68'liler Birliği Vakfı - Köktendinciliğe Karşı Aydınlanma

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 336

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı

Köktendinciliğe Karşı
AYDINLANMA
MART1997

Yayın Koortlillatöril
MERDAN ASLAN

Yayına Ha:ırlayan
HÜSEYİN KIVANÇ

Bllgisayar
VEYSEL COŞKUN

Baskı-Cill
ARI MATBAASI

Kapak
MEHMET AKINCI

Basım Tarihi
HAZİRAN 2007 İSTANBUL

ISBN 978 975 7117 05 6


• • · -

68 'lileryayinlari@yahoo.com

C TOm hakları saklıdır. Bu kilabın tamamı ya da bir kısmı 5846 sayılı ya­
sanın hOkOmlerine gOre, kitabı yayımlayan 681iler Vakfı YAYINLARl'nın
ve yazann izni olmaksızın elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi
bir kayıt sistemi ile çoOaltılarnaz, yayımlanamaz, depolanamaz.
Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı

Köktendinciliğe Karşı

AYDINLANMA
MART 1997

il
BİRLİGİ VAKFI
YAYINLARI
ÖNSÖZ

İçinde yaşadığımız süreç Türkiye'yi önemli bir yol ayrımına getirmiş durumda. Dün teh­
like olarak nitelediğimiz çağdışı bir akım ne acıdır ki bugün siyasal erk koltuğunda otur­
maktadır. Bir İslam ülkesi olan Türkiye'de irtica ve gericilik biraz da içinde yaşadığı coğraf­
yadan kaynaklanan potansiyel bir tehlike olma özelliğini özellikle son 200 yıldır taşımakta­
dır. Ama kabul etmek gerekirse bu tehlike, Tanzimattan günümüze değin bir biçimde varlı­
ğını sürdüren nice akımlar gibi genellikle marjinal bir konumda değerlendirilirdi.
İrtica ve gericiliğin siyasallaşması ve düzeni değiştiricek bir güç olarak örgütlenmesinin
tarihi, emperyalizmin Türkiye'deki etki gücüyle doğru orantıda geliştiği tartışma götürmez
bir gerçiktir. Osmanlı döneminde yaşanan 31 Mart olayını saklı tutarsak, gericiliğin bu ül­
kede en güçlü olduğu dönem, emperyalizmin Türkiye'yi doğrudan işgal ettiği Kurtuluş Sa­
vaşı sürecinde yaşanan dönemdir. Hatta bir bakıma, Kurtuluş Savaşı'na, emperyalizmle
olduğu değin gericilikle de olan sıcak savaşımın tarihidir diyebiliriz. Nitetim Kurtuluş Sava­
şı'nın ilk yılları özellikle gerici isyanların bastırılması ve püskürtülmesiyle geçmiştir.
Cumhuriyet döneminde gericiliğin yeniden ve güçlü olarak tarih sahnesine çıkması, 2.
Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın sona erdiği ve Soğuk Savaş döneminin başladığı tarih
olan 1 945 yılı sonralarına denk düşer. 1 950 yılında Demokrat Parti'nin siyasal erki ele ge­
çirmesi, ABD emperyalizminin bölge ve Türkiye üzerindeki nüfusunun artması ve Türkiye'nin
NATO şemsiyesi altına girerek sosyalist dünya karşısında kapitalist dizge içinde yer alma­
sıyla gericiliğin yeniden piyasaya sürülmesi arasında ciddi bir koşutluk olduğu son derece
açıktır.
Kabul etmek gerekirse, daha 1 950'1i yıllarda bu gerçeği ilk gören aydınımız Aziz Nesin
olmuş ve bu tehlikeye ilişkin uyarıcı yazılarını daha o yıllarda kaleme almıştı. 90'1ı yıllara ge­
lindiğinde ise gerek Türkiye'de gerekse dünyada yaşanan fundamentalist olaylar yeniden
dinsel gericiliğin gündemin tartışmalı konularının başına oturtmuştur: Yine bu süreçte, Aziz
Nesin'irı günlük bir gazete çıkartmak için kurduğu, çok sayıda aydın, sanatçı, bilim insanı ve
örgüt yöneticisinin içinde yer aldığı Onbinler Turizm ve Yayımcılık Anonim Şirketi'nin Genel
Müdürlüğü görevine getirilmiş ve Aziz Nesin'le çalışma olanağı bulmuştum. Kendisiyle bir
araya geldiğimiz her fırsatta, Türkiye'nin içinde yaşamakta olduğu iki soruna, fundamenta­
lizm ve Kürt sorununa değinir ve her iki konuda birer konferans düzenleme fikrini tartışırdık.
Aziz Nesin'den bir görev olarak devraldığım bu sorumluluğu, aynı zamanda yöneticisi ol­
duğum 68'liler Birliği Vakfı'na ve onun başkanı Necla Ülkü Hanım'a götürdüm. Çok sıcak ba­
kılan bu proje İstanbul'da ulaşılabilen tüm oda ve meslek kuruluşlarına, sendikalara, demok­
ratik kitle örgütlerine bir çağrıyla ulaştırıldı. Bu çağrıya olumlu yanıt veren kuruluş ve kişiler­
den şöylesi bir düzenleme kurulu oluşturuldu: Prof. Dr. All Nesin (Bilgi Üniversitesi), Alper
Aktan (Mülkiyeliler Birliği), Aslan Başer Kafaoğlu (Ekonomist-Yazar), Bilge Bllglç (Ata­
türkçü Düşünce Derneği), Bedri Baykam (Ressam-Yazar), Prof. Dr. Cevat Geray (Onbin­
ler A.Ş.), Demlrtaş Ceyhun (Yazar), Derviş Günday (TESK), Doğan Taşdelen (Çankaya
Belediye Başkanı) Faik Akçay (Yayıncı), Fatma Hasene Somer (Turizmci), Gülen Utku
(Atatürk Vakfı), Haşmet Atahan (68'1iler Birliği Vakfı), Prof. Dr. Jale Baysal (Çağdaş Yaşa­
mı Destekleme Derneği), Mehmetcan Akyolcu (Öğretim Üyeleri Derneği), Mustafa Dabis
(CUMOK), Mustafa Sütleş (TTB İstanbul Tabip Odası), Necla Ülkü Kuglln (68'1iler Birliği
Vakfı), Nejat Blrdoğan (Yazar), Osman Erten (SODEV), Özcan Keskeç (Sosyal-İş), Sön­
mez Targan (Onbinler A.Ş.), Turgut Gökdere (Onbinler A.Ş.). Kurulun başına Prof. Dr. Ce­
vat Geray seçilmesine karşın Sayın Geray'ın Mersin Üniversitesi'ne atanması nedeniyle
konferans öncesi yaklaşık bir yıl süren hazırlık çalışmalarına ben başkanlık ettim.
Hazırlık çalışmaları sürecinde yaşanan iki önemli gelişmeye değinmek isterim. Birinci­
si, konferansta konuşacak ve bildiri sunacak kişilerin belirlenmesiyle ilgili. Düzenleme ku­
rulunda uzun tartışmalardan sonra bildiri sunacak yerli ve yabancıları belirlemiştik ama açı­
lış konuşması yapması istenen konuk konuşmacı konusunda tartışmalara son nokta konu­
lamıyordu. Kurulun çoğunluğu Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demlrel'in yapması yö­
nünde kararlığını sürdürünce Çankaya ile ilişki kurmak görevi bana düştü. Sayın Demi­
rel'den randevu almak hiç de zor olmadı. Demirel ile Cumhurbaşkanlığı makamında belir­
li aralıklarla gerçekleşen iki buluşma, Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Yekta Güngör
Özden, Prof. Dr. Cevat Geray, Alper Aktan, Turgut Gökdere, Doğan Taşdelen, Fatma Ha­
sene Somer ve benim de bulunduğum heyet tarafından gerçekleştirildi. Sayın Demirel'den
konferansın çok olumlu bir girişim olduğunu, önemli bir devlet görevi olmazsa açılış konuş­
masını kendisinin yapacağı sözünü aldık. Ne var ki, konferansın öngünlerinde gelişen
olaylar ve gerici basının adeta tehditlere varan yayınları nedeniyle olacak Sayın Demirel
konferans izlencesinde yer almasına karşın toplantıya gelmedi. Bu sorumluluğu Sayın
Yekta Güngör Özden yerine getirdi.
Yaşanan ikinci olay ise konferansın adının belirlenmesi konusundaydı. Önceleri Ulus­
lararası Antifundamentalizm Konferansı olan başlık uzun tartışmalardan sonra yabancı
sözcüklere olan itirazlar nedeniyle "Köktendinclllğe Karşı Uluslararası Aydmlanma
Konferansı" olarak değiştirildi. Yasal işlemlerin ve izin alma prosedürünün ise Aziz Ne­
sin'in kurduğu ve bir yadigar olarak bizlere bıraktığı ONBİNLER A.Ş. tarafından yapılma­
sı kararlaştırıldı.
Evet, Türk yazınının usta kalemi Aziz Nesin irtica ve dinsel gericiliğe karşı sürekli ve et­
kin bir savaşım vermenin gerekliliğine yıllar önce vurgu yaparken ne denli haklı olduğunu
bugün yaşayarak öğreniyoruz. İşte, elinizdeki bu kitap Aziz Nesin'in sağlığında başlatıp ta­
mamlayamadığı bu girişimin Ankara'da 20, 2 1 , 22 Mart 1 997 günlerinde gerçekleşen kon­
feransa sunulan bildiri ve konuşmaların tam metinlerini önünüze koyuyoruz. Aradan tam
1 O yıl geçmesine karşın bu konferansta dile getirilen düşün ve değerlendirmelerden son
derece ilginç dersler çıkartılacağı kanısındayım. Çünkü o günlerde tehlike olarak işaret et­
tiğimiz ve bu konuda toplumu uyarmaya çalıştığımız yönlerdeki haklılığımız bir yana, he­
def aldığımız yapılanma bugün siyasal erkin gelmiş tepesine oturmuş bir durumda.
Bugün yaşananlara baktıkça, keşke tarih bizi haksız çıkartsaydı da bugünlere tanıklık
etmeseydik diyorum. Okurlara ulaştirma konusunda da son derece geç kalındığının bilin­
cinde olan birisi olarak 68'liler Birliği Vakfı'nın özgün çalışmaları sonucu yayın dünyamıza
kazandırdığı bu tarihsel belgeyle sizleri başbaşa bırakıyor, bu ürünün toplumsallaşmasın­
da emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

İstanbul, 27 Mayıs 2007


Sönmez Targan
68'liler Birliği Vakfı Başkanı
içindekiler
1. Oturum .. . . .. ... .. ...... ... .
.. . . .. _.,, . -···································································· 39
Fundamentalizmin dünü ve bugünu ............. ........................................................ 41
Fundamentalizmin görünüm biçimleri ....... ............................................................ 43
Dinsel fundamentalizm ....................................................................... .................. 44
İslamiyet ve köktendincilik .................................................................................... 46
Şeriat .................................................................................................................... 47
Batı'ya karşı ayaklanma ................................... .................................................... 49
Kaynakça ................. . . . .......................................................................................... 50
Prof. Sadun Aren ............ ...................................................................................... 52
Peter Priskil ........ ....................... ............................................................................ 57
Demet lşık ............................................................................................................. 64

2. . .. . . . . . . .
Oturum . . . .. . . . .. . . . . . . . . .. . . . .......... . . .. ... . ..... .... ... . . .. . .. . ... .. . . . .. . . . . .. .. . ...... . ...... .. . ...fil
Prof. Dr. ilhan Arsel.. .............................................................................................
68
Şeriata başkaldıran kadınlarımıza karşı •aydın"ın tutumu hakkında 70 ....................

Bedri Baykam ...................... .... ................ .................................................


. . . .. 73 .......

Faik Bulut ......................................................................................................... ....


. 85
Demet lşık.............................................................................................................88
Atilla Aşut ........................
-......................................................................................91
Prof. Dr. Alpaslan Işıklı . . .
.... .... .......................................... ....................................
95
Ali Nesin .
................ ............... ...............................................................................
. 97
Nedim Aras ........................ ...................................................................................
98
Faik Akçay ............................................................................................................
99
Türkel Minibaş . . . . .
............................................................... .... ..... .... .......... .........
100
Emekli Ostteğmen . ........ ......................... ............................................................
. 102

3. Oturum ..... .. .. .. .................... ....... ................................. ........... .............. ... ....... .109
Faik Bulut ............................. ............................... ............ ..... ......... ....................
. . 111
Tarikatların doQuşu .............................................................................•................ 111
Tarikatlar sivil toplum kuruluşları mı? . ................. ................................................ 113
Tarikat-siyaset ilişkileri . ................................. ...................................................... 117
Tarikat-ulema kavgası .................................................................................. ....... 118
Nakşi ve NurculuCjun devletle ilişkilerinin kökenleri ............................................ 119
Nakşiliğin siyasileşmesi . ...... .................. ........................................... ................. . 120
Cumhuriyet devrinde tarikat-devlet ilişkileri ....................................................... .123
Kaynakça ........... ........................................................... ..... ..............................
. . . 126
Türker Alkan ......................................................................... ..............................
. 127
Türkan Saylan ..................................................................................................... 134
Köktendincilik ve tıp .............................................. ............. ................................
. 134
Kaya Güvenç ...................................................................................................... 137
Lütfü Do(jan ........................................................................................... ............ . 138
Turgut Burakreis .............................................. ..................................................
. 139
Osman Ertem ...................................................................................................... 139
Demet Işık ................................... ........................................................................ 140
Faik Akçay .. . ......................................... ................................... .........................
. . 141
Cüneyt Örkmez ..................... ....................
. .. ....................................................... 142
Tıtsa .................................................................................................................... 143
Atilla Aşut ............................................................................................................ 143
Faik Bulut ................................... ............ ..................................... ........ .. .........
. . . . . 144
Türker Alkan ......... ................................................ ..............................................
. 146

4. Oturum . . .. . .
........... . .... . . . . . .
.. . ...... .... ....................... ......... .. .. .............................. 151

İsmet Zeki Eyüt>oOlu ........................................................................................... 151


Lütfü Do(jan .......................... .............................................................................
. 156
Aşırıcılık ve Aşırıcılar ....................................................... ....... ..........................
. . 157
Frank Shutte ......................................... .............................................................
. 162
Türkel Minibaş ............................................. ................................. ...................
. . .162

5. Oturum . . .. . . . . . . . .
........ .... .. . ........ .. .. .. ................. ...... .. .......... ............... ..... ..... ... . . . 167

Oral Çalışlar . ........... ............................................................................................ 168


Françoxise Barret-Deerocq ............................................................................ .... . 172
Erol Sever . . ....................................................... ................................... .............
. . 178
Peygamber Elia . . . ... ............................................. ..............................................
. 180
Muhammed'in son sözleri ............................ .... ..... .................................. ........
. . . . 181
Nuru Muhammed ························································································----- 1 8-4
Demet lşık .......... ...
. . . .............. ......... .. ............................. ........ ...........................
. . 186
Tıtsa ........................................................... ........................................... ............
. . 188
Mehmet Bey ................................................. ............................................ .........
. . 188
Mustafa Altınbaş ....................................................................................... ......... . 189

6. Oturum . .. . . . . ...... . . . . .. . .. . .. .. ..
.. . .. ... .. . . . .. . . .. . .. .... .. . .. . .. . . . . .. .
. .. . . . .. .. . .
... ........ .. ............ 195

Prof. Muazzez İlmiye Çığ . .......... .........................................................................


195
Tufan . . ...... . .........
.. .. . . .. ..... .. . ........................................... .....................................
. 198
Hüseyin Batuhan .........................................................
.. 201 .....................................

Faik Akçay .......................... ..


. :............................................................................ 21O
Peter Curman . .. ............................... ..................................................................
. 21O
Bayan katılımcı .................................................... .... ..................... .... ..............
. . . . 217
Ali Nesin.............................................................................................................. 218
Söylemezoğlu ..................................................................................................... 218
Ali Balkız............................................................................................................. 219

7. Oturum .............................................................•............................................. 223


Erdoğan Aydın .................................................................................................... 224
Şeriat Allah düzeni mi? ..................................................................... .................. 225
Laiklik nedir? ....................................................................................................... 228
Türkiye'de laiklik derneği .................... ....................................... ......................... 229
Özgürlükçü laiklik ....................................................... . ........................................ 233
Frank Shutte ....................................................................................................... 236
Jean-Paul Constantin ......................................................................................... 243
Laiklik ve hoşgörü ............................................................................................... 243
Bir bayan katılımcı .............................................................................................. 248
Bedri Baykam ..................................................................................................... 248
Osman Ertem ...................................................................................................... 251
Kaya Güvenç ....................................................................... ............................... 251
Prof. Sina Akşin ..................................... ............................................................. 252
Prof. Türker Alkan .......................... ..................................................................... 252
Suphi Karaman ................................................................................................... 253
Demet lşık ........................................................................................................... 254
Yabancı bir konuk ............................................................................................... 255
Osman Şentürl<. ............................................................. ...................................... 255
Turgut Burakreis ................................................................................................. 256
Sivaslı bayan ..................... ................................................................................. 257
Yabancı katılımcı ................................................................................................ 260
Erdoğan Aydın .................................................................................................... 260
Erdoğan Aydın .................................................................................................... 263
Erdoğan Aydın .................................................................................................... 264
Ali Nesin.............................................................................................................. 265

8. Oturum ........................................................................................................... 269

Prof. Sina Akşin .................................................................................................. 272


İlhan Selçuk ........................................................................................................ 277
Anadolu, aydınlanma ve devrim ................................... ...................................... 277
insanlık aydınlandı mı? ....................................................................................... 278
İki ayrı zamanı bir zamanda yaşamak ................................................................ 279
Anadolu'da yeni insan ........................................................................................ 280
Osmanlıda engeller ....................................... ...................................................... 280
Kurtuluş savaşı dönemi ...................................................................................... 281
Anadolu Müslümanlığı'nın yapısı ........................................................................ 281
Kültür seferberliği ................................................................................................ 282
Anadolu aydınlandı mı? ...................................................................................... 283
Muzaffer İlhan Erdost. ......................................................................................... 284
8

Suphi Karaman .
.............................................................................. ....... .. .........
. . 288
Saldıray Can ............................................... .................. ............... .. .
. . . .. . ... . . . 289 . .. . .. . .

Ali Yıldırım ..........................................................................................................290


Veli Devecioğlu ...................................................................................................292
Faik Akçay . . . .. . .
........................ .... ...... .. .... . ................ .. ................. .....
. . . .. .. . . . .294 . .. . .. .

Mevlüt Kaya . . . . . . .
.... ... ... . .. ........ .. ............... ..
. . . .. . .. .. ....
.. .. . . ....... . ... .... ......................
295
Prof. Sina Akşin . . .. .. .. . ......................................
.. .. .. . . . . . ... .. ... ....... ... .... ...............
. . . 296
M. İlhan Erdost .
............................... ........................
. . . .. ..... .. .. .............................
298

Kapanış Oturumu .............................................................................................. 305

Nezih Gençler .............


. .. .
......................... .. ... ....................
. .306 ............................. ...

Ali Balkız . .. .
...................................... ... ... ... ........... . . .............................................
308
Bir yabancı katılımcı .................. .. ... .. ......... .. .. .. ...........................................
. . . . . . . . 309
Bedri Bayram ...............................
.. . . . . . 310
... .. .... ....... . . .. .. .. .. ........... ..... ....... .. ....
... . . . . . .
Prof. Dr. Cevat Geray . 312
............................. . ...... .................................................
.. .
Kaya Güvenç . ....... ........
... . . ......... .. ......
.. .. . . . . .. . . ..... .. .... ....
. . . .......... ... .. ...................
313
Faik Akçay . . . ..
... ... ..... . . . . . . ... ... . . . . . . . . . .
....... .. ...... .... ...... . .. . .... .. .. . ..... .
. 314 ... .. ....... ...........

Atilla Aşut . . . . . . . .
. ... .. . .. . ... .. .................... ........... .............
. . .
.. .. .. . .. . .. . . .. . . .315 . . .. .. . . .. .. . .. ....

Özcan Keskeç. . . .. .. . . . .. .. . .. . . ..317


..... ................................ ..... ............ .... ... ..... . . . . ..... .. ...

Ayşegül Ulu Utku ................................ . ..


. . .. . . . . . ........ .. ........... .......
.. . . . 319 .... .. ............ .

Ömer Ôzdal . .. .. . . . . .. . . . . .
.. . . . . .... ... . . . . . . .. . . . . .. . . .
... .. .. .... ...... .. . . . .... ... . .... .... . ...
320 ... ..... .. ......

Suphi Karaman . . .. . . .. .. . . .
.. ................ .. . .. ... .... . ....... . ..
....... .... ... ....... ...........
. 321 .......... ..

Rıfat Aras .. .... . .. .


.......... ... .
..... ............................... ................................................
323
Ali Nesin ..............................................................................................................
324
Köktendinciliğe karşı 1. uluslararası aydınlanma
konferansı sonuç bildirgesi ........................................... ... .... .. .. . ....................
. . . . .. 326
Prof. Dr. Cevat Geray . .. ... . . .. . .. . .. .
. .. ... . .. . . ... . .. . ................................. ........
. .. . 328 ...... ...
9

1. Oturum

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Cevat Geray


Katılımcılar: Prof. Dr. Vural Ülkü, Prof. Dr. Sadun Aren, Peter Priskil, Demet Işık.

2. Oturum

Oturum Başkanı: Şanal Saruhan


Katılımcılar: Prof. Dr. İlhan Arsal, Bedri Baykam, Faik Bulut, Demet Işık, Atilla
Aşut, Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, Ali Nesin, Nedim Aras, Faik Akçay, Türkel Minibaş,
Emekli Üstte(jmen.

3. Oturum

Oturum Başkanı: Tahir Hatibo{llu


Katılımcılar: Faik Bulut, Türket İlhan, Türkan Saylan, Kaya Güvenç, Lütfü Do(jan,
Turgut Burakreis, Osman Ertem, Demet Işık, Faik Akçay, Cüneyt Örkmez, Titsu,
Atilla Aşut,

4. Oturum

Oturum Başkanı: Nail Güreli


Katılımcılar: ismet Zeki Eyübo{llu, Lütfü Do(jan, Frank Shutte, Türkel Minibaş.

5. Oturum

Oturum Başkanı: Aslan Başer Kafao(jlu


Katılımcılar: Oral Çalışlar, Françoise Barret-Decrocq, Erol Sever, Demet Işık,
Mehmet Bey, Mustafa Altınbaş
10

6. Oturum

Oturum Başkanı: Füsun Savak


Katılımcılar: Prof. Muazzez İlmiye Çıj:J, Hüseyin Batuhan, Faik Akçay, Peter Cur­
man, Ali Nesin, Bayan katılımcı, Veli Söylemezoğlu, Ali Balkız.

7. Oturum

Oturum Başkanı: Prof. Dr. Alpaslan Işıklı


Katılımcılar: Erdoğan Aydın, Frank Shutte, Jean-Paul Constantin, Bir bayan katı­
lımcı, Bedri Baykam, Osman Ertem, Kaya Güvenç, Prof. Sina Akşin, Türker Alkan,
Suphi Karaman, Demet Işık, Yabancı bir konuk, Osman Şentürk, Turgut Burakre­
is, Sivaslı bayan, Yabancı katılımcı, Ali Nesin.

8. Oturum

Oturum Başkanı: Haşmet Atahan


Katılımcılar: Prof. Sina Akşin, ilhan Selçuk, M. İlhan Erdost, Suphi Karaman, Sal­
dıray Can, Ali Yıldırım, Veli Devecioğlu, Faik Akçay, Mevlüt Kaya.

KAPANIŞ OTURUMU

Oturum Başkanı: Sönmez Targan


Katılımcılar: Nezih Gençler, Ali Balkız, Bir yabancı katılımcı, Bedri Baykam, Prof.
Dr. Cevat Geray, Kaya Güvenç, Faik Akçay, Atilla Aşut, Özcan Keskeç, Ayşegül
Ulu Utku, Ömer Ôzdal, Suphi Karaman, Rıfat Aras, Ali Nesin.
SUNU ...
Elinizdeki kitabı n içindeki izlenceden de anlaşılacağı gibi köktendinciliğe kar­
şı birinci uluslararası konferanstan bu yana yaklaşık on yıl geçti. Gerçekte, kon­
feransı n birinci olduğunu izlenceye yazmamıştık. Katılımcı ların isteği üzerine,
ikincisinin yapılması üzerinde görüş birliği oluşunca, sonuç bildirgesine birinci
sözcüğünü eklemiştik. Bu sözümüzü tutamadık, ikincisini düzenleyemedik. Ayrı­
ca, bu toplantının tutanaklarının bu denli geç yayımlanması da üzüntü kaynağı­
m ızdı r. Bunda, ihmalkArlığımız dışında parasal sıkıntımız da etken oldu. Eğer
68'1iler Birliği Vakfı üstlenmeseydi, yayım düzeni hazırlıklarının çok önceden ta­
mamlanmasına karşın, bu yayım gerçekleşemeyecekti.
Bu gecikme, gerçekte, günceli yakalama açısından toplumsal, siyasal koşul­
larda pek de değişiklik olmad ı . Hatta, ülkemizdeki bu koşullar daha da ağ ırlaştı.
Konferans toplandığı nda, siyasal İslam iktidarda değildi. Bugün seçim dizgesinin
çarpıklığı sonucu, toplam seçmenin dörtte birinin, oy kullanan seçmenlerin üçte
birinin oyunu almasına karşın Meclis'teki koltukların üçte ikisine sahip olarak ik­
tidarı ele geçirdi. Tek başına işbaşında bulunan hükümet, bu çoğunluğa dayana­
rak kendini her türlü anayasal, yasal, yönetsel değişiklikleri yapmaya, dilediği gi­
bi kadrolaşmaya kendini her istediğini yapabilir görmektedir. Kimi yargı kararla­
rına karşı çıkmakta, hatta yargıya bunu "ulemaya sorun" sözleriyle ulusal ve
uluslararası mahkemeler ile adeta dalga geçmekte, onları hafife almaktadır.
Cumhuriyetin temel ilkeleri bir yana konulmaktadır. IMF'nin, ABD ve AB'nin
dayattığı politikalara uyum için tam bir teslimiyetle, yasalar çıkarılmakta, uygula­
malar yapılmaktadı r. ABD kökenli "llımlı İ slam" anlayışını yaşama geçirmek
amacıyla, AB'nin Atatürk ilkelerinin tasfiyesi gerekeceği, hatta O'nun devlet da­
irelerindeki resimlerinin kaldırılmasına değin uzanan desteğini de alarak, çeşitli
uygulamalara başvurmaktadır. Açıkça karşı çıkamadıkları için demokrasimizin
önkoşulu olan laiklik ilkesinin yeniden tanımlanması gerektiği yolunda demeçler
veriliyor. .
Ü stelik, başta cumhurbaşkanlığı olmak üzere, iktidar, devletin asker-sivil yük­
sek organlarıyla, hem ulusal hem de uluslararası politika konularında uyumsuz­
luklar, çelişkiler ortaya çıkmaktadı r. Anayasanı n bir yandan laiklik ilkesini, özel-
12

likle ulusal eğitim alanında hiçe sayarken, sosyal hukuk devleti ilkesi de her açı­
dan zedelenmektedir. : Bir yandan, hukuka sayg ısızlık almış yürümüş, daha doğ­
rusu yargıç güvenliği sözünü yerine getirmeyen iktidar, "hukukun üstünlüğü ilke­
sini rafa kaldırma", böylece "hukuk devleti" yok edilmek istenmektedir. Bir yandan
da küreselleşmenin dayattığı özelleştirme, yerelleştirme söylemi çerçevesinde iş­
levini bir yandan devleti küçülterek, bir yandan da kamuyu toplumsal-ekonomik
görevlerini özele devrettirerek, bugüne değin kamunun gördüğü hizmetlerin özel
kesime bırakılması yoluyla sosyal devlet ilkesi yok edilmeye çal ışılmaktadır.
Sosyal devlet ilkesi emekçinin, işçinin, çalışanların yararına düzenlemeler ve
desteklemeler yapmayı gerektirirken, onların sorunlarına çözümler getirmek ye­
rine, yerli yabancı anapara sahiplerinin çıkarına çal ışılmaktadı r. Ü retime yönelik
bir içerik ve amaç taşımayan, borsa ve döviz kurlarıyla yabancı sıcak para akı­
şıyla, büyüme sağlanmasına güvene dayalı politikalar ile IMF'ye olan borçların
ancak faizlerini ondan borç alarak ödemekle övünülmektedir. Bu tutum, işsizliğin
ve yoksulluğun görülmemiş ölçüde artmasına, gelir dağılımındaki dengesizliğin
daha da büyümesine yol açmaktadı r. Desteklemenin kaldı rılmasıyla çiftçi zor du­
ruma düşmüştür, yabancıların tarıma girmesini kolaylaştıran tohum ve girdi fir­
malarının tarıma egemen olmasına çal ışılmaktadır. Tarım çökmüştür. Ü reticinin
değil, aracının istekleri ağır basmakta, kooperatiflere karşı politikalar güdülmek­
tedir. Fındıkta, pancarda, tütünde oynanan oyunlar bunun somut örnekleridir.
Sonuç, köylü açlık ve yoksulluk sınırının altına düşmekte, kente göç etmek zo­
runda kalmaktadı r. Dengesiz ve plansız kentleşme ve yapılaşmanın kentlerimizi
bugünkü içinde yaşanamaz duruma sokmaktadır. İ ktidar, devlet kesesinden "ze­
kat" dağ ıtırcasına, kömür, erzak dağıtarak yurtt aşın onurunu kırıcı bir tutumla oy
toplamaya çalışmaktadır. Bunun çağdaş sosyal politikalarla hiçbir ilişkisi yoktur.
Yasama alanında da yasa taslaklarının kamuoyunda serbestçe tartışılması,
ilgili kamusal, sivil kuruluşların, meslek odalarının görüşlerini almaksızın ya da
görüşlerini dikkate almaksızın, ivedilikle yasalar çıkarma uygulaması sürmekte­
dir. Torba ya da paket tasarılarla çok sayıda yasalarda yapılan.değişiklikler tek
bir yasada toplanarak kamuoyunun ve halkın dikkatinden kaçırılmaktadı r.
28 Şubat kararlarıyla yapılan düzenleme ile ilk ve ortaokullar birleştirilerek 8
yıllık ilköğretim okullarına geçiş üzerine yaz aylarında Kuran kurslarına izin veri­
lerek ya da göz yumularak amaç saptırılmaktadı r. Çeşitli ders kitaplarında Ata­
türk'e ve devrimlerine ilişkin kesimler ya çıkarılmakta ya da açıklamalar saptı rıl­
maktadı r. Ders kitapları hazırlattırılmakta, belli kitaplar ücretsiz dağıtılarak ailele­
rin yükünü hafifletme yoluna gittikleri izlenimini verirken gerçekte belli kesimlere
kaynak aktarılmaktadı r. Ulusal eğitim alanında kadrolaşma doruğuna ulaşmış,
özellikle yöneticiliklere genelde imam hatipliler atanmıştır..
Geçen yıl Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramında TBMM'de düzenlenen tö-
13

rende, çocuklar adına 23 yaşı ndaki imam hatipli bir genç konuşturulmuştur.
Eleştiriler üzerine bu yıl böylesi bir uygulamadan kaçı nılmıştır. Bu kez, gerçekte
30 martta başlaması gerekirken, kutlu doğum haftası 23 Nisan bayramına rast­
latılarak çocukların bu etkinliklere katılmasını sağlama yolu tutulmuştur.
İ mam hatiplilerin, meslek okulu niteliğine karşın, üniversiteye genel liselerle
eşit duruma getirilmesi için yönetmeliklerde değişiklik yapılmış, bunların açık li­
seye alı nması için kaçamak bir yol tutulmuşsa da yönetmelik yönetsel yargı en­
geliyle bu yanlış uygulamaya geçirilememiştir. Siyasal bir simge olduğu bilinen
türban takanların öğretim kurumlarına girmelerini engelleyen Danıştay'ı n ilgili
dairesine görev başında yapılan, daire başkanının ölümüyle ve kimi üyelerin ya­
ralanmasıyla sonuçlanan hain silahlı saldırı, köktendinciliğin nasıl beslendiğinin
bir göstergesidir. Aynı kişinin/kişilerin daha önce Cumhuriyet gazetesine bomba­
lı saldırı yapan/lar oldukları ayrıca dikkate değer. Hrant Dink cinayetini işleyen­
ler, Malatya'daki H ıristiyan yayınevinde üç kişiyi hunharca öldürenler hep kök­
tendinci odaklarca beslenen canilerdir. Bunun gibi yazıyı kaleme aldığımız 25 Ni­
san 2007 günü, hükümetin karşı tepkili olan YÖ K başkanına yapılan saldırı da
cumhurbaşkanı adayının atandığı güne rastlaması da anlamlıdır. Çünkü, başkan
Teziç, gerici basının boy hedefi olmuştur. Köktendinciliğin bu denli ivme kazan­
masında kuşkusuz işbaşındaki siyasal iktidarın bu konuda köklü bir tavır takın­
maması ndan, daha doğrusu tarikat ve cemaatlerin temsilcisi gibi hareket etme­
sinden kaynaklanmaktadır. Bu cinayetlerin arkasında, gizli örgütler, daha çok dış
odaklar bulunsa da bu insanların dinsel inançlarından, duygularından yararlana­
rak onları azmettiriyor da olabilirler. Kaldı ki Türkiye'de yaşanmış olan Madımak
toplu kıyımı, Kahramanmaraş, Tokat, Çorum olayları da şeriatçı güçlerce girişil­
miş eylemlerdi.
İ şbaşındaki İ slam iktidarının, çeşitli konularda başta ABD olmak üzere, AB'nin
ve öbür uluslararası kuruluşun isteklerine karşı güttüğü teslimiyetçi politikalar,
ulusal egemenlik açısından sakıncalıdı r. Bu nedenledir ki Cumhurbaşkanı Se­
zer'in urejim tehlikeden uyarısı bir yana itilmeyecek bir uyarıdır. Genelkurmay
Başkanı Büyükanıt'ın, seçilecek cumhurbaşkanının Cumhuriyete bağlılığı, onu
koruma ve yaşatma konusunda sözde değil özde olması gerektiğine ilişkin umu­
dunun gerçekleşmesi her aydın yurttaşımızın dileğidir.
Köktendinciliğe karşı aydınlanma sürecinin giderek güçlü biçimde süreceği
inancıyla ..

Prof. Dr. Cevat Geray


A. Ü. Öğretim Üyesi
Ankara, 25 Nisan 2007
Sönmez TARGAN
Oturum Başkanı
Onbinler AŞ Genel Müdürü
Anayasa Mahkememizin Sayın Başkanı Yekta Güngör Özden, Çankaya Be­
lediye Başkanı mız Sayın Doğan Taşdelen ve belediyemizin değerli yöneticileri,
yerli ve yabancı sayın bilim adamlarım ız, sivil toplu m kuruluşlarımızın sayın tem­
silcileri, basın yayın ve iletişim kuruluşlarımızın sayın elemanları, değerli konuk­
ları mız. Türk yazınının usta kalemi Aziz NES İ N'in sağlığında başlattığı girişimler­
den biri olan , hatta en önemlisi olan "Köktendinclllğe Karşı Uluslararası Ay­
dınlanma Konferansı"nı açıyor ve hepinize hoşgeldiniz diyorum .
Yine Aziz Nesin'in kurucu başkanı olduğu v e günlük bir gazete çıkarmak için
kurulan, içinde çok sayıda bilim adamı , yazar, aydın ve sivil toplum kuruluşu tem­
silcilerinin ortak olarak bulunduğu Onbinler AŞ'nin hukuki sorumluluğunda, çok
sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisinin katılımıyla oluşturulan düzenleme ku­
rulumuz adı na da hepinize merhaba diyorum.
Anımsayacağınız gibi Aziz NES İ N ölümünden kısa bir süre önce, 30 Haziran
1 995'te İ stanbul Çemberlitaş Basın Müzesi'nde bir basın toplantısı düzenleye­
rek, ülkemizin ve dünyanın en yakıcı sorunlarından biri durumuna gelen, kökten­
dinci akımlara ve yarattığı tehlikelere karşı insanlığı uyarmak ve bilinçlendirmek
amacıyla, uluslararası bir anti-fundamentalist konferans düzenlemeyi kamuoyu­
na açmıştır. O toplantıda, benim de içinde bulunduğum üç kişilik bir sekreterya,
konferans hazırlıkları nı yürütmek için gönüllü görev almıştı . Ancak Aziz NES İ N'in
apansız ölümü, bu çalışmaları bir süre aksattı.

Daha sonra Onbinler AŞ Yönetim Kurulu olarak bu girişimi yaşama geçirmek


için çal ışmalara yeniden koyulduk. Ulaşabildiğimiz aydı nlarım ıza, yazar ve sivil
toplu m kuruluşlarına, üniversiteler ve bilim adamları mıza çağrıda bulunarak, ilk
Genişlet/imiş Uluslararası Antl-Fundamentallst Konferansı 1. Haztrlık Top­
lantısı 'nı, 68'1iler Birliği Vakfı Toplantı Salonu'nda gerçekleştirdik ve bu toplantı­
da hazırlıkları yürütmesi için bir yürütme kurulu oluşturduk. Bu kurula, Prof. Dr.

Mart 1997 - Ankara


16

Sayın Cevat G ERAY başkan olarak seçildi. Biraz sonra kendisi de sanıyorum bu
konferansın açılış konuşmasında, gerekli bilgileri verecektir. Sayın GERAY'ın
Mersin Ü niversitesi'ne atanması nedeniyle, i stanbul'da yapılan yürütme kurulu
toplantılarına ben başkanlı k ettim ve bu kurul, bu konferansa varıncaya değin,
1 ,5 yıl içinde, 27 toplantı gerçekleştirdi. Ben burada, yürütme kuruluna, - daha
sonra adı düzenleme kurulu oldu- katılarak konferansın hazırlanmasına katkı ya­
pan tüm arkadaşlara huzurlarınızda teşekkür ediyorum.

Burada tanık olduğumuz bir konunun daha altını çizmek istiyorum. Bu etkin­
liğin hazırlanmasının bütün evrelerinde, ulaşabildiğimiz en geniş kesimlere ge­
rek kurul olarak, gerekse Sayın Ali NES İ N kendi çabalarıyla, yazılı ve sözlü çağ­
rılarda bulunmuştur. Ama bugün, kimilerinin, neden bizim haberimiz olmadı, bi­
çimindeki eleştirilerini büyük bir haksızlık olarak değerlendiriyor ve düşünüyo­
rum .
Konferansın niteliğine ilişkin birkaç söz söylemek gerekirse, özellikle gerici ve
şeriatçı basın ve çevrelerin göstermek istediği gibi bu konferans dine inanma­
yanların düşün ve görüşlerinin çarpıştığı bir platform değildir. Tersine hangi gö­
rüşten, din ve mezhepten olursa olsun, gezegenimizi etkisi altına alan ve en çok
inanan, sade insanlara zarar veren köktendinci akımlara karşı, doğru ve bilimsel
iletileri, kamuoyunun bilincine çıkartmayı amaçlamaktayız. Özellikle son günler­
de, Türkiye'de şeriata karşı askeri darbe söylentilerinin sıkça sözünün edildiği bu
günlerde, bu konferans, varsa böylesi bir amaca malzeme oluşturmayı da hiç mi
hiç, ama hiç çağrıştırmamalıdır. Çünkü bu konferansı n hazırlık çalışmaları bir
bütün olarak, beş ve daha geri yıllara gider ki o yıllarda böylesi bir tehlikenin var­
lığından bile çoğu kesimlerin haberi yoktu.
Evet sözü uzatmadan, konferansın düzenleme kurulu adına ve aynı zaman­
da Onbinler topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı olan Prof. Dr. Sayın Cevat Ge­
ray'ı açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum. Buyurun Sayın
Geray.

Prof Dr. Cevat Gersy


ONBİNLER AŞ Yönetim Kurulu Başkanı
Mersin Üniversitesi Öğretim Üyesi
Sizlere teşekkür ediyorum. Aydınlarımız bugün bu girişimi de gerçekleştirmiş
bulunuyor. Bu toplantının hazırlıkları, Sayın Targan'ın da belirttiği gibi sevgili Aziz
Nesin'in ölümünden birkaç gün öncesinde yaptığı bir basın toplantısında açıkla-

KOktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


17

dığı, aydınlara çağrıda bulunduğu eski günlere, yani bir buçuk, iki yıl öncesine
değin gidiyor. Hele hele Milli Güvenlik Kurulu'nun son uygulamalarıyla hiçbir iliş­
kisi yoktur. Çünkü, her uluslararası toplantı gibi bu toplantı tarihi de çok önceden,
1 995'in SOlil aylarında saptanmıştı. Teknik, akçal birtakı m güçlüklere karşın; yine
de bu belirtilen günlerde bunu gerçekleştirme başarısını arkadaşlarımız göster­
miş bulunuyor. Buraya kişi olarak katılmakla birlikte pek çok aydınımız ve kitle
örgütlerinin, sivil toplum örgütlerini başkan ı olsun ya da temsilcisi olsun, pek çok
yurttaşımız bu hazırlık çalışmalarında gerçekten büyük katkılarda bulunmuşlar­
dır. Bunun büyük ölçüde burada daha konuşmanı n başında belirtilmesi gerekti­
ği inancıyla kendilerine teşekkürlerimizi sunuyoruz. Aydın olmanın, insan olma­
nın, demokrasiye, insan haklarına, laik cumhuriyete sahip çıkmanın bir gereği
olarak bu insanlarımız, bu değerli aydınlarımız etkinliğimize büyük katkılarda bu­
lunmuşlardır. Adlarını tek tek saymıyorum ama bize bu salonları sağlayan TESK
Genel Başkanı'na, yine bazı olanaklarıyla bu toplantı nın gerçekleşmesine katkı­
da bulunan kimi sendikalarımıza ve Çankaya Belediye Başkanı'na ayrıca bura­
da teşekkürlerimi sunmak istiyorum.
Bu, ne herhangi bir dine karşı, ne de herhangi bir dinsel kitaba karşı bir top­
lantıdır. Kısacası, ne İ slam'a ya da başka bir dine, ne de Kuran'a ya da başka
bir dinsel kitaba karşı bir girişim. Uluslararası nitelikteki bu bilimsel çalışmaya çe­
şitli yabancı ülkelerden aramıza katılan uzman kişiler, aydınlar, yazarlar, bilim
adamları var. Bu herhangi bir partiye karşı bir girişim de değildir. Hazırlıklarda şu
ya da bu biçimde herhangi bir partiyle de bağlantı kurulmamıştır. Ama yan ı m ız­
da yer alan partiler ya da partilerin temsilcileri bize her zaman destekçi olmuş­
lardı r. Bunu da vurgulamak istiyorum. Hareket noktamız olan köktendincilik, ger­
çekten yalnızca Türkiye'nin ve İ slam'ın bir sorunu değil. Bütün ülkelerde ve bü­
tün dinlerde şu ya da bu biçimde köktendincilik akım ı söz konusudur. Bu akım­
lar, çeşitli nedenlerle bu yüzyılın sonunda, gelecek yüzyıla gireceğimiz günlerde
hem kendi ülkemizde hem de bütün dünyada gündemin başına oturmuş bulun­
maktadır. Şunu da belirtmek istiyorum; bu bir laiklik havariliği de değildir. Konu­
yu böyle bir yaklaşımla ele almıyoruz. Yalnız dinin, özellikle köktendinciliğin za­
man zaman tanığı olduğu muz, yaşadığımız kimi şiddet ve terör olaylarının top­
luma olan etkilerini, nedenlerini ve bunun sonuçlarını burada gözden geçirmek
ve ileride tutulacak tutumları geliştirmek için sonuçlar çıkarmayı amaçlıyoruz.
Laiklik, en basit anlamıyla dile getirebileceğimiz biçimde, din ve devlet işleri­
nin ya da dünya ile "ahiret" işlerinin birbirinden ayrı tutulmasıdır. Bu bağlam'da
devletin dini olmaz, bireylerin dini olur. Laikliğin, dinsizlik, hatta din düşmanlığı
olarak gösterilmesinin gerisinde, gerçekten din devletinin ya da şeriat devletinin

Mart 1997 - Ankara


18

kurulması özlem ve isteğinin yattığını görüyoruz. Bu açıdan laik bir toplum ya da


devlet düzeninde Diyanet İ şleri Başkanlığı'nın yerini ve devlet bütçesinden din
için para ayrılmasını tartışma konusu yapmakta yarar görüyoruz.
Bir başka nokta da dinin siyasete alet edilmemesinin, laikliğin ve demokratik
düzenin bir gereği olduğunu vurgulamak istiyorum. Kitlelerin dinsel duyguları nın
sömürülmesine ve oy'a dönüştürülmesine ilişkin pek çok örneği biliyoruz ve ya­
şıyoruz. Bu, endişe edici boyutlara varm ış bulunmaktadır. Dine dayalı bir siyasal
düzenin bireye, yurttaşa dayatı lması çağdaş demokratik, insan hakları na sayg ı­
lı, laik devleti yıkma girişimiyle bir arada değerlendirilmelidir.
Demokratikleşme için gerekli kültürel ortamın yaratılması ve geliştirilmesi açı­
sı ndan, köktendinciliğin büyük ölçüde eğitim dizgesinden beslendiği, kaynaklan­
dığı anlaşılmaktadır.
Burada laik eğitimden ya da dinsel olmayan eğitimden söz açacak değilim.
Ama bunun da konferansımızda ele al ı nması, irdelenmesi gereken konular ara­
sı nda yer alacağına ilişkin bir isteğim var. Dinsel köktendinciliği incelerken bunu
yaratan etmenleri, yalnızca dinin kendisinde aramak yerine, konuyu çeşitli bo­
yutlarıyla masaya yatırmak istedik. İ zlencemizin incelenmesinden anlaşılacağı
gibi konunun birey açısından büyük bir önemi vardır. Din ile devlet, daha doğru­
su din ve siyaset ilişkileri, laik devleti tehdit edecek boyutlara ulaştığı ülkemizde
ayrı bir önem taşımaktadı r. Demokrasi ve insan hakları bireyin tanrının kulu ol­
ması, onun buyruklarına itaat etmesi doğrultusunda anlaşılmakta, böylesi bir
eğitim anlayışı bizim de eğitim dizgemizde büyük ölçüde olumsuz etkiler yarat­
maktadı r.
Yurttaşa, yalnızca belli bir dinin, hatta belli bir mezhebin ve onun uygulama­
sının değil, tüm dinlere ilişkin karşılaştırmalı bilgilerin verilmesi , yetişen kuşakla­
rı n bu doğrultuda ayd ınlatılması gerekirken, okullarımızdaki zorunlu eğitim ders­
lerinde yalnızca belli bir dinin, belli bir mezhebinin öğretimi yapılmaktadır. Bun­
dan daha önemlisi, yalnızca dinle ilgili meslek alanında adam yetiştirmek için ku­
rulmuş olan, din öğretimi yapılan okullar genel ve laik öğretim veren okulların ye­
rine geçirilmek istenmesi, ayrıca, bu liseleri bitirenlerin üniversitenin her kurumu­
na dikey geçiş yapmasına YÖK'ün olanak sağlamasıdır. Durumu bu açıdan da
iyi değerlendirmek gerekmektedir. Dine dayalı eğitimin, genel eğitimin yerine ko­
nulması, yerleştirilmesi doğrultusundaki akıma kesin kes bir son vermek, dur de­
mek gerekmektedir. Hele bunların bir meslek adamı yetiştirmek üzere mezun ol­
dukları okullardan, meslekle hiç ilgisi bulunmayan fen ve toplumsal bilimler ala­
nı na dikey geçiş adı altında YÖ K dizgesiyle yerleşen uygulamanın çok büyük

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


19

yanlış sonuçlar doğurduğunu, zararlı sonuçlar verdiğini burada vurgulamak isti­


yorum. Din kurallarına göre yetişmiş kaymakamlar, doktorlar, mühendisler, yar­
gıçlar ve savcılar herhalde hepimizin yakındığı ortak bir sorun olarak önümüzde­
dir.

Köktendinciliğin uluslararası ilişkiler açısından, Batı emperyalizminin de bir


aracı olarak kullanıldığına ilişkin örnekler vard ı r. Çünkü kapitalizm, gelenekle­
re bağlı, teknolojik, dinsel açıdan fanatizme yönelmiş i nsanları n bulunduğu ül­
kelerde bu sömürüsünü ve kuşatmasını başarıyla sürdürmek yoluna girmiştir.
Batının, kapitalist düzenin üstünlüğüne inanm ı ş ya da inandırılmış insanlar ye­
tiştirme amacı, eğitim dizgemizde de ağ ır basıyor. Amerika'n ı n çeşitli ülkelere -

İslam ülkelerinin bir kesimine- büyük ölçüde köktendinciliği özendiren bu tür bir
eğitim dizgesini özendirmesinden kaynaklandığı ileri sürülüyor. Ayrıntılara bu­
rada girmek istemiyorum . Ama insanı n toplumsal, siyasal kurtuluşunun, yani
tarihsel kurtuluşunun, günahtan arınmaya dayandığını savunan görüş ve yak­
laşımların da bu tür köktendinci akımları başka bir açıdan desteklediğine tan ı k
oluyoruz.

Birtakı m özdeğerlerini yitiren toplumlara karşı, örneğin Cezayir'de, Fran­


sa'nın yarattığ ı , onların üzerine yaptığı baskı lar bu açıdan ilginçtir. Yine, Şah yö­
netiminin baskıcı tutumu ve nüfuzunu büyük ölçüde destekleyen Amerika'nın,
İ ran ve Irak arasındaki savaştaki tutumu, hepimizin belleklerinde yer etmiştir.
Köktendinciliği besleyen uluslararası ilişkilerde egemen olan bu tutumu burada
sergilemek ve vurgulamakla yetiniyorum.

Toplantımızda ele alacağ ı m ız konulardan biri; kadın ve din ilişkileridir. Bura­


da da yalnızca kadın hareketinin son yıllarda güçlenmesiyle ilgili olarak değil, fa­
kat dinlerin ikinci derecede, üçüncü derecede yurttaş olarak baktığı kadınları m ı ­
zın, toplumda Cumhuriyetin ilk yıllarından beri öngörülen yerini alması açısından
önemli görüyoruz. Bu konuya çeşitli oturumlarda da yer vermiş bulunuyoruz. Yi­
ne köktendinciliğin terör, yıld ı rma, katliam ve benzeri şiddete dönüşerek; birey­
lerin korkuya gark edilmesi, yıldırılması sonucunu doğurduğunu biliyoruz. Özgür­
lüklerin temelinde yatan; düşünce özgürlüğüne, korkudan kurtulma özgürlüğüne
aykırı olan bu tür saldırıları şiddetle kınıyoruz.

Toplantımız, bu tür çalışmalarımızın ne ilkidir, ne de sonuncusu olacaktır. Bu


ve benzeri bilimsel çalışmaların yoğunluk kazanmasına bir ivme katacağına ina­
nıyoruz. Bu çal ışmanın izlencesinde niçin köktendinciliğe karşı bir tepki değil de
aydınlanma konferansı başlığını koymuş olduğumuz bu açıklamalarımızda orta-

Mart 1 997 - Ankara


20

ya çıkıyor. Ü lkemizin ve dünyanın gündeminde yerleşmiş bulunan dinsel kökten­


dincilik konusunu sorgulamaya, nedenlerini kavramaya, insanlığa ve insanımıza
bu konuda ışık tutmaya yönelen böyle bir toplantıyı düzenlemiş bulunuyoruz.
Sizlerin ilgi ve katkı larıyla bu çal ışmamız amacına ulaşacak, bundan sonra top­
luma birtakım yararlı etkinlikleri götürmenin de büyük ölçüde bir başlangıcı ola­
caktı r.
Bu toplantıya, adı anılsın anılmasın özdeksel (maddi) ve tinsel katkıları bulu­
nanlara, kurum ve kişilere teşekkür ederek sizleri sayg ıyla selamlıyorum.

Sönmez TARGAN
Oturum Başkanı
Bu konferansın düzenlenmesinden sorumlu kurul adına konuşan Sayın Prof.
Dr. Cevat Geray'a biz de teşekkür ediyoruz. Gerçekten konferansın amacını be­
lirleyen hatta bir ölçüde konferansın çerçevesini çizen, bu güzel ve özlü konuş­
ması için Sayın Geray'a bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Oturumun bu aşamasında da Sayın Prof. Dr. Ali Nesin'i kürsüye çağı rıyorum.
Aziz Nesin her ne deOin aramızda bulunamıyorsa bile, onun düşünceleri bu kon­
feransa ışık tutuyor. Ali Nesin de sanıyorum Aziz Nesin'in boşluğunu dolduracak­
tı r. Buyun Sayın Ali Nesin.

Prof. Dr. Ali NESİN


Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Nesin Vakfı Yöneticisi
Sayın başkan, saygıdeğer izleyiciler hepinize yürekten hoş geldiniz diyorum.
Konuşmamı Sayın Cumhurbaşkan ı , diye başlamaya hazırlamıştım. Ne yazık ki
Cumhurbaşkanımız gelmediler. Bundan sonra da geleceğini sanmıyorum. Öte
yandan, Cumhurbaşkanı'mız, bizim bu konferansımızın düzenlenmesine destek
verdi. Babam dahil bizler, bugüne kadar hiçbir zaman devleti yanımızda bulma­
dık. Bu kez, devletin bütün kurumları olmasa bile, en azından en yüksek maka­
m ı yanımızda oldu. Kendisine teşekkür ederim.
Ne Şeriat, Ne Darbe sloganlarının at�ldığı bu dönemde, bu konferansın öne­
mi özellikle vurgulanmalıdır. Ne şeriat, ne darbe derken, istemlerimizi sloganlaş­
tı rıyoruz. Biz ne istiyoruz? Biz elbette demokrasi istiyoruz. Yani yurttaşların sivil

Köktendincili�e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


21

toplu m aracılığıyla yaşama v e demokrasiye katkıda bulunacakları b i r düzen isti­


yoruz. İ şte bu toplantı da sivil toplum örgütleri tarafından düzenlenmiştir. Yani
demokrasiye bir katkıdır. Demokrasi böyle olur.

Medyanın da bu konferansa daha fazla ilgi göstermesini beklerdim. Görüyor­


sunuz, günlerdir bir taciz olayı, medyanın baş sayfalarında fotoğraflarıyla birlik­
te sekiz sütun yer buluyor. Ben, bu gazetelerin ve televizyonların yazı işleri mü­
dürleri ya da neyse adları , onların, geceleri nasıl rahat uyuyabildiklerine şaşı rı­
yorum.
Evet, biz bu toplantıyı düzenleyenler, sivil toplum örgütleri, yani babam ı n de­
yimiyle ücretsiz yurtseverler, beş parasız ve beş dakikasız olarak koşulları zor­
litdık. Çalıştık, çabaladık ve bu konferansı düzenledik. Kusurlarımız hoş görüle.
Eleştirisi olanlar, bu eleştirilerini lutfen gelecek konferansın düzenleme kuruluna
saklaya.
Konferansımızın adı Laiklik İçin Konferans değildir. Konferansımızın adı
Köktendlnclllğe Karşı Aydmlanma Konferansı'dır. Sanıyorum ki zaman, artık
savunma zamanı değil, hücum zamanıdır. Ve bu konferans salt köktendinciliğe
karşı değil, aynı zamanda boş i nanca, cinciye, falcıya, bilimsel olmayan, sanat­
sal olmayan her türlü inanca karşıdır. Ve yalnız İ slamı değil, Musevi, H ı ristiyan,
Budist her kökten ve dinden, köktendinciliğe karşı bir konferanstır.

Bu konferansın dine karşı bir konferans olmadığını her zaman söyledik ve


söylüyoruz. Bu bir savunmadır. Bunu anlamayanlar, nasıl bir konferans olduğu­
nu öğrPnmek isteyenler, buraya gelirler görürler. Biz bu konferansta kendimizi
savunuyor ve aynı zamanda hücum ediyoruz. Ama onlar da susuyorlar m ı ? Ha­
yır. Yıllardan beri hücum ediyorlar. Dün görmüşsünüzdür, Akit Gazetesi birinci
sayfasında Uyar1yoruz diyerek bizi tehdit etti. Birinci sayfada bizi hedef göster­
diler. Biz de onlara karşı halkımızı uyarıyoruz. Ve bizzat kendilerini hedef göste­
riyoruz. Karanlık onlar, biz aydınlığız. Bu arada ılımlı dincileri de ılımlı köktendin­
cileri de unutmuyoruz. İ şte bizler buradayız. Onlar, din tacirleri ve cennet pazar­
layıcıları, bizden korksunlar. Aydınlı k, karanlığı er ya da geç yok edecektir.
Gelecek yıl daha geniş, halk yığınlarına ulaşmak için belki bir aydı nlanma, la­
iklik şenliği düzenleriz. Ve buna benzer bir konferansı, o etkinlikte düzenleriz. Ne
kadar saldırırlarsa, o kadar büyüğünü ve daha görkemlisini örgütlemek istiyoruz.

Sevgili dinleyiciler,
Bir insan, geleceği ne denli uzaktan ve ne denli doğru görebiliyorsa, o dere-

Mart 1 997 - Ankara


22

ce uygardır. Aziz Nesin bugünümüzü, günümüzün Türkiye'sini, taa 1 940'1arda


görmüştür. Birazdan Aziz Nesin'in 1 959 ve 1 993'te yazd ığı iki makaleyi dinleye­
ceksiniz. Sizleri Aziz Nesin'le baş başa bırakırken, hepinize barışla, sevgiyle, sa­
natla ve bilimle dolu bir yaşam dilerim.
Saygıyla selamlıyorum.

Sönmez TARGAN
Oturum Başkam
Sayın Nesin'e biz de teşekkür ediyoruz. Konuşmasının son bölümünde vur­
guladığı gibi Aziz Nesin'in yıllar önce kaleme aldığı, bugün yaşadığımız fotoğ_ra­
fı ve tehlikeyi ortaya koyan iki yazısını, düzenleme kurulu üyemiz Sayın Fatma
Hasene Soner sunacak.

Buyurun efendim.

Fatma Hasene Somer


Turizmci
Hoş geldiniz. Ve Aziz Hoca'yı 59'dan, 93'e misafir ediyoruz .

irtica Yoktur!
Genel Kurmay Başkanlığı'nın "Erkan-ı Harbiye-i Umumiyye Reisliği" olduğu
bir dönemde, bir milletvekil i çı kar.
- Ekim, Kasım, Aral ık, Ocak ayları nın adlarını yine eskisi gibi Teşriniewel,
Teşrinisani, Kanunuewel, Kanunisani'ye çevirelim diye bir tasarı verir.

Kimsede ses yok. Nasıl ses yok? Var� Şu sesi duyarsınız:


-
İ rtica yoktur!

Anayasanın "Teşkilat-ı Esasiye Kanunu" olduğu bir dönemde bir milletvekili


çıkar, anayasaya " İ slam devleti olduğumuz yaz ılması"nı önerir. Bu yolda yurdun
dört bir bucağından toplanan binlerce imzanın boyu kilometreler tutar.
Hiçbir yankı uyanmai:. Nasıl uyanmaz, uyan ır. Şu sesi duyarsınız:
-
İrtica yoktur!

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


23

31 Mart kahramanı Volkan'cı Derviş Vahdeti'nin kalem ortağı , Said-i Kürdi çı­
kar, milletvekillerine şöyle mektuplar gönderir:
- Türkiye'deki Nurcuların sayısı, polislerin sayısından çoktur. 600 bin Nurcu,
Tü rkiye'de asayişin korunmasında emniyet kuwetleri kadar önemlidir.
Herkeste bir suskunluk. Yok, değil. Şu sesi duyarsınız:
-
İ rtica yoktur!

Bir parti kongresinde bir delege, cuma namazı kılınması için cuma günleri öğ-
leden sonraları "resmi tatil" ister.
Kimse aldırmaz. Aldırmaz olur mu aldırı r. Şu sesi duyarsınız:
-
İrtica yoktur!

Bizde yasa güvenliği altında din öğrenimi var. İ lkokulda, ortaokulda, i mam­
hatip okullarında, ayrıca Kuran kurslarında din eğitimi yapılır. Ama yobaz, yasa­
ya uygun bir eğitimle de yetinmez, ilkokuldan bile geçmemiş çocuklara Arap
hartleriyle okuma-yazma öğretir. Okul olmayan köylerde bile bu vardı r.
Ama ses çıkmaz . Nasıl çıkmaz? Şu sesi duyarsınız:
-
İ rtica yoktur!

Türkiye'de tarikatlar, tekkeler vardır: Bektaşi, Kadiri, Rüfai, Mevlevi, Nakşi­


bendi . . .
Bunlardan yalnız Mevlevilik yürürlüktedir. Bütün gelenekleriyle her yıl ayinle­
ri, törenleri yapılır.
Bir şey söylemeye kalksanız, karşı nıza Mevlana'nın büyüklüğüyle çıkarlar.
Oysa Mevlana'nın büyük eseri, bu gericiliğin örtüsüdür. 20. Yüzyılda Mevlana gi­
bi bir kişi böyle anılmaz . Kürsüler kurulur, kitaplar yayınlanır. Bir takı mları da bu
ayinlere "turistik gösteri" der, geçer. Mevlana büyükse, Hacı Bektaş-i Veli de bü­
yük, ulu. Neden Bektaşi ayinleri yapılmaz?
Bir şey denilmez. Denilmez olur mu hiç . . . Denilir:
-
İ rtica yoktur!

Yalnız taşranın illerinde, ilçelerinde değil, İstanbul sokakları nın, pazar yerle­
rinin sergici kitapçıları bile açıkça Arap hartli kitaplar satarlar. Vapurlarda, tren­
lerde açık açık, bağ ıra çağ ı ra muskalar, karınca duaları satılır.
Ses soluk yok. Nasıl yok? Var:

Mart 1 997 - Ankara


24

- İ rtica yoktur!
Samsun gibi yerde hem de mahkemeye verilmiş olan Nurcular, açık açık Nur-
culuğu yayar, yayınlar yapar, üstelik kentin sokaklarına yazılı bildirilerini asarlar.
Yalnız bir ses duyulur:
- İrtica yoktur!
Eyüp Sultan'daki "Resmi iftar sofralarını" bir yana bırakınız "Vatan kurtaran
aslan" futbolcularımız, maç kazanmak için Eyüp Sultan türbesine gider, türbeye
avuç açarlar.

Buna bir şey denilmez. Denilen yalnız şudur:


- İrtica yoktur!
i stanbul'daki yatırlara, rujlu, rimelli, ojeli, düzgünlü kadınlar gider, parmaklık-
lara mendilleri, korselerini bağlarlar, mumlar dikerler.
Yine hiçbir şey . . . Yalnız bir ses duyulur:
- İ rtica yoktur!
20. Yüzyılın ikinci yarısının 1 O. yılında, konuşulan, yazışılan, tartışılan en
önemli konu şudur: Yılbaşı ile Leyle-i Regaip bir güne gelince, radyo ne yapsın?
En çıkar yolu bulurlar: Yarı geceye kadar mevlüt, sabaha kadar saz-caz, vur pat­
lasın, çal oynasın . . .
Yılbaşının dinle, H ı ristiyanlıkla ilgili bir gün olmadığın ı , bir takvim yılı nı n baş-
langıcı sayıldığını istediğiniz kadar yazın, anlatın, boşuna . . .
i ster istemez susacaksınız. yalnız duyulan şu ses:

- İ rtica yoktur!
Bir parti kongresinde zavallı bir genç "Hilafetin geri gelmesini istiyoruz" der.
O, der, siz diyemezsiniz. Duyulan yalnız şu :
- İ rtica yoktur!
Eskiden değil, daha dün, evet daha dün Bursa'da ayin yapan 1 7 Nurcu, "Nur
risaleleriyle" yakalanırlar. Ama yine de:
- İ rtica yoktur!
i stanbul'un en güzel, en değerli dini yapılarından Beyazıt Camii, İ stanbul Ü ni­
versitesiyle karşı karşıyadı r. Namaz kılacak üniversiteli o güzel, büyük camie git-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


25

se olmaz mı? Olmaaaz ! 300 metre yürüse vakit kaybedermiş. Onun için ille üni­
versitenin içinde bir bodruma mescit yapılacak.
Siz susarsınız, biri konuşur:
-
İ rtica yoktur!

İrtica yoktur, irtica yoktur. . . Onlara göre bu "irtica" denilen gericilik nasıl bir
şeydir? İlk çağlardaki 1 00 metre boyunda canavar bir yaratık mı?

" İrtica yoktur" diyenler, lütfen şunu söyleyiniz:


- 1 922'den, 1 938'e kadar yapılanların hepsi mi yanlıştı, hepsi mi kötüydü ki,
bugün , o zaman yapılanların büsbütün tersi yapılmaktadır? . . .
Açıkça söyleyin, kimden korkuyorsunuz. İşte Atatürk d e öldü. Öleli 2 1 y ı l ol-
du. Çekinecek bir şey yok, söyleyin.
Ama "irtica yok" diyenlere hiç şaşmamalı . Çünkü.
- İrtica yok diyenler,
- Hürriyet var diyorlar.
Anlaşılıyor: "Var"la "Yok" sözcükleri, anlam değiştirdiler.
Aziz Nesin - 1 959

Başka Nasıl Anlatmalı?


Yazar olarak büyük bir toplumsal tehlikenin çığ gibi büyüyerek üzerimize gel­
mekte olduğunu ve bu tehlikenin yaklaştıkça büyüdüğünü ve hızlandığını görü­
yorsunuz. O tehlike canlı ve çok kurnaz. Toplum, tehlikenin büyüklüğünü duyum­
samasın diye önceleri yavaş yavaş, parmak parmak, karış karış gelirken, sonra­
ları adı m ad ım, daha sonra koşar adı m geliyor. Çok sinsi olan bu tehlike, bütün
hazırlığını tamamlayınca toplumun üzerine çullanacak. Toplum neredeyse çulla­
nan tehlikenin altında ezilip boğulacak.
Bu durumda yazar ne yapar? Yazarak, konuşarak gördüğü tehlikeyi, görme­
yenlere bildirir. Başka görenlerle birleşip birlik kurar, kurulmuş birliklere katılır.
Tehlike bir kez çullanıp toplumu tümüyle esir alı nca, artık toplum o tehlikeyi
özümser, benimser, toplumun öz kendisi tehlike olur ve artık kurtuluş yoktur.

Mart 1 997 - Ankara


26

Sayıları az da olsa kimi yazarlar bu tehlikeyi görüp gösteriyorlar. Ben de ken­


dime düşeni yapıyorum. Söyledim, konuştum , yazdım, şimdi de çığlık çığlığa
haykırıyorum:
- Tehlike üzerimize çullandı çullanacak. Aymak zamanı ha geçti ha geçiyor. . .
Bu tehlike dinsel gericiliktir, bağnazlıktır, yobazlıktır. Gericiliktir, ortaçağ ı bile ya­
şamadan ortaçağ karanlığına gömülmektir. Ü stelik Atatürkçüyüz ! Atatürkçüyüz
diye diye, inleye inleye akılcılıktan kaçıp gericilik batağı nda yok olmaktır. Seni bu
batağa sokanlar, seçtiğin kendi milletvekillerindir, bakanlarındır, kendi hüküme­
tindir. Bu demektir ki sen yıllardır kendi kendini karanlık bataklığı na sürüklüyor
ve kişiliğini, uygarlığını boğarak öldürüyorsun.
Ziyaret bahanesiyle türbeler açıldı , sesini çıkarmadın!
Tekkeler, zaviyeler açıldı, sesini çıkarmadın!
Tarikatlar eskiden olduğundan daha da çoğald ı ve özgürleşti, sesini çıkarma­
dın!
Borçlu olanın hacca gitmesi dincede yanlışken, 60 milyar dolar dış borçlu
yoksul Türkiye'nin parasını kızg ı n Arap çöllerinde savurmak için eskiden yasak
olan hac yolunu açtı lar, ses çıkarmadın!
Eğitim birliğini bozmak için, imam-hatip liselerini sürekli açarak, bu liselerde
salt imam ve din görevlileri değil, hekim, mühendis, yargıç vb, gibi toplum yöne­
timinin her katından insanlar yetiştirerek, anayasadaki laikliği hiçe saydılar, sesi­
ni çıkarmad ın!
Kuran kursları açtı lar, buradan çıkışlı ları d a l ise eşdeğerli saymak istediler,
sesini çıkarmad ın!

Büsbütün alan ı boş bulup azarak, demokrat yazarlarımızı kurşunladılar, bom­


baladılar, bazen de yaktılar. Sen gürültü yaptınsa da sesini çıkarmadın.
Din dersi adı altında Sünnilik mezhebi dersini okullarda zorunlu ders yaptılar,
sesini çıkarmad ın!
Bir zamanlar korkuları ndan Atatürkçü görünen yobazlar, şimdi Atatürk'ü aşa­
ğılıyor. Ona karşı olduklarını açık açık söylüyorken sen yine susuyorsun.
Beklemesini bilen sinsi gericiler asker okullarına, harp okuluna da imam-ha­
tip çıkışlıları sokabilmek ve günün birinde imam-hatiplilere İslami ve askeri dar­
be yaptırmak için yasaları zorluyorlar ve sen yine sesini çıkarmıyorsun !

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


27

Veee . . . Şimdi de özel ve resmi bütün öğrenci yurtlarına mescit yapmak için
hazırladıkları yönetmeliği Meclis'ten geçirmek için tartışıyorlar ve sen hala sesi­
ni çıkarmıyorsun ! "İbadetini yapmak isteyen öğrencilere uygun yer ayrılması" ba­
hanesiyle öğrenci yurtlarında mescitler açı lacak, ama sen sesini çıkarmıyorsun!
Tarihimizde gericilik yolunda atılmış hiçbir adım, bir parmak bile geriye alına­
mamıştır. Nereye götürüldüğümüz çok açık, çok belli.
Başka daha nasıl anlatmalı? Sana aptal olduğunu söylerken, bu sözüm duy­
duğum derin ve büyük acının çığlığıydı. Namık Kemal'in ağzıyla sana sesleniyo­
rum:
Ey yareli şir-i jivan
Uyan, uyan bu hab-ı gafletten.
Aziz Nesln-25 Mayıs 1 993

Sönmez TARGAN
Oturum Başkanı
Aziz Nesin'in 59 ve 93 yıllarında yazdığı ve gerçekten bugünkü durumu son
derece güzel çizen bu iki makalesinden sonra bir açıklama yapma gereğini duy­
dum.
Bu konferansın hazırlık aşamasında, düzenleme kurulu içinde yer almasa bi­
le, çok sayıda insan çal ışmalara katkıda bulundu. Hatta bu çal ışmaları mızı cum­
hurbaşkanlığı katına kadar da taşıdık. Bu projemizi kendilerine götürdük ve bir
dosya olarak da sunduk. Biraz önce, Ali Nesin konuşmasının bir bölümünde de­
ğindiler. Yine aynı çalışma kapsam ı içinde, Anayasa Mahkemesi Başkan ı, Sayın
Yekta Güngör Özden'le da birkaç kez görüştük. Cumhurbaşkanımız Süleyman
Demirel'le yapılan görüşmenin ilkinde de, görüşmeci kurul arasında Sayın Yek­
ta Güngör Özden de yer aldılar. İkinci görüşmeye ise İstanbul'da önemli bir et­
kinlikte oldukları için katılamadılar.
Özetle, Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Yekta Güngör Özden, konferan­
sın hazırlanmasında ve bu sıralara taşınmasında bizlere büyük katkıda bulun­
muşlardır. Ben, düzenleme kurulu ad ına kendisine teşekkür ediyor ve konuşma­
sını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum.

Mart 1 997 - Ankara


28

Yekta Güngör ÖZDEN


Anayasa Mahkemesi Başkanı
İlginize çok teşekkür ediyorum. Her zaman, bu desteğinizle benim gücümü
arttırıyorsunuz. Dolayısıyla ben de sizin için koşmak gücünü kendimde buluyo­
rum .

Değerli dostlar, aranızda Milli Birlik Komitesi Ü yeliğı, bakanlık, milletvekilliği,


senatörlük yapmış, rektörlük yapmış arkadaşlar, belediye başkanları, Anayasa
Mahkemesi'nin sayın üyeleri var. Avukatlık günlerimden tanıdığım çok seçkin
dostlar var. Hepinizi tek tek saymama olanak yok. Selamlayarak konuşmama
başlamak istiyorum .
Ben burada b i r dost olarak aranızdayım. İnsanlığa, aydınlığa kendini hep ya­
kı n bulan, bu konularda sorumluluğunun gereğini yerine getirme çabasını ve
özenini hiç yitirmemeye çalışan bir dost olarak karşınızdayım.
Konuşmam tamemen kişisel ve özeldir. Kuru mumla ilgili değil. Ben, insan
hakları, özgürlük, bağımsızlık ve aydı nlanma söz konusu olduğunda siyasal ni­
telikli, içerikli olanların dışındaki tüm etkinliklere kişi olarak, yalın bir yurttaş ola­
rak katı lmayı görev sayıyorum. O bakımdan da konuşmayı kabullendim. Ve sus­
manın sorumluluğunun, konuşmanın sorumluluğundan ağ ır olduğu bilinciyle ko­
nuşuyorum. Ancak, beni tanıyanlar bilirler, ben kağıttan okuyarak konuşma yap­
mam. Doğaçlama benim yöntemim ve içtenlikli bir düzenimdir. Ancak, uyarılar
üzerine ve kimi saptamalara engel olmak amacıyla, şimdi sizlere hemen bu ak­
şam hazırladığım, şurada da düzeltmeye çal ıştığım yazılı metni okumaya çalışa­
cağim. Kusura bakmayın.

Bir insan gerçeği ve toplumsal olgu niteliğiyle yadsınması olanaksız bulunan


"din"in yaşamdaki yeri değişik alanlar yönünden tartışılabilir. Bir kültür kurumu ve
güçlü duygu olarak etkileri, bireysel düzeyden ulusal düzeye olumlu ve olumsuz
yanları , tüm dünya, tüm uluslar için söz konusu olabilir. En büyük öğreti olan ta­
rihin ibretle tanıttığı olayların derin izleri, belleklerdedir. Bir yandan esin kaynağı
ve itici güç olarak sanattan bayındırl ığa, matematikten felsefeye nice gelişmele­
ri kazandırmış, öbür yandan kimi savaşların nedeni, uygarlık atılı mlarının enge­
li durumunda görülmüştür. Siyasal erkle-yönetimle çatışmalarının, egemenlik­
üstünlük sağlama girişimlerinin yol açtığı zararların çok boyutlu ağırlığı açıktır.
Din adına düşülen yanılgıların, yapılan kötülüklerin, çekilen acıların öyküleri in­
sanlığın yüreğinde burukluğunu korumaktadır. Dinlerin doğasındaki duraganl ık­
la yaşamın devingenliği arasındaki uyumsuzluk ya da zıtlık, dinin kendini bir ah-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


29

lak ölçütü olarak duyurup özgün yerine oturtulmasıyla giderilmeye ve dinginlik


sağl:ı:ımaya çalışılmıştır. Kimi dinlerin dünya işlerine karışmasının, daha doğru­
su söz sahibi olmasının ya da olmak istemesinin yarattığı sorunlar, günümüze
kadar uzanmakta, soykırıma varan, dinle bağdaşması olanaksız, insanlık dışı
eylemler büyük acı larla izlenmektedir. Köktencilik kavramı yenileşmeyi anlatır­
ken köktendincilik, tümüyle ters anlamda eskiye dönüş, tutuculuk, gericilik anla­
m ı nda kullanılmaktadır.

Duygu ile düşüncenin birleşip kesiştiği noktada varlığını belirginleştiren din,


akılla benimsenen soyut bir değerdir. Aklı n önceliği ve üstünlüğü bellidir. Kendi
yaptığı putlara tapmaktan tek tanrı inancına ulaşan insan, düşüncesiyle çözeme­
diği sorunları dinsel inanışla -varsayım ve kabulle- çözmek rahatlığına kavuş­
maktadı r Bu durumun gerçek bir çözüm ya da geçiştirme olup olmadığı üzerin­
de durulabilir. Gerçeği arayan insanın erişilmez gücü, yaşamını aydınlatan kay­
nak, akıld ır. Din, akl ın ürünüdür. Köktendincilik, varsayımın akla üstünlüğü savı­
na dayanan gericilik, tutuculuk, çağd ışılık ve toplumsal yıkıcılıktır. Din kuralları­
nı n üstünlüğünü ilke edinen köktendincilik, ırkçılık türü dinciliktir. Böyle bir dü­
şünce sistemi, siyasal güçle dinin iç içeliği yapısıyla ilkel toplumları anı msatır.
Topluluklar gelişip örgütlenmedikçe, aklın egemenliğiyle bilimin öncülüğü benim­
senmedikçe, siyasal güç, dinsel iktidardan ayrılmış ya da dinsel gücü iktidardan
uzaklaştırm ıştır. Bu ayrımla din, iktidarın kaynağı ve dayanağı olmaktan çıkmış,
yerini ulus almıştı r. Laiklik de bu tarihsel evrimin sonucunda ortaya çıkan bir kav­
ramdı r. Siyasal iktidarın dinsel kurallara göre değil, akla ve bilime öncelik vere­
rek, ulusun istencine göre kurulup sürdürülmesi, bireylerin düşünce ve inanç öz­
gürlülüğünün güvenceye bağlanıp korunması , laikliğin genel ve temel tanı mla­
rından biridir. Türkiye Cumhuriyeti, 20. 1 . 1 92 1 günlü, 85 sayılı, Teşkilatı esasiye
Kanunu'nun 1 . maddesinde öngörülen, bugünkü dille, "Egemenlik bağsız, ko­
şulsuz ulusundur. Yönetim, halkın geleceğlnl kendisinin eylemll biçimde
belirleyip yürütülmesi ilkesine dayanır" açıklığ ıyla laikliği seçmiştir. Siyasal
erk, halkta olunca başkasında olamaz. Bu anlamda laiklik, ulusal egemenliktir.
Devletin niteliklerinden birini oluşturan bu ilke 29. 1 0. 1 923 günlü, 364 say!lı yasa
ile yapılan anayasa değişikliğinde yine 1 . maddede yer almış, 20.4.1 924 günlü,
491 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun 3. maddesinde "Egemenlik bağsız ko­
şulsuz ulusundur" biçiminde yinelenmiştir. 9.7. 1 961 günlü, 334 sayılı Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası'nın 4.7. 1 982 günlü, 2709 sayı lı anayasanın 6. madde­
sinde de "Egemenlik bağsız koşulsuz ulusundur" açıklığıyla, olduğu gibi ko­
runmuştur. Laiklik özde anayasal kurum olarak böyle al ındıktan sonra uygulama-

Mart 1997 - Ankara


30

larla, devrim yasalarıyla yaşama geçmiştir. Bu ilke, 5.2.1 937 günlü, 31 1 5 sayılı
yasayla yapılan değişiklik sonucu 2 . madde de özgün bir devlet niteliği olarak be­
lirtilmiştir. Asla din düşmanlığı , din karşıtlığı olmayıp, devletin dinler yönünden
saygın bir yansızlığıdır. Başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere tüm halk ve
özgürlüklerin güvencesi; bağ ı msızlığın, egemenliğin ve demokrasinin kaynağı ;
siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı ; akılcılığı n, bilimselliğin, çağdaşlı­
.
ğın, eşitliğin, barış ve aydınlığın ortamıdır. Dinlerin olduğu yerde vardır, olmadı­
ğı yerde yoktur. Demokrasinin ön koşulu, olmazsa olmazıdır. Demokrasinin ol­
madığı yerde laiklik olabilir ama laikliğin olmadığı yerde demokrasi olamaz. La­
iklik benimsenmeden köktendincilikle savaşılamaz.
Türkiye, teokratik monarşiden, cumhuriyetle demokrasiye geçtiğinden yeni
devleti korumak ve eskiye dönüş girişimlerini durdurmak için kimi önlemleri al­
mak ve sürdürmek zorundadır. Yanlış bir insan hakları ve demokrasi anlayışı ve
uygulamasıyla, ülkeye özgü ortam ve koşulları gözardı ederek laikliğe karşı çı­
kışlar anlamsız olduğu gibi anayasanın kimi kuralları, kimi kurumsal yapılanma­
lar, kimi yasa kuralları ve kimi uygulamalara kalkışmalar da laiklikle bağdaşma­
maktadı r.
Din, hiç kuşkusuz bir tarih ve kültür mirasıdır da. Bu kimliğiyle bir yaşam ger­
çeğidir. Tanrı inancı, inanç düzeni, bağlılık yöntemi ve bunların dayandığı dog­
malarla tapınma biçimlerini kapsayan bir anlayış yoğunluğudur. Akıl; düşünce­
nin, gerçeğin anasıdır. Aklı itmek, akla tavan ya da sınır koymak yetmiyormuş gi­
bi kutsal kitaplar dışına çıkarak hızla değişen yaşamın her alan ını düzenlemeye
kalkışmak, inancı gölgelemektir. Akılla inanç, bilimle din karıştırılmamalıdır. Hep­
sinin doğası, yapısı, yeri, işlevi ayrıdır. Bilim düşünenin, deneyimin sonucu, ger­
çeklerin anahtarıdır. Din, varsayım, dogma, saygı n bir duygu özümsemesi, yapı­
cı bir yönelmedir. Bilgi, uzay, insan hakları çağının bilimsel ortamında dinin işle­
vi konuşulmalıdır. Din adına konuşma, temsil etme, yarg ıya varma yetkisi özel­
likle ele alı nmalıdır. Hukuksal ve anayasal yeri nedir, irdelenmelidir. Bilim ve uy­
garlıktaki çok hızlı gelişmelere koşut ilerlemeler gösteren çağdaş siyasal sistem­
ler karşısında, köktendinci ya da dinci sistemlerin insanların geleceği ve insanlık
için yapabileceği fazla şey yoktur. Karanlıkta aydınlığın bilincinde olan insanlar,
akılcı sistemi seçmişlerdir. Geçmişi ve geriye dönüşü özlemek, kanımca kendini
yadsımak, çağdışı düşmektir. İnsan Hakları Avrupa Komisyonu Türkiye ile ilgili
6.1 . 1 993 günlü, 1 4524/90 sayılı kararında, önceki kimi kararlarını da vurgulaya­
rak, dinsel kuralların üstünlüğünü sağlama amaçlı köktendinci eylemlerden ka­
çınma zorunluluğunu benimsemiştir. Tapınmayı, dinsel öğrenim ve uygulamala-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


31

rı korumak ayrı, bu hak ve özgürlükleri kötüye kullanıp, baskı ve dayatma yoluy­


la siyasal egemenlik kurmak ayrıdır. Dini siyasallaştırmak, demokrasiyi dinsel­
leştirmektir. Köktendincilik; dini, din olmaktan çıkarıp yozlaştırmak, sömürmektir.
Köktendincilik; birçok ülkenin, dünyanın başına beladır. Temiz inançlı kimseler
asla köktendincilkten yana olamazlar. Köktendlnclllkte körü körüne inanıştan
ötede aklı ve bilimi dışlayan bağnazlık ve katılıkta dikta sayrılığı vard ı r.
Toplumu beyin ve yürek birlikteliğini aydınlatma gücü olan dine göre düzen­
lemeye kalkışmak, yaşamı durdurmaktır. Düşün ötesi, düşüncenin henüz çözüm
bulamadığı oluşumlar, nedensellik bağı kuramadığı ilişkiler ve doldurulamayan
boşlukların varsayımlarla kapatılması, inancın gereğidir. Dinlerin; temeli, ereği,
amacı birdir. Doğrultusu, insanı sevmek ve yaşama bağl ılıktır. Kişisel ilişkilerle
Tanrı'ya yöneliş dışında her konuyu düzenlemek çabaları, zamanla uyumsuzlu­
ğu doğal kılmaktadır. Bir insan ve hukuk kurumu olan devleti, insanın kendi ku­
rallarıyla yönetmesi en gerçekçi durumdur. Dinleri tabulaştırmaktan kaçınıl­
malıdır. Demokrasinin tabularla yürümeyeceği de unutulmamalıdır. Demok­
rasiden yararlanmak, demokrasiyi kullanarak demokrasi karşıtı dinciliği demok­
rasiye alternatif gösterme oyunları, dünyanın değişik yörelerinde üzüntüyle izlen­
mektedir. Yakma, yıkma, yaralama, öldürme, işkence ve başka biçimlerde ey­
lemlerle yaygınlaşan, terörle desteklenen köktendinciliği, insan haklarıyla bağ­
daştırmak çelişkisi, kimi ahlak düşkünlüklerini dinsel kıl ıflarla saklama çirkinliği,
çağ ı mızın önemli sorunlarından başlıcalarıdır.
Köktendlncilik, dinin ideolojiye dönüşmesi olarak da tanımlanabilir. Al­
lah ile kul arasında aracılık yapmaya yeltenip, kendi yanlışlık, yanılgı ve usdışı
amacını Allah böyle diyor dayatmasıyla gündeme getirip ruhani yönetim kurma­
ya çalışmak, kamuda ve özel kesimde dinsel örgütlenmeye gitmek, köktendinci­
liktir. Anayasal ve yasal tüm hukuksal gereklere aykırı davranıp siyasal ve eko­
nomik olanakları kullanarak devlete dinsel nitelik vermek, dinsel yapı oluş­
turmak ve kadrolaşmak çabaları da köktendlnclliktlr. "Ulus" bağı yerine "din"
bağını; "ulus" yapısı yerine "ümmet" yapısını istemek, bireyi -başta kadınlar­
onur ve erdem sayılan hak ve özgürlüklerinden yoksun kılıp kişiliksiz, kapıkulu
yapmaya, karanlığa ve tutsaklığa gömmeye çalışmak, köktendinciliktir. Ü lkemiz­
de çağdaş hukuk yerine ilkçağ sözleşmelerine özlem duymak, tarihsel olayları,
sapkınlıkları demokrasi ve laiklik karşıtı ülkelerin tutumlarını unutup dinsel dü­
zenlere, dinci düzenbazlara özenmek de yakışıksızdır. Hurafeler, fetvalar, fer­
manlar, mescit, tekke, zaviye ve dergahlar, mollalık, ve halayıklık vazgeçilmesi
olanaksız çağdaş hukuk düzeninin tümüyle dışındadır. Dinler, çağdaş devlet ya­
pısına ve yaşam ına yeterli değildir. Bireyseldir, özeldir, insanları kapsar. Şeriat

Mart 1997 - Ankara


32

ve tarikat bağları, hukukun dışında karmaşık bir sorundur. Ticaret ve siya­


set desteğiyle birlikte incelenmelidir.
Türkiye'yle ilgili özel anlatımlara ve örneklere girmiyorum. Konu nedeniyle
genele değinmekle yetiniyorum. Atatürk'ün saltanat ve hilafetle ilgili sözleri, Türk
Medeni Yasası'nın gerekçesindeki özdeyiş niteliğindeki anlatımlar, dinin vicdan
tahtındaki sayg ın yeriyle hukukun etkin, biçimsel yeri konusundaki aydınlatıcı bil­
giler vermektedir. Genelde her ülke için geçerli olan bilimsel yönler bugü n kimi
tutumlar ve durumlar nedeniyle daha önem kazanm ıştı r. Karşıt inançlı toplumla­
rı barıştırmak, birlikte yaşatmak, anlaştırmak, uzlaştırmak, etkin, üretken ve ya­
rarlı kılmak, hukukla gerçekleşir. Kaynaştırmak güvenle, güvenceyle olur. Deği­
şik inançları ; karşıtlık nedeni, kavga nedeni saymak, inançla uyuşturup uyutmak,
toplumu, aynı dinden olanları kendi tasarladıkları düzen için gereksiz niteleme­
lerle ayırıp, bölmek, çirkinlik ve çıkar güdülerine düşmek dindarlıkla, dindarlık da
köktendincilikle bağdaşmaz. İnanç bir süs değil, bir ışık olmalıdır. Günümüzde
"şeriat" sözcüğüyle özetlenen irtica, köktendincilik eylemidir ve Atatürk'ün ayd ı n­
lattığı Türkiye için en büyük tehlikedir.
Türkiye, Atatürk'le yazgıcılıktan yaratıcılığa, "inanıyorum, o halde va­
rım"dan, "düşünüyorum, o halde varım" anlayışıyla bilgi-bilim devletine geç­
miştir. Laiklik sayesinde dünyada İslamiyet'in en iyi yaşand ığı ülke Türkiye'dir.
Kimseye inanç konusunda engel yoktur. Hukuk devleti gereklerini bilmeyenlerin
amaçlı yaygaraları haksızd ı r. Dindarlığı, köktendinciliğe kıydırıp sömürerek dine
zarar verenler, laikliğin evrensel bir ilke, anayasal bir kurum ve hukuksal bir kav­
ram olduğunu unutanlar; bilgileri yeterli olmayanlar gereksiz tartışmalarla gün­
dem değiştirip, düzenlemektedirler. Eğitimle, ekonomik güçle bu kargaşa aşıla­
caktır. Ekonomi ilkel anlayışla yönlendirilemeyeceği gibi, devlet de dinci anlayış­
la yönetilemez. İnsan sevgisi olmayan dindar olamaz. Dindar olmak için önce in­
san olmak, adam olmak gerekir.
Dinde zorlama olmadığının bilinmesine karşın "şeriat enjekte etmek" açık­
laması, değişik tutumlarla, bu sözlerle destekler, çağd ışı, usdışı, hukukdışı öne­
ri ve uygulamalar herkesi uyandı rmal ı , kimi çelişki, aydınlık ve kötülükler herke­
si düşündürmelidir. Dünya hepimizindir, adalet, dünyanın temelidir. İ nsanlık ve
yurttaşlık bilinci köktendincilik sorununu çözecektir. Siyasal nedenli ödünlerden,
sentez söylemleriyle milliyetçiliği yozlaştı rmaktan, "siyasi İslam" anlatı mıyla dini
karartmaktan, giyimden anlayışa değin ileri ve çağdaş toplum yapısına ters dü­
şen görünümlerden kaçınılmalıdır. İnsanlığa, akla, bilime uygarlığa karşı göste­
ren ; vatan, ulus, devlet kavramlarına uzaklığı sergileyen yayınlar ve konuşmalar
yıkıcı ve umut kırıcı olmaktadır.

Köktendincili{je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


33

Her yurttaş, her insan için her yönden güvence oluşturan laiklik; köktendinci­
liğin, din dışılığın, din düşmanlığının karşısı ndadı r. Anlayış yüceliği, yaklaşı m in­
celiği ve hoşgörüdür. Değerini bilirsek, ulusal dayanışmanın temeli olan toplum­
sal barışı güçlendiririz.

Laikliği benimseyen, en gerçek yol gösterici bilimle yaşamına yön veren yurt­
taş, laik devletin asıl öngesidir. Laik devlet, laik yurttaşların kurduğu, koruduğu
devlettir. Türkler, Şamanizm'den sonra Budizm, Zerdüşt, Mani, Yahudilik dinleri­
ne girip çıkmışlardır. Bugün dünyanın değişik yerlerinde, değişik dinlerde Türk­
ler vardır. Türkiye'de çoğunluk Müslümandır. Başka dinden olanlara kötülük yap­
mam ıştır, olanaklar sağlamışlardır. Musevileri 500 yıl önce kucaklamışlar, sina­
gog, kilise ve camiyi ayn ı bahçede korumuşlardır. Atatürk düşünce ve vicdan öz­
gürlüğüne, eğitime, bilime çok önem vermiş, Cumhuriyet'in düşün yönünden
güçlü bekçileri olmasını istemiştir.
Yaşamak; bağımsız, özgür, güvenlik içinde, sağlıklı ve mutlu yaşamak, en do­
ğal hakkım ızdır. Dine saygıdan uzak köktendincilikle; güzelliklerin çirkinliğe, ay­
dınlıkların karanlığa dönüşmesine olanak vermemeliyiz. 73 yıl önce geçilen yol­
lara yeniden dönülmemeli, ileri gitmeliyiz. Kimi durumlardan, kimi tutumlardan,
kimi oluşumlardan, kimilerinden, birbirimizden, kendimizden utanmamalıyız, kı­
vanç duymalıyız. Köktendincilik karabasanından tümüyle kurtulup, çocuklarımı­
za daha güzel bir dünya bırakmak için gerekli tüm önlemleri gecikmeden alma­
lıyız.

Yararlanmaya çalışacağım etkinliği bu önerimle destekliyor, herkesi inanç öz­


gürlüğüne saygıya çağırıyor, düzenleyenleri ve katılanları kutluyor, dinleyenlere
teşekkür ediyor, hepinize en iyi dileklerimi sunuyorum.

Sönmez TARGAN
Oturum Başkanı
Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Yekta Güngör Özden'in, köktendinciliğin
moral, hukuk ve etik açıdan bir değerlendirmesini dinledik. Bu güzel ve özlü ko­
nuşması için kendisine teşekkür ediyorum.
Değerli arkadaşlar, açılış oturumumuzun son konuşmacısı Cumhurbaşka­
nı'mız Sayın Süleyman Demirel'di. Konuşmalarında gerek Sayın Prof. Dr. Cevat
Geray, gerekse Sayın Ali Nesin kısaca değindiler ama ben bu konuyu biraz da­
ha açmak istiyorum.

Mart 1997 - Ankara


34

Sayın Cumhurbaşkanı'nı 1 996 yılının son günlerinde ve ikinci olarak da bun­


dan on beş gün önce, görüşmeci kurul olarak iki kez ziyaret ettik. Görüşlerimizi,
düşüncelerimizi ve bu projemizi kendisine anlattık. Sayın Cumhurbaşkanı , bu
her iki görüşmemizde de olağanüstü bir devlet sorunu ve görevi çıkmazsa, mut­
laka bu etkinliğin açılış bölümünde yer alacağını ve bir konuşma yapacağını biz­
lere ifade etmişti. Bu nedenle biz de izlenceyi hazırlarken, Sayın Cumhurbaşka­
nı'mızın adını, açılış oturumunda belirtti k. Ve Çankaya ile kurduğumuz ilişkiler
süresince, özellikle bu etkinliğin hukuki boyutunda yer alan Onbinler AŞ olarak
yazışmalarımızı resmi olarak tamamladık ve şu ana kadar Cumhurbaşkan ı'mız­
dan, katılıp katılamayacağı konusunda hiçbir resmi bilgi gelmedi. Bu nedenle, iz­
lencede Cumhurbaşkan ı'mızın isminin yer alması hayali bir tasarruf değil, ken­
disiyle doğrudan yapılan görüşmelerin sonucudur.

Son konuşmacımız Sayın Süleyman Demirel'in gelmemesi nedeniyle, sabah


oturumunu, Sayın Yekta Güngör Özden'in konuşmasıyla tamamlamış bulunuyo­
ruz. Ancak gelen bir iki mesaj var. Ben bunları ve öğleden sonraki oturuma iliş­
kin bilgi sunmak istiyorum. Ü ç gün sürecek olan bu çalışmalarımız boyunca el­
de edilecek bütün bildiriler bir kitap haline getirilecek ve düzenleme kurulu tara­
fı ndan yayımlanacaktır.
Öğleden sonraki oturumumuz saat 1 3.30'da başlayacak. Bu oturumu kapat­
tıktan sonra bir öğle yemeği arası vereceğiz. Öğlen oturumunun konusu, Kök­
tendinciliğe Genel Bir Bakış. Prof. Dr. Cevat Geray hocamız, oturum başkanı
olarak bu oturumu yönetecek. Mersin Ü niversitesi Rektörü Prof. Dr. Vural Ü lkü,
Köktendinciliğin Dünü Bugünü başlıklı bir bildiri sunacaklar. Yine çok değerli
hocamız ve siyasetçimiz Sayın Prof. Dr. Sadun Aren, Şeriatla Yaşamak başl ık­
lı bildirisini sunacak. Dinsel Fanatizmin Tırmanışı ve Batının Korkaklığı (Na­
mertliği) başl ıklı bildiriyi de Peter Priskil sunacaklar. Saat 1 5.00-1 5.30 arası tar­
tışmalar yapılacak. Bu tartışmanın yöntemine ilişkin olarak da bilgi vermek isti­
yorum. Tartışmalar sırasında söz almak isteyen arkadaşlarımıza mobil mikrofon
ile ulaşacağ ız. Bu tartışmalarda burada bulunan çok değerli bilim adamları, uz­
manlar, araştı rmacılar üç gün boyunca görüşler sunacaklar. Ama olanakların
darlığı, izlencedeki bazı sıkıntılarımız nedeniyle bir takım isimlerin burada yer al­
maması hiç söz konusu değil. Arkadaşları mız tartışma bölümüne katı l ı rlar, hatta
bu etkinliğimize zenginlik ve derinlik katarlar diye düşündük.

Bugünün ikinci oturumu Sayın Av. Şanal Saruhan başkanlığında Şeriat ve


Kadın başlığı altında toplanacak. Burada Prof. İlhan Arsel'in iki bildirisi var. Sa­
yın Oral Çal ışlar, Sayın Prof. Hüseyin Batuhan'ın bildirileri var.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


35

Değerli arkadaşlarım, açılış oturumu burada kapatıyor ve gerek konuşmala­


rıyla katkı sağlayanlara, gerek bizleri sabırla dinleyip bu etkinliğimize destek olan
bütün dostlarımıza teşekkür ediyor, öğleden sonraki oturumda buluşmak üzere
saygılar sunuyorum.

Mart 1 997 - Ankara


1 . OTU RUM
Oturum Başkanı
Prof. Dr. Cevat GERAY
1 . OTURUM
Oturum Başkanı : Prof. Dr. Cevat Geray
Katılımcılar: Prof. Dr. Vural Ülkü, Prof. Dr. Sadun Aren, Peter Priskil, Demet Işık.

Sönmez TARGAN
Konferansın birinci oturumunu açıyor ve oturumu yönetmek üzere Sayın Ce­
vat Geray'ı davet ediyorum. Bildiri sunacak konuşmacı ları n da isimleri okunduk­
ça divandaki yerlerini almalarını rica ediyorum .
B u akşam 1 9.00-21 .00 arasında açılış kokteylimiz var. Hiçbir ayrım gözet­
meksizin, burada bulunan bütün konuklarımızı bu kokteyle davet ediyoruz.

Prof. Dr. Cevat GERAY


Oturum Başkanı
Efendim, oturumu açmadan önce kimi iletiler var. Bunların uzunluğunu dikkate
alarak, yalnızca kimden geldiğini belirtmekle yetiniyorum. Urfa Milletvekili Sayın
Necmettin Cevheri, dinin siyasete alet edilmeyerek, geçici dünya menfaatine ka­
pılmayarak demokratik düzende barış ve huzur içinde yaşayabileceğimizi vurgula­
yan bir ileti göndermiş. Bir başka ileti, İstanbul Diş Hekimleri Odası'ndan geliyor.
Yönetim Kurulu adına Başkan Ali Uçansu başarılar diliyor ve köktendinciliğe kar­
şı aydınları işbirliğine çağırırken, konferansın amacına ve sevgili Aziz Nesin'in
ölümsüz anısına layık bir başarıya ulaşacağına olan inancını belirtiyor. TBMM baş­
kanı vekillerinden Sayın Hasan Korkmazcan da başarı dileyen bir ileti göndermiş.
Bir başka iletiyi de; Ü niversiteler Kültür ve Eğitim Vakfı Komisyon Başkanı
Sayın Suna Türkalçul göndermiş. Türkiye Kent Kooperatifleri Merkez Birliği ve
Konutbirlik Genel Başkanı Sayın Oğuz Soydan, yönetim kurulu toplantısı nede­
niyle Bursa'da bulunduğundan katılamadığını , yürekten katıldığını, başarılar di­
lediğini, konferansın ayd ınlatıcı ve bilinçlendirici bir işlev görmesi gerektiğini bil­
diren bir ileti yollamış. Düzenlenme kurulumuzun bir üyesi olan, çalışmalarımıza
değerli katkılarda bulunan Mülkiyeliler Birliği Başkanı Sayın Alper Aktan da sa-

Mart 1997 - Ankara


40

yın Oğuz Soydan ile birlikte aynı toplantıda bulunmak zorunda olduğundan ara­
mızda olamıyor. Ama ümit ediyoruz ki en geç yarın öğleden sonra bize katı labi­
lecekler. Sözü , Mersin Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Vural Ülkü'ye bırakıyorum.
Kendilerinin belki bu oturumun sonunu bekleyemeden uçakla görevi başı na
Mersin'e dönmesi gerekiyor. Yeni kurulan üniversitemizin çok ender yöneticileri
arası nda olduğunu söylersem, benim Siyasal Bilgileri bı rakarak Mersin'e gitme­
min belli başlı nedenini açıklamış olurum. Onun değerli, açık, aydınlık yönetimin­
de öğretime katkıda bulunmaktan mutluluk duyuyorum. Buyurun sayın Ülkü.

Prof. Dr. Vural ÜLKÜ


Mersin Üniversitesi Rektörü
Teşekkür ederim . Sayın başkan, Mersin Üniversitesi ile ilgili sözleriniz için
şahsınıza ayrıca teşekkür ediyorum.
İ zin verirseniz, hem kendimi tanıtmak hem de Mersin Üniversitesi hakkında
eksik bı raktığınız birkaç noktayı belirtmek istiyorum.
Antakya'da bir toplantıda saçma sapan bir soruya muhatap olmuştum . Çok
sert bir şekilde "sen kimsin, nasıl konuşuyorsun" gibi sorulardı bunlar.
Benim branşım Alr.:rıan dili ve kültürü. 25 yıl Ankara'da görev yaptıktan sonra
1 O yıl da Adana'da görev yaptım. Mersin Üniversitesi'nin kurucu rektörüyüm ve
şu anda da rektör olarak görev yapmaktayım. Üniversitemizin adı duyulmaya
başlad ı . Bununla iftihar ediyorum. Ve Sayın Cevat Geray gibi hocalarımızı ka­
zanmakla da gurur duyuyorum. İ lkemiz, Atatürk'ün laik ve demokratik ilke ve
devrimlerine ödünsüz bağlı bir kadro oluşturmaktır. Geçenlerde bir grup beni
suçlamış. Tesadüf gazetelerde de aynı konuda haberler yayımlanm ış; kadrolaş­
ma yapıyor diye. İ lkem gereği, doğru olan gerçeği söylemek zorundayı m . Evet
kadrolaşma yapıyoruz. Şeriatçı bir kadrolaşma istemiyoruz. Bizim üniversitemiz­
de görev alacak insanların, Atatürk ilke ve devrimlerine, laik ve demokratik ilke­
lere ödünsüz bağlı olmaları şarttır. Bilimsel açıdan yetkin, sorumlu, uyumlu kişi­
ler ararız. Böyle bir kadrolaşmaya evet. Ben de onun temsilcisiyim. Bunun ya­
nında kişi olarak, aydınlanmacı olarak, Atatürk gibi aydınlanma yönünde çalış­
malarım var. Bilimsel eserlerimin dışında bu yönde çal ışmaya gayret ediyorum .
Böyle bir toplantının hiç yapılmamasını dilerdim. B u toplantının yapılmış ol­
ması, toplumumuzda bir rahatsızlığın, bir hastalığın olduğunun belirtisidir. Böyle
bir toplantıya, "iki elim kanda da olsa katılırı m" demiştim. Davet edildiğim için de
ayrıca teşekkür ederim .

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


41

Sigara içmeyenler, sigaranın zararları hakkında çok güzel konuşurlar. Bura­


da, buna benzer bir durum gerçekleştiriyoruz.

Aramızda köktendinciliği savunacak hiç kimse yok, keşke olsalar. Oldukları


zaman da aklı başında bir konuşma yapmıyor, toplantıyı bozmak, olay çıkarmak
için geliyorlar. Olsalar da ciddi bir tartışma ortamı

FUNDAMENTALİZM İ N D Ü N Ü ve BUG Ü N Ü
1 - Giriş
Fundamentalizm kelimesinin kökünde Latince fundamentum (temel, esas)
yer alı r. Birçok Batı dilinde fundament, "maddi ve manevi temel", "esas", üzeri­
ne bir makinenin yerleştirilmiş olduğu kaide" anlamı nda kullanılır; bu kökten
oluşturulan fundamental sıfatı ise "temel oluşturan", "olağanüstü önemde" anla­
mındadır.

Fundamentalizm, siyasal ve toplumsal bağlamda içeriğini son 1 0- 1 5 yı lda


kazanmıştır. Konuyla ilgili araştı rmacıların en önde gelenlerinden birisi olan
Augsburg Ü niversitesi İlahiyat Profesörü Klaus Kienzler, daha 1 989'da "Funda­
mentalizm" konusunda bir bilimsel toplantıda konuşma yapmak üzere davet edil­
diğinde, bu kavram ın "çok muğlak" olduğunu, toplumda, politikada ve çeşitli din­
lerdeki aşırılıkları belirtmek için bir çeşit aşağ ı lama gibi kullanı ldığ ını ileri sürerek
bildiri sunmayı reddettiğini yazıyor. O tarihlerde (1 989!) köktendincilik konusun­
da bilimsel araştı rmalar ve incelemeler de hemen hemen yok gibiymiş.

Gerçekten de daha çok yakın zamanlarda yayımlanmış sözlük ve ansiklope­


dilerde bile, bu kavrama sadece birkaç satır ayrıldığı görülür. 1 990 basımı "Ber­
telsmann Universal Lexikon"da köktendincilik "Kuzey Amerika Protestanlığı için­
de, Darwinizme ve ilahiyat alanı nda liberalizme karşı , kutsal kitabı n yan ılmazlı­
ğına inancı ileri süren hareket; günümüzde İslamiyette ortodoks dinsel akımların
adı , genel olarak, inançlarına katı biçimde bağlı olan, her çeşit yeniliği reddeden
insanlar için kullanılan ad" olarak açıklanı r. 1 991 'de basılan "Wahrig-Deutsches
Worterbuch"a göre fundamentalizm, "ABD'de kutsal kitap eleştirilerine ve doğa
bilimlerine karşı Protestan kilisesinde katı inanca dayalı hareket"tir. Ana Britan­
nica'da da kavram, oldukça benzer biçimde ve "ABD'de 1 9.yüzyılda binyıl inan­
cının yayg ınlaşması sonucunda gelişen tutucu Protestan hareketi" olarak nitele­
nir ve gelişmesi bu yönde açıklanır.

Mart 1 997 - Ankara


42

2- Fundamentalizm - Fundamentalizmler
Bütün uygar toplumlarda tedirginliğe yol açan yeni fundamentalizmler, 1 970'1i
yı lların ortalarında ve sonlarında ortaya çıkmıştır. Fransız araştırmacı Gilles Ke­
pel, "La revanche de dieu chretiens". (Tanrı'nın İntikamı) adlı kitabında, 1 977-79
arasını günümüz fundamentalizminin doğum yı lları olarak görüyor. O yıllarda Hı­
ristiyan, Musevi ve İslam dünyalarında çok önemli değişiklikler ortaya çıkm ıştır:

- 1 977'de İsrail devletinin 1 948'de kuruluşundan itibaren iktidarda olan laik


çizgideki İşçi Partisi, dinci-tutucu partilerin koalisyonu karşısında ağır bir yenilgi
alarak hükumetten uzaklaşmıştır. Uzun süre politik bakımdan önemsenmemiş
olan radikal dinciler, 1 973 Ekim Savaşı'nın başlangıç döneminde Arap kuwetıe­
rinin kazandığı askeri başarıları n İsrail'de yol açtığı büyük huzursuzluktan yarar­
lanarak ve beslenerek güçlendiler ve İsrail'i, Tevrat'taki "Tanrı'nın seçtiği/seçilmiş
halk" kavramına dayalı teokratik bir devlet haline sokma çabalarına hız verdiler;
işgal edilmiş bölgelerde yeni yerleşim bölgeleri kurmaya giriştiler. İsrailli funda­
mentalistlerin bu çabaları günümüzde aynen sürmektedir.
- 1 978 yılının Eylül ayında, Polonyalı Kardinal Karol Wojtila, Roma'da topla­
nan kardinaller tarafından Papa seçildi. Bu şekilde, Papa Johannes XXl l l (1 959-
63) ve Paul VI ( 1 963-78) zamanlarında ve 2. Vatikan Konsili (1 962-65) ardı ndan
bir yenileşme ve kısmen liberalleşme ortamına giren Katolik kilisesinde, gele­
nekçi ve her türlü yeniliği reddeden ortodoks grup, egemenliği tamamen ele ge­
çirdi.

- 1 979 yılının Şubat ayı başında Humeyni liderliğindeki ayaklanma ile


İ ran'daki yönetim devrildi, "İran İslam Cumhuriyeti" ilan edilerek İran, teokratik bir
rejimin pençelerine girdi. Aynı yıl, Müslümanlarca kutsal olarak nitelenen yerle­
rin Suudi Kraliyet ailesinin denetiminde olmasını protesto ettiklerini söyleyen si­
lahlı bir grup İranlının Mekke'deki büyük camiye saldı rıları , bir anda bütün dün­
yanın dikkatini köktendinci harekete çekti.
Aynı yılın sonunda, o zamanki Sovyetler Birliği'nin askeri birlikleri, Afganistan
yönetimine yardımcı olmak için bu ülkeye girdiler. Bu olay, "cihad" fikrinin alev­
lenmesine, Müslüman ülkelerden çok sayıda gönüllünün Afganistan'a gitmesine
yol açtı.

1 970'1i yıllarda Güneydoğu Asya'dan Batı Afrika'ya, Orta Asya'daki eski Sov­
yet Cumhuriyetlerinden, Batı Avrupa'da milyonlarca Müslüman'ın yaşadığı bü­
yük şehirlere kadar pek çok ülkede, dinci harekette büyük bir canlanma gözlen-

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


43

di. 1 990'1arda Bosna-Hersek'teki ve Çeçenya'daki uzun süren savaşlar da dinci


harekete yeni güç sağlandı.
- 1 980'de, ABD'de sağcı Ronald Reagan cumhurbaşkanlığına seçildi. Seçim
sonuçlarını inceleyen araştı rmacılar, Reagan'ın başarısında dinci-tutucu çevre­
lerin ittifakı nın ve 1 979'da kurulan "Moral Majority" gibi grupların büyük rolü ol­
duğunu belirtiyorlar.

3- Fundamentalizmin Görünüm Biçimleri

Alman siyaset bilimcisi Thomas Meyer, "Fundamentalismus-Aufstand gegen


die Moderne, 1 989" (Fundamentalizm-Çağdaşlığa Başkaldırma) başlıklı eserin­
de, fundamentalizmi şöyle tanımlıyor, "Fundamentalizm, çağdaş dünyadaki
düşüncede, davranışta, yaşayış biçimlerinde ve toplum hayatında gözlem­
lenen serbestleşme ve açılma sürecine karşı, her çeşit karşı düşünüşü, se­
çenekleri (alternatifleri) irrasyonel biçimde reddederek, mutlak kesinlik,
değişmezlik, emniyet ve şaşmaz bir yönlendirme sağlamayı amaçlayan, is­
tençli bir içe kapanma hareketidir."
Bu davranış biçimleri ve hareketler çeşitli alanlarda özellikle 1 960'1ı yıllarda
ortaya çıkm ıştır.

1 970'1i yı llarda fundamentalizm kelimesi Batı ülkelerinde önce İ slam dini


bağlamında yerleşti ; bunda da önce Hu meyni dönemi İ ran'ı, daha sonra diğer
İslam ülkeleri düşünüldü. Batılılar, 1 9. yy'ı n sonuyla 20. yy ilk yarısında, İ slami­
yette liberalleşme ve yenileşme eğilimleri bekliyorlard ı . Fakat daha 1 930'1arda
Müslüman Kardeşler Örgütü ve benzerleri, radikalleşme konusunda ilk işaret­
leri verdiler.

Fundamentalizm kavramı yeni anlam ı n ı , Şii İran'da olduğu kadar Sudan,


Pakistan, Cezayir, Mısır gibi Sünni ülkelerde de dinin siyasallaştırılmasıyla ka­
zand ı . Ası l amaç tüm dü nyayı kapsayan İ slami bir teokratik düzen kurmak, ilk
aşamada ise şeriat düzenini şiddet kullanarak yerleştirmektir. Kuran'da yazılı
her şeyi harfiyen uygulama çabası ile akılcı ve özgürlükçü her düşünüş ve dav­
ranış, Batı'dan gelen her şey tamamen reddedilmektedir.

Hindistan'da radikal Hindu'ların Ayodhya'da bir camiyi yakıp onun yerine


kendi tapınaklarını inşa etmeyi istemeleri, dikkatleri bu gruba çekmiştir. "Bha­
ratya İanata Party-BİP" partisinde birleşen dinciler, 1 991 seçimlerinden ikinci

Mart 1 997 - Ankara


44

en güçlü parti olarak çıkmıştır ve laik Hindistan'da Müslümanlar, Sihler ve H ı ­


_
ristiyanlar arası ndaki barışı tehdit etmektedir.

Politikada,

Fundamentalizm kelimesi, siyasal gruplarda radikal istekler ileri süren, hiç­


bir ödüne yanaşmayan görüş temsilcileri ne bağlantılı olarak kullanılmaktadı r.
Alman Yeşiller Partisi'nde "realist'lerle (realos"=sistemle iş birliği yapanlar) ,
"fundis=fundamentalistler" arası nda bir çatışma söz konusudur.

Felsefede,
Fundamentalizm kavramı 1 960'1 ı yıllarda filozof Hans Albert tarafı ndan fel­
sefe alanı nda kullanılmıştı r. O sıralarda neopozitivistler ve "Frankfurt Okulu"
mensubu neomarxistler ile Kari Popper'in görüşlerini savunan "eleştirel rasyo­
nalistler arası nda bir bilim tartışması sürüyordu. Albert, "tartışılmaz derecede
kesin" olduğu ileri sürülen bilgiden hareket eden bütün felsefi akımları funda­
mentalist olarak nitelemişti. Bunlara, Albert'e göre ampirik ölçme, sayma, tart­
madan mantıksal operasyonlara, Marxist ve H ı ristiyan öğretilerin temellerine
kadar pek çok düşünüş biçimleri gi rmektedir. Hans Albert, "fundamentalist" ad ı ­
nı verdiği b u düşünüş tarzına karşılık, kesin gerçekler v e mutlak değerler yeri­
ne bilgide açık ve bitimsiz bir bilme sürecini savunan , her zaman açık ve dog­
malardan uzak bir toplum gerçekleştirme mücadelesini veren Popper'in "yan­
l ışlanabirliği"ni bir bilimsel bilme biçi mi olarak öne sürmektedir.
4- Dinsel Fundamentalizm

"Fundamentalizm kavram ı , aslında 1 9. yy sonlarında ABD'deki bir dinsel ha­


reketten çıkmıştır. "Das Historische Wörterbuch der Philosophie" (Felsefe Tari­
hi Sözlüğü)'de "Fundamentalismus" maddesinde şu açıklama yer almakta­
d ı r, "Fundamentalizm, 1 9. ve 20. yy ilahiyatında çeşitli yerlerde ortaya çı­
kan antimodern düşünüş biçiminin Amerikan varyantıdır. Bu harekette la­
iklik bir bozulma hareketi olarak yorumlanır, bunun sorumlusu olarak
Darwincilik ve doğa bilimci düşünüş görülür. Ve bunların karşısına vahiy
kaynaklı kutsal kitap çıkarılır."
ABD'de bu hareket önce bazı dinsel esaslar ("fundamentals") konusunda
görüş birliğine varm ış, hareket de adı n ı buradan almıştır. "Fundamentalizm"
kavram ının kendisi, bu hareketten kaynaklanmaktadı r, onu ilk defa 1 920 yılın-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


45

da C.L. Laws kullanmıştır. Fundamentalizmin sald ırı hedefleri , toplumun mo­


dernleşmesi ve laikleşmesi, fen bilimleri ve özellikle Darwinciliktir. Modernlik
konusunda İncil ve dogmalar-elbette tartışmasız biçimde savunulur. Amerikan
fundamentalist hareketi 1 91 9'da "World's Chirstian Fundamentals Association"
çatısında birleşmiş, bir süre sonra çeşitli fraksiyonlara bölünmüştür.

Her fundamentalizm, özünde dinsel değildir. Öte yandan, bütün dinlerin­


esasta fundamentalist olduğunu söylemek de yanl ış olur. Ne İslamiyet, ne Mu­
sevilik ne de H ı ristiyanl ık bütün olarak fundamentalisttir. Fundamentalizm, bir
bakıma dinlerin karanl ık yönleridir. Ancak bütün dinlerin, üyelerinin bir bölü­
münde fundamentalizm eğilimi uyandı rmaya yatkın olduğu da açı kça bellidir.
"Din, hayatın anlamı konusunda bir cevap olmak ister, dinler, bu anlamın ya­
şanan cevaplar sistemidir." (Kienzler, 1 996, 21 ) . Ancak felsefeden farklı olarak,
hayatı n anlamı konusunda dinde verilen cevaplar nihaidir ve kesindir. Cevabı
kendisi açısından veren, bu cevabın en doğru ve kesin olduğundan din toplu­
luklarının üyeleri, kendi dinlerinin hayatlarının sorularında en doğru ve kesin
anlamlı cevaplar olduğundan emindir.
Bir inanç mensubu, genellikle başka görüşte olanlarla birlikte yaşar. Başka
bir deyişle, hayatın anlam ı n ı n ne olduğu sorusuna farklı cevaplar söz konusu­
dur. İnanan , kendisinin doğru olduğuna inand ığı cevabı n başkalarınca da ay­
nen kabul edilmesini isteme gibi bir tehlike karşısındadır; din de cevabı n ı mut­
laklaştırma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Burada olasılıklar şunlardır: a) Dindar kişi tolerans gösteri r ve herkesin ken­
di inancı na sahip olmasını hoşgörür, b) Din, bir toplulukta mutlak-tartışmasız
geçerlilik kazanmaya çalışır, ki bu durumda bir teokratik devlet ortaya çı kar, c)
İnanan, kendi inancı içinde bir çeşit kaleye çekilir, aynı düşüncede olanlarla bir­
leşip bir gün oluşturmaya çal ışır.

Dinin karşısındaki en büyük tehlikelerden biri çoğulculuktur. Çoğulculuk, bir


ülkede veya alanda, hayatın anlamı konusunda çok sayıda cevabı n ve farklı
yaşayış biçimlerinin varlığı demektir. Öte yandan çoğulculuk, modern-Batı lı
dünyanın, yeni çağ ın karakteristik özelliğidir. Di nsel fundamentalizmin saldı rı
hedeflerinin başında Batı'nın ve Batı uygarlığının bulunması şaş ırtıcı değildir.
Bu anlamda dinsel köktencilik, modern Batı dünyasına karşı bir protestodur,
modern dü nyadaki her şeye karşı çı kıştır. Modern dünya çoğulcudur, demokra­
tiktir, bilimseldir, teknik olarak organize edilmiştir ve bütün bunlar din kuralları­
na dayanı lmadan gerçekleştirilmiştir. Köktendinciler büyük ölçüde anlamad ık-

Mart 1 997 - Ankara


46

ları , bu yüzden ürktükleri, uyum sağlayamadıkları, erişemedikleri bu dünyanın


karşısında alternatif kendi dü nyalarını kurar, başka bir yaşayış biçimini gerçek­
leştirmek için bir araya gelir, doğmalardan ibaret, kendi köktendinci tasavvurla­
rına uygun bambaşka bir dünya oluştururlar.

Dünyan ı n sorunlarına karşı kendi cevaplarının tek doğru ve geçerli cevap­


lar oluşturduğuna, ayrıca kendileri gibi düşünmeyen diğer insanlardan ahlaken
sözde daha yüksekte bulunduklarına kesinlikle eminolduklarından, kendi
inançlarını ve yaşayı ş biçimlerini bir misyoner ruhuyla, ancak daha ileri aşama­
larda militan biçimde, en uç noktada cinayetten bile kaçınmayarak çevrelerine
zorla kabul ettirmeye çalışırlar. Bunu gerçekleştirmek için de siyaset yoluyla ik­
tidarı ele geçirmeye çabalarlar.

Ancak şunu da belirtmek zorunludur. Dinlerin kendi temellerini koruma, bu­


nu ciddiye alma konusunda çabalar köktendincilik değildir. Aynı şekilde her din­
dar da köktendinci değildir. Köktendinci, tartışma ve tartışmayı incelemeyi, za­
manı n ilerlemesiyle birçok şeyin değiştiğini ve değişeceğini kabul etmeyen, "ki ­
tapta" (Tevrat'ta, İ ncil'de, Kuran'da) ne yazıl ıysa onu harfiyen alan kimsedir.

İ SLAM İ YET ve KÖ KTEND İ NC İ L İ K

İslamiyet 1 O. yy'da bir dini-siyasi sistem olarak yerleşti. Çok geniş toprakla­
ra yayılan bu "süper güç"ün mensupları , temellerini Muhammed'in attığı ve Me­
dine'de bir süre yönettiği , tanrısal yasalara dayalı İslam devletinin, düşünülebi­
lecek en mükemmel düzeni oluşturduğu inancı ndaydı .
Ancak bu dini-siyasi sistem i le İslam dünyasındaki reel durumlar arasında
gerçekte hemen hemen hiç uyuşma olmamıştı. Daha ilk dört halife zamanında
kanlı iç savaşlar yaşandı ve Muhammed'in ölümünden daha 30 yıl geçmeden,
İ slamiyet'te ilk parçalanma gerçekleşti. Teoride halife, peygamberin ardılı olarak
dini-siyasi otoriteyi temsil ediyordu v tek olmalıydı . Fakat 1 O. yy'da sadece ken­
disinin meşru olduğunu belirten tam üç halife hüküm sürüyordu. Bağdat'ta Abba­
si, Kahire'de Fatimi ve Endülüs'te (İspanya'da) Emevi halifeleri ! Bu halifeler, ken­
di egemenlik alanlarında bile tehlikedeydi, her tarafta paralı askerler arasından
çıkan bir bölgeye egemen olup merkeze başkaldırıyorlard ı .
Sonraki yüzyıllarda ve günümüzde, İslam dünyası sürekli geriledikçe v e geri
kaldıkça, ezildikçe ve emperyalist güçlerin boyunduruğu altında kaldıkça, bilim­
sel , teknolojik, ekonomik ve askeri bakımlardan güçsüzleştikçe ve önemsizleş-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


47

tikçe, "geriye dönük ütopya" (Kienzler) güçlendi. Tanrısal yasalarla düzenlenen


ideal toplumun, Muhammed zamanında gerçekleşmiş olduğu iddiası yayıldı. İs­
lam toplumunun son derece idealize edilmiş başlangıç dönemi tarihi bir gerçek
("devr-i saadet") olarak sunuldu, bunun içinde yaşadığımız çağ için bir ideal oluş­
turduğu, her Müslümanın bunu gerçekleştirmeye çalışması gerektiği vurgulandı .
İslamiyet'te ilk köktendinci eğilimler daha 1 0-1 1 . yy'larda görüldü. Abbasi ha­
lifeliğinin 1 1 .yy ortasında çökmesi, manevi bir krize de yol açmış, bütün dünya­
nın İslamı düzene gireceği, İslam halifesinin bütün dünyayı yöneteceği beklenti­
sinin bir hayalden ibaret olduğu anlaşılmıştı . İslam düşünürleri, bu gelişmeleri de
Tanrının istediğini ve belirlediğini ileri sürerek, gerçekleri kendi amaçları doğrul­
tusunda yorumlamaya ve ilk dönemdeki ideal durumun canlandırılması için ça­
ba harcamaya başlad ılar. Kötülüklerden kurtulmanın çaresi, din kurallarını tartış­
masız ve aynen uygulamakta arandı . (Osmanlı İmparatorluğu'nda 1 8., 1 9. ve 20.
yy'lardaki gerici ayaklanmalarda da aynı düşünce biçimi görülür.)
İslamiyet'te fundamentalist düşünce, derin bunal ım ların ürünüdür. 1 3.yy'da
"dinsiz" moğolları n saldırısı İslam egemenliğini yerle bir edince, "köklere dön­
me" düşüncesi yeni bir hız kazandı . Fundamentalizm, İslam dünyasının en bü­
yük tehlikeyle karşı karşıya kaldığı o dönemde, üç temeli sağlamlaştırmaya ça­
l ıştı : Tanrı bütün varl ığın tek kaynağıdır, yaptıkları sorgu lanmaz, o halde felse­
fenin toplumda yeri yoktur. Müslüman, ataların ın kendiliğinden, tartışmasız ve
sarsılmaz inançlarına geri dönmeli, yeniliklerin pırıltısına, çekiciliğine kapı lma­
m al ı , gözlerini bu dünyadan kaçırmal ı , sadece öbür dünyayı düşünmelidir. Tan­
rının yasaları tartışılmadan bütün dünyada geçerli olduğu takdirde gerçek İs­
lam toplumu ortaya çıkacaktır. Ve yine sadece İslamiyet'in ilk yılları ndaki ideal
durum yeniden aynen gerçekleştiği takdirde, İslam dünyasının sık sık içine
düştüğü bütün krizler, uğradığı bütün yenilgiler, karşılaştığı bütün sıkı ntılar ke­
sinlikle sona erecektir.

Şeriat
İslamiyette sadece Kuran değil, "sünnet" denilen gelenekler de fundamen­
taldir. Kuran, hadisler ve Peygamberin hayat hikayesi (siret) bir bütün olarak
görülür. Bu üç kaynak temelinde, din bilginlerinin yorumları (tefsirleri) ile muaz­
zam bir tanrısal yasa manzumesi oluşmuştur. 1 O. yy'dan bu yana var olan bu
binayı, bazı ayrı ntılarda bugün de büyütüp genişletmek mümkündür. Ancak çok
uzun yıllar bu konuda çalışmış bir bilgin , kütüphaneler dolduran bu yasa komp­
leksini iyi bildiğini söyleyebilir ve yorumları tam anlayabilir.

Mart 1 997 - Ankara


48

Şeriat, din yasasıdır ve bir sistem oluşturur. Ancak İslami gelenekte, baştan
itibaren din yasası ile İslam cemaatinin, yani toplumun, siyasetin ve devletin
normatif yasası özdeşleştirilmiştir. Kuran, hem dini, hem toplumsal düzen ile il­
gili düzenlemeler içerir. Sonuçta din ile siyaset iç içe girmiştir.
Fundamentalistler, ilahiyattan daha önemli gördükleri İslami hukuku (şeri­
atı), her ülkede tek geçerli hukuk sistemi yapmak amacındadı r. Onlara göre di­
nin toplum hayatının sadece bir bölümünde geçerli olduğu söylenemez; din,
devletin bütün alanlarını belirlemeli ve denetlemelidir. Kökte ndinciler, buradan
hareketle 2. Dünya Savaş'ından sonra Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu
bütün ülkelerde siyasi otoriteyi ele geçirmeye çal ışmışlar ve çalışmaktadı r. Bu
da hemen her ülkede geniş boyutlu huzursuzluklara yol açm ıştır.
Günümüz İslam köktendincileri, ülkelerinde siyasal, sosyal ve bi reysel ha­
yatın tamamen şeriat sistemine göre biçimlenmesini istemektedir. Onlara göre,
gerçekleştirmek istedikleri, insanı n bütün ihtiyaçlarına en iyi cevap verebilecek
en mükemmel sistem, bir çeşit yeryüzü cennetidir. Böyle bir düzen ("adil dü­
zenn) kurulursa, siyasal ve sosyal sıkıntılar ortadan kalkacak, herkes refaha ka­
vuşacaktır. (Türkiye'de bir parti adı n ı n "Refahn olarak seçilmesi tesadüf değil­
dir!) Bunu somut olarak gerçekleştirecek kurumlar ve süreçler; kesinlikle düşü­
nülmez ve tartışılmaz, her şey mutlak bırakılır. Günlük sorunların bilimsel bi­
çimde ele al ınması da söz konusu değildir. Ciddi ciddi tartışı lan konu , önce ger­
çek İslam toplumunun mu yoksa İslam devletinin mi kurulması gerektiğidir. Bu
noktada ı l ı mlılar, ülkede farklı düşüncede olanları ikna yoluna ve demokratik
yöntemlerin kullanılmasına taraftar oldukları halde, radikaller, amaçlarına şid­
det de kullanarak hemen u laşmak isterler ("kanlı mı kansız mı" tartışması !).
Köktendincilerin çoğunluğu, İslamiyet ile şeriatı aynı şey olarak görür ve
göstermeye çalışır. İ kinci olarak da şeriat yasalarının gündelik hayatı n her sa­
niyesinde herkes için bağlayıcı olmasını ve bunun en sert biçimde denetleme­
sini isterler. Düşünme, tartışma, soru sorma ve eleştirme nitelikleri yok edilmiş
"kullarn, her konuda ulemaya danışmalı ve alacakları fetvaya göre davranmal ı ­
d ı r. İran'da Humeyni, b u noktadan hareketle, İslami devlette tüm yönetimin din
adamların ı n elinde ve denetiminde olması gerektiği sonucuna varm ış ve İ ran
anayasasına bu yönde bir hüküm konulmuştur.

Şeriat, sadece inanç sorunların ı ve ahlak konularını düzenlemez. ncaret,


aile hukuku, miras, boşanma, giyim, insanlar arası iletişim, beslenme, beden
temizliği vb. konularda da kesin ve çok ayrıntılı kurallar içerir. Köktendincilere
göre bunlar Tanrı yasasıdır, tartışılmaz, değiştirilemez; bunlara uymayan din-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


49

sizdir, imansızdı r, kafirdir. Hukuk alanında el-ayak kesme, taşlayarak öldürme


vb. üzerinde önemle durulur. Mahkemeler tek yargıçlıdır, avukat ve savcı bilin­
mez. Erkeğin yarısı değerindeki kadının durumunun düzeltilmesi yönünde bir
değişiklik düşünülemez bile.

İslami köktendinciler arasında bazıları , şeriatın sadece bazı bölümlerini te­


mel (Fundamental) olarak görme eğilimindedir. 1 972'de şeriat yasalarının yü­
rürlüğe konduğu Libya'nın lideri Kaddafi, "Yeşil Kitapları"nda formüle ettiği bu
yöndeki görüşleri nedeniyle Müslüman Kardeşler Ö rgütü ile çatışma içindedir.
Kaddafi, Kuran'ın bazı bölümlerinin yeni yorumlara açık olduğu, kendi önerdiği
sistemin ve "kitlelerin kitleler yoluyla doğrudan yönetilmesi" ilkesinin, şeriatın
öngördüğünden daha mükemmel ve evrensel bir sosyal düzen oluşturacağ ı
inancındadır.

Pakistan'da 1 977 Ziya-ül Hak, Suudi Arabistan desteğiyle koyu bir şeriatçı
politika uygulamaya girişti. Sudan'da N umeyri 1 983'te şeriatı resmen kabul et­
miştir. Onun devrilmesinden sonra bu konuda geri adı m atıldı, fakat ülkede hu­
zursuzluk iç savaş boyutların ı alm ıştır.

Batı'ya Karşı Ayaklanma


20. yy'ın ilk yarısı nda Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin elit taba­
kaları Batı kültürü ile uyumlu bir işbirliği içindeydi ve Türkiye, kısmen İ ran gibi
birçok ülkede laik-demokratik rejimler ortaya çıkm ıştı. Ancak soğuk savaş dö­
neminde durum değişti. İslam ülkelerindeki her sıkıntı nın, her sorunun sebebi
Batı ve onun kültürü olarak görülmeye başlandı. Ezilen insanların aşağılık duy­
gusu ile Batı'ya karşı bir savaş açı ldı . Batı toplumlarının açık yürekle ve öze­
leştiri yaparak ele aldığı, içki, uyuşturucu vb. konular Batı'nın sanki tek özelli­
ğiymiş gibi ele alınarak, tüm Batı ülkelerinin ahlaksız, Batı toplumlarındaki is­
tisnasız tüm insanların bunalı mda olduğu ileri sürüldü. Bu görüşte olanlara gö­
re vitrini parlak olan Batı'nın tüm parıltısı aldatıcıyd ı , nimetleri de çürümüş, bo­
zulmuş bir toplumun şeytan kandırmalarıyd ı . Batı batmaya mahkumdu, gele­
cek sadece "gerçek iman sahiplerinin" olacak, İslamiyet, emperyalizme, siyo­
nizme ve materyalizme günün birinde mutlaka galip gelecektir. Türkiye'de,
1 973'te kurulmuş Refah Partisi'nin 1 996'da iktidar ortağı olması, köktendinci
görüşlerini ve şeriat düzenini gerçekleştirmek yönündeki çal ışması bu doğrul­
tuda atılan bir adımdır.

Mart 1997 - Ankara


50

Bütün bu örgütlerin ve partilerin tek bir merkeze bağlı oldukların ı , ortak bir
planda hareket ettiklerini kanıtlamak mümkün değildir. Birçok noktada araları n­
da görüş ayrılıkları da söz konusudur. Ancak temel inançlarda ve davranışlar­
da bir bütünlük içindedirler.
Sevgiye, hoşgörüye dayalı özgür, aydınlık bir dünyanın tam tersidir funda­
mentalistlerin dünyası. Atatürk döneminde doğan Türk aydınlamasınını tam an­
lamıyla gerçekleşmesi için yılmadan ve bütün ağı rlığı ile çaba göstermek, yur­
dunu, ulusunu, insanlığı seven her Türk'ün görevidir.
Saygılar sunarım .

Kaynakça
Barr, J. ( 1 981 ), Furdamentalismus. München.

Hemminger, H. (hg.) ( 1 991 ) Fundamentalismus in der verweltlichten Welt.

Stutgart. (Burada: Fundamentalismus und Wissenschaft. S. 1 63-1 96)

Jaggi, Ch. J. (1 991 ), Furdamentalismus. Ein Phanomen der Gegenwar. Zürich.

Kepel, Gilles ( 1 991 ), Die Rache Gottes (La revanche de dieu chretiens). Radikale Mos­
lems, Chirsten und juden auf dem Vormarch. Almanca Çev: Thorsten Schmidt. -
Piper-München.

Khoury, A. Th. ( 1 99 1 ), Furdamentalismus im heutigen lslam. Kochanek, die verdrangte


Freiheit, S. 266-276.

Keinzler, K. (Hg.) (1 990), Der neue Furdamentalismus. Rettung oder Gefahr für Ges­
sellschaft und Religion? (Patmos) Düsseldorf.

Kienzler, K. (1 996), Der regligiöse Furdamentalismus. (Beck) München.

Kochanek, H. (Hg) ( 1 99 1 ), Die verdrangte Freiheit. Furdamentalismus. İn den Kirchen.


(Herder) Freiburg.

Meyer, Th. (Hg) (1 989), Fundamentalismus-Aufstand gegen die Moderne. (roro 1 21 4-


9)./Rowohlt/Hamburg.

Mynarek, H. (1 992), Denkverbot; Furdamentalismus in Christentum und İslam. (Knese­


beck) München.

Nientiedt, K. (1 993), Literaturbericht zum Thema Furdamentalismus. Herder-Korres-pon­


denz 47, S. 45-49.

Pfürtner, st. H. ( 1 99 1 ), Furdamentalismus. Die Flucht ins radikale. (Spektrum 4031 )./Her­
der/Freiburg.

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


51

Schulz-Vobach, K.-D. (1992), Mohammeds Erben: die Furdamentalisten auf dem Veg
zum Gottesstaat. (8ertelsmann) München.

Tıbi, 8. (1992), Die Furdamentalistiüsche Herausforderung. Der İslam und die Weltpoli­
tik. (8eck) München.
Tıbi, 8. (1987), Vom Gottesreich zum Nationalstaat. Frankfurt.
Weielandt, R. (1990), Zeitgenössischer islamicher Furdamentalismus-Hintergründe und
Perspektiveri. Kienzler, Der Neue Furdamentalismus, S. 46-66.

Mart 1997 - Ankara


Prof. Dr. Cevat GERAY
Oturum Başkam
Köktendinciliğin geçmişini, gelişimini ve bugününü bir ana çerçeveye oturta­
rak bizlere sunduğu için Sayın Rektör'e teşekkür ederiz.
Şimdi söz sırası Prof. Sadun Aren ağabeyimizde. Kendisi benim öğretmenim­
dir. Buyurun Sayın Aren.

Prof. Sadun AREN


Aziz Nesin ustamızın çok önem verdiği bir isteğinin yerine getirilmesini sağ­
layan, bu toplantıyı düzenleyen tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Var ol­
sunlar. Sağ olsunlar.

Ben köktendincilik nedir diye tanıtmaya çalışacağım. Benden önce konuşan


arkadaşımız Sayın Ü lkü, bir hayli tanıttı. Ben de bir başka yönüne değinerek, al­
tını çizerek anlatmaya çalışacağım.
Tanıtmak iyi bir şeydir. Psikanalizde bazı hastalıklar, o hastalığı tanıyarak, ta­
nıtarak tedavi edilir. Başka bir şey yapılmaz. Sen, şöyle düşündüğün için şöyle
bir geçmişin olduğu için böylesin derler. Bu anlaşıldığı zaman da hasta iyileşmiş
olur. Bu bağlamda kendisine de geçmiş olsun demek isterim. Biliyorsunuz, Ada­
let Ağaoğlu arkadışımız hasta ve hala yatıyor. Fikrimin ince Gülü diye bir roma­
nı geliyor hatırıma. Okuyanlar bilirler. Okumayanlar için kısaca söyleyeyim ; bu
roman, Almanya'dan köyüne dönen bir köylünün, bir Almancı nın düşüncelerini
anlatır. Adam, yolda hayatını gözünün önünden geçirir. Öyle berbat bir adamdır
ki düşündükçe, kendini anlattıkça, siz de nefret edersiniz. Adamın kendisi de,
kendisinden nefret eder. Hatta köyüne geldiği zaman, köye giremez ve döner, gi­
der. İşte şeriatı da böyle anlatmak ve tanıtmak yararlı olur diye düşünüyorum.
Şimdi tanımlamak lazım. Hepimiz biliyoruz, laikliğin tam tersi bir tanımı var.
Devlet yaşam ını, toplum yaşamını din kurallarına düzenlemeye köktendincilik di-

KOktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


53

yoruz. Böyle yapmamaya da laiklik diyoruz. Bu tanımlamanın da iki ögesi var.


Yani köktendinciliğin, din kurallarını yaşama geçirmek, yaşam ı düzenlerken din
kurallarını esas almak şeklindeki tanımının iki ögesi var. Birincisi, köktendincilik
bir bütündür. Eğer bir insan veya bir parti, bir kitle köktendinciyse, dinin bütün ku­
rallarına sayg ı göstermesi gerekir. Ben şunları yapacağım, şunları yapmayaca­
ğım diyemez. Örneğin, türban olur ama çarşaf olmaz diyemezsin. Şeriatın gere­
ği neyse onu yapacaksın. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum . Türkiye'de kök­
tendinciliği temsil edenler, eğer böyle bir şey yapmak istiyorlarsa, bunu gereğin­
ce yapmalıdırlar. Yani bütün ögelerini gerçekleştirmeye çal ışmalıdırlar. Şu uy­
gundur, sadece onu hayata geçirelim diyemezler. İkincisi de köktendinciliğin ku­
ralları değişmez, çünkü bunlar kutsaldır. Allah kelamı kuranın, hiçbir şeyini de­
ğiştiremezsiniz. Bunu, şeriattan yana olmak isteyen bir insanın, başına neler ge­
lebileceğini düşünsün diye söylüyorum. Yani, ben köktendinci olayım ama şu ka­
dar olayım denemez. Ya bütün kurallarıyla şeriatçı olursunuz ya da olamazsınız.
Örneğin demokraside böyle bir şey yoktur. Az demokrat olunabilir, orta demok-­
rat olunabilir, çok demokrat olunabilir ama az köktendinci, çok köktendinci oluna­
maz. Ya olunur, ya olunmaz.
Tabii açıktır ki insanın özel hayatını da din kurallarına göre toplum yasalarına
saygılı olmak koşuluyla düzenlemesi serbesttir. namaz kılar, oruç tutar ama bun­
ları özel yaşamında yapar. Bir işyerinde çalışıyorsan, ben oruç tutuyorum, o ne­
denle erken çıkmak istiyorum diyemezsin. Çünkü bu, başkaları nı da sorumluluk
altına sokmak olur. Kendi özel yaşamında ne yaparsa yapar. Bu biraz tartışılabi­
lir. Ö rnPğin güncel olduğu için söylüyorum , türban sorunu tartışılıyor. Türbanın
hastanelerde takılmayacağı açıktır. Hastanelerin bir kıyafet düzeni vardı r. Orada
takılmaz. Devlet dairelerinde de takılmaz. Acaba bu durum insanın özel yaşamı
mıdır, yoksa üniversitede öğrencilik bir toplumsal yaşam mıdır? Toplumsal ya­
şam kurallarına uyulur. Askere gidip de istediğin elbiseyi giyememek gibi. Öğren­
ci olduğunda da istediğin gibi giyinebilirsin ya da giyinemezsin diye tartışılabilir.
Bunu da belirtmek isterim. Yani köktendinciliğe karşıolmak, kişilerin dini duygu­
larına, özel yaşamlarına riayet etmelerine karşı olmak değildir. O, tamamıyla ser­
besttir. Bu duruma saygı duyulur ve kimse ses çıkarmaz. Ve buna karşı çıkılma­
sı gerekmeyen bir olay olarak görür. Din duyguları insanın kendi içinde vicdanın­
da kaldıkça, kimse bir şey diyemez. İnsan bu konularda tamamıyla özgürdür.
Köktendinciliğe çok yakın başka bir şey daha var, onu da gözden uzak tut­
mamak gerekir. O da dinin, siyasal iktidara gelmek için araç olarak kullanılması­
dır. Seçimleri kazanmak, iktidara gelmek amacıyla dini kullanmak köktendincilik
değildir. Köktendincilik, dindar olmayı gerektirir. Siyasal iktidarı ele geçirmek için

Mart 1 997 - Ankara


54

dini kullananların dindar olmaları gerekmez. Sadece dini kullanırlar. O süre için­
de de köktendinci gibi görünebilirler. Fakat bu iki grubu birbirinden ayırmak çok
zordur. Kimi köktendincidir, kimi dini siyasi ikbal için kullanmaktadır, bunları faali­
yet içinde ayırmak çok zordur. Herkes kendi kafasına göre bir şeyler söyler. Ta­
bii köktendinciler, gerçek köktendinciler bu durumu, karanlık ve tatsız bir durum
olarak görürler. Bunun Batı'daki bir örneği İ ngiltere'de, Cromwell zamanında ya­
şanmıştı r. Eğlence yok, içki yok, gezmek yok, aşk yok, berbat bir yaşam var. Bu
durum on beş, yirmi yıl devam etti. İnsanlar bıktı. Yani gerçek köktendincilerin
böyle bir eğilimleri var. Yaşamlarında hiçbir zevk ve safa yoktur. Onlar için öbür
dünya önemlidir. Öbür dünya asıl olduğu için de bu dünyayı bir lokma ekmek ve
bir hırka ile yürütmek lazım . Oysa dini siyasal araç olarak kullananların özel ya­
şamlarında böyle pek prüten, böyle imsaklı bir yaşam sürmedikleri görülür ve
oradan teşhis edilirler. Bu gibilerin, bayramların ı lüks otellerde geçirmeleri, lüks
lokantalara gitmeleri, lüks arabalara binmeleri köktendincilikle bağdaşmaz.
Köktendinciliğin temel sakıncası nedir? Toplumun ilerlemesini, gelişmesini
önlemisidir. Sakıncası buradadır. Toplum gelişirken, toplumsal yaşamın bütün
yanları, birbiriyle bağlantılı olarak uyum içinde gelişir. Yani, toplumsal yaşamı n
bütün yanlarının değişebilmesi gerekir k i toplum gelişebilsin. Oysa d i n kuralları
değişmez. Bunları biraz önce anlatmaya çalıştım. Çünkü Allah kelamıdır. Dinle­
rin de yaşamla ilgili birçok yanları var biliyorsunuz. Faizle, evlenmeyle, seyahat­
le, kadın haklarıyla ilgili birçok yönü var. Dine göre bunlarla ilgili kurallar değiş­
mez. Oysa toplumsal yaşamı n diğer tarafları, bunlar değişirse, değişebilir, geli­
şebilir. Bu durum bir ayağını bir yere sıkıştı ran bir insanın diğer ayağıyla yürü­
meye çalışmasına benzer. Yürümek istiyorsunuz, bir ayağınızla adı m atıyorsu­
nuz ama diğer ayağınız buna uymadığı için yürüyemiyorsunuz. İşte köktendinci­
liğin temel sakıncası budur. Toplumların gelişmesine engel olurlar. Zaten kökten­
dinciler gelişme istemezler. Yeniliğe onun için karşı olurlar. Yenilik doğal olarak
gelişme demektir. Yeniliğe karşıysan, gelişmeye de karşısınız demektir. Bu yüz­
den karanlık bir manzara gösterirler. Örneğin Darvinizm'e karşıdı rlar, neden?
Çünkü Darvinizm, dünyanın bir süreç içinde oluştuğunu söyler. Yani bir gelişme­
den söz eder. Hayvanların, insanların bir süreç içinde oluştuğunu söyler. Oysa
dinlere göre dünya bir günde ya da bir dakikada yaratılmıştır. Ve bir daha değiş­
mez. Onun için dinle Darvinizm çatışır.
Bir de şunu söylemek isterim. Dinin, gelişmenin önüne koyduğu sakıncaları
içtihadla kapatmak mümkün değildir. Denilebilir ki din böyledir ama ulema din
adamları dini yorumlayarak, kuralları yorumlayarak çağa uydururlar. Ve demin
söylediğimiz sakıncalar ortadan kalkabilir. Böyle bir şey akla gelebilir. Bu akla

KôktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


55

gelmesin-. Çünkü İslam'da içtihat kapısı 9. yüzyılda kapanmıştır. Neden kapan­


mıştır? Çünkü içtihat dinle bağdaşamaz. Allah'ın emirlerini değiştiremezsiniz. Al­
lah söylemiş, siz de yazmışsınız. Kuı an olmuş. Bu böyledir, ama çağa göre de­
ğiştirebiliriz diyemezsiniz. Bunu söylediğiniz zaman din, din olmaktan çıkar. Kal­
dı ki herkesin içtihadı da birbirinden farklıdır. Kaos olur. Onun için bakmışlar ki
olacak bir şey değil, daha 9. yüzyılda, böyle bir şey olmaz, Kuran, Kurandı r de­
ğişmez, yorumlanamaz demişler. Bu yüzden o kapı da kapalıdır.
Yine, kafam ın arkasında Türkiye olduğu için söyleyeceğim; biraz demokrasi­
den söz etmek istiyorum. Bazı insanlar diyorlar ki efendim köktendinciliği yasak­
lamak, baskı altına almak, türbanı yasaklamak veya kara çarşafı yasaklamak,
demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, herkesin her düşünceye açık olması gerekti­
ği ve herkesin istediği gibi yaşaması demektir. Türban takmak istiyorsa, türban
takar, mini etek giymek istiyorsa, mini etek giyer. Bazı insanlar sizin bu düşün­
ceniz, demokrasiye yakırı diyorlar. Ben öyle sanmıyorum. Çünkü demokrasiyi,
böyle kuru kurallar, yaşamdan kopmuş bazı ilkeler toplamı diye, soyut bir şey gi­
bi düşünmemek gerekir. Demokrasi demek, herkese özgürlük demektir. Demok­
raside, herkes eşittir. Demokraside, herkes istediğini söyler. Bazı kurallar vardır
ve bakarız birisi o kurallardan birine uymuyorsa, o demokrat değildir, uyuyorsa
demokrattır denemez. Demokrasi hayatla bağlı bir düşüncedir, bir harekettir. Ya­
şamla bağlantılıdır. demokrasinin işlevi, insanların uğradıkları haksızlıklara kar­
şı, onları düzeltmek için mücadele verme özgürlüğüdür. Bu özgürlük sayesinde
toplumun önü açı lır, toplum gelişir. toplumlar daima çelişkilerin çözülmesiyle ge­
lişir. haksızlıkların ortadan kalkmasıyla gelişir. Demokrasinin fonksiyonu, işlevi
budur. Demokrasinin tüm kuralları , dört yılda bir seçim yapmak değildir. Bu ta­
nı mdan, demokrasinin bu işlevinden, demokrasinin bütün kurallarını çıkarmak
mümkündür. Demokrasi böyle bir şeydir. Böyle bir işlevi olmayan veya tam tersi
toplumu geliştirmek yerine, geriye götürmek olan herhangi bir düşünce, demok­
rasiden yararlanamaz. Yararlanmaması gerekir. Bunun demokrasiyle bir ilgisi
yoktur. Ben toplumu geriye götürmek istiyorum, bunun için de demokratik hakla­
rım ı kullanmak istiyorum denemez. Demokrasi toplumu geriye götürmek için çık­
mamış ki. Toplumları ileri götürmek için çıkmıştır. Demokrasiyi böyle kuru bir şey
olarak göremeyiz. Efendim, fikir fikirdir, her fikir serbesttir denemez. Yok böyle bir
şey. İleriye götürücü fikirler serbesttir. Geriye götürüyorsa, böyle bir fikre serbest­
lik tanınamaz. Bunu böyle düşünmemiz gerekir. Demokrasinin böyle yorumlan­
ması gerekir. Bunun yanı sıra, köktendincilerin iktidara geldikleri zaman, demok­
rasiyi bütün bütün ortadan kaldıracağı gibi düşünceler de söylenebilir. Çünkü bi­
liyoruz ki köktendincilik demokrasiye uygun değildir. Allah'ın kurallarını uygula-

Mart 1997 - Ankara


56

yacaklardır. A.l lah'ın kuralları da değiştirilemez, tartışılamaz. O zaman demokra­


si olamaz, çok parti olamaz. Ne olacak yani çok parti olup, Allah'tan daha mı iyi
biliyorsun, derler insana. Onun için de çok partili sisteme karşıdı rlar. Demokrasi­
ye zaten karşıdırlar. Böyle bir düşünceye özgürlük tanınamaz. Kaldı ki demin yi­
ne Vural arkadaşımızın söylediği gibi birçok kanl ı işler de yapıyorlar. Yani yal nız­
ca, nazikane iktidara gelip, nazikane kurallar uygulamıyorlar. O kuralları kan dö­
kerek gerçekleştirmek, demokrasiye aykı rıdır. Demokrasinin kendisini ortadan
kaldırmak isteyenlere, demokratik haklar tan ınamaz.
Türkiye'de köktendinciliğin şansı var mıdır diye düşünüyorum. Var mıdır, ne
kadar vardır? Bence yoktur. Benim bilebildiğim kadarıyla, Türkiye'de yaşayan
halkımız öyle çok dindar değil. Dindar bir halkımız yok bizim. Yani, Arabistan'da­
ki gibi değil. Bir kere dini bilmiyor. Arapça bilmiyor. Kuran'ın Türkçesi de dindar­
larca makbul değil. Nitekim halkın kendisinden, dindar hareketler gelmez Türki­
ye'de. Her zaman kışkı rtılmıştır. Ö rneğin, Türkiye'de doğum kontrolüne, dinci ke­
sim tarafından hiç karşı çıkılmad ı . Dünyan ın her tarafı nda bütün din adamları
karşı çıktılar. Allah'ın işine karışılıyor, olamaz dediler. Bizde böyle bir şeyi hiç
kimse düşünmediği için yani dinin özünü bilmediği için doğum kontrolü rahatça
yapılabiliyor. Bunu kimse dinsel bir olay olarak görmedi. Sonra tabii, Türkiye'de
70 yılı aşkın bir laik dönem yaşanmış ve bu arada ekonomik-sosyal kültürel ba­
kı mdan gelişmeler olmuş. Şimdi eski kuralları uygulamak çalışmaları mukave­
metle karşılaşıyor. Ordu bile karşı çıkıyor. Hem de yapısal olarak karşı çıkıyor.
Ters geliyor birçok insana böyle şeyler. Ö rneğin kadınların çarşaf giymesini bel­
ki bazı insanlar istiyor ama kitle bunu kabul etmiyor. Eskiden beri köktendinci ha­
rekete ara verilmiş, toplum az çok değişmiş. Şimdi ona eski bir şeyi kabul ettire­
ceksiniz, bunda güçlük çekiliyor. Ve takıyyeler yapılıyor. O takıyyeler kime yapı­
lıyor, onu da bilmiyorum . Bazen laiklere karşı takıyye yapılıyor, kimi zamanda -
bana öyle geliyor ki- kendi tabanlarına, dindarlara karşı takıyye yapılıyor. Yani,
bazen biz şunları yapacağız ama müsaade edil miyor, diyorlar. Bazen de zaten
bunları yapmayacağınız diyerek, bazı şeyleri bahane ediyorlar. Ö rneğin faiz uy­
gulamasına devam ediyorlar. Biraz önce sözünü ettiğimiz gibi, şeriat bir bütün­
dür. En önemli ögelerinden birisi de faize karşı oluşudur. Nitekim önceleri faiz uy­
gulamasına karşı çıkıyorlard ı . Şimdi bu uygulama devam ediyor. Çünkü faizi or­
tadan kaldıramazsın. Herkes bir şeyler yapıyor. Faizden yararlanıyor. Faize gö­
re alacağı var, borcu var. Faizi kaldı ramazsınız veya öyle kaldı rırsınız ki yerine
ona benzer bir şeyler koyarsınız. Onun da bir değeri olmaz. Enflasyon var. Enf­
lasyonda faizi nasıl kaldıracaksın. Faizi kaldırmak h ı rsızlık olur. Borç aldığınız in­
sanların paraları nı yemiş olursunuz. Artık yapı buna müsait değil. toplumun ya-

Köktendincili!}e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


57

pısı artık şeriat kurallarına uygun değil. Geçirmiş olduğumuz 70-80 yıllık döne­
min gelişmelerinden ötürü bir yerlere gelindiği için Türkiye'de köktendinciliğin
fazla bir şansı olduğunu sanmıyorum. Ama sanmıyorum demek, hiç zarar gel­
mez anlamı nda değil. Çok önemli zararlar gelebilir. Geçmişi var. Sivas var, Kah­
ramanmaraş var. Birçok örnek var. Ama bunlar lokal kalmışlar. Toplum bir düze­
ye ulaştığı için lokal kalmıştır. 31 Mart bile, Osmanlı İmparatorluğu zamanı nda
bile ·şeriat, Türkiye'de fazla birşey yapamam ış, bastırılmıştır. Ama yine söylüyo­
rum, Türkiye'nin kalkınmasını frenler, zaman zaman problemler yaratabilir. kan
dökülmesine bile neden olabilir.
Bunlardan dolayı şeriatçılığı iyice tanımak, teşhir etmek iyi bir iş yapmaktır.
Bu kongrenin bir yararı da bu olacaktır. Meseleleri ortaya çı kararak halkımızın,
köktendincilerin peşinden gitmeleri önlenecektir. Teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. Cevat GERAY
Oturum Başkam
Sayın Prof. Aren'e teşekkür ediyorum. Zamanını iyi kullandığı için de ayrıca
teşekkür ediyorum.
Ü çüncü konuşmacımız Peter Priskil. Dinsel Fanatizmin T1rmamşı ve Batı­
nm Korkaklığı ya da Namertliği konusunda konuşacak.

Peter Priskll
Bayanlar, baylar. Konferansın sevgili dostları .
Beni buraya, Ankara'ya, Köktendinciliğe Karşı Aydtnlanma Konferansı'na ça­
ğ ı rıp, konuşma olanağı verdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
Ben tarih, politika ve Alman edebiyatı okudum. Oradan mezun oldum. 20 yıl
önce, Almanya'daki politik kıyımlardan kurtularak bugünlere kadar gelebilen son
organizasyonlardan biri olan "Bungiging Anpasung"a katıldım. Sosyal Demok­
rat'ların Başkanı Willy Brandt önderliğinde kurulan grup, 20 yıldır Almanya'da ya­
şam mücadelesi veriyor. O günden itibaren diğer bütün solcu gruplar tasfiye edil­
di. Çünkü muhalif bir partiye üye olan hiçbir insan ne öğretmen, ne demiryolu iş­
çisi, ne posta görevlisi herhangi bir iş kolunda çalışamıyordu. Devletin kontrolün­
deki bütün bu alanlarda solcular tasfiye edildi. Şu günlerde devletin politik kıyım
alanı daha da genişledi. Artık düşünce ve konuşma özgürlüğüne da karışmaya
başladı. Alman devleti katolik ve protestan kiliselerinden yönelecek her şeyi ele­
mine ediyor. Daha ne söyleyebilirim? Aynı zamanda bir yazarım da. Salman

Mart 1997 - Ankara


58

Rüşdi'yi savunacak bir kitap yazdı m . İ ngiliz devletinin Avrupa'nın ortasında bir
modern ortaçağ yaşanmasına seyirci kalınması ve Vatikan liderinin Salman Rüş­
di hakkında ölüm fermanı çı kartan İran'lı lider humeyni'yi haklı görmesi, beni bu
olayların içine itti. Bu gelişmelere karşı kendi yayınevimizi kurduk ve dışarıda gö­
rebileceğiniz kitapları yayınladık. Başka hiçbir Alman yayınevinde bu kitapları
bulamazsınız.
Konuşmama başlarken, fundamentalizm hakkında bir başka tan ı m vermek
istiyorum. Sanıyorum bu tanımın öncekilerden pek farklı olmayacak. Ancak fun­
damentalistlerin tehlikeli olduğu bir noktaya dikkatlerinizi çekmek istiyorum .
Fundamentalizm, dindar insanların bir davranış biçimidir. devletin koruması
altında hareket ederler. Muhaliflere karşı şiddet uygularlar. Ellerine ne zaman
güç geçse, muhaliflerini öldürür ve işkence ederler. Bu konuda kuşkusu olanlar
varsa, onların Sıvas'ta katledilen aydı nları ve katliamdan şans eseri kurtulan
Aziz Nesin'i hatırlamaları yeterli olacaktır. Aziz Nesin "şeytan" diye adlandırıld ı .
Çünkü, "Şeytan Ayetleri" adlı kitabı , gazetesi Ayd ınlık'ta, bölüm bölüm yayınlı y or­
du. Hepinizin hatırlayıp, bildiği gibi Sivas'taki olayın olduğu gün, 250 yıl önce din­
ci fanatikler tarafından yakı larak öldürülen, Alevi şair Pir Sultan Abdal'ın katledil­
mesinin yıldönümüydü. Sonuçta, 37 aydınlık savaşçısı öldü.
Fundamentalistler ne zaman ellerine bir güç geçirseler, o zaman katliamlar
başlıyor. Afganistan gibi İran gibi. Çağrılarına uymayan kadınları süründürüyor­
lar. Herhangi bir gençlik örgütlenmesinde olanları öldürüyorlar. Bu, tıpkı 1 500'1er­
deki ortaçağ Avrupa'sındaki kiliseyi eleştirenlerin başlarına gelen olaylara benzi­
yor.
Ben Alman'ım ve tarihçiyim. Araştırmalarıma göre şunu söyleyebilirim. Tarihin
en büyük suçlusu hitler değil, kilisedir. Hitler, 6 milyon insanı n ölümüne sebep ol­
muştur. Ancak, kilisenin işlediği cinayetlerin bir rakam ını vermek çok zor. Son
400 yıl içinde, ne kadar insanı n öldürüldüğünü bilmek olanaksız. Bunun nedeni
de var olan belgelerin ortadan kaldırılarak çöplüğe atı lmasıdır. Bu basit bir prob­
lemdir. Ancak çok da önemlidir.
Benim konumun başlığı, fundamentalizmin demokrasiye ve demokratik hak­
lara global saldırılar. Daha açık söylemek gerekirse, Batı'nın globalizasyonu. Hı­
ristiyan kilise ve Batı hükümetleri, özellikle d e Almanya hükümeti, İslami funda­
mentalizm ile ortak ilişki içerisindedir. Ben, Almanya'da muhalif bir partinin üye­
siyim. Aynı zamanda, kurduğumuz bir yayınevinin de yazarları ndanım. Yayın
çizgimiz antikonformist bir temelde, politik bir muhalefet ve dini eleştiri üzerine-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


59

dir. Birkaç örnek vermek istiyorum. Yalnız bu örneklere geçmeden, bir şeyi be­
lirtmede yarar görüyorum. Birçok Alman, Türkiye'yi İslami bir devlet olarak görü­
yor. Birçok Türk de Almanya'yı demokratik bir ülke olarak görüyor. İki görüş de
yanlıştır. Öğretilerini, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ten alan modern Türkiye,
laiktir.
Türk tarihinin en önemli olaylarından biri olan, dini işleri için devletin maddi
kaynak sağlamaması, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrışması için atılan en
önemli adı mlardan birisidir. Aynı zamanda, ilkokula giden çocuklara din dersi ve­
rilmemesi, yeni evlilik sistemiyle sivil evlilik ve boşanma haklarının sağlanması,
Türkiye'de laikliğin sürdüğünün belirtileridir. Ancak, inanması zor ama, Alman­
ya'da bu yok. Bu konuda bir açıklama yapmak istiyorum . Almanya'da kiliseye
karşı yapacağ ınız bir eleştiri karşısında, kilisenin rencide olduğuna karar verilir­
se, 3 yıl hapis yatarsınız ya da para cezası ödemek zorunda kalırsınız. Bu, çok
ağı r bir cezadı r. Bangladeş'te aynı türden bir suçun cezası 2 yıl iken, Almanya'da
bu ceza 3 yıl. Ö rneğin, biraz önce benim söylediğim, tarihteki en büyük suç ör­
gütü kilisedir lafım üzerine, bana doğrudan dava açılabilir, sanık olabilirim. Bu
şekilde birçok arkadaşımız san ık sandalyesine oturtuldu ve kurumlarımız saldı­
rıya uğrad ı . Sanık olduk. Türk fundamentalizminin, Sivas'ta işlediği, 37 insanın
yakılarak öldürülmesi ile ilgili olarak, yakılanların fotoğraflarına 41 nolu bülteni­
mizde yer vereceğiz.
Almanya'daki kilisenin, Türk fundamentalistlere olan üstünlüğü, devlet tara­
fından ayrıcalıklara sahip olmasıdır. Alman kilisesinin bir başka ayrıcı lığı da Hit­
ler'in ihsanlarıdır. Dünya'da faşist Almanya'yı ilk tanıyan devlet Vatikan mı değil
mi bilmiyorum. Ama böyle bir nedenle, Vatikan'la bir anlaşma yapılmıştır. Yapı­
lan bu anlaşmaya göre kilisenin ayrıcalıkları korunacaktı. Ö rneğin Alman devle­
ti, vergileri kilise adına topluyordu. Bu nedenle Roma Katolik Kilisesi'nin, Alman­
ya'da 1 m ilyon DM tutarında malları bulunuyor. Hitler'in ihsanı, kilisenin okullar­
daki yerini de garanti altına almıştır. Şu an elimde, şimdi de yürürlükte bulunan,
Hitler'in ihsanının 2 1 . maddesini görüyorsunuz. Faşist Almanya döneminde ya­
pılan bu anlaşma hala yürürlükte. Şimdi size onu okuyacağ ı m : "Katolik Roman
eğitimi önemle ele almacak bir konudur. İlkokulda, meslek okullarında, liselerde
ve daha yüksek eğitim kurumlarında katolik kilisenin prensipleri verilmelidir. "Ant­
laşma 1 933'te yapılmış, 1 997'de hala yürürlükte. Bu nedenle diyoruz ki Alman­
ya demokratl ığın aksine, Türkiye'nin bugünkü durumundan daha fazla kökten­
dincidir. Bir çeşit kilise devletidir ve kim bunu eleştirirse, Hitler ihsanı uyarınca
cezaya çarptırılabilirler. Bu sebeple tekrar ediyorum, Türkiye, İslami bir devlet
değildir. Çünkü, geleneksel bir laiklik anlayışı var. Buna karşılık Almanya demok-

Mart 1 997 - Ankara


60

rat değildir. En yal ın hali ile kilise devletidir. Bir örnek vermek istiyorum : 1 989'da
İ ran devlet başkanı ve müftüsü, hiçbir zaman Şii olmamıştı, fakat İngiliz vatan­
daşı Salman Rüşdi hakkında ölüm fermanı çikarmıştı r. Batı nasıl bir reaksiyon
gösterdi? İlk önceleri, Rüşdi şaşırmış idi. Alman ve İngiliz hükümetleri ilk etapta
önemsemediler ve Rüşdi'yi korumak yerine, onu saklamak zorunda kaldılar. Bu
hassas konumda "Rüşdi''yi öldürün" diyenler, bugüne kadar, İngiltere'nin cadde­
lerinde yürüyebiliyorlar.
Köktendinciliğe yönelmek yanlıştır. Fakat bu bir anlaşmadır. Batılı devletler
demokrasiyi tüketerek, İslami devletler ise barışçıl görünerek dinsel bir diktatör­
lüğe ilerliyorlar. H ı ristiyan kilisenin böyle bir şey yapacak gücü yok. Çünkü Fran­
sız Devrimi'nden bu yana, yaklaşık 200 yıldır, kilisenin bu yöndeki girişimleri en­
gellendi. Katolikler gerçek köktendinciler olarak görünmese de İslami güçlerle
ortaklık içinde, düşünce özgürlüğüne savaş açtı lar ve beraber dini bir diktatörlü­
ğe doğru ilerliyorlar. Almanya'da bu ihtimal, Türkiye'ye oranla biraz daha uzak
görünüyor.
. 1 989'da Salman Rüşdi için bir kitap yazdım ve bu, onun için Almanya'da ya­
zılan ilk kitaptı. Bu kitap, Alman basının neredeyse tamamı tarafından boykot
edildi. Ama gene de başarılı bir kitaptı. 3. baskısı yapıldı. Bunun yanında Alman­
ya'n ı n değişik bölgelerinden aldığım tartışma ve söyleşi toplantılarına davet edil­
diğimde, İslami köktendincilerin bomba tehditleriyle karşı laştım. Bu durumu po­
lislere ilettiğimde bana, salona girip, masanın altına bakmamı , eğer bomba yok­
sa, korkmam gereken bir şey olmadığını söylediler. Bu, düşünce özgürlüğünü ve
Salman rüşdi gibi hayatları için endişe edilen insanları savunanlara karşı , Batı
yollu bir tehdit yöntemi idi.
Kilise ve devlet komplosuna uğrayan başka bir isim ise Anema Reshume idi.
Yazar bundan 1 ,5 yıl önce, barış ödülüne layık görülmüş idi. Ve Reshume şimdi
baskı altında tutuluyordu. Haberi ilk defa Alman bası nından öğrendiğim zaman,
çok şaşırmıştım. Bana sorarsanız bu propagandist yazar arkadaşımız, insanlar
için barışa katkılarından dolayı ödüllendirilmelidir. Bu gelişmeler üzerine yayıne·­
vimiz bir protesto kampanyası başlattı. Yaklaşık altı ay sonra bu olayın yazısı, İs­
lam Dünyası adl ı gazetede yeniden yayı mlandı. Gazete, Anema Reshume'ya
karşı yürütülen bu kampanyanın en etkin ismi olan Arema Kitabevi'nin durdurul­
ması için 540 imza topladı . Bu, Alman hükümeti ve büyük medyanın bir koalis­
yonu idi.
Şunu söylemekte yarar görüyorum; her kim köktendinciliğe karşı savaşmak
isterse, öncelikle insanları aydınlatmalı. İkinci olarak da köktendincilere karşı de-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


61

vamlı mücadı:>��ci olmal ı . Bence başarı , yalnızca tartışmakla ve durumu analiz


etmekle ;;iamaz. Avrupa'daki kuşatma, Fransız Devrimi ile kırılmıştı. Bu bir etki­
dir. Ve bence Türkiye'nin bugününde, Türkiye'de geçmişi son derece başarılı
olan laiklik ile dünya çapında destek gören köktendinciliğin arası nda geçecek
savaş çok zor olacaktır ve şu an hala nasıl biteceği bilinemiyor.
Size, Almanya'nın kilise devleti olduğuna dair bir örnek daha vereceğim. Bir­
kaç gün önce, babası Afganistan'lı bir büyükelçi olan Müslüman bir bayan, Al­
manya'nın güneyindeki bir köyde öğretmenlik yapmak ister. Bu bayan, Alman­
ya'da doğup, büyümüştür. Ancak bu bayan, derslere türbanla girmeyi, ısrarla is­
ter. Bu isteği kabul edilmez. Ama bu öğretmen, türbanla derse girmenin, kendi­
sinin hakkı olduğunu iddia etti. Ama yanı l ıyordu. En azından Almanya'da böyle
değildir. Alman okulları , din ve politikalardan uzak olmalıydı . Ama o, bunun ken­
disinin özel bir hakkı olduğunu söyledi . Alman devleti izin vermezse, mahkeme­
ye gidecekti. Bizler, basit bir öğretmenin, bu çok pahal ı davanı n giderlerini nasıl
karşılayacağını merakla beklerken, çok şaşırtıcı bir şey oldu. Federal Kültür ve
Eğitim adlı bir kurum, davanın yasal olan bütün işlemlerinin masraflarını karşıla­
yacağını açıkladı. Bu kurum, Katolik kilisenin paravan örgütlerinden birisidir. Bu
bayan, daha sonra küçük bir okulda göreve başladı . Biz bunu sonradan öğren­
dik. Bunun üzerine okulun önünde, halka açık bir yerde, bildiri dağıttık. Alman
okullarında dini dekor istemediğimizi haykırdık. Almanya'daki en yüksek mahke­
meye Federal Kurumlar Mahkemesi- başvurduk. Ve sonunda başardık. türban
çı kacaktı. Sonra yine şaşı rtıcı bir şey oldu. Yabancılara karşı huzursuzluk çıkar­
dığımız için hakkımızda 7 yıl hapis cezası istendi. Şu anda bilmiyorum, arkadaş­
ları m yakalandılar m ı ? Yayı nevimiz, İslami provokatörlere karşı çıktığı için, polis
tarafından basılır mı? Bu yüzden bir protesto deklerasyonu yayımladık. Unutma­
dan eklemek istediğim bir şey daha var: Bu okulun müdürü de yukarıda sözünü
ettiğim, dolaylı olarak kiliseye bağlı olan kurumun üyesidir. Bu protesto gösteri­
si, Federal Almanya topraklarında yasal olarak yapılmıştır. halen stajda olan bu
okul öğretmeni, derslere kendi dinsel simgesi olan türbanla girmektedir ki türba­
nın bu şekilde kullanılması Türkiye'de hala yasak. Yasalar gereği, yüksek kurul­
da 1 995'te alınan bir kararla, okullarda artık Hıristiyan tacı takılmayacakt;. Şim­
di terimler değişti. taç yerine türban geldi. Dini eleştirenler şiddet yanlısı sayılır­
ken, şiddeti kullanan diğerleri ise devlet koruması altına alınıyor. İşte adalet. Bu
durumu çözebilecek tek kurum ise enternasyonal birliktir. Şimdi söyleyin dostla­
rım, hangisi daha köktendinci ; Türkiye mi Almanya m ı ?
B u anlayışa göre Aziz Nesin, Sivas olaylarını provoke eden, 37 kişinin ölme­
sine yol açan bir suçluydu. Bizler burada, Ankara'da yapılan Dinsel Fanatizme

Mart 1997 - Ankara


62

Karşı Aydmlanma Konferansı'na katı lmış olanlar, Alman adaletinin, dinsel fana­
tizmin son derece işine yarayacak bu kanuna aykırı kararı, şiddetle ve var gücü­
müzle protesto ediyoruz. Roman Katolik kilisesinin provokasyonlarına dikkat çe­
kerek, sizleri Federal Kültür ve Eğitim Kurumu karşısında uyarıyoruz. Eğitim Mü­
dürü'nün aldığı, mahkeme salonlarındaki masumiyeti yaralayacak kararlardan
son derece utanç duyduk. Sizlerden, bu konuda hazırlanan deklerasyonu imza­
lamanızı rica ediyorum . Bunu imzalamanız, sadece uluslararası dayanışma için
değil, aynı zamanda devletinizin kurucusu olan Kemal Atatürk için ve ülkenizde­
ki laikliğin güçlenip, gelişmesi ve cesaretlenmesi için olacaktır.
Köktendinciler, dünyanı n her yerinde ortak ilişkiler içerisinde çal ışmalar yürü­
tüyorlar. Bizler de yeryüzünde kurulacak tüm dinsel diktatörlüklere karşı savaşa­
cak olanlar, ortak ilişkiler içine girerek, ortak çalışmalar yürütmeliyiz. Ve eğer bu
kongrede böyle bir karar al ınırsa, çok büyük ve pratik bir gelişme sağlanacağ ı­
na inanıyorum.
Hepinize çok teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Cevat GERAY


Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Böylece konuşmaları tamamlamış bulunuyoruz. Oturuma
teknik nedenlerle biraz geç başladık. Sonraki oturumun zamanında başlayabil­
mesi ve tamamlanabilmesi açısından, tartışmaya yarı m saatimizi ayırmak duru­
mundayız. En fazla 1 6. 1 S'e kadar sürecek bir tartışma. Bu arada şunu belirtmek
istiyorum, soruları yazılı ve sözlü olarak alacağız. Yazılı sorular için sorun yok
ama sözlü soru soranların isimlerini ve soruyu kime yönelttiklerini alabilirsek, bu
yarım saati hakkaniyetle ve uygun bir biçimde kullanmış oluruz. Mikrofon dolaşı­
yor efendim. Ben şimdi isimleri almak istiyorum . Söz almak isteyenler lütfen ken­
dilerini tanıtsınlar. Evet efendim. Buyurun Sayın Güvenç.
Kaya Güvenç
Konu, köktendinciliğin ekonomik kökeni veya ekonomi ile olan ilişkileri. Sayın
konuşmacı lar, konuşmalarının kendi kapsamı içinde, bu konuya pek değinmedi­
ler. Konferansın bildirilerinde de bu konuda somut ve özgün bir bildiri saptaya­
mıyoruz. Son zamanlarda gerek ülkemizde ve gerek en açık örneğiyle İran'da
görülen durum, bunu sınıfsal bir yapısı olduğunu gösteriyor. Bir iktidar yapısı var,
bir de ekonomik yapısı var. Görüşlerimizi sonraki ortamlarda daha ayrıntılı ola-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


63

rak, zannediyorum özellikle tartışma bölümünde aktarma olanağına sahip olaca­


ğız. Ancak bu oturumdaki sayın konuşmacılar bu konuda ne düşünüyorlar, akta­
rı rlarsa sevinirim.

Prof. Dr. Cevat GERAY


Oturum Başkanı
Birazdan sırayla söz vereceğim. Özellikle Sayın Prof. Aren, eski bir iktisat öğ­
retim üyesi olduğundan, bu konuya değineceklerdir. Soruları topluca alalım. Evet
Sayın Ali Balkız. Bu arada Sayın Faik Akçay'ı n bir sorusu var. Peter Priskil'in ya­
nıtlamasını istiyor. "Batı ülkeleri dinin etkisinden kurtulabilmek için Protestanlığı
geliştirerek, Rönesansı yaşadı . Türkiye ne yapabilir?" Soru bu. Sayın Balkız, bu­
yurun.

All Balkız
Dinler tarihi, bir savaşlar tarihidir de aynı zamanda. Her din, var olabilmesinin
hikmetini, kendinden bir önceki dinle savaşmakta bulmuştur. Tarih boyunca din­
ler, asla dinsizlerle savaşmamışlardır. Başka bir şeye inananlarla savaşa girmiş­
lerdir. Bu, dinin özünde vardı r. Ve din, bir bireyi fethettikten soıira -eğer buna fet­
hetmek diyebiliyorsak- onu, ruhuyla, vicdanıyla, eliyle ayağı arasındaki işlemi ile
bire bir koordine eder, ona bile hükmeder. Kişinin kendi kendisiyle, ailesiyle,
komşusuyla, devletiyle, başka toplumlarla ve başka şeye inananlarla olan ilişki­
sini, bu düzlem içerisinde din oluşturur. Kendisinden başka bir şey kabul etmez.
Sivas örneği, konuşmacılar tarafından da anı msatıldığı gibi burada da bu duru­
mu görebilirsiniz. Siz Sayın Cevat Geray, Sivas'ı yaşayanlardansınız. Burada
birkaç arkadaş daha görüyorum. Sayın Demet Işık, Sayın Kamer Çakır bey, Ne­
val hanım ve diğer arkadaşlarla birlikte Sivas'ı yaşadık.
Ben bu olayın en önemli yanına dikkatinizi çekmek istiyorum. Öğle namazın­
dan çıkanlar oteli kuşattılar. Giderek saatlerin ilerlemesiyle birlikte, ikindi namazı
vakti geldi. Ezan okundu. O iki ezan arasında, otelin içindekilere neler yaptıkları­
nı, hepimiz biliyoruz. Bağırdıkları kadar, bağırdılar. Atacakları kadar, taş attılar.
Edebilecekleri kadar, küfür ettiler. Protesto etmekse, ettiler. tatmin olmaksa, oldu­
lar. Sevap kazanmaksa, kazandılar. Ama, o ikinci ezana icabet edip, camiye git­
mediler. Oysa dinleri onlara, o namaza gitmelerini emrediyordu. Hayır gitmemeliy­
diler. Çünkü Kuranı-Kerim'in birçok ayeti onlara diyor ki "vuruşun, sonuna kadar

Mart 1997 - Ankara


64

vuruşun ve öldürün". Dinin özü, İslamiyetin özü şiddettir, kandır, kendinden olma­
yan her şeyi yok etmektir ya da kendisine benzetmektir. Bunlar, otelin içindekiler­
den belki Aziz Nesin'in adını biliyorlardı. Ama başkalarının kimler olduklarını bilmi­
yorlardı. Kimler buradakiler, meslekleri ne, eğitimleri ne, öğretimleri ne, dinleri ne,
mezhepleri ne, kültürleri ne, bilmiyorlardı. Ama bir şeyi biliyorlardı. Bu otelin için­
dekiler, bizden değil. Bize benzemiyorlar. Bize benzemememeleri, onların yakıl­
malarını helal kılıyordu. Bu anlayıştaki bir dinle, bu anlayıştaki dindarlar toplulu­
ğuyla bizler, hangi ortamda birlikte yaşayabiliriz. Daha doğrusu onları, buna nasıl
razı edebiliriz. Böyle bir ortam oluşturalibilir mi? Bunun koşulları nedir? Sayın Sa­
dun Aren'den rica ediyorum. Teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Cevat GERAY


Oturum Başkam
Ben de teşekkür ediyorum. Buyurun Sayın Demet Işık.

Demet Işık
Sayın hocam dediler ki, "Köktendincilikte, oylama falan olmaz". Yani toptan ol­
mak zorundasın. Biraz köktendinci, biraz kenardan dolaşan olmaz, dediler. Bu
doğru bir saptama. Ben şunu söylemek istiyorum; köktendinci olan klanlar ve aşi­
retler var. Dünyanın belirli yerlerinde bunlar var ve çok kapalı yaşıyorlar. Yani, çi­
vi kullanıyor, araç kullanmıyor, belli yiyecekleri yiyor, televizyon seyretmiyorlar.
Bunlar gerçekten dini köküne kadar kullanıyorlar ve çok kapalı yaşıyorlar. Halbu­
ki, bizim bugün Türkiye'de karşı karşıya olduğumuz kesimin, köktendinci gibi
davranarak, siyaset için dini kullanmalarından başka bir şey değildir. Köktendin­
cilik dünyada bu anlamda kullanılıyor. Kahire'de bir kadın konferansına katıldık.
Orada birçok şeyi açıkça gördük. Hı ristiyanlık ve onun mezhepleriyle, İslamiyet
ve onun mezhepleri mensupları arasında çok iyi bir işbirliği yaratıldı. Demostras­
yonuyla, insan gücüyle, el ele tutuşmalarıyla, neredeyse ilahileriyle, bir birliktelik
yarattılar. Yani, H ı ristiyanlık da Müslümanlık da eğer köktendinci olsalardı , birbir­
leriyle bu kadar uyuşamazlardı.

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


2. OTURUM
Oturum Başkan ı
Şanal Saruhan
2. OTURUM

Düzenleme Kurulu Görevllsl


Konferansımızın ikinci oturumunu açıyorum . Oturumumuzun konu başlığı
"Şeriat ve Kadın". Sayın Şanal Sarullan'ı oturum başkanı olarak kürsüye davet
ediyorum . Oturumda, Prof. Dr. İlhan Arsel'in bir bildirisi var. Kendisi bu toplantı­
da bulunamayacağını söyleyerek bildirisini gönderdi. Bu bildiriyi, düzenleme ku­
rulumuzdan Sayın Sabiha Çaycı okuyacak. Programda bir de zorunlu değişiklik
yaptık. Farklı bir program nedeniyle Sayın Oral Çalışlar, konuşmasını yarınki be­
şinci oturumda, yani saat 1 4.00-1 4.30 arasında yapacak. Şimdi,onun yerine Sa­
yın Bedri Baykam'ı kürsüye davet ediyorum. Bu oturumun diğer konuşmacısı
Prof. Hüseyin Batuhan'dı. Ancak, şu ana kadar gelmediler. Oturumumuz bu şe­
kilde devam edecek. Sayın konuşmacıları kürsüye davet ediyorum.

Şanal Saruhan
Oturum Başkanı
Değerli arkadaşlar, konuşmacılar adına hepinize teşekkür ediyorum. Bugün
başlayan çalışmamızın, kanı mca son derece önemli bir bölümüne gelmiş bulu­
nuyoruz. Bilindiği gibi köktendincilik "'8rkesi, ama özellikle kadını çifte paranga­
ya alan bir anlayıştır. Biz, kadınlar olarak şeriatın karşısında özellikle kadınları n
durması gerektiğine inanıyoruz. Ama şeriatın hedefi kadın ya da erkek değil, şe­
riatın öncelikle hedefi demokrasi, özgürlük ve laiklik. Oysa biz, gerçekten de­
mokratik, gerçekten özgür, gerçekten laik bir eyleme geçmek istiyoruz.

Şimdi, değerli İlhan Arsel'in aramızda bulunamayışı nedeniyle, onun bildirisi­


ni Sayın Sabiha Çaycı sunacak.

Mart 1 997 - Ankara


68

Prof. Dr. İlhan Arsel


(Sabiha Çaycı sunuyor)

Şeriata ve Şeriatçıya Karşı Savaşım Görevi


Atatürk'ün, mucize olarak şeriat batakl ığından kurtarıp akı lcılığa, müsbet ah­
laka, benlik duygusuna ve çağdaş uygarlığa ulaştırdığı Türk toplumu bugün,
müptezel çıkarlar uğruna işbirliği yapan ve her şeyi din açısından ölçüye vuran
şer temsilcilerinin pençesindedir.
Şeriatçılar, görülmemiş bir azg ı nlık içerisinde ve en sinsi ve hileli usullerle
devlet yönetiminin kilit noktalarını ve bu arada laikliğin silahlı, teminatı olan or­
duyu ele geçirme hevesindedirler. İnsanlarımız, tıpkı Cumhuriyet döneminden
önce olduğu gibi şeriatın insan beynini kemirici, aklı ve mantığı yok edici, düşün­
me gücünü yitirici, yaratıcı zekAyı körletici, kadınları küçültücü ve insan varlığı­
nı, "kul" kertesine indirici verileriyle şekillendirilme yoluna girmişlerdir.
Bu felaketli gidişi önlemenin tek yolu, akılcılığın sesini yükseltip, laikliğe ve
Atatürk devrimlerine sarılı olarak şeriatçının sahte saltanatına ve şeriatı n aydın­
l ığa başkald ıran başıboş saldırılarına karşı savaşım vermektir. Bu, herkesten ön­
ce biz Atatürkçülere ve zinde güçlere düşen kutsal bir görevdir.
Bazı kimseler "inanç" yönlüsü şeriatçı ile "akılcı düşün" yönlüsü aydının bir
araya gelemeyeceğini, uzlaşamayacağını ya da şeriatçının aydın ve aydının da
şeriatçı olamayacağ ını öne sürerek: "modern görünümlü de olsa kim ki geri­
cidir, konuşmayalım, tartışmayalım ve sakın ola ki onları yola getiririm di­
ye uğraşmayalım" diyorlar.
Oysa ki aksine, şeriatçı ile tartışmak gerek; onu yola getirmek için değil (çün­
kü yola gelmez) fakat yalanların ı, akıl dışıl ıklarını, uygarlı kla bağdaşmazlıklarını
ortaya vurmak için tartışmak gerek; 1 400 yıllık yalanlarla başkalarını da kendisi
gibi gerici yapmasını önlemek için tartışmak gerek.
Ama tartışabilmek için şeriatın içyüzünü bilmek gerek; akla ve mantığa ters
yönlerini, çağdışıl ıkların ı öğrenmek gerek ve biraz da medeni cesarete sahip ol­
mak gerekir.
Ne yazık ki aydı n olarak bizler "şeriat" konularında tam bir bilgisizliğe, ve "me­
deni cesaret" alanında da sınırsız bir ürkekliğe saplanmışızdır. Bu bilgisizlik ve
cesaretsizlik içerisinde şeriatçıyı başı boş bırakmış, onunla tartışamaz, onun ya­
lanlarına karşı çıkamaz olmuşuzdur.
Örneğin şeriatçı kalkıp da bizlere: "Yaşamlarımızı din kurallarına uydurma!ıyız,

KOktendincilil)e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


69

aksi takdirde Kuran'ı inkAr etmiş oluruz" dediği zaman, kalkıp da kendisine: "Hayır
uymamız gereken şey din kuralları değll, Kuran değll, her şeyden önce akıl
kurallarıdır; yönelmemiz gereken şey akılcılıktır; çünkü şeriat verllerl çağdaş
yaşamlara, çağdaş özgürlüklere yer vermez" diyemiyoruz. Çünkü şeriatın akla,
mantığa ve çağdaşlığa ters yönlerini bilmiyoruz ya da bilsek de bunu söyleyecek
cesareti gösteremiyoruz.
Yine bunun gibi şeriatçı bize: "Şeriata inanan insanlar olarak .. cehaleti, atale­
ti ve meskeneti terk etmeliyiz" dediği zaman, kalkıp da "Evet ama cehaleti, ata­
leti ve meskeneti yaratan şey şeriatın ta kendisidir" deyip şeriatçıyı sustura­
mıyoruz, çünkü şeriatın bu yönlerini bilmiyoruz, bilsek de söyleme cesaretini
gösteremiyoruz.
Yine bunun gibi şeriatçı bize: "İslam şeriatı özgürlük dinidir, hoşgörü dinidir;
İslam'da zorlama olmaz" dediği zaman, bizler kalkıp da "Hayır yalan söylüyor­
sun ! Çünkü şeriat özgürlükleri reddeder, hoşgörüyü reddeder; şeriat: şid­
det ve zorlama üzerine bina edilmiş olup İ slam'dan gayrı gerçek din tanı­
maz; İslam'dan başka dinlere rağbet edenleri sapıklık ve ziyan içerisinde
sayar; müşriklerin (puta tapanların öldürülmelerlnl emreder; "Kitap ehil"
olanların (Yahudilerin ve Hıristlyanların) İ slami kabul etmedikleri takdirde
(etmemenin cezası olarak) cizye (kafa parası) vermeleriol ve eğer bu iki
şeyden birini yapmadıkları takdirde yok edilmelerlnl emreder; Her kim di­
nini (yani İslam'ı) değiştirirse, onu hemen öldürünüz" şeklinde konuşup bu
emirlerin kaynağını şeriatçının suratına vuramıyoruz. Çünkü bunları bilmiyoruz,
bilsek da söylemeye cesaret edemiyoruz.
Yine şeriatçı bizlere: İslam şeriatı kadına önem ve değer verir, kadın hakları­
nı ve özgürlüklerini gerçekleştirir" diye konuştuğunda, bizler: "Hayır yalan söy­
lüyorsun, şeriat kadını aklen ve dinen dun saymıştır, erkeği kadına üstün
kılmıştır, iki kadının tanıklığını bir erkeğin tanıklığına eş tutmuştur, miras
paylaşımında kadına yarım pay ayırmıştır, kadını aşağılatmak için: -namaz
kılanın önünden eşek, köpek, kadın geçerse namaz bozulur- demiştir; ka­
dına dayak atılmasını öngörmüştür; ya da; Uğursuzluk karıda evde ve atta
bulunur; şeklinde ve daha buna benzer nice hükümler sevk etmiştir" diye
söyleyemiyoruz, çünkü bunun böyle olduğunu bilmiyoruz, bilsek de ağzı m ızı aç­
maya cesaret edemiyoruz.
Yine bunun gibi şeriatçı bizlere: "Şeriat batıl itikadlere, hurafelere yer vermez"
dediği zaman bizler bu iddianın yalan olduğunu, çünkü şeriatın baştan aşağı hura­
fe niteliğindeki hükümlerle dolu olduğunu söyleyemiyoruz: örneğin "esnemek şey-

Mart 1997 - Ankara


70

tandandır, sizden biriniz, esneyeceği zaman gücü yettiği kadar onu karşılasın, çün­
kü sizden biriniz esnerken . . . -Haa- deyince şeytan (sevincinden) güler", ya da:
"Merkep şeytan görmedikçe anırmaz. Merkep anırınca siz Allahu Teala'yı zikredin
(Muhammed'e de) salavat getirin", ya da "Fena rüya şeytandandır. Biriniz korkunç,
yani karışık rüya gördüğünde hemen sol tarafına tükürüp, üfürsün ve o rüyanın şer­
rinden Allah'a sığınsın" şeklindeki nice sayısız hükümlerin Diyanet İşleri Başkanlığı
tarafından insanlarımıza belletildiğini sergileyemiyoruz; çünkü bilmiyoruz, bilsek de
cesaret edip konuşamıyoruz.

Sabiha Çaycı
Değerli hocanın, Kadın ve Şeriat konusunda çok daha açıklamalı , detaylı bil­
gileri var. Şeriatın kadın hakkındaki hükümleri üzerinde teker teker durarak şöy­
le diyor.

Prof. Dr. İlhan Arsel


(Sabiha Çaycı sunuyor)

Şeriata Başkaldıran Kadınlarımıza Karşı "Aydın"ın


Tutumu Hakkında
"Aydın" bildiğimiz kişilerin, bu arada bazı parti liderlerinin, kadınlarımızın şeri­
ata karşı yürüyüşlerini azarlarcasına takındıkları olumsuz tutum, hele "şeriat İ s­
lam'dır" demeye gelen beyanları üzüntü vericidir. Fakat düşünmek istiyoruz ki on­
ların bu tutumu, ahlakiliğe ters düşen çıkarcı bir istekten (örneğin oy toplama he­
vesinden) değil, sadece şeriatın içeriğini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Yoksa
eğer, şeriatın kadını aşağılatan yönlerinden haberli bulunmuş olsalar, kuşku etmi­
yorum ki: "Ey kadınlar şeriata karşı şahlanın" şeklinde bir şeyler demekten kendi­
lerini alamazlardı. "aydın"larımıza ve siyasetçilerimize yardımcı olmak umudu ile
çoğu yayımlarımdan alıntılar yaparak şunu söylemek istiyorum: lütfen şeriat kay­
naklarını ve özellikle Diyanet İ şleri Başkanlığı'nın yayımlarını inceleyiniz; gözünü­
ze ilk çarpacak şey, Türkiye nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan kadınlarımı­
zın hak ve özgürlüklerini çiğneyen veriler olacaktır. Örneğin açınız Diyanet'in ya­
yı mladığı "Sahih-i Buhari Muhtasarı . . .'nın 1 0. cildinin 449-451 sayfalarını: karşını­
za "Mukadderatını bir kadının ellne veren mlllet felah bulunmaz" şeklinde bir
hüküm çıkacaktır. Her ne kadar günümüz itibarıyla bu hükmü haklı kılan bir örnek
bulmakta güçlük çekilmeyeceğini söyleyebilirseniz de bu iddianızın tarihsel ba-

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


71

kımdan (özellikle Türk tarihi bakımından) dayanağı olmadığı aşikardır. Fakat her
ne olursa olsun, yukarıdaki hüküm "kadınların dinen ve aklen dun" olduklarını be­
lirten diğer bir hükümle bağlantılı olup TC Devleti!nin , Diyanet aracılığıyla, kadı na
bakış açısının olumsuzluğunu ortaya vurur. (Bkz. Sahih-i. .. , cilt. 1 . sh. 223) Yine
bu yayımların 1 . cildinin fihrist kısmının "Kitabü-i Hayz" bölümündeki bir kesimin
başlığı aynen şöyledir: "Kadının dinen ve aklen erkeklerden dun olduğuna dair
Ebu Said hadisli". Aynı cildin 223. sayfasında hükmün kendisi yer almıştır. (H.
no:209) Bu hükme göre kadınlar "eksik akıllı, eksik dinli" olup "akıllı ve dininde
olan kimselerin aklını çelebilen" kimselerdir; ötekine berikine çokça lanet eden",
zevcelerine karşı "küfran-ı nimet gösteren" kimselerdir; bu nedenle cehennem
halkının çoğunluğunu oluştururlar. Yine aynı hükme göre kadınların "eksik akıllı,
eksik dinli" olmalarının nedeni, bu şekilde, yaratılmış olmalarındandır: "eksik din­
li"dirler çünkü "hayırı gördükleri zaman namaz kılamaz ve oruç tutamazlar"; "ek­
sik akıllıdırlar çünkü "kadınların şahadeti erkeklerin şahadetinin yarısıdır" (Bkz.
Sahih-i. . . , Cilt 1 , sh. 223 H. no. 209 ayrıca bkz. K. Bakara Suresi, ayet 282).
Yine Diyanet'in açıklamalarına göre kadın, "iradesindeki fıtri za'fa mebni" sa­
dece "şahadet" bakımından değil fakat diğer "cihetlerden"de birçok görevleri üs­
telenemez. Ü stelenemeyeceği görevler arasında yargıçlık, kadılık, imamlık ve
özellikle "millet otoritesini temsil" gibi kamu görevleri vard ır. Öte yandan kadın,
kocası ya da yakın akrabaları ndan bir erkek olmadan uzak bir mesafeye (bir
günlük, ya da üç günlük yere) seyahat edemez. Diyanet'in açıklaması aynen
şöyle: "islam dini . . . kadının bünye ve iradesindeki fıkri za'fa mebni muayyen hu­
susta kadını, mehariminden bir erkeğin vesayetine vermiştir ki kadının uzak bir
mesafeye gidebilmesi.. için zevcin veya bir mahreminin bulunmasını şart kılma­
sı bu cümledendir". Burada geçen 'fikri za'f" deyimi, kadının yaradılış itibarıyla
"iradece güçsüz" olduğunu anlatmak için kullanılmıştır. (Bkz. Sahih- Buhari Muh­
tasarı . . . , Cilt. H , sh. 449-451 , Hadis no. 1 660; ve Cilt 1 0, sh. 2 1 9-220 s.)

Bütün bunlara ek olarak kadınların "tesettürsüz" dolaşmalarını, "erkek eli" sık­


maların ı , "edal ı" şekilde konuşmalarını, vs . . . yasaklayan ya da dayak atılmaya
ve miras'ta yarı hakka layık kılınmalarını hükme bağlayan ve öte yandan bir de
hakaret niteliğindeki verileri göz önüne getirirseniz (ki bunlar arasında "cehenne­
min çoğunluğu kadınlar oluşturur", "namazı bozan şeyler: köpek, eşek, do­
muz ve kadındır", "Uğursuzluk karı da, ev de ve atta . . . dır", " . . . kad ınlardan da­
ha zararlı fitne ve fesad amili yoktur" gibi ve daha benzeri niceleri vard ı r ve kay­
naklarıyla birlikte Şeriat ve Kadın adlı kitabımda sergilenmiştir) nasıl bir karanlık
manzara ile karşılaşacağ ınız ortadadır.

Mart 1 997 - Ankara


72

Fakat iş bununla da bitmiş olmuyor! Yine şirat kaynaklarından, (ve örneğin al­
Sa'labi ve al-Kisa'i gibi yazarlardan, ki her ikisinin de Kisas al-anbiya adlı yapıt­
ları vardı r) öğrenmekteyiz ki biz erkekler, sevgili Adem babamızın "topraktan" ya­
ratılmış olması sayesinde, kadınlara üstünlük arz eden birtakım ayrıcalıklara
konmuşuzdur. Şu bakımdan ki şeriatçının uydurduğu masallara göre Hawa,
Adem'in eşi olup, Adem cennete uykuda iken, onun sol kaburgasından alınan bir
kemikten oluşturulmuştur. Adem "topraktan" ve Hawa kemikten yaratıldıkları için
erkek, yaşı ilerledikçe güzelleştiği halde, kadı n yaşland ıkça çirkinleşmektedir.
Öte yandan İblis'e uyarak şer ağacının meyvesini önce hawa yediği için suçun
büyüğü ona aittir! Güya Hawa, kocasına şarap verip onu sarhoş ettikten sonra
yasak meyveyi sunmuş, o da onu yemiştir. Yasak meyveyi yedirmekle de bütün
insanlığı sonu gelmez bir bahtsızlığa sürüklemiştir. Bundan dolayıdır ki Hawa'ya
(ve dolayısıyla kadı n sı nıfına) birtakım cezalar uygun görülmüştür ki bunlar ara­
sında hayz, gebelik, doğum sancıları, yarım değerde şahitlik, erkeğe boyun eğ­
mek, vs .. gibi olanları vardır. Hayz'lı olması ve erkeğe nazaran şahadetinin ya­
rım sayılması nedeniyledirki biraz yukarıda belirttiğimiz gibi kadın "dinen ve ak­
len dun yaratık" sayılmıştır.
Bilmem bütün bunlara "aydın"ları m ız ve "aydın" bildiğimiz siyasetçilerimiz ne
derler? Kadınlarımızı karşılarına alarak: "Bunlar şeriat emlrlerldlr; halk şeriatı
İslam diye blllyor. Bu nedenle insan haysiyeti ve özgürlükleriyle bağdaşmaz
olsalar dahi bu emlrlere boyun eğin ve şeriata karşı asla dlkllmeyln"mi diye­
ceklerdir? Yoksa: "Şeriata karşı bütün gücünüzle dikllln! Zira akla ve lime ters
bu tür emirlere boyun eğmek haysiyetsizlik olur" diyerek kendilerini, insan de­
nilen varlığa saygılı birer aydın ya da siyaset adamı olarak mı tanımlayacaklardır?

Buna benzer örnekleri çoğaltmak kolay. Anlatmak istediğim şudur ki eğer biz­
ler, şeriatın ne gibi hükümler kapsadığını bilebilmiş olsak ve dayanışma yolu ile
biraz medeni cesarete sahip bulunsak, şeriatçıyı kendi silahlarıyla susturup, in­
sanlarımızı akıl rehberliğine ve dolayısıyla sınırsız gelişme olasılığına kavuştur­
muş oluruz.

Aslında bunu yapmak, bizler için bir görevdir. Ve kuşku edilmemelidir ki bu


görevi yerine getirebildiğimiz gün, şeriatın insanlarımızı gerilikler içinde tutan tıl­
sımı sona erecek ve Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün dediği gibi sonsuza dek ko­
runmuş ve savunulmuş olma güvencesine erişilecektir.
Sayg ı ları mla.

KOktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


73

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Değerli Prof. Dr. İlhan Arsel ve Sayın Sabiha Çaycı'ya teşekkür ediyoruz.
Programda bir değişiklik olmuştur. Şimdi, ressam ve yazar Sayın Bedri Baykam
bize, Demokrasinin, köktendincilik yolundaki sapkın kullanımları ve şeriatçı
komplo, başlığı altındaki bildirilerini sunacaklar. Buyurun Sayın Baykam .

Bedri Baykam
Ressam-Yazar
Demokrasinin Köktendlnclllk Yolundakl Sapkın
Kullanımları ve Şeriatçı Komplo
Sağolun sayın başkan, sevgili izleyiciler.
Öncelikle şunu vurgulamak istiyorum; zor günlerde, zor şartlar altında bu
uluslararası konferansı, beraber örgütleyebilmiş olmamız, beraber burada topla­
nabilmiş olmamız güzel bir başlangıç. Ü mit ediyoruz ki bu birinciyi, ikinci, üçün­
cü ve daha birçok konferans izleyecek ve her geçen yıl bunu güçlendirmeyi, el
ele başaracağız. Gerek yabancı katılımcıların bize verecekleri artan destekli, ge­
rek bizlerin daha geniş ve salonları dolduracak bilinçli, kitlese l yaklaşımı bir ara­
ya getirmekle, önümüzdeki yıllarda daha görkemli konferanslar toplayabileceği­
mize eminim.
Biraz önce Sayın Saruhan'ın size okuduğu bildirimin başlığıyla, sözünü etti­
ğiniz, Şeriat ve Kadm veya şeriat yönetimi altında kadı nların içine düştüğü zor
ya da imkansız yaşam şartları, artık güncel bir durumda. Zaten, laik demokratik
cumhuriyeti hedef alan şeriatçı yaklaşımları n mantığı, artık -kadın-erkek ayrımı
gözetmiyor, laik, anti laik yarım ı gözetiyorlar. Laikliği benimsemiş ve çağdaş bir
cumhuriyette, demokratik parlamenter bir rejimde, özgür bir ortamda yaşamayı
seçmiş insanları da en az kadınlar kadar hedef alıyorlar. Hatta daha da ileri gi­
derek, burada benden önce konuşan Peter Priskil'in de dediği gibi "tüm düşman­
larını toptan yok etmek gibi amaçlar taşıyorlar". Bizde de Türkiye'de, bu konuda
maalesef çok enteresan olaylar yaşıyoruz. i ntihara koşan kadınlar, bu beyin yı­
kama operasyonlarına çocukluklarından beri kapılıp, esir düşüp, adı m adı m ken­
di yurttaşlık haklarını toptan yok edecek bir veba gibi üstlerine giden ve onlara
yurttaşlık haklarından tamamen soyutlayacak bir yaklaşımı destekliyorlar. Adeta,
biz bu esarete düşmek istiyoruz, biz hakları m ızı kaybetmek istiyoruz der gibi
kendi çıkarları aleyhine yürüyüş yapıyorlar, imza topluyorlar, televizyonlarda gö-

Mart 1 997 - Ankara


74

rüş belirtiyorlar. Bu gibi kadınların, örneğin televizyonlarda şeriatçılığı savunan


bir kadının, savundukları tezlere uygun davranmaları, söylediklerini uygulamala­
rı durumunda ise televizyonlara çıkmaması veya yanında kocası olmadan soka­
ğa çıkmaması gerekir. Ne yazık ki bu komik senaryo Türkiye'de oynanmaktadı r.
Birçok insan bunun bilincin9.e, politikacılar bunları konuşuyorlar. Milli Güvenlik
Kurulu bunları konuşuyor.
Türkiye'de bir doktor, -yabancı konuklarımız için söylüyorum.- bir kadına ta­
cizde bulunmuş. Medyada, dört gündür hu olayı sekiz sütuna manşet izliyoruz.
Türkiye'nin 20. yüzyılını ilgilendiren, uluslararası böyle bir konferans düzenleni­
yor. Yalnız Türkiye'nin değil, dünyanı n da gidişatını etkileyecek ve geleceğini il­
gilendiren böyle bir konferansa, medyanın dörtte biri, ya da beşte biri ilgi göster­
di. O da yalenızca sabah oturumunda. Böyle kritik bir ortamda yapılan bu konfe­
ransı, Milli Güvenlik Konseyi'nin koruduğunu umarsınız. Sanırsınız ki büyük ga­
zeteler her gün bir tam sayfası n ı bu konferansa ayıracaklar. Bu aydı nların tartış­
malarını gündeme getirecekler. Ne gezer. Onlar neredeyse, taciz edilen kadının
sutyeninin markasını bile ön plana çıkarıyorlar. Tabii bu, acı bir durum. Halkın ör­
gütlenmesi, bilinçlenmesi ve bu gidişi dur diyebilmesi de bu yüzden zorlaşıyor.
Bu olayın en acı tarafı da 2000'1i yıllara yaklaşırken, bu konularla zaman kay­
betmemizdir. Hatırlıyorum; 60'1ı yıllarda, 2000'1i yılları düşünürken, biz de uzaya
gidebilecek miyiz, robotlar hayatımızı ne kadar etkileyecek diye düşünürdük.
2000'1i yıllarda, eğitim ve sağlık sorunlarını çözümlemiş olabilecek miydik? Ana­
dolu'ya kültür taşımayı halletmiş olacaktık da teknoloji günlük hayatımıza ne ka­
dar girecekti, robotlar dünyada olacaklar m ı diye düşünürdük. v-e 2000'li yıllar
geldi . Bizler bir kabus gibi uyanmaya çalı � ıyoruz. Ortaçağın dil, din, ırk, mezhep,
cinsiyet tartışmalarıyla uğraşıyoruz. Bunlarla korkunç zaman kaybediyoruz. Ve
ben, bugün 20-25 yaşlarında olan gençler için çok üzülüyorum. Her akşam tele­
vizyonu açıyorlar ve her akşam o televizyon ekranlarında ve gazete sütunların­
da şeriat, Kuran, laiklik, demokrasi, Alevi-Sünni, mezhep, gusul abdesti, imam
nikahı , şu tarikat, bu duayla boşanmış sayılır mı o tarikatte kocasından boşanan
kad ı n diğer kocaya vardığında, iki eşli mi olur, yoksa boşanma geçerli sayılır m ı ?
Her akşam bunları dinliyorlar, bunları okuyorlar. Korkunç bir zaman kaybı . Kor­
kunç bir enerji kaybı . Korkunç bir para kaybı. Bizler de bu zaman kaybını durdu­
rabilmenin çabalarını veriyoruz. İşin acı tarafı , Türkiye'nin, 2000'e üç kala, bu ko­
mik duruma esir edilmiş olmasıdır. Ü niversitelerde gençlerle konuştuğumda, ço­
cuklar diyorum, "bu her akşam dinlediğiniz konuşmaları ciddiye almaym, alıştırı­
la, alıştırıla delirtildik". Bu ülke, bu toplum alıştırıla, alıştırıla delirtildi, damardan
verilerek. Gerçek dünyanın, gerçek tartışmaların normal olarak ilkokulda, orta-

KôktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


75

okulda, yurttaşlık bilgisi derslerinde öğrenmemiz gerekirken, ana verileri durma­


dan tartışmak, Cumhuriyetin temel niteliklerini durmadan tartışmak, ulusal kimli­
ğimizi durmadan tartışmak zorunda kalıyoruz. Hayatı bundan ibaret sanmayın.
Dünya bu değil. Bu, bizim saptırıldığımız yoz bir ortam.
Şimdi, şeriatçılığın bu kadar hızlı gelişmesini, demokrasiyi kullanarak bu
olayları geliştirme taktiklerinin, nasıl bir ortamda filizlendiğini hatırlayalım. 1 2 Ey­
lül sonrası , Türkiye'nin durumuna bir bakalı m . Bunun daha öncesine gitmiyorum,
çoğumuz bunları zaten biliyoruz. Yabancı konuklar için anlatıyorum. Türkiye'de
şeriatçılığın, 1 923 devriminin atı lımına karşılık filizlenmesi, 1 950'de Demokrat
Parti iktidara geldikten sonra verdiği ödünlerle başlıyor. Bu hareketler yer altına
inmişken, çeşitli terör eylemlerine kalkmışken, verilen ödünler sayesinde, devlet
eliyle, 1 923 devrimi ilkelerinden uzaklaşması, daha kesin çizgileriyle ortaya çıkı­
yor. Ama özellikle, 1 2 Eylül 1 980 askeri darbesinden sonra komünist tehlikeyi or­
tadan kaldı rmak için dini motifler öne sürülmeye başlanıyor. Maneviyatçılık ve
milliyetçi muhafazakarlık kavram ı geliştirilir ve bir Türk-İslam sentezi adı altında­
ki yutturmacaya, adım adı m dönüştürülüyor. Bu arada hepimizin bildiği gibi Ata­
türkçülük adına bu darbeyi yapıyorum diyen insan, Atatürk'ün partisini kapatıyor.
Kurumlarını kapatıyor ve sivil toplum örgütlerini işlemez hale getiriyor. Gençleri
depolitize ediyor. Atatürk'ün gençliğe verdiği emaneti, böylece geriye almış olu­
yor. O hakkı , artık kullanamazsınız diyor. Bunu duyan gençl e r de -o dönemdeki
ve daha sonra yetişen kuşak- bu Atatürkçülük mü diyor? Aman , o zaman kalsı n
diyorlar. Yani Kenanizm'le, Kemalizm'i karıştırıyorlar. Bu durumda da Türkiye
çok şey kaybediyor. Yani, Atatürkçülüğü bu sanan gençler, bu demagojiyle, Ata­
türkçülüğü hızlı bir diktatörlük ve faşizm olarak görmeye başlayıp, anti-Kemalist
yaklaşımlardan çeşitli sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar. Ve Kenan Evren'den son­
ra 1 993'te iktidarı ele alan Turgut Özal, benim gözümde neredeyse gizli bir Hu­
meyni gibi davrandı. Bir yandan Amerika'yı ön plana çıkarırken bir yandan libe­
ral ekonomiyi ön plana çıkartırken, bir yandan atari oynarken bir yandan karısı­
nın elini tutarak şovlar yaparken, bir yandan şortla askeri kıta denetlerken, diğer
yandan "Anayasa bir kere delinse bir şey olmazn diyerek, alıştığımız devlet cid­
diyetini paramparça eden bir anlayış sergiledi. 1 923'te kurulan cumhuriyetin cid­
diyetini, o güne kadar görülmemiş bir şekilde yıprattı . Ve sorarsanız, Özal de­
mokrasiyi istiyor, sol demokrasiyi istiyor. Herkes demokrasi istiyor. Sorarsanız,
Erbakan da demokrasiyi istiyor. Aman diyor. bize her türlü hakkı verin. Demok­
raside bizim de payımız var, diyor. 1 2 Eylül'ün sonuçlarından kurtulmak için söz­
de herkes demokrasi istiyor. Aman özgürlük gelsin, biz darbe istemiyoruz, diyor.
1 4 1 - 1 42- 1 63. maddeler, toptan kaldırılsın diyerek öyle bir hava estiriliyor ki san-

Mart 1997 - Ankara


76

ki o üç madde kalkınca, Türkiye sonsuz bir- özgürlüğe kavuşacak. -O zamanlar


büyük uyarılarda bulunduk, makaleler yazdık. İmzalar topladık. Parti liderleriyle
görüştük. Erdal İnönü ile görüştük. Hatta Turgut Özal'la görüştük. Rahmetli Mu­
ammer Aksoy, ADD, ÇYDD temsilcileri, Oktay Ekşi, Aysel Ekşi gibi birçok insan­
la birlikte bu çalışmaları yaptık. Ama insanları ikna edemedik. Çifte standart ol­
masın, komünizmi engelleyen düşünce yasalarıyla, TCK'de şeriatçılık proganda­
ları n ı engelleyenler, aynı anda kaldırılsın dediler. Bir yandan, Sovyetler blokunun
çökmesinden sonra demokrasiler için artık teorik bir tehlike bile olmayan 1 41 -
1 42 kaldırılıyor. Öte yandan bunun karşılığı olarak da çifte standart olmasın di­
ye, 1 63. madde devreye sokuluyor. İran devriminin, tüm Ortadoğu'ya ihraç et­
mek için devreye sokulan terörist yaklaşımları ve bunların propagandalarını ne­
redeyse serbest bırakacak yöntemler uygulanmaya çalışıl ıyor. Bunun içinde bin­
lerce ton dinamit var, TNT var.
Türkiye böyle bir oyuna geliyor. Böylece, legal ve illegal alanlarda şeriatçılar,
rahat bir ortamda at koşturmaya başlıyorlar. Şiddeti içeren dini yayınların elde et­
tiği boş sahada, şiddeti Allah'a hizmet etmek gibi görerek yetişen, yitik kuşaklar
yetiştiriyorlar. Burada, Aziz Nesin'in bir sözünü hatırladım. "Slvas'ta bizi yak­
maya gelenlerden şikayetçi değilim" diyor Aziz Nesin. "On/art bu şekilde ye­
tiştiren iktidarlardan ve liderlerinden şikayetçiyim", diyor. Çok haklı. Çünkü,
Sivas'ta, Aziz Nesin ve arkadaşlarını yakmaya gelen insanlar, iyilik yaptıkları nı
sanıyorlar. Diyor ki "ben dünyayı kafirlerden koruyorum, dinimi koruyorum" diyor.
"Müslümanlığı koruyorum, cennete gideceğim", diyor. Yani onlara kızmaya hak­
kı m ız yok. Ama kalkıp, onlara kızdığını söyleyen, ama o insanların bu şekilde ye­
tişmesini körükleyen, demokrasi adına bunları yaptıkları nı söyleyen ve dolayısıy­
la ülke içinde kalıcı ve iflah olmaz bir husumetin gelişmesine neden olanların,
demokrasi gösterilerine şaşıyorum. Onların, bundan şikayet etme hakları yok.
Onların buna tavır koyma hakları yok. Şikayet etme hakları yok. İran'ın devrim
ihraç etme politikalarına göz yumma var. Bir küstahlıkla başlıyor. Mart 1 987'de
Anıt Kabir'e gitmeyi reddeden İran Başbakanı'nı, kırmızı hal ıyla Konya'ya uğur­
luyoruz. Ben politikaya o gün girdim. Bunu gördükten sonra dedim ki "bunu ya­
panlar kimbilir daha ne ödünler verecekler, Türkiye adım adım nerelere gidecek"
dedim. İşte o günden bu yana, makale, konferans, kitap, sergi gibi etkinliklerle
bu mücadeleye devam ediyorum . Türkiye'de yaşayanlar bunları takip ediyorlar­
dır. Şu anda hayatımızın yüzde 65'ini, kendi geleceğimizi ve çocuklarım ızın ge­
leceğini korumak için mecburi hizmet saydığım bu mücadele ile geçiriyoruz. Ama
Türkiye'de politikayı çok iyi bildiğini söyleyenler, bu verileri nası l görmediler, an­
lamıyorum. Çünkü enflasyonla ezilmiş ve tam bir eğitim alamam ış, ortalama il-

KOktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


77

kokul dörtten ayrılmış. Bu gibilere, bunlar kafir, Allah adma öldür ve al sana
cennetin snshtsr1, derseniz, bütün bunları serbestçe bir propaganda unsuru
olarak verirseniz, lalk devlet yıkılacak elbet, diye cuma günleri sokaklarda gös­
teri yaptırıp, polisin de hiçbir şey yapmadan onları seyretmesini sağlarsanız. Gü­
ya din sömürüsünün yasak olduğu bir anayasada, din sömürüsünü yaşam tarzı
haline getiren partilerin var olmasına ve her noktasına bu yönde politikalar sür­
dürerek, yeminlerini ve anayasaya karşı gelmelerine seyirci kalırsanız, bütün
bunların sonucundan ne bekleyebilirsiniz. Ne ekerseniz, onu biçersiniz. İşte bu
yüzden, şaşırdığını söyleyen insanlara kızıyorum.
Şimdi şeriatçıların sistemi çökertme taktikleri, sistemin boşluklarını arama
taktikleri nelerdir? Konuşmamın bu bölümüne geçiyorum . 1 923'ün aydı nlanma­
cı çizgisinin kazanımlarını imha etmek için adı m adı m çalışıyor, önce Mustafa
Kemal düşmanlığı geliştiriyor. Resmi ideoloji diye ortaya bir kavram atılıyor. Ve
bizim tarih kitaplarından, Atatürk ya da cumhuriyetle ilgili öğrendiğimiz her şeyin
yanlış olduğunu, bunların bize devlet tarafından empoze edildiğini anlıyoruz. Pe­
ki, hangi devlet? 1 2 Eylül'ü yapan devlet. İşkenceci devlet, insanlara polis bas­
kısı yaptıran devlet, öğrenci coplayan devlet. Aşı rı sağcıları n, çetelerin, şeriatçı­
ların tüm kavramları da 1 923 cumhuriyetinin devletine imaj olarak yükleniyor.
Böylece 1 923'ten uzaklaşmak için bu şekilde öğrendiğimiz her şeyden şüphe et­
me veya öğrendiğimiz cumhuriyetle ilgili güzel olan her şeyle alay etme veya on­
lara düşman olma düşüncesi, yalan haberlerle ve uydurma politik demagojilerle,
Türk halkına, Türk gençliğine adı m ad ım damardan zerk ediliyor. Ö rneğin Ata­
türk, Samsun'a Bandırma isimli bir transatlantikle gitmiş. Herhalde turizm yapı­
yordu, gibi karalamalar yapılıyor. Atatürk'ün ailesi belli değil, annesi belli değil gi­
bi burada söyleyemeyeceğim terbiyesizlikler yapılıyor. Türkiye Cumhuriyeti yan­
lış temeller üzerine kurulmuştur. Devrimler halka karşı yapılmıştı r. Halka sorul­
mamıştır, diyorlar. Herhalde şunu bekliyorlardı ; ey Türk kadını, sen özgür olmak,
seçme seçilme hakkını kullanmak istiyor musun? i steyenler, lnterstar'da
90090 1 9 1 2 nolu telefonu arasın, istemeyenler 90090 1 91 3'ü arasın. Herhalde
bunları bekliyorlardı . Mustafa Kemal'in suçu, bu özgürlükleri Türk halkına kan
dökmeden ve cumhuriyetle birlikte sağlamış olmasıdır. Büyük bir suç yani.
Bizler, bu demokratik haklarımız için mücadele etmedik. Bunlar bize tepeden
inme verildi. Tepeden inme denmiş ki egemenlik milletindir. Sizi yönetenleri, ken­
diniz aranızdan seçin denmiş. Kadın, erkek eşittir, denmiş. Dil, din, ı rk ayrı mı
yapmayın, denmiş. Atatürk'ün suçları bunlar. 1 930'da Serbest Fırka'yı kurduğu,
demokrasiyi istediği, sürekli demokrasiyi öne çıkaran demeçler verdiği, yok sa­
yılıyor. Altı Ok'un içinde, demokrasi yok deniliyor. Laiklik, cumhuriyetçilik ve halk-

Mart 1997 - Ankara


78

çılık bir arada ele alındığında zaten demokrasiyi getirdiği göz ardı ediliyor. Halk­
çılığın, Atatürk'ün, Afet İnan'la birlikte kaleme aldığı kitaplarda, parantez içinde
"demokrasi" olarak geçtiği, göz ardı ediliyor. Ve bütün bu ortamda, adı m adı m ,
bir Atatürk düşmanlığı yerleştiriliyor. Bu arada, türban demogojisi devreye soku­
luyor. Bu dem_ogoji içinde, her ortamın bir kıyafet düzeni olduğu unutuluyor. Ad­
liyeye, hastaneye türbanla giremiyoruz, üniversiteye çarşafla giremiyoruz, diye­
rek, bunların kavgası başlatılıyor. Hangi çağdaş ülkede, in�anın kılık ve kıyafe­
tiyle uğraşılır, bu ne biçim çağdaş ülke diyorlar. Hangi ülkelerde bu gibi şeylerle
uğraşılır? Örnek olarak gösterdiğimiz, İran'da. Hosteslerimiz bile başları nı bağ­
lamadan İran'a giremiyorlar. Tabii bunları göstermiyorlar bize. Yine bu insanlar,
Millet Meclisi'nde, kadın milletvekillerinin eteklerinin, iki santim daha uzun olma­
sının savaşını veriyorlar. Vay efendim, çab1.Jk kapatın, böyle etek olmaz, gibi tez­
lerle meclis başkanına başvuruyorlar. Bende mi bir eksiklik var diye, kendime so­
ruyorum. Ben niye kadın dizi görünce tahrik olmuyorum? Sekreterlerin kısa kol­
lu giymesinden, kollarının görülmesinden rahatsız oluyorlar. Hani, çağdaş bir ül­
kede insanın kılığına, kıyafeti ne karışı lmaz diyordunuz, daha dün.
Özeti şu; demokrasiyi kullanarak, dinle ilgili her noktalarına özgürlük talep
ediyorlar. Ondan sonra kendi bölgelerinde, kendilerini güçlü gördükleri her za­
man, dini kullanarak, demokrasiyi ve özgürlükleri adı m adım yok ediyorlar. Kur­
tarılmış bölgeler yaratıyorlar. Ö rnek Sincan, örnek Sultanbeyli. İçki satamazsı­
nız, sanat yok, heykellere tükürülür, alkol yasaklan ır, içkili restoranlar kapatılır.
Bu kurtarılmış bölgelerde kadınlarımız, bırakın mini eteği, belki etekle bile geze­
mezler. Yaratılan böyle bir ortamda, sürekli din ve demokrasi arasında oluşturu­
lan bu dans etme; sürekli olarak işlerine geldiği gibi, zaman zaman aşı rı demok­
rat, zaman zaman aşırı dinci görünümü alı r. Ve maalesef çoğu zaman gençleri­
miz, üniversiteli beyinlerimiz, bu demogojilerin tuzağına düşüyorlar. Bir türbanın,
bir tavır olarak, askeri militanlaşmanın, İran '1aşman ı n bir sembolü olduğunu kav­
1
rayamıyorlar.
Kemalist yazarların öldürülmeleri (Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dur­
sun, Bahriye Ü çok, Uğur Mumcu) ve Sivas, bu senaryonun birer parçalarıdır. Bu­
na rağmen, öldürülen bizler olmamıza rağmen, onlar kendilerini sürekli mağdur
göstererek, 70 yıldır zulüm gördüklerini söylüyorlar. 70 yıllık zulmü bugüne ka­
dar anlayan çıkmadı. Orduyu tek ciddi rakip olarak görüyorlar. Neden? Çünkü,
parlamentoya inanmıyorlar, ceza kanununa inanmıyorlar, yasalara inanmıyorlar.
Bizim kitabımız Kuran'dır diyorlar. Onları ilgilendiren tek şey, ordu. Ordudan kor­
kuyorlar. Orduyu tek ciddi rakip olarak gördükleri için de onu sulandırmaya, boz­
maya çalışıyorlar. Orduda silah var. Sol kesimin, demokrat kesimin 1 2 Eylül'de,

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


79

ordu korkusunu veya düşmanlığını kullanarak, kendilerini savunmak için onları


orduya karşı bir savunma saldırı hattına çekiyorlar. Yani, şeriatçı ları reddeden,
koruyan bizler, -sol, demokrat, sosyal demokrat güçler- demokrasiyi istiyoruz.
Orduyu istemiyoruz. 1 2 Eylül'ü istemiyoruz. Bizler bunu gerçekten istiyoruz. Or­
duyu istemiyoruz. 1 2 Eylül'ü istemiyoruz. İnanarak istiyoruz. Onlar da bu devlet
yapısında tek korktukları noktada, bizim sayemizde, savunma hatları nı sağlamış
bulunuyorlar. Hedef yaratma ihtiyacındalar. Taktiklerinin önemli bir bölümü bu.
Bir bahaneyle insanları sürekli sokaklara döküyorlar. Bugün Salman Rüşdü, Tes­
lime, Aziz Nesin, yarın başkaları olacak. Hiç fark etmez, önemli olan bir bahane
yaratıp, bir hedef bulup sokaklara dökülmek. Alkole karşıyız, faize karşıyız, ero­
tizme karşıyız, pornoya karşıyız gibi gerekçelerle, olay yaratıyorlar. Ne üzücü ki
bu tuzaklara düşen çok sayıda insan var. Can ım, ne olacak içkili restoran kapan­
d ıysa; içmeyiverelim. Zeki Triko'nun mayo afişleri indirilmiş. Ben zaten mayo
afişlerini sevmem; ne o öyle kadın koymuşlar oraya. Özgürlükler bir bütündür. İn­
sanlar kendilerini ilgilendirmeyen bir özgürlüğün budanmasına seyirci kal ıyorlar.
Onları ilgilendiren özgürlüklerin budanmasında ise kimse onlara yardım etmiyor.
Bu yanlış. Bizi ilgilendirmeyen; sanatçının, öğrencinin, üniversitelerin, g rafikerle­
rin, işçilerin her türlü özgürlüğünü, bizim için kutsal olduğunu bilerek, bu yöntem­
leri ve taktiklerini de bilerek, bu Savaşı ödünsüzce sürdürmemiz gerekir. Tek he­
defleri halkın uyanmaması. Burada onlara yard ımcı olan iki kesim var. Birisi ant­
Kemalist solcular, diğeri de ikinci cumhuriyetçiler. Bıçak kemiğe dayandı. Onun
için isim vererek konuşacağım. Yani, anti-Kemalist solcular, solcu olduğunu söy­
leyen Birikim Dergisi grubu var. Murat Belge var. Her gün bir milyon satan, evi­
nize aldığınız gazetelerdeki Cengiz Çandar, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Asaf
Savaş Akat, Nilüfer Göle, Ali Bayramoğlu, Hadi Uluengin, Yavuz Gökmen .. daha
saymaya devam edebiliriz. "Bu laik yobazlar, bu dinozorlar, bu demode kişiler,
boş yere panik yapıyorlar. Onlar için ortada bir şey yok. Sincan'da ne olmuş? Bi­
rileri, "Ben Hizbullah'ım" demiş. Demiş de ne olmuş? Hepimiz Müslümanız efen­
dim." "Ben kanlı veya kansız demek istemiştim efendim" gibi olayları görmüyor­
lar.
Şeriatçı grupların en büyük taktikleri de sözlerinden hemen dönüş yapmala­
rıdı r. Önce provokasyon yapılıyor. Bu provokasyon devreye giriyor ve düştüğü
yerde etkisini gösteriyor. Gündemi al ıyorlar. Gündemi al ınca da hemen lafı çevi­
rip, "ben öyle demek istememiştim", diyorlar. Herhalde hepimiz aptalız. Televiz­
yonda izliyoruz, gözlerimizle görüyoruz, ağzından çıkanı görüyoruz. Esasında
başka bir şey anlatıyorlarmış da biz yanlış anlıyormuşuz. İkinci cumhuriyetçile­
rin eline düşen, Cumhuriyet Gazetesi, Aydınlık Dergisi, Aydı nlanma 23 Dergisi,

Mart 1 997 - Ankara


80

AD dergisi gibi marijinal yayınlara Kemalizmi hapsederek, adı m adı m öldürüyor­


lar. Bunun dışında, ılımlı Atatürkçülük diyeceğimiz bir durum, büyük gazetelerde
biraz baş gösteriyor. Oralarda bazı sağlam yazarlar var. Ama genel görünüm ola­
rak, çoğu gazeteler, yalnız 1 O Kasım ve 29 Ekim'de Atatürkçü. Ardından bakıyor­
sunuz, anti-demokratı, faşisti, laik yobazlar, laik Kemalistler şaşırıyorlar; Refah
nede!). büyüdü, diyorlar. Ben gazete patronlarını anlayamıyorum. Hürriyet-Milli­
yet Grubu, "Son Çağrı" gazetesini çıkarıyor. Bunu neden yapıyorlar? Yarın bu
dinciler iktidara geldikleri zaman "ben sizleri de tutuyorum" mu diyecek? Neye
güvenerek, hangi mantıkla bunu yapıyorlar. Yıllardır söyleriz; şeriat ve demokra­
si, yağ ve su gibidir. Birbirine karışmazlar. Ama kapitalizm, bunu bile karıştırma­
yı başardı . Yani kapitalist bir grup, böyle şeriatçı bir gazete çıkarmayı başardı .
Hepimiz şaşırdık.
Aynı gazetenin 1 3. katında, Hürriyet grubunda Son Çağrı çıkıyor. Nedir bu
Susurluk, kaldırın bunu gündemden diyorlar. İniyoruz ikinci kata; Hürriyet grubu,
Susurluğu ön plana çıkaralım, unutturmayalım, manşet yapıyor. Sonra beraber
yemek yiyorlar zemin katta. Herhalde bu, yeni liberal-kapitalist demokrasi. Med­
ya dışında Kemalizme getirilen sansür sonuçları ne oluyor, hepimiz bütün Ata­
türkçülük yollara dökülüyoruz. Ben yılda iki yüz konferans veriyorum ortalama.
Belki her gün konuşsanız ileteceğiniz mesajları dörder saatlik konuşmalarla yur­
dun her noktasına giderek adı m adı m vermiş oluyoruz. Bunun iyi tarafı da yurdu
gezmiş oluyorsunuz. Konferanslarınız, fikirleriniz kolay ulaşamadığı için daha
çok ilgi görüyor. Bu da işin şakası. Fakat sonuçta bu sansür aynen devam edi­
yor.
"Laiklik, siyasetin dine hizmet etmesidir" diyen Tansu Çiller, laiklik tanımlama­
sı yaparken "laiklik, dinsizlik değildir" diyor. Dolayısıyla iki yüz tane cami , iki yüz
tane daha Kuran kursu açalım diyen AP döneminden gelen bu tanımlamaya alış­
m ıştık da direkt olarak "siyaset dine hizmet etmektir" diyen bir Çiller tanımlama­
sına yeni eriştik.
Elhamdülillah laikiz ve elhamdülillah Müslümanız. Bazı mahallelere göre çe­
şitli semtlerde çok güzel .kıyafetler ve incik-boncuklar görüyoruz. Kimi yerlerde
baş örtüsüyle görüyoruz, tespihle görüyoruz. Türkiye hiçbir zaman laik bir sağ
parti çıkaramadı. Ü lkede hiç laik bir sağ parti olmadı. Buna YDH de dahil olmak
üzere. Ve bugün sizi bir demokrasi yönetiyor zannediyorsanız, birçok açıd�n ya­
nılıyorsunuz. Başta bir Refah-Yol iktidarında, DYP beni seçmezseniz, Refah
Partisi iktidara gelir demiş ve oyları toplamış, Refah Partisi'nin kucağına atmış­
tır. "Refah Partisi" biz bunun adına demokrasi diyoruz, halkın temsili diyoruz. Ne­
rede halkın temsili. Böyle bir kandırmacayı kim yutturabilir. Halkın oyları kandı-

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


81

rılmıştır, dolandırılmıştır. Siz bunun adına ne derseniz deyin. Ben sizi Şikago'ya
götürmek üzere bir uçak bileti satsam ve havada on beş saat geçtikten sonra
Çemişgezek'e indirsem, sizi dolandırmış olurum. Bir turizmci olmanın dışında
yapılanın pek bir farkı yoktur. Bana oyunu ver şunu yapacağı m diyorsunuz ve
sonra aksi istikamette koşarak gidiyorsunuz. Bu yapılmıştı r. Türkiyede sağ bit­
miştir.
Şöyle söyleyelim:
Terminolojileri işlerine geldiği gibi kullanmak ve terminolojileri değiştirmek, la­
ikliğin anlam ını ve içini boşaltmak, değiştirmek, demokrasiyi değiştirme, irticayı
değiştirmek bu taktiğin sadece bir bölümüdür. Erbakan geçenlerde bir konuşma­
sında "esas irtica geriye dönmektir, solcular irticacıd ır" diyor. İrtica kelimesini de
bize karşı kullanıyor. Çağdaşlık budur, diyor. Çağdaşlık, bizim modern Müslü­
manlıktır diyor. Kelime saptırması, demagojisi devam ediyor ve laiklik budur di­
yor. Din devlet işleri tamamen ayrılsın. Bu, tehlikeli bir olaydı r. Bunu yaparsanız
din gücü, bütün camilere, bütün Kuran kurslarını, bütün bu dinsel maneviyat ola­
rak gezen tüm düşünceleri alıp; Batman'da olduğu gibi Hizbullah'ın yaptı{lı gibi
şeriatçı terör örgütlerine üs olarak teslim etmiş olursunuz. Bugün Diyanet çok mu
laik, çok mu demokrat, çok mu temiz. Ama her şeye rağmen bir kontrol var. Ya­
rın biz bunu elden çıkarıp buyurun sizin olsun, para da vermiyoruz derseniz, on­
lar yine para toplar, İran yine para akıtır, Suudi Arabistan yine para akıtır. Bunun
sonucunda oraya müdahale hakkınız kalmaz, kontrol hakkınız kalmaz. İp eliniz­
den tamamen kopar gider. Karışmasın birbirine ve din devlet tarafından finanse
edilmesin. Bunu, bugün Türkiye'nin ortamında yürürlüğe koyduğunuz zaman bir
felaketi ve sonumuzu hazırlarız.
Türkiye'de 1 2 Eylül sonrası sol, Bülent Ecevit tarafından öldürüldüğü için bu
ortamlara gelinmiştir. Şimdi bu gerçekleri birbirimizden saklayıp, aman ayıp olur,
konuşmayalım, politika yapmayalı m diyebiliriz. Ama bu gerçekleri görmeye mec­
buruz. Çünkü bıçak kemiğe dayanmış on ikiye bir var. Artık efendi olalım, terbi­
yeli olalım, bahsetmeyelim deme şansımız kalmamıştır. Artık Başbakanı m ız,
Adalet Bakanımız saf değiştirmiştir, gerçekleri görün. Bugün neden Şevket Ka­
zan Adalet Bakan'ınız, neden Necmettin Erbakan Başbakan'ınız? Sol bölünmüş
de ondan, gayet basit. Hepimizin birbirimizle alıp veremediği hesaplar vardır
geçmişten. On yıl önceden, beş yıl önceden, yirmi yıl önceden kalkıp bu hesap­
laşmaları ülkenin çıkarların ın önüne getiremeyiz diye görüyorum. O yüzden bu­
rada diyorum ki ; Atatürk Anıtkabir'den çıksa görevini yapan Erbakan'ı veya her
zamanki gibi ideolojik boşluk içinde milliyetçi muhafazakarlık ceketi altında çıkar

Mart 1 997 - Ankara


82

dağıtımı yapan bir Çiller veya Yılmaz'ı yargılamaz, kalkar hangi hakla benim
devrimimi yapan Cumhuriyeti kuran, partimi bölersin diye tahminim Ecevit'e yö­
nelir hışmıyla.
Türkiye'de bir Refah Partisi sendromu var. Yani tüm bu tarikatları yaşama ge­
çiren -Son bölümde de onu ele alacağı m- Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet
Partisi'nin kapatılma hikayelerini biliyoruz. Cumhuriyetimizin geçmişinde Refah
Partisi'nin, Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi'nden ne farkı var. Onlar ni­
ye kapatıld ı. Onlar kapatı ldıysa niye açık. O zaman Milli Nizam Partisi boş yere
kapatıldı? Ö ncelikle bu soru geliyor insanın akl ına. Ve demokrasinin temel çeliş­
kisi. Demokrasi rejim düşmanı bir partiye, rejim içinde sonsuz özgürlük tanıyabi­
lir mi? Bence tanıyamaz, çünkü demoltrasi bir intihar rejimi değildir. Oyunun
kurallarını kabul edenler, o oyunu beraber oynarlar. Burada temel bir tanı mlama
hatası yaptık. Demokrasiye bir partileşme olayında, aynı 1 63'te yaptığ ı m ız gibi.
Şu anda yaptığımız, o tanımlama hatasının faturaları neden ödeyeceğimizi ve
nasıl kapatacağı m ızı bilemiyoruz. İşte böyle dışarıdan da dostlar getirip, konfe­
ranslar yapıp, iki elimizi başımızın arasına alıp, kabuslar görüyoruz.
RP'yi savunan yayın organlarının anti-demokratik hedefleri ve şiddeti özen­
dirmeleri vardır. Yani burada yanımda birçok örnek var. Vaktinizi kaybedip, gös­
termek istemiyorum. Ama cihada kadar savaş, efendim "Mezarcı kaz laiklerin
kuyusunu derin kaz", Sivas'a madalya verelim diyor adam. Kahramanmaraş gi­
bi paye verelim diyor. Cumhuriyetimiz, cumhuriyet diyor ve bunları yayımlıyor.
Bunun adı demokrasi. Ben bunun demokrasi olduğuna inanmıyorum. Demokra­
siyi kullanarak, politik ortamda birbirine karşı kendi içindeki geçmiş ve bugünkü
çelişkilerimizi kullanıyorlar. Yani AP'd�n çıkan ANAP'la DYP birbirine girerse,
DSP ile CHP birbirine girerse, sosyalis1 sol kendi içinde üç gruba ayrılır, birbirini
yer. Sosyalist sol CHP ile uğraşır. CHP,� ANAP'la uğraşır. Normal demokratik ha-
yatın kendi içimizdeki o meşhur yüzde 80 var ya, bizler, o meşhur yüzde 80'in
kendi içinde birbirini yemesine tamamen kullanıyorlar. Biz birbirimizle uğraşır­
kenç onlar tek güç tek vücut, tek sepet olarak ilerlemeye devam ediyorlar. Böy­
lece birbirine destek veremeyecek kadar birikmiş kin ve husumetleri olan insan­
ların birbirleriyle olan çelişkilerini yani bizleri kullanıyorlar. Hassas konuları var.
Mesela, Türkiye AB'ye girmeli mi girmemeli mi? Şimdi burda bile oylama yapsak,
kimimiz der ki girmemeli, bağımsızlık gider. Kimimiz der ki girelim. İşte Atatürk,
çağdaşlık Batı yolu, demiştir. Bu tartışılabilir. Değişik fikirler olabilir. Ama böyle
bir ayırım yüzünden bile biz birbirimize girmiş oluyoruz ve onlara karşı bir tek vü­
cut olamıyoruz, kolkola giremiyoruz. Dayanışma yapamıyoruz. Gücümüzden bir
şeyler eksiliyor. Böyle bir konudan birbirimizi kıracak kadar kin ve husumetli ke-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


83

limelerle medya da veya oturumlarda birbirimize saldırabiliyoruz. Bunu da kulla­


nıyorlar. Türkiye'nin Batılı demokrasi ekseninden, Ortadoğu İslam ülkesi konu­
muna zorla getirilmesi, bizi, aydınlarımızı öldürüldüğü, artık bakanlarımızın diliy­
le tespit olmuş. İran'la sahte dosthane ilişkiler sürdürülmesi sağlanıyor. Bu
RP'den önce de vardı , şimdi hızlandı , koşarak gidiyoruz. Komik sahneler yaşı­
yoruz dostlar. Ö rneğin irfan çağırıcısı diyor ki bana parayı İran verdi, silahı İran
verdi, İran eğitti. Ben de geldim, vurdum , öldürdüm. Medyatik baskılar gelince
mecburen İran'a gidiyoruz. Bu hükümet gidiyor İran'a diyor ki : Vallahi birtakı m id­
dialar var, siz mi yaptınız diye soruyor. Onlar da yoo nerden çıktı, kattiyetle ya­
lan. Biz böyle birşey yapmadık diyor. hükümet bize dönüyor diyor ki gördünüz
mü onlar yapmamış. Şimdi bu size bir komedi gibi geliyor. Televizyondan aynen
bunları izliyoruz. Maalesef gerçek olan bu.
Sonra alkolü yasakladığımız Dolmabahçe Sarayı'nda büyük kokteyller verip,
Atatürk'ün kemiklerini sızlatıyoruz. Kısacası onların ülkelerinde onların istediğini
yapıp, hosteslerin başlarını kapatıyoruz. Ve yine kendi ülkemizde onların istedi­
ğini yapıyoruz. Bunları yapanlar benim gözümde, ülkenin haysiyetini ciddi şekil­
de yaralamaktadırlar.
AP kimi zaman, tabanın yaptığı cuma namazı sonrası şiddete yönelik göste­
rilere katılanları savunuyor. Onlar bizden değildir diyor. Bir tek �inci bizde mi var
diyor. Ama işine geldiği zaman evet, bizdendi diyor. Devamlı demagojiyle bu ser
rulardan kurtuluyor. Tahrik ettiler, aradılar, mini etek giydi tahrik etti, diyor. Aziz
Nesin tahrik etti diyor. Efendim laikler makale yazdı , ondan oldu diyor. Bu arada
medya ve sosyete gençlerini ayartmak için çeşitli müritleri olan hacı-hoca takım­
larını besliyorlar. Onlarda kandırdıkları sözde okumuş gençler ve mankenlerle yi­
ne RP'ye koşup vitrin oluşturuyorlar.
Bu arada büyük bir şeriatçı kadrolaşmayı artık geri dönülmez şekilde iktidar
olduklarından beri hızla yaptıklarını biliyoruz. Günlük makalelerden, tabanları nı
çelişkilere karşı canl ı tutmak için partinin değişik kesimleri, bilinçli olarak faklı de­
meçler veriyor. Mesela RP'den biri diyor ki biz Atatürkçüyüz merak etmeyin.
Öbürü de diyor ki içinizdeki kini eksik etmeyin , diyor. Allah Allah diyorsunuz. Bi­
lerek birisi o anda tavana sesleniyor biri sizi yatıştırmak için merak etmeyin bun­
lar merkez sağa kaydı diye uyumaya devam etmesini sağlamak için bunları dev­
reye sokuyorlar. Ve ne kadar i lginçtir ki tek çıkarı Atatürkçülük, demokrasi olan
bir medya, ikinci cumhuriyetçilerin eline kaptırılmış durumda.
Sizlerin uyuması ve uyanmaması yani onların yeteri derecede güçleri bizleri
ham yapacakları güne kadar, uyanmamamız için elinden gelen uyuşturucuyu

Mart 1 997 - Ankara


84

damardan zerk etmeye devam ediyor. Şimdi zannedersiniz ki demokrasi yerine


koyacak, şeriat diye gerçekten bir kural dizileri var. Afganistan diyor ki : 1 3 san­
tim sakalı olmayanı kesin, diyor. Eyvah başta başbakanımız gitti. O zaman çok
tehlikeli. Öbürü diyor ki efendim kadın sokağa kocasız çıkarsa öldürürüm, içeri­
ye atarım , keserim diyor. Bir başkası diyor ki ; kabuklu deniz mahsulü yemek gü­
nahtır. Eyvah bütün dedelerimiz, onların dedesi farkında 1Jlmadan cehenneme
gitmiş. Bu bir ay çalkantı yaratıyor Türkiye'de. Bir ay sonra göklerden faks mı ge­
liyor bilmiyorum. Bir şey yokmuş yenebilirmiş, diyorlar. Bunları yaşıyorsunuz ben
uydurmuyorum. Bunlar gazetelerimizin birinci sayfası nda okunuyor.
Sonuca gelmek istiyorum. Bu kilitlenmiş ortam nasıl açılır. Şimdi ben tarafsız
ve tüm partilere eşit uzaklıktayım tavrının, acele olarak aydınlar ve siviller tara­
fı ndan toplum örgütleri tarafından terk edilmesi lazım. Yani o lüksümüz bitti. Ser­
mayeden yiye yiye bitirdik. Ben tarafsızım, ben her partiye eşit uzaklıktayım, ben
bulaşmam, bir şey yapmam, boş ver particilik yapmayalım, reklam yapmayal ım.
Bu dönem bitti, parti seçmeye mecbur hale geldik. Kardeşimize sahip çıkmaya
mecbur hale geldik. Artık sivil toplum örgütlerinin bile bu tarafsızl ığa tahammülü
yok. Sinemaya gitmeyelim, tiyatroya gitmeyelim, tartışmayalım , kardolaşmayı
durduruyorum. Altı yaşındaki çocukların beyinlerinin yıkanmasını durduruyor
mu? İmam hatip liselerinin gereğinden fazla çoğalmasının ve orada yetişen kad­
roların devlette işte muhtar, vali, emniyet müdürü gibi her tarafa yerleştirilmesini
durduruyor mu? i ranla ilişkileri ve gizli ilişkileri durduruyor mu? Hayır. Hiçbirini
durdurmuyor. Siz iktidarda olmadan bunları durduramazsınız. Şimdi partileri,
ödünsüz laiklik ve demokrasiye bakışlarına göre insan haklarına göre ele alıp,
bu kritik süreçte acımasızca not vermek, hataları cezalandırmak durumundayız.
Sonuçta kim ne derse desin oylar sayılacak. Oylar sayıld ığında, bir daha seçim
olduğunda, ister yerel ister genel, gece siz ya eyvah diyeceksiniz, of ne iyi oldu
diyeceksiniz. Ya sinirden televizyon kapatacaksınız veya balkondan atacaksınız.
Bugün o doğrultuda çal ışmazsanız, ondan şikayet etme hakkınız yok. Dolayısıy­
la ben konuşmamı n sonunu şöyle bağlıyorum. 1 2 Eylül sonrasından itibaren ay­
dınların arası na yerleşen politik ortamı küçümseme, onunla alay etme, partileri
hırpalama, aşağılama sendromu son bulmalıdır. Geçmiş ile ilgili hesaplaşmalar
son bulmalı, yerine örgütlü ve partili mücadele gelmelidir. Ve bir yandan darbe
istediğimizi de söylüyorsak ne şeriat ne de darbeyi istemiyoruz, diyoruz. Doğru.
O zaman demokrasi için de gereğini yapacağız ve laik oylarınaltı sepete bölün­
mesi felaketinden birbirimizi kurtaracağız.
Şu ana kadar belki Kemalist aydın sıfatıyla konuştum . Konuşmamın son bir
dakikasında şunu söyleyerek kapatacağım. Ecevit tarikatlarla ilişki içinde, şeriat

KOktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


85

İslamdı r diyor, solun birliğini engelliyor. Ecevit, bırak diyorum. ANAP Mesut Yıl­
maz, Çiller onları zaten biliyorum. Ben dolayısıyla inandığım partiyle çal ışıyo­
rum. Ben CHP'de üyeyim. Doğru parti seçmişsin, devam et diyorum. Bu sizi ik­
na etmem gerektiğini anlamına gelmez. Ama sizler de hesabınızı iyi yapın. be­
nim sizi etkileme hakkım yok. Onu düşünüyorsanız da o partiye üye olun. Ama
her halükarda tarafsız kalmak, oyları dağıtmak gibi olaylara düşmeyelim. Bizi
dinleyen yabancılar şu anda n�den bahsettiğimizi çok iyi anlayamazlar. Çünkü
onlar inandıkları partiyi, kendilerini koruyacak partiyi candan, gönülden militan
olarak destek verirler. Biz o kadar partilerden ve politik ortamdan soğutulmuşuz
ki sanki bir partiye şu aşamada destek vermeyi günah gibi görüyoruz. Ayıp gibi
görüyoruz. Böyle şartlandırılmışız. Bundan çıkılması lazım. Türk toplumunun çı­
kışının da orada olduğunu görüyorum. Çok teşekkürler.

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Değerli arkadaşlar, ne yazık ki tek konuşmacımız oldu. Fakat zannediyorum
tartışabiliriz, sorular yöneltebiliriz. Ayrıca benden fikirlerinizi de belki soru-yanıt
bölümünden sonra açıklayabilirsiniz. Bu nedenle deminki yöntemden farklı ola­
rak el kaldı ran ilk arkadaşa söz vererek başlayacağım. Buyurun.

Faik Bulut
Sayın İlhan Arsel'in tebliğine esasta, yani dini temelde katılıyorum. Fakat, bu
kadın konusunda iki şeye vurgu yapacağım. Bugünkü kadın, İslamdaki kadın, ta­
bii o tarih kitaplarında ya da Kuran'da kalan kadı n değil. Artık sosyolojik bir olgu.
Biraz siyasallaşmış bir olgu . Bunu şöyle ifade edeyim . 1 994 yerel seçimlerinde
sırf İstanbul'da Refah'lı kadı nlar komisyonu denen şey, 2 .400.000 veya
2.200.000 insana ulaştılar. Ev gezdiler, kadın ziyaret ettiler. 3500 video toplantı­
sı ve kahvaltı toplantısı yaptılar. Bir rakkamdır bu. Bu konuları izleyen birisi ola­
rak söylüyorum, yani çok sayıda sokak gösterisi ve şovu yaptılar. Yeni bir rek­
kam veriyorum. Bu bire bir çalışma, yatay ve dikey örgütlemenin bir sonucudur.
Dolayısıyla sadece kadın, gerçekten teorik olarak doğru ve -katılıyorum tamamı
doğru- bu konuda da çalışmalarımız oldu. İkincisi Refah'lı kadınlar, şu türbanlı
dediğimiz kadınlar, son derece okuyan kadınlardır. Çünkü iktidar isteyen okur,
araştı rır. Ve onlarda bir başka şekilde sosyolojik olarak bir özgürlük yaşıyorlar.
Bu noktaya özellikle dikkatinizi çekiyorum, bir özgürlük yakalıyorlar. Mesela ev-

Mart 1 997 - Ankara


86

den çıkamıyor. Babası diyor ki çıkamazsın. Hayır, diyor. Hadiste şu dedi, Ku­
ran'da şu dedi falan babasına o yolla itiraz ediyor. Bu bir örgütlülüktür. Fakat şu­
na dikkatinizi çekiyorum . Dini, dinci dalganın, şeriatçı dalganın kırılma noktasın­
da Refah'a darbeyi vurabilecek güç budur. Güçlerin birisi budur. Esas biziz. Biz
fikirsel olarak onların karargahını bonıbalayacağız. Fikirsel olarak, ideolojik ola­
rak. Bütün şeriatçıların bence fikirsel olarak karargahları n ı , siyasal olarak bom­
balayalım. Fikirsel diyorum dikkat edirı, şiddet anlamında söylenmez. Şiddet kul­
lanılırsa şiddet kullanı rız, o ayrı mesele. Demek istediğimi iyi algı lamınızı rica
ediyorum. Dolayısıyla bu kadınlar bizim yedek gücümüz olabilir ileride. Yeter ki
kırılma noktasını iyi yakalayabilelim. Bu benim açımdan birinci görüşüm.
İ ran konusu üzerinde çok duruldu. Baykam'la bir hukukumuz var, sevdiğimiz
bir kardeşimizdir. Bu dostluk nedeniyle söylüyorum . Dostluklar, fikir ayrıl ıklarını
engelleyemez. İran ve şeriat ihracı meselesi üzerinde bence biraz daha akıll ıca
ya da biraz daha sessizce, sakin bir şekilde düşünelim. İran'ın - i ran'ı yakından
izleyen birisiyim- devrim ihracı meselesi, şeriat ihracı meselesi, 1 992'den itiba­
ren durmuştur. Türkiye'de ve bütün Ortadoğu ülkelerindeki bu şeriatçı dalga, iç
dinamizm kazanm ıştı r. Bu iç dinamizmi -Refah da öyle- görmesek, dış mihrak­
larla baş edemeyiz. Dış mihrakları biraz geri itelim bence. Esas olarak şeriatçılı­
ğın, İslami dalgan ın, iç dinamizm kazandığını bütün Ortadoğu ülkesinde kendi
kendini yenileye yenileye, evrensel moral kazanarak ilerlediğini görmek zorun­
dayız. Bu İ slami hareket örgütüydü, şu çağrıcıyd ı , falan filan meselesi. Orada
CIA'nın da parmağı var. Bunu da söy,leyeyim. Uluslararası örgütlerin de parma­
ğı var. Ama bunlar biraz ajanvari şeylerdir. Artık İran yaptığı gibi Rusya da bunu
yapabilir. N itekim geçmişte de başka :t ürlü komplolar oldu. Onun için dış mihrak­
tan ziyade, şu anda şeriatçılığın Türkiye'de bir iç dinamizm kazandığını ve ken­
di işlevinden, bizim hatalarımızdan, devletin hatalarından, bizim pasifimimizden
kaynaklandığını görmek durumundayız diye düşünüyorum İran konusunda.
Atatürkçülük ve Kemalizm meseleleri de laiklik ve Atatürk, Kemalizm ve şeri­
atçılık bir alana kışkırtılıyor. Ben demokrasi diyerek genişletiyorum. Çünkü ben
solcu olmam hesabıyla, bir Kürt aydını olmam hesabıyla Atatürkçü değilim. Ata­
türkçü olmak zorunda da değilim. Ama şuna kesinlikle inanıyorum; Kemalizmi
eleştirmekle, Atatürkçülüğü eleştirmekle, şeriatçılarla ittifaka varı rsa, en kötüsü
budur. Biz Atatürkçülüğü de eleştireceğiz, o fikirleri de eleştireceğiz, Kemalizmi
de. Kendimize göre iyi ve kötü yönlerini, tarihsel yönlerini eleştireceğiz, olumla­
yacağız. Bu tarih anlayışıdır. Ama o dar alana kısıtlamayalım. Dar alana kısıtla­
dığımız zaman, işte Sayın Baykam'ın dediği o anti-Kemalist şeyler türer. Geçen
gün tanık oldum . Beraber panele katıldık, verdiği isimlerden birisi, en teorisyen-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


87

!erinden birisi, sivil toplumcu numaracı cumhuriyetçilerden birisi, kalktı ne diyor.


Diyor ki "bugün bile ben onların demokratik haklarını savunuyorum", şeriatçıları
kastederek, "bana dokunmadıkları müddetçe hiçbir şey olmaz". Yahu dedim, sa­
na sadece dokunmak değil, senin yatak odana bile girmişler, ne dokunması.
TBMM'ye bakın. TBMM'nin laikliği gitmiştir. Altında mescit açılmıştır. Ve Su­
udi parasıyla açı lmıştır. Yani laik dediğimiz bir kurumun ilkesi ihlal edil miştir. Ben­
ce örgütlenelim. Ve sokak da örgütlenmelidir. Partileşme konusunda, partiler üs­
tü bir örgütlenme anlayışı geliştirirsek, herkes partisine sahip çıksın. Ama Sayın
Baykam'ın türünden bir çağrı olursa yanlıştır. Neden Hikmet Çetin, bizzat Fethul­
lah hocan ı n okullarına maddi manevi destek vermiştir. Orta Asya'da. Fethullah
Hoca da Cumhuriyet gazetesine teşekkür etmiştir. Sayın Adnan Keskin, Kuran'la
çıktı geçen gün Şevki Yılmaz'la polemiğinde, kalktı şunu dedi: İslam güzelliktir,
adalettir, kardeşliktir filan. Tamam bu olabilir, mümkündür.

Bedri Baykam
Cumhuriyet dönemi, bizim kullandığımız isim açısından.
Faik Bulut
Cumhuriyet açısından söylemiyorum. Adnan Keskin açısından söylüyorum.
Çünkü bir partide bugün toplanmasını istediğiniz bir partinin sorumlusudur. Ne
diyor? İslam evrensel olması gereken bir dindir, diye kavram kullanıyor. Sana ne
ya? Yani tamamlanmamış şeyi, sen mi kılıç elde cihat ilan edeceksin de gide­
ceksin, Eskimoları sen mi Müslüman yapacaksın? İşte bu en kötü, şeriatçı lığa
karşı en kötü mücadele yöntemidir. Bu sizin dediğiniz, Mezarcı'nın hani o kullan­
dığı veledi zina lafı . Mustafa Kemal için kullandığı o kelimeye gelelim. Aynı man­
tık orada da işledi. İşte CHP ile DYP kalktı lar, gittiler Taksim'de ne yaptılar efen­
dim. Vay biz Zübeyde ananı n getirdik, nikahını getirdik. İ şte buyurun nikah bel­
gesi. Zaten doğruydu. Hayır kardeşim. Yani nikahlı olsa ne olacak, nikahsız ol­
sa ne olacak. Paşa çocuğu olsa ne olacak, sıradan bir köylü kadının çocuğu ol­
sa ne olacak. Mustafa Kemal, mezhep açısından söylüyorum, sonuçta yaptıkla­
rıyla, siyasetiyle, politikasıyla değerlendirilmesi gerek. Anasının köylü , ya da ni­
kahlı yada nikahsız olmasıyla değil. Siz orada nikah belgesini getirdiğiniz şeriat­
çılara temelde karşı çıkıyorsunuz. Dini temelde karşı çıkıyorsunuz. Onların söy­
lemini genişletiyorsunuz, geliştiriyorsunuz. Neden çünkü İ slam şunu der: Eşiniz­
le yatmadan önce Bismillahirrahmanirrahim çekerseniz çocuğunuz tertemiz, pir-

Mart 1 997 - Ankara


88

ü pak, masum çocuk olur. Eğer çekmezseniz veledi zina olur, şeytan olur. Şey­
tan da yaramazdı r. Şimdi bu mantığa tersinden gidiyorsunuz, ispatlamaya çal ı­
şıyorsunuz. Genel anlamda söylüyorum. Bu mantık yanlış bir mantıktır. Dini ze­
minde onlarla tartışmak yanlış bir mantıkdır. Bir nokta daha var Onu da belirte­
yim . Aslında DSP'nin ya da Ecevit'in yaptıkları bence CHP ile ayrıldığından de­
ğil, 1 970'1ere, 1 973'1ere uzanır. O günden bu tarafa bence Ecevit, bir kırılma nok­
tasını yaşam ıştır. Sadece CHP ile ayrılma noktası ndan değil. Korkut Özalları,
Asiltürkleri koalisyona ortak ettiği günden beri, orada devlet kademelerindeki
kadrolaşmaların ilk tohumlarını adımları nı attıkları günden beri devam ediyor. Ve
o günkü tohumlar bugün yeşermiştir. Daha güçlüdür.

Teşekkür ederim.

Şanal Saruhan
Oturum Başkanı
Teşekkür ederim. Buyurun Sayın Demet Işık.

Demet Işık
Sayın Faik Bulut'a birinci bölümde söylemiş olduğum konuda sadece yanıt
vermek istiyorum . Galiba konuya biraz yanlış yaklaştınız. Dediniz ki şeriat ve ka­
dın konusundaki İlhan hocanın görüşlerine aynen katılıyorum. Kuşkusuz ben de
katılıyorum. Belki pek çok dinleyicimiz de katıldı. Demek istediniz ki o partinin ka­
dınları çok çalıştılar, ev ev gezdiler, Refah'ın kazanmasında çok büyük payları
oldu. Ama öbür partilerin kadınları bunu yapmadılar. Bir yanda şeriat ve kadın di­
yen ve şeriatla kadın kötüleyen bir partinin kadınları; parti onlara, ideolojik bir şey
vermediği halde çalıştılar. Ama öbür partilerin kadınları çalışmıyor. Onları çalış­
tırmalıyız, dediniz zannediyorum. Şimdi ben öbür partide çok çalıştığım için ora­
daki farkı daha iyi gördüğümü zannediyorum. Eğer bir kadını çalıştırmak istiyor­
sanız bir partide, partinin içine almanız lazım. Partinin içine girdiği zaman kadın
çal ışır. Halbuki biliyoruz k i Refah partisindeki kad ınlar sadece b ir potansiyel, bir
kadın gücü olarak çalıştılar. Onların, eminim ki büyük bir bölümü, ideolojiyi de bil­
miyor. Onlar kocasının, nişanlısının veya babasının isteği üzerine veya para kar­
şılığı çalıştı lar. Şimdi bu aradaki farkı görmek lazım.

KOktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


89

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Arkadaşlar, lütfen müdahale etmeyelim. Söz almadan konuşmayın lütfen.

Demet Işık
Ben kendi görüşümü söylüyorum. Yani o partideki kadınlar inandıkları , bildik­
leri için değil, para için çalıştılar. Emir aldı lar. Babalarından, kocalarından ve ni­
şanlılarının hatırları için çalıştılar. Başlarını örttüler ve çalıştı lar. Oysa diğer par­
tideki kadınlar, henüz daha partiye girmediler, politikaya girmediler. Politikada
kadı n yok. Yüzde 5-6 milletvekili kadın olamaz Türkiye'de. Giremediği için çalış­
mıyor. Ama diyorsunuz ki bundan sonra çalıştıralım. Kotaları uygulayın. Kadın­
ları al ı n partiye. O zaman milletvekili olmak için bir hedef için çal ışsınlar. Bir ide­
al için çal ışsınlar. Öyle olmadıkları halde, yine de partilerin kadın kolları çal ışıyor.
Fakat arada çok fark var. Onlar marjinal, dini partiler, ideolojik partiler. Başka
yöntemlerle çal ışıyorlar. Ama bu tarafta söylediğiniz diğer partiler, liberal partiler,
çağdaş partiler. Onları n yöntemleri de çok farklı . Daha liberaller. Onlar da emir
yok, baskı yok. Onun için aradaki bu farkı görmek lazım, o baştan söylediğiniz
görüşe hiç katılmıyorum.

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Faik arkadaşı m ızın sorusuna Baykam kısa bir yanıt verecek.

Bedri Baykam
Türkiye'de darbe olursa, biz Müslüman kardeşlerimize yardım için oradan da
gideriz diyorlar. Bu cümleyi ilk defa bu yıl kullandılar, basına geçti. Ben yıllardır
düşünüyorum, adamı n orada söylediğini ve "biz sınırdan da gireriz" lafı zaten yıl­
lardır benim aklımda. Bu da senaryonun bir parçası. Şimdi dolayısıyla Refah
Partisi'nin legal olarak işi kansız tamamlayacağını düşündüklerinden, şimdilik si­
lahlar buzdolabında olabilir. Bu başka bir anlama gelmez. Atatürk'ten söz etme­
ye bizi mecbur edenler onlar. Biz kimseye illa Atatürkçü olacaksınız, Mustafa Ke­
mal şudur, Mustafa Kemal budur diye bir yükleme yapmıyoruz ki. Mustafa Ke-

Mart 1 997 - Ankara


90

mal'den söz etmeye mahkum eden, sürekli olarak onun hakkında iftiralar üreten
şeriatçılar ve ikinci cumhuriyetçiler. Ayağı mızın altından halı çekiliyor. Ha ona ce­
vap vermezsek ne olur. Emin olun ki cevap vermesek, çok kötü olur. Ü niversite­
lerde yaptığ ımız o ters beyin yıkama olmasa, gençlik çok daha fazla elimizin al­
tı ndan toptan kayar gider. Şimdi 70'1i yıllarda sosyal-demokratlar durmadan Ke­
malizmden mi söz ediyorlard ı . Hayır alakası yok. Eşit paylaşımdan söz ediyor­
du, insan haklarından söz ediyordu, daha iyi bir yaşamdan bahsediyordu, işçi
haklarından söz ediyordu. Yine hedeflerimiz ayn ıdır. Bizi bir tarih hesaplaşması­
na götüren onlard ı r. Bizim seçimimiz değil.

Ben zaten sivil toplum örgütlerinden gelmiş birisiyim. Ben partilerden değil, si­
vil toplum örgütlerinden, politikaya çıkmış bir insanım. Evet örgütleyelim, evet
yapılan o güzel yürüyüşün daha büyüklerini yapal ı m . Bugün bir arkadaşla ko­
nuştuğumuz gibi Kuvayı-Milliye kurultayları yapalı m . Hepsi çok güzel. Bunlar bi­
zi ·sandık gecesi kurtarmayacak. Sandık gecesi oylar gene beşe bölünmüş olur­
sa ve yine Refah yüzde 24'1e birinci parti olursa, bizim yapacağ ı m ız, tüm güzel
1

toplantılar ve yürüyüşler bir sonuca varmış olmayacak. Adnan Keskin'in bir cüm-
lesini ele aldınız. Bir partiyi, bir gece bir televizyonda bir insanın ayakta konuşur­
ken söylediği bin cümleyle ele almak bence doğru değil. Partinin bir genel çizgi­
si var, bir politikası var, bir yürüyüşleri var. Koyduğu tavı rlar vard ı r. Yani böyle ge­
nel bir değenlendirme yapmak lazım. Yani CHP şimdi Müslümanlığı evrensel
yapmak için ortaya çıkmış bir parti mi?

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Teşekkürler. Değerli arkadaşlar çok fazla söz isteyen var. Şu anda çokça da
adları yazılmış arkadaş var. İzin verirseniz, şöyle bir belirleme yapalı m , Yine iz­
ninizle birkaç şey de ben söylemek istiyorum. Şu anda saat altıyı on iki geçi­
yor. Zannediyorum yediye çeyrek kala bı rakmamız gerekir. Bu sürece, ben böl­
müyorum, lütfen siz bölün. Ona yakın söz isteyen arkadaşı mız oldu. Ancak son
anda herkes aynı anda el kaldı rd ı . S ı rasını bilmiyorum. Birinci grubu bitireyim .
Not ettiklerimi lütfen bitireyim. Sonra e l kaldı ranlara söz verelim. Atilla arkada­
şımız, buyurun.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


91

Attilla Aşut
Ben sevgili Bedri Baykam'ı kırmak istemiyorum .
Bedri Baykam
Atilla bey, lütfen kırın. Açık açık tartışmak için buradayız. Yani aramızda san­
sür yapmayacağız. Medya sansüründen şikayet ediyoruz. Rica ederim istediği­
niz kadar kırın beni.

Attilla Aşut
Bedri Baykam'la biz aynı gazetede yazı yazdı k. Kendisinin politikada bir sa­
natçı olarak üstelendiği işlevi sevgiyle, saygıyla karşıl ıyorum. Sanatçıların, ay­
dınların politikaya çekilmesinde, onun bu güzel çabaları nın olumlu sonuç vere­
ceğini de umuyorum . Yalnız Bedri Baykam arkadaşımızla belki bizim firekansla­
rı mızda önemli bir farklılık var, kendisi ifade etti. Yılda iki yüz tane konferans ver­
diğini söyledi. Oysa kendisinin başka şeyleri de var, yani baskın özellikleri var.
Yani kendisi bir sanatçı, bir ressam bu kadar zaman dilimini bu konferanslara ak­
tarılması sanıyorum bu konferansların içeriği ve düzeyinin doyurucu olmaması
gibi bir sonucu doğuruyor. Ben bugün kendisinden her cümlesir:ıi artık ezbere bil­
diğim bir konferans dinledim. Uluslararası yapılan bir konferansta yapılan bir ko­
nuşmanın, sunulan bir bildirinin, burada zaman ayırmışız her bir arkadaşımızın,
belirli bir düzeyi var. Bir parti kongresinden d aha çok polemikçi ajitatif bir söylem­
le, içeriği doyurucu olmayan bir konuşma yapmasını yad ı rgadım. O nedenle bu­
rada derinlikli daha içerikli konferansı m ızın da adı na yakışır bir aydı nlanmacı ko­
nuşma dinlemek isterdim. Ben şahsen onun için güzel çabaları nın daha verimli
sonuç vermesi bakımından, özellikle son zamanlarda televizyonlarda da benzer
üslupla, polemikçi bir yaklaşı mla yaptığı konuşmaların çok da yararlı olmadığını,
kendisine buradan içtenlikle iletmek istiyorum. Kendi yanında, kendi görüşlerine
yakın bir insan olduğum için fazla yararlı olmadığını düşünüyorum. Bedri Bay­
kam'a yönelik, bu konferansa ilişkin eleştirim bunlar.
Bunun dışı nda oturum başkanına ben bir soru yönelteceğim. Çünkü bu konu
hukuksaldır. Adını da doğru telaffuz ederek, Sayın Şanal Saruhan diyerek hitap
etmek istiyorum. Demokrasi Kurultayı'nda, yıllar önce Aziz beyin önderliğinde
gerçekleşen kurultayda, 1 41 - 1 42 ve 1 63'ün kaldırılması doğrultusundaki tartış­
maları hep birlikte yaşadık. Ben de bu 1 41 , 1 42'nin yan ısıra 1 63'ün kald ı rılma­
sından yana tavır alan insanlardan biriyim. Ve bugün geriye baktığı mda bu tav-

Mart 1 997 - Ankara


92

rımı n xanl ış olmadığı düşüncesindeyim hala bütün bu yaşananlara karşın. Şim­


di gerekçemiz neydi bizim. 1 63'ün kaldı rılmasının gerekli olduğunu savunmama­
zın nedeni şuydu. 1 63, bir bahane. Uygulanmayan bir maddeydi zaten. Yani
1 4 1 - 1 42 cayır cayır uygulanırken siz bunun içindesiniz. 1 63 ölü bir maddeydi.
Uygulanmayan bir madde idi. Neden? Gelen siyasal iktidarların yaklaşımı itiba­
rıyla bunu uygulamıyorlardı. Fakat uygulanmayan bir maddeye karşın, şeriatçı­
lar buna dayanarak bir martiv havasına giriyorlard ı . Mağdur rolü oynuyorlard ı .
Biz onların elinden b u maskeyi almak, b u silahı onlardan almak için b u görüşü
savunduk. Nitekim bakın ız, bu maddenin kaldırılmasından sonra ellerinde hiçbir
şey kal,nadı. Kala kala, zulüm-zulüm dedikleri, bir baş örtüsü zulmüyle sınırlan­
d ı . Başka bir şey söylemiyorlar.
Şimdi ben şunu söylemek istiyorum, -bu açıklamalardan sonra size sormak
istiyorum- hukukçu kimliğinize yönelik olarak. Gerçekten 1 63'ün kaldırılmasıyla,
bizim hukuksal sistemimizde şeriatçı akımların kovuşturulması açısından bir
boşluk doğmuş mudur. Mevcut yasalarım ız, örneğin devrim yasaları uygulandı­
ğı takdirde, ceza yasasının ilgili başka maddeleri uygulandığında bu amaca ula­
şı lamaz m ı ? Yani eksiklik, gerçekten 1 63'ün geri gelmesi bir zorunluluk mu? Yok­
sa sorun siyasal iktidarların mevcut yasaları dürüstlükle uygulanıp, uygulama­
malarından mı- dır? Bunu açıklarsanız, hem arkadaşlarımız açısından da yarar­
lı olur. Teşekkür ederim.

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Değerli arkadaşlar buna yanıt vereyim. Sonra diğer arka­
daşlarımıza söz vermeye çalışacağ ım. Bugün bir gözlem ya da bir anı aktararak
girmek istiyorum. Siz basından da izliyorsunuz. Sivas davasının Yargıtay'dan
bozularak dönüşünden sonra duruşmada savunma yapan sanık avukatları, şu
tür savunmalar �apıyorlar. Diyorlar ki ; Aziz Nesin ve arkadaşları, ama ille de Aziz
Nesin, bizim inandığımız kutsallara küfür etmiştir. Türk ceza yasasında bizim
kutsallarımıza küfür edenlere karşı uygulanacak bir madde yoktur. Ceza madde­
si yoktur. Böyle olduğu içindir ki Sivas'ta toplanan köktendinciler, inançlı dindar­
lar, öyle ifade ediyorlar. Benim için de ihkakı hakta bulunmuşlardır. Bu sebeple
de ortada bir suç yoktur, diyorlar. Ve bu tutum, bu açıklama, ihkakı hak kendili­
ğinden hak alma anlamına geliyor, bu açıklama öldürmenin hak olduğunu, yak­
manın hak olduğunu ifade eden bir açıklamadır. Yasalarda boşluk var, bizim
aleyhimize, laikler aleyhine, demokratlar aleyhine bir boşluk var. Bu boşluğu da

KOktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


93

biz şiddetle, kaba kuwetle dolduruyoruz diyorlar. Bunu duruşmalarda savunu­


yorlar. Bir parantez, birşey daha savunuyorlar. Diyorlar ki bugüne kadar ülkeyi
koruyanlar esas olarak dindarlardır. Nitekim Abdullah Çatlı'nın son konumu da
bu. Ü lkücülerin ve dindarların Cumhuriyeti korumak gibi bir problemleri yok. Dev­
let, diyorlar onlar. Cumhuriyet demiyorlar. Devleti korumak gibi bir görevleri oldu­
ğunu ifade ediyorlar. Esas olarak dine küfretmeyi, inançlara küfretmeyi suç sa­
yan Türk ceza yasası nda maddeler var. 1 75. Yeni bir madde daha var. Biraz ön­
ceki konuşmacılardan bir arkadaşımız ifade etmişlerdi. 371 3 sayılı yasa. Siz çok
daha iyi bilirsiniz. 1 41 . ve 1 42. maddeyi yürürlükten kaldırmanı n yan ı nda, aynı
yasayla, yani yasanın geçici maddeleriyle yeniden terörle mücadele yasası için­
de düşünceyi hapsetti. Düşünceyi suç saydı. Benim bugün sabah duruşmam
vardı, o yüzden katılamadım. Duruşmadan sonra bir kAtip geldi, bana dedi ki :
Lütfen falanca savcının yanına gidermisiniz. Hangi nedenle çağ ı rıyor dedim, ga­
liba ifadenize baş vuracakmış, cevabı aldım. Hani şu siz geçenlerde kadı n yürü­
yüşü yapmıştınız ya, dedi. Benim duruşmam bitti ve sayın savcının yanına git­
tim. Sayın savcı, benim ve başka yönetici arkadaşların 31 2 sayılı yasaya aykırı
davrandığımız gerekçesiyle, biliyorsunuz 3 1 2 sayılı yasa halkı din aleyhine kış­
kırtma. Çeşitli sebeplerle de bizim girdiğimiz madde. Kadın yürüyüşümüzde biz,
halkı birbirine karşı kışkırtmışız. Böylece DGM kapsamına girer bir suç da işle­
mişiz. Dosyaya baktım. Sayın adalet bakanı da çok ilgileniyormuş bu soruştur­
mayla. Böyle bir şey de var. Ben buna biraz ayrıntılı yanıt vermek isterim, daha
sonra geleyim, üstelik bugün çok yoğunum ve izin aldım, buraya geldim.
Şuna bakmak gerekir1 Burada şunu söylemek istiyorum. Atilla arkadaşı m ,
ben d e sizin gibi demokrasi kurultayında, 1 63. maddenin d e kald ı rılması gerek­
tiğini savunanlardan birisiyim ve bunu demokratik bir tutum, katıksız demokrasi­
nin bu olduğu inancıyla savundum. Ama sonra bazı şeyler benim akl ı m ı başıma
getirdi. Muammer Aksoy'un ölümü örneğin. O da çok karşı çıkanlardan biriydi.
Bahriye Ü çok, onun ölümü aklımı başıma getirdi. Uğur Mumcu'nun ve Sivas,
fazlasıyla beni sarstı. Sivas bana şeriatçı tehlikenin Türkiye'de en önemli tehli­
kelerden biri olduğunu gösterdi. Maraş, Çorum o kadar göstermemişti. Ama Si­
vas'ı bir avukat olarak, davanın orta yerine de bir başka deyişle yangının orta ye­
rinde ateşin ortasında izlediğim zaman, oradaki saldırganları gördüm. hani o
kandı rılmış çoluk-çocuk, biraz önceden arkadaşımız ifade ettiği için başında bi­
rileri var. Elbette var. O konuda hiçbir tartışmam yok ama orada da kandırılmış
çoluk-çocuk yok. İ nanmış, inanarak öldürülmeyi kararlı hale getirerek, öldürül­
meye karar vererek saldı rmış bir kesim var. Ve Aziz Nesin'i öldürememiş sonuç
olarak. Aziz Nesin'i Türkiye'nin hiçbir yerinde yakma, yıkma, vurma olanağı ge-

Mart 1 997 - Ankara


94

niş ölçüde olduğu halde, 35 insanı bir orada ve aralarında belki politik bilinci ha­
lay çekmekten öteye gitmeyen, 9 yaşındaki çocukların da olduğu, 35 kişiyi yak­
mış. Bunları izledikten sonra kendi adı ma söylemeliyim ki 1 63 . maddenin kaldı­
rı lması için gösterdiğim çaban ı n yanlış olduğunu düşünüyorum. Neden böyle dü­
şünüyorum. Biraz önce ifade etmeye çal ıştım. 1 41 , 1 42 kalktı . Bakın iktidarın
oyunu buydu işte. 1 4 1 - 1 42 kalktı. Başka yere taşınd ı . 3 1 2 zaten beni her zaman,
istediği zaman yasa önüne getirebileck durumdaydı. 1 59 benzer bir madde, 1 75
benzer bir madde. Ama gerçekten demokrasi yanlıları nın, laiklerin ya da inanç­
sızların korunabileceği bir yasa maddesi bugün yürürlükte değildir. Dediğiniz
doğrudur. zaten kullan ılm ıyordu 1 63. madde. Zaten hiç işe yaramıyordu. Ama
bazı maddeler yine işe yaramıyor. Bu adamları toplaya, toplaya getiriyorlar, İ B­
DA-C intihar komandoları falan filan. Ama bakıyorsunuz bunlar için son derece
kolay, tahliye olabilmek. Bunlar için duruşmada olay çıkarabilmek, sonradan ok­
şanarak cezaevine gönderilmek son derece kolay. Ama biz onurlu bir hareketi­
mizden ötürü Cumhuriyeti korumak adına, bırakınız demokrasiye daha ileriye fa­
lan, kazanılmış hakları korumak adına, tı rmanmakta olan şeriatçı olguyu durdur­
mak adı na bir yürüyüş yapıyoruz. O yürüyüşten ötürü de ki bu yürüyüşe katı lan
düzeltiyorum 35 bin kadın var. 25 bin kad ın değil. Akit falan gibi gazetelerin söy­
lediği gibi bir-iki bin kadın da değil. 35 bin kadın katılıyordu. Bu 35 bin kadının
34.500'ünün en azından dini inançları vardır. Dinle hiçbir alışverişleri yoktur ama
gerçekten demokrat bir ülkede yaşamak istiyorlar. Gerçekten özgür, hem evde
hem sokakta, hem işte özgür ve eşit olmak istiyorlar. Bu kadı nlar, bu kadar bir
cumhuriyet savcısı nın bir yargıcın, bir bakanı n, bir valinin sahip çıkması gereken
bir işi yapıyorlar. Ama şimdi bu işten ötürü mahkeme önüne gelecekler. hiç de
umurumuzda değil. bunu da ifade edeyim . Elbette hiç umurumuzda değil. Çün­
kü bu yasal değil, hukuksal değil ve bunun üstesinden gelmeyi elbette bu kadın­
lar ve örgütler başarabilirler. Kendi kendine de sorduğum bir soruydu sizin biraz
önce yönelttiğiniz soru. Gerçeklerini anlatarak ifade etmeye çal ıştım. Bugün ko­
rumaya devam ediyorlar. 1 63 olsa da korunurlar, olmasa da korunurlar.
Şimdi değerli arkadaşlar, çeteler 3 1 3 sayılı yasaya ayk ırı davranıyorlar da
solcu çocuklar neden anayasal düzeni ortadan kaldı rmak için eylem yapmış olu­
yorlar. Niye onları idam cezaları ile cezalandırıyorsunuz da diğerlerine 3 yıllık, 5
yıllık cezalar veriyorlar. Ü stelik onların tam da yargılanacakları zamanda basını
o duruşma salonlarının dışına itiyorsunuz. Biz bunu Sivas'ta da yaşadık. Muha­
lefetimiz olmasaydı 3 1 3. maddeyi DGM kapsamı dışında çıkarmak için ve bizim
o çok akıllı solcu arkadaşlarımız da tam o saatte hatırladılar, DGM'lere karşı dur­
mak gerektiğini. Şimdi gerçekten bugün çok büyük bir dengeye, çok büyük bir

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


95

özveriye, çok büyük bir inceliğe, akıla, bilime çok fazla ihtiyacımız olduğu bir dö­
nemdeyiz diye düşünüyorum. Onun için de keşke 1 63. madde kaldırılmasaydı
ve keşke şu bugün yaptığımız köktendinciliğe karşı aydı nlanma toplantısını çok
önceleri de yapabilseydik diyorum. Özür dilerim. Son konuşma hakkını biraz
uzattım. Demet Işık arkadaşımız çıktı galiba, buyurun hocam.

Alparslan Işıklı
Sayın Atilla beyin söylediklerine katılıyorum. Faik Bulut'un da bir nebze olsa
İ ran fikrine katılıyorum. 1 63. madde de olsa hiçbir şey değişmezdi. Siz de söyle­
diniz zaten sayın başkan. Çünkü biz hukuku sizden daha eski zamanda, Esat Er­
sevik isimli değerli bir hocamız vard ı . Borçlar hukukunu okuturdu ama hukuka ait
çok esaslı şeyler söylerdi. Bizim aklımızdan çıkmazdı . Der ki ; kanun maddeleri
de çok önemli değil çocuklar. Toplumda biriken kanaat, hakimin kafası na giren
kanaat önemli. Siz sigara içen idam olacak diye kanun koyarsanız, bu hakimin
vicdanına yatmadığı için toplum da vicdana yatmadığı için sigara içmemiş, kağ ıt
tüttürmüş can ım der. Delili takririnden onu beraat ettirir derdi. Onun için 1 63'te
de öyle bir yere geldik ki toplum öyle yere geldi ki işte bu salonda bunu görüyo­
ruz. Toplum öyle bir yere geldi ki 1 63. değil, birçok madde daha olsa bunları
mahkemeye götürüp, mahkemede mahkum ettirip, Sivas gibi bir şeye engel ol­
manın imkanı yok. Bu böyle.
İkincisi, aslında laikliğe karşı savaşı mda bütün partiler, parlamentodaki bütün
partiler kusurludur. Çünkü, köktendinciliğe karşı mücadelede her siyasi parti,
parlamentoda bulunan bütün siyasi pa�! ler, hatta olmayanların bir kısmı da ve
_
buna benim kendi partim de dahil. Yani 1ODP de dahil.
Aslında köktendinciliğe karşı iki çeşit bir ifade kullanılabilir. Müslümanlık çok
iyi dindir, en iyi dindir ama siyasete karışmamalıdır. Bu çok yanlış. Ve Türkiye'yi
bu yere getiren siyasilerin, bu idare-i kelamları olmuştur. Bir de İlhan Arsel gibi,
Turan Dursun gibileri var. kaç asır önce dünyayı vahiyle idare etmek gibi bir şey
var. Onun için bir sürü tutarsızlık var. Bir tane, iki tane değil. Binlerce. Bunu or­
taya koymayı seçmemiştir siyasilerimiz. Bu yolu seçmek varken ve ne yazık ki
bunlar 1 985'ten sonra yani irtica akımları daha şiddet kazandı ktan sonra iki kah­
raman adam tarafından şiddet ve cesaretle i leri sürülmüştür. Birisini biliyoruz,
kurşunla gönderdiler mezarlığa. Öbürü de Türkiye'ye bile uğramıyor. Aslında ta­
vizsiz olmak budur. Sayın Bedri Baykam, elhamdülillah biz de Müslümanız ama,
diye başladı nız mı hapı yuttunuz.

Mart 1 997 - Ankara


96

Bedri Baykam
Biz öyle başlamıyoruz.

Şanal Saruhan
Oturum Başkanı
Siz öyle başlamıyorsunuz ama sizin partiniz başlad ı . Çok yaptı bunu çok
yaptı . Buradakilerin çoğu Atatürk dönemini yaşamamıştır. Atatürk dönemini ben
yaşadı m . Ve Atatürk'ten başka, Atatürk'ün etrafı ndaki Saffet Arıkan, Recep Pe­
ker gibi Atatürk'ün karargahında çal ışmış, gerçek Atatürkçüler dışında da irtica­
ya gerçekten tavizsiz karşı duran siyasetçiler gerekeni yapsalardı , bugünlere
kadar gelmezdik. Ama zannettiler ki dine saygılı olarak, dindarlardan oy alırız.
Veyahut dindarlar efendim dindar başkad ı r, mürteci başkad ır. Hayır. Dindar ol­
du nuz mu dini hakkıyla yapmak istediniz mi devletle bütünleşirsiniz. Çünkü
Müslümanlık bir devlet dinidir. Faik Bulut bunu çok güzel anlatm ıştı r. Müslü­
manlıkta devlet Allah'ındır. Ordu da Allah'ındır ve Allah namına idare ediyorlar­
d ı r, idare edenler. Ö lüm Allah'ın, dirim Allah'ın her şey Allah'ın. Akıl katiyen yok.
Ha buna böyle karşı çıkmazsın, buraya gelirseniz, geldik. Ve bunu böyle bilmek
lazı m . Yarın bunu böyle gelişimizin başka nedenlerini de anlatacağ ı m . Ama siz
derseniz ki, dinimiz büyük din, çok şahane din filan. Hiç de öyle bir din değil.
Yani ben niye söyledim. Ben de politika yaptım. Pekala mümkün. hiç de öyle
yuhalanmad ım. Bir gün bana bir açık oturumda gerici bir adam dedi ki ; sen
Müslüman değil misin. Yahu sana ne dedim. Bunu diyebilmek lazımdı. Konu­
nun dinle ne ilgisi var kardeşim ki sen Müslüman değil misin diye bana soru­
yorsunuz. Anayasaya göre senin bu soruyu sorma hakkın yok. Şimdi Tansu sa­
nı yor ki dinden tarafı olarak, Refah'ın bir kısım oylarını alı rı m . Mesut sanıyor ki
şeriatle din aynıdır, gitmeyin deyince kendisine oy gelecek sanıyor.

Bir de İslam , her şeyi kavramak istemiştir. Her şeyi kavramak isteyince boşa
konuşmuştur. Devlet bazı şeylerden net konuşmamıştır. Kuran net değildir bir­
çok konularda. O iş yoruma kalm ıştır. Yoruma kal ınca İslam çok bölünmüştür.
Kim ki İslamı, politikayı siyasete getirir, o ülkeyi böler. İslamcılık bölücülüktür de­
mek lazım Türkiye'de. Anadolu'yu kan gölüne çevirmiştir İslami politika. Ancak
Atatürk zamanında toplumsal barış Alevilerle Sünniler arasında kurulmuştur.
Atatürk öldükten sonra yine Kahramanmaraş, Sivas olayları falan yaşanmıştır.
Onun için bunu böyle anlamak lazım.

KOktendincili{ıe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


97

Aslan Başer Kafaoğlu


Hiç tavizsiz olmak lazı m. Memleketimde ezan sesleri diyen hanı mla koalis­
yon kurmamalıydı. Ezan sesleri bütün şeyi, din ve mukaddesat istismarına da­
yandıran bir partinin iktidarı eksik olmalıydı, ne olurdu yani. Benim sözlerim bu
kadar teşekkür ederim .

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Teşekkürler, sayın Kafaoğlu. Buyurun sayın Ali Nesin.

All Nesin
Peki, ben söz aldığım zamanki söylediğim şeyleri değiştirdim çünkü konu
değişti. Sevgili Atilla Aşut, biz de aynı gazetede yazıyoruz. Seni kırmak istemem
ama her konferansta herkesin beğendiği ya da beğenmediği konuşmacılar olur.
Bugünkü konuşmalarda benim de beğenmediklerim oldu ama sonunda bunu
beğendim ya da beğenmedim diye tartışmaya açmadım. Yani bunu doğal bul­
mad ı m . Umarım Bedri Baykam buna yanıt vermez. Çok geç oldu. Ben şimdi
1 63. maddeyle ilgili olan anı m ı anlatacaktım ama geç oldu galiba. Belki biliyor­
sunuzdur, ben babamla 22 yıldır mektuplaştı m ve her yaz geldiğimde kendisiy­
le tartışırdım. Özellikle çok civcivli konularda ilk iş olarak ona sorardım. Haklı
m ıyım diye tartışırdık. Genellikle aynı düşüncedeydik. Arada bir ayrı düşündü­
ğümüz olurdu ve çok sert ve uzun tartışı rdık. Hep de o haklıydı bir tek konu dı­
şında. Onda ben haklıydım. Biliyordum ki sonra düşüncesini değiştirecekti.
Ö nemli değil ne oldu. O konu dışında hep kendisi haklıyd ı . Bu 1 41 - 1 42 ve 1 63.
maddelerin kaldı rılmasını da tartıştık ve ben kaldırılmalarından yanaydım. Kaç
yılı ndaydı onu unuttum . 1 989'da Türkiye'ye gelmiştim, tartıştık. En sonunda de­
di ki bunlar dedi, demokrasiden yana değiller. Demokrasiden yana olmadıkları
için, demokrasi bunlara izin veremez dedi. Kütüphaneydik o zaman, çok iyi ha­
tırlıyorum. Ben dedim ki kendisine, o zaman Uğur Mumcu bir yazı yaz mıştı,
Cumhuriyet'te. Süleyman Demirel'in niye TKP'ye izin vermediğine dair. Süley­
man Demirel TKP'ye aynen bu yüzden izin vermiyor, diyordu ki Süleyman De­
mirel komünist partisi demokrasiden yana değil ki seçimlerden yana değil ki biz
ona izin verelim diyordu. Ve Uğur Mumcu da buna karşılık diyordu ki demokra­
silerde, demokrasiyi kaldırmayan partiye bile, partilere bile izin verilir Sayın Sü-

Mart 1997 - Ankara


98

leyman Demirel diyordu. Ve ben Uğur Mumcu'yu haklı görüyordum, babama


aynen öyle dedim. Dedim ki babacağım, Süleyman Demirel aynı bu nedenden
komünist partisini Türkiye'de yasallaştırmıyor dedim ve babam sustu . Ben zan­
nettim ki kazandım tartışmayı. Ve ilk defa kazanıyorum tartışmayı, çok mem­
nundum. Sonra gördüm ki yine 1 63'ün kaldırılmasına karşı . Neden karşı, çün­
kü diyordu, Türkiye'de demokrasi yok. Demokrasi olmadığı gibi demokratikleş­
me de yok. Ö rneğin bugün camilerden beş defa namaza gelin diye çağrı yapı­
lıyor. Bense pencereye çıkıp bir defa bile camiye gitmeyin diye çağrı yapamam.
Yapamayacağ ı m değil. Ama yapabileceğim bir ortam olması gerekir. Böylece
bir özgürlüğümün olması gerekir. Ben diyordum ki babama, özgürlük olsun,
hem 1 4 1 kalksın, hem 1 42 kalksın hem 1 63 kalksın, hepsi kalksın, özgür bir or­
tamda mutlaka doğruyu ve güzeli buluruz diyordum. Ve demek ki yan ılmışım.
Çünkü ortam özgür değil. Ortam özgür olmadığı zaman dediğiniz gibi bazen sı­
ğ ı nacağımız bir tek 1 63 kalıyor ve babam da o konuda hakl ıydı. 1 63'ün kalkma­
sı gerekliydi diye düşünüyorum hala. Teşekkür ederim.

Şanal Saruhan
Oturum Başkanı
Teşekkür ederim. Buyurun.

Nedim Aras
Uzun konuştuk. Detaya indik. Bu kadar detaya gerek yok. Ö nümüzde bir teı.
rih var. hepimiz bu tarihi biliyoruz. Koskoca bir Osmanlı İmparatorluğu, neden
bölündü parçalandı , hasta adam durumuna getirildi. Nasıl, sebep ne. Bütün İs­
lam ülkeleri Ortadoğu'da bir petrol zengini olarak yaşadıkları halde bugünkü ge­
ri duruma niçin geldiler. Bunları inceleyelim. tarihimizi bilelim, bundan ders ala­
lım, Tek cevabı şu : Müslümanlığın kişilerin çıkarı, partilerin çıkarına kullanılma­
sından oldu. Sonucu bu. Hilafet dönemi Osmanlıyı yıktı, Türk'leri de bu duruma
getirdi. Bir Selçuklu İmparatorluğu zamanın en uygar devleti, en kuwetli devle­
tiydi. Bunların eserleri de yok oldu. Onun için, evet kendimizi iyi tanıyalım. Fert
olarak, millet olarak, tarih olarak bunlardan ders olalım, başkalarının söylediğine
dikkat etmeyelim. Mustafa Kemal'in söylediği, en iyi gösterdiği en iyi yol onun il­
keleri ve o ilkelerin akıl, mantık ve bilim etkisinde incelenip yolumuzu seçmektir.
Maalesef 50'den sonra Türkiye'de Müslümanlık kişiler ve partilerin çıkarları için
vasıta olarak kullanılmaya başladı. Ben bunu yaşayan bir insanım. En acı tarafı

KOktenctinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


99

bu. Onun için hem milletimize, hem devletimize ihanet edildi. Hem de Müslü­
manlığa ihanet ediliyor, dinimize ihanet ediliyor. Kötü örnek oldukları için dinden
soğutuyorlar insanlarımızı. Cahillerimizi kandırmak çok kolay, kafaları nı yıkıyor­
lar günde beş vakit, ondan sonra da bağışların ı topluyorlar. Maddi yönden des­
tekliyorlar, arkalarından sürüklüyorlar. Lütfen, 1 63'ün filan üzerinde durmayalı m ,
varmış, yokmuş. Yasaların uygulanmad ığı bir ülkede bu kadar detaya inmeye­
lim. Zaten önemi yok. Kullanılm ıyor ki olanlar. Olanlar kullanılsa bugünkü duru­
ma gelebilir miyiz. H ayır. Onun için rica ediyorum şuraya gelmiş uygar insanlar
olarak Atatürk'ün ilkelerini iyi inceleyelim, onun dediği gibi akı l yoluyla, bilim yo­
luyla inceleyelim. Kendimizi iyi tanıyalım kişi olarak, toplum olarak, tarih olarak.
Yapacaklarımızı ona göre yapalım. Atasözleri çok önemli. Bana dokunmayan yı­
lan bin yaşasın diyor. Toplu mumuz bu yapıda. Dokunmuyor, dokunmadı da. Ata­
sözü diyor ki bal ık baştan kokar. Evet baştan kokuyor, elliden beri koktu, koktu,
koktu yaşadık. Onun için hepinizden özel ricam olsun bu.
Saygılarımla.

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Teşekkürler. Sayın Faik Akçay buyurun.

Faik Akçay
Sayın Baykam'ın yersiz bir olgu olarak gösterdiği bir konunun tartışı lmasını
gerekli görüyorum kendi açımdan. Tabii farklı düşünebiliriz. Herhalde karşılıklı
anlayışlarımız olacaktır. Bu konferansımız açısından da önemli bir konu bu. Eğer
Türkiye Cumhuriyeti'nin 74 yıllık döneminin bir yılını Refah Partisi'ne mal ediyor­
sak, 73 yılı Refah'ın dışındaki hükümetlerle geçmiştir Türkiye'de. Din eğitimi,
özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı da 657 sayılı yasaya göre devletin döneminde,
gözetiminde. Devletin memurları tarafından din eğitimi ve denetimi yapılmakta­
dır Türkiye'de 73 yıld ı r. Şimdi biz burada sonuçları tartışıyoruz, yani sonuç nok­
tasına gelmişiz, bir tehlikeden bahsediyoruz. Bunu herhalde getirip de son bir yıl­
lık bir gelişmeye filan bağlayacak değiliz. Yani 73 yıldır Türkiye Cumhuriyetinde
devlet zorunlu olarak Hanefi mezhebini ders olarak, dayatmacı bir biçimde okut­
makta. İmamları , müezzinleri, vaizlerini devlet personel yasası içerisinde çalış­
tırmakta, maaş vermekte, denetlemekte. Şimdi bir sonuca gelmişiz, artık bu ya-

Mart 1 997 - Ankara


1 00

pıdan alıp da birilerine mal etmenin biraz haksızl ık olduğunu düşünüyorum . Bu­
gün Diyanet İşleri Başkanlığ ı, Türkiye'nin en büyük KİTierinden biridir. En büyük
propaganda merkezlerinden biridir. Bunu da herhalde Şevket Kazan yapmış de­
ğildir yalnızca. Yani 73 yıldır bu böyledir. Bu devlet aygıtı içindeki, dinin devlet
aygıtı içinde değerlendirilmesinden, işte bir sonuç çıkıyor. O zaman şu gerekir
diye düşünüyorum, bunun tartışılması gerekir. Devletin dinin eğitiminden ve de­
netiminden kesinlikle dışarı çıkmasının tartışılması gerekir. Bu konuda tartışma
açılmasını ve görüşlerinizi diliyorum ve saygılar sunuyorum.

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Teşekkürler. Buyurun Türkel Minibaş.

Türkel Mlnlbaş
Ben konuyu önce biraz geriye getireceğim. Gündem maddemize; şeriat-ka­
dın, ikilemine. Çünkü Faik Bulut gitmeden önce çok ciddi bir şey söyledi. O da
şuydu: RP'li kadınlarla ilgili saptama yaptı. Hastalığın tedavisinde siz doğru ve­
ya sorunun her neyi çözecek stratejilerinizi doğru tespit etmezseniz, politikaları­
nızın da o zaman doğru olması imkansızlaşıyor. Ben hemfikir değilim. Bir mas­
ter tezi yaptırdım. Bunu Atatürkçü biri de yapmadı. BBP'den militan bir erkek ar­
kadaşımız yaptı. RP'de kadın olgusu. Çok önemli, çünkü eğer bir ülkede nüfu­
sun yüzde 51 'i kadınsa ve bu kadınlar evinde çocuk yetiştirme dahil, bütün işle­
ri götürüyorsa sorumluluğu çok önemli. Zaten AP de kadından başladı . Ama bu­
rada kadın, ne Sabiha hanımın söylediği gibi -ben çok büyük bir ayıp ettim Sa­
biha Hanım konuşmasına oturduğum yerden atladım. RP'li kadı nların para kar­
şılığı oy kullandıklarını, para karşılığında partilerde çalıştıklarını kabul etmiyo­
rum . Yoksulluk. Para karşılığı çalıştı, para karşılığı Türkiye'de oy verdi ama. Şe­
riata gönül vermiş kadınlar asla, böyle bir şey yapmadı lar ve böyle bir yanlışa
düşmeyelim. Bu kendimizi aldatmak demektir. Onlar ideolojilerini iktidar etmek
için oralarda çalışıyorlar ve kapı kapı bu çabayı veriyorlar. Aksine onların ideolo­
jisinde zaten yü�ütmeye ya da yargıya kendilerinin aday olması diye bir sorun
yok. Böyle bir hedefleri de yok. Onlar zaten evlerinde olmayı, evlerine dönmeyi
veyahut kendi eğitimlerinin izin verdiği alanda çalışmayı kabul ediyorlar, daha
baştan. Daha başka bir şey istemiyorlar, ileride de başka bir istekleri olmayacak.
Daha vahimini söyleyeyim: bu salonda oturan işte benim, sizin gibi okumuş yaz-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


101

m ı ş hanımları n, beylerin çocukları ve karıları , bunlar d a zaten laik Atatürkçü fa­


lan filan, bunlarda zaten çalışmak istemiyorlar. Bunlar da evlerinde oturmak isti­
yorlar.
Onun için böyle yanlışlara düşmeyip, kendimizi aldatmamaktan yanayım.
Çok ciddi birşey daha vard ı . İç dinamizm meselesi. Bu da ciddi bir saptamadır.
Ama tartışı lması gerekir. O da şu. Uluslararası boyutta köktendinciliğin dalgalan­
masını artık yitirdiği, yani dalganın yukarı çıkmasını yitirdiği, indiği ve artık bizim
gibi ülkelerde iç dinamiklerle bunların hayat bulacağı şimdi iç dinamik meselesi.
Doğrusu, uluslararası boyutta dalganı n azalmadığı da doğru olabilir. Ama bun­
dan önceki oturumda çok önemli iki tane, bir tanesi soruydu. Bir tanesi Sayın
Priskil'in bir söylemi vard ı. O da şuydu : Türkiye mi Almanya mı daha köktendin­
ci dedi. Çok önemli değildi kimin ne olduğu. Böyle bir karşılaştırma yapmıyor
ama çok önemliydi bu söylediği. İkinci de burada mı kendisi bilmiyorum, tan ımı­
yorum çünkü, Kaya Güvenç bey, sınıfsal temellerini sordu bu işin. Şimdi her iki
soruyu da eğer dünyan ın içine girmiş olduğu son kriz ortamından soyutlayarak
cevaplamanız mümkün değil. Onun için de Faik Bulut'un şeriatçılığın dalgalan­
masının uluslararası boyutta aşağ ıya indiğini söylemesi, zaten bu krizle bağlan­
tılı bir şey. Ne zaman ki ekonomik krizler çıkar, yani bu krizde de böyle, 1 929 kri­
zinde de böyleydi . 74 krizinde de böyleydi. Biz zaten 74'ün devamını yaşıyoruz.
O dönemlerde din ve milliyetçilik krizle birlikte yükselir. Ama bizim gibi ülkelere
bunun çarpması zaman alır. Biz gecikmeli yaşarız. Yani size beş sene sonra çar­
par. Okyanustaki dalga gibi. Bizi hiçbir zaman Almanya'daki gibi etkilemez. Ok­
yanustcı'<i dalgada kaldınız m ı hiçbir zaman kıyıya ulaşamazsınız. Bugün Alman­
ya'da da işsizlik çok fazla. Amerika'da işsizlik çok fazla. Bütün dünya kendisine
yeni yöntemler arıyor. Firmalar ölçeklerini küçültüyor. Bizim bunları tartışmamız
lazı m ve bunları bilmemiz lazım. O bunu dedi, şu bunu dedi. Ha beni artık hiç lgi­
lendirmiyor. Kimseyi de bu salonda ilgilendirmediğinden eminim. Ama eğer bu
krizle birlikte yoksulluk ki özelleştirme, gümrük birliğiyle, bunun boyutları çok da­
ha artacaktı r bunun çözümünü bulmadığımız sürece. İki tane afyon var elimizde.
Biri milliyetçilik. Bunlar bazı zaman birlikte, zaman zaman birbirine karşıt olarak
gündeme gelir. Ve MGK kararlarını da bu bağlamda değerlendirmekte yarar var­
dır. Çünkü toplum şu anda bir ikileme getirildi. Şeriat mı darbe mi? İkisini de is­
temiyoruz. i stemiyoruz. i steyen olduğunu da en azından demokratik bir ülkede
yaşamayı isteyen insanların böyle bir tercih içinde kalacaklarına inanmıyorum.
Ama eğer toplum böyle bir ikilemle karşı karşıya gelmişse, ortaklıkta sunulan çok
cddi bir model var demektir. Bugün öğleden sonranın konusu bu açıdan önem­
liydi. Yani Bedri'ye bir laf edemiyorum. Çünkü o yarın konuşacaktı, bugün aldı.

Mart 1 997 - Ankara


1 02

Kendi veyahut buranı n özel nedenlerinden. Ama bence bundan sonraki zamanı­
mız, Nedim beyin söylediği bir söz var, çok konuşuyoruz, biraz daha proje üre­
tecek, biraz daha çözüm getirecek şeyleri konuşalı m ve böyle toplantılarda bir
arada olunca belki o projeleri paylaşmak çok daha anlamlı olacak. Yeterince na­
sırı mıza basıldı. Yani bundan sonrası çok fazla değil. Son bir şey de herkes ha­
yat hikayesini anlattı, ben de bir şey anlatmak istiyorum. Ben dün gecekonduda
çalışıyordum. Yeni okuma, yazma kursundan çıkan kadınlara ekonomi anlatıyo­
rum . En büyük şaklabanlıkları yaparak, o sırada kadının biri bana şunu söyledi.
"Çok mutluyum, süt kutusunun üzerindeki son kullanma tarihini okuyorum" dedi.
Ama ne acı ki Türkiye'de okuma yazma bilen, çok eğitimli ve kendilerine aydın
etiketi yapıştıran bizler, son kullanma tarihini galiba hala okuyamıyoruz. Teşek­
kür ederim.

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Arkadaşı m ıza teşekkür ediyorum. Bir arkadaşımız daha söz istemiş, ben gör­
memiştim. Özür dileyerek buyurun efendim.

Emekli Ü stteğmen
Ben 38 senedir Amerika'da yaşıyorum. 30 sene de burada yaşadı m emekli
denizaltı üsteğmeniyim . Gençliğimin birçok senelerini Karadenizin altında geçir­
dim. Sonra gözümdeki renkkörlüğü dolayısıyla ayrıldım. Ya kara hizmeti edecek­
sin dediler. Duyabiliyor musunuz efendim. Bazen heyecanlanıyorum. Korkuyo­
rum ben. Heyecanlı bir adamım. Sizi de ikaz ediyorum, böyle yavaş başladım
ama.

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Yalnız çok özür diliyorum. Yediye birkaç dakika var, lütfen çok uzatmadan.

Ü stteğmen

Peki, isteyenler kalsa olmaz mı efendim. Ben kendimde konuşurum. İki kişi

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 03

kalsa kafi efendim. Ben sistemciyim, süper kompüterlerle çalışıyorum 40 sene­


dir. Amerika'da M.l.T mezunuyum. Hem mühendislik, hem de siyasi-iktisadi hem
de iktisat üzerine diplomalarım var. Sınıflarım ı n birincisiydim deniz harp okulun­
da. Bunları söylüyorum . Nedir bu deli adam, bu yerde kalkmış neler konuşuyor
filan diyebilirler. Deli değilim, dünyanın bütün, en büyük müesseselerinde çalış­
tım . Amerika kara, deniz, hava ordularında, üçüncü dünya harbinin planlanması
üzerinde beş sene çalıştım . I BM'de, Shell, Mobil, Citybank'ta, dünyanın en bü­
yük bankasının, en büyük compüter merkezinin müdürüydüm filan. Benim söy­
lemek istediklerim irticayla, köktendincilikle, dincilikle alakalı olacak. Bir de Tür­
kiye'nin başka meseleleri var. Bunlar söylenmeyecek bir şeyler. İnsan gelir de
milletine böyle bir fena şey söyler mi. Ben, TC bu şekilde gittiği takdirde çok zor
kurtarılabileğini zannediyorum. İnşallah o milli birlik çok kısa zamanda yaratılır.
Çünkü Türkiye'nin dışarıda da düşmanları var. Dünyanın insanları birbirine düş­
man. Çünkü dünyanın nüfusu 2000 senede 1 milyar olmuş. 1 00 senede 2.2 mil­
yar oldu. Bugün 6-8 milyar olacak. Bütün dünya, bütün komşularımız nükleer
harbe hazırlanıyor. Beğenmediğiniz 1 2 Eylül darbesi de iki Müslüman devletin
birbiriyle harp ettiği, 8 senelik bir harpten, 8 gün ewel gelmiştir. Muhakkak o har­
be bizim çekileceğimiz yüzde 1 00 muhakkaktı. Yakı nda böyle bir harp olabilir,
çekilebiliriz. Fakat asker olarak da savunma sistemlerimizi takip ettiğimden,
emin olun ki havacıları mızın dediğine göre etrafı mızdaki bütün-düşmanları mızın,
karacılarımızın dediğine göre etrafım ızdaki bütün düşmanlarımızın hepsinin ay­
nı zamanda hakkından gelebiliriz. Evet konuya geleceğim. Sizden bir ricam var.
Sizin isteklerinizi de söyleyebilirim. Ben beyefendiyi de sizi de bu konferansta ta­
nıdım. Ama siz de konferansın çok vaktini aldınız. Onu da tenkit etmekte, sonra­
dan kendisine söyleyebilirdiniz. Yani Türkiye'nin 'meseleleri sadece köktendinci­
lik değil, fakat köktendincilik ve dinciliğin yarattığı bir sürü şeyler var. Şeriatçılık,
tarikat şeyhleri, din simsarları, Kuran kursları , Kuran mezunu gericiler, imam ha­
tip lisesi mezunu Atatürk düşmanı . Beni heyecanlandırdı bazı şeyler. İ nsan bir iki
kelime söyleyince hemen anti-knistik insanlar oluyor Türkiye'de. Hiçbir kelimey­
le şey yapamıyorsunuz. İkincisi etnik bölücüler var Türkiye'de. Ü çüncüsü, iç ve
dış borçlar meseleleri var. Milli eğitimsizlik var. Türkiye'de, insanların yüzde 20'si
hiç okuma-yazma bilmiyor. Yüzde SO'si sadece ilk mektep mezunu, sadece yüz­
de 3,5, üniversite mezunu. Bütün bunları son 73 senede, dedikleriniz gibi Türki­
ye'de bütün partiler, yani Refah Partisi yaratmamıştır, en son şeyleri. Siyasetten
ölünceye kadar çekilmeyen parti liderleri vardı r. Amerika'da 208 senede 42 cum­
hurbaşkanı olmuş, bunlardan 34 tanesi sadece 4 sene kalm ı ştı r. Diğer 7 tanesi
8 sene, bir tanesi de toparlıyorum efendim, konferanstan rica ettiğim konferans-

Mart 1 997 - Ankara


1 04

çılarımız, konuşmacılarımız ben sistemciyim, ben sentezciyim dedim. Bana yaz­


mak istediğiniz bir şey varsa söyleyin, i stanbul'da oturuyorum. Hemen yazıp si­
zi internete bağlayayım. Yazalım, bir şey yazalı m bir bildiri, bir manifesto çıksın
bu toplantı nın konuşmasından, konuşmacılarda en sonda ne yapılması lazım
geldiğini, beyefendi rica ediyorum. Şimdi burada ne yapılmasına dair, 28 sayfa­
lık bir yaz ı m var. Böyle bir yaz ıyı da kimse beklemiyor Türkiye'de. Hatta bu mem­
leketin MGK'sinde bile beklemiyor kimse. Gene konuşulmasını, devam edilme­
sini istiyor. Fakat bu konferans bence bir bildiri, bir manifesto yazılmal ı. Ve ne ya­
pıl ması , Türk aydınları nı yahut bugün bu konferansla aydınlanmış olacak biz ay­
dınların yarın evlerimize gittiğimiz zaman ve-yahut bir dahaki hatta, bir dahaki
ay, bir dahaki sene, on sene sonra. Herhalde 1 00 sene sonra değil. Çünkü Os­
manlı İmparatorluğunun çöküşünün yegane nedeni dindir. Onu biliyorsunuz. Bü­
tün milletleri çökerten de dinler ve din kavgaları olmuştur. TC Müslüman olup da
sadece savaşa girmeyen, son 73 senede yegane millettir. Konuşmamız gere­
ken. Ne yapmamız icabıdır. Saygılarımla çok özür dilerim.

Şanal Saruhan
Oturum Başkam
Buyurun.

Bedri Baykam
Çok hızlı olarak ben birkaç şeye yanıt verip, son cümlemi söylemek istiyo­
rum . Birincisi, Atilla beye şunu söyleyeyim. Ben elimden gelse 200 değil, zama­
n ı m ve sinirim, param yetsin, yılda 400 konuşma yaparım. Çünkü gittiğim Ana­
dolu'nun her köşesinde, kendisi belki bir entel düzeyde, ne kadar komplike olur­
sa, ne kadar az yol gösterirse, o kadar bir düzey belirtisi olacağ ını zannediyor.
Benim yayı mlanmış on kitabı m var. Bir düzey göstermeye ihtiyacım yok. Türk
halkının bilinçlenmesine yardım etmek isteyen, ona çabalayan bir insanım. Ve
elimden gelse 400 konferans yaparım . Çünkü entelektüel şov ve gösterişin, bu
ortama bir şey kazandıracağına inanmıyoruz. Ayrıca soyut konuşmaların da bir
şey kazandıracağına inanmıyorum. Hastalığın teşhisi ve hastalığın çıkışı. Bun­
ları göstermemiz lazımdır. Yoksa biz entelektüeller kendi aramızda, hani meşhur
entelektüel masturabasyonu, dünyanın her yerinde bolca yapılıyor. Köşelerinde
de yaparlar, kitaplarında da yapıyorlar. Benim de onu yaptığ ı m olmuştur. Bugün
Türkiye başka bir geçiş dönemindedir. Bundan iki yıl sonra böyle bir toplantıyı

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 05

yapıp yapmayacağ ımızı bilmiyoruz. Bundan üç yıl sonra dört yıl sonra seçim
olup olmayacağ ını bilmiyoruz. Böylesi kritik bir ortam da biz ne kadar net ve so­
mut da olsak, o kadar bu ortamı yaşatmak şansımız vard ı r.
Sayın Kafaoğlu birkaç şey söyledi. İnansın ki ben kendi gösterdiği doğrultu­
da politika yapıyorum. Birisi de bana dinin nedir, ne kadar inanıyorsun dediğin­
de, benim de yanıtım bu . Yalnız beni ilgilendirir. Konumuz dışındadı r, seni i lgilen­
dirmezdir. Bunun yanıtı elhamdüllilah ben de Müslümanı m merak etme, değildir.
Belk� sen çok dindarım kimseyi ilgilendirmez o konuda müsterih olsun sayın Ka­
faoğlu.
İ çinde bulunduğum partide de bir sapma olma ihtimali olduğu zaman da bu­
nun savaşçısı olacağımın garantisini veriyorum kendisine. Geçmişle hesaplaşa­
rak sürekli bir yere gidemeyiz. 73 yıllık demokrasi tarihinde muhakkak ki CHP de
çok hata yapmıştır. Aksine söyleyen yoktur. Mesela köy enstitülerinin kapanma­
sı, halk evlerinin kapanması. Daha çok sayabilirim, ama geçmişle sürekli hesap­
laşarak bulunduğumuz her noktayı bugün dinamitlemememiz lazım. Bunu darbe
ve şiddetle değil, demokrasi içinde yapmak istiyorsak, var olduğumuz konumda­
ki sağlam noktaları daha iyiye götürmeye çal ışmamız lazım. Diğer sol partilerle
önemli ve bu eksende diyaloga girilmesi gerektiğini ve bir cephe oluşturulması
gerektiğini düşünüyorum.
Son bir yıla bağlamıyoruz Refah olgusunu ve tüm olan biteni. O yüzden za­
ten yıllardır yazıyoruz çiziyoruz. Diğer partilerin sürekli suçlarını ortaya döktüğü­
müz gibi mesela Özal iktidardayken ben uyarılarımı artık Özal'a değil, muhale­
fete uyarı diye yazıyordum. Yani sonuçta bunun yalnız Refah değil, Refah'ı bü­
yüten politikalara medya ve sağ merkez partilerin hatta sol partilerin ve onların
meşhur bölünmüşlüğünün getirdiği ortamı yı llardır ikaz ediyorum. Çünkü cerahat
böyle bir ortamda büyüdü, sivilceleşti ve patlamak üzere. Şimdi Diyanetin bütçe­
si olayına son bir nokta koyacağım. Farz edelim bu gece Türkiye Cumhuriye­
ti'ndeki diyanet bütçesini kaldırdım, diyaneti kald ı rdım, herkes ne hali varsa gör­
sün dedim. Ve bir sürü laik demokrat insanı n da istediği oldu. Şimdi benim tekli­
fim , Diyanetin bütçesininin çok kısılması , bir sürü gereksiz harcamanın belki yüz­
de 70'nin kaldırılması. Ama kontrolün devlet yapısında kalması. Diyelim ki tersi
oldu, yarın öbür gün Türkiye'deki 66 bin caminin bilgisayarda, bir noktadan ba­
sı larak aynı anda cihada savaş sloganına alet edilmeyeceğinin garantisi var mı
yok. Garantisi yok. Tam tersine bunun o yönde kullanılacağını işaretleri var m ı ?
Fazlasıyla var. Yarın öbür g ü n , biz bunu hesaplayamamıştık, böylesi daha iyi
olurdu deyip, 1 63 konusunda yaptığ ımız hatanın çok daha ölümcülünü bu konu-

Mart 1 997 - Ankara


1 06

da yapmaya Türkiye Cumhuriyeti'nin nefesi var m ı ? Zaten kritik darboğazda. Be­


nim görüşüm o konuda öyle. Sonuçta biz daha iyi bir ülke istiyorsak, laik bir eği­
tim istiyorsak, efendim şeriatçıların ve faşistlerin içişleri bakanlığını ve yahutta
milli eğitim bakanlığını veya devlet bakanlıklarını vs. doldurmadıkları bir dünya
istiyorsak, politik partilerle olan utangaçlığımız ya da eleştiriselliğimizi daha ya­
pıcı bir konuma getirmemiz ve daha gerçeklerin demokrasi içinde çözülecekse,
politik partilerden geçtiğini kabullenip, bu gerçekler doğrultusunda tüm kararları­
mızı ona göre almamız gerektiğine inanıyorum. Çok teşekkürler.

Şanal Saruhan
Oturum Başkanı
Değerli arkadaşlar özellikle salonda son dakikaya kadar kaldığınız için teşek­
kür etmek istiyorum. Çok küçük bir şey ifade edeceğim. Sayın İlhan Arsel'in met­
ni okunurken şu noktalara dikkat çekiliyordu. Özellikle şeriata karşı duruş için öğ­
renmeye, yani bilgiye ihtiyacım var. Bildiklerimizi cesaretle başkalarına aktarma­
ya ve tartışmaya ihtiyacımız var diyorlard ı . Ben de şunu eklemek istiyorum. Ga­
liba biz bilebiliriz, bilginin sınırı yok, biz cesuruz daha cesur olabiliriz. Ama bizim,
Türkiye'deki aydı nların eksik olan noktası şu, birliği bilmiyoruz, birlikte durmayı
bilmiyoruz. Asgari müşterekler için mücadele etmeyi bilmiyoruz. O sebeple ben
de birlik diyerek sözlerimi bitirmek istiyorum. Teşekkür ederim.

Köktendincili(ie Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


3. OTU RUM
Oturum Başkanı
Tahir Hatiboğlu
3. OTURUM

Sönmez Targan
Oturum Başkanı Sayın Tahir Hatiboğlu. Konuşmacı arkadaşlarımız Sayın Fa­
ik Bulut, sayın Prof. Türkler Alkan, Sayın Türkan Saylan'ın uçağı teknik nedenle
inememiş, geri dönmüştür. O nedenle bize tebliğini faksla göndermeye çalışa­
cak, sunmaya çalışacağ ız.
Değerli başkan ve değerli konuşmacılar, dinleyicilerin azlığı, bizim toplantımı­
zın önemini elbetteki azaltmamaktadı r. Bu sayı azlığına rağmen biliyoruz ve bek­
liyoruz ki son derece az sayıda dinleyicilerimiz, konuklarımızla birlikte düzeyli bir
tartışma yaparak belli sonuçlara varmak durumunda olacağ ız. Katılanlara teşek­
kür ediyorum . Bu arada İstanbul Barosu Başkan'ından gelen telgrafı aktarmak
istiyorum :
Çok sayıda toplum kuruluşlarının temsilcilerince düzenlenen Köktendinciliğe
Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı 'na yoğunluk kazanan işlerimiz nede­
niyle katılamıyoruz, ancak bu konferanstan ulusumuz ve diğer dünya ulusları için
önemli sonuçlar ve kazanımlar çıkacağı inancımız tamdır. Böyle bir konferansla
dünya aydınlanmasına katkılarınızdan dolaylı sizleri kutlar, başarı dileklerimizi
sunarız.
İstanbul Barosu Başkanı Avukat Yücel Sayman.
Yine Sayın Sıdıka Su'dan bir telgraf gelmiş durumda.
Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı düzenleyicilerini
kutluyor, Aziz Nesin'in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Sıdıka Su

Mart 1 997 - Ankara


1 10

Tahir Hatlpoğlu
Oturum Başkanı
Değerli dostlar, dün başlayan konferansımızın üçüncü oturumunu açıyorum.
Hepiniz hoş geldiniz. Konuşmacı arkadaşlarımız ve kendi adıma teşekkür ediyo­
rum . Bugün, bu oturum konusu: Şeriat ve sistem burada işlenecek. Konuşmacı­
lardan birisi gelemedi. Konuşmasını faks çekecek ve onunu konuşmasını bir ar­
kadaşımız sizlere sunacak.
Konumuz şeriat ve sistem demiştik. Bu konular bildiğiniz gibi çok önemli ko­
nular. Bundan yirmi otuz yıl önce bu konuları aklı m ıza bile getiremiyorduk, ama
ne yazık ki ikibin yılına az bir süre kala bu konular gündemimizin birinci konusu
oldu. Bu yönden üzülüyoruz, üzüntülüyüz. Ancak yine de bu üzüldüğümüz konu­
ları aşmak işi bizlere düşüyor, aydınlara düşüyor, bu konuda inaçlı olanlara dü­
şüyor. Bunu hepimiz biliyoruz, onun için biz varız. O bakımdan azlık bizi korkut­
masın. Bizim ilerici devrimci hareketler, azlar tarafı ndan başlar, kitleler arkasın­
dan ve sonra gelir. Şeriat ve sistemde, sistemi anlatırken aynı amaca yönelik sis­
temler topluluğu deriz, Örneğin sindirim işlevi bir amaçtır, sindirim işlevi, sindirim
işleviyle ilgili birbirinden uzakta bir yığın birçok organ vardı r. Ama hepsinin işi sin­
dirim işine yöneliktir. Şimdi bu şeriat da böyle oldu. Şeriat sisteminde de bu var.
Sivil toplum olarak bakıyorsunuz bir yığın vakıf var, tarikat var, mezhep var, par­
ti var. Bunlar hepsi sanki birbirinden uzak ve ayrı olmalarına rağmen amaç ortak.
Bu ortak amaç da bildiğiniz gibi şeriat ama, kamuoyunda bunlar ayrıymış gibi su­
nulur, birbirinden farklıymış gibi sunulur. Bunların amacı ortaktır, şeriat düzenini
ülkeye getirmektir. Aynı sindirimde olduğu gibi karaciğerin yeri karın boşluğunda,
ağı r, dil ağız boşluğunda, ama ikisinin de amacı sindirilme yöneliktir. Bu açıdan
gerçekten bizce bugün dört bir yanından şeriat amacına yönelik sistemleşmiş or­
ganlar topluluğuna dönmüştür ve bu dönüşüm artt ı kça tehlike daha da artıyor ve
şu anda bana göre sizlerin de öyle sanıyorum bu tehlikenin doruğundayız. Şim­
di konuşmacılarımızla ilgili birkaç söz söylemek istiyorum. Sağı mda oturan hoca­
m ız Prof. Türkler Alkan, hemen hepinizin bildiği hocamız ama ben yine birkaç
cümle söylemek istiyorum. Kendisi şu anda Ankara Ü niversitesi öğretim üyesi,
bir ay öncesine kadar dekandı. i steğiyle dekanlıktan ayrılan tek kişi. Bu da önem­
li bir olgu çünkü sistemle uyuşamadığı için dekanlıktan tutamadı , benim kanıma
göre. Sayın Alkan hocamızın bir özelliği de bildiğiniz gibi Radikal gazetesinde kö­
şe yazarı olmasıdır. Bir de geçmişten bir özelliğini tanıtmak istiyorum 1 980 ön­
cesinde öğretim üyelerinin bir örgütü var. Öğretim Ü yeleri Derneği. Bunun bir dö­
nem genel başkanlığını yaptı. Şimdi o derneğin 1 980 sonrası 1 986'da kurulan
öğretim üyeleri derneği adını değiştirerek hocam yeni başkan oldu, derneği ya-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


111

şatmak için adına tüm öğretim üyeleri derneği yaptı . Bir haftadır da başkanı be­
nim. Türkan Saylan hocamız gelemedi. Bu da kamuoyunun bildiği isim, Çağdaş
Yaşamı Destekleme Derneği'ni büyük uğraş sonucu tek kişi olarak kurmuş ama
sonra bunu ordu haline getirmiş bir hocamız, aynı zamanda tıp alanında önemli
çalışmaları var ve önemli bir bilim kadını, onu da burada yokluğunda anmak is­
terim. Daha fazla söze gerek yok. Sol tarafımda sayın konuşmacı dostumuz Fa­
ik Bulut, kendisi gazeteci yazar. Genellikle araştırmacı kimliğiyle tanınıyor. Gaze­
teci yanı ağır basıyor ama daha çok araştı rmacı yazar tan ındığı için böyle söylü­
yorum. Araştırma alanları Ortadoğu ülkeleriyle özellikle İslam ağırlıklı konularla il­
gili pek çok araştırması var. Ve kitapları var şimdi kendilerini dinleyeceğiz. Tür­
kan Saylan hocam ızın konuşması faksla buraya geçilecek ve konuşmacım ızdan
sonra bir arkadaşımız tarafından sizlere okunacak. Dolayısıyla saat 1 0.30'a ka­
dar konuşmalar var. 1 0.30-1 1 .00 arası tartışmalar var. Ve 1 1 .30'da kahve mola­
sı verilecek. Şimdi konuşma sırası Sayın Faik Bulut'ta. Buyurun.

Faik Bulut
TAR İ KAT-S İVİ L TOPLUM-İ KTİ DAR İ Lİ ŞKİ Sİ
A) Anlam:
Şeriat. Arapça'da "geniş su, cadde, anayol , kural, yasa, hükümn anlamına
gelir. Tarikat ise "yol/yolakn demek olup, şeriattan daha küçük alanı ifade eder.
Bir tasawuf terimi olarak tarikat 'Allah'a varma gayesi güdenlerin izledikleri özel
tarz ve yol" anlamında kullanılır.
Tarikat, dinsel düşünüş/iman temelinde yükselir. Dolayısıyla tarikat ile din
arasında diyalektik bir bağ vardır. Yani, din olmayan yerde tarikatten söz edile­
mez. i ster antik, isterse Ortaçağ dinleri olsun, her inanç sistemi, kaçınılmaz bi­
çimde mezheplere ve daha alt kolları durumundaki tarikatlara ayrışır.

B) Tarikatların Doğuşu :
İslam'daki tarikat olgusu, tasawufi düşüncenin bu dine girişleriyle birlikte or­
taya çıkmıştır. İslamiyetin birtakım kurallar şeklinde beliren dış kısmı "zahiri"
olarak adlandı rıldı. Bu bölümü, Ortodoks İslamın "fıkıh" denilen dinsel hukuku
doldurdu. Ancak gerek Kuran, gerekse peygamber hadislerine ilişkin içrek ve
özel yorumlar getiren İ slam düşünürleri, "batını fıkıh" ekolünü oluşturdular. Ta­
rikatlar, bu "batınl" (özsel, içrek) yorumlar temelinde meydana geldi. Bu anla-

Mart 1 997 - Ankara


112

m ıyla bakarsak, tarikatlar, İslamın ruhani ve manevi değerleri kazandırıp gelişti­


ren kurumu olan tasawuftaki tefsirci akımlar/ekoller olarak nitelendirilebilir. Fık­
hi yorum getiren geleneksel eğitim ve ilim kurumlarına medrese, tasawufi yo­
rum getirenlerinkine de tekke/dergah adı verilmiştir.

Fıkıh alanının temsilcilerine fakih, tasawuf alanınkilere de şeyh, mürşid,


pir, evllya, eren, Gönül Sultanı vs denilmiştir.
..

Tarikatlardaki en belirgin hizmet, iki noktada yoğunlaşmıştır: a) İslamı yay­


mak: b) İnsanların iç dünyaların ı , ahlaki yapıların ı, gönül alemlerini düzene ko­
yup güzelleştirmek.

Her dinin aynı zamanda bir siyaset olduğu gerçeğinden hareket edersek; din­
lerdeki mezhep ve tarikatları da siyasi parti, akı m, hareket ve örgütler biçiminde
algılamak, tarikat meselesini anlamamızda kolaylık sağlar.

Genel iddia şudur: "İslamiyetin ilk zamanında tarikat yoktu ; sonra ortaya çık­
tı. "Doğrudur. Ancak, iddiayı şu söyleme indirgemek yanlıştır: "İslam Peygambe­
ri yaşasaydı . İslamiyet ilk günkü haliyle devam etseydi ; tarikatlar da ortaya çık­
mazdı".

Gerçekte, her siyasi ve dini akı m , ilk çıktığında bütünlük arz eder. Çünkü, dar
bir alana hitap eder ve başlangıçta çözmesi gereken sorunlar azdır. Oysa, yük­
selme ve genişleme devirlerinde, dinler kaçınılmaz olarak mezheplere, onlar da
tarikatlara; yani, siyasi akım, hareket ve partilere ayrışı rlar.

Bu bakımdan. "Peygamber devrinde tarikat yoktu; bid'at'tır sapkınlıktır" de­


mek, gelişmeyi inkar anlamına gelir. Bizzat İslam peygamberi, "Hilafet benden
sonra 30 yıldır. Ondan sonra ümmetim 73 fı rkaya bölünecektir'' derken, İslam
toplumundaki çelişkilerin nereye varacağ ını iyi görmüştü. Şu varsayılabilir: "Pey­
gamber 1 00 veya 200 yıl daha yaşamış olsaydı , bizzat fırkanın önderi olabile­
cekti."

Çünkü, tarikatlar; 1) yukarıda anılan siyasal/toplumsal çelişkilerin bir ürünü­


dür. i l) Sünnet'e (Peygamber'in söz ve davranışları bütünü) sarılı r, esasında
Peygamberi taklit ederler. 1 1 1) Her şeyden önce pratiğe yönelik, hayatın gailele­
riyle yakından meşgul olan kurumlardır.

İslam dinindeki tasawuf akım ı, Hicri ikinci yüzyılda ortaya çıkmış; giderek bil­
lurlaşmıştır. Ortodoks İslam, ilk zamanlarda tasawufa karşı kıyasıya mücadele
vermiş; ilk tasawufçulara adeta kan kusturmuştur.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 13

Ancak, yaklaşık yüzyıllık bir mücadeleden sonra tasawufu kabul edip; bün­
yesinde eritmeye çalışmıştır. Başlangıçta ilk ve öz İslam'da geniş bir kavisle ay­
rılan Sufilik, İslam mistisizmine saplanıp kaldı. Tasawuf akımında eski İ ran, Mı­
sır, Hindistan, Yunanistan kaynaklı Brahmanizm, Budizm, Zerdüştilik, Musevilik,
Hıristiyanlık, Manilik gibi inançların hamuru vardır. Tasawuf, İslamiyete mantık
ve felsefeyi (kelam) sokmayı bilmiş; bu dinde sorgulama/irdeleme yolunu açmış­
tır. İ lk İslam mutasawufları İ brahim Edhem, Maruf Kerhi, Serly Sakatı, Bişr
Hafi, Şaklk Belki, Ebu Yazld Bistami ve Cüneyd Bağdadl'dir.
Bağlı olarak tarikatların ilk izleri 1 O. yüzyıla uzanır. Gerçek anlamdaki tarikat­
ların doğuşu 1 2. ve 1 3. yüzyıla rastlar. Moğol istilaları, bunu hızlandı ran en bü­
yük etkendir. İkinci etken, yaşanan kuraklık, açlık, sefalet ve kitlesel göçlerdir. İs­
lam ı n merkezi yapısı zayıflayınca, insanlar bilinçsizce ortalıkta dolaşır oldu.
U mutsuzluk ve yabancılaşma diz boyuydu. Mevlana Celaleddin-1 Rumi, o gün­
kü durumu şöyle dile getirir: "O/ Sufiler ki, sanursun bir leşker (ordu) gelur. . . Ta
harabatlıktan gelurlar ve zulmet/erden bizar olurlar. n

C) Tarikatlar Slvll Toplum Kuruluşları mı?


Günümüzde yanlış bir söylem tutturulmuş: "Tarikatler, sivil .toplum kuruluşla­
rıd ır. Onlara dokunmayın: insanlık dersi alın onlardan ! Devlet, bu tarikat birikimi­
ni kucaklayarak demokrasiye geçiş yapsın! . . . "

Sahi, tarikatlar sivil toplum kuruluşları mı? Cevap: "Kesinlikle hayır! . . . "
Sivil toplum kuruluşlarının ölçütlerine bakalı m :
a ) Elverdiğince hiyerarşiye yani ast-üst ilişkisine karşı olmak, mümkün oldu­
ğunca bunu asgariye indirmek.
b) Eşitlik ve özgürlük temelinde ilişkileri sürdürmek.
c) Yönetsel/siyasal önderliği seçim yoluyla yani demokratik kurallarla belirli­
mek.
d) Devlet mekanizmasına, yönetenlere karşı yurtta şın yanında yer almak.
Yurttaşın haklarını devlete karşı savunmak.
e) Yönetenlerle ilişkilerinde mesafeli, hatta aykırı davranmak ve sivil toplum
alanını yönetim aleyhine genişletmek.

Tarikatlara gözatalı m :

Mart 1997 - Ankara


1 14

a) Hiyerarşik bir düzen, yani kastlaşma söz konusudur. Mürid-Mürşid ilişki­


si tayin edicidir. Mürid, mürşidine bağımlı ve nikahlı gibidir.
b) Müridler eşit olmadıkları gibi : Kastlaşma gereği, birbirlerine bağımlılık te­
melinde bir silsile-i meratip izlerler. Yani, tarikat şeyhine tam bir itaat ve
teslimiyet söz konusudur.
c) Tarikat önderi (şeyh/mürşid) seçimle iş başına gelmiş değildir. Ölünceye
kadar değişmez; vefatı ndan sonra da oğlu veya yakınları postişine oturur.
d) Halk kitlelerine karşı devletle işbirliği içindedirler.
e) Sivil toplum alan ına devlet aleyhine genişletmek şöyle dursun bu alanı
hem kendi hem de devlet lehine daraltır dururlur. Neden?
Çünkü Süfiler arasında yabancılaşma, Batınilik mezhebinin nlhlllst yönlerini
alarak ilk elde tapınmaya, İ slamın ibadet yöntemlerine büyük tepki gösterdi. Su­
fi önderler, bu yüzden, kazanç (kısb) öğesini öne çıkararak haz ve zevk alma te­
melinde bir tüketim toplumu yaratmıştır. Tasawuf, İslam tüccar girişimciliğine ye­
ni bir dinamizm kazandı rmıştır. Fakirlik, zenginlik, zühd, tevekkül gibi kavram­
lar yeniden yorumlanmıştı r. Böylece sufi, genel hayatın işleyişine karışarak: ken­
disi ve başkalarının işini yapmaya çalışacak, mukadderse zengin olacaktır. Ta­
rikat şeyhleri, bunun teorisini de yaptılar. İşte bazılarının vecizeleri:
Ebu Tabii el Mekkl. "Allah, mahlukatın menfaatini eşyaya koymuştur."
Muhasibi, "Zenginlik nimeti büyük tanımakla başlar."
Süleml, "Dünya işlerini terk etmek ve kazanç peşinde koşmamak, kötülenmiş
bir fakirliktir,
Şlrazl, "Sadık mürid, kazanç yollarını ve zanaatı bırakmaktan sakı nmalıdır.
Geçim için fayda sağlayan şeyleri aramayı asla terk etmemelidir."
Taban genişleyip, tarikat devletten destek gördükçe; şeyhler kendilerine geç­
mişin gailerinin üstüne çıkarıp, "yumuşak huylu ve hizmete hazır o kulların" sır­
tından vurgun vurup iktidarlarla pazarlık yapmışlardır. Ortaçağ aristokratlarının
maddi sömürüsünü, manevi anlamda desteklemişlerdir. Bu manevi aristokratlar,
asalaklığ ı n ve hazır yemenin teorisini yapmışlardır. Feodal sömürü düzeninin,
ikinci bağımlılık halkasını oluşturmuşlardır.
Çoğunlukla "sivil toplu m merkezleri, hoşgörü mekanları" denilerek sevimli
gösterilmeye çalışılan tarikatları n Selçuklu ve Osmanlı toplumundaki yeri ve
önemine ilişkin görüşleri şöyle özetlemek mümkün:

Köktendincilil}e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 15

a) 1 3. yüzyılın başından itibaren, sömürünün ağırlaşması, şehir ve köy emek­


çilerini bitkin düşürdü. Bu şartlar köylüleri, feodalleşmeye karşı çıkan, ortakların
eskisi gibi ortaklaşa kullanılması nı isteyen ve sosyal eşitliğe yönelen göçebeler­
le birleşmeye götürdü. Büyük feodaller arası ndaki mücadelenin şiddetlenmesi
de merkezi otoriteyi zaafa uğrattı. 1 3. yüzyılı n ortalarından itibaren, birbiri ardı­
na büyük isyanlar patlak verdi.

Bu isyanların ilki ve en önemlisi, Babai ayaklanmasıdır. Yesevilik ve Kalende­


rilik gibi kurulu düzene isyankar halk tarikatlarının bir devamı olan Babailer, sul­
tanların ve büyük feodallerin halkın al ın terini zevk ve sefahat içinde tüketmele­
rine karşı çıkıyor, Türkmenler ve köylüleri mücadeleye çağ ı rıyorlardı.

Bu dönemde, şehirli hakim sınıflar içinde, Mevlevilik gibi Sünnilik esas olan
"sosyal barışn mezhep ve ideolojileri de çıktı . Mevleviler, halktan nefret ediyor,
bedeni çalışmayı ve alın terini hor görüyor, kadı nlara değer vermiyor, kurulu dü­
zeni savunuyorlardı. Köylü ve göçebe isyanlarına şiddetle karşıydılar. Bugün ha­
kim sın ıfların alabildiğine reklamını yaptıkları Mevlana'nın oğlu Sultan Veled,
Türkleri, "meşru hükümdarlarına isyan suretiyle dini bakımdan büyük günah iş­
lemiş ve öldürülmeye müstahak olmuş asiller" sayıyor; "merhamet edilmeyerek
hepsinin öldürülmesini" istiyordu.
b) İttihat ve Terakki'nin tarikat uzmanlarından Baha Sait Bey, başta Mevlana
Celaleddin-i Rumi olmak üzere, tarikat erbabını şöyle tan ımlar: "İsfahan merke­
zinin kemirici asalakları, İ ran'ın duştüğü karışıklıktan canlarını kurtarmaya ve
alıştıkları hazır lokmaya konmak için Konya'ya üşüşmeye başladılar.

c) Tarikat şeyhler feodal sömürü çarkındaki yerlerini aldılar. Taşköprüzade'nin


deyimiyle, "Avam (halk), rızk peşinde koşar;

Gönül erbabı mürşitler ise rızk peşine düşmemeli".

Vani Efendi'ye göre "Cariye, ziynet ve zenginlik peşinde koşan tarikat şeyhi,
Mürad'e şu nasihatte bulunur: "Sen bana benzemeyesin; bir lokma sana haram
iken; kuwet-i ilmiyye ve tasarrufatı akliye ile bana helal olur."

Bu mana aristokratları , kul ile Allah arasına girince, yepyeni iktidar odakları
yarattılar. Daha ileri giderek, iktidar için şanslarını denemek isteyenler bile çıktı:
"Şeyhimiz huruç eyler; biz dahi bey oluruz".
Tarikatlerin "eşitlikçi ve insancıl, dolayısıyla demokratik bir yapıda oldukları"
sıkça tekrarlan ır. Oysa, bu söylemlerin tarihsel gerçeklerle fazlaca ilintisi olmaz.

Mart 1 997 - Ankara


116

Ö rneğin: Naim-a Tarihi'ne bakıl ırsa, "İnsan-ı Kamil" diye nitelenen tarikat şeyhi
için "her türlü lokma ve nükte helaldir; ama, mürüdi böyle bir şey yapamaz."
Kadirilik, Nakşibendilik, Mevlevilik, Halvetilik gibi tarikatların silsile-i meratibi,
yani hiyerarşi gereğince: "Mürid, Mürşid'e nikahlı gibidir; ondan izinsiz yedi ad ı m
atsa, boş olur ve mürted/kafir sayılır.

Mürid, şeyhinin seccadesinde namaz kılamaz, ayakkabısını giyemez, onun


atına binemez, minderine oturamaz. Onun aleyhinde düşünemez. Ona mutlak
itaatle bağlıdır. Aleyhinde söz söyleyenleri dinlemesi bile haramdır. Mürid,
Şeyh'inin zulmünü çekmedikten ve sillesini yemedikten sonra kurtuluşa eremez."
Alevilik-Bektaşilik düşüncesinin İmam Cafer Buyruğu'nda benzer temalar yer
alır. Aynı kaynakta, şöyle denilmektedir: "Ol bacılar ki Mürşid'den izinsiz yaban­
cıya lokma yedirseler ve iş işleseler; onlar şeriat açısından boş olur ve mürted
sayılır. Onlar ayı ve hınzırdan daha kötüdürler. Bu bacılara, üç tarik (üç desteli
çubuk) vurmak elzemdir . . . "

Keza, İslam'daki ilk tarikat kurucularından Abdulkadir Geylani, uzunca bir sü­
re evlenmedi. İst�diği "kemal" noktası na erince, dört kadınla birden evlenip 27'si
erkek 49 çocuk sahibi oldu. Ahmet Can ı m Nameki adlı bir tarikat önderinin bir­
çok kadı ndan 9'u kız 48 çocuğu vard ı . İbn Hafif isimli şeyh daha ileri gitti: 40 ka­
dınla evlendi, 400'üyle de tebarüken nikahlandı .
Tarikat erbabının nazarında kadın, "cadaloz, dırdırcı"dır; erkeğe "cehenneme
azabı çaktirmek" üzere dünyaya gelmiştir. Evliya derecesine yükselmenin şartla­
rından biri de mutlaka cinsel ilişkide bulunmaktır, yani kadını cinsel meta olarak
kullanmaktır.
"Sivil toplumcudur" denilen tariklardan Süleymancıların, 1 940'1arda. "Hitler
gizli Müslümand ır. Gelip Deccal İnönü'den bizi kurtaracaktır" diyerek; kendi mü­
ritlerinden oluşan bir birliğe 1 63. Fırka adı altında Balkanlar'daki Nazi birlikleri­
nin emrine vermeleri nasıl yorumlanabilir?
Nurcuların 1 960'1ardaki Komünizmle Mücadele Dernekleri'ndeki kirli rolleri
unutulabilir mi?

Fethullah Gülen'in "Her Erzurumlu biraz Turancı'dır; ben de onlardanı m" me­
alindeki sözü, hangi tür sivil toplumculuktur?
Adıyaman Menzilköy Dergahı'nın geçmişte ülkeyi kana bulayan ı rkçı şövenist
bir partiyi sonuna kadar desteklemesi ; günümüzde yükselen bir şiddet grafiği iz­
leyen Büyük Birlik Partisi'nin (BBP) arkasında durması bazı gazetelere göre Kürt

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 17

yoğun illerdeki Hizbullah adlı karanlık yeraltı örgütüyle henüz açıklığa kavuştu­
rulmamış bağlantıların demokrasi ve sivil toplumculukla ilgisi ne olabilir?

D) Tarikat-Siyaset İ lişkiler!
Osmanlı'da, kuruluş ve yükseliş dönemlerinde tarikatların iki farklı konumu
oluşmuştu :
1 ) Tarikatlar vasıtasıyla devletin topluma nüfuz etme ve onu kontrol altında
bulundurma çabası : buna karşılık, tarikatların devletle iç içe geçerek "sivil" bir
görevden çok "devlete ait ya da siyasi" bir görevi yerine getirmeleri olmuştur. Bu,
tarikatların sivil ya da salt "dini" dünyaya ait olmasını engellemiı:: nnı:ımli bir un­
surdu.
2) Siyasi ve tasawufi geleneklerin kökünde bulunan bu roı dışında, tarikatlar,
tasawufun ruhuna uygun bir çerçevede çok önemli işlevler de yerine getirmiş­
lerdir. Bir yandan ; fiziki ve kültürel imar faaliyetlerini canlandı ran merkezler ola­
rak toplumsal bir ortak kimliğin belirlenmesinde önemli bir yerleri olmuştur. Tari­
katlar, ehil ve köklü bir icazet mekanizmasıyla hizmet veren şeyhlerin denetimin­
de devlet adamlarından esnaflara uzanan Osmanlı "ahlak" projesinin üretim
merkezleri olmuşlard ı r.
Öte yandan: tarikatlar, İslam ile insan arasına manevi, edebi ve kültürel süz­
geçler yerleştirmişlerdir. Ö rneğin, Mevleviler, musiki ve Farsça'n ı n; Bektaşi ler,
Türk hal� edebiyatının: Bayramlar, sanat ile çiftçiliğin: Melamiler; dokuma sana­
tının gelişmesinde çok önemli roller oynamışlard ı .
Anılan nedenlerle, Bektaşiler, Osmanlı militarist mekanizmasının, yani Yeni­
çeri Ocağı'nın manevi yönlendiricisi haline getirildi. Hacı Bektaşi Veli, bu ocağı n
Pir'i sayıld ı. Bektaşilik içinde büyük bi r operasyon yapan Osmanlı Padişahı i l .
Beyazid, 1 051 yılı nda Sırp kökenli Balı m Sultan'ı, Dimetoka'daki derga.htan alıp
teşkilatın başına getirdi. Militarist yeniçeriler, bu derga.htan feyz alarak başka
halkları kılıçtan geçirdiler, topraklarını işgal ettiler.
Hacı Bektaşi Veli müritlerinden Abdal Musa, Osmanlı Padişahı Orhan Ga­
zi'nin gazavatlarına bu ruhla katıldı. Sarı Saltık, Balkanlar'a kadar uzanıp kale­
ler fethetti. Çünkü, Türk dervişleri, sadece tespih çeken adamlar değillerdi; aynı
zamanda kılıç sallayıp, sınırlarda çapul akınları yapıyorlardı.

Meşrutiyet döneminde sadece i stanbul'da 300'ün üzerinde tekke ve zaviye


vard ı . Bunlar; Nakşi, Kadiri, Halveti, Cerrahi, Rufai, Bektaşi, Mevlevi, Gülşeni,

Mart 1997 - Ankara


1 18

Bedevi, Halidi gibi kollara ayrılmışlardı. Sultan Abdülhamit, İttihat ve Terakkicile­


re karşı politika yaparken genelde medreseler kadar, tekke ve zaviyeleri de hi­
mayesine alma taktiği güttü. Abdülhamid'in tarikat şeyhleri ve ulemaya yönelik
politikası, İttihat ve Terakki önderlerinin gözünü açtı. Onlar da Abdülhamid'i tas­
fiye edebilmek ve dindarlar arasındaki etkisini kırabilmek için tekke ve medrese­
lere el attılar. Cemiyet-i Sofiye ve Meclis-i Meşayih gibi dinsel kuruluşlar aracılı­
ğ ıyla hem halkı kendilerine çekmeye hem de siyasetlerini dini söylemlerle be­
nimsetmeye çalıştılar.
Tüm bunlar, tarikatların din-devlet ilişkisinde sistemin devam ında önemli rol
oynadıklarını gösterir. Yani, devlet tarikatlara müdahale edip, onları kendi politi­
kası doğrultusunda hizaya getirmiştir. Buna karşılık, tarikatlar da manevi iktidar
odakları olarak, devletle el ele verip halkı sömürmeye, maddi ve manevi yönden
istismar etmeye bakmışlardır.
E) Tarikat-Ulema Kavgası
1 1 1 . Mustafa döneminde iyice açığa çıkan bozulmayı, temelde Osmanlı devlet
ve toplum düzeninin çözülmesinden kaynaklanan beş temel unsur çerçevesinde
açıklamak mümkündür:
1) Medrese-Tekke veya Ulema-Tasavvufçu ikilisi, 1 5. yüzyıla kadar varl ıkları­
nı işbirliği içinde sürdürmeye gayret etti. İkisi de manevi aristokrat kurumuydu ve
rejimin devamından yanaydı. Ulemanın merkeze ve saraya görece yakınlığı, ta­
rikat erbabının ise taşrada bulunup görece merkezkaç kuvvetinin cazibesinde ol­
ması, esasta bir şey değiştirmiyordu. Ancak gerek tarikat şeyhlerinin, gerekse
ulema denen din adamlarının saray çevresinde bulunmaları ; ister istemez iktidar
kavgasına endeksli bir rekabeti de beraberinde getirdi. Her iki kurum arasındaki
rekabet zamanla çatışmaya dönüştü. Bunun halka yararı yoktu; çünkü, pastanın
üst seviyedekiler arasındaki paylaşımı söz konusuydu. Gönül sultanlarının ve
mana aristokratlarının zirvedeki kapışmasından yararlanan çeşitli çevreler vard ı .
i l) Saray v e iktidar eksenli rekabet, sadece ulema ile tarikat şeyhleri arasın­
daki ilişkiler olumsuz etkilemedi; aynı zamanda, tarikatların birbirine girmesine
de yol açtı. Mevleviler, Nakşibendiler, Halvetiler arasındaki çekişme ve çatışma­
lar, tasavvuf ilkelerine yönelik olmaktan çok; kimin daha fazla siyasi nüfuz kaza­
nacağı ve sömüreceği meselesiyle ilgili oldu. Zaten o gün bugündür tarikatların
devlet içindeki etkinlikleri tartışılmaya başlanmış; inkar ve yalanlamalara rağ­
men, iktidar üzerindeki etkileri düzleminde tarihsel bir boyut kazanmıştı r.
1 1 1) O tarihten beri; tarikatlardaki icazet mekanizması bozulmaya başlamıştır.

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 19

Ehil olan değil, soydan gelenin postnişine oturması: parayı verenin kadılık göre­
vi alması veya padişaha en yakın kişinin ya da haremdeki Valide Sultan'a yağ
çekenin şeyhülislam olması gibi olgular, özellikle 1 4. ve 1 5. yüzyıllardan itibaren
artmıştır. Bazı devlet ricalinin, siyasi nüfuz kazanmak gayesiyle tarikat şeyhleri­
ne yanaşması ; siyasi meşrutiyeti din temelinde aramasının nedeni de burada ya­
tıyor. Siyaset-tarikat-ticaret -aşiret denklemi geçmiş bir gelişmenin ve geleneğin
devamıdır. Mevcut olana, mafya-tarikat-ticaret ilişkisini de katabiliriz.
iV) Dikkat edilirse, din-devlet ilişkisindeki bozulma her iki tarafı da etkilemiş­
tir. Yozlaşan sadece dinsel değil, aynı zamanada askeri kurumlardır. Nitekim,
Ulema-Tarikat yozlaşması ve rekabetinin diğer yüzünde Ulema-Tarikat-Askeriye
çatışması yatar. Yeniçerilik sistemi de bozulmuştur artık. Özellikle Bektaşi tekke­
leri, kısa zamanda siyasi ve ekonomik çıkar sağlama ve nüfuz yaratmanın vaz­
geçilmez mek�nları oldular.
V) Sipahiliğin bozulmasıyla, iltizam sistemi devlete ulaşma kanallarını tıkadı .
Osmanlının atardamarlarından biri sekteye uğradı. Bu dönemde devlete ulaşma
işlevini tarikatlar yerine getirmeye başlamış: Siyasi etkiye ve sızmaya iyiden iyi­
ye açılmıştı .
"Osmanlıdaki tarikatlar, siyasi açıdan bir geçişi ifade eder. Devlet, tarikatlar
aracıl ığıyla toplumu kontrol altında tutma çabasından tarikatlar aracılığ ıyla dev­
leti kontrol etme mücadelesi noktasına doğru kaymıştır."

F) Nakşl ve Nurculuğun Devletle İ llşkllerlnln Kökenler!


Tarikatlar siyasi etkilere açık kaldıkça iç yapı ve işleyişleri bozulmuş: irşad ve
ahlak faaliyetlerinden uzaklaşmışlardır.
Toplumun ana dokusunu oluşturan ve devletle kesintisi sıcak temas halinde
bulunan tarikatların bozulması karşısında: Osmanlı devleti, özellikli 1 9. yüzyılda
harekete geçti.
i l . Mahmut, 1 8 1 1 tarihli bir fermanla, Osmanlı'daki aynı tarikata ait bütün tek­
keleri, o tarikatın i stanbul'daki postnişinliğe bağladı. (Mevleviler için merkez
Konya olarak kalmıştır.) Boşalan tekkeye şeyh atanacağ ı zaman, şeyhülislamın
görüşünün alınması zorunlu kılındı .
Ayrıca aynı fermana göre halifeler kendi şeyhleri tarafından değil, i stan­
bul'daki şeyh tarafından atanacak, tekkeler kiralanamayacaktı.

Mart 1997 - Ankara


1 20

Bu merkazileşme ve kontrol çabaları, düzenli biçimde sürdürülmüştür. Örne­


ğin, 1 825 yıl ı nda İstanbul'da bulunan 252 tekke, 35 gruba ayrılarak durumları in­
celemeye alınmıştı . Daha sonra bir Efkaf-ı Hümayun Nezareti (Vakıflar Bakanlı­
ğı) kurulmuş; tekkeler iyice kontrol altına alınmış. Tarikat ve tekke vakıflarının
bağı msız mütevelliler (yönetimler) tarafından idaresi ilkesi getirilmişti.
Bu arada, Yeniçeri ocağı kaldırılırken (1 826), Bektaşi tekke ve ocaklarında da
köklü değişiklikler meydana geldi. Bu tekkeler ya kapatılıp Nakşibendilere devre­
dildi ya da başları na nakşibendi şeyhleri getirildi. Deyim yerindeyse, Osmanlı mi­
litarizmine onca hizmetinden sonra posası çıkmış Bektaşilik bir kenara bırakılıyor;
yerini 1 7. yüzyılda kendini yenileyen Nakşibendilik alıyordu.
1 9. yüzyılda tarikatların denetimi için alı nan en önemli tedbir, 1 866'da Meclis­
i Meşayih (Şeyhler Kurulu) adlı tarikat üst kuru lunun oluşturulmasıydı. i stan­
bul'da oturan tarikatlar şeyhlerinin katıldığı bu meclis, tekkeleri denetleme göre­
vini üstlenmiş, şeyhülislama bağımlı kı lınmış ve varlığını Cumhuriyet dönemine
�adar sürdürmüştür. İttihat ve Terakki, sadece kendine yakın din adamlarını dev­
reye sokmakla yetinmedi; aynı zamanda tasawufçu tarikat şeyhlerini de yanına
alarak şeriatçı çevrelere karşı dinsel polemik kervanına kattı. Meşrutiyetçi tarikat
erbabının önde gelen isimlerinden Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi, "Tasawuf"
adl ı dergiyi çıkardı. Bu çerçevede İ ttihat-Terakkici din ve tarikat önderlerinin giri­
şimiyle Cemiyet-i Sofiye adlı dernek 1 91 2 yılında kuruldu.
İttihat ve Terakki, Rus yayılmacılığını temsil eden Panslavizme karşı Panisla­
mizmi ortaya atan Abdülhamid'in politikasına sarı lmaktan geri kalmad ı . 1 91 4'te
ilan edilen "Umumi Cihad Fetvası" gereğince tüm Müslüman dünyasını ayağa
kaldırmaya çal ıştı . Bu arada, İstanbul'daki tarikat şeyhlerini kullanarak padişah
tarafı ndan kurdurulan Mevlevi Gönüllü Taburları'na Sancak-ı Şerif armağan edil­
di. Yapı lan törende devrin Savunma Bakanı da bulundu. Mevlana soyundan Der­
viş Çelebi, ilk meşayihin (tarikat şeyhi) önderi Bindari Ahmet Dede, Eğri'ye yöne­
lik açılan bayrak altında, genç halifelerden Sultan Mehmed'in kumandasında se­
fere katılmıştı.
Orta Anadolu'da ise Bektaşi derg�hından Çelebi Cemalettin Efendi'yi Dersim
ve Erzincan yöresine gönderip Ruslara karşı çarpışmak üzere Kürt Alevilerinden
oluşacak Bektaşi alayları kurdurmayı denedi.
G) Nakşlliğln Slyasileşmesl
Tarikatların manevi (ahlak) bakımından yozlaşmasına karşı alınan önlemler­
den biri de içerden gelmiştir. Nakşibendiliğin önemli bir kolu olan Gümüşhanevi

Köktendincill{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


121

dergahı, tekke ve şeyhlerin tarikat için usül v e adabını anlatan kitaplar yayımla­
mıştır.

1 7. yüzyılda Hindistan'da başlayan, tasawuf dünyevi yüzü ve faaliyetlerine


vurgu yapan Müceddidi geleneği, Nakşibendi tarikatının ikinci dirilişi sayılır. Mü­
ceddidi geleneği, 1 9. yüzyılda Osmanlı toplu muna Kürt Mevlana Halid ( 1 776-
1 827) tarafından getirilmiştir. Mevlana Halid'in Bağdat'ta kurduğu ilk tekkeden
sonra Müceddidi gelenek kısa zamanda Süleymaniye, Kudüs, Halep, Basra, Er­
bil, Diyarbakır, Cizre, Mardin, Urfa, Konya ve İstanbul'da yayıldı. Nakşi tarikatı­
nın Mevlana Halid tarafından başlatılan Halidiye kolu, o dönemde "Kürdistan" di­
ye adlandı rılan hemen tüm bölgelerde, Kafkasya ve Şam diyarında büyüyüp ge­
nişledi. Halidiye'nin önayak olduğu Hizanvan bölgesindeki medreseler (tarikat
okullar), yıllar sonra Kürt yoğun bölgelerde Nurculuk akımına kaynaklık edecek,
günümüzde sayısı 20 bini bulan Nur cemaati medreselerinin Türkiye'nin dört bir
yanında kurulmasına neden olacaktı r.
Halidiye tarikat şeyhlerinin Şam diyarında çok sıkı denetlenmesi, Nakşiben
dilikte mürşid (tarikat önderi) kalitesinin yükselmesine, tarikatın manevi bir kud­
rete yeniden kavuşmasına vesile Oldu. Bu yüzden, özellikle, o tarihte 'Kürdistan"
olarak tabir edilen İran, Irak ve günümüz Türkiyesi'ndeki Kürt yoğun bölgelerde
egemen olan Kadirilik, büyük gerileme göstererek yerini Halidiye dergahı erba­
bı, İstanbul'daki hükümet çevrelerinde de hayli etkinlik kazanmıştır. Nakşibendi
şeyhi Ahmed, 1 859'da Tanzimat' ın reform politikalarına karşı lik hareketi başlat­
tı: Batı karşısında (geleneksel) devletin yeniden güçlendirilmesi projesini dini
söylemlerle sundu. Ayrıca dünyevi diğer meselelerle de kendince çözümler ge­
tirmiş oldu. Tüm bunlar, Nakşibendilik ve onun Halidiye koluna devlet içinde iti­
bar kazandırd ı .
Nakşibendilerin devleti sahiplenen v e reform projelerini İslami anlayışlar adı­
na denetleyen tavırları , 1 9. yüzyıldaki en önemli özellikleri oldu, Dönemin Halidi­
ye şeyhi Gümüşhanevi, bir Osmanlı bankası kurulmasına tepki duyarak, dergah
için bir cemaat sandığı oluşturmuş; zengin müridlerin bağışlarıyla küçük işletme­
lere kredi ve muhtaçlara yardım dağ ıtan bir sistem kurmuştu. Matbaa kurmak,
kütüphane açmak, müridleri yeteneklerine göre yönlendirmek Gümüşhanevi'nin
günümüze bı raktığı miraslardandır.
Nitekim, genelde AP çevresi ve Erbakan ile özel Nakşi dergahı (M. Zahit Kot­
ku-Esad Coşan çizgisi, Erenköy cemaati vs) bu mirası devam ettirip: onlarca şir­
keti bünyesinde barındıran holdingler kurma, finans kurumları açma, sanayi
alanlarına yatırım yapma; özel okul ve öğrenci yurdu, radyo-TV merkezleri vb

Mart 1 997 - Ankara


1 22

açma faaliyeti içindeler. Siyaset-tarikat-ticaret iç içe geçtiği bu geleneğin, Batı


modeline karşı İslami projesi de Erbakan'ın ünlü "Batı Kulübü yerine Milli Görüş"
ve "D-8" (İslami ülkeler birliği), "İslam dinarı , İslam ortak pazarı" gibi söylemlerle
dile getirilmiş oluyor.
Halidiye kolunun Kürt yoğun bölgelerdeki medrese geleneğinden yetişmiş
Nurcuların da benzer faaliyetler içinde olduğunu görüyoruz. Örneğin, Batı türü li­
beral bankalara alternatif olarak "faizsiz finans kurumları"nın ortaya çıkması,
Balkan, Kafkasya, Ortaasya, Ortadoğu ülkelerindeki özel okullar şebekesinin ku­
rulmuş olması, zenginlerin oluşturduğu İŞHAD, M Ü SİAD benzeri kuruluşların
gerçekleştirdiği fonlar aracılığ ıyla hayatın her alanına yayılmış özel okul, yurt,
dershane, radyo, gazete, TV, vakıfların kurulup hayata geçirilmesi de Nur cema­
atinin önde gelen isimlerinden Fethullah Gülen'in öncülüğü ve teşvikiyle olmak­
tadı r.
Halidiye kolu : bir yandan, bozulan tarikat düzenini tamir eden; ahlak-irşad
projelerini hayata geçiren bir okul olmuş; öte yandan, devlet-tarikat ilişkisinde ye­
ni bir çığı r açmıştır.
Bu çığır, bir tarikat faaliyeti olarak devlet politikalarını etkilemek ve yönlendir­
mek arayışı olarak özetlenebilir.
Osmanlıyı Cumhuriyet döneminde bağlayan bu çığı r, günümüzde daha etkin
biçimiyle devam etmektedir. Çünkü, 1 950'1erde DP döneminde özellikle Mende­
res-Nurcular (Said-i Nursi) ilişkisi: 1 960'1arda AP lideri Süleyman Demirel'in tüm
tarikat şahsiyetleriyle dirsek teması halinde olması, hele Nurcuları partinin yan
kolu gibi çalıştırması; 1 970'1erde Nurcu-Nakşi ittifakı sayesinde ortaya çıkan Mil­
li Nizam Partisi ; 1 9BO'lerde ANAP lideri Turgut Özal'ı n tarikatlara dayanan siya­
seti vs. alınan çerçevede görülmelidir.
Bu bağlamda ele al ındığında, günümüzde "hoşgörü şeyhi ilan edilen" ve "si­
vil toplum" için kendisinden "feyz alınan 'Nur cemaati ileri gelenlerinden Fethul­
lah Gülen'in niçin böylesine popüler olduğu; DYP Genel Başkanı Tansu Çiller,
ANAP önderi Mesut Yılmaz, CHP eski genel başkanı Hikmet Çetin, DSP lideri
Bülent Ecevit ve benzeri pek çok politikacının Fethullah Hoca ile buluşmak için
neden sı raya girdiği de kolayca anlaşılmış olur.
Özetle, 1 9. yüzyılın 20. yüzyıla taşınan Osmanlı toplumunda devlet, toplumu
denetlemek için tarikatlarla iç içe girdi. Ancak, iş, tarikatlar yoluyla devleti kont­
rol noktasına doğru seyretti. Derken, siyasiler; devleti denetlemeye yönelik mü­
cadelelerinde tarikatları kullanma taktiğine başvurdular.

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 23

Sultan il. Abdulhamid'in Şezali (Dardavi) tarikatı şeyhi Muhammet Zafir el


Medeni'ye intisah ettiğini: Rifai tarikatı şeyhi Ebul Hüda el Seyyadi'yi de sarayın­
da barındırıp, onu bir tür danışman olarak kullandığını biliyoruz. Sultan Reşad
ise Mevlevi tarikatı mensubu olup, Kemahlı şeyh İsmail Hakkı'ya bağlıyd ı .
İttihat-Terakki'nin meşhur şeyhlülislamı Kazım Efendi, b u tarikatın Gümüşha­
nevi kolundandı.
Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyeler kapatılmış olmakla birlikte, tasav­
vuf ve tarikatlar gizli-açık, özellikli taşrada varlıklarını sürdürdüler. 1 950'1erin
Başbakanı Adnan Menderes; nurcu, Süleymancı gibi tarikatlarla diyaloğunu sür­
dürürken: Bayrami tarikatı şeyhlerinden Akif Efendi ile sık sık görüşürdü. Nur ce­
maati önderi Said-i Nursi ile yazışırd ı .

1 960'1arın başbakanlarından birinin d e Bayrami olduğu; eski büyükelçilerin­


den ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterlerinden Fuat Bayramoğlu'nun ise bu
tarikatın kurucusu Hacı Bayram Veli soyundan geldiğini söylenir.
Keza, Demirel'in, 1 960'1arda Nakşibendi İsmailağa (İstanbul-Fatih) Cemaati
şeyhi Mahmut Hoca'yı ziyaret ettiği ; bu cemaat müritlerinden olan birinin de ba­
kanlık görevi yaptığı ve halen Hocaefendi'nin avukatl ığını üstlendiği artık sır ol­
maktan çıkmıştır.
1 983-1 993 arası Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmış Turgut Özal'ın
Nakşibendi tarikatı İskenderpaşa Dergahı şeyhlerinden M. Zahid Kotku'den feyz
aldığı ve halefi Esad Coşan'la yakın temaslarının bulunduğu; Necmettin Erba­
kan'ın aynı dergahta tescilli Nakşi olduğu yıllar önceden açıklanmıştı.

H) Cumhuriyet Devri'nde Tarikat-Devlet İ lişkileri


Şeyh Naili Efendi, İttihat-Terakki ilgililerine verilmek üzere tarikatlar hakkında
bazı notlar almıştı. Bunlara göre "Yanmış, yıkılmışlardan başka bugün (1 91 O ta­
rihinde) sadece İstanbul vilayetinde 31 1 dergah vard ır. Bunlardan 59'u cuma;
2 1 'i cumartesi; 43'ü pazar ; 35'i pazartesi; 40'ı sal ı ; 324'ü perşembe günieri iba­
dete açılır. Bu, tekkelere, tarikata mensup her sınıftan insan gider ibadet eder."

Görüldüğü gibi iktidarını sağlamlaştırmak isteyen Kemalist kadro, geçmişten


kötü bir miras devralmış: Anadolu'nun dört bir yanında dalbudak salmış, köklü ve
güçlü bir rakiple karşı karşıya kalmıştı. Şeyh Said isyanı da bahane edilerek, tek
çıkar yola başvuruldu; 30 Ekim 1 925 tarihinde "Tekke, zaviye ve türbelerin kapa­
tılması" ile "türbedarlıkla birtakım unvanların iptali) başl ıklı kanun çı karıld ı. Laik-

Mart 1 997 - Ankara


1 24

lik politikalarıyla bir dizi önlem alınd ı , anılan tüm tarikat mekanları kapatıldı. Di­
ne ait görünür her unsurun zor yoluyla tasfiye süreci böyle başladı .
1 940'1ara gelindiğinde, Cumhuriyet yönetiminin, baş rakibi sayılan İslamcı­
lık/şeriatçılık akım ı n ı tasfiye edemediği görülür.
Hal böyleyken, tarikatların konumunu da anmakta yarar var. Tekke ve zaviye­
leri kapatma, her şeyden önce yasal ya da hukuki ve siyasi bir önlemdi. Dolayı­
sıyla, hukuksal açıdan tarikat kapılarını kapatmış olmak. "Din ile toplum" arasın­
daki fiili kopuşu beraberinde getirmedi. Tersine, yeraltına çekilip köşeye sinen ta­
rikatlar, daha cazip hale geldiler ve sürekliliklerine yepyeni bir ivme kazandı rdı­
lar. İçeriklerini de buna göre ayarlayıp belirlediler.
Diğer bir deyişle, tarikatlar ve tarikat olmayan köklü dini cemaatlar; bir yan­
dan, halk kitlelerinin inançlarının tek kökü ve temeli olma işlevini sürdürdüler; öte
yandan, yerel ve dini kültürün öğrenilip üretildiği mekanlar haline geldiler.
Cumhuriyet dönemindeki tarikatların işlevlerini birkaç noktada tanımlamak
mümkündür:

Bir; tarikatlar geleneksel doku ile yeni dönemin koşulları arasında köprü gö­
revi gördüler.
İki; İslami yaşam biçimiyle tasawufun dünyevi yüzüne (kazanç, nimetler, dev­
letten yararlanma, politikaya katı lım, lobi faaliyeti, holdingleşme vs) vurpu yaptı­
lar.
Ü ç; her iki noktanın doğal sonucunda irşad-imam faaliyetleri, vakıflar yolı:ıyla
kurumsallaştı rıld ı . Dini eğitim ve ekonomik faaliyet alan ı na geçildi. Böylece İslam
ile toplum, imam ile para, modernite ile gelenek arasında meta ekonomisine da­
yanan, aynı zamanda ruhani biçimde kutsanan bir etkileşim kurulmuş oldu. Ya­
ni tarikat şeyhi hem işveren hem mal satıcı (veya imalatçı/üretici), mürit ise hem
işçi hem de tüketici oluverdi.
Dört; Cumhuriyet yönetiminin laiklik ve Türklük politikasıyla toplumu yenile­
meye kalkışmanı n yarattığı toplumsal, siyasal ve ekonomik bunalımlar; İslami
kesim-laik kesim çatışması, Kürt-Türk çelişkisi türünden sancı ve sapmalar, ister
istemez tarikatlara yaradı . Kimlik inkarından, yoksulluktan, milli baskı ve zulüm­
den bunalan insanlar, tarikat merkezlerini birer sığınak ve sıcak yuva olarak, ah­
laklı ve iyi mümin olmaya yönelik bireyci bir İslam anlayışını da hayata geçirdi­
ler.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 25

Beş; Nakşi tarikatının Halidiye kolu mirasını izleyenler, dergah ve cemaatleri


seçkin üretim merkezleri haline getirdiler. Böylece devlet ve siyasetle ilişki kur­
mayı başardılar. Sıkça konuşulan Türk-İslam sentezi, gerçekte Nakşi tarikat üre­
tim merkezlerinin bir meyvasıdır. Bu anlayış çerçevesinde yeknesak bir toplum
anlayışının yüceltilmesi temelinde, toplumu devlet içine hapseden bir anlayış
devreye sokulmuştur. Tarikat devlet ilişkisinin ön plana çıkması, sistemin ve dev­
letin kendini (geri-gerici bir zeminde) yeniden üretmesinde önemli bir etken ol­
muştur.
Somut örneği, Nur cemaati önderi Said-i Nursi-Adnan Menderes ilişkilerinde
görülür. Bediüzzaman, okullara din dersini getiren Demokrat Partililere son dere­
ce sıcak bakmaktadır. 'Kahraman' olarak nitelendirdiği Adnan Menderes'e özel
selamlar ve mektuplar göndermekte, muvaffakiyeti (başarısı) için dua ettiğini bil­
dirmektedir. Menderes, gelen rica üzerine, Said-İ Nursi'nin Risale-i Nur külliyatı­
nı , Diyanet İşleri bünyesinde bastırtır. Bu politika 1 980'1erde olduğu gibi devam
etmiştir.
1 996 yıl ında Hürriyet'in haber yorumu: "Son dönemde İslami söylem ve tu­
tumlarıyla tam bir dönüşüm sergileyen DYP lideri Tansu Çiller'in, ilham ı nı, Bed­
düzaman Said-i Nursi'den aldığı ortaya çıktı. Çiller'in bilim-İslam sentezi de Nur­
si'nin 'dindar cumhuriyet' modeliyle benzeşiyor. Nur cemaati . yayın organı Yeni
Asya, gazetesi de dün 'Çare, Dindar Cumhuriyet manteşini attı ."

1 997 başından itibaren bazı şeyhlerin skandallarıyla sarsılan ve bu nedenle


gündeme gelen tarikat/tarikatçılık sorununa değinen Çiller, yasaklanan tekke ve
zaviye meselesini kastederek, "Bir gelenek bin yıld ı r yaşıyorsa, toplumda de­
vamlı karşılığı varsa bu ; bir toplumsal ihtiyaca cevap veriyor demektir. Modern
devletin , tarikat hayat tarzını benimseyenlere baskı yapma hakkı yoktur. Diyanet
daha aktif olmalıdır. Diyanet mensuplarını pasifize eden bir baskı var mıdır? Bu
incelenmelidir.. " dedi.

CIA eski Şefi Graham Fuller gerçek politikayı açıklıyor: "Soğuk Savaş'ı n bit­
mesiyle birlikte Türkiye, etrafında çok geniş bir alan (Kafkas, Balkanlar ve Orta
Asya) olduğunun farkına vardı. Ufku açıld ı . Türkiye'nin devlet olarak yaptığı pek
bir şey yok. Sadece bazı özel vakıflar ve kuruluşların dikkate değer faaliyetleri
var OrtaAsya'da, eğitim faaliyetleri olarak bakarsak, hangi amaçla yapılırsa ya­
pılsın, bana göre olumlu bir olaydı r. Özellikle Türkiye'deki ılımlı Müslümanların
yapmış olduğu çok yararlı ve güzel şeyler olduğunu düşünüyorum."
Devletin üniformalı birimleri içinde açık veya gizli örgütlenmelere giden tari-

Mart 1 997 - Ankara


1 26

katlar hakkında, "kendi hallerinde yaşıyorlar, iktidar ve şeriatçılık diye bir dertle­
ri yok" demek de gerçekçi bir yaklaşım tarzı değildir. İktidarı istemeyen tarikatla­
rı n, 36 yıllık uzun vadeli Harbiye planı yapmalarının bir açıklaması olmalı ?
Son nokta: Tarikatlar siyasete bal gibi karışıyor. Stratejik Araştırmalar Vak­
tı 'nın 1 996 yılında tarikatlara ilişkin bir raporuna bakılırsa, Türkiye genelinde
Türklerdeki tarikat üyeliği oranı %6 iken: Kürtler arasında bu oran % 1 1 'e yüksel­
di. Doğu ve Güneydoğu temelinde ise tarikatlara üyelik oranı %36'1arı geçiyor­
du. Çünkü, ekonomik ve siyasal baskılar altında bunalmış bir Kürt insanı , kimli­
ğinin tanınması ve özgürlüklerden yararlandırılmaması nedeniyle, kendine sığı­
nacak yuva olarak tarikatları görüyor. Resmi raporlara göre boşaltılan 3000 köy­
den toplam 5 milyon insan göç etmiş. Bunlar aç, susuz ve sosyal yardımlardan
yoksun. Sosyal devlet ilkesinden vazgeçen iktidarlar; gerek Batı gerekse Doğu
insanını, tarikatların rahmetine ve insafına bırakmıştır. İktidarların Kürtlere yöne­
lik yanlış politikaları ve OHAL bölgesinde süren 1 O yıllık çatışma tarikaçlığı-aşi­
retçiliği güçlendirdi. Tarikatlar ise bu çatışmanın sonuçlarını nimet bilerek; siya­
sal ve ekonomik ranta dönüştürme peşindeler. Özelleştirme, bunun üzerine tuz
biber ekiyor. Özetle, Kürt meselesini ve ekonomik bunalımı çözemeyen devlet,
büyük bir tarikata dönüşmüş; tarikatlar ise küçük birer devlet oluvermişlerdir.

KAYNAKÇA
1) Sabri F. Ülgener, Zihniyet ve Din

2) Baha Sait Bey, İttihat ve Terakki'nin Alevilik Bektaşilik Araştırması, derleyen Nejat
Birdoğan, Berfin Yay.

3) Ali Bayramoğlu, uosmanlı 'dan Günümüze Tarikatlar·, Yeni Yüzyıldaki yazı dizisi,
Ocak 1997

4) Ahmet Refik Altınay, Osmanlı Devrinde Hoca Nüfuzu.


5) Sadık Albayrak, Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e Meşihat-Şeriat-Tarikat Kavgası.
6) Faik Bulut, Allah Devletinde Demokrasi, Doruk yay. 1997

7) Faik Bulut, Tarikat Sermayesinin Yükselişi ve İslam Ekonomisinin Eleştirisi, Doruk


yay. 1997

8) Faik Bulut, 1826'den 1 997'ye Resmi Belgeler ışığında Ordu ve Din, Doruk yay.
1997

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


1 27

Tahir Hatlpoğlu
Oturum Başkam
Buyurun sayın Alkan.

Türker Alkan
Teşekkür ederim. Ben, değerli başkan ımız Tahir Hatipoğlu konuşmasını açar­
ken sindirim sistemi ile bu laikliğe karşı olan hareket arasında benzetme yaptı.
İyi bir benzetmeydi herhalde, çünkü gerçekten bu şeriatçılar bizi sindiriyor. İki an­
lamda sindiriyor, hem gözümüzü yıldırmak anlamında sindiriyor, hem hazmetme
anlamında sindiriyorlar gibi geliyor. O nedenle sindirilmemek için laiklik konusu­
nu ben, hani çok söz ediliyor laiklik nedir ne değildir diye biraz ona benzer bir
yaklaşımla ele almaya çalışacağ ım. Laiklik konusundaki birtakı m genel yanlış
anlamları ve anlatılmalar var. Onların üzerinde durmak istiyorum. Laiklik ne de­
ğildir demeyeceğim ama, Laiklik konusunda söylenen bazı yanlış şeyler bilinçli
olarak bazen bunlar söyleniyor nelerdir, onları ele almaya çalışacağ ım. Şimdi
çok hayati çok önemli kavramlar genellikle saptırılır. Bu yalnız laiklikte değil, de­
mokrasi kavramı saptırılır. Özgürlük kavramı saptırılır, eşitlik kavramı saptırılır.
Özgürlük nedir deyince kendine göre özgürlük tanımı çıkar karşımıza veya de­
mokrasi aynı şekilde. Biraz laiklikte öyle gördüğüm kadarıyla özellikle Türkiye'de
laiklik kavramı konusunda son derece yanlış olduğunu düşündüğüm birtakım
saptamalar var. Sırayla bunları ele alıp, kısaca tartışmak istiyorum. Bir tanesi şu ;
efendim deniyor. Çağdaş olalım ama laik olmayalım veyahut da az laik alalım.
Yani fabrikamız olsun, kentimiz olsun, uygar olalım, bilimde gelişelim hepsi de­
mokrasi olsun ama laik olmayalım. Veyahut da az laik olalım, fazla olmasın bu
laiklik. Böyle birşey olmaz. Çünkü laiklik, çağdaşlaşma dediğimiz genel projenin
veya oluşumun entegre bir parçasıdır. Bir sendromun bir parçasıdır, onu diğer­
lerinden ayı ramazsınız. Laiklik; endüstrileşmenin, kapitalistleşmenin, ulusallaş­
manın, demokratikleşmenin, bireyselleşmenin, bir parçasıdır. Tarihsel olarak bir
aynı süreç içinde yer almıştır, Aynı toplumsal oluşumun parçasıdır. Siz, bütün bu

Mart 1 997 - Ankara


1 28

oluşumundan laikliği çıkarıp, diğerlerini kabul edelim diyecek olursanız bu müm­


kün değil, sistem işlemez. Çünkü bütün çarklar birbiri içinde birbirinin desteği ile
çalışır. Onun için bu tür laikliği, şunu alalım bunu almayalı m bir biçimde ele al­
mak mümkün değil diye düşünüyorum. İkinci, yanlış anlama ya da anlatı mla de­
niyor ki bizim anayasamızda laiklik yazıyor. Biz onun için laikliği biraz sert biçim­
de ele alıyoruz. Veya aşırı laik bir ülkeyiz. Pek çok ülkenin anayasası nda laik ol­
duğu yazmaz. Onlar laik değildir ya da daha az laiktir. Şimdi bu da yanlış bir sap­
tama. Bir ülkenin laik olup olmaması veya bir siyasal sistemde laikliğin bulunup
bulunmaması anayasasında yazılıp yazmamasıyla doğrudan doğruya ilgili değil­
dir. Önemli olan laikliğin bir anlayış olarak sistem içinde yer alıp almamasıdır. Ö r­
neğin Amerikan anayasasında yazmaz. Amerika Birleşik Devletleri laiktir diye.
Fakat Amerikan yüksek mahkemesi, yani anayasa mahkemesi verdiği kararlarla
Amerika'n ı n laik ülke olduğunu hem de son derece laik olduğunu gayet net bi­
çimde ortaya koymuştur. Mesele anayasada yazılıp, yazılmaması değil. Mesele
hukuk sisteminde yer alıp almaması. Siyasal kültürde yer al ıp almaması, siyasal
kurumlarda yer alıp almamasıdır. Bu açıdan bakacak olursak Batı ülkelerinin
hepsi laik ülkelerdir. En azından ortaçağla karşılaştırıldığı zaman laik ülkelerdir.
Hiçbir Batı ülkesi bugün ortaçağın teokratik devletini sürdürmemektedir. Din
adamları ; padişahları, kralları tayin etmemektedir. Yasalar yapılırken dine uygun
mudur değil midir tartışması çerçevesinde hareket edilmemektedir. Bunun istis­
naları var tabii geleceğim fakat genel olarak bugün uygar dünya dinin etkisinden
kurtulmuştur. Siyasal sistemin işleyişi bakı mı ndan kurtulmuştur. Bu açıdan ana­
yasalarında yazıyor mu yazmıyor mu tartışması biçimsel ve bence daha çok an­
lamlı olan bir tartışma değildir. Bu arada bir de şöyle bir yanlış yapılıyor. Dünya­
da sadece Fransa ile Türkiye'nin anayasasında yazar laiklik deniyor. Başka ü l­
kelerde var benim bildiğim kadarıyla. Senegal var, yeni Türk cumhuriyetleri var,
Filistin Kurtuluş Ö rgütü'nün anayasası var. Pek çok anayasa vardır ki laik oldu­
ğu belirtilmiştir. Sadece Fransa ve Türkiyede değildir. Sık sık laiklikle ileri sürü­
len yine bente pek anlamsız bir görüş veya tartışma şudur: Efendim deniyor,
Amerika laik bir ülke değildir veya bizim gibi laik bir ülke değildir. Neden değildir
çünkü parasının üzerinde Allaha inandıkları yazar, anayasalarına yazamadıkları
için belki paranı n üzerinde yazıyorlar belki ama onu bilmiyorum. Şimdi yahut
başkan ın yemin töreninde, Kongrenin açılışında, kapanışında papazlar gelir gi­
der vs. Şimdi bütün bunlar Amerika'nın laik ülke olduğunu göstermez. Tam tersi­
ne demin söylediğim gibi anayasa mahkemesi kararıyla Amerika laik bir ülke ola­
rak tescil edilmiştir. Bütün bunlar olsa olsa Amerika'nın dindar bir ülke olduğunu
gösterir. Fakat dindar olmak, laik olmakla çelişir, ona muhalif olan bir şey değil-

KOktendirıciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 29

dir ki insanlar dindar olabilirler. Önemli olan dini inanışlarını siyasal sistemin par­
çası haline getirmek isteyip istemedikleridir. Veya siyasal sistemi dini inançları­
na göre düzenlemeye girişip girişmedikleridir. Amerika'da başkan kalkıp, ben
devlet sistemini İncil'e dayandıracağı m dememiştir, benim bildiğim kadarıyla. Ve­
ya böyle bir girişimi olmamıştır, siyasal partilerinde olmamıştır. Bu olmadığı sü­
rece insanların dini bakımdan güçlü duygulara sahip olmaları o sistemin laik ol­
madığı anlam ına gelmemektedir. Bir diğer ileri sürülen laiklikle ilgili görüş: Deni­
yor ki din dünyada güçleniyor, bu nedenle laiklik gerilemektedir. Din güçleniyor
mu güçlenmiyor mu bunu saptamak kolay değil. Tam olarak bilemeyeceğim. Bu
konuda da farklı görüşlerin olduğunu zannediyorum. Pek çok ülkede ateistlerin
arttığını söylemek mümkün. Fakat dinin güçlendiğini varsaymak bile dünyada,
bu laikliğin gerilediği anlamına gelmez ki. Benim görebildiğim kadarıyla tam ter­
sine dünyadaki örnekler İran gibi bir iki istisnayı saymazsak ki İran zaten Şah dö­
neminde de laik bir ülke değildi. Özellikle Batı ülkelerinde laiklik güçlenmektedir.
Şimdi bakın son yirmi otuz sene içinde bütün Katolik ülkeler hepsi değilse bile
tüme yakını aile hukukunu dine dayanmaktan laik hukuk düzenine getirmiştir.
Boşanma yoktu biliyorsunuz Katolik ülkelerde, boşanmayı tanıdılar. Efendim do­
ğum kontrol yasaktı. Bir iki tanesinin dışında doğum kontrolü tan ındı . Bütün bun­
lar laikliğe doğru bu ülkelerin attığı adı mlardı r, laikliğin bu ülkelerdeki gösterdiği
gelişmelerdir. Daha birkaç sene önce Güney Kıbrıs'ta papazlar gösteri yapıyor­
du. Sebep kilisenin aile hukukuna ilişkin yetkileri daraltı lmıştı, bunun için gösteri
yapıyorlardı. Bütün ülkelere baktığımız zaman, en azından dünyada laikliğe doğ­
ru bir gelişmenin sürmekte olduğunu görüyoruz. Bu laiklik, dincilik ya da şeriat­
çılık çatışması diyebileceğimiz olay aslında bütün dünyada devam etmekte olan
bir olaydır. Sadece Türkiye'de değil. Türkiye'de biraz daha bizim özelliğimiz ne­
deniyle sert yaşanıyor olay. Fakat bu çekişme, bu gerileme, bu oluşum dünya­
nın her tarafında devam edip getirmekte olan bir oluşumdur. Ve genel olarak top­
lumsal ekonomik bir temelden kaynaklandığı nedenleri ayrıca bir sonuca bağla­
nıncaya kadar bunun devam edeceğini de sanıyorum, bir noktada duracak geri
dönecek bir oluşum, değildir diye düşünüyorum. Başka bir tartışma; Laiklik, Ke­
malist dönemde zorla benimsetilmiştir. O nedenle anti demokratik bir uygulama
olmuştur, iddiası ile sık sık karşılaşırız. Şimdi ben, laikliğin sadece Atatürk döne­
minde olduğu kanısında değilim, ondan önce başladığını düşünüyorum. İkincisi,
Atatürk döneminde laikliğin veya Kemalist devrimlerin uygulanması için belirli bir
zorlama olmuştur belki. Atatürk döneminde neden demokrasi olmamıştır diye
sormak bana en azından siyaset bilimi açısından yersiz gözüküyor. Demokrasi
her toplumda, her dönemde her zaman her an uygulanabilecek bir sistem değil-

Mart ı 997 - Ankara


1 30

dir. Demokrasi belirli bir toplumsal gelişmişlik düzeyine uygunluk düzeyini gerek­
tiren bir sistemdir. Çocuğun bazı sorumlulukları taşıyabilmek için belirli bir bilinç
düzeyine ulaşması gibi . Laiklik olmasaydı demokrasiyi hiçbir zaman uygulaya­
mazdık. Bugün Türkiye'de laiklik uygulanabiliyorsa belirli ölçüler içinde bu Ata­
türk devrimleri gerçekleştirildiği içindir. Ve başında da laiklik yer aldığı içindir. Ba­
na dünyada teokrat olup, aynı zamanda demokratik olup bir tek ülke göstere­
mezsiniz, yoktur. Demokratik olan ülkelerin hepsi laikliği uygulamış olan ülkeler­
dir. Onun için laiklik uygulamasını, anti demokratik bir uygulama olarak göster­
mek aslında olay saptırmaktan b�şka bir şey değildir Bir diğer yanl ış saptar1ıa
veya görüş, devlet laik olur, bir şeycik olmaz diyorlar. Yanlış anı msamıyorsam
bunu ilk söyleyen rahmetli Turgut Özal olmuştu. Hacca gitmişti, orada öyle de­
mişti. Hacı elbiseleri içinde, ben laik değilim, bireyler olmaz devlet olur demişti.
Tabii bu da saçma bir şey. Bir devlet sistemine ilişkin bir düşüncenin varlığı, in­
sanların o düşünceyi taşımayacağı anlamına gelmez ki . Aynı mantığa göre bir
demokrasi olur ama insanlar olmaz. Bir devlet komünist olur ama insanlar olmaz
gibi saptamalar yapmak lazım ama abes bir şey bu. Devlet tabii ki laik olur. La­
iklik devlete ilişkin bir şeydir, insanlar laik olur veya teküler olurlar. Yani dünya
görüşlerinde dini dogmalardan kurtulmuş olabilirler. Veya bir devlet düzeninin la­
ik olması gerektiğine inanıyor olabilirler. Laik insan dediğimiz zaman anlaşılma­
sı gereken budur. Onun için insanlar laik olmaz gibi bir şey otomatik olarak he­
pimiz şeriatçı olacağız demektir ki böylece abes bir şey olmaz tabii, anlamsız bir
şey. Bir diğer sık sık karşılaştığ ımız öneri ya da saptama laiklikle ilgili; efendim
deniyor laiklik Batı H ıristiyanlığına özgü bir uygulamadır. İslamlıkta laiklik ola­
maz. Neden böyle deniyor, birkaç tane önerileri var bunu söyleyenlerin, bunlar­
dan bir tanesi şu: İşte ünlü Hz. İsa'nın İncil'in hepsinde yer alan sözü vardır. Tan­
rı 'ya ait olanı Tanrı 'ya veriniz, İsa'ya ait olan ı İsa'ya veriniz. Şimdi bu Hıristiyan­
lıkta bir şeyin devlet ayrımını din ayrımını öngörmektedir deniyor. İslamlıkta böy­
le bir ayrım öngörülmemiştir. Tabii İncili okuyanlar hemen bunun farkına varı rlar.
Aslında İsa, dinle devlet işlerini ayırmak için söylememiştir bu sözü. İşte o katı ,
dogmatik Musevilerin oyununa düşmemek için az vergi verelim mi demişlerdir
Roma'ya. Verin dese bir türlü Romayı destekliyor gibi olacak. Vermeyin dese
Roma valisi tarafından idam edilmesi tehlikesiyle karşılaşacak. Bu açmazdan
kurtulmak için İsa'nın söylediği bir söz bu yoksa, dinle devlet, işlerini ayırmak için
söylememiştir. Nitekim daha sonra Roma'da, Bizans'ta ve Avrupa'da dinle dev­
letin bütünleştiği görülmüştür ortaçağda. Din devlete tamamıyla egemen olmuş­
tur. Teokratik bakımdan böyle bir ayrım olsaydı herhalde din devleti egemen ol­
mazdı . Onun için bu söze dayanarak bu Hıristiyanl ığa özgüdür demek abes.

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


131

İkincisi, H ı ristiyanlıkta deniyor, dinle kiliseyle daha doğrusu devletin kurumsal bir
ayrımı var. Kilise vard ır, ruhban sınıfı vardır. Onun için ayırmak mümkündür. İs­
lamlıkta kurum olarak din ayrı bir kurum değildir, ruhban sınıfı yoktur, kilise gibi
hiyerarşik bir örgütlenmesi yoktur, o zaman dinle devleti nasıl ayı racağız. Şimdi
tabii burada şunu söylemek lazım, her şeyden önce laikliğin başlangıcı veya se­
külarizmin başlangıcı zaten dinle devletin ayrılmasını tartışmasından çok daha
öncedir. Onu da söylemek lazım. Batı dünyasında laiklik, sadece reform da de­
ğil Rönesansta da başlam ıştır yani kültürde başlam ıştır. Hümanizmayla başla­
mıştı r. Mesele sadece dinle devlet işlerinin ayrılması değil, mesele toplum�al ya­
şamı , kültürel yaşam ı dinin mistiğinden, büyüsünden, doğmasından kurtarabil­
mesidir. Yani aydınlanma çağı dediğimiz olaydı r. Onun için meseleyi sadece din
ve devlet ayrılması değil, meseleyi bütün toplumsal yaşam ı n dünyevileşmesi,
sekülerleşmesi olarak algılayıp onaylamak gereklidir. Bir kere, işi sadece bir ay­
rımmış gibi görmemek ve anlamamak lazım. İ kincisi, İ slamda gerçi ruhb_?n sını­
fı yoktur en azından, Sünnilikte ruhban sınıfı yoktur, bir kilise gibi oluşum yoktur,
ama olmaya başladı. Onu da görmek laz ı m , işte imam hatip uygulamaları vs'le­
riyle bir ruhban sınıfı zorla yarattık. Sünni olarak yarattık. Ve İslamda hiyerarşik
bir yapı yoktur, ama demin arkadaşımızın da söylediği gibi ona çok benzeyen ya­
ni hiyerarşik yapısı olan tarikatlar, Ortaçağ'da çıktı. Başında bir lideri olan, mürit­
leri olan tarikatlar ortaya çıktı, yani İslamlığı H ı ristiyanlaştırdık; Bir bakıma yapı­
sal olarak H ı ristiyanlaştırdık. Onu da unutmamak lazım. Onun için bu tür argü­
manlar aslında bana çok geçerli argümanlar gibi gözükmüyor. Ve bir de bütün bu
argümanlara karşı şunu söylememe izin verin, mesele bir laiklik Hıristiyanlık me­
selesi de değildir. Laiklik bir endüstriyel toplum meselesidir. Yani laiklik Batı ül­
kelerinde H ı ristiyan dini olduğu için ortaya çıkmamıştır. Laiklik, Batı ülkeleri en­
düstrileştiği için endüstirileşmeyle, kapitalistleşmeyle gelen kültür nedeniyle laik­
lik ortaya çıkmıştır. Biz Türkiye'de laikliği uygulayacaksak veya laiklik diğer ülke­
lerde uygulanacaksa endüstrileşmeyle ve kapitalistleşmeyle birlikte ortaya çıkan
siyasal zorunluluklar nedeniyle uygulanacaktır. Türkiye, Müslüman olduğu için
veya batı , Hıristiyan olduğu için değil. Mesele din meselesi değil, ekonomik ya­
pı meselesidir. Onu da burada eklemek lazım. Yani mesele ancak H ıristiyan top­
lumlarda olur diyenler, o bakımdan, öz olarak, temel olarak yanlış bir şey söylü­
yorlar, laikliğin gerekçesi, doğuş nedeni açısından yan ı lıyorlar. Bir başka süreç­
te, son 70 yıldır laiklik diye başlıyorlar, Kemalizm'den başlatmak laikliği o da yan­
lış. Laiklik Kemalizm'den önce başlamış bir süreçtir. Laiklik, Türkiye'nin son iki
yüzyıldır Tanzimatla beraber, i l . Mahmut'la beraber başlayan Batılı laşma serü­
veninin veyahut modenleşme serüveninin ayrılmaz bir parçasıdır. Batı'dan oku-

Mart 1 997 - Ankara


1 32

lu alıyorsunuz, ·Fransız hocaları getiriyorsunuz, işte tıbbiyeyi açıyorsunuz, ondan


sonra mühendis mektebini açıyorsunuz, o Batı'dan gelen ders kitapları yanında,
Batı'dan felsefi düşünceleri içeren kitaplar da geliyor. Batı lı hocalar geliyorlar,
bakıyorlar, Fransa'da yasak olan kitaplar o sırada Türkiye'de okutuluyor. Baud­
leir'in vs'nin kitapları bizim Osmanlı tıbbiyesinin kütüphanesinde, yer al ıyor. Ço­
cuklar bunu okuyorlar. Baktığımız zaman bütün bunlara, hukuk sistemimiz otur­
tuluyor. Osmanlı döneminde laiklik. ticaret hukukunu alıyoruz, ceza hukukunu
alıyoruz Batı ülkelerinden. Hata aile kararnamesi kanunnamei Osmanlı döne­
minde çıkıyor, bugünkü medeni hukuku andıran hükümler tartışılıyor. Anayasayı
alıyoruz. Şeriatçı bir düzende anayasa olur mu, anayasa Kuran'dır. 1 876 anaya­
sasını alıyoruz ve bütün bunlara bakıldığında aslında laikleşmenin sü reci Os­
manlı döneminde başlamıştır. Onun için mesele sadece kılık kıyafet değil, şimdi
bugünlerde üzerinde çokça kavga ediliyor. Bu Atatürk devrimleri canım kılık kı­
yafet değişikliği Osmanlı'da başlamıştı . Ve kılık, kıyafetin dinle imanla yakın bir
ilişkisi yok, Batı ülkelerinde de kılık, kıyafet Hıristiyanlıkla ilgili bir şey değildir ki.
Onlar da ortaçağda başka kılık kıyafet giyiyorlardı , 1 9. yüzyılda başka, 20. yüz­
yıldan başka. Bu çağdaş yaşamın gerekli kıldığı davranış biçimlerini veyahut kül­
türü yansıtan bir öğedir; kılık, kıyafet. Osmanlı; fesi, İkinci Mahmut fesi giydirin­
ceye kadar akla karayı seçmiştir. Bunu İslam'a aykırıdı r diye giymek istememiş­
lerdir. Ve Atatürk onu çıkartıncaya kadar akla karayı seçmiştir. Bu sefer de bu in­
sanlar bunun İslamlığın bir simgesidir diye çıkarmamışlardır. Yani bunların çoğu
dinle imanla ilgili şeyler değil. Bunlar günlük yaşam ımızla, kültürümüzle ilgili bir
şey. Ve bütün bunların çoğu da Osmanlı döneminde başlam ış, değişime uğra­
m ı ş olan şeyler. Onun için meseleyi sadece bir Atatürk diye Atatürkçülük diye,
daha doğrusu Atatürkçülük, Atatürk'ten önce başlamış olan ve Atatürk'ten ede­
ceksek. Bir başka yanlış tartışma unsuru laiklikle ilgili olarak: Efendim deniyor,
çok mecbur kalı rsak, laikliği feda edelim, bırakalım , demokrasiyi koruyalım. Bu
ikinci cumhuriyetçi denen yazarlar arasında yayg ın bir şey. Şimdi, nasıl laik ol­
madan, demokrat olacağ ız ben bunu bir türlü anlamıyorum. Bu fikrin bir temelin­
de yanlışlık var, diye düşünüyorum ben. Laikliği bırakmak demek ne demek, şe­
riatçı teokratik bir devlet olmak demek. Teokrasi kendi içinde demokrasiye aykı­
rı . Yani Kurar:ı'ım anayasadır diyor, meclise bile gerek yoktur, siyasal partilere ge­
rek yoktur, bir tek Hizbullah olsun yeter, Allah'ın partisi olsun yeter. Şimdi Erba­
kan da ona benzer düşünceler söylüyor, arada bir "biz bütün 65 milyonun parti­
siyiz" diyor, yani başka partiye gerek yok demek istiyor. Şimdi bu zihniyetle na­
sıl demokrasi olacak ülkede, mümkün değil. onun için laiklik feda edilsin az ol­
sun çok olsun ama demokratik olalım, dendiği zaman bu çok çirkin bir oyun. Ay-

KOktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 33

rıca dini dogmaların , kültüre egemen olduğu bir yerde laikliğin de mümkün oldu­
ğunu sanmıyorum. Ben ayrıca laikliğin bu kılı kla, kıyafetle, baş örtüsüyle vs bir
arada ele alınmasını, bağlantılı görülmesini yanlış görüyorum . Bunu kendinin la­
ik olduğunu düşünüyorum. Dinci olduğunu söyleyenler de yaptığı zaman yanlış
olduğunu düşünüyorum. Bir görünüş meselesi değil laiklik, bir düşünce mesele­
si. Bir dünya görüşü. Bir olaylara bakış tarzı, o bakımdan bunun kılık kıyafetle,
baş örtüyle, çarşafla ve mayoyla her neyse bağlantılı olarak tartışmak olumlu ôl­
sun olmasın bana yanlış gibi geliyor. Bir başka görüş, laiklikle ilgili yanlış oldu­
ğunu düşündüğüm görüş. Laikliği kaldıralım yerine hoşgörüyü koyalı m deniyor.
Birkaç nedenle ben buna karşıyım. Hoşgörü iyi bir şeydir, fakat devlet yönetimi­
nin dini dogmalardan arındırılması işini hoşgörüyle nasıl sağlayacağız. Yani onu
içermiyor hoşgörü. Laikliğin asıl meselesi olan devlet yönetiminin dini dogmalar­
dan ayrılması meselesini hoşgörü şöyle veya böyle çözmüyor. Hoşgörü konu­
sunda ikinci olarak kuşkularım ; hoşgörü kavramı kendi içinde eşitsizliği içermek­
tedir. Hoşgörü aslında sanıldığı kadar hoş bir kavram olmayabilir. Nedir hoşgö­
rü? Ben daha güçlüyüm, daha üstünüm, seni hoş göreceğim. Ben devletim seni
hoş göreceğim. Ben Sünniyim, Alevileri hoşgöreceğim. Ben Kürtüm, Türkü hoş
göreceğim. hoş görünün anlamı bu. Birimiz üstünüz, öbürüne tolerans, müsama­
ha, hoşgörü: Sana şu kadar sınırları içinde yaşamana izin veriyorum . Burada bir
yanlışlık var. hoşgörü kavramı kendi içinde yanlış bir kavram. Hoşgörü değil eşit­
likten, insan olarak hepimizin eşit koşullarda yaşamasından söz etmeliyiz. Hoş­
görüc 3 üstün olanı n altta olana verdiği bir çek vardır, bir müslümaha vardır, bir
kabul etme vardır, bu her zaman geri alı nabilir. Hoşgörüde verdiğini güçlü kabul
etmP. vardır ama bu her zaman geri alınabilir. Hoşgörüde verdiğini güçlü olan her
zaman geri alabilir. O bakımdan hoşgörü kavramı bana yeterli gözükmüyor. Biz­
ce de hoşgörü tanı mlanması zor bir kavram. Bana göre hoşgörü, size göre hoş­
görü olmayabilir. Ben hoşgörülü davrandığımı sanabilirim. Oysa çok katı davran­
maktayı mdır. O çok oluyor, ben çocuğuma hoşgörülü davrandığımı sanıyorum,
bakıyorum çocuğum şikAyet ediyor ki haklı. Meğerse katı davranmışım. Pisiko­
lojik bir olay çünkü bu . Kendimizi başkalarının bizi gördüğünden farklı görüyor.
O bakımdan hoşgörüye dayanan bir düzenleme temelde yanlış bir düzenleme.
İslamda hoşgörü vard ır deniyor, örneğin, İslam hoşgörülü bir dindir. Nasıl hoşgö­
rülü bir din oluyor. Bu bize Sivas katliamını yaşatıyor. Kahramanmaraş katliamı­
nı yaşatıyor. Salman Rüşdi olayını yaşatıyor. Ve dinle ilgili bir yazı yazsam, erte­
si gün on tane faks alıyorum, beni tehdit eden. Hani ya hoşgörülüydük. Onun için
bu kadar muğlak bir kavramla hareket etmek bana yanlış gibi gözüküyor. Son
olarak sözlerimi şöyle kapatmak istiyorum. Geleceğe bakarak, efendim laiklik or-

Mart 1 997 - Ankara


1 34

tadan kalkacaktır, yok olacaktır, din sitemi onun yerini alacaktır sözlerini sık sık
işitiyoruz. Ben tam tersini düşünüyorum. Dünyada laiklik gelişecektir ve evrensel
bir sistem olacaktır diye düşünüyorum. Bunun iki temele dayandırıyorum; birin­
cisi globalleşme dediğimiz olay, dünyanın bir ekonomik bütünleşme içine girme­
si, ancak laiklikle mümkün olacaktır. Dünya çünkü ulusun bir siyasal sistem ol­
duğu zaman muhtaç, laikliğe muhtaç olması gibi , dünya da bir tek ekonomik sis­
temin altına girecek olursa ancak dini farklılıkları hazmedebilmiş, dini meseleler
siyasal mesele haline getirmemiş bir dünya globalleşebilir. Ekonomik bakımdan,
ekonomik çıkarların bütün dünyaya egemen olduğu bir ortam , ancak laik bir or­
tam olabilir. Dünyanın yarısı İ ran gibi , Afganistan gibi Libya gibi olacak olursa bu
dünyada ekonomik bakımdan bir bütünleşme, bir globalleşme mümkün değil. O
bakımdan globalleşme eğilimi, kendi içinde laikliği getirecektir. İkinci bir neden
hepimizin izlediği bir demokratikleşmenin evrenselleşmesi eğilimi var. 1 975'ten
bu yana otuzun üzerinde devlet, demokrasiyi seçtiğini ifade etmiştir. Demokrasi
eğilimi sürdüğü ve güçlendiği takdirde ki muhtemelen öyle olacaktır, en azından
şu anda öyle gözüküyor. Bu laikleşmeden mümkün değildir. Teokratik bir yöne­
tim , demokratik yönetim olmayacağına göre. Teşekkür ederim.

Tahir Hatıpoğlu
Oturum Başkanı
Hocam, çok teşekkür ederim. Tam zamanında bitirdiniz. Şimdi efendim, ilk
konuşmacımız Türkan Saylan'ın bildirisini bir arkadaşımız sunacak. Buyurun.

Türkan Saylan'ın blldlrlsl

Köktendlnclllk ve Tıp
Özellikle halk sağlığı konusunda çalışanlar, aydın din adamlarından her za­
man yararlanabilir, işbirliği yapabilirler, yüzlerce yıldır, pek çok salgın hastalığın
misyonerlerce iyileştirildiği bir gerçektir. Kendini kabul ettirmeye ve yaşatmaya
kararlı dinlerin mensupları, her gün normal giysi ve yaşantılarıyla, doktor, hem­
şire ve sağl ıkçı olarak hizmetlerini yine din adına sürdürmektedirler.
İlkel toplumların büyücüleri, insanların, hastalıkların kötülere gökten ceza ola­
rak gönderilişine inanmaları, böylece onlara işkence etmeye, dışlamaya hak ka­
zanmaları herkesçe bilinir.

KOktendincili{je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 35

Kendilerini otları yiyerek iyileştirmelerinden esinlenen analar, binlerce yıl ön­


cesinden çocukların, eşlerini iyileştirmek için otlardan ilaçlar yapmaya başladılar.
Çocuklarını hekimlerin ilk anaları "canı Allah verir, Allah alır" yargısıyla, fanatiz­
min kurbanı olup cadı sayıldılar, yakıldılar.
Ortaçağ karanlığında her yenilik cezalandırıldı, ama yüzyılları n karanlığ ı , yi­
ne de canı pahasına bilimi ve aklı öne çıkaran kurbanlarımız önderliğinde aydın­
lığa çıktı.
Son yüzyılda din adına; din sömürüsü ve insan sömürüsü, bilimin ve aklı n
önüne yeniden dikildi. ABD'de ortaya çıkan bazı tarikatların insanları toplu inti­
hara, ölümlere sürükledi, din benzeri fanatizimle 2 1 . yüzyılla girerken çağdaş
dünyanın insanların ı n da ne denli akıl ve mantıktan, gerçeklerden uzak olabile­
ceklerini kanıtlıyor.
Hindistan'da bir fanatik gelip gerçek vejetaryan olabilmek ve bilmeden bir
hayvancığı yutmamak için hAIA ağızları burunları kapalı gezerler. Yine bazı ina­
nışların fanatikleri hasta olunca hekime tedavi olmayı, kan almayı ve ameliyatı
kabul etmeyerek ölürler, bebeklerini "Allahı n emri" diye ölüme bırakırlar. Bilimi ve
insanlık değerleri bunu bile çözememektedir.
Darülfunun kurulup tıp eğitimi başladığında, 1 870'1erde Hoca Tahsin efendi
cam bir kavanozu bir kuş koyup havasını alınca kuşun ölmesini gösteren dene­
yi yapınca, yine "can ı Allah verir, Allah alır" diyerek Darülfunun'un kapatılmasına
ve uzun süre açılmamasına neden olmuştur.
Burada anlatmak istediğim ilginç bir gözlemim var. 1 983'te Suudi Arabis­
tan'da katıldığım bir tıp kongerisinin her sabah oturumunda "Tıp ve İslam" adlı
konular işleniyordu. Buna çok şaşırmıştım . Şaşkınlığımın ikincisi Kuran'dan say­
faları diaya dönüştüren ve tam bir fütursuzlukla Araplara komplimanlar yaparak
20. yüzyılın bilimini İslam'a ve Kuran'a bağlayıp "meğer siz neymişsiniz" mesa­
jını veren ünlü hekimlerin çoğunun ABD, Kanada ve benzeri Batı ülkelerinden
yüksek dolarla konuk edilmeleri ve konuşmalarıydı.
Birkaç örnek sıralıyoru m :
* Embriyoloji çağlar boyu gelişimi v e bunu etkileyen faktörler.
. . . Kuran'dan önce insan gelişiminin böylesine belirgin bir tan ımı yoktu. Bu ko­
nuda 1 9. ve 20. yüzyıllarda yapılan büyük keşiflerin temelinde, Kutsal Kuran'ın
tanımları bulunmaktadır.

Gerild C. Goeringer . . .

Mart 1997 - Ankara


1 36

Sınıflamada Yeni Sistem


. . . Son yıllarda Kuran'ın incelemesi, gelişen embriyonun evrelerinin sınıflan­
masında koluyca anlaşılan esaslar ortaya çıkmıştır. (Keitb L. Moore . . . ).

Dlferanslyasyon Evrelerde Genetik Olaylar


. . . Kur'an'daki genetikle ilgili Tanrı kelamının yüzyıllar sonraki bilimsel bilgile­
rin temeli olduğu görülmektedir . ı·ı . .

Yaradılış ve oluşumun başlangıç evrelerinin Kuran ve hadislerle karşılaştırıl­


ması . . . (E Marshall Johnson).

Bilim ve Kuran'ın ışığında insan ve hayvanların üreme sistemleri arasındaki


benzerlikler . . . (Dr. Gebhard FB Schumacher bu böyle sürüyor).
Günümüze gelince fanatik dinciler ve çağa uymayan günah ve yasakları n
baskısındaki tek yanlı din eğitimi bir temel üzerinde yetişen sağlıkçılar için çok
zor, hizmet alanlar içinse daha zor ve çelişkili ortama neden oluyor.
Birkaç örnek:
* Olayların merkezi yürektir, beyin değil
*Hıçkırık insanın içine şeytan girmesiyle olur.
*Kulak çı nlaması birini anmasıdır.
*Kadın kadına, erkek erkeğe hekimlik, hemşirelik edebilir.
Kafa karışıklığı benzer nedenlerle ciddi boyutlardadı r.
1 8 yaşına dek, dünya düzdür, kadın günahkArdır, şehvettir, saçının her teli ör­
tünmezse, öbür dünya da yılana çiyana dönüşecektir gibi günah-sevap sarmalı­
na, kadın erkek ayrımına şartlanmış ge�çeklerin dünyasını altüst edip onlara bi­
limsel gerçekleri, şüpheyi, araştı rmayı öğretmek kafayı-ruhu ileriye parçalamak
da acı verir, yaralayıcı ve sonunda karmaşa getiricidir. Bu iki alanı n dogma ile bi­
limin laik düzende ayrı yerlere oturtulması bu nedenle vazgeçilmez bir çağdaş­
laşma olgusudur.

(*) Foe Leigh Simson


Embriyogenesisin ilk 40 günü Foe Leigh Simpson
lntrauterin yaşamda 42. günden sonra . . .
TVN Persaund Canada

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 37

Tahir Hatlpoğlu
Oturum Başkanı
Efendim, biz de teşekkür ediyoruz. Sayın Saylan'ın dediği gibi tıp alan ında da
çok yoğun bir propaganda başladı. Türkiye'de ne yazık ki bazı tıp kitaplarını açı­
yorsunuz tam orta sayfasında Kuran'dan ayetler. Örneğin geçtiği miz günlerde
Tıp Emburyolojisi diye bir kitabı açtık. 1 56. sayfada, Ankara tıptan profesör ho­
camız. Yine böyle bir olay Erzurum'da yaşandı. Yani bu salg ın haline geldi. Bu
vesileyle de şunu anlatmak istiyorum. Geçtiğimiz günlerde Van Tıp Fakülte­
si'nden bir arkadaş geldi. Ben iki gün önce Van'a gitmiştim. Halkla konuşurken,
bize yakınmışlard ı. Buraya tıp fakültesi açıldı, fakat kadın hastalar, kadın doktor­
lar erkek hastalara bakmıyorlar. Vatandaş da adını duymuş, kendisine onun bak­
masını istiyor. Yani halk fakülteden yakınmıştır. Bu dediğim olay, on gün önce
oluyor, bu arkadaş gelince vaziyetin nasıl olduğunu sordum. İ ki yıl önce ben git­
tim dedi, Gülhane'den ayrılıp giden bir doçent arkadaşımız. Daha kötüsü var de­
di. Bu türbanlı doktor hanımlar, donun üzerinden iğne yapıyorlar dedi. Olay abar­
tısız böyle. Ben dedi anabilim dalına atandım, vard ım dedi iki tane türbanlı asis­
tan hanıma elimi uzattım hoş geldin hocam dediler, elim havada kaldı dedi. Bu
Van Tıp Fakültesinde yaşanan başka olaylar da var, O tür bir iğne yapmak, bi­
limsel açıdan çok yanlış ama öyle yapıyorlarmış. D� iler ki YÖ K çok uğraşıyor,
bunu kaldırmak için.
Şimdi konuşmalar bitti. Biz yarım saat sonra başladık, oturuma. On-beş yirmi
dakika en fazla soru sormak, kısa açıklama rica ediyorum. Söz almak isteyen­
lerden ricam , kısa olması konuşmaları n. Buyurun . . .

Kaya Güvenç
Konunun ekonomik yanıyla ilgili bir iki noktaya değinmek istiyorum . Şimdi
Türkiye'de ve dünyada köktendinciliğin bir ekonomik hedefi var. Bir çıkar grubu
ekonomi üzerine örgütleniyor. Bunun Türkiye'de ve dünyada örnekleri çok açık.
Belki ayrıntılı olarak bilmiyoruz, genel olarak bir değerlendirme yapabiliyoruz.
Türkiye'de ve dünyada köktendinciliğin bu nedenle basit bir hareket olmadığı,
doğrudan doğruya siyasal iktidarı hedefleyen ve siyasal iktidar olmak amacı gü­
den bir hareket olduğunu biliyoruz. Bu anlamda köktendinciliğe karşı mücadele
Türkiye de tahmin ediyorum en önemli ve acil boyutu, siyasal iktidar olayı, yani
bugün köktendinciliğin belli ölçülerde savunan bu i ktidarı mutlaka ve mutlaka de­
mokratik yollardan uzaklaştırılması öncelikli ve kısa vadeli bir gerek olarak orta­
da.

Mart 1 997 - Ankara


1 38

Köktendinciliğin ekonomik anlamda Türkiye'de 1 946, 47'1erden itibaren daha


ağı rl ı klı olarak 50'1erden sonra esas itibarıyla da 1 2 Eylül rejimi ile birlikte çok
önemli mesafeler kaydettiğini biliyoruz. Son zamanlarda çıkan bu kadar patırtı
kütürtü arkasından da İslam temellerine dayanan sermayenin mevcut sermaye­
nin sömürü alanını zorladığıyla ilgili bir açıklama yapma imkanına zannediyorum
kavuşabiliriz. Kendileri ne düşünüyorlar. Bir ikinci soruya hemen geçmek istiyo­
rum. Köktendinciliğin siyasal anlamda uluslararası planda, yeşil kuşak politikala­
rından kaynaklandığını ve son dönemde Ortaasya cumhuriyetlerindeki petrolle
ilgili olarak da stratejik bir noktası oldu{lunu biliyoruz. Sormak istediğim soru,
Türkiye'deki kökte ndinciliğin urı,ıslararası ekonomik ilişkileriyle ilgili olan bir soru­
dur. Bunlara değinmenizi rica �derim. Teşekkür ediyorum efendim.

Tahir Hatlpoğlu
Oturum Başkam
Biz teşekkür ediyoruz. Başka efendim . Lütfü Doğan hocam buyurun.
Lütfü Doğan
Konuşulanları çok dikkatle dinledim. Bazı örneklere katılmıyorum. Çünkü, İs­
lam ile Müslümanlar arasında fark var. Köktendincilik, konusunu ben Hıristiyan­
lıkta olduğu gibi kabul etmiyorum . Çünkü İncil'de birtakım uygar dışı şeyler var.
Ama bizim kökümüzde ilme saygı var ve şimdi ilimlerin arasındaki ayrım var.
Kökümüzde Ruhbanlık yok. Ondan ötürü Anadolu hareketinde Mustafa Ke­
mal'in çevresindeki kişiler belki şimdiki manada köktendincilik o manada görü­
lebilir, asıl saadete dönme, asıl saadete yönelme fikri var. 1 9. asırda Mısır'da
başlayan akı lcılık akı mının başlangıcı sayabiliriz. Bunu yapmak istediler. Bun­
lara selefi diyoruz. Yalnız selefiler toplumsal yere göre değişir. Çöldeki anlayan­
lar başka. Mısır'daki bu hareket devam ederek Türkiye'de İsmail Hakkı İzmir­
li'nin, Mehmet Akif'in Hindistan'daki ikbali yeniden düşünme, bir bakıma sadrı
İslama dönme diye düşündükleri, yeniden bütün değerleri akılcı biçimde, uygar
biçimde ele alma hareketi ki Efganide, Aftıda görüyoruz. Anadolu'da İzmirli de
var. Akif de var. Son dönemde Hamdi Akseki vs uzatmak istemiyorum . Şimdi
soru m : demokrasi yürüyecek, (en geniş anlamda artık Türk halkı bunun çok iyi
biliyor) hem de sizin gösterdiğiniz örnekleri sayın Saylan'nın gösterdiği örnek­
leri nasıl telafi edeceğiz. Ne yapacağız. i stediğimiz amaca gitmek için hem de­
mokrasiyi yaşatacağız, hem insanın inanç özgürlüğünü ayakta tutacağız. Her­
kes istediği gibi konuşacak, istediği gibi yönelecek, kişi özgür olarak. Bütün ku-

Köktendincili{je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


1 39

rumlar kişinin toplumda özgür yaşamını bağ ı msız halini girişimciliğini, bir şey
yapmasını sağlayacak. Dikkat ettim sürekli örnekler gösterdiniz. Sayın Türker
beyefendi de buyurdu örnekler verdi. Bu örnekleri nasıl çözeceğiz. Ne yapal ım ,
nasıl çözelim benim öğrenmek istediğim bu.
Tahir Hatipoğlu
Oturum Başkanı
Teşekkür ederim hocam. Buyurun.

Turgut Burakrels
Sayın Doğan'a teşekkür ediyorum. Benim soracağı m soruya başlangıç yap­
tı . Demokrasinin sadece kanunlar tümü olduğunu biliyorum, inanıyorum. Başka
türlü bir demokrasi bilmiyorum. Bütün dünyada böyle olmuştur. Tarihte, her ce­
miyetin birtakım kuralları vardır. Dini kurallar yahut demokratik kurallar. Türkiye
Cumhuriyeti hükümeti geçen hafta bir Bakanlar Kurulu kararıyla 1 8 maddelik ir­
ticaya karşı bir karar çıkardı. Bakanlar çalışıyor. Bu sorum sayın Faik Bulut'a.
Bunun altıncı maddesi mevcudiyetteki 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatla­
rın ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli� toplumun
demokratik siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir. Tam me­
tin. Nasıl uygulanır. Uygulanmadan sonra ve tesirleri olabilir Türkiye milletinde.

Tahip Hatlpoğlu
Oturum Başkanı
Teşekkür ederiz. Buyurun efendim.

Osman Ertem
Efendim, Erzurumlu İ brahim Hakkı efendinin Marifetnamesi, Saidi Nursi'nin
Risale-i Nuru. Aynı tarihlerde 1 7, 1 8'inci yüzyılda canlı doku araştı rması yapılı­
yor Avrupa'da, dünyanı n yapısı inceleniyor, doğal yasalar, güneş sistemi, yer çe­
kimi, ısının etkisi, güneş enerjisi gibi araştırmalar yapılıyor. Biz Kısası Enbiyayla
uğraşıyoruz, o tarihlerde mide kanaması, kireçlenme, beyin hastalıklarıyla ilgili
insanlarımız kalkıp Eyüp Sultana gidiyorlar. Şimdi çok iyi niyetle Anadolu'da ye­
tişmiş, din kültürü almış, bir genç olarak 1 997 yılında İslamlıkla bilinçli olarak ta­
nışmaya başladım. Bu koşulları göze alırsanız benim önyargılı olarak İ slamlığa

Mart 1997 - Ankara


1 40

yaklaşmam mümkün değil. Kuran'ın mealiyle olaya başladım, gittikçe ilerledikçe


konuşmacıya bir soru sordum, dedim ki ; İ slamı öğrendikçe insanın Müslümanlı­
ğı daha mı güçleniyor yoksa az İ slamı bilen mi Müslüman oluyor. Doğrusu ben
İ slamı n çok iyi anlaşılmasıyla, İ slamın insanların inancında azalmanın olduğuna
inanıyorum. Bunun nedenleri, akl ınızı iyi biçimde kullanamıyorsunuz, o kadar il­
ginç şeylerle karşılaşıyorsunuz ki. Sayın hocam şidi sırası geldiğinde bizi daha
iyi aydınlatacak sayısız örnek verebilirim. Ö rneğin: Said-i Nursi'nin şu anda Tür­
kiye'de ne kadar taraftarı vardı r bilmiyorum. Ama risalesini okudum, hatta Turan
Dursun'un yazdığı bir eserini Müslümanken, yazdığı eserini okudum- sayılara
birtakım anlamlar atfederek Kuran'da ne kadar nur kelimesi görürse kendini ona
empoze ederek ortaya bir eser çıkartmış. Şimdi ben Risale-i Nuru okuyan Nur­
culara nasıl ulaşırım da modern çağın gereklerini onlara anlatabilirim. Mümkün
mü? Anlatmak istediğim şu. 65 m ilyonluk Türkiye'de insanlarımızın büyük bir bö­
lümünü ekonomik ve kültürel olarak geri bırakmışız. Bunların bu kaynaklara ula­
şabilme imkan ve ihtimalleri yok. Biz de bir yıldır uğraşarak çeşitli nedenlerle bu­
rada sırça köşkte bir konuyu tartışıyoruz. Biz bunları insanlara ulaştırarak, aydın­
latmamızın çok uzun yıllar alacağını düşünüyoruz. Ben evrenin sürecini bu şe­
kilde kısaltmamız mümkün değil diye düşünüyorum. Ben sadece soru sorma­
dım, açıklama yaptım. Teşekkürler.

Tahir Hatipoğlu
Oturum Başkam
Ben teşekkür ediyorum. Buyurun

Demet Işık
Benim sorum Türker Alkan'a olacak. Kendileri, laikliğin ve demokratikleşme­
nin globalleşmenin getirdiği hızlarla ivmelerle daha güçleneceğini söylediler.
Şimdi, globalleşmenin istediği insan kendi bilgi sermayesine dayalı bilgi öğrete­
bilen, üretilmiş bilgiyi kullanabilen, teknoloji üretebilen, üremiş teknolojiyi kulla­
nabilen insan. Globalleşmenin istediği insan karşılığında istediği insan topluluğu,
yani şirket, yani ulusların içerisinde, yani ulusların dışında birtakım bağlamlarla
meydana getirilmiş birbirine bilgi eşitliği kültür eşitliği ve teknoloji eşitliği içerisin­
deki ulusların, aşan kişiler veya şirketler veyahut benzeşmelerle bölgesel insan
toplulukları. Şimdi bunu bir tarifi var. Bunların sermayesi bilgi, bunlara dayanıyor.
Şimdi bizde iki türlü insan yetişiyor. Birisi gerçekten çağdaş, çok iyi dil bilen, bil-

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


141

g i üretebilecek ve teknoloji kullanabilecek bir genç nüfus var. Bir d e tamamıyla


bunun dışında ne bu bilgi üretimine katılabilecek, ne bu teknolojiyi kullanabile­
cek ve köktendincilerle demeyeyim de dini siyasette kullananlar tarafı ndan aşa­
ğıya çekilen ve bu sistemden çıkaralan çağın dışına itilen insanlar var, çocuklar
var. Bunlar binlerce, milyonlarca okuyorlar. Şimdi sorum şu ; globalleşmenin ge­
tireceği laiklik güçlülüğü ve demokratikleşme Türkiye'deki şimdi yaşamakta olan
yarın orta sın ıfa girecek olan genç nüfusun bir kısmını Türkiye'den alıp bu laik
ve demokratik yapıya ve ekonomik globalleşmeye çekecek diğer yarısı daha çok
köktendincilerin elinde kalmayacaklar mı? Yani Türkiye'de bugün güdülen eğitim
sisteminin yapmak istediği şey globalleşme tarafından daha da perçinleşmeye­
cek mi? Bu grubun içerisinde ben Türker Alkan'ın kadınları da düşünmesini isti­
yorum, yani bugün eğitim hizmetinden . sağlık hizmetinden mütemadiyen dışla­
_
nan ve oranları çok azalan kadınlar, bu globalleşmenin getirdiği ivmenin içerisin­
deki laiklikten demokratikleşmeden en az payı alacak. Başka anlamda da kök­
tendinciliğin kendisini çektiği nüfus grubunun içerisinde bulacak ve golabelleş­
meden bekleşme, ekonomik kazanım, bilgi sermayesinin dışında tutulacağ ını
düşünüyorum. Acaba kendileri ne düşünüyorlar?

Tahir Hatlpoğlu
Oturum Başkanı
Teşekkür ederim.

Faik Akçay
Şimdi efendim, özellikle sayın Faik Bulut'a bir soru yönelteceğim. Tarikatların
ortaya çıkışı, dinin gerçek yaşama yanıt veremeyişinin bir sonucu mudur? Eğer
böyle ise bu Batı'daki -dün bu soruyu yönelttim kendimi tatmi n edecek bir yanıt
alamadım- Rönesansın yaşanmasındaki temelindeki etken sanıyorum, dinden
mantıklı yola geçilmesiyle olanaklı olmuş. Yani dinin etkisinden toplumlar kurta­
rılmış. Bunun da bir tarihsel süreci yaşanmış Batı'da. Şimdi Türkiye'de bu bağ­
lamda ne yapılabilir. Bunu öğrenmek istiyorum. Özellikle bilgi aşamasına geçilen
bir dünyada bu dinin birtakım ayrıntılarının; yani tarikatlarının, mezheplerinin bir­
takım açmazlarıyla uğraşma yerine dinin gerçek yaşama yanıt veremediğini or­
taya koymakla yani köküne dönmekle bu gerçek yaşama yanıt veremediğini or­
taya koymakla yani köküne dönmekle bu işi çözebilir miyiz, çözemez miyiz bu­
nu öğrenmek istiyorum. Teşekkür ederim.

Mart 1997 - Ankara


1 42

Tahir Hatipoğlu
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Buyurun.

Cüneyt Örkmez
Ben, dün ve bugün konferansları izliyorum, takip ediyorum ve gördüğüm şu ;
genelde fundamentalizme siyasi yönden yaklaşılıyor ve daha çok Türkiye'deki
durum ön planda tutuluyor. Bugün burada bu soruları incelediğimiz zaman din­
lediğimde dikkatimi çeken bir şey oldu. Genel soruların içeriği bence biraz da ko­
nunun sosyolojik olarak incelenmesinin gerekliliğini ortaya çı karıyor. Bu benim
düşüncem. 1 994 yılında Alman Kültür Merkezi'nde düzenlenen bir köktendincilik
ve çoğulculuk isimli sempozyum programı vardı. Ben o programı biraz izlemiş­
tim. Ve o konuda bildiriler de yayımlanmıştı. Orada özellikle sorunlar ve konular
sosyolojik açıdan irdelenmişti. Ben buradaki sorulan sorularla bir yerde bir şey­
lerin açıklanması gerektiğini düşündüğüm için bir şeyler söylemek istiyorum.
Thomas Mayer diye sosyolojik araştırma yapan bir kişinin tespiti var burada; di­
yor ki; her kim modern kültürün açık ortamında kendi yönelimi doğrultusunda ye­
rini alıp, davranışını düzenlemezse modernist kültürün sunduğu özgürlüğü ko­
laylıkla bir korku ve tehdit unsuru olarak algılayabilir. Yani bugünki köktendincili­
ğin Türkiye'deki gelişmesinin karşı duyduğu tepkidir. Biraz ewelki konuşmalar­
dan da ortaya çıkıyor ki daha çok çağdaşlaşmaya karşı bir hareket. Yani çağdaş­
laşmaya ayak uyduramayan bir yerde dogmatik fikirlerle daha çok kolay alg ıla­
nabilecek fikirlerle, fikirlerin etrafında örgütlenerek bir şeyler yapılmaya çalışılı­
yor. Benim burada bir sorum olacak. Çoğulcu demokrasi diyoruz, çoğulcu de­
mokrasi belki modernleşmenin sürecinde ortaya çıkan bir kavram içerisinde fun­
damentalizme karşı nasıl mücadele edilir. Yani hoşgörüyü de kabul etmiyoruz.
Biraz ewelki fikirlerde o ortaya çıktı. Öyleyse hoşgörü olmayacak, demokrasi
içinde fikirle mücadele ettiğin zaman onları kitlelere ulaştı ramayacağız. Öyleyse
1 923"teki gibi bir devrimler süreci mi yaşamamız gerekecek yani tepeden inme
dayatmalarla mı biz köktendincilikle mücadele etmek zorunda mı kalacağız. Te­
şekkür ederim .

Tahir Hatipoğlu
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Buyurun.

Köktendincilil)e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 43

Tltsa
Ben Almanım. Prof. Saylan , din ve demokrasi arasındaki bağlantıyı verirken,
laikliğin tanımını vermiştiniz. Laikliğin kısa bir tarih tanımını yapmak istiyorum.
Fransız devriminden geliyor ve yurttaşların ve devletin birbirine verdiği kontrat
uyarınca ve her yurttaşı n dinsel anlamda baskı ve emir altında olmamasını sağ­
lıyor. Bu talimatları bireylere öneriyor, takip edilmesini önlemek için uyarıyor.
Çünkü maddeler dinde kullanılan terimlerdir. Bu yüzden din ve devlet ile laiklik
ve ayrışma arasındaki ilişki çok önemlidir. Bazı insanlar 1 500 yıl sürebilecek din­
ler kuruyor. Eğer dikkat ederseniz Fransız devrimi sadece 2 yüzyıllık. Bu yüzden
yazılması çok önemli, gerekli. Avrupa ülkelerinde yükselen laiklik son dönemde
düşüyor. Biz de fundamentalistlerin örgütlenmesi gibi örgütlenmek zorundayız.
Teşekkür ederim.

Tahir Hatlpoğlu
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Buyurun Atilla bey.

Atilla Aşut
Ben Sayın Türker Alkan'ın konuşmasından etkilenerek şunu söylemek istiyo­
rum . Özellikle medyada son zamanlarda bir moda başladı . Şeriatçı biçimindeki
bu kadı n yürüyüşünden sonra ortaya çıkan bu söylemi yeniliyorlar. Kanımca bu
bir aldatmacadır. Sayın Türkan Alkan, bu ikinci cumhuriyetçilerin ve utangaç an­
tilaiklerin argümanlarını bana göre çok sistematik olarak çürüttü. Ancak benim
burada asıl dikkat etmek istediğim nokta şudur. Bizim açık şeriatçılarla mücade­
lemiz son derece kolaydır. Beni asıl kaygılandı ran konu başkadır. Bizim medya­
da kendilerine çağdaş bir görüntü veren birçok arkadaşımız, geçmişleriyle solla
bağlantılı oldukları için kitleler üzerinde kafa karıştırıcı bir rol oynamaktadı r. Ben
size somut örneğini de vereceğim. Geçenlerde, bir televizyonda, açık oturum
vardı , kadın yürüyüşünden sonra. Burada birçok geçmişte sol ve hatta CH P'de
üst düzeyde yöneticilik, yapmış, parlamenterlik yapmış ve Türkiye İ şçi Partisi kö­
kenli olan bu milletvekili, orada Nevzat Yalçıntaş hocamın televizyonda anlattık­
ları nın tam tersi doğrultusundaki bir karikatür, laisizm anlayışına kafa sallad ı .
Onay verdi. N e dedi Yalçıntaş: Efendim milletin dini olursa devletin dini olmaz.

Mart 1997 - Ankara


1 44

Devletin dini vardır, o milletin dinidir. İ şte laisizm sadece vicdani inançları kapsa­
maz kamu alanını da kapsar bu son derece doğaldır. Çünkü sosyal bir olgudur
dedi. Efendim laisizm şudur, budur. Hocamın anlattıklarının tersini söyledi. Ve bu­
rada örneğin bir Birikim gibi sol kesimde ekol olmuş derginin yayın yönetmeni
kendisini ben orada ateistim diye takdim ettiği halde bütün bu söylenenlere karşı
çıkmadı. Ve Nevzat Yalçıntaş aman ne güzel söylediniz Ö mer beyfendi, ne güzel
isabet buyurdunuz, inşallah sizi de yakında Müslüman olarak göreceğiz. Sizin için
de dua edelim diye bitirdi. Bu utanç verici bir şeydir. Bir başka örnek daha. Müj­
dat Gezen bilirsiniz. Kendisi demokrat ilerici bir insan olarak tanınır. Bir televizyon
programında devlet laik olur, insanlar laik olmaz biçimindeki savsataya olur verdi
ve bunu kendi ağzından ifade etti. Ve düşünebiliyor musunuz bu arkadaşı seven,
onun yazılarının okuyan, onu ilerici bir insan olarak bilen insanların kafalarında bu
söylemle nasıl karışıklık yarattığını ve bir sürü insanı n nasıl duraksama geçirdiği­
ni takdir edersiniz. Hocam ben şunu demek istiyorum. Biz yazıyoruz, çiziyoruz,
söylüyoruz. Dikkatimizi herhalde daha çok bu kesimlere yöneltmek zorundayız.
Bu ideolojik mücadeleyi yükseltmemiz, bu savsatalara bilgiyle karşı çıkmamız ge­
rekir. Ben burada dün küçük bir uyarıda bulundum. Bu genel bir uyarıdır. Yani sa­
dece demagojiyle değil ajitasyonla değil, gerçekten açıklayıcı, doğrucu, zengin­
leştirici, geliştirici, bilgi birikimine dayalı bir ideolojik mücadeleyi daha dikkatli ve
yükselterek sürdürmemiz gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Tahir Hatlpoğlu
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Efendim, şimdi yanıtlara gelelim. Özür diliyorum sizlerden,
önümüzdeki toplantının vaktini aldık. Zaten biz de geç başladık. Sayın Faik Bu­
lut buyurun.

Faik Bulut
Efendim ben sayın D!Jğan hocamıza yanıt olarak şunu belirteyim. İ slam'da
köktendinciliğin bağı var. Bütün Araplar bunu kullanır. Ya da selefiye, fakat sele­
fiye iki tarafta anlaşılıyor biliyorsunuz. Onun için bir bağı var. Tarihini de ileriye
götürüyor, İ slam ve köktendincilik eskilere, 1 300'1ü yıllara kadar gidiyor. Afgani­
nin getirdiği ekol, Said-i Nursi'de bitti.

Modernite ile İslam modernizmini dışlamak ona eş değildir. Hatta bazı bakım-

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 45

larda şOra mura geleneği ile ondan daha üstündür denilen şey Seyit Kutup'la bit­
ti. Yani 60'1ardan sonra hayır modernite o döneme kadar Müslümanlar moderniz­
mi yakalamak için canla başla çarpışıyorlar. Hayır 60'tan sonra özellikle Seyit
Kutup'un teorize ettiği, Müslüman Kardeşler liderlerinden biridir, hapiste vefat et­
miştir- modernite kötüdür, İ slam bu modernitenin kötülüklerinden bir alternatiftir
diye bugün çıkan önümüzdeki şey bu, şimdi bunu bir tarafa bırakıyorum. Efen­
dim bana yöneltilen sorunun özü şu. Bir defa Türkiye'deki sermaye gruplarının
ben naçizane bugün çıktı Tarikat Sermayesinin Yükselişi adlı kitap bütün bilan­
çosunu verdim. Mesela sırf tarikatların iki yüz trilyona yakın parası var, gördü­
ğüm kadarıyla. Türkiyede 1 04 tarikat, zaviye var. Bin kadar dini oluşum var. Bu­
nun yarısı aşağ ı yukarı şiddete değilse bile radikalizme çok meyal, sekiz onu ise
bugün fiilen eylemcilik yapan mesela İ BDC gibi. Türkiye'deki aşağı yukarı
5800'den 4500 vakıf dinsel içerikli vakıft ı r. Ve bu 600 gönüllü teşekküller vakıf
adı altında birleşti ve bunlar lobi oluşturdular, esas önemli olan şey bu. TBMM'de
95'te geçen kanunları önleyebilecek bir lobi oluşturdular. Yalnız yeşil kuşak pro­
jesi bitti bende, çünkü yeşil kuşak projesi bütün Müslümanları ya da dini duygu­
ları komünizme karşı yönlendirmeydi. Bence bugün tersi bir şey pasifike kayan
rekabetin ön aşamaları ve ılımlı İ slam, radikal İ slam diye bir ayrım, birisini diğe­
rine karşı kullanma, Yeşil Kuşak asl ında onun başlang ıcıydı ve birincilikle bitti.
Tarikatların Türkiye'de haliyle açıkçası MGK kararları dahil, açıkça söylüyorum
bu haliyle tarikat olgusu bitmez. Yani cumhuriyet döneminde de Kemalistler çok
önemli şeyler yaptılar fakat tarikatı kapatmakla, tarikatı n sosyal tabanıyla insan
arası ndaki bağı kopartamıyorsunuz, hatta tersine daha çok cazip hale eliyor. De­
mek ki buna daha ideolojik ve siyasal bakmaktan ziyade ideolojik bakmak gere­
kiyor buna inanıyorum. Bu bir, ikincisi Türkiye'de üç problem var. Bunları çözer­
sek, sanıyorum tarikatların holdingleşmesinin ve lobileşmesine ve bizi de yön­
lendirmesini önleriz. Mesela Fethullah Hoca'ya referans sormadan, Orta Asya
cumhuriyetlerine büyükelçi tayini yapılmıyor. Mesela biz bunu önleriz. Ama nasıl
önleriz. Konu şu ; efendim Türkiye'de bir Kürt meselesi var. Baktım, Stratejik
Araştı rmalar Vakfı'nın 96 sonu araştırmalarına baktım. Türkiye genelinde Kürtler
arasında tarikatlaşma oranı yüzde 1 1 , Türkler arasında yüzde 6. Olayı Güney ve
Güneydoğu bazında aldığınız zaman tarikatlaşma oranı yüzde 36. Şimdi orada­
ki Kürt insanların kimli�ini asimile ederseniz, mesela Nurculuk vasıtasıyla asimi­
le ederseniz, Fethullahçılık vasıtasıyla asimile ederseniz insanlar oraya gider. İ ki
bu malu m yedi yüz elli bin aile bu son on yılın çatışmaları nedeniyle ortalıkta iş­
siz. Beş milyona yakın insan göç ettirilmiş ve buralarda dolaşıyor. Şimdi sosyal
devlet ilkesinden de vazgeçmişseniz, yani sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri bu-

Mart 1997 - Ankara


146

nu da vermemişseniz, bu insanlar aç bilaç ortalıkta işportacılık yapmaktan baş­


ka bir şey yapmıyor. Okusa bile onu da yapamıyor. Ne yapıyor: İ şte Fethullaha
gidiyor, diyelim ki Fethullah cemiyetinin yurduna gidiyor. Onun üniversitesinde
okuyor. Bugün Güneydoğu'da en güçlü şey maalesef en güçlü tarikatçılık olgu­
su. Demek ki Kürt meselesini, yani devlet, Kürtlerle barıştığı zaman, Atatürkçü
diye kendini niteleyenler ki saygı duyuyorum- Kürtlerle pratikte barıştığı zaman
tarikat meselesi yarı yarıya çözü iecektir bu bir, iki ekonomik problemi çözmek la­
zım. Ü çüncüsü bence işte bu Susurluk gibi şeyler büyük bir şanstır bunu çözme­
den tarikatı çözemezsiniz. Aksi takdirde hep üretir. Güneydoğu'da doğuda, dev­
let büyük bir tarikat olmuştur. Bunu tekrarlıyorum. Tarikatlar küçük birer devlet ol­
muşlardır. Ve bugün Siverek çetesi, aşiret mafya çetesini inanın örgütleyenleri
isim isim biliyorum ; kendilerini Nurcu diye, ülkücü diye takdim eden o Harran
Ü niversitesi, Malatya Ü niversitesi, Dicle Ü niversitesi rektörleridir. O Hizbullahı
örgütleyenlerin önemli kısmı rektörlerdir maalesef. Biz bunları temizlemeden, te­
miz toplum yapmadan, tarikat meselesini çözemeyiz. Çiller, Kırkıncı hocadan
fetva aldı , İ smail Köse vasıtasıyla, Kadından imam olur diye. Eğer siz gidip ora­
da fetva almazsanız, tarikatı çözersiniz. Ama siz fetva aldığınız oranda "YAŞ ka­
rarlarını" YAŞ'ı biliyorsunuz- İ rtica nedeniyle ordudan atılanlara YAŞ kararlarını
ben yarg ıya götüreceğim vaadini Fethullaha verip, ondan sonra ondan oy aldı­
ğınız oranda tarikat meselesini filan çözemezsiniz. Çok açıktır. Birinci nedeni si­
yasidir. İ ki : ekonomiktir. Ü ç : bir etnik problem var bunu bir şekilde çözmek lazım.
Dört; bizim örgütlenmemiz, ideolojik karargahlarını bunların fikirsel anlamda to­
pa tutmamız gerekir. Siyasal örgütlenmemiz budur. Teşekkür ederim.

Tahir Hatipoğlu
Oturum Başkam
Teşekkür ederim . Buyurun hocam.

Türker Alkan
Teşekkür ederim. Sayın Çiller'in böyle kadından imam olur diye bir fetva al­
dığını ilk defa işitiyorum. Tabii işte, şeriatçılığın tehlikesi burada. Bugün kad ın­
dan imam olur diye fetva alırsınız yarın aynı din adamı kalkar, kadından başba­
kan olmaz diye fetva verirse ne yapacaksınız. Onun için bu tür işlere girmemek
lazım. Laikliğin de yararı ve üstünlüğü, işte insanı n bu tür dini kurallara değil
mantık ve akla göre hareket etmesini sağlamasıdır. Soruların hepsine yanıt ve-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 47

rebilecek miyim bilmiyorum. Lütfi Doğan hocam ı n sorusunu tam olarak anladıy­
sam, biz bu dini nasıl modern toplumun içine oturtacağ ız. Anladığım kadarıyla
bu çerçevede bir endişeyi dile getirdi. Bu hepimizin üzerinde düşünmesi gereken
bir soru tabii . Fakat daha da çok sayın hocam gibi bu işlerden anlayanların her­
halde yan ıtını bilebileceği bir şey. Dini olduğu gibi reddetmek teorrik olarak müm­
kün ama pratikte böyle bir şeyin mümkün olduğunu sanmıyorum . Dini olduğu gi­
bi kabul etmek işte fundamentalizm dediğimiz şey. O da işlemiyor. Yapılacak
olan şey dini, bir sosyal kurum olarak görmek, insan psikolojisi açısından katkı­
da bulunacak bir kurum olarak görmek ve onu çağdaş yaşam ı n koşullarıyla bağ­
daştırmak. Bağdaştıracak yorumları , girişimleri gerçekleştirmek o da Sayın Lütfi
Doğan hocam bu işin üstadıdır. Bunu bize kendisinin sormasına gerek yoktur, di­
ye düşünüyorum. Demet hanımın sorusu vardı globalleşme ile ilgili olarak önce
şunu söyleyeyim, ben demokratikleşme ve globalleşmeden söz ederken, bunlar
globalleşme, demokratikleşme savlıyor demek istedim. Tam tersine globalleş­
menin demokratikleşme açısından uzurı dönemde problemler yaratabileceğini
düşünüyorum. Şunu anlatmaya çalıştım. İ ki akım da uzluyorum . Ve her ikisi de
laikleşme açısından olumlu katkıları olabilecek şeyler. Globalleşmenin uzun dö­
nemde yaratabileceği etkileri tahmin etmek kolay değil tabii, fakat Türkiye'nin
globalleşmenin bir boyutu örneği Avrupa Topluluğu'nun gelişmesi işte ekonomik
açıdan ve gittikçe ulusal sınırları aşan bir topluluk ortaya çıkıyor. ısrarlı başvuru­
.
ları üzerine Avrupa Topluluğu'nda H ıristiyan demokratların çıkı şıyla birlikte ora­
da da bir laiklik tartışması yaşanmaya başlad ı . Benim anlatmaya çalıştığ ı m bu.
Globalleşme dediğimiz olay, yani ekonomik sınırların bir dünya çerçevesinde öl­
çeğe oturması. i ster istemez bu işten ekonomik çıkarı olan insanları dinler kar­
şısı nda eşit veya yansız, daha laik bir tutum almaya sevk edecektir. Yani Avru­
pa'da yaşanmaya başlayan laiklik tartışması, Türkiye'nin başvurusu karşısında
bunu gösteriyor bize. Aynı tartışmayı, aynı çerçeveyi dünya ölçeğinde düşüne­
cek olursan ız bugün Amerika'da, Çin'de, Japonya'da şurada burada birçok ülke­
lerde ekonomik çıkarları var. Bu ekonomik çıkarların ı korumak için, din ayrımcı­
lığı yapamaz, yaptığı takdirde ekonomik çıkarları zarar görecektir. Benim anlat­
mak istediğim bu. Ortaya çıkmakta olan bu ekonomik sistem yavaş yavaş bir si­
yasal sistem halini de alacaktır. Bu ister istemez laikleşme doğrultusunda bir eği­
limi güçlendirecektir. Benim anlatmaya çalıştığım buydu. Teşekkür ederim.

Tahir Hatlpoğlu
Oturum Başkanı
Efendim biz de teşekkür ediyoruz. Geciktiğimiz için de özür diliyoruz.

Mart 1 997 - Ankara


4. OTURUM
Oturum Başkanı
Nail Güreli
4. OTURUM

Komite Görevllsl
Dördüncü oturumu yönetmek üzere Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı
Sayın Nail Güreli'yi çağırıyorum. Konuşmacı larımız Sayın Lütfü Doğan, Sayın
İ smet Zeki Eyüboğlu ve Sayın Zekeriya Beyaz. Buyursunlar efendim.

Nail G Ü RELİ
Türkiye Gazeteci/er Cemiyeti Başkam
Oturum Başkanı
Değerli dinleyenler, Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydı nlanma Konferan­
sı'nın ikinci gününde, dördüncü oturum çalışmasına başlıyoruz. Konuşmacıları­
mızdan Sayın Dr. Lütfü Doğan biraz sonra katılacak. Diğer konuşmacı larımızdan
Zekeriya Beyaz katılamadılar. Biz şimdi tek konuşmacıyla başlayacağız.
Şimdi ilk sözü Sayın i smet Eyüboğlu'na veriyorum. "ülkemlzde aşırı dlnclll­
ğe karşı direnç odakları" başlıklı konuşmasını sunacak. Buyurun Sayın Eyü­
boğlu.

İ smet Z. Eyüboğlu

Bu oturumun gündemi, Dinde Aşırıcılık. Aslında dün Sayın Yekta Güngör


Özden'in açılış konuşmasından başlayarak, diğer çoğu konuşmacılar da kav­
ramlar üzerinde durdular. Ve aslında kamuoyuna bu Koman Efendinin yönettiği
Nakşibendi Tarikatı'na girdim. Burada 6 yıl kaldım. Halveti Tarikatı'yla ilişiki kur­
dum. Mevleviler arasında bulundum. Rufai ve Kadiri devranını izledim. Daha
sonra bu tarikatların İ slam'ın özüyle en ufak bir ilişkisi olmadığını görünce, hep­
siyle selamı sabahı kestim. Bugünkü anlamda, köktendincilik anlamı nda, dilimi­
ze yeni girmekte olan radikal fundamentalizm, yozlaştırılmış birer kavramdır.

Mart 1 997 - Ankara


1 52

Gerçeklerinden uzaklaştırılmıştır. Birer kara örtü durumundadır bunlar. Bu oku­


yacağım yazıda bunun üzerinde duracağım.
1 - Çağı mızda, köktendincilik yalnızca İ slam ülkelerinde değil, bağland ığı di­
nin kutsal kitabıyla gelen koşullara uyulmasın ı isteyen, onun için çalışan tüm top­
lu mlarda vardır. Konuya kaynağı na inerek bakıld ığında İ slam ülkelerinde gerçek
bir kökdendinci Kuranla bildirilmiş, belirtilmiş koşullara uymayı, Kuran buyrukları
dışına çıkmamayı amaçlayan, yalnızca Kuran'da bulunanla yetinmeyi düşünen
kimseye denir. Kuran dışında, hangi kaynaktan gelirse gelsin, ileri sürülen uygu­
lamalar köktendincilik değildir.
2- Tüm yaşamsal uygulamaları, Kuran'ın özüyle uyumlu kılmak olan kökten­
dincilik, Türkiye'de din dışı birtakım inançları Kuran'dan kaynaklanmış gibi gös­
teren çarpık yorumların gündeme getirilmesidir. Gerçek bir kökdendincinin Kuran
dışında başvurabileceği bir kaynak yoktur. Ü lkemizde, köktendinci görünümün­
de ortaya çıkanları n hepsi, İ slam dinine, doğuşundan yüzyıllarca sonra, başka
toplumların yöresel inançlarının boya değiştirerek girmesiyle biçimlenen karma­
şayı benimsemiş kişilerdir. Bu inançların tümü, Kuran değil de " İ slam" kavramı­
na sonradan eklenen uygulamalar, kurallara dönüşmüştür. Bu uygulamaları , ku­
ralları birer toplumsal yasa durumuna getirmek isteyenler, birer düzmece kökten­
dinci olmaktan öteye geçemezler. İ şte, ülkemizde "dinde aşırılık", "aşırı dincilik"
diye anlaşılan genel durum budur.
3- Ü lkemizde aşı rı dincilerin, köktendinci dediklerimizin hepsi değişik mez­
heplere, tarikatlara bağlı kimselerdir. Ve bu konferansı n önemli yararlarından bi­
risi de kavramlar üzerindeki görüşmelerin ağırlık kazanmasıyla sonuca varmada
önemli yararlar sağlayacağı u mudunu veriyor Tabii, kavramlar üzerinde anlaşa­
bilmek için bu anlaşma sağlandığı ölçüde, bilgilenme ve aydınlanmaya varmada
önemli bir aşama kaydedilmiş olacağ ını düşünüyorum. Bu bakımdan da bu kon­
feransı yararlı görüyorum.
Türker Alkan hocamız özellikle hoşgörü kavramı üzerinde farklı görüşler or­
taya sürdü. Buradan da hareketle yine düşünüyorum ki kavramlar üzerinde bir
yaklaşım, görüş birliği sağlanamasa da doğal olarak bir yaklaşım sağlandıkça,
hoşgörü kavramı üzerinde de anlaşmak mümkün olacak. Bugün tartışma konu­
su olan, ayrı kutuplarda görülen ve günlük yaşamımızı, özellikle demokrasimizi
tehdit eden tehlikelerin aşılmasında, ya da bazı konuşmacıların da değindiği gi­
bi, yol ne, çözüm ne, ne yapmalıyız? İ şte bugünkü oturumumuzun konusu olan
"Dinde aşırıcılık" konusu üzerinde de zannediyorum ki görüş farklılıkları var. Bir
başka deyişle, aşırıcılık kavramı , göreceli bir kavram. Yani bana göre aşırı olma-

Köktendincili{je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 53

yan, başkasına göre aşı rı olabilir. Türker hocanın hoşgörü konusunda çocuğu ile
olan değerlendirmesinde belirttiği gibi çocuğuna davranışı ona göre aşırı değil,
ama çocuğuna göre hiç de hoşgörülü olmayabiliyor:
Ö nce şunu söylemek isterim ki 1 923 yılında 1 4 yaşı ndayken Süleymancı-ta­
rikat, fırka (parti) denen kuruluşlar yoktur. Kuran bütüncül bir içerik taşır. Bu özel­
l iği dolayısıyla, Arapça olarak tüm insanlığa indirilmiş, evrensel nitelik taşıyan bir
tanrı buyruğudur. Arapça olması da peygamberin Arap olması nedeniyledir. Yok­
sa kimilerinin ileri sürdükleri, çarpıttıkları gibi "Allah'ça" değildir. Tanrı , kendisine
inansın, inanmasın tüm insanların tanrısıdır. Belli bir topluluğun, belli bir oyma­
ğın değil. Bu nedenle gerçek bir Müslüman'ın mezhebi, tarikatı, partisi olmaz.
Kuran'da bir ayet var " İ slamda fırka yasaktır" der.
4- Bugün İ slam ülkelerinde, Kuran'dan kaynaklanmış gibi görülen, gösterilen
yüz yirmi dolayında mezhep, dört yüz dolayında tarikat vardır. İ lk mezhep kuru­
cusu Ebu Hanife, peygamberin ölümünden 67 yıl sonra doğmuştur (699-769) .
Ondan sonra Malik (71 2-795) , Şafii (767-820), Hambel (780-855) gelir. Bu dört
kişinin adıyla anılan kuruluşlarda, ibadet-muamelet-ukubet gibi tapım-işlem-ya­
pım (cezalandırma) yöntemleri apayrıdır. Bunun örneklerini, İ slam ülkelerinde.
sürdürülen uygulamalarda görmek kolaydır. Söz gelişi Maliki mezhebine göre
köpeğin içtiği suyla abdest alınır. Şafii mezhebinde, abdest almış bir kişi kadın
eteğine değerse, abdest tazeler.
5- Tarikatlara gelince. Bu kuruluşların birkaçı dışında hepsinin kökeni İ ran'dır,
Asya'dır. Tarikatların 1 2. ve 1 3'ncü yüzyıllarda birdenbire çoğaldığı, yayıldığı,
toplumsal etkinlik kazandığı görülür. Bu dönemlerde toplumsal bunalımların, bö­
lümlerinin doruğa vardığı biliniyor. Gerçekte tarikatlar, Kuran içeriğine uygun bi­
rer kuruluş değildir. Özellikle Yesevilik-Nakşibendilik-Kadirilik-Mevlevilik-Rifailik
gibi kuruluşların Kuran'a değil, Kuran'ın içeriği dışı nda kalanlara, yorumlara da­
yandığı çok mu çok açıktır. Ü lkemizde din koşullarına dayalı bir yönetim kurmak
isteyenlerin, çoğunun Nakşibendi olduğu bilinmektedir. Nakşibend� tarikatı ke­
sinlikle siyasi bir içerik kazanmıştır. Başlangıcı da doğuşu da budur. Bu tarikat
devlet yönetimini dolaylı olarak ele geçirmek için her türlü kılığa girebilir. Bir yer­
de Hanifi bir yerde Nakşi, bir yerde Hambeli görünür, bir yerde Maliki görünür.
Hangi toplumdan çıkmışsa ihtilalci niteliğini bırakmamıştır. Elini kana bulamıştı r.
Güçlü olduğu gün elini kana bulamıştı r. Güçlü olduğu yer Anadolu'dur.

6- Hadis konusu da yüzyıllar boyunca tartışılmıştır. Burada, en ilginç durum,


Peygamber'in ölümünden 18 yıl sonra doğan Buhari'nin ilk hadis toplayıcısı ol­
masıdır. İ lk üç halife döneminde hadis toplanması yasaklanmış, toplanan 500

Mart 1 997 - Ankara


1 54

hadis yakılmıştır. Hadis toplayıcıları nın, Nesia dışında, hepsi İ ran'lıdır. Adların­
dan belli: Sicistani, Kazvini, Bunari, Müslim. Bu hadisçilerin topladıkları hadisler,
birbiriyle karşılaştırılınca, değişik düşüncelerin, çelişik anlatımların sergilendiği
görülür. Burada örnek vermek istemiyoruz.

7- Ü lkemizde yaygın tarikatların hepsi belli, özel törelere dayanır. Nakşiben­


dilik, Halvetilik, Mevlevilik, Kadirilik, Rifailik gibi kuruluşlarda tören, "zikir" denen
tanrısal nitelikleri, tanrı adlarını anmayla sürdürülür, dönülür, ilahiler okunur, mü­
ziğe yönelinir. Bunlar arasında darbukayla, neyle, nısfiyeyle, dümbelekle tören
düzenlendiği de biliniyor. Peki Kuran'da böyle bir uygulamanı n yeri var mı? Özel­
likle Nakşibendiliğin kollarından biri olan Nurculuk, Aczmendicilik gibi kuruluşla­
ra bağlananların kılıkları, başlıkları, uzun değnekleri, gösterileri Kuran'ın hangi
bildirisiyle bağdaşabilir? Nurcu'nun, Aczmendi'nin uzun değneği, Şaman rahip­
lerin törenleri yönetirken kullandıkları araçlardır. Sivri başlık, sarık, cüppe İ s­
lam'da yoktur. Ü stelik Arap dilinde Türkçe "sarık" anlam ına gelebilecek bir söz­
cük de yoktur. Sarık, İ slam'a, Emevi-Abbasi dönemlerinde, İ slamlaşan Türkler
aracılığıyla girmiş bir şaman giysisidir. Peygamberin, halifelerin sarıkları yoktu.

8- Ü lkemizde dine çok bağlı görünenlerin, İ slam devletleriyle bütünleşmenin,


yönetimde İ slam'ın öngördüğü bir uygulamayı gündeme getirmenin gereğini sa­
vunanları biliyoruz. Bunlar, bugün yönetim kurumlarının başındadır. Bu kimsele­
rin. gerçekten Kuran'a saygıyla, sevgiyle bağlandıklarına inanalım. Peki bunla­
rın söyledikleriyle yaptıkları arasında Kuran'la özdeş bir bağlaşım var mı? Kuş­
kusuz yoktur. Bu yüksek görevlilerin, bu aşırı din yanlıları nın yaşamlarına, geçim
kaynaklarına bir göz atalım. Sonucun çok utanç verici olduğu anlaşılır. Ulusal
bütçenin kaynakları arasında yer alan vergi odakları şunlardır: Tüm tekel ürün­
leri (içkiler) , banka faizleri, meyhaneler, kumarhaneler, turistik oteller, uyuşturu­
cu nesneler ile bunların benzerl e ri. Kuran'a göre bu tür gelirler yasaktı r, "ha­
ram"dır. Bu gelirler ulusal bütçenin yüzde altmışına yakınmış. Şimdi siz bizim fa­
izsiz banka kurmak isteyen dini bütün Müslümanımızın bütçeden ayrılığı, yüzde
altmışı haramdan oluşan aylığı düşünün. Burada, kemiği olmayan dili eğip büke­
rek konuyu saptırmanın gereği yoktur. Dinci, sapkınlık içinde yuvarlanmaktadı r.

9- Bugün, dinde görülen aşırılıkların, çelişmelerin, tutarsızlıkları n hepsi, Ku­


ran adına, Kuran içeriğine aykırı olarak yaratı lan sapmalardan, saptı rmalardan
geldiği açık bir gerçektir. Yeryüzünde, kendi diliyle, kendine özgü bir din kurma­
yan biricik toplum Türk toplumudur. Türkler, Göktürkler dışında (belli bir nitelik)
Çin'den, Hint'ten, Tıbet'ten, İ ran'dan, Arap'tan, Yunan'dan, İ braniler'den din ak-

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 55

tarmış, yöresel davranışlara göre kendine uydurmaya çalışm ıştır. Bu nedenle


uluslararasında dinini, kendi diliyle uygulayamayan Türk ulusudur. İ şte, aşırı din­
ciUkte etkinlik gösteren nedenlerden biri de budur. Bugün aydınımız da halkım ız
da içinde yaşadığı toplumun dinini kendi diliyle öğrenmemiş, hep başkalarının
özel, tutarsız yorumları na kapılarak yanıltılmış, saptırılmıştır.

1 0- İ slam ülkelerinde, köktendincilik örtüsü altında gündeme getirilen olayla­


rın kaynağında gelişen uygarlığın, günden güne daha hızlı bir ivme kazanan tek­
niğin başarıları karşısında, din yetersiz kalıyor. Bu yetersizlik, dini kendi alan ının
dışı na çekerek, yabancı bir ortama uygulama çabalarından doğuyor. Artık inanç,
uygarlık karşısında bireyleri doyurmuyor, bilinçaltında oluşan boşluğu doldura­
mıyor. Bu nedenle bireysel bunalı mlar, toplumsal bunalımlara dönüşüyor. Buna­
l ı mlardan yararlanmak isteyen çıkar çevreleri de yok değil. Din örtüsü altında, di­
nin gerçeğiyle bağlantısız törenler, uygula!'Tl alar, görüyoruz. Sağa sola yalpala­
malar, derinden ses çıkarmalar, çırpınmalar, kendinden geçmeler, gerçekte birer
boşalmadır. Bunalımın dışa vurmasıdır. Bunun başka türlüsünü, İ kinci Büyük Sa­
vaştan sonra yayılan gençlik eylemlerinde gördük.
1 1 - Ü lkemizde dinsel doyumsuzluğun yarattığı bunalı m sonucu kendini den­
gede tutamayan bireyler, bilinçsiz davranışla yanyana geliyor, saldırıya geçiyor,
bununla boşaldığını sanıyor Bu tür olayların üzücü örneklerini Maraş'ta, Ço­
rum'da, Sivas'ta, İ stanbul'da gördük. Bu toplumsal olayın tabanında dinsel do­
yumsuzluktan kaynaklanan, öfkeye dönüşmüş bir boşalma vardır. İ slam'a bağ­
landığını sanan, söyleyen yurttaşımız, İ slam'ın özünü bilecek, anlayabilecek du­
rumda olsa bu tür eylemlere girişmez. Burada bütün sorun inanç dışı kalanı,
inanç ortamına çekerek uygulamak istemektedir.
Teşekkür ederim .

Nail G Ü RELİ
Oturum Başkanı
Sayın Eyüboğlu'na teşekkür ediyorum. Efendim , sayın Lütfi Doğan hocamız
gelinceye kadar, dünkü konuşmacılardan esinlenerek izninizle iki üç dakika, bir­
kaç konuya değinmek istiyorum . Tabii yine bu konferans amacı çerçevesinde.
Köktendinciliğe karşı aydınlanma yolunda bir çaba harcanıyor, bir mücadele ve­
riliyor. Bunun en büyük araçlarından biri de tabii ki kitlelere ulaşmak, bu düşün­
ce ve fikirleri ulaştırabilmek. Onun aracı da bugünkü deyimiyle: Medya. İ ki ko­
nuşmacımız, medyanın bu tür konferanslara değer vermemesinden yakındı . Ben

Mart 1 997 - Ankara


1 56

de bir meslek örgütünün yöneticisi olarak, aynen yakınmaları hissediyorum.


Özeleştirimizi de yapıyorum. Dün yine bu konuda, bu taciz konusunun yer bul­
masında buradan görüşümü sordular ve eleştirimi yine yaptım.

Benim mesleğim açısından masanın bir tarafı var. Bir de öbür tarafı var. Ben
de bir sivil toplum örgütü mensubuyum . Her sivil örgüte olduğu gibi biz de hepi­
miz siyaset yapıyoruz. Kendi fikrimizi topluma yaymak istiyoruz. Siyasetin yön­
temlerini de dikkate alarak. Fakat hepimiz bu çözümü kamuoyuna nasıl duyura­
cağız. İ şte medya var. Bunu sadece medyayı eleştirmekle, yeteri kadar yer ver­
miyor, gidiyor doktorun taciziyle uğraşıyor, bilimsel bir toplantıyla uğraşmıyor de­
memiz hakl ı . Ama bunu gidermenin yollarını da aramamız gerekir diye düşünü­
yorum. Ö rneğin bunu duyurmanı n çeşitli yollarını bulmal ıyız. Çok somut olarak,
mesela medya mensupların ı bilgilendirmek, buraya gelse de gelmese de bunla­
rı iletmek için bir yöntem uygulamak gerekir. Ö rneğin burada yapılan konuşma­
ların çok kısa bir özetini yayın organların ın merkezlerine fakslamak için bir yön­
tem bulmalıyız. Bu bir yöntemdir. Bu, zaman zaman bazı holdinglerde uygulanı­
yor. Belki o nedenle onların haberleri daha çok çıkıyor. Yani gazetecinin masa­
sına gidiyor. Gazetecilik, zamanla yarışan bir sürü olayın peşinden koşulan bir
meslek. Günlük olayların değerlendirilmesine göre halkın ilgisine göre değerlen­
dirme yapmak zorunda. Nedeni çok açık bu değerlendirmeyi yaparken, sade
kendi ölçüsüyle yapmıyor. Ö lçüsü ; halkın ilgi duyduğu, var saydığı -doğru veya
yanlış değerlendiriyor- konuları gündeme getiriyor. Ö nceki akşam reyting rekoru
kıran kanalın durumu da meydanda. Gazeteci bunu da dikkate almak zorunda.
Bu nedenle bizlerin, sivil toplu m örgütlerinin düşünerek, medyaya ulaşmak onu
bilgilendirmek, enforme etmek konusunda daha yoğun bir çaba harcamalıyız di­
ye düşünüyorum.

Buyurun sayın hocam.

Lütfü Doğan
Sayın başkan, sevgili dostlarım , hepinizi sevgiyle selamlıyorum. Türkiye'nin
ve dünyanın hatta bu çağdaki insanların en önemli konularından birisi köktendin­
ciliktir. Ben köktendinciliğin en büyük zararı olan alanının, din alanı olduğuna ina­
nıyoru m . Çünkü Müslümanlar olarak biz, her ne kadar akl ı mızla inansak da dü­
şünerek, inansak da dinin esas alanı insanın gönlüdür, kalbidir. Ve bu çağda, ça­
ğın globalleşmesi, yeni gelişmesi, ulaşımın ve iletişimin başka bir yeni dünya
oluşturmasına neden oluyor. Yeni dünyada özellikle oluşan bu katılığın en büyük

KOktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 57

zararı insanın gönli.ınedir, kalbinedir. O bakımdan Müslüman olarak, Müslüman


bilgini olarak en büyük zararı din çekiyor. Özellikle Türkiye'de cumhuriyet aydı­
nının, insan hayatının, aydınlanan insan kafası, gönlü bu katılıktan büyük zarar
görecektir. Ben şahsen; politika ya da toplum sorunu ötesinde değil, yalnız top­
luma değil, doğrudan doğruya dine, özellikle İ slam'a zararlar verdiğini söylemek
istiyorum. Çünkü sevgili düşünürler ben, kusura bakmayın yobazlıktan ötürü de­
ğil, İ slam'ın kendi niteliğinden ötürü, İ slam'la diğer dinleri ayırıyorum.
Her ne kadar dinler tarihinde ilkel dinlerle, semavi dinler ayrımı varsa da bun­
lar içinde semavi dinler arasında, İslamiyet'in ayrı bir yeri var. Bu bakımdan özel­
likle akla ve bilime bu kadar değer veren bir dinin, son günlerde dinin kökü olan
şeriat anlamı içinde büyük bir katılığın verilmesi, gerçekten her şeyden önce din­
darları çok üzüyor. Bunun için bundan bir hayli zaman önce Targan bey ve Ne­
sin grubu, Ankara'ya çağırdığı zaman ben ondan ötürü buna katılacağ ımı söyle­
dim. Aslında din hayatındaki bu kökten anlayışı, bu katı anlayışı silecek olursak,
Türkiye'de insan da toplum da politika da rahat edecektir. Bu bakımdan hepsinin
temeli şüphesiz insan için insanın kafası nda olduğu gibi toplum içinde, yönetim­
de oluyor. Ama esefle söylemek gerekir, daha sözüme girmeden önce, -bu rayı
tespit etmek istiyorum- Çünkü Türkiye yönetilmiyor. Türkiye idare ediliyor. Türki­
ye'nin yönetilmesi lazım. Osmanlıca'yla Türkçe kelimeler arasındaki sıkışık nü­
ans farkları var. Türkiye'nin bu aşırıcılıktari , bu köktencilikten, .istenmeyen birta­
kı m insanı, demokrasiyi ve insanın görüntüsünü perişan eden, kirlenen ve nef­
ret haline gelen duygular içinden kurtulmak için Türkiye'nin iyi yönetilmesi lazım.
Ama Türkiye yönetilmiyor, idare ediliyor. Ne zaman Türkiye'yi idare edilmekten
kurtarır, akılcı ve bilimci bir noktada, demokrasinin gerekli icabı olarak yönetebi­
lirsek, o zaman tahmin ediyorum bir aşama olacaktır. Bu bakımdan ben genel­
likle çok konuşmaktan daha ziyade, manzarayı söyleyince, esas olan bütün me­
sele bunu kurtarmaktır. Ortada bir cenaze var. Kaskatı, bunu kaldırmak gereki­
yor. Bunu kaldı rmak için sözden daha çok eylem gerekiyor, çözüm gerekiyor.
Benim kanaatime göre köktendinciliği, katılığı kald ı rmak için bence önce di­
nin içindeki bu çareleri düşünmek ihtiyacını duyuyorum. İ slam alemi ve Türkiye
için en önemli konu, zaten bence toplum sorunlarını, insan sorunlarını çözmek
için iki büyük anahtar, bir bakıma kendimce buna çözüm gibi gördüğüm bazı ko­
nuları şimdi size sunmak istiyorum.

Aşırıcılık ve Aşırıcılar
(Gulav ve Gulat)
Köktendinciliğin istenmeyen sonuçlarına neden olan , bence, özel deyimi ile

Mart 1 997 - Ankara


1 58

Gulav-aşırıcılık ve Gulat aşırıcılardır. Bu sözlere İ slam'ın bakışını, Müslüman ya­


şamındaki hoş olmayan görüntülerini ve toplumumuzda bizi üzen sonuçları nı et­
kisiz kılma çarelerini arayacağım. Dünyanın ve tüm ulusların bu çağda, yiyeceği
içeceği kadar gereksinme duyduğu barış, esenlik sevgi ve hoşgörüyü yerleştir­
mek yollarını düşüneceğim. Bunları sizlerin değerlendirme ve eleştirilerine suna­
cağ ı m . Birlikte, yararlı kimi ilkelerde buluşursak ne mutlu bana!
Sözlükte Gulav, Gulat, Gulven ; okun yaydan çıkarak çok uzaklara gitmesi,
kontrolden çıkması, kullanışta özel deyimi ile pir anlamı abartma, aşkı nlık, taş­
kınlık, ölçüyü taşı rmak, davranışta sertlik, katıl ık, kabal ık, anlayışsızlık ve kısa­
cası bağnazlıktır. Gulat da hangi çeşidi olursa olsun, temel anlamı aşan taşkın­
lık, sapkınlar, kaskatı bağnazlardır.
İ slam dini fıtridir, yani insanı n yaratılışındaki doğasındaki nitelik, nicelik yetki
ve yeteneklerine öncelik verir. Sağlıklı ve mutlu, saygı n yaşamını südürecek bi­
çimde, onları ölçülü ve dengeli kullanmasını ister. Bu nedenle, insanı n fırsatı, ya­
ratılışına, akl ına, şuuruna muhalif değildir. Bu nedenle Müslüman yönelişini, ni­
telik, niceliklerini, aklını bilgisini davranışları n getirdiği ölçü içinde dengeli kulla­
nı r.
İ slam dini Kuran'da bu ölçüyü koyar ve Müslümanlara itidalli olmayı, ifret ve
tefrit arasında kalmayı, ılımlı, akıllı, düşünceli davranmayı buyurur. Aşırıcılığı,
düşünmeden gelenek ve göreneklere uymayı yasaklar. Öncekiler, bundan ötürü,
doğruyu, gerçeği bulmayı, iyi düşünmeyi yitirmişlerdir. Şöyle buyurulur: "Ey ki­
tap ehli ! Haksız olarak dinimizde taşkınlık etmeyin. Daha önce sapıtan, ço­
ğunu saptıran ve doğru yoldan ayırılan bir milletin heveslerine uymayın"
(El-Maide:77) Hz. Peygamber davran ışlarıyla, ibadetleriyle ılımlı yolu, güzel,
rahmetli, iyilikçi, sevecen tutumu göstermişler. Aşırıcılıktan, taşkınlıktan kaçındır­
mış ve "Sakın dinde aşırı gitmeyin, ölçüyü kaçırmayın" uyarısında bulun­
muşlardır. Sevgili Peygamber, Kuran'ın deyimi ile alemlere rahmet kişiliği ile in­
celikte, sevgi ve hoşgörüde Müslümanlara örnek olmuştur. Bu anlamı Kuran'ı
Kerim şöyle belirtir. "Allahın rahmetinden, sana olan iyiliğinden dolayı, Ey
Muhammed, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer, kaba ve katı kalp­
li olsaydın kuşkusuz çevrenden dağılır giderlerdi" (Ali İ mran 1 59). Hz. Pey­
gamberin başarısını yumuşak huylu, ince zarif, sevecen olmasından görüyor.
Belirttiğimize göre İ slam dini ölçü getirmiş, sınırı göstermiştir. O da hakka,
gerçeğe uymaktır. Nitekim, daha önceki bildirilerden bize intikal eden ilahi me­
sajlarda gerçek de vard ı, gerçek olmayan da. Bizden istenen hakkı, gerçek ola­
nı gözetlemek, ona uymaktır. Körü körüne, katı bir bağnazl ıkla ifrat ve tefrite sap-

KöklendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 59

lan ıp kalmamaktır. Göz göre göre haksızlık, gerçekler hilafına davranmak Müs­
lümana yaraşmaz. İslam , hak dindir. Gerçekçidir. Olayları ve nesneleri belgeleri
ile değerlendirir. Benden olma, babamdan gelme, göreneği izleme zorunda de­
ğildir. Müslüman aklın, bilincin yoluna uyması Kuran'ın bildirdiğidir. Şöyle buyu­
ruluyor: "Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun" denilince "Hayır, atalarımızı ya­
par bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru
yolda olmayan kimseler idiyseler? (Bakara 1 70) Kuran böyle bağnaz kişileri, bu
tür tutuculuğu kınıyor. Akılsız, bilgisiz yanlış olsalar da uyacaksınız diyor. Müslü­
manı'na aklını kullanmadan davranmasını, bilgisiz karanlığın peşinde yürümesi­
ni yasaklıyor. Bu konuda gerçekle gerçek olmayan ı, doğruyu, gerekliyi, güzel
yanlıyı araştırmak, olanı gözleyerek, aklın, gerçeklerin izini izlemek öneriliyor.
Uyulması gerekenin ölçüsü, yeni veya eski olmak, benden, babadan olmak de­
ğil; akla, bilime uymasıdır. Belgesiz, dayanaksız söz kabul olmaz. Müslümanın
yapacağı işin, Kuran'dan bilgi belgesi ve akıldan, bilimden bir bilgisi muhakkak
vardır. Bunun akıl dışı hurafe ve batıl, boş inançlard ır.
Dinde amacımız sürekli gerçeği izlemektir. Kör bir taklit, kaskatı kuru bir bağ­
nazlığın İ slam'la bir ilişkisi, ilintisi yoktur.
İnsan fıtratına, yaradılışına uygun olan İslam, insanı n özünden kopup gelen
sevgi ve hoşgörüye öncelik verir. Farklı bakış açıları, görüş ayrılıkları insan ol­
man ı n bir gereğidir. Görüş ayrılıkları, sevgi ve hoşgörünün güzelliğinde rahmet,
iyilik olur.
Kuran'ı Kerim, insanlara bağnazlığı yasakladığı gibi onların sürekli hep en iyi,
en güzel ve sürekli mükemmeli n izinde olmalarına; bunun için herkesin, her gö­
rüşü, her yorumu dinlemelerini; ancak onlardan en yararlı , en iyi ve güzel bul­
duklarına uymayı önerir. Kuran'ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Ey Muhammedi
Dlnleylp de en güzel söze uyan kullarını müjdele." İşte Allah'ın doğru yola
eriştirdiği onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir. (Zimer, 1 7)
Bundan ötürü duyduğu sözü ve düşünceyi dinleyerek anlamayı; bilgiyi veren
ve söyleyene karşı, o kim olursa olsun, ona düşmanlık göstermeden herkesten
dinlemek, ancak aklı ile duydukların ı, öğrendiklerini değerlendirerek en iyisini
seçmek, bu Kuran'ın akıl sahibi diye övdüğü ve doğru yolda diye müjdelediği art­
tıkça öğrenme, araştı rma isteği artar.
Bilgi; hatta çeşitli bilgi kişinin bilgi açısını genişletir. Sağlıklı düşünmesini sağ­
lar.
Kuran'ı Kerim, inançta, dinde ihtilafı yeni çeşitliliği kabul etmiştir.

Mart 1997 - Ankara


1 60

Bu rahmettir, iyiliktir. Çeşitliliği kabul etmesi Müslüman'ın sertliğini yumuşatır.


Şöyle buyurulur. " Eğer rabblm dlleseydl, insanları tek ümmet yapardı. Fakat
rabblmln merhamet ettlklerl bir yana hAIA ayrıcalıklıdırlar." (Hud 1 1 8) Yani
Allah dileseydi, insanların hepsini bir tek inançta, tek dinde kılardı. Fakat bunu
dilemedi, bu konuda insanı özgür kıld ı . Kendi istekleriyle inançlarını seçmelerini
diledi. İ slam kendinden önceki dinleri tanır, Müslüman bütün peygamberlere,
Tevrat ve İ ncil'e saygı gösterir, onları doğrular. Kuran'a göre inananlar olduğu gi­
bi inanmayanlar da var. Bu çeşitliliğin gerçek olduğunu bilen bir Müslüman bağ­
nazlığı sürer mi?
İ slam, temelde kendinden önceki dinleri tamamlayan, özünde birleşendir.
İ nsanı n inancında, bir dini kabulünde zorlanamayacağ ı gerçeği de İslam hoş­
görüsünün, insan sevgi ve saygısının belgesidir. "Kuran'ı Kerim, dinde zorla­
ma yoktur, artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır" (Bakara 256) buyurulur.
Yaşamda gerçek, gerçek olmayan, ak, kara; iyi ve kötü ortadadı r. İnsan ak­
l ıyla, düşünerek doğru gerçeği arar, bulur. Zorla, baskıyla inanmaz. İnsan doğa­
sında özgürdür. Hz. Peygambere bu anlam Kuran'da şöyle belirtilir: "Sen ne ka­
dar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar" Yusuf 1 03)
İnançlar, düşünce, yorumlar çeşitlidir. Herkes düşüncesine, seçtiğine ve ka­
bul ettiğine inanır. Bundan ötürü kendini bilen bir Müslüman, başka bir insan,
kendi gibi düşünmeye, inanmaya zorlayamaz. İ nsan çeşitliliği kabul ederse "Yal­
nız benimki" diyerek başkaların ı yok saymaz. Yaratılışta bu çeşitlilik var. Kuran
şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden ya­
rattık. Sizi milletler ve kabileler hallne koyduk ki birbirinizi kolayca tanıya­
sınız. Şüphesiz, Allah katında en değerllslnlz, O'na karşı gelmekten en çok
korkanınızdır." (Hucrat. 1 3) Bu çeşitlilik erkek-kadın, millet, ırklar halklar yaratı­
lışta eşittirler, birdirler, birbirlerini, ayrı yeteneklerini, nicelikleri içinde tanımaları
için çeşitli olumuşlardır. Onları değerli kılan ürünleri, iyi işleriçfü. Kuran'da açıkla­
nan bu güzelliği Yunus Emre şöyle belirtiyor;

"Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan


Şer'in evliyasıyla hakikatta asidir."
İ slam , insanları dine çağırmak için zor kullanarak, baskı yaparak dine girme­
lerinin olmayacağını açıklar. Hikmet ve güzellikle, insanın düşüncesine, gönlüne
seslenerek çağrıyı örgütler.
Tarihte ve halen, ülkemizde ve İslam aleminde gördüğümüz bağnazlık kayna-

KOktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


161

ğ ı , yukarıda açıkladıkları mız yanında, açık ve görünen karıştırıcı ve kışkırtıcı,


bağnazlığın kin ve düşmanlığın baş nedeni, dinin buyrulduğu kutsal alanı dışın­
da siyaset eylemi, iktidar tutkusu için kullanımıdır. Dinin siyasallaştırılması, si­
yasetin kutsallaştırılması, siyasetin inanç gibi kılınması bizi açmazlara sü­
rüklemiş; bağnazlığı koyulaştırmış, katılaştırmıştır. Bu durum İ slam'ın
özündeki güzellikler!, barış, esenlik, kardeşlik, adalet, sevgi, dostluk ve gü­
zellik ahlakını gölgelemektedir. Taassup, bağnazlık, ilkellik, bilgisizlik, siyase­
tin dine el atması , tarihte olumlu belgelerini yaşadığımız hoş görünümüzü, insa­
na sevgimizi, hakkına saygı mızı karanl ıkta bırakmaktad ır.
Cumhuriyetle sağlamayı düşündüğümüz din ve devlet, devlef ve siyaset iliş­
kilerini düzenleyen; din ile devleti barıştıran, insanı n inancında ve dinin özgür ya­
şamını amaçlayan laiklik, kanımca, dışarının, Batı'nın bir bastırması değil, tarihi­
mizin ve yaşayışımızın zorunluluğudur.
Düşmanlıktan, kinlerden şikayet etmektense, sevgilerimizi, dostluklarımızı,
hoşgörülerimizi ekleyelim yanyana. Kuran'da vaat ediyor; "Düşmanlık kalkar,
sevgi gelir." Mevlana, "Sen gerçek dost olursan, düşmanın ne yapar!" diyor.
Hoşgörmesini, birbirimize tahammül etmesini öğrenmeliyiz. Birbirimizi iyi din­
leyelim. Özgürce konuşalı m . Hoşgörü ve sevgiyle yakın olalım. Sevgiye ermek,
hoşgörü ve dostluk görmek istersek, önce kendimiz dost olmalıyız.
Dünya hepimizin. Çeşitli uluslar, etnik gruplar, değişik dinler ve inançlar hep
birlikte yaşayacağ ız. Bu çeşitlilik, güzellik ve iyiliktir. Bağnazlık, düşmanlık ve kin
beslemek insanlık suçudur. Bu güzel yurt hepimizin. Etnik, inanç ve dini çeşit­
liliğimiz, ayrı ayrı düşünce ve yorumlarımızla mutlu olacağız. Kendimizi, ötemizi,
berimizi dinleyelim. İ yi tanıyalı m . Tanış olalı m da bilgisizlik kalksın, bağnazlık
sussun. Yunus Emre'nin dediği gibi :
Gelin tamş olalım
İşi kolay tutalım
Sevelim sevilelim
Bu dünya kimseye kalmaz
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim .
Nail G Ü REL İ
Oturum Başkanı
Lütfü Doğan hocamıza teşekkür ediyoruz. Tartışma bölümünü on beş dakika
içinde tamamlamak zorundayız. Buyurun.

Mart 1 997 - Ankara


1 62

Frank SHUTTE
Adım Frank Shutte. B yıldır Uluslararası Dinsizler Cemiyeti'nin başkanlığını
yapıyorum. Bu konferansta konuşanların çoğunun Müslüman olmasını olumlu
buluyorum ve gereklidir de. Sanırım dünya yüzeyinde ve konumlar üzerinde de­
ğildir. Konuşmanızda peygamberden bahsettiğiniz. Peygamber hoşgörü için iyi
bir insandı r. Bence bu çok iyi bir şey, ama bizim konumuz bu değil. Bu otelin ka­
pısından dışarı çıktığınız anda orada peygamber yoktur. İ slam'da azınlığa ait bir
sürü hoşgörüsüz ve fanatik insan vardı r. Onlar dinci teröristlerdir. Bizimle yapa­
cakları diyalogda sınırım en iyi hoşgörü, bir bütün olarak imanlısı, dinsizi ve ate­
isti ile beraber din ve devlet işlerinin, din ve kilise işlerinin birbirinden ayrılması
için savaşmalıyız. Sanırım burada konuştuklarımızı hepimiz yapabiliriz. Ve bu
hoşgörünün işaretidir. Vaazların ve inançsızlığın değil. Teşekkürler.

Nall GÜRELİ
Oturum Başkam
Teşekkür ederiz. Türkel Minibaş buyurun.

Türkel MİNİBAŞ
Teşekkür ederim. Şimdi öncelikle şunu vurgulamak istiyorum. Tahlillerimizde
genellikle biz -bu toplantıda da aynı şey oldu- kendi aramızda da bir yanlış yapı­
yoruz diye düşünüyorum. Köktendincilerin ne kadar köktendinci, kendi söylem­
lerine ne kadar uyup uymadıkları hatta bunu biraz avam seviyesine indirirseniz,
işte başlarını bağlayıp aynı zamanda flört ettikleri falan böyle söylemler arasına
sıkışıp kalıyoruz. Bu bizi gerçekten, doğrudan giderek uzaklaştırıyor. Şimdi ka­
nımca sorun, kimin, neye, ne kadar uyduğundan ziyade, sabahleyin sayın Faik
Bulut bize anlattığı gibi, bunun nedenlerinin cevabını arasak, kimin adı na yapıl­
dığının da cevabını verebilsek. Çünkü kimin adına sorusunun cevabı, tabanını


besleyen kanalları da algılamamıza yardımcı olacak.
Bugüne kadar köktendincilerin örgütlenme biçimini tarikatlarda ya da yapmış
oldukları eylemlerin b utunda düşünüyoruz, konuşuyoruz ve bence korkuları­
mızı da o boyutta gö eriyoruz. Oysa besleyen kanalları, sermaye açısından
baktığınız zaman, düny nın yeniden düzenlendiği, sosyal-siyasal-ekonomik ola­
rak yeni dünya düzeni ın tartışıldığı şu süreçte; Türkiye'de sermayenin bir biçim
değiştirdiği görülüyor. Sabah anlamlı bir soru yöneltmişti Kaya Güvenç, kökten­
dinciliğin uluslararası ekonomik kurumlarla ilişkisi nedir dedi. Ben konuşmacılar-

KOktendincili{ıe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 63

dan tarikatların niye böyle bir dünyada yeniden gündeme geldiğinin sorgulanma­
sını bekliyorum. Herkesin nasıl bir din biçimi varsa, inanan inanmayan herkesin
bir ibadet biçimi vardır. Bu ayrı bir tartışma konusu. Buradaki sembolleri tartışa­
biliriz, bunları n mesajları nı tartışabiliriz. Ama bunları kendimizi mutlu etmek için
kullanamayız. Kendimize savunma araçları oluşturmak için de kullanamayız.
Eğer bunu yaparsak, çok ufak oyun alanları içine saklanmış oluyoruz. O zaman
da 35 bin kişilik yürüyüşlere, cenaze törenlerine ne kadar katıldığımızla avunu­
ruz ve bu bize yeter.
Bence sorun -sabahki yine bir konuşmayı buraya bütünleştirmek istiyorum­
Sayın Alkan'ın küreselleşme ile laiklik ve demokrasinin daha güçleneceğini ve
hızlanacağ ını söyledi. Küreselleşmeyle birlikte tarikatlar güçleniyorlarsa, o halde
biz tarikatları niye tartışıyoruz. Bunun cevabını konuşmacılardan özellikle bekli­
yorum. Bunu söylerken de şu açıklamayı lütfen yapmama izin verin. Eğer biz kü­
reselleşmeyi sadece insanların şu mikrofonlarla konuşması, Bilkent'te oturup
Amerika'daki hocadan ders almak veyahut Japonya'daki borsada hisse senetle­
rinin kaça düştüğünü şu anda öğrenmek olarak anlıyorsak, kusura bakmayın ya­
nı lıyoruz. O noktada şu var: Biliyorsunuz ta 40'1ardan beri bu olayı yaşıyoruz. Ya­
ni kırkların ortasından beri -dün de aynı şeyi söyledim- krizin yükseliş dönemle­
rine bakın, aynı süreçlerde dini akımlar yükseldi. Milliyetçilik akımları yükseldi.
Ve o dönemde dünya şunu tartışıyordu. Doğu Batı bütünleşmesi kendine yeni bir
düzen arıyordu, krizden çıkmak için. SO'ların ortasına geldik. sistem tıkandı .
Çünkü karların artış hızı teknolojik gelişmeyi karşılamıyordu. Ve biz bu sefer
başka bir şey tartıştık. Kuzey-Güney diyaloğu. Çünkü yeni pazarları yeni dini
akı mlar. O dönemi hiç yadsıyamazsınız. Ortadoğu'daki savaşları, bölgesel sa­
vaşları. 70'1er, Vietnam'ın, Kamboçya'nın gündeme geldiği bir dönemdir. Bugün
SO'lerin, 90'1arın dünyasında, dünya küreselleşmeyi, artık son aşamasını tartışı­
yor. Şimdi burada bu tıkan ıklık noktası nda, üretimdeki gerilemeye karşı, serma­
yenin kolay hareket edebileceği yeni bir düzenden bahsediyoruz. Ve dikkat edin,
aynı dönemde geldi hepsi gündeme. Özelleştirme, sendikaların modası geçti.
Sosyal sigortalardan, sosyal güvenlik kurumlarından kurtulma ve köktendincilik.
Şimdi bu dönem, köktendinciliğin yoksullukla birlikte en hızlandığı dönemdi. Yok­
sul kitlelere sizin bir cevap vermeniz lazım. Ama ben bu kadar açıklamayı baş­
ka bir şey için yapıyorum. O da bizim kendi alanımızı genişletmemiz için. Ne za­
man ki hızlandıracak biçimler yerine baskı ve şiddet rejimlerinin gündeme geldi­
ğini görüyoruz. Ve bütün bunu, dünyada Türkiye'nin konumunda olan ülkeler ya­
şıyor.
Türkiye, nüfusunun büyük bir bölümü toplam gelirin küçük bir bölümünü aldı-

Mart 1 997 - Ankara


1 64

ğ ı , yani adaletsizliğin e iı fazla olduğu 1 4 ülkeden biri. Bu 1 4 ülke, muz cumhuri­


yetleri dediğimiz ülkeler. Şimdi bunu gözden kaçırıp da tarikatlar boyutunu eğer
bir sosyal örgütlenmeyi, siyaseti kullanmak olarak görürsek, 27 Mart seçimlerin­
de, 24 Aral ık seçimlerinde yaptığımız bir yanlışa düşeriz. O seçimlerde, laik de­
mokratik kesimler çok umutluydular. Çünkü bu dinciler, bilemezlerdi teknolojiyi
kullanmay ı , yönetmeyi. Bize ihtiyaçları olduğunu zannediyorduk. Buyurun lazer­
le gökyüzüne yazıyorlar. Siyasette, eğer alternatif olmak istiyorsanız, siyasi güç
odağı oluşturmak istiyorsanız, bütün örgütlenmenizi bu yeni teknolojiye göre ya­
ratmanız lazım. Lütfen tekrar ediyorum, kitleleri siyasal yaşamın içinde var ola­
cak hale getirecek şeyleri konuşalı m artık. İ kincisi, aksi takdirde sermaye için
ucuz iş gücü olan bu kitleler, tarikatlarda örgütleneceklerdir. Çünkü onlar nasibe
ve kadere inanıyorlar. Bu kolay bir yoldur.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


5. OTU RUM
Oturum Başkanı
Aslan Başer Kafaoğlu
5. OTURUM

t<omiteden Birisi
Sayın dinleyiciler, konferansın beşinci oturumunu açıyorum. Sayın Aslan Ba­
şer Kafaoğlu'nun yöneteceği konferansta konuşmacılarımız Françoise Barret
Decrocq, Erol Sever ve Oral Çalışlar. Kendilerini davet ediyorum.

Aslan Başer Kafaoğlu


Oturum Başkam
Sayı n dinleyenler, zamandan kazanmak için her ne kadar konuşmacılardan
birisi gelmediyse de gelecek. Bir eksik olduğu için programdan, bir de ekono­
mik konuda izahatlar istendiğinden alel acele bir metin hazırladım , ben o met­
ne yarı bağlı kalarak, yarı kafamdakileri söyleyerek sizlere iki konuda tebliğde
bulunacağı m . Bunu bildireyim ilk önce. Buna başlamadan önce de bir mesaj
geldi. Onu okutuyorum:

Sayın Prof. Cevat Geray


Ankara
Köktendinciliğe karşı aydınlanma konferansı düzenlediğinizi büyük bir mut­
lulukla öğrendim. Konferansa davetiniz için teşekkür ederim. Ülkemizin içinde
bulunduğu koşullarda, bu konferans çok büyük bir önem taşımaktadlf. Ancak
aym tarihlerde yurtdışmda olacağımdan, konferansı dinleyemeyecek olmanın
üzüntüsü içindeyim. Konferansçı/ara ve sizlere içten başarılar diler, saygılar
sunarım.
Avukat Erem Özgen Türkiye Barolar Birliği Başkanı

Mart 1 997 - Ankara


1 68

Aslan Başer Kafaoğlu


Oturum Başkanı
Sayın dinleyenler dine çok bağlı görünenlerin, İ slam devletleriyle bütünleş­
menin, yönetimde İslam'ın öngördüğü bir uygulamayı gündeme getirmenin gere­
ğini savunanları biliyoruz. Bunlar, bugün yönetim kurumlarının başındadır. Bu
kimselerin, gerçekten Kurana sayg ıyla, sevgiyle bağlandıklarına i nanalım. Peki
bunların söyledikleriyle yaptıkları arasında Kuran'la özdeş bir bağlaşım var m ı ?
Kuşkusuz yoktur. B u yüksek görevlilerin, b u aşı rı din yanlıları nın yaşamlarına,
geçim kaynaklarına bir göz atalım. Sonucun çok utanç verici olduğu anlaşılır.
Ulusal bütçenin kaynakları arasında yer alan vergi odakları şunlardır: Tüm tekel
ürünleri (içkiler), banka faizleri, meyhaneler, kumarhaneler, turistik oteller, uyuş­
turucu nesneler ile bunların benzerleri . Kuran'a göre bu tür gelirler yasaktır, "ha­
ram"dı r. Bu gelirler ulusal bütçenin yüzde altmışına y�kınmış. Şimdi siz bizim fa­
izsiz banka kurmak isteyen dini bütün Müslümanımızın bütçeden ayrı lığ ı , yüzde
altmışı haramdan oluşan aylığı düşünün. Burada, kemiği olmayan dili eğip büke­
rek konuyu saptırmanın gereği yoktur. Dinci, sapkınlık içinde yuvarlanmaktadır.
Bugün , dinde görülen aşırıl ıkların, çelişmelerin, tutarsızlıkları n hepsi, Kuran adı­
na, Kuran içeriğine aykırı olarak yaratılan sapmalardan, saptırmalardan geldiği
açık bir gerçektir. Yeryüzünde, kendi diliyle, kendine özgü bir din kurmayan biri­
cik toplum Türk toplumudur. Türkler, Göktürkler dışında (belli bir nitelik) Çin'den,
Hint'ten, Tibet'ten, İ ran'dan, Arap'tan, Yunan'dan, İ braniler'den din aktarmış, yö­
resel davran ışlara göre kendine uydurmaya çalışmıştır. Bu nedenle uluslarara­
sı nda dinini, kendi diliyle uygulayamayan Türk ulusudur. İşte, aşırı dincilikte et­
kinlik gösteren nedenlerden biri de budur. Bugün aydınımız da halkımız da için­
de yaşadığı toplumun dinini kendi diliyle öğrenmemiş, hep başkaların ı n özel, tu­
tarsız yorumlarına kapılarak yanıltılmış, saptırılmıştır. Buyurun sayın Çalışlar.

Oral Çalışlar
Gazeteci- Yazar
Türkiye'nin ilginç ve hepimizi endişelere sevk eden bir dönemden geçtiği
koşullardayız. Bu koşullar yarın ı m ızın ne olacağ ını bilmediğimiz ölçüde de
olumsuz bir şekilde sürüp . gidiyor. Bugün gazete manşetlerine baktığı m ız za­
man, generallerin Refah-Yol koalisyonuna verdikleri ültimatomlar, onlar bunu
gerçekleştirecekler mi gerçekleştiremeyecekler mi sekiz yıllık eğitim başarıla­
bilecek mi başarılamazsa ya da yapılmak istenmezse bu hükümet tarafından
askerler buna karşılık ne yapacaklar, bütün bu soruların hepsinin üzerinde so-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 69

ru işareti olduğu ve askeri darbenin açıktan tartışıldığı yeni dönemde yaşıyo­


ruz. Ben askeri darbelerin sizler gibi çok cefasını çekmiş i nsan olarak yeniden
askerlere müracaat· etmek zorunda kalan bir ülkenin düşüneni olmaktan da
utandığımı belirtmek istiyorum. Yani Türkiye, siyasi İ slam'ın yarattığı kargaşa
içine siyasi İ slam nedeniyle değil, siyasi İ slam'ın dışındaki etkenler nedeniyle
geldi. İ ki askeri darbenin ilan edildiği günleri bilirler. Sözde irticaya karşı oldu­
ğunu söyleyen generaller sonunda şu anda i rtica adını verdikleri ne kadar ge­
lişme varsa hepsinin altyapısını hazırlamışlar ve Türkiye'de aydınlığı savuna­
bilecek ne kadar güç varsa onları da ezmişlerdir. Bugün eğer Türkiye, ciddi bir
muhalefet potansiyeli yaratamadıysa, ciddi bir siyasi İ slam'a karşı, şeriata kar­
şı , tutuculuğa karşı mücadele yürütemiyorsa, burada zaaf içindeyse; bunun en
büyük nedenlerinden biri Türkiye'de demokrasinin ortadan kaldırılmış olması­
d ı r. Ona karşı direnebilecek aydınlık bir kafa bırakmadılar. Her kafasını kald ı­
ranı ezdiler. Daha sonra zorunlu d i n dersleri vs. Bütün b u bildiğimiz tablo b u şe­
kilde ortaya çıktı. Bu nedenle ben, bundan sonra da Türkiye demokratikleştire­
bil ecek yega.ne gücün aydınlık kafalı insanlar olduğunu düşünüyorum. Bunu bir
kere havale ederek, veka.let vererek yapmaya kalkışmanın bedelini çok acı
ödedik. O acı ödediğimiz bedelleri işte sonunda oyları yüzde 22'1ere ulaşan bir
siyasi İ slamcı partinin birinci parti olmasını da beraberinde getirdi. Bu sözleri­
mi vurgulayarak tebliğime başlamak istiyorum.
Şimdi benim konumun, tebliğimin konusu İ slam'da kadın. İ slam'da kadın me­
selesine bakarken biraz İ slamiyetin ilk ortaya çıktığı koşullar ve özellikle İ slam'ın
kadına yönelik hükümlerini ortaya çıktığı koşullara bakmakta yarar var diye dü­
şünüyorum. Yani Hazreti Muhammed'in Allahın emirlerini tebliğ etmek amacıyla
İ slam'ın yayılmaya başladığı dönemde nasıl bir toplumsal statü içinde yaşıyor­
du. Araplar ve bu toplumsal statü Kuran'a yansıyan yeni bir düzenin altyapısı nı
nasıl hazırlad ı . Şimdi İ slam öncesiyle ilgili İ slamcı kesimlerde cahiliye dönemi
adı verilen bir dönemden söz edilir. Cahiliye dönemi, işte insanların son dirici kö­
tü koşullarda yaşadığı, kadınları n çocukların kesilip çukurlara dolduruld � ğu bir
dönem diye kaba olarak bir propaganda amacıyla anlatılır. Kadınların hiçbir hak­
kı yoktu. Ve İ slamiyet'in ilan edilmesiyle birlikte, İ slam hükümlerinin açıklanma­
sıyla kadınların kazanması da beraberinde geldi derler. İ şte biraz sonra sözünü
edeceğimiz, miraslardan kadınların da pay alması, şahitliklerinin erkeklerin yarı­
sı olarak kabul edilmesi, bir erkeğin dört kadınla evlenmesi gibi kadına yönelik
hükümlerin hangi koşullarda ortaya çıktığı, bence İslamcı kesimler tarafından
yanlış şekilde aktarılmaktadı r. Çünkü o dönemi gözden geçirdiğimiz ve tarihsel
gerçekleri incelediğimiz zaman şununla karşılaşıyoruz. Birinci olarak Mekke çev-

Mart 1 997 - Ankara


1 70

resinde ticaretin geliştiği bir Arabistan var. 6. yüzyılda, özellikle Sasani-Bizans


çekişmesinin çok yoğun olduğu Arabistan'ın kuzeyinde savaş ve çekişme var.
İ kisi birlikte zayıflıyor ve Arabistan'da yeni bir güç doğuyor bu koşullarda. Arabis­
tan'da yeni doğan gücün esas altyapısını da işte bu Hindistan'dan gelen ticaret
yolları, Baharat yolları ipek yolları dediğimiz yolları , Arapların yavaş yavaş inisi­
yatif elde etmeleriyle şekilleniyor. Ve bu inisiyatifi ele geçiren güçlerin en önem­
lileri Mekke tüccarları. Mekke tüccarları , Hindistan'dan malları alıyorlar ve daha
kuzeye doğru ulaştırıyorlar. Bu durum, Arabistan'ın toplumsal altyapısı nda h ızla
değiştirici bir etki yapıyor. Nasıl yapıyor; ticaret şehirleşmeyi beraberinde mey­
dana getiriyor. Yani artık Mekke, Medine ve yerleşen, o civardaki su etrafında
daha önce göçebe halinde yaşayan Araplar yavaş yavaş toprağa yerleşmeye,
toprağa yerleşenler ise biraz daha şehir hayatına yönelik bir düzen içine girme­
ye başlam ışlard ı. Yani Hz. Muhammed'in doğduğu koşullarda Arabistan'da ya­
vaş yavaş toprağa yerleşen ticarete ilgi duyan, ticari bakımdan gelişen yeni bir
sınıf ortaya çıkıyor. Bu süreç İ slamın kurallarını da gündeme getiriyor. Çünkü
bundan önceki dönem ve hatta Hz. Muhammet döneminde de büyük ölçüde de­
vam ediyor.
Yaşam daha çok kabile yaşamı ve kabile yaşamından da askeri güce daya­
l ı , cemaat toplumları var. Göçebeler halinde vahalarda yaşıyorlar ve bunlar bir­
birlerine baskınlar düzenleyerek ve birbirini talan ederek yaşayan bir sistem
içindeler, ticaretin gelişmesiyle birlikte bu bir değişme aşamasına geliyor ve ça­
pulculuğa dayanan, yağmaya dayanan göçebe Arap kabileleri kendilerini de­
ğiştirmeye başlıyorlar. Tabii bu inançlarda da değişikliklere neden oluyor, dü­
şünce sisteminde de değişikliğe neden oluyor, gündelik hayatta da değişikliğe
neden oluyor. Gündelik hayattaki yansıması , toprağa yerleşen ve şekillenen
Araplar ev hayatına başlıyorlar. Ondan öncesi daha farklıyd ı . Kadınlar açısın­
dan baktığımız zaman ; kadı nlar bu göçebe demokrasi dediğimiz, askeri dedi­
ğimiz sistem içinde kabileler halinde yaşarlarken daha inisiyatifliydiler. Daha dı ­
şarıdalar v e daha hareketliler. Kadınların haklarına o dönem açısından bakar­
sak daha özgür oldukların ı söyleyebiliriz. Zaten bunu ahlaksızlık falan filan ad ı
altında İ slamcılar da dile getiriyorlar. Mesela diyorlar ki: İ slam öncesi kadı nla­
rı n çadırları oluyordu, istedikleri erkeği istedikleri gibi alıyorlard ı , içeride bir er­
kek varsa kapıya bayrak asıyorlard ı . Oraya başka bir erkek gelmesin diye. Be­
nim kitaplarımda da al ı ntı ların ı yaptığ ı m kaynaklar da şunu söylüyorlar, diyor­
lar ki: Çocuğun kimden olduğunun belirlenmesi için kadının sözü esas alınıyor­
du. Bu çocuğa şu erkekten sahip oldum diyor ve erkek çocuğu kabul etmek du­
rum unda kal ıyordu. Böylesine bir sistem içinde yaşadığını iddia eden çok veri -

Kôktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


171

ler var. Mesela Hamidullah'ın kitabında var. Aysbendi'nin birkaç tanesinde ör­
nek belirtmek istiyorum , o dönemde İ slamcı erkeklerin istediği kadı nla evlen­
mesi çok normaldi. Çünkü dört kad ınla evlenmek ilk Arap sisteminde yalnızca
köle olmayan kad ınla evlenmek demekti. Fakat dört kadın yetmez ise o zaman
köle cariyeler de alı nabiliyordu. Bu ölçüde erkek egemen bir sistem içerisinde
yaşanıyordu.
Yine iki kadının şahitliği, bir erkeğin şahitliğine eşittir. Mirastan erkek iki , ka­
dın bir almal ıdır gibi çok sistematik bir şekilde erkek egemendi. Açı n bugün İ s­
lamcıların kitaplarını -şimdi tabii milletin önüne çıktıkları zaman bunları inkar
ediyorlar- Bekir Topaloğlu diye bir adam, profesör. " İ slamda Kadın" kitabı, yük­
sek İ slam enstitüsünde yirmi baskı yapmıştır. Kad ınlara boşanma hakkın ı n ve­
rilmemesi üzerine psikoloji, sosyoloji bilimi üzerine yüz sayfalı k gerekçe yaz­
m ıştır. Abdullah Hükmil, yani tanınmış bir profesör ki El Ezherin en önemli pro­
fesörlerinden biridir. Neden çok kadı nla evlenmenin yararlı olduğuna dair ciltler
dolusu kitaplar yazm ıştı r. Ve bu kitapları nı Türkçe yazmışlar. Bunlar bir gün Ku­
ranı Kerim üzerine yazılmış, orada kalmış değildir. Onları bugün almışlar ve ki­
taplarında yayı mlam ışlardır. Abdurrahman Dilipak'ı n kitabı kadın üzerine yazıl­
mış. Dayak dahil hepsini savunmaktadır. Şimdi milletin önüne çıkıp hoşgörü
üzerine söz ediyorlar. Benim kitabımda Dilipak'ı n kitabı ndan alıntılar var. Kadı­
nı neden dövmek gerekli diye yazılmış, en az Türkiye'de yüz tane kitap vardır.
Kadının kapatılması, kadının ikinci sınıf vatandaş haline döndürülmesi geri bir
sistemin devamı için temel bir güvencedir. Özgü r bir kadın; çal ışma alanına
çıkmış, siyaset alanına çıkmış, gündelik yaşama çıkm ış kadı ndır. Bu bir toplu­
mun özgürleşmesi demektir. Bunlar birbiriyle bire bir bağlantılıdır. Bunları söy­
lememin nedeni, çevremde bunun birçok örneğini görüyor olmam ve tecrübe­
lerimdir.
İ sveç'te parlamentonun yüzde 41 .S'i ve hükü metin yarısı kadındır. Dünya­
n ı n gelişmiş ülkelerinden biridir İ sveç. Dünyanı n en gelişmiş ülkelerinde kad ın­
lar siyasi hayatta ve gündelik alanda çok etkindirler yani kadın ne kadar özgür­
lük alanına çıkmışsa, toplum o kadar demokrasi ve özgürlüğe doğru ilerlemiş
demektir. Şimdi bunlar da toplumu ne kadar geri tutabilirlerse o kadar iktidarda
kalacakları nı biliyorlar ve bunu sağlamak için de en kolay yolu, yani kadını ez­
mek ve özgürlük haklarını elinden almaktır. Ö nce kadını kapatmaktı r. Taliban
iktidara geldiği gün, niye kadının kapatıyor, çünkü onu yaptığı zaman, iktidarı­
nı sürdürebilmesi zordur, özgür kadının olduğu yerde Taliban olmaz. Kadınla­
rın özgür olduğu yerde, parlamentosunda yüzde 2.5 kadın olursa Türkiye siya­
si İ slamı yaşar. Bunun tek çaresi ve ölçüsü vardır. Kad ı n siyasi hayatta ne ka-

Mart 1 997 - Ankara


1 72

dar etkili olursa, gündelik hayatta ne kadar etkili olursa, bizim kurtuluşumuz da
o kadar kolay olacaktır. Ama yalnızca siyasi İ slamcıların değil, siyasi İ slamcıla­
rın dışında erkeklerin de genel egemenlik felsefesidir. İ şte bu genel egemenlik
felsefesi, siyasi İ slam'ın da altyapısı nı hazırlam ıştır. Bugünkü koşullarda bun­
dan kurtularak mesele çözülecektir diyorum. Teşekkür ederim.

Aslan Başer KAFAOG LU


Oturum Başkam
Teşekkür ederiz Sayın Çal ışlar. Şimdi konuşacak konuşmacı, Prof. Françoise
Barret Decrocq , kendisi Paris üniversitesinde profesör ve aynı zamanda doktor­
dur. Birçok kitap yazmış. Konuları 1 9.ncu Yüzyıl Sosyal Tarihi ve Kadı nlar. Ken­
disinin bir unvanı daha var. Evrensel kültürler akademisi genel sekreteri. Bu aka­
demi, F. Mitterand tarafından kurulmuştur. Kırk üyesi vardır. Bir övünme mesele­
si olarak da şunu söyleyeyim, bu kırk üyeden biri dostumuz Yaşar Kemal'dir. Bu­
yurun efendim.

Françolse Barret-DECROCQ

FUNDAMENTALİ STLER VE KADIN


Neden bu kadar öfke? Bugün başkalarına karşı en az hoşgörüsüzlüğe kar­
şı tahamm ülsüz olan kimdir? Dinci fundamentalistlerin kadınlara olan hoşgörü­
sü niye diğer pozisyondakilerden daha hoşgörüsüz olmal ı . Çünkü kilise veya
din ile taraftarı arası ndaki kader öğretisi hakkı ndaki içe dönük tartışmalar, esa­
sen kaderin benimsenenleri ile ilgilenmek ve d iğerlerini genellikle dokunulma­
mış olarak bırakmaktır. Diğer yandan fundamentalistler, kimi zaman kendi
prensiplerini sivil topluma bildirirler; bir teokrasi kurmak için. Kendi tefsirleri ad ı­
na kendi ahlak kurallarını toplumun tümüne dayatı rlar. Bunu ya 1 7. yüzyılda
Puritan teokrasisinde olduğu gibi açı ktan yaparlar ya da politik liderliği ele ge­
çirene kadar sinsice yaparlar. Her şekilde ahlak kurallarını yasal kurallara dö­
nüştürme, sistematik olarak kadınlara karşı hoşgörüsüzlüğün ölçülerini belirler.
Hiçbir dinsel fundamentalist bu kurula aykırı davranmamıştır. Değişen sadece
şiddetin derecesi ve kişisel yaşamdaki etkisi olmuştur. Fakat bütün dinsel fun­
damentalistler bir gün aynı şekle bürünmüşlerdir; erkeklerin kadınlar üzerinde
dikta kurması. Yerleri ve davranışları kadınları n statülerinin üzerinde olması
gerekiyor.

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


1 73

Hoşgörüsüzlük genelde başkaları arasındaki farkı reddetmek diye tanımla­


n ı r. Fundamentalistler kadınlar ve erkekler arası ndaki farkın görülmemesinden
çok korkarlar. Ası l amaçları farkların ı ilan etmek ve bunu bir sisteme bağlamak­
tır. Kad ı nlar sonuçlara katlanmalı ve farklılıkları n ın işaretini üzerinde taşımalı­
dı rlar. Problem b u farklılığın kendi kimliklerinin bi r unsuru olarak kad ı nlar tara­
fı ndan yaratılmamas ı , bunun otoritenin sahibi erkekler tarafı ndan getirildiğidir.
Kadı nlara karşı çıkarılan kurallar, onların radikal olmasından dolayı olabildi­
ğince serttir. St. Paul'e göre kadınlar erkeklere olan bağlılıklarını göstermek için
baş örtüsü giymek zorundadır Talibanlarda 1 6 emirde şeytandan uzak durmak
için- Bütün örneklerde bu ölçüler metinlerin kapalı tefsirleri üzerinde görülür. Ta­
liban emirlerinden birincisi "Kadının çalışması yasaktır". Bu kör hoşgörüsüzlüğün
nedeni Kuran'ın tek taraflı okunmasıdır. Bir Batılı Taliban lideri Muhammed
Ö mer Akhunzade'ye kadınlara niye ateş püskürmesinin sebebi sorulduğunda
al ınan yanıt çok basitti: uooğasından dolayı, kad ı nlar güçsüz varlıklardı r, güna­
ha özenme konusunda zayıftırlar." Kadınları karakteristik şekilde değerlendiren
bu zihniyetin aslında hiçbir tecrübe ve bilgisi yoktur, fakat üzerinde durduğu şey,
kendine ait görüş, gizli bir kitaptan alınmıştı r. Kurallara uymamak küfür demek­
tir, çünkü kitap gizlidir. Bu davranış hiçbir iman i le bağdaşmaz. Sonradan göre­
ceğimiz gibi bazı ı:amanlar bilim adamları ve yasal bilirkişilerin desteğini alı rlar.
Kadı nları ilgilendiren, bu davranışın toplum tarafı ndan kabul görm esi, buna ne­
den olarak insan doğasının değişmezliği ve şuursuzluğunun yansıması gösteri­
lebilir. College de France'den etnolojist François Henrilten birçok sayıda büyük
uygarlık ele alarak bunlardaki farklılığı ispatlamıştır. Bütün insan topluluklarını,
sabitliğini ve işgörürlüğünü sürdürebilmesi için bu farklıl ığa ihtiyacı vardır. Tarih
bize göstermiştir ki farklılığın i ncelenmesi paniğe yol açabilecek ve sorgu statü­
sünün bir anda alevlenmesine yol açacak büyük bir kızgınlık yaratacaktır. Bir an
için farklılığın düzensiz değişimini, toplum tarafı ndan görüp geçirilen mit ve efsa­
ne seviyelerinde bulunarak, tarihimizi inceleyelim. Büyük monoteizmi ilerleten,
putperestlik dönemini incelersek, Akdeniz'in bazı kesimlerinde, Yunanistan'da
kadı nları n kişilik konumlarının daha göz önünde olduğunu fark ederiz. Panthe­
anlar Tanrı tarafından yaratıldığı gibi tanrıçalar tarafı ndan da yaratılıyordu ve
ölümlüler her iki tarafın da iradesine sığınıyordu.
Hakim grup Olympus'ta güçlüklere karşı duruyordu. Ortak bir inanışa göre
dinsel hoşgörüsüzlük monoteizmde başlamıştır. Eski Yunan'da hoşgörüsüzlük
vardı, fakat bu daha çok barbarlardan ya da eski Yunan'a komşu olan rakiplerin­
den kaynaklanıyordu. Kadının konumu, dinsel açıdan çok sosyal statüye bağlı
idi. Bölgenin çoğu topluluklarında, sosyal rollerin dağılımı yönetilenlerin, asker-

Mart 1997 - Ankara


1 74

lerin ve rahiplerin arasındaki geleneksel farkını takip ediyordu. Ve kadınlar her


türden sosyal konuma gelebildikleri halde, dinsel inanışlarda yer alamıyorlard ı .
İ lk büyük monoteizm elbette Yahudiliktir. Yahudiliği ciddi kalıplara sokmak ve
bütün alanlara yaymak absürd ve gereksiz olacaktı . Kadınların statüsü Yahudi­
likte biraz karışıktı.
Kad ınlar, Yahudiliğin tek ileticileri idiler ve aralarından bazıları büyük kadın
kahramanlar oldular. Gene de edebi fundamentalizm tarafından ayartılan kadını
ikinci konuma itenlerin engeller ve gerçek günah ın hikAyesi kadınların inançları­
nı tazeler. Yahudi fundamentalizm başka kurbanlara da sahiptir. Dönüşüme de­
ğil, sabitliliğe meyilidir.

Hıristiyanlık, Meryem Ana'nın kutsal konumuyla başlamıştır. Neredeyse bir


tanrıça yerine konmuş, basitliğin ve sadeli(:iin sembolü olmuştur. Erkekler tara­
fından bir mit olarak üretilmiştir. Bu yüceltilen model kadı nlar tarafından onaylan­
mıyorsa şüpeli bir model olması gerekir. Bu, özellikle bazı şeyleri öğrenmiş ka­
d ı n ve bağ ımsız aktif kad ın modelleri hiç de uygun de(:iildi.
İ slam da kadınlara en şiddetli ayrımcılığı gösterdi, çünkü insanlar bu ayrım­
cılığın eserinin görülmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Peçe gibi İslam ve H ıristi­
yanlığın hemfikir olduğu bir konu kızların ya da kadınları n öğretimden uzak tutul­
malarıydı, çünkü bu geçmişi öğrenme işi onların tüm otorite ve yeterliliklerini en­
gelleyecekti. Hıristiyanlık tarihinde kadının cahillikten ve sorumluluktan kurtul­
mayı planladığı 2 dönem vardır. İ lki erkeklerin kadınlarını yalnız yeni yerler fet­
hetme arzusu ile uzun gemi yolculuklarının olduğu dönem, 2. dönem ise 1 8. yüz­
yılda kadınların ilk defa 1 4. Lui himayesi altında cahillikten kurtulduklarında ol­
muştur. 1 4. Lui'nin zaferi çoğu kadının aklı ve kültürü sayesinde göklere çıkarıl­
d ı . Onun özel olarak cesaretlendirdiği bazı kadınlar, gerçek bir yazarlık başarıla­
rı kazandılar. Fransa dışında, bir noktaya kadar çoğu Avrupa ülkelerinde, yüzler­
ce kadın entelektüel birikimleri sayesinde üne kavuştu. Bazen yazar olarak, ba­
zen eğlendirici ya da politik "salon" yazarak, nadiren bilim adamı ya da sanatçı
olarak.
Burada iki konu irdelenmeli: Bu, aydınlanma ve yaratıcılığın Fransız tarihin­
de en etkili olduğu dönemle ilintili olan ani patlama aydı nlanma ile de ilgilidir. Bu
laiklik ve agnostisizmin ülkemizde bir arada büyüdüğü dönemdir.
Katolik kilisesinin himayesinin zayıflaması, şüphesiz ana sebeplerden biriydi.
Ancak kilise 1 4. Lui'nin etkisi altında idi. Dini inanış güçlüydü ancak nüfuz altına
alacak kadar değil. 1 4. Lui kilise prensipleri üzerine çok iyi gitti ve kadı nları ce-

KOktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 75

saretlendirdi. Kilise ise bu olanları çok cılız bir şekilde protesto etti. Fenomenon
artık evrensel değildi ve Rousseau gibi muhteşem beyinli bir insan, kadı nların
özgürlüğüne büyük destek sundu. Ü nlü bir sözü vardır: " İ yi bir kadın iyi bir anne­
dir".
Bir diğer faktör ise Fenomenon yalnızca toplumun üst tabakasını etkiledi;
aristokratlar ve daha üst orta sınıflar. Ü lkede yaşayan ve genellikle kurallara
uyan ve kendi kuralları nın sıradan kurallardan farkı olmasından gururlanan in­
sanlar. Voltaire'in ünlü bir sözünü hatırlayal ım: "Tanrı insanı zihninde yarattı. İ n­
,
san onun bir gerçeği oldu." 1 8. yüzyılın laik filozofları tanrıyı, Moliere'in Tartuf­
te'sinde de yer alan kutsal kutlama kampanyasının bağnazlığı gibi düşünmüyor­
lardı.
Bu yüzden laiklik ve kadınların cehaletten kurtuluşu arasındaki bağlantı açık­
tır. Gene bir yüzyıl sonra 1 880'1erde Fransa'da, laik eğitim sisteminin Juli Ferry
tarafı ndan yaratılmasıyla olacaktı . Bu arada kadına neler olmuştu? Devrim be­
raberinde İ nsan Hakları Deklerasyonu'nu da getirdi. 1 789'da evrensel oy kullan­
ma ve politik demokrasiyi de. Erkeklerle beraber şehirde olabilecekler, politik ku­
lüplerde konuşabilecekler, ancak oy kullanmayacaklardır. Ayrımcılığa karşı olan
bu evrimin sonucunda paniğe kapılıp, kadınların sorumsuzlukla tehdit eden Na­
polyonik kinini destekleyerek, erkekler kadınların ölçüsünü almaya çal ıştı.

1 9. yüzyıl ilim ve bilim çağı idi, ama erkeklere. Bu dönemde her şey akade­
mik idi. Ü niversite dünyasına girmek diploma derecesine bakıyordu. Kim Volta­
ire ya da Diderot'ta PHD notunun kaç olduğunu sormayı hayal edebilirdi ki? Şim­
di, öğrenme akdemik fundamentalizm tarafından engelleniyordu. Herkes hatırla­
malı ki Fransa'da kad ın en azından parlamentoya girmeden önce üniversiteye
girildi. Bugün bile sanat fakültelerinin kız öğrenci oranı yüzde 70, hukuk ve tıpta
yüzde 60, yüzde 30'u profesör ve parlamentonun ise yüzde 5 oranı nda kadın
üyesi vardır.
Şunu görebiliriz ki kadınları n konularının ispatlanması öğrenmeye bağlı. Öğ­
renme onlara kilisesi tarafı ndan yasaklanmıştı, çünkü kilisenin belirttiği kadın
maddesine uymuyordu. Gelişme sadece laik eğitim sisteminin geliştirilmesi ile
gelirdi ve geldi. 1 9. yüzyıl sonraları ve 20. yüzyıl başları çeşitli dallardan bilim
adamları bir araya gelerek kadı nların bilim alanında çalışmamaları gerektiğini,
sağlıkları nı tehlikeye attıkların ı , hatta daha da ileri giderek çocuklarının da sağ­
lıklarını tehlikeye attıkları'nı söylediler. Erkek, kadın ve maymun kafatasları ince­
lendi. Bu doktorlar ve bilim adamları kendi bölümlerinin en iyilerindendiler ve bir­
çoğu politik ve sosyal bilince sahip insanlardı.

M art 1 997 - Ankara


1 76

Gelişim, umduğumuz kadar hızlı ve çabuk olmadı. Ancak ilk kadın doktor
1 860'1arda mezun oldu ve 1 91 4'te Sorbourne'daki öğrencilerin yüzde 30'u kızdı
(çoğunluğu sanat okuyordu). Bütün engeller bir bir yıkıl ıyordu; bazen şartların
zorunluluğu, özellikle 2 tane dünya savaşı kadınların birçok işte yavaş yavaş er­
keklerin yerini almasını sağladı. Şartların gerektirmesi sonucu bugün de kadına
çarşıyı yasaklayan Talibanlar kadının sadece hastanede çalışmasına izin veri­
yorlar.
Bütün yasal engeller ortadan kalktı . Askeri teknik akademiler ve Katolik Kili­
sesi'nin rahiplik geleneği dışında kadı nlar her profesyonel alanda seslerini du­
yurdular. H ıristiyan fundamentalistler kad ına getirdikleri her türden engellemeyi
kaldırmak zorunda kaldı lar. Ancak kadınların ha.la. kimi zaman şiddete varan teh­
ditlere maruz kalmadığı söylenemez.
Fundamentalizmin okullarla tanışması İ slami fundamentalizm ile oldu. Bir
grup fundamentalist kurum, okullarda kız öğrencilerin peçe takmaları için bir
kampanya başlattı . Hatta bazı kızları ve ailelerini etkiledi ve biyoloji, jimnastik gi­
bi bazı derslerin İ slami geleneğe uygun olmadığını söyleyerek boykot edilmesi
gerektiğini söylediler. İ slam, Fransa'da 5 milyon kitlesi ile ikinci büyük dindir. La­
iklik adına idare konsülü, eğer bu davranışlarda ısrar ederlerse kızların ilişiğini
kesme kararı ald ı . Mücadele sürüyor ve Fransız liberaller arası nda geçen gün
bir tartışma oldu ve bazıları uzaklaştırmanın biçiminin laik fundamentalizm oldu­
ğunu söylediler. Bu kriz, bir de kominternciler ile integrasyoncular arası nda çıkan
tartışmayı tekrar alevlendirdi. Basit bir Fransız geleneği olmuştu. Damarındaki
kandan dolayı değil, bu topraklar üzerinde yaşadığı için Fransız, başka bir de­
yişle Fransız vatandaşlığı bir seçim sonucudur. Kanunun gözünde hiç kimsenin
bir diğerinden farkı yoktur ve bu durum İ slamcıları çıld ırtıyor. Fransız hukukunun
kendilerini inkar ettiklerini söylüyorlar. Öyleyse kendileri niçin eşlerini ve çocuk­
ları nı haklarından mahrum ediyorlar. İ htilalden sonra Fransız hukuku kadın er­
kek arası nda ayrım yapmaz, ama İ slam yapıyor, hem de çok büyük bir ayrım .
Gerçek adı baskı v e tecrit olan bir ayrım b u konuda peçe bahane.
Laiklik, ayd ınlanmadan bu yana gelen en kesin evrensel değerlerdir. Laiklik,
hoşgörülük, ilkelilik ve doğallıktır. Ama laiklik aydınlanmış bir hoşgörü ve bu hoş­
görünün sürmesi için kendini güvence altına alacak sayısız önlemleri içerecek
bir olgudur. Ve çok basit olarak hoşgörü diğerlerinin fiziki ve ahlaki tehditleri baş­
ladığında son bulur.
Aslan Başer KAFAOG LU
Oturum Başkanı

Köktendincilijje Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 77

Sayın profesör teşekkür ederim. Üçüncü konuşmacımızdan önce, gelen de­


ğerli bir mesajı iletmek istiyorum.

Sayın Prof. Dr. Cevat GERAY


Köktendinciliğe karşı uluslararası aydınlanma konferansı davetinize teşekkür
ederim. Konferansınızın, aydınlanmanın bireylerde toplumun geneline yayılma­
sında vesile olması dileğiyle konuşmacı ve katılımcılara saygılar sunarım.

Mesut Yılmaz
ANAP Genel Başkanı.
Şimdi konuşmacımızı sizlere tanıtmak istiyorum. Erol Sever: 1 939 yılında İ z­
mit'te doğdu, aslen İ stanbul Fatihlidir. Orta öğrenimini tamamladıktan sonra öğ­
renim görmek için Viyana'ya gitti. İ şletme ekonomisi okudu. Öğrenimini tamam­
lamadan 1 977 yılında Türkiye'ye döndü. Halkın Sesi ve Aydınlık gazetelerinde
çalıştı. 1 979 yılında Aydınlık gazetesinin Frankfurt bürosuna geçti. 1 980'de İ s­
veç'e göç ederek Stockholm'a yerleşti. Serbest yazar ve çevirmen olarak çalış­
maktadı r. Telif ve çeviri olarak 1 2 kitabı vardı r. Kitaplarından biri İ sveççeye, di­
ğeri Arapçaya çevrilmiştir.

Birkaç mesaj daha var efendim.

Sayın Sönmez Targan


Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel ile Anayasa Mahkemesi Baş­
kanı Sayın Yekta Güngör Özden'in konuşmacı olarak katılacağı köktendinciliğe
karşı uluslararası aydınlanma konferansına davetiniz için teşekkür eder, şahsı­
nızda katılan konuklara saygılarımı arz ederim.
Benal Cordan
MEB Müsteşarı

Sayın Prof. Dr. Cevat Geray


Nazik davetinize teşekkür ederim. Daha önceden belirlenen programım ne­
deniyle düzenlenen köktendinciliğe karşı uluslararası aydınlanma konferansına
katılamadığ_ım için üzgünüm. Laiklik karşıtı propagandaların oldukça hız kazan-

Mart 1 997 - Ankara


1 78
-

dığı şu günlerde, anlamı çok büyük olan bu konferansınızın başarıya ulaşması-


nı diler, emeği geçen herkese sevgilerimi ve saygılarımı sunarım.
Sefa Slrmen
İzmet Belediye Başkanı

Sayın Sönmez Targan


İrtica, köktendinciliğe karşı mücadelenizi candan kutlar, daha aydınlık ve uya­
nık bir Türkiyeyi korumak dileğiyle başarılar diler, saygılarımı sunarım.
Av. Gönül İ şçller

Kadın Haklarını Koruma Derneği Genel Başkanı

Aslan Başer KAFAOG LU


Oturum Başkanı
Sayın Erol Sever tebliğini sunmaya başlayacak. Buyurun efendim .

Erol Sever
Musevilik ve Elen-Batı H ıristiyanlığının peygamberlik tasarımları aynıdır; bu
tasarım i sa'ya, Yeremya, Hoşea, Yoel gibi büyüklü küçüklü yazar peygamberle­
re ve onların görüşlerine dayanır. Batı düşüncesi binlerce yıllık ortak bir peygam­
berlik anlayışı nın etkisi çaltı nda olduğu için yalnız Musevilik ve Elen Hıristiyanlı­
ğ ı çerçevesi içindeki bir peygamberlik anlayışının doğru ve gerçek olduğunu ka­
bul eder.

Samarltler, İ lk Hırlstlyanlar ve İslam


'

Ancak Batı 'nın eleştirel bir süzgeçten geçirmeden benimsediği bu anlayış ba­
zı gerçeklere ters düşüyor. Örnek verecek olursak, i sa'dan önce bin yıllarında Fi­
listin'de Samaristan dağlarında yaşayan ve Yahve kültürüne karşı çıkan Sama­
ritler'de de peygamberlik geleneği vard ı . Samaritler'in ünlü peygamberleri Eli, 9.
ve 3. yüzyıllar arası nda, yazar peygamberler üzerinde eski i srail'in Yahve kültü­
rünü etkilemiş ve gelişmesine katkısı olmuştu. İ brani din adamları bu yazar pey­
gamberi eski Ahit'e almadılar, hatta varlığını bile yadsıma yoluna gittiler.

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 79

Bu arada Galile'nin Nasıra köyünde doğan İ sa'nın da Samaritler'in komşusu


olduğu ve bu halka sempatiyle yaklaştığını anı msamak gerekiyor. Ayrıca Sama­
ritler de ilk Hıristiyan cemaatların sempatizanlarıyd ı . Habercilerin İ şleri'nde Sa­
maritler, Hı ristiyanlığa geçen ilk Yahudi olmayan halk olarak tan ıtılır. Samarit­
ler'in İ sa'nın yaşadığı tarihlerde onu tanıdıkları ve Yahudiler'in İ sa'ya Samarit di­
yerek sövdükleri de biliniyor. İ lk ve erken Hıristiyanlık eski Ahit'e ve eski Ahit pey­
gamberlerine karşıydı. Werken, Hıristiyanlığın günümüzdeki uzantısı olan Sür­
yani H ı ristiyanlığı da bu eğilimi sürdürüyor. Yeniden konumuza gelirsek, pey­
gamber Eli'nin yadsınması karşıtı nı doğurdu. Bir yandan Samaritler öte yandan
erken Hı ristiyan cemaatlar da eski Ahit peygamberlerini duymamazlıktan geldi­
ler.
Bütün bunlar ise ve ilk cemaatının da eski Ahit peygamberlerini kabul etme­
diklerini, onların peygamberliklerinin yadsındığını gösteriyor. Hatta Elen H ı risti­
yanlığı da bu peygamberlere sıcak bakm ıyordu. Buna karşın ilk Hıristiyan cema­
atın ileride ne yeni Ahit-henüz tamamlandığı için- ne de eski Ahit vard ı ; söz ye­
rindeyse bu ilk cemaatlar kitapsız topluluklardı. Ama bu gerçeğin yanı sıra yeni
Ahit tamamlandıktan sonra bazı Musevi peygamberlerin sözlerinin bu kitaba
alındığı da görülür. Ö rneğin Hanok'un kehaneti gibi. Yeni Ahit yazarları, yazar
peygamberlerin işlerine gelen sözlerini aldı lar. İ lk Hıristiyan cemaatleri kıyamete
ve yargı gününde ortaya çıkacak Mesih'in yani İ sa'nın kendilerini kurtaracağına
inanıyorlardı. İ sa öncesi Mesihçilik, ifadesini İ sa'da bulmuştu, bu nedenle eski
İ brani peygamberlerin kıyamete ilişkin kehanetleri anlatıyor ve dinleniliyordu. Bu
kehanetlerin bir kısmının yeni Ahit'e alınmasına şaşmamak gerekiyor.
Burada klasik peygamberlerin eski Doğu'nun emperyal köleci devletlerinin
tektanrıcılığına karşı, kült merkezileşmesini savunduklarını ve de aşiret ve ka­
lanların kan hukukuna dayalı Passah ritüellerine de karşı olduklarını belirlemek
gerekiyor. Eski Ahit peygamberliği, Ortodoks yazar peygamberlik geleneğinin
devamı olan Musevilik, Elen-Roma Hıristiyanlığı ile omuz omuza eski sematik
halk dinlerine bağlı Samaritler'e, ilk Hıristiyanlara ve Süryani Hıristiyanlığına kar­
şıydı.
Muhammed'in peygamberliği ve Muhammed sonrası İ slam'ın içinde ki bilgile­
ri çarpıtarak gerçekleri unutturduğu Kuran da eski Ahit'in temsil ettiği din ve te­
oloji geleneği içinde yer alıyor. Öyle ki Muhammed'in peygamberliğini açıkladığı
ilk dönemde Museviler bu yeni peygamberi ve çevresindekileri Samaritler san­
mışlard ı . Kuşkusuz bu yargı bilinçli bir yanıltma çabası olmasa bile bilgisizlikten
kaynaklanıyordu.

Mart 1997 - Ankara


1 80

Öte yandan İ slam, eski Ahit'in klasik peygamberlerini kabul etmediği için ba­
zı Batılı ilahiyatçılar İ slam'da Samaritçilik etkisinin olduğunu ileri sürdüler. Aslın­
da Muhammed'in eski Ahi peygamberlerine karşı olması ve Kuran'da daha önce
gördüğümüz gibi melek öğretisinin ve inancının yer alması gibi olgular, Muham­
med'in Süryani Hıristiyanlığı ve İ slam arasındaki ortak noktalardan biri eski Ahit
peygamberlerini Elia dışında reddetmektir. İ slam'ın bu ret cephesinde yer alma­
sına rağmen, Kuran'daki peygamberlik düşüncesi, doğrudan ilk Hıristiyanlık ve
Süryani H ı ristiyanlığından alınmıştı r. Samaritçilik ile ilişkisinin olmadığı açık se­
çik görülmektedir. Şimdi bu paradoks gibi görünen gerçeği ele alacağ ız.

Peygamber Ella
Samaritler eski Ahit'in bütün peygamberlerine, ayrıca Natan, Elia ve Elisa gi­
bi coşkulu denilen peygamberlere karşı düşmanca bir tutumla yaklaşıyorlardı.
Buna karşın, Elia'nın Kuran'da olumlu ve saygın bir yeri olduğu gibi yeni Ahit'te
ve İ sa'nın çevresinde de olumlu bir yeri vardı. Bu genel görünüş Kuran ve İ s­
lam'daki peygamberlik öğretisinin ilk H ı ristiyanlık anlayışı ile çok sıkı bağları ol­
duğunu da gösteriyor.
İ sa, teyzesinin oğlu vaftizci Yuhanna'yı "peygamberden de üstün bir peygam­
ber" olarak nitelendiriyordu. Vaftizci Yuhanna İ sa'ya Mesih'in kurtarıcının yolunu
açan bir melekti. İ sa bu melek ve peygamber vaftizci Yuhanna'yı, yargı gününü
bekleyen dünyaya gelen Elia olarak görüyordu. İ sa, kral Herodes tarafı ndan sor­
guya çekilirken, kendisinin kellesi kesilen vaftizci Yuhanna olduğunu veya pey­
gamber Elia'nın yeniden bedenleşen ruhu olduğunu söylemişti.

Bu örnekle göstermek istediğimiz, İ sa'nın ruh göçüne inanması değil, ölü­


münden sonra tanrı ve peygamber ilan edilen bir kişinin yaşamının son günlerin­
de bile Elia'ya gösterdiği saygıdır. Öte yandan, peygamberliğin köklerinin Muse­
vilik'te olduğu ve H ı ristiyanlığı kuran İ sa'nın Musevi olması, ayrıca semitik İ s­
lam'ı kuran Arap peygamberi Muhammed'in son peygamber olduğunu ilan ede­
rek, bu eski sematik peygamberlik geleneğine son vermesi de bu geleneğin çok
eskilere dayandığını gösteriyor. Sematik peygamberlik geleneği, yine sematik bir
peygamber tarafından sona erdiriliyor.

Eski Musevi-Hıristiyan din ortaklığı ve ortak doğmalar kuşkusuz ortadan kalk­


mad ı . Burada ilginç bir din olan Nusayriliğe kısaca değinmek istiyoruz. Nusayri­
ler bu her iki dinin ortak yanlarını bir araya getirerek yeni bir din olan Nusayriliği
kurdular. Nusayrilik sematik ilk Hıristiyanlık ilkelerinin Musevilik ile ortak yanları-

Köktendincilil)e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 81

nı bir araya getirmiştir. İ slam'ın geliştiği 8. 1 O. yıllarda ortaya çıkan Nusayrilik di­
nin en önemli ilkelerinden biri tenasüh denilen ruh göçüne inanılmasıdır. Ancak
bu ruh göçü yalnız peygamberler ve son imam sıfatıyla gelecek olan Mesih/Meh­
di içindir.
Peygamberlerin ruh göçü yalnız Şii imam öğretisinde değil, kapalı bir tarzda
Sünni İ slam'da da var. Ruh göçü inancı bir yandan insana duyulan saygıyı, öte
yandan melek inancının sürmesini gösteriyor. İ slam'da bütün peygamberlerin bi­
rer melek olduğuna inanılması da aynı melek inancının bir sonucu olarak ortaya
çıkıyor. İ slam inancına göre 1 24.000 peygamber ve aynı sayıda melek var.
Kuran'da aktarılan Muhammed'in bir gece Küdüs'e gitmesi, peygamberlerin
aynı zamanda birer melek olması anlamına geliyor. Ayrıca bütün peygamberle­
rin, yani 1 24.000 peygamberin de birer melek olduğu vurgulanıyor.
Bazı Batılı ilahiyatçılar ancak Muhammed'in ölümünden sonra eski Hıristi­
yanlığın İ slam teolojisi içine alındığını iddia ediyorlar. Bu yanlış görüşün temsil­
cileri arasında lgnaz Goldziher, Theodor Nöldeke gibi ilahiyatçı lar da var. Bu ila­
hiyatçılar esas olarak erken H ıristiyan melek ve peygamberlik tasarımlarının,
Muhammed'in ölümünden sonra İ slam'a geçtiğini söylüyorlar ve iddialarını, Mu­
hammed'in zamanında yazılan Kuran'da, örneğin melek öğretisinin bulunmadı­
ğına dayandırmak istiyorlar. Elimizdeki tahrifata uğram ış Kuran'dan hareket et­
sek bile Muhammed zamanında yazılan Kuran'da melek öğretisinin varl ığı rahat­
ça kanıtlanabilir.

Muhammed'ln son sözlerl


Şimdi Muhammed'in son sözleri üzerinde duracağız ve peygamberin ölüme
yaklaştığı son anlarında bile erken Hı ristiyan melek ve peygamberlik tasarımla­
rına bağlı kald ığını göstereceğiz. Muhammed'in yaşadığı zaman dilimi içindeki
görüşleri, i sa'nın görüşleriyle koşutluk içindeydi. Kuşkusuz bu olgu Muham­
med'in peygamberliğinden ve İ slam'ı kurmasından önce H ıristiyan bir çevrede
yaşamasından. Ancak insan İ sa'nın ölümünden önce ve sonra melek olması da
Muhammed'in savunduğu bir görüştür.

Muhammed'in son sözlerini eşi Ayşe'nin aktarı mları ndan öğreniyoruz. Ayşe;
ateşler içinde yatan, ölümcül hasta Muhammed'e böylesi durumlarda olduğu gi­
bi bu hastalık da geçer, sen de kurtulursun gibilerden temennilerde bulunuyor­
du. Buna karşın Muhammed "hayır, daha ziyade yüce topluluk" diyordu. İ slam

Mart 1 997 - Ankara


1 82

geleneğinde Muhammed'in bu son sözlerinin çeşitli yorumları yapıldı. Muham­


med "yüce topluluk veya cemaat" diyerek, hiç kuşkusuz kendi İ slam cemaatini
kastediyordu, denildi. Ama burada Muhammed'in "yüce topluluk" sözüyle melek­
leri, onların topluluğunu işaret ettiği anlaşılıyor. Ayrıca bazı İ slam ilahiyatçıları da
bunu savunuyorlar. Muhammed'in son sözlerinin Arapça özgün versiyonuna ba­
kalım: "Bal ar-rafik al-'a'la". İ lahiyatçı Hans Wehr bir Kuran kavram ı olan al-ma­
la' al-'a'la kavramının anlamının yüce melekler topluluğu olduğuna işaret ediyor
ve Kuran'daki yeri gösteriyor. Daha sonra yüce melekler topluluğu ile yüce top­
luluğun birbirlerinin sinomini olduğunu belirtiyor. Böylece Muhammed'in ölümü­
nün yaklaştığını anladığını ve son istediğinin yüce meleklerin arasına katılmak
olduğu belli oluyor.

Burada yeniden erken Hıristiyan geleneğine ve Kuran'daki melek inancına


değineceğiz. İ sa'da erken Hıristiyanlık ve Kuran öğretisine göre rabbani­
yum/egemen melekler ve mukarrabun/tanrıya yakın melekler'in arasındaydı.
Muhammed'in erken Hıristiyanlık öğretisi kaynaklı son isteği , yüce melekler v�
peygamberler arasına katılmak ve melek İ sa'n ın topluluğunun bir üyesi olmak­
tan başka bir şey değildi.

Muhammed, melekler ve peygamberler


Öte yandan Muhammed'in son sözleriyle belirtti ği, yüce melekler topluluğuna
katılmaktan başka bir şey istememesi, aynı zamanda Muhammed'in kendisini
yüce melekler topluluğunun bir üyesi ve 1 24.000 peygamberden biri olarak gör­
mesi gerçeğini de yansıtıyor. Öte yandan, sure 3,BO'de "ve size: Melekleri ve
peygamberleri ilahlar edinin, diyemez" deniliyordu. Burada da Muhammed'in
tanrı kavram ını, melek ve peygamberlerden ayı rdığını melek ve peygamber öğ­
retisine inandığını görüyoruz.

Sure 1 7'nin birinci ayetinde, bilindiği gibi Muhammed'in gece gezisi yoluyla,
daha önceden de var olduğunu göstermesi bakımı ndan önemli. Çünkü peygam­
ber ve meleklerin ruhlarının göçü inancı hüküm sürüyordu. Yine sure 1 7'nin 93.
ayetinde, kimilerinin Muhammed'in "göğe çıktığ ı na asla inanmayız" dedikleri ile­
tiliyor ve Muhammed de "Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşeri bir elçiyim"
diyor. Daha sonraki ayetler önemli olduğu için şimdi bu üç ayeti aşağ ıya alıyo­
ruz.

Sure 1 7, 94. "Zaten kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna)

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 83

inanmaları nı sırf, 'Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi' demeleri en­
gellenmiştir. n

Sure 1 7, 96. "De ki : Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah kafidir.
Zira o, kullarını hakikaten bilip görmektedir."

Burada Muhammed'in ve onu eleştirenlerin, Musevilik ve erken Hıristiyanlık


melek öğretisi çerçevesi içinde düşündüklerini görüyoruz ve Muhammed de bu
çerçeve içinde düşündüklerini görüyoruz ve Muhammed de bu çerçeve içinde
kendini koruyor. İ nsan olmasına rağmen özel, yüce bir varl ığın-tanrının-elçisi ol­
duğunu melekler gibi (Sure 1 7- 1 ) gökyüzünde dolaştığını savunuyor, ama bunu
kanıtlayamayacağ ı n ı ; çünkü meleklerin her gün yeryüzünde gezip dolaşan me­
lekler olmadığını (1 7,95) gerekçe gösteriyor. Sure 1 7, 1 00-1 05'te de Musa'nın
gösterdiği mucizelere rağmen, kendisine inanmayanlarla karşılaştığı örnek veri­
liyor.

Muhammed, Sure 6'da peygamberliğini savunmaktadır. Bu surede i sa'nın


peygamberliği örnek gösterilerek, aslında eski Ahit'in Musevi peygamberlerinin
ve i sa'nın peygamberliğinin savunulduğu ve bu yolla Muhammed'in kendi pey­
gamberliğini savunduğu görülüyor. Muhammed bu surede eski Ahit'in peygam­
berlik öğretisini ve kendi peygamberliğini uyguluyor.

Sure 6 ve sure 1 7 arasında bu soruna ilişkin koşulluk var. Bu surelerde "Yü­


ce varlığın (tanrının, ES) meleklerinin aynı zamanda egemen melekler/rabbani­
yum ve tanrıya yakın melekler/ mukarrabun olmalarına vurgu yapılıyor. Muham­
med sure 1 7-1 'deki duygusal sözler, tanrının rahmet hazinesine sahip olduğunu
ve bu hazineden harcadığını açıklıyor. Arkasından sure 6-SO'de kurnazlığa baş­
vurarak, diplomatik savunmaya geçiyor ve tanrının hazinelerinin kendi yanında
olmadığını söylüyor ve saklı bir hazine varsa da yerini bilmediğini ekliyor. Ayrıca
"ben melek olmadığımı söylüyorum"dur, ama Muhammed ilkini yeğlemiş, bu ilk
yanıtta kendisinin melek olduğunu söylemesi, ifadenin veya tümcenin içinde
saklı duruyor.

Muhammed, tanrının elçisinin melek nitelikli olduğunu kabul etmektedir ve bu


melek niteliği saklıdır, ancak bazı ayetlerde, yine saklı olarak dışa vurulur. Mu­
hammed bu tutumuyla H ıristiyan karşıtlarına yargı gününe kadar kapıları açık
tutmak, H ı ristiyanları İ slam'a döndürmek istemiştir. Ancak yarg ı gününde bu sır
ortaya çıkacak ve Muhammed'in aynı zamanda melek olduğu anlaşılacaktır.
Muhammed'in melek peygamber inancı, Muhammed sonrası bir geleneğin

Mart 1 997 - Ankara


1 84

ürünü değildir. Muhammed kendini İ sa ile aynı kefeye koymaktaydı . İ kisi de pey­
gamberdi; İ sa'nı n melek niteliği olduğuna göre Peygamber Muhammed'in de ay­
nı niteliğe sahip olması doğaldı. Hem İ sa hem Muhammed, Musevilik geleneğin­
den geldikleri ve ayrıca Muhammed tanrı nın elçisi olduğunu ilan etmeden önce
H ı ristiyanlık üzerine geniş bilgisi olduğu için bu inancın kökeni daha açıklık ka­
zanıyor. Böylece bir paradoks gibi görünen gerçek de ortaya çıkmış oluyor. Bu
gerçek Muhammedin, İ sa'nın düşüncesini ve peygamberliğini çok iyi bilmesinde
yatmaktadır.

Nuru Muhammed
Muhammed'in peygamberlik ve meleklik tasarımı ile Musevilik ve erken Hıris­
tiyanlığın melek ve peygamberlik öğretisi arasındaki sıkı bağları incelediğimiz bu
bölüme, Hıristiyanlık ve İ slam tasarımlarını birbirine bağlayan önemli bir özelliğe
değinerek son vermek istiyoruz. Bu özellik N uru Muhammed denilen Muham­
med veya peygamber ışığıdır. Ayrıca peygamber ışığı bağlamı nda Musa, Elia ve
İ sa'nın açıklamalarına da göz atacağız. İ slam'ın peygamberlik inancında, Mu­
hammed'in seleflerini ve haleflerini aydı nlatan peygamber ışığı öğretisinin önem­
li bir yer tutmasına rağmen, bu inanç yeterli bir biçimde incelenmemiştir. Bu ışı­
ğın aydınlattığı Muhammed'in selefleri ilk insan olan Adem'e kadar, halefleri ise
son insana kadar uzanır.
Biz burada nuru Muhammed denilen bu peygamber ışığı inancının ilk İ ncil­
ler'de de yer alan Musevilik ve erken H ıristiyanlık geleneklerindeki melek Mesih
inançlarıyla bağlarını ortaya çıkarmak istiyoruz.
İ sa'nın ilk Musevi-Hıristiyan cemaatı nın İ sa Mesih kavram ı, İ sa Mesih eşittir
yeni Musa biçiminde formüle edilebilir. Bu formülasyon yeni Ahit'te, özellikle Mat­
ta İ ncili'nde Musevi-Hıristiyan kimliği söz konusu olunca Mesih eşittir Musa biçi­
minde ifade ediliyor. Dört İ ncil arasında Markos İ ncili'nin yanı sıra, özellikle Mat­
ta İ ncili, Hıristiyanlık üzerine en eski tarihi bilgileri içeriyor; öte yandan Kuran te­
olojisi bilindiği gibi açıkça Musevilik'ten gelen ilk Musevi-Hıristiyan cemaatının
geliştirdiği erken H ıristiyan teolojisinden ve özellikle ilk İ ncil olan Matta İ nci­
li'nden etkilenmiştir. İ slam uzmanları da bu gerçeğin altını sık sık çizerler. Yalnız
bu gerçeğin karşısı nda bir olumsuzluk örneği diyebileceğimiz bir olgu var. Ele­
nist sır kültürünün etkisi altında yazılmış olan Yuhanna İ ncili'ni savunanlar, Me­
sih eşittir Musa formülasyonu ile sık sık polemiğe girmiştir.

Genel çizgilerini çizdiğimiz bu geleneksel fonun önündeki üç İ ncil'de yer alan

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 85

vahiy sahnelerine bakal ım. İ sa, Musa ve Elia ile buluşmak için yüksek bir dağa
çıkar; yanında Petros, Yakup ve Yuhanna vardı r. Sonra "onların gözü önünde
görünüşü değişti, yüzü güneş gibi parlaaı . Giysileri de ışık gibi akpak oldu."

Ortalığın ışıklamasıyla birlikte, ansızın diğer iki peygamber, Musa ve Elia da


görünürler. Onlar öte yandan, ışıklı dünyadan gelmektedirler ve bu nedenle İ ncil
tarihinde bu iki peygamber ışığ ı n görünüşüyle karakterize edilir.

En eski Matta ve Markos İ ncilleri'nde Musa, Elia ve İ sa arasında ayrıntılı bir


ilişki kurularak, bir de Elia eşittir Yuhanna formülasyonu kurulmuştur. Bu ilişki
üzerine yeni Ahit'te yapılan açıklama, ancak Musevi ve erken Hıristiyan melek
peygamber ve melek Mesih inancı ile birlikte ele alını rsa anlaşılabilir. Bu pey­
gamberler gittikleri yere ışık taşıyorlardı ; çünkü Semavi meleklerdi. Ayrıca var
oluşları ndan önceki ve sonraki kimlikleri birleşmişti ; aynıydı, Kuran'daki melek
öğretisi sistematiğinin önemini belirtmek gerekirse, İ sa'nın, yani meleğin yalnız
görüntüsünün çarm ıha çakıldığı veya görünüşünün acı çekerek, çarmı hta canı­
nı verdiği ve sonra mucizevi bir tarzda göğe uçtuğu inancı, Kuran'daki melek
inancının kökeninin İ ncil'de aramak gerektiğini gösteriyor ve aralarında bir bağ­
lantı da var.
İ sa'ya görünen bu ışık, aynı zamanda Mesih sırrının da bir parçasıdır ve in­
san İ sa'nın melek niteliğini değil, var oluşundan sonraki melek niteliğini gösterir.
Bu inanca göre İ sa dünyevi ölümünden S' nra tanrının melekleri arasına karışa­
caktı. İ sa var oluşundan önce melek niteliği taşıdığı inancına karşıydı.
İ sa'nı n bu konudaki çekingen tavrı nın aynısını, Muhammed'in var oluş önce­
sinde ve sonrasındaki melek peygamberliği ve Muhammed'in açıkladığı ışık gö­
rüntüsü tartışıl ıyordu; bazıları inan ıyor, bazıları inanmıyordu. Yalnız Muham­
med'in yaşad ığı geleneklerine göre mucizevi bir tarzda göğe çı kmaları önemli.
Çünkü bu üçünün bir arada olması, her üçünün de melek olduğunu gösteriyor.
Dünyaya indikleri zaman ışık samaları bir ışık huzmesi içinde yeryüzüne inme­
leri bu melek inancını güçlendiriyor.

Yeni Ahit'teki görünme sahnesi ile İ slam'daki Nuru Muhammed inancı arası n­
daki açık bağlantı, İ sa'n ın kendi Mesih niteliğini gizlemeye çabalaması ve Mu­
hammed'in melek peygamberliğini açık bir biçimde açıklamaması, tersine bu
inancı denek tahtası olarak değerlendirmesi arasındaki koşutlukta kendini gös­
teriyor. Hiç kuşkusuz Matta ve Markos İncilleri'ndeki İ sa'nın Musa ve Elia ile bir
arada görünmesi, İ sa'nın ışık ve peygamberler kaybolduktan sonra müridlerine
bu olayı başkalarına anlatmalarını yasaklaması da bunu gösteriyor. İ sa bu ya-

Mart 1 997 - Ankara


1 86

saklamayı "insanoğlu ölüler arasından dirilinceye dek bu görmeyi, hiç kimseye


anlatmayın" diyerek sınırlamıştıp yani İ sa sonunda, gerçekten semavi melek,
tanrının yüce katındaki melek İ sa oluncaya kadar ki dönemde yandaşları ve ba­
zı müminler onun çevresine bir ışığın sardığını görmüşlerdi. Daha sonraları ,
özellikle Şii peygamberlik inancında, bu peygamber ışığı teolojik bir tasarım
oluşturmuştur. Şii peygamberlik ve inanç öğretisi, ilk ve erken Hıristiyanlığın me­
lek peygamberlik ve melek Mesih öğretisini üstlenmiş, geliştirmiş ve sürdürmüş­
tür.

Sure 3, 79 ve 4, 71 'de erken Hıristiyan melek peygamber ve melek Mesih öğ­


retisi ile Muhammed'in melek peyQamber ve kurtarıcı melek arasındaki sıkı bağ­
lantı görülebilir. Muhammed'in ölümünden sonra anlaşılır pratik nedenlerle, er­
ken İ slam döneminin en önemli evresinde Muhammed'in Kuran'ı teoloji bilgileri
yetersiz ve halifelerin buyruklarına itaat eden ilahiyatçılar tarafından tahrif edildi;
tanınmaz bir duruma sokuldu. Hiç kuşkusuz özellikle Muhammed'in erken Hıris­
tiyan teolojik düşüncesi ve tasarımının anlaşılmaz bir duruma gelmesi için gere­
ken her şey yapıldı. Kuran'daki bu tahrifat, ancak kitabın içindeki metinleri yeni­
den kurgusuyla ve erken Hı ristiyanlık ve İ sa üzerine yeterli bilgilerin yardımıyla
incelenebiliyor ve yeni yorumlar yapılıyor.
Özetle İ slam'ı kuran Muhammed'in İ sa ve erken Hıristiyanlık, Hı ristiyan telo­
lojisinin kurumlaşması ve gelişmesi üzerine yeterli bilgiye ve birikime sahip oldu­
ğu kesinlikle anlaşılıyor. Muhammed aslında Elen-Batı H ıristiyanlığının küresel
çı karları uğruna bir kenara itilen erken Hıristiyanlığın İ sa ve peygamberlik tasa­
rımının en bilgili temsilcisiydi. Batı Hı ristiyanlığının bilinçli olarak üstünü kapattı­
ğı, çağdaş Doğu ilahiyatçıların ı n da yeterli önemi vermeyerek, yan çizdikleri ger­
çek de budur. Teşekkür ederim .

Arslan Başer KAFAOG LU


Oturum Başkanı
Teşekkür ederim sayın Erol Sever. Sayın dinleyenler tebliğ verme süreleri bit­
miştir. Yirmi dakika fikir belirleme veya soru sorma için vaktimiz kalmıştır. Buyu­
run Demet hanım.
Demet Işık
Sabahki tebliğlerden bir tanesinde, globalleşmenin aslında demokratikleşme­
ye ve laikliğe ivme kazandıracağı , bu bağlamda değerlendirilmeye gidildiği za-

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 87

man olumlu yönleri ve yanlarının olabileceği ifade edildi. Bu konuda sizin fikrini­
zi almak istiyorum, ama ben kadın bağlamında bu soruyu soruyorum . Bu global­
leşme aslında bir kapital emperyalizmi, kapitalin bir mıknatısla kapitali çekmesi,
karşısındaki bir topluluk değil, bir yurt değil, bir ulus değil. Kişi var, şirket var,
uluslararası birliktelikler var. Yani karşısı ndaki özgürleşmesini istediği ve yahut
laikliğin ona özgürleşme getirdiği bir muhatabı yok globalleşmenin. Bu muhata­
bın içerisinde köktendincilik değil de siyasal İ slam'ın eve çekmek istediği laiklik­
le ilintilendirmediği ve bu yüzden de özgürlükleri geri al ınmak istenen bir kadı n
var. İ ş istatistiklerinde kadın düşüyor, eğitim istitastiklerinde kadın düşüyor, hal­
buki globalleşmenin muhatabı olacak olan kişi bilgi devriminin, bütün iletişim im­
kanlarını kullanabilen, bilgiyi üretebilen teknolojiyi üretebilen ama bunun tüketi­
cisi de olan kad ınd ı r.

Türkiye'de yapılmak ve planlanmak istenilen şey, kadını muhatap tutmak. Ka­


dını bu halinde bile oradan geri çekmeye çalışıyor. Bu anlamda globalleşmenin
kadı na bir artı getiremeyeceğini düşünmüyorum ve sizin fikrinizi öğrenmek isti­
yorum. Mesela bugün Amerika'ya, Avrupa'ya, Türkiye'ye yönelik kadı n çalışma­
larında bir sulandırılmış İ slam yani ılımlı İ slam denen bir İ slam teklifi var. Araştı r­
malarınızı o ılımlı İ slama göre yapacaksanız, sizin destek bulmanız çok imkanlı.
Ama doğrudan doğruya kadı n özgürleşmesi için yapacaksanız, ·s izin destek bul­
manız çok imkanlı. Ama doğrudan doğruya kadın özgürleşmesi için yapacaksa­
nız, laikliği bu açıdan destekleyici projeler üretecekseniz, o kadar da makbul de­
ğilsiniz. Yani şunu söylemek istiyorum, Türkiye'de bir gerçek var, siyasi partiler
kapıları n ı açıyorlar, buyurun biz sizi çok seviyoruz, siz her zaman çiçeksiniz, su­
ya ihtiyacınız var diyorlar ama siyasi partilerin hepsinde kadının girişini önleyici,
sizin bahsettiğiniz erkek egemen kültürden gelen birer kad ın efendisi var. Her si­
yasi partinin, o kadın efendisi, kadının siyasi yaşam girişini engelliyor. Ama bir
sembol olarak orada görüyor. Ödün; parti içerisinde bir tek yer bile olsa kendisi­
ne verilmesi, buna dönük siyasi çalışmalar yapılacaksa burada da kadının tam
yetişmesini değil, eksik yetişmesini gerektiren projeler yapılıyor. Türkiye'de bun­
lar ihraç ediliyor. Bu bakımdan globalleşme ve kad ı n konusundaki görüşünüzü
almak isterim.

Arslan Başer Kafaoğlu


Oturum Başkanı
Buyurun efendim.

Mart ı 997 - Ankara


1 88

Titsa
Pratik ölçülerde kendi organizasyonunuzdan ve Fransa hükümetinden söz
ettiniz. Fundamentalizm kurbanlarını korumak için bazı mesajlar vermek gereki­
yor. Soruyu iki nedenden ötürü soruyorum. Birincisi Teslime Nesrin hem funda­
mentalistlerin tehdidine atması yasaklandı . İ kincisi, Cezayir'de her gün insanlar
öldürülüyor, kesiliyor. Soru m ; Fransa'dan biraz yardım alabilmek çok mu zor?

Arslan Başer Kafaoğlu


Oturum Başkam
Teşekkür ederim . Buyurun.

Mehmet Bey
Benim ilk önce Oral Çalışlar'a bir sorum var. İ slam'da kadının statüsünün be­
lirlenmesini; şehir hayatına geçmesine bağlad ı . İ slam'da kadınla ilgili şeriat ya­
saları tamamen, Tevrat'tan alınma Tevrat'tan esinlenme şeriat yasalarıdır. Buna
Muhammed'in yaptığı değişiklikler katılmıştır. Bunlar kad ı na da bir miktar miras
hakının verilmesi gibi şeyler. Ö nce bunu belirtmek isterim , İ slam'daki şeriat ya­
saları yüzde 80 Tevrat'tan, alınma Tevrat şeriatıdır. Başka bir şeriat değildir. İ kin­
cisi ben Erol Sever'in tezine itiraz ediyorum. İ slamiyet tabii Hıristiyanlıktan da
esinlenmiştir, fakat İ slamiyet, İ sa'nın tanrılığını kesinlikle reddeder. Ve İ sa'nı n
tanrı olarak kabul edenleri İ slamiyet Kuran'da kafirlikle niteler. B u , günümüzde­
ki, İ slam uleması tarafı ndan da yanlış yorumlanan bir şeydir. Yani Hıristiyanları
ehli-kitap olarak kabul ederler, halbuki bu iki düşünce yani iki yargı birbirini nak­
seder. Birbirinin karşıtıdır. Hıristiyanlar ehli kitap iseler o zaman kafir olarak ad­
landıramazlar, halbuki İ slamiyet'te veya peygamberin kabul ettiği ehli kitap, Ya­
hudiler'de ayrıdır. Onları bir nevi İ sevi Yahudiler olarak başlang ıçtaki Yahudiler
olarak kabul etmek gerekir. Daha sonradan i sa'nın tanrılığını kabul edenleri
Müslümanlık, kesin olarak kafir kabul eder. Bir husus da şudur: İ slamiyet, Hıris­
tiyanlıktan esinlenmiştir ama asıl olarak Yahudiliğin bir kolunun bir mezhebinin
devamıdır. Yani bunun bilinmesi, ortaya konulması gerekir. İ slamiyet aslında Ya­
hudiliğin Ferisi mezhebinin devamıdır. Kuran ayetlerinde bu husus belirtilir, açık­
lanır. Ama Kuran ayetlerinin tercümesinde bunlar saklanır, özellikle Diyanet İ şle­
ri Başkanlığı'nın tercümelerinde, çevirilerinde bu kesinlikle gizli tutulur. Halbuki
Kuran, hem kendisinden önce gelen bir kitabı tasdik ettiğini belirtir, hem de Fe-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 89

risi Yahudilerin kitabı olan Mişnadan'dan yedi bölümün alındığını bir ayetinde be­
lirtir. Teşekkür ederim .

Arslan Başer Kafaoğlu


Oturum Başkam
Buyurun efendim.

Mustafa Altıntaş
Yalnız böyle bir konferansa gelirken köktendinciliğe karşı uluslararası ayd ın­
lanma konferansı ve temel yaklaşımıyla düzenlenen bir konferansa geldiğim ka­
nısını taşımaktaydı m . Burada da ana başlık sanırım ki dünyada şeriat, bunun
kaynakları üzerinde durmanız gerekirdi. Siyasal etkileri var mı ekonomik neden­
leri var mı biraz yaklaşmak istediniz. Dünyada ve Türkiye'de aydının, aydınlan­
ma koşumuzdaki sorumluluğu nedir? Onu tartışmamız gerekir. Ö rneğin madam
Derocq'a, Fransa'daki Le-Pen hareketinin yükselme göstermesi, Le-Pen hareke­
tinin köktendincilikle ilişkisini sormak istiyorum. İ kincisi Sayın Çalışlar'a ve ken­
dime de yönelik bir eleştiri getirmek istiyorum. Biliyorsunuz ki son zamanlarda
özellikle de Türkiye'de İ slamiyet'i siyaset aracı olarak kullanmak isteyen çevre­
ler var. Bir kavram geliştirdiler laiklik konusunda. İ şte faşist laikler falan dediler.
Yanlış algı lamadıysam Sayın Çalışlar dedi ki laikliği biraz demokratikleştirelim.
Şimdi laikliğin demokrasiyle ne ilgisi var diye soruyorum çünkü şeriat bizde laik­
likle sanki becayiş edilmesi gereken bir kavram olarak alg ılanıyor ve genellikle
şeriatın karşısına hep laikliği tartışarak çıkıyoruz. Halbuki şeriatın karşıtı demok­
rasidir. Şimdi biz laikliği gerçekten İ slamcı çevrelerin söylediği gibi ya da şeriat­
çı dediğimiz çevrenin söylediği gibi ya da laikliği, işte faşist laiklik, az faşist laik­
lik tarzındaki bir yaklaşımla tartışırsak, köktendinciliğ güç verme ya da onu des­
tekleme gibi bir sonuçla karşı laşmıyor muyuz? Sizin söylediğiniz, laikliğin de­
mokratikleşmesi nedir? Yani laiklik ne ölçüde, nasıl demokratikleşir? Tü rkiyede
faşist laiklik var mıdır? Cevap aradığım sorular bunlar. Teşekkür ederim.
Arslan Başer Kafaoğlu
Oturum Başkanı
Şimdi konuşmacılara sırasıyla söz veriyorum. Buyurun Sayın Çalışlar.

Mart 1997 - Ankara


1 90

Oral Çalışlar
Türkiye'de laiklik; cumhuriyetin kurulduğu yıllardan itibaren var. Resmen ana­
yasaya 1 937 yıl ında girse bile, din ile devlet işlerinin ayrılması devletin bu anlam­
da dine bir müdahalesi var demektir. Fakat Türkiye'de demokrasi yok. Böyle bir
farklılığı baştan görmemiz gerekiyor. Türkiye laik ve demokratik bir ülke olamadı­
ğı için laiklik zaafa girmiştir. Kendi kendimizi aldatmayalım, Türkiye iki tane aske­
ri darbe yaşadı. Demokrasi var mı? Türkiye 1 908'den itabaren laikliğe adım attı .
Ama Türkiye demokratikleşemediği için demokratik bir ülke olmadığı için bugün
laikliği savunması zaaf içindedir. Çünkü laikliği savunabilecek güçler aydınlık ka­
falardır. Aydınlık örgütlenmelerdir. Niye şeriata karşı direnemiyoruz. Niye direne­
miyoruz, çünkü sen ezmişsin bunları , ezdiğin için Türkiye bugün laiklik konusun­
da zaaf içinde onu kim koruyacak, ancak bilinçli aydınlık kafalar, insanlar koruya­
cak. Sen her gün din propagandası yaptı r, laik devletinde din derslerini zorunlu
hale getir, ezanı Türkçeleştir, daha ne kadar dini geliştirecek laikliğe darbe vura­
cak şey varsa yap, ona direnebilecek insanları da ez, seslerini çıkarttırma, tabii
ki laiklik zaafa girer. Laikliğin bugün temel zaafı ülkenin demokratik olmamasıdır.
Bu gerçeği kabul etmediğimiz sürece şeriata yeniliriz. Esas problem budur.
Şimdi globalizm başka, globalleşme başka bir şey. Globalleşme kapitalizmin
evrenselleşmesi. Yani dünyan ın her yerinde maçları bile seyrettiğinizde Fuji foto
filmden Coca-Cola'ya kadar her yere hakim olması, dünyanın her yerinde Ame­
rikan filmlerinin seyredilmesi, yani bir kültür ve iktisadi hegomanya ve yayg ınlık
globalleşmedir. Globalizm ise bunu bir teorik fikir olarak savunma, yani böyle
olarak insanlığın ilerleyebileceğini ve gelişebileceğini düşünen fikirdir, bu yanlış­
tır tabii. Yani gelişemeyecektir, çünkü dünyada büyük dengesizlikler vardır. Glo­
balizm adı altında büyük devletlerin hegemonyasını amaçlayan sistemler sonun­
da yoksul ülkeleri ezmektedir, eşitsizliği teorize etmektedir. Bu eşitsiz ilişkiyi ka­
bul etmiyoruz. Bugün ezen bir dünya, zengin bir dünya var, bir de ezilen bir dün­
ya var. Bunların arasında bir çelişme var. Kadın da ezilen bir dünyanın bir par­
çası, bu nedenle globalizm denen teori yanlıştır esas olarak bu yayg ınlaşmayı
hakim olmayı demokratik kılıflar altında teorize etmektir. Buna karşıyız.
Hala dünyada ezilen uluslar, hakkını kaybetmiş uluslar vard ı r. Bu eşitsizliği
ortadan kald ırmak için bu globalizmin sunduğu çarpıtma teorileriyle mücadele
etmemiz gerekmektedir. Arapların yeni bir devletleşme, yeni bir sistem kurmak
için yeni bir teoriye yeni bir felsefeye yeni bir ekonomiye ihtiyacı vardı r. Hz. Mu­
hammed bu felsefeyi, bu teoriyi tabii ki çok çeşitli yerlerden almıştır. Hıristiyan­
lıktan, Yahudilikten ve hatta oradaki geleneklerden alıntı lar vard ı r. Yerel gelenek-

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


191

lerden d e birçok şeyi katarak, Arapları devletleştirmeye ve yeni bir sistemi yürüt­
me işlevini yapmıştır. Bir anlamda modernleşmedir İ slamiyet, Araplar açısından,
ama aynı zamanda sınıflaşma ve bu sınıflaşmayla birlikte egemen güçlerin de
kendi egemenliklerini pekiştirme olayıdır. Teşekkür ediyorum.

Arslan Başer Kafaoğlu


Oturum Başkanı
Teşekkür ederiz Sayın Çalışlar. Buyurun efendim.

Françolse Barret-Decrocq
Evrensel Kültür Akademisi, içerisinde bir sürü ödüllü yazarı bulunduran ku­
rumdur. Bugüne kadar yaptığı iş, etkinliklerde aracıydı. Şu sıralar miting düşünü­
yoruz, dünyanın değişik yerlerinden gelecek insanların katılımıyla bir miting ya­
pılacak, Sourbone'da. Bu mitinge üç tane bakan katılacak, UNESCO sekreteri
açılış konuşmasını yapacak. Ben ha.la. orada görevime devam ediyorum . Ancak
bu toplantıyı çok önemli bulduğum için bugün buradayım. Bizim yaptıklarımız
bunlar. Teslime Nesrin konusuna gelince, sanırım bir hatanız var. Teslime Nesrin,
Fransa'ya geldi ve 1 3 yaşındaki oğlum karşıladı onu. Daha sonra beraber aka­
demiye, üniversiteye gittik. Toplantı ve bir de mitinge katıldık. C ezayir'deki sorun
sadece entelektüalizm ile çözülecek gibi değil, üstelik biliyorsunuz öteden beri;
Fransa ve Cezayir'in ilişkileri karışıktı. Ama biz akademi olarak en ünlü yazarı nı
akademiye alacaktık. Fakat geçen hafta öldürüldüğünü duyduk. Sonuç olarak
yaptığımız çok şey yok, fakat hoşgörüsüzlüğe karşı hoşgörülü olmak zorundayız.

Arslan Başer Kafaoğlu


Oturum Başkanı
Teşekkür ederim . Buyurun Sayın Sever.

Erol Sever
Değerli arkadaşlarım . Hiç bilmediğim yeni bilgiler söyledi arkadaşımız. Bu ye­
ni bilgiler resmi Arap tarih yazıcıları tarafından yazı lmış kitaplardan elde edildiği­
ni sanıyorum. Çünkü ilk önce İ sa, peygamber değildi. İ sa öldüğünde zaten bir ta­
rikatı n başıydı. Esenler tarikatı nın başıydı. Ve bütün isteği yozlaşmış olan Muse­
viliğin reforme edilmesine olanak tanımayan bir toplumun içinde Aziz Paulos Hı­
ristiyanl ığını öğütledi. Ve tarihsel bir şahsiyet olarak İ sa'yı peygamber ilan etti.

Mart 1 997 - Ankara


1 92

İ sa o anlamda peygamber. Muhammed zaten Müslümanlığı kurmadan önce Hı­


ristiyandı . Mekke'de, o zaman Kabe kiliseydi, bir Süryani kilisesiydi. Her pazar
alır eline İ ncilini, gider ayine katılırdı. Ve Süryani kilisesi i sa'yı tanrı olarak kabul
eder. Nasrani kilisesi ise İ sa'yı hem insan hem de tanrı olarak kabul eder. Erme­
ni kilisesi yalnız tanrı kabul eder. Daha doğrusu bizim Doğu kiliseleri dediğimiz
Ortadoğu'da ortaya çıkmış olan Hıristiyanlık mezheplerinin hepsi İ sa'yı, bir de
ayrıca Etopya, Eritre ve Mısır kıptileri de İ sa'yı insan olarak kabul ederler, tanrı
olarak değil. Pardon tanrı olarak kabul ederler. Hz. Muhammet'in hiçbir zaman
İ sa'ya tanrı diyenler gavurdur, kafirdir dediğine rastlamadım. Bir de İ slam için Ya­
hudilik mezhebi dediniz, anlatmaya çalıştığım gibi Hıristiyanlık bir Yahudi mez­
hebi olarak ortaya çıktı, İ sam -Hıristiyanlığı izledi, İ slam da Hıristiyanlığın bir
mezhebi olarak ilk ortaya çıktı, oradan gelişti.
Şimdi Kuran, Tevrat, İ ncil, Zebur bütün bunları karşılaştırırsak 1 50- 1 60 tane
ayetin Kuran içine girmiş olduğunu görüyoruz. Şimdi herhangi bir yazar kitap ya­
zarsa, elindeki malzemelerden yararlanması lazım. Muhammed de aynı şeyi
yaptı. Tevratı aldı , Zebur'u ald ı , İ ncil'i aldı. İ ncili zaten ezbere biliyordu. Ondan
sonra Kuran'ı yazdı. Yalnız alıntı yapmadı . Tabii elimizdeki Kuran, ilk Kuran de­
ğil. Böyle veriler zayıf olunca İ slam'ın, Yahudiliğin mezhebi olduğunu ileri süre­
meyiz. Böyle bir şey yok. Fakat Kuran'da İ slam dinini kurarken Muhammed, Mu­
sevilik'ten birçok şeyler aldı, Biraz ewel anlatmaya çal ıştı m. Herhalde hastalı­
ğımdan ötürü, söylediklerim iyi anlaşılmadı. Bir şey daha söylemek istiyorum.
Değişik kaynaklardan yararlanılmalı, ben bilemem Türkçe neden çıktı. Böyle bir
şeyi merak edersem, işte otuzlu yıllarda yazılan resmi kitapları, resmi tarihleri fi­
lan oku mam, zaten onları okuduğum zaman Türkçenin Orta Asya'dan çıktığ ını,
Türkçenin bütün dillerin anası olduğunu veyahut da Sümerlerin bizim atamız ol­
duğunu söylerdim. Resmi tarihçiler Türkiye'de araştı rmalar yaptı lar bu işi yürüte­
mediler, yanlış bir iş olduğu için bıraktılar. Onun için yazarlarının Arapça yazdık­
ları kitapları, risaleleri okurken, eleştirel okumak lazım. Teşekkür ederim .

Arslan Başer Kafaoğlu


Oturum Başkam
Teşekkür ederim . Oturumumuz kapanm ıştı r.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


6. OTURUM
Oturum Başkan ı
Füsun Sayek
6. OTURUM

Düzenleme Kurulu Görevlisi


Sayın Füsun Sayek'in başkanlığında Prof. Muazzez İ lmiye Çığ bildiri suna­
caklardı . Kendileri gelmediler. Fakat bildirisini Mustafa Sütlaç arkadaşımız suna­
cak. Ayrıca Hüseyin Batuhan beyefendi geldiler, fakat rahatsız oldukları için bil­
dirisini sunmak üzere bıraktılar. Faik Akçay bildirisini size sunacak ve Peter Cur­
man bu oturumun diğer konuşmacısı.

Füsun Sayek
Oturum Başkam
Biz burada zayıf kalı r gibi olduk ama, kiloca fena değiliz. Evet benden de bir
merhaba. Ben kendi adıma böyle bir toplantının fikir babalığını yapan kişiyi sev­
giyle anıyorum. Onun yanında, toplantıyı düzenleyenlere de çok sayg ılarım ı su­
nuyorum. Çok h ızlı bir biçimde başlayal ım. Önce Sayın Sütlaç sanıyorum İ lmiye
Çığ'ın bildirisini okuyacak.

Prof. İ lmiye Çığ


Mustafa Sütlaç okuyor

Sümer Dini ve Efsanelerinden Tek Tanrılı Dinler ve Din


Kltaplarına Gelen Etkller
Bu geniş konuyu kısa süreye sığdı rmak olanaksız. Elden geldiğince özetle­
yerek genel bir bilgi vermeye çalışacağ ım.
Kimdi bu Sümerliler? Ne yapmışlar? Kendilerinden yüzlerce sene sonra ge­
lenleri nasıl etkilmişlerdir?

Mart 1997 - Ankara


1 96

Sümerliler bundan hemen hemen 6000 yıl önce Mezopotamya'ya gelip yer­
leşmişler ve orada izleri zamanımıza kadar ulaşan büyük bir uygarlık geliştirmiş­
lerdir. Bu uygarlığın en önemli buluşu tekerlek ve dillerine göre bir yazıdır. Yazı
ilk olarak resim şeklinde taşlara yazı lmış. Daha sonra Dicle ve Fırat nehirlerinin
getirdiği bol kil üzerine yazılmaya başlanmış. Bu yüzden yazı şekil değiştirerek,
işaretleri oluşturan çizgiler çiviye bezemiş, (bunun için şimdi "çivi yazısı" deniyor)
kelimeler de kısmen hece olmuş, böylece hem kendileri istediklerini yazabilmiş­
ler, hem de Ortadoğu milletleri olan Babiller, Asurlar, Hurriler, Hintliler, Urartu­
lar'ın da kendi dillerini yazmalarını sağlamışlardır.
Geçen yüzyıldan beri gerek Mezopotamya'da, gerek Anadolu ve Suriye'de
yazılan kazı lardan on binlerce çivi yazılı tablet bulunmuş, yazılar okunmuş, dil­
ler çözülmüş ve tamamıyla unutulmuş, en az üç bin yıll ık Ortadoğu milletlerinin
tarihleri, dinleri, efsaneleri günlük yaşantıları ortaya çıkmıştır.
Bu yazılı belgelerin en önemlileri Sümer edebiyatı ve dinine ait olanlarıdı r.
Sümer dini çok tanrılı bir dindir. Fakat inanç ve dinsel işlemlerde tek tanrılı din­
lere büyük etkileri olduğu anlaşılıyor.
Tanrı nın yaratıcı ve yok edici gücü, tanrı korkusu, insanların tanrı tarafından
yargılanması, tanrılara yaranmak için kurbanlar verilmesi, törenler, dualar tütsü­
ler, ilahiler, çalgılarla tanrıyı sevindirmek, iyi ahlaklı , saygılı olmak ve temizlik,
Sümer inanışları nın temeli idi. Bunlar tek tanrılı dinlere geçmiş, Sümerlilere gö­
re tanrılar şehirleri ve bütün kültür varlıklarını meydana getirip insanlara vermiş­
lerdir. Aynı düşünceyi Kuran'da da buluyoruz. Allah'ın insanlara elbiseler yaptığ ı ,
(Araf: 26) , dağlara barınaklar, sıcaktan koruyacak elbiseler, savaştan koruyacak
zırhlar (Nahl : 81 ) ve gemiler (Yasin: 82) yaptığı yazılıyor. Sümer'de tanrılar "ol"
deyince o şey olur. (Yasin: 82) "Allah'ın, yaratmak istediğine "ol" demesi yeterli­
dir.

Sümer'de tanrılar istediklerini yok ederler. Ordular tanrılarındır. Aynı düşün­


ceyi Kuran'a (Enfat: 1 7) savaşta insanların değil, Allah'ın öldürdüğü, atılan öldü­
rücü silahların Allah tarafı ndan atıldığı yazılı.
Sümer tanrıları kızarsa kendi ülkelerini bile yakıp yıkarlar. Tevrat'ta Yahve
(Yehova)'nın insanlara kızarak onlara yok edeci felaketler verdiği, komşu devlet­
leri İ srail'in üzerine saldı rttığı bildirilmektedir. Kuran'da da birçok sureler içinde
Allah'ın çeşitli milletleri nasıl yok ettiği sayılmaktadı r. Bunların bazıları kasırga,
bazıları dondurucu soğuk ile ortadan kalkmış. (Ankebut: 38, Furkan: 38, Hace:
44, Akkaf: 27, Muhammet: 1 3, Fussilet: 1 3 bunlardan birkaçı).

KOktencfinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 97

Sümer tanrılarının gökyüzünde duku denilen topladı kları yerleri, kürsüleri var­
dır. İ srail'lilere göre de tanrın ın gökte sarayı ve etrafında birçok yaratıkları var.
Kuran'da da 26 ayette, Allah'ın arşta, etrafı nda melekler, cinlerden oluşan bir
toplulukla oturduğu yazılı. Arş da saray demek.
Sümer'de krallar, yeryüzünde tanrıların vekili sayılıyor. İ slam'da da halife, Al­
lah'ın gölgesi, vekili idi. Papa da öyle. İ slam'a giren kadınların başlarını örtmele­
ri, Sümer mabet fahişelerininin simgesiydi.
Sümerliler dünyadaki olayların ve tanrı isteklerinin yıldızlarda yazılı olduğuna
inanırlard ı . Burue: 1 7- 1 8, Nemi: 75 ayetlerinde Kuran'ın ve diğer olayların, gök­
te Levh-i Mahfuz'da yazılı oldı.ığu bildiriliyor.

Sümer'de sosyal adaleti koruyan tanrıça, senede bir kez, insanları o yıl için­
deki davranışlarına göre yargılar. Bu inan ış İ slam'a Şaban ayının on beşindeki
Beraat Kandili olarak girmiş. Sümer'liler dinsel törenlerini ayın görünüşüne göre
yaparlard ı . Tek tanrılı dinlerde de öyle. Sümer'de her şahsın ve ailesinin kendi­
lerine özgü bir tanrısı vardı. Onun görevi onları korumak, isteklerini büyük tanrı­
lara iletmekti! Kuran'da (Kat: 1 7/1 8) "hiç kimse yoktur ki onun üzerinde bir
koruyucu ve denetleyici bulunmasın" denmektedir.
Tevrat ve Kuran'da bulunan evrenin, insanın yaradılışı, Hı:ı.wa'nın Adem'in
kaburgası ndan var edilişi, Habil Kain cinayeti, cennetten kovulma, tufan, Babil
Kulesi, tek dil, Eyüp peygamber konuları hep Sümerlilerden gelmektedir. Bunlar­
dan başka Kuran'daki Harut Marut melekleri ile ilgili konu, Tevrat'taki Süley­
man'ı n şarkılar şarkısı bölümü, İ brahim peygamberin karısı Sara'yı Firavun'a
sunma hikayesi de Sümerlilerin bereket kültürünü oluşturan kutsal evlenme tö­
renlerinden kaynaklandığı son yıllarda anlaşıldı.
Kuran'da her konu ayrı ayrı, çok Yüzeysel, çeşitli sürelerdeki ayetlere dağıl­
.
mış ve birbirlerine bağlantısız olarak yazılmış. Yaratılış: Her üç dinde de evren,
büyük bir su. Ondan bir dağ çıkıyor, ikiye ayrılıyor. Ü stü gök, altı yer oluyor. İ n­
san, çamurdan tanrı görüntüsünde yaratılıyor. İ lk yaratıldığına inanılan Adem'in
anlamı da kırmızı toprak. Hawa'nın, Adem'in kaburgasından yaratılması ve
cennetten kovulmaları bir Sümer efsanesinden geliyor:

Kuran'da Aden bahçeleri olarak tan ımlanan, Sümer'in tanrılar bahçesi dil­
mun'da, yer tanrıçası 8 bitki yetiştiriyor. Bunların koparılması yasak. Fakat bilge­
lik tanrısı dayanamayıp, tatları na bakıyor. Buna çok kızan tanrıça, tanrıyı lanet­
leyerek yok oluyor. Bunun üzerine bilgelik tanrısı ölüm derecesinde hastalanıyor.

Mart 1 997 - Ankara


1 98

Büyük zorluklardan sonra tanrıça bulunarak, bilgelik tanrısını iyi etmesi için ikna
ediliyor.
Tanrıça hasta olan 8 bitkiye karşı, 8 organı için 8 tanrı ve tanrıça yaratıyor.
Son olarak tanrının kaburgasını iyi edecek bir tanrıçadı r. Adı da kaburganı n ha­
nı m ı anlamı na gelen nin-ti'dir. Burada nln hanım, ti kaburga demektir, ti'nin bir
anlamı da yaşam'dır. Eğer isme buna göre anlam verirsek yaşamın hanımı olur.
Bu efsane Tevrat'a geçerken tanrıça, kaburgadan yaratılan kadın olmuş, ka­
burganı n hanımı anlamına gelen ad yerine de yaşamın hanımın anlamına gelen
Hawa adı konmuştur. Burada tanrıların bahçesi, yani cennet, yasak meyve,
meyveyi yiyen erkek tanrı, kaburga ile ilgili kadın (tanrıça) ve tanrının yasak
meyve yiyip lanetlenmesi, Tevrat hikayesine tamamıyla uymaktadı r. Kuran'da ne
Hawa'nın adı , ne de kaburgadan yaratıldığı yazılı. Cennetten Tevrat'taki gibi yı­
lan değil, şeytan çıkartıyor onları, yasak ağacın adı , "sonsuzluk ağacı".
Adem'in çocukları Habil Kain ( İslam'da Kabil) hikayesi Tevrat'a göre Habil ko­
yun çobanı , Kain çiftçi. İ kisi üzümlerinden tanrıya sunuyor. Tanrı Habil'in getirdi­
ğini beğendiği için kardeşi Kain onu öldürüyor. Konu, Kuran'da Maide 27-31 'de,
ne çocukların ı n adları , ne getirdikleri yazılıyor. Hadislerde de bol bol ve çeşitli şe­
kilde bunlar anlatılmış.

Sümer'de hikaye şöyle: Çoban tanrısı ile çiftçi tanrısı, aşk tanrıçası ile evlen­
mek ister. Tanrıça çoban tanrısını ve onun getirdiği ürünleri yeğler. Çiftçi de ara­
dan çıkar. Buna paralel bir başkasında, yaz kendi ürünü olan tahılı, kış da hay­
vanlarından, tanrı Enlil'e sunarlar. Tanrı kışın ürünü hayvanı , kabul eder. Yaz da
buna razı olur. Tevrat'ta neden onlara cinayet yaptırılmış, hele böyle bir din kita­
bında!

Tufan
Tevrat Tekvin Bab 8-9 tufan olayı kısaca şöyle anlatılmış. İ nsanlar bozulmuş
olduğundan, rab hepsini yok etmeye karar veriyor. Yalnız rabba iman eden
Nuh'a tufan yapacağını, tarif ettiği gibi bir gemi yapmasını, içine neler alacağ ını
bildiriyor. Nuh, söyleneni yapıyor. Tufan başlıyor, 40 gün sürüyor. Sular 1 50 gün­
de çekiliyor. Gemi Ararat dağına oturuyor. Sular tamamıyla çekildikten sonra
Nuh, gemiden çıkarak rabba kurbanlar kesiyor. Nuh'a 950 yıl ömür veriyor. Rab­
da yaptığına pişman oluyor. Kuran'da bu olay 7 sure içinde 20 kadar ayette, de­
ğişik şekillerde, çok yüzeysel olarak yazıl m ış. Tuf�n adı bir kez geçiyor. Geminin

Kôktendincili(je l\arşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


1 99

nasıl yapılacağı , tufanı n ne kadar sürdüğü, gemiden nasıl çıktıkları, Nuh'un ne­
den 950 yıl yaşadığı bildirilmemiş.

Buna karşın Allah'ın kızması, olayın Nuh'a bildirilmesi, gökten, yerden sula­
rın taşması, geminin bir dağa yanaşması, bir kısım insanların kurtulması Tevrat
ile paralel.

1 872 yılına kadar tufan hika.yesinin yalnız Tevrat'ta olduğu biliniyordu. Fakat
Ninova'da çıkarılan Asurbanipal Kitaplığı içindeki bir çivi yazılı tablet okununca,
büyük bir şaşkınlık olmuştur. Gılgamış destanının son kısmını oluşturan bu hika.­
ye, ölümsüzlüğü arayan Gılgamış'a, Nuh'un Babilce karşılığı olan Utnapiştim an­
latmış. Buna göre çoğalan, insanların gürültüsünden rahatsız olan tanrılar, bir tu­
fan yapmaya karar veriyorlar. Fakat bilgelik Tanrısı gizlice bir duvar arkasından
Utnapiştim'e durumu bildiriyor.
Gemi 7 günde yapılıyor. İ çine Utnapiştim akrabaları n ı, sanatçıları, çeşitli hay­
vanları dolduruyor. Tufan başlıyor. 6 gün 6 gece sürüyor. 7'nci gün gemi Nizir da­
ğında oturuyor. Suların çekildiği, kuşlar gönderilerek anlaşılıyor. Gemiden dışarı
çıkı nca Utnapiştim kurbanlar kesiyor, onların kokusunu duyan tanrılar üşüşüyor.
Tanrılar, Utnapiştim'e ölümsüzlük vererek, tanrıların bulunduğu yerde oturtuyor­
lar. Bu hikAye, geç ça!';jda Sami olan Akat dilinde yazılmıştır.

Bu yüzyılın içinde daha erken çağa ait bu hikayenin Sümercesi bulundu. Tab­
let çok kırık olmasına rağmen tanrıların bir tufan yapmaya karar verdiği, bu ka­
rarı bilgelik tanrısı Enki'nin duvar arkası ndan Utnapiştim'in Sümerce karşılığı Zi­
nusudra'ya bildirdiği, Tufan'ın, 7 gün 7 gece sürdüğü, bittiğinde Zinusudra'nın
kurbanlar yaptığı yazılı. Görüldüğü, gibi tufan hika.yesinin Sümerlilerde yazıya
geçtiği, onlardan Alkat'ların aldığı, onlardan da Tevrat'a, arkadan Kuran'a geçti­
ği anlaşılmaktadı r.
Sümer'de vaktiyle insanların tek dilde konuştuğu, fakat bilgelik tanrısının kı­
zarak onu bozduğu ve insanların dillerini karıştırdığı yazılı. Bu konu Tevrat'ta ol­
duğu gibi Kuran'da da bunun izini, 2 ayette buluyoruz,

Birincisi: Hud: 1 1 8- 1 1 9
Rabbın dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı , onlar ihtilafa düşmeye
devam edecekler. Zaten rab onları bunun için (dalaşsınlar diye) yarattı. Rabbın
"andolsun ki cehennemi tüm insanlarla ve clnlerle dolduracağım" sözü ye­
rini buldu.

Mart 1 997 - Ankara


200

İ kincisi: Maide 5-48

(Ey Ü mmetler!) Her birinize bir yol ve şeriat verdik. Allah dileseydi sizleri bir
tek ümmet yapard ı . Fakat size verdiğinde (yol ve şeriat) sizi denemek için (böy­
le yaptı). Öyle ise birbirinizle yarışın, hepinizin dönüşü allahtır. Ü zerinde ayrılığa
düştüklerinizi o haber verecektir.
Eyüp peygamberin sabrı ve ödüllendirilmesi konusu Tevrat'ta 1 040 satırlık şi­
ir halinde yazılmış. Sümer'de " İ nsan ve onun tanrısı" adlı şiir aynı konuyu kap­
sıyor. Çeşitli felaketlere uğraşan bir adam sabır ederek tanrılara yaptığı dualar
ve yakarışlarla bunlardan kurtuluyor. Eski sağlık ve zenginliğine kavuşuyor.
İ lginç olan ı 1 846'da bir Amerikalı tarafından yazılan bir kitapta, Tevrat'taki bu
şiirin Musevilere ait olamayacağı, başka bir dinden aktarmış olduklarını yazma­
sı, en az yüzyıl sonra bunun Sümerlilerden alındığı kanıtlandı.
Kuran'da b u konu 2 sure içinde 1 5 ayet (enbiya: 81 -94, said: 41 -44) kısa ola­
rak yaz ı l masına rağmen, dert ve üzüntülerin sabır ve Allah'a dua ile giderilece­
ğ i , eski varl ığa kavuşulacağı bildiriliyor.
Suların kan olması: Tevrat çıkış Bab 7: 1 4-25'te Musa suları kana çeviriyor.
Bu, Kuran'da Araf 1 32-1 33 ayetlerinde "su baskınının, çekirgeyi, kurbağa­
yı ve kanı, her birini ayrı mucizeler olarak onlara m usallat ettik" deniyor. Bu
da Sümer'in aşk tanrıçası İ nannan'ın kendisine tecavüz eden bahçıvana kızarak
ülkesinin suların ı kana çevirmesine paralel.
Kuran Bakara: 1 02 ; adı geçen Harut Marut meleklerine ait hadislerde yazılan
hikayelere göre bunlar, Sümerlilerin Venüs yıldızını simgeleyen aşk tanrısının
aşıkları , çoban tanrısı Dumuzi ile çiftçi tanrısı Enkidu'nun bir devamıdır.
Tevrat'taki Süleyman'ın şarkıları şarkısı bölümündeki şiirlerin Sümer'de yeni
yıl bayramlarını oluşturan kutsal evlenme törenindeki şarkılara paralel olduğu,
hatta birçok satırların aynı olduğu saptandı.
Tevrat Tekvin 1 2'de anlatıldığına göre İ brahim Peygamber karısı il e Mısı r'a
gidiyor. Karısı güzel olduğu için onu alıp, kendisini öldürecekler korkusu ile İ bra­
him, karısını kızkardeşi olarak tanıtıyor. Firavun onu karı lığa al ıyor, fakat saraya
gelen felaketlerin kadının yüzünden olduğunu öğrenen Firavun, kadını bir cariye
ile geri veriyor. Ayrıca sığırlar, altın ve gümüşlerle İ brahim'i zengin olarak ülkesi­
ne gönderiyor.
Bu hikayede İ brahim, neden karısının kızkardeşi olduğunu söylüyor, neden

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


201

krala veriyor, neden bunun için İ brahi m cezalandırılacağı yerde Firavun cezala­
nıyor, neden Firavun İ brahim'i zengin yapıver sorularına yüzyıllar boyunca Tev­
rat araştırıcı lar cevap bulmaya çalışmışlardır. 946 yılında İ srail'de Kumran ma­
ğaralarında, İ sa zamanına yakın tarihlenebilen, tomar halinde İ branice ve Arami­
ce yazılı metinler bulundu. Deri üzerine yazılmış, fakat zamanla çok yıpranmış
metinlerin çevirilerini zorlukla da olsa bilim adamları yapmaya çalışmaktadırlar.
İ şte bu belgelerden birinde bu hika.yenin daha ayrıntılı olarak yazılmış olduğunu
gördüm. Buna göre aslında böyle bir olay olmamış.
İ sraillilerin, Sümer'in kutsal evlenme efsanesinden çeşitli motifleri alarak bu
hika.yeyi meydana getirmiş oldukları anlaşılıyor.
Bize Sümer yolunu açarak, bunları meydana çıkarmamızı sağlayan Ata'mızı
şükranla anıyorum.
3.3.1 997 Muazzez İ lmiye Çığ

Füsun Seyek
Oturum Başkam
Teşekkür ederim.

Hüseyin Batuhan
Faik Akçay okuyor.

Totaliter Bir İ deoloji Olarak Köktendlnclllk


Her insan az veya çok başkalarına hükmetmek eğilimindedir: Otoriter bir ba­
ba kısa etek giydiği için kızını azarlar; otoriter bir anne, eve geç geldiği için oğ­
luna çıkışır; otoriter koca yemeğin tuzunu biraz fazla kaçırdığı için eşine diklenir.
Oysa bunlardan her birinin, karşısı ndakine hoşnutsuzluğunu daha nazik veya
dolaylı bir biçimde söylemesi, eleştirilerini üstünlük taslamadan yapması da
mümkündür, ama çoğu insan hükmetme eğilimine karşı koymaya gerek görmez,
hatta karşısındakini bu şekilde "eğitmeyi" görev bilir. Bazen hükmetme eğilimi
şiddete dönüşür: Bunun en trajik örneği Belçika'da oturan bir Türk ailesinde ya­
şanmış, genç kızlarının, erkek okul arkadaşlarıyla gezmesini engelleyemeyen
ana-baba, kızın ağabeysine, kendi öz kızlarını boğdurtmuşlardır!
Hükmetme eğilimi özellikle bütün bir ulusu veya bütün insanlığı kendi özlem

Mart 1 997 - Ankara


202

ve idealleri doğrultusunda yönetmeye kalkanlarda karşı konmaz bir tutku halini


alır. "Diktatör" dediğimiz kimselerde rastladığımız bu tür bir tutkunun kaynağı
veya bahanesi milliyetçi, ı rkçı veya politik bir öğreti olabileceği gibi dini bir öğre­
ti de olabilir. O zaman bir totaliter ldeo lojl den söz ediyoruz. Faşizmi birincinin,
'

Nazizmi ikincinin, komünizmi üçüncünün, köktendlnclllğl (Fundamentalizm, in­


tegrisme) ise dördüncünün örneği sayabiliriz.

Bu totaliter ideolojilerden bazılarının blllmsel bir temele dayandıkları iddi­


asıyla kendilerini haklı göstermeye çalıştıklarını biliyoruz. Özellikle Rusya'da ko­
münizmin "blllmsel sosyalizm" yaftası altında Marx'çılığı bahane ettiğini, aynı
şekilde Alfred Rosenberg adlı bir filozofun Hitler'in ırkçılığın bilimsel bir temele
dayandırmaya çalıştığ ını hatırlayacaksınız.
Daha çok bilimin nasıl bir şey olduğunu bilmeyen, halk yığınlarının gözünü
boyamayı amaçlayan bu tür ideolojilerin "blllmselllk" niteliğini taşıması şu ba­
kımdan mümkün değildir: Bilimler sadece dünyada olup biten şeylerin nasıl, ya­
ni hangi şartlarda veya hangi doğa yasaları uyarınca olup bittiklerini araştırırlar;
buna karşılık ideolojiler insanların toplum halinde birbirlerine karşı nasıl davran­
maları gerektiğini dile getirirler. Oysa, Hume'ın da belirttiği gibi "olan"dan "ol­
ması gerek"i türetmek mümkün değildir.
İ deologların kendi görüşlerini "bilimsel" bir teori gibi göstermeye çalışemala­
rının boşuna olduğu, bu görüşleri herkesin kabul etmemesinden de anlaşı labilir.
Nitekim bu ideolojilerin çoğu halde zorla kabul ettirilmek istenmesi, kabul etme­
yenlerin ise cezalandırılması da bunu belgeliyor. Bu ideolojilerin bir çeşit "sosyal
teknoloji" gibi sunulması da boşuna, zira bütün teknolojiler bilgi temeline dayan­
dıkları gibi insanların ezici çoğunluğunun arzu ve ihtiyaçlarına cevap verirler. Ni­
tekim, bilim gibi teknolojik gelişmeler de bütün insanlar tarafı ndan kısa sürede
benimsenip paylaşıldıkları halde, ideolojiler insanlar arasında sürekli anlaşmaz­
l ı klar, kavga, hatta bazen kanlı savaşlara yol açmaktadır. İ deolojlk savaşların
en yıkıcısını bir süre önce yaşamıdık mı? Hltler Alman ulusuna bir yıllık bir
mutluluk dönemi, Stalin ise bütünlnsanlığa ebedlyyen sürecek olan bir
dünya cenneti vaat ediyordu, ancak bu ideologların mliyonlarca insana na­
sıl bir cehennem hayatı yaşattıklarını blllyoruz.
Kanımca dünyanın en eski ve uzun ömürlü ideolojileri tek-tanrıcı (monothe­
ist) dinlerdir. Bu tek-tanrılı fikrinin doğmasında bile peygamberlerin hükmetme
tutkusunun rol oynamış olması çok muhtemel. Peygamberlerin her şeyi yara­
tan ve yöneten, her şeye gücü yeten bir Tanrı'nın yeryüzündeki elçllerl olduğu­
nu halka telkin ederek, onları kendi istek ve özlemleri doğrultusunda yönetmek

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


203

amacını güttükleri bence kesin. Gerçi açıkça insanlara "Ben böyle davranma­
nızı istiyorum" demiyorlar, ama Tanrın ın buyrukları n ı tanımayanları cehen­
nem ateşiyle tehdit etmeleri, hatta kendi söylediklerine inanmayanları günah­
ka.r ve suçlu sayıp cezalandı rmak istemeleri bunu göstermiyor mu? Tanrı'nın
sözcüsü olduğunu iddia eden gene kendileri (yani hikmetleri kendilerinden
menkul) , ama her ne hikmetse, birçok filozof da dahil, pek az insan buradaki
kurnazlığın farkına varmış, psikolojik nedenlerle doğa-üstü güçlere inanmak ih­
tiyacını duyan basit insanlar ise böyle bir ihtimali akılları nın ucundan bile geçir­
memiştir. Ona bakarsanız, bu tür insanlar yalnız peygamberlerln sözlerine
değll, en kafasız şarlatanların dedlklerlne de lnanıvermeye dünden hazır­
dılar. Bu nedenle, Oscar Wllde, haklı olarak, "Aptal/Jk en büyük günahtır" de­
miştir.
İ şin daha da ilginç yanı , bazı insanların kendilerini "peygamber"in (veya pey­
gamberlerin) sözcüsü ilan etmeleridir. Bilindiği gibi Tanrı nın peygamberlerine
vahyettikleri iddia edilen sözler Tevrat, İ ncil ve Kuran gibi kitaplarda yazılıdır, oy­
sa bu kitaplar değişik zamanlarda, hem de çoğu halde peygamberleri doğrudan
tanı mamış kişiler tarafından kaleme al ınmıştır. Ama, gelin görün ki hemen bütün
ilahiyatçılar, din adamları, hatta bazı filozof ve bilim-adamları (örneğin Newton)
bunu bir sorun yapmamış, dolayısıyla bu kitapları "Tanrının sözü" olarak kabul
etmişlerdir. Ancak bu duru m bu kitapların değişik yorumlarının· yapı lmasını en­
gellememiş, her yorumcu kendi yorumunun "tek doğru" yorum olduğuna inandı­
ğı için birbirinden farklı , hatta bazen birbirine "düşman" mezhep ve tarikatlar doğ­
muş, bu defa bunlar arasında "iktidar" kavgaları baş göstermiştir. Gerek "Ben
Tanrının elçisiyim" diyen peygamberler, gerekse "Ben kutsal kitabın tek yasal ve
yorumcusuyum" diyen mezhep ve tarikat liderleri, kendi dini ideolojilerini halka
kabul ettirmeye çalışan hükmetme tutkunu insanlardır. Hepsi arkalarını her şeyi
bilen ve hiç yan ılmayan bir tanrının otoritesine dayandırdıkları için dini ieolojile­
rin en dogmatik, en itiraz kabul etmez, dolayısıyla en "hoşgörüsüz" ideolojiler ol­
duğu söylenebilir.
Buna rağmen tarikat kurucuları arasında Assisi'li Aziz Francesco gibi yaradı­
lış bakımından yumuşak huylu, hoşgörülü, sevecen, barışsever insanlar da var­
dır. Dolayısıyla bu gibiler kutsal kitabın daha çok kendi yaradılışlarına uygun bir
yorumunu yaparak insanlar arası nda dostluk ve kardeşlik bağları kurmaya çal ı­
şırlar. San ırım, biz de Mevleviliğin kurucusu Mevlana'yı da bu öbeğe sokabiliriz.
Ne yazık ki yüzyıllar boyunca süren din, mezhep ve tarikat kavgalarından da an­
laşı lacağı gibi bu türlü "barışsever" dindarların sayısı pek az. Çoğunluk kendi din
anlayışını herkese kabul ettirmeye kararlı, hükmetme tutkunu insanlardan oluşu-

Mart 1 997 - Ankara


204

yur. Elbet bu tutkunun da dereceleri var: Bir uca Aziz Francesco veya Mevlana
gibi barışsever dindarları , öteki uca ise Galvin ve Humeyni gibi diktatör ruhlu ki­
şileri koyabiliriz.

En geniş anlamda köktendlnclllğln mezhep ve tarikatlarla başladığını söy­


leyebiliriz. Bilindiği gibi bu sonuncular Ortodoks dinin gidişinden -şu veya bu ne­
denle- memnun olmayan kişilerin, dini kutsal kitaptaki özüne veya bozulmamış
biçimine döndürmek amacıyla giriştikleri "reform" hareketleridir. Manastırlara çe­
kilerek her türlü dünyevi dürtü ve kötülükten uzak bir şekilde kendini tümüyle
"züht ve takvaya" adama arzusu da köktendincilik hareketinin bir başka görüntü­
sü olsa gerek. Burada kişi sadece kendisini ahlaki bakımdan mükemmelleştir­
mek arzusuyla hareket ettiği için sadece kendi dürtülerine egemen olmaya çalı­
şır, başkalarına hükmetmeye kalkmaz. (Belki bizde de tekkeler, H ıristiyanlıkta,
manastırlarınkine benzer bir iş görüyorlardı.) Yalnız birçok mezhep ve tarikatın,
başkaları nı dini anlayışlar doğrultusunda yönetmek isteyen insanların hükmetme
tutkusundan kaynaklandığı da şüphe göstermez.
Daha konuşmam ı n başında hükmetme tutkusuna mllll, ahlakı, siyasi veya
dini öğretilerin yol açabileceğini söylemiştim . Bağnazlık derecesine varan bir di­
ni öğretinin, öteki totaliter ideolojilerden farklı olmayacağı da apaçık olsa gerek.
Bence en bağnaz, dolayısıyla en totaliter dini öğreti Hıristiyanlıkta Jean Calvln
tarafı ndan dile getirilmiş olanıdır. İ slam'da ise Calvin kadar diktatör ruhlu bir din
adamı olarak Humeyni'yi gördüğümü söyleyebilirim. Calvin kendini kutsal kitabın
tek yetkili yorumcusu sayıyor, Cenevre kentinde son derece katı ve haşin bir di­
ni diktatörlük kuruyor, halkın davranışlarını en ince ayrıntılarına kadar polislerine
kontrol ettiriyor, evine giderken hafif bir şarkı mırıldananı , biraz kısa etek giyeni
veya mutfağ ında bir parça reçel bulunduranı derhal hapsettiriyordu. Zira ona gö­
re kendini "züht ve takva"ya adayacak yerde herhangi bir dünyevi zevke kaptı­
ran kişi bir "günahkar"dı , dolayısıyla cezalandırılması gerekirdi. Calvin bu kadar­
la da yetinmemiş, kendi H ı ristiyanlık yorumunu kabul etmeyen, hele eleştirmeye
kalkan Miguel Servete gibi düşünürleri -çok samimi birer Hıristiyan olmalarına
rağmen- ölüm cezasına çarptırıp hafif ateşte yaktırmıştı !
Calvin 1 6. yüzyılda yaşamış bir dini diktatördü. Onun çağdaşı olan Luther de
-Calvin derecesinde olmamakla birlikte- dinsizlerin öldürülmesi gerektiği i nancın­
dayd ı . Yakın dostu, hümanist bir ilahiyatçı olan Melanchoton da onun bu inancı­
nı paylaşıyordu. Nitekim, bu yüzden Avrupa uzun süre kanlı mezhep savaşları­
na sahne olacak, dini inançlarından veya inançsızlıklarından ötürü insanların,
ama özellikle düşünürlerin kovuşturulması ancak 1 9. yüzyılda duracaktır. Gerçi

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


205

ABD başta olmak üzere birçok Batı ülkesinde eskiden olduğu gibi bugün de dur­
madan yeni yeni tarikatlar kuruluyor, ama bunlar laik toplum içinde küçük ada­
cıklar oluşturuyor. İ çlerinden bazıları -bazen ABD'de olduğu gibi- özellikle eğitim
sistemini etkileme girişimlerinde bulunuyorlar, ama -bildiğim kadarıyla- toplumun
siyasi ve hukuki yapısını değiştirmek gibi çağ-dışı bir düşünce, en aşırı tarikat li­
derlerinin bile aklından geçmiyor. Nitekim, ABD'de Jim Jones adındaki tarikatçı ,
taraftarlarını peşine takıp Guyana'da satın aldığı bir çiftliğe götürmüş, kendisini
ikinci İ sa sanan bir başkası da Waco adlı bir kasabada müritleriyle birlikte bir bi­
naya sığınmıştı. Birincisi, bazı yolsuzluklarının ortaya çıkacağ ını anlayınca taraf­
tarlarını intihara sürüklemiş, ikincisi ise binaya girmek isteyen polis kuwetlerine
karşı koyarken çıkan yangında müritleriyle birlikte ölmüştü. Benzer bir olay da bir
yıl kadar önce İ sviçre'de yaşandı.
Sözü oraya getirmek istiyorum: Genellikle Hıristiyan olan ülkelerde tarikatçı­
lık bazı insanların özgür istekleriyle ve -deyim yerindeyse- sadece "kendi lerini
kurtarmak" için giriştikleri bir eylem. Oysa İ slam ülkelerinde bundan bir hayli fark­
lı bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz. Belki İ slam tarikatları arası nda da aynı
amaca yönelik tarikatlar var, ama "Hizbullah", " İ slami Cihat", "Müslüman Kardeş­
ler" gibi adlar taşıyan bazıları hAIA bütün toplumu kendi "şeriat" anlayışları doğ­
rultusunda yönetmek sevdasındalar. On dört yüzyıl öncesinin ilkel bir toplumu
için belki oldukça ileri bir yaşam biçimini bugünün dünyasında yeniden diriltme­
ye kalkmak, bana hükmetme tutkusunun en kaba biçimi gibi geliyor. Hele bütün
totaliter sistemlerin yıkıldığı ve hemen hemen bütün ülkelerin demokratik yaşa­
ma biçimine özendiği çağ ım ızda, Batı uygarlığının bütün kültürel kazanı mları nı
yok sayan bir din anlayışının ortaya çıkması kadar anakronik bir olay düşünü­
lebilir mi?
Ben burada İ slam köktendinciliğini -her ülkenin özel şartlarına göre az çok
değişen- sosyal, ekonomik ve politik nedenleri üzerinde duracak değilim. Ama­
cım daha çok bizdeki köktendincilerin din anlayışlarıyla kafa yapıları konusunda
kısa bir açıklamada bulunmak.
Anladığım kadarıyla bu insanlar yalnız genel kültürden değil, doğru dürüst bir
din kültüründen de yoksunlar. Kısaca bunlar "dindar" değil, daha çok "dinci", ya­
ni dini bir "hükmetme" aracı olarak kullanmak isteyen kişiler. Genellikle "yobaz"
diye adlandırdığımız bu kişiler, kuran okuyup üzerinde düşünme zahmetine kat­
lanmadan, salt kulaktan dolma bir iki dogma ve kuralı n çekiciliğine kapılıp, dün­
yanın gidişini ters yönde değiştirebileceklerini sanan, tarih bilincinden yoksun,
hiçbir şekilde bilginin tadına varmamış, kendilerine belletilmiş olan dini dogma-

Mart 1 997 - Ankara


206

larını tartışılmaz, kesin doğruluklar olduğuna ve herkesin Tanrı'nın bütün buyruk­


larına tıpı tıpına uyması gerektiğine inanan zavallı insanlar. Ancak bu zavallılık­
ları nın bilincinde olmadıkları gibi bu dogmaları korumak, yaymak, hatta gerekir­
se zorla kabul ettirmekle görevli sanıyorlar. daha da korkuncu , "dinsiz" belledik­
lerini öldürmekten çekinmiyorlar. En büyük düşmanları ise "aydınlar", zira bunlar
tanrısal doğruları şüphe konusu yapabildikleri gibi bazen tümüyle yadsımak cü­
retini bile gösterebiliyorlar!
Bu anlamda köktendincilerin dinin ruhunu deği! , sadece lafzını belledikleri
apaçık. Kuran "Kadı nlar başları nı örtmelidirler" mi buyurmuş, lamı cimi yok, her
kadın başını örtmek zorundadır, örtmeyene zorla örttürmek Müslüman kişinin
yalnız hakkı değil, görevidir de! Beni en çok şaşırtan da böyle düşünenler ara­
sında okumuş, hatta üniversite bitirmiş, hatta hatta üniversite profesörlüğüne ka­
dar yükselmiş insanların bulunması. Bu da gösteriyor ki bizde okumakla "aydın"
olunamıyor!
Bu kafa yapısındaki insanlara aydın bir insanın duyabileceği ancak acıma
duygusu olabilir; yalnız bu gibilerinin biz aydınlara düşman gözüyle bakmaları bi­
zi bazen bir ikilemle karşı karşıya bı rakıyor. Bir aydının elindeki tek araç ikna
yöntemidir, ancak böyleleriyle değil tartışmak, konuşmak bile çoğu zaman
mümkün olmad ığı için ne yapacağ ım ızı bilemiyoruz. "Ben Müslüman değilim"
demek cüretini gösterdiği için bir Aziz Nesin'i linç etmeye kalkışan ve bunu ba­
şaramayınca da 37 aydın ve sanatçıyı kılları bile kıpırdamadan ateşe veren in­
sanlarla iletişim kurmak mümkün mü? Bugün pek çok İ slam ülkesinde olduğu gi­
bi bizde de köktendincilik Osmanlı döneminde bile görülmeyen bir ivme kazan­
mış bulunuyor. Bütün sorunların çözümünü "şeriat" adını verdikleri totaliter bir
ideolojide aramak -hem de bugünün dünyasında- benim aklımın almadığı bir ge­
lişme.
İ slam köktendinciliğinin bu militan tutumu şüphesiz sıradan dindarların da
onaylamayacağ ı bir davranış biçimidir. Zaten dindar halk cahil de olsa yobaz de­
ğildir, bağnaz hiç değildir; namazında niyazındadır, ama ne kimseyi dindar olma­
ya zorlar, ne de dindar olmayanlara kötü gözle bakar. Ne demiş atalarımız: "Her
koyun kendi bacağ ından ası lır!" Aslında bu, halk bilgeliğini dile getiren bir söz
olup halkın hoşgörüye olan inancını da dile getirir. Bu anlamda basit insanlar
kendiliklerinden laiklik ilkesini benimsemişlerdir. Laikliği benimsemek ise -gene
bu anlamda- kimsenin dinine karışmamak, onun inanmak veya inanmamak ko­
nusunda özgür olduğunu kabul etmek demektir. Gerçekten de siz halk arası nda
din yüzünden kavga edenlere hiç rastladınız m ı ? Halkın sağduyusu buna hiçbir

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


207

zaman izin vermez. Nitekim bu ülkede çeşitli dinden, mezhepten ve tarikattan in­
sanlar bugüne kadar hep barış içinde yaşam ışlardır.
O zaman hemen akla şu soru geliyor: Sayıları hızla artan bu militan kökten­
dlncller nasıl, nerede yetişiyor? Atatürk döneminde, hatta onun ölümünden bir
süre sonrasına kadar yurdumuzda bu tip insanlara rastlanmadığına göre bunla­
rın şu son birkaç yıl içinde ortaya çıktıkları anlaşılıyor. Gerçekten de bu süre için­
de ülkemizde köktendinciliğin biçimlenip güçlenmesine manevi zemin .hazırlayan
pek çok gelişme oldu: Türk- İ slam sentezcilerinin fikir babalığı ettiği bu gelişme,
"dinci" politikacıların kışkırtmasıyla her geçen gün biraz daha hız kazandı . Artık
binlerce Kuran kursunda küçücük çocukların beyni yıkanıyor, yüzlerce imam-ha­
tıp okulunda şeriatçı yobazlar yetiştiriliyor, devlet okullarında tam 8 yıl boyunca
İ slam dininid ogmaları ezberletiliyor. Radyo ve televizyonlard a her allahı n günü
son derece ilkel bir din propagandası yapıl ıyor. 1 2. yüzyıldan bu yana hiçbir "dü­
şünsel" gelişme gösterememiş olan İ slam dini, yalnız genel kültürden değil, din
kültüründen de nasibini almamış insanların elinde, sadece politik bir hükmetme
aracına dönüşmüş durumda. Düşününki bugün ülkemizi tekrar "şeriatçı" bir dü­
zenle yönetme hayalleri kuran adam, İT Ü 'de yıllarca motor dersi vermiş olması­
na rağmen, Kuala Lumpur üniversitesinde pervasızca "NASA'dakiler aya gitmek
için Kuran okuyorlar" diyecek kadar din kültüründen nasibini almamış bir yobaz.
İçimizde dindarlığı her şeyden önce -manasını bile bilmeden- Kuran'ı ezberle­
mek diye anlayan ve bu yüzden zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılmasına kar­
şı koyan başka profesörler mi yok? Hatta biyoloji profesörü oldukları halde Dar­
win'in "evrim" teorisinin bütün bilimlerce reddedildiğini iddia edenler mi ararsı­
nız? Ya Kenan Evren'e verdikleri "fetva" ile din derslerinin zorunlu olmasını sağ­
layan "ilahiyat" profesörlerine ne buyurulur? Bütün bunların olup bittiği bir ülke­
de köktendincilerin iyice azması na şaşılacak bir yan var m ı ?

Doğan Kuban b ir yazısında "Türklye'nln temel handlkapı kırsal kültür


egemenliğidir" diyor. Yerden göğe kadar hakl ı, ancak ne yazık ki kırsal kültürün
bu egemenliğinden, başta dini politik bir iktidar aracı olarak kullanan politikacı­
larla, onlara akıl hocalığı eden bazı profesörler sorumlu bence. Fen bilimlerinin
bile "Kuran okutulur gibi" okutulduğu bir ülkede "Müslüman kuşaklar" yetiştirerek
-komünizm gibi- "çarpık" ideolojilerin yayılmasının önlenebileceğini sanan bu ga­
filler, sonunda Türkiye'nin başına " İ slam Köktendinciliği" gibi çok daha büyük bir
belayı sarmış bulunuyorlar. Hiçbir şey "cahi llik" kadar tehlikeli olamaz, oysa bu­
gün Türkiye cahilliğin de en tehlikeli biçimi olan "yobazl ık"la karşı karşıya. Şeri­
atçı bir parti başkan ının, para ve iktidar hırsıyla gözü dönmüş bir hanım politika-

Mart 1 997 - Ankara


208

cı ile işbirliği sonucu kurulan çağdışı "ittifak", bu gibilerin cüretini daha da arttır­
mış olduğundan, bugün ülkemiz ciddi bir "Cezaylrleşme" tehlikesiyle karşı kar­
ş ıya bulunuyor. Buna etrafımızı çeviren şeriatçı ülkelerin gizli ve açık, maddi ve
manevi yardımlarını eklerseniz, tehlikenin boyutları konusunda bir fikir edinebi­
lirsiniz. Nitekim, Atatürk'çü ordu komutanları nın işe el atmak ihtiyacını duymuş
olmaları da tehlikenin büyüklüğü hakkında yeterli bir fikir veriyor olsa gerek.

Ben bu konuşmamda işin bu yönü üzerinde durmayacağım. Yalnız ülkemiz­


deki "aydın" kesimin çok ciddi bir telaş ve huzursuzluk içinde olduğu apaçık. Biz
aydı nların baş özelliği, köktendinciler gibi "militan ruhlu" olmayışımızdır. Zira biz
hiçbir zaman zora başvuramayız. Bu anlamda "aydın" hükmetme duygusunu
dizginleyebilen insandır. Yalnız bu, büsbütün "güçsüz" olduğumuz anlamına gel­
mez. Ne var ki bizim gücümüz "manevi" olup akıllı, bilgili ve dürüst olmamızdan
kaynaklanır. Bizden farklı düşünenlere hoşgörü ile yaklaşı r, akla yakın gerçekler
göstererek onları ikna etmeye çal ışırız, zira biz her düşünceye ve inanca sayg ı­
lı, barışsever insanlarız. Yıllardan beri laiklik üzerinde ısrarla durmamızın da ne­
deni, bu tavrı hükmetme eğiliminde olanlara benimsetmektir. Ama ne yazık ki bir
defa herhangi bir totaliter ideolojiyi özellikle çocukluk veya gençlik yı llarında be­
nimsemiş olanları bu eğilimlerinden vazgeçirmek çoğu zaman mümkün olmuyor.
Bu nedenle, tek yapabileceğimiz bu tür insanların yetişmesine imkan sağlayan
şartları ortadan kaldırmaktır, bu da ancak eğitim sistemimizi Atatürk'ün koymuş
olduğu temele yeniden oturtmakla mümkün olsa gerek.
Sözün kısası, Atatürk'ün başlatmış olduğu, ama dinci politikacılar yüzünden
yarıda kalan "Aydınlanma" sürecini, ne yapıp tekrar canlandı rmamız şart. Bunun
için Atatürk'ün vaktiyle, "Öğretim Birliği" yasasını savunurken söyledikleri, bi­
ze bugün de ışık tutabilir:

"Şimdiye kadar ulusun beynini pas/andıran, uyuşturan ve bu istekte bulunan­


lar olmuştur. Herhalde zihinlerde bulunan bütün boş inançlar tümüyle atılacaktır.
Onlar çıkarılmadıkça beyne gerçek aydınlıkları aşılamak imkansızdır. Görülüyor
ki en önemli ve verimli ödevlerimiz öğretim ve eğitim işlerimizdir. Bu işlerde ne
yapıp yapıp başarıya ulaşmamız gerekir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu
yoldadır. "
"Gerçek kurtuluş"un Batı uygarlığının demokratik ve laik gidişine ayak uyduı
makta olduğunu gören Atatürk'ün, bu ileri görüşlülüğü 1 4. yüzyıl öncesinin "şeri­
at" düzenini geri getirebileceklerini uman köktendincilerin tutumuyla tam bir tezat

Köktendincilil)e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


209

oluşturuyor. Geçmiş özlemleri bilgisiz, görgüsüz ve en basit bir tarih bilincinden


yoksun insanların "hükmetme" tutkularını haklı görmek için başvurdukları bir ça­
redir. Ancak "gerici" hareketler bir süre toplumun uygarlık yolunda ilerlemesini
yavaşlatsalar bile, bu ilerlemeyi durdurmaları mümkün değildir. Gene de bize
"aydınlanma" yolunda pek çok güçlük çıkaracakları açı kça görülüyor. Nitekim ,
Milli Eğitim Bakanlığı'nın zorunlu temel eğitimin 8 y ı l a çıkarma çabaları çeşitli
yollarda engellenmeye çalışılıyor, oysa bu uygarlık yolunda atılması gereken ilk
adımdır. Bana sorarsanız, demokratik, laik bir hayat anlayışını yerleştirebilme­
miz için şu amaçların gerçekleştirilmesi şart:

1 ) Henüz dinin ne olduğunu anlamaktan bize aciz, küçücük çocukların beyin­


lerinin yıkandığı "Kuran Kursları" kökünden kaldırılmalıdır. Bunların MEB tarafın­
dan denetlenip, denetlenmemesi hiçbir şeyi değiştirmez. Henüz bağımsız düşü­
nebilecek yaşa gelmemiş çocuklara Kuran ezberletmek onların beyinlerine haciz
koymaktan başka bir şey değildir.

2) Zorunlu din dersleri kaldırılıp yerine -o da sadece lise son sınıfta okutul­
mak şartıyla- "seçmeli" din dersi konabilir, ama bence. bu bile gerekli değil.

3) Sözüm ona, "aydın" din görevlisi yetiştirmek amacıyla açılan ve sonradan


politik manevralarla "lise" statüsüne kavuşturulan imam hatip okulların ı , sadece
ülkenin muhtaç olduğu sayıda imam ve hatip yetiştiren okullar haline döndür­
mek, geri kalanları normal lise haline getirmek şart.

4) Vicdan ve düşünce özgürlüğünün güvencesi olan "laiklik" ilkesini titizlikle


uygulamak da şart bence, zira bu yapılmadıkça insanın insana hükmetmesini
engelleyen bir yaşama biçimi olarak demokrasiyi sürdürmemiz mümkün değil.

Ben bir insan olarak var gücümüzle, bu amaçları gerçekleştirmeye çalışma­


mız gerektiğine inanıyorum. Bunu sadece Türkiye'nin "Cezayirleşmesi"ni önle­
mek için değil, "aydınlanma" fı rsatı bulamamış çocuk ve gençlere "acıdığı m ız"
için yapmal ıyız. Bir insanın herhangi bir bedeni veya zihni kusurla dünyaya gel­
miş olması, o insan için şüphesiz büyük bir şanssızlıktır, ama doğuştan kusurlu
olmayan insanları n, hükmetme tutkunu kişiler tarafından, kafaları nın çarptırılma­
sı bence onların başına gelebilecek en büyük felakettir, zira bu gibiler genellikle
uğrad ıkları felaketin farkında olmadıkları için hem kusurlarını düzeltme arzusu­
nu duymayacaklar, hem onlar da kendi tıpkı -benzerlerini üretmek isteyecekler­
dir. Bugün planlama veya kopyalama denen biyoteknik yönteminin insanlara,
hatta hayvanlara uygulanması büyük bir tartışmaya yol açmış bulunuyor, oysa

Mart 1 997 - Ankara


210

"beyin yıkama" dediğimiz şey, bunun inanç ve fikir alanına uygulanmasından


başka bir şey değil. H ıristiyan Batı dünyası bu yöntemi çoktan yasakladığı hal­
de, İ slam dünyasında bu yöntem "köktendincilik" adı altında yeniden hortlamış
bulunuyor. Hiçbir manevi planlama yöntemi din alanında uygulanan kadar sinsi
ve tehlikeli olamaz. Bu nedenle biz aydınlar ne yapıp yapıp, bu tür uygulamala­
rı önlemeye çalışmalıyız, zira bence bir aydının baş görevi herkese "aydınlan­
ma" fırsatı vermektir.

Falk Akçay
Teşekkür ediyorum, sabırla dinlediniz.

Füsun Sayek
Oturum Başkam
Sayın Akçay'a teşekkür ediyoruz. Esasında çok zor bir görev yaptı . Şimdi bir
ozana sığınıyoruz. Peter Curman, Stocholm'den geliyor. İ sveç Yazarlar Merkezi
kurucusu, aynı zamanda gazeteci. Bir kısmı Türkçe'ye çevrilmiş olan 1 2 şiir ki­
tabının yazarı. 1 987'den beri Yazarlar Birliği'nin başkanı. Kendisi, ihtiyacımız
olan diyalog konusunda konuşacak.

Peter Curman
Değerli konuklar, sevgili katılımcılar, öncelikle bu önemli konferansa davet
edildiğim için memnuniyetimi belirteyim. İ sveçli bir şair olarak, bu konferans ta­
rafından açıklık kazanan sıcak çatışmanın merkezinden uzakta yaşamama rağ­
men benim sesimi dinlemek size tuhaf gelebilir. Ancak bugün dünyanın sını rları
yok ve her birimiz olan biten hakkında aynı sorumluluğu paylaşmalıyız. En azın­
dan e-mail ve İnternet ile haberleşen yazarlar daha fazla ya da az, aynı odada
yaşıyor.

Ankara'ya uçmadan az önce, öğrendim ki bu konferansa ruhunu vereA Aziz


Nesin, artık bütün dünyada internet aracılığıyla okunabiliyormuş. Otobiyografisi,
İ stanbul Çocuğu, Amerika, Teksas'taki Austin'de bulunan Ortadoğu Çalışmaları
Merkezi tarafından internette hazırlanm ış. Ölümünden iki hafta önce Aziz Nesin
bu anlaşmayı onamış ve okuyucudan üniversiteye 7.50 USD ödemesi istenmiş.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


21 1

Elbette ki bu sembolik toplam Çatalca'da kimsesiz çocuklar için yaptırılan eve ve


Nesin Vakfı'na gönderilecektir.

Aziz Nesin'i okumak, hayatın kendisine; hümanizme ve mizaha bir pencere


açmaktır. Her ne kadar Aziz Nesin zamanımızın en büyük hümanistlerindense
de -kendisi de olsa aynı şeyi söylerdi- mizahçıların en büyüklerinden, aynı za­
manda en ufağıydı. O'nunla hem İsveç'te hem Türkiye'de çok karşılaşma imkA­
nımız oldu. Ve l sveç Yazarlar Birliği'nin 1 989'da Stockholm'deki kendi evini, -
içinde yazarların konuk evi de vardır- bitirdiğinde Aziz Nesin bizim ilk misafirimiz-
di. Konuk defterinde imzasını görebilirsiniz.

Aziz Nesin sınırları olmayan bir adamdı. Kalbi herkese yetecek kadar büyük­
tü. Hepimiz onun adalet ve barış kavgasına imrenirdik ve hepimiz, Sivas'ta itfa­
iye arabasının merdivenlerinden inerken görebileceğiniz, Daily News'in kapak
sayfasını da hatırlarız. Polisin cahilliği ve vahşiliğini gördük. 37 yazar ve sanatçı
öldü. 1 993'te Sivas'ta yaşanan trajediyi hiçbir zaman unutmayacağız. Aynı za­
manda uluslararası yazarlar topluluğu, Orhan Pamuk'un "Nesin'i provokatör ola­
rak tammlayan mahkeme karan, ruhumuzda isyan duygusu uyandtrdı" dediği
sözlerinin her kelimesine katılır.

Daha sonra yazar ve entelektüellere karşı oynanan korkunç pyunları da oku­


duk; sinema eleştirmeni Onat Kutlar'ın iki yıl önce i stanbul'un tanınmış kafeter­
yalarından birinde bombalanarak öldürüldüğünü hatırlayalım. Ama en kötü şid­
det, sizin daha önce hiç duymadınız, Japon çığl ığı diye adlandırılan, görülmeyen
şiddettir. Biz hepimiz kal ın duvarların arkasında neler oynandığını biliyoruz ama
insanlar bunu dile getiremiyorlar. Saklanan gerçekleri su yüzüne çıkarmak ve
kurbanların sesi soluğu olmak biz yazarların görevidir.

Ama kör fundamentalizm, aydınlanmış Avrupa'da içinde olmak üzere, bütün


toplumları tehdit eden bir hastalıktır. Tabii ki böyle bir hastalığı kimse kabul et­
mez; fırtınanın ortası nda her şey sakin gözükür ve kimsenin arkasında gözleri
yoktur. En acımasız gaddarlıklar her zaman masumiyet adına yapılır; ırkçılığın
en kötü döneminde insanlar, ı rkçılığın farkında değildi ve insanlar öyle davran­
mayı çok doğal olarak görüyorlardı. Çocuklar anlamını bilmeden anti semitik slo­
ganlar atıyorlard ı . Bir fundemantalist insanlığın iyiliği için çal ıştığını düşünür. On­
lara göre dünya siyah ve beyazdır. Bu fundemantalist davranış, bazı laik insan­
lar ve gerçeği bazen basit kelimelerle açıklamayı zor bulan entelektüeller arasın­
da da görülür. Evet, ancak ya da belki demek zor geldiğinde, Avrupa'da genel-

Mart 1 997 - Ankara


212

likle evet veya hayır arasında bir seçim yapmak zorunda kal ırsınız. Fundamen­
talistler kararsızlıktan nefret ederler.

Avrupalı politikacılar, -Hı ristiyan Halkın Partisi'nin son dönemde yaptığı gibi­
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini Avrupalı fundamentalistler gibi reddeder­
ler. 4 Mart'ta Reuter'in geçtiği bir habere göre "Hıristiyan Demokratların ( EPP)
toplantısında, Türkiye'nin katı lım için yetersiz olduğu konusunda bir konsensü­
sün belirlendiği kıdemli politikacı lar tarafından dile getirildi. Türkiye, kısa veya
uzun zamanda, Avrupa Birliği'ne üye olmak için daha hazır değil dedi Belçika
Devlet Başkanı ve EPP Başkanı Wilfried Martens. Alman Başbakanı Helmut
Kohl, İ spanya Devlet Başkanı Jose Maria Aznar ve İtalya Devlet Başkanı roma­
na Prodi'nin de katıldığı belirtilen toplantıda, Martens, Ankara ile sıkı ilişkilerden
yana bir isteğin belirtild iğini söyledi. Fakat AB üyeleri kartlarda yoktu. "Biz de
mümkün olan en sıkı ortaklığı isteriz, ancak biz bir Avrupa Birliği inşa ediyoruz"
dedi Martens. Diğer taraftan Yunanistan'dan Theodore Pangalos, Hollanda
Apeldoorn'daki toplantıda, "eğer Türkiye bir Avrupa ülkesi olarak kabul edilmiyor
ise Yunanistan'ın da kabul edilmemesi" gerektiğini söyledi.

Avrupa'yı kapı ları ve pencereleri kapalı bir kale olarak inşa etmek yönünde­
Ki eğilim sadece dış dünyayı değil, Avrupa'da yaşayan bizleri de tehdit etmek­
tedir. En azından biz yazarlar, kendi hAkimiyetimiz alanına kilitlenmeyi asla ka­
bul etmeyeceğiz. Bizim için diğer ülkelerdeki meslektaşlarım ızla etkileşim için­
de kalmak bir gerekliliktir. İ sveç'te biz kendi edebiyatımızı geliştirebilmek için
Türk ve Kürt edebiyatını öğrenme ihtiyacını duyuyoruz, çünkü hiçbir edebiyat
kendini diğerlerinden izole ederek gelişemez. Edebiyat, farklı kültürlerin yeni
kelimeler ve ifadeler karşılaşması sonucu gelişecektir. Onun için biz, ülkelerin
kültür değişimine inanıyoruz ve kültür değişiminin karş ıl ıklı anlayış ve güvene
dayanması gerektiğinden yanayız. Bu, hiç kimsenin herhangi birini, yukarıdan
yargılamaması anlam ına gelmektedir. Bazen, İ sveç'te değil ama diğer ülkeler­
de neler yapılması gerektiğini tartışmak ve çözüm üretmek, İ sveç'te moda hali­
ne gelmektedir. Uzak ülkelerdeki insan hakları ihlallerini ve konuşma özgürlü­
ğünün kısıtlanmasını protesto etmek, kendi ülkendeki ihlaleri protesto etmekten
daha kolaydı r.

Ben halen dayanışmanı n gerekli olduğuna inanıyorum. Bir yazar, yazdıkların­


dan dolayı ceza alıyor ve özgürlüğünü yitiriyorsa, bu hepimizin ortak sorunudur.
Yaşar Kemal'in Alman magazin dergisi "Der Spiegel"da Kürdistan'daki savaşa
karşı bir röportajı yayı mladıktan sonra yargılanması, İ sveç'te bizi de ilgilendiri-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


213

yordu. Biz Türk ve Kürt yazarları nı İ sveç Yazarlar Birliği'ne üye yazmaktan gurur
duyuyoruz. Birliğimize üye olabilmek için tabii ki İsveç'te oturmanız gerekir ama
İ sveç vatandaşı olmanız veya İ sveççe yazmanız gerekmez. İ sveç yazarlar Birli­
ği üyelerinin yaklaşık yüzde onu dış ülkelerden gelenlerdir. Dış ülkelerden gelen
meslektaşlarımızın varl ığı, bizim edebiyatımıza ekstra bir ilham vermektedir!
Dünyada iş adamları, nerede, ne olduğuyla çok yakından ilgilidirler. Ankara'dan,
New York, Tokyo ve hatta Stockholm'deki stok borsalarının yükselen ve düşen
değerlerini tam olarak bilirler. Ya biz yazarlar? Bizlerden hangilerimiz internet ve
e-mail'e sahibiz? Bunu alışkanlık haline getirenimiz var m ı ? Tabii ki edebiyat bor­
sası bir stok borsası değildir ve kelimelerin ritimlerinin dolar, pound veya sterling
ritminden ayrı bir dili vardır. Ben halen birbirimizi daha iyi tanımak için çok şey
yapmamız gerektiğini düşünüyorum.

Buradaki birçok birliğin ve Türkiye'nin de üyesi olduğu, Avrupa'da "Avrupa


Yazarlar Kongresi" diye adlandırılan bir organizasyon vardır. İ sim hakkı ile ilgili
birçok sorular için çok önemli bir forumdur. Ama Avrupa'nın dışında da bir dün­
ya var ve yazarların her yerde desteklenmeye ve daha iyi çalışabilmesi için ko­
nuşma özgürlüğüne ihtiyacı var. Bunun için; geçen yıl İ stanbul'da yapılan, dışa­
rıdan yazarların da katıldığı kongreyi büyük bir coşkuyla karşıladık ve üçüncü
dünya birlikleri diye adlandı rılan, birçok ülkenin katılımıyla karşılıklı olarak ko­
nuşma özgürlüğü ve anlayışı tartıştık. Biz, UN ESCO'nun "Yaratıcı Çeşitliliğimiz"
isimli raporunu dünya kültür komisyonun basıp yayımlanması gibi bütün dünya
hükümetlerinin de aynı yoldan gitmesini umuyoruz. Bu rapor, fundamentalizm ve
ülke!:-:rin sanatsal yaşamlarının kontrol edilmesine karşı, kültürel çoğulculuk ve
demokrasiyi savunan çok güçlü bir savunma raporudur. Gelecek yıl bütün kültür
bakanları Stockholm'de toplanacaklar. Aynı anda İ sveç Sanatsal ve Edebiyatsa!
Profesyoneller Komitesi de kültür bakanları ile artistleri karşı laştırmak için ulus­
lararası bir konferans düzenleyecek ve bunun için çağrıda bulunacak.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Baltık Denizi etrafı ndaki tüm yazar­
lar, kuwetli bir biklikteliğe yöneldiler. 1 992'de büyük bir Rus gemisi kiraladık ve
ortak denizimizin ülkelerinden 300 yazar ve tercümanla denize açıldık. Bu yapı­
lan ilk Baltık Denizi konferansı idi. 14 gün boyunca limandan limana uğradı k ve
şiir, edebiyat ve diğer ortak ilgi alanlarımızdan konuştuk. Salman Rüşdi'ye de bir
dayanışma telgrafı gönderdik. Bu bizim Baltık Denizi etrafı nda ilk birleşmemizdi.
Daha sonra Rusya hükümetine katılması için savaşılan Çeçenya'daki savaşı
protesto eden bir telgraf çektik.

Mart 1 997 - Ankara


214

Yolculuğun son durağı olarak Uluslararası Yazarlar ve Çevirmenler Merkezi,


Baltık Denizi ortasındaki Gotland adasında durdu. Orada Baltık Denizi çevresin­
den gelen ülkelerin yazarları ve çevirmenleri, denize bakan ve Visby duvarını gö­
ren iki eve yerleştirildiler. Orada buluşup, çalışabilirler ve çeşitli konular hakkın­
da seminer verebilirler. Ne zaman ki politik sis dağılır, biz de sonunda, güvenilir
edebiyatı okuyabilir ve normal komşular olabiliriz.

Bu başarıdan esinlenerek Kasım 1 994'te Karadeniz ve Ege'de bir gezi plan­


lad ı k. Bu sefer Yunan gemisiyle Pire'den, Odessa'ya, Konstanta üzerinden,
Varna'ya ve oradan da İ stanbul ve İ zmir'e yelken açtık. Bu şiddetli tartışmalar
ve şiddetli hava koşulları sonucu unutulmaz bir yolculuktu. İ zmir'in güzel lima­
nı nda, rüzga.r sonucu iki gece konaklamak zorunda kald ık. Biz bu geziye "Ü ç
Deniz'in Dalgaları" adını verdik, çünkü Baltık Denizi, Karadeniz ve Ege Denizi
sahillerinden, 30 ülkenin yazar ve çevirmenlerinden oluşan, toplam 400 insan
vardı gemide. Bu yolculuk birçok sponsorun katkısı ile oluştu; özel firma ve şir­
ketler, kültürel kuruluşlar ve hükümetler. Türkiye de bu projeye katıldı ve İ stan­
bul ve İ zmir limanlarında gemimizden giriş ücreti almad ı . Yolculuğumuzun ana
temasını özgür ve açık tartışmalar oluşturuyordu. Tabii ki bazı konularda farklı
düşüncelerimiz vard ı . Bu geziye aşk ve harmani gezisi demek yanlış olurdu.
Ama önemli olan diyaloğun yaşıyor olması! Her konu üzerinde anlaşamıyorduk,
ama bu hayatın bir parçasıdır. Biz birbirimize güvendik ve demokratik sonuçla­
ra vardık.

Bu tarihi yolculuğun sonucunda ne zaman Kuzey ve Güney Avrupa'dan ya­


zar ve çevirmenler ile karşılaşsak, birbirimizi görmemezlik edemeyiz. Bunun gö­
rünen bir sonucu da Yunan adası Rodos'taki Uluslararası Yazarlar ve Çevirmen­
ler Merkezi'nin, tıpkı aynısının Baltık Denizi üzerindeki İsveç Gotland'daki örne­
ğidir. Rodos'un merkezi geçen sene eylülde aralarında İ srail, Filistin ve Hindis­
tan temsilcilerinin de bulunduğu, 30 ülkeden 300 yazarın katıldığ ı, şimdiki adıy­
la Ü ç Denizin Dalgaları , resmen göreve başlamıştır. Rodos, birçok kıtaya girip
kapısı olmasından dolayı seçilmiştir. UNESCO da Gotland ve Rodos merkezle­
rinin açılış organizasyonlarında hazır bulundu. Bunlar internete bağlanarak ça­
l ışma ve röportajlarına resmen başlamışlardır. Ayrıca bizim organize ettiğimiz
seminerin kısa bir özeti olan "edebiyat ve İ nternet" bulunmaktadır. Çok sonra ilk
genel meclis, uluslararası idare heyeti seçilmiştir.

Bugün İ stanbul dışındaki Büyükada'da oluşturulan Yazarlar Merkezi ile ilgili


yeni bir tartışma sürmektedir; anladığım kadarıyla bu öneri, Türkiye Yabancılar

KOktendincili�e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


215

Ofisi'nden gelmiştir. Ama böyle bir merkezin dürüstlüğünün korunması için aynı
Gotland ve Rodos merkezlerinin olduğu gibi U NESCO'nun himayesi altına gir­
mesi gerektiği işaret edilmelidir. Ama İ stanbul'da insan hakları ve konuşma öz­
gürlüğü ile ilgili kurulacak bir merkez, çok daha önemli işlev görecektir. Orada
yazarlar konferansının çeşitliliğini savunabilir, internet ve diğer sosyal aktiviteler­
deki inisiyatifi ele alabiliriz. Hatta, İstanbul gibi eski, çok kültürlü bir merkezdeki,
Yazarlar ve Çevirmenler Merkezi'nin UNESCO'nun himayesinde çalışması, Aziz
Nesin'in insancıl kişiliği açısından da büyük bir başarıdı r. i stanbul'un yanı sıra
ajandamızda başka öneriler de mevcuttur. Yunan ve Arnavutluk sınır ortasında
yer alan Presba Gölü'nde bir merkez oluşturma yönünde fikirler vardır. Ayrıca
Rodos Merkezi'nin resmi olarak başlaması esnasında, Filistin ve i srail'lilerin bu­
luşma merkezi olan Betlehem'in de olabileceği yönünde öneriler vardı. Ben bir­
kaç gün içinde Ramallah'a giderek, bugün için gerçekleşmesi çok zor görünen
bu düşle ilgili olarak araşetı rma yapacağım. Ama düşleyebildiğimiz sürece, düş­
lerimiz gerçek olacaktır, yeter ki gerçekten deneyelim.

Şimdi, yazarların aktiviteleri arasındaki bağlantılar ve dinsel fundamentalizm


nelerdir? Konferansın konusu bu idi. Yazarların asıl görevi kendileri ile okuyucu­
ları arasında özgür ve açık diyaloğu kurabilmektir. Konuşma özgürlüğünü savu­
nurken, yazar aynı zamanda şeref ve insanlığın güvenini de savunmuş oluyor.
Ama aynı zamanda yazar, yazdıkları kelimelerin etkisinden de sorumlu olmalıdır.
Senin için canavar olabilecek birinin düşünceleri ve duygularına da saygı göster­
mek önemlidir. Konuşma özgürlüğü kadar yargılanmalıdır. Aradaki tek sınır, hoş­
görüsüzlük ve fanatizmin sınırıdır. Gene bu davranışların arkası ndaki sebepleri
analiz edebilirsiniz, ancak bunlar, affetmek için değildir.

Yaşam ımızın dürüstlüğüne gelince hepimiz kendimizi savunma hak ve göre­


vine sahibiz. Fakat bir yazar olarak inanıyorum ki problemleri, hislerimiz, inanç­
larımız formüle ettikçe fundamentalizmle başa çıkabiliriz. Söz, yerini suskunluğa
bıraktığında, iletişim umudumuzu kaybettiğinde, şiddet ve fundamentalizm ge­
çerlidir. Bu yüzden yazarların ve mektup arkadaşlığının hiç bitmemesinde ısrar
ediyorum.

Suskunluğun şiddetine kendinizi kaptırmayın!

Dikkatiniz için teşekkürler.

Mart 1 997 - Ankara


216

Füsun Sayek
Oturum Başkanı
Teşekkür ediyoruz. Şimdi, Fatoş hanım Peter Curman'ın bir şiirini Türkçe
okuyacak.

İşte yine Galata


Vapur düdüklerinin astımlı hırıltısı,
Taksilerin susmak bilmez kornaları
Gazete satıcılarının kısık sesleri
Sucuların parlak çanakları
Balıkçı teknelerinden yayılan kızarmış balık kokusu
Karaborsacıların daveti
Turistlerin fotoğraf makineleri
Bitip, tükenmez araba varupu trafiği
Ve sokakların, çığlık çığlığa sessizliği
Ve sonu gelmeyen akını insanların
insanlar, insanlar, insanlar, insanlar
Bir zamanlar hayrandım bu karmaşık yaşama
Çeşitliliğine, değişikliğine, doluluğuna
Bugün tiksiniyorum Galata'yı çırıl çıplak görmekten
Galata bir sergi değil artık.
Gerçekten bir köprü
Gerçekten sömürülen, sömürülenlerin köprüsü
Eklemsiz dilenciler, yalnızca para değil yitirdikleri
Eklemlerini ve yaşamlarını da geri istiyorlar.
İstanbul çürüyor.
Camiler ve altın hazineleriyle
Turist otobüsleri, gece kulüpleri, yatırımcı bankalarıyla
istiklal caddesinde ak tolgalı, toplum polisleri dolanıyor.
İleri, geri

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


217

Banka, banka, gece kulübü, hediyelik eşya dükkanı, banka


gece kulübü, dilenci, tartıcı, gece kulübü, kötürüm/er
banka, gece kulübü, restoran, gece kulübü, banka,
banka, banka
Gece örtüsünü örtünce boğazm, kannca yuvalar gibi yanar
ışıklar.
Neonlar ışıldar ve kalküt lambalan.
Restoranlar dolar, ahşap yapılar, iş adam/an ve dilenciler
cüzdanlannı yoklar.
Her şey yolunda.
Cam ve çerçeve ardmdan bakarken Atatürk
Müezzin al/aha şükür eder bugünler için.

Füsun Sayek
Oturum Başkanı
Çok hoştu. Şimdi bir tartışma için zamanımız var sanıyorum. Ö nce soruları
alal ı m . Buyurun.

Bir Bayan Katılımcı


İ ki tür insanın olduğunu söylenir, kimisi beyaz sayfalarda olanca azametiyle
duran insanlardır. Kimisiyse dip notlardan hiç çıkmayacaklardı r. Bugün ve dün­
den itibaren biz, gerçekten tarihin beyaz sayfalarından hiç inmeyecek çok değer­
li bir insanın fikir babalığının yaptığı bir konferansta çok değerli bir sanat adam ı­
nı dinledik. Benim sorum şu olacak. Bahsettiği sanat organizasyonu şu ana ka­
dar çok güzel şeyler yapmış, yapacak. İ lerideki kuşakları etkileyecek olan politik
kararlarda, bu sanat kuruluşunun etkisi ne olacaktır. Politik bir etki unsuru olabi­
lecek midir? Teşekkür ederim.

Peter Curman
Bence diyalog çok önemli, tabii ki bilgi de. Yazarın her şey hakkında gerçeği
bilmesi gerekir. Sanırım İ stanbul'daki toplantı çok önemli olacak, bütün yazarla­
rın tartışmalarda yer olacak olması da önemin! arttırıyor. Eğer Yunanistan'daki

Mart 1 997 - Ankara


218

v e Türkiye'deki okul kitaplarına bakarsanız çok önemli bir şeyi yakalarsanız.


Korkarsınız. Gençler, gerçeğin resminden geçerlerse, bu çok kötü bir başlangıç
olur. San ı rı m bu yolla dil üzerine çalışan yazarlar, kendilerini ifade edecekler ve
binlerce konudan birini seçip tartışacaklardır. Ama yine de İstanbul geçmişte ol­
duğu gibi Avrupa'nın en büyük edebiyat merkezlerinden biri olmalıdır.

All Nesin
Amerika'da çoğu kimse köktendinci ülkelerin hangi ülkeler olduğunu bilmiyor­
lar. Öğrencilerime sordum. Bana köktendinci bir ülke söyleyin dedim. Irak dedi­
ler hepsi. Yani Amerikan halkı büyük bir cahillik içinde. Acaba İsveç'te de var mı,
sizin bildiğiniz ülkelerde, Avrupa'da buna benzer bir cahillik var mı? Bunu öğren­
mek istiyorum.

Peter Curman
Çevrenizdeki insanların çok şey okuması lazım. Benim için buraya gelmem
çok önemli. Ne kadar ciddi sorunlarla karşılaştığ ı mız ortada. Bu tür tartışmalar
tüm gruplarda tekrarlanmalı. Burada verilen bu tür bilgiler ve üzerindeki yürütü­
len tartışmalar çok önemli. Sadece Ankara ile kalmamalı , her yere yayılmalı. Sa­
nı rı m biz yazarlara çok çok iş kaldı .

Söylemezoğlu
Bay Peter Curman'a bir soru sormak istiyorum. Sunuşunda İsveç'e Türk ya­
zarlarla birlikte Kürt yazarların da beraber davet edildiklerini söylediler. Şimdi
Birleşmiş Milletler Ö rgütü'ne üye olmayan ülkeler arasında Kürt devleti diye bir
devlet yok. Burası Türkiye Cumhuriyeti Devleti olduğuna göre ve Türkiye Cum­
huriyeti anayasasına göre de Kürt vatandaşlarına Türk denildiğine göre kendile­
ri, köktendinciliğe karşı uluslararası aydı nlanma konferansı için ülkemizde misa­
fir olarak bulunuyorlar. Türk misafirperverliği de yeryüzünde bilinmektedir. Bu ne­
denle belki bir düzeltme yapabilirler diye düşündüm. Teşekkür ederim.

Peter Curman
Ben Kürt insanlardan değil, Kürt edebiyatından bahsettim. Burada yazarlar­
dan, Yaşar Kemal, Göteburg'daki ayrımcılara, "ben insanım, İki çemberim var,

KOktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


219

birinde Türk tarafım, diğerinde Kürt tarafım" dedi. Ancak çok zor böyle yaşamak.
Şunu kabullenmeliyiz, homojen insanlar değiliz. Siz de değilsiniz. Ve Kürt edebi­
yatından bahsetmemem için hiçbir neden yok.

All Balkız
Efendim, Curman'a i stanbul'u betimleyen o güzel şiiri için teşekkür ediyo­
rum . Bir şey de ben eklemek istiyorum. i stiklal caddesinde, evet banka, gece
kulüpleri var. Ama ayn ı zamanda sinemalar, tiyatrolar, sergi salonları, resim ga­
lerileri, kitabevleri, kültürevleri, yayınevleri, kiliseler, camiler, sinagoglar var ay­
nı zamanda. Ü lkemizde Kürtler var, Kürtçe yazan yazarlar var. Kürt kökenli
olup da Türkçe yazan yazarlar var. Bunlar İ sveç'te de var, dünyanın her yerin­
de de var. Bağı msız devletlerin olup olmaması başka bir şey. Bu onun varlığı­
n ı Kürtçe dilini, Kürtçe yazma edimlerini inkir etmemizi gerektirmez diye düşü­
nüyorum.

Hüseyin Batuhan bey burada olsalard ı, ona şu soruları yöneltmek ihtiyacın­


da olduğumu söyleyecektim. Hitler'le, Stalin'i nasıl aynı kaba koydular ve Ku­
ran'ın lafzı ile ruhu. Lafzını biliyor bugün dindar geçinenler, ruhunu bilmiyor de­
diler. Ruhunu bilseler farklı m ı olacaktı diye bir soru soracaktım. Atatürkçü
komutanlar durumun vahametini anladılar ve duruma müdahale etmek zorun­
da kaldılar diye bir cümle vard ı . O müdahaleleri biz iyi biliyoruz, tanıyoruz. Bu
mu çağrıştı rılıyor. köktendinciliğe karşı bir sürü öneriler sıraladılar ama herhal­
de diyaneti unuttular, diye söyleyecektim. Burada olsalardı tabii, teşekkür ede­
rim .

Füsun Sayek
Oturum Başkanı
Teşekkür ederim.

Peter Curman
Şunu söyleyeyim. Ayasofya'nın içindeydim. Bana Avrupa'nın kültür şehrini
göstermemi söylediler. Ben de bunun şaka olduğunu düşündüm. Bütün güzelli­
ği ve fantastikliği, insan severliği sorsalar, en iyisi İ stanbul derim.

Mart 1 997 - Ankara


220

Füsun Sayek
Oturum Başkam
Sanıyorum başka bir soru yok. Evet, bu akşam da bitirmiş oluyoruz. Yarın
tekrar buluşmak üzere, ayrıl ıyoruz. Yarı n sabahki oturum 09.30'da başlayacak.
Ona göre hareket etmemiz lazım.

Teşekkür ederim .

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


7. OTURUM
Oturum Başkanı
Alpaslan Işıklı
7. OTURUM

Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Bu açıdan Aziz Nesin'in, ölümsüz yazar Aziz Nesin'in içinde yer aldığı tabiri
caizse baş kahramanı konumuna geldi. Sivas olayları bir dönüm noktası oluştur­
muştur. İ nsanların inançlarından dolayı diri diri yakıldığı hadisesi, ülkemizde fun­
damentalizm sorununa özel ve olağanüstü bir boyut kazandırmıştır. Bu başka
gelişmeleri çekiyor. Bu arada İ stanbul'da Müslüman eserleri olmadığı için surlar
yıkal ı m diyen önde gelen politikacılar çıkabiliyor. Sizlerin ve eminim ki konukla­
rı mızın yakından, uzaktan izlediği birtakım olumsuzluklar yoğunlaşarak sürege­
liyor. Ben şunu burada belirtmek ihtiyacını duyuyorum. Bu gelişmeler doğrusu bi­
zim geçmişimizle de yabancı . Bizim geçmişimizin doğal uzantıları olarak sayıl­
maları bile mümkün değil. Bunları , hatırlatmak ihtiyacını duyuyorum. Bunları
kendimizi savumak vallahi billahi biz böyle değiliz demek için söylemiyorum .
Fevkalade bir şey olduğunu belirtmek için bunlara, geçmişimizle b u karşılaşetır­
mayı yapma gereksinimini duyuyorum. Sivas'ta bu olaylar oluyor. Oysa 1 492'de
İ spanya'da Yahudiler, Katolikler tarafından yakıldıkları vakit Osmanlı İ mparator­
luğu'nda sığı nma olanağına başvurabilmişlerdi. Tekrar ediyorum . Toplumumuzu
_/
bugün temize çıkarmak çabası değil, tam aksine bugün olanların geçmişimizle
de bağdaşmadığını ve fevkalede bir şeylerin olmakta olduğunu belirtmek için
bunlara değinmek istiyorum. Ve hakim düşüncenin dışındaki görüşlere, bilimsel
çabalara, hoşgörü, saygı bizim geçmişimizde yabancı olmadığımız bir tutumdur.
Keza 1 5. yüzyılda ve daha öncesinde Avrupa'da dünya yuvarlaktır dediği için
Galile işkenceye maruz bırakılırken, Bruno aynı şeyleri söylediği için diline çivi
çakılarak öldürüldüğü dönemlerde; İ bn-i Haldun, Mevlana hatta daha sonraki dö­
nemlerde başka İ slam düşünürleri örneğin bir Darvin düşüncesinin aşağ ı yukarı
aynısını söyleyebilecek ortama sahip bulunuyorlardı. Bu geriye gidişin anlamı
üzerinde düşünmemiz gerektiğini sanıyorum ve elbetteki hepimizi derinden dü­
şündüren bir husus oluşturuyor. Öyle görünüyor ki bu durum dünyadaki hakim

Mart 1 997 - Ankara


224

ideolojiyle fevkalade örtüşen sonuçlar ortaya çıkarmış bulunuyor. Yakın zaman­


lara kadar ideolojilerin sonunun geldiğini, tarihin sonunungeldiğini adeta dünya­
da evrensel ve edebi istikrar döneminin başladığını söyleyenler şimdi sanki baş­
ka bir kılıf bulmak ihtiyacı içerisine girmişlerdir. Çünkü çatışmaların sonu gelmi­
yor. İdeolojilerin sonu geldi deniyor. Ama çatışmalar devam ediyor. Bunlara bir
kılıf bulmak lazım. Körfez savaşı örneği kanlı müdahalelere, sömüren-sömürü­
len, ezen-ezilen çelişkisinin dışında gerçekler bulmak lazım diye düşünmüş ola­
caklar ki bir medeniyetler çatışması tezini ortaya atmak ihtiyacını duydular. Dün­
yadaki çatışmalar artık ezen- ezilen çatışması değil, sömüren-sömürülen çatış­
ması değil, medeniyetler arası çatışma ve bu nasıl medeniyetse çatışmadan
edemeyen medeniyetler çağ ındayız. Kan kusmadan edemeyen medeniyetler
çağındayız. Medeniyetler çatışması tezini ortaya atanların zı mnen söylemiş ol­
dukları şey budur. Bizdeki bu fundamentalistler sanki bu teze gerekçe oluşturu­
yorlar. Bu teze argüman oluşturuyorlar. O bakımdan bunun fevkalade önemli ol­
duğunu düşünüyorum . Ve bu tür evrensel boyutlu sonuçları olduğunu, vurguları
olduğunu düşünüyorum. Ve bu toplantının yararını bir kere daha belirleyerek, iz­
ninizle sayın konuşmacıları takdim ediyorum. Sayın Erdoğan Aydın, ilk konuş­
mayı, ilk sunuşu yapacak dostumuz. Frank Shutte, Ateistler Uluslararası Birliği
Genel Başkanı olarak aramızda bulunuyor. Din ve devletin birbirinden ayrılması
temeli üzerine kurulmuş demokrasi konusunda bize sunuş verecek. Sayın Jean
Paul Constatin, ENA'da ulusal yönetim yüksek okulunda yönetici ve akademis­
yen konumunda. Kendisi politik-siyasal kurumlar konusunda uzman. Evrensel
kültür akademesinin yöneticileri heyetinin üyesi bulunuyor. Lafı fazla uzatmadan
Sayın Erdoğan Aydın'a sunuşunu yapmak ricasında bulunuyorum.

Erdoğan Aydın
Sayın dinleyiciler merhaba. Tebliğim "Laiklik ve Türkiye". Bildiğiniz gibi gerek
yüzyılın başında akılla her türlü sorunumuzu çözebileceğimizi, dünyayı söz ko­
nusu tüm bu olumsuzluklarından arındırıp bir cennete dönüştürebileceğimiz doğ­
rultusunda insanlık ciddi bir umut içindeydi. Ve 1 9 . yüzyılın başı apayrı bir dün­
ya atmosferine tekabül ediyordu. Oysa aradan yüzyıla yakın bir zaman geçip,
yüzyılın sonuna geldiğimizde, yüzyılın başında apayrı, tam tersi bir dünya at­
mosferiyle karşı karşıyayız. Sorunların çözülebileceğinden, akıllı her türlü soru­
numuzu çözebileceğimizden yana umutların önemli bir yara aldığ ı , önemli bir
darbe yediği bir atmosferde dünya hakları, dünya in �anl ığının her türlü metafizik
yönelime ve doğal olarak bu kapsamda özellikle dine yöneldiği bir dünya atmos-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


225

ferindeyiz. Genel olarak umutsuzluk dinsel dalganın yükselişini ve aynı kapsam­


da da laikliğin insana ve yaşama dair güvenin önemli oranda erezyona uğradığı
bir atmosferde yerini terk etti. Bu atmosferin Türkiye'-de çok somut bir yansıma­
sı var. Benim için özellikle anlamlı olan Türkiye'ye bu dönüşte devletin, devlet
ad ına özellikle 1 2 Eylül iktidarının görmüş olduğu iradi işlev. Ne yaptı 1 2 Eylül?
Türkiye'nin demokratik dinamiklerini ezerken, örgütlerini ve düşünsel akı mlarının
ezerken, ortaya çıkan boşluğu dinsel akımlarla doldurmaya yönelik, anayasal
güvenceler ve fiili uygulamalarla birlikte, Türkiyenin laiklikten yana zaten sıkıntı­
lı olan atmosferini daha da olumsuz hale getirdi ve sonuçta 1 985'ten başlayarak,
Türkiye üniversiteleri ve diğer tü m devlet kurumlarında anti-laik güçlerin önemli
bir dayatma ve mevzi kazanı m ı ile karşı karşıya kaldık. Gerek dü nyadaki bu şe­
riatçı hareketten yana atmosfer, gerek Türk devletinin 1 2 Eylül aracıl ığıyla yap­
tığı olumsuz müdahale yanısıra şeriatçı hareketin de kabul etmek zorundayız ki
mevcut ortamı istismar etmek, özellikle düzenin toplumu köşeye sıkıştırma, ez­
me, sindirmekten yana toplumdan gelen karşıt tepkileri, yedekleme konusunda­
ki başarıyla bugün çatısı altında kendisini temsil eden şeriatçı hareket; Türki­
ye'nin hem en dinamik toplumsal gücünü, hem de hükümet ortağı bir siyaset gü­
cünü oluşturuyor. Zamanı ekonomik kullanabilmek açısından ben tebliğimi oku­
ma yolunu seçeceğim.

Şeriat Allah düzeni mi?


İ slam'ı n esasen bir devlet düzeni olduğu ve her dönem uygulanabilir bir dev­
let modeli önerdiği iddialarının büyük bir yanılgı olduğunu düşünüyorum.
Kuşgusuz şeriat vard ı r. Ve tarih boyunca devlet etmiştir. Ancak bu devletin,
hem Kur'an'ı referansları düşünüldüğünden daha azdır hem de uygulanabilirliği
tarih boyunca hep sorun olmuştur.
İ slam peygamberi bir devlet modeli kurabilecek bilince henüz ulaşmadan öl­
düğünden, Kuran ve hadislerden, bı rakalım modern bir devleti, sonraki döneme
dayanıklı bir devlet modeli çıkarmak bile olanaksızdır.
Kuran'da topu topu 1 OO'ü bile bulamayan hukuki hükümler, o dönemin ilkel
koşulları içinde ganimet paylaşam ı, düşünce yasağı , kısas, içki, hı rsızlık, faiz,
evlenme, boşanma, zina, miras, tanıklık gibi sorunları düzenler. Kaldı ki bunlara
ilişkin hükümlerde de kah Ö mer gibi ileri gelenlerin talepleri, kah gelişen olaylar
sonucu bizzat Kuranda değişime uğramıştır (nesh edilmiştir). Kuran'da bile aynı
kalamayan ve zaten çok dar bir mekanın sorunlarını karşılamaya çalışan bu hu-

Mart 1 997 - Ankara


226

kuki hükümlerin yetersizliği, Muhammed'in öldüğü gün yerine geçecek kişinin


nasıl tayin edileceği sorunu başta olmak üzere hayatın gerçekliği karşısında hız­
la yetersizleşmeye başlam ıştır. Nitekim halife Ömer'le birlikte, Kuran hükümleri
yerine, gelişen koşullara bağlı olarak kendi hükümlerini uygulama yönelimi gide­
rek belirginleşmiştir.
Kuran'ın karşısındaki bu yetmezliği nedeniyle Müslümanlar, Muhammed'in
yaptığı ve söylediklerine (ümmet), İ slamcıl seçkinlerin belli konularda karar ver­
mek için fikir birliği oluşturmalarına ( İ cma) veya başka konulara ilişkin söylenmiş­
lerle mukayese ederek (kıyas), ortaya çıkan sorunlar hakkında İ slam'ın ne olma­
sı gerektiğini saptamaya başlamışlardır. Özetle Muhammed'in ölümünden baş­
layarak şeriat, Allah'ın değil, onu izlediğini söyleyenlerin, hem Allah'a hem de
halka rağmen belirledikleri bir siyasete dönüşmüştür. Allah ise bu seçkinlerin
yaptıklarını meşrulaştırma aracı olarak kullanılan bir kavramd ı r artık.
Bu bir yana, herkesin üzerinde anlaşabildiği bir şeriat yine de yaratılamam ış,
yaratılan şeriatlar da yeni sorunlar ve çıkar çatışmaları sonucunda icma ve kıyas
yoluyla sürekli eklemelere ve değişimlere uğramıştır. Merkezi imparatorluklar ta­
rafından, tek şeriat belirleme çabaları, işin içine kılıç zoru da katılarak defalarca
denenmiş olmasına rağmen yine de başarılamamıştır. Ve bizzat İ slami olmak
üzere 72 tane mezhepten söz edilmektedir. Tüm şeriat devletleri Bizans ve Pers
imparatorluk geleneklerinin birer versiyonu olmuş ve tanrısal dedikleri şeriat hü­
kümlerini duruma göre değişime uğratmışlardır.
Bu durumda şu söylenebilir: Eğer şeriat, Allah'ın sözleri, yani Kuran'da yazı­
lı olanlar ise birbirini değiştiren ayet düzenlemeleriyle birlikte, o günün ihtiyaç ve
geleneklerince biçimlenmiş, ama evrensel ve sürekli olmayan bir uygulamadan
söz ediyoruz demektir. Yok hadis külliyatından başlayarak İ slam'ın ne olduğuna
ilişkin birbirini yadsıyarak bugün hala yazılmaya devam edilen on binlerce ciltlik
kitap da söz konusuysa, o zaman şeriat Allah'ın değil, onun takipçileri olduğunu
iddia eden siyasetçilerin işidir.
Özetle İ slam'ın doğrudan Kurani (tanrısal) ilkelere sahip bir devlet modeli
yoktur. Devlet yapısı ve uygulamaları dönemin koşullarına, egemen mezhebin
özelliklerine ve halifenin yapı ve keyfine göre belirlenmiş, en az diğerleri kadar
insan ürünü bir sistemle· karşı karşıyayız.
Şeriata devlet başkan ının aynı zamanda dinsel amir sayılması ve daha ilk dö­
nemden başlayarak iktidar etmenin meşrutiyetini dinle gerçekleştirilmesi, dinle
siyasetin iç içeliğini getirdi. Sorunlar büyüdükçe yeni kurallar çıkarıldı veya kural-

KôktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


227

lar değiştirildi ve tüm bu değişimler siyasal ve dinsel otorite birliği nedeniyle şe­
riat sayıldı. Bu ise mutlakiyet rejiminin, dini/Tanrı'yı iktidarlarını sürdürmenin ara­
cı yaparak 20. yüzyıla kadar gelmesini sağladı.
Söz konusu b u tümüyle keyfi, despotça yönetim geleneği, neden sonuç iliş­
kisi içinde şeriatçı kavrayışın olmazsa olmaz sonucuydu. "Dinin her şeyi kapsa­
dığı ve yönetimin mutlaka dinin denetiminde olması" gerektiği şeklinde bu yakla­
şım, dindışı yönetimin yanısıra, toplumsal dinamizmin ve özgürlükçü açılımları
da olanaksız kılan bir donukluğu beraberinde getirdi.
Yapısal olarak demokrasiye kapalı , farklılığın meşrutiyete ve eşit haklılığını,
keza egemenliğin halka ait olmasını kabuletmeyen şeriat, halkı teba durumuna
sokan, yönetimi mutlak yetkilerle donanmış halifeye bırakan ve farklı olanın ken­
dini ancak kılıç zoruyla gerçekleştirebildiği bir siyaset geleneğini temsil ediyor.
Aynı genelleme içinde Müslüman olanlar da güvensizliğin siyaseti olmuş olan
şeriat, seçim ve yurttaşl ık bilincinin oluşumuna da engel olmuştur. Bu bağlamda
dinin farklı algılanışları na da hoşgörü üretememiş, bu nedenle kendi ayrışmala­
rını uzlaşmazlığa itmiştir.
Din içi katliamların dinler arası savaşlardan çok yaşandığı bu geleneğin kaçı­
nılmaz sonucu, daha �k dönemden başlayarak en kutsal kişilerin �rtarda suikast­
lerle tasfiyesi, yüz binlerce Müslümanın birbirini katlettiği savaşlar olmuştur.
Kendini yozlaşmaktan kurtarabilmiş, başka halkların topraklarını işgalle in­
sanlık suçu işlememiş bir şeriat düzeni örneği olmamıştır. Aynı şekil kendi halkı­
na, çağdaş insanlık değerlerini, sağlık, eğitim, iş, barınma güvencesi, fikir ve
inanç özgürlüğü, köleliğin yasaklanması, kadınların erkeklerle hukuki eşitliği, ge­
lir adaleti gibi hak ve özgürlükleri sunabilmemiştir. Şeriat inanırları nı haklarıyla
değil, görevleriyle tanı mlamıştır.
Keza antik Yunan'dan sonra bir talih olarak İ slam egemenliğindeki toprakları
da filizlenen bilim ve felsefenin tam da olgunlaşmaya başladığı bir aşamada bir
daha geri gelmemek üzere İ slam topraklarını terketmek zorunda kalmıştır.
Özetle 1 4 yüzyıllık evrensel pratiğinde, ancak totaliter, teokratik ve monarşist
bir payda da kendini var edebilmiş bir yönetim örneği olmuştu şeriat.
İ nsanlığın özgürleşmesi, gelişimi ve onuru açısından bu öğelerin aşılması zo­
runluluğu ise yine insanlığın evrensel bir kazan ımı olan laiklik önkoşuluna bağlı
olmuştur.
Dolayısıyla, dinin saygın kalabileceği tek yere, ona inanan insanların vicda-

Mart 1 997 - Ankara


228

n ı na çekilerek kamusal alanın önyargısız, insani, değişebilir bir hukuka, yani la­
ikliğe bırakılması zorunluluktur.

Lalkllk nedir?
Siyaset biliminin temel kavramlarından biri olan laiklik, en kaba ifadeyle din­
le devletin ayrışmasıdır. "Hak" kavramını Tanrı'ya ait, tanrısal emirlerin yerine ge­
tirilmesi anlamından çıkarak, insana ait, onun hakları, özgürlüğü ve adalet şek­
linde yeniden tanımlamanın ahlakıdır.
Devletin örgütlenmesi ve hukukuna ilişkin bir yöntem olan laiklik, esasen bir
özgürleşme ve özgürlüklerin korunma temelidir. Devletin "tanrısal" emirlerin ifası
için değil, insani ihtiyaçlar için insani bir irade ve denetimle kurumsallaşması, ah­
laki referansını insan hak ve özgürlüklerinden almasıdır.
Dinin kamusal yaşamın dışına çıkarılması, devletin dinden arındırılması olan
laiklik, kişiyle inancı arasında vicdan özgürlüğüdür. Bu anlamda iktidarı n, kimse­
nin dindarlığının ölçütü olmaması, herkesin kendi vicdani özgürlüğünün tanın­
masıdır. Yine kimsenin inancına göre ayrıcalık veya aşağ ılanmaya uğramama
güvencesi anlamı nda da inanç özgürlüğüdür.
Laiklik din alternatifi bir ideoloji değil, kamu alanının din dışı, her inancın di­
ğeriyle eşit koşullarda ve hukuki güvencesiyle ilişkileneceği ve aynı zamanda bi­
reyin ve aklır:ı kendini daha özgür var edebileceği bir yönetim atmosferidir. Bu an­
lamda Müslümanlığın karşıtı değil Müslümanların da içinde özgürce hareket
edeceği bir hukuki normdur.
Laiklik açısı ndan din, özgürlüğü herhangi bir dinin kendi doğrularından hare­
ketle istediğini yapabilmesi değil, başka inançların hak ve özgürlüklerini ihlal et­
memek koşuluyla istediğini yapabilmesidir. Kimsenin diğerinin inancına karışa­
maması ve her türden inanç dayatmasına karşı tam güvenceyle inancını yaşa­
ması, bundan dolayı kı nanmaması veya ayrıcalık elde edememesi, ayrı ma tabi
tutulmaması, yasal veya moral baskıya uğratı lmaması, kanaatini açıklamaya
zorlamaması ve salt yurttaş olarak yasalar önünde eşit olmasıdır. Laik devlet.
yurttaşların inanç özgürlüğünü güvence altına alan , inançlar karşısında tarafsız
olan, ideolojisiz, bu anlamda inançsız devlettir.
Özel bir dinin veya mezhebin veya tarikatın özgürlüğü ile genel olarak inanç
özgürlüğü arasında çelişki olduğunda, laiklik (keza demoktasi) ikincisinden yana
bir taraflılığı gerektirir. Belli bir din veya mezhebin hakları genel olarak din ve vic-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


229

danların özgürlüğü ile sınırlıdır. Devletlerin toplumsal kontrol amacıyla çoğunluk


dinini veya mez hebini ayrıcalıklı kılarak azınlık inançları dışlaması, yokfarzetme­
si şekildeki, Türkiye'de de yaşanan örnek laikliğin ihlalidir.

Laiklik kavram ının demokrasinin biçimsel kurallarıyla sorunlu bir kavram ol­
duğu düşünülebilir. Çok uzun yüzyıllar boyunca toplumun sekülerleşmesi sonu­
cunda oluşmamışsa eğer, ele geçirilen iktidar aracılığıyla dayatılan bir yöntem
olmuştur laiklik. Ancak laikliğin olmadığı yönetimlerin temel hak ve özgürlükler­
den zaten yoksun olduğu anımsanırsa, demokrasinin biçimsel kuralları içinde
oluşması zaten mümkün olmayacaktı . Diğer yandan laiklik, belli bir din veya
mezhebin kamusal düzenini, kendi doğrularına göre değiştirmesine karşı önlem
alması gerekir. Bu tip sorunlar laikliğin, demokrasisinin özüyle çelişmesi değil,
tersine onu güvence altı na almanın gerekleridir.
Diğer yandan yaşanan deneylerin de gösterdiği gibi laiklik, tek başına özgür­
leşme getirmiyor. Totalite sadece gökyüzünde değil aynı zamanda yeryüzünde­
dir. Dolayısıyla laikliğin bir özgürleşme normu olarak mantiki sonuçlarına vard ı­
rılması gerekiyor ki bu da demokrasidir. Aksi takdirde gökyüzünden indirilen ikti­
darın asla halka inememesi gibi bir realite söz konusu olacaktır ki bu laikliğin
kendi anlamına yabancılaştırılmasıdır.
Ancak durgun, tanı mlanmış bir totalite olarak şeriattan ayırı m la sürekli yeni­
den tan ımlanması gereken, demokratik bir içerilme içinde geriletme yeteneği el­
de etmesi gereken bir alternatiftir.

Türklye'de laiklik derneği


Türkiye paratiğine gelirsek, laikliğin gerek tarihsel biçimlenişi gerekse de bu­
günü açısından oldukça netamali bir sorunla karşı karşıyayız.
Sonuçta halka rağmen gerçekleştirilmiş bir değişim olduğundan sorgulanma­
sı gereken bir dizi hak ihlalini de içinde barındırmaktadı r. Bununla birlikte, Os­
manlı'ya göre demokratik muhtevalı bir ilerlemeyi ifade ettiği de açıktır.
Ö ncelikle ·bir yan ı lgıyı gidermek lazım; gökten zembille inmedi laiklik.

Osmanlı'da laik bir yönelim, yer yer kimi padişahları da içine olarak başlamış,
1 839 Tanzimat Fermanı , 1 856 İ slahat Fermanı , 1 876 Meşrutiyet ilanı ile Osman­
lı'nın, teokrasiden uzaklaşma noktasında bir dizi ad ı m atılmıştı . Ne ki sonuçta
bütün bu girişimler, egemen ideoloji ve siyaset geleneğini temsil eden şeriatçı

Mart 1 997 - Ankara


230

güçler tarafından, dinsizlik olarak büyük bir tepkiyle karşılandı ve püskürtüldü.


Özetle gelişme Osmanlı'da başlamış ama yapı esas olarak değiştirilememişti.

Ancak sonuçta belli bir birikim olmuştur. İ şte Mustafa Kemal bu birikimler üze­
rinde cumhuriyet ve laikliği gerçekleştirebilmenin olanağını buluyordu. Söz konu­
su gelişmenin hem de demokratikleşmenin önündeki engellerin kırılması demek
olan Rönesans ve Reform'un nihayet Türkiyeye'de gerçekleştirilememesi oldu­
ğunu söylemek de abartı olmayacaktır.
Kuşkusuz atılan adımlarla kurulan bir demokrasi değildi. Ve bu noktada tayin
edici halka laiklikti. Ya laiklikten vazgeçilecekti ya da sekülerleşmemiş bu top­
lumsal zeminde, zoru da içeren bir yerden bu dönüşümün gerçekleştirilmesi yo­
luna gidilecekti.
Laikleşmenin evrimci ( İ ngiliz) ve devrimci (Fransız) yollarından ikinci keyfi bir
tercih değil, nesnel koşulların olanaklı ve zorunlu kıldığı yoldu. Türkiye'nin birin­
ci yolu deneme şansı yoktu.
Ü stelik Fransız örneği anımsanacak olursa, Türkiye laikliği hiç de san ıldığı
kadar radikal değildir. Egemen din ekolüyle önemli uzlaşmalar gerektirmektedir.
Dinin siyasal olmayan sembolleriyle asla çatışma yaşanmamıştır. Dolayısıyla
buna rağmen yaşanan çatışma laikliğin temelinin buradaki zayıflığında aranma­
lıdır. Keza Kemalist laiklik, kendini karşıt bir din olarak kurması da laikliğin top­
lumsal temelinin zayıflığı nedeniyle başka türlü kurulamayacağından, toplumu
sekülerleştirme gereksiniminden kaynaklanmıştı r.
Cumhuriyet ve laikliğin, Batı'nın bilimsel, teknik, kültürel ve askeri üstünlüğü
karşısında çöken Osmanlı'nın, kendini yeniden var edebilmek, eski gücüne ula­
şabilmek için başvurduğu araçlardan biri olduğunu söylemek de sanırım gerçe­
ğe aykırı olmayacaktır.
1 1 1 . Selim, i l . Mahmut ve İ ttihat ve Terakki'nin Osmanlı dönemindeki arayışla­
rı , artık sistem içi çözümden kesilen umuda bağlı olarak köklü bir dönüşüm ara­
yışına yönelmiştir. Gökyüzünden ve saltanattan umut kesilmiş ve iktidarın meş­
rutiyeti Batı'yı takliden laiklik ve cumhuriyette aranmıştır. Yani Türkiye'de laiklik,
dinler arası çatışmanın değil, geri kalmışlığın tepkisi olarak gelişti.

Kemalist laisizm, Osmanlı mirasının reddi, ümmet yerine ulusun, gelenekçili­


ğin yerine Batı uygarlığı ve rasyonalizminin inşasıyd ı . Bu yüzden de özgürleş­
menin değil, yeniden kurmanın aracıydı .
Ancak bütün bu geçmişten radikal kopuş ve yeniden inşa faaliyetinin toplum-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


231

sal temelinin zayıflığı nedeniyle merkeziyetçilik ve devletin rolü en uç düzeyler­


de kurumlaştı. Dolayısıyla bir dizi olumlu (ve olumsuz) atılım diktatörlük atmos­
ferinde gerçekleşti ve bu durum, yeni devletin, toplumun demokratik dinamikle­
rinin önünü tıkayan devasa kurumlaşmasını beraberinde getirdi.
Teokratik totalitarizmin yıkıntıları üzerinde kurulan yeni yapı cumhuriyetçi bir
totalitarizm olmuştur. Osmanlı'nın dinsel meşrutiyet aracı laiklikle yer değiştire­
rek geçmişe oranla bir ilerleme yaşanmamış, ancak demokratik dönüşümün ka­
pı ları kapalı tutulmuştur.
Laikliğin yerleştirilmesini sakıncalı kılan diğer problem ise bizzat İ slami şeri­
atın totaliter karakterinde düğümleniyor. Laiklik din işleriyle devlet işlerinin birbi­
rinden ayrılması iken şeriat, devlete mutlak egemenliği içeren, bu egemenliğin
her türden paylaşımını tanrı nın iradesine ayaklanmak olarak gören bir muhteva­
ya sahiptir. Deyim uygunsa şeriat, laiklik karşısında, "benim egemenliğimi sınır­
layamazsın, her şeye yalnıza ben hükmedeceğim, çünkü ben Tanrı emriyim" di­
yen bir yerde duruyordu.

Bu durumda laikliğin yerleşebilmesi için toplumun dünyevileştirilmesi (sekü­


lerleştirilmesi) yönünde düzenlemeler zorunluydu. Dinsel alan ı n laikliğin yoğun
denetimi altına alınması, keyfiyetin yoğun zorunlu gereği görülmektedir. Yani so­
run laikliğin dine zulm etmesi değil, onu inanç alanında sınırlandırıp siyaseti din­
den özgürleştirilmesiydi.
Şeriatın bu noktada laikliğe karşı mücadelesi bir hak ve özgürlük sorunu de­
ğil, tahakkümü ele geçirme mücadelesidir. Yani devletin dini, insanların vicdanı­
na itmeye çalışması anlamında uyguladığı zor, özgürleşebilmenin önkoşuludur.
Burada esas sorun, Müslümanlarla olmayanlar arasında değil, dini bir tahakküm
aracı olarak kullanan teokratlarla, Müslüman ve diğer her din veya din dışı inanç­
tan insanın inanç özgürlüğü arasındadır.
Cumhuriyetin kuruluşunda yaşanan bu kapışmaya ilişkin kendimizi böylece
netleştirdikten sonra Kemalist cumhuriyeti, dinsel tahakküm isteyenlerin alan ın­
dan değil, ancak temel haklardan, demokrasi ve özgürlükler alanından eleştirme
hakkına sahip oluruz. Ve buna zorunluyuz da.
Bu açıdan Kemalizmle sorun, şeriatçılarla kapışma alanının ötesinden başl ı­
yor, insanların özgürlüğü ve gerçekten egemen olabilme haklarının, cumhuriye­
tin tepkileştirici ve kapitalist tercihleriyle engellenmesinde düğümleniyor. Yani öz­
gürlük ve egemenlik problemi, tanrı maskesi ardına sığınan halife/padişahtan
al ınan iktidarın halka indirilmemiş olmasıdır.

Mart 1 997 - Ankara


232

Özetle, Türkiyede laiklik belli bir kültürel, entellektüel temelden, onu savuna­
bilecek sınıfsal güçlerden, toplumsal düzeyde belli bir dünyevileşmeden (sekü­
lerleşme) yoksun gelişti. Dünyevileşme ve demokratikleşme açısından kısır bir
ortamda var olduğundan, değişimin motor sözcüğü olurken aynı zamanda de­
mokratik açılı mlar üretme yeteneğinden yoksun kaldı . Kuşkusuz buradan laiklik
olmasaydı daha demokratik bir süreç yanaşacaktı gibi bir yaklaşım çıkmaz. Ay­
nı gelişme düzeyinde olmamakla birlikte Mısır, İ ran gibi deneylerden de daha
olumlu bir örnek çıkamamıştır. Yani liberallerin, radikal laisizm olmasaydı daha
iyi olacaktı tezi, ciddiye alınabilmekten uzak bir spekülasyondur.

Bugün için kabul edilemezlerden hareketle Kemalizmi yargılamak demokrat­


lık değil, demokrasinin biçimsel kurallarına takılıp kalmaktır. Kemalizmin, hila­
fet/padişahlık ve şeriatla hesaplaşması ayrı şey, Kürtleri Türkleştirme politikası
izlemesi, emeğin hak ve özgürlüklerini bastı rması ayrı şeydir. Birincisi Kemaliz­
min özgürleştirici yanı iken ikincisi özgürlükleri yok edici yanıdır.
Diğer yandan Kemalist laisizmin kendi alanında saptanması gereken bir di­
ğer olumsuzluğundan daha söz etmeliyiz.
Çoğunluk kimliğini egemen kılarak toplumsal kontrol (popüler deyimle "birlik
ve beraberlik") sağlamak şeklinde, Osmanlıdan devralı nan totaliter devlet ge le­
neği, cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Bu kapsamda Sünni şeriatçılığı
iktidarsızlaştırılırken Sünniliğin toplumda yayılması yoluna gidilmiştir. Oysa laik­
lik çoğulculukla, devletin inanç ekollerinden tarafsızlığıyla var olabilir bir durum­
dur.
"Birlik beraberlik" kompleksi ve toplumun kontrolu için dinden yararlanma ge­
leneği, çoğunluk mezhebi olarak Sünniliğin meşruiyet zeminini güçlendiren bir
faktör olmuştur. Devlet bu ülkede önemli bir Alevi nüfus yaşadığı gerçeğini gör­
mezden gelmiş, gayri-müslimlere yabancı muamelesi yapılmış ve Osmanlıdan
kötü bir azınlıklar politikasıyla fiilen göçetmeye zorlanmış, toplumsal zeminin
Türklük yan ısıra Sünnilikle tahkim edilmesi yoluna gidilmiştir. Kürtlere karşı izle­
nen asimilasyoncu politika da eklenince Türkiye, demokrasinin yanısıra laiklik
açısından da oldukça sorunlu bir ülke örneği sergilemiştir.

Toplumu homojenleştirme politikas ı , Türklüğün şoven algılan ışını beslerken


aynı zamanda Sünniliğin (hemde baskı altında rolü oynayarak) ülkenin tek sahi­
bi haline yükselmesini sağlam ıştır. Yani Kemali.;t laiklik çok inançlılık temelinde
bir laiklik kurgusundan özenle uzak kalmış ve sonuçta, günümüzde daha da iyi
görülebildiği gibi kendi toplumsal temelini de zaafa uğratmıştır.

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


233

Sorunlar karşısında sıkıştıklarında sürekli bu politika daha da netleşmiş ve


günümüze gelindiğinde, demokrasinin de temeli olacak olan Anadolu toplumu­
nun dinsel ve etnik zenginliği önemli bir tahribata uğratı lmıştır.
Gelinen noktada devletin toplumsal kontrol amacıyla uyguladığı Sünnileştir­
me, şeriatçılığı besleyerek rejimi kendisiyle uzlaşmaya, giderek tabi olmaya zor­
lamaktadı r. Bunun neden olduğu gerginlik ise demokratikleşmeyi daha da ola­
naksızlaştırmaktadı r. Bu gelenek ve bu mevziden laiklik artık savunulmaz. Top­
lumun adalet beklentileriyle örtüşmek üzere laikliğin gerçek ve özgürlükçü bir uy­
gulamasına geçilmesi sorunludur. Aksi takdirde adalet beklentisi şeriatçılığın ye­
değinde birikmeye devam ederken, toplumun kontrolu için dinden yararlanma
mantığının devletteki egemenliği devletin şeriatçıl ıkla entegrasyonunu daha da
pekiştirecektir.

Özgürlükçü laiklik
İ ktidarda yıpranmasına rağmen, halihazırda toplumun en dinamik ve hego­
monik gücü olmaya devam eden, şeriatçı hareket, toplumun dinsel kimlikler te­
melinde tanımlanmasını, devletin dine sunduğu desteğin artt ı rılmasın ı , eğitimin
ve kamusal alanın daha da İ slamcılaştırılması n ı, ülkenin ve dev!etin sahipliği ko­
nusundaki meşruiyetlerinin tanınarak Alevi, Gayri Müslim ve ateistlerin "oturduk­
ları yerde oturmaları" koşuluyla şeriatçı "hoşgörüye" sığı nmalarını ve tabii laikli­
ği benimsememiş Sünni çoğunluğun "halledilmek" üzere kendi insaflarına bıra­
kılmasın ı istiyor.
Kriz içindeki bir rejim, ne kadar irrasyonel olursa olsun ütopya sahibi bu ha­
reketi kitle temelinden yoksun kılamaz. Şeriatçı hareket toplumsal yabancılaş­
manın ürünü olsa da krizden beslenmeye devam ediyor. Böyle bir siyasal soru­
nun kanunla çözülmesini kimse beklememelidir. Hele ki onun sorumlusu olan bir
rejimin başarı şansı olamaz. Bilimin mürşitliği de çözüm olamaz, çünkü insanla­
rın yıkılan umutları ve verilmeyen haklarının neden olduğu tepkilerin bir anlam
dünyasına gereksinimi var.
Resmi laikliğin bizdeki tıkanış nedeni, eşitsizlikçi ve anti demokratik bir dev­
let geleneğinin araçlarından biri olmasıdır. Bu nedenle ve değişik nedenlerle,
ezilen çoğunluk nezdinde yıpranmış bir kavramd ı r. Laikliği tazelemek, geleceği­
miz için yaşamsal önemini kavratmak, onu yıpratan faktörlerden arı ndırılmasın­
dan geçmektedir. Orduya güvenle ayakta tutulan bir laikliğin toplumsal güvence
elde etmesini ise kimse beklememelidir.

Mart 1 997 - Ankara


234

Sanayileşme ve Batılaşma motivasyonuyla kurulmuş resmi laiklik, bugün kri­


zini aşamayan, Avrupa'yla bütünleşmekten öte umut üretemeyen bir rejimin bay­
rağı olmuştur. Ü stelik ulus devleti ve laikliği kurmasıyla birlikte işlevini, ilerletici
yanını da yitiren, aksine toplumsal eşitsizliklerin ve yeryüzüne indirilmiş iktidarı n
halka indirilmesinin engeli konumuna yükselerek aşılmayı zorunlu kılan bir anla­
ma bürünmüştür. Toplumsal motivasyonu sağlayacak bir ütopyası olmayan, doğ­
rusu ahlaki dayanakları da çökmüş, bu nedenle savunma alanına geçmiş, bu ne­
denle ordunun iç politikaya müdahalesine fazlasıyla bel bağlam ış bir konuma
düşmüştür.
Bu durum bile laikliğin yeniden tanımlanmasını, özellikle demokratik bir kon­
sept içinde yeniden tanımlanmasını zorunlu kılıyor. Gelinen noktada kendini gö­
rece koruyabilse de şeriatçı hareketi geriletme ve toplumsal bir atılımın bayrağı
olma şansını yitirmiştir. Dolayısıyla gelinen noktada bir değer olarak laikliği sa­
vunmak Kemalizmi aşmayı zorunlu kılıyordu.
Başörtüsü sorununu alın. O kızları üreten şey bizzat devletin kendi politikası .
Şimdi bu devletin, toplumsal vicdanı etkileyen bir yerden yasakçı laikliğini anım­
saması da şeriatçı hareketin meşruiyetini arttı rmaktan başka şey. Başörtüsünün
gerçek anlamı değil, sorunun nasıl çözüleceğidir. Başörtüsünü bir hak olarak sa­
vunanların yarın iktidar olmaları durumunda karşıt bir hakkı diğer kız öğdercile­
re tanımayacağı gerçeği bu özgürlüğün tanınmasının gerekçesi olamaz. Bu yol­
la anti demokratik bir projeye karşı mevcut anti demokratik laiklik anlayışını da­
yatmaktan başka bir şey yapmış olamazsınız. Sorunun okul mevziinde göğüsle­
nemeyeceği açıktır.
Yeniden tanı mlanan özgürlükçü bir laiklikle ve devletin gerçekten laik kılınma­
sıyla sorunu büyüten faktörlerin ortadan kaldırılacağını düşünmek çok daha ger­
çekçi ve demokratik olacaktır. Toplumun laiklikten uzaklaşmasına neden olan
faktörlerin ortadan kald ırılması gerekmektedir. Aksi takdirde salt yasalarla ve
devlet zoruyla ayakta tutulan bir laiklik, özgürlük ve demokrasiyle çatışan ve top­
lumsal meşruiyetini daha da yitiren bir kavrama dönüşecektir.
Altı çizilmesi gereken en önemli husus ise laikliğin, var olan, dolayısıyla esa­
sen korunması gereken değil, kazanılması gereken bir duru m olduğudur.
Yurtta şların doğarken Müslüman ilan edip nüfus cüzdanında perçinleyen bir
laik devlet düşünebiliyor musunuz? Nerede vicdan özgürlüğü? Hoparlörle ezan
okumak, kamu düzenini din kurallarına göre değiştirmek, ramazanda devlet ku­
rumlarında öğlen yemeğini yasaklamak, davulla yurttaşlarını sahura kaldırmak,

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


235

devlet bütçesinden bir mezhebe para aktarmak, onu İ slam'ın tek meşru biçimi
saymak, o mezhep doğrultusunda eğitime bütçe ayırmak, zorunlu din dersi uy­
gulamak, devlet yöneticilerinin dini aidiyetlerini vurgulayan gösteri veya açıkla­
malarda bulunmak, resmi kültürel faaliyeti bir mezhebe yürütmek, örneğin yurt­
dışındaki işçilere imam göndermek, toplumun Sünnileştirilmesi için yoğun bir ça­
ba sergilemek, devlet büdtçesinden cami yapmak vb sayılabilecek bir dizi uygu­
lamadır. Anayasası nda "laik" olduğu yazılan Türk devletinin laik olamadığının sı­
radan göstergeleridir. Diyanet bugün Türkiye'nin en büyük şeriat propağanda
merkezidir ve bu faaliyetini laik devletin anayasal güvencesi ve toplumun vergi­
leri ile gerçekleştirilmektedir. Oysa laik devlet, din işlerini insanların özgür irade­
sine bı rakır, onlara karışmaz.
Bugün laikliğin asıl problemi, dinle bu kadar içli dışlı hale gelmiş olan devle­
tin kendisindedir. Toplumu kendine rakip gören, Susurluk'u örten, gelir adaletsiz­
liğini düzeltmeyen, demokratik toplumsal dinamikleri bastıran, dini ve Türkçülü­
ğü toplumsal kontrol aracı olarak kullanan resmi politikanı n kendisindedir.
Dünyevi yaşam koşulları ve umutlardan yana köşeye sıkıştı rılan insanları n,
en zayıf yerlerinden, din ve milliyet istismarıyla yedeklenmesinden daha doğal
bir şey olamaz.
Sorun salt laiklik düzleminde çözülebilir olmaktan uzaktır. Sorun bir sistem
sorunu olarak görünüyor. Tabii sistem değişimine endekslemek anlamında söy­
lemiyorum, ama mevcut anti demokratik yapı ve diz boyu adaletsizlikle yaşayan
bir laiklik, şeriatla boğaz boğaza yaşamaya bizi zorunlu kılacak demektir.
Gelinen noktada artık demokrasiden bağ ı msız, demokrasiye rağmen düşü­
nülemeyecek bir kavram olarak içselleştirilmek zorundadır. Orduyla korunabile­
cek bir laiklik düşleyenler bunu kafalarından söküp atmal ıdırlar.
Laiklik ya toplumsal zeminle savunulup güvenceye al ınacaktır ya da 40 katır
40 satır seçenekleri olan şeriat ve otoriter devlet geleneği arasında ezilmeye de­
vam edecektir.
Bu kapsamda demokrasi ile laiklik arasında tercih yapma ikilemleri sunidir.
Bizi böylesi sıkıştıran ikilemler, san ılanın aksine ikisinin de olmaması ve ikisinin
de bu kördövüğüşü ortamında istismar ediyor olmasındandır. Bu ikilemin altı ka­
zındığında ne "demokrasinin" altından demokrasi ne de "laikliğin" altından laiklik
çıkıyor. Oysa biz ikisini birden istiyoruz. Sabrınızı zorladığım için özür diliyorum.
Teşekkür ederim.

Mart 1 997 - Ankara


236

Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Biz teşekkür ediyoruz. Bu ilginç açıklamalarınızdan, değerli tespitlerinizden
dolayı. Yalnız izin verirseniz bir yanl ışı anlamaya yer bırakmamak istiyorum. Be­
nim mukayesem cumhuriyet ile Osmanlı imparatorluğu arasındaki iyimserliği çı­
karmak değil. Benim mukayesem geçmişte kendisini İ slami takdim eden düşün­
ce ile diyemeyeceğim, düşüncesizlik arası ndaki mukayesedir. Yani somutlaştırır­
sak; Mevlana'yla, İ bn-i Haldun'la, Yunus Emre'yle günümüzdeki İ slami düşünür­
leri mukayese ettiğimizde herhalde müthiş bir gerilemeden söz etmek kaçınıl­
mazdı r. Geçmişteki bu düzey Osmanlı i mparatorluğunu da zaman zaman hiza­
ya getirebilmiştir. Saltanatın gerici yapısına rağmen verdiği diğer örneği de açık­
lamak isterim. Surlar İ stanbul'da Osmanlı İ mparatorluğuna rağmen, saltanatına
rağmen asırlarca yaşamış, günümüzde kendini Müslüman olarak takdim eden­
lerin en uygar görüneni Oğuz Asitürk çıkıp, surların Müslüman eseri olmadığı
için yıkılmasından bahsediyor. Çok müthiş bir gerileme var tabii. Bu saltanatla
cumhuriyetin mukayesesi değil, cumhuriyete rağmen kendisini, İ slami olarak tak­
dim eden akı mların, akıl almaz bir karalama içerisine girmiş olmalarıyla açıkla­
nabilir, diye düşünüyorum. Teşekkür ederim, bu fı rsatı verdiğiniz için. Şimdi
Frank Shutte sunuşunu yapacak.

Frank Shutte
Laisizm, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması için mücadele veren sev­
gili dostları m,
Şu son birkaç haftadı r, biz dinsiz ve ateistler, Türkiye'de meydana gelen olay­
ları pür dikkat bir şekilde izliyoruz. Bir yanda çoğulcu ve demokratik bir toplumun
öncüleri ile diğer yanda fanatik fundemantalizmin destekleyicileri-ki bunlar Ata­
türk'ten sonraki 4. kuşaktır ve Türkiye'd e İ slama sadık bir teokratik devlet kurma
planları yapmakta olanlar arasındaki mücadele, Türkiye veya herhangi bir yer­
deki demokratik toplumun yaşam ve ölüm konumunu belirleyecektir.
Şunun farkı ndayız ki caddelerde yürüyen her kadın ve erkeğin binbir zorluk­
la kazanılmış olan hakları dinsel fundemantalizm hayaletine karşı, aynı zaman­
da bizim de temel haklarımızın temel göstergesidir. Ve biz Batı Avrupa ülkeleri­
nin aydınları kabul edilen dinsiz ve ateistler olarak, asıl amaçları , dünya yüzeyin­
de cinayet ve zülme dayalı bir dinsel ideoloji oluşturmak olan İ slami terorist kişi­
liğe karşı aktif mücadele verenlere gösterilen son derece yetersiz ilgi ve daya-

Köktendincili{je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


237

nışmaya ve bununla gelen suskunluğa karşı hayal kırıklığına uğradık ve öfkelen­


dik.
Federal Almanya Cumhuriyeti'nin temsilcileri çoktan İ ranlı " İ lahi Kurum"u ka­
bullenmişlerdir. Daha doğrusu bu kurum adı altında yapılacak katliam ıe insan
kıyım ı n ı kabullenmişlerdir. Bu kurumun faaliyetlerinden biri de hakkında ferman
çıkarılan ve 2.500.000 dolar karşılığ ı nda ölümü istenen arkadaşımız Salman
Rüşdi'nin ölüm bedelinin 500.000 dolar daha arttı rılmasıdır. Buna izin vermek
bir korkaklık m ı , ekonomik kaygı m ı , aptallık mı yoksa yukarıda saydıklarımızın
hepsi mi? Avrupai değer yargılarına tabii ki H ı ristiyan dogması üzerine kurulu
değer yargıları- sahte bağlılık gösteren politikacılar bu değerleri feda ettiklerin­
de temel haklara yapılan rezilce saldırıya tek kelime dahi etmezler. Kimdir bu
parlamentodaki rahat koltuklarından en hafif deklarasyonu bile protesto etmek­
ten aciz, insanlar tarafından seçilen ve halkın temsilcisi olma iddiası ndaki in­
sanlar? Kendilerini o sandalyeye taşıyan en iyi ve en cesur demokratları fana­
tik fundamentalistlerin ölüm timlerine terk ederek h içbir şey olmamış gibi sırıtıp,
gülenler bu tehditleri karşısında net bir tavır takınmayan bu politikacıların nasıl
bir ahlakı vard ır?
Ş unu fark ettik: Politikacılar, partiler, parlamentolar, uluslararası kurumlar ve
organizasyonlar, hatta ilerici unsurlar olarak adlandırı lanlar bile konu fundeman­
talizme gelince susuyor. Bu alçaklıkları bize, "Tanrı'nın temsilcisi" Katolik Papaz
Xl l . Pius'un, Roma Yahudilerinin bir sürü gibi sı raya sokularak kendi balkonu al­
tından geçirilip esir kamplarına götürülmesine sessiz kalışını hatırlatıyor. Eğer
bugün iyi bilinçlenmiş bir halk, terörist fundemantalistlerin katliamlarına, kendi
politikacıları gibi sessiz kalırsa.o zaman dünya dev bir infaz arenasına dönüşe­
cektir. Bir kez daha politika yapanlar değil de halk- bu sefer Türkiye'de o ülke ki
H ıristiyan "değer yargıları" tarafından Avrupa'nın bir parçası olarak görülmüyor­
dünya çapındaki bir politik dönüm noktasına katkıda bulundu. Bu yüzyılda, dün­
yanın hiçbir yerinde çok fazla sayıda insan ve organizasyon, teokrasisinin inşa
edilmesine karşı laisizm için hiçbir zaman gerekli tepkiyi göstermedi. Fransa'da,
son birkaç yıldır, çok sayıda insan, eğitim sisteminde kilise mevzuatı na karşı ba­
şarıyla protestolarda bulundular. Fakat bugüne kadar, var olan hiçbir ülkede din
ve devlet işlerinin ayrışmasında Tü rkiye'deki gibi bir ilerleme sağlanamadı . Tür­
kiye'nin uygar insanları temel haklarının değerini ve bunları terk etmeleri halinde
kendilerinin neler beklediklerini biliyorlar. Sokaklarda protestolar düzenleyerek
en büyük olanaklarını kullandılar. Ve onları bunu yapmaktan alıkoyacak bir as­
keri kuwet de yoktu.

Mart 1 997 - Ankara


238

Bu yüzyılda, dünyanın demokratik toplumları , hiçbir zaman, askeri savaşlar


kazanmak ve zulüm füzeleri taşımak yerine insan hakları kuruluşlarının temel
haklarını korumak ve savunmak için geri görevlerde savunma birimi olmak nok­
tasında karar verme aşamasına gelmiştir. Dünya genelinde fanatik fundamenta­
listlerin gösterdiği gaddarlığı tartışmaya açacak kadar cesur olmak zorundayız.
Yukarıdaki listenin başından beri bütün düşüncelerimizin ana teması temel insan
haklarının şiddete dayanmadığı idi. Bu her bireyi ve kurumu hatta askeriyeyi de
kapsar. Bu prensibe bağlı olarak bazı ilgniç anlayışlar elde edebilir, dünya yüze­
yindeki var olan kültürel altüst oluştan bazı sonuçlar çıkarabiliriz.
İ nsanlık vizyonuna erişme kararlılığında kendimizi yeterince sorguluyor mu­
yuz? Elbette inanmayanların ve atesitlerin bu konudaki düşünceleri rastlantısal
değildir. Bizim silahımız, çoğu genç ve profesyonel donanımlı olan insanların, te­
röristçe ve fanatikçe fundemantalizme meyil etmesine karşı bir neden olarak şe­
killenen dogmatik olmayan düşüncelerdir. Şu günlerde Türkiye örneğinde bir şe­
ye tanıklık ediyoruz. Kemal Atatürk'ün, Osmanlı Devleti kalıntılarından çoğulcu,
demokrat ve laik bir devlet kurma amacını taşıyan reformları uzak görüşlülük ve
gerçekliğin ta kendisiydi. İ slam devleti yanlılarının bütün dirençlerine karşı bu re­
formlar bugünlere kadar geldi ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul
gördü.
Bu yüzden şunu unutmamalıyız ki bugün, bu durumun yeniden inşası insan
hakları ile uyumluluk esas alınarak değil, bilinen bazı olaylar sonucunda gölge­
lenmiştir. Fakat uzun dönemde Atatürk'ün anlayışını sürdüren toplum, ortaçağ­
dan çıkarak yeni modern bir toplum olma yolunda ilerledi. Ve Türk toplumunun
çoğunluğu, hatta İ slam inancına sahip olanlar bile ortaçağa dönmek ve özellikle
İ slami azınlığın kaba kuweti altına girmeyi hiçbir şekilde istemediler.

Sevgili dostları m ! Bizi bu korferans etrafı nda birleştiren isim Aziz Nesin'dir.
Yaşarken bizlere aktardığı tecrübeler artık olmayacak, ancak fikirleri öylesine
güçlü ki O'nun politik bir mirası olan bu antifundementalist dünya konferansı bu­
rada Türkiye'nin başkentinde yapılıyor. Biz inanmayanlar ve Ateistler Cemiyeti
bu konferansa nezaketen değil yazar ve ateist Aziz Nesin'in cesaretlendirdiği bü­
tün insani değerlere olan inancımızdan dolayı katıldık. O'nun kişiliği, bu konfe­
ransı toplaması ve Türkiye'nin insanlarının- özellikle kadı nlarının- direncini arttı r­
mak için cesaretlendirmesi, bunları hepsi, İ slami terörist azınlık tarafı ndan uygu­
lanmaya çal ışan "Tanrı egemen" bir düzen kurma girişimini engelleyecek ortak
ifadeyi oluşturur. Şunu anlıyoruz ki uluslararası alanda bu sorundaki uyuşmaz­
lıklar ve sorunun sü rüncemede kalması sadece fundamentalistleri cesaretlendi-

Köktendincili(je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


239

rir. Açıkça düşüncemizi ifade etmek için istiyoruz. Fundemantalistlere yarayan


bu suskunluğu kırmak istiyoruz.
Dünya genelindeki önemiyle bir dönüm noktası olarak çoğulcu, demokrat ve
laik bir toplumun aklım ızda kalması için Türkiyede önemli kanıtların olduğunu
belirtmiştim. Türk halkının bu etkili protestosu olmasaydı biz ve bu konferansta
tecrit edilecektik. Biz hala, büyük bir saygıyla; Amerika, Asya, Afrika ya da Avru­
pa'da hiç, Almanya'da ise çok az kalmış isek yani dünyada bu noktada tecrit edil­
miş isek, herhangi biri bunun arkasında, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıl­
ması için vaatler sunan ve bu yolla kendi demokratik özgürlüklerini garantiye
alan politikacı ları ve toplumun büyük bir kesimini bulabilir. Çoğu insan dünya yü­
zeyindeki kültürel mücadeleyi bölgesel çekişmeler olarak ele alır. Türkiye'nin
problemi olduğu gibi . Bu insanlar şunu tahmin edemiyorlar; "Türkiye'ye ait bu
problem" kendi politik geleceklerini de etkileyebilir. Bu vurdum duymazlık, yüzyıl
sonlarında, Almanya civarındaki her ülke, kilise ve devlet işlerinin birbirinden ay­
rılması noktası ndaki politikalarında tereddüt içinde olmasından yararlanarak
sağlam bir yer edinen fundemantalistlerin yayılmasını kontrol etmeyi istemeye
başlamışlard ır.
Federal Almanya Cumhuriyeti'nden bir örnek vererek ne demek istediğimi
açıklamak istiyorum:
Bugünlerde, Almanya'nı n solcu kesimleri bile, yeni ibadethanelerin devletin
bütçesiyle böylelikle vergi verenin de sırtından inşa edilmesine bu kadar istekli
olmaları , kilise ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması neticesindeki sorun üze­
rinde ilerleme sağlamaya itmiştir. Almanya'da bu sebepten dolayı, kilise ve dev­
let işlerinin birbirinden ayrılması hakkındaki temel prensip 1 91 9'daki Atatürk re­
formları ile neredeyse aynı zamanda- Weimer Kurumu'nda deklare edilmiştir.
Ancak her nasılsa, kararlaştı rılan itirazlara rağmen Katolik ve protestan kilisele­
rinin isteği doğrultusunda deklare edilmiştir:
-Devlet okullarında devlet finanse edecek, fakat kilise dinsel olarak sınıfların
mandasını elinde bulunduracak.
-Devlet tarafından masrafı karşılanan üniversitelerde bir fakülte Katolik rahip
ve protestan teolojist yetiştirmek amacıyla finanse edilecektir.
-Kilise, vergilerini oluşturmak için, devlet zorunlu ödemelerini toplamak için ki­
liseye izin verdi. (Böyle bir pratik uygulamanı n görüldüğü dünyada başka hiçbir
yer yoktur).

Mart 1 997 - Ankara


240

-Ordudaiken askeri rahibin eğitim masrafları devlet tarafı ndan karşılı nacaktır.

-1 8. yüzyıl itibarı ile kilise mallarını kamulaştırmak için devlet milyonlarca DM


tutarında yard ım yapmak zorunda bırakılmışlartı.
i l . Dünya Savaşı'ndan sonra bu bilinen kilise şartları Batı Almanya kurumla­
rına demir attılar. Size bu hareketin finansal durumu hakkında bilgi vermek isti­
yoru m . Bu bilgi 1 989'da Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmesinden kısa bir süre
önce yayımlanan finansal istatistiklerden alınmıştır.

-Toplam 3.6 milyon DM Batı Almanya'daki devlet okullarındaki dini sınıflar için
harcanmıştır.
-Aynı yıl içerisinde, üniversitelerde rahip ve teolojistlerin eğitimi ve aynı za­
manda kilise kolejlerinin maliyetini karşılamak amacıyla toplam 1 . 1 milyar DM
ödeme yapılm ıştır.

-Her iki kilise için de kilise vergilerinden gelen gelir çoktan 1 4 milyar DM'yi aş­
mıştır. Bu toplamın sadece yüzde7'si yoksullara yardım ve kilisenin eğitim proje­
leri olarak yansıd ı . Geri kalan paranın büyük çoğunluğu ise kendi kişisel harca­
maları için kullanıldı.

-Askeri ve resmi kurumların çalışma ücreti vergi ödeyene 1 00 milyon DM'ye


mal oluyor.

-Kilise malları nın kamulaştırılması için 1 8. ve 1 9. yüzyıllardan bu yana devle­


tin harcadığı para 340 milyon DM'dir.
-Devlet radyo ve televizyonunun tamamıyla dinsel yayınlar için yaptığı harca­
malar 300 milyon DM tutarındadır.

Tekrar birleşmeden sonra bu kilise şartları yeni federal topraklara-Doğu


Blok'unu oluşturan topraklar- uygun olmayan bir şekilde getirilmiştir. Politik fi­
nans yardımıyla Doğu'nun tekrar Hıristiyanlaştırılmasını söylemek uygun düşer.
Ve bu yardım dolayısıyla, federal topraklardaki her kilise refah faktöründeki ko­
numu itibariyle tekel olma durumunu güvenceye almıştı r. Almanya'da devlet,
özel sektörden bir temsilci olmaksızın bir anaokulu, bir hastane, bir gençlik mer­
kezi veya yaşlı lara bir huzurevi yapmamıştır. Devlet bu gibi konularda personel
ve materyal ücreti olarak yüzde 1 OO'nü öder, diğer taraftan kilise endüstrisinin bir
milyonu aşan çalı şanı birleşik imtiyazlardan hoşlanmazlar ve kilisenin dogma ve
kriterlerini inceler gibi kendi kontratları nı da aynı titizlikle değerlendirirler. Bu ku­
rallardan herhangi birinin ihlali azledilmenin temelini oluşturabilir. Azledilme için

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


241

bir sebep de bu şartlar altında, örneğin Katolik bir kurumunun Katolik bir çalış­
manın bir Müslüman ile evlenmesi olabilirdi.

DDR topraklarının biçimlenmesinde bir skandala yol açabilecek uygulamalar


şunlardır: Refah yardımının büyük bölümü-büyük bir kısmı devlet tarafı ndan fi­
nanse edilmiş- DDR alanlarını gösteren nüfusun yüzde20'sini kilise üyeleri oluş­
turduğu halde, bu yard ım kiliselerin nüfuz alanına girmiştir. Bu pratikte şu anla­
ma geliyor; her kim bir sosyal işçi olarak iş bulmayı arzuluyorsa, yaşamını ga­
rantiye almak için kiliseye katıl malı . Bu, din seçimindeki hürriyete ve temel insan
haklarına karşı gerçekleştirilen bir ihlaldir. Almanya'da devlet ve kilisenin arasın­
daki ilişkinin kurumlaşması, 1 933'te Hitler egemenliği zamanında Naziler ve Va­
tikan arasında "karşılıklı samimiyet ve rıza" kararına dayandırılır. Bu Nazilerle
yapı lan tek anlaşmadı r ve bugün Mla uluslararası hukukta yeralır. Bugüne ka­
dar Almanya Parlemontusu'ndaki hiçbir parti bu anlaşmayı en azı ndan tekrar
gözden geçirip düzeltmeye çalışmamıştır. Bununla birlikte İ spanya ve İ talya,
Franko ve Mussolini zamanında Vatikan ile yapılan antlaşmaları değiştirmeyi ba­
şarmışlardır.
Alman Ceza Kanunu'nda ''Tanrı'ya karşı işlenen suçlar"ı -daha doğrusu kili­
seye veya ruhban sınıfa karşı- cezalandırmak için bir paragraf bulunmaktadır.
Her yıl kiliseye karşı yapılan kritiklerden dolayı yaklaşı k 50 dava açılmaktadır.
Fakat kiliselerin radyo ve televizyon üzerindeki etkilerine karşı bir başarı sağla­
mak imkansız olmuştur, çünkü rahipler yönetmenlerin masasında bulunma ve oy
kullanma hakkına sahipler. Gelecek günlerde resmi kanal ARD ile yeni bir tartış­
maya tanıklık edeceğiz. ARD, 23 Ocak 1 997'de yayımlaması gereken kilise üze­
rine eleştirisel bir yayın iptal ederek ufak değişiklikler yapıp 97 Nisan'ın ortasın­
da yeni versiyonuyla yayımlanacağ ını duyurdu. Bize gönderilen mektubu okudu­
ğumuzda, mektup sanki bir televizyon editöründen değil de Katolik Piskoposlar
Konferansı 'dan gelen resmi bir deklerasyon gibiydi.
Almanya'daki kilise ve devlet arasındaki ilişkiyi ele alaraktan, H ıristiyan fun­
damentalizminin ağı r ğır geliştiğini ve halkın yaşamına devlet desteği ile nasıl
girdiğini saptamak zorundayız. Her yıl yaklaşık bir milyon insan iki ana kiliseden
kopuyor, fakat sosyal politikada hiçbir değişiklik olmuyor. Tam tersi kiliseler güç
kaybettikçe ayrıcal ıklarını savunacak daha iyi ortamlar yaratılıyor ve partiler bu
konuda onlara karşı bir mücadele çağrısı yapam ıyorlar.
Size kendi ülkemdeki durumu ifade etmeye çalıştı m. Ü lkemizdeki laisizim,
tam olarak uygulanmaz, bazen hiç uygulanamaz ve 2. Dünya Savaşı'ndan bu
yana bu bir tabu olarak kabullenilmiştir. Kilisenin ayrıcalıkları diğer dini ve felse-

Mart 1 997 - Ankara


242

fi çevreleri kışkırtmış ve mahkemelerde hak talep etmeye yöneltmiştir. Yeho­


va'nın Şahitleri organizasyonu, potansiyel tehlikede bir mezhep (önemli dostlar
ve önemli mallarla) haline gelmiş, kısmi başarılar elde etmişlerdir ve görünen o
ki İ slami topluluklar da böyle bir haktan mahrum kalmayacak. Bütün bu sonuç­
lardan habersiz bir kısım politikleşmiş gruplar Müslümanlar için devletten ücret
talep etmekteler. Aşırı sonuçlara varacak olursak, İ slami toplulukların ve funda­
mentalistlerin hareketleri, hep birlikte devlet tarafından çökertilebilirdi.
İ ki ana kilisenin de ayrıcalıklarından tam anlamıyla vazgeçmelerini beklemek
hayalidir. Federal Almanya Cumhuriyeti iç uyumu esnasında, son sonuç olarak
din ve devlet işlerini ayırmayı başarmak için yapılacak tek şeydir bu ayrıcalıkla­
rı kaldırmaktır. Dinsel ve felsefi problemlerden kaçınmanın tek çözüm yolu bu­
dur. Ayrışmanın prensibi hem bir devlet hem de kiliseler için uygundur. Dinsel ve
felsefi gruplar özgür ve bağımsız davranacaklar ve tabii ki devletten hiçbir şekil­
de finansal yard ım almayacaklar, toplumdaki diğer örgütler gibi sadece kendi
kaynaklarından yararlanabilecekler. Bu kaynaklar üyelerin aidat ve bağ ışları
üzerine kuruludur.
Bu konferans çatısı altında şunu belirtmek isterim ki Federal Almanya Cum­
huriyeti'nde Hıristiyan olmayanların hakları devlet ve kiliseler tarafı ndan ihlal
edilmektedir. Bilgi bilimi gurubunun ki bizim tarafımızda olmadığı bu son birkaç
hafta içinde ispatland ı . Bilgi bilimi kendisi için bizim gözlemlerimize göre bu fa­
şist gruplardan birisidir ve aktiviteleri para aklamak ve bu parayı beyin yıkama­
da kullanmaktır. Yani bizim gözlemlerimize göre Katolik gizli organizasyon "opus
dei" büyük bir tehlike ile Hıristiyanlığın en fundamentalistik organizasyonu hali­
ne geliyor. Ben, Alman toplum yaşantısında "opus pei" tabusunu kırmak için söy­
lüyorum.
Şunu belirtmek gerekir ki fundamentalizme karşı gösterilecek büyük tepki kı­
sa zamanda sona ereceğe benzemiyor, çünkü fundamentalizm bir gecede bite­
cek bir olay değildir. Ben, doğal bir fenomen olarak laikliğin yararlarını değerlen­
dirmeyeceğim. Hep birlikte Aziz Nesin'in bize gösterdiği yolda tereddüt etmeden
yürüyelim. Hayatımın aydınlanmasını sağlayan olaylardan biri de Aziz Nesin'in
varlığından edindiğim tecrübe idi. Yurtdışına yaptığı son gezilerinden birinde,
Uluslararası İ mansızlar ve Ateistler'in üyelerinin yaptığı toplantıda, 1 995'in baha­
rı nda Heindenheim/Almanya'da tanı mıştık. İ lk defa bir antifundemantalist dünya
konferansı planını O'nun ağzından duyduk. Ölümünden sonra Ocak 1 996'da, Vi­
jayiwada/hindistan'daki 4. Ateist Dünya Konferansı'nda, mirasçı ları nın Aziz'in bu
mirası nı yerine getireceğini umarak, bu projenin duyurusunu yaptım. Tam da

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


243

Türkiye'nin kritik bir noktada olduğu şu günlerde bu hepimiz için bir umut ışığı ol­
du. Bize dünya genelinde laisizim için mücadele azmi veriyor. Uluslararası Din­
siz ve Atesitler Fedrasyonu bu hedefi önüne (Mayıs 1 972) 25 yıldır koymuş du­
rumdadır. Biz Almanlar olarak hükümetimizin uyguladığı Türkiye'yi AB dışında
tutma politikasından utanç duyuyoruz. Hiçbir ülkede bayanlar baylar, Bonn'da bi­
le, demokratik çoğunluk Türkiye'de olduğu kadar fundamentalist fanatiklere kar­
şı duracak güçte değildir. Yugoslavya'nın oluşumunda değil, Bulgaristan'da· de­
ğil ve arnavutluk'ta değil. Alman yaklaşımının, Türkiye'yi komşularından uzak
tutmak istemesinin nedeni budur. Tam da bu noktada -bizim ve özgürlüğümüz
için savaştığı yerde bu hiçbir şeydir ama Hıristiyan küstahlığının bir hareketidir.
Sevgili dostları Dini ya da felsefi özgürlük ihlal edilemez ve engellenemez in­
san haklarındandır. Bunun yan ı sıra hayatımızı dincilerden ve filozoflardan uzak
yaşama hakkımız da var ve bu yolla çoğulcu, laik ve demokratik bir toplumun bir
üyesi olabiliriz. Biliyoruz ki son zamanlarda Türkiye'deki fundamentalistlere dine
balı insanlarda tepki gösteriyor ve bizimle beraber demokrasiyi savunuyorlar. Bu
bizi azimlendirecek, Aziz Nesin'e göre ve İ slami sald ırganlığ ı n limitlerini korku­
suzca ve kararlı bir şekilde dağıtacağız. Ayrıca bugüne kadar politikacıların yap­
tıklarına ald ırmayalı m ve şöyle haykıralım.

Demokrasi ve Laisizime Evet!

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Efendim, Shutte'ye çok değerli sunuşundan dolayı teşekkür ederiz. Doğru ve
gerekli şeyler çabuk anlaşılıyor. Lisan handikapının önemsizliği böylece ortaya
çıkmış oluyor. Buyurun sayın Jean-Paul Constantin.

Jean-Paul Constantln

Laiklik ve Hoşgörü
Dindarlıktan çokkültür/ülüğe demokratik bir çözüm
Laiklik"çok az ülkede uygulanabilmiş bir sistemdir. Türkiye ve Fransa laikliğin
sistem olarak uygulanabildiği iki ülkedir. Bilgilerime göre sadece bu iki ülke laik­
liği hayatlarına ve kurumlarına geçirebilmişlerdir. Burada laikliği tanımlamak da
önemlidir. Laik olduğunu iddia eden bir ülke, bağnaz bir biçimde bunu savunu-

Mart 1 997 - Ankara


244

yor olabilir ki bu tehlikelidir. Bunun tam tersi olarak da laik olarak görülmeyen bir
devlet ise son derece hoşgörülü olabilir. Hoşgörü laiklik kavramı ndan daha ge­
niş alanı kapsamaktadır. Hoşgörü sözü için Türkçe'de çok güzel bir kelime kar­
şılığının olduğu söylendi; başkalarına karşı iyilik istemek anlamında bir kelime.
Türkçe'de laik kelimesi daha az dostça geliyor. Benim ülkemde ise laik ve laiklik
kelimesi son yüzyıla cumhuriyetçilerin savaşımı ile elde edilmiştir. Bu eşitlik, öz­
gürlük ve kardeşlik özdeyişlerinden etkilenmiştir. Ve 1 994'e gelindiğinde eğitim
bakanının hazırladığı anti laik taslak üzerindeki koşullar bir gecede 1 milyon in­
sanı sokağa döktü ve projenin alelacele geri çekilmesini gerektirdi. Çok az bir is­
tisna ile Fransız politikası ve yakın geçmişinin çehresinde laiklik sürekli olarak
hatırlanmasına ve hoşgörüye mi bağlı ya da nüfusun yüzde 5'inden daha az bir
kısmının düzenli olarak kiliseye gittiği bir ülkede giderek büyüyen dinsel farkl ılaş­
manın bir yan etkisi mi?

Tarihsel olarak laiklik devlet dini için vekilliklerden biri olmuştur. Şunu akl ımız­
dan çıkarmayalı m ; din devlet olduğunda, yakın geçmişte olduğu gibi, arada
uzaklık vard ı . Bu ilk zamanlar, insanların , kendi prensiplerini girdiği mezhebe ge­
tirmeleri gerektiği olarak anlaşıl ıyordu. Tanrılar ve şehir arasındaki bağlantılar
çok yakın olduğunda, şehrin tanrı ve tanrıçalarının eleştirilerini duymak düşünül­
mez olacaktı. Bu prensip, hı ristiyanlığı n genişlemesinin en ters metotlarından bi­
riydi: Bir kralın değişmesi onun halkının da değişmesi demektir. Aynı prensip Av­
rupa'da Katolik ve Protestanlar arasındaki savaşta uygulandı "Prensip dini hal­
kı n da dinidir" prensibine göre bugünkü Almanya haritası , örneğin 1 6. yüzyılda
krallar, dükler, kontlar ve diğer büyük soyluların Papizm ve Lutheranizm'e girme­
leri üzere tekrar düzenlenmiştir. Aynı zamanlarda Fransa'da, kralları nın girdiği
Katolik dinine girmeyi reddeden Protestan azınlık ile devlet arası nda korkunç bir
savaş vard ı . Protestan prensi 4. Henri tahta çıktığında düşüncelerinin çoğunu
uygulayabilecek yetkisi vardı ve kendisine sadık Protestanlara gösterecek hoş­
görüsü de yeterince vardı. Uzlaşma fazla uzun sürmedi ve 1 4. Louis hoşgörü uz­
laşmasını kaldırd ı ve yerleşik dengeleri bozmak için süvarilerini gönderdi. Onlar
da uygun bir yer bulup kendi din devletlerini kurana dek ülkeyi dolaştılar (özellik­
le Prusya, Hollanda, İ ngiltere).
Aynı prensip tam anlamıyla İ ngiltere'de yeni bir sonuç üretti, 2. James, Kato­
lizmi kabullenip vazgeçmek zorunda kaldı . Ve o günden itibaren (hala da öyle)
Protestan olmayanlar ardı sıra çıkamadı tahta. Din devletinin elbette başka hal­
leri de vardı. Bunlardan en zararlısı din devletinin herkes üzerinde etkili olması,
çoğu şiddet konumunda ölüm cezası vermek gibi. Örneğin Katolikler 1 9. yüzyı­
l ı n ortalarında bile İ ngilizlerin sivil servislerinden, ordu kuwetlerinden, etkilen-

Köktendincili{je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


245

mişlerdir. Yahudiler de pratik olarak her şeyden, Avrupa'daki devlet dairelerinden


(Fransa'da) 1 8. yy'dan 1 9.yy sonuna kadar yararlanamadılar. 1 970'1er boyunca
İ rlanda Cumhuriyeti'nin konum dolayısıyla Roma Katolik Kilisesi'nce "Özel nok­
ta olarak" hatıra geldi. İ rlanda bir din devleti olarak düşünülmezdi ve bağımsız İ r­
landa'nın seçilen ilk başkanı Protestandı. Fakat daha sonra Roma mezhebine
girerek bütün haklarını kaptırdılar ve bunları bir daha geri alamadılar. Bu yıl İr­
landa'da boşanma yasaklandı ve kürtaj hala yasak.
Fransa'da din devleti monarşiye bağlıydı ve devrim, din devletinin sonunu ge­
tirdi. Bugün laiklik tarafından yer değiştirilmesi gerektiğine meyil etmeyi düşün­
meliyiz, ancak sorun bu değil. Din adamları otoritenin yerel ajanları olarak ülke­
de önemli bir rol oynadılar. Devrim boyunca tüm halkın; doğum, yaşam, ölüm ka­
yıtlarını onlar tuttular. Bu fonksiyon tamamıyla laikliktir o zaman. Fakat devrim
hükümeti din adamlarından sivil bir grup oluşturarak kendi hakimiyet bölgelerin­
de devlet için çalışmalarını istedi. Kimisi reddetti. Bunlar devrim boyunca hapis­
te tutuldular. Din devletinin bir başka fonksiyonu ise milli-resmi vesilelerin kutlan­
masıdır. Devrim yeni bir din oluşturdu. Eski Yunan ile beraber yeni bir kült, öz­
gürlük tanrıçasına ya da neden tanrıçası na bir kurban verilerek düzenlendi. Bu
kilise ve katedrallerde kutlandı. On günlük törenlerinin ilk gün kutlaması nda ye­
ni on günlük periyot devrimin takvimine eklenmesi Cumhuriyetçiler için bir testti.
Katılmamak şüphe altında bırakıldı . Bu tarihsel tecrübe aydınlığın atmosferine
getirilen, insanın eseriydi. Bu insanların çoğu agnostik, bir kısmı da ateistti. En
iyi çözümü bulamadılar. Katolizmin dünyada bıraktığı boşluğu doldurmak için ye­
ni din rahipleri keşfedemedi. Fransa'da laikliğin uygulanmasına çok az kalm ıştı.
1 801 'de Bonapart, 7. Papa Pius i l e bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma Fran­
sa'nın 3 dininin rahiplerine ödeme olacak ve daha fazlasıyla devletin kontrolü
sağlanacaktı. Bu antlaşma 1 905'e kadar değerliliğini koruyor. Hatta şimdi Alman­
ya sınırları içerisinde olan doğru bölgesinde bugün bile geçerliliğini korumakta­
d ı r. İ hsan antlaşması laikler için pek popüler değil. Bunun sebebini de profesör
arkadaşım açıklad ı ; faşist İtalya ve Nazi Almanyası ile olan bağlarından ötürü.
Fakat ülkenin sivil hükümetinin kiliseyi denetlemesinin de bir aracını oluşturuyor
bu antlaşmalar. Kofy Yamgan, bana bir öneride bulundu. Kendisi Michel Rocard
hükümetinin entegrasyon sekreteri idi. Bazı Fransız Müslümanlarda görülen
olumsuzluğu çözmek için Strazburg'dan bir İ slami teolojistin önerisi ile bu kelime
üzerinden bir sonuç al ınmaya çal ışıyordu. Afrika ve Ortadoğu'daki meslektaşla­
rıyla haberleşme içerisindeydiler. Büyük eğitim reformlarının çoğu 3. cumhuriyet­
te -çağdaş özgür ve laik ilkokul eğitimini kapsıyor- ihsan antlaşması ile hiç zor­
luk çekilmeden uygulandı .

Mart ı 997 - Ankara


246

Daha sonra 1 905'te Combe hükümeti kilise ve devletin kesin olarak ayrılema­
sına karar verdi. Çok zor bir dönemdi. Sokaklarda bazen gösteriler oluyordu. Ka­
mu alanları nın güvenliği, devlet arazilerinin, ve gayrimenkullerinin, korunması
için ordunun çağrılması gerekti.
Diğer ülkeler din sorununu farklı yollarla hallettiler. Bazı demokratik ülkeler te­
orik olarak bir devlet kilisesi oluşturdular: İ ngiltere'deki Angalikan Kilisesi gibi. i n­
giltere'de çok geniş bir dinsel hoşgörü var. Resmen tan ınan kilise hala bazı res­
mi görevler alıyor ve devlet okulların müfredatında büyük bir rol oynuyor.
Amerika'nın durumu daha belirgindir. Ü lke bağ ı msızlığını kazanana kadar din
devleti görülmemiştir. 1 787'de bağ ımsızlık savaşı ndan sonra 1 789'daki ilk kon­
ferans Hakların Hesabı oybirliği ile kabul edildi. 1 779'daki Haklar Deklerasyo­
nu'nun ilk maddesinde "Bütün insanlar eşit yaratılmıştır". Bütün Amerikan para­
ları üstünde "Tanrı bizi korusun" yazar. Ve G. Washington kendisi bir yaratıcıya
inanmadığı halde resmi yerlerde İ ncil taşınmasın ı bildiriyor. Herhalde İ ncil'deki
şu son cümleyi söylemek için "allahı m yardım et bana."
Amerika'dan laikliğe karşı herhangi bir güçlü karşı koyuş gelmedi. Başkan
Reagan'ın okullarda her sabah çağdaş dua ayini ile açma teşebbüsü çok çabuk
geri döndü. Eğilim kısa zamanda USA, Kanada ve İ ngiltere'de bilinen adıyla
"çokkültürlülük" olarak yayıld ı .
Şimdi size söylemek istediklerimi anlatacağım anekdottan başka daha iyi bir
şekilde anlatabileceğimi sanmıyorum. Nijeryalı arkadaşımın başından geçen bir
olay. Wole Soyinka aynı zamanda Evrensel Kültür Akademisi Sekreteri, Aralık
1 993'te anlattı. Kanada'ya gidiyor ve toronto'da bir salon dolusu insana konferans
veriyor. Salman Rüşdi de akademiye üye olduğu için onun hakkında bir konuşma
yapıyor. Ayetullah'ın gaddarlığından, sanata ve insana düşmanlığından bahsedi­
yor. Konuşmanın sonucunda salonda alkışlayan çok az insan oluyor. Kanadalı bir
akademisyen, Soyinka'ya yaklaşıp "Çok cesur bir adamsın, söylediklerine katılı­
yorum. Rüşdi konusunda ben de senin gibi düşünüyorum. Ancak bunları sınıfım­
da söyleyecek olsam öğrencilerin tepkisinden sın ıfta duramam. "Ve orada konu­
şan tanınmış bir mülti kültist, Salman Rüşdi'nin hakettiğini aldığını söylemiş.

Bu mülki kültürel davranış ortak sömürgelerinin tipik bir ürünü. İ ngilizler top­
luluklarla sömürgelerine giderler. Sömürgelerinde çok fazla şey aramazlar. Sa­
dece başa bela olmamaları yeterli. Fransızlar'da bu olay entegrasyon şeklinde­
dir. Çok kültürlülük aynı zamanda her değerin taraftarının radikalce bir araya gel­
mesidir.

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


247

Son zamanlarda Avrupa'nın beyaz adamlarından aydı nlanmaya ve aydınlan­


manın dayandığı temel prensiplere yoğun bir saldırı var. Bu saldırının sebebi ev­
rensel değerler yerine Avrupalı beyazaaamın kurallarını zorla tüm dünyaya da­
yatmasıdır. Bizler; kişiler, gruplar ve evrensel değerler arasındaki bağlantıyı ku­
rabilmemiz için bize tek gerekli olan şey laik aydınlanmadır.

Size şimdi ilgili olduğu için başımdan geçen bir olayı anlatacağım. Haftanın
yedi gününün ?'sinde de sınavı olan sevimli bir kız öğrencim bana gelerek sitem­
li sözlerle benim vereceğim sınavı erteleyip ertelemeyeceğimi sordu. Ben böyle
bir niheyitim olmadığını, ama isterse onlardan dört gün sonra sı nav olacak diğer
sın ıftan bir arkadaşının onayını alarak yer değiştirebileceğini söylediğimde kız:
"dört gün mü? Ama bu benimle yer değiştirecek arkadaşa büyük haksızlık olur.
Vazgeçtim, sınavımı vaktinde olacağ ım dedi". Bundan daha iyi bir laiklik tan ım ı
bugüne kadar hiç bulamadım. Bu kız hem de dayanışma içerisinde olduğu diğer
arkadaşlarının hakları arasındaki ilişkiyi çok güzel kurmuş.

Laiklik hoşgörünün ötesinde gider. Hoşgörü kişiye özgüdür. Laiklik ise toplu
bir davranış ve hoşgörü ile hoşgörülmeme arası ndaki bağ ı ntıyı sağlayan bir top­
lum poliçesidir. Laiklik üstelik iki basit kural üzerine temellendirilmiştir. Birincisi
farklı dinler arasında imkansız sayılabilecek denge kurma çalışmalarına girmek.
İ kinci kural, bize basit bir hatırlatıcıdır. Bir sürü okullar ve ideolojiler var insanı
mutlu etmek için. Fakat hepsi aynı değerde olsaydı bundan bir tat alamazdık.
Bazıları çok kırı lgan ve alıngan olabilirler bu yüzden bunlara herkese davranıldı­
ğ ı gibi davranmak yanlış olacaktır. John Stuart Miel, özgürlük üzerine yazdığı de­
nemelerinde şöyle diyor: "Düşünce özgürlüğü ve konuşma özgürlüğü bireysellik
hakları olmadan hiçbir şey değildir. Laiklik, evrensel değerlerin büyük çıkarları
için kişilerin bir arada yaşamasını sağlayacak en iyi metoddur".

Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Efendim, Jean-Paul'e teşekkür ederiz. Konuşmaların her biri son derece il­
ginç oldu ve ilgiyle izlendi. Geç başlam ış olmanın da ötesinde, süreyi aşmış ol­
mamıza rağmen doğrusu başkanlık görevinin o sevimsiz gereğini, konuşmala­
rı sınırlama işini yerine getirmedim ve isabetli hareket ettiğimi zannediyorum.
Çü.nkü çok büyük ilgiyle izliyordunuz. Programa göre yarım saatlik tartışma
aşamasında gelmiş bulunuyoruz. Sorularınız varsa rica edeceğiz. Buyurun
efendim.

Mart 1 997 - Ankara


248

Bir Bayan Katılımcı


Benim iki sorum olacak. İ lki Erdoğan beye. Konuşmasında Osmanlı impara­
torluğunda laik düşüncenin, laik yaşam biçiminin çeşitli temelleri olduğunu, ilk
orada filizlendiğini söyledi ve bu tarih olarak da 1 839 Tanzimat fermanıyla, da­
ha sonra ıslahat Fermanıyla verdiniz. Ancak bildiğim kadarıyla ondan öncesini
düşünürsek. Fatih Sultan Mehmet'in ve Kanuni Sultan Süleymanın iki tane ka­
nunnamesi var. Ve bu kanunnameler aslında o güne kadar güç tanrıdan gelir­
ken birden bire sultana verildi. Ve o iki kanunname sonrasında demir demiri ke­
ser düşüncesi çok daha yaygı n olarak uygulanmaya başlandı. Özellikle Fa­
tih'ten sonra tarihi düşündüğümüz zaman, padişahlar güçlüyken kanunnamey­
le güçleri biraz sarsıldı. Bu sefer dönüp şeriata başvurdular. Bir yerde ikili bir yö­
netim biçimi, ikili bir güç kaynağı vard ı . Sizce laik oluşumu 1 839'1ara çekmek bi­
raz geç değil mi? Eğer öyleyse de bunu bana biraz daha açıklarsanız sevinirim.
Çünkü kendi içimde kavram kargaşasına düştüm. Diğer sorum da üçüncü ko­
nuşmacıya olacak. John Stuart Mill'in bir makalesinden alı ntı lar yaptı. Yalnız
kendisinin babası James Eill'in de felsefeyi savunduğunu ve çoğunluğun mut­
luluğu fikrine inandığını biliyoruz. Eğer çoğunluğun mutluluğu, şimdiki söylem­
lere göre dinci yaşam biçim ini savunursa, biz bunu seküler düşünceyle nasıl
bağdaştı rırız, nasıl bu çelişkiyi gideririz, onun merak ediyorum. Teşekkür ediyo­
rum .

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Buyurun Sayın Baykam.

Bedri Baykam
Bütün konuşmacılara teşekkür ederim. Sayın Erdoğan'a yöneltilen soruya
bir açıklama olacak. Kendisinin daha önce okuduğum kitapları ve makaleleri
doğrultusunda bu konularla ilginç açı klık getirdi. Onun için kendisine hakikaten
teşekkür ederim. Kendisiyle tam anlaşamadığımı söyleyeceğim konulara belki
aydınlatıcı açıklamalar getirebilir. Laiklikten demokratik dönüşümün yolları nı tı­
kayan bir olgu olarak bahsetti, Türkiye'deki laiklikten, buna bu bağlamda böyle
bir cümleyle katılmak mü mkün değil. Bir detaya giremiyorum burada. Çünkü de­
taya girmek bizi paneli ve bu beni korsan paneliste çevirir. Türkiye'de laiklik ol­
gusuyla Kürt sorunu arasında direkt bir ilişki kurdu. Ben cumhuriyet kurulurken

Kôktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


249

de Atatürk'ün bir yandan laikliği getirirken bir yandan dil, din, cins, ırk ayırımı
yapmayan topluma geçici imtiyazlı hiç kimseninin olmadığı bir topluma geçiş
yapması ndaki detaylara burada girmek istemiyorum, ama ben bu ilgiyi kurmu­
yorum. Resmi laiklikten söz ettik sayın Aydın, bunun yerine özgürlükçü laiklik la­
zım dedi. Kemalizmi aşmak lazım dedi. Şimdi bugün laikliğin yaşad ığı tüm kriz­
ler zaten Kemalizmi aşmak lazım diye on beş yıldır laiklik kavramını bildiğimiz
şekilde çeşitli açı lardan sulandıran Kemalizmi aşmak lazım diyen insanları n se­
rüvenleriyle buraya geldik. Türkiye'deki resmi laiklikle ilgili saydığı olumsuzluk­
lar doğru. Ancak bunlar Mustafa Kemal'i bağlamaz. Çünkü bunlar milliyetçi cep­
heleri, milliyetçi muhafazakar yönetimleri, Türkiye'yi son elli yılın demokrasiye
geçişimizin çok büyük bir kısmın ı yöneten sağ iktidarlara bağlıdır. Atatürk, aşa­
malı olarak ileriye doğru bir yön göstermiştir. Ok tersine çevrildiyse ve bildiğimiz
tutucu saydığımız olumsuzluklar geldiyse laiklik uygulamalarına, bu Kemalizmi
aşmak lazımdır sözleriyle bir bağlantı kurmuyordur. Türkiye'de milliyetçi muha­
fazaka.rlık adı altında MC'lerin ve sağ iktidarların ve tersine işleyen bir din sö­
mürüsünü aşamalı olarak demokrasinin içine geçirmeleriyle ilgilidir. Diyanet kal­
dırılırsa neler olabileceğini düşünüyormuyuz, ben kendi konuşmamda bundan
bahsetmiştim. O sorunun yanıtını düşünmemiz lazım. Yarın diyanet kaldırılırsa
ve camiler terör örgütlerinin direkt olarak i nisiyatifine denetimsiz bırakılırsa ne
olur. Bu sorudan kaçamayız. Her ne kadar teorik olarak diyaneti kaldırmak ku­
lağa hoş gelse de.

Son bir nokta, CH P'den söz ettik. Tam cümleyi duyamadım fakat CHP'nin
dinle ilgili referansları girdiğini anlatan bir cümle kullandı . Şimdi bir partiyi değer­
lendirir iken genel bir trend içinde yapılan bütün konuşmaları genel başkanın
gösterdiği doğrultuya, partinin, parti meclisinin gösterdiği doğrultuya bakmak la­
zım. Hangi cümlede veya detaydan yola çıkarak bunu söylediğini bilmiyorum
ama, toplumda şu anda o konuşmam da değindiğim partilere karşı utangaçlık ve
mecburi bir eleştirel tavır var. Sürekli bir zoraki hata bulma çabaları var. Türk top­
lumunda, politik ortama olan soğukluktan şu gerçeği görelim.

Erdoğan Aydın
CHP sözcülerinin şeriatçılarla Kuran'ı referans alan bir yerde laiklik savunma
çabaları nı kastetmiştim.

Mart 1 997 - Ankara


250

Bedri Baykam
Anladım. Fakat canlı tartışmalardan birkaç kere değinen bir olgunun sanki ar­
tık CHP, Kuran'ı referans gösteriyor gibi bir hataya düşmemiz lazım diye düşü­
nüyorum. Çünkü şu gerçeği görelim ; sözünü ettiğimiz bu konferansta tüm olum­
suzluklardan çıkış için demokrasiyi kullanmamız lazım. Demek ki partileri kullan­
mamız lazım. Sürekli olarak her noktamızı dinamitlersek; askeri istemiyoruz,
partileri beğenmiyoruz ve üzerimize bir karabasan geliyor.

Son nokta. Resmi ideolojinin galiba (tam deyimi hatırlamıyorum) dinciliği ve


Türkçülüğü öne sürdüğünden, kafatasçılığı öne sürdüğünden söz edildi, Sayın
Aydın tarafından. Ben kırk yaşındayım, şu ana kadar böyle bir insana rastlama­
d ı m . Ya bu Türk kanından geliyor, burnu ile kulağı arası nda 7.5 cm. var, bu Türk
kafasıdır. Türkiye'de o kadar karışmış insanlar ve kökenler var ki ben bilmiyo­
rum, Sayın Alparslan Işıklı tam Türk tanımına uyuyor mu ben uymuyorum. Ama
sürekli bir Türk, Kürt kafatasçılığı ndan söz ediliyor.

Ordu koruyamaz laikliği dedi. Tabii ki ordunun korumaması lazım, parlamen­


tonun ve ayd ınların koruması lazım. Orduyu devreye sokmaya, mecbur bırakan,
politikacılar bundan utanmalı , yoksa ordunun Türkiyede darbe yapmak arzusu
olsa bugüne kadar otuz binden fazla bahane önüne fazlasıyla çıktı. Ordu tam
tersine yapmamaya ve sürekli olarak demokrasiyi kesen bir şey olarak gösteril­
memeye çabalan ıyor. Biz dönemleri birbirine karıştırıp Kenan Evren'e bakın bu­
günkü orduya laiklik konusunda güvenemezseniz derseniz, dönemlerde geriye
gideceksek, o zaman daha geriye gidersiniz. Laiklik zaten 1 923'de laikliği bir şe­
kilde Atatürk'ün ve Türk ordusunun getirdiğini görürsünüz veyahutda yine dö­
nemleri birbirine karıştırırsanız o zaman Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi üniver­
site gençlik liderlerinin ordu-gençlik el ele diye bağ ırd ığı günlerdeki ilerici ordu ve
sosyalistlerin birlikteliğini görürsünüz. Veya 1 960 askeri devrimi sayesinde Tür­
kiye'de sosyalist fikirlerin yeşerebildiği bir anayasa geldiğini görürsünüz. Bunla­
rı birbirine karıştırmamak lazı m. Teşekkür ederim.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Teşekkür ederim .

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


251

Osman Ertem
Efendim ben konuk iki konuşmacım ıza kısa bir soru yöneltmek istiyorum. Me­
rak ediyorum, üniversiteyi bitirene kadar Almanya'da ve Fransa'da bir insan, çok
tanrıl ı dinlerden başlayıp, anemezmle oradan başlayıp hak dinlere kadar bir din
kültürü alabiliyor mu? Yoksa bizde ki gibi asiklopedilerde mi saklı bu? Bunu me­
rak ediyorum. Teşekkür ederim.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Kaya bey buyurun.

Kaya Güvenç
Sayın yabancı konuklarımızın anlattıklarından bu sın ıflar önümüzde olduğu
sürece aydı nlanma önünde hakikaten ciddi engellerin olduğu anlaşılıyor. Daha
çok uzun mücadele dönemi var önümüzde. Yalnız Erdoğan beyin yaptığı konuş­
maya ilişkin birkaç şeye değinmek ihtiyacını hissetim. Sayın Baykam bu konu­
nun bazı yönlerine değindi. Kemalist iktidar, iktidarı devir aldığı şınıfların karşısı­
na bir ideolojiyle çıkmak zorundaydı. Bu ideoloji Batı'da da aynı şekilde, birçok
yerde demokrasi adıyla, cumhuriyetçilik ile gelebilir. Türkiye'de laiklik iktidar de­
ğişikliğinin önemli bir ideolojik unsuruydu. İdeolojik unsuru ve kendi iktidarını ko­
rumak için de her iktidardaki mevcut olan kimse bir zoru kullanmak durumunday­
dı. İktidarın ilk aşamasında özellikle bu kaçınılmaz bir olay. Şimdi, devrim yasa­
ları diye kısaca adlandırdığımız bu yasalar zannediyorum bunun bir temelini
oluşturuyor. 1 950'1erle birlikte Türkiye'deki siyasal anlamda, sınıfsal anlamda
değişen veya farklı bir yöne giden iktidarla birlikte şeriat olayı da birdenbire can­
lanmıştır. Şeriatçılık hiçbir zaman geride kalmamıştır. Şeriat iktidardır. Konuşma­
nın son bölümünde yapmış olduğumuz birtakı m saptamalar var, bu saptamala­
ra katılmamak mümkün değil. Ama sanıyorum ki demokrasi gibi bir kavramda,
laiklik gibi bir kavramda o ülkedeki mevcut sınıfların ve sınıflararası güçler den­
gesinin bir tezahürüdür. Kaçınılmaz olarak daha iyi bir demokrasiyi, daha iyi bir
laikliği savunduğumuzu hepimiz zannediyoruz. Ancak burada sizin özgürlükçü
laiklik diye bahsettiğiniz, bu çerçevede olmak kaydıyla nedir. Ben 1 920'1erden
sonra veya iktidar değişikliğinde Türkiyede tekkelere karşı iktidarın eski unsurla­
rına karşı belli şekillerde tedbirlerin uygulandığını biliyoruz. Bunun çok ayrıntıla­
rını bilmemekle beraber, özellikle yapılan bazı hareketlere çok hoş da bakılma-

Mart ı 997 - Ankara


252

dığını biliyoruz. Son on beşyirmi yıla baktığımız zaman oruç tutmayan öğrenci­
nin öldürüldüğü veya giyiminden dolayı bir bayan ın hakarete uğradığı ve saldırı­
ya uğradığı, o dönemlerde pek öyle görünen bir olay değil. Peki özgürlükçü laik­
lik nedir. İ ktidar kendisini korumayacak mı kollamayacak m ıdır. Kolladığı takdir­
de nasıl olacaktır. Tekrar söylüyorum. Ancak bütün bu konuşmada temel olan
unsur yine o ülkedeki sınıflar dengesinin, güçler dengesi çerçevesinde acaba bi­
raz bu konuyu açabilir miyiz. Ben bu konuda rahatsızlık hissediyorum . Çünkü
özellikle Türkiye'de şeriatı savunanlar bugün faşist laiklik gibi bir kavrama geli­
yorlar. Kuşkusuz sizin söylediğiniz anlamda söylemiyorlar. Ancak bu konuda biz­
ler sorumsuz aydın olamayız. Yani bir iktidar mücadelesidir. Karşı tarafı kullan­
mış olduğu terimler ve deyimleri çok dikkatli bir şekilde yapıtlamak zorundayız.
Lütfen bu konuyu biraz açar m ısınız. Teşekkür ediyorum.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Buyurun efendim.

Prof. Sina Akşin


Teşekkür ederim sayın başkan. Ben Erdoğan beye bir iki şey söylemek isti­
yorum müsaadenizle. Bir kere Atatürk dönemi diktatörlük değil, demokrasidir.
Atatürk demokrasisidir. Ve belki bunun en çarpıcı kanıtı Hitler'in kovduğu akade­
misyenlerden 1 42 tanesinin gelip Türkiye'ye yerleşmesidir. Bu 1 42 kişinin yarı­
sından fazlası Yahudiydi. Gerisi de demokrat i nsanlardı. Bunlar aptal değildi, Ya­
ni bunlar Türkiye'yi seçmekle bilerek seçtiler. İ kincisi, evet Kemalist devrim tepe­
den indi, fakat başka türlü de gelemezdi. Ama Türk halkı da bunu uzun vadede
onaylamıştır. Çünkü Atatürk 38'de öldü. Maalesef diyanete ihtiyacımız olacak
uzunca bir süre Türkiye'de diye düşünüyorum. Ama bunu daha iyileştirmek
mümkün. Aleviliği ve diğer şeyleri de monte etmek lazım, bilmiyorum. Teşekkür
ediyorum.
Prof. Türker Alkan
Teşekkür ediyorum sayın başkan. Sayın Aydın'a iki sorum var. Birisi, Osman­
lı dönemi ile ilgili olarak. Bu dönem kendi değerlendirmesine göre tamamen şe­
riatçı bir dönem miydi. Yoksa örfi-i hukukun varlığını da nazara alarak tam anla­
mıyla şeriatçı olmayan, kısmen şeriatçı kısmen laik mi diyeceğiz şeriatçı olma-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


253

yan bir dönem olarak mı değerlendiriyor. Sormak istiyorum. Eğer tümüyle şeriat­
çı bir dönem ise Türkiye Cumhuriye'inde laikliğin gelişmesinde bunun bir rolü ol­
muşdur? Yani Osmanlının tümüyle şeriatçı olmamasının günümüz laikliğinin di­
ğer İ slam ülkelerinde olmayan bir biçimde Türkiye'de gelişmesinde bunun etkisi
olmuştur. Onun bu konudaki değerlendirmesini öğrenmek istiyorum. İ kincisi, la­
ikliğin cumhuriyet döneminde anti-demokratik yöntemlerle yerleştirildiğini söyle­
di. Demokratik yöntemlerle nasıl yerleştirilecekti, onu öğrenmek istiyorum . Ken­
disini Atatürk'ün yerine koysun lütfen. Devrimin lideri öldükten sonra ayakta du­
ran tek devrim Türk devrimidir. Bu konuda da herhalde bir değerlendirme yap­
mak gerekir. Yabancı konuklarımıza bir soru sormak istiyorum. Almanya'da,
Fransa'da ve Avrupa'da ateistlerin toplumu bu konuda değerlendirmelerini rica
edeceğim. Teşekkür ederim.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Teşekkür ederim.

Suphi Karaman
İ ki konuşmacıya sorum var. Belki tercüme hatası olabilir, yanlış anladım. Ko­
nuşmalar arasında 1 993'1erden itibaren, Fransa'da İ slami kültür veren kürsüler
açı ldığını söylediler. Hemen arkası ndan bir cümle geldi. İ şte Cezayir'deki olay­
lar bunun sonucudur, bu iki cümle arası nda bir bağlantı kuramadım. Herhalde
tercümede bir hata oldu, bunun aydınlanmasını istiyorum.
İ kincisi ise sayın Erdoğan Aydın'ın çok kapsamlı konuşması içerisinde bir
noktaya sayın Baykam da temas ettiler. Kemalizmi aşarak laikliği geliştirmek.
Ben bunu ütopi sayıyorum. Türkiyenin gerçeklerine hiç bir şekilde uymayan bir
utapi sayıyorum. Mustafa Kemal aşı lırsa Türkiye'de Türkiye'nin hangi noktaya
gideceğini, şeriatın hasıl hızlanacağını, hatta şeriat ötesinde Türkiye'nin parça
parça olacağ ını tasawur ediyorum ben, iki yüz sene Türkiye'de Kemalizim aşı­
lamaz. Ve nasıl bugün Fransa'da iki yüz sene geçtiği halde Napolyon aşılamı­
yorsa ve Napolyon Türkiye'de Bonapartizan diye Türk yazarları kötülüyorlar. Na­
polyon orduları yalnız Marsilya'dan Tunus'a değil bütün Avrupaya inkı labı yayd ı .
Ben b u konferansta konuşmacı olmak isterdim. Neden isterdim. Çünkü kökten­
dinciliğe karşı aydınlanma çok önemli bir konu, Türkiye için çok aşamal ı . Benim

Mart 1 997 - Ankara


254

şu toplumda kırk senelik siyaset hayatım var. O siyaset hayatı mın deneylerini
aktarmak isterdim. Teşekkür ederim.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Teşekkür ederim.

Demet Işık
Yalnız sayın Baykam'ın Erdoğan Aydın'a yönelttiği bir bölüm soruya olduğu
gibi katılıyorum . Onun dışında bir ekleme yapmak istiyorum. Türkiye'de Mustafa
Kemal'in kurtuluş savaşı, halkların kurtuluşu için aydınlanma ve bir işaret olmuş­
tur. Bizim dışımızda çok fazla ülke ve ülke insanı halkların özgürlüğünü kazan­
masının savaşı olarak Mustafa Kemal ve Türkiye'yi işaret ederlerken, bizim içi­
mizdeki İ slam'ı siyasetlerine alet etmek isteyenler ben bunlara köktendinci demi­
yorum, çünkü bunlar tam anlamıyla İ slamiyet'i bilirler ve de ona göre yaşamayı
isterler. Çok mahdut sayıda insan belli kaidelerin içinde yaşıyorlar. Ama bunların
herkesi yönetmek, iktidar elde etmek gibi bir amaçları yok. Onun için bizim İ sla­
mı kullanan donanımsız, yeteneksiz ve kendi başlarına geçimlerini ve siyasetle­
ri elde edilmek, iktidarı yapılaştırmasının içinde kalmış olan insanlar o zaman şu­
nu söylüyorlardı. Kurtuluş savaşını halka rağmen yapmışlardır, deniyordu. Şim­
di bugün moda değişik ama stil yine aynı , şimdi de deniyor ki laiklik Atatürk'e rağ­
men olmalıdır. Atatürk ve Kemalizm olursa çağdaş bir laiklik Türkiye'de yerine
getirilemez. Onun için ben de kendisinin nasıl Atatürk aşılırsa ifade ettikleri gibi
laikliğin kurulacağını açıklamalarını istiyorum.
Bir de sayın Constantin'in 20. yüzyılda Avrupa ülkeleri arası nda kimin daha
yumuşak ve daha iyi sömürgeci olduğuna dair bir mukayesesi vardı . Şimdi, Av­
rupa tabii sömürgeci bir bölge, İ ngiltere'yi nasıl bir sömürgeci olduğunu bilmek
için kendi sözlerine inanmamak, Hindistan'ı görmek lazım. Hollanda'nın barış­
tan, laiklikten ve insan haklarından bahsederken sözüne inanmak, 300 sene sö­
mürdüğü Endonezya'yı görmek lazım. Fransa'nın kendisinin fevkalade iyi bir sö­
mürgeci olduğunu ifade ettiği zaman; kendisinin insan haklarına, özgürlüklerine,
laikliğe ve demokrasiye nasıl baktığını görmek için Fransa'ya gelen, kendisinin
sömürmüş olduğu ülkesinin insanına yaptığıyla, kendisinin gittiği zaman sömür­
düğü ülkedeki tavrını ve tarzını görmek lazım. Tabii orada bırakırsanız, istediği­
ni yapsın. i sterse laik olsun, isterse demokrat olsun. Sizin gidiş amacınız onlara

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


255

insanlık bakımından bir şey katmak değil, doğasını sömürmek, insanı sömür­
mek, beynini, vücudunu ve toprağını, havasını, suyunu sömürmek. Ondan son­
ra nasıl yaşarsa yaşasın. Bu sömürgecinin kendisini temizleyecek bir şenlik,
hoşgörü falan filan değil. Ama siz o insanı kendi ülkenize geldiği zaman, ona ne
yapıyorsunuz, ona çok iyi bakmanız lazım. Almanlar ne dediler; Biz Türkiye'den
işçi istedik ama bir de baktık ki bize insan gelmiş. Yani bunlar çok zor şeyler. Sö­
mürgeci ülkeler ve Avrupa kendisini birbiriyle mukayese ederek, ben bu işi çok
yumuşak, elle yaptım diye övünmesinler. Biz Avrupa'nın çok bu devrelerde ge­
çirdiği imtihanlardan, aldığı notları biliyoruz. Teşekkürler.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Buyurun efendim.

Yabancı bir konuk


Bugün avukatlar ile Sivas kurbanlarının aileleri ile görüştük. Bu sabah duruş­
ma hakkında söyledikleri tartışılır. Yasal otoriteden sanık fundemantalistlerden
gelen baskıyı konuştuk. Kendisine sanıkların saldırmasına ve "orospu" demele­
rini anlattı. Ben de yabancı katılımcı olarak bu konu hakkında bilgi toplayıp ge­
rekli yerlere duyuru ve protestosunu göndermeyi öneriyorum .

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Teşekkür ederiz. Buyurun efendim.

Osman Şentürk
Ben, Sayın Erdoğan Aydın'ın bir eleştirisine katılmıyorum. Diyorlar ki özgür­
lükçü, laiklik diye bir model üretiyorlar. Şimdi laikliğin evrim sürecini tamamladı­
ğını söylemek istiyorum . Laikliği onun algıladığı düşündüğü anlamda kullanılma­
sına ve uygulanılmasına karşı değilim. Ama şuna karşıyım ; laiklik karşı mızda
gördüğümüz üç ulusa mensup insanların da aktardıkları , yansıttıkları gibi her
toplumda kendi kültürel ve sosyal gerçeklerine yönelik olarak değişiklikler arz
eder. Bu gerçeği kabul etmiyor musunuz? Bunu dışlıyor musunuz? Türkiye'deki

Mart 1 997 - Ankara


256

laiklikle, Fransa'daki, İ ngiltere'deki, Almanya'daki hatta Amerika'daki laikliğin ay­


nı olması bugünkü toplumsal gerçekler karşısı nda mümkün mü? Diyanet işlerini
dışlamak çok kolay. Bu çok kolay bir eleştiri. Ama ne var ki diyanet işlerinin Ata­
türk tarafından kurulmasın ın gerekliliğine ilişkin görüşen nedenlerini, temel ne­
denlerini göz ardı etmiş bulunuyorsunuz? Bir de sayın Bedri Baykam beyin gö­
rüşlerine katı lıyorum. Bir Türklük ve Sünnilik pompalandığı gibi bir ifade kullan­
d ı , ben buna da katılmıyorum. Türkiye Cumhuriyetinde yaşanan süre içinde ka­
fatasçılık anlam ında bir Türklük, hiçbir zaman olmad ı . Amerikalıların bugün Ame­
rikalılık bağlam ında düşündükleri boyutta bir Türklük bilinci ve Türk ulusu yara­
tılmaya çalışıld ı. Bunu da üzüntüyle karşıl ıyorum, o şekilde aktarmanızdan dola­
yı. Teşekkür ederim.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Buyurun efendim .

Turgut Burakrels
Teşekkür ederim . Ben ki demokrasiyi hem Amerika'da Boston'da M İT'de tah­
sil ettim . Ben ki demokrasiyi İ sviçre'de Universty Jenuv'de tahsil ettim. Atatürk'ün
yetiştirdiği çocuğum. Fakat bir şey var. Bu üç kıtada okuduğum demokrasinin şe­
riatın, şeriat kurallarından başka bir şey olmadığı gibi demokrasinin de tanımlar­
dan başka bir şey olmadığını biliyorum. Şayet demokrasi başka bir şeyse kanun­
lardan onu öğrenmek istiyorum . Türk Anayasasının 1 1 8. maddesi Milli Güvenlik
Kurulu, kurulun devletin varlığı ve bağ ı msızlığı ,ülkenin bütünlüğü ve bölünmez­
liği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu
gördüğü tedbirlere ait kararları, bakanlar kurulunca öncelikle dikkate alı nır. Türk
ordusunun iç hizmetler kanununun, kanun numarası 2 1 1 , madde 35, silahlı kuv­
vetlerin vasifesi Türk yurdunu ve anayasayla tayin edilmiş Türk Cumhuriyeti'ni
kollamak ve korumaktır. Şayet Türk anayasasının temsil eden genel kurmay
başkanı kara, deniz hava ve jandarma komutanları bu vazifelerini yerine getir­
mezlerse o zaman demokrasiye aykırı bir şey yapmış olurlar zannediyorum. Sa­
yın Shutte'den ricam, belirtmiş olduğu üç olgu birarada, insanlar için neden ol­
muyor? İ nsanlar niçin olabilir. Ben her üçüne de katılıyorum. Ben bu üç ideoloji­
nin de insanlığı, kainattaki planet üzerinde bulunan 6 milyar insanı katiyen, hiç­
bir zaman, hiÇbir şekilde, hiçbir yere götürmeyeceğine inanıyorum. Yegane şey,

Köktendincili(je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


257

şayet dindarsanız, Allah verdiği o insan aklını kullanarak ilim dediğimiz ilmin doğ­
rultusunda, ilmi yeni bir ideoloji olarak, o hususta insanların ilerlemesini temin
edecek bu konferansı düzenleyenlere teşekkür ederim.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Teşekkür ederiz. Buyurun hanımefendi.

Sivaslı Bayan
Cümleten merhaba. Ben Sivaslıyım. Türkiyeliyim doğrusu. Şimdi buradaki
yazarlarımız konuşuyor. Biz dört senedir, Sivas'ta yanan çocukların annesiyim.
Beş tane çocuğumu yolladım. Hiçbiri de geri dönmedi. Bir tek hasta geldi. Bura­
da konuşanlar, hep dinden konuştu. Ben 55 yaşındayım. Din adam yakmak mı­
dır. Din insanları öldürmek midir. Biz bunun içinde yaşıyoruz. Bizim hürriyetimiz
yok. Ben Aleviyim doğru konuşursam. Oruç tutarsak kimse duymaz.

Ramazan gelir, davul çalarlar, sabahlara kadar biz bunları dinleriz, hiç yat­
mazsak hiçbir şey söylemeyiz. Saygı duyarız. Biz bunların ezanlarına yine say­
gı duyarız. Yine ölen biziz, üzülen biziz, kesilen biziz, ezilen biziz ne diyeyim . Di­
ri diri gömülen biziz, yıllardır. Yirminci asıra geldim, okumuşluğum da yok. Yir­
minci asırda ben Sivaslıyım, benim çocuklarım ı , Sivas'ta üniversiteye soktum,
yirminci asırda mecliste dediler ki neden gitmiş Sivas'a. Sivas yüzde 90 Müslü­
mandı r. Müslüman ülkede neden gitmiyorlar, bize bir yer göstersinler eğer bura­
da yurtdışından gelen Avrupalılarımıza sesleneyim ben bunu. Özür dilerim hiç­
biri de kusura bakmasın. Biz dört senedir ne olduğunu gördük. 300 milyon lira
çocuğumuza kan parası verdiler. Ne gittim ne de bunu. Biz bu dersliğimizi nere­
den bulacağ ız, ben anlamıyorum. Yıllardır bizim bunların elinden çektiğimiz ne­
dir? Atatürkçülük desek biz Atatürkçüyüz. Atatürk'ü savunan benim . İ nsanlık de­
sen yine bizde var. Benim yavrularım bugün üniversite mezunuydu hep, okumuş
kişilerdi. Orada ölenler yazarlardı, doktorlardı anlatamam sana, karikatürcülerdi.
Yavrularım ızı yolladık ki orada bir eğlensinler. Orada isterse Pir Sultan'ın heyke­
li dikilsin, isterse bir insanı n heykeli dikilsin bana ne. Aziz Nesin bahane. Aziz
Nesin gelmişti dün mahkemeye. Bizzat kendi oğlu da dinledi bunu, Aziz Nesin
köpeği dedi -kusura bakmayın, söyleyeceğim derdim çok- Salman rüşdi köpeği­
nin yüzünden dedi, bu çocuklara dedi dipteki araba yanmış, üstte dumandan ze-

Man 1 997 - Ankara


258

hirlenmiştir dedi. Bunu dünya duysun . Bile bile devletin eliyle, cumhurbaşkanı­
mızın eliyle, başbakanı n eliyle, garnizon komutanın eliyle, iç işlere bakanının
eliyle, bunu diyene kadar artık ne diyeyim sana. Artık itfaiye memurunun eliyle,
Belediye Başkanı Mollaoğlu'nun eliyle, biz bunları daha mahkemeye getirip ifa­
de verdiremedik. Dedi ki Mollaoğlu "ben rahatsızım, hastayım, kalp kirizi geçir­
dim, delil bulamıyorum ki çıkayım bir ifade vereyim" dedi. Bu memlekette biz ne­
rede yaşıyoruz. Camiler olsun, hocalar olmasaymış, camiler terör yuvası olur,
zaten terör yuvası. Bunu inkAr eden biri varsa yazıklar olsun. Benim diyeceğim
bu. İ nsanlarına, bize sahip çıkmış. Avrupalılar sahip çıksın. Bize bunlar sahip
çıkmaz. Bunlar Atatürk'ün boynuna şeyi sürüklediler, Sivasta, dediler ki cilalıyo­
ruz. Biz bu milletin içinde yaşıyoruz. Biz bunları her şeyi gördük. Derler ki ezel­
den ben köylüyüm, senin konuştuğun, bir ceviz kabuğunu doldurmuyor. Gerçek­
ten de bir ceviz kabuğunu dolduramamazlık var. Nedir bu ya? Uzatılan Susurluk.
Susurluk geçiyor. Uğur Mumcu benim yavrularım öleli dört sene, Uğur Mumcu
öleli beş sene olacak. Katil yok. Katili sizsiniz daha kimi arayacaksınız. Benim
katilim kim? Alman mı öldürdü benim çocuğumu? Bizim çocuklarım ızı bile bile
yedi dakikada. Almanya'yı, Avrupa'yı kınadılar. Yedi dakikada dediler, itfaiye na­
sıl kavuşamamış. Bizim bir beş kişimiz ölmüştü orada. Avrupa, Almanya kınadı­
ğında günlük bağı rıyorum ama benim sesinim duyulmuyor. Ben sahipsizim , bir
sahipsiz. Bizim hürriyetimiz yok. Alevilerin kimliği var, yalanedır. Hiçbirşeyi yok.
Hiçbirşeyimiz yok bunu iyi duysunlar. Artık biz hacılara, hocalara inanmayaca­
ğız. Bizim partimiz de yok. Biz insanız. Eğer insanca yaşayacaksak, bize bir yer
versinler. Yoksa bizi bir yere nakletsinler. Ya onlar burada kalır, ya biz gideriz. Biz
daha çekemeyeceğiz bu dertleri. Gitmiyorlar, onlar bizi sürüyorlar. Çünkü onlar
çoğunluk. Hepimiz de çıkıyoruz dinin bir halkası na sürülüyoruz. Ya ben dinsiz
miyim. Ben de insanım, sen de insansın. Herkes insandı r. Ne diyeceği m şimdi?
Biz bunu ne yapmamız laz ım . Ben 300 milyona utandım. Bugün çocuğumun ya­
ni çocuğum değilse de orada bir insanın, bir adam ı n kanı 300 milyona ödenirse
bir memlekette acaba sağ olan adamı n diyeti ne olur? Nedir bunun farkı ben an­
layamadım. Ben bunu arlandı m söylemeye, biz burada Sivas'ta yanan çocukla­
rın annesiyiz, gazide oluyor, Şevket Kazan geldi bize karşı avukatlık yaptı. Şim­
di de adalet bakanı . Adaleti bu yönetirse, Mollaoğlu şimdi meclis başkanı, o bizi
yönetirse kimin katiliyse onu yazıyorlar. Maraş'ın katili bugün Mecliste, kim kati­
li ise kim Atatürk'e küfür ediyorsa, o başta. Bunu iyi bilsin Avrupa. Diyeceğim za­
ten beni de idam etsinler, Pir Sultan diyeni dönen dönsün ben dönmeyeceğim
gönlümde, ben çocukluklarımı günahı üzerine ben de gideceğim. Yani ne yaza­
cağ ımı ne yapacağımı şaşırdım, bunu iyi bilin. Artık daha kabıma sığmıyorum.

KöktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


259

55 yaşındayım ne yapacağımı şaşırdım. Dün belki, mahkemede Avrupal ılar ya­


nımızdalardı. Utandı k, konuştukları lafları diyelim, demiyelim mi? Kayıt oluyor­
sak, giyelim. Demokrat Türkiyeciler diyeyim mi? Avrupaya'da taşıyalım da bu laf­
ları dinlesinler aralarında sizleri de yakacağız burada. A ... koyduklarım sizi de
yakacağız. Biz hapisten çıkacağız, sizi de yakacağ ız. Neden Şevket Kazan 1 2
tane mahkumu ölürken açlık grevine girerken, gidipde onlara demediki sizin der­
diniz nedir de, "Şincan'daki belediye başkanına buzdolabı taşıdı, TV taşıdı, biz
bu memlekette yaşıyoruz. Kim dinciyse yalandan, yalancı dinciler bunlar. Dinci
böyle olmaz. Din insanı n imanıdır. Din nedir? Ben parti göremedim, hep dinci
partisi. Hangisine verdiysek biz verdik SODEP'e, bizi yaktırdı. Ötekine veriyoruz,
o bizi öldürdü. Artık dövelmekten, usandık. Refah Partisi diyormuş ki biz Alevile­
re kucak açacağız. Tabii bir kuyu daha kazmışsınızdır. Tabii bunu iyi bilsinler, biz
bunları hep biliyoruz. Artık daha biz galeyana da gelmeyeceğiz. Artık bize bir sa­
hip gerek. Avrupal ı arkadaşlarıma kardeşlerime söyleyeyim. Biz artık yaşamak­
tan bıktık. İ nsanlar da çürüdü, insanlardan kendimden utandım. Çünkü çok gu­
rurluydum, çok yönüm doğruydu. Benim yavrum ressamdı . Yavrum niye oraya
gitti. Gitsin insanların resmini çeksin, Ortadoğuluydu yavrumun biri. Hepsi de
üniversite mezunuydu. Oraya gitti ki çocuklarımız aynaya, eğlene, gele. Yanma­
ya mı gitti. Sekiz saat neredeydi bu devlet. Çıksın da bu cevabı nasıl verecek bil­
miyorum. Nasıl verecek bize. Ben ölürsem çocuklarım güdece·k bu davayı . Kal­
sın benim davam benim mahşere, mahşere kalmasın, insan olan bizim davamı­
za yardım etsin. Baksın, neymiş bu nasılmış. O beni açıktan yaktı. Eğer insanlık
varsa, onu da böyle açıktan yakmazlar da onları boyunları dönmüyor, benim
bak, elim kolum her durumda da kötü olan biz olduk. İ nsan olan eğer şeyse on­
ların cezasını verecek, ipte sallayacak.
Eğer bize başka ülkeler, yardım ederse biz herşeyi yürütürüz emme Türki­
ye'den mi? Ben Atatürkü savunanı, Atatürkçüyüm değilim demem. Ama bize sa­
hip çıkan yok. Biz kimseye gidipde hakkımızı bildiremedik. Özür dilerim, kusura
bakmayın.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
İ zin verirseniz, hanımefendi çok özlü çok güzel bağlad ı . Her şeyi çok güzel
anlattı. Buradakiler de yeteri kadar anlayış sahibi insanlar bunu burada bı raka-

Mart 1 997 - Ankara


260

lım. Ben birşey ifade edeceğim yalnız. Söyledikleri içerisinde bir tek şeye katıl­
madım. İsimleri de merak ediyorsanız alırsınız. Katılmadığım noktayı söyleyece­
ğim. Utandım dediniz. Utanmaması gereken sizsiniz. Utanması gereken başka­
ları ve vazifesini yapmayan herkes. Utanmalıdır. Bununla bağlıyorum. O hariç
hepsini sayg ıyla karşılıyorum. Teşekkür ederim. Efendim şimdi sayın konuşma­
cılar ortaya konulatı görüşlerle ilgili, sorularla ilgili. Buyurun.

Yabancı Katılımcı
Bu etkileyici konuşmalar için teşekkürler. Çok hızlı bir şekilde bu deklerasyo­
nu yazdım. Yabancı katılımcıların imzasına sundum. Eğer ilgilenirseniz, size
okuyabilirim.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'na;


Biz Ankara'da aydınlanma toplantısına katılanlar. Sivas kurbanlarının yakın­
ları ile görüştük. Bu 37 kişiyi öldürenler; mahkemeyi, kurbanlarının yakınlarını ve
avukatlarının tehdit ediyor. Bu durum hoşgörü kaldırmaz. Biz Türk mahkemesin­
den o katliama karışmış her sanığı yakalayıp yargılamasını bekliyoruz. Bu, Türk
demokrasisinin ispatı olacaktır ya da uygarlığını bekliyoruz. Bu Türk demokrasi­
sini ispatı olacaktır ya da uygarlığın dışında kalınacaktır.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Şimdi efendim sayın konuşmacılar, konuşma sıralarına göre kendilerine yö­
neltilmiş olan sorulara yanıt verecekler. Burada ben organizasyor komitesinin bir
tebliğini duyurmak istiyorum. Öğleden önceki oturumlardan ikisi öğleden sonra­
ya ertelenmiştir. Öğleden sonraya ertelenen bu oturum, kapanış oturumuyla bir­
likte tamamlanacaktır. Dolayısıyla biz kısaca veya özlü bir şekilde bu sorulara
yanıt bölümünü tamamladıktan sonra ara vereceğiz. Buyurun.

Erdoğan Aydın
Yanlış anlaşılmaması dileğiyle, sadece sizleri gülümsetmesi dileğiyle bir şey
belirtmek istiyorum. Sabahki konuşmadan sonra otel bana sıcak gelmişti. Ceke­
timi çıkarm ıştım. Yarım saattir üşüyorum. Bir espiri niyetine antis olmadım. Ama

Köktendincili!'.ıe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


261

kendisinden donmadım. Kendisiyle aynı bir bir düşünmediğim Kemalist arkadaş­


ların eleştirileri beni üşüttü diye sözüme başlamak istiyorum. Özellikle konu dışı
olduğundan ilk soru soranarkadaşımın Osmanlı laik sorununa ilişkin açıklaması­
na kendi perspektifimi koymaya çalışacağım. Bence Osmanlı bir bütün olarak
değerlendirildiğinde esasen ağırlıkla gibi ön vurgular yapmak gerekecek ama te­
okratik ve şeriatçı bir devlet olduğunu düşünüyorum. Neden böyle düşünüyo­
rum. Çünkü meşruiyetini dinden alan kendisine, uygulamasa bile, halkın kontrol
ve motivasyonu açısından şeriata İ slami kullanan bir devlet. Kuşkusuz Ö mer dö­
neminin devletinden görece farklı, Muhammedin Medine'de uyguladığı devletten
farklı , yani emir ya da şu andaki İ ran İ mam devletinde de görece farklı. Halife si­
yasi iktidar ve dini iktidar aynı kişide sembolize edilmiyor. Ama siyasi iktidar, ik­
tidarını dinin, Allah'ın otoritesi ve onun aracılığı ile meşrutiyetini sağlayarak sür­
dürüyor. İ lk deneylerden bizantinist anlamda bir farkı var ama bizantenest deni­
len devlet modeli aslında Emevi, Abbasi devletleri içinde de, Selçuklu devleti için
de söz konusu edilebilir. Fakat genel olarak hepsinin dediğim gibi ağ ırlıkla, esa­
sen teokratik ve şeriatçı devlet kategorisi için de değerlendirmek çok daha doğ­
ru olacaktır. Sonuçta Şeyhülislam siyasi iktidarın halkı denetlemesi yönlendrril­
mesi, motivasyonu için gereken gerekçelendirmeyi yapıyor ve bu devlet meşru­
iyetini dinden alıyor. İ slam şeriatından alıyor.
Şimdi dolayısıyla Fatih'in ve Kanuni'nin kararnameleri bu deletin karakterini
özlü olarak değiştiren anlamlar taşımıyor. Osmanlı her dönemde böyle olmuştur.
Diyeceğim 1 839'1a birlikte İ mparatorluğun çökmesi, Batı'nın aslında salt insan
hakları ve Hıristiyan halkların Müslüman halka eşit hak ve özgürlüklerini elde et­
mesi aniamında değil, aynı zamanda Osmanlı'nın sömürgeleştirilmesi anlamı na
da gelen bir paketi dayattığı zaman Osmanl ı'nın karakterinde değişim başlamış­
tır. Ama esasen 23'e kadar, Osmanlı aynı Osmanlı kalmaya devam etmiştir. Do­
layısıyla eğer kuşkusuz her kategorizasyon, her teori hayatı n o canlı yeşilini gör­
memizi, şu ya da bu şekilde engeller. Eğer bir kategorizasyon yapacak olursak,
23'e kadar ki osmanlı dönemini özellikle Fatih'ten başlamak üzere 23'e kadarki
dönemini esasen teokrasi ve devleti, 23'ten sonra laik devlet olarak nitelendir�
mek lazım. Buna karşılık 23'ten önce de bazı laik eğeler, Osmanlı'nın içinde yar­
d ı r. Buna karşılık 23'ten sonra da bazı şer-i öğeler cumhuriyetin içinde vardı r.
Ama bu karakteri değşitirmiyor. Şimdi sayın arkadaşlar yinelemek gereği duyu­
yorum. Kuşkusuz şeriatçıların veya daha farklı düşünen insan topluluğu olduğu­
nu bir mekanda konuşuyor olsaydım benim konuşmamı n Kemalist bir yerden,
eleştirisinden daha çok anti Kemalist veya şeriatçı veya liberal bir yerden eleşti­
rileceğini düşünüyorum. Bu düşüncemi sürdürüyorum. Ö rneğin, Türkiye'deki la-

Mart 1 997 - Ankara


262

ikliğin halka rağmen yapıldığı saptamamı bir suçlama olarak anladığını düşünü­
yorum bazı arkadaşların. Oysa ben var olan nesnelliği saptamadan aynı zaman­
da Türkiye'deki laikliğin handikaplarını saptamak için o vurguyu yapmıştım. Do­
layısıyla en azından belki benim yalnış veya eksik anlatmış olmama bağlayarak
arayı aşmak istiyorum. Şimdi diyanet eksik anlatmış olmama bağlayarak konu­
yu açmak istiyorum . Şimdi diyaneti mutlaka kaldırılmalıdır diye düşünüyorum,
neden? Çünkü birincisi diyanet dediğim gibi Türkiye'nin en büyük tarikatı en bü­
yük şeriat propagandası ile korunan, korunabilecek bir laiklik hayalinin de son 1 5
yıllık pratik tarafından geçersizleştirildiği kanaatindeyim. Ben artık aradan 70 yıl
geçtikten sonra 75 yıl geçtikten sonra hala diyanet, hala ordu, hala anayasayla
korunmak zorunda kalınan bir laikliğin aslında korunmadığını, üstelik de söz ko­
nusu olan devletin başta da belirttiğim gibi laik bir devlet değil daha çok Türk İ s­
lam ve laiszime ilişkin bazı öğeleri de içinde taşıyan bir karma devlet olduğu ka­
naatindeyim . Türkiye devleti aslında Kemalizmin başlattığı gelenek çerçevesin­
de Türkiye toplumuna çoğunluk milliyetle din saptanmıştır. Türkiye ırksal açıdan
çoğunluğu Türk · değildir. Ama hepimiz Türk yapılmışızdır. Türkiye'de özellikle
cumhuriyetin tepkisini ideolojik bir tepki alarak görüyorum. Neden öyle görüyo­
rum çünkü herkesin Türk yapılması ırki anlamında Türk yapılması değildir. Her­
kes kendisini Türk saymak zorundadır. Türk olarak üretmek zorunda. Türkiye'de,
Türk olmayan insanların Türklerle eşit hak ve özgürlüklere sahip olmadığını ken­
dine Kürt diyen, Kürt olan insanların ensesinide pişiren boza da çok net olarak
görüyoruz. Türkiye'de kaldı ki hepimizi birileri işte tam da böyleyken ve tam da
Türkiye'de laikliğin çok kısa zamanda demokratikleşmesi için çok olağanüstü bir
avantajken, devlet yukarıdan bize siz hepiniz Türksünüz diye ilan etti. Ve toplum­
sal etnik çoğulculuğumuz ki demokrasi için nesnel temel, toplumun kendi içinde­
ki dinsel, etnik, kültürel çoğunluktur ki her çoğunluk kendisini özgürce ifade ede­
bilirse, o ülkede laiklikten demokrasiye geçilmek çok daha kolay olacaktır. Bu ge­
çişin toplumsal zeminini oluşturacaktı . Oysa devlet bizim ad ımıza, Osmanlıya
karşı iyi şeyler yapan cumhuriyeti ve laikliği ilan eden devlet ve devletin resmi
ideolojisi Kemalizm, aynı zamanda bu yeni şeylerin yan ı sıra daha sonra demok­
rasinin gelişme zeminini de elimizden alan toplumun o kendiğilinden Osmanl ı'da
bile kendini var edebilmiş olan çoğulculuğunu elinden alıp, hepiniz Türksünüz
demiş . . . Kemalizm aşılmak zorundadır. Çünkü ne o gün için ne bugün için sınıf­
sız imtiyazsız bir toplum yaratmak mümkün değildir. Bu iyi de değildir, gerekli de
değildir. Aksine çok kimlikli, çok etnikli, çok kültürlü bir topluma ihtiyacımız var.
Demokrasi için de laikliğin anayasa ve ordunun güvencesini alarak değil, bizzat
aşağıdan yukarıya güvenceye kavuşabilmesi için böyle bir şeye gereksinimimiz
var diye düşünüyorum. Laik devletin, diyanete bizim vergilerimiz aracılığıyla

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


263

imam atayan, besleyen bir devlet olmaktan çıkıp diyaneti feshetmesi, dinsel iş­
lerin inananlara bırakılması gerekir. Ama laik devlet burada ne yapacak. Tarikat­
ların veya kimi şeriat odakların ın camileı i ele geçirmesinin önünde yasal ve fiili
bir engel oluşturacaktır. Laik devletin görevi budur. Laik devletin, insanların Ha­
nefi mezhebi doğrultusunda okullarda eğitilmesi, düzenlenmesi neyin doğru, ne­
yin yanlış olduğunun bir mezhebin referanslarına dayanarak bildirilmesi gibi bir
sorunu yoktur. Tam tersine bu yoldan giderek Hanefiliğin bizzat devletin içinden
şeriatçı bir perspektifle devletin içinde kurumlaşmasının önemli hedeflerinden bi­
ri olarak görüyorum. Tabii bu konuyu başkanın da belirttiği gibi daha geniş bir
toplantıda ve öğelerine ayrıntılarına inerek irdelememiz gerekiyor. Bu nedenle
geçmek zorundayız. Bizim vergilerimizle Hanefi mezhebinin din diye topluma su­
nulmasının önüne geçecektir ki şu saptamayı yineliyorum. Diyanet, Türkiye'deki
en büyük şeriat propaganda merkezidir. Din ihraç merkezidir ve bunu özellikle
belki salt bir Kemalist perspektiften yaklaşan arkadaşlar değerlendiremiyorlar
ama Alevi, Türkiye'de Osmanlıdan farklı çok da farkı olmayan bir süreçte hala
yaşamay devam ediyor.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Galiba oradan Kemalist perspektif deyince anlaşmazlık çıkıyor. Sina Akşın bir
örnek verdi. Alman profesörler aptal değildir. Türkiye'ye geldiler dedi. Aleviler
dikkat ederseniz, kahvehanelerine Atatürk'ün resmini asıyorlar, onlar da aptallık­
larından dolayı, asamıyorlar galiba.

Erdoğan Aydın
Akademisyenlerin değerlendirmesine bence aptallı k, aptal olup olmama dü­
zeyinde değerlendirmek eksik olur, aynı örneği birisi kalkar der ki İ spanyadan ka­
çan Yahudiler, Osmanlıya gelmiştir, Demek ki Osmanlı da demokratikti . Bu de­
mokrasi sayın hocam beni bağışlasın, çok biçimsel ve çok dar.
Alparslan Işıklı
Oturum Başkanı
Osmanlı, Yahudileri yakmad ı . Osmanlı o dönemin İ spanya'sına göre Yahudi­
ler'e karşı daha farklı bir tutum içerisindeydi, denilebilir.

Mart 1 997 - Ankara


264

Erdoğan Aydın
Arkadaşlar, ben sonuçta varlık vergisi unutulmasın, beş altı eylül olayları
unutmasın. Türkiye'de Osmanlı dönemindeki nüfus dengesi yani Müslüman,
gayri Müslüman Türk ve Türk olmayanlar arasındaki nüfus dengesi imtiyazsız sı­
nıfsız bir toplum yaratmayı hedefleyen cumhuriyet rejimi tarafı ndan ortadan kal­
dırılmış hepimiz Türk ve hepimiz elhamdülillah Müslüman, Hanefi anlamda Müs­
lüman haline getirilmişizdir. Türkiye'de bu anlamıyla demokrasi kavramını daralt­
mamak, aksine tam da içinde bulunduğumuz problemler açısından gerçek anla­
mıyla, kullanmakta yarar var diye düşünüyorum. Diktatörlükten de söz etmek
mümkündür ama olumsuz olmaz. İyi şeyler yapan diktatörlerden de söz etmek
mümkündür ama sonuçta diktatörlük bilimsel bir kavram olarak bir siyaset bilimi­
nin kavram ı düzeyinde kullandım. Yoksa asla Kemalizmi küçümsemek, aşağ ıla­
mak rencide etmek gibi bir yerden hareket ettiğim asla düşünülmesin. Dediğim
gibi anti-Kemalist değilim, ama sadece Kemalist değilim. Tarihe benim bulundu­
ğum yerden işe sosyalist diyelim, başka bir şey diyelim, bulunduğum yerden
farklı bir bakış açısı ndan bugün Türkiye toplumunun önünden çok yaşamsal bir
problem olduğu kanatindeyim. Sadece bunu belirtmek istedim. Şimdi aynı zorlu­
ğu ben kendi açımdan söylüyorum. Zaten bu atmosferde sistematik bir şeyler
aktarabilmemi, ister benim yeteneksizliğime bağlayın, ister başka bir şeye,
mümkün değil. Her zaman kısıtlaması açısından hem dediğim gibi en azından
şu tavı r, sistematik anlatım ortamını cazip görmeyecek arkadaşların zamanı nı
d a ihlal etmemek açısından. Özetle ben, sorumsuz aydın kavram ını kullanmıştı
bir arkadaş. Mevcut laiklik, diyanet sistemi de dahil olmak üzere doğrunun ve
yanlışın cumhuriyetin kurulduğu günden beri bugüne kadar yukarıdan saptandı­
ğ ı , yukarıdan saptanarak topluma empoze edildiği bir sistemi beraberinde getir­
di. Bu sistem Türkiye'de demokrasinin önünde temel engeldir. Bu sistemin de­
ğiştirmesi için bizlerin laikliği savunabilecek, bir olgunluğa ve güce, reflekse sa­
hip olduğu muz hakkının bize verilmesi lazım. Yani ben Refahı n hükümet ortağı
olması tartışmaları yapıldığı dönemde de Cumhuriyet ve diğer yerlerde çıkan ya­
zımlarımda bunu özellikle belirttim. Refah ı , hükümet ortağ ı olmayı göze alama­
yan bir laiklik, kendine güvenmeyen, rüştünü ispatlamayan ve ömür billah de­
mokrasiye izin vermeyecek, veremeyecek olan bir laikliktir. Bu laikliğin artık aş ı­
l ıp, yerine devletten belirlenmeyen, toplumun insiyatiflerine, toplumun dengeleri­
ne bu anlamda dönem dönem geriye doğru gidişleri de göze alabilecek, yani bi­
ze güvenen bir laikliğe ihtiyaç var. Aksi takdirde MGK'yı anayasa da vardı r diye
ki o anayasa ayrıcana tartışma konusudur, 1 2 Eylül'ün anayasasıdır. Anayasal

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


265

gerekçesi vardır diye MGK kararlarını onaylamaya kalktığınız noktada şeriatçı­


lar da bir arkadaşımızın iddia ettiğinin tam tersine şeriatçılar, cumhuriyetin başın­
daki gerici ve irticai anlamda küçümseyebileceğimiz güçler değildir. Bizimle her
konuda çok rahatlıkla karşıt şeyler geliştirebilecek, bilgili ve etkili bir şeriatçı ha­
reket vardır. O şeriatçı hareket toplumun bizzat ezilen kesimleri nezdinde meş­
rulaşma, örgütlenme olanağı tanımış olursunuz. Ve zaten Refah ı büyüten dalga­
da devletin bu konumu. Yani toplumu sıkıştıran, gelir adaletsizliğini en uç boyu­
ta yükselten ve farklı görüşlerin başta Kürt meselesi, sosyalizm ve diğer her tür­
den özgürlüğün kendini ifade etmesini yasaklayan bu devlet geleneği işte şimdi
olumsuz anlamda diktatörlük tavrı olduğu kanatindeyim . Olumsuz anlamda dik­
tatörlük kavramıyla özdeşleştiriyorum , . Teşekkür ederim . Bir başka zamanda bu
konuları daha sağlıklı, daha rahat konuşabiliriz.

Alparslan Işıklı
Oturum Başkam
Teşekkür ecre rim. Buyurun efendim.

All Nesin
1 995'te Almanya'da iken insanları n , bütün ateistlerin, agnostiklerin, özgür dü­
şünce taraftarlarının, inananların ve dinsizlerin kilise ve devletin yani din ve dev­
letin öncelikli olarak da okul ve devletin birbirinden ayrışması için mücadele edil­
mesi gerektiğini söylemişti. Bu benim mücadelem ve umarım bu hepimizin mü­
cadelesi olur. Teşekkürler.

Çok kısa cevapladıracağ ı m ve izin verirseniz benim şahsıma yöneltilen soru­


yu özellikle yanıtlayacağım . Çünkü saldırıya uğramış bu kadının tan ı klığı ile olu­
şan bu trajediyi tartışmayı değersiz buluyorum ve sadece, bu trajedi içinde yer
alan Alman arkadaşım gibi sadece bu kadına değil, saldırıya uğrayan diğerleri­
ne karşı, benim de insani ve entelektüel sempatimin artt ı ğını söylemek istiyo­
rum . Aleviler, Türkiye için bir trajedidir. Ve isterim ki sonunda Türk demokrasisi
kazansın. Teşekkürler.

Mart 1 997 - Ankara


266

Alparsaln Işıklı
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Bugün konuşmacılara teşekkür ederim. Ve sizlere de bu
yönetimde bana gösterdiğiniz işbirliği ve kolaylıktan dolayı teşekkür ederim . Öğ­
leden sonra buluşmak üzere saygılar sevgiler sunarım.

KOktendinciliQe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


8. OTURUM
Oturum Başkan ı
Haşmet Atahan
8. OTURUM

Komiteden Birisi
Kapanış oturumundan önceki son oturumunu açıyorum . Bu oturum aslında
sabah yapılacaktı. Ama sabah oturumunun geç başlaması ve uzaması nedeniy­
le öğleden sonraya almayı uygun gördük. Haşmet Atahan oturumun başkanı . Ve
oturumumuzun konusu "aydınlanma ve şeriat" burada oturuma geçmeden önce
bilgi vermek istiyorum . Sayın İ lhan Selçuk bir bildiri i le katılacaktı ama kendileri
yoklar. Bildirilerini kendi istekleri üzerine Sayın İ lhan Erdost okuyacaklar. Sayın
Sina Akşin hocamı ve Haşmet Atahan arkadaşları mı kürsüye davet ediyorum. İ l­
han beyle birlikte. Sayın Nejat Bozkurt şu ana kadar henüz zannediyorum ula­
şamad ı . Bir bilgi de ulaşmad ı . Bu oturumumuz aynı zamanda kapanış oturumu
.
olarak konuşmalar bittikten sonra herkesin söz alacağı ve kapa nış metninin de­
ğerlendirileceği oturum olarak sürecek. Bu anlamda süre sınırı şu anda yok.
Ama bu konuşmacıları n konuşma süreleri ile ilgili farklılığı gerektirmiyor.

Haşmet Atahan
68'/iler Birliği Genel Başkanı
Oturum Başkanı
Değerli konuklar, değerli dostlar. Ben Sayın Sina Akşin'e söz vermeden önce
kısaca bir giriş yapmak istiyorum . İ ki gündür burada belli konuları daha önce be­
lirlemiş olduğumuz program çerçevesi içerisinde izlemeye çalıştık. Şüphesiz bir­
takım eksiklikleri oldu. Bunları bir ölçüde kapanış oturumunda gerek eksikliklerin
bundan sonra yapılacak olan ve bu toplantıya geleneksel hale getirecek şekilde
yapılacak konferanslara ışık tutması bakımından, eleştirilerinizi ve önerilerinizi
al ma, aynı zamanda bu konferanesın sonuçlanmasına yönelik değerlendirmele­
ri olgunlaştırma bakımından bu oturumun sonunda kapanış oturumunda belirli
tartışmalar yapacağız. Ben kısaca kendi görüşlerimi şöyle bir toparlamak istiyo­
rum. Ö nce gelişen sü reç içerisinde nerede olduğumuzu, bir değerlendirmek la-

Mart 1 997 - Ankara


270

zım diye düşünüyorum . Yer olarak, mekan olarak bugün neredeyiz. Milyonlarca
galaksinin olduğu, dünyamız gibi milyonlarca gezegenin olduğu bu evrende bir
noktadan bile küçük olan ve daha bir yer kaplayan dünyanın üzerinde bulunuyo­
ruz. Yani evrendeki yerimizi değerlendirirken dünyan ın bu şekilde konumunu
gözden uzat tutmak lazım, diye düşünüyorum. Peki dünyamızın tarihi itibarıyla
tarihin neresindeyiz. Bugün 1 997 yılındayız, iki bine birkaç sene kalmış durum­
da. Yaşam ımızın süresiyle insanlık yaşamı süresi itibarıyla baktığımız zaman
dünyanın milyarlarca yıllık geçmişi olduğunu görüyoruz. Ve dünyamızın üzerin­
de canlıların yaşamaya başlamasının milyonlarca yıllık bir süreyi kapsadığını bi­
liyoruz. İ nsanlığın da bu oluşum içerisinde yüz binlerce yılı bulan bir serüveni ya­
şadığını görüyoruz. Yani insanın hayvanlıktan çıkışı ve sosyal düşünen bir yara­
tık olarak diğer canlılardan ayrılmaya başlayıp, doğaya hükmetmeye başlaması,
yüz binlerce yıll ık bir süreyi almıştır. Yüz binlerce yıl, insanın vahşet çağ ından çı­
kıp, aşağı barbar orta barbar, yukarı barbar konaklarınının yaşayıp medeniyet
denilen sınıfl ı topluma geçtiği sürece dikkate alı rsak göçebe olan ve çobanlık
ekonomisi denilen orta barbarl ık sonrasını, yukarı barbarlık dönemi olan tarım
toplumu döneminin yaşandığını dikkate alırsak, buradan sı nıflı topluma geçişin
on binlerce yılı sürdüğünü dikkate alırsak, evet on binlerce yıl süren böyle bir sü­
reç yaşanmış. Bilim tarihi teknolojik gelişmelerin tarihe uygulanmasının ışığ ında
insanların ilk sınıflı toplumu Mezopotamya dediğimiz bir bölgede Ortadoğu'daki,
şimdiki Irak topraklarına denk düşen bir yerde MÖ beş bin bir alt bin yı lları ara­
sında ilk sı nıflı toplumu yaşadığını ortaya çıkarmış. Bugün yani yedi bin yıl önce
medeniyet, yani sınıflı topluma geçmişiz. Milyonlarca yıllık bir gelişim süreci içe­
risinde on binlerce yıllık insanların yaşam süresi içerisinde yedi bin yıl gibi bir sı­
nıflı toplum dönemini yaşamış insanlık. Beş bin yılı MÖ , iki bin yılı MS böyle bir
sü reç yaşanmış. Medeniyet tarihi yedi bin yıllık bir süreç içerisinde değerlendiri­
lirse insanlık tarihinde ne kadar az bir yer kaplad ığını görmek gerekiyor. Köleci
feodal denilen antik medeniyetler birbiri ardına üstüne kurulup yıkılmış toprak ta­
rı m ı düzeni üzerine kurulan medeniyetler binlerce yıl sürmüş, birbirlerini kovala­
mışlar ve birbirleriyle benzeyen gelişim süreci ile kapitalizme kadar gelmişler.
Son dört yüz yıl öncesine kadar. Son 400 yıla girdiğimiz zaman yedi bin yıllık in­
sanlık süresine göre çok kısa olan bu 400 yıllık süre içerinde kapitalizmin hızla
geliştiği ve toplumun hızla ilerlediği bir süreç yaşanmış. Özellikle 400 yıl içeri­
sinde, hele hele bu son 50 yıllık süre içerisinde son on yıllık bir süreçle korkunç
bir gelişme şaşı rtıcı bir hızla ilerleme ve gelişme söz konusu olmuş. Bunları ni­
ye anlattım sayın izleyiciler, değerli arkadaşlarım. Bizler toplumda sınıfların ol­
madığı ilkel sosyalizmin yaşandığı yüz binlerce yıllık insanlık hini yok sayma ey-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


271

lemine giriyoruz. Bunun için söylemeyi gerekli gördüm. Ve bugünkü düşüncele­


rimizle, bazı ön yargıları mızla değerlendirmeler yapıp, genellemeler yapıp bun­
ları değişmez bir şekilde ele alıp geçmişi de bu şekilde yorumlamaya çal ışıyo­
ruz. Ve geleceğe de bu mantıkla bir anlamda belki de ipotek koyuyoruz. Oysa
değişmeyen, gelişmeyen hiçbir şey yok. Tek değişmeyen şey her şeyin değişti­
ği, geliştiği, kendi kendinin zıttına atladığı gerçeğidir. Din olayı da tarihi süreci
içerisinde değişen, gelişen bir olgudur. Köktendincilik olayı da her olay gibi diya­
lektik bir yaklaşımla ele alınması gerekiyor. Hiçbir şey gelişimi içerisinde, ilerle­
me içerisinde ve değişimi içerisinde sona eriş süresi içerisinde hiçbir şey, sade­
ce iyi ve doğru olamaz. Ya da kötü ve yanlış olamaz. Böyle bir yaklaşı m bizi me­
tafiziğin batağına götürür. Ve ne yazık ki de götürüyor. Bunu üzülerek de olsa bu
konferansta da gördüğümüzü sanıyorum. Konuyu uzatmak istemiyorum. Fakat
din olayı sın ıfl ı toplumdan öncesi de vardı r, şimdi de var ve insanlık tarihinde bir
süre daha devam edeceği görünüyor. İ slam dini tartışmalarında, kimi arkadaşla­
rımız konuşmalarda İ slam dininin zorla kılıçla kabul ettirebildiğini öne sürdüler.
Bu kabul edilebilir mi? Daha doğrusu bu açıklama yeterli midir? Peki kılıç zoruy­
la İ slamiyet üç kıtaya nasıl yayıldı? Madem ki kılıç zoruyla üç kıtaya yayıldı. Öy­
leyse neden sonra devam edemedi. İ slam devleti olan Osmanlı devleti neden yı­
kıldı. Eğer üç kıtaya gelişmesi kılıç zo ruyla oldu derseniz, böyle bu şekilde ola­
ya bakarsanız neden yıkıldığını bulamazsınız. Din olayını böyle alırsanız bugün­
kü köktendinciliğin gelişimini de anlayamaz ve açıklayamazsınız. İ şin ekonomik
yanını, sınıfsal yanını göz ardı ederek sonuca ulaşamayız. Olayın temelinde top­
rak ekonomisi yatar. İ slam dininin toprak beytül-malin müsliminyani, bütün Müs­
lümanların ortak malıdır. Özel mülkiyet yoktur İ slam dininde. Ve Osmanlı'da bu
çerçeve içerisinde bir süreç yaşamıştır. İslam dini üç kıtaya bu nedenle yayıla­
bilmiştir. İ slam dini rönesansını yapan Osmanlı Avrupa'daki derebeyleri, tekfur­
ları n zulmü altında inleyen köylüleri özgürleştirdi. Onlara işlediği toprağı, feodal­
lerin aldığı vergilerden çok çok azını alarak bir vergi karşılığında düzen kurdu.
Onun emniyetini, asayişini sağladı ve ona yaşanabilir bir dünya sundu. Bu ne­
denle köylü kendi feodal derebeyine karşı yeri geldi Osmanlıyı tuttu. Osmanlı im­
paratorluğunun kurucusu Osman Gazi ölünce geriye bir atı, bir kılıcı, giysilerin­
den başka hiçbir şey bırakmamıştı. Şimdi kuruluş dönemindeki bu alp ve gazi yi­
ğitler sadece Osman Gazi'nin şahsında bitmiyordu. Şahsında bir sembol olarak
bunu söylemek durumundayız. Ve o zamanki devletin kurucuları birer gazi olan
insanlar alpler, yiğitler allah yolunda adalet için savaşan insanlar çerçevesinde­
lerdi. Doğruluktan, adaletten ayrılamıyorlard ı . Ve bu nedenle yaratmış oldukları
toprak düzeni çerçevesi içerisinde genişleme söz konusu oldu. Ama sınıfl ı top-

Mart 1 997 - Ankara


272

lum ister istemez topraktaki bu ekonomik boyutu görmek gerekiyor. Sınıflı top­
lum ister istemez bu hak yolunda, doğruluk ve adaletten ayrılmayan yöneticile­
rin zaman içerisinde aşındırdı, derebeyleştirdi ve artık köylünün, daha önce yı­
kılmış bulunan teodallerinln karşısında yeniden ezilmesi, baskı ve sömürü düze­
ni başladı. Osmanlı devletinin yıkılması da kuruluş nedenlerindeki gibi, aynı ne­
denlerle oldu. Şimdi böylesine gerçekleri biz gözardı edebilirsek bir sonuca va­
rabilir miyiz. Hiçbir şeyi belli bir konumdaki, belli bir konaktaki durumunu değer­
lendirerek genelleştiremeyiz. Ve bundan kesin sonuçlara varamayız. Gözardı et­
memiz gereken şey nedir? Klasik kapitalizm sürecini yaşayan bilim ve teknik ça­
ğına bu süreç içerisinde yakalayan kapitalizm öncesından kurtulan ülkelerin ay­
dınlarısınız gelen yabancı konuklarımız için söylüyorum. Sizler bizim gibi ülkeler
de dahil, bizden çok daha fazla ekonomik sıkı ntıları ve sorunları olan ülkelerden
kAr ve artı değer çıkartan, bu nedenle de kendi ülkelerinde halklarına yanaşabi­
lir, kabul edilebilir bir yaşam standartını verebilen ülkelerin aydı nlarısınız. Bizler
ise milyonlarca işsizin kol gezdiği her gün her saat hatta abartısız her saniye pa­
halılığın arttı ğı, ekonomik sosyal sıkıntıların olağanüstü yaşandığı bir ülkenin ay­
dınlarıyız. Bu durumu bilerek, ülkelerimizin, ülkelerin hakim sınıfları arası nda ke­
netlenmelerinin halkların çıkarına aykırı olarak, daha doğrusu, bizim gibi ülkele­
rin halklarının daha da açlığa ve yoksulluğa mahkum edilmeyecek bir sürecin ne
olduğu üzerinde tartışılabilir ve anlaşabilir miyiz? Tartıştığımız köktendincilik
akı mlarının da gerisinde siz Batılı aydın dostlarımızın ülkelerinin h!kim sınıfları
ve devlet egemenliği bulunmaktadır. Bu gerçekleri tartışmadan köktendinciliğe
karşı aydınlanmamız mümkün olmayacaktır. Ne yazık ki bunları burada taretış­
madık. Bunların eksik kaldığını düşünüyorum. Ve eksik kalmış olan bu konula­
rın, bundan sonra yapılacak olan toplantılarda, aydınlanma konferanslarında;
daha iyi bir şekilde ele alınarak, başka sonuçlara da ulaşabileceğimiz dileğini ta­
şıyorum. Bu çerçevede içerisin sözü sayın Sina Akşin'e bırakıyorum. Biliyorsu­
nuz Sayın Akşin, Ankara Ü niversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörü'dür. Ve
Türk siyasal tarihi konusunda uzman, araştırmacı değerli bir bilim adamı mızd ı r.
Buyurun Sayın Akşin.

Prof. Sina Akşln


Teşekkür ederim, sayın başkan. Konum ; Türkiye'de bir aydınlanmanın gere­
ği. Aydınlanma deyince, Türkiye'de aklı m ıza Atatürk geliyor. Çünkü Atatürk dev­
rimini bugün tarif edebiliyoruz sanıyorum. Üç yönden ele alınabilir, bu devrim. Bir
yönüyle bu bir aydınlanma hareketidir. Ve bunun çok güzel tarifleri yapılmıştır. İ ş­
te ilk defa Emanuel Kant yaptı aydınlanmanın tarifini. Ama Türkiye'deki aydı nlan-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


273

manın belki en güzel tarifini Prof. Dr. Suat Sinanoğlu yaptı. 1 980 yılında çıkan
Türk H ümanizmi kitabında Atatürk hareketini bu açıdan incelemiştir. Ve orada iş­
te aydı nlanmayı "Zihnin sınırsız özgürlüğü" diye tarif ediyor Sinanoğlu. Aynı şe­
kilde daha önce Prof. Bedia Akarsu, Prof Dr. Macit Gökberk de Atatürk devrimi­
ni bir aydınlanma haraketi olarak sunmuşlardır. Bu, Atatürk devriminin felsefi bo­
yutu, sonra Atatürk devriminin ideolojik boyutu var. Bu ideolojik boyut biliyorsu­
nuz altı ilke olarak oluşturulmuştur, Atatürk döneminde. Bu altı ilkeye uzun boy­
lu girecek değilim. Ama şunu belirteyim; Cumhuriyetçilik ilkesi, Atatürk'ün ideolo­
jik programındaki demokrasiyi kapsayan bir ilkedir. Ve Atatürk 1 929 yılında Afet
İ nan'la yazdığı "Medeni Bilgiler" adlı ders kitabı bu okullarda yurttaşlık bilgisi ola­
rak okutulacaktı, okutuldu. O kitapta, 1 929 yılında Atatürk rejimleri tarif ediyor,
kendi el yazısıyla. Sonra da Afet İ nan bunları yayımladı, fotokopilerini yayı mladı.
Atatürk kendi el yazısıyla rejimleri tarif ederken, şunlar var diyor. Bir de demok­
ratik rejim var diyor. Demokrasinin türlerini de işte meşrutiyet olabilir diyor. Cum­
huriyet olabilir diyor. Cumhuriyet diyor. Demokrasinin en iyi biçimidir. Meşrutiyet
de demokrasidir amma yetkin, mükemmel olan cumhuriyettir diyor. Ve demokra­
siyi yükselen bir deniz olarak tarif ediyor. Tabii Atatürk bu sözleri, bu cümleleri
1 929 yılında yazıyordu. Gerçekten 1 920'1i yıllar bir demokrasinin gelişme yılı ol­
du. Maalesef yani dünya iktisat bunalımının sonrasında, 30'1u yıllar tam tersine
demokrasinin gerileme dönemi olmuştur. Ama şunu belirtmek istiyorum. Atatürk,
cumhuriyetçilik derken bunu demokrasinin en iyi biçimi olarak anlıyordu. Ve de­
min Erdoğan Aydı n beyin tebliği dolayısı ile Atatürk rejiminin demokrasi olduğu­
nu söyledim. Buna ciddi olarak inanıyorum. Çünkü demokrasi denen rejim, gö­
receli yani çağına göre ortamına göre değerlendirilecek bir şeydir ve mesela es­
ki çağda Atina rejimine Atina demokrasisi diyoruz. Halbuki Atina demokrasisinde
nüfusun yarısından çoğu köleydi. Kadınları n hiçbir hükmü yoktu. Ve bir avuç Ati­
nal ı yönetiyordu. Yani bugün böyle bir demokrasi olamaz. Siz kalkıp da 1 997 yı­
lında hadi bakalı m bir Atina demokrasisi kuracağı m deseniz sizinle alay ederler.
Aklınızdan zorunuz mu var derler? Niye Atina demokrasisi; çünkü o çağda, Ati­
na başka ülkelere göre mesela Pers İ mparatorluğuna göre başka kent devletle­
rine göre bir demokrasiydi. Dolayısıyla Atina demokrasisi diyebiliriz. Şimdi dola­
yısıyla Atatürk rejiminin demokrasi olup olmadığını günümüz dünyasında günün
Avrupasıyla karşılaştı rarak irdeleyebiliriz. O devir, totaliterliğin yükseliş devri, iş­
te Almanya'da Hitler, İtalya'da Mussolini, İ spanya'da Franko, Portekiz'de Sala­
zar, Macaristan'da, Amiral Horti, Yunanistan'da Mateksas, Bulgaristan'da Boris,
Romanya'da Karol, Polonya'da Pizuski, vs, bütün bunlar totaliter veya aşı rı oto­
riter rejimler ve Avrupa'da çoğulcu demokratik diyebileceğimiz rejimler çok azdı.

Mart 1 997 - Ankara


274

Şimdi bu durumda Atatürk rejimi tek parti rejimi olmasına rağmen aydı nlanmacı
olduğu için, kadın erkek eşitliğini sağladığı için (bu tabii ki çok önemli), çok zor.
Atatürk dönemi, Avrupa'nın demokrasi ortalamasının üstündeydi. Dolayısıyla
Atatürk rejimine bir demokrasi rejimi o gün için diyebiliriz. Ama zaten bu demok­
ratik olup olmama değerlendirmesi çağ ına ve koşulları na göre olacaktır. Evet
Atatürk'ün diğer ilkeleri işte laiklik çok önemli bir ilke, burada yeterince üzerinde
duruldu. Halkçılık, bu da özellikle dar gelirli kesimi kollayan bir ilkeydi. Neyse bu
altı ilke üzerinde fazla durmak istemiyorum . Fakat Atatürk devriminin demek ki
ideolojik programı bu altı ilkeydi. Atatürk devrimini felsefi bakımdan ele ald ık. Ay­
d ınlanma dedik, ideolojik bakımdan ele aldık. Altı ilke dedik. Şimdi de bir kalkın­
ma modeli olarak Atatürk devrimine bakarsak, bu kalkınma modelinin özelliği şu
her alanda kalkı nma, topyekün kalkınma, bütünsel kalkı nma. Yani burada de­
mek ki teknolojiyi almak yeterli değil. Çünkü teknolojinin arkası nda bilim var. Bi­
lim büyük bir alem. i şte sadece içinde fen bilimleri yok, sosyal bilimleri, insan bi­
limleri var. Fakat bu bilime gerçekten sahip olmak için felsefeye ihtiyaç var. Fel­
sefe çünkü, bilimin sustuğu yerlerde dile gelen bir disiplin, ondan sonra felsefe­
nin gelişmesi içinde kültür ve sanat, özgür ve gelişmiş bir sanat ortamı gereki­
yor. Ve işte Atatürk'ün kalkınma anlayışı buydu. Yani her alanda kalkınılacaktı.
İ şte müzikte kalkınılacakt ı ; bilimde, insan haklarından, hukukta, bayındırlıkta, sa­
natta, sanayide kalkınılacaktı ; Her alan bir kalkınma alanıydı. i şte bütünsel kal­
kınma anlayışı var. Maddi kalkınma anlayışının, günümüzde en mükemmel ör­
neği Arap şeyhlikleri. Petro-dolara sahip Arap şeyhlikleri. Suudi Arabistan'da her
türlü teknoloji var. Mükemmel şehirler var. Yollar birinci sı nıf, en iyi bilgisayarları
kullanıyorlar, en son model uçaklar, otomobiller, araçlar, deniz suyundan içme
suyu yapıyorlar. Çölde patlıcan yetiştiriyorlar. Ama ortaçağda yaşıyorlar. Yani 9.
yüzyılın sosyal hayatını yaşıyorlar. Dolayısıyla demek ki bilgisayar kullanıyorsa­
nız, son model bilgisayarları kullanmak ortaçağ ı yaşamanıza engel değildir ve iş­
te Suudi Arabistan gibi rejimler bunu göstermişlerdir. İ şte Atatürk'ün başarısı top­
yekün, bütünsel kalkınma modelidir. Ve uygulamış olmasıdır. Atatürk'ün kültür
konusunda daha da ileri götüren olay sanıyorum, Kubilay'ın öldürülmesidir. Me­
nemen olayıdır. Aralık 1 930'da biliyorsunuz Menemen'de şeriatçı bir ayaklanma
oldu. Derviş Mehmet diye bir adam, yeşil bayrak açtı. Halkı etrafına toplamaya
çal ıştı. Bu hareketi bastırmak için teğmen Kubilay yanında bir manga askerle, on
bir askerle olay yerine geldi. Dağılmalarını söyledi, fakat onlar dağılmadılar. Ve
Derviş Mehmet veya adamlarından biri Kubilay'ı yaraladı . Fakat işin ondan son­
rası daha önemli. Derviş Mehmet, bir testere alıp Kubilay'ın kafasını kesti. Ve bir
sırığa dikip halka gösterdi. İ şte bu tipik bir ortaçağ manzarasıdır. İ bret alem ol-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


275

sun diye kesilen kafalar teşhir edilebilir. Topkapı sarayının önünde her zaman en
son idam edilmiş adamların kafaları teşhir edilirdi. İ şte vezir kafası ise gümüş bir
tepsi içinde önünde fermanı, orta halli bir Osmanlı ise tahta tepsi, sıradan bir uy­
ruk ise kafalar yerde teşhir edilirdi. Aynı çağda Londra'ya gitseydiniz Waterlook
kapısı üstünde de sırıklar vardı ve bu sırıkların üstüne yine en son idam edilmiş
kişilerin kafaları teşhir edilirdi. Pedagojik bir olay bu. Ve Derviş Mehmet 1 930 yı­
l ı nda ortaçağ ın dehşetini uyguladı. Tabii bunlar benim yorumum. Ama sanıyorum
Atatürk bu olayda çok derin bir üzüntüye kapıld ı . Yani 1 930 yılına gelinmiş, cum­
huriyet ilan edilmiş fakat hala kafalar kesiliyor ve teşhir ediliyor. Atatürk'ün bun­
dan sonra üç ay ülkede dolaştığını görüyoruz. Bütün Türkiye'yi dolaştığını görü­
yoruz ve o dolaşmadan sonra Atatürk halkevleri örgütünü kuruyor, halk odaları.
Neydi bu halkevleri. Bu halkevleri arkadaşlar biliyorsunuz, dört başı mamur kül­
tür merkezleriydi. Ve kısa zamanda pek çok halkavi kuruldu. Bu halkevlerinin do­
kuz çalışma alan ı vard ı . Bir; dil edebiyat ve tarih, iki; güzel sanatlar yani müzik,
plastik sanatlar; üç; temsil, yani tiyatro, dört; spor, beş; içtimai yardım, yani sos­
yal yardım, altı; halk dershaneleri, halk için kurslar vs. yedi; kütüphane ve yayın
birçok halkevleri dergiler çıkartmışlardır ve bunların kütüphanesi vardı , en önem­
li şey, bunların kütüphaneleri vardı. Sekiz; köycülük, işte yöredeki köyleri incele­
mek onlara yard ımcı olmaya çalışmak. Dokuz; alanda çalışma yapıyordu hal­
kevleri. Ve 1 951 'de halkevleri sayısı 478 tane olmuştu.
478 tane halkavi, 4330 tane de halk odası en küçük yerlerde mahallelerde,
köylerde halk odaları kuruluyorlardı. Atatürk, 1 936'da "TC'nin temeli kültürdür"
diyordu . Ve insan olabilmek için kültürün temel bir unsur olduğunu söylüyordu.
Nitekim Atatürk döneminin uygulamaları da hep bu yönde olmuştur. Daha sonra
Atatürk döneminin sonuna doğru köylere ilk Köy Enstitüsü uygulaması başlıyor.
Zaten 1 936'dan başlayarak Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'dir. Hasan Ali
Yücel, tipik bir aydınlanma adam ıdır. Tü rkiye'nin en mutlu şeylerinden biri de Ha­
san Ali Yücel'in bu ülkede 1 936'dan 1 946'ya kadar on yıl Milli Eğitim Bakanlığı
yapmış olmasıdır. Onun zamanı ndan Köy Enstitüleri başlad ı ve bu Köy Enstitü­
leri çok az para ile çok sayıda öğretmen yetiştirdi. Bizzat köylüleri, köy öğretme­
ni olarak yetiştirdi. Fakat bunlar yalnız öğretmen değildi. Bunlar çağdaşlığın tem­
silcisiydiler. Bunlar toplum kalkınması önderi idiler. Ve sonunda 20 enstitü olmuş­
tu. Yaklaşık yirmi bin kadar da öğretmen yetiştirildi. Ne yazık ki Türkiye bu say­
fayı çevirdi. Türkiye bir karşı devrim yaşad ı . Bu karşı devrim özellikle kültür ala­
nı ndaki bir karşı devrimdir. Bakı n karşı devrimin duraklarına, bir göz atalım.
1 95 1 'lerden halkevleri ve halk odalarının kapatılmas ı . Bunlar devlete mal edildi.
Aslı nda bunlar devletleştirilip, aynı fonksiyonu, aynı işlevi sürdürebilirlerdi. Hayır

Mart 1 997 - Ankara


276

öyle olmadı. Bu canım binalar, bu canım kuruluşlar alındı, belediye binası, tapu
müdürlüğü aklınıza ne gelirse. Kültür merkezi olma işlevlerine son verildi, bunla­
rın. Kitaplar dağıtıldı, ziyan edildi. Ondan sonra Köy Enstitülerinin kapatılması
1 954 yılında. Görüyorsunuz ki bu iki olay, Türkiye'de gerçekten bir çeşit barbar­
lıktır. Bir kültür vandalizmidir. Ve Türkiye'yi geri götürmüştür. Türkiye'yi maddi
kalkınma modeline sokmuştur. Bundan sonra Türkiye'deki siyasetçilerin hedefi
yol, baraj, fabrika olmuştur. Kültür ikinci plana, kültür meseleleri de bir yana itil­
miştir. Maddi kalkınma modelini uygulayan siyaset adamları , devlet adamlarının
birçoğu mühendistir. Mühendis olmasa bile, kendini mühendis sanmıştır. Mese­
la i stanbul'da bir yerden bir yere bakmıştır. Beyazıt'tan Aksaray'a doğru bakmış
Aksaray'ı göreceğim diye oradan bir dağ eritmişlerdir. Şuradan böyle bir cadde
açılsın denmiştir. Bunu yapan adam, mühendis, mimar filan değildi, ama kendi­
ni öyle algı lıyordu. Daha sonra asıl mühendis adamlarımız geldi. Ve bu mühen­
dis devlet adamları geniş kalkınmayı, gelişmeyi, geniş bir mühendislik perspek­
tifi içinde de görmediler. Uzmanlık alanlarına göre gördüler. Şöyle ki inşaat mü­
hendisi olan devlet adamı , köprü ve baraj kralı oldu. Ondan sonra elektrik mü­
hendisi olan devlet adam ımız ülkeyi mükemmel bir telefon şebekesine kavuştur­
du. Ü çüncü bir devlet adamımız da makine mühendisi onun zamanında en ağı r
sanayi iddiaları ortaya atı ldı. Biz kuracağız diye çıktı. Ondan sonra da iktidara
geldi. Bu arada Türk devleti borca batık hale getirildiği için maalesef sanayi ku­
racak, zaten sanayi kurmanın modası geçtiği için dünyada özelleştirme rüzgar­
ları esiyordu ve artık devletin sanayi kurması çok ayıptı. 1 950'den sonra bir ka­
ranlık çağ açılıyor. Fakat bunun işareti daha önceden de başlıyor.
Mesela 1 946'da o mükemmel Milli Eğitim Bakanının, Hasan Ali Yücel'in işine
son verilmesi. Sonuç, Türkiye bugün maddi kalkınma modelini tabii ki bizdeki ko­
şulları içinde en az eğitilen i nsan topluluğudur. Birleşmiş Milletlerin yaptığ ı insan
gelişmesi endekslerine göre ortalama Türk'ün okulda geçirdiği süre 3.6 yıl. Kom­
şumuz İran 3.9, bizi geçiyor. Suriye 4.2, Ermenistan, Irak, Azerbaycan 5 yıl oku­
yor. Yunanistan ve Bulgaristan 7 yıl. Rusya'da ortalama 9 yıl. Yani Türklerin oku­
duğunun neredeyse üç katı. Ve bu maddi kalkınma modelinin sonucu ve biz ha­
la 8 yıl olsun mu olmasın mı diye tartışmaları sürdürüyoruz. Hala bunu tartışıyo­
ruz ve bunu maalesef Silahlı Kuwetler dayatıyor. Türkiye'deki kitap durumu bir
feciattır. Ankara, i stanbul'da başlıca yayınevlerine gidin Ankara, İstanbul, İzmir
dışında Türkiye bir kitap çölüdür. Adana gibi bir şehirde, Konya Erzurum gibi bir
şehirde doğru dürüst bir kitapçı yoktur. Türkiye'de basılan kitaplar cumhuriyetin
1 920'1i yı lların başında bin kadard ı . Şimdi altı binlere ulaştı . Ama bunu nüfusa
vurursanız çok kötü bir manzara ortaya çıkıyor. Çünkü 1 920'1i yıllarda bin kadar

Köktendincili!)e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


277

kitap basılması demek, on bin kişiye 7 kitap demek. Halbuki bugün altı bin kitap
basarken okur-yazar nüfusa göre hesaba vurarsanız on bin kişiye iki kitap çıkı­
yor. Yani gerilemiş durumdayız aslında. Tabii okur yazarlık Türkiye'de bir hayli
gelişti. Okur yazarlık tek başına hiçbir şey ifade etmiyor.
Şizofrenik bir toplum. Kişilik bölünmesine uğramıştır. Bir kısım insanlar orta­
çağda yaşıyorlar, bir kısmı da günümüzde. Şizofrenik toplumu yaratmakta en
önemli etkenlerden biri de imam hatip okulları oldu. Ama etkenlerden sadece bir
tanesi bu. Ve bu imam hatip okullarına daha iyi olanaklar veriyor. 1 991 -92 ders
yılı içinde bir öğretmene 9 öğrenci düşüyor; imam hatipte, normal bir lisede bir
öğretmene 1 4 öğrenci düşüyor. Sivas olayı, bu şizofrenik toplumun bir sorunu­
dur. Türkiye'de başka bir feciat var. Yığınla okul var, fakat bu okulların büyük ço­
ğunluğunda kütüphane yok. Veya varsa bile göstermelik. Aslında her kütüpha­
nenin memuru olması lazım, ödünç kitap vermesi lazım. İçinde her türlü kitap bu­
lunması lazı m. Teşekkür ederim.

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Teşekkür ederiz. Değerli konuklar Sayın İlhan Selçuk, panelist olarak katılma­
dığı için özürlerini gönderdi, aynı zamanda tebliğini de yazılr olarak gönderdi.
Sayın İlhan Selçuk'un tebliğini Sayın Muzaffer İlhan Erdost sizlere sunacak. Bu­
yurun Sayın Erdost.

İ lhan Selçuk
Gazeteci- Yazar
(Muzaffer İlhan Erdost okuyor)

Anadolu, ayd ınlanma ve devrim


1) Aydınlanmanın Ü rünü: Yeni insan
2000'e erişmek için önümüzde birkaç yıl kaldı . Yaşadığımız yüzyılın sonu,
2'nci Binyıl'ın başlangıcıdır. Bu gizemli rakamlar, geçmiş ve geleceğe dönük çe­
şitli düşüncelerin çekimini yı rtıyor.
Geleceği görebilmek için geçmişi anlamak gerekir; başvuracağ ımız öğretmen
tarihtir.

Mart 1 997 - Ankara


278

Bu öğretmen bize iki devrimden söz açıyor.


Birincisi, tarım devrimidir. Göçer insanı n yerleşik düzene geçmesi, uygarlığın
kapısını açtı.
İnsanlığın yaşadığı ikinci devrim sanayileşme diye vurgulanıyor.
Tarım düzeninde insanı n yaşamını din kuralları saptıyordu. İnsan inançlarıy­
la oturup kalkıyor, toplum düzeni dine bağlanıyordu. Orta Çağ'dan Yeni Çağ'a
geçiş yolu 'inanç' ile 'akıl' arasındaki köprüyü aşmak demektir.
İ nsan aklının inançlardan oluşan kuralları sorgulamaya başlamasının tarihi
nedir? . .
Bu sorunun yanıtı tartışmalıdır. Kesin bir tarih vermek yerine, b ir oluşumdan
söz açmak daha doğru olur. Sanayi devriminin anayurdu Avrupa'da medrese öğ­
retiminden kurtuluşun başlangıcı 1 S'inci Yüzyıla değin uzanıyor. "Yeni insan'ın
doğuşu, Rönesans-Reform-Aydı nlanma' diye belirleyeceğimiz omurganın son
ekleminde ürün vermiştir. Yeni i nsan ın tohumlanması kolay olmamıştır. 1 B'inci
Yüzyılın 'aydınlanma Çağı' diye adlandırılması da boşuna değildir. Aydınlanma
Çağ ı'nın bir dizi yeni kavramı ürettiği bir gerçektir;
Alt alta yazarsak, üstünde düşünülmesi gereken ve birbirini bütünleyen · söz-
cükler şunlardır.
Sanayileşme ..
Uluslaşma ..
Laiklik . .
Demokrasi ..
İnsan hakları..
Batı'da çağın insanı "her şeyi akl ın mahkemesinde yargılayan" bir yeni kimlik
kazandı .

2 ) İ nsanlık aydınlandı mı?


Batı'da 'Aydınlanma Çağı' artık tarih mi olmuştur? İ mmanuel Kant' ın 1 784'te
sorduğu soruya bugün de gereksinme yok mu? .. Kant "şimdi aydınlanmış, ay­
dınlık bir dönemde yaşıyoruz" yanıtını vermişti.
Bugün de yanıt geçerlidir. Aydınlık dönemde değil, 'aydınlanma' dönemi için-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


279

deyiz. Bu yanıt Avrupa ya da Amerika için de geçerlidir. Çünkü çağımızda 'yeni


insan' yalnız kendi ülkesinden değil, bütün dünyadan sorumludur.
Batı'nın az gelişmişlerin coğrafyasına dönük yüzüne "aydınlık" diyebilir mi­
yiz?
Ancak şunu söyleyebiliriz : "sanayileşme, ulusallaşma, laiklik, demokrasi, in­
san hakları" gibi kavramları özümsemiş "yeni insan", eskisine oranla ayd ı nlan­
mıştı r.
Bu kavramların temelinde 'ayd ınlanma felsefesi' yatıyor. Ayd ı nlanma felsefe­
si, yeni insan ın düşünme yöntemini oluşturur.
Batı'da 'yeni insan', uzun bir süreçle oluştu. Bu oluşmanı n altyapısı nda sana­
yileşme var, fabrika gürültüleri var, kilise öğretisiyle savaşım var, deneysel bili­
min üretilmesi var.
Tarım toplumunun eski insanıyla sanayi toplumunun yeni insanı arası ndaki
fark, yapısal bir değişimin ürünüdür.

3) İ ki ayrı zamanı bir zamanda yaşamak...


Türkiye, cumhuriyeti 1 923'te benimseyerek padişahl ığı kald ı rd ı ; 1 925'te saat
ve takvim uluslararası kurallara göre düzenlendi ; eski takvime göre 1 341 yılında
yaşayan Türkiye, 1 925'e atlad ı.
Arada 584 yıl var.
Gutenberg matbaas ında ilk kitap yuvarlak sayıyla 1 450'de, yani 1 S'inci Yüz­
yılda yöneldi. Türkiye, medrese öğretimini, 20'inci Yüzyılda cumhuriyeti ilan ede­
ne değin yapısında taşımıştır.
Avrupa ile Türkiye iç içe olmakla birlikte iki ayrı zamanı bir zamanda yaşam ı ş
iki coğrafyadır.
Gerçekte bu insanlığın yazgısıdır. Ayrı zamanları bir zamanda yaşamak, Ba­
tı'daki sanayi devriminden sonra daha çarpıcı bir çelişkiye dönüştü. Göçerler za­
manında dünyanın her yanındaki yaşam birdi. Tarım devriminden sonra oluşan
yerleşim birimleri, uygarlığın beşiklerini oluşturdular.
Sanayi devrimiyle yeni bir çelişki belirdi. Endüstri düzeninden uzak yaşayan­
lar, geri kalmış sayıldılar. Geri kalmış olanlar aşağı görüldüler. Sömürgecilik ve
emperyalizmi meşru saymak isteyen uygarlar bu farkı bir gerekçe olarak kullan­
dılar.

Mart 1 997 - Ankara


280

İki ayrı zamanı bir zamanda yaşayan toplumlar arasında, gelişmiş olan ın ge­
ri kalmış olana bakışı, hiçbir zaman uygarca ve insanca olamadı.
Buna karşılık geri kalmış toplumun insanı, olaylara nasıl baktı?
Anadolu aydınlanmasının anahtarı bu soruda kilitleniyor. Çünkü sanayileş­
memiş bir tarım toplumu olan Osmanlı İmparatorluğu'nun 1 789 Fransız Devri­
mi'nde sonra yaşadığı değişimin özel koşulları var.

4) Anadolu'da yeni insan


Osmanlı aydı nları 1 9'uncu Yüzyılda, Avrupa ile tanıştılar. Aydınlanmanı n Rö­
nesans ile Reform'dan daha değişik bir niteliği vardı. Rönesans ile Reform, Hı­
ristiyanlık dünyasının iç hesaplaşması gibi görünüyordu; Rönesans ressamları
kiliselerin tavanları nı süslüyor, Reform ise Papa'ya başkaldırıyı simgeliyor, her
iki büyük olgunun üstünde kilisenin kubbesi yükseliyordu.
Oysa 'Ayd ınlanma Devrimi' kiliseye karşıyd ı, H ı ristiyanlığa ters düşüyordu.
Bu içerik aydınlanmayı evranselleştiren niteliklerden biriydi.
Osmanlı aydınları Avrupa'ya gidip geldikçe yeni insanla tanıştılar. Bu tanışık­
lık kendi benliklerinde yenileşmeyi güdüledi. Tehlikeli bir dönüşümdü bu. Çünkü
Osmanlı topraklarında yeni insanın oluşup beslenmesi için gerekli altyapı yoktu.
Avrupa ile tan ışıp Jön Türk'leşen Osmanlı aydı nları, aydınlanma felsefesinden
payların ı aldıkça, kendi yurtlarında d ışlanacaklar, halkın gözünde 'Con' diye anı­
lacaklardı .
Batı'da aydınlanma' sınıfsal bir temele dayanıyordu. Osmanlı mülkünde ise
sanayi burjuvazisi yoktu. Tarım ideolojisinin egemenliğindeki bir toplum "özgür­
lük, ulusallaşma, laiklik" kavramlarını savunan aydınların acı çekmeleri doğaldı .
Türkiye'de toplumsal ve ekonomik altyapı değişimi gerçekleşmeden 'fikir inkıla­
bı' gündeme girmişti.

5) Osmanlı'da engeller . . .
1 923 devrimine gelinceye dek, çağdaşlaşmanın yeterli uygulaması görülme-
di. Devlet düzeni padişahlığın ve halifeliğin dinsel egemenliğinden kurtulamıyor­
du; hilafet laikliğe engeldi. Osmanlı imparatorluğunun çokuluslu olması, ümmet
bilincini aşmak isteyen etnik toplumların bölücülük açmazına düşmelerine yol
açıyordu. İ nsan hakları ve demokrasinin karşısındaki engel, şeriat hukukuydu.

Köktendincili!)e Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


281

Her cemaatin kendi geleneksel hukukunu savunması, 1 9'uncu Yüzyılın Avru­


pa'sı nda olduğu gibi medeni kanunu (yurttaşl ı k yasasını) benimsemeye engeldi.
İslam'da kadının yeri, erkekle eşitliği olanaksızlaştırıyordu.
Aydınlanmanı n koşulları, Osmanlı İmparatorluğu sı nırları içinde yok gibi gö­
rünüyordu. Buna karşın Avrupa'da yaşanan aydınlanma devriminin yansımaları ,
imparatorluğu oluşturan bütün etnik topluluklara yayılıyor, bağımsızl ı k ve özgür­
lük eğilimleri körüklüyordu.

6) Kurtuluş Savaşı dönemeci ...


Türkiye üzerindeki Batı'nın paylaşım hırsları, Birinci Dünya Savaşı ertesinde
yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu'nu bölüşme kararında birleşti. Türklere bin
yıldan beri yaşadıkları Anadolu çok görülmüştü. Batı'nın bu yaklaşım biçimi,
Mustafa Kemal'in önderliğinde Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı körükledi.
Bu savaş, Anadolu aydınlanmasının temellerini atmıştır.
Aydınlanma felsefesinin "laiklik, insan hakları , uluslaşma, demokrasi, sanayi­
leşme" kavramlarıyla yakından bağıntısını, Anadolu dış düşmana ve emperyaliz­
me karşı verilen savaşın ulusal içeriğinde öğrenmeye başladı.
Millet Meclisi Hükümeti "egemelılik kayıtsız şartsız ulusundur" diyerek ümmet
bilincinden uzaklaşan bir çözümü dile getirdi.
Halifenin düşmanla işbirliği, laikliğe giden yolun taşlarını döşedi.
Padişahın bir İngiliz savaş gemisine binerek kaçması , cumhuriyetin ilanını
kolaylaştırd ı.
Osmanlı aydınları nın Avrupa'da benimsedikleri fikirlerin gerçekleşmesi için
gerekli ortam oluştu; Türkiye'nin aydını, Kurtuluş Savaşı ile 'asker-sivil' işbirliği­
ne fikirlerini hayata geçirebilecek bir güç sağladı.
Anadolu halkı nın, Müslümanlı k dünyasındaki özel konumunu bunlara ekler­
sek, 1 923 devriminin eşine rastlanmayan özelliği ortaya çı kar.

7) Anadolu Müslümanlığının yapısı ...


Arap dünyasının İslamıyla Anadolu Müslümanlığı arasındaki farkın önemli bir
boyutu Alevi-Bektaşi toplumunun özel niteliklerinde vurgulanır. Aleviler, Sünni

M a rt 1 997 - Ankara
282

şeriatına karşıdırlar. Sünni halifenin padişahlığ ı , Alevileri Osmanlı saltanatında


dışlanan bir mezhebin topluluğu olarak ezmişti. Cumhuriyetin laiklik ilkesini be­
nimsemeleri, ağır baskılar altında yaşayan Aleviler için Sünnilerle eşitlik düzeyi­
ne erişmeleri demek olacaktı . Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi
laikliğin devletin temel ilkesi olarak benimsenmesinde, Alevi-Bektaşi toplumunun
desteğini sağlamıştı.

Anadolunun Müslümanlığ ı n ı n özelliklerinden başka biri, Osmanlı İmparator­


luğu'nun çokuluslu ve çok dinli yapısından kaynaklanıyordu. Osmanlı, Avrupa ile
iç içe yaşamıştır; bunun yanı sıra Anadolu'da Müslüman'ın H ıristiyanla birlikte
konuşlanması, hayatın gerçeklerini kabullenmesine yol açmıştır.
'Aydınlanma devrimi' ile birlikte yükselen ulusçuluk, imparatorluktaki etnik
toplulukları etkiledikçe, Osmanlı, milliyetçiliğe zorunlu olarak yakınlaştı.

Din, Osmanlı toplumunda tek boyutlu bir olgu değildi; devlet yönetimi, inanç­
ları çeşitli din ve mezheplerin karması içinde düşünmek zorundaydı .

Alevi-Bektaşi toplumunun dışında kalan Müslüman kitlede tasawufun etkile­


ri azımsanamayacak bir ağırlı k yaratıyordu. Tasawuf ise tanrıya inançtaki bakış
açısında hoşgörüyü savunan bir din felsefesi ve dünya görüşüne dayanıyordu.
Özetle Avrupa'da kilise egemenliğine başkaldıran sanayi burjuvazisine ben­
zer sınıfsal taban Türkiye'de yoktu; ama, Anadolu Müslümanlığının yapısında la­
ikliğin dayanakları vard ı.
Osmanlı devletinin çöküşünü dinsel gericiliğe bağlayan sivil-askeri-aydı nlar,
Birinci Dünya Savaşı'nda deneyim sahibi olmuşlardı. İslam dünyası, halifenin
'Cihat' çağrısına uzak kalmıştı ; Müslüman Araplar, İngilizlerle birleşerek Türkleri
arkadan vurmuşlard ı ; halifenin düşmanlarla birleşmesi de bunlara eklenince; sa­
nayi burjuvazisinden yoksun bir tarım toplumunda Aydı nlanma Devrimi'nin ko­
şulları oluştu. Avrupa'da din ve devlet işleri ayrılmıştı ; Türkiye'de de ayrılıcak; İ s­
lam dünyasında ilk kez bir devlet, laiklik ilkesini anayasasına geçirecekti.

8) Kültür seferberliği
Sınıfsal dayanaklarından yoksun olması, Anadolu aydı nlanmasının yönetimi­
ni de belirledi. Toplumun ümmet bilincini aşıp ulus bilincine kavuşması için kul
kimliğinden kurtulup yu rttaş kimliğine kısa sürede kavuşması gerekti. Okuma
yazma oranı yüzde 1 O'u geçmeyen bir ülkede bu iş nasıl yapılacaktı? Cumhuri-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


283

yet'in kuruluşundan sonra bu yoldaki seferberliğin ordusunu öğretmenler oluştur­


du. Batı'da yüzyıllar süren Ayd ınlanma'yı Türkiye'de kısa bir zaman dilimine sığ­
dırmak, laikliği güvence altına almak anlamını taşıyordu.
Tarım ülkesinde yeni insanı yaratmak için sanayileşmeyi ekonomik planla­
ma ve devlet öncülüğünde yürütmekten gayrı bir çare yoktu. Devrimci devlet,
bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı eliyle 'aydanlanma'nın felsefe ve sanattaki
büyük yapıtların ı Tü rkçeye çevirirken, bir yandan da fabrikalar açmaya başla­
m ıştı .
Aydı nlanma; Anadolu'da, Avrupa'dakinden çok daha değişik bir süreçte, ayrı
yöntemlerle yaşandı , yaşanıyor.

9) Anadolu aydınlandı mı?


Yalnız Anadolu değil, aydınlanmanın anayurdu sayılan coğrafyada bile bu sü­
recin devam ettiğini yukarıda söylemiştik. Buna bir boyut daha ekleyebiliriz. Tür­
kiye, aydınlanma olgusunu 'devrim ile 'karşıdevrim' gelgitlerinde yaşıyor. İkinci
Dünya Savaşı 'ndan sonra demokrasi ortamı nda yeniden kazanma sınavını ve­
ren bir Türkiye var. . .
Türkiye bu konuda bir model !..
Anadolu'da aydınlanmacılar değil de şeriatçılar kazanırsa, model yıkılacak,
Asya'dan Afrika'ya değin tüm İslam dünyasında dengeler değişecek, köktendin­
cilerin tarihi tersine çevirmek savları başarı kazanacak . . .
Son yıllarda İslam dünyasında din savaşları arttı ve yoğunlaştı.
Bu 'yeni insan' ile 'eski insan'ın kavgasıdı r.

Haşmet Atahan
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Değerli katılımcı arkadaşlar, Sayın M . İlhan Erdost'u size
tanıtmaya gerek yok. Ancak yabancı katılımcı sayın arkadaşları mız için kısa bir
açıklama yapmak gerekirse, Sayın İlhan Selçuk'un yazısını bize okuyan Sayın
İ lhan Erdost, Sol ve Onur Yayı nları sahibi, aynı zamanda değerli bir yazarımız­
d ı r. Yabancı konuklara sayın Suphi Karaman'ı n uyarısı üzerine söylemekte fay­
da var. Sayın Muzaffer Erdost, hapishanede işkence ile öldürülen kardeşi İlhan
Erdost an ısını yaşatmak için kendi ad ını ismini ekleyerek Muzaffer İ lhan Erdost

Mart 1 997 - Ankara


284

ad ını almıştı. Sayın yazarın Osmanlı İmparatorluğu'ndan günümüze mülkiyet


ilişkileri, faşizm, demokrasi konularında yayımları vardır. Son kitabı " Ü ç Sivas".
Dolayısıyla şu anda bir yıllık hapis cezası bulunmaktadı r. Sayın Erdost'a panel­
de çok kısa bir şekilde görüşlerini aktarmak istemişti. Kendisine mikrofonu bıra­
kıyorum .

M. İ lhan Erdost
Değerli konuklar, bir metin okumanın zorluğunu yaşadım. Özellikle İlhan ağa­
beyin, çok yalı n bir metnini okumanın zorluğu ile çevrildim. Bizim 1 950-60'11 yıl­
lara değin Türkiye'deki demokratikleşme hareketimizde siyasal partilerimizin ni­
teliğine baktığımızda bir CHP, bir DP ağ ırlıklı olmak üzere iki farklı kesimin bur­
juva topluma denk düşen iki farklı kesimin, sınıfın bir siyasal yapılanmasını gö­
rürüz. Biri CHP, genel olarak burjuva toplumunun emekçi sınıflarının özlemlerini,
amaçların ı n yaşama geçirmek istemektedir. Bu anlamda demokratikleşmeden
ve ilericilikten yanad ır.
Bir de DP genellikle egemen sınıfları n, burjuvazinin isteklerini yaşama geçir­
mek istemekte ve bu anlamda da Türkiye'de feodalite ile feodal gericilik, dinsel
gericilik, teokratik gericilikle ve bizim söylemimizi konuklarımız bağışlasın em­
peryalist sermaye ile işbirliği içerisinde olan bir bütünleşmeyi temsil eder. Yani
siyasi partide modern toplumun, modern burjuva toplumunun iki ayrı sınıf ve
katmanları nı temsil eden bir yapıya sahiptir. 1 961 Anayasası, bu sın ıflaşmayı
daha belirgin bir niteliğe dönüştürdü. Bu nitelik son derece önemli . Çünkü sola
açık, sosyalizme açık bir anayasanın yaşama geçirilmesi ile sosyalist parti de
kuruldu. Dolayısıyla işçi sı n ıfı, modern işçi sın ıfı n ı siyasi anlamda temsil eden
bir işçi partisi oluştu . CHP ya da aynı merkezde bulunan siyasi partiler daha çok
yine modern burjuva toplumun bir sınıfını oluşturan küçük burjuvaziyi, küçük
burjuvanı n kanatlarını temsil eden bir demokratikleşmeyi dile getiren bir siyasi
partileşmeyi oluşturdu. Ve bunun karş ıtı da egemen sınıfları temsil eden esas
olarak AP yaşama geçti. Özellikle 1 2 Eylül'den sonra. Tabii bunun başlangıcı 1 2
Mart'ta. 1 2 Mart'ı n daha gerisine dayanıyor. Taa 1 950'1ere dayanıyor ama 1 2
Eylül'den sonra siyasal partiler açısı ndan Türkiye'nin yapılanmasına baktığı­
mızda farkl ı şey görüyoruz. Ne görüyoruz mesela? Bir bakıyorsunuz Milliyetçi
Çal ışma Partisini görüyoruz. MÇP, Türk ırkını etnik olarak yani Türkiye Cumhu­
riyeti dediğimizde Türk vatandaşıyla belirlenen hani demin daha arkadaşların
tartışmaya getirdiği anlamda ulusun, TC ulusunun üyesi olanlar değil, etnik an­
lamda Türk olanları öne çıkartan bir siyasi partileşme ve biz buna gerici anlam-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


285

da faşist bir siyasi partileşme diyoruz. Bir baktık RP geldi. RP, asl ında bir din
partisidir. Dine dayalı bir partidir. Ve özellikle Sünni mezhebine dayalı bir parti­
dir. Sünni mezhebe dayalı olması da yeterli değildir. Gücünü tarikatlardan al­
maktad ı r. BBP, gene M H P'nin içinde ya da MÇP içinden doğmuş olmakla birlik­
te BBP de hem etnik anlamda Türk ırkçılığına dayalı , hem de dinsel ve tarikat­
sal anlamda, dine ve tarikatlara dayalı bir partileşmedir. Şimdi böyle bir tablo­
nun içerisinde, giderek erimekte olan modern toplumun sın ıflarını temsil eden
partiler var. Şimdi Sivas olaylarına bakı nız. Sivas olaylarından önce, 2 Tem­
muz'dan önce genellikle CHP'nin, sosyal demokratların oy aldığı bir Sivas, da­
ha sonra 1 2 Mart öncesi bir de Birlik Partisi kuruldu. Alevi partisidir, birlik parti­
si. BP'nin de, CHP'nin de çoğunlukla oy aldığı Sivas. Fakat daha sonra Sivas
olayları sırası nda belediye başkanı Refah Partisi'nden. Ama Sivas olayları ileri­
ci harekete yönelmiş, ağ ı r saldırı sonucu ne olmak gerekirdi. Sivas'ta. Demok­
ratikleşme hareketinin güçlendirilmesini gerektirirdi. Ve ilerici, laik güçlerin kitle­
selleşmesini gerekirdi. Burada son seçimlerde, tam tersi görüldü. RP, olaylarını
artt ı rd ı . MÇP ikiye bölünmüştü. BBP ve MHP; ama özellikle BBP, tarikatlara o
bölgedeki tarikatlara dayandığı için daha büyük oy ald ı. Son yerel bölgesel se­
çimlerde, RP ile BBP'nin aldığı oy oranı yüzde 82'yi buluyor. Geriye kalan yüz­
de 1 2'nin yüzde S'i DSP ile DYP arasında paylaşıldı. Merkez sağ da bu oranda
eridi. Şimdi Türkiye'deki sınıflaşmanın temeline dayal ı , mezhepsel temele da­
yal ı ve hatta tarikat temeline dayalı bir siyasal yapılaşmaya doğru yöneldi. Bu­
gün içerisine çekildiğimiz gericiliğin temelinde bu vardır. Türkiye elbette sınıfsal
temele dayalı bir siyasal yapılaşma içerisinde demokratikleşme savaşımı verir­
ken, bu savaşın Türkiye'yi kuşkusuz ileriye götüren, bir savaşım olacaktı. Ama
görüyorsunuz ki bugün demokratikleşme açısından Türkiye'yi ileriye götüren bir
savaşı mdan yoksunuz. Bunun anlam ı üzerinde biraz durmak istiyorum. Şimdi
bir konuyla girmek istiyorum. Şimdi Osmanl ı İmparatorluğu ile ilgili tartışmaları,
bir daha temele oturtmak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu özellikle Fatih Sultan
Mehmet zamanı nda, özellikle gayri müslimlere bir millet statüsü tahsis edilmiş,
belirlenmiştir. İlkin Rumlara, daha sonra Ermenilere ve Yahudilere millet statü­
sü belirlemiştir. Millet, Cumhuriyetten önceki dönemde din topluluğu demektir.
Bugünkü karşılığı ulus değildir, din topluluğu demektir. Rum milleti demek, Rum
topluluğu dinsel anlamda Rum topluluğu demektir. Yahudi topluluğu da aynı şe­
kilde, Musevi topluluğunu, Ermeni topluluğunu da ayn ı şekilde, dinsel anlamda
Ermeni topluluğunu kucaklıyordu. Bunlar kendi içlerinde özerktiler, özgürdüler,
vergilerini dini liderlerine veriyorlard ı . Bunun yanı sıra bir başka, Sünni Müslü­
manlar ise İ slam milletini oluşturuyordu, Osmanl ı İmparatorluğu'nda. Bu iki ay-

Mart 1 997 - Ankara


286

rım son derece önemlidir. Bir kere Sünni olmayanlar, yani zımni olanlar, zimmet
sorumluluğu olanlar, gayri müslimler, Müslüman olmayanlar bin cizye diye baç
parası veriyorlardı . Bu baç vergisi, san ılıyor ki Müslüman'dan alınm ıyor, hayır
Müslüman'dan alı nan askere gidiyor, Müslüman olmayandan alı nan askere git­
miyordu. Askere gitmediği için bir baç vergisi veriyordu. Baç vergisi bu anlam­
da Müslüman olanlardan da al ınıyordu. Çünkü o askere gidiyordu. Müslüman
olmayan bu cizye vergisini veriyordu. ş'imdi Sünni Müslümanların İslam milleti­
ni oluşturması, bu arada Türkiye'de tabloya baktığım ızda Sünni olmayanları n
yani Alevilerin, İslam milletinden sayılmadığın ın kanıtı ortaya çıkıyor. Aleviler,
İslam milletinden sayılmadı , Osmanlı İmparatorluğu daha doğrusu Aleviler mil­
letten sayılmad ı . Aleviler bir din topluluğu olarak özgür ve özerk olarak tanınma­
d ı . Cumhuriyet bu ayırımı, bu kast ayrım ı n ı ortadan kaldırdı. Dolayı sıyla mo­
dern anlamda uluslaşmanın temelini attı . Bunu laiklik ilkesi ile attı. Dolayısıyla
Müslüman olan, Müslüman olmayan ayrımı sona erdiği gibi Sünni olan, Sünni
olmayan ayrımı da yasada eşitlendi. Bu eşitlenmeyi laiklikten ald ı . Tabii Türkiye
bu konuda bir mozaik diyorlar ona bu mozaik sözü ile pek ifade edilecek bir şey
değil. Bir tarihsel ayrımı bağlarında taşıyordu, Alevi-Sünni tartışmasını, farklılı­
ğ ı n ı bağrında taşıyordu. Osmanlı'dan devreden ve diyanet işlerinin kurulması
bence, bana göre esas olarak cami imamları n ın devletin denetimi altına alı nma­
sıyla açıklanabilir. Diyanet işlerinin esası buydu. Eğer camiler varsa burada
imam olacaktı. İmamlar, cuma günü hutbede okuyacakları metinleri, devletin
haz ı rladığı, bir organı tarafından hazırlanmış metinleri okuyacaklardı . Kendi ta­
rikatlarına, kendi mezheplerine, kendi inançlarına düşüncelerine uygun okuma­
nı n ortadan kaldı rılması n ı , bu serbestliğin, bu başıboşluğun ortadan kaldırılma­
sı nı ve bunun devlet tarafından denetlenmesini diyanet sağlayacakt ı . Ve o za­
man zaten o dönemde özellikle 1 952'ye kadar imamlar maaş almad ı . İmamlar,
eski feodal vergilendirmeye bağlı bir biçimde, hani aşarın toplanması gibi har­
man zamanında cerre çıkarlard ı . Ve harmanda üretilen üründen imam ve mü­
ezzin farklı ölçülerde ürün al ırlardı. Ve bu rantlarla geçimlerini sağlarlard ı . Ma­
aşa bağlanması , özellikle Türkiyede laikliğin yapısal değişikliğe uğraması ki Si­
na Akşin , 1 950'1i yı llarda halkevlerinin kapatılması, Köy Estitülerinin kapatılma­
sını söyledi. İ mam hatip okullarının açılmasıyla başlam ıştır. İ mam hatip okulla­
rı üzerinde de kısa bir bilgi sunmak istiyorum. Bu okullar, Türkiye'de bir prog­
ram dahilinde açı lm ıştır. Bu program bizim mutlaka bilmemiz gerekir. Bu prog­
ram, her şeyden önce Türkiye, İ ran ve Pakistan'ı içerisine alan bir yeşil kuşak
denen CENTO olayıyla gerçekleştirilmek istenmiştir. CENTO biliyorsunuz, İ ngil­
tere yönetiminde, aslında ABD yönetiminde oluşturulmuş, bir ittifaktır. Bu ittifa-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


287

kın amac ı ; Sovyetler Birliğine karşı oluşturulmuştur. Sovyetler Birliğine karşı ya­
ni sosyalizme karşı , yani ateizme karşı bir yeşil kuşak. İslamın canlandırılması
anlamında, İslamın diriltilmesi kuşağı biçiminde bir politika geliştirildi. Bir politi­
ka empoze edildi. Ve bunun içerisinde Türkiye de var. Tam bu yıllarda kurul­
muştur imam hatip okulları . İ mam hatip okullarının özelliğini belirleyen en tipik
an ı . Coşturoğlu'nun bir anısında nakledilmiştir.

Milli Birlik Komitesi ; Osman Köksal'ı İsmet İ nönü ve Cevdet Sunay'a gönde­
rir. Bunu çok yineledim, çok da yinelenecek bir anlatı. Der ki paşaya git sor, laik
okullar konusunda baskı altındaymış, eğer böyle bir sorun varsa, kendisine des­
tek verelim. Köksal, Sunay'a gider. Laik okullar, baskı diye sözünü bitirmeden
Cevdet Sunay parlar. Ne laik okulları, bunlar anarşist yuvaları , burada anarşist­
ten başka bir şey yetişmiyor. Biz devletin üst kadrolarını , imam h ?tip okulların­
dan yetişecek olanlara vereceğiz der. Şimdi imam hatip okulu, bir meslek okulu­
dur. Orta okulu, liseli, meslek ortaokulu meslek lisesidir. Eğer camilere imam ge­
rekiyorsa bunların milli € ğitim denetiminde eğitilmiş imamlardan , hatiplerden
oluşması son derece doğal. Fakat eğer başka amaçlar için i mam hatip lisesi açıl­
dıysa onun üzerinde durmak gerekir. Eğer devletin üst kademelerinin ve kadro­
larının imam hatip okullarından yetiştirecek kadrolara vermek için imam hatip
okulları açıldıysa bunun anlamı farklıdır. Bunun üzerinde durmak gerekir. Zaten
demin de rakamlar söylendi. Ama son rakkam imam hatip lisesi, Türkiye'de 609
adet 5 1 1 .000 imam hatip lisesi öğrencisi var. 51 1 .000 imam hatip lisesi öğrenci­
si demek en az 1 50.000 öğrenci mezun ediyor demektir. 80.000 tane Türkiye'de
cami var. Camiler zaten kadrolarıyla tamam. Diyelim ki boş bile olsa, her yıl Tür­
kiye'deki cami sayısı nın yani Türkiye'nin gereksindiği imam hatip sayısının iki
katı her yıl mezun veriyor. Bu Alevi-Sünni meselesi bakımından önemli. Ve do­
layısıyla üniversiteler, yüksek okulların kapıları, bu imam hatip lisesi mezunları­
na açıldı. Bunları al ınd ı . Bunlar yavaş yavaş yı llar içerisinde, devletin önemli
kadroları nda yer almaya başlad ı . Fakat bunu siyasal yapılanmada, siyasal par­
tileşmede bir temenni oluşturan başka faktör var. Bu defa aynı mezhebe ve tari­
katlara bağlı olarak, RP'nin kitlesel kadrosu, yönetici kadrosu da aşağı yukarı
imam hatip okullarına dayandı . İmam hatip okullarına alınan öğrencilerin Sünni
olduğu, Alevilerin bu okula al ınmad ığı ve Alevilerin bu okullara zaten gitmediği
düşünülürse, devletin hem kadrolarının, hem de siyasal kadrolarının Alevi olma­
yan, Sünni olan mezheplerin ve bunların içerisinde de tarikatların egemenliğinin
yolu imam hatip� okullarıyla açılmış oldu. Teşekkür ederim.

Mart 1 997 - Ankara


288

Haşmet Atahan
Oturum Başkam
Teşekkür ederim. Değerli katılımcı lar, konuklarımızın size sunmuş oldukları
görüşler üzerine bir tartışma açıyorum. Bu tartışma döneminin akabinde kapa­
nış oturumuna geçeceğiz. Görüşlerini açıklamak isteyen ya da panelistlere so­
ru yöneltmek isteyen arkadaşlar işaret etsinler lütfen. Buyurun Sayın Kara­
man . . .

Suphl Karaman
Efendim ben, bir ewelki oturumda 1 0- 1 5 dakikalık bir konuşma talep etmiş­
tim . Sayın Erdost'un süresinin uzatılması için bu talepten vazgeçtim. Çok saygı
duyduğum, çok derinlemesine meseleleri bilen bir arkadaş. Ben umarım ki bun­
dan sonra başka bir toplantıda bana 1 0- 1 5 dakikalık bir konuşma verirler. Bugün
bu hakkım ı kullanıyorum. Sayın Erdost'u n imam hatip okulları için söylediği açık­
lamalara bir ufak katkıda bulunmak istiyorum. İmam hatip okulları 1 960'ta 1 9
adetti. 1 965'e kadar ilave olmadı. 1 965'ten sonra süratle büyüdü. Ve hani onar
yıllık olaylar var ya Türkiye'de, ben de onlardan bir tanesiyim. Çok dikkat ediyo­
rum şu otuz senelik, kırk senelik siyasi hayatımda bu olayları toplumsal olarak
kendisini ilerici çevrelere tam kanıtlayamadı. 27 Mayıs bir farklı . Ama diğerleri,
toplumda ilerici kesimlerde, askerlerde kompleks yarattı. Hele özellikle 1 2 Eylül
daha büyük kompleks yarattı. Hatta öyle ki 1 2 Mart ve 1 2 Eylül aydı nlarla Silah­
lı Kuwetlerin arasına açtı. Ve imam hatip okullarının sayılarının çoğalması bu
süreçlerin sorunlarında daha da h ızlandı. Ve bugün işte 609'a yükseldi. İmam
hatip okullarının yapısal oluşmasında bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum.
O n sene ewel yaptığım bir etüt, 1 987'1erde yaptığım bir etüt, kendim tarafından
yapılan bir inceleme, ben öyle laf söyleyen siyasetçi değilim. Matematikçiyim de
ayn ı zamanda hesap da yaparı m. Hesaplar açık-seçik o günün en yüksek ma­
kamında bir adama da aktardım bunu. 1 987'den bugüne kadar devletin orta öğ­
retimde ve meslek öğretmen okullarına, meslek liselerine, ticaret liselerine, tek­
nik okullarına filan tahsis edildi yüzde 37'si. O yasa Atatürk zamanında 1 930'1u
yıllarda orta öğretiminin yüzde 1 O bütün kadrosunda parasız yatılı hakkı vardı.
Süleyman Demirel oraya girdi, Özal oraya girdi, Cahit Külebi oraya girdi Suphi
Karaman da askeri mektepler olarak oralara girdi. Bu saydığım isimler ve binler­
cesi toplumun yoksul kesiminin yetenekli çocuklarıydı . Eğer bu saydığım isimler,
o okullar o şartlar o gün olsaydı, hiç kuşku duymayın ki biz hepimiz imam hatip
liselerine girerdik. Çünkü madem ki devlet olanaklarını o tarafa açmış ve bulun-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


289

duğunuz yerde daha yüksek tahsil yapmak olanağımız yok, oraya gidecektik.
Demek ki imam hatip okullarının bugün içinde bulunduğu çocukların çoğu yok­
sul kesmin yetenekli çocuklarıdır. imtihanla giriyorlar ve kazan ıyorlar. Ve imam
hatip liselerin kaldırılmadıkça Türkiye'yi kurtarmanın imkAnı yoktur. O halde bir
reform hükümeti gibi bir şey varsa kullanılabilir. Fakat öyle bir şey olduğunu bil­
miyorum. İ mam hatip okulları kald ırılmıştır, kapanmış değildir. Hepsi bulunduğu
yerde liselere çevrilmiştir. Programları, devlet lise programlarının aynısıdır. Bu­
güne kadar imam hatip okullarından, imam hatip liselerinden diploma alanlar, es­
kiler, üç ay içinde diplomaların ı n lise diplomalarına çevireceklerdir. Bunu on se­
ne, yirmi sene işletirseniz; işte köktendinciliğe karşı uyanmanı n özü budur. Te­
şekkürler.

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Sayın Karaman'a teşekkür ediyorum. Buyurun efendim.

Saldıray Can
Şunu söylemek istiyorum. İ mam hatip liseleri, anti-laik okullarsa veya rejim
karşıtı okullarsa veya rejime karşı insanların yuvalandığı bir yer ise geriye kalan
okullardakiler de laik oluyor. Peki onların durumu nedir? Ben bunu söylemek is­
tiyorum. Acaba geriye kalan okullar tam bir laik okullar mı veya onlara verilen
eğitim tam bir Atatürkçü, laik, ilerici, toplumun olabilecek o tip bir eğitim mi veri­
yorlar? Buna da dikkat çekmek istiyorum.

Haşmet Atahan
Oturum Başkam
Teşekkür ederim.

Bir katılımcı
Buna bağlı olarak, Sayın Akşin'in söylediği gibi mesela kütüphaneler lazım
dedi. Şimdiki eğitim sisteminde, kütüphaneye, lafa ihtiyacımız yok. Mesela bizim
eğitimimiz araştırmaya yönelik değil, ezberciliğe yönelik. Kütüphane bizim işimiz
değil yani. Bence çözüm burada. Teşekkür ederim.

M art 1 997 - Ankara


290

Haşmet Atahan
Oturum Başkam
Teşekkür ederim.

All Yıldırım
Türkiye'de dinci gericiliğin kökenleri konusunda kafamızın tarihsel verilerle
net olması gerektiğini düşünüyorum. Haşmet bey, sınıf mücadelesine değinme­
diği için işte bu türlerin Müslümanlaşmasından, kılıç zorunun tek başına yetme­
yeceğini söyledi. Arkası nda da bir Osmanlı tarifi yaptı. Belki Osmanlı düzeni bi­
çimi bizim için anlaşılır olabilir ama yabancı konuklarımız için ve yine de bizim
için Osmanlı nasıl bir düzendi? Dinci gericiliğin kökenleri , Osmanlıda nasıldı? Bu
konuda düşüncelerimi söyleyip kendilerinin de düşüncelerini öğren f!lek istiyo­
rum. Osmanlı, köylüye yaşanabilir bir dünya sundu. Feodal senyörlere göre hür
bir dünyayd ı bu. Zavallı Osman Gazi'nin atından başka bir şeyi yoktur diyor ve
sonrasında da bildiğimiz şeyler olduğu söyleniyor. Değerli dinleyiciler, Osman­
lı'ya ilişkin düşüncelerde resmi tarih anlayışı bir yanılsama içerisindedir. Ve bu
yanılsamayı olduğu gibi tekrar ediyoruz. Osmanlıda da hem Osmanl ının önce­
sinde de bir egemenlerle, yoksul Osmanlı köylüsü arasında, yoksul köylülük,
yoksul Anadolu insanı arasında büyük bir mücadelenin olduğu görülür. Başta
Selçuklu'da 1 240'1arda Babailer ayaklanmasından başlayarak, Şeyh Bedrettin
ayaklanmasında, Şahkulu ayaklanması ndan ve devam eden ayaklanmalarda
yoksul Anadolu köylüsü ile Osmanlı egemen sisteminin sürekli bir iç savaş içeri­
sinde olduğunu görürüz. Buradan şuraya bağlamak mümkün olabilir, bunu. Der­
ler ki Osmanlı tüm düşüncelerin, inançları n, dinlerin mezheplerin kardeşçe, hoş­
görü içerisinde yaşadığı, kimsenin kimseye karışmadığı özgür bir düzendir. Hat­
ta şimdinin şeriatçıları Osmanlıya dönelim çağrısında bulunurlar. Bu anlam ıyla
Osmanlı laikliğinden söz ederler. Acaba gerçekten Osmanlı böyle midir? Baktı­
ğ ı mız zaman bu sorunun yanıtı nın hiç de olumlu olmadığını, tersine Osmanl ıda,
Osmanl ının resmi dini, resmi ideolojisi olan şeriatın dışındaki inançlara karşı
özellikle de Aleviliğe karşı yoğun bir engizisyon uygulamasının varlığını görürüz.
Evet, yaln ızca Avrupa'da engizisyon yoktur. Türkiye'de de Anadolu toprakları n­
da da Avrupa'daki engizisyonu aratmayacak şeriat dışı inançlara karşı , başta da
Alevilere karşı yoğun bir engizisyon uygulaması olmuştur. Bu işte zavallı Osman
Gazi'nin bir atından öte sınıf mücadelesinin Anadolu'daki sınıf mücadelesinin bir
tezahürü olarak ortaya çıkar. Çok örnek vard ır ama, ben tek örnekle yetinece-

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


291

ğim. 1 5 1 2'de Çaldı ran Savaşı öncesinde Yavuz Sultan Selim; o işte, Türklerin
büyük atası , kırk bin Kızılbaşı defterlere kaydedip, kesmiştir. Yüce padişahım ı­
zın kırk bin insan 1 5 1 2'1erde hiç de birden bire geçilecek, Yavuzu ulu padişah
ilan edecek bir rakam değil arkadaşlar.
Bu engizisyon mutlaka hatırlanmalıdır. Dinci gericiliğin tarihini, şöyle bir geri­
lere götürerek, bakmak gerekir diye düşünüyorum . O yüzden Haşmet arkadaşı­
m ızdan bu noktayı açmasını isteyeceğim. Tabii Sina beyle konuşmalarına ilişkin,
düşüncelerimi açıklamak istiyorum. Arkadaşlar şimdi biz özellikle şeriata karşı ,
şeriatçı faşizme karşı görüşler, düşünceler ortaya koyarken güzellemelerden,
nostaljik tarih eğilimlerinden uzaklaşıp, bilimsel ayakları yere basan düşünceler
geliştirmek durumundayız ve birbirimize karşı da samimi olmak, içten olmak du­
rumundayız. Farklıl ıklarımız olabilir. Burada Kemalist arkadaşlar var, sosyalistler
var, başka çevrelerden insanlar da olabilir. Ancak bir asgari temelimiz olmalıdır.
Demokrasi ve laiklik konusunda birleşmek durumunda olduğumuzu düşünüyo­
rum. Şimdi şöyle bir anlayış ortaya konuyor. İ şte Mustafa Kemal, Kemalizmin 23
ve sonrası işte laik, çok güzel bir sistem var, orta yerde. Bu sistem sonradan bo­
zuldu. Bugün bizim sorunlarımızın çözümü, şeriata karşı mücadelelerin çözümü,
yeniden oraya dönmektir. Sina bey önemli bir tarihçimizdir, ama bir güzelleme
yapıyor. Güzellemeyle olmaz arkadaşlar, şimdi bazı konuları ifrata vardırırsanız,
kendisini olmaktan çıkarırsınız. Kemalizmi de Atatürk devrimlerinde eğer bu tür
bir güzellemeyle anlatırsanız, anlamsız bir şey ortaya çıkar ki yapılan özellikle,
Kemalist diye kendisini tanımlayan arkadaşların yaptıkları budur. Diyor ki Sina
bey, zıhnin sınırsız özgürlüğüdür. Kemalist felsefenin tan ımı öyle midir arkadaş­
lar. Aydı nlanma budur, Kemalizmin tanı m ı da işte budur. Peki 1 921 , 1 923, 1 925,
27, 31 'deki komünistlerin tutuklanmasının, düşüncelerinden dolayı. Bakın dikkat
edin yalnız düşünce suçu bugün değil, bu tarihlerde de düşüncelerinden dolayı,
bu insanların cezalara çarptırılmasın ı , sürgünlere gönderilmesini neye bağlamak
gerekir, nasıl bir s ı nırsız özgürlüktür? Arkasından 1 4 1 , 1 42 hangi tarihte gelmiş­
tir. Şimdi hepiniz, Nazım Hikmet dediğimiz zaman sayg ıyla eğileceksiniz. Nazım
Hikmet'i cezaevlerinde yatıran hangi sistemdir. Bir de söylemek istediğim şu ;
ben bu kazanımlara sonuna kadar sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum . An­
cak bir güzellemeyle tarih açıklanmaz. Diyorsunuz ki pırıl pırıl bir gül bahçesi or­
taya koyuyorsunuz, hadi bunu yapalı m . Bu tutarlı bir çizgi oluşturmuyor. Tabii
şimdi Bedri bey elini kaldırıyor, ona ilişkin de söyleyeceklerim var, Sina beyin
söyledikleriyle bağlantılı olarak Bedri beyin partisiyle bağlantılı söylemek istedik­
lerim var.

Mart 1 997 - Ankara


292

Haşmet Atahan
Oturum Başkam
Sayın katı lı mcı biz burada polemik yapmıyoruz. Konuşmacılara yönelik soru­
ları nız varsa lütfen tamamlayınız. Buyurun.

All Yıldırım
Tartışmayı önümüzdeki oturuma bırakıyorum. Yalnız birtakım rakamları ben
de vermek istiyorum, o rakamlar Şunlardır. Tutarlı bir laiklik, gericiliğe, şeriata
karşı tutarlı, bir mücadele için bu rakamlar gereklidir. Arkadaşlarımız söyledi. 390
imam hatip lisesi, 1 996 609 imam hatip lisesi kim iktidarda bu arada. Evet
50.000 cami, 1 991 rakam. 76.000 cami 1 996 rakamı. Kim iktidar bu arada. Kim
yaptı bu camileri. Her altı saatte bir cami yapılmasına kim olur verdi. 70.000 di­
yanet işleri personeli 1 991 rakamı bugün diyanet işleri personeli 90.000 bunları
kim işe aldı. Şeriatçı gelişmeyi bu kadar büyüten kim. Bunu yapan Atatürk'ün mi­
rasına mensup olduğunu söyleyen, arkasından laikliğin Türkiye'de şeriatçı geliş­
menin önüne tek engel olduğunu söyleyen CHP hükümetidir, iktidardır. Burada
bir şeye dikkatinizi çekmek için söylüyorum . Ayakları yere basmayan , emekten,
demokrasiden, laiklikten, özgürlükten yana olmayan şeriata karşı bir mücadele
güzel sözlerle, güzelleşmelerle bir yere varmaz. Teşekkür ederim.

Haşmet Atahan
Oturum Başkam
Teşekkürler. Değerli katılımcılar, ben tekrar belirtmek istiyorum, lütfen şu aşa­
mada söz alan arkadaşlarımız katı lımcı larımız bu panelde görüşlerini ortaya ko­
yan arkadaşlarımızın anlattıklarına ilişkin görüşlerini veya sorularını iletsinler.
Ondan sonra tekrar zaten genel olarak bir değerlendirmeye gideceğiz. Teşekkür
ediyorum. Buyurun efendim.

Veli Devecloğlu
Öncelikle bir noktaya işaret etmek istiyorum . Ahmet Yıldız sıkıyönetim aske­
ri mahkemesinde yargılanırken, savunma sırasında ikide bir yargıç sözünüze
müdahale ediyordu. Bunun üzerine ben tepki gösterdim. Lütfen tahammül buyu­
run dedim. Şimdi burada, bir aydınlanma konferansında Türkiye'nin seçkin bir
aydın kadrosu toplanmış durumda. O bakımdan birbirlerimize tahammül etmeli-

Köktendincili(le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


293

yiz. Ama öncelikle bu toplantı nın Kemalizmin, Atatürkçülüğün sorgulandığı bir


alan olmadığını da unutmamamız gerektiğini düşünüyorum.

Arkadaşlarım bağışlasınlar lütfen. Geliyorum konuya; efendim, tanrı mı insa­


nı yarattı yoksa insan mı tanrıyı yarattı sorusu çok eskilere dayanıyor. İnsanlar
ta ilkel çağlardan bu yana tanrıya gereksinim duymuşlar, bana göre tanrıyı onlar
yaratmışlar. Ama bugün siyasal iktidarda bulunan egemenlerin baskısı ve korku­
su altındadırlar. Aynı zamanda da kendi yarattıkları tanrının korkusu altındadır­
lar. Dolayısıyla insanların bir tanrısal düşünceye gereksinimleri olacaktı r. Şimdi
bizim için yakıcı soru şu. Biz bu gidişe karşı Türkiye bir Ortaçağ karanlığına doğ­
ru gidiyor, buna nasıl bir çare bulacağız. Efendim 1 920'1erde cumhuriyeti kuran
devrimci kadro, iki sayılı bir yasa çıkarmış, onu da Türkçeye çevirerek. Dinsel
dernek kuranlar, dini amaçlarla dinsel dernek kuranlar, ya da bu derneğe üye
olanlar, haini vatan addolunur denmiş. Şimdi bakınız, sonra 1 991 'de bu yasa kal­
d ı rılmış. Bu arada 1 948'1erde dinci kesime karşı birtakım ödünler verilmeye ça­
lışılmış sonra 1 950'1erde yeni bir değişiklik olmuş, günün birinde halen o günkü
cumhurbaşkanımız kendisine bu konferansın toplanmasında gösterdikleri des­
tek dolayısıyla teşekkür de borçluyuz ama Köprü dergisinde bir demeci var. Di­
yor ki Kuranı Kerim'i en iyi yorumlayan alim Said-i Nursidir. Evet böyle demiş.
Ondan sonra bir şey daha söylüyor. Biliyor musunuz diyor de.rginin muhabirine
imam hatip okullarının önüne üniversiteyi biz açtık. Bununla da övünüyor. Ama
şimdi bugün gerçekten takdirle karşılanılabilecek bir tavır. Türkiye de laik cum­
huriyetten yana bir tavır koymuştur, evet böyle bir seyir izliyor Türkiye'de siyasal
çizgi. Şimdi konuyu dağıtmak istemiyorum. Bizim yakıcı sorumuz şu; bu karan­
lık gidişe karşı çünkü bu insanlar meydan okuyorlar, biz bunu gücümüzün en­
vanterini doğru yaparak, bu hesaplaşmayı kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz.
Edeceksek bunu nasıl edeceğiz, bunun ilkeleri ne olmalıdır. Ben bu konuda ön­
celikle Sina akşin hocamızdan, sonra da sayın Erdost'tan düşüncelerini rica edi­
yorum.

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Sayın Devecioğlu, lütfen sorunuzu bir kere daha net bir şekilde
belirtir misiniz. Sayın Sina Akşin kendisine hangi sorunun yöneltildiğini net ola­
rak anlayamadı.

M a rt 1 997 - Ankara
294

Devecloğlu
1 920'1erde iki sayılı yasayı çı karan laik cumhuriyeti kuran devrimci kadro de­
ğişe değişe bugün artık RP'li bir başbakan iktidarda bulunmaktadı r. Yani Türk
toplumunu bunlar yönetme noktasına gelmiştir. İşi politik zemine çekmemek için
bunun başka yandaşlarını söylemek istemiyorum, sakınıyorum bundan. Adam­
lar bugün devlet kadroların ı , ele geçirmek çabası içindeler. Günlerden beri, ay­
lardan beri bunların sıkıntısını çekiyoruz. Buna karşı biz aydınlar olarak, aydın­
lanmacı yandaşlar olarak Türk toplumunun sorunlu aydınları olarak gücümüzün
envanteriyle bilerek nasıl mücadele edeceğiz? Bunun çıkış yolu nedir? Onu öğ­
renmek istiyorum.

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun Sayın Akçay.

Faik Akçay
Efendim, ben Sina Akşin'in sunuşunun yüzde doksanının bizim konumuzla
ne ilişkisi olduğunu hala kavramış değilim. Buna karşın kendisine konuşmaları
içinde geçen çok kısa iki, üç soruyu yönelteceğim. Birincisi 1 950 yılından sonra
Türkiye'de ekonomik bir kalkınma modelinin öne getirildiğini söylediler. Bir ülke­
de demokratik ve laik bir sistemin, düzenin kurulması için ekonomik kalkınma
modeli mi daha önemli, kültürel bir model mi daha önemli. Bunların oranının na­
sıl kurulması gerekir. İ kincisi ; bazı kültürel oranlar verdiler. Ö rneğin Türkiye'de
3.7, İ ran'da 3.9, lrak'ta beş yıl insanlar eğitim sürecinden geçiyormuş, bu duru­
ma göre biz İ ran ve Irak halkından çocuklarından daha az okullarda kaldığımıza
göre acaba laik, demokratik bir düzen yönünden bu ülkelerin neresindeyiz.
Ü çüncü bir sorum var. 1 920 ile 1 950 arasında kendileri bir tarihçi Avrupa'da ve
dünyadaki demokrasinin ölçütleri nelerdir. Yasama, yargı ve yürütme erkinin na­
sıl olması gerektiği konusundaki belirlemeler nelerdir. Bunların Türkiyede uygu­
lanmasının sonuçları, konumuz açısından ne gibi sonuçlar doğurmuştur. Yani la­
ik ve demokratik bir Türkiye kurulmasına nasıl etken olmuşlardır. Bir kısacık şey
daha soruyorum. Diyor ki Suudi Arabistan'da bilgisayarlar, en son teknik araçlar
kullanılıyor. Bu araçların Suudi Arabistan'da kullanma oranı nedir. Bunları kullan­
dıkları halde, bunca teknolojik aygıtları , olduğu halde niçin gelişemiyorlar. Onun
kültürel ekonomik nedenleri nelerdir. Teşekkür ediyorum.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


295

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun.

Mevlüt Kaya
Ü ç başlık yapmıştım. Saptama gibi olacak ama yanlış olabilir. Saptanmayı
değiştiriyorum. Şöyle soru şekline dönüştürüyorum. Dini bilenler halka doğruları
söylemiyorlar diyorum. Siyasiler halk ve din dalkavukluğu yapıyorlar. Aydın, din
konusuna eğilmiyorlar. Bu konuda cahil. Sayın katılımcı ların bu konudaki görüş­
lerini almak istiyorum. Teşekkür ederim.

Haşmet Atahan
Oturum Başkam
Teşekkürler. Bu aşamada yöneltilen sorular, sanıyorum bitti. Sayın Ağı n bu­
yurun.

Kazım Ağın
Şimdi ben konuşmacıların, başından beri izleyebildiğim kadarıyla bir eksik ka­
lan görüş olduğu kanısındayım. Bu konuda ben kendime göre bir cevap arıyorum.
Tabii açıklanırsa iyi olur. Gerek ülkemizdeki köktendincilik gerekse bölgesel ola­
rak Ortadoğu'daki köktendinciliğin kalıtımsal bir şekilde bazı dönemlerde etkileri­
ni görüyoruz. Bunun tabii Ortadoğu ülkelerinde görmemizin makuliyeti ,var. Fakat
ülkemizde dönemsel olarak etkinliğinin şaşırtıcı yanları var. Niçin var? Çünkü ül­
kemiz emperyalizme ve gericiliğe karşı bir kurtuluş savaşının başlatmış, özellikle
kadınları mız, bu konuda ilerici bir harekete damgasını vurmuş ve 1 950'1erden
sonra da daha fazla, tam tersi karşı devrim niteliğinde birtakım köktendinci hare­
ketleri görüyoruz. Şimdi emperyalizmin, ülkemizin jeopolitik durumunu göz önüne
bulundurarak ülkemizdeki köktendinciliğin, kal ıtımsal bir şekilde etkisinin sürdür­
mesinin nedenlerinin acaba açıklanması mümkün mü? Teşekkürler.

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Soruları almış bulunuyorum. Sayın Ağ ın, son söylediğiniz konu­
yu anlayamamış Sayın Erdost. Bir kez daha söyler misiniz.

Mart 1 997 - Ankara


296

Kazım Ağın
Ü lkemizin jeopolitik konumu açısından emperyalizmin özellikle Türkiye'de ge­
nel bölgesel olarak söylüyorum bunu, fakat özellikle Türkiye'de kalıcı bir şekilde
gerek faşist gerekse gerici güçleri kullanarak ülkemize dönemsel damgasını vur­
duran köktendinciliğin etkilenmelerinin nedenlerinin açıklanmasını rica edecek­
tim.

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Sayın Akşin soruları yanıtlayacak. Buyurun.

Sina Akşln
Ben bi raz Muzaffer Erdost arkadaşımın, bu yeşil kuşak meselesine değindi.
Onu vesile ederek bir iki söz söyleyeceğim. Türkiye'de biliyorsunuz böyle müt­
hiş bir okul açan bir örgüt var. Fethullah Gülen hocanı n açtığı okullar. Yurtiçin­
de ve dışında sayısı kabarık okullar açm ış, herkes iftihar ediyor bununla. Fa­
kat benim kafama takılan bir soru var, bu yeşil kuşak bağlam ı nda, bu kadar çok
okul hangi parayla açılıyor. Acaba bu paranın içinde Suudi Arabistan parası var
m ı diye soruyorum. Bilmiyorum cevabını. Suudi Arabistan parası olunca hemen
Amerika'ya gidiyor aklımız, çünkü Suudi Arabistan'ı n Amerika'ya hayırlı dava­
ları için sağa sola para verdiği öteden beri bilinen bir şey. Yani burada dile ge­
tireceğim varsayım doğruysa, o zaman yeşil kuşak teorisi bu rada işliyor olma­
l ı . Ama bu sefer amaç Orta Asya'nı n yeniden Rusya'nın kucağı na düşmesini
önlemek olmalı diyorum. Tamam böyle hayali şeyler söyledim. Kusura bakma­
y ı n . Öbür sorulara geliyorum. Saldıray bey öbür okullar laik mi diye sordu. As­
l ı nda çok yerinde bir soru . Çünkü bizde köktendincilik o kadar çok yayıldı ki
imam hatip okulları dışındaki normal ilkokul, ortaokul ve liselerde yoğun bir din­
cilik söz konusu. Diğer bir arkadaşımız da güzelleme yaptığımı söyledi. Nostal­
jik olmayalım dedi. Ben güzelleme yaptığı m ı sanmıyorum. Tabii ki sanabilirsi­
niz ve kesinlikle Atatürk dönemine dönelim demiyorum. Yani rica ederim. Bizim
bir sürü kazanımlarımız var, demokratik kazan ımları mız oldu. Muhteşem bir
Anayasa Mahkememiz var. Yani Atatürk dönemine dönelim diye, bu mahkeme­
yi çöpe mi atacağ ız. Anayasa Mahkemesi mu hteşem bir kuruluş ama daha
muhteşem olabilir. İ nsan ilerlemesinin sonu yok. Atatürk'ün yöntemlerine ve fel­
sefesine dönelim diyorum. Atatürk o koşullarda demokratik sayılabilecek bir re-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


297

jim kurmuş. Avrupa'nın o konjonktürü içerisinde. Demek ki Atatürkçü yönteme


göre ne yapmamız laz ım. Ü lkemizi daha demokratikleştirmemiz lazım. Yani bu
ne demek, işkenceyi kaldıracağ ız mesela. Yargıyı bağ ımsız kılalım. CMUK'u
doğru uygulayal ım vs. Demokratikleşme alanı nda bir sürü şey var. Burada ben
güzelleme yapm ıyorum , burada bence bir tespit yapıyorum ve tekrar ediyorum
Atatürk dönemi bir demokrasiydi. Ayrıca şunu belirteyim Nazım H ikmet'in kitap­
ları Atatürk'ün döneminde çıkıyordu. Nazım'ın başı esaslı bir şekilde belaya gir­
medi. Ne zaman oldu? 1 938'de ağı r bir hastalık sırasında oldu ve ben i nanıyo­
rum ki Atatürk hasta olmasayd ı , bu olmazdı. Olsaydı bile düzeltilirdi. Dikkat
ederseniz Şevket Süreyya'lar da hapse atılıyorlar. Aydınlık kapatıl ıyor. Bu nlar
doğru. Ama sonunda affa uğruyor ve Ş. Süreyya gelip devlet katında yüksek bir
memur oluyor. Atatürk döneminin diktatörce ağırlığı şeriata karş ı , ona hiç şüp­
he yok. Aşırı sağa, kesinlikle kapalı bir diktatör. Bugün tabii iş tersine döndü.
Veli beyin ilginç bir konuşması oldu. Nasıl mücadele etmeliyiz diyor: Tabii bu
sorunun cevabı çok zor. Kendimce bir sonuca ulaştım. Atatürkçülüğe sarılma­
mız laz ı m ama tarif ettiğim şekilde yani ayd ınlanmacı, bütünsel kalkınmacı ve
6 ilkeci. Türk ayd ınları maalesef sosyalizmde çok vakit kaybettiler. Birbiriyle çe­
lişmez ama kuvvetlerimizi dağıttık. Çünkü biz sandık ki Atatürk devrimi başarıl­
d ı . Ve öyle san ıp yeni ufuklara koştuk. Halbuki biz daha Atatürk'ün programını
gerçekleştirmiş değildik, bu hatayı Ruslar da yaptı. Burjuva demokratik devrimi
yaşamaları gerekirken sosyalizme koştular ve başaramadılar. Tabii Rus toplu­
mu, Türk toplumundan daha gelişmiş bir toplum olmasına rağmen uzaya çık­
malarına rağmen işi kıvıramadılar. Faik Akçay benim konuşmamı biraz ilgisiz
bulmuş olabilir. Kültür ve ekonomi oranı ne olur diyor Faik bey. Atatürkçü anla­
yışa göre her alanda bütünsel kalkınma kültür, insan hakları , hukuk her alanda
kalkın ı lacak, komşu ülkelere göre ne durumdayız diyor. Yani bu verdiğim ra­
kamlar, Birleşmiş Milletlerin rakamları. Onlar daha çok okuyorlar ama Türkiye
tabii , Türkiyenin bir birikimi var, Türkiye'nin başka birtakım avantajları var, o ba­
kı mdan belki gelişmişlik düzeyini. Demokrasi ölçütlerinden bahsettiniz. Demok­
rasi dediğim gibi çok karmışık bir şey yani sadece çok parti , dürüst seçim de­
ğil kad ı n erkek eşitliği olacak, hukuk devleti olacak, kolay bir şey değil pek çok
faktörü hesaba katmak lazım. Suudiler ne ölçüde bilgisiyar kullan ıyorlar diyor­
sunuz, eminim ki çok kullanıyorlar. Para çok ve adam olam ıyorlar. Çünkü 9.
yüzy ı l ı n sosyal hayatı nda yaşarsanız kadını kamu hayatından yok ederseniz
adam olmanız mü mkün değil. Teşekkürler.

Mart 1 997 - Ankara


298

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun Erdost.

Muzaffer İ lhan Erdost


Bir soruyu yanıt vermek istiyorum. Emperyalizmin jeopolitik açıdan bu kökten
değil de tümden dincilik desek daha iyi, yani her şeyi din esasına oturan benim
özellikle bu açıdan vurgulamak istediğim bir şey var. Şimdi yayı nları acaba ne öl­
çüde izliyoruz. Benim " Ü ç Sivas" adlı kitabım mesela bir süre yayında kald ı , top­
latıldı . Orada vurguladığım, bir üçüncü Amerikan imparatorluğu senaryosu var.
Türkiye'yi içerisine alan ve gene orada vurguladığım Henzel'in 1 993'ün sonların­
da yayımlanmış "21 .nci Yüzyıla Doğru Türkiye" adlı bir raporu var. Henzel'in ra­
poru, Rant adlı bir şirketin ABD yönetimine hazırladığı raporlardan oluşuyor. Ve
bunları da genellikle daha önce CIA'de görev yapmış uzmanlar hazırlıyor. Bu uz­
manlar emekliye ayrılınca böyle bir şirket içerisinde rapor hazırlıyorlar, yani gö­
revlerini resmi olmayan yollardan sürdürüyorlar. Şimdi bir başka şey, üçüncü
Amerikan imparatorluğu senaryosu da New-york Times'da yayımlanmış iki yaza­
rın imzasını taşıyor. Ve bu iki yazarın ABD yönetiminde Clinton'ın jeopolitik se­
naryolarla ilgili perspektifleriyle ilgili danışmanlar olduğu söyleniyor. Şimdi bu iki­
sini birleştirirsek bir soru ortaya çıkacak. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmasının ar­
dından biliyorsunuz özellikle ABD, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmasıyla boşlukta
kalan Balkanlardan Orta Asya'ya kadar olan ülkelerde bir egemenlik faaliyeti ça­
lışmasına girdi. Bu yalnız ABD'nin bir egemenlik yarışması olarak kalmadı. Aynı
zamanda Sovyetler Birliği'nin varisi olarak Rusya ile ABD arası nda bir çatışma­
yı da gündeme getirdi. Bununla kalmad ı, Hazar havzası ndaki özellikle petrol ve
doğalgaz zenginlikleri Almanya ve Japonya'yı Alman ve Japon sermayelerini de
bu çatışmasının içine çekti. Bu perspektife aynı zamanda Kissinger'in ifadesiyle
söylüyorum "on yıl sonra gelişmiş birer sanayi ülkesi olacak, Japonya ve Endo­
nezya'yı katmak gerekecek."
Türkiye üzerinden Akdenize mi, Karadeniz'den yeni Türkiye üzerinden, Kara­
deniz'den Bulgaristan, Yunanistan üzerinden Batı 'ya ya da Akdenize mi ulaşa­
cak. Bu güzergah da çok önemli. Bir paylaşı m savaşı söz konusu. Bu paylaşı m
savaşını Türkiye ortasında şimdi bunu belirleyecek iki şey belirtelim ve bitireyim.
Bir, bu üçüncü Amerikan imparatorluğu konusu şöyle. ABD'nin Balkanlar'dan Or­
ta Asya'ya, Kafkaslardan Basra Körfezi'ne kadar olan bölgeyi federal birliklere
ayı rmak, bu federal birlikler etnik ve dinsel cemaatlere göre eski doğal örgütlen-

Kökıendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


299

melerine göre daha doğrusu Osmanlı millet modeline göre demin biraz açıkla­
maya çal ıştım, millet modeline göre feodal birliklere ayırmak ve bu birlikler üze­
rinde bir otorite sağlamak. Bu anlamda 3. dünya imparatorluğu, deniliyor. Şimdi
bunun sınırları ne? Sınırları için mesela bu yazarlar bunu söylüyorlar. Bosna'ya
Clinton 2000 askeri niçin gönderdi. Çünkü Clinton diyor ki Bosna Nato'nun doğu
sınırıdır. Bu yazarlar diyor ki Clinton böyle söylüyor ama bu resmi söylem. Res­
mi olmayan söylem şudur. Bosna Balkanlardan Orta Asya'ya kadar geniş bir ala­
nı kucaklayacak ve gelecekte ABD'nin egemenlik alanı olan alan ı n Balkanlar'da­
ki batı sınırıdır. Şimdi bu alan içerisinde bir paylaşım sürüyor. Ve özellikle diğer
sermayeler gibi ABD burada önemli bir rol oynamaya çal ışıyor. Şimdi 1 993 Ocak
ayında Henzel'in 21 . Yüzyıla Doğru Türkiye adlı raporunda özellikle şu vurgula­
nıyor. Türkiye'de klasik Atatürkçülük artık ölmüştür. Laiklik bu anlamda tarihe ka­
rışmış olması gerekir. Türkiye Pan-islamist ve Pantürkist politikalara dönmelidir.
Pan-islamist ve Pan-Türkist politikalar bugün gerici ve faşist politikalar olarak ni­
teleniyor ama Pan Afrikanist, Pan-Arabist politikalar ilerici olarak niteliniyordu; ni­
çin bugün Pan-İslamist, Pan-Türkist politikaları bir tarihsel seyri var ki onun bu­
rada dökümünü yapmak, çok zaman alacağı için belirtmeden sadece ifade ede­
rek geçiyorum. Arkasından şunu somutlaştıracak biçimde söylüyor. ABD yöneti­
mi; Nurcular ve Nakşilerle bu politikanın bir şeyi olarak resmi olmayan ilişkiler
kurulalı çünkü Türki cumhuriyetlerde Sovyetler Birliği zaman ında Nakşibendiler
ve Nurcular önemli yerleri tutuyordu. Ve bugün Sovyetler Birliği dağ ıldıktan son­
ra girişimci sınıfın esasını Nurcular ve Nakşibendiler oluşturuyor. Eğer Nurcular
ve Nakşibendiler aracılığı ile Türk cumhuriyetlerle ilişkilerimizi kurup, geliştirebi­
liriz diyor. Ve Türkiye'de de ABD yönetiminin Nurcu ve Nakşilerle resmi olmayan
ilişkiler kurmasını istiyor. Kissinger geçen günlerde İ stanbul'a geldi. Orada şu ifa­
deleri kullandı. "Orta Asyadaki Türk cumhuriyetleri iki özellikle petrol, enerji kay­
naklarının zengin olduğu ülkeleri kastederek, bu ülkeleri ABD'li yöneticilerin dev­
let adamlarının bilmesi, harita yerini göstermesi olanaksız bunlarla, biz ilişkileri­
mizi, dinsel ve ırksal yakı nlığı olan Türkler aracılığı ile kurabiliriz. Şimdi bunları
bir değerlendirip topladığımız zaman, şu ortaya çıkıyor. Türkiye'deki ister kök­
tendinci diyelim, ister Nurculuk, Nakşibendicilik diyelim ya da başka tarikatlarla
şey yapalım şimdi Türkiye, Kemalist dönemde, laiklik dönemde dinsel gerekleri­
ni, özgürce yerine getirmiştir. Hiç kimse bir insan ı n ne camiye gitmesine, ne na­
maz kılmasına, ne oruç tutmasına engel olmuştur. Bu açıdan baktığımızda Tür­
kiye'de din, laiklik sistemi içerisine tam anlamıyla özgürdür. Özgürce yerine ge­
tirilmiştir. İ nananlar da özgürce inanmışlardır. İ nanmayanlar da özgürce varlıkla­
rını korumuşlard ır. Ama şimdi bir bakıyorsunuz Erbakan, Kaddafi ile konuşup dö-

Mart 1 997 - Ankara


300

nerken, ben ikna ettim diyor. Çünkü onlar diyor, PKK'yı destekliyor. Onlar ateist
ve komünistti diyor. Şimdi bir bakıyorsunuz, BMM'de RP'li milletvekili konuşuyor.
Alevilik ateizmin basamağıdır diyor. Erbakan konuşuyor, diyor ki yüzde 3'sünüz
konuşamazsınız. Rahatlık battı mı diyor. Şimdi sorun ateist olup olmamak soru­
sunda düğümlenmiştir. Şeriatın egemenlik temeli üzerinde Nurculuk, Nakşilik te­
meli üzerinde eğer ateistseniz, ateist olarak varlığınızı sessizce sürdürdüğünüz
için şükredin oturun. Yoksa size yaşama hakkı da tanımayız diye bir mesaj ı da
içerisinde taşıyor. Tartışmanın özü ateist olup olmamakla özdeşleşmiş olmakla
birlikte politik anlamda ateist olup olmamak, ilerici olup olmamakla özdeşleşiyor.
Sosyalizme karşı olman ın, ilericiliğe karşı olman ı n bir başka ifadesi ateizme kar­
şı olmak biçiminde ifade edilebilir. Şimdi ABD'nin özellikle kendi egemenliğini
sağlaması için Balkanlar'dan Orta Asya'ya, Kafkaslardan Basra Körfezi'ne kadar
o federatif yapılanmanın içerisinde üstün bir şey oluşturmak istiyor. Müslüman
topluluklarla o 3. Amerikan imparatorluğun'daki, yazarların ifadesiyle söylüyo­
rum . Müslüman topluluklarla ABD'nin resmi olmayan ilişkilerinin geliştirilmesini
istiyor ve bunun temeline oturtmak istiyoruz. Zaten dikkat edilirse geçenlerde ge­
ne Fuller, i stanbula geldi, söyledi. "Osmanlı modelini deneyin" dedi. Türkiyeye
dayatılmak istenen Osmanlı modeli, aslında dinsel ve etnik temele dayalı fede­
ratif yapılanmadır. Balkanlar için de bu söz konusudur. Türkiyeyi kucaklayan Or­
tadoğu için de. Bu söz konusudur. Ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için de bu
söz konusudur. Bu çerçevede ele alındığı zaman ABD'nin ya da emperyalizmin
ya da uluslararası sermayenin, uluslararası sermayeyi kumanda eden güçlerin
Türkiye'deki dinle ilgisini daha iyi açıklamış oluruz. Teşekkür ediyorum.

Haşmet Atahan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Bana yöneltilen soruya kısaca cevap vereceğim. Yabancı katı­
l ı mcıların bilmediği bizim bir yanımızı ister istemez söyleyeceğim. Bir fıkra ile sö­
ze başlayacağım.
Bizim ünlü bir filozofumuz var. Nasrettin Hoca. Hoca bir komşusuna gider, on­
dan ödünç bir kazan ister, kazanı alır, kullanır bir iki gün sonra götürür verir. Yal­
nız verirken içine bir de tencere koyar. Komşusu sorar nedir bu? Hoca, senin ka­
zan doğurdu, der. Tabii aklı buna yatmaz ama, bir kazan vermiş yanında bir ten­
cere almış. Teşekkür eder alır. Ü ç beş gün sonra tekrar bir daha Hoca komşu­
sundan kazanı ödünç ister. Komşusu sevine sevine kazanı verir Ve bekler ki tek­
rar kazan gelecek. O gün geçer, bakıyor ki kazan gelmez Gider hocanın kapısı-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma,Konleransı


301

nı çalar. Kazanı geri ister, hoca çok üzgün biçimde, 'komşu der, senin kazan öl­
dü. Yahu der komşusu kazan hiç ölür mü? Hoca, bire gafil der, doğurduğuna ina­
nıyorsun da niye öldüğüne inanmıyorsun. Şimdi niçin bunu söyledim. Bana soru
yönelten arkadaşa cevap anlamında söyledim. Söylediğimden bütün arkadaşla­
rımız anlamıştı r. Olaylara Marksist açıdan bakıp yaklaşmak durumunda olan bir
arkadaşımız ben hemen söyleyeceğim allah bize böyle skolastik bir şekilde olay­
lara bakan Marksistlerden korusun. Şimdi arkadaşım, Kanuni'nin Alevileri katlet­
tiğini söylüyor. Bu bir vaka. Ona bir şey söylemiyorum. Pardon Yavuzun katletti­
ğini söylüyor, buna bir şey söylemiyorum . Şimdi arkadaşlar olayları olduğu gibi
ele alıp değerlendirmek zorundayız. Şimdi ben bu arkadaşıma soruyorum. Dün­
yanı n gaz bulutundan olduğuna inanıyorsun, insanı n maymundan geldiğine ina­
nıyorsun, tek hücrelilerin çok hücrelilere dönüştüğüne inanıyorsun, peki Osman­
lı toplumunun kendi içerisinde değiştiğine, geliştiğine niye inanm ıyorsun. Yani
Osmanlı toplumu bir kalıp mıdır? Bir bütünlük içerisinde hiç değişmez olarak mı
kalmıştı r. Yani arkadaşımın söylediği olay bir gerçekliktir. Aslında burada önem­
li olan konu, sırf Osmanlı tarihinin anlatımı da değildir. Bu bir anlamda geçmiş
antik medeniyetlerin, kapitalizm önceki toplumdaki medeniyetlerin bir anlamda
tarihi idi. Yani o zaman antik toplumlarda kapitalizm öncesi medeniyetlerde ge­
nel orta barbarlık döneminde olan göçebe dönemde olan insanların olaylara bel­
li bir bakışı , yorumu, yaklaşımı söz konusuydu. Bunlar insanlara bakış itibarıyla
daha hakkaniyetli, daha eşitlikçi, daha özgürlükçü olan insanlardı. Bu insanlar
medeniyete girip de sınıflı toplumla kaynaştıkları zaman, belli bir dejenerasyona,
bir bozulmaya yönelmişlerdi. İşte Osmanlı'nın tarihi ile böyle bir tarih içerisinde­
dir. Olayı bu bütünlük içerisinde al ıp değerlendirmek lazım. Ve Osmanlı toplu­
munda ilk dirlik düzeni denen demin benim ilk kuruluş döneminde üç kıtaya ya­
yılmasına yol açan toprak düzeni, daha sonra arkadaşımın söylediği dönemler­
de dirlik döneminden mukataa düzenine dönmüştür ve seçmiş olduğu tekfurla­
rın, derebeylerin içinde bulunduğu toplumu aynı şekilde toplumuna yaşatmaya
başlam ış. Bu gelişim süreçlerini bu şekilde değerlendiremezsek sın ıfsal temel­
de, ekonomik temelinde bunlara bakamazsak, mantıki çözümlere varmayız diye
vurgulamaya çalıştı m. Bir kere daha böyle bir soru üzerine bunları açmak gere­
ği ve ihtiyacını duydum. Değerli katılımcı lar bu oturumu bu şekilde kapatmış olu­
yoruz. Şimdi kapanış oturumuna geçiyoruz. Kapanış oturumunu yönetmek üze­
re Sönmez Targan'ı mikrofona davet ediyorum.

Mart 1 997 - Ankara


KAPANIŞ OTURUMU
Oturum Başkanı
Sönmez Targan
KAPANIŞ OTURUMU

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Değerli arkadaşlar, üç gün süren uzun ve yorucu bir çal ışma­
dan sonra bu mekanda yapılan son oturumu açıyorum. Bu mekanda yapılan
son oturum diyorum çünkü bu etkinlik, bu oturumla bitmeyecek. U marım kök­
tendinciliğe karşı aydınlanma konferansı adı altında sürdürdüğümüz bu etkin­
lik; bu tehlike ortadan kalkana kadar bir mücadele bayrağı olarak yükselecek­
tir. Bu konferans çerçevesi içerisinde sürdüregeldiğimiz bu çal ışmaların, bu ka­
panış oturumunda bir değerlendirilmesini yapacağız. Kapanış oturumu bir tar­
tışma oturumu değil, bir değerlendirme çal ışması olarak sürdürelecek. İlk kez
sivil toplum kuruluşları, Onbinler AŞ'nin hukuki sorumluluğunda bir araya gele­
rek Aziz Nesin'in başlatmış olduğu bir girişimi bu mekanda yaşama geçirmek
için çaba sarf ettiler. Yerli , yabancı konuklarımız, konuşmacı ları mız burada bil­
diriler sundular. Şimdi burada bunları bir değerlendirmesini yapacağız. Bu iz­
lencemizde bize ayrılan saat 1 7.00 'de bitiyordu. Bu zaman dağılımını da göz
önüne alarak bir tartışmayı değil, bir değerlendirmeyi gündeme koyacağı m .
Sonra bir metin okunacak. Daha sonra d a düzenleme kurumuzun başkanı , yi­
ne ONB İ NLER AŞ'nin Başkanı Prof. Dr. Cevat Geray bir kapanış konuşması
yapacak, bu mekandaki çal ışmalarımızı burada noktalamaya çalışacağ ız. Bu
arada iki mesaj var. Onları da ileteyim. Daha evvelki oturum başkanı arkadaşı­
mız san ıyorum okumamış.

Nazik davetinize teşekkür ederim, yurtdışına çıkacağımdan dolayı davetini­


ze katılamıyorum. Çalışmalarınıza başarılar diler, sevgi ve saygılarımı suna­
rım.
Işın Çelebi
İzmir Milletvekili

Mart 1 997 - Ankara


306

Değerli arkadaşlar zamanın son derece sınırlı olması nedeniyle ben hiçbir şe­
kilde tartışmanın oturum şeklinde olarak ermeyeceğim. O tartışmalar o oturum­
da bitmiştir. Bu kapanış oturumudur Burada bir değerlendirme yapacağız. İzin
verirseniz, ben daha konuşmamı gelecekteki konferanslarımızı ve çalışmaları­
m ızı nasıl daha iyi yapabiliriz, daha asıl kitlelere ulaşabiliriz, daha ne kadar bo­
yutlandırabiliriz, anlamında önerilerinizi de alacağız. Bu bir değerlendirme top­
lantısıdır. Kapan ış oturumu, bir polemik toplantısı değildir. Altını özellikle çizmek
istiyorum ve konuşmacılara, söz almak isteyenlerin de çizdiğim bu çerçeve içe­
risinde konuşmalarını özenle sürdürmelerini rica ediyorum. Ve dediğim gibi bize
ayrılan zaman, bana göre 1 O dakikalık bir zaman var. Toplantının aslında yöne­
ticisi, oturum başkanı Sayın Demirtaş Ceyhun'du. Sayın Ceyhun'un İzmir'de bu­
lunması ve imza günleri nedeniyle öylesi bir mezareti var. Evet, söz almak iste­
yenlerin kendilerini tanıtmalarını da özellikle rica ediyoruz. Çünkü bunlar sonra
çözülecek ve ondan sonra kitap haline, büyük bir olasılıkla getirilecek. Buyurun
efendim.

Nezih Gençler
Kuvay-ı Milliye dergisinden, kitle meslek örgütlerimize ve kamuoyumuza bir
açık mektup sunmak istiyorum. Bu Kuvay-ı Milliye dergisinin Türkiye'deki tüm
demokrat kitle meslek örgütlerini başkanları düzeyinde sunduk. Kitle örgütleri­
mize ve kamuoyuna açık mektup "Sürekli aydınlık için yeniden Kuvay-i Milliye".
1 91 9'da başlayan Kurtuluş Savaşımız 1 923'te Türkiye Cumhuriyeti'mizin ilan ıy­
la taçlanm ıştı. Demokratik ve laik bir temele dayanan cumhuriyetimizin genel
olarak halk kesimlerimize, özel olarak da köylerimize nüfuz edemediği herkes­
çe malum. Osmanlı çöküşünün en büyük nedeni olan, büyük kent acente bezir­
ganları ve kasaba tefeci eşrafı emperyalizmle hep işbirliği içinde oldular. Kurtu­
luş Savaşı ' mıza İstanbul, İ zmir gibi kentlerimizdeki acente bezirganlar, Türki­
ye'yi terk ettiler. Kasaba tefeci eşrafı ise sindirildi. Ancak ortadan kald ırı lamad ı .
Genç demokrasi v e cumhuriyetimizin yolu, içte b u rantiyeler tarafı ndan kesil­
miştir. Bunlar bugün de Sincan'da vurun kahpeye diyebilmektedir. 1 940'1ardan
sonra Marshall yard ımıyla, kasaba rantiyelerine benzer şehir rantiyeleri türedi.
Büyük kentlerimizde yabancı ortakl�ğ ı mali sermaye palazlandı . Şehirlerimiz­
deki bu rantiyeler ile kasabalarım ızdaki hacı ağa, bezirgan, şeyh ve tefeciler si­
yasi iktidarı da ele geçirerek gerçek üretici sanayinin ve sanayicinin gelişmeme­
si, kooperatifçiliğin baltalanması, üretici ve çal ışan halk kesimlerinin örgütlen­
memesi, demokrasi ve cumhuriyet prensiplerinin kitaptan hayata geçmemesi

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


307

ıçın her şeyi yaptılar. HAIA da yapıyorlar. Bugün geldiğimiz durum, tıpkı
1 91 9'daki gibidir. Aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmek, bütün tersanelerine
girilmek, bütün orduları dağıtılmak ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmek
üzere gaflet adalet ve hatta hıyanet kol geziyor. İktidar sahipleri şahsi menfaat­
lerini müstevlilerin siyasi emelleriyle birleştirilmiş, millet fakru zaruret içinde ha­
rap ve bitap, misaki milli, tevhidi tedrisat, kılık-kıyafet ve tümüyle inkı lap kanun­
ları ciddi tehdit altında. Emperyalizmin güttüğü yerli yabancı ortaklı şehir ve ka­
saba rantiyeleri, demokrasi filizlerini kesip, yok etmek üzere son vuruşa hazır­
lan ıyor. Bir yandan özelleştirme, küreselleşme, globalleşme, i l . cumhuriyet, si­
vil toplumculuk, anarşisim, bölücülük, mandacılık, diğer yandan şeriat, tarikat
ve cinayet çeteleri emperyalist güç odaklarının işgal kuvvetleri olarak görev ya­
pıyor. İşte bu ahval ve şerait içinde istiklal ve cumhuriyeti kurtarmak için yeni­
den Kuvay-ı Milliye diyoruz.
1 - 1 9 1 9 halkçılık programının ve 1 961 Anayasası'nın ışığında demokrasi ve
cumhuriyetimizi koruyup, geliştirmek.

2- Her türlü gericilik, irtica, şeriat mikroplarının ve çetelerinin ekonomik poli­


tik köklerini kurutup, onları tarihin çöp sepetine atmak ki bu köklerin neler oldu­
ğu sın ıfsal olarak yukarıda belirtilmiştir.

3- Ulusal, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk cumhuriyetini hayata geçirmek


üzere; Türk-İş, D İ SK, KESK, ADD, gönüllü kadı n kuruluşları , Mülkiyeliler Birliği,
Barolar Birliği, ÇYDD, meslek odaları , TBB, öğretim üyeleri derneği sendikası ,
Türkiye Bakkallar ve Bayiler Federasyonu odası gibi demokratik kitle, meslek ör­
gütlerimizin başkanlarının Türkiye Kuvay-ı Milliye kurultayı olarak 1 9 Mayıs
1 997'de toplanmalarını, kitle meslek örgütlerimizin il ve bölgeler bazındaki sen­
dika, birlik, oda başkanlarının ve şube bölge başkan ve temsilcilerinin Kuvayı
Milliye ruhuna sahip, küçük ve orta sanayicilerin yine aynı tarihte il bölge Kuva­
yi Milliye kurultayları olarak bir araya gelmelerini, Türkiye'de bölge kurultayların
oluşturulacak temsilcilerin nisan ayında aralarında gerçekleştirecekleri ön top­
lantılarda, yukarıdaki gerekçeleri, prensipleri ve amaçları değerlendirip, Kuvay-ı
Milliye kurultayları için kendi protokol yapı ve program alternatifi oluşturulmaları­
nı öneriyoruz. Yeniden Kuvay-ı Milliye ruhu, heyecan ve dinamizmi ile eskinin
hatalarından dersler çıkararak ayağa kalkalım. Yarın çok geç olabilir. Bu öneriler
vereceğimiz yanıtlar ve bu çağrımıza yapacağımız eleştiriler, 1 5 nisana kadar al­
ternatif yapı ve program teklifleri nisan ayı sonuna kadar aşağıdaki faks veya ad­
reslere iletilebilir. Teşekkürler

Mart 1 997 - Ankara


308

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun efendim.

All Balkız
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sevgili katılı mcılar, bu organizasyonu yapan,
örgütleyen, bizleri bu üç gündür tartıştıran ve tanıştıran girişimcileri kutluyor, el­
lerine sağlık diyorum. Ü lkemizin bu koşullarından, gerçekten önemli bir görevdi.
Bu bir başlangıçtır. Aksaklıklar, eksiklikler olur. Bundan böyle yapılacak olan et­
kinliklerde bunlar·ı n giderilmesini de diliyorum. Neydi o eksiklikler? Sanıyorum ki
bu oturumun amacı da buna yöneliktir. Efendim her şeyden önce seçilen mekan,
daha merkezi bir yerde olabilirdi. Belki böyle güzel bir salon olmazdı ama, mer­
kezi olurdu. İkincisi bu etkinliklerin duyurusu hiç yapılmadı. Az yapıldı demiyo­
rum , hiç yapılmad ı . Ben hem 68'1iler Vakfı'nın üyesiyim hem de Onbinler AŞ'nin
ortağıyım. Bu konulara karşı da son derece duyarlı ve hassas olmama karşın
Cumhuriyet Gazetesi'nin 8 sütuna yerleştirilmiş küçük bir ilanını görmeseydim,
şu olanakları kaçırmış, şu etkinlikleri izleyememiş ve birçok şeyi öğrenmemiş
olacaktım. Bu da başka bir eksiklik diye düşünüyorum. Ü çüncü şey sevgili arka­
daşlar, dine karş ı, köktendinciliğe karşı, bir anlamda idealist felsefeye karşı mü­
temadiyen felsefeyle karşı çıkılır. Bunun panzehiri olur.
Seçilen konulara, işlenen konulara baktığımız zaman felsefi boyutu incelen­
medi, işlenemedi. İdealist felsefeyi kalbinden vuracak olan dini tekrar gökyüzün­
den yeryüzüne indirip, inanıyordumdan, düşünüyoruma dönüştürecek olan me­
kanizme felsefesidir. Türkiye'de felsefe derslerinin okullardan kaldırılmasını ya
da ikinci ve üçüncü s ınıflarda seçmeli hale getirilerek, o da din felsefesi ve ben­
zeri biçiminde yuvarlanarak geçiştirilmesi, insanlarımızın düşünülmesinin engel­
lenmesi, düşünmenin önünün kapatılması açısından burjuva politikacı larının ve
hükümetlerin son zamanlarda başarabildikleri bilinçli bir şekilde başardıkları atı­
l ı m oldu. Buna karşı önlemler belki bu toplantılarda önerilebilecek olan işin fel­
sefe boyutudur. Haz ır söz bendeyken bir de diyanet işleri teşkilatının köktendin­
cilik konusunda geldiğimiz noktadaki rolü biraz ihmal edildi gibi geliyor bana.
Hatta kimi konuşmacılar örneğin Sayın Bedri Baykam bey bir parantez açarak
konuşması nda diyanet işleri teşkilatı bu şekliyle kalmamal ıdır, hiç olmazsa bu
araçlar devlet dini tarikatları şeriatçı odakları kontrol altında tutuyor gibi bir dü­
şünce beyan ettiler. Arkadaşlar, diyanet işleri teşkilatı hilafetin kald ırılması son­
rası kurulu bir devlet dairesidir ve o günün koşulları içerisinde o günün tarihsel

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


309

perspektifi içerisinde belki böyle bir organ gerekiyordu, Kuruluş tarihi yanılmıyor­
sam 1 924. Ve ilk başkanı da Börekçizade Rıfat efendidir. Börekçizade Rıfat
efendi, Atatürk i stanbul'dan Ankara'ya gelişlerinde Ankara garına fötr şapkayla
gelip, onu selamlayan ve karşılayan bir zattır. Bugünün Diyanet İşleri teşkilatın ı
düşündüğünüz zaman işte bilmem kaç tane bakanlığın bütçesine denk bir büt­
çeler toplamını, yüz bine yakın personeli ile tarikatları engelliyen onları denetim
altında tutan dini devletin denetimi altında tutan bir organ olmaktan öte, bütün bu
olanakları onların eline veren, onlara yuvalık yapan, şemsiyelik yapan şeriatçı bir
örgüt, kaldı ki laik bir devlette ki bence Türkiye hiçbir zaman laik olmamıştır) Ve
Türkiye laiktir laik kalacaktır saptaması da doğru değildir. Atatürk'le birlikte laikli­
ğe doğru adımlar atılmıştır. Bu tarihsel bir gerçekliktir. Ama diyanet işleri gibi bir
teşkilatın laik devlet tanımıyla bağdaşabileceği asla mümkün değildir. Diyanet iş­
leri teşkilatının yeniden organize edilmesine, Alevilerin de orada temsil edilmesi­
ni değil, böyle bir organın devlet çatısı altında olmaması gerektiğine ben şahsen
inanıyorum. Bir başka eleştirim efendim. Organizasyonla ilgili. Hiç kuşkusuz ki
bütün bu etkinliği sağlayan arkadaşlarımız ya da örgütler saygındır, ama Türki­
ye'de laiklik dediğimiz zaman şeriata karşı mücadele dediğimiz zaman birçok ka­
tılımcı bildiri sunan arkadaşları mız da belirtti ler, Türkiye'de işte şu kadar Alevi
var, Alevilerin laiklik konusundaki anlayışları şudur, ama böyle bir organizasyon­
da bir Alevi örgütünün temsil edilmesi girişimci olarak ya da sözcü olarak bulun­
mamasını da bir eksiklik olarak değerlendiriyorum. Bir başka konu ; burada iki ko­
nu sanki Kemalizme karşı olanların karşılıklı mücadelesi gibi bir hava esti. Ben
onu hissettim. Böyle yanlışa da düşmememiz gerekirdi.
Biz sosyalistlerin, (ben bir sosyalist arkadaşınızım) Mustafa Kemal'den ve
onun enginlerinden öğreneceği çok şey var. Ama Kemalist arkadaşları n da sos­
yalizmden, Marks'tan, Lenin'den, Stalin'den öğrenecekleri çok şey olduğuna ina­
nıyorum. Saygıları mı sunuyorum efendim.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkür ederiz. Buyurun efendim.

Bir yabancı katılımcı


Bizler köktendinciliğe karşı aydınlanma konferansına katılmakta olan Avrupa­
lı katılı mcılar, Sivas olayı mağdurları nın akrabalarının devamlı hakarete ve sal-

Mart 1 997 - Ankara


31 0

dırıya maruz bırakıldığı ve bu tür fiillerin duruşmaların çeşitli şekillerde kayrılma­


sı yoluyla gerçekleştirildiğini, halbuki kayrılan kişilerin 36 kişinin ölümüne ve bir­
çok kişinin de yaralanmasına sebep olan ve haklarında soruşturma yapılan kişi­
ler olduğunu biliyoruz. Bu duruma, hoşgörü ile bakamayız. Bizler, Türk mahke­
melerinin din adı na suç işlemiş bulunan bu fanatik kişileri en çabuk ve h ızlı bi­
çimde nihai bir kararla mahkum edip, cezalarını vereceğini ümit ediyoruz. Böyle
bir karar, Türkiye'nin demokratik bir ülke olduğunun kanıtı olabilir. Bunun aksi
Türkiye'nin kendini medeni ülkeler topluluğundan çıkarması anlamına gelir. İm­
za: köktendinciliğe karşı aydınlanma konferansına katılan yabancı katılımcı lar.

Sönmez Targan
Oturum Başkam
Teşekkürler. Yabancı konuklarımızın bu konudaki gösterdiği duyarlılığa biz de
teşekkür ediyoruz.

Bedri Baykam
Ressam
Ben önce arkadaşımın dediği gibi burada sürekli olarak köktendinciliğe karşı
aydınlanman ın en büyük savaşımını verip burada bize bu toplantıyı yapma im­
kanını vermiş olan Mustafa Kemal de sürekli hırpalananlar listesinde olmasaydı
gönül isterdi ama oldu. Şimdi bu tip demokratik toplantılarda bu hep oluyor. Bun­
lar normaldir, yanıtı da verilir. Gönül isterdi ki esas bizi köktendinciliğe doğru sü­
rüklemek isteyenlere karşı nasıl bir birlik beraberlik ve hedef eylem birliği içeri­
sinde olacağımızı mantıklı bir şekilde konuşalım. Mustafa Kemal gerçekten o
dönemde bizi sonsuz bir ayd ınlanmacı, özgürlük ortam ı na sokmuştur. O dönem
Mustafa Kemal ne kadar demokrattı veya değildi diye tartışmak isteyenler onu
bugünün mantığ ıyla verileriyle Olaf Palme veya Villy Bradt'la mukayese ede­
mezler. Kendi döneminde Lenin ne kadar demokrattı, Hitler ne kadar demokrat­
tı, Mussolini ne kadar demokrattı , onu ele alarak belki mukayese edebilirler. Yok­
sa dön·emler birbirine karıştırılmaz. Gerçek demokraside fikir özgürlüğü vardır.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Bedri bey, arkadaşlar bir değerlendirme toplantısı yapıyoruz. Bu konferansın
sonuçlarını değerlendiriyoruz. Birbirimize yanıt vermiyoruz.

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


31 1

Bedri Baykam
Ressam
Burada Mustafa Kemal dönemi hakkında bir şey söylendi. Ben buna yanıt ve­
riyorum. Neden bu kadar tepki gösteriyorsunuz? Ona da mı sansür getireceksiniz.

Sönmez Targan
Oturum Başkam
Arkadaşlar bu bilimsel bir toplantıdır. Bunun sonuç bölümündeyiz. Bu üç gün
süren bilimsel toplantıya lütfen gölge düşürmeyin. Böyle bir şey yapmaya kimse­
nin hakkı yoktur. Kim yapıyorsa provokasyon yapıyor derim. Sonuçta birbirimizi
sabırla dinlemesini öğreneceğiniz. Birbirinizin düşüncelerini beğenmeyebilirsi­
niz. Biz zaten birbirimize bu sabrı göstermediğimiz için gericilik bu boyutlara
ulaştı. Lütfen sakin olun lütfen toplar mısınız.

Bedri Baykam
Ressam
Şimdi aklı başında her insan sonsuz düşünce özgürlüğü, laik demokratik par­
lamenter hukuk rejimi ister ve bunu talep eder. Şimdi reel politika, acıdır. Biz eği­
timde laiklikten sapmalardan şikayet ediyorsak, Türkiye'nin İran eksenine götü­
rülmesinden şikayet ediyorsak, kalkıp Metin Göktepe'nin işkencede öldürülme­
sinden şikayet ediyorsak, nedir hedefimiz. Bunları önlemektir. Bunu nasıl önler­
seniz. Ancak iktidar olarak önrersiniz. Başka türlü önleyemezsiniz. Biz de sivil
toplum örgütleri olarak Sayın Akşin, demin dedi ki çıkış yolu için ben Atatürkçü­
lüğe sarılmayı görüyorum, gibi bir cümle söyledi. Evet belki öyledir. Ama bu da
tek başına sizi iktidara taşımaz . Çünkü sonuçta, tekrar hatırlıyorum utangaç ol­
maya gerek yoktu. Sonuçta siz, ordunun sizi kurtarmasını istemiyorsanız ki iste­
miyoruz, demokrasiye inandığımızı, fikir özgürlüğüne inanmadığımızı söylüyo­
ruz. Demek ki bizi parlamenter rejim kurtaracaktı r. O partinin, o yobazların oyun­
dan daha fazla olursa o zaman sizin bunları değiştirme şansınız veya ihtimaliniz
olabilecektir. Ama Türkiye'de 1 2 Eylül sonrası yaşanan partilere karşı olan so­
ğukluk ve bu utangaçlık ve kin yüzünden hiçbir gerçek çıkış yolu göstermeyen,
reel politikadan uzaklaşan bir tavra giriyoruz. Düzenleme komitesinin 200 tane
değişik kuruma, davet edilmeyen hiç kimseye karşı hiçbir ön yargısı yoktur. Da­
ha iyisini, daha büyüğünü bir dahaki sefer el ele vererek beraber yapacağız. Te­
şekkürler. . .

Mart 1 997 - Ankara


312

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun efendim.

Prof. Dr. Cevat Geray


Yönetimle ilgili bir şey söyleyecektim. Başkan daha yüksek bir tonla söyledi­
ler. Tabii bizim bu tartışma, değerlendirme durumunda amacımız hem şu ana ka­
dar yapılan çalışmaları değerlendirmektir. Hem de bundan sonra atacağ ımız
adımları belirleyen birtakım öneriler derlemek ve görüşleriniz şu ya da bu biçim­
de ayrı olabilir. Hatalarımız varsa onu düzeltmek ki var görülüyor ve daha geniş
bir katılımla kitlelere iletiler vermek. Ve örgütlü bir çaba yapmak. Onun için lüt­
fen konuları daha önce yapılmış tartışmalardan çok değerlendirmeye yönelelim,
diyecektim. Teşekkür ederim.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Söz vermeden önce bir şeyin altı nı çizmek istiyorum arkadaş­
lar. Türkiye, biz kendimizi bir bütün olarak sol kimlik ile ifade etmek isteriz, do­
ğald ı r. Ve Türkiye'de de gericiliğe karşı faşizme karşı mücadele bu kimlikle mü­
cadele vermişse Türkiye gibi gelişmekte olan azgelişmiş ülkelerin demokrasi
mücadelesinde burjuvazinin ve orta sağın bile yeri olmadığı açık bir gerçektir.
Bu bakımdan gericilik Türkiye'de başta olmak üzere, her türlü mücadelenin ana
eksenini solcular oluşturmaktadı r. Türkiye'de bugün yaşanan koşullarda özel­
likle gericiliğin siyasal iktidara tırmandığı tarihsel bir süreçte ayrılıkları mızı or­
taya koyma lüksümüz yoktur bizim. Bu kadar açı k ve nettir bu. Bundan sonra­
sını nasıl yapacağız. Nasıl bir araya geleceğiz, daha iyiyi, daha güzeli, daha yı ­
ğ ı nsalını nasıl hayata geçireceğiz . Bunları değerlendireceğiz burada. Ayrılıkla­
rımızı koya koya bu hale geldik. Küçüle küçüle salyangoz gibi kabuğumuza çe­
kildik. Artık kıralım bu zinciri . Bunun kırı lmasının yolu da birbirimize göğüs ver­
mekten, omuz vermekten, el ele yürümekten geçer. Bu konferansın amacı ana
tehlike olan kara tehlikeye karş ı , güç ve eylem birliğini bilimsel bir platform içe­
risinde değerlendirmektir. Yine siyasi ayrı lıklarımızı, kimliklerimizi koruyal ı m
ama onların ayrı lık yeri burası değil. Ben şimdi Kaya beye söz veriyorum .

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


313

Kaya Güvenç
Teşekkür ederim. Eksiklikleriyle beraber, bir konferansın son oturumuna gel­
dik. Ö nce bütün eksikleklerine karşın kutluyorum. Eksikliklerimizi ne şekilde gi­
derebiliriz. Birincisi şu : Tartışmalarda, oturumların hepsi zaman ın sürelerini çok
aştı. Ve buradan şu sonuç çıkıyor. Bizler bu konuları tartışmak gereksinimi içeri­
sindeyiz. Dolayısıyla birinci önerim, bundan sonraki organisazyon açısından. Bu
tür toplantıların mutlaka devam etmesi gerekir. Buna ilişkin önerilerim olacak
ama toplantılarda daha az konuşmacı daha çok tartışmaya olanak tanımak zo­
rundayız. Konuşmalar yeteri kadar doyurucu oluyor veya o konu belli bir nokta­
ya kadar tartışılmış oluyor ve devam etmeye gerek kalmıyor. Yani bazı toplantı­
larda, buna ihtiyaç olmayabilir. Konferansın en büyük eksiklerinden birisi, kök­
tendinciliğin iki boyutu konusunda özgün tebliği olmaması. Bir tanesi, gerçi son
konuşmada özellikle sayın Erdost o bölümde epey bir kapattı ama, köktendinci­
liğin Türkiyede köktendinci hareketin uluslararası siyasal ve ekonomik ilişkilerini
irdelemedik, bu konuda özgün bir tebliğ yok idi. Mutlaka bunun açılması gerekir.
Çünkü sanıyorum kilit oradadı r, anahtar oradadı r. İ kinci bölümün köktendinciliğin
Türkiye'deki iktidarlarına ilişkin ve ekonomik hedeflerine ilişkin konuda özgün bir
tebliğ bulunmuyordu. Bu iki nokta sanıyorum bundan sonraki organizasyonlarda
göz önünde bulundurulur ise epey bir sonuç alabiliriz. Söyleşi havası içinde ya­
pılan konuşmalar da sapmalar olabiliyor. Ancak konular saptırıldığı takdirde ger­
çekten çok zor oluyor. Şimdi kendi aramızda tartışacaklarımız çok var. Bunu
yapmak durumundayız. Görüşleri beğenmek beğenmemek gibi kimsenin bir lük­
sü yok. Görüşler en son tahlilde olabildiğince belli bir sın ıfsal konumu da yansı­
tır. Onlar da haklıdırlar, herkes, kendi açısından haklıdır. Olaya hangi taraftan
baktığına bağlı. Ö nemli olan bizler bu konuşmaları tartışmaları yaparken bir kı­
rıklığa ve kırgınlığa yol açmamız gereklidir. Bunun için de ortak bir eylem planı­
nın tartışılmasına yönelik öneriler acaba gündeme getirebilir miyiz diye bir dü­
şüncem var. Bu konferansın sonuna doğru, bir eylem planını düzenleme kurulu­
nun gündeme getirmesi lazım ve onun belki tartışılmasında yarar olabilir. O ba­
kımdan bir eylem planını bir hareket planını içerebilirse böyle bir tartışma san ı­
yorum çok daha iyi olur. Son önerim, buraya kimler katılmalıdır. Böyle bir düzen­
leme kurulunda başlangıçta ne yapılmışsa yapılm ıştır. Tekrar söylüyorum ve tek­
rar kutluyorum . Bundan sonraki toplantının örgütlenmesinde belki bir yapı gün­
deme getirilmelidir. Ve Türkiye'deki demokratik kitle örgütleri bağlamında da bir
katılımın sağlanmasında büyük bir yarar var. Çünkü sonuç itibarıyla zannediyo­
rum ki köktendinciliğe karşı onların iktidar mücadelesine karş ı , emek eksenli bir
mücadeleyi içine katacak insanlar bunlardır. Bu örgütlerdir, bizleriz ve bu sade­
ce bu örgütlerle değil, aynı zamanda Türkiye'de akı lcı bir düşünce için şimdiye

Mart 1 997 - Ankara


314

kadar mücadele etmiş olan insanların da mümkün olduğunca buralarda yer al­
ması gerekir. Çok geniş bir organizasyon şeması çizmiş, ancak bunu ne kadar
iyi yapabilirsek sanırım o kadar başarılı olabilir. Teşekkürler.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun.

Faik Akçay
Değerli izleyenler, son oturumumuz demiyoruz, bu terimi kullanmayacağım
çünkü eğer bu kavga verilecekse böyle bir oturum, bir uluslararası konferansta bu
işin kurtarılacağı gözükmüyor. Şimdi bizim bu konferansımızdan, ben bir tarafım
ama düşüncemi tabii aktarmak istiyorum. Düzenleme kurulunun bir üyesi olarak
altının çizilmesinin gerekli olan yanı şu. Bizim Türkiye'de bir tabuyu delerek, bir ta­
buyu Türkiye kamuoyunun önünde tartışmaya açtık. Bu yürekliliği gösteren tüm
yürütme kurulundaki arkadaşlara çok teşekkür borçluyuz. Şimdi bu bağlamda şu­
nu bu tartışmalar ışığında değerlendirmemiz gerekiyor dostlar. Biz insan düşünce­
sine zincir vuran tüm tabuları yıkmadığımız sürece bırakınız köktendinciliğe karşı
kavga vermeyi, hiçbir konuda kavga verme şansını bulamayız. Alalım köktendin­
ciği, eğer bir tabu olarak görürsek, biz Türkiye'de orduyu hala bir tabu olarak gö­
rürsek, biz hükümeti eleştiremezsek, biz cumhurbaşkanını eleştiremezsek, biz
Kemalizmi eleştiremezsek, biz 1 920'1eri sorgulayamazsak, biz Marksizmi eleştire­
mezsek kafam ızı birtakım zincirlerle bağlıyoruz bir yerlere hapis ediyoruz demek­
tir. Bu mantıkla bir yere varma şansımız yoktur. Onun için şunu çok iyi karşılıklı an­
layış ve hoşgörü içerisinde birbirimizi çok hoşgörülü biçimde iyimserlik içinde din­
leyerek her konuyu ama toplumsal yaşamımızı , insan yaşamını ilgilendiren her
konuyu gerekirse acımasız biçimde, hareket etmemek koşuluyla eleştirelim. Bu
eleştirileri de sabırla dinleyelim. Eleştiri getiren arkadaşlara da sesimizi yükselte­
rek cevap vermeyelim. Siz de bizi bu organizcı.s:·on için hiç çekinmeden eleştirin.
Eleştiri olmadığı yerde, bir yere varma şansımız yoktur. Eleştirilerinizi acımasızca
getirin. Bundan sonra yapılacak olanlara bu eleştirileriniz ışık olsun. Eğer bunu
yapmazsak; yalnız benim dediğim, yalnız benim düşüncem, yalnız benim partim,
yalnız benim görüşüm, en doğrusu noktasını aşamazsak bizim başarı şansımız
yoktur. Değerli dinleyicilerden bunu istiyorum, bunu yapalım istiyorum. Birbirimize
karşı çok sayg ılı davranalım, bu süreç içerisinde, benim de katı lmadığım çok gö­
rüşler oldu, çok sonuçlar oldu, çok işler oldu, çok eylemler oldu ama bir şeye so-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


315

nuna kadar katıldım. Yapılan olay çok ciddi, çok önemli bir olaydı. Buraya b u ola­
yı, yaşama geçirecek insanların kişiliği, örgütleri, siyasal görüşleri, şunlar bunlar
değil. Bu olayın önemi işin başından sonuna omuz vermeye çalıştım, doğrusunu
yaptığımı sanıyorum. Böyle yapmanın yararlı olduğunu sanıyorum.
Şimdi demek ki tabularla bir yere varma şansımız yok. Kafamızdaki zincirle­
ri kı rmakla bir yere varma şansı mız vardır. Kendi kafamızdaki doğruları, eğer biz
de başkaları na karşı tabu olarak ortaya çıkarsak bir yere varma şansımız yoktur.
Bu duygularla tüm katılımcılara, emeği geçenlere özellikle bizi bu koşullarda din­
leyenlere çok teşekkür ediyorum. Saygılarım ı sunuyorum.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Yabancı bir konuşmacımız var.

Bayanlar ve Baylar
Ben Uluslararası Dinsizler ve Ateistler Cemiyeti ve kendi adıma konuşuyo­
rum . Söylemek zorundayım ki ilk defa böyle bir konferansa katı.l ıyorum. Böyle bir
konferansa katı labildiğim için çok mutluyum. Ü lkeme döndüğüm zaman burada
i<onuştuğumuz ve duyduğumuz her şeyi, Türkiye'de olup bitenleri ve hatta gaze­
telerde okuduklarımızı bile herkese anlatacağıma söz veriyorum. Biz fazla bir
şey bilmiyorduk ve halen yeterince bilmiyoruz. Ama Türkiye'nin durumu ile ilgili
daha çok çaba harcayacağı m ıza söz veriyorum. Uluslararası anlamda birlikte ol­
duğumuz sürece neler yapabileceğimiz hakkında da kişisel olarak bir bilgi edin­
miş oldum. Çok teşekkür ederim.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun efendim.

Atllla Aşut
Değerli arkadaşlar, ben Kemalizme saygılı bir sosyalistim. Ve Türkiye'de 60'1ı
yıllarda çok söylendiği üzere Kemalizmle sosyalizm arasında bir çelişki olmadı­
ğ ı na inananlardanı m . Dolayısıyla burada bizim böyle bir çelişki yaratmam ızı son

Mart 1 997 - Ankara


31 6

derece yapay buluyorum. Arkadaşımızın konuşmasının nereden kaynaklandığı­


nı , bilmiyorum ancak benim tepkim Atatürk'le Hitler adının yan yana kullanılma­
sına idi. Hitler ile Atatürk'ün, üstelik Atatürk'ü savunma ve yüceltme adına yapı­
lan Atatürk'ün adına Hitler'le yan yana telafuz edilmesinden duyduğum rahatsız­
lığı bir tepki biçiminde ifade ettim. Bu terbiyesizlik değil, bir görevdir. Bunu belirt­
tikten sonra şunun da altını çizmek istiyorum. Gerçekten bu önemli uluslararası
konferansı düzenleyen bir avuç gönüllü arkadaşımız, büyük bir özveri ile çalış­
mışlardır. Ben iki gündür yakından izledim, hemen hemen tam gün. Bugün gidip
yaz ı m ı yazdım. Onu da söyleyeyim. Yarın Siyah-Beyaz'da çıkacak yazının baş­
lığı da "Nesin'in gerçekleşen düşü"dür. Yani her şeyden önce büyük ustamızın
yaşarken gerçekleştiremediği, ama çok önemli verdiği yakından bildiğim böyle
bir etkinliğin onun dostları tarafından gerçekleştirilmiş olması başlı başına bir
olaydı r. Bütün eksikliklerine karşın, bu etkinliğin değerlendirilmesini yaparken,
sanıyorum bir basın mensubu olarak kendi alanımla ilgili konunun altı nı bir kez
daha çizmekte yarar var. Konferansımızın uluslararası boyutuna, niteliğine kar­
şın, basın bu konferansı görmemezlikten geldi. Ü ç gündür hüzünle, her gün ga­
zeteleri arıyorum, tarıyorum. Kendi gazetelerimizin Cumhuriyet ve Siyah-Be­
yaz'ın dışında bu olaya yer veren yok gibi . Şimdi, tabii bu işin bir boyutu. Bu, o
gazetelerin böyle bir etkinliğe ilgisiz kalmaları kendi açılarından belki savunula­
bilir. Yalnız bizim konuda yeterli çaba göstermediğimizi düşünüyorum. Nail ağa­
beyimizin burada altını çizdiği, bizim de bu konuda daha etkin bir çalışma gös­
termemiz gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ediyor, sayg ılar sunuyorum.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkür ederim. Yabancı konuşmacımız var.

Bir yabancı katılımcı


Ö ncelikle, benim için önemli bir deneyim olan bu konferansı n organizatörleri­
ne ve konuklarına teşekkür etmek istiyorum. Sizinle burada yüz yüze olmak, ya­
şanan sorunları bilmek ve burada içtenlikle tartışmak ve katılımcıları n konuşma­
larını dikkatle dinlemeniz benim için son derece sevindirici. Özellikle şunun üze­
rinde durmak istiyorum; Türkiye'nin sorunların ı Türkiye dışında bizlere de açma­
nız çok önemli, burada olup bitenleri, Avrupa'nın diğer ülkelerini yakından ilgilen­
diriyor. Tabii ki Ankara'daki bu salonda daha önce de bulundum. Zaten buraya

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


317

geliş nedenlerimden biri d e bu. Ancak Ankara hala dünyanın e n ünlü müzelerin­
den birine sahip ve siz Ankara gibi ber şehrin zenginliklerini göstermek amacıy­
la, konferansı organize ederken bu tür şeyleri de düşünmelisiniz. Ankara'yı gez­
meye daldığım için zamanında salona gelemedim ve baştaki konuşmaları kaçır­
dım. Bu ciddi bir eleştiridir. San ırım önemli olan sürüp giden diyalogdur. Eğer ba­
şarabilirsek son derece önemli olacak olan sonuç bildirgesinde bütün Avrupa ya­
zarlarını ve çevirmenlerini i stanbul'a getirerek burasının tekrar Avrupa'nın bir
edebiyat merkezi haline getirilmesi çabası yönünde bir karar alınırsa bunu en iyi
şekilde değerlendireceğimi belirtiyorum. Bence bu da tartışılması gereken konu­
lardan biridir. Bir şey daha eklemek istiyorum. İsveç'e günlük işlerime döndü­
ğümde, internette bir kültür verici oluşturacağ ım. Elbette burada neler olup bitti­
ği hakkında bilgileri internete vereceğim. Bir çözüm taslağı hazı rlayacağım ve si­
ze Baltık bölgesinde neler yaptığımızı görmeniz için internet adresini vereceğim:
Mare Baltik Com./www S. sanı rım burada olmayıp konuşulanları dinleyemeyen­
lere de bir konferans vermek gerekecek. Çok teşekkürler.

Sönmez Targan
Oturum Başkam
Teşekkür ederiz. Bizim arkadaşlarımız eksiklikleri belirtirken, yabancılardan
da söz alan iki konuşmacımız da bu etkinliği övgüyle değerlendirdiler. Ben ken­
dilerine teşekkür ediyorum. Evet buyurun Sayın Keskeç.

Özcan Keskeç

Bu konferansın çok ana başlıklarıyla, kendimce değerlendirmesini yapmaya


çalışacağım. Öncelikle Türkiye'de din ve köktendinciliğin, bildiğim kadarıyla, bilim­
sel olarak tartışıldığı ilk düzenlenen toplantı . Önemi başlı başına bu bakımdan bü­
yük. Bir diğer nokta. Tabii takdir edersiniz, katılımcı sayısından ziyade, bu bilimsel
toplantı larda çıkan ürünlerin, konferans sonrası konuya mal edilip, tartışma ortamı
yaratılmasıyla sonuçlar alınması mümkün. Yoksa bu toplantıya 600 kişilik salonda
toplasanız, 65 milyonluk bir ülkede nihayet yüzde bir kişi ile bir araya gelmiş olur­
sunuz. Oysa bu olay toplumun tüm hücrelerini ilgilendiren bir olay olduğu için ürün­
lerin bu konuda tartışılabilir kılı nması önemli. Yani konferans biterken aynı zaman­
da, yeniden başlamak zorunda. Bir diğer noktaya, bu tartışmalarda ortaya çıkan,
galiba biz sonuçları neden diye tartışmaya daha yatkınız, sonucu oluşturan ne­
denleri pek irdelemiyoruz. Bu anlamda da tebliğlerimiz arasında, gerçi konu baş­
lıkları itibarıyla bu alanı doldurabileceğini varsaydığımız konu başlıkları olmasına

Mart 1 997 - Ankara


318

rağmen galiba devlet ve din ilişkisi, devletin inanç özgürlüğü alanındaki varsa rolü
ve görevinin ne olması gerektiği konusu -ki laikliğin temel öğelerinden bazıları- ol­
dukça eksik kaldı. Sadece değinerek, işaret edilerek kaldı . Bir de galiba genel söy­
lemleri, içimize çok sindirdiğimiz için olsa gerek, işte Türkiye'de kimse dini inanç­
larını uygulamaktan, yerine getirmekten dolayı bir sıkıntı içinde değil, çok çabuk
yatkın sonuçlar tartıştık. Oysa öyle değil. Bu söylenen, Türkiye'de Sünni inançlar
için geçerli. Ama onun dışındaki inançlar için geçerli değil. Askeri okullarda, yatılı
okullarda okuyanlarımız varsa bilirler, çok basit bir örnek bu; Ramazan ayı geldi­
ğinde oruç tutacak öğrenciler sorulur, isimleri alınır, onlara iftar yemeği çıkartılır,
sahur yemeği çıkartılır. Ama Alevi öğrencilere Muharrem'de oruç tutmak isteyen
var mı diye sorulmaz. Böyle bir şey akıllarına bile gelmez. Ben askeri okulda ye­
tiştim, alınır. Şimdi de al ınır. Askeri okullara alınırken, Alevi idi, sünni idi diye ayrım
yapılmaz, dün de yapılmazdı, şu gün de yapılmaz. Ama oraya girdikten sonra ar­
tık Sünnisinizdir. Başka bir şeyin varlığı akla gelmez. Bu yalnız okullarla ilgili değil,
toplumun her kesiminde. Sivaslı ananın sabahleyin söylediği gibi otuz gün davulu
dinlersiniz. Muharrem'i garip Aleviler, sırtını büküp kendi dertleri içerisinde geçirir­
ler. Böylesine bir inançlara karşı devlet ilişkisine olması konusunda sanıyorum
önemli ölçüde eksiklik kaldı. Bir diğer önemli nokta, özellikle tartışmalarımızda ga­
liba, bir olay olur şartlar içinde değerlendirme, sosyolojik bütünlüğünü gözardı ede­
rek, olaylara baktığımız için birbirimizi anlayamaz hale geldik. Şimdi Türkiye'de bir
siyasi partinin diyanet işlerini, devlet kurumu olmasını, devlet kurumu olmaktan çı­
karılması istemesi yasak. Ve hiçbir siyasi parti yöneticisi, o siyasi partiyi temsil et­
me yetkisine sahip ise böyle bir talepte bulunamaz Türkiye'de. Partisini zarar uğ­
ratır. Şimdi ben o siyasal partinin böyle bir yasak dururken bu alandaki sözlerine
ister kalsı n, ister kalksın diye ne kadar samimi olduğunu kestirmekte doğrusu zor­
lanırım. Çünkü ortada bir yasak var. Birey olarak söyleyebilirsiniz ama siyasal par­
ti olarak talep edemezsiniz. Ve Türkiye'de artık diyanetin varlık nedeni, tüm boyut­
larıyla özgürce tartışılmasının yolu açılmak zorundadır. Diyanet kalmalıdır, diyanet
revize edilmelidir diyenler gibi diyanet kalkmalıdır diyenler de savunmalıdır. Bugün
Türkiye'nin en büyük K İ T'i olan, diyanettir. Dikkatinizi çekmek için dikkatinizi çek­
mesi açısından Sayın Prof. Dr. Arsel'in tebliğidir. Tebliğinde kadına ilişkin, dini ba­
kış açısını, daha doğrusu bir deyimle Sünni bakış açısını örnekleyen birçok örnek
sundu. Sanıyorum dikkatlerden kaçmamıştır. Bu örneklerin alındığı mehaz, diya­
net işleri yayımları , tümüyle diyanet işleri yayımları. Bu yayımların halka ulaşma­
dığı söylenebilir. Ama diyanet işleri yayımları 70 bin kişiye ulaşıyor, kadrolara. Bu
ülkede bir dönem cumhuriyetin kuruluş yayımlarındaki bana göre diyanetin oluşu­
mu, cumhuriyetin kuruluş yıllarında Atatürk'ün bir dehasıdır. Bugün ortadan kalk-

Köktendincili{je Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


319

ması gerekir. Çünkü diyanet kurulurken biliyorsunuz, aynı anda hilafet kaldırılmış­
tır, aynı anda evkaf ve şeriat vekaletleri kaldırılmış, o günün koşullarında devlet di­
ni, Sünni mezhebi daha doğrusu, bir kontrol altına alarak daha önce Sünniler dı­
şında, içte ümmet dahi sayılmayan diğer inanç gruplarını da yurttaşlık bilincine
ulaştırmada önemli işlevler görmüştür, o tarihsel kesit içerisinde. Aynı anlayış içe­
risinde, Atatürk'ün bakışıyla bana göre Sayın Sina Akşin"in deyimiyle söyleyeyim
"Atatürkün bakışıyla bugüne gelseydi, diyanet bugün bu hale gelmezdi. Benim
inancım bu. O dönemlerde imamların kadrosunun maaşını devlet vermemiştir. Bu
süreçleri tartışmamız laz ım ve Türkiye'de laikliğe yönelmenin mimari Atatürk'tür.
Bir tarihsel sürece çok çeşitli bilimsel metotlarla bakabiliriz. Bilimsel metodların or­
taya çıkardığı sorular birbiriyle çelişebilir, hatta çatışabilir. Ama yörünge anlamın­
da gidiş anlamındaki bakış, hangi metotla bakarsanız bakın, bilimsel metotla eğer
baktığınız ,bu birbiriyle çelişmez, çatışmaz. Bugün köktendinciliğe karşı uğraş ver­
mek durumunda olanlar ve Türkiye'de inanç özgürlüğünün artı devlet-din ilişkisinin
gerçek anlamıyla laik temellere oturmasını sağlamak isteyenler Mustafa Kemal'in
bu alandaki atı lımını, sosyalist olarak söylüyorum, görmemezlikten gelmezler.
Eleştirmek başka bir şeydir, çıkış yolu üzerindeki bakış açımızı bugüne gelişte,
köktendincilik şeyden çıkmadı, bir eksik yanımız bu galiba. Bu bilimsel toplantıda,
köktendincilik siyasal örgütlenme ilişkisini yeterince tartışmadık. Din ve vicdan öz­
gürlüğü üzerindeki anti-laik uygulamada kanımca daha farklıdır. Köktendincilik
başlı başına ve doğrudan siyasal iktidarı hedefleyen bir siyasal mücadelenin ara­
cıdır. Bu alanda ortaya eksiklerimiz çıktı. Bu konferansın bitişiyle birlikte tekrar de­
vam edecek olan bir konferanstır. El birliği ile bu eksiklerimizi gidererek, Türkiye'de
gerçekten laik bir ortamın gelişmesine daha da dal budak atmasına ve siyasi İ s­
lamcı oluşumların Türkiye'de etkisiz hale gelmesine, bütün bunların açıklıkla, bile­
rek, öğrenerek ve alabildiğince geniş biçimde, bu öğrendiklerimizi ve bildiklerimizi
paylaşarak sağlayabileceğimizi sanıyorum. Teşekkür ederim.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun efendim.

Ayşegül Ulu Utku


Çok kısa bir şey söyleyeceğim. Bu tip toplantılara fazla katılmış değilim. Bu
tip toplantılarda dertleşiyoruz. Buraya geldiysem belirli bir düşüncem var, belli bir
bilgi birikimim var. Onun için konuşmacıların bunu dikkate almaları lazım. Panel-

Mart 1 997 - Ankara


320

lerde kimi hep ayn ı şeyi söylüyorlar, lütfen aynı şeyleri tekrarlaması nlar. Eleştiri­
lerde de hep aynı şeyler tekrarlanıyor. Sonuçta belki en zevkli kısmı, dinleyicile­
rin tartışması oluyor. Ondan sürekli müdahale ediliyor. Sonuçta, oturuyoruz,
dertleşiyoruz ve gidiyoruz. Hiçbir şey değişmiyor. Çoğunu biliyoruz. Onun için
benim istediğim; toparlayalım ve bir sonuca çıkalım. Yani ben dertleşmekten bık­
tım. Bir şeyler yapmak istiyorum. Burada onu bana söyleyin. Teşekkürler.

Sönmez Targan
Oturum Başkam
Buyurun efendim.

Ömer Özdal

Bir eğitimci olarak kısaca bazı şeyleri dile getirmek isterim. Yıllardır çeşitli
okullarda görev yaptım. 7 okul değiştirdim şu ana dek, 23 yıllık eğitimciyim. Tür­
kiye'de bugün gözardı edilen bir şey var. Özellikle MGK kararlarından sonra kök­
tendincilerin üzerine gidiliyormuş gibi bir izlenim veriliyor. Halbuki ülkenin en te­
mel kurumu olan Milli Eğitimde bugün köktendinciler öylesine yuvalanmış du­
rumda ki genel müdüründen, daire başkanlığına dek ve MI� bu makamları işgal
ediyorlar. Bunlar okullarda da idari kademeleri işgal ediyorlar. Kadrolu öğretmen
haftada 1 6 saat ders yaparken bunlar haftada 4-5 saat ders yapıyorlar. Ve bun­
ların işi gücü siyaset yapmak oluyor. Somut iki örnek anlatacağım. Hasanoğ­
lan'da il MC döneminde 1 979-1 980 yıllarında görev yaparken tarikatçı bir din
dersi öğretmenini müdür olarak atadılar, arkasından da 1 2 tane din dersi öğret­
meni, okulda 2 din dersi öğretmeni gereksinimi olduğu halde ve bunlar müdür
yardımcıları filan yapıldı. Bunlar koridorlarda ezan okumaya başladı ve çocukla­
rı mescitte toplayıp -daha önce pirlerinin evine götürüyorlardı- halka olup, hu çe­
kiyorlardı, ayin yapıyorlardı. Ve çocukları kovalayıp, yatakları na gönderdim. Er­
tesi gün okul müdürü, bütün öğretmenler, öğrenciler tören alanında toplansınlar
diye anons yaptı. Toplandık. "Benim öğrencimin namaz kılmasına, oruç tutması­
na, müdahale edecek öğretmenin aln ını karışlarım" diye meydan okudu. Bu ada­
mın makamının arkası nda Atatürk resmi yerine MHP sembolü asılıydı. Kendisi­
ni yetkili makamlara şikayet ettik ve görevden aldırdık. Fakat ANAP döneminde
bakanlığa daire başkanı olarak geldi. Ayrancı listesinde de aynı şeyleri yaşadık.
Sonuç yine o kişi korundu. Benim oturduğum apartmanda bir tarikatçı , kızım kı­
sa etek giyiyor diye "seni böyle bir daha sokağa çıkarmasın" diye müdahale ede­
biliyor. Böylesine büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bu konuda akl ıma gelen­
leri söyledim, teşekkürler.

Köktendincili{ıe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


321

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun efendim.

Suphl Karaman
Türkiye çok önemli günler yaşıyor. Susurluk olayını bile kapatacak kadar yo­
ğunlaştığ ı gösterildi ama aslında olay 30-40 senedir devam eden bir birikim var,
bir örgütleme var ama bu son senedir çok yoğunlaştı. Çok karanl ık günler bekli­
yor geleceği. Demokratik yaşamımızı tehlike altında, özgür düşüncemiz tehlike
altında ve bütün bunlara bağlı olarak da ülkemiz, halkımız, her şeyimiz tehlike
altında. Ve bunu karşılamak için konferansımızın iki öğesi var. Köktendincilik, bir
de aydınlanma. Ona karşı aydınlanma, üç gündür devam eden çalışmaların ba­
şı ndan sonuna kadar bir dakika kaybetmeden izledim. Coşkulu, güzel, verimli
ama eğer sonunda gümbür gümbür bildiri yayımlamazsak ve bu bildirimizi de ba­
sına, medyaya mal edemezsek Kudüsün ağlama duvarları dibindeki insanların
durumuna düşeceğiz. Zaten medyanın da son aylarda Susurluk'a gösterdiği ilgi­
yi buna hiç göstermediğini gördük. Bu şeyleri aşmamız lazım. Ama bunları aşar­
ken de bu konuda, köktendincilik konusunda, buna karşı aydınlanma savaşımı­
zı verme konusunda samimi olan bütün insanlar, kimler? Bütün demokratlar, bü­
tün l iberaller, aydınlıktan yana olanlar, bütün sosyalistler, bütün Kemalistlerin bü­
tün olması lazım. Çünkü hepimizi tehdit ediyor. Ben 35 senelik siyasi yaşamım
içerisinde sosyalistlerin parça parça olduklarını gördüm ve üzüldüm. Ben destek
verdim şahsen, 1 965'ten beri bu desteğimi sürdürüyorum. Sosyalist dergilerde
yazılar yazdım. Ama bu parça parça olmak; 1 2 Mart'ın özellikle 1 2 Eylül'ün bel­
ki gerçeklerinden birisi oldu. Yani onları hazı rlayan ortam oldu. Şimdi bir de bu­
na 1 2 Eylül'ün ortaya çıkan rezaletlerinden sonra Kemalizm de ortaya çıktı . Ya­
ni Kemalizm'e karşı çıkıldı. Birlik ve beraberlik içinde olmazsak, hiç şüphe etme­
yin tarihi süreç işler. O tarihi süreç belli zamanda nasıl işlemişse yine işler. Bize
düşen 61 aydınlanması ndan sonra bize düşen, o bizim dışım�daki insanların
halletmesini önlemek içinde bizim sorunların üzerine topluca gitmemiz lazımdır.
Beni bu toplantıda bazı şeyler üzdü. Onun için birleşelim, bütünleşelim, bu geri­
cilik belasını, köktendincilik belasını ezelim. Teşekkür ederim.
Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Karaman'ın konuşması bana bir şeyi anı msattı. Bir iki yıl önce

Mart 1 997 - Ankara


322

Jose Marti'yi anma toplantısı düzenlendi. 68'1iler Birliği Vakfı. Orada Küba büyü­
kelçisinin bir konuşmas ı, beni son derece etkilemişti. Biz dedi, bugün Küba'yı
sosyalist Küba haline getirmişsek, Marti'nin geçmişte verdiği onurlu ulusal sava­
şı üzerine kurduğumuz içindir dedi. Kendi değerlerine sahip çıkmayan bir ülke -
tabii doğru değerlerden bahsediyorum- çıkmayan bir ülkenin sosyalizme gitme­
si bir tarafa, olanı da yaşatması mümkün değildir, dedi. O bakımdan Mustafa Ke­
mal'in böyle bir değerlendirmesini yapmıştır. Arkasından söylediği ise beni çok
duygulandırd ı. Biz dedi, ne ekonomik olarak, ne sosyal, ne de teknolojik olarak
ayakta duracak halde değiliz, vursan ız devrileceğiz. Ama sizin gibi ülkelere umut
olmak için direniyoruz, dedi. Buyurun efendim.

Bir katılımcı
Konferansımız oldu. Bir iki hususu tenkit ediyorum . Köktendinciliğe karşı kon­
ferans yerine belki köktendincilik üzerine bir konferans oldu. Ve bu dünya tarihi
ve iki süper devletin karşılığı, bir dönemde Türkiye'nin bu şartlar içerisinde bu
olayların oluşturduğu görüşülmedi. Türkiye'nin komünizmi çevreleyen Ameri­
ka'yla işbirliği yapmak mecburiyetinde olduğu, NATO'ya girerek kendi tarihi çı­
karlar bakı mından o hususlar konuşulmad ı . Bir de Türkiye'nin milli savunması
üzerine köktendinciliğin tesirleri konuşulmad ı . Konferansın yapılması üzerine
gelecek konferans için zaman ve mekan, şehir ve şehirdeki mevki konuşmuyo­
rum fakat bunlar nazarı dikkate alınmad ı . Bir hafta olabilir ve bu aynı tipte bildi­
riler aynı günde olabilir ve bu şekilde bir günlük toplantıya katı lan üniversite ta­
lebeleri ve diğer aydınlar olabilir, işlerinden ve mekteplerinden ayrılabilen, ufak
bir konferans ücreti olabilir. Bildiriler ewelce basılıp, İngilizce ve Tü rkçe olarak
konferansı n başında veya sonunda bir ücret mukabili satı labilir. i stanbul'da ve
Ankara'da yabancılar için gezi olabilir. Bu konferansta alı nan videolar bir belge­
sel, bir TV belgeseli yapılabilir. Veya yabancı misafirler, diğer Batılı arkadaşları­
nı bir dahaki konferansa daha çok kalabalık, Batılı arkadaşlarının konferansa
gelmelerini temin edebilir. Teşekkürler.

Sönmez Targan
Oturum Başkanı
Teşekkürler. Buyurun efendim.

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


323

Rıfat Aras
Bir iki saptama yapmak istiyorum. Burada üç gün boyunca benim görüşüm o
ki dinsel bastırmaya karşı ne yapılmalı. Fakat bu ne yapılmalılar anlatırken da­
ha çok da neler oluyor, hepsi söylenegeldi. Nasıl buraya geldiğimizi kabaca sap­
tamadan, sonuçlarla savaşma olanağı yok. Tabii bunu uzun uzun uzun saptaya­
cağ ı m . Biliyoruz laisizm bir amaç olduğu kadar, bir sonuçtur. Aynı şekilde buna
karşıt şeriatçılık bir amaç, karşıt amaç olduğu kadar bir de sonuçtur. Sonucu ön­
ceki zeminler hazırlar. Nedir? Demokratik, sosyal, hukuk devleti bilincini oluştu­
ramadığınız sürece sonuç şeriattır. Ya da onunu dayatmasıdır. Bugün neden şi­
kayet ediyoruz, şeriattan. Şeriat demeyi, şeriat istemeyi Türkiye'de yasaklaya­
cak hiçbir mevzuat yok. Yasaklasın mevzuatı istemiyorum. O halde neden bura­
ya geldiğimizi çok iyi saptamak durumundayız. Toplumsal bilinç dediğimiz şey.
Evrensel hukuk, demokratik katılım, sosyal devlet ya da sosyal yapısı 1 970 yı­
lında bir yerlere gelirken ben tarihin sol anahtarını 1 970 yılında başlatıyorum.
Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç demişti ki "Türkiye'de sosyal uyanış,
ekonomik oluşumların önüne geçti. O tarihten bu yana 1 2 Mart muhtırası, devam
eden darbelerle bireysel bilincin toplumsal bilinç sürecindeki gelişimi kısılmaya
ve sürekli durdurulmaya çalışıldı. Çok önemli zeminlerde raylar elimizden kaçtı.
Bugün artık rayların üzerinde değil, bir şeriat lokomotifinin önünde bulunuyoruz.
Gemek istiyorum ki bu çarkı tersine çevirmek, şeriatçıyım diyene karşı olmaktan
daha çok demokratik evrensel hukuk çerçevesinde olur. Nedir o, insan hakları
evrensel beyannamesi ve Paris ilkelerinde. Bizim parlamentomuzun imza attığ ı ,
kabul ettiği 61 Anayasası'nda b u özgürlükleri kısmen (yeterli olmasa bile) vardır.
Oldukça geniş anlamda yaşadığımız bir sürecin mutlaka evrensel hukuk, tam ör­
gütlü toplum, kayıtsız koşulsuz tam örgütlü toplum. Her türlü bireyi ve kendisini
farklılaştı rmış, ifadesini özgürce yapabilen bir toplum. Yani demokratik katılımlı
ve mutlaka kişinin yaşama güvencelerinin asgaride alındığı sosyal bir toplum.
Sosyal bir devletin oluşturulmad ığı yerde, sonuçları tartışmış oluruz. O halde
mutlaka biz fundamentalizme karşı çıkmak için akl ımızı, demokrat taleplerimizi,
sosyal hukuk devleti taleplerimizi en yüksek sesle başta siyasal partiler olmak
üzere, tüm toplumun katlarında seslenmek durumundayız. Dün akşam bunu bir
sonuç bildirgesine konsun diye söyleyebiliyorum. ANAP Genel Başkanı Mesut
Yı lmaz, Kanal 6'daki söyleşisinde dedi ki "hayır bilinçli bir din eğitimini yapmak
için liselere, bütün eğitim sistemine, hatta üniversitelerimize din eğitimini koy­
mamız gerekir" dedi. Bu lafı , Erbakan söylemiş olsaydı yer yerinden oynard ı . O
halde 6 1 Anayasas ıyla kaybettiğimiz siyasal-sendikal hakları , siyasal partiler

Mart 1 997 - Ankara


324

yasasındaki değişiklik, temel anayasamızda başlayan ama yetersiz kalan ama


mutlaka uyum yasaları yapılmadığı, insan hakları evrensel beyannamesi, Paris
şartı ilkelerine uysun, bir uygar toplum olma yolunda her anlamda mücadele
vermemiz gerekiyor. Ancak böyle fundemantalizme karşı çıkabiliriz. Son bir
saptama. Bu salonda gördüğümüz, hep biz orta yaşlılar ve daha yaşl ılard ı .
Çünkü toplumsal aklımızı, felsefe v e mantık derslerinin 1 2 Eylül darbesinden
sonra kald ırılmasıyla, şeriatın kestiği parmak acı maz söylemleri generallerimi­
zin, 1 2 Eylül anayasasına şeriattan devlet itmesiyle geldik bugünlere. O neden­
le bazı sayg ıdeğer bulduğumuz, belli kuralların sonuçlarını kabul etmemiz, ya­
rı n hangi kabulleri de başı mıza getirebileceğinin güvencesinini vermez. O hal­
de bireyler özgür olan, biziz, Türkiye'dir. Turan Dursun'u an ıyorum burada, 20
yıllık dostumda. Şunu söylüyordu. Ö nce bir şeriatçının kurtarılması gerekir.
Çünkü o bir şeriatçı maalesef bize ve aydı nlığa rağmen karanlığın kör kuyusun­
da bırakılmış ki bir insanı öldürmeyi bile yeltenecek kadar karanlıkta kalmış ki
önce onun kurtarılması gerekir derdi. O nedenle, kahrolsun şeriatleri eleştirmi­
yorum demek yerine yararlı olabilmek için bilincimizi mutlaka kullanmamız ge­
rektiğini belirtiyorum. Teşekkürler.

Sönmez Targan
Oturum Başkam
Teşekkürler. Değerli arkadaşlar on beş arkadaşımız konuşma yapmış, şimdi
ben isterseniz sizlere bir bildirge okuyacağım. Yalnız toplam sekiz oturuma 22
bildiri sunulmuştur. Buyurun Sayın Nesin.

Ali Nesin
Düzenleme komitesinde 1 5-20 kişiydik. Aramızda, Atatürkçüler, solcular,
Marksistler, Leninistler, Maoistler vard ı . Hepimiz bir arada çalıştık. Kimler yoktu.
İkinci Cumhuriyetçiler yoktu, anti-Kemalist solcular yoktu. Barış içinde biz 1 .5 yıl
birlikte olduk. Bir iki kişi alaturkalıktan ayrı ldı . Eylem planı ne yazık ki yok o bil­
dirgede. Benim birkaç önerim olacak. Bir tanesi, bu konferansın daha geniş kit­
lelere ulaşması için bir şenlik düzenlemesi ilk baharda, 1 2 Nisan galiba laiklik gü­
nü, 23 Nisan da çocuk bayramı . O iki gün arasında, bir hafta sonu cumartesi-pa­
zar bir şenlik düzenlenebilir. Fransa da Humanite bayramı vardır. Komünistlerin
Humanite bayram ı , o bayramı n komünistlerle ilgisi yoktur. Herkes gelir o bayra-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


325

ma. Palyaçoları vardır, çocuklar için şenlik vardır, kitap satılır, içki satılır, her şey
yapılır. Öyle bir şey yapmak, konseriyle, balesiyle yani laikliğin bize tanıdığı im­
kAnları gösterirsek eğer o şenlikte çok daha etkin olabiliriz. O şenlikte konferan­
sı düzenleriz. Bir de babamın bir projesi vardı r. Laiklik derneğinin kurulması. İ ş­
te laikliğin haklarını korumak için örneğin tanrıya inanmayan birisinin Müslüman
mezarlığına gömülmemesi ya da Müslümanca gömülmemesi gibi. Ya da kimliğe
doğar doğmaz İ slam diye damga vurulmaması. Buna benzer hakları koruyacak
bir laiklik derneğinin kurulması. Bir de Salman Rüşdi'nin kitabını çevirmek istiyor­
duk biliyorsunuz. Kitabın üçte biri çevrilmiş. Çevirmeni aradım, korktular, gelme­
diler. Kitabın çevrilmesi oldukça zor, çünkü çevirenin çok iyi din bilgisi olması ge­
rekir. Yani hem İ ngilizcesi ve Türkçesi iyi olacak hem de din bilecek. Laiklik der­
neği o kitabı yayımlayabilir. Bu kitap kararname ile yasaklanmış, yani fetva gibi
bir şey. Başkan bu konuda siz ne düşünüyorsunuz.

Sönmez Targan
Oturum Başkam
Biz notlarımızı aldık. Mutlaka değerlendirelecektir. Bundan sonra yürütme da­
ğılmıyor, bundan sonra değerlendirme toplantıları yapacaklar. Bu önerilerinizi
·

dikkate alacağ ız. Teşekkür ediyorum.

Evet arkadaşlar demin de altı nı çizdiğim gibi 22 bildiri sunulmuş 8 oturumda.


Şimdi bizim burada sunacağımız sonuç bildirisi bu üç gün süren yoğun çalışma­
daki görüşlerin kısa birer satır başları ile kaleme alınmış son biçimi diyebiliriz. Bir
de sonuçta taleplerimiz var. Bu talepleri de yine bu konferans kapsamı nda dile
getirilen görüşlerden çıkan sonuçların bir özeti biçiminde. Ben önce bunu sizin
bilgilerinize suncağ ım. Sonra da Sayın Cevat Geray'a söz vereceğim ve sanıyo­
rum o hem burada dile getirilen eleştiri ve önerilerin birer değerlendirmesini ya­
pacak, hem de sanıyorum bu mekAndaki yapetığımız bu son durumu da böyle­
ce konuşmasıyla noktalamış olacak.

Mart 1 997 - Ankara


326

Köktendlnclllğe karşı 1. Uluslararası Aydınlanma Konferansı


Sonuç Blldlrgesl

Ü lkemizin sivil toplum örgütlerinin gönüllü işbirliği ve dayanışmasıyla, Aziz


N ESİN'in kurucu başkanı olduğu Onbinler topluluğunun sorumluluğunda, 20-22
Mart 1 997 günlerinde Ankara'da gerçekleştirilen Köktendinciliğe Karşı Uluslara­
rası 1 . Ayd ınlanma Konferansı'na katı lan yerli ve yabancı bilim, düşün, sanat ve
yazın insanları bizler;

2 1 . Yüzyıla girerken, köktendinciliğin, Türkiye ve dünyanı n birçok ülkesinde,


siyasal erki ele geçirmek ve dine dayalı bir devlet düzenini toplumlara dayatmak
amacıyla uyguladığı terörle, gitgide bütün insanlığı tehdit eden boyutlara ulaştı­
ğ ı nı dikkate alarak;

Temel niteliği insan haklarına sayg ı lı , demokratik, laik, sosyal hukuk devleti
olan Türkiye Cumhuriyeti'nin köktendinci akımları n kuşatması altına girdiğini,
Atatürk devrimi ve ilkelerinden uzaklaşıldığını vurgulayarak;

Anayasada öngörülen ve yaln ızca belli bir dinin, hatta mezhebin öğretisi ve
uygulaması netiliğindeki zorunlu dinderslerinin, dine dayalı eğitim veren okulla­
rı n, Kuran kurslarının, mescide dönüştürülen öğrenci yurtlarının, köktendinciliği
besleyen odaklar olduğuna, devlet içinde köktendincilerin kadrolaşmasına ve di­
nin siyasallaşmasına yol açtığına dikkat çekerek;

Köktendinciliğin, belli emperyalist ve kapitalist odaklarca, geri kalm ı ş ülkele­


re dayatı lan küreselleşme söylem ve uygulamalarıyla beslendiğini ve yönlendi­
rildiğini saptayarak;

Yukarıda belirtilen odaklarca yönlendirilen yeni ekonomik dünya düzeninin


sonucu olarak, varsıl ve yoksul ülkeler arasındaki mesafenin açı lmasının, gelir
dağıtımı ndaki dengesizliğin artarak büyümesinin, artan işsizliğin yoğunlaşması­
nın emekçilerin örgütlenmesini engelleyen, sendikaların etkinliğini azaltan ve
yok etme düzeyine indirgeyen düzenekler oluşturulmasının, geniş halk kitleleri­
nin tarikatlara ve dinsel topluluklara yönelmesine ortam sağladığını vurgulaya­
rak;

Laiklik-devlet, devlet-din ilişkilerinin, devletin inanç özgürlüğü alanı ndaki rolü­


nün ve görevinin hiçbir yasaklama ve kısaltma olmaksızın tartışılması gerektiği­
ni belirterek;

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


327

Sivas olaylarından çok önce, İsveç'te katıldığı bir yazarlar toplantısında; kök­
tendinciliğin uluslararası boyutlarına dikkat çeken ve bu alanda etkin savaşım
verilmesi gerektiğini vurgulayan ünlü yazarımız Aziz NES İ N'in, 30 Haziran 1 995
günü i stanbul'da yaptığı basın toplantısında, kamuoyuna çağrıda bulunarak,
köktendincilik konusunda uluslararası bir konferans girişimi başlatmasından bu
yana, çeşitli sivil toplum örgütleri ve duyarlı kesimlerin katılımıyla iki yıla yakın
süren bir hazırlık sonunda gerçekleştirilen bu uluslararası konferansı n konuşma­
cı ve katılımcı, yukarıda belirtilen bulgular ışığında, aşağıdaki görüş ve istemle­
rini kamuoyuna duyurmayı görev bilmektedir.

1 - Köktendinciliği besleyen ortam ı ve yaşanmakta olan ekonomik, toplumsal,


siyasal ve kültürel çarpıkl ıkları gidermek için tüm yurttaşlar, siyasal partiler ve si­
vil toplum örgütlerini üzerine düşen sorumluluklarını yerine getirmeye çağ ı rıyo­
ruz.

2- Türkiye'nin seçilmiş en yüksek organı olan TBMM'yi, konuya ilişkin görev­


leri yaparak parlamento içinde çözümler üretmeye çağ ırıyoruz.

3- Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm siyasal kurumlarını ve tüm yarg ı organlarını


bu konuda duyarl ı l ı k göstermeye çağ ırıyoruz.
4- Basın yayın kuruluşlarıyla, kitle iletişim araçları nı , haklt olarak Susurluk
olayına gösterdikleri özen ve duyarlılığı, köktendincilik konusunda da gösterme­
ye çağ ı rıyoruz.

5- Siyasal iktidar, demokratik laik cumhuriyetin yaşaması ve gelişmesi için


duyarlı , örgütlü, haklarının ayırdında ve sorumluluklarını yerine getiren yurttaşla­
rın yetiştirilmesi amacıyla, eğitim dizgesini, öğretim birliği ilkesine göre yeni baş­
tan yapı land ırmaya çağırıyoruz.
6- Sivil toplum örgütlerini ve kitle iletişim araçlarını , halkın siyasal eğitimi için
girişkenliği ele almaya ve bu konuda daha etkin yayımlar yapmaya çağ ırıyoruz.
7- Ulusal ve uluslararası demokratik kuruluşları , insanlığın ortak sorunu olan
köktendinciliğe karş ı, aralarında iş ve güçbirliği yapmaya çağ ırıyoruz.

8- Siyasi Partiler Yasası'nda bulunan ve siyasal partiler için kapatma gerek­


çesi sayılan, partilerin Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, bir devlet kurumu olmaktan
çıkarılmasını ileri sürmeme yasağ ı n ı n kaldırı lmasını ve bu kurumun varl ık nede-
·

ni dahil tüm boyutlarıyla tartışılması nı talep ediyoruz.

Mart 1 997 - Ankara


328

Sönmez Targan
Oturum Başkam
Bu konferansı n bir belgesi olarak bütün basın-yayın kuruluşlarına TBMM, si­
vil toplum örgütlerine ve toplumun tüm duyarlı kesimlerine, yabancı konuklar ve
örgütlerine de dahil, bu belge iletilecektir. Ben şimdi zamanın dar olması nede­
niyle, hiç yorum yapmaksızın Sayın Cevat Geray'ı düzenleme kurulu başkanı
Geray'ı kapanış konuşması için kürsüye davet ediyorum.

Prof. Dr. Cevat Geray


Efendim, alkışlar oybirliği ile kabul edilmiş olduğunu gösteriyor. Bu konferan­
sa bildirileri ile ve tartışmalarda belirttikleri görüş ve önerileri ile katkıda bulunan
hem ülkemiz ayd ınlarını, hem de uzak ülkelerden gelen değerli bilim, sanat, dü­
şün ve yazın adamlarını, insanlarını kutluyorum.
L:ıerçekten düzenleme kurulumuz, bu konuşmacı ve katılımcı arkadaşların
büyük katkıları ile Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihine özenle bir katkıda bulunmuş­
lard ı r. Hepinizi bu çalışmaya bu ya da şu kapasitede bir şeyler kattığı nız için ay­
rıca teşekkür ederim. Gerçekten biz böylesi bir uluslararası konferansı bir de­
mokratik süreç içinde yürütmeğe çalıştık. Gerçekten, uzun bir süre, açılış konuş­
mamda belirttiğim gibi, biz bu konferansa, bildirgede de yer aldığı biçimde bize
öncülük yapan ve birtakım suç ve yazgı ortaklarımız olan Aziz Nesin ustanın ilk
önce Sivas'tan önce, i sveç'te yazarlar birliğine açıkladığı böylesi bir uluslararası
etkinliğin yapılması gerektiğini vurgulayan konuşması gerçekten bize ışık tut­
muştur. Ve onun yakın arkadaşları en azından belli çabalarında yanında olan ,
destekleyen insanlar olarak bu konferansın toplanması için yaptığı çağrıyı , ön­
ceki gün başlayan etkinliğinizle, gerçekleştirmiş olduk. Ve şunu söyleyeyim ki
hiçbir zaman ayrım yapmaksızın tüm sivil toplum örgütleri, demokratik kitle ör­
gütleri, bu çabalara şu ya da bu biçimde katkıda bulunmuşlardır. Ve onların el­
birliği ile doğrusunu isterseniz ellerimiz cebimize fazla gitmeden, yalnızca ve yal­
nızca düzenleme komitesinin özverileriyle böylesi bir konferans gerçekleşmiştir.
Şimdi eleştirilere yanıt olarak değil bizde özeleştiri olarak, burası Ankaralıların bi­
le bilmediği bir yer. Doğrusunu isterseniz TESK bize bu olanağı, milyonlara yak­
laşan bu olanağı sağlam ış bulunuyor. Ve bu da TESK'in büyük bir maddi katkı­
sıdır. Teşekkür ediyorum. Teşekkürlerimiz çok ama ilk önce cumhurbaşkanımız­
dan başlayalım. Kendisi bu konferansın hazırlıkları ile ilgili iki ziyaretimizde ger­
çekten bize güç vermişti ve eğer yanılmıyorsam sözcükler aynı olmayabilir. "Bu
savaşımıza olumlu gözle bakıyorum, toplantı nıza geleceğim, açılış konuşmasını

Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konleransı


329

yapacağım ama devlet işleri alıkoysa bile bir ileti göndereceğini buyurdular. Biz
de ona güvenerek, izlencemize adlarını koyduk. Birkaç gün önceden başlayarak
kendilerinin özel kalemini telefonlarla arayarak gelip gelmeyeceklerini ve vaat et­
tiği biçimde gelmeyeceklerse ileti göndermesini rica ettiğimizi duyurduk. Aran­
madık. Bu gerçekten bize güç katan cumhurbaşkanı m ızın bunu gerçekleştire­
memesinin nedenlerini bilmiyoruz ama, bizi düş kırıklığına uğrattığını da bura­
dan haykırmayı bir aydın görevi biliyorum. Ama başından beri, çeşitli biçimlerde
bizimle birlikte olan hatta cumhurbaşkan ının ziyarette de bizimle olan Türkiye'nin
Anayasa Mahkemesi'nin değerli başkanı Yekta Güngör Özden hem yaptığı ko­
nuşmayla, hem de gelip burada vaktinin el verdiği ölçüde konuşmaları , tartışma­
ları izleyerek, gösterdiği ilgiye çok teşekkür ediyoruz. Kendisi biraz önce başka
etkinlikler nedeniyle ayrılmak zorunda olduğunu söylediler. Ben cumhurbaşkan­
lığı genel sekreterliğine hiç değilse gelmeyeceklerse ileti göndermesine ilişkin bi­
zi oraya yansıttığını da söylediler. Kendisine teşekkür ediyoruz. Zaten gerici güç­
lerin hedefi durumuna sokulmuş olan Özden herhalde bu etkinliklerde, bu konuş­
malarıyla ve jestleriyle bize güç katan önemli bir yargı organı başkan ıdır. Teşek­
kür ederiz ve alkışlıyoruz. TESK'e olan teşekkürümüzü belirttikten sonra Çanka­
ya Belediyesi'nin bize destek verdiğini, bu gelişim ile ilgili çalışmalara ön katkıda
bulunduğunu, kimi olanaklar sağlayabildiğini, fakat elinde olmayan nedenlerle de
bizim önceden planladığımız biçimde gelemeyişi arkadaşlarımın dikkatinden
kaçmamıştır. Ufak bir otobüsle ilgili buraya geliş gidiş ile ilgili bir akşama oldu
ama biz Taşdelen'e gerçekten ilgi ve yardımları için teşekkürü borç biliyoruz. Yi­
ne bunlar tek tek sayıyorum arkadaşlar insanlar köktendincilik söz konusu olun­
ca hedef olmamak için destek çıkmak vaadinde bulunsalar bile bunu yerine ge­
tirmemiş oluyorlar. Bu nedenle bazı özel kuruluşlar var ki bize maddi destek de
sağlamıştır. Ama çeşitli nedenlerle bunun kimler olduğunu açıklamayacak bir du­
ruma geldiğimizi ya da insanlar üzerinde bu kadar baskı yaratılmış olduğunu be­
lirtmek ve göstermek için yapıyorum. Ama bu arada T Ü YAP bu i stanbul'daki fu­
arları ve turistik çalışmaları düzenleyen ortaklığın büyük katkıları olmuştur. Özel­
likle baskı ve afiş izlencesiyle ilgili katkı ları olmuştur. Doğrusu başkanları , düzen­
leme kurulunda olan örgütlere ayrıca teşekkür etmiyoruz. Onlar da büyük katkı­
larda bulunmuşlardır. Bu arada Harb- İ ş Sendikası ve OLEY İ S Sendikası bize
SOSYAL- İ Ş başta tabii onu zaten aramızda ama yürütme kurulu üyesi olduğu
için Sayın Keskeç'i andım. Çünkü anarsam diğerlerini de anmam gerekir. Ama
bu arada 68'1iler Vakfını ve Mülkiyeliler Birliği'ni zikretmeden geçemiyoru m . Ve
özellikle Ankara'ya geliş gidişlerimiz de bize bağrını açan Türkiye Kent Koopera­
tifleri Merkez Birliği'ne de ayrıca teşekkür ederim. Tabii ben aslı nda hele Anka-

Mart ı 997 - Ankara


330

ra'dan uzaklaştıktan sonra hazırlık çalışmalarına sınırl ı katı labildim. Bu ne yapıl­


dıysa hatasıyla sevabıyla onun sorumluluğunu üzerime alıyorum. Ben ayrı ayrı
yapılan eleştirileri doğrusu burada yanıtlamaktan kaçınıyorum zaman almamak
için . Herhalde kimilerinin sonuç bildirgesinde yer aldığını görüyoruz ama gerçek­
ten deneyimsizlik ve olanaksızlık içinde akradaşlarımız bu konferansı gerçekleş­
tirmişlerdir. Şunu söyleyeyim belki özü ile ilgili bildirilerin, tartışmaların özü ile il­
gili eleştirilere burada yanıt vermek olanaksız. Ama ben de bir katılı mcı olarak
bazen amaca hizmet etmeyecek kimi sunuşlar yapıldığını biliyorum ama, Ü mit
ediyoruz ki bunun ilk olmasından ve genel konulara eğilinmesinden kaynaklanan
bir durum. Tabii Kuvayı Milliye hemen başlasın diyen arkadaşlarımızın da haklı
oldukların noktalar vardır ve bize o bildirgelerini de bırakm ışlardır. O da yer ala­
caktır. Sivas mağdurlarının yakınlarının, yakınmaların ı dile getiren bir konuşma­
yı daha önce yapmış olan sayın katılımcıya teşekkür ediyoruz. Bir de bildiri su­
nan yabancı ülkelerden gelmiş, uzman ve aydın kişilere teşekkürü borç biliyo­
rum . Onları da alkışlıyoruz. Herhalde söz yabancı arkadaşları mızın bu dilekçe
ya da bildirgesine gelirken şunu gerçekten özdenlikle söylemek istiyorum . Daha
geniş bir katılı mla bu uluslararası toplantıları sürdürmek istiyoruz ve dikkat eder­
seniz, izlencemizde birinci sözcüğü yoktu. Uluslararası aydı nlanma konferansı
sözleri vardır. Ama sizden aldığı mız cesaretle yerli ve yabancı katılımlardan al­
dığımız cesaretle birinci sözcüğünü koyduk. Bu belki bundan sonra çalışmalara
katılacak olan arkadaşları, örgütleri, temsilcileri uzak ülkelerden gelenleri bağla­
yıcı bir şeydir ama doğrusu Keskeç arkadaşı m ız belirttiği gibi konferans bitmedi,
konferans başlad ı. Yalnız konferans değil çok çeşitli etkinlikler başladı . Bu çeşit­
li örgütlenmeler arasında not aldık ve somut bir eylem planı getirmedik ama ey­
lem planını, bu toplantıdan son ra yeniden çalışmalara geçecek olan ve değer­
lendirecek olan düzenleme komitemiz herhalde değerlendirilecektir. Onun için
ayrıntılara girmiyorum ama bu işin burada bitmediğini bu davanın takipçisi ola­
cağ ı m ızı bildirgemizde kamuoyuna açıklamakla zaten bir söz de vermiş oluyo­
ruz. Bazı eleştiriler süreleri aşma ile ilgiliydi. Tabii konuşamayan, suskun aydın­
lar haline getirilmiş Türkiye'de eğer zamana uyulamıyorsa, taşıyorsa bu dipdiri
bir katılımın olduğunu gösterir. Buna herhalde eleştiri için söylemedi Kaya Gü­
venç arkadaşımız. Bu konferans gerçekten bir yuvarlak masa konferansı olarak
düşünülmüştü . Çok sınırlı ama sonradan ilgiyi gördükçe hiç değilse bu salonu
dolduracak ölçüde aydınları mızın katı lması sağlanmış oldu. Dikkat ederseniz
ben bile açı lışta notları bıraktım, kapanışta da notları bırakarak konuşuyorum.
Ama bundan sonra daha somut daha sınırlı konularda toplantılar yaparak daha
çok çözüm üretme ve eyleme gidişte yararl ı birtakım ipuçları elde etmek fı rsatı-

KöktendinciliOe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


331

nı bulacağ ı mızı inanıyorum. Yine yabancı uzmanlarımızın ve örgütlerimizin tem­


silcilerinin Türkiye'yi böylece yakından tanıma fı rsatı nı buldukları nı ve bunu dün­
yanın her yerinden kendi örgütleri hatta İnternet aracılığı ile tüm dünyaya yansı­
tacakları nı dergilere ve gazetelere birtakım malzeme aktaracaklarını duymak bi­
zi çok sevindirdi. Zaten uluslararası ortak sorunun çözümünde işbirliği yapmak,
güçbirliği yapmaya ilişkin olarak sonuç bildirgemizi destekleyen bir yaklaşı m ol­
duğu için ayrıca çok teşekkür ediyorum . Sosyal ve kültürel etkinliklere istediği­
miz gibi yer veremedik ama bundan sonra yaptığımız konferanslarda yalnız ya­
bancı ülkelerden gelenler için değil, ümit ediyoruz ki arkadaşları m ız Türkiye'den
gelenlerden de yararlanarak onları n hizmetine sunacakları sosyal ve kültürel et­
kinlikler olacağ ına inanıyorum. Arkadaşlarım ıza ve örgütlerimize gerçektengü­
veniyorum. Bu arada değerli Aşut arkadaşımızın basın ve kitle iletişim araçlarıy­
la ilgili eleştirisine katılıyoruz ve bunun manşetlere gireceğine inanıyoruz. Gali­
ba sadece Akit gazetesinde hedef gösterme biçiminde bir manşet başl ık vardı .
Ama biz sadece Siyah Beyaz'ın ve Cumhuriyet'in katkıları ile yetinmeye alıştık.
Türkiye'de çünkü renkli basının ve kitle iletişim araçları nın büyük tekellerin elin­
de olduğunu ve onların ancak kamuoyunu çarpıtıcı ve sakıncalı yayımlarla dolu
olduğunu biliyoruz. Ama biz öğrendik ki parasız pulsuz olarak örgütlendik. Ancak
bu kadar ulaşabildik. Aslında aramızda gazeteci arkadaşlar var, basın bültenleri
çıkarabilirdik, internete hemen geçebilirdik ama doğrusu bu biraz maddi olanak
konusu olduğu kadar bir fotokopi çektirmekte bile Ana1asa Mahkemesinin büro­
larına bugün tatil olmasına karşın gene de başvurarak bazı şeyleri sağlayabildik.
O denli yoğun çalışma yapılmıştır ki postada gecikmeler olabilir, en yakın ilgilen­
diren kişilere son gün davetiye çağrı ulaşabilmiştik. Ali Balkız içimizden biri, onun
için hoşgöreceğine inanıyoruz ama biliyoruz ki bundan sonraki etkinliklerimizde
bu herhalde giderebilecek bir tutumdur. Özcan Keskeç arkadaş ım ıza teşekkür
ediyorum. Gerçekten çok can alıcı benim de açılış konuşmasında belirttiğim bu
diyanet işleri başkanlığının statüsü, tüzel konumunu tartışmak ve laikliği gerçek­
ten gerçekleştirecek biçimde din ve devlet il işkilerini düzenlemek yoluna gidebi­
leceğiz. Bütün bu çalışmaların ortaya koyduğu bir gerçek var. Aslı nda 1 2 Eylül
başta olmak üzere askeri darbelerin tabii 1 961 darbesini bir yana atıyorum, o bi­
ze başkaları nın bol geldiği bir anayasa olarak nitelenen 1 961 Anayasası ile Tür­
kiye'nin demokratikleşmesine büyük katkıda bulunduğunu söylemeliyim. Ama
ondan sonra 1 2 Mart ve 1 2 Eylül'ün bütün neler çekiyorsak, Türkiye'de insan
hakları ihlalleri, yargısız infazlar, bu yüzden. Bizim daha f2 Eylül'ü sorgulama,
suçlama ve bu davan ın peşinde koşma için vereceğimiz mücadele henüz başla­
yamadı. Ama hukuk yolu ile bu savaşı m sürmektedir. İnsan Hakları Avrupa Ko-

Mart 1 997 - Ankara


332

misyonu ve öbür mahkemeye doğru gidilerek bazı haklar elde edilmeye çal ışıl­
maktadır. Şimdi biz tabii bütün bu hukuk dışı, insanlık dışı birtakım uygulamala­
rı yerleştiren 1 2 Eylül'ü sorgulamakta, kınamakta haklıyız. Ama buna karşı ne
yapacağız sorusunu yanıtlamak için doğrusu isterseniz yine yurttaşları mızın bi­
linçli ve duyarlı hareket etmelerine, dayanışmalarına çok büyük ölçüde önem
vermek durumundayız. Demokrasiye, insan haklarına ve laikliğe ki demokrasinin
ön koşulu olan laikliğe birey olarak sahip çıkmak ve yurttaşlar girişimlerini güç­
lendirmek, örgütlendirmek, örgütlü bir savaşı m vermek zorundayız. Bunun için­
den hangi siyasal akımdan gelirsek 'gelelim birbirimize anlayışla bakıp elbirliğiy­
le ortak düşmana karşı bu savaşımı yöneltmemeliyiz. Türkiye'de demokratik
güçler, akımlar paramparça olmuştur ve toparlamak, soruna ulaşmak zorunda­
yız. Birbirimizi eleştirmeye hakkımız varedır ama doğrusu ortak düşmanla sa­
vaşmada birlikte olmal ıyız. Milli Eğitim Bakanlığı gerçekten bir arkadaşımın be­
lirttiği gibi, tam mollalar ordusunu yetiştiren artık milli olmayan bakanlık haline
gelmiştir. Sonuç bildirgesinde gereken yer ve önem verildiği için ayrıntılara gir­
miyorum. Sayın Gürsoy ve Karaman'ın da görüşlerine katılıyorum. Şimdi böyle­
ce size yapamadıkları mızın hesabını vermek durumunda olmadığımı söylemek
istedim. Şunu söyleyeyim bu kadar gönüllü ve özverili çalışan düzenleme komi­
tesine diyorum ki evet hatalar benimdir. Ama ne başarıldıysa başta siz katılımcı­
lar, konuşmacılar olmak üzere siz arkadaşlarımızın özverili çabalarıdır. Bir teşek­
kürler listesi yerine Türkiye'nin bir dakikalı k değil, daha uzun karanlıkla olduğu­
nu söyleyerek ama bundan kurtulmak için aydınlığa koşmak el ele omuz omuza
savaşıma çağ ırıyorum. Buradaki varlığınızla zaten dikkatle ve ilgiyle izlediğiniz
de bunu gösteriyor. Laiklik, demokratik, insan haklarına saygılı sosyal hukuk
devleti için el ele ileriye.

Sönmez Targan
Oturum Başkam
Sayın Cevat Geray'a ben düzenleme kurulu adına çok teşekkür ediyorum. Bi­
zi bir yerde rahatlatmış oldu. Yalnız bir iki öneri var. Ben onu dikkatlerinize sun­
mak istiyorum. Bu yüce kurulun bir tanesi Sayın Alparslan lşıklı'dan geldi. Seki­
zinci maddede yer alan, bir iki kelimenin çıkartılması konusunda önerisi var. Bu­
nu bilgilerine sunuyorum ki bunu ayrıca kurula da ileteceğim. Siyasal partiler ya­
sasında bulunan ve siyasal partiler için kapatılma gerekçesi sayılan, siyasal par­
tilerin, diyanetin devlet kurumu olmaktan çıkarılması ileri sürmeme yasağının
kaldırılması ve diyanet işleri başkanlığının bugüne kadar hepsine katılıyor, var­
lık nedenine dair bu varlık nedeni çıkartılması gerekir diyor, tüm boyutlarıyla tar-

Köktendincili{le Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı


333

tışılmasını talep ediyorum diyor. Yine Veli beyin bir önerisi var, dördüncü mad­
deyle ilgili. Basın yayın kuruluşları ile kitle iletişim araçlarının Susurluk olayına
haklı kelimesini koyarak gösterdikleri özen ve duyarlılığı, köktendincilik konusun­
da da göstermeye çağırıyoruz önerisi var. Bunlar da önemli öneriler olarak kabul
edelim.

Cevat Geray
Mersin Üniversitesi Öğr. Üyesi
Olumlu fakat, sevgili arkadaşım Alparslan lşıklı'nın o çıkarmak istediği şeyi,
çıkartırsak kesinlikle bütünlüğü kaybolur. Savunmak mümkündür.

Sönmez Targan
Oturum Başkam
O zaman Ali Nesin arkadaşımızın da kelimelere dayanan istemleri var. Biz
bunları tekrar d9'1erlendirece(ıiz arkadaşlar. Katılarak, izleyerek katkıda bulunan
tüm arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyorum ve bu oturumu sadece kapatıyorum.
Bundan sonraki oturumda bulunmak ümidiyle hepinize düzenleme kurulu ve
şahsım adına saygılar ve sevgiler sunuyorum.

Mart 1 997 - Ankara

You might also like