Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 316

ALBERTCAMIIS

VEBA

SABAH
VEBA
Rom an Dizisi : 3

V E B A / A. Camus
Çeviren : Oktay Akbal / Yayımlayan SAY Kitap
Pazarlama / Kapak: Derman Över / Baskı: Emre Ofset
Genel Dağıtım : SAY DAĞITIM, Nuruosmanlye Cad.
Türbedar Sok. 4/1 Cağaloğlu/İST. Tel. : 528 17 54
ALBERT CAMIIS

VEBA
Türkçesi
Oktay AKBAL
A ltın cı B a sım : A ralık 1985
Bir çeşit mahpusluğu başka çeşit bir
mahpuslukla düşünmek, gerçekte m r
olan herhangi bir şeyi gerçekte var
olmayan herhangi bir şeyle düşünmek
kadar akla yakındır.
DANTEL DE FOE

Bu hikâyeye konu olon garip oloylor 194... da


Oran'da geçti. Genel kanıya göre, benzeri her zaman
görülebilecek çeşitten olmayan bu olaylar, kendilerine
uygun bir yer bulmuş da sayılmazlardı. Çünkü Oran'
ın ilk bakışta, gerçekten de Cezayir kıyılarında her­
hangi bir Fransız ilinden, herhangi bir şehirden farkı
yoktur.
İtiraf etmeli, Oran çirkin bir şehirdir. Durgun bir
görünüşü vardır, onu dünyanın her yanındaki öteki
ticaret şehirlerinden ayıran tarafı farkedebilmek için
bir süre beklemek gereklidir. Örneğin, insan güver-
cinsiz, ağaçsız, bahçesiz, ne bir kanat sesi, ne de
bir yaprak hışırtısı olan; kısacası, her türlü özellikten
yoksun bir şehiri-nasıl düşünebilir? Mevsimlerin de­
ğişmesi ancak gökyüzünden okunur. İlkbaharın geli­
şini havanın niteliği ve küçük satıcı çocukların şehrin
yakınlarından toplayıp getirdikleri çiçek sepetleri bil-

5
dirir. Pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır bu. Ya­
zın güneş o kupkuru evleri yakar, tutuşturur, duvar­
ları gri bir külle örter; insanlar ancak kapalı pancur-
ların gölgelerine sığınarak yaşayabilirler. Sonbahar
da tersine, tam bir çamur deryasıdır ortalık. Güzel
günler ancak kışın görülür.
Bir şehri tanımanın en doğru yolu, oradaki in­
sanların nasıl çalıştıklarını, nasıl seviştiklerini, nasıl
öldüklerini öğrenmektir. İklimin etkisinden mi bilmem,
bizim küçük şehrimizde bütün bunlar hep bir arada,
farkına varılmayan hep o değişen çarpıntılı bir hava
içinde yapılır. Yani insanlar sıkıntıdan bunalırlar, ye­
ni alışkanlıklar edinmek için çabalar dururlar. Şeh­
rimizin insanları pek çok çalışır. Tek hedef, zengin
olmaktır. En çok ticaretle ilgilenir, bu alanda didinir­
ler, kendi deyimleriyle işlerini yürütürier. Tabiî, basit
sevinçlere de düşkünlükleri vardır. Kadınları, sinema­
yı ve denizde banyolarını severler. Eğlenceye ancak
cumartesi akşamı ile pazar gününü ayırırlar, hafta­
nın öteki günlerinde çok para kazanmaya bakarlar.
Akşamları işlerinden çıkınca ya belirli bir saatte kah­
velerde buluşur, ya aynı bulvar boyunca dolaşmayc
koyulur, ya da balkonlarda keyfederler. En gençleri­
nin istekleri şiddetli ve geçicidir, daha yaşlıların alış­
kanlıkları «bcule» partileri, dost toplantıları ve kâğıt­
ların talihine uyularak oynanan büyük oyunlardan öte­
ye geçmez.
Bunların yalnız bizim şehrimize vergi olmadığı
günümüzde bütün şehirlerin az çok, anlattığımız şeh­
re benzediği söylenebilir. İnsanların sabahtan akşama
kadar çalışıp çabalayıp sonra yaşamak için kendile­
rine kalan zamanı kâğıt oyunları, kahvede oturmak
ve gevezelik etmekle harcadıklarını görmekten daha
tabiî bir şey yok şüphesiz. Fakat öyle şehirler de var­

6
dır ki, orada yaşayan insanların ara sıra başka bir
şeyi de düşündükleri olur. Genellikle böyle olması
süregeldikleri hayatı pek değiştirmez. Yalnız onların
sürekli olarak yaşattıkları bir kuşkuları vardır. Oran
ise tersine, bütün görünür haliyle hiç bir kuşku olma­
yan, yani tam anlamıyla modern bir şehirdir. Bizim
şehirde nasıl sevişildiğini saptamaya kalkışmak da
doğrusu gereksiz. Kadınlarla erkekler, ya kendilerini
bir aşka kaptırıp mahvederler, ya da uzun süren ikili
bir alışkanlığa kendilerini bırakırlar. Bu iki aşırılığın
çoğu defa ortası yoktur. Bu da o kadar görülmedik
şey değil. Başka taraflarda nasılsa Oran’da da za ­
man ve düşünce kıtlığından, insanlar nedenini bil­
meksizin sevişmek zorundadırlar.
Şehrimizin en kendine vergi olan neden, ölmek­
te karşılaşılan zorluktur. Zorluk, burada gereken söz
değil, onun yerine daha çok rahatsızlık demeli. Has­
ta olmak ne olsa hoş bir şey değildir, ama öyle şe­
hirler ve memleketler vardır ki kişiyi tek başına kal­
sa kurtulamıyacağı bir hastalığa karşı korur, destek­
ler. Bir hastaya şefkat gereklidir, hasta, bir şeye da­
yanmak, güvenmek ister, bu da pek tabiîdir. Fakat
Oran'da iklimin sertliği, yapılan işlere çabuk batışı ve
zevklerin düzeyi, hepsi insandan güçlü bir sağlık is­
ter. Burada bir hasta kendini adamakıllı tek başına
hisseder.
Büyük bir insan kitlesinin kahvelerde, telefon­
larda ticari anlaşmalardan, konşimentolardan, Iskon­
tolardan bahsedip durduğu sırada, sıcaktan çatırda­
yan yüzlerce duvarın ardında, ölümün tuzağına düş­
müş bir insanı gözönüne getirin. Modern bile olsa
bcylesine kupkuru bir şehirde çıkıp geliveren bir ölü­
mün, huzur vermeyen bir durum olacağı bellidir.

7
Şu birkaç açıklama, şehrimiz konusunda yeteri
kadar fikir verebilir. Ama hiçbir şeyi olduğundan faz­
la büyütmemeli. Belirtilmesi gereken, şehrin ve ora­
da geçen hayatın tekdüze görünüşüdür, insan bazı
alışkanlıklar edinirse günlerini sıkıntısızca geçirebi­
lir. Bu açıdan hayat şüphe yok ki pek çekici değil.
Ama hiç değilse bizde düzensizlik de yoktur. Açık
kalpli, sevimli ve hareketli halkımız yolcuların öte-
denberi takdirini kazanmıştır... Güzel manzarası,
ağacı, ruhu olmayan bu şehirde gene de dinlendirici
bir hal vardır. Örneğin, insan Oran'da güzel bir uyku
çekebilir. Şehrin eşi bulunmaz bir manzaraya hâkim
olduğunu, ışıklı tepelerle çevrili, ön tarafı güzel çizgi­
lerle çizilmiş bir koya bakan çıplak bir yaylanın orta­
sında kurulduğunu da eklemek gerek.
Yalnız, üzülecek nokta, şehrin bu koya sırtını
çevirerek kurulmuş Olmasıdır. Öyle ki isteyip arama­
dan denizi farketmeniz mümkün değildir.
Buraya kadar, hiçbir şey hemşerilerimize o yılın
ilkbaharında geçecek olayları önceden tahmin etti­
remezdi; bunlar, hikâyesini onlatacağımız kötü olay­
lar serisinin ilk belirtileri olacaklardı. Bunlar bazıla­
rına pek olağan, bazılarına da inanılmaz şeyler gibi
görünecek. Fakat hikâyeyi anlatan kişi, bu birbirini
tutmaz görüşlerle ilgilenmemelidir. Onun ödevi sa­
dece «Bütün bunlar olup bitti» demektir; hele bu olay­
ların gerçekten yaşandığını bütün halkın hayatını
altüst ettiğini, anlattığı.gerçekleri yürekten onaylaya­
cak binlerce tanık bulunduğunu da bilirse...
Kaldı ki, yeri gelince kendisini tanıyacağınız hi-
kâyecinin anlatmak istediği bütün bu olaylara rast-
gele karış."»iş olması ve bir kısım tanıkların ifadele­
rini rastlantı sonucu eline geçirmiş bulunmasında
kendine çıkarabileceği hiçbir gurur payı olamaz. Bu

8
yüzden tarihçilik yapmak yetkisini kendisinde bulu­
yor. Herkes bilir ki amatör de olsa bir tarihçi sürekli
belgelere dayanacaktır. Bu hikâyenin anlatıcısının da
kendine göre belgeleri var: Önce kendisinin, sonra
başkalarının tanıklığı; çünkü bu hikâyeye karışmış
bütün insanların anlattıklarını toplamış ve ayrıca ba­
zı yazılı belgeleri de elde etmeyi başarmıştır. Bu kay­
naklara gerekli gördüğü zaman başvuracağını ve ön­
leri istediği gibi kullanacağını bildirir. Ayrıca şunu da
ileri sürer ki... Fakat belki de birtakım açıklamaları
ve söz hünerbozlıklarını bırakıp hikâyeyi anlatmanın
zamanı gelmiştir, ilk günlere ait bazı ilişkiler üzerinde
inceden inceye durmamız gerekecek.
16 Nisan sabahı Doktor Bernard Rieux dairesin­
den çıkarken merdiven sahanlığında bir fare leşine
çarptı. O anda bir şey düşünmeden hayvanı bir ke­
nara itti, merdivenden indi. Fakat sokağa çıkınca, fa­
renin oraya nereden gelebileceğini düşündü. Hemen
geriye dönüp kapıcıya haber verdi. İhtiyar Mösyö
Michel'in buna inanmadığını görünce bulduğu şeyin
ne kadar olağandışı bir şey olduğunu daha iyi anladı,
fare leşinin varlığı kendisine yalnızca acayip bir şey
olarak görünmüştü, halbuki kapıcı için bu bir facicıydı.
Kapıcının tavrı çok kesindi, evde fare yoktur diyordu.
Doktor ilk katın merdiven sahanlığında cansız bir fa­
renin bulunduğuna onu inandırmaya çalıştı, ama
Mösyö Michel bildiğinden şaşmadı. Binada fare yok­
tu, dışarıdan getirip bırakmış olabilirlerdi. Demek ki,
işin içinde bir şakcı vardı.
Aynı akşam Bernard Rieux, kendi katına çıkma­
dan, sofada anahtarlarını ararken, karanlık koridorun
gerisinden tüyleri ıslanmış, yürüyüşü kararsız, koca­
man bir farenin belirdiğini gördü. Hayvan ilkin den­
gesini arıyormuş .gibi durakladı, sonra doktora doğ­
ru yoluna devam etti, gene durdu, incecik bir çığlık
çıkararak devrildi. Aralık dudaklarından dört yana
kan sıçratarak yuvarlandı. Doktor bir an onu seyret­
ti, sonra dairesine çıktı.
Fareyi düşündüğü yoktu doktorun. Bu sıçrayan
kan ona kendi derdini hatırlatmıştı. Bir yıldır hasta

10
olan karısı, ertesi gün dağda bir dinlenme yurduna
gidecekti. Karısını yatakta buldu, zaten kendisi de
böyle yapmasını tenbih etmişti. Yola çıkmanın yor­
gunluğuna kendini hazırlıyordu. Karısı gülümseye­
rek :
— Kendimi çok iyi hissediyorum, dedi.
Doktor, başucu lâmbasının ışığında kendinden
yana dönmüş olan bu yüze bakıyordu. Rieux için, otuz
yaşındaki bu yüz, hastalık izlerini taşımasına rağmen,
belki de her şeyin üstüne çıkan bu gülümseme yü­
zünden, gençliğinin havasını taşıyordu.
— Uyuyabilirsen uyu, dedi doktor. Hemşire, saat
onbirde gelecek, sizi öğle trenine götüreceğim.
Nemli alnından hafifçe öptü. Karısının gülümse­
mesi kapıya kadar onu geçirdi.
Ertesi 17 Nisan günü, saat sekizde kapıcı, dok­
toru durdurarak, soğuk şakadan hoşlanan kimselerin
sofanın ortasına üç fare leşi bırakmış olduklarını bil­
dirdi. Fareleri büyük kapanlarla yakalamış olmalıydı­
lar, çünkü üçü de kan içindeydi. Kapıcı, fareleri ayak­
larından tutarak sokak kapısının önünde bir süre dur­
muş, suçluların acı alaylarla kendilerini e|e verecek­
lerini ummuştu. Ama bir şey olmamıştı.
— Ah! keratalar, diyordu Mösyö Michel. Ne'yap­
salar onları yakalayacağım.
Meraklanan Rieux, ziyaretlerine en yoksul has­
talarının oturduğu dış mahallelerinden başlamaya ka­
rar verdi. Çöpler daha geç saatlerde toplandığı için
otomobil bu mahallenin uzun ve tozlu yolu boyunca
kaldırım kenarlarına dizilmiş çöp tenekelerine sürü­
nerek geçiyordu. Bu şekilde uzayıp giden yol boyun­
ca doktor kirli paçavralar ve sebze artıkları arasına
atılmış bir düzine fare leşi saydı.

11
İlk hastasını hem yatak hem yemek odası yerine
geçen odada, yatakta buldu. Bu. sert ve buruşuk yüz­
lü ihtiyar bir İspanyoldu. Yorganının üstünde bezelye
dolu iki tencere duruyordu. Doktor içeri girdiği sıra­
da, yatağın içinde yarı uzanmış durumda oturmakta
olan hasta, ihtiyar astımlıların çakıltaşı sesi veren ne­
fesini alabilmek için doğruldu. Hastanın karısı bir le­
ğen getirdi.
ihtiyar, iğne yapılırken :
— Nasıl, dedi, çıkmaya başladılar, gördünüz de­
ğil mi?
— Evet, dedi kadın, komşu da üç tane yakala­
mış.
İhtiyar adam ellerini oğuşturuyordu :
— Çıkıyorlar, bütün çöp tenekelerine saldırıyor­
lar, açlıktan olacak!
Rieux az sonra bütün mahallenin farelerden bah­
settiklerini farketmekte gecikmedi. Ziyaretleri bitince
evine döndü.
Mösyö M ichel:
— Size bir telgraf geldi, dedi, yukarda.
Doktor, gene fare görüp görmediğini sordu.
— Yok, yok, dedi kapıcı, gözlüyorum artık, an­
lıyorsunuz ya. Tabiî o domuzlar da cesaret edemiyor­
lar.
Telgrafta Rieux'nün annesinin ertesi gün gelece­
ği yazılıydı. Kasta gelininin yokluğu sırasında oğlu­
nun evine bakmaya geliyordu. Doktor, dairesine gir­
diğinde, hemşireyi daha önce gelmiş buldu. Karısı
ayaktaydı, tayyörünü giymiş, boyanmıştı. Karısına gü­
lümsedi.
— Çok iyi, dedi, çok iyi.
Az sonra garda karısını yataklı vagona yerleşti­
riyordu. Karısı, kompartımanı seyrediyordu.

12
— Bizim için cok pahalı değil mi?
— Böyle olması gerekliydi, dedi Rieux.
— Bu fare hikâyesi de nedir kuzum?
— Bilmiyorum. Garip bir şey, ama gelip gecici.
Sonra, çabuk çabuk karısından özür diledi, ona
daha iyi bakmalıydı. Özen göstermeliydi, onu cok ih­
mal etmişti. Karısı, susmasını işaret etmek isterce­
sine; başını sallıyordu.. Rieux sözüne devam etti:
— Geri döndüğünde her şey daha iyi olacak.
Hayatımıza yeniden başlarız.
Kadın, gözleri parlayarak:
— Evet, dedi, yeniden başlarız.
Bir an sonra, kadın sırtını ona dönmüş, camın
ardından bakıyordu. Garda insanlar birbirlerine çar­
pıyor, itişiyorlardı. Lokomotifin homurtusunu duydu­
lar. Doktor, karısını küçük adıyla çağırdı, kendinden
yana dönünce yüzünün yaşlarla ıslanmış olduğunu
gördü.
— Yapma, dedi, yavaşça.
Gözyaşları arasında gülümseme biraz katılaşmış
olarak yeniden belirdi. Derin derin nefes aldı:
— Haydi git. iyiyim artık, dedi.
Karısını göğsünde sıktı, şimdi peronda camın
öteki tarafındaydı, karısının gülümseyişini görüyordu.
— Yalvarırım, dedi, kendine bak.
Ama karısı artık onu duyamazdı.
Çıkış kapısına yakın bir yerde, Rieux aynı pe­
ron üzerinde küçük oğlunun elinden tutmuş yürüyen
sorgu yargıcı Mösyö Othon'a çarptı. Doktor ona yol­
culuğa çıkıp çıkmadığını sordu. Hem eski zamanla­
rın kibar salon adamına, hem de ölü taşıyıcılara ben­
zeyen uzun ve kara kuru Mösyö Othon nazik, fakat
kısık bir sesle:

13
— Ailemin yanına gitmiş plan Madam Othon'u
bekliyorum, dedi.
Lokomotif düdük çaldı.
— Fareler... dedi yargıç.
Rieux, trene doğru bir harekette bulundu, sonra
çıkış kapısına doğru geri döndü.
— Evet, dedi, önemli değil...
Bu andan bütün hatırında kalan, gar işçilerin­
den birinin fare leşi ile dolu bir kutuyu koltuğunun
altında taşıyarak geçişi oldu.
Aynı gün öğleden sonra konsültasyonlarına baş­
larken gazeteci olduğunu ve şehre sabah geldiğini
söyleyen bir genci kabul etti. Adı Raymond Rambert'
di, kısa boyluydu; kalın omuzları, azimli bir ifade ta ­
şıyan yüzü, zeki ve berrak gözleri vardı; spor bir el­
bise giymişti, hayatta, canının her istediğini yapan
bir insana benziyordu.
Konuşmayı hemen can alacak noktaya getirdi.
Paris'in büyük bir gazetesi için Arapların yaşayış­
ları üzerinde bir röportaj hazırlıyordu, sağlık durum­
larıyla ilgili bilgi istiyordu. Rieux bu durumun hiç de
iyi olmadığını söyledi. Fakat Önce gazetecinin ger­
çeği yazıp yazmayacağını öğrenmek istiyordu.
Gazeteci ı
— Yani, bütün saldırılara katlanabilecek misiniz,
bunu anlamak istiyorum.
— Açık söyleyeyim, hepsini değil. Fakat sanırım
ki bu saldırının gerçekten hiçbir temele dayanmış ol-
mıyacak.
Rieux yavaşça böyle bir saldırının gerçekten yer.
siz olacağını, Rambert'in gözlemlerinin bazı kısıntı­
lara uğrayıp uğramayacağını anlamak için bu soruyu
sorduğunu söyledi.

14
— Ben ancak tam, -eksiksiz gözlemleri onaylaya­
bilirim. Benim verdiğim açıklamalara uymayan görüş­
leri desteklemem.
Gazeteci gülümseyerek:
— Saint-Just de böyle konuşurdu, dedi.
Rieux, sesini yükseltmeden, kimin böyle konuşup
konuşmadığını bilmediğini, yalnız bunun yaşadığı
dünyadan bezmiş bir insanın sözleri olduğunu, öteki
insanlarla aynı zevkleri paylaştığını ve kendi hesa­
bına, haksızlığı ve ayrıcalıklara sahip olmayı reddet­
tiğini söyledi. Rambert kafasını omuzları arasına al­
mış, doktora bakıyordu.
Sonunda k a lk tı:
— Sanınm sizi anlıyorum, dedi.
Doktor onu kapıya kadar geçirdi:
— Olayları bu şekilde gördüğünüz için size çok
teşekkür ederim, dedi.
Rambert sabırsız gibiydi.
— Evet, dedi anlıyorum, sizi rahatsız ettiğim
için beni affediniz.
Doktor elini sıktı, şu sıralarda şehirde rastlanan
fare leşlerinin sayısı konusunda çok merak uyandı­
ran bir röportaj yapabileceğini söyledi.
Rambert, şaşkınlığını:
— Ah, diyerek belirtti, bu beni de ilgilendiriyor.
Saat 17'de doktor yeni ziyaretlere gitmek üzere
çıkarken, merdivende kemikli ve çukur yüzlü, kalın
kaşlarla çevrelenmiş, iri yapılı bir gençle karşılaştı.
Ona bazan apartmanın şn üst katında oturan İspan­
yol dansörlerinde rastlardı.
Jean-Tarrou, merdiven basamaklarından birinde,
ayakları dibinde bir farenin can çekişmesini seyrede­
rek keyifli keyifli sigarasını tüttürüyordu. Kül rengi
gözleriyle doktora sakin, fakat ısrarla baktı, günay-

15
din dedi, farelerin ortaya çıkışlarının acayip bir şey
olduğunu söyledi.
— Evet, dedi Rieux. ama artık can sıkıcı olma­
ya başlıyor.
— Bir bakımdan doktor, yalnız bir bakımdan.
Şimdiye kadar böyle bir şey görmemiştik de; bütün
başkalık bu. Ama ben bunu çok ilgi çekici bir şey
buluyorum, gerçekten ilgi çekici.
Tarrou, eliyle saçlarını sıvazladı, artık kımıldama­
yan fareye yeniden baktıktan sonra Rieux'ye gülüm­
sedi.
— Zaten doktor, bu iş bizim değil, kapıcının işi.
Doktor, kapıcıyı girişin yanındaki duvara sırtını
dayamış buldu, her zaman kıpkırmızı yüzünde bir
bezginlik okunuyordu.
Rieux ona yeni keşfinden bahsetmeye kalkışın­
ca :
— Biliyorum, biliyorum, dedi. Şimdi artık ikişer
üçer buluyoruz. Öteki evlerde de tıpkı böyle.
Bitkin ve endişeli bir hali vardı. Kendi de farkın­
da olmadan boyuna boynunu oğuşturuyordu. Rieux.
sağlığının nasıl olduğunu sordu, iyi olmadığını tabiî
ki söyleyemezdi. Fakat keyfi pek yerinde değildi. Asıl
yorulan tarafı ruhuydu. Bu fareler onun için ağır bir
darbe olmuştu- Fareler ortadan kaybolunca birşeyi
kalmayacaktı. >
Fakat ertesi 18 Nisan sabahı doktor, annesini
gardan almış evine getirirken, Mösyö Michel'i daha
'da çökmüş gördü, mahzenden tavan arasına varın­
caya kadar bütün merdivenleri bir düzine fare ölüsü
kaplamıştı. Komşuların çöp tenekeleri de fareyle dol­
muştu. Doktorun annesi bu habere hiç şaşmadı.
— Bunlar olağan şeylerdir, diyordu.

18
Gözleri siyah, sevimli, saçları kırlaşmış ufaktefek
bir kadındı.
— Seıii gördüğüm için çok mutluyum. Fareler
buna engel olamaz, diyordu.
Oğlu da onu doğruluyordu, annesinin varlığı du­
rumunu kolaylaştırıyordu. Rieux, şehrin Farelerle sa­
vaş örgütüne telefon etmekten de geri kalmadı, mü­
dür arkadaşıydı. Sürüler halinde açık havaya çıkıp
ölen farelerden haberi var mıydı acaba? Müdür Mer-
cier de bu durumu öğrenmişti, rıhtımdan fazla uzak­
ta bulunmayan örgüt binasında bile elli tane ele ge­
çirmişlerdi. O da bunun ciddi bir durum olup olmadı­
ğını düşünmeye başlamıştı. Rieux bu konuda bir ka-,
rara varamazdı, fakat onun fikrine göre Farelerle sa­
vaş örgütü artık işe karışmalıydı.
— Evet, bir emir çıkartmalı, dedi. Ne dersin,
gerçekten zahmete değerse bir em ir çıkartmaya ç a ­
lışırım.
— Herhaldezahmete değer, dedi Rieux.
Eve gelen hizmetçi kadın da kocasının çalışmak,
ta olduğu, büyük fabrikada yüzlerce fare leşini top­
lamış olduklarını anlattı.
İşte hemen hemen bu sıralardaydı ki, şehrimiz in­
sanları endişelenmeye başladılar. Çünkü Nisanın
18’inden sonra, depolar, fabrikalar yüzlerce fare le­
şiyle dojup taşmaya başladı. Can çekişmeleri çok
uzun sürüyordu. Şehrin dış mahallelerinden göbeği­
ne kadar. Doktor Rieux'nün gelip geçtiği, insanların
toplu olarak yaşadıkları her yerde, fareler yığın ha­
linde, çöp tenekelerinde birikiyor, ya da derelerde
uzun sıralar halinde yüzüyordu.
Akşam gazeteleri de sorunu artık ele aldılar, bu
iğrenç istilâ karşısında şehirde yaşayanları korumak
için ne gibi hızlı tedbirler alınmış olduğunu, hareke­

VEBA F .: 2/17
te geçilip geçilmiyeceğini sormaya koyuldular. Bele­
diye ne bir şey yapmış, ne de yapmayı düşünmüştü,
bir karar almak için hemen toplantılara başlandı. Fa­
relerle savaş örgütüne, fare leşlerini her sabah gü­
neş doğarken toplamak emri verilmişti. Fare leşleri
toplanınca örgütün iki arabasiyle çöplerin yakıldığı
yere götürülüyordu.
Günler geçtikçe durum kötüleşmeye başladı.
Toplanan fareler gittikçe çoğalıyor, elde edilen sayı
her sabah daha da yükseliyordu. Dördüncü günden
sonra fareler, sürüler halinde çıkıp ölmeye başladılar.
Tavan aralarından, izbelerden, mahzenlerden, lağım­
lardan diziler halinde çıkıyorlar, güneş ışığında titre­
şip oldukları yerde bir kere döndükten sonra ölüyor­
lardı. Geceleyin sofalarda veya daracık sokaklarda
can çekişme çığlıkları açık açık duyuluyordu. Sabah-
lan kenar mahallelerde, derelerde, siyri burunları üs­
tünde bir kan lekesi, bazıları şişmiş, kokmuş, bazı­
ları katılaşmış, bıyıkları hâlâ dimdik bir halde bulu­
nuyorlardı. Şehrin içinde bile, kapı eşiklerinde, avlu­
larda yığın halinde farelere rastlanıyordu. Bozan da
resmî daire hollerinde, okul avlularında, kahvelerin
taraçalarında teker teker gelip ölüyorlardı. Şaşkına
dönen şehirliler onlara en işlek yerlerde bile rastlı­
yorlardı. Armes meydanı, bulvarlar. Front-de-Mer me­
siresi de yavaş yavaş farelerle kirlenmeye başlıyordu.
Ölü fareler gün doğarken toplanıyorsa da gün bo­
yunca da sayısı gittikçe artan leşler toplanmaya de­
vam ediyorlardı. Kaldırımlarda yürüyenlerin, henüz
sıcaklığını kaybetmemiş bir leşin yumuşak gövdesine
bastıklan da oluyordu. Evlerimizin üstünde kurulu bu­
lunduğu toprak» bağrında sakladıklanndan kendini,
temizlemek istiyor gibiydi; bugüne kadar içten içe iş­
leyen çıbanlarını, İrinlerini artık yer üstüne göçderi-

18
yordu. Şimdiye kadar huzur içinde yaşamış küçük
şehrimizdeki, şaşkınlığı, sağlam bir adamın koyu ka­
nının birdenbire ona başkaldırması karşısında duya­
cağı şaşkınlıkla, perişanlıkla kıyaslayın...
Olaylar öyle ileri gitti ki Ransdoc ajansı (herhan­
gi bir konuda her çeşit bilgi, malûmat, vesika) rad­
yofonik haberler bülteninde yalnız 25 Nisan günü altı
bin iki yüz otuz bir farenin toplanıp yakıldığını bildir­
di. Şehrin gözü önünde olup bitenlere apaçık bir an­
lam veren bu sayı şaşkınlığı daha da arttırdı. O ana
kadar iğrenç bir olaydan şikâyetçiydiler. Ne nedeni,
ne de yayılma derecesi bilinmeyen bu esrarlı olayın
korkutucu bir yanı olduğunu artık farketmeğe baş­
lamışlardı. Yalnız astımlı ihtiyar İspanyol, yaşlılara
vergi bir sevinçle, «Hep çıkıyorlar, çıkıyorlar» diye
söylenip ellerini oğuşturmaya devam ediyordu.
28 Nisan günü. Ransdoc, sekiz bin farenin ele
geçirildiğioi ^bildirince şehirdeki endişe son haddini
buldu. Köklü tedbirler almak gerektiği söyleniyor, res­
mî makamlar suçlandırılıyordu. Deniz kıyısında evleri
olanlar oraya taşınacaklarından bahsediyorlardı. Fa­
kat ertesi gün Ajans, esrarlı, olayın birdenbire dur­
duğunu. fareleri imha ekiplerinin hissedilir derecede
az fare leşi toplamış olduklarını bildirdi. Şehir rahat
bir soluk aldı.
Aynı gün, öğleyin. Rieux, apartmanının önünde
arabasını durdurduğu zaman, kuklaya dönmüş kapı­
cının başı öne eğik, kolları ve bacakları birbirinden
ayrık gelmekte olduğunu gördü. İhtiyar adam Rieux*
nün görür görmez tanıdığı bir papazı kolundan tutu­
yordu. Bu, daha önceleri de rastlamış olduğu, şehir­
de, hattâ dini pek umursamayanlardan bile saygı gö­
ren, bilgiç ve ateşli bir Cizvit papazı olan'Peder Pa-
nefcMM id i. D oktor anlan teridedi. ih tiyar M chel’in g ö t.


leri parıltı içindeydi, soluğu ıslık gibi çıkıyordu. Ken­
dini pek iyi hissetmemiş, biraz hava almaya çıkmış­
tı. Fakat boynunda, koltuk altlarında ve kasıklarında
duyduğu şiddetli sancılar yüzünden Peder Paneloux'
dan yardım istemeye mecbur kalmıştı.
— Hep bu şişlerden oluyor, diyordu. Gayret et­
meliydim.
Doktor, arabanın kapısından kolunu uzattı, Mic-
hel'in boynu üzerinde parmağını gezdirdi, bir çeşit
budak ortaya çıkmıştı.
— Yatın hemen, dedi, ateşinizi alın, bugün öğ­
leden sönra gelip sizi görürüm.
Kapıcı gidince Rieux, Paneloux’a bu fare hikâ­
yesi konusunda ne düşündüğünü sordu.
Papaz :
— Salgın bir hastalık olmalı, dedi.
Yuvarlak gözlüklerinin ardında gözleri gülümsü­
yordu.
Yemekten sonra Rieux, sağlık yurdundan gelen
ve kansının oraya vardığını bildiren telgrafı okurken,
telefon çaldı. Arayan, eski müşterilerinden bir Bele­
diye memuruydu, onu hemen, çağırıyordu. Bu adam
uzun süre kalp damannın darlaşmasından acı çek­
mişti, yoksul olduğu için Rieux onu parasız tedavi
.etmişti.
— Evet, diyordu, beni hatırlıyorsunuz değil mi?
Fakat bu defp hasta ben değilim, başkası. Çabuk ge­
lin, komşuma-birşeyler oluyor.
Soluk soluğa konuşuyordu. Rieux, kapıcıyı ha­
tırladı, onu daha sonra görmeye karar verdi. Birkaç
dakika sonra dış mahallelerden birindeki Paldherbe
sokağında basık bir evin kapısından içeri giriyordu.
Pis kokulu merdivenlerde kendini karşılamaya gelen
Belediye memuru Joseph Grand’la karşılaştı. Bu, elli

20
yaşlarında, sarı bıyıklı, dar omuzlu, zayıf vücutlu kam­
burca bir adamdı.
Rieux’ye yaklaşırken:
— Şimdi daha iyice, dedi, fakat nerdeyse ölü­
yor sandım.
Burnunu siliyordu. Sonuncu olan ikinci katta, sol­
daki kapının üstünde, Rieux kırmızı tebeşirle çizilmiş
şu satırları okudu : «Girin, ben kendimi astım.»
Girdiler. Devrilmiş bir sandalyenin tam üzerine
düşen asma lâmbaya bir ip takılıydı, masa bir köş3-
ye itilmişti. İp boşlukta sallanıyordu.
Basit insanların diliyle konuşmasına rağmen ke­
limelerini araya araya konuşan Grand anlatıyordu
— Tam zamanında ipten kurtardım. Odamdan
çıktığımda bir gürültü duydum. Kapıdaki yazıyı gö­
rünce, nasıl söyleyeyim size, şaka sandım önce. Fa­
kat tuhaf, hattâ daha doğrusu korkunç bir inleme du­
yuldu içerden...
Başını kaşıyordu:
— Bu iş çok ıstıraplı olmalı. Tabiî, hemen içeri
girdim.
Bir kapıyı ittiler, yoksulca döşeli, aydınlık bir
odanın eşiğindeydiler. Yuvarlacık bir adam, bakır kar­
yolada yatıyordu. Hızİı hızlı soluk alıyor, kanlı göz­
lerle onlara bakıyordu. Doktor birden durdu. Soluk
alıp verirken küçük küçük fare çığlıklarını duyar gibi
olmuştu. Fakat köşelerde kımıldayan bir şey yoktu.
Rieux yatağa ilerledi. Adam pek fazla yüksekten şid­
detli bir şekilde düşmediği için kemiklere bir şey ol­
mamıştı. Ne de olsa biraz soluğu kesilmişti. Bir defo
radyografisini aldırmak lâzımdı. Doktor bir «huile
camphree» iğnesi yaptı, birkaç güne kadar iyileşe­
ceğini söyledi.
öteki adam, boğuk bir sesle:

21
— Teşekkür ederim doktor, dedi.
Rieux, Grand'a karakola haber verip vermediğini
sordu. Belediye memuru, bozulmuş bir tavırla :
— Hayır, dedi, hayır. En acele yapılacak işin...
— Elbette, diye kesti, ben haber veririm.
Bu anda hasta yerinden kımıldadı, yatakta kal­
kıp oturdu, iyi olduğunu, zahmete girmemesini söy­
ledi :
R ieux:
— Üzülmeyin, dedi. Bu bir sorun değil, inanın
bana, benim durumu bildirmem gerekir.
— Oh! dedi yalnızca.
Sonra başını arkaya atıp kesik kesik ağlamaya
başladı. Demindenberi bıyığını çekiştiren Grand ona
yaklaştı:
— Canım Mösyö Cottard, dedi. Anlamaya ça-
lışsanıza. Doktoru sorumlu tutabilirler. Bu işi bir da­
ha denemeye kalkışacak olursanız...
Fakat Cottard, gözyaşları arasında, bir daha böy­
le bir işe kalkışmıyacağını bunu kendini bilmediği bir
anda yaptığını, bütün arzusunun rahat yaşamak ol­
duğunu söyledi. Rieux, ona bir reçete yazdı.
— Pekâlâ, dedi. Bundan vazgeçelim. Arr.c bir
delilikte buluhmayın sakın.
Merdiven sahanlığında, Grand'a, durumu kara­
kola bildirmek zorunda olduğunu, fakat soruşturma­
nın iki gün sonra yapılmasını komiserden isteyeceğini
söyledi.
— Bu gece ona göz kulak olmak gerek. Ailesi
var mı?
— Bilmiyorum ailesini. Ama ben bakabilirim.
Başını salladı.
— Kendisini de pek tanıyorum diyemem. Fakat
yardım etmek lâzım.

2?
Evin sofasında Rieux köşeye bucağa çabuk ça­
buk baktı, mahallesinde, farelerin tamamen kaybolup
kaybolmadıklarını sordu. Grand böyle bir şeyden söz
edildiğini işitmişti, ama mahallede söylenen şeylere
pek ilgi göstermezdi.
— Benim başka dertlerim var, diyordu.
Rieux, elini sıkıp ayrıldı. Karısına mektup yoza-
madan önce gidip kapıcıyı görmek istiyordu.
Akşam gazetelerini satanlar, farelerin istilâsının
durdurulduğunu bağıra bağıra bildiriyorlardı. Rieux,
hastasını yatağından yarı beline kadar dışarı sarkmış,
bir eli karnında bir eli boynunda, uzun geğirtilerle
pembemsi bir safrayı çöp tenekesine kusuyor buldu.
Uzun çabalardan sonra hasta, soluk soluğa yata,
gına uzanabildi. Ateşi otuz dokuz beşti, boyun ve kol­
larındaki düğümler şişmişti, göğsünde iki siyah nokta
yayılıyordu. Şimdi içten gelen bir acıdan şikâyetçiydi.
— Yakıyor, diyordu, bu domuz yakıyor beni.
İs rengindeki dudaklarında kelimeleri çiğniyordu.
Başındaki ağrının şiddetiyle ıslanmış, yuvarlak gözle­
rini doktora çeviriyordu. Karısı, dilsiz gibi duran dok­
tora baktı.
— Doktor, diyordu. Nedir bu böyle?
— Ne olduğu henüz belli değil. Kesin bir şey
söylenemez. Akşama kadar perhiz ve yumuşak gıda­
lar. Cok su içsin.
Zaten kapıcı da susuzluktan ölüyordu.
Rieux, evine döner dönmez bir meslekdaşına,
şehrin en değerli doktorlarından biri olan Richard’a
telefon etti.
Richard:
.— Hayır, diyordu, ben böyle olağanüstü bir hal
görmedim.
— Ateşle birlikte mevziî yanma yok mu?

23
— Ha, evet, yüksek ateşli iki damar şişkinliği
vakası.
— Anormal bir şekilde mi?
— Eh, dedi Richard, bilirsin ki, normal ile... (
Akşam ne yapılırsa yapılsın, hastanın ateşi kırk
dereceye yükselmiş, sayıklamaya başlamıştı, boyuna
farelerden yanıp yakılıyordu. Rieux bir «abcös de fi-
xation» ydpmakta fayda buldu. Terebentin yakınca
hastayı «Ah domuzlar» diye bağırttı.
Çişler daha büyümüş, sertleşmişti, elle dokunun­
ca ağaç katılığını hatırlatıyordu. Kapıcının karısı ne
yapacağını şaşırmıştı.
D oktor:
—r Başında bekleyin, dedi. Gerekirse beni çağı­
rın.
Ertesi 30 Nisan günü, mavi ve nemli bir gökyü­
zünde ılık bir rüzgâr esmekteydi. En uzak banliyö­
lerden bir çiçek kokusunu getiriyordu. Sabah sokak­
tan gelen gürültüler her zamankinden daha canlı, da­
ha sevinçli gibiydi. Bir haftadır sürüp giden şiddetli
korkudan sıyrılan küçük şehrimiz o gün yeniden dün­
yaya gelmişe benziyordu. Rieux bile karısından gelen
mektubun verdiği ferahlıkla içi rahat, kapıcının daire­
sine indi. Sahiden de o sabah ateşi otuz sekize düş­
müştü.
K arısı:
— Durumu daha iyi değil mi, doktor? diye sor­
du.
— Biraz daha bekleyelim.
Fakat öğleyin ateş birdenbire kırka çıkmıştı, has­
ta durmaksızın sayıklıyordu, kusmalar da yeniden
başlamıştı. Boynundaki şişlere dokunmak ona çok ıs­
tırap veriyordu, kapıcı başını mümkün olduğu kadar
vücudundan uzakta tutmak istiyor gibiydi. Karısı ya­

24
tağın ucuna oturmuş, hastanın ayaklarını örtünün üs­
tünden hafifçe tutuyordu. Rieux‘ye bakıyordu.
Doktor:
— Dinleyin beni, dedi. Onu tecrit etmek, özel bir
bakım uygulpmak gerekiyor. Hastaneye telefon et­
tim, cankurtaranla nakledeceğiz.
İki saat sonra cankurtaranda doktorla kapıcının
karısı, hastanın üzerine eğilmişlerdi. Yara halindeki
ağzından ancak kelime parçaları çıkıyordu hep «Fa­
reler, fareler» deyip duruyordu. Yemyeşil yüzü mum
gibi dudakları, kurşunlaşmış göz kapaklarıvre boy­
nundaki şişlerin parça parça ettiği kısa, kesiK soluk
alışlan ile kuşetin içine yığılmıştı yerin dibinden arası
kesilmeden onu çağıran bir şeye karşı kendini koru­
maya çalışır gibiydi; gözle görünmeyen bir ağırlığın
altında eziliyordu. Karısı hep ağlıyordu.
— Hiç umut yok mu doktor?
— öldü, dedi, Rieux.
Kolayca denilebilir ki, kapıcının ölümü şaşırtıcı
belirtilerle dolu bir dönemin sonu ve daha çetin bir
dönemin başlangıcı oldur yâni ilk zamanlardaki şaş­
kınlık yavaş yavaş paniğe döndü. Küçük şehrimizin,
farelerin güneşe çıkıp gebermeleri ve kapıcıların aca­
yip hastalıklardan ölmeleri için özellikle seçilmiş bir
yer olabileceğini hiç mi hiç akıllarından geçirmemiş
olan şehrimiz insanları durumu yavaş yavaş kavra­
maya başlıyorlardı. Olaylar, bu kadarla kalsaydı her
zamanki hayatlarının alışkanlığı içinde sürüklenip gi­
deceklerdi. Fakat şehrimiz insanları arasında kapıcı,
o yoksul olmayan kimseler de Mösyö Michel'in çık­
tığı yolda onu izlediler. İşte korku ve onunla birlikte
kapkara düşünceler bundan sonra başladı.
Hikayeci, bu yeni dönemin olaylarını anlatmadan,
çizdiği günler konusunda başka bir tanığın kanılarını
sunmakta yarar görüyor. Hikâyemizin baş tarafların­
da kendisine rastladığımız Jean Tarrou, Oran’a bir­
kaç hafta önce pelip yerleşmişti, şehrin göbeğinde
büyük bir otelde kalıyordu. Geliriyle yaşıyabilecek ka­
dar hali vakti yerinde bir insana benziyordu. Şehir ya­
vaş yavaş onu tanıyıp ısındıysa da, nerden çıkıp gel­
diğini, bu şehirde ne aradığını kimse bilmiyordu. Ona
her kalabalık yerde rastlamak mümkündü. İlkbaharın
başındanberi sık sık plajlarda keyif içinde yüzdüğü
görülüyordu. Hep gülümseyen, efendi bir hali vardı.

26
her çeşit zevke kendini kaptırmadan yaşamasını be­
ceriyordu. Kısacası, bilinen tek alışkanlığı, şehirde
oldukça çok bulunan İspanyol müzisyen ve dansör­
leriyle sık sık görüşüp ahbaplık etmesiydi.
Ne de olsa not defteri bu zor günlerin bir çeşit
tarihçesi sayılabilir. Fakat kendine vergi özellikleri
olan bu notlar tam bir kayıtsızlık ifadesini taşırlar. İlk
bakışta Tarrou'nun, insanlan ve olayları dürbünün
ters tarafiyle seyretmek için kendini zorladığı sanı-
labilir. Genel karışıklık^arasında o anlatacak olayları
bulunmayan bir tarihçi olmaya çalışıyordu.
Bu ön yargı insanı üzüyor ve yazarının iyi yürek­
liliğinden kuşkuya düşürüyor. Fakat notlar, bu döne­
min tarihi için gerekli bir yığın ikinci derecede, gene
de kendilerine göre bir önem taşıyan, hattâ tuhaflık­
larına bakıp bu ilgi çekici insan konusunda çabuk
yargılara varılmasını önleyen bilgiler vermektedir.
Jean Tarrou'nun notları Oran'a gelmesiyle baş­
lar. Başlangıcındanberi böylesine çirkin bir şehirde
bulunmanın verdiği tuhaf sevincini göstermektedir.
Bu notlarda. Belediye binasını süsleyen iki bronz as­
lan inceden inceye çizilmiş, ağaç yokluğu, çirkin ev­
ler, şehrin anlamsız plânı üzerinde iyi niyetli düşün­
celer ileri sürülmüştür. Tarrou tramvaylarda veya so­
kakta duyduğu konuşmaları da bir şey katmadan nak-
letmiştir. Daha sonrakilerde Camps adlı birine ait bir
konuşmaya kendi düşüncelerini de katmıştır. Tarrou
iki tramvay biletçisinin şu konuşmasını dinlemiş :
— Sen Camps’ı tanırdın, değil mi?
— Camps mı? Şu iri yarı, siyah bıyıklı?
— Tornam. Makasta çalışırdı.
— Evet, ne oldu?
— Ne olacak, öldü. *
— Yok canım! Ne zaman?

27
— Şu fare salgınından sonra.
■ — Vay canına! Nesi varmış peki?
— Bilmiyorum, ateşi yükselmiş. Zaten fazla sağ­
lam bir insan değildi. Koltuğunda çıbanlar çıkmış, da­
yanamamış.
— Oysa bizlerden farksız görünürdü.
— Yok, göğsü zayıftı. Orpheon’da çalgı çalardı.
Devamlı bir pistonu üflemek bilirsin insanı tüketir.
— Ah! dedi ikinci; hastayken insan, piston fa­
lan üflememeli.
Bu birkaç kanıta dayanarak Tarrou, Camps ın
en açık çıkarlarına karşı koyarak Orpheon'a girme­
sindeki ve pazarları yapılan geçit törenleri uğruna
hayatını tehlikeye atmasındaki köklü sebeplerin ne­
ler olabileceğini kendi, kendine sordu.
Tarrou daha sonra penceresinin karşısındaki bal­
konda cereyan eden bir sahne ile yakından ilgilendi.
Odası, kedilerin duvar gölgelerinde uyukladıkları çap­
raz bir sokağa bakıyordu. Fakat her gün kahvaltıdan
sonra, şehrin sıcaktan uyuştuğu saatlerde sokağın
karşı tarafındaki balkonlardan birinde, askeri biçim­
de, ciddî ve düzgün bir elbise giymiş, beyaz saçları
güzelce taralı ihtiyar bir adam beliriyordu. Tatlı ve
ölçülü bir sesle «pisi pisi» diyerek kedileri çağırıyor­
du. Kediler, rahatlarını bozmaksızın, uykudan mah­
murlaşmış gözlerini aralıyorlardı. Adam, sokağın te­
pesinden küçük küçük kâğıt parçaları atıyor, bu be­
yaz kelebek yağmurunun çekiciliğine kapılan ke­
diler yolun Ortasına geliyorlar, kâğıt parçalarını pen­
çeleriyle güvensizce yüklüyorlardı. O zaman ufak te­
fek ihtiyar, kedileri nişanlayarak tükürüyordu. Tükü­
rüklerinden biri hedefini bulursa, hemen gülmeye baş­
lıyordu.
Ayrıca, görünüşü, canlılığı ve hattâ zevkleri ile
ticaretin gereklerine uyan bu şehrin tecimsel karak-
28
teri de Tarrou'yıı tamamen kendine çekmiş gibiydi.
Bu başkalık (notlarda kullanılan kelime buydu) Tar-
rou'nun takdirini kazanmıştı, en övücü haşiyelerinden
biri şu nida ile bitiyordu. «Nihayet!» Yolcunun bu sı­
ralarda tuttuğu notların kişisel bir özellik taşıyan bö­
lümleri yalnız buralarıdır. Fakat bu notların anlamını
ve gerçeklik derecesini kestirmek zor. Ölü bir farenin
ortaya çıkmasının otelin muhasebecisine faturalarda
nasıl bir yanlışlık yaptırdığını anlattıktan sonra, Tar-
rou her zamankinden daha okunaksız bir yazıyla şun­
ları eklemiş: «Soru: İnsan zamanını boşa harcama­
mak için ne yapmalı? Y a n ıt: Bütün süresince yaşa­
malı. Çareleri: Günlerini, bir dişçinin bekleme oda­
sında rahatsız bir sandalye üzerinde geçirmeji, pa­
zarları öğleden sonra balkonda oturmalı, bilinmedik
bir dilde verilen konferansları dinlemeli; tarifeye ba­
karak en uzun, en rahatsız tren yolunu seçmeli ve ta .
bil bu yolculuğu ayakta yapmalı; tiyatro gişeleri
önünde kuyruğa takılmalı ve sonunda bilet almalı,
vb., vb.»
Fakat bu dil ve düşünce oyunlarından hemen
sonra notlarda yeniden şehrimizin tramvaylarına, on­
ların tekneye benzer biçimlerine belirsiz renklerine,
her zamanki pisliklerine ait tasvirler başlıyor; notlar
şu «çok dikkate değen» sözleriyle bitiriyor ama ne
demek istediği anlaşılmıyor.
İşte Tarrou'nun fare hikâyesi üzerine anlattık­
ları :
«Bugün karşıki ihtiyarı keyifsiz buldum. Sokakta
kedi de kalmadı. Kabarık bir sayıda ortaya çıkan fa­
relerin verdiği heyecanla hepsi ortadan kayboldular.
Bana göre kedilerin fare leşlerini yedikleri düşünüle­
mez. Benim kedilerimin böyle bir şeyden iğrendikle­
rini hatırlarım. Herhalde mahzenlerde koşuşuyorlar-

29
dır, ihtiyar adamın keyfi de bu yüzden kaçmış olmalı.
Eskisi kadar sağlam görünmüyor, saçları da iyi taralı
değil. Endişeli bir hali var. Bir an balkonda durdu,
sonra çekildi. Boşluğa yalnız bir defa tükürdü.
Bugün şehirde bir tramvayı durdurdular. Ölü bir
fare bulmuşlardı içinde, kimbilir oraya nasıl gelmiş.
İki üç kadın aşağı indi. Fareyi attılar. Tramvay hare­
ket etti.
Dini bütün bir adam olan gece bekçisi bütün bu
farelerin bir felâketi haber verdiğini söyledi. «Fare­
ler gemiyi terkettikleri zaman...» Bu sözün denizdeki
gemiler için doğru olduğu, şehirler için doğru olup
olmadığının henüz bilinmediği cevabını verdim. Ama
o inanacağı şeye iyice inanmış. Ne gibi bir felâketin
beklenebileceğini sordum. Felâketi önceden kestir­
mek imkânsız olduğu için bilmiyordu. Fakat bir dep­
rem patlak gösterirse hiç şaşırmayacaktı. Mümkün
olduğunu söyledim, benim bundan korkup korkma­
dığımı sordu.
— Beni ilgilendiren biricik şey, dedim, iç huzu­
runu bulabilmektedir.
Beni tamamen anladı.
Otelin lokantasında hayli ilgi çekici bir aile var.
Baba, siyah elbise giyinmiş, sert yakalık takmış, uzun,
zayıf bir adam. Başının ortası dazlak, sağ ve sol ya­
nını gümüşî renkte iki tutam saç örtüyor. Ufacık, yu­
varlak ve sert gözleri, incecik burnu, dik ağzı, eğitil­
miş bir baykuş hali veriyor ona. Lokantanın kapısın­
da önce o görünüyor, sonra kenara çekilip simsiyah
bir fare kadar ufak tefek karısına yol veriyor, kadın
da evcilleşmiş köpekler gibi giydirilmiş biri kız, biri
erkek iki çocuğuyle biriikte, topuklarına basa basa
içeri giriyor. Masaya varınca önce karısının oturma­
sını bekliyor, sonra kendisi oturuyor, ondan sonra da

30
iki köpek yavrusu sandalyelerine tüneyebiliyorlar. Ka­
rısına ve çocuklarına «siz» diye hitap ediyor, kansına
nezaketle çıkışıyor, çocuklarına ise daha sert sözler­
le çıkışıyor:
— Nicole, çok sevimsiz davranıyorsunuz!
Küçük kız hemen ağlamaya hazırlanıyor.
Yapılacak şey bu.
Bu sefer küçük oğlan, fare konusundan ötürü
çok heyecanlandı. Yemekte bir söz söylemek istedi.
— Yemek yerken farelerden bahsedilmez, Phi-
lippe. Bir daha bu kelimeyi ağzınıza almaktan sizi
menederim.
Küçük dişi fare de:
— Babanızın hakkı var, dedi.
İki köpek yavrusu burunlarını hemen yemekleri­
ne soktular, baykuş, fazla önemsemiyen bir baş işa­
retiyle onlara teşekkür etti.
Bu güzel örneğe karşın şehirde farelerden pek
çok söz ediliyor. Gazeteler de işe karıştılar. Her za­
man o kadar çeşitli olan bölge haberleri şimdi baş­
tanbaşa belediyeye yapılan saldırılara ayrılmıştı: «Be.
lediye üyelerimiz bu kemirici yaratıklann çürümüş leş­
lerinin yaratacağı tehlikenin farkında mıdırlar?» Otel
müdürünün başka şeyden söz ettiği yok. Bu biraz da
duyduğu kızgınlıktan. Şerefli bir otelin asansöründe
'fa re bulmak akıl almaz bir şey. Onu avutmak iç in :
«Herkes aynı durumda» dedim.
— Asıl sorun bu ya. dedi, biz de artık herkes
gibiyiz.
Endişe yaratmaya başlayan bu şaşırtıcı ateş yük­
selmelerinden bana ilk o bahsetti. Oda hizmetçile­
rinden biri bu ateşle yatıyordu.
— Fakat şurası muhakkak, bulaşıcı bir şey de­
ğil, diye telâşla açıkladı.

31
Bana göre hava hoş dedim.
— Ah! Anlıyorum, dedi. Mösyö de benim gibi;
Mösyö de benim gibi kadere inanıyor.
Hiç de böyle bir şey ileri sürmüş değildim, hem
kadere de inanmam. Ona dedim ki...»
Bundan sonra Tarrou’nun not defterinde halkı
endişeye düşüren bu bilinmedik ateşin özelliklerin­
den söz edilmeye başlanıyor. Ufak tefek ihtiyarın, fa­
relerin ortadan kaybolması üzerine yeniden kendile­
rine kavuştuğunu, tükrük atışlarına sabırla devam et­
tiğini not eden Tarrou. bu ateşin bir düzine vakayı
bulduğunu, çoğunun ölümle sona erdiğini ekliyor.
Belge olması bakımından Rieux’nün Tarrou (ta-
rafından çizilmiş portresini buraya alabiliriz. Hikaye­
cinin yargısına göre, bu portre aslına epeyce sadık­
tır :
«Otuzbeşinde görünüyor, Orta boylu. Güçlü
omuzları var. Yüzü dörtgenimsi. Karanlık ve doğru
gözleri var, çene kemikleri çıkıntılı. İri burnu biçimli.
Çok kısa kesilmiş siyah saçlar. Ağzı kalın ve çoğu
zaman kapalı dudaklarla çevrili. Yanık derisi, siyah
kılları, rengi daima koyu fakat kendisine yakışan el­
biseleriyle SicilyalI bir köylüyü andırıyor. Yürüyüşü
hızlı. Kaldırımlardan inerken adımlarını hiç değiştir­
miyor fakat karşı kaldırıma çıkarken çoğu defa ha­
fifçe sıçrıyor. Otomobilinin direksiyonundayken dal­
gın bir hali var, çoğu defa arabanın yön oklarını, dö­
nemeçleri döndükten sonra bile indirmeyi unutuyor.
Daima başı açık. Kendinden emin.»

32
Tarrou’nun verdiği sayılar doğruydu. Dr. Rieux
bir şeyler anlamaya başlamıştı. Kapıcının cesedi tec­
rit edildikten sonra bu hastalık konusunda danışmak
için Richard’a telefon e tti:
Richard:
— Bir türlü anlıyamıyorum, diyordu. Biri kırk se­
kiz saatte, biri üç günde iki hastam öldü. Sonuncuyu
daha sabahleyin her türlü iyileşme belirtileri ile bı­
rakmıştım...
R ieu x:
— Başka vakalarınız olursa haber verin, dedi.
Başka doktorlara da sordu. Bu şekilde giriştiği
soruşturma sonunda birkaç gün içinde birbirine ben­
zer yirmi vaka olduğunu öğrendi. Hemen hemen hep­
si de ölümle sonuçlanmıştı. Oran doktorlar sendikası
sekreteri olan Richard'dan hastaların tecritini sağla-,
masını istedi.
R ichard:
— Benim elimden bir şey gelmez, dedi. Vilâyet­
çe bu tedbiri almak gerekir. Bütün yapabileceğim,
Valiye bahsetmek.
Bu konuşmalar devam ederken hava da bozuyor,
du. Kapıcının ölmesinden bir gün sonra büyük sis
bulutlan gökyüzünü kapladı. Şehre bardaktan boşa­
nırcasına, sürekli yağmurlar yağdı, bu âni beklenme­
yen tufanı, fırtınalı bir sıcak izledi. Deniz bile koyu

VEBA F .: 3/33
maviliğini kaybetmiş, sisli göğün altında göze çirkin
gelen bir demir veya gümüş parıltısına bürünmüştü.
İlkbaharın bu rutubetli sıcağı insana kavurucu yaz
sıcağını özletiyordu. Yaylasının üstünde denizi zor
görür durumda bir sümüklüböcek gibi kurulmuş olan
şehirde uyuşukluk hüküm sürüyordu.
Badanalı uzun duvarların ortasında, tozlu vitrinli
sokakların içinde, pis bir sarılıktaki insanoğlu ken­
dini bu gökyüzünün altında mahpus hissediyordu.
Yalnız, Rieux'nün ihtiyar hastası bu havada astımın-
dan biraz kurtuluyordu.
— Pişiyor, böyle, dedi, bronşlara iyi geliyor.
Doğruydu, pişiyordu sahiden, ama bu pişme bir
ateşten ne daha az, ne,daha çok kötüydü.
Bütün şehir ateşten yanıyordu, daha doğrusu
Cottard'ın intihar deneyi konusunda açılan soruştur­
manın hazırlığında bulunmak üzere Faidherbe soka­
ğına gittiği sabah. Dr. Rieux böyle düşünüyordu. Fa­
kat bu his ona akla aykırı görünüyordu. Bunun, içinde
bulunduğu olaylardan ve sinir bozucu hallerden doğ­
duğuna inanıyor, düşüncelerine biraz düzen vermesi
gerektiğini anlıyordu.
Eve vardığında komiser henüz gelmemişti. Grand,
eşiğin önünde bekliyordu, kapıyı açık bırakarak onun
dairesine çıkmaya karar verdiler. Belediye memuru,
fakirce döşeli iki odada oturuyordu. Beyaz tahtadan
yapılmış üstünde iki üç sözlük duran raftan ve silin­
miş «Çiçekli Yollar» yazısının okunduğu kara tahta­
dan başka bir şey yoktu. Grand. Cottard’ın geceyi
iyi geçirdiğini söylüyordu. Fakat sabah baş ağrısın­
dan yakınarak uyanmıştı, yerinden kıpırdayamıyordu.
Grand, yorgun ve sinirli görünüyor, içi yazılı kâğıt­
larla dolu büyük bir dosyayı açıp kapayarak odanın
içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu.

34
Doktora. Cottard'ı pek iyi tanımadığını, yalnız
onun ufak bir gelire sahip olduğunu tahmin ettiğini
onlatmaktan geri kalmadı. Cottard tuhaf bir adamdı.
Uzun zaman aralarındaki ilişki, merdivende rastlaş­
tıkça selâmlaşmaktan öteye geçmemişti.
— Onunla topu topu iki kere konuştum. Birkaç
gün önce eve getirdiğim bir kutu tebeşiri merdivenin
eşiğinde dökmüştüm. Kırmızı, mavi renkte tebeşir­
lerdi bunlar. O sırada Cottard, merdiven sahanlığına
çıktı, onları toplarken bana yardım etti. Bu çeşit çe­
şit renkte tebeşirlerin ne işe yaradığını sordu.
O zaman Grand, biraz lâtinceye çalıştığını açık­
lamıştı. Liseden beri bildiğini unutmuştu.
Doktora d a :
— Evet, dedi. Fransızca kelimelerin anlamlarını
daha iyi duymak için lâtincenin çok yararlı olduğunu
bana söylemişlerdi.
Bu kara tahtaya lâtince kelimeler yazıyordu de­
mek. Kelimelerin çekim ve ek kurallarına göre deği­
şen bölümlerini mavi, değişmeyenlerini de kırmızı te­
beşirle çiziyordu.
— Bilmiyorum, Cottard iyi anladı mı, fakat ilgi­
lenmiş gibi göründü, benden bir tane kırmızı tebeşir
istedi. Biraz şaşırmıştım, ama nerden bilecektim bu­
nu tasarladığı projede kullanacağını.
Rieux ikinci konuşmanın konusunu sordu. Fakat
Grand'ın ifadesini almak isteyen komiser, kâtibi ile
birlikte gelmişti. Doktor, Grand'ın Cottard'dan bahse­
derken ondan hep «mahvolmuş adam» dediğini, hat­
ta bir keresinde «artık iflâh olmaz» deyimini bile kul­
landı. Canına kıymasının nedenleri üzerinde durdu­
lar, Grand. kullanılacak sözün seçiminde gereksiz bir
titizlik gösterdi. Sonunda «iç üzüntüleri» kelimeleri
lüzerinde anlaştılar. Komiser, Cottard'ın halinde böy­

35
le bir «karar»a vardığını gösteren bir şey görülüp gö­
rülmediğini sordu.
— Dün kapımı vurdu, dedi, Grand. Benden kib­
rit istedi. Kutumu kendisine verdim. Komşuluk dola-
yısiyle istediğini söyleyerek özür diledi. Kutumu geri
vereoeğine söz verdi. Kendisinde kalmasını söyledim.
Komiser, memura Cottard'ın halinde bir tuhaflık
görülüp görülmediğini sordu.
— Bana asıl tuhaf gelen, onun konuşmaya gi­
rişmek ister gibi görünmesiydi. Ama ben çalışıyor­
dum, o sırada.
Grand, Rieux'ye döndü, sıkılgan bir tavırla:
— Kişisel bir iş, diye ekledi.
Komiser, hastayı da görmek istiyordu. F-akat
Rieux ilkin hastayı bu ziyarete hazırlamak gerektiğini
düşündü. Odaya girdiği zaman. Cottard’ı, kül rengi
bir fanila giyinmiş, yatağında doğrulmuş, endişe için­
de kapıya dönük buldu.
— Polis geldi değil mi?
— Evet, dedi Rieux: Hiç merak etmeyin, iki üç
formalite, sonra sizi rahat bırakırlar.
Ama Cottard bunun bir şeye yaramtyacağını ve
polisten de hiç hoşlanmadığını söyledi. Rieux, sabır-,
sizliğim belli etti.
— Ben de onlara bayılmam. İşi hemen bitirmek
için soracaklarına doğru ve çabuk cevap vermek ge­
rek, o kadar.
Cottard sustu, doktor da kapıya doğru döndü.
Fakat ufak tefek adam onu hemen çağırdı, doktor,
yatağın yanına gelince ellerinden tuttu.
— Bir hastaya, kendini asmış bir insana, bir şey
yapamazlar değil mi doktor? dedi.
Rieux bir an ona dikkatle baktı, sonra böyle bir
şeyin söz konusu olmadığını, zaten burada hastasını

36
korumak için bulunduğunu söyledi. Hasta rahatlar
gibi oldu, Rieux. komiseri içeri aldı.
Cottard'a, Grand'ın verdiği ifadeyi okudular, in­
tihara kalkışmasının sebebini söyleyip söylemeyece­
ğini sordular. Komisere bakmadan «iç üzüntüleri»nin
yerinde kullanılmış olduğu karşılığını verdi. Komiser
aynı şeyi bir daha yapıp yapmıyacağını sordu. Cot-
tard canlanarak, «hayır» diye cevap verdi, sadece
kendisini rahat bırakmalarını bildirdi.
Komiser alıngan bir sesle:
— Şunu belirteyim ki, dedi, başkalarının rahatını
kaçırtan siz oldunuz.
Fakat Rieux'nün İşareti üzerine işi uzatmadılar.
Komiser dışarı çıkarken içini çekerek:
— Şu hastalık lâfı ortaya çıktı çıkalı işimiz za­
ten başımızdan aşkın, dedi.
Doktora durumun ciddi olup olmadığını sordu,
Rieux de bir şey bilmediğini bildirdi.
— Havadan oluyor, diye kestirip attı komiser;
sebep bu işte.
Herhalde havadandı. Gün ilerledikçe, zift gibi bir
şey ele bulaşıyordu. Rieux ise her ziyarete gittiği her
yerde içinde korkunun gittikçe çoğaldığını duyuyor­
du. Aynı günün akşamı kenar semtte ihtiyar hasta­
nın komşusu kasıklarını sıkıyor ve sayıklamalar için­
de kusuyordu. Düğümler kapıcınınkinden daha da
büyüktü. Bir tanesi irin topluyordu, çok geçmeden
çürük bir meyva gibi patladı. Evine döner dönmez
Rieux şehrin ecza deposuna telefon etti. Bu tarihte
tutmuş olduğu notlarında bu konuda şunlar yazılmış­
tır: «Cevap olumsuz». Buna benzer başka hastalara
da çağırıyorlardı doktoru. Abseleri deşmek gereki­
yordu, bu belli bir haldi. Çaprazlama iki bisturi dar­
besi, düğümlerden kanlı bir cerahat dışarı akıyordu.

37
Hastanın parçalanan yarası kanıyordu. Fakat bacak­
larda, karında lekeler görünmeye, irinleşmesi duran
bir düğüm gene şişmeye başlıyordu. Çok defa hasta
iğrenç bir koku içinde ölüyordu.
Fareler işinde o kadar gevezelik etmiş olan ba­
sın bir şeyden bahsetmiyordu artık. Buna sebep fa­
relerin sokaklarda, insanların ise evlerde ölmeleriy­
di. Gazeteler ise yalnız sokakta olup bitenlerle ilgi­
lenir! Fakat vilâyet ve belediye, durum üzerinde dü­
şünmeye başlamıştı. Her doktor iki üç olaya rastla­
madan yerinden kıpırdamayı düşünmemişti. Fakat bi­
rinin artık bu işin hesabını yapması gerekiyordu. He­
sap ise korku vericiydi... Birkaç gün içinde ölümler
birbirini izledi, bu garip hastalıkla yakından ilgilenen­
ler gerçek bir salgın karşısında bulunduklarını anla­
dılar. Rieux’nün kendinden çok daha yaşlı meslek-
daşlarından biri olan Castel de bu sıralarda doktoru
görmeye gelmişti.
— Tabiî siz bunun ne olduğunu biliyorsunuz Ri-
eux, dedi.
— Tahlillerin sonucunu bekliyorum.
— Ben biliyorum. Bunun için tahlile de ihtiya­
cım yok. Uzun zaman Çin'de doktorluk yaptım, yirmi
yıl önce Paris'te de birkaç böyle olaya tanık oldum.
Sadece şimdilik buna bir ad vermekten çekindiler.
Kamuoyu kutsal bir şeydir: Telâşa, korkuya düşülme­
sin diye. Hem bir meslekdaşımızın dediği gibi, «Buna
imkân yok, herkes bilir ki bu hastalık Batı âleminde
tamamen kaybolmuştur.» Evet, bunu herkes biliyor­
du, ölülerden başka! Haydi Rieux, siz de benim kadar
bunun ne olduğunu biliyorsunuz.
Rieux düşünceye dalmıştı. Bürosunun pencere­
sinden uzakta koyun üstüne kapanan kapalığın taşlı
sırtlarına bakıyordu. Gökyüzü mavi olmasına rağmen

38
öğle sonu ilerledikçe azalan soluk bir parlaklık vardı.
— Evet, dedi Castel, insan inanamıyor. Fakat
ben bunun Veba olduğunu sanıyorum.
Castel ayağa kalktı, kapıya doğru yaklaştı.
— Bize nasıl cevap vereceklerini bilirsiniz, dedi,
ihtiyar doktor. «Bu hastalık yıllardan beri uygar ülke­
lerde kaybolmuştur.»
Rieux, omuzlarım kaldırarak:
— Kayboldu da ne demek? dedi.
— Evet. Hem unutmayın; Paris'te daha yirmi yıl
önce...
— Neyse. Ümit edelim ki o zamanki kadar teh­
likeli olmaz. Fakat gerçekten inanılacak gibi değil.
«Veba» kelimesi ilk defa ağızdan çıkmıştı. Ber-
nard Rieux'yü penceresinin ardında bırakan hikâye­
mizin bu noktasında, yazara, doktorun kararsızlığına
ve şaşkınlığına hak verdiğini söylemesine izin veril­
sin, hem zaten, şehrimiz insanlanndan çoğunun gös­
terdiği tepki de ufak tefek farklar dışında doktorun-
kinin aynıydı. Zaten felâket genel bir haldir, yalnız te­
penize birdenbire inince ona kolaylıkla inanamazsınız.
Dünyada savaşlar. Veba salgınları görülmüştür. Bu­
nunla beraber bu salgınlar ve savaşlar insanları da­
ima gafil avlamışlardır. Doktor Rieux de, hemşerile-
rimiz gibi gaflet içindeydi, gösterdiği tereddütleri bu
yönden anlamak gerek.
Onun endişe ile güven arasında bocalaması da
bu yönden görülmelidir. Bir savaş patladığı zaman,
insanlar: «Fazla uzun sürmez, çünkü çok anlamsız
birşey,» derler. Elbette ki bir savaş çok anlamsız, çok
saçma birşeydjr, ama böyle oluşu uzayıp gitmesini
önlemez. Anlamsızlık, saçmalık daima kendini belli
eder, insanlar yalnız kendilerini düşünmeseler onun
varlığını farkedebilirlerdi. Şehrimizin insankm da bu
konuda bütün öteki insanlar gibiydiler, sadece ken­
dilerini düşünüyorlardı; başka bir deyimle, «huma-
nistettiler; felâketlere inanıyorlardı. Felâket insanın
ölçüsüne sığmaz derler ki; felâket gerçek olmayan

40
birşeydir, gelip geçici bir düştür. Ama, felâket her
zaman gelip geçmez, insanlar gelip geçer, hele ko­
runma tedbirlerini almamış oldukları için önce hü­
manistler!.. Şehrimizin insanları başka yerdeknerden
daha çok suçlu değillerdi, sadece alçakgönüllü ol­
mayı ihmal etmişlerdi, o kadar; her şeyin kendileri
için mümkün, felâketlerin ise imkânsız olduğunu dü­
şünüyorlardı. İşler çevirmeye devam ediyorlar, yol­
culuklara hazırlanıyorlardı, kendilerine göre fikirler
besliyorlardı. Geleceği gidiş - gelişleri, tartışmaları
yokeden bir Veba salgınını nereden akıllarına getire­
bilirlerdi? Kendilerini hür sanıyorlardı, oysa felâketler
var oldukça kimse hür değildir.
Dostunun karşısında, şuraya buraya dağılmış
bir avuç hastanın habersizce gelen vebadan öldü­
ğünü kabul etmiş olmasına karşın. Doktor Rieux için
bu, gerçek dışı bir şey gibiydi. Şu var ki insan doktor
olunca, ıstırap nedir bilir ve hayal gücü de biraz ge­
niştir. Pencereden hiçbir yanı değişmemiş şehrine
bakarken, gelecek karşısında endişe dediğimiz bir iç
bulantısını duymaya başlıyordu. Bu hastalık hakkın­
da bütün bilgileri kafasının içinde toplamaya çalışı­
yordu. Belleğinde sayılar oynaşmaya başlıyor, tarihin
kaydettiği otuz büyük veba salgınının yüz milyon ölü­
ye mal olduğunu hatırlıyordu. Fakat yüz milyon ölü
ne demektir? İnsan ancak savaşlarda ölümün ne de­
mek olduğunu öğrenebilir. Madem ki bir insanın ölü­
mü ancak gözle görüldüğü zaman anlam kazanıyor,
öyleyse tarih boyunca serpilip dağılmış bu yüz mil­
yon ölü, muhayyelenin içinde uçuşan dumandan fark­
sızdır. Doktor, İstanbul vebasını hatırlıyordu. Proco-
pe’a göre bu salgında bir tek günde on bin insan öl­
müştü. On bin ölü bir sinemanın beş seanslık seyir­
cisi demektir. Bunu iyice kavramak için yapılacak şey

41
şu: Beş sinemadan çıkan seyircileri toplayıp şehrin
meydanına götürmeli ve onları yığın halinde öldür­
men. Hem bu isimsiz yığın içine bildik yüzler koymak
da mümkün. Fakat, bunu gerçekleştirmek tabiî ki im­
kânsız hem de on bin insanın yüzünü kim tanıyabilir?
Zaten Procope gibi kimseler, herkes bilir, saymasını
da bilmezler. Yetmiş yıl önce Canton'da şehre daha
felâket çökmeden, kırk bin fare vebadan ölmüştü.
Ama 1871’de fareleri saymaya imkân yoktu. Bu he­
sabı, yanılma ihtimallerini göze alarak, büyük sayılar­
la yaklaşık olarak yapıyorlardı, Bir farenin boyu otuz
santim olduğuna göre, bu kırk bin fare ucuca dizile­
cek olsa...
Doktor, sabırsızlık içindeydi. İşi oluruna bırakma­
lıydı, ama böyle yapmak da doğru değildi. Birkaç
hastalık olayı salgın sayılmazdı, alınacak tedbirler
onu önlemeye yeterdi. Bilinen hallere göre çaresi
aranmalıydı; şaşkınlık, korku, kızarmış gözler, pis
ağız, baş ağrıları, hıyarcıklar, dayanılmaz bir susa­
ma. sayıklama, vücutta lekeler, içteki parçalanma.ve
bunlardan sonra da... Bunlardan sonra doktor Rieux
bir cümleyi hatırlıyordu, hastalık belirtilerini sıraladığı
not defterinden bir cümleyi: «Nabız zayıflar, ve her­
hangi bir kıpırdanma ölümle sonuçlanır.» Evet, bütün
bunların sonunda insanların dörtte üçü, — tam sayısı
buydu— bir ipliğin ucuna asılmışlardı, onları uçura­
cak olan hafif .bir hareketi yapmak için sabırsızca
bekleşiyorlardı.
Doktor hep pencereden bakıyordu. Camın dışın­
da ilkbaharın ılık havası, odanın içinde hâlâ titreşip
duran bir kelime: Veba. Bu kelimenin taşıdığı anlam­
da, sadece tıbbın vermek istediği şeylerden başka,
bu sarımtırak ve kül rengi şehire pek uymayan bir
sürü olağanüstü hayaller de vardı. Kayıtsız ve huzur-

42
!u bir sessizlik, bu felâketin eski hayallerini kolaylıkla
gerisin geriye itiyordu; kuşların kaçıp gittikleri veba­
ya uğramış Atina, sessiz sessiz can çekişenlerle dolu
Cin şehirleri, paramparça cesetleri çukurlara yığan
.Marsilya'nın kürek mahkûmları, vebanın öfkeli rüz­
gârını durdurmak niyetiyle Provence'ta yaptırılan bü­
yük duvar, Yafa ve korkunç dilencileri, İstanbul has­
tanesinin katı toprağa serilmiş, rutubetli ve çürümüş
yatakları, kancalarla çekilen hastalar, kara veba sı­
rasındaki maskeli doktorlar balosu, Milano mezarlı­
ğında henüz ölmemiş insanların çiftleşmeleri, dehşet
içindeki Londra'dan geçen cenaze arabaları, geceleri,
gündüzleri, her yeri dolduran o sonu gelmez insan
iniltileri...
Hayır, bugünün huzurunu yok etrpek için yete­
cek güçte değildi bunlar. Camın ötesinde görünme­
yen bir tramvayın çanı birden çınlayıveriyor, bir an­
da acıyı ve dehşeti yok ediyordu. Yalnız evlerin do­
nuk damlarının ucunda görülen deniz, dünyada hu­
zur içinde birşeyin bulunamayacağına, endişelerin her
zaman var olacağına tanıklık ediyordu.
Denizi seyreden doktor Rieux, Lucrece’in eserin­
de sözünü ettiği, salgına tutulan AtinalIların denizin
kıyısında yaktıklan büyük odun yığınını hatırlatıyordu.
Geceler boyunca buraya boyuna ceset taşıyorlardı,
fakat yer yetmezdi ölülere; yaşıyanlar kendi yakın­
larını bu odun yığınının içine yerleştirmek için elle­
rindeki meşalelerle birbirlerine girerler, bu cesetleri
bir yana bırakmamak için kanlı bir boğuşmaya atı­
lırlardı. Loş ve sakin denize karşı kıpkızıl yanan odun­
lar, kıvılcımlar, sıçrayan bir gecenin ortasında yapı­
lan meşaleli döğüşler, gökyüzüne doğru yükselen ka­
lın, zehirli dumanlar gözönüne geliyor. İnsan korku­
yor...
Fakat aklın önünde bu başdönmesinin yeri yok­
tur. «Veba» kelimesinin artık ortaya atıldığı doğruy­
du şu anda bu musibetin insanları kasıp kavurduğu,
bir iki kurbanını yere serdiği bir gerçekti. Ama ne de
olsa bunun önüne geçmek mümkündü. Yapılacak şey,
bilinmesi gereken şeyi tam bir açıklıkla bilmek, tanı­
mak, yararsız gölgeleri silkip atmak, gerekli tedbir­
leri almaktı. Ergeç, veba duraklıyacaktı, çünkü veba,
düşünme nedir bilmiyor, ya da yanlış düşünüyordu.
Veba duraklarsa — mümkün olanı da buydu zaten—
herşey düzelecekti. Durmazsa, hastalığın ne olduğu
açıkça ortaya çıkacak, önceleri bir çaresi buluna­
masa bile daha sonraları onu alt etmek için çalışıla­
caktı.
Doktor, pencereyi açtı, şehrin gürültüsü birden
arttı. Yakınlardaki bir atölyeden mekanik bir testere­
nin kesik ıslığı yükseliyordu. Rieux bir silkindi. İşte
gerçek olan buydu; hergünkü çalışmaların içindeydi
bu. Geriye kalan her şey ipliklere bağlıydı ve işe ya­
ramaz hareketlerden ibaretti. Durdurulamıyacak olan
birşey, bu çalışmaydı. Önemli olan, her kişinin işini
hakkıyla yapmasıydı.
Joseph Grand'ın geldiğini haber verdiklerinde
Doktor Rieux böyle düşüncelere kendini kaptırmıştı.
' Grand Belediyede memur ve çeşitli işlerle ilgilenen
bir kişi olduğu halde belli zamanlarda istatistik ser­
visinde çalışırdı. Ölülerin sayısını toplamıştı bu defa.
Nezaket gereği, elde ettiği sonuçların bir kopyesini
de Rieux'ye getirmeyi düşünmüştü.
Doktor, Grand’ın, komşusu Cottard ile birlikte
içeri girdiğini gördü.
— Sayıları boyuna yükseliyor, doktor, dedi. Kırk
sekiz saatte on bir ölü.
Rieux, Cottard’ı selâmladı, sağlık durumunu sor­
du. Grand, Cottard'ın doktora teşekkür etmeye se­
bep olduğu rahatsızlıklar için özür dilemeye geldiği­
ni anlattı. Fakat Rieux, istatistik kâğıdına dalmıştı:
— Artık, dedi Rieux, bu hastalığı adıyla anla­
maya karar vermek gerekiyor. Şimdiye kadar yeri­
mizde tepindik durduk. Siz de benimle gelin, labora­
tuara gidiyorum.
Grand, doktorun arkasından merdivenden iner­
ken :
— Evet, evet, diyordu. Her şeyin bir adı vardır.
Ama bunun adı ne?
— Bunu size söyliyemem, hem zaten işinize de
yaramaz.
Memur gülümseyerek:
— Görüyorsunuz ya, o kadar kplay da değil bu,
dedi.
Armes meydanına doğru yürüdüler. Cottard hep
susuyordu. Caddeler kalabalıklaşmaya başlamıştı.
Memleketimizin erkenden batan güneşi şimdiden ge­
cenin karşısında çekilip gidiyor, daha berrak olan
ufukta ilk yıldızlar beliriyordu. Biraz sonra sokaklar­
daki lâmbalar yanınca gökyüzü karanlıklaştı, konuş­
malarının gürültüsü bir perde daha yükselmiş oldu.
Armes meydanının köşesine gelince Grand:
— Bana müsaade. Tramvayımı kaçırmamalıyım.
Akşamlarım benim için kutsaldır. Bizim memlekette
dedikleri gibi: «Bugünkü işini yarına bırakmamalı.»
Rieux, Montelimar’da doğmuş olan Grand'ın
memleketinin deyimlerine ve ayrıca hiçbir yerin malı
olmayan «düş gibi bir an», veya «bir masal aydınlığı»
gibi beylik lâflara düşkünlüğünü daha önceden öğ­
renmişti.
Cottard:
— Çok doğru, dedi, yemeklerden sonra onu evin­
den çıkarmak mümkün değil.
,Rieux, Grand’a evde Belediye’nin bir işine mi
çalıştığını sordu. Grand, hayır, dedi; kendisi için ça­
lışıyordu.
Birşey söylemiş olmak için Rieux:
— Peki, dedi, ilerliyor mu bu iş?
— Yıllardır mecburen çalışıyorum. Bir bakıma
pek ilerlediğim de söylenemez.
Doktor, durarak:
— Peki ama, dedi, nedir bu yaptığın iş?
Grand, yuvarlak şapkasını iri kulaklarına doğru
çekerek birşeyler geveledi. Rieux bu işin bir insa­
nın kişiliğinin gelişmesini ilgilendiren bir çeşit atılım

46
olduğunu anlar gibi oldu. Belediye memuru onlardan
ayrılmış, telâşlı adımlarla Marne bulvarı boyunca iler­
lemeye koyulmuştu. Lâboratuarın kapısında Cottard
öğüt almak için kendisini görmek istediğini söyledi,
Rieux muayenehanesine dâvet etti, sonra fikrini de­
ğiştirdi, erktesi gün mahallelerine gideceğini öğleden
sonra evine uğrayacağını bildirdi.
Cottard'ın ayrıldıktan sonra doktor, hep Grand'ı
düşünmekte Olduğunu farketti. Onu, o kadar önemli
olmayacak böyle bir veba salgınlarından birinin için­
de hayal ediyordu. «Böyle hallerde işin içinden sıyrı­
lacak insanlardan biridir.» Vebanın zayıf bünyelilere
dokunmadığını, daha çok sağlığı güçlü olanları yok
ettiğini bir yerde okumuş olduğunu hatırlıyordu.
Gerçekten, ilk bakışta Joseph Grand, küçük bir
belediye memurundan başka birşey değildi. Zaten
bu üstünden akıyordu. Uzun ve zayıf vücudu, fazla
dayanır diye seçtiği, daima bol gelen elbiselerin için­
de dalgalanırdı. Alt damakdaki dişlerinin çoğu duru­
yorsa da, üst damakdaki dişlerinin çoğunu kaybetmiş­
ti. Üst dudağını, yukarı kaldıran gülümsemesi ile kap­
kara bir ağız içi ortaya çıkıyordu. Bu portreye, papaz
okulu öğrencilerinkine benzeyen yürüyüşünü, kapılar­
dan kimsenin farkına varmadan, giriş çıkışları, ses­
siz sedasız, çabucak kaçıp gitmeleri, bir duman ve
mahzen kokusunu, hiçbir anlamı olmayan bir insana
vergi bütün hallerini ekleyecek olursak, onu, şehir­
deki banyo yerlerinin tarifelerini uygulamak yeniden
gözden geçirirken ya da yeni çöp vergisine ait bir
raporun ilk bilgilerini genç bir muhbire vermek üze­
re toplarken, bir büro başından başka yerde düşün­
menin imkânsız olduğu anlaşılır. Hazırlıksız bir zekâ
sahibi bile, onun bu dünyaya, günde altmış iki frank
otuz santim kazanan geçici bir belediye memuru ol­
mak için geldiğini sanır.
47
Kadrodaki «işi» kelimesinin yanında yer alan
açıklama bu şekildeydi. Yirmi iki yıl önce parasızlık
yüzünden öğrenimine daha fazla devam edemeyince,
bu işi kabul etmek zorunda kalmıştı. Dediğine göre,
çok geçmeden asaleten tâyin edileceğini ummuştu.
Şehrimiz idaresinin gerektirdiği nazik sorunlan öğre­
nene kadar bir süre bu işde çalışacaktı hesaba göre.
İlerde, kendisine de söz vermişlerdi, rahatça yaşaya­
bilecek imkânları ona sağlıyacak redaktörlüğe geçi­
receklerdi. Joseph Grand'ı iteleyen muhakkak ki hırs
değildi, hüzünlü gülümseyişi bunu isbat ediyordu. Fa­
kat dürüstçesine sağlama bağlanmış maddi bir du­
ruma ulaşmak, sonunda da pişmanlık duymadan sev­
diği bir çalışmaya kendini verebilmek imkânı onu çe­
kiyordu. kendisine yapılan teklifi kabul etmesi şerefli
sebeplerle, daha doğrusu bir ideale olan bağlılığı yü­
zünden olmuştu. ' '
Ama uzun yıllardan beri bu geçici durum devam
ediyordu, hayat akıl almaz bir ölçüde yükselmişti,
Grand’ın gündeliği ise birkaç genel zam dışında hâlâ
içler acısı bir haldeydi. Rieux'ye bundan yakınmıştı,
fakat kimse bunun farkında değildi. Grand'ın kendine
vergi özelliklerinden, ya da belli alâmetlerinden biri
buydu. Pek de emin olmadığı haklara değilse de, ken­
disine verilen teminatlara dayanarak hakkını arıya-
bilirdi. Ama bir kere kendisini işe-almış olan büro
şefi epey zaman önce ölmüştü, hem zaten kendisine
verilen sözleri tam olarak hatırlamıyordu. Aynca, en
önemlisi de, Joseph Grand, nasıl konuşacağını bil­
miyordu.
Rieux'nün de gözünden kaçmadığı gibi, Grand'ı
en doğru olarak belirten bu özelliğiydi. Tasarladığı
dilekçeyi yazmasını, ya da şartların gerektirdiği te­
şebbüsü yapmasını boyuna geciktiren, hep buydu.

48
Dediğine bakılırsa, zaten pek emin olmadığı «hak»
kelimesini, yahut da alacaklı olduğunu belli eden,
işgal ettiği mevkiin basitliğine uymayan bir cüretkâr*
lık ifadesi taşıyan «vaatler» kelimelerinipzellikle kut*'
lanmamaya dikkat ediyordu, ö te yandan kişisel hay­
siyetiyle uzlaştıramadığı «lütuf», «rica», «minnet» gibi
sözleri de kullanmak istemiyordu. Böylece yerinde
kullanılacak kelimeyi bulamadığından, oldukça iler­
lemiş bir yaşa kadar önemsiz birtakım işlerde çalışıp
durdu. Dr. Rieux'ye anlattıklarına bakılırsa, zaten za­
manla maddî hayatının da sağlama bağlandığını far-
ketmişti, gerekli ihtiyaçlarını azçok sağlayabiliyordu.
Büyük bir sanayici plan Belediye başkanının en çok
kullandığı sözlerden birini doğru bulmaya boşlamış-
ti: «Hem de. diyordu başkan, (muhakemesinin bütün
ağırlığını taşıyan bu kelimede ısrar ederek) zaten
kimsenin açlıktan öldüğü görülmemiştir.» Ne olursa
olsun, Jaseph Grand'ın sürdüğü bu zahit hayatı onu
bu çeşit düşüncelerden kurtarmıştı.
Bir bakıma örnek yaşaması olduğu da söylene­
bilir. Her yerde olduğu gibi, şehrimizde de sayısı az
bulunan, iyi duygularına cesaretle güvenen insan­
lardan biriydi. Kişiliğinden açığa vurduğu en kgçük
parçalar bile, günümüzde gösterilmeğe cesaret edil­
meyen bir iyilik ve bağlılık ifadesini taşıyordu. İki yıl­
da bir, Fransa'ya, hayattaki tek akrabası olan kızkar-
deşi ile yeğenlerini görmeye gidiyordu, onları çok
sevdiğini itiraf etmekten çekinmiyordu. Henüz çok
küçükken kaybettiği annesinin, babasının anısının ona
acı verdiğini söylüyordu.
Mahallesinde akşamları saat beşte vuran bir kir
lise çanını Herşeyden fazla sevdiğini söylemekten de
çekinmiyordu. Fakat bu o kadar, basit duyguları an­
mak için kullandığı en ufak kelime bile ona büyük

VEBA F .: 4/49
sıkıntılara mal oluyordu. Bu işde duyduğu zorluk en
büyük üzüntüsünü teşkil ediyordu. «Ah. doktor, di­
yordu; kendimi rahatça anlatabilmeyi o kadar istiyo­
rum ki». Rleux ile ne zaman karşılaşsa bundan bah­
sediyordu.
O akşam belediye memurunun arkasından ba­
kan doktor, birdenbire onun ne demek istediğini an­
ladı. Ya bir kitap yazıyor, ya da buna benzer bir iş
yapıyordu.
Lâboratuvara varıncaya kadar Rieux'ye bu dü­
şünce huzur verdi. Böyle bir duygunun ne kadar saç­
ma olduğunu biliyordu, ama veba salgınının, dürüst
tutkuları olan basit memurların bulunduğu bir şehir­
de yerleşebileceğine bir türlü inanamıyordu. Vebanın
içinde böyle tutkuların yer alabileceği tam anlamıyle
düşünemiyordu bile, böylece vebanın bu şehrin in­
sanları arasında fazla yaşayamıyacağı yargısına va­
rıyordu.
Ertesi gün, yersiz karşılanan ısrarları sonunda
Rieux,. vilâyette bir sağlık komisyonunun toplanma­
sını sağlamıştı.
Richard:
— Halkın endişeye kapıldığı doğru, diye durumu
kabul etmişti. Hem sonra, birtakım gevezeler de işi
büyütüyordu. Vali: «Ne isterseniz hemen yapalım,
oma gürültüsüzce,» dedi. O da bu telâşın boş oldu­
ğu fikrindeydi.
Bernard Rieux, vilâyete giderken Castel'i de
arabasına aldı.
Castel:
— Vilâyette serum bulunmadığını biliyor musu­
nuz? dedi.
— Biliyorum. Depoya telefon ettim. Müdür apışıp
kaldı. Paris'ten getirmek gerekiyor.

50
— Uzun sürmez herhalde.
— Ben telgrafr çektim bile, dedi Rieux.
Vali nazik, fakat sinirliydi:
— Baylar, dedi, başlıyalım. Durumu özetlemem
gerekiyor mu?
Richard buna gerek olmadığı fikrindeydi. Dok*
torlar durumu biliyorlardı zaten. Konu, alınması ge­
reken tedbirlerin neler olduğunu tesbit etmekti.
Castel sert bir tavırla:
— Bütün sorun, dedi, bu hastalık veba mıdır,
değil midir bunu anlamak.
İki üç doktor öfkeyle bağırdılar. Ötekiler çekinir
gibiydiler. Vali ise yerinden sıçradı, bu münasebetsiz
sözün koridordan duyulmasını önlemek istediğini
belli edercesine hızla kapı tarafına döndü. Richard.
şaşkınlığa kapılmamak gerektiğini söyledi: kasık ih­
tilâfından gelen bir ateşin söz konusu olduğunu, şim­
dilik ancak bu kadarının söylenebileceğini, hayatta
olduğu gibi, ilim sahasında da yürütülecek varsayım­
ların tehlikeli olabileceğini söyledi. Sarı bıyığını ses­
siz sedasız çiğneyen ihtiyar Castel,- açık renk gözle­
rini Rieux'ye çevirdi. Sonra iyilik dolu bir bakışla ora-
dakilere baktı, bunun veba olduğuna tamamen emin
bulunduğunu, bunu resmen kabul etmenin en sert
tedbirlerin alınmasını zorunlu kılacağını bildirdi. Mes-
lekdaşlarını ürküten şeyin ne olduğunu bildiğini söy­
ledi. Vali, yerinden kalktı, herşeye karşın bunun İyi
bir düşünüş tarzı olmadığını bildirdi.
Castel:
— önemli olan, dedi, böyle bir düşünüş tarzı­
nın iyi olup olmadığı değil, fakat insanı düşündüre-
bilmesidir.
Rieux susuyordu, ne düşündüğünü sordular.

51
— Tifo özelliklerini gösteren bir ateş söz konu­
su, fakat ayrıca hıyarcıklar ve kusmalar da var. Ben
bu hıyarcıkları yardım. Yaptırdığım tahlil sonunda lâ-
boratuvar, vebanın bodur basilini ortaya çıkardı. Sö­
zü tamamlamak için, mikroptaki kendine vergi özel­
liklerin veba mikroplarının klâsik tanımına uymadığı­
nı da söylemek lâzım.
Richard tereddüdün uyanmasına bunun sebep
olduğunu bildirdi, iki gün önce başlamış olan tahlil
serisinin istatistik sonuçlarını beklemek gerektiğini
söyledi.
Kısa bir susuştan sonra Rieux:
— Eğer, dedi, bir mikrop, dalağın hacmini üç
gün içinde dört misli büyütürse, mezenterik lenfa
bezleri lâpa sertliği alırsa, şüpheye artık yer kalmaz.
Hastalık yuvalan büyük bir gelişme halinde. Bu gi­
dişle, durdurulmadığı takdirde, iki ay içinde şehrin
yansını öldürmesi tehlikesi vardır. Bunun için ona is­
ter veba, ister hızlı bir humma deyin, bir önemi yok.
Asıl iş şehrin yansını ölümden kurtarmak.
Richard, durumu ümitsiz bir.hale sokmanın doğ­
ru olmadığını, hastalara bakan kimseler ölmediklerine
göre, hastalığın bulaşıcı olduğunun henüz ispat edil­
mediğini söyledi.
Rieux:
— Ama ölenler de var. Tabii salgının bulaşıcı
olduğu daha kesinleşmiş değil, bunu sonsuz bir ma­
tematik artış ve şehrimiz insanlarının birbiri ardına
ölmeleri ile anlıyacağız. İşi ümitsizliğe götürmemen.
Ama tedbirleri de almalı.
Richard, hastalık kendiliğinden durmazsa, onu
önlemek için kanunla tesbit olunmuş, şiddetli, koru­
yucu tedbirlerin alınması gerektiğini söyliyerek, du­
rumu Özetledi.

52
Bunu yapmak için de salgının veba olduğunu res­
men kabul etmek lâzımdı, bu meselede kesinlik bu­
lunmadığını ve bu yüzden üzerinde durulup düşünül­
mesi gerektiğini bildirdi.
Rieux ısrarla:
— Mesele, dedi, kanunun koyduğu tedbirlerin
şiddetli olup olmamasında değil, fakat şehrin yarısı­
nı ölümden kurtarmak için şart olup olmamasında.
Gerisi İdarî bir iştir ve toplum düzenimizde bu işleri
yapmak için bir vali düşünülmüştür.
Vali:
— Elbette ki öyle, dedi, fakat bunun bir veba
salgını olduğunu resmen kabul etmenize ihtiyacım
var.
Richard, sinirli sinirli lâfa karıştı:.
— Gerçek şu ki: meslekdaşımız, vebaya inanı­
yor. Hastalık belirtilerini anlatması da bunu ispat
ediyor.
Rieux, hastalık belirtisini değil, sadece gördük­
lerini anlattığını söyledi. Gördükleri ise. hıyarcıklar,
lekeler, kırk sekiz saatte insanı yok eden, sayıklatıcı
ateşlerdi. Acaba Mösyö Richard, sert, koruyucu ted­
birler alınmadan salgının önleneceğine dair sorumlu­
luğu yüklenebilir miydi?
Richard. tereddütle Rieux’ye baktı:
— Samimî olarak, dedi, bana fikrinizi söyleyin,
hakikaten bunun veba olduğuna emin misiniz?
— Soruyu yanlış soruyorsunuz. Bu bir gramer
işi değil, bir zaman işidir.
Vali:
— Sizin düşüncenize göre, dedi, veba söz ko­
nusu olmasa da, veba salgını sırasında alınması ge­
reken tedbirlerin yine de alınması lâzım.
— Eğer, muhakkak bir düşüncem olması gere­
kiyorsa, böyle düşünüyorum, dedi.
53
Doktorlar aralarında konuştular, sonunda Ric-
hard şunu söyledi:
— öyleyse, hastalık sanki vebaymış gibi hare­
ket etmek sorumluluğunu almamız gerekiyor.
Bu formül onaylandı.
Richard:
— Sizin fikriniz de böyle değil mi? diye sordu.
Rieux:
— Benim için formül önemli değil, dedi. Şehrin
yarısının ölmesini önleyecek bir şekilde hareket ede­
lim, diyebiliriz, çünkü tedbirler alınmazsa hepsi öle­
cek.
Sinirli bir ortam içinde Rieux çıkıp gitti. Birkaç
dakika sonra, sidik ve balık kokan şehrin dış mahal­
lelerinde kasıkları kana bulanmış bir kadın, ölüm çığ­
lıkları atarak olduğu yerde kıvranıyordu.
Toplantıdan bir gün sonra, hastalık küçük bir
atılım daha yaptı. Gazetelere bile geçti, fakat çok
hafif şekildeydi, çünkü gazeteler bazı imâlarda bu­
lunmakla yetinmişlerdi. Daha ertesi gün Rieux, vali­
liğin şehrin birbirinden uzak köşelerine hemencecik
yapıştırdığı küçük beyaz afişleri okumaktaydı. Bu afiş­
lerden yetkili makamlann, durumu ciddiye aldıkları
kanısına varmak zordu. Alınan tedbirler fazla sert
değildi, kamuoyunu endişeye düşürmemek isteğiyle
bir hayli fedakârlık yapılmış gibiydi. Kararnamede
Oran vilâyetinde, bulaşıcı olup olmadığı henüz biline-
miyen bazı öldürücü hastalık olaylarının görüldüğü
bildiriliyordu. Bu olayların niteliği daha anlaşılama­
mıştı. endişeye kapılmaya gerek yoktu, halkın, soğuk­
kanlılığını kaybetmeyeceği muhakkaktı. Bununla be­
raber, ihtiyatlı davranmak için Vali bazı koruyucu
tedbirler almıştı. Gereği gibi anlaşılıp uygulanması
halinde bu tedbirler her türlü salgın tehlikesini önle­
yecek bir karakterdeydi. Bu sebepten, valinin çaba­
larına şehir halkının en yakın yardımı gösterecekle­
rine şüphe yoktu.
Daha sonra, alınacak toplu tedbirler sıralanıyor­
du. Bunlar arasında, lâğımlara, zehirleyici gazların
sıkılmasıyla farelerin bilimsel bir şekilde yok edilme­
leri ve içme sularına titiz, bir dikkat gösterilmesi de
vardı. Şehirde yaşayanlann temizliğe aşırı önem ver­
meleri, üzerinde pire bulunanların Belediye dispan­
serlerine başvurmaları bildiriliyordu. Öte yandan teş-

55
his edilen hastalıkların doktorlar tarafından hemen
bildirilmesi ve hastaların hastanelerin özel salon­
larında tecrit edilmelerine razı olunması zorunluluğu
konuluyordu. Bu salonlar, hastaları kısa zamanda
tedavi edebilecek şekilde, elde bulunan araçların tü­
müyle teçhiz edilmişlerdi. Birkaç ek madde de hasta
odalarının ve hasta taşıma arabalarının dezenfekte
edilmesini şart koşuyordu. Ayrıca hastaların yakınla­
rına kendilerini bir sağlık kontrolü altında tutmaları
tavsiye edilmekteydi.
Dr. Rieux, okuduğu afişten başını hızla çevirdi ve
dairesine giden yolu tuttu. Beklemekte olan Joseph
Grand, doktoru görünce kolunu yukarı kaldırdı.
— Evet, biliyorum, dedi doktor, sayılar boyuna
yükseliyor.
Bir gün önce şehirde bir düzine hasta ölmüştü.
Doktor, Grand’a bu akşam Cottard'a gideceği için
kendisini de göreceğini söyledi:
Grand:
— Haklısınız, dedi. İyilik etmiş olursunyz, çün­
kü ben onu değişmiş buluyorum.
— Nasıl yani?
— Çok nazikleşti.
— Eskiden değil miydi?
Grand durakladı. Cottard'ın eskiden nazik olma­
dığını söyleyemezdi, bu doğru olmazdı. Domuza ben-
ziyen sessiz, içine\kapamk bir adamdı Cottard. Oda­
sı, basit bir lokanta, oldukça esrarlı giğiş-gelişler;
hayatı bu kadardı. Sözde şarap, likör komisyoncu-
suydu. Arada bir, herhalde müşterileri olan iki üç ki­
şi, onu görmeye gelirdi. Akşamları, evin karşısındaki
sinemaya giderdi. Grand, onun, daha çok gangster
filmlerini tercih ettiğini farketmişti. Şarap ve likör

56
komisyoncusu, ona münzevi, kimseye itimat ekmeyen
bir insan olarak görünmüştü.
Grand’a göre bütün bunlar hayli değişmişti.
— Bilmiyorum nasıl demeli, bana öyle geliyor
ki, o, insanlarla anlaşmak, herkesle beraber olmak
istiyor. Benimle sık sık konuşuyor, kendisiyle gezme­
ye gitmemi istiyor, ben de her zaman reddedemiyo­
rum. Kısacası, beni ilgilendiriyor, ne de olsa hayatını
kurtarmıştım.
İntihar teşebbüsünden bu yana Cottard’ı görme­
ye gelen yoktu. Sokaklarda, alış-veriş ettikleri dük­
kânlarda, sempati toplamaya çalışıyordu. Şimdiye ka­
dar kimse bir bakkalla böyle sevgiyle konuşmamış,
bir tütüncü kadının sözlerini bu kadar ilgiyle dinleme­
mişti.
Grand:
— Bu tütüncü kadın yılanın biridir, diyordu. Bu­
nu Cottard'a da söyledim, aldandığımı ve bu kadı­
nın aranırsa bulunabilecek iyi tarafları olduğu ceva­
bını verdi bana.
İki üç kere de Cottard, Grand'ı şehrin lüks kahve
ve lokantalarına götürmüştü. Artık böyle yerlere git­
meye başlamıştı.
— İnsan burada rahat ediyor, diyordu, hem de
iyi bir çevrede bulunuyor.
Komisyoncuya gösterilen özel itina Grand’ın gö­
zünden kaçmamış, ama bıraktığı bol bahşişi görünce
sebebini anlamıştı. Cottard, karşılıklı gösterilen ki­
barlıklara çok düşkündü. Bir metrdotelin kendisini
teşyi edip pardesüsünü giymesine yardım etmesin­
den sonra Grand’a şöyle demişti:
— Çok iyi bir çocuk bu, benim için tanıklık ede­
bilir.
— Neye?
Cottard tereddüt etti:
57
— Şeye!.. Benim öyle kötü bir insan olmadığı­
ma.
Bundan başka mizacında da ani değişmeler var­
dı. Bir gün bakkal, kendisine o kadar nazik davran­
mamıştı. eve ölçüsüz bir gazap içinde geldi.
— Köpoğlu hep onlarla meşgul oluyor.
— Kimlerle?
— Başkalariyle.
Grand, tütüncü dükkânında geçen bir sahnede
de hazır bulunmuştu. Hararetli bir konuşma sırasın­
da kadın, o sıralarda Cezayir'de günün konusu ha­
line gelmiş bir tutuklama olayından bahsetmekteydi.
Deniz kıyısında bir Arabi öldüren simsar söz konu­
suydu.
Satıcı kadın :
— Bu ayak takımının topunu kodese tıkmalı ki.
namuslu insanlar rahat nefes alabilsinler, demişti.
Fakat Cottard'ın birdenbire birtakım hareketler
yaparak, özür dilemeden kendini dükkândan dışarı
otması üzerine, tütüncü kadın, sözünü yarıda kesmiş,
ti. Grand ile satıcı kadın şaşkınlık içinde kalakalm a­
lardı.
Daha sonra, Grand, Rieux'ye Cottard’ın karak­
terindeki başka değişiklikleri de bildirmekteydi. Cot-
tard'ın ötedenberi aşırı liberal fikirleri vardı. En sev­
diği cümlesi olan, «Büyükler küçükleri yutar», bunu
açıkça isbat ediyordu. Fakat bir süredir. Oran’ın en
burjuva gazetesini alıyordu hattâ onu kalabalık yer­
lerde bir çeşit caka ile okumakta olduğu da söylene­
bilirdi. İyileştikten birkaç gün sonra, postahaneye gi­
den Grand'a, uzaktaki kızkardeşine her ay gönderdiği
yüz franklık havaleyi postaya vermesini rica etmişti.
Fakat Grand tam gideceği sırada:
— İki yüz frank gönderin demişti, ona güzel bir

58
sürpriz olur. Kendisini hiç düşünmediğimi sanıyor.
Oysa onu pek çok severim.
Nihayet Grand'la aralarında çok meraklı bir ko­
nuşma geçmişti. Grand. her gece kendini verdiği ça­
lışmanın ne olduğunu merak eden Cottard'ın sorula­
rına cevap vermemezlik edememişti.
— Demek ki. dedi Cottard, bir kitap hazırlıyor­
sunuz.
— Onun gibi, ama ondan daha girift birşey bu.
Cottard:
— Ah, diye sesini yükseltmişti, ben de sizin gi­
bi yapmak isterdim.
Grand şaşırmıştı. Cottard. bir sanatçı olmanın
pek çok şeyi düzeltebileceğini gevelemişti.
Grand:
— Niye? diye sormuştu.
— Çünkü, herkes bilir ki. sanatçının öteki in­
sanlardan daha çok şeye hakkı vardır. Onun yaptığı
pek çok şey göze batmaz bile. _
Rieux, Grand'a:
— Haydi canım, dedi, fare hikâyesi birçoklan
gibi onun da başını döndürdü, hepsi bu; ya da,' has­
talıktan korkuyor.
Grand:
— Sanmıyorum doktor, dedi, benim fikrimi so­
rarsanız...
Farelerle savaş örgütünün arabası büyük bir gü­
rültüyle pencerelerinin önünden geçti. Rieux, ses du­
yulabilecek âna kadar sustu, sonra yavaşça memu­
run fikrini sordu, öteki, ona ciddi bir bakışla bakı­
yordu. -
— Bu adamın, dedi, kendisinin de farkettiği uta­
nılacak bir yanı var.
Doktor omuzlarını silkti. Komiserin dediği gibi,
işleri başından aşkındı.
sn
öğleden sonra Rieux, Castel’le görüştü. Serum­
lar gelmiyordu.
Rieux:
— Zaten, dedi, bakalım bir işe yarıyacak mı bun­
lar? Bu mikrop pek tuhaf.
Castel:
— Ben sizin fikrinizde değilim, dedi. Bu yaratık­
ların daima kendilerine vergi bir halleri oluyor. Ama
sonuç bakımından hep aynı şey.
— Bunu farzediyorsünuz. Ama hiç emin değiliz.
— Tabiî ki, farzediyoruz. Zaten herkes bunu far-
zetmekte.
Gün boyunca doktor, vebayı aklına getirdikçe
içindeki bulantının artmakta olduğunu-farketti. Artık
korkmaya başladığını kabul etmek zorunda kaldı. Ka­
labalıkla dolup taşan kahvelere iki kere girip çıktı. O
da Cottard gibi insanların sıcaklığına ihtiyaç duyu­
yordu. Rieux bunu anlamsız buluyordu, şarap komis­
yoncusuna ziyaretine gideceğini söz verdiğini birden
hatırladı.
Akşamdı, doktor Cottard’ı yemek odasının m a­
sası başında buldu. İçeri girdiği zaman, bir polis ro­
manı masanın üzerinde açılmış duruyordu. Fakat ok-
şam karanlığı basmıştı, başlamak üzere bulunan k a ­
ranlıkta kitap okumak hayli zor olmalıydı. Cottard her­
halde bir dakika önce, oturmuş, yarı karanlıkta dü­
şünüyordu. Rieux nasıl olduğunu sordu. Cottard, ye­
rine oturarak, kimsenin kendisiyle meşgul olmadığına
emin olabilse çok daha iyi olacağını mırıldandı. Rieux,
insanın daima tek başına kalamıyacağını belirtti.
— Oh! dediğim o değil. Ben, size dert getirmeye
çalışan kimselerden bahsetmiyorum.
Rieux susuyordu.

60
— Benim durumum öyle değil, bunu unutmayın.
Şu romanı okuyordum. İşte birdenbire bir sabah vak­
ti tutuklanan bir mutsuz kişi... Peşindeydiler hep,
onunsa bundan haberi bile yoktu. Orada burada hep
ondan bahsediyorlardı. Bunu doğru bulur musunuz
siz? Bir insana bunu yapmaya haklan var mı?
— Yerine göre, dedi Rieux. Bir bakıma gerçek­
ten böyle birşeye haklan yok. Ama bunların hepsi
ikinci derecede şeyler. İnsan uzun boylu kapalı kal­
mamalı. Biraz dışarı çıksanız iyi olur.
Cottard sinirlenir gibi oldu, zaten dolaşıp dur­
maktan başka birşey yapmadığını, istenirse bütün
mahallenin kendisi için tanıklık edeceğini söyledi. M a­
hallenin dışında da ahbaplık ettiği kimseler vardı.
— Mim ar Mösyö Rigaud'yıı tanır mısınız? O da
dostlarımdan biridir.
Odanın içinde, gölgeler büyüyordu. Kenar sokak
canlandı, dışarda lâmbaların yanmasıyle ferahlık ve­
ren insan sesleri duyulmaya başlandı. Rieux balkona
Çıktı. Cottard da onu izledi. Her akşamki gibi h afif
bir meltem , m ırıltılan, kızarmış et kokusunu, hür olu­
şun sevineli ve kokulu uğultusunu yakın m ahalleler­
den sürükleyip getiriyor, patırdıa gençlerin doldurdu­
ğu sokağa yayıyordu. Geceleyin görünmeyen gemi­
lerin feryatlariyle; denizden, geçip giden insan ka­
labalığından gelen belirsiz seslerle, vaktiyle cok sev­
diği bu saat, bildiği şeylerden ötürü şimdi onu hu­
zursuz ediyordu.
C ottard'a:
— İşığı yakabilir miyiz? diye sordu.
Işık yanınca, ufacık adam gözlerini kırparak ona
baktı.
— Söylesenize doktor, dedi, hasta olursam be­
ni hastahanede kendi servisinize alır mıydınız?
— Niye olmasın?
Cottard. klinikte veya hastanede yatan bir insa­
nın tutuklanıp tutuklanmıyacağını sordu. Rieux böyle
şeylerin olabileceğini, hastanın sağlık durumuna bağ­
lı olduğunu söyledi.
Sonra kendisini şehre götürmesini doktordan ri­
ca etti.
Şehrin ortasındaki caddeler çoktan tenhalaşmış,
ışıklar seyrekleşmişti. Çocuklar hâlâ kapı önlerinde
koşuşuyorlardı. Doktor, Cottard'ın istediği yerde, bir
çocuk topluluğunu yanında arabayı durdurdu. Çocuk,
lar çığlıklar atarak kaydırak oynuyorlardı. İçlerinden,
yatırılmış, iyi taranmış siyah Şaçlı, kirli yüzlü bir ço­
cuk. insanı ürküten parlak bir bakışla Rieux'ye göz­
lerini dikmişti. Doktor da gözlerini ondan ayırmadı.
Cottard, kaldırım üzerinde elini sıktı. Boğuk ve güç
anlaşılır bir sesi vardı. İki üç kere arkasına baktı.
— Herkes bir salgından bahsedip duruyor, de­
di. Doğru mu bu. doktor?
— İnsanlar daima birşeyden bahsederler, bun­
dan tabiî birşey yoktur, dedi Rieux:
— Hakkınız var. Sanki bir düzine ölü verirsek
kıyamet kopacak. Bizlere gereken şey bu değil zaten.
Motor, homurdanmaya başlamıştı. Rieux’nün eli.
vites kolunun üstündeydi. Sakin ve ciddî haliyle onu
süzmekten vazgeçmemiş olan çocuğa yeniden baktı.
Birden durup çlururken, çocuk bütün dişlerini göste­
rerek ona güldü.
Doktor, çocuğa gülümslyerek Cottard’a sordu:
— Bizlere gereken şey nedir peki?
Cottard, arabanın kapısını yakaladı, kaçıp git­
meden önce gözyaşı ve öfke dolu bir sesle bağırdı:
— Bir deprem. Esaslı bir deprem!
Deprem falan olmadı, ertesi gün Rieux için şeh­
rin dört köşesine gidip gelmekle, hastaların ailele­

62
riyle görüşme ve hastalarla tartışma yapmakla geçti.
Rieux, mesleğini hiçbjr zaman şimdiki kadar ağır bul­
mamıştı. Şimdiye kadar hastalar, işini kolaylaştırır,
kendilerini isteyerek ona teslim ederlerdi, ilk defa
olarak doktor, onları bir şaşkınlık içinde, kendilerini
hastalıklarına kaptırmış, içlerine çekilmiş güvensiz bir
halde buluyordu. Bu, doktorun alışık olmadığı çeşit­
ten bir savaştı. Akşamın onuna doğru, son ziyaret
edeceği yer olan ihtiyar astımlının evi önünde araba­
sını durdurduğu zaman, yerinden güçlükle kalkabildi.
Karanlık sokağı ve kara gökyüzünde belirip kay­
bolan yıldızları bir süre seyrederek vakit geçirdi. İh­
tiyar hasta, yatağında oturmuştu. Daha iyi soluk alır
gibiydi, bir tencereden ötekine aktardığı bezelye ta­
nelerini sayıyordu. Doktoru neşeli bir yüzle karşıladı:
— Doktor, dedi, bu hastalık kolera, değil mi?
— Nereden çıkardınız bunu?
— Gazeteden, radyo da söyledi.
— Hayır, kolera değil.
— Her neyse, dedi heyecanlanan ihtiyar; şu ko­
ca kafalı yaratıklar işi epey azdırdılar.
Doktor:
— Bu lâflara inanmayın, dedi.
Hastayı muayene etti, sonra yoksul yemek oda­
sının orta yerinde bir sandalyeye oturdu. Evet, o da
korkuyordu. Varın sabah bu kenar mahallede hıyar­
cıkları büyümüş bir düzine hastanın yolunu bekliye-
ceklerinden emindi. Ancak iki üç olayda hıyarcıkların
yarılmasr hastayı iyileştirebilmişti. Çoğu için, böyle
bir hai, hastaneyi boylamak demekti, hastanenin ise
fakirler için taşıdığı anlam ortadaydı. Hastalarından
birinin karısı, kocası için: «Onu deney aracı olarak
kullanmalarını istemiyorum,» demişti. Deney aracı
olarak kullanmıyorlardı, hasta oraya gidip orada öle-

63
çekti, o kadar. Alman tedbirler yetersizdi, bu kesin
bir gerçekti. «Özel bir şekilde teçhiz edilmişi koğuş­
ların ne olduğunu da doktor biliyordu. Öteki hasta­
ların alelacele çıkarıldığı pencere aralan tıkanmış, bir
sağlık kordonu ile çevrilmiş iki barakaydı, bu. Salgın
- kendiliğinden durmazsa, idari makamlann tasarladık­
ları tedbirlerle onu alt etmelerine imkân yoktu.
Buna karşın, akşam yayınlanan idari bülten, hâlâ
iyimserdi. Ertesi gün Ransdoc ajansı, vilâyetin aldığı
tedbirlerin sükûnetle karşılandığını, ilk ağızda otuz
kadar hastanın meydana çıktığını bildirmekteydi. Cas-
tel, Rieux’ye telefon etti:
— Bu barakalarda kaç yatak var?
— Seksen.
— Şehirde otuzdan fazla hasta vardır herhalde?
— Çoğu korkuyor ortaya çıkmaktan, geriye ka­
lanlar da buna vakit bulamıyorlar.
— Ölülerin gömülmeleri kontrol altında tutulu­
yor mu?
— Hayır. Richard’a telefon ederek lâfla vakit ge­
çirmeyerek tam tedbirler alınmasını gerektirdiğini bil­
dirdim, salgına karşı ya sahici bir sed çekmeli, ya da
hiçbir şey yapmamalı, dedim.
— Peki?
— Elinde kuvvet olmadığını söyledi. Kanıma gö­
re, hastalık ilerityecek.
Üç gün içinde iki baraka da ağzına kadar doldu.
Richard bir okulu boşaltıp geçici hastane haline ko­
yacaklarını sanıyordu. Rieux hep aşıların gelmesini
bekleyip duruyor, boyuna hıyarcıkları yanyordu. Cas-
tel eski kitaplarına başvuruyor, kütüphanelere gidip
uzun uzun kapanıyordu.
— Fareler ya vebadan, ya da ona çok benzeyen
birşeyden öldüler, diyordu Castel. Bu fareler hasta-

İ V
64
S.gı geometrik bir ölçüde yayacak on binlerce pireyi
ortalığa döktüler, eğer zamanında önlenmezse...
Rieux susuyordu.
Bu sıralarda hava da nihayet düzeldi, güneş son
sağnakların birikintilerini emdi. Sarı bir ışık içindeki
güzel masmavi gökyüzü, yeniden başlıyan sıcaklık
ortasında uçuşan uçakların motor sesleri, mevsim
emdeki herşev insanı huzura doğru götürüyordu.
Dört günde, hastalık şaşırtıcı dört atılım yapmıştı, on
altı ölü. yirmi dört, yirmi sekiz ve sonunda otuz ikiye
çıkmıştı. Dördüncü gün bir ana okulunda geçici bir
hastanenin açıldığı bildirildi. Şimdiye kadar içlerin­
deki endişeyi alaylar, nükteler altında maskeleyen
ı.er,şenlerimiz, artık caddeleri adamakıllı bitkin, pe-
r şan ve sessiz sedasız dolaşıyorlardı.
Rieux sonunda valiye telefon e t t i:
— Alman tedbirler yetersizdir.
— Sayıları gördüm, dedi vali, sahiden de insa­
nı endişelendiriyor.
— Artık endişelendirmekten cok, apaçık bir ger­
çeği belirtiyor, dedi doktor.
— Genel validen bir emir çıkartmasını isteyece­
ğim.
Rieux, telefonu Castel’in gözü önünde kcpattı.
— Emirler! Onların biraz muhayyeleye ihtiyaçla­
rı var.
—• Ya serumlar?
Hafta içinde gelecek.
Valilik, Richard'ın aracılığı ile Rieux'den sömür­
ge başkentine gönderilmek için bir rapor hazırlanma­
sını istedi Rieux hcstahğın durumunu anlattı ve sa­
yıları sıraladı. Aynı gun ölü sayısı kırka çıktı. Vali tes-
bit edilen tedbirleri şiddetlendirmek kararını kendi­
liğinden aldı.

VEBA F . 5/65
Hastaların bildirilmesi zorunlu hale sokuldu ve
tecrit edilmeleri sağlandı. Hastaların evleri dezenfek­
te edilip kapatılıyor, yakınları sıhhî karantinaya alını­
yorlardı, ölülerin gömülmesi de ilerde görülecek şart­
lar altında yapılmaya başlandı. Bir gün sonra da se­
rumlar uçakla geldi. Ancak tedavisiyle meşgul olduk­
ları vak'alara yetecek kadardı, soigm yayılacak olur­
sa serumlar yetişmeyecekti. Rieux’nün çektiği telgra­
fa, ihtiyat stokların bittiği, yeniden serum imal edil­
meye başlandığı cevabı geldi.
Bu arada, bahar yakın banliyölerden çarşılara
gelmekteydi. Satıcıların sepetlerinde binlerce gül so­
lup gidiyor, tatlı kokulan bütün şehre dalga dalga ya­
yılıyordu. Görünürde değişen birşey yoktu. Belirli sa­
atlerde gene tramvaylar tıklım tıklım, gün boyunca
bomboş ve pisti.
Tarrou, ufacık ihtiyarı gözetliyor, küçük ihtiyar
da kedilerin üstüne tükürüyordu. Grand, o esraren­
giz işi için her akşam evine gidiyordu. Mösyö Othon.
cambazhaneye benzeyen ailesini idare ediyordu. İhti­
yar astımlı, boyuna bezelyeleri oktarıp duruyor, ga­
zeteci Rambert'in sakin ve kayıtsız haliyle arada bir
ortalıkta göründüğj oluyordu. Akşamları, hep aynı
kalabalık, caddeleri dolduruyor, sinemaların önündeki
kuyruklar uzuyordu. Zaten salgın, gerilemiş gibiydi,
birkaç gün içinde ancak on kadar ölü sayılmıştı. Ama
birdenbire grafik ok gibi fırladı. Ölülerin sayısı yeniden
otuzu bulduğu gün, Bernard Rieux, bbşkentten gön­
derilen telgrafı okuyordu. Vali, telgrafı uzatırken:
• Korktular,» diyordu. Telgrafta şunlar yazılıydı:
«Veba salgınını ilân edin. Şehri kapatın.»

66
II

Bu dakikadan itibaren, veba hepimizin ortak der­


di haline geldi denebilir. Şimdiye kadar vatandaşları­
mız bu garip olayların yaratmış olduğu şaşkınlık ve
endişelere rağmen işleriyle her zamanki gibi uğraşa-
gelmışlerdi. Hiç şüphe yok, böyle devam edecekn de.
Fakat kapılar bir kere kapanınca, hepsi, başta hikâ-
yeci de olmak üzere, hepsi, aynı torbaya tıkıldıklarım
ve buna Kendilerini alıştırmaları gerektiğini anladılar.
Böylece, örneğin sevilen bir varlıktan ayrılmış olma­
nın kişisel duygusu, ilk haftalardan itibaren, bütün bir
halkın korku içinde yaşadığı bu uzun sürgün hayatı­
nın başlıca ıstıraplarından biri oldu. Kapıların kapcn-
masının en dikkate değer sonuçlarından biri de, bu­
na kendilerini hiç hazırlamamış insanların kesin şe
kilde birbirlerinden ayrı düşmeleriydi. Analar, çocuk­
lar. eşler, sevgililer birkaç gün önce bu ayrılığın ge­
çici olacağını sanmışlardı, garlarda birbirlerine öğüt­
ler vererek kucaklaşmışlardı. Birkaç hafta geçmeden
kavuşacaklarına inanmış, yalnız insanlarda görülen o
budalaca güvene kendilerini kaptırmış, varlığına alış­
ık la n kişinin gitmesinin pek farkına bile varmadan,
birdenbire çaresiz bir şekilde ayrılmış olduklarını, bu­
luşmak veya haberleşmek imkânlarından do yoksun

67
kaldıklarını görüvermişlerdi. Çünkü şehir kapılarının
kapanması, valilik emrinin yayınlanmasından birkaç
saat önce olmuştu, tabiî ki, özel durumları dikkat na­
zarına almak artık imkânsızdı. Denebilir ki, hastalığın
bu haşin istilâsı ilkin vatandaşlarımızı ferdi duygudan
yoksunmuşlar gibi hareket etmek zorunda bırakmış­
tı. Emrin yürürlüğe girdiği günün ilk saatlerinden iti­
baren vilayet konağı bir sürü ricacı ile dolmuştu, her­
kes birbirinden daha ilgi çekici, aynı zamanda ince­
lenmesi o kadar da imkânsız dertlerini telefonla, ya
da bizzat gelerek anlatmaya çalışıyordu. Doğrusu,
şakaya gelmez bir durumda bulunduğumuzu, «ilti­
mas», «gözyummak», «istisna» gibi kelimelerin bir
anlamı kalmadığını anlayabilmemiz için daha çok
günlerin geçmesi gerekecekti.
Hattâ, o basit mektup yazma zevki bile bizden
esirgenmişti. Bir kere şphir, memleketin geri kalan
kısımlarıyla her zamanki haberleşme imkânlarına sa­
hip değildi, sonra da yeni bir kararname, mektuplaş­
maları birer mikrop yayma aracı sayarak, durdurmuş
bulunuyordu. İlk zamanlar bazı imtiyazlılar şehrin ka­
pılarındaki muhafız postalarının nöbetçileriyle anlaşıp
mektuplar kaçırtabildiler. Bunlar salgının ilk günlerin­
de oldu, bu sıralarda nöbetçiler kendilerini merhame­
te kaptırmayı tabiî buluyorlardı. Fakat kısa zaman
sonra, aynı nöbetçiler durumun korkunçluğunun far­
kına vardılar, etki derecesinin ne kadar olacağı kes-
tirilemiyen sorumluluğu üzerlerine almaktan kaçın­
maya başladılar. Başlangıçta serbest olan şehirlera­
rası telefon konuşmaları, genel telefon kabinelerine
öyle bir hücum yarattı ve hatlarda öyle karışıklıklar
oldu ki, birkaç gün içinde bu konuşmalar da kökün­
den kaldırıldı, sonra doğum, ölüm, evlenme gibi müs­
tacel haller istisna edildi. Tek araç olarak elimizde

68
yalnız telgraf kalmıştı. Kafa, kalb ve vücutla birbirle­
rine bağlı olan insanlar en çok on kelimelik bir telg­
rafın iri harflerinde eski beraberliklerini bulmaya ça­
lışmak zorundaydılar. Bir telgrafta kullanılabilecek
formüller de çabucak tükeneceği için, uzun zamandır
bir arada geçirilmiş yaşantılar, ve iç sızlatan aşk ih­
tirasları, şu biçimde hazırlanmış formüllerin karşılıklı
gönderilmesi ile özetlenmiş hale g ird i: «İyiyim. Ken­
dine bak. Sevgiler.»
İçimizden bazıları gene de mektuplar yazmakta
direniyor ve durup dinlenmeksizin dışarı ile muhabe­
re kurmak çarelerini düşünüyor, sonu hep boşa çıkan
kombinezonlar kuruyorlardı. Bütün bunlara rağmen,
düşündüğümüz çarelerden birinde başarı kazanıp
mektubu gönderebilmiş de olsak, cevabını alamadı­
ğımız için, dışarda ne olup bittiğini bilmiyorduk. Haf­
talarımızı aynı mektubu yeniden yazmakla geçiriyor,
aynı öğütleri ve istekleri kopye etmeye koyuluyorduk,
öyle ki, önceleri kalbimizi yırtarak çıkmış kelimeler,
bütün anlamlarını kaybediyorlardı. Bu cümleleri artık
bir makine gibi kopye ediyor, hiç değilse bu ölü cüm­
lelerle çetin hayatımızın belirtilerini vermeye çalışı­
yorduk. Bu kısır ve inatçı monolog, bir duvarla yaptı­
ğımız bu boş konuşma yerine telgrafın taşıdığı ses­
lenişi daha üstün buluyorduk.
Birkaç gün geçmeden, şehirden hiç kimsenin çık­
mayacağı gerçekleşince, salgından önce şehirden ay-
rılanların geri dönmelerini istemeyi düşündüler. Bir­
kaç gün bu konuyu inceledikten sonra Vilâyet, olum­
lu cevap verdi. Fakat şehre dönenlerin, bir çlaha gel­
dikleri yere gitmelerine imkân olmadığı, şehre ser­
bestçe girebilecekleri, fakat bir daha çıkamıyacak-
ları bildirilmişti. Buna rağmen, gene de az sayıda bazı
aileler, işi hafife aldılar, yakınlarını görmek zevkine

69
her türlü tedbirliliği feda ederek, bu fırsattan yararlan­
maya sevdiklerini şehre çağırdılar. Fakat vebanın
mahpusları, çok geçmeden, yakınlannı içine atmak
üzere oldukları tehlikenin farkına vardılar ve ayrılığın
acısına katlanmayı tercih ettiler. İnsan duygularının
ölüm korkusunun işkencesinden daha kuvvetli oldu­
ğunu, bu korkunç hastalık boyunca gösteren tek bir
örnek oldu. Umulanın tersine bütün ıstırapları aşan
bir aşkla birbirlerine atılan iki sevgili söz konusu de­
ğildi. Bu biricik olayın kahramanları çok yıllar önce
evlenmiş Castel ile karısıydı. Salgından birkaç gün
önce Madam Castel, komşu şehirlerden birine gitmiş
bulunuyordu. Herkese örnek bir karı-koca bile değil­
lerdi aslında, hikâyeci. bu karı-kocanın evlilik hayat­
larından pek memnun olmadıklarını bile söyliyebilir.
Fakat uzayıp giden bu haşin ayrılık, onlara birbirle­
rinden ayrı yaşamalarına imkân olmadığını göster­
mişti; birdenbire ortaya çıkıveren bu gerçek karşı­
sında vebanın önemi azalmıştı.
Bu, benzersiz bir olaydı. Birçokları için ayrılık ke­
sin bir haldi, bu ancak salgının durmasiyle sona ere­
cekti. Şimdi hepimizin hayatını dolduran, çok iyi ta ­
nıdığını sandığımız duygu (Oranlıların heyecanları­
nın basit olduğunu daha önce söylemiştik) artık yeni
bir görünüş kazanıyordu. Eşlerine büyük güven bes­
leyen kocalar ye âşıklar kıskançlık duymaya başlı­
yorlardı. Aşkta hercaî olduklarını bilen erkekler, içle­
rinde vefa hissihi buluyorlardı. Annelerinin yanıba-
şındayken onlara, pek dikkat etmiyen oğullar, hâfı-
zalarının içindeki bir yüz çizgisini pişmanlık ve endi­
şeyle hatırlıyorlardı. Bu haşin, pürüzsüz, ne zaman
biteceği belli olmıyan ayrılık, henüz o kadar yakınday­
ken birdenbire öylesine uzaklaşmıştı ki, sevilen bir
insanın anısını bütün gün düşünmekten başka elimiz­

70
den birşey gelmemişti, bizleri Şaşkına, döndürmüştü.
Sonunda iki kat daha çok ıstırap çekiyorduk, önce
kendi ıstırabımızı, sonra da yanımızda olmıyan|arın;
oğulların, eşlerin,, sevgililerin ıstırabını.
Vebanın varoluşu öte yandan gün geçtikçe hâ-
tırlamanın umut kırıcı oyununa daha çok kendini kap-
t:rmış otan insanları avareliğe, acılı şehrin içinde ba­
şıboş dolaşmalara sürüklüyordu. Bu amaçsız dolaş­
malara insanlar, hep aynı.yollardan geçip dönüyor­
lardı. Bu yollar küçük bir şehirde uzaktaki sevgili var­
lıklarla birlikte eskiden gezip dolaştıkları gene o eski
yollardı.
İşte boylece vebanın şehrimizin insanlarına ilk
getirdiği şey gurbet duygusu oldu. Hikayeci de vatan­
daşlarımızın pek çoğu ile birlikte aynı hayatı yaşadığı
için, o zamanki duygularım bütün bir yığı.nın ifadesi
olarak ygzdbileçeğine inanıyor. İçimizde bir oyuk ha­
linde yaşadığımız şey, gurbet duygusunun ta kendi-
siydi. Akla sığmaz birşey olan, geriye dönebilmek ve­
ya hafızanın yakıcı oklariyle zamanın yürüyüşünü hız­
landırmak isteği bu duygunun heyecanından çıkıyor­
du. Bozi zamanlar kendimizi hayallere kaptırıyor, böy­
le ânlarda trenlerin artık işlemediğini unutabilmişsek.
normal günlerde akşam ekspresinden çıkan bir yol­
cunun mahallemize gelebileceği bir saatte evimizde
bulunuyorsak, gelen birinin çaldığı zili veya merdi­
vende tanıdık bir ayak sesini beklemekten hoşlanı­
yorduk.
Ama böyle oyunlar fazla uzun sürmüyordu. Bir
an sonra trenlerin artık şehre gelmediklerini hatırlı­
yorduk. Ayrılığımızın daha sürüp gideceğini, zamanı
geçirmek için birşeyler yapmamız gerektiğini kabul
etmek zorundaydık. Kapatılmışlık haline kendimizi .bı­
rakıyor, geçmişin içinde yaşamaya çalış,yorduk. İçi­

71
mizden bazıları gelecekte yoşomak isteğinden kolay
kolay vazgeçemiyorlarsa da, sonunaa bunlar da, bir
kere buna imkân olmadığından sonra en çok kendine
güvenenleri cezalandıran muhayyeienin açtığı yarala­
rın acısını daha derinden duyarak bu işten vazgeçi­
yorlardı. En başta, vatandaşlarımızın büyük bir kıs­
mı ayrılığın ne kadar süreceğini tahmin etmek alış­
kanlığından kısa zamanda vazgeçmek zorunda kal­
dılar. Niçin mi? Çünkü, en karamsarlar bile önceleri
bu ayrılığın ancak altı ay süreceğini söyleyip bu ay­
lar geçmeden içlerindeki butun acı yükünü tükettikl •
rinden, cesaretlerini bu çetin denemenin seviyesin-1'.,
ancak tutabilir ve devam edip giden günlere dağılm,-
bir acının zirvesinde yıkılmadan dayanabilmek için son
kuvvetlerini harcarlarken, rastladıkları bir dost, ga­
zetede çıkan bir haber, kaçamak bir şüphe veya, anı
bir basiretli görüşle, hastalığın altı ay, belki bir yıl,
veya daha da fazla sürmemesi iç;n hiçbir sebep ol­
madığını birdenbire akıllarına geliveriyorlardı. Bu sı­
rada cesaretlerindeki, azimlerinden, sabırlarındaki yı­
kılış öylesine şiddetliydi ki, içine düştükleri çukurdan
çıkıp kurtulabilmelerine imkân olmadığını sanıyorlar­
dı. Kurtuluşlarının ne zamana kaldığını artık düşün-
memeye, bir daha geleceğe doğru bakmamaya, daima
bakışları yerde yaşamaya kendilerini zorluyorlardı.
Fakat bu ıhtiyatlılık, ıstırapla oynanan bu oyun, sa­
vaştan kaçınmak-için muhafızlarını bu geri çekiş pek
kötü şekilde mükafatlandırılıyordu. Hiçbir zaman is­
temedikleri bir yıkılıştan kaçındıklarından başka, ken­
dilerini de ondan uzaklaştırabiliyorlardı, ya da gele­
cekte sürecekleri ortak hayatlarının hayalleri vebayı
onlara unutturuyordu. Böylece. zirveyle uçurum ora­
sında, tam orta yerde, yaşamaktan çok sürüklenirce-
sirie, hedefsiz günlere ve kısır anıicra kendilerini bı­

72
rakmış, acılarının kaynağı olan toprağa bağlanmayı
kabul edebilecek kuvveti gösteremiyen âvâre gölge­
ler halinde dolaşıyorlardı.
Hiçbir işe yaramıyan bir hâfıza ile yaşamanın bü­
tün mahpuslara ve bütün sürgünlere verdiği o derin
acıyı duyuyorlardı. Durup dinlenmeden düşündükleri
geçmişleri bile onlara pişmanlığın tadından başka bir-
şey vermiyordu. Şimdi o geçip gitmiş zamanın, özle­
dikleri kadın veya erkekle beraberken yapabilecekle­
ri, fakat artık buna imkân olmıyan nice nice şeylerin
pişmanlığını duyuyorlardı; ayrıca, mahpus hayatları­
nın az çok mutlu sayılabilecek her hal ve şartına, yan­
larında bulunmayan sevgilinin acısı da ekleniyor, ne
yapsalar kendilerini tamamiyle memnun hissedemi-
yorlardı. İçinde bulundukları âna karşı sabırsız, geç­
mişlerine düşman, gelecekten yoksun, adaletin veya
insanların duyduğu kinin demir parmaklıklar ardında
yaşamağa mahkûm ettiği kimselere benziyorduk. Son
olarak, bu tahammül edilmez uzun tatilden kaçıp kur­
tulabilmenin yolunu, trenleri hayalen işletmekte, inat­
la sessizliğini muhafaza eden bir zilin süregelen çın­
layışını hatırlamakta buluyorduk.
Sürgünse de, çoğunluk için bu, kişinin kendi yur­
dunda yaşadığı bir sürgündü. Hikâyeci, öteki insan­
ların çektikleri sürgün hayatını yaşadıysa da, gazete­
ci Rambert ve başkaları gibi vebanın baskınına uğ­
rayıp, şehirde kalmaya mahkûm edilen yolcuların ay­
rılığın acısını kat kat daha çok duyduklarını unutma­
malıdır. Çünkü bunlar hem artık kavuşamıyacakları
bir varlıktan uzaktaydılar, hem içinde bulundukları
memleket kendilerine yabancıydı. Genel sürgün or­
tasında sürgünlüğünü herkesten daha çok duyan on-
lardı. Zaman bizlerde olduğu gibi onlarda da o kendi­
ne vergi azabı boyuna tahrik edip duruyordu. Yalnız

73
onlar ayrıca mekâna da bağlanmışlardı, kaydedilmiş
yurtları ile vebaya bulaşmış evlerini ayıran duvarlara
başlarını çarpıp duruyorlardı. Günün her saatinde bu
tozlu şehirde, memleketlerinin yalnız kendilerinin bil­
diği akşamlarının sessizliğini ve sabahlarım hatırla­
yarak dolaşıp duranlar onlardı. İçlerindeki acıyı zor
farkedilir birtakım belirtilerle, yerdeki çiylerle veya
güneşin arasıra bomboş sokaklara düşürdüğü o aca­
yip ışıklarla besledikleri oluyordu. İnsanı herşeyden
sıyırıp kurtarabilen dış dünyaya gözlerini yumup o
kadar canlı, fakat o kadar da imkânsız hayallerini ok­
şamakta ısrar ediyorlardı. Hayallerinde bir toprak ve­
ya apayrı bir aydınlık, iki, üç tepe, sevilen bir ağaç,
kadın yüzleri ile kendileri için eşi bulunmaz bir iklim
yaratmak için bütün güçlerini harcıyorlardı.
Herşeyden çok ilgi çekici olan sevgililerden ayrı­
ca söz etmek gerek, belki hikâyeci de en iyi onlardan
bahsedebilecek durumdadır. Böylelerine acı veren
başlıca duygular içirde en başta nedameti sayabiliriz.
Böyle bir durum, duyguları, bir çeşit ateşli tarafsızlık­
ta yeniden ele almak imkânını veriyordu Böyle imkân­
ların kendi yeislerini açık bir şekilde göstermediği de
pek nadir birşeydi. Bir kere, ilk sebebi, yanlarında bu­
lunmayan insanın hal ve hareketlerini tam bir şekilde
hayallerinde yaşatabilmekte karşılaştıkları güçlükte
buluyorlardı. Beraber geçirilen zamanları iyi kullan­
makta gösterdikleri ihmale acınıyorlar, seven bir in­
san için sevilen bir varlığın sahip olduğu zamanı iyi
kullanmanın her türlü mutluluğun baş sebebi olduğu­
nu bilmedikleri için ve bunun farkına varabilmekte
gösterdikleri acemilik yüzünden kendilerini suçluyor­
lardı. Artık bu andan sonra aşklarının içine dalıp onun
eksik yanlarını incelemeleri mümkündü. Normal za­
manlarda bilerek veya bilmiyerek, erişilmiyecek bir

74
aşkın bulunmadığını bilir, az veya cok bir sükûnetle
kendi aşkımızın ne kadar ortalama birşey olduğunu
kabul ederdik. Fakat hafıza öyle az şeyle yetinmez.
Bütün şehri çarpan bu dıştan gelme felâket sadece
bizi isyana götüren haksız bir ıstırap vermiyordu. Biz-
leri kendi kendimize acı duymak zorunda bırakıyor ve
buna karşı bir tevekkül yaratıyordu. Dikkati dağıtmak
ve ortalığı karıştırmak da hastalığın sebep olduğu iş­
lerdendi.
Hepimiz gökyüzü altında tek başımıza, günü gü­
nüne yaşamayı kabul etmiştik. Zamanla karakterleri
daha metin hale getirebilecek olan bu umumî bezgin­
lik, şimdiki halde insanları hiçbir işe yaramaz hale
sokmuştu. Vatandaşlarımızın çoğu kendilerini güne­
şin ve yağmurun oyuncağı yapan başka çeşit bir kö­
leliğe kaptırmışlardı. Onları gören biri, ilk bakışta, ör­
neğin havanın, iyi mi kötü mü olduğunu kestirebilirdi.
Basit bir yaldızlı ışığın yere vurması onları sevindi­
riyor; yağmurlu günler ise yüzlerini ve düşüncelerini
kalın bir tülle örtüyordu. Birkaç hafta önceleri böyle
bir zaaftan, bu akla sığmaz kölelikten kendilerini sı­
yırabiliyorlardı, çünkü o sıralarda yer üstünde tek
başlarına değillerdi, birlikte yaşadıkları insan, dünya­
larının önündeydi ne olsa... Bu andan itibaren, gök­
yüzünün keyif ve hevesine kendilerini bırakmış görü­
nüyorlardı. Bu da demekti ki, sebepsiz yere ıstırap
çekiyor ve boş yere ümit ediyorlardı.
Yalnızlığın bu aşırı sınırları içinde hiç kimse baş­
kasından yardım bekliyemezdi. Herkes kendi derdiyle
başbaşaydı. İçimizden biri rastgele kendini anlatma­
ya veya duygularına ait birşeyden bahsetmeye kal­
kışsa, karşısındakinden çoğu defa yaralayıcı bir kar­
şılık alıyordu. Ancak o zaman karşısındakiyle kendi­
sinin aynı şeylerden bahsetmediklerini farkediyordu.

75
Biri, uzun kuruntularla ve acılarla dopdolu, geçen gün­
lerin derinliğinden sesleniyor, arası gelmiyen bekleyiş­
lerin ve ihtiraslann ateşinden pişmiş bir hayali karşı­
sındakine duyurmaya çalışıyordu. Öteki ise, tam tersi­
ne alelade bir üzüntü, adım başında rastlanır çeşitten
bir acı, ucuz bir melankoli karşısında bulunduğunu dü­
şünüyordu. Dostlukla ya da düşmanlıkla olsun; verilen
cevap hep yersiz kaçıyordu En iyisi bundan vazgeç­
mekti. Ya da madem ki ötekiler kalbin gerçek ifadesini
bulamıyorlardı, konuşmadan durmaları imkânsız olan
insanlarda çaresiz çarşı pazar konuşmasını benimsi­
yorlar ve beylik bir şekilde olup bitenlerin, gündelik
olayların, her zamanki hayatın dilini kullanmaya boş­
lıyorlardı. Böylece en gerçek acılar, konuşmaların bey­
lik kalıplarına dökülmek zorunda kalıyordu. Veba mah­
kûmları bunun karşılığı olarak karşılarındaki insanla­
rın ilgisini ve kapıcılarının merhametini elde ediyorlar,
dı. Bununla beraber en önemlisi şuydu; bu azapları boş
kalplerine doldurmak iç sızlatıcı birşey sayılsa bile,
böyleleri veba salgınının :'k günlerinin gene de en im­
tiyazlı kişileri oldular. Bütün halkın kendini şaşkınlığa
kaptırdığı bir sırada, onların düşünceleri hep özledikle­
ri insandaydı. Genel perişanlık ortasında aşklarının
bencilliği onları koruyordu; vebayı ayrılıklarını ebedi
bir şekilde uzatmak tehlikesini verdiği için akıllarına
getiriyorlardı. Salgının göbeğinde soğukkanlılık hissini
veren kurtarıcı bir uğraş yaratmış o.uyorlordı. Duyduk­
ları umutsuzluk, onları paniğe kapılmaktan koruyordu,
mutsuzlukları bir işe yarıyordu.
Örneğin içlerinden biri, hastalığın kurbanı olsa da
bunun önceden farkına bile varmıyordu. Bir hoyaiie
sürüp giden iç konuşmasından çıkıp, hiçbir değişme­
ye uğramâdan toprağın kalın sessizliğine kendini atı-
veriyordu. Başka birşeyin farkında bile olmuyordu.

76
Vatandaşlarım ız bu umulmadık sürg ine kendileri­
ni alıştırırlarken, veba, şehir kapılarına nöbetçiler d ik i­
yor ve O ran'a doğru gelmekte d a n gecelerin yollarını
başka lim anlara çeviriyordu. Şehrin kapanm asından
beri tek bir taşıt içeri girmemişti. O günden beri o to ­
m obiller sanki bir daire çevresinde döner gibiydiler
Bulvarların tepesinden bakanlar için liman da her z a ­
m ankinden farklı bir görünüş kazanmıştı. Kuzey kıyı­
sının en başta ja le n limanlarından biri olduğunu g ö s ­
teren o alışılın,,. canlılık artık durmuştu. Umanda ka-
rantinalı birkaç gemi görünüyordu, fakat rıhtımlarda,
boşalm ış büyük vinçler, tepetaklak devrilmiş küçük
vagonlar, dağw. k i çi ve torba yığınları ticaretin de
vebadan ölüp gittiğine tanıklık ediyordu.
A lışılana o kadar aykırı bu görünüşe rağmen,
hem şerilerim iz başlarına geleni bir türlü anlam ıyorlar­
dı. A yrılık veya korku gibi ortak duygular vardı, ama
gene de en başta kişisel endişeler geliyordu. H a s­
talığı kim se kabul edememişti daha. Çoğu a lışk a n ­
lıklarını bozan ve çıkarlarına dokunan birşey k a rşı­
sındaym ış gibiydiler. Kızmışlardı, sinirlenm işlerdi,
ama bunlar vebaya karşı koyabilecek duygular o l­
m aktan uzaktı. Örneğin, ilk tepkileri yönetimi s u ç ­
lam ak olmuştu. Basının yansıttığı «Alınmış tedbirler­
de biraz yumuşatma olabilir mi?» gibi tenkidlere
valinin verdiği cevap hiç beklenmedik birşeydi. Ş im ­
diye kadar ne gazeteler, ne de Ransdoc ajansı has-

77
talığın durumuna ait resmî bir istatistik yaymışlardı.
Vali, bunları hergün ajansa göndeıdi. haftalık bir
tebliğ halinde halka bildirmelerini rica etti.
Halkın tepkisi de hemen görülmedi. Vebanın
üçüncü haftasında üç yüz iki ölü sayıldığını bildiren
haber de insanın muhdyyelesine fazlaca etki yapmı­
yordu. Bir kere bunların hepsi belki de vebadan öl-
memişlerdi. Sonra, normal zamanlarda şehirde h afta­
da kaç kişinin öldüğünü bilen var mıydı ki? Şehrin
nüfusu iki yüz bindi. Ölüm oranının normal olup olma­
dığını kestiremiyorlardı. Taşıdığı açık öneme rağmen
bu gibi şeylere kimse aldırış etmez. Halkın elinde mu­
kayese edecek ölçüler de yoktu. Zamanla, ölüm sa ­
yışının gittikçe arttığını gören halk, ge.rçeğin ne oldu­
ğunu anlamaya başlamıştı. Beşinci hafta ölüm sayısı
üç yüz yirmi biri, altıncı hafta işe, üç yüz kırk beşi
buldu. Hiç değilse bu artış insanları inandırıcı bir et­
kendi. Vatandaşlarımızı, endişeleri oranında bunun
muhakkak ki cansıkıcı. ama ne de olsa geçici bir olay
olduğu düşüncesinden vazgeçirecek kadar kuvvetli
değildi.
Gene de caddelerde dolaşmaya vğ kahvelerin
taraçalarında masaların etrafında toplanmaya devam
ediyorlardı. Hep bir aradayken korkak değillerdi, şikâ­
yet dolu sözler etmekten çok. birbirleriyle şakalaşı­
yorlardı, geçici sayılan bu rahatsızlıkları neşeli bir
yüzte karşılıyor gibiydiler. Görünüş bu suretle kurtu­
luyordu. Yalnız ayın sonlarına doğru, ileride sözünü
edeceğimiz dinî âyinler, daha vahim birtakım değişik­
likler, şehrimizin görünüşünü bozmaya başladı. Vali
önce taşıtların kullanılması ve erzak konusunda yeni
kararlar aldı. Gıda, belirli miktara indirildi, benzin sı-
nırlandırmaya tâbi tutuldu. Elektriğin boşuna israf
edilmemesi bile öğütlendi. Sadece en zarurî madde-

78
ter karadan ve havadan Oran'a geliyordu. Bu yüzden
şehir içindeki canlılık gittikçe azaldı, sonunda hemen
hemen tamamen durdu, lüks mağazalar yavaş yavaş
kapandı, geriye kalanların önünde müşteriler uzun
kuyruklar halinde bekleşirken, içeride birşey bulun­
madığını bildiren ilânlar vitrinlere konuyordu.
Oran, bambaşka bir kılığa girmişti. Yayaların sa­
yısı eskisinden de çoğaldı, hattâ boş saatlerde, ma­
ğazaların veya bazı dairelerin kapanmasiyle işsiz
güçsüz kalan pek çok insan, caddeleri, kahveleri dol­
durmaya başladılar. Şimdilik işlerinden çıkarılmış de­
ğillerdi, izinliydiler. Oran, örneğin öğleden sonra saat
üçe doğru, güzel bir gökyüzü altında, umumî bir coş­
kunluğun akıp gidebilmesi için taşıtların durduruldu­
ğu, dükkânların kapatıldığı ve eğlencelere katılmak
için halkın sokaklara döküldüğü bir bayram günün­
deki gibi şehrin aldatıcı görünüşüne bürünüyordu.
Tabiî bu genel tatilden en çok sinemalar yarar­
lanıyor, para kırıyorlardı. Fakat vilâyete film de gel-,
miyordu artık. İki hafta geçince sinemalar oynattık­
ları filmleri birbirleriyle değiş-tokuş yapmak zorunda
kaldılar, az zaman sonra da hep aynı filmi gösterme­
ye başladılar.. Buna rağmen kazançları eskisi gibi
kaldı.
Kahveler, şarap ve alkol ticaretinde baş yeri alan
bir şehirde biriktirilmiş hatırı sayılır stoklar sayesin­
de, müşterilerini memnun edebiliyorlardı. İşin doğru­
su, çok içki içiliyordu. Bir kahve, «Temiz şarap, mik­
robu öldürür» diye bir afiş asmıştı, bu da alkolü. .>
laşıcı hastalıkları önlediği hakkında halkta zaten r /-
gın kanıyı güçlendirdi. Her gece, saat ikiye doğru,
kahvelerden kovulan sayısı hayli kabarık sarhoşlar
sokakları dolduruyor ve iyimser seslerini etrafa duyu­
ruyorlardı.

79
Fakat bütün bu değişmeler bir bakıma, o, kadar
olağan dışıydı ve öyle çabuk olup bitmişti ki, bunla­
rın tabii şeyler olduğunu ve hep böyle devam edece­
ğini sanmak pek kolay değildi. Yani, bizler hâlâ ilk
plâna kendi kişisel duygularımızı koymaya devam
ediyorduk.
Şehir kapılarının kapanmasından iki gün sonra,
hastaneden çıkarken, Rieux, Cottard'a rastladı. Rieux
sevinçli bir ifade taşıyan yüzünden ötürü Cottard'ı
kutladı.
Ufacık a d am :
— Cvet, herşey yolunda, dedi. Söyleyin bana
doktor, şu hınzır veba, gittikçe işi azıtıyor demek!
Doktor tasdik etti. Öteki neşeli bir tavırla :
— Şimdi durmasına da bir sebep yok. Herşey
altüst olacak.
Bir dakika .birlikte yürüdüler. Cottard, mahalle-'
sindeki şişman bakkalın ileride yüksek fiyata satmak
için gıda maddeleri istif ettiğini, hastaneye götürmek
üzere eve geldiklerinde, yatağının altında konserve
kutuları bulduklarını anlatıyordu: «öldü sonra. Veba
para, pul dinler mi?»
Cotfard'da vebaya dair doğru yanlış hikâyeler
pek çoktu. Anlattıklarına göre, şehir içinde bir sabah
veba belirtileri taşıyan bir adam, hastalığın sayıkla­
maları arasında kendini dışarı atmış, vebaya tutuldu­
ğunu bağırarak karşısına çıkan ilk kadını kucakla­
mıştı.
Cottard; tasdik ettiği söze uymayan babacan bir
sesle:
— Ne âlâ! diyordu, bu gidişle hepimiz delirece­
ğiz, buna şüphe yok.
Gene aynı gün öğleden sonra. Joseph Grand da
doktor Rieux’ye şahsi itiraflarda bulundu. Büronun

80
üzerinde Madam Rieux'nün fotoğrafını görmüş, dö­
nüp doktora bakmıştı. Rieux, karısının şehrin dışında
tedavi edilmekte olduğunu söyledi. G rand: «Bir ba­
kıma bu da talih sayılır,» dedi. Doktor da bunun mu­
hakkak bir talih eseri olduğunu, yalnız karısının iyi­
leşmesini ümit ettiğini bildirdi.
— Ah, dedi Grand, anlıyorum.
Rieux'nün onu tanıdığından beri ilk defa olarak
coşkun bir tarzda konuşmaya başladı. Gene söyliye-
ceği sözleri düşünüyordu, ama sanki söyliyeceklerini
uzun zamandan beri tasarlamış gibi kelimeleri bula­
rak konuşuyordu.
Çok genç yaştayken komşularından yoksul bir
genç kızla evlenmişti. Hattâ evlenebilmek için öğre­
nimi bırakmış, kendine bir iş bulmuştu. Jeanne da,
kendisi de, oturdukları mahalleden dışarı hic çıkmaz­
lardı. Kızla görüşmek için evine giderdi. Jeanne'ın
ailesi bu sessiz ve beceriksiz damat adayı ile eğle­
nirlerdi. Baba, demiryolu Işçisiydl. Tatil günlerinde
daima pencerenin önüne oturur, kocaman diterini
kalçalarına dayar, düşünceli bir tavırla sakaktaki can­
lılığı seyre dalardı. Anne, hep ev İşleriyle uğraşırdı,
Jeanne da ona yardi.™ ederdi. O kadar ufak tefekti ki,
Grand caddeden karşıdan karşıya geçişini, korku
duymadan seyredemezdi. Taşıtıdr onun yanında öl­
çüye sığmaz irilikteydiler. Bir gün kız, Noel hediyele­
ri satan.bir dükkânın önünde, vitrini hayraniıfcîîi sey­
rederken, birden ona dayanmış: «Ne kadar güze»?*
demişti. Grand. onun bileğini sıkmıştı. Evlenmek ka­
rarını böylece almışlardı.
Hikâyenin gerisi Grand'a göre çok basitti. Zaten
başkaları için de aynıdır. Evlenilir, gene biraz sevişi­
lir, çalışılır. Öylesine çalışılır ki, sonunda sevişmek
unutulur. Büro şefinin verdiği söz yerine getirilmedi-

VEBA F .: 6/81
ği için Jeonne do çalışmak zorunda kalmıştı. Sözün
burasında Grond'ın söylemek istediği şeyi anlayabil­
mek için muhayyeleyi biraz işletmek gerekmektedir.
Kendini -yorgunluğuna kaptırmış, zamanla daha da
fazla susmuş, karısına sevgisini gösterecek hiçbir ha.
rekette bulunmamıştı. Çalışan bir adam, yoksulluk,
hafifçe kapalı bir gelecek, masa başında geçen ak­
şamların durgunluğu. Böyle bir dünyada aşka yer ola­
mazdı. Herhalde Jeanne ıstırap çekiyordu. Ama buna
dayanmıştı: İnsan farkına varmadan uzun zaman ıs­
tırap çekebilir. Yıllar gelip geçmişti. Daha sonra Jean­
ne aynlıp gidivermişti hayatından. Tabiî tek başına
gitmiş değildi. «Seni gerçekten sevdim, ama artık çok
yorgunum... Senden oynlırken bir mutluluk duymu­
yorum, ama bu hayata yeniden başlamak için mut­
luluğun gereği yok.» İşte yazdığı mektup kısaca böy-
leydi.
Joseph Grand da payına düşen acıyı duydu,
belirttiği gibi, bu işi bir kere daha deniye-
bilirdi. Ama Cftık inancı kalmamıştı.
Yalnız, hep onu düşünüyordu. Bütün işlediği hok-
lı olduğunu bildirmek için ona bir m ektup yazmaktı.
«Bu, zor birşey.» diyordu. «liran zamandır düşünüyo­
rum bunu. Birbirimizi sevdiğimiz sürece konuşmadan
anlaştık. Ama insanlar sonuna kadar sevişmez, öyle
bir anda Onu yanımda alıkoyacak sözleri bulup söy-
liyebilirdim, ama beceremedim.»
Grand, dörtköşe bir peçeteye benzeyen mendi­
liyle burnunu sildi. Sonra bıyıklarını kuruladı. Rieux,
onu seyrediyordu. Yaşlı adam :
— Beni mazur görün, diyordu, fakat nasıl söyle­
meli? Size güvenim var. Sizinle açıkça konuşabilirim.
Bu. beni duygulandırıyor.

82
Açıkça belliydi ki. Grand. vebadan binlerce kilo*
metre uzaktaydı.
Akşam, Rieux, karısına telgrafla, şehrin kapatıl­
dığını. sağlığının iyi olduğunu, kendisine iyi bakması
gerektiğini, hep onu düşündüğünü bildirdi.
Şehrin kapatılmasından üç hafta geçmişti. Rieux
bir gün hastanenin kapısında kendisini bekliyen genç
bir adamla karşılaştı.
Genç a d am :
— Beni herhalde tanıdınız, dedi.
Rieux, tanır gibi oldu, ama emin değildi.
ö te k i:
— Bu olaylardan önce, Arapların yaşama koşul­
ları konusunda sizden bilgi olmaya gelmiştim. Adım
Raymond Rambert.
— Ah. Evet! dedi Rieux. işte şimdi, elinizde mü­
kemmel bir röportaj konuşu var.
Adam, sinirli görünüyordu. Sorunun bu olmadığı­
nı. Rieux'nün yardımını istemeye geldiğini söyledi.
— özür dilerim, fakat bu şehirde kimseyi tanı­
mıyorum, gazetemin buradaki muhabiri de, talihe ba­
kın budalanın biri.
Rieux. şehir merkezinde bir dispansere kadar bir­
likte yürümelerini teklif etti, orada verecek bazı emir,
leri vardı. Zenci mahallesinin daracık sokaklarından
aşağı indiler. Akşam yakındı, ama eskiden o kadar
gürültü olan şehir, inşam meraklandıran bir tenhalık­
taydı. Henüz, yaldızlı gökyüzünde çınlayan bazı boru
sesleri askerlerin görevlerini yapmaya devam ettikle­
rine tanıklık ediyordu. Mavi duvarlar, mor ve toprak
sarısı Magripli evleri arasından geçen dik yollar bo­
yunca Rambert. heyecanlı heyecanlı, konuştu durdu.
Karısını bırakıp ge'mişti. Aslına bakılırsa karısı de­
ğildi, ama onun gibi birşeydi. Şehrin kapatılmasından

83
hemen sonra ona telgraf çekmişti. ilkin geçici bir ha­
lin söz konusu olduğunu düşünmüş ve sadece kari­
siyle haberleşmek istemişti. Oran'daki meslekdaşları
yapılacak hiçbir şey olmadığım söylemişlerdi. Posta
idaresi onu terslemiş. Vilâyette bir kâtip yüzüne karşı
açıkça gülmüştü. Bir insan kuyruğunun ucuna takılıp
iki saat bekledikten sonra şu kelimeler yazılı bir telg­
rafı kabul ettirebilmişti: «İşler yolunda. Yakında bu->
luşmak üzere.»
Fakat sabah uyanınca birdenbire bu durumun
daha ne kadar devam edebileceğini bilmeye imkân
olmadığını düşünmüştü. Şehirden gitmeye karar ver­
mişti. İmtiyazlı bir insan olduğundan (gazeteciler bir­
takım kolaylıklara sahiptirler) Vilâyetin özel kalem
müdürü ile görüşebilmiş ve ona O ranla hiçbir ilgisi
bulunmadığını, şehirde kalmanın kendi işi olmadığını,
burada bir rastlantı sonucu bulunduğunu, çıkıp git­
mesine izin verilmesinin doğru bir hareket olacağını
söylemiş, fakat istediği şekilde ayrıcalıklı bir işlem
yapılamıyacağı, zaten durumun vahim olduğu, birşey
düşünmeye bile imkân bulunmadığı cevabını almıştı.
«Ama canım,» demişti Rambert. «Ben bu şehrin
yabancısıyım.»
«Orası öyle ama, elden ne gelir, umalım salgın
fazla sürmesin.»
Daha sonra Rambert’i avutmak için, Oran’da ilgi
çekici röportaj malzemesi bulabileceğini, iyi düşünü­
lürse her şeyde işe yarar bir taraf olduğunu söyle­
mişti.
Rambert, omuz silkiyordu. Şehrin içine varmış­
lardı : -
— Bu, anlamsız bir şey; doktor, anlıyorsunuz ya.
Ben dünyaya hep röportaj yapmaya gelmedim. Fakat

84
bir kadınla beraber yaşamak için gelmiş olmam daha
tabiî. Bunda aykırı bir şey var mı?
Rieux sözlerinin doğru olduğunu söyledi.
Şehrin göbeğindeki bulvarlarda kalabalık her za­
manki kalabalık değildi. Birkaç yolcu uzaktaki evle­
rine hızlı hızlı gidiyordu. Hiçbirinin yüzü'gülmüyordu.
Rieux, bunun Ransdoc ajansının o gün yaydığı haber,
lerin bir sonucu olduğunu düşündü. Yirmi dört saat­
ten beri vatandaşlarımız umutlanmaya başlamışlardı.
Fakat bugünkü sayılar henüz unutulmayacak kadar
tazeydi.
Rambert birden yeri mi değil mi diye hiç düşün­
meden :
— İkimiz, dedi, yeni tanışmıştık, iyi de anlaşıyor­
duk.
Rieüx bir şey demiyordu.
Ram bert:
— Galiba sizi sıkıyorum, dedi. Yalnız öğrenmek
istediğim, bu menhus hastalığın bende bulunmadığı­
nı bildiren bir belgeyi bana verip veremiyeceğinizdir.
Böyle bir kâğıt işime yarayabilir sanırım.
Rieux başıyla tasdik etti, birden bacaklarına atı­
lan küçük bir çocuğu tuttu, yavaşça ayaklarının ucu­
na bıraktı. Yürüdüler ve Armes meydanına vardılar.
Palmiye ve fiküs ağaçlarının dalları, tozdan kurşuni­
leşmiş, kıpırdamaksızın, kirli Cumhuriyet heykeli et­
rafında sarkıyordu. Anıtın altında durdular, Rieux, be­
yazımsı bir toza batmış ayaklarını birbiri ardınca ye­
re vurdu. Rambert’e baktı. Şapkası biraz arkaya eğik,
kravatının altında gömleğinin yakası düğmelenmemiş,
kötü traş edilmiş gazetecinin somurtkan ve inatçı bir
hali vardı.
Nihayet R i e u x :

85
— Emin olun sizi anlıyorum, dedi, fakat düşünüş
tarzınız doğru değil. Size böyle bir belge veremem.
Bir kere sizde bu hastalığın bulunup bulunmadığını
bilmiyorum, öyle olsa bile büromdan çıktığımız sırada
veya vilâyete girdiğiniz anda bu mikrobu kapmıyaca-
ğını temin edemem. Hem zaten.
— Hem zaten, diye Rambert atıldı.
— Hem size bu belgeyi versem bile, işinize y a - .
ramaz.
— Neden?
— Çünkü bu şehirde sizin durumunuzda olan ve
dışarı çıkarılmaması gereken binlerce insan var.
— Ya onlarda da veba yoksa?
— Bu da yeter bir sebep değil. Bu iş mânâsız,
biliyorum, ama hepinizi ilgilendiriyor. Onu, olduğu gi­
bi, nasılsa öyle kabul etmek lâzım. Şimdiden sonra
ne çare ki siz de herkes gibi Oran'lısınız.
öteki coştu : i
— Bu, bir insanlık sorunu, yemin ederim size.
Belki de sevişen iki insanın bu şekilde birbirlerinden
ayrılmalarının ne demek olduğunu anlıyamıyorsunuz.
Rieux, hemen cevap vermedi. Sonra bunu anla­
dığını sandığını söyledi. Rambert'in karısına kavuş­
masını ve bütün sevişenlerin birleşmelerini bütün gü­
cüyle arzuladığını, fakat emirler ve kanunların da bu­
lunduğunu, vebanın bir gerçek olduğunu, kendisine
düşen işin, gerekenleri yapmak olduğunu a n lattı:
— Hayır, dedi Rambert, acı bir sesle, siz bunu
anlıyamazsınız. Aklın diliyle konuşuyorsunuz. Soyut
bir evrende yaşıyorsunuz, siz.
Doktor, gözlerini Cumhuriyet anıtına doğru kal­
dırdı ve aklın diliyle konuşup konuşmadığını bilmedi­
ğini, fakat apaçık gerçeklerin diliyle konuştuğunu.

86
bunların da aynı şeyler olmadığını söyledi. Gazeteci,
kravatını düzeltti.
— öyleyse dedi, başka yoldan başımın çaresine
bakmalıyım! Fakat, diye meydan okurcasına ilâve etti.
Ben bu şehirden ayrılacağım.
Doktor gene onu çok iyi anladığını, fakat bu ko­
nunun kendisini ilgilendirmediğini bildirdi.
Rambert. âni bir parlayışla :
— İlgilendirirse söyliyeyim. Sizi gelip bulmamın
sebebi bu kararın alınmasında büyük rolünüz oldu­
ğunu bana söyledikleri içindi. O zaman hiç değilse
kurmaya çalıştığınız şeyi bir defa için bozarsınız diye
düşünmüştüm. Ama size göre hava hoş. Siz kimseyi
düşünmezsiniz. Birbirlerinden ayrılmış insanları he­
saba bile katmadınız.
Rieux bir bakıma bunun doğru olduğunu, onları
hesaba katmak istemediğini kabul etti.
Ram bert:
— Ah! görüyorum, dedi, kalkıp halka hizmetten
bahsedeceksiniz. Fakat halkın iyiliği her kişinin mut­
luluğundan doğar.
Doktor, eğlenircesine:
— Haydi canım, bu da var. ama başka şey de
var. Yargıya varmamak gerek. Fakat kızmakta hak­
sızsınız. Kendinizi bu durumdan sıyırabilseniz çok
memnun olurum. Yalnız ödevimin yapmamı yasakla­
dığı bazı şeyler var, o k a d a r..
öbürü sabırsızlıkla başını salladı.
— Evet, inanıyorum, bana anlattığınız şeylere
rağmen buna ve kendime inanıyorum.
Sonra tereddütle.-
— Ama size hak veremem, dedi.
Şapkasını alnına eğdi ve hızlı adımlarla yürüdü.
Rieux, onun. Jean Tarrou’nun kaldığı otele girdiğini
gördü.
87
Bir an sonra, doktor, başını salladı. Gazeteci
mutluluğa karşı beslediği sabırsızlıkta haklıydı. Fakat
kendisini itham ederken haklı mıydı? «Siz soyut bir
evrende yaşıyorsunuz.»
Sayısı beş yüze çıkan kurbanlariyle vebanın dol-
, durup taşırdığı hastanesi nde gecen günler de soyut
bir şey miydi? Evet, felâketin içinde soyut ve gerçek
dışı şeylerin de bir yeri vardı. Fakat soyut kalkıp im
sanı öldürmeye koyulursa, soyutla da uğraşmak ge­
rekir. Hem Rieux, bunun kolay bir şey olmadığını bi­
liyordu. Yönetimini üzerine aldığı bu geçici hastaneyi
(şimdi bunların sayısı üçe çıkmıştı) yönetmek kolay
değildi. Muayene odasına açılan yeri kabul salonu
'< haline getirmişti.
Zemin kazılıp içi krezilik suyla doldurularak ha­
vuz haline getirilmişti, orta yerinde tuğlalardan ya­
pılmış bir adacık vardı. Hasta, bu adacığa getirili­
yor, hemen elbiseleri çıkarılıp suya atılıyordu. Yıka­
nıp, kurulanıp, hastanenin sert bezden gömleğine sa­
rılmış bir halde Rieux'ye teslim ediliyor, sonra koğuş­
lardan birine naklediliyordu. Bir okulun avlusunu ko­
ğuş haline getirmişlerdi. İçinde yer alan beş yüz ya­
tağın hemen hepsi doluydu. Sabah teftişinden, has­
taların aşılanmasından, hıyarcıkların yarılmasından
sonra Rieux istatistikleri gözden geçiriyor ve öğleden
sonra viziteleri kabul ediyordu. Akşam da kendi has­
talarını görmeğe gidiyor, gece geç vakit evine dönü­
yordu. Bir gece önce, annesi, karısından gelen telg­
rafı doktora uzatırken, ellerinin titrediğini farketmişti.
Rieux :
— Evet, demişti, fakat kendimi zorlıyarok sinir­
lerime hâkim olmaya çalışacağım.
Sağlam ve dayanıklıydı. Zaten o kadar yorgun
düşmemişti. Fakat bu hasta ziyaretleri dayanılmaz bir

68
hale girmeğe başlamıştı. Teşhisi koyar koymaz has­
tayı evden nakletmek gerekiyordu. İşte o zaman so­
yut bir durum ortaya çıkıyor ve zorluklar başlıyordu.
Çünkü hastanın ailesi bir daha onu ancak ya iyileş­
miş, ya da ölü olarak bulabileceklerini biliyorlardı.
Tarrou'nun kaldığı otelde çalışan oda hizmetçisinin
annesi Madam Loret: «Acıyın doktor!» diyordu. Ne
anlama geliyordu bu? Elbette ki acıyordu. Fakat böy­
le olması ayrı muamele yapmasını gerektirmezdi. Te­
lefon etmeliydi. Az sonra cankurtaranın sesi duyula­
caktı. Komşular ilkin pencereleri açar bakarlardı. Son­
ra hemen kapatıverirlerdi. Bundan sonra mücadele,
gözyaşları, kandırma faslı, yani kısacası soyut bir ev­
ren başlardı. Sıkıntı ve hastalıkla ısınmış bu odalarda
çılgınca sahneler geçerdi. Ama, hasta alınır götürü­
lürdü. Rieux de çıkıp giderdi.
İlk günlerde sadece durumu telefonla bildirmek­
le yetinmiş, cankurtaran arabasını beklemeden öteki
hastalarına koşmuştu. Fakat hasta aileleri kapılarım
kapamışlar, veba ile başbaşa kalmalarının doğuraca­
ğı sonuçları bile bile bunu ayrılığa tercih etmişlerdi.
Çığlıklar, kesin emirler, polisin işe karışması, daha
sonra silâhla zorlanarak, hastayı baskınla ele geçir­
mek mümkün olmuştu. İlk bakışta Rieux cankurtaran
gelene kadar hastanın yanında beklemek zorunda
kalmıştı. Daha sonraları doktorlar hasta ziyaretlerine
gönüllü müfettişlerle birlikte gitmeğe başlamışlardı, o
zaman Rieux bir hastadan ötekine koşup gitmek im­
kânını bulmuştu. Fakat ziyaretlerin başlangıcı her ak­
şam, bu akşamki gibi olmuştu. Doktor, Madam Lo-
ret’nin yelpazeler ve yapma çiçeklerle süslü küçük
dairesine girdiği zaman. Madam Loret, onu zoraki bir
gülümseme ile karşılamıştı:
— Ümit ederim ki bu, herkesin dilinde^ dolaşan
hastalık değildir, demişti.
Doktor, örtüyü ve gömleğini sıyırmış, karındaki,
baldırdaki kırmızı lekelerle, düğümlerin kabarıklığını
sessizce seyre dalmıştı.'Anne, kızının bacakları ara­
sından bakıyor, kendine hâkim olamıyarak hıçkırıyor­
du. Her akşam anneler dünyalanndan geçmiş, öldü­
rücü belirtileri taşıyan vücutların önünde ağlaşıyor­
lar, her akşam boşuna sözler, vaadler Ve gözyaşları
boşanıyor, Rieux’nün koluna yapışılıyor, her akşam
cankurtaranın sesi, acının hiçbir işe yaramayan, kriz­
lerini canlandırıyordu. Hepsi birbirine benzeyen bit­
mez tükenmez akşamların sürüp gitmesi karşısında
Rieux’nün sona ermezcesine tekrarlanan buna ben­
zer sahnelerden başkasını aklına bile getirmesine im­
kân yoktu. Evet, veba bütün soyut şeyler gibi çok
monotondu*. Tek birşey değişmişti, o da Rieux'nün
kendisiydi. O akşam Cumhuriyet anıtının dibinde.
Rambert'in girip kaybolduğu kapıyı seyrederken, ön­
lenmesi cok zor kayıtsızlığının farkına varıyordu. Bu,
insanı yorup bitiren haftalardan sonra insanları şe­
hirde dönüp dolaştırmak için sokaklara boşaltan sa­
yısız sabahlardan sonra, Rieux merhamete karşı koy­
masına gerek ,olmadığını artık anlamıştı. Merhamet
faydasız, olunca insan ondan bıkar usanır. Doktor,
yavaşça içine kapanan kalbinin heyecanı ile insanı
ezen günlerin bu'tek ferahlığını biliyordu. Ona sevinç
veren buydu. Annesi, sabahın ikisinde onu karşılar­
ken, oğlunun kendisine uzanan bomboş bakışı ile ya­
ralanıyor ve Rieux‘ye elde edebileceği biricik sevgiyi
içinden kopartarak veriyordu. Soyut şeylerle savaş­
mak için, az çok ona benzemek gerekir. Fakat bunu
Rambert nasıl hissedebilirdi? Rambert için soyut şey­
ler kendi mutluluğuna engel olan şeylerdi. Aslında,

90
Rieux, gazetecinin bir bakıma haklı olduğunu kabul
ediyordu. Fakat bazan soyut şeylerin mutluluktan da­
ha güçlü olabileceklerini, işte o zaman soyut şeylerle
savaşmak gerekeceğini biliyordu. Rambert'in başına
gelecek ve sonradan onun ağzından bütün ayrıntıla:
rını öğrenecek olduğu şey buydu. Böylece, yeni bir
plâna uyarak, uzun bir zaman süresince ve şehri­
mizin hayatı boyunca, her kişinin kendi mutluluğuyla
vebanın soyut oyunları arasında geçecek kasvetli bir
boğuşmanın tanığı olacaktı.
Fakat bazılarının soyut bulduğu şeyleri gerçek
diye kabul edenler de vardı. Vebanın ilk ayı, salgında
görülen şiddetli artış ve ihtiyar kapıcının hastalığı
sırasında ona yardım etmiş olan Cizvit papazı Pane-
loux'nun coşkun bir va'zı ile daha da kasvetli bir ha­
le girdi. Papaz Paneloux, önceleri Oran’ın coğrafya
derneğinin bültenlerinde sık sık yayınlanan yazılarla
tanınıyordu, eski kitabeleri bulup meydana çıkarmak­
la ün kazanmıştı. Fakat modern bireycilik üzerinde
verdiği bir dizi konferansla bir uzmanın elde edebile­
ceğinden fazla bir dinleyici toplamıştı. Modern sefih-
liklerden ve geçmiş yüzyılların bilgi düşmanlığından
uzak bulunan, insandan, çok şey bekliyen bir Hıristi­
yanlığın hararetli savunucusu kesilmişti. Böyle bir
ödevle, dinleyicilerine en sert gerçekleri kabul ettir­
mek için ucuz bir pazarlığa girişmemişti. İşte ünü bu­
radan geliyordu.
Bu ayın sonlarına doğru, şehrimiz kilisesinin yet­
kilileri vebaya karşı kendi silâhlarıyla savaşa giriş­
mek kararım vermişler, bunun için bir dua haftası ter­
tip etmişlerdi. Halktaki inancın bu genel belirtisi ve­
balı aziz Saint Roch’a ithaf edilen büyük bir âyinle
sona erecekti. Bu arada papaz Panelqux'dan da bir
konuşma yapması istenmişti. Onbeş gündür papaz,
kendine mevkiinin üstünde bir durum sağlayan Afri­
ka kilisesi ve Saint Augustin üzerindeki çalışmalarını

92
bırakmak zorunda kalmıştı. Ateşli ve heyecanlı bir ya­
radılışta olduğundan, kendisine verilmek istenen öde­
vi seve seve kabul etmişti. Çok daha önceden bü­
tün şehir, bu vaazdan bahsediyordu. Öyle ki, bu vaaz
devrin önemli dönemeçlerden biri oldu.
Töreni kalabalık bir halk izledi. Eski günlerde de
Oranlıların dindar kimseler olduğundan ileri gelmi­
yordu bu. Pazar sabahları, deniz banyoları âyinlere
ciddi bir şekilde rekabet ederlerdi. İnsanlar birdenbi­
re dine dönerek yollarını bulmuş da değillerdi. Fakat,
bir yandan şehir kapanmış, liman yasaklanmış, deniz
banyolarını yapmaya imkân kalmamıştı, öte yandan,
bambaşka bir ruh hali içinde bulunan insanlar, içten
içe inanmamakla beraber, başlarına gelen şaşırtıcı
olaylar karşısında değişen birşeylerin varlığını hisse­
diyorlardı. İçlerinden çoğu, boyuna salgının duraklı-
yacağını ve aileleriyle birlikte tehlikesizce işin içinden
sıyrılacağım ümit etmekteydi. Bu düşünceyle, birşey
yapmak zorunluluğunu daha duymuyorlardı. Veba,
onlar için nasıl geldiyse öylece çıkıp gitmek zorunda
olan tatsız bir konuktu. Korkuyorlardı, ama kendile­
rini ümitsizliğe kaptırmamalardı. Vebanın onlara ken­
di hayatlarının bir şekli olarak görüneceği ve ona ge­
lene kadarki hayatlarını unutturabileceği dakika he­
nüz gelmemişti. Daha bekleyiş halindeydiler, kısacası
veba onlarda başka birçok sorunlara olduğu gibi, di­
ne karşı da kayıtsızlıktan olduğu kadar, aşktarv da
uzak, sadece âfakilik kelimesini kullanarak açıklaya­
bileceğimiz bir ruh değişikliğine sebep olmuştu. Dua
haftasını izleyenlerin pek çoğu, bu türlü inanç sahibi
insanlardan birinin Rieux'ye söylediği: «Ne de olsa,
bundan bir zarar gelmez» sözünü pekâlâ benimseye­
bilirlerdi. Tarrou bile notlarında, Cinlilerin vebanın
ruhunu kovmak için dümbelek seslerinin tıbbı tedbir-

93
terden daha verimli olup olmadığını anlamaya imkân
bulunmadığını yazmıştı. Sadece soruyu kesip atmak
için önce vebanın bir ruhu bulunup bulunmadığını bil­
mek gerektiğini ve bu noktadoki bilgisizliğimizin ileri
sürülebilecek her türlü düşünceyi yararsız kıldığını
ilâve etmişti.
Şehrimizin katedrali buna rağmen bütün hafta
süresince müminlerle dolup taştı. İlk günlerde halk,
sokaklara kadar yayılan münacaat ve dua dalgala­
rını, kapının önünde uzanan palmiye ve nar ağaçları
bahçesinde durup dinliyordu, yavaş yavaş birbirlerin­
den cesaret alarak, içeriye girmeye karar verdiler ve
utangaç sesleriyle dualara katıldılar. Pazar günü ge­
lince hatırı sayılır bir kalabalık kilisenin içini doldur­
du, kapı önüne son basamaklara kadar taştı. Bir ge­
ce önceden, gök kararmış, yağmur bardaktan boşa­
nırcasına yağmaya başlamıştı. Dışarda kalanlar şem­
siyelerini açmışlardı. Peder Paneloux, kürsüye çıktığı
zaman ortalıkta günlük ve ıslak kumaş kokusu dal­
galanmaktaydı.
Papaz, orta boylu, ama toplu vücutluydu. İri öl­
üleriyle kürsünün kenarını sıkarak dayandığı zaman
kıpkırmızı yanakları çelik çerçeveli gözlüklerinin al­
tında iki leke gibi kalın ve kapkara bir şekil halinde
göründü. Sesi kuvvetli, heyecanlı ve gürdü. Söze vu­
rucu ve şiddetli bir cümleyle başladı: «Kardeşlerim,
fe lâk e t. içindesiniz. Kardeşlerim, sizler bunu hak e t­
tiniz.» der demâz kapının önüne kadar bütün kala­
balığı bir uğultu kapladı.
Konuşmanın geri kalan kısmı, bu insanı heye­
canlandıran girişe pek benzemedi. Papaz, ustalıklı bir
hitabetle, va'zının esas anlamını bir tek defa darbe
indirircesine belli etmekle yetindi. Paneloux, bu cüm­
leden sonra, incirdeki. Mısır vebası sırasındaki göçü

94
anlatan parçayı hatırlattı, sonra: «Tarihte bu felâket
ilk defa Tanrı'nın düşmanlarını cezalandırmak için or­
taya çıkmıştır. Firavun, Tanrı'nın isteklerine karşı ko­
yuyordu. veba onu dize getirdi. Tarihin başlangıcın­
dan beri Tanrı'nın bu âfeti gözü görmiyenleri ve mağ­
rurları önünde dize getirmektedir. Bunu hatırlıyor ak
diz çökün.»
Dışarda yağmur bir kat daha hızlanmıştı. Tam
bir sessizlik içinde, söylenen bu cümle, sağnağın cam­
lardaki çıtırtısı ile daha da derinleşti, öyle bir şekilde
yansıdı ki, dinleyicilerin bazılan kısa bir tereddütten
sonra oturduktan sıradan dua iskemlesine doğru kay­
dılar. ö tekiler de bunlara uyulacak sandılar, öyle ki,
birkaç iskemlenin hafifçe çıtırtısı hariç, bütün d.nle-
yiciler çok geçmeden sessiz sedasız diz çökmüş bu­
lunuyordu. Paneloux bunun üzerine şöyle bir doğrul­
du, derin bir nefes aldı, şiddeti gittikçe artan bir ton­
la sözüne devam etti.
— Veba bugün gözlerini sizin üstünüze dikmiş­
se, bu artık düşünmek zamanının geldiğine işarettir.
Doğruların korkacakları birşey yok, fakat kötülerin
titreşm eye‘ hakları var. Kâinat denilen uçsuz bucak­
sız ambarda, o karşı konulmaz âfet, insan buğdayı­
nı öylesine dövecek ki, tohumla saman birbirinden
ayrılacak, saman tohumdan, kurbanlar kurtulanlardan
daha çok olacak. Ama bu felâketi Tanrı istemiş değil.
Dünya, uzun zamanlardan beri kötülüklerle kaynaştı,
uzun zamandan beri insanlar Tanrının şefkatine gü­
venerek yaşadılar. Bir defa bile pişmanlık duymak
yeterdi, bununla herşey düzelirdi. Fakat herkes ken­
dini pişmanlık duymayacak kadar kuvvetli buluyordu.
Sırası gelince elbette öna da başvuracaklardı. Ama
şimdilik işi oluruna bırakmışlardı. Tanrının şefkatine
sırtlarını dayamışlardı. Ne var ki böyle sürüp gide-

95
mezdi. Bu şehir insanlarının üstüne merhametli yü­
zünü eğmiş olan Tanrı, artık beklemekten usandı,
tanrısal umudunu kaybetti, bakışını artık bizden çe­
virdi. Tanrının ışığından yoksun kalınca, işte vebanın
karanlığında uzun bir zaman için yaşamaya mahkûm
olduk.
Salonun içinde, sabırsızlanan bir at gibi biri kiş­
nedi. Kısa bir susuştan sonra papaz daha alçak bir
sesle devam etti:
— «Leğende doreende okuduğumuza göre, kral
Humberto zamanında İtalya öyle şiddetli bir veba sal­
gınına uğramıştı ki, sağ kalanlar ölüleri gömmeye
zor yetişebiliyorlardı. Veba en çok Roma ile Pavia'da
ağır zayiat verdirmekteydi. Sırtında av borusu taşıyan
bir kötülük meleğine emirler veren bir iyilik meleği
gözle görülürcesine ortada dolaşıyor ve öbürüne ev­
lerin kapılarını vurmasını emrediyordu: Bir kapı kaç
kere vurulursa o evden o kadar ölü çıkacak demekti.»
Paneloux, kısacık kollarını kapının dışına doğru
uzattı, sanki yağmurun kıpırdayan perdesinin arkasın­
da saklı birşeyleri göstermek istiyordu: «Kardeşle­
rim,» diye kuvvetle sesini yükseltti. «Bugün de so­
kaklarımızda aynı ölüm avına çıkılmış bulunuluyor.
Damlarımızın üstüne dikilmiş, sağ eliyle kargısını ba­
şınızın hizasında tutan, sol eliyle de evlerinizi işaret
eden vebanın, Lucifer kadar güzel ve kötülük kadar
ışıltılı meleğini görmüyor musunuz? Belki şu anda
parmağı kapınıza uzanıyor, kargısı tahtaya vuruyor,
hemen o anda evinize girip, odanıza yerleşiyor, dönü­
şünüzü beklemeye koyuluyor. Dünyanın değişmez dü­
zeninden emin, dikkatle ve sabırla evinizde oturuyor.
Bu dünyaya ait hiçbir kuvvet, hem şunu iyi bilin ki,
yararsız insan bilimleri bile sizi, onun elinden çekip

96
kurtaramaz. Acının karili harman yerinde dövüle dö-
vüle siz de samanlar arasına atılacaksınız.»
Söz buraya gelince, papaz daha coşkunlukla, fe ­
lâketin dokunaklı bir tasvirini yaptı. Şehrin üstünde
dönüp dolaşan, rastgele başlara çarpıp ezen, kanlar
içinde yeniden kalkan, insan ıstırabım ve kanını cger-
çeğin ürünlerini yetiştirecek tohumlar gibi» etrafa sa­
çan. o muazzam odun parçasını çizdi.
Uzun konuşmasının sonunda. Peder Pan6loux.
saçları alnına düşmüş, ellerinden kürsüye yayılan tit­
remeyle bütün vücudu sarsılarak durdu, sonra daha
da bağırarak, suçlayan bir sesle sözüne devam etti:
cEvet, düşünmek zamanı geldi. Geri kalan günlerde
serbest olabilmek için pazarlan Tanrıyı .bir defa zi­
yaret etmek yeter sandınız. Birkaç diz çöküşle cani-
yâne kayıtsızlığınızın bedelini ödiyeceğinizi umdunuz.
Fakat Tannnın aşkı coşkundur. Bu aralıklı bağlılıklar
Onun doymak bilmez sevgisine yetişmiyordu. Sizi
karşısında daha sık görmek istiyordu. Bu. Onun siz-
leri sevme tarzıdır, doğrusu y a tek sevme, tarzı da
budur. Sizi beklemekten artık usandı, sonunda insan­
lık tarihinin başladığı zamandanberi bütün günahkâr
şehirleri ziyaret etmiş bir âfeti buraya gönderdi. Şim­
di Kabil ve oğulları tufandan öncekiler. Sodom'lular
ve Gomore'liler. Firavun ve Eyüb, bütün o meş'um
kimseler gibi, sizler de günahın ne demek olduğunu
öğrendiniz. Ve şimdi bahsettiğim kimseler gibi, sizler
de şehrin duvarlarını sizi felâketle başbaşa bıraka­
cak şekilde etrafınızı çevirmiş bulduktan sonra eşya­
lara ve varlıklara yepyeni bir bakışla bakmaya boş­
ladınız. Şimdi sizler de esas olan şeye erişmek ge­
rektiğini nihayet anlıyorsunuz.»
Nemli bir rüzgâr, kilisenin içine doluvermişti. bü­
yük mumların alevleri çıtırdayarak eğildiler.

VEBA F .: 7/97
Bir balmumu kokusuyla birlikte öksürük ve ak­
sırık sesleri Paneloux‘ya doğru yükseldi, hatip çok
takdir edilen bir incelikle konusuna döndü ve sakin
bir sesle sözüne devam etti:
«İçinizden pek çoğu, biliyorum, sözü nereye ge­
tirmek istediğimi kendi kendilerine soruyorlar. Bütün
bu söylediklerime rağmen, sizleri gerçekle karşı kar­
şıya bırakmak ve sizleri feraha çıkarmak isterdim,
öğütlerin veya bir kardeş elinin sizi hidayete erdire­
ceği zaman geçmiştir. Bugün, gerçek artık bir emir­
dir. Kurtuluş yolunu kıpkızıl bir kargı size gösteriyor
ve sizi oraya itiyor. Tanrının şefkati bunda görülüyor,
iyiliği ve kötülüğü, hiddeti ve merhameti, vebayı ve
kurtuluşu bunda bulacaksınız. Sizi yaralıyan bu felâ­
ket, aynı zamanda sizi yüceltiyor ve gidilecek yolu
gösteriyor. Evvelce Habeşistan hıristiyanlan vebayı
insanı ölmezleştiren İlâhî bir kurtuluş çaresi olarak
kabul ederdi. Hastalığa tutulmamış olanlar da mu­
hakkak ölebilmek için vebalıların çarşaflarına sarınır-
lardı. Muhakkak ,ki kurtuluşa ermek için gösterilen
bu ateşli çaba tavsiye edilir bir şey değildir. Böyle
hareketlerde gurura yaklaşan yersiz bir atılış vardır.
Tanrıdan önce davranmak doğru olmaz, Onun kur­
duğu değişmez düzeni hızlandıran herkes, Tanrıyı in­
kâra sürüklenmiş olur. Fakat, yukarıdaki örnekten
alınacak bir ders de var. Açık görüşlü zekâlarımıza,
bu eşsiz ebediyet ışığının her çeşit ıstırapları altında
bile yaşamakta olduğunu gösterir. Bu ışık, kurtuluşa
giden nurlu yollan aydınlatır. Tanrının iradesinin, kö­
tülüğü iyiliğe nasıl çevirttiğini tam olarak gösterir.
Bugün de ölüm, sıkıntılar, feryatlar arasından, bizi
ebedî sükûna ve hayatın esas amacına götürüyor. İş­
te kardeşlerim, size vermek istediğim böyle muazzam
bir teselli hissidir, buradan çıkarken götüreceğiniz

98
şey, cezalandırıcı, sözler olmasın. Tanrının sözleri si­
ze huzur versin.»
Paneloux'nun sözünü bitirdiği anlaşılıyordu. Dı-
şarda yağmur da durmuştu. Su ve güneşle kanşık
gökyüzünden ortalığa taze bir ışık dökülüyordu. Cad­
deden konuşmaların gürültüsü, taşıtların gidip gel­
meleri, uyanmakta olan bir şehre ait her çeşit ses
geliyordu. Dinleyiciler öte-berilerini toplayıp zaptedil-
miş bir heyecanla kalkmaya hazırlandılar. Ama pa­
paz, sözüne devam etti ve vebanın Tanrısal menşe­
ini ve bu felâketin cezalandırıcı karakterini göster­
dikten sonra, bu kadar vahim bir soruna ait bir ko­
nuda iddiasını yersiz bir belâgatle savunmaya baş-
vurmıyacağını söyledi. Kendisine göre artık herşey
apaçıktı, ortadaydı. Sözü gelmişken Marsilya vebası
zamanında tarihçi Mathieu Marais'nin umutsuz, yar­
dımsız bir cehennemde yaşadıkları yolundaki şikâye­
tinden bahsetti. Ona göre, Mathieu Marais körün bi­
riydi. Papaz Palenoux, hiçbir zaman bütün insanlara
sunulan İlâhi kurtuluşu ve Hırlstiyanca umudu bugün-
kü kadar kuvvetle duymuş değildi. Bugünlerin kor­
kunçluğuna ve can çekişme seslerine rağmen, va­
tandaşlarımızın Ulu Tanrıya Hıristiyanca ve Allah sev­
gisinden doğan bağlılığı sunacaklarını ümid etmek­
teydi. Bundan ötesi Tann'ya kalmıştı.
Bu vo'zın hemşehrilerimizi etkileyip etkilemedi­
ğini söylemek zordur. Sorgu yargıcı Mösyö Othon.
doktor Rieux'ye, Peder Faneloux*un iddiasının «red­
dedilmesi imkânsız» birşey olduğunu söylemişti. F a­
kat herkes bu kadar kesin bir inanca sahip değildi.
Sodece bu voaz bilinmeyen bir suç yüzünden akla
hayale gelmez bir hapse mahkûm edildikleri hakkın^
da belirsiz şekilde beslenen bazı fikirleri daha canlı
bir hale getirmişti. Bazıları bosit hayatlarını yaşama­
ya devam eder ve kendilerini bu manastır hayatına
alıştırmış bulunurlarken, ötekiler, tam tersine bu ha­
pisten kaçıp kurtulma çarelerini düşünüp duruyor­
lardı.
İnsanlar ilkin alışkanlıklarının bir kısmını bozan
geçici bir sıkıntıyı kabul edercesine dış dünyayla boğ-
larının kesilmesine katlanmışlardı. Fakat, yazın ilk
çiğleriyle ıslak gökyüzünün kapağı altında, bir çeşit
tutuklu durumuna düştüklerini görerek, belli belirsiz
surette bu kalebentliğin bütün hayatlarını tehdit e t­
tiğini farkediyorlar ve akşam serinliğiyle beraber ka­
vuştukları birşeyler yapma gücü, onları bazan ümit­
siz hareketlere sürüklüyordu. Bir raslantı sonucu ol­
sun veya olmasın, bu pazar gününden itibaren, ol­
dukça yaygın ve oldukça derin bir korkunun, bütün

100
şeriri kapladığı, vatandaşlarımızın içine düştükleri du­
rumun ne olduğunun gerçekten farkına vardıkları
belli olmaya başladı. Bu bakımdan, şehrimizin hava­
sında bir yatışma vardı. Fakat gerçekte, bu değişme
insanların kalblerinde mi, yoksa çevrelerinde miydi,
burası belli değildi.
Vaazdan birkaç gün sonra Rieux. Grand’la bu
olay üzerinde konuşarak kenar mahallelere doğru gi­
derken, gecenin karanlığı içinde, yürümeye çaba gös­
termeden önleri sıra sallanıp duran bir adama çarp­
tı. Tam o sırada, gittikçe daha geç saatlerde yakıl­
maya başlanan sokak fenerleri birdenbire ortalığı ay­
dınlatıverdiler. Arkalarındaki büyük fener birden ka­
palı gözleriyle sessizce gülmekte olan adamı aydın­
lattı. Adamın dilsiz bir sevinçle gerginleşmiş bem­
beyaz yüzünden iri damlalar halinde ter boşanıyor­
du. Önünden geçip gittiler.
Grand:
— Delinin biri, dedi.
Onu sürüklemek için koluna giren Rieux, me­
murun sinirden titrediğini hissetti.
— Çok geçmeden şehrin içinde delilerden baş­
ka kimse kalmıyacak, dedi Rieux.
Yorgunluktan boğazı kupkuruydu.
— Birşey içelim, dedi.
Girdikleri küçük kahveyi tezgâhın üzerindeki tek
bir lâmba aydınlatıyor, koyu ve kırmızı bir havanın
içinde insanlar niçin olduğunu bilmeksizin alçak ses­
le konuşuyorlardı. Tezgâha yaklaşınca Grand, Rieux'
nün şaşkınlığını uyandırırcasına, alkollü bir içki ıs­
marladı ve bir solukta içti, sonra da epey kuvvetli
bir içki olduğunu söyledi. Hemen dışarı çıkmak iste­
di. Sokakta Rieux'ye öyle geldi ki. gecenin içi inil­
tilerle doludur. Karanlık gökte, lâmbaların üstünde.

101
gözle görûnmiyen o âfetin durup dinlenmeksizin sı­
cak havayı altüst ettiğini hatırlatan bir ıslık duydu.
Grand:
— Çok şükür ki. çok şükür ki, diyordu.
Ribux onun ne demek istediğini düşündü.
— Çok şükür ki, diyordu, beriki; benim uğraş­
mam gereken bir işim var.
— Evet, dedi Rieux; bu bir üstünlüktür.
Islık sesini işitmemeye karar vererek, Grand’a
çalışmalarından memnun olup olmadığını sordu.
— Bilmem, iyi bir yolda olduğunu sanıyorum.
— Daha çok sürecek mi işiniz?
Grand birden canlandı, alkolün harareti sesine
geçmişti.
— Bilmiyorum. Asıl mesele o değil doktor, asıl
mesele o değil, hayır.
Karanlık içinde Rieux, onun ellerini oynattığını
tahmin ediyordu. Coşarak konuşmak için kendini ha-,
zırladığı anlaşılır gibiydi.'
— Bütün istediğim şey. doktor, müsveddelerim
kitapçının eline geçince, okur okumaz arkadaşlarına
dönerek: «Baylar, şapkalarınızı çıkarın» demesidir.
Bu umulmadık açıklama Rieux'yü şaşırttı. Yol
arkadaşı, elini başına götürüp kolunu ufkî bir şekilde
çekerek, kendini belirtmek ister gibi bir hal aldı. Tâ
yukarda, o acayip ıslık sesi yeniden daha da kuv­
vetle duyulur gibiydi.
— Evet, diyördu Grand, eserin mükemmel ol­
ması gerek.
Edebiyat konusunda fazla bir bilgisi olmamakla
beraber Rieux. gene bu işin bu kadar basit birşey ol­
madığını düşünüyordu. Örneğin, editörler herhalde
yazıhanelerinde şapkasız otururlardı. Fakat gene de
kesin birşey denemezdi. Rieux susmayı tercih etti.

102
Elinde olmaksızın vebanın o esrarlı mıntıkasına ku­
lak veriyordu. Grand'ın mahallesine yaklaşmışlardı,
mahalle yüksek bir yerde olduğundan akşam rüzgârı
şehri bütün gürültülerinden temizlediği gibi onlara
da bir serinlik veriyordu. Grand, konuşmasına devam
ediyor, Rieux, babacan dostunun bütün dediklerini
iyice anlamıyordu. Yalnız bahsi gecen eserin büyük
bir kısmının yazılmış olduğunu, fakat onu mükemmel
bir hale getirebilmek için çektiği üzüntüyü anlıyabildi.
«Akşamlar. haftalar boyunca tek bir kelime üzerinde
durmak... Bazan bir bağlayıcı ek üzerinde...» Sözü­
nün burasında Grand durdu, doktoru paltosunun bir
düğmesinden yakaladı. Biçimsiz ağzından kelimeler
sürçe sürce çıkıyordu:
— Şunu iyi anlayın doktor, diyordu, gerekince,
'(fakat'» ile «ve» kelimelerinden birini seçmek o kadar
zor değildir, «ve» ile «sonra» kelimelerinden birini
tercih etmek daha zor. «Sonra» ile «ardından» keli­
melerinde ise güçlük daha da artar. Fakat muhakkak
ki, en zor olanı, «vesyi yerinde kullanıp kullanmamak
gerektiğini bilebilmekte.
— Evet, dedi Rieux, anlıyorum.
İlerlemeye koyuldu. Öteki, şaşkın bir haldeydi.
— Beni hoş görün, diyordu. Bu akşam bana ne
oldu, bilmiyorum.
Rieux eliyle omuzuna vurdu, kendisine yardım
etmek istediğini, hikâyesinin onu çok meraklandırdı­
ğını söyledi. Grand biraz ferahlamış gibiydi, evin
önüne geldiklerinde, bir an tereddüt geçirdikten son­
ra doktoru yukarı çıkmaya davet etti, Rieux kabul
etti.
Yemek odasında, ufacık güç okunacak bir yazıy­
la düzeltmeler yapılmış kâğıtlarla dolu bir masa ba­
şında doktora yer gösterdi.

103
Bakışıyle soru soran doktora:
— Evet. dedi, işte bunlar. Ama önce birşey iç­
mek istemez mi6iniz? Bir parçacık şarabım var.
Rieux istemedi. Kâğıtlara bakıyordu.
— Bakmayın, dedi, Grand, o benim ilk cümlem,
çok üzüyor beni, çok üzüyor.
Kendisi de bu yaprakları seyretmekteydi ve eli
karşı konulmaz bir şekilde kâğıtlardan birine uzan­
dı, abajursuz elektrik lâmbasına doğru çevirdi. Kâ­
ğıt elinde titriyordu. Rieux, memurun alnının bembe­
yaz kesildiğini farketti.
— Oturun da bana okuyun, dedi.
Öteki ona baktı, bir çeşit minnet hissiyle gülüm­
sedi.
— Evet. dedi, ben de bunu istiyorum galiba.
Hep kâğıda bakarak biraz durdu, sonra oturdu.
Rieux aynı zamanda vebanın çaldığı ıslığa karşılık
veren şehrin belirtisiz homurtusunu dinliyordu. Tam
bu anda şehir ayakları dibinde olağanüstü kuvvetli
bir duygu halinde gecenin içindeki müthiş inlemelerle
kapalı bir dünya olarak uzanıyordu. Grand'ın sesi bir­
den bağırırcasına yükseldi: «Güzel bir Mayıs ayı sa­
bahı, bir ata binmiş zarif bir amazon. Bulonya orma­
nının çiçekli yollarından geçiyordu...» Sessizlik yeni­
den başladı, onunla birlikte ıstırap içindeki şehrin gü­
rültüsü duyulmaz oldu. Grand, kâğıdı koymuş, onu
seyredip duruyordu Bir an sonra, gözlerini kaldırdı.
— Nasıl buluyorsunuz?.dedi.
Rieux bu başlangıcın, gerisini merak ettirdiğini
söyledi. Fakat öteki, elini kolunu oynatarak bu görü­
şün doğru olmadığını anlattı. Kâğıtları avucuyla to­
katlıyordu.
— Bu. istediğime ancak yaklaşmıştır. Hayalim­
deki tabloyu olduğu gibi vermeyi başarırsam, yazdı-

104
eor
ğım cümle bu at gezintisine aynen «Bir iki üç, bir iki
üç», gibi benzerse, işte o zaman gerisi çok kolay
olur, kitabın daho başlangıcında, «Şapkanızı çıkarın»
dedirtmek mümkün bir hale girer.
Fakat daha yapılacak işi çoktu. Bu cümleyi şu
haliyle matbaada dizilmeye vermeye asla razı ola­
mazdı. Çünkü eserinden bazan memnunluk duyma­
sına rağmen, onun gerçeğe tam olarak uymadığını
farzediyordu, az çok uzaktan uzağa da olsa gene de
tonunda bir kolaylığa kaçış ve klişeleşmiş bir hal
vardı. Pencerenin önünden, insanların koşuştukları­
nı duydukları zaman Grand aşağı yukarı bu anlama
gelen sözler söylüyordu.
Rieux kalktı.
— Yapacağım şeyi göreceksiniz diyordu Grand.
Pencereye dönerek: «Bütün bunlar bir kere sona
erince.»
Fakat telâşlı adımlar yeniden başlamıştı. Rieux
sokağa çıkmıştı ki, iki kişi yanından geçip gitti. Gö­
rünüşe göre şehrin kapısına doğru gidiyorlardı. Ger­
çekten de ateş ve vebadan başları dönmüş bazı va­
tandaşlarımız işi şiddete dökmüşler, şehir dışına kaç­
mak için baraj muhafızlarını aldatmaya kalkışmış­
lardı.

105
Rambert gibi, doğup gelişmekte olan bu bozgun
havasından kaçıp kurtulmak için, daha başarılı de­
ğilse de, daha inatçı, daha becerikli teşebbüslere gi­
rişen başka kimseler de vardı. Rambert önce resmî
yoldan teşebbüslerine devom etmişti. Dediğine bakı­
lırsa, inatçılığın ergeç üstün geleceğine inanıyordu.
Başının çaresine bakmak zaten onun mesleğiydi. Bu
düşünceyle bir sürü memuru ziyaret etmiş, yetki sa­
hibi oldukları inkâr edilemiyecek kimselerle görüş­
müştü. Fakat onların yetkileri hiçbir işlerine yaramı­
yordu. Bunlar, banka veya ihracat işlemine tarım veya
şarap ticaretine dair bilgileri olan; hukuk veya sigor­
ta konularında bir diplomaları ve açık bir hüsnüniyet­
leri olmadan hatırı sayılır bilgiye sahip bulunan kim­
selerdi. Fakat veba hakkında, bütün bildikleri hemen
hemen sıfırdı.
Her fırsattan yararlanan Rambert, hepsinin kar­
şısında dâvâsını. anlatmıştı. İleri sürdüğü kanıtların
temeli hep bu şehrin yabancısı olduğuna ve kendi
durumunun özel bir incelemeyi gerektirdiğine ina­
nıyordu. Genel olarak, gazetecinin görüştüğü kimse­
ler bu noktada ona hak veriyorlardı. Fakat hemen
her defosında da onun durumunda pek çok insan ol­
duğunu ve böylece, durumunun müstesna birşey so-
yılamıyacağını bildiriyorlardı. Buna karşı Rambert, bu­
nun iddiasını değiştirmeye bir sebep olmadığı ceva-

106
vor
A\
bini veriyordu, fakat buna karşılık olarak da böyle bir
halin idari güçlüklere sebep olacağım, istihzayla söy­
lendiği gibi, bir emsal teşkil edecek her çeşit hususî
muamelelerden kaçındıklarını belirtiyorlardı. Ram-
bert'in Rieux’ye yaptığı tasnife göre, bu çeşit izahat
verenler, şekilseverler kategorisinde yer alan kimse­
lerdi. Onların yanısıra, bir de güzel konuşanlar var­
dı, bunlar kendilerine ricaya gelenlere bu duru­
mun fazla devam etmiyeceğine teminat veriyorlar,
kendilerinden bir karar bekliyenlere güzel öğütlerde
bulunuyorlardı. Geçici bir sıkıntının söz konusu ol­
duğunu söyliyerek onu avutmaya kalkışıyorlardı. Di­
leğini bir not halinde yazıp bırakmasını, ona göre bil­
giler toplayıp bir karara varabileceklerini söyleyen
önemli kişiler de vardı. Kendisine ikametgâh belge­
leri ve ucuz pansiyonların,adreslerini teklif eden zev­
zekler, önce bir fiş doldurtup bunu yerine yerleştiren
intizamseverler. kollarını, havaya kaldıran coşkunlar,
gözlerini öte yana çeviren kayıtsızlar; bunlardan baş­
ka, Rambert'i başka bir daireye gönderen veya yeni
müracaat yapması gerektiğini söyleyen sayısı epey
kabarık şekilciler vardı.
Gazeteci, kepi kapı dolaşmaktan yorgun düş­
müştü, sömürge ordusuna yazılmaya veya vergiden
muaf tutulmuş hazine tahvillerini almaya davet eden
büyük afişlerin karşısındaki kadife kanapelerin üs­
tünde otura otura, insana ilk bakışta dosya etajerle­
rini, klasör çekmecelerini hatırlatan yüzleri göre gö­
re, bir vilâyet konağının veya belediye dairesinin ne
demek olduğunu iyice öğrenmişti.
Sesinde hafif bir acılıkla, Rieux‘ye, bütün bunla­
rın hiç değilse gerçek durumu maskelediğini, elde
ettiği tek faydanın bu olduğunu söylüyordu. Vebanın
kaydettiği ilerlemenin farkında bile değildi. Günlerin
üci
107
bu şekilde daha çabuk geçmesinden başka, şehrin
içinde bulunduğu durumda her geçen günün, insan­
ları — çetin koşullan ölmeden atlatabilirlerse— birbir­
lerine yaklaştırdığı söylenebilirdi. Rieux bu noktanın
doğru olduğunu, fakat bunu genel bir gerçek gibi
kabul etmek gerektiğini söyledi.
Bir ora Rambert. bayağı ümitlenmişti de. Vilâ­
yetten kendisine boş bir beyanname göndermişlerdi,
onu doldurması rica ediliyordu. Bültende hüviyeti,
aile durumu, önceki ve şimdiki kazançları, yani özel
deyimiyle geçim şartları soruluyordu. Bu, kendi mem­
leketlerine gönderilmeleri gereken kimselerin sayısı­
nı tesbit etmek için açılan bir ankete benziyordu. Bir
daireden elde edilen bilgiler de bu tahmini doğruladı.
Fakat bir iki kesin teşebbüs sonunda Rambert bu bül­
tenleri gönderen büroyu buldu, oradan bu bilgilerin
gerekli durumlarda kullanılmak üzere toplanmış oldu­
ğunu öğrendi.
Rambert:
— Ne gibi hallerde? diye sordu.
Ona, vebaya yakalanıp ölenlerin ailelerine haber
verilmek için, sonra da hastane masruflarının şehit
bütçesine yükletilmesini veya yakın akrabalara ödet­
menin mümkün olup olmadığını anlamak için bu not­
ların gerekli olduğunu anlattılar. Ne de olsa bu, ken­
disini bekliyen .kadınla tamamen ayrı düşmediğini
gösteriyordu, toplum kendileriyle ilgileniyordu. Ama
bu da insanı avutan birşey değildi. En dikkate de­
ğer olan. Rambert’in de gözünden kaçmıyan birşey
de; facianın en şiddetli ânınde bile, bir dairenin ça­
lışmasına devam edebilmesi ve sair zamanlardaki gi­
bi kendi alanındaki yetkisine güvenerek, çok kere yük­
sek makamlara aldırış etmeden kararlar alabilmesiydi.
Bunu izleyen günler Rambert için hem çok zor.
hem cok kolay geçti. Uyuşuk bir devreydi bu. Bütün
daireleri dolaşmış, her türlü teşebbüse girişmişti. Bu
yönden çıkış noktalan şimdilik tıkanmıştı. Artık kah­
veden kahveye gezip duruyordu. Sabahlan, bir ga­
zino taraçosında bir bardak ılık birasını içerken has­
talığın yakında sona ereceğine dair bir belirti bulmak
umuduyla gazeteyi okuyor, caddeden gecen insan-
lann yüzlerini seyrediyor, hallerindeki hüzünlü ifade­
den iğrenerek başını öte yana çeviriyordu; karşıki
mağazalann tabelâlannı. artık müşterilere sunulma­
sına imkân olmayan meze ilânlannı yüzüncü defa
okuduktan sonra kalkıyor ve şehrin sapsan sokak­
larında avare avare dolaşmaya koyuluyordu. Kahve­
lerde. lokantalarda sürüp giden bu âvâre dolaşmalar­
la akşamı buluyordu. Rieux onu böyle bir akşam bir
lokantanın kapısı önünde içeri girip girmemekte te­
reddüt ettiği bir anda gördü. Sonunda karar verebildi
ve gidip salonun en dibinde bir yere oturdu. Elektrik­
lerin mümkün olduğu kadar geç yakılması için hükü­
metin emri olduğundan. ışıklann daha yanmadığı bir
akşam saatiydi.
Güneşin batışı külrengi bir su gibi salona dolu­
yor. pembe renkteki camlarda oynaşıyor ve çökme­
ye başlayan loşluk içinde masaların mermerine hafif
pırılblarla yansıyordu. Bomboş salonun ortasında
Rambert kaybolmuş bir gölge gibiydi. Rieux. onun
dünyadan bezginlik duyma saatinin bu saat olduğu­
nu düşündü. Fakat bu saat şehirdeki bütün mahpus­
lar için kendilerine yakın buldukları ve kurtuluşlarına
kavuşmalarını çabuklaştırmak için birşeyler yapma­
ları gerektiğini düşündükleri bir zamandı. Rieux geri
döndü.
Rambert. garda da uzun saatler geçiriyordu. Pe­
ronlara yaklaşmak yasak edilmişti. Dış kapıdan içine
ı<»r
girilebilen bekleme salonları açıktı, bazan sıcak gün­
lerde dilenciler içeriye girip yerleşiyorlardı. Çünkü
gölgeli ve serindi. Rambert buraya gelip eski hareket
tarifelerini, tükürmeyi yasak eden afişleri, trenlere ait
polis yönetmeliğini okuyordu. Sonra bir kenarda otu­
ruyordu. Salon loşluk içindeydi. Eski bir dökme soba
çepeçevre sulanmış döşemenin ortasında aylardan
beri soğukluğunu muhafaza etmekteydi. Duvarlarda
afişler insanları Bandol veya Cannes'da mutlu ve hür
bir hayat sürmeye çağırıyordu. Rambert, burada yok­
sulluk içinde bulunabilen bir çeşit korkunç hürriyeti
tadıyordu. Rieux'ye anlattığına göre, dayanması en
• zor hayaller, Paris'e ait olanlardı. Eski taşların ve su­
ların görünüşü, Palais-Royal’in güvercinleri. Kuzey
garı, Pantheon'un tenha mahalleleri ve onlar gibi
şimdiye kadar bu kadar çok sevdiğini hiç bilmediği
birkaç yer Rambert'in düşüncesinden çıkmıyor ve be­
lirli birşey yapmasına engel oluyordu. Rieux onun bu
hayallerle aşkını yaşatmak istediğini anlıyordu. Ve
Rambret bir gün, sabahlan saat dörtte uyanıp şehrini
düşündüğünü söylediği zaman, doktor, kendi tecrü­
besine dayanarak onun geride bıraktığı kadını düşün­
mekte olduğunu anlamakta zorluk çekmiyordu. Kansı-
nı kucaklıyabileceği saat tam bu saatti çünkü. Sabahın
dördüne kadar hiçbir şey yapılmaz, sadece uyunur.
Evet, bu saatte' insan uykudadır, böyle oluşu da en­
dişe içindeki bir kalbin en büyük arzusu, sevilen var­
lığı kucaklamak olduğuna göre birbirinden uzakta ge­
çecek bu zaman boyunca ancak buluşma gününde
sona erecek rüyasız bir uykuya dalmak en emin ça­
redir.
Va'zın üstünden çok geçmeden sıcaklar bastır­
dı. Haziran'ın sonuna varılmıştı. V a’zın verildiği pazar
günü yağan gecikmiş yağmurlardan sonra, yaz bir
hamlede evlerin üstünde gökyüzünde beliriverdi. Şid­
detli bir yakıcı rüzgâr, bütün gün esti durdu ve du­
varları kuruttu. Sonra güneş dikildi tepeden. Gün bo­
yunca bitmez tükenmez hararet ve ışık dalgalan şeh­
re dolup taştı. Kemerli ve apartımanlı sokakların dı­
şında. şehirde şiddetli yakıcı ışıkların düşmediği nok­
ta kalmadı. Güneş, sokaklarda insanlan kovalıyor, on­
ları durduruyor, sonra çarpıyordu. Bu ilk sıcaklarda,
sayısı haftada yedi yüze çıkan kurban sayısındaki ok
gibi yükselmenin aynı zamana rastlaması şehirde bir
bitkinlik yarattı. Kenar semtlerde, basık sokaklar ve
taraçalı evler arasındaki canlılık kesiliverdi ve bu ma­
hallerde ömürlerini kapının önünde geçiren insan­
lar, vebadan mı, yoksa güneşten mi saklandıktan an-
laşılmaksızın, kapalı kapıların ve indirilmiş pancur-
ların ardına çekildiler. Bazı evlerden iniltiler işitilmek­
teydi bu arada, önceleri, böyle iniltiler duyulunca ba­
zı meraklıların sokakta durup kulak verdikleri görü­
lürdü. Fakat, bu uzun tetikte durma hali insanların
kalbini Kaklaştırmıştı. Artık herkes bu iniltilerin orta­
sından sanki bu iniltiler ortasından sanki bu iniltiler
insanların tabiî Konuşmalanymış gibi yürüyüp geçiyor
ve yaşamasını sürdürüyordu.

111
Şehir kapılarında olup biten, jandarmaların si­
lâhlarını kullanmak zorunda kaldıkları kargaşalık bü­
yük bir heyecan yaratmıştı. Muhakkak ki yaralananlar
vardı. Ama sıcağın ve korkunun etkisiyle şehirde her-
şey mübalâğa edildiğinden, ölenler olduğu da söy­
lenmekteydi. Memnuniyetsizliğin gittikçe artmakta
olduğu doğruydu, durumun daha beter bir hal alma­
sından korkan hükümet, felâket içindeki halkın isya­
na kalkışması ihtimaline karşı ciddi tedbirler almıştı.
Gazeteler şehir dışına çıkmak yasağını yenileyen ve
bu emre karşı gelenleri ölüm cezası ile korkutan ka­
rarnameler yayınlıyorlardı. Devriye kollan şehir için­
de dolaşıyordu. Çoğu zaman o bomboş ve sıcaktan
kaynıyan sokaklardan atların kaldırımlardaki nal ses­
leri geliyor, sonra atlı muhafızlar örtük pencerelerin
önüsıra geçip gidiyorlardı. Devriye kolu uzaklaşınca
tehlikeli bir sessizlik yeniden korku içindeki şehre
iniyordu. Uzaklardan, yeni bir emirle, pire taşıdıkları
için kedi ve köpekleri öldürmekle görevlendirilmiş
ekiplerin silâh sesleri duyuluyordu. Bu patlıyan silâh­
ların sesi şehri hep tetikte yaşamak zorunda bırakı­
yordu.
Sıcak ve sessizlikte, vatandaşlanmızın korku
içindeki kalblerinde herşey olduğundan daha büyük
bir önem kazanıyordu. Mevsimlerin gelip geçtiğini
belli eden gökyüzünün renklerini ve toprağın koku­
larını ilk defa duyup hissediyor, anlıyor ve aynı za­
manda yaz da yavaş yavaş gelip yerleşmeye başlı­
yordu. Akşam göğündeki dağ kırlangıçlarının sesi
şehrin tepesinden daha inceden duyuluyordu.
Memleketimizin ufkunu genişleten bu Haziran
şafakları ölçüye sığmaz bir kuvvetteydi. Artık pazar­
lara gelen çiçekler konca halinde değildiler, daha
şimdiden açılmışlardı, sabah satışından sonra dökü­

112
len yapraklar tozlu kaldırımlarda sürünmeye başlı­
yordu, ilkbaharın can çekişmekte olduğu açıkça görü­
lüyordu, o artık, hep birden açan binlerce çiçeğe öl­
çüsüz dağılmıştı, neredeyse uykuya dalacak, vebayla
sıccğın çifte ağırlığı altında yavaş yavaş ezilecekti.
Bu şehrin insanları için bu yaz göğünde can sıkıntısı
ve tozla soluk bir renge boyanan bu sokaklarda, yüz­
lerce ölünün yükünü sırtlayan şehrin katlandığı aynı
tehdit edici anlam vardı. Yakıcı güneş altında geçen
bu uyku ve dinlenme saatleri eskiden olduğu gibi, su
ve vücut zevklerine çağırmıyordu insanı. Sessiz ve
kapalı şehirde bu saatlerin bütün boşluğu hissedili­
yordu. Bu saatler, mutlu mevsimlerin bakır renkli par­
laklığını kaybetmişlerdi. Veba güneşi her türlü rengi,
her türlü sevinci karartıyordu.
Hastalığın yaptığı büyük değişikliklerden biri de
buydu. Eskiden bütün şehirliler yazı sevinçle karşı­
larlardı. Şehir denize doğru koşuşurdu, bütün genç­
liği plajlara boşaltırdı. Bu yazsa, tam tersine, o kadar
yakındaki deniz yasak edilmişti, artık insan vücutla­
rının denizin verdiği zevkleri duymaya hakkı yoktu.
Bu şartlar altında ne yapmalı? O günlerdeki hayatı­
mızın en gerçeğe yakın tasvirini gene Tarrou yapmış­
tır O da vebanın gelişmesini izliyordu. Radyonun haf­
tada yüzlerce ölüyü bildirmekten vazgeçip hergûn
doksan ıkı. yuz yedi ve yüz yirmi ölüyü bildirmeye
başlamasını, notlarında vebanın bir dönüm noktası
olarak belirtmişti. «Gazeteler ve resmî makamlar ve­
bayla sanki oyun oynuyorlar. Yüz otuz bir, dokuz yüz­
den daha ufak bir sayı diye sanki vebanın kuvvetini
azaltacaklar.»
Salgının seyre değer dokunaklı manzaralarını
kaydetmekteydi: örneğin tenha bir mahalleden ge­
çerken bir kadın, kapalı pancurlan açarak pencereye

F. : 8/113
çıkmış, İki afçı çığlık attıktan sonra, pancurları karan­
lık odasının üzerine yeniden çekmişti. Tarrou, eczane­
lerde nane pastillerinin tükendiğini, çünkü bazı kim­
selerin mılhtemel hastalık bulaşmasını önlemek için
bu pastilleri emdiklerini de not -etmeyi unutmamıştı.
İlgisini uyandıran insanların üzerinde durmaya
devam ediyordu. Bu notlardan, kedilerle uğraşma­
yı seven ufak tefek ihtiyarın da kendi dramını yaşa­
makta olduğu anlaşılıyordu. Gerçekten de bir sabah
birkaç silâh sesi duyulmuş ve Tarrou’nun yazdığına
göre, bu kurşunlar kedilerin çoğunu öldürmüştü, ge­
ri kalanlar da dehşete kapılarak sokaktan çekilip git­
mişlerdi. Aynı gün ufacık ihtiyar, her zamanki saatte
balkona çıkmış, şaşkınlık içinde eğilip caddenin iki
ucunu araştırmış, sonra beklemeye koyulmuştu. Eliy­
le, hafif hafif, balkonun parmaklığına vuruyordu. Bi­
raz daha beklemiş, azıcık kâğıt ufalamış, içeri girmiş,
tekrar dışarı çıkmıştı, çok geçmeden balkon kapıla­
rını hiddetle kapıyarak kaybolmuştu. Bundan sonraki
günlerde de aynı sahneler cereyan etti, fakat ihtiyar
adamın yüz çizgilerinde bir acı gittikçe daha fazla
beliren bir perişanlık okunuyordu. Bütün bir hafta,
Tarrou, boşuboşuna, onun hergünkü gibi balkonda
görünmesini bekledi, sebebi ortada; bu acı yüzünden
pencereler bir daha hiç açılmadı. Tarrou'nun notla­
rından şöyle bir sonuca varılmıştı: «Veba süresince
kedilerin üzerine tükürmek yasak edilmiştir.»
ö te yandan. Tarrou. akşamlan odasına döner­
ken. otelin holünde bir baştan öbür başa gidip gel­
mekte olan gece bekçisinin asık yüzünü göreceğini
bilirdi. Bekçi daha önceden, bir felâketin beklenile-
bileceğini Tarrou’ya söylemiş, bunun bir deprem ola­
bileceğini belirtmişti: Tarrou bunu kendisine hatırla­
tınca, ihtiyar bekçi şu cevabı verdi:

114
— Ah! Keşke cjeprem olsaydı! Esaslı bir salla-
nırdık iş olup biterdi... Sonra ölenleri kalanları sa>
yardık, hepsi bu kadarla kalırdı. Fakat bu hastalık
belâsı! Hasta olmıyanlar bile onu içlerinden atamı*
yorlar.
Otel müdürü daha az perişan değildi, önceleri
şehirden çıkmaları imkânsız yolcular, şehrin kapan-
masiyle. otelde kalmak zorunda kalmışlardı. Fakat
salgının uzaması üzerine, yavaş yavaş müşterilerin
çoğu şehirdeki dostlarının evlerine yerleşmişlerdi.
Otelin bütün odalarını doldurmuş bulunan sebep, bu
defa d a oteli bomboş hale sokmuştu, hem şehre ye­
niden yolcu gelmiyecekti. Tarrou. sayısı azalan kira­
cılardan biriydi; müdür, her fırsatta tek isteğinin müş­
terileri memnun etmek olduğunu, yoksa çoktan oteli
kapatmış bulunacağını belirtiyordu. TarroıTya sık sık.
salgının daha ne kadar süreceğini tahmin ettiğini so­
ruyordu. «Diyorlar ki. soğuklar böyle hastalıkları ön­
lermiş.» diye cevap veriyordu Tarrou. müdür çılgına
dönüyordu: «Fakat burası hiçbir zaman öyle cok so­
ğuk olmaz ki! Demek buna aylarca katlanacağız:»
Turistlerin daha uzun zaman, şehre uğramıyacaklan
muhakkaktı. Bu veba, turizmin iflâsı demekti. Kısa bir
kayboluştan sonra, baykuş adam Mösyö Othon'un da
ortaya çıktığı görüldü. Yanında İki baykuş yavrusu
vardı yalnız. Alınan bilgiye göre, karısı, annesine bak­
maya gitmiş, sonra cenazesinde bulunmuştu, şimdi
ise karantina süresini dolduruyordu.
Otel müdürü:
— Hîç hoşlanmıyorum bundan, diyordu Tarrou*
ya. Karantinadan geçmiş de olsa, kadın gene şüp­
helidir, tabii o yüzden bunlar d a...
Tarrou. böyle düşünülecek olursa, herkesin has*
talik şüphesi altında bulunduğunu söyledi. Fakat mü-
dürün fikri kesindi, bu sorun üzerinde kesin bir gö­
rüşü vardı:
— Hayır Mösyö, dedi, ne siz ne de ben şüpheli
durumda değiliz. Ama onlar öyle değil.
Fakat Mösyö Othon bu kadarcık şey için değiş­
miyordu. Veba onda umduğunu bulamamıştı. Aynı
edayla lokanta salonuna giriyor, çocuklariyle beraber
masaya oturuyor, her zamanki gibi onlarla zarif ve
ciddi konuşmalara dalıyordu. Sadece küçük oğlanın
halinde bir ağırlaşma vardı. Kızkardeşi gibi siyahlar
giyinmiş, kendi içine biraz daha fazla kapanmıştı, ba­
basının küçük bir gölgesiydi. Mösyö Othon'dan hiç
boşlanmıyan gece bekçisi, Tarrou'ya:
— Ah, hele bu herif, giyinik olarak geberip gi­
decek. Böylece işi uzatmıyacak, dosdoğru öteki dün­
yayı boylayacak, diyordu.
Tarrou'nun notlarında Paneloux’nun va’zına da
yer verilmişti; fakat sonuna şu yorum eklenerek: «Bu
sevimli çalışmayı anlıyorum. Felâketlerin başlangıcın­
da ve sonunda daima bir parça belâgate yer vardır.
İlkinde alışkanlıklar henüz unutulmamış, daha sonra­
kindeyse eski alışkanlıklara yeniden kavuşulmuştur.
İnsanlar yalnız felâketi yaşarken gerçeğe kendilerini
kaptırırlar; yani susarlar. Bekliyelim bakalım.»
Tarrou, daha sonra, doktor Rieux ile olumlu so­
nuçlara varan bir konuşma yaptığını not ediyor, bu
arada Madam Rieux’nün açık kestane rengi gözleri
üzerinde duruyor; şefkatli bir bakışın vebadan daha
güçlü olduğunu söylüyordu. Nihayet, Rieux’nün teda­
vi ettiği ihtiyar astımlıdan uzun uzadıya bahsediyordu.
Buluşmalardan sonra doktorla birlikte ihtiyarın
evine gitmişlerdi. İhtiyar, Tarrou'yu ellerini oğuştura
oğuştura, şakadan takılmalarla karşılamıştı. Yatak­
taydı, sırtını yastığına dayamış, iki bezelye tencere­

116
sinin üzerine eğilmişti. Tarrou'yıı görür görmez: «Ah,
işte bir tanesi daha!» demişti. «Dünya tersine döndü,
hastadan çok doktor var. Hastalık ne çabuk ilerliyor
değil mi ha? Papaz efendi doğru söylüyor, bunu iyice
haketmiştik.» Tarrou ertesi gün kendiliğinden onu
görmeye gitmişti.
Tarrou'nun defterlerine bakılırsa, sanatı manifa­
turacılık olan ihtiyar astımlı ellisindeyken hayatta ye­
ter derecede çalıştığına karar vermişti. Bir kere yata­
ğa yatmış, o zamandanberi de kalkmamıştı. Halbuki
ayakta durmak, astımı için iyi geliyordu. Küçük bir
gelir onu yetmiş bir yaşına kadar neşesini kaybetme­
den yaşatmıştı. Saat görmeye tahammül edemiyordu.
Bu yüzden evin içinde bir tek saat bile yoktu. «Saat»
diyordu, «hem pahalı, hem de anlamsız birşeydir.» Za­
manı ve özellikle kendisi için önemli olan yemek va­
kitlerini, uyanır uyanmaz başucunda .bulduğu, birinin
içi bezelyeyle dolu, biri boş iki tencereyle ölçüyordu.
Boş tencereyi hep aynı muntazam ve dikkatli hare­
ketlerle dolduruyordu. Bir tencere ölçüsüyle gün dö­
nümlerini tesbit ediyordu. «Her on beş tencerede bir,
karnımı doyurmam gerek. Hepsi bu kadar.»
Karısına bakılacak olursa, daha çok gençken ne
olacağını belli etmişti. Gerçekten, hiçbir şey onun il­
gisini uyandırmamıştı, ne içki, ne dostlar, ne kahve,
ne musiki, ne kadınlar, ne gezmeler. Şehrinden hiç
çıkmamıştı, yalnız bir defa bazı aile işleri için Ceza­
yir'e gitmek üzere yola çıkmış, fakat atıldığı serüveni
daha fazla ileri götürmeden Oran'a en yakın istas­
yonda inerek geriye dönmüştü.
Yaşadığı bu kapalı hayattan dolayı şaşıran Tar-
rou'ya, dine göre, insan hayatının ilk yarısının bir
yükseliş, öteki yarısının ise bir iniş olduğunu, bu iniş
günlerinin kişinin malı olmadığını umulmadık her­

117
hangi bir anda ömrünün sona erebileceğini, buna kar­
şı yapılacok birşey bulunmadığını, en iyisinin hiçbir
şey yapmadan beklemek olduğunu anlatmıştı. Çeliş­
meye düşmekten de çekinmiyordu, çünkü az sonra
Tarrou'ya muhakkak ki Tanrı'nın var olmadığını. Tan­
rı olsa, papazlara gerek kalmıyacağını söylemişti. Fa­
kat, bundan sonraki bazı düşüncelerinden, Tarrou,
bu felsefenin yakınlardaki kilisenin sık sık topladığı
ianelere karşı duyduğu kızgınlıkla ilgili olduğunu an­
lamıştı. İhtiyarın portresini, oldukça derin görünen ve
muhatabına pek çok defa tekrarladığı bir arzusu ta­
mamlıyordu: Çok yaşlı ölmek istiyordu.
Tarrou, kendi kendine: «Bü da bir ermiş mi?»
diye sormuştu. Ve şu cevabı vermişti: «Evet, alışkan­
lıkların bütünü ermişlik sayılırsa.»
Tarrou, aynı zamanda vebalı şehirde geçen bir
günün epey ayrıntılı tanımına girişiyor ve bu yaz bo­
yunca vatandaşlarımızın sürdükleri hayat ve yaptık­
ları işler hakkında doğru'bir fikir verebiliyordu. «Sar­
hoşlar kadar kimse gülmüyor, diyordu Tarrou, sar­
hoşlar ise çok gülüyorlar!» Sonra anlatmağa başlı­
yordu:
«Sabah karanlığında bomboş şehirde hafif bir
esinti dolaşıyor. Gecenin ölüleri ile gündüzün can çe­
kişmeleri arasındaki bu saatte, veba bir an işini bırak­
mış dinlenip nefes alıyor gibi. Bütün dükkânlar üze­
rindeki «veba dolayısıyla kapalı» yazısı onların biraz
sonra açılmalarıha imkân olmadığını belli ediyor. He­
nüz uykularından sıyrılmamış gazete satıcıları, daha
haberleri bağırmıyorlar, fakat uykuda gezenler gibi
sokak köşelerinde fenerlerin dibinde gazetelerini ha­
zırlıyorlar. Birazdan, ilk tramvayların sesiyle uykula­
rından silkinip baş taraflarında «Veba» kelimesi ya­
zılı kâğıt parçalarını ellerinde sallıyarak bütün şehre

11$
dağılıverecekler. «Veba içinde bir sonbahar geçire?
cek miyiz?» sualine Profesör B... cevap veriyor: «Ha?
yır.» Vebanın doksan dördüncü gününün bilânçosu
şu: «Yüz yirmi dört ölü.»
Günden güne göze batan ve bazı gazetelerin soy-
falarını azaltmak zorunda bırakan kâğıt yokluğuna
rağmen, şehirde yeni bir gazete çıkmaya başlamıştı:
«Salgın Postası». Bu gazete, ödevini şöyle anlatıyor­
du: «Hastalığın ilerlemesini ya da azalmasını vatan­
daşlarımıza tam bir tarafsızlıkla bildirmek, salgının
geleceği üzerinde yetkili kişilerin fikirlerini nakletmek,
bildik veya bilmedik, bu felâketle boğuşmaya hazır­
lanan örgütlere bütün yardımı göstermek, halkın ma­
neviyatını yükseltmek, idari makamların emirlerini du­
yurmak. bir kelimeyle, bizi yere sermiş bu dertle esas­
lı bir şekilde mücadele etmek isteyen bütün iyiniyet
sahiplerini birleştirmek.» Gerçekte ise bu gazete çok
geçmeden vebayı önlemede hiç de faydası olmayan
birtakım yeni icat ilâçların reklâmını yapmağa giriş­
mişti.
Sabahın altısından itibaren bütün gazeteler, açıl­
malarına daha bir saat olmasına rağmen, önlerinde
dizi dizi insanların sıralandığı dükkânlarda, sonra da
kenar semtlerden tıklım tıklım dolu gelen tramvay­
larda satılıyordu. Tramvaylar artık biricik taşıt vasıta­
larıydı. sahanlıklarına, eşiklerine kadar, çatlıyacokmış
gibi dolu olduklarından zorlukla ilerliyebiliyorlardı.
İşin tuhafı, tramvayın içindekiler, bir bulaşmanın o
kadar mümkün olmasına rağmen, buna aldırış bile
etmiyorlardı.
Duraklarda, tramvaylar bir an önce uzaklaşıp
yalnız kalmak için acele eden insan yükünü boşaltı­
yorlardı. Gittikçe müzmin bir hal almaya başlıyan

119
âsap bozukluğu yüzünden ara sıra kavgalar çıkıyor­
du.
İlk tramvayların geçişinden sonra şehir yavaş
yavaş uyanıyor, ilk kahvehaneler, üzeri «Kahvemiz
kalmadı», «Şekerinizi getiriniz» gibi pankartların asılı
olduğu tezgâhlarını gösteren kapılarını açıyorlar. Son.
ra dükkânlar çalışmaya başlıyor, şehir diriliyor. Aynı
zamanda, güneş de yükseliyor ve sıcak Temmuz gö­
ğüne yerleşiyor. Bu, işsiz güçsüzlerin bulvarlarda ge­
zindikleri saattir. Birçokları süslerini etrafa göster­
mekle vebayı başlarından atacaklarını sanıyorlar.
Hergün saat on bire doğru, başlıca büyük caddeler­
de genç erkeklerle genç kadınların gezip dolaştıkları
görülür ve yaşamak ihtirasının büyük felâketlerin si­
nesinde geliştiğini insan hisseder. Salgın daha da
yayılırsa, ahlâk da o oranda sınırlarını genişletecek.
Mezarların yanıbaşında Milâno veba salgınındaki gibi
açık saçık şenliklere tanık olacağız.
Öğleyin lokantalar göz açıp kapayıncaya kadar
doluyor. İçerde yer bulamıyanlar hemen kümeler ha­
linde birikiveriyorlar. Gökyüzü, aşırı sıcak yüzünden
aydınlığını kaybediyor. Güneşten çıtırdayan o dde-
lerde, büyük tentelerin gölgelerinde yiyecek aimak
için dizilmiş kimseler bekleşiyorlar. Lokantaların isti­
lâ edilmesi, birçoklarının gözünde gıda işinin halle­
dildiğine delil sayılabiliyor. Fakat hastalığın bulaşma­
sı meselesi hiç de halledilmiş değil. Müşteriler, uzun
dakikalarını tabaklarını, çatallarını silmeye harcarlar.
Az zaman önce bazı lokantalar: «Burada bütün sof­
ra takımları kaynatılmıştır.» diye ilânlar asıyorlardı.
Fakat yavaş yavaş, nasıl olsa müşteriler gelmek zo­
runda olduğu için böyle ilânlardan vazgeçtiler. Hem
müşteriler de alabildiğine yeyip içiyorlar... En iyi şa­
raplar veya bu adla ortaya çıkarılanlar, en pahalı çe­

120
rezler. önüne geçilmez bir koşunun başlangıcr. Bir
lokantada panik çıktığı söylenmekte; müşterilerden
biri birden rahatsızlanmış, yerinden kalkmış, sende-
liye sendeliye çıkış kapısını bulmuş.
Saat ikiye doğru şehir yavaş yavaş boşalır, bu
artık sessizliğin, tozun, güneşin ve vebanın caddeler­
de, buluştukları zamandır. Sıcak, büyük kurşunî ev­
lerin uzunluğu boyunca durup dinienmeksizin akar
durur. Bunlar, insan kaynaşan ve bol gevezelik edi­
len şehrin üstüne çöken yakıcı akşamlardan sona
eren mahpus saatleridir. Sıcakların bastığı ilk gün­
lerde, nedense akşamları ortalık çok tenha oluyor­
du. Fakat şimdi, akşamın ilk karanlığı insanlara bir
ferahlık değilse de, bir umut veriyor, herkes sokak­
lara fırlıyor, bol bol çene çalıyor, kavga ediyor veya
birbirini arzuluyor ve Temmuz’un kızıl göğü altında,
çiftlerle, bağırıp çağıranlarla tıklım tıklım dolu şehir,
soluyan geceye kendini bırakıyor. Başında fötr ve
boynunda lavaliyer kravat taşıyan iman sahibi bir ih­
tiyar boş yere her gece, boyuna şu kelimeleri söyli-
yerek dolaşır durur: «Tann büyüktür. Ona geliniz!»
Halbuki insanlar tam tersine, kötü diye bildikleri, fa ­
kat kendilerine Tanrıdan daha yararlı buldukları baş­
ka şeylere doğru atılırlar. Bu hastalığı da öteki has­
talıklar gibi sandıklarından ilkin dine gereken yeri
vermişlerdi. Fakat işin şakaya gelir tarafı olmadığını
anlar anlamaz yaşamanın tadlarını yeniden hatırladı­
lar. Gün boyunca yüzlerde okunan bütün sıkıntılar,
kızıl ve tozlu akşam saatlerinde vahşi bir kendinden
geçişle çözülüverir, beceriksizce bir hürriyet bütün
milleti coşturur.
Hem ben de onlar gibiyim. Ne olacak sanki! Be­
nim gibi adamlar için ölüm nedir ki! Ölüm bizlerin
haklı olduğumuzu gösteren bir olaydır, o kadar.»

121
Defterinde sözü geçen buluşmayı Rieux’den is­
teyen Tarrou’ydıı. Rieux, onu beklerken, yemek oda­
sında bir iskemlede oturan sessiz, durgun annesine
bakmaktaydı. Ev işlerini bitirdiği zaman, annesi gidip
hep oraya otururdu. Ellerini dizleri üstünde bitiştirir,
beklerdi. Rieux, beklediği kimsenin kendisi olduğun­
dan bozan şüpheye düşerdi. Fakat, eve gelir çelmez
annesinin yüzünde birşeyler değişiveriyordu. Çalışa­
rak geçirilmiş bir hayatın verdiği o sessiz halinden
birden kurtulup canlanıveriyordu. Sonra yeniden ken­
dini sessizliğe bırakıyordu. O akşam, annesi, pence­
reden, çoktan beri tenhalaşmış caddeye bakmaktay­
dı. Geceleyin ışıklar üçte iki ölçüde hafiflemişti. Uzak­
lardan. çok sönük, bir lâmba, şehrin gölgelerini tek-
tük yansıtıyordu.-
Madam Rieux :
— Salgının devamınca ışıklar hep böyle kısık mı
olacak? dedi.
— Herhalde;
— Bari kışa kadar sürmese. O zaman çok hü­
zünlü bir hal alır.
— Evet, dedi Rieux
Annesinin, alnına uzanan bakışlarım farketti.
Son günlerde endişelerin ve çok çalışmalann yüzünü
çökerttiğini biliyordu.
Madam R ie u x :
— Bugün işler yolunda gitmedi m i? dedi.
— Her zam anki gibi!
Her zam anki gibi! Paris'ten gönderilen serum, il­
ki kadar etkili olmamış ve istatistikler de boyuna yük­
se liyo r demekti, bu.
Hastası bulunan ailelerden başkalarına bu koru­
yucu aşıları yapmak imkânı yoktu. A şıyı g e n elleştir­
mek için yüzlerce işçinin çalışm asına ihtiyaç vardı.
H ıyarcıkların çoğu katılaşm a zam anları gelm iş gibi
artık kolaylıkla yarılamıyordu. Hastalar cok a cı ç e k i­
yorlardı. Dünden beri şehirde hastalığın iki yeni şekli
daha kendini göstermişti. Bu veba, a kciğerin h a sta ­
lanm asından ortaya çıkıyordu. Aynı gün, bir toplantı
sırasında, yorgunluktan bitkin doktorlar, şaşkın a dön­
müş validen, ağızdan ağıza bulaşan bu a k ciğ e r veba­
sını durdurmak için önleyici yeni tedbirler alm asını is ­
tem işlerdi. Her zamanki gibi, ne olacağını kim se bil­
miyordu.
Doktor annesine baktı. Annesinin kestane rengi
gözlerinde tatlı bakışı onu çocukluk yıllarına doğru
götürdü.
— Yoksa korkuyor musun, anne?
— Benim yaşımda insanın korkacağı şey yoktur.
— Günler çok uzadı, ben de evde olam ıyorum .
— Senin geleceğini bildikten sonra, beklem ek
zor değil. Hem sen burada değilken, yaptığın işleri
düşünüyorum. Karından yeni bir haber aldın m ı?
— Son telgrafına bakılırsa çok iyiymiş. Fa ka t
bunu beni sevindirmek için yazdığını biliyorum.
Kapının zili çaldı. Doktor annesine gülüm sedi,
gidip kapıyı açtı. Kapının loşluğundaki, Tarrou kur­
şu n i bir elbise giyinmiş, iri bir ayıyı andırıyordu. Rieux,
m isafirine bürosunun önünde yer gösterdi. K endisi

123
de koltuğun arkasında, ayakta duruyordu. Odanın
içinde, masanın üstünde yanan tek lâmba ile birbir­
lerinden ayrılmışlardı.
Tarrou lâfı uzatm adan:
— Biliyorum ki, sizinle apaçık konuşulabilir, dedi.
Rieux, sesini çıkarmadan tasdik etti.
— On beş gün veya bir aya kalmadan burada
artık hiçbir işe yaramıyacaksınız, olaylar sizin çalış­
manızı çok gerilerde bırakacak.
— Doğru, dedi Rieux.
— Sağlık örgütü iyi çalışmıyor. Hem adamınız
yok, hem de zamanınız az.
Rieux. bunların hepsinin doğruluğunu kabul etti.
— Valilik, sağlam insanları gene! yardım örgü­
tüne almak için mecburi bir hizmet kabul etmeyi dü­
şünüyormuş.
— Bilginiz yerinde. Fakat hoşnutsuzluk o kadar
büyük ki, vali tereddüt ediyor.
— Niye gönüllü toplamıyorlar?
— Bunu da yaptılar, ama sonuç pek verimli ol­
madı.
— Bunu kendileri bile inanmadan resmi bir yol­
dan. yaptılar. Onlarda eksik olan, haya! gücüdür Hâlâ
felâketin genişliğini kavramış değiller. Tasarladıkları
çareler nezleye karşı alınanların düzeyinden yukarı
çıkamıyor. İşi onlara bırakırsak hepsi ölüp gider, biz
de onlarla beraber...
— Mümkün, dedi Rieux. Ağır işlerde kullanılmak
üzere mahkûmlardan yararlanmayı bile düşündükle
rini söyleyebilirim.
— Ben bu işi hür insanların yapmasını daha doğ­
ru bulurum.
— Ben de. Ama sizi buna sürükleyen ne?
— Ölüm mahkûmiyetlerinden hiç hoşlanmam da.

124
Rieux Tarrou'yo b a k tı:
— Peki? dedi.
— Gönüllü sağlık örgütü kurmak için bir plân
hazırladım. Bu işle ben ilgilenirim. Resmi m akam ları
bir yana bırckalım. Zaten onların işi başından aşkın.
Hemen her yanda dostlarım var. onlar ilk çekirdeği
teşkil ederler. Tabiî ben de aralarında yer alacağım .
— Hiç şüphe yok ki. dedi Rieux, bu teklifi se ­
vinçle karşılayacağım a emin bulunuyorsunuz. Hele bu
meslekte insanın yardıma ihtiyacı var. Bu fikri v ilâ ­
yete kabul ettirmek işini üzerime alıyorum. Zaten on­
ların da tercih yapacak halleri yok. Fakat...
Rieux düşünmeye daldı.
— Siz de pekâlâ bilirsiniz ki, bu çalışm alar ölüm ­
le sonuçlanabilir. Her şeye rağmen bunu size h atır­
latmam gerek. İyice düşündünüz mü?
Tarrou, kurşunî ve sakin gözleriyle onu seyredi­
yordu.
— Paneloux’nun va’zı hakkında ne düşünüyor­
sunuz. doktor? dedi.
Soru, çok tabiî şekilde sorulmuştu, Rieux de ta ­
biî bir şekilde cevap verdi.
— G enel bir ceza fikrini sevm iyecek ka d a r has-
tahanelerde çok yaşadım. Fakat bilirsiniz, H ıristiyan-
lar gerçekten düşünmedikleri şeylerden de arasıra
bahsederler. Göründüklerinden daha iyidirler onlar.
— Vebanın yararlı bir yönü olduğu, gözleri a ç ­
tığı, insanı düşünmeye zorladığı konusunda demek
siz de Paneloux ile aynı fikirdesiniz?
Doktor, sabırsızlıkla başını s a lla d ı:
— Dünyamızın bütün hastalıkları gibi. Bu dün­
yanın kötülükleri için doğru olan her şey veba için de
doğrudur. Bunlar bazılarının büyümelerine yardım
eder. Fakat bu hastalıkların getirdikleri ıstırap ve y o k ­

125
sulluk karşısında insanın kendini vebaya teslim et­
mesi için ya deli, ya kör, ya da korkak olması gerekir.
Rieux, sesini biraz yükseltmişti. Fakat Tarrou
onu sakinleştirmek için eliyle bir hareket yaptı. Gü­
lümsüyordu.
Rieux. omuzlarını kaldırarak:
— Evet, dedi. Fakat siz bana cevap vermediniz.
İyice düşündünüz mü?
Tarrou ciddi bir tavır takındı ve başını aydınlığa
doğru çevirdi:
— Tanrıya inanır mısınız, doktor? diye sordu.
Bu soru da çok tabiî bir şekilde sorulmuştu. Ama
bu defa Rieux tereddüt e t t i:
— Hayır, fakat ne çıkar bundan? Kendim gece­
nin içindeyim ve ortalığı aydınlık görmeye çalışıyo­
rum. Uzun zamandır bunu orijinal bir şey saymaktan
vazgeçtim.
— Sizi Paneloux‘tan ayıran bu değil mi?
— Sanmıyorum. Paneloux, kendini çalışmasına
kaptırmış bir insandır. O insanların ölümlerini gözle­
riyle görmüş değil, bu yüzden de bir «doğru» adına
konuşabiliyor. Fakat yakınındaki insanları yöneten ve
ölüm halindeki bir insanın can çekişmesini seyretmiş
herhangi bir köy papazı benim gibi düşünür. Yoksul­
luktan mükemmel örnekler çıkarmaya çalışacağına,
önce o yoksulluğu ortadan kaldırmaya çalışır.
Rieux, ayağa .kalktı, yüzü gölgede kalmıştı.
— Bırakalım bunu, dedi, madem ki cevap ver­
mek istemiyorsunuz.
Tarrou, koltuğunda kımıldamadan gülümsüyordu.
Doktor da gülümsedi.
— Esrarlı işlerden hoşlanıyorsunuz. Haydi anla
tın artık.
T a rro u :

126
— :• Söyleyim, dedi. Tanrıya inanmadığınıza göre
bunca fedakârlıklara katlanmayı ne diye göze alıyor­
sunuz? Vereceğiniz cevap, kendi kendime bunun ce­
vabını vermemde bana yardım edecek.
Doktor loşluktan dışarı çıkmadan bunu cevap­
landırdığını söyledi: kudretli bir Tanrı'ya inanmış olsa,
insanları tedavi etmekten vazgeçer, bıi işi ona bıra­
kırdı. Fakat dünyada hiç kimse, hattâ inandığını sa­
nan Paneloux bile bu çeşit bir Tanrı'ya inanmıyordu,
çünkü hiç kimse karşı koymadan kendini ölüme ter-
ketmiyordu. Hiç değilse bu bakımdan Rieux, böyle ku­
rulmuş bir yaradılış düzenine karşı savaşmakla ger­
çeğe giden yolda bulunduğuna inanıyordu.
Tarrou :
— Demek, dedi, mesleğinize böyle bir anlam ve­
riyorsunuz?
— Aşağı yukarı, diyerek doktor yeniden ışığın a l­
tına döndü.
Tarrou hafif bir ıslık çalıyor, doktor da ona ba­
kıyordu.
— Evet, dedi, gururun var olduğunu söylüyorsu­
nuz. Fakat, inanın bana, ancak yeter derecede bir
gururum var. Bunlardan sonra beni neyin beklediğini,
başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şu anda sadece
hastalar var, onları iyileştirmek lâzım, Sonra onlar dc
düşünecekler, ben de... Fakat ilk önce ygpılması ge­
reken şey hastaları tedavi etmek. Elimden geldiği kc-
dar onları koruyorum, hepsi bundan ibaret.
— Kime karşı?
Rieux pencereye doğru döndü. Uzaktan deniz,
ufukta daha koyu bir karanlık içinde görünüyordu.
Sadece yorgunluğunu ve bu acayip, fakat dost insa­
na karşı birdenbire içinde uyanan o saçma, kendini
biraz daha anlatmak isteğini duyuyordu.
— Hiçbir şey bilmiyorum Tarrou, size yemin eae-
rim ki hiçbir şey bilmiyorum. Bu mesleğe ilk girdiğim­
de, işi öylece, farkında olmadan yapıp gidiyordum,
çünkü bunu yapmak zorundaydım, çünkü bu genç­
lerin atılmak istedikleri ötekilerden farksız bir işti.
Belki de benim gibi bir işçinin oğluna daha da zor
gelen bir iş. Sonra insanların da bulunduğunu bilir
misiniz? Bir kadının tam ölmek üzereyken, «Olmaz!
olmaz!» diye bağrışını hiç duydunuz mu? Ben, duy­
dum. Kendimi ne yapsam bu işe alıştırmama imkân
olmadığını farkettim. O sıralarda gençtim, içimde
duyduğum iğrenmenin dünyâdaki düzene uyduğunu
sanıyordum. O zamandan beri daha alçak gönüllü
oldum. Yalnız, insanların ölmelerini seyretmeye hâlâ
alışamadım. Bundan fazlasını bilmem. Fakat buna
rağmen :
Rieux sustu, yerine oturdu, ağzının kupkuru ke­
sildiğini hissediyordu.
Tarrou yavaşça:
— Buna rağmen? diye söylendi.
— Buna rağmen, diye doktor sözüne koyuldu,
ama tereddüt etti. Tarrou'ya dikkatle bakarak: «Öy­
le bir şey ki bu, ancak sizin gibi bir insan anlayabilir,
mademki dünyanın düzeni öiüm üzerine kurulmuştur,
belki de Tanrı’ya inanmamak ve onun susup durduğu
gökyüzüne gözlerimizi kaldırmadan ölüme karşı olan­
ca gücümüzle savaşmak Tanrı için daha iyidir.
— Evet, dedi. Tarrou, bunu anlıyorum. Yalnız ne
var ki sizin zaferleriniz hep geçici olmaya mahkûm
Rıeux birden kederlenir gibi:
- Hep de öyle olacak, biliyorum ama savaş­
maktan vazgeçmek için gene de bir sebep değil bu.
dedi

128
es i
— Hayır, bir sebep değil. Fakat vebanın sizin
için ne demek olduğunu bir düşünüyorum da...
— Evet, dedi Rieux. Bitip tükenmeyen bir boz­
gun.
Tarrou bir an doktoru seyretti, sonra kalktı, ağır
ağır, kapıya doğru yürüdü. Rieux de onu takip etti.
Yanına vardığında Tarrou onun ayaklarına bakar gi­
biydi.
— Bütün bunları kim öğretti size doktor? dedi.
Cevabını çok çabuk a ld ı:
— Yoksulluk.
Rieux, yazıhanesinin kapısını açtı, koridora çık­
tıklarında, Tarrou'ya kenar semtte bir hastasını gör­
meye gideceğini söyledi. Tarrou da beraber gitmek
istedi, doktor kabul etti. Koridorun sonunda. Madam
Rieux’ye rastladılar, doktor. Tarrou’ylo onu tanıştırdı.
— Bir dost, dedi.
— Oh! dedi Madam Rieux, sizi tanıdığıma çok
memnunum.
Annesi gittikten sonra, Tarrou yeniden doktora
döndü. Kapıdan çıkınca Rieux boş yere otomatik
elektrik düğmesini işletmeğe edişti. Merdivenler ge<
cenin koyu karanlığı içindeydi. Doktor bunun yeni bir
elektrik kısıntısının sonucu olup olmadığını düşündü.
Ama bunu bilmek çok güçtü. Zaten bir süredir evle­
rin içinde ve şehirde, her şey bozulup durmaktaydı.
Belki de kapıcılar ve şehrimiz insanlarının çoğu ar­
tık hiçbir şeye ihtimam gösteremez olmuşlardı da on­
dan. Fakat daha fazla kendi kendine düşünecek va­
kit bulamadı, çünkü arkadan Tarrou’nun sesini duy­
du :
— Bir kelimecik daha, doktor, size gülüne gelse
de söyleyeyim: tamamiyte haklısınız.

VEBA F .: 9/129
Rieux, karanlığın ortasında kendi kendine omuz­
larını silkti.
— Ben bir şey bilmiyorum. Fakat siz nereden
biliyorsunuz böyle olduğunu?
Öteki biç heyecanlanmadan:
*— Oh, dedi, benim öğrenebileceğim o kadar az
şey kaldı ki!
Doktor, durakladı. TarröU'nun ayağı, ardındaki
basamakta kaydı. Tarrou, Rieux’nün omuzuna tutu­
narak durdu.
— Hayatın her yanını bilir misiniz? dedi Rieux.
Cevap karanlıkta aynı sakin sesle duyuldu:
— Evet.
Sokağa çıktıkları zaman, vaktin epey geç oldu­
ğunu, saatin aşağı yukarı onbire geldiğini anladılar.
Şehir dilsizdi, yalnız hafif uğultular geceyi dolduru­
yordu. Cok uzaklardan bir cankurtaranın sesi geli­
yordu. Arabaya bindiler, Rieux motoru işletti.
— Yarın koruyucu aşıyı yaptırmak için hastane­
ye gelmelisiniz, dedi. Fakat bu serüvene atılmadan
önce son olarak söyleyeyim, bu işten sağ salim çı­
kabilmek için ancak üçte bir şans bulunduğunu kabul
etmelisiniz.
— Böyle tahminlerin hiçbir anlamı yok. doktor,
bunu siz de benim kadar bilirsiniz. Yüz yıl önce bir
veba salgım. İran’da bir şehrin bütün insanlarını öl­
dürmüş, yalnız işini görmekten bir an geri durmayan
ölü yıkayıcı kurtulmuş!
Doktor, birden, daha da yüksek bir sesle:
— O üçüncü şansını korumayı başarmış, hepsi
bu kadar. Yalnız şurası çok doğru, hepimizin bu ko­
nuda öğreneceğiniz çok şey var.
Şehrin dışına varmışlardı. Bomboş sokaklarda
lâmbalar yanıyordu. Durdular. Otomobilin önünde
Rieux içeri girmek isteyip istemediğini Tarrou'ya sor­
du. öteki, evet dedi! Gökyüzünden düşen birazcık ışık
yüzlerini aydınlatıyordu. Rieux birden dostça bir gü­
lüşle :
— Söylesenize Tarrou. dedi, sizi bu işle uğraş-
' mağa iteleyen şey nedir?
— Bilmiyorum. Belki de moralim.
— Hangi duygu?
— Sevgi
Tarrou. eve doğru döndü ve Rieux, ihtiyar astım­
lının evine girinceye kadar yüzünü göremedi.
Ertesi günden itibaren. Tarrou işe girişti, daha
sonra başkalarının da katılacağı birinci ekib* kuıdu.
Hikayeci, bu sağlık örgütlerine gerektiğinden
fazla bir önem vermek niyetinde değil. Onun yerinde
bulunan birçok vatandaşımız, bu örgütlerin yüklen­
dikleri görevleri mübalâğa etmekten hoşlanırdı. Fa­
kat hikâyeci, iyi hareketlere gereğinden çok önem
vermenin sonunda kötülüğe kuvvetli bir saygı göste­
risinde bulunmak demek olacağına inanmaktadır;
çünkü o zaman iyi hareketlerin az oldukları için de­
ğerli sayıldığını; kötülükle, kayıtsızlığın, insanları yö­
neten başlıca kuvvetler yerine geçtiğini kabul etmiş
oluruz. Bu ise, hikayecinin katılmadığı bir fikirdir.
Dünyada her kötülük, hemen daima bilgisizlikten ge­
lir, bilgiye dayanmayan iyi niyet de kötülük kadar za­
rarlı olabilir. İnsanlar kötü olmaktan çok iyidirler, fa ­
kat ana sorun bu değildir.
İnsanlar,- erdem veya kusur denilen şeylerin ne
demek olduğunu hiçbir suretle bilmiyorlardı, oysa en
ıslah edilmez kusur, her şeyi bildiğini sanmaktan do­
ğan ve insanları öldürmek için kendinde hak gören
bir bilgisizlikten gelenidir. Katilin ruhu kördür, yeteri
kadar basirete sahip olmadan ne gerçek bir iyilik, ne
de güzel bir aşk mümkündür.
İşte bunun için, Tarrou'nun çabasiyle- ortaya çı­
kabilen sağlık örgütünü tarafsız bir memnunlukla ele

132
almak gerekir. Bu yüzden, hikâyeci. makûl bir önemle
karşıladığı bu kahramanlığın ve gönüllü çalışmanın
ateşli bir övgücüsü kesilmiyecektir. O gene, bütün
vatandaşlarımızın vebanın eliyle paramparça olan
kalplerinin tarihçisi olmağa devam edecektir.
Sağlık örgütlerine girenler fazla bir takdire hak
kazanmış sayılm azlardı, çünkü bundan başka tutula­
cak yol olmadığını biliyorlardı. Böyle bir karara var­
mamaları akıl alm az bir şey olurdu. Bu örgütler onla­
rın bir an önce vebanın içine girmelerine yardım etti,
hastalığı bütünü ile tanıyabildiler. Madem ki, hasta­
lık ortalık yerdeydi, onunla savaşmak için mümkün
olan her şeyi yapmak şarttı. Veba böylece birçoğu­
nun biricik sorunu haline gelince, gerçek haliyle na­
sılsa öyle görünmeye boşladı, hepimizin ortak derdi
oldu.
Bu. doğru bir şeydi. Fakot iki kere ikinin dört et­
tiğini öğreten bir öğretmeni kimse tebrik etmez. Onu
tebrik etseler de. bunu güzel bir meslek seçtiği için
yaparlar. Tarrou ile arkadaşlarının iki kere ikinin dört­
ten başka bir şey etmediğini meydana çıkartmak için
ortaya atılm aları takdire değer diyelim, fakat onların
bu iyi niyetleri, öğretm eninkiyle— veyozann inancına
göre, sayısı sanıldığından daha çok olan— öğretmen­
le aynı gönülde bulunan insanlannkiyle eşittir. Hikâ­
yeci. burada, kendine yapılabilecek itirazın ne olabi­
leceğini biliyor. O da. bu insanların kendi hayatlarını
tehlikeye attıklarıdır. Fakat tarih boyunca öyle bir an
gelir ki iki kere ikinin dört ettiğini söylemeye kalkı­
şan bir kimse, ölümle cezalandırılacaktır. Bunu o öğ­
retmen de pek iyi bilir. Önemli olan bu yargı dolayı-
siyle verilecek ceza ya da mükâfatın ne olabileceği
değildir. Asıl sorun, iki kere ikinin dört edip etmediği­
ni bilmektir. Hayatlarını tehlikeye atan vatandaşlan-

133
mız do vebanın içinde bulunup bulunmadıklarını ka­
rarlaştırmaya. onunla savaşıp savaşmamak gerekti­
ğine karar vermek zorundaydılar.
Şehrimizde türeyen yeni yeni ahlâkçılar bunları
boş şeyler sayıyor, yapılacak şeyin diz üstü çökmek
olduğunu söylüyorlardı. Tarrou, Rieux ve dostları on­
lara şu veya bu şekilde cevap verebilirdi, ama sonuç
daima bildikleri şeye dayanıyordu: Ne şekilde olursa
olsun savaşmak ve diz çökmemek. Bütün sorun müm­
kün olduğu kadar çok insanı ölümden kurtarmak, on­
ların bu sonsuz ayrılığı tanımalarına engel olmaktı.
Bunun için de vebayla savaşmanın tek bir yolu vardı.
Bu gerçekte fevkalâde bir hal yoktu, sadece mantığa
dayanan bir şeydi bu.
Bu bakımdan, ihtiyar Castel’in ilkel malzemelerle
serum yapmak için bütün kuvvetini, bütün güvenini
ortaya koyması olağan bir şeydi. Castel'le Rieux şeh­
re yayılmış olan mikrobun kültürleriyle yapılacak olar.
bir serumun, dışardan gelecek serumlardan daha et­
kili olacağını umuyorlardı. Çünkü zaten bu mikrop,
veba mikrobunun klâsik tanımından bazı farklarla ay­
rılıyordu. Castel ilk serumu kısa zamanda elde ede­
ceğini umut ediyordu.
İşte bunun için, kahraman tipine hiç benzemi-
yen Grand gibi birinin de sağlık örgütlerinde bir çe­
şit sekreterlik işini üzerine alması öylesine olağandı.
Tarrou’nun kurmuş olduğu ekiplerin bir kısmı kalaba­
lık mahallelerde yardımcı çalışmalara girişmişlerdi.
Bu mahallelerde gerekli sağlık tedbirlerinin alınması­
nı sağlamaya çalışıyorlar, hastalık mikrobunun bu-
loşmadığı çatıların ve mahzenlerin sayısını tesbit edi­
yorlardı. Başka ekipler hastaları görmeye giden dok­
torlara yardımcılık ediyor, vebalıların taşınmasını ko­
laylaştırıyor, hattâ adam yokluğunda hasta ve ölü
arabalarını kullanıyorlardı. Bütün bu çalışmaları kay­
detmek ve istatistiklerini tesbit etmek gerekiyordu,
işte Grand da bunu yapıyordu.
Bu görüş açısından bakılırsa Grand, Rieux'den
de, Tarrou’dan da daha çok sağlık örgütlerini yaşa­
tan, çalıştıran, sessiz erdemin canlı bir örneği halin­
deydi. Kendisine vergi iyi niyetle, hiç tereddüt etme­
den «evet» demişti. Yalnız küçük işlerde yararlı ol­
mak isteğini söylemekle yetinmişti. Öteki işler için
fazla yaşlıydı. Saat 18’den yirmiye kadar vaktini bu
işe ayırmıştı. Rieux’nün, kendisine hararetle teşekkür
etmesi karşısında şaşırıyordu: «Bu o kadar zor birşey
değil. Karşımızda mademki veba var, kendimizi sa­
vunmalıyız, bu belli bir şey! Ah! Keşke her şey bu
kadar basit olsa!» Ve yeniden cümlesine dönüyordu.
Bazı akşamlar fiş işleri bittikten sonra Rieux, Grand'
la çene çalıyordu. Sonunda Tarrou’yu da bu konuş­
malara karıştırdılar. Grand. bu iki arkadaşına, gittik­
çe artan bir memnunluk içinde kendinden bahsedi­
yordu. iki yakın arkadaşı, salgının ortasında Grand'ın
sabırla devam ettirdiği çalışmasını ilgiyle izliyorlardı.
Onlar da bu konuşmalarla dinleniyor gibiydiler.
«Amazon ne âlemde?» diye tarrou sık sık soru­
yordu. Grand. hep aynı: «Tırıs tırıs gidiyor» cevabını
veriyordu. Bir akşam, amazonu için kullandığı «zarif»
sıfatından vazgeçtiğini, onu artık «narin» diye vasıf­
landırdığını söyledi, «böyle daha canlı oluyor» diye
ekledi. Bir başka defa da iki dinleyicisine yeniden dü­
zelttiği o ilk cümleyi okumuştu: «Güzel bir mayıs sa­
bahı nefis, al bir kısrağa binmiş, narin bir amazon
Bulonya ormanının çiçekli yollarından geçiyordu.»
— Nasıl, diyordu, daha iyi görünüyor mu? «Gü­
zel bir Mayıs sabahı»nı daha güzel buldum, çünkü
«Mayıs ayı sabahı» tırısı biraz fazla uzatıyor.

135
Sonra «nefis» afa tiyle inceden inceye uğraşmo-
yo boşladı. Kendisine flöre, ttu kelime fazla bir şey
anlatmıyordu, hayalindeki debdebeli kısrağı bir anda
fotoğraf çeker gibi tesbit edecek bir kelime anyondu.
«Tombul» uymuyordu, moddiydi. amo fâzla kabaydı.
«Pûrlak» bir an onu çekmişti, fakat öhengi iyi değildi.
Bir akşam, zaferi kazanmış gibi m üjdeledi:
— «Simsiyah bir ol kısrak». Kendine göre siyah
daima zarafeti gösterirdi,
Rieux:
— Buna imkân yok! dedi.
— Niye peki?
— Al. atın Cinsini değil rengini gösteriyor.
— Hangi rengi?
— Bilmem, amo herhalde siyahtan başka bir
renk!
— Çok teşekkür ederim dedi, neyse ki sîzler var- .
smız. Görüyorsunuz ya ne kadar zor bir şey.
Tarrou i
— Peki. «Muhteşem»e ne dersiniz? dedi.
— Evet. dedi, tamam.
Yavaş yavaş, bir gülümseme yüzünü kapladı.
Bir zaman geçtikten sonra bu defa da «çiçekli»
kelimesinin kendisini rahatsız ettiğini itiraf etti. Oran'
la ve Montelimar’dan başka yer bilmediği için, yolları
çiçekli ormqn hakkında dostlanndan bilgiler edjnmek
istiyordu. Açıkçası onlar da Bulonya ormanının yol-
• larına öyle pek dikkat etmemişlerdi, fakat belediye
memurunun inancı onları içten sarsıyordu. O da on­
ların kararsızlıklarına şaşıp şaşıp kalıyordu. «Bakma­
sını bilenler yalnız sanatçılardır.» Fakat bir defasın­
da doktor onu büyük bir heyecan İçinde buldu. «Çi­
çekle dolu» kelimelerini bulmuştu. Ellerim* oğuştunı-
yordu. «Nihayet görülebiliyor, hissedilebiliyor. Şapka-

136
larınızı çıkarınız baylar!» Muzaffer bir eda ile cümle­
sini okudu:
«Güzel bir Mayıs sabahı, muhteşem bir al kısra­
ğa binmiş narin bir amazon Bulonya ormanından, çi­
çek dolu yollardan geçiyordu.» Fakat yüksek sesle
okununca, cümlenin içindeki «dan» ekiyle biten keli­
meler biçimsiz bir şekilde çınladıla., Grand, ne diye­
ceğini bilemiyerek kekeledi'. .Bitkin bir halde yerine
oturdu. Sonra, doktordan, gitmek için izin istedi. Bi­
raz düşünmeye ihtiyaç hissetmişti.
İşte bu sıralarda dairede dalgın vakit geçirdiği
ve bu halinin belediyenin azalmış personeli ile ezici
bir yük altında bulunduğu sırada üzüntüyle karşılan­
dığı daha sonra öğrenildi. Bunun işinde de etkisi gö­
rüldü. Büro şefi, iş görmek için para aldığını, oysa bu
işi doğru dürüst yapmadığını söyleyerek onu sertçe
azarladı. «İşinizin dışında, gönüllü, sağlık örgütlerin­
de çalışıyorsunuz herhalde» demişti, büro şefi. «Bu
beni ilgilendirmez. Beni ilgilendiren, sizin göreceğiniz
iş. Bu müthiş durum karşısında yararlı olmanızın bi­
rinci şartı, üzerinize aldığınız işi en iyi biçimde yeri­
ne getirmenizdir. Yoksa, ne yapsanız bir şeye yara­
maz.»
Grand :
— Hakkı var, dedi Rieux’ye.
— Evet, hakkı var. diye doktor tasdik etti.
— Fakat dalgınlıktan kurtulamıyorum, cümlemin
içinden nasıl çıkacağımı bilmiyorum.
«Bulonya»yı cümleden çıkarıp atmak istemişti,
okuyanlar nasıl olsa anlarlardı. Fakat o zaman cüm­
lenin havası «çiçeklersde toplanmış oluyordu, bu da
«yollarsa bağlanıyordu. Cümleyi şu şekilde yazmak
imkânını da denemişti: «Çiçek dolu orman yollan».
Fakat cümlenin bozuk hali, etine diken batmış gibi

137
onu üzüyordu. Bazı akşamlar, doğrusu ya, Rieux'den
de bitkin bir hali vardı.
Evet, bütün varlığıyla kendini kaptırdığı bu çalış­
ma onu yorgun düşürmekteydi, ama sağlık örgütleri
için gerekli hesapları ve istatistikleri yapmaktan da
geri kalmıyordu. Her akşam büyük bir sabırla uğra­
şarak rakamları tesbit ediyor, münhaniler çiziyor, on­
ları mümkün olduğu kadar acık bir görüşle belirtmek
için elinden geleni yapıyordu.
Sık sık, gidip Rieux’yü hastanelerden birinde bu­
luyor, orada, bir büroda ya da hastane koğuşlarında
çalışmak için kendisine bir masa vermesini istiyordu.
O masaya. Belediye dairesindeki masasına nasıl otu­
ruyorsa, öyle yerleşiyor, kâğıtlarını yayıyor, mikrop
öldürücü ilâçların ve hastalığın yayılmasıyla ağırlaş­
mış hava içindeki odada mürekkebini kurutmak için
kâğıtlarını sallayarak işe koyuluyordu. Bu anlarda k a ­
fasındaki amazonu unutup dürüstçe çalışmaya gay­
ret ediyor, görevi olan işi başarmak istiyordu. Evet,
insanlar modellere o kadar düşkünseler ve bu hikâye­
mizin de muhakkak bir kahramanı olması gerekiyor­
sa, hikâyeci. kalbinde azıcık bir iyilik ve tamamiyle
gülünç bir ideal bulunan bu silik ve anlamsız insanı
kahraman olarak ileri sürebilir. Böyle bir şey de iki
kere ikinin dört etmesi gibi, gerçeğe, gereken baş ye­
ri verecek, kahramanlık da insanların daima mutlu­
luğa karşı duydukları o taşkın arzudan sonra kendine
ait olan yeri alabilecektir. Bu da ne gözle görülecek
kadar kötü, ne de görünüşü göze batacak kadar iğ­
renç olan, aşırılığa kaçmayan iyi duygularla yakınlığı
bulunan bir karakteri bu hikâyeye kazandıracaktır.
Gazeteleri okurken veya dış dünyanın vebalı
şehre radyolarla yolladığı yüreklendirici seslenişleri
dinlerken Doktor Rieux hiç değilse böyle düşünüyor­
du. Havadan ve karadan yardımlar gönderilirken, tek
başına kalakalmış şehire, her akşam basınla veya
radyo dalgalariyle merhamet veya hayranlık bildiren
yazılar, konuşmalar yağdırılmaktaydı. Her defasında
da bu destanı konuşmalar ve ödül dağıtımında söy­
lenenlere benzer nutuklar doktoru sabırsızlandırıyor­
du. Gösterilen bu yakın şefkatin yapmacık olmadığını,
elbette o da biliyordu. Fakat bu sevgi, insanları be­
şeriyete bağlayan gündelik konuşmaların diliyle ifade
edilebilirdi. Bu konuşma tarzı ise Grand'ın gündelik
çabalarına hiç uymazdı, örneğin veba salgınında bir
Grand'ın yerinin ne olduğunu anlamaları, bilmeleri
imkânsızdı.
Doktor, gece yarısı, boşalmış şehrin derin ses­
sizliği içinde kısacık uykusunu uyumak üzere yata­
ğına girmeden önce, radyonun düğmesini çevirirdi.
Dünyanın öteki uçlarından, binlerce kilometre uzak­
lardan, yabancı ve dost sesler, bağlılık duygularını
beceriksizce anlatmaya çalışırlardı ve anlatırlardı
da... Bununla birlikte, kişinin kendi gözüyle görme­
diği bir acıyı tamamiyle paylaşamamaktan gelen o
müthiş çaresizliği de göstermiş olurlardı. «Oran!
Oran!» Bu sesleniş, denizleri boşu boşuna aşıyor,
Rieux onu boşu boşuna heyecanla dinliyordu. Cok
geçmeden, radyodaki ses, Grand’la hatibi iki yabancı
haline getiren ayrılık sebebini suçlandırırcasına yük­
seliyordu. «Oran! evet, Oran!»
Doktor: «Bunun tersi olamaz, .diyordu, birlikte
sevmek ve birlikte ölmek gerek, başka çıkar yol yok­
tur. Onlarsa çok çqk cok uzaktalar.»

139
Felâket, tam olarak ele geçirmek için olanca gü­
cünü toplayarak şehre saldırdığı sıralarda, vebanın
doruk noktasına çıkmadan önce Rambert gibilerin,
eski mutluluklarına kavuşmak ve bu darbeye karşı
savundukları kişiliklerinin en değerli parçalarından
vebayı uzaklaştırmak amacıyla hepsi birbirlerinin eşi
ümitsiz hamlelere durup dinlenmeksizin girişmelerini
anlatmak gerekir. Böyle bir davranış, onları, tehdit
eden köleliği kabul etmemekti. Böyle bir red, görü­
nürde öteki kadar kesin değilse de, hikayecinin dü­
şüncesine göre bunun da kendince bir anlamı vardı.
Yararsızlığına, çelişmelerine rağmen, böyle bir red,
her birimizin içindeki gururu temsil ediyordu.
Rambert de vebanın eline kendini kaptırmamak
için uğraşıp duruyordu. Meşru yollarla şehirden çıka-
mıyacağını açıkça anlayınca, Rieux'ye anlattığı gibi,
başka çarelere başvurmaya karar vermişti. Gazeteci,
kahve garsonlarından, işe başladı. Bir garsonun her
şeyden haberi vardır. Fakat ilk konuştukları, bu çeşit
teşebbüslere karşı çok ağır cezalar verildiğini söyle­
diler. Hattâ' bir defasında onu bir tahrikçi yerine koy­
dular. İşini biraz ilerletebilmesi, Rieux’nün evinde Cot-
tard'la tanıştıktan sonra oldu. O gün de Rieux ile ga­
zetecinin resmî makamlar nezdinde giriştiği sonuç­
suz teşebbüslerden söz açılmıştı. Birkaç gün sonra

140
Cottard sokakta giderken Rambert'e rastladı, onu ar­
tık herkese karşı gösterdiği yakınlıkla karşıladı.
— Hâlâ bir şey yok mu? dedi.
— Hayır, yok.
— Dairelerden, fayda gelmez, onlar böyle işler­
den anlamazlar zaten.
— Doğru. Ben de başka bir çare arıyorum. Bu
du çok güç.
— Ah, dedi Cottard. anlıyorum.
Onun bildiği bir yol vardı; ve şaşkınlık içindeki
Rambert'e. uzun zamandan beri Oran'daki bütün kah­
velere devam ettiğini, birçok dostları olduğunu, bu
çeşit işlerle uğraşan bir oıgutün varlığını böyıece öğ­
rendiğini anlatmıştı. Gerçek şuydu ki, masraf, gelirim
aşmakja olan Cottard kaçakçılık işlerine karışmıştı.
Fiyatları günden güne yükselen kötü alkoller vo si­
garalar alıp satıyordu. Bu işler ona küçük bir servet
kazandırıyordu.
Ram bert:
— Bu işten emin misiniz?
— Evet, bana da teklif ettiklerine göre.
— Peki niye yararlanmak istemediniz?
Cottard, babacan bir tavırla :
— O kadar güvensiz olmayın, dedi. Ben bundan
istifade etmedim, çünkü islemedim, benim gitmeye
niyetim yok da ondan, bunun için de kendimce bazı
sebepler var.
Bir an sustuktan sonra devamla :
— Bu sebeplerin neler olduğunu öğrenmek is­
temez misiniz? dedi,
— Sanırım ki. dedi Rambert, bu beni ilgilendir­
mez.
— Bir bakıma sizi ilgilendirmez, doğru. Fakat
başka bir bakımdan... Neyse, doğru olan şu, vebayla

141
boşboşa kaldığımızdan beri kendimi burada eskisin­
den-daha huzurlu hissediyorum.
Öteki onun uzun konuşmasını dinledi.
— Bu örgütle nasıl temasa geçm eli?...
— Ah! dedi- Cottard. bu pek kolay değil, gelin
benimle beraber, dedi.
Saat öğleden sonra dörttü. Ağırlaşmış bir gök
altında şehir yavaş yavaş kavrulmaktaydı. Bütün dük­
kânların tenteleri inikti. Kaldırımlar tenhaydı. Cottard'
la Rambert kemerli sokaklara saptılar, uzun süre ko­
nuşmadan yürüdüler. Vebanın gözle görülmez olduğu
saatlerden biriydi. Bu .sessizlik, bu hareketlerin ve
renklerin ölüşü, vebanın olduğu kadar, yazın da eseri
olabilirdi. Havayı ağırlaştıran şeylerin tehditler mi, toz
toprak mı, yakıcı sıcak mı olduğu anlaşılmıyordu. Ve­
bayı bulabilmek için onu isteyerek düşünmek, gör­
meye çalışmak lâzımdı. Çünkü bu hastalık, menfi be­
lirtilerle kendini belli ediyordu. Veba'yla yakınlık ku­
rabilmiş olan Cottard. felâketin varlığına delil olarak
normal zamanlarda sokak aralarında serin b ir'y e r
aramak için nefes nefese koşuşan köpeklerin şimdi
ortalıkta görünmeyişlerine işaret etti.
Palmiyeler bulvarından ilerlediler. Armes mey­
danını geçip. Marine mahallesine doğru inmeye baş­
ladılar. Sol tarafta, çarpık bir sarı tentenin altında
yeşil bir kahve vardı. İçeri girerken Rambert'le Cot­
tard alınlanndakj te'ri sildiler. Yeşil bir sac masanın
önündeki açılır kapanır sandalyelere oturdular. Salon
tamamiyle boştu. Sinekler havada vızıldayarak uçu­
yordu. Eğri bir tezgâhın üstüne konulmuş sarı bir ka­
fesin içinde, tüyleri dökülmüş bir papağan, tüneğinin
üzerine yığılıp kalmıştı. Bütün sac masalarda, başta
Rambert'in önündeki olmak üzere hepsinin üstünde
nereden geldiği kestirilemiyen tavuk pislikleri duru-

142
yordu, neyse az sonra bir köşeden bir horoz sıçra­
yarak meydana çıkınca iş anlaşılmış oldu.
Bu sırada sıcak daha da artmış gibiydi. Cottard,
ceketini çıkardı, sonra sac masaya eliyle vurdu. Uzun
mavi önlüğünün içinde kaybolmuş ufacık bir adam,
dipten çıktı, daha uzaktan Cottard’ı görür görmez
selâmladı. Kuvvetli bir tekmeyle horozu kovdu, hay­
vanın gıdaklamaları arasında bayların ne içmeyi ar­
zu ettiklerini sordu. Cottard beyaz şarap istedi ve
Garda adlı birini aradığını söyledi. Ufacık adam, adı
geçen kimsenin birkaç gündür kahveye uğramadığını
bildirdi.
— Bu akşam gelir mi dersiniz?
Ö te k i:
— Eh, bilmemorasını. Ama siz geleceği saati bi­
lirsiniz.
— Evet, zaten o kadar mühim bir şey değil. Ona
sadece bir dostu tanıtacaktım.
Garson, ıslak ellerini önlüğünün önüyle kuruladı.
— Ah, mösyöde işadamı mı?
— Evet, dedi Cottard.
Cüce, burnundan soludu :
— Öyleyse, bu akşam gelin. Çocuğu yollar ça­
ğırtırım.
Dışarı çıkarlarken Rambert bu işlerin neler oldu­
ğunu sordu.
— Tabiî ki kaçakç|lık. Şehrin kapılarından öte­
beri kaçırıyorlar. Yüksek fiyatla satıyorlar.
— İyi, dedi Rambert, demek hepsi suç işliyor.
— Elbette.
Akşam, tente kaldırılmıştı, papağan, kafesinin
içinde söylenip duruyordu, sac masaların başında ce­
ketsiz insanlar birikmişlerdi. Cottard, içeri girer gir­
mez, gömleğinin arasından yanık toprak rengindeki

143
göğsü görünen, hasır şapkasını arkaya atmış biri he­
men yerinden kalktı. Biçimli ve yanık yüzlü, siyah ve
küçük gözlü, beyaz dişli, parmaklarında ikişer üçer
yüzük bulunan, otuz yaşlarında bir adamdı.
— Merhaba, dedi, barda içelim.
Üçü de sessizce yerlerine yerleştiler.
O zaman G arda :
— Gıksak mı? dedi.
Rıhtıma doğru inmeye başladılar, Garda, ne is­
tediklerini sordu. Cottard, Rambert'i kendisiyle «işler»
için değil fakat «bir çıkış» elde edebilmek için tanış­
tırmak istediğini söyledi. Garda, önüsıra, sigarasını
tüttürerek yürüyordu. Varlığından sanki haberi yok­
muş gibi, Rambert'den hep «o» diye bahsederek sual­
ler soruyordu.
— Niçin dışarı çıkmak istiyor? dedi.
— Fransa’da karısı var.
— Ah!...
Bir an s o n ra :
— işi ne? dedi.
— Gazeteci...
— Bu meslektekiler çok gevezedirler.
Rambert.susuyordu.
Cottard :
— Benim dostumdur, dedi.
Konuşmadılar ilerlediler. Demir parmaklıklarla
çevrilip içeri giriltaesi yasaklanmış rıhtıma varmışlar­
dı. Kokusu burunlanna kadar gelen pişmiş sardalya-
lar satılan küçük büfeye doğru ilerlediler.
— Hem zaten, dedi Garda, bu benim işim değil,
Raoul bakıyor bu işe. Onu bulmam lâzım. Bu da ko­
lay bir şey değil.
Cottard canlanarak.
— Ah! dedi, gizleniyor mu?

144
G arda cevap vermedi. Büfenin önünde durdu.
İlk defa olarak Rambert'e döndü :
— Öbür gün. saat on birde, şehrin yukarısında,
gümrük kışlasının köşesinde.
Gidecekmiş gibi bir hal takındı, sonra iki adama
doğru geri döndü :
— Bu işin bir ücreti olacak tabiî, dedi.
Önceden bunu haber veriyordu.
Ram bert:
— Elbette, diye kabul etti.
Biraz sonra gazeteci, Cottard'a teşekkür etmek­
teydi.
Cottard, neşe içinde:
— Bir şey değili diyordu. Size hizmette bulun­
mak benim için bir zevktir. Hem siz gazetecisiniz,
günü gelir bunun karşılığını ödersiniz.
Bir gün sonra Rambert ile Cottard, şehrimizin te­
pesine doğru çıkan, geniş gölgesiz caddeleri tırma­
nıyorlardı. Gümrük kışlasının bir kısmı hasta bakım
yeri haline getirilmişti, büyük kapıları önünde, içer­
deki yakınlarını ziyarete gelip de izin alamıyan, ama
hiç değilse, haklarında çok geçmeden tamamen fay­
dasız hale gelecek bazı bilgiler elde etmek için bek­
leşen insanlar birikmişti. Ne de olsa bu insan toplu­
lukları arkası kesilmiyen bir gidiş gelişe sebep olu­
yor, Garcia ile Rambert'in buluşmak için seçtikleri yer
olarak hiç de aykırı düşmediği anlaşılıyordu.
C ottard:
— Gitmek için gösterilen bu inat, cok tuhaf bir
şey, dedi. Halbuki olup bitenler o kadar ilgi çekici
şeyler ki.
— Benim İçin değil, dedi Rambert
— Oh. tabiî, işin tehlikesi de var elbet. Ama ne,

VEBA F .: 10/145
de olsa, vebadan önce de çok işlek bir dört yol ağ­
zından geçerken bizi bekleyen tehlikeler vardı.
Tam bu sırada Rieux‘nün otomobili yanlarında
durdu. Arabayı Tarrou kullanıyordu. Rieux yarı yarı­
ya uyku halindeydi. Onları tanıştırmak için uykusun­
dan silkindi.
— Biz tanışıyoruz, dedi Tarrou. Aynı otelde kalı­
yoruz.
Rambert'i şehre götürmeyi teklif etti.
— Hayır, dedi, burada randevumuz var.
Rieux, Rambert’e baktı.
— Evet, dedi, beriki.
Cottard. şaşkınlık içinde:
— Ah, dedi, doktor da işi biliyor muydu?
Tarrou, Cottard’o bakarak haber verdi.
— İşte savcı da burada.
Cottard'ın yüzü hemen değişti. Mösyö Othon ha­
kikaten caddeden aşağı inmekteydi onlara doğru sağ­
lam, fakat ölçülü adımlarla yaklaşıyordu. Küçük gru­
bun önünden geçerken şapkasını çıkardı.
— Günaydın Bay Yargıç! dedi Tarrou.
Yargıç, günaydına karşılık etti, otomobille ilgi­
lendi, arka tarafta kalmış olan Cottard'la Rambert’e
ciddi bir tavırla selâm verdi. Tarrou, irat sahibiyle
gazeteciyi yargıçla tanıştırdı. Yargıç, bir saniye kadar
gökyüzüne bakıp içini çekti, çok acı bir zamanda
yaşadıklannı söyledi.
— Mösyö Tarrou, sağlık tedbirlerinin uygulan­
ması ile uğraşan örgütlerde çalıştığınızı söylediler.
Bu kararınızı beğenmedim diyemem. Ne dersiniz dok­
tor, hastalık duraklıyacak mı?
Rieux, hastalığın duracağını ümidetmeleri gerek­
tiğini söyledi, yargıç daima ümidedilmesi gerektiğini
tekrarladı. Tanrının niyetlerini bilmeye imkân olma-

146
dığını belirtti. Tarrou,- yargıca bu olaylar yüzünden
işlerinin çoğabp çoğalmadığını sordu.
— Tam tersine, genel hukuk adını verdiğimiz
davalar azalıyor. Yalnız yeni nizamlara uymayanları
yola getirmeğe çalışıyoruz. Eski kanunlara hiçbir za­
man şimdiki kadar saygı gösterilmemişti.
— Bunun sebebi, dedi Tarrou, kıyaslanınca, es­
kiler şimdikilerden ister istemez çok daha iyi görü­
nüyorlar da ondan
Yargıç takınmış bulunduğu, gözleri hovoda ta­
vırdan sıyrıldı. Tarrou'yu soğuk bir bakışla süzdü.
— Ne olacak yani, dedi, önemli olan zaten bizi
kanunun değil, Tanrı'nın mahkûm etmesi. Elimizden
hiçbir şey gelmez.
Yargıç, yanlarından ayrıldıktan sonra C o tto rd :
— İşte, dedi, bir numaralı düşman bu adamdır.
Otomobil hareket etti.
Az sonra Rambert’le Cottord, Garcia’nın geldiği­
ni gördüler. Hiçbir el işareti yapmadan onlara yak­
laştı ve günaydın yerine geçen şu sözleri söyledi:
«Beklemek lâzım.»
Çevrelerinde çoğunluğu kadın olan bir kalabalık
tam bir sessizlik içinde bekleşiyordu. Hemen hepsi
yakınlarına vermek niyetiyle getirdikleri sepetleri, bo­
şu boşuna ellerinde tutuyorlardı. Bu getirdikleri şey­
lerle hasta yakınlanma gıdalarını arttıracakları gibi
akıl almaz bir düşünce besliyorlardı.
Kapı, silâhlı nöbetçilerle korunuyordu, arada Sı­
rada garip bir çığlık kışlayla kapıyı ayıran avluyu aşıp
duyuluyordu. Bekleşenler, endişeli yüzlerini bakıme-
vinden yana çeviriyorlardı.
Üç adam bu manzarayı seyrederken arkaların­
dan kesin ve ciddi bir sesle: «Günaydın» denildiğini
duydular. Sıcağa rağmen, Raoul muntazam bir kılık­

147
taydı. İri ve kuvvetli vücudu üstünde soluk renkte bir
kruvaze kostüm, başında kenarı kıvrık bir fötr şapka
vardı. Yüzü epeyce solgundu. Gözleri kestane ren­
ginde, dudakları dardı, çabuk çabuk fakat anlaş,iır
bir şekilde konuşuyordu.
— Şehre doğru inin, dedi, Garda, sen bizden
ayrılabilirsin.
Garcia, bir. sigara yaktı, ötekiler uzaklaşırken o
olduğu yerde kaldı. Ortalarında yürüyen Raoul'un
adımlarına uyarak acele acele ilerlemeye başladılar.
— Garcia işi bana anlattı, dedi. Olmaz şey değil.
Fakot bu size on bin franga mal olur.
Rambert, kabul ettiğini bildirdi.
Raoul:
— Yarın «La Marine» adlı İspanyol lokantasın­
da yemeği birlikte yiyelim.
Rambert, anlaştıklarını söyleyince Raoul ilk de­
fa gülerek elini sıktı. Ondan ayrıldıktan sonra Cot-
tard özür diledi. Ertesi gün serbest değildi. Hem ar­
tık Rambert’in kendisine ihtiyacı da yoktu.
Ertesi gün, gazeteci, İspanyol lokantasından içe­
ri girdiği zaman yolu üstündeki bütün başlar ona doğ­
ru çevriliyordu. Güneşte kurumuş ve sararmış küçük
bir sokağın altındaki bu loş salona daha çok İspan­
yol’a benzer insanlar gelip giderlerdi. Fakat dip ta­
rafta bir masaya oturmuş bulunan Raoul, gazeteciyi
yanına çağırıp, Rdmbert de o yana ilerleyince yüz­
lerdeki tecessüs derhal kayboldu, hepsi önlerindeki
yemeğe eğildiler. Raoul’un masasında, kötü traş edil­
miş, adamakıllı geniş omuzlu, at yüzlü, seyrek saçlı,
zayıf bir adam vardı. Kara tüylerle kaplı ince uzun
kolları sıvanmış gömleğinin arasından uzanıyordu.
Rambert kendisine tanıtıldığı zaman başını üç kere

148
salladı. Adı hiç söylenmemişti. Raoul ondan bahse­
derken sadece «dostumuz» diyordu.
— Dostumuz size yardım etmenin mümkün ol­
duğunu sanıyor... Sizi...
Garson kız gelip ne arzu ettiğini Rambert'e sor­
duğu için Raoul konuşmasını kesti.
— Sizi dostlarımızdan ikisiyle tanıştıracak, on­
lar da bizimle işbirliği yapan muhafızlarla temasınızı
sağlıyacaklar. Ama iş o kadarla bitmiyor. Muhafızla­
rın uygun bir fırsatını bulmalan gerek. En iyisi birkaç
geceyi onlardan birinin şehir kapılarına yakın evinde
geçirmenizdir Fakat dostumuz daha önce sizi gerekli
kimselerle temas ettirecek. İşler yoluna girdiği za­
man ücreti kendisine ödeyeceksiniz.
Dostu, ata benzeyen başını bir kere daha sal­
ladı, boyuna atıştırdığı biber ve domates salatasını
Çiğniyordu. Sonra hafif bir İspanyol şivesi ile konuş­
maya başladı. İki gün sonra sabah saat sekizde ka­
tedralin önünde buluşmalarını söyledi.
— Gene iki gün daha, dedi Rambert.
Raoul:
— Kolay iş değil de ondan. Adamları arayıp bul­
mak gerekiyor.
At yüzlü adam, bu sözü doğrularcasına başını
bir kere daha salladı, Rambert, ister istemez kabul et­
ti. Yemeğin geri kalan kısmı bir konuşma konusu ara­
makla geçti. Rambert. at yüzlü adamın futbolcu ol­
duğunu keşfeder keşfetmez işler kolaylaştı. Kendisi
de bir hayli futbol oynamıştı. Fransa şampiyonluk
maçlarından, İngiliz profesyonel takımlarının değerin­
den. W. taktiğinden bahsettiler. Yemeğin sonuna doğ­
ru. At. adamakıllı coşmuş, Rambert’le senli benli ko­
nuşarak, bir takımda en güzel yerin orta haf oldu­
ğunu kabul ettirmeğe çalışıyordu. «Anlıyorsun ya.»

149
diyordu, «ortahaf. oyunu idare eder. Oyunu idare et­
mek ise futbol oynamaktır.» Rambert de hep for hat­
tında oynamış olmasına rağmen aynı fikirdeydi. Tar­
tışmayı. gürültüyle hissi melodiler çaldıktan sonra bir
gün önce vebanın yüz otuz yedi kurban aldığını bil­
diren ra'dyo kesti. Oradakilerden kimse buna aldırış
etmedi. At suratlı adam, omuzlannı silkerek kalktı.
Raoul ve Ra'mbert de kalktılar.
Ayrılırken orta haf, enerjiyle Rambert’in elini
sıktı.
— Adım Gonzales’tir, dedi.
Bu iki gün Rambert'e hiç bitmeyecekmiş gibi
geldi, Rieux’nün eviıie gitti, ona giriştiği işleri bütün
ayrıntılarıyle anlattı. Sonra doktorla beraber bir has­
tayı görmeye gitti. Vebaya tutulduğu tahmin edilen
bir hastanın evi önünde doktora «Allahaısmarladık»
dedi. İçerden koşuşmalar ve sesler geliyor, doktorun
gelişi bildiriliyordu.
Rieux:
— Bari Tarrou gelmekte gecikmese, diye mırıl­
dandı.
Yorgun bir hali vardı.
Rambert:
— Salgın hızla mı ilerliyor? dedi.
Rieux, sorunun bu olmadığını, hattâ istatistik
grafiklerinin o - kadar hızla yükselmediğini söyledi.
Yalnız ne var ki, veba ile savaşmak için gerekli araç­
lar yetecek kadar yoktu.
— Malzememiz noksan, dedi. Dünyanın bütün
ordularında malzeme eksikliğini insan soyısiyle kar­
şılarlar. Fakat bizim adamımız do yok
— Dışardan doktorlar ve sağlık memurları gel­
memiş miydi?

150
— Evet geldi, dedi Rieux. On doktor ve yüz ka­
dar da yardımcı. Görünürde epeyce. Ama hastalığın
bugünkü durumunda az geliyor. Bir de hastalık yayı­
lırsa yetişmez bile.
Rieux, içerden gelen gürültülere kulak verdi, son­
ra Rambert'e bakıp gülümsedi.
— Evet, dedi, siz de bir an önce şehirden çık­
maya bakmalısınız.
Rambert'in yüzünden bir gölge kayıp geçti.
Adeta bağırırcasına:
— Biliyorsunuz ki, şehirden gitmemin sebebi bu
değil, dedi.
Rieux, bunu bildiğini söyledi. Fakat Rambert de-i
vam etti:
— Korkak olmadığımı sanıyorum. Hiç değilse
çoğu-zaman korkak değilim. Bunu ispat etm ek fırsa­
tını da buldum. Yalnız tahammül edemediğim bazı fi­
kirler var.
Doktor, onun yüzüne baktı:
— Eşinize kavuşacaksınız, dedi.
— Belki, fakat bunun uzayıp gideceği, bu zaman
içinde onun da yaşlanacağı fikrine tahammül ede­
miyorum. İnsan, otuz yaşında ihtiyarlamaya başlar,
bunun için herşeyden yararlanmaya bakmalı. Bilmi­
yorum bunu anlıyabiliyor musunuz?
Rieux, anladığını sandığını mırıldandı. Tam o sı­
rada, Tarrou, telâş içinde, geldi.
— Paneloux’ya gidip bize katılmasını teklif et­
tim.
Doktor:
— Peki? diye sordu.
— Düşündü ve kabul etti.
— Memnun oldum, dedi doktor, verdiği va'ızlar-
don daha üçtün bir insan olduğunu gördüğüme çok
memnunum.
Torrou:
— Herkes öyledir, dedi. Yalnız fırsat vermeli on­
lara.
Güldü, Rieux'ye göz kırptı.
— Hayatta fırsatlar yaratmak da hep benim
işimdir.
Rambert:
— Beni mâzur görün, dedi, gitmeliyim.
Buluşma günü olan perşembe sekize beş kala
Rambert. katedralin kapısındaydı. Hava epey serin­
di. Gökyüzünde az sonra sıcağın bir anda yutuvere-
ceği beyaz ve yuvarlak bulutlar birbirleri ardınca ge­
çip gitmekteydiler. Henüz kurumamış çimenlerde bel­
li belirsiz bir rutubet kokusu yükseliyordu. Doğudaki
evlerin üstünde doğan güneş meydanı süsleyen Je-
anne d’Arc heykelinin yaldızlı başlığını ısıtıyordu. Bir
saat sekiz kere vurdu. Rambert,. boş kapıya doğru
iki üç adım attı. İçerden anlaşılmaz dualar yükseli­
yor, mahzen ve günlük kokuları geliyordu. .Birden,
İlâhiler durdu. On iki kadar kara şekil: kiliseden şeh­
re doğru ilerlemeğe başladılar. Başka kara şekiller
de büyük merdivende toplandılar ve kilisenin kapı­
sına doğru ilerlediler. Rambert bir sigara yaktı, sonra
yerin buna belki de uygun olmadığını düşünerek vaz­
geçti.
Sekizi çeyrek geçe, katedralin orgları sağır edici
bir gürültüyle, çalmaya başladılar. Rambert, kemerin
boşluğuna çekildi. Bir an sonra ufak ufak kara şe­
killerin kilisenin içinden önü sıra geçtiklerini gördü.
Hepsi de bir köşede, şehrimiz atölyelerinden birinde
alelacele yaptırılmış bir Saint-Roch'un içine yerleşti­
rilmiş olduğu uydurma mihrabın önünde birikmişlerdi.

152
Yere diz çökünce, sanki dizüstü kıvrılıp kalmış gibi,
donuk bir rengin içinde kayboluyor, sisin içinde az
daha kabaca, pıhtılaşmış birer gölge parçası halinde
dalgalanıyorlardı.
Rambert dışarı çıktığı sırada. Gonzales de mer­
divenlerden indi. Şehrin yolunu tutmak üzereydi. Ga­
zeteciyi görünce:
— Senin gittiğini sanıyordum, dedi. Bu da umu­
lurdu doğrusu.
Ona, pek uzak olmayan bir yerde, sekize on
kala, öteki dostlarıyla sözleşmiş olduğunu anlattı.
Fakat yirmi dakika boşu boşuna onları beklemişti.
— Herhalde bir engel çıktı. Bizim işimizde insan
pek keyfince hareket edemez.
Ertesi gün aynı saatte, savaş ölüleri anıtının
önünde yeni bir buluşma teklif ediyordu. Rambert
içini çekti, fötr şapkasını arkaya itti.
Gonzales, gülerek:
— Önemli bir şey değil bu, dedi, bir gol atabil­
mek için verilen pasları, kaleye doğru yapılan akın-
ları, bütün o kombinezonları bir düşünsene.
, — Orası öyle ama, dedi Rambert, oyun topu to­
pu bir buçuk saat sürer.
Oran ölüleri anıtı denizin yakından görüldüğü
limana bakan tek yer olan dik kayalıkların üzerinde­
ki gezinti yerindeydi. Ertesi gün randevuya ilk Ram­
bert geldi. Savaş meydanında can verenlerin adlarını
dikkatle okumaya koyuldu. Birkaç dakika sonra, iki
kişi yaklaşarak aldırışsız bir bakışla ona baktılar,
sonra gidip gezi yerinin parmaklığına dayandılar. Bo­
şalmış, kimsesiz rıhtımın manzarasına kendilerini kap­
tırmış gibiydiler, İkisi de bir boydaydı, ikisi de mavi
pantalon ve kısa kollu denizci fanilâsı giymişlerdi.

153
Gazeteci, biraz öteye gitti, sonra bir sıraya otur­
du. onlan istediği gibi seyre başladı. Her ikisinin de
yirmi yaşından fazla olmadıklarını farketti. O sırada
Gonzales'in, özür dileyerek kendine doğru geldiğini
gördü.
«İşte dostlanm.» dedi ve onu Marcel ve Louis
adıyla tanıttığı iki delikanlıya götürdü. Yüzlerine ba­
kınca o kadar birbirlerine benziyorlardı ki, Rambert,
kardeş olduklarını tahmin etti.
— İşte, dedi Gonzales, tanıştırma da oldu. Ar­
tık işin kendisini halletmek lâzım.
Marcel veya Louis nöbetlerinin iki güne kadar
başlayacağını, bir hafta devam edeceğini, bu arada,
uygun günü beklemek gerektiğini söyledi. Batı kapı­
sını muhafaza eden dört nöbetçi vardı, bunlardan iki­
si meslekten yetişme askerdi. Onları işin içine karış­
tırmak doğru olmazdı. Hem güvenilemezdi, hem de
öyle bir şey masrafı arttırırdı. Fakat bazı akşamlar bu
iki arkadaş, bildik bir barın arka kısmında içmeye gi­
derler, gecenin bir kısmını orada geçirirlerdi. Marcel
veya Louis, Rambert'in şehir kapısına yakın evlerin­
de gelip kalmasını, uygun zamanı orada beklemesi­
ni teklif etti. O zaman, dışarı geçebilmek çok kolay­
laşmış olurdu. Yalnız acele etmek lâzımdı, çünkü, bir
zamandan beri şehir dışında çift posta yerleştirile­
ceği söylenmekte idi.
Rambert onları haklı buldu ve son sigaralarından
birkaçını ikram etti. İki delikanlıdan, şimdiye kadar
hiç konuşmamış olanı ücret meselesinin halledilmiş
olup olmadığını ve bir avans alıp almıyacaklarını
Gonzales'e sordu.
Gonzales:
— Hayır, dedi, gerek yok buna. Mösyö dostu­
muzdur, ücret, dışarı çıkarken ödenecek..

154

Yeni bir buluşma kararlaştırdılar. Gonzales iki


gün sonra İspanyol lokantasında buluşmalarını teklif
etti. Oradan çıkıp nöbetçilerin evine gidebilirlerdi.
Rambert'e:
— İlk gece. dedi, ben de sizinle kalırım.
Ertesi gün Rambert. odasına çıkarken, otelin
merdiveninde Tarrou'yla karşılaştı.
— Rieux ile buluşmaya gidiyorum, dedi Tarrou,
siz de gelmek ister misiniz?
Kısa bir tereddütten sonra Rambert:
— Onu rahatsız edeceğimden çekinirim, dedi.
— Sanmam, bana sizden çok bahsetti.
Gazeteci, düşünüyordu.
— İsterseniz, dedi, yemekten sonra vaktiniz var­
sa, geç bile olsa, otelin barına gelseniz.
— Bu ona ve vebaya bağlı, dedi, Tarrou.
Gecenin on birinde Rieux ile Tarrou otelin kü­
çük ve daracık barına giriyorlardı. Sıkışık bir durum­
da oturan otuz kadar insan yüksek sesle konuşup
durmaktaydı. Vebalı şehrin sessizliği içinden çıkıp
gelen iki yolcu önce sersemleyerek biraz durakladı­
lar. Sonra herkesin içtiğini görünce bu canlılığın se­
bebinin ne olduğunu anladılar. Rambert, tezgâhın en
dip uçundaydı, oturduğu tabureden onlara el ediyor­
du. Yanına gittiler. Tarrou çok bağırıp çağıran bir
komşusunu öteye itti.
— Alkol sizi ürkütmez mi?
— Hayır, dedi Tarrou, tam tersi.
Rieux, bardağındaki acı otun kokusunu içine
çekti. Bu gürültü patırtı arasında konuşmak zordu,
fakat Rambert daha çok, içenlerle ilgileniyordu. Dok­
tor. onun sarhoş olup olmadığını henüz kestireme-
mişti. Bulundukları daracık lokali kaplayan iki ma­
sadan birinde, her kolunda bir kadınla oturan bir de-

155.
niz suboyı, yüzüne kan birikmiş muhatabına Kahire'
de görülen bir tifüs salgınını anlatıyordu: «Kamplar
yaptılar, diyordu, yerliler için kamplar yaptılar, has­
talar için çadırlar kurdular, etrafını da nöbetçilerle
çevirmişlerdi, kocakarı ilâçlarını gizlice içeri kaçırmak
isteyenlere derhal ateş açılıyordu. Ağır bir şeydi bu,
ama yerindeydi.»
Daha kibar giyimli gençlerin işgal ettiği öteki
masada geçen konuşmanın ne olduğu anlaşılmıyor­
du. Sözler, pikabın tavana asılmış bir hoparlöründen
yayılan Saint James înfirmary havasının şamatasın­
da kayboluyordu.
Rieux, sesini yükselterek:
— Memnun musunuz? dedi.
Rambert:
— Epey yaklaştık, dedi. Belki hafta içinde.
— Cok yazık! diye bağırdı Tarrou.
— Niçin?
Tarrou, Rieux‘ye baktı:
— Oh, dedi, doktor, Tarrou, burada kalırsanız
bize yararlı olursunuz diye düşündüğü için böyle söy­
lüyor. Fakat ben, gitmek ;;in duyduğunuz isteği ta­
mamen anlıyorum.
Tarrou birer bardak daha ısmarladı. Rambert ta­
buresinden indi, ilk defa olmak üzere onun yüzüne
dimdik baktı.',
— Size nesil yararlı olabilirim?
Tarrou hic acele etmeden elini bardağına götür­
dükten sonra:
— Bizim sağlık örgütünde çalışarak, dedi.
Rambert, kendine vergi o inatçı düşünceli halini
takındı, yeniden taburesine tünedi.
İçkisini içen ve Rambert’e dikkatle bakan Tar­
rou:

156
— Bu örgüt size göre yararsız bir şey midir de­
di.
— Çok yararlı, dedi gazeteci, sonra içkisini ağ­
zına dikti,
Elinin titrediği, Rieux'nün gözünden kaçmadı.
Onun tamamen sarhoş olduğunu anladı.
Ertesi gün Rambert, ikinci defa olarak kapının
önüne sandalyelerini atmış, sıcağın azalmaya baş­
ladığı bu saatlerde yeşil ve altın renkli bir akşamın
tadını çıkaran bir insan topluluğunun arasından geçe­
rek İspanyol lokantasından içeri girdi. Hepsi de kes­
kin kokulu bir tütün içiyorlardı. Lokantanın içi ise he­
men tamamen boştu. Rambert, Gonzales’le» ilk defa
karşılaştığı o dipteki masaya gidip oturdu. Garson
* kıza, birisini beklediğini söyledi. Saat on dokuzu otuz
geçiyordu. Müşteriler yavaş yavaş yemek salonunu
doldurmaya başladı. Artık yemek veriliyordu. Basık
kubbeyi tobok çotol gürültüleri ile soğır edici inson
konuşmaları doldurdu. Saat yirmiyi buldu. Rambert,
hâlâ bekliyordu. Işıkları yaktılar. Masasına yeni müş­
teriler gelip oturdu. Rambert de nihayet yemeğini ıs­
marladı. Saat yirmi buçuğa geldiği halde ne Gonza-
les’i, ne de o iki delikanlıyı görmeden yemeğini yiyip
bitirmişti. Birkaç sigara içti. Salon yavaş yavaş bo­
şalıyordu. Dışarda gece süratle çökmekteydi. Deniz­
den gelen ılık bir meltem kapının perdelerini hafifçe
uçuruyordu. Saat yirmi bir olunca Rambert salonda
kimsenin kalmadığını ve garson kızıp kendisini aptal
aptal seyrettiğini farketti. Parasını ödedi çıktı. Lo­
kantanın karşısında açık bir kahve vardı. Rambert,
tezgâhın yanına yerleşip, lokantanın kapısını gözetle­
meye koyuldu. Yirmi bir buçukta, oteline doğru yola
düzüldü, adresini bilmediği Gonzales’i bulmak içitı
boşuboşuna çareler araştırırken, yeni baştan girişil­

157
mesi gereken bütün bu teşebbüsleri düşünmek bile
ne yapacağını bilmez bir insanın duygularını uyandı­
rıyordu.
Daha sonraları. Rieux'-ye anlattığına göre, işte
tam bu anlarda, acele ile kayıp giden cankurtaran
arabalarıyla parçalanan gecenin içinde karısı ile ken­
disini ayıran bu duvarlarda bir delik aramakla uğra­
şırken onu çoktanberi unuttuğunu birden hatırlayı-
vermişti. Fakat hemen o dakika bütün kurtuluş yol­
ları yeniden tıkanır tıkanmaz, karısını arzusunun or­
tasında buluvermişti. Kendi içinde taşıdığı ve şakak­
larını yakan bu feci ateşten kaçınabilmek için oteline
doğru koşmaya başlamıştı.
Ertesi gün, sabah erken Cottard'ı nasıl bulabi­
leceğini öğrenmek için Rieux'nün evine gitti.
— Bütün yapabileceğim şey. dedi, yeniden aynr
yollarda yürümek.
— Yarın akşam gelin, dedi Rieux. Bilmiyorum
neden, Tarrou. Cottard'ı davet etmemi söyledi. Saat
onda gelecek. Siz de on buçukta gelin.
Ertesi gün Cottard, doktorun evine gittiğinde
Tarrou ile Rieux, doktorun servisinde görülen umul­
madık bir iyileşmeden bahsetmekteydiler.
— On kişide bir. Talihi varmış, diyordu Tarrou. .
Cottard:
— Ah, dedi, öyleyse onun hastalığı veba değildi.
Kendisine bunun hakikaten veba olduğunu te ­
min ettiler.
— İyileştiğine göre, hastalığın veba olmasına im­
kân yok. Siz de benim kadar bilirsiniz vebadan kur?
tuluş yoktur.
Rieux:
— Genellikle öyle. Fakat biraz ısrar edince böy­
le beklenmedik şeyler göreceğiz.

158
Cottard gülüyordu.
— Öyle görünmüyor pek. Bu akşamki sayıları
dinlediniz mi?
Cottard'a iyilik dolu bir bakışla bakan Tarrou.
bu sayıları bildiğini söyledi, evet durum kötüydü, ama
bu neyi ispat ederdi? Daha üstün tedbirler alınması
gerektiğini değil mi?
— Peki, işte aldınız ya o tedbirleri.
— Evet, ama bu tedbirleri herkesin de olması
gerek.
Cottard hiçbir şey anlamadan Tarrou'ya bakı­
yordu. Tarrou, eli kolu bağlı duran pek çok kimse
bulunduğunu, veba salgınının herkesin ortak derdi
olduğunu ve her insanın üzerine düşen ödevi yap­
ması gerektiğini anlattı. Sağlık örgütlerinin herkese
açık bulunduğunu söyledi.
— Bu bir fikirdir, dedi Cottard, ama bir yararı
olmayacak, veba çok kuvvetli.
Tarrou, sabırlı bir sesle:
— Bunu göreceğiz, dedi, mümkün olan her şe­
yi denedikten sonra.
f Bu sırada Rieux bürosunun başında fişlerin kop-
yesini çıkartmaktaydı. Tarrou, sandalyesinin üstünde
kıpırdayıp duran gelir sahibine bakmaktaydı.
— Niçin siz de bizimle olmuyorsunuz Mösyö
Cottard? dedi.
Öbürü, alıngan bir tavırla kalktı, yuvarlak şap­
kasını eline aldı: "
— Bu, benim işim değil, dedi ve ondan sonra
meydan okurcasına:
— Hem bu vebanın ortasında kendimi eskisin­
den çök daha iyi hissediyorum, onu durdurmak için
uğraşmaya bir sebep göremiyorum.

159
Tarrou, birden gerçeği hatırlamış gibi eliyle al­
nına vurdu.
— Ah! Sahi, dedi, aksi holde sizin tutuklu olaca­
ğınızı unutmuştum.
Cottard sendeledi düşecekmiş gibi, sandalyeye
tutundu. Rieux, yazıyı bırakmış, ilgilenmiş ve ciddi
bir tavırla onu seyrediyordu.
Gelir sahibi:
— Kim söyledi bunu size? diye bağırdı.
Tarrou hayret içinde kaldı:
— Kendiniz. Yahut da doktorla ben. işi böyle
anlamıştık.
Cottard birden tahammül edemiyeceği bir kızgın­
lığa kendini kaptırıp anlaşılmaz lâflar gevelemeye
başladı.
Tarrou:
— Sinirlenmeyiniz, diye ilâve e tti. Sizi doktor
da, ben de polise ihbar edecek değiliz. Hikâyeniz bizi
ilgilendirmez. Hem sonra biz, polisi de hiçbir zaman
sevmedik. Haydi oturun artık.
Cottard, sandalyesine baktı, kısa bir tereddütten
sonra oturdu. Bir an geçti, içini çekti.
— Bu eski bir hikâyedir, diye gerçeği kabul e t­
ti. Yeniden ortaya çıkardılar bunu. Unutuldu sanıyor­
dum. Ama herhalde biri gidip haber vermiş olmalı.
Beni çağırttılar, soruşturmanın sonuna kadar emir­
lerini beklememi bildirdiler. Sonunda beni tutuklaya­
caklarını anladım.'
Tarrou:
— Cok kötü bir şey mi? diye sordu.
— Bu, çok kötü derken ne anladığınıza bağlı.
Bir cinayet falan değil.
— Hapis mi, kürek mi?
Cottard pek perişan görünüyordu.

160
— Hapis, dedi, talihim yardım ederse.
Bir an sonra şiddetle sözüne devam etti.
— Bir hatadır oldu. Herkes hata yapar. Bu yüz­
den evimden, alışkanlıklarımdan, bütün tanıdığım şey­
lerden uzaklaştırılmak düşüncesine tahammül ede­
miyorum.
Tarrou:
— Demek, dedi, kendinizi asmayı bunun için de­
nediniz?
— Evet, elbetteki anlamsız bir şeydi bu.
İlk defa olarak Rieux konuştu, Cottard’a, duy­
duğu korkuya hak verdiğini, fakat belki her şeyin dü­
zelebileceğim söyledi.
— Oh, şimdiki durumda korkulacak bir şey ol­
madığım biliyorum zaten.
— Anlıyorum, dedi Taltou, siz bizim örgütümü­
ze girmeyeceksiniz.
Şapkasını elleri arasında evirip çeviren Cottard.
Tarrou'ya kararsız bir bakışla baktı.
— Bu yüzden bana darılmanız doğru olmaz, dedi.
— Orası muhakkak.
Sonra, Tarrou gülümseyerek ilâve etti:
— Ama hiç değilse veba mikrobunun gönüllü
bir yayıcısı kesilmeyin.
Cottard, vebayı kendisinin arzu etmediğini söy­
ledi, kendiliğinden çıkıp gelmiş olan salgın şu sırada
işlerini yoluna koymuşsa bunda onun sucu yoktu.
Rambert, kapının önüne vardığında, gelir sahibi, se­
sinde kuvvetli bir enerjiyle şunu söyledi:
— Kısacası, fikrimce sîzler bu işte başarı elde
edemiyeceksiniz.
Rambert. Cottard'ın Gonzales'in adresini bilme­
diğini öğrendi, fakat o küçük kahveye geri dönmek
daima mümkündü. Ertesi gün İçin bir bulüşme ka-

VEBA F ,: 11/161
Torlaştırdılar. Rieııx de işi öğrenmek arzusunu belirt­
tiğinden Rambert onu Tarrou ile birlikte hafta son-
nunda, gecenin hangi saatinde isterlerse oteldeki oda-
feına davet etti.
Sabahleyin Cottard’la Rambert küçük kahveye
gittiler, o akşam veya bir engel çıkarsa ertesi akşam
buluşmak için Garcia'ya bir haber bıraktılar. O ak­
şam boş yere beklediler. Ertesi akşam Garcia kah­
vede onları bekliyordu. Rambert'in başına gelenleri
sesini çıkarmadan dinledi. Bu işi bilmiyordu, fakat
evlerde araştırma yapılabilmesi için yirmi dört saat
boyunca mahalleler kordon altına alınmıştı. Gonza-
les'in bu barajı aşamamış olması muhtemeldi. Fakat
bütün yapabileceği, onları yeniden Raoul’le temasa
geçirmekti. Bu da tabiî hemen ertesi gün olamazdı.
— Anlıyorum, dedi Rambert, işe yeniden başla­
mak lâzım.
İki gün sonra, bir sokağın köşesinde. Raoul da
Garcia'nın ileri sürdüğü tahmini tekrar etti, aşağı ma­
halleler kordon altına alınmıştı. Gonzales’le teması
yeniden kurmak gerekiyordu. İki gün daha geçtikten
sonra Rambert futbolcuyla birlikte yemek yiyordu.
— Ne sersemlik, diyordu Gonzales. Birbirimizle
buluşmak için bir çare düşünmeliydik.
Rambert de böyle düşünüyordu.
— Yarın sabah bizim çocukların evine gideriz,
işi düzeltmeye çalışırız.
Ertesi gün çocukları evde bulamadılar. Ertesi gün
öğle üstü tise meydarımda buluşmak için eve haber
bıraktılar. Ve Rambert otele öyle perişan bir halde
döndü ki. aynı gün öğleden sonra karşılaştıklannda
bu hal Tarrou'nun gözünden kaçmadı.
— İşler yolunda gitmiyor mu? diye sordu.
Rambert:

162
— İşe yeni baştan başlamak lâzım geliyor.
Ve davetini tekrarladı.
Akşam, iki adam odasına girdikleri zaman Ram-
bert uzanmış yatıyordu. Kalktı, önceden hazırlamış
olduğu bardaklara içki doldurdu. Rieux, bardağını eli­
ne aldı, işlerinin yolunda gidip gitmediğini sordu. Ga­
zeteci, yeni baştan tura başladığını, bıraktığı noktaya
varabildiğini yakında son buluşmayı yapacağını söy­
ledi. Sonra sözünü tamamladı:
— Ve tabiî buluşmaya gene gelmiyecekler.
Tarrou: , ;
— Bunu bir ilke olarak bellemeli, dedi.
Rambert, omuzlarını kaldırarak:
— Siz daha anlıyamamışsınız. dedi.
— Neyi?
— Vebayı.
— Ah, dedi Rieux.
— Hayır, vebanın, işleri daima yenibaştan ele
olmayı gerektirdiğini daha anlamadınız.
Rambert, odanın bir köşesine gitti ve küçük bir
gramofonu işletti.
Tarrou:
— Bu hangi plâk? dedi. Tanıyorum.
Rambert bunun Saint James Infirmary olduğu­
nu söyledi. !
Plâk yarılandığı sırada uzakta bir yerden iki el
silâh sesi duyuldu.
— Bir köpek, ya da bir kaçak, dedi Tarrou.
Bir dakika sonra plâk sona erdi ve bir cankur­
taranın çanı otel pencerelerinin altında önce gürül­
tüyle çınladı, azaldı, sonra sönüp gitti.
Rambert:
— Bu plâğın tuhaf bir tarafı yok, dedi. Hem bu­
gün onu on keredir dinliyorum.

163
— Demek bu kadar seviyorsunuz?
. — Hayır, fakat başka plâğım yok.
Sonra bir an sustuktan sonra:
— Size jdiyorum ya, bu da, işe hep yenibaştan
koyulmak gerektiğini gösteriyor.
örgütün nasıl çalıştığını Rieux‘ye sordu. İş ba­
şında beş ekip vardı. Yenilerini de kurmak umudun-
daydılar. Gazeteci, yatağına oturmuştu ve tırnakla­
rını seyrediyor gibiydi. Rieux, onun yatağ'nın kenarı­
na düşen kısa ve kuvvetli siluetini seyrediyordu. Bir­
den, Rambert’in, kendisine baktığını farketti.
— Bilseniz doktor, dedi, sizin örgütünüzü çok
düşündüm. Eğer sizinle birlikte çalışmıyorsam benim
de kendimce haklı sebeplerim var. Bundan ötesi ise.
ben kendi şahsıma düşeni yaptığımı sanıyorum. İs­
panya savaşına katılmıştım.
Tarrou:
— Hangi tarafta? diye sordu.
— Yenilönlerin tarafında. Fakat o vakitten beri
birazcık düşündüm.
— Ne üzerinde? dedi Tarrou.
— Cesaret üzerinde. Artık şimdi insanoğlunun
büyük işleri başarabileceğini biliyorum. Fakat büyük
bir duyguyu yaşayacak bir gücü yoksa o insan beni
ilgilendirmiyor hiç.
Tarrou:
— İnsanın hör şeyi başaracak kadar güçlü ol­
ması da mümkündür, dedi.
— Hayır hayır, İnsan uzun zaman acı çekecek
ya da mutlu olacak kadar güçlü değildir. Değeri olan
bir işi yapmak insanin elinden gelmez.
ötekilere bakıyordu sonra:
— Söyleyin Tarrou, dedi, siz bir aşk uğruna öle­
bilir misiniz?

164
— Bilmem, fakat bana öyle geliyor ki şimdiki
halde, hayır.
— Tamam. Oysa bir fikir uğrunda ölebileceğiniz
ilk bakışta belli oluyor. Ben ise bir fikir uğrunda ölen
insanlardan artık gına getirdim. Ben kahramanlığa da
inanmam, bunun kolay bir şey olduğunu biliyorum,
onun bir katillik olduğunu öğrendim. Beni ilgilendiren
her şey insanın sevdiği ile beraber yaşayıp ölmesidir.
Rieux, gazeteciyi dikkatle dinledi. Ona bakmaya
devam ederek tatlı bir sesle:
— İnsan sadece fikirden ibaret değildir, Ram-
bert, dedi.
Öteki yatağından sıçradı, yüzü ihtirastan yanı­
yordu.
— Bu bir fikirdir, hem de aşktan uzaklaştığı an­
dan itibaren basitleşen bir fikir. Bizlerse artık aşkı
duyacak güçte değiliz. Buna katlanalım doktor. Buna
katlanmaya çalışalım, eğer buna imkân yoksa, kah­
raman rolü oynamadan genel kurtuluşu bekleyelim.
Ben. bundan ötesini bilmiyorum.
Rieux, birdenbire üzerine çöken bir bezginlikle
kalktı.
— Haklısınız Rambert, tamamen haklısınız ben
de iyi ve doğru bulduğum için yapmak istediğiniz şey­
den ne olursa olsun sizi vazgeçirmeğe çalışmayaca­
ğım. Fakat gene de size şunu söylemeliyim: Burada
söz konusu olan şey kahramanlık değil, sadece dü-.
rüşt olmak. Bu öyle bir fikir ki, insanı güldürebilir, fa­
kat vebayla savaşmanın tek çaresi, dürüst olmaktır.
Birden ciddileşiveren Rambert:
— Dürüst olmak ne demektir? dedi.
— Bunun genel olarak ne demek olduğunu bil­
mem. Fakat kendi payıma bunun, işimi başarmak an­
lamına geldiğini biliyorum.

165
Rambert. öfkeyle:
— Ah, dedi, ben işimin ne olduğunu bilmiyorum.
Belki de aşkı seçmekle tamamen yanıldım.
Rieux karşı koydu, kuvvetle:
— Hayır, düşünceli düşünceli onlara bakıyordu:
— Sizin ikinizin, herhalde bütün bu işlerde kay­
bedecek bir şeyiniz yok. İyilerin yanında bulunmak
o zaman tabii çok kolay.
Rieux, bardağını boşalttı.
— Haydi, dedi, bizim işlerimiz var.
Ve dışarı çıktı.
Tarrou da onu takibetti, fakat kapıdan çıkmak
üzereyken fikrini değiştirdi, gazeteciye dönüp şunları
söyledi:
— Rieux'nün karısının buraya birkaç yüz kilomet­
re uzakta bir sanatoryumda bulunduğunu biliyor mu­
sunuz?
Rambert şaşkınlığını belirtti, ama Tarrou çoktan
çıkıp gitmişti.
Ertesi gün sabahın ilk saatlerinde Rambert, dok­
tora telefon etti:
— Şehirden ayrılmak çaresini buluncaya kadar
sizinle birlikte çalışmamı kabul eder misiniz?
Telefonun öteki ucunda bir an sessizlik oldu.
Sonra:
— Evet Rambert. Sizei teşekkür ederim.
ıu

Vebanın mahpusları böylece güçlerinin yettiğin­


ce çırpınmaya devam ettilet. Rambert gibileri hâlâ
hür t>ir insanmış, hâlâ seçmek ellerindeymiş gibi ha­
reket edebileceklerini sanıyorlardı. Fakat gerçekte
Ağustos ayının ortasında vebanın her şeye hâkim ol­
duğu açıkça söylenebilirdi. Artık kişisel alınyazıları
yoktu, vebanın sebep olduğu ortak bir hikâyenin için­
de herkesin paylaştığı duygular vardı. Bunların en
büyüğü ayrılık ve sürgündü,, bu da insanı korkuya ve
direnmeye sürüklüyordu. Hastalıkla sıcağın ulaştığı
bu zirvede hikâyecinin genel bir şekilde ve örnek ol­
mak üzere anlatılmasını gerekli bulduğu şeyler, ha­
yattaki vatandaşlarımızın şiddetli davranışları, ölüle­
rin gömülmeleri ve ayrı düşmüş sevgililerin çektikleri
acıdır.
Yılın ortalarına doğru bir rüzgâr çıktı, vebalı şeh­
rin içinde günlerce inledi durdu. Şehrin kurulmuş ol­
duğu yayla üzerinde hiçbir tabiat engeline Taslama­
dığından rüzgâr, Oran'lılar için en korkulu şeylerden
biridir; sokaklara, caddelere olanca şiddetiyle dolu:
verir. Uzun aylardır şehire tek damla yağmur düş­
mediği için, sokaklar rüzgârın esişi ile çıtırdayan kül-
rengi bir tozla örtülmüştü. Rüzgâr böylece toz bulut­
larını ve sayısı gittikçe azalan yayaların bacaklarına

167
çarpan kâğıt parçalarını havalara kaldırıyordu. İnsan­
ların iki büklüm, ağızlarını bir mendille kapatarak hız­
lı hızlı sokaklardan geçtikleri görülüyordu.
Her insanın sonuncu günü olabilecek bu günle­
rin akşamlarını mümkün olduğu kadar uzatmak arzu*
sunun tersine, sokaklarda, evlerine yeya kahvelere
koşuşan kalabalık kümelere rastlanıyordu, öyle ki,
bu sıralarda erkenden çöken alacakaranlığa kadar
sokaklar ıssız kalıyor, sadece rüzgârın bitip tükenmez
şikâyetleri, inlemeleri duyuluyordu. Daima kabarık ve
gözle görülmeyen denizden bir yosun ve tuz kokusu
yükseliyordu. Tozla bembeyaz kesilmiş, deniz koku­
larıyla dolup taşan, rüzgârın uğultusuyla çınlayan bu
bomboş şehir, mutsuz bir ada gibi hıçkınyordu.
Veba, şimdiye kadar kurbanlarını şehrin merke­
zinden daha çok. kalabalık ve yaşama şartları zor dış
mahallelerden almıştı. Fakat birdenbire veba hisse­
dilir şekilde şehre yaklaştı, iç mahallelerine gelip yer­
leşti. Bu mahallelerde yaşayanlar, hastalık tohumla­
rını sürükleyip getirdiği için, rüzgâro lânet ediyorlar­
dı. Otel müdürü: «Bu rüzgâr, işleri daha do karış­
tırdı.» diyordu. Ama her şeye rağmen, artık, merkez
mahallelerinde oturanlar da o kadar yakınlarından
geçen hasta arabalannın, pencereleri dibinde geceye
karşı yükselen o duygusuz, boğuk çan seslerini git­
tikçe daha sık işitiyorlordı. Şehrin içinde de vebaya
bulaşmış bazı mahalleri tecrid etmeye karar verdiler.
Ancak hizmetlerinden vazgeçilmeyecek kimselerin dı­
şarı çıkmasına izin veriliyordu. Bu mahallelerde ya­
şayan insanlar bu tedbiri kendilerine karşı bile bile
yapılan bir işkence saydılar; buna rağmen öteki ma­
hallelerde oturanların tersine, gene de hür insanlar
olarak düşünmekten vazgeçmediler. Ötekiler ise ta­
mamen ters bir ruh hali içindeydiler, en çetin, en

168
umutsuz anlarında, kendilerinden daha az hür olan
kimseler bulunduğunu düşünerek teselli buluyorlardı.
«Benden de beter mahpusluk çekenler var» sözü, bi­
ricik umutlarını belirtmiş oluyordu.
Aşağı yukarı bu sıralarda, şehrin batı kapısı ya­
kınlarındaki eğlence mahallelerinde sık sık yangınlar
çıkmaya başladı. Alınan bilgiye göre, karantina sü­
resini doldurup dönen kimseler yas ve acıların etki­
siyle ne yaptıklarını bilmeyerek, vebanın kendilerini
öldürmek istediği korkusu içinde evlerini ateşe veri­
yorlardı.
Şiddetli rüzgârlar yüzünden bütün mahalleleri
sürekli bir tehlike içinde bırakan ve gittikçe sık giri­
şilen bu çeşit teşebbüslerle savaşmakta çok zorluk
çekildi. Reşmî makamlarca alınan, evleri dezenfekte
etmek tedbirlerinin bütün mikropları temizlediğine in­
sanları boş yere inandırmaya uğraşmak sonuç ver­
meyince. bu suçsuz kundakçılarla başa çıkmak için
çok ağır cezalar (<ondu. Hiç şüphe yok. bu zavallı in­
sanları gerileten, hapse atılmak düşüncesi değildi,
şehirde herkes vilâyet hapishanesindeki ölüm sayı­
sının yüksekliğini biliyordu. Bu bakımdan hapis yüzde
yüz ölüm demekti. Tabii ki, bu inanç temelsiz değildi.
Vebanın askerler, din adamları ve mahpuslar gibi top­
lu halde yaşayanlar arasında şiddetle hüküm sürdü­
ğü bilinen bir şeydi. Çünkü bazı mahkûmları tecrid
edilmekle beraber, haipşhane kendi başına ayrı bir
topluluktur. Bunu iyice belirten başka bir şey de, şe­
hir hapishanesinde mahpuslar kadar, gardiyanların
da vebaya karşı borçlarını ödedikleridir. Vebanın yük.
sekten bakışları önünde müdüründen en son mahpu­
suna kadar herkes mahkûmdu. İlk defa hapishanede
tam bir adalet hüküm sürmekteydi.

169
Resmî makamlar, boş yere, aynı seviyede bulu­
nanlar arasında bir hiyerarşi yaratmak için, görev ba­
şında ölen hapishane gardiyanlarına madalya verme­
ye karar verdiler. Sıkıyönetim ilân edilmiş sayıldığın­
dan hapishane gardiyanları da askere alınmış sayı­
lırlardı,. bu yüzden onlara ölümlerinden sonra madal­
yalar dağıttılar. Mahpuslardan buna karşı sesler çık­
madıysa da, askerî çevrelerde bu, pek hoş karşılan­
madı. Böyle bir şeyin halkın düşünce tarzında tatsız
yanılmalara sebep olabileceği belirtildi. İstekleri haklı
görüldü, hastalıktan ölen gardiyanlara birer salgın
madalyası verilmesi düşünüldü. Fakat öncekiler için
olan olmuştu, onlardan madalya geri alınamazdı, as­
keri çevrelerse görüşlerinde ısrar ediyorlardı. Öte
yandan, salgın madalyasının, askerî madalyanın ver­
diği mânevi etkiyi sağlamaması gibi bir mahzuru da
vardı. Çünkü salgın sırasında bu çeşit bir madalya
kazanmak çok genel bir durumdu. Kısacası, kimse
memnun kalmamıştı.
Üstelik, hapishane idaresince, dinî idareler, hat­
tâ askeri birlikler kadar kolayca tesir edilemiyordu.
Oran'ın iki manastırına mensup papazlar şehre ya­
yılmışlar ve sofu ailelerin yanına yerleşmişlerdi. Aynı
şekilde, mümkün olduğu oranda ufak askeri birlikler
kışlalardan uzaklaştırılmış, okullara küçük garnizon­
lar halinde yerleştirilmişlerdi. Böylece görünürde, şe­
hir insanlarını kuşatmış olmanın doğurduğu bir bir­
liğe zorlayan hastalık, aynı zamanda gelenek halinde
devam edegelmiş müesseseleri de bozuyor ve kişileri
kendi yalnızlıklarına yolluyordu. Bunlar da ortalıkta
bir karışıklık yaratıyordu.
Bütün bu olup bitenlere eklenen rüzgârın da bazı
kafalarda nasıl bir yangını yarattığı do kolaylıkla dü­
şünülebilir. Geceleri şehir kapıları hem de defalarca

170
saldırıya uğramaktaydı, oma bu saldırıları silâhlı kü­
çük gruplar yapıyorlardı. Karşılıklı silâhlar atıldı, ya­
ralananlar. bu arada kaçabilenler oldu. Muhafız pos­
taları takviye edildi, teşebbüslerin de arkası kesildi.
Fakat bu da. şehirde bazı karşı koyma olaylarına yol
açan bir ihtilâl havasının esmesine neden oldu. Sağ­
lık sebepleriyle kapatılan veya yakılan bazı evler yağ­
maya uğradı. Doğrusu istenirse böyle hareketler ön­
ceden kararlaştırılmış değildi. O zamana kadar şe-
refllinsanlar olarak yaşamış kimseleri suç teşkil ede­
cek hareketlere sürükleyen beklenmedik bir fırsat or­
taya çıkıyor ve başkaları da bu hareketi hemen taklit
ediyordu, Acısından donup kalmış ev sahiplerinin gözü
önünde alevler içindeki eve saldıran çılgınlar çıktı. Ev
sahibinin kayıtsızlığından cesaret alan başka seyir­
ciler de aynı şeyi yaptılar, karanlık sokak boyunca
alevlerin ışığında, sırtlarına yüklendikleri eşya veya
mobilyalarla sönmek üzere bulunan alevler altında
şekilsiz birtakım gölgelerin kaçıştıkları görüldü. İşte
bu çeşit olaylar, resmî makamların veba durumundan
vazgeçip sıkıyönetim ilân etmeleri ve bunun gerek­
tirdiği kanunları uygulamaları sonucunu doğurdu. İki
hırsız kurşuna dizildi, fakat bunun başkaları üzerinde
pek kuvvetli bir etki yaptığı söylenemez, çünkü bun­
ca ölüm arasında, iki kişinin kurşuna dizilmesi göze
bile çarpmadı: Denize katılan bir damla gibiydi. Ger­
çekte ise bu çeşit sahneler, resmî makamlar engel
olmak için belli bir şey yapamadıkları için, sık sık
tekrarlanmaktaydı. Şehir insanlarını en çok etkileyen
şey. ışıkları belirli bir saatte söndürmek emriydi. Saat
on birden itibaren, geceye gömülen şehir, taş gibi
kaskatı kesiliyordu.
Aylı gecelerde şehrin beyaz duvarları ve dümdüz
bir çizgi halindeki upuzun yolları.görülüyor, onu ne

171
bir kapkara ağaç gövdesi lekeliyor, ne bir yolcunun
ayak sesi veya bir köpeğin uluması uykusundan uyan­
dırıyordu. Koskoca şehir, demirden veya taştan ya­
pılmış suratları ile vaktiyle temsil ettikleri insanın bo-»
zuk bir hayalini yansıtan tren o unutulup gitmiş ha­
yırseverlerin veya daimî bir sükûta mahkûm edilmiş
öski büyük adamların dilsiz heykellerinin yer yer gö­
ründüğü kalın ve cansız bir mikâp yığını halindeydi.
Fakat gece bütün kalplerin içindeydi ve gömül­
melere ait gerçek ve uydurulan hikâyeler de vatan­
daşlarımıza ferahlık verecek gibi değildi. Burada gö­
mülmelerden bahsetmek gerekiyor, hikâyeci kendini
buna zorunlu görmektedir. Zira bu konuda takılmaları
çok iyi biliyor, fakat onu haklı çıkarabilecek tek şey
bütün bu devir boyunca şu veya bu şekilde bütün va­
tandaşlarımızın gömülme işiyle yakından ilgilenmek
zorunda kaldıklarıdır. Yazar bu çeşit törenlerden hoş­
landığı için bu konuyu ele almış değildir, tam tersine
o. canlı insan topluluklarını bir örnek vermek gere­
kirse, deniz banyolarını tercih etmektedir. Ama deniz
banyoları ortadan kaldırılmıştı, canlıların topluluğu,
günler* geçtikçe, yerini ölüler topluluğuna bırakmak
korkusu içindeydi. Bu apaçık bir şeydi. Elbette ki,
insan bu gömülmeleri görmemek için kendini zorla­
yabilir, gözlerini kapar, onu kendinden uzağa atmak
isterdi. Fakat apaçık olan şeylerin her şeyi silip sü­
püren müthiş bir-kuvveti vardır. Örneğin, yakınlarınız­
dan birinin gömülmesi gerektiği zaman bu törenden
kaçınabilir misiniz?
Başlangıçta, cenaze törenlerinde görülen özellik,
yapılıp bitirilmesindeki hızdı! Bütün formaliteler ba­
sitleştirilmiş. genellikle cenaze alayları tamamen kal­
dırılmıştı. Hastalar, ailelerinden uzakta ölüyorlardı.
Geceleri ölüleri beklemek âdeti de kaldırılmıştı, öyle

172
ki, akşamları ölenler geceyi yalnız başlarına geçiriyor­
lardı, gündüz ölenlerse fazla vakit geçirilmeden gö­
mülüyorlardı. Tabiî ki ailelerine haber veriliyordu, fa­
kat çok defa yakınları hastanın yanında iseler derhal
karantinaya alındıklarından kimse cenazeye gelemi-
yordu. Hasta ile beraber oturmayan aileler, tâyin edi­
len saatte geliyor, yıkanıp tabuta konan cenazenin
ardı sıra mezarlığa kadar gidiyorlardı.
Bu formalitelerin, örneğin Dr. Rieux'nün idare­
sindeki yardımcı hastahanelerden birinde olup bitti­
ğini düşünelim. Okulun başlıca binasının arka tara­
fında bir çıkış yeri vard1 Koridora açılan büyük eşya
odası tabutla doluydu. Hattâ koridorda aileler, çok­
tan işi bitirilip kapatılmış bir tabutla karşılaşırlardı.
Hemen, en önemli işler hallediliyor, yani aile büyü­
ğüne gerekli belgeler imzalattırılıyordu. Sonra cena­
ze kâh bir furgona, kâh hasta arabasından bozma bir
taşıta yükleniyordu. Ölünün ailesi, henüz işlemesine
izin verilmekte olan otomobillerden birine biniyor,
arabalar bütün hızlariyle dış sokaklardan geçerek
mezarlığa gidiyorlardı. Kapıda jandarmalar kafileyi
durdurup resmî müsaade kâğıdını mühürlüyorlardı.
Zaten bu resmî izin kâğıdı, elde edilemezse vatan­
daşlarımızın deyimiyle «son ikametgâha sahip» ol­
mak da imkânsızdı. Arabalar, içlerinin dolmasını bek.
leyen birçok açılmış çukurun bulunduğu, dörtköşe bir
toprak parçasının yanında duruyordu. Bir papaz, ölü­
yü karşılıyordu, çünkü bu törenlerin kilisede yapıl­
ması yasaklanmıştı. Dualar arasında tabut çıkarılıyor,
iplerle bağlanıyor, sürüklenerek çekilip mezarın içine
yuvarlanıyordu. Papaz, takdisini yaptıktan sonra ölü­
nün üstüne ilk topraklar atılmaya başlanıyordu. Has­
ta arabası, daha önce, dezenfekte edilmek üzere ge­
reken yere gidiyordu. Kürek kürek topraklar gittikçe

173
daha hızla atıldıkça taksinin içindekiler bulundukları
köşeye yığılıyorlardı. On beş dakika sonra ölünün
ailesi, evine dönmüş bulunuyordu.
Bu şekilde her şey en büyük hız ve en az riskle
cereyan etmekteydi. Hiç şüphe yok ki, başlangıçta
ölünün yakınlarının duyguları bu hareketlerden çok
zedeleniyordu. Fakat veba salgını varken bu çeşit
düşünceleri hesaba katmak imkânsızdı; köklü tedbir­
ler almak uğrunda her şey feda ediliyordu, önceleri
halkın duyguları bu tedbirlerden acı duyuyordu — çün­
kü usulüne uygun şekilde gömülmek arzusu sanıldı­
ğından daha yaygındır— az zaman sonra, neyse ki
iaşe meselesi hayli nazik bir duruma girdi ve böylece
şehirlilerin ilgileri de daha ivedili endişelere çevrildi.
Dükkânların önündeki kuyruklarda beklemek, eğer
karın doyurmak isteniyorsa bunun için gerekli teşeb­
büslere girişen ve formaliteleri yerine getirmeye çalı­
şan insanlar, etraflarında ölenleri ve günün birinde
kendilerinin nasıl öleceklerini düşünmek zamanını bu­
lamıyorlardı. . Böylece, bu maddî zorluklar kötülük
şöyle dursun iyilik yerine geçti. Fakat daha önce gör­
düğümüz üzere, salgın genişlemeseydi herşey iyi ola­
caktı.
Çünkü artık tabutlar kolaylıkla bulunmamaya
başladı, ne kefenlik bez, ne de mezarlıkta yer kaldı.
Buna bir çare bulmak gerekliydi. En kolayı gene
işi kökten halletmek için, gömülme işini topluca yap­
mak ve durumun gereğine uyarak hastahane ile me­
zarlık arasındaki gidiş-gelişleri çoğaltmaktı. Şu sıra­
da, hastahanenin beş tabutu, Rieux'nün emrindeydi.
Onlar dolunca, araba alıp götürüyor, mezarlıkta ta ­
butlar açılıp boşaltılıyor, demir rengi almış cesetler
sedyelere yatırılıyor, bu iş için ayrılmış bir hangarda
bekletiliyorlardı. Mikrop öldürücü bir ilâçla yıkanan

174
tabutlarsa hastahaneye geri getiriliyordu. Aynı ame­
liye, gereği kadar tekrarlanıyordu, örgüt cok iyi ça­
lışıyordu. Vali de bundan çok memnundu. Hattâ Ri-
eux’ye bunun, tarihteki eski veba salgınlarında görü­
len, zenciler tarafından taşınan iki tekerlekli araba­
larla cenaze naklinden çok daha iyi olduğunu söyle­
mişti.
— Evet, dedi Rieux. hep aynı gömülme, yalnız
biz fişlerini çıkarıyoruz. İlerlemeye diyecek yok!
İdari makamların başarılarına rağmen, formali­
telerin aldığı tatsız karakter, gömülme sırasında aile­
lerin mezarlıktan uzaklaştırılması tedbirini zaruri kıl­
dı. Mezarlık kapısına kadar gelmelerine ses çıkarıl­
mıyordu, fakat bu müsaade de resmen verilmiş de­
ğildi. Çünkü törenin toprağa veriliş kısmı bir parça
değişmişti. Mezarlığın dış taraflarına doğru sakız
oğaçfariyle kaplı bomboş arazide iki muazzam çukur
kazdırılmıştı. Biri kadınlara, öteki erkeklere aitti... Hiç
değilse bu bakımdan idari makamlar ahlâk kuralları­
na uygun hareket ediyorlardı. Olayların kuvvetiyle çok
daha sonraları bu utanç duygusu da kayboldu ve ka­
dınlarla erkekleri, her türlü edep duygusundan sıyrı­
larak karmakarışık bir şekilde birbirleri üstüne göm­
meye başladılar. Neyse ki, bu karışıklık, salgının son
dakikalarına rastladı. Bizim üzerinde durduğumuz de­
virde kadın ve erkek çukurları birbirinden ayrıydı, vi­
lâyetçe buna özellikle dikkat ediliyordu. Herbirinin di­
binde kalın bir tabaka sıcak kireç kaynıyor, duman­
ları yükseliyordu. Çukurların kenarında aynı kireçten
yapılma bir tepecikten havayla temas sonucu su ka­
barcıkları yükseliyordu. Ceset, hastahane arabası ile
mezarlığa varınca, sıra halinde sedyeler getiriliyor,
hafifçe bükülmüş, küçülmüş cesetler birbiri ardınca
çukura yanyana atılıyor, üstleri bir tabaka sıcak ki­

175
reçle, sonra da toprakla örtülüyor, fakat daha sonra
gelecek misafirler için de üzerlerinde yeteri kadar yer
bırakılıyordu. Ertesi gün, ölünün yakınları evrakı im­
zalamaya davet ediliyordu; bu da insanlarla, örneğin
köpekler arasında bir fark olduğunu gösteriyordu.
Kontrol etmek her zaman mümkündü.
Bütün bu işleri yaptırmak için insana ihtiyaç
vardı, insansa yeteri kadar bulunmuyordu, önce mes­
lekten hemşireler, sonra alelacele yetiştirilen hemşi­
reler ve mezarcılar vebadan ölmüşlerdi. Bunlar ne
gibi tedbirler alınırsa alınsın salgından yakalarını kur-
taramıyorlardı. Fakat iyi düşünülecek olursa, en şa­
şılacak taraf; bütün salgın boyunca bu işi yapmak
için adam bulmakta zorluk çekilmemesiydi. En zor
durum, vebanın doruk noktasına varmasından âz ön­
ce ortaya çıktı. Dr. Rieux'nün endişeleri işte bu sıra­
da başladı. Ne kadrolarda, ne de ağır işler denen gö­
revlerde yeter sayıda gerekli yardımcı yoktu. Fakat
veba bütün şehre hâkim olduğu andan itibaren has­
talığın azgınlığı işe yarar bazı sonuçlar da yarattı,
çünkü bütün İktisadî hayatı altüst etmiş ve önemli
sayıda insanın işsiz kalmasına sebep olmuştu.
Hastahane kadroları için gerekli memurlar yok­
tu, fakat kaba işlerde çalıştırılacak adam kolaylıkla
bulunuyordu. Bu andan sonra yoksulluğun korkudan
daha kuvvetli olduğu görüldü; çünkü tehlikeyi göze
alarak para kazanmak daima mümkündü. Sağlık ör­
gütünün elinde, iş isteyenlerin listesi vardı, bir yer
açılır açılmaz, — eğer o güne kadar hayatta kalmış­
sa— listenin başındaki'adam çağrılıyor, o da bu da­
vete seve seve koşuyordu. Devamlı veya geçici bir
şekilde, bu işlerde mahkûmları kullanmayı düşüm-
olan Vali de en son başvurulacak bu karardan vaz­

176
geçti. İşsizler bulunduğu sürece, bu karan islediği
kadar geciktirebilirdi.
İyi kötü. Ağustosun sonuna kadar, hem şenleri­
miz, son meskenlerine, edep dairesinde olmasa bile,
görevlerini yerine getirm eleri bakımından idarecilere
iç rahatlığı verecek bir sayıda nakledildiler. Son baş­
vurulan çareleri anlamak için olayların biraz öncesi­
ne gitmek gerekiyor. Vebanın eşikte beklediği Ağus­
tos ayından itibaren kurbanlann çoğalan sayısı kü­
çük mezarlığımızın imkânlarını kat kat aşb. Duvarları
yıkıp ölülere yakın topraklarda bir parça yer bulmak
istediler, çok geçmeden başka birşey akıl ettiler, gö­
mülmeleri gece yapmayı kararlaştırdılar ve bu. ilk an­
da bazı yararlar sağlamış oldu. G ittikçe çoğokm ce^
setleri üstüste hasta arabalanna yığıyorlardı. V e ya­
sağa rağmen. ışıkların söndürüldüğü saatte dış ma­
hallelerde gezmekte olan (veya işi bunu gerektiren)
kimseler bazen uzun, beyaz, hasta arabalannın. ge­
cenin içinde kaybolmuş sokaklardan, çınlamıyan can­
larını titreterek son hızla geçip gittiklerine tanık olu­
yorlardı. Cesetler alelacele çukurlara atılıyordu. Çu­
kura düşmeleriyle dökülen kürek kürek kirecin surat­
larında ezilmesi bir oluyor, gitgide daha derin açılan
çukurlar, toprakla doldurularak kapablıyordu.
Çok geçmeden gene yer yetişmedi, başka taraf­
ta yer bulmak gerekti. Vilâyetçe, arazi sahiplerine
haklarından tamamiyle vazgeçmeleri bildirilen bir is­
timlâk kararnamesi yayınlandı. Geriye kalan ölüler
fırınlarda yakılmaya gönderildi. Çok geçmeden veba­
dan ölenleri de cesetleri yakmaya mahsus fırınlara
yollamak gerekti. Fakat bu iş için şehrin doğusunda,
şehir kapılarının dışındaki eski fınnı kullanmak ge­
rekiyordu. Muhafız, kıtalarını daha geriye aldılar, bir
Belediye memuru da tram vayların bu işde kullanıl­

VEBA F .: 12/177
masını tavsiye ederek yetkili makamların işini kolay­
laştırdı. Arabaların içindeki kanapeler kaldırıldı, bala-
dözler ve motrisler konuldu, tramvay raylarının yö­
nünü fırın tarafına çevirdiler, böylece bir hatbaşı ku­
rulmuş oldu.
Bütün yaz, sonbahar yağmurları altında, havaî
hatların uzunluğunca, içinde canlı insan bulunmayan
esrarengiz tramvay kafilesinin gece yarılarında, akis­
leri denize düşerek geçişleri görülüyordu. Şehir in­
sanları bunların ne olduğunu anlamakta gecikmemiş­
lerdi. Tramvay hattına \ aklaşmayı önleyen devriye-
lere rağmen, insan kümeleri dalgaların yaladığı kaya­
lıkların üstünde toplanıyor ve tramvay geçerken ray­
lara doğru çiçekler atıyorlardı. Arabaların yaz gecesi
içinde çiçek ve ölü yüklerini taşıyarak sarsıla sarsıla
geçişleri duyuluyorduk
Sabaha doğru, daha çok şafak sökerken, yoğun
ve iç bulandıncı bir duman, şehrin doğu mahallele­
rinin üstünde yayılıyordu. Bütün doktorların kanaati,
bu iğrenç kokuların kimseye zararı dokunmayacağı
idi. Fakat bu mahallelerde oturanlar, vebanın gökyü­
zünden üzerlerine döküleceğine inandıklarından, yer­
lerini terkedip taşınacaklarını söylediler. Sonunda
karışık bir sistemle dumanları ters yöne çevirmenin
çaresini bulmak zorunda kaldılar, ancak bundan son­
ra bu mahallelerde oturanlar huzura kavuştular. Rüz­
gârlı havalarda doğu yönünden gelen belli belirsiz
bir koku, insanlara yeni bir düzen içinde yaşadıkları­
nı, vebanın alevlerinin her akşam aldığı haraçları yok
etmekle meşgul olduğunu hatırlatıyordu.
Bunlar, salgının en şiddetli eserleriydi. Neyse ki.
ölüm daha çok artmadı, yoksa dairelerimizin mahir
çalışmalarının, vilâyetin elindeki imkânların, hattâ fı­
rınların takatinin salgınla başa çıkamıyacağından kor-

178

/
kulobilirdi. Rieux. onların, durum bu hale geldiği za­
man cesetleri denize atmak gibi çareler tasarladık­
larını biliyordu. Mavi denizin üstünde bu cesetlerden
doğacak korkunç köpükleri kolaylıkla gözünün önü­
ne getirebiliyordu. İstatistikler yükselmeğe devam
ederse, ne kadar mükemmel olursa olsun hiçbir ör­
gütün salgına karşı koyamıyacağını, insanların yığın
içinde teker teker öleceklerini ve sokaklarda çürüyüp
gideceklerini, valiliğin bunca çabasına rağmen şehir­
de, kalabalık meydanlarda ölenlerin haklı görülecek
bir kinle ve budalaca bir umutla canlıların kollarına
yapışacaklarını biliyordu.
Sürgün ve ayrılık duygusunu vatandaşlarımız
arasında sürdüren bu çeşit açık gerçekler ve endi­
şelerdi. Bu bakımdan hikâyeci burada, gerçekten sey­
re değer, örneğin eski zaman hikâyelerinde rastla­
nan kuvvetli birkaç kahramandan bahsedemeyişinin
ya da göz kamaştırıcı hareketleri anlatamayışının ne
kadar üzücü olduğunu bilmektedir. Bir salgın felâke­
tinde seyre değer hiçbir güzellik yoktur ve hele bu
salgın uzayıp gittikçe büyük felâketlerin ne kadar
monoton birşey olduğu görülür. Veba salgınını yaşa­
mış olanlar, onu belleklerinde bitip tükenmez, zalim
alevler biçiminde düşünemezler, daha çok. ayaklar
altında ne varsa hepsini ezen, sonu gelmez bir ye­
rinde sayma olarak hatırlarlar.
Hayır, vebanın, salgının başında Doktor Rieux’
nün tasarladığı o büyük hayallerle hiçbir ilgisi yoktu.
Bir kere o, ihtiyatlı ve iyi işleyen mükemmel bir idare
tarzına sahipti. Hiçbir şeye ihanet etmemekrözellikle
kendine ihanet etmemek için, bu arada söylenmesi
gereken hikâyecinin doğruyu söylediği, tarafsızca
durumun böyle görüldüğüydü. Aşağı yukarı birbirine
yakın unşurlorı ilgilendiren konular dışında, hikâyeci.

179
sanat yapmak için hiçbir şeyi değiştirmek istemiyor.
Bu devirde hem en yaygın, hem en derin, en büyük
ıstırabın ayrılık olduğunu söylemeğe bizi gene bu ta ­
rafsızlık zorluyor. Vebanın ikinci aşamasının yeni bir
tasvirine girişmek bir vicdan işi olsa bile, bu ıstırabın
o dokunaklı görünüşünden kendiliğinden çok şey kay­
bettiği de o kadar gerçektir.
Vatandaşlarım ız, hele bu ayrılığın acısını en cok
çekenler, bu duruma nasıl alıştılar? Alıştıklarını kolay­
lıkla kabul etm ek pek doğru olmaz. Vücutlarından ol­
duğu kadar, ruhlarında da güçsüz düşmenin acısını
duyuyorlardı.
Vebanın başlangıcında kaybettikleri insanı ek­
siksiz olarak hatırlıyor ve onun özlemini çekiyorlardı.
Fakat, sevilen bir yüzü, onun gülüşünü, birbirleriyle
tanışmalarını, kendilerini mutlu hissettikleri bir günü
tam bir açıklıkla hatırlıyorlarsa da. vaktiyle birlikte
yaşadıktan, artık pek cok uzaklarda kalan o yerlerde
sevdikleri insanın şu saatte neler yaptığını hayal e t­
m ekte .zorluk çekiyorlardı. Sonuç olarak, ilk zam an­
larda bellekler kuvvetli, am a. hayaller yetersizdi. V e­
banın ikinci döneminde bellek de kuvvetini kaybetti.
Bu. sadece sevilen insanın yüzünü unutmaktan gel­
miyordu, onun vücudunu da kaybetmekten doğuyor­
du. Artık sevdikleri insanı ic derinliklerinde bulamı­
yorlardı. İlk haftalarda aşklannın gölgelerinde bulup
çıkarabildikleriyle yetindikleri için şikâyetçi olurlar­
ken, cok geçmeden bu gölgeler de kayboldular, anı­
sını sakladıktan en silik rengine kadar hepsini unut­
tular. Bütün bu uzun aynlık süresince ne o insanla
birlikte geçirdikleri o mahrem hayatı, ne de her iste­
dikleri an elleriyle dokunabilecekleri bir varlıkla bir
vakitler başbaşo yaşamış olduklannı düşünemiyorlar -
dı bile.

160
Bu görüşle vebanın kurduğu düzeni kabul etmiş­
lerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşı­
yordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu.
Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. «Bu iş
artık sona ermeli» diyorlardı vatandaşlarımız. Çünkü
felâketler sırasında, topluca çekilen acıların bitmesi­
ni istemek tabiî birşeydir. İçlerinden de bu işin sona
ermesini sahiden istiyorlardı. Fakat bu sözler baş­
langıçtaki ateşle ve acı duyguyla ifade edilemiyordu.
Berraklığını henüz kaybetmemiş birkaç zayıf kanıta
dayanarak söyleniyordu. İlk haftaların haşin atılgan­
lığı geçmiş, yerini yanlış yere tevekkül diye kabul '.di­
lebilecek. geçici boyun eğiş demek olan bitkinlik al­
mıştı.
Vatandaşlarımız buna ayak uydurdular, daha
doğrusu alıştılar. Çünkü zaten başka türlü hareket
etmeye imkân yoktu. Tabiî ki, felâket ve ıstırap için­
deki tavırlarını hâlâ devam ettiriyorlardı, fakat acısını
eskisf kadar duymuyorlardı. Hem zaten, örneğin, Dr.
Rieux'nün inandığı gibi, asıl felâket de buydu, insa­
nın umutsuzluğa alışması umutsuzluktan da beterdi.
Eskiden ayrılık acısı çekenler gerçekte o kadar mut­
suz değillerdi, çektikleri acıda sönmüş bir aydınlık
vardı. Şimdi ise sokak köşelerinde, kahvelerde veya
dost evlerinde, durgun ve dalgın, dünyadan öylesine
bezmiş, gözleriyle bütün şehri bir bekleme salonu
halinde görerek sürüklenip gidiyorlardı. Zanaat sa­
hipleri, işlerini vebanın çalışmasında gösterdiği ihti­
mamla, dikkati üzerlerine çekmek istemeden yapı­
yorlardı. Herkes mütevazı olmuştu artık, ilk defa ola­
rak ayrı düşmüş insanlar uzaktaki yakınlarından kin
duyarak bahsetmiyorlardı, kalabalığın dilini kullana­
rak ayrılıklarını salgın istatistiklerinin açısından ince­
liyorlardı. Şimdiye kadar kendi acılarını topluluğun

181
ortak felâketinden acımasızca ayırmışlardı, şimdi ise
oynı acıya boyun eğiyorlardı. Belleksiz, umutsuz, ya­
şanılan ânın içindeydiler. Aslında zaten herşey onlar
için yaşadıkları ân demekti. Şurasını söylemeli ki.
veba aşkın ve dostluğun bütün gücünü yok etmişti.
Çünkü aşkıı az ya da çok bir geleceğe ihtiyacı var­
dır, oysa bizim için yaşanılan anlardan daha ilerisi
yoktu.
Tabiî bunların hiçbirinin öyle kesin şeyler olduk­
ları söylenemez. Sevdiklerinden ayrı düşenlerin, enin­
de sonunda bu duruma vardıkları doğruydu, fakat bu
sonuca hepsi aynı zamanda varmış değillerdi, bu ye­
ni tavrı benimsedikten sonra, gene de anî parlamalar,
geri dönüşler, birdenbire akla gelen kavrayışlar, bu
sabırlı insanları daha taze, daha içler acısı bir du­
yarlığa sürüklüyordu. Veba biter bitmez gerçekleşti­
recekleri bazı projeleri hazırlamak için boş vakitleri
olmalıydı. Tannnın bir lutfüyla içlerini birdenbire se­
bepsiz bir kıskançlığın ısırdığını duymalıydılar. Bazı­
ları kişiliklerini umulmadık bir Sırada buluveriyorlardı.
haftanın bazı günleri, pazarları ve cumartesi öğleden
sonralan. geçmiş zaman'içindeki alışkanlıklarını on­
lara hatırlattığı zaman uyuşuk hallerinden kurtuluyor­
lardı. Ya da gün sonlarında çöküveren bu melankoli,
her zaman iyi bir sonuca varmadan belleklerine ye­
niden kavuşacaklarını haber veriyordu. İman sahip­
leri için nefis muhasebelerinin görüldüğü an olan ak­
şamın bu saati, içinde bulundukları boşluklardan
başka inceliyecek bir şeyleri olmayan bu sürgünlere,
bu mahpuslara tahammül dışı geliyordu. Onîan bir
an boşlukto bırakıyor, sonra hayatın dışına götürüyor,
vebanın ortasında hapsediyordu.
Bunun için, insanın en kişisel nesi varsa on­
lardan vazgeçmesi gerektiği artık iyiden iyiye mey-

182
dana çıkmıştı. Vebanın ilk günlerinde kendileri için
çok değerli birtakım şeylerin üzerinde o kadar tit­
redikleri varlıklarının etrafındakiler için hiçbir fay­
dası bulunmadığı halde. böyle yalnız başlarına ya­
şamayı da denemiş oluyorlardı— şimdi eskisinin ter­
sine, düşünceleri herkesinkinden farksızdı. Ve içlerin­
deki aşk bile kendileri için soyut bir görünüş kazan­
mıştı. Vebaya kendilerini öylesine bırakmışlardı ki,
uyku arasında: «Şu hıyarcıktar çıksa da iş olup bit­
se» diye düşündükleri oluyordu. Fakat uyuyorlardı,
gerçekte de bütün bu zaman uzun bir uykudan baş­
ka bir şey değildi. Sıçrayarak, dudakları öfkeden tit­
reyerek, bir an içinde acıları yeniden tazelenmiş ve
onunla birlikte aşklarının perişanlığını yüzlerinde ta­
şıyarak uyanıyorlardı. Sabahları hareketin içine gene
kendilerini bırakıyorlar, yani, her günkü hayatlarına
koyuluyorlardı.
Fakat gurbete düşmüş bu insanların neye ben­
zedikleri de sorulabilir. Bunun cevabı çok basit: Hiç
bir şeye benzemiyorlardı. Ya da bu cevap daha iyi
ise, onlar da herkes gibiydiler, tamamen genelleşmiş
bir halleri vardı. Şehrin içindeki o çocukça endişeleri
ve durgunluğu paylaşıyorlardı, Soğukkanlı bir kılığa
bürünerek, olayların üzerinde durup düşünen zekâla­
rını kaybediyorlardı. Örneğin, içlerinde en zekilerinin
bile öteki insanlar gibi gazetelerde veya radyo yayın­
larında vebanın kısa zamanda sona ereceğine dair
bir belirti, bir inanma sebebi aradıklarını, ve sayılar­
dan çıkardıkları bir umuda düştüklerini veya bir ga­
zetecinin sıkıntıdan esniyerek çiziktirdiği bir mütalâa­
yı okumakla aslı esası olmıyan korkulara kendilerini
kaptırdıklarını görmek mümkündü. Geriye kalanlar ise
hep birbirine benzer hareketleri yapıyor, biralarını içi­
yor ya da hastalan tedavi ediyor, tembel tembel otu­

183
rarak ya da bitkin düşene kadar çalışarak vakit ge­
çiriyorlardı. Başka bir deyişle, artık seçecekleri bir
şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan
kaldırmıştı. Bu da, en çok, insanların giydikleri elbi­
selerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle
hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi oldu­
ğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı.
Son olarak denilebilirdi ki, birbirlerinden ayrı dü­
şenler başlangıçta kendilerini korumakta olan o ga­
rip, imtiyazlı hallerini kaybetmişlerdi artık. Hiç değilse
şimdi durum açıkça ortaya çıkmıştı, felâket herkesi
ilgilendiriyordu. Hepimiz şehir kapılarındaki patlayış­
lar, hayatımızı ve ölümüzü damgalayan tampon ses­
leri ortasında, yangınların ve fişlerin, korkuların ve
formalitelerin iğrenç fakat kayda geçecek bir ölümün
eşiğinde, tüyler ürpertici dumanlar ve hasta arabala­
rının çan sesleri arasında aynı gurbet ekmeğiyle bes-
leniyor, aynı birliği, aynı coşturucu barışa kavuşmayı
kendimiz de farkında olmadan bekliyorduk. Aşkları­
mız hep yanımızda olsa bile artık işe yaramaz hale
gelmişti, içimizde, cinayet ve mahkûmiyet gibi taşın­
ması güç, kısır bir durumdaydı. O artık gelecekten
mahrum bir sabır ve inatçı bir bekleyişten ibaretti.
Bu bakımdan, bazı vatandaşlarımızın hallerine ve
tavırlarına baktıkça, insan, şehrin dört yanında yiye­
cek satan dükkânların önünde uzayıp giden kuyruk­
ları hatırlıyordu. Bunda da sınırsız ve hayalsiz, aynı
boyun eğiş ve tahammül vardı. Yalnız bu duyguyu,
ayrılığın verdiği duygudan bin defa daha üstün ölçü­
de büyültmek gerekliydi, çünkü burada herşeyi yok
edebilecek bambaşka bir açlık söz konusuydu.
Fakat şehrimizdeki gurbetzedelerin ne çeşit bir
ruh hali içinde bulundukları hakkında doğru bir fikir
edinebilmek için kadınlarla erkeklerin caddelere bo­

184
şandıkları. ağaçsız şehrin üzerine düşen o bitip tü­
kenmez yaldızlı ve tozlu saatleri yenibaştan yaşamak
gereklidir. Çünkü şehirlerin dili demek olan taşıt ve
makine gürültülerinin duyulmadığı sokaklardan, gü­
neşte yıkanan taraçalara kadar yükselen gürültülü
konuşmalar ve adımların uğultusu, binlerce ayakkabı
tabanından çıkan ayak sesleri, ağırlaşmış gökyüzün­
de vebanın ıslığı ile ayrı bir ahenk kazanıyor, sona
ermez, boğucu bir tepinme .yavaş yavaş bütün şehre
doluyor ve geceden geceye, kalplerimizde aşkın ye­
rini almaya başlayan inada karşı o gerçek ve boğuk
sesiyle sesleniyordu.
IV

Veba Eylül ve Ekim ayları boyunca, şehri kendi


ağırlığı altında iki büklüm tuttu. Mademki insanların,
yerlerinde tepinmekten başka yapacakları bir şey
yoktu, ön binlerce insan da o sona ermez haftalar
içinde taban tepip durdular. Sis, sıcak, yağmur, gök­
yüzünde sırayla birbirlerinin yerini alıyordu. Sessiz
sedasız sığırcık ve ardıç sürüleri güneyden gelip şeh­
rin etrafında çok yüksekten dolanarak geçtiler, san­
ki, Paneloux'nun tasvir ettiği felâketteki gibi, evlerin
tepesinde ıslık çalarak dönen o koca sopa onları şeh­
re yaklaştırmamıştı. Ekim başında şiddetli sağnaklar
sokakları sildi süpürdü. Ve bu zaman içinde bu devce
tepinmede hiçbir değişiklik olmadı.
Rieux ve dostları o sıralarda ne derece yorgun
düştüklerini anlamaya başlıyorlardı. Gerçekten, sağ­
lık örgütünde çalışanlar artık yorgunluklarını gizleye-
mez bir hale gelmişlerdi. Doktor Rieux, kendisi ve
dostları üzerinde garip bir kayıtsızlığın hızla ilerledi­
ğini farketmeğe başlamıştı. Örneğin şimdiye kadar
vebaya dair her türlü habere karşı o kadar aşırı bir
düşkünlük gösteren bu adamlar, artık onunla ilgilen­
miyorlardı bile. Bir karantina yurdunun idaresi geçici
olarak kendisine bırakılmış olan ve bir zamandan beri
oteline hiç uğramayan Rambert, göz altında tuttuğu

186
insanların sayısını iyice biliyordu. Beklenmedik bir şe­
kilde hastalık belirtisi gösterenlerin süratle taşınma­
ları için bir sistem bulmuştu. Karantinadakilere yapı­
lan serumun sonuçlan belleğine kazılmıştı. Fakat ve­
banın haftalık kurbanlarının sayısını bilemiyordu, sal­
gının gerileyip gerilemediğinden haberi yoktu. Bütün
bunlara rağmen yakında gerçekleşecek olan kaçma
umudunu hâlâ besliyordu.
Ötekilere gelince, gece gündüz sürüp giden ça­
lışmalara kendilerini kaptırmış, ne gazeteleri okuyor,
ne de radyo dinliyorlardı. Kendilerine elde edilen yeni
sonuçlar bildirildiğinde ilgileniyorlarmış gibi görünü­
yorlarsa da. ne kesin darbeyi, ne de mütareke.-günü­
nü beklemeden sadece gündelik ödevlerini başarma­
ya çalışan büyük savaşların muhariplerinde görülen
o dalgın kayıtsızlığın içindeydiler.
Vebanın sebep olduğu hesapları kaydetmeye ça­
lışan Grand, onun genel sonuçlarının ne olduğunu
belirtmekten çok uzaktaydı. Yorgunluktan bitkin düş­
tükleri açıkça görülen Tarrou’nun. Rambert'in, Rieux’
nün tersine Grand şjmdiye kadar hiçbir zaman bu
kadar sağlıklı olmamıştı.
Oysa, belediyedeki memuriyeti, Rieux’nün ya­
nındaki kâtipliği ve geceleri evinde gördüğü işi. hep­
sini birden yapmaya çalışıyordu. Onun bu daimî yıp­
ranma içinde, sadece iki üç sabit fikre dayanarak ya­
şadığını görmek mümkündü. Bu sabit fikirler, veba­
dan sonra hiç değilse bir hafta bir dinlenme tatili
yapmaktı; bu zaman içinde, üzerinde uğraştığı, kitap­
çılara şapkalarım çıkarttıracak eserine rahatça çalı­
şabilirdi. Bazan âni bir duygulanmaya kendini bıra­
karak. Rieux'ye, Jeanne’dan bahsetmeye koyuluyor­
du. Şu anda onun nerede olabileceğini, eğer gazete­
leri okuyorsa, kendisini hatırlayıp hatırlamadığını dü­

187
şünüyordu. Rieüx. böyle anlardan birinde, farkında ol­
madan. bugüne kadar yapmadığı bir şeyi yaptığını.
Grand'a, karısından bahsetmekte olduğunu farketti.
Gelen her zaman güven verici telgraflara pek güven­
mediğinden, karısının tedavi gördüğü hastahanenin
baştabibine bir telgraf çekmeye karar vermişti. Aldı­
ğı cevapta, hastanın durumunun kötüye gittiği, müm­
kün olan her şeyin yapılarak bunu önlemeye çalışa­
cakları bildiriliyordu. Herhalde zayıf bir anına rast­
lamıştı. Memur, doktora Jeanne’dan bahsettikten
sonra karısından haber alıp almadığını sormuştu.
Rieux de gerekli cevapları vermişti. Grand •. «Biliyor­
sunuz ya,» demişti, «şimdi bu hastalık çabuk tedavi
ediliyor.» Rieux de onun bu ilgisini kabullenmiş ve
ayrılığın artık uzamaya başladığını, yanında olsa has­
talığı alt etmesi için karısına elinden gelen yardımı
yapabileceğini, halbuki şimdi onun kendini yapayal­
nız hissedeceğini söylemişti. Sonra susmuş, Grand'ın
sorularına kaçamak cevaplar vermekle yetinmişti.
Ötekiler de aynı durumdaydılar. En iyi karşı ko­
yup dayanan Tarroü’ydu, fakat tuttuğu notlarda, te­
cessüsleri derinlik bakımından fazla bir değişikliğe
uğramamışsa da çeşitliliğini kaybetmişti. Bütün bu
zaman içinde Cottard'la açıktan açığa meşgul olu­
yordu. Otel, karantina yurdu haline getirildiği için
Rieux’nün evine yerleşmişti. Akşamları, Grdnd'ın v e ­
ya doktorun elde edilen son neticeler hakkındaki söz­
lerini dinler gibi görünüyordu. Hemen, konuşmanın
konusunu kendisini daha çok ilgilendiren Oran haya­
tının küçük ayrıntılarına çeviriyordu.
Castel. serumun hazır olduğunu gelip doktora
bildirmişti. İlk denemeyi M. Othon’un küçük oğlu üze­
rinde yapacaklardı. Çocuk, hastahaneye götürülmüş­
tü. Rieux'ye göre durumu ümitsizdi. Castel'e son is­

188
tatistikler konusunda açıklama yaparken muhatabı­
nın, koltuğuna gömülüp uyuklamakta olduğunu gör­
dü. Alaycı ve tatlı bir ifadenin yaşlanmaz bir gençlik
verdiği, incecik bir tükrükle birleşen yarı aralık du­
dakları ile birdenbire kendinden geçmiş bu yüz. bü­
tün yaşlılığını ve yıpranmışlığını belli ediyordu. Rieux
birden boğazının tıkandığını hissetti.
Böyle zaaf duyduğu sıralarda ne derece yorgun
düştüğünü anlıyordu. Duygularına hâkim olamıyordu
artık. Çoğu zaman hassasiyeti yavaş yavaş çatlayıp
açıiıyor ve kendini, artık dizginleyemediği heyecan­
larına bırakıyordu. Tek savunması bu katılaşmaya sı­
ğınmak ve içindeki düğümü daha da sıkıştırmaktı.
Yaşamaya devam edebilmek için en iyi yolu bu oldu­
ğunu biliyordu. Bundan ötesi için fazla hayal besle­
miyordu, duyduğu yorgunluk henüz muhafaza ettiği
şeyleri bile elinden alıyordu. Çünkü ne vakit sona ere­
ceğini kestiremediği bir zamana kadar ödevinin in-
sanlan tedavi etmek olmadığını artık biliyordu. Onun
ödevi sadece hastplığı teşhis etmekti. Keşfetmek,
görmek, tarif etmek, kaydetmek, mahkûm etmek, ona
düşen buydu. Eşler onu bileğinden yakalayarak hay­
kırmıyorlardı : «Doktor, onu yaşatın!» Fakat onun ora­
da bulunması, hastalara hayat vermek için değil, tec­
rit edilmelerini emretmek içindi. Yüzlerde okunan o
kin neye yarardı. Bir gün, «Sizde kalp denen şey yok.»
demişlerdi yüzüne kgrşı. Hayır, onun da bir kalbi var­
dı. Günde yirmi saat çalışıp didinmeye, yaşamak, için
yaratılmış insanların ölümlerini görmeye yarayan bir
kalbi... Her günü yeni baştan yaşamaya koyulmasına
o sebep oluyordu. Kalbi, ona sadece bunları verebili­
yordu. Bu kalp nasıl başkalarına hayat verebilirdi?
Hayır, gün boyunca ona buna dağıttığı insanca
bir yardım değildi; sadece öğütlerden ibaretti. Buna

189
erkekçe bir iş denemezdi elbette. Fakat zaten, bu
mahvolup giden, korku içinde yaşayan kalabalık ara­
sında erkekçe bir iş yapabilen tek kişi var mıydı?
Yorgunluk, hiç değilse durumu unutturuyordu. Rieux
daha az yorgun olsaydı, her yana yayılmış bu ölü ko­
kusu onu fazla duygulu hale getirebilirdi. Fakat insan
günde ancak dört saat uyuyabilirse duygulu olmaya
vakti kalmaz. Oiayları nasılsa öyle, yâni tam bir ada­
letle. o korkunç ve acı adaletle görür.
ötekiler de. mahkûmlar da bunu, onun kadar
hissediyorlardı. Vebadan önce doktoru bir kurtarıcı
gibi karşılarlardı. Bir şırınga ve üç hapla her şeyi dü-
zeltiverirdi. Koridorun sonuna kadar onu geçirir, elini
sıkarlardı. Tehlikesine rağmen, gurur okşayıcı bir şey­
di bu. Şimdi ise hastaları görmeğe askerlerle birlikte
gidiyordu. Kapıyı açtırmak için dipçiklerle zorlamak
icabediyordu. Onları çekip götürmek ise bütün insan- ,
lığı birlikte ölüme çekip sürüklemek demekti. Ah! İn­
sanların sevdiklerinden vazgeçmeleri kolay olmuyor­
du. Onlar da bu mutsuzlar kadar tükenmiştiler. Öte­
kilerden aynlırken gösterdikleri merhamet sarsıntısı­
nın eşine kendileri de lâyıktır.
Dr. Rieux'nün hiç değilse bu sona ermez haftalar
boyunca, kendi gurbetzede durumu içinde yaşattığı
düşünceler bunlardı. Dostlarının yüzlerindeki yansı­
malarda da okunan buydu. Felâketle savaşanların ya­
vaş yavaş kendilerini kaptırdıkları bu bezginlik hali­
nin en tehlikeli sonucu, dış olaylara ve başkalarının
duygularına karşı duydukları kayıtsızlıkla değil, ken­
dilerini bıraktıkları gelişigüzellikteydi. Yerine getiril­
mesi mutlaka zarurî olmayan hareketleri syapmaktan
kaçınıyorlardı. Bunlar kuvvetlerinin üstünde görünü­
yordu. öyle ki bu adamlar sonunda kendi tesbit e t­
tikleri sağlık kurallarına çoğu zaman yine kendileri

190
uymuyor, kendi kendilerini dezenfekte etmeyi ihmal
ediyor, korunma tedbirlerini almadan vebalı hastala­
rı görmeye gidiyorlardı. Bu, şöyle oluyordu: Son da­
kikada, hastalıklı bir eve gitmek gerekiyordu. Gere­
ken temizlenmeyi yaptırmak için bu işle ilgili lokalle­
re geri dönmek onlara çok zor geliyordu. En büyük
tehlike işte buradaydı, çünkü vebaya karşı giriştikleri
savaşta hastalığa yakalanmaya en uygun durumda
olanlar kendileriydi, işi rastlantıya bırakıyorlardı, rast­
lantı ise kimsenin malı değildi.
Şehirde, kendini ne yorgunluğa, ne de umutsuz­
luğa kaptırmış, memnuniyetin canlı bir timsali olarak
yaşayan tek bir adam varsa, o da Cottard'dı. Öteki­
lerle ahbaplığa devam ettiği halde gene de kendini
her şeyin dışında tutmayı başarıyordu. Tarrou'yu.
işinden başkaldırabildiği uygun zamanlarında sık sık
aörmeye geliyordu. Bir kere, Tarrou'nun, kendisi hak­
kında sağlam bilgileri olduğu, sonra da Cottard'ı de­
ğişmez bir içtenlikle karşıladığı için.. Bu. devam ede-
gelen bir mucizeydi, ama Tarrou yüklendiği ağır işlere
rağmen hep güleryüzlü ve sevecendi. Hattâ bazı ak­
şamlar yorgunluktan harap düşmüş bile olsa ertesi
gün yeni bir enerji buluyordu. C ottard: «Böyle biriyle
konuşulabilir» diyordu Rambert'e; «çünkü insan
adam. Sizi anlayacağına önceden emin bulunuyorsu­
nuz.»
İşte bu sıralarda, Tarrou'nun notlarının Cottard’
m kişiliği üzerinde toplanması bundandı. Tarrou, ken­
disine anlattıklarına ve hareketlerinden çıkardığı yo­
rumlara dayanarak, Cottard'ın düşüncelerinin ve tep­
kilerinin tam bir tablosunu çizmeye çalışmıştı. «Cot­
tard ve vebaya dair» başlığını taşıyan notlarında, bu
tablo, defterin birkaç sayfasını almıştı. Hikâyeci de
burada onun bir özetini vermeyi yararlı buluyor. Tar-

191
rou'nun, ufak tefek adam üzerindeki kanısı şu yargı­
dan belli oluyordu: «Bu mânen büyüyen bir insandır.»
Açıkça, o, kaybetmediği neşesi ile büyüyordu. Olay­
ların gelişme tarzından şikâyetçi değildi. Bazan Tar-
rou'nun karşısında şu çeşit sözlerle gerçek düşün­
cesini belli ediyordu: «İşler elbette ki iyi değil. Fakat
hiç değilse herkes aynı suyun içinde.»
Tarrou şunları ekliyordu :
«Tabiî o da ötekiler kadar hastalığın tehdidi al­
tında. o da herkesle birlikte. Fakat eminim kı o. ve­
baya tutulabileceğini ciddî olarak aklından geçirm i­
yor. Pek de o kadar saçma olmayan şu fikre daya­
narak yaşıyor gibi: Büyük bir hastalığın veya derin
bir azabın tehlikesi altında, insan, bir anda bütün
öteki hastalıkları ve azapları kendinden uzağa atmış
olur. Dikkat ettiniz mi? Hastalıkların topunu birden
üzerinizde toplamaya imkân olmadığına dikkat etti­
niz mi? Örneğin, iyileşmesi imkânsız, vahim bir has­
talığınız olduğunu farzedelim, ağır bir kanser ya da
ileri bir verem, o durumda sizin vebaya veya tifüse
yakalanmanıza imkân yoktur. Ayrıca, işi daha da ileri
götürebiliriz. Bir kanserlinin otomobil kazasında öl­
düğü hiç görülmemiştir.» Doğru ya da yanlış, bu fikir
Cottard'ı neşelendiriyordu. İstemediği tek şey, öteki-;
lerden ayn düşmekti. Tek başına hapsedilmektense
herkesle birlikte kapatılmayı tercih ediyordu.
Salgın ortasında ne gizli soruşturmalar, dosya­
lar. fişler, esrarengiz sorgular, kaçınılmaz tevkifler,
açıkçası ne polis, ne eski veya yeni işlenmiş suçlar
vardı; aralarına polislerin de katıldığı, yargıların en
tarafsızının verilmesini bekleyip dıiran bir sürü mah­
kûm bulunuyordu sadece. Tarrou'nun anlattıklarına
göre. Cottard. vatandaşlarımızın gösterdikleri sıkıntı
ve huzursuzluk belirtilerini, o anlayışlı ve hoşgörür

192
memnuniyetle karşılıyordu. Bunu şu tek cümle ile ifa­
de etmek mümkündü : «Konuşun, konuşun, ben bun­
ları sizden önce yaşadım.»
Kendisine başkalarından ayrılmanın tek çaresi­
nin temiz bir vicdana sahip bulunmak olduğunu söy­
leyince, bana hırçın bir bakışla baktı v e : «Bu hesaba
göre, dedi, kimse kimseyle beraber olamaz.» Sonra
şunları ekledi: «İsterseniz inanmayın, fakat ben böy­
le söylüyorum. İnsanları bir arada toplamanın biricik
çaresi onlara vebayı yollamaktır. Etrafınıza bir bakı­
nız!»
Doğrusu, demek istediği şeyi, bugün sürdüğümüz
hayatjn ona ne derece rahat gelebileceğini anlıyor­
dum. Daha önce nefsinde denediği tepkileri şimdi baş­
kalarında görüyordu. Herkesin kendisi ile birlikte ol­
masını temin için girişilen teşebbüsler, eskiden böyle
hallerde.gösterilen terslikler yerine yolunu kaybetmiş
bir yolcuya bilgi vermek nezaketi; insanların lüks ga­
zinolara koşuşmaları, orada yer almak ve uzun za­
man masa başında oturmak zevki; sinema önlerinde­
ki kuyrukları tiyatroları ve dansingleri dolduran, bü­
tün eğlence yerlerine coşkun bir med dalgası halin­
de yayılan karmakarışık bir insan kalabalığı; her tür­
lü temastan kaçınma, kadını erkeğe, erkeği kadına
iten, onları dirsek dirseğe vermeğe iteleyen insan ha­
raretinin uyandırdığı iştah. Cottard bunların hepsini
onlardan önce tanımıştı, bu belli bir şeydi. Kadınlar­
dan gayri, çünkü onda o hal varken... öyle tahmin
ediyorum ki daima son saniyede kadınlara gitmekten
vazgeçmişti, arkasından kendisini ayıplamalarını is­
temiyordu.
«Sonunda veba başarıya ulaşmıştı. İstemediği
halde münzevi bir insanı kendine suc ortağı yapmış­
tı. Çünkü açıkça, o bir suc ortağıydı, hem de işbirli­

VEBA F . : 13/193
ğinden zevk alan bir ortak. O. bütün gözüyle gördük­
lerinin. bâtıl itikatların, meşru olmayan korkuların,
ruhlardaki daima tetikte duran hassasiyetin, vebadan
mümkün olduğu kadar az bahsetmek isteyip buna
rağmen onun lâfını dillerinden düşürmeyişin. hasta­
lığın baş ağrıları ile başladığını bilerek en küçük ağn
ile şaşkına dönüp sapsarı kesilmelerin, tahrik edilme­
ye müsait, alıngan, içlerine yerleşmiş bir unutmanın
etkisiyle değişebilen ya da bir külot düğmesinin kay­
bı ile yaralanan hassasiyetlerin suç ortağı idi.»
Tarrou’nun sık sık Cottard'la birlikte gezmeye
gittiği oluyordu. Not defterlerinde, sabaha karşı ya
da geceleri nasıl omuz omuza koyu kalabalığa ken­
dilerini bıraktıklarını, uzaktan uzağa bir lâmbanın sey­
rek akisler verdiği beyazlı karalı bir yığının içine na­
sıl dalıverdiklerini. vebanın soğukluğuna karşı kendi­
lerim sovunmak için sıcak zevklere doğru koşan in­
san sürüsüne nasıl katıldıklannı anlatıyordu. Cottard'
ın birkaç oy önce halka açık yerlerde, lüks ve şata­
fatlı hayatta kendini doyuramadan hülyasını besle­
yen şeyi, yâni çılgınca bir zevke kendini kaptırışını,
şimdi bütün millet yaşıyordu. Her şeyin fiyatı o kadar
yükseldiği halde hiçbir zaman bu kadar çok para har­
canmamıştı. Birçoklarının yetecek kadar parası ol­
mamasına rağmen hiçbir zaman bu kadar lüzumsuz
harcama yapmamışlardı. Avarelikten doğan her çeşit
eğlencenin arttığı görülüyordu. Gerçekte bunun se­
bebi işsizlikten başka bir şey değildi. Tarrou ile Cot­
tard. uzun dakikalar boyunca, eskiden ilişkilerini giz­
lemeye çalışan fakat şimdi şehrin ortasında, etrafın­
daki kalabalığa aldırmadan, inatla ve büyük ihtiras­
ların keyfi içinde, birbirine yapışmış yürüyen çiftleri
izliyorlardı. Bu manzara karşısında Cottard duygula­
nıyordu : «Ah sizi gidi çapkınlar!» diyordu. Genel ate­

194
şin ortasında yüksek sesle konuşuyordu. Etrafların­
da kıratlara yakışacak bahşişler dağıtılıyor, gözleri­
nin önünde entrikalar çevriliyordu.
Tarrou buna rağmen Cottard'ın takındığı tavırda
fazla bir kötülük bulmuyordu. Onun şu, «Ben bütün
bunları onlardan önce yaşadım» sözünde bile kaza­
nılan bir zaferden çok mutsuzluğun ifadesi vardı.
Tarrou şöyle devam ediyordu : «Onun, şehir du­
varları ve gökyüzü arasında hapsedilmiş bu insanldn
sevmeye başladığını sanıyorum. Örneğin mümkün ol­
sa onlara bu duruma katlanmanın hiç de o kadar
müthiş bir şey olmadığını kendi arzusiyle izah ede­
cektir. Bana dedi k i : «Hep vebadan sonra şöyle ya­
pacağım. böyle yapacağım...» diye konuşuyorlar. Sa­
kin sakin duracakları yerde yaşadıkları hayatı ken­
dilerine zehir ediyorlar. Hem onlar kendi avantajları­
nın da farkında değiller. Ben, tutuklanmamdan sonra
şunu yapacağım, bunu yapacağım, diyebilir miyim?
Tutuklanmam bir başlangıçtır, son değil. Oysa veba...
Benim kanaatimi öğrenmek ister misiniz? İşi oluruna
bırakmayışları mutsuzluklarının sebebidir. Hem bu
sözü bilerek söylüyorum.»
«Gerçekten sözünü bilerek söylüyor» diye ilâve
etmişti Tarrou. İnsanları birbirlerine yaklaştıran o sı­
cak sevgi ihtiyacına rağmen içlerindeki itimatsızlık
yüzünden gene de bu birliği kuramıyan Oranlıların
gerçek değerlerinin ne olduğunu biliyordu. Kimse
komşusuna itimat edemezdi, bu, herkesin bildiği bir
şeydi, haberiniz bile olmadan size vebayı aşılar ve
hastalığı bulaştırmak için teslimiyetinizden istifade
eder. Cottard gibi bütün vaktinizi, yakın dost olmak
istediğiniz her insanda sizi ihbar edebilecek bir kim­
seyi görmeğe harcarsanız bu duyguyu ancak o za­
man anlayabilirsiniz. Vebanın bugün yarın yakanıza

195
yapışacağı ve belki de tam sağ ve sağlıklı olmanın
sevincini duyacağınız bir sırada hastalığın bu işi ya-
pacağını düşünerek yaşayan insanlara acımak gere­
kir. Oysa Cottard veba süresince bu korku içinde ra­
hatça yaşayacak. Fakat bütün bunları onlardan önce
duyup, yaşamış olsa da, bu şüphenin korkunçluğunu
ötekiler kadar duymasına imkân yoktu. Sonuç ola­
rak, vebadan henüz ölmemiş olan bizlerin yanında o,
hayatının ve hürriyetinin her gün yenibaştan yıkılmak
üzere olduğunu hissetmekteydi. Fakat mademki ken­
disi daha önce bu müthiş korkuyu yaşayarak sırasını
savmıştı, şimdi başkalarının aynı korkuyu yaşamaları
gerekiyordu. Daha açıkçası, artık bu korkuya katlan­
mak, tek başına olduğu zamanki kadar ona ağır gel­
miyordu. Onun yanıldığı nokta burası ve onu anlamak
ötekileri anlamaktan daha zor. Fakat ne de olsa,
böyle olması ötekilerden daha çok onu anlamaya ça­
lışmanız gerektiğini gösteriyor.»
Tarrou’nun bu sayfaları. Cottard’la vebalılarda
gördüğümüz bu garip bilinçleşme halini canlandıran
bir hikâye ile bitiyor. Bu hikâye aşağı yukarı bu dev­
rin zor havasını yaşatabilir; hikâyeci de bu yüzden
ona büyük önem vermektedir.
Bir akşam, şehir operasında oynanan Gluck’un
«Orph6e»sini görmeğe gitmişlerdi. Tarrou'yu, Cottard
davet etmişti. Oynayan, veba salgınının ortaya çıktığı
ilkbaharda şehre .temsiller vermeye gelmiş bir toplu­
luktu. Hastalık yüzünden şehirden çıkamayan bu top­
luluk şehir operasiyle bir anlaşma yapmak zorunda
kalmıştı, haftada bir temsillerine devam ediyorlardı.
Böylece aylardır her cuma günü şehir tiyatromuzda
OrphĞe’nin ahenkli şikâyetleri ile Eurydice’in faydasız
çağırışları çınlıyordu. Bununla beraber, bu temsiller
rağbet görüyor ve büyük hasılat sağlıyordu. En pa­

196
halı koltuklara oturan Cottard’la Tarrou, vatandaşla­
rımızın en şıklarının doldurduğu, iğne atılsa yere düş­
meyecek parteri seyrediyorlardı. Her içeri girenin,
dikkati üzerine çekmek istediği gözden kaçmıyordu.
Perde önündeki göz kamaştırıcı ışıklar altında çalgı­
cılar âletlerini kayıtsız kayıtsız akort ederlerken, içeri
girenlerin silûetleri iyice görülüyordu, bir sıradan öte­
kine geçiyorlar, kibarca eğilip selâm veriyorlardı. Tat­
lı bir tondaki konuşmalardan yükselen hafif uğultu
içinde insanlar bir iki saat önce, şehrin karanlık so­
kaklarında, içlerinde eksikliğini duydukları güvenliği
yeniden buluyorlardı. Kılık kıyafet, vebayı kovuyordu.

Birinci perde devamınca, Orphee alışkın bir eday­


la halinden şikâyet edip durdu, mahallî kıyafette ^gi­
yinmiş birkaç kadın, kibarca, kendi aralarında onun
mutsuzluğunu ve şarkılar halinde bildirdiği aşkını bir­
birlerine açıkladılar. Salon, saygılı bir hava içindeydi.
Ancak ikinci perdede, Orphee’nin. konu dışı titreme­
lerle sarsıldığı ve cehennem zebanilerine, gözyaşla­
rına acımalarını bildiren sesinin heyecanlı bir tonla
çıktığı güçlükle farkedildi. Aktörün, elinde olmadan
yaptığı bazı düzensiz jestlerde bazılarına bir stilizas-
yon olarak göründü. Bu da şarkıcının oyununu daha
değerlendiriyordu.
Salonu bir şaşkınlığın kaplaması Orphee ile5’
Eurydice'in üçüncü perdedeki büyük düosu (burası
tam Eurydice’in sevgilisine kaçtığı andı) sırasında ol­
du. Sânki, seyircilerin bu şaşkınlık belirtisini bekli-
yormuş veya daha kuvvetli bir ihtimal olarak, parter­
de yükselen mırıltılar kendi içinde duyduğunu doğru-
lüyormuş gibi, şarkıcı tarihî elbisesi içinde, kaba b ir .
jestle rampa doğru ilerledi ve hiçbir zaman anakro­
nik olmaktan kurtulamıyan, ama ilk defa olarak şu

197
onda müthiş bir gerçeklik kazanan ön dekorların üs­
tüne yuvarlanıverdi.
■ Aynı anda orkestra susmuştu. Parterdekiler kalk­
tılar, salonu yavaş yavaş boşaltmaya başladılar, ön­
celeri. duadan sonra kiliseden çıkıyormuş, ya da zi­
yaretten sonra bir ölü odasını terkediyormuş gibiy­
diler. Kadınların başları yere eğikti, eteklerini elleriy­
le toplamışlardı. Erkekler, eşlerini dirseklerinden tu­
tup tiyatro iskemlelerine çarptırmadan ilerletmeye ça­
lışıyorlardı. Fakat yavaş yavaş, bu hareket hızlandı,
mırıltılar, sonunda, öfkeli feryatlar halini aldı; kalaba
lık, bir sel gibi kapılara doğru aktı, insanlar orad^
bağrışarak birbirleriyle itişmeye başladılar. Cottard
ile Tarrou ayağa kalkmış, her zamanki hayatlarının
canlı bir temsilini seyrediyorlardı; sahnede, kımılda­
maz olmuş bir aktör taslağı halinde vebo; salonda da.
unutulmuş yelpazeler ve kırmızı koltuklar üzerine sü­
rünen dantellerle tamamen gereksiz bir görünüş kc-
zanan bütün bir lüks görülüyordu.

198
Rambert, Eylülün ilk günlerinde, Rieux'nün ya­
nında ciddi şekilde çalışmıştı. Sadece Gonzales ve
iki delikanlı ile lise önünde buluşacağı gün izin rica
etti.
O gün, öğleyin, Gonzales'le gazeteci, iki delikan­
lının gülerek yanlarına gelmekte olduğunu gördüler.
Gençler, gecen defa talihin yardım etmediğini, gele­
cek nöbet sırasını beklemek gerektiğini söylediler.
Fakat bu hafta sıra onlarda değildi, haftaya kadar
sabretmek gerekiyordu. O zaman yeni baştan dene­
yeceklerdi. Rambert bunu doğru buldu. Gonzales, ge­
lecek pazartesi için bir randevu tesbit etti. Fakat bu
defa Rambert’i Marcel'le Louis’nin evine yerleştire­
ceklerdi. «İkimiz bir randevu kararlaştıracağız. Ben
gelemezsem, sen dosdoğru evlerine gidersin. Nerede
oturduklarını sana anlatacaklar.» Fakat Marcel ya da
Louis, en iyisinin, arkadaşı hemen eve götürmek ol­
duğunu söylediler. Eğer pek yemek seçmiyorsa, dör­
düne de yetecek kadar yiyecek vardı. Böyle hareket
etmek kendileri için de iyi idi. Gonzales, bunun çok
yerinde bir fikir olduğunu söyledi. Sonra hep birlikte
limana doğru indiler.
Marcel'le Louis, Marine mahallesinin en uzak bir
yerinde, kapılara yakın bir yerde oturuyorlardı, Bu,
kalın duvarlı, kepenkleri boyalı tahtadan, çıplak ve
boş odalı küçük bir İspanyol eviydi. Bumburuşuk, gü­
ler yüzlü, yaşlı bir İspanyol kadını olan delikanlıların

199
annesi pirinç yemeği ikram etti. Gonzales şaştı kal­
dı, çünkü şehirde pirinç bulunmuyordu. «Umandan
bir şeyler uyduruyoruz» dedi Marcel. Rambert yiyip,
içerken, Gonzales onun gerçek bir dost olduğunu
söyledi, oysa gazeteci, bir haftanın nasıl geçeceğini
düşünüyordu.
Gerçekten de iki hafta beklemek gerekti. Çünkü
nöbetçilerin bekleme süresi, ekiplerin sayısını azalta­
bilmek için onbeş güne çıkartılmıştı. Bu onbeş gün
içinde, Rambert, baş kaldırmadan, gözleri başka bir
şeye çevrilmeden aralıksız olarak şafaktan geceye
kadar çalıştı durdu. Geceleri geç yatıyor, derin bir
uykuya dalıyordu. Avare bir hayattan ayrılıp bu yıp­
ratıcı çalışmaya geçmek onu kuvvetsiz ve rüyosız bı­
rakıyordu gittikçe. Yakında girişeceği kaçma teşeb­
büsünden artık pek bahsetmiyordu. Bu arada, kayde­
dilmeye değer tek olay şuydu: Bir hafta geçtikten
sonra, bir gece önce içip sarhoş olduğunu doktora
itiraf etmişti. Bardan çıkınca, birdenbire, kasıklarının
şiştiğini hisseder gibi olmuştu: kolları, koltuklarının
etrafında güçlükle kıpırdıyordu. Vebaya tutulmak üze­
re olduğunu sandı. Ve hemen ilk aklına gelen şeyi
şimdi Rieux ile beraber kendisinin de makul bulduğu
bir şeyi yapmıştı. Koşa koşa, şehrin deniz değilse
bile azıcık gökyüzü görebilen yüksek yerine çıkmış,
şehir duvarlarının dışında kalan karısını avazı çıktığı
kadar bağırarak .çağırmıştı. Evine dönüp de vücu­
dunda hiçbir hastalık belirtisi bulmayınca, geçirdiği
bu âni buhrandan kendi kendine utanmıştı. Rieux.
böyle hareket etmeği pekâlâ anlayabileceğini söyle­
di. «Her şeye rağmen,» dedi, «insan böyle bir istek
duyabilir.»
Sonra. Rambert ayrılacağı sırada Rieux birden
şunları ekledi:

200
— Mösyö Othon bu sabah bana sizden bahsetti.
Sizi tanıyıp tanımadığımı sordu. «Ona tavsiye edin
de.» dedi, «kaçakçılar çevresinde pek fazla dolaşma­
sın. Üzerine dikkati çekmeğe başlıyor artık.»
— Ne demek istiyor bu sözleriyle?
— Biraz acele etmeniz gerekiyor dem ektir.
Rambert. doktorun elini sıktı.
— Teşekkür ederim, dedi.
Kapının önüne gelince birden geri döndü. Rieux,
onun vebanın başından beri ilk defa gülümsemek te
olduğunu farketti.
— Benim gitmeme neden engel olmuyorsunuz?
Elinizde bunu yapacak imkânlar var.
Rieux. her zamanki âdetine uyarak başmı salla­
dı. Bunun Rambert'in kendi işi olduğunu, onunsa
mutluluğu seçtiğini, kendisinin onu inandıracak ka­
nıtlara sahip bulunmadığını söyledi.
Bu konuda iyinin ve kötünün hangi yönde oldu-,
ğunu kestiremiyordu.
— Peki, niye acele etmemi söylüyorsunuz öy­
leyse?
Bu defa Rieux gülüm sedi:
— Belki ben de. dedi, mutluluğum için bazı şey­
ler yapmak arzusunu duyuyorum, ondan.
Ertesi gün bir daha bunları konuşmadılar, fakat
beraberce çalıştılar. Bir hafta sonra. Ram bert o kü­
çük Ispanyol evine yerleşti. O rtak odalarında bir ya­
tak da ona ayırmışlardı. Delikanlılar yem eğe gelm e
dikleri ve kendisinden de mümkün olduğu kodar az
dışarı çıkması rica edildiği için, çoğu zam an yalnız
kalıyor, ya da ihtiyar ona ile sohbete dalıyordu. Ko­
ralar giyinmiş, yüzü esmer ve k ırış *, tertem iz beyaz
saçları ile hareketli ve kupkuru bir kadındı. Sessiz

201
sedasız bir hali vardı. Rambert'e baktığı zaman göz­
lerinin içi gülüyordu.
Bazı defalar, karısını da vebaya bulaştırmaktan
korkup korkmadığını sormuştu. Rambert, bunu göze
almak gerektiğini, hem zaten bu ihtimalin pek az ol­
duğunu. oysa şehirde kalmasının karısından daimî
şekilde ayrılmayı kabul etmek sayılacağını söyle­
mişti.
İhtiyar kadın, gülümseyerek :
— Karınız sevimli midir? diye soruyordu.
— Cok sevimlidir.
— Güzel mi?
— Sanırım.
— Ah! dedi kadın, demek bunun için.
Rambert düşünmeye dalmıştı. Elbette ki bunun
içindi, fakat, sadece bunun için olması da imkânsızdı.
Her sabah dua için kiliseye giden yaşlı kadın:
— Tanrıya inanmıyor musunuz? diye soruyordu
Rambert, hayır cevabını verince kadın gene se­
bebin bu olduğu sözünü bir daha tekrarladı.
— Haklısınız, dedi, karınıza kavuşmanız gerek
sizin. Aksi halde sahip bulunduğunuz hiçbir şey yok
demektir.
Geriye kalan zamanı, sıvalı ve çıplak odanın için­
de. duvara çivilenmiş yelpazeleri okşayarak ya da
masa üzerindeki , halının saçaklarında sallanan yün
yuvarlakları sayarak, dönüp dolaşmakla geçiriyordu.
Akşam olunca delikanlılar eve dönüyorlardı. Pek faz­
la konuşmuyorlar, henüz vaktin gelmediğini söyle­
mekle yetiniyorlardı. Yemekten sonra Marcel kitcrc
çalıyor ve anasonlu bir likör içiyorlardı. Rambert dü­
şünceli bir hal takınıyordu.
Çarşamba günü Marcel şu haberi getirdi: «Ya­
rın akşama, tam gece yarısı hazır ol.» Birlikte nöbet

202
tuttukları iki adamdan biri, vebaya yakalanmıştı, öte­
ki de. arkadaşiyle bir odada yattığından, müşahede
altına alınmıştı. Böylece iki, üç gün için Marcel'le
Louis tek başlarına kalmış olacaklardı. Gece son ay­
rıntıları tesbit ederlerdi. Yarın işi becermek mümkün
olabilirdi. Rambert teşekkür etti. İhtiyar kadın «Mem­
nun musunuz artık?» diye sordu. Evet, cevabını ver­
di. ama kafası başka şeyle meşguldü.
Ertesi gün ağır bir gökyüzü altında nemli ve bo­
ğucu bir sıcak, vardı. Veba konusunda yeni haberler
cok kötüydü. İhtiyar İspanyol kadını, her zamanki gi­
bi, soğukkanlılığını kaybetmiyordu. «Dünya günahla
dolu» diyordu, «elbette böyle olacaktı.» Marcel ve
Louis gibi, Rambert de sırtına bir şey giymeden yarı
çıplak dolaşıyordu. Fakat ne yapsa, ter, omuzların­
dan ve göğsünden boşanıyordu. Pancurları kapalı,
evin yarı loşluğu içinde vücutlar esmer ve parlak bir
fenk alıyordu.
Rambert. konuşmadan, odanın içinde dönüp du­
ruyordu. Öğleden sonra dörde doğru birdenbire gi­
yindi ve dışarı çıkacağını söyledi.
M a rc el:
— Dikkatli olun. dedi, bu gece yarısı. Her şey
hazırlandı.
Rambert. doktorun evine gitti. Rieux'nün annesi,
onu. şehrin yukarısındaki hastanede bulabileceğini
söyledi. Nöbetçi postasının önünde aynı kalabalık
kayndşıp duruyordu. Gözbebekleri büyümüş bir polis
m em uru: «Yürüyün, ilerleyin!» diye bağırıyordu. İn­
sanlar ilerliyorlardı, ama hep oldukları yerde sayarak.
Teri ceketine çıkmış polis m emuru: «Bekliyecek bir
şey yok» diyordu. Bunu hepsi biliyorlardı zaten, ama
öldürücü ,sıcağa rağmen, gene de oradan, ayrılmıyor­
lardı. Rambert. giriş belgesini gösterdi, çavuş da Ri-

203
eux*nün bulunduğu yeri ona işaret etti. Kapı avluya
acılıyordu. Bürodan çıkmakta olan papaz Poneloux
ile orada karşılaştı. '
Islak çarşaf ve eczane kokan küçük beyaz bir
salonda, siyah tahtadan yapılmış bir büronun ardın­
c a . kollarını sıvam ış, akan terini mendiliyle silen Tar-
rou'yu gördü.
— Daha burodo mısınız? dedi. Tarrou.
— Evet. Rieux ile konuşmak istiyorum.
— Koğuşta. Eğer onsuz halledilecek bir şey ise
daha iyi olur.
— Niye?
— Çok işi var. Elimden geldiği kadar yardım et­
m eğe çalışıyorum.
Rom bert. Tarrou'ya bakıyordu. Çok zayıflamıştı.
Yorgunluktan, gözleri ile yüzünün çizgileri birbirine
karışıyordu. Kuvvetli omuzlan yuvarlak bir hal almış­
tı. Kapıya vuruldu. Yüzü beyaz örtülerle kapalı hem­
şire g ird i... Tarrou'nun masası üstüne bir fiş paketi
koydu, örtünün altından kısık duyulan sesiyle, sade:
«Altı tane» dedi. Sonra çıktı.
Tarrou gazeteciye baktı ve ona. yelpaze şeklin­
de octığı fişleri gösterdi.
— Güzel, fişler ha! Ama değil işte, bunlar ölü­
lerin fişleri. Bu geceki ölülerin.
' Alnında bir çukurloşma oldu. Fiş paketini tekrar
katladı.
— Yapabileceğimiz tek şey bunun hesabını tut­
mak.
Tarrou. masaya dayanarak kalktı.
— Yakında gidiyor musunuz?
— Bu akşam, gece yarısı.
Tarrou. bundon memnun olduğunu ve kendine
dikkat etmesini söyledi.'

204
— Bu sözlerinizde samimi misiniz?
Tarrou, omuzlarını kaldırdı:
— Benim yaşımda bir insan ister istemez sami­
mi olur. Yalan söylemek, çok yorucu bir şeydir.
— Tarrou. dedi gazeteci. Doktoru görmek isti­
yorum. Mazur görün.
— Biliyorum. O. benden daha insandır. Haydi gi­
delim.
^ Rambert, güçlükle:
— Hayır bundan değil, dedi. Sonra durdu.
Tarrou baktı, birdenbire ona gülümsedi.
Duvarları acık yeşile boyandığı için bir akvar­
yum aydınlığı içindeki küçük bir koridordan ilerledi­
ler. Ardında, gölgelerin garip şekiller alarak oynaştığı
çifte camlı kapıya varmadan, Tarrou. Rambert’i, du-
varlörı baştanbaşa dolaplarla kaplı küçük bir odaya
soktu. Dolaplardan birini açtı, bir sterilizatörün için­
den hidrofilli tülden iki maske çıkardı, birini Ram-
bert’e uzatıp kendisi gibi yüzüne örtmesini söyledi.
Gazeteci, bunun bir işe yarayıp yaramadığını sordu.
Tarrou, hayır dedi, fakat hiç değilse etraftakilerde
güven uyandırıyordu.
Camlı kapıyı ittiler. Mevsime rağmen pencereleri
sımsıkı kapanmış muazzam bir salondu. İki sıralı kur­
şun! yatakların tepesindeki tavanda, havayı değişti­
ren vantilâtörlerin kanatları aşın derecede ısınmış
havayı savurup duruyordu. Her köşeden duyulan gü­
rültülü ve keskin inlemeler, monoton bir inilti ha­
linde yükseliyordu. Beyazlar giyinmiş adamlar, demir
parmaklıklı yüksek pencerelerden düşen şiddetli ay­
dınlık altında oradan oraya gidip geliyorlardı. Ram­
bert. salondaki müthiş sıcaklıkta bir fenalık geçirir
gibi oldu. Boyuna inleyip duran bir vücudun üzerine
eğilmiş olan Rieux’yü zor tanıyabildi. Yatağın iki ya-,

205
nındaki hastabakıcıların açık tuttukları hastaların ka­
sıklarını yarmaktaydı. Doğrulunca, yardımcılarından
birinin tuttuğu tepsiye elindeki âletleri attr. bir an kı­
pırdamadan durarak, yarası sarılan hastaya baktı.
Yanına yaklaşan Tarrou'ya:
— Ne haberler? dedi.
— Paneloux. karantina binasında Rambert’in ye­
rini almayı kabul ediyor. Şimdiden epey iş yaptı. Ram-
bert’siz kurulacak üçüncü arama ekibiyle çalışacak.
Rieux, başıyla tasdik etti.
— Castel ilk terkipleri tamamladı. Bir deneme
yapmayı teklif ediyor.
. — Ah, dedi Rieux. işte bu iyi havadis.
— Sonra. Rambert de burada.
Rieux boşını çevirdi. Maskesinin üzerinden ga­
zeteciyi görür görmez gözlerini kırpıştırdı:
— Ne yapıyorsunuz burada? dedi. Şimdiye ka­
dar gitmiş olmalıydınız.
Tarrou, bu akşam gece yçrısı gideoeğini söyledi.
Rambert de şunu ilâve e tti:
— öyle hesaplanmıştı.
Her konuşmalannda yüz maskeleri şişiyor ve ağ­
zın üstüne gelen yer ıslanıyordu. Bu hal, konuşmaya
bir gerçekdışılık veriyordu, sanki' heykeller konuşu­
yor gibiydi.
— Sizinle konuşmalıyım, dedi. Rambert.
— İsterseniz' beraber çıkarız. Beni Tarrou’nun
bürosunda bekleyin.
Bir dakika sonra Rambert'le Rieux arabanın arka
koltuklarına oturmuşlardı. Arabayı Tarrou kullanıyor­
du.
Tarrou, makineyi işletirken:
— Artık benzin de yok. dedi. Yarından sonra ya­
ya gidip geleceğiz.

206
R am bert:
> -*■ Doktor, dedi, ben gitmiyorum, sizinle kalaca­
ğım.
Tarrou yerinden kıpırdamadı. Arabayı kullanm aya
devam etti. Rieux, yorgunluğundan sıyrılacak gibi gö­
rünmüyordu. Kalın bir sesle : ,
— Peki, ya karınız ne olacak? diye sordu.
Rambert. ayrıca düşündüğü, inandığı şeylere hâ­
lâ da inmayo devam ettiğini, fakpt eğer giderse bunu
kendisi için utanılacak bir şey sayacağını söyledi.
Sevgilisini severken bu düşünce onu rahatsız edip
duracaktı. Fakat Rieux yerinden doğruldu, güven do­
lu bir sesle bunun anlamsız bir düşünce olduğunu, in­
sanın mutluluğu seçmekle hic de utanç duyacak bir
şey yapmış sayılmıyacağını bildirdi.
— Evet, dedi Rambert, fakat bir insanın tek ba­
şına mutlu olması da utanılacak bir şeydir.
O ana kadar sesi çıkmamış olan Tarrou. başını
geriye çevirmeden. Rambert insanlann felâketini pay •
laşmak istiyorsa mutluluğu duymaya vakit bulamıyo-
cağını söyledi. Bir tercih yapması lâzımdı.
Ram bert:
— Sorun o değil dedi. Hep bu şehrin bir .yaban­
cısı olduğumu sizinle yapacok hiçbir işim bulunmadı­
ğını düşünüyordum. Fakat şimdi göreceklerimi gör­
düm. artık ister isteyeyim, ister istemeyeyim, buraya
ait olduğumu biliyorum. Bu serüven hepimizi ilgilen­
diriyor.
Kimse cevap vermedi. Rambert birden eabırsız-
lanmış göründü.
— Siz de bunun böyle olduğunu biliyorsunuz:
Yoksa bu hastanede işiniz neydi? Sizler de tercihi­
nizi yaptınız ve mutluluktan vazgeçtiniz mi?

207
Ne Tarrou, ne Rieux buna hemen cevap verme­
diler. Sessizlik uzun bir zaman, doktorun evine yak-
laşıncaya kadar sürdü. Rambert, son sorusunu yeni­
den, daha kuvvetle sordu. Ona dönen yalnız Rieux
oldu. Güçlükle yerinden doğruldu :
— Affediniz beni, Rambert, dedi, fakat bunu ben
de bilmiyorum. Ama mademki bizimle kalmak istiyor­
sunuz. kalın.
Otomobilin birden yol değiştirmesi onu susturdu.
Sonra önüne bakarak sözüne devam e t t i :
— Dünyada hiçbir şey insanın sevdiğinden vaz­
geçmesine değmez. Fakat niçin olduğunu bilmeden
ben de bu vazgeçişe katlanıyorum-
Kendini kanapeye attı.
— Gerçek bu, hepsi o kadar, dedi yorgun bir
sesle. Bunu böyle bilelim ve bunun sonuçlarına çare­
siz katlanalım.
— Hangi sonuçlarına? diye Rambert sordu.
— Ah, dedi Rieux, hem insanları tedavi etmek,
hem de bilmek bir arada olmaz, öyleyse mümkün ol­
duğu kadar hızla insanları iyileştirmeye bakalım. En
acele yâpılacak şey bu.
Gece yarısı, Tarrou’yla Rieux, araştırma yapa­
cağı mahallenin plânını Rambert’e gösterirlerken,
Tarrou saatine baktı. Başını kaldırınca Rambert’in
bakışlariyle karşılaştı.
— Kendilerine haber vermiş miydiniz?
G azeteci, gözlerini kaçırdı; g ü ç lü k le :
— Sizi görmeğe gelmeden bir pusula yollamış-,
tim, dedi.
Castel’in serumu Ekimin son günlerinde denendi.
Zaten Rieux'nün bu son ümidiydi. Yeni bir başarısız­
lıkla karşılaşırsa doktor, vebanın şehri tamamen ele
geçireceğini biliyordu. Hastalık, isterse, etkisini daha
uzun aylar devam ettirir, isterse sebepsiz yere birden
duraklayıverirdi. Bu, hastalığın keyfine kalmıştı.
O günün akşamı, Castel, Rieux’yü görmeye geldi.
Mösyö Othon’un oğlu hastalanmıştı, bütün aile ka­
rantinaya gönderilmişti. Karantinadan yeni kurtulmuş
bulunan anne, ikinci defa tecrid edilmiş oluyordu. Ve­
rilen emirlere itaat eden yargıç, çocuğunda hastalığın
belirtilerini görür görmez hemen doktor Rieux’yü ça-
ğırtmıştı. Rieux eve geldiği zaman, anne ve baba, ya­
tağın başucunda ayakta duruyorlardı. Çocuk bitkin
bir halde yatıyordu. Hiçbir şikâyette bulunmadan
kendini muayene ettirdi. Doktor, başını kaldırdığında,
yargıcın başını ve onun arkasında, ağzını bir mendille
örtmüş ve büyümüş gözlerle doktorun hareketlerini
izleyen annenin sapsarı yüzünü gördü.
Yargıç soğuk bir sesle:
— Tamam, o hastalık değil mi? diye sordu.
Rieux, yeniden çocuğa bakarak:
— Evet,, cevabını verdi.
Annenin gözleri daha büyüdü, gene de bir şey de­
medi. Yargıç da susuyordu, sonra daha hafif bir ses­
le:
— Öyleyse doktor, dedi, gerekli usuller neyse
ona göre hareket edelim.

VEBA F . : 14/209
Rieux. hep ağzını mendiliyle tıkamış duran an­
nem- bakışıyla karşılaşmaktan kaçınıyordu:
Bunu çabuk hallederiz, dedi, mütereddit bir
- "'e. ege; ‘»leton edebilirsem.
M oö , Othoı., kendisiyle birlikte geleceğini söy-
■eaı. • * *oktoı, kadına döndü:
Oor ^utetwov:,n gerekli hazırlığı yapmalısı­
nız. N t olauğınu u ,:yorsunuz.
Muüun, 3*hon. ne yapacağını bilemedi. Yere ba­
kıyordu.
Başıyla tasdik ederek:
— Evet, dedi, ben de onu yopocaktım şimdi
Ayrılmadan önce, Rieux. bir şeye ihtiyaçları olup
olmadığını kendilerine sordu Kadın, hep sessizlik
içinde ona bokıyordu. Fakat yargıç bu defa gözlerim
ondan kaçırdı.
— Hayır, dedi. Sonra tükrüklerini yutarak devam
etti: Fakat çocuğumu kurtarınız.
Başlangıçta basit bir formaliteden ileri gitmeyen
karantinayı Rieux ile Rambert işe yarar bir hale ge­
tirmişlerdi. Bir aile fertlerinin ayrı ayrı yerlerde tecrid
edilmeleri usuldendi. Ailenin bir ferdine kendisi de
farkında olmadan hastalık bulaşmışsa yayılmasını ön­
lemek gerekliydi. Rieux, yargıcın da yerinde bulduğu
bu tedbirleri ona uyguladı. Fakat yargıçla karısı bir­
birlerine öyle bir bakışla baktılar ki Rieux, bu ayrılı­
ğın onları nasıl perişan edeceğini birden hissetti. M a­
dam Othon'la küçük kızı, Rambert’in idaresindeki ka­
rantina yurduna yerleştireceklerdi. Fakat sorgu yar­
gıcı için orada yer yoktu, ancak belediye meydanında
valiliğin Yollar idaresinden ödünç aldığı çadırlarla
kurdurmakta olduğu tecrit kampında yer vardı. Rieux
bundan dolayı özür diledi.

210
Fakat Mösyö Othon. herkesin aynı kurala uyma­
sı gerektiğini, ona uymanın doğru olacağını söyledi.
Çocuğa gelince, o da içine on yatağın yerleşti­
rilmiş olduğu eski bir sınıftan bozma koğuşa taşın­
mıştı. Yirmi dört saat sonra Rieux. çocuğun durumu­
nun kötüleşmekte olduğunu anladı. Küçük vücut hiç­
bir direnme göstermeden hastalık tarafından kemiril­
mekteydi. Henüz beliren ıstırap verici şişler zayıf maf­
salları kaplıyordu. Çocuk, daha savaşmadan yenil­
mişti bile. Rieux bunu farkeder etmez çocuğun üze­
rinde Castel'in serumunu hemen denemeyi düşündü.
Aynı akşam yemekten sonra, uzun uzadıya, çocukta
bir reaksiyon görmeden aşıyı tatbik etmekle uğraş­
tılar. Ertesi günü, şafak sökerken, bu kesin deneme­
nin nasıl sonuç verdiğini görmek için, hepsi çocuğun
yanına gittiler.
Uyuşukluktan kurtulan çocuk, ihtilâçtı çırpınma­
larla çarşafların içinde dönüp duruyordu. Doktor
Castel'le Tarrou sabahın dördünden beri başı ucunda
bekliyor, hastalığın ilerleyişini ya da duraklayışını
adım adım izliyorlardı. Yatağın baş tarafında, Tar-
rou'nun kalın gövdesi, biraz kamburca, eğilmiş duru­
yordu. Castel. eski bir kitabı olanca dikkatiyle oku­
maktaydı.
Yavaş yavaş, gün ışığı eski okul salonuna yayıl­
dıkça, ötekiler de gelmeğe başladılar. Paneloux, Tar-
rou'nun karşısında, yatağın bir kenarında durup du­
vara dayandı. Tarrou'nun yüzünde acı bir ifade vardı,
vücudundan yaptığı fedakârlıklarla Vorgun argın ge­
çen bütün bu günler kıpkırmızı alnında çizgiler halin­
de duruyordu. Arkadan Joseph Grand da geldi. Saat
yediydi, geç kaldığı için özür diledi. Az kalıp gide­
cekti. kesin bir şey öğrenebilmişler miydi, onu merak
ediyordu. Bir şey söylemeden Rieux ona, allak bullak

211
olmuş, gözleri kapalı, dişleri olanca kuvvetiyle sıkıl­
mış, vücudu hareketsiz, başını çarşafsız yastığın üze­
rinde durmaksızın, bir o yana bir bu yana çevirip du­
ran çocuğu gösterdi. Ortalık epey aydınlandığı, yani
sınıfın dibindeki kara tahta üzerinde muadele ve for­
müllerden kalma çizgiler gözle görülebilecek gibi ol­
duğu bir sırada Rambert geldi. Yandaki yatağa da­
yandı ve sigara paketini çıkardı. Fakat çocuğa bir ke­
re baktıktan sonra paketini tekrar cebine soktu.
Oturmakta olan Castel, gözlüklerinin üstünden
Rieux'ye bakıyordu.
— Babasından haberiniz var mı?
— Hayır, dedi Rieux, tecrit kampında.
Doktor, çocuğun inlediği yatağın kenar parmak­
lığını kuvvetle sıkıyordu. Birdenbire, dişlerini yeniden
sıkarak, gerginleşen kollarını ve bacaklarını yavaşça
aralayıp belini daha az aşağı indiren çocuğu dikkatle
seyrediyordu. Asker örtüsünün altında çıplak yatan
vücuttan acı bir ter ve yün kokusu yükseliyordu. Ço­
cuk yavaş yavaş büzüldü, kollarını ve bacaklarını ya­
tağın ortasına doğru çekti, ne bir şey görüyor, ne işi­
tiyordu. Nefes alışı daha da hızlanmış gibiydi. Rieux,
Tarrou'yla göz göze geldiyse de. öteki, bakışlarını
kaçırdı. Aylardır, birçok çocuğun ölmesini görmüş­
lerdi, fakat şimdiye kadar, onların çektikleri acıyı bu
sabahki kadar sürekli biçimde izlememişlerdi. Elbet-
teki, bu masumlara reva görülen ıstırap onların gö­
zünde rezilce bir şeydi. Gerçekten de bu rezilce işin
soyut bir görünüşü vardı, çünkü, bir masumun can
çekişmesini bu kadar uzun süre ilk defa seyrediyor­
lardı.
O sırada çocuk, sanki midesinden ısırılıyormuş
gibi zayıf bir inilti ile yeniden iki büklüm oldu. Uzun
dakikalar, sanki narin yapısı vebanın kızgın rüzgârı

912
ve ateşin devamlı nefesleri altında bükülüyormuş gibi,
ihtilâçtı sarsıntılar ve titremeler geçirdi. Fırtınayı at­
lattıktan sonra biraz rahatladı, ateş çekilir gibi oldu,
dinlenmesinin daha şimdiden ölümü andırdığı rutu­
betli ve zehirli bir sahilde bekliyordu sanki. Yakıcı dal­
ga üçüncü defa yeniden ulaşıp onu biraz yükseltince,
çocuk, olduğu yerde kıvrıldı. Kendisini yakan ateşten
kaçmak isteyerek yatağın ucuna çekildi. Başım çar­
şafın dışına çıkarmış, delicesine sağa sola sallayıp
duruyordu. İri iri gözyaşları, ateş gibi kirpiklerinden
boyanıyordu, kurşun rengindeki yüzünden el gibi akı­
yordu. Kendisini harap düşüren bu krizin sonunda,
kırk sekiz saat içinde etleri sarkmaya başlamış kol­
larını, kemikten ibaret kalmış bacaklarını gererek, bit­
kin bir halde uzanıp kaldı. Çocuk yatağın içinde, vah­
şice çarmıha gerilmiş bir insana benzemişti.
Tarrou eğildi, ağır eliyle gözyaşları ve tere bat­
mış küçük yüzü kuruladı. Deminden beri Castel de
kitabını kapatmış, hastayı seyrediyordu. Bir cümleye
boşlamak istedi, fakat sesi birden şiddetle yüksel­
diğinden cümlesine devam edebilmek için öksürmek
zorunda kaldı.
— Sabah iyileşmesi de görülmedi değil mi, Ri-
eux? dedi.
Rieux. görülmediği cevabını verdi, fakat çocuk
normal mukavemet süresinden daha fazla dayanı­
yordu. Duvara, yıkılmış gibi dayanmış duran Pone-
!oux yüksek bir sesler
— Eğer ölmesi gerekiyorsa, bu şekilde daha çok
azap çekmiş olacak, dedi.
Rieux birden ona doğru döndü, bir şey söyle­
mek için ağzını açtı, fakat kendine hakim olmak için
gözle görülür bir çaba harcadıktan sonra sustu, ba­
kışlarını yeniden çocuğa çevirdi.

213
Salon aydınlığa boğulmuştu. Öteki beş yatakta
birtakım vücutlar, sanki usule uymak istiyormuş gibi
saygılı bir şekilde kımıldanıyor ve inliyorlardı. İçle­
rinde tek bağıranı, koğuşun öteki ucundan muntazam
aralıklarla, acıdan çok bir şaşkınlığı belirten, kısa kı­
sa çığlıklar atıyordu. Hattâ hastalarda bile salgının
ilk zamanlarındaki korku kalmamış gibiydi. Artık has­
talığı kabul edişlerinde bir çeşit tevekkül vardı de­
nebilirdi Yalnız çocuk, olanca kuvvetiyle çırpınıp dur­
maktaydı. Rieux arada bir, hiç gereği olmadığı halde,
elinden bir şey gelmiyen kıpırdanmaz durumdan ken­
dini kurtarabilmek için, çocuğun nabızlarını tutuyor,
gözlerini kapayarak kendi kanının gürültüsüne karı­
şan bu çırpıntıyı hissediyordu. O zaman işkence için­
deki çocukla tek bir vücut halinde birleştiğini duyu­
yor ve henüz sahip olduğu olanca kuvvetiyle ona des­
tek olmak istiyordu. Fakat bir an için birleşen iki kal­
bin atışları birbirine uymuyordu. Çocuğunkini kaybe­
diyor ve sarfettiği çaba boşlukta yok oluyordu. Bir
şey yapamadığını anlayınca, incecik bileği bırakıyor
ve yerine dönüyordu.
Sıvanmış duvarların üstünde gün ışığı pembe­
den sarıya dönüyordu. Camların ardında sıcak bir
günün sabahı çıtırdamaya başlıyordu. Grand'ın, ge­
ne geleceğini söyleyerek gidişini güç farkettiler. H ep­
si bekliyorlardı. Gözleri hep kapalı duran çocuk bir
parça sakinleşmişe benziyordu. Hayvan pençesine
dönen elleriyle yatağın kenarını okşuyordu. Elleri y a ­
vaş yavaş yükseldi, dizinin yanındaki örtüyü kazıma­
ya başladı, sonra bacaklarını birdenbire büküverdi,
baldırlarını kalçasına doğru yaklaştırdı ve öyle kala­
kaldı. İlk defa olarak bu sırada gözlerini açtı ve kar­
şısında duran Rieux'ye baktı. Kil rengine boyanan
yüz boşluğunda ağzı açıldı, hemen o anda nefes a l­

214
masının pek değiştirmediği tek ve devamlı bir çığlık
yükseliverdi. Onunla beraber oradakilerin hepsinden
çıkmışa benzeyen monoton ve anlaşılmaz, âdeta. İn­
sanî olmayan bir itiraz sesi salonu doldurdu. Rieux.
dişlerini sıkıyordu. Tarrou, başını öteye çevirmişti.
Rambert Castel'in yanına yaklaştı, o da hemen kitabı
bıraktı, kitap dizlerinde açık olarak kaldı. Paneloux,
her çağın çığlığını taşıyan, hastalığa bulaşmış bu ço­
cuk ağzını seyretti. Hemen dizleri üstüne çöktü, cnun
biraz boğuk, fakat vazıh bir sesle ardı arkası gelme­
yen o müşterek duayı okumaya başlamasını herkes
tabiî karşıladı: «Allahım bu çocuğu kurtar.»
Fakat çocuk feryat etmeye devam ediyordu, et­
rafındaki hastalarda bir telâş başladı. Salonun dibin­
de, inlemeleri kesilmemiş olan hasta, gittikçe daha
sık, daha yüksek sesle inlemeye, sonunda o da bağır­
maya başladı, öteki hastalar da gittikçe artan bir hız­
la inlemeye koyuldular. Bir hıçkırık dalgası Paneloux'
nun duasını bastırarak salonu kapladı. Rieux, yata­
ğın parmaklığına asıldı, yorgunluk ve tiksintiden, göz­
lerini kapadı.
Tekrar açtığında. Tarrou'yu yanıbaşında buldu.
— Gitmem gerek, dedi, Rieux. Artık dayanamı­
yorum.
Fakat âniden, öteki hastalar seslerini kestiler.
Doktor, çocuğun feryatlarının zayıfladığını anladı. Ses
daha da azaldı, sonra durdu. İniltiler, sona ermiş bu
boğuşmanın uzak bir yankısı imişcesine sağır edici
bir kuvvetle yeniden başlamıştı. Çünkü mücadele ger­
çekten sona ermişti. Castel, yatağın öbür yanına geç­
ti ve çocuğun öldüğünü söyledi. Çocuk altüst olmuş,
yatak çarşaflarının içinde birdenbire ufalıvermişti, ağ­
zı açık, fakat sesi çıkmadan yüzünde gözyaşlarından
kalan damlalarla dinleniyordu.

215
Poneloux. yatağa yaklaştı ve takdis işaretini yap­
tı. Sonra cüppesinin eteklerini topladı; giriş kapısına
doğru yürüdü:
Taırou. Castel'e:
— İşe yeniden başlamak mı gerekecek? dedi.
Yaşlı doktor, başını salladı. Sinirli bir gülümse­
yişle:
— Belki, dedi, ne de olsa epeyce dayandı.
Fakat Rieux. salonu terkedip öyle bir öfkeyle ve
hızlı adımlarla çıktı ki. Paneloux’nun yanından geçer­
ken papaz onu durdurmak için kolunu uzattı. Aynı
öfkeli hareketle Rieux birden ona doğru dönüp, şid­
detle bağırdı:
— Hiç değilse bu çocuğun bir suçu yoktu, bunu
siz de pekâlâ biliyorsunuz!
Sonra döndü, salonun kapılarından Poneloux,
don önce geçerek, okulun bahçesine çıktı. Bodur,
tozlu ağaçlar arasındaki sıralardan birine'oturdu,
gözlerine kadar giren terini kuruladı. Kalbini ezen bu
kuvvetli düğümü çözebilmek için, hep bağırmak is­
teğini duyuyordu. Sıcak incir dallarının arasından ağır
ağır dökülmekteydi. Sabahın mavi göğü havayı git­
tikçe daha boğucu hale getiren beyazım trak bir tülle
örtmeye başlamıştı. Rieux. aynı sırada kendisiyle baş-
başaydı. Dallara, gökyüzüne bakıyor, yavaş yavaş
düzgün bir şekilde, nefes almaya başlıyor, yorgunlu­
ğunu üzerinden atıyordu.
Arkasından bir ses:
— Benimle bu kadar öfkeli konuşmaya sebep
ne? diyordu. Tanık olduğumuz bu manzara benim için
de dayanılmaz bir şeydi.
Rieux, Panelaux’ya doğru döndü :

216
— Doğru, dedi. Bağışlayın beni. Fakat yorgun­
luk bir çeşit çılgınlıktır. Bu şehirde, bazı saatler, içim­
de. isyan hissinden başka bir şey bulamıyorum.
— Anlıyorum, dedi Paneloux. İnsanı isyana gö­
türen. bunun bizim gücümüz üstünde olması. Fakat
anlıyamadığımız bir şeyi sevmemiz gerekmez mi. di­
ye düşünmeliyiz.
Rieux, birden doğruldu. Bütün hırsı ve kuvve­
tiyle Paneloux'ya baktı, sonra başını salladı:
— Hayır, Peder, dedi. Benim, aşk hakkındaki
düşüncem bambaşka. Çocuklara işkence çektiren
bu düzeni sevmekten ölünceye kadar kaçınacağım.
Paneloux’nun yüzünden bir perişanlık gölgesi
geçti. Hüzünlü bir sesle :
— Ah, doktor, dedi. İlâhî inayetin ne demek ol­
duğunu şimdi anladım.
Fakat Rieux, oturduğu sıraya yeniden kendini bı­
raktı. Tekrar üzerine çöken yorgunluğunun derinli­
ğinden, daha tatlı bir sesle cevap verdi:
— Elimde olmayan şeyin ne olduğunu biliyorum.
Fakat sizinle bunun tartışmasına girişemem. İnkârla­
rın ve duaların ötesinde bir şey için birlikte çalışmak
üzere birleşmiş bulunuyoruz. Önemlj olan tek şey bu.
Paneloux, Rieux'nün yanına oturdu. Heyecan
içindeydi.
— Evet, dedi, evet, siz de insanın kurtuluşu yo­
lunda çalışıyorsunuz.
Rieux, gülümsemeye çalıştı:
— İnsanın kurtuluşu, benim için büyük bir lâf.
Ben o kadar uzağa gitmiyorum. Beni ilgilendiren in­
sanın .sağlığıdır. Önce sağlığı...
Paneloux, tereddüt etti:
— Doktor, dedi.

217
Sonra durdu. Onun da alnında ter damlaları bi­
rikmişti. «Allahaısmarladık» diye mırıldandı. Ayağa
kalktığında gözleri parıldıyordu. Tam gitmek üzerey­
ken düşünceye dalmış görünen Rieux kalktı, ona doğ­
ru bir adım attı.
— Bir kere daha sizden af diliyorum, dedi. Bu
öfkeli halimi bir daha görmiyeceksiniz.
Paneloux, elini ona uzattı ve kederli bir sesle:
— Sizi ikna bile edemedim, dedi.
— Zaten neye yarar bu? Nefret ettiğim şeyin
ölüm ve fenalık olduğunu siz de pekâlâ biliyorsunuz.
İsteseniz de istemeseniz de acı çekmek ve mücadele
etmek için birleşmiş bulunuyoruz.
Rieux, Paneloux'nun elini tutmuştu.
Ona bakmak istemiyerek:
• — Görüyorsunuz ya, dedi. Tanrı bile artık bizi
ayıramaz.

218
Sağlık teşkilâtına katıldığından beri Paneloux,
hastanelerden ve vebanın kendini gösterdiği yerler­
den uzaklaşmamıştı. Kurtarıcılar arasında, kendisine
ait olduğuna inandığı birinci yeri işgal ediyordu. Ölüm
sahnelerini az seyretmemişti. Serumla korunuyorsa
da kendi ölümünden duyduğu endişeye de yabancı
değildi. Görünürde daima sükûnetini muhafaza et­
mişti. Fakat ilk defa bir çocuğun ölümünü seyrettiği
günden beri bir değişme seziliyordu. Yüzünde gittik­
çe artan bir sinirlilik vardı. Rieux'ye gülerek, «Bir pa­
paz. bir doktora danışabilir mi?» konusunda, kısa bir
inceleme hazırlamakta olduğunu söylediği zaman
doktor, Paneloux'nun anlattığından daha ciddi bir
şeyin söz konusu olduğunu hissetti. Bu eseri tanımak
arzusu gösterince, Paneloux erkeklere mahsus bir
âyinde vaaz vereceğini ve bu vesileyle hiç değilse gö­
rüşlerinden bazılarını açıklayacağını bildirdi.
— Gelmenizi isterdim, doktor, dedi, konu sizi il­
gilendirecektir.
Peder Paneloux, ikinci va'zını fırtınalı bir günde
verdi. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk va'za oranla
seyircilerin daha az olduğu görülüyordu. Sebebi de,
bu çeşitten temsillerin vatandaşlarımız için çekici bir
yeniliği kalmayışıydı. Şehrin, içinde bulunduğu zor
durum ortasında, hattâ «yenilik» kelimesi bile anla­
mını kaybetmişti. Hem. insanların çoğu, dinî ödevle­
rinden tamamen kaçınmadıkları ve tamamen ahlâk

219
dışı kişisel bir hayata kendilerini kaptırmadıkları za­
man, aklın kolay kolay kabul edemiyeceği birtakım
bâtıl inançları benimsemişlerdi. Ayine gideceklerine
Saint-Roch'un koruyucu madalyalarını ve muskaları­
nı boyunlarında taşımayı tercih ediyorlardı.
Örnek olarak, vatandaşlarımızın kehanete karşı
gösterdikleri aşırı düşkünlük öne sürülebilir. İlkbahar­
da hastalığın bugün-yarın sona ereceği umulmuştu,
kimse, karşısındakine salgının daha ne kadar devam
edeceğini sormayı aklından bile geçirmiyordu, çünkü
bunun nasıl sona erebileceğini kimse düşünemiyordu.
Fakat günler geçtikçe bu felâketin hiçbir zaman so­
na ermiyeceğinden korkulmaya başlandı. Aynı anda,
salgının durması, bütün umutların üzerinde toplandığı
başlıca amaç haline geldi. Katolik kilisesi ermişleri­
nin veya kâhinlerin vaktiyle göstermiş oldukları çeşitli
kehanetleri yazan kitaplar elden ele dolaşıyordu.
Şehrin matbaacıları bu fırsattan yararlanma yo­
lunu hemen buldular, ellerde dolaşan metnin pek çok
sayılarını piyasaya sürdüler. Halkın tecessüsünün bir
türlü doymadığını görerek şehir kütüphanesinde yeni
araştırmalara giriştiler. Küçük tarihin sunabileceği
cinsten her türlü tanıklıkları bulup şehre yaydılar. Böy­
le kehanetler için tarih bile yetmediğinden, gazetecile­
re siparişler verildi ve onlar da bu noktada geçmiş
yüzyıllardan aldıklprı örnekler kadar bu işleri becerdik­
lerini gösterdiler. •
Bu kehanetlerden bazıları gazetelerde tefrika bi­
le ediliyor, normal zamanlarda aşk hikâyelerine du­
yulan susuzlukla aranıp okunuyordu. Bu tahminlerin
bir kısmı, bazı acayip hesaplara, yıllara, ölülerin sa­
yısına veya veba tehdidi altında geçirilen ayların top­
lamına dayanıyordu. Başkaları da tarihdeki büyük ve­
ba salgınları ile kıyaslamalara girişiyor, kehanetleri

220
kesin bir hale sokan benzeyişleri buluyor ve daha
az acayip olmayan hesaplarla şim diki salgın üzerinde
uygulanacak bilgiler çıkarıyorlardı. Fakat halk tara­
fından en cok tutulanlar, karanlık bir dille yazılmış,
her biri şehrin yaşam akta olduğu olayla r d izisin e uyan
haberler verenler ve belirsizliği ile de her çeşit yo­
ruma elverişli bulunanlardı. N ostradam us ve Azize
Odile, her gün başvurulan kâhinlerdi. İnsanlar onlar­
dan istedikleri sonuçları çıkarabiliyorlardı. Bütün ke­
hanetler gibi bunlâr da insanlara güven verici cin s­
tendi. İçlerinde vebadan başka her şeyden bahis
vardı.
Bu bâtıl inançlar halkı dinden uzaklaştırıyordu.
Pan elou x’nun, va’zını, a n ca k dörtte üçü dolmuş bir
kilisede verm esinin sebebi buydu. Vaaz akşam ı, Ri-
eux„ kiliseye vardığında, a çılıp kapanan giriş kapıla­
rından dolan rüzgâr, d inleyiciler arasında da rahatça
esiyordu. İşte böyle soğuk ve se ssiz bir kilisede, sa­
dece erkeklerin teşkil ettiği bir dinleyici kalabalığı
arasında, Rieux de yerini aldı ve papazın kürsüye ç ık ­
tığını gördü. Papaz, ilk v a ’zına göre çok daha tatlı ve
inandırıcı bir tonda söze başladı. H azır bulunanlar,
konuşm asında bir çeşit kararsızlığın bulunduğunu
birkaç yerde farkettiler. Gene dikkati çeken başka
bir şey daha vardı: «siz» demiyor, «biz» diyordu ar­
tık.
Buna rağmen, sesi yavaş yavaş kuvvetlenmeye
başladı. Vebanın uzun yıllardanberi aram ızda oldu­
ğunu, onu bunca defa m asam ızda ya da sevdikleri­
mizin başucunda otururken, ya da yanım ızda yürür­
ken, iş yerim izde bizi beklerken göre göre daha iyi
tanıdığım ızı, vebanın bize durm aksızın anlatm ağa ça­
lıştığı, ilk şaşkın lık içinde iyice işitip anlayam adığım ız
şeyleri şim di daha iyi karşılayabileceğim izi hatırlat­

221
makla söze başladı. Daha önce vazettiği şeyler, doğ­
ruluklarından gene de bir şey kaybetmemişlerdi, hiç
değilse o buna inanıyordu. Fakat bunları, hepimizin
başınb geldiği gibi düşünerek ve hiçbir şefkat hissi
duymadan söylemişti. Doğru olarak kalan ise, her şey­
de öğrenilmesi gereken bir yan bulunduğu idi. En za­
lim şartlar altında tecrübeden geçmiş olmak bir Hıris-
tiyanın yaramaydı. Hem zaten her Hıristiyanın ara­
mak zorunda olduğu da buydu: Yararına olan bir şeyi
nasıl yerine getireceği ve onu nasıl arayıp bulacağı
idi.
Bu sırada Rieux'nün etrafındaki insanların, otur­
dukları sıranın dirsek konacak yerine dayandıkları ve
mümkün olduğu kadar rahatça yerlerine yerleştikleri
görüldü. Kapitone giriş kapılarından bir tanesi çarp­
tı. Biri kapıyı örtmek için yerinden kalktı. Rieux bu
kaynaşmanın farkına bile varmadan, papazın yeniden
6özüne devam ettiğini duydu. Aşağı yukarı, vebanın
görünüşünü çizmeye çalışmanın doğru olmadığını, fa­
kat ondan alınabilecek dersleri öğrenmeye çalışma­
nın gerekli olduğunu söylüyordu. Paneloux, kuvvetli
bir sesle. Tanrı bakımından açıklanabilecek ve açık-
lanamayacak şeyler olduğunu belirttiği zaman Rieux'
nün ilgisi arttı. Bir kere genel olarak iyilikle kötülük
ayrı ayrı, vardı. Bunları birbirinden ayıran şeylerin
neler olduğunu belirtmek kolayca mümkündü. Fakat
kötülük derken ne anlıyorduk, zorluk buradaydı. Ör­
neğin, açıkça, bir gerekli kötülük ve bir de tamamiyle.
gereksiz kötülük vardı. Cehennem ateşine kapılmış
bir Don Juan’ın yanında bir de küçük bir çocuğun ölü­
mü vardı. Ahlâksızın yıldırımla çarpılması ne kadar
doğru ise, bir çocuğun ıstırap çekmesini kabul etmek
o kadar güçtü. Hem doğrusu, yer yüzünde, bir çocu­
ğun ıstırabı kadar önemli olabilecek hiçbir şey yok­

222
tu. Bu ıstırobin korkunçluğu hiçbir şeyde bulunmaz­
dı. Hayatın geri kalan kısmında Tanrı her işi kolay­
laştırıyordu ve din bugüne kadar fazla bir çabaya ih­
tiyaç duymamıştı. Oysa şimdi bizi bu duvarın dibine
getirip bırakıyordu. Hepimiz, vebanın duvarları önün­
deydik. Bu duvarların öldürücü gölgesinde, bizi kur­
taracak yolu bulmaniız gerekiyordu. Peder Paneloux,
duvarı aşmayı mümkün kılacak kolay çarelere baş­
vurmaktan kaçınıyordu. Çocuğu bekleyen zevklerin
sonsuz oluşunun çeşitli acıları karşılayacağını söyle­
mek belki kolay ve mümkündü. Fakat ebedî bir mut­
luluğun, insanoğlunun çekeceği bir anlık ıstırabı kar-
ş’layabileceğini kesin olarak kim iddia edebilirdi?
İsa bile ruhunda ve vücudunda ıstırabı duyduğu­
na göre, böyle düşünen kimse gerçek bir Hıristiyan
sayılmazdı. Hayır, Peder Paneloux duVdnn dibinde
duracak, haçın terrisil ettiği ıstıraba^sadık olarak, bir
çocuğun çektiği acılarla başbaşa kalacaktı. Ve bugün
cnu dinleyenlere hiç çekinmeden şu sözleri söyleye­
cekti: «Kardeşleri m! Vakit geldi. Ya her şeye inan­
mak, ya dd her şeyi inkâr etmek gerekiyor. İçinizde
her şeyi inkâr etmeye cüret edebilecek kim var?»
• Rieux, papazın inkâra yaklaştığını düşünürken,
cteki kuvvetle bu kesin emre, bu sâf zorunluluğa uy­
manın Hıristiyanın kurtuluş çaresi olduğunu söyledi.
Bu, onun erdemiydi de. Daha hoşgörür konusu ettik­
leri erdeme var olan aşırı yönlerin pek çok düşünceyi
karıştıracağını biliyordu. Fakat veba zamonındaki di­
nin, önceki zamanlardaki din olmasına imkân yoktu.
Allah, insan ruhunun mutlu çağlardaki gibi dinlenme­
sine, sevinç duymasına müsaade etse, bunu, hattâ
arzulasa bile, onları şiddetli felâketler içinde bunal­
tarak duyurmak istiyordu. Bugün, Tanrı, yarattıkla­
rına «Höp»in ve «Hiç»in o büyük erdemini bulabilip

223
benimseyecekleri bir felâket içinde yaşatmak lütfü-
nu göstermişti.
Dinsiz bir yazar, yüzyıllarca önce, Araf'ın olmar
dığını bildirerek, kilisenin sırrını açıkladığını iddia et­
mişti. Bunu demekle yarım ölçüler olmayacağını, sa­
dece bir'cennetle bir cehennem bulunduğunu, insa­
nın istediğini seçebileceğini; ya kurtulacağını ya da
mahkûm olacağını anlatmak istiyordu. Paneloux’ya
göre bu ancak ahlâksız bir ruhtan doğabilecek bir
sapıklıktı. Çünkü Araf diye bir yer vardı. Fakat bu
Araf’a kavuşmanın pek umut edilemiyeceği, günah­
ların hafifinin bulunmadığı zamanlar da olurdu. Her
günah öldürücü her kayıtsızlık bir cinayet sayılabi­
lirdi. Ya her şey, ya da hiçbir şey, ikisinden biri...
Paneloux durdu; bu anda Rieux, dışarda, şiddetini
bir kat daha arttırmış rüzgârın iniltilerini daha iyi
duydu. Peder, aynı anda, bahsettiği her şeye katlan­
maktan gelen erdemi normal zamanların sınırlı an­
lamları içinde anlamaya imkân olmadığını, çünkü bu­
nun ne herhangi bir feragat, ne de katlanılması zor
bir zillet olduğunu söyledi. Tabiî, bu zillete düşmek
vardı işin içinde, ama bu zilletin rızaya dayandığı bir
gerçekti. Muhakkak ki, bir çocuğun ıstırap çekmesi,
kalbi ve kafayı ezen bir zilletti. İşte bunun için Pa-
neloux'nun dinleyicilerine söyleyecekleri, kolay söy­
lenir şeyler olmadığından Tanrının dileğine uyarak
bunu arzu etmeleri gerekliydi. Böylece, bir Hıristiyanı
hiçbir şey yolundan döndüremiyecek, her çıkış yolu
kapalı olduğundan, o da esas seçmeyi yapmaya doğ­
ru gidecekti. İnkâra düşmemek için her şeyi kabul
etmeyi tercih edecekti. Bazı kadınların, beliren hıyar­
cıkların vücudun zehirlerini dışarı akıtacak tabiî yol
olduğunu öğrenerek: «Allahım, bana da bu hıyarcık­
lardan nasip et» diye yalvarmalan gibi, bir Hıristiyan

224
da, anlasa da anlamasa da. Tpnrı’mn iradesine ken­
dini bırakacaktı. «Şunu anlıyorum, ama şunu kabul
etmek imkânsızdır» demek mümkün değildi, tam ter­
cihi yapabilmemiz için, bize sunulan bu kabul edil­
mez şeylerin içine bütün benliğimizle atılmamız şart­
tı. Çocukların çektikleri ıstırap bizim acı ekmeğimiz-
di, fakat bu acı ekmek olmasa, ruhlarımız kendi mâ­
nevi açlıkları içinde mahvolup gidecekti.
Peder Paneloux'nun, konuşmasına verdiği ara­
larda duyulan sağır edici kaynaşma, ne tarzda hare­
ket edilmesi gerektiği sorusunu dinleyiciler yerine
kendine sorup, bunun cevabını vermek üzere sözüne
devam ederken umulmadık şekilde arttı. Hiç şüphe
etmiyordu, kadere boyun eğilmesi gerektiğini söyle­
yeceklerdi. Evet kendisi de. eğer bu kadere boyun
eğme deyiminin önüne «faal bir şekilde» kelimelerini
eklemesine izin verirlerse, bu deyimi kullanmaktan
kaçınmayacaktı. Muhakkak ki. daha önce de dediği
gibi, Hıristiyan Habeşlerin yaptıklarını taklit etmek
doğru değildi. Tanrının gönderdiği bir felâkete karşı
koymak isteyen gâvurlara vebanın bulaşması için
yüksek sesle dua edip elbiselerini Hıristiyan sağlık
kamplarına fırlatan Acemlere benzememek lâzımdı.
Fakat bunun tam tersi olanını da. geçen yüzyılın sal­
gınlarında, mikrobun bulunabileceği sıcak ve nemli
ağızlara dokunmamak için mayasız ekmeği maşa ile
tutup uzatarak takdis âyini yapan Mısır keşişlerinin
hareketini de taklit etmemeliydiler. Acem vebalıları
da. keşişler de günah işliyorlardı böyle yapmakla.
Çünkü birinciler için, bir çocuğun ıstırabı hesapta bi-
le olmayan bir şeydi, İkincilerde de acının doğurduğu
pek haklı İnsanî endişe her şeye hâkim olmuş bulun­
maktaydı. İki halde de ana sorun orta yerden kay­
boluyordu. Hepsi Tann'nın sesini işitmezlikten gel-

VEBA F .: 15/225
\

mişlerdi. Fakat Paneloux’nun vermek istediği boş-


ka örnekler de vardı. Marsilya vebasını anlatan tarih
yazarının dediklerine ingnılacak olursa. Merci manas­
tırındaki seksen bir din adamından ancak dördü sal­
gından sağ salim kurtulabilmişlerdi. Bu dört kişice?'
üçü kaçmıştı.
Tarih yazarı bu kadarını kaydetmişti, daha faz­
lasını söylemek onun işi değildi. Bunu okurken. Pa
neloux’nun düşünceleri, yetmiş yedi cesede ve üc
kardeşinin gösterdikleri kötü örneğe rağmen tek başı­
na kalmış olanın üzerinde toplanıyordu. Papaz, kür­
sünün kenarına yumruğuyla vurarak bağırdı:
«Kardeşlerim, hepimiz işte o «kalan» olmalıyız.»
Alınan korunma tedbirlerini, zekânın düzeninin
bir felâketin perişanlığı orasına kattığı şeyleri reddet­
mek doğru değildi. Her şeyi terkedip diz çökmekten
başka çare olmadığını söyleyen o ahlâkçıları dinle-
memeliydiler. Karanlıkta, az. çok göz kararlomasiyle
ilerlemeye başlamak ve iyilik yapmaya çalışmak şart­
tı. Fakat bundan ötesi için, hattâ çocukların ölümle­
rinde bilşr kimseden yardım beklemeksizin, Tanrıya
güvenmeli, ona kendilerini teslim etmeliydiler.
Sözün burasında Paneloux, Marsilya vebası sı­
rasında yaşayan Belzunce piskoposunun soylu kişi­
liğini andı. Salgının sonlarına doğru, piskoposun elin­
den gelen bütün çabayı gösterdikten sonra, artık hiç
çare kalmadığını görünce, yiyecek içeceklerini ya­
nına alıp etrafına duvar ördüğü evine kapandığını,
bir vakitler kendisine tapan halkın bir his değişikli­
ğiyle, ona düşman kesildiklerini, hastalığı bulaştır­
mak için evinin etrafını cesetlerle çevirdiklerini, hat­
tâ onu daha kesin öldurebilmek için duvarların üs­
tünden cesetler attıklarını hatırlattı. Piskopos, böy-
lece bir zaaf anında, ölüler âleminden kendini tecrid

226
edebileceğini sanmıştı, oysaki ölüler gökten yağarak
onu gene buluyorlardı. İşte biz de vebanın içinde sı­
ğınılacak bir ada olmadığını bilmeliydik. Hayır, bunun
bir ortası yoktu. Bizi Tanrı’dan nefret etmeye ya da
onu sevmeye mecbur kılan bu alçalmayı kabul etmek
zorundaydık. Tanrıya nefret beslemeye ise kim cü-
' ret edebilirdi?
Sonuca vardığını bildiren Paneloux, sonunda
şunları söyledi:
«Kardeşlerim, Tann sevgisi çok güç bir sevgidir.
İnsanın kendini tamamen vermesini ve kendini hoş-
görmesini ister. Yalnız o, çocukların ıstırabını ve ölü­
münü yok edebilir, yalnız o, isterse bunları gerekli bu­
labilir, çünkü onu anlamak imkânsızdır, onun irade­
sinden ancak dileklerde bulunulabilir. İşte sizinle pay­
laşmak istediğim zor ders budur. İşte yaklaşılması ge­
reken, Tanrının nazarında kesin, insgnların nazarın­
da merhametsiz inanç budur. Bu müthiş görünüş kar­
şısında bizim de ona uymamız gerekir. Bunun zirve­
sinde, her şey bir bütün teşkil edecek, birbirine eşit
olacak, bu görünür haksızlıklardan gerçek fışkıracak.
İşte Fransa’nın güneyindeki pek çok kiliselerde, ve­
badan ölenler, koronun bulunduğu zemin taşlarının
altında yüzyıllardır yatıyorlar, papazlar onların mezar­
larının üzerinden konuşuyor, arasında çocukların da
bulunduğu bu küllerden etrafa bir mânevi kuvvet ya­
yılıyor.»
Rieux, sokağa çıktığında, aralık kalan kapıdan
şiddetli bir rüzgâr doluverdi ve koyu dindarların su­
ratlarına çarptı. Bu rüzgârla, daha sokağa çıkmadan
şehrin ne halde olduğunu onlara haber veren, bir
yağmur, bir ıslak kaldırım kokusu kiliseye yayılmıştı.
Rieux'nün önü sıra aynı anda dışarı çıkmakta olan
yaşlı bir papazla genç bir diyakos başlıklarını güç be-

227
lö tutabildiler. Yaşlı olanı vaaz üzerindeki yorumla­
rına gene de ara vermedi. Paneloux'nun konuşmasını
övüyor, fakat din adamının göstermiş olduğu fikir cü­
retkârlıklarından biraz endişe duyuyordu. Ona göre,
bu vaazda kuvvetten çok endişe vardı. Paneloux‘
nun yaşındaki bir papazın ise endişe duymaya hakkı
yoktu artık. Rüzgâra karşı koymak için başı eğik yü­
rüyen genç diyakos Paneloux ile sık sık temas etti­
ğini, ondaki değişmenin epeydir farkında olduğunu,
hazırladığı incelemenin çok daha cüretkâr olacağını
ve onu herhalde yayınlamaya cüret edemiyeceğini
söyledi.
Yaşlı papaz:
— Acaba düşündüğü şey ne? dedi.
Kilisenin önündeki meydana varmışlardı, rüzgâr
uluyarak onları sarıverdi, gencin sözlerini parçaladı.
Konuşmaya imkân buldukları zaman genç, şu kada­
rını söyleyebildi.
— Eğer bir papaz, bir doktora başvurursa ken­
disiyle çelişmeye düşmüş demektir.
Paneloux’nun sözlerini Rieux'den dinleyen Tar-
rou. savaşta gözleri oyulmuş bir gencin yüzünü gör­
dükten sonra Tanrıya inancını kaybeden bir papaz
tanıdığını anlattı.
Tarrou:
— Paneloux‘nun.hakkı var, dedi. Suçsuz bir in­
sanın gözleri oyulduğu zaman, bir Hıristiyan ya ima­
nını yitirecektir, ya da gözlerinin oyulmasını kabul
edecektir. Paneloux ise imamdı kaybetmeyi istemi-
yecek, sonuna kadar gidecek’. Onun demek istediği
şey, işte bu.
• Tarrou’nun bu düşünceleri, olayları izleyecek
daha acı olayları ve Paneloux’nun. çevresindekilerle

228
anlaşılmaz gelen harece'lerini vJ'ntatmakta yararlı
olacak mıydı? Bunu göreceğiz.
Va’zın verilmesinden birkaç gün sonra Paneloux
da evinden taşınmak zorunda kaldı. Hastalığın iler­
lemesinin, şehirde, taşınmaları devamlı bir hale getir­
diği sıralardaydı. Tarrou'nun, otelinden ayrılıp Rieux*
nün evine taşınması gibi, papaz da işi dolayısiyle
yerleşmiş olduğu daireyi bırakıp, kilisenin devamlı
ziyaretçilerinden yaşlı bir kadının, henüz hastalığın
zararını görmemiş evine taşınmıştı. Taşınma sırasın­
da papaz, içindeki sıkıntının ve yorgunluğun daha da
arttığını duymuştu. Bu yüzden, ev sahibesinden gör­
düğü itibarı kaybetti. Çünkü kadın. Azize Odile'in ke­
hanetlerinin değerini hararetle belirtirken, papaz bu­
na. herhalde bezginliğinden olacak, pek az ilgi gös­
termişti. Daha sonra, ihtiyar kadından hiç değilse
dostça bir tarafsızlık elde edebilmeye biraz uğraştı
ise de bunu beceremedi. Bir kere kötü intiba yarat­
mıştı. Ve her akşam, salonda, kendisine sırtını çevi­
rerek oturmuş kadını seyredip onun, başını bile çevir­
meden, kupkuru bir sesle söylediği «iyi geceler, Pe­
derim in sözlerinin anısını yüklenerek, şişle yapılma
dantel yığınlariyle kaplı odasına çıkıyordu. İşte böyle
akşamların birinde, tam yatmak üzereyken, başını ağ­
rılar içinde, bilek ve şakaklarının da uzun zamandan
beri birikmiş, ne olduğu belirsiz ateş dalgalariyle do­
lup taştığını hissetti.
Bundan sonrasını öğrenmek, ancak ev sahibesi­
nin anlattıklarıyla mümkün. Kadın o sabah da her za­
manki gibi geç kalkmıştı. Bir süre, papazın odasından
çıkmayışına hayret ederek beklemiş, nihayet uzun te­
reddütlerden sonra, kapısını vurmaya karar vermiş­
ti. Papazı, uykusuz geçmiş bir geceden sonra yatak­
ta uzanmış durumda bulmuştu. Nefes tıkanıklığı ge-

229
çirmişti. yüzü her zamankinden daha kırmızıydı. Ka­
dın. anlattığına göre, nazik bir şekilde, doktor çağır-
tılmasını teklif etmiş, fakat bu teklifi esef edilecek bir
şiddetle redde uğrayınca kadın, teklifinden vazgeç­
mek zorunda kalmıştı. Az sonra papaz zili çalmış ve
onu çağırtmıştı. Sinirli hareketinden dolayı özür dile­
miş, rahatsızlığının veba olmasına imkân bulunmadı­
ğını, çünkü hastalığın hiç bir belirtisinin görülmedi­
ğini söylemişti; herhalde, geçici bir yorgunluktu. İh­
tiyar kadın, teklifinin böyle bir endişeden gelmediğini
vekarla söylemişti. Tanrının dileğine bağlı olan kendi
selâmetini değil, kısmen sorumlu olduğu din adamı­
nın sağlığını düşünüyordu. Papaz buna bir şey deme­
yince, ev sahibesi, kendine düşen ödevi yerine getir­
mek için, özel doktorunu çağırtmayı bir kere daha
teklif etmişti. Papaz, yeniden fakat bu defa, ihtiyar
kadının çok belirsiz bulduğunu söylediği bazı açıkla;
malar yaparak reddetmişti. Yalnız şu kadarını anlat­
mıştı — ve bu ona anlaşılmaz görünmüştü— ki papaz,
doktora başvurmayı ilkelerine uymadığı için reddedi­
yordu. Kadın, yükselen ateşin, kiracısının düşüncele­
rini karıştırdığına kanaat getirmiş, ona sadece ıhla­
mur getirmekle yetinmişti.
Durumun yarattığı şartlara tamamiyle uymak
âdetinde olduğundan, hastayı iki saatte bir munta­
zam şekilde görmeğe gelmişti. En çok dikkati çeken
papazın, yatağın içinde, durmadan çırpınmasıydı. Çar­
şafları üstünden atıyor, sçnra kendine doğru çekiyor,
ellerini kupkuru alnında gezdiriyor, boğulur gibi bir
sesle öksürmek için birden doğruluyor, nemli ve bo­
ğuk, içinden bir şey sökülüyormuş gibi öksürüyordu.
Uzun öksürük krizlerinden sonra tam bir bitkinlik için­
de kendini sırtüstü bırakıveriyordu. Sonra hafifçe doğ­
ruluyor, kısa bir an. biraz önceki çırpınmanın tersi bir

230
hareketsizlik içinde, bakışları karşıya dikilmiş öylece
kalıyordu. Fakat ihtiyar kadın bir doktor çağırıp hasta­
sını üzmekten hâlâ çekiniyordu. Görünüşü ne kadar
fena olsa da bu, basit bir ateş yükselmesinin eseri de
olabilirdi.
Öğleden sonra, yeniden papazla konuşmaya ça­
lıştı, karşılık olarak, ne dediği anlaşılmaz birkaç söz
işitti. Doktor çağırmak teklifini tekrarladı. Bunu du­
yar duymaz, papaz doğruldu, yarı yarıya boğula bo-
ğula, fakat açık bir sesle, kesinlikle doktor islemediği
cevabını verdi. Bu sırada, ev sahibesi ertesi sabaha
kadar bekleyip eğer papazın durumunda bir iyileşme
görülmezse, Ransdoc ajansının günde on defa tek­
rarladığı numaralardan birine telefon etmeğe karar
vermişti. Üzerine aldığı ödevleri daima dikkatle yap­
mak istediğinden o gece kiracısını gene ziyaret edip,
gerekli ilgiyi gösterecekti. Böyle düşünmüştü ama',
akşam ona ta2ö bir ıhlamur verdikten sonra, gidip
biraz yatağına uzanmak istedi, ancak ertesi gün sa­
bahleyin uyanabildi. Hemen hastanın odasına koştu.
Papaz, kıpırdamadan yatıyordu. Bir gün önce
yüzündeki aşırı derecede kırmızılığın yerini yüz şe­
killerini daha da çok belli eden bir çeşit morluk al­
mıştı. Paneloux. yatağının üstüne sarkan küçük avi­
zenin rengârenk boncuklarına bakıyordu. İhtiyar ka­
dın içeri girince, başını ona doğru- çevirdi. Ev sahi­
besinin anlattıklarına göre, bu anda, sanki bütün gece
dayak yemiş gibiydi, karşı koyacak kuvveti kalma­
mıştı.
Kadın, nasıl olduğunu sordu. Garip şekilde ka­
yıtsız bir sesle verdiği cevapta, kötüye gittiğini, dok­
tora ihtiyacı olmadığını, işin usulüne uyması için has-
tahaneye nakledilmesini söyledi. İhtiyar kadın deh­
şet içinde, hemen telefona koştu.

231
t ' :P:' I
Rieux, öğleyin geldi. Ev sahibesinin anlattığına
göre, Paneloux’nun haklı olduğunu, fakat çok geç
kalındığını söylemişti. Papaz, doktoru da aynı kayıt­
sızlıkla kabul etti. Rieux onu muayene etti, ne akci­
ğerden, ne de hıyarcıklardan gelen bir vebanın, bel­
li başlı .arazından hiçbirini bulamayarak şaşırdı. Sa­
dece ciğerleri darlaşmış ve nefesi tıkanmıştı. Ama
nabızlar o kadar zayıf ve hastanın genel hali o kadar
tehlikeliydi ki, kurtuluş umudunu beslemeye imkân
yoktu.
Paneloux’ya:
— Sizde hastalığın başlıca belirtilerinden hiç-_
biri yok, dedi. Fakat, buna rağmen, sizi tecrit etmem
gerekiyor.
«
Peder, sanki nezaket gereğiymiş gibi, acayip bir
şekilde güldü, fakat bir şey söylemedi. Rieux, telefon
etmek için çıktı. Sonra gene geldi. Papaza bakıyordu.
Hafif bir sesle:
— Sizinle beraber kalacağım, dedi.
Öteki canlandı, bir çeşit sıcaklığın gelir gibi ol­
duğu gözlerini doktora çevirdi. Sonra, kelimeleri zor­
lukla heceleyerek hüzünlü olup olmadığının anlaşıl­
masına imkân bırakmayan bir sesle.
— Teşekkür ederim. Fakat, din adamlarının dos­
tu yoktur. Onlar her şeylerini Tanrıya vermişlerdir,
dedi.
Yatağın başucuhdaki haçı istedi. Verdikleri za­
man, ona bakabilmek için başını çevirdi.
Hastahanede Paneloux, dişlerini sıkmadı hiç.
Kendisine her yapılan tedaviye, sanki cansız bir nes­
neymiş gibi kendini terketmişti, ama haçı elinden hiç
bırakmıyordu. Papazın hastalığının ne olduğu anla­
şılmamakta devam ediyordu. Rieux de tereddüt için­

232
deydi. Bu hem vebaydı, hem değildi. Zaten bir süre­
dir veba, doktorların teşhisleriyle alay eder gibiydi.
Ateş yükseldi. Öksürük gittikçe daha boğuklaş­
maya başladı. Artık hasta, gün boyunca hep ıstırap
çekiyordu. Yüzü kıpkırmızıydı. Ateşin coşkunluğu sı­
rasında Paneloux! o kayıtsız bakışını muhafaza et­
mekteydi. Ertesi sabah, yatağından yarı yarıya dışarı
sarkmış bir durumda, ölü buldukları zaman da bakı­
şında hiçbir anlam yoktu. Fişinin üstüne şunları yaz­
d ıla r
«Anlaşılmayan bir vaka.»

* I

!İC\ •

~ • i i0 İH i ‘

-i-,: sr.. - ‘ i
:/9b :

233
Bu yılın Toussaint yortusu her zamanki gibi ol­
madı. Havada da bir istikrar yoktu. Birdenbire değiş­
miş, geç kalmış sıcaklar yerini serinliğe bırakıvermiş-
ti. Önceki yıllarda olduğu gibi soğuk bir rüzgâr, du­
rup dinlenmeksizin esiyordu. Kocaman bulutlar bir
ufuktan ötekine koşuşuyor, gölgeleri evlerin üstüne
düşürüyordu. Geçip gittikten sonra yerlerini ekim gö­
ğünün soğuk ve yaldızlı ışığına bırakıyorlardı. İlk mu­
şambalar ortalıkta görünmeye başladı. Fakat parlak-
lorın ve kauçuktan yapılmış olanların sayısı da dik­
kati çekecek kadar artmıştı. Gazeteler iki yıl önce,
o büyük güney veba salgınında, doktorların, kendi­
lerini hastalıktan korumak için yağa batırılmış elbi­
seler giydiklerini yazmışlardı. Herkesin, hastalıktan
koruyacağını umduğu bu çeşit modası geçmiş elbi­
selerin mağazalardaki bütün stokları tükenmişti.
Ama, mevsimin bütün belirtileri, mezarlıklara
kimsenin uğramaz olduğunu insanlara unutturamı-
yordu. Önceki yıllarda tramvaylar, mezarlığa gidip
yakınlarının mezürlerini çiçeklerle süslemek isteyen­
lerin taşıdıkları krizantemlerin kokusu ile dolup ta­
şardı. Bu günlerde, sanki ölünün uzun aylardan beri
çekmekte olduğu unutuluş ve ayrılış ortadan kaldı­
rılmak istenirdi. Fakat bu yıl hiç kimse ölüleri aklına
getirmek istemiyordu. Zaten ölüleri gerektiğinden de
çok düşünmüşlerdi. Onları azıcık üzüntü ve pek çok

234
hüzünle ziyarete gitmek söz konusu olmuyordu. Ar­
tık onlar, yılda bir gün kendilerine acınan, terkedilmiş
kimseler olmaktan çıkmışlardı. Unutulmaları gereken
yararsız şeyler haline gelmişlerdi. İşte bu yılki ölüler
bayramının elbirliğiyle ortadan kaldırılması bu sebep­
tendi. Tarrou’nun, gün geçtikçe konuşmalarını daha
nükteli bulmaya başladığı Cottard'a göre, zaten her
günümüz ölüler bayramı olmuştu.
Gerçekte, vebanın sevinçli ateşleri gittikçe artan
bir neşeyle ölü fırınlarında yanmaktaydı. Günden gü­
ne ölülerin sayısında bir artma görülmediği doğruy­
du. Fakat vebanın, en şiddetli noktasına vardığı, ora­
da iyice yerleştiği, gündelik cinayetlerini artık işine
bağlı bir memurun intizamı ve kesinliğiyle işlemeye
devam ettiği söylenebilirdi. Yetkili kimselerin fikrine
göre, bu iyi bir belirti sayılmalıydı. Örneğin Doktor
Richard'a göre, vebanın devamlı ilerlemesinin katet-
tiği yükselmeyi, şimdi uzun bir düz çizginin izlemeye
başlaması emniyet verici bir işaretti. «Bu iyi, mükem­
mel bir grafiktir» diyordu. Hastalığın, kendi deyimiy­
le, artık bir sahanlığa vardığına inanıyordu. Bundan
sonra gerilemeye başlıyacakti.
Bunu, birkaç umulmadık başarı kazanan Castel*
in yeni serumunun eseri olarak kabul ediyordu. İhti­
yar Castel, aksini iddia etmiyorsa da. önceden bir
şeyi bilmeye imkân olmadığını, tarihteki salgınlarda
görüldüğü üzere hastalığın gelişmesinde bazı sıçra­
malar olabileceğini söylüyordu. Uzun zamandan beri
halkın düşüncelerine biraz huzur verebilmek fırsatını
arayan, fakat vebadan buna imkân bulamıyan valilik,
doktorları bir araya toplayıp bu konu üzerinde bir ra­
por vermelerini teklife tam hazırlanırken, Doktor Ric-
hard da hastalığa tutuldu, veba grafiği düz çizgisin­
de ilerlerken öldü. Bu örnek karşısında, hemen onun

235
etkisine kapılan Jdarî makamlar, nasıl olsa ellerinden
bir şey gelmediği için, önceleri nasıl hemen iyimser
oluvermişlerse, aynı düşüncesizlikle yeniden kötüm­
ser kesildiler. Castel, elinden geldiği kadar ihtimam­
la serumunu hazırlamakla yetiniyordu. Hastahane ya
da tecrit yurdu haline getirilmemiş tek bir resmi bina
kalmamıştı. Sadece vilâyete dokunmamışlardı, çün­
kü toplantıların yapılabilmesi için bir yer gerekiyordu.
Fakat genel olarak vebanın bu sıralardaki durgun­
laşmasının etkisiyle Rieux’nün kurmuş olduğu örgüt
fazla genişlemiş değildi. Yıpratıcı bir çaba harcayan
doktorlarla yardımcıları bundan daha büyük çalışma
gösterilebileceğini düşünemiyorlardı. Onlara düşen,
muntazam bir şekilde, deyim yerindeyse, bu insanüs­
tü çalışmayı sürdürebilmekti. Daha önce görülmüş
olan, hastalığın akciğeri saran çeşidi şimdi şehrin
dört yanında sayısı gittikçe artarak yayılıyordu; san­
ki bir rüzgâr, göğüslerdeki alevi tutuşturup yangınlar
çıkarıyordu. Hastalar, kan kusa kusa eskisinden'daho
da çabuk ölüyorlardı. Salgının bu yeni şekli ile bulaş­
ması daha büyük bir tehlike göstermeğe başlamıştı.
Sözün doğrusu, uzmanlçrın bu noktadaki görüşleri
birbirini tutmuyordu. Şimdi, sağlık işlerinde çalışanlar
kendilerini daha çok emniyette hissedebilmeleri için,
dezenfekte edilmiş gazlı bezlerden yapılma maskeler
altında nefes alıyorlardı. ı
İlk bakışta,.hastalık daha da yayılacak gibiydi.
Fakat hıyarcık vebası olayları azaldığı için, denge
gene de bozulmamıştı.
Zamanla, iaşe konusunda çekilen zorlukların a rt­
ması yüzünden endişe uyandırıcı yeni durumlar or­
taya çıkarıyordu. Spekülâsyonlar başlamış, pazarlar­
da artık görülmeyen en zarurî gıda maddeleri akıl a l­
maz fiyatlara yükselmişti. Yoksul aileler bu yüzden

236
çok zor durumlara düşmüşlerdi. Halbuki, zengin aile­
lerde hemen hemen hiçbir şey eksik değildi. Veba,
idare tarzındaki kesin tarafsızlığıyla vatandaşlarımız
arasında tam bir eşitliğe sebep olacağı yerde, basit
gurur oyunlarıyla, insanların kalbindeki haksızlık duy­
gusunu daha da keskinleştiriyordu. Geriye, kala kala,
ölüm karşısındaki o değişmez eşitlik kalıyordu, ama
bunu da zaten kimse istemiyordu. Böylece, açlık çe­
ken yoksullar, hayatın hür yaşandığı ve ekmeğin pa­
halı olmadığı komşu köyleri ve şehirleri ötekilerden
daha üstün bir özlemle hatırlıyorlardı. Madem ki on­
ları besliyemiyorlardı. şehirden gitmelerine müsaade
edilmesi gerektiğini pek de mâkul sayılmıyacak şe­
kilde düşünüyorlardı. Parola halinde bir söz ağızdan
ağıza dolaşıyor, bazan duvarlarda görülüyordu, eski­
den vali geçerken bağırdan bu söz şuydu: «Ekmek
veya hava!» Bu nükteli formül, birkaç defa önü alınan
bazı gösterilerin işaretiydi, vahim bir karakter taşıdı­
ğı da kimsenin gözünden kaçmıyordu.
Gazeteler, herşeye rağmen iyimser olmak için al­
dıkları emri yerine getirmekten geri kalmıyorlardı. Ga­
zeteleri okuyan, durumu karakterize eden halin, hal­
kın gösterdiği örnek alınacak soğukkanlılık ve heye­
can verici bir sükûnet olduğunu görürdü. Fakat ken­
di içine kapanmış ve hiçbir şeyin gizli kalmadığı şe­
hirde, hiç kimsenin, topluluğun ortaya koyduğu örnek
üzerinde yanılmasına imkân yoktu. Bahis konusu sü­
kûnet ve soğukkanlılığa dair tam bir fikre varmak için
karantina yurtlariyle hükümetin kurmuş olduğu tecrit
kamplarından birine girmek yeterdi. Başka bir yerde
ödevleri bulunan hikâyeci. bunalan tanımamış olabi­
lir. Bu yüzden burada Tarrou'nun anlattıklarına da­
yanmaktan başka çare kalmıyor.

237
Gerçekten. Tarrou'nun notlarında, Rambert'le
kirlikte, belediye stadyumunda kurulmuş bir kampa
yaptıkları ziyaret anlatılmaktadır. Stadyum, hemen
hemen şehir kapılarının yanında bulunuyordu. Bir ya­
nı tramvayların geçtiği caddeye, öteki yanı şehrin,
üzerine kurulmuş olduğu yaylanın kenarındaki bom­
boş topraklara bakıyordu. Etrafı, yüksek çimento du­
varlarla çevrilmiş, kaçmaları imkânsız hale getirmek
için, dört giriş kapısının önüne nöbetçiler koymak
yetmişti. Bunun gibi, dışardaki insanların da karan­
tinaya alınmış mutsuzları kendi meraklarını tatmin
için rahatsız etmelerine bu yüksek duvarlar engel olu­
yordu. Buna karşılık, ioerdekiler, gün boyunca birşey
görmeden, geçen tramvayların gürültüsünü duyuyor­
lar ve dışardaki insanların, işlerine gidip gelirken çı­
kardıkları o büyük uğultuyu hissediyorlardı.
Dışına atılmış oldukları hayatın kendilerinden bir­
kaç metre ötede devam ettiğini ve çimento duvarların
iki ayrı gezegendekinden daha da yabancı iki dünya­
yı birbirinden ayırdığını biliyorlardı.
Bir pazar, öğleden sonra, Tarrou'yla Rambert,
stadyuma gitmeye karar verdiler. Rambert'in bulup
stadyum bekçiliğinde çalışmayı kabul ettirdiği futbol­
cu Gonzales de yanlarındaydı. Rambert onu kampın
müdürüne tanıtacaktı. Ganzales, buluştukları zaman,
onlara salgından önce bu saatte maça başlamak üze­
re toplandıklarım söylemişti. Şimdi stadyumlara el
konulduğu için buna imkân kalmamıştı. Gonzoles ken­
dini tamamen başıboş hissediyor ve halinden de bu
belli oluyordu. Bekçilik görevini, hafta sonunda ant­
renmanlarına devam edebilmesi şartiyle ve zaten bu
yüzden kabul etmişti. Gökyüzü yarı yarıya kapalıydı.
Gonzales, burnu havada, havanın ne yağmurlu, ne de
sıcak, tam iyi bir maç çıkarmaya elverişli, olduğunu

238
acınarak belirtti. Elinden geldiği kadar soyunma ye<
lerinin kokusunu, çökecek kadar kalabalık tribünleri,
yemyeşil sahada göz alan renk renk formaları, haf-
tayımda emilen yarım limonları ve kurumuş boğazla­
rını binlerce serinletici iğnelerle delen limonataları
hatırına getirebiliyordu. Tarrou, notlarında, bütün yol
boyunca altı üstüne gelmiş kenar sokaklarda futbol­
cunun önüne çıkan çakıltaşlarma birer tekme yapış­
tırmaktan kendini alamadığını yazmıştı. Taşları doğ­
ruca lâğım çukurlarına göndermeğe çalışıyor, bunu
başarınca hemen «bire karşı sıfır» diyordu. Sigarasını
içip bitirince, izmariti önüne doğru tükürüyor, fakat
daha yere düşmeden ayağiyle yakalıyordu. Stadyu­
mun yakınlarında futbol oynıyan çocuklar oradan
geçmekte olan gruba doğru topu yolladılar. Gonza-
les hemen atılıp biçimli bir şut çekti.
Nihayet stadyuma girdiler. Tribünler adam almı­
yordu. Futbol sahası yüzlerce kırmızı çadırla dolmuş­
tu. İçlerindeki yatak takımları ve denkler daha uzak­
tan görünüyordu. Tecrid edilen insanların yağmurlu
ve sıcak havalarda altına sığınabilmeleri için tribün­
leri bozmamrşlardı. Yalnız güneş batar batmaz çadır­
larına dönmek zorundaydılar. Tribünlerin altında bu­
lunan duşlardan istifade ediyorlardı, eskiden futbol­
cuların vestiyer olarak kullandıkları yerler de büro
ve koğuş haline getirilmişti. İnsanların pek çoğu, tri­
bünleri doldurmuştu. Bir kısmı dolaşıp durmaktaydı.
Bazıları çadırlarının kapısı önünde çömelmişler, çev­
relerini anlamsız bakışlarla seyrediyorlardı. Tribün­
lerde oturanların çoğu birşeyler umuyor, birşeyler
bekliyor gibiydiler.
Tarrou, Ram bert'e:
— Bütün gün ne yapar bunlar? diye sordu.
— Hiçbir şey.

239
Hemen hepsinin de elleri boştu, kolları yanlarına
sarkmıştı. Bu muazzam insan topluluğu merak uyan­
dıran bir sessizlik içindeydi.
R am bert:
— İlk günlerde insan burada konuştuğumu du­
yamazdı. Fakat zamanla gittikçe daha az konuşmaya
başladılar.
Notlarına bakılacak olursa Tarrou. onları anlı­
yordu. İlk önceleri çadırlarının içine toplanıp sadece
sinek vızıltılarını dinlemek ve kaşınmakla vakit geçi­
ren, kendilerini nezaketle dinleyen birini balur bulmaz
korkularını veya öfkelerini bağıra bağıra açığa vuran
bu insanları gözünün önüne getiriyordu. Fakat kamp
kalabalıklaşmaya başladığından beri nezaketle dinle­
yen kulaklar da azaldıkça azalmıştı. Artık susmaktan
ve kimseye güvenmemekten başka çıkar yol kalm a­
mıştı. Işıklı olmasına rağmen, gene de külrengi gök­
yüzünden kırmızı kampın üstüne bir çeşit güvensizlik
duygusu boşanıyordu.
Evet, hepsinde kimseye güvenmediklerini göste­
ren bir hal vardı. Madem ki onları öteki insanlardan
ayırmışlardı, bundan haksız değildiler. Yüzleri de hak­
larını anyon ve korku içinde yaşıyan bir insan görü-
nüşündeydi. Tarrou'nun aldırışsız bakışlarla seyrettiği
bu insanların her birinde, hayatlarını yapan şeyler­
den aynlmış olmanın ıstırabını belli eden bir hal var­
dı. Ve elbetteki daima ölümü düşünmelerine imkân
olmadığı için, artık birşey düşündükleri de yoktu. San­
ki uzun bir tatil geçiriyorlardı. T a rro u : «En kötüsü,
unutulmuş olmaları ve bunu kendilerinin de bilm e­
leriydi.» diye yazıyor. «Bütün tanıdıkları, onları unut­
muşlardı. Bundan da anlaşılmıyacak birşey yoktu.
Çünkü başka şeyler düşünmekten stadyuma kapatıl­
mış olanlan akıllarına bile getirmezlerdi. Sevenler ise.

240
sevdiklerini dışan çıkartmak için teşebbüslere giriş­
mekten, plânlar hazırlamaktan yorgun düştüklerin­
den, onları unutmuşlardı. Dışarı nasıl çıkartacaklarını
düşünmek zorunluluğu yüzünden dışarı çıkartılacak
insan artık hatıra bile getirilmez olmuştu. Bu da tabiî
birşeydi. Bütün bunların sonunda, açıkça şu görülü­
yordu; felâketlerin en korkuncunda bile kimsenin,
kendinden başkasını sahiden düşünebilmesine imkân
yoktu. Çünkü birisini gerçekten düşünmek, o insanı
her dakika, hiçbir şey tarafından rahatsız edilmeden,
ne ev işleri, ne de uçan sineklerle, ne yemeklerle, ne
de kaşınmakla meşgul olmaksızın düşünmekle olur.
Fakat sinekjer her zaman uçuşur ve insan kaşınma­
dan duramaz. İşte bunun için hayatı yaşamak güç­
tür. Ve bu insanlar da bunu iyice biliyorlar.»
Yanlanna yaklaşan müdür. Mösyö Othon adlı bi­
rinin kendilerini görmek istediğini söyledi. Gonzales'i
önce bürosuna, sonra onları Mösyö Othon’un bir kö­
şede tek başına oturmakta olduğu tribünlere doğru
götürdü. Onlan görünce Mösyö Othon ayağa kalktı.
Hep eski kılığındaydı, sırtında hep aynı kolalı göm­
lek. Tarrou, sadece, şakaklarındaki saçların daha ka­
barık olduğunu ve ayakkabı bağlarının çözük durdu­
ğunu farketti. Yargıcın yorgun bir hali vardı, bir kere
olsun, karşısındakiler^ yüzüne doğrudan doğruya
bakmadı. Onları gördüğüne çok sevindiğini ve doktor
Rieux’ye bütün yaptıklarından dolayı teşekkür ettiğini
bildirmelerini rica etti.
Ötekiler birşey demediler.
Biraz sonra y arg ıç :
— Umarım ki. Jacques çok ıstırap çekme­
di, dedi.
Tarrou, onun ilk defa oğlunun adını andığını du­
yuyor ve birşeylerin değişmiş olduğunu anlıyordu*

VEBA F . : 16/241
Güneş ufukta batıyordu, ışıklari,’ iki bülu't arasından
•tribünün yan tarafından geliyor, üç insanın yüzünü
yaldızlı bir renge boyuyordu. ‘ '
— Hayır, dedi Tarrou, hayır, ıstırap çekmedi.
Yanından ayrıldıklarında, yargıç^ gpneşin geldiği
tarafa dönmüş bakıyordu. > , ,
Bekçilerin nöbetlerinin yazılı olduğu levhayı in­
celemekte olan Gonzales'in yanına gidip Allahaısmar­
ladık dediler. Futbolcu, ellerini sıkarken gülüyor.:
— Hiç değilse soyunma yerlerine kavuşabildim.
Hep böyledir zaten, diyordu.
Az sonra, kamp müdürü, Tarrou ile Rambert’i
alıp götürürken tribünlerden muazzam bir cızırdama
duyuldu. Sonra, iyi zamanlarda maç sonuçlarını bil-,
diren hoparlörler, hım, hım bir sesle, kampta yaşa­
yanlara akşam yemeği için çadırlarına dönmelerini
bildirdi, insanlar yavaş yavaş tribünlerden ayrıldılar
ve ayaklarını sürükliyerek çadırlarına döndüler. Hepsi
yerlerini aldıkları zaman, garlarda görüldüğü gib>.
elektrikle işleyen iki küçük araba, kocaman tencere­
leri yüklenmiş olarak çadırların arasından geçmeye
başladı. İnsanlar, kollar’ını uzatıyordu. İki kepçe iki
tencereye dalıyor ve bunlar iki karavanaya boşalıyor­
du. Araba sonra yeniden yola koyuluyordu. Öteki ça­
dırın önünde durunca aynı hareketler tekrarlanıyor­
du.
Tarrou, idareciye:
— Fenni birşey, dedi.
Müdür, sevinçle elini sıkarak :
— Evet, dedi fennîdir.
Güneş batmıştı artık. Gökyüzü meydana çıkmıştı.
Tatlı ve serin bir ışık, kampı yıkıyordu. Akşamın, ses­
sizliği içinde her yandan kaşık, tabak sesleri duyul­

242
maktaydı. Gece kuşları çadırların tepesinde uçuştu­
lar. hemencecik ortadan kayboldular. Duvarın öte ta­
rafından makas değiştiren bir tramvayın sesi geli­
yordu.
Kapılardan çıkarken T arro u :
— Zavallı yargıç, diye mırıldandı. Onun için bir-
şeyler yapmalıyız! Ama insan bir yargıca nasıl yardım
edebilir?..

243
Şehirde bunun giDi daha birçok kamp vardı, hi-
kâyeci, doğrudan doğruya fazla bir bilgi sahibi olma­
dığı için, bu kamplar hakkında çok şey söyliyemiyor.
Bütün diyebileceği şudur: Bu kamplardaki hayat, bu­
ram buram insan kokusu, bastırmak üzere olan ge­
cenin içindeki bu hoparlör gürültüsü, duvarların es­
rarengizliği, bu lânetlenmiş yerlerin uyandırdığı kor­
ku, vatandaşlarımızın maneviyatını ezen ağır bir yük­
tü, içinde yaşanan bu huzursuzluğu ve karışıklığı da­
ha da arttırıyordu. Kamp idareleri ile anlaşmazlıklar,
olaylar birbirini kovalıyordu.
Hava Kasım'ın sonundan itibaren, sabahları çok
daha soğuk olmaya başladı. Tufan halinde yağmurlar
seller akıtarak kaldırımları temizledi, gökyüzü de yı­
kandı ve parlak caddelerin üzerinde temiz bulutlar
yer aldı. Kuvvetsiz bir güneş her sabah şehrin üstüne
soğuk ve titrek bir ışık yayıyordu. Akşama doğru, ha­
va yeniden ılınıyordu. Tarrou Doktor Rieux’nün yanı­
na gitmeyi böyle pnlarda düşünüyordu.
Bir akşam, uzun ve ezici bir çalışma gününden
sonra saat on'a doğru Tarrou. Rieux ile birlikte, ihti­
yar astımlıya akşam ziyaretlerinden birini yapmaya
gitti. Gökyüzü, eski mahallenin evleri üzerinde tatlı
tatlı parıldıyordu. Hafif bir rüzgâr, karanlık köşebaş-
ları arasından gürültüsüzce esiyordu. Sessiz sokak­
lardan geçen iki adam, kendilerini birden ihtiyarın

244
gevezelikleri içinde buldular. İhtiyar, bu konuda on­
larla aynı fikirde olmıyanların da bulunduğunu, yağlı
lokmaları hep aynı kimselerin yuttuğunu, ne kadar
suya giderse gitsin, testisinin su yolunda kırılacağını,
bu durumdan can sıkacak şeyler çıkabileceğini söy-
liyerek ellerini oğuştürdu. Boyuna olayların yorumunu
yapıp dururken, doktor da bir yandan onu muayene
etti.
Üst kattan ayak seslerinin geldiğini duyuyorlar­
dı. İhtiyar, Tarrou'nun bunu merak edip bakındığını
görünce, komşularının taraçada gezindiklerini söyle­
di. Aynı zamanda bu taraçanın güzel bir manzaraya
hâkim olduğunu, yan evlerin taraçaları da iki yandan
ona bitişmiş olduğundan mahalle kadınlarının evlerin­
den çıkmadan birbirlerini ziyaret edebildiklerini öğ­
rendiler.
İhtiyar adam :
— Evet, dedi, çıksanıza bir kere. Yukarıda te­
miz hava vardır.
Taraçayı boş buldular, ortada üç iskemle duru­
yordu. Bir yandan, taraçalar göz görebildiği kadar
birbiri arkasına uzanıyor, nihayet ilk tepe, hayal-me-
yal seçebildikleri karanlık ve sarp bir yığınla sona
eriyordu.
Öteki yanda, insan bakışı birkaç caddeyi ve göz­
le görülmeyen limanı aşıyor, denizle gökyüzünün belli
belirsiz bir titremeyle birbiriyle birleştiği ufukta kay­
boluyordu. Kayalıkların bulunması gereken o uzak
yerlerde, nerden çıktığı belli olmayan bir ışık, belirli
aralarla yanıp sönüyordu. Geçitteki deniz feneri, ilk-
bahardanberi . gemilerin yönlerini başka limanlara
doğru değiştirmeleri için yanmakta devam ediyordu.
Rüzgârın süpürüp cilâladığı gökyüzünde, tertemiz yıl­
dızlar pırıldıyor ve zaman zaman yanıp sönen deniz

245
fenerinin uzak ışığı onları geçici bir külle örtüyordu.
Serin rüzgâr bir baharat ve taş kokusu taşıyordu. Tam
bir sessizlik vardı ortalıkta.
Rieux, sandalyeye oturdu:
— Hava ne güzel, dedi. Sanki veba buraya ka­
dar hiç yükselmiyor.
Tarrou, ona sırtını çevirmiş denize bakıyordu.
Bir an sonra da :
— Evet, dedi, hava çok tatlı..
Gelip doktorun yanına oturdu ve ona dikkatle
bakmaya başladı: Bir aydınlık, gökte üç kere belirip
kayboldu. Yere düşen bir tabağın sesi sokağın de­
rinliklerinden onlara kadar geldi. Evin içinde bir kapı
şiddetle çarptı.
Tarrou, çok tabiî bir sesle :
— Rieux, dedi, benim kim olduğumu öğrenmeyi
hç merak etmediniz mi? Bana karşı bir dostluk du­
yuyor musunuz?
Doktor:
— Evet, diye cevap verdi, size karşı bir dostluk
duyuyorum. Fakat şimdiye kadar hiç boş vaktimiz ol­
mamıştı.
— Güzel, bu bana güven veriyor. Bu saati dost­
luğumuza ayıralım, ister misiniz?
Rieux. cevap yerine güldü.
— Öyleyse, başlıyorum.
Daha uzaktaki sokaklarda bir otomobilin ıslak
kaldırım taşları üzerinde uzun uzun kayıp geçişi his­
sediliyordu. Sonra araba uzaklaştı, onun uzaklaşma­
sıyla derinden gelen birtakım gürültüler bir defa daha
sessizliği bozdu. Sonra sessizlik, gökyüzü ve yıldız­
ların bütün ağırlığıyla iki adamın üzerine çöktü. Tar­
rou kalktı, sandalyesine yığılıp kalmış bulunan Rieux'
nün karşısına geldi, taraçanın korkuluklarına dayan­

246
dı. Şimdi o, gökyüzünün üstüne oyulmuş kalın bir şe­
kil halindeydi. Uzun uzun konuştu, derli toplu bir şe­
kilde. anlattıkları işte şunlardı:
«Rieux, sözü kolaylaştırmak için, ben bu şehri ve
bu salgım tanımadan önce de vebanın acısını çeki­
yordum diyelim. Bu, benim de herkes gibi olduğumu
söylemek demektir. Fakat bir, bu durumun farkında
bile olmayan, bir de içinde bulundukları durumu bilen
insanlar vardır. Bunlardan başka, bunu bilip de ken­
dilerini kurtarmaya çalışanlar. Ben, kendini kurtarma­
ya çalışanlardanım.
Gençliğimde, saflığımın, tecrübesizliğimin verdi­
ği düşüncelerle, yani hiçbir şeyin farkında olmadan
yaşıyordum. Kendime işkence eden tiplerden değil­
dim. Nasıl uygun geliyorsa öyle başladım hayata.
Herşeyde başarıya eriyordum, zekâ alanında kendi­
mi rahat hissediyordum, kadınlarla aram olabildiği
kadar iyiydi; arada sırada bazı üzüntülerim oluyorsa
da. bunlar geldikleri gibi geçiyorlardı. Günün birinde,
düşünmeye başladım. Ve şimdi...
Şunu söyleyeyim ki, ben sizin gibi yoksul değil­
dim. Babam savcıydı, bu önemli bir mevki demektir.
Buna rağmen, babacan bir insan olduğu için, kendi- •
sinde hiç de öyle önemli bir insan hali yoktu. Annem
basit ve silik bir kadııidı. Onu her zaman sevdim, ama
şimdi öndan bahsetmemeyi daha uygun buluyorum.
Babam benimle şefkatle ilgileniyordu. Beni anlamaya
çalıştığını da sanırım. Babamın dışarda birtakım se­
rüvenleri bulunduğuna şimdi tamamen- eminim, ama
bu yüzden ona öfke duymaktan uzağım. Bütün bu
işleri kendisinden beklenildiği gibi, hiç kimseyi rahat­
sız etmeden becermesini biliyordu. Kısacası, babam
öyle eşi az bulunur insanlardan değildi. Bugün artık
hayatta olmadığına göre, onun pek bir ermiş gibi ya-

247
şamadıysa da, kötü bir adam da olmadığını kabul e t­
mek gerektiğini anlıyorum. Yani, dengeli bir adamdı,
hayatın, yaşıyan ve kendisine karşı makul bir sevgi
duyulabilen insan tiplerindendi.
Ama onun da kendine vergi bir özelliği v a rd ı:
Chaix'nln büyük tren rehberi başucu kitabıydı. Tatil­
lerde. küçük bir evinin bulunduğu Bretagne'a gitmesi
dışında, yolculuklara da pek çıkmazdı. Ama Paris -
Berlin treninin kalkış ve varış saatlerini, Lyon’dan
Varşova'ya gidebilmek için yapılacak aktarmaları, is­
tediğiniz devlet başkentine varmak için kaç kilometre
yol gideceğinizi sorarsanız dakikası dakikasına ce­
vabını hemen verebilirdi. Siz. Briançon'dan Cha-
monix'e nasıl gidileceğini söyleyebilir misiniz? Bir gar
şefi bile yolunu kaybedebilir. Babamsa şaşırmazdı bi­
le. Bu konudaki bilgisiyle gururlanır, bu bilgiyi her
akşam daha da arttırmaya çalışırdı. Bu da benim çok
hoşuma giderdi, ona sık sık sorular sorar, Chaix ile
karşılaştırıp da cevaplarının doğru olduğunu görmek­
ten büyük hoşnutluk duyardım. Bu küçük çalışmalar
bizi birbirimize daha çok bağlıyordu, çünkü kendi is­
teğimle onun dinleyicisi olduğumu bilmekteydi. Ben­
se onun şimendifer konusundaki üstünlüğünü başka
konulardakinden üstün tutardım.
Fakat lâfı uzatıyorum, bu dürüst insana gereğin­
den çok önem vermeye başlıyacağım nerdeyse. So­
nuç olarak, benim', yetişmemde babamın doğrudan
doğruya hiçbir etkisi olmamıştır diyebilirim. Üstelik
bana bir fırsat da verm işti: On yedi yaşımdayken be­
ni kendisini dinlemeye çağırdı. Ağır Ceza Mahkeme­
sinde önemli bir dâvaydı bu. Herhalde bu defa ken­
dini göstereceğini düşünmüş olmalıydı. Bu töreni ba­
na seyrettirmekle genç muhayyilemi etki altında bı­
rakmak böylece benim uygun gördüğü mesleğe gir-

243
: s • : .üb ” -
memi sağlamak, istiyordu. Kabul etmiştim.*. Çünkü b a -.
bqmı memnun edeceğimi anlamıştım. Hem de, onu.
bizim aramızda oynadığından bambaşka, değişik,bir
rolde görmeyi merak ediyordum. Bgşkg. jbirşey dü­
şünmüyordum. Mahkemelerde olup ^itenleri, oteden-
beri, bir 14 Temmuz geçidi veya bir ödüT dağıtma
töreni kddar tabiî ve kaçınılmaz bir .olay kabul eder­
dim. Beni rahatsız etmeyen ve tamamen gerçekdışı
bir fikrim vardı bu konuda.
O günden bende kalan tek hayal, suçlunun hali
oldu. Sanırım ki bu adam, isnad edilen suçu gerçek­
ten işlemişti, ama bunun önemi yok. Bu kızıl saçlı,
otuz yaşlarındaki biçare adam, her söyleneni kabul
etmeye öylesine hazır, yaptığı işten dolayı öylesine
ürkek, öylesine korku içinde görünüyordu ki, birkaç
dakika sonra gözlerim ondan başka hiçbir, şeyi gö­
remez oldu. Çok kuvvetli bir ışığa yakalanıp ürkmüş
bir gece kuşuna benziyordu. Kravatının düğümü ya­
kasının içine yerleşmemişti. Bir elinin tırnaklarını diş­
leriyle kemirip duruyordu. Sağ eliydi bu. Kısacası,
fazla durmayayım üzerinde, onun nasıl hayat dolu bir
varlık olduğunu anlıyorsunuz.
Ama ben, bunu birdenbire farkettim, o âna kadar
sadece «suçlu» sayılan insanlardan biriydi benim için.
Şunu diyebilirim ki, babamı hemen unutuvermedim,,
ama suçlu sandalyesinde oturan adama karşı göster,
diğim dikkatten başka ne varsa hepsini ortadan kal­
dıran bir kuvvet vücudumu cendereye sokmuş gi­
biydi. Sanki birşey duymuyordum artık, bu hayat dolu
insanı öldüreceklerini biliyordum ve bir dalga gibi
müthiş bir sezgi, inatçı bir körlükle onun yanına iti­
yordu beni. Ancak babamın iddianamesiyle birlikte
kendime gelebildim.

249
Babam, kırmızı cübbesi içinde değişmiş, o ba­
bacan, o şefkatli halinden eser kalmamıştı, ağzında
sonu gelmez cümleler kaynaşıyor, bunlar birbiri ardı­
na yılanlar gibi dökülüyordu. Toplum adına bu ada­
mın ölmesini, hattâ kafasının kesilmesini İstediğini
anladım. Dediği aslında şuydu: «Bu baş düşmelidir».
Fakat aradaki fark hiç önemli değildi. İstediği başı
aldığına göre, zaten sorun da ortadan kalkmıştı. Bu
dâvayı sonuçlanana kadar takibettiğim için, babamla
aramda şimdiye kadar hiç kurmadığım başdöndürü-
cü bir mahremiyetle o zavallıyı tanımış oldum. Ba­
bam, usul gereğince kibarca mahkûmun son ânları
adı verilen; aslında en iğrenç bir cinayet olan infaz
töreninde hazır bulunmak zorundaydı.
Bu ândan itibaren babamın Chuix rehberine, nef­
ret duymadan bakamaz oldum. Bu ândan itibaren,
içimde bir dehşet duyarak adaletle, ölüm mahkûm-
lûklarıyla, idamlarla ilgilenmeye başladım. Babamın,
idam günlerinde, erkenden kalktığını mide bulantı­
ları arasında biliyordum; erken kalktığı her sabah ye­
ni bir idama gidiyor sanıyordum. Böyle günlerde, baş-
ucundaki saatin zilini kuruyordu. Anneme bahsetme­
ye cesaret edemiyordum, ama onu böyle daha iyi in­
celeyebiliyor. ve annemle babam arasında hiçbir bağ
bulunmadığını, annemin herşeyden uzak yaşamakta
olduğunu anlampya başlıyordum. Annemin boyun eğ­
miş hali babamı-mâzur görmekte bana yardım etti.
Daha sonraları babamın atfedilebilecek bir durumda
olmadığını, annemin ise evlendiği güne kadar yoksul
bir hayat yaşadığını, hayat ona yoksulluğa katlanma­
yı öğrettiği için babamı affetmek zorunda olduğunu
anladım...
Hemen evden ayrılıp gittiğimi umuyorsunuz tabiî.
Hayır, gitmedim, daha aylarca, aşağı yukarı bir yıl

250
kadar evde kaldım. Fakat kalbimden yaralıydım. Bir
akşam, babam, ertesi sabah erkenden kalkacağını
şöyliyerek saatini istetti. O gece ben bir türlü uyu­
yamadım. Ertesi gün babam eve döndüğünde, ben
çıkıp gitmiştim. Hemen söyliyeyim ki, babam beni
arattı, gidip onunla görüştüm, fazla bir açıklama yap­
madan eğer beni eve dönmeğe zorlarsa kendimi öl­
düreceğimi sükûnetle söyledim. Sonunda kabul etti,
çünkü uysal bir tabiatı vardı, hayatımı serbestçe ya­
şamak için duyduğum isteğin saçmalığı üzerinde (be­
nim hareketimi ancak böyle açıklıyordu, ben de ya,-
nıldığını kendisine hiç belli etmedim) ricalar ederek,
tavsiyelerde bulunarak, samimi gözyaşları dökerek
uzun bir söylev çekti. Bundan sonra, gene uzun za­
man eve gelip annemi görürdüm, babama da o za­
manlar rastlardım.
Bu ilişkilerimiz ona yetiyordu sanırım. Kendi he­
sabıma babama hiçbir garez duymuyordum, sadece
kalbimde bir acı vardı. Babam öldüğü zaman annemi
yanıma aldım, sırası gelip o da ölmeseydi hâlâ ya­
nımda olacaktı.
Bu başlangıç üzerinde böyle uzun uzaaıya. ısrar­
la duruşum, herşeyin de başlangıcını teşkil ettiği için.
Şimdi daha hızlı anlatabilirim artık. Onsekiz yaşımda
zengin bir hayattan çıkar çıkmaz kendimi yoksuluk
içinde buldum. Hayatımı kazanmak için yapmadığım
iş kalmadı. Bu işlerde pek başarı kazanmadım da
denemezdi. Ama beni hep ilgilendirmekte devam
eden, ölüme mahkûm olmak sorunuydu. O kızıl bay­
kuşla bu konuda hesaplaşmak istiyordum. Tam de­
yimiyle. politika hayatına atıldım. Ben bir vebalı ol­
mak istemiyordum, hepsi o kadardı. İnandım ki, için­
de yaşadığım toplum, ölüm mahkûmiyetlerine daya­
narak devam edebilmektedir. Onunla savaşırsam, ci-

251
riayetlerle de savaşmış olacağım. Buna inandım, bu­
nu bana başkaları söylemişlerdi, hem genellikle yan­
lış da değildi. Kendimi, sevdiğim ve hep sevmekten
geri kalmadığım insanların safına attım . Onlarla uzun
zaman beraber oldum, onların kavgalarına karışma­
dığım Avrupa'nın hiçbir ülkesi kalmadı. Bunları geçe­
lim.
Şüphesiz, gerektiği zaman bizim de idam karar­
ları verdiğimizi biliyordum. Fakdt bana, bu birkaç ölü­
mün. artık hiç kimsenin öldürülemiyeceği bir dünya­
nın kurulması için gerekli olduğunu söylüyorlardı. Bu.
bir görüş açısından yanlış sayılamazdı, ama ben her­
halde bu çeşit gerçeklere katlanabilecek bir yaradı­
lışta değildim. Muhakkak olan bir şey varsa, o da
bir karara varam adan bocaladığımda Fakat hep o
baykuşu düşündükçe bu hayata devam edebilecek
güçü bulabiliyordum. Bir kurşuna dizilme töreni gör­
düğüm zam an, (bu M acaristan'da oldu) çocukluğum­
da duyduğum aynı bulantı, koca adamın gözlerini ka­
rarttı.
Siz hiç. bir insanın kurşuna dizilmesini gördünüz
mü? Elbette ki hayır, öyle infazlarda ancak davetliler
hazır bulunur, bunlar d a önceden seçilmiş kimseler­
dir. Sizler hep basılı resimlerdekilerden, kitaplarda-
kinden ötesini bilmezsiniz. Gözbağı, bir direk ve uzak­
ta askerler... Hepsi bu kadar değil işte! Kurşuna diz­
me müfrezesinin mahkûmdan ancak bir buçuk met­
re ötede durduğunu bilir misiniz? Bilir misiniz ki mah­
kûm ileriye iki adım atacak alsa tüfekler göğsüne da­
yanacaktır! Bilir misiniz ki bu kısa mesafeden ateş
edenler atışlarını kalb bölgesine çevirirler, ve hepsi
birden koca koca kurşunlariyle oraya ateş edince in­
sanın, yumruğunu içine sokabileceği bir delik açılır?
Hayır, bilemezsiniz, çünkü bunlar kimsenin sözünü

252
etmediği küçük ayrıntılardır. İnsanların uykuları ve­
balıların hayatından daha kutsaldır. Bu mert insanla­
rın uykularına engel olmamalı! İnsan çok zevksiz ol­
malı bunu yapmak için! Zevk sahibi olmaksa, herkes
bilir ki. olayların üzerinde fazla durmamaktır. Fakat
ben, o gündenberi bir türlü rahat uyuyamadım. Acılık
ağzımın içinde kaldı ve boyuna bunun üzerinde dur­
maktan, yani düşünmekten geri kalmadım.
O zaman anladım ki, bütün ruhumla vebaya kar­
şı savaştığımı sandığım halde, bu uzun yıllar boyunca
kendim de bir vebalı olmaktan kurtulamamışım. Bin­
lerce insanın ölümüne dolayısiyle razı olmuştum, ha­
yatta onların ölümüne sebep olan davranışları ve il­
keleri yerinde bularak bunu teşvik de etmiştim. Baş­
kaları bu yüzden bir rahatsızlık duyar gibi değildiler
veya hiç değilse bundan hiç bahsetmiyorlardı. Be­
nimse artık gırtlağıma kadar gelmişti. Hem onlarla
beraber, hem de tek başımaydım. Vicdanımdaki ra ­
hatsızlıklardan söz açtığım zamanlar, söz konusu şe­
yin ne olduğunu düşünmek gerektiğini söylüyorlar ve
çok defa beni etkileyen sebepler ileri sürüp bunları
yutturmak istiyorlardı, fakat hiçbiri beni kandıramı-
yordu. Onlara cevap olarak o kırmızı cübbeler giyen
büyük vebalıların da bu gibi durumlar için mükemmel
kanıtları bulunduğunu, eğer bir kere küçük vebalıla­
rın ileri sürdükleri gerekli sebepleri ve zarurî kuvvet­
leri kabul edersem, büyük vebalıların ileri sürdüklerini
de reddetmeme imkân olamıyacağını söylüyordum.
Bana, o kırmızı cübbelilere hak vermenin, mahkûmi­
yet kararlarının yalnız onlar tarafından verilmesini
kabul etmek sayılacağı cevabım veriyorlardı. Fakat
ben. buna bir kere müsamaha gösterildi mi, artık
önünü almaya imkân olamıyacağını söylüyordum. Öy­
le görülüyor ki, kimin daha çok insan öldüreceği ko­

253
nusunda tarihin beni haklı çıkardığını anlıyorum. Hep­
si-cinayetin uyandırdığı öfke içindeler, zaten başka
durumda olmalarına imkân yok.
Bana düşen şey; yargılara varmak değildi. O kı­
zıl baykuştu, o pis, vebalı ağızlann zincire vurulmuş
bir İnsanın öleceğini bildirmesiydi. Her işlerini, o in­
sanın uzun geceler ve geceler boyunca can çekiş­
mesini, öleceği ânı gözleri açık beklemesini ve öyle­
ce yokedilmesini sağlamak üzere kurmuşlardı. Benim
derdim göğüslerde açılan o delikteydi..Ve kendi he­
sabıma hiç değilse, bu iğrenç kasaplık için tek bir
haklı sebep göstermeyeceğimi kendi kendime söylü­
yordum. Daha berrak görebilmeyi umarak bu inatçı
körlüğü tercih ettim.
O zamandan beri bende bir değişme olmadı.
Uzun zamandır utanç duyuyorum. Uzaktan da olsa,
iyi niyetle de olsa, kendim de sırası gelince bir katil
olduğumdan ölesiye utanıyorum. Zaman geçtikte,
ötekilerden daha mükemmel olanların bile ya öldür­
mek ya da öldürülmekten başka birşey yapamıyacak-
larını farkettim, çünkü bu, yaşadıkları hayatın man­
tığına uygundu. Yeryüzü ü6tünde başkalarının ölme­
sine sebep ölmıyacak tek bir harekette bulunmamız
imkânsızdı. Evet ben hep o utancı yaşamaya devam
ettim, hepimizin vebanın içinde olduğumuzu bir kere
öğrendikten sonra . huzurumu büsbütün kaybettim.
Bugün de, hepsini anlamaya, kimsenin canına kas­
teden bir düşman olmadan bunu bilmeye çalışıyorum.
Bir vebalı olmamak için ne yapmak gerekirse onu ye­
rine getirmek gerektiğini biliyorum artık. Böyle ha­
reket etmekle ancak huzura, ya da onun yerini alan
güzel bir ölüme kavuşmayı ümidedebiliriz. insanların
daha az kötülük etmelerine sebep olacak, veya müm­
kün olduğu kadar az kötülük etmelerini ve bazan da

254
azıcık iyilik etmelerini mümkün kılacak yol budur. İş­
te bunun için, uzaktan veya yakından, haklı, haksız
insanları öldüren veya bunu doğru gösteren herşeyi
red ve inkâr kararını verdim.
Bu yüzden veba salgını bana yeni hiçbir şey öğ­
retmiyor, sizinle birlikte savaşmak gerektiğinden baş­
ka... En kesin bir bilim olarak biliyorum ki. (evet.
Rieux, görüyorsunuz ya. hayatta bilmediğim şey yok!)
herbirimiz vebayı kendi içimizde taşırız, çünkü kimse,
dünyada hiç kimse ondan kendini koruyamamıştır.
İnsanın dalgın bir anında kendini unutup başka biri­
nin suratına doğru nefes vermemiye ve ona hastalığı
bulaştırmamıya dikkat etmesi lâzımdır. Tabi! olan bir-
şeydir mikrop. Geriye kalan, sağlık, kusursuzluk, bir
irade işidir. Hiç duraklamaması gereken bir irade so­
runu. Namuslu insan, başkalarına hastalık bulaştır­
mayan insan, mümkün olduğu kadar az dalgın otan
insandır. Dalgın olmamak için de irade ve sağlam bir
azim gerek. Evet Rieux, vebalı olmak çok yorucu bir-
şeydir. Bu yüzden, herkes yorgun ve bitkin, çünkü
bugün herkes az çok vebalı durumunda. Bu halden
kendilerini sıyırıp çıkarmak isteyen bazı kimseler bu
yüzden ölümden başka hiçbir şeyin onları kurtaramı-
yacağı sonsuz bir yorgunluk içinde yaşıyorlar.
Bundan böyle, şu yer üstünde bir değerim olma­
dığını. biliyorum, öldürmekten bütün bütüne vaz geç­
tiğim andan itibaren kesin bir sürgüne kendimi mah­
kûm ettiğimi biliyorum. Tarihi yapacak olanlar, baş­
kaları. Bu başkaları hakkında, görünüşe dayanarak
yargıya varmak istemem. Benim tam bir katil olabil­
mem için herhalde kabiliyetim eksik olmalı. Bu da bir
üstünlük sayılmaz. Fakat şimdi neysem, öyle kalmak­
la yetinmeye razı oluyorum. Alçak yürekli otmayı öğ­
rendim artık; Sadece yer üstünde, b ir yanda felâket-

255
ler, öte yanda kurbanlar bulunduğunu ve insanın,
mümkün mertebe, felâket yaratanların safında yer
almamaya çalışması gerektiğini söylüyorum. Bu bel­
ki de size biraz basit gelecek, bunun basit birşey olup
olmadığını bilmem, fakat doğru olduğunu biliyorum.
Az daha başımı döndürecek, başkalarının başını ye­
ter derece döndürüp onlara katil olmayı kabul ettiren
pek cok muhakeme tarzı dinledim. Şunu anladım ki.
insanların başına gelen bütün felâketler acık, anla­
şılır tarzda konuşmamaktan geliyor. O zaman, acık
konuşmak ve açık hareket etmek yolunu tuttum, doğ­
ru yolu bulmanın tek çaresiydi bu. İşte buna dayana­
rak, dünyada sadece felâketlerin ve kurbanların bu­
lunduğunu söylüyorum. Başka birşey yok. Ama bunu
söylediğim halde gene de felâketlere sebep olursam,
bunu hiç değilse istemiyerek yapıyorum demektir.
Suçsuz bir katil olmaya çalışıyorum. Görüyorsun ki,
bu da büyük bir hırs sayılmaz.
Bir de üçüncü bölümde yer alan insanların bu­
lunması gerekir. Bunlar da gerçek hekimlerdir, fakat
bu pek sık rastlanmıyan bir olay, herhalde çok güç
birşey olduğundan, işte ben de bunun için her fırsat­
ta kurbanların safında yer aldım, verilecek zararları
azaltmak istedim bununla. Onların ortasında, hiç de­
ğilse üçüncü bölümdeki insanların yanına nasıl va­
rılabileceğini aramaktayım, yani huzura, barışa...»
Sözlerini bitirirken Tarrou bacağını sallıyor ve
ayağını hafif hafif'.taraçaya vuruyordu. Bir an süren
sessizlikten sonra doktor doğruldu ve Tarrou’ya ba­
rışa, huzura varabilmek için tutulacak yol konusunda
bir fikri olup olmadığını sordu :
— Evet, dedi, sevgi duymak.
Uzakton iki cankurtaran arabasının canı çınladı.
Deminden beri belirsizleşmiş sesler, gürültüler, şehrin'

256
sınırlarında, taşlı tepenin yakınında yeniden topladı*
verdi. Aynı zamanda silâh patlamasına benzer bir ses
duyuldu. Sonra gene sessizlik çöktü ortalığa. Rieux,
fenerin parlayışını iki defa saydı. Hafif rüzgâr yeni­
den kuvvetlendi, birden, denizden gelen bir esinti, bir
tuz kokusunu onlara kadar getirdi. Kayalıklara çar­
pan dalgaların şiddetli nefes alışları şimdi daha açık
olarak duyuluyordu.
Tarrou, çok basit'bir şey söyler gibi :
— Sözün kısası, dedi, beni asıl ilgilendiren, na­
sıl ermiş, olunacağını bilmek.
— Fakat siz Tanrıya inanmıyorsunuz kil
— Bütün sorun orda ya. Tanrısız ermiş olabilir
mi insan? Artık üzerinde durulmaya değer bulduğum
tek olumlu sorun bu.
Birdenbire, az önce seslerin geldiği taraftan bü­
yük bir aydınlık yükseldi, rüzgârın akışına uyarak, ka­
rışık bir patırdı, gürültü onlara ulaştı. Aydınlık hemen
silindi ve uzakta, taraçatarın ucunda sadece bir kır­
mızılık kaldı: Şiddetli bir rüzgârda açıkça bağrişma-
lar duydular, sonra silâh sesleri ve bir kalabalığın
uğultusu geldi. Tarrou yerinden kalkmış dinliyordu.
Artık bir şey duyulmuyordu.
— Gene kapılarda döğüştüler.
— Artık bitti, dedi Rieux.
Tarrou bunun hiçbir zaman bitmediğini, bitmiye-
ceğinr, daima kurbanlar bulunacağını, çünkü düzenin
böyle kurulduğunu mırıldanarak söyledi.
— Olabilir, dedi doktor, fakat size şunu söyleye­
yim ki, o ermişlerden çok mağlûplara daha yakın bu­
luyorum kendimi. Galiba kahramanlık ve ermişlikten
fazla bir tad almıyorum ben. Beni en çok ilgilendiren,
insan olabilmek.

VEBA F .: 17/257
— Evet, (kimiz de aynı şeyi arıyoruz, yalnız ben
sizin kadar çok şey istemiyorum.
Rieux, Tarrou'nun şaka ettiğini düşündü ve ona
baktı. Fakat karşısında gökten gelen belirsiz ışık al*
tında, acılı ve ciddî bir yüz gördü. Rüzgâr yeniden
başladı. Rieııx. derisine çarpan bu rüzgârın ılıklığını
duydu. Tarrou, silkindi.
— Dostluğumuz adına yapmamız gereken nedir
bilir misiniz? dedi.
— Ne isterseniz onu, dedi Rieux..
— Bir deniz banyosu. Geleceğin bir ermişine bi-
le yaraşır bir zevktir bu.
Rİeux, gülümsüyordu.
— Elimizdeki izin belgeleri ile rıhtıma kadar gi­
debiliriz. İnsanın sadece veba içinde yaşaması çok
anlamsız bir şey. Elbetteki bir insan kurbanlar uğruna
çarpışabilmelidir. Ama bundan başka hiçbir şeyi sev­
mezse, çarpışması neye yarar?
— Peki, dedi Rieux. haydi gidelim.
Bir dakika sonra otomobil, rıhtımdaki parmaklık­
ların önünde durmuştu. Ay da adamakıllı yükselmişti.
Süt rengi bir gök dört yana soluk gölgeler saçıyordu.
Arkalarında şehir kat kat yükseliyor, onları denize
doğru iten sıcak ve hasta bir nefes geliyordu. Belge­
lerini oradaki nöbetçiye gösterdiler, o da uzun uza­
dıya inceledi. Üstü fıçılarla kaplı dolma sedlerin. içki
ve balık kokuları arasından geçerek, deniz kıyısına
doğru yollandılar. Daha .varmadan yosun ve iyod ko­
kusunu onlara denizi haber verdi. Sonra, denizin se­
sini dinlediler. Rıhtımın büyük taş blokları dibinde ha­
fif. hafif ıslık çalıyordu deniz. Kayalıkların üstüne tır­
mandıkları zaman, deniz, gözlerine bir kadife kadar
kalın, bir tıayvan kadar çevik ve yumuşak göründü,
Engine kadar kayalıklara yerleştiler. Sular kabarıyor.

258
sonra yavaşça alçalıyordu. Denizin bu huzurlu nefes
alışı suların yüzeyinde yağlı titreşmelerin belirip kay­
bolmasına sebep oluyordu, önlerinde gece, sonsuz
bir görünüş kazanıyordu. Parmaklarının altında kaya­
lığın pürtüklerini hisseden Rieux, garip bir mutluluk
duyuyordu. Tarrou’ya dönüp bakınca, dostunun ciddi
ve sakin yüzünde, hiçbir şeyi, cinayetleri bile unut­
mayan. o mutluluğu gördü.
Soyundular, önce Rieux denize daldı. İlkin so­
ğuktu. suyun yüzüne çıkınca deniz ona ısınmış gibi
geldi. Birkaç kulaçtan sonra, artık, denizin o akşam
ılık olduğunu, toprağın uzun aylardır biriktirdiği sı­
caklığı alan bir sonbahar denizinin ılıklığını taşıdığını
anlam ıştı. Muntazam hareketlerle yüzüyordu. Ayak­
larının çırpınması, ardı sıra köpüklü bir kaynaşma
bırakıyordu. Sular, kollarının altından kaçıp gidip ba­
caklarına yapışıyordu. Ağır bir su hışırtısı ona Tar-
rou'nun da daldığını haber verdi. Rieux sırtüstü yattı
ve kımıldamadan yüzü, yıldızlara ve aya karşı, ter­
sine dönmüş gökyüzüne çevrili olarak durdu. Uzun
uzun nefes aldı. Sonra gittikçe daha açık ve seçkin
olarak dövülen bir su gürültüsünü gecenin sessizliği
ve yalnızlığı içinde garip bir berraklıkla duydu. Tar-
rou yaklaşıyordu. Az sonra da soluklan işitildi. Rieux
ona doğru döndü, dostunun düzeyine yükseldi ve ay­
nı ahenkle yüzmeye başladı. Tarrou, ondan daha kuv­
vetli yüzüyordu. Rieux, kulaçlannı arttırmak zorunda
kaldı. Birkaç dakika, aynı tempoda, aynı kuvvetle
dünyadan uzak, şehirden ve vebadan kendilerini sı­
yırabilm iş tek başlanna yüzdüler, önce Rieux durdu,
yavaşça geri döndüler, buzlu bir akıntıya girdikleri
zaman hızlarını arttırdılar. Hiç konuşmadan, ikisi de
denizin bu beklenmedik sürprizi ile kamçılanarak hız>-
landılar.

259
Yeniden giyindiler, tek kelime söylemeden geri
döndüler. Ama içlerinde aynı duygular vardı, bu ge­
cenin anısı ikisi için de aynı derecede tatlıydı.
Uzaktan vebanın nöbetçisini gördükleri zaman
Rieux, Tarrou'nun da kendisi gibi aynı şeyleri düşün­
düğünü biliyordu. Hastalık onları unutmuştu, ne iyi
şeydi bu. şimdi ise her şeye yeniden başlamak gere­
kiyordu.

/
Evet, her şeye yeniden başlamak gerekiyordu,
veba hiç kimseyi uzun süre unutmazdı. Kasım ayı
boyunca, veba hemşerilerimizin göğüslerinde alev
alev yandı, fırınları aydınlattı, kampları, ne yapacağı­
nı bilmez insanlarla doldurdu, kısacası sabırlı ve dü­
zensiz yürüyüşle yoluna devam etmekten geri kalma­
dı. Yetkili makamlar bu ilerleyişin soğuk havaların
gelmesiyle duraklıyacağıriı ummuşlardı, oysa veba,
mevsimin ilk şiddetli günlerini hiç sarsılmadan an­
latmıştı.
Doktor ise yaşamış olduğu o ele geçmez dost­
luk ve barış anlarını bir daha bulamadı. Gene yeni
bir hastane açılmıştı. Rieux ancak hastalarıyla baş-
başa vakit geçirebiliyordu. Gittikçe-yükselen bir ar­
tışla, akciğerden ileri gelen vebanın, bu yeni aşama­
sında, hastaların da ellerinden geldiği kadar doktor­
lara yardım etmeye başladıklarını farketmişti. Kendi­
lerini çılgınca hareketlere ve umutsuzluklara kaptıra­
cakları yerde çıkarlarının nerede olduğunu biliyor gi­
biydiler, kendi iyiliklerine olan şeyleri kendiliklerinden
istiyorlardı. Doktorun yorgunluğunda bir azalma yok-
tuysa da, hiç değilse böyle hallerde yalnızlığını pek"
duymuyprdu.
Kasımın sonuna doğru, Rieux hâlâ kampta bu­
lunan Mösyö Othon’dan bir mektup aldı. .Mektupta,
karantina süresinin dolduğunu, fakat idarenin, giriş
tarihini bulamadığını ve bu yanlışlık yüzünden onu

261
hâlâ kampta tuttuklarını yazmıştı. Az süre önce ka­
rantinadan çıkmış olan karısı, vilâyete şikâyet etmiş­
ti. ama dileği iyi karşılanmamıştı. Ona bir yanlışlık
olmadığı cevabını vermişlerdi. Rieux, hemen Rambert’i
çağırttı, birkaç gün sonra. Mösyö Othon kamptan çı­
kıp onları buldu. Sahiden de bir yanlışlık olmuştu.
Rieux buna epey öfkelendi. Zayıflamış olan Mösyö
Othon elini kaldırarak, kelimelerini tarta tarta, her­
kesin yanılabileceğim söyledi. Doktor, onda bazı şey­
lerin değişmiş olduğunu anlıyordu.
— Şimdi ne yapacaksınız, yargıç bey? dedi. Dos­
yalarınız bekliyor sizi.
Yargıç:.
— Yok, yok, dedi, bir izin almak niyetindeyim.
. — Doğru, dinlenmeniz gerek.
— Bunun için değil, kampa geri dönmek istiyo­
rum.
Rieux ş a ş tı:
— Daha yeni çıktınız!
— İyice anlatamadım- Bu kampta gönüllü me­
murların çalıştığını bana söyledilerdi de...
Yargıç, yuvarlak gözlerini biraz döndürdü, şakak­
larındaki dik saçlarını eliyle yatırmaya çalıştı.
— Uğraşacak bir işim olur böylece. Hem de,
söylemesi biraz anlamsız ama, küçük oğlumdan da­
ha az ayrılmış duyacağım böylece kendimi.
Rieux ona bdkıyordu. Bu sert ve yavan gözlere
birdenbire bir tatlılığın gelip yerleşmesine imkân yok­
tu. Fakat bu gözler şimdi daha sisli olmuşlardı, o
madenî parlaklıklarını kaybetmişlerdi.
— Elbette, dedi Rieux. bununla ilgilenirim, ma­
demki öyle arzu ediyorsunuz.
Doktor, gerçekten bu işi de halletti ve vebalı şeh­
rin hayatı Noele kadar böylece devam etti. Tarrou,

262
başkalarını etkileyen huzurlu havasını her gittiği yere
götürüyordu. Rambert, doktora, iki genç nöbetçi ara­
cılığıyla gizlice, karısıyla muhabere etmeğe imkân
bulunduğunu anlatıyordu. Zaman zaman ondan bir
mektup alıyordu. Rieux’ye de bu sistemden istifade
etmesini teklif etti. Doktor, uzun aylardan beri ilk de­
fa karısına mektup yazdı, ama ne büyük zorluklarla.
Unutmuş olduğu bir dil vardı sanki. Mektup gitti. Ce­
vabının gelmesi gecikti, ö te yandan Cottard, boyuna
" para kazanıyor, ufak tefek spekülâsyonlar ona servet
getiriyordu. Grand’a gelince, bayram günleri, ona hiç
yararlı olmayacaktı.
Bu yılın Noeli, bir İncil bayramı olacağı yerde,
daha çok bir cehennem bayramı oldu sayılır. Işıktan
yoksun, içleri bomboş dükkânlar, vitrinlerdeki sunî
çikolatalar veya boş kutular, asık yüzlü insanlarla do­
lu tramvaylar... Hiçbiri, geçmiş Noelleri hatırlatmı­
yordu. Eskiden, zengin fakir, herkesin katıldığı bu bay­
ramda, dükkân arkası bir odanın dibinden ateş pa­
hasına satın aldıkları şeylerle utanç verici ve münze­
vi bir şekilde eğlenmeye çalışan bazı imtiyazlı kim­
selere yer vardı. Kiliseler şefkat dileklerinden çok
şikâyetlerle dolup taşıyordu. Kasvetli ve donuk şehrin
içinde, kendilerini korkutan şeyden daha habersiz
birkaç küçük çocuk koşuşuyordu. Fakat eski günle­
rin, o kucağı adaklarla dolu, insan ıstırabı kadar yaş­
lı, genç ümit kadar yeni Tanrısını, kimse onlara an­
latmağa cesaret edemiyordu, Hepsinin kalbinde an­
cak bir tek, çok eski ve çok kasvetli umuttan başka
şeye yer yoktu. Bu insanların, kendilerini ölüme ter-
ketmelerine engel olan kuvvet, yaşamaya karşı du­
yulan inattan ibaretti.
Grand, bir gün önceki randevusuna gelmemişti.
Meraklanan Rieux, sabahleyin evine uğramış, onu bu­

263
lama mişti .Bütün, tanıdıklarına haber verilmişti.1Saat
on bire doğruRâmbert, hastaneye geldi, örând’ı so­
kaklarda perişan bir yüzle âvâre âvâre dolaşırken
gördüğünü haber verdi. Doktor ve Tarroüa robayla
hemen onu bulmaya gittiler.
öğleyin Rieux orabödan inip Grand’ı uzciktdn sey­
retti; odundan, kâba şekilde yapılmış oyuncaklârla
dolu bir vitrine nerdeyse yapışmış kalmıştı. Yaşlı me­
murun yüzünden ğözyaşları durmaksızın akmaktaydı.
Bu yaşlar Rieux’yü altüst etti, çünkü onu anliyordU. O
da, bu mutsuz, insanın nişanlanmasını, bir Noel vit­
rini önünde, Jeanne'ın, çok mutlu olduğunu söyjemek
ipin ona doğru dönüşünü hatırlıyordu. Uzak yılların
ipinden bu çılgınlığın sonsuzluklarından. Jeanne’ın,
sıcak sesi Grand'a; kadar geliyordu, Rieu*. buna
emindi. Ağlayan yaşlı adamın şu anda ne düşündü­
ğünü biliyordu Rieux. O da, onun gibi düşünüyordu.
Aşksız bir dünya ölü bir dünya sayılırdı ve insanın,
hapislerden, işten, bir yüzünü arzulamak cesaretin­
den ve şefkate susamış kalpten bıkıp usandığı bir an
eninde sonunda gelirdi.
Fakat Grand onu aynadan farketti. Ağlamasını
kesmeden geri döndü ve yaklaşmasını görmek için
sırtını vitrine dayadı.
— Ah. doktor, ah doktor, diye söyleniyordu.
Rieux, bir şey söylemeye kuvvet Ipulamadığın-
dan, onu anladığım belli etmek için başını sallıyordu.
Bu mutsuzluk, kendi mutsuzluğuydu, şu anda onun
kalbini burkan, bütün insanların bölüştüğü, acı kar:
şısında kişinin duyduğu o öfkeydi.
— Evet Grand, dedi.
— Ona bir mektup yazacak kadar vaktim olsun
isterdim. Bilmesi için... Pişmanlık duymadan mutlu
olması için...

264
Şiddetli bir hareketle Rieux, Grand’ı yürüttü.
Öteki, aşağı yukarı sürüklenerek giderken cümle par­
çacıklarını mırıldanmaya devam ediyordu.
— Çok zamandır sürüp gidiyor bu böyle. İnsan
kendini bırakıveriyor, mecbur oluyor buna. Ah doktor!
öyle rahatım ki şirpdi. Fakat normal görünmem için
benim ne muazzam bir çaba harcamam gerekiyordu.
Ama, şimdi, daha da çoğu gerekli.
Durdu, bütün vücudu titriyordu, bakışları yanı­
yordu. Rieux elini tuttu. Ateş gibiydi:
— Eve dönmelisin, dedi.
Fakat Grand. elinden kurtulup birkaç adım koş­
tu. sonra durdu, koilarını.açtı ve bir ileri, bir geri, ye­
rinde sallanmaya başladı. Kendi etrafında bir kere
döndükten sonra donmuş toprağa yuvarlandı. Akıp
duran gözyaşları yüzünü kirletmişti. Yoldan gelip ge­
çenler fazla yaklaşmaya cesaret edemeden birden
duraklıyorlar, uzaktan bakıyorlardı. Rieux, ihtiyar
adamı kollarından tutup taşımak zorunda kaldı.
Şimdi, yatağına yatırılmış olan Grand. boğulu­
yordu: akciğerde hastalık başlamıştı. Rieux düşünü­
yordu. Memurun ailesi yoktu. Onu hastaneye naklet­
meye gerek var mıydı, böyle olunca? Tarrou'yla be­
raber ona bakarlardı.
Grand, yastığına gömülmüştü, derisi yeşil bir ren­
ge boyanmış, gözleri fersiz bir hal almıştı. Tarrou’
nun, bir sandığın parçalarını tutuşturarak yaktığı cılız
ateşe sabit bakışlarını dikmişti. «Cok kötü» diye söy­
leniyordu. Alevler içinde yanan ciğerlerinden, bütün
söylediği sözlerin yanısıra bir hışırtı çıkmaktaydı.
Rieux. ona susmasını, gene geleceğini söyledi. Has­
tanın yüzünü garip bir gülüş kapladı, bir çeşit tatlılık
belirdi. Gözünü zahmetle kırptı: «Bu işten yakamı sı-

265
yırınsam, bana şapkalarınızı çıkartmanız gerekecek
doktor,» dedi.
Birkaç saat sonra, Rieux ile Tarrou,' hastayı, ya­
tağından yarıyarıya doğrulmuş buldular. Rieux, has­
tanın yüzünde onu yakıp kavuran hastalığın ilerleyişi­
ni görerek korktu. Epeyce kendine gelmiş gibiydi, toe-
men derinden çıkan garip bir sesle, bir çekmeceye
koymuş olduğu müsveddeleri getirmelerini rica etti.
Tarrou ona kâğıtları verince, Grand, onları bağrına
bastı, sonra doktora uzatıp okumasını işaret etti. Bu,
elli sayfalık kısa bir müsveddeydi. Doktor, sayfaları
karıştırınca, bu kâğıtlarda hep aynı cümlenin sınır­
sız bir şekilde yenibaştan kopye edilmiş, düzeltilmiş,
zenginleştirilmiş veya zayıflatılmış biçimleri bulundu­
ğunu gördü. Mayıs ayı, amazon ve ormandaki yollar
kelimeleri değişik şekillerde karşılaştırılmış yanyana
konmuştu. Eserde, birtakım, bazen ölçüsüz derecede
uzun açıklamalarla cümlenin değişik şekilleri de yer
almıştı. Fakat son sayfanın altında, dikkatli bir el,
henüz taze bir mürekkeple şunu yazm ıştı: «Sevgilim
Jeanne, bugün işte Noel...» Üstünde, cümlenin son
şekli itinalı bir yazıyla yazılmıştı.
Grand:
— Okuyun, dedi.
Rieux’ okudu :
«Güzel bir mayış sabahı, muhteşem bir al kısra­
ğa binmiş zarif bir amazon, ormanın çiçekli yolları
arasından geçiyordu...»
İhtiyar, ateşli bir sesle :
— Tamam değil mi? diyordu.
Rieux, gözlerini ona çevirmedi.
— Ah, dedi öteki, yerinden kıpırdanarak, bili­
yorum. Güzel, güzel, orada gerekli olan kelime değil.
Rieux, örtünün altından elini tuttu.

266
— Bırakırı doktor, zaten hiç vaktim kolmodı,
onu...
Göğsü zorlukla kalkıp iniyordu. Birdenbire ba­
ğırdı :
— Yakın onu.
Doktor tereddüt etti, fakat Grand, emrini öyle
müthiş bir ifade ve sesinde öyle bir acıyla tekrarladı
kı, Rieux, kâğıtları, sönmek üzere bulunan ateşe attı.
Oda hemen aydınlanıverdi, kısa süren bir sıcak­
lık ortalığı ısıttı. Doktor, hastaya yaklaştığında o, sır­
tını çevirmiş ve yüzünü hemen hemen duvara dön­
müştü. Tarrou, bu sahneye yabancıymış gibi pence­
reden dışarısını seyrediyordu. Serûm yaptıktan sonra
Rieux, dostuna Grand in geceyi geçiremiyeceğini
söyledi. Tarrou da gece onun başında bekleyeceğini
bildirdi. Doktor kabul etti.
Bütün geceyi Grand’ın öleceği düşüncesi ile ge­
çirdi. Fakat ertesi sabah Rieux, hastayı yatağı içinde
doğrulmuş, Tarrou ile çene çalarken buldu. Ateşi
düşmüştü. Yalnız, genel bir bitkinliğin izleri vardı yü­
zünde.
— Ah, doktor, diyordu Belediye memuru. Hata
ettim. Ama yeniden çalışmaya başlayacağım. Hepsini
hatırlıyorum, göreceksiniz.
Rieux, Tarrou'ya :
— Bekliyelim, dedi.
Fakat öğleyin hiçbir değişme olmamıştı. Akşam
artık Grand’a hastalıktan kurtulmuş gözüyle bakıla­
bilirdi. Rieux, bu yeniden hayata dönüşten hiçbir şey
anlayamamıştı.
Aşanı yukarı bu sıralarda Rieux'ye bir hasta ge­
tirmişlerdi. Durumunun umutsuz olduğunu gören dok­
tor, hastaneye gelir gelmez onu tecrid ettirmişti. Genç
kız kendini kaybetmişti, akciğer vebasının her türlü

267
belirtilerini gösteriyordu. Ama ertesi sabah ateşi düş­
müştü. Doktor, Grand'ın durumunda olduğu gibi, sa-'
bah iyileşmelerini kötü bir belirti saymaya alışık bu­
lunduğu için, bunu da öyle kabul etti, öğleye de a te ­
şi yükselmemişti. Akşama ancak birkaç diziyem yük­
seldi, ertesi sabah ateş yeniden yok oldu. Zayıfla­
mış olmasına rağmen, genç kız, yatağında rahatço
nefes alabiliyordu. Rieux, Tarrou’ya. bütün kuralların
tersine olarak, kızın kurtulduğunu söyledi. O hafto
içinde, doktorun servisinde buna benzer dört olay
daha görülmüştü.
Aynı haftanın sonunda ihtiyar astımlı, doktorla
Tarrou'yu büyük bir heyecanın her türlü belirtileriyle
karşıladı:
— Tamam, dedi, gene çıkmaya başladılar.
— Kim?
— Kim olacak? Fareler!
Nisan ayından beri hiçbir fare ölüsüne rastlan­
mamıştı.
Tarrou, Rieux’y e :
— Yeniden mi başlıyor yoksa? dedi.
İhtiyar, ellerini oğuşturuyordu.
— Koşuşmalarını bir görseniz! öyle hoş şey ki...
İki farenin sokak kapısından içeri girdiğini 'gör­
müştü. Komşular da evlerince farelerin ortaya çık­
tıklarını ona anlatmışlardı. Bazı tavan aralarından,
uzun aylardan beri unutulmuş olan birtakım gürültü­
ler yeniden duyulmaya başlamıştı. Rieux, her hafta
başında bildirilen genel istatistik sonuçlarını bekledi.
İstatistikler, hastalıkta bir gerileme olduğunu göste­
riyordu.
V

Hastalıkta görülen bu beklenmez gerileme o ka­


dar umulmadık bir şey olmasına rağmen, şehrimiz
insanları sevinmekte gene de acele etmediler. İç­
lerindeki serbestlik arzusunu arttıra arttıra geçip gi­
den bu aylar onlara ihtiyatlı davranmayı öğretmiş ve
salgının yakın bir zamanda sona ereceğini ummama-
ya onları alıştırmıştı. Bununla beraber, bu yeni olay
bütün ağızlarda dolaşıyor ve kalplerin derinliğinde
itiraf edilmeyen büyük b'r umut canlanmaya başlı­
yordu. Bundan başka her şey ikinci plâna geçiyordu.
Vebanın yeni kurbanları, şu beklenilmedik gerçek kar­
şısında pek hafif kalıyordu : İstatistikler azalma gös­
teriyordu. Sağlık devrinin habercisi belirtiler, açıkça
umut edilmemekle beraber gizliden gizliye bekleni­
yordu. Bu anlarda, hemşerilerimizin kayıtsızlık tavır­
ları takınmaya çalışarak boyuna konuştukları şey, ve­
badan sonra hayatlarını yenibaştan nasıl kuracakla­
rıydı.
Hepsi de geçmiş hayatlarının rahatlığını hemen
bulamıyacaklarını düşünmekteydi. Yıkmak, yeniden
yapmaktan daha kolaydı. Yalnız, hiç değilse iaşe işi­
nin az çok halledilebileceğini, böylece onları en çok
tasalandıran endişeden kurtulabileceklerini umuyor­
lardı. Fakat sonunda, bütün bu yatıştırıcı belirtilerle

269
beraber, yersiz umutlar bir anda paramparça oluyor­
du, öylesine ki çok defa hemşerilerimiz de bunu far-
kediyor ve ne de olsa bütün bu kanıtlara rağmen kur­
tuluşlarının bir gün içinde olamıyocağını kabül edi­
yorlardı.
Gerçekten de veba bir gün içinde durmadı, ama
görünürde, önceden tahmin edilemiyecek bir hızla
zayıflıyordu. Ocak ayının ilk günlerinde, görülmedik
şiddetle bir soğuk şehre yerleşti ve şehrin tepesinde
sanki dondu kaldı. Oysa gökyüzü hiçbir zaman bu
kadar mavi olmamıştı. Günler boyu, onun donmuş
ve hareketsiz ihtişamı, şehrimizi ardı kesilmeyen bir
aydınlıkla doldurup taşırdı. Bu temizlenmiş havanın
içinde üç hafta geçmeden, devamlı düşüşler sonucu,
yanyana sıraladığı cesetlerin sayısı gittikçe azalan
vebanın yorgun düştüğü iyice belli olmaya başlamış--
tı. Veba, kısa bir zamanda, aylar boyunca topladığı
kuvvetlerinin hemen hemen tamamını kaybetti. Grand
gibi. Rieux’nün tedavi ettiği o genç kız gibi, eline
geçirdiği kurbanlarını kaçırması, bazı mahallelerde
haftanın iki üç günü şiddetini arttırıp geri kalan gün­
lerde tamamen ortadan kaybolması; pazartesi günü
kurbanlarının sayısını birdenbire birkaç kat arttırıp
çarşamba günü elindekilerin hepsini kaçırıvermesi
gibi nefesi kesilmiş veya telâşlı hamlelerini görerek,
vebanın kurulu düzenini bozduğu, hem kendi üzerin­
deki egemenliğini, hem kuvvetini teşkil eden m atem a-.
tik etkisini ve idaresini kaybettiği anlaşılıyordu. Cas-
tel'in serumu şimdiye kadar bir türlü gösteremediği
başarıları artık birbiri ardına elde ediyordu. Doktor­
lar tarafından alınan ve bugüne kadar hiçbir sonuç
vermiyen tedbirlerin etkileri de birden ortaya çıkmaya
başlıyordu.

270
Sanki kovalanmak sırası artık vebaya gelmişti
ve güçsüzlüğünün birden ortaya çıkması bugüne ka­
dar karşı koyduğu önleyici kuvvetlerin etkisini bir kat
deha arttırıyordu. Yalnız zaman zaman hastalık şah­
lanıyor körcesine saldırışlarla iyileşmesi beklenen iki
üç hastayı alıp götürüyordu. Vebanın umut içinde bu­
lundukları sırada öldürdüğü bu insanlar salgının en
talihsiz kişileriydi. Kamptan çıkanlmak zorunda kalı­
nan yargıç Othon'un da ölümü böyle oldu. Tarrou
talihinin ona yardım etmediğini söyledi. Böyle derken
ölümünü mü yoksa yargıcın hayatını mı anlatmak is­
tediğini kimse anlamadı.
Fakat genel olarak hastalık bütün cephelerde ge­
riliyordu. Vilâyetin bildirileri önce gizli ve cesaretsiz
bir umut belirtisi taşıdıkları halde sonraları, halkın
kafasında zaferin kazanıldığı ve hastalığın tutunduğu
mevkilerden çekilmeye başladığı inancını uyandırdı.
Gerçekte bir zaferin söz konusu olup olmadığını bil­
mek pek güçtü. Yalnız, hastalığın geldiği gibi çekilip
gittiğini görüp anlamak mümkündü. Dün, ona karşı
başarısız olan, bugün ise mutlu sonuçlar sağlayan
savaş stratejisinde hiçbir değişiklik yoktu. Hastalığın,
nihayet yorgun düştüğünü ve belki de bütün hedef­
lerine vardıktan sonra kendiliğinden geri çekildiğini
hissetmek mümkündü. Her neyse, oynadığı rol sono
etmişti.
Gene de şehirde hiçbir şeyin değişmediği söy­
lenebilirdi. Bütün gün sessizliğini sürdüren sokakları,
akşam olunca, hep aynı pardesülü ve eşarplı kala­
balık kaplıyordu. Kahveler ve sinemalar eskisi kadar
iş yapıyorlardı. Fakat insanlara daha yakından bakın­
ca, yüzlerinde bir gevşeme olduğunu ve arasıra gü­
lümsediklerini farketmek mümkündü.
Şimdiye kadar, sokaklarda hiç kimsenin gülüm­
sediğinin görülmediği hatırlanıyordu. Gerçekten, şeh-
271
I
ri aylardır saran donuk siste büyük bir yırtılma oldu­
ğu açıkça belliydi. Pazartesileri radyo haberlerini din-
' leyen bir kimse bu yırtılmanın genişlediğini, insanla­
rın artık rahat rahat nefes alabilmelerinin mümkün
olacağını anlıyordu. Bütün bunlar, açıkça ifade edil­
meyen, tamamen ortaya çıkmamış bir ferahlamanın
belirtisiydi. Ocak ayının ortalarına doğru yayılmaya
başlayan, daha önceleri, insanların kolay kolay ina-
namıyacakları, bir trenin hareket ettiği veya bir va­
purun geldiği veya otomobillerin yeniden işlemeğe
başlayacakları gibi haberler, hiç de sürpriz etkisi
yapmamıştı. Herhalde bunlar pek yetmiyordu onlara.
Fakat bu hafif fark, ne de olsa, vatandaşlarımızın
umut yolunda kaydetmiş oldukları ilerlemeyi göste­
rebiliyordu. Şunu demek mümkün ki halkın gözünde
en basit umutların bile gerçekleşecek şeyler gibi gö­
rünmeye başladığı andan itibaren, vebanın kesin ege­
menlik cağı da sona ermişti.
Bütün ocak ayı boyunca, vatandaşlarımız gene
de birbirine zıt hareketlerde bulunmaktan geri kal­
madılar. İstatistiklerin en uygun bir duruma girdiği
sıralarda bile şehirden kaçmak denemesine girişen­
ler görüldü. Bu, resmî makamları, hattâ nöbetçi pos­
taları bile gafil avladı, bunun için de çoğu kaçışlar
başarılı oldu. Fakat o sıralarda kaçmayı göze alanlar
en tabiî beşerî duygulara uyarak hareket etmektey­
diler. Bazılarında veba köklü bir şüphecilik yaratmıştı,
kendilerini onun elinden ne yapsalar kurtaramıyorlar-
dı. Umut, onlarda, tutunabilecek bir yer bulamıyordu.
Vebanın devri sona erdiği halde, gene hastalığın ku­
rallarına uyarak yaşamaya devam ediyorlardı. Olay­
ları izlencede geri kalmışlardı.
Bu uzun mahpusluk ve bitkinlik hayatından son­
ra esmeye başlayan umut rüzgârı, içlerinde kendile-

27 2
rıne hâkim olmak imkânlarının hepsini ellerinden alan
bir sabırsızlığı ve bir ateşi tutuşturuyordu. Sonuca
o kadar yaklaştıkları bir sırada ölecekleri ve o kadar
özledikleri insanı bir daha görmiyecekleri düşünce­
siyle kendilerini bir çeşit paniğe kaptırıyorlardı. Aylar
boyunca, anlaşılmaz bir inatla, hapse ve sürgüne rağ­
men sebatla sonucu bekledikleri halde karşılarına çı­
kan ilk kurtuluş ışığı, korkularının ve umutsuzlukları­
nın bile zarar vermediği bir şeyi yıkıvermişti. Vebadan
daha çabuk davranmak için, onun son dakikaya ka­
dar sürecek yürüyüşünü bekleyemeden çılgınlar gibi
kendilerini kapıp koyuvermişlerdi.
Aynı zamanda, iyimserlik belirtileri de kendiliğin­
den ortaya çıkmaya başlamıştı. O hafta, istatistikle­
rin çizgileri o kadar aşağı düştü ki. tıp komisyonu ile
görüştükten sonra, vilâyet, hastalığın önü alınmış sa­
yılabileceğini ilân etmekten çekinmedi. Bildiride, hal­
kın da takdir edeceği bir ihtiyat tedbiri olarak, şehrin
kapılarının daha iki hafta kapalı tutulacağı ve alın­
makta olan tıbbî tedbirlerin daha bir ay devam ettirile­
ceği bildiriliyordu. Bu zaman içinde tehlikenin yeni­
den başlayacağını gösteren en küçük bir belirtide
«Statüko yeniden uygulanacak ve eskiden alınmakta
olan tedbirlere devam edilecek»ti. Herkes bu mad­
deleri resmî uslûbun gereği saymıştı. 25 Ocak akşa
mı sevinçli kaynaşmalar şehri doldurdu. Halkın se­
vincine katılmak isteyen vali de sağlık zamanındaki
gibi elektrik ışıklarının yanması emrini verdi. Soğuk
ve temiz bir gök altında, gürültücü ve bol kahkahalı
gruplar halinde insanlarımız aydınlık sokaklara bo­
şandılar.
Elbette kı. birçoklarının sevinç çığlıklarıyla dol­
durduğu bu geceyi evlerde, kopalı pancurların ord.n-
da geçiren aileler de pek ççktu Fakat bu mateme

VEBA F 16 2 ’ 3
bürünmüş insanlarda da, artık başka yakınlarının ölü­
me sürüklenmesi tehlikesi kalmadığı veya kendilerini
kurtarmış oldukları için duydukları ferahlama az de­
ğildi. Bu genel sevince en yabancı kalan aileler, şu
anda vebanın elinde hastanede yatan bir yakınları
bulunanlardı, karantina yurtlarında da evlerinde felâ­
ketin başkalariyle olduğu kadar kendileriyle de ilişi­
ğini tamamen kesmesini bekleyenlerdi. Bunlar da
umut besliyorlardı şüphesiz, fakat bu umutlarını ihti­
yat olarak saklıyorlardı, onu sahiden haketmeden bu
umuda kendilerini kaptırmaktan çekiniyorlardı. Sevinç
ve can çekişmenin yarı yolunda, sessizce gecen za­
man, bu bekleme devri, halkın genel coşkunluğu or­
tasında onlara daha da acı geliyordu.
Ama bu sayılı ayrı durumlar, başkalarının sevin­
cini hiç bozmuyordu. Muhakkak ki, veba daha sona
ermemişti, zaten bunu çok geçmeden ispat da ede­
cekti. Buna rağmen haftalarca önceden bütün mu­
hayyellerde trenler sonsuz yollarda kayıp gidiyor, pı­
rıl pırıl gemiler ufuklara doğru açılıyordu. Ertesi gün,
elbette, düşünceler biraz durulacaktı, endişeler ye­
niden başgösterecekti. Ama şimdilik şehir ayaklan­
mıştı. Taştan kökleriyle yerleştiği karanlık, hareketsiz
kapalı yerlerden kurtulmuş ve ölümden sıyrılarak ha­
yatta kalan insanlarını yüklenmiş olarak yürüyüşüne
başlamıştı. O akşam, Tarrou, Rieux, Rambert ve baş­
kaları kalabalığın içinde yürüyorlardı, onların adım­
ları da yere değmiyor gibiydi. Bulvarlardan ayrıldık­
tan uzun zaman sonra bile Tarrou'yla Rieux o bom­
boş daracık sokaklarda pancurları inik pencerelerin
önünden geçerken bu sevincin onları izlediğini duyu­
yorlardı. Yorgunluk pancurların ardında hâlâ devam
edegelen ıstırapla, az ötedeki caddeleri dolduran se­
vinci ayırdetmelerine imkân vermiyordu. Yaklaşmak­

274
ta olan kurtuluşta, gözyaşları ile gülüşleri birbirine
karıştırmış bir görünüş vardı.
Uğultuların daha kuvvetli ve daha sevinçli işitil-
diği bir sırada Tarrou birden durakladı. Loş kaldırım­
larda bir gölge yavaşça koşmaktaydı. Bu. geçen ilk­
bahardan beri şehirde görülen ilk kediydi. Kedi, şose­
nin ortasında, birden, tereddütle durdu, ön ayaklannı
yaladı, sağ kulağının arkasından bir kere geçirdi,
sonra sessizce yoluna devam edip geoenin içinde
kayboldu. Tarrou gülümsedi. Minicik ihtiyar buna çok
sevinecekti.

27b
Vebanın, çıkıp geldiği o bilinmedik inine sessizce
geri dönmek üzere bulunduğu sıralarda bu ayrılışın
şaşkına döndürdüğü biri vardı. Tarrou'nun notlarına
bakılacak olursa Cottard'dan başkası değildi bu.
İşin doğrusu, istatistiklerin düşmeye başlamasın­
dan sonra bu notlar da bir hayli acayipleşmeye baş­
lamıştı. Yazısının okunamıyacak kadar biçimsiz olma­
sı ve çok defa bir konudan başkasına atlam ası ya­
zarının yorgunluğunun bir sonucu muydu? Ayrıca ilk
defa olarak notlar tarafsızlığını da kaybediyor, kişisel
fikirler ileri sürülmeye başlanıyordu. Cottard’a ait
uzun bir bölümün orta yerine, kedilerle uğraşmayı
seven ihtiyar adama a it bir parça girmişti. Yazdıkla­
rına bakılırsa, Tarrou'nun bu ihtiyar üzerindeki dü­
şüncelerinde veba hiçbir değişme yapmamıştı. Salgın­
dan sonra da. önceki günlerdeki gibi, onunla ilgilen­
mek istemişti, ama buna imkân kalmamıştı. Suç Tar-
rou’da değildi. Çünkü onu görmek için elinden gele­
ni yapmıştı. Bu 25 Ocak akşamının üzerinden birkaç
gün geçince, sokak'köşesinde beklemeye başlamıştı.
Kediler randevularına gelmeyi ihmal etmemişlerdi,
güneş altında ısınıyorlardı.
Fakat o belirli saatte pancurlar inatçı bir şekilde
kapalı kalmakta devam etti. Daha sonraki günlerde
de Tarrou bu poncurların bir daha açıldığını göre­
medi.

276
Tarrou. tuhaf bir hisle, küçük ihtiyarın ya öldü­
ğünü, ya büyük bir öfke içinde bulunduğunu düşünü­
yordu. Bundan şu sonucu çıkardı. İhtiyar ya kızgınlık
içindeydi, ya da ölmüştü. Kızgınlığı, kendini haklı san­
dığı halde vebanın onu yanıltmasındandı. Ölmüş ise.
bu defa da onun ihtiyar astımlı gibi bir «ermiş» olup
olmadığı ortaya çıkıyordu. Tarrou böyle bir şeyi dü-
şünemiyordu, ama ihtiyarın durumunda bir «anlamlı
işaret» bulunduğunu sezinliyordu. «Belki de ermişli­
ğin sınırlarının nerede başladığını bilmek ancak se­
zişle mümkündür. Böyle bir durum için ise şefkatli ve
mütevazi bir şeytanlık yeter.»
Cottard için ileri sürülen fikirlerin arasına karış­
mış başka kanaat ve düşüncelere de rastlanıyor. Bun­
ların bazıları, artık iyileşmiş ve başına hiçbir şey gel­
memiş gibi çalışmalarına yeniden koyulmuş Grand'a,
bazıları da Rieux'nün annesine aitti. Aynı evde otur­
masının mümkün kıldığı tek tük konuşmalar, yaşlı
kadının bazı halleri, gülüşü, veba üzerindeki bazı dü­
şünceleri önemle kaydedilmişti. Tarrou en çok, M a­
dam Rieux’nün, kendini etrafındakilere belli etm e­
yen silik yaşayışı üzerinde durmuştu. Basit cümleler­
le fikrini açıklaması, sessiz bir sokağa bakan bir pen­
cereyi sevmesi bu pencere önüne dik. elleri serbest,
bakışı dikkatli, akşamın ilk karanlığı odanın içine do­
lup gittikçe koyulaşan kurşunî ışık altında önce kap­
kara bir gölge haline gelinceye, sonra da karanlık
içinde büsbütün silinip gidinceye kadar oturması, bir
odadan ötekine farkına bile varılmadan gidip gelişleri;
Tarrou’nun önünde hiçbir zaman kesin bir kanıtını
göstermediği halde her yaptığında veya her dediğin­
de bir iyilik ışığı bulması; nihayet hemen her şeyi dü­
şünmeksizin bilmesi, anlaması, bunca sessizlik ve
gölge içinde, vebanın bile bir çeşit aydınlığın yüksek­

277
liğinde durabilmesiyle dikkatini çekiyordu. Bundan
sonra Tarrou'nun el yazıları sebepsizce karışık bir
hal almaya başlamıştı. Daha sonraki satırlar zor oku­
nuyordu, yazıların eğri büğrülüğüne sebep belki de ilk
defa bu notlarda kendine ait sözlerin yer almasıydı;
«Annem de böyleydi, onda da bu silik hali severdim.
Hep ona kavuşmak isterdim. Sekiz yıl önce öldüğünü
bunun için söyleyemiyorum. O, sadece her zaman­
kinden biraz daha silikleşti, başımı çevirdiğimde ar­
tık yanımda değildi.»
Sözü Cottard’a getirmek gerekiyor. İstatistikler
azalma gösterdiğinden beri birkaç kere, çeşitli ba­
hanelerle, Rieux’yü ziyarete gelmişti. Gerçekte ise
her defasında salgının ilerleyişi hakkında tahminleri­
ni öğrenmeye çalışıyordu.
«Hiç haber vermeden böyle birdenbire durakla-
yıvereceğini sanır mısınız?» Buna o kesin şekilde
inanmıyordu, hiç değilse, böyle düşündüğünü açıkça
söylüyordu. Fakat her defasında yenibaştan sorduğu
sçrular bu inancının pek o kadar sağlam olmadığını
göstermekteydi. Ocağın ortalarına doğru Rieux epey­
ce iyimser bir ceyap vermişti ona. Her defasında bu
cevaplar Cottard'ı sevindireceği yerde, gününe göre
ayrı ayrı tepkilere sebep olmuştu, ama onun keyifsiz­
likten bir yıkıntıya doğru gittiğini görmek mümkün
oluyordu. Bunu anlayan doktâV ona, istatistiklerin
gösterdiği elverişli şartlara kapılıp zaferin kazanıldı­
ğını söylemenin doğru olamayacağını söylemek zo­
runda kalmıştı.
Cottard :
— Şöyle demek de mümkün, bilinmez, belki bir
iki güne kadar sajgın yeniden başlayabilir, öyle değil
mi? diye durumu açıklamıştı.
— Evet, iyiye doğru gidişin daha da hızlanması
ne kadar mümkünse, tersi de o kadar mümkün.
Başkaları için pek çok endişe verici bir şey olan
bu şüphe ve tereddüt. Cottard’ı farkedilir şekilde fe­
rahlatmıştı. Tarrou'nun gözü önünde, mahallesindeki
satıcılarla konuşmalara girişmiş, Rieux‘nün kanaatini
etrafa yaymak için elinden geleni yapmıştı. Bu ko­
nuşmalarla onlara bir üzüntü vermediğini biliyordu.
Çünkü ilk başarıların harareti geçtikten sonra birçok­
larının kafasına bir şüphe zaten girmişti. Vilâyetin
bildirisiyle yaratılmış olan coşkunluğa rağmen bu
şüphe hâlâ ortadan kalkmamıştı. Cottard, bu endi­
şeyi etrafında fark ettikçe rahatsızlık duyuyordu. Ama
bozan da umutsuzluğa kaptırıyordu kendini: «Evet,»
diyordu Tarrou'ya. «nihayet şehrin kapılarını aça­
caklar. Ve göreceksiniz, olan bana olacak.»
25 Ocağa kadar ondaki bu ne yapacağını bilmez
hali herkes farkediyordu. Günler boyunca, mahalle-
sindekilerle, temas ettiği insanlarla barışıp dost ol­
maya nasıl çalışmışsa, şimdi, hepsiyle ilgisini birden
kesmişti. Görünüşe göre toplum hayatından çekilip
o günden itibaren bir yaban hayatı yaşamaya baş­
lamıştı. Artık ne lokantalûrda, ne tiyatrolarda, oe de
sevdiği kahvelerde görülüyordu. Gene de salgından
önce sürmekte olduğu o ölçülü ve karanlık hayatı
bulamaz gibiydi. Apartmanına çekilmiş yaşıyor ve ye­
meğini komşu lokantadan getirtiyordu. Yalnız akşam­
ları kaçamak çıkışlar yapıyor, ihtiyacı olan şeyleri
alıyor, mağazadan fırlayıp tenha sokaklara kendini
bırakıyordu. Eğer Tarrou ona rastlayacak olursa, ağ­
zından ancak tek heceli cevaplar alabiliyordu. Son­
ra hiçbir değişme geçirmeden toplum hayatından
hoşlanan veba üzerinde bol bol gevezelik eden ve
başkalarının kanaatini kuvvetlendiren, akşamları halk

279
kalabalığına karışmaktan memnunluk duyan bir insan
oluveriyordu.
Vilâyet bildirisinin yayınlandığı gün Cottard orta­
lıktan tamamen kayboldu. İki gün sonra Tarrou ona
sokaklarda başıboş dolaşırken rastladı. Cottard. dış
mahallelere kadar beraber gelmesini istedi. O gün.
kendini çok yorgun hisseden Tarrou, tereddüt edi­
yordu. ama öteki ısrar etti. Çok heyecanlı, telâşlı
görünüyor, düzensiz bir şekilde elini kolunu oynatı­
yor, çabuk ve yüksek sesle konuşuyordu. Yol arka­
daşına, vilâyet bildirisinin vebaya gerçekten son ve­
rip vermiyeceğini sordu. Tarrou vilâyet bildirisinin,
kendiliğinden, bir salgını önlemesine elbette ki imkân
olmadığını fakat doğru düşünülürse, umulmadık bir
şey çıkmazsa salgının durması gerektiğini söyledi.
Cottard :
— Evet, dedi, yalnız umulmadık bir şey çıkmaz­
sa... Ama daima umulmadık bir şey çıkar.
Tarrou valiliğin de şehrin kapılarının açılmasın­
dan önce iki haftalık bir müddet koymakla bunu za­
ten kabul ettiğini belirtti.
C o ttard :
— Böyle yapmakla iyi ettiler, dedi.
Hep telâşlı ve üzgün devam e tti:
— Çünkü işler öyle bir durumda ki, vilâyet boş
yere umuda kapılmış da olabilir.
Tarrou, bunun da mümkün olabileceğini kabul
ediyor, ama şehir-kapılarının açılıp tabiî hayata dön­
menin imkân içinde olduğunu söylemenin de yanlış
bir şey sayılamayacağını düşünüyordu.
— Öyle olduğunu kabul edelim, dedi Cottard,
öyle olduğunu kabul edelim, fakat siz tabiî hayata
dönüş derken ne anlıyorsunuz?
Tarrou gülümseyerek:

260
— Sinemalarda yeni filmler görmeyi, dedi.
. Ama Cottard'ın yüzünde gülümseme yoktu. Ve­
banın şehirde hiçbir şeyi değiştirip değiştirmiyeceğini;
hiçbir şey olmamış gibi her şeyin yeniden başlama­
sına imkân olup olmadığını anlamak istiyordu. Tar-
rou, vebanın, şehri değiştirse de, değiştirmese de
insanlarımızın, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi dav­
ranmak isteyeceklerini; hiçbir şey değişmemiş olsa
bile, başka bir anlamda geçen şeylerin unutulamıya-
cağını, istense de istenmese de vebanın, hiç değilse
kalplerde izler bırakacağını düşünmekteydi. Ufak te­
fek, gelir sahibi, kalplerle hiçbir ilgisi olmadığını, hat­
tâ kalplere aldırış bile etmediğini söyledi. Onu asıl
ilgilendiren, eski örgütlerin değişip değişmiyeceğiydi.
Örneğin bütün İdarî servisler eskiden olduğu gibi iş­
leyecekler miydi? Tarrou, sonunda, bu konularda bir
şey bilmediğini itiraf etti. Kendi fikrince, salgın sıra­
sında çalışmaları aksayan bütün bu servislerin yeni
baştan faaliyete geçmeleri pek kolay olmayacaktı. Es­
ki servislerin yeniden kurulmasını gerektirecek bir
yığın yeni yeni sorunların ortaya çıkacağını kabul et­
mek gerekiyordu.
— Ah, dedi Cottard, mümkün, zaten herkes işe
yeniden başlamak zorunda kalacak.
İki avare, Cottard'ın evinin yakınına kadar gel­
mişlerdi. Cottard. yeniden canlanmıştı, iyimser olma­
ya çalışıyordu. Bütün geçmişini silip işe sıfırdan baş­
layan şehri yeniden yaşamaya çalışırken hayal edi­
yordu.
— Evet, dedi Tarrou, hem sizin için de belki böy­
le olur. Kendine göre, yepyeni bir hayat başlayacak.
Kapının önüne varmışlardı, el sıkıştılar.
Cottard, gittikçe daha heyecanlı:

281
— Hakkınız var, dedi. Sıfırdan hayata başlamak
güzel bir şey olacak.
Fakat, koridorun karanlığından iki adam beliri­
verdi. Tarrou, arkadaşının, «bu gece kaşları burada
ne bekleyebilirler?» diye sorduğunu ancak duyabildi.
Pazarlık elbiselerini giyinmiş bir halleri olan gece
kuşları yaklaşıp adının Cottard olup olmadığını sor­
dular. O, birden, sağır edici bir sesle bağırdıktan son­
ra. kendi etrafında bir döndü, ne ötekiler, ne Tarrou.
yerlerinden bile kıpırdayamadan hemen gecenin ka­
ranlığına dalıverdi. Şaşkınlık anı geçince Tarrou iki
adama ne istediklerini sordu. Çekingen ve nazik bir
tavır takınarak sadece bazı şeyler sormaya geldik­
lerini bildirdiler, sonra ağır ağır. Cottard'ır. kaçtığı
yönde yürüyüp gittiler.
Evine döner dönmez Tarrou bu sahneyi notları­
na geçiriyor ve ardından (el yazısı da bunu belli edi­
yor) birdenbire bir bitkinlik duyduğunu kaydediyordu.
Daha yapılacak çok işi olduğunu, fakat bütün bunla­
rın hazır beklemesine engel olmayacağını, hazır olup
olmadığını kendine soruyordu. Nihayet günün ya da
gecenin içinde her insanın korkaklaştığı bir saat bu­
lunduğunu ve kendisinin de o saatten korktuğunu
karşılık olarak yazıyordu.
Tarrou'nun defteri de bu sözlerle bitiyordu zaten.

282
İki gün sonra şehir kapılarının açılmasından bir­
kaç gün önce, doktor Rieux öğleyin dönerken evde
kendisini bekleyen bir telgrafın olup olmadığını düşü­
nüyordu. Bu günlerin de vebanın en şiddetli zama­
nındaki kadar yorucu geçmesine rağmen, son ve ke­
sin kurtuluşu beklemenin sevinci bütün yorgunluğunu
alıyordu. Şimdi artık umut besliyor ve mutluluk du­
yuyordu. İnsan, iradesini sürekli olarak gergin tuta­
maz, sinirlerine hâkim olamaz, sonunda kendini ser­
best hissedebilmek, döğen için sıkı sıkıya bağlanmış
bir demetin birden gevşeyivermesi gibi çözülüp bo-
şalıvermek de bir mutluluktur. Eğer beklediği telgraf
iyi haberler getiriyorsa, Rieux yeni bir hayata başla-
yıverecekti. O zaman herkesin de yeni bir hayata
başlayacağını düşünebilecekti.
Kapıcı odasının önünden geçiyordu. Pencere ca­
mına dayanmış duran yeni kapıcı ona gülümsüyordu.
Merdivenlerden çıkarken Rieux onun yorgunluk ve
yoksunluklardan sararıp solmuş yüzünü gözünün
önünde görüyordu.
~ Evet, bütün bu soyut âlem sona erdiği zaman,
talihi de biraz yardım ederse yeniden hayata başla­
yabilirdi... Fakat kapıyı açar açmaz, karşısına çıkan
annesi Mösyö Tarrou'nun rahatsız olduğunu bildirdi.
Tarrou sabah kalkmıştı, fakat sokağa çıkamamış, ge­
lip yatağına uzanmıştı. Madam Rieux endişe için­
deydi.

283
Oğlu:
— Belki de öyle korkulacak bir şey değildir, dedi.
Tarrou, boylu boyunca uzanmış yatıyordu, koca­
man kafası yastığı eziyor, kuvvetli göğsü örtülerin ka­
lınlığına rağmen, gene de belli oluyordu. Ateşi vardı,
başı çok ağrıyordu. Rieux'ye, vebanın sebep olabile­
ceği birtakım küçük belirtilerin görüldüğünü söyledi.
Rieux onu muayene ettikten sonra :
— Yok, daha kesin bir şey yok, dedi.
Ama Tarrou susuzluktan ölüyordu. Koridora çı­
kınca doktor, anasına, hastalığının veba başlangıcı
olabileceğini söyledi.
Annesi:
— Oh! dedi, imkânı yok, salgın geçmemiş miy­
di?
Ve hemen ilâve e tti:
— Onu bırakmıyalım, Bernard.
Rieux düşünüyordu:
— Buna hakkım yok, dedi. Ama kapılar nerdey-
se açılacak. Sen olmasaydın benim yapacağım iş el­
bette ki böyle hareket etmekti.
Annesi:
— Bernard, dedi, ikimiz de evde kalalım. Biliyor­
sun ki, ben daha yeni aşılandım.
Doktor, Tarrpu'nun da aşılanmış olduğunu söy­
ledi, ama belki de- yorgunluğunun etkisiyle son seru­
mu yaptırmayı unutmuş ve bazı korunma tedbirlerini
de almayı ihmal etmişti.
Rieux, çalışma odasına gitmişti. Odasından geri
döndüğünde, Tarrou, doktorun elinde büyük serum
ampullerini gördü.
— Ah, demek ki o, dedi.
— Hayır, ama bir ihtiyat tedbiri.

284
Cevap yerine, Tarrou kolunu uzattı, kendisinin
başka hastalara, o kadar çok yaptığı bu sona ermi-
yecek gibi uzun süren seruma ses çıkarmadan kat­
landı.
— Sonucu bu akşama alacağız, dedi Rieux.
Doğrudan doğruya Tarrou'nun yüzüne bakıyordu.
— Ya tecrit işi, Rieux?
— Sizin vebaya tutulduğunuz kati olarak belli
değil ki.
Tarrou. güçlükle gülümşedi:
— Tecrit emri verilmeden bir serumun yapıldığını
ilk defa görüyorum.
R ieux öte yana döndü :
— Annemle ben size bakacağız. Burada daha
rahat edersiniz.
Tarrou sustu, ampulleri yerine yerleştiren doktor,
geri dönmeden önce konuşmasını bekledi. Sonunda,
yatağa doğru ilerledi. Hasta, ona bakmaktaydı. Yü­
zü bitkindi, fakat kül rengi gözlerinde bir rahatlama
vardı. Rieux gülümsedi:
— Uyuyabilirseniz uyuyun, birazdan gene gele­
ceğim.
Kapıya vardığında, Tarrou’nun kendisini çağırdı­
ğını duydu. Ona doğru döndü.
Fakat Tarrou’da, söylemek istediği şeyin taşıdığı
anlamla boğuşuyormuş gibi bir hal vardı.
Sonunda:
— Rieux, diye kekeliyebildi, bana her şeyi söy­
lemelisiniz, buna ihtiyacım var.
— Söz veriyorum size.
Ö tekinin iri yüzü bir gülüşle kıvrandı.
— Teşekkür ederim, ölmeye hiç niyetim vok,
mücadele edeceğim. Fakat oyunu eğer kaybetmiş­
sem, iyi bir şekilde bitirmek isterim.

285
Rieux eğildi, omuzlarını eliyle sıktı.
— Hayır, dedi. Bir ermiş olabilmek için yaşamak
gerek. Mücadele edin.
Gün boyunca sürüp giden şiddetli soğuk öğle­
den sonra hafifledi, yağmur ve dolu sağnak halinde
yağmağa başladı. Gün batarken yağmur kesildi, fa­
kat soğuk içe işleyen bir hal aldı.
Rieux, gece eve döndü. Pardesüsünü bile çıkar­
madan, dostunun odasına girdi. Annesi, oturmuş yün
örüyordu. Tarrou, yerinden hiç kımıldamamış gibiydi,
yalnız, hararetten beyazlaşmış dudakları mücadeleyi
sürdürmekte olduğunu gösteriyordu.
— Nasılsın? dedi.
Tarrou, geniş omuzlarını yatağın dışına doğru
kaldırarak:
— Nasıl olacak, oyunu kaybediyorum, dedi.
Doktor, üzerine eğildi. Alevler içinde yanan de­
risinin altında düğümler diziliydi, sanki içinde bir de­
mir dövülüyor ve onun yansıması göğsünden dışarıya
vuruyor gibiydi. Tarrou'da hastalığın iki şeklinin be­
lirtileri de vardı. Rieux, doğrulurken serumun etkile­
mesine yetecek zamanın daha geçmediğini söyledi.
Fakat Tarrou'nun söylemeğe çalıştığı birkaç söz, bo­
ğazında, duyduğu bir ateşle boğuldu kaldı.
Yemekten sonra Rieux ile annesi gelip hastanın
başucuna yerleştiler. Hasta geceyi savaşla geçire­
cekti. Rieux, vebanın meleği ile yapılacak bu çetin
boğuşmanın güneş doğuncaya kadar süreceğini bili­
yordu. Onun en iyi silâhları, Tarrou'nun geniş göğsü
ve sağlam omuzları değildi, az önce iğnesinin altında
fışkırdığını gördüğü kanıydı ve bu kanda, ruhtan daha
üstün bir derinlik ve hiçbir bilimin ortaya çıkarama­
yacağı bir şey vardı. Doktora düşen, sadece, dostu­
nun mücadelesini seyretmekti. Bütün elinden gelen.

286
obseleri açmak, kuvvet iğneleri yapmaktı; aylardır
devam edegelen başarısızlıkları bunların etki derece­
sini ona iyice öğretmişti. Onun biricik ödevi bir rast­
lantının ortaya çıkmasına imkân hazırlamaktı, oysa
rastlantı çok defa hastanın aleyhine olarak ortaya
çıkıyordu. Bu defa da rastlantı da ancak böyle ortaya
çıkacağa benziyordu. Çünkü Rieux. şaşırtıcı bir veba
hali karşısında bulunuyordu. Bir defa daha veba, kar-
şısındakilerin stratejisini bozmaya çalışıyor, beklen­
medik yerlerde birden beliriveriyor, yerleşmiş bulun­
duğu yerden umulmadık bir anda çekilip gidiyordu.
Bir kere daha, insanları şaşırtmaya çalışıyordu.
Tarrou, kıpırdanmadan boğuşuyordu. Gece için­
de, bir defa bile, hastalığın darbelerine karşı sesini
çıkarmadı, sadece bütün sabrı ve kalın gövdesiyle
mücadelesine devam etti. Fakat, bir kere olsun, artık
kendisi için eğlencenin sona erdiğini itiraf etmek an­
lamına gelen bir söz söylemedi. Rieux, gözbebeğinin
üzerinde daha çok sıkışan kirpikleriyle zaman zaman
açılıp kapanan, veya tersine, gerilip, doktoru, annesi­
ni veya bir eşyayı seyre dalan gözlerine bakarak onun
hastalıkla yaptığı savaşın devrelerini izleyebiliyordu.
Doktorun bakışlarıyla her karşılaşışında Tarrou, bü­
yük bir çaba harcayarak gülümsüyordu.
Bir ara, caddeden, telâşlı adımlar duyuldu. Sanki
şu anda uzaklarda olan, ama yavaş yavaş yaklaşan,
bir gök gürültüsünden insanlar kaçışıyor gibiydiler.
Çok geçmeden, caddeyi bir şırıltı kapladı. Yağmur
yeniden başlamıştı. Az sonra, yağmurla karışık dolu
kaldırımlar üzerinde çatırdıyordu. Pencere önündeki
duvar kâğıtları dalgalanıverdi. Odanın boşluğunda bir
an yağmura daldn Rieux. başucunda yanan lâmbanın
ışığındaki Tarrou’yu yeniden seyre koyuldu. Annesi,
arasıra başını kaldırıp hastaya dikkatle bakıyor, son-

287
ra örgüsüne devam ediyordu. Doktor, mümkün olan
her şeyi yapmıştı. Yağmurdan sonra, odadaki sessiz­
lik daha da koyulaştı, oda gözle görünmez bir sava­
şın uğultusu ile doluydu artık. Uykusuzluğun sıkıntısı
içindeki doktor, sessizliğin ötesinden, bütün salgın
boyunca duyduğunu sandığı o monoton ıslığı yeni­
den duyar gibi oluyordu. Yatağına yatması için anne­
sine işaret etti. Annesi başıyla hayır dedi, sonra şiş­
lerinin ucunda, ^atladığını sandığı bir ilmiği dikkatle
aramaya koyuldu. Rieux gidip hastaya su verdi, sonra
gelip oturdu.
Havanın azıcık durgunlaşmasından istifade eden
yolcular kaldırımlardan çabuk çabuk yürümeye baş­
lamışlardı. Adımlarının sesi azalıyor, uzaklaşıyordu.
Doktor, ilk defa olarak, hasta arabalarının çan ses­
leri cnlamıyan sokakları geç vakitlerin yolcularıyla
dolu bu gecenin, eski zamanların gecelerine benze­
diğini düşündü. Bu, vebadan kendini kurtarmış bir ge­
ceydi. Sanki veba, soğuktan, ışıktan ve kalabalıktan
kaçıp şehrin kapkara derinliklerine saklanmış, Tar-
rou’nun bitkin vücudunda son saldırısına girişmek
için bu sıcak odaya sığınmıştı. Felâket, artık şehrin
göklerinde çalkalanmıyordu. Fakat odanın ağır hava­
sında yavaş bir sesle ıslık çalıyordu. Rieux‘nün saat­
lerden beri duyduğu bu ıslıktı işte. Vebanın tamamen
yenilmiş sayılabilmesi için buradaki sesinin de kısıl­
ması lâzımdı.
Sabah olmadan az önce, Rieux, annesine eğ ild i:
— Saat sekizde benim nöbetimi alabilmen için
yatmalısın. Yatmadan önoe temizlenmeyi unutma,
dedi.
Madam Rieux kalktı, örgüsünü yanına bıraktı ve
yatağa doğru ilerledi. Tarrou, deminden beri, gözleri
kapalı öylece duruyordu. Ter damlaları, dik alnına

288
düşmüş saçlarını birbirine yapıştırmıştı. Madam Rieux
içini çekince, hasta, gözlerini açtı. Üzerine eğilmiş
tatlı yüzü gördü. Ateşin sürüp gelen devamlı dalga­
ları arasında inatçı bir gülümseme belirdi. Ama göz­
leri hemencecik kapandı. Yalnız kalınca, Rieux. an­
nesinin kalktığı koltuğa oturdu. Sokak, sanki dilsizdi,
tam bir sessizlik vardı ortalıkta. Sabahın ayazı odada
hissedilmeye başlıyordu.
Doktor, biraz dalar gibi oldu, fakat sabahın ilk
geçen arabası onu bu uyku halinden çekip ayırdı. Ür-
perdi, sonra Tarrou'ya bakınca, dinlenmekte olduğu­
nu anladı, hasta şimdi uyumaktaydı. At arabasının
odundan tekerleklerinin gürültüsü uzaklaşmış olsa da
gene duyuluyordu. Pencerenin dışında ortalık henüz
karanlıktı. Doktor, yatağa doğru ilerleyince, Tarrou'
nun, hâlâ uykudaymış gibi, anlamsız bakışlarla onu
seyretmekte olduğunu gördü:
Rieux :
— Uyudunuz değil mi? diye sordu.
— Evet.
— Biraz daha rahat nefes alabiliyorsunuz ya?
— Biraz. Bu bir şey ifade eder mi?
Rieuxsustu, biran sonra:
— Hayır, Tarrou, hiçbir şey ifade etmez. Siz de
benim gibi, hastaların sabahları iyi olduklarını bilir­
siniz.
Tarrou tasdik etti:
— Teşekkür ederim, dedi. Bana hep böyle doğ­
ru cevap verin.
Rieux, yatağın ayak ucuna oturmuştu. Hastanın,
bir ölününkü kadar büyümüş ve katılaşmış ayaklarını
yanıbaşında hissediyordu. Tarrou, şimdi daha kuv­
vetle nefes alabiliyordu.
Nefesi tükenmiş bir sesle:

VEBA F .: 19/289
— Ateş, gene başlayacak değil mi, Rieux? dedi.
— Evet, ama tam öğleyin durum belli olacak.
Tarrou, gözlerini kapadı, sanki kuvvetlerini top­
lamak istiyordu. Yüz çizgilerinde bir zenginlik oku­
nuyordu. İçinde bir yerde, şimdiden kıpırdanmakta
olan ateşin yenibaştan yükselmesini bekliyordu. Göz­
lerini tekrar açtığında bakışındaki parlaklık kaybol­
muştu. Ancak üzerine doğru eğilen Rieux'yü farke-
dince gözleri biraz aydınlandı.
D oktor:
— Şunu için. dedi.
Öbürü içti, sonra başını yastığa bıraktı.
— Ne de uzun sürüyor! dedi.
Rieux, kolunu tuttu, fakat bakışları değişen Tar­
rou artık bir harekette bulunamıyordu. Birdenbire,
ateş, sanki içindeki bir bendin yıkılması sonucu taş­
mış gibi, yüzüne kadar yayılıverdi. Tarrou'nun gözleri
doktora çevrilince, o da asılmış suratıyla ona cesaret
vermek istedi. Tarrou’nun yüzünde yeniden şekillen­
dirmek istediği gülümseme, çene kemiklerinin sıkıl­
masından ve kireç rengi alan dudaklarında beyaz bir
köpüğün belirmesinden öteye geçemedi. Fakat bu
katılaşmış yüzde, gözler cesaretten doğan bir par­
laklıkla aydınlanıverdi.
Saat yedide Madam Rieux odaya döndü. Doktor,
yerine adam bulmaları için hastaneye telefon etmek
üzere çalışma odasına gitti. Bir an için, odasıpdaki
divana uzandı, fakat hemen kalkıp hastanın odasına
döndü. Tarrou'nun başı. Madam Rieux'ye çevrilmişti.
Yanında, bir sandalyeye çökmüş, ellerini baldırların­
da birleştirmiş, duran küçücük insan gölgesine bak­
maktaydı. Onu o kadar dikkatle seyrediyordu ki. M a­
dam Rieux dudaklarını parmağiyle okşadı ve kölkıp
başı ucunda yanan lâmbayı söndürdü. Fakat perde­

290
lerin dışında gün ışığı hemen içeriye doluverdi, az
sonra da hastanın yüzü karanlık içinde belirdi Ma­
dam Rieux onun hâlâ kendisine baktığını gördü. Eğil­
di, baş yastığını düzeltti, kalkarken, ellerini ıslak ve
dağınık saçlarında bir an gezdirdi O zaman, uzak­
tan gelir gibi hızlı bir sesin kendine teşekkür ettiğini
ve artık içinin rahat olduğunu söylediğini işitti. Tek­
rar sandalyesine oturduğu zaman, Tarrou, gözlerini
kapamış, bitkin yüzüne mühürlenmiş ağzına rağmen
yeniden gülümsemeye çalışıyor gibiydi.
Öğleyin, ateş en yüksek noktasına çıkmıştı. İçten
kopan bir öksürük hastanın bütün vücudunu sarsı­
yor, Tarrou, kan tükürmeye başlıyordu. Düğümlerin
şişmesi durmuştu. Mafsalların içine civata somunu
gibi sımsıkı vidalanmış bu düğümler hep eski yerle­
rinde duruyorlardı. Rieux, onları deşmenin artık im­
kânsız olduğuna karar vermişti. Ateş ve öksürük nö­
betlerinin arasında, Tarrou uzaktan uzağa gene de
hep dostlarına bakmaktaydı. Ama çok geçmeden
gözleri gittikçe daha az açılmaya başladı Bir harabe
haline girmiş yüzünü aydınlatan ışık onu gitgide daha
soluk gösteriyordu. İhtilâçlı çırpınışlarla vücudu sar­
san bu fırtına gittikçe azalan şimşeklerle onu aydın­
latıyordu. Tarrou. bu fırtınanın ortasında terkedilmiş
bir haldeydi. Önünde duran Rieux'nun yüzü de, artık
dudağındaki gülümsemesi kaybolmuş, cansız bir mas­
ke halindeydi. Kendisine o kadar yakında bulunan
bu insan vücudunun, dikenli darbelerle delik deşik
edilen, insanüstü bir acıyla alev alev yanan, gökler­
den gelen kinci rüzgârlar altında kıvranan bu vucu-
dun. gözleri önünde, vebanın sellerine kapılıp g:tt
ğini görüyor, boğulmakta olan bu insana hıçb r var
dımda bulunamıyordu. Felâket karşıs ncia b.ı k c c
daha, bir şey yapamadan, silâhsız ve yard ms.z ka i>.
ıstırapla dolu, elleri bomboş beklemekten başka bir
şey beceremiyordu. Sonunda, hiçbir şey yapamama­
nın verdiği acizlik hissinden doğan gözyaşları Rieux'
nün Tarrou'yıı görmesine engel oldu. Duvardan yana
döndü, sanki içinde bir yerde, onu yaşamağa bağla­
yan bir bağ kopmuş gibi gizli bir iniltiyle ağlamaya
başladı.
Bundan sonraki gece savaşla değil, sessizlikle
geçti. Dünyadan kopup ayrılmış bu odada, çok ge­
celer önce, vebanın tepesinde kalan bir taraçadan şe­
hir kapılarına yapılan bir hücumdan sonraki sessiz­
liğin şu anda da, henüz giyinik bulunan bu ölü vü­
cudun üzerinde dolanmakta olduğunu hissetti..Daha
o zamandan, bu sessizliğin insanları öldürerek yük­
seldiğini düşünmüştü. Her yanda hep aynı ara ver­
meler, aynı tanrısal dinlenmeler, mücadeleleri izleyen
aynı yatışma anları vardı. Şimdi dostunu sarmış olan
bu sessizlik öylesine yoğundu, caddelerin ve vebadan
kurtulmuş şehrin sessizliğine öylesine uygun düşü­
yordu ki, Rieux artık bu defaki bozgunun savaşları
bitiren ve barışı tedavi edilmez bir ıstırap haline so­
kan son ve kesin bir bozgun olduğunu anlıyordu. Dok­
tor, bundan başka, Tarrou’nun huzura kavuşup ka­
vuşmadığını da bilmiyordu, fakat hiç değilse, oğlunu
kaybetmiş bir ananın veya dostunu gömen bir insa­
nın huzura kavuşmasına nasıl imkân yoksa kendisi­
nin de bir daha huzur denen şeyi duymasına imkân
olmadığına inanıyordu.
Dışarıda hep aynı soğuk gece, buzlu ve berrak
bir gökyüzünde donmuş yıldızlar vardı. Yarı karanlık
odanın içinde soğuğun camlara abandığı ve bir ku­
tup gecesinin buzlu nefeslerinin estiği duyuluyordu.
Madam Rieux her zamanki haliyle başucu lâm­
basının aydınlattığı yatağın sağ tarafında oturmuştu.

292
Odanın ortasında, ışığın uzağında Rieux, bir kol­
tukta beklemekteydi. Hep, karısı aklına geliyor, her
defasında bu düşünceyi kendinden uzaklaştırıyordu.
Gece başlarken sokaktan, geçip evlerine dönen­
lerin ökçe sesleri, berraklığıyla çınlamaya başladı.
Modam Ri.eux:
— Her işi hallettin mi? diye sordu.
— Evet, telefon ettim.
Gene sessiz bekleyişlerine koyuldular. Madam
Rieux arada bir oğluna bakıyordu. Bozan oğlu bu
bakışlarından biriyle karşılaşınca gülümsüyordu. Cad­
dede, gecenin değişmez gürültüleri, birbirini kovala­
maktaydı. Henüz izin çıkmış olmamasına rağmen ye­
niden gidip gelmeye başlayan birçok araba vardı.
Yollardan hemencecik geçip gidiyorlar, yerlerini ye­
nileri alıyordu. Sesler, çağrışlar, tekrar başlıyan ses­
sizlik, bir atın adımları, bir dönemeçte gıcırdayan iki
tramvay, belirsiz uğultular ve yeniden nefes almaya
başlayan gece...
— Bernard!
— Efendim?
— Yorgun değil misin?
— Hayır.
Şu anda, annesinin neyi düşündüğünü biliyordu,
onun kendisini sevdiğini biliyordu. Fakat bir insanı
sevmenin o kadar büyük bir şey olmadığını, ya da,
hiç değilse bir aşkın gerçek ifadesini bulabilecek ka­
dar güçlü olmasının imkânsızlığını biliyordu. Annesi
ile, o birbirlerini hep böyle sessizcesine seveceklerdi.
Günün birinde sırası gelince annesi — veya kendisi—
hayatları boyunca birbirlerine karşı duydukları sev­
giyi bundan fazla itiraf edemeden öleceklerdi. Tar-
rou’nun yanıbaşında yaşamış, şimdi ise o bu akşam
ölmüştü, dostluklarını gerçekten yaşamaya vakit kal­

293
mamıştı. Tarrou, kendi deyimiyle oyunda kaybetmişti.
Fakat ya kendisi, ya Rieux bu oyunu kazanmış mıy­
dı? O sadece vebayı yaşamayı ve onun anısını unut­
mamayı, dostluğu tanımayı ve onun anısını saklama­
yı, sevgiyi tanımayı ve bir gün onu hatırlamayı ka­
zanmıştı. Veba ile hayatın oynadığı oyunda insanın
kazanabileceği sadece bazı şeyleri tanımak ve anı­
ları saklamak olmuştu. Belki de Tarrou’nun oyunu
kazanmak derken anlatmak istediği buydu!
Yeniden bir otomobil geçti. Madam Rieux, san­
dalyesinden biraz kımıldadı. Rieux ona gülümsedi.
Annesi hiç yorgun olmadığını söyledi, sonra hemen
ekled i:
— Sen de oraya, dağa gidip biraz dinlenmelisin.
— Elbette, anneciğim.
Evet, orada dinlenecekti. Niye olmasın? Bu da
hatırlamak için bir fırsat verecekti ona. Fakat oyunu
kazanmak buysa, insanın sadece bildikleri ile yaşa­
ması, ümit yoluyla elde edilebilecek şeylerden yoksun
olması çok ağırdı muhakkak. Tarrou'nun da yaşadığı
bu olmalıydı. Hayalden, umuttan uzak bir hayatın ne
kadar kısır olacağını anlamıştı, o. Umutsuz bir huzur
Gİamıyacağını, başkasını mahkûm etmek hakkı insan­
lara verilmediği halde, bir insanın başka birini mah­
kûm etmesine engel olunamıyacağını, hattâ bazan
kurbanlarla da cellâtların yer değiştirdiğini bilen Tar­
rou, hep acılar, çelişmeler içinde yaşamış, umut ne­
dir bilmemişti. Acaba bunun için mi ermiş olmak is­
temiş ve insanların hizmetinde çalışarak huzuru bu­
nun için mi aramıştı?.. Doğrusu, Rieux bunları bile­
mezdi, hem bilse de ne olacaktı sanki!
Tarrou’dan kalan belli başlı hayaller, otomobili­
nin direksiyonunu kuvvetli elleriyle tutan bir adama
ve şimdi hareketsiz uzanmış yatan bu kalın vücuda

294
oit olanlardı. Hayatın sıcaklığı ve bir ölümün anısı;
elinde kalan bütün bilgi bu kadarcıktı!
İşte herhalde bu düşüncelerden ötürü. Doktor
Rieux. karısının öldüğünü bildiren telgrafı sabahleyin
alınca haberi sükûnetle karşıladı. Bürosundaydı o
sırada. Annesi koşa koşa denecek kadar hızla ona
bir telgraf getirmiş, sonra postacıya bahşiş vermek
için hemen dışarı çıkmıştı. Geri döndüğü zaman oğ­
lunun elinde telgraf açılmış olarak duruyordu. Anne­
si ona baktı, fakat o, limanın üstünde dirilmeye baş­
layan muhteşem sabah manzarasını inatla seyret­
mekteydi.
— Bernard, dedi Madam Rieux.
Doktor, ona dalgın dalgın baktı.
Annesi :
— Telgraf... diye sordu.
— Evet, diye doğruladı doktor, sekiz gün olmuş.
Madam Rieux, başını pencereye çevirdi. Doktor
susuyordu. Sonra annesine dönüp ağlamamasını, za­
ten bunu beklediğini, gene de katlanılması zor bir acı
olduğunu söyledi. Böyle derken bile ıstırabının bek­
lenmedik bir şey olmadığını biliyordu. Aylardır hele
iki günden beri süregelmekte olan hep aynı acıydı.

295

%
Şehrin kapıları, güzel bir şubat sabahının erken
saatlerinde halk, gazeteler, radyo ve vilâyet tebliğleri
ile kutlanarak açıldı. Artık anlatıcıya düşen iş, kendisi
bütün varlığıyle karışmak serbestliğini elde etmemiş
plsa da, kapıların açılışından sonraki sevinçli saatleri
anlatmaktır.
Bütün bir gün ve gece süreoek büyük şenlikler
tertip edilmişti. Trenler garlarda dumanlarını salarak,
uzak denizlerden gelmiş vapurlar limanımıza demirle­
rini atarak, bu günün, ayrılık acısı çekenler için bü­
yük buluşma günü olduğunu kendi dillerince bildiri­
yorlardı.
Burada, şehrimiz insanlarının içinde bunca za­
mandır yaşayan ayrılık duygusunun ne halde olduğu­
nu tahmin etmenin kolaylığı anlaşılacaktır, Gün bo­
yunca, şehre giren trenler çıkanlardan daha az kala­
balık değildi. İki haftalık bekleme devresi içinde, son
dakikada vilâyet kararının iptal edileceği korkusiyle
herkes yerlerini öncedbn ayırtmıştı. Şehre yaklaşmış
bulunan yolcuların çoğu endişelerinden gene de ta­
mamen sıyrılmış değillerdi. Çünkü kendilerini yakın­
dan ilgilendiren insanın âkıbetini biliyorlarsa da, öte­
ki insanların ne halde olduklarını ve şehrin nasıl kor­
ku verici bir yüzle karşılarına çıkacağını kestirebilı-
yorlardı. Fakat bu çeşit düşünceler, ancak geçip gi-

296
den bu zaman boyunca ihtiras ateşinde yanmamış,
olanlar için ileri sürülebilirdi.
İhtiras ateşinde yananlar kendilerini sabit fikir­
lerine kaptırmışlardı. Onlar için değişmiş tek şey var­
dı : Sürgünlerinin devamınca, bir an önce geçip sona
ermesi için iterek hızlandırmak istedikleri bu zamanın
şimdi şehre yaklaşan trenlerin hızlarını azaltmaya
başladıkları anda yavaşlamasını ve bir noktada dur­
masını diliyorlardı. İçlerindeki o hem belirsiz ve hem
kuvvetli aşkları için bütün bu ayların kaybolup gittiği
duygusu mutluluk devrinin, bir çeşit tâviz olarak, bek­
leme devrine oranla iki kat daha ağır bir akışla geç­
mesi gerektiğini onlara hissettiriyordu. Bir odada ve­
ya istasyonda, Rambert gibi, aylardan beri karısının
geleceği haberini alıp ona bir an önce kavuşmak için
bütün gücünü harcayan kimseler de. aynı sabırsızlık,
aynı şaşkınlık içindeydiler. Çünkü, veba salgınında
geçen ayların sonunda soyutlaşan bir aşk ve şefkat
duygusuyla Rambert, kendisi için hayat desteği olan
insanla karşı karşıya geleceği anı için için titreyerek
bekliyordu.
Salgının başlangıcında, bir hamlede şehrin dışı­
na fırlayıp sevdiğine doğru atılmaya çalışan o insan
gibi olmak isterdi şimdi. Ama artık bunun mümkün
olmadığını biliyordu. Değişmişti, veba, onda bütün
kuvvetiyle inkâr etmeye çalışsa da, gene de şiddetli
bir azap halinde sürüp giden bir kayıtsızlık yaratmış­
tı. Bir bakıma o salgının beklenmedik bir zamanda
sona erdiğini hissediyordu. Duygularını hazırlayacak
vakit bulamamıştı. Mutluluk olanca hızıyla geliyor,
olaylar bekleyiş, devrindekinden daha çabuk gelişi-,
yordu. Rambert. her şeyin bir anda kendisine geri ve­
rileceğini ve sevincin, lezzeti anlaşılmayan bir yanıp
tutuşma olduğunu anlıyordu.

297
Ötekiler de, farkında olarak veya olmayarak,
onun gibiydiler. Burada onların hepsinden söz etmek
gerek. Kişisel hayatlarının yeniden başladığı bu garın
içinde birbirlerine göz kırparak, birbirlerine gülümse­
yerek toplum hayatı içinde olduklannı hissediyorlardı.
Fakat içlerindeki sürgünlük duygusu, trenin dumanını
görür görmez, sersemletici ve belirsiz bir sevinç yağ­
muru altında bir anda sönüverdi. Tren durunca, çoğu
aynı garda başlamış o bitmeyecek sanılan ayrılıklar,
canlı biçimlerinin bile nasıl olduğu unutulan, vücutla­
ra, kollara aşırı bir hasislikle sarıldığı an sona erdi.
Rambert, kendisine doğru koşan insan şeklini
görmeğe vakit bile bulamadı, o şimdi göğsünün üs­
tünde çırpınıyordu. Onu kollarının bütün kuvvetiyle
tutup sadece âşinâsı olduğu saçlarını görebildiği bu
başı kendi vücuduna yapıştırırken, şimdiki mutlulu­
ğundan mı, yoksa uzun zamandır devam eden bir
acıdan mı nerden geldiğini bilmeksizin, gözlerinden
yaşlar boşanmaya başladı. Hiç değilse bu gözyaşları
şu anda omuzunun çukuruna sığınmış bu yüzün bun­
ca zamandır hayallerinde yaşattığı insana mı yoksa
bir yabancıya mı ait olduğunu anlamasına engel olu-
yordû. Şüphesinin doğru olup olmadığını ilerde öğre­
necekti ancak. Şimdiki bütün etrafındakiler gibi o da
vebanın insanların kalplerinde bir değişiklik yapmadan
geçip gidebileceğine inanıyormuş gibi davranıyordu.
Birbirlerine yapışmış olan bütün bu insanlar, gö­
rünürde vebaya karşı bir zafer elde etmiş olmanın
sevinciyle, dünyanın geri kalan her şeyine gözlerini
kapayarak; her çeşit yoksulluğu, onlarla aynı trende
gelip de kendilerini bekleyen kimse bulamayanları,
uzun süren bir sessizliğin kalplerinde doğurduğu en­
dişelerin doğruluğunu evlerine gidince anlayacak
olanları unutarak kendi yuvalarına döndüler. Şimdi

298
taptaze .acılarıyla başbaşa kalanlar şu anda kaybe­
dilen bir varlığın anısına kendilerini vakfedenler ise,
olayları tamamen başka türlü karşılıyorlardı. Ayrılık
duygusu onlarda en yüce noktasına erişmişti. Anne,
eş, sevgili .olan bu insanlar için, bütün sevinçler, ger
nel bir çukura atılmış veya bir kül yığını haline gelmiş
yakınlariyle birlikte yitirilmişti. Veba onlar için hâlâ
yaşıyordu, hâlâ devam ediyordu.
Ama bu yalnızları düşünen kim vardı? Öğleyin,
sabahtan beri savaştığı soğuk esintileri alt etmeyi
başaran güneş, şehrin üstüne, durgun ışıklarını, ara­
lıksız, boşaltmaya başladı. Şehir bir karar gününü
yaşıyordu. Kalenin topları dağların tepesinden durup
dinlenrbeksizin kıpırtısız göğe doğru gümbürdemek-
teydi. Bütün şehir ıstırap devrinin sona erdiği ve
unutma devrinin daha başlamadığı bu anı kutlamak
için sokaklara boşalmıştı.
Bütün meydanlarda dans ediliyordu. Hemen o
günden itibaren, şehirde taşıtların gidiş gelişleri far-
kedilir derecede artmıştı. Sayıları artan otomobiller
tıklım tıklım dolu sokaklardan zorlukla geçebiliyordu.
Şehrin bütün çanları öğleden akşama kadar çalıp
durdu. Çınlayışları, mavili, yıldızlı gökyüzünde yayılı­
yordu. Kiliselerde de şükran duaları tertip edilmişti.
Aynı zamanda eğlence yerleri de ağzına kadar do­
luydu. Kahveler, ilerisini düşünmeden, son içkilerini
müşterilerine dağıtıyordu. Tezgâhların önünde biriken
kalabalık arasında, hepsi de aynı derecede heyecanlı
insanlar birbirleriyle itişiyordu. Başkalarının kendile­
rini seyretmesini umursamayan birçok çift sarmaş
dolaş olmuştu. Herkes bağırışıyor, gülüşüyordu. Ge­
çen aylar boyunca biriktirip ruhlarını bekçi olarak
önüne diktikleri yaşama sevgisini, bugün, sanki ölüm­
den kurtardıkları bir günmüş gibi harcıyorlardı. Ertesi

299
. gün hayatin kendisi, bütün alınması gereken tedbir­
leriyle birlikte yeniden başlayacaktı. Şimdiki halde çe­
şitli tabakalardan insanlar dirsek dirseğe oturuyor­
lar, birbirleriyle kaynaşıyorlardı. Olum karşısında ger­
çekleştirilmeyen eşitlik, kurtuluşun sevinci ile hiç de­
ğilse birkaç saatliğine gerçekleşiyordu.
Fakat her şey bayağı coşkunluklardan ibaret de­
ğildi. Akşam üstüne doğru, Rambert'in yanısıra so­
kakları dolduranlar en hassas mutlulukların durgun
tavrını takınmış insanlardı. Pek çok çift, pek çok aile,
huzur içinde bir gezintiye çıkmış insanlar gibiydiler.
Doğrusu, içlerinden çoğu, ıstıraplı anlar geçir­
dikleri yerlere doğru hissi bir tavafa çıkmış gibiydiler.
Yeni gelenlere vebanın gizli ve açık işaretlerini, bı­
raktığı izleri göstermek istiyorlardı. Bazı hallerde, çok
şeyler görüp yaşamış, vebayla haşır neşir olmuş bir
kılavuz olmakla yetiniyorlar, korkularını hatırlarına ge­
tirmeksizin hastalığın tehlikesinden bahsediyorlardı.
Bu çeşit sevinçlerin kimseye zararı yoktu. Fakat bo­
zan da bu gezintiler insanı ürperten bir hal alıyor,
örneğin kendini anılarının tatlı üzüntüsüne kaptıran
bir âşığın sevgilisine: «İşte sepi burada arzulamıştım,
ama o zaman sen yanımda değildin» dediği oluyordu.
Bu çeşit duygu ve ihtiras gezginleri birbirlerini
tanıyorlardı. Yol aldıkları genel kargaşalık içinde fı­
sıltı ve itiraflardan kurulu bir adacık gibiydiler. Çün­
kü kendilerinden geçmiş, özene bezene süslenmiş,
konuşmaya susamış bu çiftler, kargaşalık arasında,
mutluluğun verdiği bir haksızlık ve zafer duygusuyla,
vebanın bittiğini, dehşet devrinin* sona erdiğini her
halleriyle belli etmek istiyorlardı.
Bir insanın ölümünün bir sineğin ölümünden fark­
sız olduğu bir çılgınlık dünyasında yaşadığımız; bu
hesaplı vahşetler ve ölçülü delilikleri; insanda kor-

500
kunç bir hürriyet isteği duyuran bu hapsedilişi; ölü­
mün öldüremediklerinin üzerine sinen kokusunu, ni­
hayet her gün bir kısmının fırın ağızlarında yığın yı­
ğın birikip yağlı dumanlar halinde havaya karıştıkları,
başkalarının ise sıralarının gelmesini bekledikleri, ser­
seme dönmüş bir topluluk olduğumuzu, gözle görülen
bu gerçeklere rağmen inkâr etmek istiyorlardı.
O gün, öğleden sonra, çan sesleri, top gürültü­
leri, müzik ve sağır edici bağırışmalar arasında, ke­
nar mahalleye doğru yoluna devam eden doktorun
gözünden kaçmayan şey işte buydu. Onun işi ise hep
sürüp gidiyordu. Hastalar için tatil diye bir şey yoktu.
Şehre doğru uzanan o incecik güzel ışıkta, anasonlu
içki ve yanmış et kokuları yükseliyordu. Dört yanın­
da gülen insanların yüzleri göğe doğru dönüktü. Er­
kekler ve kadınlar arzunun doğurduğu bir sinirlilik ve
bağrışmayla, yüzleri alev gibi yanarak Jjirbifferine
sarılıyorlardı. Evet, korku ile birlikte veba da bitmiş­
ti. Bu düğümlenen kollar vebanın, kelimenin tam an-
lamıyle sürgün edildiğini ve.buradan ayrıldığını anla­
tıyordu.
İlk defa olarak, Rieux, aylardan beri gççip dönen
her insanın yüzünde okuduğu bu aile havasına bir öd
verebiliyordu. Çevresine bakmak yeterdi bunun için.
Yoksulluk ve yoksunluklar içinde vebadan kurtulan
bütün bu insanlar, uzun zamandan beri oynadıkları
rolün kılıklarını artık iyice benimsemişlerdi. İlkin yüz­
leri, sonra elbiseleri ile uzak vatanlarından ayrı düş­
müş birer sürgünü hatırlatıyordu. Veba yüzünden şe­
hir kapılarının kapandığı andan sonra ayrı bir hayatın
içinde yaşamışlar, her şeyi unutturan bu insan sıcak­
lığından uzak kalmışlardı. Derece derece şehrin bü­
tün köşelerinde, bu kadınlarla erkekler, herkes için
aynı olmayan, fakat herkes için imkânsız bir buluş­

301
mayı arzuyla beklemişlerdi. Çoğu, bütün kuvvetiyle
yanlarında bulunmayan bir sevgiliye, bir vücudun sı­
caklığına. bir aşka veya bir alışkanlığa doğru seslen­
mişti. Bazıları, kendileri de farkında olmadan insanca
dostluklarının dışında kalmaktan, onlara vapurlar,
trenler, mektuplar gibi alışılmış dostluk araçlarıyla
kavuşmamaktan dolayı ıstırap çekmişlerdi Tarrou gi­
bi, sayıları pek az olanlar ise, ne olduğunu kendileri­
nin rlr açıklayamayacakları fakat tek arzu ettikleri
şey olan bir buluşmanın özlemini duymuşlardı. Baş­
ka bir ad bulamadıkları için bekledikleri şeye huzur
adını vermişlerdi.
Rıeux, hep yoluna devam ediyordu, ilerledikçe,
çevresindeki kalabalık daha yoğunlaşıyor gürültü bir
kat daha artıyor ve varmak istediği kenar mahalleler
daha da uzaklaşıyor gibiydi. Bir bakıma kendi çığlığı
olduğunu gittikçe daha iyi anlamaya başladığı bir
çığlıkla uluyan bu koskoca vücut, yavaş yavaş kendi
içinde çöküyordu. Evet hepsi, güç bir tatil devresini,
tedavisi olmayan bir sürgünü, asla yatıştırılmayan bir
susuzluğu, hem ruhlarında, hem vücutlarında birlikte
duymuşlar, yaşamışlardı. Bu ölü yığınları, hasta ara­
balarının sesleri, kader denilen şeyin uyarmaları, kor­
kunun inatçı tepinmeleri ve kalplerindeki müthiş is­
yan duygusu içinde kendi gerçek vatanlarına kavuş­
maları gerektiğini boyuna onlara tekrarlayan, dehşet
içindeki bu insanları'boyuna dürtükleyen bir fısıltıyı
hep duyagelmişlerdi. Onlar için gerçek hayat bu bo­
ğulmuş şehrin duvarlarının dışındaydı. Tepelerdeki
kokulu çalılıklarda, denizdeydi, hür ülkeler ve aşkın
ağırlığı... Mutluluğa dönmek, ondan başka ne varsa
hepsini geride bırakmak gerekliydi.
Bu sürgün ve bu buluşma arzusunun ne gibi bir
anlam taşıyabileceğine gelince; Rieux bilmiyordu bu­

302
nu. Yürüye yürüye. şimdi daha az kalabalık sokaklara
varmıştı. Bütün bu olup biten şeylerin bir anlamı bu­
lunup bulunmayışının hiç de önemli olmadığını düşü­
nüyordu. Sadece, bunun insanların umutlarını karşı-
loyıp karşılamadığına bakmak gerekiyordu.
Umutlarına kavuşanları şimdi daha iyi farkedi-
yor ve bunu hemen hemen tenha ilk kenar sokaklar­
da daha iyi görüyordu. Sadece, ellerinde olanı isteyen,
yani evlerine dönmekten başka bir şey arzulamıyan-
lar ödüllendirilmişlerdi. Gene de içlerinde, beklediği
insan gelmediği için, şehir sokaklarında tek başına
âvâre âvâre dolaşanlar da vardı. Salgından önce aşk­
larını bir hamlede kuramayıp yıllar boyunca devam
eden hararetli cabalar sonunda birbirine düşman iki
insan arasında ancak yaratılabilmiş bir aşktan iki
defa ayrılmamış olanlar mut'- kişilerdi. Bunlar da
Rıeux gibi her şeyi zamana b'rakmak halıllığinde bu­
lunmuşlar, ama s e v ile rin d e n ebediyen ayrılmışlar­
dı. Fakat daha, bir sabah kendisine . «cesaret, haklı
olmak zamanı geldi» diyerek ayrıldığı Rambert g.b,
leri, kaybettiklerini sandıkları varlıklara tereddütsüz
bir şekilde kavuşmuşlardı. Hic değilse bir zaman sü­
resince mutlu olacaklardı. Şimdi onlar, daima arzula­
nıp bazan da elde edilen bir şey varsa, onun, insan
sevgisi olduğunu biliyorlardı. Hayal bile edemedik­
leri, insanoğlunun imkânlarını aşan bazı şeyleri bek­
leyenlerse hiçbir şey elde edememişlerdi. Tarrou,
üzerinde o kadar çok durduğu, varılması zor huzura
artık kavuşmuşa benziyordu, ama buna ancak ölüm­
de ve hiçbir işine yaramıyacağ. bir zamanda kavuşa-
bilmişti. Bunun tam tersi olarak, Rieux, evlerin eşik­
lerinde, üzerlerine düşen ışık altoda birbirlerine olan­
ca kuvvetleriyle sarılmış, kend.ierinden geçmiş, bir­
birlerini seyreden insanları görüyorsa, bunun sebebi

303
bu insanların sadece elde edilmesi mümkün bir şeyi
arzulamaları ve bunu elde etmelerindendi. Rieux,
Grand’la Cottard'ın oturdukları sokağa saparken, se­
vinç duygusunun insanla, onun müthiş ve zavallı aş­
kıyla yetinenleri, arasıra bulup ödüllendirdiğini dü­
şünmenin yanlış bir şey olmadığı yargısına varıyordu.

304
Bu hikâye artık sona eriyor... Yazarın, Doktor
Bernard Rieux olduğunu açıklamanın zamanıdır. Fa­
kat son olayları onlotmadan, ortaya çıkarılmasının
mazur görülmesini, hiç değilse kendisinin tarafsız bir
tanıktan başka bir şey olmak istemediğinin bilinme­
sini gerekli bulur. Vebanın devamınca işi yüzünden
hemşerılerinin çoğu ile temas edebilmiş ve onların
duygularını toployabılmiştır. Demek kı onun, gördük­
lerini ve duyduklarım anlatabilecek bir durumda ol­
duğu anlaşılıyor Fakat, o bu işi mümkün olan bir ağır
başlılıkla yapmak istemiştir. Genel olarak, gördekle­
rinden fazlasını nakletmemeye özel olarak dikkat et­
miş, salgın sırasında, kurmak zorunda olmadıkları dü­
şünceleri hemşerilerine mal etmemiş, sadece felâke­
tin veya rastlantının elleri arasına koyduğu belgeler­
den yararlanmıştır.
Cinayete benzer bir şeyi gözleriyle görmek zo­
runda kalmış, iyi niyet sahibi bir tanıktan beklenece­
ği gibi, ihtiyatlı bir dil kullanmıştır. Fakat aynı zaman­
da da. dürüst bir kalbin gerektirdiği koşullara uyarak
kesin bir surette kurbanların tarafını tutmuş ve hem-
şerilerinin hissettikleri şeylerde aşkta, acıda ve sür­
günde onların yanında yer almıştı. Böylece, şehir in­
sanlarıyla paylaşamadığı tek bir acı yoktur, onların
bütün durumlarını yakından görmüştür. "*
Güvenilir bir şahit olabilmek için. özell^ne oiay
ları. belgeleri ve söylentileri nakletmek gerekildi. Fa-

VEBA F . : 20/30Ö
kat şahsen anlatabileceği şeyler, kendi başından ge­
cenler konusunda sessizliği muhafaza etmesi daha
doğrudur. Eğer o bunlardan da yer yer yararlanmak­
tan kaçınmadıysa, bunu vatandaşlarını daha iyi anla­
mak ve anlatabilmek, onların, çoğu zaman belirsiz
şekilde duygularına mümkün olduğu kadar açık bir
anlam verebilmek için yapmıştı. Doğrusu ya, bu zo­
runlu çaba ona fazla bir şeye mal olmuş değildir.
Binlerce vebalının sesine kendi itiraflarını katmak sı­
rası ge1 e, başkalarının acısına karışmamış tek bir
acının une bulunmadığını ve yeryüzünde tek bir insa­
nı içine alan bir ıstırap görülürse, bunun bir imtiyaz
sayılması gerektiğini düşünmüştür. Böylece o, her­
kesin odına konuşmak zorunda olduğunu anlamıştır.
Fakat vatandaşlarımız arasında hiç değilse biri
vardı ki. Rieux, onun adına konuşamazdı. Bu, bir gün
Tarrou’nun kendisi hakkında şu sözleri söylediği
cdamdı : «Onun işlediği biricik cinayet, kalbinin de­
rinliğinde, çocukları ve insanları öldüren bir şeyi doğ­
ru saymasıdır. Geri kalan her şeyde onu anlıyorum,
ama bunda onu mazur görmemek zorundayım.» Bu
hikâyenin de insanlardan uzak bir kalp taşıyan, yani
yalnız bir insan olan o kişiden bahsederek bitmesi
doğru olur.
Bayramın, kulak patlatıcı gürültüleri ile çınlayan
büyük sokaklardan uzaklaşıp da tam Grand'la Cot-
tard'ın oturdukları sokağa sapmak üzereyken Doktor
Rieux’yü bir polis kordonu çeviriverdi. Bunu hiç bek­
lemiyordu. Bayramın uzaktan gelen uğultusu mahal­
leye tamamen sessiz bir görünüş vermişti, bu sessiz­
liğe bakınca, mahalle boş sanılıyordu. Cebinden kim­
liğini çıkardı.
Polis :

306
— İmkânsız doktor, dedi. İnsanlara ateş eden bir
deli var. Ama burada durun, bize yardımınız dokuna­
bilir.
O anda Rieux, Grand'ın kendisine doğru geldiği­
ni gördü. Grand da bir şey bilmiyordu. Onun da geç­
mesine engel olmuşlardı, oturduğu evden dışarıya si­
lâh atıldığını öğrenmişti. Evin, kuvvetsiz bol bir gü­
neşle yaldızlanmış ön cephesi uzaktan görülebiliyor­
du. Evin etrafından karşıki kaldırıma kadar bir alan
bomboş bırakılmıştı. Şosenin ortasındaki bir şapka
ile pis bir kumaş parçası açıkça belli oluyordu. Rieux
ile Grand'ın ilerlemelerine engel olan poîfe kordonuna
paralel olarak bir polis kordonu daha görülüyor, onla­
rın arkasından bazı mahalle insanlarının acele Qcele
gelip geçtikleri farkediliyordu. Dikkatle bakınca, evin
karşısına düşen bir binanın kapılarına saklanmış elle­
ri tabancalı polisleri de farkettiler. Evin bütün pan-
curları örtüktü. İkinci kattaki pancurlardan biri yarı
açılmıştı. Sokakta tam bir sessizlik vardı. Yalnız, şeh­
rin göbeğinden gelen parça parça müzik sesleri, bü­
roya kadar erişmekteydi.
6u sırada, evin karşısındaki binalardan iki el Si­
lâh atıldı ve kurşunlar, kırılmış pancuru yerinde oy­
nattı. Sorara sessizlik yeniden çöktü. Günün kargaşa­
lığından sonra olup biten şeyler Rieux’ye biraz ger­
çek dışı geliyordu.
Birden. Grand telâş içinde:
— Cottard’ın penceresi bu... dedi.
Ama Cottard ortadan kaybolmuştu.
Rieux, polise:
— Niye ateş ediliyor? diye sordu.
— Şimdilik onu oyalıyorlar, gerekli malzemeyi
getirecek arabayı bekliyorlar, çünkü herif, binanın
kapısından girmek isteyenlere ateş ediyor Bir polis
bu yuzae' vuruldu zaten
— Niye ateş ediyor?
— Kimse bilmiyor bunu. Millet sokakta eğleni­
yordu. ilk silâh sesinde ne olduğu anlaşılmadı. İkin­
cisinde çığlıklar başladı, biri yaralandı, millet de ka­
çıştı. Delinin biri olmalı!
Çöken sessizlik içinde dakikalar geçmek bilmi­
yordu. Birden, caddenin öteki ucundan bir köpeğin
dikiverdiğini gördüler. Bu. Rieux'nün uzun zaman-
danberi ilk gördüğü, sarkık kulaklı, Ispanyol cinsi pis
bir köpekti. Herhalde sahipleri onu bugüne kadar
saklamışlardı: Duvarların dibinde ilerliyordu. Kapıya
varınca tereddüt etti, arka ayakları üstüne çöktü, pi­
relerini temizlemek için geri döndü. Polisler ıslıklo
onu çağırdılar. Başını dikti, yavaş yavaş şoseden ge­
çip şapkayı koklamaya gitti. Aynı anda ikinci kotton.
b<r tabancanın patlamasıyla, köpeğin kendi etrofında
dönmesi bir oldu, ayaklarını şiddetle oynattı, uzun tit­
remelerle yerinden kalkmak için çırpındı Karşılık ola­
rak, karşı kapılardan gelen beş altı tabanca sesi,
pancuru kınntı haline getirdi. Sessizlik yeniden çök­
tü ortalığa. Güneş biraz dönmüş ve Cottard ır pen­
ceresi gölgeye girmeye başlamıştı. Doktorun ardında
bir arabanın fren gıcırtışı duyuldu.
P olis:
— İşte geldi, dedi.
Polisler, sırtlarına ipler, bir merdiven, gazlı bez­
lerle sarılmış iki uzunca paket yüklendiler. Grand'ın
oturduğu evin karşısına düşen evlerin arkasındaki
sokağa daldılar. Bir dakika sonra bu evlerin kapıla­
rında bir hareket başladığı farkedildi. Sonra herkes
beklemeye başladı. Köpek artık kıpırdamıyor, koyu­
laşmış bir ışık altında yatıyordu.
Birdenbire, polis memurlarının işgal ettikleri evin
pencerelerinin birinden bir hafif makineli ateşe boş-

308
lodı. Ateş boyunca nişon alınan pancur tam anlamıy­
la delik deşik oldu. Rieux ile Grand'ın, oldukları yer­
den farkedemedikleri siyah bir yüz meydana çıktı.
Ateş durunca daha uzaktaki başka bir evden, zıt bir
açıdan yeni bir hafif makineli işlemeye başladı. Kur­
şunlar, tuğlaları parçaladığına göre, pencerenin ca­
mından da içeri giriyor olmalıydı. O sırada, üç polis
koşa koşa şoseyi aştılar ve evin giriş kapısına sığın­
dılar. Gene hemen o anda üç kişi daha o yana atıldı,
ardından makinelinin ateşi de durdu. Biraz daha bek­
lediler. Evin içinden, uzaktan gelen iki patlama du­
yuldu. Sonra kalabalıktan' bir uğultu yükseldi, evin ka­
pısından, sürüklenmekten çok taşınırcasına, durma­
dan bağırıp çağırmakta olan, gömlekli ufacık bir ada­
mın çıkarıldığını gördüler. Bir mucize olmuş gibi, cad­
deye bakan bütün kapalı pancurlar bir anda açılıver-
di, pencereler meraklılarla doldu. Kapılardan insanlar
sürü sürü çıkıp polis kordonlarının arkasında biriki­
yorlardı. Bir an sonra, nihayet ayakları yere değen
polisler tarafından elleri arkasında sıkı sıkı tutulan
ufacık bir odamın şosenin ortasından yürüdüğü gö­
rüldü. Boyuna bağırıyordu. Bir polis, yanına yaklaştı,
dikkat ve itina ile. yumruklarının olanca kuvvetini top­
layarak ona iki defa vurdu.
Grand :
— Bu Cottard, diye mırıldandı. Çıldırmış.
Cottard yere düşmüştü. Bu defa polisin, yerde
yatan insan külçesine bütün hızıyla bir tekme yapış­
tırdığı görüldü.
Sonra, karma karışık bir insan kümesi dalgalandı,
doktorla yaşlı dostuna doğru ilerledi.
Polis memuru :
— Dağılın! diye bağırdı.

309
\
Rieux, grup önünden geçerken başını öteye çe­
virdi.
Grand’la doktor, akşamın ilk karanlığı içinde iler­
lemeye başladılar. Olay mahallenin kendini kaptırdığı
derin uykuyu sarsmış gibiydi. Arka sokaklar, yeniden,
sevinçli bir kalabalığın uğultusuyla inlemeye başladı.
Evin önünde Grand, doktora veda etti. Gece çalışa­
caktı. Tam odasına çıkacağı sırada, Jeanne'a mek­
tup yazdığını, artık içinin rahat olduğunu söyledi.
Sonra da cümlesine yeniden başlamıştı. «Bütün sı­
fatları kaldırdım» diyordu.
Kurnazca bir gülümseyişle şapkasını çıkarıp onu
merasimli bir tavırla selâmladı. Rieux, ihtiyar astım­
lının evine doğru giderken Cottard’ı düşünüyordu. Yü­
züne inen yumrukların duygusuz gürültüsü ardından
gelir gibiydi. Suçlu bir insanı düşünmek, ölmüş bir
insanı düşünmekten galiba daha güçtü.
Rieux, ihtiyar hastasının evine vardığında gece
bütün gökyüzünü kaplamıştı. Odanın içinde, hürriye­
tin uzaklardan gelen uğultusunu duymak mümkündü.
İhtiyar adam ise hep aynı sevinç içinde bezelyelerini
kaptan kaba aktarmaya uğraşıyordu.
— Eğlenmeye hakları var, diyordu, bir dünyada
her şeye ihtiyaç var. Ya sizin meslekdaşınız, doktor,
ne âlemde o?
Bir patlama duydular, ama tehlikeli bir gürültü
değildi bu, çocuklar kestane fişeği patlatıyorlardı.
Hastanın, hırıldayan göğsünü dinleyen doktor:
— Öldü, dedi.
Biraz şaşıran ihtiyar adam :
— Ah! dedi.
Rieux:
— Vebadan, diye ilâve etti.
Bir an sustuktan sonra, ihtiyar:

310
— Evet, diye tasdik etti, zaten her zaman en iyi­
ler gider. Hep böyledir. Ama o, ne istediğini bilen bir
adamdı.
Stetoskopunu yerleştiren doktor.
— Bunu niye söylüyorsunuz? dedi.
— Bir şey için değil. O. boş sözler söylemek için
konuşmazdı. Kısacası, benim hoşuma gidiyordu. Ama
hep böyledir zaten. Bazıları: «Bu vebadır, biz bir ve­
ba salgını geçirdik» diyorlat Azıcık bir şey için ne-
redeyso kendilerine madalya serilmesini isteyecekler.
Ama veba ne demek oluyor zaten. Bu hayatın ta
kendisi, başka bir şey değil.
— Fumigasyonlarınızı muntazaman yapmaya de­
vam edin.
— Oh! Hiç merak etmeyin. Daha önümde çok
zamanım var, hepsinin ölümlerini göreceğim. Yaşa­
masını bilirim ben.
Uzaktan gelen sevinç uğultuları ona karşılık ver­
di. Doktor, odanın ortasında durmuştu.
— Taraçaya çıksam sizi rahatsız eder miyim?
dedi.
— Ne münasebet, onları tepeden seyretmek is­
tiyorsunuz değil mi? Nasıl isterseniz. Ama insanlar
eskiden nasılsalar gene öyledirler.
Rieux, merdivene doğru yürüdü.
— Söylesenize doktor, vebadan ölenler için bir
anıt yaptırılacağı doğru mu?
— Gazete öyle diyor. Bir dikili taş veya bir ma­
deni plâka...
— Bunu bekliyordum zaten. Elbet söylevler de
çekilir!
İhtiyar, boğulurcasına gülüyordu:

311
— Onların «Ölülerimiz...» diye bağrışmalarını
buradan duyuyorum, sonra da gider ziftlenirler...
Rieux, merdivenleri tırmanmaya başlamıştı bile.
Büyük, soğuk gökyüzü, evlerin üzerinde parıldıyor,
tepelerin yakınlarında yıldızlar çakmaktaşları gibi
sertleşiyordu. Bu gece. Tarrou’yla birlikte vebayı
unutmak için bu taraçaya geldikleri geceden o kadar
farklı değildi. Ama bugün, deniz, kayalıkların dibinde
o günküden daha çarpıntılıydı. Hava durgun ve ha­
fifti. sonbaharın ılık rüzgârının getirdiği tuz kokulu
esintiler yoktu. Şehrin uğultusu taraçanın ayaklannı
bir dalga gürültüsü ile dövmekteydi. Ama bu gece bir
ihtilâl gecesi değil, bir kurtuluş.gecesiydi. Uzakta, si­
yah bir kırmızılık, bulvarların yerini ve aydınlatılmış
meydanları belli ediyordu. Artık serbestliğine kavuş­
muş gecenin içinde, arzu kösteklerinden kurtulmuştu.
Rieux'ye kadar geten onun homurtularıydı.
Karanlık limandan, mutluluğun resmî işareti olan
ilk havai fişekler göğe doğru yükseldi. Şehir, onları
uzun ve sağır edici bir gürültüyle selâmladı. Cottard,
Tarrou, Rieux'nün sevdiği ve kaybettiği kadınlar, er­
kekler ister ölü, ister suçlu olsunlar, hepsi hepsi unu­
tulmuşlardı. İhtiyarın hakkı vardı, insanlar değişme­
mişlerdi. Bu, onların gücü ve suçsuzluğuydu. Bu nok­
tada, bütün acılarını aşarak Rieux de onlarla birleş­
tiğini duyuyordu. Kuvveti ve devamlılığı artarak tara-
çanın ayaklarına gelip uzun uzun yansıyan çığlıkların
ortasında, sayısı gittikçe daha da çoğalarak göğe
yükselen rengârenk demetlere bakarken Rieux sona
eren bu hikâyeyi yazmayı ilk olarak burada düşün­
müştü. Susanlardan biri olmamak, bütün bu vebali'
ların lehine tanıklık etmek, onlara karşı gösterilen
şiddetin ve haksızlığın hiç değilse bir anısını bıraka­
bilmek; sadece, felâketlerin içinde öğrenilen bir ş p '/ î

312
söyleyebilmek için bunu yapmalıydı: Kişioğlunda hor
görülecek . şeylerden çok hayran kalınacak şeyler
vardı.
Ama bu yazılanların, son zaferi anlatmadığını da
biliyordu. Bunlar, kendisinin yerine getirdiği bir şeyin
ifadesi olmaktan öteye gidemiyecek ve o bunu deh­
şete ve onun yorulmak bilmez silâhına karşı, insan­
ların kişisel ıstıraplarına rağmen, ermiş olamayan, fa­
kat felâketlere boyun eğmeyi de kabul etmiyerek,
sadece birer hekim olmak zorunda kalan insanların
bir ifadesi diye bırakacaktı.
Şehirden yükselen coşkun sevinç seslerini din­
lerken, Rieux, bu sevincin her zaman bir tehdit al­
tında bulunacağını düşünüyordu. Çünkü kendini se­
vince kaptırmış halkın bir şeyden haberi olmadığını
ve kitaplarda okunduğu gibi, veba mikrobunun ne
öldüğünü, ne de kaybolduğunu; sayısız yıllar boyunca
mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya dalabileceğini,
odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendil'erde, es­
ki kâğıtlarda sabırla bekleyebileceğini ve zamanı ge­
lince bir gün insanları yola getirmek ve felâketlerine
sebep olmak için vebanın farelerini uykularından kal­
dırıp, mutlu bir şehre ölmeye gönderebileceğini bili­
yordu.

313
SABAH
Nobel, dünyanın en büyük edebiyat olayıdır.
£
Nobel Edebiyat Ödülüne ancak zirvedekiler erişir.
Bu nedenle Nobel Ödülünü kazanmak
bir edebiyatçı için büyük onur kaynağıdır.
SABAII, şimdi de Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırılmış
zirvedeki yazarların en ünlü eserlerini,
kendisini zirveye ulaştıran okurlarına kazandırıyor.

Türk Basınının lideri SABAH,


Oxford, Phaidon ve Meydan Larousse’dan sonra şimdi de
Nobel Dizisi ile kültür ve sanat hayatımızın
zenginleşmesine katkıda bulunmaktan mutludur.

CF.M OFSI-. I A Ş 'f f V 'J .»«

gazetesinin okurlarına armağanıdır.


SABAH
Nobel, dünyanın en büyük edebiyat olayıdır.
Nobel Edebiyat ( İdülüne ancak zirvedekiler erişir.
Bu nedenle Nobel Ödülünü kazanmak
bir edebiyatçı için büyük onur kaynağıdır.
SABAH, şimdi de Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırılmış
zirvedeki yazarların en ünlü eserlerini,
kendisini zirveye ulaştıran okurlarına kazandırıyor.

Türk Basınının lideri SABAH,


Oxford, Phaidon ve Meydan Larousse’dan sonra şimdi de
Nobel Dizisi ile kültür ve sanat hayatımızın
zenginleşmesine katkıda bulunmaktan mutludur.

SABAH gazetesinin okurlarına armağanıdır.

You might also like