Professional Documents
Culture Documents
Albert Camus - Veba
Albert Camus - Veba
VEBA
SABAH
VEBA
Rom an Dizisi : 3
V E B A / A. Camus
Çeviren : Oktay Akbal / Yayımlayan SAY Kitap
Pazarlama / Kapak: Derman Över / Baskı: Emre Ofset
Genel Dağıtım : SAY DAĞITIM, Nuruosmanlye Cad.
Türbedar Sok. 4/1 Cağaloğlu/İST. Tel. : 528 17 54
ALBERT CAMIIS
VEBA
Türkçesi
Oktay AKBAL
A ltın cı B a sım : A ralık 1985
Bir çeşit mahpusluğu başka çeşit bir
mahpuslukla düşünmek, gerçekte m r
olan herhangi bir şeyi gerçekte var
olmayan herhangi bir şeyle düşünmek
kadar akla yakındır.
DANTEL DE FOE
5
dirir. Pazarlarda satılığa çıkarılan bir bahardır bu. Ya
zın güneş o kupkuru evleri yakar, tutuşturur, duvar
ları gri bir külle örter; insanlar ancak kapalı pancur-
ların gölgelerine sığınarak yaşayabilirler. Sonbahar
da tersine, tam bir çamur deryasıdır ortalık. Güzel
günler ancak kışın görülür.
Bir şehri tanımanın en doğru yolu, oradaki in
sanların nasıl çalıştıklarını, nasıl seviştiklerini, nasıl
öldüklerini öğrenmektir. İklimin etkisinden mi bilmem,
bizim küçük şehrimizde bütün bunlar hep bir arada,
farkına varılmayan hep o değişen çarpıntılı bir hava
içinde yapılır. Yani insanlar sıkıntıdan bunalırlar, ye
ni alışkanlıklar edinmek için çabalar dururlar. Şeh
rimizin insanları pek çok çalışır. Tek hedef, zengin
olmaktır. En çok ticaretle ilgilenir, bu alanda didinir
ler, kendi deyimleriyle işlerini yürütürier. Tabiî, basit
sevinçlere de düşkünlükleri vardır. Kadınları, sinema
yı ve denizde banyolarını severler. Eğlenceye ancak
cumartesi akşamı ile pazar gününü ayırırlar, hafta
nın öteki günlerinde çok para kazanmaya bakarlar.
Akşamları işlerinden çıkınca ya belirli bir saatte kah
velerde buluşur, ya aynı bulvar boyunca dolaşmayc
koyulur, ya da balkonlarda keyfederler. En gençleri
nin istekleri şiddetli ve geçicidir, daha yaşlıların alış
kanlıkları «bcule» partileri, dost toplantıları ve kâğıt
ların talihine uyularak oynanan büyük oyunlardan öte
ye geçmez.
Bunların yalnız bizim şehrimize vergi olmadığı
günümüzde bütün şehirlerin az çok, anlattığımız şeh
re benzediği söylenebilir. İnsanların sabahtan akşama
kadar çalışıp çabalayıp sonra yaşamak için kendile
rine kalan zamanı kâğıt oyunları, kahvede oturmak
ve gevezelik etmekle harcadıklarını görmekten daha
tabiî bir şey yok şüphesiz. Fakat öyle şehirler de var
6
dır ki, orada yaşayan insanların ara sıra başka bir
şeyi de düşündükleri olur. Genellikle böyle olması
süregeldikleri hayatı pek değiştirmez. Yalnız onların
sürekli olarak yaşattıkları bir kuşkuları vardır. Oran
ise tersine, bütün görünür haliyle hiç bir kuşku olma
yan, yani tam anlamıyla modern bir şehirdir. Bizim
şehirde nasıl sevişildiğini saptamaya kalkışmak da
doğrusu gereksiz. Kadınlarla erkekler, ya kendilerini
bir aşka kaptırıp mahvederler, ya da uzun süren ikili
bir alışkanlığa kendilerini bırakırlar. Bu iki aşırılığın
çoğu defa ortası yoktur. Bu da o kadar görülmedik
şey değil. Başka taraflarda nasılsa Oran’da da za
man ve düşünce kıtlığından, insanlar nedenini bil
meksizin sevişmek zorundadırlar.
Şehrimizin en kendine vergi olan neden, ölmek
te karşılaşılan zorluktur. Zorluk, burada gereken söz
değil, onun yerine daha çok rahatsızlık demeli. Has
ta olmak ne olsa hoş bir şey değildir, ama öyle şe
hirler ve memleketler vardır ki kişiyi tek başına kal
sa kurtulamıyacağı bir hastalığa karşı korur, destek
ler. Bir hastaya şefkat gereklidir, hasta, bir şeye da
yanmak, güvenmek ister, bu da pek tabiîdir. Fakat
Oran'da iklimin sertliği, yapılan işlere çabuk batışı ve
zevklerin düzeyi, hepsi insandan güçlü bir sağlık is
ter. Burada bir hasta kendini adamakıllı tek başına
hisseder.
Büyük bir insan kitlesinin kahvelerde, telefon
larda ticari anlaşmalardan, konşimentolardan, Iskon
tolardan bahsedip durduğu sırada, sıcaktan çatırda
yan yüzlerce duvarın ardında, ölümün tuzağına düş
müş bir insanı gözönüne getirin. Modern bile olsa
bcylesine kupkuru bir şehirde çıkıp geliveren bir ölü
mün, huzur vermeyen bir durum olacağı bellidir.
7
Şu birkaç açıklama, şehrimiz konusunda yeteri
kadar fikir verebilir. Ama hiçbir şeyi olduğundan faz
la büyütmemeli. Belirtilmesi gereken, şehrin ve ora
da geçen hayatın tekdüze görünüşüdür, insan bazı
alışkanlıklar edinirse günlerini sıkıntısızca geçirebi
lir. Bu açıdan hayat şüphe yok ki pek çekici değil.
Ama hiç değilse bizde düzensizlik de yoktur. Açık
kalpli, sevimli ve hareketli halkımız yolcuların öte-
denberi takdirini kazanmıştır... Güzel manzarası,
ağacı, ruhu olmayan bu şehirde gene de dinlendirici
bir hal vardır. Örneğin, insan Oran'da güzel bir uyku
çekebilir. Şehrin eşi bulunmaz bir manzaraya hâkim
olduğunu, ışıklı tepelerle çevrili, ön tarafı güzel çizgi
lerle çizilmiş bir koya bakan çıplak bir yaylanın orta
sında kurulduğunu da eklemek gerek.
Yalnız, üzülecek nokta, şehrin bu koya sırtını
çevirerek kurulmuş Olmasıdır. Öyle ki isteyip arama
dan denizi farketmeniz mümkün değildir.
Buraya kadar, hiçbir şey hemşerilerimize o yılın
ilkbaharında geçecek olayları önceden tahmin etti
remezdi; bunlar, hikâyesini onlatacağımız kötü olay
lar serisinin ilk belirtileri olacaklardı. Bunlar bazıla
rına pek olağan, bazılarına da inanılmaz şeyler gibi
görünecek. Fakat hikâyeyi anlatan kişi, bu birbirini
tutmaz görüşlerle ilgilenmemelidir. Onun ödevi sa
dece «Bütün bunlar olup bitti» demektir; hele bu olay
ların gerçekten yaşandığını bütün halkın hayatını
altüst ettiğini, anlattığı.gerçekleri yürekten onaylaya
cak binlerce tanık bulunduğunu da bilirse...
Kaldı ki, yeri gelince kendisini tanıyacağınız hi-
kâyecinin anlatmak istediği bütün bu olaylara rast-
gele karış."»iş olması ve bir kısım tanıkların ifadele
rini rastlantı sonucu eline geçirmiş bulunmasında
kendine çıkarabileceği hiçbir gurur payı olamaz. Bu
8
yüzden tarihçilik yapmak yetkisini kendisinde bulu
yor. Herkes bilir ki amatör de olsa bir tarihçi sürekli
belgelere dayanacaktır. Bu hikâyenin anlatıcısının da
kendine göre belgeleri var: Önce kendisinin, sonra
başkalarının tanıklığı; çünkü bu hikâyeye karışmış
bütün insanların anlattıklarını toplamış ve ayrıca ba
zı yazılı belgeleri de elde etmeyi başarmıştır. Bu kay
naklara gerekli gördüğü zaman başvuracağını ve ön
leri istediği gibi kullanacağını bildirir. Ayrıca şunu da
ileri sürer ki... Fakat belki de birtakım açıklamaları
ve söz hünerbozlıklarını bırakıp hikâyeyi anlatmanın
zamanı gelmiştir, ilk günlere ait bazı ilişkiler üzerinde
inceden inceye durmamız gerekecek.
16 Nisan sabahı Doktor Bernard Rieux dairesin
den çıkarken merdiven sahanlığında bir fare leşine
çarptı. O anda bir şey düşünmeden hayvanı bir ke
nara itti, merdivenden indi. Fakat sokağa çıkınca, fa
renin oraya nereden gelebileceğini düşündü. Hemen
geriye dönüp kapıcıya haber verdi. İhtiyar Mösyö
Michel'in buna inanmadığını görünce bulduğu şeyin
ne kadar olağandışı bir şey olduğunu daha iyi anladı,
fare leşinin varlığı kendisine yalnızca acayip bir şey
olarak görünmüştü, halbuki kapıcı için bu bir facicıydı.
Kapıcının tavrı çok kesindi, evde fare yoktur diyordu.
Doktor ilk katın merdiven sahanlığında cansız bir fa
renin bulunduğuna onu inandırmaya çalıştı, ama
Mösyö Michel bildiğinden şaşmadı. Binada fare yok
tu, dışarıdan getirip bırakmış olabilirlerdi. Demek ki,
işin içinde bir şakcı vardı.
Aynı akşam Bernard Rieux, kendi katına çıkma
dan, sofada anahtarlarını ararken, karanlık koridorun
gerisinden tüyleri ıslanmış, yürüyüşü kararsız, koca
man bir farenin belirdiğini gördü. Hayvan ilkin den
gesini arıyormuş .gibi durakladı, sonra doktora doğ
ru yoluna devam etti, gene durdu, incecik bir çığlık
çıkararak devrildi. Aralık dudaklarından dört yana
kan sıçratarak yuvarlandı. Doktor bir an onu seyret
ti, sonra dairesine çıktı.
Fareyi düşündüğü yoktu doktorun. Bu sıçrayan
kan ona kendi derdini hatırlatmıştı. Bir yıldır hasta
10
olan karısı, ertesi gün dağda bir dinlenme yurduna
gidecekti. Karısını yatakta buldu, zaten kendisi de
böyle yapmasını tenbih etmişti. Yola çıkmanın yor
gunluğuna kendini hazırlıyordu. Karısı gülümseye
rek :
— Kendimi çok iyi hissediyorum, dedi.
Doktor, başucu lâmbasının ışığında kendinden
yana dönmüş olan bu yüze bakıyordu. Rieux için, otuz
yaşındaki bu yüz, hastalık izlerini taşımasına rağmen,
belki de her şeyin üstüne çıkan bu gülümseme yü
zünden, gençliğinin havasını taşıyordu.
— Uyuyabilirsen uyu, dedi doktor. Hemşire, saat
onbirde gelecek, sizi öğle trenine götüreceğim.
Nemli alnından hafifçe öptü. Karısının gülümse
mesi kapıya kadar onu geçirdi.
Ertesi 17 Nisan günü, saat sekizde kapıcı, dok
toru durdurarak, soğuk şakadan hoşlanan kimselerin
sofanın ortasına üç fare leşi bırakmış olduklarını bil
dirdi. Fareleri büyük kapanlarla yakalamış olmalıydı
lar, çünkü üçü de kan içindeydi. Kapıcı, fareleri ayak
larından tutarak sokak kapısının önünde bir süre dur
muş, suçluların acı alaylarla kendilerini e|e verecek
lerini ummuştu. Ama bir şey olmamıştı.
— Ah! keratalar, diyordu Mösyö Michel. Ne'yap
salar onları yakalayacağım.
Meraklanan Rieux, ziyaretlerine en yoksul has
talarının oturduğu dış mahallelerinden başlamaya ka
rar verdi. Çöpler daha geç saatlerde toplandığı için
otomobil bu mahallenin uzun ve tozlu yolu boyunca
kaldırım kenarlarına dizilmiş çöp tenekelerine sürü
nerek geçiyordu. Bu şekilde uzayıp giden yol boyun
ca doktor kirli paçavralar ve sebze artıkları arasına
atılmış bir düzine fare leşi saydı.
11
İlk hastasını hem yatak hem yemek odası yerine
geçen odada, yatakta buldu. Bu. sert ve buruşuk yüz
lü ihtiyar bir İspanyoldu. Yorganının üstünde bezelye
dolu iki tencere duruyordu. Doktor içeri girdiği sıra
da, yatağın içinde yarı uzanmış durumda oturmakta
olan hasta, ihtiyar astımlıların çakıltaşı sesi veren ne
fesini alabilmek için doğruldu. Hastanın karısı bir le
ğen getirdi.
ihtiyar, iğne yapılırken :
— Nasıl, dedi, çıkmaya başladılar, gördünüz de
ğil mi?
— Evet, dedi kadın, komşu da üç tane yakala
mış.
İhtiyar adam ellerini oğuşturuyordu :
— Çıkıyorlar, bütün çöp tenekelerine saldırıyor
lar, açlıktan olacak!
Rieux az sonra bütün mahallenin farelerden bah
settiklerini farketmekte gecikmedi. Ziyaretleri bitince
evine döndü.
Mösyö M ichel:
— Size bir telgraf geldi, dedi, yukarda.
Doktor, gene fare görüp görmediğini sordu.
— Yok, yok, dedi kapıcı, gözlüyorum artık, an
lıyorsunuz ya. Tabiî o domuzlar da cesaret edemiyor
lar.
Telgrafta Rieux'nün annesinin ertesi gün gelece
ği yazılıydı. Kasta gelininin yokluğu sırasında oğlu
nun evine bakmaya geliyordu. Doktor, dairesine gir
diğinde, hemşireyi daha önce gelmiş buldu. Karısı
ayaktaydı, tayyörünü giymiş, boyanmıştı. Karısına gü
lümsedi.
— Çok iyi, dedi, çok iyi.
Az sonra garda karısını yataklı vagona yerleşti
riyordu. Karısı, kompartımanı seyrediyordu.
12
— Bizim için cok pahalı değil mi?
— Böyle olması gerekliydi, dedi Rieux.
— Bu fare hikâyesi de nedir kuzum?
— Bilmiyorum. Garip bir şey, ama gelip gecici.
Sonra, çabuk çabuk karısından özür diledi, ona
daha iyi bakmalıydı. Özen göstermeliydi, onu cok ih
mal etmişti. Karısı, susmasını işaret etmek isterce
sine; başını sallıyordu.. Rieux sözüne devam etti:
— Geri döndüğünde her şey daha iyi olacak.
Hayatımıza yeniden başlarız.
Kadın, gözleri parlayarak:
— Evet, dedi, yeniden başlarız.
Bir an sonra, kadın sırtını ona dönmüş, camın
ardından bakıyordu. Garda insanlar birbirlerine çar
pıyor, itişiyorlardı. Lokomotifin homurtusunu duydu
lar. Doktor, karısını küçük adıyla çağırdı, kendinden
yana dönünce yüzünün yaşlarla ıslanmış olduğunu
gördü.
— Yapma, dedi, yavaşça.
Gözyaşları arasında gülümseme biraz katılaşmış
olarak yeniden belirdi. Derin derin nefes aldı:
— Haydi git. iyiyim artık, dedi.
Karısını göğsünde sıktı, şimdi peronda camın
öteki tarafındaydı, karısının gülümseyişini görüyordu.
— Yalvarırım, dedi, kendine bak.
Ama karısı artık onu duyamazdı.
Çıkış kapısına yakın bir yerde, Rieux aynı pe
ron üzerinde küçük oğlunun elinden tutmuş yürüyen
sorgu yargıcı Mösyö Othon'a çarptı. Doktor ona yol
culuğa çıkıp çıkmadığını sordu. Hem eski zamanla
rın kibar salon adamına, hem de ölü taşıyıcılara ben
zeyen uzun ve kara kuru Mösyö Othon nazik, fakat
kısık bir sesle:
13
— Ailemin yanına gitmiş plan Madam Othon'u
bekliyorum, dedi.
Lokomotif düdük çaldı.
— Fareler... dedi yargıç.
Rieux, trene doğru bir harekette bulundu, sonra
çıkış kapısına doğru geri döndü.
— Evet, dedi, önemli değil...
Bu andan bütün hatırında kalan, gar işçilerin
den birinin fare leşi ile dolu bir kutuyu koltuğunun
altında taşıyarak geçişi oldu.
Aynı gün öğleden sonra konsültasyonlarına baş
larken gazeteci olduğunu ve şehre sabah geldiğini
söyleyen bir genci kabul etti. Adı Raymond Rambert'
di, kısa boyluydu; kalın omuzları, azimli bir ifade ta
şıyan yüzü, zeki ve berrak gözleri vardı; spor bir el
bise giymişti, hayatta, canının her istediğini yapan
bir insana benziyordu.
Konuşmayı hemen can alacak noktaya getirdi.
Paris'in büyük bir gazetesi için Arapların yaşayış
ları üzerinde bir röportaj hazırlıyordu, sağlık durum
larıyla ilgili bilgi istiyordu. Rieux bu durumun hiç de
iyi olmadığını söyledi. Fakat Önce gazetecinin ger
çeği yazıp yazmayacağını öğrenmek istiyordu.
Gazeteci ı
— Yani, bütün saldırılara katlanabilecek misiniz,
bunu anlamak istiyorum.
— Açık söyleyeyim, hepsini değil. Fakat sanırım
ki bu saldırının gerçekten hiçbir temele dayanmış ol-
mıyacak.
Rieux yavaşça böyle bir saldırının gerçekten yer.
siz olacağını, Rambert'in gözlemlerinin bazı kısıntı
lara uğrayıp uğramayacağını anlamak için bu soruyu
sorduğunu söyledi.
14
— Ben ancak tam, -eksiksiz gözlemleri onaylaya
bilirim. Benim verdiğim açıklamalara uymayan görüş
leri desteklemem.
Gazeteci gülümseyerek:
— Saint-Just de böyle konuşurdu, dedi.
Rieux, sesini yükseltmeden, kimin böyle konuşup
konuşmadığını bilmediğini, yalnız bunun yaşadığı
dünyadan bezmiş bir insanın sözleri olduğunu, öteki
insanlarla aynı zevkleri paylaştığını ve kendi hesa
bına, haksızlığı ve ayrıcalıklara sahip olmayı reddet
tiğini söyledi. Rambert kafasını omuzları arasına al
mış, doktora bakıyordu.
Sonunda k a lk tı:
— Sanınm sizi anlıyorum, dedi.
Doktor onu kapıya kadar geçirdi:
— Olayları bu şekilde gördüğünüz için size çok
teşekkür ederim, dedi.
Rambert sabırsız gibiydi.
— Evet, dedi anlıyorum, sizi rahatsız ettiğim
için beni affediniz.
Doktor elini sıktı, şu sıralarda şehirde rastlanan
fare leşlerinin sayısı konusunda çok merak uyandı
ran bir röportaj yapabileceğini söyledi.
Rambert, şaşkınlığını:
— Ah, diyerek belirtti, bu beni de ilgilendiriyor.
Saat 17'de doktor yeni ziyaretlere gitmek üzere
çıkarken, merdivende kemikli ve çukur yüzlü, kalın
kaşlarla çevrelenmiş, iri yapılı bir gençle karşılaştı.
Ona bazan apartmanın şn üst katında oturan İspan
yol dansörlerinde rastlardı.
Jean-Tarrou, merdiven basamaklarından birinde,
ayakları dibinde bir farenin can çekişmesini seyrede
rek keyifli keyifli sigarasını tüttürüyordu. Kül rengi
gözleriyle doktora sakin, fakat ısrarla baktı, günay-
15
din dedi, farelerin ortaya çıkışlarının acayip bir şey
olduğunu söyledi.
— Evet, dedi Rieux. ama artık can sıkıcı olma
ya başlıyor.
— Bir bakımdan doktor, yalnız bir bakımdan.
Şimdiye kadar böyle bir şey görmemiştik de; bütün
başkalık bu. Ama ben bunu çok ilgi çekici bir şey
buluyorum, gerçekten ilgi çekici.
Tarrou, eliyle saçlarını sıvazladı, artık kımıldama
yan fareye yeniden baktıktan sonra Rieux'ye gülüm
sedi.
— Zaten doktor, bu iş bizim değil, kapıcının işi.
Doktor, kapıcıyı girişin yanındaki duvara sırtını
dayamış buldu, her zaman kıpkırmızı yüzünde bir
bezginlik okunuyordu.
Rieux ona yeni keşfinden bahsetmeye kalkışın
ca :
— Biliyorum, biliyorum, dedi. Şimdi artık ikişer
üçer buluyoruz. Öteki evlerde de tıpkı böyle.
Bitkin ve endişeli bir hali vardı. Kendi de farkın
da olmadan boyuna boynunu oğuşturuyordu. Rieux.
sağlığının nasıl olduğunu sordu, iyi olmadığını tabiî
ki söyleyemezdi. Fakat keyfi pek yerinde değildi. Asıl
yorulan tarafı ruhuydu. Bu fareler onun için ağır bir
darbe olmuştu- Fareler ortadan kaybolunca birşeyi
kalmayacaktı. >
Fakat ertesi 18 Nisan sabahı doktor, annesini
gardan almış evine getirirken, Mösyö Michel'i daha
'da çökmüş gördü, mahzenden tavan arasına varın
caya kadar bütün merdivenleri bir düzine fare ölüsü
kaplamıştı. Komşuların çöp tenekeleri de fareyle dol
muştu. Doktorun annesi bu habere hiç şaşmadı.
— Bunlar olağan şeylerdir, diyordu.
18
Gözleri siyah, sevimli, saçları kırlaşmış ufaktefek
bir kadındı.
— Seıii gördüğüm için çok mutluyum. Fareler
buna engel olamaz, diyordu.
Oğlu da onu doğruluyordu, annesinin varlığı du
rumunu kolaylaştırıyordu. Rieux, şehrin Farelerle sa
vaş örgütüne telefon etmekten de geri kalmadı, mü
dür arkadaşıydı. Sürüler halinde açık havaya çıkıp
ölen farelerden haberi var mıydı acaba? Müdür Mer-
cier de bu durumu öğrenmişti, rıhtımdan fazla uzak
ta bulunmayan örgüt binasında bile elli tane ele ge
çirmişlerdi. O da bunun ciddi bir durum olup olmadı
ğını düşünmeye başlamıştı. Rieux bu konuda bir ka-,
rara varamazdı, fakat onun fikrine göre Farelerle sa
vaş örgütü artık işe karışmalıydı.
— Evet, bir emir çıkartmalı, dedi. Ne dersin,
gerçekten zahmete değerse bir em ir çıkartmaya ç a
lışırım.
— Herhaldezahmete değer, dedi Rieux.
Eve gelen hizmetçi kadın da kocasının çalışmak,
ta olduğu, büyük fabrikada yüzlerce fare leşini top
lamış olduklarını anlattı.
İşte hemen hemen bu sıralardaydı ki, şehrimiz in
sanları endişelenmeye başladılar. Çünkü Nisanın
18’inden sonra, depolar, fabrikalar yüzlerce fare le
şiyle dojup taşmaya başladı. Can çekişmeleri çok
uzun sürüyordu. Şehrin dış mahallelerinden göbeği
ne kadar. Doktor Rieux'nün gelip geçtiği, insanların
toplu olarak yaşadıkları her yerde, fareler yığın ha
linde, çöp tenekelerinde birikiyor, ya da derelerde
uzun sıralar halinde yüzüyordu.
Akşam gazeteleri de sorunu artık ele aldılar, bu
iğrenç istilâ karşısında şehirde yaşayanları korumak
için ne gibi hızlı tedbirler alınmış olduğunu, hareke
VEBA F .: 2/17
te geçilip geçilmiyeceğini sormaya koyuldular. Bele
diye ne bir şey yapmış, ne de yapmayı düşünmüştü,
bir karar almak için hemen toplantılara başlandı. Fa
relerle savaş örgütüne, fare leşlerini her sabah gü
neş doğarken toplamak emri verilmişti. Fare leşleri
toplanınca örgütün iki arabasiyle çöplerin yakıldığı
yere götürülüyordu.
Günler geçtikçe durum kötüleşmeye başladı.
Toplanan fareler gittikçe çoğalıyor, elde edilen sayı
her sabah daha da yükseliyordu. Dördüncü günden
sonra fareler, sürüler halinde çıkıp ölmeye başladılar.
Tavan aralarından, izbelerden, mahzenlerden, lağım
lardan diziler halinde çıkıyorlar, güneş ışığında titre
şip oldukları yerde bir kere döndükten sonra ölüyor
lardı. Geceleyin sofalarda veya daracık sokaklarda
can çekişme çığlıkları açık açık duyuluyordu. Sabah-
lan kenar mahallelerde, derelerde, siyri burunları üs
tünde bir kan lekesi, bazıları şişmiş, kokmuş, bazı
ları katılaşmış, bıyıkları hâlâ dimdik bir halde bulu
nuyorlardı. Şehrin içinde bile, kapı eşiklerinde, avlu
larda yığın halinde farelere rastlanıyordu. Bozan da
resmî daire hollerinde, okul avlularında, kahvelerin
taraçalarında teker teker gelip ölüyorlardı. Şaşkına
dönen şehirliler onlara en işlek yerlerde bile rastlı
yorlardı. Armes meydanı, bulvarlar. Front-de-Mer me
siresi de yavaş yavaş farelerle kirlenmeye başlıyordu.
Ölü fareler gün doğarken toplanıyorsa da gün bo
yunca da sayısı gittikçe artan leşler toplanmaya de
vam ediyorlardı. Kaldırımlarda yürüyenlerin, henüz
sıcaklığını kaybetmemiş bir leşin yumuşak gövdesine
bastıklan da oluyordu. Evlerimizin üstünde kurulu bu
lunduğu toprak» bağrında sakladıklanndan kendini,
temizlemek istiyor gibiydi; bugüne kadar içten içe iş
leyen çıbanlarını, İrinlerini artık yer üstüne göçderi-
18
yordu. Şimdiye kadar huzur içinde yaşamış küçük
şehrimizdeki, şaşkınlığı, sağlam bir adamın koyu ka
nının birdenbire ona başkaldırması karşısında duya
cağı şaşkınlıkla, perişanlıkla kıyaslayın...
Olaylar öyle ileri gitti ki Ransdoc ajansı (herhan
gi bir konuda her çeşit bilgi, malûmat, vesika) rad
yofonik haberler bülteninde yalnız 25 Nisan günü altı
bin iki yüz otuz bir farenin toplanıp yakıldığını bildir
di. Şehrin gözü önünde olup bitenlere apaçık bir an
lam veren bu sayı şaşkınlığı daha da arttırdı. O ana
kadar iğrenç bir olaydan şikâyetçiydiler. Ne nedeni,
ne de yayılma derecesi bilinmeyen bu esrarlı olayın
korkutucu bir yanı olduğunu artık farketmeğe baş
lamışlardı. Yalnız astımlı ihtiyar İspanyol, yaşlılara
vergi bir sevinçle, «Hep çıkıyorlar, çıkıyorlar» diye
söylenip ellerini oğuşturmaya devam ediyordu.
28 Nisan günü. Ransdoc, sekiz bin farenin ele
geçirildiğioi ^bildirince şehirdeki endişe son haddini
buldu. Köklü tedbirler almak gerektiği söyleniyor, res
mî makamlar suçlandırılıyordu. Deniz kıyısında evleri
olanlar oraya taşınacaklarından bahsediyorlardı. Fa
kat ertesi gün Ajans, esrarlı, olayın birdenbire dur
duğunu. fareleri imha ekiplerinin hissedilir derecede
az fare leşi toplamış olduklarını bildirdi. Şehir rahat
bir soluk aldı.
Aynı gün, öğleyin. Rieux, apartmanının önünde
arabasını durdurduğu zaman, kuklaya dönmüş kapı
cının başı öne eğik, kolları ve bacakları birbirinden
ayrık gelmekte olduğunu gördü. İhtiyar adam Rieux*
nün görür görmez tanıdığı bir papazı kolundan tutu
yordu. Bu, daha önceleri de rastlamış olduğu, şehir
de, hattâ dini pek umursamayanlardan bile saygı gö
ren, bilgiç ve ateşli bir Cizvit papazı olan'Peder Pa-
nefcMM id i. D oktor anlan teridedi. ih tiyar M chel’in g ö t.
1»
leri parıltı içindeydi, soluğu ıslık gibi çıkıyordu. Ken
dini pek iyi hissetmemiş, biraz hava almaya çıkmış
tı. Fakat boynunda, koltuk altlarında ve kasıklarında
duyduğu şiddetli sancılar yüzünden Peder Paneloux'
dan yardım istemeye mecbur kalmıştı.
— Hep bu şişlerden oluyor, diyordu. Gayret et
meliydim.
Doktor, arabanın kapısından kolunu uzattı, Mic-
hel'in boynu üzerinde parmağını gezdirdi, bir çeşit
budak ortaya çıkmıştı.
— Yatın hemen, dedi, ateşinizi alın, bugün öğ
leden sönra gelip sizi görürüm.
Kapıcı gidince Rieux, Paneloux’a bu fare hikâ
yesi konusunda ne düşündüğünü sordu.
Papaz :
— Salgın bir hastalık olmalı, dedi.
Yuvarlak gözlüklerinin ardında gözleri gülümsü
yordu.
Yemekten sonra Rieux, sağlık yurdundan gelen
ve kansının oraya vardığını bildiren telgrafı okurken,
telefon çaldı. Arayan, eski müşterilerinden bir Bele
diye memuruydu, onu hemen, çağırıyordu. Bu adam
uzun süre kalp damannın darlaşmasından acı çek
mişti, yoksul olduğu için Rieux onu parasız tedavi
.etmişti.
— Evet, diyordu, beni hatırlıyorsunuz değil mi?
Fakat bu defp hasta ben değilim, başkası. Çabuk ge
lin, komşuma-birşeyler oluyor.
Soluk soluğa konuşuyordu. Rieux, kapıcıyı ha
tırladı, onu daha sonra görmeye karar verdi. Birkaç
dakika sonra dış mahallelerden birindeki Paldherbe
sokağında basık bir evin kapısından içeri giriyordu.
Pis kokulu merdivenlerde kendini karşılamaya gelen
Belediye memuru Joseph Grand’la karşılaştı. Bu, elli
20
yaşlarında, sarı bıyıklı, dar omuzlu, zayıf vücutlu kam
burca bir adamdı.
Rieux’ye yaklaşırken:
— Şimdi daha iyice, dedi, fakat nerdeyse ölü
yor sandım.
Burnunu siliyordu. Sonuncu olan ikinci katta, sol
daki kapının üstünde, Rieux kırmızı tebeşirle çizilmiş
şu satırları okudu : «Girin, ben kendimi astım.»
Girdiler. Devrilmiş bir sandalyenin tam üzerine
düşen asma lâmbaya bir ip takılıydı, masa bir köş3-
ye itilmişti. İp boşlukta sallanıyordu.
Basit insanların diliyle konuşmasına rağmen ke
limelerini araya araya konuşan Grand anlatıyordu
— Tam zamanında ipten kurtardım. Odamdan
çıktığımda bir gürültü duydum. Kapıdaki yazıyı gö
rünce, nasıl söyleyeyim size, şaka sandım önce. Fa
kat tuhaf, hattâ daha doğrusu korkunç bir inleme du
yuldu içerden...
Başını kaşıyordu:
— Bu iş çok ıstıraplı olmalı. Tabiî, hemen içeri
girdim.
Bir kapıyı ittiler, yoksulca döşeli, aydınlık bir
odanın eşiğindeydiler. Yuvarlacık bir adam, bakır kar
yolada yatıyordu. Hızİı hızlı soluk alıyor, kanlı göz
lerle onlara bakıyordu. Doktor birden durdu. Soluk
alıp verirken küçük küçük fare çığlıklarını duyar gibi
olmuştu. Fakat köşelerde kımıldayan bir şey yoktu.
Rieux yatağa ilerledi. Adam pek fazla yüksekten şid
detli bir şekilde düşmediği için kemiklere bir şey ol
mamıştı. Ne de olsa biraz soluğu kesilmişti. Bir defo
radyografisini aldırmak lâzımdı. Doktor bir «huile
camphree» iğnesi yaptı, birkaç güne kadar iyileşe
ceğini söyledi.
öteki adam, boğuk bir sesle:
21
— Teşekkür ederim doktor, dedi.
Rieux, Grand'a karakola haber verip vermediğini
sordu. Belediye memuru, bozulmuş bir tavırla :
— Hayır, dedi, hayır. En acele yapılacak işin...
— Elbette, diye kesti, ben haber veririm.
Bu anda hasta yerinden kımıldadı, yatakta kal
kıp oturdu, iyi olduğunu, zahmete girmemesini söy
ledi :
R ieux:
— Üzülmeyin, dedi. Bu bir sorun değil, inanın
bana, benim durumu bildirmem gerekir.
— Oh! dedi yalnızca.
Sonra başını arkaya atıp kesik kesik ağlamaya
başladı. Demindenberi bıyığını çekiştiren Grand ona
yaklaştı:
— Canım Mösyö Cottard, dedi. Anlamaya ça-
lışsanıza. Doktoru sorumlu tutabilirler. Bu işi bir da
ha denemeye kalkışacak olursanız...
Fakat Cottard, gözyaşları arasında, bir daha böy
le bir işe kalkışmıyacağını bunu kendini bilmediği bir
anda yaptığını, bütün arzusunun rahat yaşamak ol
duğunu söyledi. Rieux, ona bir reçete yazdı.
— Pekâlâ, dedi. Bundan vazgeçelim. Arr.c bir
delilikte buluhmayın sakın.
Merdiven sahanlığında, Grand'a, durumu kara
kola bildirmek zorunda olduğunu, fakat soruşturma
nın iki gün sonra yapılmasını komiserden isteyeceğini
söyledi.
— Bu gece ona göz kulak olmak gerek. Ailesi
var mı?
— Bilmiyorum ailesini. Ama ben bakabilirim.
Başını salladı.
— Kendisini de pek tanıyorum diyemem. Fakat
yardım etmek lâzım.
2?
Evin sofasında Rieux köşeye bucağa çabuk ça
buk baktı, mahallesinde, farelerin tamamen kaybolup
kaybolmadıklarını sordu. Grand böyle bir şeyden söz
edildiğini işitmişti, ama mahallede söylenen şeylere
pek ilgi göstermezdi.
— Benim başka dertlerim var, diyordu.
Rieux, elini sıkıp ayrıldı. Karısına mektup yoza-
madan önce gidip kapıcıyı görmek istiyordu.
Akşam gazetelerini satanlar, farelerin istilâsının
durdurulduğunu bağıra bağıra bildiriyorlardı. Rieux,
hastasını yatağından yarı beline kadar dışarı sarkmış,
bir eli karnında bir eli boynunda, uzun geğirtilerle
pembemsi bir safrayı çöp tenekesine kusuyor buldu.
Uzun çabalardan sonra hasta, soluk soluğa yata,
gına uzanabildi. Ateşi otuz dokuz beşti, boyun ve kol
larındaki düğümler şişmişti, göğsünde iki siyah nokta
yayılıyordu. Şimdi içten gelen bir acıdan şikâyetçiydi.
— Yakıyor, diyordu, bu domuz yakıyor beni.
İs rengindeki dudaklarında kelimeleri çiğniyordu.
Başındaki ağrının şiddetiyle ıslanmış, yuvarlak gözle
rini doktora çeviriyordu. Karısı, dilsiz gibi duran dok
tora baktı.
— Doktor, diyordu. Nedir bu böyle?
— Ne olduğu henüz belli değil. Kesin bir şey
söylenemez. Akşama kadar perhiz ve yumuşak gıda
lar. Cok su içsin.
Zaten kapıcı da susuzluktan ölüyordu.
Rieux, evine döner dönmez bir meslekdaşına,
şehrin en değerli doktorlarından biri olan Richard’a
telefon etti.
Richard:
.— Hayır, diyordu, ben böyle olağanüstü bir hal
görmedim.
— Ateşle birlikte mevziî yanma yok mu?
23
— Ha, evet, yüksek ateşli iki damar şişkinliği
vakası.
— Anormal bir şekilde mi?
— Eh, dedi Richard, bilirsin ki, normal ile... (
Akşam ne yapılırsa yapılsın, hastanın ateşi kırk
dereceye yükselmiş, sayıklamaya başlamıştı, boyuna
farelerden yanıp yakılıyordu. Rieux bir «abcös de fi-
xation» ydpmakta fayda buldu. Terebentin yakınca
hastayı «Ah domuzlar» diye bağırttı.
Çişler daha büyümüş, sertleşmişti, elle dokunun
ca ağaç katılığını hatırlatıyordu. Kapıcının karısı ne
yapacağını şaşırmıştı.
D oktor:
—r Başında bekleyin, dedi. Gerekirse beni çağı
rın.
Ertesi 30 Nisan günü, mavi ve nemli bir gökyü
zünde ılık bir rüzgâr esmekteydi. En uzak banliyö
lerden bir çiçek kokusunu getiriyordu. Sabah sokak
tan gelen gürültüler her zamankinden daha canlı, da
ha sevinçli gibiydi. Bir haftadır sürüp giden şiddetli
korkudan sıyrılan küçük şehrimiz o gün yeniden dün
yaya gelmişe benziyordu. Rieux bile karısından gelen
mektubun verdiği ferahlıkla içi rahat, kapıcının daire
sine indi. Sahiden de o sabah ateşi otuz sekize düş
müştü.
K arısı:
— Durumu daha iyi değil mi, doktor? diye sor
du.
— Biraz daha bekleyelim.
Fakat öğleyin ateş birdenbire kırka çıkmıştı, has
ta durmaksızın sayıklıyordu, kusmalar da yeniden
başlamıştı. Boynundaki şişlere dokunmak ona çok ıs
tırap veriyordu, kapıcı başını mümkün olduğu kadar
vücudundan uzakta tutmak istiyor gibiydi. Karısı ya
24
tağın ucuna oturmuş, hastanın ayaklarını örtünün üs
tünden hafifçe tutuyordu. Rieux‘ye bakıyordu.
Doktor:
— Dinleyin beni, dedi. Onu tecrit etmek, özel bir
bakım uygulpmak gerekiyor. Hastaneye telefon et
tim, cankurtaranla nakledeceğiz.
İki saat sonra cankurtaranda doktorla kapıcının
karısı, hastanın üzerine eğilmişlerdi. Yara halindeki
ağzından ancak kelime parçaları çıkıyordu hep «Fa
reler, fareler» deyip duruyordu. Yemyeşil yüzü mum
gibi dudakları, kurşunlaşmış göz kapaklarıvre boy
nundaki şişlerin parça parça ettiği kısa, kesiK soluk
alışlan ile kuşetin içine yığılmıştı yerin dibinden arası
kesilmeden onu çağıran bir şeye karşı kendini koru
maya çalışır gibiydi; gözle görünmeyen bir ağırlığın
altında eziliyordu. Karısı hep ağlıyordu.
— Hiç umut yok mu doktor?
— öldü, dedi, Rieux.
Kolayca denilebilir ki, kapıcının ölümü şaşırtıcı
belirtilerle dolu bir dönemin sonu ve daha çetin bir
dönemin başlangıcı oldur yâni ilk zamanlardaki şaş
kınlık yavaş yavaş paniğe döndü. Küçük şehrimizin,
farelerin güneşe çıkıp gebermeleri ve kapıcıların aca
yip hastalıklardan ölmeleri için özellikle seçilmiş bir
yer olabileceğini hiç mi hiç akıllarından geçirmemiş
olan şehrimiz insanları durumu yavaş yavaş kavra
maya başlıyorlardı. Olaylar, bu kadarla kalsaydı her
zamanki hayatlarının alışkanlığı içinde sürüklenip gi
deceklerdi. Fakat şehrimiz insanları arasında kapıcı,
o yoksul olmayan kimseler de Mösyö Michel'in çık
tığı yolda onu izlediler. İşte korku ve onunla birlikte
kapkara düşünceler bundan sonra başladı.
Hikayeci, bu yeni dönemin olaylarını anlatmadan,
çizdiği günler konusunda başka bir tanığın kanılarını
sunmakta yarar görüyor. Hikâyemizin baş tarafların
da kendisine rastladığımız Jean Tarrou, Oran’a bir
kaç hafta önce pelip yerleşmişti, şehrin göbeğinde
büyük bir otelde kalıyordu. Geliriyle yaşıyabilecek ka
dar hali vakti yerinde bir insana benziyordu. Şehir ya
vaş yavaş onu tanıyıp ısındıysa da, nerden çıkıp gel
diğini, bu şehirde ne aradığını kimse bilmiyordu. Ona
her kalabalık yerde rastlamak mümkündü. İlkbaharın
başındanberi sık sık plajlarda keyif içinde yüzdüğü
görülüyordu. Hep gülümseyen, efendi bir hali vardı.
26
her çeşit zevke kendini kaptırmadan yaşamasını be
ceriyordu. Kısacası, bilinen tek alışkanlığı, şehirde
oldukça çok bulunan İspanyol müzisyen ve dansör
leriyle sık sık görüşüp ahbaplık etmesiydi.
Ne de olsa not defteri bu zor günlerin bir çeşit
tarihçesi sayılabilir. Fakat kendine vergi özellikleri
olan bu notlar tam bir kayıtsızlık ifadesini taşırlar. İlk
bakışta Tarrou'nun, insanlan ve olayları dürbünün
ters tarafiyle seyretmek için kendini zorladığı sanı-
labilir. Genel karışıklık^arasında o anlatacak olayları
bulunmayan bir tarihçi olmaya çalışıyordu.
Bu ön yargı insanı üzüyor ve yazarının iyi yürek
liliğinden kuşkuya düşürüyor. Fakat notlar, bu döne
min tarihi için gerekli bir yığın ikinci derecede, gene
de kendilerine göre bir önem taşıyan, hattâ tuhaflık
larına bakıp bu ilgi çekici insan konusunda çabuk
yargılara varılmasını önleyen bilgiler vermektedir.
Jean Tarrou'nun notları Oran'a gelmesiyle baş
lar. Başlangıcındanberi böylesine çirkin bir şehirde
bulunmanın verdiği tuhaf sevincini göstermektedir.
Bu notlarda. Belediye binasını süsleyen iki bronz as
lan inceden inceye çizilmiş, ağaç yokluğu, çirkin ev
ler, şehrin anlamsız plânı üzerinde iyi niyetli düşün
celer ileri sürülmüştür. Tarrou tramvaylarda veya so
kakta duyduğu konuşmaları da bir şey katmadan nak-
letmiştir. Daha sonrakilerde Camps adlı birine ait bir
konuşmaya kendi düşüncelerini de katmıştır. Tarrou
iki tramvay biletçisinin şu konuşmasını dinlemiş :
— Sen Camps’ı tanırdın, değil mi?
— Camps mı? Şu iri yarı, siyah bıyıklı?
— Tornam. Makasta çalışırdı.
— Evet, ne oldu?
— Ne olacak, öldü. *
— Yok canım! Ne zaman?
27
— Şu fare salgınından sonra.
■ — Vay canına! Nesi varmış peki?
— Bilmiyorum, ateşi yükselmiş. Zaten fazla sağ
lam bir insan değildi. Koltuğunda çıbanlar çıkmış, da
yanamamış.
— Oysa bizlerden farksız görünürdü.
— Yok, göğsü zayıftı. Orpheon’da çalgı çalardı.
Devamlı bir pistonu üflemek bilirsin insanı tüketir.
— Ah! dedi ikinci; hastayken insan, piston fa
lan üflememeli.
Bu birkaç kanıta dayanarak Tarrou, Camps ın
en açık çıkarlarına karşı koyarak Orpheon'a girme
sindeki ve pazarları yapılan geçit törenleri uğruna
hayatını tehlikeye atmasındaki köklü sebeplerin ne
ler olabileceğini kendi, kendine sordu.
Tarrou daha sonra penceresinin karşısındaki bal
konda cereyan eden bir sahne ile yakından ilgilendi.
Odası, kedilerin duvar gölgelerinde uyukladıkları çap
raz bir sokağa bakıyordu. Fakat her gün kahvaltıdan
sonra, şehrin sıcaktan uyuştuğu saatlerde sokağın
karşı tarafındaki balkonlardan birinde, askeri biçim
de, ciddî ve düzgün bir elbise giymiş, beyaz saçları
güzelce taralı ihtiyar bir adam beliriyordu. Tatlı ve
ölçülü bir sesle «pisi pisi» diyerek kedileri çağırıyor
du. Kediler, rahatlarını bozmaksızın, uykudan mah
murlaşmış gözlerini aralıyorlardı. Adam, sokağın te
pesinden küçük küçük kâğıt parçaları atıyor, bu be
yaz kelebek yağmurunun çekiciliğine kapılan ke
diler yolun Ortasına geliyorlar, kâğıt parçalarını pen
çeleriyle güvensizce yüklüyorlardı. O zaman ufak te
fek ihtiyar, kedileri nişanlayarak tükürüyordu. Tükü
rüklerinden biri hedefini bulursa, hemen gülmeye baş
lıyordu.
Ayrıca, görünüşü, canlılığı ve hattâ zevkleri ile
ticaretin gereklerine uyan bu şehrin tecimsel karak-
28
teri de Tarrou'yıı tamamen kendine çekmiş gibiydi.
Bu başkalık (notlarda kullanılan kelime buydu) Tar-
rou'nun takdirini kazanmıştı, en övücü haşiyelerinden
biri şu nida ile bitiyordu. «Nihayet!» Yolcunun bu sı
ralarda tuttuğu notların kişisel bir özellik taşıyan bö
lümleri yalnız buralarıdır. Fakat bu notların anlamını
ve gerçeklik derecesini kestirmek zor. Ölü bir farenin
ortaya çıkmasının otelin muhasebecisine faturalarda
nasıl bir yanlışlık yaptırdığını anlattıktan sonra, Tar-
rou her zamankinden daha okunaksız bir yazıyla şun
ları eklemiş: «Soru: İnsan zamanını boşa harcama
mak için ne yapmalı? Y a n ıt: Bütün süresince yaşa
malı. Çareleri: Günlerini, bir dişçinin bekleme oda
sında rahatsız bir sandalye üzerinde geçirmeji, pa
zarları öğleden sonra balkonda oturmalı, bilinmedik
bir dilde verilen konferansları dinlemeli; tarifeye ba
karak en uzun, en rahatsız tren yolunu seçmeli ve ta .
bil bu yolculuğu ayakta yapmalı; tiyatro gişeleri
önünde kuyruğa takılmalı ve sonunda bilet almalı,
vb., vb.»
Fakat bu dil ve düşünce oyunlarından hemen
sonra notlarda yeniden şehrimizin tramvaylarına, on
ların tekneye benzer biçimlerine belirsiz renklerine,
her zamanki pisliklerine ait tasvirler başlıyor; notlar
şu «çok dikkate değen» sözleriyle bitiriyor ama ne
demek istediği anlaşılmıyor.
İşte Tarrou'nun fare hikâyesi üzerine anlattık
ları :
«Bugün karşıki ihtiyarı keyifsiz buldum. Sokakta
kedi de kalmadı. Kabarık bir sayıda ortaya çıkan fa
relerin verdiği heyecanla hepsi ortadan kayboldular.
Bana göre kedilerin fare leşlerini yedikleri düşünüle
mez. Benim kedilerimin böyle bir şeyden iğrendikle
rini hatırlarım. Herhalde mahzenlerde koşuşuyorlar-
29
dır, ihtiyar adamın keyfi de bu yüzden kaçmış olmalı.
Eskisi kadar sağlam görünmüyor, saçları da iyi taralı
değil. Endişeli bir hali var. Bir an balkonda durdu,
sonra çekildi. Boşluğa yalnız bir defa tükürdü.
Bugün şehirde bir tramvayı durdurdular. Ölü bir
fare bulmuşlardı içinde, kimbilir oraya nasıl gelmiş.
İki üç kadın aşağı indi. Fareyi attılar. Tramvay hare
ket etti.
Dini bütün bir adam olan gece bekçisi bütün bu
farelerin bir felâketi haber verdiğini söyledi. «Fare
ler gemiyi terkettikleri zaman...» Bu sözün denizdeki
gemiler için doğru olduğu, şehirler için doğru olup
olmadığının henüz bilinmediği cevabını verdim. Ama
o inanacağı şeye iyice inanmış. Ne gibi bir felâketin
beklenebileceğini sordum. Felâketi önceden kestir
mek imkânsız olduğu için bilmiyordu. Fakat bir dep
rem patlak gösterirse hiç şaşırmayacaktı. Mümkün
olduğunu söyledim, benim bundan korkup korkma
dığımı sordu.
— Beni ilgilendiren biricik şey, dedim, iç huzu
runu bulabilmektedir.
Beni tamamen anladı.
Otelin lokantasında hayli ilgi çekici bir aile var.
Baba, siyah elbise giyinmiş, sert yakalık takmış, uzun,
zayıf bir adam. Başının ortası dazlak, sağ ve sol ya
nını gümüşî renkte iki tutam saç örtüyor. Ufacık, yu
varlak ve sert gözleri, incecik burnu, dik ağzı, eğitil
miş bir baykuş hali veriyor ona. Lokantanın kapısın
da önce o görünüyor, sonra kenara çekilip simsiyah
bir fare kadar ufak tefek karısına yol veriyor, kadın
da evcilleşmiş köpekler gibi giydirilmiş biri kız, biri
erkek iki çocuğuyle biriikte, topuklarına basa basa
içeri giriyor. Masaya varınca önce karısının oturma
sını bekliyor, sonra kendisi oturuyor, ondan sonra da
30
iki köpek yavrusu sandalyelerine tüneyebiliyorlar. Ka
rısına ve çocuklarına «siz» diye hitap ediyor, kansına
nezaketle çıkışıyor, çocuklarına ise daha sert sözler
le çıkışıyor:
— Nicole, çok sevimsiz davranıyorsunuz!
Küçük kız hemen ağlamaya hazırlanıyor.
Yapılacak şey bu.
Bu sefer küçük oğlan, fare konusundan ötürü
çok heyecanlandı. Yemekte bir söz söylemek istedi.
— Yemek yerken farelerden bahsedilmez, Phi-
lippe. Bir daha bu kelimeyi ağzınıza almaktan sizi
menederim.
Küçük dişi fare de:
— Babanızın hakkı var, dedi.
İki köpek yavrusu burunlarını hemen yemekleri
ne soktular, baykuş, fazla önemsemiyen bir baş işa
retiyle onlara teşekkür etti.
Bu güzel örneğe karşın şehirde farelerden pek
çok söz ediliyor. Gazeteler de işe karıştılar. Her za
man o kadar çeşitli olan bölge haberleri şimdi baş
tanbaşa belediyeye yapılan saldırılara ayrılmıştı: «Be.
lediye üyelerimiz bu kemirici yaratıklann çürümüş leş
lerinin yaratacağı tehlikenin farkında mıdırlar?» Otel
müdürünün başka şeyden söz ettiği yok. Bu biraz da
duyduğu kızgınlıktan. Şerefli bir otelin asansöründe
'fa re bulmak akıl almaz bir şey. Onu avutmak iç in :
«Herkes aynı durumda» dedim.
— Asıl sorun bu ya. dedi, biz de artık herkes
gibiyiz.
Endişe yaratmaya başlayan bu şaşırtıcı ateş yük
selmelerinden bana ilk o bahsetti. Oda hizmetçile
rinden biri bu ateşle yatıyordu.
— Fakat şurası muhakkak, bulaşıcı bir şey de
ğil, diye telâşla açıkladı.
31
Bana göre hava hoş dedim.
— Ah! Anlıyorum, dedi. Mösyö de benim gibi;
Mösyö de benim gibi kadere inanıyor.
Hiç de böyle bir şey ileri sürmüş değildim, hem
kadere de inanmam. Ona dedim ki...»
Bundan sonra Tarrou’nun not defterinde halkı
endişeye düşüren bu bilinmedik ateşin özelliklerin
den söz edilmeye başlanıyor. Ufak tefek ihtiyarın, fa
relerin ortadan kaybolması üzerine yeniden kendile
rine kavuştuğunu, tükrük atışlarına sabırla devam et
tiğini not eden Tarrou. bu ateşin bir düzine vakayı
bulduğunu, çoğunun ölümle sona erdiğini ekliyor.
Belge olması bakımından Rieux’nün Tarrou (ta-
rafından çizilmiş portresini buraya alabiliriz. Hikaye
cinin yargısına göre, bu portre aslına epeyce sadık
tır :
«Otuzbeşinde görünüyor, Orta boylu. Güçlü
omuzları var. Yüzü dörtgenimsi. Karanlık ve doğru
gözleri var, çene kemikleri çıkıntılı. İri burnu biçimli.
Çok kısa kesilmiş siyah saçlar. Ağzı kalın ve çoğu
zaman kapalı dudaklarla çevrili. Yanık derisi, siyah
kılları, rengi daima koyu fakat kendisine yakışan el
biseleriyle SicilyalI bir köylüyü andırıyor. Yürüyüşü
hızlı. Kaldırımlardan inerken adımlarını hiç değiştir
miyor fakat karşı kaldırıma çıkarken çoğu defa ha
fifçe sıçrıyor. Otomobilinin direksiyonundayken dal
gın bir hali var, çoğu defa arabanın yön oklarını, dö
nemeçleri döndükten sonra bile indirmeyi unutuyor.
Daima başı açık. Kendinden emin.»
32
Tarrou’nun verdiği sayılar doğruydu. Dr. Rieux
bir şeyler anlamaya başlamıştı. Kapıcının cesedi tec
rit edildikten sonra bu hastalık konusunda danışmak
için Richard’a telefon e tti:
Richard:
— Bir türlü anlıyamıyorum, diyordu. Biri kırk se
kiz saatte, biri üç günde iki hastam öldü. Sonuncuyu
daha sabahleyin her türlü iyileşme belirtileri ile bı
rakmıştım...
R ieu x:
— Başka vakalarınız olursa haber verin, dedi.
Başka doktorlara da sordu. Bu şekilde giriştiği
soruşturma sonunda birkaç gün içinde birbirine ben
zer yirmi vaka olduğunu öğrendi. Hemen hemen hep
si de ölümle sonuçlanmıştı. Oran doktorlar sendikası
sekreteri olan Richard'dan hastaların tecritini sağla-,
masını istedi.
R ichard:
— Benim elimden bir şey gelmez, dedi. Vilâyet
çe bu tedbiri almak gerekir. Bütün yapabileceğim,
Valiye bahsetmek.
Bu konuşmalar devam ederken hava da bozuyor,
du. Kapıcının ölmesinden bir gün sonra büyük sis
bulutlan gökyüzünü kapladı. Şehre bardaktan boşa
nırcasına, sürekli yağmurlar yağdı, bu âni beklenme
yen tufanı, fırtınalı bir sıcak izledi. Deniz bile koyu
VEBA F .: 3/33
maviliğini kaybetmiş, sisli göğün altında göze çirkin
gelen bir demir veya gümüş parıltısına bürünmüştü.
İlkbaharın bu rutubetli sıcağı insana kavurucu yaz
sıcağını özletiyordu. Yaylasının üstünde denizi zor
görür durumda bir sümüklüböcek gibi kurulmuş olan
şehirde uyuşukluk hüküm sürüyordu.
Badanalı uzun duvarların ortasında, tozlu vitrinli
sokakların içinde, pis bir sarılıktaki insanoğlu ken
dini bu gökyüzünün altında mahpus hissediyordu.
Yalnız, Rieux'nün ihtiyar hastası bu havada astımın-
dan biraz kurtuluyordu.
— Pişiyor, böyle, dedi, bronşlara iyi geliyor.
Doğruydu, pişiyordu sahiden, ama bu pişme bir
ateşten ne daha az, ne,daha çok kötüydü.
Bütün şehir ateşten yanıyordu, daha doğrusu
Cottard'ın intihar deneyi konusunda açılan soruştur
manın hazırlığında bulunmak üzere Faidherbe soka
ğına gittiği sabah. Dr. Rieux böyle düşünüyordu. Fa
kat bu his ona akla aykırı görünüyordu. Bunun, içinde
bulunduğu olaylardan ve sinir bozucu hallerden doğ
duğuna inanıyor, düşüncelerine biraz düzen vermesi
gerektiğini anlıyordu.
Eve vardığında komiser henüz gelmemişti. Grand,
eşiğin önünde bekliyordu, kapıyı açık bırakarak onun
dairesine çıkmaya karar verdiler. Belediye memuru,
fakirce döşeli iki odada oturuyordu. Beyaz tahtadan
yapılmış üstünde iki üç sözlük duran raftan ve silin
miş «Çiçekli Yollar» yazısının okunduğu kara tahta
dan başka bir şey yoktu. Grand. Cottard’ın geceyi
iyi geçirdiğini söylüyordu. Fakat sabah baş ağrısın
dan yakınarak uyanmıştı, yerinden kıpırdayamıyordu.
Grand, yorgun ve sinirli görünüyor, içi yazılı kâğıt
larla dolu büyük bir dosyayı açıp kapayarak odanın
içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu.
34
Doktora. Cottard'ı pek iyi tanımadığını, yalnız
onun ufak bir gelire sahip olduğunu tahmin ettiğini
onlatmaktan geri kalmadı. Cottard tuhaf bir adamdı.
Uzun zaman aralarındaki ilişki, merdivende rastlaş
tıkça selâmlaşmaktan öteye geçmemişti.
— Onunla topu topu iki kere konuştum. Birkaç
gün önce eve getirdiğim bir kutu tebeşiri merdivenin
eşiğinde dökmüştüm. Kırmızı, mavi renkte tebeşir
lerdi bunlar. O sırada Cottard, merdiven sahanlığına
çıktı, onları toplarken bana yardım etti. Bu çeşit çe
şit renkte tebeşirlerin ne işe yaradığını sordu.
O zaman Grand, biraz lâtinceye çalıştığını açık
lamıştı. Liseden beri bildiğini unutmuştu.
Doktora d a :
— Evet, dedi. Fransızca kelimelerin anlamlarını
daha iyi duymak için lâtincenin çok yararlı olduğunu
bana söylemişlerdi.
Bu kara tahtaya lâtince kelimeler yazıyordu de
mek. Kelimelerin çekim ve ek kurallarına göre deği
şen bölümlerini mavi, değişmeyenlerini de kırmızı te
beşirle çiziyordu.
— Bilmiyorum, Cottard iyi anladı mı, fakat ilgi
lenmiş gibi göründü, benden bir tane kırmızı tebeşir
istedi. Biraz şaşırmıştım, ama nerden bilecektim bu
nu tasarladığı projede kullanacağını.
Rieux ikinci konuşmanın konusunu sordu. Fakat
Grand'ın ifadesini almak isteyen komiser, kâtibi ile
birlikte gelmişti. Doktor, Grand'ın Cottard'dan bahse
derken ondan hep «mahvolmuş adam» dediğini, hat
ta bir keresinde «artık iflâh olmaz» deyimini bile kul
landı. Canına kıymasının nedenleri üzerinde durdu
lar, Grand. kullanılacak sözün seçiminde gereksiz bir
titizlik gösterdi. Sonunda «iç üzüntüleri» kelimeleri
lüzerinde anlaştılar. Komiser, Cottard'ın halinde böy
35
le bir «karar»a vardığını gösteren bir şey görülüp gö
rülmediğini sordu.
— Dün kapımı vurdu, dedi, Grand. Benden kib
rit istedi. Kutumu kendisine verdim. Komşuluk dola-
yısiyle istediğini söyleyerek özür diledi. Kutumu geri
vereoeğine söz verdi. Kendisinde kalmasını söyledim.
Komiser, memura Cottard'ın halinde bir tuhaflık
görülüp görülmediğini sordu.
— Bana asıl tuhaf gelen, onun konuşmaya gi
rişmek ister gibi görünmesiydi. Ama ben çalışıyor
dum, o sırada.
Grand, Rieux'ye döndü, sıkılgan bir tavırla:
— Kişisel bir iş, diye ekledi.
Komiser, hastayı da görmek istiyordu. F-akat
Rieux ilkin hastayı bu ziyarete hazırlamak gerektiğini
düşündü. Odaya girdiği zaman. Cottard’ı, kül rengi
bir fanila giyinmiş, yatağında doğrulmuş, endişe için
de kapıya dönük buldu.
— Polis geldi değil mi?
— Evet, dedi Rieux: Hiç merak etmeyin, iki üç
formalite, sonra sizi rahat bırakırlar.
Ama Cottard bunun bir şeye yaramtyacağını ve
polisten de hiç hoşlanmadığını söyledi. Rieux, sabır-,
sizliğim belli etti.
— Ben de onlara bayılmam. İşi hemen bitirmek
için soracaklarına doğru ve çabuk cevap vermek ge
rek, o kadar.
Cottard sustu, doktor da kapıya doğru döndü.
Fakat ufak tefek adam onu hemen çağırdı, doktor,
yatağın yanına gelince ellerinden tuttu.
— Bir hastaya, kendini asmış bir insana, bir şey
yapamazlar değil mi doktor? dedi.
Rieux bir an ona dikkatle baktı, sonra böyle bir
şeyin söz konusu olmadığını, zaten burada hastasını
36
korumak için bulunduğunu söyledi. Hasta rahatlar
gibi oldu, Rieux. komiseri içeri aldı.
Cottard'a, Grand'ın verdiği ifadeyi okudular, in
tihara kalkışmasının sebebini söyleyip söylemeyece
ğini sordular. Komisere bakmadan «iç üzüntüleri»nin
yerinde kullanılmış olduğu karşılığını verdi. Komiser
aynı şeyi bir daha yapıp yapmıyacağını sordu. Cot-
tard canlanarak, «hayır» diye cevap verdi, sadece
kendisini rahat bırakmalarını bildirdi.
Komiser alıngan bir sesle:
— Şunu belirteyim ki, dedi, başkalarının rahatını
kaçırtan siz oldunuz.
Fakat Rieux'nün İşareti üzerine işi uzatmadılar.
Komiser dışarı çıkarken içini çekerek:
— Şu hastalık lâfı ortaya çıktı çıkalı işimiz za
ten başımızdan aşkın, dedi.
Doktora durumun ciddi olup olmadığını sordu,
Rieux de bir şey bilmediğini bildirdi.
— Havadan oluyor, diye kestirip attı komiser;
sebep bu işte.
Herhalde havadandı. Gün ilerledikçe, zift gibi bir
şey ele bulaşıyordu. Rieux ise her ziyarete gittiği her
yerde içinde korkunun gittikçe çoğaldığını duyuyor
du. Aynı günün akşamı kenar semtte ihtiyar hasta
nın komşusu kasıklarını sıkıyor ve sayıklamalar için
de kusuyordu. Düğümler kapıcınınkinden daha da
büyüktü. Bir tanesi irin topluyordu, çok geçmeden
çürük bir meyva gibi patladı. Evine döner dönmez
Rieux şehrin ecza deposuna telefon etti. Bu tarihte
tutmuş olduğu notlarında bu konuda şunlar yazılmış
tır: «Cevap olumsuz». Buna benzer başka hastalara
da çağırıyorlardı doktoru. Abseleri deşmek gereki
yordu, bu belli bir haldi. Çaprazlama iki bisturi dar
besi, düğümlerden kanlı bir cerahat dışarı akıyordu.
37
Hastanın parçalanan yarası kanıyordu. Fakat bacak
larda, karında lekeler görünmeye, irinleşmesi duran
bir düğüm gene şişmeye başlıyordu. Çok defa hasta
iğrenç bir koku içinde ölüyordu.
Fareler işinde o kadar gevezelik etmiş olan ba
sın bir şeyden bahsetmiyordu artık. Buna sebep fa
relerin sokaklarda, insanların ise evlerde ölmeleriy
di. Gazeteler ise yalnız sokakta olup bitenlerle ilgi
lenir! Fakat vilâyet ve belediye, durum üzerinde dü
şünmeye başlamıştı. Her doktor iki üç olaya rastla
madan yerinden kıpırdamayı düşünmemişti. Fakat bi
rinin artık bu işin hesabını yapması gerekiyordu. He
sap ise korku vericiydi... Birkaç gün içinde ölümler
birbirini izledi, bu garip hastalıkla yakından ilgilenen
ler gerçek bir salgın karşısında bulunduklarını anla
dılar. Rieux’nün kendinden çok daha yaşlı meslek-
daşlarından biri olan Castel de bu sıralarda doktoru
görmeye gelmişti.
— Tabiî siz bunun ne olduğunu biliyorsunuz Ri-
eux, dedi.
— Tahlillerin sonucunu bekliyorum.
— Ben biliyorum. Bunun için tahlile de ihtiya
cım yok. Uzun zaman Çin'de doktorluk yaptım, yirmi
yıl önce Paris'te de birkaç böyle olaya tanık oldum.
Sadece şimdilik buna bir ad vermekten çekindiler.
Kamuoyu kutsal bir şeydir: Telâşa, korkuya düşülme
sin diye. Hem bir meslekdaşımızın dediği gibi, «Buna
imkân yok, herkes bilir ki bu hastalık Batı âleminde
tamamen kaybolmuştur.» Evet, bunu herkes biliyor
du, ölülerden başka! Haydi Rieux, siz de benim kadar
bunun ne olduğunu biliyorsunuz.
Rieux düşünceye dalmıştı. Bürosunun pencere
sinden uzakta koyun üstüne kapanan kapalığın taşlı
sırtlarına bakıyordu. Gökyüzü mavi olmasına rağmen
38
öğle sonu ilerledikçe azalan soluk bir parlaklık vardı.
— Evet, dedi Castel, insan inanamıyor. Fakat
ben bunun Veba olduğunu sanıyorum.
Castel ayağa kalktı, kapıya doğru yaklaştı.
— Bize nasıl cevap vereceklerini bilirsiniz, dedi,
ihtiyar doktor. «Bu hastalık yıllardan beri uygar ülke
lerde kaybolmuştur.»
Rieux, omuzlarım kaldırarak:
— Kayboldu da ne demek? dedi.
— Evet. Hem unutmayın; Paris'te daha yirmi yıl
önce...
— Neyse. Ümit edelim ki o zamanki kadar teh
likeli olmaz. Fakat gerçekten inanılacak gibi değil.
«Veba» kelimesi ilk defa ağızdan çıkmıştı. Ber-
nard Rieux'yü penceresinin ardında bırakan hikâye
mizin bu noktasında, yazara, doktorun kararsızlığına
ve şaşkınlığına hak verdiğini söylemesine izin veril
sin, hem zaten, şehrimiz insanlanndan çoğunun gös
terdiği tepki de ufak tefek farklar dışında doktorun-
kinin aynıydı. Zaten felâket genel bir haldir, yalnız te
penize birdenbire inince ona kolaylıkla inanamazsınız.
Dünyada savaşlar. Veba salgınları görülmüştür. Bu
nunla beraber bu salgınlar ve savaşlar insanları da
ima gafil avlamışlardır. Doktor Rieux de, hemşerile-
rimiz gibi gaflet içindeydi, gösterdiği tereddütleri bu
yönden anlamak gerek.
Onun endişe ile güven arasında bocalaması da
bu yönden görülmelidir. Bir savaş patladığı zaman,
insanlar: «Fazla uzun sürmez, çünkü çok anlamsız
birşey,» derler. Elbette ki bir savaş çok anlamsız, çok
saçma birşeydjr, ama böyle oluşu uzayıp gitmesini
önlemez. Anlamsızlık, saçmalık daima kendini belli
eder, insanlar yalnız kendilerini düşünmeseler onun
varlığını farkedebilirlerdi. Şehrimizin insankm da bu
konuda bütün öteki insanlar gibiydiler, sadece ken
dilerini düşünüyorlardı; başka bir deyimle, «huma-
nistettiler; felâketlere inanıyorlardı. Felâket insanın
ölçüsüne sığmaz derler ki; felâket gerçek olmayan
40
birşeydir, gelip geçici bir düştür. Ama, felâket her
zaman gelip geçmez, insanlar gelip geçer, hele ko
runma tedbirlerini almamış oldukları için önce hü
manistler!.. Şehrimizin insanları başka yerdeknerden
daha çok suçlu değillerdi, sadece alçakgönüllü ol
mayı ihmal etmişlerdi, o kadar; her şeyin kendileri
için mümkün, felâketlerin ise imkânsız olduğunu dü
şünüyorlardı. İşler çevirmeye devam ediyorlar, yol
culuklara hazırlanıyorlardı, kendilerine göre fikirler
besliyorlardı. Geleceği gidiş - gelişleri, tartışmaları
yokeden bir Veba salgınını nereden akıllarına getire
bilirlerdi? Kendilerini hür sanıyorlardı, oysa felâketler
var oldukça kimse hür değildir.
Dostunun karşısında, şuraya buraya dağılmış
bir avuç hastanın habersizce gelen vebadan öldü
ğünü kabul etmiş olmasına karşın. Doktor Rieux için
bu, gerçek dışı bir şey gibiydi. Şu var ki insan doktor
olunca, ıstırap nedir bilir ve hayal gücü de biraz ge
niştir. Pencereden hiçbir yanı değişmemiş şehrine
bakarken, gelecek karşısında endişe dediğimiz bir iç
bulantısını duymaya başlıyordu. Bu hastalık hakkın
da bütün bilgileri kafasının içinde toplamaya çalışı
yordu. Belleğinde sayılar oynaşmaya başlıyor, tarihin
kaydettiği otuz büyük veba salgınının yüz milyon ölü
ye mal olduğunu hatırlıyordu. Fakat yüz milyon ölü
ne demektir? İnsan ancak savaşlarda ölümün ne de
mek olduğunu öğrenebilir. Madem ki bir insanın ölü
mü ancak gözle görüldüğü zaman anlam kazanıyor,
öyleyse tarih boyunca serpilip dağılmış bu yüz mil
yon ölü, muhayyelenin içinde uçuşan dumandan fark
sızdır. Doktor, İstanbul vebasını hatırlıyordu. Proco-
pe’a göre bu salgında bir tek günde on bin insan öl
müştü. On bin ölü bir sinemanın beş seanslık seyir
cisi demektir. Bunu iyice kavramak için yapılacak şey
41
şu: Beş sinemadan çıkan seyircileri toplayıp şehrin
meydanına götürmeli ve onları yığın halinde öldür
men. Hem bu isimsiz yığın içine bildik yüzler koymak
da mümkün. Fakat, bunu gerçekleştirmek tabiî ki im
kânsız hem de on bin insanın yüzünü kim tanıyabilir?
Zaten Procope gibi kimseler, herkes bilir, saymasını
da bilmezler. Yetmiş yıl önce Canton'da şehre daha
felâket çökmeden, kırk bin fare vebadan ölmüştü.
Ama 1871’de fareleri saymaya imkân yoktu. Bu he
sabı, yanılma ihtimallerini göze alarak, büyük sayılar
la yaklaşık olarak yapıyorlardı, Bir farenin boyu otuz
santim olduğuna göre, bu kırk bin fare ucuca dizile
cek olsa...
Doktor, sabırsızlık içindeydi. İşi oluruna bırakma
lıydı, ama böyle yapmak da doğru değildi. Birkaç
hastalık olayı salgın sayılmazdı, alınacak tedbirler
onu önlemeye yeterdi. Bilinen hallere göre çaresi
aranmalıydı; şaşkınlık, korku, kızarmış gözler, pis
ağız, baş ağrıları, hıyarcıklar, dayanılmaz bir susa
ma. sayıklama, vücutta lekeler, içteki parçalanma.ve
bunlardan sonra da... Bunlardan sonra doktor Rieux
bir cümleyi hatırlıyordu, hastalık belirtilerini sıraladığı
not defterinden bir cümleyi: «Nabız zayıflar, ve her
hangi bir kıpırdanma ölümle sonuçlanır.» Evet, bütün
bunların sonunda insanların dörtte üçü, — tam sayısı
buydu— bir ipliğin ucuna asılmışlardı, onları uçura
cak olan hafif .bir hareketi yapmak için sabırsızca
bekleşiyorlardı.
Doktor hep pencereden bakıyordu. Camın dışın
da ilkbaharın ılık havası, odanın içinde hâlâ titreşip
duran bir kelime: Veba. Bu kelimenin taşıdığı anlam
da, sadece tıbbın vermek istediği şeylerden başka,
bu sarımtırak ve kül rengi şehire pek uymayan bir
sürü olağanüstü hayaller de vardı. Kayıtsız ve huzur-
42
!u bir sessizlik, bu felâketin eski hayallerini kolaylıkla
gerisin geriye itiyordu; kuşların kaçıp gittikleri veba
ya uğramış Atina, sessiz sessiz can çekişenlerle dolu
Cin şehirleri, paramparça cesetleri çukurlara yığan
.Marsilya'nın kürek mahkûmları, vebanın öfkeli rüz
gârını durdurmak niyetiyle Provence'ta yaptırılan bü
yük duvar, Yafa ve korkunç dilencileri, İstanbul has
tanesinin katı toprağa serilmiş, rutubetli ve çürümüş
yatakları, kancalarla çekilen hastalar, kara veba sı
rasındaki maskeli doktorlar balosu, Milano mezarlı
ğında henüz ölmemiş insanların çiftleşmeleri, dehşet
içindeki Londra'dan geçen cenaze arabaları, geceleri,
gündüzleri, her yeri dolduran o sonu gelmez insan
iniltileri...
Hayır, bugünün huzurunu yok etrpek için yete
cek güçte değildi bunlar. Camın ötesinde görünme
yen bir tramvayın çanı birden çınlayıveriyor, bir an
da acıyı ve dehşeti yok ediyordu. Yalnız evlerin do
nuk damlarının ucunda görülen deniz, dünyada hu
zur içinde birşeyin bulunamayacağına, endişelerin her
zaman var olacağına tanıklık ediyordu.
Denizi seyreden doktor Rieux, Lucrece’in eserin
de sözünü ettiği, salgına tutulan AtinalIların denizin
kıyısında yaktıklan büyük odun yığınını hatırlatıyordu.
Geceler boyunca buraya boyuna ceset taşıyorlardı,
fakat yer yetmezdi ölülere; yaşıyanlar kendi yakın
larını bu odun yığınının içine yerleştirmek için elle
rindeki meşalelerle birbirlerine girerler, bu cesetleri
bir yana bırakmamak için kanlı bir boğuşmaya atı
lırlardı. Loş ve sakin denize karşı kıpkızıl yanan odun
lar, kıvılcımlar, sıçrayan bir gecenin ortasında yapı
lan meşaleli döğüşler, gökyüzüne doğru yükselen ka
lın, zehirli dumanlar gözönüne geliyor. İnsan korku
yor...
Fakat aklın önünde bu başdönmesinin yeri yok
tur. «Veba» kelimesinin artık ortaya atıldığı doğruy
du şu anda bu musibetin insanları kasıp kavurduğu,
bir iki kurbanını yere serdiği bir gerçekti. Ama ne de
olsa bunun önüne geçmek mümkündü. Yapılacak şey,
bilinmesi gereken şeyi tam bir açıklıkla bilmek, tanı
mak, yararsız gölgeleri silkip atmak, gerekli tedbir
leri almaktı. Ergeç, veba duraklıyacaktı, çünkü veba,
düşünme nedir bilmiyor, ya da yanlış düşünüyordu.
Veba duraklarsa — mümkün olanı da buydu zaten—
herşey düzelecekti. Durmazsa, hastalığın ne olduğu
açıkça ortaya çıkacak, önceleri bir çaresi buluna
masa bile daha sonraları onu alt etmek için çalışıla
caktı.
Doktor, pencereyi açtı, şehrin gürültüsü birden
arttı. Yakınlardaki bir atölyeden mekanik bir testere
nin kesik ıslığı yükseliyordu. Rieux bir silkindi. İşte
gerçek olan buydu; hergünkü çalışmaların içindeydi
bu. Geriye kalan her şey ipliklere bağlıydı ve işe ya
ramaz hareketlerden ibaretti. Durdurulamıyacak olan
birşey, bu çalışmaydı. Önemli olan, her kişinin işini
hakkıyla yapmasıydı.
Joseph Grand'ın geldiğini haber verdiklerinde
Doktor Rieux böyle düşüncelere kendini kaptırmıştı.
' Grand Belediyede memur ve çeşitli işlerle ilgilenen
bir kişi olduğu halde belli zamanlarda istatistik ser
visinde çalışırdı. Ölülerin sayısını toplamıştı bu defa.
Nezaket gereği, elde ettiği sonuçların bir kopyesini
de Rieux'ye getirmeyi düşünmüştü.
Doktor, Grand’ın, komşusu Cottard ile birlikte
içeri girdiğini gördü.
— Sayıları boyuna yükseliyor, doktor, dedi. Kırk
sekiz saatte on bir ölü.
Rieux, Cottard’ı selâmladı, sağlık durumunu sor
du. Grand, Cottard'ın doktora teşekkür etmeye se
bep olduğu rahatsızlıklar için özür dilemeye geldiği
ni anlattı. Fakat Rieux, istatistik kâğıdına dalmıştı:
— Artık, dedi Rieux, bu hastalığı adıyla anla
maya karar vermek gerekiyor. Şimdiye kadar yeri
mizde tepindik durduk. Siz de benimle gelin, labora
tuara gidiyorum.
Grand, doktorun arkasından merdivenden iner
ken :
— Evet, evet, diyordu. Her şeyin bir adı vardır.
Ama bunun adı ne?
— Bunu size söyliyemem, hem zaten işinize de
yaramaz.
Memur gülümseyerek:
— Görüyorsunuz ya, o kadar kplay da değil bu,
dedi.
Armes meydanına doğru yürüdüler. Cottard hep
susuyordu. Caddeler kalabalıklaşmaya başlamıştı.
Memleketimizin erkenden batan güneşi şimdiden ge
cenin karşısında çekilip gidiyor, daha berrak olan
ufukta ilk yıldızlar beliriyordu. Biraz sonra sokaklar
daki lâmbalar yanınca gökyüzü karanlıklaştı, konuş
malarının gürültüsü bir perde daha yükselmiş oldu.
Armes meydanının köşesine gelince Grand:
— Bana müsaade. Tramvayımı kaçırmamalıyım.
Akşamlarım benim için kutsaldır. Bizim memlekette
dedikleri gibi: «Bugünkü işini yarına bırakmamalı.»
Rieux, Montelimar’da doğmuş olan Grand'ın
memleketinin deyimlerine ve ayrıca hiçbir yerin malı
olmayan «düş gibi bir an», veya «bir masal aydınlığı»
gibi beylik lâflara düşkünlüğünü daha önceden öğ
renmişti.
Cottard:
— Çok doğru, dedi, yemeklerden sonra onu evin
den çıkarmak mümkün değil.
,Rieux, Grand’a evde Belediye’nin bir işine mi
çalıştığını sordu. Grand, hayır, dedi; kendisi için ça
lışıyordu.
Birşey söylemiş olmak için Rieux:
— Peki, dedi, ilerliyor mu bu iş?
— Yıllardır mecburen çalışıyorum. Bir bakıma
pek ilerlediğim de söylenemez.
Doktor, durarak:
— Peki ama, dedi, nedir bu yaptığın iş?
Grand, yuvarlak şapkasını iri kulaklarına doğru
çekerek birşeyler geveledi. Rieux bu işin bir insa
nın kişiliğinin gelişmesini ilgilendiren bir çeşit atılım
46
olduğunu anlar gibi oldu. Belediye memuru onlardan
ayrılmış, telâşlı adımlarla Marne bulvarı boyunca iler
lemeye koyulmuştu. Lâboratuarın kapısında Cottard
öğüt almak için kendisini görmek istediğini söyledi,
Rieux muayenehanesine dâvet etti, sonra fikrini de
ğiştirdi, erktesi gün mahallelerine gideceğini öğleden
sonra evine uğrayacağını bildirdi.
Cottard'ın ayrıldıktan sonra doktor, hep Grand'ı
düşünmekte Olduğunu farketti. Onu, o kadar önemli
olmayacak böyle bir veba salgınlarından birinin için
de hayal ediyordu. «Böyle hallerde işin içinden sıyrı
lacak insanlardan biridir.» Vebanın zayıf bünyelilere
dokunmadığını, daha çok sağlığı güçlü olanları yok
ettiğini bir yerde okumuş olduğunu hatırlıyordu.
Gerçekten, ilk bakışta Joseph Grand, küçük bir
belediye memurundan başka birşey değildi. Zaten
bu üstünden akıyordu. Uzun ve zayıf vücudu, fazla
dayanır diye seçtiği, daima bol gelen elbiselerin için
de dalgalanırdı. Alt damakdaki dişlerinin çoğu duru
yorsa da, üst damakdaki dişlerinin çoğunu kaybetmiş
ti. Üst dudağını, yukarı kaldıran gülümsemesi ile kap
kara bir ağız içi ortaya çıkıyordu. Bu portreye, papaz
okulu öğrencilerinkine benzeyen yürüyüşünü, kapılar
dan kimsenin farkına varmadan, giriş çıkışları, ses
siz sedasız, çabucak kaçıp gitmeleri, bir duman ve
mahzen kokusunu, hiçbir anlamı olmayan bir insana
vergi bütün hallerini ekleyecek olursak, onu, şehir
deki banyo yerlerinin tarifelerini uygulamak yeniden
gözden geçirirken ya da yeni çöp vergisine ait bir
raporun ilk bilgilerini genç bir muhbire vermek üze
re toplarken, bir büro başından başka yerde düşün
menin imkânsız olduğu anlaşılır. Hazırlıksız bir zekâ
sahibi bile, onun bu dünyaya, günde altmış iki frank
otuz santim kazanan geçici bir belediye memuru ol
mak için geldiğini sanır.
47
Kadrodaki «işi» kelimesinin yanında yer alan
açıklama bu şekildeydi. Yirmi iki yıl önce parasızlık
yüzünden öğrenimine daha fazla devam edemeyince,
bu işi kabul etmek zorunda kalmıştı. Dediğine göre,
çok geçmeden asaleten tâyin edileceğini ummuştu.
Şehrimiz idaresinin gerektirdiği nazik sorunlan öğre
nene kadar bir süre bu işde çalışacaktı hesaba göre.
İlerde, kendisine de söz vermişlerdi, rahatça yaşaya
bilecek imkânları ona sağlıyacak redaktörlüğe geçi
receklerdi. Joseph Grand'ı iteleyen muhakkak ki hırs
değildi, hüzünlü gülümseyişi bunu isbat ediyordu. Fa
kat dürüstçesine sağlama bağlanmış maddi bir du
ruma ulaşmak, sonunda da pişmanlık duymadan sev
diği bir çalışmaya kendini verebilmek imkânı onu çe
kiyordu. kendisine yapılan teklifi kabul etmesi şerefli
sebeplerle, daha doğrusu bir ideale olan bağlılığı yü
zünden olmuştu. ' '
Ama uzun yıllardan beri bu geçici durum devam
ediyordu, hayat akıl almaz bir ölçüde yükselmişti,
Grand’ın gündeliği ise birkaç genel zam dışında hâlâ
içler acısı bir haldeydi. Rieux'ye bundan yakınmıştı,
fakat kimse bunun farkında değildi. Grand'ın kendine
vergi özelliklerinden, ya da belli alâmetlerinden biri
buydu. Pek de emin olmadığı haklara değilse de, ken
disine verilen teminatlara dayanarak hakkını arıya-
bilirdi. Ama bir kere kendisini işe-almış olan büro
şefi epey zaman önce ölmüştü, hem zaten kendisine
verilen sözleri tam olarak hatırlamıyordu. Aynca, en
önemlisi de, Joseph Grand, nasıl konuşacağını bil
miyordu.
Rieux'nün de gözünden kaçmadığı gibi, Grand'ı
en doğru olarak belirten bu özelliğiydi. Tasarladığı
dilekçeyi yazmasını, ya da şartların gerektirdiği te
şebbüsü yapmasını boyuna geciktiren, hep buydu.
48
Dediğine bakılırsa, zaten pek emin olmadığı «hak»
kelimesini, yahut da alacaklı olduğunu belli eden,
işgal ettiği mevkiin basitliğine uymayan bir cüretkâr*
lık ifadesi taşıyan «vaatler» kelimelerinipzellikle kut*'
lanmamaya dikkat ediyordu, ö te yandan kişisel hay
siyetiyle uzlaştıramadığı «lütuf», «rica», «minnet» gibi
sözleri de kullanmak istemiyordu. Böylece yerinde
kullanılacak kelimeyi bulamadığından, oldukça iler
lemiş bir yaşa kadar önemsiz birtakım işlerde çalışıp
durdu. Dr. Rieux'ye anlattıklarına bakılırsa, zaten za
manla maddî hayatının da sağlama bağlandığını far-
ketmişti, gerekli ihtiyaçlarını azçok sağlayabiliyordu.
Büyük bir sanayici plan Belediye başkanının en çok
kullandığı sözlerden birini doğru bulmaya boşlamış-
ti: «Hem de. diyordu başkan, (muhakemesinin bütün
ağırlığını taşıyan bu kelimede ısrar ederek) zaten
kimsenin açlıktan öldüğü görülmemiştir.» Ne olursa
olsun, Jaseph Grand'ın sürdüğü bu zahit hayatı onu
bu çeşit düşüncelerden kurtarmıştı.
Bir bakıma örnek yaşaması olduğu da söylene
bilir. Her yerde olduğu gibi, şehrimizde de sayısı az
bulunan, iyi duygularına cesaretle güvenen insan
lardan biriydi. Kişiliğinden açığa vurduğu en kgçük
parçalar bile, günümüzde gösterilmeğe cesaret edil
meyen bir iyilik ve bağlılık ifadesini taşıyordu. İki yıl
da bir, Fransa'ya, hayattaki tek akrabası olan kızkar-
deşi ile yeğenlerini görmeye gidiyordu, onları çok
sevdiğini itiraf etmekten çekinmiyordu. Henüz çok
küçükken kaybettiği annesinin, babasının anısının ona
acı verdiğini söylüyordu.
Mahallesinde akşamları saat beşte vuran bir kir
lise çanını Herşeyden fazla sevdiğini söylemekten de
çekinmiyordu. Fakat bu o kadar, basit duyguları an
mak için kullandığı en ufak kelime bile ona büyük
VEBA F .: 4/49
sıkıntılara mal oluyordu. Bu işde duyduğu zorluk en
büyük üzüntüsünü teşkil ediyordu. «Ah. doktor, di
yordu; kendimi rahatça anlatabilmeyi o kadar istiyo
rum ki». Rleux ile ne zaman karşılaşsa bundan bah
sediyordu.
O akşam belediye memurunun arkasından ba
kan doktor, birdenbire onun ne demek istediğini an
ladı. Ya bir kitap yazıyor, ya da buna benzer bir iş
yapıyordu.
Lâboratuvara varıncaya kadar Rieux'ye bu dü
şünce huzur verdi. Böyle bir duygunun ne kadar saç
ma olduğunu biliyordu, ama veba salgınının, dürüst
tutkuları olan basit memurların bulunduğu bir şehir
de yerleşebileceğine bir türlü inanamıyordu. Vebanın
içinde böyle tutkuların yer alabileceği tam anlamıyle
düşünemiyordu bile, böylece vebanın bu şehrin in
sanları arasında fazla yaşayamıyacağı yargısına va
rıyordu.
Ertesi gün, yersiz karşılanan ısrarları sonunda
Rieux,. vilâyette bir sağlık komisyonunun toplanma
sını sağlamıştı.
Richard:
— Halkın endişeye kapıldığı doğru, diye durumu
kabul etmişti. Hem sonra, birtakım gevezeler de işi
büyütüyordu. Vali: «Ne isterseniz hemen yapalım,
oma gürültüsüzce,» dedi. O da bu telâşın boş oldu
ğu fikrindeydi.
Bernard Rieux, vilâyete giderken Castel'i de
arabasına aldı.
Castel:
— Vilâyette serum bulunmadığını biliyor musu
nuz? dedi.
— Biliyorum. Depoya telefon ettim. Müdür apışıp
kaldı. Paris'ten getirmek gerekiyor.
50
— Uzun sürmez herhalde.
— Ben telgrafr çektim bile, dedi Rieux.
Vali nazik, fakat sinirliydi:
— Baylar, dedi, başlıyalım. Durumu özetlemem
gerekiyor mu?
Richard buna gerek olmadığı fikrindeydi. Dok*
torlar durumu biliyorlardı zaten. Konu, alınması ge
reken tedbirlerin neler olduğunu tesbit etmekti.
Castel sert bir tavırla:
— Bütün sorun, dedi, bu hastalık veba mıdır,
değil midir bunu anlamak.
İki üç doktor öfkeyle bağırdılar. Ötekiler çekinir
gibiydiler. Vali ise yerinden sıçradı, bu münasebetsiz
sözün koridordan duyulmasını önlemek istediğini
belli edercesine hızla kapı tarafına döndü. Richard.
şaşkınlığa kapılmamak gerektiğini söyledi: kasık ih
tilâfından gelen bir ateşin söz konusu olduğunu, şim
dilik ancak bu kadarının söylenebileceğini, hayatta
olduğu gibi, ilim sahasında da yürütülecek varsayım
ların tehlikeli olabileceğini söyledi. Sarı bıyığını ses
siz sedasız çiğneyen ihtiyar Castel,- açık renk gözle
rini Rieux'ye çevirdi. Sonra iyilik dolu bir bakışla ora-
dakilere baktı, bunun veba olduğuna tamamen emin
bulunduğunu, bunu resmen kabul etmenin en sert
tedbirlerin alınmasını zorunlu kılacağını bildirdi. Mes-
lekdaşlarını ürküten şeyin ne olduğunu bildiğini söy
ledi. Vali, yerinden kalktı, herşeye karşın bunun İyi
bir düşünüş tarzı olmadığını bildirdi.
Castel:
— önemli olan, dedi, böyle bir düşünüş tarzı
nın iyi olup olmadığı değil, fakat insanı düşündüre-
bilmesidir.
Rieux susuyordu, ne düşündüğünü sordular.
51
— Tifo özelliklerini gösteren bir ateş söz konu
su, fakat ayrıca hıyarcıklar ve kusmalar da var. Ben
bu hıyarcıkları yardım. Yaptırdığım tahlil sonunda lâ-
boratuvar, vebanın bodur basilini ortaya çıkardı. Sö
zü tamamlamak için, mikroptaki kendine vergi özel
liklerin veba mikroplarının klâsik tanımına uymadığı
nı da söylemek lâzım.
Richard tereddüdün uyanmasına bunun sebep
olduğunu bildirdi, iki gün önce başlamış olan tahlil
serisinin istatistik sonuçlarını beklemek gerektiğini
söyledi.
Kısa bir susuştan sonra Rieux:
— Eğer, dedi, bir mikrop, dalağın hacmini üç
gün içinde dört misli büyütürse, mezenterik lenfa
bezleri lâpa sertliği alırsa, şüpheye artık yer kalmaz.
Hastalık yuvalan büyük bir gelişme halinde. Bu gi
dişle, durdurulmadığı takdirde, iki ay içinde şehrin
yansını öldürmesi tehlikesi vardır. Bunun için ona is
ter veba, ister hızlı bir humma deyin, bir önemi yok.
Asıl iş şehrin yansını ölümden kurtarmak.
Richard, durumu ümitsiz bir.hale sokmanın doğ
ru olmadığını, hastalara bakan kimseler ölmediklerine
göre, hastalığın bulaşıcı olduğunun henüz ispat edil
mediğini söyledi.
Rieux:
— Ama ölenler de var. Tabii salgının bulaşıcı
olduğu daha kesinleşmiş değil, bunu sonsuz bir ma
tematik artış ve şehrimiz insanlarının birbiri ardına
ölmeleri ile anlıyacağız. İşi ümitsizliğe götürmemen.
Ama tedbirleri de almalı.
Richard, hastalık kendiliğinden durmazsa, onu
önlemek için kanunla tesbit olunmuş, şiddetli, koru
yucu tedbirlerin alınması gerektiğini söyliyerek, du
rumu Özetledi.
52
Bunu yapmak için de salgının veba olduğunu res
men kabul etmek lâzımdı, bu meselede kesinlik bu
lunmadığını ve bu yüzden üzerinde durulup düşünül
mesi gerektiğini bildirdi.
Rieux ısrarla:
— Mesele, dedi, kanunun koyduğu tedbirlerin
şiddetli olup olmamasında değil, fakat şehrin yarısı
nı ölümden kurtarmak için şart olup olmamasında.
Gerisi İdarî bir iştir ve toplum düzenimizde bu işleri
yapmak için bir vali düşünülmüştür.
Vali:
— Elbette ki öyle, dedi, fakat bunun bir veba
salgını olduğunu resmen kabul etmenize ihtiyacım
var.
Richard, sinirli sinirli lâfa karıştı:.
— Gerçek şu ki: meslekdaşımız, vebaya inanı
yor. Hastalık belirtilerini anlatması da bunu ispat
ediyor.
Rieux, hastalık belirtisini değil, sadece gördük
lerini anlattığını söyledi. Gördükleri ise. hıyarcıklar,
lekeler, kırk sekiz saatte insanı yok eden, sayıklatıcı
ateşlerdi. Acaba Mösyö Richard, sert, koruyucu ted
birler alınmadan salgının önleneceğine dair sorumlu
luğu yüklenebilir miydi?
Richard. tereddütle Rieux’ye baktı:
— Samimî olarak, dedi, bana fikrinizi söyleyin,
hakikaten bunun veba olduğuna emin misiniz?
— Soruyu yanlış soruyorsunuz. Bu bir gramer
işi değil, bir zaman işidir.
Vali:
— Sizin düşüncenize göre, dedi, veba söz ko
nusu olmasa da, veba salgını sırasında alınması ge
reken tedbirlerin yine de alınması lâzım.
— Eğer, muhakkak bir düşüncem olması gere
kiyorsa, böyle düşünüyorum, dedi.
53
Doktorlar aralarında konuştular, sonunda Ric-
hard şunu söyledi:
— öyleyse, hastalık sanki vebaymış gibi hare
ket etmek sorumluluğunu almamız gerekiyor.
Bu formül onaylandı.
Richard:
— Sizin fikriniz de böyle değil mi? diye sordu.
Rieux:
— Benim için formül önemli değil, dedi. Şehrin
yarısının ölmesini önleyecek bir şekilde hareket ede
lim, diyebiliriz, çünkü tedbirler alınmazsa hepsi öle
cek.
Sinirli bir ortam içinde Rieux çıkıp gitti. Birkaç
dakika sonra, sidik ve balık kokan şehrin dış mahal
lelerinde kasıkları kana bulanmış bir kadın, ölüm çığ
lıkları atarak olduğu yerde kıvranıyordu.
Toplantıdan bir gün sonra, hastalık küçük bir
atılım daha yaptı. Gazetelere bile geçti, fakat çok
hafif şekildeydi, çünkü gazeteler bazı imâlarda bu
lunmakla yetinmişlerdi. Daha ertesi gün Rieux, vali
liğin şehrin birbirinden uzak köşelerine hemencecik
yapıştırdığı küçük beyaz afişleri okumaktaydı. Bu afiş
lerden yetkili makamlann, durumu ciddiye aldıkları
kanısına varmak zordu. Alınan tedbirler fazla sert
değildi, kamuoyunu endişeye düşürmemek isteğiyle
bir hayli fedakârlık yapılmış gibiydi. Kararnamede
Oran vilâyetinde, bulaşıcı olup olmadığı henüz biline-
miyen bazı öldürücü hastalık olaylarının görüldüğü
bildiriliyordu. Bu olayların niteliği daha anlaşılama
mıştı. endişeye kapılmaya gerek yoktu, halkın, soğuk
kanlılığını kaybetmeyeceği muhakkaktı. Bununla be
raber, ihtiyatlı davranmak için Vali bazı koruyucu
tedbirler almıştı. Gereği gibi anlaşılıp uygulanması
halinde bu tedbirler her türlü salgın tehlikesini önle
yecek bir karakterdeydi. Bu sebepten, valinin çaba
larına şehir halkının en yakın yardımı gösterecekle
rine şüphe yoktu.
Daha sonra, alınacak toplu tedbirler sıralanıyor
du. Bunlar arasında, lâğımlara, zehirleyici gazların
sıkılmasıyla farelerin bilimsel bir şekilde yok edilme
leri ve içme sularına titiz, bir dikkat gösterilmesi de
vardı. Şehirde yaşayanlann temizliğe aşırı önem ver
meleri, üzerinde pire bulunanların Belediye dispan
serlerine başvurmaları bildiriliyordu. Öte yandan teş-
55
his edilen hastalıkların doktorlar tarafından hemen
bildirilmesi ve hastaların hastanelerin özel salon
larında tecrit edilmelerine razı olunması zorunluluğu
konuluyordu. Bu salonlar, hastaları kısa zamanda
tedavi edebilecek şekilde, elde bulunan araçların tü
müyle teçhiz edilmişlerdi. Birkaç ek madde de hasta
odalarının ve hasta taşıma arabalarının dezenfekte
edilmesini şart koşuyordu. Ayrıca hastaların yakınla
rına kendilerini bir sağlık kontrolü altında tutmaları
tavsiye edilmekteydi.
Dr. Rieux, okuduğu afişten başını hızla çevirdi ve
dairesine giden yolu tuttu. Beklemekte olan Joseph
Grand, doktoru görünce kolunu yukarı kaldırdı.
— Evet, biliyorum, dedi doktor, sayılar boyuna
yükseliyor.
Bir gün önce şehirde bir düzine hasta ölmüştü.
Doktor, Grand’a bu akşam Cottard'a gideceği için
kendisini de göreceğini söyledi:
Grand:
— Haklısınız, dedi. İyilik etmiş olursunyz, çün
kü ben onu değişmiş buluyorum.
— Nasıl yani?
— Çok nazikleşti.
— Eskiden değil miydi?
Grand durakladı. Cottard'ın eskiden nazik olma
dığını söyleyemezdi, bu doğru olmazdı. Domuza ben-
ziyen sessiz, içine\kapamk bir adamdı Cottard. Oda
sı, basit bir lokanta, oldukça esrarlı giğiş-gelişler;
hayatı bu kadardı. Sözde şarap, likör komisyoncu-
suydu. Arada bir, herhalde müşterileri olan iki üç ki
şi, onu görmeye gelirdi. Akşamları, evin karşısındaki
sinemaya giderdi. Grand, onun, daha çok gangster
filmlerini tercih ettiğini farketmişti. Şarap ve likör
56
komisyoncusu, ona münzevi, kimseye itimat ekmeyen
bir insan olarak görünmüştü.
Grand’a göre bütün bunlar hayli değişmişti.
— Bilmiyorum nasıl demeli, bana öyle geliyor
ki, o, insanlarla anlaşmak, herkesle beraber olmak
istiyor. Benimle sık sık konuşuyor, kendisiyle gezme
ye gitmemi istiyor, ben de her zaman reddedemiyo
rum. Kısacası, beni ilgilendiriyor, ne de olsa hayatını
kurtarmıştım.
İntihar teşebbüsünden bu yana Cottard’ı görme
ye gelen yoktu. Sokaklarda, alış-veriş ettikleri dük
kânlarda, sempati toplamaya çalışıyordu. Şimdiye ka
dar kimse bir bakkalla böyle sevgiyle konuşmamış,
bir tütüncü kadının sözlerini bu kadar ilgiyle dinleme
mişti.
Grand:
— Bu tütüncü kadın yılanın biridir, diyordu. Bu
nu Cottard'a da söyledim, aldandığımı ve bu kadı
nın aranırsa bulunabilecek iyi tarafları olduğu ceva
bını verdi bana.
İki üç kere de Cottard, Grand'ı şehrin lüks kahve
ve lokantalarına götürmüştü. Artık böyle yerlere git
meye başlamıştı.
— İnsan burada rahat ediyor, diyordu, hem de
iyi bir çevrede bulunuyor.
Komisyoncuya gösterilen özel itina Grand’ın gö
zünden kaçmamış, ama bıraktığı bol bahşişi görünce
sebebini anlamıştı. Cottard, karşılıklı gösterilen ki
barlıklara çok düşkündü. Bir metrdotelin kendisini
teşyi edip pardesüsünü giymesine yardım etmesin
den sonra Grand’a şöyle demişti:
— Çok iyi bir çocuk bu, benim için tanıklık ede
bilir.
— Neye?
Cottard tereddüt etti:
57
— Şeye!.. Benim öyle kötü bir insan olmadığı
ma.
Bundan başka mizacında da ani değişmeler var
dı. Bir gün bakkal, kendisine o kadar nazik davran
mamıştı. eve ölçüsüz bir gazap içinde geldi.
— Köpoğlu hep onlarla meşgul oluyor.
— Kimlerle?
— Başkalariyle.
Grand, tütüncü dükkânında geçen bir sahnede
de hazır bulunmuştu. Hararetli bir konuşma sırasın
da kadın, o sıralarda Cezayir'de günün konusu ha
line gelmiş bir tutuklama olayından bahsetmekteydi.
Deniz kıyısında bir Arabi öldüren simsar söz konu
suydu.
Satıcı kadın :
— Bu ayak takımının topunu kodese tıkmalı ki.
namuslu insanlar rahat nefes alabilsinler, demişti.
Fakat Cottard'ın birdenbire birtakım hareketler
yaparak, özür dilemeden kendini dükkândan dışarı
otması üzerine, tütüncü kadın, sözünü yarıda kesmiş,
ti. Grand ile satıcı kadın şaşkınlık içinde kalakalm a
lardı.
Daha sonra, Grand, Rieux'ye Cottard’ın karak
terindeki başka değişiklikleri de bildirmekteydi. Cot-
tard'ın ötedenberi aşırı liberal fikirleri vardı. En sev
diği cümlesi olan, «Büyükler küçükleri yutar», bunu
açıkça isbat ediyordu. Fakat bir süredir. Oran’ın en
burjuva gazetesini alıyordu hattâ onu kalabalık yer
lerde bir çeşit caka ile okumakta olduğu da söylene
bilirdi. İyileştikten birkaç gün sonra, postahaneye gi
den Grand'a, uzaktaki kızkardeşine her ay gönderdiği
yüz franklık havaleyi postaya vermesini rica etmişti.
Fakat Grand tam gideceği sırada:
— İki yüz frank gönderin demişti, ona güzel bir
58
sürpriz olur. Kendisini hiç düşünmediğimi sanıyor.
Oysa onu pek çok severim.
Nihayet Grand'la aralarında çok meraklı bir ko
nuşma geçmişti. Grand. her gece kendini verdiği ça
lışmanın ne olduğunu merak eden Cottard'ın sorula
rına cevap vermemezlik edememişti.
— Demek ki. dedi Cottard, bir kitap hazırlıyor
sunuz.
— Onun gibi, ama ondan daha girift birşey bu.
Cottard:
— Ah, diye sesini yükseltmişti, ben de sizin gi
bi yapmak isterdim.
Grand şaşırmıştı. Cottard. bir sanatçı olmanın
pek çok şeyi düzeltebileceğini gevelemişti.
Grand:
— Niye? diye sormuştu.
— Çünkü, herkes bilir ki. sanatçının öteki in
sanlardan daha çok şeye hakkı vardır. Onun yaptığı
pek çok şey göze batmaz bile. _
Rieux, Grand'a:
— Haydi canım, dedi, fare hikâyesi birçoklan
gibi onun da başını döndürdü, hepsi bu; ya da,' has
talıktan korkuyor.
Grand:
— Sanmıyorum doktor, dedi, benim fikrimi so
rarsanız...
Farelerle savaş örgütünün arabası büyük bir gü
rültüyle pencerelerinin önünden geçti. Rieux, ses du
yulabilecek âna kadar sustu, sonra yavaşça memu
run fikrini sordu, öteki, ona ciddi bir bakışla bakı
yordu. -
— Bu adamın, dedi, kendisinin de farkettiği uta
nılacak bir yanı var.
Doktor omuzlarını silkti. Komiserin dediği gibi,
işleri başından aşkındı.
sn
öğleden sonra Rieux, Castel’le görüştü. Serum
lar gelmiyordu.
Rieux:
— Zaten, dedi, bakalım bir işe yarıyacak mı bun
lar? Bu mikrop pek tuhaf.
Castel:
— Ben sizin fikrinizde değilim, dedi. Bu yaratık
ların daima kendilerine vergi bir halleri oluyor. Ama
sonuç bakımından hep aynı şey.
— Bunu farzediyorsünuz. Ama hiç emin değiliz.
— Tabiî ki, farzediyoruz. Zaten herkes bunu far-
zetmekte.
Gün boyunca doktor, vebayı aklına getirdikçe
içindeki bulantının artmakta olduğunu-farketti. Artık
korkmaya başladığını kabul etmek zorunda kaldı. Ka
labalıkla dolup taşan kahvelere iki kere girip çıktı. O
da Cottard gibi insanların sıcaklığına ihtiyaç duyu
yordu. Rieux bunu anlamsız buluyordu, şarap komis
yoncusuna ziyaretine gideceğini söz verdiğini birden
hatırladı.
Akşamdı, doktor Cottard’ı yemek odasının m a
sası başında buldu. İçeri girdiği zaman, bir polis ro
manı masanın üzerinde açılmış duruyordu. Fakat ok-
şam karanlığı basmıştı, başlamak üzere bulunan k a
ranlıkta kitap okumak hayli zor olmalıydı. Cottard her
halde bir dakika önce, oturmuş, yarı karanlıkta dü
şünüyordu. Rieux nasıl olduğunu sordu. Cottard, ye
rine oturarak, kimsenin kendisiyle meşgul olmadığına
emin olabilse çok daha iyi olacağını mırıldandı. Rieux,
insanın daima tek başına kalamıyacağını belirtti.
— Oh! dediğim o değil. Ben, size dert getirmeye
çalışan kimselerden bahsetmiyorum.
Rieux susuyordu.
60
— Benim durumum öyle değil, bunu unutmayın.
Şu romanı okuyordum. İşte birdenbire bir sabah vak
ti tutuklanan bir mutsuz kişi... Peşindeydiler hep,
onunsa bundan haberi bile yoktu. Orada burada hep
ondan bahsediyorlardı. Bunu doğru bulur musunuz
siz? Bir insana bunu yapmaya haklan var mı?
— Yerine göre, dedi Rieux. Bir bakıma gerçek
ten böyle birşeye haklan yok. Ama bunların hepsi
ikinci derecede şeyler. İnsan uzun boylu kapalı kal
mamalı. Biraz dışarı çıksanız iyi olur.
Cottard sinirlenir gibi oldu, zaten dolaşıp dur
maktan başka birşey yapmadığını, istenirse bütün
mahallenin kendisi için tanıklık edeceğini söyledi. M a
hallenin dışında da ahbaplık ettiği kimseler vardı.
— Mim ar Mösyö Rigaud'yıı tanır mısınız? O da
dostlarımdan biridir.
Odanın içinde, gölgeler büyüyordu. Kenar sokak
canlandı, dışarda lâmbaların yanmasıyle ferahlık ve
ren insan sesleri duyulmaya başlandı. Rieux balkona
Çıktı. Cottard da onu izledi. Her akşamki gibi h afif
bir meltem , m ırıltılan, kızarmış et kokusunu, hür olu
şun sevineli ve kokulu uğultusunu yakın m ahalleler
den sürükleyip getiriyor, patırdıa gençlerin doldurdu
ğu sokağa yayıyordu. Geceleyin görünmeyen gemi
lerin feryatlariyle; denizden, geçip giden insan ka
labalığından gelen belirsiz seslerle, vaktiyle cok sev
diği bu saat, bildiği şeylerden ötürü şimdi onu hu
zursuz ediyordu.
C ottard'a:
— İşığı yakabilir miyiz? diye sordu.
Işık yanınca, ufacık adam gözlerini kırparak ona
baktı.
— Söylesenize doktor, dedi, hasta olursam be
ni hastahanede kendi servisinize alır mıydınız?
— Niye olmasın?
Cottard. klinikte veya hastanede yatan bir insa
nın tutuklanıp tutuklanmıyacağını sordu. Rieux böyle
şeylerin olabileceğini, hastanın sağlık durumuna bağ
lı olduğunu söyledi.
Sonra kendisini şehre götürmesini doktordan ri
ca etti.
Şehrin ortasındaki caddeler çoktan tenhalaşmış,
ışıklar seyrekleşmişti. Çocuklar hâlâ kapı önlerinde
koşuşuyorlardı. Doktor, Cottard'ın istediği yerde, bir
çocuk topluluğunu yanında arabayı durdurdu. Çocuk,
lar çığlıklar atarak kaydırak oynuyorlardı. İçlerinden,
yatırılmış, iyi taranmış siyah Şaçlı, kirli yüzlü bir ço
cuk. insanı ürküten parlak bir bakışla Rieux'ye göz
lerini dikmişti. Doktor da gözlerini ondan ayırmadı.
Cottard, kaldırım üzerinde elini sıktı. Boğuk ve güç
anlaşılır bir sesi vardı. İki üç kere arkasına baktı.
— Herkes bir salgından bahsedip duruyor, de
di. Doğru mu bu. doktor?
— İnsanlar daima birşeyden bahsederler, bun
dan tabiî birşey yoktur, dedi Rieux:
— Hakkınız var. Sanki bir düzine ölü verirsek
kıyamet kopacak. Bizlere gereken şey bu değil zaten.
Motor, homurdanmaya başlamıştı. Rieux’nün eli.
vites kolunun üstündeydi. Sakin ve ciddî haliyle onu
süzmekten vazgeçmemiş olan çocuğa yeniden baktı.
Birden durup çlururken, çocuk bütün dişlerini göste
rerek ona güldü.
Doktor, çocuğa gülümslyerek Cottard’a sordu:
— Bizlere gereken şey nedir peki?
Cottard, arabanın kapısını yakaladı, kaçıp git
meden önce gözyaşı ve öfke dolu bir sesle bağırdı:
— Bir deprem. Esaslı bir deprem!
Deprem falan olmadı, ertesi gün Rieux için şeh
rin dört köşesine gidip gelmekle, hastaların ailele
62
riyle görüşme ve hastalarla tartışma yapmakla geçti.
Rieux, mesleğini hiçbjr zaman şimdiki kadar ağır bul
mamıştı. Şimdiye kadar hastalar, işini kolaylaştırır,
kendilerini isteyerek ona teslim ederlerdi, ilk defa
olarak doktor, onları bir şaşkınlık içinde, kendilerini
hastalıklarına kaptırmış, içlerine çekilmiş güvensiz bir
halde buluyordu. Bu, doktorun alışık olmadığı çeşit
ten bir savaştı. Akşamın onuna doğru, son ziyaret
edeceği yer olan ihtiyar astımlının evi önünde araba
sını durdurduğu zaman, yerinden güçlükle kalkabildi.
Karanlık sokağı ve kara gökyüzünde belirip kay
bolan yıldızları bir süre seyrederek vakit geçirdi. İh
tiyar hasta, yatağında oturmuştu. Daha iyi soluk alır
gibiydi, bir tencereden ötekine aktardığı bezelye ta
nelerini sayıyordu. Doktoru neşeli bir yüzle karşıladı:
— Doktor, dedi, bu hastalık kolera, değil mi?
— Nereden çıkardınız bunu?
— Gazeteden, radyo da söyledi.
— Hayır, kolera değil.
— Her neyse, dedi heyecanlanan ihtiyar; şu ko
ca kafalı yaratıklar işi epey azdırdılar.
Doktor:
— Bu lâflara inanmayın, dedi.
Hastayı muayene etti, sonra yoksul yemek oda
sının orta yerinde bir sandalyeye oturdu. Evet, o da
korkuyordu. Varın sabah bu kenar mahallede hıyar
cıkları büyümüş bir düzine hastanın yolunu bekliye-
ceklerinden emindi. Ancak iki üç olayda hıyarcıkların
yarılmasr hastayı iyileştirebilmişti. Çoğu için, böyle
bir hai, hastaneyi boylamak demekti, hastanenin ise
fakirler için taşıdığı anlam ortadaydı. Hastalarından
birinin karısı, kocası için: «Onu deney aracı olarak
kullanmalarını istemiyorum,» demişti. Deney aracı
olarak kullanmıyorlardı, hasta oraya gidip orada öle-
63
çekti, o kadar. Alman tedbirler yetersizdi, bu kesin
bir gerçekti. «Özel bir şekilde teçhiz edilmişi koğuş
ların ne olduğunu da doktor biliyordu. Öteki hasta
ların alelacele çıkarıldığı pencere aralan tıkanmış, bir
sağlık kordonu ile çevrilmiş iki barakaydı, bu. Salgın
- kendiliğinden durmazsa, idari makamlann tasarladık
ları tedbirlerle onu alt etmelerine imkân yoktu.
Buna karşın, akşam yayınlanan idari bülten, hâlâ
iyimserdi. Ertesi gün Ransdoc ajansı, vilâyetin aldığı
tedbirlerin sükûnetle karşılandığını, ilk ağızda otuz
kadar hastanın meydana çıktığını bildirmekteydi. Cas-
tel, Rieux’ye telefon etti:
— Bu barakalarda kaç yatak var?
— Seksen.
— Şehirde otuzdan fazla hasta vardır herhalde?
— Çoğu korkuyor ortaya çıkmaktan, geriye ka
lanlar da buna vakit bulamıyorlar.
— Ölülerin gömülmeleri kontrol altında tutulu
yor mu?
— Hayır. Richard’a telefon ederek lâfla vakit ge
çirmeyerek tam tedbirler alınmasını gerektirdiğini bil
dirdim, salgına karşı ya sahici bir sed çekmeli, ya da
hiçbir şey yapmamalı, dedim.
— Peki?
— Elinde kuvvet olmadığını söyledi. Kanıma gö
re, hastalık ilerityecek.
Üç gün içinde iki baraka da ağzına kadar doldu.
Richard bir okulu boşaltıp geçici hastane haline ko
yacaklarını sanıyordu. Rieux hep aşıların gelmesini
bekleyip duruyor, boyuna hıyarcıkları yanyordu. Cas-
tel eski kitaplarına başvuruyor, kütüphanelere gidip
uzun uzun kapanıyordu.
— Fareler ya vebadan, ya da ona çok benzeyen
birşeyden öldüler, diyordu Castel. Bu fareler hasta-
İ V
64
S.gı geometrik bir ölçüde yayacak on binlerce pireyi
ortalığa döktüler, eğer zamanında önlenmezse...
Rieux susuyordu.
Bu sıralarda hava da nihayet düzeldi, güneş son
sağnakların birikintilerini emdi. Sarı bir ışık içindeki
güzel masmavi gökyüzü, yeniden başlıyan sıcaklık
ortasında uçuşan uçakların motor sesleri, mevsim
emdeki herşev insanı huzura doğru götürüyordu.
Dört günde, hastalık şaşırtıcı dört atılım yapmıştı, on
altı ölü. yirmi dört, yirmi sekiz ve sonunda otuz ikiye
çıkmıştı. Dördüncü gün bir ana okulunda geçici bir
hastanenin açıldığı bildirildi. Şimdiye kadar içlerin
deki endişeyi alaylar, nükteler altında maskeleyen
ı.er,şenlerimiz, artık caddeleri adamakıllı bitkin, pe-
r şan ve sessiz sedasız dolaşıyorlardı.
Rieux sonunda valiye telefon e t t i:
— Alman tedbirler yetersizdir.
— Sayıları gördüm, dedi vali, sahiden de insa
nı endişelendiriyor.
— Artık endişelendirmekten cok, apaçık bir ger
çeği belirtiyor, dedi doktor.
— Genel validen bir emir çıkartmasını isteyece
ğim.
Rieux, telefonu Castel’in gözü önünde kcpattı.
— Emirler! Onların biraz muhayyeleye ihtiyaçla
rı var.
—• Ya serumlar?
Hafta içinde gelecek.
Valilik, Richard'ın aracılığı ile Rieux'den sömür
ge başkentine gönderilmek için bir rapor hazırlanma
sını istedi Rieux hcstahğın durumunu anlattı ve sa
yıları sıraladı. Aynı gun ölü sayısı kırka çıktı. Vali tes-
bit edilen tedbirleri şiddetlendirmek kararını kendi
liğinden aldı.
VEBA F . 5/65
Hastaların bildirilmesi zorunlu hale sokuldu ve
tecrit edilmeleri sağlandı. Hastaların evleri dezenfek
te edilip kapatılıyor, yakınları sıhhî karantinaya alını
yorlardı, ölülerin gömülmesi de ilerde görülecek şart
lar altında yapılmaya başlandı. Bir gün sonra da se
rumlar uçakla geldi. Ancak tedavisiyle meşgul olduk
ları vak'alara yetecek kadardı, soigm yayılacak olur
sa serumlar yetişmeyecekti. Rieux’nün çektiği telgra
fa, ihtiyat stokların bittiği, yeniden serum imal edil
meye başlandığı cevabı geldi.
Bu arada, bahar yakın banliyölerden çarşılara
gelmekteydi. Satıcıların sepetlerinde binlerce gül so
lup gidiyor, tatlı kokulan bütün şehre dalga dalga ya
yılıyordu. Görünürde değişen birşey yoktu. Belirli sa
atlerde gene tramvaylar tıklım tıklım, gün boyunca
bomboş ve pisti.
Tarrou, ufacık ihtiyarı gözetliyor, küçük ihtiyar
da kedilerin üstüne tükürüyordu. Grand, o esraren
giz işi için her akşam evine gidiyordu. Mösyö Othon.
cambazhaneye benzeyen ailesini idare ediyordu. İhti
yar astımlı, boyuna bezelyeleri oktarıp duruyor, ga
zeteci Rambert'in sakin ve kayıtsız haliyle arada bir
ortalıkta göründüğj oluyordu. Akşamları, hep aynı
kalabalık, caddeleri dolduruyor, sinemaların önündeki
kuyruklar uzuyordu. Zaten salgın, gerilemiş gibiydi,
birkaç gün içinde ancak on kadar ölü sayılmıştı. Ama
birdenbire grafik ok gibi fırladı. Ölülerin sayısı yeniden
otuzu bulduğu gün, Bernard Rieux, bbşkentten gön
derilen telgrafı okuyordu. Vali, telgrafı uzatırken:
• Korktular,» diyordu. Telgrafta şunlar yazılıydı:
«Veba salgınını ilân edin. Şehri kapatın.»
66
II
67
kaldıklarını görüvermişlerdi. Çünkü şehir kapılarının
kapanması, valilik emrinin yayınlanmasından birkaç
saat önce olmuştu, tabiî ki, özel durumları dikkat na
zarına almak artık imkânsızdı. Denebilir ki, hastalığın
bu haşin istilâsı ilkin vatandaşlarımızı ferdi duygudan
yoksunmuşlar gibi hareket etmek zorunda bırakmış
tı. Emrin yürürlüğe girdiği günün ilk saatlerinden iti
baren vilayet konağı bir sürü ricacı ile dolmuştu, her
kes birbirinden daha ilgi çekici, aynı zamanda ince
lenmesi o kadar da imkânsız dertlerini telefonla, ya
da bizzat gelerek anlatmaya çalışıyordu. Doğrusu,
şakaya gelmez bir durumda bulunduğumuzu, «ilti
mas», «gözyummak», «istisna» gibi kelimelerin bir
anlamı kalmadığını anlayabilmemiz için daha çok
günlerin geçmesi gerekecekti.
Hattâ, o basit mektup yazma zevki bile bizden
esirgenmişti. Bir kere şphir, memleketin geri kalan
kısımlarıyla her zamanki haberleşme imkânlarına sa
hip değildi, sonra da yeni bir kararname, mektuplaş
maları birer mikrop yayma aracı sayarak, durdurmuş
bulunuyordu. İlk zamanlar bazı imtiyazlılar şehrin ka
pılarındaki muhafız postalarının nöbetçileriyle anlaşıp
mektuplar kaçırtabildiler. Bunlar salgının ilk günlerin
de oldu, bu sıralarda nöbetçiler kendilerini merhame
te kaptırmayı tabiî buluyorlardı. Fakat kısa zaman
sonra, aynı nöbetçiler durumun korkunçluğunun far
kına vardılar, etki derecesinin ne kadar olacağı kes-
tirilemiyen sorumluluğu üzerlerine almaktan kaçın
maya başladılar. Başlangıçta serbest olan şehirlera
rası telefon konuşmaları, genel telefon kabinelerine
öyle bir hücum yarattı ve hatlarda öyle karışıklıklar
oldu ki, birkaç gün içinde bu konuşmalar da kökün
den kaldırıldı, sonra doğum, ölüm, evlenme gibi müs
tacel haller istisna edildi. Tek araç olarak elimizde
68
yalnız telgraf kalmıştı. Kafa, kalb ve vücutla birbirle
rine bağlı olan insanlar en çok on kelimelik bir telg
rafın iri harflerinde eski beraberliklerini bulmaya ça
lışmak zorundaydılar. Bir telgrafta kullanılabilecek
formüller de çabucak tükeneceği için, uzun zamandır
bir arada geçirilmiş yaşantılar, ve iç sızlatan aşk ih
tirasları, şu biçimde hazırlanmış formüllerin karşılıklı
gönderilmesi ile özetlenmiş hale g ird i: «İyiyim. Ken
dine bak. Sevgiler.»
İçimizden bazıları gene de mektuplar yazmakta
direniyor ve durup dinlenmeksizin dışarı ile muhabe
re kurmak çarelerini düşünüyor, sonu hep boşa çıkan
kombinezonlar kuruyorlardı. Bütün bunlara rağmen,
düşündüğümüz çarelerden birinde başarı kazanıp
mektubu gönderebilmiş de olsak, cevabını alamadı
ğımız için, dışarda ne olup bittiğini bilmiyorduk. Haf
talarımızı aynı mektubu yeniden yazmakla geçiriyor,
aynı öğütleri ve istekleri kopye etmeye koyuluyorduk,
öyle ki, önceleri kalbimizi yırtarak çıkmış kelimeler,
bütün anlamlarını kaybediyorlardı. Bu cümleleri artık
bir makine gibi kopye ediyor, hiç değilse bu ölü cüm
lelerle çetin hayatımızın belirtilerini vermeye çalışı
yorduk. Bu kısır ve inatçı monolog, bir duvarla yaptı
ğımız bu boş konuşma yerine telgrafın taşıdığı ses
lenişi daha üstün buluyorduk.
Birkaç gün geçmeden, şehirden hiç kimsenin çık
mayacağı gerçekleşince, salgından önce şehirden ay-
rılanların geri dönmelerini istemeyi düşündüler. Bir
kaç gün bu konuyu inceledikten sonra Vilâyet, olum
lu cevap verdi. Fakat şehre dönenlerin, bir çlaha gel
dikleri yere gitmelerine imkân olmadığı, şehre ser
bestçe girebilecekleri, fakat bir daha çıkamıyacak-
ları bildirilmişti. Buna rağmen, gene de az sayıda bazı
aileler, işi hafife aldılar, yakınlarını görmek zevkine
69
her türlü tedbirliliği feda ederek, bu fırsattan yararlan
maya sevdiklerini şehre çağırdılar. Fakat vebanın
mahpusları, çok geçmeden, yakınlannı içine atmak
üzere oldukları tehlikenin farkına vardılar ve ayrılığın
acısına katlanmayı tercih ettiler. İnsan duygularının
ölüm korkusunun işkencesinden daha kuvvetli oldu
ğunu, bu korkunç hastalık boyunca gösteren tek bir
örnek oldu. Umulanın tersine bütün ıstırapları aşan
bir aşkla birbirlerine atılan iki sevgili söz konusu de
ğildi. Bu biricik olayın kahramanları çok yıllar önce
evlenmiş Castel ile karısıydı. Salgından birkaç gün
önce Madam Castel, komşu şehirlerden birine gitmiş
bulunuyordu. Herkese örnek bir karı-koca bile değil
lerdi aslında, hikâyeci. bu karı-kocanın evlilik hayat
larından pek memnun olmadıklarını bile söyliyebilir.
Fakat uzayıp giden bu haşin ayrılık, onlara birbirle
rinden ayrı yaşamalarına imkân olmadığını göster
mişti; birdenbire ortaya çıkıveren bu gerçek karşı
sında vebanın önemi azalmıştı.
Bu, benzersiz bir olaydı. Birçokları için ayrılık ke
sin bir haldi, bu ancak salgının durmasiyle sona ere
cekti. Şimdi hepimizin hayatını dolduran, çok iyi ta
nıdığını sandığımız duygu (Oranlıların heyecanları
nın basit olduğunu daha önce söylemiştik) artık yeni
bir görünüş kazanıyordu. Eşlerine büyük güven bes
leyen kocalar ye âşıklar kıskançlık duymaya başlı
yorlardı. Aşkta hercaî olduklarını bilen erkekler, içle
rinde vefa hissihi buluyorlardı. Annelerinin yanıba-
şındayken onlara, pek dikkat etmiyen oğullar, hâfı-
zalarının içindeki bir yüz çizgisini pişmanlık ve endi
şeyle hatırlıyorlardı. Bu haşin, pürüzsüz, ne zaman
biteceği belli olmıyan ayrılık, henüz o kadar yakınday
ken birdenbire öylesine uzaklaşmıştı ki, sevilen bir
insanın anısını bütün gün düşünmekten başka elimiz
70
den birşey gelmemişti, bizleri Şaşkına, döndürmüştü.
Sonunda iki kat daha çok ıstırap çekiyorduk, önce
kendi ıstırabımızı, sonra da yanımızda olmıyan|arın;
oğulların, eşlerin,, sevgililerin ıstırabını.
Vebanın varoluşu öte yandan gün geçtikçe hâ-
tırlamanın umut kırıcı oyununa daha çok kendini kap-
t:rmış otan insanları avareliğe, acılı şehrin içinde ba
şıboş dolaşmalara sürüklüyordu. Bu amaçsız dolaş
malara insanlar, hep aynı.yollardan geçip dönüyor
lardı. Bu yollar küçük bir şehirde uzaktaki sevgili var
lıklarla birlikte eskiden gezip dolaştıkları gene o eski
yollardı.
İşte boylece vebanın şehrimizin insanlarına ilk
getirdiği şey gurbet duygusu oldu. Hikayeci de vatan
daşlarımızın pek çoğu ile birlikte aynı hayatı yaşadığı
için, o zamanki duygularım bütün bir yığı.nın ifadesi
olarak ygzdbileçeğine inanıyor. İçimizde bir oyuk ha
linde yaşadığımız şey, gurbet duygusunun ta kendi-
siydi. Akla sığmaz birşey olan, geriye dönebilmek ve
ya hafızanın yakıcı oklariyle zamanın yürüyüşünü hız
landırmak isteği bu duygunun heyecanından çıkıyor
du. Bozi zamanlar kendimizi hayallere kaptırıyor, böy
le ânlarda trenlerin artık işlemediğini unutabilmişsek.
normal günlerde akşam ekspresinden çıkan bir yol
cunun mahallemize gelebileceği bir saatte evimizde
bulunuyorsak, gelen birinin çaldığı zili veya merdi
vende tanıdık bir ayak sesini beklemekten hoşlanı
yorduk.
Ama böyle oyunlar fazla uzun sürmüyordu. Bir
an sonra trenlerin artık şehre gelmediklerini hatırlı
yorduk. Ayrılığımızın daha sürüp gideceğini, zamanı
geçirmek için birşeyler yapmamız gerektiğini kabul
etmek zorundaydık. Kapatılmışlık haline kendimizi .bı
rakıyor, geçmişin içinde yaşamaya çalış,yorduk. İçi
71
mizden bazıları gelecekte yoşomak isteğinden kolay
kolay vazgeçemiyorlarsa da, sonunaa bunlar da, bir
kere buna imkân olmadığından sonra en çok kendine
güvenenleri cezalandıran muhayyeienin açtığı yarala
rın acısını daha derinden duyarak bu işten vazgeçi
yorlardı. En başta, vatandaşlarımızın büyük bir kıs
mı ayrılığın ne kadar süreceğini tahmin etmek alış
kanlığından kısa zamanda vazgeçmek zorunda kal
dılar. Niçin mi? Çünkü, en karamsarlar bile önceleri
bu ayrılığın ancak altı ay süreceğini söyleyip bu ay
lar geçmeden içlerindeki butun acı yükünü tükettikl •
rinden, cesaretlerini bu çetin denemenin seviyesin-1'.,
ancak tutabilir ve devam edip giden günlere dağılm,-
bir acının zirvesinde yıkılmadan dayanabilmek için son
kuvvetlerini harcarlarken, rastladıkları bir dost, ga
zetede çıkan bir haber, kaçamak bir şüphe veya, anı
bir basiretli görüşle, hastalığın altı ay, belki bir yıl,
veya daha da fazla sürmemesi iç;n hiçbir sebep ol
madığını birdenbire akıllarına geliveriyorlardı. Bu sı
rada cesaretlerindeki, azimlerinden, sabırlarındaki yı
kılış öylesine şiddetliydi ki, içine düştükleri çukurdan
çıkıp kurtulabilmelerine imkân olmadığını sanıyorlar
dı. Kurtuluşlarının ne zamana kaldığını artık düşün-
memeye, bir daha geleceğe doğru bakmamaya, daima
bakışları yerde yaşamaya kendilerini zorluyorlardı.
Fakat bu ıhtiyatlılık, ıstırapla oynanan bu oyun, sa
vaştan kaçınmak-için muhafızlarını bu geri çekiş pek
kötü şekilde mükafatlandırılıyordu. Hiçbir zaman is
temedikleri bir yıkılıştan kaçındıklarından başka, ken
dilerini de ondan uzaklaştırabiliyorlardı, ya da gele
cekte sürecekleri ortak hayatlarının hayalleri vebayı
onlara unutturuyordu. Böylece. zirveyle uçurum ora
sında, tam orta yerde, yaşamaktan çok sürüklenirce-
sirie, hedefsiz günlere ve kısır anıicra kendilerini bı
72
rakmış, acılarının kaynağı olan toprağa bağlanmayı
kabul edebilecek kuvveti gösteremiyen âvâre gölge
ler halinde dolaşıyorlardı.
Hiçbir işe yaramıyan bir hâfıza ile yaşamanın bü
tün mahpuslara ve bütün sürgünlere verdiği o derin
acıyı duyuyorlardı. Durup dinlenmeden düşündükleri
geçmişleri bile onlara pişmanlığın tadından başka bir-
şey vermiyordu. Şimdi o geçip gitmiş zamanın, özle
dikleri kadın veya erkekle beraberken yapabilecekle
ri, fakat artık buna imkân olmıyan nice nice şeylerin
pişmanlığını duyuyorlardı; ayrıca, mahpus hayatları
nın az çok mutlu sayılabilecek her hal ve şartına, yan
larında bulunmayan sevgilinin acısı da ekleniyor, ne
yapsalar kendilerini tamamiyle memnun hissedemi-
yorlardı. İçinde bulundukları âna karşı sabırsız, geç
mişlerine düşman, gelecekten yoksun, adaletin veya
insanların duyduğu kinin demir parmaklıklar ardında
yaşamağa mahkûm ettiği kimselere benziyorduk. Son
olarak, bu tahammül edilmez uzun tatilden kaçıp kur
tulabilmenin yolunu, trenleri hayalen işletmekte, inat
la sessizliğini muhafaza eden bir zilin süregelen çın
layışını hatırlamakta buluyorduk.
Sürgünse de, çoğunluk için bu, kişinin kendi yur
dunda yaşadığı bir sürgündü. Hikâyeci, öteki insan
ların çektikleri sürgün hayatını yaşadıysa da, gazete
ci Rambert ve başkaları gibi vebanın baskınına uğ
rayıp, şehirde kalmaya mahkûm edilen yolcuların ay
rılığın acısını kat kat daha çok duyduklarını unutma
malıdır. Çünkü bunlar hem artık kavuşamıyacakları
bir varlıktan uzaktaydılar, hem içinde bulundukları
memleket kendilerine yabancıydı. Genel sürgün or
tasında sürgünlüğünü herkesten daha çok duyan on-
lardı. Zaman bizlerde olduğu gibi onlarda da o kendi
ne vergi azabı boyuna tahrik edip duruyordu. Yalnız
73
onlar ayrıca mekâna da bağlanmışlardı, kaydedilmiş
yurtları ile vebaya bulaşmış evlerini ayıran duvarlara
başlarını çarpıp duruyorlardı. Günün her saatinde bu
tozlu şehirde, memleketlerinin yalnız kendilerinin bil
diği akşamlarının sessizliğini ve sabahlarım hatırla
yarak dolaşıp duranlar onlardı. İçlerindeki acıyı zor
farkedilir birtakım belirtilerle, yerdeki çiylerle veya
güneşin arasıra bomboş sokaklara düşürdüğü o aca
yip ışıklarla besledikleri oluyordu. İnsanı herşeyden
sıyırıp kurtarabilen dış dünyaya gözlerini yumup o
kadar canlı, fakat o kadar da imkânsız hayallerini ok
şamakta ısrar ediyorlardı. Hayallerinde bir toprak ve
ya apayrı bir aydınlık, iki, üç tepe, sevilen bir ağaç,
kadın yüzleri ile kendileri için eşi bulunmaz bir iklim
yaratmak için bütün güçlerini harcıyorlardı.
Herşeyden çok ilgi çekici olan sevgililerden ayrı
ca söz etmek gerek, belki hikâyeci de en iyi onlardan
bahsedebilecek durumdadır. Böylelerine acı veren
başlıca duygular içirde en başta nedameti sayabiliriz.
Böyle bir durum, duyguları, bir çeşit ateşli tarafsızlık
ta yeniden ele almak imkânını veriyordu Böyle imkân
ların kendi yeislerini açık bir şekilde göstermediği de
pek nadir birşeydi. Bir kere, ilk sebebi, yanlarında bu
lunmayan insanın hal ve hareketlerini tam bir şekilde
hayallerinde yaşatabilmekte karşılaştıkları güçlükte
buluyorlardı. Beraber geçirilen zamanları iyi kullan
makta gösterdikleri ihmale acınıyorlar, seven bir in
san için sevilen bir varlığın sahip olduğu zamanı iyi
kullanmanın her türlü mutluluğun baş sebebi olduğu
nu bilmedikleri için ve bunun farkına varabilmekte
gösterdikleri acemilik yüzünden kendilerini suçluyor
lardı. Artık bu andan sonra aşklarının içine dalıp onun
eksik yanlarını incelemeleri mümkündü. Normal za
manlarda bilerek veya bilmiyerek, erişilmiyecek bir
74
aşkın bulunmadığını bilir, az veya cok bir sükûnetle
kendi aşkımızın ne kadar ortalama birşey olduğunu
kabul ederdik. Fakat hafıza öyle az şeyle yetinmez.
Bütün şehri çarpan bu dıştan gelme felâket sadece
bizi isyana götüren haksız bir ıstırap vermiyordu. Biz-
leri kendi kendimize acı duymak zorunda bırakıyor ve
buna karşı bir tevekkül yaratıyordu. Dikkati dağıtmak
ve ortalığı karıştırmak da hastalığın sebep olduğu iş
lerdendi.
Hepimiz gökyüzü altında tek başımıza, günü gü
nüne yaşamayı kabul etmiştik. Zamanla karakterleri
daha metin hale getirebilecek olan bu umumî bezgin
lik, şimdiki halde insanları hiçbir işe yaramaz hale
sokmuştu. Vatandaşlarımızın çoğu kendilerini güne
şin ve yağmurun oyuncağı yapan başka çeşit bir kö
leliğe kaptırmışlardı. Onları gören biri, ilk bakışta, ör
neğin havanın, iyi mi kötü mü olduğunu kestirebilirdi.
Basit bir yaldızlı ışığın yere vurması onları sevindi
riyor; yağmurlu günler ise yüzlerini ve düşüncelerini
kalın bir tülle örtüyordu. Birkaç hafta önceleri böyle
bir zaaftan, bu akla sığmaz kölelikten kendilerini sı
yırabiliyorlardı, çünkü o sıralarda yer üstünde tek
başlarına değillerdi, birlikte yaşadıkları insan, dünya
larının önündeydi ne olsa... Bu andan itibaren, gök
yüzünün keyif ve hevesine kendilerini bırakmış görü
nüyorlardı. Bu da demekti ki, sebepsiz yere ıstırap
çekiyor ve boş yere ümit ediyorlardı.
Yalnızlığın bu aşırı sınırları içinde hiç kimse baş
kasından yardım bekliyemezdi. Herkes kendi derdiyle
başbaşaydı. İçimizden biri rastgele kendini anlatma
ya veya duygularına ait birşeyden bahsetmeye kal
kışsa, karşısındakinden çoğu defa yaralayıcı bir kar
şılık alıyordu. Ancak o zaman karşısındakiyle kendi
sinin aynı şeylerden bahsetmediklerini farkediyordu.
75
Biri, uzun kuruntularla ve acılarla dopdolu, geçen gün
lerin derinliğinden sesleniyor, arası gelmiyen bekleyiş
lerin ve ihtiraslann ateşinden pişmiş bir hayali karşı
sındakine duyurmaya çalışıyordu. Öteki ise, tam tersi
ne alelade bir üzüntü, adım başında rastlanır çeşitten
bir acı, ucuz bir melankoli karşısında bulunduğunu dü
şünüyordu. Dostlukla ya da düşmanlıkla olsun; verilen
cevap hep yersiz kaçıyordu En iyisi bundan vazgeç
mekti. Ya da madem ki ötekiler kalbin gerçek ifadesini
bulamıyorlardı, konuşmadan durmaları imkânsız olan
insanlarda çaresiz çarşı pazar konuşmasını benimsi
yorlar ve beylik bir şekilde olup bitenlerin, gündelik
olayların, her zamanki hayatın dilini kullanmaya boş
lıyorlardı. Böylece en gerçek acılar, konuşmaların bey
lik kalıplarına dökülmek zorunda kalıyordu. Veba mah
kûmları bunun karşılığı olarak karşılarındaki insanla
rın ilgisini ve kapıcılarının merhametini elde ediyorlar,
dı. Bununla beraber en önemlisi şuydu; bu azapları boş
kalplerine doldurmak iç sızlatıcı birşey sayılsa bile,
böyleleri veba salgınının :'k günlerinin gene de en im
tiyazlı kişileri oldular. Bütün halkın kendini şaşkınlığa
kaptırdığı bir sırada, onların düşünceleri hep özledikle
ri insandaydı. Genel perişanlık ortasında aşklarının
bencilliği onları koruyordu; vebayı ayrılıklarını ebedi
bir şekilde uzatmak tehlikesini verdiği için akıllarına
getiriyorlardı. Salgının göbeğinde soğukkanlılık hissini
veren kurtarıcı bir uğraş yaratmış o.uyorlordı. Duyduk
ları umutsuzluk, onları paniğe kapılmaktan koruyordu,
mutsuzlukları bir işe yarıyordu.
Örneğin içlerinden biri, hastalığın kurbanı olsa da
bunun önceden farkına bile varmıyordu. Bir hoyaiie
sürüp giden iç konuşmasından çıkıp, hiçbir değişme
ye uğramâdan toprağın kalın sessizliğine kendini atı-
veriyordu. Başka birşeyin farkında bile olmuyordu.
76
Vatandaşlarım ız bu umulmadık sürg ine kendileri
ni alıştırırlarken, veba, şehir kapılarına nöbetçiler d ik i
yor ve O ran'a doğru gelmekte d a n gecelerin yollarını
başka lim anlara çeviriyordu. Şehrin kapanm asından
beri tek bir taşıt içeri girmemişti. O günden beri o to
m obiller sanki bir daire çevresinde döner gibiydiler
Bulvarların tepesinden bakanlar için liman da her z a
m ankinden farklı bir görünüş kazanmıştı. Kuzey kıyı
sının en başta ja le n limanlarından biri olduğunu g ö s
teren o alışılın,,. canlılık artık durmuştu. Umanda ka-
rantinalı birkaç gemi görünüyordu, fakat rıhtımlarda,
boşalm ış büyük vinçler, tepetaklak devrilmiş küçük
vagonlar, dağw. k i çi ve torba yığınları ticaretin de
vebadan ölüp gittiğine tanıklık ediyordu.
A lışılana o kadar aykırı bu görünüşe rağmen,
hem şerilerim iz başlarına geleni bir türlü anlam ıyorlar
dı. A yrılık veya korku gibi ortak duygular vardı, ama
gene de en başta kişisel endişeler geliyordu. H a s
talığı kim se kabul edememişti daha. Çoğu a lışk a n
lıklarını bozan ve çıkarlarına dokunan birşey k a rşı
sındaym ış gibiydiler. Kızmışlardı, sinirlenm işlerdi,
ama bunlar vebaya karşı koyabilecek duygular o l
m aktan uzaktı. Örneğin, ilk tepkileri yönetimi s u ç
lam ak olmuştu. Basının yansıttığı «Alınmış tedbirler
de biraz yumuşatma olabilir mi?» gibi tenkidlere
valinin verdiği cevap hiç beklenmedik birşeydi. Ş im
diye kadar ne gazeteler, ne de Ransdoc ajansı has-
77
talığın durumuna ait resmî bir istatistik yaymışlardı.
Vali, bunları hergün ajansa göndeıdi. haftalık bir
tebliğ halinde halka bildirmelerini rica etti.
Halkın tepkisi de hemen görülmedi. Vebanın
üçüncü haftasında üç yüz iki ölü sayıldığını bildiren
haber de insanın muhdyyelesine fazlaca etki yapmı
yordu. Bir kere bunların hepsi belki de vebadan öl-
memişlerdi. Sonra, normal zamanlarda şehirde h afta
da kaç kişinin öldüğünü bilen var mıydı ki? Şehrin
nüfusu iki yüz bindi. Ölüm oranının normal olup olma
dığını kestiremiyorlardı. Taşıdığı açık öneme rağmen
bu gibi şeylere kimse aldırış etmez. Halkın elinde mu
kayese edecek ölçüler de yoktu. Zamanla, ölüm sa
yışının gittikçe arttığını gören halk, ge.rçeğin ne oldu
ğunu anlamaya başlamıştı. Beşinci hafta ölüm sayısı
üç yüz yirmi biri, altıncı hafta işe, üç yüz kırk beşi
buldu. Hiç değilse bu artış insanları inandırıcı bir et
kendi. Vatandaşlarımızı, endişeleri oranında bunun
muhakkak ki cansıkıcı. ama ne de olsa geçici bir olay
olduğu düşüncesinden vazgeçirecek kadar kuvvetli
değildi.
Gene de caddelerde dolaşmaya vğ kahvelerin
taraçalarında masaların etrafında toplanmaya devam
ediyorlardı. Hep bir aradayken korkak değillerdi, şikâ
yet dolu sözler etmekten çok. birbirleriyle şakalaşı
yorlardı, geçici sayılan bu rahatsızlıkları neşeli bir
yüzte karşılıyor gibiydiler. Görünüş bu suretle kurtu
luyordu. Yalnız ayın sonlarına doğru, ileride sözünü
edeceğimiz dinî âyinler, daha vahim birtakım değişik
likler, şehrimizin görünüşünü bozmaya başladı. Vali
önce taşıtların kullanılması ve erzak konusunda yeni
kararlar aldı. Gıda, belirli miktara indirildi, benzin sı-
nırlandırmaya tâbi tutuldu. Elektriğin boşuna israf
edilmemesi bile öğütlendi. Sadece en zarurî madde-
78
ter karadan ve havadan Oran'a geliyordu. Bu yüzden
şehir içindeki canlılık gittikçe azaldı, sonunda hemen
hemen tamamen durdu, lüks mağazalar yavaş yavaş
kapandı, geriye kalanların önünde müşteriler uzun
kuyruklar halinde bekleşirken, içeride birşey bulun
madığını bildiren ilânlar vitrinlere konuyordu.
Oran, bambaşka bir kılığa girmişti. Yayaların sa
yısı eskisinden de çoğaldı, hattâ boş saatlerde, ma
ğazaların veya bazı dairelerin kapanmasiyle işsiz
güçsüz kalan pek çok insan, caddeleri, kahveleri dol
durmaya başladılar. Şimdilik işlerinden çıkarılmış de
ğillerdi, izinliydiler. Oran, örneğin öğleden sonra saat
üçe doğru, güzel bir gökyüzü altında, umumî bir coş
kunluğun akıp gidebilmesi için taşıtların durduruldu
ğu, dükkânların kapatıldığı ve eğlencelere katılmak
için halkın sokaklara döküldüğü bir bayram günün
deki gibi şehrin aldatıcı görünüşüne bürünüyordu.
Tabiî bu genel tatilden en çok sinemalar yarar
lanıyor, para kırıyorlardı. Fakat vilâyete film de gel-,
miyordu artık. İki hafta geçince sinemalar oynattık
ları filmleri birbirleriyle değiş-tokuş yapmak zorunda
kaldılar, az zaman sonra da hep aynı filmi gösterme
ye başladılar.. Buna rağmen kazançları eskisi gibi
kaldı.
Kahveler, şarap ve alkol ticaretinde baş yeri alan
bir şehirde biriktirilmiş hatırı sayılır stoklar sayesin
de, müşterilerini memnun edebiliyorlardı. İşin doğru
su, çok içki içiliyordu. Bir kahve, «Temiz şarap, mik
robu öldürür» diye bir afiş asmıştı, bu da alkolü. .>
laşıcı hastalıkları önlediği hakkında halkta zaten r /-
gın kanıyı güçlendirdi. Her gece, saat ikiye doğru,
kahvelerden kovulan sayısı hayli kabarık sarhoşlar
sokakları dolduruyor ve iyimser seslerini etrafa duyu
ruyorlardı.
79
Fakat bütün bu değişmeler bir bakıma, o, kadar
olağan dışıydı ve öyle çabuk olup bitmişti ki, bunla
rın tabii şeyler olduğunu ve hep böyle devam edece
ğini sanmak pek kolay değildi. Yani, bizler hâlâ ilk
plâna kendi kişisel duygularımızı koymaya devam
ediyorduk.
Şehir kapılarının kapanmasından iki gün sonra,
hastaneden çıkarken, Rieux, Cottard'a rastladı. Rieux
sevinçli bir ifade taşıyan yüzünden ötürü Cottard'ı
kutladı.
Ufacık a d am :
— Cvet, herşey yolunda, dedi. Söyleyin bana
doktor, şu hınzır veba, gittikçe işi azıtıyor demek!
Doktor tasdik etti. Öteki neşeli bir tavırla :
— Şimdi durmasına da bir sebep yok. Herşey
altüst olacak.
Bir dakika .birlikte yürüdüler. Cottard, mahalle-'
sindeki şişman bakkalın ileride yüksek fiyata satmak
için gıda maddeleri istif ettiğini, hastaneye götürmek
üzere eve geldiklerinde, yatağının altında konserve
kutuları bulduklarını anlatıyordu: «öldü sonra. Veba
para, pul dinler mi?»
Cotfard'da vebaya dair doğru yanlış hikâyeler
pek çoktu. Anlattıklarına göre, şehir içinde bir sabah
veba belirtileri taşıyan bir adam, hastalığın sayıkla
maları arasında kendini dışarı atmış, vebaya tutuldu
ğunu bağırarak karşısına çıkan ilk kadını kucakla
mıştı.
Cottard; tasdik ettiği söze uymayan babacan bir
sesle:
— Ne âlâ! diyordu, bu gidişle hepimiz delirece
ğiz, buna şüphe yok.
Gene aynı gün öğleden sonra. Joseph Grand da
doktor Rieux’ye şahsi itiraflarda bulundu. Büronun
80
üzerinde Madam Rieux'nün fotoğrafını görmüş, dö
nüp doktora bakmıştı. Rieux, karısının şehrin dışında
tedavi edilmekte olduğunu söyledi. G rand: «Bir ba
kıma bu da talih sayılır,» dedi. Doktor da bunun mu
hakkak bir talih eseri olduğunu, yalnız karısının iyi
leşmesini ümit ettiğini bildirdi.
— Ah, dedi Grand, anlıyorum.
Rieux'nün onu tanıdığından beri ilk defa olarak
coşkun bir tarzda konuşmaya başladı. Gene söyliye-
ceği sözleri düşünüyordu, ama sanki söyliyeceklerini
uzun zamandan beri tasarlamış gibi kelimeleri bula
rak konuşuyordu.
Çok genç yaştayken komşularından yoksul bir
genç kızla evlenmişti. Hattâ evlenebilmek için öğre
nimi bırakmış, kendine bir iş bulmuştu. Jeanne da,
kendisi de, oturdukları mahalleden dışarı hic çıkmaz
lardı. Kızla görüşmek için evine giderdi. Jeanne'ın
ailesi bu sessiz ve beceriksiz damat adayı ile eğle
nirlerdi. Baba, demiryolu Işçisiydl. Tatil günlerinde
daima pencerenin önüne oturur, kocaman diterini
kalçalarına dayar, düşünceli bir tavırla sakaktaki can
lılığı seyre dalardı. Anne, hep ev İşleriyle uğraşırdı,
Jeanne da ona yardi.™ ederdi. O kadar ufak tefekti ki,
Grand caddeden karşıdan karşıya geçişini, korku
duymadan seyredemezdi. Taşıtıdr onun yanında öl
çüye sığmaz irilikteydiler. Bir gün kız, Noel hediyele
ri satan.bir dükkânın önünde, vitrini hayraniıfcîîi sey
rederken, birden ona dayanmış: «Ne kadar güze»?*
demişti. Grand. onun bileğini sıkmıştı. Evlenmek ka
rarını böylece almışlardı.
Hikâyenin gerisi Grand'a göre çok basitti. Zaten
başkaları için de aynıdır. Evlenilir, gene biraz sevişi
lir, çalışılır. Öylesine çalışılır ki, sonunda sevişmek
unutulur. Büro şefinin verdiği söz yerine getirilmedi-
VEBA F .: 6/81
ği için Jeonne do çalışmak zorunda kalmıştı. Sözün
burasında Grond'ın söylemek istediği şeyi anlayabil
mek için muhayyeleyi biraz işletmek gerekmektedir.
Kendini -yorgunluğuna kaptırmış, zamanla daha da
fazla susmuş, karısına sevgisini gösterecek hiçbir ha.
rekette bulunmamıştı. Çalışan bir adam, yoksulluk,
hafifçe kapalı bir gelecek, masa başında geçen ak
şamların durgunluğu. Böyle bir dünyada aşka yer ola
mazdı. Herhalde Jeanne ıstırap çekiyordu. Ama buna
dayanmıştı: İnsan farkına varmadan uzun zaman ıs
tırap çekebilir. Yıllar gelip geçmişti. Daha sonra Jean
ne aynlıp gidivermişti hayatından. Tabiî tek başına
gitmiş değildi. «Seni gerçekten sevdim, ama artık çok
yorgunum... Senden oynlırken bir mutluluk duymu
yorum, ama bu hayata yeniden başlamak için mut
luluğun gereği yok.» İşte yazdığı mektup kısaca böy-
leydi.
Joseph Grand da payına düşen acıyı duydu,
belirttiği gibi, bu işi bir kere daha deniye-
bilirdi. Ama Cftık inancı kalmamıştı.
Yalnız, hep onu düşünüyordu. Bütün işlediği hok-
lı olduğunu bildirmek için ona bir m ektup yazmaktı.
«Bu, zor birşey.» diyordu. «liran zamandır düşünüyo
rum bunu. Birbirimizi sevdiğimiz sürece konuşmadan
anlaştık. Ama insanlar sonuna kadar sevişmez, öyle
bir anda Onu yanımda alıkoyacak sözleri bulup söy-
liyebilirdim, ama beceremedim.»
Grand, dörtköşe bir peçeteye benzeyen mendi
liyle burnunu sildi. Sonra bıyıklarını kuruladı. Rieux,
onu seyrediyordu. Yaşlı adam :
— Beni mazur görün, diyordu, fakat nasıl söyle
meli? Size güvenim var. Sizinle açıkça konuşabilirim.
Bu. beni duygulandırıyor.
82
Açıkça belliydi ki. Grand. vebadan binlerce kilo*
metre uzaktaydı.
Akşam, Rieux, karısına telgrafla, şehrin kapatıl
dığını. sağlığının iyi olduğunu, kendisine iyi bakması
gerektiğini, hep onu düşündüğünü bildirdi.
Şehrin kapatılmasından üç hafta geçmişti. Rieux
bir gün hastanenin kapısında kendisini bekliyen genç
bir adamla karşılaştı.
Genç a d am :
— Beni herhalde tanıdınız, dedi.
Rieux, tanır gibi oldu, ama emin değildi.
ö te k i:
— Bu olaylardan önce, Arapların yaşama koşul
ları konusunda sizden bilgi olmaya gelmiştim. Adım
Raymond Rambert.
— Ah. Evet! dedi Rieux. işte şimdi, elinizde mü
kemmel bir röportaj konuşu var.
Adam, sinirli görünüyordu. Sorunun bu olmadığı
nı. Rieux'nün yardımını istemeye geldiğini söyledi.
— özür dilerim, fakat bu şehirde kimseyi tanı
mıyorum, gazetemin buradaki muhabiri de, talihe ba
kın budalanın biri.
Rieux. şehir merkezinde bir dispansere kadar bir
likte yürümelerini teklif etti, orada verecek bazı emir,
leri vardı. Zenci mahallesinin daracık sokaklarından
aşağı indiler. Akşam yakındı, ama eskiden o kadar
gürültü olan şehir, inşam meraklandıran bir tenhalık
taydı. Henüz, yaldızlı gökyüzünde çınlayan bazı boru
sesleri askerlerin görevlerini yapmaya devam ettikle
rine tanıklık ediyordu. Mavi duvarlar, mor ve toprak
sarısı Magripli evleri arasından geçen dik yollar bo
yunca Rambert. heyecanlı heyecanlı, konuştu durdu.
Karısını bırakıp ge'mişti. Aslına bakılırsa karısı de
ğildi, ama onun gibi birşeydi. Şehrin kapatılmasından
83
hemen sonra ona telgraf çekmişti. ilkin geçici bir ha
lin söz konusu olduğunu düşünmüş ve sadece kari
siyle haberleşmek istemişti. Oran'daki meslekdaşları
yapılacak hiçbir şey olmadığım söylemişlerdi. Posta
idaresi onu terslemiş. Vilâyette bir kâtip yüzüne karşı
açıkça gülmüştü. Bir insan kuyruğunun ucuna takılıp
iki saat bekledikten sonra şu kelimeler yazılı bir telg
rafı kabul ettirebilmişti: «İşler yolunda. Yakında bu->
luşmak üzere.»
Fakat sabah uyanınca birdenbire bu durumun
daha ne kadar devam edebileceğini bilmeye imkân
olmadığını düşünmüştü. Şehirden gitmeye karar ver
mişti. İmtiyazlı bir insan olduğundan (gazeteciler bir
takım kolaylıklara sahiptirler) Vilâyetin özel kalem
müdürü ile görüşebilmiş ve ona O ranla hiçbir ilgisi
bulunmadığını, şehirde kalmanın kendi işi olmadığını,
burada bir rastlantı sonucu bulunduğunu, çıkıp git
mesine izin verilmesinin doğru bir hareket olacağını
söylemiş, fakat istediği şekilde ayrıcalıklı bir işlem
yapılamıyacağı, zaten durumun vahim olduğu, birşey
düşünmeye bile imkân bulunmadığı cevabını almıştı.
«Ama canım,» demişti Rambert. «Ben bu şehrin
yabancısıyım.»
«Orası öyle ama, elden ne gelir, umalım salgın
fazla sürmesin.»
Daha sonra Rambert’i avutmak için, Oran’da ilgi
çekici röportaj malzemesi bulabileceğini, iyi düşünü
lürse her şeyde işe yarar bir taraf olduğunu söyle
mişti.
Rambert, omuz silkiyordu. Şehrin içine varmış
lardı : -
— Bu, anlamsız bir şey; doktor, anlıyorsunuz ya.
Ben dünyaya hep röportaj yapmaya gelmedim. Fakat
84
bir kadınla beraber yaşamak için gelmiş olmam daha
tabiî. Bunda aykırı bir şey var mı?
Rieux sözlerinin doğru olduğunu söyledi.
Şehrin göbeğindeki bulvarlarda kalabalık her za
manki kalabalık değildi. Birkaç yolcu uzaktaki evle
rine hızlı hızlı gidiyordu. Hiçbirinin yüzü'gülmüyordu.
Rieux, bunun Ransdoc ajansının o gün yaydığı haber,
lerin bir sonucu olduğunu düşündü. Yirmi dört saat
ten beri vatandaşlarımız umutlanmaya başlamışlardı.
Fakat bugünkü sayılar henüz unutulmayacak kadar
tazeydi.
Rambert birden yeri mi değil mi diye hiç düşün
meden :
— İkimiz, dedi, yeni tanışmıştık, iyi de anlaşıyor
duk.
Rieüx bir şey demiyordu.
Ram bert:
— Galiba sizi sıkıyorum, dedi. Yalnız öğrenmek
istediğim, bu menhus hastalığın bende bulunmadığı
nı bildiren bir belgeyi bana verip veremiyeceğinizdir.
Böyle bir kâğıt işime yarayabilir sanırım.
Rieux başıyla tasdik etti, birden bacaklarına atı
lan küçük bir çocuğu tuttu, yavaşça ayaklarının ucu
na bıraktı. Yürüdüler ve Armes meydanına vardılar.
Palmiye ve fiküs ağaçlarının dalları, tozdan kurşuni
leşmiş, kıpırdamaksızın, kirli Cumhuriyet heykeli et
rafında sarkıyordu. Anıtın altında durdular, Rieux, be
yazımsı bir toza batmış ayaklarını birbiri ardınca ye
re vurdu. Rambert’e baktı. Şapkası biraz arkaya eğik,
kravatının altında gömleğinin yakası düğmelenmemiş,
kötü traş edilmiş gazetecinin somurtkan ve inatçı bir
hali vardı.
Nihayet R i e u x :
85
— Emin olun sizi anlıyorum, dedi, fakat düşünüş
tarzınız doğru değil. Size böyle bir belge veremem.
Bir kere sizde bu hastalığın bulunup bulunmadığını
bilmiyorum, öyle olsa bile büromdan çıktığımız sırada
veya vilâyete girdiğiniz anda bu mikrobu kapmıyaca-
ğını temin edemem. Hem zaten.
— Hem zaten, diye Rambert atıldı.
— Hem size bu belgeyi versem bile, işinize y a - .
ramaz.
— Neden?
— Çünkü bu şehirde sizin durumunuzda olan ve
dışarı çıkarılmaması gereken binlerce insan var.
— Ya onlarda da veba yoksa?
— Bu da yeter bir sebep değil. Bu iş mânâsız,
biliyorum, ama hepinizi ilgilendiriyor. Onu, olduğu gi
bi, nasılsa öyle kabul etmek lâzım. Şimdiden sonra
ne çare ki siz de herkes gibi Oran'lısınız.
öteki coştu : i
— Bu, bir insanlık sorunu, yemin ederim size.
Belki de sevişen iki insanın bu şekilde birbirlerinden
ayrılmalarının ne demek olduğunu anlıyamıyorsunuz.
Rieux, hemen cevap vermedi. Sonra bunu anla
dığını sandığını söyledi. Rambert'in karısına kavuş
masını ve bütün sevişenlerin birleşmelerini bütün gü
cüyle arzuladığını, fakat emirler ve kanunların da bu
lunduğunu, vebanın bir gerçek olduğunu, kendisine
düşen işin, gerekenleri yapmak olduğunu a n lattı:
— Hayır, dedi Rambert, acı bir sesle, siz bunu
anlıyamazsınız. Aklın diliyle konuşuyorsunuz. Soyut
bir evrende yaşıyorsunuz, siz.
Doktor, gözlerini Cumhuriyet anıtına doğru kal
dırdı ve aklın diliyle konuşup konuşmadığını bilmedi
ğini, fakat apaçık gerçeklerin diliyle konuştuğunu.
86
bunların da aynı şeyler olmadığını söyledi. Gazeteci,
kravatını düzeltti.
— öyleyse dedi, başka yoldan başımın çaresine
bakmalıyım! Fakat, diye meydan okurcasına ilâve etti.
Ben bu şehirden ayrılacağım.
Doktor gene onu çok iyi anladığını, fakat bu ko
nunun kendisini ilgilendirmediğini bildirdi.
Rambert. âni bir parlayışla :
— İlgilendirirse söyliyeyim. Sizi gelip bulmamın
sebebi bu kararın alınmasında büyük rolünüz oldu
ğunu bana söyledikleri içindi. O zaman hiç değilse
kurmaya çalıştığınız şeyi bir defa için bozarsınız diye
düşünmüştüm. Ama size göre hava hoş. Siz kimseyi
düşünmezsiniz. Birbirlerinden ayrılmış insanları he
saba bile katmadınız.
Rieux bir bakıma bunun doğru olduğunu, onları
hesaba katmak istemediğini kabul etti.
Ram bert:
— Ah! görüyorum, dedi, kalkıp halka hizmetten
bahsedeceksiniz. Fakat halkın iyiliği her kişinin mut
luluğundan doğar.
Doktor, eğlenircesine:
— Haydi canım, bu da var. ama başka şey de
var. Yargıya varmamak gerek. Fakat kızmakta hak
sızsınız. Kendinizi bu durumdan sıyırabilseniz çok
memnun olurum. Yalnız ödevimin yapmamı yasakla
dığı bazı şeyler var, o k a d a r..
öbürü sabırsızlıkla başını salladı.
— Evet, inanıyorum, bana anlattığınız şeylere
rağmen buna ve kendime inanıyorum.
Sonra tereddütle.-
— Ama size hak veremem, dedi.
Şapkasını alnına eğdi ve hızlı adımlarla yürüdü.
Rieux, onun. Jean Tarrou’nun kaldığı otele girdiğini
gördü.
87
Bir an sonra, doktor, başını salladı. Gazeteci
mutluluğa karşı beslediği sabırsızlıkta haklıydı. Fakat
kendisini itham ederken haklı mıydı? «Siz soyut bir
evrende yaşıyorsunuz.»
Sayısı beş yüze çıkan kurbanlariyle vebanın dol-
, durup taşırdığı hastanesi nde gecen günler de soyut
bir şey miydi? Evet, felâketin içinde soyut ve gerçek
dışı şeylerin de bir yeri vardı. Fakat soyut kalkıp im
sanı öldürmeye koyulursa, soyutla da uğraşmak ge
rekir. Hem Rieux, bunun kolay bir şey olmadığını bi
liyordu. Yönetimini üzerine aldığı bu geçici hastaneyi
(şimdi bunların sayısı üçe çıkmıştı) yönetmek kolay
değildi. Muayene odasına açılan yeri kabul salonu
'< haline getirmişti.
Zemin kazılıp içi krezilik suyla doldurularak ha
vuz haline getirilmişti, orta yerinde tuğlalardan ya
pılmış bir adacık vardı. Hasta, bu adacığa getirili
yor, hemen elbiseleri çıkarılıp suya atılıyordu. Yıka
nıp, kurulanıp, hastanenin sert bezden gömleğine sa
rılmış bir halde Rieux'ye teslim ediliyor, sonra koğuş
lardan birine naklediliyordu. Bir okulun avlusunu ko
ğuş haline getirmişlerdi. İçinde yer alan beş yüz ya
tağın hemen hepsi doluydu. Sabah teftişinden, has
taların aşılanmasından, hıyarcıkların yarılmasından
sonra Rieux istatistikleri gözden geçiriyor ve öğleden
sonra viziteleri kabul ediyordu. Akşam da kendi has
talarını görmeğe gidiyor, gece geç vakit evine dönü
yordu. Bir gece önce, annesi, karısından gelen telg
rafı doktora uzatırken, ellerinin titrediğini farketmişti.
Rieux :
— Evet, demişti, fakat kendimi zorlıyarok sinir
lerime hâkim olmaya çalışacağım.
Sağlam ve dayanıklıydı. Zaten o kadar yorgun
düşmemişti. Fakat bu hasta ziyaretleri dayanılmaz bir
68
hale girmeğe başlamıştı. Teşhisi koyar koymaz has
tayı evden nakletmek gerekiyordu. İşte o zaman so
yut bir durum ortaya çıkıyor ve zorluklar başlıyordu.
Çünkü hastanın ailesi bir daha onu ancak ya iyileş
miş, ya da ölü olarak bulabileceklerini biliyorlardı.
Tarrou'nun kaldığı otelde çalışan oda hizmetçisinin
annesi Madam Loret: «Acıyın doktor!» diyordu. Ne
anlama geliyordu bu? Elbette ki acıyordu. Fakat böy
le olması ayrı muamele yapmasını gerektirmezdi. Te
lefon etmeliydi. Az sonra cankurtaranın sesi duyula
caktı. Komşular ilkin pencereleri açar bakarlardı. Son
ra hemen kapatıverirlerdi. Bundan sonra mücadele,
gözyaşları, kandırma faslı, yani kısacası soyut bir ev
ren başlardı. Sıkıntı ve hastalıkla ısınmış bu odalarda
çılgınca sahneler geçerdi. Ama, hasta alınır götürü
lürdü. Rieux de çıkıp giderdi.
İlk günlerde sadece durumu telefonla bildirmek
le yetinmiş, cankurtaran arabasını beklemeden öteki
hastalarına koşmuştu. Fakat hasta aileleri kapılarım
kapamışlar, veba ile başbaşa kalmalarının doğuraca
ğı sonuçları bile bile bunu ayrılığa tercih etmişlerdi.
Çığlıklar, kesin emirler, polisin işe karışması, daha
sonra silâhla zorlanarak, hastayı baskınla ele geçir
mek mümkün olmuştu. İlk bakışta Rieux cankurtaran
gelene kadar hastanın yanında beklemek zorunda
kalmıştı. Daha sonraları doktorlar hasta ziyaretlerine
gönüllü müfettişlerle birlikte gitmeğe başlamışlardı, o
zaman Rieux bir hastadan ötekine koşup gitmek im
kânını bulmuştu. Fakat ziyaretlerin başlangıcı her ak
şam, bu akşamki gibi olmuştu. Doktor, Madam Lo-
ret’nin yelpazeler ve yapma çiçeklerle süslü küçük
dairesine girdiği zaman. Madam Loret, onu zoraki bir
gülümseme ile karşılamıştı:
— Ümit ederim ki bu, herkesin dilinde^ dolaşan
hastalık değildir, demişti.
Doktor, örtüyü ve gömleğini sıyırmış, karındaki,
baldırdaki kırmızı lekelerle, düğümlerin kabarıklığını
sessizce seyre dalmıştı.'Anne, kızının bacakları ara
sından bakıyor, kendine hâkim olamıyarak hıçkırıyor
du. Her akşam anneler dünyalanndan geçmiş, öldü
rücü belirtileri taşıyan vücutların önünde ağlaşıyor
lar, her akşam boşuna sözler, vaadler Ve gözyaşları
boşanıyor, Rieux’nün koluna yapışılıyor, her akşam
cankurtaranın sesi, acının hiçbir işe yaramayan, kriz
lerini canlandırıyordu. Hepsi birbirine benzeyen bit
mez tükenmez akşamların sürüp gitmesi karşısında
Rieux’nün sona ermezcesine tekrarlanan buna ben
zer sahnelerden başkasını aklına bile getirmesine im
kân yoktu. Evet, veba bütün soyut şeyler gibi çok
monotondu*. Tek birşey değişmişti, o da Rieux'nün
kendisiydi. O akşam Cumhuriyet anıtının dibinde.
Rambert'in girip kaybolduğu kapıyı seyrederken, ön
lenmesi cok zor kayıtsızlığının farkına varıyordu. Bu,
insanı yorup bitiren haftalardan sonra insanları şe
hirde dönüp dolaştırmak için sokaklara boşaltan sa
yısız sabahlardan sonra, Rieux merhamete karşı koy
masına gerek ,olmadığını artık anlamıştı. Merhamet
faydasız, olunca insan ondan bıkar usanır. Doktor,
yavaşça içine kapanan kalbinin heyecanı ile insanı
ezen günlerin bu'tek ferahlığını biliyordu. Ona sevinç
veren buydu. Annesi, sabahın ikisinde onu karşılar
ken, oğlunun kendisine uzanan bomboş bakışı ile ya
ralanıyor ve Rieux‘ye elde edebileceği biricik sevgiyi
içinden kopartarak veriyordu. Soyut şeylerle savaş
mak için, az çok ona benzemek gerekir. Fakat bunu
Rambert nasıl hissedebilirdi? Rambert için soyut şey
ler kendi mutluluğuna engel olan şeylerdi. Aslında,
90
Rieux, gazetecinin bir bakıma haklı olduğunu kabul
ediyordu. Fakat bazan soyut şeylerin mutluluktan da
ha güçlü olabileceklerini, işte o zaman soyut şeylerle
savaşmak gerekeceğini biliyordu. Rambert'in başına
gelecek ve sonradan onun ağzından bütün ayrıntıla:
rını öğrenecek olduğu şey buydu. Böylece, yeni bir
plâna uyarak, uzun bir zaman süresince ve şehri
mizin hayatı boyunca, her kişinin kendi mutluluğuyla
vebanın soyut oyunları arasında geçecek kasvetli bir
boğuşmanın tanığı olacaktı.
Fakat bazılarının soyut bulduğu şeyleri gerçek
diye kabul edenler de vardı. Vebanın ilk ayı, salgında
görülen şiddetli artış ve ihtiyar kapıcının hastalığı
sırasında ona yardım etmiş olan Cizvit papazı Pane-
loux'nun coşkun bir va'zı ile daha da kasvetli bir ha
le girdi. Papaz Paneloux, önceleri Oran’ın coğrafya
derneğinin bültenlerinde sık sık yayınlanan yazılarla
tanınıyordu, eski kitabeleri bulup meydana çıkarmak
la ün kazanmıştı. Fakat modern bireycilik üzerinde
verdiği bir dizi konferansla bir uzmanın elde edebile
ceğinden fazla bir dinleyici toplamıştı. Modern sefih-
liklerden ve geçmiş yüzyılların bilgi düşmanlığından
uzak bulunan, insandan, çok şey bekliyen bir Hıristi
yanlığın hararetli savunucusu kesilmişti. Böyle bir
ödevle, dinleyicilerine en sert gerçekleri kabul ettir
mek için ucuz bir pazarlığa girişmemişti. İşte ünü bu
radan geliyordu.
Bu ayın sonlarına doğru, şehrimiz kilisesinin yet
kilileri vebaya karşı kendi silâhlarıyla savaşa giriş
mek kararım vermişler, bunun için bir dua haftası ter
tip etmişlerdi. Halktaki inancın bu genel belirtisi ve
balı aziz Saint Roch’a ithaf edilen büyük bir âyinle
sona erecekti. Bu arada papaz Panelqux'dan da bir
konuşma yapması istenmişti. Onbeş gündür papaz,
kendine mevkiinin üstünde bir durum sağlayan Afri
ka kilisesi ve Saint Augustin üzerindeki çalışmalarını
92
bırakmak zorunda kalmıştı. Ateşli ve heyecanlı bir ya
radılışta olduğundan, kendisine verilmek istenen öde
vi seve seve kabul etmişti. Çok daha önceden bü
tün şehir, bu vaazdan bahsediyordu. Öyle ki, bu vaaz
devrin önemli dönemeçlerden biri oldu.
Töreni kalabalık bir halk izledi. Eski günlerde de
Oranlıların dindar kimseler olduğundan ileri gelmi
yordu bu. Pazar sabahları, deniz banyoları âyinlere
ciddi bir şekilde rekabet ederlerdi. İnsanlar birdenbi
re dine dönerek yollarını bulmuş da değillerdi. Fakat,
bir yandan şehir kapanmış, liman yasaklanmış, deniz
banyolarını yapmaya imkân kalmamıştı, öte yandan,
bambaşka bir ruh hali içinde bulunan insanlar, içten
içe inanmamakla beraber, başlarına gelen şaşırtıcı
olaylar karşısında değişen birşeylerin varlığını hisse
diyorlardı. İçlerinden çoğu, boyuna salgının duraklı-
yacağını ve aileleriyle birlikte tehlikesizce işin içinden
sıyrılacağım ümit etmekteydi. Bu düşünceyle, birşey
yapmak zorunluluğunu daha duymuyorlardı. Veba,
onlar için nasıl geldiyse öylece çıkıp gitmek zorunda
olan tatsız bir konuktu. Korkuyorlardı, ama kendile
rini ümitsizliğe kaptırmamalardı. Vebanın onlara ken
di hayatlarının bir şekli olarak görüneceği ve ona ge
lene kadarki hayatlarını unutturabileceği dakika he
nüz gelmemişti. Daha bekleyiş halindeydiler, kısacası
veba onlarda başka birçok sorunlara olduğu gibi, di
ne karşı da kayıtsızlıktan olduğu kadar, aşktarv da
uzak, sadece âfakilik kelimesini kullanarak açıklaya
bileceğimiz bir ruh değişikliğine sebep olmuştu. Dua
haftasını izleyenlerin pek çoğu, bu türlü inanç sahibi
insanlardan birinin Rieux'ye söylediği: «Ne de olsa,
bundan bir zarar gelmez» sözünü pekâlâ benimseye
bilirlerdi. Tarrou bile notlarında, Cinlilerin vebanın
ruhunu kovmak için dümbelek seslerinin tıbbı tedbir-
93
terden daha verimli olup olmadığını anlamaya imkân
bulunmadığını yazmıştı. Sadece soruyu kesip atmak
için önce vebanın bir ruhu bulunup bulunmadığını bil
mek gerektiğini ve bu noktadoki bilgisizliğimizin ileri
sürülebilecek her türlü düşünceyi yararsız kıldığını
ilâve etmişti.
Şehrimizin katedrali buna rağmen bütün hafta
süresince müminlerle dolup taştı. İlk günlerde halk,
sokaklara kadar yayılan münacaat ve dua dalgala
rını, kapının önünde uzanan palmiye ve nar ağaçları
bahçesinde durup dinliyordu, yavaş yavaş birbirlerin
den cesaret alarak, içeriye girmeye karar verdiler ve
utangaç sesleriyle dualara katıldılar. Pazar günü ge
lince hatırı sayılır bir kalabalık kilisenin içini doldur
du, kapı önüne son basamaklara kadar taştı. Bir ge
ce önceden, gök kararmış, yağmur bardaktan boşa
nırcasına yağmaya başlamıştı. Dışarda kalanlar şem
siyelerini açmışlardı. Peder Paneloux, kürsüye çıktığı
zaman ortalıkta günlük ve ıslak kumaş kokusu dal
galanmaktaydı.
Papaz, orta boylu, ama toplu vücutluydu. İri öl
üleriyle kürsünün kenarını sıkarak dayandığı zaman
kıpkırmızı yanakları çelik çerçeveli gözlüklerinin al
tında iki leke gibi kalın ve kapkara bir şekil halinde
göründü. Sesi kuvvetli, heyecanlı ve gürdü. Söze vu
rucu ve şiddetli bir cümleyle başladı: «Kardeşlerim,
fe lâk e t. içindesiniz. Kardeşlerim, sizler bunu hak e t
tiniz.» der demâz kapının önüne kadar bütün kala
balığı bir uğultu kapladı.
Konuşmanın geri kalan kısmı, bu insanı heye
canlandıran girişe pek benzemedi. Papaz, ustalıklı bir
hitabetle, va'zının esas anlamını bir tek defa darbe
indirircesine belli etmekle yetindi. Paneloux, bu cüm
leden sonra, incirdeki. Mısır vebası sırasındaki göçü
94
anlatan parçayı hatırlattı, sonra: «Tarihte bu felâket
ilk defa Tanrı'nın düşmanlarını cezalandırmak için or
taya çıkmıştır. Firavun, Tanrı'nın isteklerine karşı ko
yuyordu. veba onu dize getirdi. Tarihin başlangıcın
dan beri Tanrı'nın bu âfeti gözü görmiyenleri ve mağ
rurları önünde dize getirmektedir. Bunu hatırlıyor ak
diz çökün.»
Dışarda yağmur bir kat daha hızlanmıştı. Tam
bir sessizlik içinde, söylenen bu cümle, sağnağın cam
lardaki çıtırtısı ile daha da derinleşti, öyle bir şekilde
yansıdı ki, dinleyicilerin bazılan kısa bir tereddütten
sonra oturduktan sıradan dua iskemlesine doğru kay
dılar. ö tekiler de bunlara uyulacak sandılar, öyle ki,
birkaç iskemlenin hafifçe çıtırtısı hariç, bütün d.nle-
yiciler çok geçmeden sessiz sedasız diz çökmüş bu
lunuyordu. Paneloux bunun üzerine şöyle bir doğrul
du, derin bir nefes aldı, şiddeti gittikçe artan bir ton
la sözüne devam etti.
— Veba bugün gözlerini sizin üstünüze dikmiş
se, bu artık düşünmek zamanının geldiğine işarettir.
Doğruların korkacakları birşey yok, fakat kötülerin
titreşm eye‘ hakları var. Kâinat denilen uçsuz bucak
sız ambarda, o karşı konulmaz âfet, insan buğdayı
nı öylesine dövecek ki, tohumla saman birbirinden
ayrılacak, saman tohumdan, kurbanlar kurtulanlardan
daha çok olacak. Ama bu felâketi Tanrı istemiş değil.
Dünya, uzun zamanlardan beri kötülüklerle kaynaştı,
uzun zamandan beri insanlar Tanrının şefkatine gü
venerek yaşadılar. Bir defa bile pişmanlık duymak
yeterdi, bununla herşey düzelirdi. Fakat herkes ken
dini pişmanlık duymayacak kadar kuvvetli buluyordu.
Sırası gelince elbette öna da başvuracaklardı. Ama
şimdilik işi oluruna bırakmışlardı. Tanrının şefkatine
sırtlarını dayamışlardı. Ne var ki böyle sürüp gide-
95
mezdi. Bu şehir insanlarının üstüne merhametli yü
zünü eğmiş olan Tanrı, artık beklemekten usandı,
tanrısal umudunu kaybetti, bakışını artık bizden çe
virdi. Tanrının ışığından yoksun kalınca, işte vebanın
karanlığında uzun bir zaman için yaşamaya mahkûm
olduk.
Salonun içinde, sabırsızlanan bir at gibi biri kiş
nedi. Kısa bir susuştan sonra papaz daha alçak bir
sesle devam etti:
— «Leğende doreende okuduğumuza göre, kral
Humberto zamanında İtalya öyle şiddetli bir veba sal
gınına uğramıştı ki, sağ kalanlar ölüleri gömmeye
zor yetişebiliyorlardı. Veba en çok Roma ile Pavia'da
ağır zayiat verdirmekteydi. Sırtında av borusu taşıyan
bir kötülük meleğine emirler veren bir iyilik meleği
gözle görülürcesine ortada dolaşıyor ve öbürüne ev
lerin kapılarını vurmasını emrediyordu: Bir kapı kaç
kere vurulursa o evden o kadar ölü çıkacak demekti.»
Paneloux, kısacık kollarını kapının dışına doğru
uzattı, sanki yağmurun kıpırdayan perdesinin arkasın
da saklı birşeyleri göstermek istiyordu: «Kardeşle
rim,» diye kuvvetle sesini yükseltti. «Bugün de so
kaklarımızda aynı ölüm avına çıkılmış bulunuluyor.
Damlarımızın üstüne dikilmiş, sağ eliyle kargısını ba
şınızın hizasında tutan, sol eliyle de evlerinizi işaret
eden vebanın, Lucifer kadar güzel ve kötülük kadar
ışıltılı meleğini görmüyor musunuz? Belki şu anda
parmağı kapınıza uzanıyor, kargısı tahtaya vuruyor,
hemen o anda evinize girip, odanıza yerleşiyor, dönü
şünüzü beklemeye koyuluyor. Dünyanın değişmez dü
zeninden emin, dikkatle ve sabırla evinizde oturuyor.
Bu dünyaya ait hiçbir kuvvet, hem şunu iyi bilin ki,
yararsız insan bilimleri bile sizi, onun elinden çekip
96
kurtaramaz. Acının karili harman yerinde dövüle dö-
vüle siz de samanlar arasına atılacaksınız.»
Söz buraya gelince, papaz daha coşkunlukla, fe
lâketin dokunaklı bir tasvirini yaptı. Şehrin üstünde
dönüp dolaşan, rastgele başlara çarpıp ezen, kanlar
içinde yeniden kalkan, insan ıstırabım ve kanını cger-
çeğin ürünlerini yetiştirecek tohumlar gibi» etrafa sa
çan. o muazzam odun parçasını çizdi.
Uzun konuşmasının sonunda. Peder Pan6loux.
saçları alnına düşmüş, ellerinden kürsüye yayılan tit
remeyle bütün vücudu sarsılarak durdu, sonra daha
da bağırarak, suçlayan bir sesle sözüne devam etti:
cEvet, düşünmek zamanı geldi. Geri kalan günlerde
serbest olabilmek için pazarlan Tanrıyı .bir defa zi
yaret etmek yeter sandınız. Birkaç diz çöküşle cani-
yâne kayıtsızlığınızın bedelini ödiyeceğinizi umdunuz.
Fakat Tannnın aşkı coşkundur. Bu aralıklı bağlılıklar
Onun doymak bilmez sevgisine yetişmiyordu. Sizi
karşısında daha sık görmek istiyordu. Bu. Onun siz-
leri sevme tarzıdır, doğrusu y a tek sevme, tarzı da
budur. Sizi beklemekten artık usandı, sonunda insan
lık tarihinin başladığı zamandanberi bütün günahkâr
şehirleri ziyaret etmiş bir âfeti buraya gönderdi. Şim
di Kabil ve oğulları tufandan öncekiler. Sodom'lular
ve Gomore'liler. Firavun ve Eyüb, bütün o meş'um
kimseler gibi, sizler de günahın ne demek olduğunu
öğrendiniz. Ve şimdi bahsettiğim kimseler gibi, sizler
de şehrin duvarlarını sizi felâketle başbaşa bıraka
cak şekilde etrafınızı çevirmiş bulduktan sonra eşya
lara ve varlıklara yepyeni bir bakışla bakmaya boş
ladınız. Şimdi sizler de esas olan şeye erişmek ge
rektiğini nihayet anlıyorsunuz.»
Nemli bir rüzgâr, kilisenin içine doluvermişti. bü
yük mumların alevleri çıtırdayarak eğildiler.
VEBA F .: 7/97
Bir balmumu kokusuyla birlikte öksürük ve ak
sırık sesleri Paneloux‘ya doğru yükseldi, hatip çok
takdir edilen bir incelikle konusuna döndü ve sakin
bir sesle sözüne devam etti:
«İçinizden pek çoğu, biliyorum, sözü nereye ge
tirmek istediğimi kendi kendilerine soruyorlar. Bütün
bu söylediklerime rağmen, sizleri gerçekle karşı kar
şıya bırakmak ve sizleri feraha çıkarmak isterdim,
öğütlerin veya bir kardeş elinin sizi hidayete erdire
ceği zaman geçmiştir. Bugün, gerçek artık bir emir
dir. Kurtuluş yolunu kıpkızıl bir kargı size gösteriyor
ve sizi oraya itiyor. Tanrının şefkati bunda görülüyor,
iyiliği ve kötülüğü, hiddeti ve merhameti, vebayı ve
kurtuluşu bunda bulacaksınız. Sizi yaralıyan bu felâ
ket, aynı zamanda sizi yüceltiyor ve gidilecek yolu
gösteriyor. Evvelce Habeşistan hıristiyanlan vebayı
insanı ölmezleştiren İlâhî bir kurtuluş çaresi olarak
kabul ederdi. Hastalığa tutulmamış olanlar da mu
hakkak ölebilmek için vebalıların çarşaflarına sarınır-
lardı. Muhakkak ,ki kurtuluşa ermek için gösterilen
bu ateşli çaba tavsiye edilir bir şey değildir. Böyle
hareketlerde gurura yaklaşan yersiz bir atılış vardır.
Tanrıdan önce davranmak doğru olmaz, Onun kur
duğu değişmez düzeni hızlandıran herkes, Tanrıyı in
kâra sürüklenmiş olur. Fakat, yukarıdaki örnekten
alınacak bir ders de var. Açık görüşlü zekâlarımıza,
bu eşsiz ebediyet ışığının her çeşit ıstırapları altında
bile yaşamakta olduğunu gösterir. Bu ışık, kurtuluşa
giden nurlu yollan aydınlatır. Tanrının iradesinin, kö
tülüğü iyiliğe nasıl çevirttiğini tam olarak gösterir.
Bugün de ölüm, sıkıntılar, feryatlar arasından, bizi
ebedî sükûna ve hayatın esas amacına götürüyor. İş
te kardeşlerim, size vermek istediğim böyle muazzam
bir teselli hissidir, buradan çıkarken götüreceğiniz
98
şey, cezalandırıcı, sözler olmasın. Tanrının sözleri si
ze huzur versin.»
Paneloux'nun sözünü bitirdiği anlaşılıyordu. Dı-
şarda yağmur da durmuştu. Su ve güneşle kanşık
gökyüzünden ortalığa taze bir ışık dökülüyordu. Cad
deden konuşmaların gürültüsü, taşıtların gidip gel
meleri, uyanmakta olan bir şehre ait her çeşit ses
geliyordu. Dinleyiciler öte-berilerini toplayıp zaptedil-
miş bir heyecanla kalkmaya hazırlandılar. Ama pa
paz, sözüne devam etti ve vebanın Tanrısal menşe
ini ve bu felâketin cezalandırıcı karakterini göster
dikten sonra, bu kadar vahim bir soruna ait bir ko
nuda iddiasını yersiz bir belâgatle savunmaya baş-
vurmıyacağını söyledi. Kendisine göre artık herşey
apaçıktı, ortadaydı. Sözü gelmişken Marsilya vebası
zamanında tarihçi Mathieu Marais'nin umutsuz, yar
dımsız bir cehennemde yaşadıkları yolundaki şikâye
tinden bahsetti. Ona göre, Mathieu Marais körün bi
riydi. Papaz Palenoux, hiçbir zaman bütün insanlara
sunulan İlâhi kurtuluşu ve Hırlstiyanca umudu bugün-
kü kadar kuvvetle duymuş değildi. Bugünlerin kor
kunçluğuna ve can çekişme seslerine rağmen, va
tandaşlarımızın Ulu Tanrıya Hıristiyanca ve Allah sev
gisinden doğan bağlılığı sunacaklarını ümid etmek
teydi. Bundan ötesi Tann'ya kalmıştı.
Bu vo'zın hemşehrilerimizi etkileyip etkilemedi
ğini söylemek zordur. Sorgu yargıcı Mösyö Othon.
doktor Rieux'ye, Peder Faneloux*un iddiasının «red
dedilmesi imkânsız» birşey olduğunu söylemişti. F a
kat herkes bu kadar kesin bir inanca sahip değildi.
Sodece bu voaz bilinmeyen bir suç yüzünden akla
hayale gelmez bir hapse mahkûm edildikleri hakkın^
da belirsiz şekilde beslenen bazı fikirleri daha canlı
bir hale getirmişti. Bazıları bosit hayatlarını yaşama
ya devam eder ve kendilerini bu manastır hayatına
alıştırmış bulunurlarken, ötekiler, tam tersine bu ha
pisten kaçıp kurtulma çarelerini düşünüp duruyor
lardı.
İnsanlar ilkin alışkanlıklarının bir kısmını bozan
geçici bir sıkıntıyı kabul edercesine dış dünyayla boğ-
larının kesilmesine katlanmışlardı. Fakat, yazın ilk
çiğleriyle ıslak gökyüzünün kapağı altında, bir çeşit
tutuklu durumuna düştüklerini görerek, belli belirsiz
surette bu kalebentliğin bütün hayatlarını tehdit e t
tiğini farkediyorlar ve akşam serinliğiyle beraber ka
vuştukları birşeyler yapma gücü, onları bazan ümit
siz hareketlere sürüklüyordu. Bir raslantı sonucu ol
sun veya olmasın, bu pazar gününden itibaren, ol
dukça yaygın ve oldukça derin bir korkunun, bütün
100
şeriri kapladığı, vatandaşlarımızın içine düştükleri du
rumun ne olduğunun gerçekten farkına vardıkları
belli olmaya başladı. Bu bakımdan, şehrimizin hava
sında bir yatışma vardı. Fakat gerçekte, bu değişme
insanların kalblerinde mi, yoksa çevrelerinde miydi,
burası belli değildi.
Vaazdan birkaç gün sonra Rieux. Grand’la bu
olay üzerinde konuşarak kenar mahallelere doğru gi
derken, gecenin karanlığı içinde, yürümeye çaba gös
termeden önleri sıra sallanıp duran bir adama çarp
tı. Tam o sırada, gittikçe daha geç saatlerde yakıl
maya başlanan sokak fenerleri birdenbire ortalığı ay
dınlatıverdiler. Arkalarındaki büyük fener birden ka
palı gözleriyle sessizce gülmekte olan adamı aydın
lattı. Adamın dilsiz bir sevinçle gerginleşmiş bem
beyaz yüzünden iri damlalar halinde ter boşanıyor
du. Önünden geçip gittiler.
Grand:
— Delinin biri, dedi.
Onu sürüklemek için koluna giren Rieux, me
murun sinirden titrediğini hissetti.
— Çok geçmeden şehrin içinde delilerden baş
ka kimse kalmıyacak, dedi Rieux.
Yorgunluktan boğazı kupkuruydu.
— Birşey içelim, dedi.
Girdikleri küçük kahveyi tezgâhın üzerindeki tek
bir lâmba aydınlatıyor, koyu ve kırmızı bir havanın
içinde insanlar niçin olduğunu bilmeksizin alçak ses
le konuşuyorlardı. Tezgâha yaklaşınca Grand, Rieux'
nün şaşkınlığını uyandırırcasına, alkollü bir içki ıs
marladı ve bir solukta içti, sonra da epey kuvvetli
bir içki olduğunu söyledi. Hemen dışarı çıkmak iste
di. Sokakta Rieux'ye öyle geldi ki. gecenin içi inil
tilerle doludur. Karanlık gökte, lâmbaların üstünde.
101
gözle görûnmiyen o âfetin durup dinlenmeksizin sı
cak havayı altüst ettiğini hatırlatan bir ıslık duydu.
Grand:
— Çok şükür ki. çok şükür ki, diyordu.
Ribux onun ne demek istediğini düşündü.
— Çok şükür ki, diyordu, beriki; benim uğraş
mam gereken bir işim var.
— Evet, dedi Rieux; bu bir üstünlüktür.
Islık sesini işitmemeye karar vererek, Grand’a
çalışmalarından memnun olup olmadığını sordu.
— Bilmem, iyi bir yolda olduğunu sanıyorum.
— Daha çok sürecek mi işiniz?
Grand birden canlandı, alkolün harareti sesine
geçmişti.
— Bilmiyorum. Asıl mesele o değil doktor, asıl
mesele o değil, hayır.
Karanlık içinde Rieux, onun ellerini oynattığını
tahmin ediyordu. Coşarak konuşmak için kendini ha-,
zırladığı anlaşılır gibiydi.'
— Bütün istediğim şey. doktor, müsveddelerim
kitapçının eline geçince, okur okumaz arkadaşlarına
dönerek: «Baylar, şapkalarınızı çıkarın» demesidir.
Bu umulmadık açıklama Rieux'yü şaşırttı. Yol
arkadaşı, elini başına götürüp kolunu ufkî bir şekilde
çekerek, kendini belirtmek ister gibi bir hal aldı. Tâ
yukarda, o acayip ıslık sesi yeniden daha da kuv
vetle duyulur gibiydi.
— Evet, diyördu Grand, eserin mükemmel ol
ması gerek.
Edebiyat konusunda fazla bir bilgisi olmamakla
beraber Rieux. gene bu işin bu kadar basit birşey ol
madığını düşünüyordu. Örneğin, editörler herhalde
yazıhanelerinde şapkasız otururlardı. Fakat gene de
kesin birşey denemezdi. Rieux susmayı tercih etti.
102
Elinde olmaksızın vebanın o esrarlı mıntıkasına ku
lak veriyordu. Grand'ın mahallesine yaklaşmışlardı,
mahalle yüksek bir yerde olduğundan akşam rüzgârı
şehri bütün gürültülerinden temizlediği gibi onlara
da bir serinlik veriyordu. Grand, konuşmasına devam
ediyor, Rieux, babacan dostunun bütün dediklerini
iyice anlamıyordu. Yalnız bahsi gecen eserin büyük
bir kısmının yazılmış olduğunu, fakat onu mükemmel
bir hale getirebilmek için çektiği üzüntüyü anlıyabildi.
«Akşamlar. haftalar boyunca tek bir kelime üzerinde
durmak... Bazan bir bağlayıcı ek üzerinde...» Sözü
nün burasında Grand durdu, doktoru paltosunun bir
düğmesinden yakaladı. Biçimsiz ağzından kelimeler
sürçe sürce çıkıyordu:
— Şunu iyi anlayın doktor, diyordu, gerekince,
'(fakat'» ile «ve» kelimelerinden birini seçmek o kadar
zor değildir, «ve» ile «sonra» kelimelerinden birini
tercih etmek daha zor. «Sonra» ile «ardından» keli
melerinde ise güçlük daha da artar. Fakat muhakkak
ki, en zor olanı, «vesyi yerinde kullanıp kullanmamak
gerektiğini bilebilmekte.
— Evet, dedi Rieux, anlıyorum.
İlerlemeye koyuldu. Öteki, şaşkın bir haldeydi.
— Beni hoş görün, diyordu. Bu akşam bana ne
oldu, bilmiyorum.
Rieux eliyle omuzuna vurdu, kendisine yardım
etmek istediğini, hikâyesinin onu çok meraklandırdı
ğını söyledi. Grand biraz ferahlamış gibiydi, evin
önüne geldiklerinde, bir an tereddüt geçirdikten son
ra doktoru yukarı çıkmaya davet etti, Rieux kabul
etti.
Yemek odasında, ufacık güç okunacak bir yazıy
la düzeltmeler yapılmış kâğıtlarla dolu bir masa ba
şında doktora yer gösterdi.
103
Bakışıyle soru soran doktora:
— Evet. dedi, işte bunlar. Ama önce birşey iç
mek istemez mi6iniz? Bir parçacık şarabım var.
Rieux istemedi. Kâğıtlara bakıyordu.
— Bakmayın, dedi, Grand, o benim ilk cümlem,
çok üzüyor beni, çok üzüyor.
Kendisi de bu yaprakları seyretmekteydi ve eli
karşı konulmaz bir şekilde kâğıtlardan birine uzan
dı, abajursuz elektrik lâmbasına doğru çevirdi. Kâ
ğıt elinde titriyordu. Rieux, memurun alnının bembe
yaz kesildiğini farketti.
— Oturun da bana okuyun, dedi.
Öteki ona baktı, bir çeşit minnet hissiyle gülüm
sedi.
— Evet. dedi, ben de bunu istiyorum galiba.
Hep kâğıda bakarak biraz durdu, sonra oturdu.
Rieux aynı zamanda vebanın çaldığı ıslığa karşılık
veren şehrin belirtisiz homurtusunu dinliyordu. Tam
bu anda şehir ayakları dibinde olağanüstü kuvvetli
bir duygu halinde gecenin içindeki müthiş inlemelerle
kapalı bir dünya olarak uzanıyordu. Grand'ın sesi bir
den bağırırcasına yükseldi: «Güzel bir Mayıs ayı sa
bahı, bir ata binmiş zarif bir amazon. Bulonya orma
nının çiçekli yollarından geçiyordu...» Sessizlik yeni
den başladı, onunla birlikte ıstırap içindeki şehrin gü
rültüsü duyulmaz oldu. Grand, kâğıdı koymuş, onu
seyredip duruyordu Bir an sonra, gözlerini kaldırdı.
— Nasıl buluyorsunuz?.dedi.
Rieux bu başlangıcın, gerisini merak ettirdiğini
söyledi. Fakat öteki, elini kolunu oynatarak bu görü
şün doğru olmadığını anlattı. Kâğıtları avucuyla to
katlıyordu.
— Bu. istediğime ancak yaklaşmıştır. Hayalim
deki tabloyu olduğu gibi vermeyi başarırsam, yazdı-
104
eor
ğım cümle bu at gezintisine aynen «Bir iki üç, bir iki
üç», gibi benzerse, işte o zaman gerisi çok kolay
olur, kitabın daho başlangıcında, «Şapkanızı çıkarın»
dedirtmek mümkün bir hale girer.
Fakat daha yapılacak işi çoktu. Bu cümleyi şu
haliyle matbaada dizilmeye vermeye asla razı ola
mazdı. Çünkü eserinden bazan memnunluk duyma
sına rağmen, onun gerçeğe tam olarak uymadığını
farzediyordu, az çok uzaktan uzağa da olsa gene de
tonunda bir kolaylığa kaçış ve klişeleşmiş bir hal
vardı. Pencerenin önünden, insanların koşuştukları
nı duydukları zaman Grand aşağı yukarı bu anlama
gelen sözler söylüyordu.
Rieux kalktı.
— Yapacağım şeyi göreceksiniz diyordu Grand.
Pencereye dönerek: «Bütün bunlar bir kere sona
erince.»
Fakat telâşlı adımlar yeniden başlamıştı. Rieux
sokağa çıkmıştı ki, iki kişi yanından geçip gitti. Gö
rünüşe göre şehrin kapısına doğru gidiyorlardı. Ger
çekten de ateş ve vebadan başları dönmüş bazı va
tandaşlarımız işi şiddete dökmüşler, şehir dışına kaç
mak için baraj muhafızlarını aldatmaya kalkışmış
lardı.
105
Rambert gibi, doğup gelişmekte olan bu bozgun
havasından kaçıp kurtulmak için, daha başarılı de
ğilse de, daha inatçı, daha becerikli teşebbüslere gi
rişen başka kimseler de vardı. Rambert önce resmî
yoldan teşebbüslerine devom etmişti. Dediğine bakı
lırsa, inatçılığın ergeç üstün geleceğine inanıyordu.
Başının çaresine bakmak zaten onun mesleğiydi. Bu
düşünceyle bir sürü memuru ziyaret etmiş, yetki sa
hibi oldukları inkâr edilemiyecek kimselerle görüş
müştü. Fakat onların yetkileri hiçbir işlerine yaramı
yordu. Bunlar, banka veya ihracat işlemine tarım veya
şarap ticaretine dair bilgileri olan; hukuk veya sigor
ta konularında bir diplomaları ve açık bir hüsnüniyet
leri olmadan hatırı sayılır bilgiye sahip bulunan kim
selerdi. Fakat veba hakkında, bütün bildikleri hemen
hemen sıfırdı.
Her fırsattan yararlanan Rambert, hepsinin kar
şısında dâvâsını. anlatmıştı. İleri sürdüğü kanıtların
temeli hep bu şehrin yabancısı olduğuna ve kendi
durumunun özel bir incelemeyi gerektirdiğine ina
nıyordu. Genel olarak, gazetecinin görüştüğü kimse
ler bu noktada ona hak veriyorlardı. Fakat hemen
her defosında da onun durumunda pek çok insan ol
duğunu ve böylece, durumunun müstesna birşey so-
yılamıyacağını bildiriyorlardı. Buna karşı Rambert, bu
nun iddiasını değiştirmeye bir sebep olmadığı ceva-
106
vor
A\
bini veriyordu, fakat buna karşılık olarak da böyle bir
halin idari güçlüklere sebep olacağım, istihzayla söy
lendiği gibi, bir emsal teşkil edecek her çeşit hususî
muamelelerden kaçındıklarını belirtiyorlardı. Ram-
bert'in Rieux’ye yaptığı tasnife göre, bu çeşit izahat
verenler, şekilseverler kategorisinde yer alan kimse
lerdi. Onların yanısıra, bir de güzel konuşanlar var
dı, bunlar kendilerine ricaya gelenlere bu duru
mun fazla devam etmiyeceğine teminat veriyorlar,
kendilerinden bir karar bekliyenlere güzel öğütlerde
bulunuyorlardı. Geçici bir sıkıntının söz konusu ol
duğunu söyliyerek onu avutmaya kalkışıyorlardı. Di
leğini bir not halinde yazıp bırakmasını, ona göre bil
giler toplayıp bir karara varabileceklerini söyleyen
önemli kişiler de vardı. Kendisine ikametgâh belge
leri ve ucuz pansiyonların,adreslerini teklif eden zev
zekler, önce bir fiş doldurtup bunu yerine yerleştiren
intizamseverler. kollarını, havaya kaldıran coşkunlar,
gözlerini öte yana çeviren kayıtsızlar; bunlardan baş
ka, Rambert'i başka bir daireye gönderen veya yeni
müracaat yapması gerektiğini söyleyen sayısı epey
kabarık şekilciler vardı.
Gazeteci, kepi kapı dolaşmaktan yorgun düş
müştü, sömürge ordusuna yazılmaya veya vergiden
muaf tutulmuş hazine tahvillerini almaya davet eden
büyük afişlerin karşısındaki kadife kanapelerin üs
tünde otura otura, insana ilk bakışta dosya etajerle
rini, klasör çekmecelerini hatırlatan yüzleri göre gö
re, bir vilâyet konağının veya belediye dairesinin ne
demek olduğunu iyice öğrenmişti.
Sesinde hafif bir acılıkla, Rieux‘ye, bütün bunla
rın hiç değilse gerçek durumu maskelediğini, elde
ettiği tek faydanın bu olduğunu söylüyordu. Vebanın
kaydettiği ilerlemenin farkında bile değildi. Günlerin
üci
107
bu şekilde daha çabuk geçmesinden başka, şehrin
içinde bulunduğu durumda her geçen günün, insan
ları — çetin koşullan ölmeden atlatabilirlerse— birbir
lerine yaklaştırdığı söylenebilirdi. Rieux bu noktanın
doğru olduğunu, fakat bunu genel bir gerçek gibi
kabul etmek gerektiğini söyledi.
Bir ora Rambert. bayağı ümitlenmişti de. Vilâ
yetten kendisine boş bir beyanname göndermişlerdi,
onu doldurması rica ediliyordu. Bültende hüviyeti,
aile durumu, önceki ve şimdiki kazançları, yani özel
deyimiyle geçim şartları soruluyordu. Bu, kendi mem
leketlerine gönderilmeleri gereken kimselerin sayısı
nı tesbit etmek için açılan bir ankete benziyordu. Bir
daireden elde edilen bilgiler de bu tahmini doğruladı.
Fakat bir iki kesin teşebbüs sonunda Rambert bu bül
tenleri gönderen büroyu buldu, oradan bu bilgilerin
gerekli durumlarda kullanılmak üzere toplanmış oldu
ğunu öğrendi.
Rambert:
— Ne gibi hallerde? diye sordu.
Ona, vebaya yakalanıp ölenlerin ailelerine haber
verilmek için, sonra da hastane masruflarının şehit
bütçesine yükletilmesini veya yakın akrabalara ödet
menin mümkün olup olmadığını anlamak için bu not
ların gerekli olduğunu anlattılar. Ne de olsa bu, ken
disini bekliyen .kadınla tamamen ayrı düşmediğini
gösteriyordu, toplum kendileriyle ilgileniyordu. Ama
bu da insanı avutan birşey değildi. En dikkate de
ğer olan. Rambert’in de gözünden kaçmıyan birşey
de; facianın en şiddetli ânınde bile, bir dairenin ça
lışmasına devam edebilmesi ve sair zamanlardaki gi
bi kendi alanındaki yetkisine güvenerek, çok kere yük
sek makamlara aldırış etmeden kararlar alabilmesiydi.
Bunu izleyen günler Rambert için hem çok zor.
hem cok kolay geçti. Uyuşuk bir devreydi bu. Bütün
daireleri dolaşmış, her türlü teşebbüse girişmişti. Bu
yönden çıkış noktalan şimdilik tıkanmıştı. Artık kah
veden kahveye gezip duruyordu. Sabahlan, bir ga
zino taraçosında bir bardak ılık birasını içerken has
talığın yakında sona ereceğine dair bir belirti bulmak
umuduyla gazeteyi okuyor, caddeden gecen insan-
lann yüzlerini seyrediyor, hallerindeki hüzünlü ifade
den iğrenerek başını öte yana çeviriyordu; karşıki
mağazalann tabelâlannı. artık müşterilere sunulma
sına imkân olmayan meze ilânlannı yüzüncü defa
okuduktan sonra kalkıyor ve şehrin sapsan sokak
larında avare avare dolaşmaya koyuluyordu. Kahve
lerde. lokantalarda sürüp giden bu âvâre dolaşmalar
la akşamı buluyordu. Rieux onu böyle bir akşam bir
lokantanın kapısı önünde içeri girip girmemekte te
reddüt ettiği bir anda gördü. Sonunda karar verebildi
ve gidip salonun en dibinde bir yere oturdu. Elektrik
lerin mümkün olduğu kadar geç yakılması için hükü
metin emri olduğundan. ışıklann daha yanmadığı bir
akşam saatiydi.
Güneşin batışı külrengi bir su gibi salona dolu
yor. pembe renkteki camlarda oynaşıyor ve çökme
ye başlayan loşluk içinde masaların mermerine hafif
pırılblarla yansıyordu. Bomboş salonun ortasında
Rambert kaybolmuş bir gölge gibiydi. Rieux. onun
dünyadan bezginlik duyma saatinin bu saat olduğu
nu düşündü. Fakat bu saat şehirdeki bütün mahpus
lar için kendilerine yakın buldukları ve kurtuluşlarına
kavuşmalarını çabuklaştırmak için birşeyler yapma
ları gerektiğini düşündükleri bir zamandı. Rieux geri
döndü.
Rambert. garda da uzun saatler geçiriyordu. Pe
ronlara yaklaşmak yasak edilmişti. Dış kapıdan içine
ı<»r
girilebilen bekleme salonları açıktı, bazan sıcak gün
lerde dilenciler içeriye girip yerleşiyorlardı. Çünkü
gölgeli ve serindi. Rambert buraya gelip eski hareket
tarifelerini, tükürmeyi yasak eden afişleri, trenlere ait
polis yönetmeliğini okuyordu. Sonra bir kenarda otu
ruyordu. Salon loşluk içindeydi. Eski bir dökme soba
çepeçevre sulanmış döşemenin ortasında aylardan
beri soğukluğunu muhafaza etmekteydi. Duvarlarda
afişler insanları Bandol veya Cannes'da mutlu ve hür
bir hayat sürmeye çağırıyordu. Rambert, burada yok
sulluk içinde bulunabilen bir çeşit korkunç hürriyeti
tadıyordu. Rieux'ye anlattığına göre, dayanması en
• zor hayaller, Paris'e ait olanlardı. Eski taşların ve su
ların görünüşü, Palais-Royal’in güvercinleri. Kuzey
garı, Pantheon'un tenha mahalleleri ve onlar gibi
şimdiye kadar bu kadar çok sevdiğini hiç bilmediği
birkaç yer Rambert'in düşüncesinden çıkmıyor ve be
lirli birşey yapmasına engel oluyordu. Rieux onun bu
hayallerle aşkını yaşatmak istediğini anlıyordu. Ve
Rambret bir gün, sabahlan saat dörtte uyanıp şehrini
düşündüğünü söylediği zaman, doktor, kendi tecrü
besine dayanarak onun geride bıraktığı kadını düşün
mekte olduğunu anlamakta zorluk çekmiyordu. Kansı-
nı kucaklıyabileceği saat tam bu saatti çünkü. Sabahın
dördüne kadar hiçbir şey yapılmaz, sadece uyunur.
Evet, bu saatte' insan uykudadır, böyle oluşu da en
dişe içindeki bir kalbin en büyük arzusu, sevilen var
lığı kucaklamak olduğuna göre birbirinden uzakta ge
çecek bu zaman boyunca ancak buluşma gününde
sona erecek rüyasız bir uykuya dalmak en emin ça
redir.
Va'zın üstünden çok geçmeden sıcaklar bastır
dı. Haziran'ın sonuna varılmıştı. V a’zın verildiği pazar
günü yağan gecikmiş yağmurlardan sonra, yaz bir
hamlede evlerin üstünde gökyüzünde beliriverdi. Şid
detli bir yakıcı rüzgâr, bütün gün esti durdu ve du
varları kuruttu. Sonra güneş dikildi tepeden. Gün bo
yunca bitmez tükenmez hararet ve ışık dalgalan şeh
re dolup taştı. Kemerli ve apartımanlı sokakların dı
şında. şehirde şiddetli yakıcı ışıkların düşmediği nok
ta kalmadı. Güneş, sokaklarda insanlan kovalıyor, on
ları durduruyor, sonra çarpıyordu. Bu ilk sıcaklarda,
sayısı haftada yedi yüze çıkan kurban sayısındaki ok
gibi yükselmenin aynı zamana rastlaması şehirde bir
bitkinlik yarattı. Kenar semtlerde, basık sokaklar ve
taraçalı evler arasındaki canlılık kesiliverdi ve bu ma
hallerde ömürlerini kapının önünde geçiren insan
lar, vebadan mı, yoksa güneşten mi saklandıktan an-
laşılmaksızın, kapalı kapıların ve indirilmiş pancur-
ların ardına çekildiler. Bazı evlerden iniltiler işitilmek
teydi bu arada, önceleri, böyle iniltiler duyulunca ba
zı meraklıların sokakta durup kulak verdikleri görü
lürdü. Fakat, bu uzun tetikte durma hali insanların
kalbini Kaklaştırmıştı. Artık herkes bu iniltilerin orta
sından sanki bu iniltiler ortasından sanki bu iniltiler
insanların tabiî Konuşmalanymış gibi yürüyüp geçiyor
ve yaşamasını sürdürüyordu.
111
Şehir kapılarında olup biten, jandarmaların si
lâhlarını kullanmak zorunda kaldıkları kargaşalık bü
yük bir heyecan yaratmıştı. Muhakkak ki yaralananlar
vardı. Ama sıcağın ve korkunun etkisiyle şehirde her-
şey mübalâğa edildiğinden, ölenler olduğu da söy
lenmekteydi. Memnuniyetsizliğin gittikçe artmakta
olduğu doğruydu, durumun daha beter bir hal alma
sından korkan hükümet, felâket içindeki halkın isya
na kalkışması ihtimaline karşı ciddi tedbirler almıştı.
Gazeteler şehir dışına çıkmak yasağını yenileyen ve
bu emre karşı gelenleri ölüm cezası ile korkutan ka
rarnameler yayınlıyorlardı. Devriye kollan şehir için
de dolaşıyordu. Çoğu zaman o bomboş ve sıcaktan
kaynıyan sokaklardan atların kaldırımlardaki nal ses
leri geliyor, sonra atlı muhafızlar örtük pencerelerin
önüsıra geçip gidiyorlardı. Devriye kolu uzaklaşınca
tehlikeli bir sessizlik yeniden korku içindeki şehre
iniyordu. Uzaklardan, yeni bir emirle, pire taşıdıkları
için kedi ve köpekleri öldürmekle görevlendirilmiş
ekiplerin silâh sesleri duyuluyordu. Bu patlıyan silâh
ların sesi şehri hep tetikte yaşamak zorunda bırakı
yordu.
Sıcak ve sessizlikte, vatandaşlanmızın korku
içindeki kalblerinde herşey olduğundan daha büyük
bir önem kazanıyordu. Mevsimlerin gelip geçtiğini
belli eden gökyüzünün renklerini ve toprağın koku
larını ilk defa duyup hissediyor, anlıyor ve aynı za
manda yaz da yavaş yavaş gelip yerleşmeye başlı
yordu. Akşam göğündeki dağ kırlangıçlarının sesi
şehrin tepesinden daha inceden duyuluyordu.
Memleketimizin ufkunu genişleten bu Haziran
şafakları ölçüye sığmaz bir kuvvetteydi. Artık pazar
lara gelen çiçekler konca halinde değildiler, daha
şimdiden açılmışlardı, sabah satışından sonra dökü
112
len yapraklar tozlu kaldırımlarda sürünmeye başlı
yordu, ilkbaharın can çekişmekte olduğu açıkça görü
lüyordu, o artık, hep birden açan binlerce çiçeğe öl
çüsüz dağılmıştı, neredeyse uykuya dalacak, vebayla
sıccğın çifte ağırlığı altında yavaş yavaş ezilecekti.
Bu şehrin insanları için bu yaz göğünde can sıkıntısı
ve tozla soluk bir renge boyanan bu sokaklarda, yüz
lerce ölünün yükünü sırtlayan şehrin katlandığı aynı
tehdit edici anlam vardı. Yakıcı güneş altında geçen
bu uyku ve dinlenme saatleri eskiden olduğu gibi, su
ve vücut zevklerine çağırmıyordu insanı. Sessiz ve
kapalı şehirde bu saatlerin bütün boşluğu hissedili
yordu. Bu saatler, mutlu mevsimlerin bakır renkli par
laklığını kaybetmişlerdi. Veba güneşi her türlü rengi,
her türlü sevinci karartıyordu.
Hastalığın yaptığı büyük değişikliklerden biri de
buydu. Eskiden bütün şehirliler yazı sevinçle karşı
larlardı. Şehir denize doğru koşuşurdu, bütün genç
liği plajlara boşaltırdı. Bu yazsa, tam tersine, o kadar
yakındaki deniz yasak edilmişti, artık insan vücutla
rının denizin verdiği zevkleri duymaya hakkı yoktu.
Bu şartlar altında ne yapmalı? O günlerdeki hayatı
mızın en gerçeğe yakın tasvirini gene Tarrou yapmış
tır O da vebanın gelişmesini izliyordu. Radyonun haf
tada yüzlerce ölüyü bildirmekten vazgeçip hergûn
doksan ıkı. yuz yedi ve yüz yirmi ölüyü bildirmeye
başlamasını, notlarında vebanın bir dönüm noktası
olarak belirtmişti. «Gazeteler ve resmî makamlar ve
bayla sanki oyun oynuyorlar. Yüz otuz bir, dokuz yüz
den daha ufak bir sayı diye sanki vebanın kuvvetini
azaltacaklar.»
Salgının seyre değer dokunaklı manzaralarını
kaydetmekteydi: örneğin tenha bir mahalleden ge
çerken bir kadın, kapalı pancurlan açarak pencereye
F. : 8/113
çıkmış, İki afçı çığlık attıktan sonra, pancurları karan
lık odasının üzerine yeniden çekmişti. Tarrou, eczane
lerde nane pastillerinin tükendiğini, çünkü bazı kim
selerin mılhtemel hastalık bulaşmasını önlemek için
bu pastilleri emdiklerini de not -etmeyi unutmamıştı.
İlgisini uyandıran insanların üzerinde durmaya
devam ediyordu. Bu notlardan, kedilerle uğraşma
yı seven ufak tefek ihtiyarın da kendi dramını yaşa
makta olduğu anlaşılıyordu. Gerçekten de bir sabah
birkaç silâh sesi duyulmuş ve Tarrou’nun yazdığına
göre, bu kurşunlar kedilerin çoğunu öldürmüştü, ge
ri kalanlar da dehşete kapılarak sokaktan çekilip git
mişlerdi. Aynı gün ufacık ihtiyar, her zamanki saatte
balkona çıkmış, şaşkınlık içinde eğilip caddenin iki
ucunu araştırmış, sonra beklemeye koyulmuştu. Eliy
le, hafif hafif, balkonun parmaklığına vuruyordu. Bi
raz daha beklemiş, azıcık kâğıt ufalamış, içeri girmiş,
tekrar dışarı çıkmıştı, çok geçmeden balkon kapıla
rını hiddetle kapıyarak kaybolmuştu. Bundan sonraki
günlerde de aynı sahneler cereyan etti, fakat ihtiyar
adamın yüz çizgilerinde bir acı gittikçe daha fazla
beliren bir perişanlık okunuyordu. Bütün bir hafta,
Tarrou, boşuboşuna, onun hergünkü gibi balkonda
görünmesini bekledi, sebebi ortada; bu acı yüzünden
pencereler bir daha hiç açılmadı. Tarrou'nun notla
rından şöyle bir sonuca varılmıştı: «Veba süresince
kedilerin üzerine tükürmek yasak edilmiştir.»
ö te yandan. Tarrou. akşamlan odasına döner
ken. otelin holünde bir baştan öbür başa gidip gel
mekte olan gece bekçisinin asık yüzünü göreceğini
bilirdi. Bekçi daha önceden, bir felâketin beklenile-
bileceğini Tarrou’ya söylemiş, bunun bir deprem ola
bileceğini belirtmişti: Tarrou bunu kendisine hatırla
tınca, ihtiyar bekçi şu cevabı verdi:
114
— Ah! Keşke cjeprem olsaydı! Esaslı bir salla-
nırdık iş olup biterdi... Sonra ölenleri kalanları sa>
yardık, hepsi bu kadarla kalırdı. Fakat bu hastalık
belâsı! Hasta olmıyanlar bile onu içlerinden atamı*
yorlar.
Otel müdürü daha az perişan değildi, önceleri
şehirden çıkmaları imkânsız yolcular, şehrin kapan-
masiyle. otelde kalmak zorunda kalmışlardı. Fakat
salgının uzaması üzerine, yavaş yavaş müşterilerin
çoğu şehirdeki dostlarının evlerine yerleşmişlerdi.
Otelin bütün odalarını doldurmuş bulunan sebep, bu
defa d a oteli bomboş hale sokmuştu, hem şehre ye
niden yolcu gelmiyecekti. Tarrou. sayısı azalan kira
cılardan biriydi; müdür, her fırsatta tek isteğinin müş
terileri memnun etmek olduğunu, yoksa çoktan oteli
kapatmış bulunacağını belirtiyordu. TarroıTya sık sık.
salgının daha ne kadar süreceğini tahmin ettiğini so
ruyordu. «Diyorlar ki. soğuklar böyle hastalıkları ön
lermiş.» diye cevap veriyordu Tarrou. müdür çılgına
dönüyordu: «Fakat burası hiçbir zaman öyle cok so
ğuk olmaz ki! Demek buna aylarca katlanacağız:»
Turistlerin daha uzun zaman, şehre uğramıyacaklan
muhakkaktı. Bu veba, turizmin iflâsı demekti. Kısa bir
kayboluştan sonra, baykuş adam Mösyö Othon'un da
ortaya çıktığı görüldü. Yanında İki baykuş yavrusu
vardı yalnız. Alınan bilgiye göre, karısı, annesine bak
maya gitmiş, sonra cenazesinde bulunmuştu, şimdi
ise karantina süresini dolduruyordu.
Otel müdürü:
— Hîç hoşlanmıyorum bundan, diyordu Tarrou*
ya. Karantinadan geçmiş de olsa, kadın gene şüp
helidir, tabii o yüzden bunlar d a...
Tarrou. böyle düşünülecek olursa, herkesin has*
talik şüphesi altında bulunduğunu söyledi. Fakat mü-
dürün fikri kesindi, bu sorun üzerinde kesin bir gö
rüşü vardı:
— Hayır Mösyö, dedi, ne siz ne de ben şüpheli
durumda değiliz. Ama onlar öyle değil.
Fakat Mösyö Othon bu kadarcık şey için değiş
miyordu. Veba onda umduğunu bulamamıştı. Aynı
edayla lokanta salonuna giriyor, çocuklariyle beraber
masaya oturuyor, her zamanki gibi onlarla zarif ve
ciddi konuşmalara dalıyordu. Sadece küçük oğlanın
halinde bir ağırlaşma vardı. Kızkardeşi gibi siyahlar
giyinmiş, kendi içine biraz daha fazla kapanmıştı, ba
basının küçük bir gölgesiydi. Mösyö Othon'dan hiç
boşlanmıyan gece bekçisi, Tarrou'ya:
— Ah, hele bu herif, giyinik olarak geberip gi
decek. Böylece işi uzatmıyacak, dosdoğru öteki dün
yayı boylayacak, diyordu.
Tarrou'nun notlarında Paneloux’nun va’zına da
yer verilmişti; fakat sonuna şu yorum eklenerek: «Bu
sevimli çalışmayı anlıyorum. Felâketlerin başlangıcın
da ve sonunda daima bir parça belâgate yer vardır.
İlkinde alışkanlıklar henüz unutulmamış, daha sonra
kindeyse eski alışkanlıklara yeniden kavuşulmuştur.
İnsanlar yalnız felâketi yaşarken gerçeğe kendilerini
kaptırırlar; yani susarlar. Bekliyelim bakalım.»
Tarrou, daha sonra, doktor Rieux ile olumlu so
nuçlara varan bir konuşma yaptığını not ediyor, bu
arada Madam Rieux’nün açık kestane rengi gözleri
üzerinde duruyor; şefkatli bir bakışın vebadan daha
güçlü olduğunu söylüyordu. Nihayet, Rieux’nün teda
vi ettiği ihtiyar astımlıdan uzun uzadıya bahsediyordu.
Buluşmalardan sonra doktorla birlikte ihtiyarın
evine gitmişlerdi. İhtiyar, Tarrou'yu ellerini oğuştura
oğuştura, şakadan takılmalarla karşılamıştı. Yatak
taydı, sırtını yastığına dayamış, iki bezelye tencere
116
sinin üzerine eğilmişti. Tarrou'yıı görür görmez: «Ah,
işte bir tanesi daha!» demişti. «Dünya tersine döndü,
hastadan çok doktor var. Hastalık ne çabuk ilerliyor
değil mi ha? Papaz efendi doğru söylüyor, bunu iyice
haketmiştik.» Tarrou ertesi gün kendiliğinden onu
görmeye gitmişti.
Tarrou'nun defterlerine bakılırsa, sanatı manifa
turacılık olan ihtiyar astımlı ellisindeyken hayatta ye
ter derecede çalıştığına karar vermişti. Bir kere yata
ğa yatmış, o zamandanberi de kalkmamıştı. Halbuki
ayakta durmak, astımı için iyi geliyordu. Küçük bir
gelir onu yetmiş bir yaşına kadar neşesini kaybetme
den yaşatmıştı. Saat görmeye tahammül edemiyordu.
Bu yüzden evin içinde bir tek saat bile yoktu. «Saat»
diyordu, «hem pahalı, hem de anlamsız birşeydir.» Za
manı ve özellikle kendisi için önemli olan yemek va
kitlerini, uyanır uyanmaz başucunda .bulduğu, birinin
içi bezelyeyle dolu, biri boş iki tencereyle ölçüyordu.
Boş tencereyi hep aynı muntazam ve dikkatli hare
ketlerle dolduruyordu. Bir tencere ölçüsüyle gün dö
nümlerini tesbit ediyordu. «Her on beş tencerede bir,
karnımı doyurmam gerek. Hepsi bu kadar.»
Karısına bakılacak olursa, daha çok gençken ne
olacağını belli etmişti. Gerçekten, hiçbir şey onun il
gisini uyandırmamıştı, ne içki, ne dostlar, ne kahve,
ne musiki, ne kadınlar, ne gezmeler. Şehrinden hiç
çıkmamıştı, yalnız bir defa bazı aile işleri için Ceza
yir'e gitmek üzere yola çıkmış, fakat atıldığı serüveni
daha fazla ileri götürmeden Oran'a en yakın istas
yonda inerek geriye dönmüştü.
Yaşadığı bu kapalı hayattan dolayı şaşıran Tar-
rou'ya, dine göre, insan hayatının ilk yarısının bir
yükseliş, öteki yarısının ise bir iniş olduğunu, bu iniş
günlerinin kişinin malı olmadığını umulmadık her
117
hangi bir anda ömrünün sona erebileceğini, buna kar
şı yapılacok birşey bulunmadığını, en iyisinin hiçbir
şey yapmadan beklemek olduğunu anlatmıştı. Çeliş
meye düşmekten de çekinmiyordu, çünkü az sonra
Tarrou'ya muhakkak ki Tanrı'nın var olmadığını. Tan
rı olsa, papazlara gerek kalmıyacağını söylemişti. Fa
kat, bundan sonraki bazı düşüncelerinden, Tarrou,
bu felsefenin yakınlardaki kilisenin sık sık topladığı
ianelere karşı duyduğu kızgınlıkla ilgili olduğunu an
lamıştı. İhtiyarın portresini, oldukça derin görünen ve
muhatabına pek çok defa tekrarladığı bir arzusu ta
mamlıyordu: Çok yaşlı ölmek istiyordu.
Tarrou, kendi kendine: «Bü da bir ermiş mi?»
diye sormuştu. Ve şu cevabı vermişti: «Evet, alışkan
lıkların bütünü ermişlik sayılırsa.»
Tarrou, aynı zamanda vebalı şehirde geçen bir
günün epey ayrıntılı tanımına girişiyor ve bu yaz bo
yunca vatandaşlarımızın sürdükleri hayat ve yaptık
ları işler hakkında doğru'bir fikir verebiliyordu. «Sar
hoşlar kadar kimse gülmüyor, diyordu Tarrou, sar
hoşlar ise çok gülüyorlar!» Sonra anlatmağa başlı
yordu:
«Sabah karanlığında bomboş şehirde hafif bir
esinti dolaşıyor. Gecenin ölüleri ile gündüzün can çe
kişmeleri arasındaki bu saatte, veba bir an işini bırak
mış dinlenip nefes alıyor gibi. Bütün dükkânlar üze
rindeki «veba dolayısıyla kapalı» yazısı onların biraz
sonra açılmalarıha imkân olmadığını belli ediyor. He
nüz uykularından sıyrılmamış gazete satıcıları, daha
haberleri bağırmıyorlar, fakat uykuda gezenler gibi
sokak köşelerinde fenerlerin dibinde gazetelerini ha
zırlıyorlar. Birazdan, ilk tramvayların sesiyle uykula
rından silkinip baş taraflarında «Veba» kelimesi ya
zılı kâğıt parçalarını ellerinde sallıyarak bütün şehre
11$
dağılıverecekler. «Veba içinde bir sonbahar geçire?
cek miyiz?» sualine Profesör B... cevap veriyor: «Ha?
yır.» Vebanın doksan dördüncü gününün bilânçosu
şu: «Yüz yirmi dört ölü.»
Günden güne göze batan ve bazı gazetelerin soy-
falarını azaltmak zorunda bırakan kâğıt yokluğuna
rağmen, şehirde yeni bir gazete çıkmaya başlamıştı:
«Salgın Postası». Bu gazete, ödevini şöyle anlatıyor
du: «Hastalığın ilerlemesini ya da azalmasını vatan
daşlarımıza tam bir tarafsızlıkla bildirmek, salgının
geleceği üzerinde yetkili kişilerin fikirlerini nakletmek,
bildik veya bilmedik, bu felâketle boğuşmaya hazır
lanan örgütlere bütün yardımı göstermek, halkın ma
neviyatını yükseltmek, idari makamların emirlerini du
yurmak. bir kelimeyle, bizi yere sermiş bu dertle esas
lı bir şekilde mücadele etmek isteyen bütün iyiniyet
sahiplerini birleştirmek.» Gerçekte ise bu gazete çok
geçmeden vebayı önlemede hiç de faydası olmayan
birtakım yeni icat ilâçların reklâmını yapmağa giriş
mişti.
Sabahın altısından itibaren bütün gazeteler, açıl
malarına daha bir saat olmasına rağmen, önlerinde
dizi dizi insanların sıralandığı dükkânlarda, sonra da
kenar semtlerden tıklım tıklım dolu gelen tramvay
larda satılıyordu. Tramvaylar artık biricik taşıt vasıta
larıydı. sahanlıklarına, eşiklerine kadar, çatlıyacokmış
gibi dolu olduklarından zorlukla ilerliyebiliyorlardı.
İşin tuhafı, tramvayın içindekiler, bir bulaşmanın o
kadar mümkün olmasına rağmen, buna aldırış bile
etmiyorlardı.
Duraklarda, tramvaylar bir an önce uzaklaşıp
yalnız kalmak için acele eden insan yükünü boşaltı
yorlardı. Gittikçe müzmin bir hal almaya başlıyan
119
âsap bozukluğu yüzünden ara sıra kavgalar çıkıyor
du.
İlk tramvayların geçişinden sonra şehir yavaş
yavaş uyanıyor, ilk kahvehaneler, üzeri «Kahvemiz
kalmadı», «Şekerinizi getiriniz» gibi pankartların asılı
olduğu tezgâhlarını gösteren kapılarını açıyorlar. Son.
ra dükkânlar çalışmaya başlıyor, şehir diriliyor. Aynı
zamanda, güneş de yükseliyor ve sıcak Temmuz gö
ğüne yerleşiyor. Bu, işsiz güçsüzlerin bulvarlarda ge
zindikleri saattir. Birçokları süslerini etrafa göster
mekle vebayı başlarından atacaklarını sanıyorlar.
Hergün saat on bire doğru, başlıca büyük caddeler
de genç erkeklerle genç kadınların gezip dolaştıkları
görülür ve yaşamak ihtirasının büyük felâketlerin si
nesinde geliştiğini insan hisseder. Salgın daha da
yayılırsa, ahlâk da o oranda sınırlarını genişletecek.
Mezarların yanıbaşında Milâno veba salgınındaki gibi
açık saçık şenliklere tanık olacağız.
Öğleyin lokantalar göz açıp kapayıncaya kadar
doluyor. İçerde yer bulamıyanlar hemen kümeler ha
linde birikiveriyorlar. Gökyüzü, aşırı sıcak yüzünden
aydınlığını kaybediyor. Güneşten çıtırdayan o dde-
lerde, büyük tentelerin gölgelerinde yiyecek aimak
için dizilmiş kimseler bekleşiyorlar. Lokantaların isti
lâ edilmesi, birçoklarının gözünde gıda işinin halle
dildiğine delil sayılabiliyor. Fakat hastalığın bulaşma
sı meselesi hiç de halledilmiş değil. Müşteriler, uzun
dakikalarını tabaklarını, çatallarını silmeye harcarlar.
Az zaman önce bazı lokantalar: «Burada bütün sof
ra takımları kaynatılmıştır.» diye ilânlar asıyorlardı.
Fakat yavaş yavaş, nasıl olsa müşteriler gelmek zo
runda olduğu için böyle ilânlardan vazgeçtiler. Hem
müşteriler de alabildiğine yeyip içiyorlar... En iyi şa
raplar veya bu adla ortaya çıkarılanlar, en pahalı çe
120
rezler. önüne geçilmez bir koşunun başlangıcr. Bir
lokantada panik çıktığı söylenmekte; müşterilerden
biri birden rahatsızlanmış, yerinden kalkmış, sende-
liye sendeliye çıkış kapısını bulmuş.
Saat ikiye doğru şehir yavaş yavaş boşalır, bu
artık sessizliğin, tozun, güneşin ve vebanın caddeler
de, buluştukları zamandır. Sıcak, büyük kurşunî ev
lerin uzunluğu boyunca durup dinienmeksizin akar
durur. Bunlar, insan kaynaşan ve bol gevezelik edi
len şehrin üstüne çöken yakıcı akşamlardan sona
eren mahpus saatleridir. Sıcakların bastığı ilk gün
lerde, nedense akşamları ortalık çok tenha oluyor
du. Fakat şimdi, akşamın ilk karanlığı insanlara bir
ferahlık değilse de, bir umut veriyor, herkes sokak
lara fırlıyor, bol bol çene çalıyor, kavga ediyor veya
birbirini arzuluyor ve Temmuz’un kızıl göğü altında,
çiftlerle, bağırıp çağıranlarla tıklım tıklım dolu şehir,
soluyan geceye kendini bırakıyor. Başında fötr ve
boynunda lavaliyer kravat taşıyan iman sahibi bir ih
tiyar boş yere her gece, boyuna şu kelimeleri söyli-
yerek dolaşır durur: «Tann büyüktür. Ona geliniz!»
Halbuki insanlar tam tersine, kötü diye bildikleri, fa
kat kendilerine Tanrıdan daha yararlı buldukları baş
ka şeylere doğru atılırlar. Bu hastalığı da öteki has
talıklar gibi sandıklarından ilkin dine gereken yeri
vermişlerdi. Fakat işin şakaya gelir tarafı olmadığını
anlar anlamaz yaşamanın tadlarını yeniden hatırladı
lar. Gün boyunca yüzlerde okunan bütün sıkıntılar,
kızıl ve tozlu akşam saatlerinde vahşi bir kendinden
geçişle çözülüverir, beceriksizce bir hürriyet bütün
milleti coşturur.
Hem ben de onlar gibiyim. Ne olacak sanki! Be
nim gibi adamlar için ölüm nedir ki! Ölüm bizlerin
haklı olduğumuzu gösteren bir olaydır, o kadar.»
121
Defterinde sözü geçen buluşmayı Rieux’den is
teyen Tarrou’ydıı. Rieux, onu beklerken, yemek oda
sında bir iskemlede oturan sessiz, durgun annesine
bakmaktaydı. Ev işlerini bitirdiği zaman, annesi gidip
hep oraya otururdu. Ellerini dizleri üstünde bitiştirir,
beklerdi. Rieux, beklediği kimsenin kendisi olduğun
dan bozan şüpheye düşerdi. Fakat, eve gelir çelmez
annesinin yüzünde birşeyler değişiveriyordu. Çalışa
rak geçirilmiş bir hayatın verdiği o sessiz halinden
birden kurtulup canlanıveriyordu. Sonra yeniden ken
dini sessizliğe bırakıyordu. O akşam, annesi, pence
reden, çoktan beri tenhalaşmış caddeye bakmaktay
dı. Geceleyin ışıklar üçte iki ölçüde hafiflemişti. Uzak
lardan. çok sönük, bir lâmba, şehrin gölgelerini tek-
tük yansıtıyordu.-
Madam Rieux :
— Salgının devamınca ışıklar hep böyle kısık mı
olacak? dedi.
— Herhalde;
— Bari kışa kadar sürmese. O zaman çok hü
zünlü bir hal alır.
— Evet, dedi Rieux
Annesinin, alnına uzanan bakışlarım farketti.
Son günlerde endişelerin ve çok çalışmalann yüzünü
çökerttiğini biliyordu.
Madam R ie u x :
— Bugün işler yolunda gitmedi m i? dedi.
— Her zam anki gibi!
Her zam anki gibi! Paris'ten gönderilen serum, il
ki kadar etkili olmamış ve istatistikler de boyuna yük
se liyo r demekti, bu.
Hastası bulunan ailelerden başkalarına bu koru
yucu aşıları yapmak imkânı yoktu. A şıyı g e n elleştir
mek için yüzlerce işçinin çalışm asına ihtiyaç vardı.
H ıyarcıkların çoğu katılaşm a zam anları gelm iş gibi
artık kolaylıkla yarılamıyordu. Hastalar cok a cı ç e k i
yorlardı. Dünden beri şehirde hastalığın iki yeni şekli
daha kendini göstermişti. Bu veba, a kciğerin h a sta
lanm asından ortaya çıkıyordu. Aynı gün, bir toplantı
sırasında, yorgunluktan bitkin doktorlar, şaşkın a dön
müş validen, ağızdan ağıza bulaşan bu a k ciğ e r veba
sını durdurmak için önleyici yeni tedbirler alm asını is
tem işlerdi. Her zamanki gibi, ne olacağını kim se bil
miyordu.
Doktor annesine baktı. Annesinin kestane rengi
gözlerinde tatlı bakışı onu çocukluk yıllarına doğru
götürdü.
— Yoksa korkuyor musun, anne?
— Benim yaşımda insanın korkacağı şey yoktur.
— Günler çok uzadı, ben de evde olam ıyorum .
— Senin geleceğini bildikten sonra, beklem ek
zor değil. Hem sen burada değilken, yaptığın işleri
düşünüyorum. Karından yeni bir haber aldın m ı?
— Son telgrafına bakılırsa çok iyiymiş. Fa ka t
bunu beni sevindirmek için yazdığını biliyorum.
Kapının zili çaldı. Doktor annesine gülüm sedi,
gidip kapıyı açtı. Kapının loşluğundaki, Tarrou kur
şu n i bir elbise giyinmiş, iri bir ayıyı andırıyordu. Rieux,
m isafirine bürosunun önünde yer gösterdi. K endisi
123
de koltuğun arkasında, ayakta duruyordu. Odanın
içinde, masanın üstünde yanan tek lâmba ile birbir
lerinden ayrılmışlardı.
Tarrou lâfı uzatm adan:
— Biliyorum ki, sizinle apaçık konuşulabilir, dedi.
Rieux, sesini çıkarmadan tasdik etti.
— On beş gün veya bir aya kalmadan burada
artık hiçbir işe yaramıyacaksınız, olaylar sizin çalış
manızı çok gerilerde bırakacak.
— Doğru, dedi Rieux.
— Sağlık örgütü iyi çalışmıyor. Hem adamınız
yok, hem de zamanınız az.
Rieux. bunların hepsinin doğruluğunu kabul etti.
— Valilik, sağlam insanları gene! yardım örgü
tüne almak için mecburi bir hizmet kabul etmeyi dü
şünüyormuş.
— Bilginiz yerinde. Fakat hoşnutsuzluk o kadar
büyük ki, vali tereddüt ediyor.
— Niye gönüllü toplamıyorlar?
— Bunu da yaptılar, ama sonuç pek verimli ol
madı.
— Bunu kendileri bile inanmadan resmi bir yol
dan. yaptılar. Onlarda eksik olan, haya! gücüdür Hâlâ
felâketin genişliğini kavramış değiller. Tasarladıkları
çareler nezleye karşı alınanların düzeyinden yukarı
çıkamıyor. İşi onlara bırakırsak hepsi ölüp gider, biz
de onlarla beraber...
— Mümkün, dedi Rieux. Ağır işlerde kullanılmak
üzere mahkûmlardan yararlanmayı bile düşündükle
rini söyleyebilirim.
— Ben bu işi hür insanların yapmasını daha doğ
ru bulurum.
— Ben de. Ama sizi buna sürükleyen ne?
— Ölüm mahkûmiyetlerinden hiç hoşlanmam da.
124
Rieux Tarrou'yo b a k tı:
— Peki? dedi.
— Gönüllü sağlık örgütü kurmak için bir plân
hazırladım. Bu işle ben ilgilenirim. Resmi m akam ları
bir yana bırckalım. Zaten onların işi başından aşkın.
Hemen her yanda dostlarım var. onlar ilk çekirdeği
teşkil ederler. Tabiî ben de aralarında yer alacağım .
— Hiç şüphe yok ki. dedi Rieux, bu teklifi se
vinçle karşılayacağım a emin bulunuyorsunuz. Hele bu
meslekte insanın yardıma ihtiyacı var. Bu fikri v ilâ
yete kabul ettirmek işini üzerime alıyorum. Zaten on
ların da tercih yapacak halleri yok. Fakat...
Rieux düşünmeye daldı.
— Siz de pekâlâ bilirsiniz ki, bu çalışm alar ölüm
le sonuçlanabilir. Her şeye rağmen bunu size h atır
latmam gerek. İyice düşündünüz mü?
Tarrou, kurşunî ve sakin gözleriyle onu seyredi
yordu.
— Paneloux’nun va’zı hakkında ne düşünüyor
sunuz. doktor? dedi.
Soru, çok tabiî şekilde sorulmuştu, Rieux de ta
biî bir şekilde cevap verdi.
— G enel bir ceza fikrini sevm iyecek ka d a r has-
tahanelerde çok yaşadım. Fakat bilirsiniz, H ıristiyan-
lar gerçekten düşünmedikleri şeylerden de arasıra
bahsederler. Göründüklerinden daha iyidirler onlar.
— Vebanın yararlı bir yönü olduğu, gözleri a ç
tığı, insanı düşünmeye zorladığı konusunda demek
siz de Paneloux ile aynı fikirdesiniz?
Doktor, sabırsızlıkla başını s a lla d ı:
— Dünyamızın bütün hastalıkları gibi. Bu dün
yanın kötülükleri için doğru olan her şey veba için de
doğrudur. Bunlar bazılarının büyümelerine yardım
eder. Fakat bu hastalıkların getirdikleri ıstırap ve y o k
125
sulluk karşısında insanın kendini vebaya teslim et
mesi için ya deli, ya kör, ya da korkak olması gerekir.
Rieux, sesini biraz yükseltmişti. Fakat Tarrou
onu sakinleştirmek için eliyle bir hareket yaptı. Gü
lümsüyordu.
Rieux. omuzlarını kaldırarak:
— Evet, dedi. Fakat siz bana cevap vermediniz.
İyice düşündünüz mü?
Tarrou ciddi bir tavır takındı ve başını aydınlığa
doğru çevirdi:
— Tanrıya inanır mısınız, doktor? diye sordu.
Bu soru da çok tabiî bir şekilde sorulmuştu. Ama
bu defa Rieux tereddüt e t t i:
— Hayır, fakat ne çıkar bundan? Kendim gece
nin içindeyim ve ortalığı aydınlık görmeye çalışıyo
rum. Uzun zamandır bunu orijinal bir şey saymaktan
vazgeçtim.
— Sizi Paneloux‘tan ayıran bu değil mi?
— Sanmıyorum. Paneloux, kendini çalışmasına
kaptırmış bir insandır. O insanların ölümlerini gözle
riyle görmüş değil, bu yüzden de bir «doğru» adına
konuşabiliyor. Fakat yakınındaki insanları yöneten ve
ölüm halindeki bir insanın can çekişmesini seyretmiş
herhangi bir köy papazı benim gibi düşünür. Yoksul
luktan mükemmel örnekler çıkarmaya çalışacağına,
önce o yoksulluğu ortadan kaldırmaya çalışır.
Rieux, ayağa .kalktı, yüzü gölgede kalmıştı.
— Bırakalım bunu, dedi, madem ki cevap ver
mek istemiyorsunuz.
Tarrou, koltuğunda kımıldamadan gülümsüyordu.
Doktor da gülümsedi.
— Esrarlı işlerden hoşlanıyorsunuz. Haydi anla
tın artık.
T a rro u :
126
— :• Söyleyim, dedi. Tanrıya inanmadığınıza göre
bunca fedakârlıklara katlanmayı ne diye göze alıyor
sunuz? Vereceğiniz cevap, kendi kendime bunun ce
vabını vermemde bana yardım edecek.
Doktor loşluktan dışarı çıkmadan bunu cevap
landırdığını söyledi: kudretli bir Tanrı'ya inanmış olsa,
insanları tedavi etmekten vazgeçer, bıi işi ona bıra
kırdı. Fakat dünyada hiç kimse, hattâ inandığını sa
nan Paneloux bile bu çeşit bir Tanrı'ya inanmıyordu,
çünkü hiç kimse karşı koymadan kendini ölüme ter-
ketmiyordu. Hiç değilse bu bakımdan Rieux, böyle ku
rulmuş bir yaradılış düzenine karşı savaşmakla ger
çeğe giden yolda bulunduğuna inanıyordu.
Tarrou :
— Demek, dedi, mesleğinize böyle bir anlam ve
riyorsunuz?
— Aşağı yukarı, diyerek doktor yeniden ışığın a l
tına döndü.
Tarrou hafif bir ıslık çalıyor, doktor da ona ba
kıyordu.
— Evet, dedi, gururun var olduğunu söylüyorsu
nuz. Fakat, inanın bana, ancak yeter derecede bir
gururum var. Bunlardan sonra beni neyin beklediğini,
başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şu anda sadece
hastalar var, onları iyileştirmek lâzım, Sonra onlar dc
düşünecekler, ben de... Fakat ilk önce ygpılması ge
reken şey hastaları tedavi etmek. Elimden geldiği kc-
dar onları koruyorum, hepsi bundan ibaret.
— Kime karşı?
Rieux pencereye doğru döndü. Uzaktan deniz,
ufukta daha koyu bir karanlık içinde görünüyordu.
Sadece yorgunluğunu ve bu acayip, fakat dost insa
na karşı birdenbire içinde uyanan o saçma, kendini
biraz daha anlatmak isteğini duyuyordu.
— Hiçbir şey bilmiyorum Tarrou, size yemin eae-
rim ki hiçbir şey bilmiyorum. Bu mesleğe ilk girdiğim
de, işi öylece, farkında olmadan yapıp gidiyordum,
çünkü bunu yapmak zorundaydım, çünkü bu genç
lerin atılmak istedikleri ötekilerden farksız bir işti.
Belki de benim gibi bir işçinin oğluna daha da zor
gelen bir iş. Sonra insanların da bulunduğunu bilir
misiniz? Bir kadının tam ölmek üzereyken, «Olmaz!
olmaz!» diye bağrışını hiç duydunuz mu? Ben, duy
dum. Kendimi ne yapsam bu işe alıştırmama imkân
olmadığını farkettim. O sıralarda gençtim, içimde
duyduğum iğrenmenin dünyâdaki düzene uyduğunu
sanıyordum. O zamandan beri daha alçak gönüllü
oldum. Yalnız, insanların ölmelerini seyretmeye hâlâ
alışamadım. Bundan fazlasını bilmem. Fakat buna
rağmen :
Rieux sustu, yerine oturdu, ağzının kupkuru ke
sildiğini hissediyordu.
Tarrou yavaşça:
— Buna rağmen? diye söylendi.
— Buna rağmen, diye doktor sözüne koyuldu,
ama tereddüt etti. Tarrou'ya dikkatle bakarak: «Öy
le bir şey ki bu, ancak sizin gibi bir insan anlayabilir,
mademki dünyanın düzeni öiüm üzerine kurulmuştur,
belki de Tanrı’ya inanmamak ve onun susup durduğu
gökyüzüne gözlerimizi kaldırmadan ölüme karşı olan
ca gücümüzle savaşmak Tanrı için daha iyidir.
— Evet, dedi. Tarrou, bunu anlıyorum. Yalnız ne
var ki sizin zaferleriniz hep geçici olmaya mahkûm
Rıeux birden kederlenir gibi:
- Hep de öyle olacak, biliyorum ama savaş
maktan vazgeçmek için gene de bir sebep değil bu.
dedi
128
es i
— Hayır, bir sebep değil. Fakat vebanın sizin
için ne demek olduğunu bir düşünüyorum da...
— Evet, dedi Rieux. Bitip tükenmeyen bir boz
gun.
Tarrou bir an doktoru seyretti, sonra kalktı, ağır
ağır, kapıya doğru yürüdü. Rieux de onu takip etti.
Yanına vardığında Tarrou onun ayaklarına bakar gi
biydi.
— Bütün bunları kim öğretti size doktor? dedi.
Cevabını çok çabuk a ld ı:
— Yoksulluk.
Rieux, yazıhanesinin kapısını açtı, koridora çık
tıklarında, Tarrou'ya kenar semtte bir hastasını gör
meye gideceğini söyledi. Tarrou da beraber gitmek
istedi, doktor kabul etti. Koridorun sonunda. Madam
Rieux’ye rastladılar, doktor. Tarrou’ylo onu tanıştırdı.
— Bir dost, dedi.
— Oh! dedi Madam Rieux, sizi tanıdığıma çok
memnunum.
Annesi gittikten sonra, Tarrou yeniden doktora
döndü. Kapıdan çıkınca Rieux boş yere otomatik
elektrik düğmesini işletmeğe edişti. Merdivenler ge<
cenin koyu karanlığı içindeydi. Doktor bunun yeni bir
elektrik kısıntısının sonucu olup olmadığını düşündü.
Ama bunu bilmek çok güçtü. Zaten bir süredir evle
rin içinde ve şehirde, her şey bozulup durmaktaydı.
Belki de kapıcılar ve şehrimiz insanlarının çoğu ar
tık hiçbir şeye ihtimam gösteremez olmuşlardı da on
dan. Fakat daha fazla kendi kendine düşünecek va
kit bulamadı, çünkü arkadan Tarrou’nun sesini duy
du :
— Bir kelimecik daha, doktor, size gülüne gelse
de söyleyeyim: tamamiyte haklısınız.
VEBA F .: 9/129
Rieux, karanlığın ortasında kendi kendine omuz
larını silkti.
— Ben bir şey bilmiyorum. Fakat siz nereden
biliyorsunuz böyle olduğunu?
Öteki biç heyecanlanmadan:
*— Oh, dedi, benim öğrenebileceğim o kadar az
şey kaldı ki!
Doktor, durakladı. TarröU'nun ayağı, ardındaki
basamakta kaydı. Tarrou, Rieux’nün omuzuna tutu
narak durdu.
— Hayatın her yanını bilir misiniz? dedi Rieux.
Cevap karanlıkta aynı sakin sesle duyuldu:
— Evet.
Sokağa çıktıkları zaman, vaktin epey geç oldu
ğunu, saatin aşağı yukarı onbire geldiğini anladılar.
Şehir dilsizdi, yalnız hafif uğultular geceyi dolduru
yordu. Cok uzaklardan bir cankurtaranın sesi geli
yordu. Arabaya bindiler, Rieux motoru işletti.
— Yarın koruyucu aşıyı yaptırmak için hastane
ye gelmelisiniz, dedi. Fakat bu serüvene atılmadan
önce son olarak söyleyeyim, bu işten sağ salim çı
kabilmek için ancak üçte bir şans bulunduğunu kabul
etmelisiniz.
— Böyle tahminlerin hiçbir anlamı yok. doktor,
bunu siz de benim kadar bilirsiniz. Yüz yıl önce bir
veba salgım. İran’da bir şehrin bütün insanlarını öl
dürmüş, yalnız işini görmekten bir an geri durmayan
ölü yıkayıcı kurtulmuş!
Doktor, birden, daha da yüksek bir sesle:
— O üçüncü şansını korumayı başarmış, hepsi
bu kadar. Yalnız şurası çok doğru, hepimizin bu ko
nuda öğreneceğiniz çok şey var.
Şehrin dışına varmışlardı. Bomboş sokaklarda
lâmbalar yanıyordu. Durdular. Otomobilin önünde
Rieux içeri girmek isteyip istemediğini Tarrou'ya sor
du. öteki, evet dedi! Gökyüzünden düşen birazcık ışık
yüzlerini aydınlatıyordu. Rieux birden dostça bir gü
lüşle :
— Söylesenize Tarrou. dedi, sizi bu işle uğraş-
' mağa iteleyen şey nedir?
— Bilmiyorum. Belki de moralim.
— Hangi duygu?
— Sevgi
Tarrou. eve doğru döndü ve Rieux, ihtiyar astım
lının evine girinceye kadar yüzünü göremedi.
Ertesi günden itibaren. Tarrou işe girişti, daha
sonra başkalarının da katılacağı birinci ekib* kuıdu.
Hikayeci, bu sağlık örgütlerine gerektiğinden
fazla bir önem vermek niyetinde değil. Onun yerinde
bulunan birçok vatandaşımız, bu örgütlerin yüklen
dikleri görevleri mübalâğa etmekten hoşlanırdı. Fa
kat hikâyeci, iyi hareketlere gereğinden çok önem
vermenin sonunda kötülüğe kuvvetli bir saygı göste
risinde bulunmak demek olacağına inanmaktadır;
çünkü o zaman iyi hareketlerin az oldukları için de
ğerli sayıldığını; kötülükle, kayıtsızlığın, insanları yö
neten başlıca kuvvetler yerine geçtiğini kabul etmiş
oluruz. Bu ise, hikayecinin katılmadığı bir fikirdir.
Dünyada her kötülük, hemen daima bilgisizlikten ge
lir, bilgiye dayanmayan iyi niyet de kötülük kadar za
rarlı olabilir. İnsanlar kötü olmaktan çok iyidirler, fa
kat ana sorun bu değildir.
İnsanlar,- erdem veya kusur denilen şeylerin ne
demek olduğunu hiçbir suretle bilmiyorlardı, oysa en
ıslah edilmez kusur, her şeyi bildiğini sanmaktan do
ğan ve insanları öldürmek için kendinde hak gören
bir bilgisizlikten gelenidir. Katilin ruhu kördür, yeteri
kadar basirete sahip olmadan ne gerçek bir iyilik, ne
de güzel bir aşk mümkündür.
İşte bunun için, Tarrou'nun çabasiyle- ortaya çı
kabilen sağlık örgütünü tarafsız bir memnunlukla ele
132
almak gerekir. Bu yüzden, hikâyeci. makûl bir önemle
karşıladığı bu kahramanlığın ve gönüllü çalışmanın
ateşli bir övgücüsü kesilmiyecektir. O gene, bütün
vatandaşlarımızın vebanın eliyle paramparça olan
kalplerinin tarihçisi olmağa devam edecektir.
Sağlık örgütlerine girenler fazla bir takdire hak
kazanmış sayılm azlardı, çünkü bundan başka tutula
cak yol olmadığını biliyorlardı. Böyle bir karara var
mamaları akıl alm az bir şey olurdu. Bu örgütler onla
rın bir an önce vebanın içine girmelerine yardım etti,
hastalığı bütünü ile tanıyabildiler. Madem ki, hasta
lık ortalık yerdeydi, onunla savaşmak için mümkün
olan her şeyi yapmak şarttı. Veba böylece birçoğu
nun biricik sorunu haline gelince, gerçek haliyle na
sılsa öyle görünmeye boşladı, hepimizin ortak derdi
oldu.
Bu. doğru bir şeydi. Fakot iki kere ikinin dört et
tiğini öğreten bir öğretmeni kimse tebrik etmez. Onu
tebrik etseler de. bunu güzel bir meslek seçtiği için
yaparlar. Tarrou ile arkadaşlarının iki kere ikinin dört
ten başka bir şey etmediğini meydana çıkartmak için
ortaya atılm aları takdire değer diyelim, fakat onların
bu iyi niyetleri, öğretm eninkiyle— veyozann inancına
göre, sayısı sanıldığından daha çok olan— öğretmen
le aynı gönülde bulunan insanlannkiyle eşittir. Hikâ
yeci. burada, kendine yapılabilecek itirazın ne olabi
leceğini biliyor. O da. bu insanların kendi hayatlarını
tehlikeye attıklarıdır. Fakat tarih boyunca öyle bir an
gelir ki iki kere ikinin dört ettiğini söylemeye kalkı
şan bir kimse, ölümle cezalandırılacaktır. Bunu o öğ
retmen de pek iyi bilir. Önemli olan bu yargı dolayı-
siyle verilecek ceza ya da mükâfatın ne olabileceği
değildir. Asıl sorun, iki kere ikinin dört edip etmediği
ni bilmektir. Hayatlarını tehlikeye atan vatandaşlan-
133
mız do vebanın içinde bulunup bulunmadıklarını ka
rarlaştırmaya. onunla savaşıp savaşmamak gerekti
ğine karar vermek zorundaydılar.
Şehrimizde türeyen yeni yeni ahlâkçılar bunları
boş şeyler sayıyor, yapılacak şeyin diz üstü çökmek
olduğunu söylüyorlardı. Tarrou, Rieux ve dostları on
lara şu veya bu şekilde cevap verebilirdi, ama sonuç
daima bildikleri şeye dayanıyordu: Ne şekilde olursa
olsun savaşmak ve diz çökmemek. Bütün sorun müm
kün olduğu kadar çok insanı ölümden kurtarmak, on
ların bu sonsuz ayrılığı tanımalarına engel olmaktı.
Bunun için de vebayla savaşmanın tek bir yolu vardı.
Bu gerçekte fevkalâde bir hal yoktu, sadece mantığa
dayanan bir şeydi bu.
Bu bakımdan, ihtiyar Castel’in ilkel malzemelerle
serum yapmak için bütün kuvvetini, bütün güvenini
ortaya koyması olağan bir şeydi. Castel'le Rieux şeh
re yayılmış olan mikrobun kültürleriyle yapılacak olar.
bir serumun, dışardan gelecek serumlardan daha et
kili olacağını umuyorlardı. Çünkü zaten bu mikrop,
veba mikrobunun klâsik tanımından bazı farklarla ay
rılıyordu. Castel ilk serumu kısa zamanda elde ede
ceğini umut ediyordu.
İşte bunun için, kahraman tipine hiç benzemi-
yen Grand gibi birinin de sağlık örgütlerinde bir çe
şit sekreterlik işini üzerine alması öylesine olağandı.
Tarrou’nun kurmuş olduğu ekiplerin bir kısmı kalaba
lık mahallelerde yardımcı çalışmalara girişmişlerdi.
Bu mahallelerde gerekli sağlık tedbirlerinin alınması
nı sağlamaya çalışıyorlar, hastalık mikrobunun bu-
loşmadığı çatıların ve mahzenlerin sayısını tesbit edi
yorlardı. Başka ekipler hastaları görmeye giden dok
torlara yardımcılık ediyor, vebalıların taşınmasını ko
laylaştırıyor, hattâ adam yokluğunda hasta ve ölü
arabalarını kullanıyorlardı. Bütün bu çalışmaları kay
detmek ve istatistiklerini tesbit etmek gerekiyordu,
işte Grand da bunu yapıyordu.
Bu görüş açısından bakılırsa Grand, Rieux'den
de, Tarrou’dan da daha çok sağlık örgütlerini yaşa
tan, çalıştıran, sessiz erdemin canlı bir örneği halin
deydi. Kendisine vergi iyi niyetle, hiç tereddüt etme
den «evet» demişti. Yalnız küçük işlerde yararlı ol
mak isteğini söylemekle yetinmişti. Öteki işler için
fazla yaşlıydı. Saat 18’den yirmiye kadar vaktini bu
işe ayırmıştı. Rieux’nün, kendisine hararetle teşekkür
etmesi karşısında şaşırıyordu: «Bu o kadar zor birşey
değil. Karşımızda mademki veba var, kendimizi sa
vunmalıyız, bu belli bir şey! Ah! Keşke her şey bu
kadar basit olsa!» Ve yeniden cümlesine dönüyordu.
Bazı akşamlar fiş işleri bittikten sonra Rieux, Grand'
la çene çalıyordu. Sonunda Tarrou’yu da bu konuş
malara karıştırdılar. Grand. bu iki arkadaşına, gittik
çe artan bir memnunluk içinde kendinden bahsedi
yordu. iki yakın arkadaşı, salgının ortasında Grand'ın
sabırla devam ettirdiği çalışmasını ilgiyle izliyorlardı.
Onlar da bu konuşmalarla dinleniyor gibiydiler.
«Amazon ne âlemde?» diye tarrou sık sık soru
yordu. Grand. hep aynı: «Tırıs tırıs gidiyor» cevabını
veriyordu. Bir akşam, amazonu için kullandığı «zarif»
sıfatından vazgeçtiğini, onu artık «narin» diye vasıf
landırdığını söyledi, «böyle daha canlı oluyor» diye
ekledi. Bir başka defa da iki dinleyicisine yeniden dü
zelttiği o ilk cümleyi okumuştu: «Güzel bir mayıs sa
bahı nefis, al bir kısrağa binmiş, narin bir amazon
Bulonya ormanının çiçekli yollarından geçiyordu.»
— Nasıl, diyordu, daha iyi görünüyor mu? «Gü
zel bir Mayıs sabahı»nı daha güzel buldum, çünkü
«Mayıs ayı sabahı» tırısı biraz fazla uzatıyor.
135
Sonra «nefis» afa tiyle inceden inceye uğraşmo-
yo boşladı. Kendisine flöre, ttu kelime fazla bir şey
anlatmıyordu, hayalindeki debdebeli kısrağı bir anda
fotoğraf çeker gibi tesbit edecek bir kelime anyondu.
«Tombul» uymuyordu, moddiydi. amo fâzla kabaydı.
«Pûrlak» bir an onu çekmişti, fakat öhengi iyi değildi.
Bir akşam, zaferi kazanmış gibi m üjdeledi:
— «Simsiyah bir ol kısrak». Kendine göre siyah
daima zarafeti gösterirdi,
Rieux:
— Buna imkân yok! dedi.
— Niye peki?
— Al. atın Cinsini değil rengini gösteriyor.
— Hangi rengi?
— Bilmem, amo herhalde siyahtan başka bir
renk!
— Çok teşekkür ederim dedi, neyse ki sîzler var- .
smız. Görüyorsunuz ya ne kadar zor bir şey.
Tarrou i
— Peki. «Muhteşem»e ne dersiniz? dedi.
— Evet. dedi, tamam.
Yavaş yavaş, bir gülümseme yüzünü kapladı.
Bir zaman geçtikten sonra bu defa da «çiçekli»
kelimesinin kendisini rahatsız ettiğini itiraf etti. Oran'
la ve Montelimar’dan başka yer bilmediği için, yolları
çiçekli ormqn hakkında dostlanndan bilgiler edjnmek
istiyordu. Açıkçası onlar da Bulonya ormanının yol-
• larına öyle pek dikkat etmemişlerdi, fakat belediye
memurunun inancı onları içten sarsıyordu. O da on
ların kararsızlıklarına şaşıp şaşıp kalıyordu. «Bakma
sını bilenler yalnız sanatçılardır.» Fakat bir defasın
da doktor onu büyük bir heyecan İçinde buldu. «Çi
çekle dolu» kelimelerini bulmuştu. Ellerim* oğuştunı-
yordu. «Nihayet görülebiliyor, hissedilebiliyor. Şapka-
136
larınızı çıkarınız baylar!» Muzaffer bir eda ile cümle
sini okudu:
«Güzel bir Mayıs sabahı, muhteşem bir al kısra
ğa binmiş narin bir amazon Bulonya ormanından, çi
çek dolu yollardan geçiyordu.» Fakat yüksek sesle
okununca, cümlenin içindeki «dan» ekiyle biten keli
meler biçimsiz bir şekilde çınladıla., Grand, ne diye
ceğini bilemiyerek kekeledi'. .Bitkin bir halde yerine
oturdu. Sonra, doktordan, gitmek için izin istedi. Bi
raz düşünmeye ihtiyaç hissetmişti.
İşte bu sıralarda dairede dalgın vakit geçirdiği
ve bu halinin belediyenin azalmış personeli ile ezici
bir yük altında bulunduğu sırada üzüntüyle karşılan
dığı daha sonra öğrenildi. Bunun işinde de etkisi gö
rüldü. Büro şefi, iş görmek için para aldığını, oysa bu
işi doğru dürüst yapmadığını söyleyerek onu sertçe
azarladı. «İşinizin dışında, gönüllü, sağlık örgütlerin
de çalışıyorsunuz herhalde» demişti, büro şefi. «Bu
beni ilgilendirmez. Beni ilgilendiren, sizin göreceğiniz
iş. Bu müthiş durum karşısında yararlı olmanızın bi
rinci şartı, üzerinize aldığınız işi en iyi biçimde yeri
ne getirmenizdir. Yoksa, ne yapsanız bir şeye yara
maz.»
Grand :
— Hakkı var, dedi Rieux’ye.
— Evet, hakkı var. diye doktor tasdik etti.
— Fakat dalgınlıktan kurtulamıyorum, cümlemin
içinden nasıl çıkacağımı bilmiyorum.
«Bulonya»yı cümleden çıkarıp atmak istemişti,
okuyanlar nasıl olsa anlarlardı. Fakat o zaman cüm
lenin havası «çiçeklersde toplanmış oluyordu, bu da
«yollarsa bağlanıyordu. Cümleyi şu şekilde yazmak
imkânını da denemişti: «Çiçek dolu orman yollan».
Fakat cümlenin bozuk hali, etine diken batmış gibi
137
onu üzüyordu. Bazı akşamlar, doğrusu ya, Rieux'den
de bitkin bir hali vardı.
Evet, bütün varlığıyla kendini kaptırdığı bu çalış
ma onu yorgun düşürmekteydi, ama sağlık örgütleri
için gerekli hesapları ve istatistikleri yapmaktan da
geri kalmıyordu. Her akşam büyük bir sabırla uğra
şarak rakamları tesbit ediyor, münhaniler çiziyor, on
ları mümkün olduğu kadar acık bir görüşle belirtmek
için elinden geleni yapıyordu.
Sık sık, gidip Rieux’yü hastanelerden birinde bu
luyor, orada, bir büroda ya da hastane koğuşlarında
çalışmak için kendisine bir masa vermesini istiyordu.
O masaya. Belediye dairesindeki masasına nasıl otu
ruyorsa, öyle yerleşiyor, kâğıtlarını yayıyor, mikrop
öldürücü ilâçların ve hastalığın yayılmasıyla ağırlaş
mış hava içindeki odada mürekkebini kurutmak için
kâğıtlarını sallayarak işe koyuluyordu. Bu anlarda k a
fasındaki amazonu unutup dürüstçe çalışmaya gay
ret ediyor, görevi olan işi başarmak istiyordu. Evet,
insanlar modellere o kadar düşkünseler ve bu hikâye
mizin de muhakkak bir kahramanı olması gerekiyor
sa, hikâyeci. kalbinde azıcık bir iyilik ve tamamiyle
gülünç bir ideal bulunan bu silik ve anlamsız insanı
kahraman olarak ileri sürebilir. Böyle bir şey de iki
kere ikinin dört etmesi gibi, gerçeğe, gereken baş ye
ri verecek, kahramanlık da insanların daima mutlu
luğa karşı duydukları o taşkın arzudan sonra kendine
ait olan yeri alabilecektir. Bu da ne gözle görülecek
kadar kötü, ne de görünüşü göze batacak kadar iğ
renç olan, aşırılığa kaçmayan iyi duygularla yakınlığı
bulunan bir karakteri bu hikâyeye kazandıracaktır.
Gazeteleri okurken veya dış dünyanın vebalı
şehre radyolarla yolladığı yüreklendirici seslenişleri
dinlerken Doktor Rieux hiç değilse böyle düşünüyor
du. Havadan ve karadan yardımlar gönderilirken, tek
başına kalakalmış şehire, her akşam basınla veya
radyo dalgalariyle merhamet veya hayranlık bildiren
yazılar, konuşmalar yağdırılmaktaydı. Her defasında
da bu destanı konuşmalar ve ödül dağıtımında söy
lenenlere benzer nutuklar doktoru sabırsızlandırıyor
du. Gösterilen bu yakın şefkatin yapmacık olmadığını,
elbette o da biliyordu. Fakat bu sevgi, insanları be
şeriyete bağlayan gündelik konuşmaların diliyle ifade
edilebilirdi. Bu konuşma tarzı ise Grand'ın gündelik
çabalarına hiç uymazdı, örneğin veba salgınında bir
Grand'ın yerinin ne olduğunu anlamaları, bilmeleri
imkânsızdı.
Doktor, gece yarısı, boşalmış şehrin derin ses
sizliği içinde kısacık uykusunu uyumak üzere yata
ğına girmeden önce, radyonun düğmesini çevirirdi.
Dünyanın öteki uçlarından, binlerce kilometre uzak
lardan, yabancı ve dost sesler, bağlılık duygularını
beceriksizce anlatmaya çalışırlardı ve anlatırlardı
da... Bununla birlikte, kişinin kendi gözüyle görme
diği bir acıyı tamamiyle paylaşamamaktan gelen o
müthiş çaresizliği de göstermiş olurlardı. «Oran!
Oran!» Bu sesleniş, denizleri boşu boşuna aşıyor,
Rieux onu boşu boşuna heyecanla dinliyordu. Cok
geçmeden, radyodaki ses, Grand’la hatibi iki yabancı
haline getiren ayrılık sebebini suçlandırırcasına yük
seliyordu. «Oran! evet, Oran!»
Doktor: «Bunun tersi olamaz, .diyordu, birlikte
sevmek ve birlikte ölmek gerek, başka çıkar yol yok
tur. Onlarsa çok çqk cok uzaktalar.»
139
Felâket, tam olarak ele geçirmek için olanca gü
cünü toplayarak şehre saldırdığı sıralarda, vebanın
doruk noktasına çıkmadan önce Rambert gibilerin,
eski mutluluklarına kavuşmak ve bu darbeye karşı
savundukları kişiliklerinin en değerli parçalarından
vebayı uzaklaştırmak amacıyla hepsi birbirlerinin eşi
ümitsiz hamlelere durup dinlenmeksizin girişmelerini
anlatmak gerekir. Böyle bir davranış, onları, tehdit
eden köleliği kabul etmemekti. Böyle bir red, görü
nürde öteki kadar kesin değilse de, hikayecinin dü
şüncesine göre bunun da kendince bir anlamı vardı.
Yararsızlığına, çelişmelerine rağmen, böyle bir red,
her birimizin içindeki gururu temsil ediyordu.
Rambert de vebanın eline kendini kaptırmamak
için uğraşıp duruyordu. Meşru yollarla şehirden çıka-
mıyacağını açıkça anlayınca, Rieux'ye anlattığı gibi,
başka çarelere başvurmaya karar vermişti. Gazeteci,
kahve garsonlarından, işe başladı. Bir garsonun her
şeyden haberi vardır. Fakat ilk konuştukları, bu çeşit
teşebbüslere karşı çok ağır cezalar verildiğini söyle
diler. Hattâ' bir defasında onu bir tahrikçi yerine koy
dular. İşini biraz ilerletebilmesi, Rieux’nün evinde Cot-
tard'la tanıştıktan sonra oldu. O gün de Rieux ile ga
zetecinin resmî makamlar nezdinde giriştiği sonuç
suz teşebbüslerden söz açılmıştı. Birkaç gün sonra
140
Cottard sokakta giderken Rambert'e rastladı, onu ar
tık herkese karşı gösterdiği yakınlıkla karşıladı.
— Hâlâ bir şey yok mu? dedi.
— Hayır, yok.
— Dairelerden, fayda gelmez, onlar böyle işler
den anlamazlar zaten.
— Doğru. Ben de başka bir çare arıyorum. Bu
du çok güç.
— Ah, dedi Cottard. anlıyorum.
Onun bildiği bir yol vardı; ve şaşkınlık içindeki
Rambert'e. uzun zamandan beri Oran'daki bütün kah
velere devam ettiğini, birçok dostları olduğunu, bu
çeşit işlerle uğraşan bir oıgutün varlığını böyıece öğ
rendiğini anlatmıştı. Gerçek şuydu ki, masraf, gelirim
aşmakja olan Cottard kaçakçılık işlerine karışmıştı.
Fiyatları günden güne yükselen kötü alkoller vo si
garalar alıp satıyordu. Bu işler ona küçük bir servet
kazandırıyordu.
Ram bert:
— Bu işten emin misiniz?
— Evet, bana da teklif ettiklerine göre.
— Peki niye yararlanmak istemediniz?
Cottard, babacan bir tavırla :
— O kadar güvensiz olmayın, dedi. Ben bundan
istifade etmedim, çünkü islemedim, benim gitmeye
niyetim yok da ondan, bunun için de kendimce bazı
sebepler var.
Bir an sustuktan sonra devamla :
— Bu sebeplerin neler olduğunu öğrenmek is
temez misiniz? dedi,
— Sanırım ki. dedi Rambert, bu beni ilgilendir
mez.
— Bir bakıma sizi ilgilendirmez, doğru. Fakat
başka bir bakımdan... Neyse, doğru olan şu, vebayla
141
boşboşa kaldığımızdan beri kendimi burada eskisin
den-daha huzurlu hissediyorum.
Öteki onun uzun konuşmasını dinledi.
— Bu örgütle nasıl temasa geçm eli?...
— Ah! dedi- Cottard. bu pek kolay değil, gelin
benimle beraber, dedi.
Saat öğleden sonra dörttü. Ağırlaşmış bir gök
altında şehir yavaş yavaş kavrulmaktaydı. Bütün dük
kânların tenteleri inikti. Kaldırımlar tenhaydı. Cottard'
la Rambert kemerli sokaklara saptılar, uzun süre ko
nuşmadan yürüdüler. Vebanın gözle görülmez olduğu
saatlerden biriydi. Bu .sessizlik, bu hareketlerin ve
renklerin ölüşü, vebanın olduğu kadar, yazın da eseri
olabilirdi. Havayı ağırlaştıran şeylerin tehditler mi, toz
toprak mı, yakıcı sıcak mı olduğu anlaşılmıyordu. Ve
bayı bulabilmek için onu isteyerek düşünmek, gör
meye çalışmak lâzımdı. Çünkü bu hastalık, menfi be
lirtilerle kendini belli ediyordu. Veba'yla yakınlık ku
rabilmiş olan Cottard. felâketin varlığına delil olarak
normal zamanlarda sokak aralarında serin b ir'y e r
aramak için nefes nefese koşuşan köpeklerin şimdi
ortalıkta görünmeyişlerine işaret etti.
Palmiyeler bulvarından ilerlediler. Armes mey
danını geçip. Marine mahallesine doğru inmeye baş
ladılar. Sol tarafta, çarpık bir sarı tentenin altında
yeşil bir kahve vardı. İçeri girerken Rambert'le Cot
tard alınlanndakj te'ri sildiler. Yeşil bir sac masanın
önündeki açılır kapanır sandalyelere oturdular. Salon
tamamiyle boştu. Sinekler havada vızıldayarak uçu
yordu. Eğri bir tezgâhın üstüne konulmuş sarı bir ka
fesin içinde, tüyleri dökülmüş bir papağan, tüneğinin
üzerine yığılıp kalmıştı. Bütün sac masalarda, başta
Rambert'in önündeki olmak üzere hepsinin üstünde
nereden geldiği kestirilemiyen tavuk pislikleri duru-
142
yordu, neyse az sonra bir köşeden bir horoz sıçra
yarak meydana çıkınca iş anlaşılmış oldu.
Bu sırada sıcak daha da artmış gibiydi. Cottard,
ceketini çıkardı, sonra sac masaya eliyle vurdu. Uzun
mavi önlüğünün içinde kaybolmuş ufacık bir adam,
dipten çıktı, daha uzaktan Cottard’ı görür görmez
selâmladı. Kuvvetli bir tekmeyle horozu kovdu, hay
vanın gıdaklamaları arasında bayların ne içmeyi ar
zu ettiklerini sordu. Cottard beyaz şarap istedi ve
Garda adlı birini aradığını söyledi. Ufacık adam, adı
geçen kimsenin birkaç gündür kahveye uğramadığını
bildirdi.
— Bu akşam gelir mi dersiniz?
Ö te k i:
— Eh, bilmemorasını. Ama siz geleceği saati bi
lirsiniz.
— Evet, zaten o kadar mühim bir şey değil. Ona
sadece bir dostu tanıtacaktım.
Garson, ıslak ellerini önlüğünün önüyle kuruladı.
— Ah, mösyöde işadamı mı?
— Evet, dedi Cottard.
Cüce, burnundan soludu :
— Öyleyse, bu akşam gelin. Çocuğu yollar ça
ğırtırım.
Dışarı çıkarlarken Rambert bu işlerin neler oldu
ğunu sordu.
— Tabiî ki kaçakç|lık. Şehrin kapılarından öte
beri kaçırıyorlar. Yüksek fiyatla satıyorlar.
— İyi, dedi Rambert, demek hepsi suç işliyor.
— Elbette.
Akşam, tente kaldırılmıştı, papağan, kafesinin
içinde söylenip duruyordu, sac masaların başında ce
ketsiz insanlar birikmişlerdi. Cottard, içeri girer gir
mez, gömleğinin arasından yanık toprak rengindeki
143
göğsü görünen, hasır şapkasını arkaya atmış biri he
men yerinden kalktı. Biçimli ve yanık yüzlü, siyah ve
küçük gözlü, beyaz dişli, parmaklarında ikişer üçer
yüzük bulunan, otuz yaşlarında bir adamdı.
— Merhaba, dedi, barda içelim.
Üçü de sessizce yerlerine yerleştiler.
O zaman G arda :
— Gıksak mı? dedi.
Rıhtıma doğru inmeye başladılar, Garda, ne is
tediklerini sordu. Cottard, Rambert'i kendisiyle «işler»
için değil fakat «bir çıkış» elde edebilmek için tanış
tırmak istediğini söyledi. Garda, önüsıra, sigarasını
tüttürerek yürüyordu. Varlığından sanki haberi yok
muş gibi, Rambert'den hep «o» diye bahsederek sual
ler soruyordu.
— Niçin dışarı çıkmak istiyor? dedi.
— Fransa’da karısı var.
— Ah!...
Bir an s o n ra :
— işi ne? dedi.
— Gazeteci...
— Bu meslektekiler çok gevezedirler.
Rambert.susuyordu.
Cottard :
— Benim dostumdur, dedi.
Konuşmadılar ilerlediler. Demir parmaklıklarla
çevrilip içeri giriltaesi yasaklanmış rıhtıma varmışlar
dı. Kokusu burunlanna kadar gelen pişmiş sardalya-
lar satılan küçük büfeye doğru ilerlediler.
— Hem zaten, dedi Garda, bu benim işim değil,
Raoul bakıyor bu işe. Onu bulmam lâzım. Bu da ko
lay bir şey değil.
Cottard canlanarak.
— Ah! dedi, gizleniyor mu?
144
G arda cevap vermedi. Büfenin önünde durdu.
İlk defa olarak Rambert'e döndü :
— Öbür gün. saat on birde, şehrin yukarısında,
gümrük kışlasının köşesinde.
Gidecekmiş gibi bir hal takındı, sonra iki adama
doğru geri döndü :
— Bu işin bir ücreti olacak tabiî, dedi.
Önceden bunu haber veriyordu.
Ram bert:
— Elbette, diye kabul etti.
Biraz sonra gazeteci, Cottard'a teşekkür etmek
teydi.
Cottard, neşe içinde:
— Bir şey değili diyordu. Size hizmette bulun
mak benim için bir zevktir. Hem siz gazetecisiniz,
günü gelir bunun karşılığını ödersiniz.
Bir gün sonra Rambert ile Cottard, şehrimizin te
pesine doğru çıkan, geniş gölgesiz caddeleri tırma
nıyorlardı. Gümrük kışlasının bir kısmı hasta bakım
yeri haline getirilmişti, büyük kapıları önünde, içer
deki yakınlarını ziyarete gelip de izin alamıyan, ama
hiç değilse, haklarında çok geçmeden tamamen fay
dasız hale gelecek bazı bilgiler elde etmek için bek
leşen insanlar birikmişti. Ne de olsa bu insan toplu
lukları arkası kesilmiyen bir gidiş gelişe sebep olu
yor, Garcia ile Rambert'in buluşmak için seçtikleri yer
olarak hiç de aykırı düşmediği anlaşılıyordu.
C ottard:
— Gitmek için gösterilen bu inat, cok tuhaf bir
şey, dedi. Halbuki olup bitenler o kadar ilgi çekici
şeyler ki.
— Benim İçin değil, dedi Rambert
— Oh. tabiî, işin tehlikesi de var elbet. Ama ne,
VEBA F .: 10/145
de olsa, vebadan önce de çok işlek bir dört yol ağ
zından geçerken bizi bekleyen tehlikeler vardı.
Tam bu sırada Rieux‘nün otomobili yanlarında
durdu. Arabayı Tarrou kullanıyordu. Rieux yarı yarı
ya uyku halindeydi. Onları tanıştırmak için uykusun
dan silkindi.
— Biz tanışıyoruz, dedi Tarrou. Aynı otelde kalı
yoruz.
Rambert'i şehre götürmeyi teklif etti.
— Hayır, dedi, burada randevumuz var.
Rieux, Rambert’e baktı.
— Evet, dedi, beriki.
Cottard. şaşkınlık içinde:
— Ah, dedi, doktor da işi biliyor muydu?
Tarrou, Cottard’o bakarak haber verdi.
— İşte savcı da burada.
Cottard'ın yüzü hemen değişti. Mösyö Othon ha
kikaten caddeden aşağı inmekteydi onlara doğru sağ
lam, fakat ölçülü adımlarla yaklaşıyordu. Küçük gru
bun önünden geçerken şapkasını çıkardı.
— Günaydın Bay Yargıç! dedi Tarrou.
Yargıç, günaydına karşılık etti, otomobille ilgi
lendi, arka tarafta kalmış olan Cottard'la Rambert’e
ciddi bir tavırla selâm verdi. Tarrou, irat sahibiyle
gazeteciyi yargıçla tanıştırdı. Yargıç, bir saniye kadar
gökyüzüne bakıp içini çekti, çok acı bir zamanda
yaşadıklannı söyledi.
— Mösyö Tarrou, sağlık tedbirlerinin uygulan
ması ile uğraşan örgütlerde çalıştığınızı söylediler.
Bu kararınızı beğenmedim diyemem. Ne dersiniz dok
tor, hastalık duraklıyacak mı?
Rieux, hastalığın duracağını ümidetmeleri gerek
tiğini söyledi, yargıç daima ümidedilmesi gerektiğini
tekrarladı. Tanrının niyetlerini bilmeye imkân olma-
146
dığını belirtti. Tarrou,- yargıca bu olaylar yüzünden
işlerinin çoğabp çoğalmadığını sordu.
— Tam tersine, genel hukuk adını verdiğimiz
davalar azalıyor. Yalnız yeni nizamlara uymayanları
yola getirmeğe çalışıyoruz. Eski kanunlara hiçbir za
man şimdiki kadar saygı gösterilmemişti.
— Bunun sebebi, dedi Tarrou, kıyaslanınca, es
kiler şimdikilerden ister istemez çok daha iyi görü
nüyorlar da ondan
Yargıç takınmış bulunduğu, gözleri hovoda ta
vırdan sıyrıldı. Tarrou'yu soğuk bir bakışla süzdü.
— Ne olacak yani, dedi, önemli olan zaten bizi
kanunun değil, Tanrı'nın mahkûm etmesi. Elimizden
hiçbir şey gelmez.
Yargıç, yanlarından ayrıldıktan sonra C o tto rd :
— İşte, dedi, bir numaralı düşman bu adamdır.
Otomobil hareket etti.
Az sonra Rambert’le Cottord, Garcia’nın geldiği
ni gördüler. Hiçbir el işareti yapmadan onlara yak
laştı ve günaydın yerine geçen şu sözleri söyledi:
«Beklemek lâzım.»
Çevrelerinde çoğunluğu kadın olan bir kalabalık
tam bir sessizlik içinde bekleşiyordu. Hemen hepsi
yakınlarına vermek niyetiyle getirdikleri sepetleri, bo
şu boşuna ellerinde tutuyorlardı. Bu getirdikleri şey
lerle hasta yakınlanma gıdalarını arttıracakları gibi
akıl almaz bir düşünce besliyorlardı.
Kapı, silâhlı nöbetçilerle korunuyordu, arada Sı
rada garip bir çığlık kışlayla kapıyı ayıran avluyu aşıp
duyuluyordu. Bekleşenler, endişeli yüzlerini bakıme-
vinden yana çeviriyorlardı.
Üç adam bu manzarayı seyrederken arkaların
dan kesin ve ciddi bir sesle: «Günaydın» denildiğini
duydular. Sıcağa rağmen, Raoul muntazam bir kılık
147
taydı. İri ve kuvvetli vücudu üstünde soluk renkte bir
kruvaze kostüm, başında kenarı kıvrık bir fötr şapka
vardı. Yüzü epeyce solgundu. Gözleri kestane ren
ginde, dudakları dardı, çabuk çabuk fakat anlaş,iır
bir şekilde konuşuyordu.
— Şehre doğru inin, dedi, Garda, sen bizden
ayrılabilirsin.
Garcia, bir. sigara yaktı, ötekiler uzaklaşırken o
olduğu yerde kaldı. Ortalarında yürüyen Raoul'un
adımlarına uyarak acele acele ilerlemeye başladılar.
— Garcia işi bana anlattı, dedi. Olmaz şey değil.
Fakot bu size on bin franga mal olur.
Rambert, kabul ettiğini bildirdi.
Raoul:
— Yarın «La Marine» adlı İspanyol lokantasın
da yemeği birlikte yiyelim.
Rambert, anlaştıklarını söyleyince Raoul ilk de
fa gülerek elini sıktı. Ondan ayrıldıktan sonra Cot-
tard özür diledi. Ertesi gün serbest değildi. Hem ar
tık Rambert’in kendisine ihtiyacı da yoktu.
Ertesi gün, gazeteci, İspanyol lokantasından içe
ri girdiği zaman yolu üstündeki bütün başlar ona doğ
ru çevriliyordu. Güneşte kurumuş ve sararmış küçük
bir sokağın altındaki bu loş salona daha çok İspan
yol’a benzer insanlar gelip giderlerdi. Fakat dip ta
rafta bir masaya oturmuş bulunan Raoul, gazeteciyi
yanına çağırıp, Rdmbert de o yana ilerleyince yüz
lerdeki tecessüs derhal kayboldu, hepsi önlerindeki
yemeğe eğildiler. Raoul’un masasında, kötü traş edil
miş, adamakıllı geniş omuzlu, at yüzlü, seyrek saçlı,
zayıf bir adam vardı. Kara tüylerle kaplı ince uzun
kolları sıvanmış gömleğinin arasından uzanıyordu.
Rambert kendisine tanıtıldığı zaman başını üç kere
148
salladı. Adı hiç söylenmemişti. Raoul ondan bahse
derken sadece «dostumuz» diyordu.
— Dostumuz size yardım etmenin mümkün ol
duğunu sanıyor... Sizi...
Garson kız gelip ne arzu ettiğini Rambert'e sor
duğu için Raoul konuşmasını kesti.
— Sizi dostlarımızdan ikisiyle tanıştıracak, on
lar da bizimle işbirliği yapan muhafızlarla temasınızı
sağlıyacaklar. Ama iş o kadarla bitmiyor. Muhafızla
rın uygun bir fırsatını bulmalan gerek. En iyisi birkaç
geceyi onlardan birinin şehir kapılarına yakın evinde
geçirmenizdir Fakat dostumuz daha önce sizi gerekli
kimselerle temas ettirecek. İşler yoluna girdiği za
man ücreti kendisine ödeyeceksiniz.
Dostu, ata benzeyen başını bir kere daha sal
ladı, boyuna atıştırdığı biber ve domates salatasını
Çiğniyordu. Sonra hafif bir İspanyol şivesi ile konuş
maya başladı. İki gün sonra sabah saat sekizde ka
tedralin önünde buluşmalarını söyledi.
— Gene iki gün daha, dedi Rambert.
Raoul:
— Kolay iş değil de ondan. Adamları arayıp bul
mak gerekiyor.
At yüzlü adam, bu sözü doğrularcasına başını
bir kere daha salladı, Rambert, ister istemez kabul et
ti. Yemeğin geri kalan kısmı bir konuşma konusu ara
makla geçti. Rambert. at yüzlü adamın futbolcu ol
duğunu keşfeder keşfetmez işler kolaylaştı. Kendisi
de bir hayli futbol oynamıştı. Fransa şampiyonluk
maçlarından, İngiliz profesyonel takımlarının değerin
den. W. taktiğinden bahsettiler. Yemeğin sonuna doğ
ru. At. adamakıllı coşmuş, Rambert’le senli benli ko
nuşarak, bir takımda en güzel yerin orta haf oldu
ğunu kabul ettirmeğe çalışıyordu. «Anlıyorsun ya.»
149
diyordu, «ortahaf. oyunu idare eder. Oyunu idare et
mek ise futbol oynamaktır.» Rambert de hep for hat
tında oynamış olmasına rağmen aynı fikirdeydi. Tar
tışmayı. gürültüyle hissi melodiler çaldıktan sonra bir
gün önce vebanın yüz otuz yedi kurban aldığını bil
diren ra'dyo kesti. Oradakilerden kimse buna aldırış
etmedi. At suratlı adam, omuzlannı silkerek kalktı.
Raoul ve Ra'mbert de kalktılar.
Ayrılırken orta haf, enerjiyle Rambert’in elini
sıktı.
— Adım Gonzales’tir, dedi.
Bu iki gün Rambert'e hiç bitmeyecekmiş gibi
geldi, Rieux’nün eviıie gitti, ona giriştiği işleri bütün
ayrıntılarıyle anlattı. Sonra doktorla beraber bir has
tayı görmeye gitti. Vebaya tutulduğu tahmin edilen
bir hastanın evi önünde doktora «Allahaısmarladık»
dedi. İçerden koşuşmalar ve sesler geliyor, doktorun
gelişi bildiriliyordu.
Rieux:
— Bari Tarrou gelmekte gecikmese, diye mırıl
dandı.
Yorgun bir hali vardı.
Rambert:
— Salgın hızla mı ilerliyor? dedi.
Rieux, sorunun bu olmadığını, hattâ istatistik
grafiklerinin o - kadar hızla yükselmediğini söyledi.
Yalnız ne var ki, veba ile savaşmak için gerekli araç
lar yetecek kadar yoktu.
— Malzememiz noksan, dedi. Dünyanın bütün
ordularında malzeme eksikliğini insan soyısiyle kar
şılarlar. Fakat bizim adamımız do yok
— Dışardan doktorlar ve sağlık memurları gel
memiş miydi?
150
— Evet geldi, dedi Rieux. On doktor ve yüz ka
dar da yardımcı. Görünürde epeyce. Ama hastalığın
bugünkü durumunda az geliyor. Bir de hastalık yayı
lırsa yetişmez bile.
Rieux, içerden gelen gürültülere kulak verdi, son
ra Rambert'e bakıp gülümsedi.
— Evet, dedi, siz de bir an önce şehirden çık
maya bakmalısınız.
Rambert'in yüzünden bir gölge kayıp geçti.
Adeta bağırırcasına:
— Biliyorsunuz ki, şehirden gitmemin sebebi bu
değil, dedi.
Rieux, bunu bildiğini söyledi. Fakat Rambert de-i
vam etti:
— Korkak olmadığımı sanıyorum. Hiç değilse
çoğu-zaman korkak değilim. Bunu ispat etm ek fırsa
tını da buldum. Yalnız tahammül edemediğim bazı fi
kirler var.
Doktor, onun yüzüne baktı:
— Eşinize kavuşacaksınız, dedi.
— Belki, fakat bunun uzayıp gideceği, bu zaman
içinde onun da yaşlanacağı fikrine tahammül ede
miyorum. İnsan, otuz yaşında ihtiyarlamaya başlar,
bunun için herşeyden yararlanmaya bakmalı. Bilmi
yorum bunu anlıyabiliyor musunuz?
Rieux, anladığını sandığını mırıldandı. Tam o sı
rada, Tarrou, telâş içinde, geldi.
— Paneloux’ya gidip bize katılmasını teklif et
tim.
Doktor:
— Peki? diye sordu.
— Düşündü ve kabul etti.
— Memnun oldum, dedi doktor, verdiği va'ızlar-
don daha üçtün bir insan olduğunu gördüğüme çok
memnunum.
Torrou:
— Herkes öyledir, dedi. Yalnız fırsat vermeli on
lara.
Güldü, Rieux'ye göz kırptı.
— Hayatta fırsatlar yaratmak da hep benim
işimdir.
Rambert:
— Beni mâzur görün, dedi, gitmeliyim.
Buluşma günü olan perşembe sekize beş kala
Rambert. katedralin kapısındaydı. Hava epey serin
di. Gökyüzünde az sonra sıcağın bir anda yutuvere-
ceği beyaz ve yuvarlak bulutlar birbirleri ardınca ge
çip gitmekteydiler. Henüz kurumamış çimenlerde bel
li belirsiz bir rutubet kokusu yükseliyordu. Doğudaki
evlerin üstünde doğan güneş meydanı süsleyen Je-
anne d’Arc heykelinin yaldızlı başlığını ısıtıyordu. Bir
saat sekiz kere vurdu. Rambert,. boş kapıya doğru
iki üç adım attı. İçerden anlaşılmaz dualar yükseli
yor, mahzen ve günlük kokuları geliyordu. .Birden,
İlâhiler durdu. On iki kadar kara şekil: kiliseden şeh
re doğru ilerlemeğe başladılar. Başka kara şekiller
de büyük merdivende toplandılar ve kilisenin kapı
sına doğru ilerlediler. Rambert bir sigara yaktı, sonra
yerin buna belki de uygun olmadığını düşünerek vaz
geçti.
Sekizi çeyrek geçe, katedralin orgları sağır edici
bir gürültüyle, çalmaya başladılar. Rambert, kemerin
boşluğuna çekildi. Bir an sonra ufak ufak kara şe
killerin kilisenin içinden önü sıra geçtiklerini gördü.
Hepsi de bir köşede, şehrimiz atölyelerinden birinde
alelacele yaptırılmış bir Saint-Roch'un içine yerleşti
rilmiş olduğu uydurma mihrabın önünde birikmişlerdi.
152
Yere diz çökünce, sanki dizüstü kıvrılıp kalmış gibi,
donuk bir rengin içinde kayboluyor, sisin içinde az
daha kabaca, pıhtılaşmış birer gölge parçası halinde
dalgalanıyorlardı.
Rambert dışarı çıktığı sırada. Gonzales de mer
divenlerden indi. Şehrin yolunu tutmak üzereydi. Ga
zeteciyi görünce:
— Senin gittiğini sanıyordum, dedi. Bu da umu
lurdu doğrusu.
Ona, pek uzak olmayan bir yerde, sekize on
kala, öteki dostlarıyla sözleşmiş olduğunu anlattı.
Fakat yirmi dakika boşu boşuna onları beklemişti.
— Herhalde bir engel çıktı. Bizim işimizde insan
pek keyfince hareket edemez.
Ertesi gün aynı saatte, savaş ölüleri anıtının
önünde yeni bir buluşma teklif ediyordu. Rambert
içini çekti, fötr şapkasını arkaya itti.
Gonzales, gülerek:
— Önemli bir şey değil bu, dedi, bir gol atabil
mek için verilen pasları, kaleye doğru yapılan akın-
ları, bütün o kombinezonları bir düşünsene.
, — Orası öyle ama, dedi Rambert, oyun topu to
pu bir buçuk saat sürer.
Oran ölüleri anıtı denizin yakından görüldüğü
limana bakan tek yer olan dik kayalıkların üzerinde
ki gezinti yerindeydi. Ertesi gün randevuya ilk Ram
bert geldi. Savaş meydanında can verenlerin adlarını
dikkatle okumaya koyuldu. Birkaç dakika sonra, iki
kişi yaklaşarak aldırışsız bir bakışla ona baktılar,
sonra gidip gezi yerinin parmaklığına dayandılar. Bo
şalmış, kimsesiz rıhtımın manzarasına kendilerini kap
tırmış gibiydiler, İkisi de bir boydaydı, ikisi de mavi
pantalon ve kısa kollu denizci fanilâsı giymişlerdi.
153
Gazeteci, biraz öteye gitti, sonra bir sıraya otur
du. onlan istediği gibi seyre başladı. Her ikisinin de
yirmi yaşından fazla olmadıklarını farketti. O sırada
Gonzales'in, özür dileyerek kendine doğru geldiğini
gördü.
«İşte dostlanm.» dedi ve onu Marcel ve Louis
adıyla tanıttığı iki delikanlıya götürdü. Yüzlerine ba
kınca o kadar birbirlerine benziyorlardı ki, Rambert,
kardeş olduklarını tahmin etti.
— İşte, dedi Gonzales, tanıştırma da oldu. Ar
tık işin kendisini halletmek lâzım.
Marcel veya Louis nöbetlerinin iki güne kadar
başlayacağını, bir hafta devam edeceğini, bu arada,
uygun günü beklemek gerektiğini söyledi. Batı kapı
sını muhafaza eden dört nöbetçi vardı, bunlardan iki
si meslekten yetişme askerdi. Onları işin içine karış
tırmak doğru olmazdı. Hem güvenilemezdi, hem de
öyle bir şey masrafı arttırırdı. Fakat bazı akşamlar bu
iki arkadaş, bildik bir barın arka kısmında içmeye gi
derler, gecenin bir kısmını orada geçirirlerdi. Marcel
veya Louis, Rambert'in şehir kapısına yakın evlerin
de gelip kalmasını, uygun zamanı orada beklemesi
ni teklif etti. O zaman, dışarı geçebilmek çok kolay
laşmış olurdu. Yalnız acele etmek lâzımdı, çünkü, bir
zamandan beri şehir dışında çift posta yerleştirile
ceği söylenmekte idi.
Rambert onları haklı buldu ve son sigaralarından
birkaçını ikram etti. İki delikanlıdan, şimdiye kadar
hiç konuşmamış olanı ücret meselesinin halledilmiş
olup olmadığını ve bir avans alıp almıyacaklarını
Gonzales'e sordu.
Gonzales:
— Hayır, dedi, gerek yok buna. Mösyö dostu
muzdur, ücret, dışarı çıkarken ödenecek..
154
•
155.
niz suboyı, yüzüne kan birikmiş muhatabına Kahire'
de görülen bir tifüs salgınını anlatıyordu: «Kamplar
yaptılar, diyordu, yerliler için kamplar yaptılar, has
talar için çadırlar kurdular, etrafını da nöbetçilerle
çevirmişlerdi, kocakarı ilâçlarını gizlice içeri kaçırmak
isteyenlere derhal ateş açılıyordu. Ağır bir şeydi bu,
ama yerindeydi.»
Daha kibar giyimli gençlerin işgal ettiği öteki
masada geçen konuşmanın ne olduğu anlaşılmıyor
du. Sözler, pikabın tavana asılmış bir hoparlöründen
yayılan Saint James înfirmary havasının şamatasın
da kayboluyordu.
Rieux, sesini yükselterek:
— Memnun musunuz? dedi.
Rambert:
— Epey yaklaştık, dedi. Belki hafta içinde.
— Cok yazık! diye bağırdı Tarrou.
— Niçin?
Tarrou, Rieux‘ye baktı:
— Oh, dedi, doktor, Tarrou, burada kalırsanız
bize yararlı olursunuz diye düşündüğü için böyle söy
lüyor. Fakat ben, gitmek ;;in duyduğunuz isteği ta
mamen anlıyorum.
Tarrou birer bardak daha ısmarladı. Rambert ta
buresinden indi, ilk defa olmak üzere onun yüzüne
dimdik baktı.',
— Size nesil yararlı olabilirim?
Tarrou hic acele etmeden elini bardağına götür
dükten sonra:
— Bizim sağlık örgütünde çalışarak, dedi.
Rambert, kendine vergi o inatçı düşünceli halini
takındı, yeniden taburesine tünedi.
İçkisini içen ve Rambert’e dikkatle bakan Tar
rou:
156
— Bu örgüt size göre yararsız bir şey midir de
di.
— Çok yararlı, dedi gazeteci, sonra içkisini ağ
zına dikti,
Elinin titrediği, Rieux'nün gözünden kaçmadı.
Onun tamamen sarhoş olduğunu anladı.
Ertesi gün Rambert, ikinci defa olarak kapının
önüne sandalyelerini atmış, sıcağın azalmaya baş
ladığı bu saatlerde yeşil ve altın renkli bir akşamın
tadını çıkaran bir insan topluluğunun arasından geçe
rek İspanyol lokantasından içeri girdi. Hepsi de kes
kin kokulu bir tütün içiyorlardı. Lokantanın içi ise he
men tamamen boştu. Rambert, Gonzales’le» ilk defa
karşılaştığı o dipteki masaya gidip oturdu. Garson
* kıza, birisini beklediğini söyledi. Saat on dokuzu otuz
geçiyordu. Müşteriler yavaş yavaş yemek salonunu
doldurmaya başladı. Artık yemek veriliyordu. Basık
kubbeyi tobok çotol gürültüleri ile soğır edici inson
konuşmaları doldurdu. Saat yirmiyi buldu. Rambert,
hâlâ bekliyordu. Işıkları yaktılar. Masasına yeni müş
teriler gelip oturdu. Rambert de nihayet yemeğini ıs
marladı. Saat yirmi buçuğa geldiği halde ne Gonza-
les’i, ne de o iki delikanlıyı görmeden yemeğini yiyip
bitirmişti. Birkaç sigara içti. Salon yavaş yavaş bo
şalıyordu. Dışarda gece süratle çökmekteydi. Deniz
den gelen ılık bir meltem kapının perdelerini hafifçe
uçuruyordu. Saat yirmi bir olunca Rambert salonda
kimsenin kalmadığını ve garson kızıp kendisini aptal
aptal seyrettiğini farketti. Parasını ödedi çıktı. Lo
kantanın karşısında açık bir kahve vardı. Rambert,
tezgâhın yanına yerleşip, lokantanın kapısını gözetle
meye koyuldu. Yirmi bir buçukta, oteline doğru yola
düzüldü, adresini bilmediği Gonzales’i bulmak içitı
boşuboşuna çareler araştırırken, yeni baştan girişil
157
mesi gereken bütün bu teşebbüsleri düşünmek bile
ne yapacağını bilmez bir insanın duygularını uyandı
rıyordu.
Daha sonraları. Rieux'-ye anlattığına göre, işte
tam bu anlarda, acele ile kayıp giden cankurtaran
arabalarıyla parçalanan gecenin içinde karısı ile ken
disini ayıran bu duvarlarda bir delik aramakla uğra
şırken onu çoktanberi unuttuğunu birden hatırlayı-
vermişti. Fakat hemen o dakika bütün kurtuluş yol
ları yeniden tıkanır tıkanmaz, karısını arzusunun or
tasında buluvermişti. Kendi içinde taşıdığı ve şakak
larını yakan bu feci ateşten kaçınabilmek için oteline
doğru koşmaya başlamıştı.
Ertesi gün, sabah erken Cottard'ı nasıl bulabi
leceğini öğrenmek için Rieux'nün evine gitti.
— Bütün yapabileceğim şey. dedi, yeniden aynr
yollarda yürümek.
— Yarın akşam gelin, dedi Rieux. Bilmiyorum
neden, Tarrou. Cottard'ı davet etmemi söyledi. Saat
onda gelecek. Siz de on buçukta gelin.
Ertesi gün Cottard, doktorun evine gittiğinde
Tarrou ile Rieux, doktorun servisinde görülen umul
madık bir iyileşmeden bahsetmekteydiler.
— On kişide bir. Talihi varmış, diyordu Tarrou. .
Cottard:
— Ah, dedi, öyleyse onun hastalığı veba değildi.
Kendisine bunun hakikaten veba olduğunu te
min ettiler.
— İyileştiğine göre, hastalığın veba olmasına im
kân yok. Siz de benim kadar bilirsiniz vebadan kur?
tuluş yoktur.
Rieux:
— Genellikle öyle. Fakat biraz ısrar edince böy
le beklenmedik şeyler göreceğiz.
158
Cottard gülüyordu.
— Öyle görünmüyor pek. Bu akşamki sayıları
dinlediniz mi?
Cottard'a iyilik dolu bir bakışla bakan Tarrou.
bu sayıları bildiğini söyledi, evet durum kötüydü, ama
bu neyi ispat ederdi? Daha üstün tedbirler alınması
gerektiğini değil mi?
— Peki, işte aldınız ya o tedbirleri.
— Evet, ama bu tedbirleri herkesin de olması
gerek.
Cottard hiçbir şey anlamadan Tarrou'ya bakı
yordu. Tarrou, eli kolu bağlı duran pek çok kimse
bulunduğunu, veba salgınının herkesin ortak derdi
olduğunu ve her insanın üzerine düşen ödevi yap
ması gerektiğini anlattı. Sağlık örgütlerinin herkese
açık bulunduğunu söyledi.
— Bu bir fikirdir, dedi Cottard, ama bir yararı
olmayacak, veba çok kuvvetli.
Tarrou, sabırlı bir sesle:
— Bunu göreceğiz, dedi, mümkün olan her şe
yi denedikten sonra.
f Bu sırada Rieux bürosunun başında fişlerin kop-
yesini çıkartmaktaydı. Tarrou, sandalyesinin üstünde
kıpırdayıp duran gelir sahibine bakmaktaydı.
— Niçin siz de bizimle olmuyorsunuz Mösyö
Cottard? dedi.
Öbürü, alıngan bir tavırla kalktı, yuvarlak şap
kasını eline aldı: "
— Bu, benim işim değil, dedi ve ondan sonra
meydan okurcasına:
— Hem bu vebanın ortasında kendimi eskisin
den çök daha iyi hissediyorum, onu durdurmak için
uğraşmaya bir sebep göremiyorum.
159
Tarrou, birden gerçeği hatırlamış gibi eliyle al
nına vurdu.
— Ah! Sahi, dedi, aksi holde sizin tutuklu olaca
ğınızı unutmuştum.
Cottard sendeledi düşecekmiş gibi, sandalyeye
tutundu. Rieux, yazıyı bırakmış, ilgilenmiş ve ciddi
bir tavırla onu seyrediyordu.
Gelir sahibi:
— Kim söyledi bunu size? diye bağırdı.
Tarrou hayret içinde kaldı:
— Kendiniz. Yahut da doktorla ben. işi böyle
anlamıştık.
Cottard birden tahammül edemiyeceği bir kızgın
lığa kendini kaptırıp anlaşılmaz lâflar gevelemeye
başladı.
Tarrou:
— Sinirlenmeyiniz, diye ilâve e tti. Sizi doktor
da, ben de polise ihbar edecek değiliz. Hikâyeniz bizi
ilgilendirmez. Hem sonra biz, polisi de hiçbir zaman
sevmedik. Haydi oturun artık.
Cottard, sandalyesine baktı, kısa bir tereddütten
sonra oturdu. Bir an geçti, içini çekti.
— Bu eski bir hikâyedir, diye gerçeği kabul e t
ti. Yeniden ortaya çıkardılar bunu. Unutuldu sanıyor
dum. Ama herhalde biri gidip haber vermiş olmalı.
Beni çağırttılar, soruşturmanın sonuna kadar emir
lerini beklememi bildirdiler. Sonunda beni tutuklaya
caklarını anladım.'
Tarrou:
— Cok kötü bir şey mi? diye sordu.
— Bu, çok kötü derken ne anladığınıza bağlı.
Bir cinayet falan değil.
— Hapis mi, kürek mi?
Cottard pek perişan görünüyordu.
160
— Hapis, dedi, talihim yardım ederse.
Bir an sonra şiddetle sözüne devam etti.
— Bir hatadır oldu. Herkes hata yapar. Bu yüz
den evimden, alışkanlıklarımdan, bütün tanıdığım şey
lerden uzaklaştırılmak düşüncesine tahammül ede
miyorum.
Tarrou:
— Demek, dedi, kendinizi asmayı bunun için de
nediniz?
— Evet, elbetteki anlamsız bir şeydi bu.
İlk defa olarak Rieux konuştu, Cottard’a, duy
duğu korkuya hak verdiğini, fakat belki her şeyin dü
zelebileceğim söyledi.
— Oh, şimdiki durumda korkulacak bir şey ol
madığım biliyorum zaten.
— Anlıyorum, dedi Taltou, siz bizim örgütümü
ze girmeyeceksiniz.
Şapkasını elleri arasında evirip çeviren Cottard.
Tarrou'ya kararsız bir bakışla baktı.
— Bu yüzden bana darılmanız doğru olmaz, dedi.
— Orası muhakkak.
Sonra, Tarrou gülümseyerek ilâve etti:
— Ama hiç değilse veba mikrobunun gönüllü
bir yayıcısı kesilmeyin.
Cottard, vebayı kendisinin arzu etmediğini söy
ledi, kendiliğinden çıkıp gelmiş olan salgın şu sırada
işlerini yoluna koymuşsa bunda onun sucu yoktu.
Rambert, kapının önüne vardığında, gelir sahibi, se
sinde kuvvetli bir enerjiyle şunu söyledi:
— Kısacası, fikrimce sîzler bu işte başarı elde
edemiyeceksiniz.
Rambert. Cottard'ın Gonzales'in adresini bilme
diğini öğrendi, fakat o küçük kahveye geri dönmek
daima mümkündü. Ertesi gün İçin bir bulüşme ka-
VEBA F ,: 11/161
Torlaştırdılar. Rieııx de işi öğrenmek arzusunu belirt
tiğinden Rambert onu Tarrou ile birlikte hafta son-
nunda, gecenin hangi saatinde isterlerse oteldeki oda-
feına davet etti.
Sabahleyin Cottard’la Rambert küçük kahveye
gittiler, o akşam veya bir engel çıkarsa ertesi akşam
buluşmak için Garcia'ya bir haber bıraktılar. O ak
şam boş yere beklediler. Ertesi akşam Garcia kah
vede onları bekliyordu. Rambert'in başına gelenleri
sesini çıkarmadan dinledi. Bu işi bilmiyordu, fakat
evlerde araştırma yapılabilmesi için yirmi dört saat
boyunca mahalleler kordon altına alınmıştı. Gonza-
les'in bu barajı aşamamış olması muhtemeldi. Fakat
bütün yapabileceği, onları yeniden Raoul’le temasa
geçirmekti. Bu da tabiî hemen ertesi gün olamazdı.
— Anlıyorum, dedi Rambert, işe yeniden başla
mak lâzım.
İki gün sonra, bir sokağın köşesinde. Raoul da
Garcia'nın ileri sürdüğü tahmini tekrar etti, aşağı ma
halleler kordon altına alınmıştı. Gonzales’le teması
yeniden kurmak gerekiyordu. İki gün daha geçtikten
sonra Rambert futbolcuyla birlikte yemek yiyordu.
— Ne sersemlik, diyordu Gonzales. Birbirimizle
buluşmak için bir çare düşünmeliydik.
Rambert de böyle düşünüyordu.
— Yarın sabah bizim çocukların evine gideriz,
işi düzeltmeye çalışırız.
Ertesi gün çocukları evde bulamadılar. Ertesi gün
öğle üstü tise meydarımda buluşmak için eve haber
bıraktılar. Ve Rambert otele öyle perişan bir halde
döndü ki. aynı gün öğleden sonra karşılaştıklannda
bu hal Tarrou'nun gözünden kaçmadı.
— İşler yolunda gitmiyor mu? diye sordu.
Rambert:
162
— İşe yeni baştan başlamak lâzım geliyor.
Ve davetini tekrarladı.
Akşam, iki adam odasına girdikleri zaman Ram-
bert uzanmış yatıyordu. Kalktı, önceden hazırlamış
olduğu bardaklara içki doldurdu. Rieux, bardağını eli
ne aldı, işlerinin yolunda gidip gitmediğini sordu. Ga
zeteci, yeni baştan tura başladığını, bıraktığı noktaya
varabildiğini yakında son buluşmayı yapacağını söy
ledi. Sonra sözünü tamamladı:
— Ve tabiî buluşmaya gene gelmiyecekler.
Tarrou: , ;
— Bunu bir ilke olarak bellemeli, dedi.
Rambert, omuzlarını kaldırarak:
— Siz daha anlıyamamışsınız. dedi.
— Neyi?
— Vebayı.
— Ah, dedi Rieux.
— Hayır, vebanın, işleri daima yenibaştan ele
olmayı gerektirdiğini daha anlamadınız.
Rambert, odanın bir köşesine gitti ve küçük bir
gramofonu işletti.
Tarrou:
— Bu hangi plâk? dedi. Tanıyorum.
Rambert bunun Saint James Infirmary olduğu
nu söyledi. !
Plâk yarılandığı sırada uzakta bir yerden iki el
silâh sesi duyuldu.
— Bir köpek, ya da bir kaçak, dedi Tarrou.
Bir dakika sonra plâk sona erdi ve bir cankur
taranın çanı otel pencerelerinin altında önce gürül
tüyle çınladı, azaldı, sonra sönüp gitti.
Rambert:
— Bu plâğın tuhaf bir tarafı yok, dedi. Hem bu
gün onu on keredir dinliyorum.
163
— Demek bu kadar seviyorsunuz?
. — Hayır, fakat başka plâğım yok.
Sonra bir an sustuktan sonra:
— Size jdiyorum ya, bu da, işe hep yenibaştan
koyulmak gerektiğini gösteriyor.
örgütün nasıl çalıştığını Rieux‘ye sordu. İş ba
şında beş ekip vardı. Yenilerini de kurmak umudun-
daydılar. Gazeteci, yatağına oturmuştu ve tırnakla
rını seyrediyor gibiydi. Rieux, onun yatağ'nın kenarı
na düşen kısa ve kuvvetli siluetini seyrediyordu. Bir
den, Rambert’in, kendisine baktığını farketti.
— Bilseniz doktor, dedi, sizin örgütünüzü çok
düşündüm. Eğer sizinle birlikte çalışmıyorsam benim
de kendimce haklı sebeplerim var. Bundan ötesi ise.
ben kendi şahsıma düşeni yaptığımı sanıyorum. İs
panya savaşına katılmıştım.
Tarrou:
— Hangi tarafta? diye sordu.
— Yenilönlerin tarafında. Fakat o vakitten beri
birazcık düşündüm.
— Ne üzerinde? dedi Tarrou.
— Cesaret üzerinde. Artık şimdi insanoğlunun
büyük işleri başarabileceğini biliyorum. Fakat büyük
bir duyguyu yaşayacak bir gücü yoksa o insan beni
ilgilendirmiyor hiç.
Tarrou:
— İnsanın hör şeyi başaracak kadar güçlü ol
ması da mümkündür, dedi.
— Hayır hayır, İnsan uzun zaman acı çekecek
ya da mutlu olacak kadar güçlü değildir. Değeri olan
bir işi yapmak insanin elinden gelmez.
ötekilere bakıyordu sonra:
— Söyleyin Tarrou, dedi, siz bir aşk uğruna öle
bilir misiniz?
164
— Bilmem, fakat bana öyle geliyor ki şimdiki
halde, hayır.
— Tamam. Oysa bir fikir uğrunda ölebileceğiniz
ilk bakışta belli oluyor. Ben ise bir fikir uğrunda ölen
insanlardan artık gına getirdim. Ben kahramanlığa da
inanmam, bunun kolay bir şey olduğunu biliyorum,
onun bir katillik olduğunu öğrendim. Beni ilgilendiren
her şey insanın sevdiği ile beraber yaşayıp ölmesidir.
Rieux, gazeteciyi dikkatle dinledi. Ona bakmaya
devam ederek tatlı bir sesle:
— İnsan sadece fikirden ibaret değildir, Ram-
bert, dedi.
Öteki yatağından sıçradı, yüzü ihtirastan yanı
yordu.
— Bu bir fikirdir, hem de aşktan uzaklaştığı an
dan itibaren basitleşen bir fikir. Bizlerse artık aşkı
duyacak güçte değiliz. Buna katlanalım doktor. Buna
katlanmaya çalışalım, eğer buna imkân yoksa, kah
raman rolü oynamadan genel kurtuluşu bekleyelim.
Ben. bundan ötesini bilmiyorum.
Rieux, birdenbire üzerine çöken bir bezginlikle
kalktı.
— Haklısınız Rambert, tamamen haklısınız ben
de iyi ve doğru bulduğum için yapmak istediğiniz şey
den ne olursa olsun sizi vazgeçirmeğe çalışmayaca
ğım. Fakat gene de size şunu söylemeliyim: Burada
söz konusu olan şey kahramanlık değil, sadece dü-.
rüşt olmak. Bu öyle bir fikir ki, insanı güldürebilir, fa
kat vebayla savaşmanın tek çaresi, dürüst olmaktır.
Birden ciddileşiveren Rambert:
— Dürüst olmak ne demektir? dedi.
— Bunun genel olarak ne demek olduğunu bil
mem. Fakat kendi payıma bunun, işimi başarmak an
lamına geldiğini biliyorum.
165
Rambert. öfkeyle:
— Ah, dedi, ben işimin ne olduğunu bilmiyorum.
Belki de aşkı seçmekle tamamen yanıldım.
Rieux karşı koydu, kuvvetle:
— Hayır, düşünceli düşünceli onlara bakıyordu:
— Sizin ikinizin, herhalde bütün bu işlerde kay
bedecek bir şeyiniz yok. İyilerin yanında bulunmak
o zaman tabii çok kolay.
Rieux, bardağını boşalttı.
— Haydi, dedi, bizim işlerimiz var.
Ve dışarı çıktı.
Tarrou da onu takibetti, fakat kapıdan çıkmak
üzereyken fikrini değiştirdi, gazeteciye dönüp şunları
söyledi:
— Rieux'nün karısının buraya birkaç yüz kilomet
re uzakta bir sanatoryumda bulunduğunu biliyor mu
sunuz?
Rambert şaşkınlığını belirtti, ama Tarrou çoktan
çıkıp gitmişti.
Ertesi gün sabahın ilk saatlerinde Rambert, dok
tora telefon etti:
— Şehirden ayrılmak çaresini buluncaya kadar
sizinle birlikte çalışmamı kabul eder misiniz?
Telefonun öteki ucunda bir an sessizlik oldu.
Sonra:
— Evet Rambert. Sizei teşekkür ederim.
ıu
167
çarpan kâğıt parçalarını havalara kaldırıyordu. İnsan
ların iki büklüm, ağızlarını bir mendille kapatarak hız
lı hızlı sokaklardan geçtikleri görülüyordu.
Her insanın sonuncu günü olabilecek bu günle
rin akşamlarını mümkün olduğu kadar uzatmak arzu*
sunun tersine, sokaklarda, evlerine yeya kahvelere
koşuşan kalabalık kümelere rastlanıyordu, öyle ki,
bu sıralarda erkenden çöken alacakaranlığa kadar
sokaklar ıssız kalıyor, sadece rüzgârın bitip tükenmez
şikâyetleri, inlemeleri duyuluyordu. Daima kabarık ve
gözle görülmeyen denizden bir yosun ve tuz kokusu
yükseliyordu. Tozla bembeyaz kesilmiş, deniz koku
larıyla dolup taşan, rüzgârın uğultusuyla çınlayan bu
bomboş şehir, mutsuz bir ada gibi hıçkınyordu.
Veba, şimdiye kadar kurbanlarını şehrin merke
zinden daha çok. kalabalık ve yaşama şartları zor dış
mahallelerden almıştı. Fakat birdenbire veba hisse
dilir şekilde şehre yaklaştı, iç mahallelerine gelip yer
leşti. Bu mahallelerde yaşayanlar, hastalık tohumla
rını sürükleyip getirdiği için, rüzgâro lânet ediyorlar
dı. Otel müdürü: «Bu rüzgâr, işleri daha do karış
tırdı.» diyordu. Ama her şeye rağmen, artık, merkez
mahallelerinde oturanlar da o kadar yakınlarından
geçen hasta arabalannın, pencereleri dibinde geceye
karşı yükselen o duygusuz, boğuk çan seslerini git
tikçe daha sık işitiyorlordı. Şehrin içinde de vebaya
bulaşmış bazı mahalleri tecrid etmeye karar verdiler.
Ancak hizmetlerinden vazgeçilmeyecek kimselerin dı
şarı çıkmasına izin veriliyordu. Bu mahallelerde ya
şayan insanlar bu tedbiri kendilerine karşı bile bile
yapılan bir işkence saydılar; buna rağmen öteki ma
hallelerde oturanların tersine, gene de hür insanlar
olarak düşünmekten vazgeçmediler. Ötekiler ise ta
mamen ters bir ruh hali içindeydiler, en çetin, en
168
umutsuz anlarında, kendilerinden daha az hür olan
kimseler bulunduğunu düşünerek teselli buluyorlardı.
«Benden de beter mahpusluk çekenler var» sözü, bi
ricik umutlarını belirtmiş oluyordu.
Aşağı yukarı bu sıralarda, şehrin batı kapısı ya
kınlarındaki eğlence mahallelerinde sık sık yangınlar
çıkmaya başladı. Alınan bilgiye göre, karantina sü
resini doldurup dönen kimseler yas ve acıların etki
siyle ne yaptıklarını bilmeyerek, vebanın kendilerini
öldürmek istediği korkusu içinde evlerini ateşe veri
yorlardı.
Şiddetli rüzgârlar yüzünden bütün mahalleleri
sürekli bir tehlike içinde bırakan ve gittikçe sık giri
şilen bu çeşit teşebbüslerle savaşmakta çok zorluk
çekildi. Reşmî makamlarca alınan, evleri dezenfekte
etmek tedbirlerinin bütün mikropları temizlediğine in
sanları boş yere inandırmaya uğraşmak sonuç ver
meyince. bu suçsuz kundakçılarla başa çıkmak için
çok ağır cezalar (<ondu. Hiç şüphe yok. bu zavallı in
sanları gerileten, hapse atılmak düşüncesi değildi,
şehirde herkes vilâyet hapishanesindeki ölüm sayı
sının yüksekliğini biliyordu. Bu bakımdan hapis yüzde
yüz ölüm demekti. Tabii ki, bu inanç temelsiz değildi.
Vebanın askerler, din adamları ve mahpuslar gibi top
lu halde yaşayanlar arasında şiddetle hüküm sürdü
ğü bilinen bir şeydi. Çünkü bazı mahkûmları tecrid
edilmekle beraber, haipşhane kendi başına ayrı bir
topluluktur. Bunu iyice belirten başka bir şey de, şe
hir hapishanesinde mahpuslar kadar, gardiyanların
da vebaya karşı borçlarını ödedikleridir. Vebanın yük.
sekten bakışları önünde müdüründen en son mahpu
suna kadar herkes mahkûmdu. İlk defa hapishanede
tam bir adalet hüküm sürmekteydi.
169
Resmî makamlar, boş yere, aynı seviyede bulu
nanlar arasında bir hiyerarşi yaratmak için, görev ba
şında ölen hapishane gardiyanlarına madalya verme
ye karar verdiler. Sıkıyönetim ilân edilmiş sayıldığın
dan hapishane gardiyanları da askere alınmış sayı
lırlardı,. bu yüzden onlara ölümlerinden sonra madal
yalar dağıttılar. Mahpuslardan buna karşı sesler çık
madıysa da, askerî çevrelerde bu, pek hoş karşılan
madı. Böyle bir şeyin halkın düşünce tarzında tatsız
yanılmalara sebep olabileceği belirtildi. İstekleri haklı
görüldü, hastalıktan ölen gardiyanlara birer salgın
madalyası verilmesi düşünüldü. Fakat öncekiler için
olan olmuştu, onlardan madalya geri alınamazdı, as
keri çevrelerse görüşlerinde ısrar ediyorlardı. Öte
yandan, salgın madalyasının, askerî madalyanın ver
diği mânevi etkiyi sağlamaması gibi bir mahzuru da
vardı. Çünkü salgın sırasında bu çeşit bir madalya
kazanmak çok genel bir durumdu. Kısacası, kimse
memnun kalmamıştı.
Üstelik, hapishane idaresince, dinî idareler, hat
tâ askeri birlikler kadar kolayca tesir edilemiyordu.
Oran'ın iki manastırına mensup papazlar şehre ya
yılmışlar ve sofu ailelerin yanına yerleşmişlerdi. Aynı
şekilde, mümkün olduğu oranda ufak askeri birlikler
kışlalardan uzaklaştırılmış, okullara küçük garnizon
lar halinde yerleştirilmişlerdi. Böylece görünürde, şe
hir insanlarını kuşatmış olmanın doğurduğu bir bir
liğe zorlayan hastalık, aynı zamanda gelenek halinde
devam edegelmiş müesseseleri de bozuyor ve kişileri
kendi yalnızlıklarına yolluyordu. Bunlar da ortalıkta
bir karışıklık yaratıyordu.
Bütün bu olup bitenlere eklenen rüzgârın da bazı
kafalarda nasıl bir yangını yarattığı do kolaylıkla dü
şünülebilir. Geceleri şehir kapıları hem de defalarca
170
saldırıya uğramaktaydı, oma bu saldırıları silâhlı kü
çük gruplar yapıyorlardı. Karşılıklı silâhlar atıldı, ya
ralananlar. bu arada kaçabilenler oldu. Muhafız pos
taları takviye edildi, teşebbüslerin de arkası kesildi.
Fakat bu da. şehirde bazı karşı koyma olaylarına yol
açan bir ihtilâl havasının esmesine neden oldu. Sağ
lık sebepleriyle kapatılan veya yakılan bazı evler yağ
maya uğradı. Doğrusu istenirse böyle hareketler ön
ceden kararlaştırılmış değildi. O zamana kadar şe-
refllinsanlar olarak yaşamış kimseleri suç teşkil ede
cek hareketlere sürükleyen beklenmedik bir fırsat or
taya çıkıyor ve başkaları da bu hareketi hemen taklit
ediyordu, Acısından donup kalmış ev sahiplerinin gözü
önünde alevler içindeki eve saldıran çılgınlar çıktı. Ev
sahibinin kayıtsızlığından cesaret alan başka seyir
ciler de aynı şeyi yaptılar, karanlık sokak boyunca
alevlerin ışığında, sırtlarına yüklendikleri eşya veya
mobilyalarla sönmek üzere bulunan alevler altında
şekilsiz birtakım gölgelerin kaçıştıkları görüldü. İşte
bu çeşit olaylar, resmî makamların veba durumundan
vazgeçip sıkıyönetim ilân etmeleri ve bunun gerek
tirdiği kanunları uygulamaları sonucunu doğurdu. İki
hırsız kurşuna dizildi, fakat bunun başkaları üzerinde
pek kuvvetli bir etki yaptığı söylenemez, çünkü bun
ca ölüm arasında, iki kişinin kurşuna dizilmesi göze
bile çarpmadı: Denize katılan bir damla gibiydi. Ger
çekte ise bu çeşit sahneler, resmî makamlar engel
olmak için belli bir şey yapamadıkları için, sık sık
tekrarlanmaktaydı. Şehir insanlarını en çok etkileyen
şey. ışıkları belirli bir saatte söndürmek emriydi. Saat
on birden itibaren, geceye gömülen şehir, taş gibi
kaskatı kesiliyordu.
Aylı gecelerde şehrin beyaz duvarları ve dümdüz
bir çizgi halindeki upuzun yolları.görülüyor, onu ne
171
bir kapkara ağaç gövdesi lekeliyor, ne bir yolcunun
ayak sesi veya bir köpeğin uluması uykusundan uyan
dırıyordu. Koskoca şehir, demirden veya taştan ya
pılmış suratları ile vaktiyle temsil ettikleri insanın bo-»
zuk bir hayalini yansıtan tren o unutulup gitmiş ha
yırseverlerin veya daimî bir sükûta mahkûm edilmiş
öski büyük adamların dilsiz heykellerinin yer yer gö
ründüğü kalın ve cansız bir mikâp yığını halindeydi.
Fakat gece bütün kalplerin içindeydi ve gömül
melere ait gerçek ve uydurulan hikâyeler de vatan
daşlarımıza ferahlık verecek gibi değildi. Burada gö
mülmelerden bahsetmek gerekiyor, hikâyeci kendini
buna zorunlu görmektedir. Zira bu konuda takılmaları
çok iyi biliyor, fakat onu haklı çıkarabilecek tek şey
bütün bu devir boyunca şu veya bu şekilde bütün va
tandaşlarımızın gömülme işiyle yakından ilgilenmek
zorunda kaldıklarıdır. Yazar bu çeşit törenlerden hoş
landığı için bu konuyu ele almış değildir, tam tersine
o. canlı insan topluluklarını bir örnek vermek gere
kirse, deniz banyolarını tercih etmektedir. Ama deniz
banyoları ortadan kaldırılmıştı, canlıların topluluğu,
günler* geçtikçe, yerini ölüler topluluğuna bırakmak
korkusu içindeydi. Bu apaçık bir şeydi. Elbette ki,
insan bu gömülmeleri görmemek için kendini zorla
yabilir, gözlerini kapar, onu kendinden uzağa atmak
isterdi. Fakat apaçık olan şeylerin her şeyi silip sü
püren müthiş bir-kuvveti vardır. Örneğin, yakınlarınız
dan birinin gömülmesi gerektiği zaman bu törenden
kaçınabilir misiniz?
Başlangıçta, cenaze törenlerinde görülen özellik,
yapılıp bitirilmesindeki hızdı! Bütün formaliteler ba
sitleştirilmiş. genellikle cenaze alayları tamamen kal
dırılmıştı. Hastalar, ailelerinden uzakta ölüyorlardı.
Geceleri ölüleri beklemek âdeti de kaldırılmıştı, öyle
172
ki, akşamları ölenler geceyi yalnız başlarına geçiriyor
lardı, gündüz ölenlerse fazla vakit geçirilmeden gö
mülüyorlardı. Tabiî ki ailelerine haber veriliyordu, fa
kat çok defa yakınları hastanın yanında iseler derhal
karantinaya alındıklarından kimse cenazeye gelemi-
yordu. Hasta ile beraber oturmayan aileler, tâyin edi
len saatte geliyor, yıkanıp tabuta konan cenazenin
ardı sıra mezarlığa kadar gidiyorlardı.
Bu formalitelerin, örneğin Dr. Rieux'nün idare
sindeki yardımcı hastahanelerden birinde olup bitti
ğini düşünelim. Okulun başlıca binasının arka tara
fında bir çıkış yeri vard1 Koridora açılan büyük eşya
odası tabutla doluydu. Hattâ koridorda aileler, çok
tan işi bitirilip kapatılmış bir tabutla karşılaşırlardı.
Hemen, en önemli işler hallediliyor, yani aile büyü
ğüne gerekli belgeler imzalattırılıyordu. Sonra cena
ze kâh bir furgona, kâh hasta arabasından bozma bir
taşıta yükleniyordu. Ölünün ailesi, henüz işlemesine
izin verilmekte olan otomobillerden birine biniyor,
arabalar bütün hızlariyle dış sokaklardan geçerek
mezarlığa gidiyorlardı. Kapıda jandarmalar kafileyi
durdurup resmî müsaade kâğıdını mühürlüyorlardı.
Zaten bu resmî izin kâğıdı, elde edilemezse vatan
daşlarımızın deyimiyle «son ikametgâha sahip» ol
mak da imkânsızdı. Arabalar, içlerinin dolmasını bek.
leyen birçok açılmış çukurun bulunduğu, dörtköşe bir
toprak parçasının yanında duruyordu. Bir papaz, ölü
yü karşılıyordu, çünkü bu törenlerin kilisede yapıl
ması yasaklanmıştı. Dualar arasında tabut çıkarılıyor,
iplerle bağlanıyor, sürüklenerek çekilip mezarın içine
yuvarlanıyordu. Papaz, takdisini yaptıktan sonra ölü
nün üstüne ilk topraklar atılmaya başlanıyordu. Has
ta arabası, daha önce, dezenfekte edilmek üzere ge
reken yere gidiyordu. Kürek kürek topraklar gittikçe
173
daha hızla atıldıkça taksinin içindekiler bulundukları
köşeye yığılıyorlardı. On beş dakika sonra ölünün
ailesi, evine dönmüş bulunuyordu.
Bu şekilde her şey en büyük hız ve en az riskle
cereyan etmekteydi. Hiç şüphe yok ki, başlangıçta
ölünün yakınlarının duyguları bu hareketlerden çok
zedeleniyordu. Fakat veba salgını varken bu çeşit
düşünceleri hesaba katmak imkânsızdı; köklü tedbir
ler almak uğrunda her şey feda ediliyordu, önceleri
halkın duyguları bu tedbirlerden acı duyuyordu — çün
kü usulüne uygun şekilde gömülmek arzusu sanıldı
ğından daha yaygındır— az zaman sonra, neyse ki
iaşe meselesi hayli nazik bir duruma girdi ve böylece
şehirlilerin ilgileri de daha ivedili endişelere çevrildi.
Dükkânların önündeki kuyruklarda beklemek, eğer
karın doyurmak isteniyorsa bunun için gerekli teşeb
büslere girişen ve formaliteleri yerine getirmeye çalı
şan insanlar, etraflarında ölenleri ve günün birinde
kendilerinin nasıl öleceklerini düşünmek zamanını bu
lamıyorlardı. . Böylece, bu maddî zorluklar kötülük
şöyle dursun iyilik yerine geçti. Fakat daha önce gör
düğümüz üzere, salgın genişlemeseydi herşey iyi ola
caktı.
Çünkü artık tabutlar kolaylıkla bulunmamaya
başladı, ne kefenlik bez, ne de mezarlıkta yer kaldı.
Buna bir çare bulmak gerekliydi. En kolayı gene
işi kökten halletmek için, gömülme işini topluca yap
mak ve durumun gereğine uyarak hastahane ile me
zarlık arasındaki gidiş-gelişleri çoğaltmaktı. Şu sıra
da, hastahanenin beş tabutu, Rieux'nün emrindeydi.
Onlar dolunca, araba alıp götürüyor, mezarlıkta ta
butlar açılıp boşaltılıyor, demir rengi almış cesetler
sedyelere yatırılıyor, bu iş için ayrılmış bir hangarda
bekletiliyorlardı. Mikrop öldürücü bir ilâçla yıkanan
174
tabutlarsa hastahaneye geri getiriliyordu. Aynı ame
liye, gereği kadar tekrarlanıyordu, örgüt cok iyi ça
lışıyordu. Vali de bundan çok memnundu. Hattâ Ri-
eux’ye bunun, tarihteki eski veba salgınlarında görü
len, zenciler tarafından taşınan iki tekerlekli araba
larla cenaze naklinden çok daha iyi olduğunu söyle
mişti.
— Evet, dedi Rieux. hep aynı gömülme, yalnız
biz fişlerini çıkarıyoruz. İlerlemeye diyecek yok!
İdari makamların başarılarına rağmen, formali
telerin aldığı tatsız karakter, gömülme sırasında aile
lerin mezarlıktan uzaklaştırılması tedbirini zaruri kıl
dı. Mezarlık kapısına kadar gelmelerine ses çıkarıl
mıyordu, fakat bu müsaade de resmen verilmiş de
ğildi. Çünkü törenin toprağa veriliş kısmı bir parça
değişmişti. Mezarlığın dış taraflarına doğru sakız
oğaçfariyle kaplı bomboş arazide iki muazzam çukur
kazdırılmıştı. Biri kadınlara, öteki erkeklere aitti... Hiç
değilse bu bakımdan idari makamlar ahlâk kuralları
na uygun hareket ediyorlardı. Olayların kuvvetiyle çok
daha sonraları bu utanç duygusu da kayboldu ve ka
dınlarla erkekleri, her türlü edep duygusundan sıyrı
larak karmakarışık bir şekilde birbirleri üstüne göm
meye başladılar. Neyse ki, bu karışıklık, salgının son
dakikalarına rastladı. Bizim üzerinde durduğumuz de
virde kadın ve erkek çukurları birbirinden ayrıydı, vi
lâyetçe buna özellikle dikkat ediliyordu. Herbirinin di
binde kalın bir tabaka sıcak kireç kaynıyor, duman
ları yükseliyordu. Çukurların kenarında aynı kireçten
yapılma bir tepecikten havayla temas sonucu su ka
barcıkları yükseliyordu. Ceset, hastahane arabası ile
mezarlığa varınca, sıra halinde sedyeler getiriliyor,
hafifçe bükülmüş, küçülmüş cesetler birbiri ardınca
çukura yanyana atılıyor, üstleri bir tabaka sıcak ki
175
reçle, sonra da toprakla örtülüyor, fakat daha sonra
gelecek misafirler için de üzerlerinde yeteri kadar yer
bırakılıyordu. Ertesi gün, ölünün yakınları evrakı im
zalamaya davet ediliyordu; bu da insanlarla, örneğin
köpekler arasında bir fark olduğunu gösteriyordu.
Kontrol etmek her zaman mümkündü.
Bütün bu işleri yaptırmak için insana ihtiyaç
vardı, insansa yeteri kadar bulunmuyordu, önce mes
lekten hemşireler, sonra alelacele yetiştirilen hemşi
reler ve mezarcılar vebadan ölmüşlerdi. Bunlar ne
gibi tedbirler alınırsa alınsın salgından yakalarını kur-
taramıyorlardı. Fakat iyi düşünülecek olursa, en şa
şılacak taraf; bütün salgın boyunca bu işi yapmak
için adam bulmakta zorluk çekilmemesiydi. En zor
durum, vebanın doruk noktasına varmasından âz ön
ce ortaya çıktı. Dr. Rieux'nün endişeleri işte bu sıra
da başladı. Ne kadrolarda, ne de ağır işler denen gö
revlerde yeter sayıda gerekli yardımcı yoktu. Fakat
veba bütün şehre hâkim olduğu andan itibaren has
talığın azgınlığı işe yarar bazı sonuçlar da yarattı,
çünkü bütün İktisadî hayatı altüst etmiş ve önemli
sayıda insanın işsiz kalmasına sebep olmuştu.
Hastahane kadroları için gerekli memurlar yok
tu, fakat kaba işlerde çalıştırılacak adam kolaylıkla
bulunuyordu. Bu andan sonra yoksulluğun korkudan
daha kuvvetli olduğu görüldü; çünkü tehlikeyi göze
alarak para kazanmak daima mümkündü. Sağlık ör
gütünün elinde, iş isteyenlerin listesi vardı, bir yer
açılır açılmaz, — eğer o güne kadar hayatta kalmış
sa— listenin başındaki'adam çağrılıyor, o da bu da
vete seve seve koşuyordu. Devamlı veya geçici bir
şekilde, bu işlerde mahkûmları kullanmayı düşüm-
olan Vali de en son başvurulacak bu karardan vaz
176
geçti. İşsizler bulunduğu sürece, bu karan islediği
kadar geciktirebilirdi.
İyi kötü. Ağustosun sonuna kadar, hem şenleri
miz, son meskenlerine, edep dairesinde olmasa bile,
görevlerini yerine getirm eleri bakımından idarecilere
iç rahatlığı verecek bir sayıda nakledildiler. Son baş
vurulan çareleri anlamak için olayların biraz öncesi
ne gitmek gerekiyor. Vebanın eşikte beklediği Ağus
tos ayından itibaren kurbanlann çoğalan sayısı kü
çük mezarlığımızın imkânlarını kat kat aşb. Duvarları
yıkıp ölülere yakın topraklarda bir parça yer bulmak
istediler, çok geçmeden başka birşey akıl ettiler, gö
mülmeleri gece yapmayı kararlaştırdılar ve bu. ilk an
da bazı yararlar sağlamış oldu. G ittikçe çoğokm ce^
setleri üstüste hasta arabalanna yığıyorlardı. V e ya
sağa rağmen. ışıkların söndürüldüğü saatte dış ma
hallelerde gezmekte olan (veya işi bunu gerektiren)
kimseler bazen uzun, beyaz, hasta arabalannın. ge
cenin içinde kaybolmuş sokaklardan, çınlamıyan can
larını titreterek son hızla geçip gittiklerine tanık olu
yorlardı. Cesetler alelacele çukurlara atılıyordu. Çu
kura düşmeleriyle dökülen kürek kürek kirecin surat
larında ezilmesi bir oluyor, gitgide daha derin açılan
çukurlar, toprakla doldurularak kapablıyordu.
Çok geçmeden gene yer yetişmedi, başka taraf
ta yer bulmak gerekti. Vilâyetçe, arazi sahiplerine
haklarından tamamiyle vazgeçmeleri bildirilen bir is
timlâk kararnamesi yayınlandı. Geriye kalan ölüler
fırınlarda yakılmaya gönderildi. Çok geçmeden veba
dan ölenleri de cesetleri yakmaya mahsus fırınlara
yollamak gerekti. Fakat bu iş için şehrin doğusunda,
şehir kapılarının dışındaki eski fınnı kullanmak ge
rekiyordu. Muhafız, kıtalarını daha geriye aldılar, bir
Belediye memuru da tram vayların bu işde kullanıl
VEBA F .: 12/177
masını tavsiye ederek yetkili makamların işini kolay
laştırdı. Arabaların içindeki kanapeler kaldırıldı, bala-
dözler ve motrisler konuldu, tramvay raylarının yö
nünü fırın tarafına çevirdiler, böylece bir hatbaşı ku
rulmuş oldu.
Bütün yaz, sonbahar yağmurları altında, havaî
hatların uzunluğunca, içinde canlı insan bulunmayan
esrarengiz tramvay kafilesinin gece yarılarında, akis
leri denize düşerek geçişleri görülüyordu. Şehir in
sanları bunların ne olduğunu anlamakta gecikmemiş
lerdi. Tramvay hattına \ aklaşmayı önleyen devriye-
lere rağmen, insan kümeleri dalgaların yaladığı kaya
lıkların üstünde toplanıyor ve tramvay geçerken ray
lara doğru çiçekler atıyorlardı. Arabaların yaz gecesi
içinde çiçek ve ölü yüklerini taşıyarak sarsıla sarsıla
geçişleri duyuluyorduk
Sabaha doğru, daha çok şafak sökerken, yoğun
ve iç bulandıncı bir duman, şehrin doğu mahallele
rinin üstünde yayılıyordu. Bütün doktorların kanaati,
bu iğrenç kokuların kimseye zararı dokunmayacağı
idi. Fakat bu mahallelerde oturanlar, vebanın gökyü
zünden üzerlerine döküleceğine inandıklarından, yer
lerini terkedip taşınacaklarını söylediler. Sonunda
karışık bir sistemle dumanları ters yöne çevirmenin
çaresini bulmak zorunda kaldılar, ancak bundan son
ra bu mahallelerde oturanlar huzura kavuştular. Rüz
gârlı havalarda doğu yönünden gelen belli belirsiz
bir koku, insanlara yeni bir düzen içinde yaşadıkları
nı, vebanın alevlerinin her akşam aldığı haraçları yok
etmekle meşgul olduğunu hatırlatıyordu.
Bunlar, salgının en şiddetli eserleriydi. Neyse ki.
ölüm daha çok artmadı, yoksa dairelerimizin mahir
çalışmalarının, vilâyetin elindeki imkânların, hattâ fı
rınların takatinin salgınla başa çıkamıyacağından kor-
178
/
kulobilirdi. Rieux. onların, durum bu hale geldiği za
man cesetleri denize atmak gibi çareler tasarladık
larını biliyordu. Mavi denizin üstünde bu cesetlerden
doğacak korkunç köpükleri kolaylıkla gözünün önü
ne getirebiliyordu. İstatistikler yükselmeğe devam
ederse, ne kadar mükemmel olursa olsun hiçbir ör
gütün salgına karşı koyamıyacağını, insanların yığın
içinde teker teker öleceklerini ve sokaklarda çürüyüp
gideceklerini, valiliğin bunca çabasına rağmen şehir
de, kalabalık meydanlarda ölenlerin haklı görülecek
bir kinle ve budalaca bir umutla canlıların kollarına
yapışacaklarını biliyordu.
Sürgün ve ayrılık duygusunu vatandaşlarımız
arasında sürdüren bu çeşit açık gerçekler ve endi
şelerdi. Bu bakımdan hikâyeci burada, gerçekten sey
re değer, örneğin eski zaman hikâyelerinde rastla
nan kuvvetli birkaç kahramandan bahsedemeyişinin
ya da göz kamaştırıcı hareketleri anlatamayışının ne
kadar üzücü olduğunu bilmektedir. Bir salgın felâke
tinde seyre değer hiçbir güzellik yoktur ve hele bu
salgın uzayıp gittikçe büyük felâketlerin ne kadar
monoton birşey olduğu görülür. Veba salgınını yaşa
mış olanlar, onu belleklerinde bitip tükenmez, zalim
alevler biçiminde düşünemezler, daha çok. ayaklar
altında ne varsa hepsini ezen, sonu gelmez bir ye
rinde sayma olarak hatırlarlar.
Hayır, vebanın, salgının başında Doktor Rieux’
nün tasarladığı o büyük hayallerle hiçbir ilgisi yoktu.
Bir kere o, ihtiyatlı ve iyi işleyen mükemmel bir idare
tarzına sahipti. Hiçbir şeye ihanet etmemekrözellikle
kendine ihanet etmemek için, bu arada söylenmesi
gereken hikâyecinin doğruyu söylediği, tarafsızca
durumun böyle görüldüğüydü. Aşağı yukarı birbirine
yakın unşurlorı ilgilendiren konular dışında, hikâyeci.
179
sanat yapmak için hiçbir şeyi değiştirmek istemiyor.
Bu devirde hem en yaygın, hem en derin, en büyük
ıstırabın ayrılık olduğunu söylemeğe bizi gene bu ta
rafsızlık zorluyor. Vebanın ikinci aşamasının yeni bir
tasvirine girişmek bir vicdan işi olsa bile, bu ıstırabın
o dokunaklı görünüşünden kendiliğinden çok şey kay
bettiği de o kadar gerçektir.
Vatandaşlarım ız, hele bu ayrılığın acısını en cok
çekenler, bu duruma nasıl alıştılar? Alıştıklarını kolay
lıkla kabul etm ek pek doğru olmaz. Vücutlarından ol
duğu kadar, ruhlarında da güçsüz düşmenin acısını
duyuyorlardı.
Vebanın başlangıcında kaybettikleri insanı ek
siksiz olarak hatırlıyor ve onun özlemini çekiyorlardı.
Fakat, sevilen bir yüzü, onun gülüşünü, birbirleriyle
tanışmalarını, kendilerini mutlu hissettikleri bir günü
tam bir açıklıkla hatırlıyorlarsa da. vaktiyle birlikte
yaşadıktan, artık pek cok uzaklarda kalan o yerlerde
sevdikleri insanın şu saatte neler yaptığını hayal e t
m ekte .zorluk çekiyorlardı. Sonuç olarak, ilk zam an
larda bellekler kuvvetli, am a. hayaller yetersizdi. V e
banın ikinci döneminde bellek de kuvvetini kaybetti.
Bu. sadece sevilen insanın yüzünü unutmaktan gel
miyordu, onun vücudunu da kaybetmekten doğuyor
du. Artık sevdikleri insanı ic derinliklerinde bulamı
yorlardı. İlk haftalarda aşklannın gölgelerinde bulup
çıkarabildikleriyle yetindikleri için şikâyetçi olurlar
ken, cok geçmeden bu gölgeler de kayboldular, anı
sını sakladıktan en silik rengine kadar hepsini unut
tular. Bütün bu uzun aynlık süresince ne o insanla
birlikte geçirdikleri o mahrem hayatı, ne de her iste
dikleri an elleriyle dokunabilecekleri bir varlıkla bir
vakitler başbaşo yaşamış olduklannı düşünemiyorlar -
dı bile.
160
Bu görüşle vebanın kurduğu düzeni kabul etmiş
lerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşı
yordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu.
Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. «Bu iş
artık sona ermeli» diyorlardı vatandaşlarımız. Çünkü
felâketler sırasında, topluca çekilen acıların bitmesi
ni istemek tabiî birşeydir. İçlerinden de bu işin sona
ermesini sahiden istiyorlardı. Fakat bu sözler baş
langıçtaki ateşle ve acı duyguyla ifade edilemiyordu.
Berraklığını henüz kaybetmemiş birkaç zayıf kanıta
dayanarak söyleniyordu. İlk haftaların haşin atılgan
lığı geçmiş, yerini yanlış yere tevekkül diye kabul '.di
lebilecek. geçici boyun eğiş demek olan bitkinlik al
mıştı.
Vatandaşlarımız buna ayak uydurdular, daha
doğrusu alıştılar. Çünkü zaten başka türlü hareket
etmeye imkân yoktu. Tabiî ki, felâket ve ıstırap için
deki tavırlarını hâlâ devam ettiriyorlardı, fakat acısını
eskisf kadar duymuyorlardı. Hem zaten, örneğin, Dr.
Rieux'nün inandığı gibi, asıl felâket de buydu, insa
nın umutsuzluğa alışması umutsuzluktan da beterdi.
Eskiden ayrılık acısı çekenler gerçekte o kadar mut
suz değillerdi, çektikleri acıda sönmüş bir aydınlık
vardı. Şimdi ise sokak köşelerinde, kahvelerde veya
dost evlerinde, durgun ve dalgın, dünyadan öylesine
bezmiş, gözleriyle bütün şehri bir bekleme salonu
halinde görerek sürüklenip gidiyorlardı. Zanaat sa
hipleri, işlerini vebanın çalışmasında gösterdiği ihti
mamla, dikkati üzerlerine çekmek istemeden yapı
yorlardı. Herkes mütevazı olmuştu artık, ilk defa ola
rak ayrı düşmüş insanlar uzaktaki yakınlarından kin
duyarak bahsetmiyorlardı, kalabalığın dilini kullana
rak ayrılıklarını salgın istatistiklerinin açısından ince
liyorlardı. Şimdiye kadar kendi acılarını topluluğun
181
ortak felâketinden acımasızca ayırmışlardı, şimdi ise
oynı acıya boyun eğiyorlardı. Belleksiz, umutsuz, ya
şanılan ânın içindeydiler. Aslında zaten herşey onlar
için yaşadıkları ân demekti. Şurasını söylemeli ki.
veba aşkın ve dostluğun bütün gücünü yok etmişti.
Çünkü aşkıı az ya da çok bir geleceğe ihtiyacı var
dır, oysa bizim için yaşanılan anlardan daha ilerisi
yoktu.
Tabiî bunların hiçbirinin öyle kesin şeyler olduk
ları söylenemez. Sevdiklerinden ayrı düşenlerin, enin
de sonunda bu duruma vardıkları doğruydu, fakat bu
sonuca hepsi aynı zamanda varmış değillerdi, bu ye
ni tavrı benimsedikten sonra, gene de anî parlamalar,
geri dönüşler, birdenbire akla gelen kavrayışlar, bu
sabırlı insanları daha taze, daha içler acısı bir du
yarlığa sürüklüyordu. Veba biter bitmez gerçekleşti
recekleri bazı projeleri hazırlamak için boş vakitleri
olmalıydı. Tannnın bir lutfüyla içlerini birdenbire se
bepsiz bir kıskançlığın ısırdığını duymalıydılar. Bazı
ları kişiliklerini umulmadık bir Sırada buluveriyorlardı.
haftanın bazı günleri, pazarları ve cumartesi öğleden
sonralan. geçmiş zaman'içindeki alışkanlıklarını on
lara hatırlattığı zaman uyuşuk hallerinden kurtuluyor
lardı. Ya da gün sonlarında çöküveren bu melankoli,
her zaman iyi bir sonuca varmadan belleklerine ye
niden kavuşacaklarını haber veriyordu. İman sahip
leri için nefis muhasebelerinin görüldüğü an olan ak
şamın bu saati, içinde bulundukları boşluklardan
başka inceliyecek bir şeyleri olmayan bu sürgünlere,
bu mahpuslara tahammül dışı geliyordu. Onîan bir
an boşlukto bırakıyor, sonra hayatın dışına götürüyor,
vebanın ortasında hapsediyordu.
Bunun için, insanın en kişisel nesi varsa on
lardan vazgeçmesi gerektiği artık iyiden iyiye mey-
182
dana çıkmıştı. Vebanın ilk günlerinde kendileri için
çok değerli birtakım şeylerin üzerinde o kadar tit
redikleri varlıklarının etrafındakiler için hiçbir fay
dası bulunmadığı halde. böyle yalnız başlarına ya
şamayı da denemiş oluyorlardı— şimdi eskisinin ter
sine, düşünceleri herkesinkinden farksızdı. Ve içlerin
deki aşk bile kendileri için soyut bir görünüş kazan
mıştı. Vebaya kendilerini öylesine bırakmışlardı ki,
uyku arasında: «Şu hıyarcıktar çıksa da iş olup bit
se» diye düşündükleri oluyordu. Fakat uyuyorlardı,
gerçekte de bütün bu zaman uzun bir uykudan baş
ka bir şey değildi. Sıçrayarak, dudakları öfkeden tit
reyerek, bir an içinde acıları yeniden tazelenmiş ve
onunla birlikte aşklarının perişanlığını yüzlerinde ta
şıyarak uyanıyorlardı. Sabahları hareketin içine gene
kendilerini bırakıyorlar, yani, her günkü hayatlarına
koyuluyorlardı.
Fakat gurbete düşmüş bu insanların neye ben
zedikleri de sorulabilir. Bunun cevabı çok basit: Hiç
bir şeye benzemiyorlardı. Ya da bu cevap daha iyi
ise, onlar da herkes gibiydiler, tamamen genelleşmiş
bir halleri vardı. Şehrin içindeki o çocukça endişeleri
ve durgunluğu paylaşıyorlardı, Soğukkanlı bir kılığa
bürünerek, olayların üzerinde durup düşünen zekâla
rını kaybediyorlardı. Örneğin, içlerinde en zekilerinin
bile öteki insanlar gibi gazetelerde veya radyo yayın
larında vebanın kısa zamanda sona ereceğine dair
bir belirti, bir inanma sebebi aradıklarını, ve sayılar
dan çıkardıkları bir umuda düştüklerini veya bir ga
zetecinin sıkıntıdan esniyerek çiziktirdiği bir mütalâa
yı okumakla aslı esası olmıyan korkulara kendilerini
kaptırdıklarını görmek mümkündü. Geriye kalanlar ise
hep birbirine benzer hareketleri yapıyor, biralarını içi
yor ya da hastalan tedavi ediyor, tembel tembel otu
183
rarak ya da bitkin düşene kadar çalışarak vakit ge
çiriyorlardı. Başka bir deyişle, artık seçecekleri bir
şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan
kaldırmıştı. Bu da, en çok, insanların giydikleri elbi
selerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle
hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi oldu
ğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı.
Son olarak denilebilirdi ki, birbirlerinden ayrı dü
şenler başlangıçta kendilerini korumakta olan o ga
rip, imtiyazlı hallerini kaybetmişlerdi artık. Hiç değilse
şimdi durum açıkça ortaya çıkmıştı, felâket herkesi
ilgilendiriyordu. Hepimiz şehir kapılarındaki patlayış
lar, hayatımızı ve ölümüzü damgalayan tampon ses
leri ortasında, yangınların ve fişlerin, korkuların ve
formalitelerin iğrenç fakat kayda geçecek bir ölümün
eşiğinde, tüyler ürpertici dumanlar ve hasta arabala
rının çan sesleri arasında aynı gurbet ekmeğiyle bes-
leniyor, aynı birliği, aynı coşturucu barışa kavuşmayı
kendimiz de farkında olmadan bekliyorduk. Aşkları
mız hep yanımızda olsa bile artık işe yaramaz hale
gelmişti, içimizde, cinayet ve mahkûmiyet gibi taşın
ması güç, kısır bir durumdaydı. O artık gelecekten
mahrum bir sabır ve inatçı bir bekleyişten ibaretti.
Bu bakımdan, bazı vatandaşlarımızın hallerine ve
tavırlarına baktıkça, insan, şehrin dört yanında yiye
cek satan dükkânların önünde uzayıp giden kuyruk
ları hatırlıyordu. Bunda da sınırsız ve hayalsiz, aynı
boyun eğiş ve tahammül vardı. Yalnız bu duyguyu,
ayrılığın verdiği duygudan bin defa daha üstün ölçü
de büyültmek gerekliydi, çünkü burada herşeyi yok
edebilecek bambaşka bir açlık söz konusuydu.
Fakat şehrimizdeki gurbetzedelerin ne çeşit bir
ruh hali içinde bulundukları hakkında doğru bir fikir
edinebilmek için kadınlarla erkeklerin caddelere bo
184
şandıkları. ağaçsız şehrin üzerine düşen o bitip tü
kenmez yaldızlı ve tozlu saatleri yenibaştan yaşamak
gereklidir. Çünkü şehirlerin dili demek olan taşıt ve
makine gürültülerinin duyulmadığı sokaklardan, gü
neşte yıkanan taraçalara kadar yükselen gürültülü
konuşmalar ve adımların uğultusu, binlerce ayakkabı
tabanından çıkan ayak sesleri, ağırlaşmış gökyüzün
de vebanın ıslığı ile ayrı bir ahenk kazanıyor, sona
ermez, boğucu bir tepinme .yavaş yavaş bütün şehre
doluyor ve geceden geceye, kalplerimizde aşkın ye
rini almaya başlayan inada karşı o gerçek ve boğuk
sesiyle sesleniyordu.
IV
186
insanların sayısını iyice biliyordu. Beklenmedik bir şe
kilde hastalık belirtisi gösterenlerin süratle taşınma
ları için bir sistem bulmuştu. Karantinadakilere yapı
lan serumun sonuçlan belleğine kazılmıştı. Fakat ve
banın haftalık kurbanlarının sayısını bilemiyordu, sal
gının gerileyip gerilemediğinden haberi yoktu. Bütün
bunlara rağmen yakında gerçekleşecek olan kaçma
umudunu hâlâ besliyordu.
Ötekilere gelince, gece gündüz sürüp giden ça
lışmalara kendilerini kaptırmış, ne gazeteleri okuyor,
ne de radyo dinliyorlardı. Kendilerine elde edilen yeni
sonuçlar bildirildiğinde ilgileniyorlarmış gibi görünü
yorlarsa da. ne kesin darbeyi, ne de mütareke.-günü
nü beklemeden sadece gündelik ödevlerini başarma
ya çalışan büyük savaşların muhariplerinde görülen
o dalgın kayıtsızlığın içindeydiler.
Vebanın sebep olduğu hesapları kaydetmeye ça
lışan Grand, onun genel sonuçlarının ne olduğunu
belirtmekten çok uzaktaydı. Yorgunluktan bitkin düş
tükleri açıkça görülen Tarrou’nun. Rambert'in, Rieux’
nün tersine Grand şjmdiye kadar hiçbir zaman bu
kadar sağlıklı olmamıştı.
Oysa, belediyedeki memuriyeti, Rieux’nün ya
nındaki kâtipliği ve geceleri evinde gördüğü işi. hep
sini birden yapmaya çalışıyordu. Onun bu daimî yıp
ranma içinde, sadece iki üç sabit fikre dayanarak ya
şadığını görmek mümkündü. Bu sabit fikirler, veba
dan sonra hiç değilse bir hafta bir dinlenme tatili
yapmaktı; bu zaman içinde, üzerinde uğraştığı, kitap
çılara şapkalarım çıkarttıracak eserine rahatça çalı
şabilirdi. Bazan âni bir duygulanmaya kendini bıra
karak. Rieux'ye, Jeanne’dan bahsetmeye koyuluyor
du. Şu anda onun nerede olabileceğini, eğer gazete
leri okuyorsa, kendisini hatırlayıp hatırlamadığını dü
187
şünüyordu. Rieüx. böyle anlardan birinde, farkında ol
madan. bugüne kadar yapmadığı bir şeyi yaptığını.
Grand'a, karısından bahsetmekte olduğunu farketti.
Gelen her zaman güven verici telgraflara pek güven
mediğinden, karısının tedavi gördüğü hastahanenin
baştabibine bir telgraf çekmeye karar vermişti. Aldı
ğı cevapta, hastanın durumunun kötüye gittiği, müm
kün olan her şeyin yapılarak bunu önlemeye çalışa
cakları bildiriliyordu. Herhalde zayıf bir anına rast
lamıştı. Memur, doktora Jeanne’dan bahsettikten
sonra karısından haber alıp almadığını sormuştu.
Rieux de gerekli cevapları vermişti. Grand •. «Biliyor
sunuz ya,» demişti, «şimdi bu hastalık çabuk tedavi
ediliyor.» Rieux de onun bu ilgisini kabullenmiş ve
ayrılığın artık uzamaya başladığını, yanında olsa has
talığı alt etmesi için karısına elinden gelen yardımı
yapabileceğini, halbuki şimdi onun kendini yapayal
nız hissedeceğini söylemişti. Sonra susmuş, Grand'ın
sorularına kaçamak cevaplar vermekle yetinmişti.
Ötekiler de aynı durumdaydılar. En iyi karşı ko
yup dayanan Tarroü’ydu, fakat tuttuğu notlarda, te
cessüsleri derinlik bakımından fazla bir değişikliğe
uğramamışsa da çeşitliliğini kaybetmişti. Bütün bu
zaman içinde Cottard'la açıktan açığa meşgul olu
yordu. Otel, karantina yurdu haline getirildiği için
Rieux’nün evine yerleşmişti. Akşamları, Grdnd'ın v e
ya doktorun elde edilen son neticeler hakkındaki söz
lerini dinler gibi görünüyordu. Hemen, konuşmanın
konusunu kendisini daha çok ilgilendiren Oran haya
tının küçük ayrıntılarına çeviriyordu.
Castel. serumun hazır olduğunu gelip doktora
bildirmişti. İlk denemeyi M. Othon’un küçük oğlu üze
rinde yapacaklardı. Çocuk, hastahaneye götürülmüş
tü. Rieux'ye göre durumu ümitsizdi. Castel'e son is
188
tatistikler konusunda açıklama yaparken muhatabı
nın, koltuğuna gömülüp uyuklamakta olduğunu gör
dü. Alaycı ve tatlı bir ifadenin yaşlanmaz bir gençlik
verdiği, incecik bir tükrükle birleşen yarı aralık du
dakları ile birdenbire kendinden geçmiş bu yüz. bü
tün yaşlılığını ve yıpranmışlığını belli ediyordu. Rieux
birden boğazının tıkandığını hissetti.
Böyle zaaf duyduğu sıralarda ne derece yorgun
düştüğünü anlıyordu. Duygularına hâkim olamıyordu
artık. Çoğu zaman hassasiyeti yavaş yavaş çatlayıp
açıiıyor ve kendini, artık dizginleyemediği heyecan
larına bırakıyordu. Tek savunması bu katılaşmaya sı
ğınmak ve içindeki düğümü daha da sıkıştırmaktı.
Yaşamaya devam edebilmek için en iyi yolu bu oldu
ğunu biliyordu. Bundan ötesi için fazla hayal besle
miyordu, duyduğu yorgunluk henüz muhafaza ettiği
şeyleri bile elinden alıyordu. Çünkü ne vakit sona ere
ceğini kestiremediği bir zamana kadar ödevinin in-
sanlan tedavi etmek olmadığını artık biliyordu. Onun
ödevi sadece hastplığı teşhis etmekti. Keşfetmek,
görmek, tarif etmek, kaydetmek, mahkûm etmek, ona
düşen buydu. Eşler onu bileğinden yakalayarak hay
kırmıyorlardı : «Doktor, onu yaşatın!» Fakat onun ora
da bulunması, hastalara hayat vermek için değil, tec
rit edilmelerini emretmek içindi. Yüzlerde okunan o
kin neye yarardı. Bir gün, «Sizde kalp denen şey yok.»
demişlerdi yüzüne kgrşı. Hayır, onun da bir kalbi var
dı. Günde yirmi saat çalışıp didinmeye, yaşamak, için
yaratılmış insanların ölümlerini görmeye yarayan bir
kalbi... Her günü yeni baştan yaşamaya koyulmasına
o sebep oluyordu. Kalbi, ona sadece bunları verebili
yordu. Bu kalp nasıl başkalarına hayat verebilirdi?
Hayır, gün boyunca ona buna dağıttığı insanca
bir yardım değildi; sadece öğütlerden ibaretti. Buna
189
erkekçe bir iş denemezdi elbette. Fakat zaten, bu
mahvolup giden, korku içinde yaşayan kalabalık ara
sında erkekçe bir iş yapabilen tek kişi var mıydı?
Yorgunluk, hiç değilse durumu unutturuyordu. Rieux
daha az yorgun olsaydı, her yana yayılmış bu ölü ko
kusu onu fazla duygulu hale getirebilirdi. Fakat insan
günde ancak dört saat uyuyabilirse duygulu olmaya
vakti kalmaz. Oiayları nasılsa öyle, yâni tam bir ada
letle. o korkunç ve acı adaletle görür.
ötekiler de. mahkûmlar da bunu, onun kadar
hissediyorlardı. Vebadan önce doktoru bir kurtarıcı
gibi karşılarlardı. Bir şırınga ve üç hapla her şeyi dü-
zeltiverirdi. Koridorun sonuna kadar onu geçirir, elini
sıkarlardı. Tehlikesine rağmen, gurur okşayıcı bir şey
di bu. Şimdi ise hastaları görmeğe askerlerle birlikte
gidiyordu. Kapıyı açtırmak için dipçiklerle zorlamak
icabediyordu. Onları çekip götürmek ise bütün insan- ,
lığı birlikte ölüme çekip sürüklemek demekti. Ah! İn
sanların sevdiklerinden vazgeçmeleri kolay olmuyor
du. Onlar da bu mutsuzlar kadar tükenmiştiler. Öte
kilerden aynlırken gösterdikleri merhamet sarsıntısı
nın eşine kendileri de lâyıktır.
Dr. Rieux'nün hiç değilse bu sona ermez haftalar
boyunca, kendi gurbetzede durumu içinde yaşattığı
düşünceler bunlardı. Dostlarının yüzlerindeki yansı
malarda da okunan buydu. Felâketle savaşanların ya
vaş yavaş kendilerini kaptırdıkları bu bezginlik hali
nin en tehlikeli sonucu, dış olaylara ve başkalarının
duygularına karşı duydukları kayıtsızlıkla değil, ken
dilerini bıraktıkları gelişigüzellikteydi. Yerine getiril
mesi mutlaka zarurî olmayan hareketleri syapmaktan
kaçınıyorlardı. Bunlar kuvvetlerinin üstünde görünü
yordu. öyle ki bu adamlar sonunda kendi tesbit e t
tikleri sağlık kurallarına çoğu zaman yine kendileri
190
uymuyor, kendi kendilerini dezenfekte etmeyi ihmal
ediyor, korunma tedbirlerini almadan vebalı hastala
rı görmeye gidiyorlardı. Bu, şöyle oluyordu: Son da
kikada, hastalıklı bir eve gitmek gerekiyordu. Gere
ken temizlenmeyi yaptırmak için bu işle ilgili lokalle
re geri dönmek onlara çok zor geliyordu. En büyük
tehlike işte buradaydı, çünkü vebaya karşı giriştikleri
savaşta hastalığa yakalanmaya en uygun durumda
olanlar kendileriydi, işi rastlantıya bırakıyorlardı, rast
lantı ise kimsenin malı değildi.
Şehirde, kendini ne yorgunluğa, ne de umutsuz
luğa kaptırmış, memnuniyetin canlı bir timsali olarak
yaşayan tek bir adam varsa, o da Cottard'dı. Öteki
lerle ahbaplığa devam ettiği halde gene de kendini
her şeyin dışında tutmayı başarıyordu. Tarrou'yu.
işinden başkaldırabildiği uygun zamanlarında sık sık
aörmeye geliyordu. Bir kere, Tarrou'nun, kendisi hak
kında sağlam bilgileri olduğu, sonra da Cottard'ı de
ğişmez bir içtenlikle karşıladığı için.. Bu. devam ede-
gelen bir mucizeydi, ama Tarrou yüklendiği ağır işlere
rağmen hep güleryüzlü ve sevecendi. Hattâ bazı ak
şamlar yorgunluktan harap düşmüş bile olsa ertesi
gün yeni bir enerji buluyordu. C ottard: «Böyle biriyle
konuşulabilir» diyordu Rambert'e; «çünkü insan
adam. Sizi anlayacağına önceden emin bulunuyorsu
nuz.»
İşte bu sıralarda, Tarrou'nun notlarının Cottard’
m kişiliği üzerinde toplanması bundandı. Tarrou, ken
disine anlattıklarına ve hareketlerinden çıkardığı yo
rumlara dayanarak, Cottard'ın düşüncelerinin ve tep
kilerinin tam bir tablosunu çizmeye çalışmıştı. «Cot
tard ve vebaya dair» başlığını taşıyan notlarında, bu
tablo, defterin birkaç sayfasını almıştı. Hikâyeci de
burada onun bir özetini vermeyi yararlı buluyor. Tar-
191
rou'nun, ufak tefek adam üzerindeki kanısı şu yargı
dan belli oluyordu: «Bu mânen büyüyen bir insandır.»
Açıkça, o, kaybetmediği neşesi ile büyüyordu. Olay
ların gelişme tarzından şikâyetçi değildi. Bazan Tar-
rou'nun karşısında şu çeşit sözlerle gerçek düşün
cesini belli ediyordu: «İşler elbette ki iyi değil. Fakat
hiç değilse herkes aynı suyun içinde.»
Tarrou şunları ekliyordu :
«Tabiî o da ötekiler kadar hastalığın tehdidi al
tında. o da herkesle birlikte. Fakat eminim kı o. ve
baya tutulabileceğini ciddî olarak aklından geçirm i
yor. Pek de o kadar saçma olmayan şu fikre daya
narak yaşıyor gibi: Büyük bir hastalığın veya derin
bir azabın tehlikesi altında, insan, bir anda bütün
öteki hastalıkları ve azapları kendinden uzağa atmış
olur. Dikkat ettiniz mi? Hastalıkların topunu birden
üzerinizde toplamaya imkân olmadığına dikkat etti
niz mi? Örneğin, iyileşmesi imkânsız, vahim bir has
talığınız olduğunu farzedelim, ağır bir kanser ya da
ileri bir verem, o durumda sizin vebaya veya tifüse
yakalanmanıza imkân yoktur. Ayrıca, işi daha da ileri
götürebiliriz. Bir kanserlinin otomobil kazasında öl
düğü hiç görülmemiştir.» Doğru ya da yanlış, bu fikir
Cottard'ı neşelendiriyordu. İstemediği tek şey, öteki-;
lerden ayn düşmekti. Tek başına hapsedilmektense
herkesle birlikte kapatılmayı tercih ediyordu.
Salgın ortasında ne gizli soruşturmalar, dosya
lar. fişler, esrarengiz sorgular, kaçınılmaz tevkifler,
açıkçası ne polis, ne eski veya yeni işlenmiş suçlar
vardı; aralarına polislerin de katıldığı, yargıların en
tarafsızının verilmesini bekleyip dıiran bir sürü mah
kûm bulunuyordu sadece. Tarrou'nun anlattıklarına
göre. Cottard. vatandaşlarımızın gösterdikleri sıkıntı
ve huzursuzluk belirtilerini, o anlayışlı ve hoşgörür
192
memnuniyetle karşılıyordu. Bunu şu tek cümle ile ifa
de etmek mümkündü : «Konuşun, konuşun, ben bun
ları sizden önce yaşadım.»
Kendisine başkalarından ayrılmanın tek çaresi
nin temiz bir vicdana sahip bulunmak olduğunu söy
leyince, bana hırçın bir bakışla baktı v e : «Bu hesaba
göre, dedi, kimse kimseyle beraber olamaz.» Sonra
şunları ekledi: «İsterseniz inanmayın, fakat ben böy
le söylüyorum. İnsanları bir arada toplamanın biricik
çaresi onlara vebayı yollamaktır. Etrafınıza bir bakı
nız!»
Doğrusu, demek istediği şeyi, bugün sürdüğümüz
hayatjn ona ne derece rahat gelebileceğini anlıyor
dum. Daha önce nefsinde denediği tepkileri şimdi baş
kalarında görüyordu. Herkesin kendisi ile birlikte ol
masını temin için girişilen teşebbüsler, eskiden böyle
hallerde.gösterilen terslikler yerine yolunu kaybetmiş
bir yolcuya bilgi vermek nezaketi; insanların lüks ga
zinolara koşuşmaları, orada yer almak ve uzun za
man masa başında oturmak zevki; sinema önlerinde
ki kuyrukları tiyatroları ve dansingleri dolduran, bü
tün eğlence yerlerine coşkun bir med dalgası halin
de yayılan karmakarışık bir insan kalabalığı; her tür
lü temastan kaçınma, kadını erkeğe, erkeği kadına
iten, onları dirsek dirseğe vermeğe iteleyen insan ha
raretinin uyandırdığı iştah. Cottard bunların hepsini
onlardan önce tanımıştı, bu belli bir şeydi. Kadınlar
dan gayri, çünkü onda o hal varken... öyle tahmin
ediyorum ki daima son saniyede kadınlara gitmekten
vazgeçmişti, arkasından kendisini ayıplamalarını is
temiyordu.
«Sonunda veba başarıya ulaşmıştı. İstemediği
halde münzevi bir insanı kendine suc ortağı yapmış
tı. Çünkü açıkça, o bir suc ortağıydı, hem de işbirli
VEBA F . : 13/193
ğinden zevk alan bir ortak. O. bütün gözüyle gördük
lerinin. bâtıl itikatların, meşru olmayan korkuların,
ruhlardaki daima tetikte duran hassasiyetin, vebadan
mümkün olduğu kadar az bahsetmek isteyip buna
rağmen onun lâfını dillerinden düşürmeyişin. hasta
lığın baş ağrıları ile başladığını bilerek en küçük ağn
ile şaşkına dönüp sapsarı kesilmelerin, tahrik edilme
ye müsait, alıngan, içlerine yerleşmiş bir unutmanın
etkisiyle değişebilen ya da bir külot düğmesinin kay
bı ile yaralanan hassasiyetlerin suç ortağı idi.»
Tarrou’nun sık sık Cottard'la birlikte gezmeye
gittiği oluyordu. Not defterlerinde, sabaha karşı ya
da geceleri nasıl omuz omuza koyu kalabalığa ken
dilerini bıraktıklarını, uzaktan uzağa bir lâmbanın sey
rek akisler verdiği beyazlı karalı bir yığının içine na
sıl dalıverdiklerini. vebanın soğukluğuna karşı kendi
lerim sovunmak için sıcak zevklere doğru koşan in
san sürüsüne nasıl katıldıklannı anlatıyordu. Cottard'
ın birkaç oy önce halka açık yerlerde, lüks ve şata
fatlı hayatta kendini doyuramadan hülyasını besle
yen şeyi, yâni çılgınca bir zevke kendini kaptırışını,
şimdi bütün millet yaşıyordu. Her şeyin fiyatı o kadar
yükseldiği halde hiçbir zaman bu kadar çok para har
canmamıştı. Birçoklarının yetecek kadar parası ol
mamasına rağmen hiçbir zaman bu kadar lüzumsuz
harcama yapmamışlardı. Avarelikten doğan her çeşit
eğlencenin arttığı görülüyordu. Gerçekte bunun se
bebi işsizlikten başka bir şey değildi. Tarrou ile Cot
tard. uzun dakikalar boyunca, eskiden ilişkilerini giz
lemeye çalışan fakat şimdi şehrin ortasında, etrafın
daki kalabalığa aldırmadan, inatla ve büyük ihtiras
ların keyfi içinde, birbirine yapışmış yürüyen çiftleri
izliyorlardı. Bu manzara karşısında Cottard duygula
nıyordu : «Ah sizi gidi çapkınlar!» diyordu. Genel ate
194
şin ortasında yüksek sesle konuşuyordu. Etrafların
da kıratlara yakışacak bahşişler dağıtılıyor, gözleri
nin önünde entrikalar çevriliyordu.
Tarrou buna rağmen Cottard'ın takındığı tavırda
fazla bir kötülük bulmuyordu. Onun şu, «Ben bütün
bunları onlardan önce yaşadım» sözünde bile kaza
nılan bir zaferden çok mutsuzluğun ifadesi vardı.
Tarrou şöyle devam ediyordu : «Onun, şehir du
varları ve gökyüzü arasında hapsedilmiş bu insanldn
sevmeye başladığını sanıyorum. Örneğin mümkün ol
sa onlara bu duruma katlanmanın hiç de o kadar
müthiş bir şey olmadığını kendi arzusiyle izah ede
cektir. Bana dedi k i : «Hep vebadan sonra şöyle ya
pacağım. böyle yapacağım...» diye konuşuyorlar. Sa
kin sakin duracakları yerde yaşadıkları hayatı ken
dilerine zehir ediyorlar. Hem onlar kendi avantajları
nın da farkında değiller. Ben, tutuklanmamdan sonra
şunu yapacağım, bunu yapacağım, diyebilir miyim?
Tutuklanmam bir başlangıçtır, son değil. Oysa veba...
Benim kanaatimi öğrenmek ister misiniz? İşi oluruna
bırakmayışları mutsuzluklarının sebebidir. Hem bu
sözü bilerek söylüyorum.»
«Gerçekten sözünü bilerek söylüyor» diye ilâve
etmişti Tarrou. İnsanları birbirlerine yaklaştıran o sı
cak sevgi ihtiyacına rağmen içlerindeki itimatsızlık
yüzünden gene de bu birliği kuramıyan Oranlıların
gerçek değerlerinin ne olduğunu biliyordu. Kimse
komşusuna itimat edemezdi, bu, herkesin bildiği bir
şeydi, haberiniz bile olmadan size vebayı aşılar ve
hastalığı bulaştırmak için teslimiyetinizden istifade
eder. Cottard gibi bütün vaktinizi, yakın dost olmak
istediğiniz her insanda sizi ihbar edebilecek bir kim
seyi görmeğe harcarsanız bu duyguyu ancak o za
man anlayabilirsiniz. Vebanın bugün yarın yakanıza
195
yapışacağı ve belki de tam sağ ve sağlıklı olmanın
sevincini duyacağınız bir sırada hastalığın bu işi ya-
pacağını düşünerek yaşayan insanlara acımak gere
kir. Oysa Cottard veba süresince bu korku içinde ra
hatça yaşayacak. Fakat bütün bunları onlardan önce
duyup, yaşamış olsa da, bu şüphenin korkunçluğunu
ötekiler kadar duymasına imkân yoktu. Sonuç ola
rak, vebadan henüz ölmemiş olan bizlerin yanında o,
hayatının ve hürriyetinin her gün yenibaştan yıkılmak
üzere olduğunu hissetmekteydi. Fakat mademki ken
disi daha önce bu müthiş korkuyu yaşayarak sırasını
savmıştı, şimdi başkalarının aynı korkuyu yaşamaları
gerekiyordu. Daha açıkçası, artık bu korkuya katlan
mak, tek başına olduğu zamanki kadar ona ağır gel
miyordu. Onun yanıldığı nokta burası ve onu anlamak
ötekileri anlamaktan daha zor. Fakat ne de olsa,
böyle olması ötekilerden daha çok onu anlamaya ça
lışmanız gerektiğini gösteriyor.»
Tarrou’nun bu sayfaları. Cottard’la vebalılarda
gördüğümüz bu garip bilinçleşme halini canlandıran
bir hikâye ile bitiyor. Bu hikâye aşağı yukarı bu dev
rin zor havasını yaşatabilir; hikâyeci de bu yüzden
ona büyük önem vermektedir.
Bir akşam, şehir operasında oynanan Gluck’un
«Orph6e»sini görmeğe gitmişlerdi. Tarrou'yu, Cottard
davet etmişti. Oynayan, veba salgınının ortaya çıktığı
ilkbaharda şehre .temsiller vermeye gelmiş bir toplu
luktu. Hastalık yüzünden şehirden çıkamayan bu top
luluk şehir operasiyle bir anlaşma yapmak zorunda
kalmıştı, haftada bir temsillerine devam ediyorlardı.
Böylece aylardır her cuma günü şehir tiyatromuzda
OrphĞe’nin ahenkli şikâyetleri ile Eurydice’in faydasız
çağırışları çınlıyordu. Bununla beraber, bu temsiller
rağbet görüyor ve büyük hasılat sağlıyordu. En pa
196
halı koltuklara oturan Cottard’la Tarrou, vatandaşla
rımızın en şıklarının doldurduğu, iğne atılsa yere düş
meyecek parteri seyrediyorlardı. Her içeri girenin,
dikkati üzerine çekmek istediği gözden kaçmıyordu.
Perde önündeki göz kamaştırıcı ışıklar altında çalgı
cılar âletlerini kayıtsız kayıtsız akort ederlerken, içeri
girenlerin silûetleri iyice görülüyordu, bir sıradan öte
kine geçiyorlar, kibarca eğilip selâm veriyorlardı. Tat
lı bir tondaki konuşmalardan yükselen hafif uğultu
içinde insanlar bir iki saat önce, şehrin karanlık so
kaklarında, içlerinde eksikliğini duydukları güvenliği
yeniden buluyorlardı. Kılık kıyafet, vebayı kovuyordu.
197
onda müthiş bir gerçeklik kazanan ön dekorların üs
tüne yuvarlanıverdi.
■ Aynı anda orkestra susmuştu. Parterdekiler kalk
tılar, salonu yavaş yavaş boşaltmaya başladılar, ön
celeri. duadan sonra kiliseden çıkıyormuş, ya da zi
yaretten sonra bir ölü odasını terkediyormuş gibiy
diler. Kadınların başları yere eğikti, eteklerini elleriy
le toplamışlardı. Erkekler, eşlerini dirseklerinden tu
tup tiyatro iskemlelerine çarptırmadan ilerletmeye ça
lışıyorlardı. Fakat yavaş yavaş, bu hareket hızlandı,
mırıltılar, sonunda, öfkeli feryatlar halini aldı; kalaba
lık, bir sel gibi kapılara doğru aktı, insanlar orad^
bağrışarak birbirleriyle itişmeye başladılar. Cottard
ile Tarrou ayağa kalkmış, her zamanki hayatlarının
canlı bir temsilini seyrediyorlardı; sahnede, kımılda
maz olmuş bir aktör taslağı halinde vebo; salonda da.
unutulmuş yelpazeler ve kırmızı koltuklar üzerine sü
rünen dantellerle tamamen gereksiz bir görünüş kc-
zanan bütün bir lüks görülüyordu.
198
Rambert, Eylülün ilk günlerinde, Rieux'nün ya
nında ciddi şekilde çalışmıştı. Sadece Gonzales ve
iki delikanlı ile lise önünde buluşacağı gün izin rica
etti.
O gün, öğleyin, Gonzales'le gazeteci, iki delikan
lının gülerek yanlarına gelmekte olduğunu gördüler.
Gençler, gecen defa talihin yardım etmediğini, gele
cek nöbet sırasını beklemek gerektiğini söylediler.
Fakat bu hafta sıra onlarda değildi, haftaya kadar
sabretmek gerekiyordu. O zaman yeni baştan dene
yeceklerdi. Rambert bunu doğru buldu. Gonzales, ge
lecek pazartesi için bir randevu tesbit etti. Fakat bu
defa Rambert’i Marcel'le Louis’nin evine yerleştire
ceklerdi. «İkimiz bir randevu kararlaştıracağız. Ben
gelemezsem, sen dosdoğru evlerine gidersin. Nerede
oturduklarını sana anlatacaklar.» Fakat Marcel ya da
Louis, en iyisinin, arkadaşı hemen eve götürmek ol
duğunu söylediler. Eğer pek yemek seçmiyorsa, dör
düne de yetecek kadar yiyecek vardı. Böyle hareket
etmek kendileri için de iyi idi. Gonzales, bunun çok
yerinde bir fikir olduğunu söyledi. Sonra hep birlikte
limana doğru indiler.
Marcel'le Louis, Marine mahallesinin en uzak bir
yerinde, kapılara yakın bir yerde oturuyorlardı, Bu,
kalın duvarlı, kepenkleri boyalı tahtadan, çıplak ve
boş odalı küçük bir İspanyol eviydi. Bumburuşuk, gü
ler yüzlü, yaşlı bir İspanyol kadını olan delikanlıların
199
annesi pirinç yemeği ikram etti. Gonzales şaştı kal
dı, çünkü şehirde pirinç bulunmuyordu. «Umandan
bir şeyler uyduruyoruz» dedi Marcel. Rambert yiyip,
içerken, Gonzales onun gerçek bir dost olduğunu
söyledi, oysa gazeteci, bir haftanın nasıl geçeceğini
düşünüyordu.
Gerçekten de iki hafta beklemek gerekti. Çünkü
nöbetçilerin bekleme süresi, ekiplerin sayısını azalta
bilmek için onbeş güne çıkartılmıştı. Bu onbeş gün
içinde, Rambert, baş kaldırmadan, gözleri başka bir
şeye çevrilmeden aralıksız olarak şafaktan geceye
kadar çalıştı durdu. Geceleri geç yatıyor, derin bir
uykuya dalıyordu. Avare bir hayattan ayrılıp bu yıp
ratıcı çalışmaya geçmek onu kuvvetsiz ve rüyosız bı
rakıyordu gittikçe. Yakında girişeceği kaçma teşeb
büsünden artık pek bahsetmiyordu. Bu arada, kayde
dilmeye değer tek olay şuydu: Bir hafta geçtikten
sonra, bir gece önce içip sarhoş olduğunu doktora
itiraf etmişti. Bardan çıkınca, birdenbire, kasıklarının
şiştiğini hisseder gibi olmuştu: kolları, koltuklarının
etrafında güçlükle kıpırdıyordu. Vebaya tutulmak üze
re olduğunu sandı. Ve hemen ilk aklına gelen şeyi
şimdi Rieux ile beraber kendisinin de makul bulduğu
bir şeyi yapmıştı. Koşa koşa, şehrin deniz değilse
bile azıcık gökyüzü görebilen yüksek yerine çıkmış,
şehir duvarlarının dışında kalan karısını avazı çıktığı
kadar bağırarak .çağırmıştı. Evine dönüp de vücu
dunda hiçbir hastalık belirtisi bulmayınca, geçirdiği
bu âni buhrandan kendi kendine utanmıştı. Rieux.
böyle hareket etmeği pekâlâ anlayabileceğini söyle
di. «Her şeye rağmen,» dedi, «insan böyle bir istek
duyabilir.»
Sonra. Rambert ayrılacağı sırada Rieux birden
şunları ekledi:
200
— Mösyö Othon bu sabah bana sizden bahsetti.
Sizi tanıyıp tanımadığımı sordu. «Ona tavsiye edin
de.» dedi, «kaçakçılar çevresinde pek fazla dolaşma
sın. Üzerine dikkati çekmeğe başlıyor artık.»
— Ne demek istiyor bu sözleriyle?
— Biraz acele etmeniz gerekiyor dem ektir.
Rambert. doktorun elini sıktı.
— Teşekkür ederim, dedi.
Kapının önüne gelince birden geri döndü. Rieux,
onun vebanın başından beri ilk defa gülümsemek te
olduğunu farketti.
— Benim gitmeme neden engel olmuyorsunuz?
Elinizde bunu yapacak imkânlar var.
Rieux. her zamanki âdetine uyarak başmı salla
dı. Bunun Rambert'in kendi işi olduğunu, onunsa
mutluluğu seçtiğini, kendisinin onu inandıracak ka
nıtlara sahip bulunmadığını söyledi.
Bu konuda iyinin ve kötünün hangi yönde oldu-,
ğunu kestiremiyordu.
— Peki, niye acele etmemi söylüyorsunuz öy
leyse?
Bu defa Rieux gülüm sedi:
— Belki ben de. dedi, mutluluğum için bazı şey
ler yapmak arzusunu duyuyorum, ondan.
Ertesi gün bir daha bunları konuşmadılar, fakat
beraberce çalıştılar. Bir hafta sonra. Ram bert o kü
çük Ispanyol evine yerleşti. O rtak odalarında bir ya
tak da ona ayırmışlardı. Delikanlılar yem eğe gelm e
dikleri ve kendisinden de mümkün olduğu kodar az
dışarı çıkması rica edildiği için, çoğu zam an yalnız
kalıyor, ya da ihtiyar ona ile sohbete dalıyordu. Ko
ralar giyinmiş, yüzü esmer ve k ırış *, tertem iz beyaz
saçları ile hareketli ve kupkuru bir kadındı. Sessiz
201
sedasız bir hali vardı. Rambert'e baktığı zaman göz
lerinin içi gülüyordu.
Bazı defalar, karısını da vebaya bulaştırmaktan
korkup korkmadığını sormuştu. Rambert, bunu göze
almak gerektiğini, hem zaten bu ihtimalin pek az ol
duğunu. oysa şehirde kalmasının karısından daimî
şekilde ayrılmayı kabul etmek sayılacağını söyle
mişti.
İhtiyar kadın, gülümseyerek :
— Karınız sevimli midir? diye soruyordu.
— Cok sevimlidir.
— Güzel mi?
— Sanırım.
— Ah! dedi kadın, demek bunun için.
Rambert düşünmeye dalmıştı. Elbette ki bunun
içindi, fakat, sadece bunun için olması da imkânsızdı.
Her sabah dua için kiliseye giden yaşlı kadın:
— Tanrıya inanmıyor musunuz? diye soruyordu
Rambert, hayır cevabını verince kadın gene se
bebin bu olduğu sözünü bir daha tekrarladı.
— Haklısınız, dedi, karınıza kavuşmanız gerek
sizin. Aksi halde sahip bulunduğunuz hiçbir şey yok
demektir.
Geriye kalan zamanı, sıvalı ve çıplak odanın için
de. duvara çivilenmiş yelpazeleri okşayarak ya da
masa üzerindeki , halının saçaklarında sallanan yün
yuvarlakları sayarak, dönüp dolaşmakla geçiriyordu.
Akşam olunca delikanlılar eve dönüyorlardı. Pek faz
la konuşmuyorlar, henüz vaktin gelmediğini söyle
mekle yetiniyorlardı. Yemekten sonra Marcel kitcrc
çalıyor ve anasonlu bir likör içiyorlardı. Rambert dü
şünceli bir hal takınıyordu.
Çarşamba günü Marcel şu haberi getirdi: «Ya
rın akşama, tam gece yarısı hazır ol.» Birlikte nöbet
202
tuttukları iki adamdan biri, vebaya yakalanmıştı, öte
ki de. arkadaşiyle bir odada yattığından, müşahede
altına alınmıştı. Böylece iki, üç gün için Marcel'le
Louis tek başlarına kalmış olacaklardı. Gece son ay
rıntıları tesbit ederlerdi. Yarın işi becermek mümkün
olabilirdi. Rambert teşekkür etti. İhtiyar kadın «Mem
nun musunuz artık?» diye sordu. Evet, cevabını ver
di. ama kafası başka şeyle meşguldü.
Ertesi gün ağır bir gökyüzü altında nemli ve bo
ğucu bir sıcak, vardı. Veba konusunda yeni haberler
cok kötüydü. İhtiyar İspanyol kadını, her zamanki gi
bi, soğukkanlılığını kaybetmiyordu. «Dünya günahla
dolu» diyordu, «elbette böyle olacaktı.» Marcel ve
Louis gibi, Rambert de sırtına bir şey giymeden yarı
çıplak dolaşıyordu. Fakat ne yapsa, ter, omuzların
dan ve göğsünden boşanıyordu. Pancurları kapalı,
evin yarı loşluğu içinde vücutlar esmer ve parlak bir
fenk alıyordu.
Rambert. konuşmadan, odanın içinde dönüp du
ruyordu. Öğleden sonra dörde doğru birdenbire gi
yindi ve dışarı çıkacağını söyledi.
M a rc el:
— Dikkatli olun. dedi, bu gece yarısı. Her şey
hazırlandı.
Rambert. doktorun evine gitti. Rieux'nün annesi,
onu. şehrin yukarısındaki hastanede bulabileceğini
söyledi. Nöbetçi postasının önünde aynı kalabalık
kayndşıp duruyordu. Gözbebekleri büyümüş bir polis
m em uru: «Yürüyün, ilerleyin!» diye bağırıyordu. İn
sanlar ilerliyorlardı, ama hep oldukları yerde sayarak.
Teri ceketine çıkmış polis m emuru: «Bekliyecek bir
şey yok» diyordu. Bunu hepsi biliyorlardı zaten, ama
öldürücü ,sıcağa rağmen, gene de oradan, ayrılmıyor
lardı. Rambert. giriş belgesini gösterdi, çavuş da Ri-
203
eux*nün bulunduğu yeri ona işaret etti. Kapı avluya
acılıyordu. Bürodan çıkmakta olan papaz Poneloux
ile orada karşılaştı. '
Islak çarşaf ve eczane kokan küçük beyaz bir
salonda, siyah tahtadan yapılmış bir büronun ardın
c a . kollarını sıvam ış, akan terini mendiliyle silen Tar-
rou'yu gördü.
— Daha burodo mısınız? dedi. Tarrou.
— Evet. Rieux ile konuşmak istiyorum.
— Koğuşta. Eğer onsuz halledilecek bir şey ise
daha iyi olur.
— Niye?
— Çok işi var. Elimden geldiği kadar yardım et
m eğe çalışıyorum.
Rom bert. Tarrou'ya bakıyordu. Çok zayıflamıştı.
Yorgunluktan, gözleri ile yüzünün çizgileri birbirine
karışıyordu. Kuvvetli omuzlan yuvarlak bir hal almış
tı. Kapıya vuruldu. Yüzü beyaz örtülerle kapalı hem
şire g ird i... Tarrou'nun masası üstüne bir fiş paketi
koydu, örtünün altından kısık duyulan sesiyle, sade:
«Altı tane» dedi. Sonra çıktı.
Tarrou gazeteciye baktı ve ona. yelpaze şeklin
de octığı fişleri gösterdi.
— Güzel, fişler ha! Ama değil işte, bunlar ölü
lerin fişleri. Bu geceki ölülerin.
' Alnında bir çukurloşma oldu. Fiş paketini tekrar
katladı.
— Yapabileceğimiz tek şey bunun hesabını tut
mak.
Tarrou. masaya dayanarak kalktı.
— Yakında gidiyor musunuz?
— Bu akşam, gece yarısı.
Tarrou. bundon memnun olduğunu ve kendine
dikkat etmesini söyledi.'
204
— Bu sözlerinizde samimi misiniz?
Tarrou, omuzlarını kaldırdı:
— Benim yaşımda bir insan ister istemez sami
mi olur. Yalan söylemek, çok yorucu bir şeydir.
— Tarrou. dedi gazeteci. Doktoru görmek isti
yorum. Mazur görün.
— Biliyorum. O. benden daha insandır. Haydi gi
delim.
^ Rambert, güçlükle:
— Hayır bundan değil, dedi. Sonra durdu.
Tarrou baktı, birdenbire ona gülümsedi.
Duvarları acık yeşile boyandığı için bir akvar
yum aydınlığı içindeki küçük bir koridordan ilerledi
ler. Ardında, gölgelerin garip şekiller alarak oynaştığı
çifte camlı kapıya varmadan, Tarrou. Rambert’i, du-
varlörı baştanbaşa dolaplarla kaplı küçük bir odaya
soktu. Dolaplardan birini açtı, bir sterilizatörün için
den hidrofilli tülden iki maske çıkardı, birini Ram-
bert’e uzatıp kendisi gibi yüzüne örtmesini söyledi.
Gazeteci, bunun bir işe yarayıp yaramadığını sordu.
Tarrou, hayır dedi, fakat hiç değilse etraftakilerde
güven uyandırıyordu.
Camlı kapıyı ittiler. Mevsime rağmen pencereleri
sımsıkı kapanmış muazzam bir salondu. İki sıralı kur
şun! yatakların tepesindeki tavanda, havayı değişti
ren vantilâtörlerin kanatları aşın derecede ısınmış
havayı savurup duruyordu. Her köşeden duyulan gü
rültülü ve keskin inlemeler, monoton bir inilti ha
linde yükseliyordu. Beyazlar giyinmiş adamlar, demir
parmaklıklı yüksek pencerelerden düşen şiddetli ay
dınlık altında oradan oraya gidip geliyorlardı. Ram
bert. salondaki müthiş sıcaklıkta bir fenalık geçirir
gibi oldu. Boyuna inleyip duran bir vücudun üzerine
eğilmiş olan Rieux’yü zor tanıyabildi. Yatağın iki ya-,
205
nındaki hastabakıcıların açık tuttukları hastaların ka
sıklarını yarmaktaydı. Doğrulunca, yardımcılarından
birinin tuttuğu tepsiye elindeki âletleri attr. bir an kı
pırdamadan durarak, yarası sarılan hastaya baktı.
Yanına yaklaşan Tarrou'ya:
— Ne haberler? dedi.
— Paneloux. karantina binasında Rambert’in ye
rini almayı kabul ediyor. Şimdiden epey iş yaptı. Ram-
bert’siz kurulacak üçüncü arama ekibiyle çalışacak.
Rieux, başıyla tasdik etti.
— Castel ilk terkipleri tamamladı. Bir deneme
yapmayı teklif ediyor.
. — Ah, dedi Rieux. işte bu iyi havadis.
— Sonra. Rambert de burada.
Rieux boşını çevirdi. Maskesinin üzerinden ga
zeteciyi görür görmez gözlerini kırpıştırdı:
— Ne yapıyorsunuz burada? dedi. Şimdiye ka
dar gitmiş olmalıydınız.
Tarrou, bu akşam gece yçrısı gideoeğini söyledi.
Rambert de şunu ilâve e tti:
— öyle hesaplanmıştı.
Her konuşmalannda yüz maskeleri şişiyor ve ağ
zın üstüne gelen yer ıslanıyordu. Bu hal, konuşmaya
bir gerçekdışılık veriyordu, sanki' heykeller konuşu
yor gibiydi.
— Sizinle konuşmalıyım, dedi. Rambert.
— İsterseniz' beraber çıkarız. Beni Tarrou’nun
bürosunda bekleyin.
Bir dakika sonra Rambert'le Rieux arabanın arka
koltuklarına oturmuşlardı. Arabayı Tarrou kullanıyor
du.
Tarrou, makineyi işletirken:
— Artık benzin de yok. dedi. Yarından sonra ya
ya gidip geleceğiz.
206
R am bert:
> -*■ Doktor, dedi, ben gitmiyorum, sizinle kalaca
ğım.
Tarrou yerinden kıpırdamadı. Arabayı kullanm aya
devam etti. Rieux, yorgunluğundan sıyrılacak gibi gö
rünmüyordu. Kalın bir sesle : ,
— Peki, ya karınız ne olacak? diye sordu.
Rambert. ayrıca düşündüğü, inandığı şeylere hâ
lâ da inmayo devam ettiğini, fakpt eğer giderse bunu
kendisi için utanılacak bir şey sayacağını söyledi.
Sevgilisini severken bu düşünce onu rahatsız edip
duracaktı. Fakat Rieux yerinden doğruldu, güven do
lu bir sesle bunun anlamsız bir düşünce olduğunu, in
sanın mutluluğu seçmekle hic de utanç duyacak bir
şey yapmış sayılmıyacağını bildirdi.
— Evet, dedi Rambert, fakat bir insanın tek ba
şına mutlu olması da utanılacak bir şeydir.
O ana kadar sesi çıkmamış olan Tarrou. başını
geriye çevirmeden. Rambert insanlann felâketini pay •
laşmak istiyorsa mutluluğu duymaya vakit bulamıyo-
cağını söyledi. Bir tercih yapması lâzımdı.
Ram bert:
— Sorun o değil dedi. Hep bu şehrin bir .yaban
cısı olduğumu sizinle yapacok hiçbir işim bulunmadı
ğını düşünüyordum. Fakat şimdi göreceklerimi gör
düm. artık ister isteyeyim, ister istemeyeyim, buraya
ait olduğumu biliyorum. Bu serüven hepimizi ilgilen
diriyor.
Kimse cevap vermedi. Rambert birden eabırsız-
lanmış göründü.
— Siz de bunun böyle olduğunu biliyorsunuz:
Yoksa bu hastanede işiniz neydi? Sizler de tercihi
nizi yaptınız ve mutluluktan vazgeçtiniz mi?
207
Ne Tarrou, ne Rieux buna hemen cevap verme
diler. Sessizlik uzun bir zaman, doktorun evine yak-
laşıncaya kadar sürdü. Rambert, son sorusunu yeni
den, daha kuvvetle sordu. Ona dönen yalnız Rieux
oldu. Güçlükle yerinden doğruldu :
— Affediniz beni, Rambert, dedi, fakat bunu ben
de bilmiyorum. Ama mademki bizimle kalmak istiyor
sunuz. kalın.
Otomobilin birden yol değiştirmesi onu susturdu.
Sonra önüne bakarak sözüne devam e t t i :
— Dünyada hiçbir şey insanın sevdiğinden vaz
geçmesine değmez. Fakat niçin olduğunu bilmeden
ben de bu vazgeçişe katlanıyorum-
Kendini kanapeye attı.
— Gerçek bu, hepsi o kadar, dedi yorgun bir
sesle. Bunu böyle bilelim ve bunun sonuçlarına çare
siz katlanalım.
— Hangi sonuçlarına? diye Rambert sordu.
— Ah, dedi Rieux, hem insanları tedavi etmek,
hem de bilmek bir arada olmaz, öyleyse mümkün ol
duğu kadar hızla insanları iyileştirmeye bakalım. En
acele yâpılacak şey bu.
Gece yarısı, Tarrou’yla Rieux, araştırma yapa
cağı mahallenin plânını Rambert’e gösterirlerken,
Tarrou saatine baktı. Başını kaldırınca Rambert’in
bakışlariyle karşılaştı.
— Kendilerine haber vermiş miydiniz?
G azeteci, gözlerini kaçırdı; g ü ç lü k le :
— Sizi görmeğe gelmeden bir pusula yollamış-,
tim, dedi.
Castel’in serumu Ekimin son günlerinde denendi.
Zaten Rieux'nün bu son ümidiydi. Yeni bir başarısız
lıkla karşılaşırsa doktor, vebanın şehri tamamen ele
geçireceğini biliyordu. Hastalık, isterse, etkisini daha
uzun aylar devam ettirir, isterse sebepsiz yere birden
duraklayıverirdi. Bu, hastalığın keyfine kalmıştı.
O günün akşamı, Castel, Rieux’yü görmeye geldi.
Mösyö Othon’un oğlu hastalanmıştı, bütün aile ka
rantinaya gönderilmişti. Karantinadan yeni kurtulmuş
bulunan anne, ikinci defa tecrid edilmiş oluyordu. Ve
rilen emirlere itaat eden yargıç, çocuğunda hastalığın
belirtilerini görür görmez hemen doktor Rieux’yü ça-
ğırtmıştı. Rieux eve geldiği zaman, anne ve baba, ya
tağın başucunda ayakta duruyorlardı. Çocuk bitkin
bir halde yatıyordu. Hiçbir şikâyette bulunmadan
kendini muayene ettirdi. Doktor, başını kaldırdığında,
yargıcın başını ve onun arkasında, ağzını bir mendille
örtmüş ve büyümüş gözlerle doktorun hareketlerini
izleyen annenin sapsarı yüzünü gördü.
Yargıç soğuk bir sesle:
— Tamam, o hastalık değil mi? diye sordu.
Rieux, yeniden çocuğa bakarak:
— Evet,, cevabını verdi.
Annenin gözleri daha büyüdü, gene de bir şey de
medi. Yargıç da susuyordu, sonra daha hafif bir ses
le:
— Öyleyse doktor, dedi, gerekli usuller neyse
ona göre hareket edelim.
VEBA F . : 14/209
Rieux. hep ağzını mendiliyle tıkamış duran an
nem- bakışıyla karşılaşmaktan kaçınıyordu:
Bunu çabuk hallederiz, dedi, mütereddit bir
- "'e. ege; ‘»leton edebilirsem.
M oö , Othoı., kendisiyle birlikte geleceğini söy-
■eaı. • * *oktoı, kadına döndü:
Oor ^utetwov:,n gerekli hazırlığı yapmalısı
nız. N t olauğınu u ,:yorsunuz.
Muüun, 3*hon. ne yapacağını bilemedi. Yere ba
kıyordu.
Başıyla tasdik ederek:
— Evet, dedi, ben de onu yopocaktım şimdi
Ayrılmadan önce, Rieux. bir şeye ihtiyaçları olup
olmadığını kendilerine sordu Kadın, hep sessizlik
içinde ona bokıyordu. Fakat yargıç bu defa gözlerim
ondan kaçırdı.
— Hayır, dedi. Sonra tükrüklerini yutarak devam
etti: Fakat çocuğumu kurtarınız.
Başlangıçta basit bir formaliteden ileri gitmeyen
karantinayı Rieux ile Rambert işe yarar bir hale ge
tirmişlerdi. Bir aile fertlerinin ayrı ayrı yerlerde tecrid
edilmeleri usuldendi. Ailenin bir ferdine kendisi de
farkında olmadan hastalık bulaşmışsa yayılmasını ön
lemek gerekliydi. Rieux, yargıcın da yerinde bulduğu
bu tedbirleri ona uyguladı. Fakat yargıçla karısı bir
birlerine öyle bir bakışla baktılar ki Rieux, bu ayrılı
ğın onları nasıl perişan edeceğini birden hissetti. M a
dam Othon'la küçük kızı, Rambert’in idaresindeki ka
rantina yurduna yerleştireceklerdi. Fakat sorgu yar
gıcı için orada yer yoktu, ancak belediye meydanında
valiliğin Yollar idaresinden ödünç aldığı çadırlarla
kurdurmakta olduğu tecrit kampında yer vardı. Rieux
bundan dolayı özür diledi.
210
Fakat Mösyö Othon. herkesin aynı kurala uyma
sı gerektiğini, ona uymanın doğru olacağını söyledi.
Çocuğa gelince, o da içine on yatağın yerleşti
rilmiş olduğu eski bir sınıftan bozma koğuşa taşın
mıştı. Yirmi dört saat sonra Rieux. çocuğun durumu
nun kötüleşmekte olduğunu anladı. Küçük vücut hiç
bir direnme göstermeden hastalık tarafından kemiril
mekteydi. Henüz beliren ıstırap verici şişler zayıf maf
salları kaplıyordu. Çocuk, daha savaşmadan yenil
mişti bile. Rieux bunu farkeder etmez çocuğun üze
rinde Castel'in serumunu hemen denemeyi düşündü.
Aynı akşam yemekten sonra, uzun uzadıya, çocukta
bir reaksiyon görmeden aşıyı tatbik etmekle uğraş
tılar. Ertesi günü, şafak sökerken, bu kesin deneme
nin nasıl sonuç verdiğini görmek için, hepsi çocuğun
yanına gittiler.
Uyuşukluktan kurtulan çocuk, ihtilâçtı çırpınma
larla çarşafların içinde dönüp duruyordu. Doktor
Castel'le Tarrou sabahın dördünden beri başı ucunda
bekliyor, hastalığın ilerleyişini ya da duraklayışını
adım adım izliyorlardı. Yatağın baş tarafında, Tar-
rou'nun kalın gövdesi, biraz kamburca, eğilmiş duru
yordu. Castel. eski bir kitabı olanca dikkatiyle oku
maktaydı.
Yavaş yavaş, gün ışığı eski okul salonuna yayıl
dıkça, ötekiler de gelmeğe başladılar. Paneloux, Tar-
rou'nun karşısında, yatağın bir kenarında durup du
vara dayandı. Tarrou'nun yüzünde acı bir ifade vardı,
vücudundan yaptığı fedakârlıklarla Vorgun argın ge
çen bütün bu günler kıpkırmızı alnında çizgiler halin
de duruyordu. Arkadan Joseph Grand da geldi. Saat
yediydi, geç kaldığı için özür diledi. Az kalıp gide
cekti. kesin bir şey öğrenebilmişler miydi, onu merak
ediyordu. Bir şey söylemeden Rieux ona, allak bullak
211
olmuş, gözleri kapalı, dişleri olanca kuvvetiyle sıkıl
mış, vücudu hareketsiz, başını çarşafsız yastığın üze
rinde durmaksızın, bir o yana bir bu yana çevirip du
ran çocuğu gösterdi. Ortalık epey aydınlandığı, yani
sınıfın dibindeki kara tahta üzerinde muadele ve for
müllerden kalma çizgiler gözle görülebilecek gibi ol
duğu bir sırada Rambert geldi. Yandaki yatağa da
yandı ve sigara paketini çıkardı. Fakat çocuğa bir ke
re baktıktan sonra paketini tekrar cebine soktu.
Oturmakta olan Castel, gözlüklerinin üstünden
Rieux'ye bakıyordu.
— Babasından haberiniz var mı?
— Hayır, dedi Rieux, tecrit kampında.
Doktor, çocuğun inlediği yatağın kenar parmak
lığını kuvvetle sıkıyordu. Birdenbire, dişlerini yeniden
sıkarak, gerginleşen kollarını ve bacaklarını yavaşça
aralayıp belini daha az aşağı indiren çocuğu dikkatle
seyrediyordu. Asker örtüsünün altında çıplak yatan
vücuttan acı bir ter ve yün kokusu yükseliyordu. Ço
cuk yavaş yavaş büzüldü, kollarını ve bacaklarını ya
tağın ortasına doğru çekti, ne bir şey görüyor, ne işi
tiyordu. Nefes alışı daha da hızlanmış gibiydi. Rieux,
Tarrou'yla göz göze geldiyse de. öteki, bakışlarını
kaçırdı. Aylardır, birçok çocuğun ölmesini görmüş
lerdi, fakat şimdiye kadar, onların çektikleri acıyı bu
sabahki kadar sürekli biçimde izlememişlerdi. Elbet-
teki, bu masumlara reva görülen ıstırap onların gö
zünde rezilce bir şeydi. Gerçekten de bu rezilce işin
soyut bir görünüşü vardı, çünkü, bir masumun can
çekişmesini bu kadar uzun süre ilk defa seyrediyor
lardı.
O sırada çocuk, sanki midesinden ısırılıyormuş
gibi zayıf bir inilti ile yeniden iki büklüm oldu. Uzun
dakikalar, sanki narin yapısı vebanın kızgın rüzgârı
912
ve ateşin devamlı nefesleri altında bükülüyormuş gibi,
ihtilâçtı sarsıntılar ve titremeler geçirdi. Fırtınayı at
lattıktan sonra biraz rahatladı, ateş çekilir gibi oldu,
dinlenmesinin daha şimdiden ölümü andırdığı rutu
betli ve zehirli bir sahilde bekliyordu sanki. Yakıcı dal
ga üçüncü defa yeniden ulaşıp onu biraz yükseltince,
çocuk, olduğu yerde kıvrıldı. Kendisini yakan ateşten
kaçmak isteyerek yatağın ucuna çekildi. Başım çar
şafın dışına çıkarmış, delicesine sağa sola sallayıp
duruyordu. İri iri gözyaşları, ateş gibi kirpiklerinden
boyanıyordu, kurşun rengindeki yüzünden el gibi akı
yordu. Kendisini harap düşüren bu krizin sonunda,
kırk sekiz saat içinde etleri sarkmaya başlamış kol
larını, kemikten ibaret kalmış bacaklarını gererek, bit
kin bir halde uzanıp kaldı. Çocuk yatağın içinde, vah
şice çarmıha gerilmiş bir insana benzemişti.
Tarrou eğildi, ağır eliyle gözyaşları ve tere bat
mış küçük yüzü kuruladı. Deminden beri Castel de
kitabını kapatmış, hastayı seyrediyordu. Bir cümleye
boşlamak istedi, fakat sesi birden şiddetle yüksel
diğinden cümlesine devam edebilmek için öksürmek
zorunda kaldı.
— Sabah iyileşmesi de görülmedi değil mi, Ri-
eux? dedi.
Rieux. görülmediği cevabını verdi, fakat çocuk
normal mukavemet süresinden daha fazla dayanı
yordu. Duvara, yıkılmış gibi dayanmış duran Pone-
!oux yüksek bir sesler
— Eğer ölmesi gerekiyorsa, bu şekilde daha çok
azap çekmiş olacak, dedi.
Rieux birden ona doğru döndü, bir şey söyle
mek için ağzını açtı, fakat kendine hakim olmak için
gözle görülür bir çaba harcadıktan sonra sustu, ba
kışlarını yeniden çocuğa çevirdi.
213
Salon aydınlığa boğulmuştu. Öteki beş yatakta
birtakım vücutlar, sanki usule uymak istiyormuş gibi
saygılı bir şekilde kımıldanıyor ve inliyorlardı. İçle
rinde tek bağıranı, koğuşun öteki ucundan muntazam
aralıklarla, acıdan çok bir şaşkınlığı belirten, kısa kı
sa çığlıklar atıyordu. Hattâ hastalarda bile salgının
ilk zamanlarındaki korku kalmamış gibiydi. Artık has
talığı kabul edişlerinde bir çeşit tevekkül vardı de
nebilirdi Yalnız çocuk, olanca kuvvetiyle çırpınıp dur
maktaydı. Rieux arada bir, hiç gereği olmadığı halde,
elinden bir şey gelmiyen kıpırdanmaz durumdan ken
dini kurtarabilmek için, çocuğun nabızlarını tutuyor,
gözlerini kapayarak kendi kanının gürültüsüne karı
şan bu çırpıntıyı hissediyordu. O zaman işkence için
deki çocukla tek bir vücut halinde birleştiğini duyu
yor ve henüz sahip olduğu olanca kuvvetiyle ona des
tek olmak istiyordu. Fakat bir an için birleşen iki kal
bin atışları birbirine uymuyordu. Çocuğunkini kaybe
diyor ve sarfettiği çaba boşlukta yok oluyordu. Bir
şey yapamadığını anlayınca, incecik bileği bırakıyor
ve yerine dönüyordu.
Sıvanmış duvarların üstünde gün ışığı pembe
den sarıya dönüyordu. Camların ardında sıcak bir
günün sabahı çıtırdamaya başlıyordu. Grand'ın, ge
ne geleceğini söyleyerek gidişini güç farkettiler. H ep
si bekliyorlardı. Gözleri hep kapalı duran çocuk bir
parça sakinleşmişe benziyordu. Hayvan pençesine
dönen elleriyle yatağın kenarını okşuyordu. Elleri y a
vaş yavaş yükseldi, dizinin yanındaki örtüyü kazıma
ya başladı, sonra bacaklarını birdenbire büküverdi,
baldırlarını kalçasına doğru yaklaştırdı ve öyle kala
kaldı. İlk defa olarak bu sırada gözlerini açtı ve kar
şısında duran Rieux'ye baktı. Kil rengine boyanan
yüz boşluğunda ağzı açıldı, hemen o anda nefes a l
214
masının pek değiştirmediği tek ve devamlı bir çığlık
yükseliverdi. Onunla beraber oradakilerin hepsinden
çıkmışa benzeyen monoton ve anlaşılmaz, âdeta. İn
sanî olmayan bir itiraz sesi salonu doldurdu. Rieux.
dişlerini sıkıyordu. Tarrou, başını öteye çevirmişti.
Rambert Castel'in yanına yaklaştı, o da hemen kitabı
bıraktı, kitap dizlerinde açık olarak kaldı. Paneloux,
her çağın çığlığını taşıyan, hastalığa bulaşmış bu ço
cuk ağzını seyretti. Hemen dizleri üstüne çöktü, cnun
biraz boğuk, fakat vazıh bir sesle ardı arkası gelme
yen o müşterek duayı okumaya başlamasını herkes
tabiî karşıladı: «Allahım bu çocuğu kurtar.»
Fakat çocuk feryat etmeye devam ediyordu, et
rafındaki hastalarda bir telâş başladı. Salonun dibin
de, inlemeleri kesilmemiş olan hasta, gittikçe daha
sık, daha yüksek sesle inlemeye, sonunda o da bağır
maya başladı, öteki hastalar da gittikçe artan bir hız
la inlemeye koyuldular. Bir hıçkırık dalgası Paneloux'
nun duasını bastırarak salonu kapladı. Rieux, yata
ğın parmaklığına asıldı, yorgunluk ve tiksintiden, göz
lerini kapadı.
Tekrar açtığında. Tarrou'yu yanıbaşında buldu.
— Gitmem gerek, dedi, Rieux. Artık dayanamı
yorum.
Fakat âniden, öteki hastalar seslerini kestiler.
Doktor, çocuğun feryatlarının zayıfladığını anladı. Ses
daha da azaldı, sonra durdu. İniltiler, sona ermiş bu
boğuşmanın uzak bir yankısı imişcesine sağır edici
bir kuvvetle yeniden başlamıştı. Çünkü mücadele ger
çekten sona ermişti. Castel, yatağın öbür yanına geç
ti ve çocuğun öldüğünü söyledi. Çocuk altüst olmuş,
yatak çarşaflarının içinde birdenbire ufalıvermişti, ağ
zı açık, fakat sesi çıkmadan yüzünde gözyaşlarından
kalan damlalarla dinleniyordu.
215
Poneloux. yatağa yaklaştı ve takdis işaretini yap
tı. Sonra cüppesinin eteklerini topladı; giriş kapısına
doğru yürüdü:
Taırou. Castel'e:
— İşe yeniden başlamak mı gerekecek? dedi.
Yaşlı doktor, başını salladı. Sinirli bir gülümse
yişle:
— Belki, dedi, ne de olsa epeyce dayandı.
Fakat Rieux. salonu terkedip öyle bir öfkeyle ve
hızlı adımlarla çıktı ki. Paneloux’nun yanından geçer
ken papaz onu durdurmak için kolunu uzattı. Aynı
öfkeli hareketle Rieux birden ona doğru dönüp, şid
detle bağırdı:
— Hiç değilse bu çocuğun bir suçu yoktu, bunu
siz de pekâlâ biliyorsunuz!
Sonra döndü, salonun kapılarından Poneloux,
don önce geçerek, okulun bahçesine çıktı. Bodur,
tozlu ağaçlar arasındaki sıralardan birine'oturdu,
gözlerine kadar giren terini kuruladı. Kalbini ezen bu
kuvvetli düğümü çözebilmek için, hep bağırmak is
teğini duyuyordu. Sıcak incir dallarının arasından ağır
ağır dökülmekteydi. Sabahın mavi göğü havayı git
tikçe daha boğucu hale getiren beyazım trak bir tülle
örtmeye başlamıştı. Rieux. aynı sırada kendisiyle baş-
başaydı. Dallara, gökyüzüne bakıyor, yavaş yavaş
düzgün bir şekilde, nefes almaya başlıyor, yorgunlu
ğunu üzerinden atıyordu.
Arkasından bir ses:
— Benimle bu kadar öfkeli konuşmaya sebep
ne? diyordu. Tanık olduğumuz bu manzara benim için
de dayanılmaz bir şeydi.
Rieux, Panelaux’ya doğru döndü :
216
— Doğru, dedi. Bağışlayın beni. Fakat yorgun
luk bir çeşit çılgınlıktır. Bu şehirde, bazı saatler, içim
de. isyan hissinden başka bir şey bulamıyorum.
— Anlıyorum, dedi Paneloux. İnsanı isyana gö
türen. bunun bizim gücümüz üstünde olması. Fakat
anlıyamadığımız bir şeyi sevmemiz gerekmez mi. di
ye düşünmeliyiz.
Rieux, birden doğruldu. Bütün hırsı ve kuvve
tiyle Paneloux'ya baktı, sonra başını salladı:
— Hayır, Peder, dedi. Benim, aşk hakkındaki
düşüncem bambaşka. Çocuklara işkence çektiren
bu düzeni sevmekten ölünceye kadar kaçınacağım.
Paneloux’nun yüzünden bir perişanlık gölgesi
geçti. Hüzünlü bir sesle :
— Ah, doktor, dedi. İlâhî inayetin ne demek ol
duğunu şimdi anladım.
Fakat Rieux, oturduğu sıraya yeniden kendini bı
raktı. Tekrar üzerine çöken yorgunluğunun derinli
ğinden, daha tatlı bir sesle cevap verdi:
— Elimde olmayan şeyin ne olduğunu biliyorum.
Fakat sizinle bunun tartışmasına girişemem. İnkârla
rın ve duaların ötesinde bir şey için birlikte çalışmak
üzere birleşmiş bulunuyoruz. Önemlj olan tek şey bu.
Paneloux, Rieux'nün yanına oturdu. Heyecan
içindeydi.
— Evet, dedi, evet, siz de insanın kurtuluşu yo
lunda çalışıyorsunuz.
Rieux, gülümsemeye çalıştı:
— İnsanın kurtuluşu, benim için büyük bir lâf.
Ben o kadar uzağa gitmiyorum. Beni ilgilendiren in
sanın .sağlığıdır. Önce sağlığı...
Paneloux, tereddüt etti:
— Doktor, dedi.
217
Sonra durdu. Onun da alnında ter damlaları bi
rikmişti. «Allahaısmarladık» diye mırıldandı. Ayağa
kalktığında gözleri parıldıyordu. Tam gitmek üzerey
ken düşünceye dalmış görünen Rieux kalktı, ona doğ
ru bir adım attı.
— Bir kere daha sizden af diliyorum, dedi. Bu
öfkeli halimi bir daha görmiyeceksiniz.
Paneloux, elini ona uzattı ve kederli bir sesle:
— Sizi ikna bile edemedim, dedi.
— Zaten neye yarar bu? Nefret ettiğim şeyin
ölüm ve fenalık olduğunu siz de pekâlâ biliyorsunuz.
İsteseniz de istemeseniz de acı çekmek ve mücadele
etmek için birleşmiş bulunuyoruz.
Rieux, Paneloux'nun elini tutmuştu.
Ona bakmak istemiyerek:
• — Görüyorsunuz ya, dedi. Tanrı bile artık bizi
ayıramaz.
218
Sağlık teşkilâtına katıldığından beri Paneloux,
hastanelerden ve vebanın kendini gösterdiği yerler
den uzaklaşmamıştı. Kurtarıcılar arasında, kendisine
ait olduğuna inandığı birinci yeri işgal ediyordu. Ölüm
sahnelerini az seyretmemişti. Serumla korunuyorsa
da kendi ölümünden duyduğu endişeye de yabancı
değildi. Görünürde daima sükûnetini muhafaza et
mişti. Fakat ilk defa bir çocuğun ölümünü seyrettiği
günden beri bir değişme seziliyordu. Yüzünde gittik
çe artan bir sinirlilik vardı. Rieux'ye gülerek, «Bir pa
paz. bir doktora danışabilir mi?» konusunda, kısa bir
inceleme hazırlamakta olduğunu söylediği zaman
doktor, Paneloux'nun anlattığından daha ciddi bir
şeyin söz konusu olduğunu hissetti. Bu eseri tanımak
arzusu gösterince, Paneloux erkeklere mahsus bir
âyinde vaaz vereceğini ve bu vesileyle hiç değilse gö
rüşlerinden bazılarını açıklayacağını bildirdi.
— Gelmenizi isterdim, doktor, dedi, konu sizi il
gilendirecektir.
Peder Paneloux, ikinci va'zını fırtınalı bir günde
verdi. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk va'za oranla
seyircilerin daha az olduğu görülüyordu. Sebebi de,
bu çeşitten temsillerin vatandaşlarımız için çekici bir
yeniliği kalmayışıydı. Şehrin, içinde bulunduğu zor
durum ortasında, hattâ «yenilik» kelimesi bile anla
mını kaybetmişti. Hem. insanların çoğu, dinî ödevle
rinden tamamen kaçınmadıkları ve tamamen ahlâk
219
dışı kişisel bir hayata kendilerini kaptırmadıkları za
man, aklın kolay kolay kabul edemiyeceği birtakım
bâtıl inançları benimsemişlerdi. Ayine gideceklerine
Saint-Roch'un koruyucu madalyalarını ve muskaları
nı boyunlarında taşımayı tercih ediyorlardı.
Örnek olarak, vatandaşlarımızın kehanete karşı
gösterdikleri aşırı düşkünlük öne sürülebilir. İlkbahar
da hastalığın bugün-yarın sona ereceği umulmuştu,
kimse, karşısındakine salgının daha ne kadar devam
edeceğini sormayı aklından bile geçirmiyordu, çünkü
bunun nasıl sona erebileceğini kimse düşünemiyordu.
Fakat günler geçtikçe bu felâketin hiçbir zaman so
na ermiyeceğinden korkulmaya başlandı. Aynı anda,
salgının durması, bütün umutların üzerinde toplandığı
başlıca amaç haline geldi. Katolik kilisesi ermişleri
nin veya kâhinlerin vaktiyle göstermiş oldukları çeşitli
kehanetleri yazan kitaplar elden ele dolaşıyordu.
Şehrin matbaacıları bu fırsattan yararlanma yo
lunu hemen buldular, ellerde dolaşan metnin pek çok
sayılarını piyasaya sürdüler. Halkın tecessüsünün bir
türlü doymadığını görerek şehir kütüphanesinde yeni
araştırmalara giriştiler. Küçük tarihin sunabileceği
cinsten her türlü tanıklıkları bulup şehre yaydılar. Böy
le kehanetler için tarih bile yetmediğinden, gazetecile
re siparişler verildi ve onlar da bu noktada geçmiş
yüzyıllardan aldıklprı örnekler kadar bu işleri becerdik
lerini gösterdiler. •
Bu kehanetlerden bazıları gazetelerde tefrika bi
le ediliyor, normal zamanlarda aşk hikâyelerine du
yulan susuzlukla aranıp okunuyordu. Bu tahminlerin
bir kısmı, bazı acayip hesaplara, yıllara, ölülerin sa
yısına veya veba tehdidi altında geçirilen ayların top
lamına dayanıyordu. Başkaları da tarihdeki büyük ve
ba salgınları ile kıyaslamalara girişiyor, kehanetleri
220
kesin bir hale sokan benzeyişleri buluyor ve daha
az acayip olmayan hesaplarla şim diki salgın üzerinde
uygulanacak bilgiler çıkarıyorlardı. Fakat halk tara
fından en cok tutulanlar, karanlık bir dille yazılmış,
her biri şehrin yaşam akta olduğu olayla r d izisin e uyan
haberler verenler ve belirsizliği ile de her çeşit yo
ruma elverişli bulunanlardı. N ostradam us ve Azize
Odile, her gün başvurulan kâhinlerdi. İnsanlar onlar
dan istedikleri sonuçları çıkarabiliyorlardı. Bütün ke
hanetler gibi bunlâr da insanlara güven verici cin s
tendi. İçlerinde vebadan başka her şeyden bahis
vardı.
Bu bâtıl inançlar halkı dinden uzaklaştırıyordu.
Pan elou x’nun, va’zını, a n ca k dörtte üçü dolmuş bir
kilisede verm esinin sebebi buydu. Vaaz akşam ı, Ri-
eux„ kiliseye vardığında, a çılıp kapanan giriş kapıla
rından dolan rüzgâr, d inleyiciler arasında da rahatça
esiyordu. İşte böyle soğuk ve se ssiz bir kilisede, sa
dece erkeklerin teşkil ettiği bir dinleyici kalabalığı
arasında, Rieux de yerini aldı ve papazın kürsüye ç ık
tığını gördü. Papaz, ilk v a ’zına göre çok daha tatlı ve
inandırıcı bir tonda söze başladı. H azır bulunanlar,
konuşm asında bir çeşit kararsızlığın bulunduğunu
birkaç yerde farkettiler. Gene dikkati çeken başka
bir şey daha vardı: «siz» demiyor, «biz» diyordu ar
tık.
Buna rağmen, sesi yavaş yavaş kuvvetlenmeye
başladı. Vebanın uzun yıllardanberi aram ızda oldu
ğunu, onu bunca defa m asam ızda ya da sevdikleri
mizin başucunda otururken, ya da yanım ızda yürür
ken, iş yerim izde bizi beklerken göre göre daha iyi
tanıdığım ızı, vebanın bize durm aksızın anlatm ağa ça
lıştığı, ilk şaşkın lık içinde iyice işitip anlayam adığım ız
şeyleri şim di daha iyi karşılayabileceğim izi hatırlat
221
makla söze başladı. Daha önce vazettiği şeyler, doğ
ruluklarından gene de bir şey kaybetmemişlerdi, hiç
değilse o buna inanıyordu. Fakat bunları, hepimizin
başınb geldiği gibi düşünerek ve hiçbir şefkat hissi
duymadan söylemişti. Doğru olarak kalan ise, her şey
de öğrenilmesi gereken bir yan bulunduğu idi. En za
lim şartlar altında tecrübeden geçmiş olmak bir Hıris-
tiyanın yaramaydı. Hem zaten her Hıristiyanın ara
mak zorunda olduğu da buydu: Yararına olan bir şeyi
nasıl yerine getireceği ve onu nasıl arayıp bulacağı
idi.
Bu sırada Rieux'nün etrafındaki insanların, otur
dukları sıranın dirsek konacak yerine dayandıkları ve
mümkün olduğu kadar rahatça yerlerine yerleştikleri
görüldü. Kapitone giriş kapılarından bir tanesi çarp
tı. Biri kapıyı örtmek için yerinden kalktı. Rieux bu
kaynaşmanın farkına bile varmadan, papazın yeniden
6özüne devam ettiğini duydu. Aşağı yukarı, vebanın
görünüşünü çizmeye çalışmanın doğru olmadığını, fa
kat ondan alınabilecek dersleri öğrenmeye çalışma
nın gerekli olduğunu söylüyordu. Paneloux, kuvvetli
bir sesle. Tanrı bakımından açıklanabilecek ve açık-
lanamayacak şeyler olduğunu belirttiği zaman Rieux'
nün ilgisi arttı. Bir kere genel olarak iyilikle kötülük
ayrı ayrı, vardı. Bunları birbirinden ayıran şeylerin
neler olduğunu belirtmek kolayca mümkündü. Fakat
kötülük derken ne anlıyorduk, zorluk buradaydı. Ör
neğin, açıkça, bir gerekli kötülük ve bir de tamamiyle.
gereksiz kötülük vardı. Cehennem ateşine kapılmış
bir Don Juan’ın yanında bir de küçük bir çocuğun ölü
mü vardı. Ahlâksızın yıldırımla çarpılması ne kadar
doğru ise, bir çocuğun ıstırap çekmesini kabul etmek
o kadar güçtü. Hem doğrusu, yer yüzünde, bir çocu
ğun ıstırabı kadar önemli olabilecek hiçbir şey yok
222
tu. Bu ıstırobin korkunçluğu hiçbir şeyde bulunmaz
dı. Hayatın geri kalan kısmında Tanrı her işi kolay
laştırıyordu ve din bugüne kadar fazla bir çabaya ih
tiyaç duymamıştı. Oysa şimdi bizi bu duvarın dibine
getirip bırakıyordu. Hepimiz, vebanın duvarları önün
deydik. Bu duvarların öldürücü gölgesinde, bizi kur
taracak yolu bulmaniız gerekiyordu. Peder Paneloux,
duvarı aşmayı mümkün kılacak kolay çarelere baş
vurmaktan kaçınıyordu. Çocuğu bekleyen zevklerin
sonsuz oluşunun çeşitli acıları karşılayacağını söyle
mek belki kolay ve mümkündü. Fakat ebedî bir mut
luluğun, insanoğlunun çekeceği bir anlık ıstırabı kar-
ş’layabileceğini kesin olarak kim iddia edebilirdi?
İsa bile ruhunda ve vücudunda ıstırabı duyduğu
na göre, böyle düşünen kimse gerçek bir Hıristiyan
sayılmazdı. Hayır, Peder Paneloux duVdnn dibinde
duracak, haçın terrisil ettiği ıstıraba^sadık olarak, bir
çocuğun çektiği acılarla başbaşa kalacaktı. Ve bugün
cnu dinleyenlere hiç çekinmeden şu sözleri söyleye
cekti: «Kardeşleri m! Vakit geldi. Ya her şeye inan
mak, ya dd her şeyi inkâr etmek gerekiyor. İçinizde
her şeyi inkâr etmeye cüret edebilecek kim var?»
• Rieux, papazın inkâra yaklaştığını düşünürken,
cteki kuvvetle bu kesin emre, bu sâf zorunluluğa uy
manın Hıristiyanın kurtuluş çaresi olduğunu söyledi.
Bu, onun erdemiydi de. Daha hoşgörür konusu ettik
leri erdeme var olan aşırı yönlerin pek çok düşünceyi
karıştıracağını biliyordu. Fakat veba zamonındaki di
nin, önceki zamanlardaki din olmasına imkân yoktu.
Allah, insan ruhunun mutlu çağlardaki gibi dinlenme
sine, sevinç duymasına müsaade etse, bunu, hattâ
arzulasa bile, onları şiddetli felâketler içinde bunal
tarak duyurmak istiyordu. Bugün, Tanrı, yarattıkla
rına «Höp»in ve «Hiç»in o büyük erdemini bulabilip
223
benimseyecekleri bir felâket içinde yaşatmak lütfü-
nu göstermişti.
Dinsiz bir yazar, yüzyıllarca önce, Araf'ın olmar
dığını bildirerek, kilisenin sırrını açıkladığını iddia et
mişti. Bunu demekle yarım ölçüler olmayacağını, sa
dece bir'cennetle bir cehennem bulunduğunu, insa
nın istediğini seçebileceğini; ya kurtulacağını ya da
mahkûm olacağını anlatmak istiyordu. Paneloux’ya
göre bu ancak ahlâksız bir ruhtan doğabilecek bir
sapıklıktı. Çünkü Araf diye bir yer vardı. Fakat bu
Araf’a kavuşmanın pek umut edilemiyeceği, günah
ların hafifinin bulunmadığı zamanlar da olurdu. Her
günah öldürücü her kayıtsızlık bir cinayet sayılabi
lirdi. Ya her şey, ya da hiçbir şey, ikisinden biri...
Paneloux durdu; bu anda Rieux, dışarda, şiddetini
bir kat daha arttırmış rüzgârın iniltilerini daha iyi
duydu. Peder, aynı anda, bahsettiği her şeye katlan
maktan gelen erdemi normal zamanların sınırlı an
lamları içinde anlamaya imkân olmadığını, çünkü bu
nun ne herhangi bir feragat, ne de katlanılması zor
bir zillet olduğunu söyledi. Tabiî, bu zillete düşmek
vardı işin içinde, ama bu zilletin rızaya dayandığı bir
gerçekti. Muhakkak ki, bir çocuğun ıstırap çekmesi,
kalbi ve kafayı ezen bir zilletti. İşte bunun için Pa-
neloux'nun dinleyicilerine söyleyecekleri, kolay söy
lenir şeyler olmadığından Tanrının dileğine uyarak
bunu arzu etmeleri gerekliydi. Böylece, bir Hıristiyanı
hiçbir şey yolundan döndüremiyecek, her çıkış yolu
kapalı olduğundan, o da esas seçmeyi yapmaya doğ
ru gidecekti. İnkâra düşmemek için her şeyi kabul
etmeyi tercih edecekti. Bazı kadınların, beliren hıyar
cıkların vücudun zehirlerini dışarı akıtacak tabiî yol
olduğunu öğrenerek: «Allahım, bana da bu hıyarcık
lardan nasip et» diye yalvarmalan gibi, bir Hıristiyan
224
da, anlasa da anlamasa da. Tpnrı’mn iradesine ken
dini bırakacaktı. «Şunu anlıyorum, ama şunu kabul
etmek imkânsızdır» demek mümkün değildi, tam ter
cihi yapabilmemiz için, bize sunulan bu kabul edil
mez şeylerin içine bütün benliğimizle atılmamız şart
tı. Çocukların çektikleri ıstırap bizim acı ekmeğimiz-
di, fakat bu acı ekmek olmasa, ruhlarımız kendi mâ
nevi açlıkları içinde mahvolup gidecekti.
Peder Paneloux'nun, konuşmasına verdiği ara
larda duyulan sağır edici kaynaşma, ne tarzda hare
ket edilmesi gerektiği sorusunu dinleyiciler yerine
kendine sorup, bunun cevabını vermek üzere sözüne
devam ederken umulmadık şekilde arttı. Hiç şüphe
etmiyordu, kadere boyun eğilmesi gerektiğini söyle
yeceklerdi. Evet kendisi de. eğer bu kadere boyun
eğme deyiminin önüne «faal bir şekilde» kelimelerini
eklemesine izin verirlerse, bu deyimi kullanmaktan
kaçınmayacaktı. Muhakkak ki. daha önce de dediği
gibi, Hıristiyan Habeşlerin yaptıklarını taklit etmek
doğru değildi. Tanrının gönderdiği bir felâkete karşı
koymak isteyen gâvurlara vebanın bulaşması için
yüksek sesle dua edip elbiselerini Hıristiyan sağlık
kamplarına fırlatan Acemlere benzememek lâzımdı.
Fakat bunun tam tersi olanını da. geçen yüzyılın sal
gınlarında, mikrobun bulunabileceği sıcak ve nemli
ağızlara dokunmamak için mayasız ekmeği maşa ile
tutup uzatarak takdis âyini yapan Mısır keşişlerinin
hareketini de taklit etmemeliydiler. Acem vebalıları
da. keşişler de günah işliyorlardı böyle yapmakla.
Çünkü birinciler için, bir çocuğun ıstırabı hesapta bi-
le olmayan bir şeydi, İkincilerde de acının doğurduğu
pek haklı İnsanî endişe her şeye hâkim olmuş bulun
maktaydı. İki halde de ana sorun orta yerden kay
boluyordu. Hepsi Tann'nın sesini işitmezlikten gel-
VEBA F .: 15/225
\
226
edebileceğini sanmıştı, oysaki ölüler gökten yağarak
onu gene buluyorlardı. İşte biz de vebanın içinde sı
ğınılacak bir ada olmadığını bilmeliydik. Hayır, bunun
bir ortası yoktu. Bizi Tanrı’dan nefret etmeye ya da
onu sevmeye mecbur kılan bu alçalmayı kabul etmek
zorundaydık. Tanrıya nefret beslemeye ise kim cü-
' ret edebilirdi?
Sonuca vardığını bildiren Paneloux, sonunda
şunları söyledi:
«Kardeşlerim, Tann sevgisi çok güç bir sevgidir.
İnsanın kendini tamamen vermesini ve kendini hoş-
görmesini ister. Yalnız o, çocukların ıstırabını ve ölü
münü yok edebilir, yalnız o, isterse bunları gerekli bu
labilir, çünkü onu anlamak imkânsızdır, onun irade
sinden ancak dileklerde bulunulabilir. İşte sizinle pay
laşmak istediğim zor ders budur. İşte yaklaşılması ge
reken, Tanrının nazarında kesin, insgnların nazarın
da merhametsiz inanç budur. Bu müthiş görünüş kar
şısında bizim de ona uymamız gerekir. Bunun zirve
sinde, her şey bir bütün teşkil edecek, birbirine eşit
olacak, bu görünür haksızlıklardan gerçek fışkıracak.
İşte Fransa’nın güneyindeki pek çok kiliselerde, ve
badan ölenler, koronun bulunduğu zemin taşlarının
altında yüzyıllardır yatıyorlar, papazlar onların mezar
larının üzerinden konuşuyor, arasında çocukların da
bulunduğu bu küllerden etrafa bir mânevi kuvvet ya
yılıyor.»
Rieux, sokağa çıktığında, aralık kalan kapıdan
şiddetli bir rüzgâr doluverdi ve koyu dindarların su
ratlarına çarptı. Bu rüzgârla, daha sokağa çıkmadan
şehrin ne halde olduğunu onlara haber veren, bir
yağmur, bir ıslak kaldırım kokusu kiliseye yayılmıştı.
Rieux'nün önü sıra aynı anda dışarı çıkmakta olan
yaşlı bir papazla genç bir diyakos başlıklarını güç be-
227
lö tutabildiler. Yaşlı olanı vaaz üzerindeki yorumla
rına gene de ara vermedi. Paneloux'nun konuşmasını
övüyor, fakat din adamının göstermiş olduğu fikir cü
retkârlıklarından biraz endişe duyuyordu. Ona göre,
bu vaazda kuvvetten çok endişe vardı. Paneloux‘
nun yaşındaki bir papazın ise endişe duymaya hakkı
yoktu artık. Rüzgâra karşı koymak için başı eğik yü
rüyen genç diyakos Paneloux ile sık sık temas etti
ğini, ondaki değişmenin epeydir farkında olduğunu,
hazırladığı incelemenin çok daha cüretkâr olacağını
ve onu herhalde yayınlamaya cüret edemiyeceğini
söyledi.
Yaşlı papaz:
— Acaba düşündüğü şey ne? dedi.
Kilisenin önündeki meydana varmışlardı, rüzgâr
uluyarak onları sarıverdi, gencin sözlerini parçaladı.
Konuşmaya imkân buldukları zaman genç, şu kada
rını söyleyebildi.
— Eğer bir papaz, bir doktora başvurursa ken
disiyle çelişmeye düşmüş demektir.
Paneloux’nun sözlerini Rieux'den dinleyen Tar-
rou. savaşta gözleri oyulmuş bir gencin yüzünü gör
dükten sonra Tanrıya inancını kaybeden bir papaz
tanıdığını anlattı.
Tarrou:
— Paneloux‘nun.hakkı var, dedi. Suçsuz bir in
sanın gözleri oyulduğu zaman, bir Hıristiyan ya ima
nını yitirecektir, ya da gözlerinin oyulmasını kabul
edecektir. Paneloux ise imamdı kaybetmeyi istemi-
yecek, sonuna kadar gidecek’. Onun demek istediği
şey, işte bu.
• Tarrou’nun bu düşünceleri, olayları izleyecek
daha acı olayları ve Paneloux’nun. çevresindekilerle
228
anlaşılmaz gelen harece'lerini vJ'ntatmakta yararlı
olacak mıydı? Bunu göreceğiz.
Va’zın verilmesinden birkaç gün sonra Paneloux
da evinden taşınmak zorunda kaldı. Hastalığın iler
lemesinin, şehirde, taşınmaları devamlı bir hale getir
diği sıralardaydı. Tarrou'nun, otelinden ayrılıp Rieux*
nün evine taşınması gibi, papaz da işi dolayısiyle
yerleşmiş olduğu daireyi bırakıp, kilisenin devamlı
ziyaretçilerinden yaşlı bir kadının, henüz hastalığın
zararını görmemiş evine taşınmıştı. Taşınma sırasın
da papaz, içindeki sıkıntının ve yorgunluğun daha da
arttığını duymuştu. Bu yüzden, ev sahibesinden gör
düğü itibarı kaybetti. Çünkü kadın. Azize Odile'in ke
hanetlerinin değerini hararetle belirtirken, papaz bu
na. herhalde bezginliğinden olacak, pek az ilgi gös
termişti. Daha sonra, ihtiyar kadından hiç değilse
dostça bir tarafsızlık elde edebilmeye biraz uğraştı
ise de bunu beceremedi. Bir kere kötü intiba yarat
mıştı. Ve her akşam, salonda, kendisine sırtını çevi
rerek oturmuş kadını seyredip onun, başını bile çevir
meden, kupkuru bir sesle söylediği «iyi geceler, Pe
derim in sözlerinin anısını yüklenerek, şişle yapılma
dantel yığınlariyle kaplı odasına çıkıyordu. İşte böyle
akşamların birinde, tam yatmak üzereyken, başını ağ
rılar içinde, bilek ve şakaklarının da uzun zamandan
beri birikmiş, ne olduğu belirsiz ateş dalgalariyle do
lup taştığını hissetti.
Bundan sonrasını öğrenmek, ancak ev sahibesi
nin anlattıklarıyla mümkün. Kadın o sabah da her za
manki gibi geç kalkmıştı. Bir süre, papazın odasından
çıkmayışına hayret ederek beklemiş, nihayet uzun te
reddütlerden sonra, kapısını vurmaya karar vermiş
ti. Papazı, uykusuz geçmiş bir geceden sonra yatak
ta uzanmış durumda bulmuştu. Nefes tıkanıklığı ge-
229
çirmişti. yüzü her zamankinden daha kırmızıydı. Ka
dın. anlattığına göre, nazik bir şekilde, doktor çağır-
tılmasını teklif etmiş, fakat bu teklifi esef edilecek bir
şiddetle redde uğrayınca kadın, teklifinden vazgeç
mek zorunda kalmıştı. Az sonra papaz zili çalmış ve
onu çağırtmıştı. Sinirli hareketinden dolayı özür dile
miş, rahatsızlığının veba olmasına imkân bulunmadı
ğını, çünkü hastalığın hiç bir belirtisinin görülmedi
ğini söylemişti; herhalde, geçici bir yorgunluktu. İh
tiyar kadın, teklifinin böyle bir endişeden gelmediğini
vekarla söylemişti. Tanrının dileğine bağlı olan kendi
selâmetini değil, kısmen sorumlu olduğu din adamı
nın sağlığını düşünüyordu. Papaz buna bir şey deme
yince, ev sahibesi, kendine düşen ödevi yerine getir
mek için, özel doktorunu çağırtmayı bir kere daha
teklif etmişti. Papaz, yeniden fakat bu defa, ihtiyar
kadının çok belirsiz bulduğunu söylediği bazı açıkla;
malar yaparak reddetmişti. Yalnız şu kadarını anlat
mıştı — ve bu ona anlaşılmaz görünmüştü— ki papaz,
doktora başvurmayı ilkelerine uymadığı için reddedi
yordu. Kadın, yükselen ateşin, kiracısının düşüncele
rini karıştırdığına kanaat getirmiş, ona sadece ıhla
mur getirmekle yetinmişti.
Durumun yarattığı şartlara tamamiyle uymak
âdetinde olduğundan, hastayı iki saatte bir munta
zam şekilde görmeğe gelmişti. En çok dikkati çeken
papazın, yatağın içinde, durmadan çırpınmasıydı. Çar
şafları üstünden atıyor, sçnra kendine doğru çekiyor,
ellerini kupkuru alnında gezdiriyor, boğulur gibi bir
sesle öksürmek için birden doğruluyor, nemli ve bo
ğuk, içinden bir şey sökülüyormuş gibi öksürüyordu.
Uzun öksürük krizlerinden sonra tam bir bitkinlik için
de kendini sırtüstü bırakıveriyordu. Sonra hafifçe doğ
ruluyor, kısa bir an. biraz önceki çırpınmanın tersi bir
230
hareketsizlik içinde, bakışları karşıya dikilmiş öylece
kalıyordu. Fakat ihtiyar kadın bir doktor çağırıp hasta
sını üzmekten hâlâ çekiniyordu. Görünüşü ne kadar
fena olsa da bu, basit bir ateş yükselmesinin eseri de
olabilirdi.
Öğleden sonra, yeniden papazla konuşmaya ça
lıştı, karşılık olarak, ne dediği anlaşılmaz birkaç söz
işitti. Doktor çağırmak teklifini tekrarladı. Bunu du
yar duymaz, papaz doğruldu, yarı yarıya boğula bo-
ğula, fakat açık bir sesle, kesinlikle doktor islemediği
cevabını verdi. Bu sırada, ev sahibesi ertesi sabaha
kadar bekleyip eğer papazın durumunda bir iyileşme
görülmezse, Ransdoc ajansının günde on defa tek
rarladığı numaralardan birine telefon etmeğe karar
vermişti. Üzerine aldığı ödevleri daima dikkatle yap
mak istediğinden o gece kiracısını gene ziyaret edip,
gerekli ilgiyi gösterecekti. Böyle düşünmüştü ama',
akşam ona ta2ö bir ıhlamur verdikten sonra, gidip
biraz yatağına uzanmak istedi, ancak ertesi gün sa
bahleyin uyanabildi. Hemen hastanın odasına koştu.
Papaz, kıpırdamadan yatıyordu. Bir gün önce
yüzündeki aşırı derecede kırmızılığın yerini yüz şe
killerini daha da çok belli eden bir çeşit morluk al
mıştı. Paneloux. yatağının üstüne sarkan küçük avi
zenin rengârenk boncuklarına bakıyordu. İhtiyar ka
dın içeri girince, başını ona doğru- çevirdi. Ev sahi
besinin anlattıklarına göre, bu anda, sanki bütün gece
dayak yemiş gibiydi, karşı koyacak kuvveti kalma
mıştı.
Kadın, nasıl olduğunu sordu. Garip şekilde ka
yıtsız bir sesle verdiği cevapta, kötüye gittiğini, dok
tora ihtiyacı olmadığını, işin usulüne uyması için has-
tahaneye nakledilmesini söyledi. İhtiyar kadın deh
şet içinde, hemen telefona koştu.
231
t ' :P:' I
Rieux, öğleyin geldi. Ev sahibesinin anlattığına
göre, Paneloux’nun haklı olduğunu, fakat çok geç
kalındığını söylemişti. Papaz, doktoru da aynı kayıt
sızlıkla kabul etti. Rieux onu muayene etti, ne akci
ğerden, ne de hıyarcıklardan gelen bir vebanın, bel
li başlı .arazından hiçbirini bulamayarak şaşırdı. Sa
dece ciğerleri darlaşmış ve nefesi tıkanmıştı. Ama
nabızlar o kadar zayıf ve hastanın genel hali o kadar
tehlikeliydi ki, kurtuluş umudunu beslemeye imkân
yoktu.
Paneloux’ya:
— Sizde hastalığın başlıca belirtilerinden hiç-_
biri yok, dedi. Fakat, buna rağmen, sizi tecrit etmem
gerekiyor.
«
Peder, sanki nezaket gereğiymiş gibi, acayip bir
şekilde güldü, fakat bir şey söylemedi. Rieux, telefon
etmek için çıktı. Sonra gene geldi. Papaza bakıyordu.
Hafif bir sesle:
— Sizinle beraber kalacağım, dedi.
Öteki canlandı, bir çeşit sıcaklığın gelir gibi ol
duğu gözlerini doktora çevirdi. Sonra, kelimeleri zor
lukla heceleyerek hüzünlü olup olmadığının anlaşıl
masına imkân bırakmayan bir sesle.
— Teşekkür ederim. Fakat, din adamlarının dos
tu yoktur. Onlar her şeylerini Tanrıya vermişlerdir,
dedi.
Yatağın başucuhdaki haçı istedi. Verdikleri za
man, ona bakabilmek için başını çevirdi.
Hastahanede Paneloux, dişlerini sıkmadı hiç.
Kendisine her yapılan tedaviye, sanki cansız bir nes
neymiş gibi kendini terketmişti, ama haçı elinden hiç
bırakmıyordu. Papazın hastalığının ne olduğu anla
şılmamakta devam ediyordu. Rieux de tereddüt için
232
deydi. Bu hem vebaydı, hem değildi. Zaten bir süre
dir veba, doktorların teşhisleriyle alay eder gibiydi.
Ateş yükseldi. Öksürük gittikçe daha boğuklaş
maya başladı. Artık hasta, gün boyunca hep ıstırap
çekiyordu. Yüzü kıpkırmızıydı. Ateşin coşkunluğu sı
rasında Paneloux! o kayıtsız bakışını muhafaza et
mekteydi. Ertesi sabah, yatağından yarı yarıya dışarı
sarkmış bir durumda, ölü buldukları zaman da bakı
şında hiçbir anlam yoktu. Fişinin üstüne şunları yaz
d ıla r
«Anlaşılmayan bir vaka.»
* I
!İC\ •
~ • i i0 İH i ‘
-i-,: sr.. - ‘ i
:/9b :
233
Bu yılın Toussaint yortusu her zamanki gibi ol
madı. Havada da bir istikrar yoktu. Birdenbire değiş
miş, geç kalmış sıcaklar yerini serinliğe bırakıvermiş-
ti. Önceki yıllarda olduğu gibi soğuk bir rüzgâr, du
rup dinlenmeksizin esiyordu. Kocaman bulutlar bir
ufuktan ötekine koşuşuyor, gölgeleri evlerin üstüne
düşürüyordu. Geçip gittikten sonra yerlerini ekim gö
ğünün soğuk ve yaldızlı ışığına bırakıyorlardı. İlk mu
şambalar ortalıkta görünmeye başladı. Fakat parlak-
lorın ve kauçuktan yapılmış olanların sayısı da dik
kati çekecek kadar artmıştı. Gazeteler iki yıl önce,
o büyük güney veba salgınında, doktorların, kendi
lerini hastalıktan korumak için yağa batırılmış elbi
seler giydiklerini yazmışlardı. Herkesin, hastalıktan
koruyacağını umduğu bu çeşit modası geçmiş elbi
selerin mağazalardaki bütün stokları tükenmişti.
Ama, mevsimin bütün belirtileri, mezarlıklara
kimsenin uğramaz olduğunu insanlara unutturamı-
yordu. Önceki yıllarda tramvaylar, mezarlığa gidip
yakınlarının mezürlerini çiçeklerle süslemek isteyen
lerin taşıdıkları krizantemlerin kokusu ile dolup ta
şardı. Bu günlerde, sanki ölünün uzun aylardan beri
çekmekte olduğu unutuluş ve ayrılış ortadan kaldı
rılmak istenirdi. Fakat bu yıl hiç kimse ölüleri aklına
getirmek istemiyordu. Zaten ölüleri gerektiğinden de
çok düşünmüşlerdi. Onları azıcık üzüntü ve pek çok
234
hüzünle ziyarete gitmek söz konusu olmuyordu. Ar
tık onlar, yılda bir gün kendilerine acınan, terkedilmiş
kimseler olmaktan çıkmışlardı. Unutulmaları gereken
yararsız şeyler haline gelmişlerdi. İşte bu yılki ölüler
bayramının elbirliğiyle ortadan kaldırılması bu sebep
tendi. Tarrou’nun, gün geçtikçe konuşmalarını daha
nükteli bulmaya başladığı Cottard'a göre, zaten her
günümüz ölüler bayramı olmuştu.
Gerçekte, vebanın sevinçli ateşleri gittikçe artan
bir neşeyle ölü fırınlarında yanmaktaydı. Günden gü
ne ölülerin sayısında bir artma görülmediği doğruy
du. Fakat vebanın, en şiddetli noktasına vardığı, ora
da iyice yerleştiği, gündelik cinayetlerini artık işine
bağlı bir memurun intizamı ve kesinliğiyle işlemeye
devam ettiği söylenebilirdi. Yetkili kimselerin fikrine
göre, bu iyi bir belirti sayılmalıydı. Örneğin Doktor
Richard'a göre, vebanın devamlı ilerlemesinin katet-
tiği yükselmeyi, şimdi uzun bir düz çizginin izlemeye
başlaması emniyet verici bir işaretti. «Bu iyi, mükem
mel bir grafiktir» diyordu. Hastalığın, kendi deyimiy
le, artık bir sahanlığa vardığına inanıyordu. Bundan
sonra gerilemeye başlıyacakti.
Bunu, birkaç umulmadık başarı kazanan Castel*
in yeni serumunun eseri olarak kabul ediyordu. İhti
yar Castel, aksini iddia etmiyorsa da. önceden bir
şeyi bilmeye imkân olmadığını, tarihteki salgınlarda
görüldüğü üzere hastalığın gelişmesinde bazı sıçra
malar olabileceğini söylüyordu. Uzun zamandan beri
halkın düşüncelerine biraz huzur verebilmek fırsatını
arayan, fakat vebadan buna imkân bulamıyan valilik,
doktorları bir araya toplayıp bu konu üzerinde bir ra
por vermelerini teklife tam hazırlanırken, Doktor Ric-
hard da hastalığa tutuldu, veba grafiği düz çizgisin
de ilerlerken öldü. Bu örnek karşısında, hemen onun
235
etkisine kapılan Jdarî makamlar, nasıl olsa ellerinden
bir şey gelmediği için, önceleri nasıl hemen iyimser
oluvermişlerse, aynı düşüncesizlikle yeniden kötüm
ser kesildiler. Castel, elinden geldiği kadar ihtimam
la serumunu hazırlamakla yetiniyordu. Hastahane ya
da tecrit yurdu haline getirilmemiş tek bir resmi bina
kalmamıştı. Sadece vilâyete dokunmamışlardı, çün
kü toplantıların yapılabilmesi için bir yer gerekiyordu.
Fakat genel olarak vebanın bu sıralardaki durgun
laşmasının etkisiyle Rieux’nün kurmuş olduğu örgüt
fazla genişlemiş değildi. Yıpratıcı bir çaba harcayan
doktorlarla yardımcıları bundan daha büyük çalışma
gösterilebileceğini düşünemiyorlardı. Onlara düşen,
muntazam bir şekilde, deyim yerindeyse, bu insanüs
tü çalışmayı sürdürebilmekti. Daha önce görülmüş
olan, hastalığın akciğeri saran çeşidi şimdi şehrin
dört yanında sayısı gittikçe artarak yayılıyordu; san
ki bir rüzgâr, göğüslerdeki alevi tutuşturup yangınlar
çıkarıyordu. Hastalar, kan kusa kusa eskisinden'daho
da çabuk ölüyorlardı. Salgının bu yeni şekli ile bulaş
ması daha büyük bir tehlike göstermeğe başlamıştı.
Sözün doğrusu, uzmanlçrın bu noktadaki görüşleri
birbirini tutmuyordu. Şimdi, sağlık işlerinde çalışanlar
kendilerini daha çok emniyette hissedebilmeleri için,
dezenfekte edilmiş gazlı bezlerden yapılma maskeler
altında nefes alıyorlardı. ı
İlk bakışta,.hastalık daha da yayılacak gibiydi.
Fakat hıyarcık vebası olayları azaldığı için, denge
gene de bozulmamıştı.
Zamanla, iaşe konusunda çekilen zorlukların a rt
ması yüzünden endişe uyandırıcı yeni durumlar or
taya çıkarıyordu. Spekülâsyonlar başlamış, pazarlar
da artık görülmeyen en zarurî gıda maddeleri akıl a l
maz fiyatlara yükselmişti. Yoksul aileler bu yüzden
236
çok zor durumlara düşmüşlerdi. Halbuki, zengin aile
lerde hemen hemen hiçbir şey eksik değildi. Veba,
idare tarzındaki kesin tarafsızlığıyla vatandaşlarımız
arasında tam bir eşitliğe sebep olacağı yerde, basit
gurur oyunlarıyla, insanların kalbindeki haksızlık duy
gusunu daha da keskinleştiriyordu. Geriye, kala kala,
ölüm karşısındaki o değişmez eşitlik kalıyordu, ama
bunu da zaten kimse istemiyordu. Böylece, açlık çe
ken yoksullar, hayatın hür yaşandığı ve ekmeğin pa
halı olmadığı komşu köyleri ve şehirleri ötekilerden
daha üstün bir özlemle hatırlıyorlardı. Madem ki on
ları besliyemiyorlardı. şehirden gitmelerine müsaade
edilmesi gerektiğini pek de mâkul sayılmıyacak şe
kilde düşünüyorlardı. Parola halinde bir söz ağızdan
ağıza dolaşıyor, bazan duvarlarda görülüyordu, eski
den vali geçerken bağırdan bu söz şuydu: «Ekmek
veya hava!» Bu nükteli formül, birkaç defa önü alınan
bazı gösterilerin işaretiydi, vahim bir karakter taşıdı
ğı da kimsenin gözünden kaçmıyordu.
Gazeteler, herşeye rağmen iyimser olmak için al
dıkları emri yerine getirmekten geri kalmıyorlardı. Ga
zeteleri okuyan, durumu karakterize eden halin, hal
kın gösterdiği örnek alınacak soğukkanlılık ve heye
can verici bir sükûnet olduğunu görürdü. Fakat ken
di içine kapanmış ve hiçbir şeyin gizli kalmadığı şe
hirde, hiç kimsenin, topluluğun ortaya koyduğu örnek
üzerinde yanılmasına imkân yoktu. Bahis konusu sü
kûnet ve soğukkanlılığa dair tam bir fikre varmak için
karantina yurtlariyle hükümetin kurmuş olduğu tecrit
kamplarından birine girmek yeterdi. Başka bir yerde
ödevleri bulunan hikâyeci. bunalan tanımamış olabi
lir. Bu yüzden burada Tarrou'nun anlattıklarına da
yanmaktan başka çare kalmıyor.
237
Gerçekten. Tarrou'nun notlarında, Rambert'le
kirlikte, belediye stadyumunda kurulmuş bir kampa
yaptıkları ziyaret anlatılmaktadır. Stadyum, hemen
hemen şehir kapılarının yanında bulunuyordu. Bir ya
nı tramvayların geçtiği caddeye, öteki yanı şehrin,
üzerine kurulmuş olduğu yaylanın kenarındaki bom
boş topraklara bakıyordu. Etrafı, yüksek çimento du
varlarla çevrilmiş, kaçmaları imkânsız hale getirmek
için, dört giriş kapısının önüne nöbetçiler koymak
yetmişti. Bunun gibi, dışardaki insanların da karan
tinaya alınmış mutsuzları kendi meraklarını tatmin
için rahatsız etmelerine bu yüksek duvarlar engel olu
yordu. Buna karşılık, ioerdekiler, gün boyunca birşey
görmeden, geçen tramvayların gürültüsünü duyuyor
lar ve dışardaki insanların, işlerine gidip gelirken çı
kardıkları o büyük uğultuyu hissediyorlardı.
Dışına atılmış oldukları hayatın kendilerinden bir
kaç metre ötede devam ettiğini ve çimento duvarların
iki ayrı gezegendekinden daha da yabancı iki dünya
yı birbirinden ayırdığını biliyorlardı.
Bir pazar, öğleden sonra, Tarrou'yla Rambert,
stadyuma gitmeye karar verdiler. Rambert'in bulup
stadyum bekçiliğinde çalışmayı kabul ettirdiği futbol
cu Gonzales de yanlarındaydı. Rambert onu kampın
müdürüne tanıtacaktı. Ganzales, buluştukları zaman,
onlara salgından önce bu saatte maça başlamak üze
re toplandıklarım söylemişti. Şimdi stadyumlara el
konulduğu için buna imkân kalmamıştı. Gonzoles ken
dini tamamen başıboş hissediyor ve halinden de bu
belli oluyordu. Bekçilik görevini, hafta sonunda ant
renmanlarına devam edebilmesi şartiyle ve zaten bu
yüzden kabul etmişti. Gökyüzü yarı yarıya kapalıydı.
Gonzales, burnu havada, havanın ne yağmurlu, ne de
sıcak, tam iyi bir maç çıkarmaya elverişli, olduğunu
238
acınarak belirtti. Elinden geldiği kadar soyunma ye<
lerinin kokusunu, çökecek kadar kalabalık tribünleri,
yemyeşil sahada göz alan renk renk formaları, haf-
tayımda emilen yarım limonları ve kurumuş boğazla
rını binlerce serinletici iğnelerle delen limonataları
hatırına getirebiliyordu. Tarrou, notlarında, bütün yol
boyunca altı üstüne gelmiş kenar sokaklarda futbol
cunun önüne çıkan çakıltaşlarma birer tekme yapış
tırmaktan kendini alamadığını yazmıştı. Taşları doğ
ruca lâğım çukurlarına göndermeğe çalışıyor, bunu
başarınca hemen «bire karşı sıfır» diyordu. Sigarasını
içip bitirince, izmariti önüne doğru tükürüyor, fakat
daha yere düşmeden ayağiyle yakalıyordu. Stadyu
mun yakınlarında futbol oynıyan çocuklar oradan
geçmekte olan gruba doğru topu yolladılar. Gonza-
les hemen atılıp biçimli bir şut çekti.
Nihayet stadyuma girdiler. Tribünler adam almı
yordu. Futbol sahası yüzlerce kırmızı çadırla dolmuş
tu. İçlerindeki yatak takımları ve denkler daha uzak
tan görünüyordu. Tecrid edilen insanların yağmurlu
ve sıcak havalarda altına sığınabilmeleri için tribün
leri bozmamrşlardı. Yalnız güneş batar batmaz çadır
larına dönmek zorundaydılar. Tribünlerin altında bu
lunan duşlardan istifade ediyorlardı, eskiden futbol
cuların vestiyer olarak kullandıkları yerler de büro
ve koğuş haline getirilmişti. İnsanların pek çoğu, tri
bünleri doldurmuştu. Bir kısmı dolaşıp durmaktaydı.
Bazıları çadırlarının kapısı önünde çömelmişler, çev
relerini anlamsız bakışlarla seyrediyorlardı. Tribün
lerde oturanların çoğu birşeyler umuyor, birşeyler
bekliyor gibiydiler.
Tarrou, Ram bert'e:
— Bütün gün ne yapar bunlar? diye sordu.
— Hiçbir şey.
239
Hemen hepsinin de elleri boştu, kolları yanlarına
sarkmıştı. Bu muazzam insan topluluğu merak uyan
dıran bir sessizlik içindeydi.
R am bert:
— İlk günlerde insan burada konuştuğumu du
yamazdı. Fakat zamanla gittikçe daha az konuşmaya
başladılar.
Notlarına bakılacak olursa Tarrou. onları anlı
yordu. İlk önceleri çadırlarının içine toplanıp sadece
sinek vızıltılarını dinlemek ve kaşınmakla vakit geçi
ren, kendilerini nezaketle dinleyen birini balur bulmaz
korkularını veya öfkelerini bağıra bağıra açığa vuran
bu insanları gözünün önüne getiriyordu. Fakat kamp
kalabalıklaşmaya başladığından beri nezaketle dinle
yen kulaklar da azaldıkça azalmıştı. Artık susmaktan
ve kimseye güvenmemekten başka çıkar yol kalm a
mıştı. Işıklı olmasına rağmen, gene de külrengi gök
yüzünden kırmızı kampın üstüne bir çeşit güvensizlik
duygusu boşanıyordu.
Evet, hepsinde kimseye güvenmediklerini göste
ren bir hal vardı. Madem ki onları öteki insanlardan
ayırmışlardı, bundan haksız değildiler. Yüzleri de hak
larını anyon ve korku içinde yaşıyan bir insan görü-
nüşündeydi. Tarrou'nun aldırışsız bakışlarla seyrettiği
bu insanların her birinde, hayatlarını yapan şeyler
den aynlmış olmanın ıstırabını belli eden bir hal var
dı. Ve elbetteki daima ölümü düşünmelerine imkân
olmadığı için, artık birşey düşündükleri de yoktu. San
ki uzun bir tatil geçiriyorlardı. T a rro u : «En kötüsü,
unutulmuş olmaları ve bunu kendilerinin de bilm e
leriydi.» diye yazıyor. «Bütün tanıdıkları, onları unut
muşlardı. Bundan da anlaşılmıyacak birşey yoktu.
Çünkü başka şeyler düşünmekten stadyuma kapatıl
mış olanlan akıllarına bile getirmezlerdi. Sevenler ise.
240
sevdiklerini dışan çıkartmak için teşebbüslere giriş
mekten, plânlar hazırlamaktan yorgun düştüklerin
den, onları unutmuşlardı. Dışarı nasıl çıkartacaklarını
düşünmek zorunluluğu yüzünden dışarı çıkartılacak
insan artık hatıra bile getirilmez olmuştu. Bu da tabiî
birşeydi. Bütün bunların sonunda, açıkça şu görülü
yordu; felâketlerin en korkuncunda bile kimsenin,
kendinden başkasını sahiden düşünebilmesine imkân
yoktu. Çünkü birisini gerçekten düşünmek, o insanı
her dakika, hiçbir şey tarafından rahatsız edilmeden,
ne ev işleri, ne de uçan sineklerle, ne yemeklerle, ne
de kaşınmakla meşgul olmaksızın düşünmekle olur.
Fakat sinekjer her zaman uçuşur ve insan kaşınma
dan duramaz. İşte bunun için hayatı yaşamak güç
tür. Ve bu insanlar da bunu iyice biliyorlar.»
Yanlanna yaklaşan müdür. Mösyö Othon adlı bi
rinin kendilerini görmek istediğini söyledi. Gonzales'i
önce bürosuna, sonra onları Mösyö Othon’un bir kö
şede tek başına oturmakta olduğu tribünlere doğru
götürdü. Onlan görünce Mösyö Othon ayağa kalktı.
Hep eski kılığındaydı, sırtında hep aynı kolalı göm
lek. Tarrou, sadece, şakaklarındaki saçların daha ka
barık olduğunu ve ayakkabı bağlarının çözük durdu
ğunu farketti. Yargıcın yorgun bir hali vardı, bir kere
olsun, karşısındakiler^ yüzüne doğrudan doğruya
bakmadı. Onları gördüğüne çok sevindiğini ve doktor
Rieux’ye bütün yaptıklarından dolayı teşekkür ettiğini
bildirmelerini rica etti.
Ötekiler birşey demediler.
Biraz sonra y arg ıç :
— Umarım ki. Jacques çok ıstırap çekme
di, dedi.
Tarrou, onun ilk defa oğlunun adını andığını du
yuyor ve birşeylerin değişmiş olduğunu anlıyordu*
VEBA F . : 16/241
Güneş ufukta batıyordu, ışıklari,’ iki bülu't arasından
•tribünün yan tarafından geliyor, üç insanın yüzünü
yaldızlı bir renge boyuyordu. ‘ '
— Hayır, dedi Tarrou, hayır, ıstırap çekmedi.
Yanından ayrıldıklarında, yargıç^ gpneşin geldiği
tarafa dönmüş bakıyordu. > , ,
Bekçilerin nöbetlerinin yazılı olduğu levhayı in
celemekte olan Gonzales'in yanına gidip Allahaısmar
ladık dediler. Futbolcu, ellerini sıkarken gülüyor.:
— Hiç değilse soyunma yerlerine kavuşabildim.
Hep böyledir zaten, diyordu.
Az sonra, kamp müdürü, Tarrou ile Rambert’i
alıp götürürken tribünlerden muazzam bir cızırdama
duyuldu. Sonra, iyi zamanlarda maç sonuçlarını bil-,
diren hoparlörler, hım, hım bir sesle, kampta yaşa
yanlara akşam yemeği için çadırlarına dönmelerini
bildirdi, insanlar yavaş yavaş tribünlerden ayrıldılar
ve ayaklarını sürükliyerek çadırlarına döndüler. Hepsi
yerlerini aldıkları zaman, garlarda görüldüğü gib>.
elektrikle işleyen iki küçük araba, kocaman tencere
leri yüklenmiş olarak çadırların arasından geçmeye
başladı. İnsanlar, kollar’ını uzatıyordu. İki kepçe iki
tencereye dalıyor ve bunlar iki karavanaya boşalıyor
du. Araba sonra yeniden yola koyuluyordu. Öteki ça
dırın önünde durunca aynı hareketler tekrarlanıyor
du.
Tarrou, idareciye:
— Fenni birşey, dedi.
Müdür, sevinçle elini sıkarak :
— Evet, dedi fennîdir.
Güneş batmıştı artık. Gökyüzü meydana çıkmıştı.
Tatlı ve serin bir ışık, kampı yıkıyordu. Akşamın, ses
sizliği içinde her yandan kaşık, tabak sesleri duyul
242
maktaydı. Gece kuşları çadırların tepesinde uçuştu
lar. hemencecik ortadan kayboldular. Duvarın öte ta
rafından makas değiştiren bir tramvayın sesi geli
yordu.
Kapılardan çıkarken T arro u :
— Zavallı yargıç, diye mırıldandı. Onun için bir-
şeyler yapmalıyız! Ama insan bir yargıca nasıl yardım
edebilir?..
243
Şehirde bunun giDi daha birçok kamp vardı, hi-
kâyeci, doğrudan doğruya fazla bir bilgi sahibi olma
dığı için, bu kamplar hakkında çok şey söyliyemiyor.
Bütün diyebileceği şudur: Bu kamplardaki hayat, bu
ram buram insan kokusu, bastırmak üzere olan ge
cenin içindeki bu hoparlör gürültüsü, duvarların es
rarengizliği, bu lânetlenmiş yerlerin uyandırdığı kor
ku, vatandaşlarımızın maneviyatını ezen ağır bir yük
tü, içinde yaşanan bu huzursuzluğu ve karışıklığı da
ha da arttırıyordu. Kamp idareleri ile anlaşmazlıklar,
olaylar birbirini kovalıyordu.
Hava Kasım'ın sonundan itibaren, sabahları çok
daha soğuk olmaya başladı. Tufan halinde yağmurlar
seller akıtarak kaldırımları temizledi, gökyüzü de yı
kandı ve parlak caddelerin üzerinde temiz bulutlar
yer aldı. Kuvvetsiz bir güneş her sabah şehrin üstüne
soğuk ve titrek bir ışık yayıyordu. Akşama doğru, ha
va yeniden ılınıyordu. Tarrou Doktor Rieux’nün yanı
na gitmeyi böyle pnlarda düşünüyordu.
Bir akşam, uzun ve ezici bir çalışma gününden
sonra saat on'a doğru Tarrou. Rieux ile birlikte, ihti
yar astımlıya akşam ziyaretlerinden birini yapmaya
gitti. Gökyüzü, eski mahallenin evleri üzerinde tatlı
tatlı parıldıyordu. Hafif bir rüzgâr, karanlık köşebaş-
ları arasından gürültüsüzce esiyordu. Sessiz sokak
lardan geçen iki adam, kendilerini birden ihtiyarın
244
gevezelikleri içinde buldular. İhtiyar, bu konuda on
larla aynı fikirde olmıyanların da bulunduğunu, yağlı
lokmaları hep aynı kimselerin yuttuğunu, ne kadar
suya giderse gitsin, testisinin su yolunda kırılacağını,
bu durumdan can sıkacak şeyler çıkabileceğini söy-
liyerek ellerini oğuştürdu. Boyuna olayların yorumunu
yapıp dururken, doktor da bir yandan onu muayene
etti.
Üst kattan ayak seslerinin geldiğini duyuyorlar
dı. İhtiyar, Tarrou'nun bunu merak edip bakındığını
görünce, komşularının taraçada gezindiklerini söyle
di. Aynı zamanda bu taraçanın güzel bir manzaraya
hâkim olduğunu, yan evlerin taraçaları da iki yandan
ona bitişmiş olduğundan mahalle kadınlarının evlerin
den çıkmadan birbirlerini ziyaret edebildiklerini öğ
rendiler.
İhtiyar adam :
— Evet, dedi, çıksanıza bir kere. Yukarıda te
miz hava vardır.
Taraçayı boş buldular, ortada üç iskemle duru
yordu. Bir yandan, taraçalar göz görebildiği kadar
birbiri arkasına uzanıyor, nihayet ilk tepe, hayal-me-
yal seçebildikleri karanlık ve sarp bir yığınla sona
eriyordu.
Öteki yanda, insan bakışı birkaç caddeyi ve göz
le görülmeyen limanı aşıyor, denizle gökyüzünün belli
belirsiz bir titremeyle birbiriyle birleştiği ufukta kay
boluyordu. Kayalıkların bulunması gereken o uzak
yerlerde, nerden çıktığı belli olmayan bir ışık, belirli
aralarla yanıp sönüyordu. Geçitteki deniz feneri, ilk-
bahardanberi . gemilerin yönlerini başka limanlara
doğru değiştirmeleri için yanmakta devam ediyordu.
Rüzgârın süpürüp cilâladığı gökyüzünde, tertemiz yıl
dızlar pırıldıyor ve zaman zaman yanıp sönen deniz
245
fenerinin uzak ışığı onları geçici bir külle örtüyordu.
Serin rüzgâr bir baharat ve taş kokusu taşıyordu. Tam
bir sessizlik vardı ortalıkta.
Rieux, sandalyeye oturdu:
— Hava ne güzel, dedi. Sanki veba buraya ka
dar hiç yükselmiyor.
Tarrou, ona sırtını çevirmiş denize bakıyordu.
Bir an sonra da :
— Evet, dedi, hava çok tatlı..
Gelip doktorun yanına oturdu ve ona dikkatle
bakmaya başladı: Bir aydınlık, gökte üç kere belirip
kayboldu. Yere düşen bir tabağın sesi sokağın de
rinliklerinden onlara kadar geldi. Evin içinde bir kapı
şiddetle çarptı.
Tarrou, çok tabiî bir sesle :
— Rieux, dedi, benim kim olduğumu öğrenmeyi
hç merak etmediniz mi? Bana karşı bir dostluk du
yuyor musunuz?
Doktor:
— Evet, diye cevap verdi, size karşı bir dostluk
duyuyorum. Fakat şimdiye kadar hiç boş vaktimiz ol
mamıştı.
— Güzel, bu bana güven veriyor. Bu saati dost
luğumuza ayıralım, ister misiniz?
Rieux. cevap yerine güldü.
— Öyleyse, başlıyorum.
Daha uzaktaki sokaklarda bir otomobilin ıslak
kaldırım taşları üzerinde uzun uzun kayıp geçişi his
sediliyordu. Sonra araba uzaklaştı, onun uzaklaşma
sıyla derinden gelen birtakım gürültüler bir defa daha
sessizliği bozdu. Sonra sessizlik, gökyüzü ve yıldız
ların bütün ağırlığıyla iki adamın üzerine çöktü. Tar
rou kalktı, sandalyesine yığılıp kalmış bulunan Rieux'
nün karşısına geldi, taraçanın korkuluklarına dayan
246
dı. Şimdi o, gökyüzünün üstüne oyulmuş kalın bir şe
kil halindeydi. Uzun uzun konuştu, derli toplu bir şe
kilde. anlattıkları işte şunlardı:
«Rieux, sözü kolaylaştırmak için, ben bu şehri ve
bu salgım tanımadan önce de vebanın acısını çeki
yordum diyelim. Bu, benim de herkes gibi olduğumu
söylemek demektir. Fakat bir, bu durumun farkında
bile olmayan, bir de içinde bulundukları durumu bilen
insanlar vardır. Bunlardan başka, bunu bilip de ken
dilerini kurtarmaya çalışanlar. Ben, kendini kurtarma
ya çalışanlardanım.
Gençliğimde, saflığımın, tecrübesizliğimin verdi
ği düşüncelerle, yani hiçbir şeyin farkında olmadan
yaşıyordum. Kendime işkence eden tiplerden değil
dim. Nasıl uygun geliyorsa öyle başladım hayata.
Herşeyde başarıya eriyordum, zekâ alanında kendi
mi rahat hissediyordum, kadınlarla aram olabildiği
kadar iyiydi; arada sırada bazı üzüntülerim oluyorsa
da. bunlar geldikleri gibi geçiyorlardı. Günün birinde,
düşünmeye başladım. Ve şimdi...
Şunu söyleyeyim ki, ben sizin gibi yoksul değil
dim. Babam savcıydı, bu önemli bir mevki demektir.
Buna rağmen, babacan bir insan olduğu için, kendi- •
sinde hiç de öyle önemli bir insan hali yoktu. Annem
basit ve silik bir kadııidı. Onu her zaman sevdim, ama
şimdi öndan bahsetmemeyi daha uygun buluyorum.
Babam benimle şefkatle ilgileniyordu. Beni anlamaya
çalıştığını da sanırım. Babamın dışarda birtakım se
rüvenleri bulunduğuna şimdi tamamen- eminim, ama
bu yüzden ona öfke duymaktan uzağım. Bütün bu
işleri kendisinden beklenildiği gibi, hiç kimseyi rahat
sız etmeden becermesini biliyordu. Kısacası, babam
öyle eşi az bulunur insanlardan değildi. Bugün artık
hayatta olmadığına göre, onun pek bir ermiş gibi ya-
247
şamadıysa da, kötü bir adam da olmadığını kabul e t
mek gerektiğini anlıyorum. Yani, dengeli bir adamdı,
hayatın, yaşıyan ve kendisine karşı makul bir sevgi
duyulabilen insan tiplerindendi.
Ama onun da kendine vergi bir özelliği v a rd ı:
Chaix'nln büyük tren rehberi başucu kitabıydı. Tatil
lerde. küçük bir evinin bulunduğu Bretagne'a gitmesi
dışında, yolculuklara da pek çıkmazdı. Ama Paris -
Berlin treninin kalkış ve varış saatlerini, Lyon’dan
Varşova'ya gidebilmek için yapılacak aktarmaları, is
tediğiniz devlet başkentine varmak için kaç kilometre
yol gideceğinizi sorarsanız dakikası dakikasına ce
vabını hemen verebilirdi. Siz. Briançon'dan Cha-
monix'e nasıl gidileceğini söyleyebilir misiniz? Bir gar
şefi bile yolunu kaybedebilir. Babamsa şaşırmazdı bi
le. Bu konudaki bilgisiyle gururlanır, bu bilgiyi her
akşam daha da arttırmaya çalışırdı. Bu da benim çok
hoşuma giderdi, ona sık sık sorular sorar, Chaix ile
karşılaştırıp da cevaplarının doğru olduğunu görmek
ten büyük hoşnutluk duyardım. Bu küçük çalışmalar
bizi birbirimize daha çok bağlıyordu, çünkü kendi is
teğimle onun dinleyicisi olduğumu bilmekteydi. Ben
se onun şimendifer konusundaki üstünlüğünü başka
konulardakinden üstün tutardım.
Fakat lâfı uzatıyorum, bu dürüst insana gereğin
den çok önem vermeye başlıyacağım nerdeyse. So
nuç olarak, benim', yetişmemde babamın doğrudan
doğruya hiçbir etkisi olmamıştır diyebilirim. Üstelik
bana bir fırsat da verm işti: On yedi yaşımdayken be
ni kendisini dinlemeye çağırdı. Ağır Ceza Mahkeme
sinde önemli bir dâvaydı bu. Herhalde bu defa ken
dini göstereceğini düşünmüş olmalıydı. Bu töreni ba
na seyrettirmekle genç muhayyilemi etki altında bı
rakmak böylece benim uygun gördüğü mesleğe gir-
243
: s • : .üb ” -
memi sağlamak, istiyordu. Kabul etmiştim.*. Çünkü b a -.
bqmı memnun edeceğimi anlamıştım. Hem de, onu.
bizim aramızda oynadığından bambaşka, değişik,bir
rolde görmeyi merak ediyordum. Bgşkg. jbirşey dü
şünmüyordum. Mahkemelerde olup ^itenleri, oteden-
beri, bir 14 Temmuz geçidi veya bir ödüT dağıtma
töreni kddar tabiî ve kaçınılmaz bir .olay kabul eder
dim. Beni rahatsız etmeyen ve tamamen gerçekdışı
bir fikrim vardı bu konuda.
O günden bende kalan tek hayal, suçlunun hali
oldu. Sanırım ki bu adam, isnad edilen suçu gerçek
ten işlemişti, ama bunun önemi yok. Bu kızıl saçlı,
otuz yaşlarındaki biçare adam, her söyleneni kabul
etmeye öylesine hazır, yaptığı işten dolayı öylesine
ürkek, öylesine korku içinde görünüyordu ki, birkaç
dakika sonra gözlerim ondan başka hiçbir, şeyi gö
remez oldu. Çok kuvvetli bir ışığa yakalanıp ürkmüş
bir gece kuşuna benziyordu. Kravatının düğümü ya
kasının içine yerleşmemişti. Bir elinin tırnaklarını diş
leriyle kemirip duruyordu. Sağ eliydi bu. Kısacası,
fazla durmayayım üzerinde, onun nasıl hayat dolu bir
varlık olduğunu anlıyorsunuz.
Ama ben, bunu birdenbire farkettim, o âna kadar
sadece «suçlu» sayılan insanlardan biriydi benim için.
Şunu diyebilirim ki, babamı hemen unutuvermedim,,
ama suçlu sandalyesinde oturan adama karşı göster,
diğim dikkatten başka ne varsa hepsini ortadan kal
dıran bir kuvvet vücudumu cendereye sokmuş gi
biydi. Sanki birşey duymuyordum artık, bu hayat dolu
insanı öldüreceklerini biliyordum ve bir dalga gibi
müthiş bir sezgi, inatçı bir körlükle onun yanına iti
yordu beni. Ancak babamın iddianamesiyle birlikte
kendime gelebildim.
249
Babam, kırmızı cübbesi içinde değişmiş, o ba
bacan, o şefkatli halinden eser kalmamıştı, ağzında
sonu gelmez cümleler kaynaşıyor, bunlar birbiri ardı
na yılanlar gibi dökülüyordu. Toplum adına bu ada
mın ölmesini, hattâ kafasının kesilmesini İstediğini
anladım. Dediği aslında şuydu: «Bu baş düşmelidir».
Fakat aradaki fark hiç önemli değildi. İstediği başı
aldığına göre, zaten sorun da ortadan kalkmıştı. Bu
dâvayı sonuçlanana kadar takibettiğim için, babamla
aramda şimdiye kadar hiç kurmadığım başdöndürü-
cü bir mahremiyetle o zavallıyı tanımış oldum. Ba
bam, usul gereğince kibarca mahkûmun son ânları
adı verilen; aslında en iğrenç bir cinayet olan infaz
töreninde hazır bulunmak zorundaydı.
Bu ândan itibaren babamın Chuix rehberine, nef
ret duymadan bakamaz oldum. Bu ândan itibaren,
içimde bir dehşet duyarak adaletle, ölüm mahkûm-
lûklarıyla, idamlarla ilgilenmeye başladım. Babamın,
idam günlerinde, erkenden kalktığını mide bulantı
ları arasında biliyordum; erken kalktığı her sabah ye
ni bir idama gidiyor sanıyordum. Böyle günlerde, baş-
ucundaki saatin zilini kuruyordu. Anneme bahsetme
ye cesaret edemiyordum, ama onu böyle daha iyi in
celeyebiliyor. ve annemle babam arasında hiçbir bağ
bulunmadığını, annemin herşeyden uzak yaşamakta
olduğunu anlampya başlıyordum. Annemin boyun eğ
miş hali babamı-mâzur görmekte bana yardım etti.
Daha sonraları babamın atfedilebilecek bir durumda
olmadığını, annemin ise evlendiği güne kadar yoksul
bir hayat yaşadığını, hayat ona yoksulluğa katlanma
yı öğrettiği için babamı affetmek zorunda olduğunu
anladım...
Hemen evden ayrılıp gittiğimi umuyorsunuz tabiî.
Hayır, gitmedim, daha aylarca, aşağı yukarı bir yıl
250
kadar evde kaldım. Fakat kalbimden yaralıydım. Bir
akşam, babam, ertesi sabah erkenden kalkacağını
şöyliyerek saatini istetti. O gece ben bir türlü uyu
yamadım. Ertesi gün babam eve döndüğünde, ben
çıkıp gitmiştim. Hemen söyliyeyim ki, babam beni
arattı, gidip onunla görüştüm, fazla bir açıklama yap
madan eğer beni eve dönmeğe zorlarsa kendimi öl
düreceğimi sükûnetle söyledim. Sonunda kabul etti,
çünkü uysal bir tabiatı vardı, hayatımı serbestçe ya
şamak için duyduğum isteğin saçmalığı üzerinde (be
nim hareketimi ancak böyle açıklıyordu, ben de ya,-
nıldığını kendisine hiç belli etmedim) ricalar ederek,
tavsiyelerde bulunarak, samimi gözyaşları dökerek
uzun bir söylev çekti. Bundan sonra, gene uzun za
man eve gelip annemi görürdüm, babama da o za
manlar rastlardım.
Bu ilişkilerimiz ona yetiyordu sanırım. Kendi he
sabıma babama hiçbir garez duymuyordum, sadece
kalbimde bir acı vardı. Babam öldüğü zaman annemi
yanıma aldım, sırası gelip o da ölmeseydi hâlâ ya
nımda olacaktı.
Bu başlangıç üzerinde böyle uzun uzaaıya. ısrar
la duruşum, herşeyin de başlangıcını teşkil ettiği için.
Şimdi daha hızlı anlatabilirim artık. Onsekiz yaşımda
zengin bir hayattan çıkar çıkmaz kendimi yoksuluk
içinde buldum. Hayatımı kazanmak için yapmadığım
iş kalmadı. Bu işlerde pek başarı kazanmadım da
denemezdi. Ama beni hep ilgilendirmekte devam
eden, ölüme mahkûm olmak sorunuydu. O kızıl bay
kuşla bu konuda hesaplaşmak istiyordum. Tam de
yimiyle. politika hayatına atıldım. Ben bir vebalı ol
mak istemiyordum, hepsi o kadardı. İnandım ki, için
de yaşadığım toplum, ölüm mahkûmiyetlerine daya
narak devam edebilmektedir. Onunla savaşırsam, ci-
251
riayetlerle de savaşmış olacağım. Buna inandım, bu
nu bana başkaları söylemişlerdi, hem genellikle yan
lış da değildi. Kendimi, sevdiğim ve hep sevmekten
geri kalmadığım insanların safına attım . Onlarla uzun
zaman beraber oldum, onların kavgalarına karışma
dığım Avrupa'nın hiçbir ülkesi kalmadı. Bunları geçe
lim.
Şüphesiz, gerektiği zaman bizim de idam karar
ları verdiğimizi biliyordum. Fakdt bana, bu birkaç ölü
mün. artık hiç kimsenin öldürülemiyeceği bir dünya
nın kurulması için gerekli olduğunu söylüyorlardı. Bu.
bir görüş açısından yanlış sayılamazdı, ama ben her
halde bu çeşit gerçeklere katlanabilecek bir yaradı
lışta değildim. Muhakkak olan bir şey varsa, o da
bir karara varam adan bocaladığımda Fakat hep o
baykuşu düşündükçe bu hayata devam edebilecek
güçü bulabiliyordum. Bir kurşuna dizilme töreni gör
düğüm zam an, (bu M acaristan'da oldu) çocukluğum
da duyduğum aynı bulantı, koca adamın gözlerini ka
rarttı.
Siz hiç. bir insanın kurşuna dizilmesini gördünüz
mü? Elbette ki hayır, öyle infazlarda ancak davetliler
hazır bulunur, bunlar d a önceden seçilmiş kimseler
dir. Sizler hep basılı resimlerdekilerden, kitaplarda-
kinden ötesini bilmezsiniz. Gözbağı, bir direk ve uzak
ta askerler... Hepsi bu kadar değil işte! Kurşuna diz
me müfrezesinin mahkûmdan ancak bir buçuk met
re ötede durduğunu bilir misiniz? Bilir misiniz ki mah
kûm ileriye iki adım atacak alsa tüfekler göğsüne da
yanacaktır! Bilir misiniz ki bu kısa mesafeden ateş
edenler atışlarını kalb bölgesine çevirirler, ve hepsi
birden koca koca kurşunlariyle oraya ateş edince in
sanın, yumruğunu içine sokabileceği bir delik açılır?
Hayır, bilemezsiniz, çünkü bunlar kimsenin sözünü
252
etmediği küçük ayrıntılardır. İnsanların uykuları ve
balıların hayatından daha kutsaldır. Bu mert insanla
rın uykularına engel olmamalı! İnsan çok zevksiz ol
malı bunu yapmak için! Zevk sahibi olmaksa, herkes
bilir ki. olayların üzerinde fazla durmamaktır. Fakat
ben, o gündenberi bir türlü rahat uyuyamadım. Acılık
ağzımın içinde kaldı ve boyuna bunun üzerinde dur
maktan, yani düşünmekten geri kalmadım.
O zaman anladım ki, bütün ruhumla vebaya kar
şı savaştığımı sandığım halde, bu uzun yıllar boyunca
kendim de bir vebalı olmaktan kurtulamamışım. Bin
lerce insanın ölümüne dolayısiyle razı olmuştum, ha
yatta onların ölümüne sebep olan davranışları ve il
keleri yerinde bularak bunu teşvik de etmiştim. Baş
kaları bu yüzden bir rahatsızlık duyar gibi değildiler
veya hiç değilse bundan hiç bahsetmiyorlardı. Be
nimse artık gırtlağıma kadar gelmişti. Hem onlarla
beraber, hem de tek başımaydım. Vicdanımdaki ra
hatsızlıklardan söz açtığım zamanlar, söz konusu şe
yin ne olduğunu düşünmek gerektiğini söylüyorlar ve
çok defa beni etkileyen sebepler ileri sürüp bunları
yutturmak istiyorlardı, fakat hiçbiri beni kandıramı-
yordu. Onlara cevap olarak o kırmızı cübbeler giyen
büyük vebalıların da bu gibi durumlar için mükemmel
kanıtları bulunduğunu, eğer bir kere küçük vebalıla
rın ileri sürdükleri gerekli sebepleri ve zarurî kuvvet
leri kabul edersem, büyük vebalıların ileri sürdüklerini
de reddetmeme imkân olamıyacağını söylüyordum.
Bana, o kırmızı cübbelilere hak vermenin, mahkûmi
yet kararlarının yalnız onlar tarafından verilmesini
kabul etmek sayılacağı cevabım veriyorlardı. Fakat
ben. buna bir kere müsamaha gösterildi mi, artık
önünü almaya imkân olamıyacağını söylüyordum. Öy
le görülüyor ki, kimin daha çok insan öldüreceği ko
253
nusunda tarihin beni haklı çıkardığını anlıyorum. Hep
si-cinayetin uyandırdığı öfke içindeler, zaten başka
durumda olmalarına imkân yok.
Bana düşen şey; yargılara varmak değildi. O kı
zıl baykuştu, o pis, vebalı ağızlann zincire vurulmuş
bir İnsanın öleceğini bildirmesiydi. Her işlerini, o in
sanın uzun geceler ve geceler boyunca can çekiş
mesini, öleceği ânı gözleri açık beklemesini ve öyle
ce yokedilmesini sağlamak üzere kurmuşlardı. Benim
derdim göğüslerde açılan o delikteydi..Ve kendi he
sabıma hiç değilse, bu iğrenç kasaplık için tek bir
haklı sebep göstermeyeceğimi kendi kendime söylü
yordum. Daha berrak görebilmeyi umarak bu inatçı
körlüğü tercih ettim.
O zamandan beri bende bir değişme olmadı.
Uzun zamandır utanç duyuyorum. Uzaktan da olsa,
iyi niyetle de olsa, kendim de sırası gelince bir katil
olduğumdan ölesiye utanıyorum. Zaman geçtikte,
ötekilerden daha mükemmel olanların bile ya öldür
mek ya da öldürülmekten başka birşey yapamıyacak-
larını farkettim, çünkü bu, yaşadıkları hayatın man
tığına uygundu. Yeryüzü ü6tünde başkalarının ölme
sine sebep ölmıyacak tek bir harekette bulunmamız
imkânsızdı. Evet ben hep o utancı yaşamaya devam
ettim, hepimizin vebanın içinde olduğumuzu bir kere
öğrendikten sonra . huzurumu büsbütün kaybettim.
Bugün de, hepsini anlamaya, kimsenin canına kas
teden bir düşman olmadan bunu bilmeye çalışıyorum.
Bir vebalı olmamak için ne yapmak gerekirse onu ye
rine getirmek gerektiğini biliyorum artık. Böyle ha
reket etmekle ancak huzura, ya da onun yerini alan
güzel bir ölüme kavuşmayı ümidedebiliriz. insanların
daha az kötülük etmelerine sebep olacak, veya müm
kün olduğu kadar az kötülük etmelerini ve bazan da
254
azıcık iyilik etmelerini mümkün kılacak yol budur. İş
te bunun için, uzaktan veya yakından, haklı, haksız
insanları öldüren veya bunu doğru gösteren herşeyi
red ve inkâr kararını verdim.
Bu yüzden veba salgını bana yeni hiçbir şey öğ
retmiyor, sizinle birlikte savaşmak gerektiğinden baş
ka... En kesin bir bilim olarak biliyorum ki. (evet.
Rieux, görüyorsunuz ya. hayatta bilmediğim şey yok!)
herbirimiz vebayı kendi içimizde taşırız, çünkü kimse,
dünyada hiç kimse ondan kendini koruyamamıştır.
İnsanın dalgın bir anında kendini unutup başka biri
nin suratına doğru nefes vermemiye ve ona hastalığı
bulaştırmamıya dikkat etmesi lâzımdır. Tabi! olan bir-
şeydir mikrop. Geriye kalan, sağlık, kusursuzluk, bir
irade işidir. Hiç duraklamaması gereken bir irade so
runu. Namuslu insan, başkalarına hastalık bulaştır
mayan insan, mümkün olduğu kadar az dalgın otan
insandır. Dalgın olmamak için de irade ve sağlam bir
azim gerek. Evet Rieux, vebalı olmak çok yorucu bir-
şeydir. Bu yüzden, herkes yorgun ve bitkin, çünkü
bugün herkes az çok vebalı durumunda. Bu halden
kendilerini sıyırıp çıkarmak isteyen bazı kimseler bu
yüzden ölümden başka hiçbir şeyin onları kurtaramı-
yacağı sonsuz bir yorgunluk içinde yaşıyorlar.
Bundan böyle, şu yer üstünde bir değerim olma
dığını. biliyorum, öldürmekten bütün bütüne vaz geç
tiğim andan itibaren kesin bir sürgüne kendimi mah
kûm ettiğimi biliyorum. Tarihi yapacak olanlar, baş
kaları. Bu başkaları hakkında, görünüşe dayanarak
yargıya varmak istemem. Benim tam bir katil olabil
mem için herhalde kabiliyetim eksik olmalı. Bu da bir
üstünlük sayılmaz. Fakat şimdi neysem, öyle kalmak
la yetinmeye razı oluyorum. Alçak yürekli otmayı öğ
rendim artık; Sadece yer üstünde, b ir yanda felâket-
255
ler, öte yanda kurbanlar bulunduğunu ve insanın,
mümkün mertebe, felâket yaratanların safında yer
almamaya çalışması gerektiğini söylüyorum. Bu bel
ki de size biraz basit gelecek, bunun basit birşey olup
olmadığını bilmem, fakat doğru olduğunu biliyorum.
Az daha başımı döndürecek, başkalarının başını ye
ter derece döndürüp onlara katil olmayı kabul ettiren
pek cok muhakeme tarzı dinledim. Şunu anladım ki.
insanların başına gelen bütün felâketler acık, anla
şılır tarzda konuşmamaktan geliyor. O zaman, acık
konuşmak ve açık hareket etmek yolunu tuttum, doğ
ru yolu bulmanın tek çaresiydi bu. İşte buna dayana
rak, dünyada sadece felâketlerin ve kurbanların bu
lunduğunu söylüyorum. Başka birşey yok. Ama bunu
söylediğim halde gene de felâketlere sebep olursam,
bunu hiç değilse istemiyerek yapıyorum demektir.
Suçsuz bir katil olmaya çalışıyorum. Görüyorsun ki,
bu da büyük bir hırs sayılmaz.
Bir de üçüncü bölümde yer alan insanların bu
lunması gerekir. Bunlar da gerçek hekimlerdir, fakat
bu pek sık rastlanmıyan bir olay, herhalde çok güç
birşey olduğundan, işte ben de bunun için her fırsat
ta kurbanların safında yer aldım, verilecek zararları
azaltmak istedim bununla. Onların ortasında, hiç de
ğilse üçüncü bölümdeki insanların yanına nasıl va
rılabileceğini aramaktayım, yani huzura, barışa...»
Sözlerini bitirirken Tarrou bacağını sallıyor ve
ayağını hafif hafif'.taraçaya vuruyordu. Bir an süren
sessizlikten sonra doktor doğruldu ve Tarrou’ya ba
rışa, huzura varabilmek için tutulacak yol konusunda
bir fikri olup olmadığını sordu :
— Evet, dedi, sevgi duymak.
Uzakton iki cankurtaran arabasının canı çınladı.
Deminden beri belirsizleşmiş sesler, gürültüler, şehrin'
256
sınırlarında, taşlı tepenin yakınında yeniden topladı*
verdi. Aynı zamanda silâh patlamasına benzer bir ses
duyuldu. Sonra gene sessizlik çöktü ortalığa. Rieux,
fenerin parlayışını iki defa saydı. Hafif rüzgâr yeni
den kuvvetlendi, birden, denizden gelen bir esinti, bir
tuz kokusunu onlara kadar getirdi. Kayalıklara çar
pan dalgaların şiddetli nefes alışları şimdi daha açık
olarak duyuluyordu.
Tarrou, çok basit'bir şey söyler gibi :
— Sözün kısası, dedi, beni asıl ilgilendiren, na
sıl ermiş, olunacağını bilmek.
— Fakat siz Tanrıya inanmıyorsunuz kil
— Bütün sorun orda ya. Tanrısız ermiş olabilir
mi insan? Artık üzerinde durulmaya değer bulduğum
tek olumlu sorun bu.
Birdenbire, az önce seslerin geldiği taraftan bü
yük bir aydınlık yükseldi, rüzgârın akışına uyarak, ka
rışık bir patırdı, gürültü onlara ulaştı. Aydınlık hemen
silindi ve uzakta, taraçatarın ucunda sadece bir kır
mızılık kaldı: Şiddetli bir rüzgârda açıkça bağrişma-
lar duydular, sonra silâh sesleri ve bir kalabalığın
uğultusu geldi. Tarrou yerinden kalkmış dinliyordu.
Artık bir şey duyulmuyordu.
— Gene kapılarda döğüştüler.
— Artık bitti, dedi Rieux.
Tarrou bunun hiçbir zaman bitmediğini, bitmiye-
ceğinr, daima kurbanlar bulunacağını, çünkü düzenin
böyle kurulduğunu mırıldanarak söyledi.
— Olabilir, dedi doktor, fakat size şunu söyleye
yim ki, o ermişlerden çok mağlûplara daha yakın bu
luyorum kendimi. Galiba kahramanlık ve ermişlikten
fazla bir tad almıyorum ben. Beni en çok ilgilendiren,
insan olabilmek.
VEBA F .: 17/257
— Evet, (kimiz de aynı şeyi arıyoruz, yalnız ben
sizin kadar çok şey istemiyorum.
Rieux, Tarrou'nun şaka ettiğini düşündü ve ona
baktı. Fakat karşısında gökten gelen belirsiz ışık al*
tında, acılı ve ciddî bir yüz gördü. Rüzgâr yeniden
başladı. Rieııx. derisine çarpan bu rüzgârın ılıklığını
duydu. Tarrou, silkindi.
— Dostluğumuz adına yapmamız gereken nedir
bilir misiniz? dedi.
— Ne isterseniz onu, dedi Rieux..
— Bir deniz banyosu. Geleceğin bir ermişine bi-
le yaraşır bir zevktir bu.
Rİeux, gülümsüyordu.
— Elimizdeki izin belgeleri ile rıhtıma kadar gi
debiliriz. İnsanın sadece veba içinde yaşaması çok
anlamsız bir şey. Elbetteki bir insan kurbanlar uğruna
çarpışabilmelidir. Ama bundan başka hiçbir şeyi sev
mezse, çarpışması neye yarar?
— Peki, dedi Rieux. haydi gidelim.
Bir dakika sonra otomobil, rıhtımdaki parmaklık
ların önünde durmuştu. Ay da adamakıllı yükselmişti.
Süt rengi bir gök dört yana soluk gölgeler saçıyordu.
Arkalarında şehir kat kat yükseliyor, onları denize
doğru iten sıcak ve hasta bir nefes geliyordu. Belge
lerini oradaki nöbetçiye gösterdiler, o da uzun uza
dıya inceledi. Üstü fıçılarla kaplı dolma sedlerin. içki
ve balık kokuları arasından geçerek, deniz kıyısına
doğru yollandılar. Daha .varmadan yosun ve iyod ko
kusunu onlara denizi haber verdi. Sonra, denizin se
sini dinlediler. Rıhtımın büyük taş blokları dibinde ha
fif. hafif ıslık çalıyordu deniz. Kayalıkların üstüne tır
mandıkları zaman, deniz, gözlerine bir kadife kadar
kalın, bir tıayvan kadar çevik ve yumuşak göründü,
Engine kadar kayalıklara yerleştiler. Sular kabarıyor.
258
sonra yavaşça alçalıyordu. Denizin bu huzurlu nefes
alışı suların yüzeyinde yağlı titreşmelerin belirip kay
bolmasına sebep oluyordu, önlerinde gece, sonsuz
bir görünüş kazanıyordu. Parmaklarının altında kaya
lığın pürtüklerini hisseden Rieux, garip bir mutluluk
duyuyordu. Tarrou’ya dönüp bakınca, dostunun ciddi
ve sakin yüzünde, hiçbir şeyi, cinayetleri bile unut
mayan. o mutluluğu gördü.
Soyundular, önce Rieux denize daldı. İlkin so
ğuktu. suyun yüzüne çıkınca deniz ona ısınmış gibi
geldi. Birkaç kulaçtan sonra, artık, denizin o akşam
ılık olduğunu, toprağın uzun aylardır biriktirdiği sı
caklığı alan bir sonbahar denizinin ılıklığını taşıdığını
anlam ıştı. Muntazam hareketlerle yüzüyordu. Ayak
larının çırpınması, ardı sıra köpüklü bir kaynaşma
bırakıyordu. Sular, kollarının altından kaçıp gidip ba
caklarına yapışıyordu. Ağır bir su hışırtısı ona Tar-
rou'nun da daldığını haber verdi. Rieux sırtüstü yattı
ve kımıldamadan yüzü, yıldızlara ve aya karşı, ter
sine dönmüş gökyüzüne çevrili olarak durdu. Uzun
uzun nefes aldı. Sonra gittikçe daha açık ve seçkin
olarak dövülen bir su gürültüsünü gecenin sessizliği
ve yalnızlığı içinde garip bir berraklıkla duydu. Tar-
rou yaklaşıyordu. Az sonra da soluklan işitildi. Rieux
ona doğru döndü, dostunun düzeyine yükseldi ve ay
nı ahenkle yüzmeye başladı. Tarrou, ondan daha kuv
vetli yüzüyordu. Rieux, kulaçlannı arttırmak zorunda
kaldı. Birkaç dakika, aynı tempoda, aynı kuvvetle
dünyadan uzak, şehirden ve vebadan kendilerini sı
yırabilm iş tek başlanna yüzdüler, önce Rieux durdu,
yavaşça geri döndüler, buzlu bir akıntıya girdikleri
zaman hızlarını arttırdılar. Hiç konuşmadan, ikisi de
denizin bu beklenmedik sürprizi ile kamçılanarak hız>-
landılar.
259
Yeniden giyindiler, tek kelime söylemeden geri
döndüler. Ama içlerinde aynı duygular vardı, bu ge
cenin anısı ikisi için de aynı derecede tatlıydı.
Uzaktan vebanın nöbetçisini gördükleri zaman
Rieux, Tarrou'nun da kendisi gibi aynı şeyleri düşün
düğünü biliyordu. Hastalık onları unutmuştu, ne iyi
şeydi bu. şimdi ise her şeye yeniden başlamak gere
kiyordu.
/
Evet, her şeye yeniden başlamak gerekiyordu,
veba hiç kimseyi uzun süre unutmazdı. Kasım ayı
boyunca, veba hemşerilerimizin göğüslerinde alev
alev yandı, fırınları aydınlattı, kampları, ne yapacağı
nı bilmez insanlarla doldurdu, kısacası sabırlı ve dü
zensiz yürüyüşle yoluna devam etmekten geri kalma
dı. Yetkili makamlar bu ilerleyişin soğuk havaların
gelmesiyle duraklıyacağıriı ummuşlardı, oysa veba,
mevsimin ilk şiddetli günlerini hiç sarsılmadan an
latmıştı.
Doktor ise yaşamış olduğu o ele geçmez dost
luk ve barış anlarını bir daha bulamadı. Gene yeni
bir hastane açılmıştı. Rieux ancak hastalarıyla baş-
başa vakit geçirebiliyordu. Gittikçe-yükselen bir ar
tışla, akciğerden ileri gelen vebanın, bu yeni aşama
sında, hastaların da ellerinden geldiği kadar doktor
lara yardım etmeye başladıklarını farketmişti. Kendi
lerini çılgınca hareketlere ve umutsuzluklara kaptıra
cakları yerde çıkarlarının nerede olduğunu biliyor gi
biydiler, kendi iyiliklerine olan şeyleri kendiliklerinden
istiyorlardı. Doktorun yorgunluğunda bir azalma yok-
tuysa da, hiç değilse böyle hallerde yalnızlığını pek"
duymuyprdu.
Kasımın sonuna doğru, Rieux hâlâ kampta bu
lunan Mösyö Othon’dan bir mektup aldı. .Mektupta,
karantina süresinin dolduğunu, fakat idarenin, giriş
tarihini bulamadığını ve bu yanlışlık yüzünden onu
261
hâlâ kampta tuttuklarını yazmıştı. Az süre önce ka
rantinadan çıkmış olan karısı, vilâyete şikâyet etmiş
ti. ama dileği iyi karşılanmamıştı. Ona bir yanlışlık
olmadığı cevabını vermişlerdi. Rieux, hemen Rambert’i
çağırttı, birkaç gün sonra. Mösyö Othon kamptan çı
kıp onları buldu. Sahiden de bir yanlışlık olmuştu.
Rieux buna epey öfkelendi. Zayıflamış olan Mösyö
Othon elini kaldırarak, kelimelerini tarta tarta, her
kesin yanılabileceğim söyledi. Doktor, onda bazı şey
lerin değişmiş olduğunu anlıyordu.
— Şimdi ne yapacaksınız, yargıç bey? dedi. Dos
yalarınız bekliyor sizi.
Yargıç:.
— Yok, yok, dedi, bir izin almak niyetindeyim.
. — Doğru, dinlenmeniz gerek.
— Bunun için değil, kampa geri dönmek istiyo
rum.
Rieux ş a ş tı:
— Daha yeni çıktınız!
— İyice anlatamadım- Bu kampta gönüllü me
murların çalıştığını bana söyledilerdi de...
Yargıç, yuvarlak gözlerini biraz döndürdü, şakak
larındaki dik saçlarını eliyle yatırmaya çalıştı.
— Uğraşacak bir işim olur böylece. Hem de,
söylemesi biraz anlamsız ama, küçük oğlumdan da
ha az ayrılmış duyacağım böylece kendimi.
Rieux ona bdkıyordu. Bu sert ve yavan gözlere
birdenbire bir tatlılığın gelip yerleşmesine imkân yok
tu. Fakat bu gözler şimdi daha sisli olmuşlardı, o
madenî parlaklıklarını kaybetmişlerdi.
— Elbette, dedi Rieux. bununla ilgilenirim, ma
demki öyle arzu ediyorsunuz.
Doktor, gerçekten bu işi de halletti ve vebalı şeh
rin hayatı Noele kadar böylece devam etti. Tarrou,
262
başkalarını etkileyen huzurlu havasını her gittiği yere
götürüyordu. Rambert, doktora, iki genç nöbetçi ara
cılığıyla gizlice, karısıyla muhabere etmeğe imkân
bulunduğunu anlatıyordu. Zaman zaman ondan bir
mektup alıyordu. Rieux’ye de bu sistemden istifade
etmesini teklif etti. Doktor, uzun aylardan beri ilk de
fa karısına mektup yazdı, ama ne büyük zorluklarla.
Unutmuş olduğu bir dil vardı sanki. Mektup gitti. Ce
vabının gelmesi gecikti, ö te yandan Cottard, boyuna
" para kazanıyor, ufak tefek spekülâsyonlar ona servet
getiriyordu. Grand’a gelince, bayram günleri, ona hiç
yararlı olmayacaktı.
Bu yılın Noeli, bir İncil bayramı olacağı yerde,
daha çok bir cehennem bayramı oldu sayılır. Işıktan
yoksun, içleri bomboş dükkânlar, vitrinlerdeki sunî
çikolatalar veya boş kutular, asık yüzlü insanlarla do
lu tramvaylar... Hiçbiri, geçmiş Noelleri hatırlatmı
yordu. Eskiden, zengin fakir, herkesin katıldığı bu bay
ramda, dükkân arkası bir odanın dibinden ateş pa
hasına satın aldıkları şeylerle utanç verici ve münze
vi bir şekilde eğlenmeye çalışan bazı imtiyazlı kim
selere yer vardı. Kiliseler şefkat dileklerinden çok
şikâyetlerle dolup taşıyordu. Kasvetli ve donuk şehrin
içinde, kendilerini korkutan şeyden daha habersiz
birkaç küçük çocuk koşuşuyordu. Fakat eski günle
rin, o kucağı adaklarla dolu, insan ıstırabı kadar yaş
lı, genç ümit kadar yeni Tanrısını, kimse onlara an
latmağa cesaret edemiyordu, Hepsinin kalbinde an
cak bir tek, çok eski ve çok kasvetli umuttan başka
şeye yer yoktu. Bu insanların, kendilerini ölüme ter-
ketmelerine engel olan kuvvet, yaşamaya karşı du
yulan inattan ibaretti.
Grand, bir gün önceki randevusuna gelmemişti.
Meraklanan Rieux, sabahleyin evine uğramış, onu bu
263
lama mişti .Bütün, tanıdıklarına haber verilmişti.1Saat
on bire doğruRâmbert, hastaneye geldi, örând’ı so
kaklarda perişan bir yüzle âvâre âvâre dolaşırken
gördüğünü haber verdi. Doktor ve Tarroüa robayla
hemen onu bulmaya gittiler.
öğleyin Rieux orabödan inip Grand’ı uzciktdn sey
retti; odundan, kâba şekilde yapılmış oyuncaklârla
dolu bir vitrine nerdeyse yapışmış kalmıştı. Yaşlı me
murun yüzünden ğözyaşları durmaksızın akmaktaydı.
Bu yaşlar Rieux’yü altüst etti, çünkü onu anliyordU. O
da, bu mutsuz, insanın nişanlanmasını, bir Noel vit
rini önünde, Jeanne'ın, çok mutlu olduğunu söyjemek
ipin ona doğru dönüşünü hatırlıyordu. Uzak yılların
ipinden bu çılgınlığın sonsuzluklarından. Jeanne’ın,
sıcak sesi Grand'a; kadar geliyordu, Rieu*. buna
emindi. Ağlayan yaşlı adamın şu anda ne düşündü
ğünü biliyordu Rieux. O da, onun gibi düşünüyordu.
Aşksız bir dünya ölü bir dünya sayılırdı ve insanın,
hapislerden, işten, bir yüzünü arzulamak cesaretin
den ve şefkate susamış kalpten bıkıp usandığı bir an
eninde sonunda gelirdi.
Fakat Grand onu aynadan farketti. Ağlamasını
kesmeden geri döndü ve yaklaşmasını görmek için
sırtını vitrine dayadı.
— Ah. doktor, ah doktor, diye söyleniyordu.
Rieux, bir şey söylemeye kuvvet Ipulamadığın-
dan, onu anladığım belli etmek için başını sallıyordu.
Bu mutsuzluk, kendi mutsuzluğuydu, şu anda onun
kalbini burkan, bütün insanların bölüştüğü, acı kar:
şısında kişinin duyduğu o öfkeydi.
— Evet Grand, dedi.
— Ona bir mektup yazacak kadar vaktim olsun
isterdim. Bilmesi için... Pişmanlık duymadan mutlu
olması için...
264
Şiddetli bir hareketle Rieux, Grand’ı yürüttü.
Öteki, aşağı yukarı sürüklenerek giderken cümle par
çacıklarını mırıldanmaya devam ediyordu.
— Çok zamandır sürüp gidiyor bu böyle. İnsan
kendini bırakıveriyor, mecbur oluyor buna. Ah doktor!
öyle rahatım ki şirpdi. Fakat normal görünmem için
benim ne muazzam bir çaba harcamam gerekiyordu.
Ama, şimdi, daha da çoğu gerekli.
Durdu, bütün vücudu titriyordu, bakışları yanı
yordu. Rieux elini tuttu. Ateş gibiydi:
— Eve dönmelisin, dedi.
Fakat Grand. elinden kurtulup birkaç adım koş
tu. sonra durdu, koilarını.açtı ve bir ileri, bir geri, ye
rinde sallanmaya başladı. Kendi etrafında bir kere
döndükten sonra donmuş toprağa yuvarlandı. Akıp
duran gözyaşları yüzünü kirletmişti. Yoldan gelip ge
çenler fazla yaklaşmaya cesaret edemeden birden
duraklıyorlar, uzaktan bakıyorlardı. Rieux, ihtiyar
adamı kollarından tutup taşımak zorunda kaldı.
Şimdi, yatağına yatırılmış olan Grand. boğulu
yordu: akciğerde hastalık başlamıştı. Rieux düşünü
yordu. Memurun ailesi yoktu. Onu hastaneye naklet
meye gerek var mıydı, böyle olunca? Tarrou'yla be
raber ona bakarlardı.
Grand, yastığına gömülmüştü, derisi yeşil bir ren
ge boyanmış, gözleri fersiz bir hal almıştı. Tarrou’
nun, bir sandığın parçalarını tutuşturarak yaktığı cılız
ateşe sabit bakışlarını dikmişti. «Cok kötü» diye söy
leniyordu. Alevler içinde yanan ciğerlerinden, bütün
söylediği sözlerin yanısıra bir hışırtı çıkmaktaydı.
Rieux. ona susmasını, gene geleceğini söyledi. Has
tanın yüzünü garip bir gülüş kapladı, bir çeşit tatlılık
belirdi. Gözünü zahmetle kırptı: «Bu işten yakamı sı-
265
yırınsam, bana şapkalarınızı çıkartmanız gerekecek
doktor,» dedi.
Birkaç saat sonra, Rieux ile Tarrou,' hastayı, ya
tağından yarıyarıya doğrulmuş buldular. Rieux, has
tanın yüzünde onu yakıp kavuran hastalığın ilerleyişi
ni görerek korktu. Epeyce kendine gelmiş gibiydi, toe-
men derinden çıkan garip bir sesle, bir çekmeceye
koymuş olduğu müsveddeleri getirmelerini rica etti.
Tarrou ona kâğıtları verince, Grand, onları bağrına
bastı, sonra doktora uzatıp okumasını işaret etti. Bu,
elli sayfalık kısa bir müsveddeydi. Doktor, sayfaları
karıştırınca, bu kâğıtlarda hep aynı cümlenin sınır
sız bir şekilde yenibaştan kopye edilmiş, düzeltilmiş,
zenginleştirilmiş veya zayıflatılmış biçimleri bulundu
ğunu gördü. Mayıs ayı, amazon ve ormandaki yollar
kelimeleri değişik şekillerde karşılaştırılmış yanyana
konmuştu. Eserde, birtakım, bazen ölçüsüz derecede
uzun açıklamalarla cümlenin değişik şekilleri de yer
almıştı. Fakat son sayfanın altında, dikkatli bir el,
henüz taze bir mürekkeple şunu yazm ıştı: «Sevgilim
Jeanne, bugün işte Noel...» Üstünde, cümlenin son
şekli itinalı bir yazıyla yazılmıştı.
Grand:
— Okuyun, dedi.
Rieux’ okudu :
«Güzel bir mayış sabahı, muhteşem bir al kısra
ğa binmiş zarif bir amazon, ormanın çiçekli yolları
arasından geçiyordu...»
İhtiyar, ateşli bir sesle :
— Tamam değil mi? diyordu.
Rieux, gözlerini ona çevirmedi.
— Ah, dedi öteki, yerinden kıpırdanarak, bili
yorum. Güzel, güzel, orada gerekli olan kelime değil.
Rieux, örtünün altından elini tuttu.
266
— Bırakırı doktor, zaten hiç vaktim kolmodı,
onu...
Göğsü zorlukla kalkıp iniyordu. Birdenbire ba
ğırdı :
— Yakın onu.
Doktor tereddüt etti, fakat Grand, emrini öyle
müthiş bir ifade ve sesinde öyle bir acıyla tekrarladı
kı, Rieux, kâğıtları, sönmek üzere bulunan ateşe attı.
Oda hemen aydınlanıverdi, kısa süren bir sıcak
lık ortalığı ısıttı. Doktor, hastaya yaklaştığında o, sır
tını çevirmiş ve yüzünü hemen hemen duvara dön
müştü. Tarrou, bu sahneye yabancıymış gibi pence
reden dışarısını seyrediyordu. Serûm yaptıktan sonra
Rieux, dostuna Grand in geceyi geçiremiyeceğini
söyledi. Tarrou da gece onun başında bekleyeceğini
bildirdi. Doktor kabul etti.
Bütün geceyi Grand’ın öleceği düşüncesi ile ge
çirdi. Fakat ertesi sabah Rieux, hastayı yatağı içinde
doğrulmuş, Tarrou ile çene çalarken buldu. Ateşi
düşmüştü. Yalnız, genel bir bitkinliğin izleri vardı yü
zünde.
— Ah, doktor, diyordu Belediye memuru. Hata
ettim. Ama yeniden çalışmaya başlayacağım. Hepsini
hatırlıyorum, göreceksiniz.
Rieux, Tarrou'ya :
— Bekliyelim, dedi.
Fakat öğleyin hiçbir değişme olmamıştı. Akşam
artık Grand’a hastalıktan kurtulmuş gözüyle bakıla
bilirdi. Rieux, bu yeniden hayata dönüşten hiçbir şey
anlayamamıştı.
Aşanı yukarı bu sıralarda Rieux'ye bir hasta ge
tirmişlerdi. Durumunun umutsuz olduğunu gören dok
tor, hastaneye gelir gelmez onu tecrid ettirmişti. Genç
kız kendini kaybetmişti, akciğer vebasının her türlü
267
belirtilerini gösteriyordu. Ama ertesi sabah ateşi düş
müştü. Doktor, Grand'ın durumunda olduğu gibi, sa-'
bah iyileşmelerini kötü bir belirti saymaya alışık bu
lunduğu için, bunu da öyle kabul etti, öğleye de a te
şi yükselmemişti. Akşama ancak birkaç diziyem yük
seldi, ertesi sabah ateş yeniden yok oldu. Zayıfla
mış olmasına rağmen, genç kız, yatağında rahatço
nefes alabiliyordu. Rieux, Tarrou’ya. bütün kuralların
tersine olarak, kızın kurtulduğunu söyledi. O hafto
içinde, doktorun servisinde buna benzer dört olay
daha görülmüştü.
Aynı haftanın sonunda ihtiyar astımlı, doktorla
Tarrou'yu büyük bir heyecanın her türlü belirtileriyle
karşıladı:
— Tamam, dedi, gene çıkmaya başladılar.
— Kim?
— Kim olacak? Fareler!
Nisan ayından beri hiçbir fare ölüsüne rastlan
mamıştı.
Tarrou, Rieux’y e :
— Yeniden mi başlıyor yoksa? dedi.
İhtiyar, ellerini oğuşturuyordu.
— Koşuşmalarını bir görseniz! öyle hoş şey ki...
İki farenin sokak kapısından içeri girdiğini 'gör
müştü. Komşular da evlerince farelerin ortaya çık
tıklarını ona anlatmışlardı. Bazı tavan aralarından,
uzun aylardan beri unutulmuş olan birtakım gürültü
ler yeniden duyulmaya başlamıştı. Rieux, her hafta
başında bildirilen genel istatistik sonuçlarını bekledi.
İstatistikler, hastalıkta bir gerileme olduğunu göste
riyordu.
V
269
beraber, yersiz umutlar bir anda paramparça oluyor
du, öylesine ki çok defa hemşerilerimiz de bunu far-
kediyor ve ne de olsa bütün bu kanıtlara rağmen kur
tuluşlarının bir gün içinde olamıyocağını kabül edi
yorlardı.
Gerçekten de veba bir gün içinde durmadı, ama
görünürde, önceden tahmin edilemiyecek bir hızla
zayıflıyordu. Ocak ayının ilk günlerinde, görülmedik
şiddetle bir soğuk şehre yerleşti ve şehrin tepesinde
sanki dondu kaldı. Oysa gökyüzü hiçbir zaman bu
kadar mavi olmamıştı. Günler boyu, onun donmuş
ve hareketsiz ihtişamı, şehrimizi ardı kesilmeyen bir
aydınlıkla doldurup taşırdı. Bu temizlenmiş havanın
içinde üç hafta geçmeden, devamlı düşüşler sonucu,
yanyana sıraladığı cesetlerin sayısı gittikçe azalan
vebanın yorgun düştüğü iyice belli olmaya başlamış--
tı. Veba, kısa bir zamanda, aylar boyunca topladığı
kuvvetlerinin hemen hemen tamamını kaybetti. Grand
gibi. Rieux’nün tedavi ettiği o genç kız gibi, eline
geçirdiği kurbanlarını kaçırması, bazı mahallelerde
haftanın iki üç günü şiddetini arttırıp geri kalan gün
lerde tamamen ortadan kaybolması; pazartesi günü
kurbanlarının sayısını birdenbire birkaç kat arttırıp
çarşamba günü elindekilerin hepsini kaçırıvermesi
gibi nefesi kesilmiş veya telâşlı hamlelerini görerek,
vebanın kurulu düzenini bozduğu, hem kendi üzerin
deki egemenliğini, hem kuvvetini teşkil eden m atem a-.
tik etkisini ve idaresini kaybettiği anlaşılıyordu. Cas-
tel'in serumu şimdiye kadar bir türlü gösteremediği
başarıları artık birbiri ardına elde ediyordu. Doktor
lar tarafından alınan ve bugüne kadar hiçbir sonuç
vermiyen tedbirlerin etkileri de birden ortaya çıkmaya
başlıyordu.
270
Sanki kovalanmak sırası artık vebaya gelmişti
ve güçsüzlüğünün birden ortaya çıkması bugüne ka
dar karşı koyduğu önleyici kuvvetlerin etkisini bir kat
deha arttırıyordu. Yalnız zaman zaman hastalık şah
lanıyor körcesine saldırışlarla iyileşmesi beklenen iki
üç hastayı alıp götürüyordu. Vebanın umut içinde bu
lundukları sırada öldürdüğü bu insanlar salgının en
talihsiz kişileriydi. Kamptan çıkanlmak zorunda kalı
nan yargıç Othon'un da ölümü böyle oldu. Tarrou
talihinin ona yardım etmediğini söyledi. Böyle derken
ölümünü mü yoksa yargıcın hayatını mı anlatmak is
tediğini kimse anlamadı.
Fakat genel olarak hastalık bütün cephelerde ge
riliyordu. Vilâyetin bildirileri önce gizli ve cesaretsiz
bir umut belirtisi taşıdıkları halde sonraları, halkın
kafasında zaferin kazanıldığı ve hastalığın tutunduğu
mevkilerden çekilmeye başladığı inancını uyandırdı.
Gerçekte bir zaferin söz konusu olup olmadığını bil
mek pek güçtü. Yalnız, hastalığın geldiği gibi çekilip
gittiğini görüp anlamak mümkündü. Dün, ona karşı
başarısız olan, bugün ise mutlu sonuçlar sağlayan
savaş stratejisinde hiçbir değişiklik yoktu. Hastalığın,
nihayet yorgun düştüğünü ve belki de bütün hedef
lerine vardıktan sonra kendiliğinden geri çekildiğini
hissetmek mümkündü. Her neyse, oynadığı rol sono
etmişti.
Gene de şehirde hiçbir şeyin değişmediği söy
lenebilirdi. Bütün gün sessizliğini sürdüren sokakları,
akşam olunca, hep aynı pardesülü ve eşarplı kala
balık kaplıyordu. Kahveler ve sinemalar eskisi kadar
iş yapıyorlardı. Fakat insanlara daha yakından bakın
ca, yüzlerinde bir gevşeme olduğunu ve arasıra gü
lümsediklerini farketmek mümkündü.
Şimdiye kadar, sokaklarda hiç kimsenin gülüm
sediğinin görülmediği hatırlanıyordu. Gerçekten, şeh-
271
I
ri aylardır saran donuk siste büyük bir yırtılma oldu
ğu açıkça belliydi. Pazartesileri radyo haberlerini din-
' leyen bir kimse bu yırtılmanın genişlediğini, insanla
rın artık rahat rahat nefes alabilmelerinin mümkün
olacağını anlıyordu. Bütün bunlar, açıkça ifade edil
meyen, tamamen ortaya çıkmamış bir ferahlamanın
belirtisiydi. Ocak ayının ortalarına doğru yayılmaya
başlayan, daha önceleri, insanların kolay kolay ina-
namıyacakları, bir trenin hareket ettiği veya bir va
purun geldiği veya otomobillerin yeniden işlemeğe
başlayacakları gibi haberler, hiç de sürpriz etkisi
yapmamıştı. Herhalde bunlar pek yetmiyordu onlara.
Fakat bu hafif fark, ne de olsa, vatandaşlarımızın
umut yolunda kaydetmiş oldukları ilerlemeyi göste
rebiliyordu. Şunu demek mümkün ki halkın gözünde
en basit umutların bile gerçekleşecek şeyler gibi gö
rünmeye başladığı andan itibaren, vebanın kesin ege
menlik cağı da sona ermişti.
Bütün ocak ayı boyunca, vatandaşlarımız gene
de birbirine zıt hareketlerde bulunmaktan geri kal
madılar. İstatistiklerin en uygun bir duruma girdiği
sıralarda bile şehirden kaçmak denemesine girişen
ler görüldü. Bu, resmî makamları, hattâ nöbetçi pos
taları bile gafil avladı, bunun için de çoğu kaçışlar
başarılı oldu. Fakat o sıralarda kaçmayı göze alanlar
en tabiî beşerî duygulara uyarak hareket etmektey
diler. Bazılarında veba köklü bir şüphecilik yaratmıştı,
kendilerini onun elinden ne yapsalar kurtaramıyorlar-
dı. Umut, onlarda, tutunabilecek bir yer bulamıyordu.
Vebanın devri sona erdiği halde, gene hastalığın ku
rallarına uyarak yaşamaya devam ediyorlardı. Olay
ları izlencede geri kalmışlardı.
Bu uzun mahpusluk ve bitkinlik hayatından son
ra esmeye başlayan umut rüzgârı, içlerinde kendile-
27 2
rıne hâkim olmak imkânlarının hepsini ellerinden alan
bir sabırsızlığı ve bir ateşi tutuşturuyordu. Sonuca
o kadar yaklaştıkları bir sırada ölecekleri ve o kadar
özledikleri insanı bir daha görmiyecekleri düşünce
siyle kendilerini bir çeşit paniğe kaptırıyorlardı. Aylar
boyunca, anlaşılmaz bir inatla, hapse ve sürgüne rağ
men sebatla sonucu bekledikleri halde karşılarına çı
kan ilk kurtuluş ışığı, korkularının ve umutsuzlukları
nın bile zarar vermediği bir şeyi yıkıvermişti. Vebadan
daha çabuk davranmak için, onun son dakikaya ka
dar sürecek yürüyüşünü bekleyemeden çılgınlar gibi
kendilerini kapıp koyuvermişlerdi.
Aynı zamanda, iyimserlik belirtileri de kendiliğin
den ortaya çıkmaya başlamıştı. O hafta, istatistikle
rin çizgileri o kadar aşağı düştü ki. tıp komisyonu ile
görüştükten sonra, vilâyet, hastalığın önü alınmış sa
yılabileceğini ilân etmekten çekinmedi. Bildiride, hal
kın da takdir edeceği bir ihtiyat tedbiri olarak, şehrin
kapılarının daha iki hafta kapalı tutulacağı ve alın
makta olan tıbbî tedbirlerin daha bir ay devam ettirile
ceği bildiriliyordu. Bu zaman içinde tehlikenin yeni
den başlayacağını gösteren en küçük bir belirtide
«Statüko yeniden uygulanacak ve eskiden alınmakta
olan tedbirlere devam edilecek»ti. Herkes bu mad
deleri resmî uslûbun gereği saymıştı. 25 Ocak akşa
mı sevinçli kaynaşmalar şehri doldurdu. Halkın se
vincine katılmak isteyen vali de sağlık zamanındaki
gibi elektrik ışıklarının yanması emrini verdi. Soğuk
ve temiz bir gök altında, gürültücü ve bol kahkahalı
gruplar halinde insanlarımız aydınlık sokaklara bo
şandılar.
Elbette kı. birçoklarının sevinç çığlıklarıyla dol
durduğu bu geceyi evlerde, kopalı pancurların ord.n-
da geçiren aileler de pek ççktu Fakat bu mateme
VEBA F 16 2 ’ 3
bürünmüş insanlarda da, artık başka yakınlarının ölü
me sürüklenmesi tehlikesi kalmadığı veya kendilerini
kurtarmış oldukları için duydukları ferahlama az de
ğildi. Bu genel sevince en yabancı kalan aileler, şu
anda vebanın elinde hastanede yatan bir yakınları
bulunanlardı, karantina yurtlarında da evlerinde felâ
ketin başkalariyle olduğu kadar kendileriyle de ilişi
ğini tamamen kesmesini bekleyenlerdi. Bunlar da
umut besliyorlardı şüphesiz, fakat bu umutlarını ihti
yat olarak saklıyorlardı, onu sahiden haketmeden bu
umuda kendilerini kaptırmaktan çekiniyorlardı. Sevinç
ve can çekişmenin yarı yolunda, sessizce gecen za
man, bu bekleme devri, halkın genel coşkunluğu or
tasında onlara daha da acı geliyordu.
Ama bu sayılı ayrı durumlar, başkalarının sevin
cini hiç bozmuyordu. Muhakkak ki, veba daha sona
ermemişti, zaten bunu çok geçmeden ispat da ede
cekti. Buna rağmen haftalarca önceden bütün mu
hayyellerde trenler sonsuz yollarda kayıp gidiyor, pı
rıl pırıl gemiler ufuklara doğru açılıyordu. Ertesi gün,
elbette, düşünceler biraz durulacaktı, endişeler ye
niden başgösterecekti. Ama şimdilik şehir ayaklan
mıştı. Taştan kökleriyle yerleştiği karanlık, hareketsiz
kapalı yerlerden kurtulmuş ve ölümden sıyrılarak ha
yatta kalan insanlarını yüklenmiş olarak yürüyüşüne
başlamıştı. O akşam, Tarrou, Rieux, Rambert ve baş
kaları kalabalığın içinde yürüyorlardı, onların adım
ları da yere değmiyor gibiydi. Bulvarlardan ayrıldık
tan uzun zaman sonra bile Tarrou'yla Rieux o bom
boş daracık sokaklarda pancurları inik pencerelerin
önünden geçerken bu sevincin onları izlediğini duyu
yorlardı. Yorgunluk pancurların ardında hâlâ devam
edegelen ıstırapla, az ötedeki caddeleri dolduran se
vinci ayırdetmelerine imkân vermiyordu. Yaklaşmak
274
ta olan kurtuluşta, gözyaşları ile gülüşleri birbirine
karıştırmış bir görünüş vardı.
Uğultuların daha kuvvetli ve daha sevinçli işitil-
diği bir sırada Tarrou birden durakladı. Loş kaldırım
larda bir gölge yavaşça koşmaktaydı. Bu. geçen ilk
bahardan beri şehirde görülen ilk kediydi. Kedi, şose
nin ortasında, birden, tereddütle durdu, ön ayaklannı
yaladı, sağ kulağının arkasından bir kere geçirdi,
sonra sessizce yoluna devam edip geoenin içinde
kayboldu. Tarrou gülümsedi. Minicik ihtiyar buna çok
sevinecekti.
27b
Vebanın, çıkıp geldiği o bilinmedik inine sessizce
geri dönmek üzere bulunduğu sıralarda bu ayrılışın
şaşkına döndürdüğü biri vardı. Tarrou'nun notlarına
bakılacak olursa Cottard'dan başkası değildi bu.
İşin doğrusu, istatistiklerin düşmeye başlamasın
dan sonra bu notlar da bir hayli acayipleşmeye baş
lamıştı. Yazısının okunamıyacak kadar biçimsiz olma
sı ve çok defa bir konudan başkasına atlam ası ya
zarının yorgunluğunun bir sonucu muydu? Ayrıca ilk
defa olarak notlar tarafsızlığını da kaybediyor, kişisel
fikirler ileri sürülmeye başlanıyordu. Cottard’a ait
uzun bir bölümün orta yerine, kedilerle uğraşmayı
seven ihtiyar adama a it bir parça girmişti. Yazdıkla
rına bakılırsa, Tarrou'nun bu ihtiyar üzerindeki dü
şüncelerinde veba hiçbir değişme yapmamıştı. Salgın
dan sonra da. önceki günlerdeki gibi, onunla ilgilen
mek istemişti, ama buna imkân kalmamıştı. Suç Tar-
rou’da değildi. Çünkü onu görmek için elinden gele
ni yapmıştı. Bu 25 Ocak akşamının üzerinden birkaç
gün geçince, sokak'köşesinde beklemeye başlamıştı.
Kediler randevularına gelmeyi ihmal etmemişlerdi,
güneş altında ısınıyorlardı.
Fakat o belirli saatte pancurlar inatçı bir şekilde
kapalı kalmakta devam etti. Daha sonraki günlerde
de Tarrou bu poncurların bir daha açıldığını göre
medi.
276
Tarrou. tuhaf bir hisle, küçük ihtiyarın ya öldü
ğünü, ya büyük bir öfke içinde bulunduğunu düşünü
yordu. Bundan şu sonucu çıkardı. İhtiyar ya kızgınlık
içindeydi, ya da ölmüştü. Kızgınlığı, kendini haklı san
dığı halde vebanın onu yanıltmasındandı. Ölmüş ise.
bu defa da onun ihtiyar astımlı gibi bir «ermiş» olup
olmadığı ortaya çıkıyordu. Tarrou böyle bir şeyi dü-
şünemiyordu, ama ihtiyarın durumunda bir «anlamlı
işaret» bulunduğunu sezinliyordu. «Belki de ermişli
ğin sınırlarının nerede başladığını bilmek ancak se
zişle mümkündür. Böyle bir durum için ise şefkatli ve
mütevazi bir şeytanlık yeter.»
Cottard için ileri sürülen fikirlerin arasına karış
mış başka kanaat ve düşüncelere de rastlanıyor. Bun
ların bazıları, artık iyileşmiş ve başına hiçbir şey gel
memiş gibi çalışmalarına yeniden koyulmuş Grand'a,
bazıları da Rieux'nün annesine aitti. Aynı evde otur
masının mümkün kıldığı tek tük konuşmalar, yaşlı
kadının bazı halleri, gülüşü, veba üzerindeki bazı dü
şünceleri önemle kaydedilmişti. Tarrou en çok, M a
dam Rieux’nün, kendini etrafındakilere belli etm e
yen silik yaşayışı üzerinde durmuştu. Basit cümleler
le fikrini açıklaması, sessiz bir sokağa bakan bir pen
cereyi sevmesi bu pencere önüne dik. elleri serbest,
bakışı dikkatli, akşamın ilk karanlığı odanın içine do
lup gittikçe koyulaşan kurşunî ışık altında önce kap
kara bir gölge haline gelinceye, sonra da karanlık
içinde büsbütün silinip gidinceye kadar oturması, bir
odadan ötekine farkına bile varılmadan gidip gelişleri;
Tarrou’nun önünde hiçbir zaman kesin bir kanıtını
göstermediği halde her yaptığında veya her dediğin
de bir iyilik ışığı bulması; nihayet hemen her şeyi dü
şünmeksizin bilmesi, anlaması, bunca sessizlik ve
gölge içinde, vebanın bile bir çeşit aydınlığın yüksek
277
liğinde durabilmesiyle dikkatini çekiyordu. Bundan
sonra Tarrou'nun el yazıları sebepsizce karışık bir
hal almaya başlamıştı. Daha sonraki satırlar zor oku
nuyordu, yazıların eğri büğrülüğüne sebep belki de ilk
defa bu notlarda kendine ait sözlerin yer almasıydı;
«Annem de böyleydi, onda da bu silik hali severdim.
Hep ona kavuşmak isterdim. Sekiz yıl önce öldüğünü
bunun için söyleyemiyorum. O, sadece her zaman
kinden biraz daha silikleşti, başımı çevirdiğimde ar
tık yanımda değildi.»
Sözü Cottard’a getirmek gerekiyor. İstatistikler
azalma gösterdiğinden beri birkaç kere, çeşitli ba
hanelerle, Rieux’yü ziyarete gelmişti. Gerçekte ise
her defasında salgının ilerleyişi hakkında tahminleri
ni öğrenmeye çalışıyordu.
«Hiç haber vermeden böyle birdenbire durakla-
yıvereceğini sanır mısınız?» Buna o kesin şekilde
inanmıyordu, hiç değilse, böyle düşündüğünü açıkça
söylüyordu. Fakat her defasında yenibaştan sorduğu
sçrular bu inancının pek o kadar sağlam olmadığını
göstermekteydi. Ocağın ortalarına doğru Rieux epey
ce iyimser bir ceyap vermişti ona. Her defasında bu
cevaplar Cottard'ı sevindireceği yerde, gününe göre
ayrı ayrı tepkilere sebep olmuştu, ama onun keyifsiz
likten bir yıkıntıya doğru gittiğini görmek mümkün
oluyordu. Bunu anlayan doktâV ona, istatistiklerin
gösterdiği elverişli şartlara kapılıp zaferin kazanıldı
ğını söylemenin doğru olamayacağını söylemek zo
runda kalmıştı.
Cottard :
— Şöyle demek de mümkün, bilinmez, belki bir
iki güne kadar sajgın yeniden başlayabilir, öyle değil
mi? diye durumu açıklamıştı.
— Evet, iyiye doğru gidişin daha da hızlanması
ne kadar mümkünse, tersi de o kadar mümkün.
Başkaları için pek çok endişe verici bir şey olan
bu şüphe ve tereddüt. Cottard’ı farkedilir şekilde fe
rahlatmıştı. Tarrou'nun gözü önünde, mahallesindeki
satıcılarla konuşmalara girişmiş, Rieux‘nün kanaatini
etrafa yaymak için elinden geleni yapmıştı. Bu ko
nuşmalarla onlara bir üzüntü vermediğini biliyordu.
Çünkü ilk başarıların harareti geçtikten sonra birçok
larının kafasına bir şüphe zaten girmişti. Vilâyetin
bildirisiyle yaratılmış olan coşkunluğa rağmen bu
şüphe hâlâ ortadan kalkmamıştı. Cottard, bu endi
şeyi etrafında fark ettikçe rahatsızlık duyuyordu. Ama
bozan da umutsuzluğa kaptırıyordu kendini: «Evet,»
diyordu Tarrou'ya. «nihayet şehrin kapılarını aça
caklar. Ve göreceksiniz, olan bana olacak.»
25 Ocağa kadar ondaki bu ne yapacağını bilmez
hali herkes farkediyordu. Günler boyunca, mahalle-
sindekilerle, temas ettiği insanlarla barışıp dost ol
maya nasıl çalışmışsa, şimdi, hepsiyle ilgisini birden
kesmişti. Görünüşe göre toplum hayatından çekilip
o günden itibaren bir yaban hayatı yaşamaya baş
lamıştı. Artık ne lokantalûrda, ne tiyatrolarda, oe de
sevdiği kahvelerde görülüyordu. Gene de salgından
önce sürmekte olduğu o ölçülü ve karanlık hayatı
bulamaz gibiydi. Apartmanına çekilmiş yaşıyor ve ye
meğini komşu lokantadan getirtiyordu. Yalnız akşam
ları kaçamak çıkışlar yapıyor, ihtiyacı olan şeyleri
alıyor, mağazadan fırlayıp tenha sokaklara kendini
bırakıyordu. Eğer Tarrou ona rastlayacak olursa, ağ
zından ancak tek heceli cevaplar alabiliyordu. Son
ra hiçbir değişme geçirmeden toplum hayatından
hoşlanan veba üzerinde bol bol gevezelik eden ve
başkalarının kanaatini kuvvetlendiren, akşamları halk
279
kalabalığına karışmaktan memnunluk duyan bir insan
oluveriyordu.
Vilâyet bildirisinin yayınlandığı gün Cottard orta
lıktan tamamen kayboldu. İki gün sonra Tarrou ona
sokaklarda başıboş dolaşırken rastladı. Cottard. dış
mahallelere kadar beraber gelmesini istedi. O gün.
kendini çok yorgun hisseden Tarrou, tereddüt edi
yordu. ama öteki ısrar etti. Çok heyecanlı, telâşlı
görünüyor, düzensiz bir şekilde elini kolunu oynatı
yor, çabuk ve yüksek sesle konuşuyordu. Yol arka
daşına, vilâyet bildirisinin vebaya gerçekten son ve
rip vermiyeceğini sordu. Tarrou vilâyet bildirisinin,
kendiliğinden, bir salgını önlemesine elbette ki imkân
olmadığını fakat doğru düşünülürse, umulmadık bir
şey çıkmazsa salgının durması gerektiğini söyledi.
Cottard :
— Evet, dedi, yalnız umulmadık bir şey çıkmaz
sa... Ama daima umulmadık bir şey çıkar.
Tarrou valiliğin de şehrin kapılarının açılmasın
dan önce iki haftalık bir müddet koymakla bunu za
ten kabul ettiğini belirtti.
C o ttard :
— Böyle yapmakla iyi ettiler, dedi.
Hep telâşlı ve üzgün devam e tti:
— Çünkü işler öyle bir durumda ki, vilâyet boş
yere umuda kapılmış da olabilir.
Tarrou, bunun da mümkün olabileceğini kabul
ediyor, ama şehir-kapılarının açılıp tabiî hayata dön
menin imkân içinde olduğunu söylemenin de yanlış
bir şey sayılamayacağını düşünüyordu.
— Öyle olduğunu kabul edelim, dedi Cottard,
öyle olduğunu kabul edelim, fakat siz tabiî hayata
dönüş derken ne anlıyorsunuz?
Tarrou gülümseyerek:
260
— Sinemalarda yeni filmler görmeyi, dedi.
. Ama Cottard'ın yüzünde gülümseme yoktu. Ve
banın şehirde hiçbir şeyi değiştirip değiştirmiyeceğini;
hiçbir şey olmamış gibi her şeyin yeniden başlama
sına imkân olup olmadığını anlamak istiyordu. Tar-
rou, vebanın, şehri değiştirse de, değiştirmese de
insanlarımızın, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi dav
ranmak isteyeceklerini; hiçbir şey değişmemiş olsa
bile, başka bir anlamda geçen şeylerin unutulamıya-
cağını, istense de istenmese de vebanın, hiç değilse
kalplerde izler bırakacağını düşünmekteydi. Ufak te
fek, gelir sahibi, kalplerle hiçbir ilgisi olmadığını, hat
tâ kalplere aldırış bile etmediğini söyledi. Onu asıl
ilgilendiren, eski örgütlerin değişip değişmiyeceğiydi.
Örneğin bütün İdarî servisler eskiden olduğu gibi iş
leyecekler miydi? Tarrou, sonunda, bu konularda bir
şey bilmediğini itiraf etti. Kendi fikrince, salgın sıra
sında çalışmaları aksayan bütün bu servislerin yeni
baştan faaliyete geçmeleri pek kolay olmayacaktı. Es
ki servislerin yeniden kurulmasını gerektirecek bir
yığın yeni yeni sorunların ortaya çıkacağını kabul et
mek gerekiyordu.
— Ah, dedi Cottard, mümkün, zaten herkes işe
yeniden başlamak zorunda kalacak.
İki avare, Cottard'ın evinin yakınına kadar gel
mişlerdi. Cottard. yeniden canlanmıştı, iyimser olma
ya çalışıyordu. Bütün geçmişini silip işe sıfırdan baş
layan şehri yeniden yaşamaya çalışırken hayal edi
yordu.
— Evet, dedi Tarrou, hem sizin için de belki böy
le olur. Kendine göre, yepyeni bir hayat başlayacak.
Kapının önüne varmışlardı, el sıkıştılar.
Cottard, gittikçe daha heyecanlı:
281
— Hakkınız var, dedi. Sıfırdan hayata başlamak
güzel bir şey olacak.
Fakat, koridorun karanlığından iki adam beliri
verdi. Tarrou, arkadaşının, «bu gece kaşları burada
ne bekleyebilirler?» diye sorduğunu ancak duyabildi.
Pazarlık elbiselerini giyinmiş bir halleri olan gece
kuşları yaklaşıp adının Cottard olup olmadığını sor
dular. O, birden, sağır edici bir sesle bağırdıktan son
ra. kendi etrafında bir döndü, ne ötekiler, ne Tarrou.
yerlerinden bile kıpırdayamadan hemen gecenin ka
ranlığına dalıverdi. Şaşkınlık anı geçince Tarrou iki
adama ne istediklerini sordu. Çekingen ve nazik bir
tavır takınarak sadece bazı şeyler sormaya geldik
lerini bildirdiler, sonra ağır ağır. Cottard'ır. kaçtığı
yönde yürüyüp gittiler.
Evine döner dönmez Tarrou bu sahneyi notları
na geçiriyor ve ardından (el yazısı da bunu belli edi
yor) birdenbire bir bitkinlik duyduğunu kaydediyordu.
Daha yapılacak çok işi olduğunu, fakat bütün bunla
rın hazır beklemesine engel olmayacağını, hazır olup
olmadığını kendine soruyordu. Nihayet günün ya da
gecenin içinde her insanın korkaklaştığı bir saat bu
lunduğunu ve kendisinin de o saatten korktuğunu
karşılık olarak yazıyordu.
Tarrou'nun defteri de bu sözlerle bitiyordu zaten.
282
İki gün sonra şehir kapılarının açılmasından bir
kaç gün önce, doktor Rieux öğleyin dönerken evde
kendisini bekleyen bir telgrafın olup olmadığını düşü
nüyordu. Bu günlerin de vebanın en şiddetli zama
nındaki kadar yorucu geçmesine rağmen, son ve ke
sin kurtuluşu beklemenin sevinci bütün yorgunluğunu
alıyordu. Şimdi artık umut besliyor ve mutluluk du
yuyordu. İnsan, iradesini sürekli olarak gergin tuta
maz, sinirlerine hâkim olamaz, sonunda kendini ser
best hissedebilmek, döğen için sıkı sıkıya bağlanmış
bir demetin birden gevşeyivermesi gibi çözülüp bo-
şalıvermek de bir mutluluktur. Eğer beklediği telgraf
iyi haberler getiriyorsa, Rieux yeni bir hayata başla-
yıverecekti. O zaman herkesin de yeni bir hayata
başlayacağını düşünebilecekti.
Kapıcı odasının önünden geçiyordu. Pencere ca
mına dayanmış duran yeni kapıcı ona gülümsüyordu.
Merdivenlerden çıkarken Rieux onun yorgunluk ve
yoksunluklardan sararıp solmuş yüzünü gözünün
önünde görüyordu.
~ Evet, bütün bu soyut âlem sona erdiği zaman,
talihi de biraz yardım ederse yeniden hayata başla
yabilirdi... Fakat kapıyı açar açmaz, karşısına çıkan
annesi Mösyö Tarrou'nun rahatsız olduğunu bildirdi.
Tarrou sabah kalkmıştı, fakat sokağa çıkamamış, ge
lip yatağına uzanmıştı. Madam Rieux endişe için
deydi.
283
Oğlu:
— Belki de öyle korkulacak bir şey değildir, dedi.
Tarrou, boylu boyunca uzanmış yatıyordu, koca
man kafası yastığı eziyor, kuvvetli göğsü örtülerin ka
lınlığına rağmen, gene de belli oluyordu. Ateşi vardı,
başı çok ağrıyordu. Rieux'ye, vebanın sebep olabile
ceği birtakım küçük belirtilerin görüldüğünü söyledi.
Rieux onu muayene ettikten sonra :
— Yok, daha kesin bir şey yok, dedi.
Ama Tarrou susuzluktan ölüyordu. Koridora çı
kınca doktor, anasına, hastalığının veba başlangıcı
olabileceğini söyledi.
Annesi:
— Oh! dedi, imkânı yok, salgın geçmemiş miy
di?
Ve hemen ilâve e tti:
— Onu bırakmıyalım, Bernard.
Rieux düşünüyordu:
— Buna hakkım yok, dedi. Ama kapılar nerdey-
se açılacak. Sen olmasaydın benim yapacağım iş el
bette ki böyle hareket etmekti.
Annesi:
— Bernard, dedi, ikimiz de evde kalalım. Biliyor
sun ki, ben daha yeni aşılandım.
Doktor, Tarrpu'nun da aşılanmış olduğunu söy
ledi, ama belki de- yorgunluğunun etkisiyle son seru
mu yaptırmayı unutmuş ve bazı korunma tedbirlerini
de almayı ihmal etmişti.
Rieux, çalışma odasına gitmişti. Odasından geri
döndüğünde, Tarrou, doktorun elinde büyük serum
ampullerini gördü.
— Ah, demek ki o, dedi.
— Hayır, ama bir ihtiyat tedbiri.
284
Cevap yerine, Tarrou kolunu uzattı, kendisinin
başka hastalara, o kadar çok yaptığı bu sona ermi-
yecek gibi uzun süren seruma ses çıkarmadan kat
landı.
— Sonucu bu akşama alacağız, dedi Rieux.
Doğrudan doğruya Tarrou'nun yüzüne bakıyordu.
— Ya tecrit işi, Rieux?
— Sizin vebaya tutulduğunuz kati olarak belli
değil ki.
Tarrou. güçlükle gülümşedi:
— Tecrit emri verilmeden bir serumun yapıldığını
ilk defa görüyorum.
R ieux öte yana döndü :
— Annemle ben size bakacağız. Burada daha
rahat edersiniz.
Tarrou sustu, ampulleri yerine yerleştiren doktor,
geri dönmeden önce konuşmasını bekledi. Sonunda,
yatağa doğru ilerledi. Hasta, ona bakmaktaydı. Yü
zü bitkindi, fakat kül rengi gözlerinde bir rahatlama
vardı. Rieux gülümsedi:
— Uyuyabilirseniz uyuyun, birazdan gene gele
ceğim.
Kapıya vardığında, Tarrou’nun kendisini çağırdı
ğını duydu. Ona doğru döndü.
Fakat Tarrou’da, söylemek istediği şeyin taşıdığı
anlamla boğuşuyormuş gibi bir hal vardı.
Sonunda:
— Rieux, diye kekeliyebildi, bana her şeyi söy
lemelisiniz, buna ihtiyacım var.
— Söz veriyorum size.
Ö tekinin iri yüzü bir gülüşle kıvrandı.
— Teşekkür ederim, ölmeye hiç niyetim vok,
mücadele edeceğim. Fakat oyunu eğer kaybetmiş
sem, iyi bir şekilde bitirmek isterim.
285
Rieux eğildi, omuzlarını eliyle sıktı.
— Hayır, dedi. Bir ermiş olabilmek için yaşamak
gerek. Mücadele edin.
Gün boyunca sürüp giden şiddetli soğuk öğle
den sonra hafifledi, yağmur ve dolu sağnak halinde
yağmağa başladı. Gün batarken yağmur kesildi, fa
kat soğuk içe işleyen bir hal aldı.
Rieux, gece eve döndü. Pardesüsünü bile çıkar
madan, dostunun odasına girdi. Annesi, oturmuş yün
örüyordu. Tarrou, yerinden hiç kımıldamamış gibiydi,
yalnız, hararetten beyazlaşmış dudakları mücadeleyi
sürdürmekte olduğunu gösteriyordu.
— Nasılsın? dedi.
Tarrou, geniş omuzlarını yatağın dışına doğru
kaldırarak:
— Nasıl olacak, oyunu kaybediyorum, dedi.
Doktor, üzerine eğildi. Alevler içinde yanan de
risinin altında düğümler diziliydi, sanki içinde bir de
mir dövülüyor ve onun yansıması göğsünden dışarıya
vuruyor gibiydi. Tarrou'da hastalığın iki şeklinin be
lirtileri de vardı. Rieux, doğrulurken serumun etkile
mesine yetecek zamanın daha geçmediğini söyledi.
Fakat Tarrou'nun söylemeğe çalıştığı birkaç söz, bo
ğazında, duyduğu bir ateşle boğuldu kaldı.
Yemekten sonra Rieux ile annesi gelip hastanın
başucuna yerleştiler. Hasta geceyi savaşla geçire
cekti. Rieux, vebanın meleği ile yapılacak bu çetin
boğuşmanın güneş doğuncaya kadar süreceğini bili
yordu. Onun en iyi silâhları, Tarrou'nun geniş göğsü
ve sağlam omuzları değildi, az önce iğnesinin altında
fışkırdığını gördüğü kanıydı ve bu kanda, ruhtan daha
üstün bir derinlik ve hiçbir bilimin ortaya çıkarama
yacağı bir şey vardı. Doktora düşen, sadece, dostu
nun mücadelesini seyretmekti. Bütün elinden gelen.
286
obseleri açmak, kuvvet iğneleri yapmaktı; aylardır
devam edegelen başarısızlıkları bunların etki derece
sini ona iyice öğretmişti. Onun biricik ödevi bir rast
lantının ortaya çıkmasına imkân hazırlamaktı, oysa
rastlantı çok defa hastanın aleyhine olarak ortaya
çıkıyordu. Bu defa da rastlantı da ancak böyle ortaya
çıkacağa benziyordu. Çünkü Rieux. şaşırtıcı bir veba
hali karşısında bulunuyordu. Bir defa daha veba, kar-
şısındakilerin stratejisini bozmaya çalışıyor, beklen
medik yerlerde birden beliriveriyor, yerleşmiş bulun
duğu yerden umulmadık bir anda çekilip gidiyordu.
Bir kere daha, insanları şaşırtmaya çalışıyordu.
Tarrou, kıpırdanmadan boğuşuyordu. Gece için
de, bir defa bile, hastalığın darbelerine karşı sesini
çıkarmadı, sadece bütün sabrı ve kalın gövdesiyle
mücadelesine devam etti. Fakat, bir kere olsun, artık
kendisi için eğlencenin sona erdiğini itiraf etmek an
lamına gelen bir söz söylemedi. Rieux, gözbebeğinin
üzerinde daha çok sıkışan kirpikleriyle zaman zaman
açılıp kapanan, veya tersine, gerilip, doktoru, annesi
ni veya bir eşyayı seyre dalan gözlerine bakarak onun
hastalıkla yaptığı savaşın devrelerini izleyebiliyordu.
Doktorun bakışlarıyla her karşılaşışında Tarrou, bü
yük bir çaba harcayarak gülümsüyordu.
Bir ara, caddeden, telâşlı adımlar duyuldu. Sanki
şu anda uzaklarda olan, ama yavaş yavaş yaklaşan,
bir gök gürültüsünden insanlar kaçışıyor gibiydiler.
Çok geçmeden, caddeyi bir şırıltı kapladı. Yağmur
yeniden başlamıştı. Az sonra, yağmurla karışık dolu
kaldırımlar üzerinde çatırdıyordu. Pencere önündeki
duvar kâğıtları dalgalanıverdi. Odanın boşluğunda bir
an yağmura daldn Rieux. başucunda yanan lâmbanın
ışığındaki Tarrou’yu yeniden seyre koyuldu. Annesi,
arasıra başını kaldırıp hastaya dikkatle bakıyor, son-
287
ra örgüsüne devam ediyordu. Doktor, mümkün olan
her şeyi yapmıştı. Yağmurdan sonra, odadaki sessiz
lik daha da koyulaştı, oda gözle görünmez bir sava
şın uğultusu ile doluydu artık. Uykusuzluğun sıkıntısı
içindeki doktor, sessizliğin ötesinden, bütün salgın
boyunca duyduğunu sandığı o monoton ıslığı yeni
den duyar gibi oluyordu. Yatağına yatması için anne
sine işaret etti. Annesi başıyla hayır dedi, sonra şiş
lerinin ucunda, ^atladığını sandığı bir ilmiği dikkatle
aramaya koyuldu. Rieux gidip hastaya su verdi, sonra
gelip oturdu.
Havanın azıcık durgunlaşmasından istifade eden
yolcular kaldırımlardan çabuk çabuk yürümeye baş
lamışlardı. Adımlarının sesi azalıyor, uzaklaşıyordu.
Doktor, ilk defa olarak, hasta arabalarının çan ses
leri cnlamıyan sokakları geç vakitlerin yolcularıyla
dolu bu gecenin, eski zamanların gecelerine benze
diğini düşündü. Bu, vebadan kendini kurtarmış bir ge
ceydi. Sanki veba, soğuktan, ışıktan ve kalabalıktan
kaçıp şehrin kapkara derinliklerine saklanmış, Tar-
rou’nun bitkin vücudunda son saldırısına girişmek
için bu sıcak odaya sığınmıştı. Felâket, artık şehrin
göklerinde çalkalanmıyordu. Fakat odanın ağır hava
sında yavaş bir sesle ıslık çalıyordu. Rieux‘nün saat
lerden beri duyduğu bu ıslıktı işte. Vebanın tamamen
yenilmiş sayılabilmesi için buradaki sesinin de kısıl
ması lâzımdı.
Sabah olmadan az önce, Rieux, annesine eğ ild i:
— Saat sekizde benim nöbetimi alabilmen için
yatmalısın. Yatmadan önoe temizlenmeyi unutma,
dedi.
Madam Rieux kalktı, örgüsünü yanına bıraktı ve
yatağa doğru ilerledi. Tarrou, deminden beri, gözleri
kapalı öylece duruyordu. Ter damlaları, dik alnına
288
düşmüş saçlarını birbirine yapıştırmıştı. Madam Rieux
içini çekince, hasta, gözlerini açtı. Üzerine eğilmiş
tatlı yüzü gördü. Ateşin sürüp gelen devamlı dalga
ları arasında inatçı bir gülümseme belirdi. Ama göz
leri hemencecik kapandı. Yalnız kalınca, Rieux. an
nesinin kalktığı koltuğa oturdu. Sokak, sanki dilsizdi,
tam bir sessizlik vardı ortalıkta. Sabahın ayazı odada
hissedilmeye başlıyordu.
Doktor, biraz dalar gibi oldu, fakat sabahın ilk
geçen arabası onu bu uyku halinden çekip ayırdı. Ür-
perdi, sonra Tarrou'ya bakınca, dinlenmekte olduğu
nu anladı, hasta şimdi uyumaktaydı. At arabasının
odundan tekerleklerinin gürültüsü uzaklaşmış olsa da
gene duyuluyordu. Pencerenin dışında ortalık henüz
karanlıktı. Doktor, yatağa doğru ilerleyince, Tarrou'
nun, hâlâ uykudaymış gibi, anlamsız bakışlarla onu
seyretmekte olduğunu gördü:
Rieux :
— Uyudunuz değil mi? diye sordu.
— Evet.
— Biraz daha rahat nefes alabiliyorsunuz ya?
— Biraz. Bu bir şey ifade eder mi?
Rieuxsustu, biran sonra:
— Hayır, Tarrou, hiçbir şey ifade etmez. Siz de
benim gibi, hastaların sabahları iyi olduklarını bilir
siniz.
Tarrou tasdik etti:
— Teşekkür ederim, dedi. Bana hep böyle doğ
ru cevap verin.
Rieux, yatağın ayak ucuna oturmuştu. Hastanın,
bir ölününkü kadar büyümüş ve katılaşmış ayaklarını
yanıbaşında hissediyordu. Tarrou, şimdi daha kuv
vetle nefes alabiliyordu.
Nefesi tükenmiş bir sesle:
VEBA F .: 19/289
— Ateş, gene başlayacak değil mi, Rieux? dedi.
— Evet, ama tam öğleyin durum belli olacak.
Tarrou, gözlerini kapadı, sanki kuvvetlerini top
lamak istiyordu. Yüz çizgilerinde bir zenginlik oku
nuyordu. İçinde bir yerde, şimdiden kıpırdanmakta
olan ateşin yenibaştan yükselmesini bekliyordu. Göz
lerini tekrar açtığında bakışındaki parlaklık kaybol
muştu. Ancak üzerine doğru eğilen Rieux'yü farke-
dince gözleri biraz aydınlandı.
D oktor:
— Şunu için. dedi.
Öbürü içti, sonra başını yastığa bıraktı.
— Ne de uzun sürüyor! dedi.
Rieux, kolunu tuttu, fakat bakışları değişen Tar
rou artık bir harekette bulunamıyordu. Birdenbire,
ateş, sanki içindeki bir bendin yıkılması sonucu taş
mış gibi, yüzüne kadar yayılıverdi. Tarrou'nun gözleri
doktora çevrilince, o da asılmış suratıyla ona cesaret
vermek istedi. Tarrou’nun yüzünde yeniden şekillen
dirmek istediği gülümseme, çene kemiklerinin sıkıl
masından ve kireç rengi alan dudaklarında beyaz bir
köpüğün belirmesinden öteye geçemedi. Fakat bu
katılaşmış yüzde, gözler cesaretten doğan bir par
laklıkla aydınlanıverdi.
Saat yedide Madam Rieux odaya döndü. Doktor,
yerine adam bulmaları için hastaneye telefon etmek
üzere çalışma odasına gitti. Bir an için, odasıpdaki
divana uzandı, fakat hemen kalkıp hastanın odasına
döndü. Tarrou'nun başı. Madam Rieux'ye çevrilmişti.
Yanında, bir sandalyeye çökmüş, ellerini baldırların
da birleştirmiş, duran küçücük insan gölgesine bak
maktaydı. Onu o kadar dikkatle seyrediyordu ki. M a
dam Rieux dudaklarını parmağiyle okşadı ve kölkıp
başı ucunda yanan lâmbayı söndürdü. Fakat perde
290
lerin dışında gün ışığı hemen içeriye doluverdi, az
sonra da hastanın yüzü karanlık içinde belirdi Ma
dam Rieux onun hâlâ kendisine baktığını gördü. Eğil
di, baş yastığını düzeltti, kalkarken, ellerini ıslak ve
dağınık saçlarında bir an gezdirdi O zaman, uzak
tan gelir gibi hızlı bir sesin kendine teşekkür ettiğini
ve artık içinin rahat olduğunu söylediğini işitti. Tek
rar sandalyesine oturduğu zaman, Tarrou, gözlerini
kapamış, bitkin yüzüne mühürlenmiş ağzına rağmen
yeniden gülümsemeye çalışıyor gibiydi.
Öğleyin, ateş en yüksek noktasına çıkmıştı. İçten
kopan bir öksürük hastanın bütün vücudunu sarsı
yor, Tarrou, kan tükürmeye başlıyordu. Düğümlerin
şişmesi durmuştu. Mafsalların içine civata somunu
gibi sımsıkı vidalanmış bu düğümler hep eski yerle
rinde duruyorlardı. Rieux, onları deşmenin artık im
kânsız olduğuna karar vermişti. Ateş ve öksürük nö
betlerinin arasında, Tarrou uzaktan uzağa gene de
hep dostlarına bakmaktaydı. Ama çok geçmeden
gözleri gittikçe daha az açılmaya başladı Bir harabe
haline girmiş yüzünü aydınlatan ışık onu gitgide daha
soluk gösteriyordu. İhtilâçlı çırpınışlarla vücudu sar
san bu fırtına gittikçe azalan şimşeklerle onu aydın
latıyordu. Tarrou. bu fırtınanın ortasında terkedilmiş
bir haldeydi. Önünde duran Rieux'nun yüzü de, artık
dudağındaki gülümsemesi kaybolmuş, cansız bir mas
ke halindeydi. Kendisine o kadar yakında bulunan
bu insan vücudunun, dikenli darbelerle delik deşik
edilen, insanüstü bir acıyla alev alev yanan, gökler
den gelen kinci rüzgârlar altında kıvranan bu vucu-
dun. gözleri önünde, vebanın sellerine kapılıp g:tt
ğini görüyor, boğulmakta olan bu insana hıçb r var
dımda bulunamıyordu. Felâket karşıs ncia b.ı k c c
daha, bir şey yapamadan, silâhsız ve yard ms.z ka i>.
ıstırapla dolu, elleri bomboş beklemekten başka bir
şey beceremiyordu. Sonunda, hiçbir şey yapamama
nın verdiği acizlik hissinden doğan gözyaşları Rieux'
nün Tarrou'yıı görmesine engel oldu. Duvardan yana
döndü, sanki içinde bir yerde, onu yaşamağa bağla
yan bir bağ kopmuş gibi gizli bir iniltiyle ağlamaya
başladı.
Bundan sonraki gece savaşla değil, sessizlikle
geçti. Dünyadan kopup ayrılmış bu odada, çok ge
celer önce, vebanın tepesinde kalan bir taraçadan şe
hir kapılarına yapılan bir hücumdan sonraki sessiz
liğin şu anda da, henüz giyinik bulunan bu ölü vü
cudun üzerinde dolanmakta olduğunu hissetti..Daha
o zamandan, bu sessizliğin insanları öldürerek yük
seldiğini düşünmüştü. Her yanda hep aynı ara ver
meler, aynı tanrısal dinlenmeler, mücadeleleri izleyen
aynı yatışma anları vardı. Şimdi dostunu sarmış olan
bu sessizlik öylesine yoğundu, caddelerin ve vebadan
kurtulmuş şehrin sessizliğine öylesine uygun düşü
yordu ki, Rieux artık bu defaki bozgunun savaşları
bitiren ve barışı tedavi edilmez bir ıstırap haline so
kan son ve kesin bir bozgun olduğunu anlıyordu. Dok
tor, bundan başka, Tarrou’nun huzura kavuşup ka
vuşmadığını da bilmiyordu, fakat hiç değilse, oğlunu
kaybetmiş bir ananın veya dostunu gömen bir insa
nın huzura kavuşmasına nasıl imkân yoksa kendisi
nin de bir daha huzur denen şeyi duymasına imkân
olmadığına inanıyordu.
Dışarıda hep aynı soğuk gece, buzlu ve berrak
bir gökyüzünde donmuş yıldızlar vardı. Yarı karanlık
odanın içinde soğuğun camlara abandığı ve bir ku
tup gecesinin buzlu nefeslerinin estiği duyuluyordu.
Madam Rieux her zamanki haliyle başucu lâm
basının aydınlattığı yatağın sağ tarafında oturmuştu.
292
Odanın ortasında, ışığın uzağında Rieux, bir kol
tukta beklemekteydi. Hep, karısı aklına geliyor, her
defasında bu düşünceyi kendinden uzaklaştırıyordu.
Gece başlarken sokaktan, geçip evlerine dönen
lerin ökçe sesleri, berraklığıyla çınlamaya başladı.
Modam Ri.eux:
— Her işi hallettin mi? diye sordu.
— Evet, telefon ettim.
Gene sessiz bekleyişlerine koyuldular. Madam
Rieux arada bir oğluna bakıyordu. Bozan oğlu bu
bakışlarından biriyle karşılaşınca gülümsüyordu. Cad
dede, gecenin değişmez gürültüleri, birbirini kovala
maktaydı. Henüz izin çıkmış olmamasına rağmen ye
niden gidip gelmeye başlayan birçok araba vardı.
Yollardan hemencecik geçip gidiyorlar, yerlerini ye
nileri alıyordu. Sesler, çağrışlar, tekrar başlıyan ses
sizlik, bir atın adımları, bir dönemeçte gıcırdayan iki
tramvay, belirsiz uğultular ve yeniden nefes almaya
başlayan gece...
— Bernard!
— Efendim?
— Yorgun değil misin?
— Hayır.
Şu anda, annesinin neyi düşündüğünü biliyordu,
onun kendisini sevdiğini biliyordu. Fakat bir insanı
sevmenin o kadar büyük bir şey olmadığını, ya da,
hiç değilse bir aşkın gerçek ifadesini bulabilecek ka
dar güçlü olmasının imkânsızlığını biliyordu. Annesi
ile, o birbirlerini hep böyle sessizcesine seveceklerdi.
Günün birinde sırası gelince annesi — veya kendisi—
hayatları boyunca birbirlerine karşı duydukları sev
giyi bundan fazla itiraf edemeden öleceklerdi. Tar-
rou’nun yanıbaşında yaşamış, şimdi ise o bu akşam
ölmüştü, dostluklarını gerçekten yaşamaya vakit kal
293
mamıştı. Tarrou, kendi deyimiyle oyunda kaybetmişti.
Fakat ya kendisi, ya Rieux bu oyunu kazanmış mıy
dı? O sadece vebayı yaşamayı ve onun anısını unut
mamayı, dostluğu tanımayı ve onun anısını saklama
yı, sevgiyi tanımayı ve bir gün onu hatırlamayı ka
zanmıştı. Veba ile hayatın oynadığı oyunda insanın
kazanabileceği sadece bazı şeyleri tanımak ve anı
ları saklamak olmuştu. Belki de Tarrou’nun oyunu
kazanmak derken anlatmak istediği buydu!
Yeniden bir otomobil geçti. Madam Rieux, san
dalyesinden biraz kımıldadı. Rieux ona gülümsedi.
Annesi hiç yorgun olmadığını söyledi, sonra hemen
ekled i:
— Sen de oraya, dağa gidip biraz dinlenmelisin.
— Elbette, anneciğim.
Evet, orada dinlenecekti. Niye olmasın? Bu da
hatırlamak için bir fırsat verecekti ona. Fakat oyunu
kazanmak buysa, insanın sadece bildikleri ile yaşa
ması, ümit yoluyla elde edilebilecek şeylerden yoksun
olması çok ağırdı muhakkak. Tarrou'nun da yaşadığı
bu olmalıydı. Hayalden, umuttan uzak bir hayatın ne
kadar kısır olacağını anlamıştı, o. Umutsuz bir huzur
Gİamıyacağını, başkasını mahkûm etmek hakkı insan
lara verilmediği halde, bir insanın başka birini mah
kûm etmesine engel olunamıyacağını, hattâ bazan
kurbanlarla da cellâtların yer değiştirdiğini bilen Tar
rou, hep acılar, çelişmeler içinde yaşamış, umut ne
dir bilmemişti. Acaba bunun için mi ermiş olmak is
temiş ve insanların hizmetinde çalışarak huzuru bu
nun için mi aramıştı?.. Doğrusu, Rieux bunları bile
mezdi, hem bilse de ne olacaktı sanki!
Tarrou’dan kalan belli başlı hayaller, otomobili
nin direksiyonunu kuvvetli elleriyle tutan bir adama
ve şimdi hareketsiz uzanmış yatan bu kalın vücuda
294
oit olanlardı. Hayatın sıcaklığı ve bir ölümün anısı;
elinde kalan bütün bilgi bu kadarcıktı!
İşte herhalde bu düşüncelerden ötürü. Doktor
Rieux. karısının öldüğünü bildiren telgrafı sabahleyin
alınca haberi sükûnetle karşıladı. Bürosundaydı o
sırada. Annesi koşa koşa denecek kadar hızla ona
bir telgraf getirmiş, sonra postacıya bahşiş vermek
için hemen dışarı çıkmıştı. Geri döndüğü zaman oğ
lunun elinde telgraf açılmış olarak duruyordu. Anne
si ona baktı, fakat o, limanın üstünde dirilmeye baş
layan muhteşem sabah manzarasını inatla seyret
mekteydi.
— Bernard, dedi Madam Rieux.
Doktor, ona dalgın dalgın baktı.
Annesi :
— Telgraf... diye sordu.
— Evet, diye doğruladı doktor, sekiz gün olmuş.
Madam Rieux, başını pencereye çevirdi. Doktor
susuyordu. Sonra annesine dönüp ağlamamasını, za
ten bunu beklediğini, gene de katlanılması zor bir acı
olduğunu söyledi. Böyle derken bile ıstırabının bek
lenmedik bir şey olmadığını biliyordu. Aylardır hele
iki günden beri süregelmekte olan hep aynı acıydı.
295
%
Şehrin kapıları, güzel bir şubat sabahının erken
saatlerinde halk, gazeteler, radyo ve vilâyet tebliğleri
ile kutlanarak açıldı. Artık anlatıcıya düşen iş, kendisi
bütün varlığıyle karışmak serbestliğini elde etmemiş
plsa da, kapıların açılışından sonraki sevinçli saatleri
anlatmaktır.
Bütün bir gün ve gece süreoek büyük şenlikler
tertip edilmişti. Trenler garlarda dumanlarını salarak,
uzak denizlerden gelmiş vapurlar limanımıza demirle
rini atarak, bu günün, ayrılık acısı çekenler için bü
yük buluşma günü olduğunu kendi dillerince bildiri
yorlardı.
Burada, şehrimiz insanlarının içinde bunca za
mandır yaşayan ayrılık duygusunun ne halde olduğu
nu tahmin etmenin kolaylığı anlaşılacaktır, Gün bo
yunca, şehre giren trenler çıkanlardan daha az kala
balık değildi. İki haftalık bekleme devresi içinde, son
dakikada vilâyet kararının iptal edileceği korkusiyle
herkes yerlerini öncedbn ayırtmıştı. Şehre yaklaşmış
bulunan yolcuların çoğu endişelerinden gene de ta
mamen sıyrılmış değillerdi. Çünkü kendilerini yakın
dan ilgilendiren insanın âkıbetini biliyorlarsa da, öte
ki insanların ne halde olduklarını ve şehrin nasıl kor
ku verici bir yüzle karşılarına çıkacağını kestirebilı-
yorlardı. Fakat bu çeşit düşünceler, ancak geçip gi-
296
den bu zaman boyunca ihtiras ateşinde yanmamış,
olanlar için ileri sürülebilirdi.
İhtiras ateşinde yananlar kendilerini sabit fikir
lerine kaptırmışlardı. Onlar için değişmiş tek şey var
dı : Sürgünlerinin devamınca, bir an önce geçip sona
ermesi için iterek hızlandırmak istedikleri bu zamanın
şimdi şehre yaklaşan trenlerin hızlarını azaltmaya
başladıkları anda yavaşlamasını ve bir noktada dur
masını diliyorlardı. İçlerindeki o hem belirsiz ve hem
kuvvetli aşkları için bütün bu ayların kaybolup gittiği
duygusu mutluluk devrinin, bir çeşit tâviz olarak, bek
leme devrine oranla iki kat daha ağır bir akışla geç
mesi gerektiğini onlara hissettiriyordu. Bir odada ve
ya istasyonda, Rambert gibi, aylardan beri karısının
geleceği haberini alıp ona bir an önce kavuşmak için
bütün gücünü harcayan kimseler de. aynı sabırsızlık,
aynı şaşkınlık içindeydiler. Çünkü, veba salgınında
geçen ayların sonunda soyutlaşan bir aşk ve şefkat
duygusuyla Rambert, kendisi için hayat desteği olan
insanla karşı karşıya geleceği anı için için titreyerek
bekliyordu.
Salgının başlangıcında, bir hamlede şehrin dışı
na fırlayıp sevdiğine doğru atılmaya çalışan o insan
gibi olmak isterdi şimdi. Ama artık bunun mümkün
olmadığını biliyordu. Değişmişti, veba, onda bütün
kuvvetiyle inkâr etmeye çalışsa da, gene de şiddetli
bir azap halinde sürüp giden bir kayıtsızlık yaratmış
tı. Bir bakıma o salgının beklenmedik bir zamanda
sona erdiğini hissediyordu. Duygularını hazırlayacak
vakit bulamamıştı. Mutluluk olanca hızıyla geliyor,
olaylar bekleyiş, devrindekinden daha çabuk gelişi-,
yordu. Rambert. her şeyin bir anda kendisine geri ve
rileceğini ve sevincin, lezzeti anlaşılmayan bir yanıp
tutuşma olduğunu anlıyordu.
297
Ötekiler de, farkında olarak veya olmayarak,
onun gibiydiler. Burada onların hepsinden söz etmek
gerek. Kişisel hayatlarının yeniden başladığı bu garın
içinde birbirlerine göz kırparak, birbirlerine gülümse
yerek toplum hayatı içinde olduklannı hissediyorlardı.
Fakat içlerindeki sürgünlük duygusu, trenin dumanını
görür görmez, sersemletici ve belirsiz bir sevinç yağ
muru altında bir anda sönüverdi. Tren durunca, çoğu
aynı garda başlamış o bitmeyecek sanılan ayrılıklar,
canlı biçimlerinin bile nasıl olduğu unutulan, vücutla
ra, kollara aşırı bir hasislikle sarıldığı an sona erdi.
Rambert, kendisine doğru koşan insan şeklini
görmeğe vakit bile bulamadı, o şimdi göğsünün üs
tünde çırpınıyordu. Onu kollarının bütün kuvvetiyle
tutup sadece âşinâsı olduğu saçlarını görebildiği bu
başı kendi vücuduna yapıştırırken, şimdiki mutlulu
ğundan mı, yoksa uzun zamandır devam eden bir
acıdan mı nerden geldiğini bilmeksizin, gözlerinden
yaşlar boşanmaya başladı. Hiç değilse bu gözyaşları
şu anda omuzunun çukuruna sığınmış bu yüzün bun
ca zamandır hayallerinde yaşattığı insana mı yoksa
bir yabancıya mı ait olduğunu anlamasına engel olu-
yordû. Şüphesinin doğru olup olmadığını ilerde öğre
necekti ancak. Şimdiki bütün etrafındakiler gibi o da
vebanın insanların kalplerinde bir değişiklik yapmadan
geçip gidebileceğine inanıyormuş gibi davranıyordu.
Birbirlerine yapışmış olan bütün bu insanlar, gö
rünürde vebaya karşı bir zafer elde etmiş olmanın
sevinciyle, dünyanın geri kalan her şeyine gözlerini
kapayarak; her çeşit yoksulluğu, onlarla aynı trende
gelip de kendilerini bekleyen kimse bulamayanları,
uzun süren bir sessizliğin kalplerinde doğurduğu en
dişelerin doğruluğunu evlerine gidince anlayacak
olanları unutarak kendi yuvalarına döndüler. Şimdi
298
taptaze .acılarıyla başbaşa kalanlar şu anda kaybe
dilen bir varlığın anısına kendilerini vakfedenler ise,
olayları tamamen başka türlü karşılıyorlardı. Ayrılık
duygusu onlarda en yüce noktasına erişmişti. Anne,
eş, sevgili .olan bu insanlar için, bütün sevinçler, ger
nel bir çukura atılmış veya bir kül yığını haline gelmiş
yakınlariyle birlikte yitirilmişti. Veba onlar için hâlâ
yaşıyordu, hâlâ devam ediyordu.
Ama bu yalnızları düşünen kim vardı? Öğleyin,
sabahtan beri savaştığı soğuk esintileri alt etmeyi
başaran güneş, şehrin üstüne, durgun ışıklarını, ara
lıksız, boşaltmaya başladı. Şehir bir karar gününü
yaşıyordu. Kalenin topları dağların tepesinden durup
dinlenrbeksizin kıpırtısız göğe doğru gümbürdemek-
teydi. Bütün şehir ıstırap devrinin sona erdiği ve
unutma devrinin daha başlamadığı bu anı kutlamak
için sokaklara boşalmıştı.
Bütün meydanlarda dans ediliyordu. Hemen o
günden itibaren, şehirde taşıtların gidiş gelişleri far-
kedilir derecede artmıştı. Sayıları artan otomobiller
tıklım tıklım dolu sokaklardan zorlukla geçebiliyordu.
Şehrin bütün çanları öğleden akşama kadar çalıp
durdu. Çınlayışları, mavili, yıldızlı gökyüzünde yayılı
yordu. Kiliselerde de şükran duaları tertip edilmişti.
Aynı zamanda eğlence yerleri de ağzına kadar do
luydu. Kahveler, ilerisini düşünmeden, son içkilerini
müşterilerine dağıtıyordu. Tezgâhların önünde biriken
kalabalık arasında, hepsi de aynı derecede heyecanlı
insanlar birbirleriyle itişiyordu. Başkalarının kendile
rini seyretmesini umursamayan birçok çift sarmaş
dolaş olmuştu. Herkes bağırışıyor, gülüşüyordu. Ge
çen aylar boyunca biriktirip ruhlarını bekçi olarak
önüne diktikleri yaşama sevgisini, bugün, sanki ölüm
den kurtardıkları bir günmüş gibi harcıyorlardı. Ertesi
299
. gün hayatin kendisi, bütün alınması gereken tedbir
leriyle birlikte yeniden başlayacaktı. Şimdiki halde çe
şitli tabakalardan insanlar dirsek dirseğe oturuyor
lar, birbirleriyle kaynaşıyorlardı. Olum karşısında ger
çekleştirilmeyen eşitlik, kurtuluşun sevinci ile hiç de
ğilse birkaç saatliğine gerçekleşiyordu.
Fakat her şey bayağı coşkunluklardan ibaret de
ğildi. Akşam üstüne doğru, Rambert'in yanısıra so
kakları dolduranlar en hassas mutlulukların durgun
tavrını takınmış insanlardı. Pek çok çift, pek çok aile,
huzur içinde bir gezintiye çıkmış insanlar gibiydiler.
Doğrusu, içlerinden çoğu, ıstıraplı anlar geçir
dikleri yerlere doğru hissi bir tavafa çıkmış gibiydiler.
Yeni gelenlere vebanın gizli ve açık işaretlerini, bı
raktığı izleri göstermek istiyorlardı. Bazı hallerde, çok
şeyler görüp yaşamış, vebayla haşır neşir olmuş bir
kılavuz olmakla yetiniyorlar, korkularını hatırlarına ge
tirmeksizin hastalığın tehlikesinden bahsediyorlardı.
Bu çeşit sevinçlerin kimseye zararı yoktu. Fakat bo
zan da bu gezintiler insanı ürperten bir hal alıyor,
örneğin kendini anılarının tatlı üzüntüsüne kaptıran
bir âşığın sevgilisine: «İşte sepi burada arzulamıştım,
ama o zaman sen yanımda değildin» dediği oluyordu.
Bu çeşit duygu ve ihtiras gezginleri birbirlerini
tanıyorlardı. Yol aldıkları genel kargaşalık içinde fı
sıltı ve itiraflardan kurulu bir adacık gibiydiler. Çün
kü kendilerinden geçmiş, özene bezene süslenmiş,
konuşmaya susamış bu çiftler, kargaşalık arasında,
mutluluğun verdiği bir haksızlık ve zafer duygusuyla,
vebanın bittiğini, dehşet devrinin* sona erdiğini her
halleriyle belli etmek istiyorlardı.
Bir insanın ölümünün bir sineğin ölümünden fark
sız olduğu bir çılgınlık dünyasında yaşadığımız; bu
hesaplı vahşetler ve ölçülü delilikleri; insanda kor-
500
kunç bir hürriyet isteği duyuran bu hapsedilişi; ölü
mün öldüremediklerinin üzerine sinen kokusunu, ni
hayet her gün bir kısmının fırın ağızlarında yığın yı
ğın birikip yağlı dumanlar halinde havaya karıştıkları,
başkalarının ise sıralarının gelmesini bekledikleri, ser
seme dönmüş bir topluluk olduğumuzu, gözle görülen
bu gerçeklere rağmen inkâr etmek istiyorlardı.
O gün, öğleden sonra, çan sesleri, top gürültü
leri, müzik ve sağır edici bağırışmalar arasında, ke
nar mahalleye doğru yoluna devam eden doktorun
gözünden kaçmayan şey işte buydu. Onun işi ise hep
sürüp gidiyordu. Hastalar için tatil diye bir şey yoktu.
Şehre doğru uzanan o incecik güzel ışıkta, anasonlu
içki ve yanmış et kokuları yükseliyordu. Dört yanın
da gülen insanların yüzleri göğe doğru dönüktü. Er
kekler ve kadınlar arzunun doğurduğu bir sinirlilik ve
bağrışmayla, yüzleri alev gibi yanarak Jjirbifferine
sarılıyorlardı. Evet, korku ile birlikte veba da bitmiş
ti. Bu düğümlenen kollar vebanın, kelimenin tam an-
lamıyle sürgün edildiğini ve.buradan ayrıldığını anla
tıyordu.
İlk defa olarak, Rieux, aylardan beri gççip dönen
her insanın yüzünde okuduğu bu aile havasına bir öd
verebiliyordu. Çevresine bakmak yeterdi bunun için.
Yoksulluk ve yoksunluklar içinde vebadan kurtulan
bütün bu insanlar, uzun zamandan beri oynadıkları
rolün kılıklarını artık iyice benimsemişlerdi. İlkin yüz
leri, sonra elbiseleri ile uzak vatanlarından ayrı düş
müş birer sürgünü hatırlatıyordu. Veba yüzünden şe
hir kapılarının kapandığı andan sonra ayrı bir hayatın
içinde yaşamışlar, her şeyi unutturan bu insan sıcak
lığından uzak kalmışlardı. Derece derece şehrin bü
tün köşelerinde, bu kadınlarla erkekler, herkes için
aynı olmayan, fakat herkes için imkânsız bir buluş
301
mayı arzuyla beklemişlerdi. Çoğu, bütün kuvvetiyle
yanlarında bulunmayan bir sevgiliye, bir vücudun sı
caklığına. bir aşka veya bir alışkanlığa doğru seslen
mişti. Bazıları, kendileri de farkında olmadan insanca
dostluklarının dışında kalmaktan, onlara vapurlar,
trenler, mektuplar gibi alışılmış dostluk araçlarıyla
kavuşmamaktan dolayı ıstırap çekmişlerdi Tarrou gi
bi, sayıları pek az olanlar ise, ne olduğunu kendileri
nin rlr açıklayamayacakları fakat tek arzu ettikleri
şey olan bir buluşmanın özlemini duymuşlardı. Baş
ka bir ad bulamadıkları için bekledikleri şeye huzur
adını vermişlerdi.
Rıeux, hep yoluna devam ediyordu, ilerledikçe,
çevresindeki kalabalık daha yoğunlaşıyor gürültü bir
kat daha artıyor ve varmak istediği kenar mahalleler
daha da uzaklaşıyor gibiydi. Bir bakıma kendi çığlığı
olduğunu gittikçe daha iyi anlamaya başladığı bir
çığlıkla uluyan bu koskoca vücut, yavaş yavaş kendi
içinde çöküyordu. Evet hepsi, güç bir tatil devresini,
tedavisi olmayan bir sürgünü, asla yatıştırılmayan bir
susuzluğu, hem ruhlarında, hem vücutlarında birlikte
duymuşlar, yaşamışlardı. Bu ölü yığınları, hasta ara
balarının sesleri, kader denilen şeyin uyarmaları, kor
kunun inatçı tepinmeleri ve kalplerindeki müthiş is
yan duygusu içinde kendi gerçek vatanlarına kavuş
maları gerektiğini boyuna onlara tekrarlayan, dehşet
içindeki bu insanları'boyuna dürtükleyen bir fısıltıyı
hep duyagelmişlerdi. Onlar için gerçek hayat bu bo
ğulmuş şehrin duvarlarının dışındaydı. Tepelerdeki
kokulu çalılıklarda, denizdeydi, hür ülkeler ve aşkın
ağırlığı... Mutluluğa dönmek, ondan başka ne varsa
hepsini geride bırakmak gerekliydi.
Bu sürgün ve bu buluşma arzusunun ne gibi bir
anlam taşıyabileceğine gelince; Rieux bilmiyordu bu
302
nu. Yürüye yürüye. şimdi daha az kalabalık sokaklara
varmıştı. Bütün bu olup biten şeylerin bir anlamı bu
lunup bulunmayışının hiç de önemli olmadığını düşü
nüyordu. Sadece, bunun insanların umutlarını karşı-
loyıp karşılamadığına bakmak gerekiyordu.
Umutlarına kavuşanları şimdi daha iyi farkedi-
yor ve bunu hemen hemen tenha ilk kenar sokaklar
da daha iyi görüyordu. Sadece, ellerinde olanı isteyen,
yani evlerine dönmekten başka bir şey arzulamıyan-
lar ödüllendirilmişlerdi. Gene de içlerinde, beklediği
insan gelmediği için, şehir sokaklarında tek başına
âvâre âvâre dolaşanlar da vardı. Salgından önce aşk
larını bir hamlede kuramayıp yıllar boyunca devam
eden hararetli cabalar sonunda birbirine düşman iki
insan arasında ancak yaratılabilmiş bir aşktan iki
defa ayrılmamış olanlar mut'- kişilerdi. Bunlar da
Rıeux gibi her şeyi zamana b'rakmak halıllığinde bu
lunmuşlar, ama s e v ile rin d e n ebediyen ayrılmışlar
dı. Fakat daha, bir sabah kendisine . «cesaret, haklı
olmak zamanı geldi» diyerek ayrıldığı Rambert g.b,
leri, kaybettiklerini sandıkları varlıklara tereddütsüz
bir şekilde kavuşmuşlardı. Hic değilse bir zaman sü
resince mutlu olacaklardı. Şimdi onlar, daima arzula
nıp bazan da elde edilen bir şey varsa, onun, insan
sevgisi olduğunu biliyorlardı. Hayal bile edemedik
leri, insanoğlunun imkânlarını aşan bazı şeyleri bek
leyenlerse hiçbir şey elde edememişlerdi. Tarrou,
üzerinde o kadar çok durduğu, varılması zor huzura
artık kavuşmuşa benziyordu, ama buna ancak ölüm
de ve hiçbir işine yaramıyacağ. bir zamanda kavuşa-
bilmişti. Bunun tam tersi olarak, Rieux, evlerin eşik
lerinde, üzerlerine düşen ışık altoda birbirlerine olan
ca kuvvetleriyle sarılmış, kend.ierinden geçmiş, bir
birlerini seyreden insanları görüyorsa, bunun sebebi
303
bu insanların sadece elde edilmesi mümkün bir şeyi
arzulamaları ve bunu elde etmelerindendi. Rieux,
Grand’la Cottard'ın oturdukları sokağa saparken, se
vinç duygusunun insanla, onun müthiş ve zavallı aş
kıyla yetinenleri, arasıra bulup ödüllendirdiğini dü
şünmenin yanlış bir şey olmadığı yargısına varıyordu.
304
Bu hikâye artık sona eriyor... Yazarın, Doktor
Bernard Rieux olduğunu açıklamanın zamanıdır. Fa
kat son olayları onlotmadan, ortaya çıkarılmasının
mazur görülmesini, hiç değilse kendisinin tarafsız bir
tanıktan başka bir şey olmak istemediğinin bilinme
sini gerekli bulur. Vebanın devamınca işi yüzünden
hemşerılerinin çoğu ile temas edebilmiş ve onların
duygularını toployabılmiştır. Demek kı onun, gördük
lerini ve duyduklarım anlatabilecek bir durumda ol
duğu anlaşılıyor Fakat, o bu işi mümkün olan bir ağır
başlılıkla yapmak istemiştir. Genel olarak, gördekle
rinden fazlasını nakletmemeye özel olarak dikkat et
miş, salgın sırasında, kurmak zorunda olmadıkları dü
şünceleri hemşerilerine mal etmemiş, sadece felâke
tin veya rastlantının elleri arasına koyduğu belgeler
den yararlanmıştır.
Cinayete benzer bir şeyi gözleriyle görmek zo
runda kalmış, iyi niyet sahibi bir tanıktan beklenece
ği gibi, ihtiyatlı bir dil kullanmıştır. Fakat aynı zaman
da da. dürüst bir kalbin gerektirdiği koşullara uyarak
kesin bir surette kurbanların tarafını tutmuş ve hem-
şerilerinin hissettikleri şeylerde aşkta, acıda ve sür
günde onların yanında yer almıştı. Böylece, şehir in
sanlarıyla paylaşamadığı tek bir acı yoktur, onların
bütün durumlarını yakından görmüştür. "*
Güvenilir bir şahit olabilmek için. özell^ne oiay
ları. belgeleri ve söylentileri nakletmek gerekildi. Fa-
VEBA F . : 20/30Ö
kat şahsen anlatabileceği şeyler, kendi başından ge
cenler konusunda sessizliği muhafaza etmesi daha
doğrudur. Eğer o bunlardan da yer yer yararlanmak
tan kaçınmadıysa, bunu vatandaşlarını daha iyi anla
mak ve anlatabilmek, onların, çoğu zaman belirsiz
şekilde duygularına mümkün olduğu kadar açık bir
anlam verebilmek için yapmıştı. Doğrusu ya, bu zo
runlu çaba ona fazla bir şeye mal olmuş değildir.
Binlerce vebalının sesine kendi itiraflarını katmak sı
rası ge1 e, başkalarının acısına karışmamış tek bir
acının une bulunmadığını ve yeryüzünde tek bir insa
nı içine alan bir ıstırap görülürse, bunun bir imtiyaz
sayılması gerektiğini düşünmüştür. Böylece o, her
kesin odına konuşmak zorunda olduğunu anlamıştır.
Fakat vatandaşlarımız arasında hiç değilse biri
vardı ki. Rieux, onun adına konuşamazdı. Bu, bir gün
Tarrou’nun kendisi hakkında şu sözleri söylediği
cdamdı : «Onun işlediği biricik cinayet, kalbinin de
rinliğinde, çocukları ve insanları öldüren bir şeyi doğ
ru saymasıdır. Geri kalan her şeyde onu anlıyorum,
ama bunda onu mazur görmemek zorundayım.» Bu
hikâyenin de insanlardan uzak bir kalp taşıyan, yani
yalnız bir insan olan o kişiden bahsederek bitmesi
doğru olur.
Bayramın, kulak patlatıcı gürültüleri ile çınlayan
büyük sokaklardan uzaklaşıp da tam Grand'la Cot-
tard'ın oturdukları sokağa sapmak üzereyken Doktor
Rieux’yü bir polis kordonu çeviriverdi. Bunu hiç bek
lemiyordu. Bayramın uzaktan gelen uğultusu mahal
leye tamamen sessiz bir görünüş vermişti, bu sessiz
liğe bakınca, mahalle boş sanılıyordu. Cebinden kim
liğini çıkardı.
Polis :
306
— İmkânsız doktor, dedi. İnsanlara ateş eden bir
deli var. Ama burada durun, bize yardımınız dokuna
bilir.
O anda Rieux, Grand'ın kendisine doğru geldiği
ni gördü. Grand da bir şey bilmiyordu. Onun da geç
mesine engel olmuşlardı, oturduğu evden dışarıya si
lâh atıldığını öğrenmişti. Evin, kuvvetsiz bol bir gü
neşle yaldızlanmış ön cephesi uzaktan görülebiliyor
du. Evin etrafından karşıki kaldırıma kadar bir alan
bomboş bırakılmıştı. Şosenin ortasındaki bir şapka
ile pis bir kumaş parçası açıkça belli oluyordu. Rieux
ile Grand'ın ilerlemelerine engel olan poîfe kordonuna
paralel olarak bir polis kordonu daha görülüyor, onla
rın arkasından bazı mahalle insanlarının acele Qcele
gelip geçtikleri farkediliyordu. Dikkatle bakınca, evin
karşısına düşen bir binanın kapılarına saklanmış elle
ri tabancalı polisleri de farkettiler. Evin bütün pan-
curları örtüktü. İkinci kattaki pancurlardan biri yarı
açılmıştı. Sokakta tam bir sessizlik vardı. Yalnız, şeh
rin göbeğinden gelen parça parça müzik sesleri, bü
roya kadar erişmekteydi.
6u sırada, evin karşısındaki binalardan iki el Si
lâh atıldı ve kurşunlar, kırılmış pancuru yerinde oy
nattı. Sorara sessizlik yeniden çöktü. Günün kargaşa
lığından sonra olup biten şeyler Rieux’ye biraz ger
çek dışı geliyordu.
Birden. Grand telâş içinde:
— Cottard’ın penceresi bu... dedi.
Ama Cottard ortadan kaybolmuştu.
Rieux, polise:
— Niye ateş ediliyor? diye sordu.
— Şimdilik onu oyalıyorlar, gerekli malzemeyi
getirecek arabayı bekliyorlar, çünkü herif, binanın
kapısından girmek isteyenlere ateş ediyor Bir polis
bu yuzae' vuruldu zaten
— Niye ateş ediyor?
— Kimse bilmiyor bunu. Millet sokakta eğleni
yordu. ilk silâh sesinde ne olduğu anlaşılmadı. İkin
cisinde çığlıklar başladı, biri yaralandı, millet de ka
çıştı. Delinin biri olmalı!
Çöken sessizlik içinde dakikalar geçmek bilmi
yordu. Birden, caddenin öteki ucundan bir köpeğin
dikiverdiğini gördüler. Bu. Rieux'nün uzun zaman-
danberi ilk gördüğü, sarkık kulaklı, Ispanyol cinsi pis
bir köpekti. Herhalde sahipleri onu bugüne kadar
saklamışlardı: Duvarların dibinde ilerliyordu. Kapıya
varınca tereddüt etti, arka ayakları üstüne çöktü, pi
relerini temizlemek için geri döndü. Polisler ıslıklo
onu çağırdılar. Başını dikti, yavaş yavaş şoseden ge
çip şapkayı koklamaya gitti. Aynı anda ikinci kotton.
b<r tabancanın patlamasıyla, köpeğin kendi etrofında
dönmesi bir oldu, ayaklarını şiddetle oynattı, uzun tit
remelerle yerinden kalkmak için çırpındı Karşılık ola
rak, karşı kapılardan gelen beş altı tabanca sesi,
pancuru kınntı haline getirdi. Sessizlik yeniden çök
tü ortalığa. Güneş biraz dönmüş ve Cottard ır pen
ceresi gölgeye girmeye başlamıştı. Doktorun ardında
bir arabanın fren gıcırtışı duyuldu.
P olis:
— İşte geldi, dedi.
Polisler, sırtlarına ipler, bir merdiven, gazlı bez
lerle sarılmış iki uzunca paket yüklendiler. Grand'ın
oturduğu evin karşısına düşen evlerin arkasındaki
sokağa daldılar. Bir dakika sonra bu evlerin kapıla
rında bir hareket başladığı farkedildi. Sonra herkes
beklemeye başladı. Köpek artık kıpırdamıyor, koyu
laşmış bir ışık altında yatıyordu.
Birdenbire, polis memurlarının işgal ettikleri evin
pencerelerinin birinden bir hafif makineli ateşe boş-
308
lodı. Ateş boyunca nişon alınan pancur tam anlamıy
la delik deşik oldu. Rieux ile Grand'ın, oldukları yer
den farkedemedikleri siyah bir yüz meydana çıktı.
Ateş durunca daha uzaktaki başka bir evden, zıt bir
açıdan yeni bir hafif makineli işlemeye başladı. Kur
şunlar, tuğlaları parçaladığına göre, pencerenin ca
mından da içeri giriyor olmalıydı. O sırada, üç polis
koşa koşa şoseyi aştılar ve evin giriş kapısına sığın
dılar. Gene hemen o anda üç kişi daha o yana atıldı,
ardından makinelinin ateşi de durdu. Biraz daha bek
lediler. Evin içinden, uzaktan gelen iki patlama du
yuldu. Sonra kalabalıktan' bir uğultu yükseldi, evin ka
pısından, sürüklenmekten çok taşınırcasına, durma
dan bağırıp çağırmakta olan, gömlekli ufacık bir ada
mın çıkarıldığını gördüler. Bir mucize olmuş gibi, cad
deye bakan bütün kapalı pancurlar bir anda açılıver-
di, pencereler meraklılarla doldu. Kapılardan insanlar
sürü sürü çıkıp polis kordonlarının arkasında biriki
yorlardı. Bir an sonra, nihayet ayakları yere değen
polisler tarafından elleri arkasında sıkı sıkı tutulan
ufacık bir odamın şosenin ortasından yürüdüğü gö
rüldü. Boyuna bağırıyordu. Bir polis, yanına yaklaştı,
dikkat ve itina ile. yumruklarının olanca kuvvetini top
layarak ona iki defa vurdu.
Grand :
— Bu Cottard, diye mırıldandı. Çıldırmış.
Cottard yere düşmüştü. Bu defa polisin, yerde
yatan insan külçesine bütün hızıyla bir tekme yapış
tırdığı görüldü.
Sonra, karma karışık bir insan kümesi dalgalandı,
doktorla yaşlı dostuna doğru ilerledi.
Polis memuru :
— Dağılın! diye bağırdı.
309
\
Rieux, grup önünden geçerken başını öteye çe
virdi.
Grand’la doktor, akşamın ilk karanlığı içinde iler
lemeye başladılar. Olay mahallenin kendini kaptırdığı
derin uykuyu sarsmış gibiydi. Arka sokaklar, yeniden,
sevinçli bir kalabalığın uğultusuyla inlemeye başladı.
Evin önünde Grand, doktora veda etti. Gece çalışa
caktı. Tam odasına çıkacağı sırada, Jeanne'a mek
tup yazdığını, artık içinin rahat olduğunu söyledi.
Sonra da cümlesine yeniden başlamıştı. «Bütün sı
fatları kaldırdım» diyordu.
Kurnazca bir gülümseyişle şapkasını çıkarıp onu
merasimli bir tavırla selâmladı. Rieux, ihtiyar astım
lının evine doğru giderken Cottard’ı düşünüyordu. Yü
züne inen yumrukların duygusuz gürültüsü ardından
gelir gibiydi. Suçlu bir insanı düşünmek, ölmüş bir
insanı düşünmekten galiba daha güçtü.
Rieux, ihtiyar hastasının evine vardığında gece
bütün gökyüzünü kaplamıştı. Odanın içinde, hürriye
tin uzaklardan gelen uğultusunu duymak mümkündü.
İhtiyar adam ise hep aynı sevinç içinde bezelyelerini
kaptan kaba aktarmaya uğraşıyordu.
— Eğlenmeye hakları var, diyordu, bir dünyada
her şeye ihtiyaç var. Ya sizin meslekdaşınız, doktor,
ne âlemde o?
Bir patlama duydular, ama tehlikeli bir gürültü
değildi bu, çocuklar kestane fişeği patlatıyorlardı.
Hastanın, hırıldayan göğsünü dinleyen doktor:
— Öldü, dedi.
Biraz şaşıran ihtiyar adam :
— Ah! dedi.
Rieux:
— Vebadan, diye ilâve etti.
Bir an sustuktan sonra, ihtiyar:
310
— Evet, diye tasdik etti, zaten her zaman en iyi
ler gider. Hep böyledir. Ama o, ne istediğini bilen bir
adamdı.
Stetoskopunu yerleştiren doktor.
— Bunu niye söylüyorsunuz? dedi.
— Bir şey için değil. O. boş sözler söylemek için
konuşmazdı. Kısacası, benim hoşuma gidiyordu. Ama
hep böyledir zaten. Bazıları: «Bu vebadır, biz bir ve
ba salgını geçirdik» diyorlat Azıcık bir şey için ne-
redeyso kendilerine madalya serilmesini isteyecekler.
Ama veba ne demek oluyor zaten. Bu hayatın ta
kendisi, başka bir şey değil.
— Fumigasyonlarınızı muntazaman yapmaya de
vam edin.
— Oh! Hiç merak etmeyin. Daha önümde çok
zamanım var, hepsinin ölümlerini göreceğim. Yaşa
masını bilirim ben.
Uzaktan gelen sevinç uğultuları ona karşılık ver
di. Doktor, odanın ortasında durmuştu.
— Taraçaya çıksam sizi rahatsız eder miyim?
dedi.
— Ne münasebet, onları tepeden seyretmek is
tiyorsunuz değil mi? Nasıl isterseniz. Ama insanlar
eskiden nasılsalar gene öyledirler.
Rieux, merdivene doğru yürüdü.
— Söylesenize doktor, vebadan ölenler için bir
anıt yaptırılacağı doğru mu?
— Gazete öyle diyor. Bir dikili taş veya bir ma
deni plâka...
— Bunu bekliyordum zaten. Elbet söylevler de
çekilir!
İhtiyar, boğulurcasına gülüyordu:
311
— Onların «Ölülerimiz...» diye bağrışmalarını
buradan duyuyorum, sonra da gider ziftlenirler...
Rieux, merdivenleri tırmanmaya başlamıştı bile.
Büyük, soğuk gökyüzü, evlerin üzerinde parıldıyor,
tepelerin yakınlarında yıldızlar çakmaktaşları gibi
sertleşiyordu. Bu gece. Tarrou’yla birlikte vebayı
unutmak için bu taraçaya geldikleri geceden o kadar
farklı değildi. Ama bugün, deniz, kayalıkların dibinde
o günküden daha çarpıntılıydı. Hava durgun ve ha
fifti. sonbaharın ılık rüzgârının getirdiği tuz kokulu
esintiler yoktu. Şehrin uğultusu taraçanın ayaklannı
bir dalga gürültüsü ile dövmekteydi. Ama bu gece bir
ihtilâl gecesi değil, bir kurtuluş.gecesiydi. Uzakta, si
yah bir kırmızılık, bulvarların yerini ve aydınlatılmış
meydanları belli ediyordu. Artık serbestliğine kavuş
muş gecenin içinde, arzu kösteklerinden kurtulmuştu.
Rieux'ye kadar geten onun homurtularıydı.
Karanlık limandan, mutluluğun resmî işareti olan
ilk havai fişekler göğe doğru yükseldi. Şehir, onları
uzun ve sağır edici bir gürültüyle selâmladı. Cottard,
Tarrou, Rieux'nün sevdiği ve kaybettiği kadınlar, er
kekler ister ölü, ister suçlu olsunlar, hepsi hepsi unu
tulmuşlardı. İhtiyarın hakkı vardı, insanlar değişme
mişlerdi. Bu, onların gücü ve suçsuzluğuydu. Bu nok
tada, bütün acılarını aşarak Rieux de onlarla birleş
tiğini duyuyordu. Kuvveti ve devamlılığı artarak tara-
çanın ayaklarına gelip uzun uzun yansıyan çığlıkların
ortasında, sayısı gittikçe daha da çoğalarak göğe
yükselen rengârenk demetlere bakarken Rieux sona
eren bu hikâyeyi yazmayı ilk olarak burada düşün
müştü. Susanlardan biri olmamak, bütün bu vebali'
ların lehine tanıklık etmek, onlara karşı gösterilen
şiddetin ve haksızlığın hiç değilse bir anısını bıraka
bilmek; sadece, felâketlerin içinde öğrenilen bir ş p '/ î
312
söyleyebilmek için bunu yapmalıydı: Kişioğlunda hor
görülecek . şeylerden çok hayran kalınacak şeyler
vardı.
Ama bu yazılanların, son zaferi anlatmadığını da
biliyordu. Bunlar, kendisinin yerine getirdiği bir şeyin
ifadesi olmaktan öteye gidemiyecek ve o bunu deh
şete ve onun yorulmak bilmez silâhına karşı, insan
ların kişisel ıstıraplarına rağmen, ermiş olamayan, fa
kat felâketlere boyun eğmeyi de kabul etmiyerek,
sadece birer hekim olmak zorunda kalan insanların
bir ifadesi diye bırakacaktı.
Şehirden yükselen coşkun sevinç seslerini din
lerken, Rieux, bu sevincin her zaman bir tehdit al
tında bulunacağını düşünüyordu. Çünkü kendini se
vince kaptırmış halkın bir şeyden haberi olmadığını
ve kitaplarda okunduğu gibi, veba mikrobunun ne
öldüğünü, ne de kaybolduğunu; sayısız yıllar boyunca
mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya dalabileceğini,
odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendil'erde, es
ki kâğıtlarda sabırla bekleyebileceğini ve zamanı ge
lince bir gün insanları yola getirmek ve felâketlerine
sebep olmak için vebanın farelerini uykularından kal
dırıp, mutlu bir şehre ölmeye gönderebileceğini bili
yordu.
313
SABAH
Nobel, dünyanın en büyük edebiyat olayıdır.
£
Nobel Edebiyat Ödülüne ancak zirvedekiler erişir.
Bu nedenle Nobel Ödülünü kazanmak
bir edebiyatçı için büyük onur kaynağıdır.
SABAII, şimdi de Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırılmış
zirvedeki yazarların en ünlü eserlerini,
kendisini zirveye ulaştıran okurlarına kazandırıyor.