtiyaçlarım ı tem in ettim . K aput kadın göm ­
leği şeklinde yapılm ış, dizlere kadar inen, kollu, buna
iliştirilm iş bir kapşonu olan, aynı kum aştan iki kat ya­
pılmış bir çeşit savaş elbisesidir. Bütün denizcilerin ka­
putları vardır ve bu elbiseye yalnız denizciler değil, de­
niz üzerinde seyahat eden herkesin ihtiyacı vardır- aksi
halde uzun bir yolculuğun nasıl geçeceğini bilm iyo­
rum .O, hem yatak hem de yorgan vazifesini görm ekte­
dir; bir kaput ile bulunduğunuz yerde hem oturabilir­
siniz ve hem de yatabilirsiniz ve eğer yağm ur ya da rüz­
gâr varsa palto olmaksızın, bütün elbiseleriniz sıııl sık-
lam olur. K aputunuz ile açık iıavaya çıkabilirsiniz ve
bir kaputun altında ne sudan ne de soğuktan korkm az­
sınız. Bu elbiseyi ç o k rahat buldum ve çok işim e yara­
dı.

- 234 -
NİCARİA (-N İK AR YA )

Daidalos'un oğlu Icaros’un ismine göre bir zam anlar


Icaria adını alm ış olan Nicaria Adası Sam os'a ço k ya­
kın ve onunla karşı "karşıyadır. Şekli uzundur^ toprağı
ç o k kurudur ve yüksek kayalıklar vardır;1bu kayalıklar­
da çok fakir ve kötü giyimli olan üçbin kişinin evleri
bulunm aktadır. Bunlar iyi yüzerler, geçim lerini deniz
dibinden sünger toplam akla ve batan gemilerin m alları­
nı çıkarm akla sağlarlar. Bu adada hiç olmazsa sekiz k u ­
laç yüzmesini bilm eyen erkekler evlendirilm ezler ve bu­
na şa h it lâzım dır. Bir papaz ya da adanın en zenginle­
rinden biri kızını evlendirm ek istediğinde en iyi yüzücü­
ye kızını vereceğini vaad eder, aynı gün bütün erkek ç o ­
cuklar herkesin önünde soyunurlar; kız da orada bulu­
nur ve suya atlarlar, suyun altında en fazla kalabilen kı­
zın kocası olur, buradaki kişiler insandan çok balığa
benzerler.

GARİP BİR OLAY

Sam os'u düşünerek ve bana bir m um imiş gibi gelen


topraktaki aydınlığı görerek duyuyordum,* kendisiyle
dostluk kurm uş olduğum bir İtalyan katoliğinden Sa­
kızlı bir adam dan, bilgi alıyordum . O, bana bu ışığın
her gece aynı yerde görüldüğünü ve geceleyin on, oniki
defa geçtiğini söyledi. O her zam an görünüyordu, bu
defa hiçbir ev ve ağaç yoktu ve pek çok kişi bu ışığı
aram ak için pek çok detalar gitm işlerdi; onu uzaktan
görerek fakat yaklaşır yaklaşm az kaybederek hiçbir za­
man bulam adılar ve bu ışığın görüldüğü yerin civarında
tam am en tahrip olm uş, hıristiyanların eski bir kilisesi­
nin bulunması bu ışığın bazı esrarlar gizlediğini o rta \a
koyar. Bu adam bütün bunları bana söylediği zaman
benimle alay ettiğini sandım , her ne kadar Türk olsa da

- 235 -
kaptanın odasına giderek ondan aynı şeyi sordum . O
da bana yelkenlinin sahibi ve Rum olan Sakızlı adamın
anlattıklarını tekrarladı; daha dikkatlice bu ışığı bak­
tım , bir saat boyunca onu düşündüm, o bana Nacaria
ya da Nicaria adasının karşısındaki batıya bakan adanın
bir kısmı üzerinde toprağa ikiyüz adım uzaklıkta imiş
gibi geldi. Onun bir m um alevi gibi yükselip alçaldığını
görüyordum , Sakız Adasının Niam oni din adam larının
kendi kiliselerinin kuruluşu hakkında bana anlattıkları
ço k benzer hikâyeyi hatırladım .
Bu ışığı düşündükten sonra, saat onbirde yatm ağa
gittim , rüzgâr gece yarısı daha serindi, o kadar karanlık­
tı ki, altı adım ötesi gözükm üyordu; buna karşılık çok
tehlikeli bir yerdeydik, burası Samos ve Nicaria arasın­
daydı; yelkenlinin bu iki adadan birine bindirm esinden
korkuyorduk, daha sonra şiddetli bir şekilde yağm ur
oaşladı. Denizcileri rahatsız eden ve çok şiddetli olan
fırtınalar, bu adalar arasında korkunç bir şekilde çınla­
yan gök gürültüleri, dalgaların gürültüsü ile birlikte deh­
şet saçıyordu. Bununla beraber sintineye su doluyor­
du, bu da zaten işi ço k olan denizcileri oldukça meşgul
ediyordu; başka bir tehlike ile de karşı karşıya idik*,
çünkü kayık, yelkenlinin pupasına bağlanm ış olarak bı­
rakılm ıştı ve dalgalann şiddeti ile itiliyordu; yelkenliye
onun pruvası vuruyordu; bu da yelkenlide delik açabi­
lirdi ve batabilirdi; lim anda olsa bile pek ç o k gemi bu
şekilde kaybolm uştu, fakat onu tekrar çekm ek müm­
kün değildi, o kadar ç o k çarptı ki bütün pruva kırıldı;
yelkenlinin üzeri ç o k kaygandı, her defasında gemiciler
düşüyorlardı, her seferinde üçü denize düşüyordu, fakat
onlara ipler atılarak derhal yukarıya çekiliyorlardı, ni­
hayet, gün kalın bir sis tabakasıyla beraber başladı ve
üç saatten fazla bir zam an hiç karayı görm eden yolu­
m uza devam ettik . Bundn sonra sabahın onunda Sakız'ı
gördük ve onyedi Kasım'a rastlayan aynı gün öğleden

- 236 -
sonra lim ana girdik.

BODRUM AÇIKLARINDA FIRTIN A

Bizi büyük ölçüde sarsan keşişlem e rüzgârına karşı


kendim izi em niyete alm ak için d ö rt tane çapa attık,bü­
tün bu çapalara rağm en bu rüzgârdan gene de çok etk i­
lendik. Ben şahsen fena halde kustum , bu sıkıntılardan
sonra da her tarafım ağrıyordu, öleceğim i zannediyor­
dum , ızdırabım a rağm en sıkıntılar sebebiyle seyahatten
h o şn u t olm ayanları ve en ufak hastalıktan şikâyet
edenleri ayıplam aktan kendim i alam adım . Benim hasta­
lığıma acımış olan bir Türk, bana çiğnem ek üzere af­
yon verdi. Ben bunun ne olduğunu bilm iyordum , onu
y u ttu m fakat bana bunu tekrarlatm ak isteyince,biınun
ne olduğunu ona sordum ve o da bana cevap verdi:"Ye,
bu iy id ir; bu afy o n d u r", bu durum da bunun beni zehir­
lediğini söyledim ve biraz gayret sarfettikten sonra kus­
tum . Yalnız hasta olan ben değildim , herkes çok ızdı-
rap çekiyordu, rüzgâr devamlı olarak çok kuvvetli ol­
duğundan ve her gece yağm ur yağdığından çapaları
pek çok defa kaldırdık ve B odrum 'a gitm ek için im kân
aradık, fakat boşuna, keşişlem e bize hep m âni oluyor­
du.

RODOS ÖNÜNDE

R odos lim anında onüç gün kaldık, bu zam an zarfın­


da mümkün olduğu kadar burasını inceledim ; bununla
beraber orayı çok dikkatli bir şekilde inceleyem edim ,
çünkü durur durm az Türkler bana bakıyordu ve aynı
zam anda benim le birlikte olan bir soylu Sakız'!] bilhas­
sa bu zam anda benim üzerime dikkati çekm e yönünden
zararlıydı, çünkü bütün Türk adalarında Venediklilerin
oraya baskın yapm asından korkuluyordu.
R odos şehrinde yalnız Türkler ve Yahudiler o tu ru ­
yordu ; her ne kadar hıristiyanların R odos'ta dükkânları
var ise de onlara burada oturm a izni verilm em işti, şe­
hirde kalam ayacakları için geceyi köylerde geçirm eleri
icap ediyordu.

(R o d o s, Türk ve barbar korsanlarının denizde elde e t­


tikleri hıristiyaıı kölelerini ve yükleri düşük fiata sattık­
ları bir sığm aktır ve onlar kapütülâsyonlar gereğince hı-
ristiyan konsoloslann bulunduğu lim anlarda bu malları
satam azlardı.

LI
BİR FRANSIZ KORSANINA RASTLAMA

(T h e v en o t'n u n Kutsal T oprak ve diğer doğu m em le­


ketlerine gitm ek için Türkiye'den ayrıldığında başına
gelen son kaza, bir korsan vatandaşına rastlam asıdır.
Bu karşılaşm a, Türklerin insanların en korkuncu olm a­
dıkları konusunda onun inancını kuvvetlendirdi.

...Carmel tepesini ve kısa zam an sonra da A kka'yı


farkederek iki saat sonra orada olacağımızı tahm in edi­
yorduk,- bu sırada deniz üzerinde gemi yolculuğu yapan
herkesin karşılaştığı bedbahtlıkların bir örneğini far-
ketm eğe başlam ıştık.
O raya kadar denizde hiçbir kötü rastlantı ile karşı­
laşm am ıştım ; ve bu zam andan itibaren ise denizde kötü
bir rastlantı olmaksızın hiçbir seyahat yapm adım ; T an­
rı benim üzerimden koruyuculuğunu kaldırm ıştı.
Denize çıkıntı halinde olan Carmel tepesi yakınında
uç kısmın karşı tarafında ilkin karaya yakın bir yerde
çapa atm ış, birkaç kayık zannettiğim iz gemi direğinin
tepesini görm üştük. Fakat sonradan, oradan bize doğru
insan dolu bir kayığın geldiğini görünce Türk olan reisi­

- 238 -
miz bunların hıristiyanlar olduğunu söyledi ve derhal
kayığına bindi ve bizi çağıran atlı ve yaya Arapların ya­
nına karaya doğru gitti. Karaya o kadar yakındık ki,
onların bize A rapça bağırdıklarını kolayca işittik . "G e­
liniz! Bu bir M alta korsanıdır!" Bu defa gerçeği söylü­
yorlardı. A raplar onlar üzerine ateş ediyorlardı, bu da
onların bize yaklaşm alarına m âni olmadı.
Bunların gerçekten hıristiyan olduklarını farkedince,
her ne kadar onların dostlarım ız olduğuna inanıyorsam
da karaya ayak basar basmaz reisimizi soyan bu A rap­
lar tarafından soyulm am ak için karaya çıkm ak istem e­
yerek, orada kalm ış olan ve bizi onlara götürm ek için
dümeni tu tan Rum u ikna ettim . Hiç silâhım ız y o k tu ;
ve eğer silâhım ız olm uş olsaydı, dost zannettiğim iz
kimselere karşı kendim izi korum uş olacaktık.H er ne ka­
dar herkes şerefle ölm eği arzu ederse de bu esnada sak­
lanacak bir yer aram aktan da geri durm azdı. Fakat k o r­
kak görünmek endişesiyle, hiç kimse de gizlenmek iste­
m iyordu. Az zam an sonra bu adam lar geldiler. Her ne
kadar grubum uzdaki bir rahip, onlara bizim Fransız ol­
duğum uzu ve yanaşarak kayıkta hiç kimseyi sıkıştır­
m am alarını söyledi ise de, onlar dolu olan bir topu ge­
m im ize yöneltm ekten geri durm adılar.
Haysiyet kırıcı tutum u ile bu şövalyeyi hep hatırla­
yacağım . O nun şerefini korum ak için adını burada ağ­
zıma alm ayacağım . Kötü davranışı yüzünden bu aşağı­
lık adam gemimizde otuz kadar Türk'ün bulunm asına
kızıyordu. Türkler ise ellerinden bütün silâhları alınan­
lara onları kolaylıkla iade etm işlerdi.
Bu hareketten sonra büyük bir çabuklukla gemimize
doldular ve bizi tanım aları için ortaya çık tık . Fakat si­
lâhsız kişiler için son derece korkunç olan şeytanlar gi­
bi T anrı'ya küfreden bu genç edepsizler, Fransız olm a­
larına rağm en bizi hiç tanım ak istem ediler ve derhal bi­
zi soydular.

- 239 -
Bana gelince, Fransız olduğum u söylediğim halde ta­
bancayı boğazım a ve kılıcı karnım a dayayan beş kişi
tarafından sarıldım, önce beni soyunm ağa zorladılar
sonra da biri önden, diğeri arkadan, biri tepem den, di­
ğeri alt taraftan beni çekerek bir anda soydular. Önüm ­
de kılıç sallamağa başladıkları zam an beni bırakacakla­
rını sanıyordum . Ve parm ağım daki yüzüğü gördüklerin­
de bunu çıkararak yüzlerine fırlattım , çünkü bu çeşit
insanlara böyle yapıldığım daha önce öğrenm iştim . Ve
geminin üzerinde sigaramızı içtik ten sonra, onlardan bi­
ri hizm etkârının parm ağındaki altın bir yüzük görerek,
yüzüğün ona verilm em esinden büyük bir hoşnutsuzluk
gösterdi ve hizm etkâr onu bizzat çıkartm ayacağını ona
söyleyince, o d^ yüzüğü alabilm ek için parm ağı kesece­
ğini açıkça belirtti.
N ihayet onlar beni sadece üzerimdeki gömleğimle bı­
rakınca kimin em ir verdiğini sordum . F akat bana hiç
cevap verilmedi. Bununla beraber, hiç alışkın olm adı­
ğım bütün bu gürültü patırdılaıdan sonra üşümeğe baş­
ladım ; bizim din adam larından biri m antosuyla beni
örttü, çünkü onlar din adam larının paraları olup olm a­
dığını m eydana çıkarm ak için büyük bir arzu duyuyor
iseler de din adam larım soym adılar. Neden onlar bu
hususta gaflete düştüler, çünkü grubum uzda bulunan
bir İspanyoljparasm ı büyük bir m aharetle bu din adam ­
larından birisinin koluna sakladı ve bu şekilde kurtardı.
Bundan sonra, başlığım a kadar her şeyim i çıkarttıkları
için üşümeğe başladım , çünkü her sekiz günde bir ülke­
nin âdetine uyarak traş oluyordum . O nlardan bana bir
başlık vermelerini rica ettim . Derhal, denize düşmüş
olan ve oradan çıkardıkları kendilerine ait bir başlığı
başım a örttüler.
Bütün bu karışıklıklar yatıştığı zam an gece olm uştu.
F ak at o kadar karanlıktı ki, peşim izi bırakm ayanlar
kendi gemilerini görem iyorlardı (onlar gemimizin sa-

- 240 -
hiplerini lamı; tanım az. karadan rahatsız edilecekleri
korkusu ile derhııl yelken açm ışlardı.)
Bununla beraber.bi/i almış olan birliğe kom uta eden
subay, gemiye gelir gelmez onların gemisini takibe ko­
yulm uştu. Bunun içindir ki. gemi cevap versin ve böy-
lece de nerede okluğu bilinsin diye gemimizin pruva­
sından pek çok top attılar. Gemimiz balyalar halinde
pamukla dolıı olduğu için yangın çıkm asından çok
korktum . Eğer böyle olsaydı onların hepsi kurtulm uş
olacaklar ve biz ise canlı canlı yanacaktık. Fakat Tanrı
bizi korudu. Onların gemileri silâhla cevap verdi. Ve bir
çeyrek saat sonra kıyıya yanaşarak içeriye girdik.
Önce kaptan bizi aç açına uyutacağını söyleyerek
pruva kısmına gönderdi ve din adamlarını odasına aldı.
Onlar kaptana benden bahsedince beni ismimle ç a ğ ırt­
tı ve odasına indirtti. Ve bana derhal elbiseler vererek,
öteberim den hiç birini kaybetm eyeceğim i tem in ede­
rek. karşılaştığım kötü davranıştan dolayı özür diledi.
Beni M alta'da görmüş olduğunu söyledi. Yemek için
bize fazla birşey verm edi,/İra om ın erzakı yoktu. Bu­
nunla beraber bana yatağını verdi. Ve ertesi günü. .Ma­
yısın altısına rastlayan Pazartesi öteberim izi bulmak
için çok uğraştı. Fakat bıı boşa gitti. Bana sadece bir
iç donu ve buna benzer bazı ufak tefek eşya ile birlikte
paltom u tem in edebildi. Bu ayak takım ı çok söylendi­
ler ve eğer bi/i üldürmedilerse de bizim için hiçbir şey
bulmak /o ru n d a olm adıklarını söylediler.
Sonra kaptan, bize karaya çıkm am ızın icap ettiğini
söyledi, çıinkii bi/i besleyecek er/ağı yoktu. Bunun
ü/erine kendisinden. Fransı/lar için hazırlanm ış olan
gem iıni/e gitmek ü/eıe bi/i bırakmasını rica ettik. Fa­
kat bana kemli filosuna ait olan bu gemiden mesul ol­
duğunu söyledi. Bi/i karaya çıkartm ak suretiyle çare
bııklıı. Her ne kadar kendisine bunun bizim için çok
tehlikeli olduûunu söyledim*.* de bu fikrinden döıımc-

241
di. Bunun üzerine kayığını hazırlattı. F akat kayık hepi­
miz için k âfi gelm iyordu. Buna da iki sefer yaparak ça­
re buldu.
H erşeyi en kötü hali ile düşünsem bile ilk olarak iste­
m edim. Ve netice, bu seyahat düşündüğüm gibi m u­
vaffak oldu.Çünkü Caımel tepesi eteğinde, Hayfa adlı
güzel bir köyün önünde karaya çok yaklaşınca beyaz
bayrağı çektiler. Fakat onlar beyaz bayrakla cevap vere­
cekleri yere, silâhla cevap verdiler. Öyle ki, geri gelme­
ğe m ecbur oldular. Beyaz bayrak ile cevap verm emele­
rine sebep köyde mal satın alm ak için A kka'dan gelmiş
olan bir Fransız tüccarının bulunm ası idi. Ve bizim reis-
den bu gemide Fransız yolcuların bulunduğunu öğre­
nince bu köyü idare eden kişiyi bulm ağa gitti ve ona
beyaz bayrak çekm elerini söyledi, bizi karaya çıkarta­
caktı ve gemiyi m alları ile birlikte getirecekti. Halbuki
bunu yapm ayarak bizi gemi ile gitm eğe m ecbur edi­
yordu.
Bu şekilde oldu. Engellenmiş olan kaptan, uzun
m üddet kararsız kaldıktan sonra, bu geminin mallarının
Fransızlara ait olduğunu gösteren bir belge ile bize b o ­
şalttırdı. Bu belgeyi im zaladıktan sonra, daha önce
rastlayarak aldığımız üç Rıımu yanım ıza vererek gemi­
m izde gitm em ize izin verdi. O ndan öğleyin ayrıldık ve
teçhizatım ız iyi olm aksızın, h a tta karaya inm ek için bir
kayığım ız bile olm adan öğleden sonra saat birde A kka'
ya vardık.
Fransız konsolosu M. de Bricard bize birini gönderdi
ve bana para ve elbiseler vermek lûtfunda bulundu,çün­
kü onların bıraktıkları kötü bir valiz içinde iyi bir şans
eseri olarak A kka'da değiştirm ek üzere "bir m ektup ha­
riç elbiseleri, paraları, herşeyi kaybetm iştim .
Önce karaya indirildik, paşa bu korsan üzerine git­
m ek için lim anda bekleyen d ö rt Fransız tüccar gemisi­
ni silâhlandırm ıştı. Çünkü bizim gemimize saldırdıkları

- 242 -
oradan görülmüştü, çünkü bütün Fransız tüccarlar alaca­
lı mavi bir yelkeni olan gemilerini tanım ışlardı. Onlar,
bu gemilerden her birine yüz Türk koydular. Fakat bu
kadar Fransız esirin alındığını görm ekten büyük bir
hoşnutsuzluk duyan ve din adam larını bu iş için Tanrı'
ya yalvarmak üzere m em ur eden konsolos bu gemilerin
kaptanlarına onu ele geçirm em eleri için ellerinden gele­
ni yapm alarım em retti ve benden gem ideki Türklerin
gözünü yıldırm am ı rica etti. Bu benim için mümkün
olan yapabildiğim en iyi şeydi. Çünkü bu Türkler de
gemilere binm eden benden onların kaç kişi olduklarını
sordular, ben de her ne kadar yüzyirm iden fazla olm a­
salar da onların üç ya da dörtyüz kişi olduklarını söyle­
dim ( fakat onlar iyi silâhlanm ış ve m üdafaaya hazırdı­
lar.).
N ihayet, bizzat paşa d ört gemiden birine bindi ve
dem ir atm ış olan korsan gemisine doğru yola koyuldu..
Onlar çabukça dem ir alıp yelken açarak süratle yola
koyuldular. Ve paşa onları yakalam ış olm aktan çok
m em nun A kka'ya döndü.

- SON -

- 243 -

You might also like